Pierre Loti Aziyade

March 24, 2017 | Author: Mustafa Sahinkaya | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Pierre Loti Aziyade...

Description

PIERRE LOTI

Fransız romancı 1850'de doğdu, 1 9 2 3 ' t e öldü. Bir deniz subayı olarak Ortadoğu ve Uzakdoğu'da bulundu. Buralarda anı ki­ taplarında işlediği yabancı kültürleri yakından tanıma fırsatı buldu. Yetenekli bir gözlemci olan Loti, yolculuklarından edindiği izlenimleri saf ve müzikal bir dille yapıtlarına yansıt­ mıştır. İlk romanı Aziyadé'nin ( 1 8 7 9 , Aziyade) yayımlanmasıyla hem eleştirmenlerin övgüsünü h e m de geniş bir okur kitlesinin hayranlığını kazandı. Pécheur d'Islande ( 1 8 8 6 ; İzlanda Balıkçısı) ve Madam Chrysanthème ( 1 8 8 7 ; Madam Krizantem) adlı başa­ rılı romanlarıyla 1891'de Académie Française'e kabul edildi. Loti, yapıtlarında hayatın geçiciliğinden duyduğu umutsuzluk, aşk ve ölüm gibi temaları insanlara duyduğu şefkat ve acımay­ la yumuşatır. Birçok kez İstanbul'a gelen Loti Osmanlı hayat tarzından etkilenmiştir. 1920'de "İstanbul şehri fahri hemşerisi" olarak kabul edildi ve onun adını taşıyan bir cemiyet kuruldu. İstan­ bul'da Divanyolu'nda bir caddeye ve Eyüp'te bir kahveye adı verildi. Başlıca Yapıtları: Les Désenchantés ( 1 9 0 6 ; Bezgin Kadınlar), Le Koman d'un Enfant ( 1 8 9 0 , Bir Çocuğun R o m a n ı ) , Prime Jeunesse ( 1 9 1 9 , İlk G e n ç l i k ) , Le roman d'un spahi ( 1 8 8 1 , Bir Sipahinin Romanı), La Turquie agonisante ( 1 9 1 3 , Can Çekişen Türkiye).

OĞLAK

KLASİKLERİ

Aziyade/ P i e r r e Loti Fransızca aslından çeviren: Birsel U z m a © Oğlak Y a y ı n c ı l ı k ve R e k l a m c ı l ı k L t d . Şti., 2 0 0 3 B u ç e v i r i n i n b ü t ü n h a k l a n saklıdır. T a n ı t ı m için y a p ı l a c a k kısa alıntıların d ı ş ı n d a y a y ı m c ı n ı n yazılı izni o l m a k s ı z ı n hiçbir yolla ç o ğ a l t ı l a m a z . K u r u m s a l kimlik d a n ı ş m a n ı : S e r d a r B e n l i K a p a k t a s a r ı m ı : Işıl D ö n e r a y Kapak uygulama: M. Deniz Çorbacıoğlu K a p a k r e s m i : "İstanbul'da H a r e m H a y a t ı " c . 1 8 5 7 , J o h n Frederick Lewis Dizgi düzeni: Melior, 9 , 7 5 / 14 pt. Ofset hazırlık: Oğlak Y a y ı n l a r ı B a s k ı : Oğlak Baskı H i z m e t l e r i Tel: ( 0 - 2 1 2 ) 6 1 2 7 3 0 5

Oğlak Yayıncılık ve Reklamcılık ltd.

Şti.

Genel y ö n e t i m : S e n a y H a z n e d a r o ğ l u Y a y ı n y ö n e t m e n i : Raşit Ç a v a ş Z a m b a k S o k a k 2 9 , Oğlak B i n a s ı , 8 0 0 8 0 Beyoğlu-îstanbul Tel: ( 0 - 2 1 2 ) 2 5 1 7 1 0 8 - 0 9 , Faks: (0-212) 2 9 3 65 50 e-posta: o g l a k @ o g l a k . c o m B i r i n c i baskı: 2 0 0 3 ISBN 9 7 5 - 3 2 9 - 4 1 8 - 2

Aziyade

10 Mayıs 1876'da Türkiye hizmetine girerek 27 Ekim 1877'de Kars istihkâmları içinde ölmüş olan bir İngiliz bahriye teğmeninin notlarından ve mektuplarından derlenmiştir.

Aziyade'nin orijinal Fransızca baskısında T ü r k ç e ve italik olarak geçen bütün kelimeler bu baskıda da ita­ lik olarak dizilmiştir. A n c a k , yazarın, bir kelimenin al­ tını çizmek için asıl metinde italik olarak bıraktığı çok az sayıdaki kelimeyi de italik olarak bıraktık.

BİR

SELANİK

LOTI'NİN GÜNLÜĞÜ

I

. 16 Mayıs 1 8 7 6

... Hoş bir Mayıs günü, güzel bir güneş, bulutsuz bir gök­ yüzü... Yabancıların kayıkları geldiğinde, rıhtımdaki cel­ latlar eserlerini son bir kez kontrol ediyordu: Asılan altı kişi kalabalığın önünde son korkunç çırpınışlarını yaşı­ yordu... Pencereler, çatılar izleyicilerle doluydu, yakın­ lardaki bir balkonda, Türk yetkililer onlar için alışılmış olan görüntüyü gülümseyerek seyrediyorlardı. Sultan'ın hükümeti idam töreni için fazla para har­ camamıştı. Darağaçları o kadar alçaktı ki, mahkûmların çıplak ayak parmakları toprağa değiyor, kasılıp kıvrılan tırnakları kumları kazıyordu.

II idam sona erdiğinde, askerler çekildi ve ölüler gün bata­ na kadar halkın seyrine bırakıldı. Ayakları üzerine dikil­ miş gibi görünen altı ceset, umursamadan gelip geçenler ve sessiz genç kadın grupları arasında, Türkiye'nin güzel güneşi altında ölümün dehşet verici gülümseyişi gibi beklediler.

III Bu toplu idamların yapılmasını, Doğu buhranının başın­ da Avrupa'da çok ses getiren konsolos cinayetlerinin karşılığı olarak Fransa ve Almanya hükümetleri istemişti. Bütün Avrupalı milletler Selanik Limanı'na gör­ kemli zırhlılar göndermişti. İngiltere, ilk temsilci gönde­ renlerdendi. Böylece ben de Majesteleri'nin korvetlerin­ den birinde gelmiştim bölgeye.

IV Güzel bir ilkbahar günü, idamlardan üç gün gibi kısa bir süre sonra Makedonya'nın Selanik şehri sokaklarında dolaşmamıza izin verildiği ilk günlerden birinde, saat akşam üzeri dörde doğru, iki leyleğin kavgasını izlemek için eski bir caminin kapalı kapıları önünde duraksadım. Sahne Müslüman mahallesinin eski bir sokağında

11

yaşanıyordu. Kıvrımlı yolların kıyısında küçük döküntü evler sıralanmıştı. Evlerin yarısı, her yanı kafeslerle ör­ tülü büyük balkonlarla donatılmıştı. Şahnişin denilen bu gizemli gözetleme çıkmaları, içeridekilerin dışarıdan fark edilmeden sokaktan gelip geçenleri izlemelerine olanak sağlardı. Sokak döşemesini oluşturan siyah yassı çakıl taşlarının arasından otlar fışkırıyor, çatıların üze­ rinden taze yeşil dallar sarkıyordu. Aralardan parça par­ ça görünen gökyüzü bulutsuz ve masmaviydi. Mayıs'ın ılık havası ve hoş kokusu dört bir yanı sarmıştı. Selanik halkı bize karşı rahatsız ve düşmanca davran­ maya devam ediyordu. Bu nedenle üstlerimiz, sokaklarda dolaşırken kılıçlarımızı ve bütün askeri donanımımızı ta­ şımaya zorluyorlardı bizi. Ara sıra duvar kenarlarından yürüyüp geçen birkaç sarıklıya rastlıyordum ama haremle­ rin ağır parmaklıklarının ardında hiçbir kadın başı görün­ müyordu. Ölü bir şehirde gibiydik. Orada öylece yapayalnız olduğumu düşünürken, hemen yanı başımdaki kalın demir parmaklıkların ar­ dında bir insan başının üst kısmını ve üzerime dikilmiş iki kocaman yeşil gözü fark edince garip bir duyguya ka­ pıldım. Kaşları siyah, hafif çatık, birbirine bitişik denebile­ cek kadar yakındı. Bu bakışın ifadesi cesaret ve masumi­ yet karışımıydı. Öylesine taze ve gençti ki, bir çocuk ba­ kışı sanılabilirdi. Gözlerin sahibi genç kadın ayağa kalktı, uzun ve sert pilileriyle feracesinin sardığı bedenini beline kadar gösterdi. Giysisi yeşil ipektendi. Gümüş işlemelerle süs­ lüydü. Başını beyaz bir örtüyle özenle sarmış, yalnızca

12

alnını ve güzel gözlerini açıkta bırakmıştı. Gözleri, bir zamanların Doğu şairlerinin anlatmaya doyamadığı o de­ niz yeşilindendi. Bu genç kadın Aziyade idi.

.

V Aziyade dimdik bana bakıyordu. Bir Türk karşısında olsa saklanırdı ama bir gâvur erkek sayılmazdı. Daha çok uzun uzun seyredilebilecek bir merak nesnesi gibiydi. Ürkütü­ cü demir makinelere binip ülkesini tehdit etmeye gelen yabancılardan birinin ona itici ya da dehşet verici gelme­ yen genç bir adam olabilmesine şaşırmış görünüyordu.

VI Rıhtıma döndüğümde filoların bütün kayıkları gitmişti. Beyaz başörtüsünün altında gizlenen yüz hâlâ bir yaban­ cıydı ama yeşil gözlerin tutsağı olmuştum. Leylekli ca­ minin önünden üç kere, tekrar tekrar geçmiştim. Saatler ben farkına varamadan akıp gitmişti. Bu genç kadınla benim aramda olanaksızlıklar san­ ki kasten yığılmış gibiydi. Birbirimize düşüncelerimizi aktarmamız, konuşmamız ya da yazışmamız olanaksız­ dı, akşamın altısında rıhtımı silahsız terk etmem yasaktı, sekiz gün içinde bir daha geri dönmemek üzere şehri terk etme ihtimalimiz vardı, en beteriyse, harem bekçile­ rinin acımasız denetimiydi.

13

İngiliz zırhlılarının uzaklaşmasını seyrettim. Güneş gözden kaybolmak üzereydi. Bir Türk kahvehanesinin tentesi altında ne yapacağımı bilemeden oturdum kal­ dım.

VII Az sonra çevremde insanlar toplanmaya başladı. Geceyi Selanik rıhtımı üzerinde geçiren kayıkçı ve hamallardan oluşan bir grup, neden karada kaldığımı öğrenmek isti­ yor ve hizmetlerine ihtiyaç duyabileceğim umuduyla ya­ kınımda bekleşiyorlardı. Bu Makedonyalılar grubu arasında, ülkenin eski çağ heykellerindeki gibi küçük buklelere ayrılmış komik sa­ kallı bir adam fark ettim. Önümde yere oturmuş, büyük bir merakla beni inceliyordu. Giysilerim, özellikle de ayakkabılarım fazlasıyla ilgisini çekmiş gibi görünüyor­ du. Büyük bir Ankara kedisinin sevilmek isteyen gerinişiyle, inci gibi parlayan iki diş sırasını göstererek esni­ yordu. Çok güzel bir başı vardı. Dürüstlük ve zekâyla parla­ yan gözlerinde büyük bir tatlılık okunuyordu. Üstü başı yırtık pırtık, ayakları çıplak, gömleği lime limeydi ama bir dişi kedi kadar temizdi. Bu adam Samuel idi.

VIII Aynı gün karşılaştığım bu iki varlık kısa zaman sonra va­ roluşumda büyük bir yer edinecek ve üç ay boyunca ha­ yatlarını benim için tehlikeye atacaklardı. Bunu o sırada söyleseler çok şaşırırdım. Her ikisi de benim ardımdan gelmek için ülkelerini terk edeceklerdi. Kışı İstanbul'da, aynı çatı altında geçirmek kaderimizde yazılıydı.

IX Samuel cesaretini toplayıp bana bildiği üç İngilizce sözü söyledi: "Do you want to go on board?" [Gemiye gitmek istiyor musun?] Ve karma bir dille sürdürdü: "Te portarem col la mia barca." [Seni kayığımla götürürüm.] Samuel Doğu ülkelerinde konuşulan Arapça, Fars­ ça, Fransızca, İtalyanca ve İspanyolca karışımı bu karma dili anlıyordu. Belli belirsiz aklımdan geçen çılgın pla­ nımda bildiğim bir dili konuşan bu zeki ve kararlı genç­ ten nasıl faydalanabileceğimi düşündüm hemen. Bu baldırıçıplağı kendime bağlamak için altın iyi bir araç olurdu ama bende fazla sayılmazdı. Zaten Samu­ el dürüst birine benziyordu ve böyle bir genç altın uğru­ na genç bir adamla genç bir kadın arasında aracılık yap­ maya razı olmazdı.

X LONDRA'DAKİ 3. PİYADE TABURU TEĞMENİ WILLIAM BROWN'A Selanik, 2 Haziran

...İlk başta hayal gücümün ve duygularımın sarhoşlu­ ğundan başka bir şey değildi. Ötesi sonradan geldi: Bir aşk ya da onu gibi bir şey. Şaşırdım ve büyülendim. Keşke dostunuz Loti'yi bu eski ama eşsiz mahalle­ nin sokaklarında yürürken, garip görünümlü bir evin merdivenlerini tırmanırken görebilseydiniz. Kapı üzeri­ ne gizemle kapanıyor. Burası, kılık değiştirmek için seç­ tiği sığınak. (Hatırlarsanız bir zamanlar yıldız Isabelle B... için de böyle şeyler yapılırdı: Sahne kiralık bir ara­ bada ya da Hay-Market Sokağı'nda, büyük Martyn'in metresinin evinde geçerdi. Çok eskilerden beri uygula­ nan bu kılık değiştirme işi, ona biraz daha çekicilik ve yenilik katardı). Melodramın başı - Birinci Tablo: Eski karanlık bir apartman dairesi. Oldukça sefil bir görünüm, Doğu'ya özgü renklilik. Yerde silahlarla birlikte nargileler görü­ nüyor. Dostunuz Loti tam ortaya oturmuş ve üç yaşlı Yahu­ di kadın tek kelime etmeden çevresinde koşuşturuyor. Güzel görünümlü giysileri, çengel burunları, payetlerle süslü uzun ceketleri, altın sikkelerden gerdanlıkları ve başlık olarak da yeşil ipekten hotozları var. Loti'nin as­ ker giysilerini çıkarmak ve Türk kılığına sokmak için acele ediyorlar. Eğilip yaldızlı tozlukları ve çorap bağla-

16

rından başlıyorlar işe. Loti, lirik bir dramın kahramanına yakışır hüzünlü ve kaygılı havasını koruyor. Üç ihtiyar kemerine, kabzaları mercan kakmalı ve telkari işi süslemeli birkaç hançer sokuyorlar. Sırtına ge­ niş kollu ve sırmalı bir ceket giydiriyor, başına fes takı­ yorlar. Bütün bunlardan sonra el hareketleriyle Loti'nin çok güzel olduğunu söylüyor ve büyük bir ayna getirme­ ye koşuyorlar. Loti, fena görünmediğini düşünüyor, çok kötü so­ nuçlar doğurabilecek olan bu kılık onu kaygıyla gülümsetiyor, sonra bir arka kapıdan kaybolup Doğu çarşıları ve camileriyle dolu garip bir şehri baştan başa kat ediyor. Türkiye'de pek sevilen canlı renklerdeki bu giysiler için­ de kalabalığın arasında fark edilmiyor, yalnızca beyaz başörtülü bazı kadınlar yanından geçerken, "işte iyi gi­ yimli bir Arnavut! Silahlan da ne kadar güzelmiş!" di­ yorlar. Azizim William, dostunuz Loti'yi daha sonrasında izlemeniz ihtiyatsızlık olacaktır. Bu koşuşturmanın so­ nunda, bir Türk kadınının aşkı var. Üstelik bugünün ko­ şullarında davranışlarına anlam vermek olanaksız olan bu kadın, bir Türk'ün karısı. Loti onun yanında canını riske atarak, birçok diplomatik karışıklığa yol açmayı gö­ ze alarak bir saat geçirecek. Bu kadar ileri gitmek için korkunç bir bencillik dü­ zeyine erişmek gerektiğini söyleyebilirsiniz. Ben de aksi­ ni iddia etmiyorum ama artık insanın hayatta hoşuna gi­ den ne varsa yapması ve hayat denilen bu tatsız yemeğe mümkün olduğunca baharat katmak gerektiğini düşünü­ yorum.

17

Bana sitem edemezsiniz azizim William: Size uzun uzun yazdım. Kimsenin dostluğuna inanmadığım gibi, sizinkine de fazla inanmıyorum. Ama dünyanın dört bir yanında karşılaştığım onca insan arasında birlikte yaşa­ mak ve fikir alışverişinde bulunmaktan zevk aldığım sa­ yılı insandan birisiniz. Mektubumda dertlerimi biraz fazla ortaya döktüğümü düşünürseniz, beni kınamayı­ nız. Biraz Kıbrıs şarabı içmiştim. Şimdi geçti. Serin akşam havasını içime çekmek için güverteye çıktım. Selanik hiç de ihtişamlı görünmü­ yordu. Minareleri, Sodom düşkünlüğünün yüceltildiği pis ve karanlık bir şehrin üzerine yerleştirilmiş bir yığın eski muma benziyor. Nemli hava buz gibi bir duşçasına üzerime kapandığında ve doğa donuk ve acınası bir hal aldığında, kendime kapanıyorum. İçimde mide bulandı­ rıcı bir boşluk ve yaşamaktan duyduğum sonsuz sıkın­ tıyla karşılaşıyorum. Yakında Kudüs'e gitmeyi düşünüyorum. İçimde ka­ lan birkaç inanç kırıntısını yakalamaya çalışacağım. Şimdilik dini ve felsefi inançlarım, ahlaki prensiplerim, sosyal teorilerim ve benzerleri şu büyük kişilikle simge­ leniyor: Jandarma. Sonbaharda mutlaka Yorkshire'a geleceğim. Bu ara­ da elinizi sıkıyor ve içten dostluğumu sunuyorum. LOTI

XI 1876 Mayıs'ının bu son günleri varlığımın alt üst olduğu dönemlerden biri oldu. Uzun süre bitkin, kalbi acı çekmekten boş, kıpırtısız kalakaldım. Ama bu geçici durum sona erdiğinde, içim­ deki gençlik gücü uyanmamı sağladı. Hayata yalnız başı­ ma uyanıyordum. Son inançlarım da uçup gitmişti ve ar­ tık beni tutacak hiçbir engel kalmamıştı. Bu yıkıntıların üzerinde aşka benzer bir şey doğu­ yordu ve Doğu, benliğimin uyanışı üzerine duyguları­ mın alt üst oluşuyla ifade bulan dayanılmaz çekiciliğini akıtıyordu.

XII Efendisinin diğer üç karısıyla birlikte, Manastır yolun­ daki bir koru içinde ahşap bir yalıda oturmaya gelmişti. Burada daha az gözetim altındaydı. Gündüzleri silahlı olarak karaya iniyordum. Her za­ man kıpır kıpır olan denizin üzerinden bir kayık beni rıhtıma, kayıkçılarla balıkçılardan oluşan bir kalabalığın ortasına atıyordu. Tesadüf gibi yoluma çıkan Samuel ak­ şam için işaretlerle verdiğim emirlerimi alıyordu. Manastır yolu üzerinde bir aşağı bir yukarı dolana­ rak günler geçirdim. Göz alabildiğine eski mezarlarla be­ zeli çıplak ve hüzünlü bir köydü burası. Kırık dökük me­ zar taşlarındaki gizemli yazıları likenler kemiriyordu. Granit taşların dikildiği tarlalar uzanıyordu göz alabildi-

19

ğine. Yunan, Bizans, Türk mezarları geçmişin en büyük halklarının tozlarını taşıyan bu Makedonya toprağını kaplıyordu. Uzaklarda bir servinin ya da Arnavut çoban­ larla keçilerinin gölgesine sığındıkları devasa bir çınarın silueti görünüyordu. Şimdiden yakıcı güneş altında kav­ rulan topraklar üzerinde geniş leylak çiçekleri soluyor, çevreye hoş bir hanımeli kokusu yayılıyordu. Bu ülkeye ait en küçük ayrıntılar bile hafızama kazınıp kalıyordu. Geceleri ağustosböceklerinin gürültülerine karışan, ılık, esintisiz, yaz kokan temiz bir hava vardı. Deniz ha­ reketsizdi. Gökyüzü bir zamanlar yaşadığım tropik gece­ lerimde olduğu kadar aydınlıktı. Henüz bana ait değildi ama aramızda yalnızca mad­ di engeller, efendisinin varlığı ve pencerelerdeki demir parmaklıklar vardı. Geceleri bekleyerek, korkunç parmaklıkların ardın­ dan kollarına dokunabildiğim ve karanlığın içinde Doğu yüzükleriyle süslü beyaz ellerini öpebildiğim, bazen çok kısa olan o ânı bekleyerek geçiriyordum hayatımı. Sonra, sabaha karşı belli bir saatte, gün doğmadan önce, binlerce tehlikeye göğüs gererek, muhafız subayla­ rın ayarladığı bir araçla gemime dönüyordum.

XIII Gecelerim Samuel'le birlikte geçiyordu. Kayıkçıların meyhanelerinde onunla birlikte çok garip şeyler gör­ düm. Türkiye Yahudileri'nin mucizeler umarak yaptık­ ları toplantılar ve ayinlerde çok az insanın gördüğü gele-

20

neklere şahit oldum. Bu batakhanelerde dolaşırken giy­ diğim giysiler, geceleri Selanik rıhtımında dolaşmak için en az tehlikeli olanı, Türk denizcilerinin kılığıydı. Samuel böyle yerlerle garip bir karşıtlık oluşturuyordu. Güzel ve yumuşak yüzü bu karanlık suratların yanında zemzemle yıkanmış gibiydi. Ona gitgide bağlanıyordum. Aziyade konusunda hizmet etmeyi reddetmesi onu daha fazla takdir etmeme neden olmuştu. Bu serseriyle, mastika ve rakının sarhoşluğun son ı raddesine kadar tüketildiği mahzenlerde, çok garip şey­ lere, garip bir fuhuşa şahit oldum...

XIV Ilık bir Haziran gecesinde, ikimiz kırlarda yere uzanmış sabahın ikisinin, kararlaştırılmış saatin gelmesini bekli­ yorduk. Durgun denizden hafif çırpıntı sesinin duyuldu­ ğu o güzel yıldızlı geceyi hatırlıyorum. Serviler tepenin üzerinde kara gözyaşları çiziyor, çınarlar karanlık kütle­ ler oluşturuyordu. Uzaklarda asırlık mezar taşları bir za­ manlar yaşamış dervişlerin unutulmuş mezarlarının ye­ rini işaret ediyordu. Kuru otların ve yosunların güzel kokusu duyuluyordu. Böyle bir gecede kırlarda olmak büyük mutluluktu. İnsanın içine yaşama sevinci dolu­ yordu. Ama Samuel bu gece angaryasına memnuniyetsiz bir ifadeyle katlanıyor ve sözlerime cevap bile vermiyordu. O zaman elini bir dostluk belirtisi olarak ilk kez eli­ me aldım ve İspanyolca olarak yaklaşık şöyle bir söylev

21

çektim: "Benim iyi kalpli Samuel'im, her gece bu sert toprağın ya da tahtaların üzerinde uyuyorsunuz. Burada­ ki çayırlık hepsinden iyi, üstelik yaban kekiği kokuyor. Uyuyun. Uyandığınızda kendinizi çok daha iyi hissede­ ceksiniz. Benden memnun değil misiniz? Ben size ne yapmış olabilirim?" Elimin içindeki eli titriyordu ve elimi gereğinden fazla sıkıyordu. Allak bullak olmuş, boğuk bir sesle, "Che volete, che volete mî?" [Benden... Benden ne istiyorsunuz?] di­ ye sordu. Zavallı Samuel'in aklından olağandışı, karanlık dü­ şünceler geçmişti. Yaşlı Doğu'da her şey mümkündü! Sonra kollarıyla yüzünü kapatmış, orada öylece, kendin­ den bile ürkmüş bir halde kalakalıp titremeye başlamıştı... Ama bu garip andan sonra, bedeniyle ve ruhuyla hizmetime girdi. Her gece Aziyade'nin oturduğu eve gi­ rerek özgürlüğünü ve hayatını tehlikeye atmaya başladı. Karanlığın içinde, onun için ölülerin hayaletleri ve dehşetiyle dolu bu mezarlıktan Aziyade'yi almaya gidiyor. Bizim kayığımızı gözetlemek için sabaha kadar kendi ka­ yığında kürek çekiyor ve Selanik rıhtımının beşinci taşı üzerinde, elli kadar serserinin arasında yatıp bütün gece beni bekliyor. Kendini bana adamış gibi görünüyor. Her yerde gölgem gibi. Seçtiğim yer ve kılık ne olursa olsun, kendi hayatını tehlikeye atma pahasına koruyor beni.

XV LOTI'DEN DENİZ TEĞMENİ PLUMKETT'E Selanik, Mayıs 1 8 7 6

Sevgili Plumkett, Başınızdan geçen bütün hüzünlü, garip ve hatta ne­ şeli olayları çekinmeden anlatabilirsiniz bana. Benim için "bayağı sürü"nün dışında yer aldığınızdan, yazdık­ larınızı her zaman keyifle okuyacağım. Mektubunuz bana İspanya şarabı içtiğim bir akşam yemeğinin sonunda verildi. Özgün içeriğiyle ilk bakışta biraz serseme döndüğümü hatırlıyorum. Aslında biraz "garip bir tip "siniz ama bunu zaten biliyordum. Bir dü­ şünce adamı olduğunuzu daha önce fark etmiştim. Ama inanın uzun mektubunuzla fark ettiğim şeyler bundan ibaret değil. Çok fazla acı çektiğinizi sanıyorum. İşte aramızdaki ortak nokta bu. Ben de, on altı yaşımda Londra'da haya­ ta atılışımdan beri geçen on uzun yıl içinde aşağı yukarı bütün hazları tattım ama yaşamadığım bir acı kaldığını da sanmıyorum. Eskrim ve akrobasi sayesinde son dere­ ce genç görünmeme rağmen, kendimi ruhen fazlasıyla yaşlı buluyorum. Sırları paylaşmak bir işe yaramaz. Aramızda bir ya­ kınlık kurulması için acı çekmiş olduğunuzu bilmem ye­ terlidir. Sizde bir miktar dostluk duygusu yaratmış olduğu­ mu görmekten oldukça memnun oldum. Bunun için te­ şekkür etmek isterim. Siz de isterseniz, sizin entelektüel

23

dostluk olarak adlandırdığınız bir arkadaşlık kurabiliriz. Bu ilişki hayatın iç karartıcı dönemlerini atlatmamıza yardımcı olacaktır. Mektubunuzun dördüncü sayfasında "sınırsız bir dostluk ve sadakat" yazarken eliniz biraz hızlı koşuyor­ du şüphesiz. Bunu düşündüyseniz sevgili dostum, içi­ nizde hâlâ gençlik ve tazelik var, henüz her şeyinizi yitirmemişsiniz. Ölene kadar devam edecek bu güzel dostlukların çekiciliğini benim kadar kimse bilemez. Ama gördüğünüz gibi bunlar on sekiz yaşındayken yaşa­ nıyor, yirmi beşe gelindiğinde bitiyor çünkü insanın kendisine bile sadakati kalmıyor. Bu söylediklerim üzü­ cü şeyler ama maalesef gerçektir.

XVI Selanik, Haziran 1 8 7 6

İnsanı güneş doğmadan önce karaya ayak basmak zorun­ da bırakan şu sabah angaryalarını yapmak Selanik'te bir zevkti. Hava öylesine hafif, serinlik öylesine hoştu ki, yaşamak sorun olmaktan çıkıyor, insan kendi varlığına gömülmüş gibi oluyordu. Daha yeni yeni aydınlanmaya başlayan çarşıların kubbeli sokaklarında kırmızı, yeşil ya da portakal rengi giysileriyle birkaç Türk dolaşmaya başlıyordu. Mühendis Thompson yanımda opera-komik'in sır­ daşı gibiydi ve bu yaşlı şehrin sokaklarında, en yasak sa­ atlerde ve en aykırı kılıklarda çok koşturduk.

24

Akşam, seyrine doyulmaz, bambaşka bir hazdı: Her şey kızıla ya da yaldıza bulanırdı. Olimpos'un ateş ya da kızgın demir tonları birbirine karışır, ayna gibi dümdüz olmuş bir denizden yansırdı. Havada en ufak bir sis ol­ mazdı. Sanki atmosfer yokmuş, dağlar boşlukta yükseliyormuş gibi, en uzak dorukları bile son derece net ve be­ lirgin görünürdü. Akşamları genellikle, kalabalığın akın ettiği sakin rıhtımlardan birinde olurduk. Doğu'nun Barbar Orgları [laternalar], ziller eşliğinde garip havalar çalardı. Üzerle­ ri hep dolu küçük masalarıyla kahveciler yolları kaplar, müşterilerine nargile, lokum ve rakı yetiştiremezdi. Samuel kendisini masamıza davet ettiğimizde mut­ lu olur, gurur duyardı. Aziyade'yle buluşmamıza dair işaretlerimi almak için hep çevremde gezinirdi. Bense gelecek olan geceyi düşünürken sabırsızlıkla titrerdim.

XVII Selanik, Temmuz 1 8 7 6

Aziyade, Samuel'e bu gece yanımızda kalacağını söyle­ mişti. Davranışlarını şaşkınlıkla izliyordum: Aralarına oturmamı rica etmiş ve Samuel'e dönerek Türk dilinde konuşmaya başlamıştı. Bu aramızdaki ilk konuşmaydı ve Samuel bize çevir­ menlik yapacaktı. Bir aydan beri birbirimize tek bir dü­ şüncemizi aktaramadan duygularımızın sarhoşluğuyla bağlanmış, o geceye kadar yabancı ve bilinmez kalmıştık.

25

"Nerede doğdun? Nerede büyüdün? Kaç yaşında­ sın? Annen var mı? Allah'a inanır mısın? Siyah adamla­ rın ülkesine gittin mi? Çok metresin oldu mu? Ülkende önemli biri misin?" O, kendi yaşında başka bir küçük kızla birlikte is­ tanbul'a gelen küçük bir Çerkes kızıydı. Bir tüccar onu satın alıp oğluyla evlendirmek üzere yetiştirmek isteyen bir ihtiyara satmıştı. Önce oğlu ölmüştü, ardından ihti­ yar adam. On altı yaşında ve son derece güzeldi. S o m a onu istanbul'da görüp beğenen ve Selanik'teki evine ge­ tiren bu adamın mülkiyetine girmişti. Samuel çevirerek "Allah'ının seninkiyle aynı olma­ dığını ve Kur'an'a göre, kadınların da erkekler gibi bir ruhu olduğundan emin olmadığını" söylüyor, "sen gitti­ ğinde, hatta öldükten sonra bile bir daha görüşemeyeceğinizi" anlatıyor demişti. Samuel gülerek eklemişti: "Onunla birlikte düşünmeden kendini suya atıp atmaya­ cağınızı" soruyor. "Birlikte suyun dibine kadar ineceksi­ niz, sonra ben kayığı geri götürecek ve sizi hiç görmedi­ ğimi söyleyeceğim." Cevap verdim: "Yeter ki o ağlamasın, her şeye razı­ yım. Hemen gidelim. Ne olacaksa hemen olsun." Aziyade anladı. Titreyerek kollarını boynuma dola­ dı ve ikimiz birden suya doğru eğildik. Korkan Samuel demirden bir pençeyle ikimizi bir­ den yakalayarak bağırdı: "Yapmayın. Hiç de güzel bir öpücük olmaz bu. Boğulurken insan birbirini ısırır ve yüzünüzde korkunç bir ifade oluşur." Bütün bunları kendi dilinde, Fransızca'ya çevrile­ meyecek vahşi bir açıklıkla söylemişti.

76

Aziyade'nin gitme saati gelmişti ve bir dakika sonra bizden ayrıldı.

XVIII PLUMKETT'TEN LOTİ'YE Londra, Haziran 1 8 7 6

Sevgili Loti, Geçtiğimiz ay size ipe sapa gelmez, başı sonu belli olmayan bir mektup yazdığımı hatırlıyorum. Anlık duy­ guların yazdırdığı, kalemin ihtiyar bir kiralık beygir gibi hayal gücünün hızına erişmeye çalıştığı mektuplardan biriydi bu. Bu tür mektupları zarfı kapatmadan önce bir daha okumaz insan, okursa da göndermez zaten. Aralarında ilişki kurmaya çalışmanın boşuna olduğu, Tintamarre'a layık iğrenç ve aptalca sözlerin izlediği kibirli sözcükler yığını. Sonrasında da, tuz biber olsun diye sanki, gön­ derme lütfunu gösterdiğiniz iltifatları toplamak için ken­ dini acındırmaya çalışan "anlaşılamamış adam" safsata­ sı. Sonuç: fazlasıyla gülünç bir bütün. Ve tabii sadakat yeminleri! Ah! İhtiyar beygir özel­ likle de bu konuda gemi azıya almıştı! Mektubumun bu bölümüne milattan önce 16. yüzyılda yaşamış, her şeyi denemiş, büyük bir kral, büyük bir filozof, büyük bir mi­ mar, her şey olmuş, altı yüz kadın almış ve sonunda bütün bunlardan sıkılarak, eski günlerinin boş hevesler-

27

le dolu olduğuna karar vermiş biri gibi cevap veriyorsu­ nuz. Bana kilise adamı üslubuyla cevap verdiğiniz nok­ tayı ben de biliyordum. Her şey hakkında, hatta söyle­ mediklerinizde bile sizinle o kadar aynı görüşleri payla­ şıyorum ki, bir gün Pandora'nın askeriyle yaptığından farklı bir tartışma yapabileceğimizden şüphe ediyorum. Manevi düzeyde birbirimize öğretecek hiç bir şeyimiz yok. "Sırları paylaşmak bir işe yaramaz" diyorsunuz. Her zamankinden daha fazla eğiliyorum önünüzde: Kişiler ve olaylar üzerine bütünsel bakmayı, geniş boyut­ ta düşünmeyi severim ben. Ayrıntılar her zaman tiksindirmiştir beni. "Sınırsız bir dostluk ve sadakat!" Ne diyeyim! insa­ nın kendisini olduğundan daha iyi gibi gördüğü o mut­ luluk anlarından birindeydim, insanın bunları yazdığı anda samimi olduğundan emin olabilirsiniz. Bunlar an­ lık duygulardan ibaretse, kime kızabiliriz?.. Doğamızdan gelen büyük kusurlarda herhangi bir sorumluluğu olma­ yan sizi ve beni mi? Bizi en yüksek tutkularla donatan ama bunlara erişecek gücün yarısını veren, üstelik dü­ şünceleriyle ilişki kurma konusunda yeteneksiz kılan yaratana mı? Kimseye, değil mi? Bu konuda duyduğu­ muz kararsızlığa bakılırsa en iyisi de bu sanırım. Duygularımdaki tazelik konusunda söylediklerini­ ze teşekkür ederim. Yine de buna inanmıyorum. Çok kullandım, kullandırttım onları, üstelik kullanış biçi­ mimle tazeliklerini oldukça yitirmiş olmalılar. Fırsatını bulunca ortaya çıkan duygular bunlar ve çok güzel fırsat-

78

lar yakaladığımı da söylemeliyim. Şunu da ekleyebilirim, bazı şeyler parlaklıklarını ve tazeliklerini yitirmelerine neden olan kullanımlar sonucunda sağlamlık kazanıyor­ lar. İkimizin de şu anda yapmakta olduğumuz meslekten bir örnek verecek olursak, eski halatlardan söz edebili­ rim. Sizi çok sevdiğim anlaşılmıştır sanırım. Bunun üze­ rinde daha fazla durmaya gerek yok. Bir daha lafını aç­ mamak üzere söylüyorum, çok yetenekli bir insansınız ve içinizdeki en değerli parçayı akrobasiyle bastırmaya çalışmanız yazık olacaktır. Bunları ifade ettikten sonra, kendimle ilgili birkaç ayrıntıya girmek üzere size olan duygularım ve hayranlığımla canınızı sıkmayı bir kenara bırakıyorum. Fiziksel açıdan sağlıklı, manevi açıdan ise tedavi al­ tındayım. Tedavi yöntemi zihnimi boş ve duygularımı denetim altında tutmaya dayanıyor. Bu dünyada her şey hem içte hem dışta denge sağlamaktır. Duygular ağır bas­ tığında, ezilen her zaman mantık oluyor. Ne kadar çok şair olursanız, o kadar az geometri uzmanı oluyorsunuz ama hayatta biraz geometri ve fazlasıyla da aritmetik ge­ rekiyor. Tanrı beni bağışlasın, sonunda size biraz anlam­ lı bir mektup yazabildiğime inanıyorum. Bütün sevgimle, PLUMKETT

XIX 27 Temmuz gecesi, Selanik

Saat dokuzda, gemideki subaylar teker teker odalarına gider. Bana bol şans ve iyi geceler dileyerek çekilirler: Sırrım herkes tarafından kabul görmüştür. Fırtına ve şiddetli yağmur habercisi bakır rengi dev bulutların çıktığı yaşlı Olimpos tarafındaki gökyüzüne sıkıntıyla baktım. Bu akşam o taraf tamamen tertemiz ve mitolojik da­ ğın doruğu derin gökyüzünü net bir şekilde kesiyor. Kamarama indim, giyindim ve yukarı çıktım. Her akşamki sıkıntılı bekleyiş başladı: Bir iki saat geçti, dakikalar sürüklendi ve geceler gibi uzadı. Saat on birde, dingin deniz üzerinde hafif bir kürek sesi duyuldu. Uzak bir nokta gölge gibi kayarak yaklaştı. Bu Samuel'in kayığıydı. Nöbetçiler her seferinde nişan alır ve parola sorardı. Samııel cevap vermezdi. Buna rağ­ men tüfekler inerdi. Nöbetçilere onun hakkında özel bir talimat verilmişti ve sonunda güverteye çıkardı. Ona benim için balık ağları ve değişik av gereçleri verirlerdi. Böylece görünüşü kurtarır, uzaklaşmakta olan kayığa atlardım. Türk kıyafetimi örten kaftanı çıkardı­ ğımda dönüşüm tamamlanmış olurdu. Altın renkli ceke­ tim karanlığın içinde hafifçe ışıldardı. Ilık bir esinti olurdu. Samuel karaya doğru sessizce kürek çekerdi. Burada küçük bir kayık beklerdi, içinde mavi bir çarşafa bürünmüş çirkin, yaşlı bir zenci kadın, iyi giyim­ li ve tepeden tırnağa silahlı ihtiyar bir Arnavut uşak ve

beyaz bir kütleden başka bir şey algılanamayacak biçim­ de örtünmüş bir kadın bulunurdu. Samuel ilk ikisini kayığına alır ve tek söz etmeden uzaklaşırdı. Beyaz bir hayalet kadar sessiz ve hareketsiz bu örtülü kadınla yalnız kalırdım. Küreğe geçer, ters yö­ ne doğru çekmeye başlardım. Açıklara doğru uzaklaşır­ dık. Gözlerim üzerine çakılı, sıkıntıyla bir hareket ya da işaret yapmasını beklerdim. Yeterince uzaklaştığımıza karar verdiği bir anda kolla­ rını bana uzatırdı. Bu, yanına oturmak için beklediğim işa­ retti. Ona dokunduğumda titrerdim. Bu ilk temasla içime ölümcül bir güçsüzlük çökerdi. Başörtüsü Doğu kokuları­ na bulanmış olurdu. Vücudunun teması diri ve soğuktu. Daha önce, artık görmeye hakkım olmayan başka bir genç kadını ondan daha çok sevmiştim ama bedenim böylesi bir kendinden geçişi hiç tatmamıştı.

XX Aziyade'nin kayığı Anadolu'dan gelme ipek halılar, yas­ tıklar ve örtülerle kaplıydı. Doğuya özgü gevşekliğin bütün inceliklerini barındırıyordu. Bir kayıktan çok, su­ yun üzerinde salınan bir yatağa benziyordu. Bizimki garip bir durumdu: Birbirimize tek bir söz bile söylememiz mümkün değildi. Bütün tehlikeler, de­ rin denizde bilinmeyen bir yöne sürüklenen bu yatağın çevresinde buluşmuş gibiydi. Üzerinde birleşen iki var­ lık, olanaksızlığın sarhoş edici nazlarını birlikte yaşa­ mak istiyordu sanki.

31

Üç saat içinde, Büyük Ayı sonsuz gökyüzünde ters yöne düştüğünde gitme zamanı gelmiş olurdu. Her gece ayın düzenli hareketini izlerdik. Haz anlarımızı saymak için yaratılmış bir saatin yelkovanı gibiydi. Bu geçen sürede, dünya ve hayatı unutuyorduk. Ak­ şam başlayan tek bir öpücük sabaha kadar sürüyordu sanki. Afrika'nın kumlar ülkelerinin, serin suları içtikçe artan ve kanmakla yatışmayan kavurucu susuzluğu ile karşılaştırılabilir bir durumdu. O gece saat birde, gecenin sessizliğinde beklenme­ dik bir gürültü oldu: Kavga ve kadın sesleri duyuldu. Bi­ ze uzaklaşmamızı söylüyorlardı. Çekilecek zamanı güç bulduk. Maria Pia'nın bir botu kayığımızın yanından tam gaz geçti. İçi çoğu sarhoş İtalyan subaylarla doluy­ du. Neredeyse üzerimizden geçip batmamıza neden ola­ caklardı.

XX/ Samuel'in kayığına ulaştığımızda, Büyük Ayı belirledi­ ğimiz son noktayı da aşmıştı. Uzaklarda horoz sesleri işitiliyordu. Samuel, arkada, kayığın ucunda kaftanıma sarınmış uyuyordu. Zenci kadın bir makak gibi öne doğru çömelip uyuyakalmıştı, ihtiyar Arnavut ikisinin arasına uza­ nıp sızmıştı. iki yaşlı ziyaretçimiz hanımlarının yanına geçtiler ve Aziyade'yi taşıyan kayık sessizce uzaklaştı. Öpücük­ lerle ısınan, sabahın çiyleriyle nemlenen genç kadın onu

32

bıraktığım yere hareketsiz uzanmıştı. Beyaz siluetini gözlerimle uzun süre takip ettim. Alman zırhlılarında saat üçü vuruyordu: Doğudan gelen beyaz ışık kara dağ kütlelerinin çevresini aydınla­ tıyor, etekleri gölgede kalıyordu. Gölgeleri olduğu gibi durgun suya yansıyordu. Dağların kendi karanlıklarında uzaklıklarını kestirmek imkânsızdı, yalnız oralarda yıl­ dızlar solgunlaşmaktaydı. Sabahın nemli serinliği denizin üzerine çökmeye başlamıştı. Samuel'in kayığının zeminine sık damlalar halinde çiy yağıyordu. Tam olarak giyinmemiştim. Yal­ nızca omuzlarıma ince muslinden bir Arnavut gömleği almıştım. Yaldızlı ceketimi arıyordum. Aziyade'nin ka­ yığında kalmıştı. Ölümcül bir soğuk kollarımdan yukarı kayıyor, yavaş yavaş göğsüme yayılıyordu. Nöbetçilere yakalanmadan gemiye girmek için bir saatim vardı daha! Kürek çekmeye çalıştım. Karşı konulmaz bir uyku kolla­ rımı ağırlaştırıyordu. Bunun üzerine rastlantı sonucu edindiğim dostumu uyandırmadan yanına uzanmak için büyük dikkat göstererek üzerindeki örtüyü kaldırdım. Fazla düşünmeden, bir saniye içinde, birlikte karşı konulması olanaksız bir uykuya dalıp gittik. Kayık sa­ hipsiz sürükleniyordu. Yaklaşık bir saat sonra Almanlar'a özgü boğuk bir ses bizi uyandırdı. Almanca olarak "Hey kayık!" gibi bir şeyler bağırıyordu. Alman zırhlısının yanına kadar sürüklenmiştik ve küreklere asılıp uzaklaştık. Nöbetçilerin tüfekleri hâlâ üzerimizdeydi. Saat dört olmuştu. Henüz belli belirsiz olan şafak, Selanik'in beyaz siluetini ve savaş gemileri-

33

nin karanlık kütlelerini aydınlatıyordu. Gemiye fark edilmediğim için son derece mutlu bir halde, hırsız sessizliğiyle süzüldüm.

XXII Sonraki (28'i 29'a bağlayan) gece rüyamda, Selanik'i ve Aziyade'yi aniden terk etmek zorunda kaldığımı gördüm. Samuel ve ben, en azından bir veda edebilmek için Aziyade'nin oturduğu Türk mahallesinin sokaklarında koşu­ yorduk. Rüyaların hareketsizliği koşmamızı engelliyor­ du. Zaman geçiyordu ve gemim yelkenlerini açıyordu. "Sana siyah saçlarından uzun bir örgü gönderece­ ğim" diyordu Samuel. Ve hâlâ koşmaya çalışıyorduk. Sonra birileri gelip nöbet için uyandırdı beni. Gece yarısı olmuştu. Dümenci odamda bir mum yaktı. Halının altın yaldızlarının ve ipek çiçeklerinin parıldadığını gör­ düm ve iyice uyandım. O gece bardaktan boşanır gibi yağmur yağdı ve ilik­ lerime kadar ıslandım.

XXIII Selanik, 29 Temmuz

O sabah saat on gibi şu beklenmedik emir geldi: Gemim­ den ayrılmam ve Selanik'i terk etmem gerekiyordu. Bir gün sonrası için İstanbul vapuruna yer almam, Boğaziçi ve Tuna sularında dolaşan ingiliz stasyoneri Deerhound'a katılmam söyleniyordu. Bir tayfa sürüsü odama dalmıştı. Ortalığı topluyor, bavullarımı hazırlıyorlardı. Princes-of-Wales'in

en dibinde, cephane ambarına

bitişik bir kamarada kalıyordum. Güneş ışığının girme­ diği bu deliği özgün bir biçimde döşemiştim. Demir du­ varları garip çiçekleri olan kırmızı ipekli bir kumaşla kaplamış, üzerine de koyu zeminde parıldayan seramik­ ler, yaldızlı nesneler, silahlar asmıştım. Bu odanın karanlığında hüzünlü saatler geçirmiştim, insanın kendisiyle baş başa kaldığı, pişmanlıklarla, geçmi­ şe dair vicdan azaplarıyla kıvrandığı kaçınılmaz saatler.

XXIV Princes-of-Wales'de birkaç iyi arkadaşım vardı. Biraz da geminin şımarık çocuğuydum ama artık kimseye aldır­ mıyordum ve onları da terk etmek umurumda değildi. Varoluşumun bir dönemi daha sona eriyordu. Sela­ nik, dünyanın bir daha görmeyeceğim köşelerinden bi­ riydi.

35

Bu büyük rıhtımın sakin suları üzerinde, birçok er­ keğin uğruna çok şey verebileceği büyüleyici saatler ge­ çirmiştim ve özel bir hoşluğu olan bu genç kadını sevdi­ ğim bile söylenebilirdi! Şafağın ilk ışıklarının bizi aşkla sarhoş olduğumuz ve sabahın çiyiyle ıslandığımız bir kayığın üzerine uzan­ mış yakaladığı ılık geceleri kısa zamanda unutacaktım. Samuel'den, benim için hayatını düşünmeden teh­ likeye atan ve ayrılırken bir çocuk gibi ağlayacağından emin olduğum Samuel'den ayrılacağıma da üzülüyor­ dum. İşte böyle sürükleniyordum ve ilgisiz ya da kötü­ cül birinden bile gelse bütün ateşli duygulara teslim olu­ yordum. Gözlerimi kapayarak hayatımın korkutucu boşluğunu bir saatliğine bile olsa dolduracak her şeye, dostluk ve aşk gibi görünen her şeye bırakıyordum ken­ dimi.

XXV 30 Temmuz, Pazar

Öğle vakti, yakıcı bir günde terk ediyorum Selanik'i. Samuel son anda kayığıyla geliyor ve vapurun üzerinde ve­ da ediyor bana. Çok rahat ve memnun bir hali var. İşte beni çabucak unutacak biri daha! "Au revoir efendim, pensia poco de Samuel!" [Güle güle efendim, Samuel'i biraz düşün!]

XXVI I

"Sonbaharda, efendim Abeddin Efendi evi ve karılarını istanbul'a taşıyacak. Eğer olur da o gelmezse, senin için ben yalnız başıma geleceğim" dedi Aziyade. istanbul'a gelsin. Onu orada bekleyeceğim. Her şeye yeniden başlamak ve bilmediğim bir süre için, yeni bir ülkede, yeni yüzlerle, yeni bir hayat tarzını seçmek.

XXVII Princes-of-Wales, kurmayının usul gereği mendil salla­ masının ardından, ülke güneş içinde yitip gidiyordu. Ge­ celeri Aziyade'nin kayığa bindiği Beyaz Kule ve karanlı­ ğın içinde dolaştığım, her bir yanında yaşlı çınarlar olan taşlık kırlar uzun süre seçilebiliyordu. Selanik sarı ve çorak dağların üzerinde uzanan, mi­ narelerin oluşturduğu beyaz çıkıntılar ve servilerin oluş­ turduğu siyah çıkıntılarla bezeli gri renkli bir leke olarak kalmıştı. Sonunda gri leke de Karaburun'un yüksek kayalık­ larının ardında şüphesiz sonsuza kadar kayboldu. Make­ donya'nın çoktan uzaklarda kalmış kıyısının üzerinde dört büyük mitolojik doruk yükseliyordu: Olimpos, Atos, Pelyon ve Ossa!

İKİ

YALNIZLIK

İstanbul, 3 Ağustos 1 8 7 6

Üç gün ve üç etaptan oluşan bir deniz yolculuğu: Aynaroz, Dedeağaç ve Çanakkale Boğazı molaları. Grubumuzun üyeleri şöyleydi: Güzel bir Rum kadın, iki Yahudi güzeli, bir Alman, bir Amerikalı misyonerle karısı ve bir derviş. Oldukça komik bir topluluktuk! Yine de iyi anlaştık ve söyleştik. Konuşmalar genellikle Latin­ ce ya da Homeros dönemi Rumca'sında geçiyordu. Mis­ yoner ve benim aramda Polinezya dilinde sohbetler bile yaşanıyordu. Üç günden beri Majesteleri İngiliz Kralı'nın kesesin­ den, Pera'da bir otelde kalıyorum. Komşularım, akşamla­ rını Beethoven çalarak geçiren bir lord ile hoş bir leydi. Bir yerlerde dolanan gemimin Marmara Denizi'ne dönüşünü hiç de sabırsızlanmadan bekliyorum.

II Samuel sadık bir arkadaş gibi izledi beni. Bundan çok et­ kilenmiştim. Messagerie'nin bir vapuruna atlamayı ba­ şarmıştı. Bu sabah yanıma geldi. İçten ve dürüst yüzünü, yaşayan tek bir canlıyı tanımadığım bu şehirde bana son derece yakın gelen yüzünü görünce bütün kalbimle ku­ cakladım onu. "İşte efendim, her şeyi, dostlarımı, ülkemi, kayığımı bırakıp sizin peşinizden geldim" dedi. Hiçbir yerde bulunmayan bu mutlak ve içten sada­ katin yalnızca bu zavallı insanlarda olduğunu deneyim­ lerimle öğrendim. Onları uygar insanlara tercih ettiğim kesin, diğerlerinin egoizmine ve soysuzluklarına sahip değiller çünkü.

III Samuel'in kullandığı bütün fiiller ate ile sonlanıyordu. Gürültü çıkaran her şeye fate boum " [bum yaptı] diyordu. "Samuel ata binerse, Samuel fate boum" [bum ya­ par] diyordu. Düşünceleri küçük çocuklarınki kadar anlık ve bir­ biriyle bağlantısızdı. Temiz yürekliliği ve saflığı ölçü­ sünde dindardı. Kendine özgü batıl inançları ve garip yorumları vardı. Ama en çok ciddi bir adam gibi davran­ maya çalıştığında komik oluyordu.

IV KIZKARDEŞİNDEN LOTI'YE Brightbury, Ağustos 1 8 7 6

Sevgili ağabeyim, Koşuyor, denizler aşıyor, değişiyor, yerleşiyorsun... Şimdi de asla elde tutulamayacak küçük bir kuş gibi uçup gittin. Narin, bitkin, rüzgârlarla yorgun düşmüş, seraplara oyuncak olmuş başını, titreyen kanadını din­ lendirecek kovuk bulamamış zavallı küçük kuş. Selanik'te serap, her yerde serap! Bu amaçsız uçuş­ tan bıkıp güzel, taze bir dala konana kadar döne döne, döne döne uç... Hayır, kanatların kırılmayacak ve uçuru­ ma sürüklenmeyeceksin çünkü küçük kuşların tanrısı buyurmuş bir kere, bu tüy hafifliğindeki tatlı başın çev­ resinde dolanan koruyucu melekler var. Sanırım bitti! Bu yıl ıhlamur ağaçlarının altında oturmaya gelmeyeceksin! Kış, sen çimenlerimize ayak basmadan gelecek! Beş yıl boyunca, ikimizi aralarında göreceğim konusundaki tatlı, hoş düşünceyle izledim çi­ çeklerin açışını, gölgeliklerimizin süslendiğini. Her mev­ sim, her yaz mutluluğumdu bu benim... Artık senden başka kimsem yok ama birbirimizi de göremeyeceğiz. Güzel bir Ağustos sabahı, sana Brightbury'den, yaz­ lık evimizin ıhlamur ağaçlarının bulunduğu avluya ba­ kan salonundan yazıyorum. Kuşlar ötüyor ve güneş ışın­ ları dört bir yandan neşeyle süzülüyor. Günlerden

40

Cumartesi ve taşlar, yeni yıkanmış zemin senin de kayıt­ sız kalamadığın o bildik, rustik ve sıcak küçük şiiri söy­ lüyor. Boğucu büyük sıcaklar geçti, insan hayatının ikin­ ci dönemine benzetilebilecek şu huzurlu, fazlasıyla çekici döneme giriyoruz. Çiçekler ve bitkiler, yazın bütün nazlarından yorgun ışıl ışıl bir yeşilliğin ortasında daha parlak tonlarla bütün güçleriyle açıyorlar. Şimdi­ den sararmış birkaç yaprak ikinci bir kez canlanan bu doğanın güçlü çekiciliğine ekleniyor. Cennetimin bu kü­ çük köşesinde her şey seni bekliyordu sevgili ağabeyim, her şey senin için büyüyor gibi görünüyordu... Ve bir kez daha sensiz yaşayacaklar. Artık kesinleşti, seni göreme­ yeceğiz.

V Pera'nın yukarısındaki gürültülü Taksim semti, doğuya özgü araba ve giysilerle tam bir zıtlık gösteren Avrupalı­ l a r ı n araba ve giysileri, müthiş bir sıcak, yakıcı bir gü­ neş, toz ve sarı Ağustos yapraklarını kaldıran ılık bir rüz­ gâr, mersin ağaçlarının kokusu, meyve satıcılarının gürültüleri, üzüm ve karpuzla dolu sokaklar... İstan­ bul'daki ilk anlarımda hafızama kazınan görüntüler bun­ lardı. Öğleden sonralarımı Taksim yolunun kenarında, ağaçların altında rüzgâra karşı oturup geçiriyordum. Her şeye yabancıydım. Geride bıraktığım zamanı hayal eder­ ken, bu kozmopolit kalabalığın geçişini dalgın bakışlarla izlerdim. Düşüncelerimin derinliklerine bu kadar sağ-

41

lam yerleşmesinin şaşkınlığı içinde Aziyade'yi çok dü­ şünüyordum. Bu semtte Türk diliyle ilgili ilk bilgilerimi edindi­ ğim bir Ermeni papaz tanıdım. Bu ülkeyi henüz daha sonraları seveceğim kadar sevmiyordum. Bir turist gibi inceliyordum. Ve Hıristiyanlar'ın ürktüğü istanbul be­ nim için neredeyse tamamen yabancıydı. Üç ay boyunca Halic'in diğer kıyısına yerleşerek, bir Müslüman gibi yaşamak, gün boyu Aziyade'yle bir­ likte olmak, onun düşüncelerine sızmak ve anlamak, Se­ lanik gecelerinde ancak sezinleyebildiğim taze ve vahşi duygularını kalbinin derinliklerinden okumak ve tama­ men benim olmasını sağlamak gibi olanaksız bir projeyi gerçekleştirmenin yollarını arayarak Pera'da oturdum. Evim Pera'nın arka taraflarındaydı. Yukarıdan Ha­ lic'e ve Türk şehrinin uzak bir panoramasına hâkimdi. Yazın görkemi kaldığım eve çekicilik katıyordu. Açık büyük pencerenin önünde Müslümanlar'ın dilini öğren­ meye çalışırken, güneş içinde yüzen eski istanbul'a bakıyordum. En dipte, serviler ormanının ortasında Eyüp duruyordu. Onunla birlikte gidip varoluşumu ora­ da, hayatımızın garip ve cazip bir çerçeve bulabileceği bu gizemli ve bilinmeyen noktada gizlemek hoş olacaktı. Evimin çevresinde İstanbul'a hâkim, serviler ve me­ zarlarla dolu geniş bir alan uzanıyordu. Ermeni ve Rum kadınlarla bazı ihtiyatsız maceralara dalarak geceler bo­ yu dolandığım boş topraklardı bunlar. Kalbimin derinliklerinde Aziyade'ye sadıktım ama günler geçiyor ve o gelmiyordu... Bu güzel yaratıklardan yalnızca bedenimi yakıp ka-

42

vuran nazların büyülü anısından başka bir şey saklama­ dım. Beni içlerinden herhangi birine bağlayan başka bir duygum olmadı ve çok çabuk unutuldular. Geceleri bu mezarlıklarda çok dolaştım ve bir gün çok can sıkıcı bir olay yaşadım. Bir gece saat üç gibi servilerin arkasından bir adam çıkıp önümü kesti. Bu bir gece bekçisiydi. Uzun bir de­ mir sopası ve hançeri vardı. Oysa ben silahsızdım. Bu adamın ne istediğini hemen anladım. Planların­ dan vazgeçmektense beni öldürebilirdi. Onu izlemeye razı oldum: Ben de kendi planımı yaptım. Pera ve Kasımpaşa'yı ayıran elli metre yüksekli­ ğindeki uçurumun kıyısından yürüyorduk. O tam kenar­ daydı. Uygun zamanı kolladım ve üzerine atıldım. Bir ayağı boşluğa geldi ve dengesini kaybetti. Tok bir ses ve iniltiyle en dipteki taşların üzerine yuvarlanışını işittim. Arkadaşları olmalıydı. Düşüşü bu sessizliğin içinde uzaklardan bile işitilmişti mutlaka. Gecenin içinde hava­ yı yara yara, herhangi bir insanın bana yetişemeyeceği bir hızla koşmaya koyuldum. Odama ulaştığımda gökyüzü doğudan ağarmaya başlamıştı bile. Hastalıklı haz düşkünlüğü beni sık sık gecenin bu saatlerine kadar dışarıda tutuyordu. Yeni uyumuştum ki, çok hoş bir müzikle uyandım. Pencere­ min altında, şafak vakti gibi taze, neşeli bir doğu ezgisi söyleyen insan seslerine harp ve gitarlar eşlik ediyordu. Koro geçip gitti ve uzaklaşarak kayboldu. Sonuna kadar açtığım penceremden sabah sisi, gökyüzünün uç­ suz bucaksız boşluğu görünüyordu. Sonra uzaklarda kı­ zıl bir görünüm, bir kubbe ve minareleri belirdi. Türk

43

şehrinin havada asılı gibi görünen silueti yavaş yavaş be­ lirginleştik. İşte o anda İstanbul'da olduğumu, onun da gelmeye yemin etmiş olduğunu hatırladım.

VI Bu adamla karşılaşmak bende korkunç bir etki bırakmış­ tı. Geceleri yaptığım serserilikleri terk ettim ve Yahudi Mahallesi olan Piripaşa'da kendimi Marketo adıyla ta­ nıttığım Rebecca adlı Yahudi kızdan başka metres edin­ medim. Ağustos sonu ve Eylül'ün bir kısmını Boğaziçi'ni keşfederek geçirdim. Hava ılık ve ihtişamlıydı. Altın yal­ dızlı kayıkların dolandığı durgun ve mavi sularda saray­ lar ve yalıların gölgesi yansıyordu. İstanbul'da Sultan Murad'ın tahttan inişi ve Abdülhamid için yapılacak törenlere hazırlanılıyordu.

VII istanbul, 30 Ağustos

Gece yarısı! Türk saatlerine göre beşte, gece bekçileri ağır demir sopalarıyla yere vuruyordu. Galata semtinde­ ki bütün köpekler ayağa kalkmıştı ve içler acısı çığlıklar atıyorlardı. Benim mahallemdekiler sükûnetlerini koru­ yorlardı ve bundan dolayı onlara minnettardım. Kapı­ mın önünde üst üste uyuyorlardı. Çevremde her şey bü-

44

yük bir sakinlik içindeydi. Açık penceremin önünde ge­ çirdiğim üç saat içinde ışıklar bir bir sönmüştü. Eski Ermeni evleri ayaklarımın altında karanlıktı, uykuya dalmışlardı. Arkasındaki çok derin uçurumun dibinde kapkara bir kütle oluşturan bir asırlık servi ağacı görülüyordu. Bu hüzünlü ağaçlar çok eski Müslüman mezarlarını gölgeliyordu. Gecenin içinde balsam kokusu yayıyorlardı. Sonsuz ufuk sakin ve lekesizdi. Bütün ül­ keye tepeden bakıyordum. Servilerin üzerinde Haliç parlak bir örtü gibi yayılıyordu. Onun da üzerinde, en te­ pede, doğu kentinin, İstanbul'un silueti uzanıyordu. Mi­ nareler, camilerin yüksek kubbeleri, ince bir hilalin asılı olduğu bol yıldızlı bir gökyüzünü deliyordu. Ufuk, gece­ nin solgun rengi üzerinde mavimsi siluetler halinde bel­ li belirsiz kuleler ve minarelerle bezeliydi. Camilerin birbiri üzerinde yükselen büyük kubbeleri aya kadar uzanıyor ve hayal gücü üzerinde görkemli bir etki bırakı­ yordu. Tam da o sırada, uzaklarda seçilen saraylardan bi­ rinde, Seraskerlik Dairesi'nde, kaygı verici bir komedi oynanıyordu. Büyük paşalar Sultan Murad'ı tahttan in­ dirmek bir araya gelmişlerdi. Ertesi gün Abdülhamid tahta çıkarılacaktı. Üç ay önce padişahlığı için büyük kutlamalar yaptığımız ve bugün hâlâ bir Tanrı gibi hiz­ met edilen büyük sultan, belki de bu gece sarayın bir kö­ şesinde boğdurulacaktı. Yine de İstanbul'da her şey sessiz... Saat on birde, süvariler ve topçu birlikleri koşarak geçtiler İstanbul'a doğru. Sonra uzaklardan topların tok sesleri işitildi ve her şey tekrar sessizliğe gömüldü.

45

Servilerde baykuşlar ülkemdekilerle aynı sesle ötü­ yorlar. Beni Yorkshire ormanlarına, çocukluğumun Brightbury Korusu'nun ağaçları altında geçen güzel ge­ celerine götüren bu yaz gürültüsünü seviyorum. Bu dinginliğin ortasında, aklıma bütün canlılığıyla geçmişin görüntüleri üşüşüyor. Tamamen yıkılan ve geri dönmemek üzere ortadan kaybolan şeylerin görüntüleri. Zavallı Samuel'in bu akşam yanımda olacağını sa­ nıyordum. Şüphesiz onu bir daha göremeyeceğim. Bu kalbimi sıkıştırıyor ve üzerime bir yalnızlık duygusu çö­ küyor. Sekiz gün önce gidip biraz para kazansın diye Selanik'e giden bir gemiye bindirdim onu. Geri dönebilece­ ği üç gemi de onsuz geldi, sonuncusu bu akşamdı ve gemide adını işiten yoktu... Ay, İstanbul'un, Süleymaniye'nin kubbeleri arka­ sından ağır ağır batıyor. Bu büyük şehirde bir yabancı­ yım. Zavallı Samuel'im, adımı ve varlığımı bilen tek in­ sandı, üstelik onu sevmeye başlamıştım. O da mı terk etti beni? Başına bir şey gelmiş olabilir mi?

VIII Dostlar da köpekler gibidir: Sonu her zaman acı biter ve en iyisi hiç sahip olmamaktır.

IX

Selanik ve İstanbul arasında gidip gelen Türk vapurla­ rında çalışan Saketo adlı bir arkadaş, sık sık ziyaretimize gelirdi. İlk başlarda çok çekingendi ama kısa sürede ken­ dini evinde gibi hissetmeye başladı. Samuel'in çocuk­ luktan beri tanıdığı namuslu bir delikanlıydı. Bize ülke­ sinden haberler getirirdi. Selanik'teyken Türk kılığına girmeme yardım eden, caro piccolo lakabını borçlu olduğum ihtiyar Yahudi Est­ her, Saketo aracılığıyla iyi dileklerini ve selamlarını gön­ dermişti. Saketo'yu Aziyade'nin zenci hizmetçisiyle gönder­ diği haberleri getirdiğinde daha hoş karşılıyorduk. "Hanım Mösyö Loti'ye selam söylüyor. Onu bekle­ mekten vazgeçmemesini, kıştan önce geleceğini bildiri­ yor" diyordu.

X LOTI'DEN WILLIAM BROWN'A Hüzün dolu mektubunuzu ancak iki gün önce aldım. Prince-of-Wales'e göndermişsiniz, beni aramak üzere Tu­ nus'a ve daha birçok yere gitmiş. Benim zavallı dostum, siz de çok üzüntü çektiniz hayatta. Üstelik bunları başka insanlardan daha derin yaşıyorsunuz çünkü benim gibi siz de kalbinizi ve du­ yarlılığınızı geliştirecek bir eğitim almışsınız.

47

Sevdiğiniz genç kadınla ilgili verdiğiniz sözleri tut­ tuğunuza şüphem yok. Peki zavallı dostum neden, hangi erdem adına? Birbirinizi bu kadar seviyorsanız, toplum­ sal kurallara ve kuruntulara aldırmayınız. Ne pahasına olursa olsun sevdiğinizi yanınıza alın, bir süre için bile olsa mutlu olursunuz. Ötesi önemli değil, doğacak so­ nuçlar ikinci planda kalır. Sizden ayrıldığımdan beri, yani beş aydır Türki­ ye'deyim. Selanik'te sürgün dönemimi geçirmeme çok yararı olan Aziyade adında son derece çekici bir genç ka­ dınla ve sonradan dost olduğum bir serseriyle, Samuel'le tanıştım. Deerhound'da mümkün olduğunca az kalıyo­ rum. Dört beş günde bir, görevim gereği mecbur oldu­ ğum zamanlarda ortalarda görünüyorum (Gine'de görü­ len bazı ateşli hastalıklar gibi). İstanbul'un kimse tarafından tanınmadığım bir köşesinde evim var. Burada keyfimce bir hayat sürüyorum ve on yedi yaşında küçük bir Bulgar kızı da metresim. Doğu'da hâlâ bir çekicilik var, düşündüğümüzden daha oryantal kalmış. İki ay içinde Türkçe'yi öğrenmek için büyük bir çaba harcadım. Fes ve kaftan giyiyor, ço­ cukların askercilik oynaması gibi, ben de efendi'yi oynu­ yorum. Bir zamanlar bazı gözüpek insanların yaşadıkları bir felaket sonucu duyarlılıklarını ve ahlak duygularını yitirdikleri romanlara gülerdim eskiden. Belki benim durumum da biraz böyle. Artık acı çekmiyorum, hiç bir şey hatırlamıyorum: Bir zamanlar taptıklarımın yanın­ dan kılım kıpırdamadan geçebilirim. Hıristiyan olmayı denedim, olamadım. Bazı erkek

48

ve kadınların -örneğin annelerimizin- cesaretini kahra­ manlık ölçüsüne yükseltebilen bu yüce düş beni reddetti. Dünyadaki Hıristiyanlar beni güldürüyor. Eğer Hı­ ristiyan olsaydım, gerisi gözümde hiç bir şey ifade et­ mezdi. Bir misyoner olur, İsa'nın hizmetinde bir yerler­ de kendimi öldürtmeye koşardım... İnanın bana zavallı dostum, zaman ve haz düşkün­ lüğü iki büyük ilaçtır. Sonunda kalp uyuşur ve acı çek­ memeye başlar. Bu gerçek yeni değil, Alfred de Musset'nin bizden çok daha iyi ifade ettiğine de şüphem yok ama insanların kuşaktan kuşağa aktardıkları bütün o es­ ki ibret öyküleri arasında sonsuza kadar varlığını sürdü­ ren bu olacak. Hayalini kurduğunuz o saf aşk da dostluk gibi bir yanılsama. Sevmekte olduğunuz kadını bırakıp, yoldan çıkmış bir kadın sevin. Güzel vücutlu bir sirk kı­ zına âşık olun. Tamı yok, ahlak yok, bize saygı duymamız gerektiği öğretilen hiç bir şey yok aslında. Geçip giden bir hayat var ve ölüm denilen ürkütücü sonu beklerken olabildi­ ğince zevk almaya bakmak gerekiyor. Asıl sefalet hastalıklar, çirkinlikler ve yaşlılık. Ne siz ne de ben bu sefaletlere maruz kalmadık. Hâlâ sayısız metresimiz olabilir, hayatın tadını sonuna kadar çıkara­ biliriz. Size kalbimi açacak, inançlarımı açıklayacağım: Ahlak kurallarına, toplumsal uzlaşmalara ters bile olsa, her zaman canımın istediğini yapmayı ilke edindim. Ne bir şeye ne de bir insana inanıyor, kimseyi de sevmiyo­ rum. Ne inancım ne de umudum var. Bu noktaya gelmek için yirmi yedi yılımı verdim.

49

insanların ortalamasının altına düştüm ama daha yük­ sekten yola çıkmıştım. Hoşça kalın, sizi kucaklarım. LOTI

XI Halic'in sonunda bulunan Eyüp Camii II. Mehmed tara­ fından, Peygamber'in dostu Eyüp'ün mezarının bulun­ duğu yerde yaptırılmıştır. Hıristiyanların girmesi, hatta çevresinde dolaşması bile yasaktır. Bu anıtsı yapı beyaz mermerden inşa edilmiştir, kır­ ların ortasında tek başına durmaktadır. Dört bir yanı me­ zarlıklarla çevrilidir. Çevresini saran devasa çınarlar ve asırlık serviler arasından kubbeleri ve minareleri belli belirsiz görünür. Bu mezarlıkların yolları gölgeli ve loştur, taş ya da mermer döşelidir, genellikle ıssızdır, iki tarafında, be­ yazlıkları hâlâ bozulmamış, servilerin kara renkleri üze­ rinde ışıldayan çok eski mermer taşlar sıralanır. Bu patikaların gölgeliğinde yüzlerce yaldız süslemeli ve çiçeklerle bezeli mezar barınmaktadır. Bunlar saygıdeğer kişilerin, eski paşaların, büyük Müslüman alimlerin mezarlarıdır. Bu hüzünlü yollardan birinde şeyhülislamların mezarlarının bulunduğu bir türbe var­ dır. Sultanlar padişahlık kılıcını Eyüp Camii'nde kuşa­ nır.

XII 6 Eylül'de, sabahın altısında, Eyüp Camii'nin ikinci av­ lusuna girme fırsatı buldum. Eski anıt boş ve sessizdi, yanımda, gösterdiğimiz cü­ retkârlıkla titreyen iki derviş vardı. Mermer döşemelerin üzerinde ağzımızdan tek söz çıkmadan ilerliyorduk. Ca­ mi sabahın bu saatinde kar beyazlığındaydı. Yüzlerce ya­ bani güvercin ıssız avlularda yemleniyor ve uçuşuyordu. Aba giymiş iki derviş, caminin meşin kapısını kal­ dırdılar ve şimdiye kadar hiçbir Hıristiyan gözünün değmediği, İstanbul'un en kutsal yeri sayılan bu saygıdeğer mekâna bakma fırsatı buldum. Sultan Abdülhamid'in kılıç kuşanmasından bir gün önceydi. Yeni sultanın, padişahlık sarayını devralmak için büyük bir şatafatla geldiği günü hatırlıyorum. Türki­ ye'de tahta çıkma ihtimali olan veliahtların tutuldukları eski saraydaki o loş inziva evinden ayrılışını ilk gören­ lerden biriydim. Büyük tören kayıkları onu almaya gel­ mişti ve kayığım kayığına değecek kadar yakındı. Bu birkaç günlük iktidar sultanı yaşlandırmaya yet­ mişti. O zamanlar yüzünde şimdi yitirdiği bir gençlik ve dirilik vardı. Giysilerinin aşırı sadeliği çevresini sardık­ ları Doğu şatafatıyla çelişiyordu. Çok yüksek bir iktidara ulaştırılmak üzere görece karanlıktan çıkarılan bu adam kaygılı bir dalgınlığa düşmüş gibiydi. Zayıf, solgun, üz­ gün ve düşünceliydi. Büyük siyah gözlerinin çevresinde

halkalar oluşmuştu. Dış görünüşü zeki ve farklı olduğu­ nu ortaya koyuyordu. Sultanın kayıklarından her birini yirmi altı kürekçi çekerdi. Şekilleri Doğu'ya özgü zarafeti yansıtırdı. Son derece ihtişamlı olan bu kayıkların her yanı işlemeler, yaldızlarla süslüydü ve en önde altın bir mahmuz bulu­ nurdu. Saray uşaklarının giysileri yeşil ve kavuniçiydi, üzerleri sırmalarla kaplıydı. Sultan, birçok yerinde gü­ neş işareti bulunan, tahtı kırmızı ve altın bir sayvanın al­ tında oturuyordu.

XIII Bugün, 7 Eylül'de, sultanın padişahlık kılıcını kuşandığı büyük tören gerçekleşti. Söylendiğine göre Abdülhamid, halifelere gösteri­ len itibarı kazanmak için acele ediyordu, iktidara gelişi­ nin islamiyet için yeni bir çağ açması, Türkiye'ye ise bi­ raz daha itibar ve son bir parıltı getirmesi mümkündü. Abdülhamid,

büyük bir şatafat içinde

Osman

Gazi'nin kılıcını kuşanmak üzere Kutsal Eyüp Camii'ne gitti. Sonra ardında uzun ve muhteşem bir kortejle, âdet olduğu üzere yolunun üzerindeki her cami ve türbede durup dualar ederek bütün İstanbul'u baştan sona aşıp eski saraya ulaştı. Başlarında iki metre uzunluğunda tüyleri, her yanı altın işlemeli göz alıcı giysileriyle mızraklılar alayı yolu açıyordu.

52

Abdülhamid, altın ve değerli taşlarla süslenmiş çok büyük beyaz bir at üzerinde, ağır ve görkemli bir ifadey­ le tam ortalarında ilerliyordu. Yeşil cüppeli şeyhülislam; kaşmir sarıklı emirler, altın sırmalı beyaz sarıklı ulema, büyük paşalar, ileri ge­ lenler yaldızlarla parıldayan atlar üzerinde garip simala­ rın birbirini izlediği ağır ve bitmek tükenmek bilmez bir kortej olarak sultanı izliyordu. Sakin atların üzerinde uşaklar tarafından desteklenerek duran seksenlik ulema, halka fanatizm ve yobazlığın izlerini beyaz sakallar ve karanlık bakışlarla sunuyordu. Yol boyunca inanılmaz bir kalabalık vardı. En par­ lak Batılı grubun bile yanında çirkin ve hüzünlü kalaca­ ğı bir Türk güruhu toplanmıştı. Kilometrelerce uzanan peykeler meraklıların ağırlığı altında bel veriyor, Avrupa ve Asya'nın her çeşit giysisinin birbirine karıştığı görü­ lüyordu. Türk kadınlarından oluşan hareketli bir topluluk Eyüp'ün yüksek kısımlarına yayılmıştı. Her biri tepeden tırnağa canlı renklerde ipek kumaşlara sarılmış bütün bu kadın bedenleri, kapkara gözlerin fırladığı yaşmak katla­ rı altında gizli bütün bu beyaz başlar, servilerin altındaki üzerlerinde tarihler yazılı boyalı mezar taşlarıyla karışı­ yordu. Manzara o kadar renkli ye garipti ki, gerçek oldu­ ğundan çok bir şarkiyatçının hayal ürünü olduğu sanılabilirdi.

XIV Samuel'in dönüşü hüzünlü evime biraz olsun neşe getir­ di. Pera kumarhanelerinde şans yüzüme gülüyor. Doğu'da sonbahar muhteşem. Dünyanın en güzel ülkelerin­ den birinde yaşıyorum ve sınırsız bir özgürlüğüm var. Asya ve Avrupa kıyısının kasabalarında, dağlarında ve ormanlarında istediğim gibi koşabiliyorum. Bir gün için­ de yaşadığım duygular ve olaylarla birçok zavallı insan bir yıl avunuyordur. İslam'ın büyük dini bayramlarını, ihtişamını tekrar yaşatan Sultan Abdülhamid'e Allah uzun ömürler versin. İstanbul her gece aydınlatılıyor. Boğaziçi Bengal ışıkla­ rıyla ışıldıyor. Doğu'nun son ışıklarıyla şüphesiz bir daha görmek mümkün olmayacak büyük bir gösteri yeri gibi. Siyasete aldırmamama rağmen, yok edilmek istenen bu güzel ülkeye sevgi duyuyorum ve farkında olmadan yavaş yavaş Türk oluyorum.

XV ...Samuel ve uyruğu üzerine bilgiler aldım: Şans eseri Türk çıktı, Ataları İspanya'dan gelmiş bir Yahudi. Selanik'te kayıkçılık ve hamallık yapan bir serseri gibiydi. Burada da rıhtımlarda sürdürüyor mesleğini. Di­ ğerlerinden daha düzgün bir tipi olduğundan, çok müş­ terisi oluyor ve güzel günler geçiriyor. Akşamları biraz üzümle bir parça ekmek yiyor ve hayatından memnun evine dönüyor.

5-1

Artık kumarda kazanamıyorum. Artık ikimiz de fa­ kiriz ama bunu umursamıyoruz. Başkalarına çok pahalı­ ya mal olan tatminleri bedavaya elde edebilecek kadar genciz henüz. Samuel çalışırken iki delik pantolonu üst üste giyi­ yor. Delikleri üst üste gelmediğinden, durumu kurtardı­ ğını düşünüyor. Her akşam, iki gerçek Doğulu gibi bir Türk kahve­ sinde oturup nargilemizi tüttürüyor ya da bizi fazlasıyla etkileyen bir Türk gölge oyunu olan Karagöz izlemeye ti­ yatroya gidiyoruz. Her türlü kargaşanın dışında yaşıyo­ ruz. Siyaset bizim için yok sanki. İstanbul Hıristiyanlar'ı arasında panik var. Bu şehir, Pera'nın insanları için dehşet anlamına geliyor. Köprü­ lerden korkudan titreyerek geçiyorlar.

XVI Dün akşam İzzeddin Ali'nin evine gitmek için İstanbul'u atla geçtim. Büyük bayram günüydü. Ramazan'ın son gü­ nünde Doğu'ya özgü tam seyirlik bir manzara vardı. Bütün camiler ışıklandırılmıştı. Minareler en tepe nokta­ larına kadar ışıl ışıldı. Kur'an'dan bazı ayetler ışıklı harf­ ler halinde havada asılı duruyordu. Top sesiyle birlikte, binlerce insan aynı anda Allah'ın adını haykırıyordu. Bayram giysileri içindeki kalabalık sokaklarda ellerinde meşale ve fenerlerle dolaşıyordu. İpek giysiler, altın ve gümüşle donanmış örtülü kadınlar gruplar halinde dola­ şıyordu.

55

îzzeddin Ali'yle birlikte bütün İstanbul'u arşınla­ dıktan sonra, sabah üç gibi keşif gezimizi genç Asyalı oğ­ lanların çengi kılığında dans ettiği bir gizli mekânda bi­ tirdik. Osmanlı adaletinin bütün kaçkınları önünde şehvet uyandıran danslar yapıyorlardı. Bu yeni moda çılgınlık pek tiksindiriciydi. Sodom'un en abartılı za­ manlarına yaraşır bu gösterinin sonuna kadar dayanama­ dım ve gün doğarken eve döndük.

XVII KARAGÖZ Karagöz Efendi'nin maceraları ve bencillikleri sayısız Türk neslini eğlendirmiştir. Üstelik bu kahramana duyu­ lan sevginin tükendiğini gösteren bir belirti de yoktur. Karagöz eski Fransız kuklalarıyla büyük benzerlik­ ler gösterir. Karısı dahil herkesi dövdükten sonra kendi­ si de Şeytan tarafından dövülür ve seyircilerin mutluluk gösterileri arasında gözden kaybolur. Karagöz, kartondan ya da tahtadan yapılır. Gösteri­ lerde kukla ya da Çinliler'e özgü gölge tiyatrosu şeklinde kullanılır. Her ikisinde de komiktir. Guignol'ün bile aklı­ na gelmeyecek sesler ve duruşlar bulur. Karısına ettiği il­ tifatlar dayanılmaz ölçüde komiktir. Karagöz'ün seyircilerle konuştuğu ve atıştığı anlar olur. Bazen münasebetsiz laflar eder ve herkesin önünde bir Kapusen'i bile utandıracak hareketlerde bulunur. Türkiye'de bunlar mümkündür. Burada sansür işlemez ve her akşam birçok Türk ailesinin, ellerinde fenerler

56

küçük çocuk gruplarını Karagöz gösterisine götürdükleri görülür. Bebeklerle dolu bu salonlarda, ingiltere'de bir asker alayında bile utanca neden olacak bir gösteri sunu­ lur. Doğu geleneklerinin ilgi çekici bir özelliğidir bu ama bu durumdan hareketle Müslümanlar'ın bizden çok daha ahlaksız olduğu sonucuna varmak son derece yan­ lış bir çıkarsama olur. Karagöz tiyatroları Ramazan'ın ilk gününde açılır ve otuz gün boyunca dolup taşar. Ay sona erdiğinde, malzemeler toplanır, sökülür ve kaldırılır. Karagöz bir yıllığına kutusuna döner ve hiçbir koşulda çıkmasına izin verilmez.

XVIII Pera beni sıkıyor, rahatsız ediyor. Gidip eski istanbul'a, hatta daha da ötesine, kutsal Eyüp semtine yerleşeceğim. Orada Arif Efendi adıyla biliniyorum. Adımı ve ko­ numumu bilen yok. Komşularım olan iyi Müslümanlar milliyetim hakkında fikir sahibi değiller, üstelik bu du­ rum ne onları ne de beni rahatsız ediyor. Deerhound'dan iki saat uzakta, kırların ortasında, yalnızca bana ait olan bir evdeyim. Burası son derece güzel bir Türk semti: Gündüzleri kendine özgü bir hareketlili­ ğin hâkim olduğu bir köy caddesi var, pazarlar, kahveci­ ler, çadırlar ve badem ağaçlan altında bağdaş kurmuş nargilelerini tüttüren ağırbaşlı dervişler. Beyaz mermerden abidevi bir eski çeşmeyle süslen-

57

miş meydan çingeneler, cambazlar, ayı oynatıcıları ve bütün semt sakinlerinin buluşma yeri gibi. Bu meydanda tek başına dikilen ev de bizim ev. Altta, kireçle boyanmış, kar gibi beyaz bir giriş bö­ lümü boş duruyor. (Burayı, yatmadan önce içeri girip saklanan biri olup olmadığına bakmak için açıyoruz yal­ nızca. Samuel cinli olduğuna inanıyor.) Birinci katta üç penceresinden sözü geçen meydana bakan benim odam, Samuel'in küçük odası ve doğu tara­ fından Halic'e bakan Harem bulunuyor. Bir kat daha çıkılınca, Arap tarzı bir teras şeklinde­ ki çatıya ulaşılıyor. Ne yazık ki Kasım rüzgârıyla çoktan sararmış bir asmanın gölgesinde kalıyor. Evin hemen yanında köyün eski camisi duruyor. Arkadaşım olan müezzin taraçamın hizasına çıkıyor ve ezan okumaya başlamadan önce bana dostane bir selam gönderiyor. Yukarıdan manzara çok güzel. Halic'in en dibinde Eyüp'ün karanlık manzarası, gizemli bir noktada, çok es­ ki ağaçlardan oluşan bir koruluğun içinde bembeyaz mermerleriyle yükselen kutsal cami ve ardında karanlık renkleri ve her yerinde mermer mezar taşları, göz alabil­ diğine uzanan mezarlıklarıyla gerçek bir ölüler şehri. Sağda, binlerce yaldızlı kayığıyla Haliç. Uzaktan İs­ tanbul, kubbeleriyle minareleri birbirine girmiş iç içe ca­ miler. Ötede, çok uzaklarda, beyaz evlerle bezeli bir tepe; Hıristiyanlar şehri Pera ve ardında da Deerhound.

XIX Bu bomboş ev, çıplak duvarlar, aralık pencereler ve kilit­ siz kapılar karşısında içime bir huzursuzluk dolmuştu. Burası gerçekten çok uzak ve ıssızdı. Deerhound da çok uzaktaydı...

XX Samuel sekiz gününü ortalığı yıkayıp paklamak, delikleri tıkamakla geçirdi. Bütün zemini beyaz örtülerle kaplıyor­ duk. Bu temizlik ve rahatlık sağlayan bir Türk geleneğiy­ di. Pencerelere perdeler asmış, geniş bir divanı üzerinde ağaç dalları işli kırmızı bir örtüyle kaplayarak evimizin mütevazı görünümünü şimdilik tamamlamıştık. Evin hali şimdiden değişmişti. İçinden rüzgâr geçen bu yapıyı evim haline getirebileceğime inanmaya başla­ mış ve artık çok da ıssız bulmamaya başlamıştım. Ama yine de yeminlerine uyup bu evde yaşamaya gelmesi ge­ rekiyordu, çünkü belki de yalnızca onun için bu kadar uzaklaşmıştım bütün dünyadan! Eyüp'te biraz da semtin şımarık çocuğu gibiydim. Samuel'e de fazlasıyla değer yeriliyordu. Önceleri benden çekinen komşularım Allah tarafın­ dan gönderilen, nereden geldiğini bilmedikleri, her şeyi gizemli bu sevimli yabancıyı benimsemeye başlamışlardı. Derviş Hasan Efendi iki saatlik bir ziyaretin sonun­ da şu sonuçlara varmıştı: "Eşi benzeri olmayan bir deli­ kanlısın. Yaptığın her şey garip! Çok gençsin ya da en

59

azından öyle görünüyorsun ama olgun adamların bile sağlayamadığı büyük bir bağımsızlık içinde yaşıyorsun. Nereden geldiğini bilmiyoruz. Neyle geçindiğin hakkın­ da hiçbir fikrimiz yok. Dünyanın beş kıtasını baştan sona dolaşmışsın. Ulemamızdan daha büyük bir bilgi biriki­ mine sahipsin. Her şeyi biliyorsun, her şeyi görmüşsün. Yirmi, yirmi iki yaşındasın ama gizemli geçmişine bir ömür yetmez. Pera'daki Avrupalılar arasında el üstünde tutulurdun ama sen garip bir Yahudi serserisiyle birlikte Eyüp'te yaşamayı seçiyorsun. Seni görmekten mutluluk duyuyorum ve aramıza hoş geldin diyorum."

XXI Eylül 1 8 7 6

Surre-i Hümayun töreni. Padişahın hediyelerinin Mek­ ke'ye hareketi. Sultan her yıl kutsal şehre hediyelerle dolu bir ker­ van gönderir. Dolmabahçe Sarayı'ndan yola çıkan alay, Üsküdar'a geçmek üzere Tophane'den gemiye biner. Önde bir Arap grubu, altın şeritler sarılmış uzun sı­ rıklarını havada sallayarak, davul sesleri eşliğinde raks ederler. Altın ve değerli taşlarla süslü büyük başlıklarından tüyler yükselen develer ağır ağır ilerler. Sırtlarına en de­ ğerli hediyeleryüklenmiştir. Halifenin bağışlarının kalan kısmı, altın işlemeli

60

kırmızı kadifeden sandıklar içinde arkadan gelen katır­ lar tarafından taşınır. Ulemayla, ileri gelenler atlarla arkadan gelir ve yol boyu iki kenarda askerler dizilidir. istanbul ve kutsal şehir arasında yaya olarak kırk günlük yol vardır.

XXII Eyüp, Kasım gecelerinde son derece yaslı bir dünyaydı. Bu inziva evinde geçirdiğim ilk gecelerde kalbim sıkın­ tıyla ve garip duygularla doluyordu. Hava kararıp, kapımı ilk kez kapattığımda, üzerime derin bir hüzün kefen gibi kapanmıştı. Dışarı çıkmak istedim. Fenerimi yaktım. (İstan­ bul'da fenersiz dolaşanları tutukluyorlar.) Ama akşam saat yediden sonra Eyüp'te her yer ka­ panıyor ve sessizliğe bürünüyordu. Türkler gün batınca yatıyor ve kapılarını sürgülüyorlardı. Uzaklarda, bir pencere kafesinden sızan bir ışık kal­ dırım taşlarına yansıyorsa, kapı aralığından bakmamak gerekirdi. Bu lamba üzerinde sarıkların bulunduğu bü­ yük mezarları aydınlatan bir türbe lambası olabilirdi an­ cak. Kafesli pencerenin önünde boğazlansanız kimsenin ruhu duymazdı. Sabaha kadar titreyen bu lambalar bile karanlıkta insanın içini rahatlatırdı. istanbul'da her sokağın bir köşesinde böyle bir tür­ beye rastlanırdı. Oralarda, hemen yanı başınızda, sokakların bittiği

61

yerde, sizi soydukları yere gömüveren ve Türk zaptiyesi­ nin kıllarına dokunmadığı haydutların yaşadığı mezar­ lıklar başlardı. Bir gece bekçisi, kendisine anlamsız ve hatta garip görünen gezintimin nedenini sorduktan sonra evime gir­ mem gerektiğini söyledi. Allah'tan gece bekçileri arasında babacan adamlar vardı. Bu rastladığım özellikle iyi biriydi. Zamanla evi­ me gizemli ziyaretler olduğunu gördüğünde de inanıl­ maz bir hoşgörü gösterecekti.

XXIII Bir arkadaş bulunur ama sadık bir dost bulmak ko­ lay değildir. Bütün dünyayı dolaşsanız da, tek dost bulamadığı­ nız olur...

Eski bir Doğu şiirinden alıntı

XXIV LOTI'DEN BRIGHBURY'DEKİ KIZKARDEŞÎNE Eyüp, 1 8 7 6

...Sana kalbimi açmak git gide güçleşiyor çünkü her ge­ çen gün bakış açılarımız birbirinden daha da uzaklaşı­ yor. Hıristiyanlık düşüncesi uzun süre aklımı kurcaladı, artık ona bile inanmıyorum. Oysa belirsiz ama rahatlatı-

6?.

cı bir çekiciliği vardı. Bugün ise tamamen anlamını yitir­ di. O kadar boş, o kadar yalan, o kadar kabul edilemez bir şey daha düşünemiyorum. Hayatımda çok korkunç anlarım oldu, çok dehşetli acılar çektim. Sana söylemiş olduğum gibi, evlenmek istemiştim. Ailemize ve yaşlı annemize layık bir genç kız bulma işini sana bırakmıştım. Artık bu konuyu düşünmemeni rica ediyorum: Evleneceğim kadını da mutsuz edeceğime, haz peşinde koştuğum bu hayatı sürdürmeyi tercih ederim. Sana Eyüp'teki hüzünlü evimden yazıyorum. Ken­ dimi konuşma zahmetinden kurtarmak için hareketlerle anlaşmaya alıştırdığım Yusuf adlı küçük bir oğlan dışın­ da, evimde tek bir canlıyla tek kelime konuşmadan uzun saatler geçiriyorum. Kimsenin sevgisine inanmadığımı söylemiştim sa­ na, bu gerçek. Fazlasıyla sevgi gösteren birkaç arkadaşım var ama onlara da inanmıyorum. Yakın zamanlarda beni terk eden Samuel belki içlerinde bana en bağlı olanları. Yine de fazla hayale kapılmıyorum. Onunki de büyük bir çocuksu heyecan olmalı. Güzel bir günde, her şey du­ man olup uçacak ve ben kendimi yapayalnız bulacağım. Senin sevgine gelince kardeşim, buna belli ölçüde inanıyorum. En azından alışkanlık var, zaten bir şeylere de inanmam gerekiyor. Söylediğin gibi beni gerçekten seviyorsan, göster bana... Birine bağlanmaya ihtiyacım var. Sevgin gerçekse, inanabilmem için bir şey yap. Ayaklarımın altından toprağın çekildiğini hissediyorum ve dipsiz bir sıkıntı içindeyim... Sevgili yaşlı annemiz hayatta olduğu sürece, bugün-

63

kü durumumu görüntüde de olsa korumaya devam ede­ ceğim. O öldükten sonra, sana da veda edecek, ardımda en ufak bir iz bırakmadan ortadan kaybolacağım...

XXV LOTI'DEN PLUMKETT'E Eyüp, 15 Kasım 1 8 7 6

Varoluşumu çevreleyen bu Doğu'ya özgü görüntülerin, Arif Efendi'nin arkasında, kalbinde sıklıkla ölümcül bir soğuk hisseden hüzünlü bir delikanlı var. Doğası gereği fazlasıyla içine kapalı bu gencin içini dökebildiği çok az insan var ve bunlardan biri de sizsiniz. Çok çabaladım Plumkett ama mutlu değilim. Hiç bir şey beni avutamı­ yor. Kalbim bezginlik ve acı dolu. Bu inziva hayatı içinde, Selanik rıhtımlarından bu­ lup getirdiğim bu serseriye, Samuel'e çok bağlandım. Kalbi son derece hassas ve tertemiz. Rahmetli Raoul de Nangis'in deyişiyle, demirle kaplı işlenmemiş bir elmas. Üstelik o kadar değişik biri ki, birlikteyken daha az sıkı­ lıyorum. Size kış günbatımlarının hüzünlü saatinde yazıyo­ rum. Yakınlarda bir yerlerde Allah adına asırlık şarkısını söyleyen müezzinin hüzünlü sesinden başka bir şey du­ yulmuyor. Geçmişten görüntüler kalbimi deşen bir net­ likle geliyor gözümün önüne. Çevremdeki nesneler acınası ve üzücü. Eyüp'ün bu kayıp köşesinde ne yapmaya geldiğimi soruyorum kendi kendime.

64

Ama o burada olsaydı... O, Aziyade!.. Hâlâ onu bekliyorum ama ne yazık ki kardeş Anne'ın bekleyişi gibi... Perdelerimi kapatıyor, lambamı ve ateşi yakıyorum: Dekorla birlikte düşüncelerim de değişiyor. Mektubuma bir kürk kaftana sarılmış, keyifli bir ateşin başına kurul­ muş, ayağımı uzun tüylü bir Türk halısına uzatmış halde devam ediyorum. Bir an için de olsa kendimi bir dervişin yerine koyuyorum ve bu durum beni çok eğlendiriyor. Sizi eğlendirmek için hayatıma dair ne anlatabili­ rim bilemiyorum Plumkett. Konuşacak çok şey var ama seçmek zor. Zaten geçmiş geçmiştir değil mi? Sizi ilgi­ lendirmez artık. Hiç birini sevmediğim birçok metres, birçok olay, atla ya da yaya çıkılmış, dağlar, vadiler aşılmış birçok se­ yahat, birçok yabancı, umursamaz ve sevimsiz yüz, bir­ çok borç, peşimde Yahudiler, tepeden tırnağa altın işle­ meli giysiler, ruhta ölüm ve boş bir kalp. Bu akşam, 15 Kasım'ın saat onunda, işte durumum: Kış vakti, soğuk bir yağmur ve şiddetli bir rüzgâr hüzünlü evimin camlarını dövüyor, onların gürültüsün­ den başka bir ses işitilmiyor ve başımın üzerinde asılı duran eski Türk lambası bu saatte Eyüp'te yanan tek ışık. İslam'ın kalbi Eyüp karanlık bir ülke. Sultanların kılıç kuşandığı kutsal cami burada. Diğerlerinden daha Müs­ lüman ve daha tutucu olan bu semtin sakinleri çekingen yaşlı dervişler ve kutsal mezarların bekçileri... Dostunuz Loti'nin evinde yalnız, tilki kürkü kafta­ nına sarılmış bir derviş olduğunu hayal etmekte olduğu­ nu söylemiştim.

Kapılarının sürgülerini sürmüş, kendi evinde olma­ nın bencilce keyfini sürüyor. Bu fırtınada, pek güvenli ve dost olmayan bu ülkede dışarıda olmaktansa evde ol­ mak oldukça rahatlatıcı. Bütün olağanüstü eski şeyler gibi, Loti'nin odası da garip düşler ve derin düşüncelere sürüklüyor insanı. Oy­ malı meşe tavan bir zamanlar çok özel konuklar barın­ dırmış, birçok drama tanık olmuş olmalı. Genel görünüm ilkel rengini koruyor. Zemin, mekâ­ nın tek lüksü olan kalın örtüler ve halılar altında kaybol­ muş ve Türk gelenekleri gereği, eve girerken ortalığı kir­ letmemek için ayakkabılarımızı çıkarıyoruz. Çok alçak bir divan ve yerlere atılan minderler, Doğu halklarının şehvete olan düşkünlüğünü yansıtan odanın yegâne mo­ bilyalarını oluşturuyor. Duvarlarda çok eski silahlar ve dekoratif nesneler asılı. Her yerde çiçek ve garip hayvan desenleri arasında Kur'an'dan ayetler yazılı. Yan taraf harem, yani kadınların dairesi. Boş duru­ yor. O da, sözünü tutmuş olsa, şimdi çoktan yanımda ol­ ması gereken Aziyade'yi bekliyor. Benimkinin yanındaki bir başka küçük oda da boş duruyor: Burası yeşil gözlü genç kadından haber getir­ mek için Selanik'e gitmiş olan Samuel'in odası. Ve haber gelmediği gibi, kendisi de ortalarda yok. Aziyade gelmezse, bugünlerde yerini bir başkası alabilir. Ama o benim için çok farklı. Seviyorum sanırım onu, onun uğruna Türk oldum.

XXVI KIZKARDEŞİNDEN LOTI'YE Brightbury, 1 8 7 6

Sevgili ağabeyim, Dünden beri mektubunuzun neden olduğu bir umutsuzluktan kurtulamıyorum... Ortadan kaybolmak istiyorsun!.. Bir gün, sevgili annemizin bizi bırakacağı günde ortadan kaybolmak, beni sonsuza dek terk etmek istiyorsun. Bütün anılarımızın silinmesi, geçmişimizin yok olması, Brightbury'deki toprakların satılması, gözü­ müz gibi baktığımız eşyalarımızın dağıtılması ve senin aslında ölmemiş olman... Bilmediğim bir yerlerde İblis'in pençesinde sürünmeye devam edeceksin demek. Yaşlandığını ve acı çektiğini hissetmeyi sürdüreceğim!.. Tanrı'dan dileğim seni bundan önce öldürmesi! Böylece senin için ağlarım, böylece yokluğunu hisseder, kabul eder, acımı çeker, boyun eğerim. Söylediklerin beni isyan ettiriyor ve içimi parçalı­ yor. Demek bu söylediklerini yapacaksın. Böyle korkunç ve lanetli bir yol izlemek istediğine, senin varoluşunda bir anlamım kalmadığına göre, soğuk bir ifade, katılaş­ mış bir kalple yapacaksın bunu... Senin hayatın benim hayatımdır. Benim varlığımda-kimsenin sızamadığı, sa­ na ait bir yer var ve sen beni terk ettiğinde burası boş ka­ lıp, beni yakıp kavuracak. Ağabeyimi kaybediyorum. Üstelik bu konuda uyarıldım. Bu bir zaman meselesi, birkaç ay daha var belki. Ağabeyim zaman ve sonsuzluk içinde kaybolmuş, şimdi-

67

den binlerce kez ölmüş sanki. Ve her şey çöküyor, her şey parçalanıyor, işte o sevdiğim çocuk dipsiz bir uçuru­ ma, uçurumların uçurumuna sürükleniyor! Acı çekiyor, nefes alamıyor, ışıktan, güneşten mahrum ama gücü yok, gözleri ve ayakları dibe çakılı kalmış, artık başını da kal­ dırmıyor, yapamıyor, karanlıkların prensi engel oluyor... Yine de bazen direnmek istiyor. Uzaklardan bir ses işiti­ yor, çocukluğundan kopup gelen bir ses ama prens ona şöyle diyor: "Yalan, boş vaat, çılgınlık!" Zavallı çocuk bağlanmış, iplerle sarmalanmış, uçurumun dibinde kan­ lar içinde, çılgına dönmüş, efendisinden kötüye iyi ve iyiye kötü demeyi öğrenmiş ne yapıyor?.. Gülümsüyor. Ezilmiş ve yüklenmiş zavallı ruhundan gelen hiç bir şey, Şeytan'ın gülümseyişi bile şaşırtmıyor beni... Böyle olması gerekiyordu! Zavallı kardeşim, bana sözünü ettiğin dürüstlüğü bile kaybettin. Çocuklarının annesi olacak tatlı, müteva­ zı, genç, şefkatli, güzel, sevimli ve sevebileceğin küçük bir arkadaş bile istemiyorsun artık. Onu eski salonda, es­ ki portrelerin altında otururken görebiliyordum... Yozlaşmayla dolu bir rüzgâr esmiş üzerinden. Kalbi sevgi olmadan çarpamayan, sevgiye acıkan, sevgiye su­ sayan ağabeyim artık saf ve temiz duygular istemiyor. Yaşlanacak ama onunla ilgilenecek ve neşesini yerine getirecek kimsesi olmayacak. Metresleri onunla alay edecek, onlardan daha fazla bir şey istenemez zaten. Ve sonra terk edilmiş, umutsuz halde öylece ölüverecek! Ne kadar mutsuz, alt üst olmuş, sarsılmış, vazgeç­ miş olursan o kadar seviyorum ben seni. Ah! Sevgili ağa­ beyim, canım, keşke tekrar hayata bağlanmak istesen!

68

Keşke Tanrı istemeni sağlasa! Keşke kalbimdeki umut­ suzluğu görsen, dualarımın sıcaklığını hissetsen!... Ama korku, dinden dönmenin sıkıntısı, Hıristiyan âleminin garip korkuları... Dinden dönme, ne iğrenç söz­ cük!.. Sıkıcı vaazlar, garip insanlar, can sıkıcı bir kuralcı­ lık, renksiz, ışıksız bir ciddiyet, büyük sözler, Kenan ül­ kesi! Bütün bunlar senin aklını çelebilir mi? Ama bütün bunların İsa olmadığını ve senin inandığın İsa'nın bildi­ ğin ve taptığın ışık saçan efendi olmadığını görüyorsun. Ona karşı ne korku, ne sıkıntı ne de uzaklık duymaya­ caksın. Çok acı çekiyor, yanıp kavruluyorsun... O senin­ le ağlayacaktır. Sürekli dua ediyorum canım. Kalbim hiç bu kadar seninle dolu olmamıştı... İster on yıl, ister yirmi yıl al­ sın, sonunda bir gün senin de inanacağını biliyorum. Belki ben hiç göremeyeceğim -belki yakında öleceğimama her zaman umut ve dua edeceğim! Biraz fazla uzun yazdım sanırım. Bu kadar sayfa! Okuması zor olacak! Sevgili ağabeyim beni umursama­ maya başladı. Mektuplarımı okumayacağı günler de ge­ lecek mi?...

XXVII "İhtiyar Hayrullah, bana kadın getir!" dedim. İhtiyar Hayrullah tam önümde yere oturmuştu. Kö­ tücül ve tiksindirici bir böcek gibi tortop olmuştu. Kel ve sivri kafası lambamın ışığında parlıyordu. Saat sekizdi, bir kış gecesiydi ve Eyüp semti bir me­ zar kadar karanlık ve sessizdi.

69

ihtiyar Hayrullah'ın gözünden sakınarak büyüttü­ ğü, Joseph adında, on iki yaşında, melekler kadar güzel bir oğlu vardı, ihtiyar, oğlu dışındaki konularda son derece sefil bir adamdı, istanbul'da düşkün bir ihtiyar Yahudi'nin yapabileceği her türlü pis işi yapar, bu saye­ de Yüzbaşı Süleyman ve birçok Müslüman dostumla bağlantısını korurdu. Bununla birlikte, herkes tarafından tanındığından her deliğe girip çıkar ve her yerde hoş görülürdü. Sokak­ ta rastlayanlar, "İyi günler Hayrullah!" der, hatta uzun kıllı parmaklarının ucuna dokunmayı bile göze alırlardı. ihtiyar Hayrullah isteğimi uzun süre düşündü ve şöyle cevap verdi: "Mösyö Marketo, şu aralar kadınlar çok pahalı. Ama daha az pahalı eğlenceler de var. Hemen bu gece böyle bir eğlence düzenleyebilirim sizin için... Örneğin biraz müzik hoşunuza gidecektir sanırım..." Bu gizemli konuşmadan sonra fenerini yaktı, kürkü­ nü ve ayakkabılarını giyerek çıkıp gitti. Yarım saat kadar sonra, odamın kapısı kırmızı, ma­ vi, yeşil ve turuncu kürklü kaftanlara bürünmüş altı Ya­ hudi oğlan için açılmıştı. Yanlarında Hayrullah ile ondan daha da iğrenç bir başka ihtiyar vardı. Hepsi selamlar ve­ rerek yere oturduğunda ben bir Mısır tanrısı kadar tepki­ siz ve hareketsiz kalakalmıştım. Bu çocukların altın yaldızlı küçük harpları vardı, yalancı yüzüklerin ışıldadığı parmaklarını müzik aletle­ rinin üzerlerinde gezdirmeye başladılar. Birkaç dakika sessizce dinlediğim değişik bir müzik yayıldı odaya. "Hoşunuza gittiler mi Mösyö Marketo?" diye sordu Hayrullah kulağıma eğilerek.

10

Durumu çoktan anlamış, herhangi bir şaşkınlık be­ lirtisi göstermemiştim. Yalnızca insan mizacı üzerine olan gözlemlerimi biraz daha ileri götürmek istiyordum. "ihtiyar Hayrullah, senin oğlun bunlardan daha gü­ zel" dedim. ihtiyar Hayrullah bir an düşündü ve cevap verdi: "Mösyö Marketo, yarın tekrar konuşalım..." ... Bu kalabalığı uyuz hayvanlar sürüsü gibi kovala­ dıktan sonra, ihtiyar Hayrullah'ın kapımın perdesini sessizce kaldırarak kafasını uzattığını gördüm. "Mösyö Marketo! Merhamet edin bana! Evim çok uzak ve herkes üzerimde altın olduğunu düşünüyor. Be­ ni bu saatte kapıya koyacağınıza kendi ellerinizle öldü­ rün daha iyi. İzin verin evinizin bir köşeciğinde uyuya­ yım. Gün doğmadan gitmiş olacağıma yemin ederim" dedi. Kimse öldürmezse, soğuktan ve korkudan öleceği belli olan bu ihtiyarı sokağa atacak cesareti bulamadım. Ona evin bir köşesini gösterdim. Buz gibi geceyi, yaşlı bir tespihböceği gibi tortop olup, eski kürküne sarınarak geçirdi. Titrediğini duyabiliyordum. Göğsünden hırıltıya benzer öksürük sesleri yükseliyordu. O kadar acıdım ki, örtü niyetine kullanacağı bir seccadeyi üzerine attım. Gökyüzü ağarmaya başladığında yok olmasını, bir daha da kapımın önünden bile geçmemesini, yoluma çıkmamasını emrettim.

üç EYÜP'LE BİRLİKTE

I Eyüp, 4 Aralık 1 8 7 6

"Geldi!" demişlerdi. İki günden beri bekleyiş ateşiyle ya­ nıp kavruluyordum. Hatice (Selanik'te Aziyade'ye kayığında eşlik ede­ rek, hanımı için hayatını tehlikeye atan zenci kadın) " B u akşam bir kayıkla Eyüp iskelesine, senin evin önüne ge­ lecek" demişti. Saat üçten beri bekliyordum. Gün çok güzel ve aydınlıktı. Haliç'te alışılmışın dı­ şında bir hareketlilik vardı. Eyüp iskelesine binlerce ka­ yık yanaşıyor, işleri gereği İstanbul'un kalabalık merkez­ lerine, Galata ya da büyük çarşıya giden Türkler'i sakin semtlerine geri getiriyordu. Eyüp'te beni tanımaya başlamışlardı. "İyi akşamlar Arif, kimi bekliyorsunuz böyle?" diye soruyorlardı.

72

Adımın Arif olamayacağını, Batı'dan gelen bir Hı­ ristiyan olduğumu biliyorlardı ama Doğu fantezim kim­ seyi endişelendirmiyor, beni seçtiğim adla çağırmakta sakınca görmüyorlardı.

II Hadi! Göklerin meşalesi! Hadi! Senin elin benim! ALFRED DE MUSSET, Portia!

Azapkapı'dan hareket eden son kayık yanaştığında gü­ neş batalı iki saat olmuştu. Kürekte Samuel vardı. Arka­ da, minderlerin üzerine başı kapalı bir kadın oturuyor­ du. O olduğunu anladım. Kıyıya ulaştıklarında cami meydanı ıssız, gece so­ ğuktu. Tek söz etmeden elini tuttum ve eve doğru sürükle­ meye başladım. Olduğu yerde öylece kalakalan zavallı Samuel'i unutmuştum... Ve olanaksız düş gerçekleştikten sonra, orada, kendi­ si için hazırlanmış odada, demir parmaklıklı iki kapının ardında benimle yalnız kaldıktan sonra, kendimi yere atıp dizlerini öpmekten başka bir şey yapamadım. Onu çılgınca istediğimi hissediyordum: Tükenmiş gibiydim. İşte o sırada sesini duydum. İlk kez o konuşuyor ve ben anlıyordum. Bu da bilmediğim bir mutluluktu! Onun için öğrendiğim Türk dilinde söyleyecek tek söz­ cük bulamıyordum. Ona İngilizce olarak kendim bile an­ lamadığım karmakarışık cevaplar veriyordum! "Severim seni Loti'm!"

diyordu bana.

73

Bu sonsuzluk sözlerini Aziyade'den önce de söyle­ yenler olmuştu ama aşkın bu tatlı müziği ilk kez Türk di­ linde çarpıyordu kulaklarıma. Unuttuğum bu hoş müzik, bir genç kadının masum kalbinin derinliklerinden öyle­ sine bir kendinden geçişle kopup geliyordu ki, daha ön­ ce hiç duymadığımı düşündürüyor, bezgin ruhumda ila­ hi bir ezgi gibi yankılanıyordu. Bunun üzerine onu kollarıma aldım, doya doya bakmak için başını ışığın altına getirdim ve bir Romeo gibi, "Bir daha tekrarla! Tekrar söyle!" dedim. Ve ona anlaması gerektiğini düşündüğüm bir şeyler söylemeye başladım. Türkçe cevap veriyordu. "Cevap ver bana!" diyerek ardı ardına sayısız soru yöneltiyor­ dum. O kendinden geçmiş gibi bana bakıyor ama aklının başında olmadığını, boşlukla konuştuğumu görüyor­ dum. "Aziyade, beni işitmiyor musun?" diye sordum. "Hayır" diye cevap verdi. Ve tatlı ama yabanıl bir sesle ekledi: "Loti! Senin laf yemek isterim!" (Ağzından çıkan sözleri yutmak isterdim!]

III Eyüp, Aralık 1 8 7 6

Aziyade az konuşuyor, sık gülümsüyor ama hiç gülmü­ yor. Yürürken hiç ses çıkarmıyor, hareketleri yumuşak, uyumlu, sakin ve sessiz. Gün doğunca ortadan kaybolan,

gecenin cinler ve hayaller saatinde getirdiği gizemli kü­ çük bir yaratık işte. Biraz hayali görüntülere benziyor, geçtiği yerleri ay­ dınlatıyor sanki. Çocuksu ama ciddi yüzünün çevresin­ de kutsal bir hale arıyor insan ve her türlü şekillendirme çabasına ayak direyerek yanaklarını ve alnını tatlılıkla çevreleyen saçlarında buluyor gerçekten de. O ise kısacık saçlarını uygunsuz bir şey kabul edi­ yor ve her sabah bir saatini onları yatırmaya çabalayarak geçiriyor. Bu ve tırnaklarını portakal kırmızısına boyama işi başlıca iki uğraşını oluşturuyor. Türkiye'de yetişmiş bütün kadınlar gibi tembel. Bu­ nunla birlikte nakış işlemeyi, gülsuyu hazırlamayı ve adını yazmayı biliyor. Duvarların her yanına, çok ciddi bir iş yapıyormuş edasıyla adını yazıyor ve kurşunka­ lemlerimin uçlarını tüketiyor. Aziyade düşüncelerini ağzıyla olduğundan çok göz­ leriyle aktarıyor. Yüz ifadesi şaşırtıcı derecede değişken ve hareketli. Bakışlarıyla ortaya koyduğu pantomim o kadar güçlü ki, çok daha az konuşabilir, hatta tamamen sessiz kalabilir. Bazı durumlara Türkçe şarkılardan pasajlar söyle­ yerek cevap verdiği oluyor. Bir Avrupalı kadında tatsız olacak bu ifade biçimi, onda Doğu'ya özgü bir çekiciliğe kavuşuyor. Sesi çok genç ve taze olmakla birlikte ciddi, çoğun­ lukla bas tonları kullanıyor ve Türk dilinin söyleyiş bi­ çimleri bazen iyice boğuklaşmasına neden oluyor. Aziyade on sekiz ya da on dokuz yaşında. Kendi kendine ve aniden son derece önemli kararlar alma ve bunları ölüm pahasına uygulama kapasitesine sahip.

IV Bu çılgın düşü, bir zamanlar Selanik'te, Aziyade'yle bir saat geçirebilmek için Samuel'le hayatlarımızı tehlikeye attığım zamanlarda kurmuştum: Doğu'nun bir yerinde, zavallı Samuel'in de bizimle geleceği unutulmuş bir kö­ şede, onunla birlikte yaşamak istiyordum. Müslüman­ ların düşüncelerine her açıdan aykırı olan bu rüyayı ne­ redeyse gerçeğe dönüştürdüm. İstanbul böyle bir şeyin denenebileceği tek yerdi. Bir zamanların Paris'i gibi gerçek bir insan çölüydü. Her­ kesin kendi istediği gibi ve kontrol edilmeden yaşadığı, Loti, Arif ve Marketo gibi değişik kişiliklerin bir arada var olabileceği birçok büyük şehir gibiydi. ...Bırakalım kış rüzgârı esip geçsin. Bırakalım Ara­ lık fırtınaları kapımızın sürmelerini, pencerelerimizin parmaklıklarını sarssın. Ağır asma kilitlerin korumasında, dopdolu bir silah ambarı ve Türk evlerinin girilmezliğiyle, bakır mangalın önünde, evimizde nasıl da rahatız küçük Aziyade!

V LOTI'DEN BRIGHTBURY'DEKİ KIZKARDEŞİNE Sevgili küçük kardeşim, Sana daha önce yazmamakla acımasızlık ve nankör­ lük ettim. Söylediğine göre sana çok acı vermişim, sana inanıyorum. Ne yazık ki düşündüklerimi yazmıştım ve hâlâ da böyle düşünüyorum. Sana verdiğim acı konu­ sunda bir şey yapacak durumda-değilim. Yalnızca kalbi­ min derinliklerini sana açmak konusunda hata ettiğimi düşünüyorum ama sen talep etmiştin. Beni sevdiğine inanıyorum. Başka kanıtlar olmasa bile, mektupların yeter. Ben de seni severim bilirsin. Bir şeylerle ilgilenmem gerektiğini söylüyorsun. İyi ve dürüst bir şeylerle ilgilenip ona bağlanmam gerektiği­ ni. Benim zavallı ihtiyar annem var zaten. Bugün hayatı­ mın anlamı, kendimi adadığım amaç yalnızca odur. Biraz neşem, biraz cesaretim varsa onun içindir. Varoluşumun yapıcı ve mantıklı kısmını onun için koruyor, onun için Deniz Subayı Loti olarak kalıyorum. Ben de seninle aynı görüşteyim. Yorgunluktan ve yıpranmışlıktan bitmiş, terk edilmiş bir ihtiyar şehvet düşkününden daha itici bir şey düşünemiyorum hayatta. Ama ben bu noktaya gelmeyeceğim. Başının çaresine bakamayan, gençliğini ve çekiciliği kaybetmiş biri haline dönüştüğümde ortadan kaybolacağım. Bu konuda beni anlamamışsın: Kayboluşum ölü­ müm olacak. Dönüşümde sizin için, senin için, son bir kez çaba göstereceğim. Sizinle birlikte olduğumda düşüncelerim

77

değişecek. Benim için bir genç kız seçerseniz, size olan sevgimden dolayı onu sevmeye ve ona bağlanmaya çalı­ şacağım. Sana Aziyade'den söz ettiğime göre, buraya geldiği­ ni de söyleyebilirim. Beni bütün kalbiyle seviyor ve onu sonsuza kadar terk edebileceğimi düşünmüyor bile. Samuel de geldi. İkisi beni öylesine bir sevgiyle sarmalıyor ki, bütün geçmişi, nankör insanları, yanımda olmayanla­ rı unuttum.

VI Arif Efendi'nin evi yavaş yavaş mütevazı olmaktan çıkıp şatafatlı hale gelmeye başladı: İran halıları, İzmir kapı perdeleri, fayanslar, silahlar. Bütün bu eşyalar tek tek, oldukça büyük zahmetlerle geldi ve bu şekilde bir araya gelmeleri daha da çekici bir hal almalarına neden oldu. Rulet sayesinde Saray'dan çıkma, kırmızı güller işli, mavi saten perdeler edindim. Bir zamanlar çıplak olan duvarlar artık ipekle kaplı. Bir inziva evinde saklı bu halı, lüks düşler âlemi görüntüsü yaratıyor. Aziyade her akşam yeni bir şey getiriyor. Abeddin Efendi'nin evi eski ama değerli eşyalarla dolu bir çıfıt çarşısı gibi ve Aziyade kadınların haremden istedikleri­ ni alıp kullanmaya hakları olduğunu söylüyor. Rüya sona erdiğinde hepsini alıp geri götürecek ve bana ait olanlarsa satılacak

VII Doğu hayatımı, özgür ve açık havada geçen hayatımı, amaçsız uzun yürüyüşlerimi ve İstanbul'un gürültüsünü bana kim geri verecek? Gece Eyüp'e ulaşmak üzere sabah Atmeydanı'ndan yola çıkmak, elde tespih camileri dolaşmak, bütün kah­ velerde, türbelerde, kabirlerde, hamamlarda ve meydan­ larda durmak, bakır ayaklı minicik mavi fincanlardan Türk kahvesi içmek, güneşte oturmak ve nargilenin du­ manıyla ağır ağır sarhoş olmak, dervişlerle, gelip geçen­ lerle sohbet etmek, hareket ve ışık dolu bu tablonun bir köşesinde kendin olmak, özgür, kaygısız ve yabancı ol­ mak, akşam sevgilinin sizi bekleyeceği evi hayal etmek. Neşeli ve hep hayal âleminde olan, halkın içinden gelen ve son derece şair ruhlu, her koşulda gülen ve ba­ na ölecek kadar bağlı dostum Ahmed nasıl da tatlı bir yol arkadaşı! Eski İstanbul'un içlerine girdikçe, kutsal Eyüp sem­ tine ve büyük mezarlıklarına yaklaştıkça tablo kararıyor. Mavi Marmara'nın, Asya adaları ve dağlarının manzara­ ları çıkıyor karşımıza ama ortalıktaki insan sayısı azal­ mış ve evler hüzünleniyor. Eski püskü, gizemli yapılar ve yaşlı Türkiye'nin yabanıl öykülerini anlatan görüntü­ ler çarpıyor göze. Herhangi bir yerde, Ahmed'in mutfağa girip kulla­ nılan malzemelerin temizliğini ve hazırlanış biçimini bizzat denetlediği küçük Türk lokantalarından birinde akşam yemeğimizi yiyip Eyüp'e vardığımızda gece tama­ men çökmüş oluyor.

79

Eve, çekici olması biraz da uzaklığından gelen, o kaybolmuş gibi görünen, huzurlu eve ulaşmak için fe­ nerlerimizi yakıyoruz.

VIII Dostum Ahmed, ihtiyar babası İbrahim'in hesabına göre yirmi, ihtiyar anası Fatma'nın hesabına göre yirmi iki yaşında. Türkler yaşlarını bilmiyor. Dış görünüşüyle, kı­ sa boyuna rağmen Herkül gibi yapılı oluşuyla komik bir çocuk. Onu tanımayan, zayıf ve güneş yanığı yüzüne, ga­ gaya benzeyen küçücük burnu ve küçücük ağzına baka­ rak narin bir yapısı olduğunu sanabilir. Zaman zaman hüzünlü bir yumuşaklıkla bakan ya da neşe ve zekâyla parıldayan küçük gözleriyle kendine özgü bir çekiciliği vardır. Bu özel çocuk bir kuş kadar neşelidir. En komik dü­ şünceleri bile farklı bir biçimde ifade eder. Dürüstlük ve şeref kavramlarını abartır. Okumayı bilmez ve hayatını hayal âleminde geçirir. Kalbi gibi eli de açıktır: Kazancı­ nın yarısını sokaktaki yaşlı dilencilere dağıtır. Bütün ser­ veti kiraya verdiği iki atıdır. Ahmed'in kim olduğumu anlaması iki gün sürmüş­ tü ve gerektiğinde onun hiçbir şeyden haberi olmadığını söylemem koşuluyla, sırrımı saklayacağına söz vermişti. Zaman geçtikçe kendini dostum olarak görmeye başla­ mış ve evde kendine bir yer edinmişti. Taptığı Aziyade'nin hem uşağı hem koruyucusuydu. Onun adına, on­ dan daha fazla kıskançlık gösteriyor ve beni yaşlı bir polis ustalığıyla izliyordu.

80

Bir gün bana "Şu pis hırsız Yusuf'un yerine beni al hizmetine. İlla para ödemen gerekiyorsa, ona verdiğini bana verirsin. Uşaklığım biraz yalandan olacak ama se­ nin evinde kalacağım ve bu da hoşuma gidecek" dedi. Ertesi gün Yusuf'a yol verdim ve Ahmed onun yeri­ ni aldı.

IX Bir ay sonra, âdeta bir sabır timsali olan Ahmed'e, biraz da utanarak iki mecidiye aylık verdim. Öfkeden mosmor kesildi. Hemen iki cam kırdı ve ertesi gün paralarını ödeyerek yaptıracağını söyledi. Ücret sorunu böylece çö­ zülmüş oldu.

X Onu bir akşam, odamda öylece dikilmiş, ayaklarını yere vururken buldum. "Sen

çok şeytan

Loti!..

Anlamadım

seni!"

Geniş kollu beyaz gömleğinin içinde kolunu öfkeyle sallıyordu. Küçük kafası fesinin ipek püskülünü delice dans ettiriyordu. Kalmamı sağlamak için Aziyade'yle kafa kafaya ver­ miş, şunu planlamışlardı: Servetinin yarısını, yani atların­ dan birini bana bağışlayacaktı. Bu teklifi gülerek reddet­ tim. Bu nedenle de, "çok şeytan" ve anlaşılmaz olmuştum. O akşamdan itibaren onu içtenlikle sevmeye başla­ dım.

81

Sevgili küçük Aziyade! Bütün mantığını ve bütün gözyaşlarını beni İstanbul'da tutabilmek için harcamıştı. Gideceğim fikri, mutluluğunun üzerinden bir kara bulut gibi geçiyordu. Bütün yolları denedikten sonra, "Benim can senin Loti! Ruhum senindir. Sen benim Allah'ım, kardeşim, dostum, sevdiğimsin. Sen gittiğinde Aziyade için her şey bitmiş olacak. Gözleri kapanacak, Aziyade ölecek. Şimdi ne istiyorsan öyle yap. Sen, sen biliyorsun!" dedi. Sen, sen biliyorsun! Bu çevrilmesi olanaksız cüm­ leyle söylemek istediği aşağı yukarı şuydu: "Ben seni an­ layamayacak kadar küçük, zavallı bir yaratığım. Kararın önünde eğiliyor ve sana tapıyorum." Sen gittiğinde, ben de dağlarda uzaklara gidecek ve senin için söyleyeceğim şarkımı: Şeytanlar,

cinler,

Kaplanlar, Aslanlar

düşmanlar, vb.

Şeytanlar, cinler, kaplanlar, aslanlar, düşmanlar dostu­ mun uzağından geçsin... Ve senin için şarkılar söyleye­ rek, dağlarda açlıktan ölüp gideceğim. Ve her gece tatlı bir sesle söylediği şarkı, uzun, tek­ düze, garip bir ritm arasında garip aralıklar ve Doğu şarkılarındaki hüzün verici sonlanımlarla oluşturulmuş şarkı geliyordu ardından. Ben istanbul'u terk ettiğimde, ondan sonsuza kadar uzaklaştığımda, Aziyade'nin şarkısını uzun süre işitme­ ye devam edecektim.

XI KIZKARDEŞİNDEN LOTI'YE Brightbury, Aralık 1 8 7 6

Sevgili kardeşim, Mektubunu tekrar tekrar okudum! Şu an için söyle­ yebileceğim tek şey bu ve bir de Sunam'ın karısı gibi "Her şey yolunda!" diyebilirim. Pusulasız sürüklenen bütün kalpler gibi, senin kal­ bin de çelişkilerle dolu. Umutsuzluk çığlıkları atıyor, her şeyin elinden kayıp gittiğini söylüyor, hararetle şefkat diliyorsun benden. Ama sevgim hakkında güvence ver­ diğimde, yanında olmayanları unuttuğunu ve cennet ha­ yatının sonsuza dek sürmesini dilediğin Doğu'nun bu köşesinde ne kadar mutlu olduğunu söylüyorsun. Ama ben buradayım, yerimden kımıldamıyorum. Bu tatlı çıl­ gınlıklarını unutup yerine yenileri geldiğinde de beni burada bulacak ve belki şu anda düşündüğünden daha çok değer vereceksin. Sevgili kardeşim, sen bana, sen Tanrı'ya, sen bize aitsin. Belki de yakınlarda bir gün cesaretine, güvenine ve umuduna tekrar kavuşacağını hissediyorum. Bu hata­ nın ne kadar tatlı ve hoş, değerli ve iyi olduğunu göre­ ceksin. Ah! Beni yaşatan, pişmanlık ve korku duymadan öldürecek olan, asırlardan beri dünyayı yöneten, şehitler alan, büyük halklar yaratmış olan, yası neşeye dönüştü­ ren, her yerde "Aşk, özgürlük ve merhamet!" diye bağı­ ran bu binlerce kez kutsanmış yalan!

XII Bugün 10 Aralık. Padişahı ziyaret. Dolmabahçe Sarayı'nın avlularında her şey, hatta toprak bile kar gibi bembeyaz: Mermer rıhtım, mermer yol, mermer merdivenler. Bu inanılmaz beyazlık üzerin­ de sultanın lal rengi üniformalı muhafızları, altın sırma­ lı gök mavisi giysileriyle bando takımı, elma yeşili üzeri­ ne latinçiçeği sarısı elbiseleriyle uşaklar garip bir zıtlık yaratıyor. Sarayın çeşitli yerlerindeki çıkıntılar martılar, kara­ bataklar ve güvercinler için tünek oluşturuyor. İçerideyse büyük bir ihtişam. Merdivenlerdeki mızraklılar takımı, büyük tüylü şapkaları altında yaldızlı mumyalar gibi dizilmiş duru­ yorlar. Biraz da Alaaddin gibi giyinmiş subaylar işaret­ lerle emirler yağdırıyor. Sultan ciddi, solgun, yorgun, sanki yıkılmış. Kısa bir kabul töreni, ağırbaşlı selamlar, yere kadar eğilip geri çekiliyoruz. Boğaziçi'ne bakan büyük bir salonda kahve ikram ediliyor. Diz çöken uşaklar sedef ve değerli taşlarla süslü yaklaşık iki metre uzunluğundaki ocakları uzun çubuk­ larla yakıyor. Zarflar (kahve fincanlarının ayakları) gümüş işle­ meli. Büyük kızıl elmaslarla ve birçok değerli taşla süslü.

XIII Abeddin Efendi'den daha talihsiz bir kocayı arasan bütün islam aleminde bulamazsın. Bu ihtiyar hep uzak­ larda Asya'da bir yerlerde. Garip de olsa, birbirleriyle usta hırsızlar kadar iyi anlaşan ve olan biten her şeyi sır olarak saklayan, en büyüğü otuz yaşında dört karısı var. Aziyade, en gençleri ve en güzelleri olmasına rağ­ men tepki toplamıyor, büyükleri onu ele vermiyor. Aslında bu benim anlayamadığım bir gelenek. O da diğerleri gibi karı ve eş sıfatını taşıyor ve diğerleriyle eşit konuma sahip.

XIV Aziyade'ye, "Efendinin evinde ne yapıyorsun? Harem­ deki uzun günleri neyle geçiriyorsun?" diye sordum. "Ben mi?" diye cevap verdi. "Sıkılıyorum. Seni dü­ şünüyorum Loti. Senin portrene bakıyorum. Saçlarına dokunuyorum. Bazen de yanımda götürdüğüm sana ait eşyalarla oyalanıyorum." Birinin saçlarına ve resmine sahip olmak Aziyade için çok özel, şimdiye kadar benden başka kimse için ha­ yal etmediği bir şeydi. Resim Müslüman inançlarına ay­ kırı, gâvurlara özgü bir yenilikti ve Aziyade bunda deh­ şetle karışık bir çekicilik buluyordu. Saçlarından bir tutam almama izin vermesi için be­ ni çok sevmesini beklemek gerekmişti. Bu tutam tekrar uzamadan ölme ve bir kâfir tarafından kesilmiş saçlarla

85

öteki dünyaya gitme düşüncesi onun tepeden tırnağa tit­ remesine neden oluyordu. "Peki ben Türkiye'ye gelmeden önce ne yapıyordun Aziyade?" diye sordum. "O zamanlar Loti, küçücük bir kızdım ben. Seni ilk gördüğümde, Abeddin'in haremine gireli on ay olma­ mıştı. Henüz sıkılmaya başlamamıştım. Kendi dairemde kalıyor, divanın üzerinde oturup tütün ya da haşhaş içi­ yor, hizmetçim Emine'yle kâğıt oynuyor ya da Hatice'nin anlattığı siyah adamların ülkesine ait garip öyküleri din­ leyerek eğleniyordum. Fenzile Hanım bana nakış işlemeyi öğretirdi. Başka haremlerin hanımlarını ziyarete gitmemiz ve onları ka­ bul etmemiz gerekirdi. Efendimiz için yapmamız gereken işler de vardı. Üstelik bizi gezdirecek bir araba emrimize amadeydi. Kocamızın arabası her gün birimize aittir ama biz birlik­ te çıkmayı ve hep beraber gezmeyi severiz." "Gerçekten çok iyi anlaşıyoruz. "Beni çok seven Fenzile Hanım, haremin hem en yaşlı hem de en saygın hanımıdır. Besme öfkelidir, ba­ zen büyük olaylar çıkarır ama kolay sakinleşir, öfkesi uzun sürmez. Ayşe aramızda en hainidir ama bizlere ih­ tiyacı olduğundan, üstelik aramızda en suçlusu oldu­ ğundan hep yumuşak davranır. Bir keresinde sevgilisini kendi dairesine getirecek cesareti bile göstermişti!.." Yalnızca ve yalnızca sevdiğimin yaşadığı yer hak­ kında bir fikir edinmek için Aziyade'nin dairesine gire­ bilmeyi ben de sık sık hayal etmiştim. Bu proje üzerinde çok tartışmış, hatta Fenzile Hanım'ın görüşünü bile al-

86

mış ama gerçekleştirmeye yeltenmemiştik. Türkiye'nin geleneklerini öğrendikçe, bunun ne kadar çılgınca bir plan olduğunu daha da iyi anlıyordum. Aziyade, "Haremimiz, karşılıklı sabrımız ve birbiri­ mizle çok iyi anlaşmamız nedeniyle her yerde örnek gös­ teriliyor" diyordu. "Yine de hüzünlü bir örnek! İstanbul'da bu tür çok harem var mı?" Bu hareme kötülük ilk olarak güzel Ayşe Hanım ara­ cılığıyla girdi. İki yıl içinde o kadar hızla yayıldı ki, bu ihtiyarın evi bütün hizmetçilerin dahil olduğu entrikalar yuvası haline geldi. Sıkı parmaklıklarla örülü, son dere­ ce dayanıklı görünen bu büyük kafes, gizli kapı ve merdivenleriyle bir tür hileli kutuya dönüştü. İçinde hapis olan kuşlar kimseye fark ettirmeden dışarı çıkabiliyor ve gökyüzünde istediği yöne kanat çırpabiliyordu.

XV İstanbul, 25 Aralık 1 8 7 6

Son derece aydınlık, yıldızlı ama soğuk, güzel bir Noel gecesiydi. Saat on bir gibi, Deerhound'dan üzerinde ayın hilal şekliyle parıldadığı eski Fındıklı camisinin rıhtımına ayak bastım. Ahmed orada beni bekliyordu. Elimizde fenerlerle Türk mahallelerinin biçimsiz sokaklarından Pera'ya doğru tırmanmaya başladık.

87

Köpekler telaş içindeydi. Gustave Doré'nin çizdiği fantastik bir masalda dolaşıyor gibiydik. Ülkenin dört bir yanında düzenlenenlere benzer bir Noel şölenine katılmak üzere Avrupa şehrine davet edil­ miştim. Ah ah! Çocukluğumun Noel geceleri... Nasıl da ke­ yifli anılar hatırlıyorum!...

XVI LOTI'DEN PLUMKETT'E Eyüp, 27 Eylül 1 8 7 6

Sevgili Plumkett, İşte zavallı Türkiye, Meşrutiyet ilan ediyor! Nereye gidiyoruz? Size soruyorum; Hangi asırda yaşıyoruz? Meşrutiyetçi bir sultan. Bu konudaki bütün düşüncele­ rim alt üst oluyor. Bu olay Eyüp'te üzüntü yarattı, bütün inançlı Müs­ lümanlar Allah'ın onları terk ettiğini ve padişahın aklını yitirdiğini düşünüyor. Her türlü ciddi olayı, özellikle de politikayı alaya alan ben, bu olayın özgünlüğüne, Türki­ ye'nin bu yeni sistemle varolan düzenini kaybedeceği düşüncesine takılıp takılıyorum. Bugün, Kanuni Sultan Süleyman'ın türbesinde bir­ kaç dervişle oturuyordum. Söze Kur'an'dan başlayıp, bi­ raz politika konuştuk ve ne oğlu Mustafa'yı boğduran bu büyük hükümdar ne de burnu kalkık eşi Hurrem Sultan'ın Meşrutiyet'i içlerine sindiremeyeceğinden söz et-

88

tik. Türkiye, parlamento rejimiyle mahvolacak, buna şüphe yok.

XVII istanbul, 27 Eylül. 7 Zillice 1 2 9 3 Hicri

Sağanağın geçmesini beklemek için Beyazıt camisi yakı­ nında bir Türk kahvesine sığınmıştım. Bu kahvede ihtiyar sarıklılar ve beyaz sakallılar dı­ şında kimse yoktu. Bu ihtiyarlardan (hacı babalar) bazı­ ları gazete okuyor bazılarıysa buğulanmış camların ar­ dından yağmur altında koşuşturanları izliyordu. Aniden bastıran yağmura yakalanan Türk kadınlar kayan terlik­ leri ve pabuçları izin verdiğince hızlı kaçışıyorlardı. So­ kakta büyük bir kargaşa yaşanıyor, herkes birbirini itip kakıyordu. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Çevremdeki ihtiyarları inceliyordum: Giysi tarzları çok eski zamanlardakinin aynıydı. Büyük gümüş gözlük­ lerine, yüzlerindeki ihtiyar çizgilere kadar, her şeyleri es­ kiydi. Antik anlamına gelen ve biraz da saygıyla söylenen bu eski sözcüğü, Türkiye'de eski gelenekler için olduğu gibi, eski giysi ya da eski kumaşlar için de kullanılıyordu. Türkler geçmişe, hareketsizlik ve durağanlığa âşıktı. Birden Seraskerlik tarafından top atışları duyuldu. İhtiyarlar anlamlı ifadeler ve gülümseyişlerle birbirleri­ ne baktılar. "Mithat Paşa'nın Meşrutiyet'i şad olsun!" dedi içle­ rinden biri alaycı bir edayla eğilerek.

89

Bir başka yeşil sarıklı mırıldandı: "Mebuslar! Bir Kanun-i Esasi! Bir zamanlar halifeler mebuslara ihtiyaç duymazdı." "Voy voy voy! Allah'ım! O zamanlar kadınlarımız sokaklarda şeffaf örtülerle koşuşmazdı. Müminler iba­ detlerine daha bağlıydı. Moskoflar da daha az küstahtı!" Bu top atışları Müslümanlar'a padişahlarının onlara bütün Avrupa meşrutiyetlerinden daha geniş ve daha li­ beral bir meşrutiyet bahşettiğini bildiriyordu. Bu ihtiyar Türkler hükümdarlarının bu hediyesini çok isteksiz kar­ şılıyordu. Rusya Elçisi Ignatiev'in bütün gücüyle direnerek ge­ ciktirdiği bu olay uzun süreden beri bekleniyordu. O günden itibaren Babıâli ve Çar arasında tek söz edilmese de savaş ilan edilmiş kabul edildi ve sultan şiddetle si­ lahlanmaya başladı. Alaturka saate göre saat yedi buçuktu (öğle vakti), ilan Topkapı'da okunmuştu ve ben de bir insan tufanı arasında oraya koştum. Vezirler, paşalar, generaller, bütün memurlar, bütün yetkililer, hepsi üniforma ve yaldızlar içinde, saray mızı­ kacılarının da bulunduğu büyük Topkapı meydanında toplanmışlardı. Gökyüzü karanlık ve fırtınalıydı. Durmadan yağmur ve dolu yağıyor ve herkes ıslanıyordu. Bu sağnak altında halka Kanun-i Esasi okunuyordu ve sarayın tabloyu çev­ releyen eski mazgallı duvarları istanbul'un ortasında bu ihtilalci sözleri duymaktan çok şaşkın görünüyordu. Bu garip tören çığlıklar, "yaşasın" bağırışları ve mı­ zıka takımının gürültüleriyle sona erdi ve iliklerine ka­ dar ıslanan katılımcılar büyük bir hızla dağıldı.

Aynı saatte, İstanbul'un bir başka ucunda, Bahriye Sarayı'nda, uluslararası konferans üyeleri toplanıyordu. Bu özellikle planlanmış bir çakışmaydı: Top sesleri Saffet Paşa'nın delegelere söylevi sırasında işitilecek ve sonuca bağlamasına yardımcı olacaktı.

XVIII - Doğu! Doğu! Ne görüyorsunuz orada şairler? Ruhlarınızı ve gözlerinizi Doğu'ya çevirin! "Yazık!" diye cevap verdi uzun süre işitilmeyen sesleri, "Esrarlı bir gün görüyoruz orada!" Belki de akşamı şafak sanıyorlar." VICTOR HUGO,

Alacakaranlık Ezgileri

İstanbul'un tam ortasında yükselen, Saray bahçelerinin üzerinden uzaklardaki Asya tepelerine kadar manzarası olan büyük Seraskerlik Meydanı'nın o geceki görünümü­ nü hiçbir zaman unutmayacağım. Arap tarzı kemerler, garip görünümlü yüksek kule büyük bayram akşamların­ da olduğu gibi ışıklandırılmıştı. Gündüz yaşanan fırtına meydanı tüm bu ateş çizgilerinin yansıdığı bir göle çe­ virmişti. Geniş ufkun çevresinde camilerin kubbeleri ve sivri minareleri, üzerlerinde ışık taçları bulunan uzun dallar gibi göğe yükseliyordu. Meydanda ölüm sessizliği hâkimdi, gerçek bir çöle benziyordu. Belli belirsiz bir rüzgârın yaladığı aydınlık gökyü­ zünden iki kara bulut kümesi geçiyor, ay gelip üzerlerine

91

mavimsi gölgesini bırakıyordu. Doğanın halkların tari­ hinde büyük bir olay meydana geldiğinde aldığı olağan­ dışı görünümlerden biriydi. Büyük bir gürültü, ayak ve insan sesleri işitildi. Or­ ta kapıdan ellerinde fenerler ve bayraklarla bir softa sü­ rüsü giriyordu. "Yaşasın Sultan! Yaşasın Mithat Paşa! Yaşasın Meşrutiyet! Yaşasın savaş!" diye haykırıyorlardı. Bu adamlar kendilerini özgür sanarak âdeta sarhoş olmuşlardı, ancak geçmişi hatırlayan bazı yaşlı Türkler bu heyecanlı kalabalığın koşuşturmasına bakıp omuz silkiyordu. "Hadi gidip Mithat Paşa'yı selamlayalım!" diye ba­ ğırdı softalar. Ardından, birkaç hafta sonra sürgüne gitmek zorun­ da kalacak olan ama o sıralarda son derece güçlü büyük vezirin mütevazı konutuna gitmek üzere sol taraftaki tenha dar sokaklara saptılar. Yaklaşık iki bin kadar softa hep beraber büyük ca­ miye (Süleymaniye Camii) giderek dualar ettiler ve Ha­ lic'i geçip Dolmabahçe'ye, Aldülhamid'i alkışlamaya koştular. Sarayın parmaklıkları önünde, bütün toplulukların temsilcileriyle büyük bir halk grubu meşrutiyetçi hü­ kümdarı heyecanla kutlamak üzere toplanmıştı. Bu gruplar büyük Pera Caddesi'nden İstanbul'a in­ miş, yol boyunca, kısa bir süre sonra popülerliğini yitire­ cek olan Lord Salisbury'yi, İngiliz ve Fransız Büyükelçi­ liklerini selamlamışlardı. "Atalarımız bu ülkeyi bundan dört asır önce birkaç yüz kişiyle fethettiler! Biz yüz binlerce kişiyken, yaban-

92

cıların istilasına izin mi vereceğiz? Ey Müslümanlar ve Hıristiyanlar, onursuz koşullarda yaşamayı kabul etmek­ tense, hepimiz Osmanlı vatanı için ölelim" diyordu söy­ levler çeken hocalar.

XIX Fatih Sultan Mehmed'in camisi bizi, Ahmed ve beni, gri taştan büyük kapılarının önünde, güneşin altında, insan­ ların konuştuğu hiç bir dille ifade edilemeyecek kararsız düşler içinde otururken görüyordu sık sık. Eski İstanbul'un yukarı kısmındaki Sultan Mehmed Meydanı'nda, kaşmir kaftan giymiş, başında beyaz sarık­ lar taşıyan adamlar dolaşırdı. Tam ortada yükselen cami İstanbul'un en büyük ve en kutsal camilerinden biriydi. Geniş meydan, arı kovanı sıralarına benzeyen taş kubbe sıralarının yükseldiği gizemli duvarlarla çevrelen­ mişti. Bunlar kafirlerin asla içeri alınmadığı, yalnızca softaların kalabildiği konutlardı. Bu semt Doğu'ya özgü hareketin merkeziydi: Deve­ ler tekdüze çıngıraklarını şıngırdatarak sakin sakin aşar­ dı meydanı. Dervişler dini sohbetler yapmak üzere gelip otururdu kenarlarında. Batı'nın hiçbir parçası ulaşma­ mıştı henüz buraya.

XX Bu meydanın hemen yanında, loş, kimsenin gelip geç­ mediği, yeşil otlar ve yosunların yetiştiği bir sokak vardı. İşte Aziyade'nin evi de buradaydı. Buranın çekiciliğinin sırrı buydu. Varlığından yoksun olduğum uzun günleri, bu sokaklarda dolaşarak, ondan daha az uzakta, kimseye gözükmeden ve her türlü şüpheden uzak geçirirdim.

XXI Aziyade çoğu zaman olduğu gibi sessizdi, gözleri hüzün­ lü bakıyordu. "Neyin var Loti? Neden hep karamsarsın? Sen gitti­ ğinde öleceğime göre, asıl benim neşesiz olmam lazım" dedi. Sonra gözlerini içine işlemek istermişçesine benim­ kilere dikti ve bu bakışların ısrarı karşısında başımı çe­ virmek zorunda kaldım. "Sevgilim! Sen burada olduğun sürece hiçbir şikâ­ yetim olamaz. Bir kraldan bile mutluyum ben" dedim. "Senden daha çok sevilen var mıdır Loti? Kimi kıs­ kanabilirsin? Sultana bile imrenebilir misin?" Bu doğruydu: Sultan, Osmanlılar için yeryüzündeki en mutlu kişi olması gereken adam, kıskanabileceğim bi­ ri değildi. Yorgun ve yaşlıydı, üstelik bir meşrutiyet hü­ kümdarıydı. "Düşünüyorum da Aziyade, padişah benim özgür­ lüğüme ve gençliğime sahip olmak için her şeyini, hatta

94

Kanun-i Esasi'sini ve parlamentosunu bile verirdi" dedim. " S a n a sahip olmak i ç i n ! " demek istiyordum ama kuşkusuz padişah, ne kadar çekici olursa olsun, bir genç kadına fazla önem vermezdi. Bir opera-komik nakaratı söylemekten korktum. Zaten giysilerim bu iş için yete­ rince uygundu. Aynaya baktığımda kendimi oldukça iti­ ci buluyor ve bir Auber parçasıyla hayranlık toplamaya hazırlanan genç bir tenora benzetiyordum. Kendimi Türk rolümde ciddiye alamadığım zaman­ lar oluyordu. Arifin sarığının altından Loti kendini gös­ teriyordu ve iç karartıcı, dayanılmaz bir sıkıntıyla kendi­ me dönüyordum.

XXII Setre ve siyah şapka taşıyan herkese karşı sert ve küstah davranırdım. Bu kişiler benim için yeterince parlak yete­ rince soylu değildi. Eşitlerimi fazlasıyla aşağılar, arka­ daşlarımı ince eleyip sık dokuyarak seçerdim. Burada ise halktan bir kişi, Eyüplü bir yurttaş haline gelmiştim. Kayıkçılar ve balıkçıların mütevazı yaşamı, onların top­ lum kuralları ve zevklerini benimsemiştim. Akşamları, Samuel ve Ahmed'le birlikte kahveci Süleyman'ın kahvesine gittiğimde, ateşin çevresindeki halkayı genişletiyorlardı. Sırayla herkesin elini sıkıyor ve kış geceleri masallar (sekiz gün süren ve cinler ve pe­ rilerle dolu hikâyeler) anlatan meddahı dinlemek üzere oturuyordum. Kendimi onların arasında rahat hissedi­ yor, ülkemden çok uzakta olduğumu unutuyordum.

95

Arif ve Loti çok farklı iki kişilikti. Deerhound'un yola çıkacağı gün, Arifin evinden çıkmaması yeterli ola­ bilirdi. Kimse gelip de burada aramazdı onu. Yalnızca Loti kaybolmuş, sonsuza dek kaybolmuş olurdu. Aziyade'ye ait olan bu fikir zaman zaman garip bir biçimde cazip görünüyordu gözüme. istanbul'da değil ama deniz kıyısındaki küçük bir Türk kasabasında onunla birlikte olmak, güneş ve açık havada, alacaklılar ve gelecek kaygısı olmadan yaşamak! Yaşadığımdan çok bu hayat için yaratılmıştım. Beden ve kasla yapılmayan her türlü işten, bilimden iğreniyor, her türlü geleneksel yükümlülükten, Batı ülkelerinin top­ lumsal zorunluluklarından nefret ediyordum. Türkiye'nin güneyinde, gökyüzünün lekesiz ve gü­ neşin her zaman sıcak olduğu bir yerlerde yaldızlı ceket giyen bir balıkçı olmak... Bu gerçekleşebilir bir düştü ve orada, başka bir yer­ de olduğumdan daha az mutsuz olacağıma şüphe yoktu. "Sana yemin ederim Aziyade, adımı, mevkiimi ve ülkemi senin için hiç pişmanlık duymadan terk edebili­ rim. Dostlarıma gelince, zaten dostum yok! Ama yaşlı bir anam var" dedim Aziyade'ye. Aziyade aslında bunun hiç de imkânsız olmadığını anlamıştı ama beni teşvik etmek için tek kelime etmedi. Hiç sahip olmadığı bir evladın kaybının bir anne için ne anlama geldiğini hissetmişti. Cömertlik ve fedakârlık duyguları onun için her şeyden daha değerliydi çünkü bunları kendi kendine, kimsenin baskısı olmadan edin­ mişti.

XXIII PLUMKETT'TEN LOTI'YE Liverpool, 1 8 7 6

Sevgili Loti, Figaro bir dahiydi: O kadar çok gülerdi ki, ağlamaya hiç zamanı olmazdı. Temel prensibi, olabileceklerin en iyisiydi. Bunu gayet iyi biliyorum, çünkü ben de uygula­ maya çalışıyor ve iyi kötü başarılı da oluyorum. Ne yazık ki çok uzun süre aynı kişi olarak kalmak hep zor oldu benim için. Figaro'nun neşesi çok sık terk ediyor beni ve bahtsızlıklar peygamberi Yeremya ya da Davud ele geçiriyor. Konuşmak yerine, çığlıklar atıyor, kükrüyorum! Yazmıyor, kalemimi kırmaktan ve mürek­ kep hokkamı fırlatmaktan başka bir şey yapamıyorum. Hayali bir varlığa, ideal bir günah keçisine yumruk gös­ tererek büyük adımlarla yürüyor, bütün acılarımın nedeninin o olduğuna inanıyorum. Olabilecek her türlü saçmalığı yapıyorum. Kapalı kapılar ardında anlamsız sözler haykırıyor, sonra sakinleşip belki daha çok yoru­ lup duruluyor, aklımı başıma topluyorum. Yine garip bir adam olduğumu, belki de deli oldu­ ğumu söyleyeceksiniz, kim bilir? Buna tek cevabım: "Evet ama sandığınız kadar değil. Örneğin sizin kadar değil" olabilir. Hakkımda bir yargıya varmadan önce beni biraz da­ ha tanımanız, biraz olsun anlamanız ve aklı başında bir insanı şu anda olduğum garip yaratığa dönüştüren ko-

97

şulları öğrenmeniz gerekiyor. Gördüğünüz gibi kalıtım­ sal iki öğenin ürünüyüz biz: Hayat sahnesine çıkarken beraberimizde taşıdıklarımızla, dokunduğu her şeyin izini taşıyan plastik bir madde gibi, bizi değiştiren ve bi­ çimlendiren koşulların bir ürünü. Bu koşullar benim için hep acılı oldu. Şu bilinen tanımıyla, ben felaketler okulunda yetiştirildim. Bildiğim her şeyi kaybettikle­ rimden öğrendim. O yüzden de çok iyi bilirim ve bazen biraz fazla sert bir biçimde ifade ederim. Bazen çok kesin konuşuyorsam, çok acı çekmiş olduğum için benden da­ ha az acı çekenlerden daha çok şey bildiğimi ve bu konu­ larda onlardan daha iyi konuşabileceğimi düşündüğüm içindir. Bu dünyada benim için umut yok. İlahi bir yaratıcı­ nın adaletine güvenerek, hayattaki mücadelelerin orta­ sında onları güçlü kılabilecek ateşli bir inancın huzuru­ na sahip olanlardan da değilim. Ama yine de, lanetler okumadan yaşayıp gidiyo­ rum. Bu ardı arkası kesilmeyen çatışmalar ortasında gençlik hayalleri, heyecanı ve tazeliğini koruyabildim mi? Siz de biliyorsunuz ki, hayır. Şimdiden bana uygun olmaktan çıkan, yaşıma yaraşır hazları reddettim. Genç bir adamın görünümünü, davranış biçimini kaybettim ve artık amaçsız, umutsuz yaşıyorum... Sizinle aynı nokta­ ya düştüğüm, hiçbir şeyden zevk alamaz hale geldiğim, erdemi inkâr ettiğim, dostluğu inkâr ettiğim, bizi ilkel bir varlıktan ayırdeden her şeyi inkâr ettiğim söylenebi­ lir mi? Birbirimizi tanıyoruz dostum. Bu noktalarda siz­ den farklı düşünüyorum. Bu dünyadaki deneyimlerime

98

(umarım bu kadar çok deneyim yaşamazsınız çünkü in­ sana pahalıya patlıyor!) rağmen, hâlâ bütün bunlara ve daha birçok şeye inanıyorum. Londra'dayken Georges bana sizden aldığı bir mek­ tubu okuttu. Mektubunuza ayrıntılı ama hoş tanımlarla bir Türk kadına olan aşkınızı anlatarak başlıyorsunuz. Georges ve ben, Doğu'ya özgü büyük bir karınca yuvasının görüntü oyunlarıyla dolu dehlizleri arasında izliyoruz sizi. Çiz­ diğiniz tablolar karşısında ağzımız açık kalıyor. Üç han­ çerinizi Akhilleus'un Homeros tarafından özenle anlatı­ lan kalkanı gibi hayal ediyorum! Sonunda, belki de gözünüze bir toz parçası kaçtığından, belki mektubunu­ zun sonuna doğru lambanız tütmeye başladığından, bel­ ki de daha basit bir nedenden, geçen yüzyılda kullanılan alışılagelmiş bir seri sözle tamamlıyorsunuz mektubu­ nuzu! Varolan her şeyin yok olmasıyla sonuçlanacak ma­ teryalizmin safsatalarındansa cahil beyinlerin boş sözle­ rine inanmayı tercih ederim. Bu materyalist görüşler 18. yüzyılda kabul görüyordu: Tanrı bir önyargıydı, ahlak becerikli adamların geniş bir pazara dönüştürdüğü iyi ta­ sarlanmış bir çıkar aracıydı. Bütün bunlar yeniliği ve en ahlaksız edimlerin bile kabul edilmesini sağladığı için insanları fazlasıyla baştan çıkarıyordu. Hiçbir engelin bulunmadığı, herkesin her şeyi yapabildiği mutlu bir çağdı o. Her şeye, hiç de komik olmayan olaylara bile gülünebiliyordu. Sonunda Devrim bıçağıyla o kadar çok kelle uçuruldu ki, kellelerini kurtarmayı başaranlar dü­ şünmeye başladılar. Nihayet ahlak veremine tutulmuş, meşrutiyet hastalığına yakalanmış, tanımadığı bir geçmi-

99

şin özlemini çeken, anlamadığı o güne lanetler okuyan, tahmin edemediği geleceği şüpheyle bekleyen bir kuşa­ ğın ortaya çıktığı bir geçiş dönemi geldi. Hayatlarını gü­ lerek, ağlayarak, dua ederek, küfürler savurarak, bir gün beyinlerine bir kurşun sıkmak üzere can sıkıcı şikâyetle­ ri her tondan haykıran küçük delikanlılar kuşağı. Dostum, bugün insanlar daha mantıklı, çok daha pratik: Adam olmak için acele etmiyor, önce bir tür adam ya da özel bir hayvan haline geliyorlar. Her şey üzerine kendi durumuyla bağlantılı görüşler ya da ön­ yargılar geliştiriyorlar. Belli bir topluluğa dahil oluyor, o topluluğun fikirlerini benimsiyorlar. Böylece içinde ya­ şanılan çevreyle uyumlu bir düşünce biçimine kavuşu­ yor ve başka bir ifadeyle, bir tür aptallık geliştiriyorlar. İnsanlar onları anlıyor, onlar insanları anlıyor, böylece özel bir birlik oluşturuyor ve bütünün gerçek bir parçası oluyorlar. İnsanlar böyle banker, mühendis, bürokrat, bakkal, asker... ya da bir şeyler oluyor. Böylece bir şeye bağlanıyorlar, sonuçsuz hayallerin peşinde kaybolup git­ miyorlar. Hiç bir şeyden şüphe etmiyorlar, çünkü kendi­ lerine verilen rolü yerine getirmek için izlemek zorunda oldukları bir yol oluyor. Felsefe, din, politika hakkında­ ki kuşkular, çocuksu ve dürüst uygarlık kibarlıkları akıl­ larını meşgul etmek için bulunuyor. Uygarlık insanı içi­ ne alıyor, büyük toplumsal makinenin bin bir çarkı insanı yakalıyor, uzayda savrulup gidiyorsunuz. Zaman içinde yaşlanarak sersemliyorsunuz. En az sizin kadar aptal olacak çocuklar yapıyorsunuz. En sonunda, Kilise'nin kutsamalarıyla donanmış halde ölüyorsunuz. Kutsal suyla yıkanmış tabutunuzun çevresinde mum

100

ışıkları arasında arı vızıltısı gibi Latince bir şeyler okunuyor. Sizi görmeye alışkın olanlar, hayattayken iyi bir insansanız sizi özlüyor, hatta birkaçı içtenlikle ağlıyor. Ama sonunda, mirasınız kapışılıyor. Hayat böyle devam edip gidiyor! Bütün bunlar dostum, dünya üzerinde yürekli in­ sanlar, her şeyiyle dürüst, yapısı gereği iyi, yalnızca ken­ di kişisel tatmini için iyilik yapan insanlar olduğu gerçe­ ğini değiştirmiyor. Bu insanlar ceza almayacaklarından emin olduklarında bile çalmıyor, öldürmüyor, çünkü tutkularının hâkim olamayacağı eylemlerini sürekli ola­ rak kontrol altında tutan bir vicdanları var. Bu insanlar sevebiliyor, bedenlerini ve ruhlarını adayabiliyor. Tanrı­ ya inanan ve Hıristiyanlık kurallarını uygulayan rahip­ ler, birkaç zavallı hastayı kurtarmak için salgınların üze­ rine yüreklilikle giden doktorlar, zavallı yaralıları tedavi etmek için orduların ortasına dalan iyiliksever rahibeler, servetinizi emanet edebileceğiniz bankerler, servetinin yarısını size bağışlayabilecek dostlar, fazla ötede arama­ ya gerek yok, bütün küfürlerinize rağmen mesela ben, si­ ze sevgi ve sınırsız bir sadakat sunabilirim. Dolayısıyla bırakın bu çocuksu şikâyetleri. Bunlar düşünmek yerine hayaller kurmanızdan, mantık yerine tutkunun peşinden gitmenizden kaynaklanıyor. Böyle konuştuğunuzda kendinize de iftira ediyorsu­ nuz. Mektubunuzun sonundakilerin doğru olduğunu ve sizi kendinizi anlattığınız biçimde kabul ettiğimi söyle­ yecek olsaydım, bana yalnızca itiraz edecek, bütün bu korkunç düşüncelerin bir tek sözcüğüne bile inanmadı­ ğınızı, diğerlerinden daha duyarlı olan bir kalbin mey-

101

dan okumalarından, acıyla sarmalanan duyguların katı­ laşmak için gösterdiği acılı çabadan ibaret olduklarını yazacaktınız. Hayır, hayır dostum, size inanmıyorum. Zaten siz bile inanmıyorsunuz kendinize. İyi kalpli, sevimli, has­ sas ve naziksiniz. Yalnızca acı çekiyorsunuz. Sizi affedi­ yor ve seviyorum. Dostluk, çıkar gözetmeme, sadakat ko­ nularındaki umutsuzluğunuza canlı bir itiraz olarak varolmaya devam edeceğim. Bütün bunları inkâr eden kendini beğenmiş yanı­ nız, siz değilsiniz. Yaralanan gururunuz hazinelerinizi saklıyor sizden, "gururunuz ve sıkıntınızın yarattığı sah­ te yaratık" keyifle kendini gösteriyor. PLUMKETT

XXIV LOTI'DEN WILUAM BROWN'A Eyüp, Aralık 1 8 7 6

Sevgili dostum, Size hayatta olduğumu hatırlatmak isterim. Arif Efendi adıyla, Eyüp'teki Kuruçeşme Sokağı'nda oturuyo­ rum. Bana hayatta olduğunuzu gösterecek birkaç satır yazarsanız çok sevinirim. Konstantiniye'ye İstanbul tarafından çıkarsanız, dört kilometre, kadar pazarlar ve camiler arasından yü­ rür, çocukların taş atarken onlara yabancı gelen takkeni­ zi nişan aldıkları kutsal Eyüp semtine gelirsiniz. Kuru-

102

çeşme Sokağı'nı kime sorsanız gösterir. Bu sokağın so­ nunda, badem ağaçları altında mermer bir çeşme bula­ caksınız. İşte bu çeşmenin hemen yanındaki ev benim evimdir. Burada, bir ara size sözünü ettiğim ve fazlasıyla sev­ mekte olduğum Selanik'teki şu genç kadınla, Aziyade'yle birlikte yaşıyorum. Geçmişi ve nankörleri unut­ muş halde, neredeyse mutlu bir hayat sürüyorum. Beni Doğu'nun bu köşesine getiren koşulları ya da Türk dili ve geleneklerini, hatta bu ipek ve sırmadan gü­ zel giysilerini nasıl benimsediğimi anlatmayacağım. Yalnızca, bu 30 Aralık akşamında, durumumu tas­ vir edeceğim. Dışarıda soğuk ama güzel bir hava, dolu­ nay var. Dervişler tekdüze bir sesle bir şeyler okuyorlar. Bu alışılmış ses her gün kulaklarımda çınlıyor. Kedim Kedi Bey ve uşağım Yusuf, biri diğerinin kucağında yan­ daki dairelerine çekildiler. Bir Doğulu kız gibi halılar ve minderler üzerine otu­ ran Aziyade tırnaklarını portakal kırmızısına boyuyor, bu onun en önemli uğraşı. Ben ise sizi, Londra'daki hayatımızı, bütün o aptallıklarımızı düşünüyor ve bana cevap vermeniz umuduyla bu mektubu yazıyorum. Mektubumun baş kısmından dolayı düşünebilece­ ğiniz gibi henüz Müslüman olmadım. Yalnızca iki farklı kişiliği birlikte yaşıyorum. Resmi olarak ama mümkün olduğunca az süreyle Deniz Teğmeni Loti'yim. Adresimi Türkçe olarak yazmak size zor gelebilece­ ğinden, Deerhound ya da Britanya Büyükelçiliği'ne ger­ çek adımla yazabilirsiniz.

XXV istanbul, 1 Ocak 1 8 7 7

'77 yılı şaşırtıcı bir günle, bir bahar günüyle başladı. Gündüz Pera'daki yabancı topluluk arasında Batı gele­ neklerinden içimde kalanları yerine getirip birkaç ziya­ ret yaptıktan sonra, akşam Mezarlıklar ve Kasımpaşa üzerinden Eyüp'e atla dönüyordum. Peşinde çok sayıda Hırvat korumayla Konferans'tan dönen korkunç Ignatiev'in arabasıyla karşılaştım. Az sonra Lord Salibury ve ingiliz Büyükelçisi geçti, ikisi de birbirinden heyecan­ lıydı. Toplantıda kavga etmişler, her şey çok kötü gidi­ yor. Zavallı Türkler onlara dayatılan şartları umutsuzlu­ ğun verdiği bir enerjiyle reddediyorlar. Ceza olsun diye yasa dışına sürüklemeye çalışıyorlar zavallıları. Bütün büyükelçiler Avrupalı halka "Canını kurta­ ran kaçsın!" diye bağırarak çekip gidecekler. Bundan soma korkunç olaylar, büyük bir kargaşa yaşanacak, çok kan dökülecek. Tanrı bu felaketi bizden uzak tutsun! Belki de hemen yarın Eyüp'ü bir daha dönmemek üzere terk etmek zorunda kalacağım.

XXVI Muhteşem bir gecede Unkapanı yokuşundan aşağı ini­ yorduk. istanbul'un alışılmadık bir görüntüsü vardı. Hoca­ lar bütün minarelerden garip makamlardan bilinmedik dualar okuyorlardı. Gecenin bu sessiz saatinde çok yuka­ rılardan yankılanan bu tiz sesler insanı kaygıya düşürü­ yordu. Kapılarının önünde toplanan Müslümanlar gök­ yüzünde korkunç bir şeye bakıyor gibiydiler. Ahmed de onların bakışlarını takip etti ve dehşet içinde elime sarıldı: Az önce Ayasofya'nın kubbesi üze­ rinde olanca parlaklığıyla gördüğümüz ay neredeyse sö­ nüp gitmiş gibiydi: Artık kırmızı, sönük, kanlı bir lekeye benziyordu. Gökyüzünden gelen işaretlerden daha etkileyici bir şey düşünemiyorum. Yıldırım hızıyla aklıma düşen ilk duygu dehşet oldu. Uzun süredir takvime bakmayı ih­ mal ettiğimden bu olayı beklemiyordum. Ahmed bunun ne kadar vahim ve korkunç bir du­ rum olduğunu anlatmaya çabalıyordu: Türk inanışlarına göre ay bu sırada onu yok etmeye çalışan bir ejderhayla savaşmaktaydı. Ancak Allah'a yalvararak ve canavar üzerine kurşun yağdırarak yardım edilebilirdi. Bütün camilerde durumla ilgili dualar ediliyordu, istanbul'da yaylım ateşi başlamıştı. Bütün pencereler­ den, çatılardan, bu korkunç olayı mutlu sona kavuştur­ mak için aya doğru ateş ediliyordu. Eve gitmek üzere Fener'den kayığa bindik. Yolda durdurulduk. Haliç'te, yarı yolda, zaptiyelerin kayığı

105

önümüzü kesti. Ayın tutulduğu gecede kayıkla dolaşmak yasaktı. Sokakta yatamazdık. Konuştuk, tartıştık, yukarıdan tavrımız ve küstah sözlerimiz sayesinde bir kez daha olaydan başarıyla sıyrıldık. Sonunda Aziyade'nin hüzün ve korkuyla bizi bekle­ diği evimize vardık. Köpekler durumu daha da vahimleştiriyor, başlarını aya dikmiş yürekler acısı bir şekilde uluyorlardı. Ahmed ve Aziyade, mistik bir havaya bürünerek, köpeklerin bazı özel durumlarda onlara verilen ve insan­ ların göremeyecekleri gizemli bir ekmeği istemek için Allah'a seslendiklerini anlatıyorlardı. Yaylım ateşine rağmen ay tutulması normal seyrini izliyordu, dolunay, atmosferdeki özel durum nedeniyle olağanüstü bir kırmızıya bürünmüştü. Olayı okullarda kullanılan eski yöntemle, bir mum, bir portakal ve bir ayna yardımıyla anlatmayı denedim. Aklıma gelen her yola başvurdum ama öğrencilerime bir şey anlatmayı başaramadım. Dünyanın yuvarlak ol­ duğu gibi tamamen kabul edilemez bir varsayım karşı­ sında Aziyade sessizce durdu ve beni ciddiye almayı ke­ sinlikle reddetti. Kendimi bir pedagog gibi görmeye başlamıştım. Bu korkunç düşünce karşısında deli gibi gülmeye koyuldum. Portakalı yedim ve açıklamalarıma bir son verdim. Bu salak bilim aslında ne işe yarıyordu? Onları bu kadar sevimli kılan batıl inançlarından kurtaracaktım da ne olacaktı? Biz de pencereden, pırıl pırıl yıldızlar arasında,

106

göklerin en güzelinde kanlı görüntüsünü koruyan aya üç el ateş ettik!

XXVII Ahmed, tedavinin başarıyla sonuçlandığını bildirmek için saat on bire doğru uyandırdı bizi. ay eyu yapılmış (iyi olmuştu). Gerçekten de büsbütün iyileşen ay Doğu'nun güzel gökyüzünde muhteşem mavi bir lamba gibi parıldıyordu.

XXVIII "Behice Annem" eski paşalardan birinin kızı, bir diğeri­ nin dul eşiydi. Kur'an'dan, hatta Müslüman ve şeriat ya­ salarından daha sert düşünceleri vardı. Seksen yaşında yatalak bir ihtiyardı. Behice Hanım'ın eşi merhum Şevket Davud Paşa, Sultan Mahmut'un gözdelerinden biriymiş ve bir yeniçe­ ri katliamına katılmış. O dönemde padişah huzuruna çı­ kan Behice Hanım bütün gücüyle onu bu konuda teşvik etmiş. İhtiyar Behice Hanım Taksim'in yüksek kesimlerin­ deki bir Türk semti olan Cihangir'in dik yokuşlarından birinde oturuyordu. Uçurumların kıyısındaki evinde, dişbudak ağaçlarından özenle yapılmış kafeslerle çevrili iki cumba vardı. Buradan Fındıklı mahalleleri, Dolmabahçe ve Çıra-

107

ğan sarayları, Sarayburnu, Boğaziçi, mavi bir örtü üzeri­ ne konulmuş bir ceviz kabuğuna benzeyen Deerhound ve bütün Asya yakası görünüyordu. Behice Hanım günlerini bir koltuğa oturup bu man­ zarayı seyrederek geçiriyor ve Aziyade de sık sık ayakla­ rı dibinde oluyordu. Aziyade, ihtiyar dostunun en küçük bir hareketini bile gözden kaçırmadan, sözlerini bir ke­ hanetin tanrısal kararları gibi dinliyordu. Bu genç kadınla, soylu bir aileden ve zengin bir ev­ den gelen, şehirli, sert ve gururlu yaşlı kadının yakınlı­ ğında garip bir yan vardı. Behice Hanım'ı bana anlatılanlardan tanıyordum: Kâfirler evine kabul edilmiyordu. Aziyade'nin söylediğine göre, seksen yaşında olma­ sına rağmen hâlâ "güzel kış geceleri kadar güzeldi". Aziyade'nin her yeni düşünce, tamamen bilgisi dı­ şındaki olaylar üzerine net ve derin bir yorum ifade etti­ ği günler ona sorardım: "Kim öğretti bunları sana sevgi­ lim?" Aziyade cevap verirdi: "Behice Annem." "Annem" ve "Babam" Türkiye'de yaşlı insanlardan söz ederken kullanılan saygı sözleriydi. Bu insanların si­ ze tamamen yabancı ya da sizi hiç tanımıyor olmaları durumu değiştirmezdi. Behice Hanım aslında Aziyade için bir anne gibi de­ ğildi. Belki yalnızca, çocuğunun körpe hayal gücünü korkunç bir biçimde galeyana getirmekten endişe duy­ mayan ihtiyatsız bir anne olabilirdi. Çocuğunu öncelikle dini konularda kışkırtıyordu. Öyle ki, zavallı kız yalnız kaldığında bir kâfire duyduğu aşktan dolayı zehir gibi gözyaşları döküyordu. Sonra ha-

yal gücünü kışkırtıyordu. Aziyade'nin o sevgili körpe dudaklarıyla bana aktardığı, zekâ ve ateşle yoğrulmuş öyküler anlatıyordu. Bunlar uzun fantastik öyküler, Cen­ giz Han'ın ya da eski çöl kahramanlarının maceraları, cinlerin kötülük ettiği genç prenslerin sadakat ve cesa­ retle mucizeler yarattığı Pers ya da Tatar efsaneleriydi. Ve hayal gücü her zamankinden daha canlı olan Aziyade akşam geldiğinde, gayet kendimden emin, "Sevgili küçük dostum günü Behice annesinin yanında geçirmiş!" diyebiliyordum.

XXIX Ocak 1877.

Boğaziçi'nin yukarı kısmında, Karadeniz girişinde, Büyükdere'de sekiz gün. Deerhound muhafız köpekleri gibi Rusya'nın karşısında pusuya yatan Türk kruvazörlerinin yanında demir attı. Deerhound'un beni İstanbul'dan uzaklaştıran bu konumu ihtiyar Abeddin'in evinde ge­ çirdiği bir dönemle çakıştı. Böylece her şey yolunda gitti ve bu ayrılık sayesinde ihtiyatlı davranmış olduk. Hava soğuk. Yağmur yağıyor. Günler Belgrad or­ manlarında geçiyor. Ormanda yaptığım bu gezintiler be­ ni çocukluğumun mutlu günlerine götürüyor. Yaşlı ağaçlar, çobanpüskülleri, yosunlar ve eğreltiotları sanki Yorkshire'ın bitkileri. Bir de ayılar olmasa, insan kendini vatanının yaşlı ormanlarında sanacak.

XXX Samuel kedilerden korkuyor. Gündüzleri kediler aklına garip fikirler getiriyor, kedilere gülmeden bakamıyor. Geceleri ise daha saygılı oluyor ve mesafeli duruyor. Elçilik balosuna katılmak için giyiniyordum. Uyu­ mak üzere yanımdan ayrılan Samuel birden geri dönerek kapıma vurdu. "Bir

madame

kedi

qui

portate

ses

piccolos

dormir

com Samuel!" [Bir anne kedi yavrularıyla birlikte Samuel'in yanında uyumaya geldi] diyordu korkmuş bir sesle. Ve tarifsiz bir ciddiyetle çevresine bakıp "Bizim ev­ de kedileri rahatsız edenler o ay içinde ölürler. Mösyö Loti, ne yapacağız?" diye ekledi. Hazırlanmam bitince, arkadaşıma yardım etmeye karar verdim ve odasına gittim. Gerçekten de Samuel'in yastığının tam ortasına bir hanım kedi yerleşmişti. Çok güzel sarı tüyleri olan, şiş­ man, sağlıklı görünümde bir kediydi. Büyük bir vakar ve zafer edasıyla malum yeri üzerine oturmuş, bir kaskatı kesilmiş Samuel'e bir de örtünün üzerinde oynaşan yav­ rularına bakıyordu. Bir köşeye çöken Samuel uykudan bitkin halde ka­ derine boyun eğmiş, bu aile sahnesini izleyerek yardımı­ na koşmamı bekliyordu. Bu hanım kediyi tanımıyordum. Bununla birlikte boynuma asıldı ve çocuklarıyla birlikte dışarı çıkarırken güçlük çıkarmadı. Sonunda Samuel yatağını özenle sil­ keledi ve yatmaya hazırlandı. O gece geri dönmemeyi planlıyordum. Yine de saat iki civarında eve dönmeye karar verdim.

110

Samuel odasının penceresini ardına kadar açmış ve yatak takımlarını kedi kokusundan arındırmak için ipe asmıştı. Kendisi de benim yatağıma yerleşmiş, çocuklara ve lekesiz vicdanlara özgü derin bir uykuyla uyumaktaydı. Ertesi gün bu hanım kedinin fes kalıpçısı bir Yahu­ di komşunun fazlasıyla sevilen ama oldukça sürtük ke­ disi olduğunu öğrendik.

XXXI Rumlar'ın Noel'iydi. Eski Fener mahallesi bayram hava­ sındaydı. Çocuklar ellerinde rengârenk çeşit çeşit fenerler ve şamdanlarla gruplar halinde dolaşıyorlardı. Sırayla bütün kapıları çalıyor, davul eşliğinde korkunç serenat­ lar yapıyorlardı. Benimle birlikte dolaşan Ahmed, kâfirlere özgü bu eğlencelere büyük bir aşağılamayla bakıyordu. Eski Fener, bu gürültünün ortasında bile hüzünlü havasından kurtulamıyordu. Yine de, zamanın etkisiyle yıpranmış Bizans stili küçük kapıların teker teker açıldığı, azametli eşiklerinde Parisliler gibi giyinmiş genç kızların müzisyenlere bakır paralar attıkları görülüyordu. Galata'ya vardığımızda çok daha beteriyle karşılaş­ tık. Dünyanın hiçbir ülkesinde, bundan daha ölçüsüz bir gürültü patırtı, bundan daha sefil bir manzara görüle­ mezdi. Çoğunluğu Rumlar'dan oluşan hayal etmesi güç bir

III

kozmopolit kaynaşma söz konusuydu. Rum halkı kala­ balık kitleler halinde dört bir yana saldırıyordu. Bütün genelev sokakları, bütün kahveler, bütün tavernalar on­ larla dolup taşıyordu. Ne kadar çok sarhoş erkek ve ka­ dın olduğunu, her birinin nasıl da esrik naralar, iç sıkıcı çığlıklar attıklarını tasvir etmek olanaksızdı. Bir kenarda durup Hıristiyanların bu haline gül­ mek, o dokunaklı söylevleriyle Avrupa'nın kaderlerine üzülmesini sağlamış olan bu halkın peygamberlerinin doğumunu nasıl kutladığını görmek için gelmiş birkaç iyi Müslüman da vardı. Meşrutiyetin hak etmedikleri vatandaş sıfatını ver­ mesiyle Türkler gibi savaşmak zorunda kalmaktan delice korkan bütün bu adamlar, şarkı söylemek ve içmek için bütün varlıklarını ortaya koyuyorlardı.

XXXII Baykuşun Haliç boyunca kayığımızı takip ettiği o geceyi hatırlıyorum. Soğuk bir Ocak gecesiydi. Dondurucu bir sis İstan­ bul'un azametli gölgesini puslandırıyor, üzerimize ince bir yağmur olarak düşüyordu. Bizi Eyüp'e götüren kayık­ ta Ahmed ve ben nöbetleşe kürek çekiyorduk. Zifiri karanlık gecede, kazıklar, enkazlar ve kıyıya bağlanmış binlerce kayığın arasından Fener iskelesine yanaştık. Bizans istanbul'unun o saatte tek bir canlının ayak basmadığı eski surlarının eteklerinde bulunuyorduk. İki

I 12

kadın, bize tanıdık olan karanlık bir köşeye, harabeye dönmüş bir evin balkonu altına gizlenmiş, beyaz başlı iki gölge, iki kadın bizi bekliyordu. Bu Aziyade ve ihti­ yar, sadık Hatice'ydi. Aziyade kayığımıza oturur oturmaz yola koyulduk. Fener iskelesinden Eyüp'e hâlâ uzun bir yol vardı önümüzde. Uzaklardan, Rum evlerinden sızan nadir ışıklar suya sarı bir şerit gibi yansıyordu. Onun dışında her yer kapkaranlıktı. Demir parmaklıklı eski bir evin önünden geçerken bir orkestra ve balo gürültüsü duyduk. Eski Rumlar'ın, Fenerliler'in dışı siyah içi ihtişamlı, zenginliklerini, el­ maslarını ve Paris'ten aldıkları tuvaletlerini sakladıkları büyük konaklardan biriydi. ...Sonra eğlence gürültüsü sisin arasında yitip gitti ve yeniden sessizlik ve karanlığın ortasında kaldık. Kayığımızın çevresinde bir kuş ağır ağır uçuyor, tekrar tekrar üzerimizden geçiyordu. "Bu fena!" dedi Ahmed başını sallayarak. "Baykuş mu?" diye sordu Aziyade her yanını ört­ müş, sarıp sarmalanmış haliyle. Batıl inançlar ya da dini inanışları söz konusu oldu­ ğunda, ikisi beni hiç hesaba katmadan kendi aralarında konuşurlardı. "Bu

çok fena Loti! Ama sen

bilmezsen!"

dedi

so­

nunda benim elimi tutarak. Bu hayvanın bir kış gecesinde uçtuğunu görmek en azından garip bir durumdu. Üstelik Fener iskelesinden Eyüp'e gelene kadar geçen bir saat boyunca aralıksız bizi izlemişti.

113

O gece Haliç üzerinde korkunç bir akıntı vardı. Sü­ rekli olarak ince ve dondurucu bir yağmur yağıyordu. Fenerimiz sönmüştü. Devriye gezen başıbozuklar tara­ fından tutuklanabilirdik ve bu üçümüzün de sonu olurdu. Balat önlerinde Yahudilerle dolu kayıklara rastla­ dık. Halic'in iki kıyısında, Balat ve Piripaşa'da oturan Yahudiler akşamları birbirlerini ziyarete gider ya da bü­ yük sinagogdan dönerlerdi. Haliç boyunca geceleri hare­ ket olan tek yer burasıydı. Yanlarından geçerken Yahudi dilinde acıklı bir şarkı söylediklerini duyduk. Baykuş başımızın üzerinde uçmaya devam ediyordu ve Aziyade hem soğuktan hem de korkudan ağlıyordu. Derin karanlığın içinde sessizce Eyüp iskelesine ya­ naştığımızda nasıl da rahatladık! Tahtaların üzerinden sekerek (zemini ezbere biliyor, gözü kapalı gidebiliyorduk) çamura basmadan ilerlemek, küçük ıssız meydanı geçmek, sürgüleri ve kilitleri sessizce açmak ve üçümü­ zün ardından tekrar kapatmak; giriş katındaki geniş oda­ ları, merdiven altını, mutfağı, fırının içini kontrol etmek, çamur içindeki ayakkabılarımızı ve ıslak giysilerimizi çıkartmak, beyaz örtüler üzerinden çıplak ayakla çık­ mak, odasına çekilen Ahmed'e "iyi geceler" dilemek, odamıza girmek ve anahtarı kilitte çevirmek, beyaz ve kırmızı Arap işi perdeyi üzerimize kapatmak, sabahtan beri yanan ve tatlı bir sıcaklık, saray macunlarıyla amber kokusu yayan bakır mangalın önünde kalın halılar üzeri­ ne oturmak... En azından yirmi dört saat için, birlikte ol­ manın güvenliği ve sonsuz mutluluğu anlamına geliyor­ du!

|

I

M

Ama baykuş bizi izlemiş ve penceremizin altındaki çınarın üzerinde ötmeye koyulmuştu. Ve yorgunluktan bitap düşen Aziyade sıcak gözyaşları dökerek, baykuşun yaslı sesiyle uykuya daldı.

XXXIII "Madamları" bütün Avrupa'yı dolaşmış, her türlü mesle­ ği yapmış yaşlı bir yosmaydı. "Madamları" (Samuel ve Ahmed'in madamları, bu kadını bizim madam diye çağı­ rıyorlardı) birçok dil konuşuyor ve Galata semtinde ba­ takhane tarzı bir kahve işletiyordu. "Madamları"nın kahvesi gürültülü bir caddeye açı­ lıyordu. Derinlemesine uzanıyordu, oldukça da genişti. Galata rıhtımlarının adı kötüye çıkmış ıssız sokakların­ dan birine açılan bir arka kapısı vardı. Birçok batakhane bu sokağa açılırdı. Bu kahve özellikle de hırsızlık ve ka­ çakçılık yaptıklarından şüphe edilen bazı İtalyan ve Maltalı denizcilerin uğrak yeriydi. Birçok iş burada bağ­ lanırdı. Akşamları silahsız gelmek ihtiyatsızlık sayılırdı. "Madamları" bizi, Samuel, Ahmed ve beni çok se­ verdi. İşleri nedeniyle sıklıkla bu mahallede dolanan iki dostumu hep o doyururdu. "Madamları" bize karşı anaç duygularla doluydu. "Madamları"nda, ilk katta, benim kılık değiştirmek için kullandığım küçük bir oda ve bir dolap vardı. Bura­ ya büyük kapıdan Avrupalı giysileriyle girer, küçük ka­ pıdan Türk giysileriyle çıkardım. "Madamları" İtalyan'dı.

XXXIV Eyüp, 20 Ocak

Konferansçıların uluslararası oyunu, dün farenin sıçan doğurmasıyla sona erdi. Hiçbir şey beceremeyen Ekse­ lansları çekip gitmeye karar vermişti. Büyükelçiler ba­ vullarını topluyor ve Türkler yasadışı ilan ediliyordu. Herkese iyi yolculuklar! Biz kalanlar mutluyuz. Eyüp'te insanlar, son derece sakin ve kararlı. Akşamları, en mütevazıları dahil bütün Türk kahvelerinde, zengin ve yoksul ayrımı gözetilmeden, paşalar ve halktan insan­ lar, herkes bir araya toplanıyor... (Ey Eşitlik! Bizim de­ mokratik ulusumuzca, batı cumhuriyetlerince bilinme­ yen eşitlik!) Bir bilge günlük gazeteleri okuyor, herkes sessizlik ve inanç içinde dinliyor. Bizim küçük köy kah­ vemizde, biralı ve absentli gürültülü tartışmalar yaşan­ mıyor. Eyüp'te politika samimiyet ve saygıyla yapılıyor. İnançlarını ve dürüstlüğünü bu kadar iyi korumuş bir ulustan umudumuzu kesmemeliyiz.

XXXV Bugün, 22 Ocak itibariyle, bakanlar ve imparatorluğun yüksek memurları Babıali'de muhteşem bir toplantıda bir araya gelerek, Avrupa'nın yaptığı ve altında kutsal Rusya'nın pençesini gördükleri teklifi reddetmeye oybir-

116

ligiyle karar verdiler. İmparatorluğun dört bir yanından, bu umutsuz kararı alan devlet büyüklerine tebrikler gön­ derildi. Daha önce görülmemiş bir olayın yaşandığı bu top­ lantıda milli coşku çok büyüktü. Hıristiyanlar, Müslü­ manların yanı başında oturuyordu. Dervişler ve Şeyhülislam'ın yanında Ermeni papazlar bulunuyordu. Muhammed'e inanan ağızlardan ilk kez "Hıristiyan kardeşleri­ miz" gibi olağanüstü sözler döküldüğü görüldü. Osmanlı împaratorluğu'nun farklı dini grupları ara­ sında, ortak bir tehlike karşısında, bir kardeşlik ve birlik ruhu doğuyordu. Katolik Ermeni papaz toplantıda şu ga­ rip savaşçı söylevi verdi: "Efendiler! Atalarımızın kemikleri beş asırdır bu vatan toprak­ larında yatıyor. En önde gelen görevimiz bize miras ka­ lan bu toprakları korumaktır. Ölüm doğa kanunları gere­ ğidir. Tarih, dünya sahnesine çıkan ve kaybolan birçok büyük devletle doludur. Tanrı vatanımızın varlığının so­ na ermesine karar vermişse, bu karar karşısında boyun eğmekten başka yapacak bir şeyimiz yoktur. Ama, utanç içinde yok olacağımıza, şerefli bir son yaratırız. Bir katil kurşunuyla ölüp gideceksek, sırtımızdan değil göğsü­ müzden vurulma şerefinden mahrum olmamalıyız. En azından ülkemizin adını tarihe zaferle yazdırmış oluruz. Yakın zamana kadar cansız bir varlık gibiydik. Bize bah­ şedilen Kanun-i Esasi bu cansız bedeni canlandırdı ve güçlendirdi. Bugün, bu tür bir toplantıya ilk kez çağrıl­ mış bulunuyoruz. Haşmetli Sultan'a ve Yüce Divan'a te­ şekkür ederiz! Bundan böyle din konusu vicdan alanının

117

dışına çıkmasın! Müslüman camisine, Hıristiyan kilise­ sine gitsin! Ama ortak çıkarlarımız, halkımızın düşman­ ları karşısında, bir ve birlik olalım!"

XXXVI Mümin Müslüman kadınların giydiği topuksuz, sarı ma­ roken deriden küçük pabuç giyen Aziyade haftada üç çift eskitiyordu. Evin her köşesinde yedek bir çift bulu­ nuyordu. Ahmed ve benim alabileceğimiz bahanesiyle hepsinin içine adını yazıyordu. Hizmetini tamamlamış pabuçlar korkunç bir cezaya mahkûm ediliyordu: Gece yarısı, terasın üzerinden boş­ luğa fırlatılıyor ve Halic'e yollanıyorlardı. Bu işe pabuç­ ların kurban edilmesi adını veriyordu. Aydınlık ve soğuk gecelerde, ayaklarımız altında gı­ cırdayan tahta merdivenlerden çatı katındaki terasa çık­ mak ve ay ışığının altında, mahitapta, herkesin uyuduğu­ na ikna olduktan soma kurban törenini gerçekleştirmek ve mahkûm edilen pabuçları birbiri ardına havaya fırlat­ mak büyük bir keyifti. Suya mı düşecek, çamura mı saplanacak yoksa hır­ sızlığa çıkmış bir kedinin başına mı isabet edecekti? Derin sessizliğin ortasında duyulan düşme sesi han­ gimizin doğru tahminde bulunduğunu ve bahsi kazandı­ ğını gösteriyordu. Burada, bu kadar yükseklerde, evimizde yalnız, in­ sanlardan uzak, bu kadar sakin, sıklıkla beyaz bir kar ör­ tüsünün üzerinden geçerek ve uyuyan İstanbul'a yukarı-

118

dan bakarak yaşamak güzel bir duyguydu. Gün ışığında kol kola dolaşmak gibi insanların değerini bilmedikleri rahatlıkların keyfini çıkarmaktan mahrumduk. Bizim ge­ zinti yerimiz bu terastı. Güzel kış gecelerinin saf ve te­ miz havasını solumak için buraya tırmanıyor, bazen kâ­ firlerin ülkeleri üzerine ağır ağır inen, bazen doğudan kıpkızıl yükselerek uzaklarda Üsküdar ya da Pera'nın si­ luetini ortaya çıkaran ayı izliyorduk.

XXXVII Bu bir son mu bayım yoksa başlangıç mı? VICTOR HUGO,

Şafak ezgileri

Boğaziçi üzerinde büyük bir hareketlilik vardı. Savaşa gidecek askerlerle dolu araçlar gelip gidiyordu. Her yer­ den, Asya'nın derinliklerinden, İran sınırlarından, hatta Arabistan'dan ve Mısır'dan askerler ve redifler gelip gi­ diyordu. Tuna üzerine ya da Gürcistan kamplarına gön­ derilmek için aceleyle silahlandırılıyorlardı. Her gün bando ezgileri, tüyler ürpertici "Allah Allah!" sesleri arasında selamlanarak çıkıyorlardı. Türkiye bu kadar si­ lahlı insanı, bu kadar kararlı ve cesur adamı bir arada görmemişti. Bunca insanın sonunun ne olacağını bir Al­ lah biliyordu!

XXXVIII Eyüp, 29 Ocak 1 8 7 7

Hayatımı alt üst etmiş olsaydı, Ekselansları'nın diploma­ tik safsatalarını affetmezdim. Bu küçük inziva evinde kendimi bulmaktan mutlu­ yum ve bir an bile ayrılma düşüncesi beni korkutuyor. Gece yarısı, kâğıdımın üzerinde ayın mavi ışığı ge­ ziniyor ve horozlar gece şarkılarına başlıyorlar. Eyüp'te insan hem benzerlerinden uzak hem fazlasıyla huzurlu oluyor. Arif Efendi'nin ben olduğuma bazen kendim bile güçlükle inanıyorum ama yirmi yedi yıl içinde kendim­ den o kadar bıkmışım ki, başkası gibi davranmaktan hoş­ lanıyorum. Aziyade Asya'da. Haremiyle birlikte İzmit'teki bir başka haremi ziyarete gittiler, beş gün soma dönecekler. Samuel yanımda, yerde, küçük bir çocuğunki kadar huzurlu bir uyku uyuyor. Gündüz boğulmuş bir adam görmüş, adam o kadar çirkinmiş ki bizimki çok korkmuş. Her ihtimale karşı şiltesini ve yorganını benim odama ta­ şımak istedi. Yarın sabah, savaşa giden redifler şafakla birlikte tantanaya başlayacak ve camide büyük bir kalabalık top­ lanacak. Seve seve onlara katılıp, Sultan'ın hizmetinde ölüme gidebilirim. Ölmek istemeyen bir halkın mücade­ lesi çok güzel ve sürükleyici bir şey; Türkiye için, kendi ülkem yok olma tehdidi altında olsa duyacağım heyeca­ nı hissediyorum,

XXXIX Ahmed'le birlikte Sultan Selim Camii'nin meydanında oturuyorduk. Gri minareler boyunca kıvrılarak yükselen eski taş arabeskleri ve tertemiz havaya sarmallar çizerek yükselen nargile dumanlarını gözlerimizle takip ediyor­ duk. Sultan Selim Meydanı birbirine uzak sivri biçimli kapıların açıldığı eski bir duvarla çevrilidir. Fazla gelip geçen olmaz. Servilerin altında birkaç mezar vardır. Bu­ rası gerçek bir Türk semtidir ve iki asır öncesinin havası­ nı solumak insanı şaşırtır. Ahmet sinirli bir tavırla, "Sen gidince ne yapacağı­ mı biliyorum Loti. Kendimi eğlenceye verecek, her gün kafa çekeceğim. Arkamda hep bir laternacı olacak ve sa­ bahtan akşama kadar benim için müzik çalacak. Paramı tüketeceğim ama zararı yok. Ben de Aziyade gibiyim, sen gittiğinde Ahmed için her şey bitmiş olacak" diyordu. Aklını başına toplaması için yemin ettirdim ama bu hiç de kolay olmadı. " S e n de bana bir yemin eder misin Loti?" diyordu. "Evlendiğinde ve zengin olduğunda, gelip beni bulacak­ sın ve orada senin uşağın olacağım. Bana Istanbul'dakinden daha çok para vermene gerek.yok ama senin yanında olacağım, işte bütün istediğim bu." Ahmed'e çatım altında ona da yer ayıracağıma ve çocuklarımı ona emanet edeceğime söz verdim. Bebeklerimi büyütme ve kafalarına fes geçirme fikri bile onu keyiflendirmeye yetti. Bütün akşamı son derece ilginç eğitim yöntemleri tasarlayarak geçirdik.

XL PLUMKETT'TEN LOTI'YE Sevgili dostum, Size yazmıyordum çünkü söyleyecek bir şeyim yok­ tu. Böyle durumlarda susmayı tercih ederim. Zaten ne anlatabilirdim ki? Hiç de hoş olmayan şey­ lerle uğraştığımı, gerçek hanım tarafından içinden çıkıl­ ması oldukça güç bir şekilde sarmalandığımı, denizlerin ve sömürgelerin efendilerinin ortasına oldukça acıklı bir biçimde süründüğümü, sevimli ve güzel olan her şeyle aramdaki gizemli bağların kopmuş olduğunu anlatabilir­ dim belki. Bu durumu çok iyi anladığınızdan eminim, çünkü sizi birçok kez benzer durumların ortasında gördüm. Mizacınız bana çok benziyor. Sizi neredeyse ilk gör­ düğümde hissettiğim büyük sempati de buradan kaynak­ lanıyor. Kural: İnsan başkalarında en çok kendini sever. Bir başka benle karşılaştığımda, içimdeki güç artıyor, benzer güçler birleşiyor ve benim için sempati, mutlulu­ ğun eşanlamlısı olan bu güç birleşmesine duyulan istek, eğilim haline dönüşüyor. İsterseniz buna büyük sempati paradoksu adını verebiliriz. Biraz edebi bir stille konuşuyorum sizinle. Bunun gayet farkındayım. İyi yazarlarınkinden farklı, dinamik ve güçlü bir sözcük dağarcığı kullanıyorum ama şu an­ daki düşüncelerime bu uygun düşüyor. İnsan sevgiyi çok değişik biçimlerde hisseder. Siz

122

müzisyenler, söyler misiniz siz nasıl hissediyorsunuz? Bir ses nedir? Havanın kulak zarımıza ve duyma siniri­ mize ilettiği titreşimden doğan bir duygu değil mi? Bey­ nimizde neler oluyor? Şu garip olaya bakın: Bir dizi ses sizi etkiler, hoşunuza giden melodik bir cümle duyarsı­ nız. Peki neden hoşunuza gider? Çünkü dizinin oluştur­ duğu müzik aralıkları, başka bir deyişle ses çıkaran titre­ şimlerin sayısal oranları belli rakamlarla ifade edilir. Rakamları değiştirdiğinizde sempatiniz tahrik edilemez artık, bu kez uyumsuz sesler dizisinden başka bir şey ol­ madığını düşünürsünüz. Aynı anda birçok ses duyar, mutlu olur ya da hüzne kapılırsınız. Sizin dışınızda bir olgunun güzellik oranları olan bu rakamlar arasındaki durum sizde duyarlılık yaratır. Siz ve bazı ses dizileri, siz ve bazı ışıltılı renkler, siz ve bazı ışıklı yansımalar, siz ve bazı satırlar, bazı biçim­ ler arasında gerçek bir zaaf söz konusudur. Bütün bu farklı şeylerle aranızdaki bağımlılık oranları, aynı müzik gibi ifade edilmesi oldukça karmaşık bir durumdur ama vardır. Bir kadını neden severiz? Sıklıkla burnunun kıvrı­ mı, kaşlarının çizdiği yay, yüzünün ovali nedendir değil mi? Herhangi bir şeyi sizdeki herhangi bir şeye denk dü­ şer ve hayal gücünüzde şeytansı bir etki yapar. İtiraz et­ meyin! Çoğunlukla aşkınız sizde bundan ötesine ulaş­ maz. Bu kadında aşkınızın gerçek nedenini oluşturan manevi bir çekicilik, hoş bir duygusallık, sağlam bir ka­ rakter olduğunu söylüyorsunuz... Yazık! Onda olanlarla kendinizde olanları karıştırıyorsunuz. Bütün yanılsama-

123

nız bu: Aslında kendi içinizde olanı hoşunuza giden başka birine atfediyorsunuz. Sevdiğimiz bir kadını yü­ celtmek ve dostunuz sanmak gibi. Milo Venüsü ve Corregio'nun bir perisine âşık ol­ muştum. Beni ona çekenin konuşmalarının hoşluğu ve entelektüel alışverişimizden aldığım zevk değildi şüphe­ siz, hayır, eskilerin bildiği tek aşk, sanatçıları sanatçı ya­ pan fiziksel çekimdi. Günümüzde her şey o kadar kar­ maşık bir hal aldı ki, neye bağlanacağını bilemiyor insan. İnsanların onda dokuzu neler olup bittiğini anla­ mıyor. Bütün bunları açıkça ortaya koyduktan sonra, sizin tanımınıza geçelim Loti. Dünyanın düzeni ve sizin ara­ nızda bir bağlantı var. Sanatsal ve entelektüel zevklere aç yaratılışınızı ve sonsuz ihtiyaçlarınızı tatmin edebile­ cek her şeyle mutlu olabilirsiniz. Bütün bu heyecanların ortasında, sizin için mutlu olmak mümkün değil. Bu he­ yecanları sağlayabilecek ortamlar dışında, zavallı bir sürgünden başka bir şey olamazsınız. İnsanların büyük çoğunluğunun hissedemediği bu yüksek heyecanları hissetme yeteneğine sahip olan kişi, bu isteklerin altında olan şeylerden pek de etkilenmeyecektir. Bu durumda iyi bir akşam yemeği, bir av partisi, şiirler okurken ken­ dini tatlı bir melodiye kaptırıp hayranlıkla gözyaşı dö­ ken, düşünce içermeyen, yalnızca sözcüklerle ifade edi­ lemeyecek bir duygu dünyasına dalan güzel bir kızın çekiciliği ne olabilir? O halde aptallığın bütün nüanslarının çizildiği, ba­ yağı yüzlerin siyah pantolonlar ya da elbiselerin içine tı­ kıştırılmış orantısız bedenlerin kirli duvarlar, çamurlu

124

kaldırımlar, pencereler ve butikler çevresinde dolaşma­ larını görmek ne zevk verebilir? Aklınız sıkışır ve düşünce beyninizde hareketsiz hale gelir... Düşünceleriniz ve ifade edilenler arasında uyum yoksa, çevrenizdekilerin konuşmaları sizin üzerinizde nasıl bir etki yapar? Düşünceniz zaman ve uzayda salınırsa, güneşin çevresinde dönen bir gezegen değil, uzayın ortasında kendine özel bir merkez oluşturan bir dünya üzerinde geçen olayların sonsuz zamandaşlığıyla örtüşürse, bu zamandaş sonsuzluk bulunduğunuz noktadan bakışla size farklı görünen sonsuzluktan farklı bir sonsuzluk anıysa, bütün bunların nedeninin, bütün bunların özünün size yabancı olduğunu düşünüyor ve aklınızı bu sonsuzluk problemlerine yoruyor, "bütün bunlar nedir?", "bu son­ suzluğun ortasında neyim b e n ? " diyorsanız, çevrenizi saranlarla entelektüel iletişimde olmanız oldukça zor demektir. Onların konuşmaları, ağının bir kısmını mahveden bir toz süpürgesini anlatan bir örümcekten ya da kolay­ lıkla içine sığınabileceği bir alçı yığınını miras aldığı ha­ berini veren bir karakurbağadan daha fazla etkilemeye­ cektir. (Bugün bir adam bana hasadın kötü gittiğini ve kendisine köyde bir ev miras kaldığını söylüyordu.) Âşıktınız, belki hâlâ âşıksınız. Çok özel bir hayat tarzı olduğunu, her şeyin sizin için yeni bir görünüme büründüğü, yalnızca size özel bir durum yaşayabileceği­ nizi hissediyorsunuz. Bir tür açılım oluşmuş gibi, ikinci bir kez dünyaya

125

geliniyor sanki, çünkü insanın varlığı yaşadıkça fonksi­ yon kazanıyor. İçimizde düşünce, duygu namına ne var­ sa uyanıyor ve alevlenen bir punç ateşi gibi canlanıyor (gelecek edebiyatı!). Kısacası insan kendini ortaya koyuyor, mutlu olu­ yor ve bu mutluluğun ardında kalan her şey bir tür gece­ de kaybolup gidiyor. İnsan kendini cennette hissediyor, genç bir adamdan çok küçük bir çocuk gibi yaşıyor. İnsan âşık olduğunda içinden geçen duyguları an­ cak hissettiği anda tanımlayabilir ve ben şu anda buna benzer hiç bir şey hissetmiyorum. Ama yine de, bütün bu düşüncelerle sarmalandığımda heyecanlanıyorum, aklım başımdan gidiyor, nerede olduğumu bilmez hale geliyorum!.. Sevmek ve sevilmek ne kadar güzel bir şey! Özel bir doğanın sizinkini anladığını bilmek, bir insanın bütün düşüncelerini, bütün eylemlerini size yönelttiğini bilmek, sizinki kadar karmaşık bir yapıya sahip bir baş­ kası için yaşanacak, düşünülecek ve hareket edilecek bir merkez, bir amaç olmak! İşte bu insanı güçlü kılar. İşte bu insanı bir dahi haline getirebilir. Bir de, gerçekten çok hayal gücümüzün yarattığı en saf ürün olan sevdiğimiz kadının tatlı görüntüsü, daha önce hissettiğimiz ruh hallerinden hatırladığımız tarifi olanaksız etkiler, maddi ve manevi duygulanımların bir karışımı, gizemli bir birleştirme sonucu sevdiğinize ait en küçük bir nesnenin, adını işitmenin, yalnızca bir par­ ça kâğıt üzerinde yazılı görmenin bile tekrar ortaya çıka­ rabileceği duygular ve belki de dünyadaki bin bir güzel sersemlik daha. Ve daha ciddi, daha sağlam temellere dayanan, içi-

126

mizdeki en yüksek duygulan, tamamen entelektüel yanı­ mızı temel alan dostluk. Birinin sizi belirli bir yere kadar değil, sonuna kadar anladığını söyleyebilmek, birinin cümlenizi dudağınızın ucuna gelen sözcüklerle tamam­ laması, bu sözlerin düşüncelerinizde fırtınalara, düşün­ celer tufanına neden olabilmesi ne büyük bir mutluluk. Dostunuzun tek bir sözü bile size cümleler ifade edebilir çünkü onunla birlikte düşünmeye alışmışsınızdır. Bu sözcüğü söylemesine neden olan bütün duyguları anlar­ sınız, o da bunu bilir. Birbirine eklenen ve birbirini ta­ mamlayan iki zekâ gibisinizdir. Size bütün bu sözünü ettiklerimi bilen ve eksikliği­ ni hissedenlere şüphesiz acımak gerekir. Sevgi yok, beni düşünen kimse yok... Kimseye söyleyemeyeceksem düşünceler geliştirmek neye yarar? Dünyanın kalan kısmından daha çok önemsediğim biri yoksa neye yarar yetenekli olmak? Anlamayacak kişile­ rin arasında zekâ neye yarar? Her şeyi oluruna bırakmak gerek. Hayal kırıklıkları yaşadık, her gün yenilerini yaşıyoruz. Bu dünyada hiçbir şeyin kalıcı olmadığını, kesinlikle hiçbir şeye güvenemeyeceğimizi gördük: Her şeyi inkâr ettik. Sinirlerimiz gergin, artık daha az düşünüyoruz, kişiliğimiz o kadar zayıfladı ki, yalnız olduğumuzda uyuyor muyuz uyanık mıyız diye sormak zorunda kalıyoruz kendi kendimize. Hayal gücümüz duruyor. O halde şatolar yok artık ispan­ ya'da. Dolayısıyla umut da yok. Boş övünçlere kapılıyor insanlar, bir çok şey anlatılıyor, kimisi gülüyor kimisi ağlıyor. Hiç bir şey sevilmiyor ve yine de, hepimiz sevmek

127

için yaratıldık: Hiç bir şeye inanılmıyor ama belki de her şeye inanılabilir. Her şey için iyi olabilirdik ama hiç bir işe yaramıyoruz. insanın içinde her türlü yeteneği barındırması ve buna rağmen başarısızlık hissi yaşaması, aşırı duyarlılık, duygu yüklenmesi hissetmesi ve ne yapacağını bileme­ mesi. Bu korkunç! Bu koşullar altında hayat, her gün yepyeni bir acıdan başka bir şey değildir: Bazı hazların bir an için oyalayıcı (akrobat kadınınız, odalığınız Aziyade ve diğer Türk kaltaklar) olabileceği bir acı ama hep yeniden düşecek ve hep biraz daha yaralanacaksınız. işte inançlarınızın size yazan bu garip adam tarafın­ dan ayrıntılandırılmış, geliştirilmiş ve fazlasıyla yücel­ tilmiş hali. Anlaşılması oldukça güç bu uzun laf kalabalığının özü şu: Belki de olduğunuzdan daha fazlası olabileceği­ nize inandığım için size karşı büyük bir ilgi duyuyorum. Sizi kurtarabilecek tek yanınızı öldürecek bu beden gücünüzle çalışma işinin acınızı dindireceğine nereden karar verdiniz? Siz bir palyaço, bir akrobat, bir keskin ni­ şancısınız. Büyük bir sanatçı olmanız daha iyi olurdu sevgili Loti. inandığım bu düşünceye sizi de ikna etmek ister­ dim: Çaresi olmayan bir manevi acı yoktur. Sorunun ni­ teliğine ve kişinin mizacına uygun çareyi bulmak ve uy­ gulamak bizim mantığımıza düşer. Umutsuzluk büsbütün anormal bir durumdur. Baş­ ka hastalıklar gibi, onun da tedavi edilmesi mümkündür. Ne kadar kötü durumda olursanız olun, felaketin istila etmesine izin vermediğiniz küçük bir köşe bulundurun

128

içinizde. Bu küçük köşe sizin ilaç kutunuz olacaktır. Amin! PLUMKETT

Bana İstanbul'dan, Boğaziçi'nden, üç kuyruklu paşalar­ dan vb söz edin. Odalıklarınızın ellerinden öpüyorum. Sizi seven dostunuz. PLUMKETT

XLI LOTI'DEN PLUMKETT'E Size mutsuz olduğumu söylemiş miydim sevgili dos­ tum? Sanmıyorum. Üstelik bunu söylemişsem bile, ya­ nılmış olmalıyım. Aksine bu akşam eve dünyadaki en mutlu varlıklardan biri olduğumu ve bu dünyanın da fazlasıyla güzel olduğunu düşünerek geldim. Güzel bir Ocak öğle sonrasında atla dönüyordum eve. Batan güneş kara servileri, İstanbul'un eski mazgallı duvarlarını ve Aziyade'nin beni beklediği ıssız bir diyardaki evimin ça­ tısını yaldıza boyuyordu. Gülsuyu dökülmüş bir mangal odamı ısıtıyordu. Kapımın sürgüsünü sürdüm ve bağdaş kurup oturdum. Siz bu oturuşun keyfini bilmezsiniz. Uşağım Ahmed hem kendisi hem benim için birer nargile hazırladı ve içinde saray baharatları yanan bir bakır mangalı ayakla­ rımın dibine yerleştirdi. Aziyade metal ziller takılı tamburuna vurarak, ciddi bir sesle cinler şarkısını söylemeye koyuldu, duman ha-

129

vada mavi sarmallar çizmeye başlamıştı. Bu üç dost ve sevilesi yüze, metresimin, uşağımın ve kedimin yüzüne bakarken, yavaş yavaş, hayat bilincimi, hüzünlü hayatı­ mı unuttum. Dışarıdan kimsenin rahatsız etmesi, beklenmedik ya da istenmeyen ziyaretçiler gelmesi mümkün değil. Bazı Türkler davetim üzerine ziyaretime geliyor, arka­ daşlarım ise evimin yolunu kesinlikle bilmiyor. Üstelik dişbudak dalları pencerelerimi o kadar özenle koruyor ki, günün herhangi bir saatinde meraklı bir bakışın içeri süzülmesi mümkün görünmüyor. Doğulular dostum, evlerinde yalnız olmayı biliyor­ lar. Siz gelen geçen herkese açık Avrupalı evlerinizde, burada sokakta gezenler gibi, kızgın ve saygısız arkadaş­ larınızın gözü önünde olursunuz. Ev içlerine kimsenin ulaşamamasının huzurunu, bu gizemin çekiciliğini bile­ mezsiniz. Mutluyum Plumkett. Size göndererek komik duru­ ma düştüğüm bütün şikâyetlerimi geri alıyorum... Ama yine de kalbimde kırılanlardan dolayı acı çekiyorum: Bugünün yazgımda bir soluklanma ânı olduğunu, gele­ ceğimin ölümcül bir şeylerin gölgesinde kaldığını, bugü­ nün mutluluğunun korkunç bir yarın getireceğini biliyo­ rum. Burada, o yanımdayken bile, çocukluğumda gece yaklaşırken kapıldığım açıklaması olmayan boğuntulara benzer, derin hüzün anlarım oluyor. Mutluyum Plumkett. Hatta kendimi gençleşmiş his­ sediyorum. Artık o her şeyi tüketmiş, her şeyi yaşamış ve aklına gelebilecek her ülkede olabilecek her türlü ser­ seriliği yapmış yirmi yedi yaşındaki genç değilim.

130

Ahmed, Aziyade ya da Samuel'den hangisinin daha çocuk olduğuna karar vermek zor olurdu. Ben ise yaşlı ve şüpheciydim, onların yanında, yüzünde yılların izini taşımadan on insan hayatı yaşayan ve yirmi yaşındaki bedenlerinde yorgun bir ihtiyar ruh taşıyan Buldwer'lere benziyordum. Ama onların gençlikleri benim kalbimi de tazeledi ve haklısınız, artık hiç bir şeye inanamayacağını sanan ben, belki yine de bir şeylere inanabilirim.

XLII Ocak ayında bir öğleden sonra, İstanbul üzerinde gökyü­ zü kapkaranlıktı. Soğuk bir rüzgâr ince kış yağmurunu kovuyordu ve hava İngiltere'deki kadar soluktu. Ata binmiş, kenarında otuz ayak yüksekliğinde, düz, parlak, hapishane duvarları kadar aşılmaz bir duva­ rın uzandığı uzun ve geniş bir yoldan ilerliyordum. Yolun bir noktasında, tam üzerimden, gri mermer­ den kubbeli bir köprü geçiyordu; garip bir biçimde oyul­ muş mermer sütunların üzerinde yükselen köprü, sağ ve sol taraftaki hüzünlü binalar arasında bağlantı sağlıyordu. Anlattığım duvarlar Çırağan Sarayı'na aitti. Bir ta­ rafta bahçeler, diğer tarafta Saray ve köşkler vardı. Bu mermer köprü güzel sultanların dışarıdan kimse tarafın­ dan fark edilmeden bir taraftan diğerine geçmesine ola­ nak sağlıyordu. Sarayın dış duvarlarında aralarında uzun mesafeler bulunan üç kapı vardı yalnızca, üzerlerinde altın yaldız-

131

lı ve oymalı demir kanatların bulunduğu, gri mermerden yapılma üç kapı. Bunlar, duvarların tekdüzeliği ardında nasıl bir zen­ ginliğin gizli olduğunu tahmin etme olanağı veren yük­ sek ve ihtişamlı kapılardı. Bu yasak girişler, askerler ve siyahi harem ağaları tarafından korunuyordu. Kapıların üslubu bile bu eşiği aşmanın tehlikeli olduğuna işaret eder gibiydi. Arap üs­ lubunda oyulmuş mermer sütunlar ve frezler garip çi­ zimler ve gizemli sarmal bezeklerle kaplıydı. Kubbesi ve altın hilalleri bulunan beyaz mermer bir cami sırtını yabani otların yetiştiği karanlık kayalara da­ yamıştı. Bu kardan beyazlığı çevresindeki kır görüntüsü ve sert doğa karşısında saygıyla eğilen bir perinin, tek bir çubuk dokunuşuyla yarattığı düşünülebilirdi. Tanımadığım üç Türk kadını taşıyan görkemli bir araba geçti, içlerinden biri, şeffaf örtüsünün altında eşi­ ne az rastlanır bir güzelliğe sahip gibi görünüyordu. Arkalarından atla gelen iki harem ağası, bu kadınla­ rın kibarlar âleminden olduğuna işaret ediyordu. Sokaklarda Avrupalılar'a son derece cesaret verici ya da son derece alaycı bakışlar atmaktan kaçınmayan diğer kibar hanımlar gibi, bu üç Türk kadın da oldukça edepsizce davranıyordu. Özellikle de güzel olanı bana öyle bir rahatlıkla gülümsemişti ki, peşlerine takılmak için hemen atımı çe­ virdim. Böylece, güzel hanımın arabasının açık penceresin­ den bana olabildiğince tatlı gülümseyişler gönderdiği iki saatlik uzun bir gezinti başladı. Araba tam hızla ilerli-

132

yordu ve ben de yol boyu bazen atımı dört nala koşturup öne geçerek bazen yavaşlatıp biraz arkada kalarak eşlik ediyordum. Haremağaları (opera-komiklerde korkunç olabilen) bu oyunu anlayışla hoş görüyor ve tam bir al­ dırmazlıkla yollarına devam ediyorlardı. Dolmabahçe, Salıpazarı, Tophane, gürültülü Galata semti ve tabii İstanbul Köprüsü, hüzünlü Fener semti ve karanlık Balat'ı geçtik. Sonunda Eyüp'te, eski bir Türk sokağında, zengin ama iç karartıcı görünümlü eski bir konağın önünde durduk, üç kadın arabadan indi. Güzel Seniha (adını ertesi gün öğrendim) evine gir­ meden önce bana son bir gülücük atmak için arkasına döndü. Cesaretimden etkilenmişti ve Ahmed bu macera­ mı hiç de hayra yormadı....

XLIII Türk kadınları, özellikle de kibarlar âleminin kadınları eşlerine borçlu oldukları sadakati çok hafife alıyorlar. Bu kadınlarla başa çıkabilmek için bazı erkeklerin uyguladı­ ğı ciddi denetim ve dehşetli cezalar boşuna olmayabilir. İşi gücü olmayan, sıkıntıdan kıvranan, haremlerin yal­ nızlığında fiziksel olarak hasta düşen kadınlar ilk gele­ ne, elleri altında bulunan uşaklara ya da güzelse ve hoş­ larına gitmişse, kendilerini gezdiren kayıkçılara teslim olurlar. Hepsi Avrupalı gençlere fazlasıyla meraklıdır. Avrupalı gençler bunu bilse, cesaret edebilse ya da daha uygun koşullar yaratabilse denemekten çekinmeyecek­ lerdir. İstanbul'daki konumum, dillerini ve Türk gele-

133

neklerini biliyor oluşum -eski kilitleri çıt çıkarmadan dönen, gözlerden ırak evim- bu tür girişimler için olduk­ ça elverişli şeylerdi, isteseydim evim, haremlerin işsiz güçsüz güzellerinin uğrak yeri olabilirdi.

XLIV Birkaç gün kadar sonra huzurlu evimin üzerinde, benim­ le hâlâ sevmekte olduğum kadın arasında büyük bir fırtı­ na bulutu dolaşıyordu. Aziyade ona sunduğum ahlaksız teklife şiddetle isyan ediyordu. Benimkini etkisi altına almak isteyen bir irade gücüyle direniyor, gözlerinde tek bir gözyaşı sesinde en ufak bir titreme görünmüyordu. Ertesi gün için kendisini istemediğimi, birkaç gün­ lüğüne yerini bir başka kadının alacağını söylemiştim. Daha sonra geri gelebilir ve bu olay olmamış gibi davra­ narak beni sevmeye devam edebilirdi. Skandalları ve bunlardan dolayı ceza görmeyişiyle ünlü Seniha'yı tanıyordu. Behice Hanım'ın büyük eleşti­ riler yönelttiği bu yaratıktan nefret ediyordu. Bu kadın yüzünden kovalanıyor olma düşüncesi bile içini acı ve utançla dolduruyordu. "Bu konuda karar verildi Loti" diyordu. "Bu Seniha geldiğinde, iş bitmiş olacak ve ben artık seni sevmeyece­ ğim. Ruhum senindir, ben sana aidim, istediğin gibi dav­ ranmakta serbestsin. Ama Loti, her şey bitmiş olacak, belki kederimden ölecek ama seni bir daha asla görme­ yeceğim.

XLV Ve bir saatin sonunda, bu akıldışı plana aşk yüzünden boyun eğmek zorunda kalmıştı. Gidiyor ve öteki gittik­ ten sonra ve ben çağırtır çağırtmaz geleceğine yeminler ediyordu. Aziyade yanakları al al, gözleri kuru halde gitti. Ar­ kasından yürüyen Ahmed bir daha geri gelmeyeceğini söylemek üzere son bir kez arkasına baktı. Odamın kapı­ sını oluşturan Arap stili örtü üzerlerine kapandı ve ter­ liklerinin halılar üzerinde merdivene kadar sürüklendi­ ğini duydum. Aziyade basamaklara çökmüş gözyaşlarına boğulmuştu ve hıçkırıklarının sesi gecenin sessizliğinde bana kadar ulaşıyordu. Yine de odamdan çıkmadım ve gitmesine izin ver­ dim. Ona, kendisine taptığımı ve Seniha'yı hiç sevmedi­ ğimi söylemiştim ve bu doğruydu. Yalnızca aklım çelinmişti ve beni esrimelerle dolu bir bilinmeze sürüklüyordu. Yine de sıkıntı içindeydim. Beni bir daha görmek istemezse, haremin duvarlarının ardına çekildi mi, son­ suza kadar kaybederdim onu. Hiçbir insan gücü onu geri almama yardım edemezdi. Evin kapısı üzerlerine kapa­ nırken tarifsiz bir iç sıkıntısı duydum. Ama kanımı ateşe verecek o yaratığın düşüncesiyle orada öylece kaldım ve onları geri çağırmadım.

XLVI Ertesi akşam evim, tamamen iyi niyet gösterisi olarak mütevazı evimi ziyaret etmek isteyen kibar hanımefen­ diyi ağırlamak üzere süslenmiş ve kokulara boğulmuştu. Güzel Seniha, İstanbul için çok geç bir saat olan sekizde büyük bir gizlilik içinde geldi. Baş örtüsünü ve ihtiyaten giydiği, halktan sıradan bir kadın gibi görünmesini sağlayan gri yün feracesini çı­ kardı ve görüntüsü hiç de hoşuma gitmeyen bir Fransız tuvaletini yere bıraktı. Zevkli olduğu şüpheli ama son derece pahalı ve modern olan bu tuvalet Seniha'ya hiç yakışmamıştı. Düşüncelerimi fark etti. İstediği etkiyi ya­ ratamamış olmasına rağmen kendinden emin bir biçim­ de oturdu ve konuşmaya koyuldu. Sesi çekicilikten yok­ sundu. Gözleri merakla odamda dolaşıyor, hoşluğunu ve özgünlüğünü övüyordu. Özellikle de hayatımın oldukça garip olduğu konusunda ısrar ediyor ve bana cevap ver­ mekten kaçındığım bir sürü soru soruyordu. Bense Seniha Hanım'a bakıyordum... Körpe ve kadife tenli bedeni, aralık, kırmızı ve nem­ li dudaklarıyla muhteşem bir yaratıktı. Dik tuttuğu gu­ rurlu başını hâkim güzelliğinin bilinciyle arkaya doğru atıyordu. Ağzının gülümseyişinde, kirpikten saçaklar altında yarı kapalı duran kara gözlerinin ağır hareketlerinde ya­ kıcı bir şehvet vardı. Kokular içindeki odamın ılık yal­ nızlığında, hemen yanı başımda, isteklerime amade, da­ ha güzel bir kadın görmemiştim daha önce. Yine de, içimde beklemedik bir mücadele vardı. Duyularım, ta-

136

nımlanması daha güç olan ruhla savaşıyor, ruhum duyu­ larıma direniyordu. O sırada, kovmuş olduğum sevgili küçüğüme tapıyordum. Kalbim onun için şefkat ve piş­ manlıkla dolup taşıyordu. Yanı başımda oturan bu güzel yaratık ise aşktan çok tiksinme yaratıyordu. İstemiştim, o da gelmişti. Ona sahip olmak tamamen bana kalmış bir işti. Artık istemiyordum, varlığı bile beni rahatsız edi­ yordu. Konuşma uzuyordu. Seniha'nın komik tonlamaları vardı. Git gide kendime karşı daha da sertleşiyor, bu ka­ dının içimdeki mücadeleyi kazanamayacağına iyice ikna oluyordum. Türkçe olarak, "Madam, çok daha geç olmasını um­ duğum üzücü ayrılma ânı geldiğinde, size eşlik etmeme izin verir misiniz?" diye sordum. "Teşekkürler. Bir adamım var" dedi. İhtiyatlı bir kadındı: Hanımının kaçamaklarına alış­ kın olduğuna şüphe olmayan babacan bir haremağası her ihtimale karşın evimin kapısının önünde bekliyordu. Hanımefendi evimin eşiğinden geçerken kanımı beynime çıkaran kötü bir kahkahasını duydum ve kendi­ sini durdurmak için koluna yapışacak gibi oldum. Yine de kendimi sıkmamam gerektiğini düşünerek sakinleştim. Üstelik oynadığımız roller arasında asıl ko­ mik olanın benimki olmadığına şüphe yoktu.

XLVII Bir daha geri dönmeyeceğini söyleyen Ahmed ertesi gün saat sekiz gibi göründü. Yüzünü fena halde asmıştı ve beni soğuk bir edayla selamladı. Az sonra Seniha Hanım'ın hikayesiyle fena halde keyiflenmişti. Her zamanki gibi çok şeytan olduğuma ka­ rar verdi ve daha rahat gülmek için bir kenara çöktü. Sonraları atla dolaşırken Seniha Hanım'ın arabasıy­ la karşılaştığımızda, Ahmed öylesine alaycı bir tavır al­ maya başladı ki, onu azarlamak ve davranışını düzeltme­ si konusunda yemin ettirmek zorunda kaldım.

XLVIII Ahmed'i Unkapanı'na Hatice'nin yanına gönderdim. Gö­ revi, bu güvenilir maymuna Seniha Hanım'ın nasıl ağır­ landığını anlatmak, Aziyade'ye affını dilediğimi ve bu akşam değerli varlığını rica ettiğimi söylemesini ilet­ mekti. Aynı zamanda üç çocuğu kırlara yollayıp bana yeşil dallar, çiçekler, nergis ve fulyalarla dolu sepetler getir­ mekle görevlendirdim. Eski evin o gün alışılmamış bir neşe ve bayram havasına bürünmesini istiyordum. Aziyade akşam eve ayak bastığında, kapının eşiğin­ den odamızın girişine kadar çiçeklerden yapılma bir ha­ lıyla karşılaştı. Saplarından koparılmış fulyalar zemini kalın bir kokulu örtüyle kaplamıştı. Bu tatlı kokuyla sar-

138

hoş olmuştuk. Üzerinde ağladığı basamaklar görünmez olmuştu. Pembe ağzından ne bir söz ne bir sitem duyuldu. Çi­ çeklere bakarken gülümsüyordu yalnızca. Sözcükler kul­ lanmadan söylemek istediklerimi ilk bakışta anlayacak kadar zekiydi ve yaşlarla dolan gözleri derin bir sevinçle ışıldıyordu. Çiçeklerin üzerinden kaybettiği krallığına kavuşan küçük bir kraliçe ya da Hint tanrılarının yitik cennetinde dolaşan Apsara gibi ağır, sakin ve gururlu yürüyordu. Gerçek Apsaralar ve huriler bile ondan daha güzel ya da körpe, daha çekici ya da sevimli olamazdı... Seniha Hanım konusu kapanmıştı, üstelik bizim birbirimizi daha çok sevmemize neden olmuştu.

XLIX Bir kış akşamı, akşam namazı vaktiydi. Müezzin ilahi şarkısını söylüyordu, ikimiz Eyüp'teki gizemli evimize kapanmıştık. işte yine sevgili küçük Aziyade, bizden sonra Yahu­ d i l e r i n olacak kızıl mavi halının üzerine, Asya ipeği pantolonuyla bağdaş kurmuş, dik ve ciddi bir edayla oturuyordu. Son derece genç yüzü ve düşüncelerinin saflığıyla fazlasıyla çelişen, peygamberlere özgü bir ifa­ desi vardı. Bu, sıklıkla sorgulanmaz ve karşı çıkılmaz ol­ ması gerektiğine inanılan bir Doğu inanışına dayanan, kendine özgü bir mantığa beni de ikna etmek istediği za­ man aldığı ifadeydi.

139

"Bak Loti'm!" dedi gözlerini gözlerimin içine dike­ rek "Kaç

tane parmak burada

var?"

Parmaklarını açmış, elini gösteriyordu. Ben gülerek cevap verdim: "Beş Aziyade." "Evet Loti, yalnızca beş. Ama yine de hiçbiri birbiri­ ne benzemiyor. Bu bundan bir parça küçük. Bu baş par­ mak diğerinden biraz daha kısa, ikincisi üçüncüsünden kısa ve sonuncusu hepsinden kısa." Gerçekten de Aziyade'nin küçük parmağı çok kü­ çüktü. Tırnağının dibi, etten çıkan kısmı, diğer tırnakları gibi kınayla boyanmıştı. "İşte bunun gibi, hatta daha da belirgin olarak, Al­ lah'ın sayısız yaratığı da birbirine benzemez. Bütün ka­ dınlar, bütün erkekler aynı değildir..." Amacı, bir zamanlar bana âşık olan kadınlar beni unutabilmiş, dostlar beni aldatmış ya da terk etmişse bi­ le, bunlardan yola çıkarak bütün kadınlar ve bütün er­ kekleri yargılamamın hata olacağını söylemekti. Aziyade başkaları gibi değildi, beni unutamazdı. Ahmed de şüp­ hesiz sonsuza kadar sevecekti beni. "Demek ki Loti, bizimle kalacaksın..." Sonra geleceği düşündü, düşüncelerini bulandıran bilinmez ve karanlık geleceği. Çok uzak olan yaşlılığı pek hayal edemiyordu... Ama neden birlikte ve birbirimizi sevmeye devam ede­ rek yaşlanmayacaktık. Bu hayatta ve ötesinde birbirimizi sevebilirdik... Şöyle diyordu: "Sen koca (ihtiyar), ben koca..." Bu son cümleyi yarım bırakıyor ve her zamanki gibi konuşmaktan çok mimiklerle ifade ediyordu kendini.

140

"Ben ihtiyar olacağım" demek için genç sesini çatallandırıyor, birkaç saniye için genç ve körpe bedenini öne eğerek ihtiyar bir kadın gibi iki büklüm oluyordu. Vardı­ ğı sonuç şuydu: "Zarar yok Loti. Birbirimizi her zaman seveceğiz."

L Eyüp, Şubat 1 8 7 7

Düşünürsek hikâyemizin başlangıcı oldukça garipti! Bir ay boyunca imkânsız bir sona ulaşmak için üst üste yapılmış bir dolu ihtiyatsızlık, bir dolu beceriksiz­ lik. Selanik'te, biraz dikkatli bir gözün, en azından ay­ rıntıların mükemmelliği yüzünden fark edebileceği bir kıyafetle bir Türk gibi giyinmek, yoldan geçen birinin yönelteceği herhangi bir soruyla kâfirliğim ortaya çıkabi­ lecek ve mahvıma neden olabilecekken sokaklarda do­ laşmak, Türkiye'de benzeri görülmemiş bir cesaretle bir Müslüman Türk kadınına cumbasının altından kur yap­ mak, üstelik bütün bunları Tamı biliyor ya, aşk için cesa­ ret göstermekten çok hayattan duyulan sıkıntıyı gider­ mek, işsiz güçsüz arkadaşların gözüne ilginç görünmek, varoluşunla meydan okumak için yapmak. Ve bu son raddedeki ihtiyatsızlığın, macerayı traje­ diye dönüştürecek araçların kullanılmasına rağmen ba­ şarıyla taçlandırılması. Bu durum son derece çılgın şeylerin de iyi sonla

141

noktalanabileceğim, çılgınlar için de bir şans olduğunu, gözü peklerin de bir tanrıları olduğunu kanıtlıyordu. ...Onun kalbinde ilk uyanan duygular merak ve en­ dişe olmuştu. Başlangıçta aşktan çok şaşkınlık ifade eden o koca gözlerini balkonun parmaklıklarına daya­ masına neden olan meraktı. Öncelikle, Proteus'un biçim değiştirmesi gibi kılık değiştirerek, Arnavutlar gibi sırmalar içinde gelip pence­ resinin altına yerleşen bu yabancı için ilk onun içi titre­ mişti. Ve sonra onu, satın alınmış bir köle olan hazin kaderli Aziyade'yi yalnızca hayranlıkla izleyebilmek için haya­ tını gözünü kırpmadan tehlikeye atan bu adamı sevmesi gerektiğini düşünmüştü. Zavallı küçük kız yüzü bu kadar genç olan bu delikanlının hayatta her şeyi fazlasıyla sö­ mürmüş ve özgün bir yeniliğin peşinden koşan bezgin bir kalp taşıdığından hiç kuşkulanmamıştı. Bu biçimde sevil­ menin iyi bir şey olacağını söylemişti kendine ve yavaşça kaymıştı gâvurun kollarına götürecek yola. Kendini kendisine karşı korumasını sağlayacak her­ hangi bir ahlak ilkesi öğretilmemişti ona. Yavaş yavaş yüzüne okunan bu ilk aşk şiirinin çekiciliğine, bu tehli­ kenin ürkütücü çekiciliğine kaptırmıştı kendini. Manas­ tır yolundaki yalının parmaklıkları arasından elini uzat­ mıştı önce, sonra da penceresini açarak dudaklarını, en sonunda, gençliğine ve körpe masumluğuna sahip oldu­ ğu Marguerite gibi bahçeye inmişti. Marguerite'in ruhu gibi, onun ruhu da saf ve bakir­ di. Bir ihtiyar tarafından satın alınmış bedeni el değme­ mişti.

LI Artık bütün Türk geleneklerini, İstanbul'un dolambaçlı yollarını, gizlenme sanatının bütün inceliklerini biliyor ve daha güvenli ve düşünceli davranıyoruz. Hâlâ randevulaşırken titriyoruz. Selanik'teki o ilk ayların anısı rüya gibi geliyor. Sık sık ateşin önünde oturup, büyüyüp aklını başına alan çocuklar gibi konuşuyor, Selanik'teki o çılgın za­ manlarımızı, tek bir düşüncemizi birbirimize ifade ede­ meden, tek söz söyleyemeden, nereye gideceğini bileme­ yen suçlular gibi kırlarda ya da denizde dolaştığımız o fırtınalı günlerden söz ediyoruz. Öykünün en garip yanı da şu ki, onu seviyorum. "Masum aşkımın küçük mavi çiçeği" bu genç ve yakıcı tutkuyla birlikte yeniden açtı kalbimde. Ruhumun daha derinlerinde, onu seviyor ve ona tapıyorum...

LII Ocak ayının güzel bir pazar günü, keyifli bir kış güneşi altında eve dönerken, bizim mahallede beş yüz kişinin ve tulumbaların toplandığını gördüm. "Neresi yanıyor?" diye sordum sabırsızlıkla. Her zaman evimin yanacağına ilişkin bir önsezim olmuştu. "Çabuk koş Arif!" diye cevap verdi ihtiyar bir Türk, "Çabuk koş Arif! Senin ev yanıyor!"

143

Böyle bir heyecanı daha önce hiç yaşamamıştım. Yine de birbirimiz için, onun benim, benim onun için onca aşkla hazırladığımız bu küçük eve aldırmaz bir havayla yaklaştım. Geçtiğim yerlerde düşman ve tehditkâr bir kalabalık aralanıp bana yol açıyordu. Öfke içindeki yaşlı kadınlar erkekleri kışkırtıyor ve bana lanetler yağdırıyordu. Kü­ kürt kokusu duymuş, yeşil alevler görmüşlerdi, beni bü­ yücülükle suçluyorlardı. Eski kuşkular yalnızca uykuya çekilmişti. Şimdiyse kimse tarafından tanınmayan, endi­ şe uyandıran ve tuhaf bir adam olmanın meyvelerini topluyordum. Evimize yavaş yavaş yaklaştım. Kapılar çökmüş, cam­ lar kırılmış, çatıdan dumanlar yükseliyordu. İstanbul'da kargaşa dönemlerinde ortaya çıkan o korkunç kalabalıklar­ dan biri tarafından istila edilen evimde her şey yağmalanmıştı. İçeri girdim, isle karışık siyah bir su, yanmış alçı ve alevli tahtalardan başka bir şey görünmüyordu... Aslında ateş söndürülmüştü. Bir oda, bir zemin, iki kapı ve bir duvar tamamen yanmıştı. Büyük bir soğuk­ kanlılıkla durumu gözden geçirdim. Başıbozuklar, yağ­ macıların elindeki malları geri almış, meydanı boşaltmış ve kalabalığı dağıtmıştı. iki silahlı zaptiye kırılan kapının önünde nöbet bekliyordu. Eşyalarımı onlara emanet ettim ve Galata'ya gitmek üzere kayığa bindim. Ahmed'i bulacaktım: O ne yapılacağını bilirdi, üstelik bu kargaşa ortasında dost bi­ rinin varlığı benim için çok değerliydi. Bir saat kadar sonra, bu gürültü patırtı ve kahveler merkezine ulaştım. Boş yere Madamları'na ve bütün ba-

144

takhanelere baktım: O akşam Ahmed'i bulmak mümkün değildi. Kapısız penceresiz odamda, ölümcül bir soğukta, is kokan nemli örtülere sarılıp uyuyacak gücü buldum ken­ dimde. Az uyudum. Düşüncelerim çok karamsardı. O ge­ ce hayatımın en kötü gecelerinden biri oldu.

LIII Ertesi sabah Ahmed'le birlikte hasar tespiti yaptık. Yine de fazla zarar olmadığı söylenebilirdi. Üstelik onarılma­ sı kolay bir hasar söz konusuydu. Harap olan oda boştu ve kullanılmıyordu. Laf olsun diye bir yangın çıkarsak ancak böyle olurdu. Ufak tefek eşyalar dört bir yana sa­ çılmış ama kirlenmekten başka bir şey olmamıştı. Ahmed hummalı bir çalışmaya girişti. Üç ihtiyar Yahudi her şeyi temizleyip yerine yerleştiriyor ve çok komik sahneler yaşanıyordu. Ertesi gün her şey süpürülmüş, yıkanmış, kurutul­ muş ve tertemiz yerli yerine konmuştu. İki odanın yerin­ de dev bir kara delik vardı. Bu ayrıntı bir yana, ev ve be­ nim odam her zamanki özgün zarif görünümünü almıştı. Evim, hemen o akşam düzenlediğimiz büyük bir da­ vet için hazırdı. Çok sayıda tepsinin üzerine nargileler, lokumlar ve kahve konulmuştu. Bir orkestra, iki müzis­ yen, bir davul ve bir obua bile vardı. Bütün bu işleri Ahmed istemiş ve bir mizansen ha­ zırlamıştı: Saat yedide, kaderime karar verecek olan yet­ kilileri ve ileri gelenleri ağırlıyordum.

145

Kimliğimi açıklamak ve İngiliz elçiliğinden yardım istemek zorunda kalmaktan endişeleniyordum: Ziyaret­ çilerimi beklerken şaşkınlıktan ne yapacağımı bilemi­ yordum. Bu maceranın sonunda elçiliğe başvurmak, yukarı­ dan gelen bir emirle İstanbul'daki hayatımın sona erdi­ rilmesi anlamına gelebilirdi ve bu sonuçtan, Osmanlı adaletinden daha çok korkuyordum. Hâlâ bütün o insanları, ev sahibim, semtin ileri ge­ lenleri, komşular, yargıçlar, polis ve dervişlerden oluşan on beş yirmi kişiyi büyük bir ciddiyetle halılarımın üze­ rinde otururken görür gibi oluyorum. Orkestra gürültüy­ le çalıyor, Ahmed kadehleri ağzına kadar mastika ve kahve ile dolduruyordu. Kundakçı ya da büyücü suçlamasından kurtulup kendimi aklamam, hapse girmem ya da Eyüp'ü yakmaya kalkışmaktan dolayı büyük bir para cezası, ev sahibime tazminat ödeyip, evin onarım masraflarını karşılamam söz konusuydu. Türkiye'de insanın kendinden başka güvenecek kimsesi yoktur ama genellikle cesaretle başlanılan her şeyde başarılı olunur ve beceri her zaman bir başarı ara­ cıdır. Bütün bir akşam, önemli bir kişi gibi tavır takınıp saldırgan ve gözü pek davrandım. Ahmed kadehleri hiç boş bırakmıyor, insanların çıkarlarına ve gizli sorunlara çomak sokuyordu. Rolünde mükemmeldi. Orkestra bü­ yük bir gürültü yapıyordu. İki saatin sonunda, durum içinden çıkılmaz bir hal aldı: Konuklarım birbirlerini an­ lamıyor, kendi aralarında kavga ediyorlardı, ben konu dışı kalmıştım.

Ahmet, "Bak Loti! işte hepsi kıvama geldi. Bu be­ nim eserim. Koca istanbul'da Ahmed gibisini bulamaz­ sın. Ben senin için gerçekten bir nimetim" dedi. Durum oldukça karmaşık ve komikti. Ahmed çılgın ve bulaşıcı bir neşe içindeydi. Bir akrobasi numarası yapmak için duyduğum dayanılmaz isteğe yenildim ve hiç beklenmedik bir anda ellerimin üzerinde zıplayarak, şaşkınlık nidaları arasında iki cambaz numarası yaptım. Bu fikirle iyice heyecanlanan Ahmed bu şaşkınlık anından yararlandı, herkesi ayrı ayrı selamlayarak, ayak­ kabılarını, kürklerini, fenerlerini dağıttı ve toplantı hiç­ bir karar almamadan sona ermiş oldu. Sonuç ve kıssadan hisse: Hapse gönderilmedim ve herhangi bir ceza ödemedim. Ev sahibim yarısını kendi­ sine bıraktığı için Allah'a şükrederek evini onarttı ve ben mahallenin şımarık çocuğu olarak kaldım. iki gün soma, Aziyade eve geldiğinde her şeyi yerli yerinde ve çiçeklerle bezenmiş halde buldu. Kapalı bir evin kendi kendine nasıl ateş aldığı açık­ lanması güç bir olaydı ve yangının başlangıç nedeni hep gizemli kaldı.

LIV Dinin özü unutuştur... Okyanus'un ortasına dalanlar bu yok oluş içinde huzur bulurlar. Kalp burada varolmamak dışında bir şey bulamaz... FERİDETTİN ATTAR, İranlı şair

İstanbul'un bir ucunda, İzzeddin Ali Efendi'nin evinde kabul töreni vardı: Parfüm kokusu, tömbeki dumanı, ba­ kır pullarla süslü tef ve dalgın bir edayla garip Doğu ez­ gileri söyleyen erkek sesleri. Önceleri bana garip bir barbarlık gibi gelen bu ak­ şamlar yavaş yavaş alışkanlık haline gelmiş ve daha son­ raları benim evimde de tef sesi, parfüm ve dumanlarla sarhoş olunan benzer geceler düzenlenmişti. İzzeddin Ali Efendi'nin davetlerine akşam gidilir, gün doğarken çıkılır. İstanbul'da mesafeler karlı bir gece için fazla uzundur ve İzzeddin'in konukseverliği geniş anlamda yaşar. İzzeddin Ali'nin evi dışarıdan eski ve harap görü­ nür. Kara gizemli duvarlar Doğu'ya özgü lüksün ihtişa­ mını barındırır. İzzeddin Ali eski olan, geçmişteki özlem duyduğu zamanları hatırlatan, bir zamanların izlerini ta­ şıyan her şeye aşırı düşkündür. Ağır demir kapıya vurulur. İki küçük Çerkeş cariye sessizce gelip kapıyı açar. Fenerler söndürülür, ayakkabılar çıkarılır. Bu Türk geleneklerine göre çok önemli bir uygulamadır. Doğu'da ev içleri dışarının çamuruyla kirletilmez. Çamur kapıda bırakılır ve atalardan torunlara miras kalan değerli halı­ lara yalnızca terliklerle ve çıplak ayakla basılır.

148

Bu iki cariye sekiz yaşındadır, satılıktır ve bunu bi­ lirler. Aydınlık yüzleri düzgün ve sevimlidir. Başlarının üzerinde toplanan bebek saçlarına çiçekler iliştirilmiştir. Saygıyla elinizi tutar ve alınlarına götürürler. Bir zamanlar kendisi de küçük bir Çerkeş cariye olan Aziyade bu itaat ve aşk ifadesini sürdürür. İran halılarıyla kaplı, eski, loş merdivenler çıkılır; haremlik yavaşça açılır ve sedef kakmalı bir kapının ara­ lığından kadın gözleri size bakar. Halıların, bir Kaşmir koyununun sırtında yürüdü­ ğünüzü düşündürecek kadar kalın olduğu bir büyük odada beş altı delikanlı mutlu bir gevşeklik ve düşler âlemine özgü bir sakinlikle bağdaş kurarak oturmuştur. Köz dolu, işlemeli bakırdan büyük bir mangal, insanı uykuya daldıracak kadar ağır, ılık bir hava verir. Oymalı meşe tavandan sarkan şamdanlarda çok sayıda mum yanmaktadır. Pembe, yumuşak ve gizemli bir ışığı renk renk yansımalarla sızdıran lale biçimli camlara kapatıl­ mışlardır. Türk gecelerinde kadınlar gibi, sandalyeler de gö­ rülmez. Zengin Asya ipekleriyle kaplı çok alçak divan­ lardan başka bir şey yoktur; ayrıca brokar, saten ve sırma kaplama yastıklar, uzun yasemin çubuklarının yerleşti­ rildiği gümüş tepsiler görülür. Sekiz köşeli küçük sehpa­ ların üzerinde ucunda altın kakmalı büyük amber toplar bulunan nargileler durmaktadır. İzzeddin Ali'nin evine herkes kabul edilmez. İçerdekiler seçilmiş insanlardır. Paris bulvarlarında sürün­ müş, yapışkan ve alıklaşmış paşa çocukları yoktur ama Batı'dan esen maden dumanıyla kirlenmiş eşitlikçi rüz-

149

garlardan korunmuş; yaldızlı yalılarda büyümüş, iyi ye­ tişmiş eski Türkiye'den çocuklar vardır. Bu gruplarda ateşlilik ve gençlikle dolu bakışlarıyla sempatik yüzler görülür. Gündüzleri

Avrupalı

kıyafetleriyle

dolaşan bu

adamlar, akşamları dokunulmazlığı olan ev içlerinde ipek gömlek ve içi kürklü uzun kaşmir kaftanlarına geri dönerler. Gri palto, Asyalı yapılarına yakışmayan, geçici olarak giydikleri, zarafeti olmayan bir kılık olarak kalır. ...Kokulu duman ılık havada sürekli değişen, kar­ maşık biçimler çizmektedir. Alçak sesle sohbet edilmek­ te ve sıklıkla da Ignatiev ve endişe verici "Moskof'lar­ dan, Allah'ın Halife ve Ìslam için hazırladığı korkunç kaderden söz edilmektedir. Arap stili kahve fincanları defalarca dolup boşalmaktadır. Kendilerini göstermenin hayalini kuran harem kadınları kapı aralıklarından bak­ makta ve gümüş tepsileri almak için bizzat içeri girmek­ tedir. Parmaklarının uçları, bazen bir gözleri ya da ace­ leyle geri çekilen bir kol görülür zaman zaman ama hepsi bundan ibarettir ve Türk saatine göre beşte (onda), haremin kapısı kapanır, güzeller bir daha görünmez. Kur'an'ın yasaklamadığı beyaz İzmit şarabı tek bar­ dak olarak ikram edilir ve geleneğe göre herkes sırayla içer. O kadar az içilir ki, bir genç kız bile daha fazlasını isteyecektir. Zaten şarabın bundan sonra olacaklarla hiç­ bir ilgisi yoktur. Bununla birlikte kafalar yavaş yavaş ağırlaşır ve git gide belirginliğini yitiren düşünceler bir düş âleminde birbirine karışır.

İzzettin Ali ve Süleyman elleriyle temenni alır nere deyse yarı uykulu bir sesle Asya'ya özgü şarkılar söylerler. Yükselen dumanlar, donuklaşan bakışlar, parıldayan sedefler, mekânın zenginlikleri git gide daha belirsiz görünür. Ve yavaş yavaş sarhoşluk, bütün insanî ş e y l e r i n unutulma ânı gelir! Hizmetçiler yataklar getirir, herkes uzanır ve uyuk­ lamaya başlar... ...Sabah edilir; dişbudak ağaçlarının ve ipek perde­ lerin aralıklarından gün ışığı sızmaya başlar. İzzeddin Ali'nin konukları, İngiltere'de kullanılma­ ya zor cesaret edilecek işlemeli ve sırmalı havlularla, be­ yaz mermer tuvaletlerde sırayla güne hazırlanır. Bakır mangalın çevresinde toplanılarak bir sigara içilir ve vedalaşılır. Uyanış keyifsizdir. İnsan kendini sabah vakti İstan­ bul'un çamurunda, sokakların ve pazar yerlerinin hare­ ketliliği içinde bulduğunda Binbir Gece Masalları'nda bir rüyaya gidip geldiğini hayal eder.

LV İstanbul gecelerinin bütün bu gürültüleri, hafızamda ba­ na her zamanki garip açıklamalarını yaptığı sesiyle ka­ rışmış halde kaldı. Hepsinden daha kötüsü bekçilerin yangını haber ve­ ren o korkunç "yangın var!" çığlıklarıydı. İstanbul ma­ hallelerinin o derin sessizliği içinde tekrar edip duran, öylece uzayıp giden, iç karartıcı bir çığlık.

151

Sonra, sabahları horozların müezzinlerin duaların­ dan az önce gelen tan şarkıları. Günü haber verdiği için ve yarın, tekrar başa dönüleceği, her şeye, hayata bile ye­ niden başlayacağı için hüzünlü bir şarkı! Eyüp'teki bu inziva evinde geçirdiği ilk gecelerden birinde, eski evin merdivenlerinden gelen bir gürültü ikimizi birden ürpertmişti. ikimiz de kapımıza bir cin grubunun dayandığını ya da ellerinde kınlarından çıka­ rılmış büyük hançerler ve yatağanlarla çürük basamakla­ rı tırmanan sarıklı adamlar güruhunun sesini duyduğu­ muzu sanmıştık. Birlikteyken her şeyden korkabilirdik ve titrememiz gayet doğaldı. Ama ses biraz daha belirgin ve daha az korkutucu bir halde tekrarlanmıştı. Yanlış anlaşılacak bir yanı kal­ mamıştı: "Sıçan!" dedi gülerek ve tamamen rahatlamış bir halde... Büyük ev gerçekten de sıçanlarla doluydu ve gece­ leri çok sayıda ölümle sonuçlanan büyük savaşlara giri­ şiyorlardı. Aziyade sık sık, "Çok sıçan var senin evde Loti'm!" diyordu. Bunun üzerine, güzel bir akşam bana yavru Kedi Beyi hediye etti. Daha sonra devasa ve çok etkileyici bir kediye dö­ nüşecek olan Kedi Bey, kocaman yeşil gözleri olan, son derece obur, küçücük sarı bir yün yumağıydı. Bir akşam, okula giden Türk çocukların kullandığı sırma işlemeli kadife keselerden birinin içinde bana sürpriz olarak getirmişti onu.

152

Bu, Boğaziçi'nin Asya kıyısındaki bir köy olan Kanlıca'da, çıplak ayaklarla, başı açık halde okula gittiği za­ manlarda kullandığı kendi cüz kesesiydi. Aziyade bu hocanın derslerinden çok kısa süre yararlanabilmişti ve yazısı çok kötüydü. Ama bu durum, çocukluğundan ka­ lan dostunu, rengi atmış bu zavallı keseyi sevmesine en­ gel değildi... Kedi Bey, bana hediye edildiği gün, bir ipek havlu­ ya sarılmıştı ve yolculuğun korkusuyla içine her türlü münasebetsizliği yapmak zorunda kalmıştı. Kedi Bey için altın pullarla süslü bir tasma işleyen Aziyade, öğrencisini bu kadar kötü bir durumda görünce büyük hayal kırıklığına uğradı. Ama kedinin o kadar ga­ rip bir hali vardı ki, o kadar canı sıkılan Aziyade bile, bu paketten çıkış karşısında Ahmed ve benimle birlikte kahkahalara boğuldu. Kedi Bey'in sunuluşu hayatım boyunca unutamaya­ cağım anılardan biri haline geldi.

LVI La ilahe illallah

ve Muhammeden resulullah! [Allah bir­

dir ve Muhammed de onun peygamberidir!] Asırlardır her gün aynı saatte, cami minarelerinin üzerinden, aynı notalarla işitilen bu cümle bizim eski evin üzerinde çınlıyor. Tiz sesiyle müezzin, kendiliğin­ den gelişen bir tekdüzelikle, ölümcül bir düzen içinde yayıyor bu cümleyi dört bir yana. Artık bir avuç külden ibaret olanlar gibi, biz dün

153

doğmuş olanlar da aynı cümleyi, aynı yerden dinliyoruz. Aralıksız üç asırdan beri, kış sabahlarının puslu tan vak­ tinde, yaz güneşinin güzel doğuş anlarında, islam'ın kut­ sal cümlesi horozların şarkılarına ve uyananların ilk gü­ rültülerine karışıyor, işte o anda beyaz gecelerimizden, aşk gecelerimizden hüzünlü bir uyanış, ölümcül bir ayrı­ lık yaşanıyor. O sırada aceleyle vedalaşarak, bir daha gö­ rüşüp görüşemeyeceğimizi bilmeden, ertesi gün bir şey­ lerin ortaya çıkıp çıkmayacağını, dört karısı tarafından aldatılan bir ihtiyarın intikamıyla birbirimizden ayrıl­ mak, hiçbir insan elinin uzanamayacağı haremlerin hü­ zünlü dramlarına maruz kalıp kalmayacağımızı bilme­ den gitmek gerekiyor. Sevgili küçük Aziyade, alt tabakadan bir kadın gibi, evde dikilmiş gri yün örtüsüne sarınarak, esnek bedenini iyice eğerek, bazen bir bastona dayanıp, yüzü kalın bir yaşmağın altında gizli çıkıp gidiyor. Bir kayık onu pazarlarla dolu o kalabalık semte gö­ türüyor ve Hatice'nin evinde kendi giysilerini giyinip, gün iyice ağarınca efendisinin haremine gidiyor ve bu gezintisinden, görünüşü biraz olsun kurtarmak için biraz çiçek ya da kurdele gibi bir şeylerle dönüyor...

LVII ...Ahmed çok ciddi ve ağır bir tavır içindeydi: Birlikte gi­ zemli bir sefere çıkmıştık ve Aziyade'nin ısrarı sonucu, beni istediği yere götürmesine izin vereceğime ve her söylenene itaat edeceğime yeminler etmiştim.

154

Eyüp iskelesine geldiğimizde Ahmed, Azapkapı'ya gitmek üzere bir kayıkçıyla pazarlığa girişti. Fiyatta an­ laştıklarında, beni kayığa bindirdi. Ciddi bir edayla, "Otur Loti" dedi. Ve yola çıktık. Azapkapı'ya geldiğimizde katran, eski makaralar ve tavşan derisi satıcılarının doldurduğu çamurlu, karan­ lık, izbe sokaklarda ardından gitmek zorunda kaldım. Kapı kapı dolaşıp ihtiyar Dimitri'.yi soruyorduk. Sonun­ da karmakarışık bir dükkânda bulduk adamı. Bu, beyaz sakallı, haydut kılıklı, üstü başı param­ parça yaşlı bir Rum'du. Ahmed ona üzerinde Aziyade'nin adı yazan bir kâ­ ğıt parçası verdi ve aralarında Homeros'un dilinde, anla­ madığım uzun bir konuşma geçti. İhtiyar pis bir kutudan bir deste küçük kama çıkardı ve aralarından en sivri uçlularını seçmeye başladı. Yap­ tıkları pek güven verici görünmüyordu. Ahmed'e artık anlayabildiğim şu sözleri söyledi: "Bana yerini gösterin." Ahmed gömleğimi kaldırarak parmağını sol tarafa, kalbimin tam üzerine koydu...

LVIII İşlem çok fazla acı vermeden tamamlandı ve Ahmed sa­ natçıya Aziyade'nin kesesinden gelen on kuruşluk bir banknot verdi. Yaşlı Dimitraki Rum gemicilere dövme yapmak gibi

155

garip bir işle uğraşıyordu. Eli çok hafifti ve çizimleri bü­ yük bir kendine güvenle gerçekleştiriyordu. Göğsümün üzerinde, kapanıp kabukları döküldük­ ten sonra güzel bir mavi renkle Aziyade'nin Türkçe adı­ nı ortaya çıkaracak olan, binlerce iğne batışıyla oluştu­ rulmuş acılı, kırmızı bir plaka taşıyordum. Müslüman inanışına göre, bedenimin herhangi bir yerinde taşıdığım işaretler ya da kusurlar gibi, bu dövme de beni sonsuza kadar izleyecekti.

LIX LOTI'DEN PLUMKETT'E Şubat, 1 8 7 7

Ah, ne güzel bir geceydi... İstanbul o kadar güzeldi ki Plumkett! Deerhound'dan saat sekiz gibi ayrılmıştım. Uzun süre yürüdükten sonra Galata'ya vardığımda, geçerken Ahmed'i de almak için Madamları'na uğradım ve birlikte, ıssız Müslüman mahallelerinden geçerek Azapkapı'ya vardık. Orada Plumkett, önümüze iki yol çıkıyordu, Eyüp'e ulaşmak için birini seçmemiz gerekiyordu. istanbul'a giden büyük vapur köprüsünü geçerek Fener, Balat ve mezarlıklar arasından yürüyerek gitmek dolaysız ve kolay bir yoldu ama burası ancak yanımızda dostumuz Samuel'in de olduğunda geçtiğimiz, geceleri tehlikeli olan bir yoldu.

156

O akşam, huzur içinde evimize ulaşmak için Karaköy'den kayığa binmiştik. Havada en ufak bir esinti, suda bir kıpırtı, küçücük bir ses bile yoktu! İstanbul kardan devasa bir kefenle ör­ tülmüştü. Güneş ve mavi gökyüzünün kentinde beklenmeyen, görkemli bir kuzey manzarasıydı. Binlerce küçük kara evle kaplı bütün bu tepeler gö­ zümüzün önünde tekdüze ve korkunç bir beyaz renge karışmış, suskun uzanıyordu. Kar altında kalmış bu insan yuvalarının üzerinde gri camilerin görkemli yapıları ve minarelerin sivri uçla­ rı yükseliyordu. Bulutlar ardında kalan ay, belli belirsiz mavi ışığını her şeyin üzerinde gezdiriyordu. Eyüp'e vardığımızda, pencerelerimizi örten kalın perdelerin, vitrayların ve kafeslerin ardından ışık süzüldüğünü gördük: O oradaydı; evimize ilk o gelmişti... Görüyorsunuz Plumkett, size olduğu kadar başkala­ rına da açık olan Avrupalı evlerinizde, bütün yorgunluk­ lar ve bütün tehlikelere değecek bu ulaşma mutluluğunu tahmin bile edemezsiniz...

LX Bir zaman gelecek, bu aşk rüyasından geriye hiçbir şeyi kalmayacak, bir zaman gelecek, her şey bizimle birlikte dipsiz geceye gömülecek, taşların üzerine kazıdığımız adlarımıza kadar, bize ait olan her şey kaybolacak...

157

Sevdiğim ve görmek istediğim bir ülke var: Karanlık dağları ve devasa ormanlarıyla Çerkezistan. Bu ülkenin hayal gücümdeki çekiciliği Aziyade'den geliyor: Sevdi­ ğim kanını ve canını oradan almış. Hayvan kürklerine sarınmış yarı vahşi, acımasız Çerkesler'in geçişini seyrederken, bir şeyler beni bu ya­ bancılara çekiyor çünkü damarlarında sevgilimle aynı kanı taşıyorlar. O ise, kıyısında doğduğunu düşündüğü büyük bir göl, adını hatırlamadığı, orman içinde kaybolmuş bir köy, açık havada dağlı çocuklarıyla birlikte oynadığı bir plaj hatırlıyor... insan zamanı aşıp sevdiğinin geçmişine dönmeyi, çocuk yüzünü, her yaştaki yüzünü görmek istiyor. Kü­ çük bir kızken de sevmeyi, başka kimse tarafından ok­ şanmadan, başka kimseye ait olmadan, dokunulmadan, görülmeden kollarında büyüyüşünü izlemeyi diliyor. Geçmişini, sizden önce başkalarına verdiği her şeyi kıs­ kanıyor, kalbindeki en küçük bir duyguyu, ağzından dö­ külüp de sizden önce başkalarının duyduğu her türlü sö­ zü kıskanıyor. Bugün yetmiyor, bütün geçmiş ve bütün geleceğe de ihtiyaç duyuyor. Orada onunla el ele, göğüs­ ler ve dudaklar birbirine dokunur halde dururken, aynı anda bedeninin her noktasına dokunmak, bütün hücre­ leriyle hissetmek, tek bir varlık olmak ve onun içinde eriyip gitmek istiyor... 'Aziyade, çocukluğundan ufak tefek hikâyeler anlat bana, Kanlıca'daki okuldaki yaşlı hocandan söz et" diyo­ rum. Aziyade gülümsüyor ve aklını meşgul eden yeni

158

düşünceler ve garip ayrıntılar arasından bana anlatacak bir hikâye bulmaya çalışıyor. Genellikle hocaların baş­ rollerde olduğu bu hikâyeler arasından en çok en eskile­ rini, yarısı hafızasından silinmek üzere olan, ilk çocuk­ luğun uçucu anılarını seviyor. Sonra, "Sıra sende Loti! Devam et, on altı yaşında kalmıştık" diyor. Heyhat!.. Ona Cengiz dilinde söylediklerimi, daha önce başkalarına başka dillerde söylemişim! Bana söyle­ diklerinin hepsini, ondan önce başkalarından işitmişim! Ardı arkası gelmeyen, hoş ama anlamsız, güçlükle duyu­ lan bir sesle aktarılan bütün bu sözleri, Aziyade'den ön­ ce başkaları tekrarlamış bana! Kalbimde anıları ölmüş diğer genç kadınların çeki­ ciliği altında, başka ülkeleri, başka şehirleri, başka me­ kânları ve bütün bir geçmişi sevmişim! Bu sonsuz aşk düşünü başka biriyle görmüştüm: Birbirimize taptıktan sonra, damarlarımızda kan aktığı sürece birlikte olacağımıza, sonunda aynı mezara gömü­ leceğimize ve üzerimizi aynı toprağın örteceğine, külle­ rimizin sonsuza dek birbirine karışacağına yeminler et­ miştik. Ama bütün bunlar geçti, silindi, yok oldu!.. Hâlâ gencim ve onu neredeyse hatırlamıyorum bile. Bir sonsuzluk varsa, orada kiminle yaşayacağım? Onunla mı seninle mi küçük Aziyade? Bu açıklanması olanaksız esrimelerde, bu insanı alt üst eden kendinden geçişlerde, neyin şehvetten neyin duygulardan geldiğini kim söyleyebilir? Yeniden yaratıl­ mak ve yeniden yaşamak isteyen ruhun tanrıya dönük çabası mı, doğanın kör gücü müdür? Yaşayan herkesin

159

kendine sorduğu bu soru o kadar çok tekrarlanmıştır ki, yinelemek sayıklamaya benzer. Birbirimizi sevdiğimiz için madde dışı ve sonu ol­ mayan bir birleşmeye inanıyoruz. Ama kuşaklar boyu binlerce yıl kim bilir kaç bin insan inandı buna, kaç bini birbirini sevdi ve umutla içi aydınlanarak, ölümün alda­ tıcı serabı içinde birbirine güvenerek uykuya daldı? Heyhat! Yirmi yıl soma, hatta belki iki yıl sonra, kim bi­ lir nerede olacağız Aziyade? Toprağa gömülen iki adsız ceset olacağız belki. Belki de mezarlarımız arasında yüz­ lerce kilometre olacak, peki kim hatırlayacak birbirimizi sevdiğimizi? Bir zaman gelecek, bu aşk rüyasından hiçbir şey kalmayacak. Bir zaman gelecek, ikimiz de gecenin derin­ liğinde kaybolacağız, bizden hiçbir iz kalmayacak, adlarımızı kazıdığımız taşa kadar her şey silinip gidecek. Küçücük Çerkes kızları doğdukları dağlardan İstan­ bul haremlerine gelmeye devam edecek. Müezzinin hü­ zünlü şarkısı kış sabahlarının sessizliğinde çınlamaya devam edecek, ama artık bizi uyandıramayacak!

LXI Kedilerin başşehri Ankara'ya yolculuk uzun süreden be­ ri konuşuluyordu. Üstlerimden, orada elçiliğin müdahalesini gerekti­ recek herhangi bir olaya karışmamam koşuluyla izin ala­ bildim (on günlük bir izin).

16ü

Kafile bulutsuz bir günde Üsküdar'da toplandı. Der­ viş Rıza Efendi, Derviş Mahmut Efendi ve İstanbul'dan birçok dost katılıyordu bu yolculuğa. Türk hanımları, uşaklar ve bir sürü de yük vardı. Bu göz alıcı kervan gü­ neşin altında, büyük Üsküdar mezarlıklarının arasından geçen servili meydan boyunca ilerlemeye başladı. Sem­ tin mezarlıklara özgü bir ağırlığı vardı. Buradaki tepeler­ den İstanbul'un görüntüsü eşsizdi.

LXII Dağlar arasında ilerledikçe, kar yürüyüşümüzü daha da engeller oldu. Kediler başşehrine iki haftadan önce ulaş­ mak imkânsız. Üç günlük yürüyüşten sonra, yol arkadaşlarıma ve­ da etmeye karar verdim. Ahmed ve seçtiğimiz iki atla birlikte İzmit ve İznik'i ziyaret etmek için güneye yönel­ dik. Bunlar eski Hıristiyan şehirleri. Yolculuğun ilk bölümünden, loş ve vahşi doğa gö­ rüntüleri, serin çeşmeler, derin vadiler, yeşil meşeler, çi­ çek açmış taflan ve zakkumlar, muhteşem bir kar havası hatırlıyorum. Hanlarda, adı kötüye çıkmış bazı hanelerde yatıyo­ ruz. İçlerinden en ilginci Mudurnu'daki. Mudurnu'ya gece varıyoruz. Toz duman içindeki eski bir hanın, çin­ geneler ve ayı oynatıcılarının birbiri üzerinde yattığı bi­ rinci katına çıkıyoruz. Karanlık, insanın başını eğerek yürümek zorunda kalacağı kadar basık tavanlı, devasa

161

bir mekân burası. Bir yemek masası var, bir de içinde ne olduğu belirsiz nesnelerin yüzdüğü yoğun bir sıvıyla do­ lu çorba kazanı. Kazan yere konuyor ve herkes çevresine bağdaş kurup oturuyor. Birkaç metre uzunluğundaki tek bir havlu elden ele dolaşıyor ve herkes tarafından kulla­ nılıyor. Ahmed bu izbeliğin pisliği içinde uyumaktansa, dı­ şarıda soğuktan ölmeyi tercih edeceğini söylüyor. Yine de bir saatin sonunda, yorgunluktan bitkin ve soğuktan donmuş halde yatıyor ve derin bir uykuya dalıyoruz. Sabah gün doğmadan kalkıyor, yola çıkmadan önce, rüzgâra rağmen, bir çeşmenin temiz sularında tepeden tırnağa yıkanıyoruz.

LXIII Bir sonraki akşam, gün batarken İzmit'e varıyoruz. Pasa­ portlarımız [mürur tezkeresi] olmadığından durdurulu­ yoruz. Bazı paşalar merhamet gösterip sözümüze güve­ niyor ve bize birer pasaport hazırlıyorlar da uzun pazarlıklardan sonra karakolda sabahlamaktan kurtulu­ yoruz. Yine de atlarımıza el konuluyor, onlar kışlada ge­ celiyorlar. İzmit hayran olunacak güzellikte bir körfezin kıyı­ sında, büyük ve oldukça uygar bir Türk şehri. Çarşısı pa­ zarı oldukça hareketli ve renkli. Şehir sakinlerinin ak­ şam sekizden sonra, yanlarında bir fener olsa bile sokakta dolaşmaları yasak. Bu şehirde geçirdiğimiz sabahı, güzel mavi gökyü-

162

zünde daha o mevsimde ısıtmaya başlamış güneşiyle o ilkbahar sabahını gayet iyi hatırlıyorum. İkimiz de güzel bir köy kahvaltısı yapmış, tazelenmiş ve dinlenmiş hal­ de, tamamlanan kâğıtlarımızla Orhan Camii'ne doğru tır­ manmaya başlamıştık. Patikaya benzeyen, kenarlarında yabani otların bittiği dar sokaklardan tırmanıyorduk. Çevremizde kelebekler uçuşuyor, böcekler vızıldıyor, kuşlar şakımalarıyla ilkbaharın geldiğini haber veriyor­ du. Rüzgâr ılıktı. Eski, harap ve biçimsiz ahşap evlerin üzeri çiçek desenleri ve arabesk motiflerle süslenmişti. Leylekler çatılara o kadar rahat yerleşmişlerdi ki, kur­ dukları yuvalarla birçok pencerenin açılmasını engelli­ yorlardı. Orhan Camii'nin bulunduğu tepeden görünüm, ma­ vi sularıyla İzmit Körfezi'ne, Asya'nın verimli ovalarına, Bursa'daki Olimpos'un büyük karlı doruğuna kadar uza­ nıyordu.

LXIV İzmit'ten Tavşancıl'a, Tavşancıl'dan Karamürsel'e geçtik. Yolumuzun ikinci kısmında yağmura yakalandık. Karamürsel'den İznik'e, karlı havada karanlık dağ­ lar arasından atla geçtik. Yanında dişten tırnağa silahlı üç zeybekle birlikte bizi soymaya kalkışan İsmail adın­ daki bir haydut yüzünden değişik heyecanlar yaşadığı­ mız bir yol oldu. Beklenmedik bir anda başıbozuklarda karşılaşmamız sayesinde olay tatlıya bağlandı ve İznik'e çamura bulanmış halde ulaştık, izmit paşası tarafından hazırlanan pasaportumu büyük bir güvenle gösterdim.

163

Hâlâ şüphe uyandırıcı seviyede olan şiveme rağmen yet­ kili, tespihime ve kılık kıyafetime kandı. Artık tartışma­ sız bir efendi olmuştum. İznik'de, Batı kiliselerinin en eskilerinin bile atası sayılabilecek Ayasofya da dahil olmak üzere, ilk Hıristi­ yan tapınakları bulunuyor. Oda arkadaşlarımız yine ayı oynatıcıları. Bursa ve Mudanya yoluyla dönmek istiyorduk. Pa­ ramız tükenmeye başladığından Karamürsel'e döndük ve cebimizde kalan son kuruşlarla öğle yemeği yedik. Başbaşa verip ne yapacağımızı tartıştık ve sonunda göm­ leğimi çıkarıp satması için Ahmed'e verdim. Bu para ge­ ri dönüşümüzü karşılamaya yetecekti. Böylece kalbimiz gibi cebimiz de hafiflemiş halde dönüş gemisine bindik. İstanbul'u yeniden görmek bizi neşelendirdi. Bu birkaç günde doğanın görünümü epeyce değişmişti. Evi­ min çatısında yeni bitkiler bitmişti, kapımın önünde bir sürü yeni doğmuş köpek yavrusu bağrışıyor ve kuyruk sallıyordu. Anneleri bizi büyük bir sevinçle karşıladı.

LXV Aziyade akşam geldi ve bana ne kadar endişelendiğini, benim için kaç kez "Allah selamet versin Loti!" dediğini anlattı. Ondan gelen her şey gibi buram buram gül suyu ko­ kan küçücük bir kutunun içinde, ağır bir şey getirmişti bana. Elbisesinin içine büyük bir özenle sakladığı bu gi­ zemli nesneyi verirken yüzü sevinçle ışıldıyordu.

164

"Al Loti, bu benden sana hediye" dedi. Üzerinde adı yazılı olan, dövme altından ağır bir yüzüktü bu. Uzun süreden beri bana, üzerine kazınmış adını kendi ülkeme götüreceğim bir yüzük vermenin hayalini kuruyordu. Ama zavallı küçüğün parası yoktu. Büyük bir refah, sınırsız bir lüks içinde yaşıyordu, kontrolsüz sahip olduğu nakışlı ipek örtüler, yastıklar ve çeşit çeşit değerli eşyayı alıp evime getirmedi mümkündü ama ona ancak çok küçük paralar veriliyordu. Bunu da hizmetçi­ si Emine'nin ağzını sıkı tutması için harcıyordu ve biriktirdikleriyle bir yüzük satın alması oldukça güçtü. Ken­ dine ait mücevherleri satmayı da düşünmüştü ama bunları satılmak ya da takas edilmek üzere kuyumcuya göndermeye korkmuş ve başka bir çare araması gerek­ mişti. Bana getirdiği, Üsküdar'daki bir demirci tarafın­ dan dövülerek fazla düzgün olmayan, iri bir yüzük hali­ ne getirilen kendi mücevherleriydi. İsteği üzerine bu yüzüğü asla yanımdan ayırmaya­ cağıma, hayatım boyunca taşıyacağıma yemin ettim...

LXVI Işıklı bir kış sabahıydı. Doğu'nun o tatlı kışlarından bi­ riydi. Bizden bir saat kadar önce Eyüp'ten ayrılıp, gri elbi­ sesi içinde Halic'e inen Aziyade, efendisinin MehmedFatih'teki haremine gitmek üzere pembe bir elbiseyle tekrar geçiyordu Halic'i. Beyaz başörtüsünün altında ne­ şeliydi ve gülümsüyordu; ihtiyar Hatice de yanındaydı

165

ve ikisi de ön tarafı inciler ve yaldızlarla süslü kayığın arka tarafına rahatça yerleşmişti. Ahmed ve ben, çift kürekçili uzun bir kayığın kır­ mızı minderleri üzerine uzanmış aşağı doğru iniyorduk. İstanbul sabahlarının en görkemli anıydı, yeni do­ ğan güneşin altında hâlâ pembeliğini koruyan saraylar ve camiler Halic'in durgun sularının derinliklerinden yansıyorlardı. Karabataklar balıkçı kayıklarının çevre­ sinde muhteşem numaralar yapıyor, sıçrayıp, soğuk ma­ vi sularda baş önde kayboluyorlardı. Rastlantı ya da kayıkçılarımızın isteğiyle yaldızlı kayıklarımız birbiri yanından o kadar yakın geçti ki, ne­ redeyse küreklerimiz birbirine değiyordu. Kayıkçıları­ mız bu fırsatla birbirlerine her zamanki küfürlerini sa­ vurdular: "Köpek! Köpekoğluköpek! Köpeğin torunu!" Hatice kara ağzının içinde ışıldayan uzun beyaz dişlerini göstererek gizlice gülümseme ihtiyacı hissetti. Aziyade ise aksine bizim tarafımıza bakmadı bile. Yalnızca karabatakların oyunlarıyla ilgili gibi görü­ nüyordu: "Ne şeytan hayvan!" dedi Hatice'ye.

LXVII "Güzel mevsim bittiğinde, kimbilir hangimiz hayatta ka­ lacağız? Neşeli olun, keyifle dolun çünkü ilkbahar çabuk ge­ çer, uzun sürmez. Bülbülün şarkısını dinleyin: İlkbahar yaklaşıyor. İlkbahar her çalının arasına bir neşe beşiği kurar.

166

Badem ağaçları gümüş çiçeklerini yayar. Neşeli olun, keyifle dolun çünkü ilkbahar çabuk ge­ çer, uzun sürmez." ...Hâlâ bahar, badem ağaçları çiçek veriyor ve ben, her mevsimin beni gecenin daha da derinlerine sürükle­ diğini, her yıl uçuruma daha da yaklaştığımı dehşetle fark ediyorum. Nereye gidiyorum Tanrı'm? Sonrasında ne var?.. Ölüm şerbetini içmek gerektiğinde yanımda kim olacak?! " B u neşe ve haz mevsimidir. İlkbahar geldi. Benimle birlikte dua etme ey papaz, o işin zamanı ayrı." [Eski bir Doğu şiirinden]

DÖRT

MANÉ, T É C E L , F A R E S

istanbul, 19 Mart 1 8 7 7

Yola çıkma emri yıldırım darbesi gibi gelmişti: Deerhound Southampton'a çağrılmıştı. Bu emri iptal ettirmek ve İstanbul'da kalışımı uzatmak için yeri göğü inlettim. Bütün kapıları, hatta neredeyse açtırmayı başaracağım Osmanlı ordusunun kapısını bile çaldım. Çok düzgün bir İngilizce ve kibar Türklere özgü mü­ kemmel nezaketiyle Paşa, "Sevgili dostum, Müslümanlık'ı kabul etmeyi de düşünüyor musunuz?" diye sordu. "Hayır Ekselansları, Osmanlı uyruğuna girmek, adı­ mı ve vatanımı değiştirmek benim için önemli değil ama resmi olarak Hıristiyan kalmayı tercih ederim" dedim. "Güzel, böylesi daha iyi. İslamiyet gerekli değildir. Biz din değiştirenleri sevmeyiz" diye cevap verdi paşa ve ekledi: "Sizi geçici hizmete alamayacağımızı söyle-

168

mek isterim. Zaten hükümetiniz de buna karşı çıkacaktır ama ordumuza kesin olarak katılmak isterseniz kabul edilirsiniz. Burada kalmak isteyip istemediğinizi iyi dü­ şünün. Şimdilik geminizle gitmek zorunda kalacağınızı sanıyorum çünkü işlemler için yeterli zaman yok. Bu durum böyle ciddi bir karar almadan önce uzun uzun düşünme imkânı verecektir size. istediğiniz zaman geri dönersiniz. Ama yine de ısrar ederseniz hemen bu ak­ şam dilekçenizi Yüce Sultan'a sunarım, cevabının olum­ lu olacağını sanıyorum." "Ekselans, mümkünse hemen karar vermenizi iste­ rim çünkü araya zaman girerse beni unutursunuz. Siz­ den yalnızca annemi görmeye gitmek için bir izin isteye­ ceğim" dedim. Yine de bir saat izin rica ettim ve düşünmek için oradan ayrıldım. Bu bir saat bana çok kısa geldi. Dakikalar saniyeler gibi uçuyor, düşüncelerim birbirini kovalıyordu. Taksim sırtlarında, Pera ve Fındıklı arasında kalan eski Müslüman mahallesinin sokaklarında rasgele yürü­ yordum: Renkleri koyu gri, siyah ve kızıl kahve arasında değişen eski ahşap evler arasındaydım. Kaldırımlar üze­ rinde Türk kadınları sarı terlikleriyle, yalnızca gözleri dışarıda kalacak biçimde kırmızı ya da turuncu, sırma işlemeli ipeklere sarınmış halde dolaşıyordu. Beyaz sa­ ray ve karanlık bahçeleriyle, mavi bulutlarla yarı örtül­ müş Üsküdar ve Boğaziçi'nin üzerinde üç yüz metre yu­ karıdan süzülen ışık huzmeleri vardı. Ülkeni terk etmek, adını değiştirmek, acil karar ge­ rektiren bir gerçeklik haline geldiğinde düşünüldüğün-

169

den daha ciddi oluyordu. Oysa sonsuza kadar geçerli olacak bir karar için bir saatim vardı. Hayatım boyunca buraya çakılıp kaldığımda da sevecek miydim İstan­ bul'u? İngiltere'yi, Britanya'daki hayatın tekdüze sürük­ lenişini, öfkeli arkadaşları, nankörleri, bütün bunları vicdan acısı ve pişmanlık duymadan bırakıyordum. Bü­ yük bir kriz içindeki bu ülkeye bir anda bağlanıyordum. İlkbaharda patlayacak savaş hem bu ülkenin hem benim kaderimi belirleyecekti. Artık Yüzbaşı Arif olacaktım. Majesteleri'nin donanmasında olduğundan daha çok iz­ nim, sevdiğimi görmeye, Brightbury'deki yaşlı ıhlamur ağaçlarının altında oturmaya gitmek için daha çok zama­ nım olacaktı. Tanrı'm evet! Neden bir yüzbaşı, bir Türk olup, son­ suza kadar onun yanında kalmayayım?.. Ve şu kendinden geçiş anını düşündüm: Güzel bir günde, Yüzbaşı üniformasıyla Eyüp'e dönmek ve ona bir daha gitmeyeceğim haberini vermek. Bir saatin sonunda kesin kararımı verdim: Gitmek ve onu terk etmek içimi parçalıyordu. Beni sonsuza kadar Türkiye'ye bağlayacak kesin bir "evet" cevabı ver­ mek için paşanın yanına döndüm. Hemen o akşam di­ lekçemi Sultan'a sunmasını rica edecektim.

II Paşa'nın karşısına çıktığımda, bacaklarımın titrediğini hissettim ve gözlerimin önünden bir bulut geçti. "Size teşekkür ederim ekselans ama teklifinizi ka-

bul etmiyorum. Yalnız lütfen beni unutmayınız, İngilte­ re'ye vardığımda, belki size yazarım..."

III Gitmeden önce yapmam gerekenler vardı. Hemen o akşam kapı kapı dolaşarak, Pera ziyaretle­ rimi yaptım, gerisini düşünmeden veda kartları dağıt­ tım. Bayram giysilerini giyinen Ahmed beni üç adım ge­ riden takip ediyor, kaftanımı taşıyordu. "Ah aah Loti! Bizi terk ediyorsun, bunlar veda ziya­ retleri, anladım ben. Ama bizi gerçekten seviyor, diğerle­ rinden gerçekten sıkılıyorsan, diğerlerinin gelenekleri­ nin sana uygun olmadığı doğruysa, bırak onları. Bu çirkin kara giysileri ve bu komik şapkayı bırak. Bizimle birlikte İstanbul'a gel ve at başından bu insanları" dedi. Ahmed'in bu sözleri üzerine birçok kişiyi ziyaret et­ mekten vazgeçtim.

IV İstanbul, 20 Mart 1 8 7 7

Samuel ile son bir gezinti. Zamanımız sayılı. Acımasız zaman, sonsuza kadar ayrılacağımız son saatlerimizi de yiyip bitiriyor! Mart fırtınalarıyla dolu, gri ve soğuk kış saatleri.

171

Ben ingiltere'ye doğru yola çıkmadan önce, Samuel'in vatanına gidecek gemiye binmesine karar vermiş­ tik. Son bir dilek olarak, vapurunun kalkış düdüğünü işitene kadar üstü açık arabayla gezdirmemi istemişti kendisini. Hayatımda önemli bir yeri olan ve gelecekte beni ingiltere'de de izleyecek olan Ahmed'in acısı da git gide artıyordu. Üzüntüden hasta olmuştu. Zavallı Samuel, kendisinin o zaafa yakın karmakarışık sevgisiyle Mihran-Ahmed'in duru ve kardeşçe sevgisi arasındaki uçu­ rumu ve Samuel'in oralarda, sessiz çatımın altında yetiş­ mesi imkânsız bir sıcak sera bitkisi olduğunu anlaya­ mıyor du. Arabacı dört nala sürdüğü atlarla, büyük bir gürültü içinde dolaştırıyordu bizi. Samuel ona verdiğim kürk kaftanıma paşalar gibi sarınmıştı. Güzel yüzü solgun ve hüzünlüydü, istanbul'un iki yanımızdan akan sokakları­ na, otlar ve yosunların bittiği geniş ve ıssız meydanları­ na, devasa minarelerine, sıvaları dökülmüş eski camile­ rine, gri gökyüzünün altında yükselen beyaz, eski ve islam gibi yıpranmaya başlamış anıtlarına hiç sesini çı­ karmadan bakıyordu. İstanbul bu son kış rüzgârının altında üzgün ve öl­ gündü, müezzinler ikindi ezanını okuyordu, gitme za­ manı gelmişti. Zavallı Samuel'imi gerçekten seviyordum. Bir ço­ cukla konuşur gibi, yalnızca onu görmek için bile olsa Selanik'e geri döneceğimi söyledim ama o beni bir daha göremeyeceğini anlamıştı ve gözyaşları kalbimi fena hal­ de parçalıyordu.

V 21 Mart

Zavallı sevgili küçük Aziyade! Ona "Öbür gün gidiyo­ rum" deme cesaretini bulamamıştım. Akşam eve döndüm. Batan güneş odamı güzel kızıl bir ışıkla aydınlatıyordu. İlkbahar havasıydı. Kahveciler yaz günleri gibi dışarıya yayılmıştı. Bütün komşu erkek­ ler sokaklarda oturmuş, beyaz çiçekler açan badem ağaç­ larının altında nargilelerini içiyorlardı. Ahmed gideceğimi biliyordu. Her ikimiz de konu­ şurken çok dikkat ediyorduk ama Aziyade durumu sez­ miş ve sorularla dolu koca gözlerini üzerimize dikmişti. Gece geldiğinde, üzerimize ölüm sessizliği çöktü. Türk saatine göre birde (saat yedi), Ahmed ters çevi­ rip masa gibi kullandığımız eski kasayı getirdi ve üzeri­ ne mütevazı yemeğimizi koydu. (Yahudi İzak'la yaptığı­ mız son işler bizi parasız bırakmıştı.) Başbaşa yediğimiz yemek her zamanki gibi neşeli geçti: Sefaletimizle dalga geçiyorduk: Türk halılarının üzerine kurulmuş ipek ve altınlara bürünmüş iki kişi, es­ ki bir kasanın üzerinde kuru ekmek yiyorduk. Aziyade de benim gibi oturmuştu ama onun payı el değmeden duruyordu; gözlerini garip bir sabitlikle üze­ rime dikmişti ve bu sessizliği bölmekten ikimiz de kor­ kuyorduk. "Anladım Loti" dedi. " B u son kez değil mi?"

173

Ve tuttuğu gözyaşları kuru ekmeğin üzerine dökül­ meye başladı. "Hayır Aziyade, hayır sevgilim! Yarın da birlikte­ yiz, sana yemin ederim. Ama sonrasını bilmiyorum..." Ahmed çorbanın gereksiz olduğunu gördü. Tek söz söylemeden eski kasayı, toprak kapları kaldırdı ve bizi karanlığın içinde başbaşa bırakıp çekildi...

VI Ertesi gün, aşkla adım adım oluşturduğumuz, her bir eş­ yanın anısı olan bu sevgili küçük evi dağıtma, parçalama günü gelmişti. Tuttuğum iki hamal işe koyulmak için emirlerimi bekliyordu. Zaman kazanmak ve yıkımı geciktirmek için adamları akşam yemeğine yollamayı akıl ettim. "Loti!" dedi Ahmed. "Neden odanın resmini yap­ mıyorsun? Yıllar sonra, ihtiyarlık günlerin geldiğinde, bu resme bakar ve bizleri hatırlarsın." Bu son saati Türkiye'deki odamın resmini yaparak geçirdim. Yıllar bu anıların güzelliğini silmekte güçlük çekecekti. Aziyade geldiğinde duvarları çıplak ve her şeyi alt üst edilmiş buldu. Bu sonun başlangıcıydı. Artık kasalar, paketler ve kargaşadan başka bir şey yoktu. Sevdiği bü­ tün görüntüler sonsuza kadar yok edilmişti. Sedirleri kaplayan beyaz örtüler ve üzerinde yalın ayak yürüdü­ ğümüz halılar Yahudiler'e gitmiş, her şey hüzünlü ve se­ fil bir görünüm almıştı.

174

Aziyade neredeyse neşeli bir edayla içeri girdi. Na­ sıl olduğunu bilmiyorum ama kendini toplamıştı. Yine de bomboş odanın görüntüsüne dayanamadı ve gözyaş­ larına boğuldu.

VII Ölüm mahkûmlarının son isteğinin yerine getirilmesi gibi, son gün istediği her şeyi yapma hakkı rica etmişti benden. "Bugün Loti, istediğim hiçbir şeye hayır demeye­ ceksin. Aklıma esen her şeyi yapacağım. Hiçbir şey söy­ lemeyecek, her şeyi kabul edeceksin." Akşam dokuzda Galata'dan kayıkla döndüğümde evde alışkın olmadığım bir gürültü işittim: Şarkılar ve garip bir müzik dışarılara taşıyordu. Kısa zaman önce yanan odada, bir toz yığınının or­ tasında halka olunmuş, ancak oynayanların bütün gücü­ nü yitirmesiyle son bulan Türk danslarından biri oyna­ nıyordu. Haliç'ten rasgele toplanmış Rum ya da Türk denizciler çılgınca dans ediyordu. Onlara rakı, mastika ve kahve ikram ediliyordu. Evin müdavimlerinden Süleyman, ihtiyar Rıza, Derviş Hasan ve Derviş Mahmut bu gösteriyi şaşkınlıkla izliyorlardı. Müzik odamdan geliyordu: Aziyade burada şu ku­ lakları sağır eden makinelerden birinin, çanlar ve kukla­ lar eşliğinde tiz seslerle Türk danslarının ezgilerini ça­ lan bir laternanın kolunu bizzat çeviriyordu. Aziyade örtülü değildi ve dansçılar aralık kapıdan

175

yüzünü görebiliyorlardı. Bu durum hem bütün âdetlere hem de en basit ihtiyat kurallarına aykırıydı. Kutsal Eyüp semtinde ne böyle bir sahne ne de böyle bir skan­ dal görülmüştü ve eğer Ahmed, onun bir Ermeni kadını olduğunu söylemese, çoktan mahvolmuştu. Bir köşeye oturan Ahmed her şeye boyun eğmiş, olan biteni izliyordu. Durum hem komik hem iç burku­ cuydu. Gülmek istedim ama Aziyade'nin bakışları kalbi­ mi sıkıştırdı. Haremlerin loşluğundan anasız babasız bü­ yüyen zavallı küçük kızların her türlü garip fikri bağışlanmalıydı: Onların hareketleri Hıristiyan kadınla­ rının kurallarıyla yargılanamazdı. Laternanın manivelasını deli gibi çeviriyor ve bu büyük aletten dengesiz sesler çıkarıyordu. Türk müziğini "yırtıcı bir neşe nöbeti" olarak tanım­ layanlar vardı. O akşam, bu paradoksal tanımı anlayarak hayran oldum. Az sonra yaptıklarından, yarattığı gürültü patırtı­ dan rahatsız olan ve kendini bir dolu erkeğin önünde ör­ tüsüz bulunca utanan Aziyade, evin kalan tek mobilyası olan geniş bir divana oturdu ve laterna çalgıcısına işe de­ vam etmesini emrederek, diğerleri gibi kendisine de bir sigara ve kahve verilmesini rica etti.

VIII Alışılmış renk ve biçim tekrarlanarak, Aziyade'ye bakır ayağa yerleştirilmiş, bir yumurtanın yaklaşık bir buçuk ka­ tı büyüklüğünde mavi bir fincanda Türk kahvesi getirildi.

174

Daha sakin görünüyor ve gülümseyerek bana bakı­ yordu. Berrak ve hüzünlü gözleri bu kalabalık ve tantana için benden özür diliyordu. Aptallık yaptığının farkına varan ama sevildiğini bilen bir çocuk gibi, her türlü söz­ cükten çok daha çekici ve çok daha inandırıcı olan göz­ leriyle bağışlanma diliyordu. Bu gece için onu çok daha güzel kılan bir kılığa gir­ mişti. Giysilerindeki Doğu zenginliği evimizin bu yeni üzücü ve sefil görüntüsüyle karşıtlık oluşturuyordu. Gü­ nümüz Türk kadınlarının unutmaya yüz tuttuğu uzun etekli bir ceket giymişti. Eflatun ipekten ceketinin üstü pembe güllerle süslüydü. Sarı ipekten bir pantolon, yal­ dızlı terlikler içindeki küçük ayaklarının bileklerine ka­ dar iniyordu. Lame Bursa bezinden gömleği, gülsuyu ko­ kan amber rengi dolgun kollarını açıkta bırakıyordu. Esmer saçları sekiz parça halinde örülmüştü. Bu örgüler o kadar kalındı ki, içlerinden ikisi Parisli zarif bir kadı­ nın mutlu olması için yeterli olurdu. Uçlarında sarı kur­ deleler ve Ermeni kadınlarının kullandığı altın tellerle bağlanmış saçları divanın üzerine yayılmıştı. Çok daha kısa ve daha asi bir saç kütlesi, sıcak ve yaldızlı bir sol­ gunluktaki dolgun yanakları çevresinde bir hale oluştu­ ruyordu. Göz kapaklarının çevresi daha koyu amber renkleriyle çevrelenmişti ve birbirine zaten çok yakın olan kaşları, o gece derin bir acı ifadesiyle birleşmişti. Gözlerini yere indirmişti ve gözkapaklarının altın­ da, su yeşili gözlerinin yere çakılı olduğu anlaşılabiliyordu. Dişlerini sıkmıştı ve kırmızı dudakları onda gör­ meye alışkın olduğum sinirli kasılmayla aralanmıştı. Bir kadını çirkinleştirebilecek bu hareket onu daha da çekici

177

kılıyordu. Bu durum ne kadar endişeli ya da acı dolu ol­ duğunu gösteriyor ve iki küçük inci sırasına benzeyen dişlerini açığa çıkarıyordu, insan bu inci tanelerini, bu kasılmış kırmızı dudakları ve olgun bir kirazın etinden yapılmışa benzeyen diş etlerini öpmek için ruhunu sata­ bilirdi. Metresime hayranlıkla bakıyordum. Bu son saatte sevdiğimin çizgilerini belleğime kazımaya çalışıyordum. Müziğin kulakları yırtan gürültüsü, kokulu nargile du­ manı yavaş yavaş sarhoşluğa neden oluyordu. Geçmişin silinmesi ve hayattaki kötü anların unutulması anlamına gelen Doğu'ya özgü hafif sarhoşluk yayılıyordu. Ve şu çılgın düş aklımı çeliyordu: Her şeyi unutmak ve büyü bozulana ya da ölümün soğukluğu gelene kadar onun yanında kalmak...

IX Gürültü patırtının ortasında porselenin belli belirsiz kı­ rılma sesi duruldu: Aziyade hareketsiz kalakalmıştı; elin­ de sıktığı fincanı kırmıştı, parçalar yere dökülüyordu. Hasar fazla değildi, yoğun kahve parmaklarını kirle­ terek yere döküldü. Kimse kazanın farkına varmış görün­ medi. Bununla birlikte yerdeki leke büyümeye devam edi­ yordu. Aziyade'nin kapalı elinden koyu renkli bir sıvı önce damla damla, sonra ince siyah bir sicim gibi dökül­ meye devam ediyordu. Bir fener odayı ancak aydınlatı­ yordu. Bakmak için yaklaştım: Yanı başında bir kan gölü

178

oluşmuştu. Kırılan porselenin bir parçası korkunç bir biçimde etine gömülmüş, kemiğe kadar inen derin bir kesik oluşmuştu. Sevdiğimin kanı, durdurmanın bir yolunu bulama­ dığımızdan yarım saat kadar aktı durdu. Kanla kıpkırmızı olmuş taslar taşıyıp duruyorlardı. Yaranın üzerine bastırarak elini soğuk suyun içinde bek­ letiyorlardı: Hiçbir şey kanı durduramıyordu ve ölü bir genç kız gibi bembeyaz kesilen Aziyade gözlerini kapa­ mış, olduğu yere yığılıp kalmıştı. Ahmed koşup ihtiyar büyücü kadını uyandırmış, kadın bitkiler ve küllerle nihayet durdurmuştu kanı. Kolu bütün gece dik tutmamızı söyleyen ihtiyar otuz kuruş ücret istemiş, yara üzerinde bazı işaretler ya­ parak gözden kaybolmuştu. Sonrasında bütün bu insanları göndermek ve hasta çocuğu yatırmak gerekti. Bir mermer heykel kadar so­ ğuktu, büsbütün kendinden geçmişti. Gece ikimiz için de uykusuz geçti. Acı çektiğini hissediyordum. Bütün beden, acıyla kasılıyordu. Yaralı kolunu dik tutmak gerekiyordu, kor­ kunç ihtiyarın önerisi böyleydi, üstelik bu halde daha az acı çekiyordu. Ateş basan bu çıplak kolunu ben havada tutuyordum, bütün hücreleri kasılıyor ve titriyordu, bunların ağzı açık duran derin yaraya kadar ulaştıklarını hissediyordum. Kemiğe kadar kesilen onun değil benim etimmiş gibi acı hissediyordum. Ay çıplak duvarları, çıplak zemini, boş odayı aydın­ latıyordu. Olmayan mobilyalar, ipek örtüleri çıkarılmış kaba zeminli masalar, sefalet, soğuk ve yalnızlık duygu-

179

su uyandırıyordu. Fransa'da olduğu gibi Türkiye'de de ölüm habercisi olarak kabul edilen ulumaları işitiliyor­ du köpeklerin. Rüzgâr kapımızda ıslık çalıyor, ölmekte olan bir ihtiyar gibi belli belirsiz inliyordu. Onun umutsuzluğu bana acı veriyordu. Umutsuzlu­ ğu öylesine derin, öylesine kabullenilmişti ki, karşısında­ ki taş olsa yumuşatırdı. Ben onun her şeyiydim, hayatta tek sevdiği bendim ve ben de onu bir daha dönmemek üzere terk ediyordum. "Parmağımı keserek sana sıkıntı verdiğim için affet beni Loti!" diyordu. "Uyumanı engelliyorum. Ama uyu Loti, varlığım sona erdiğine göre, acı çekmem de önemli değil artık." "Dinle Aziyade, sevgilim, geri gelmemi ister mi­ sin?" diye sordum.

X Az sonra ikimiz de yatağın kenarına oturmuştuk, yaralı kolunu ve bitkin başını tutmaya devam ediyor, Müslümanlar'a özgü büyük yeminlerle geri döneceğime söz ve­ riyordum. "Evlenirsen Loti, önemli değil. Artık metresin değil, kızkardeşin olurum. Evlen Loti, bu tali bir şey! Ben se­ nin ruhunu seviyorum. Allah'tan tek dileğim seni göre­ bilmek. Bundan sonra yine mutlu olacağım. Yalnızca se­ ni beklemek için yaşayacağım. Böylece Aziyade için her şey bitmemiş olacak" dedi. Sonra tatlı bir uykuya daldı. Gün doğmaya başla-

180

mıştı ve onu her zamanki gibi, gün doğmadan önce, hu­ zurlu bir uykunun ortasında bıraktım.

XI 23 Mart

Gemiye gittim ve alelacele geri döndüm. Gidiş gelişim üç saat sürdü. Aziyade'ye yola çıkışımın iki gün ertelen­ diğini haber verdim. Varoluşun son günleri olarak yaşanacaksa ve sonun­ da ölecekmiş gibi haz almaya çalışılacaksa iki gün çok azdı. Gidiş haberim yayılmıştı ve İstanbul'daki komşula­ rımdan birçoğu veda ziyaretine geldi. Bu ziyaretler sıra­ sında Aziyade, Samuel'in odasına kapanıyordu. Ağladı­ ğını işitiyordum. Ziyaretçiler de bir şeyler işitmişti ama bir kadının sık sık bu evde kaldığı haberi yayılmıştı ve hiç sözü edilmeden kabul görmüştü. Zaten Ahmed bir gece önce onun bir Ermeni kadını olduğunu açıklamıştı ve bir Müslüman tarafından verilen bu güvence onun kurtuluşu olmuştu. Derviş Hasan Efendi, "Sizin yer yarılıp içine girece­ ğinizi ya da sihirli bir değnek darbesiyle ortadan kaybo­ lacağınızı düşünmüştük hep. Gitmeden önce bize Arif ya da Loti, kim olduğunuzu ve burada aramızda ne yapma­ ya geldiğinizi söyleyecek misiniz?" Hasan Efendi iyi niyetliydi. O ve arkadaşları kim ol­ duğumu bilmeyi gerçekten istemiş ama öğrenememişler-

181

di çünkü beni rahatsız etmek istememişlerdi. Türkiye'ye Fransız polisinin üç saat içinde kimliğinizi ortaya çıka­ ran komiserleri ithal edilmemişti henüz, insan kimliğini kimseye açıklamadan, huzur içinde yaşamakta özgürdü burada. Hasan Efendi'ye adımı ve işimi açıkladım ve birbi­ rimize yazmak konusunda sözleştik. Aziyade saatlerce ağlamıştı ama gözyaşları daha az acılıydı. Beni yeniden görme fikrine alışmaya başlamıştı ve bu durum daha sakin durmasına olanak sağlıyordu. "Geri döndüğün zaman" demeye başlamıştı. "Dönüp dönmeyeceğini bilmiyorum Loti, bunu an­ cak Allah bilir! Ama her gün, 'Allah selamet versin Loti!' diye dua edeceğim. Sonuçta Allah ne derse o olur" diyor ve daha ciddi bir edayla devam ediyordu: "Ama bir yıl nasıl beklerim ben Loti? Seni bir gün, hatta bir saat bile görmemeye dayanamazken, bir yıl nasıl geçer. Senin nö­ bette olduğun günler, Deerhound'u uzaktan da olsa göre­ bilmek için, Taksim sırtlarında dolaştığımı ya da Behice Annem'in evinde kaldığımı bilmezsin sen Loti. Görüyor­ sun olacak iş değil Loti, sen dönsen bile Aziyade ölmüş olacak..."

XII Ahmed, Aziyade'nin mektuplarını bana ulaştırma ve be­ nimkileri Hatice aracılığıyla ona iletme işini üstlenecek­ ti. Bunun için üzerinde adresinin yazılı olduğu birçok zarf hazırlanması gerekiyordu.

183

Oysa ne Ahmed ne de ailesinden biri yazmayı bili­ yordu. Aziyade de postaya verilemeyecek kadar kötü ya­ zıyordu. Üçümüz birlikte, Doğulu kılıklara bürünüp bir arzuhalcinin çadırına gittik. Ahmed'in adresi çok zordu, sekiz satır tutuyordu: "Yedikule'de, Arabacılar Mahallesi'ne çıkan yol üzerinde, caminin yanında oturan İbrahim oğlu Ahmed'e. Tütüncüden sonra üçüncü ev. Yanında ilaç satan ihtiyar bir Ermeni kadın ve karşısında bir Derviş vardır." Aziyade de kendi parasıyla beş kuruşa sekiz benzer zarf yazdırdı, sonra sıra bunları kullanacağıma yemin et­ meme gelmişti. Yaşlarla dolan gözlerini yaşmağının altına sakladı: Bu yemin onu rahatlatmamıştı. Tek başına yola çıkan bir kâğıt o kadar uzaktan kendisine nasıl ulaşabilirdi? Üste­ lik "Aziyade çok geçmeden sonsuza kadar unutulacak!" diyordu.

XIII Akşam kayıkla Haliç'ten yukarı çıkıyorduk. İstanbul'da güpegündüz bu kadar uzun dolaştığımız olmamıştı daha önce. Onun için her şey bitmiş ve kimse umurunda de­ ğilmiş gibi hiç ihtiyat göstermiyordu. Unkapanı iskelesinden bir kayığa binmiştik. Gün batıyor, güneş fırtına habercisi bir gökyüzünün ardında yok oluyordu. Bu kadar sıkıntılı, bu kadar karanlık bir gökyüzü Avrupa'da nadir görülürdü. Kuzeyde, büyük Afrika fır-

183

tınalarını haber veren, tufan görünümlü, korkunç bulut­ lardan biri vardı. Aziyade'ye, "Bak! Kaybettiğim erkek kardeşimle bir yıl yaşadığım kara adamlar ülkesinde her akşam işte bu gökyüzünü görüyordum" dedim. Aksi yönde İstanbul, sivri tepeleriyle, parıltılı ve koyu renkli bir sarı zemin üzerinde beliriyordu. Bu ışık garipti, neredeyse yaslıydı. Birden Halic'in üzerinden ürkütücü bir rüzgâr yük­ seldi, karanlık basıyordu ve biz soğuktan titriyorduk. Aziyade'nin kocaman gözleri benimkilere dikilmiş­ ti. Garip bir biçimde daha derinlere bakıyor gibiydi. Gözbebekleri akşam ışığıyla genişlemiş ve ruhumun derin­ liklerini okuyordu sanki. Bu bakışını hiç görmemiştim. Üzerimde anlayamadığım bir etki yaratmıştı. Sanki içim­ deki en gizli noktalara ulaşıyor ve neşterle her yerimi yarıp inceliyordu. Bakışları bu son saatte şu önemli soruları soruyordu: " B u kadar sevdiğim sen kimsin? Her­ hangi bir metres gibi kısa sürede unutulacak mıyım, yok­ sa beni seviyor musun? Bana doğru mu söyledin, geri dönecek misin?" Gözlerimi kapadığımda hâlâ bu bakışı, yaşmağın kıvrımları altında ancak belli olan bu beyaz başı ve ar­ kasında, fırtınalı gökyüzü üzerinde çizilen İstanbul siluetini görebiliyorum...

XIV Bir kez daha oraya, Eyüp'ün ertesi gün göremeyeceğim o küçük meydanına yanaştık. Evimize birlikte son bir kez göz atmak istemiştik. Giriş kasalar ve paketlerle doluydu ve çoktan gece çökmüştü. Ahmed bir köşede eski bir fener buldu ve üzüntü içinde eski boş odamızda dolaştırdı. Gitmekte acele ediyordum: Aziyade'nin elini tuttum ve dışarı sürükledim. Gökyüzü hâlâ karanlıktı, tufan geliyor gibiydi. As­ lında kapkara olan evler ve kaldırımlar bu gökyüzü al­ tında aydınlık görünüyordu. Sokak ıssızdı ve her şeyi titreten sert rüzgârla süpürülüyordu. îki Türk kadın bir kapının eşiğine sığınmış, merakla bizi inceliyordu. Bir daha gelemeyeceğim bu eve, biraz olsun mutluluk bul­ duğum bu yeryüzü parçasına son bir bakış atmak için ar­ kama döndüm...

XV Yeniden kayığa binmek için küçük cami meydanını geçiyoruz. Kayık bizi önce Galata'ya, ardından Tophane, Fındıklı'ya geçeceğimiz Azapkapı'ya götürüyor. Deerhound'a buradan bineceğim. Aziyade beni yolcu etmek istedi. Sakin duracağına yemin etti. Bu son saatte beklenmedik bir sakinlik için­ de. Galata'nın bütün o kalabalığı içinden geçiyoruz. Bu

185

Avrupa mahallelerinde birlikte dolaştığımızı gören ol­ mamıştı. "Madamları" bizi selamlamak için kapısının önünde. Başı örtülü bu genç kadının varlığı uzun süredir merak ettiği bilmecenin cevabını vermiş gibi görünüyor. Tophane'ye geçiyor, Salıpazarı'nın sessiz mahal­ lelerine, büyük haremlerin bulunduğu geniş caddelerine dalıyoruz. İşte sonunda birbirimize veda etmek zorunda ol­ duğumuz Fındıklı. Ahmed'in ayarladığı bir araba burada Aziyade'yi evine götürmek üzere bekliyor. Fındıklı hâlâ İstanbul'un ayrı bir ucunda gibi görünen, eski Türkiye'nin bir parçası. Deniz kıyısındaki kaldırım taşı döşeli küçük meydan, derviş mezarlarıyla ve ulemanın loş barınaklarıyla çevrili, altın hilalli eski cami. Fırtına dindi, hava aydınlık, uzaklardan gecenin sessizliğini bölen köpek seslerinden başka bir şey işitilmiyor. Deerhound'da düdük, saat sekizi, gitmem gereken saati çalıyor. Bir düdük sesi bir kayığın beni almak üzere yola çıktığını bildiriyor. İşte koyu bir kütle gemiden ay­ rılıyor ve yavaş yavaş bize

doğru yaklaşıyor.

İşte

vedaların hüzünlü, karşı konulamaz saati! Dudaklarını ve ellerini öpüyorum. Elleri hafif tit­ riyor. Bu bir yana, benim kadar sakin görünüyor, bedeni buz gibi. Kayık geldi: O ve Ahmed caminin karanlık bir köşesine çekiliyor, gidiyorum ve onları gözden kay­ bediyorum!

IHA

Bir an sonra, sevdiğimi benden sonsuza kadar uzak­ laştıran arabanın hızla hareket ettiğini işitiyorum!.. Sev­ diğinin mezarına düşen toprağın sesi gibi korkunç bir gürültü. Artık kesin olarak bitti! Yemin ettiğim gibi bir gün dönsem bile, yıllar bütün bunların üzerine küllerini savurmuş ya da bir başka kadınla evlenerek aramıza bir uçurum açmış olacağım ve o artık bana ait olmayacak. Arabasının arkasından koşmak, sevdiğimi kollan­ ma almak, birbirimizi ruhumuzun bütün gücüyle sevme­ ye devam ettiğimiz sürece ve ölüm bizi ayırana kadar kollarımla sarmak için delice bir isteğe kapılıyorum.

XVI 24 Mart

Yağmurlu bir Mart sabahı, ihtiyar bir Yahudi, A r i f i n evinin eşyasını taşıyıp götürüyor. Ahmed yapılan işleri üzgün bakışlarla izliyor. Sabah erkenden kapılarının önüne çıkan komşular, "Ahmed, efendin nereye gidiyor?" diye soruyorlar. "Bilmiyorum" diye cevap Veriyor Ahmed. Islak kasalar, yağmura batmış paketler bir kayığa yükleniyor ve Haliç'ten bilinmeyen bir yere doğru yola çıkıyor. İşte Arifin sonu. Böylece bir adamın varlığı sona eriyor.

187

Bu Doğu düşü sona erdi. Varlığımın bu dönemi, şüphesiz büyüsü olan son dönemi geri dönüşsüz olarak geçmişte kaldı ve belki de zaman anılarını bile silip süpürecek.

XVII Ahmed bagajların yanında gemiye kadar geldiğinde, yir­ mi dört saatlik yeni bir ertelemenin haberini verdim. Marmara tarafından bir fırtına geliyordu. "Hadi gidip İstanbul'da dolaşalım!" dedim. "Ölüm­ den sonra yapılmış bir gezinti gibi olacak. Ama o... Onu bir daha göremeyeceğim!" Avrupalı giysilerimi

"Madamları"nın

evinde bırak­

tım. Arif Efendi son bir kez daha ortaya çıkıp, elinde tes­ pihi, ciddi tavırları ve kendini önemseyen ve sadakatle ibadete giden iyi Müslümanlar'ın dik duruşlarıyla köp­ rüleri geçti. Ahmed en güzel giysilerini giymiş halde yanımda yürüyordu. Bu son günün programını bizzat yapmak istemişti ve şimdi sessiz bir yas halindeydi.

XVIII Eski istanbul'un bütün tanıdık köşelerinde dolaştıktan, çok sayıda nargile içtikten ve bütün camilere uğradıktan sonra, akşam Eyüp'e, bir kez daha, yakında anısı bile silinecek, evi barkı olmayan bir yabancı olduğum mekâna geri döndük.

188

Süleyman'ın kahvesine girişim bir sansasyon yarat­ tı: Beni ortadan kaybolacak, bir daha asla görmeyecek­ leri biri olarak kabul etmişlerdi. Bu akşam kahvede kalabalık ve kozmopolit bir top­ luluk vardı. Birçok tanımadık, nereden geldiği belli ol­ mayan insan bir aradaydı. Mucizeler sarayından fırlamış bir topluluk gibiydi. Bu sırada Ahmed benim için bir veda kutlaması düzenledi ve bir çalgıcı grubu çağırdı: İki tulumlu flavta, bir org ve bir tef. Hiçbir şeyi kırmayacaklarına ve kan döküldüğünü görmeyeceğime yemin etmeleri üzerine ben de hazırlık­ lara katıldım. O akşam kendimizi unutacak kadar sarhoş olacak­ tık. Ben kendi hesabıma, ötesini istemiyordum zaten. Nargilem ve bir çocuğun her on beş dakikada bir tazelemekle görevlendirildiği Türk kahvesi fincanım getirildi. Ahmed yakaladığının elinden tutarak bir halka oluşturdu ve herkes dans etmeye başladı. Fener ışıklarının loş ışığında, tuhaf yüzlü adamlar­ dan oluşan uzun bir zincir önümde kıvrılmaya başladı. Kulakları sağır eden bir müzik, içinde bulunduğumuz eski yapının döşemelerini sarsıyordu. Simsiyah duvarla­ ra asılmış bakır eşyalar titriyor ve metalik sesler çıkarı­ yordu. Flavtalar tiz seslerle inliyor ve yırtıcı bir neşe taş­ kınlıkla yayılıyordu. Yaklaşık bir saatin sonunda, herkes hareketten ve gürültüden sarhoş haldeydi. Eğlence kıvamına gelmişti. Bir duman bulutunun ardından kendimi bile göremiyordum. Başım garip ve tutarsız düşüncelerle dolup

189

taşıyordu. Bitkin ve nefes nefese gruplar karanlığın için­ de tekrar tekrar önümden geçiyordu. Dans aralıksız de­ vam ediyordu ve Ahmed her turda elindeki bir bardağı kırıyordu. Kırılan bardaklar teker teker yere düşüyor ve dans edenlerin ayakları altında parçalanıyordu. Ahmed'in derin kesimler içindeki elleri zemini kana boyuyordu... Türkler'in acılarına gürültü ve kan gerekiyordu bel­ li ki. Kutlamadan sıkılmış, Ahmed'in gelecekte bu tür aptallıklar yapması ve sözlerini tutmakta pek ciddi ol­ maması konusunda endişeye düşmüştüm. Çıkmak için ayağa kalktım. Ahmed anladı ve sessiz­ ce arkamdan geldi. Dışarıdaki soğuk hava sakinleş­ memizi ve kendimize gelmemizi sağladı. Ahmet, "Loti, nereye gidiyorsun?" dedi. "Gemiye" diye cevap verdim. "Artık seni tanıyamı­ yorum. Ben de sana verdiğim sözleri, bu akşam senin tuttuğun kadar tutacağım. Beni bir daha görmeyecek­ sin." Biraz ilerideki bir kayıkçıyla Galata'ya geçmek konusunda pazarlık etmeye gittim. Ahmet, "Loti affet beni. Kardeşini böyle bırakamaz­ sın" dedi ve ağlayarak yalvarmaya başladı. Ben de onu böyle bırakmak istemiyordum ama bir cezayla öğüdü hak ettiğini düşünüyordum ve yumuşamadım. Sonunda kan içindeki elleriyle beni tutmaya çalıştı ve umutsuzca asıldı. Onu şiddetle ittim, bir odun yığını­ na doğru fırlattım. Odunlar gürültüyle devrildi. Oradan

190

geçmekte olan başıbozuklar bizi serseri sanıp bir fenerle yaklaştılar. Şehir dışında ıssız bir noktada, İstanbul surlarından uzakta, bir suyun kenarındaydık ve kıpkırmızı eller pek iyi görünmüyordu. "Bir şey olmadı, yalnızca bu delikanlı fazla içti, ben de onu evine götürüyorum" dedim. Sonra Ahmed'i elinden tuttum ve kızkardeşi Eriknaz'ın evine götürdüm. Eriknaz, Ahmed'in ellerine pan­ suman yaptıktan sonra uzun bir nutuk çekti ve yatmaya gönderdi.

XIX 26 Mart

Bir gün daha. Gidişimiz son kez erteleniyor. Bir gün daha. "Madamları"nda bir kere daha kılık değiştirip istanbul'a dönüyorum. Fırtına havası var, hava aydınlık ve yumuşak. Sul­ tan Selim sokağının Mağrip üslubu kemerlerinin altında iki saat kadar nargile içiyoruz. Zaman içinde biçimleri bozulan beyaz sütunlar, türbeler ve mezar sıralarının arasında uzanıyor. Ağaç dalları, kırmızı çiçekler gri duvarların üzerinden taşıyor. Dört bir yanda taze yeşil bitkiler kutsal eski mermerlerin üzerinden koşuyor. Bu ülkeyi seviyorum. Bütün bu ayrıntılar hoşuma gidiyor. Seviyorum çünkü bu onun ülkesi ve o bana var­ lığıyla can verdi; hemen şuracıkta, yukarıda ve yine de onu bir daha göremeyeceğim.

191

Gün batımı bizi Fatih Camii'nin önünde, bir zaman­ lar uzun saatler geçirdiğimiz bankın üzerinde yakalıyor. Uçsuz bucaksız meydanın şurasına burasına yayılmış Müslüman gruplar sohbet ederek tütün içiyor ve bir ilk­ bahar akşamının güzelliklerini ağır ağır içine çekiyor. Gökyüzü dingin ve bulutsuz. Burayı seviyorum, Doğu hayatını seviyorum. Bunun bittiğini ve gitmek üzere olduğumu düşünmekte zorlanıyorum. Biraz uzaktaki eski siyah kapıya ve sonu karanlık­ tan gözükmeyen ıssız sokağa bakıyorum. O, orada oturu­ yor, birkaç adım ilerlesem evini göreceğim. Ahmed bakışlarımı takip ediyor ve endişeyle beni inceliyor: Ne düşündüğümü ve ne yapmak istediğimi tahmin etti. "Ah Loti! Onu seviyorsan merhamet et! Ona veda ettin. Artık bırak onu!" Ama onu görme isteğime engel olamıyordum. Ahmed gözyaşları içinde mantıklı ve sağduyulu ol­ mam için yalvarıyor: Yaşlı efendisi Abeddin orada ve onu görmek için yapacağım her türlü girişim akıldışı olacak. "Zaten çıksa bile, onu götürecek evin yok. İstan­ bul'da seni ve bir başkasının karısını ağırlayacak kimi bulacaksın? Seni görürse ya da öteki kadınlar orada ol­ duğunu söylerse, çılgına dönüp mahvolacak ve yarın onu sokakta bırakacaksın. Senin için hava hoş, sen gide­ ceksin, ama Loti, bunu yaparsan, senden nefret ederim ve kalpsizsin demektir." Ahmed başını eğiyor ve istemediği bir konuda di­ rettiğim her zaman yaptığı gibi ayağını yere vurmaya başlıyor.

192

Onu öylece bırakıyorum ve büyük kapıya yöneliyorum. Gözlerimi loş ve ıssız sokağa dikerek bir direğe dayanıyorum: Ölü bir şehrin bir sokağı sanki. Tek bir aralık pencere, tek bir insan, tek bir ses yok. Yalnızca sokak taşlarının arasından büyüyen otlar ve kenarda iki köpek iskeleti... Aristokrat bir mahalle burası: Koyu renkli ahşaptan yapılma eski evler büyük bir servet gizliyor; kapalı bal­ konlar, hüzünlü sokağa taşan fazlasıyla çıkık cumbalar, demir parmaklılar arkasında, üzerinde eski zaman sanat­ çılarının ağaçlar ve kuşlar resmettikleri dişbudak dal­ larından ince kafesler var. İstanbul'un bütün pencereleri bu şekilde resimlerle süslü ve kapalı. Doğu şehirlerinde, içerideki hayat dışarıdan tahmin edilir. Gelip geçenler, pencerelerin aralığından genç ya da yaşlı, çirkin ya da zarif insan başları görürler. Bir Türk evinin içine kimse göz atamaz. Bir ziyaret­ çinin içeri girmesi için kapı açılıyorsa bile, yalnızca aralanır, arkasında duran kişi hemen kapatıverir. İçerisi asla tahmin edilemez. İlerideki koyu kırmızı büyük ev Aziyade'nin evi. Kapısının üzerinde tamamı kurtların kemirdiği bir ahşaptan yapılma bir güneş, bir yıldız ve bir hilal duruyor. Cumbaların kafeslerini süsleyen resimlerde sarı kelebeklerle karışmış mavi laleler görünüyor. İçeride canlı bir varlığın bulunduğuna işaret edecek tek bir hareket yok. Bir Türk evinin pencerelerinden birinin size bakıp bakmadığını asla bilemezsiniz. Arkamda, yukarıda, büyük meydan batan güneşle yaldızlı. Burada, sokakta her şey çoktan gölgede kalmış.

193

Bir duvarın dibine sığınıp bu eve bakmaya baş­ lıyorum. Kalbim delice çarpıyor. Selanik'teki evin parmaklıkların arkasından, onu ilk gördüğüm günü hatırlıyorum. Artık ne istediğimi ya da buraya ne aramaya geldiğimi bilmiyorum. Diğer ka­ dınların bana gülmesinden korkuyorum, komik duruma düşmekten ve özellikle de onu kaybetmekten korkuyo­ rum...

XX Mehmed-Fatih Meydanı'na geri döndüğümde güneş bü­ yük camiyi, Arap üslubu kapılarını ve devasa minareleri altın rengine boyamıştı. Akşam namazından çıkan ule­ malar eşikte, güneş ışığının ortasında büyük merdivenler üzerinde öylece duruyorlardı. Onlara doğru koşan kala­ balık çevrelerini sarıyordu. Grubun ortasında, hayranlık uyandıracak güzellikte mistik bir başı bulunan genç bir adam gökyüzünü gösteriyordu. Güzel alnını ulemalara özgü beyaz sarık çevreliyordu. Yüzü solgun, sakalı ve bü­ yük gözleri abanoz kadar karaydı. Yukarıda görünmeyen bir noktayı gösteriyor, mavi gökyüzüne esrimeyle bakarak, "işte Allah! Hepiniz ba­ kın! Allah'ı görüyorum! Yaradan'ı görüyorum!" diyordu. Orada bulunan halk gibi, Ahmed ve ben de Allah'ı gören ulemanın yanına koştuk.

XXI Ne yazık ki biz bir şey göremedik! Oysa çok ihtiyacımız vardı. O sırada böyle ilahi bir görüntü, gökyüzünden gelecek tek bir işaret, olağanüstü herhangi bir belirti için canımı verebilirdim. Ahmed, "Yalan söylüyor. Daha önce Allah'ı gören olmuş mu?" diyordu. Ulemadan İzzet, "Ah! Siz misiniz Loti? Siz de mi Allah'ı görmek istiyorsunuz?" diye sordu ve gülüm­ seyerek devam etti: "Allah kâfirlere görünmez." Dervişler, "Bu adam deli" dediler ve hayaller gören adam odasına götürüldü. Ahmed beni Marmara'ya bakan bir sırta, olabil­ diğince uzağa sürüklemek için bu kargaşadan yararlan­ mıştı. Gece çöktü ve bizi yarı yarıya yolunu kaybetmiş halde yakaladı.

XXII Sultan-Selim Sokağı'nın sundurmaları altında akşam yemeği yiyoruz, istanbul için vakit geç. Türkler güneşle birlikte yatıyor. Tertemiz gökyüzünde yıldızlar birbiri ardına yanı­ yor, ay geniş ve ıssız sokağı, Arap üslubu kemerleri ve eski mezarları aydınlatıyor. Uzaklarda hâlâ açık olan bir kahvehane gri kaldırım taşlarının üzerine kırmızı bir ışık yansıtıyor, nadiren insan geçiyor ve geçenler de ellerin­ de fenerlerle dolaşıyor, etrafa yayılan türbelerden küçük

195

hüzünlü ışıklar sızıyor. Alıştığım bu manzaraları son kez görüyorum.Yarın, aynı saatte bu ülkeden çok uzaklarda olacağım. Bu akşamki programı belirleme iznini koparan Ahmed, "Unkapanı'na kadar ineceğiz. Balat'a kadar ata bi­ necek, oradan kayıkla Piripaşa'ya geçecek, Eriknaz'da kalacağız. Bizi bekliyor" dedi. Unkapanı'na giderken yolu şaşırıyoruz. Fenerleri­ mizi gören köpekler havlıyor. İstanbul'umuzu iyi tanıyo­ ruz ama yaşlı Türkler bile geceleri bu labirentlerde kay­ boluyor. Bize yolu tarif edecek kimse yok ortalıkta. Hep aynı inen, çıkan, bir labirent gibi anlamsız yere kıvrılıp duran sokaklar. Unkapanı'nda, Fener girişinde, iki at bizi bekliyor. İki metre yüksekliğinde bir fener taşıyan bir koşucu önümüzden gidiyor ve rüzgâr gibi yola koyuluyoruz. Karanlık ve bitmek bilmeyen Fener uykuya dalmış, her şey sessizliğe gömülmüş. Koştuğumuz sokaklarda, öğle güneşi bile inmekte tereddüt eder ve iki at yan yana geçmekte güçlük çeker. Bir tarafta eski istanbul surları vardır, öteki taraf ise demir parmaklıklı evlerle sınırlan­ mıştır. Bunlar yukarıda genişleyen ve nemli sokağın üzerinde kubbe oluşturan, İslam'dan bile eski yapılardır. Derin karanlığın içine kalın taş kollarını uzatan Bizans evlerinin balkonları altından atla geçenlerin başlarını eğ­ mesi gerekir. Her akşam Eyüp'teki evimize giderken geçtiğimiz yoldu bu. Balat'a vardığımızda evimize çok yaklaşmıştık ama artık böyle bir yer yoktu... Burası şehir dışıydı ve çınarlar arasında büyük kara serviler yükseliyordu.

196

Fenerlerimizle Eriknaz'ın evine giden yollardan in­ meye başladık.

XXIII Eriknaz Hanım'ın hoş bir çirkinliği, balmumu kadar beyaz bir teni, karga kanadı kadar kara kaşları ve gözleri vardı. Bizi bir Frenk kadını gibi başörtüsüz kabul ederdi. Evinde her şey düzen, rahatlık ve derin bir temizlik kokuyordu. Onunla birlikte yaşayan dostları Murrah ve Fenzile biz gelir gelmez yüzlerini saklayarak kaçıyorlar­ dı. Uçları kıvrık kırmızı terliklere küçük altın payetler işlemekle uğraşıyorlardı. Eriknaz'ın kızı ve Ahmed'in yeğeni Âlemşah benim arkadaşımdı ve her zaman koşup dizlerimdeki yerini alır, burada uykuya dalardı. Kocaman simsiyah gözleri, bebek narinliği ve temizliğiyle üç yaşında güzeller güzeli bir yaratıktı. Kahve ve sigaradan sonra, hepsi kar gibi beyaz iki beyaz yastık, iki beyaz yatak, iki beyaz ayak örtüsü getirildi. Eriknaz ve Âlemşah bize iyi geceler dileyerek çekildiler ve derin bir uykuya daldık. Sabah erkenden pırıl pırıl bir güneşle uyandık ve Halic'e inen merdivenleri dörder dörder indik. Erkenci bir kayıkçı bizi bekliyordu. Piripaşa'nın piramit gibi yerleştirilmiş çok sayıdaki kara evi portakal rengi güneşle yıkanıyor ve bütün cam­ lar ışıl ışıl yanıyordu. Eriknaz ve Âlemşah doğan güneş altında evlerinin çatılarına çıkmış kırmızı elbiseleriyle gidişimizi izliyorlardı.

197

işte Eyüp'ten geçiyoruz, işte Süleyman'ın kahvesi, küçük cami meydanı ve sabah ışığının ortasında Arif Efendi'nin evi. Deniz kıyısında kimse yok. Her yer kapa­ lı ve uykuda. Kar ve kuzey rüzgârı altında her zaman karanlık ve hüzünlü gördüğüm evim, göz kamaştırıcı güneş ışığı al­ tında son bir görüntü bırakıyor aklımda. Bu son gündoğumu alışılmamış bir ihtişam yaşatı­ yor. Eyüp'ten Saray'a, bütün Haliç boyunca kubbeler ve minareler şeffaf gökyüzünde kızıl ve sedefli tonlarla çizi­ liyor. Kibar giyimli yolcular ve başı örtülü kadınlar taşı­ yan yüzlerce altın yaldızlı kayık gidip gelmeye başlıyor. Bir saatin sonunda gemideyiz. Burada her şey üst üste ve bu kez gidişimiz kesin. Öğleyin yola çıkılması kararlaştırılmış.

XXIV Ahmet, "Gel Loti! Bir kez daha İstanbul'a inelim, son bir kez birlikte güzel bir nargile içelim" dedi. Salıpazarı, Tophane, Galata'yı koşarak geçtik, işte istanbul köprüsündeyiz. Yakıcı güneş altında kalabalık acele ediyor. B e n giderken ilkbahar gerçekten gelmiş gibi. Yüksek öğle güneşi, istanbul tepelerini taçlandıran surlar, kubbeler ve minareler üzerinden akıyor. Gökkuşağının en güzel renklerini giyinmiş alacalı bulacalı bir kalabalık üzerine yayılıyor. Güzel görünümlü bir halkla dolu vapurlar gelip gi-

198

diyor. Seyyar satıcılar bir yandan kalabalığı itip kakarak avaz avaz bağırıyor. Bizi Boğaziçi'nin her bir köşesine götüren bütün bu vapurları tanıyoruz. İstanbul köprüsü üzerindeki bütün küçük dükkânları, gelip geçenleri, hatta körler, çolaklar, dudağı patlaklar ve topallar güruhundan oluşan bütün dilencileri biliyoruz! Türkler'in bütün ayak takımı or­ talığa dökülmüş bugün. Herkese sadaka dağıtıyor, bir sürü dua ve selam topluyorum. İstanbul'da, büyük Yeni Cami Meydanı'nda, cami­ nin önünde duruyoruz. Son bir kez, Türkiye'de olmanın, arkadaşım Ahmed'in yanında oturmanın, bir Doğu deko­ ru ortasında oturup nargile içmenin keyfini çıkarıyorum. Bugün gerçek bir bahar bayramı, bir giysiler ve renkler sergisi. Herkes dışarı fırlamış, çınarların altına, mermer çeşmelerin çevresine ve kısa zaman sonra körpe yapraklarla kaplanacak asma çardaklarının altında otu­ ruyor. Berberler sokaklara tezgâh açmış, açık havada sür­ dürüyorlar işlerini. İyi Müslümanlar, Muhammed'in kendilerini yakalayıp cennete götüreceği tutam dışında kalan yerleri, ciddi bir edayla tıraş ettiriyorlar. ...Beni herhangi bir cennete kim götürecek? Beni sı­ kan ve yoran bu eski dünyadan başka herhangi bir yere, artık hiçbir şeyin değişmeyeceği, artık sevdiğimden ya da sevmiş olduğumdan ayrılmak zorunda kalmayacağım herhangi bir yere kim götürecek? Biri bana Müslüman inancını aşılayabilse, sevinç­ ten ağlayarak koşar peygamberin yeşil bayrağını öper­ dim! Başlarının üzerinde bıraktıkları kuyruğa ilişkin konu dışı ve aptalca sözler...

XXV Ahmed, "Loti! Yapacağın yolculuğu anlat bana biraz" dedi. "Ahmed, Marmara Denizi'ni aştıktan sonra, Akde­ niz'e, sizin deyişinizle yaşlı denize geçeceğiz. Yunanis­ tan'a gitmek için çok daha büyük bir deniz, senin "Ma­ damları''nın ülkesi olan İtalyanlar'ın ülkesine gitmek için daha da büyüğünü ve İspanya burnuna ulaşmak için ondan da büyüğünü aşacağız. En azından bu masmavi denizde, Akdeniz'de kalabilsem, sizden daha az uzakta olacağım. Hâlâ sizinle aynı gökyüzünün altında buluna­ cağım ve Doğu'ya gidip gelen gemiler Türkiye'den ha­ berler getirecek bana! Ama senin hayal bile edemeyece­ ğin kadar geniş olan öteki denize çıkarsam, ülkeme, güzel havalardan çok yağmur ve güneşten çok bulut gör­ düğümüz ülkeme ulaşmak için kuzey yıldızına

doğru

günlerce yol almam gerekecek. Orada sizden çok uzakta olacağım. Ülkem seninkine hiç benzemez. Orada her şey solgun, her şey donuk­ tur. Burada sis bastığındaki gibidir ama bu sis bile daha saydamdır. Ülkem o kadar düzdür ki, benzerini hiç görmemişsindir. Peygamberinin mezarını ziyaret eden her iyi Müslüman gibi Mekke'ye gittiğinde göreceğin Arabistan gibidir. Yalnızca kum yerine, yeşil otlar ve ekilmiş geniş tarlalar vardır. Orada evler karedir ve hepsi birbirine benzer. Manzaran komşunun duvarından ibarettir ve bu

düzlük insanı boğar, öteleri görmek için yükseğe çıkmak istersin. Türkiye'deki gibi çatılara çıkmak için merdivenler de yoktur. Ben bir gün çatıya çıkıp dolâşmak istediğim için, mahallede garip bir çocuk olarak

anılmaya

baş-

lamıştım. Herkes üniforma gibi gri paltolar giyer, şapka ya da kasket takar. Pera'dakinden de beterdir. Her şey önceden belirlenmiş, düzenlenmiş, numaralandırılmıştır. Her şeyin bir düzeni, herkesin uyması gereken kurallar var­ dır. Öyle ki, en basit insan, örneğin bir tuhafiyeci ya da berber çırağı bile seninle ya da benim gibi zeki ve kararlı bir gençle aynı yaşama haklarına sahiptir. Ama inan sevgili Ahmed'im, İstanbul'da her gün yaptıklarımızın dörtte biri için bile, benim ülkemde polis komiseriyle bir saat tartışmaya girmen gerekir!" Ahmed, Batı uygarlığı hakkındaki bu genel özeti gayet iyi anladı ve bir an için dalıp gitti. "Neden, savaştan sonra aileni Anadolu'ya getirmiyorsun Loti?" diye sordu ve "Loti! Bana babam İbra­ him'den kalan bu tespihi almanı istiyorum. Hiçbir zaman yanından ayırmayacağına söz ver" dedi. Konuşmasını ağ­ layarak sürdürdü: "Seni bir daha göremeyeceğimi biliyo­ rum. Bir ay içinde savaşa gireceğiz. Zavallı Türkler'in, İs­ tanbul'un sonu geldi. Moskof bizi, mahvedecek. Sen geri döndüğünde Loti, Ahmed'in ölmüş olacak. Cesedi Kuzey'de bir yerlerde kalacak. Kasımpaşa Mezarlığı'nda, servilerin altında, gri mermerden küçük bir mezarı bile olmayacak. Aziyade, Anadolu'ya gitmiş olacak ve bir daha izini bulamayacaksın. Ondan söz edildiğini bile işitmeyeceksin. Loti, kardeşinle kal!"

201

Heyhat. Bu Moskoflar'dan en az onun kadar kor­ kuyorum. Aziyade'nin izini kaybedebileceğim ve yer­ yüzünde ondan haber verecek kimseyi bulamayacağım fikriyle titriyorum...

XXVI Müezzinler minarelerine çıkıyor, öğle namazı vakti. Git­ me zamanı geldi. Galata'dan geçerken "Madamları"na uğradım. Bu yaşlı kaltağı neredeyse öpüyordum. Ahmed beni gemiye kadar geçirdi. Ziyaretçilerin ve makine gürültülerinin ortasında veda ettik birbirimize. Gidiyoruz ve istanbul uzaklaşıyor...

XXVII Denizde, 27 Mart 1 8 7 7

Marmara Denizi'nin üzerinde soluk bir Mart güneşi batıyor. Açıklarda hava açık ama ayaz. Hüzünlü çıplak kıyılar akşam pusu içinde uzaklaşıyor. Tanrı'm bitti mi? Onu bir daha göremeyecek miyim? istanbul gözden kayboldu. Olabilecek en yüksek ca­ milerin o en yüksek kubbeleri, hepsi uzaklarda kaybol­ du, hepsi silindi gitti. Onu bir an için olsun görmek, yal­ nızca eline dokunabilmek için canımı verirdim. Onunla olmak için çılgın bir istek duyuyorum.

Aklımda, geride kalan Doğu'nun, istanbul'un kala­ balığının, yola çıkış kargaşasının gürültüleri var ve bu dingin deniz canımı sıkıyor. Giderken ağlayamadım ama o orada olsaydı mut­ laka ağlardım. Başımı dizlerine dayar, bir çocuk gibi ağ­ lardım. Ağladığımı görür, güven duyardı. Oysa ona veda ederken nasıl da sakin, nasıl da soğuktum. Ama yine de tapıyorum ona. Her türlü esrimenin ötesinde, onu son derece şefkatli, son derece saf bir aşk­ la seviyorum. Bana ait olan ruhunu ve kalbini seviyo­ rum, bizi ihtiyarlığa ve ölüme götürecek gelecekte, genç­ liğin, duyuların çekiciliğinin ötesinde de seveceğim. Bu sakin deniz, bu soluk Mart göğü kalbimi sıkış­ tırıyor. Tanrı'm, çok acı çekiyorum, onun ölümünü gör­ müş gibi acı içindeyim. Ona ait her şeyi öpüyorum. Ağ­ lamak isterdim, onu bile yapamıyorum. Sevdiğim bu saatte hareminde, o karanlık, o par­ maklıklar içindeki geniş evin bir köşesinde, hiç konuş­ madan, gözyaşı dökmeden, teslim olmuş halde geceyi bekliyordur. Ahmed, Fındıklı Rıhtımı'nın üzerinde, gözleriyle gidişimizi izleyerek öylece kalakaldı. Her akşam Samuel ya da onun beni beklemeye geldikleri bu alıştığımız is­ tanbul köşesiyle birlikte gözden kaybettim onu. O da bir daha görüşemeyeceğimizi düşünüyor. Ahmed, zavallı küçük dostum, onu da o kadar çok seviyordum ki. Dostluğu nasıl da sıcaktı, bana nasıl da iyi gelmişti. Doğu bitti, bir düş sona erdi. Vatanıma gidiyorum. O küçük, huzurlu Brightbury'de beni mutluluk bekliyor.

203

Oradaki her şeyi de seviyorum ama yuvam hüzün de­ mek. Çocukluğumun geçtiği o eski duvarları ve sarmaşı­ ğı, ilk rüyalarıma ve dünyada hiçbir şeyin bana geri vere­ meyeceği o ilk mutluluklara tanıklık eden Yorkshire'ın gri gökyüzünü, eski çatıları, yosunu ve ıhlamur ağaçları­ nı yeniden görür gibi oluyorum. Buraya, bu yuvaya sıklıkla alt üst olmuş, parçalan­ mış bir kalple geri döndüm. Hep tutkularımı, kırılmış umutlarımı taşıdım. Kalbimi deşen anılarla dolu artık. Kutsanmış dinginliği bende sağaltıcı bir etki yapamıyor. Orada boğulacağım, güneşten yoksun bırakılmış bir bitki gibiyim artık...

XXVIII KIZKARDEŞİNDEN LOTI'YE Brightbury, Nisan 1 8 7 7

Sevgili kardeşim, ben de ülkemize dönmeni çok istiyo­ rum. Kendimi adadığım Tanrı'mdan burada daha iyi his­ setmeni ve şefkatimizin acılarını dindirmesini diliyo­ rum! Bunun için elimizden geleni yapacağız. Geri dönüş haberinin sevinci içindeyiz. İnsanın bu kadar sevilirken, bu kadar çok kişinin kalbinde ve düşüncelerinin odağında bulunurken, bu hayatın lanetli olduğuna ve kendisinin de sefil bir insan olduğuna inanmasının bir anlamı olmadığını düşünüyo­ rum sık sık. istanbul'a uzun bir mektup yazmıştım ama

204

şüphesiz hiç bir zaman alamayacaksın. Sıkıntılarını, hat­ ta acılarını nasıl paylaştığımı ve Aziyade'nin hikâyesini düşünerek nasıl defalarca gözyaşı döktüğümü anlatmış­ tım sana. Sevgili küçük kardeşim, mütevazı varlığının bir parçasını dört bir yana saçıyor olmanın tam olarak da senin hatan olmadığını düşünüyorum. Aslında çok uzun olmayan varoluşunu çok tartıştık... Ama yakında bunu bütünüyle dolduracak ve senin de dünyada her şeyden üstün tutacağın birini bulacağımıza inandığımı biliyor­ sun. Bülbül ve guguk kuşu, ötleğen ve kırlangıçlar gelişi­ ni selamlıyor. Daha iyi bir mevsim seçemezdin. Seni ne kadar süreyle burada tutup şımartabileceğimizi Tamı bi­ lir. Hoşçakal! Seni öpüyoruz ve yakında görüşmeyi diliyoruz!

XXIX istanbul Eminönü'nde, meydanda duran arzuhalcilerden birine Ahmed tarafından yazdırılmış ve Loti'nin Brightbury'deki adresine gönderilmiş Türkçe bir mektup.

ALLAH!

Sevgili Loti'm, Ahmed sana çok selam eder. Midilli'den gönderdiğin mektubu Hatice aracılığıy­ la Aziyade'ye ulaştırdım. Elbisesinin içine sakladı ama

205

sen gittiğinden beri sokağa çıkmadığı için henüz okutturamadı. ihtiyar Abeddin şüphelenmiş ve her şeyi tahmin et­ miş çünkü son günlerimizde çok ihtiyatsız davranıyorduk. Hatice'nin söylediğine göre Aziyade'yi çok seven Abeddin fazla sitem etmemiş ve onu kapı dışarı et­ memiş. Ama artık odasına girmiyor, onunla ilgilenmiyor ve konuşmuyormuş. Haremin diğer kadınları da terk et­ miş, yalnız Fenzile Hanım onun için bir hocaya gitmiş. Sen gittiğinden beri hasta. Onu gören büyük hekim bir şeyi olmadığını söylemiş ve bir daha da gelmemiş. Ona, şu elinin kanamasını durduran yaşlı kadın bakıyor. Sanırım onu para karşılığı ele veren de bütün sırlarını bilen bu kadındır. Aziyade sensiz yaşamadığını söylememi istedi; is­ tanbul'a döneceğin günü hayal edemediğini, bir daha yüz yüze gelip gözlerine bakabilmeyi ummadığını ve ar­ tık güneşin hiç doğmadığını söylüyor. Loti, bana söylediğin sözleri, verdiğin sözleri hiçbir zaman unutma! Sensiz İstanbul'da bir an bile mutlu olabileceğimi düşünüyor musun? Ben sanmıyorum. Sen gittiğin zaman kalbim paramparça oldu. Babam çok yaşlı olduğundan, beni henüz savaşa ça­ ğırmadılar. Yine de yakında çağıracaklarını sanıyorum. Selam ederim. Kardeşin AHMED

NOT: Geçen hafta Fener mahallesinde yangın çıktı. Bütün Fener yanıp kül oldu."

XXX LOTI'DEN İSTANBUL'A ÎZZEDDİN ALÎ'YE Brightbury, 20 Mayıs 1 8 7 7

Sevgili îzzeddin Ali, Artık sizinkinden çok farklı olan ülkemdeyim! İs­ tanbul'dayken sözünü ettiğim şu' küçük Brightbury'de, yeşil meşe ormanının ortasında, çocukluğumda altına sığındığım eski ıhlamur ağaçlarının altında oturuyorum. Mevsim ilkbahar ama solgun bir ilkbahar: Yağmur ve sisiyle, biraz sizdeki kışa benziyor. Tekrar Batılı giysilerime, şapkama ve gri paltoma döndüm. Bazen benim asıl giysilerimin sizinkiler oldu­ ğunu, şu anda kılık değiştirmiş olduğumu düşünüyo­ rum. Yine de bu küçük vatan parçasını seviyorum. Bunca zamandır ıssız bıraktığım bu aile ocağını seviyorum. Bu­ radaki beni seven ve duyarlılıklarıyla hayatımın ilk yıl­ larını güzel ve mutlu kılan insanları seviyorum. Çevrem­ deki her şeyi, hatta kendilerine özgü çekicilikleri, size tanımlamakta güçlük çekeceğim geçmişleri, eski zaman­ lara ve eski çobanlara özgü büyük pastoral çekicilikleri olan bu kasaba ve eski koruyu seviyorum. Haberler birbirini kovalıyor aziz efendim, savaş ha­ berleri geliyor, olaylar birbirini izliyor. İngiliz halkının Türkiye yanında tavır alacağını umut etmiştim. İstan­ bul'dan bu kadar uzakta, yarı ölü haldeyim. Sizi çok sev-

207

diğimi bilirsiniz, ülkenizi seviyor, onun için içtenlikle dualar ediyorum. Yakında görüşeceğimizden hiç şüp­ hem yok. Tabii tahmin ettiğiniz gibi, onu seviyorum. Varlığını tahmin ettiğiniz ve hoşgörüyle karşıladığınız o kadını. Kalbiniz büyüktür, siz her türlü yanlış anlamanın, ön­ yargının üzerindesiniz. Size onu sevdiğimi ve özellikle de onun için en kısa sürede geri döneceğimi söyleyebili­ rim.

XXXI Brightbury, Mayıs 1 8 7 7

Brightbury'de, yaşlı ıhlamur ağaçlarının altında oturu­ yordum. Mavi başlı bir arı kuşu başımın üzerinde kar­ maşık ve oldukça uzun bir şarkı söylüyordu. Şarkısına bütün ruhunu koyuyordu ve içimdeki anılar dünyasının uyanmasına neden oluyordu. Önceleri eskilerde kalmış anılar karmakarışık belir­ di, sonra yavaş yavaş daha net ve daha belirgin görün­ tüler geldi. Kendimi içlerinde buldum. Evet orada, İstanbul'da, en ihtiyatsız günlerimizden birinde, âdeta okul kırdığımız günlerden biriydi. Zaten İstanbul çok büyüktü!... Üstelik yaşlı Abeddin de Edir­ ne'deydi!... Güzel bir kış öğleden sonrasıydı ve ikimiz, o ve ben başbaşa dolaşıyorduk. Gün ışığında birlikte olduğumuz için çocuk gibi mutlu kırlarda koşturup duruyorduk.

208

Yine de seçtiğimiz gezinti alanı oldukça hüzünlüy­ dü: Eski İstanbul surları boyunca ilerliyorduk, burası son Bizans imparatorlarından beri donup kalmış gibi görünen oldukça ıssız bir bölgeydi. Büyük şehir hep denizle iç içe yaşar ve bu eski du­ varlar çevresinde sessizlik bir nekropoldeki kadar derin­ dir. Bu kalın duvarlarda ara sıra göze çarpan kapıların hiç açılmadığını, kimselerin geçmediğini ve yok edilse kimsenin fark etmeyeceğini herkes bilir. Bunlar, üzerle­ rinde yaldızlı yazılar ve garip süslemeler bulunan kü­ çük, alçak, gizemli kapılardır. Şehrin yaşanan kısmıyla bu kalıntılar arasında ür­ kütücü kulübeler, tarihin her dönemine ait kalıntılarla dolu geniş topraklar uzanmaktadır. Dışarıdan gelen hiçbir şey bu duvarların tekdüzeli­ ğini bozamaz. Uzaklardan bir minare beyaz gövdesini güçlükle gösterir. Hep aynı mazgallar, hep aynı kuleler, asırların getirdiği hep aynı karanlık renk, ufka doğru kaybolan hep aynı düz ve ölüm çağrıştıran çizgiler. Bu dev duvarların dibinde başbaşa yürüyorduk. Çevremizde, gölgesinde binlerce Osmanlı'nın mezarının kaynaştığı katedraller kadar yüksek dev servi ormanları vardı. Bu ülkedeki kadar mezarlığı, bu kadar mezarı dünyanın hiçbir yerinde görmedim. Aziyade, "Azrail buraları sever, geceleri gelip dola­ nır. Kanatlarını kapar ve bu korkunç gölgeliklerde nor­ mal bir insan gibi yürüyerek dolaşır" diyordu. Bu kırlar son derece sessiz, ortam etkileyici ve ağır­ başlıydı. Biz yine de neşeli, yaptığımız kaçamaktan, genç ve

209

özgür olmaktan, bir kere olsun, bu rüzgâr ve mavi gök­ yüzü altında aklımıza estiği gibi dolaşmaktan dolayı çok mutluyduk. Aziyade'nin fazlasıyla kalın olan yaşmağı bütün al­ nını gizleyecek kadar yakındı gözlerine.

Örtünün

aralığından o berrak, o hareketli göz bebekleri güçlükle görünüyordu. Birilerinden emanet aldığı feracesi koyu renkliydi. Genç ve zarif kadınların kullanmadığı sıradan bir kesimi vardı. Yaşlı Abeddin bile tanıyamazdı onu bu haliyle. Esnek ve hızlı adımlarla yürüyor, beyaz papatyalar ve Ocak ayında kısa olan otlar arasında, güzel kış gün­ lerinin temiz ama soğuk havasını ciğerlerimize çekerek dolaşıyorduk. Birden, bu sonsuz sessizliğin ortasında bir arı kuşu­ nun muhteşem ezgisini işittik. Bugün işittiğime benzi­ yordu. Aynı türden küçük kuşlar dünyanın her köşesin­ de aynı şarkıyı tekrar eder. Aziyade şaşkın duraksadı, komik bir şaşkınlık ifadesiyle, ucu kınalı parmağını uzatarak yanı başımız­ daki servinin bir dalına konmuş küçük şarkıcıyı işaret etti. Bu küçücük, yapayalnız kuş bütün bu gürültüyü yapabilmek için o kadar çok çaba harcıyor, o kadar canla başla ve o kadar canlı bir edayla çırpınıyordu ki, gül­ meye koyulduk. Kuyruklarından birbirine bağlanmış, aptal görü­ nümlü altı büyük deveden ürküp uçana kadar, uzun süre durup onu dinledik. Sonra.... Sonra, bize doğru gelen bir yaslı kadın grubu gördük.

210

Bunlar Rum kadınlarıydı. Başta iki papaz ilerliyor­ du, kadınlar geleneklerine uygun olarak bir sedyeye yüzü açık olarak yatırılmış küçük bir ölü taşıyorlardı. Ciddileşen Aziyade "Bir güzel çocuk!" dedi. Gerçekten de dört beş yaşlarında güzel bir kız çocu­ ğuydu. Yastıklar üzerine yatırılmış balmumumdan muh­ teşem bir bebeğe benziyordu. Beyaz muslinden zarif bir elbise giydirilmişti ve başının üzerinde altın yaldızlı çi­ çeklerden bir taç taşıyordu. Yolun kenarında yeni kazılmış bir çukur vardı. Ölüleri böyle yol kenarına ya da duvar diplerine rasgele gömüyorlardı... Yeniden çocuklaşan Aziyade, "Yaklaşalım, bize bonbon şekeri verirler" dedi. Bu çukuru kazarken pek de eski olmayan bir başka cesedi rahatsız etmişlerdi. Çıkan toprak, kemiklerle ve değişik kumaş parçalarıyla doluydu. Özellikle de dik açıyla kıvrılmış bir kol vardı ki, kemikleri toprağın henüz yutmayı başaramadığı kırmızı bir bağla bağlıydı. Kadınlar gibi uzun saçları olan, pis ama sırmalı giy­ siler içinde iki papaz ve yanlarında pek de güvenilir görünmeyen, duahanlık yapan dört kötücül görünümlü çocuk vardı. Ölü çocuğun üzerine bir şeyler serpiyorlardı ve so­ nunda anne çiçekli tacı çıkardı ve çocuğun sarı saçlarını büyük bir özenle bir gece bonesinin içine tıkıştırdı. Bu iş, anne tarafından yapılmamış olsa, insanı gülümsetebilirdi. Çocuk tahtasız ve tabutsuz halde nemli toprağın üzerine öylece yatırıldı ve pis toprak doğrudan üzerine

211

atıldı. Eski kemikler ve eski dirsek dahil, her şey bu güzel balmumundan yüzün üzerine dolduruldu. Ve çocuğun üzeri hızla kapatıldı. Gerçekten de bize bonbon şekeri verdiler. Bu Rum geleneğini bilmiyordum. Meyve şekerleriyle dolu beyaz bir çantaya elini dal­ dıran genç bir kız, törene katılan herkese bir avuç şeker dağıttı. Türk olmamıza rağmen bize de verdi. Aziyade kendi payını almak için elini uzattığında, gözleri yaşlarla doluydu...

O yaslı ortamda yaşamaktan bu kadar mutlu ve bu derece neşeli olan o küçük kuş gerçekten garipti!...

BEŞ

AZRAİL

20 Mayıs 1 8 7 7

...Doğu'nun lekesiz gökyüzü ve mavi denizi bu. Uzaklar­ da bir şeyler beliriyor, ufuk camilerle ve minarelerle süs­ leniyor. Kalbim çarpmaya başlıyor, istanbul bu! Karaya ayak basıyorum. Yeniden bu ülkede bulun­ mak beni fazlasıyla heyecanlandırıyor... Ahmed artık orada, her zamanki yerinde değil, beyaz atının üzerinde Tophane'ye doğru koşturmuyor. Galata bile ölü. Bir milletin kökünü kazımaya yönelik savaşlar gibi korkunç bir şeyin yaşandığı anlaşılıyor. ...Türk kıyafetimi giydim. Azapkapı'ya koştum. Geçen ilk kayığa bindim. Kayıkçı beni tanıdı. "Ahmed nerede?" diye sordum. "Gitti, savaşa gitti!" Kızkardeşi Eriknaz'ın evine vardım.

2H

"Evet gitti. Batum'daydı ve savaş başlayalı beri haber almadık" dedi. Eriknaz'ın kara kaşları acıyla çatılmıştı. insanların kendisinden koparıp aldıkları kardeşine ağlıyordu. Kü­ çük Âlemşah da annesinin ağlamasına ağlıyordu. Hatice'nin evine gittim ama ihtiyar taşınmıştı ve yeni evini kimse bilmiyordu.

II

Sonra yalnız başıma Mehmed-Fatih Camii'ne, Aziyade'nin evine doğru yürüdüm. Karmakarışık olan aklım­ da herhangi bir plan yoktu, ne yapacağımı düşünmemiş­ tim, tek istediğim ona yaklaşmak ve görebilmekti!... Bir zamanlar zenginlik içinde yüzen Fener'in kalın­ tıları ve külleri arasından geçtim. Büyük bir yıkıntı, yanıp yıkılmış, kararmış kalıntılarla dolu yaslı sokaklar silsile­ sinden başka bir şey kalmamıştı. Her akşam sevdiğimin beni beklediği Eyüp'e gitmek üzere neşe içinde geçtiğim Fener'di burası... Sokaklarda insanlar bağırıyordu. Üstünde başında doğru düzgün bir şey olmayan, savaşmak için ayaklan­ mış, yarı silahlı, yarı vahşi adamlar taşlar üzerinde yata­ ğanlarını biliyor ve üzerinde beyaz yazılar bulunan eski yeşil bayraklarını sallayarak dolaşıyorlardı. Uzun süre yürüdüm. Eski istanbul'un ıssız mahalle­ lerinden geçtim. Gitgide yaklaşıyordum. Mehmed-Fatih'e çıkan ıssız sokağa, onun oturduğu sokağa gelmiştim!... Çevremdeki nesneler güneşin altında kalbimi sıkış-

215

tiran korkunç görüntüler sergiliyordu. Bu hüzünlü so­ kakta kimsecikler yoktu. Büyük bir sessizlik hâkimdi ve benim ayak seslerimden başka bir şey işitilmiyordu... Kaldırım taşları, yeşil otlar üzerinde duvara sinmiş ilerleyen yaşlı bir kadın fark ettim. Kaftanının kıvrımları arasından zayıf, çıplak, abanoz karası bacakları görülü­ yordu. Başını yere eğmiş yürüyor ve kendi kendine ko­ nuşuyordu... Bu Hatice'ydi. Hatice de beni tanıdı. Zenci kadınlara ya da makak­ lara özgü tiz bir sesle, alay edermişçesine bir "ah!" çekti. "Aziyade nerede?" diye sordum. Tatar dilinde ölümü anlatan, garip bir biçimde yaba­ nıl sözcüklerle iyice vurgulayarak, "Ölü! Ölmüş!" dedi. Anlamayan birine söylüyormuş gibi "Ölü! Ölmüş!" diye bağırıyordu. Biraz nefret biraz tatmin dolu bir alayla, acımasızca aynı sözcükleri tekrarlayarak peşimden geliyordu: "Ölü! Ölü!.. Ölmüş!" Yıldırım darbesi gibi beklenmedik bir anda inen böyle bir sözcük ilk duyulduğunda anlaşılamıyor, insanı sarması ve kalbini paramparça etmesi için biraz zaman gerekiyor. Durmadan yürüyordum. Bu kadar sakin dav­ ranmak beni bile dehşete düşürmüştü. İhtiyar, korkunç "Ölü! Ölü!" çığlıklarıyla deli gibi arkamdan geliyordu. Hemen ardımda ölümüne neden olduğum hanımı­ na tapan bu yaratığın sınırsız kinini hissediyordum. Ar­ kama dönüp yüzünü görmekten, sorular sormaktan, her­ hangi bir kanıt ya da kesinleşmeden korkuyor, sarhoş bir adam gibi durmadan yürüyordum...

III Kendimi Aziyade'nin oturduğu, üzerinde lale ve sarı ke­ lebek resimleri bulunan evin yakınlarında, bir çeşmeye dayanmış halde buldum. Olduğum yere çökmüştüm ve başım dönüyordu. Karanlık ıssız evler gözümün önünde ölüm dansı yapıyordu. Alnımı mermere vuruyordum ve kanlar akıyordu. Çeşmenin soğuk suyuna batmış kara bir el başıma yastık oluyordu... O sırada yanı başımda ağla­ yan Hatice'yi gördüm. Maymunun kırış kırış ellerini sık­ tım. Alnıma su dökmeye devam etti... Gelip geçenler bize dikkat etmiyordu. Sokaklarda dağıtılan kâğıt parçalarından Kars'taki ilk çatışmalarla ilgili haberleri okuyorlardı. Savaşın başladığı kötü gün­ lerdi ve İslam şimdiden kaybetmiş gibi görünüyordu.

IV Albaydé'nin güzel gazel gözleri mezarına kapatılalı Gece gündüz uykusuz, Ateşler içinde yanarak bekliyorum, Yanaklarımdan sel gibi yaş boşanıyor. VICTOR HUGO, Doğu

Kollarımın arasında sıktığım sert nesne toprağa çakılmış soğuk bir mermer parçasıydı. Mermer laciverde boyalıydı ve üstünde yaldızlı çiçek kabartmaları vardı. Kurulmuş bir makine gibi bak-

217

tığım bu çiçekleri ve yaldıza boyanmış harfleri hâlâ hatırlıyorum... Türkiye'de yalnızca kadınlar için kullandıkları mezar taşlarındandı. Büyük Kasımpaşa Mezarlığı'nda yere oturmuştum. Kızıl renkli yeni kazılmış toprak bir insan bedeni uzunluğunca tümsek yapmıştı. Yerlerinden çıkarılmış küçük bitkiler kökleri havada duruyordu. Çevre yosun­ lar, küçük otlar ve kokulu yabani çiçeklerle doluydu. Türk mezarlarına çiçek ya da çelenk getirilmezdi. Bu mezarlık Avrupa'daki mezarlıklarımızın dehşet verici görüntüsüne sahip değildi. Doğuya özgü hüzün, daha yumuşak ve çok daha görkemliydi. Rasgele dikil­ miş kara serviler, hüzünlü ıssızlıklarıyla çıplak tepeler, uzaklarda devasa ağaçların gölgesinde daha yeni ters yüz edilmiş toprak tümsekleri, eski Türk mezarlarının baş­ larında fesler ve sarıklarıyla garip mezar taşları. İyice uzaklarda, ayaklarımın altında Haliç, İstan­ bul'un alışılmış silueti ve ötesinde de Eyüp! Bir yaz akşamıydı. Toprak, kuru otlar, kollarımla sardığım halde soğuk kalmaya devam eden bu mermer dışında her şey ılıktı. Taşın dibi toprağın içindeydi ve ölüye dokunarak soğuyordu. Çevremdeki nesneler, insanların ya da imparator­ lukların hayatları son bulurken düştükleri büyük kriz za­ manlarında her şeyin büründüğü olağanüstü görünüm­ deydi. Uzaklardan kutsal savaşa katılmak için yola çıkan toplulukların bando sesleri, bizim Avrupa nefeslileri­ mizden çıkmayan o keskin ve yüksek ses birliğiyle o ga-

218

rip Türk bandolarının sesleri duyuluyordu. İslam'ın ve Doğu'nun son zafer çığlıkları, büyük Cengiz ırkının ölüm sarkışıydı sanki. Yan tarafımdan bir Türk yatağanı sarkıyordu. Yüz­ başı üniforması giymiştim. Buradaki adamın adı Loti de­ ğil Arifti, Yüzbaşı Arif-Ussam. Cepheye gitme emri al­ mıştım, ertesi gün yola çıkıyordum... İslam'ın bu kutsal toprakları üzerine sonsuz ve ses­ siz bir hüzün yayılmıştı. Batan güneş mezarların yeşile çalan eski mermerlerini yaldıza boyuyordu. Dev servile­ rin, asırlık gövdelerinin, melankolik gümüşi dallarının üzerinde kızıl ışıklar dolanıyordu. Bu mezarlık Allah'ın dev bir tapınağı gibiydi. Gizemli bir dinginliği vardı ve insanda dua etme isteği uyandırıyordu. Bir yas örtüsünün ardından görüyordum çevremi ve bütün hayatım rüyaların belirsiz kargaşası içinde geçi­ yordu aklımdan. Yaşadığım ve sevdiğim yerler, dostla­ rım, ağabeyim, taptığım değişik renklerden kadınlar ve tabii, ne yazık ki sonsuza kadar bırakıp gitmiş olduğum sevgili yuvam, ıhlamurların gölgesi ve ihtiyar annem... Şurada yatan kadın için her şeyi unuttum!.. O beni seviyordu. Beni olabilecek en derin, en saf, üstelik en mütevazı aşkla seviyordu: Bana tek bir yakınmada bu­ lunmadan, hareminin yaldızlı parmaklıkları ardında ya­ vaş yavaş, acılar içinde öldü. O ciddi sesinin bana, " B e n küçük bir Çerkeş köleden başka bir şey değilim... Ama sen, sen biliyorsun, istiyorsan git Loti. Ne istiyorsan onu yap!" dediğini işitir gibi oluyordum. Uzaklarda Kitabı Mukaddes'in kıyamet gününde ça­ lacağını söylediği borulara benzer sesler işitiliyordu.

219

Binlerce insan tek bir ağızdan yüce Allah'ın adını haykı­ rıyor, uzaklardan gelen gürültüleri bana kadar ulaşıyor ve büyük mezarlığı garip uğultularla dolduruyordu. Güneş Eyüp'ün kutsal tepesinin ardında batmıştı ve Osmanlı mirası üzerine saydam bir yaz gecesi iniyordu... ...Bu taşın altındaki zavallı şeye bu kadar yakın olu­ şumla titriyorum. Şimdiden toprağa karışan ve hâlâ sev­ mekte olduğum zavallı şey... Hepsi bu mu Allah'ım? Yoksa hâlâ tanımlanmamış bir kalıntı, akşamın tertemiz havasında buralarda uçuşan bir ruh, beni bu toprağın üzerine kapanmış ağlarken görebilecek bir şey var mı?.. Allah'ım, onun için dua bile edebilirim. Çoktan sertleşen ve hayat komedisine kapanan kalbim insanlık dinlerinin güzel hatalarına açılıyor artık ve gözyaşlarını acısız dökülüyor bu çıplak toprak üzerine. Bu karanlık toz yığınında her şey bitmediyse, yakında öğrenirim bel­ ki. Bunu öğrenmek için ölmeyi deneyeceğim...

V SONUÇ İstanbul gazetesi Ceride-i Havadis'te yazanlar: "Kars'taki son çatışmanın ölüleri arasında, yakın zamanlarda Arif-Ussam Efendi adını alarak Türkiye'nin hizmetine giren genç bir İngiliz deniz subayının cesedi bulunmuştur. Genç subay (Muhammed onu korusun!) Karacaemir ovalarında, Kızıltepe eteklerinde, İslam'ın cesur koruyu­ cuları arasına gömülmüştür."

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF