Oral Sander - Siyasi Tarih - Ilk Caglardan 1918e

April 8, 2017 | Author: muammer66 | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Oral Sander - Siyasi Tarih - Ilk Caglardan 1918e...

Description

www.eskikitaplarim.com

İ R L T .Ü .

KÜTÜr iSfttv* n Dû K'J ;V1ATH AS Y QW: D A İR ESİ BAŞKA.NUĞI .

w

j s i c i l no \ İFİYATi

(5 .4 o

O ral Sander, 1 9 6 4 yılında AÜ SB F'n in Siyasi Şubesi'nden m ezun oldu. Aynı yıl Siyasi Tarih Kürsüsü'ne asistan olarak girdi ve bu alalıda 1 9 6 8 yılında doktorası­ nı verdi. 19 7 5 yılında doçent, 1 9 8 8 yılında da profesör oldu. AÜ SBF Uluslarara­ sı İlişkiler Bölüm ü Başkan Yardım cılığı ve Siyasi T arih Anabilim D alı Başkanlığı yaptı. Ö ğrenim inin bir bölüm ünü Harvard Üniversitesi'nde tam am layan Sander, ABD'nin çeşitli üniversitelerinde dersler ve dizi konferanslar verdi. 10 Eylül 1995 te yitirdiğim iz Sander'in yurtiçi ve dışında yayım lanm ış ço k sayıda m akale­ si bulunm aktadır. .

San d er’in Eserleri: • Sovyet Dış P olitikası (AÜ SB F, 1 967) • T ü rk-A m erikan İlişk ileri 1 9 4 7 -1 9 6 4 (AÜ SBF, 1 9 7 9 ) • S iyasi T arih, İlk ça ğ lard a n 1 9 1 8 ’e (İm ge Kitabevi Yayınları, 19 8 9 , 1992, 1994, 1995, 19 9 7 , 19 9 8 , 19 9 9 , 2 0 0 0 , 2 0 0 1 , 2 0 0 2 , 2 0 0 3 -2 ) • Siyasi T arih, 1918 -1 9 9 4 (İm ge Kitabevi Yayınları, 19 8 9 , 1 9 9 1 , 1993, 1994, 1996, 19 9 7 , 1 9 9 8 , 19 9 9 , 2 0 0 0 , 2 0 0 1 , 2 0 0 2 , 2 0 0 3 -2 ) • A nka'nın Y ükselişi ve Düşüşü (İm ge Kitabevi Yayınları, 1 9 9 3 , 2 0 0 0 , 2 0 0 3 ) • Türkiye'nin Dış P olitikası (İm ge Kitabevi Yayınları, 19 9 8 , 2 0 0 0 )

îmge Kitabevi Yayınlan ,Yayın Yönetmeni Şebnem Ç iler Tabakçı ISBN 975-533-043-7 © imge Kitabevi Yayınlan, 1989 Tüm haklan saklıdır. Yayıncı izni olmadan, kısmen de olsa fotokopi, film vb. elektronik ve mekanik yöntemlerle çoğaltılamaz. 1. Baskı: 1989, 2. Baskı: 1992 3. Baskı: 1994, 4. Baskı: 1995 5. Baskı: 1997, 6. Baskı: Haziran 1998 7. Baskı: Mart 1999, 8. Baskı: Nisan 2000 9. Baskı: Haziran 2 0 0 1 ,1 0 . Baskı: Nisan 2002 11. Baskı: Şubat 2003 12. Baskı: Aralık 2003 Yayıma Hazırlayanlar Dr. M elek Fırat, Dr. Erel Tellal, Dr. Çağrı Erhan, Dr. G ökhan Erdem Sayfa Düzeni Yalçın Ateş Kapak Uygulama Leyla Ç elik Kapak Resmi John Singleton Copley, The Death o j M ajör Pierson Baskı ve Cilt Pelin Ofset (312) 418 70 93/94

imge Kitabevi Yayıncılık Paz. San. ve Tic. Ltd. Şti. Konur Sok. No: 3 Kızılay 06650 Ankara Tel: (312) 419 46 10 - 419 46 11 • Faks: (312) 425 29 87 İnternet: www.imge.com.tr • E-Posta: [email protected] İmge Ankara Konur Sokak No: 43/A Kızılay Tel: (31 2 ) 4 1 7 50 95/96 - 418 28 65 Faks: (3 1 2 ) 425 65 32 E-Posta: [email protected]

Dağıtım İstanbul Mühürdar Cad. No: 80 Kadıköy Tel: (2 1 6 ) 348 60 58 Faks: (216) 418 26 10 E-Posta: [email protected]

Oral Sander m Siyasi Tarih İlkçağlardan 1918'e

KöTüPHAvir. ve m m m m m

DAÎR23İ B AŞK ANLIĞI SİCİL « ö l

FİYATI

'I

ı? .t o

12. Baskı

VV? 'S İ

mi

«M İ

imge k it a b e v i

-2 -°°/ L -r,

İçindekiler

ÖNSÖZ.................................................................................................................15 ÜÇÜNCÜ BASKIYA ÖNSÖZ......................................................................... 17 I. TARİH NEDİR...........................................................................................19 A. TARİHTE OLAY................................................................................ 19 B. TARİHTE NEDEN............................................................................20 C. TARİHTE EĞİLİM............................................................................21 II. SİYASİ TARİH NEDİR?...........................................................................25 III. XIX. YÜZYILA KADAR DÜNYA TARİHİNİN ANAHATLARI...........................................................................................27 A. TARIMA DAYALI UYGARLIKLAR ORTADOĞU’NUN ÜSTÜNLÜĞÜ DÖNEMİ (MÖ 5000-MÖ 5 0 0 )......................................................................... 31 1. Yerleşik Topluluklar.................................................................. 31 2. Göçebeler.................................................................:................... 35 3. Din ve İlk Buluşlar......................................................................36 B.

4. Avrupa...........................................................................................36 UYGARLIĞIN “GLOBAL” NİTELİK ALMAYA BAŞLAMASI (MÖ 500-MS 1500).................................................. 37 5

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918'e)

1. Grek Uygarlığı ve Helenizmin Genişlemesi (MÖ 500-MS 5 0 0 )..................................................................... 38 a. lyonya’da Modern Bilimin Temelleri............................38 b.

Grek Uygarlığı.................................................................... 39

c.

Makedonya ve Helenistik Dönem..................................41

ç.

Roma İmparatorluğu........................................................('^2)

d.

Hıristiyanlık........................................................................44

2. İslam Dünyasının Üstünlüğü (MS 6 0 0 -1 0 0 0 ).....................47 a. Doğuşu ve Niteliği............................................................. 47 b. c.

İslamiyet’in Tutunması ve Nedenleri................. ..........47 İslamiyet’in Genişlemesi...................................................49

i. Halifeler ve Emeviler Dönemi..................................49 ii. Abbasiler Dönemi...................................................... 50 3. Steplerin Egemenliği: Moğollar ve Türkler (1 0 0 0 -1 5 0 0 ).................................................................52, a. Türklerin Siyasal Egemenliği (1000-1200).................. 53 b. Moğol istilaları (1200-1300)........................................... 56 c. Türklerin Üstünlüğü Yeniden Sağlamaları: Osmanlı Devleti (1 3 0 0 -1 5 0 0 )......................................... 57 i. Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Üstünlükleri...........58 ii. Osmanlı Devleti’nin Avrupa’da Genişlemesi....... 61 iii. Osmanlı Devleti’nin Yükselmesi............................. 64 C. MODERN VE GLOBAL DÜNYAYA GEÇİŞ BATI EGEMENLİĞİ DÖNEMİ (1500’den Günümüze)...........70 1. Batı’nm Yükselmesinin Temel Nedenleri.:...........................70 a. b.

Ağır Sabanın Bulunması ve Sonuçları...........................70 Feodalizm............................................................................ 72

c. ç.

Ticaretin Doğuşu ve Kent Yaşamı..................................75 Siyasal Yetki Mücadelesi..................................................78

d. e.

Rönesans ..............................................................................80 Dini Reform (Reformasyon)..........................................,.8 3

2. Batı’nın Denizlerde Üstünlüğü Sağlaması (1 5 0 0 -1 7 0 0 )................................................................................88 a. b.

Okyanuslara Açılma: Portekiz ve Ispanya’nın Üstünlüğü (1 5 0 0 -1 6 0 0 )........................................ Fiyat Artışı ve Merkantilizm........................................... 92

6

İçindekiler

c. ç.

d.

e.

Savaş Teknolojisindeki Gelişmeler ve Ulus-Devlet......................................................................... 94 Üstünlüğün Iberik’ten Kuzeybatı Avrupa’ya Geçmesi................................................................................ 96 i. “Başat Güç” Kavramı.................................................96 ii. Hollanda’nın Parlak Dönemi,.................................. 97 iii. Fransa’da Bütünleşme, Almanya’da Parçalanma: Otuz Yıl Savaşları ve VVestphalia Barışı (1 6 4 8 )..........................................98 iv. Fransa’nın Üstünlüğü ve Güç Dengesi Politikası.................................................................... 101 v. İngiltere’de Parlamenter Hükümet......................107 Doğu Avrupa’da Zayıflayan ve Güçlenen Devletler: Avusturya ve Prusya....................................112 i. Kutsal Roma imparatorluğu ve Güçlenen Devletler......................................................................113 ii. Polonya’nın Zayıflığı................................................116 iii. Rusya’nın Büyük Devlet Olması...........................116 Islam-Dünyasımn Zayıflaması ve Osmanlılar............119 i. İslam Dünyasının Gerileme Nedenleri............... 120 ii. Osmanlı Devletinin Zayıflama Nedenleri.......... 126 iii. Sokullu Dönemi: Zayıflamaya Karşı Önlemler.................................................................... 132 iv. IV. Murat ve Devletin Yeniden Canlanması................................................................135 v. Köprülüler Dönemi: Avrupa Baskısının Azalması............................................ :........................136 vi. Viyana Kuşatması (1 6 8 3 )...................................... 138 vii. Karlofça ve Gerileme Dönemi............................... 139

3. Dünya Dengesinin Sarsılması: Globalleşmeye Geçiş (1 7 0 0 -1 8 5 0 )....................... i..................................................... 141 a. Globalleşme Sürecinin Önemli Özellikleri ve “Ulus-Devlet”in Güçlenmesi......................................... 142 18. Yüzyılın Büyük Savaşlan ve Paris Barışı (1 7 6 3 )........................................................... 144 IV. DEVRİMLER DÖNEMİ (1 7 76-1848)................................................149 b.

7

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

A. AMERİKAN DEVRİMİ..................................................................151 1. Kuzey Amerika’daki İngiliz Üstünlüğü.............................. 151 2. Kuzey Amerika Halkının Ayırıcı Özellikleri.....................152 3. ABD’nin Bağımsızlığı ve Sonuçlan...................................... 155 4. İç Savaş ve Sonrası................................................................... 158 B.

BÜYÜK FRANSIZ DEVRİMİ....................................................... 161 1. Devrim Öncesi Ortamı...........................................................161 2. Haklar Bildirisi ve Anayasa.................................................... 163 ' 3. Devrimden Savaşa ve Terör Yönetimine.............................164 4. Savaşın Değişen Niteliği ve Napolyon Bonapart............... 168 a.

Yurttaş-Ordu.................................................................... 168

h.

Yeni Bir Sezar................................................................... 169

c.

Napolyon Savaşları..........................................................171

C. VİYANA KONGRESİ..................................................................... 175 1. Viyana Düzeninin Mimarları: Castlereagh ve Metternich............................................ .................................... 175 2. Cezalandırma Yerine Denge..................................................177 3. Viyana Düzenlemeleri............................................................ 179 4. Genel Değerlendirme...........................................................

181

Ç. 1830 ve 1848 DEVRİMLERİ....................................................... 183 1. Ekonomik ve Toplumsal Ortam...........................................183 2. Fransa’da 1830 ve 1848 Devrimleri..................................... 185 3. Avrupa’da 1848 Devrimleri................................................... 188 a. b.

Ulusçuluk..........................................................................188 Alman Ulusçuluğu.......................................................... 190

c.

Öteki Ayaklanmalar........................................................192

ç.

Genel Değerlendirme........................................ ............ 194

D. “OSMANLI RÖNESANSI” VE BATI AVRUPA İLE GELİŞEN DİPLOMASİ..................................................................195 1. Osmanlı Diplomasisinde Gelişmeler................................... 196 2. Rusya ve Avusturya ile İlişkiler: Prut ve Petervaradin.............................................................................. 198 3. Lale Devri ve Önemi................................................................201 4. Küçük Kaynarca ve İçten Dağılma Sürecinin Başlaması................................................................................... 203 8

İçindekiler

V.

ENDÜSTRİ DEVRİMİ VE SONUÇLARI: GLOBALLEŞME DÖNEMİ..................................................................207 A. ENDÜSTRİ DEVRİMİ 4 ................................................................208 1. Endüstri Devriminin ilk Aşaması (1870’Iere Kadar)..................................................................... 209 2. Endüstri Devriminin ikinci Aşaması (1870’lerden Sonra).................................................................211 3. Sağlık, Beslenme, Çevre ve Nüfus....................................... 213

4. Kitle Toplumunun Ortaya Çıkışı..........................................215 ALMAN VE İTALYAN ULUSAL BİRLİKLERİ........................ 217 1. Temeli......................................................................................... 217 2. İtalyan Birliği’nin Kuruluşu................................................... 219 3. Almanya Birliği’nin Kuruluşu............................................... 220 4. Alman Ulusal Birliği’nin Sonuçları..................................... 222 a. Almanya Açısından...........................................................222 b. Uluslararası Politika Açısından...................................... 224 C. EMPERYALİZM............................................................................. 225 1. Ekonomik Unsur..................................................................... 226 2. Demografik Unsur................................................................... 227 3. Güvenlik Endişesi.................................................................... 228 4. Ulusal itibar ve Büyüklük Duygusu.................................... 228 5. Berlin Konferansı..................................................................... 229 6. Sömürge İmparatorlukları..................................................... 230 7. Emperyalizmin Sömürü ilişkisi............................................ 232 VI. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NA NASIL GİDİLDİ?............................233 A. YENİ SÜREKLİLİK VE DEĞİŞİKLİK GÜÇLERİ.................... 233 B. SİYASET, EKONOMİ VE ASKERLİK ALANLARINDA YENİ ÖRGÜTLENME BtÇİMLERİ............................................ 234 B.

1. Siyaset Alanında Gelişmeler..................................................234 2. Ekonomi Alanında Gelişmeler........................................ ....238 3. Askerlik Alanında Gelişmeler................................................240 C. DIŞ POLİTİKACIN TEK ELDE TOPLANMASI......................241 Ç. AVRUPA UYUMUNUN SONU VE YENİ ULUSLARARASI GÜÇ DENGESİ.............................................. 242 1. Avrupa Uyumunun Dayandığı Temellerin Yıkılması.....................................................................................243 ! 9

Siyasi TariJı (İlkçağlardan 1918’e)

2. Güç Dengesinin Değişmesi.................................................... 245 D. ALMANYA’NIN KITA ÜSTÜNLÜĞÜ ÜÇLÜ İTTİFAK.............................................................................. 247 1. Alman-Fransız Düşmanlığı....................................................247 2. Almanya’nın Stratejik Zayıflığı.............................................248 3. Bismarck Antlaşmalar Sistemi.............................................. 251 4. Alman-lngiliz Rekabeti...........................................................254 E.

İNGİLTERE’NİN SÖMÜRGE (DENİZ) ÜSTÜNLÜĞÜ: ÜÇLÜ ANTLAŞMA........................................................................257 1. Blok-Dışı Anlaşmalar...............................................................257 2. Bismarck’m Düşüşü ve II. Wilhelm..................................... 258 3. Fransız-Rus Antlaşması..........................................................259 4. tngiliz-Fransız Antlaşması (Erıtente Cordicıle).................. 260 5. Ingiliz-Rus Sömürge Antlaşması...........................................264 6. Rus-Japon Savaşı ile Bloklaşmanın Önemi ve Sonuçları.................................................................................... 266

F.

AVRUPA-DIŞI DÜNYA: BATI-KARŞITI İLK HAREKETLER................................................................................269 1. Çin’de Çözülme ve Parçalanma............................................271 a. b.

Afyon Savaşı..................................................................... 271 Taiping Ayaklanması...................................................... 272

c.

“Boxer” Ayaklanması..................................................... 274

2. Japonya’da Açılma ve Güçlenme..........................................276 3. Hindistan’da Ulusal Kongre’nin Kurulması................ ...... 278 4. Mısır’da Arabi Paşa Ayaklanması..........................................279 5. Genel Değerlendirme...............................................................281 6. Afrika Parçalanıyor..................................................................282 7. Latin Amerika’ya Erken Gelen Bağımsızlık....................... 286 G. OSMANLI DEVLETİ’NİN PARÇALANMASI.......................... 289 1. Osmanlı Devleti’nin 19. Yüzyıldaki Genel Görüntüsü,................................................................................289 2. Osmanlı Devleti’nin Parçalanma Nedenleri....................... 290 3. Napolyon Dönemindeki Osmanlı-Rus Savaşı....................296 4. Yunanistan’ın Bağımsızlığım Kazanması ve 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı............................................298 10

İçindekiler

5. Kavalalı Mehmet Ali Paşa Ayaklanması: 1831-1841 ................................................................................. 300 6. 1838 Ticaret Sözleşmesi ve Tanzimat Fermanı................ 304 7. Kırım Savaşı ve Islahat Fermanı...........................................306

,

a.

Savaşın Nedenleri............................................................ 306

b.

Savaşın Anlamı ve Önemi............................................. 307

c.

Savaşın Sonuçları ve Islahat Fermanı......................... 308

ç.

19. Yüzyılın Ortasında Devletin Genel Görüntüsü......................................................................... 312

8. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve I. Meşrutiyet......... ...313 a. Savaşın Nedenleri............................................................ 313 b.

Ayastefanos ve Berlin Barış Antlaşmaları.................. 314

c.

İngiltere’nin Değişen Politikası.................................... 315

ç.

I. Meşrutiyet...............................................................i... 316

9. Osmanlı Devleti’ne Yeni Bir Dost: Almanya...................... 318 10. Ağır Bunalımlar Dönemi: 1 9 08-1914..................................320 a. Bosna-Hersek Bunalımı.....................:........................... 320 b.

Trablusgarp Savaşı.......................................................... 322 c. Balkan Savaşları........................................................323

d. II. Meşrutiyet.................................................................... 325 H. 19. YÜZYILDA OSMANLI DİPLOMASİSİNDEKİ GELİŞMELER.................................................................................. 328 1. Çokyönlü Diplomasi Gereği..................................................328 .2. Reis-ül Küttaplık Dairesinin Önem Kazanması................ 329 3. Dışişleri Bakanlığı ve Sivil Bürokrasinin Temelleri (1 7 9 0 -1 8 3 9 )..............................................................................331 4. Tanzimat Döneminde Sivil Bürokrasi (1 8 3 9 -1 8 7 1 )........ 336 ■ 5. I. Meşrutiyet ve Sultan’m Üstünlüğüne , Geri Dönüş................................................................................ 338 I.

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI ÖNCESİ BUNALIMLARI.............339

VII. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI................................................................... 343 A. SAVAŞIN YAKIN NEDENLERİ..................................................343 B.

SAVAŞIN TEMEL NEDENLERİ..................................................345 1. Emperyalizm..............................................................................346 2. Almanya’nın Güvenlik Sorunu............................................. 347

II

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

3. Değişken Güç Dengesi ve Uluslararası Güvensizlik................................................................................348 4. Uluslararası Örgütlenme Olmaması....................................349 5. Osmanlı Mirası Üzerinde Çatışma....................................... 350 C. SAVAŞIN BELİRGİN ÖZELLİKLERİ.........................................351 Ç. SAVAŞIN ÇIKIŞI............................................................................ 354 1. Savaş İlanları..............................................................................354 2. Çabuk Sönecek Büyük Ümitler............................................ 356 D. 1914 VE 1915 YILLARINDA CEPHELER.................................358 1. 1914 Yılında Batı Cephesi..................................................... 358 2. 1914 Yılında Doğu Cephesi................................................... 360 3. 1915 Yılında Batı Cephesi..................................................... 362 E.

F.

4. 1915 Yılında Doğu Cephesi...................................................364 SAVAŞ VE OSMANLI DEVLETİ.................................................365 1. Osmanlı-Alman İttifakı........................................................... 365 2. Osmanlı Devletinin Savaş Dışındaki Durumu...................369 3. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Cepheleri............................. 373 a. Yenik Düşülen Cepheler............................................... 373 b. Çanakkale Cephesi.................................................. ........375 1916 YILINDA CEPHELER.........................................................377

1. Batı Cephesi............................................................................... 377 2. Doğu Cephesi........................................................................... 378 G. OSMANLI DEVLETİNİ PARÇALAYAN GİZLİ ANLAŞMALAR................................................................................ 380 1. Rusya ile Yapılan Boğazlar Antlaşması............................... 380 2. Londra Anlaşması.................................................................... ^82 3. Sykes-Picot Anlaşması.............................................................382 4. St. Jean de Maurienne Anlaşması.........................................383 5. Balfour Deklarasyonu............................................................. 383 H. 1917 YILINDAKİ GELİŞMELER.................................................384 1. ABD’nin Savaşa Girişi ve Wilson’un 14 Noktası............... 385 2. Sovyet Devrimi ve Rusya’nın Savaştan Çekilmesi........ . 387

I.

a. Öncesi ve Nedenleri........................................................388 b. Geçici Hükümetin Başarısızlığı....................................390 c. Bolşevik Devrimi ve Savaştan Çekiliş..........................391 SAVAŞIN SONU..............................................................................392 12

İçindekiler

i.

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NIN SONUÇLARI......................... 393 1. Ekonomik ve Toplumsal Sonuçlan.....................................393 a. Büyük Ekonomik Çöküntü...........................................393 b. Devlet Müdahalesi........................................................... 394 c. Enflasyon ve Borçlanma................................................ 394 ç. Toplumsal Sonuçlar....................................................... 396 2. Siyasal Sonuçları: Avrupa’nın Dünya Üstünlüğünün Sarsılması................................................................................... 397 3. Genel Değerlendirme.................................................... ..........398 r duya borçluydu ve ordusu sayesinde güçlü bir siyasal birim hali­ ne gelecekti. Ancak, bu verilere dayanılarak yaygın biçim ­ de inanılanın aksine, tarihinin son aşam aları,hariç,(FFusya^ savaşkan”olm aktan çok m ilitarist bir devletti."Saldırgan deftil, ihtiraslıydı. Ama, özü orduya dayalı olduğundan, belki de Avrupa’nın en m ilitarist devleti sayılabilirdi. Tüm dev­ letlerde, devlet m ekanizm asının bir dereceye kadar silahlı kuvvetleri desteklem e am acıyla kurulduğu doğrudur. Ama, Prusya’da devletin dikkat ve enerjisinin büyük bir bölümü silahlı kuvvetlere yöneldi. Bu anlatılanların sonu­ cu olarak, Prusya’nın toplum sal gelişm e ve sın ıf yapısı üzeı inde ordu çok büyük etki yapmıştır. Prusya yöneticileri, adlarına “Ju n k e r” denen büyük loprak sahiplerinin daha iyi subay olacağına, çünkü köylü­ leri sürekli komutla yönetm eye alışık olduklarına inanm ış­ lardı. Dolayısıyla, Prusya ordusunda burjuva subay hem en 115

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

hem en yok denecek kadar azdı. Ayrıca, Prusya’da orta sı­ nıf, öteki Avrupa devletlerindekilerin aksine, zengin değil­ di. Özel m ülk sahibi olarak toplumsal güçleri de azdı. T i­ pik bir orta sın ıf insanı, hüküm et için çalışan devlet gö­ revlisi durumundaydı. Bunlar, soylulara büyük saygı duy­ maz, devlete hizm et eder ve ordularıyla gururlanırlardı. Büyük Frederick ile birlikte bunların oluşturduğu devlet hizm eti dürüstlüğü ve çalışkanlığıyla Avrupa’da ün yapma­ ya başladı. Kısaca, güçlü ve disiplinli ordusu, dürüst ve ça­ lışkan devlet hizm etiyle Prusya, Avrupa’nın güçlü devletle­ ri arasına girmeye namzetti. (ii) Polonya’nın Zayıflığı: Polonya’ya “cum huriyet” denm esinin nedeni, kralın seçim le işbaşına gelm esi ve ana­ yasal özgürlüklerin yaygın olmasıydı. Bunun belki de en önem li nedeni, halkının çok karışık ve topraklarının çok geniş olmasıydı. H içbir m erkezi sistem bu kadar geniş top­ rakları ve değişik ırkları etkili biçim de yönetem eyeceği için (bunun tek istisnası, 17. yüzyıla kadar, çok farklı bir devlet m ekanizm asına sahip olan Osmanlı devletiydi) özellikle m erkezden uzak yerlerde yerel yöneticiler bazı ayrıcalık ve özgürlükler kazanıyorlardı. Polonya’da toprak aristokrasisi, ülkedeki öteki sınıfları etkisiz hale getirmişti. Böylece, Polonya ne Fransa’daki gibi m utlak bir m onarşi ne de Ingiltere’deki gibi etkili bir parla­ m enter hüküm ete sahip olabildi. Kısaca, Polonya adı verir len topraklar bir güç boşluğu oluşturuyordu. Ö zellikle Moskova ve Berlin gibi yüksek güç m erkezleri gelişmeye başlayınca, Polonya sınırlarına yapılan baskı arttı ve so­ nunda bu güç m erkezleri tarafından parçalandı. (iii) Rusya’nın Büyük Devlet Olması: Bu arada D oğu, AvrupaMa/yükselen bir başka devlet de Rusya idi. MS 862 yılında Vikingler’in 14 saldırdarı sırasında Kiev’de kurulmuş 14

V ikingler, 8. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar Kuzey ve Batı Avrupa’nın kıyıdaki

XIX. Yüzyıla K adar Dünya Tarihinin Anahatları

olan Rusya, Batı ile Doğu özelliklerinin bir karışım ı haline gelene kadar, Batı ve Bizans’la ticari ve dini bağlarını güç­ lendirmişti. III. Ivan (Büyük Ivan) “Tüm Rusların Ç arı”15 iddiasında bulunduğu zaman (1 4 6 2 -1 5 0 5 ) kendisini Bi­ zans im paratorlarının sonuncusu olarak ilan edip, Rus­ ya’nın Bizans’la bağlarını vurgulamaktaydı. Ü stelik, Çarlı­ ğın alam eti olarak, (Bizans’ın çift başlı kartalını almıştı. Kremlin ’deki sarayı da. Bizans im paratorlarının îstan Jrul’daki sarayının, taklidiydi. Zaten, “ikin ci Roma İmpara­ torluğu” iddiasında bulunan Bizans, Türkler tarafından yı­ kıldıktan sonra, Rusya’nm , O rtodoks H ıristiyanlığının gerçek m erkezi olarak “Üçüncü Rom a im paratorluğu” ola­ cağı tahm in ediliyordu. Rus önderliğinde O rtodoks H ıristi­ yanlığı güneye ve doğuya doğru genişleyerek, İslam iyet’in güçlü olduğu bölgeleri eline geçirebilirdi. I III. Ivan tahta çıktığında, “m odern Rusya”nm ulusal birliği sağlanmaya başlanm ıştı bile. Oğlu III. Vasil 1 533’te öldüğü zaman Rusya tam anlamıyla doğmuş ve ilk defa 12. yüzyılda bir sınır kasabası olarak adı geçen Moskova Prensliği Rus devletinin m erkezi olm uştu. Zamanla, Avras­ ya step topluluklarının özgürlük ve yerellik anlayışını sür­ düren ve eşit hüküm ran prenslerin konfederasyonu biçi­ m indeki Kiev geleneği, yerini Çar’m m utlakıyetçi yöneti­ m ine bıraktı. Rusya’nm kuruluş dönem i çarları orduları­ nın büyük bir bölüm ünü süvari birlikleri, bir bölüm ünü de kentlerden topladıkları piyadeyle oluşturarak, feodal lordlara bağım lı olm aktan kurtuldular. Bu durum, merkezi otoriteyi güçlendirici ve çarların despotizm ini artırıcı bir etki yaptı. yerleşim bölgelerine yağma saldırıları düzenleyen İskandinav denizcileridir. 15

Rom a İm paratoru Sezar’dan sonraki devlet adam larının bazıları, “onun gibi olm ak” için, adını kendi adlarının başına eklem işlerdir. Avusturya, Alman ve Rus İm paratorlarının “Kayzer” ve “Ç ar” gibi adlarının başlarına koyduk­ ları unvanlar, “Sezar” sözcüğünden gelm ektedir. 117

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

Rusya’nın bu tarihten sonraki gelişm esinin öyküsü, Avrasya düzlüklerinde kurulan bu küçük devletin Kıta’ya bir ucundan öteki ucuna kadar egemen olm ak için genişle­ me m ücadelesidir. M oğolların ve T ürklerin batıya sızmaya başladıkları sırada, Ruslar da kürk peşinde doğuya doğru genişlediler. 16. yüzyılın ortasına gelindiğinde, 1 5 3 3 -1 5 8 4 yılları arasında Çar olan IV. İvan (K orkunç Ivan) Orta Volga bölgesinde bir Müslüman Hanlığının m erkezi olan Kazan’ı eline geçirdi. 16. yüzyılın bundan sonraki bölüm ünde ve tüm 17. yüzyıl boyunca, Don, Dinyeper ve Volga akar­ sularının bereketli vadileri Rusların denetim i altına girdi. Bu denetim in kurulm asıyla, doğu ve güneydoğu yönlerin­ de Rus genişlem esi kolaylaşmış oldu. 17. yüzyılın ortala­ rında tüm Asya kıtası doğuya doğru geçilerek, Pasifik O k­ yanusu kıyında O khotsk kenti kuruldu. Rusya bundan sonra güneye doğru sarktı, ama bu yöndeki genişleme Amur akarsuyunda Ç in’deki M anchu Hanedanlığa tarafın­ dan tam iki yüzyıl durduruldu. 1 7 0 7 ’de Jap on aalların m kuzeyinde Kam çatka yarımadası Rus bollgesi ilan edildi. 18. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, Ru'slar Bering Boğazı’m geçerek Alaska’ya girdiler ve Kaliforniya’ya doğru iler­ lemeye başladılar. Bu genişleme, Amerika Kıtası’nın doğu ucunda bağım sızlığını kazanıp, batıya doğru tüm kıtayı egemenliği altına alma uğraşı veren ABD tarafından durdu­ rulacaktır. Ruslar, batıya doğru genişlemelerindeyse, İsveç ve Polonya ile giriştikleri uzun mücadeleden sonra Baltık Denizi’ne, dolayısıyla açık sulara çıktılar. 18. yüzyılda I. Petro (Peter) ve Büyük Katerina’n (1 7 6 2 -1 7 9 6 ) hüküm darlıkları dönem inde Rusya’nın öykü­ sü, batıya doğru genişlem e ve Batılılaşma çabalarını anlatır. Her iki m onark da, HollandalI, Alman ve İngiliz teknisyen­ lerinin Rusya’ya göç etm elerini teşvik ederek, hem orduyu hem de devlet m ekanizm asını güçlendirm ek istediler. Ba118

XIX. Yüzyıla K adar Dünya Tarihinin Anahatları

Lı’nın üstün gücü, ancak onların sahip olduğu araçlar've anlayışla dengelenebilirdi. Kısaca, Rusya’nın “Doğulu” yü­ zünün değiştirilm esinde ve bir Avrupa devleti haline geti­ rilm esinde kararlıydılar. Sarayda Avrupa giysileri giyilme­ ye başlandı ve Kuzey Avrupa Protestan devletlerinde oldu­ ğu gibi, Kilise, m onarşinin denetim i altma alındı. Prus­ ya’da Büyük Fred erick’in yaptığı gibi, devlet ordunun ihti­ yaçlarına göre yönetilm eye başlandı. Urallar’da bir silah endüstrisi kuruldu ve Rusya’nın “Batılılaştığm m ” bir sim ­ gesi olarak, başkent batıya, St. Petersburg’a almdı. Çar I. Petro’nun “Büyük Kuzey Savaşı” (1 7 0 0 -1 7 2 1 ) sonunda Letonya ve Estohya gibi iki bölge İsveç’ten alınarak, Rus gü­ cü Baltık’a tam anlam ıya yerleşti. I. Petro’nun öldüğü 1725 tarihine gelindiğinde, Rusya önem li bir Avrupa devleti ol­ muştu. Çariçe Katerina’nm O sm anlılar’a karşı giriştiği 1 7 6 8 -1 7 7 4 ve 1 7 8 7 -1 7 9 2 savaşları sonunda, Rusya Karade­ niz’in kuzeyine de yerleşti. Böylece, 18. yüzyılın sonunda, Baltık’tan Karadeniz’e ve oradan da Pasifik Okyanusu’na kadar geniş Avrasya bölgesi üzerinde, 20. yüzyılın ikinci yarısının “süper gücü” Rusya’n ın çerçevesi kurulm uş olu­ yordu. Rusya’nm 18. yüzyıl boyunca bu genişlem esi, 1 7 0 0 ­ 1850 dönem indeki globalleşm e süreci içinde, Batı Avru­ pa’nın bazı kurum ve düşüncelerinin Avrasya kıta kütlesi boyunca yayılm asını sağlamıştır. Dünya kültürel dengesi­ nin bozulup, Batı’nın üstünlüğü karada da ele geçirm esi yolundaki tarihi süreç açısından önem i budur. e.

İslam Dünyasının Zayıflaması ve Osmanlılar16

1500’lerle birlikte Batı’nm yükselm esi ve 19. yüzyılın orta16

Bu bölüm yazılırken yararlanılan kaynaklar: N oel Barber, Lords o f the Gol­

den Horn, Londra, Pan books, 19 7 3 ; M orroe Berger, The Arah World Today, Garden City, New Y ork, Doubleday and Co. In c., 19 6 2 ; Jam es A. Bili ve

119

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

larmda dünya üstünlüğünü eline geçirm esi İslam dünya­ sında ve genel olarak Asya’da bir “düşüş” dönemidir. He­ men hem en dünyanın dört köşesi, Batı’nm siyasal, ekono­ m ik ya da kültürel üstünlüğü altına girdiğine göre, İslam dünyası ve onun en güçlü ve belki de tek bağımsız devleti olan Osm anlılar da bu düşüşten nasiplerini alacaklardır. (i) . İslam Dünyasının G erilem e N edenleri: 6 0 0 -1 0 yılları arasında en parlak dönem ini Arap unsuruyla yaşa- . yan İslam iyet’in, 16. yüzyılın sonlarına kadar Türklerle en geniş sınırlarına ulaştığı ve en güçlü dönem ine girdiği, bundan önceki bölüm lerden birinin konusuydu. Ancak, 16. yüzyılla birlikte İslam dünyasının bu üstünlüğünün kalktığına, daha sonraki yüzyıllardaysa gerilediğine tanık oluyoruz. Neden? Bu kadar geniş çaplı bir olayın nedenle­ rinin ne denli karm aşık ve çok sayıda olabileceğini de gör­ müş bulunuyoruz. Burada, uzun vadede önem li görülen nedenler genel birkaç kategori içinde verilmeye çalışıla­ caktır. İslam dünyası 16. yüzyılda bazı iç ve dış sorunlarla* karşılaştı. Genel olarak İslam dünyası ve özel olarak Os­ m anlı devleti bunların etkilerinden uzun süre kurfülamayacaktır. Bazı ülkelerinse hâlâ kurtulm uş oldukları söyle­ nemez. / İslam dünyasına karşı Iberik yarımadasının 16. yüzyıl- , da Akdeniz, Atlantik ve Hint okyanuslarından gösterdiği Cari Leiden, Politics in the Middle East, Boston, Little, Brow n and Co., 1 9 7 9 ; H. A. L. Fisher, A History o f Europe from the Beginning o f the 18th Century to 1937, Londra, Eyre and Spottiswoade, 1 9 5 2 ; Jo h n A. Garraty and Peter Gay, “A History o f the W orld ”, c. 111, The Modern World, New York, Harper and Row, Publishers, 19 7 2 ; Lord Kinross, The Ottoman Centuries, The Rise and the Fail o f the Turkish Empire, İstanbul, Sander Kitabevi, 1 9 7 7 ; W illiam M cN eill, The Rise o f the West: A History o f Human Community, Chicago, Chicago Univ. Press, 1 9 6 3 ; Arnold Toynbee, A Study o f History, Londra, Oxford Univ. Press, 1 9 3 5 ; î. H. U zunçarşılı, Os­ manlı Tarihi, 3. cilt, 2. kısım , T ü rk Tarih Kurumu Basım evi, Ankara, 19 7 7; W illiam W oodruff, The Struggle fo r W orld Power, 1 5 0 0 -1 9 8 0 , Londra, T he Macmillaıı Press, 1981.

120

XIX. Yüzyıla K adar Dünya Tarihinin Anahatları

tepki, uzun vadeli ve önem li sonuçlar doğurmuştur. Daha önce de gördüğümüz gibi, Portekiz, 16. yüzyıldan önce Batı ve Doğu Afrika kıyı şeridine egemen oldu ve sonra gü­ ney denizlerine inerek bölgedeki İslam ticaretini baltala­ maya başladı. İspanya ise, 1 4 9 2 ’de Granada’yı eline geçirdi ve 16. yüzyılın başında Kuzey Afrika’da M üslüm anlarla ça­ tıştı. Ama, 16. yüzyıl boyunca Akdeniz’de yine de Osmanlı donanması egemen kaldı. O sm anlılar aynı başarıyı Hint Okyanusu’nda gösterem ediler ve bölgede Portekiz’in üs­ tünlüğünü bozamadılar. Zamanla, Akdeniz ve H int Okya­ nusu’nda deniz egemenliği Hollanda, Fransa ve İngiltere’ye geçti. . Bu devletler denizlerdeki başarılarını bir bakım a O s­ manlIlara borçlu sayılabilirler. O sm anlılar bu devletleri Portekiz ve Ispanya’nın yarattığı ani tehdide karşı birer denge unsuru olarak gördüklerinden, 16. yüzyıldan başla­ yarak, özellikle Fransa ve İngiltere’ye çeşitli ticaret kolay­ lıkları sağladılar. Ani askeri tehdit ortadan kaldırılıyordu, ama aynı zamanda uzun vadede daha da yıkıcı olacak eko­ nom ik tehdidin tohum u da atılıyordu. Fransa ve İngilte­ re’yi bu ticaret anlaşm alarına iten ekonom ik nedenlere da­ ha önce değinilm işti. Ayrı am açlarla hareket eden devlet­ lerin çıkarları bir noktada birleşince, ortaya bir dizi anlaş­ ma çıktı. 1 5 3 5 ’te Fransa’ya ticaret ayrıcalıkları sağlandı. İngiltere’nin “Levant” Ticaret Şirketi 1 5 8 0 ’de benzer ayrı­ calıklar aldı. O dönemde belki “zararsız ve önem siz” gibi görünen ve bir Avrupa devletinin üstünlüğüne karşı koy­ mak için başka bir Avrupa devletine verilen bu ticari ko­ laylıklar (sonraki dönem lerin kapitülasyonları) Avrupa’nın gelecek hâkim iyetinin tem elini oluşturdu. 17. yüzyılın son­ larına doğru Fransa, İngiltere ve Hollanda gem ileri Osmanlı limanlarından uzak m esafeli ticareti ellerine geçirm iş oldu­ lar. 121

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

Bu olumsuz sonucun oluşmasında, Osmanlı devletin­ deki tüccarların toplum sal yapı içindeki olumsuz koşullar­ dan etkilenm elerinin de payı vardır. O sm anlı tüccarları ti­ cari çıkarların gerektirdiği esnekliği anlamayan asker ve yöneticilere bağlı durumdaydılar. Ö nce de görüldüğü gibi, Doğu toplum larm da merkezi otorite, toprak sahiplerinin yanında tüccarlara da kendine bağlı birer hüküm et uzantı­ sı gözüyle bakm ıştır. Hem Batı Avrupalı tüccarın devletten gördüğü destek, hem de Doğu’da ticaretin teşvik edilmesi gereken bir uğraş olarak devletin öncelikleri listesinde ön sırayı bir türlü alamaması, Osm anlı tüccarlarını büyük çap­ lı ve uzun m esafeli ticarette Avrupa ile rekabet edemez du­ ruma getirdi. Ü stelik, 16. yüzyılda İslam dünyasında “ara­ c ı”nm baharat ticaretinden elde ettiği kâr da kaldırıldı. Bu ve uzun mesafeli ticaretin Avrupa devletlerinin eline geç­ m esi, modern zamanlarda İslam dünyasının başarısızlığı­ n ın tem el nedeni sayılmalıdır. Ama, 1 7 0 0 ’lerde, Avrupa ticaret gücünün uzun vadeli sonuçları kim se tarafından açıkça görülemezdi. Çünkü, bu tarihlere gelindiğinde, Osm anlılarm başarılı deniz savaşları sonucu, Akdeniz’de Iberik yarım adasının tehdidi ortadan kaldırılm ıştı. Ayrıca, Hint Okyanusu’nun hiç olmazsa ku­ zeybatı kıyılarında aynı yarımadanın üstün duruma geçm e­ si kısa süreli olarak engellenebilm işti. Ü stelik, Batı Avrupa ticareti henüz Osm anlı devletinin iç bölgelerine sokulamam ıştı. Dolayısıyla, Osm anlılar, kendilerine şimdiye kadar güç verm iş olan eski yönetim modeli ve anlayışından ayrıl­ mayı, belki o dönemde, biraz da haklı olarak düşünemedi­ ler. Eski yöntem ler gelecekte de işleyebilirdi. Ortaçağda H açlı Seferleri nasıl uzun vadede başarısız olmuş, İslam gü­ cü galebe çalm ışsa, şimdiki Batı “saldırısı” da başarısız ol­ muştu. Kısaca, paniğe kapılm ak, refor'm yapmak ve Müslü­ m anların tem el üstünlüğünden kuşku duymak için neden 122

XIX. Yüzyıla K adar Dünya Tarihinin Anahatları

yoktu. O sm anlı devleti bugününden m em nun, yarınından limitli bir hareketsizlik içine girdi. İslam dünyasının 16. yüzyılın sonlarıyla birlikte geri­ lemesi üzerinde etkili olan ik in ci faktör, Avrasya kıta kü t­ lesinde Rusya’nın güçlü bir devlet olarak ortaya çıkm ası ve lumun sonuçlarıdır. Rusya, 16. yüzyılın ortalarında, bun 3. Devrimden Savaşa ve Terör Yönetimine , ■ . • .1 Tüm bu gelişmeler karşısında, Avrupa’nın öteki devletleri Fransız Devrimi’ne müdahaleden ya da işe zorla karıştırıl­ maktan çekindiler Fransa ve devrim yanlısı gruplar, Avru­ pa’nın hemen hemen her ülkesinde boy göstermeye başla-

164

Devrimler Dönemi (1776 - 1848)

inişti. Amerikan ve Fransız devrimlerinin doktrinleri, ra­ hatlıkla Avrupa’nın her yerine ihraç edilebilecek evrensel bir felsefe biçiminde gelişti. Çünkü, zaman, yer, ırk ya da ulus farkı gözetmeksizin, insanların temel hak ve özgür­ lüklerinden söz etmekteydi. Bu durum karşısında, Fran­ sa’dan kaçıp mülteci haline gelen soylular, uluslararası aristokratik bağlantılarını kullanarak Avrupa’nın çeşitli ül­ kelerine yerleştiler ve devrime karşı bir cins “kutsal savaş” açma hazırlığı içine girdiler. Kısaca, Avrupa artık sınır ta­ nımayan bir bölünmeyle karşı karşıyaydı. Fransız Devrimi’ne karşı silah kullanılacaksa, bunu, I ransa Kraliçesi Marie Antoniette’in kardeşi olan Habs­ burg İmparatoru II. Leopold yapabilirdi. Pilinitz’de 1791 yılında yayınladığı bir bildiriyle, öteki devletler katıldığı lakdirde Fransa’da eski düzeni yeniden kurmak için askeri önlemler alacağını açıkladı. Aslında II. Leopold böyle bir desteğin gelmeyeceğini biliyor, ama ülkesine yerleşen mülleci soylu militanlan susturmak istiyordu. Fransa’da burjuvazi, iki yıl boyunca siyasal sahneye egemen olarak, gücünü Fransa’nın mülki, askeri ve dini kurum]arını yeniden düzenlemekte kullanmıştı. Niyeti, aristokrasinin liberal kesimleri ve Kral ile işbirliği yapmak­ tı. Ne var ki, gerek aristokrasinin düşmanca faaliyetleri ve gerekse öteki Avrupa devletlerinin Fransa’ya müdahale edebileceklerini gösteren gelişmeler bunu olanaksız kıldı. Böylece, 1792’de bir istila tehdidi ile karşı karşıya kalan devrimciler, Avusturya ve Prusya’ya karşı savaş ilan ettiler ve çok geçmeden Avrupa’nın birçok ülkesiyle savaşır du­ ruma geldiler. Baştaki yenilgilerin yarattığı panik birtakım önlemler alınmasına yol açtı. Bunlar arasında, Ocak 1793'te Kral 16. Louis’nin tahttan indirilip öldürülmesi ve kuşkulanılan “siyasi”lerin ortadan kaldırılması da vardı. Bu arada Fransa’da “Ulusal Konvansiyon” dönemi açılmıştı 165

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

(1792-1795). Fransa’nın dış tehditlere karşı birleşmesinde devrimci gruplardan biri olan Girondin’lerin ve bunun ünlü önder­ leri Danton ve Carnot’nun payları vardı. Ancak, onların ye­ rine daha radikal devrimci bir kanat olan ve iktidarı daha demokratik bir temele oturtup, muhaliflere karşı şiddet uy­ gulayarak destek kazanan Jakobenler ve bunun unutulmaz önderi Robespierre geçti. Ulusal savaş için seferberliği mü­ kemmel bir biçimde sağlandı ve coşkulu orduların kurul­ ması başarıldı. Böylece, Fransızlar yalnız istilacıları püs­ kürtmekle kalmayıp, karşı saldırıya da geçtiler. Belçika, Fransa’nın doğal sınırlarının güvenceye alınması için ilhak edildi. Kısa sürede Fransa’nın egemenliği Hollanda, İsviçre ve Kuzey İtalya’ya kadar genişledi. Yalnızca İngiltere’ye karşı girişilen saldırı başarısız oldu. Dışarda bu gelişmeler olurken, Robespierre gibi aşırı Konvansiyon önderleri içerde üç yıl tam bir “terör rejimi” kurdular. Devrimin bu yola dökülmesinin nedenleri, bir yanda Avrupa devletlerinin Fransa’ya karşı uyguladıkları askeri ve siyasi baskılar, öte yanda devrimde aradıklarını bulamayan ve ihanet edildiklerine inanan köylü ve işçile­ rin ülkenin hemen her yerinde rejime karşı ayaklanmaları­ dır. Toprak reformu gerçekleşmemiş, siyasal istikrarsızlık ve savaş koşulları altında paranın değeri düşerek temel maddelerin fiyatı artmıştı. Bu durum, Konvansiyon yöneti­ mini aşırı baskıya itti. Terör dönemi boyunca idam edilen­ lerin % 8 ’inin soylu, 14’ünün burjuva, 6’sının din adamı ve % 70’inin köylü ve işçi kökenli o,lması, konvansiyon rejimi­ nin niteliğini açıkça ortaya koymaktadır. Daha önce de de ğinildiği gibi, siyasal devrimler yöneticilerin aşırılıkların­ dan kaynaklanır ve çoğu kez başlangıçta istenmeyen ve öngörülmeyen daha da aşırı bir noktaya doğru sürüklenir. Fransız Devrimi de bu genellemenin kalıbına uymuştur. l66

F Devrimler Dönemi (1776 - 1848)

“İnsan ve Yurttaş Haklan Bildirisi” üzerinde kurulan “de­ mokratik cumhuriyet” iç ve dış koşulların etkisiyle terör yönetimine dönüştü. Daha da önemlisi, Fransız halkında devrim ve cumhuriyetçiliğe karşı kalıcı bir tepki yaratarak, en az 80 yıl Fransa’nın iç gelişmelerini imparatorluk ve bu­ nun despotizmi lehinde etkiledi. İlerde ele alınacak Napolyon Bonapart. ve Louis Napolyon gibi despotların sağladık­ ları destek başka nasıl açıklanabilir? Ulusal Konvansiyon’un terör yönetimi, Fransız ordu­ larının savaş alanlarında kazandığı başarılar sonucu, dikta rejimine artık tahammülü kalmayan halkın baskısıyla 1795’te yıkıldı ve Fransa 1799 yılma kadar sürecek olan Anayasal Cumhuriyet ya da Direktuvar yönetimine girdi, liu yönetim savaş alanlarındaki başarıları sürdürdü. Fran­ sız ordusunun girdiği yerlerde kralların yönetimine son verilip cumhuriyetler kuruldu. Ama bu durum, Fransız hü­ kümetinin ekonomik durumunu düzeltmek için, “kurtarı­ lan” ülkelerde halkı yağmalamasını engellemedi. Fran­ sa’nın savaşları, giderek, özgürlük yolunda “kutsal savaş" yerine “Eski Rejim”in saldırı savaşlarına benzemeye başla­ dı; Fransa’nın askeri başarılarını sınırladı. Direktuvar yö­ netiminin kısa sürmesinin bir başka nedeni, içerde son de­ rece dar bir tabana oturması ve köylü ile işçilerin sıkın­ tılarını hafifletecek önlemler alamamasıdır. Bu durumdan Napolyon gibi bir otokrat yararlanacaktır. Tüm bu ters gelişmelere rağmen, Büyük Fransız Devı imi, 1914 yılma kadar Avrupa tarihindeki en önemli olay­ dır ve büyüklüğü ancak 16. yüzyılın Reformasyon hareketi ve 17. yüzyılın din savaşları ile karşılaştırılabilir. Fransız I )evrimi Avrupa tarihinde bir dönüm noktasıdır. Aynı za­ manda, soyuna ve inançlarına bakılmaksızın kişinin değe11 ııin hararetle savunulması, tüm insanların besin kaynağı oldu ve dünyanın dört bucağındaki düşünce ve kurumlan 167

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

uzun süre etkiledi. Liberalizm ve milliyetçiliğin patlayıcı güçler olarak Avrupa’ya yayılması, “ulus-devlet” anlayışı­ nın tam anlamıyla yerleşmesi ve “yurttaş-ordu” olgusu ile “kitle savaşı” kavramlarının ortaya çıkması, Fransız Devrimi’nin doğrudan sonuçlarıdır. En önemlisi, daha önce “ra­ dikal” olarak nitelendirilen bir kavramı, hiç kuşkuya mey­ dan vermeyecek bir biçimde uygulamaya sokmuştur: Hü­ kümetler, ne tanrının ne de doğanın ama insanoğlunun ya­ rattığı kuruluşlardır. 4. Savaşın Değişen Niteliği ve Napolyon Bonapart a.

Yurttaş-Ordu

1795 yılında Fransa Cumhuriyeti’nin 800.000 kişilik ordu­ su vardı ve bu, herhangi bir Avrupa devletinin o tarihe ka­ dar toplayabildiği en büyük orduydu. Bu, liyakatlanna gö­ re hızla yükselen subayların komuta ettiği, belirli ve be­ nimsedikleri bir dava için savaşan yurttaşlardan oluşan ve silaha sarılıp halkı temsil eden, ulusal bir orduydu. Davaya bağnazca bağlılığı ve siyasal bilinciyle daha da güçlenmekteydi. Çoğunluğunu serflerin oluşturduğu ve hiçbirinin içinde bulundukları siyasal sistemlere üyelik ya da bağlılık duygusu olmadığı öteki Avrupa orduları ile tam bir zıtlık içindeydi. Cumhuriyetin ilk askeri başarılarının gizi, bu gerçekte yatat. Birçok unsur 18. yüzyılda sınırlı olan savaşı 20. yüz­ yılda topyekün (total) hale getirmiştir. Savaşın niteliği açı sından 18. ve 20. yüzyıllar arasında 19. yüzyıl bir tür “ge­ çiş dönemi”dir. Her şeyden önce, yukarda değinildiği gibi, orduların bileşimi değişti. 18. yüzyıl ve öncelerinin, subay­ ların soylu, erlerinin de çapulcu olduğu orduları yerine, Fransız Devrimi ile birlikte, subayları yetişmiş profesyonel asker, erleri de liberalizmin, yani yönetilenin hükümetine 168

Devrimler Dönemi (1776 - 1848)

sahip çıkmasının ve böylece doğan ulus bilincinin ürünü olan, “yurttaşlar”dan oluşan ordular Avrupa sahnesine çık­ tı. İkinci olarak, ordunun, her türlü lüksü ve dolayısıyla ağırlığıyla yolculuğa gider gibi savaşa giden soylulardan arınmasıyla, hareketliliği ve hızı arttı. Çapulculardan olu­ şan erlere güvenilememesi, zorunlu olarak, savaşların biti­ şik düzende yapılmasını gerektiriyordu. Bu da, orduları kolay manevra yapamayan hantal birimlere dönüştürmek­ teydi. Güvenilen askerle birlikte orduların hareketliliği da­ ha da arttı. Üçüncü olarak, büyük, ateş gücü yüksek ve ha­ reketli bir orduyu kuracak ve devam ettirecek bir savaş ekonomisinin gereği, yine Fransız Devrimi ile açıkça orta­ ya çıktı. Fransız Devrimi’nden önce soyluların ve büyük toprak sahiplerinin vergilendirilememesi, devlet bütçesi­ nin çok dar tutulmasına yol açıyordu. Toplumun her kesi­ minin ve özellikle çok kazananın “yurttaş” sıfatıyla vergilendirilebilmesi, yıllar geçtikçe büyüyen bir “savaş bütçe­ sinin” ve ekonomisinin kurulmasına olanak sağladı. Son olarak, silah teknolojisindeki gelişmeler, savaşın yıkıcılığı­ nı artırdı. İşte tüm bu unsurlar bir araya geldiğinde, 20. yüzyılda tanık olduğumuz “kitle savaŞı”nm tohumları atıl­ dı. b.

Yeni B ir Seza r

Korsika doğumlu bir topçu subayı olan Napolyon Bonapart, Fransız ordusunu bu modern biçimiyle devraldı ve 1796-1797 İtalya kampanyasında sağladığı büyük başarıyla ünlü bir general oldu. Antik Roma İmparatorluğu hakkın­ da yazılanları büyük bir ihtirasla okuyan Napolyon, bu im­ paratorluğun Doğu’daki fetihlerini tekrarlamak gibi geniş ufuklara da sahipti. 1797 tarihli Campo Formio antlaşma­ sıyla Venedik’i Avusturya ile paylaşarak, Venedik’in lyon­ ya adalarını ve deniz filosunu eline geçirdi. Antlaşmanın 169

Siyasi Tarih (ilkçağlardan 1918’e)

gizli maddesine göre, iki devlet ilerde Güney Almanya top­ raklarını da paylaşacaklardı. Napolyon böylece Sezar’m ül­ kesine el atmış bulunuyordu, ama çok istikrarlı olmayan bir cumhuriyetin yetenekli generali için Sezar kötü bir ör­ nekti. Bir yıl sonra Sezar’m Kleopatra ile buluştuğu Mısır’a bir sefer yapıp, bu toprağı ele geçirerek İngiltere’nin Hin­ distan yolunu kesmek konusunda Direktuvar’ı ikna etti. Osmanlı toprağı olan Mısır’ı ele geçirmesine rağmen, zaferi kısa süreli oldu ve 1799’da geri çekilmek zorunda kaldi. Bu sırada, Fransa açısından Avrupa cephesinde de iş­ ler iyiye gitmiyordu. Yenilgiler dizisine, hâlâ durumları dü­ zelmeyen köylülerin feryatları ve ekonomik durumun kö­ tülüğü karışmıştı. Fransa, işleri rayına koyacak güçlü ve dürüst bir kurtarıcı, ikinci bir “George Washington” bekle­ meye başlamıştı. Napolyon Fransa’ya kafasında Washington’dan çok Sezar imgesiyle döndüyse de, halkın desteğiyle çevirdiği çeşitli dolaplarla Direktuvar yönetimini yıkarak, kendisinin büyük yetkilerle başında bulunduğu bir “Üç Konsül” yönetimi kurdu. Bunu gerçekleştiren Anayasa tam 18. yüzyıl biterken, 1800’de 3 milyona karşı 1500 oyla halk tarafından kabul edildi. Fransa kaderini tümüyle Napolyon’un ellerine bırakmış ve barış içinde, mutlu ve şanlı bir geleceğe umutla bakmaya başlamıştı. Napolyon ise, ye­ ni bir Sezar olma yolunda, bir imparatora tahammül edebi­ lecek zenginlikte ve düzende bir Fransa yaratmak için eko­ nomik, yönetimsel ve yasal düzenlemelere girişti ve büyük başarı kazandı. Fransız Kilisesi’nin yüzyıllardan beri ba­ ğımsız hareket ettiği Roma Katolik Kilisesi ile barıştı. Dev­ rimin ve Cumhuriyetin “dinsizliği” ortadan kaldırılmış, Roma’mn otoritesi Fransız Kilisesi üzerinde sağlanmıştı. “Dinsiz” Fransa, Napolyon’un kafasındaki yeni bir monar­ şiyi kaldıramazdı. Napolyon’a göre, Roma’ya bağlı din, or­ talama yurttaşı “uslu” tutacak mükemmel bir kurumdu. 170

Devrimler Dönemi (1776 - 1848)

Napolyon’un kurduğu rejim, aslında hiçbir kesimi açıkça temsil etmiyor, belki de gücünü buradan alıyordu. Çünkü, bu durumda muhalefet de en alt düzeye inmiş olu­ yordu. Güçlü ve merkezi bir yönetimle iç barışı sağladı. Toprak reformu ve hukuk düzeninin sağlanması köylüleri rahatlattı. Konsüllük yönetimi ile Fransa’da devrim de bitmişti. “Büyük umutlar” gerçekleşmemiş bile olsa, “Eski Rejim”in aksaklıkları ortadan kaldırılmış sayılabilirdi. Devrimden yararlananların durumu sağlamlaşmıştı. Fransa, “köylü de­ mokrasisi” ile “burjuva cenneti”nin ilginç bir bileşimi ol­ muştu. Üstelik, 1802’ de Fransa, Papalık, İngiltere ve Kıta devletleriyle barış içinde idi. Devlet, Ren’e kadar genişle­ miş ve Hollanda ile İtalya’da bağlı cumhuriyetlere sahip ol­ muştu. Birinci Konsül’ün durumu o kadar sağlam ve hal­ kın desteği o kadar güçlüydü ki, 1804 yılmda bir plesibitle Konsüllük İmparatorluğa dönüştü, Napolyon da I. Napol­ yon adıyla imparator oldu. i . Napolyon Savaşları3 l'üm Avrupa kıtasına siyasal birlik sağlamaya en çok yak­ laşan ve hatta bu konuda Hitler’den daha başarılı olan Na­ polyon’dur. 1792’de Napolyon’dan önce başlayan ve I814’te biten silahlı mücadeleyi, yüz yıl öncesinin İspanya Veraset Savaşları’ndan sonra bir başka “dünya savaşı” olaıak değerlendirmek mümkündür. Çünkü, mücadelenin bir bölümü şimdi bağımsızlık mücadelesi veren İspanya Amerikasım da etkilemiştir. Ancak, Napolyon savaşlarının çofiu kısa süreli savaşlar dizisidir. Burada savaşların kronoloIisine ve ayrıntılarına girilecek değildir. Bu süre içinde, J

Hu savaşlar ve N apolyon’a karşı kurulan bir dizi koalisyon hakkında ayrıntılı bilgi için Bkz. Fahir Armaoğlu, Siyasi Tarih, 1789-1914, İş Bankası Yayınları, ss. 4 2 -6 9 , Ankara, 1961.

171

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

Fransız Devrimi’nin “saldırgan ve şımarık çocuğu” Avru­ pa’da tam bir fırtına gibi esmiş ve tutucu imparatorluk ve devletlerin karabasanı olmuştur. Milliyetçiliği ve Fransa’da uygulamadığı liberal düşünceleri silah zoruyla Avrupa’ya yaymak istemiştir. Zaferlerinin sonunda işgal ettiği ülkele­ re kardeşlerini kral olarak yerleştirerek, milliyetçilik ilkesi­ ne de ihanet etmiştir. Papa’nm da desteğiyle kendini Sezar değil, Şarlman gibi görmeye başlayacaktır. Üstelik, Avus turya sarayından Arşidüşes Marie Louise ile evlenerek, ba­ şından beri istediği yeni bir dünyanın kurucusu yerine, es­ ki dünyanın damadı olmuştur. Ayrıca bu evlilikle soylular arasına katılmış, sıradan bir yurttaşın imparator olması gi bi belki de gurur duyulabilecek bir özelliğini de, kişisel “kompleksi” yüzünden yitirmiştir. Napolyon’un bu Avrupa’da tek güç haline gelme yö­ nündeki faaliyetlerine karşı Avusturya, Prusya, Rusya ve Kıta’da bir devletin üstün duruma geçip güç dengesini boz masını istemeyen Ingiltere, aralarında bir dizi koalisyon kurarak mücadeleye girişmişlerdir. Napolyon bu koalis yonlara karşı Avrupa kıtasında kazandığı zaferlerle bir “Kı ta Sistemi” kurmayı amaçlamaktaydı. Ingiltere bu sisteme deniz ablukasıyla yanıt vermiş ve kıta ile her türlü ticarclı yasakladığı gibi, başka kıtalarla ticareti de engellemeye ça lışmıştır. Böylece, 20. yüzyıl savaşlarında çok kullanılacak bir mücadele kalıbı yaratılmış oldu. Her iki dünya savaşın da da İngiltere, Almanya’ya karşı bu yolla mücadele ede çektir. Napolyon’un “Kıta Sistemi”nin, ne kadar parlak asken zaferlerle kurulursa kurulsun, İngiltere’nin tartışmasız de' niz üstünlüğüyle sağladığı deniz ablukasına uzun süredı dayanması olanaksızdı. Napolyon’un anılarında yazdığı gı bi “Avrupa’nın siyasal kaderi bir fıçı şeker çevresinde dön meye başlamıştı.” Napolyon’un Avrupa’da işgal ettiği top

Devrimler Dönemi (1776 - 1848)

laklarda yaşayanlar ve kendilerine bağlı olarak kurduğu krallıklar, el altından İngiltere ile iş yapmayı yeğlediler. Al­ manya’da ticaret çökmekteydi ve tüccarlar çok güç durum­ da kalmaya başlamışlardı. Üstelik, Napolyon ne kadar ça­ balarsa çabalasın, kara taşımacılığı, hele 30 yıl kadar sonra ortaya çıkacak olan demiryolları olmadan, deniz taşımacılığı Üe aşık atamadı. 1807’deki Tilsit Anlaşması’ndan beri Na­ polyon’un iyi ilişkiler sürdürdüğü Rus Çarı Alexander’m ablukaya dayanamayıp Kıta Sistemi’nden çekilmesi, Napol­ yon için sonun başlangıcı oldu. 1812’de Napolyon 600.000 kişilik bir orduya Rusya üzerine yürüdü. Bunun nedeni, belki Çar’m Kıta Siste­ mi’nden çekilmesine karşı duygusal bir tepki, belki Rus­ ya’yı ele geçirdiğinde İngiltere’nin ablukayı kaldırıp barış yapacağı umudu, belki düşman bir Rusya’nın kıta Avrupası’nda kurulacak sisteme eninde sonunda saldıracağı tah­ mini, belki Avrasya steplerine egemen olarak İngiliz sö­ mürgelerini kuzeyden vurmak düşüncesi, belki de bunla­ rın hepsinin bir bileşimiydi. Ama, kesin olan, pek akıllıca bir hareket olmaması ve Napolyon’un sonunu vurgulamı­ şıydı. Napolyon’un ordusunun yarısı Fransız askerlerinden oluşuyordu. Geriye kalanı Fransa’nın müttefiklerinden ve tabi ülke halklarından toparlanmıştı. Daha önce başlattığı İspanya kampanyası hâlâ sürüyor ve en az 250.000 Fransız askerini orada tutuyordu.4 Kış bastırmadan önce Polonya ve Batı Rusya’yı geçerek Moskova’ya girdi. Rus ordusu, ül­ kenin genişliğinden ve kışın koşullarından yararlanmak üzere önemli bir meydan savaşma girişmemiş ve doğuya çekilmişti ve dimdik ayakta duruyordu. Napolyon Mosko­ 4

ilerde görüleceği gibi, N apolyon’un Ispanya’ya girişi, İspanya hüküm etinin Latin Am erika söm ürgeleri üzerindeki denetim ini gevşetm iş ve bölge ülke­ lerinin bağım sızlık yolunu açm ıştı. 173

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

va’yı eline geçirmesine rağmen, 150.000 askerini yitirmiş bulunuyor, stratejik durumu tehlike arz ediyor ve Çar Alexander barışa bir türlü yanaşmıyordu. Kış beklenenden ılık geçmesine rağmen, Kasım ayma kadar çekilmeyi düşünme­ di. Çekildiği zaman ise bu, tarihin en büyük trajedilerin­ den biri oldu. Avrupa devletleri geri çekilen “muhteşem” Fransız ordusuna, sırtlanların leşin üstüne çullandıkları gi­ bi saldırdılar. Fransız Devrimi’nin getirdiği yeni düzene ihanet etmiş bu despotu, kurtarıp canlandırdığı eski düzen şimdi mahvetmeye hazırdı ve öyle de yaptı. Paris’e döndü­ ğünde 600.000 kişilik büyük ordudan geriye sadece 1500 kişi kalmıştı. 1814 yılındaki son askeri kampanyalarla Fransa işgal edildi ve Napolyon Elbe adasına sürüldü. Na­ polyon, Avrupa’ya yemden çekidüzen vermek için topla­ nan Viyana Kongresi sırasında kaçarak yeniden, Fransa’nın başına geçecek ama Waterloo’da 1815 yılında İngiltere’ye yenilerek, bu kez 1825 yılında kanserden öleceği St. Helena adasına sürülecektir. Napolyon iktidar hırsıyla yanan bir fırsatçıydı ve ara­ dığı fırsatlar da çıkmıştı. Zamanında Avrupa’da at oynatan güçleri ve ne istediklerini çok iyi anlamıştı. Fransa’daki devrimci heves, iktidara oynamaya başladığı zaman çoktan sönmüştü ve iyi bir örgütlenme bilgisi olan ve sevilen bir askerin iktidarı ele geçirmesi işten bile değildi. İktidara geçtikten sonra, devrimin kalıcı sonuçlarını kendi deneti­ mi altında güçlendirdi, aşırı yönlerini ise bastırdı. Böylece, Fransız Devrimi’nin hem mirasçısı hem de yumuşatıcısı ol­ du. İşin aslına bakılırsa, Fransız Devrimi’nin özü, insana ve gücüne sarsılmaz bir inançtı. Ama, Napolyon böyle bir inanca yalnız kendisi için sahipti. Fransız Devrimi’nin in­ sanı ve Napolyon dünyayı yalnız irade ile alt edebileceğini sandı ve yanıldı. Napolyon, her zaman olanaksızı istedi; çoğu kez elde etti, edemediği zaman da yıkıldı. Napolyon '7 4

Devrimler Dönemi (1776 - 1848)

ı IMinesinin özü buydu. O, gerçekten kaçanların, gerçekten Iuslanmayanların ve ufak Fransa’ya inanmayanların kahı itmamdır; yaşam boyutlarının üstüne çıkarılan insanların en güzel örneğidir. Sonu, yıkılan bir sistem kuran, sıcak İm adada son günlerini geçiren yalnız ve hasta bir adam­ dır.

C. VİYANA KONGRESİ 1. Viyana Düzeninin Mimarları: Castlereagh ve Metternich (

Napolyon 19. yüzyılın ilk on beş yılı içinde liberalizm ve özellikle milliyetçilik akımlarım silah zoruyla Avrupa kıta­ ma yayarken, aslında çıkarları çatışan ve birbirlerine karm( ideolojilere bağlanmış iki devlet adamı, Avrupa barış ve düzeninin sorumluluğunun omuzlarında olduğunu anla­ mışlardı. İngiliz Dışişleri Bakanı Castlereagh ile Avusturya Başkanı Metternich. Birisi, parlamenter yapıya sahip bir uda devletinin, öteki çokuluslu ve otokratik bir kara devle­ tinin politikasını yürüten kişilerdi. Onları bir araya getiren ‘.ey, Avrupa barış ve düzeninin ancak Napolyon’un savaş alanlarında yenilgiye uğratılmasmdan geçtiğine ait ortak bir anlayışa varmış olmalarıydı. İkisine göre de barış, istiktarlı bir dünya düzeninin ve yaygın bir “meşrutiyet”in (on­ lara göre meşru bir biçimde kurulmuş monarşilerin yeni­ den kurulması anlamına geliyordu) kurulmasından sonra j’c rçekleşebili rdi. Castlereagh’ın Ingilteresi, kıtadaki müttefiklerinden değişik bir ülkeydi. Bir kere, geniş ve hâlâ genişlemekte olan Avrupadışı çıkarları vardı. İkinci olarak, Napolyon ta­ ralından hiç işgale uğramamıştı. Son olarak da, en tutucu 175

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

hükümetler zamanında bile parlamenter sistemini ve kişi hak ve özgürlüklerini korumasını bilmişti. Bunlara rağ­ men, Ingiltere Napolyon’a karşı yürütülen savaştaki büyük payı dolayısıyla Avrupa’nın yeniden kurulması çabalarına katılmamazlık edemezdi. Savaş İngiltere’yi Ada’ya kapanık halinden çıkarmış, İngiliz devlet adamlarını Avrupa’nın si­ yaset önderleriyle sıkı bir temasa sokmuştu. Ayrıca, Castlereagh ile Metternich arasında doğan karşılıklı saygı ve an­ layış iki ülkeyi birbirine yaklaştırmaktaydı. Öte yandan, birtakım nesnel koşullar da İngiltereAvusturya yakınlaşmasını zorluyordu. Bir ada devleti ola­ rak İngiltere’nin dış politikasının özü, Kıta’da bir devletin egemen olmasını engellemek ve Manş Denizi’nin güvenli­ ğini sağlamaktı. Bunlar olursa, savaş sonrası barışın ince­ likleriyle uğraşmak ve Kıta ülkeleriyle uzun görüşmelere girişmek için bir zorunluluk kalmıyordu. Ama, Napolyon yenilgi üzerine yenilgi almaya başladığı zaman, zaten bü­ yük güçlüklerle kurulmuş bulunan koalisyonda dağılma belirtileri görüldü. Tarafların çatışan çıkarları su üstüne çıktı. Metternich ne kadar güçlü durumda olursa olsun, sa­ vaş sonrası düzenini tek başına kuramayacağına göre, bir başka güçlü devlet adamına gerek duyulmaktaydı. İşte, Castlereagh’m ileri görüşlülüğü burada ortaya çıkmaktadır. Böyle olmasa, Castlereagh Ingiltere’nin çıkarlarım çok dar tanımlayarak dikkatini Fransa üzerinde odaklaştırabilir ve böylece Rusya’nın Avrupa’da başat duruma yükselmesine yol açabilirdi. Ayrıca, Avrupa’da istikrar, bir bakıma, Avus­ turya ile Prusya arasında ciddi bir rekabet olmamasına bağ­ lıydı. Böylesine bir rekabet ancak Rusya’nm işine yarayabi­ lirdi. Castlereagh karmaşık bir diplomasi ile bu rekabeti önlemesini bildi. Castlereagh, Viyana Kongresi’nde yalnız İngiltere’yi sa­ dece bir dış politika anlayışından kurtarmakla kalmamış, 176

Devrimler Dönemi (1776 -1848)

aynı zamanda bu devletin Fransa’ya karşı cezalandırıcı ve sert bir politika izlemesini de engelleyebilmiştir. Ona göre, fiziki güvenliği sağlamış olmanın göz kamaştırıcı saygınlı­ ğı, törel düşüncelerin önemini gölgelememeliydi. Metter­ nich ile Castlereagh, ülkelerinin geleneksel ve farklı görüş ve uygulamalarını bir kenara iterek, Avrupa politikasının genel hatlarında, yani barış ve düzenin kurulmasında anla­ şıp el ele verdiklerinde, Viyana düzeni ortaya çıktı ve istik­ rar sağlandı. 2. Cezalandırma Yerine Denge Viyana düzenlemesinin sağladığı göreli barış ve istikrar, yani bu düzenlemenin başarısının gizi, Castlereagh ile Metternich’in, “cezalandırma” yerine denge, “intikam” ye­ rine meşruiyet yönünde hareket etmelerinde ve kısır çıkar çatışmalarını bir kenara itmelerinde yatar. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan anlaşma intikamcı olmayınca, Fran­ sa’da yenilgi anıları da uzun sürmedi. Eğer Fransa eziklik ve yenilginin acısıyla baş başa kalsaydı, yeni kurulan ulus­ lararası düzeni “meşru” görmeyebilir ve onu silah zoruyla değiştirmeye kalkışabilirdi. Bu anlayış ve uygulama bugün bile yerel savaşlarla dolu ve savaşanların isteklerinin karşı taraf için ağır ve kabul edilemeyecek olduğu dünyamıza son derece önemli dersler vermektedir. Viyana Kongresi’ nden yüz yıl sonra, Almanya’nın 1919 tarihli Versailles Ba­ rış Antlaşması’nm ağır hükümlerine ve oluşturduğu yeni uluslararası düzene karşı yaptığı buydu.5 Galip devlet ya da devletin uzun vadeli çıkarları için kendilerini sınırlandırarak, yenik ya da yenikleri yeni olu­ şan uluslararası sistem içine almaları ve böylece “meşru” 5

T ü rk ulusunun, Versailles’den ço k daha ağır olan Sevres B an ş Antlaşm a­ sın a karşı açtığı m ücadele ve bu m ücadelenin Lozan ile başarıya ulaşm ası ve Türkiye’nin yeni kurulan uluslararası sistem e üç yıl gecikm iş olarak gir-

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

bir uluslararası düzen kurma çalışmalarına, özellikle çağ­ daş tarihte çok az rastlanır. İşte, 30 Mayıs 1814 tarihli ba­ rış antlaşması, galip devletlerin kendi kendilerini sınırlan­ dırmalarının en güzel örneğidir. Galip devletler intikam yerine güç dengesinin peşinde koşmuşlardır. Asıl amaçları, Fransa’nın savaşta ele geçirdiği toprakları geri almak ve Napolyon’un tahttan indirdiği “meşru” monarşileri yeni­ den kurmaktı. Hatta, Napolyon’un Waterloo yenilgisinden sonraki 20 Kasım 1815 tarihli barış antlaşması da cezalan­ dırıcı değildir. Fransa, Napolyon’un yaptıklarından dolayı, uluslararası sistem içinde küçük düşürülmemiştir. Mütte­ fikler Rusya’dan korkmasalardı, koşullar belki daha ağır olabilirdi. Fransa, bir yanda Avusturya ile İngiltere, öte yanda Rusya ile Prusya arasında bir denge unsuru olarak görüldüğü için, barış da hafif olmuştu. Bu doğrudur. Ama, nedeni ne olursa olsun, sonuç değişmemektedir. Metternich ve dolayısıyla Viyana Kongresi’nin meşrui­ yet iddiası ise şuydu: Mevcut devletlerin sınırları kutsaldır, dokunulamaz ve her devlet bu kutsal sınırlarının içinde is­ tediği gibi hareket etmekte ve istediği rejimi kurmakta ser­ besttir. Özetle, Metternich ve Castlereagh’m önderliğinde­ ki Viyana Kongresi, Avrupa barış ve gönencinin, ilgili halkların “sözde” isteklerine uygularak değil, meşru otori­ teye titiz bir itaat sağlanarak korunabileceği kararma vardı.

m esi, Türkiye dışında bilim adam larının pek akıllarına gelm eyen önem li bir örnektir. Galip devletlerin korkutucu “iştahlarını” sınırlandıram am alarm ın sonucu olarak yıkılan Osm anlı devletinin başat öğesi olan T ü rk insanına, yaşayacak alan bırakılm adı. İlerde görüleceği gibi, M etternich ve bir derece­ ye kadar Castlereagh’ın ulusçuluk akım ına düşman olm aları, 19. yüzyılın başlarında bağışlanabilecek bir yanlıştı. Ama, 20. yüzyılın başında, tüm Av­ rupa devletleriyle birlikte, O sm anlı devletinin eskiden üç yüz yıl yönettiği D oğu Avrupa ülkelerinin ulusçu akım ları başarı kazanırken (belki de daha doğrusu başarı kazanm aları sağlanırken) T ürk ulusuna aynı hakkı tanım a­ yan Lloyd George için aynı “h afifletici” nedeni bulm ak zordur.

178

3. Viyana Düzenlemeleri Fransa’da tekrar iktidara getirilen Bourbon Hanedanlığı ile Müttefikler arasında ilk antlaşma, Paris’te 30 Mayıs 1814’te imzalandı. Antlaşmaya göre, Fransa 1792’deki sı­ nırlarına çekildi ve kendisine savaş tazminatı ya da tamirat borcu yüklenmedi. Viyana Kongresi öncesinde, Rusya, Osmanlı devleti ve Balkan konularını Kongre’de konuşulacak konuların dışın­ da tuttu. Osmanlılarla son savaşın ganimeti Baserabya’yı ve özerk bir Büyük Dükalık olarak Finlandiya’yı ele'1geçirdi, tngilizler de denizlerin serbestliği ve sömürge konularını Kongre gündeminin dışında tutmaya çalıştı. Böylece, Is­ panya’daki bağımsızlık mücadelesi kendi haline bırakıldı. Napolyon’un Kıta Sistemi’nin yıkılması, endüstri devriminin İngiliz üreticilerine buhar gücü ile çalışan makineler sağlaması, denizaşırı sömürgecilikte ciddi bir rakibin kal­ maması ve deniz gücü tekeliyle Ingiltere, yüz yıl sürecek dünya üstünlüğü dönemine girdi. Viyana Kongresi’ne tüm Avrupa devletleri ve hatta Na­ polyon’un yıktığı Kutsal Roma İmparatorluğu ile birlikte son bulan eski devletlerinin temsilcileri bile, yeniden ba­ ğımsız birimler olabilme umuduyla katılmıştır. Ancak, Kongre’ye egemen olan ve nihai kararlan alan yine de dört büyük devlet -Ingiltere, Avusturya, Prusya ve Rusya- ol­ du. Delegelerin tümü, “Avrupa özgürlüklerinin korunma­ sı”, yani Avrupa devletlerinden birinin tüm sisteme ege­ men olamaması konusunda aynı görüşteydiler. Napolyon’ un Avrupa çapında kurmak istediği sisteme verilen ad olan “evrensel monarşi”, toprak düzenlemeleri, bazı devletlerin sahip olabilecekleri asker sayısının sınırlandırılması gibi tedbirlerle önlenecekti. Hollanda ile Belçika birleştirilerek, I ransa’nın Flander düzlüklerine doğru olası genişlemesine 179

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

karşı koyabilecek güçlü bir devlet kurulmak istendi. Ren’in batısındaki Alman toprakları Prusya’ya verile­ rek, bu devlet Avrupa’nın ortasında doğuda Rusya, batıda Fransa’ya karşı denge oluşturabilecek güce kavuşturuldu. Sayıları 39’a indirilen ve Avusturya ile Prusya’yı da içeren Alman devletleri, gevşek bir Germen Konfederasyonu biçi­ minde örgütlendi. Ancak, daha önce sözü edilen “Alman ikiliği” ya da rekabeti sorununa bu düzenlemeyle son veri­ lemedi. Büyük devletlerin ve özellikle çokuluslu bir impa­ ratorluğun başkanı olan Metternich’in milliyetçilik akımın­ dan korkusu, Alman milliyetçilerinin “tek bir Almanya” çağrısını sonuçsuz bıraktı. Napolyon’un yarattığı Varşova Büyük Dükalığı’ndan, Rus Çarı’nın hükümdarı olduğu, anayasalı ve Dükalığm topraklarına sahip yeni bir Polonya kuruldu. Böylece, Fransız denetiminden Rus denetimi altı­ na geçmesinden başka bir değişikliğe uğramadı. Bir kısım Polonyalılar Prusya ve Avusturya sınırları içinde kaldığın dan, Polonya 18. yüzyılın sonundaki parçalanmış duru­ mundan kurtulamadı ve devletin bölünmüşlüğü sürdü. Bu arada Napolyon’un Kongre toplantıdayken kaçma sı, yeniden Fransa’nın başına geçmesi ve Waterloo’da ye nilmesi üzerine, Fransa ile ikinci Paris Barış Antlaşması ya­ pıldı. Bu, birincisinden biraz daha sert bir antlaşmaydı ve 700 milyon Frank tazminat ödeyene kadar işgal altında bu­ lunması kararlaştırıldı. Kasım 1815’te, bu antlaşmanın hü kümlerini uygulamak ve gerekirse barış için uluslararası askeri önlemler almak üzere, Ingiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya arasında Dörtlü ittifak kuruldu. Bu dört büyük devletin ittifakı yanında, Avrupa’da kral ve imparator arası “Hıristiyanlık barışına” içten bir bağlılığı olan Çar Alexaıt der’m girişimiyle, yükümlülüğü belirsiz bir “Kutsal İttifak’ da kuruldu. İttifakı imzalayan monarklar, Avrupa’da Hıris tiyanlığm barışçı ilkelerini koruyacaklar ve her konuda biı 180

Devrimler Dönemi (1 7 7 6 -1 8 4 8 )

birlerine yardım edeceklerdi. Bu ittifak, Osmanlı padişahı, Papa ve Ingiltere dışında tüm monarklar tarafından imza­ landı. 4. Genel Değerlendirme Paris antlaşmaları ve Viyana’daki düzenleme ile Viyana kongresi, 1648 tarihli Westphalia Barışı ile I. Dünya Savaşı .sonunda imzalanan Paris Barış Antlaşmaları arasında, en geniş ve köklü değişiklikler getiren uluslararası diplomatik toplantıdır. , Bir uluslararası düzen, uzun ömürlü ve etkili olabil­ mesi için, antlaşma yükümlülüklerinin yanında, ortak ilke­ lere ve ortak bir törel bakış açısına da gerek gösterir. Viya­ na sistemi o dönemde hâlâ geçer akçe olan siyasal tutu­ culuğa dayanmaktaydı. Viyana Kongresi sonucunda olu­ şan yeni düzen ve ittifaklar sistemi hakkında Goethe şun­ ları söylemiştir: “İnsanlık için daha büyük ve daha yararlı birşey icat edilmiş değildir.” Gerçekten, Goethe, “adalet ve düzensizlik yerine adaletsizlik ve düzeni yeğlerim” diyen adamdı. Erasmus, “en kötü barış bile en haklı savaştan da­ ha iyidir” demiyor muydu? İster bu basmakalıplardan etki­ lensinler ister etkilenmesinler, Napolyon savaşlarının kor­ ku ve büyük sıkıntılarından sonra, galip devletlerin önderleri, uluslararası ilişkilerin, törel değerlerin ötesinde, daha iyi örgütlenmesi gerektiğini bütün açıklığıyla anla­ mışlardı. Metternich ye arkadaşlarının kurdukları sistemin iki zayıflığı vardı. Bunlardan birisi, Yakındoğu, yani bir bakı­ ma Osmanlı devleti sorunuydu. İkincisi, milliyetçilik akı­ mı, yani çizileri sınırların doğal ve ulusal sınırlar olmama­ sıydı. Metternich’in bu konularda en büyük umudu, eğer Rusya’yı Avrupa’da tutuculuğa bağlarsa, bu devletin Yakm181

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

doğu’da da tutucu olabileceği idi. Yani, sistem bir bakıma, Rusya’nın vereceği güvenceye ve Yakındoğu’da kurulmuş bulunan statükoya saygı göstermesine dayanıyordu. Bu gü­ vence bir kere geri alındı mı, sistem tümüyle çökebilirdi. Dolayısıyla, Rusya, Osmanlı devletinin Avrupa’daki top­ rakları üzerinde genişleme emellerine başlayıp, burada Avusturya ile çatışma olasılığı ortaya çıkınca ve Doğu Av­ rupa’ da Rusya’nın da desteklediği ulusçuluk akımları güç­ lenmeye başlayınca, Viyana sistemi de çöktü. Viyana’nm mimarı Metternich’in hiçbir ulusçuluğa en ufak bir sempatisi yoktu. Ona göre devletler, monarkların kişisel topraklarıydı ve bundan başka bir birleştirici öğeye ihtiyaçları da yoktu. Ne yazık ki burada, Metternich’in ta­ rihsel süreci sezme yeteneğine, sonunda başarısız da olsa, kredi vermek gerekiyor. İnsanoğlunun tarihinde, bu kita­ bın genel çizgisinden de anlaşılacağı gibi, en etkili ve belki de tek birleştiricinin, gücünü en etkin biçimde kullanması­ nı bilen büyük otokrasiler olduğu görülüyor. Bunlara karşı savaşan ulusçuluk ve liberalizm, zaman zaman başarı ka­ zansa da, yeni ve dayanıklı bir birleştirici öğe bulunamadı­ ğından, birleştirici otokrasi tarih döngüsündeki yerini eninde sonunda yine alıyor. İşte, içinde Almanlar, Macarlar, Slavlar ve Italyanlar bulunan Avusturya otokrasisi tüm 19. yüzyıl boyunca ulusçuluk ve liberalizmin en güçlü düş­ manıydı. Ama, Metternich’i sonunda yenmeyi başaran da, Avrupa sahnesinde giderek çok önemli bir güç haline ge­ len ulusçuluk ve liberalizm oldu. Metternich bazı konularda büyük devlet adamı niteli­ ğine sahipti. Ülkesini Napolyon’dan kurtaran adam ve Av­ rupa’nın yeni düzeninin kurucusu olarak prestiji çok yük­ sekti. Kurucu olmak bir yana, dönemin öteki otokratlarını öylesine yönlendirmeyi başarmıştı ki, 1815 ile 1848 arasın­ daki döneme “Metternich Dönemi” demek çok yanlış ol­ 182

Devrimler Dönemi (1776 - 1848)

maz. Ancak bu, törel değerleri esnek, ilkeleri katı ve etkisi çök geniş olan otokrat, bakış açısını çok daraltıcı ve uzun sürede yanıltıcı bir entelektüel boşluğa sahipti. Dönemin devrimci havası ile otokrasi arasında hiçbir ortalama nokta düşünmemiş ya da düşünüp bulamamıştı. Ayrıca, daha ön­ ce de değinildiği gibi, Metternich sistemi son derece güçlü bir akıma da sürekli ters düşmekteydi. Metternich’in tem­ sil ettiği Avusturya İmparatorluğu, ulusçuluğun yadsınma­ sı temelinde kurulmuştu. Böyle bir ulusçuluğu ezmeye ça­ lışması, ilerde görüleceği gibi, I. Dünya Savaşı’mn ani ne­ denlerinden biri olacaktır.

Ç. 1830 ve 1848 DEVRİMLERİ 1. Ekonomik ve Toplumsal Ortam 1789 Fransız Devrimi’nin doğrudan sonucu olan liberal ve milliyetçi düşünceler, Napolyon’un öteki Avrupa devletle­ riyle savaşları ve işgalleri ile hemen hemen tüm Avrupa’ya taşınmıştır. O kadar ki, bu düşüncelerden etkilenmeyen hiçbir Avrupa devleti kalmamıştır demek, yanlış bir göz­ lem olmayacaktır. Fransa’daki devrim, bazen eski siyasal sistemleri yıkan, bazen işgal ve savaşa yol açan ve bazen de daha verimli toplumsal ve siyasal kurumlarm kurulmasını sağlayan dirik ve patlayıcı güçleri Avrupa sahnesine sok­ muştur. Bunlara karşı mücadelede, Avrupa’nın liberalizm ve milliyetçilik kokan yeni havasını anlamayan ya da anla­ mak istemeyen yöneticiler, ilk aşamada Napolyon’u yendi­ ler ve 1815 Viyana Kongresi kararlarıyla eski düzeni sür­ dürmeye çalıştılar. Ancak, Viyana Kongresi’nden sonra, Avrupa sahnesi­ ne değişiklik getiren yeni güçlerle -endüstri devrimi, libe­ 183

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

ralizm ve m illiyetçilik- süreklilik güçlerinin -m onarşi, ki­ lise ve feodalizm- çatışması, Avrupa’ya Fransa’dan başla­ mak üzere bir dizi devrim daha getirecektir. 1830 yılındaki liberal nitelikte ayaklanmaları daha iyi anlayabilmek için, dönemin ekonomik ve toplumsal yaşa­ mını, kısa da olsa belirtmekte yarar var. Teknolojik geliş­ meler sonucu ortaya çıkan yeni buluşların üretime uygu­ lanmasıyla Batı Avrupa’da makineleşmiş endüstri dönemi başlamıştı. 1830’lara gelindiğinde bu ekonomik değişikli­ ğin en önemli toplumsal ve siyasal sonucu, imalat, iş ve ti­ caretle uğraşanların sayı, zenginlik ve etkinliklerinin art­ masıdır. İşte burada, endüstrileşmeyle liberalizmin güçlen­ mesi arasında doğrudan bir bağ kurulabilir. Zenginleşen ve etkinliğini artıran burjuva, kendi çıkarlarına daha uygun bir politika ve-kendi görüşlerine uygun bir hükümet biçi­ mi doğrultusunda çalışmaya başlamıştı. Ancak, şimdi bu süreç içinde, yeni makineleri çalıştırmak için yetişmiş, üs­ tün nitelikte işçi gerekmemekte, fazla ücret istemeyen ka­ dın ve çocuklar işe alınmaktaydı. Böylece, 19. yüzyılda işçi piyasasının niteliği değişti. Kentler işçi aileleriyle doldu; fazla çalışma saatleri ve az ücret yeni ve büyük toplumsal sorunlar ortaya çıkardı. Rakip firmalarla acı rekabet yü­ zünden işveren, etkili yasaların da bulunmamasıyla, çalış­ ma saatlerini uzatıyor ve ücretleri düşük düzeylere indiri­ yordu. Hemen hemen her Avrupa ülkesinde, mevcut rejimlerin yetersizliğine karşı bir yandan işveren ve öte yandan işçinin hoşnutsuzluğu bir dizi devrime yol açtı. Bu durumda yöneticiler iki tehlike karşısında kaldılar: Orta sınıf ve işçi sınıfı. İkincisinin kesin, köklü ve kendile­ rine göre aşırı isteklerinden daha çok korkan yöneticiler, genel olarak orta sınıfa ödün vererek, onların desteğini sağlamak yoluna gittiler. Fransa’da 1830 Devrimi’nden sonra Fransız Kralı olan ve 1848 yılına kadar iktidarda ka184

Devrimler Dönemi (1776 - 1848)

lan Louis Philippe bu yolu denemiştir. Tüm bu gelişmelerin sonucu olarak, Avrupa’da Fran­ sız Devrimi ile hızlanan liberal akım, temelde, halkın ege­ menliğinden çok, parlamenter kuruluşların egemenliğini savunmuştur ve bu açıdan bugünkü demokrasi anlayışın­ dan farklıdır. Yalnız Fransa’da değil, tüm Avrupa ülkele­ rinde liberaller, hemen hemen tüm 19. yüzyıl boyunca, seçme hakkının mal ve mülk sahibi yurttaşları içine alacak biçimde sınırlandırılmasını, bunlara sahip olmayanlara bu hakkın verilmemesini savunmuşlardır. Kurmaya çalıştıkla­ rı düzen, meclis gibi parlamenter kuramların egemen ol­ duğu düzendir. Ayrıca, yine bugünkü demokrasiden farklı olarak, eşitlikten çok özgürlüğün savunuculuğunu yap­ mışlardır. Kısaca, mutlak monarşiye karşı siyaset, ekonomi ve din alanlarında özgürlük, liberalizmin asıl amacı haline gelmiştir. Gerek 1789 ve gerekse şimdi ele alınacak olan 1830 ve 1848 devrimleri bu temel anlayışın ışığı altında değerlendirilmelidir. 2. Fransa’da 1830 ve 1848 Devrimleri Napolyon’dan sonra Fransa tahtına oturtulan 18. Louis’nin yönetimi, öldüğü tarih olan 1824 yılma kadar sürdü. Louis bütünüyle olmasa bile, Fransız Devrimi’nin anlamını bir dereceye kadar kavramıştı. Bunun sonucu olarak, anayasa­ lı meşruti bir rejim kurulmuş, Millet ve Ayan Meclisleri’ne dayanan iki meclisli bir yasama sistemi kabul edilmişti. Ancak, meclislere seçilmek ve seçmek için mal ve mülk üzerinden vergi vermek gerekiyordu. Üstelik, Ayan Meclisi’nin üyelerini kral seçmekteydi. Böylece kurulan sistem burjuvaziye olanak sağlamaktaysa da, asıl soyluların eline geçmiş olmaktaydı. Bu koşullar altında kral kısa bir süre içinde tekrar mutlak yönetimi seçti; özgürlükleri kısıtladı, 185

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

basma sansür koydu, üniversiteleri denetim altına aldı. 1824’te 18. Louis’nin yerine geçen 10. Charles, baskıyı daha da artırınca halk ayaklandı ve 1830’da Paris sokakla­ rında üç gün süren kanlı çarpışmalar oldu. Ülkeden kaçan 10. Charles’m yerine, Orleans Hanedanlığından ve liberal eğilimli olarak tanınan Louis Philippe Fransa tahtına otur­ du. Liberalizm Fransa’da başarı kazanmış gibi görünüyor­ sa da, bu kısa süreli oldu. Kendisi de zengin bir girişimci olan Louis Philippe, iktidarını 1848 yılma kadar zengin burjuvaziye dayayarak yürütmüştür. Ülkede 1848 Devrimi’nin patlak vermesinde Louis Philippe’in bu yönetim bi­ çiminin payı büyük olmuştur. Ancak, başka nedenler de vardır. Daha önce de değinildiği gibi, Louis Philippe’in da­ yandığı burjuvaziyi birinci plana getiren ekonomik yapı değişikliği, Avrupa’da yeni bir işçi sınıfı ortaya çıkarmıştı. İşçilerin, fazla iş saati, az ücret, fabrikalarda kötü sağlık koşulları, kadın ve çocukların çalıştırılmaları gibi birçok ekonomik ve toplumsal sorunları vardı. Bu sorunları çöz­ mek için işçiler greve gidiyorlardı. Louis buna karşı sert tedbirler aldı ve kişi özgürlüklerini her gün biraz daha kıs-' tı. Bu davranış ise, liberallerle şimdi Avrupa sahnesinde seslerini duyurmaya başlayan sosyalistlerin, Louis Philippe’e karşı güç birliği yapmaları sonucunu verdi. Paris, tıpkı 1830 Devrimi’nde olduğu gibi, kanlı çatışmalara sahne ol­ du ve yine tıpkı 10. Charles gibi, Louis Philippe de ülke­ den kaçınca, sosyalist Louis Blanc’m başkanlığında bir “ge­ çici hükümet” kuruldu. Geçici hükümet, bir yandan büyük burjuvazinin do­ laplarına kurban giderken, öte yandan gizli örgütler içinde faaliyet gösteren aşırıların baskısı altında kaldı ve çalışama­ dı. Fransız tarihinde en geniş seçmen kitlesinin desteğini sağlayan bu yeni Cumhuriyet girişimine karşı cephe al­ 186

Devrimler Dönemi (1776 - 1848)

makla aşırılar tutucu bir tepkinin oluşmasına yol açacak­ lardır. Barikatlarda savaşma ve şiddetli darbe geleneği, par­ lamenter hükümet kurumlarına karşı çevrilmiş ve Fran­ sa’daki cumhuriyetçi güçler zayıflamıştır. Bu da tutucu tepkilere kapıyı sonuna kadar açacaktır. Fransız halkının “Terör Rejimi sırasındaki baskı ve karışıklık ortamında cumhuriyetçiliğe karşı duyduğu tepki henüz küllenmemişti. Yeniden bu acı günlere dönmemek için, işleri düzene koyacak ve barış ortamını kuracak “dürüst bir otokrat”ta kurtuluşunu bulması güç olmadı. Tüm bu gelişmelerin sonucu olarak, 1848 yılının Temmuz ayında yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde, tu­ tucu tepki çok açık bir biçimde görülür. Napolyon Bonapart’m yeğeni Louis Napolyon gibi bir otokrat, yedi buçuk milyon oyun beş buçuk milyonunu alarak cumhurbaşkanı olmuştur. Louis Napolyon, dört yıl sonra, 1852’de, dikta­ törlüğünü kuracak ve 111. Napolyon adıyla imparatorluğu­ nu ilan edecektir. Bu diktatörlük 1871 yılma, yani Prus­ ya’nın, Alman ulusal birliğini kurarken Fransa’ya savaş açıp onu savaş alanında yendiği (Sedan) tarihe kadar süre­ cek ve bundan sonra III. Cumhuriyet dönemi başlayacak­ tır. 1848’de kurulan cumhuriyet rejiminin en büyük hata­ sı, nüfusun çoğunluğunu oluşturan köylülerin desteğini kazanmak için bir tarım programının olmamasıdır. 1789 Devrimi’nin hiç olmazsa bazı yeniliklerim izleyen Napol­ yon Bonapart, köylülere topraklarını vermiş ve feodal nite­ likteki vergileri kaldırmıştı. 1848 Cumhuriyet yönetimi ise, köylülerin biriken borçlarını hemen tasfiye etmelerini istemiş ve toprak üzerindeki vergiyi artırmıştı. Bu durum­ da köylülerin, kendisinin de gırtlağına kadar borcu olan ve köylülerin borçlarına bu açıdan bakacak olan “büyük isim­ li” Louis Napolyon’u başlarında görmek isteyecekleri açık187

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

tı. Halk yeni bir Napolyon arıyordu. Ünlü Fransız şairi Lamartine, “halk hata yapmada serbest bırakılmalıdır” demiş­ ti. Yapılan hata, III. Napolyon’un ikinci imparatorluğudur. Fransa’nın dışında, Ispanya ve Portekiz’de yeniden li­ beral nitelikte anayasalar hazırlanıp yürürlüğe konmuş, İtalya’daki liberal bir ayaklanma da Avusturya tarafından bastırılmıştır. 1830 yılındaki ayaklanmalar dalgası İngilte­ re’yi de etkilemiştir. İngiltere’de ticaret ve sanayi burjuva­ zisinden gelen baskılar sonucunda, 1832 yılında çıkarılan bir yasayla, seçim bölgeleri burjuvaziye daha geniş bir tem­ sil olanağı sağlayacak biçimde yeniden düzenlenmiş, oy kullanma hakkı genişletilmiş ve seçim yasası değiştirilmiş­ tir. Bu yasa büyük burjuvaziyi hoşnut kılmışsa da, küçük burjuvazi ve işçiler bununla yetinmemişler, “Chartism” de­ nen bir hareketi başlatmışlardır. Bu, sınırlı oy kullanma hakkından genel oya geçilmesini, gizli oy açık sayım ilkesi­ nin benimsenmesini, milletvekili seçileceklerde belli bir zenginlik düzeyine erişmiş olma koşulunun aranmamasını savunan bir hareketti. Böylece, 1830’larda İngiliz liberaliz­ mi, Avrupa devletlerinde henüz filizlenmekte olan libera­ lizmi çok aşan bir düzeye ulaşmış bulunmaktaydı. 3. Avrupa’da 1848 Devrimleri

iy. yüzyılı önceki yüzyıllardan ayıran temel öğelerden biri de ulusçuluktur. 19. yüzyıla kadar Avrupa, feodal bir te­ mel üzerinde bir araya gelmiş birçok siyasal birimden oluş­ maktaydı. 19. yüzyılda ise, bu küçük siyasal birimleri bir araya getirmekte ve büyük imparatorluklar içinde yaşayan ulusların bağımsızlıklarını sağlamakta, endüstrileşme ve li­ beralizmin yanında önemli bir payı olan ulusçuluk akımı kendini güçlü bir biçimde duyurmuştur. 188

D evrim ler Dönemi (1776 - 1848)

Ulusçuluğa, tüm öğelerini bir araya getiren bir tanım vermek oldukça zordur. Ancak, mutlaka bir tanım vermek gerekirse, şu söylenebilir: Ulusçuluk, yönetimsel bir biri­ me sahip olmak isteyen herhangi bir coğrafi grubun, ba­ ğımsız tek bir devlet kurma hakkıdır. Dolayısıyla, bir ulu­ sun, sınıftan farklı olarak, ekonomik olmayan bir tanımı vardır. Bir dayanışma duygusuna sahip coğrafi bir gruptur. Bu dayanışma duygusu, ortak bir dilden, ortak geçmişten, ortak kültürden ya da ortak çıkar ve tehlikeden doğmuş olabilir. Ancak, bu dayanışma duygusu ulus varlığının te­ melidir. Süreklilik ve değişiklik getiren güçlerin çatışması, 1830 devrimlerinden sonra, Avrupa’da yeni bir dizi ayak­ lanmalara yol açtı. Liberal akım, 1848 ayaklanmaları için­ de kendisini duyurmuşsa da, İtalya’da, Almanya’da, Avus­ turya’da ve Macaristan’daki ayaklanmalar, yabancı yöneti­ me ve Avusturya Başbakanı Metternich’in sindirme politi­ kasına karşı, ulusçu nitelikte hareketlerdi. İsviçre, Belçika, İngiltere ve Fransa’da ise, ortasınıf hükümetlerinin yeter­ sizliğine karşı toplumsal ve demokratik reformlar biçimin­ de ortaya çıktı. Hatta, başarısı kısa süreli de olsa, Fransa’da 1848 Devrimi’nin, 1830’dakinden çok daha belirgin bir bi­ çimde, Büyük 1789 Devrimi’nin ilkelerini sağlamlaştırdığı­ nı söylemek olanaklıdır. 1848 Yılı şu olguyu açık bir biçimde gözler önüne ser­ di: Bilinçli toplumların kendi geleceklerini kendilerinin saptaması anlamındaki ulusçuluk, Avrupa sahnesindeki en etkili güçtür. Ayrıca, ulusçuluk bu yönüyle liberalizmin mantıksal bir sonucu olmuş, onunla atbaşı beraber gitmiş­ tir. Liberal düşünceye göre, kendileri özgür ve başka ulus­ ların da özgürlüğüne saygılı olan tüm uluslar, kendi ulusal değer ve refahlarını geliştirmek durumundadırlar. İşte bu milliyetçi güç, ulusun çeşitli bölümlerini birbirinden ayrı 189

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918'e)

tutan hükümetleri, kapsamlı ulus-devletin kurulabilmesi için yıkacak (Prusya’nın Germen Konfederasyonu’nu yıkıp Alman ulusal birliğini kurmasında olduğu gibi) ya da kap­ samlı hanedanlık devletlerini, daha küçük ve dar ulusdevletlerinin kurulması yolunda zorlayacaktır (Macaris­ tan’ın Avusturya İmparatorluğu’ndan bağımsızlığını alma mücadelesinde olduğu gibi). Kökeni ve niteliği ne olursa olsun, 1848 yılında, tüm Avrupa’yı düzenden hoşnutsuzluğun alevi kapladı. 1848 ayaklanmalarının Avrupa çapında en önemli siyasal başarı­ sı, Metternich’in ve onun simgelediği “eski düzen”in alaşa­ ğı edilmesidir. Doğu Avrupa açısından önemli ekonomik ve toplumsal sonucu ise, feodalizmin büyük ölçüde orta­ dan kaldırılmasıdır. b. Alm an Ulusçuluğu

Fransa’daki 1848 devrim hareketi en çok liberalizmden et­ kilenmişti. Germen Konfederasyonu’nda ise, ulusal birliğin kurulması yolunda oldu. İlerde açıklanacağı gibi, endüstri­ leşmenin sonucu olarak beliren yeni sınıfların ulusal birlik özlemi yanında, milliyetçilik de Alman ulusunun benliğini bulmasında önemli bir unsur olmuştur. Her şeyden önce, Alman ulusal birliğini gerçekleştirecek olan Prusya’da or­ du, tek bir “Almanya” özlemini duyuyor ve Fransızlardan nefret ediyordu. Çok sayıda küçük devletten oluşan konfe­ derasyon sürekli olarak Fransız etkisi altında kalmış, Prus­ ya ise Napolyon’un işgaline karşı koyamamıştı. Her Alman yurtseverinin akimda, eğer gelecek bir Fransız işgaline kar­ şı konacaksa, bunu tek birleşmiş bir Almanya’nın başarabi­ leceği düşüncesi ve her ulusçulukta olduğu gibi, bir de ül­ küsü vardı: Almanları Fransızların “düşük törel değerle­ rinden” kurtarmak ve onlara yeni bir görev bilinci vermek. Böylece Prusya, Avrupa’nın tutucu güçlerine göre devrimci 190

Devrimler Dönemi (17 7 6 - 1848)

bir tehlike olarak belirmeye başlayan ulusçuluk akımının bayraktarlığını yapmaya başladı. “Almanya”da ulusçuluk, Napolyon sisteminin zorla evrenselleştirme çabalarına karşı bir tepki olarak doğdu. Avrupa’da tek devlet, tek ordu, tek ekonomik sistem, tek hukuk kurumu, yani bir bakıma “Avrupa Birliği”ne karşı bir protestoydu. Uluslararası sistem temelde Fransız etki­ sinde olduğuna göre, Almanlar’m hareketi Fransa-karşıtı, Napolyon da bir otokrat olduğuna göre, otokrasi-karşıtı nitelik kazandı. Tutucu olan Alman ulusçuları, kendi özel kuramlarının, geleneklerinin, tarihi gelişmelerinin değeri­ ni vurguluyor, Napolyon sisteminin bunları unutturaca­ ğından korkuyorlardı. Öteki Alman ulusçuları ise, ulusun kendi geleceğini kendinin tayin etme hakkının, hükümete daha çok katılma, temsili kuruluşlar ve özgürlüğün savu­ nuculuğunu yapıyorlardı. Dolayısıyla, hem tutuculuk ve hem de liberalizm, bir arada, Napolyon’u yıkmış ve Avru­ pa’nın gelecek tarihini biçimlendirmiştir. Almanlar, yalnız Napolyon’un yönetimine değil, aynı zamanda Fransız kültürünün yüz yıllık üstünlüğüne de is­ yan ettiler. Fransız Devrimi ve Napolyon yılları, Alman­ ya’da görülmemiş bir kültürel uyanma dönemiydi. Beetho­ ven, Goethe, Schiller, Kant, Fichte, Hegel ve bu büyük isimler gibi niceleri, “romantizm” dediğimiz akımı yarat­ mışlardı. Tümü Akü Çağı’nm “kuru soyutlamalarına” karşı çıkıyorlardı. Ama, Alman düşüncesinin belli başlı özellik­ leri, geniş anlamdaki ulusçulukla bağlantılı olarak gelişti. Çünkü, “romantizm” akıldan çok “deha” ve “duygu”yu, insan grupları arasında benzerliklerden çok “farklılıkları” vurgulamaktaydı. Böylece, 1800’lerden sonra güçlü bir bi­ çimde ortaya çıkan Alman ulusal uyanışı, temelde, Napol­ yon ve Fransızlara karşı gelişti. Fransızlar ulusal birliğe sahipti ve 18. yüzyıl uygarlığı­ mı

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

nm temsilcisiydi. Dolayısıyla, Almanlar da ulusal birlikleri­ ni kurmalı ve kendi ulusal değerlerini egemen kılmalıydı. Yani, tüm 19. yüzyıl boyunca ulusal birlik ve ulusal bü­ yüklük hemen hemen her Alman’m tutkusu biçimine dö­ nüşmüşse, bunun nedeni, belki de, her ikisine de sahip ol­ mamasıydı. Fichte, ortadan kaldırılamayacak bir Alman ruhu, ayrı ve doğuştan gelen bir Alman ulusal karakteri ol­ duğunu söylüyordu. Bu ulusal karakter ise, dış ve özellikle Fransız etkisinden mutlaka kurtarılmalıydı ve öteki halklarmkinden çok daha soyluydu.6 Ancak, Alman ulusçularının Alman ulusal birliğini kurma yolunda 1848 yılındaki çabaları, Avusturya’nın ağır basması sonucu, başarılı olamadı. Prusya, bunu, koşulların daha uygun olduğu yirmi yıl sonra gerçekleştirecektir. c.

Öteki Ayaklanm alar

Metternich’in Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da 1848 devrim girişimlerinden payını almıştır. Çokuluslu bir imparatorluk olan devlette, Macarlar ulusal bağımsızlık için ayaklanmışlardır. Viyana’da halk, “anayasa ve özgür­ lük” isteğiyle Metternich’e karşı harekete geçmiştir. Bu baskılar karşısında, 18. yüzyıldaki yönetim anlayışının 19. yüzyıldaki etkin temsilcisi Metternich, bir daha Viyana’ya dönmemek üzere İngiltere’ye kaçacaktır. Ancak, 1848 yılı­ nın sonunda imparator ilan edilen ve 1. Dünya Savaşı’na kadar iktidarım koruyacak olan Franz Joseph, Metternich okulunun temsilcisi olarak, Macaristan’ın bağımsızlık ha­ reketini hem büyük ölçüde Rusya’nın yardımı ile ve kanlı bir biçimde ezecek, hem de halkın anayasa ve özgürlük is­ teklerine kulağını tıkayacaktır. 6

20. yüzyılda H itler’in Alm anya’da çıkm ası ve Alm anların çoğunu peşinden sürüklem esi, 19. yüzyıldaki bu tem el toplum sal doku ve ruh bilindikten sonra, ço k şaşırtıcı olmasa gerek.

192

Devrimler Dönemi (1776- 1848)

1848 Devrimi, İtalyan yarımadasında da bir ulusal bir­ lik hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Bu amaçla İtalya’nın çeşitli yerlerinde gizli dernekler kurulmuştur. Bunlar ara­ sında İtalyan milliyetçisi Mazzini’nin önderliğini yaptığı “Canbonari” derneği en tanınmış olanıdır. Bu derneklerin ortak amacı, tıpkı “Almanya”da olduğu gibi, AvusturyaMacaristan İmparatorluğu’nun İtalyan yarımadasından çı­ karılması ve yarımadanın bir birliğe kavuşmasıydı. Bu uğurda İtalyan yarımadasının en güçlü devleti Piyemonte’nin (Sardunya) iki girişimi başarısız oldu. Görüleceği gi­ bi, 1848 devrimler yılı, İtalyan, Fransa, Avusturya ve Prus­ ya’da “radikal” hareketlerin bastırılmasıyla sonuçlandı. Böylece, ulusçu ve demokratik özlemler, ilerde tekrar can­ lanmak üzere, kısa süreli bir başarısızlığa uğradılar. 19. Yüzyılın en etkin ve devrimci güçlerinden olan ulusçuluk ilkesinin, bu yüzyılın sonlarına doğru Avru­ pa’da yozlaştığı ve özgün niteliğini yitirdiği görülür. Çün­ kü, zamanın ulusçu düşünürleri, giderek, uluslar arasında­ ki farklılıkları abartmışlar ve farklılıkların nedenini çevre ve eğitimden çok doğuşla açıklamaya çalışmışlardır. Böyle­ ce, ırkçı düşünceden de kök alan ulusçuluk ilkesi, giderek ve çok yalın bir anlatımla, şu anlayışa varmıştır: “Her ulus, doğuştan hakkı olan isteklerini gerçekleştirmede özgür ol­ malı ve bu konuda hiçbir sınır tanımamalıdır.” Bu yeni an­ layış, ulusçuluğun sömürgecilik ve emperyalizme dönüş­ mesinde önemli bir unsur olmuştur. Liberalizm ve ulusçuluk gibi, sosyalist düşünce de çı­ kış noktasını 1789 Fransız Devrimi’nden almıştır. Nasıl li­ beraller özgürlük düşüncesine, demokratlar eşitlik ülküsü­ ne önem vermişlerse, sosyalistler de başlangıçta kardeşlik ilkesine bağlanmışlardır. İlk sosyalist düşünürlere göre, in­ sanlar doğuştan iyidirler; yoksulluk ve yapay toplumsal eşitsizlikler olmasa, birbirlerine kardeşçe davranacaklardır. i 93

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

Güdüsel olarak, rekabetten çok işbirliğine eğilimlidirler. Ancak, sosyalizm, Louis Blanc gibi devlet sosyalistlerinin ve Kari Marx gibi ekonomik kuramcıların çabalarıyla deği­ şime uğramış, Avrupa’nın giderek endüstrileşen devletleri­ nin ekonomik sorunlarına yanıt verebilecek bir akım hali­ ne gelmiştir. Ancak, sosyalizm, 19. yüzyılda, liberalizm ve milliyetçilik kadar etkili bir güç olamamıştır. ç. Genel D eğerlendirm e Viyana’da Metternich’in devrilmesi, Bastille’in ele geçiril­ mesi kadar önemli bir olaydır. 1789’da Bastille, garnizonsuz eski bir kaleydi. 1848’de Metternich ise zayıf ve destek­ çisi olmayan bir adamdı. Ama her ikisi de eski düzenin simgeleriydiler. İkisi de gidince, beraberlerinde eski düzeni de götürdüler. Tam olarak gerçekleşmeleri biraz zaman da alsa, Bastille’de liberalizm, Viyana’da ulusçuluk başarı ka­ zandı. Başka bir anlatımla, monarşinin yurttaşlar üzerinde­ ki otoritesi 14 Temmuz 1789’da tanrısal temelini yitirdi; insan hakları Paris sokaklarında zafer kazandı. Ulusların hakkı ise Viyana sokaklarında kazanılacaktır. Her iki olay da temelini tanrıdan alan geleneksel hükümetin sonu oldu. Artık halk, ya onların onayıyla ya da zorla yönetilecekti. Bundan sonraki 130 yıllık Avrupa tarihi, bir bakıma, bu iki yöntem arasında gidiş gelişlerin tarihidir. Siyasal Devrimler Dönemi’nin, yani Amerikan ve Fran­ sız Devrimleri’nin uzun vadeli etkilerini toplu olarak ve kı­ sa bir biçimde göstermek gerekirse şunlar söylenebilir: 1. Amerika ve Fransa’daki devrim, ekonomik, top­ lumsal ve siyasal yönleriyle, önce Avrupa’da sonra giderek tüm dünyada genel bir karışıklık yaratan dirik ve patlayıcı güçleri açığa çıkardı. Bu ise, globalleşme sürecini hızlan­ dırdı. 2. Amerika ve Fransa’daki devrim, bireyin bilinçli bir 194

D evrimler Dönemi (1776 - 1848)

biçimde siyasal geleceğim değiştirebileceğim kanıtlayarak, geleneksel hükümetin temellerini sarstı. Siyasal ilişkiden tanrı yerine birey sorumlu olunca, yöneticiler egemenlikle­ rini sorgusuz sualsiz kabul ettirme durumundan çıktılar. Tam aksine, yeni yeni ilkeler, programlar ve çeşitli vaatler­ le kendilerini halka kabul ettirmek zorunluluğunu duydu­ lar. Yönetenler ve yönetilenler arasındaki bu yeni bünyesel bağ, Amerikan ve Fransız devrimlerınin gerçek gizidir.

D. “OSMANLI RÖNESANSI” VE BATI AVRUPA İLE GELİŞEN DİPLOMASİ Avrupa sahnesinde tüm bu gelişmeler olurken, 15. ve 16. yüzyıllarda Avrupa’nın en güçlü devleti olan Osmanlılar, 17. yüzyıl boyunca duraklama dönemine girmiş ve gerile­ menin de görünmez tohumları atılmıştı. 18. yüzyıl, genel hatlarıyla, bu görünmez tohumların “kaktüs bitkisi” ver­ meye başladığı gerileme döneminin başlangıcı olarak ka­ bul edilebilirse de, göreli barış sürelerinin de etkisiyle, Os­ manlIlarda ilginç bir uyanışın ortaya çıktığı gözlemlenir. Devletin temel kuramlarında hemen hemen hiçbir değişik­ lik yapılmamış olmakla birlikte, bu uyanış iki açıdan önemlidir. Bir kere, 18. yüzyıldaki yenilikler, 19. yüzyılda ger­ çekleştirilecek olan reformların bir bakıma çıkış noktası olmuş, gerilemenin nedenlerine “laik” bir bakış açısı getir­ miştir. Bozuklukların tümünü din kurumunda arayan Arap-lslam kültür çevresinin aksine, Türk-Islam kültürü­ nün, hiç olmazsa başka alanlarda da reform gereğini duy­ ması, 19. yüzyıl Osmanlı yöneticilerinin bu yöndeki çaba­ larına yüzyıl öncesinden iyi bir örnek oluşturacaktır. İkinci olarak, bu “Osmanlı Rönesansı” Osmanlılarm gerile195

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

meşini durdurabilecek en son fırsat olarak ortaya çıkmıştı. Henüz büyük toprak parçalarını ve uluslararası alandaki prestijini tam yitirmeden, 18. yüzyılın başlarındaki bu uya­ nış sürdürülebilseydi, Osmanlı devleti 19. yüzyıla, bu yüz­ yılın sıkıntılı, güç iç ve dış koşullarına daha hazırlıklı bir biçimde girebilirdi. Ama, ne olursa olsun, sürdürülememesinin nedenleri, 19. yüzyılın Osmanlı monarklarma, bazı Osmanlı kuramlarının kaldırılması ve bazı sorunlara da la­ ik bir yaklaşımın gerektiğini göstermiştir. Kısaca, 19. yüz­ yıl reform hareketlerinin temeli, 18. yüzyılın özellikle ilk yarısındaki “uyanış çabasında” yatar. 1. Osmanlı Diplomasisinde Gelişmeler 18. yüzyılın başında Osmanlı devleti Batı ile rahat bir iliş­ kiler bütünü içinde bulunuyordu. Karlofça Antlaşması’nm imzalanmasından altı ay sonra onaylanması, büyük ve gös­ terişli seremonilerle olmuştu. Bu onay, dostça ilişkilere yol açmış ve bir yanda Babıâli7 ile öte yanda Avrupa devletleri arasında, eskisine göre daha sürekli diplomatik temsilcile­ rin teatisiyle sonuçlanmıştır. Bü tarihe kadar belirli vesile­ lerle ve ancak kısa sürelerle Avrupa başkentlerinde bulu­ nan Osmanlı diplomatları, şimdi daha uzun süreler Avru­ pa’da bulunuyor, Batı uygarlığını daha yakından tanıyor ve Batı’nm yalnız kültür yaşamını değil, aynı zamanda hükü­ met sistemini de öğreniyorlardı. Örneğin, Avusturya’ya yeni Osmanlı elçisi olan İbra­ him Paşa, Viyana kuşatmasında bulunmuş değerli bir dev­ let adamıydı. Şimdi Viyana’ya son derece değerli armağan­ larla, bir diplomat olarak giriyordu. İstanbul’da ise, Avus­ 7

Babıâli, O sm anlı sadrazam ının ikam et ettiği ve ofisinin bulunduğu binalar topluluğuna verilen addır. G eniş anlam da Osm anlı hüküm eti anlam ına ge­ lir.

'

196

Devrimler Dönemi (1776 -1848)

turya elçisi, Sultan huzuruna dahil edilmeden önce şerefi­ ne verilen yemekte, kendisine Boğaz’da yakalanmış balık kızartması sunulmuştu. Bu, öteki elçilerin çoğuna layık görülmeyen bir yemekti. İngiltere’nin yeni elçisi Sir Robert Sutton, daha önce Karlofça Barışı’nın yazılmasında yardım­ da bulunmuştu. Bu hizmetinden dolayı Sultan tarafından çok sıcak bir biçimde karşılandı. Buna karşılık, Karlofça’yı imzalamayan, onun yerine iki yıllık bırakışmaya yanaşan ve bunun yenilenmesi için bir savaş gemisi içinde İstan­ bul’a gelen Rus elçisine karşı aynı dostça duygulardan söz edilemez. Ancak, uzun görüşmeler sonunda, Rusya da, öteki büyük Avrupa devletleri gibi, İstanbul’da sürekli bü­ yükelçi bulundurma hakkını elde etmiştir. Bu gelişmelerden de görüleceği gibi, 18. yüzyılda Os­ manlı devletinin Avrupa devletleriyle ilişkilerinde bir silah olarak, savaşın yerini diplomasi almaya başlamıştır. Burada önemli olan nokta, Osmanlılarm artık Avrupa’daki rolleri­ nin savunma olduğunu ve bunu sağlamak için de mütte­ fiklere ihtiyaçları bulunduğunu anlamalarıdır. Tüm bunla­ rın sonucu ise, Avrupa ülkelerinin geleneğine uygun olarak, Babıâli’de sürekli diplomasi sisteminin kurulması­ dır. Karlofça Antlaşması’na kadar, Hıristiyan Avrupa’ya gi­ ren bir Müslüman devleti olarak Osmanlı devletinin diplo­ masisi tek taraflı ve karşılıklılık ilkesine dayanmayan bir diplomasiydi. Devletler arasındaki hukuk kurallarıyla uyuşmayan bir biçimde ve biraz da Avrupa devletlerinin hor görülmesi sonucu, zaman zaman Avrupa devletlerinin elçileri, o da belirli sürelerle, kabul edilmiş ama bunun karşılığında sürekli Osmanlı elçisi gönderilmemişti. Bu sis­ temin, Osmanlı devleti güçlü olduğu ve Avrupa’da genişle­ diği dönemlerde iyi işlediği söylenebilir. En azından, törel değerlere pek dayanmayan ve çoğu kez kurnazca işletilen 197

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

karmaşık Avrupa oyunlarının dışında kalınmasını sağla­ mıştır. Ama, 18. yüzyılda, müttefik bulma zorunluluğu do­ layısıyla Avrupa devletleriyle ilişkiler önem kazanmaya başladığından, bu karşılıksız diplomasi Osmanlı devletini “izole” etmişti. Sürdüğü takdirde, Osmanlı devleti Avrupa devletleriyle ilişkilerinde güçsüz bir temelden hareket ede­ cekti. İçerde, dış ilişkileri sistematik bir biçimde planlaya­ cak merkezi bir örgüt olmadığı gibi, dışarda da sürekli elçi­ leri bulunmuyordu. İstanbul’daki yabancı elçilerin de işi zordu. Onlar da, yeterli iletişim ve ulaşımın olmaması, Osmanlı yaşantısı içine girememeleri ve en önemlisi kendilerinin Türkçe, Osmanlılarm da Batı dillerini bilmemeleri dolayısıyla zor du­ rumdaydılar. 1699 yılında Babıâli’de Tercüme Odası’nın kurulmasıyla biraz rahatladılar. Bu odanın memurları ise, genellikle Yunan ticaret topluluğunun içinden seçilmek­ teydi. İşte, 18. yüzyılın başlarından itibaren, gerek Tercü­ me Odası’nm kurulması, gerek Avrupa devletlerinin İstan­ bul’da sürekli büyükelçi bulundurmaları ve gerekse Osmanlılarm da elçi gönderme gereğini duyup, kısa süreler için bile olsa, bu Avrupa geleneğine uymaya başlamaları, Osmanlı diplomasisini geliştirmiştir. Ancak, Osmanlılarm Avrupa’nın önemli merkezlerine sürekli büyükelçi gönder­ meleri ve içerde bir “dışişleri bakanlığı”nm kurulması için 19. yüzyılı beklemek gerekecektir. 2. Rusya ve Avusturya ile İlişkiler: Prut ve Petervaradin II. Mustafa’nın (1695-1703) yerine geçen III. Ahmet (1703-1730) barışçı düşünceli bir sultandı. Isanya Veraset Savaşları sırasında, İstanbul’daki Fransız Büyükelçisi, Fran­ sa ile ittifakın yararlarından söz ediyor ve Macaristan’da Habsburg’lara karşı ortak harekât öneriyordu. Ancak, III. 198

Devrimler Dönemi (1776 - 1848)

Ahmet, bu savaşa Hıristiyanlar arası bir mücadele gözüyle bakıp, katılmak istemedi. Ayrıca, önce de gördüğümüz gi­ bi, savaş Fransa’nın aleyhine gelişiyordu. Sultan istese de istemese de, İsveç yüzünden Rusya ile savaşa girdi. Rusya’nm Baltık üstünlüğü için 1709’da Poltava Savaşı’nda İsveç’i kesin bir yenilgiye uğratması, ku­ zeyde Rus gücünü artırmıştı. İsveç Kralı Charles (Demir­ baş) daha önce diplomatik ilişki kurmak istemediği Os­ manlılara sığınmış ve buna rağmen Sultan tarafından çok sıcak bir biçimde karşılanmıştı. III. Ahmet, Rus baskılarına rağmen Kral’ın geri verilmesini kabul etmemiş, ancak Charles’ı yeniden tahta koyarak, Rusya ile süren barışı bozmak istemediğini de belirtmiştir. Bu arada Ruslar, İsveç birliklerini aramak bahanesiyle sık sık Osmanlı toprakları­ nı ihlal ediyorlar ve karışıklık çıkarıyorlardı. Hatta, Os­ manlı toprağı olan Buğdan’a girerek buraya sığınmış bulu­ nan bir İsveç birliğini ellerine geçirmişlerdi. Bunun üzerine III. Ahmet savaşa ikna edildi ve Osmanlı ordusu Prut nehrine doğru sefere çıktı. Zaman, Baltık’ta meşgul olan Çar Petro için uygun değildi ve Prut Savaşı’nda Os­ manlılar Rus birliklerini yendiler. O kadar ki, Çar’m bile tutsak edilmesi an meselesiydi. Ancak, Çariçe Catherine’in akıllı diplomasisi ve ordu komutanına verdiği değerli ar­ mağanlar sonucu çatışmalar durdu ve 1711 tarihli Prut Ba­ rışı yapıldı. Bu barışa göre Azak ve çevresindeki topraklar Osmanlılara geri verilecek, Dinyeper akarsuyusundaki bazı kaleler boşaltılacak, Rus ordusu Polonya’dan çekilecek ve İsveç Kralı’nm ülkesine serbestçe dönmesi sağlanacaktı. Böylece, Prut Barışı ile, Rus Çan’nın Karadeniz’i bir Rus denizi haline getirme çabası engellenmiş oldu. Prut Barışı’nın ikinci önemli sonucu, Osmanlı devleti ile Rusya ara­ sında 25 yıllık bir barış dönemi açmış bulunmasıdır. Bu, Osmanlı-Rus ilişkilerinin tarihi incelendiğinde gerçekten 199

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

uzun bir barış dönemidir. Böylece, ilerde görüleceği gibi, bu barış dönemi iyi yönde kullanılacak ve içerde belirli ye­ niliklerin yapılması sağlanacaktır. Prut’ta Osmanlı devleti ucuz bir zafer kazanmıştı, an­ cak koca ordu da seferber edilmiş bulunuyordu. Savaşçı bir anlayışa sahip olan Sadrazam Damat Ali Paşa bu kuvve­ ti, şimdi OsmanlIlardan daha hızlı bir biçimde gerilemekte olan ve müttefiki de bulunmayan eski bir düşmana karşı kullanmak kararını verdi: Venedik. 1715’te büyük bir ordu ve donanma ile Yunanistan’daki Korint’i eline geçirdi. Es­ kiden olduğu gibi, Latin baskısı altında bulunan Yunanlı­ lar, Türkleri kurtarıcı olarak karşıladılar ve Damat Ali ko­ layca Modon, Koron ve Navarin’i Venedik’in elinden âldı. Böylece, tüm Mora yarımadası Osmanlılarm eline geçti. Sadrazamın hesaba katmadığı bir unsur, Osmanlılarm bu 18. yüzyıldaki parlak zaferlerine gölge düşürecektir: Avusturya İmparatoru VI. Charles’m tepkisi. Venedik’in başvuruları sonunda iki devlet arasında bir ittifak yapıldı. Divan’da, Sadrazam’m baskısı sonucu savaşa karar verile­ rek, 1716’da büyük bir Osmanlı ordusu Belgrad’a doğru harekete geçti ve bu kentin kuzeybatısındaki Petervaradin kuşatıldı. Yapılan savaşta Osmanlı ordusu bozguna uğradı ve Sadrazam savaş alanında öldü. Hıristiyan ordusuna ko­ muta eden Sa^ua Prensi Eugene daha sonra Tamaşvar kale­ sini eline geçirince, Sultan Süleyman zamanından beri Osmanlılarm elinde olan Macaristan’daki son Osmanlı kalesi de yitirilmiş oldu. Daha sonra Belgrad da düştü. Artık barı­ şa ulaşmak gerekiyordu. Karlofça’da olduğu gibi Ingiltere ile Hollanda arabuluculuk yaptılar ve Pasarofça’da “Uti Possidetis” temelinde (savaş bittiğinde elde bulunan top­ rakların tutulması) barış imzalandı (1718). Bu antlaşmayla Osmanlılar şu toprakları yitirdiler: Tüm Macaristan, Sırbis­ tan’ın Belgrad dahil büyük bir bölümü, Eflak ve Bosna’da 200

Devrimler Dönemi (1776 - 1848)

önemli toprak parçaları. Bu antlaşma ile İmparator VI. Charles, Doğu Avrupa’da üstünlük sağladı. Karlofça ile Pasarofça barışlarının siyasi tarih açısın­ dan önemleri şuradadır: Karlofça, Osmanlı devletinin artık Batı için ciddi bir tehlike olmadığını, Pasarofça ise bu dev­ letin Avrupa’da savunma durumunda bulunan ve inisiyatif alamayacak bir güç olduğunu açıkça ortaya koymuştur. 3. Lale Devri ve Önemi Bir barış adamı olan III. Ahmet, Pasarofça Antlaşmasından sonra 12 yıl sürecek olan barış döneminde, Batılılaşma ve reform yönünde ciddi girişimlerde bulunma olanağına ka­ vuştu. Haremin çevirdiği dolaplardan göreli olarak uzak kaldı. Hoşgörülü, Batı ile Doğu’nun uygarlıklarını birleştir­ mesini bilen, gelişmekte olan modern dünyayı anlayan, ge­ lişmiş kafa yapısına sahip, uygar bir monarktı. İstanbul’da Fransız Büyükelçisi’nin getirdiği planlara uygun olarak, kendisine yazlık Sadabat Sarayı’nı yaptırdı. Kendisine bu konularda, güzel sanatlara çok düşkün olan Sadrazam Da­ mat İbrahim Paşa da yardım etmiştir. III. Ahmet zamanı, ünlü Lale Devri’dir. Lale, dönemin edebiyatının, öteki güzel sanatların ve Batılılaşma hareket­ lerinin simgesi durumuna gelmiştir. O kadar ki, lale 20. yüzyılda Cumhuriyet dönemine kadar Türk şiirinin simge­ si olma durumunu korumuştur. Lale devri, Sadabat’ta eğ­ lenceleri ve ilham ettiği edebiyatıyla, yalnızca geçici bir he­ ves olarak görülmemelidir. Yeni bir dünyevilik, yeni bir aydınlanma, rasyonel araştırma duygusu ve liberal reform dönemini de açmıştır. İslamcı Doğu’nun geleneksel dinsel değerlerine laik bir karşıt ağırlık sağlamak üzere, yeni bi­ limsel gelişmeleri, ekonomik refahı ve askeri gücüyle esin kaynağı olarak Batı’ya bakılmıştır. Dolayısıyla, lale, Batı 201

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

uygarlığının etkisi altında yeni doğmaya başlayan Osmanlı Rönesansı’nm simgesi olarak değerlendirilmelidir. 1720 yılında Osmanlı hükümeti, 15. Louis’nin sarayı­ na Mehmet Çelebi adında özel bir elçi gönderdi. Resmi gö­ revi Fransa ile bir ittifak sağlamaktı. Ama Sadrazam tara­ fından, buna ek olarak, Fransız fabrikalarını, kalelerini ve öteki gelişmeleri görüp, bir rapor biçiminde İstanbul’a sun­ ması da istendi. Mehmet Çelebi’nin yazdığı rapor, Osman­ lIlarda gelecek yeniliklerin el kitabı durumuna gelmiştir. 1727’de İbrahim Müteferrika’nm ilk matbaayı kurması, bu raporun aydınlatıcı etkisinin sonucudur. İbrahim Paşa’ya raporu sunuş yazısında şunları söylüyor: “Geçmişte, M üslüm anlarla karşılaştırıldığında o kadar za yıf olan Hıristiyanlar, şimdi neden bu kadar çok ülkeyi el­ lerine geçirm işlerdir ve hatta bir zam anların m uzaffer Os­ manlı ordularını y en m ek ted irler?”

Bu gerçekten temel soruya yanıt olarak, Müslüman­ ların basiretsizlik uykusundan uyandırılması gerektiğini söylemekte ve şöyle devam etmektedir: “M üslüm anlar düşm anlarının durum ları hakkında bilgi sahibi olmalıdırlar. İleri görüşlü davranm alılar ve yeni A vru­ pa yöntem leri, örgütleri, stratejileri, taktikleri ve savaş sanatı konularıyla yakından ilgilenm elidirler. ”

Sonuç olarak, Türklerin hukuk ve yeni düzeni kabul etme konusunda öteki halkları geride bıraktıklarını ve yeni askeri bilim ve teknikleri öğrenip uyguladıkları takdirde, Osmanlı devletine karşı kimsenin duramayacağını söyle­ mektedir. Bu raporun etkisiyle, Şeyhülislam’dan Kuran ve öteki kutsal kitaplar dışındaki bilimsel yapıtların bastırıl­ ması fetvası da alınmıştır. Askeri konulara verdiği ağırlık­ tan dolayı Mehmet Çelebi’nin raporu, eksik de olsa, Lale Devri’nde sağlanan uyanışı yansıtması ve 19. yüzyılda Os­ manlı yöneticilerinin askeri alanda gerçekleştirmeye çalış­ 202

Devrimler Dönemi (1 7 7 6 - 1848)

tıkları reformlara yol gösterici niteliğiyle gerçekten, gele­ cek yeniliklerin çıkış noktasıdır. Ancak, çok geçmeden III. Ahmet’in barışçı dönemi so­ na ermeye başladı. Hareketsizlikten, hükümetin kendi ihti­ yaçlarına kayıtsızlığından ve “gâvur” usullerinin yaygınlaş­ masından rahatsız olan Yeniçeriler, bozucu seslerini yeniden duyurmaya başladılar. Hedefleri, hemen her za­ man olduğu gibi yine Sadrazam’dı. Baskı karşısında Sadrazam’ın kafası vuruldu ve 111. Ahmet de yeğeni I. Mahmut lehine tahtından feragat etti. Bu olay sonunda da Lale Dev­ ri tüm hızını yitirdi. İbrahim Müteferrika 1745 yılında ölünce, matbaası da çalışmamaya başladı. Koşullar matbaa­ nın yeniden açılmasını 1783 yılma kadar engelleyecektir. Yitirilen bu 40 yıl, “Osmanlı Rönesansı” olarak kabul edi­ lebilecek olan Lale Devri’nin yol açtığı olumlu gelişmeleri geciktirecektir. 1900’lerle birlikte, yeniden ipin ucundan yakalama faaliyetlerine girişilecekse de, Osmanlı devleti iş­ te bu yarım yüzyıllık gecikmeyi bir türlü karşılayamayacak ve buna 19. yüzyılın dönemsel gerilemeleri de eklenince, 20. yüzyıla zayıf, geri ve parçalanmakta olan bir devlet ola­ rak girecektir. 4. _Kûçük Kaynarca ve İçteıı Dağılma Sürecinin Başlaması III. Mustafa (1757-1773) tahta geçtiği zaman, ülkenin yö­ netimini Köprülülerle karşılaştırılabilecek yetenekte bir sadrazam? elinde tutuyordu: Ragıp Paşa. Kendisi, gelenek­ sel yapılarla Batılılaşma arasında bir uyum kurmaya çalış­ maktaydı. Ragıp Paşa, dış politikasında da aynı uyum ve dengeyi aramıştır. Yüz yıldan beri Osmanlı devleti aleyhi­ ne topraklarını genişletmekte olan Avusturya ve Rusya’ya karşı dayanabileceği bir devlet olarak, şimdi giderek güçlenmekte olan Prusya ile bir antlaşma imzalamış ve bunu 203

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

bir savunma ittifakına dönüştürebilmenin yollarını aramış­ tır. Rusya ve Avusturya’ya karşı karşıt-ağırlık olmak üzere Prusya’nın seçilmesinin nedeni, bu devletin hiçbir Osmanlı toprağı ya da çıkarı ile ilgisinin olmamasıdır. Bu çabalar, Osmanlı devletinin zayıflamasının ve Avrupa diplomasisi içine girerek müttefik aramasının başlangıcı sayılabilir. 19. yüzyıl boyunca izlenecek, “Avrupa’nın büyük devletlerini birbirlerine karşı kullanarak bağımsızlığını sürdürme poli­ tikasının” da başlangıcını oluşturur. Ancak, III. Mustafa bir barış adamı değildi. Avrupa’da Osmanlı devletinin daha savaşkan ve militan bir tutum al­ ması gerektiğini düşünüyordu. Tam bu sırada Rusya’da da aynen kendisi gibi savaşkan bir yönetici iktidara gelmişti: Çariçe Büyük Catherina. Catherina, tıpkı ataları gibi, Bi­ zans’ın “mirasçısı” olarak, çift başlı ve Bizans kökenli çar­ lık bayrağını Boğaz’m kıyılarına dikmeyi, dış politikasının en önemli amacı haline getirmişti. Tıpkı Prut Savaşı önce­ sinde olduğu gibi, başka bir Avrupa devleti yüzünden Os­ manlılar yeniden Rusya ile savaşa girişeceklerdir. İki monark da birbirlerine karşı savaşçı düşüncelerini sürdürürken, Polonya Kralı öldü ve bu durum Polonya’nın bir kez daha parçalanması sorununu gündeme getirdi. Rus ve Prusya kuvvetleri, Avusturya’nın da göz yummasıyla, Polonya’yı işgal ederek, Çariçe’nin bir kuklasını kral yaptı­ lar. III. Mustafa bu duruma büyük bir tepki gösterdi. Üste­ lik, kaçan Polonyalıları kovalamak bahanesiyle, Rus kuv­ vetleri Besarabya’ya girmişler ve burada bir kaleye sığınan Polonyalıları ve Türkleri öldürmüşlerdi. Savaş yanlısı ol­ mayan Ragıp Paşa görevden alınarak, Rusya’ya bir ültima­ tom gönderildi. Burada, Rusya’nın kuvvetlerini Polon­ ya’dan çekmesi isteniyordu. Ültimatom reddedilince Rus­ ya’ya savaş ilan edildi. 1769 yılında askerlikten hiç anlama­ yan Sadrazamın komutasındaki Osmanlı ordusu Tuna’yı aştı ve Boğdan’a girdiyse de, büyük ölçüde savaş malzeme­ 204

Devrimler Dönemi (1776 - 1848)

sinin yetersizliği yüzünden, başarılı olunamadı. Rus kuv­ vetleri Eflak ve Boğdan’a girdiler. Yılm sonuna doğru, Bizans topraklarını eline geçir­ mekle desteklenen hayallerin gücü, Çariçe’yi Yunanistan’ı Türklerden kurtarmak gibi bir projeye itti. Bunda kendisi­ ne, o zaman daha Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünü koruma politikasına başlamamış bulunan ve Fransa’ya kar­ şı her türlü devletle birlik olabilen İngiltere de yardım etti. 1770’te Rus donanması Akdeniz’den Mora’ya saldırdıysa da hiçbir başarı elde edemedi. Ancak, Rus donanması da üzerine gönderilen Osmanlı donanmasını yendi. Böylece, Rusya ve onu destekleyen İngiltere’nin 18. yüzyılda Yuna­ nistan’ı kurtarma girişimleri başarısız oldu. Aynı politikayı 19. yüzyılın ilk yarısında da izleyecek ve bu kez başarılı olacaklardır. Bu arada, Kafkas ve Avrupa cephelerinde işler Osman­ lılar için iyi gitmiyordu. Ruslar Eflak ve Boğdan’ı ellerine geçirmişlerdi ve Osmanlı ordusu Tuna’nm güneyine çekil­ mişti. Rusya’nın bu denli güçlenmesi işlerine gelmediğin­ den Prusya ile Rusya arabuluculuk önerisinde bulundular. 1771’de ateşkes sağlanıp Bükreş’te barış şartları görüşül­ meye başlandıysa da, Osmanlılar Kırım’ın elden çıkmasına göz yummadığı için savaş yeniden başladı. 1773’te Silistre Kalesi iyi bir savunma yaparak Rus ordusunu bozdu ve Varna’ya doğru ilerleyen bir Rus birliği de püskürtüldü. Bu başarılardan yüreklenilerek 1774’te Şumla’da karşı saldırı­ ya geçildiyse de, Osmanlı ordusu bozguna uğradı ve Kü­ çük Kaynarca’da barış antlaşması yapıldı. Antlaşmanın im­ zası Ruslar tarafından dört gün geciktirilerek Prut yenilgi­ sinin yıldönümüne getirildi. Ruslar, yenilginin anısını sil­ mek istiyorlardı. Küçük Kaynarca Barış Antlaşması, Osmanlı devletini dışardan topraksal açıdan dağıtma amacına yönelik sayıla­ maz. Ama, yeni ve belki de daha ciddi bir politikanın da 205

Siyasi Tarih (ilkçağlardan 1918’e)

başlangıç noktasını oluşturur: Osmanlı devletini içerden, çeşitli ulusları bağımsızlık için kışkırtarak ve onlara yar­ dım ederek dağıtma. İlerde görüleceği gibi, 19. yüzyıl Os­ manlı tarihi, kimi başarılı, kimi başarısız, hep bu politika­ nın uygulanmasının öyküleriyle doludur. Bu politikanın izlenmesini kolaylaştıracak bir adım olarak, Küçük Kay­ narca ile^ Rusya’nın İstanbul’da sürekli bir büyükelçi bu­ lundurması resmen kabul edildi. Ayrıca, Kırım’ın bağım­ sızlığı Osmanlı devletince kabul edildi. Rusya, 1783’te bu bağımsızlığa son vererek Kırım’ı ilhak edecektir. Bundan sonra, Rusya’nın Osmanlı devletine karşı genişlemesi süre­ cek ve 19. yüzyıl tarihinin ana teması haline gelecektir. Bir başka Osmanlı-Rus Savaşı’nın sonunda imzalanan 1791 ta­ rihli Yaş Barış Antlaşması ile, Dinyeper ve Buğ akarsuları arasındaki toprakları da eline geçirecek ve böylece Karade­ niz’de güç dengesi Osmanlı devleti aleyhine bozulacaktır. Tüm 18. yüzyıl boyunca, İngiltere’nin dış politikası, asıl rakibi Fransa’ya karşıt-ağırlık olmak üzere, Rusya’ya meylediyor ve bu devletin Osmanlı devleti aleyhine geniş­ lemesine göz yumuyordu. Üstelik, Rusya ile ticaret hacmi de çok genişti. Ama, Fransız Devrimi ile birlikte Avrupa’da İngiltere’nin çok duyarlı olduğu güç dengesi değişmiş ve Rus tehdidi açık bir biçimde ortaya çıkmıştı. Böylece, İn­ giltere’nin Rus yanlısı politikasının temeli değişmiş oldu.' Bunun sonuçlarını Viyana Kongresi sırasında İngiltere’nin izlediği dış politikada görmüş bulunuyoruz. Ancak, daha önce, İngiltere, Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünü korumak amacıyla, 1790’da Prusya ve Hollanda ile bir itti­ fak da yapmış bulunuyordu. İngiltere’nin bu “Osmanlı devletinin bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü koruma po­ litikası” ana hatlarında bir değişiklik olmaksızın, 1878 yılı­ na kadar sürecektir.

206

V

Endüstri Devrimi ve Sonuçları: Globalleşme Dönemi1 s r S

Liberalizm ve milliyetçilik akımlarıyla bunların Avrupa açısından doğurduğu sonuçlar, bundan önceki bölümün konularıydı. Ancak, ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, bu hareketler Avrupa ve Amerika dışındaki dünyada büyük bir etki yaratmamışlardır. İşte, şimdi incelenecek olan en­ düstri devrimi, liberalizm ve milliyetçilikle birleşerek, Av-^ ^upa’vı o kadar değiştirecek ve~büyük ölçüde endüstrileş-\ inenin ürünü sayılabilecek emperyalizm kanalıyla tüm ) 1

Bu bölüm ün yazılm asında, bir ön ceki bölüm dekilere ek olarak yararlanılan kaynaklar şunlardır: Geoffrey Barraclough (E d .), Times Dünya Tarihi At la­

sı, çev. Zeki O kar, Karacan Yayınları, İstanbul, 1 9 7 8 ; M ax Beer, Sosyaliz­ min ve Sosyal Mücadelelerin Tarihi, çev. Z. Uray, Kitaş Yayınları, İstanbul, 19 6 9 ; F. Lee Benns, Europe, 1870-1914, 19 6 5 , N.Y., New Y ork, M eredith Pub. C o.; Aldous H uxley, Science, Liberty and Peace, Chatto and W indus, Londra, 19 4 7 ; Brave New World Revisited, N. Y., Harper and Row Publish ers, New Y ork, 1 9 5 8 ; A. H aluk Ü lm an, Birinci Dünya Savaşı’na Giden Yol, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara, 19 7 2 .

207

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

yeryüzüne yayılacaktır ki, bu büyük fpatlama”dan etkilen­ meyecek toprak parçası kalmayacaktır~~d emek yanlış ol­ maz. 19. yüzyılın bu patlayıcı ve değişiklik getiren güçleri dünyayı tek .bir.faaliyet alanı haline getirecek ve Avru/ elki de tek hatasıdır. Çünkü, Fransa, halkının çoğu Fransızca konuşan bu önemli endüstri bölgesinin yi­ tirilmesinin acısını unutmayacak ve A lsace-Lorraine soru nu 20. yüzyılın ortalarına kadar sürecek olan Fransız Alman düşmanlığının önemli nedenlerinden biri olacaktır.

4. Alman Ulusal Birliği’nin Sonuçları a. A lm anya Açısından

Almanya, ulusal birliğini kurduktan sonra, ekonomik geliş­ mesini liberal bir ekonomi anlayışıyla yürütmüş değildir. Ulusal birliği kurulduktan sonra ulusal ortak bir pazara da sahip olan Almanya’da, ülkeyi tam bir demir elle yönetmiş bulunan Bismarck’m anlayışına göre, ekonomik faaliyetin amacı, ulusal refahı artırmaktı. Ulusal güçlerin bunu ger çekleştiremediği alan ve durumlarda, merkezi hükümet işin içine girmeliydi. İşin aslına bakılırsa, Aman ulusal birliğinin kurulmaya çalışıldığı dönemde Kral ile Parlamento arasında bir çatış 222

Endüstri Devrimi ve Sonuçlan: Globalleşme Dönemi

ma başlamıştı. I. Dünya Savaşı’na kadar yürürlükte kalacak olan 1851 Anayasası’nın sonucu olarak, Prusya Meclisi’ndeki güç dengesi, yeni gelişmekte olan büyük burjuva­ zide değil, ekonomik etkinliği endüstri devrimiyle yok ol­ maya başlayan orta sınıfın elindeydi. Bu orta sınıf İngiltere’ den esinlenilen liberal akımın etkisindeydi. Bu yüzden bü­ yük çoğunluğu liberal görüşlü olan meclisin, bir de mâli­ yeyi denetleme yetkisi vardı. İngiliz anayasa sisteminin ta­ rihini incelemiş olan liberal meclis önderleri, maliye üzerindeki bu etkinlikleriyle, yürütme organım da denetle­ yebileceklerine inanmaktaydılar. Almanya’da öteden beri etkili bir siyasal güç olan büyük toprak sahiplerinin (Jun k erler) ve büyük burjuvazinin desteğini alan Bismarck’m, Alman ulusal birliğim kurmanın yanında bir başka görevi de vardı: Bu çabalarında liberal orta sınıfı susturmak. Bis­ marck her iki görevi de başarmış ve Almanya, merkezi bir biçimde planlanan ve milliyetçi bir anlayışla yürütülen ekonomik bir kalkınma içine girmiştir. Alman endüstrisi 1871-1914 yılları arasında sürekli bir biçimde ve hızla büyüdü. Bismarck’m otokratik yöneti­ mi pahasına, bu büyüme özellikle demir ve çelik üretimin­ de dikkati çekecek bir duruma geldi. Öyle ki, 1914 yılında, yani I. Dünya Savaşı’na gelindiğinde, bu iki temel endüstri maddesinin üretiminde, ABD’den sonra dünyada ikinci sı­ rayı aldı. Bism arck, Alman ulusal birliğini kurmakla haklı ola­ rak övünebilir. Ancak, konuya bir başka açıdan yaklaşılır­ sa, Almanya’yı parçalamış da sayılabilir; çünkü, Bis­ m arck’m kurduğu yeni Alman “Reich”ı içinde, halkının çoğu Alman olan Avusturya ve bağımsız devletler olarak kalan ve Alman nüfusunun 1/6’ini oluturan öteki siyasal birimler yoktu. Yani, 1871 düzenlemesi ile Almanya, Prus­ ya ile Avusturya arasında paylaştırılmış oldu. Dolayısıyla 223

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

Almanya, 19. yüzyılın geriye kalan bölümü ve 20. yüzyılın başında da bölünmüşlüğünü, “Alman ikiliğini” tam anla­ mıyla gideremedi. Bu işi, yani bütün Almanlar’m bir tek devlet içinde birleştirilmesini, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra A do lj Hitler gerçekleştirmeye çalışacaktır. Ancak, kurduğu devlet, hemen hemen tüm Almanları bir tek siyasal sınır içine almasına rağmen, Bismarck’mki kadar uzun ömürlü olamayacaktır. b.

Uluslararası Politika Açısından

Alman ulusal birliğinin kurulmasının uluslararası politika açısından en önemli sonucu, daha önce de belirtildiği gibi, Viyana Kongresi ile kurulmuş bulunan Avrupa güç denge­ sini temelinden bozmuş olmasıdır. Ancak, kuruluşu izle­ yen olayların daha iyi anlaşılabilmesi için, bu dengenin na­ sıl bozulduğunu da görmek gerekir. Her şeyden önce, o zamana kadar Avrupa’nın en güçlü devletlerinden olan Fransa ile Avusturya, Prusya’ya yenil­ gilerinden ve güçlü bir Almanya’nın doğmasından sonra güç ve etkinliklerini büyük ölçüde yitirdiler. Yenilen, top­ rak yitiren ve doğusunda güçlü bir Almanya kurulan Fran­ sa’nın Avrupa’da genişleme ve en azından prestijini yeni­ den kazanma umudu kalmadı. Bu durum, Fransa’yı deniz­ aşırı bölgelerde genişlemeye itecek ve böylece 1870’lerden sonra sömürge faaliyeti hızlanacaktır. İkinci olarak, Prus­ ya’ya yenilerek Orta Avrupa’da iddiası kalrrıayan Avustur­ ya, sırtını bu devlete dayadı ve gözlerini doğal yayılma ala­ nı olarak gördüğü Balkanlar’a çevirdi. Bu tarihten başla­ yarak I. Dünya Savaşı’na kadar Balkanlar’da Rusya ile sü­ rekli çatışacak ve bu çatışma, dönemin siyasi tarihinin ana teması olacaktır. Üçüncü olarak, ilerde Osmanlı devleti in­ celenirken ayrıntılarıyla verilecek olan 1854-1856 Kırım Savaşı’nda kendisine karşı savaşmış bulunan Fransa’nın 224

Endüstri Devrimi ve Sonuçları: G loballeşm e Dönemi

1871 yenilgisini ve Avusturya’nın zayıflamasını fırsat bilen Rusya, “Panslavizm”i bayrak yaparak Balkanlar’da genişle­ me yolunu seçecek ve burada Avusturya ile sürekli anlaş­ mazlığa düşecektir. Böylece, Balkanlar’da I. Dünya Savaşı’na kadar sürecek olan büyük devlet çatışması başlaya­ caktır.

C. EMPERYALİZM Endüstri devriminin Avrupa açısından en önemli sonucu­ nun Alman ve İtalyan ulusal birliklerinin kurulması oldu­ ğunu görmüş bulunuyoruz. Bu devrimin tüm yeryüzü ça­ pında en önemli sonucu ise, sömürgeciliğin emperyalizm biçimine dönüşmesidir. Sömürgecilik, bir devletin egemenliğini başka toprak­ lar ve halklar üzerinde kurması ya da genişletmesidir. Sö­ mürgeciliğe çok yakın bir sözcük olan emperyalizm ise, özellikle Avrupa’ nın büyük devletlerinin 19. yüzyılın ikin­ ci yarısında öteki kıtalar üzerinde'genişlemelerine verilen addır. Bugünkü tanımlanışı ile, Avrupa’da kuvvet politika­ sının, devletler arası sürtüşme ve ekonomik rekabetin de­ nizaşırı bölgelere yayılmasıdır. Böylece endüstri devrimi­ nin ürünü olan yeni ekonomik koşullarla, anarşik uluslararası siyasal ilişkilerin bileşimi, emperyalizmin ger­ çek niteliğini açıklayabilir. Avrupa devletlerinin sömürgeler kurmak yoluyla ge­ nişlemelerinin 19. yüzyılın bir olgusu olmadığı.. 15. yüzyıl­ dan beri Avrupa tarihinin önemli bir özelliği olduğu belir­ tilmişti. Ancak, emperyalizm sözcüğü 19. yüzyılın ikinci yarısında kullanılmaya başlandı ve 1870 sonrası dönemi “emperyalizm” çağı olarak adlandırıldı. Şimdi sorulacak soru, bu dönemin özelliğinin nereden geldiğidir. 225

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, sömürge­ cilik her ne kadar uzun bir geçmişe sahipse de, Avrupa’nın 19. yüzyılda endüstri devrimi sonucu karşılaştığı ekono­ mik ve toplumsal sorunlara çözüm getiren yöntem olarak yenidir. Ayrıca, özellikle Alman ve Italyan ulusal birlikleri­ nin kurulmasından sonra sömürgecilik eski yüzyıllara oranla büyük bir hız kazanmıştır. Bu yarışa, Ingiltere, Fransa ve Hollanda’nın yanında Almanya, İtalya, Rusya, ABD ve Japonya da katılmışlardır. Dolayısıyla, emperya­ lizm, sömürgecilikten hem nitelik hem de nicelik bakımın­ dan farklıdır. Emperyalizm olgusunun temelinde şu unsur­ lar yatmaktadır: 1. Ekonomik Unsur Sömürgeciliğin hızlanmasını ve emperyalizmin doğusunu etkileyen ekonomik unsurlar arasında şunlar sayılabilir: (i) Avrupa’da biriken sermave fazlasına yeni yatırım olanak vc alanları; (ii) makineleşmenin ürünü olan üretim fazlasına yeni pazarlar varatmaJst&ği: (iii) Avrupa’da nüfus artışına bir çare, yeni yerleşim alanları bulmak zorunluğu; (iv) üre­ tim sürecinin esası olan hammadde elde etmek isteği. Avrupa pazarlarının doymasıyla, üreticiler, denizaşırı bölgelerde açık pazarlar aradılar ve yöneticileri bu yönde baskı altında tuttular. Bu sıralarda Asya ve Afrika bu amaca hizmet edecek durumdaydı. Ayrıca, yatırım cı..,şirketlerin rahat çalışabilmesi için sömürge alanlarının güvenlik altına ahnmasrğerekiyordu. Bunun da en güvenilir yolu, sömür geleriîTdöğrudan doğruya askeri denetim altına almmasıydı. Böylece, ekonomik bakımdan yayılma, aynı zamanda si yasal yayılmayı da gerektirdi. Siyasal denetim şu bakım­ lardan da gerekliydi: (i) Ekonomik yatırımda bulunulacak yerlerde toplumsal sistem ve yönetim biçimi çok ilkeldi vc 226

Endüstri Devrimi ve Sonuçlan: Globalleşm e Dönemi

ticaretin gelişebilmesi için bu durumun biraz olsun düzel­ tilmesi gerekiyordu, (ii) Yatırımlarda bulunan şirketler, öte­ ki devletlerin şirketlerinin rekabetinden kurtulmak iste­ mekteydiler ve bunu da devletin askeri gücü gerçekleştirebilirdi. (iii) Ekonomik bakımdan geri kalmış ülkelerde rahat çalışabilmek, örneğin borçları zamanında alabilmek için, o ülke yönetimine baskıda bulunmak gerekliydi. Emperyalizmin yayılmasının ekonomik unsurları ara­ sına yeni gümrük duvarları ve merkantilist doktrini de koymak gerekir. 19. yüzyılın ikinci yarısındaki uluslarara­ sı depresyonun etkisiyle 1879’da Almanya ve 1892’de Fransa, ülke ve sömürgelerinde ithalat gümrüğünü yük­ selttiler. Bunu giderek öteki Avrupa devletleri izledi. Böy­ lece, Avrupa devletleri arasında yükselen gümrük duvarla­ rı, ticaretin sömürgelerle yapılmasını zorlayarak, denizaşırı yayılmayı hızlandırdı. Ayrıca, yeni merkantilist doktrin, endüstri çağında hiçbir devletin uzun süre kendi kendine yeterli kalamayacağını ve bu nedenle her devletin gümrük duvarlarıyla koruyacağı bir sömürge imparatorluğuna sa­ hip olması gerektiğini öğretiyordu. İngiliz Sömürge Bakanı Joseph Cham berlain, “gün küçük ulusların günü değildir; gün imparatorluklarındır” derken, Avrupa’nın her yönden büyüklüğe tutkusunu yansıtmaktaydı. Ekonomik unsur, Alman ve Japon sömürgeciliğinde dc etkili olmuştur. 19. yüzyılın sonlarına doğru büyük en­ düstri devletleri haline gelen Almanya ve Japonya’nın bu durumlarına uygun sömürgeleri bulunmamaktaydı. Öteki sömürgeci devletlerle aralarındaki açığı kapatmak isteyen bu iki devlet, hızla sömürge sahibi olmaya başladılar. 2. Demografik Unsur l'ıp bilimindeki gelişmelerle çocuk ölümlerinin azalması i 227

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

ve ortalama yaşam süresinin uzaması sonucunda, artan nü­ fusu yeni elde edilecek topraklara yerleştirme isteği de, sö­ mürgeciliğin 1870’lerden sonra hızlanmasında etkili ol­ muştur. Bu demografik unsur en çok İngiliz, İtalyan ve Japon sömürgeciliğini etkilemiştir. İlerde görüleceği gibi, 1911 yılında İtalya’yı Osmanlı devletinin toprağı olan Trablusgarb’ı (Libya) işgale iten en önemli neden, artan İtalyan nüfusuna boşalım alanı bulma düşüncesidir. 3. Güvenlik Endişesi Afrika, Hint Okyanusu ve Uzakdoğu limanları, deniz üsle­ ri, uğrak noktaları ve ticaret merkezleri olarak çok değer­ liydi. 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’daki korku ve güvensizlikler ağı ve savaş tehdidi, sömürgeci devletler için böyle stratejik avantajları gerekli kılmaktaydı. Bu yüzden, özellikle, I. Dünya Savaşı’ndan sonra sık sık duyulacak olan “emperyalizmin giderek savaşa vardığı” varsayımı, öy­ künün ancak yarısını anlatır. Savaş tehlikesinin ve bunun doğurduğu güvenlik endişesinin giderek emperyalizme yol açtığı da aynı derecede geçerli bir varsayımdır. Bir devleli emperyalizme iten, ekonomik çıkarlarla, siyasal ve askeri amaçların bileşimidir. Güvenlik endişesi, özellikle İngiliz sömürgeciliği için geçerli olan bir unsurdur. 1870’leri izleyerek Ingiltere için asıl önemli olan, yeni sömürgeler elde etmekten çok, vaı olanı daha iyi korumaktı. 1878’de Kıbrıs’a, 1882 yılında da Mısır’a yerleşmesini, Hindistan yolunun güvence altına alınması açısından değerlendirmek daha doğru olur. 4. Ulusal İtibar ve Bütünlük Duygusu Ingiliz Sömürge Bakanı Chamberlain’in daha önce değini 228

Endüstri Devrimi ve Sonuçlan: G loballeşm e Dönemi

len sözlerinden de anlaşılacağı gibi, 1870’lerden sonra, sö­ mürge sahibi olmak, büyük devlet olmanın gereği olarak kabul edilmişti. Prusya’ya 1871 yenilgisi ve Avrupa’da ikinci sınıf devlet olmanın verdiği eziklik, Fransa ve İtal­ ya’nın sömürge sahibi olma girişimlerinde çok etkili ol­ muştur. Gerçekten, geniş sömürgelere sahip olmayan ülkeye “büyük devlet” sıfatı verilmiyordu. Ekonomik ve askeri ba­ kımdan ne kadar güçlü olursa olsun, büyüklük tutkusu içindeki Avrupa’da “büyük” olmanın yolu sömürgelerden geçmekteydi. Almanya, tüm ekonomik başarılarına rağmen, 1890’lara kadar, öteki Avrupa devletlerinin gözünde bir tür­ lü “büyük devlet” olamamıştı. Ekonomik ve askeri gücüyle orantılı bir siyasal üstünlük kurma mücadelesinin 19. yüz­ yılın sonlarına kadar başarılı olmadığı söylenebilir. İlerde görüleceği gibi, K ayser II. W ilhelm büyük ölçüde bu eziklik­ ten kurtulmak için sömürgeciliğe başlamıştır. 5. Berlin Konferansı 1870’lere gelinceye kadar Avrupa devletlerinin özellikle Af­ rika kıtasındaki sömürge girişimlerinde “sözlü işgal” ilkesi­ ne uyulmaktaydı. Bu ilkeye göre, Afrika’nın belirli bir kıyısı­ na çıkan devlet, gözünün alabildiğine kadar toprağı kendi egemenliği altında sayıyordu. Başka bir kıyıya çıkan devle­ tin “görüş ufku” ile bu devletinki çatıştığında, ortaya büyük anlaşmazlıklar ve hatta savaş tehlikesi çıkabiliyordu. Gerek belirli bazı topraklar üzerindeki hak iddialarını çözüme bağ­ lamak ve gerekse “sözlü işgal” ilkesini değiştirmek üzere, 1884-1885 yıllarında Berlin’de uluslararası bir konferans düzenlendi. Bu konferans özellikle Afrika’nın sömürgeleştirilmesini hızlandırmıştır. Sömürgeleştirmede “fiili işgal” il­ kesi benimsendi. Buna göre, herhangi bir devletin belirli bir 229

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

toprak parçasında egemenlik iddia edebilmesi için o toprağı askeri bakımdan denetim altına alması gerekiyordu. Bunun mantıki sonucu olarak, Avrupa devletleri Afrika’da müm­ kün olduğu kadar geniş toprak parçalarını hızla işgal etme yarışma giriştiler. 6. Sömürge İmparatorlukları 1870’leri izleyen “emperyalizm çağı”nda İngiltere Afrika’da şu toprakları elde edecektir: İngiliz Somalisi, Mısır, Nijer­ ya, Uganda, Kenya, Bechuanaland, Rodezya ve Nysaland. Fransa ise, Tunus, Senegal, Fildişi Sahili, Dahomey, Gine, Fransız Kongosu ve Fransız Somalisi’ni sömürge impara­ torluğu içine katacaktır. Afrika’nın paylaşılmasında Alman­ ya, Togo, Kamerun, Güneybatı Afrika ve Alman Doğu Afrikasmı, İtalya ise Eritre ve İtalya Somalisini ellerine geçire­ ceklerdir. Çin ve Japonya’nın 19. yüzyılın ortalarında Batı ticare­ tine açılmalarından sonra, Hindiçini’nin İngiltere ile Fran­ sa arasındaki sömürge çatışmalarına sahne olduğu görülü­ yor. İngiltere, Hindistan’ı eline geçirdikten sonra, gerek bu bölgenin güvenliğini sağlamak ve gerekse Çin’e güneyden sızabilmek için bitişik Birmanya ile ilgilenmiş ve bu ülkeyi denetim altına almıştı. Batıdan doğuya doğru ilerleyen İn­ giltere’nin karşısına, doğudan batıya doğru ilerleyen Fran­ sa çıkmış ve böylece iki devlet arasında anlaşmazlık ve kü­ çük çaplı çatışmalar başlamıştı. Annam’a yerleşmiş bulu­ nan Fransa, batıya doğru topraklarını genişletmeye başla­ yınca, iki devlet Siyam’da (bugünkü Tayland) karşı karşıya geldiler. İngiltere ve Fransa arasında 1896 yılında yapılan bir sömürge anlaşması ile Siyam üç bölgeye ayrıldı. Batısı İngi­ liz, doğusu Fransız etki alanı oldu ve ortaya da iki devletin 230

Endüstri Devrimi ve Sonuçları: G loballeşm e Dönemi

müdahale etmeyeceği bir “tampon bölge” kondu. Böylece, iki devlet çatışma olasılığını azaltmak istiyorlardı. Sömür­ ge konusu olan Asya ülkelerinin böyle üç ayrı bölüme ay­ rılıp parçalanması, sömürgeci devletlerin aralarındaki sö­ mürge anlaşmazlıklarını çözmede çok sık başvurdukları bir yöntemdir. İngiltere, Rusya ile İran üzerinde de 1907 yılın­ da hemen hemen aynı nitelikte bir sömürge anlaşması ya­ pacaktır. İngiltere, tüm bu düzenlemelerin sonunda, Hin­ distan sömürgesine kuzeyden İran, Afganistan ve Tibet, doğudan da Siyam yönlerinden gelecek Fransız ve Rus teh­ didine karşı bir “güvenlik kordonu” kurmuştur. Rusya ise bu dönemde, Pasifik’e kadar Asya steplerin­ de genişlemiştir ve asıl düşüncesi, Avrupa Rusyası ile Asya Rusyası’m birbirlerine bağlayıp, Pasifik Okyanusu’na kadar uzanacak “Trans-Sibirya demiryolu”nu tamamlamaktır. Maliye Bakanı olan ve bu demiryolunu tutkulu bir biçimde bitirmeye çalışan Witte’ye göre, avantajları şu olacaktı: Si­ birya ve dolayısıyla Çin’e giden yol açılacak, Rus tekstil malları Çin’e akacak, bu ülkenin kuzeyi Rusya’n ı n siyasal denetimi altına alınacak ve böylece Rusya yalnız Doğu Av­ rupa’da değil, aynı zamanda Pasifik’te de başat güç olacak­ tı. Tüm bu gelişmeler sonucunda sömürge yarısı hızla ge­ lişti ve olumlu ve olumsuz yönleriyle Avrupa uygarlıgı tüm yeryüzünü kapladı. Dünyanın topraklarının 1/5’i ile nüfusu­ nun 1/10’u doğrudan Avrupa devletlerinin sınırları içine gir­ di. 1900’e gelindiğinde Afrika katisının 9/10’u Avrupa’nın denetimindeydi ve kıtada bir iki tane bağımsız devlet kalmış­ tı. Bu, dünya tarihini temelinden değiştirecek görülmemiş bir olguydu. 18. ve 19. yüzyılların Avrupa devrimlerinin ger­ çekte dünya devrimleri olduğu, ancak emperyalizmle açıkça ortaya çıktı. Hangi alanda olursa olsun, bu “fırtına”nm itici gücü denetlenemez ve sınırlandırılamazdı. 231

7. Emperyalizmin Sömürü İlişkisi 19. yüzyıl emperyalizmi, sömürgecilerle sömürgeler arasın­ da I. Dünya Savaşı’na kadar hiç değişmeden süren özel bir sömürü ilişkisi kurmuştur. Bu ilişkiyi kısaca siyasal bağım­ lılık, ırksal eşitsizlik ve ekonomik sömürü olarak özetleye­ biliriz. Siyasal bağımlılık, sömürgelerin, sömürgeci devletle­ rin başkentlerinde alman kararlarla yönetildiklerini, he­ men hemen hiçbir konuda sömürge halkının oyuna başvu­ rulmadığını anlatmaktadır. Irksal eşitsizlik açısından du­ rum şuydu; sömürgeci devletin sömürgelerde yaşayan uy­ rukları kendilerine ırksal bir üstünlük ve buna bağlı olarak büyük bir etkinlik sağlamışlardı. Genellikle yönetici gru­ bun çıkarları doğrultusunda çalışıyorlardı ve toprak ile ko­ nutun en iyisine sahiptiler. Ekonomik sömürü açısından da, sömürgeler, sömürgeci metropolün hammadde kayna­ ğı, işlenmiş madde pazarı ve fazla sermayenin y a tıra b ile ­ ceği emin bir bölgeydi. 19. yüzyılın ürünleri olan siyasal bağımlılık, ırksal tünlük ve ekonomik sömürünün karşısına 20. yüzyılın özellikle ikinci yarısında Asya ve Avrupa’da yeni güçler çı­ kacak ve bu ikisi 20. yüzyıl boyunca sürekli çatışacaklar­ dır. Bu çatışmanın bugün de sürdüğü söylenebilir. Bu ko­ nular 20. yüzyılla ilgili açıklamalarda ele alınacaktır.

232

VI

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi? ü Ş

#tS

A. YENİ SÜREKLİLİK VE DEĞİŞİKLİK GÜÇLERİ Bundan önceki bölümlerde, Avrupa sahnesinde ortaya çı­ kan önemli olaylar, sürekliliği sağlayan güçlerle, değişiklik getiren güçler arasındaki çatışmanın çerçevesi içinde ve birbirleriyle etki-tepki ilişkisi açısından ele alınmıştı. An­ cak, 1870’te başlayıp I. Dünya Savaşı ile biten dönemi yal­ nız süreklilik ve değişiklik güçlerinin arasındaki çatışma­ nın devamı olarak görmek, bir bakıma yanıltıcı ve yüzey­ sel bir açıklama olacaktır. Öte yandan, bu dönemin tarihi­ ni, İngiltere, Fransa ve Belçika gibi Batılı parlamenter dev­ letlerle, Orta ve Doğu Avrupa’nın otokratik monarşileri arasındaki çatışmanın yalnız diplomatik anlatımı olarak sunmak da aynı ölçüde yüzeysel olur. Bu bakımdan, bura­ da, 1. Dünya Savaşı’na nasıl ve neden gidildiği, daha anali­ tik bir yaklaşımla açıklanmaya çalışılacaktır. 233

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

Çok genel bir anlatımla, Viyana Kongresi’nden sonra süreklilik güçleri, tutucu kurumlar, sınıflar ve düşünceler­ di. 1870 sonrası döneminin süreklilik güçleri ise, özgür­ lük, daha geniş seçmen kitlesi, temsili parlamenter kuru­ luşlar ve güçlü merkezi otorite yoluyla istikrar arayan liberal kurumlar, sınıflar ve düşüncelerdir. Değişiklik güç­ lerine gelince, 1815’ten sonraki devrimler, çoğunlukla ana­ yasal haklar ve toplumsal reformlar isteyen liberal hareket­ lerdi. 1870’lerden sonra ise, eksiksiz demokrasi ve yeni bir ekonomik örgütlenme isteyen sosyalist nitelikte hareket­ ler, değişik güçleri arasında ağır basmaya başlayacaklardır. 1815 sonrası uluslararası sistemi, 1815 Viyana Kong­ resi ile kurulan “Avrupa Uyumu”na, ya da daha özgül bir anlatımla, Metternich sistemi ile korunmaya çalışılan Avusturya’nın kıtadaki başat durumuna dayanıyordu. 1870 sonrasında uluslararası sistem, büyük Avrupa devletleri arasındaki güç dengesine, ya da daha özgül bir anlatımla, Almanya’nın kıtasal üstünlüğüne dayanmıştır. 1870 öncesi kuşağında değişiklik güçleri, Orta ve D ğu Avrupa’daki milliyetçi hareketlerle birleşmişti. 1870 sonrası kuşağı değişiklik güçleri ise, Doğu Avrupa ve As­ ya’daki milliyetçi hareketlerle birleşmişlerdir. Bundan son­ ra ele alınacak olan konuların ana temaları bunlar olacak­ tır.

B. SİYASET, EKONOMİ VE ASKERLİK ALANLARINDA YENİ ÖRGÜTLENME BİÇİMLERİ 1. Siyaset Alanında Gelişmeler 1870-1914 dönemi Avrupa tarihinin en ilginç ve yaratıcı dönemi sayılabilir. Siyaset alanında genel oy ve temsili hü234

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

kümet istekleri giderek başarı kazandı. 19. yüzyılın ikinci yarısında, Avrupa’nın hemen he­ men her yanında feodal düzenin serflik kurumu ortadan kalktı. Daha önceki dönemlerde hiç görülmeyen yerlerde parlamenter kurumlar kuruldu. Bulunan yerlerde ise daha demokratik duruma getirildi. Avrupa devletleri tarafından bir “Doğu Despotizmi” sayılan Osmanlı devletinde bile 1876’da anayasa kabul edildi ve bu anayasaya uygun bir parlamento kuruldu. Rusya’da 1905 yılında gerçekleştiri­ len bir devrimle ilk kez ulusal bir parlamento açıldı ve cı­ lız da olsa anayasal gelişme başladı. İtalya ve Ispanya’da, sorunları çözmede başarısız da olsa, parlamenter hükü­ metler kuruldu ve liberal ilkeler göreli bir başarı kazandı. Sendikacılık hukuksal bir duruma getirildi ve böylece işçilerin işverenle pazarlıklarında güçlü bir araca sahip ol­ malarına çalışıldı. Avrupa hükümetleri kişilerin özgürce dolaşmalarına ve göç etmelerine izin verdiler ve bu durum Güney ve Doğu Avrupa ülkelerinin etnik yapıları üzerinde etkili olmaya başladı. Rus Çarlığı dışarda tutulacak olursa, dinsel hoşgörü Avrupa sahnesinde yayıldı; ceza yasaları daha uygar bir hale getirildi; söz ve yazı özgürlükleri önce­ ki yüzyıllarla karşılaştırılamayacak kadar gerçekleşti. Kısa­ ca, bazı istisnalara ve sınırlamalara rağmen, tüm bu deği­ şim öyküsünün altında önemli bir güç kendini duyurmaya başladı: Demokrasi. Demokrasi, Avrupa’nın her yerinde gelişiyor ve hatta 20. yüzyıla yaklaşıldığında Asya kıtasının kapılarım zorlu­ yordu. Demokrasinin en güçlü ve önemli simgesi, sınıfına, ödediği vergi ve malına bakılmaksızın, tüm yurttaşların oy verme hakkıydı ve bu hak, 1870’lerden sonra “gizli oy-açık sayım” ilkesiyle geliştirilmeye çalışıldı. 1870 sonrasında radikal düşünürlerin çoğu, genel oy ilkesinin uzun bir re­ fah dönemi yaratacağına, feodalizmin ve soyluluk düzeni 235

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

ayrıcalıklarının, sefaletin ve cehaletin son kalıntılarının te­ mizleneceğine inanıyorlardı. Tutucular ve ılımlı liberaller ise bu özgürlük ve demokrasi hareketlerinin monarşiyi, ki­ lise ve dini, kamu düzenini ve savundukları tüm değerleri yıkacağından korkmaya başladılar. Bu yüzden, genel oy il­ kesinin genişletilmesi çabaları, bir yanda abartılmış umut­ lar, öte yanda aşırı korkular yaratan uzun ve acı mücadele­ lere yol açtı. Endüstrileşme, nüfus artışı, yükselen yaşam standardı ve kentleşme, entelektüel alanda da etkisini gösterdi. 1800’lerin romantizminden, 1870 sonrasının “gerçekçilik” (realizm) akımına geçildi. Artık, edebiyatçılar, ressamlar ve müzik dünyasının dehaları, görmek ve duymak istedik­ lerinden çok, görüp duyduklarını yansıtmaya başladılar. Entelektüel yaşam ve giderek iç ve dış politika en çok “Sosyal Darvinizm”den etkilendi. Charles Darvvin (1809­ 1882) 1859’da T ürlerin Kökeni, 1871’de de İnsanoğlunun Doğuşu adlı kitaplarını yayınlamıştı. Bu temelden “evrim kuramı” gelişti. İngiliz doğa bilimcisi olan Darwin, evrim kuramıyla, hiçbir türün değişmeden aynen kalmadığını, zamanla değişikliğe uğradığını ve her türün, ister fil kadar büyük ister mikroskobik olsun, kendinden önceki türler­ den, birbirini izleyen ufak değişikliklerle geliştiğini söylü­ yordu. Kısaca, yeryüzünde milyonlarca yıldır yaşayan can­ lıların tarihi, tek ve anlamlı bir evrim süreci içinde bugüne kadar akan birleşik bir tarihti. Ayrıca, türlerin, bilinçli ve akıllı bir biçimde değil, tamamen rastlantısal olarak değiş­ tiklerini anlatıyordu. Doğada “en güçlü olanın” yani deği­ şen çevre koşullarına en iyi biçimde uyan türlerin “yaşam mücadelesi” vardı ve “doğal ayıklama” ile bu süreç sürüp gidiyordu. Bu görüşler, Darwin’in hiç ilgilenmediği insan toplumu ve siyaset alanlarında kullanılmaya başlandı. Darwin, kendinden, sonra gelenlerce ve çoğu kez taraf236

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

tarlarmca görüşleri çarpıtılan, abartılan ya da değiştirilen ne ilk kişidir ne de ne yazık ki sonuncusu olacaktır. Nazaretli İsa’nın öğretisinin taraftarlarınca nasıl tanınmaz hale getirildiğini görmüştük. 19. yüzyıl iktisatçısı Kari Marx’m da görüşleri, 20. yüzyılda “taraftarlarınca” çoğu kez teme­ linden değiştirilecektir. Ancak, bu görüşlerin çarpıtılıp in­ san toplumuna uygulanmasının etkilerini bugün bile yaşı­ yoruz. Kilise, Tanrı’nm biricik kulları olan insanların maymunumsu insandan evrildiğini, dinin temel inançları­ nı zedeleyeceği için, kabul etmeyip, bu “sapık” bilim ada­ mının görüşlerine şiddetle karşı çıktı. Onun sözde izleyici­ leri, doğayı ve giderek insan toplumunu bir uyum içinde değil, “diş ve tırnaklarından kan akan bir mücadele alanı” olarak değerlendirdiler. Önemli olan “iyilik” ya da “kötü­ lük” gibi kavramlar değil, güçlü olmaktı ve güçlü olmaya­ nın da yok olmasıydı. Milliyetçiliğin “ırkçılık” biçimine dönüşmesi ve bazı ırkların ötekilerden doğuştan üstün ya­ ratıldıkları yolundaki inanç (örneğin, beyazların en üstün ırk ve bunlar arasında da Nordik, Germen ve Anglosaksonlarm daha yetenekli oldukları görüşü) Darwin’in çarpı­ tılmış görüşleriyle “sağlam” temellere oturtuldu. Yalnızca ulusal çıkarın geliştirilmesi ilkesine dayanan genişlemeci dış politika anlamındaki “Realpolitik” uluslararası ilişkile­ rin temel kavramı haline geldi. Darvvin’in görüşleri olmasa uluslararası politikada bü­ yük devletlerin, büyük sömürge imparatorluklarının ege­ menlik hakları, küçüklerin ve sömürgelerin uluslararası sistemde sonunda yok olup gidecekleri birer “konuk” ol­ dukları, daha iyi nasıl savunulabilirdi? Darwin, dönemin “büyüklüğe tutku” havası içine kolayca bambaşka bir yere oturtuldu.

237

2. Ekonomi Alanında Gelişmeler Ekonomik örgütlenmedeki gelişmeler de, siyaset alanında­ ki gelişmeler kadar dikkat çekicidir. 1870 sonrası insanı, endüstri devriminden bu yana dev adımlarla ilerleyen bi­ limsel tekniğin uygun bir biçimde uygulanmasıyla önemli toplumsal sorunların çözülebileceğine inanıyordu. Ayrıca, 19. yüzyılın ikinci yarısında endüstri ve ticaretten zengin­ leşen, barışçı anlayışlı bir orta sınıf gelişmişti. Bunların or­ tak düşüncesi şuydu: Endüstri makinesi üretimde bulun­ duğu sürece, yalnız iç değil, uluslararası çatışmaya da gerek kalmayacaktır. Bu, 19. yüzyılın genel iyimserlik ha­ vasına uygun bir kanıydı. Endüstri devriminin getirdiklerine bağlı olarak, buhar gücünün makineye daha seri uygulanması ve giderek geli­ şen demiryolları, aynı zamanda büyük çaplı ekonomik ör­ gütleri de gerekli kılmıştı. Avrupa ve ABD’de sermaye biri­ kimi hızlanmış, ekonomik güç bir azınlığın eline geçmiştir. Öte yandan, demiryolları, telgraf ve telefon, metropoldeki yöneticilerin uzaktaki görevlilere anında yönerge gönder­ me olanaklarım geliştirerek, hükümetlerin denetim gücü­ nü ve etkinliğini artırmıştır. 19. yüzyılın genel iyimserlik havası içinde, 1840-1860 arasındaki yirmi yıllık süre de serbest ticaret dönemi ol­ muştur. İngiltere’nin endüstriyel gelişmesi serbest ticaret anlayışının ürünü olduğuna göre, bu öteki devletlerce ör­ nek alındı. Serbest ticaret anlayışı genel olarak uygulanır­ sa, uluslararası ilişkilerin gelişmesi sağlanacak, ticaret ser­ bestleşecek, orta sınıf kendi çıkarını soylu dışişleri' bakan­ ları ve kavgacı generallerin yerine geçirirse, ülkelerin eko­ nomik çıkarları uyumlu duruma gelecek ve refah artacaktı. Bunun sonucu olarak, önce Fransa gümrük duvarlarını dü­ şürdü. Hemen sonra Prusya’da Ulusal Liberal Parti aynı işi 238

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

başardı. Piyemonte’da Kont Cavour bu yolda çalışmaktay­ dı. Cılız endüstrisini korumak durumunda olan Rusya bile gümrük duvarlarım düşürdü. Osmanlı devletinde, ilerde görüleceği gibi, zaten 1838 yılından beri neredeyse sıfıra indirilmişti. 1880 sonrasında serbest ticaret umutları bekleneni vermedi. 1875-1896 arasında, nedenleri hâlâ tartışmalı olan bir “durgunluk dönemine”' girildi. Demiryolları, de­ niz taşımacılığındaki gelişme ve soğutma teknikleriyle Av­ rupa pazarları denizaşırı ülkelerin gıda maddeleriyle dolup taşmaya başlamıştı ve bunlar Avrupa’da üretilenlerden da­ ha ucuzdu. Avrupalı üretici bu durum karşısında iki şey yapabilirdi: (i) Tarım üretimini modernleştirip, üretimi ar­ tırmak, ya da (ii) koruyucu gümrük duvarları koymak. İkincisi tercih edildi. Almanya’da Bismarck bir ikilem için­ de kaldı. Endüstri sahipleri, mallarını İngiliz rekabetinden korumak için koruyucu gümrük duvarları çekilmesini, an­ cak gıda maddelerinin ülkeye gümrüksüz ve dolayısıyla ucuz girmesini istiyorlardı. Toprak sahipleri ise, tarımda kullanılacak endüstri makinelerinin ülkeye ucuz girmesi­ ni, ama tarım ürünlerinin yüksek gümrük duvarlarıyla ko­ runmasını savunuyorlardı. Bismarck tutucu bir blok kur­ mak amacıyla, her iki grupla da anlaşarak, çıkarlarına uygun gümrük duvarları koydu. Bismarck, endüstri sahip­ leri ve Junkerler arasındaki bu bağlaşma, 1914 yılma kadar sürecek, “demirle çavdarın ittifakı” Almanya’ya demokrasi­ nin gelmesini geciktirecektir. Almanya’da gümrük duvarları yükselince, öteki Avru­ pa devletleri de bu örneği izledi. Sonuç olarak, devletler arasında kuşku ve güvensizlik tohumları atıldı. Koruyucu­ luk kuramsal bir temele oturtuldu ve ekonomik bağımsız­ lık ve kendi kendine yeterli olma büyük önem kazandı. Emperyalizm hızlandı. 239

3. Askerlik Alanında Gelişmeler 19. Yüzyılın başında Napolyon ordularının bile, bir bakı­ ma, İskender’in ordularından daha hızlı yol almadığı, çok daha çevik olmadığı daha önce belirtilmişti. Ancak 1870’ lere gelindiğinde, büyük ölçüde endüstri devriminin sonu­ cu olarak bu durum temelinden değişti. Çeliğin bileşiminin geliştirilmesi ve yaygın olarak kul­ lanılmaya başlanması, en çok savaş sanatını değiştirdi. Seri biçimde ateş eden makineli tüfek, çelikten yapıldığı için kolaylıkla bükülebilen dikenli tel, bir iki atışta hemen şiş­ meyen çelik alaşımından üretilen uzun menzilli toplar, ül­ kelerin birbirlerine verebilecek zararı, tahmin edilemeye­ cek ölçüde artırdı. Demiryollarının sağladığı hız olanakları ve içten yanmalı motor, birliklerin bir yerden ötekine gidi­ şini hem kolaylaştırdı hem de hızlandırdı. Dolayısıyla, or­ dular son derece çevik, hareketli ve ateş gücü yüksek hale geldi. Telsiz telefonun bulunmasıyla merkezden savaşan birliklere verilecek talimatlar anında gönderilmeye başlan­ dı. Tüm bu gelişmelerin sonucu olarak, bir ordunun be­ lirli bir yeri işgali kolaylaştı ve hızlandı. Dolayısıyla, saldı­ rının, yani ilk darbenin avantajı artmış oldu. Buna karşı er­ ken seferberlik yaşamsal bir önem kazandı. Askerlik ala­ nındaki bu gelişmeler, ilerde görüleceği gibi, hem I. Dünya Savaşı’nm çıkmasında hem kitle savaşı niteliği almasında ve hem de yıkıcılığında son derece etkili olmuştur. Daha önce incelenen gelişmelerle birlikte düşünüldüğünde, or­ duların ele geçirdikleri bu yeni güç, devletlerin birbirlerin­ den duyduğu korkuyu artıracak, milliyetçiliği körükleye­ cek ve uluslararası uyum yerine uluslararası anarşiyi geçi­ recektir. 1. Dünya Savaşı’nı o zamana kadarki en büyük “uluslararası anarşi” olarak değerlendirmek yanlış mı ola240

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi ?

çaktır? Üstelik, yeni ve güçlü ekonomik örgütlerin ortaya çıkışı, kaçınılmaz olarak, siyaset alanında da etkili olmuş­ tu. Böylece, 1870-1914 arasındaki dönemde, ekonomi ile siyaset arasındaki bağ güçlenmişti. Sonuçta, büyük iş çev­ releri ve silah fabrikaları, daha çok kâr için hükümetleri zorlamaya başlayacak ve bu durum da uluslararası rekabeti ve silahlanma yarışını hızlandıracaktır. Karşı tarafın silah­ lanmasından duyulan korku milliyetçi duygulan körükle­ yecek, bu silahlanmayı artıracak ve silahlanma yeni korku­ lar doğuracaktır. Böylece, silahlanma, korku ve milliyet­ çilik, korkunç bir sarmal etki-tepki ilişkisiyle savaşa vara­ caktır.

C. DİŞ POLİTİKANIN TEK ELDE TOPLANMASI Büyük Fransız Devrimi’nden bu yana özgürlük ve örgüt­ lenme alanlarında büyük gelişmeler görülmüşse de, ulusla­ rarası barış ve güvenlikle ilgili son derece önemli bir alan­ da hemen hemen hiçbir değişiklik ortaya çıkmamış, hatta çıkmış bile olsa gerileme biçiminde belirmiştir: Dış politi­ kanın planlanıp yürütülmesi. Viyana Kongresi döneminde olduğu gibi, büyük dev­ letlerin dış politikaları, güç ve yetkileri kuramsal olarak sı­ nırlı, fakat gerçekte despotik, tek tek bireylerin elindeydi. Doğu Avrupa’daki üç imparatorlukta (Rus Çarlığı, Osman­ lı Devleti ve Avusturya-Macaristan imparatorluğu) parla­ mentolar kurulmuş olmasına rağmen, dış politikalar hâlâ monarklar tarafından denetlenip yürütülüyordu. Parla­ menter demokrasinin simgesi durumunda bulunan Ingilte­ re’de bile, dış politikada süreklilik geleneği, dış ilişkileri parlamentonun denetimi dışına çıkarmıştı ve bu konuda Doğu’ya göre bir üstünlük iddiasında bulunacak durumda 241

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

değildi. Fransa’da, hükümetin yetkileri, öteki Avrupa devletlerindekine göre daha sınırlandırılmış ise de, dışişlerinin üst kademe memurlarıyla belirli büyük iş çevreleri arasın­ daki ittifak, dış politikada demokratlaşmayı engellemektey­ di. Böylece, daha önce belirtildiği gibi, bir yanda devletle­ rin bir savaşta birbirlerine verebilecekleri zarar çok artar­ ken, öte yanda uluslararası ilişkiler günün ihtiyaçlarına ce vap vermekten çok uzak bulunuyordu. Seferberlik, büyük devletlerin hazırlıklarında kilit davranış biçimi olmuş, se­ ferberliği en seri gerçekleştirecek devletin savaşta elde ede­ ceği büyük avantaj, bu yöndeki örgütlenmeyi hızlandırmış­ tı. Bu ortamın doğal bir sonucu olarak, dış ilişkiler tüm Avrupa ülkelerinde “kutsal bir sır” biçimine dönüştü. Ulu­ sal çıkar kavramı, dış ilişkileri ve savaş hazırlıklarını hal­ kın denetimi ve bilgisi dışına çıkardı.

Ç. AVRUPA UYUMUNUN SONU VE YENİ ULUSLARARASI GÜÇ DENGESİ Tüm bu gelişmelere rağmen, gerginlik ve şiddet ortamı içindeki 20. yüzyıl insanı, 19. yüzyıla özlemle dolu bir bi çimde “barış yüzyılı” olarak bakar. Bir bakıma gerçekten de öyledir. Bu yüzyılda, 20. yüzyılın büyük ve yıkıcı savaş­ ları görünmez. Ancak, sömürge çatışmalarının hüküm sür­ düğü Asya ve Afrika’ da yerel savaşlar vardır. Bismarck sa vaşları hem çok kısa sürmüş hem de yıkıcı olmamıştır. Ancak, 19. yüzyılın özellikle ikinci yarısının bir barış dö nemi olması gerçekten tarihçiler için çok şaşırtıcıdır. Çüıı kü, bu dönem kesinlikle durgunluk dönemi değildir. Daha önce belirtilen tüm karışıklıklarına rağmen, 19. yüzyıl in sanı ekonomi alanında ilerlemenin kaçınılmaz temposuyla. 242

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

savaşın modası geçmiş duruma geleceğine inanmış bulu­ nuyordu. Bu barışçı havanın nedeni, uluslararası siyasal ve ekonomik ilişkileri düzenleyecek olan bir uluslararası ör­ gütün varlığı değildi. Buna gerek bırakmayan ekonomik, toplumsal güçler, tek sözcükle “Avrupa Uyumu” sahne­ deydi. 1. Avrupa Uyumunun Dayandığı Tem ellerin Yıkılm ası Avrupa Uyumu’nun dayandığı temel güçlerin 19. yüzyılın sonlarına doğru teker teker yıkılması, belki de I. Dünya Savaşı’ mn nedenlerini arama çabalarının çıkış noktası ol­ malıdır. Her şeyden önce, modern makine endüstrisi, gelişme yolunda Avrupa devletlerinin dikkatlerini, dıştan çok iç sorunlara çevirmişti. Endüstri ve ticaret devrimlerinin ürü­ nü olan barışçı anlayışlı girişimciler ve orta sınıf, çıkacak bir savaşın elde edilen her şeyi yok edeceğini biliyor ve ba­ rış yönünde ağır baskıda bulunuyordu. Dış politika tek el­ den gizlilik içinde yürütülse bile, yöneticilerin dayandıkla­ rı bu güçlerin seslerine kulak vermesi kaçınılmazdı. Zenginliğin temel kaynağı olan uluslararası ticaret engellenmemeliydi. Ancak, 19. yüzyılın sonlarına doğru beliren ekonomik koruyuculuk ve milliyetçilik, temel anlayış hali­ ne getirdiği “kendi kendine yeterlilik” doktriniyle bu ba­ rışçı gelişmeyi kısa ömürlü yaptı. Avrupa Uyumu’nun temellerinden İkincisi, yöneticiler arasında ayaklanmalara karşı ortak tutumdu. Tahtlarının altındaki patlayıcı güçlerin bilincinde olan Avrupa monarkları, aralarında yazılı olmayan bir görüş birliğine var­ mışlardı. Büyük Fransız Devrimi’nde görüldüğü gibi, bir ülkede başlayan hareketin nerede biteceği bilinemiyordu. Avusturya İmparatorluğu’ndaki Macar ayaklanması Rus i 243

Siyasi Tarih (ilkçağlardan 1918’e)

Çarı tarafından bastırılmamış mıydı? Monarklar arası daya­ nışmanın iyi bir göstergesi olarak, Rus Çarı, Avusturya’nın sınırları içindeki Sırpları açıkça isyana teşvik etmemektey­ di. Ancak, yüzyılın sonlarına doğru öyle bir dönem gelecek ve ulusal çıkar uğruna, iç statüko için omuz omuza daya­ nışma ortadan kalkacaktır. O kadar ki, rakibi zayıflatmak amacıyla, başka ülkelerdeki ayaklanmalar bazen açıkça, ba­ zen de alttan alta desteklenecektir. Osmanlı monarkınm toprakları içinde yaşayan azınlıklara Avrupa devletlerinin müdahaleleri, açıkça kışkırtmaları ve hatta askeri yardım­ ları en güzel örnektir. Üçüncü olarak, Avrupa’daki dayanışma yalnız monarklarla sınırlı da değildi. Avrupalı, Hıristiyan, uygar ve beyaz olmak, Sosyal Darvinizmin de etkisiyle, Avrupalılar arasında bir dayanışma duygusuna yol açmıştı. Bu dayanış­ manın dış nedeni, Avrupa’nın, Osmanlıların temsil ettiği Asya’ya ve Müslümanlığa karşı savunulmasıydı. Zaten, Av­ rupa Birliği konusundaki 16. yüzyıldan kalma görüşler, Osmanlı devletine karşı ortak bir cephenin kurulması gere­ ğinden kaynaklanmıştı. Avrupa’nın biricikliği, Doğu’nun “barbar” imparatorluklarına karşı güçlü Avrupa’nın yaratıl ması, Kant ve Rousseau gibi ünlü düşünürleri, “Avrupa fe­ deral devleti” çağrısına zorlamıştı. 16. yüzyılın ilk devletler hukukçusu Hugo Grotius, Avrupa devletler hukukunun kaynağını, Avrupa’nın “tek dininde” arıyordu. Ama, bir ba­ kıma uluslararası ilişkilerin gerçeğine uymayan bu yapay dayanışma, 19. yüzyılın son çeyreğinin siyasal ve ekono­ mik milliyetçiliğine dayanamayarak, yıkıldı. Avrupa Uyumu’nun sürdürülebimesinin en önemli ne­ denlerinden biri, Avrupa içinde oluşan birikim, gerginlik ve çatışmaların boşalım alanının bulunmasıydı: Sömürge ler. Tıpkı, patlamasına engel olmak üzere düdüklü tencere­ ye açılan delik gibi, sömürge insanları, Avrupa insanının 244

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

saldırganlığının, kızgınlığının uçup gittiği nokta durumu­ na gelmişlerdi. Avrupa-içi gerginlikler patlama derecesine geldiğinde, devletlerin birbirlerine peşkeş çekebilecekleri “boş” alanlar vardı. Fransa’da Almanya’ya karşı intikamcı duygular tehlikeli bir noktaya ulaştığı zaman, Bismarck parmağı ile Afrika haritasında henüz Avrupa egemenliği altına sokulmamış bir toprak parçasını gösterebiliyor ve bu konuda Fransa’ya Alman desteğini sağlayabiliyordu. An­ cak, 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde yeryüzünde paylaşı­ labilecek, peşkeş çekilebilecek yer kalmadı. Savaş bulutla­ rının yarattığı panik duygusuyla titreyen Avrupa parmak­ ları, dünya haritasında gezine gezine, yıkılmakta olan Os­ manlı devletinin Balkan topraklarında sabitleşti. Gerginlik­ lerin boşalım alanı burası olabilir miydi? Olabilirdi ama bu dağlık bölgenin bir tek kusuru bulunuyordu: Avrupa’nın içinde olmak. Orada başlayan “sömürge çatışması” Avru­ pa’yı felaketine götürdü. 2. Güç Dengesinin Değişmesi 19. yüzyılın Avrupa’da göreli bir barış dönemi olmasının bir nedeni de güç dengesinde aranmalıdır. Güç dengesi kavramının içinde şu öğelerin bulunduğu daha önce belir­ tilmişti: Uluslararası sistem içinde gücün genel olarak da­ ğılımı; Napolyon’a karşı verilen savaşlarda olduğu gibi, üs­ tün devlete karşı koalisyon kurma eğilimi ve 19. yüzyılda İngiltere’nin Almanya’ya karşı Fransa ve Rusya ile anlaş­ malar yapmasında görüleceği gibi, büyük devletler arasın­ da dengenin sağlanması yolundaki girişimler. Bu anlayışın ışığı altında, 1815-1870 döneminin güç dengesi, 1870 sonrasındakinden çok farklı nitelikler gös­ termektedir. Viyana Kongresi ile kurulan güç dengesi gö­ reli olarak somut verilere dayandığından, “güç” denen son 245

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

derece soyut kavram, bir dereceye kadar ölçülebiliyordu. Çünkü, güç dengesi, belirli bir toprağın şu ya da bu devle­ tin elinde bulunması ile değerlendirilmekteydi. Toprak ile güç arasında doğru orantılı bir bağlantı tam kurulmamak­ taysa da, bir devlet belirli bir toprak parçasını eline geçirip genişlemediği sürece, güç dengesinin temelinden bozulmadığı varsayılıyordu. Üstelik, bir devletin öteki devletlerin çoğunluğunun rızasıyla ve daha önce görüşmeler yapılarak toprak elde etmesi de, güç dengesini bozucu nitelikte ad­ dedilmiyordu. Bu, bir bakıma Avrupa Uyumu’nun tanımıy­ dı. 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda Yunanistan’ın ve Belçika’nın bağımsızlıklarını almaları, Osmanlı Devleti'nde 1841 tarihli Boğazlar düzeni ve Kırım Savaşı’mn so­ nunda imzalanan 1856 tarihli Paris Barış Antlaşması bu tip düzenlemelerin örnekleridir. 1871’de Alman ulusal birliğinin kurulmasıyla, Viyana Kongresi’nin güç dengesi temelinden değişmiş oldu. Bismarck, üç devlete savaş açıp, Prusya’nın topraklarını geniş­ letirken, hiçbir Avrupa devletinin tam rızasını almış değil­ di. Bundan da önemlisi, 1870 sonrası güç dengesi, artık belirli bir toprak parçasının şu ya da bu devletin elinde bu­ lunmasına bağlı olmaktan çıktı ve ölçülmesi güç bir nitelik aldı. Güç dengesi artık birbirlerine ittifak bağlarıyla bağlı olan devlet grupları arasında askeri, ekonomik ve siyasal denge olarak tanımlanmaya başlandı. Bu, 1870 sonrası as­ keri bloklarının da temeli olacaktır. İşte, 1870’i izleyen yıllardaki uluslararası diplomatik olayların çoğu, böylesine bir güç dengesi kurma çabaları­ nın sonucu olarak ortaya çıkmış, uluslararası barış ve gü­ venliğin korunması açısından tehlikeli bir nitelik kazanma­ ya başlamıştır. Avrupa Uyumu ve güç dengesi konusunda özet olarak şu söylenebilir: Endüstrileşmenin kısa süredeki etkileri ba­ 246

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

rıştan yana olmakla birlikte, uzun sürede bunun tam aksi oldu ve sonuçları Avrupa’nın askeri ve soylu seçkinlerince savaş sanatına uygulandı. “Savaş tazıları” Avrupa sahnesin­ de dolaşmaya başladılar. Böylesine bir ortamda, 1870 son­ rası ittifaklar ve bloklar sistemi, uluslararası alana esnek­ sizlik getirdi. 18. yüzyılın esnek, bağımsız küçük birimle­ rin serbestçe saf değiştirdikleri ve barışı koruyan güç den­ gesi, 19. yüzyılın kapanırken artık tam anlamıyla tarihin malı olmuştu.

D. ALMANYA’NIN KITA ÜSTÜNLÜĞÜ: ÜÇLÜ İTTİFAK 1. Alman-Fransız Düşmanlığı 1870’lerden sonra, Avrupa’nın daha önce değinilen genel görüntüsü içinde şu öğeler yavaş yavaş ağır basmaya başla­ mıştır: Giderek artan nüfus, muazzam endüstriyel güç ve giderek gelişen yeni savaş teknolojisi. Şimdi asıl sorun, bu güçlerin nerede ve nasıl kullanılacağı ve Avrupa’nın büyük devletlerinin yeni kazandıkları bu güçleri nasıl ve nerede deneyecekleriydi. Avrupa devletleri yeni güçlerini Avrupa (özellikle Doğu Avrupa ve Balkanlar), Asya (özellikle Uzakdoğu) ve Afrika’da (özellikle Kuzey Afrika) kullandı­ lar. İşte, bunu izleyen ve I. Dünya Savaşı’na kadar olan açıklamalar, yeni güçlerin bu bölgelerde kullanılışını ve bu davranışın ortaya çıkardığı uluslararası çatışma ve gruplaş­ maları temel alacaktır. Zaten, 1870 sonrası dünya tarihi de büyük ölçüde bu çatışmaların öyküsünden başka bir şey değildir. Alman ulusal birliğinin kurulduğu 1871 ile I. Dünya Savaşı’nm çıktığı 1914 tarihleri arasında Avrupa tarihinin 247

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

hiç değişmeyen öğesi, Almanya ile Fransa arasındaki düş­ manlıktır. Hatta bu düşmanlık II. Dünya Savaşı’nm sonuna kadar sürecektir. İşin aslına bakılırsa, Almanya açısından Bismarck’m başlangıçtaki ana amacı, 1871 düzenlemesinin bozulmasını önlemek ve Alman birliğinin güçlenmesini sağlamak için, hiç olmazsa bir kuşaklık barış dönemi aç­ maktı. Ancak, bu yöndeki girişimleri, Fransa tarafından düşmanca kabul edilecek ve bu devlette güvensizlik duy­ guları ortaya çıkacaktır. Fransa açısından ise, kin duygula­ rının üzerinden zaman geçince, bu devletin asıl amacı, 1871 öncesi yalnızlığından kurtulmak ve böylece Alman­ ya’ya karşı bağlaşıksız ve zayıf kalmamak olmuştur. Ancak, Fransa’nın da bu yöndeki çabaları, gerek Avusturya ve ge­ rekse Almanya’da abartılmış güvenlik endişelerine neden olacaktır. İşte, kısa bir anlatımla, üçlü ittifak ve onun kar­ şılığındaki üçlü itilaf, bu yeni denge arama çabalarının ürünleridir. 2. Almanya’nın Stratejik Zayıflığı Fransa’nın Almanya’nın diplomatik girişimlerinden duydu­ ğu kuşkunun temeli, 1871 yenilgisi olsa gerek. Alman­ ya’nın Fransa’dan duyduğu kuşkunun ise, stratejik bir te­ mel nedeni vardır. Alman ulusal birliğinin kurulmasından hemen sonra, Doğu Avrupa’da, üç büyük monarşi arasında çeşitli "birlik­ ler kurulduğu gözlenmektedir. Bu düzenlemelerin temelin­ de yatan unsur şudur: Yeni Alman devletinin varlığının is­ tikrarlı ve sağlam bir diplomatik ve stratejik temeli yoktu. Modern ve güçlü Almanya, üç savaş sonucunda aniden ve güçlü bir biçimde kurulmuştu ama coğrafi bakımdan Avru­ pa’nın saldırıya en açık devletiydi. İngiltere, bir ada devleti olduğundan, güvenliği Avru­ 248

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

pa Kıtası’nm Ada’ya en yakm bölgelerinin (Belçika ile Hol­ landa) emin ellerde bulunmasına bağlıydı. Dış politikası­ nın temeli de Ada’ya en yakm kıta içinde güç dengesinin sağlanmasıydı. Bu sağlandıktan sonra, Ingiltere güvenliği konusunda büyük bir endişe duymamış, ancak, ilerde gö­ rüleceği gibi, Belçika ile Hollanda’nın işgali onu I. Dünya Savaşı’na girmesinde en önemli neden olmuştur. Başka bir ada devleti olan Japonya için de durum aşağı yukarı aynı­ dır. O da, tıpkı Ingiltere gibi, Ada’ya en yakm kıtada güç dengesini kollamış ve kıtanın Ada’ya en yakm bölgelerinin (bu durumda Kore ve Mançurya) emin ellerde bulunması­ na çalışmıştır. Asya’da Rusya’nın güçlenmesine karşı, 1904-1905 savaşında Kore’yi işgali, ekonomik nedenlerin yanında, böylesine bir stratejik düşünceyle açıklanabilir. Fransa, bir kıyı devleti olarak, Atlas Okyanusu ile ba­ tısından, Pirene dağlan dolayısıyla güneyinden ve İsviçre Alpleri ile de güneydoğusundan bir dereceye kadar emin bulunmaktaydı. Saldırıya açık bölgesi düzlük olan Alman­ ya sınırıydı. Böylece, A lsace-Lorraine ve Ren akarsuyu köp­ rülerine sahip olduğu sürece, göreli bir güvenlik içinde sa­ yılabilirdi. Ancak, A lsace-Lorraine stratejik bakımdan bu hassas durumuyla şimdi Almanya’nın eline geçmişti. Dola­ yısıyla, Fransa’nın bu konudaki duyarlılığını, ulusal ve ekonomik unsurların yanında, stratejik düşünceler de açıklamaktadır. I. Dünya Savaşı’nm en kanlı savaşları bu bölgede verilecektir. İtalya, bir yanmada devleti olarak, yine göreli olarak güvenliği açısından fazla bir endişe duymamaktaydı, ilginç bir nokta olarak, Avrupa’nın Akdeniz’deki dört büyük ya­ rımadasının (Ispanya, İtalya, Grek ve Anadolu) kıtaya bir­ leştikleri bölgeler genellikle yüksek dağları içeren yüksek yerlerdir (Pireneler, Alpler ve Doğu Anadolu yükseklikle­ ri). Bu bakımdan bu sayılan devletlerle birlikte İtalya da, 249

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

Kıta’ya birleştiği noktadan bir dereceye kadar emin bulu­ nuyordu. İtalya’nın, bir yarımada devleti olarak, güvenliği açısından önem verdiği, Kıta’nm yarımadaya en yakın kıyı bölgesinin, yani Dalmaçya kıyılarının emin ellerde bulunmasıydı. Burası kendi elinde bulunduğu ya da en azından düşman elinde bulunmadığı durumlarda, güvenliğini ani bir tehdit altında görmeyebilirdi. Şimdi Dalmaçya kıyıları Avusturya’nın elinde bulunduğundan, iki devlet arasındaki bu potansiyel çatışma konusu, Bismarck tarafından hasır altı edilmeye çalışılmış ve bunda bir süre başarılı da olmuş­ tur. Rusya, bir kıta devleti olarak, saldırı karşısında geri çe­ kilebileceği geniş toprak parçalarına sahipti. Bu bakımdan, tüm devletler arasında stratejik açıdan en avantajlı durum­ daydı. 1812’de Napolyon’un büyük ordusunu geri çekilme stratejisiyle yenmemiş miydi? Aynı strateji II. Dünya Savaşı’nda da kullanılacak ve Hitler’in büyük ordusu benzer stratejiye kurban gidecektir. Bu durumda açıkça görünmektedir ki, Avrupa’nın sal­ dırıya en açık olan büyük devleti, hemen hemen hiçbir ya­ nında doğal engellerin bulunmadığı ve doğu ile batısına iki güçlü devletin (Rusya ile Fransa) yerleştiği Almanya idi. Almanya’nın bu durumu, devletin tüm tarihi boyunca etki­ sini gösterecektir. Almanya’da, 1871’den sonra, askeri ba­ kımdan her zaman hazırlıklı olmak ve gelecek bir savaşta “ilk darbe” yeteneğine sahip bulunmak, üzerinde en çok durulan konular olmuştur. İç politikada ise, bu dış politika amacını sağlamak için, ödünsüz ve sıkı bir ulusal birlik kurmak gerekliydi. Her alanda ünlü olan “Alman disipli­ ni”nin bir nedeni de, coğrafyanın bu azizliği olsa gerek.

250

3. Bismarck Antlaşmalar Sistemi Tüm bu düşüncelerin ışığı altında, Bismarck Fransa ile Rusya’nın birbirlerine yaklaşmasıyla doğabilecek “iki cep­ heli savaş” durumundan kurtulmayı, Alman dış politikası­ nın temeli yaptı. Almanya, ister Fransa olsun ister Rusya, tek bir devletin saldırısına karşı bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü koruyabilir, ancak ikisinin birlikte saldırısı karşısında son derece güç bir durumda kalırdı. Fransa çok kısa bir süre önce yenilmiş olduğundan ve kin duyguları­ nın üzerinden zaman geçmemiş bulunduğundan, Bis­ m arck, Avusturya ile Rusya’yı yanma alarak 1872 yılında Birinci Üç İmparatorlar Birliği’ni kurdu. Bu birliğe girer­ ken Rus Çarı’nm düşüncesi, “Kutsal lttifak”tan kalma “monarklar arası dayanışma”nm sürdürülmesi, Avusturya İmparatorununki ise, Balkanlardaki gelecek genişleme ça­ balarında Almanya’nın önce sempati ve sonra etkin deste­ ğini sağlamaktı. Bu birliğin önemli maddelerine göre, (i) Avrupa’nın statükosu kabul ediliyordu; (ii) barış tehlikeye düşerse, taraflar aralarında görüşmelerde bulunacaklardı; (iii) Balkanlar’da çıkacak herhangi bir anlaşmazlık birlikte çözülecekti (Bismarck, Rusya ile Avusturya’nın çıkarları­ nın bu bölgede çatışacağını anlamıştı); (iv) devrimci ayak­ lanmalara karşı ortak bir tutum alınacaktı ve (v) taraflar bir başka devletle ittifak yapmayacaklardı. Böylece, 1872 yılında, tıpkı 1815’te olduğu gibi, Orta ve Doğu Avrupa’nın üç tutucu monarşisi birleşmiş oluyor­ du. Ancak, Bismarck’m da korkulu bir biçimde beklediği gibi, birlik 1875 yılında başlayan Balkan bunalımı sırasın­ da dağıldı. Bundan sonra Bismarck, hiç olmazsa Avustur­ ya’yı sürekli yanında tutmak istemiş ve 1879 yılında bir it­ tifakla bu devleti Almanya’ya bağlamıştır. Bu ittifak, üçlü ittifak üçgeninin birinci kenarını oluşturur. İttifakın önem251

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

İi maddelerine göre, taraflardan biri Rusya’nın saldırısına uğrarsa, öteki taraf saldırılanın yardımına koşacaktı. Ancak taraflardan biri, Rusya’dan başka bir devletin (Fransa den­ mek isteniyor) saldırısına uğrarsa öteki taraf yansız bir po­ litika izleyecek; Rusya bu saldırgan devlete yardım ederse, öteki taraf müttefikine yardım edecekti. Görüleceği gibi, taraflar Fransa’nın yalnız başına girişeceği bir saldırıdan fazla çekinmemekteydiler. Bismarck, Avusturya ile yaptığı ittifaktan sonra, Rus dostluğuna ve bunun resmi bir ittifakla güçlendirmeye da­ ha çok önem vermeye başladı. Çünkü, şimdi bu Avusturya ittifakı yüzünden, istemeyerek de olsa, Rusya ile savaşa gi­ rişebilirdi. Bu yüzden, 1875 Balkan bunalımının hızı kesil­ dikten sonra, Rusya ile Avusturya’yı Balkanlarda yeniden anlaştırdı ve 1881 tarihinde ikinci üç imparatorlar birliğini kurdu. Bu birliğin önemli maddelerine göre, (i) taraflardan biri, bir dördüncü devletle savaşırsa, öteki iki taraf yansız kalacaktı; (ii) taraflar Avusturya’nın 1878 tarihli Berlin Antlaşması ile kazanmış olduğu haklara saygı gösterecek­ lerdi (Bosna-Hersek’in işgal ve yönetimi Avusturya’ya bıra­ kılmıştı); (iii) Türk boğazlarının kapalılığına saygı gösteri­ lecek ve Osmanlı devletinin başka bir devlete boğazlarda üs vermesi önlenecekti (burada İngiltere ya da Fransa’dan söz edilmekteydi). Bu düzenlemeleri izleyerek, Bism arck, Afrika sömürge­ lerinde genişlemek isteyen ve bu girişimlerinde en çok İn­ giltere ve Fransa ile çatışma ihtimali bulunan İtalya’yı, 1879 Alman-Avusturya İttifakı içine almış ve böylece 1882 yılında Almanya, İtalya ve Avusturya arasında üçlü ittifak kurulmuştur. Bu ittifakın önemli maddelerine göre, (i) ta­ raflar birbirlerine yönelen ittifaklara girmeyecekler; (ii) tahrik edilmeden Fransa İtalya’ya saldırırsa, öteki iki bağla­ şık İtalya’ya yardım edecekler; (iii) taraflardan biri, kendi 252

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

tahriki olmaksızın iki ya da daha çok devletin saldırısına uğrarsa, tüm müttefikler savaşa katılacaklardı. Bismarck’m bu gerçekten akıllı ve Almanya’yı Avru­ pa’nın siyasal bakımdan en etkin devleti haline getiren ta­ sarıları, Avusturya ile Rusya’nm Balkanlar’da birbirleriyle çatışan girişimlerde bulunmamaları temeline dayanıyordu. İşte, bu gerçekçi bir beklenti değildi. Avusturya ile Rusya, bir arabaya koşulmuş ve yan yana çok güzel duran iki ata benzemekteydiler. Ancak bu iki at, yürümeye başlayınca ayrı yönlere gidiyordu. Balkanlar’da 1885-1886 yıllarında, temelini milliyetçilikten alan bunalımlar başlayınca, Rusya ile Avusturya’nın araları bozuldu. Bunun üzerine, B'ısm acrk, yine akıllı bir politikayla, bu iki inatçı atı ayrı ayrı arabalara koşmak istedi. Bu politikanın sonucu, 1879 itti­ fakını da hesaba katarsak, 1887 tarihli Alman-Rus Güven­ ce Antlaşması’dır. Bunun önemli maddelerine göre, (i) ta­ raflardan biri bir üçüncü devletle savaşa girerse, öteki taraf yansız kalacak, ancak taraflardan birinin Fransa ya da Avusturya ile yapacağı savaşta bu hüküm işlemeyecek; (ii) Boğazların kapalılığına uyulacak ve (iii) Almanya Rus­ ya’nın Balkanlar’daki haklarını tanıyacaktı. Avusturya ile imzalanmış bulunan 1879 tarihli ittifak antlaşmasını da dikkate alırsak, Bismarck’m Almanya’nın güvenliği açısından istediği düzenlemeler bu tarihe kadar

253

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

Üçlü İttifak 1915 yılma kadar yürürlükte kaldığından, Avrupa ittifakları arasında en önemli ve istikrarlılarından sayılır. Bismarck, bu ittifakla Almanya’nın güvenliğini güç­ lendirmiştir. Pek gerçekleşmeyecek olan Fransa’nın İtal­ ya’ya saldırısından yardım karşılığında önemli kazançlar sağlamış sayılabilir. Fransa, Almanya’ya saldırdığı takdirde, güneyinde İtalya birlikleriyle de uğraşmak zorunda kala­ caktı. Eğer Fransa ile Rusya birlikte saldırırlarsa, Almanya hem Avusturya hem de İtalya’nın yardımını sağlamış olu­ yordu. Rusya yalnız saldırdığı takdirde, şimdi İtalya’dan korkusu kalmayan Avusturya tüm gücüyle Rusya’ya karşı savaşabilecek ve böylece, Almanya’nın doğu cephesideki yükü hafifleyecekti. Ancak, Bism arck ’m Almanya’nın gü­ venliği ve Avrupa barışı konusundaki düzenlemeleri bura­ da bitmiş değildir. 1881 yılında Avusturya ile Sırbistan ara­ sında gizli bir antlaşma imzalanmış ve böylece Sırbistan da Üçlü Ittifak’a bağlanmıştır. Buna göre, Sırbistan Avustur­ ya’ya danışmadan başka devletlerle siyasal nitelikte bir an­ laşma yapmayacaktı. Yine Bism arck’m girişimleriyle, 1883 yılında Avusturya ile Romanya arasında bir savunma ittifa­ kı imzalandı. Buna göre, Rusya taraflardan birine saldırdığı takdirde, taraflar birbirlerine yardım edeceklerdi. Aynı gün Almanya da aynı yükümlülüklerle bu antlaşmaya katıldı. Avusturya-Romanya antlaşmasına 1888 yılında İtalya da taraf olacaktır. Tüm bu önemli düzenlemelerin sonucu olarak, 1888 yılma gelindiğinde, Almanya’nın kıta üstünlüğü açıkça or­ taya çıkmıştır. 4. Alman-İngiliz Rekabeti 1870 sonrası döneminin Avrupa diplomasisinin değişme­ yen öğelerinden biri Alman-Fransız düşmanlığı ve sonucu 254

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

da Üçlü Anlaşma ise, ikinci değişmeyen öğesi AlmanIngiliz rekabetidir ve sonucu da yine bir başka Üçlü Anlaş­ ma olacaktır. Alman-lngiliz rekabetinin en önemli olmasa bile ilginç konularından biri, aile bağlarıdır. 1888 yılında Alman tah­ tına çıkacak olan II. W'ılhelm, imparator Fred erick ile İngi­ liz Kraliçesi Victoria’n ın en büyük kızının oğluydu. Onun da adı Victoria olan bu soylu İngiliz kızı, Alman krallık ai­ lesine girdiğinden beri iki hanedanlık arasındaki sürtüşme de başladı. İngiliz kraliyet ailesindeki liberal havaya alışkın olan Victoria, Almanya’daki sıkı ve disiplinli saray yaşamı­ na bir türlü ısınamadı. Annesinin mutsuzluğundan da et­ kilenen II. W ilhelm ise, anneannesinin büyük imparatorlu­ ğunu sürekli kıskandı. İki devlet arasındaki bir başka yarışma konusu ticaret alanındadır. İngiltere gibi bir endüstri ve ticaret “devinin” Almanya ile ticari rekabetinin önemli sonuçlar doğurması biraz şaşırtıcı olabilir. Çünkü, İngiltere, ABD gibi güçlü devletlerle de ticaret alanında yarışıyordu ve eski bir en­ düstri ve ticaret devleti olarak büyük avantajlara sahipti. Ancak, ABD hâlâ uzakta sayılabilirdi ve geniş bir iç pazarı vardı. Kıtada ise İngiltere, Almanya ile açıkça rekabet ha­ lindeydi. Üstelik, endüstri devriminin getirdiği yeni tekno­ lojiyle (elektrik ve kimyasal maddeler) Almanya kısa süre­ de arayı kapatmış ve hatta endüstrileşmede İngiltere’yi geçmişti. Dolayısıyla, Ingiltere artık dünyanın tartışmasız en üstün endüstri ve ticaret gücü değildi. Tüm bu gelişmelere rağmen, İngiltere’nin tartışmasız deniz üstünlüğü devam ettiği sürece çatışma tam anlamıy­ la açığa çıkmadı. Ancak, ilerde ele alınacağı gibi, II. Wilhelm ile birlikte Almanya denizlerde de önemli bir güç ha­ line gelmeye başlayınca, rekabet şiddetlendi. Bu sırada bir Amerikan deniz subayı olan A lfred M aharı (1840-1914), 255

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

D eniz Gücünün Tarihe Etkisi, 1660-1783 başlıklı kitabını

1890’da bastı. Burada, İngiliz tarihinden örnekler vererek, İngiltere’nin büyüklüğünün nedeninin deniz gücü olduğu­ nu ve denizlerde güçlü olan devletin, uzun vadede, kara­ larda da güçlü olan devlete üstünlük sağlayacağını ileri sü­ rüyordu. İlginç olan nokta, bu kitabın en çok Almanya’da okunduğu ve II. W ilhelm ’ı çok etkilediğidir. II. W ilhelm, Bism arck’m istifasıyla devletin yönetimini tümüyle ele ge­ çirdiği 1890’larla birlikte, hızla donanma yapımına başladı. Bu gelişmeler 19. yüzyıldan önce ortaya çıksa ve yavaş bir tempo izleseydi, İngiltere buna kendini uydurabilirdi. Ama, 10 yıl gibi kısa sürede denizlerdeki dengenin değiş­ mesi, İngiltere’yi büyük bir endişeye itti. Hele, 1905’te Dreadnought denen zırhlı savaş gemilerinin yapımına başlan­ ması bardağı taşıran son damla oldu. Bu buluşla İngiltere’ nin deniz üstünlüğü çok yanıltıcı bir hale geldi. Zırhlı sa­ vaş gemileri, ahşap gemilere oranla daha korkusuz ve güçlüydüler. Ancak, son derece pahalıya çıkıyor ve büyük bir hedef oluşturuyorlardı. Dolayısıyla, vurmalarından çok vurulmamaları önem kazandı ve deniz savaşı stratejisinde sa­ vunma, saldırıdan daha önemli hale geldi. Tüm savaş stra­ tejisini, yüzyıllardır Avrupa devletlerinin toplam deniz gücünden daha üstün bir deniz gücüne dayayan İngiltere, hem sayı hem de deniz savaşındaki yeni gelişme dolayısıy­ la, tartışmasız deniz üstünlüğünü yitirdi. Alman-lngiliz rekabetinin bir konusu da sömürgecilik­ tir. Avrupa’da Alman güvenliği ve kıta barışı en önemli amacı olan Bişm arck, Almanya için uzun vadeli tehlikeler taşıyacağına inandığı sömürgeciliğe önem vermemişti. An­ cak, II. W ilhelm, büyük devlet olmanın yolunun sömürge­ cilikte olduğuna inanıyor ve üstelik daha önce sözünü etti­ ğimiz gibi, büyükannesinin sömürgelerini de kıskanıyor­ du. İktidarı tümüyle eline geçirdikten sonra sömürgeciliğe 256

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

başladı. İngiltere ise, Almanya ile, sömürgecilikte eski düş­ manı Fransa ile olduğu gibi anlaşamadı. Çünkü, İngiltere ile Fransa, ilerde görüleceği gibi, sömürgeleri birbirlerine peşkeş çekebilirken (1904’te İngiltere Fransa’yı Fas’ta, Fransa da İngiltere’yi Mısır’da serbest bırakmışlardı) Al­ manya’nın değiş tokuş için verebileceği herhangi bir top­ rak parçası yoktu.

E. İNGİLTERE’NİN SÖMÜRGE (DENİZ) ÜSTÜNLÜĞÜ: ÜÇLÜ ANLAŞMA 1. Blok-Dışı Anlaşmalar Almanya’nın Avrupa kıtasındaki başat durumuna karşı öteki devletlerin dengeyi kurmaları hemen ve kolay olma­ mıştır. Bunun en önemli nedeni, İngiltere, Fransa ve Rusya arasındaki sömürge çatışmalarıdır. Hatta, II. W ilhelm ’in ih­ tiraslı dış politikası olmasaydı, Üçlü Anlaşma belki de hiç kurulamayacaktı. Uzakdoğu, Osmanlı devleti ve Akdeniz’de, sömürge üstünlüğü için mücadele eden bu üç sömürgeci devletten İngiltere, bu yarışa yeni katılmaya başlayan İtalya ve sonra Avusturya ile 1887 yılında Akdeniz ile ilgili anlaşmalar yaptı. Böylece, iki grup devlet arasında rekabete dayanan yeni bir diplomatik sistem ortaya çıkmış oldu. Bir yanda Ingiltere, İtalya ve Avusturya, öte yanda Fransa ile Rusya. İngiltere, Fransa’ya karşı Akdeniz’de denge sağlamak ve 1882’de eline geçirdiği Mısır’daki yerini sağlamlaştırmak için, İtalya’ya yanaştı. İtalya ise, Afrika’da sömürge elde et­ mek için Ingiltere ile anlaşması gerektiğini anlamıştı. Balkanlar’ı doğal yayılma alanı olarak gören Avusturya, bu işi görürken gerisinden, yani İtalya’dan emin olmak istiyordu. 257

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

Rusya, Uzakdoğu ve Osmanlı devletinde İngiltere ile çatış­ maktaydı. Bu yüzden Fransa’nın desteğini aradı. Fransa’nın ise, hem Almanya’ya ve hem de Akdeniz ve Uzakdoğu’da çatıştığı İngiltere’ye karşı doğal müttefiki ancak Rusya ola­ bilirdi. Ûte yandan, Bism arck’m , şimdi İngiltere ile sıralanmış bulunan devletlerle ittifakları vardı. 1887 yılında Rusya ile yaptığı Güvence Antlaşması ile, bu iki grubu dengelemek istedi. Almanya, sömürge konularında amansız bir rekabe­ te girişen iki grup devlet arasında denge sağlayarak, Avru­ pa’daki güvenliğini en yüksek noktasına çıkarmak peşin­ deydi. Bu durum, 20. yüzyılın başına kadar böylece süre­ cektir. 2. Bismarck’m Düşüşü ve II. W ilhelm Alman dış politikasının yönetimini tümüyle Bism arck ’a bı­ rakmış bulunan İmparator I. F red eric W ilhelm ’in 1888 yı­ lında ölümü üzerine, kurulan denge de bozulmaya başladı. Yaşlı şansölye ile genç imparator özellikle dış politika ko­ nusunda anlaşmazlığa düştüler. II. W ilhelm, yüksek ülküle­ ri, dirik ve ilerici nitelikte düşünceleri olan genç bir hü­ kümdardı. Tutucu bir politikacı olan Bism arck ile anlaş­ mazlığa düşmesi, tarihsel açıdan rastlantı değildir. Alman­ ya, tıpkı 1800’lerin Ingilteresi gibi, büyük endüstri devleti olma yolundaydı. Şimdi II. W ilhelm ’m aramakta olduğu ye­ ni ve sömürgeci bir dış politikaya sahip olmak durumun­ daydı. Yeni “dünya politikası” ile Bismarck’m Avrupa içine sıkışık politikası çatışmaktaydı. İki adam arasında iç politi­ ka alanında da anlaşmazlık vardı. Bism arck, giderek en­ düstrileşen Almanya’nın güçlenen işçi partisini, Sosyal De­ mokrat Parti’yi, gerekirse orduyu kullanarak ezmek istiyo­ rdu. II. W ilhelm ise, yönetimine bir iç savaşta kan dökerek 258

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

başlamak niyetinde değildi. Düşünceler arasındaki bu temel farklılık dolayısıyla Bismarck yirmi yıldır sürdürdüğü dış politikada güçlükler­ le karşılaşmaya başladı. Wilhelm’in yeni Genelkurmay Baş­ kanı W eldersee, iki cepheli savaştan Bismarck kadar kork­ muyordu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Galiçya’da Rusya’ya karşı açacağı cephe, bu devletin Almanya’ya karşı doğuda açacağı cephedeki yükü çok hafifletebilir ve böylece savaşın ilk aylarında Fransa ile tüm gücüyle sava­ şan Almanya, Fransa’yı yendikten sonra yine tüm gücüyle Rusya’ya yüklenebilirdi. Mantıki olarak bu stratejik düşün­ cenin siyaset alanındaki yansıması, Rus dostluğuna Bis­ m arck kadar önem vermemekti. Üstelik, yeni İmparator, ilerde ayrıntılarıyla görüleceği gibi, 1889 yılında Bismarck’ la çatışma pahasına Osmanlı Sultam’m ziyaret ederek des­ tek vaat etmişti. Doğal olarak bu davranış, Bismarck’m Rusya’ya Yakındoğu’da destek sözüyle çatışıyordu. Bu koşullar altında, ister şansölye, ister başbakan, is­ terse vezir olsun, monarkla çatışan her yöneticinin başına geldiği gibi, Bism arck da görevinden istifa etmek zorunda kaldı. Alman ulusal birlinin kurucusu, Avrupa diplomasi­ sinin en güçlü diplomatı ve belki de “İkinci Metternich”, Alman siyasetinden çekilince, II. W ilhelm dizginleri sıkıca eline aldı. Yeni şansölye Caprivi ve Dışişleri Bakanı Marschall, ne Bism arck diplomasisinin inceliklerini anlayacak yetenekteydiler ne de İmparator’a karşı çıkma cesaretleri vardı. 3. Fransız-Rus Antlaşması II. W ilhelm, daha imparator olmadan önce, Almanya’nın sömürgecilikte geri oluşunun nedenlerim araştırmış ve şu sonuçlara varmıştı: (i) sömürgeciliğe öteki Avrupa devlet259

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

lerinden daha geç başlamıştır; (ii) donanması güçlü değil­ dir; (iii) Rusya’ya gereğinden çok önem vermiş, Rus dost­ luğunu önemsemiş ve bu yüzden Avrupa içine sıkışıp kal­ mıştır. Bu son düşüncesinde Genelkurmay Başkam Welderse’nin etkisi açıkça görülmekteydi. II. Wilhelm’m birinci bulgu için yapabileceği bir ş yoktu; zamanı geri çeviremezdi. Ancak, derhal son iki ha­ tayı gidermeye başlayarak, donanma yapımına hız verdi ve 1890 yılında, üç yıl önce imzalanmış Güvence Antlaşması’m yenilemedi. Bu değişik politikanın sonucu olarak, bir yanda İngiltere ile rekabet hızlanmış, öte yanda Rusya Al­ manya’nın yeni tutumundan endişe duymuş ve içinde bu­ lunduğu diplomatik ve askeri yalnızlıktan dolayı müttefik aramakta olan Fransa’ya yaklaşmıştır. Bu yaklaşmanın so­ nucunda iki devlet arasında 1894 tarihli antlaşma imzalan­ dı. Buna göre, Fransa, Almanya’nın ya da Almanya tarafın­ dan desteklenen İtalya’nın saldırısına uğrarsa, Rusya Fran­ sa’ya yardım edecekti. Rusya, Almanya’nın ya da Almanya tarafından desteklenen Avusturya’nın saldırısına uğrarsa, Fransa Rusya’ya yardım edecekti. Böylece, Üçlü Anlaşma üçgeninin ilk kenarı, Fransa ile Rusya arasında imzalanan bu antlaşma ile kurulmuş oldu. İkinci kenarı ise 1904 yılında Fransa ile İngiltere arasında imzalanan antlaşmadır. 4. Ingiliz-Fransız Antlaşması (E n ten te C ordiale) 1900 yılma gelindiğinde Avrupa politikasının temelini is­ tikrarsızlık oluşturuyordu. İngiltere, 1871’den sonraki 30 yıllık süre içinde, emperyalizmdeki başarılarının etkisiyle, Almanya’nın Avrupa’daki üstünlüğüne pek önem verme­ miş, güç dengesinin bozulmakta olduğunu tam göreme­ mişti. 1900’lere gelindiğinde, dengenin Fransa’nın aleyhine 260

Birinci Dünya Savaşı'na Nasıl Gidildi?

döndüğü ve Almanya’nın deniz silahlarında İngiltere ile arayı kapatmaya başladığı anlaşılınca, sömürge yollarının korunmasında deniz rekabetine tahammülü olmayan İngil­ tere, kendini Fransa’ya yakm hissetmiştir. Böylece, Avrupa politikası tehlikeli bir dönemece girmiş bulunuyordu. İngiltere, ilk iş olarak, 1902 yılında Japonya ile bir itti­ fak yaparak, o güne kadar sürdürdüğü anlaşmalara girme­ me politikasını terk etti. Bunun nedenleri, Çin üzerinde Rus-Japon yakınlaşmasını önlemek ve daha da önemlisi, İngiliz sömürge imparatorluğuna Asya’dan bir tehdidin doğmuş olmasıdır. Üzerinde güneş batmayan Ingiliz İmparatorluğu’nun yıkılma sürecinin başlangıcı, genellikle be­ lirtildiği gibi, 2. Dünya Savaşı değildir. Bu tarih, Rusya’nın 1891 yılında Trans-Sibirya demiryolunun yapımına başla­ masıdır. Bunun önemi şuradadır: İngiltere, tarihte ilk kez, Asya’da karşısına görkemli deniz gücünü çıkaramayacağı bir kara devletinin, Rusya’nın askeri gücüyle hesaplaşmak durumunda kalabilirdi. Bu durumda, Güney Asya’daki ge­ niş sömürge bölgelerinin güvenliği tehlikeye düşebilirdi. İngiltere’nin “yalnızcılık politikası”nm artık günün ulusla­ rarası ilişkilerinin gerçeklerine yanıt veremeyeceği açık bir biçimde ortaya çıktı ve bu devlet Japonya’ya yöneldi. Çün­ kü, Rusya’ya karşı Asya kıtasında savaşabilecek nitelikte kara ordusu çıkaracak tek devlet Japonya idi. İşte, Japonya ile 1902 antlaşmasını bu yüzden yaptı. Japonya açısından ise, Rusya’nın Fransa ile antlaşma yapması, Trans-Sibirya demiryolunun yapımına başlaması, Rusya’ya Fransız ser­ mayesinin girmesi ve Mançurya’ya da ekonomik bakımdan sızmaya başlaması, Çin üzerinde emperyalist emeller bes­ leyen Japonya’yı hem tedirgin etmiş hem de güvenliğini tehdit altında görmüştür. Bir ada devleti olarak Japon­ ya’nın ulusal çıkarı, kıtanın Ada’ya en yakm bölgesinin, ya­ ni Mançurya ve onun uzantısı olan Kore yarımadasının 261

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

emin ellerde olmasına dayanıyordu. İngiltere ile anlaşmayı bu yüzden imzaladı. Ingiliz-Japon anlaşması gereğince, İngiltere ile Japonya Uzakdoğu statükosunu korumak yükümlülüğü altına giri yorlardı. İki devletten biri bu statükoyu korumak için üçüncü bir devletle savaşa girişecek olursa, öteki devlet yansız kalacak, ancak bir başka devlet bu üçüncü devlete yardım edecek olursa, İngiltere ile Japonya birbirlerini des­ tekleyeceklerdi. 1902 antlaşmasının önemi şu noktalarda toplanabilir: (i) Bu antlaşma, İngiltere’ye düşmanlarına karşı deniz gücünü hem Avrupa hem de Uzakdoğu’da aynı zamanda kullanamayacağını gösterdi. Hele bir kara devleti olan güç­ lü Rusya’ya karşı Uzakdoğu’da hiç kullanılamayacaktı. (ii) Ayrıca, bu antlaşma, ilk kez bir Avrupa devleti­ nin, başka bir Avrupa devletine karşı kullanmak üzere, bir Asya devletinin desteğini araması gerektiğini göstermiş bu­ lunmaktadır. Bu olay, Avrupa’nın dünya politikasındaki merkezi durumunun zayıflama süresinin başlangıcım oluş­ turmaktadır. Bu süreç, bir rastlantı olarak, 20. yüzyılın tam başlangıcında o taya çıkmıştır. Bu yüzden, yeni yüzyılın en önemli özelliklerinden birini tam anlamıyla simgeler: Dün­ ya politikasındaki üstünlüğün ya da başatlığın Avrupa’dan “kanatlara”, yani Amerika ve Asya kıtalarına geçmesi. Ingiliz-Japon ittifakı, işin aslına bakılırsa, 1904 Ingiliz-Fransız antlaşmasının da temelini oluşturmaktadır. İngiltere açı­ sından nedenleri şöyle sıralamak mümkün: Bir kere, İngil­ tere 1902 antlaşması yüzünden ve istemeden Fransa ile ça­ tışabileceğim anladı. Çünkü, bu antlaşmadan güç bulan Japonya Rusya’ya saldırdığı ve 1894 antlaşmasına göre Fransa da Rusya’ya yardım ettiği takdirde, İngiltere ile Fransa birbirlerine karşıt iki askeri kamp içine girmiş ola­ caklardı. Bu yüzden, yeni İngiliz Başbakanı Lord Baljour, 262

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

sömürge sorunlarında Fransa ile anlaşma çarelerini arama­ ya başladı. İkinci olarak, daha önce de işaret edildiği gibi, İngiltere artık her devletten çok Almanya’dan endişe duy­ maya başlamıştı. Bu yüzden Fransa ile yakınlaşmayı sağla­ mak ve bunun için de sömürge konularını çözüme bağla­ mak gerekiyordu. Fransa açısından ise, Uzakdoğu’da şimdi çıkması çok olası olan bir Japon-Rus savaşının, Fransa’yı Avrupa’da Rusya’nın desteğinden yoksun bırakacağını gör­ müştü. Bu yüzden, hiç olmazsa İngiltere’yi yanma almak istedi. 1904 antlaşmasını hızlandıran olay ise, Balkanlar’da barışın hızla bozulmakta olduğunun ve bunun da büyük bir savaşa varabileceğinin her iki devletçe de anlaşılmış ol­ masıdır. İşte, 1904 tarihli Ingiliz-Fransız sömürge antlaş­ ması ya da daha yaygın olan deyimiyle ‘‘içten Misak” (Entente Cordiale ) bu hava içinde imzalanmıştır. Bu antlaşmaya göre, Fransa Fas’ın siyasal statüsünü değiştirmeme sözünü veriyor (yani, topraklarına katmama yükümlülüğü altına giriyor), buna karşılık İngiltere Fran­ sa’yı, Fas’ta ekonomik, mali ve askeri yenilikler yapmada serbest bırakıyordu. Yani Fas, Fransa’nın etki alanı oluyor­ du. Aynı biçimde, İngiltere de Mısır’ın siyasal statüsünü değiştirmeyecek, buna karşılık Fransa, İngiltere’nin 1882’ de işgal ettiği Mısır’dan çıkmasını istemekten vazgeçecekti. Anlaşmanın gizli olan hükümlerine göre ise, Fas ve Mı­ sır’da bağımsızlık statüsünün sürdürülmesi olanaksızlaşır­ sa, İngiltere ile Fransa’nın, birbirlerinin girişimlerine engel olmamaları öngörülüyordu. Yani, anlaşmanın dünyaya açıklanan maddelerinde, ilhak durumu söz konusu edil­ memişse de, taraflar ilhak için kapıyı açık tutmaya özen göstermişlerdi. Bu sömürge anlaşması, Üçlü Antlaşma'nın ikinci kenarını oluşturmuş oldu. Rusya ile Fransa birbirle­ rine askeri bir ittifakla, Fransa ile Ingiltere ise siyasal nite­ likte bir anlaşma ile bağlanmış bulunuyorlardı. 263

5. İngiliz-Rus Sömürge Antlaşması İngiltere ile Rusya arasındaki bu sömürge anlaşması, Üçlü Ittifak’a karşı kurulmuş bulunan Üçlü Anlaşma’nm üçüncü ve son kenarını oluşturmaktadır. İngiliz-Rus yakınlaşması­ na yol açan gelişmelerden en önemlisi 1904-1905 RusJapon Savaşı’dır. Japonya, 1902 yılında İngiltere ile bağlaşım kurduktan sonra, doğal yayılma alanı olarak gördüğü Kore ve Mançurya üzerindeki Rus etkisini ortadan kaldırmak için fırsat kollamaktaydı. Uluslararası sistemde, amacı savaş olan ve bu yönde hazırlanmış olan bir devletin, savaş nedeni bul­ ması son derece kolaydır. Japonya da, 1904 yılında sudan bir bahaneyle Port A rth ur limanına bir deniz baskını yapa­ rak, Rusya ile savaşa tutuşmuş ve bir buçuk yıl süreyle, bu güçlü Avrupa devletini hem kara hem de denizde peş peşe ağır yenilgilere uğratmıştır. Savaşı Uzakdoğu’da sınırlı tut­ mak peşinde olan Avrupa devletlerinin işe karışmamaları üzerine güç durumda kalan Rusya’nm imdadına ABD yetiş­ ti. ABD, Pasifik bölgesinde Japonya’nın daha da güçlenme­ sini kendi çıkarları açısından tehlikeli görmüştü. Daha ön­ ce gördüğümüz gibi, ABD de, 1905 yılma gelindiğinde Pasifik’te sömürgeci bir devlet haline gelmişti. Japonya’nın çok güçlenmesi, elinde bulundurduğu adaların güvenliğini de tehlikeye düşürebilirdi. ABD’nin arabuluculuğu ile Rus-Japon savaşını bitiren barış antlaşması Portsmouth ’da imzalandı. Bu antlaşma ge­ reğince, Kore Japonya’nın koruyuculuğu altına giriyor, Port Arthur ile Sakhalin adasının güney yarısı Japonya’ya veriliyor, Ruslar Mançurya’dan askerlerini çekiyorlar ve buradaki demir ayrıcalıklarını da Japonya’ya devrediyordu. İşte bu savaşın önemli sonuçlarından biri, Rus-lngiliz antlaşmasıdır. Rusya’yı İngiltere ile sömürge konularında 264

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

anlaşmaya iten nedenler şöyle sıralanabilir: Her şeyden ön­ ce Rusya, büyük bir savaşta Fransa’nın kendisine yeterince destek olmadığını görmüştü. 1894 antlaşmasıyla Fran­ sa’nın hukuken Rusya’ya Pasifik’te yardım yükümlülüğü yoktu. Ama Rusya, bu devletin tek başına kaldığı sürece Avrupa kıtasında da harekete geçmeme olasılığını hesaba katmak durumundaydı. Rus-Frarisız antlaşmasına bir baş­ ka devletin etkin yardımı, Fransa’yı, Rusya’ya yardım ko­ nusunda yüreklendirebilirdi. İkinci olarak, şimdi Uzakdo­ ğu’da çok güçlenmiş olan Japonya ile uzun süreli bir ya­ kınlaşmanın yolunun 1902’de bu^devletin bağlaşığı haline gelmiş bulunan İngiltere’den geçtiğini anlamıştır. Üçüncü olarak, Rusya’yı İngiltere’ye yaklaştıran, Almanya’nın İstanbul-Bağdat demiryolu yapımını üzerine almasıdır. İler­ de görüleceği gibi, Almanya bu demiryolu ayrıcalığıyla Os­ manlı devleti üzerindeki etkisini artırmak amacındaydı. II. W ilhelm ’m İstanbul’u ziyareti ile başlayan siyasal yakınlaş­ ma, şimdi ekonomik yakınlaşmaya da varıyordu. Rus­ ya’nın, Almanya tarafından güneyden de çevrelenmesine tahammülü olamazdı ve ayrıca İstanbul’u ele geçirme eme­ li için bölgede zayıf bir Osmanlı devletinin varlığı, güçlü Almanya’nmkinden daha elverişliydi. Hele, İngiltere’nin bu demiryolunu Almanya ile ortak yapma önerisi karşısın­ da, İngiltere ile bir ân önce anlaşmak gereğini duymuştur. İngiltere’ye gelince, bu devlet Almanya’nın Avrupa’da artan gücü karşısında, Fransız-Rus anlaşmasının dengeyi sağlayamadığını, Rusya gibi o da görmüştü. İkinci olarak, Almanya’nın deniz silahları yapımında büyük gelişmeler göstermesi ve İngiltere’nin uzun süreden beri sürdürmekte bulunduğu deniz üstünlüğünün tehlikeye düşmesi, bu devleti Rusya ile anlaşmaya iten bir başka unsur olmuştur. Bu gelişmelerin sonucunda, 1907 yılında iki devlet As­ ya’daki sömürge çatışmalarını gideren bir anlaşma yapmış­ 265

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

lardır. Bu anlaşma gereğince, (i) İran üç bölgeye ayrıldı; kuzeyi Rus, güneyi İngiliz üstünlüğüne bırakılacak, ortası tampon bölge olacaktı, (ii) Taraflar Tibet’in Çin’e bağlı ol­ duğunu kabul ediyorlardı, (iii) Rusya, Afganistan ile ilgisi­ ni kesecek, bu devletle ilişkilerini İngiltere’nin aracılığıyla yürütecek ve buna karşılık İngiltere de Afganistan’ı işgale ya da topraklarına katmaya kalkışmayacaktı. Böylece İngil­ tere, Hindistan’a bitişik bölgelerin ve dolayısıyla Hindistan sömürgesinin güvenliğini Rusya’ya karşı korumuş olmak­ taydı. Genel olarak değerlendirmek gerekirse bu devletleri sömürgelerde anlaşmaya iten nedenler şunlardır: (i) son on yıldır sömürgelerde çatışma, Avrupa’da diplomatik hu­ zursuzluğa yol açmıştı. Devletler, bu huzursuzluğun açık çatışmaya yol açmasından korkmaya başladılar, (ii) İlerde görüleceği gibi, 19. yüzyılın sonlarında sömürge ülkelerin­ de sömürge yönetimine karşı direnme hareketleri başla­ mıştı. Dolayısıyla, sömürge topraklarını genişletmek şöyle dursun, olanları elde tutmak bile sömürgeci devletlere çok pahalıya mal olmaya başlamıştı, (iii) Dünya haritasında “boş” yerler azalmaya başlamıştı. Bu yüzden, sömürgeci devletler, bir başka büyük devletle savaşı göze almadan, topraklarını genişletemeyecek duruma düşmüşlerdi. Artık, elde bulunan topraklarla yetinmek gerekiyordu. 6. Rus-Japon Savaşı ile Bloklaşmanın Önemi ve Sonuçları 1904-1905 Japon-Rus Savaşı, tarihin en önemli ve uzun va­ deli sonuçlar doğuran savaşlarından biridir. Büyük devlet­ ler arasında 1870’ten sonraki ilk savaş olan bu mücadele, aynı zamanda endüstri devriminin ikinci aşamasının da ilk büyük çapta silahlı çatışmasıdır. Ancak, dünya tarihi açı266

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

smdan önemi, modern çağlarda beyaz olmayan bir balkın, beyaz bir halkı yenmesinde yatar. Asyalı bir devlet, 50 yıl gibi kısa bir sürede, Avrupalılarm savaş oyununu öğren­ miş ve oynamaya başlamıştı. Japon zaferi, uzun vadeli ge­ lişmeler zincirini üç yönde harekete geçirmiş sayılabilir. (i) Uzakdoğu’da izlediği dış politikada başarılı olama­ yan Rus hükümeti, dikkatini yeniden Batı’ya çevirerek, Balkanlar’ da etkin bir politika izlemeye başladı. Bu davra­ nış, sonucu I. Dünya Savaşı’na varacak bir dizi uluslararası bunalımı başlatacaktır. (ii) Çarlık hükümeti, savaştan hem prestij hem de as­ keri güç bakımından çok zayıflamış olarak çıktı. Savaşın yürütülmesindeki beceriksizlik ve savaşın yarattığı zorluk­ lar halkın tepkisine yol açtı ve daha önce yeraltında faali­ yet gösteren gizli örgütlerin ayaklanmasıyla Rusya’da 1905 Devrimi oldu. Bu, ilerde ele alınacağı gibi, 12 yıl sonra ger­ çekleşecek Bolşevik Devrimi’nin kapısını araladı. (iii) Japonya’nın Rusya’ya zaferi, Avrupa-dışı dünya­ da uyarıcı bir etki yaptı. Japonya’nın da, tıpkı Batılılar gibi emperyalist bir devlet olduğu gerçeği, Japonların beyaz ırktan olmadığı gerçeği tarafından gölgelendi ve üzerinde hiç durulmadı. Daha 50 yıl önce Japonya da “geri” ve sa­ vunmasız bir ülke değil miydi? Alman ders açıktı: Japon örneği izlenerek, Batı’nm bilim ve endüstrisi sömürge ül­ kelerine getirilmeliydi. Ancak, tıpkı Japonya’nın yaptığı gi­ bi, modernleşme beyazların denetimi altında olmamalı ve ülkenin ulusal özellikleri korunmalıydı. 1905’te İran’da, 1908’de Osmanlı devletinde ve 1911’de Çin’de ulusalcı ni­ telikte devrimler oldu. Hepsinin ortak noktası, Batı üstün­ lüğüne karşı mücadele olmalarıydı. Asya’nın bu uyanışı, I. Dünya Savaşı’ndan sonra güçlenerek sürecektir. Dolayısıy­ la, Japon zaferi ve Rus yenilgisi, 20. yüzyılın üç büyük ge­ lişmesinin -I . Dünya Savaşı, Rus Devrimi ve Asya’nın Uya­ 267

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

n ışı- ilk basamağı oldu. Bu üçü, bir arada, Avrupa’nın dün­ ya üstünlüğünü sona erdirdiler. Avrupa uygarlığını yıkmamakla birlikte, onu öyle değişikliğe uğrattılar ki, 20. yüzyıl dünyası, 19. yüzyılmkinden farklı bir dünya oldu. Kitabın sistematiğinde belirtildiği gibi, buna, Avrupa’nın üstünlü­ ğünü yitirdiği, gücün Avrupa merkezinden “kanatlara” geçtiği ve uygarlık dediğimiz bütünün yeryüzünün dört köşesine yayılıp dünyayı tek bir siyasal birim haline getir­ diği “global kozmopolitlik” diyoruz. İnsanoğlu, hâlâ bu ayırıcı özellikleri kesin bir biçimde ortaya çıkmamış olan karmaşık globalleşme süreci içinde bulunmaktadır. Bu süreç içinde, Avrupa milliyetçiliği ve onun başarısı­ nın en büyük simgesi olan “sömürge imparatorlukları”, 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa ve hatta dünya siyasal dü­ şüncesine egemen olmuş ve başka bir düşünceye yer ver­ meyecek ölçüde politikasını biçimlendirmişti. Ancak, bu ikisi, endüstrileşmenin her geçen gün daha gerekli hale ge­ tirdiği dünya güvenlik sistemine hiçbir yanıt getiremiyorlardı. 19. yüzyıl ikinci yarısıyla birlikte, yeni siyasal güçle­ rin, yeni devletlerin, yeni sömürge imparatorluklarının, ama eski fikirlerin dünyası, 1815 Viyana düzenlemesinin zayıf yapısını kırarak bir dizi savaşa yol açacaklardı. Bu, 20. yüzyılın öyküsüdür. 1907 yılında karşılıklı iki blokun kurulmasının ulusla­ rarası diplomatik ilişkiler açısından sonuçlarına gelince: 1907 anlaşmasıyla kendini daha güçlü hisseden Fransa, bu tarihten sonra Almanya’ya karşı sert davranmış, İngiltere ile anlaşan Rusya ise Balkanlar’da daha etkin bir politika izlemeye başlamıştır. Bu gelişmeler Almanya’nın silahlan­ masını hızlandırmış, böylece I. Dünya Savaşı’na giden yol biraz daha kısalmıştır. Bir başka sonuç, Japonya’nın Uzak­ doğu’da güçlü bir devlet olarak belirmesi ve böylece Avru­ pa devletlerinin Çin’i tam anlamıyla parçalayıp sömürge­ 268

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

leştirmelerini engellemesidir. Bu durum, sömürge düzenle­ melerini çok zorlaştırmıştır. Böylece, çatışma uzak sömür­ ge bölgelerinden Avrupa’nın içine gelmiştir. Sömürgeler artık Avrupa-içi gerginliklerin “güven supabı” değildir. Tüm bu gelişmeler Avrupa’nın yüzünü savaşa, hem de “total” bir savaşa çevirecektir.

F. AVRUPA-DIŞI DÜNYA: BATI-KARŞITI İLK HAREKETLER1 Endüstri devrimi ile ortaya çıkan ekonomik refah, ulusal birliklerin güçlenmesi ve yeryüzünün hemen hemen tü­ münü kaplayan Avrupa emperyalizmi ile Avrupa devletle­ ri, dünyanın öteki ülkeleriyle karşılaştırılmayacak ölçüde zenginlik ve güce kavuşmuşlar, Asya ve Afrika’nın eski uy­ garlıkları üzerinde egemenliklerini kurmuşlardır. Bu ege­ menlik 18. ve 19. yüzyıllar boyunca sürmüştür. Ancak, 19. yüzyılın sonuna doğru başlayan ve 20. yüzyılda tam anla­ mıyla ortaya çıkan devrimci bir değişiklik, tarihin bu eğili­ mini durduracak ve yepyeni bir eğilim belirecektir. Bu eği­ lim, “Asya ile Afrika uluslarının uyanışı” dır. Asya ve Afrika insanının durumunda ve Batı ile ilişkilerindeki de­ 1

Bu bölüm yazılırken yararlanılan kaynaklar: F. H. Armaoğlu, Siyasi Tarih, SBF Yayını, Ankara, 19 7 4 ; Türkkaya Ataöv, Afrika Ulusal Kurtuluş Müca­

deleleri, SB F Yayını, Ankara, 19 7 7 ; Geoffrey Barraclough, An Introduction to Contemporary History, C. W atts and Co. Ltd., 1966; Raim ond Luraghi, Sömürgecilik Tarihi, E Yayınları, Ankara, 1 9 7 5 ; A. W . Palm er, A Dictionary o f M odem History, Londra, Penguin Reference Books, 1 9 6 5 ; Ja c k C. Plano ve R oy O lton, The International Relations Dictionary, O xford, Cloi Press Ltd., 1 9 8 2 ; David T hom son, E urope Since Napoleon, M iddlesex, Londra, Penguin, 1 9 6 6 ; A. H aluk Olman., Birinci Dünya Savaşı’na Giden Yol, SBF Yayını, Ankara, 1 9 7 2 ; İm m anuel W allerstein, Africa: The Politics o f Independence, New York, A Vintage Original, 19 6 1 ; D ick W ilso n , Asia Awakes, A Contrinent in Transition, M iddlesex, Penguin, 1970.

269

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

ğişiklik, yeni bir dönemin en belirgin göstergesidir. Aslında bu dönemin başlangıcı 19. yüzyılın ortalarına kadar geri gitmektedir. Asya ve Afrika milliyetçiliği, Avru­ pa’dakinden esinlenmişse de, kendine özgü kökleri de var­ dır. Kararlılık, cesaret ve çeşitli baskılara karşı direnebilme, kısaca Batı’ya karşı isyanın altında yatan köklü bireysel güdüler, Batı örneği değildiler. Ancak, başlangıçtaki irade ve cesaret yeterli olmadı ve Batı’ya karşı isyan, nesnel ko­ şullar değişmedikçe, yani Avrupa’nın askeri ve idari gücü zayıflamadıkça, başarılı olamadı. 20. yüzyıl tarihi ise, işte bu nesnel koşullardaki değişikliğin tarihi sayılabilir. Bu yüzyılda patlak veren iki dünya savaşı, sömürgeci devletle­ ri zayıflatarak, Asya ve Afrika ülkelerinin durumunda önemli bir gelişme yaratmıştır. 19. yüzyılın ortalarındaki dört olay, bazı önemli Asya uygarlıklarında geleneksel dü­ zenin sarsıldığını ortaya koyar. Çin’de 19. yüzyılın ortasın­ da ortaya çıkan Taiping ayaklanması, 1860’lara kadar top­ lumun üst katmanlarına yayılmış ve izlenmekte olan dışa kapanma politikasının artık yürüyemeyeceğini açıkça gös­ termiştir. Japonya’da, Çin’e göre daha ılımlı ama tepeden inme bir devrimle Tokugavva Şogunluğu ’nun katılığı kırıl­ mış ve bu devlet 1854’te, sınırlı bir biçimde de olsa Batı ti­ caretine açılmıştır. Hindistan’da 1858 yılında ortaya çıkan ayaklanma toplumun eski düzenini zayıflatmış, ayaklanma bastırılmışsa da eğitimin ve demiryollarının gelişmesi, Batı’ya karşı savaşımı güçlendirmiştir. Son olarak, Osmanlı devletinin, Fransa ve İngiltere’nin yardımıyla Rusya’yı yen­ diği Kırım Savaşı (1 8 54-1856), Osmanlı geleneksel kuram­ larını önceki yenilgilerden daha temel bir biçimde zayıflat­ mıştır. Devlet, savaştan doğan borçlar, Avrupalılarca yapı­ lan demiryollarının borçlan ve 1856 tarihli İslahat Ferma­ nı ile tüm Osmanlı uyruklarına verilen eşit özgürlüklerin yükünün ağırlığı altında ezilmiştir. 270

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

Böylece, büyük Asya uygarlıklarının hemen hemen tü­ münde, tepeden ya da alttan gelen ayaklanmalar, eski yol ve değerlerin gözden düşmesine yol açmış ve bu akım en­ düstrileşmiş Batı ile her temas ya da çatışmada hız kazan­ mıştır. 1. Çin’de Çözülme ve Parçalanma a. Afyon Savaşı

1839 ile 1911 yılları arasında Çin tarihi, büyük ve gururlu bir uygarlığın çözülmesinin öyküsüdür. Dışardan Batılı ül­ kelerin baskısı, içerden yıkıcı ayaklanmalar Çin’i yönet­ mekte olan Manchu hanedanlığım ve Çin siyasal elitini, 2000 yıldır Çin’i ayakta tutan öğreti ve kurumlara sıkı sıkı­ ya tutunmaya ve değişiklikleri reddetmeye itti. Daha önce gördüğümüz gibi, en az Çin kadar eski Türk uygarlığı da 17. yüzyılda Çin’dekine benzer bir hareketsizlik içine gir­ miş bulunuyordu. Ancak, Osmanlı devletinin bir bölü­ müyle Avrupalı olması yüzünden, içe kapamlamamış ve 18. ile 19. yüzyıllarda devlet Avrupa sistemi içine girmişti. Çin’de ise dışa kapalılık 19. yüzyıla kadar sürdürülebildi. Ama Çin öğretisi ve geleneksel kurumlan Batı’nın baskısı­ na daha fazla dayanamadı. Çin’in 19. yüzyılda yaşadığı acı veren dramatik bir sü­ reçti. Batı’ya gösterdiği tepkideki yavaşlık, hem hanedanlı­ ğı hem de Konfüçyüs’ün toplumsal ve entelektüel gelene­ ğini yıktı. Çin ile Batı arasındaki ilk çatışma Afyon Savaşı’ dır. Bu, daha sonra başına geleceklere bakılırsa, önemsiz sayılabilir. Ancak, iki farklı uygarlık arasındaki temel çatış­ mayı çok iyi simgelemektedir. Afyon Savaşı’nm temel ko­ nusu ticarettir. Çin geleneksel anlayışına göre, tüccarlar, maddi kazanç peşinde hiçbir şey üretmeyen sömürgen asa­ laklardı ve yabancılar da tümüyle barbar kişilerdi. Bu yüz­ 27'

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

den uzun süre Batı ticaretine kapalı bir biçimde yaşadı. Çin, bir tek Kanton limanını, o da sınırlı bir biçimde tica­ rete açmış ve bu pencerenin arkasında derin bir uykuya yatmıştı. Bu uykudan uyandırılması uzun sürmedi. İngilte­ re halkının ulusal içkisi olan çayın büyük bir bölümü Çin’den geliyordu. Çay ithalatını karşılamak için İngiliz tüccarları, Çin’e gizliden gizliye afyon sokuyorlardı. Ülke­ de afyon kullanma alışkanlığı yayılmaya başlayınca, hükü­ met afyon ticaretini yasaklayarak sıkı önlemler aldı. İngiliz yetkilileri, sorunun temelinde yatan afyon işini bir kenara bırakıp, onlara göre, “uygar” ilkelerin en yücesi olan tica­ ret serbestliği engellendiği için tepkide bulununca, 1839’da ilk çatışma çıktı. Bu, yüz yıl sürecek yenilgiler dizisinin başlangıcı oldu ve 1842 yılında Çin, Kanton dışında bazı limanları da Batı ticaretine açmak durumunda bırakıldı. b.

Taiping Ayaklanması

19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, yalnız Çin’in değil, he­ men hemen tüm Asya’nın Avrupa’ya karşı koruyucu duvar­ ları yıkıldı. Bu çözülmeye karşı ilk tepki Çin’deki 1850 Ta­ iping Ayaklanması’dır. Bu ayaklanma, düşünceleri Hıristi­ yan misyonerlerle temas sonucu biçimlenmiş önderlerin başını çektiği bir köylü isyanıdır. İşin aslına bakılırsa, Hıristiyan misyonerlerin sömürge ülkelerindeki etkinlikleri, emperyalizmin öteki öğeleri ka­ dar etkilidir. Misyonerlerin, Çin, Hindistan, Japonya ve Osmanlı devleti gibi ülkelere gitmelerinin nedenleri çok çeşitlidir. Her şeyden önce, Asya ve Afrika, Avrupalı tüc­ carlar tarafından açıldıktan sonra, misyonerler için yeni iş alanları ortaya çıkmış oldu. İkinci olarak, Avrupa’daki hızlı kentleşme yeni toplumsal sorunları da beraberinde getir­ mişti ve Hıristiyan öğreti bu sorunlara yanıt vermekte çok güçlük çekiyordu. Misyonerler, henüz endüstrileşmemiş 272

Birinci Dünya Savaşı’n aN asıl Gidildi?

ve dolayısıyla “bozulmamış” ruhları kurtarm alar yeni bir “misyon” buldular. Ayrıca, saf serüven duygusu da bazı misyonerleri bu “egzotik” ülkelere çekmiş olabilir. İşte, bu amaçlarla hareket eden Hıristiyan misyonerler, bir ellerin­ de İncil, öteki ellerinde Haç ve arkalarında sömürgeci dev­ letin silahlarıyla Asya ve Afrika insanının karşısına çıktılar ve onları “kurtarmaya” başladılar. Gördükleri, Asya ve Af­ rika insanının, toprağını olduğu kadar inancını savunmada da yetersiz olduğuydu. Böylece Hıristiyanlık yayılmaya başlarken, maddi kazançlardan başka amaçlar peşinde de koşan bu eski uygarlıklar, modern emperyalizmin darbe­ siyle sarsıldılar. Dinsel bir nitelik de kazanan bu köylü ayaklanması 14 yıl sürdü ve Çin’in yarısını etkiledi. Önderlerden Hung Hsiuchuan’m kurduğu yeni devletin adı bile dinseldi: “Bü­ yük Barışın Tanrısal Krallığı.” Zamanla hareket içindeki Hıristiyan öğe zayıfladı. Çünkü, Çin imparatorluk hükü­ metine karşı ayaklanmada Batı devletlerinin yardımcı ol­ mayacakları, hatta karşı çıkacakları açıkça anlaşıldı. İmpa­ ratorluk yetkilileri, ayaklanmayı bastırmak için Batı yapı­ mı silahlara ve dolayısıyla bu silahlarla yakın ilgisi olan Ba­ tılı diplomat, tüccar ve misyonerlere daha çok bağlandılar. Ayaklanma üstün Batı silahlarıyla bastırıldı. Taiping Ayaklanması’nm Çin açısından çok önemli sonuçları olmuştur. Bir kere, Çin’in yabancılarla ilişkisinin temeli değişti. Avrupalılar, artık “kendilerinden güçsüz barbar kişiler” değildi. 1839-1842 arası Afyon Savaşı’nm sonucunda açılmış bulunan Çin limanları Batıklarla dolup taşmaya başladı. İkinci olarak, Batılı tüccarlar, Çinlilerle ti­ cari anlaşmazlıklarında Batı’nm silah ve diplomatlarına da­ yanmaktaydılar. Çinliler ise, Konfüçyus felsefesine göre çok adaletsiz ve ahlaksız olan bu davranışa karşı etkili bir direnme gösteremediler. Atalarına büyük üstünlük sağla­ 273

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

yan düşünce ve kurumlan değiştiremediler. Asya’nın öteki ucundaki Osmanlı devletinde de belirli bir süre böyle ol­ mamış mıydı? Çin, Batı ile ilişkilerinde zayıf ve etkisiz kal­ dı. Üçüncü olarak, tarihin garip bir cilvesiyle, başka halkla­ rı da etkileyecek kadar güçlü bir uygarlık, Hıristiyanlık ve ticaretin “aydınlatıcılığmı” göstermek için gelen Avrupalı­ ya karşı bağımsızlığını yitirdi. 1860’ta Rusya Mançurya’yı, 1860-1865 arası Fransa Hindiçini’yi, 1882’de İngiltere Bir­ manya’yı eline geçirdi. Çin tarihinde ilginç ve ilk bakışta çelişkili gibi görü­ nen önemli nokta şudur: Batılı gelmeden önce, Çin’in gö­ reli olarak düzenli işleyen idari yapısı vardı. Güçlü bir im­ parator, dikkatle seçilmiş devlet memurları ve etkili bir yönetim sistemi egemendi. Dolayısıyla, Batı’mn etkisiyle bu sistem hemen yıkılmadı, ülkenin emek-yoğun ekono­ misi hemen makineleşme gereğini duymadı ve Çin, Ba~ tı’nın yeni teknolojisine kendini uydurma durumunda kal­ madı. Bunun sonucu, önce yavaş, ama sonra hızlı bir çöküş olmuştur. c.

“B o xer” Ayaklanması

Çin, 1894 yılında Japonya’ya karşı ağır bir yenilgi aldı ve bu yenilginin doğrudan sonucu olarak, Çin’in Batılı devlet­ lerce parçalanması, milliyetçi nitelikte bir hareketi başlattı. Çin, sömürgeci bir devlet haline gelen Japonya ile Çin’e bağlı bir krallık olan Kore yüzünden 1894 yılında savaşa tutuştu. Ağır bir yenilgiye uğrayan Çin, Şimonoseki Barışı ile Japonya’ya önemli ödünler vermişse de, bu devletin Uzakdoğu’da çok güçlenmesinden çekinen Avrupa devlet­ leri ve Rusya’nın araya girmesiyle, Çin bu ödünlerin çoğu­ nu geri almıştır. Batılı devletler, bu yardımlarının bedelini Çin’den ağır bir biçimde geri aldılar. Çin’den elde edilecek “ödünler 27U

Birinci Dünya Savaşı'naNasıl Gidildi?

mücadelesi”nde, Rusya, İngiltere ve Fransa, Çin’in ekono­ mik ve stratejik bakımlardan önemli bölgelerini işgal etti­ ler ve Çin’i parçaladılar. İşte, yabancıların ülkeyi parçala­ ması, Çin’de ulusçu nitelikte hareketlerin başlamasında çok etkili olmuştur. 1870 yılında gizli olarak kurulmuş bu­ lunan dinsel nitelikte “B o xer” Derneği (Çince’den “Uyum­ lu Yumruklar” olarak çevriliyor) M anchu hanedanlığı ile mücadele amacıyla faaliyette bulunuyordu. Ancak, Çin’in parçalanmasından sonra yabancı güçlerin Çin’deki etkin­ liklerine karşı mücadeleye başlamış ve 1900 yılına gelindi­ ğinde Saray’ın da hoşgörüsüne sahip olmuştu. Bu tarihte ayaklanan Uyumlu Yumruklar, Çin’deki yabancı temsilci­ liklere, misyonerlere ve yabancı devletlerce yaptırılmakta olan demiryollarına ve buradaki işçilere saldırdılar. Ama, Ingilizler, Ruslar, Fransızlar ve Amerikalılar Çin’e büyük bir ordu göndererek, ayaklanmayı acımasızca bastırdılar ve Çin’e bir zarar ödeneği yüklediler. Çin’in, son taksidi 1940 yılında bitecek olan bu parayı ödeme olanağı yoktu. Ancak bu, Avrupa’nın yaygın bir sömürü ve baskı taktiğiydi. Çin, bu borcu ödemek için Avrupa devletlerinden yine borç alacak ve Avrupa’nın daha çok etkisi altına girecekti. Böylece, Batı’ya karşı silahlı mücadele başarısızlıkla sonuçlandı. Bilinçsiz, dağınık bir direnme ve bağnazca sal­ dın, Avrupa’nın üstün silahlan ve örgütlenme yeteneği karşısında tutunamadı. Ayrıca, Çin’deki bu ulusçu hare­ kette, halk kitleleriyle aydınlar arasında bir kopukluk da vardı. Çin’de büyük toprak sahibi olmayıp, toprak ufak parçalara bölünmüştü. Bu yüzden, Çin köylüsünün çoğun­ luğu için yabancılarla işbirliği yapan büyük toprak sahiple­ rinden kurtulmak diye bir sorun yoktu. Böylece, Çin köy­ lüsü Boxer ve aydınların 2 0 . yüzyılın başında yabancılara karşı yürüttüğü ulusçu direnmeye katılmamış, sömürgeci devletlerin işi kolaylaşmıştır. 275

2. Japonya’da Açılma ve Güçlenme Japonya ortaçağdan beri dışa kapalı bir biçimde yaşamak­ taydı. Bir tek Nagasaki limanını Çinli ve HollandalIlara aç­ mıştı. Ülke, yarı feodal askeri bir sınıf, Tokugaw a Şogunluğu tarafından merkeziyetçi bir biçimde yönetiliyordu. Eğer ABD’nin ticari çıkarları gerektirmeseydi, belki de daha bir süre dış dünyaya kapalı ortaçağ yaşantısını sürdürecekti. San Francisco ile Shanghai arasındaki Amerikan ticareti, Ja ­ pon limanlarının kapalılığı dolayısıyla engellendiğinden, 1853 yılında Kom odor Perry dört savaş gemisiyle Japon su­ larına giderek, ülkenin ticarete açılmasını istedi ve düşün­ meleri için de bir yıl süre verdi. Gerçekten, 1854’te bu kez 10 gemiyle geri geldi. Japon yöneticiler bu baskıya dayana­ mayacaklarını anladıklarından, iki limanı daha ticarete aç­ tılar ve konsolos kabul etme yükümlülüğü altına girdiler. 1868’de ise Japonya’yı bin yıldır yönetmekte olan Şogunluk yıkıldı ve İmparator Meiji, yönetimi tümüyle ele geçire­ rek, askeri aristokrasinin etkinliğine son verdi. Bundan sonra Japonlar şaşırtıcı bir enerji ve akılla, kültürlerini ve örgütlerini Avrupa devletlerinin düzeyine çıkarmak için yoğun bir çalışmaya girdiler, insanoğlunun tarihinde Japonya kadar hızla bu işi gerçekleştiren bir baş­ ka devlet bulunamaz. Japonya 1868 yılında katı bir feoda­ lizmin ilginç bir karikatürü, bir ortaçağ ülkesiyken, 30 yıl gibi devlet hayatında son derece kısa olan bir süre içinde, tümüyle Batılılaşmış, en ileri Avrupa devletlerinin düzeyi­ ne çıkmış, Rusya’yı ise aşmıştı. Bu büyük hamlenin nedenleri, burada incelenemeyecek kadar çok ve karmaşıktır. Ancak, çok genel olarak, Ja ­ pon ulusal karakterinin uyumu da içermesi, bu “mucize­ nin” temeli olsa gerek. İkinci olarak, Çin’in aksine, köklü bir siyasal yapı ve kültüre sahip değildiler. Perry gelene ka276

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

dar basit, feodal ve yalnızcı bir yaşam sürdürüyorlardı. Do­ layısıyla, yine Çin’in aksine, modernleşmeyle yitirecekleri bir şey yoktu. Bu bakımdan, Kuzey Amerika’ya göç eden­ lerle Japonlar arasında bir benzerlik bulmak mümkündür. Her iki toplum da geleneksel toplumlarm ağır yüklerine, düşük üretkenliğine sahip değildi. Eski tipte üretimde bu­ lunan ve yeni teknolojiyle verimliliği düşen fabrikaları ye­ nileştirmek zahmeti yerine, en yeni teknolojiyi hemen yer­ leştirme olanağı, ABD’ye olduğu kadar Japonya’ya da bü­ yük bir avantaj sağladı. İki ülke arasındaki en önemli fark, Japonya’nın doğal kaynaklar bakımından çok yoksul olma­ sıydı. Bu eksikliğini Yakm Asya topraklarından giderme uğraşı ise, bu devleti saldırgan bir dış politikaya ve sömür­ gecilik faaliyetlerine itecektir. Japonya bugün, ihtiyacı olan hammaddeleri, uluslararası ticaretten sağlamaktadır. Üçün­ cü olarak, Japonya’nın askeri yöneticileri, Çin’in “filozof” monarklarma ve yönetici elitine göre, Batı’nın askeri gücü­ nü daha iyi anlamış ve gelişmiş ekonomilerini gelişmiş bir askeri güçle desteklemeyi becermişlerdir. Japonlar hızla Avrupalılaşırken, sanki üç yüz yıldır Avrupa diplomasisi içindelermiş gibi, karmaşık, diploma­ tik ilişki ve bağlantıları da iyi anladılar. Anladıkları en önemli gerçek, ülkelerine yakm bölgelerdeki güç boşlukla­ rıydı. Bu boşluklardan en önemlisi olan Çin’i, kendilerinin doldurmaması halinde, bölgede güçlü duruma geçecek olan devlet Rusya dolduracaktı. Nitekim Rusya’nın Çin yö­ nünde sarkacağı konusunda göstergeler de vardı. Bu devlet 1879 Alman-Avusturya Antlaşması ile Balkanlar’da sınır­ landırılmıştı. Trans-Sibirya demiryolunun yapımını hızlan­ dırmış, Fransa ile anlaşma yapmış ve Mançurya’yı eline ge­ çirmişti. Batı’da etkinlik umudu azaldığından, şimdi Doğu’ da genişlemeye çalışacağı besbelliydi. Bu durumda yapıla­ cak ilk iş, son derece stratejik bir yarımada olan Kore’yi ele 277

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

geçirip, Rusya’nın genişleme yönünü kısıtlamaktı. Daha önce görüldüğü gibi, 1894’te Çin ile savaşarak Kore’yi ele geçirdi ve sonra 1904-1905 savaşında Rusya’yı yendi. Ja ­ ponya’yı Asya’da sömürgeciliğe iten, ekonomik nedenlerin yanında bu stratejik düşüncelerdir. 3. Hindistan’da Ulusal Kongre’nin Kurulması Kırım Savaşı’nda Rusya’ya karşı Osmanlı devletinin zaferi haberi, Hindistan’da İngiltere’ye hizmet etmekte olan Hint­ li askerler arasında hızla yayıldı. 1857 yılında yabancı yö­ neticilere karşı büyük bir ayaklanma çıktı. Bir ara Ingiliz ler’i denize dökmeleri işten bile değildi, ama İngiltere Ada’ dan getirdiği yeni birliklerle ayaklanmayı bastırdı. Bu başa­ rısızlığın önemli bir nedeni, ayaklananların açık siyasal amaçlarının olmaması, dağınık ve örgütsüz biçimde sava­ şım vermeleriydi. Ayaklanma, tıpkı Çin’deki gibi, çaresiz­ lik ve kızgınlıkla yapılan olumsuz bir patlamaydı. İkinci olarak, Hindistan’da ulusal bilinç tam anlamıyla gerçekleş­ mediğinden, ayaklananlar Hint halkını arkalarından sürükleyemediler. Hint isyanının ikinci aşaması, 1885 yılında Hint Ulu­ sal Kongresi’nin kurulması oldu. Bu kongre’nin yaygın ça­ lışmaları sonucu, Hindistan’da ulusal bilinç yerleşmeye başladı Yeni mücadelede Hint bağımsızlık önderlerinin Hint halkının desteğini almaları kolay oldu. Bunun nedeni, Çin’dekinin aksine, Hindistan’da toprakların büyük parça­ lara bölünmüş olmasıdır. Hint köylüsü için İngiltere’den kurtulmak, onunla işbirliği yapan büyük toprak sahiplerin­ den de kurtulmak demekti. 1885’te, emekliye ayrılmış bir İngiliz memurunun girişimiyle Kalküta’da Hint Ulusal Kongresi ilk toplantısını yaptı. Bu kongrenin başlangıçtaki amacı, Hint halkının gerçek eğilimlerini yöneticilere aktar­ 278

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

maktı. Ancak Kongre, önerdiği reformların gerçekleşmedi­ ğini görünce hemen siyasal mücadeleye atıldı. Aydınlar, 1906’da durumdan hoşnut olmayan halk kitleleriyle birleşerek, Hindistan için özerklik istediler. Bu mücadelenin zayıf yönü, Hindistan’da yaşayan Müslümanların Kongre’ye katılmakta isteksiz davranmala­ rıdır. Doğal olarak, İngiliz yöneticileri bu eğilimi sonuna kadar kullanacaklardır. İngilizler, ülkeyi parçalamak ve bölge halkım birbirine düşürmekle, Hindistan’ı daha uzun bir süre boyunduruk altında tutabileceklerini düşünüyor­ lardı. İngiltere’nin bu politikası belirli bir süre başarılı ola­ caksa da, özellikle iki dünya savaşından sonra böyle kur­ nazca manevraların çağı geçecek ve Batıkarşıtı hareketlerin çoğu başarı kazanacaktır. 4. Mısır’da Arabi Paşa Ayaklanması İlerde inceleneceği gibi, 19. yüzyılda Osmanlı devleti için­ de hemen hemen özerk bir duruma sahip olan Mısır, 1860’ları izleyerek gelişmeye başlamış ve içinde bulundu­ ğu imparatorluktan bile varsıl duruma gelmişti. Yönetim ve adalet sistemi yenileştirilmiş, 1869’da Süveyş Kanalı açılmış, Kızıldeniz’de deniz ticareti gelişmiş, demiryolları yapılmaya başlanmış ve pamuk dışsatımı artmıştı. Kısaca, Mısır, Osmanlı devletinden daha çok, dünya ekonomisi içine girmiş bulunuyordu. Mısır’da bu gelişmenin sonucu olarak kabul edilebile­ cek olan Batı-karşıtı ulusçu hareket, 1882 yılında Arabi Paşa’mn yükselişiyle başlamış sayılabilir. 1869 yılında Süveyş Kanalı’nm açılıp, Kanal Şirketi’nin kurulmasıyla, sömürge­ ci devletlerin bu stratejik ülkedeki etkinlikleri yoğunlaştı. Mısır, savaşa bile gerek duyulmadan, yarı sömürge haline gelme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Dış güçlere karşı mü­ 279

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

cadele etmekte olan Ulusal Liberal Parti bu sömürgeleşme­ ye karşı çıktı. Mısır Hidivi İsmail Paşa’nm moderleşme yö­ nündeki etkinliklerinden hoşlanmayan İngiltere ve Fran­ sa’nın baskısıyla, Osmanlı Sultanı II. Abdülhamit, İsmail Paşa’yı görevinden aldı ve yerine bu devletlerin işine gelen Tevfik Paşa’yı getirdi. Bu durum, Arap ulusçularının, Ulu­ sal Liberal Parti’nin önde gelenlerinden Arabi Paşa’nm ön­ derliğinde ayaklanmaları sonucunu doğurmuştur. Birbirinden farklı dört etken, Arabi Paşa’nm çevresin­ de toplanmıştı: (i) Batı örneği anayasa ve bunun yol açaca­ ğına inandıkları canlanmayı bekleyen küçük liberal re­ formcular; (ii) Hıristiyanlığın yayılmasından ve yönetici sınıfın dini ihmalciliğinden tedirgin olan tutucu Müslümanlar; (iii) Ülkeden yabancıları atmak bahanesiyle eski ekonomik ayrıcalıklarını korumak için mücadele eden hoş­ nutsuz toprak sahipleri; (iv) Batılı güçler tarafından uygu­ lanan ve askerlik örgütünü asker sayısını azaltarak yeniden düzenleme politikası altında ezilen albaylar. Aynı amaçta birleşmiş gibi görünseler de, bu birbirinden çıkarları te­ melde çok farklı olan grupların varlığı, Mısır politikasını Nasır dönemine kadar sürekli etkileyecektir. Milliyetçileri susturmak için, arkasında böylesine bir destek olan Arabi Paşa bir ara savunma müsteşarlığına ve sonra bakanlığına kadar yükseltilmişse de, özellikle İsken­ deriye kentindeki gerginlik, aşırıları yabancılara karşı gös­ teriler yapmaya itmiş ve bu olay İngilizlerce Mısır’ı işgal için bir bahane olarak kullanılmıştır. Arabi Paşa’nm geniş desteğine karşı, böyle bir ayaklanmayı, Ingilizler bile dü­ zenlemiş olabilir. Gerçekten, bu ayaklanmadan hemen sonra İskenderiye topa tutuldu ve 1882 yılında Mısır’ın tü­ mü Ingiliz birlikleri tarafından işgal edildi. Bu tarihten sonra Mısır da, Çin gibi, biçimsel bir özerklik içinde yaşadı. Ancak, Çin’den daha ileri bir sö­ 280

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

mürge oldu. Bu yarı sömürge rejimi, daha çok Akde­ niz’deki Ingiliz-Fransız rekabeti yüzünden tam sömürge rejimine dönüştürülememiştir. İngiltere bu rejimi 1914 yı­ lma kadar sürdürmüş ve Osmanlı devleti I. Dünya Savaşı’na İngiltere karşısında girince, İngiltere Mısır’ı koruyu­ culuğu altına almıştır. Hiçbir zaman tam bir sömürge haline gelmemiş bile olsa, Osmanlı devleti üzerindeki açıklamalarda görüleceği gibi, bu devletin 1878 tarihli Berlin Kongresi’nde hızlanan parçalanma süreci ve bu süreçte Avrupa devletlerinin bü­ yük payı, “Jö n Türklor”i yurtsever bir faaliyet içine itmiş ve bu faaliyet, çeşitli aşamalardan geçtikten sonra, 1908 yı­ lında 2. Meşrutiyet hareketiyle başarıya ulaşmıştır. Jö n Türkler ve daha sonra İttihat ve Terakki Partisi’nin faali­ yetlerini, temelde Batı üstünlüğüne karşı ulusalcı hareket­ ler olarak görmek, yanlış bir değerlendirme olmayacaktır. Zaten, Mustafa Kemal, böyle bir temel üzerinde, ilk Batıkarşıtı ve başarılı ulusal kurtuluş savaşım verecektir. 5. Genel Değerlendirme Gördüğümüz dört ulusalcı nitelikte hareketin, Çin, Hin­ distan, Mısır ve Osmanlı devletinde çıkması, tarihsel bir rastlantı sayılmamalıdır. Bir kere, bu dört ülkenin de uzun bir geçmişi, köklü uygarlığı vardı. Hareketlerinde kendile­ rine yol gösterecek olan tarihleri, çok sayıda önemli örnek olayla doluydu ve geçmiş başarılar gelecek başarılar için umut kaynağı oluşturmaktaydı. Bundan başka, bu dört ül­ kede de Batı müdahalesi, ister köklü ister yüzeysel olsun, eski düzeni sarsmıştı. Avrupa ticaretine açılan kapılardan içeri süzülen Fransız Devrimi’nin liberalizm ve ulusalcılık gibi akımları, yavaş yavaş ülke aydınlarını etkilemeye baş­ lamıştı. 19. yüzyılın sonlarına doğru, bu dört ülkenin dı­ 281

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

şındaki sömürge bölgelerinde toplumsal ve ekonomik ko­ şullar henüz ulusalcı hareketlerin ortaya çıkmasını sağlaya­ cak olgunluğa ulaşmamıştı. Şimdi, bu dört ülkede, ortak yönleri giderek ağır basan devrimci bir hareket doğmuştu ve bu hareket Batı ile her temasa geçişte artıyordu. Avrupa devletleri, bu ülkeleri re­ kabet ekonomisi ve yabancı hükümet biçimleriyle temasa geçirdiklerinde, Asya ve Afrika toplumlarının istikrarına dayanan toplumsal dengeyi de bozuyorlardı. Toplumsal değişiklik ise, şu ya da bu biçimde, Avrupa üstünlüğüne karşı bir hareket yaratıyordu. 19. yüzyıl ortalarında ortaya çıkan bu milliyetçi hare­ ketlerin başarısız olmasının tek nedeni, doğal olarak, Avru­ pa’nın silah üstünlüğü değildir. Bunda iç zayıflık da önemli bir rol oynadı. Çin’de, Hindistan’da ve genel olarak Orta­ doğu’da yöneticiler ve ayaklananların bir bölümü yönettik­ leri bölgenin çoğunluğu için tam bir yabancıydılar. Dolayı­ sıyla, bu ülkelerin rejimleri, Batı’ya karşı kitle direnmesini bir türlü gerçekleştiremediler. Japonya’daki başarının bir nedeni de tek uluslu bir ülke olmasında yatar. 6. Afrika Parçalanıyor Burada incelenecek olan Afrika, daha çok Akdeniz olarak kabul edilebilecek olan Kuzey Afrika ülkeleri ile Güney Af­ rika Birliği arasında kalan, yani Büyük Sahra’nın güneyin­ deki “Kara Afrika”dır. 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Afrika’nın ancak kıyı bölgeleri biliniyor, içerleri ise tam bir “gizemli ülke” niteliğini sürdürüyordu Kıyı istasyonlarında Avrupalılarca, yerliler tarafından Afrika’nın içlerinden getirilen değerli “maddelerin” ticareti yapılıyordu. Bu ilk yerleşim bölgele­ rinin bugün bile kullanılan adları, ticaretin konularını çok 282

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

iyi açıklamaktadır: Altın Sahili, Fildişi Sahili, Köle Sahih gibi. Kıtanın içlerinden, bilekleri zincirli tutsaklar getirili­ yor, Nil ve Kongo gibi büyük akarsuların bilinmeyen kay­ nakları ve ilginç hayvan türleri, ancak romantik düşünce ve öykü konuları olabiliyordu. Afrika’nın tarım ve hayvan­ cılıkla geçinen kara derili insanlarının yazılı dilleri ve sağ­ lam siyasal örgütleri olmamakla birlikte, Avrupalıya ilginç gelen sanat biçimleri vardı. 19. yüzyılın ortalarında, renga­ renk kalkan ve tahta heykelcikler, Avrupa metropollerinin entografya müzelerinde Avrupa insanının Afrika ile ilk ta­ nışmasını simgeliyordu. Afrika’yı Avrupa’ya, misyonerler, kâşifler ve serüvenci­ ler açtılar. 1841 yılında Livingstone, Iskoçyalı bir tıp mis­ yoneri olarak Afrika’nın içlerine girdi. Bu misyonerin her­ hangi bir siyasal ya da ekonomik amacı yoktu. Uzun bir süre kendinden haber alınamadı. Sonradan anlaşıldığına göre, Nil’in kaynağı olan Victoria gölünü bulmuş, Afri­ ka’nın içlerini kendi evi bilmiş, yerli halkla çok iyi ilişkiler kurmuştu. Tek istediği yeni ve mutlu olduğu dünyasında yalnız bırakılmaktı. Ama, endüstri devriminin yayılmacı güçleri kendisini rahat bırakmadılar. Kaybolduğu ya da öl­ düğü söylentileri yayılmaya başlayınca, tirajını artırmak amacıyla New York Herald gazetesi, Galli gazeteci Stanley ’i Livingstone’u bulmaya gönderdi. Uzun aramalardan sonra bu amaca ulaşıldı ama kısa bir süre içinde gizemli misyo­ ner ölecekti. Livingstone öldüğü zaman yıl 1873’tü. Stanley, Livingstone ’un aksine, yeni bir dönemin, en­ düstri devriminin ikinci aşamasının adamıydı. Afrika’nın büyük ve Avrupa için kullanılacak olanaklarını gördü; bü­ yük girişimlere destek olabilecek zengin birini aradı. Bul­ duğu, zengin ve onun görüşlerini olduğu gibi paylaşan Belçika Kralı II. Leopold’dur. Bu ikisi 1878 yılında Brük­ sel’de birkaç bankacıyla, özel bir kuruluş olan “Uluslarara­ 283

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

sı Kongo Birliği”ni kurdular. Afrika, giderek, hükümeti ol­ mayan, kimsenin hak iddiasında bulunmadığı, boş ve ilk. gelenin eline geçirebileceği bir bölge olarak görülmeye baş­ landı. Stanley, 1882 yılında Afrika’ya daha da hazırlıklı ola­ rak geri döndü ve 500 kadar kabile reisiyle “anlaşmalar” yaptı. Bunlar, birkaç incik boncuk ve kumaş karşılığında önlerine uzatılan ve ne anlama geldiği pek belli olmayan kâğıt parçalarına kaba işaretler koydular. Kuruluşun mavisarı bayrağını da, yine ne anlama geldiğini anlamadan elle­ rinde sallamaya başladılar. Kara Afrika’nın içinde sınırlar kesin bir biçimde belirlenemediği için, bu “anlaşmalarla”, Kongo kuruluşunun ne kadar toprak elde ettiğini tam ola­ rak kimse bilemiyordu. Bu arada, Alman kâşifi Kari Peters, Zanzibar’dan başlayarak, Doğu Afrika’da benzer kâğıtlar imzalatıyor, Fransız Brazza batı kıyısından itibaren Kongo akarsuyu boyunca Fransız bayrağı dağıtıyor, Portekiz ise Angola ve Mozambik’e aynı yöntemlerle yerleşmiş, bunları birbirine bağlamaya çalışıyordu. Afrika, çok kısa bir süre içinde tam bir “panayır” yerini andırmaya başlamıştı. 1885 tarihli Berlin Kongresi ile Uluslararası Kongo Kuruluşu, “Kongo Özgür Devleti” biçimine dönüştürüldü. Bu, hiçbir devlete bağlı kalmayacak ve hükümet görevini II. Leopold yapacaktı. Leopold, Kongo’da kendi bildiği gibi bir yönetim kurdu, insani hiçbir yönü olmayan kurallar ge­ tirdi. Kauçuk plantasyonlarında kara derililer, insan gücü­ nün ötesinde çalıştırılıyor, lastik üretiminde Avrupa’nın te­ mel gereksinimlerinden biri haline gelmiş olan kauçuk ağaçları, kısa vadeli kâr için acımasızca sökülüyor, çalış­ mak istemeyen yerliler, tam bir soykırım anlayışıyla öldü­ rülüyordu. Elde edilen kâr, Kral Leopold’un Brüksel’de iyi yaşaması için belki yeterli olabilirdi, ama şirketin sürdürül­ mesi için uzun vadede değil. Ödenmediği takdirde Kongo topraklarının Belçika’ya geçmesi taahhüdü karşılığında al­ 284

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

dığı borcu da zamanında ödeyemeyince, 1908 yılında bu ülke “Belçika Kongosu” oldu. Afrika’da Avrupalılar için en önemli sorun işgücüydü. Afrika insanı, para ve toplumsal statü gibi Avrupa değerle­ rine önem vermediği için Batılı işçiler gibi çalışmıyordu. Kendi toplumunda, sürekli çalışan kadın olduğu için, za­ ten “çalışkan” sayılamazdı. Avrupalılar, önce zorla çalıştır­ ma yöntemine başvurdular. Bu etkili olmayınca, kabile şef­ lerini çeşitli dalaverelerle elde edip, onların otoritesini kullanarak adam kiralamaya başladılar. Ancak, en etkili yöntem, kara derili insanın yaşadığı toprak ya da kulübesi­ ne, parayla ödenmesi gereken vergi koymak oldu. Yaşamı­ nın belki de tek varlığı olan kulübesinde kalabilmek için, zorunlu çalışmaya başladılar. Bazı yerlerde ise, hükümet otoritesi tam olarak kurulduktan sonra, topraklar özel mülkiyete açıldı ve bu topraklar üzerinde yaşayanlar, tıpkı Kuzey Amerika’da Kızılderililere yapıldığı gibi, “rezervas­ yon” bölgelerine sevk edildiler. Tüm bu faaliyetlerin Afrika insanı için çok kötü so­ nuçları oldu. Her şeyden önce, zorla yerinden etme uygu­ lamasıyla, Afrika’da aile bağları koparıldı. Zorla çalıştırma yöntemiyle, Afrika insanı yaptığı işe yabancılaştı. Böylece, geleneksel kabile ve köy toplumu yıkılmış oldu ama yerine de hiçbir şey konmadı. En önemlisi, köle ticareti Afrika’da uluslaşmayı olanaksız kıldı. Kabilesinin ötesinde bir siya­ set anlayışına sahip olmayan Afrika toplumlarmm uluslaş­ maları, Avrupalılarm bu radikal müdahalesi olmasa bile, pek de kolay olmayacaktı zaten. Ancak köle ticareti, bunu Afrika’nın büyük bir bölümünde olanaksızlaştırdı. Endüst­ rileşme Avrupa’da ulus-devleti güçlendirirken, bunun Afri­ ka’daki uzantısı tam ters sonuç verdi. Çünkü, endüstrileş­ miş devletlerin ihtiyaç duyduğu köle uğruna, Afrika’nın kabileleri karşı karşıya getirildi. Köle peşinde koşan bazı 285

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

kabile şefleri, komşu kabilelere saldırdılar ve zorla köle alıp Avrupalılara verdiler. Afrika yöneticileri kendi toplumlarma yabancılaştılar. Sonuç olarak, uluslaşma süreci tıkandı ve büyük merkezi devletler kurulamadı. 20. yüzyıl­ da bu durum değişmeye başladı. Avrupa yönetimlerinin de etkisiyle, Afrika ülkelerinde Batı’dakine benzer yönetici bir sınıf doğdu. Kabile reisleri, bunların çocukları ve bazı hü­ kümet memurları, Batı’nın üniversitelerinde okuyarak ulusçu fikirlerle yetiştiler. Ulusçuluk akımı 20. yüzyıl bo­ yunca giderek gelişti. Ancak, Afrika ülkelerinin bağımsız­ lıklarını kazanmaları için II. Dünya Savaşı sonrasını ve özellikle 1960’ları beklemek gerekecektir. 7. Latin Amerika’ya Erken Gelen Bağımsızlık 1789 Büyük Fransız Devrimi’nin ilkeleri, köhnemiş Ispan­ ya İmparatorluğu’nda bomba etkisi yaptı ve geniş ama za­ yıf imparatorluk temellerinden çatırdamaya başladı. Ayrı­ ca, Güney Amerika’daki bağımsızlık önderleri, Kuzey Amerika kolonilerinin Ingiliz boyunduruğundan kurtul­ duklarını görmüşlerdi. Karakaslı Simorı Bolivar ve Arjan­ tinli San Martin, Fransız Devrimi düşünürlerinin ve Kuzey Amerika demokratlarının düşüncelerini de öğrenmişlerdi. Yine, Karakaslı Miranda, George Washington’un orduların­ da savaşmış ve daha sonra Avrupa’ya giderek Fransız dev­ rim ordularında çarpışmıştı. 1808 yılında bu adamların bekledikleri fırsat ellerine geçti. Bunların önderliğinde, İspanyol ve Portekiz genel va­ lilerinin insafsız baskı ve sömürülerinden usanan Latin Amerika insanı, Napolyon Bonapart’m devrim ordularının Ispanya’ya girmesinden ve var olma mücadelesine girişen İspanyol tahtının askeri denetiminin gevşemesinden yarar­ lanarak ayaklandı. Böylece, 1824 yılma gelindiğinde, Batı 286

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

Hint Adalarmdakiler dışarda kalmak üzere, tüm Orta ve Güney Amerika ülkeleri bağımsızlıklarım kazanmış oldu­ lar. Bu erken bağımsızlığın nedenleri yalnız milliyetçi ön­ derlerin çabaları ve Kuzey Amerika örneğinin coğrafi ya­ kınlığı değildir. İspanyol sömürge yönetiminin bozukluğu ve feodal dönemden kalma baskı yöntemleri de etkili ol­ muştur. İkinci olarak, dönemin en güçlü iki devleti olan ABD ile İngiltere de, bu bağımsızlığın gerçekleşmesi için yardımcı olmuşlardı^' İngiltere, bağımsız olacak Latin Amerika ülkeleriyle yapacağı ticaretle buraları etkisi altma alacağım tahmin ediyor, ABD ise, aynı ticari amaçların ya­ nında, siyasal avantajlar da bekliyordu. Amerikan bağım­ sızlık önderleri ve bu arada George Washington, ABD’nin Avrupa’nın karışık diplomatik oyunlarının içine girmeme ve Avrupa’yı da Amerikalılara müdahale ettirmeme vasiye­ tinde bulunmuşlardı. ABD’nin bütünlüğünü koruyabilmesi ve gelişebilmesi için, Avrupa’nın Amerika’dan, Ameri­ ka’nın da Avrupa’dan uzak kalması gerekiyordu. Güney Amerika’da Avrupa devletlerinin varlığı, bu nedenlerle, son bulmalıydı. Güney Amerika ülkeleri, bağımsızlıklarını kazandık­ tan kısa bir süre sonra İngiltere’nin ve daha sonra ABD’nin ekonomik üstünlüğü ve siyasal etkisi altma girmişlerdir. ABD’nin üstünlüğünü sağlayan, Monroe Doktrini’dir. ABD Başkanı James Monroe, 1823 yılında Amerikan Kongresi’ne sunduğu mesajında, ABD’nin Avrupa devletlerinin iş­ lerine karışmak niyetinde olmadığım söylemiş ve eğer ABD ile dostça ilişkiler kurulmak isteniyorsa, Avrupa dev­ letlerinin de Amerika kıtasına müdahaleden kaçınmaları gerektiğini belirtmişti. Monroe’ya göre, Avrupa devletleri, Güney Amerika’daki ülkelerin içişlerine karışmaya kalkış­ tıkları taktirde, karşılarında ABD’yi bulacaklardı. Böylece ABD, Latin Amerika ülkelerini Avrupa müdahalesinden 287

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

kurtardıktan sonra, Monroe Doktrini’nin verdiği rahatlık ve güvenle, bu bölgeyi ekonomik ve siyasal tekeli altına alacaktır. 19. yüzyılın ortalarından, daha önce değinilen 1898 ABD İspanya Savaşı’na kadar, herhalde Monroe Doktri­ ni’den çekindiklerinden olacak, Avrupa devletleri Güney Amerika ile ilgilenmediler ve bu bölge bir bakıma unutul­ du. Yalnız, 1860’larda İmparator M aximillian’m Meksika İmparatoru olması ile Latin Amerika tekrar gündeme geldi. Meksika’da Kilise ve toprak sahiplerinin desteklediği Miram on adlı biri, hükümeti ele geçirmiş ve bu arada Avrupa devletlerinden büyük miktarda kredi almıştı. Rejimi, borç­ larını ödemeden çöktü ve yerine geçen liberal Ju a re z borç­ ları reddedince, Monroe Doktrini’ni resmen kabul etmemiş bulunan İngiltere, Fransa ve Ispanya, Meksika’ya birleşik bir ordu gönderdiler. Ingilizler, daha önce Çin’de yaptıkla­ rı gibi, devletin gelirlerine el koyarak borcun ödenmesini sağlamaya çalıştılar. Aynı yöntem, ilerde görüleceği gibi Osmanlı devletinde de uygulanacaktır. Ancak, Fransız İm­ paratoru III. Napolyon’un daha ihtiraslı amaçları vardı. Or­ dularının desteğinde, bir Avusturya soylusu olan Maximillian’ı Meksika İmparatoru yaparak, ülkeyi bir Fransız uydusu haline getirmek istedi. Bunun üzerine İngiltere ile İspanya, ordularım çektiler. Napolyon, bu arada bir iç sa­ vaş içinde bulunan ABD’nin çökeceğini ve böylece Meksi­ ka’da etkisini rahatlıkla sürdüreceğini de tahmin ediyordu Ancak, 1865’te ABD bütünlüğünü koruyup, Fransa da or­ du desteğini çekince 1867’de Mcocimillian düşürülerek idam edildi. Juarez ve Meksika liberalleri tekrar iktidara geldiler. Ancak, çok kısa bir süre sonra Meksika Porjirio Diaz’m diktası (1876-1911) altına girecektir. Bu arada Brezilya, hemen hemen yarım yüzyıl İmpara­ tor II. Pedro’nun yönetiminde kaldı ve 1889 yılında cum288

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

huriyet rejimi kuruldu. Arjantin ise, ekonomik bakımdan sürekli kalkman ve siyasal bakımdan istikrarlı tek Latin Amerika ülkesi oldu. Bunun en önemli nedeni, endüstri­ leşmiş Avrupa’ya sattığı, başta et ve buğdaydır. Geriye ka­ lan 19 Latin Amerika ülkesinin ekonomileri ise ABD ve Avrupa’ya satılan bir ya da iki ürüne bağlı kaldı.

G. OSMANLI DEVLETİ’NİN PARÇALANMASI Osmanlı devletinin parçalanma sürecinin, “I. Dünya Savaşı’na Nasıl Girildi?” ana başlığı altında incelenmesi, ger­ çekten uygundur. Çünkü, şimdi görüleceği gibi, I. Dünya Savaşı’nm belki de en önemli konusu ya da bu savaşta pay­ laşılmaya çalışılan kalıt, genellikle Osmanlı topraklarıdır. Savaş sonunda en kapsamlı barış antlaşmasının Osmanlı hükümetiyle yapılmasının nedeni de budur. Bu bakımdan, 19. yüzyılda Osmanlı devletinin parçalanma süreci ve 20. yüzyıla girildiğinde bu sürecin hızlanması, I. Dünya Savaşı’nın nasıl çıktığını en iyi anlatan olgudur. 1. Osmanlı Devleti’nin 19. Yüzyıldaki Genel Görüntüsü 19. yüzyıla girildiğinde, Osmanlı devleti Avrupa devletleri görünümünde değildir. Yönetici sınıf Türkler ve başat din İslamiyet olan ülke, çeşitli ırksal ve dinsel bölüntülere ay­ rılmıştı. Müslüman olanlar orduda görev yapmakta, “rea­ ya” olarak bilinen Müslüman olmayanlar ise vergi vermek­ teydiler. Aynı dinden olanlar, imparatorluğun sınırlarında, kendi yasaları, mahkemeleri ve gelenekleriyle yan yana ya­ şamaktaydılar. Din görevlileri, kendi dindaşlarıyla ilgili so­ runlarda hükümete ayrı ayrı sorumluydular. Batı Avrupalı­ 289

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

lar ise özel haklara sahiptiler. Katolikler dinsel bakımdan Papa’ya, siyasal destek bakımından Fransa’ya, Ortodokslar ise, dinsel bakımdan Ortodoks Kilisesi’ne, siyasal destek için de Rusya’ya bakıyorlardı. Batılı tüccarlar, çıkış noktası 16. yüzyıla inen “kapitülasyon” anlaşmalarıyla sağlanan haklardan yararlanmaktaydılar. Bu anlaşmalarla, Osmanlı hükümeti ithal edilen mallara % 8’den fazla gümrük vergisi koyamıyor, ayrıca Avrupalı tüccarlar iç vergilerin de ço­ ğundan bağışık bulunuyorlardı. İster medeni olsun ister cezai, iki Avrupalıyı ilgilendiren davalarda Avrupa yasaları uygulanıyor ve konsolos hazır bulunuyordu. Bir Avrupalı ile Osmanlı yurttaşı arasındaki davaya Osmanlı yargı ma­ kamları bakmakla birlikte, mahkemeyi Avrupalı bir göz­ lemci de izlemekteydi. Kısaca, Osmanlı devleti, ulusçuluk ve ulusal birlik gibi iki önemli Avrupa düşüncesinden, tüm yurttaşlar için tek bir yasadan, laik devlet anlayışından yoksun bulunuyordu. Din, devlet işlerinden ayrılmamıştı. Bundan önceki bölüm­ lerde incelediğimiz güçlü Avrupa devletlerinin karşısında, böylesine bir imparatorluğun bütünlüğünü koruma çabala­ rının uzun vadede başarılı olmayacağı açıktı. Osmanlı dev­ leti böyle bir görüntüdeyken, Fransız Devrimi’nin ilkeleri, Napolyon istilalarının ortaya çıkardığı siyasal istikrarsızlık ve Avrupa siyasal haritasının sürekli olarak uğradığı deği­ şiklikler, Batı ve Orta Avrupa’da olduğu gibi, Doğu Avru­ pa’da da önemli gelişmelere yol açmıştı. Bu gelişmeler için­ de en önemlisi, ulusçuluk ilkesinin kazandığı başarılardı. İşte 19. yüyılda bu güç, Güneydoğu Avrupa’nın egemeni olan Osmanlı devletinin kapılarını zorlamaya başladı.

.

2. Osmanlı Devletinin Parçalanma Nedenleri t

Osmanlı devletinin parçalanma nedenleri çok ve karmaşık­ 290

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

tır. Ayrıntılarıyla ele alınması konu dışında kalmaktaysa da kısaca şu nedenler üzerinde durulabilir: Bir kere, Osmanlı devleti, Avrupa’ya Rönesans ve Re(ormasyon dönemlerini izleyen Aydınlanma Çağı’nm yeni teknolojik buluşları ve bunun sonucunda ortaya çıkan en­ düstri devriminden uzak kalmıştır. Avrupa’da Fransız Devrimi’ni gerçekleştiren ulusal burjuva sınıfı, Osmanlı devle­ tinin ekonomik yapısı içinde oluşamamıştır. 19. yüzyılın ortalarından sonra bunun cılız bir kopyası belirmişse de, bu sınıf azınlıklardan oluşmuş ve “işbirlikçi burjuvazi” ni­ teliğini kazanmıştır. Devletin sınırları içindeki ticaret ve ihracat, Grek, Yahudi, Ermeni ve Kuzey Afrika Araplarmm elinde kalmıştır. Bunlar da genellikle yabancı devletlerin çıkarı doğrultusunda çalışmışlardır. Üstelik, İstanbul, Ati­ na ve Selanik’te yoğunlaşan azınlık tüccarları, 19. yüzyıla kadar yabancı rekabete karşı gümrük duvarlarıyla da ko­ runmuşlar ve böylece devlet içindeki zenginlik, azınlıkla­ rın tekelinde kalmıştır. Osmanlı yöneticileri ise, İstan­ bul'daki hâzineye vergi, fetih ganimetleri ve gelirinin akışı­ nın sürdürülmesi çabaları dışında, bu yıkıcı gelişmelerle yakından ilgilenmemiş ya da ilgilenememişlerdir. İkinci olarak, endüstri devriminin sonucunda Avrupa ordularında gerçekleştirilen büyük teknik ve lojistik başa­ rılar, Osmanlı yöneticilerince çok geç ve etkisiz bir biçim ­ de izlenmiştir. Büyük ölçüde bu yüzden, Osmanlı ordusu, 19. yüzyıl boyunca girdiği hemen hemen her savaştan ye­ li ik çıkmıştır. Bunda, daha önce gördüğümüz gibi, “yeni­ çeri ocağı”nm yozlaşmasının da payı büyük olmuştur. Bu ocağın bağlılığı belirli bir siyasal kuruma değil, Osmanlı Sultam’na idi. Savaşlarda sürekli ordusunun başında bulu­ nan yetenekli sultanlar döneminde, devlete askeri yönden büyük yararlar sağlayan ocak, sultanların saraya kapanmaı ve imparatorluğun genel çöküntüsü içinde yozlaşmış ve 291

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

sultandan bağımsız, istediği an ayaklanıp ödünler alan ve hatta sultanları düşüren anarşi yuvası haline gelmiştir. Ocak, 1826 yılında 11. Mahmut tarafından ortadan kaldırıl­ mışsa da, Avrupa’daki savaş teknolojisi gelişmelerini çök gerilerden izleyen Osmanlı ordusu, tüm çabalara rağmen, çağın gereklerine uygun bir biçimde modernleştirileme­ miş, kapatılan yeniçeri ocağının yeri doldurulamamıştır. Üçüncü olarak, Fransız Devrimi’nin Avrupa sahnesine sunduğu ulusçuluk hareketi, Avrupa’nın ortasında iki bü­ yük devlete ulusal birliklerini armağan ederken, Osmanlı devletinin Balkan ve Ortadoğu’daki topraklarında yaşayan ulusların, bağımsızlıklarını alıp devletten ayrılmaları sonu­ cunu vermiştir. Böylece, 19. yüzyılda, azınlıkların teker te­ ker bağımsızlıklarını almalarıyla, imparatorluğun parçalan­ ma süreci de başlamıştır. Burada önemli ve Batı kaynaklarında pek anlatılmayan bir noktaya değinmek gerekiyor. Osmanlı devleti temelde teokratik bir devletse de, yönetimin hoşgörüsüz olduğu ve azınlıkları baskı altında tuttuğu, 19. yüzyılda bile söylene­ mez. Üzerinde egemenlik kurulan ülkelerden, devletin maddi ihtiyaçları geldiği sürece, bölgesel yönetime doğru­ dan karışılmamış, kültürel ve dinsel baskı uygulanmamış­ tır. Böylece sürdürülen bölgesel özekiik, bağımlı ülkelerde­ ki ulusal benliğin sürdürülmesine yardımcı olmuştur. Ulusçuluk akımı Doğu Avrupa’ya geldiği zaman, burada uygun bir ortam bulabilmiş ve Osmanlılarm bu hoşgörülü yönetimi, bir bakıma devletin parçalanmasında etkili ol­ muştur. Kısaca, Doğu Avrupa ve Balkanlar’da Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Yugoslavya ve Arnavutluk gibi ül­ kelerin bağımsızlıklarını kazanmalarından hemen sonra, kolaylıkla Avrupa sisteminde ulusal devletler olarak yer al­ malarında ve ulusal bütünlüklerini korumuş olmalarında, Osmanlı yönetim anlayışının, hoşgörüsü, azımsanmayacak 292

Birinci Dünya Savaşı’n aN asıl Gidildi?

bir rol oynamıştır. Avrupa’nın emperyalist devletlerinin elinden kurtulan öteki bölgelerdeki devletlerin ulusal, kül­ türel ve ekonomik bütünlük konularındaki güçlükleri bu­ gün bile ortadadır. Avrupalmm dilinden düşürmediği “Os­ manlı Doğu despotizminin baskıcılığı” savlarına karşı, bundan güzel ve anlamlı bir kanıt bulmak zordur. Dördüncü olarak, Osmanlı yüksek kademe yöneticile­ rinin ülkenin karşılaştığı sorunları bırakın çözecek, daha anlayamayacak kişiler olması, merkezi otoritenin yıpran­ ması sonucunu doğurmuş ve gerçek yönetim yetkisi eyalet beylerinin, valilerin ve paşaların eline geçmiştir. 19. yüzyı­ lın başında İstanbul, Kavalalı Mehmet Ali Paşa gibi asi va­ lilerini yola getirmeye çalışacak ve bu çaba içinde daha da zayıflayacaktır. Yüzyılın ortalarına doğru merkezi hükü­ met otoritesinin güçlendirilmesi için önlemler alınacaksa da, bu devleti parçalanmaktan kurtaramayacaktır. Merkezi otoritenin zayıflamasının en kötü sonuçları ise vergi siste­ mindeki bozulma olmuştur. Bu otoritenin zayıflamasıyla birlikte vergi sistemi de bozuldu ve hazine malı gelir kay­ nakları “iltizam” adı altında ve belirli bir ücret karşılığında kişilere, özellikle Yahudi ve Rumlara satıldı. Bunlar, öde­ dikleri paranın karşılığını fazlasıyla çıkarmak istediklerin­ den, vergi yükümlüsü üzerindeki baskı arttı, “mültezimle­ rin” yolsuzluklarıyla hazine yoksullaştı ve kısır bir döngü içinde merkezi yönetim etkinliğini yitirdi. Aslında parçalanmanın önemli bir nedeni, devletin gü­ cünün en yüksek noktaya çıktığı dönemlerde yatmaktadır. Osmanlı devleti gibi geniş toprak parçalarına yayılmış bu­ lunan hiçbir otokrasi, böylesine büyük bir “kara imparatorluğu”nun yükünü sürekli taşıyamazdı. İstanbul’dan Ce­ zayir, Macaristan ve Yemen’e kadar uzanan toprakların fethi ve korunması, esaslı bir karşılık alınmaksızın, kay­ nakların boşuna tüketilmesi sonucunu doğurmuştur. Belki 293

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918'e)

deniz üstünlüğüne dayanan uzun mesafeli ticaret, bu açığı kapatabilirdi. Ama, Osmanlı devleti gücünün zirvesinde ol­ duğu zamanlar bile, böylesine bir deniz üstünlüğüne sahip olamamıştır. Kısaca, merkezden çok uzaktaki toprak par­ çaları, Osmanlı hâzinesine katkılarından çok daha fazlasını alıp götürmüşlerdir. Beşinci olarak, ekonomik ve mali durumun kötülüğü, devletin parçalanma nedenleri arasında en önemlilerinden biridir. Biraz önce değinildiği gibi, Osmanlı toplumu en­ düstri devrimi yaşamamıştır. Ekonomisi büyük ölçüde ufak işletme birimlerine dayanan devlet, 19. yüzyılda bir çığ gibi genişleyen kapitülasyonlar yüzünden, Avrupa dev­ letlerinin açık pazarı haline gelmiş ve zaten cılız olan en­ düstrisini geliştirmek olanağına sahip olamamıştır. Üstelik, Rusya ile yaptığı savaşların mali yükünü dış yardımlarla hafifletmeye çalışınca, ortaya bir de dış borçlar sorunu çık­ mış ve Osmanlı mâliyesi, bırakın almış olduğu borçları, bu borçların faizlerini bile ödeyemeyecek duruma düşmüştür. Bu yüzden de ekonomisi, büyük ölçüde borç veren Avrupa devletlerinin denetimine girmiştir. İttihat ve Terakki yöne­ timinin en büyük uğraşı kapitülasyonların kaldırılması yö­ nünde olmuş, bu ancak Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı sonra­ sında gerçekleşmiştir. Altıncı olarak, Osmanlı devletinin dinsel bir nitelik göstermesi, devletin din işlerine, dinin de devlet işlerine karışması, reform ve yenilik hareketlerini baltalamıştır. Ay­ rıca, İslamiyet’in o zamanki dinsel öğretisi, insana çevresi­ ni araştırıp, her alanda etkin bir yaşam sürdürmekten çok, iç dünyasını zenginleştirmeyi öğütlemekteydi. Tarihçi En­ ver Ziya Karal’m deyişiyle, “İslam eğitimi, doğa ve toplum­ sal olaylarım çözmeyi hedef tutmaktan çok, kişinin iç dün­ yasını, din ve edebiyat bilgileriyle süslemekteydi... (Avrupa insanı 18. yüzyılda doğanın yasalarını bulup, bunları üze­ 294

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

rinde uygulamaya başlarken) medreselerde yetişen ve ule­ ma adım taşıyan Osmanlı bilginleri, Aristo devrini bir sa­ man çöpü geçmemiş durumda idiler”. Son olarak, Rusya’nın Osmanlı devleti aleyhine geniş­ leme ve Türk Boğazları yoluyla sıcak denizlere çıkma poli­ tikası ve İngiltere’nin, ilerde görüleceği gibi, 1878’den son­ ra Osmanlı devletini parçalayıp yıkma politikasına başla­ ması da, devletin zayıflayıp yıkılmasında etkili olmuştur. İngiltere, Rusya ve Fransa gibi büyük Avrupa devletleri, bu emellerini gerçekleştirmek için, imparatorluk içindeki ulu­ sal ve dinsel azınlıkları bağımsızlık yönünde kışkırtmışlar, çeşitli mezheplerin koruyuculuğunu üzerlerine alarak, devleti içten yıkmak istemişlerdir. Bu yüzden, yalnız 19. yüzyıl içinde tam dört Osmanlı-Rus savaşı çıktığını belirt­ mek, konuyu aydınlatmak için yeterlidir. Osmanlı devleti, 1798 yılında Napolyon’un Mısır Seferi’nden başlamak ve tüm 19. yüzyıl boyunca sürdürülmek üzere, dış politikada bir denge politikası izlemiştir. Devle­ tin giderek zayıflamasından temelini alan bu politika, var­ lığını sürdürmek için, Avrupa’nın büyük devletleri arasın­ daki çıkar çatışmalarından yararlanarak, dış politikadaki ağırlığı şu ya da bu devlete vermek olarak tanımlanabilir. Gerçekten, Osmanlı devleti 1798 yılından başlayarak, çe­ şitli dönemlerde, Rusya’ya karşı İngiltere, Fransa’ya karşı Rusya ve İngiltere, Fransa, Rusya üçlüsüne karşı ise Al­ manya’ya dayanmak yolunu tutmuştur. Durum kısaca şu­ dur: 1798’den 1878 yılma kadar İngiltere’ye, bu tarihten sonra ise Almanya’ya dayanılmıştır. 19. yüzyılda Osmanlı devletinin dış politik gelişmeleri bu çerçeve içinde değer­ lendirilmelidir.

295

3. Napolyon Dönemindeki Osmanlı-Rus Savaşı Napolyon’un 1798’de Mısır’a, nedenlerini daha önce ince­ lediğimiz saldırısı sonucu, Osmanlı devleti aynı yıl Rusya ile bir antlaşma imzalamıştı. Bu, “denge politikası”nm baş­ langıcını oluşturduğu gibi, Osmanlı devletinin Rusya ile yaptığı ilk ittifak antlaşmadır. Hükümlerine göre, Napol­ yon’un işgal etmiş olduğu Yedi Ada’nın Fransızlardan kur­ tarılması için, Rus donanması Boğazlardan serbestçe geçe­ cek, ancak savaş bittikten sonra Karadeniz’e çekilecekti. Bu, sonraki gelişmeler açısından son derece önemli bir noktadır, çünkü bununla Osmanlı devleti uzun süreden beri izlemekte olduğu “Boğazların kapalılığı” ilkesinden ilk ödünü vermiş oluyordu. Hatta, ağır Rus baskısı altında, 1805 yılında imzalanan ikinci bir ittifakla Rusya’ya veril­ miş olan ödün genişletiliyor ve Yedi Ada’da bulunan asker­ leriyle ikmal bağlantısını sağlamak için, barış zamanında da Boğazlar’dan geçiş hakkı tanınıyordu. Rusya’ya Boğazlarda sağlanan bu üstünlük, Hindistan yolunun güvenliği açısından en çok İngiltere’yi endişelen­ dirmiş ve bu tarihten sonra Boğazların kapalılığı ilkesine bağlanarak, bu durumu uluslararası bir yükümlülük haline getirmeye çalışmıştır. Böylece, Osmanlı devletinin başına, tüm yüz yıl boyunca sürmek üzere, bir de Boğazlar sorunu çıkmış olacaktır. Halbuki, 19. yüzyıla gelene kadar Boğaz­ lar konusunda herhangi bir uluslararası anlaşma imzalan­ mamış ve bu önemli su yolu tümüyle Osmanlı monarkının tasarrufuna bırakılmıştı. İngiltere’ nin konuyu uluslararası alanda yükümlülük altma almak yönündeki çabası, ilerde görüleceği gibi, 1841 yılında gerçekleşecektir. 1805 yılında Rusya’ya verilen ödün, bir yıl sonra çıkacak olan 1806 Osmanlı-Rus Savaşı ile ortadan kalkacaktır. 1806 tarihinde başlayan ve 1812 Bükreş Barış Antlaş296

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

ması ile sona eren Osmanlı-Rus Savaşı, Rusya ile savaş­ makta olan Fransa’nın Osmanlı devletini kışkırtması ve Padişah’m Eflak ve Boğdan beylerini görevden alması üze­ rine çıkmıştır. Osmanlı devletinin aleyhine gelişen savaş, 1812’de Napolyon’un Moskova seferinin hazırlıklarına baş­ laması üzerine ve Rusya’nın barış önerisiyle bitmiştir. İm­ zalanan barış antlaşmasıyla Prut akarsuyu ild’devlet arasın­ da sınır olmuş ve Sırbistan’a bazı ayrıcalıklar verilmesi kabul edilmiştir. Bu, Balkanlar’da ilk ulusçuluk kıvılcımı ve bu yönde verilen ilk ödündür. 19. yüzyılın başlangıcında Osmanlı devletinin iç geliş meleri açısından önemli bir hareket, 1808 tarihli Sened-i Ittifak’tır. Osmanlı devletinde, 19. yüzyıl anayasa hareket­ lerine mutlaka bir başlangıç noktası bulmak gerekirse, bu­ na Sened-i Ittifak’tan başlamak yanlış olmaz. Bu metin, pa­ dişahın mutlak otoritesine ilk kez hukuki bir sınırlama getiriyordu. Ancak, asıl amacı merkeze kafa tutan valilerin bağlılıklarının yeniden sağlanmasıdır. Daha önce, merkezi otoritenin zayıflamasıyla birlikte, Osmanlı yerel yöneticile­ rinin zaman zaman ayaklandıkları ya da merkezden ba­ ğımsız hareket ettikleri belirtilmişti. İşte, hem monarkm mutlak yetkisinin sınırlandırılması hem de merkezin güç­ lendirilmesi çabalarının Sened-i Ittifak’ta birleştiği görülü­ yor. Buna göre, ayan ve beyler Padişah’a bağlı kaldıkları sürece (vergi vermeleri, parayı Padişah adına bastırmaları, istendiğinde asker göndermeleri gibi) Padişah da keyfince kendilerini görevden alamayacaktı. Ayrıca, yeniçerilerin disiplinsizliği ve ordunun zayıflığı, 1808 yılında Sekban-ı Cedid adıyla yeni bir ordunun kurulmasını gerektirmiştir. Böylece, Osmanlı devletinde ilk reform hareketleri askeri alanda gerçekleşmiş olmaktadır.

297

4. Yunanistan’ın Bağımsızlığını Kazanması ve 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasının önemi, Osman­ lı devletinin parçalanmasında yeni bir süreci başlatmasıdır: ulusal azınlıkların bağımsızlıklarını kazanarak imparator­ luktan ayrılmaları. Gerçekten, Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra I. Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı sı­ nırları içinde yaşayan Balkan ulusları, Osmanlı devletinin girdiği her savaştan yararlanarak bağımsızlıklarını kazana­ caklardır. Bu bağımsızlık hareketlerinde, Osmanlı devleti­ nin zayıflamasının yanında, Fransız Devrimi’nin Avrupa’ya yaydığı ulusçuluk ilkesi ve Avrupa devletlerinin desteği de önemli unsurlar olarak sayılmalıdır. Burada, özellikle Yunanistan’ın ve genel olarak Balkan uluslarının kolayca bağımsızlıklarını kazanmalarında etkili olan bir başka unsurdan da söz etmek gerekmektedir. 15. yüzyıldan bu yana Güneydoğu Avrupa toprakları Osmanlı devletince yönetilmekteyse de, bölgede din, eğitim, ticaret ve maliye büyük ölçüde Greklerin ve öteki Balkan ulusla­ rın elinde kalmış ve eyaletler bölgesel özerkliğe sahip ola­ gelmişlerdir. Ayrıca, Fatih Sultan Mehmet döneminden bu yana, Osmanlı yöneticileri İstanbul’daki Yunan Patrikhane­ sin in faaliyetlerine büyük hoşgörüyle bakmışlardır. Böyle­ ce, İstanbul’daki Yunan Patrikhanesi yalnız Ortodoks Kili­ sesinin temsilcisi olarak kalmamış, aynı zamanda Osmanlı merkez yönetimi ile Grekler arasında resmi iletişim kanalı olmuştur. O kadar ki, Patrik, Osmanlı sadrazamının Orto­ doks Hıristiyanların işlerine bakan yardımcısı durumuna gelmiştir. Osmanlı devlet sisteminde azınlıkların sağladık­ ları özgürlüklere bir örnek de budur. Yunanistan’ın bağımsızlığı için çaba gösteren iki devlet Fransa ile Rusya’dır. 1815 Viyana Kongresinden güçlü çı298

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

kan Rusya, Grek ülkesindeki ulusçu duyguları alabildiğine kışkırtmış, 1821 yılında Mora’da çıkan ayaklanmada baş­ rolü oynamıştır. Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünü koruma politikasını sürdüren Ingiltere de bu tarihten son­ ra Grek bağımsızlığını desteklemeye başlayacaktır. Bunun nedeni nasılsa bağımsızlığını kazanacak olan Grek yarıma­ dasının Rus etkisi altına girmesini engellemek ve İngilte­ re’nin yardımından doğacak minnet duygularından yarar­ lanarak bu devlet üzerindeki etkisini artırmaktı. Böylece, stratejik Doğu Akdeniz de olası Rus genişlemesine karşı bir bağlaşık kazanmış olacaktı. Yunanistan’ın bağımsızlık hareketinin ayrıntıları üze­ rinde durulmayacaktır. Osmanlı devleti Grek ayaklanması­ nı, Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’nm yardımıyla bastırmayı başarmışsa da, gerek Ingiltere’nin 1825 yılında taraflar ara­ sında ateşin kesilmesi için Osmanlı devletine verdiği ülti­ matom ve gerekse 1827 yılında bir Ingiliz-Rus-Fransız or­ tak donanmasının Osmanlı donanmasını Navarin’de yak­ ması, bu devletin asilere karşı sürdürdüğü savaşın hızını kesmiştir. Bunların yanında, 1828 yılında başlayan Osmanlı-Rus Savaşı, Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanma­ sında önemli bir unsur oldu. Osmanlı devletinin yenilgisi ve 1829 tarihli Edirne Barışı ile biten savaş, Osmanlı devle­ tinin parçalanmasında önemli bir aşamadır. Edirne Barışı ile Yunanistan’ın bağımsızlığını kabul eden Osmanlı devle­ ti, Doğu Anadolu’da bazı toprakları- Rusya’ya bırakıyor ve Eflak ile Boğdan’da reformlarda bulunmaya yükümleniyor­ du. Osmanlı devletinin parçalanması süreci, bir yıl sonra yeni boyutlar kazandı ve 1529 yılından beri Osmanlı ege­ menliği altında bulunan Cezayir, tam 300 yıllık bir süre­ den sonra Fransa tarafından işgal edildi. Fransa’da uygula­ dığı ekonomik politikanın başarısızlığını örtmek, baskı 299

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

yönetimine karşı ayaklanmalardan dikkati dışarıya çekmek ve Batı Akdeniz’de Fransa’nın üstünlüğünü sağlamak iste­ yen Kral 10. Charles, Cezayir’deki Osmanlı Valilerinin (da­ yı) Akdeniz’de korsanlık yapmalarım bahane ederek, 1830 yılında ülkeyi işgal etti. 1827’de Navarin’de donanmasını yitiren ve böylece eli kolu bağlı bulunan Osmanlı devleti de, bir protesto çekmekten başka bir davranışta bulunama­ dı. 5. Kavalalı Mehmet Ali Paşa Ayaklanması: 1831-1841 Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması ve Cezayir’in Fran­ sa tarafından işgalinden sonra, Osmanlı devleti on yıl sü­ reyle bir valisinin ayaklanmasını bastırmak için uğraştı. Ayaklanmanın yüzeysel nedeni, Mehmet Ali Paşa’nm Navarin’de yanan donanmasını yeniden kurmak için, Suri­ ye’nin ormanlarından yararlanmak ve bu yüzden Mısır’ın yanında Suriye valiliğini de istemesidir. Ancak, Mısır vali­ sinin bunun ötesinde daha büyük tutku,..rı da vardı: (i) Mısır’ı, komşu bölgelerde, yani Sudan ve tüm Arabistan’da en üstün güç haline getirmek; (ii) İstanbul’ dan bağımsız bir biçimde hareket edebilmek; (iii) Mısır valiliğini bir ha­ nedanlık içinde babadan oğula geçirmek; (iv) Suriye’yi, Anadolu’yu ve hatta belki de tüm Osmanlı devletini eline geçirmek. Mehmet Ali Paşa bu emellerini gerçekleştirebilmek için, bağlı bulunduğu devletten daha güçlü olması gerekti­ ğini biliyordu. Bu yüzden, Mısır’da ekonomik, askeri ve idari reformlarda bulundu. İlk iş olarak, Mısır’daki tüm toprakları ulusallaştırdı. Ülkenin ana üretim maddelerim devlet tekeli haline getirdi ve yeni endüstriler kurdu. Bu çabalar sonucunda, Nil deltasında pamuk üretimi geliştiril300

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi ?

miş, şekerpancarı ve zeytin gibi endüstriye hizmet eden ürünler ekilmeye başlanmıştır. Fabrikalar kurulmuş ve gençler, ticari ve ekonomik başarının sırlarını öğrenmek üzere, Batı ülkelerine ve özellikle Fransa’ya eğitime gönde­ rilmiştir. Mehmet Ali Paşa tam bir despot olarak bu re­ formları yaparken, devletin başına bela olmayı 300 yıldır sürdüren Memlukluları ve Vahabileri de, oğlu İbrahim Pa­ şa komutasındaki Mısır ordusu ile dize getirdi. Mehmet Ali’nin bu faaliyetleri, Mısır’da ekonomik yatırımlarda bu­ lunmuş olan ve güçlü bir Mısır’ı yetkisi altına alarak, İngil­ tere’nin imparatorluk yolu üzerinde üstün bir duruma geç­ mek isteyen Fransa tarafından da desteklenmekteydi. Napolyon’un başarısız politikası, 35 yıl sonra başarılı hale getirilebilirdi. Osmanlı Padişahı II. Mahmut (1808-1839) ise, daha önce değinilen 1825 İngiliz ültimatomu üzerine İstanbul’a danışmadan askerlerini Mora’dan çeken, 1828-1829 Osmanlı-Rus savaşma askeri yardımda bulunmayan ve kendi­ sinden bağımsız hareket eden valisine içerlemekte ve ken­ disine iyi bir ders verilmesi gerektiğini düşünmekteydi. Böyle bir hava içinde, İbrahim Paşa 1831 yılında Suriye or­ manlarından yararlanmak gerekçesiyle Suriye’yi işgal etti ve 1832 yılında biri Belen, öteki Konya’da olmak üzere, üzerine gönderilen iki Osmanlı ordusunu ağır yenilgiye uğrattı. Bu durumda, Osmanlı devleti için büyük devletleri yardıma çağırmaktan başka bir seçenek kalmamıştı. Belçi­ ka ve Hollanda sorunu yüzünden Avrupa’da meşgul olan Ingiltere’nin isteksiz davranması üzerine, tek çare olarak Rusya yardıma çağrılmıştır. Zayıf bir Osmanlı devletinin yerine, güçlü ve Fransa tarafından desteklenen bir Mısır’ın geçmesini çıkarları açısından zararlı bulan Rusya ise, 1833’te İstanbul’a bir donanma ile 5000 kişilik bir ordu gönderdi. Böylece, Rusya Osmanlı devleti üzerinde etkili 301

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

duruma geçmiş oluyordu. Tahmin edileceği gibi, bu durum, Doğu Akdeniz’deki çıkarları açısından İngiltere ve Fransa’yı harekete geçirdi. İstanbul’daki Rus askerlerinin bir ân önce çekilmesini sağ­ lamak için bu iki devlet, Mehmet Ali üzerinde baskıda bu­ lundular ve bu baskı sonucunda 1833 tarihli Kütahya A nt­ laşması imzalandı. Bu antlaşma ile Mehmet Ali’ye, Mısır ve Girit valiliklerinin yanında Suriye valiliği, oğlu İbrahim Pa~ şa’ya Cidde valiliğinin yanında Adana’nm vergi toplama hakkı verildi. Bu antlaşmadan sonra, Rusya ile Osmanlı devleti arasında bir ittifak antlaşması imzalandı. H ünkâr İs­ kelesi Antlaşması adını alan ve 8 Temmuz 1833 tarihli olan ittifakın hükümlerine göre, taraflardan birine bir saldırı durumunda, öteki taraf askeri yardımda bulunacaktı. An­ cak, Osmanlı devletinin zayıflığı göz önünde bulundurula­ rak, Rusya’ya bir saldırı durumunda, Osmanlı devleti Bo­ ğazları yabancı devlet gemilerine kapatacaktı. Askerlerini çektikten sonra, bu anlaşmayla Osmanlı devleti üzerindeki üstün durumunu sürdürmek isteyen Rusya’nın bu tutumu, özellikle İngiltere tarafından tepkiyle karşılandı. Çünkü, bu antlaşma ile Rusya, yalnız Osmanlı devletine askeri mü­ dahalede bulunma hakkım kazanmıyor, aynı zamanda Bo­ ğazları kendine açarken, öteki devletlerin savaş gemilerine kapatıyordu. Bundan sonra, İngiltere en kısa zamanda Bo­ ğazların kapalılığı ilkesini uluslararası bir yükümlülük altı­ na almak için gösterdiği çabalara hız verecektir. Mehmet Aİİ Paşa ayaklanmasının ikinci aşaması 1839 yılında başlar. Valisine 1833 yılında verdiği ödünleri geri almak isteyen II. Mahmut, topladığı bir orduyu Mehmet Ali Paşa’nm üzerine göndermiştir. Ancak, bu ordu Nizip’te yenildi. 1833 gelişmelerini akimdan çıkarmayan İngiltere, bu kez Osmanlı devletinin arkasında etkin bir tutum aldı. Bir süre sonra, Hünkâr İskelesi Antlaşması ile Osmanlı 302

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

devletinde sağlamış bulunduğu üstünlüğü uzun süre sür­ düremeyeceğini anlayan Rusya da İngiltere’ye katıldı. Her iki devlete birden karşı duramayacağını hesaplayan Fran­ sa’nın, Mehmet Ali Paşa’ya karşı beliren bir gruplaşmaya katılmasıyla 1840 yılında Londra’da bir konferans toplan­ dı. Burada Mısır’ın yeni statüsü saptandı ve Padişah’m (1839’dan beri Abdülmecit) 1841 tarihli fermanı ile Mısır valiliği babadan oğula geçmek üzere Mehmet Ali Paşa’ya verildi ve bundan sonra Mısır valilerine “Hidiv” denmeye başlandı. Devleti gerçekten çok zor durumlara düşüren Mehmet Ali Paşa sorunu böylece bir çözüme kavuşturulduktan sonra, 1841 yılında Boğazlar’m statüsü de karara bağlandı. İmzalanan Londra Boğazlar Sözleşmesi ile Boğazların barış zamanında savaş gemilerine kapalılığı uluslararası bir yü­ kümlülük altma alındı. Böylece, bu sözleşmeyle, Türk Bo­ ğazları ilk kez uluslararası bir statü kazandı ve İngilte­ re’nin bu yöndeki çabaları başarılı oldu. Burada iyi bilinmesi gereken bir nokta, Boğazların kapalılığının yal­ nız barış zamanında uygulanmasıdır. Osmanlı devleti bir savaşa girdiğinde Boğazları istediği gibi tasarruf edebilir, yani dilediği devletin savaş gemilerine açabilirdi. Nitekim, ilerde incelenecek olan Kırım Savaşı’nda bu durum ortaya çıkmış ve Osmanlı devleti İngiliz ve Fransız donanmaları­ nın Karadeniz’e geçmelerine izin vermiştir. Sonuç olarak, 1841 yılında durumu değerlendirdiği­ mizde, Osmanlı devleti üzerinde koruyuculuğunu kurmak isteyen Rusya gerilemiş, Fransa’nın Mısır üzerinde sağla­ mak istediği üstünlük ortadan kaldırılmış ve Hünkâr İske­ lesi Antlaşması son bulmuştur. Neresinden bakılırsa bakıl­ sın, bu gelişmelerden kârlı çıkan tek devlet vardı: İngil­ tere.

303

6.

1838 Ticaret Sözleşm esi ve Tanzimat Fermam

İngiltere, Mehmet Ali Paşa bunalımından başka bakımlar­ dan da kârlı çıktı. Yardımlarının bir karşılığı olarak, 19 Ağustos 1838’ de Osmanlı devleti ile imzaladığı bir ticaret sözleşmesiyle, Osmanlı gümrük duvarları indirilmiş, ve devletin yarı sömürge haline gelme süreci başlamıştır. Söz­ leşme ile Osmanlı devleti, zaten cılız olan endüstrisi Avru­ pa rekabeti karşısında savunmasız durumda bırakılmıştır. Böylece, yalnız İngiltere ile Osmanlı devleti arasında daha sıkı bağlar kurulmakla kalınmamış, aynı zamanda Mehmet Ali Paşa’nm Mısır’da yapabildiği ekonomik reformlara da balta vurulmuş, kurduğu tekeller yıkılmıştır. Sonuç olarak, İngiltere’nin Akdeniz’deki üstünlüğü özellikle ticaret ala­ nında bir kez daha kurulmuştur. Bu ticaret sözleşmesi, 1839 tarihli Tanzimat Fermam’mn da temellerinden birini oluşturur. Her şeyden önce, İngiltere, şimdi yakm ticari ilişkiler kurmuş bulunduğu Osmanlı Devleti'ndeki tüccarlarının ve bunlarla iş yapacak olan Osmanlı bürokrasisinin haklarının güvence altına alınmasını, çıkarları açısından gerekli görmeye başlamıştı. Osmanlı monarkı ise, Mehmet Ali Paşa ayaklanmasında kendisine yardım eden ve devletin bu zayıf döneminde da­ yanabileceği tek büyük devlet olan İngiltere’ye hoş görün­ mek niyetindeydi. İşte bu karşılıklı hesaplar Tanzimat’ın dış kökenini ortaya koymaktadır. Duruma Osmanlı devleti açısından baktığımızda, Fransız Devrimi’nin ortaya çıkardığı liberal fikirler, yani yöneten ile yönetilen arasında kopuksuz, organik ve işlev­ sel bağların kurulması süreci, özgürlük ve eşitlik ilkeleri, Osmanlı devletinde uzun süre etkili olamadı. Belki Lale Devri, giderek, Osmanlı devlet yapısında ve toplumsal ör­ gütlenme alanında kısıtlı da olsa değişikliklere yol açabilir304

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

di. Ama görüldüğü gibi, bu yemlikler dönemi kısa ömürlü olmuştu. Dolayısıyla, 18. yüzyılın ortasından 19. yüzyılın ortasına kadar geçen yüz yıllık dönemde, yenileştirme ha­ reketleri hep askeri alanda ortaya çıktı ve Osmanlı yöneti­ cileri devleti yıkılmaktan kurtarmak için devlet bünyesin­ de değişiklik yapma zorunluluğu duymadılar. 19. yüzyılın ilk Osmanlı monarkı olan III. Selim’in (1789-1807) N iza­ mı Cedid adlı, II. Mahmut’un ise (1808-1839) 1826’da Ye­ niçeri Ocağı’m kaldırarak, yerine Asakir-i M ansurei Muham m ediye adlı orduyu kurması, Osmanlı yöneticilerinin askeri örgütlenmeye verdikleri önemli göstermektedir. 1839 yılında II. Mahmut’un yerine geçen Abdülmecit’in tek taraflı iradesiyle Mustafa Reşit Paşa tarafından ilan edilen Tanzimat Fermam (Gülhane Hattı Hümayunu) devletin bünyesinde bir değişiklik getirmemekle birlikte, can ve mal güvenliği gibi bazı hakları tanımış, vergi ve as­ kerlik konularında belirli yenilikler ortaya çıkmıştır. An­ cak, Tanzimat, Fransız Devrimi’nde ilan edilmiş bulunan Haklar Bildirisi gibi bir halk hareketi sonucu ortaya çıkmış olmayıp, yönetici tarafından tek taraflı olarak verilen ve dolayısıyla gerektiğinde geri alınabilecek olan bazı temel hakları tanımış oluyordu. Ayrıca, Tanzimat’ın ilanında ya­ bancı devletlerin sempatisini kazanmak isteği de etkili ol­ muş ve bu devletin zaman zaman Osmanlı devletinin içiş­ lerine karışmalarına olanak sağlanmıştır. Bu yüzden, Tan­ zimat’ı, Osmanlı reform hareketleri içinde temel haklarıyla ilk kez sağlayan, ancak devletin yapısında bir değişiklik getirmeyen ve bu nedenle zayıf yönleri de bulunan bir bel­ ge olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. En önemli özelliği, Avrupa’da ortaya çıkan yeni düşüncelerin 19. yüz­ yılın ilk yarısında Osmanlı sınırları içine girmekle kalma­ yıp, merkezi otoriteyi de etkilemiş olmasıdır. Modern ça­ ğın temel siyasal örgütlenme ilkeleri, Asya ve Afrika’nın 305

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

öteki bölgelerinden önce, 19. yüzyılın ilk yarısında Os­ manlı devletinin sınırları içinde dolaşmaya başlayacak ve böylece Türkiye Cumhuriyeti “binasının” oturacağı temele ilk taş konmuş olacaktır. 7. Kırım Savaşı ve Islahat Fermanı a.

Savaşın Nedenleri

Osmanlı devleti ile Rusya arasındaki Kırım Savaşı’nm ne­ denlerinin araştırılmasında iki öğe ağırlık kazanıyor: Rus­ ya’nın Osmanlı devletine karşı değişen politikası ve kutsal yerler sorunu. 1853 yılma gelindiğinde, Rusya, Mehmet Ali Paşa bunalımında izlediği zayıf bir Osmanlı devleti üze­ rinde etki alanı kurma politikasını bırakarak, bu devleti yıkma politikası izlemeye başlamıştı. Bunu sağlayabilmek için de kutsal yerler sorununu kullandı. Hıristiyanlarca kutsal sayılan ve tüm tektanrılı dinle­ rin doğduğu yer olan Kudüs ve çevresinde Osmanlı devleti gerek Katoliklere ve gerekse Ortodokslara çeşitli ayrıcalık­ lar vermiş bulunuyordu. 1853 yılma gelindiğinde bu ayrı­ calıklar konusunda Ortodoks Rusya ile, Katolikliğin dünya çapında savunuculuğunu yapan Fransa çatışmaya başladı­ lar. Bu sorunu parmağına dolayan ve Osmanlı devleti için ilk kez yakında ölecek bir “hasta adam” deyimini kullanan Rusya, İngiltere’ye “mirasın” paylaşılması önerisinde bu­ lunmuş, ancak Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünü koruma politikası izleyen Ingiltere bu öneriyi kabul etme­ mişti. Bunun üzerine Rusya, tek başına harekete geçerek, Osmanlı devletine bir antlaşma ve bu devletin sınırları içinde yaşayan Ortodoksların koruyuculuğunun Rusya’ya bırakılmasını önermişti. Osmanlı devleti, İngiltere’nin de desteğiyle bu istekleri reddedince, 19. yüzyıldaki üçüncü Osmanlı-Rus savaşı başladı. Bu savaşta Osmanlı devletine 306

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

İngiltere ve Fransa da yardım ettiler. Burada savaşın ayrın­ tılarına girilmeyecektir. Çünkü, İngiltere ile Fransa’yı Os­ manlı devletine yardıma iten nedenler, savaşın nasıl yapıl­ dığından çok daha önemlidir. b.

Savaşırı Anlam ı ve Önemi

Kırım Savaşı, Osmanlı devletine yardım etmekten çok, Av­ rupa’ya özel düşüncelerle yürütüldü. Önemli olan Avru­ pa’nın siyasal statüsüydü. İngiltere için önem taşıyan Av­ rupa’daki güç dengesiydi ve bunun için savaştı. İngiltere’ye göre, Avrupa’da değişiklik bir büyük devletin tek yanlı ira­ desiyle değil, ancak “Avrupa Uyumu” içinde diplomasi yo­ luyla yapılabilirdi. Ayrıca, 1848 yılında Macar ayaklanma­ sının Rusya tarafından kanlı bir biçimde bastırılması, İngiliz kamuoyunda Rusya aleyhine duyguların ortaya çık­ masına neden olmuştu. Avrupa özgürlükleri, Avrupa’nın bu tiranının baskısından kurtarılmalıydı. Dolayısıyla, Av­ rupa özgürlükleri korunmalı ve Rusya’nın şimdi zorla de­ ğiştirmeye çalıştığı güç dengesi sağlanmalıydı. Fransa, de­ ğişik düşüncelerle, ama İngiltere’nin safında savaşa katıldı. III. Napolyon, güç dengesini yıkarak Fransa’ya Avrupa’da üstünlük sağlamak istiyordu. Kendisine göre, amcasının en büyük hatası, İngiltere ile çatışmasıydı. Fransa’nın başa­ rısının açarı ise İngiltere ile anlaşmaktan geçiyordu ve Kı­ rım Savaşı da bunun için çok iyi bir fırsattı. Ingiltere ile Fransa’nın ortak düşünceleri ise, Rus­ ya’nm Avrupa dışında tutulmasıydı. Bu bakımdan Kırım Savaşı, bugünkü “Soğuk Savaş” ortamının önemli bir özel­ liğinin, 19. yüzyılın ortasında anlamlı bir örneğidir. Avru­ pa’nın büyük devletlerinin koalisyonu, yalnız güç dengesi­ ni korumakla kalmaz, aynı zamanda, Rusya’yı da Avrupa dışında tutabilirdi. Böylece, Rusya “büyük devlet” statü­ sünden indirilebilir, Polonya yeniden kurulabilir, Osmanlı 307

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

devleti zamansız bir parçalanmaktan kurtarılabilir ve Fran­ sa’ya göre bu devlet Avrupa’da yeniden üstün duruma ge­ çebilirdi. Orta Avrupa devletleri ise bu düşünceleri tam paylaşmadılar. Prusya, ilerde kurmayı tasarladığı Alman ulusal birliği için Rusya’nın yardımına ihtiyaç duyabilirdi. Avusturya için ise, savaş alanı ve Rusya çok yakında, “Tan­ rı ise çok uzaktaydı.” Kırım Savaşı’nm sonunda Rus gücü zayıflayabilirdi, ama bunun somut bir biçim alması ancak yapılacak barış antlaşmasıyla gerçekleşebilirdi. Müttefikle­ rin nasıl bir barış antlaşması yapacakları konusunda belir­ gin görüşleri yoktu. Başka durumlarda olduğu gibi, Batılı devletler “neye” karşı savaşacaklarının bilincinde olmakla birlikte, “ne” için savaştıklarını tam bilmiyorlardı. Dolayı­ sıyla, gerçek barış antlaşması hemen hemen hiçbir sorunu çözemedi. 1854 yılında Rusya’nın Sinop’taki Osmanlı donanması na bir baskın yaparak yakması üzerine, İngiltere ve Fransa da Osmanlı devletinin yanında savaşa katıldılar. Avusturya ile Prusya’nın yansız kaldıkları ve İtalyan ulusal birliğinin kurulması için İngiltere ve Fransa’nın desteğini ve sempati­ sini kazanmak amacıyla Piyemonte’nin de Osmanlı devleti­ nin yanında katıldığı savaş, 1856 yılında Rusya’nın barış is­ temesi üzerine bitti. 19. yüzyılda Osmanlılarm Rusya’ya karşı kazandıkları tek savaş olan Kırım Savaşı sonunda Pa­ ris Barış Antlaşması imzalandı.

c. Savaşın Sonuçları ve Islahat Ferm am Kırım Savaşı ve sonunda imzalanan antlaşma birçok ba­ kımdan önemli sonuçlar doğurmuştur. (i) Uzun sürede Romanya’nın tam bağımsızlığına gi den yol açılmış, kısa sürede Karadeniz silahtan arındırıl­ mıştı. Bu kısa süredeki sonucu, tıpkı ilerde incelenecek olan Versailles’da Ren bölgesinin silahtan arındırılmasına 308

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

benzemektedir ve aynı ölçüde boş bir çaba olmuştur. Çün­ kü, Rusya, Antlaşma’nm bu hükmünü iki nedenden dolayı kabul etmiş olabilirdi: Ya İngiltere ve Fransa’dan korktuğu için “evet” demişti. Bu korku ilerde ortadan kalktığında, yeniden silahlandırabilirdi. Ya da Osmanlı devletine artık saldırı amacı gütmemeye başlamıştı. Bu durumda da hiçbir gereği yoktu. Burada yeniden, Kırım Savaşı’nın karar veril­ meden yapılan ve böylece istenen sonucu doğurmayan bir mücadele olduğu genellemesine varıyoruz. Rus gücü kırıl­ mamış ama Avrupa’daki etkisi azaltılmıştı. Fransa’nın pres­ tiji yükselmiş, ama Avrupa’da başat bir duruma geleme­ mişti. Bu devlet Avrupa’da üstün duruma geçip, Almanya ve İtalya’ya kendi bildiği gibi bir biçim vermek istiyordu. Her iki devlet de, Fransa’ya, kendi bildikleri gibi birer dev­ let kuracaklarım gösterdiler. Gerçekte, Bism arck ve Kont Cavour’un, Kırım Savaşı’nm asıl galipleri olduğunu söyle­ mek yanlış olmaz. (ii) Sınırlarda herhangi bir değişiklik yapmayan ant­ laşma, (Rusya kazandığı her savaştan sonra toprak elde ederken, Osmanlı devletinin kazandığı savaştan sonra top­ rak elde etmemesinin açıklanması, herhalde savaşı bağla­ şıklarının yardımıyla kazanmış olmasında aramak gerek) Osmanlı devletini ilk kez Avrupa Uluslar Topluluğu’na ka­ bul ediyor ve devletin bağımsızlığıyla toprak bütünlüğü Avrupa devletlerinin ortak güvencesi altma konuyordu. Bu hüküm, Osmanlı devletinin 19. yüzyılda içine düştüğü du­ rumu ve zayıflığını açıkça göstermektedir. Artık Osmanlı devleti kendi bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü kendisi koruyacak durumda değildir. (iii) Osmanlı devleti, çok pahalıya gelen yıkıcı bir sa­ vaşı yürütebilmek için, Avrupalı bağlaşıklarından, ödeme yeteneğinin çok üstünde borç para almıştır. Zaten cılız olan endüstrisinin gelişmesi, 1838 ticaret sözleşmesiyle 309

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

engellenen devlet, bu borçların altından kalkamamış ve so­ nunda Avrupa devletlerinin mali denetimi altına girmiştir. Bu bakımdan, galip çıkılan Kırım Savaşı’nı, Osmanlı devle­ tinin yıkılmasındaki aşamalardan biri olarak değerlendir­ mek gerekir. (iv) Paris Barış Antlaşması ile Osmanlı devleti Eflak ile Boğdan’m özerkliğini kabul etmiş, Sırbistan’a verdiği ay­ rıcalıkları ise genişletmiştir. Bu hüküm de, Osmanlı devle­ tinin parçalanmasında dönüm noktası olarak görülebilir. Eflak ve Boğdan eyaletleri özerkliklerini aldıktan sonra, Fransa ve Rusya’nın desteğiyle, 1859 yılında birleşecektir. Eyaletlerin Romanya adıyla tam bağımsızlıklarını almaları, 1878 yılında ve bir başka Osmanlı-Rus savaşı sonunda ger­ çekleşecektir. (v) Kırım Savaşı bugünkü modern Avrupa’nın temel­ lerinin atılması konusunda da önemli bir aşama niteliğin­ dedir. Savaşa asker gönderen Piyemonte, Paris Barış Konfe­ ransına yalnız Piyemonte’nin değil tüm İtalya’nın temsil­ cisi olarak katıldı. Konferansta İngiltere’nin sempatisini ve III. Napolyon’un da etkin yardımını sağladı. Böylece, İtal­ yan ulusal birliğinin temelleri bu savaş sonunda atıldı. Ay­ rıca, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın savaşmalarından ve böylece dikkatlerinin Yakındoğu’ya kaymasından yararla­ nan Prusya da, Alman ulusal birliğini sağlamak için göster­ diği çabalara uygun bir ortam buldu. Dolayısıyla, Kırım Sa­ vaşı yapılmamış olsaydı, Avrupa’nın bundan sonraki yirmi yıllık tarihi, herhalde değişik bir biçimde yazılır, modern Avrupa’nın temelleri aynı biçimde atılmazdı. (vi) Paris Barış Antlaşması, o sırada ilan edilmiş bulu­ nan Islahat Ferm an ı ’nı Avrupa devletlerine duyurdu. Bu ferman, bir yönüyle Osmanlı reform hareketleri içinde önem kazanan bir belgedir. Fransız Devrimi ile Avrupa’ya yayılan eşitlik ilkesi, sınırlı bir biçimde de olsa, ilk kez Os310

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

manii devletinin siyasal yaşantısı içine girmiş bulunmak­ taydı. Fransız Devrimi’nin ikinci ilkesi özgürlük ise, Os­ manlı toplumuna 1876 I. Meşrutiyet hareketiyle girecektir. Islahat Fermanı da, Tanzimat gibi dış kaynaklı olup, Kırım Savaşı’nda bağlaşıkların isteklerini karşılamak üzere hazırlanmış ve bu yüzden barış antlaşmasının içine alın­ mıştır. Belge, Tanzimat Fermanı’ndaki temel haklar güven­ cesine eşitlik esasını eklemekte ve 20 noktada Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında eşitlik sağlamayı amaçlamak­ taydı. Ancak, Müslümanlar için herhangi bir yeni hak söz konusu olmadığından ve Hıristiyanlar lehine hükümler içerdiğinden, Müslüman halkı memnun ettiği söylenemez. Bundan başka, 1856-1876 yılları arasında İslahat Fermam’na dayanan yabancı devletler, Osmanlı devletinin içişle­ rine daha çok karışmaya başlayacaklardır. Eflak ile Boğdan’m birleşmesi ve Sırbistan’a verilen ayrıcalıkların artı­ rılması bunun tipik örnekleridir. Islahat Fermam’nm getirdiği hükümlerden ortaya çı­ kan amacı, imparatorluk içindeki herkese Osmanlı yurttaş­ lığını vermekti. Yasalar önünde eşitlik, dini fark gözetil­ meksizin herkese memur olabilme hakkı, din yetkilerinin sivil otoritesinin kaldırılması, ordunun hem Müslüman hem de öteki dinlere bağlı olanlara açılması, vergi reformu ve rüşvetle mücadele, Ferman’m getirdiği yenilikler arasın­ dadır. Osmanlı devletinde 1856 yılından sonra, bunun et­ kisiyle Batı’nın liberal düşünceleri dolaşmaya başladı, gaze­ teler kuruldu, edebiyatta Fars stili bırakıldı ve Montesqııieu ve Rousseau gibi düşünürlerin kitapları Türkçeye çevrildi. Abdülaziz (1861-1876), Avrupa gezisine çıkıp Viyana, Pa­ ris ve Londra’ya giden ilk Osmanlı sultanı oldu. Islahat Fermanı gerçekten önemli değişiklikler getir­ mişti ve ödünsüz uygulandığı takdirde uzun vadede devle­ tin temel niteliğini değiştirebilirdi. Ancak, kısa bir süre 311

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

sonra getirdiği yeniliklere karşı büyük bir direniş ortaya çıktı. En önemli tepki, hemen her zaman olduğu gibi, din adamlarından geldi. Nedeni ise cemaatleri üzerindeki siya­ sal otoritelerinin ellerinden alınmasıdır. İşin ilginç yönü, cemaatleri şimdi Müslümanlarla eşit duruma getirilmiş bu­ lunan Hıristiyan dini önderlerinin en sert tepkiyi göster­ meleridir. İstanbul’daki Patrik, Grek Kilisesi’nin toprakları­ nı denetlediği gibi, bugünkü Romanya’da toprağın 7/8’ine sahipti. Ayrıca, afaroz yetkisi, Grek Hıristiyanları üzerinde otoritesini gösteriyordu. Bunlar elinden alınınca, yenilikle­ re karşı çıktı. Müslümanlar da dahil, laik devlet, bireysel özgürlük ve Osmanlı yurttaşlığı işlerine gelmeyen tüm din yetkilileri, “eski düzeni” istemeye başladılar. Dolayısıyla, Islahat Fermanı başarılı bir biçimde yürütülemedi. ç. 19. Yüzyılın Ortasında Devletin Genel Görüntüsü Osmanlı devleti 1699’da Macaristan’ı yitirdikten sonra bü­ yük bir toprak kaybetme sürecine girmişti. Devlet, iki yüz yıl daha yaşamışsa, bu, Avrupa denge politikasının sonucu­ dur. Eğer 19. yüzyılın başında Napolyon Savaşları’nm yıkı­ cı etkisinden kurtulmuşsa, bunun önemli nedenlerinden biri, İngiltere, Fransa ve Rusya arasındaki çıkar çatışmala­ rına dayanmış olmasıdır. 19. yüzyılın ortalarına gelindiğin­ de, devletin kıyılarından çökmeye başladığı görülüyor. Rusya, Kırım ve Kafkasları eline geçirmiş, Sırbistan özerk­ liğini kazanmış, Yunanistan bağımsız, Romanya ise özerk bir prenslik olmuştu. Fransa Cezayir’i işgal etmiş, Arap ha­ nedanlarından Suudlar Arabistan’ın büyük bir bölümünü yönetmeye başlamışlardı. Mısır’da Mehmet Ali Paşa, ailesi­ ni ömür boyu vali yapmıştı ve eyaleti neredeyse bağımsız bir biçimde yönetiyordu. Ancak, yitirilen tüm bu toprakla­ ra rağmen, Osmanlı devleti yine de büyüktü. Anadolu, İs­ tanbul’dan Adriyatik denizine kadar Balkanların orta bölü­ 312

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl Gidildi?

mü, Kuzey Afrika’da Libya, Akdeniz’de Girit ve Kıbrıs gibi adalar, Mısır ve Arabistan üzerinde hükümranlığı vardı. 8. a.

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı ve I. Meşrutiyet

Savaşırı N edenleri

19. yüzyılın dördüncü Osmanlı-Rus çatışması olan ve dev­ letin Balkan topraklarını tam anlamıyla parçalayan bu sa­ vaşın nedenleri arasında, özellikle Rusya’nın 1870’lerden sonra Panslavist bir politika izlemeye başlaması ve bir ver­ gi sorunu nedeniyle, Hersek halkının 1875 yılında ayak­ lanması, ağır basmaktadır. Osmanlı devletinin ağır bir ye­ nilgiye uğramasının nedeni ise, önceki Osmanlı-Rus çatış­ malarının aksine, bu kez Rusya, Almanya ve Avusturya’nın birlikte hareket etmeleri, ortak bir politika izlemeleridir. Rusya’nın 1870’lerden sonra Panislavist bir politika izle­ mesinin bir nedeni, bu yolla içinde Sırp azınlığı olan Os­ manlı devletinin parçalanmasını hızlandırmak ise, ikinci nedeni 1871’de Alman ulusal birliğinin kurulmuş olması­ dır. Şimdi Avrupa’nın ortasında ortaya çıkan ve Balkanlara doğru da genişleme eğiliminde olan bu Pancermen blokuna karşı bir Panslav bloku ile denge kurmak amaçlanıyor­ du. Üç devletin Osmanlı devletine karşı ortak hareket et­ melerinin nedeni ise, 1872 yılında Birinci Üç İmparatorlar Birliği’nin kurulmuş olmasıdır. 1875 yılında Hersek halkının vergi sorunundan dola ayaklanması üzerine, adı geçen üç devlet, Osmanlı devleti­ ne, bölgede reform yapılması konusunda baskıda bulundu­ lar. Baskının başarısız olması üzerine Rusya ile Avusturya, Peşte’de 1877 yılında bir antlaşma yaptılar. Peşte Antlaş­ masına göre, Rusya Avusturya’yı Bosna ve Hersek’te, Avusturya da Rusya’yı Balkanların öteki bölgelerinde ser­ best bırakıyorlardı. Ancak, Rusya Balkanlar’da tek ve bü­ 3 i3

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918'e)

yük bir Slav devleti kurmayacaktı. Bu antlaşmanın hemen arkasından Osmanlı-Rus savaşı çıkmıştır. b.

Ayastefanos ve Berlin Barış Antlaşmaları

Kafkaslar ve Tuna’da olmak üzere iki cephede süren savaş, Osmanlı ordularının yenilgisiyle sonuçlanmış ve iki devlet arasında Osmanlı devleti için çok ağır hükümler taşıyan, ancak uygulanamayacak olan Ayastefanos Barış Antlaşması imzalanmıştır. Antlaşma, Osmanlı devletine bağlı, özerk ve sınırları çok geniş bir Bulgaristan Prensliği kurmaktaydı. Bu devletin sınırları kuzeyde Tuna nehrine, doğuda Karadenizle, güneyde Ege denizine ve batıda da Arnavutluk’a dayanmaktaydı. Daha sonra bu sınırlar daraltılacak ve bu tarihten başlayarak bugüne kadar sürmek üzere, Bulgar hükümetleri “Ayastefanos Bulgaristani’nı kurmayı en önemli dış politika amacı sayacaklardır, ikinci olarak, Ro­ manya, Sırbistan ve Karadağ bağımsızlıklarım kazandılar. Ayrıca, büyük bir Bulgaristan kurarak Peşte Antlaşması’m çiğneyen Rusya, antlaşmaya Bosna-Hersek’te ortak RusyaAvusturya denetiminde reform yapılması hükmünü koydu­ rarak, Peşte Anlaşmasina ikinci kez aykırı hareket etmişti. Bunların yanında, Rusya Doğu Anadolu’da Kars, Ardahan, Batum, Eleştirt ve Beyazıt bölgelerim de topraklarına kattı. Bu barışa en büyük tepki Avusturya ve Ingiltere’den geldi. Avusturya açısından neden açıktır: Rusya, iki devlet arasında iki yıl önce imzalanan Peşte Antlaşması’m çiğne­ miş ve Avusturya’nın Balkanlardaki çıkarlarını dikkate al­ mamıştı. İngiltere’nin Osmanlı devletine karşı izlediği poli­ tikada 1878 yılı önemli bir dönüm noktasıdır. Bu tarihten sonra İngiltere, Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünü koruma politikasını terk ederek, bu devleti yıkarak toprak­ ları üzerinde kendine bağlı devletler kurma ya da kendisi yerleşme yolunu tutacaktır. Ama şimdi, Rusya gerek Bal­ 3 '4

Birinci Dünya Savaşı’na Nasıl G idildi ?

kanlar’da gerekse Doğu Anadolu yaylasında üstün bir du­ ruma geçerek, İngiltere’nin imparatorluk yolunu tehdit ı-der duruma gelmişti. İşte bu nedenlerle Avusturya ile In­ giltere, Ayastefanos’un değiştirilmesi için Rusya’ya baskı yapmaya başladılar ve bunda başarılı da oldular. Osmanlı devleti ile Rusya arasında aynı yıl Berlin Barış Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmayla Bulgaristan’ın sınırları daraltılmış ve Bosna-Hersek Avusturya’nın işgal ve yönetimine bırakıl­ mıştır. Bir önceki antlaşmadaki Romanya, Sırbistan ve Ka­ radağ’ın bağımsızlık hükümleri aynen korunuyor, Rusya, Doğu Anadolu’da Eleşkirt ve Beyazıt’ı Osmanlı devletine geri veriyordu. Girit adası ise özerklik kazanacaktı. 1878 tarihli Berlin Anlaşması, özellikle Osmanlı devleı i ve genellikle Avrupa tarihi açısından çok önemli sonuç­ lar doğurmuştur. Bir kere, Osmanlı devletinin 19. yüzyıl­ daki parçalanma sürecinde önemli bir aşamayı oluştur­ maktadır. İki büyük devlet, İngiltere ile Avusturya, Osınanlı devletinin toprak bütünlüğünü koruma politikasını bırakmışlardır. Bu tarihten başlayarak, bu iki devletten bo­ calan yeri Almanya almaya başlayacaktır. Ayrıca, Berlin düzenlemesi taraflardan hiçbirini tatmin etmiş değildir. Balkan Slavları aradıklarını bulamamış, Rusya istediği ka­ dar güçlü bir Slav devleti kuramamış, Avusturya ise BosnaI lersek’i tam anlamıyla sınırları içine katamamıştı. Bölge­ nin Avusturya yönetimine girmesi, Sırbistan’daki ulusçu duyguları körüklemişti. Kısaca, Berlin düzenlemesi bun­ dan sonra ortaya çıkan Balkan bunalımlarının ve belki de I Dünya Savaşı’nın temelini oluşturur. Böylece, yıpratma savaşının ilk dönemi bitti. Savaşın ilk yılında savaşanlardan hiçbiri amacına ulaşamamıştı. Al361

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

manya, bir darbede Fransa'yı yenip Paris'i eline geçirememiş, Fransa ise Alman ordularını topraklarından atamamış­ tı. Avusturya Sırbistan'ı yıkamamış, Rusya da Almanya'ya karşı zafer kazanamamıştı. İngiltere ve Almanya birbirleri­ nin deniz güçlerini yıkamamışlardı. Ancak, 1914 yılı biter­ ken bütün açıklığı ile görülememesine rağmen, zaman İti­ laf devletlerinin lehine işlemeye başlamıştı. Yıpratma savaşında hammaddelerin artan önemi ve kolay bulunama­ ması dolayısıyla, geniş sömürgelere sahip olan ve bunlarla deniz ulaşımını hâlâ elinde tutan İngiltere ile Fransa daha avantajlı duruma gelmişlerdi. Bir darbede ve kısa sürede kesin zafer söz konusu olmayınca, temelde hâlâ bir kara devleti olan Almanya ve Avusturya'nın işi zorlaşmış, uzun bir savaşa dayanıp dayanamayacakları sorulmaya başlamış­ tı. 3. 1915 Yılında Batı Cephesi 1915’te yani savaşın ikinci yılında batı cephesinin öyküsü, taraflara somut hiçbir şey kazandırmayan uzun ve son de­ rece kanlı muharebelerdir. I. Dünya Savaşı'nda siper ilginç bir yerdi; İsviçre sınırından Manş denizine kadar uzanan, savaşın orada başlayıp bittiği, yorgun askerlerin orada sa­ vaşıp dinlendiği ve uyuduğu, çoğu kez bir buçuk metre de­ rinliğinde, bir kısmı yarısına kadar su dolu, sonsuz gibi gö­ rünen iki sıra hendek şeridi. Bir hendekte bir taraf, İkin­ cisinde öteki taraf ve Çanakkale cephesinde görüldüğü gi bi, düşman askerlerin savaşmadıkları zaman birbirlerine yiyecek ve içecek maddesi fırlatabilecekleri kadar birbirine yakın olan iki ölüm hendeği. Siperin çevresi, aşılması son derece güç olan dikenli telle çevrili olunca ve bir de arka smdan makinalı tüfek yuvasıyla desteklenince, ele geçiri I mesi son derece güç olan bir yer haline geliyordu. Bir ara, 362

Birinci Dünya Savaşı

taraflar düşmanlarının siperlerini “zehirli gaz bombası” ile ele geçirmeye çalıştılar. Zehirli gaz havadan ağır olunca, si­ perin üstünde patlatıldığmda hendeğin dibine çökmekte ve buradaki askerleri öldürmekteydi. Ancak, zamanla bu­ nun büyük dezavantajları ortaya çıktı ve karşı-silahı da bu­ lundu: gaz maskesi. Gaz bombasını atarken rüzgârı çok iyi hesaplamak gerekiyordu. Çünkü, bir süre sonra yön değitirirse, taraflar kendi attıkları gaz bombasıyla kendileri av­ lanmış oluyorlardı. Ne olursa olsun, bu siperleri delmek için taraflar inatla saldırılarda bulundular ve her saldırı binlerce kişinin ölmesine yol açtı. Bu yüzden batı cephe­ sinde savaş uzayıp gitti. 1915 yılının sonbaharına geldiğimizde, yani savaş tam bir yaşındayken, tarafların batı cephesinde ölü sayıları şöyleydi: Ingiltere 60.000, Fransa 190.000 ve Almanya 210.000. Buna karşılık, 1915'te batı cephesinde hiçbir amaç gerçekleşmemiş ve hemen hemen hiçbir toprak kaza­ nılmamıştı. İngiltere'ye gelince, Almanya bu devleti havadan han­ tal zeplinlerle bombalamaya başladı. Ancak, bunlar çok kolay hedef olduklarından, 1916 yılında bombalamayı kes­ ti ve zaten 1916'dan başlayarak bombardımanın zararı çok az da olsa (tüm savaş boyunca 11.000 kişi öldü) bu savaş biçimi İngiltere'de büyük bir karışıklık ve Almanya'ya kar­ şı nefret yarattı. Çünkü, İngiliz insanı bu tarihine kadar kendi Adası’nda hiçbir savaş görmüş değildi, İngiliz asker­ leri sürekli ya Avrupa'da ya da sömürge bölgelerinde mü­ cadele etmişlerdi. Dolayısıyla, hazırlıksız yakalanan Ingil­ tere'de günlük yaşam bozuldu, her gece uygulanan karart­ ma tüm savaş boyunca sürdürüldü. Almanya, Zeplin'den sonra daha tehlikeli ve çok önemli siyasal sonuçlar doğuracak olan bir başka silah kul­ lanmaya başladı: U-Boat ya da Unterseeboot, yani denizaltı. 363

Siyasi Tarih (ilkçağlardan 1918’e)

Bu araç denizin altında olduğu zaman çok yaman bir silah, üstündeyse savunmasız bir araçtı. Önemli üstünlüğü gizli seyredip habersiz torpillemesiydi ve Almanya tarafından, bu özellikleriyle, kendisine karşı İngiltere ve Fransa'nın uyguladığı deniz ablukasını kırmak amacıyla savaş alanına sokulmuştu. O zamana gelene kadar, savaş hukuku uygu­ lamasına göre, bir savaş gemisi bir düşman ticaret gemisi gördüğü zaman tehditle onu durdurur, tüm mürettebat ve yolcuları kendi gemisine alır ve ondan sonra batırırdı. An­ cak, denizaltı bunu yapacak ne yere ne de güce sahipti. Dolayısıyla, savaş gemileriyle birlikte ticaret gemilerini de habersiz batırmaya başladı ve bu süreç içinde yüzlerce sivil yaşamlarım yitirdi. Tüm bu gelişmelerde, büyük deniz güçleri olan İngiltere ve tarafsızlığını sürdürmekte olan ABD'nin şiddetli tepkisine yol açtı. Bu denizaltı savaşının sonucu olarak, 1915 Mayısında Lusitania ve Ağustosunda A rabic adlı İngiliz yolcu gemileri, Alman denizaltıları tara­ fından batırıldı ve birçok Amerikan yurttaşı da öldü (yal­ nız Lusitania'da 1200 kişi yaşamını yitirmişti). Bu olaylar Alman-Amerikan ilişkilerin gerginleştirdiyse de, Almanya bu çeşit olayların tekrarlanmayacağı konusunda güvence verince, ABD daha ileri gitmedi. 4. 1915 Yılında Doğu Cephesi 1915 yılının kışında Rusya'ya karşı ortak Alman-Avusturya harekâtı başarılı oldu ve iki hafta içinde Rusya içinde 120 km. kadar ilerlediler. Tam başarısızlık ve işgalden korkan Rus hükümeti bağlaşıklarına başvurarak, bu baskının azal­ masını sağlayacak olan yeni bir cephenin açılmasını istedi. Yeni cephe, Osmanlı devletinin topraklarında ve önemli bir ulaşım yolu olan Boğazlarda açılmak istenecektir. Bu davranışın nedenleri olarak şunlar söylenebilir: 364

Birinci Dünya Savaşı

(i) Bu harekât başarılı olup Boğazlar açıldığı takdir­ de, Rusya ile bağlantı sağlanmış olacak ve savaş malzemesi gönderilebilecekti. Rusya yeterince güçlendiği takdirde Al­ manya'ya doğudan yüklenecek ve böylece Almanya'nın Fransa cephesideki ağırlığı azalacaktı. (ii) Trakya işgal edildiği takdirde, Almanya'nın Bal­ kanlardaki üstün durumu sarsılacak ve güneyinden de teh­ dit edilmiş olacaktı. Bu da, Fransa üzerindeki yükü hafifle­ tebilirdi. (iii) İtalya ile Romanya hâlâ savaşa girmemişlerdi. İti­ laf devletleri Balkanlar'da üstünlük sağlarlarsa, bu devletle­ rin Almanya'dan korkusu kalmaz ve İtilaf devletlerinin ya­ nında savaşa katılabilirlerdi: (iv) Kuvvetlerinin bir bölümünü Çanakkale'ye çek­ mek zorunda kalacak olan Osmanlı devletinin, Kafkas cep­ hesinde Rusya üzerideki baskısı hafifletilecekti. Doğal ola­ rak, Boğazlar bölgesinde cephe açılması kararının verilme­ sini kolay hale getiren bir durum da, İngiltere ve Fransa'ya göre, daha iki yıl önce küçük Balkan devletlerine yenilen Osmanlı devletinin zayıflığıydı. Karaya asker bile çıkarma­ dan, savaş gemileriyle Boğazlar açılabilir ve İstanbul ele ge­ çirilerek, bu devletin hemen 1915 yılında teslimi sağlana­ bilirdi. Ancak unutulan nokta, Osmanlı devleti ne kadar zayıf olursa olsun, Çanakkale'deki insanların, Osmanlı ha­ nedanlığının uzak topraklarında değil, kendi anayurdunda savunma yaptığıydı.

E. SAVAŞ VE OSMANLI DEVLETİ 1. Osmanlı-Alman İttifakı Osmanlı devletinin Almanya'nın yanında savaşa girişinin

365

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

ve yenilgisinin nedenlerinin araştırılmasında, üçlü itilaf ve üçlü ittifak devletlerinin Yakındoğu politikalarının bilin­ mesi gerekir. Balkan Savaşları, Balkanlar bölgesini iki karşıt kampa bölmüştü: Bir yanda Sırbistan, Romanya ve Yunanistan öte yanda Bulgaristan. Birinci kampta olan ilk üç devlet, Bal­ kan Savaşlarından galip olarak çıktıklarından, İtilaf devlet­ lerinin koruyuculuğu altındaydılar. Özellikle Rusya, Avus­ turya'nın Balkanlar1 daki baskısını sınırlamak ve İstanbul üzerindeki tutkularını gerçekleştirmek için, bu grubun ba­ şını çekiyordu. Balkanlar'daki Rus düzenlemelerine karşı çıkan Avusturya ise, Sırbistan'a egemen olmak, faaliyetleri­ ni sınırlamak ya da bu devleti ezmek istiyordu. Avustur­ ya'nın bu politikası, Balkânlar'da Sırbistan'a karşı genişle­ yip, Ayastefanos Bulgaristanı'm kurmak isteyen Bulgaris­ tan'ın işine gelmekteydi. Bu yüzden, Bulgaristan, Balkan Savaşları'ndan sonra Avusturya yanlısı bir dış politika izle­ meye başlamış ve bu devletle bağlantı kurmaya çalışmıştır. Almanya tarafından da desteklenen bu yakınlaşma, 1914 Haziran'mda büyük miktarda bir borç anlaşmayla sonuç­ lanmış ve böylece Bulgaristan fiilen üçlü İttifaka bağlan­ mıştır. Almanya, Osmanlı devletine karşı ikili bir politika izli­ yordu. 1. Dünya Savaşı'nda, Osmanlı ordularının komuta­ sında en yüksek mevkilere kadar gelecek olan Lim an Von Sanders gibi ünlü bir generalini, Osmanlı hükümeti üzerin­ de etki yapmak ve orduyu güçlendirmek için Osmanlı dev­ letine göndermişti. Bu askeri etki, Bağdat demiryolu ayrı­ calıklarıyla birlikte düşünüldüğünde, Almanya Yakındoğu1 da büyük bir üstünlüğe sahip olacaktı. Alman politikasının ikinci yüzü, Almanya'nın 1914 yılında gizli olarak İngiltere ve Fransa ile yaptığı demiryolu anlaşmasıydı. Bu, Osmanlı devletini etki alanlarına bölüyordu. Devlet, bütün çabalara 366

Birinci Dünya Savaşı

rağmen parçalanacak olursa, Almanya bu paylaşmadan as­ lan payım alacaktı. İtilaf devletlerinin Balkanlara ve Osmanlı devletine yö­ nelik politikalarıysa karışık ve birlikten uzaktı. İngiltere ve Fransa, Almanya ile yaptıkları demiryolu anlaşmalarıyla, devleti etki alanlarına ayırmışlardı. Rusya ise, bu durum karşısında Osmanlı devletiyle ilgili konularda “statükocu” bir tavır aldı. Çünkü Boğazlar'da Almanya gibi güçlü bir devleti komşu olarak istemiyordu. İşine gelen, hiçbir bü­ yük devletin karışmaması, durumun olduğu gibi korunmasıydı. Ancak böyle bir durumda, Boğazlar konusundaki emellerini gerçekleştirme olanağına sahip olabilirdi. Oysa, Almanya'nın İstanbul'daki çok yönlü faaliyeti hiç işine gel­ memişti. İşte bu nedenlerle, “statükocu” bir Osmanlı poli­ tikası izlemeye başlamıştı. Rusya, Balkanlar'da ise kendi denetiminde bir Balkan ittifakı kurmak peşindeydi. 1. Dünya Savaşı, daha önce görüldüğü gibi, Sırbistan ile Avusturya'yı Balkanlar'da çatışır halde buldu. Yunanis­ tan ile Romanya, İtilaf grubuna yönelik bir yansızlık için­ deydiler. Bulgaristan, İttifak devletleriyle antlaşma yapma peşindeyken, Osmanlı devleti 3 Ağustos 1914'te geleceğini Almanya'ya bağladı. Bu tarihte Osmanlı yöneticileri Al­ manya ile bir antlaşma imzaladılar. Bu anlaşmanın iki taraf için de nedenleri, buraya kadarki açıklamalardan ortaya çı­ kacaksa da, bir kez daha ve toplu bir biçimde belirtmede yarar vardır. Her şeyden önce, İttihat ve Terakki önderleri ve bu arada özellikle Savaş Bakanı Edirne fatihi Enver Pa­ şaya göre, Almanya askeri bakımdan Avrupa' nm en güçlü devletiydi ve çıkacak bir savaşı kazanacaktı. Dolayısıyla Osmanlı hükümeti, Almanya'ya yaklaşmada duraksamadı. İkinci olarak, 1878 yılında İngiltere'nin Osmanlı devletini parçalama politikasına başlamasından sonra, İngiltere'den boşalan yeri yavaş yavaş Almanya almaya başlamış ve bu 367

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

devlet denge politikasında Osmanlı devletinin tek dayanağı olmuştu. Üçüncü olarak, özellikle 1890'lardan sonra, Al­ manya'nın Osmanlı ekonomisi üzerinde etkin bir devlet durumuna gelmiş olmasını da hesaba katmak gerekir. Son olarak, Almanya, Rusya'ya karşı Osmanlı devletini yanma alabilmek için, Rusya'da yaşamakta olan Türkler'in Os­ manlı sınırları içine alınmasını amaçlayan Pantürkist hare­ keti de kışkırtmaktaydı. Osmanlı yöneticileri, çıkacak bir savaşta, Rusya'nın yenilgisiyle bu ülkünün gerçekleşebile­ ceğini de umduklarından, Almanya'ya yanaştılar. Bir savaşta Osmanlı devletinin kazanılması, Almanya için şu avantajları sağlayacaktı: Her şeyden önce, Osmanlı devletinin Kafkaslar'da açacağı bir cephe, Rusya'ya karşı yürütülecek savaşı kolaylaştıracak, özellikle Avusturya'nın Galiçya cephesindeki yükü hafifleyecekti. Ayrıca, Osmanlı monarkmm “Halife” sıfatıyla tüm Müslümanlar için ilan edeceği “kutsal cihat” İngiliz ve Fransız sömürge impara­ torluklarında yaşayan Müslüman halkı ayaklandıracak ve böylece itilaf devletleri en hassa£ noktalarından vurulmuş olacaktı. Bu koşullar altında Alman-Osmanlı Antlaşması, I. Dünya Savaşı başladıktan sonra, 2 Ağustos 1914'te hazır­ landı ve bir gün sonra imzalandı. Anlaşmaya göre Almanya ve Osmanlı devleti, Avusturya ile Sırbistan arasındaki ça­ tışmada tarafsız kalacaklardı. Ancak, bu çatışma bir Alman-Rus savaşma dönüşürse (Antlaşmanın imzalandığında dönüşmüştü bile ve Osmanlı yöneticilerinin belki bundan haberleri de yoktu) Osmanlı devleti Almanya'nın yanında savaşa katılacaktı. Buna karşılık, Osmanlı devletinin top­ rak bütünlüğü Rusya tarafından bozulursa, Almanya Os manii devletine yardım edecekti.

368

2. Osmanlı Devletinin Savaş Dışı Durumu Osmanlı devleti savaşın ilk aylarında “savaş-dışı” durum ilan etti. Bu gerçekte akıllıca bir hareketti. İmparatorluk, büyük bir savaşın yükünü çekemeyecek kadar zayıftı. Os­ manlIların “savaş-dışı” durumu, Boğazlar'dan geçebildik­ leri için, İtilaf devletlerinin işine gelmekteydi. Bu yüzden, Almanya'nın bu tarihten sonra Osmanlı devletine karşı tu­ tumu, bu devleti savaşa sokma temeline dayanacak ve iki Alman savaş gemisi bu yolda uygun bir araç olarak kulla­ nılacaktır. Osmanlı devleti, donanması için İngiltere'de “Reşadi­ ye” ve “Sultan Osman” adlı iki savaş gemisi yaptırıyordu. Halktan toplanan paralarla finanse edilen bu iki zırhlı, Ege'de Yunanistan'a karşı deniz üstünlüğünü sağlayacak, Karadeniz'de Rusya'yı tehdit edebileekti. “Sultan Osman” Mayıs ayında bitip de Osmanlı devletinin parasını ödediği bu gemiyi almak isteyince, İngiltere vermemek için bir ba­ hane buldu: Yunanistan'ın bu gemiyi denizaltı ile batıraca­ ğını haber almıştı. “Reşadiye” bitene kadar beklenmesini istedi. İngiltere, kısa bir süre sonra savaş çıkabileceğini sezmiş ve bu iki güçlü ve modern gemiyi Osmanlı devleti­ ne vermek istemiyordu. Bu yüzden, Temmuz'da İkincisi de bittiğinde yeni bahaneler sıralandı ve Ağustos'ta da el koy­ du. 30 milyon dolara mal olan zırhlılar, sanki Osmanlı devleti tarafından İngiltere'ye hibe edilmişti. İngiliz Dışiş­ leri Bakanı S ir Edw ard Grey, Osmanlı hükümetine gönder­ diği notada, özetle, “Osmanlı hükümeti, İngiltere'nin ge­ milere neden el koyduğunu anlayacaktır. İngiliz hükü­ meti, Osmanlı devletinin mali ve öteki kayıplarına çok üzülmektedir ve bunun üzerinde durulacaktır” diyordu ve notada tazminattan herhangi bir bahis yoktu. Böyle bir davranışın, Osmanlı devletini Almanya'nın yanına iteceği ı

369

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

apaçıktı. Demek ki, Ingiltere bu iki zırhlıya, Osmanlı dev­ letinden daha çok önem vermekteydi. Nota İstanbul'a gel­ diği gün Alman-Osmanlı anlaşması imzalanmıştı. Bu arada, Akdeniz'de, Osmanlı devletini savaşa sokacak büyük oyun yavaş yavaş tezgahlanmaktaydı. Daha kara savaşı başlamadan, Alman Akdeniz filosu komutanı W ilhelm Souchon' a, 4 Ağustos'ta Berlin'den şifreli bir telgraf geldi: “Osmanlı devleti ile anlaşma dün imzalan­ dı. Hemen İstanbul'a doğru hareket ediniz.” Komutası al­ tında iki yeni, hızlı ve savaş gücü yüksek zırhlı vardı. Ağır kruvazör G oeben ile hafif kruvazör Breslau. O zamana ka­ dar tarihte hiçbir savaş aracı, bu iki geminin, bu şifreden sonraki yedi günlük yolculuğu kadar, dünyanın geleceğini etkilememiştir. Amiral Souchon şifreli telgraf aldıktan sonra harekete geçtiğinde, Osmanlı hükümeti hâlâ kararsızdı. Ingiltere düş kırıklığı ve kızgınlık yaratmıştı; Rusya'dan korkuluyor­ du ve Almanya'ya da tam güvenilemiyordu. ittihat ve Terakki'nin önderi olan Enver Paşa hevesli ve inanmış bir Al­ man yandaşıydı. Avrupa'nın geleceğinin Almanya'da oldu­ ğuna inanıyordu. Komitenin siyasi önderi Talat Bey, Enver Paşa kadar durumdan emin değildi, itilaf devletlerine göre, Almanya'dan daha çok ödün alınabileceğini biliyordu. Bü­ yük devletlerin savaşında, yansızlık politikasının Osmanlı devletinin sonu olacağım düşünüyordu, itilaf devletleri ga­ lip çıkarsa, Osmanlı’mn bu grubun baskısı ile Osmanlı devleti yıkılabilirdi. Almanya galip çıkarsa, bu devletin ko­ ruyuculuğu altına girebileceğini biliyordu. Öteki hükümet üyeleriyse, İngiltere ile pazarlık yapılabileceğine inanıyor lardı. İstanbul, bu düşüncelerle bir bekleyiş dönemine girdi ğinde, Kayzer, iki cepheli savaş korkusunun altında, Os­ manlı devleti ile anlaşmaya daha çok önem vermeye başla 370

Birinci Dünya Savaşı

di. Osmanlı devleti, Karadeniz'e çıkışı kapayıp, Rusya'nın bağlaşıklarıyla bağlantısını kesecek tek devletti. İngiltere ile Fransa'nın Akdeniz'deki endişesi de, Kuzey Afrika'dan Fransa'ya birlik şevkinin engellenmesiydi. Dolayısıyla, on­ ların da gözleri bu sevkiyatı engelleyebilecek iki Alman zırhlısmdaydı. Goeben ile Breslau, İstanbul yolundayken 6 Ağustos’ta Berlin'den yeni bir telgraf aldı: “Siyasal neden­ lerle şimdilik İstanbul'a gitmekten vazgeçin.” Bunun nede­ ni, Osmanlı hükümetindeki bölünme ve bunun sonucu olan kararsızlıktı. Enver Paşa, gemilerin gelmesine izin vermiş olmasına rağmen, böyle bir davranış savaş-dışı du­ rumla bağdaşmayacağı için, Osmanlı hükümetinin öteki üyeleri ve Sadrazam karşı çıktılar. Ancak, bu sırada amiral Souchon da çok güç durumda kaldı. Ege denizine girerken zırhlısının iki kazanının çalışmadığı anlaşıldı; dolayısıyla İngiliz donanmasının önünden Batı Akdeniz'e doğru kaça­ mazdı. Kararını kendi başına verdi: İstanbul'a gidecek, Türkler'i iradeleri dışında da olsa zorlayıp savaşı Karade­ niz'e sıçratacak ve Osmanlı devletini geleneksel düşmanı olan Rusya ile savaştıracaktı! Bu kararı verdiği zaman tarih 8 Ağustos'tu ve İngiliz zırhlıları giderek Alman zırhlıları Goeben ve B reslau 'a yaklaşıyorlardı. Ancak, Souchon 'un verdiği bu kararı uygulaması ola­ naksızdı. Çünkü, yeri belli olacağından İstanbul'la telsiz bağlantısı kuramıyordu. Üstelik bir başka gemiyle İz­ mir'deki Alman Deniz Ateşesi'ne şu haberi gönderdi: “As­ keri durum düşmana Karadeniz'den saldırıyı gerekli kılı­ yor. Boğazlar'dan geçmem için izin isteyin.” 10 Ağustos'ta yanıt geldi: “İçeri girin, kalelerin teslimini isteyin ve gön­ derilecek rehberi yakalayın.” Souchon, bunun ne anlama geldiğini bilmeden Boğazlara doğru “yelken açtı”. Çanak­ kale Boğazı'mn girişinde demirleyip, rehber gönderilmesi­ ni isteyen bayrağı çekti. Bunun üzerine Enver Paşa, Sadra37 i

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

zama danışmadan geçiş izni verdi ve İngiliz filosunun Goeben ile Breslau 'yu izlemeleri durumunda “ateş” emrini de

verdi. Böylece, iki Alman zırhlısı Boğazlara girdi ve İngiliz donanması da Boğazı abluka altına aldı. Uluslararası hukuk kurallarına göre, Osmanlı devleti­ nin bu iki gemiyi silahtan arındırması ve savaş sonuna dek el koyması gerekiyordu. Osmanlı yöneticileri bunun yerine çoğu için bir emrivaki olan bu olaydan bir çıkış yolu bul­ dular. Osmanlı devleti, İngiltere tarafından el konmuş bu­ lunan Reşadiye ve Sultan Osman zırhlılarına karşılık ola­ rak, Goeben ile Breslaıı’u hiç para ödemeden “satın aldılar” ve “Yavuz” ile “Midilli” adlarıyla Osmanlı donanmasına kattılar. Bundan hemen sonra, Osmanlı donanmasının ba­ şına Amiral Souchon getirildi. Böylece, İngiltere’nin el koy­ duğu iki gemi, Osmanlı donanmasına başka yoldan katıl­ mış oldu. İki savaş aracıyla ilgili bu dramatik gelişmelerin son derece önemli sonuçları olmuştur. Bir kere, Yavuz ile Mi­ dilli, Alman ve Osmanlı deniz kuvvetlerinin Karadeniz'i denetlemelerini sağladı. Bu gemilerle Osmanlı donanması Karadeniz'deki Rus donanmasından daha güçlü hale geldi ve böylece Rusya'nın İstanbul'a saldırma olasılığını çok azalttı. Ancak, bundan daha önemli olarak, Amiral Souchon'un donanma komutanlığına getirilmesi, Almanya'nın İstanbul üzerindeki denetimini güçlendirdi. Artık Alman­ ya, Osmanlı devletini ne zaman isterse o zaman savaşa so­ kabilirdi. Dönemin Maliye Bakanı Cavit Bey, kendisine Brüksel'in ele geçirildiği haberini ileten bir Belçikalı'nm “size çok kötü haberlerim var... Almanlar Brüksel'i ele ge­ çirdiler” sözüne karşılık olarak, “size daha da kötü haber­ lerim var... Almanlar Osmanlı devletini ele geçirdiler” de­ miştir. Gerçekten, bu iki zırhlı, Alman Amirali Souchon’u n 372

Birinci Dünya Savaşı

komutasında ve Harbiye Bakanı Enver Paşa'nm bilgisi için­ de Karadeniz'e açılacak (manevra yaparak Osmanlı subay­ larına geminin nasıl çalıştığını öğretmek bahanesiyle) ve 2 9 Ekim 1914'te Odessa ile Sivastopol'ü topa tutarak Os­ manlı devletini savaşa sokacaktır. Böylece, 6 yüzyıl yaşa­ mış bulunan imparatorluk, iki savaş gemisinin oyunuyla büyük bir savaşa girecek ve savaşın sonunda ömrünü ta­ mamlayarak tarih sahnesinden çekilecektir. Bu iki savaş gemisi olmasaydı, Osmanlı devleti savaşa girmeyecek miy­ di? O dönemin koşulları ve Almanya-Osmanlı antlaşması­ nın imzalanış nedenleri dikkate alındığında, büyük bir ola­ sılıkla gireceği söylenebilir. Ancak, kendi istediği anda ve yerde savaşa katılabilirdi. Zaten Goeberı ve Breslau olayının gelecek kuşaklara verdiği en önemli tarih dersi de budur: Bağlaşık da olsa, bir devletin silahlı kuvvetlerinin, başka bir devletin subaylarının denetimine verilemeyeceği. Nite­ kim, Türkiye Cumhuriyeti'nin ikinci Cumhurbaşkanı İs­ met İnönü, 2. Dünya Savaşı sırasında, bu konularda son derece titiz davranmış, İngiltere ve Fransa ile anlaşması ol­ masına rağmen, devleti istediği anda ve istediği biçimde, yani ilerde görüleceği gibi, savaşın son aylarında savaşa sokmuştur. 3. I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Cepheleri I I. Dünya Savaşı içinde Osmanlı devleti belli başlı dört cep­ hede savaşmak durumunda kaldı. a.

Yenik D üşülen C epheler

Enver Paşa tarafından açılan Kafkas cephesinde. 1914 Ara­ lık ve 1916 yazında iki kez yapılan Sankamış harekâtının amacı, Kafkas Türklerini ayaklandırarak Rusya'ya son bir darbe vurmak ve “turanı” ele geçirmekti. Başarısızlıkla so­ 373

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

nuçlanan bu iki harekâtta 150.000 kişilik Osmanlı ordusu 90.000 kayıp vermiştir ve bu askerlerin çoğu düşmana de­ ğil, bozuk ulaşım ve soğuğa yenilmişlerdir. Donanma Ba­ kanı Cemal Paşa tarafından Süvevs Kanalı cephesinin açıl­ masının amacı, İngiltere'nin imparatorluk yolunu kesmek­ ti. Harekâtın başlarında iyi gitmesine rağmen burada da ba­ şarılı olunmamış, Osmanlı ordularını Kanal bölgesinden geriye atan İngiltere, savaşın sonlarına doğru Irak'ı ele ge­ çirerek Toroslar'a dayanmıştır. Ingiltere tarafından açılan Irak cephesinde, İngiltere açısından amaç, bir yanda Rusya ile kara bağlantısını sağlamak, öte yanda Abadan petrolleri­ ni korumaktı. 1917 yılma kadar başarılı olamayan Ingilte­ re, bu tarihten sonra Osmanlı ordusunu kuzeye doğru sü­ recektir. Osmanlı devletinin bu muharebelerde yenilmesinin nedenleri çok çeşitlidir ve işin içine daha önce incelenen genel zayıflama nedenleri de sokulabilir. Ancak, burada toplu olarak şunlar söylenebilir. Her şeyden önce, ekono­ mik ve mali durumu son derece bozuk olan devletin, uzun ve yıpratıcı bir savaşı sürdürmesi olanağı hemen hemen yok gibiydi, ikinci olarak, imparatorluğun sınırları çok ge­ niş olduğundan, dört ayrı cephede birden savaş yapma du­ rumuna düşmüş, ulaştırma yol ve araçlarının yetersizliği yüzünden ikmal merkezleri ile cephe arasında sürekli bağ­ lantı sağlanamamıştır. Ayrıca, Osmanlı devleti savaşa eşgü­ dümlü bir savaş planı ile de girmiş değildir. Orduların ne­ rede, nasıl, hangi taktik ve stratejik amaçla savaşacakları konusunda ayrıntılı planlar yapılmamış, cephelerin açılma­ sı büyük ölçüde düşmanın saldırılarına ve savaşın günlük gidişine bağlı kalmıştır. Tüm bunların yanında, Osmanlı devletinin yenilgi nedenleri arasına, Trablusgarb savaşın­ dan, yani 1911 yılından bu yana süren uzun savaş yılları­ nın askerler üzerinde yarattığı bıkkınlık duygusuhu da ek­ 374

Birinci Dünya Savaşı

lemek gerekecektir. Bu bıkkınlık içindeki askerin, Arap ül­ kelerinin kızgın güneşi ve çölü arasında,, doğup büyüdüğü yerlerin çok uzağında, amacını bir türlü anlayamadığı bit­ mez tükenmez muharebelerde canla başka savaşması güç­ tü. Nitekim, Anadolu topraklarının “bekçisi” durumunda olan Gelibolu'da aynı asker, anavatanını savunduğu bilin­ cinde, hevesle savaşacak ve galip gelmesini de bilecektir. b.

Çanakkale Cephesi2

Açılma nedenlerinin daha önce belirtildiği Çanakkale cep­ hesinde, Ingiliz-Fransız ortak donanması, 19 Şubat 1915'te Çanakkale Boğazı’mn müstahkem mevkilerini bombalama­ ya başladı. Çanakkale saldırısının mimarları, o zamanlar Amirallik 1. Lordu olan Winston Churchill ile Savaş Bakanı H erbert K itchener idi. Bombalamanın ertesinde İngiliz piya­ de birlikleri Çanakkale'de kıyıya çıkarıldı. Bu harekâttan bir ay sonra, 18 Mart’ta İngiliz ve Fransız zırhlıları Boğazlar'dan geçme harekâtına başladılar. Bunların bir kısmı mayınlara çarptığından, bir kısmı da topçu ateşi sonucu ya battı ya da yaralandı. Boğazların böyle geçilmesi mümkün olmadığı için donanmanın komutanı Amiral de Roebeck ge­ ri çekildi. Boğazlardan geçmeyi başaramayan İtilaf devletleri, da­ ha sonra kara harekâtına girişmişlerdir. General lan Hamilton'ı bu harekâtla görevlendiren Kitchener, kendisine göre­ vinin İstanbul'u ele geçirmek olduğunu ve bunu başardığı 2

Burada savaşlar konusunda ayrıntıya girilm eyecektir. Konu üzerinde daha ço k bilgi için: Gn. Celal Erikan, Çanakkale'de Türk Zaferi, İş Bankası Kültür Yayım, Ankara, 1964; Gn. lan Ham ilton, Gelibolu Günlüğü, çev. O. Öndeş, Hürriyet Yayınları, İstanbul, 1 9 7 2 ; Aziz Kaylan (d er.), Ç anakkale İçinde

Vurdular Beni, Tercüm an, 1001 Tem el Eser, İstanbul; Alan Moorehead, Gallipoli, New York, N. Y.: Harper and Row, Pub., İstanbul, 1956; Joseplı Murray, Gallipoli 1915, Londra, Nel Books, 19 7 7 ; Ruşen E şref Onaydın, Ç a­ nakkale'de Savaşanlar D ediler ki, T ü rk Tarih Kurumu Yayını, Ankara, 1960. 375

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

takdirde yalnız bir harekâtı değil, savaşı da kazanmış ola­ cağını söyledi. Yapılan genel plana göre, Anafartalar bölge­ sine asker çıkarılacak, Gelibolu'daki Türk mevzileri arka­ dan sarılacak, bu kuvvet Saroz körfezine çıkarılacak or­ duyla birleşince, Marmara Denizi ve İstanbul'un yolu açıl­ mış olacaktı. Bu ihtiraslı harekât için İngiltere ile Fran­ sa'nın elinde yeterince asker olmadığı için, Gelibolu'ya Avustralya ve Yeni Zelanda birlikleri de getirildi (bunlara A nzac birlikleri adı verilecektir). Gelibolu harekâtı, saldırganlar için birtakım eksiklik ve aksiliklerle başladı. Hamilton'm elinde iyi bölge harita­ ları ve 1900'lerden sonra Türk savunması hakkında ayrın­ tılı bilgi yoktu. Ayrıca, emri altındaki birlikleri denizden "karaya çıkarma harekâtı (amfibik harekât) konusunda de­ neyimleri de yoktu. Üstelik, tam karaya çıkılacağı sırada malzemelerin yanlış yüklenmiş olduğu anlaşıldı ve İsken­ deriye'ye geri dönülüp uygun malzeme yüklendi. Aradan geçen üç hafta içinde Türkler zaman kazanmış ve Gelibo­ lu'daki birliklerini takviye etmişlerdi. Artık Gelibolu yarı­ madasına asker çıkarıp işgal etmek pek kolay değildi. 25 Nisan'da çıkarma başladıysa da Türklerin şiddetli direnme­ si ve Anafartalar'da görev alan Mustafa Kem al'in akıllı ve inatçı savunması karşısında Ingiliz ve A nzac birlikleri an­ cak kıyılarda tutunabildiler. Aylarca süren mücadele içinde bir türlü tepelere tırmanıp, açık araziye çıkamadılar. Avru­ pa'daki batı cephesinde olduğu gibi siperler kazıldı ve ta­ raflar bu siperlere çakılıp kaldılar. Gelibolu, bundan sonra uzun ve ağır siper savaşlarına sahne olmaya başladı. Bağla­ şıklar Ağustos ayında ikinci genel saldırıya geçtiler. Suvla körfezinden başlayan saldırı ilk birkaç gün başarılı olduysa da, yemden duraklama aşamasına girildi. Çanakkale'nin, ister denizden olsun ister karadan, geçilemeyeceği anlaşıl­ mıştı. Saldırganlar 1915 yılının sonunda Gelibolu'dan çe­ 376

Birinci Dünya Savaşı

kildiler. Görüldüğü .gibi, Çanakkale savaşları İtilaf devletleri için tam bir yenilgiyle sonuçlandı. Her iki taraf da 250.000 ölü verdiler. Almanya'ya batı cephesinde genel bir saldırı için kullanılabilecek birlikler boşu boşuna tüketildi. Dola­ yısıyla, Çanakkale' nin geçilmemesi Almanya ve Avusturya açısından önemli yararlar sağlamıştır. Rusya ile İngiltere ve Fransa arasında bağlantı kurulamadığı için, bu devletler Almanya ve Avusturya karşısında zayıf kalmış, ayrıca Al­ man kuvvetleri dikkatlerini dağıtmadan Rusya ile savaşa­ bilmek olanağım bulmuşlardır. Mustafa Kemal ise, Gelibo­ lu savaşlarında ilerisi için büyük deneyler kazanmış ve Anadolu insanının ulusal kurtuluş mücadelesinde, birlik­ lerine güvenebileceğini anlamıştır. Bazı tarihçilere göre, İtilaf devletlerinin Boğazlardan geçememeleri, 1917 Bolşe­ vik Devrimi'ni kolaylaştıran nedenler arasındadır. Çünkü, İngiltere ve Fransa tarafından beslenemediği için Çarlık ordusu zayıf kalmış ve dolayısıyla devrimcilere karşı güçlü bir mücadele verememiştir.

F.

1916 YILINDA CEPHELER 1. Batı Cephesi

1916 yılının savaşları, savaşanlara yeni hemen hemen hiç­ bir şey kazandırmadı. Artık her iki devletler grubu da ço­ cukları askere alıp cepheye göndermeye başlamışlardı. Tam anlamıyla tüketici olan yıpratma savaşı etkisini kesin bir biçimde göstermekteydi. Bu yılın ve belki de tüm I. Dünya Savaşı'nm en kanlı mücadeleleri Verdun bölgesinde oldu.' Zaten sınırlı olan sömürgeleriyle bağlantısı kesilen (Ingiltere, deniz gücüyle Almanya'ya karşı etkili bir abluka 377

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

uygulamaktaydı) ve savaşın uzamasının aleyhine olduğunu anlayan Almanya, uzun sürecek bir savaşı kısa kesmek amacıyla, her ne biçimde olursa olsun, Schlieffen Planının arkasından dolaşmayı tasarladığı Verdün'ü düşürüp Paris'e girmek ve hiç olmazsa batı cephesinde savaşı bitirmek iste­ di. Muharebeler önceleri Almanya lehine bir gelişme gös­ termiş ve Fransız askerleri panik halinde batıya kaçmaya başlamışlardı. Eğer Fransa, savaşın ikinci yılında Almanya karşısında ağır bir yenilgiden kurtulmuşsa, bunun onuru büyük ölçüde Mareşal Petain’indir. Petain'e göre, karşısaldından da önemli olan, Verdün cephesi ile Fransa'nın öteki bölgeleri arasındaki ulaşım olanaklarının artırılması ve cepheye sürekli cephane sağlanmasıydı. Bu amaçla bü­ yük yol yapımına girişildi ve cephane taşıması düzene gi­ ren Fransız ordusunun sürekli ve etkili top ateşi sayesinde, Alman ilerlemesi durduruldu. Verdün savaşları, Şubat’tan Haziran ayma kadar sürmüş, çok sayıda ölüye mal olmuş (Fransa 350.000, Almanya 300.000) ama taraflara önemli ve savaşın sonunu getirebilecek bir kazanç sağlayamamış­ tır. Verdün'den sonra İngiltere, Som m e bölgesinde karşı saldırıya geçmişse de önemli bir başarı kazanamamıştır. Sonu gelmeyen siper savaşları sonunda ve 1916 yılında, yalnız Batı cephesinde ölü sayısı 1.263.000'dir. Ayrıca, bu savaşlarda ilk kez tank kullanılmıştır. 2. Doğu Cephesi 1915 yılında İtalya'nın İtilaf devletlerinin yanında savaşa girmiş olması, 1916 yılında Doğu cephesindeki savaş duru­ munda önemli bir değişiklik yaratmadı. Üçlü Ittifak’m bir üyesi olan İtalya, sömürge hevesleri dolayısıyla 1915 Nisa378

I

l

Birinci Dünya Savaşı

nında Ingiltere ve Fransa ile gizli Londra Anlaşmasinı yap­ mış, bu devletlerin yanında savaşa katıldığı takdirde, Gü­ ney Tirol, Istinye bölgeleri ve Trieste kentini, Dalmaçya'da bazı adaları, Osmanlı Devleti parçalanırsa Antalya ve İzmir bölgelerini, Almanya'nın Afrika sömürgeleri parçalanırsa Somali'yi ödün olarak koparmıştı, işte bu anlaşmadan şevk ve güç alarak, 1915 Mayısında Avusturya-Macaristan Imparatorluğu'na, 1916 Ağustosunda ise Almanya'ya savaş açtı. Önderlerinin aceleci davranışları sonucu savaşa giren İtalya’da, halk savaşı benimsemedi. İtalya, Avusturya ile Almanya'nın Rus cephesindeki yükünü hafifletemediği gi­ bi, Almanya'yı İtalya sınırına asker göndermeye zorlayacak kadar varlık da gösteremedi. Üstelik, 1915 Ekim’inde Bul­ garistan'ın Almanya'nın yanında savaşa girmesiyle savaş durumu yeniden dengelendi. Kısaca, İtalya'nın girmesi sa­ vaş dengesini etkilemedi ve bu kadar geniş sömürge bölge­ lerinin, bu kadar zayıf bir ortağa, kâğıt üstünde de olsa, ve­ rilmesi savaş sonrası düzenlemelerini çok zorlaştırdı. 1916 yılında Doğu Cephesi’nde savaşa giren bir başka devlet Romanya'dır. Romen önderlerinin düşüncelerine göre, Almanya ve Avusturya'ya karşı girişilecek bir saldırı başarılı olursa, Transilvanya, Bukovina ve Banat yaylası ele geçebilirdi. Ancak, evdeki hesap çarşıya uymadı; Alman ve Avusturya orduları Romanya'yı dört ayda ezdiler ve 1916 Aralık ayında Bükreş'e girdiler. Dolayısıyla Romanya'nın savaşa girmesinin sonucu, önemli bir buğday ve petrol de­ posunun Almanya'nın eline geçmesiyle, bu devlete karşı uygulanan ablukanın etkisinin biraz azalması ve savaşın daha da uzamasıdır. Tüm bu savaşların sonunda, batı cephesinde olduğu gibi, doğu cephesinde de bir durgunluk dönemine girildi. 1916 yılının sonunda, savaşın nasıl ve ne zaman biteceği, 1914'teki gibi belirsizdi. Savaşın başındaki güç dengesi, 379

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

hemen hemen hiç değişmeden iki buçuk yd sürmüş, hiçbir taraf öteki üstünde kesin bir üstünlük sağlayamamıştı. 1916 Aralık ayında, özellikle ABD Başkanı W oodrow Wilson'm çabalarıyla ilk kez barış görüşmeleri için girişimler olmuşsa da, başarı sağlanamamıştır. Bu arada, Almanya'ya karşı uygulanan ablukanın sürdürüldüğünü de unutma­ mak gerekir. Almanya'nın belki yeterli demir ve kömür stoku vardı ama pamuk, kurşun ve tahıl gereksinimi ken­ disini giderek duyurmaya başlamıştı.

G. OSMANLI DEVLETİNİ PARÇALAYAN GİZLİ ANLAŞMALAR 1917 yılında ortaya çıkan önemli uluslararası gelişmelere ve savaş durumlarına geçmeden önce, savaş içinde İtilaf devletlerinin, Osmanlı Devleti'nin yıkılması halinde ortaya çıkacak olan “mirası” aralarında paylaşmak üzere yaptıkla­ rı gizli anlaşmaları kısaca belirtmekte, ulusal kurtuluş sa­ vaşını, bu savaşın verildiği uluslararası ortamı ve Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra Ortadoğu bölgesinde çıkan ve et­ kileri günümüzde de süren bunalımları anlamak açısından yarar vardır. 1. Rusya ile Yapılan Boğazlar Anlaşması3 Rus hükümeti, tüm savaş boyunca İstanbul ve Boğazlar dü­ şüne bağlı kaldı ve Osmanlı devleti savaşa girdikten sonra, açık denizlere serbestçe geçiş sorunu, Rusya için savaşın 3

Bu ve bundan sonraki gizli antlaşm aların tam m etinleri için : J . C. Hurewitz,

The Midde E ast and North A frica in Wo'rld Politics, 1914-1945, c. 2, A Docum entary Record, New Haven, Yale Univ. Press, 1 9 7 9 ; R obert G. Landen, The

E mergence o f the Modern Middle E ast, Selected Readings, N. Y.: Van Nostra'nd Reinhold C o., 1970.

380

Birinci Dünya Savaşı

belki de ana amacı haline geldi. 1915 yılının başında İngil­ tere ile Fransa'nın Çanakale'ye saldırıları, aynı ittifak gru­ bunda olmasına rağmen, Rusya'da kaygı uyandırmıştı. Bu saldırı başarılı bir biçimde geliştiği takdirde doğrudan yar­ dım alacağı doğruydu ve bu bakımdan Boğazların açılması işine geliyordu. Ama, saldırının başarısıyla İngiltere ile Fransa, Boğazlar bölgesinde üstün duruma geçebilir ve sa­ vaştan sonra burasını Rusya'ya vermeyebilirlerdi. Bu yüz­ den, Çanakkale savaşlarının tüm hızıyla sürdüğü 1915'in Mart ve Nisan aylarında harekete geçerek, İstanbul ve Bo­ ğazlar üzerindeki emellerini isteksiz bağlaşıklarına kabul ettirdi. İşin aslına bakılırsa, İngiltere'nin Doğu Akdeniz'deki imparatorluk sömürge yolunun geleneksel tehditçisi Rusya idi ve İngiltere, Rusya'nın Boğazlar'da üstün duruma geç­ mesini istemiyordu. Kırım Savaşı'nda İngiltere'nin Osman­ lı devletinin yanında savaşa girmesinin bir nedeni de buy­ du. Ancak, 20. yüzyıl bu konuda bir değişiklik getirdi, İngiltere Savunma Komitesi 1903 yılında “Rusya'nın Boğazlar'dan uzak tutulmasının İngiltere için birinci derece­ de önemli bir askeri çıkar olmadığına” ait bir rapor yayın­ lamıştı. Bu politika değişikliğinin en önemli nedeni, kuşkusuz, Yakındoğu'da Almanya'nın artan etki ve faali­ yetlerine karşı bir denge arama çabasıydı. İlke olarak, bu böyle kabul edilmesine rağmen, bu ödün hemen verilme­ meli, verildiği zaman da önemli karşı ödünler istenmeliy­ di. Gerçekten, İngiltere ancak savaşın en sıkıntılı günlerin­ de, 1915'te bu ödünü vermiştir. Anlaşmaya göre, İstanbul dahil, Midye-Enez çizgisin­ den Sakarya akarsuyunun Karadeniz'e döküldüğü yere ka­ dar bütün Boğazlar bölgesi Rusya'ya bırakılıyordu. Böyle­ ce, Rusya'nın yüzyıllardan beri gözünü diktiği bu önemli stratejik bölge, kağıt üzerinde Rusya'ya verildi. 38 ı

2. Londra Anlaşması Osmanlı devletini parçalayan bir başka gizli anlaşma da, biraz önce değinilen ve İtilaf devletleri ile İtalya arasında 1915 Nisan’mda Londra'da imzalanan anlaşmadır. Bu an­ laşma ile İtilaf devletleri, İtalya'nın savaşa girmesi koşulu­ na bağlı olarak, bu devlete Antalya bölgesini, İzmir'i ve Trablusgarp savaşından beri işgali altında bulundurduğu Oniki Ada'yı verdiler. 3. Sykes-Picot Antlaşması Osmanlı devletinin Ortadoğu toprakları, İngiliz hükümeti adına M ark Sykes ile Fransız hükümetine adma Georges Picot tarafından imzalanan 16 Mayıs 1916 tarihli gizli anlaş­ ma ile paylaşılmıştır. Buna göre, Fransa, Suriye, Lübnan, Kilikya ve Musul bölgelerini, İngiltere ise Ürdün, Irak ve Kuzey Filistin'i eline geçirmekteydi. Filistin'in geriye kalan toprakları üzerinde uluslararası bir rejim ve sınırları belli olmayan bir de Arap devleti kurulacaktı. Gerçekte, Sykes-Picot Anlaşması, Ingiltere'nin daha önce Araplarla yaptığı Ortadoğu düzenlemelerine aykırı düşmekte, Ingiltere'nin ikiyüzlü dış politikasını göster­ mekte ve bölgede bugüne kadar sürecek anlaşmazlık to­ humlarını atmaktaydı. Çünkü, Ingiltere Osmanlı devletine karşı savaşmalarım sağlamak ve böylece yükünü hafiflet­ mek için Arapları kendi yanma almayı tasarlamış ve bunun için de Mekke Şerifi Hüseyin ile Mısır'daki İngiliz Yüksek Komiseri M cMahon arasında, şimdi İngiltere ile Fransa ara­ sında paylaşılmış bulunan topraklar üzerinde bir Arap Krallığı'nm kurulması yönünde bir antlaşma imzalanmıştı. Öteki gizli anlaşmalarla birlikte Sykes-Picot antlaşmasının da Bolşevikler tarafından 1918 ilkbalarmda açıklanması, 382

Birinci Dünya Savaşı

özellikle Ortadoğu'da büyük karışılıklar çıkaracak ve bir yanda Araplarla öte yanda Batılı devletlerin arası açılacak­ tır. 4. St. Jean de Maurienne Anlaşması Bu gizli anlaşma İngiltere, Fransa ve İtalya arasında 1917 Nisanında imzalanmıştır. Anlaşmaya göre, İtalya'ya Anado­ lu'da Antalya'ya ek olarak İzmir-Kayseri-Mersin üçgeni arasında bulunan güneybatı Anadolu bölgesi de bırakılı­ yordu. 5. Balfour Deklarasyonu Ingiliz Dışişleri Bakanı Lord A rthur Jam es Balfour, 2 Kasım 1917'de, uluslararası Siyonist hareketin önderlerinden Lord Rothschild 'a bir mektup göndererek, Filistin'de Yahudilere bir “ulusal yurt” kurulması çabasının İngiliz hükü­ meti tarafından destekleneceğini belirtmişti. Ancak, yine mektuba göre, Yahudiler için kurulacak böyle bir yurt, bölgenin Yahudi olmayan kesiminin haklarını ihlal etme­ yecekti. İngiliz Dışişleri Bakam'm böyle bir mektup yazma­ ya iten en önemli neden, toprakları üzerinde çok sayıda ve etkili olan Yahudinin yaşamakta bulunduğu ABD'nin sem­ patisini ve Almanya'ya karşı yürütülen savaşa katkısını sağlamaktı. Mektubun zamanlaması da iyi yapılmıştı, çün­ kü kısa bir süre sonra Almanya ve Osmanlı devleti de, Ya­ hudi desteğini sağlayabilmek için özellikle Alman Siyonist­ lerine savaş sonrası ödünlerini vermeye başlamışlardı. Ancak bu çabalar, Siyonistlerin İtilaf devletlerine olan eği­ limlerini değiştiremedi. Siyonistler, İngiltere ile işleri bittikten sonra, öteki h i­ lal devletlerinin de bu deklarasyona katılması için çaba 383

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

harcamaya başladılar. Fransa, 1918 Şubatında, İtalya ise hemen sonra Balfour Deklarasyonu’nu desteklediklerini açıkladılar. Başkan W ilson da, 1918 Ekiminde deklarasyo­ na açık desteğini ifade etti. Böylece, Siyonizmin kaderi, iti­ laf devletlerinin savaş davasıyla birleştirilmiş oluyordu. Kendisiyle daha önce yapılmış bulunan anlaşmaya taban tabana zıt olan bu deklarasyonun tüm İtilaf devletleri tara­ fından desteklendiği haberi Kral Hüseyin'e geldiği zaman bir açıklama istedi. İngiliz Hükümeti de yaptığı açıklama­ da, deklarasyonun ne anlatımının ne de özünün, bölgede yaşayan halkın özgürlüğün sınırladığını ve bir “Yahudi Devleti”nden hiç söz etmediğini belirtti. Böylece, bir mek­ tubun yazılışında, büyük bir olasılıkla kasten yapılan belir­ sizlik, yine sıkıntıları bugüne kadar gelen ve II. Dünya Savaşı'ndan sonra dört tane Arap-Israil savaşma yol açacak gelişmelerin de çıkış noktası oldu. Ayrıca, I. Dünya Savaşı'ndan sonra Filistin üzerinde kurulacak olan mandat sis­ teminin de temelini oluşturdu. Bu tarihten sonra, 2000 yıl öncesine giden tarihsel bir “hak” üzerinde, Yahudiler, dini öğretilerinin katılığı yüzünden verilmeyip, ayrı etkin grup olarak yaşadıkları ülkelerden, giderek artan sayılarda Filis­ tin'e göç edecek ve burada II. Dünya Savaşı'nm sonrasında bağımsız bir devlet kuracaklardır.

H. 1917 YILINDAKİ GELİŞMELER Yalnızca askeri açıdan, yani işgal edilmiş olan topraklar ba­ kımından değerlendirilirse, 1917 yılma gelene kadar Üçlü İttifak avantajlı durumda görünmektedir. Ancak, savaş uzadıkça, Almanya'nın çekmekte olduğu hammadde ve gı­ da maddeleri sıkıntısı ağırlaşmaya başladı. Sömürgelerin­ den beslenmekte olan İngiltere ile Fransa, Almanya'nın bu 384

1

Birinci Dünya Savaşı

olanağım bütünüyle ortadan kaldırmak için Almanya'yı denizden abluka altma almışlardı. Anımsanacağı gibi, İn­ giltere benzer bir ablukayı Fransız devrim savaşları sırasın­ da Napolyon'un Kıta Sistemi'ne karşı uygulamış ve Napol­ yon buna verecek bir yanıt bulamamıştı. Şimdi Almanya1 mn kurmaya çalıştığı kıta sistemine karşı İngiltere'nin de­ niz ablukası söz konusuydu. Ancak, bu kez Almanya’nın elinde kullanacağı bir koz vardı, denizaltı. Böylece, Alman­ ya, deniz ablukasını kırabilmek için denizaltı savaşma baş­ lamıştı. 1. ABD'nin Savaşa Girişi ve W ilson’m 14 Noktası Almanya'nın, Ingiltere ve Fransa'ya karşı denizaltı savaşma başlaması, ABD'nin uluslararası ticaretini büyük ölçüde tehdit etmeye başlamıştı. Alman denizaltıları uluslararası sularda karşılaştıkları gemileri savaş, ticaret ve yolcu gemi­ si olmalarına'bakmaksızın batırmış ve batan gemilerde bir­ çok Amerikalı yaşamını yitirmişti. Üstelik, çeşitli casusluk ve karşı-casusluk faaliyetleri sonunda, Almanya'nın Meksi­ ka'yı ABD aleyhine savaşa girmeye teşvik ettiği de ortaya çıkarıldı. Alman Dışişleri Bakanı A rth ur Zim m erm ann, 19 Ocak 19,17 tarihinde Meksika büyükelçisine şifreli bir tel gön­ derdi- Bakan, bir Alman-Meksika ittifakı öneriyordu. ABD' nin Almanya'ya karşı savaşa girmesi durumunda, Meksika ABD'ye saldıracak ve bunun karşılığında ABD'den New Mexico, Texas ve Arizona eyaletlerini alacaktı. Almanya, aynı zamanda, Japonya'yı taraf değiştirerek Pasifik Okya nusu'nda ABD'ye saldırmaya ikna etmeye çalışmaktaydı Telgraf, İngiliz deniz istihbaratçıları tarafından, ele geçiriI di, deşifre edildi ve W ashington 'a gönderildi. 1 Martta Amerikan basınında da yayınlanınca, kamuoyunda büyük 385

Siyasi Tarih (ilkçağlardan 1918’e)

bir kızgınlık ve tepki doğurdu. Almanya'nın bu “sinsi oyu­ nu” denizaltı savaşı ile de birleşince, Amerikan Kongresi 6 Nisan'da Almanya'ya savaş ilan etti. ABD'nin savaşa girişi, Üçlü İtilaf devletleri açısından büyük avantaj olmuş ve büyük maddi gücüyle Alman­ ya'nın karşısına dikilmiştir. Ancak, bu giriş siyasal açıdan önemli sorunlar da çıkarmamış değildir. Çünkü, ABD hü­ kümeti ve özellikle Başkan W ilson 'm savaş sonrası düzeni konusunda bağlaşıklarından çok farklı görüş ve düşüncele­ ri vardı. Wilson'm bu görüşleri savaş sonrasında toplanan barış konferansını etkilemiş ve iki savaş arası dönemde Av­ rupa'nın sömürgeci devletlerini güç durumda bırakan so­ runlar çıkarmıştır. Daha savaş sona ermeden, 1918 yılının Ocak ayında Başkan W ilson savaş sonrası dünya ile ilgili görüşlerini ün­ lü 14 Noktası ile açıkladı. Başkan Wilson, bü genellemeleri yapmadan önce, 1. Dünya Savaşı'nm nedenleri üzerinde düşünmüş, savaşı ortadan kaldıracak önlemleri ve kendine göre adil olan sınır düzenlemelerini içeren bir açıklamada bulunmuştur. Barışın kurulması üzerindeki görüşleri 1-5 ve 14. maddelerde şöyle açıklanmaktadır: Açık görüşmeler sonunda varılmış açık anlaşmalar; barışta ve savaşta açık denizlerde gidiş-geliş serbestliği; uluslararası ticaretteki en­ gellerin kaldırılması; ulusal silahlanmanın iç güvenliğin gerektirdiği ölçü ve düzeyde tutulması; sömürge yönetimi altındaki ulusların hak ve isteklerinin, sömürgeci devletle­ rin hak ve istekleri ölçüsünde dikkate alınması ve büyükküçük her devletin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü karşılıklı güvence altına almak amacıyla, uluslararası bir örgütün kurulması. 14 Nofetasi’nm öteki maddelerinde Başkan Wilson, Rusya, Belçika, Fransa, İtalya, Avusturya-Macaristan, Po­ lonya, Romanya, Sırbistan ve Karadağ'ın sınırlarını kendi 386

Birinci Dünya Savaşı

görüşüne göre ve “uluslar” esasına uygun olarak düzenle­ mekteydi. Osmanlı devleti ile ilgili olan 12. maddedeyse, Osmanlı devletinin Türk kesimlerinin egemenliğinin gü­ vence altına alınması, imparatorluk içindeki öteki uluslara can güvenliği ve özerk gelişme olanakları sağlanması, Boğazlar'dan sürekli geçiş özgürlüğünün uluslararası güven­ ce altına alınmasını önermektedir. Başkan Wilson'm bu önerilerine savaş içinde hiçbir devletten olumlu yanıt gel­ memiştir. , Bir bütün olarak ele alındığında, Başkan Wilson'm önerileri, geçen yüzyılın liberal, ulusçu, demokratik ve ile­ rici hareketlerinin, aydınlanma, Fransız Devrimi ve 1848 dünyalarının özlemlerinin 20. yüzyılda gerçekleşmesi ama­ cına yönelikti. Wilson'a göre, bu büyük savaş bambaşka bir antlaşma ile sona ermeliydi. Örneğin, 1815 Viyana Kongresi gibi önceki yüzyılların barış konferanslarında, in­ sanların liberal özlemlerine uymayan kötü bir yan vardı. Özellikle bu konferanslarda beliren eski diplomasi, savaşa yol açmıştı. Uzun zamanlardan beri barış antlaşmaları, çok yanlış bir biçimde, güç politikaları, güç dengesi ve ilgili halkların istekleri hiç dikkate alınmadan yapılan pazarlık­ lar temeline oturmuştu. W ilson, uluslararası ilişkilere yep­ yeni bir hava getirmek istiyordu. Ancak bu “idealist” yak­ laşım, I. Dünya Savaşı sonrası Avrupa sisteminin gerçek­ lerine uygun düşmeyecekti. 2. Sovyet Devrimi ve Rusya'nın Savaştan Çekilmesi Rusya'da Sovyet Devrimi'nden sonra bu devletin savaştan çekilmesi, bazı tarihçilerin belirttiklerinin aksine, savaşın sunucunu kesin olarak etkilememiştir. Yani, Rusya'nın sa­ vaştan çekilmesi, ABD'nin savaşa girmesiyle İtilaf devletlcı inin kazandığı üstünlüğü dengeleyememiştir. Ancak, sa387

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918'e)

vaşm genel akışı içinde bu konuda açıklamalara girişme­ den önce, 1917 yılının ve yeni zamanlar tarihinin en önemli olaylarından olan Sovyet Devrimi'nin öncesini, ne­ denlerini ve ortaya çıkışını kısaca görmek gerekmektedir. a.

Öncesi ve Nedenleri

Avrupa'da, 1870 ile 1914 yılları arasında toplumsal sınıflar arasında belirli bir siyasal denge kurulması çabaları, çıkar­ ların dengelenmesi ve karşılıklı uzlaşmalar yoluyla bir öl­ çüde başarılı olmuşsa da, iki etkin grup bu arayışların dı­ şında bırakılmıştı. Bunlardan biri, batı eğitim ve düşünce­ siyle yoğrulup, içinde bulunduğu ortama yabancılaşmış, Doğu Avrupa'nın okumuş azınlığıydı. Toplumdan uzaklaş­ ma ve yalnızlığın derin huzursuzluklarının yarattığı aşırı görüş ve davranış kalıpları, Rusya gibi köhnemiş Doğu Av­ rupa imparatorluklarında, zaten oluşmakta bulunan dev­ rim potansiyelini artırmaktaydı. İkinci olarak, Batı Avru­ pa'nın endüstrileşmiş ülkelerinde fabrika işçileri her zaman orta sınıfın siyasal önderliğini kabul etmiyorlardı. 19. yüzyılın ikinci yarısının Marksizmi bunlara çıkarlarını koruyacak yeni yöntemler göstermişti. 1870'lerden sonra özellikle Almanya'da sosyalist düşünce kendine toplumda bir yer bulma uğraşı içine girmişti. Ancak, kapitalizmi ve burjuva hükümetini ne kadar reddederlerse etsinler, Marksistler, Fransız Devrimi ile ortaya çıkan demokratik, uzlaş­ maya dayalı ulus-devletin değer ve kalıplarına, genel ola­ rak bağlı kalmışlardır. Ancak, Rusya'daki siyasal devrim, Batı Avrupa'daki gi­ bi olmadı. 1890'larda Rusya'da uzun zamandan beri var olan ideolojik aşırılık, Marksizm'de uygun bir anlatım ve boşalım buldu. Modern endüstrileşmenin başlaması ve 1861 yılında serilik kurumunun hukuken ortadan kaldırıl­ ması, ortaya bir işçi sınıfı çıkardığı gibi, köylülerin siyasal 388

Birinci Dünya Savaşı

uyuşukluğunu da biraz olsun azaltmıştı. Böylece, radikal düşüncelere sahip aydın azınlıklar, kurtarılacak ve hareke­ te geçirilecek bir kitle buldular. Bu arada Rusya'da kentsel kesimde sorunlar büyümekteydi. Fransız Devrimi ilkele­ riyle bir türlü “barışmamış” olan despot çarlık rejimi, kentten ve kırsal bölgelerden hem liberal hem de sosyalist nitelikte tehdit altında kaldı. Önce Japonya'ya ağır yenilgi ve bunun yol açtığı huzursuzluklar, sonra 1. Dünya Savaşı, Rus toplumundaki çatışmayı su yüzüne çıkardı ve 1905’ teki ayaklanmaya ve 1917 devrimlerine yol açtı. 1898'de Rusya'da Marksist nitelikte Sosyal Demokrat İşçi Partisi kurulmuştu. Sonraları bu parti Lenin'in önder­ liğini yaptığı Bolşevik ve Menşevik olmak üzere ikiye ayrıl­ dılar. Ayrıldıkları noktalar daha çok partinin örgütlenme biçimiydi. Bolşevikler, küçük ve devrimci bir elitin deneti­ minde sıkı bir parti kurma düşüncesindeyken, Menşevikler daha geniş ve katılmaya açık bir örgüt kurmak istiyor­ lardı. Bu ayrılığa rağmen her iki grup da içerden ve dışardan Rusya'da Marksist akımın güçlenmesi için yoğun faaliyette bulunmaya başladılar. Bu faaliyetlerin sonucu olarak, Menşevik Troksky 'nin önderliğinde 1905 yılında Petersburg'da bir ayaklanma oldu. Petersburg ve Mosko­ va'da İşçi Sovyetleri kuruldu. Hükümet 1905 yılının so­ nunda bu ayaklanmayı bastırdıysa da, Ç a r II. Nikola bazı özgürlükler vermeyi ve Rus Meclisi'ni (Duma) açmayı zo­ runlu gördü, 1914'te 1. Dünya Savaşı başladığı zaman Rus­ ya tam bir kaynaşma içinde bulunuyordu. Bu temel nedenlerin yanında Sovyet Devrimi'ni kolay­ laştıran yakm nedenler de vardır. Her şeyden önce, 1917 yılma gelindiğinde Rusya'da maliye, tıpkı Fransız Devrimi öncesinde olduğu gibi, iflas etmiş durumdaydı. Vergi siste­ mi karışık, bozuk ve adaletsizdi. Savaşın finansmanı ancak erimekte olan altın rezervleri ve dış borçlarla sağlanmak­ 389

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

taydı. 1904-1905 Japon savaşı bu yollarla finanse edilmiş, 1905 devrimi de kanlı bir biçimde ve Fransa'dan alman bü­ yük borçla bastırılabilmişti. Bunlara ek olarak, Çarlık reji­ mi toprak sorununa da bir çözüm bulamamıştı. İkinci ne­ den olarak, Rusya'da, devlet kurulduğundan bu yana demokratik gelenek ve örgütler yoktu. 1917 yılma gelindi­ ğinde Rus halkı sesini hiçbir biçimde duyuramadığı için, Çarlık rejimine karşı şiddetli başkaldırıdan başka bir seçe­ nek de kalmamıştı. Sovyet Devrimi'nde I. Dünya Savaşı'nın da payı varsa da, hareketin bastırılmamasmı tümüyle savaşa bağlamak doğru değildir. Yukarda belirtilen koşullar altında Rus­ ya'da büyük bir patlama olacağı belliydi. Ancak, barış za­ manında Çarlık ordusunun Çar'm yanında yer alıp ayak­ lanmayı bastırması söz konusu olabilirdi. Şimdi, Çar böyle bir olanaktan yoksun kalmış, üç yıldır aç, silahsız ve bık­ kın bir biçimde anlamsız bir savaşı sürdüren ordu Çar'ın yanında yer almayarak, barış, ekmek ve toprak sloganlarıy­ la ortaya çıkan devrimci hareketin üstüne yürümemiştir. b.

Geçici Hükümetin Başarısızlığı

Gerçekte, Sovyet Devrimi iki aşamalıdır. Mart 1917'deki birinci aşamada Çarlık yönetimine son verilmiş ve liberal düşüncelerin savunucusu Prens Lvov'un başkanlığında, Bolşevikler hariç, hemen hemen bütün siyasal eğilimlerin katıldığı geçici bir koalisyon hükümeti kurulmuştur. Reformcu geçici hükümet, Rus halkının gerçek özlem­ lerini anlayamadı ya da anlamak istemedi. Halkın barış ve ekmeğe ihtiyacı vardı. Dolayısıyla, amacı tam anlaşılama­ yan bir savaş ortamında geçici hükümetin yapacağı, her şeyden önce barışı sağlamak, toprak reformunu gerçekleş­ tirmek ve işçilerin sorunlarına eğilmekti. Geçici hükümet bunların hiçbirini yapmadığı gibi, Alman cephesinde hiç­ 390

Birinci Dünya Savaşı

bir anlamı olmayan yeni saldırılara girişti. Geçici hükümetin bir başka başarısızlığı da, devrim hareketinin ekonomik önemini kavrayamaması ve onu bü­ tünüyle siyasal nitelikte bir başkaldırma olarak değerlen­ dirmesidir. Bu anlayışla hareket eden geçici hükümet, ge­ nel oy, genel af, söz ve yazı özgürlüklerini içine alan siyasal nitelikte bir “reform programı” ilan etti ve uygula­ maya koydu. Ekonomik sorunların üzerine gitmedi ve top­ rak reformunu gerçekleştiremedi. 125 yıl önceki Fransız Devrimi ve sonuçlarından hiç ders alınmadığı çok açıktı. Rusya'nın savaş amaçlarında herhangi bir değişiklik de or­ taya çıkmadı. Hatta Dışişleri Bakanı Milinkov, Rusya'nın ekonomik bakımdan gelişebilmesi ya da hiç olmazsa buna­ lımın atlatılabilmesi için, İstanbul'un ele geçirilmesinin şart olduğunu belirtmekteydi. Özet olarak, devrimin başı­ na geçen geçici hükümet, Rus halkının ilk iş olarak bekle­ diği barışı gerçekleştiremedi ve bu yüzden de Bolşeviklerin artan ve halkta destek bulmaya başlayan etkinliklerine kar­ şı koyamadı. f f',' ’ —

' "

c. Bolşevik Devrim i ve Savaştan Çekiliş ' Rusya'daki devrimin ikinci aşamasında Lenin'in önderli­ ğindeki Bolşevikler, hemen hemen tek kurşun bile atma­ dan, Kasım ayında iktidarı ellerine geçirdiler. Devrimcile­ rin üzerine gönderilen ordu, kayıtsız şartsız barışı savunan Bolşeviklere karşı silah kullanmadı. İktidara geçtikten sonra Bolşevik hükümeti için en önemli şey, iç barışın sağlanmasıydı. Bu yöndeki yoğun ça­ baların sonucu olarak, 1918 Mart’mda Rusya ile ona karşı savaşan devletler arasında Brest-Litovsk Barışı imzalandı. Rusya için çok pahalıya mal olan bu antlaşmayla Rusya; Polonya, Baltık devletleri, Finlandiya, Ukrayna ve Beyaz Rusya topraklarının bir bölümünü yitirdi. Romanya ile 391

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

yaptığı Bükreş antlaşması ile de Besaraya'yı bu ülkeye ver­ di. Böylece Rusya'nın elinden 3 milyon km2'lik toprak ve 62 milyon insan çıktı. Kayıplar o kadar çoktu ki, Petersburg (daha sonra Petrograd ve sonra Leningrad, sonunda ise yine Petersburg) sınıra yakın olduğu gerekçesiyle baş­ kent Moskova'ya taşındı. Rusya'nın savaştan çekilmesi Almanya açısından iki cepheli savaşı sona erdirdiyse de, bu devlet belirgin bir üs­ tünlük sağlayamadı. Bir kere, daha önce belirtildiği gibi, ABD'nin savaşa girişi Rusya'nın yarattığı boşluğu fazlasıyla doldurdu. İkinci olarak, Sovyet Devrimi, Alman işçisinin de savaş ateşini söndürdü. Savaş malzemesi üreten fabrika­ larda işçiler greve gittiler. Ebert ve Scheidem ann gibi adları iki savaş arası dönemde çok duyulacak olan işçi önderleri, bu grevleri isteksiz bir biçimde bastırmaya çalıştılar. Bu ne­ denle yöneticiler, grev önderlerini cezalandırmak için ve pek de akıllıca olmayan bir davranışla cepheye gönderdi­ ler. Doğal olarak bu önderler, savaşmak şöyle dursun, cep­ hede savaş aleyhine kampanya sürdürmeye başladılar.

1. SAVAŞIN SONU 1918 yılında savaş bütünüyle ittifak devletlerinin aleyhine dönmüş bulunmaktadır. Bu yılın Mart ayında General Ludendorff, batı cephesinde son bir saldırı girişiminde bulun­ du. Ancak, ABD'nin savaşa girişi bu cephede ağırlığını gös­ termeye başlamıştı. Özellikle Amerikan yapımı tankların savaş alanlarına sokulmasıyla, bu saldırı durdurulduğu gi­ bi, itilaf devletleri Alman ordularını doğuya doğru sürme­ ye başladılar. Artık Almanya ve müttefikleri için yapacak çok birşey kalmamıştır. 1918 yılının Mayısında Romanya, Eylülünde Bulgaristan, Ekiminde Osmanlı devleti (30 392

Birinci Dünya Savaşı

Ekim tarihli Mondros Silah Bırakışmasıyla) ve son olarak da 11 Kasım 1918'de Almanya teslim oldular. Almanya'da “Cumhuriyet” ilan edilerek sosyalist E bert Cumhurbaşkanı oldu. J. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NIN SONUÇLARI 1. Ekonomik ve Toplumsal Sonuçları a. Büyük Ekonom ik Çöküntü

I. Dünya Savaşı, etkilerini bugüne kadar sürdüren önemli sonuçlar doğurmuştur. Ekonomik açıdan konuya baktığı­ mızda, ekonomik refahın dünyanın hemen hemen tüm kö­ şesinde gerilediği anlaşılıyor. Ancak savaş daha çok Avru­ pa'da yıkıcı etkilerini göstermiş ve Avrupa devletlerinin hâzineleri zayıflamıştı. Uzun savaş yılları boyunca bu ülke­ lerin ekonomileri tüketim malları üretiminden, giderek sa­ vaş malları üretimine geçmişti. Savaştan sonra uzun bir sü­ re ekonominin eski rayına oturtulması güç oldu. Buna bağlı olarak, Avrupa'da kitle halinde işsizlik ortaya çıktı. Savaşın yol açtığı maddi değerler kaybı büyüktü. Yok olan evler ve fabrikalar, tükenen ulusal ekonomiler, boşa harca­ nan maddi kaynaklar, enflasyonla düşen ulusal para değer­ leri, giderek''şişen ve ödenmesi olanağı bulunmayan borç­ lar; Avrupa ekonomisini çöküntünün tam ortasına getir­ mişti. I. Dünya Savaşı'nm bedeli, Avrupa kıtası için 350 milyar dolar olarak hesaplanmaktaydı. Yeryüzü ekonomi­ sinde Avrupa'nın yeri, bir daha eski günlerine geri dönme­ yecek biçimde azaldı. Avrupa zayıflayıp çökmeye başlayın­ ca, iki endüstri devi, ABD ile Japonya büyük bir gelişme içine girdiler. Savaşın ortadan kaldırdığı insan ve manevi değerlerin ölçülmesi, maddi değerler kadar kolay değildir. Savaşta 10 milyon Avrupalı öldü, 20 milyon insan yaralanarak sakal 393

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1 9 1 8 ’e)

kaldı. Milyonlarca sakat, Avrupa sokaklarında savaşın anı­ sını taze tuttu. Fransa, 20-32 yaş grubu arasındaki nüfusu­ nun yarısını yitirdi. b.

Devlet Müdahalesi

I. Dünya Savaşı Avrupa toplumunu, etkileri savaştan uzun sürecek temel değişikliklere itti. Heı şeyden önce, daha ön­ ce bilinen biçimiyle kapitalizmi dönüştürdü. Hükümetler giderek artan bir biçimde ekonomik yaşama karışmaya başladılar. Gümrük tarifeleri koydular, ulusal endüstrileri . korudular, pazar ve hammadde aradılar ve işçi sınıfının çı­ karma koruyucu yasalar çıkardılar. “Planlı ekonomi” dü­ şüncesi ilk kez 1. Dünya Savaşı'nda uygulandı. Tarihte ilk kez, devlet toplumun tüm zenginliğini, kaynaklarını ve tö­ rel değerlerim belirli bir amaç doğrultusunda yönetti. Sava­ şın baskısı altında, serbest rekabetin çok İsrafil, yönlendi­ rilmeyen serbest teşebbüsün belirsiz ve yavaş olduğu anlayışı yerleşti. Dış ticaret tam bir devlet tekeli haline gel­ mişti. Özel şirketler ancak son derece sıkı kota ve lisanslar­ la faaliyet gösterebildiler. Açık denizlere çıkışı olmayan Al­ manya, hiç görülmemiş ölçüde kendi kendine yeterli olma tedbirleri almak durumunda kalmıştı. Almanlar, öteki sa­ vaşkanlardan daha açtı ve hükümet denetimi, kendilerinin “savaş sosyalizmi” adını verdikleri sistemi doğuran kapsam ve etkinlikteydi. Devlet müdahaleciliği, göreli olarak azal­ tılmışsa da, savaştan sonra da sürdürüldü ve iki savaş arası dönemde, önce Avrupa sonra dünya ekonomisini etkiledi. c.

Enflasyon ve Borçlanm a

Ne kadar ağır vergi yükü koyarsa koysun, hiçbir hükümet harcayacağı parayı karşılayacak fon bulamazdı. Yaptıkları, kâğıt para basmak, büyük miktarda devlet tahvili satmak ve bankaları kredi yolunda zorlamak oldu. Sonuç, büyük 394

Birinci Dünya Savaşı

talep ve düşük arzla birlikte, fiyatların alabildiğine yüksel­ mesi oldu. Her zaman ve her yerde olduğu gibi, enflasyon­ dan en çok etkilenen, para gelirleri artırılamayan devlet memurları, ücretliler, “sağlam yatırım” yaptıklarını sanan yukarı orta sınıf ve uzman kişiler oldu. Bu toplum katman­ ları savaştan önce Avrupa'ya istikrar getiren temel öğeler­ di. Savaş her yerde statülerini, prestijlerini ve yaşam stan­ dartlarını düşürdü. Alman büyük miktarda borç, gelecek yıllarda daha çok vergi demekti ve en tehlikelisi de yaban­ cı ülkelere yapılan borçlardı. Savaş boyunca Avrupa kıta­ sındaki İtilaf devletleri İngiltere'den, her ikisi de ABD'den borç aldı ve böylece Avrupa devletleri geleceklerini ipotek altına soktular. Bu borcu ödemek için ithal ettiklerinden daha çok ihraç etmek, tükettiklerinden daha çok üretmek zorundaydılar ve bu durum savaştan sonra uzun bir süre böyle devam edecekti. Üstelik, dört yıllık savaştan yıkık çıkan Avrupa'nın karşısında şimdi, Avrupa'dan mal gelmemesi yüzünden kendi endüstrilerini kurup geliştiren Avrupa-dışı dünya da vardı. ABD' nin üretim kapasitesi görülmemiş biçimde art­ tı. Japonya, Çin, Hindistan ve Güney Amerika'ya tekstil malları satmaya başlamıştı bile. İngiltere'den madencilikte kullanılan makina ve lokomotif parçaları alamayan Arjan­ tin ile Brezilya, bunları kendileri üretmeye başlamışlardı. Almanya'nın dünya pazarından tümüyle çıkması, İn­ giltere ile Fransa'nın yalnız kendi tüketimleri için üretme durumunda kalmaları ve Batı Avrupa denizciliğinin savaş amaçlan için kullanılması ile, 1700'lerden beri süren Avru­ pa deniz ve ticaret üstünlüğü tehlikeye düştü. Avrupa sa­ vaştan sonra geleneksel ticaret alanlarında yeni rakiplerle karşılaştı. 19. yüzyılın dayandığı ekonomik temeller yıkıl­ mış, “Avrupa üstünlüğü dönemi” kapanmaya başlamıştı. İnsanoğlunun tarihinin genel akış süreci içinde ve uzun 395

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e) ı

sürede, I. Dünya Savaşı'nm belki de en önemli sonucu bu­ dur. ç.

Toplumsal Sonuçlar

Savaşın toplum üzerindeki en önemli sonucu, ulusalcılık duyu ve tutkusunun güçlenmesidir ve savaş sonrası düzen­ lemelerinde uygulanan ulusal “self determ ination” ilkesi bu akımın yalnızca bir yönünü göstermektedir. Kitle seferber­ liği ve kitle halinde ölüm, milyonlarca insanı öldürmesinin doğurduğu acı, savaş çabasının yarattığı büyük baskılar, zaferdeki mutluluğun, mağlubiyette üzüntünün paylaşıl­ ması, Avrupa insanının kafasını; ulusçu bir gurur ve yurt­ sever bir heyecanla doldurdu. Her ülkede düşman, adi, vic­ dansız ve kötü olarak damgalandı. Başlangıçta, milliyetçili­ ğin sosyalizmden çok daha güçlü bir akım olduğu görüldü. Sayıları az olan aşırı devrimcilerin dışında, tüm dünya işçi­ lerinin ekonomik zincirlerinden başka kaybedecekleri şey olmadığı ve savaşların da kapitalist sınıfın savaşı olduğu yolundaki Marksist tez bırakıldı. 1914'te her ülkede parla­ menter sosyalist partiler, ulusal hükümetlerini destekleye­ rek, savaş harcamaları için olumlu oy kullandılar. Son yılı ve Almanya ile Rusya dışarıda tutulursa, hükümetlerin sa­ vaş çabası grev ve pasifist sabotajlarla engellenmejdi. Kısaca sosyalizm, ulusal sosyalizm biçimine dönüştü! Modern dünyanın bu iki en güçlü akımı arasındaki ittifak, Avru­ pa'nın gelecek yıllarına da damgasını vurdu. Rusya'da 1917 yılında devrimcilerin zaferi, sosyalist düşünce ve uygula­ manın arasındaki ayrılığı keskinleştirdi. Parlamenter sosya­ listler, Bolşevizmin acımasız yöntemleriyle, Marksizmin sı­ nıf savaşı tezini kabul edemediler. 'Kısaca, sosyalizmle komünizmin yolları ayrılmaya başladı. Savaşın yol açtığı toplumsal karışıklık büyük oldu. Toplum içinde yaş grupları ile cinsler arasındaki denge bo396

Birinci Dünya Savaşı

zuldu. Çünkü, seferberlikle aile yaşamı altüst oldu, mil­ yonlarca genç insan öldü ve doğum oranı da düştü. Savaş­ ta Avrupa'nın gelecek kuşağı yok oldu. Siperlere saldırılar­ da ilk saldırıya kalkanlar, genç subay ve gönüllülerdi. Örneğin savaşta görev alan Oxjord Üniversitesi öğrencile­ rinden % 20'si öldü. Fransa'da E cole N orm ale Supeı ieure'ü n 346 öğrencisinden 143'ü geri dönmedi. Avrupa bile böylesine bir yıkımı kaldıramazdı. Silah fabrikalarında ve savaş hizmetlerinde yurtsever­ ce çalışan kadın, daha önce görülmemiş biçimde iş pazarı­ na girmiş oldu. Böylece, daha çok bağımsızlık için gerekli olan ekonomik temele sahip çıktı. Başta İngiltere olmak üzere, kadınların savaş çabasına katkısı, oy verme ve seçil­ me isteklerini artırdı ve hükümetler buna giderek daha az direnebildiler. Tüm dünyada kadının toplum içindeki sta­ tüsündeki bu değişiklik, modern zamanların en sessiz ve dikkati çekmeyen ama en önemli devrimlerinden biri hali­ ne geldi. Toplumsal düşüklük, hukuki birtakım haklara sahip olmama ve erkeğe her bakımdan bağlı bulunma du­ rumundan, toplumun erkekle eşit haklara sahip onurlu üyesi oldu. Bu hareket giderek Asya'ya da yayıldı, 21. yüz­ yılda herhalde Afrika'ya da yayılacaktır. Savaşın bir başka toplumsal sonucu, saldırgan milli­ yetçiliğin de giderek artmasıdır. İlk kez savaşa katılanlar, savaş öncesinin düzenli ve gayrişahsi kapitalist toplumunda bulamadıkları heyecanı, arkadaşlığı ve ortak amaç duy­ gusunu, cephede bulmuşlardı. Bu gruplar, göreceğimiz gi­ bi, savaş sonrasında nazi ve faşist hareketlerin belkemiğini oluşturacaklardı. 2. Siyasal Sonuçlan: Avrupa'nın Dünya Üstünlüğünün Sarsılması Ekonomik ve askeri güç Avrupa'nın dışındaki kanatlara 397

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

geçince, Avrupa'nın dünya politikasındaki üstünlüğü de azalmaya başladı. Napolyon savaşlarından sonra 1815 Vi­ yana Kongresi ile yeni bir denge kurularak, istikrar sağlan­ mıştı. 1919'da bu yapılamadı. Savaştan sonra toplanan Pa­ ris barış konferanslarında kendi kendine yeterli bir Avru­ pa'nın kurulmasının artık olanaksız olduğu anlaşıldı. Ho­ henzollern Almanyası'nm mutlak yenilgisi, ABD'nin ezici üstünlüğünün sonucu olarak gerçekleşmişti. İngiltere da­ hil edilse bile, Avrupa kendi sorunlarını yalnız kendisi çö­ zecek durumdan çıkmıştı. Kısaca, 1918 yılma gelindiğin­ de, Avrupa devletlerinin gücü azalmış, asıl güç Avrupa'nın kanatlarındaki iki büyük güce ve Uzakdoğu'da Japonya'ya geçmiş bulunuyordu. Bu nedenle, ABD'nin 1917'de I. Dünya Savaşı'na girişi­ ni tarihin bir dönüm noktası olarak kabul etmek yanlış ol­ masa gerekir. 1917 tarihi, Avrupa politikasından dünya politikasına geçişin belki de tamamlandığı bir noktadır. Bu yıl bir başka açıdan da önemlidir. Rusya'da Bolşevik Devrimi'nden sonra iki uzlaşmaz ideoloji ile dünyanın iki düş­ man bloka ayrılması süreci de biçimlenmeye başlamıştır. Wilsorı ve Letıin 'in programlarının en önemli özelliği, mer­ kez olarak Avrupa'yı almamaları hiçbir ayrım gözetmeksi­ zin bütün ıdünya insanlarına seslenmeleridir. Her ikisi de, biri komünist öteki liberal açılardan, eski Avrupa sistemini reddetmişler, programlarını bu anlayışla biçimlendirmiş­ lerdir. Sonunda da bu uğurda büyük bir rekabete girişecek­ lerdir. Bu rekabet ileride dünya politikasını etkilemeyecek­ tir. 3. Genel Değerlendirme William Archer, T he G reat Analysis (Büyük Çözümleme) başlıklı ve 1911 yılında bastırdığı kitabında, I. Dünya Sava­ 398

Birinci Dünya Savaşı

şı gibi “büyük bir felaketin” daha mutlu bir dünya yarata­ cağım söylemekteydi. A rch er 'm bu iyimser kehaneti çok yanlış çıktı. I. Dünya Savaşı, o zamandan bu yana çok kısa aralarla süren bir uluslararası çatışma dönemini açmıştır. Savaş kısa süreli sonuçları itibariyle, ABD'nin “yalnızcılık” (isolation) politikasını sürdüremeyeceğini orsaya koydu. Sovyet Rusya kuruluşundan hemen sonra büyük ve yıkıcı bir içsavaşm içine itildi. Geçici olarak yenilmiş bulunan Almanya, barış düzenlemelerinde hiç sesini duyuramadı. Böylece, barış sonrası dünyasını düzenleme görevi, zayıfla­ mış Ingiltere ve Fransa'ya, dünyjmm değişikliğe doğru gi­ den hareketini durdurma ya da dondurma olanağı sağladı. Bu iki sömürgeci devletin buna gücü ancak 20 yıl yetebil­ ' di. I. Dünya Savaşı'nm sonuçları kabaca dörde indirilebi­ lir. Birincisi, endüstri, işçiler ve hükümet arasındaki siya­ sal işbirliği deneyleri, Faşistler, Komünistler ve bazı de­ mokrat politikacılar tarafından arzulanan yeni bir “korpore” devlet anlayışını ilham etti. İkincisi, savaş sonrasının acı ve propagandaları, çok yakında yeni bir savaşın gelece­ ğini haber veren nefret duyguları yarattı. Üçüncüsü, savaş ve barışı sağlama çabalarının ortak etkisiyle, savaş öncesi dönemi refahının temeli olan kredi sistemi zedelendi. Al­ man maliye ve parası mahvoldu. Bugün 14.000, yarm 24.000 mark olan bir ekmek almak için el arabalarında ta­ şman kâğıt para desteleri, Avrupa devletlerinin Bism arck Almanyası'na layık gördükleri ekonomik durumun simge­ leriydi. 1919 koşullan, bugün de süren, para değerlerinde büyük dalgalanmalar dönemini açtı. Dördüncüsü, demok­ rasi dünyasının güç ve etkisi, bir daha geri gelmemek üze­ re, ABD'ye geçti. Bu durumu en iyi biçimde borçlanma göstermektedir. 1914'te ABD'nin Avrupa'ya 6 milyar dolar borcu vardı. 1918 yılma gelindiğinde, yani dört yıl sonra, 399

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

Avrupa devletlerinin ABD'ye borcu 16 milyar doların üze­ rindeydi. Borçlanma, enflasyon ve savaş korkusu 1918 yı­ lından beri ortadan kalkmış değildir. Üstelik W inston C hurchill'm 1. Dünya Savaşı'm anlatan kitabının adı olan “Dünya Bunalımı” bugün de sürmektedir. Daha önce gör­ düğümüz gibi, monarşi despotizminin yıkılması yeni hü­ kümet biçimleri gereğini ortaya çıkarmıştı. Bu hükümet bi­ çimleriyse belki de yeni ve iyi kurulmamış, aceleye geti­ rilmiş olduklarından, daha büyük karışıklıklara yol açtılar. Süreç, Fransız Devrimi ile başlamıştı. Fransız Devrimi'nin kurduğu hükümet biçimleri, yıktığı rejimden çok daha is­ tikrarsız oldular. Ancak, belki biraz da çelişkili olarak, çok daha da kuvvetliydiler. Bu yeni kuvvet, Fransız Devrimi ve endüstri devriminin çocuğuydu. Başkan W ilson, 4 Tem ­ muz 1918'de verdiği ve “Dört Amaç” başlıklı demecinde “Prusya yöneticileri, hakkında hiç bilgi sahibi olmadıkları güçleri harekete geçirdiler” demekteydi. Ancak zaman, Woodrow W ilson gibi ilerici liberallerin de bu güçler hak­ kında fazlaca bir şey bilmediklerini göstermiştir.

K. PARİS BARIŞ ANTLAŞMALARI . Paris Barış Konferansı sonunda imzalanmış bulunan barış antlaşmaları, üç büyük devletin, daha doğrusu üç devlet adamının eseridir. ABD Başkanı Wilson, Fransız Başbakanı G eorges C lem enceau ve Ingiltere Başbakanı Lloyd George. Bu bakımdan üçünün de görüşlerini kısaca bilmekte yarar var. W. W ilson'm her şeyin üstünde bir idealist olduğu söylenebilir. En çok üzerinde durduğu konular, demokrasi ilkeleri, ulusal self determination (ulusların kendi kaderleri­ ni kendilerinin saptaması ilkesi) ve bundan sonra savaşın çıkmasını engelleyeceği düşüncesinde olduğu uluslararası »

400

Birinci Dünya Savaşı

bir örgütün, yani Milletler Cemiyeti' nin kurulmasıydı. Sa­ vaşta sağladığı büyük prestijle öteki devlet adamlarını etki­ lemeye çalıştı, gerisine de karışmayarak ülkesine döndü. C lem enceau ise eski ve kurt bir politikacı olarak, konfe­ ransta Fransa'nın dar ve milliyetçi çıkarlarım savundu. Ana amacı, Almanya'nın imzalanacak barış antlaşmasıyla baskı altında tutularak Fransa'nın yakın güvenliğinin sağlanmasıydı. Lloyd George, İngiliz çıkarlarını, Wilson ile C lem enceau arasında aracı rolü oynayarak sağlamak istedi. Asıl amacıysa, Clem enceau ile baş başa kalarak, Avrupa so­ runlarım kendi kafalarındaki “modele” uygun olarak çöz­ mekti. WiIson’m en çok üzerinde durduğu konu olan Mil­ letler Cemiyeti'ni hemen kabul edip, onun ülkesine dönüp, bunu Amerikan halkına kabul ettirme çabasından yararlanarak, kafa kafaya verdiler ve savaşın çıkardığı bü­ yük ve karmaşık sorunları çözmeye çalıştılar. Bütün bu an­ latılanlar göz önünde tutulduğunda, Paris Barış Antlaşma­ larının Clemenceau ile Lloyd George'un isteklerine göre kaleme alındığını söylemek yanlış olmasa gerektir. 1. Karşılaşılan Sorunlar Konferansın karşılaştığı en önemli sorun, temelinden bo­ zulmuş olan Avrupa güç dengesiydi. Savaş öncesinin ege­ men güçleri olan Almanya ve Avusturya-Macaristan İmpa­ ratorluğu ile birlikte Rus Çarlığı ve Osmanlı devletinin yıkılmaları, Avrupa'da büyük bir “güç boşluğu” yaratmıştı. Bu kapsamlı devletlerin yerine kurulacak olan küçük dev­ letler, böylesine bir boşluğu dolduracak güçte değillerdi. Üstelik Rusya 1917 devrimiyle kabuğuna çekilmiş, ABD ise yeniden “yalnızcılık” politikasına başlamıştı. Ayrıca, Avrupa'nın büyük devletleri iki önemli sorun­ la daha karşı karşıya kaldılar, (i) Almanya ile öyle bir ant­ 401

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

laşma yapmalıydılar ki, Avrupa'nın ortasında kurulacak olan güç dengesi Almanya'nın yeniden saldırgan ve milita­ rist bir devlet olarak sivrilmesini önlesin, (ii) Orta ve Doğu Avrupa'nın sınırlarını öyle çizmeliydiler ki, burada kurula­ cak devletlerin askeri güvenlikleri, ekonomik durumları ve milliyetler esasına göre çizilecek olan sınırları bir daha bo­ zulm asın. Bu iki sorun ilk bakışta ayrı ayrı görülmelerine rağmen, gerçekte birbirlerine sıkı bir biçimde bağlıydı. Bi­ rinci sorunu çözmek yolunda kurulacak olan “küçük” bir Almanya ile, Orta Avrupa'nın öteki devletleri içinde mutla­ ka Alman azınlıkları bırakılacaktı. Öte yandan, milliyetler esasına uygun bir Orta ve Doğu Avrupa çizilecekse, Al­ manya' nm, düzenlemeyi yapanların istemedikleri kadar büyük olması gerekiyordu. Ancak, sorun böyle ele alınma­ dı; ayrı ayrı sorunlar olarak düşünüldü. Asıl sorun da bun­ dan çıktı. 2. Barış Antlaşmasının Hükümleri Paris Barış Konferansı'mn sonunda yenik devletlere imza­ lattırılan barış antlaşmaları şunlardır: a. Alm anya ile Versailles Barış Antlaşması (2 8 H aziran 1 9 1 9 )

440 maddelik antlaşma ile Almanya, A lsace-Lorraine ve Saa r bölgelerini Fransa'ya bıraktı. Ancak, bu son bölgede 15 yıl sonra plebisit yapılacak, hangi devlete bağlanacağı ke­ sin olarak o zaman kararlaştırılacaktı. Polonya'ya Poznan ve Batı Prusya verildi; böylece Polonya denize çıkmış oldu. Danzig, Milletler Cemiyeti'nin koruması altında serbest bir kent haline geldi. Belçika'nın tarafsızlığı kaldırıldı ve Ren akarsuyunun iki yanında 50'şer kilometrelik bir toprak şe­ ridi askerden arındırıldı. Almanya; Avusturya, Polonya ve I

402

Birinci Dünya Savaşı

Çekoslovakya'nın bağımsızlıklarını tanıdı ve Almanya'nın •Avusturya ile birleşmesi yasaklandı. Almanya bütün denizaşırı topraklarından vazgeçti. Bu sömürgelerde Milletler Cemiyeti'nin denetimi altında “Mandat” sistemi kuruldu ve İngiltere, Fransa, Belçika ile Japonya “mandater” devlet oldular. Her mandater devlet, eski sömürgenin yönetiminde Milletler Cemiyeti'ne karşı sorumluydu. Sömürge bölgeleri gelişmişlik derecesine gö­ re A, B ve C olmak üzere üç sınıfa ayrıldı. Mandater devlet A ve B kategorisinde olanları bağımsızlık için hazırlayacak­ tı. Bu sistem, Paris Barış Konferansı'nda, galip devletlerin toprak ilhak etmelerine bir alternatif olarak düşünülmüş­ tü. Almanya en çok 100.000 kişilik bir orduya sahip ola­ caktı ve zorunlu askerlik sistemi kaldırıldı. Bütün savaş ge­ milerini İtilaf devletlerine verdiği gibi, bundan böyle deni­ zaltı ve uçak da yapmayacaktı. Bunun yanında Almanya'ya “onarım borcu” adı altında savaş tazminatı da yüklendi. Daha sonra bir komisyon tarafından saptanan borcun mik­ tarı 56 milyar dolar gibi, Almanya'nın ödeme yeteneğinin çok üstünde bir rakamdı. b. Avusturya ile St. G erm ain Barış Antlaşması (1 0 Eylül 1 9 1 9 )

Avusturya; Macaristan, Çekoslovakya ile Yugoslavya'nın bağımsızlıklarını tanıdı. Önemli toprak parçalarını Polon­ ya, Yugoslavya, İtalya ve Romanya'ya bıraktı. Avusturya'ya da, Almanya'ya olduğu gibi, kısıtlayıcı askeri hükümler uygulandı ve onarım borcu yüklendi. 19. yüzyılın büyük ve güçlü AvusturyaMacaristan İmparatorluğu'ndan kala kala, 2 milyonu başkent Viyana'da yaşayan 7 milyonluk nüfus kaldı. Avusturya'nın ekonomik açıdan bu biçimiyle yaşaması çok güçtü. 403

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

c. Neuilly ve Trianorı Barış Antlaşmaları ^ 2 f-K z ıS T n \ 1 9 1 9 ve 4 H aziran 1 9 2 0 ) (Neuilly Barış,.Antlaşmasıyla, Romanya, Yunanistan y„e„Yugoslâvyi gibi komşu devletlere toprak verenBulgaristan'a,' askeri kısıtlamalar uygulandı ve onarım borcu öHefîMrrYeni kurulmuş bulunan ve savaştan yenik çıkan Macaristan, Tirianon Barış Antlaşmasıyla komşu ülkeler olan Çekoslo­ vakya, Yugoslavya ile Romanya'ya toprak verdiği gibi, öte­ ki yenik devletlerle aynı sınırlandırıcı hükümlere tabi tu­ tulmuştur. Yenik Osmanlı devletiyle imzalanan Sevres Barış Ant­ laşması, yukardakilerin hepsinden daha ağır hükümler ta­ şımaktadır ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu ile ilgili bölümde incelenecektir. Ayrıca, Paris Barış Konferansı ile kurulmuş bulunan Milletler Cemiyeti de ayrTlSTr T)öTürrıde ele alınacaktır. Bu barış antlaşmaları sonunda Doğu Avrupa'da ka­ zançlı çıkan devletler, Çekoslovakya, Polonya, Yugoslavya ve Romanya'dır. Bu yüzden adı geçen devletler* iki savaş arası döneminde antirevizyonist, yani statükocu bir politi­ ka izlemişler ve Macaristan, Bulgaristan ve İtalya gibi böl­ genin revizyonist, yani antistatükocu devletlerine karşı po­ litik ve askeri düzenlemelere girişmişlerdir. 1930'larda Lo­ zan'dan arta kalan sorunları çözüp Batı Avrupa devletleri ile normal ilişkiler kuran Türkiye de, 1930-1939 yılları arasında bölgede statükocu bir politika izleyecek ve antire­ vizyonist gruplaşmaya yönelecektir.

3. Barış Düzenlemesinin Değerlendirilmesi Paris düzenlemesinin en genel ilkesi, hiç olmazsa Avru­ pa'da “self determ ination” hakkının kabul edilmesidir. Bu ilke, her ulusun kendi hükümran ve bağımsız ulusal devleI

404

Birinci Dünya Savaşı

-

tini kurma hakkı olarak tanımlanabilir; işin aslına bakılır­ sa, Paris düzenlemesini yapanların bu konuda fazla bir se­ çenekleri de yoktu. -Çünkü, savaşın sonunda yeni devletler zaten kendiliklerinden bağımsızlıklarını ilan etmiş bulunu­ yorlardı. Ancak, Doğu Avrupa'da uluslararm birbirleriyle karışık bir biçimde bulunmaları ve barışı hazırlayanların da büyük ölçekli bir nüfus mübadelesi yapmayı düşünme­ dikleri için, yeni kurulan devletler, sınırları içinde yabancı azınlıklar buldular ve başka ülkelerde de kendi halkından azınlıkların yaşadığı iddiasına hak kazandılar. Bir iki ör­ nek vermek gerekirse, Çekoslovakya'da Macarlar, Polon­ ya'da Rutenyalılar, Litvanya'da Polonyalılar ve Romanya'da Bulgarlar kalmıştı. Dolayısıyla, azınlık sorunları ve milli­ yetçilik, 1914'ten önce olduğu gibi, barış düzenlemesinden sonra da Doğu Avrupa'da istikrar kurulmasını engelledi. O kadar ki, Çekoslovakya'da yaşayan Almanların, kendileri­ ne baskı yapıldığı konusundaki şikâyetleri ve Almanya'nın bu azınlığı kendi sınırları içine alma isteği, II. Dünya Sava­ şı öncesinin Münih bunalımını ortaya çıkaracaktır. Versailles Antlaşması, Alman tehdidine bir son vermek için hazırlanmıştı ancak başarılı olamadı. Almanya açısın­ dan, biraz da çelişkili olarak, ne sert ne de yumuşaktı. Al­ manya'nın uluslararası sisteme yeniden ve saygın bir üye olarak kabul edilmesi ve böylece kurulan düzeni bozma­ ması düşünülüyorsa, son derece sert bir antlaşmaydı. Öte yandan, Almanya'nın tam olarak ezilmesi ve bir daha beli­ ni doğrultamaması düşünülüyorsa, çok hafifti. Bu amaç, ancak Almanya'nın işgal edilmesi ve parçalanmasıyla gerçekleşebilirdi. Bu yapılmadığı için, Almanya birleşik, gu­ rurlu ve ilerde güçlenecek temellere sahip olarak kaldı, ilerde görüleceği gibi, bu düzenlemenin hatalarından alı­ nan dersle, II. Dünya Savaşı'ndan sonra, galip devletler Al­ manya'yı parçalayıp işgal edeceklerdir. Ancak bu davranış k 05

Siyasi Tarih (ilkçağlardan 1918’e)

da başka sorunları birlikte getirecektir. Napolyon'un yenil­ mesinden sonra galip devletler, özellikle Bourbon'larm ye­ niden Fransız tahtına çıktığı gerçeğinden hareket ederek, Fransa'ya karşı yumuşak davranmışlar ve istikrar da böyle sağlanmıştı. I. Dünya Savaşı'ndan sonraysa galipler, şimdi Almanya'da kurulan Cumhuriyet rejimi ile, sanki Alman İmparatorluğu ile barış yapıyorlarmış gibi bir düzenlemeye gittiler. Böylece, kurulacak olan Nazi Partisi'nin eline bü­ yük kozlar verdiler. Versailles antlaşmasının bütün suçu ve yarattığı sıkıntılar, Prusya militarizmi ve Alman İmparatorluğu'ndan yeni bir devlet yaratmak isteyen Sosyal Demok­ ratlara ve liberallere yüklendi. I. Dünya Savaşı'ndan sonra barışçı ve liberal bir Almanya kurulamamışsa, bunun suçu her şeyden önce İngiltere ve özellikle Fransa'nın katı ve ta­ rihten ders almaz tutumlarmdadır. Yıllar geçtikçe, İtilaf devletlerindeki kamuoyunun hiç olmazsa bir bölümü, Versailles'in hükümlerinin bazılarını sert bulup, değiştirilmesi konusunda baskı yaptı. Antlaşma^ hazırlayanların bu te­ reddütleri ise Alman tahrikçilerinin işine yaramış ve Adolf Hitler'e iktidar yolunu açmıştır. Çok kısa bir biçimde belirtmek gerekirse, Paris barış düzenlemesi tam bir başarısızlığın ve kısa süreli dar çıkar hesapları uğruna tarihin genel akış çizgisinin hesaba katıl­ mamasının öyküsüdür. Böyle olunca da, I. Dünya Savaşı'na yol açan temel sistem bozukluklarının hiçbirini çözemeyerek, yeni bir savaşın tohumlarını atmıştır.

L. TÜRK ULUSAL KURTULUŞ SAVAŞI4 Burada Türk ulusal kurtuluş savaşının ayrıntılarına giril­ 4

Bu bölüm yazılırken yararlanılan kaynaklar: Nutuk, T ü rk Devrim Tarihi Ens. Yayını, İstanbul, 1 9 6 9 ; Atatürk'ün Söylevleri, T ü rk Dil Kurum u Yayını, Ankara, 1 9 6 8 ; Atatürkçülük, G enelkurm ay Basım evi, Ankara, 1 9 8 2 ; İlhan

406

Birinci Dünya Savaşı

meyecek, Türk ulusal kurtuluş savaşının genel tarih için­ deki yeri, hazırlanması, önderinin görüşleri ve önemli dö­ nüm noktaları üzerinde durulacaktır. 1. Ulusal Kurtuluş Savaşının Örgütlenmesi ve Misakımilli 30 Ekim 1918 tarihinde Osmanlı hükümetine imzalattırı­ lan Mondros Silah Bırakışması, İtilaf devletlerine yalnız saA kın, Devrim Tarihi, Fakülteler M atbaası, İstanbul, 1 9 7 6 ; Abdülahat Akşin , Atatürk'ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi, 2 c., İnkılap ve Aka Kitabevleri, 19 6 4 ; Afet inan , Atatürk H akkında H atıralar ve Belgeler, T. Tarih Kurum u Basım evi, A nkara, 1 9 5 9 ; Hamza Eroğlu, Türk Devrim Tarihi, Em el M atbaacılık, Ankara, 1 9 7 4 ; Sadi Borak, Gizli Oturumlarda Atatürk'ün K o­ nuşmaları, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1 9 7 7 ; Roderic D avison, “Turkish

,

Diplomacy From Mudros to Lausanne”, Craig and G ilbert (ed .), The Diplo­ mata, 1919-1939, c. I, New Y ork, Atheneum , 19 7 2 ; Uluğ İğdem ir, Hey e t-i Temsiliye Tutankaları, T. Tarih Kurumu Yayanları, Ankara, 19 7 5; İsm et İnönü, “N egotiations and N ational Interest”, Perspectives on Peace, Londra, Stevens and Sons, Ltd., 19 6 0 ; M azhar M üfit Kansu, Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber, 2 c., T. Tarih Kurum u Basım evi, Ankara, 1966; Suna Kili-, Türk Devrim Tarihi, Boğaziçi Üniv. Yayını, İstanbul, 19 80; Lord Kinross, Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Sander Kitabevi, İstanbul, 19 6 7 ; Kurtuluş Savaşımız, D ışişleri Bakanlığı Yayını, Ankara, 1 9 7 3 ; Nail Kubalı, Türk Devrim Tarihi, Harp Akadem ileri Basım evi, İstanbul, 1973; Bernard Lewis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, çev. M etin K ıratlı, T ü rk Tarih Kurum u Basım evi, Ankara, 19 7 3 ; George Leczow ski, The Middle East in W orld Affairs, Ithaca, C ornell Univ. Press, 1 9 8 0 ; Seha L. M eray (çev.) Lo­ zan Barış Konferans t, Tutanaklar, Belgeler, 8 c., AÜ SBF Yayını, Ankara, 1970; O sm an Olcay, Sevres Antlaşmasına Doğru, AÜ SB F Yayını, Ankara, 19 8 1 ; Kazım Özalp, M illi Mücadele, 1912-1922, 2 c., T. T arih Kurumu Bası­ mevi, Ankara, 19 7 1 ; Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, Güneş M atbaacılık, İstanbul, 1 9 6 5 ; Dunkward Rustow, “A tatürk as a Founder o f a State”, Rustow (ed .), Philosophers and Kings, Studies in Leadership, New Y ork, Deadalus, 19 7 0 ; Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, 1914-1980, Türkiye İş Bankası K ültür Yayınları, Ankara, 1 9 8 3 ; Bilal Şim şir, İngiliz Belgelerinde

Atatürk, 1919-1938, T. Tarih Kurum u Yayını, Ankara, 1 9 7 3 ; İsmail Soysal, Türkiye'nin Siyasal Antlaşmaları, 1. c., 1 9 2 0 -1 9 4 5 , T. Tarih Kurumu Yayı­ nı, Ankara, 1983.

407

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

vaş sırasında yapılan gizli antlaşmalarda belirtilen yerleri işgal hakkını vermemekte, aynı zamanda şu iki önemli hükmü de öngörmekteydi: (i) Boğazlar bölgesi işgal altına alınacak ve (ii) İtilaf devletleri güvenliklerini tehlike altın­ da gördükleri bölgeleri de işgal edebileceklerdi. İşte, I. Dünya Savaşı'nm galip devletleri, anlaşmalarda söz konusu edilen “Mezopotamya” ve “Kilikya” gibi sınırları hiç de belli olmayan bölge adlarına ve yukardaki maddeye daya­ narak, Türklerin içinde yaşayacağı sınırı sürekli kuzeye, Anadolu'nun içlerine doğru zorlamaya başlamışlardır. Bu kötü koşullar altında İstanbul'daki Osmanlı hükü­ meti galip devletlere karşı tam bir teslimiyet politikası iz­ lerken, Mustafa Kemal'in önderliğinde Anadolu'da başla­ yan ulusal kurtuluş hareketi, Temmuz-Eylül 1919 tarihleri arasında Erzurum ve Sivas Kongreleri ile örgütlenmiş ve mücadelenin amaçları bu kongrelerde anahatları ile belir­ lenmiştir: Ulusal sınırlar içinde vatan bir bütündür; geçici bir hükümet kurulacaktır ve Mandat ile himaye sistemleri kabul edilemez. Anadolu’da bu örgütlenme çabaları olurken, Osmanlı Meclisi Mebusan’ı 28 Ocak 1920 tarihindeki son toplahtısmda, ulusal kurtuluş hareketinin temel ilkelerini “Misakımilli” adı altında ilan etmiştir: (i) 30 Ekim 1918 Mondros Silah Bırakışması sırasında düşman işgaline düşmüş bulu­ nan ve halkının çoğu Arap olan bölgelerin geleceğine, böl­ ge halkı bizzat karar verecektir (ulusal self determinatiorı il­ kesi); (ii) Kars, Ardahan ve Batum'da halkın oyuna başvu­ rulacaktır; (iii) Batı Trakya’da halkın oyuna başvurulacak­ tır; (iv) İstanbul kenti ve Marmara bölgesinin güvenliği sağlanacaktır; (v) karşılıklı olması halinde azınlık hakları kabul edilecek ve uygulanacaktır (kapitülasyonlardan alı­ nan derslerle karşılıklılık esası getiriliyor); (vi) her türlü siyasal, adli ve mali ayrıcalıklar kaldırılacaktır (aynı kaygı). 408

Birinci Dünya Savaşı

Misakımilli, ulusal ve bölünmez bir Türk ülkesinin sı­ nırlarım çizmiş, Osmanlı yönetim ve gelenekleriyle bağ­ lantının kesildiğini tüm dünyaya açıkça ilan etmiştir. İslam dünyasına öncülük yapmak iddiasında bulunan çokuluslu bir imparatorluk yerine, bağdaşık bir “ulus-devlet” kurula­ caktı ve yeni Türkiye'nin gücü buradan kaynaklanıyordu. 2. Sevres Banş Antlaşması I. Dünya Savaşı'ndan sonra galip devletlerle İstanbul'daki Osmanlı hükümeti arasında 10 Ağustos 1920 tarihinde im­ zalanan bir barış antlaşması olan Sevres, galiplerle öteki Avrupa devletleri arasındaki anlaşmalardan çok daha ağır­ dır. Sevres, yalnız eski, köhne ve yenilmiş bir imparatorlu­ ğu parçalayan antlaşma değildir. Sevres, Türkler'e “yaşama hakkını” tanımayan bir barış antlaşmasıdır. Aslında “barış antlaşması” da değil, bir ulus hakkında gerçek bir “ölüm fermanı”dır. Sevres Antlaşması’na göre, Osmanlı devletinin Rumeli sınırı 'bugünkü İstanbul ilinin sınırına getiriliyor ve böyle­ ce “Türkler'in Avrupa'dan atılması” ile ilgili yüzyıllık Av­ rupa amacı gerçekleşiyordu. Batı Anadolu Yunanistan'a, güneyde Mardin, Urfa, Gaziantep ve Amanos dağları Fran­ sa'ya' veriliyordu. Doğuda Beyazıt, Van, Muş, Bitlis ve Er­ zincan'ı içine alan bir Ermenistan, Fırat akarsuyunun do­ ğusundaysa yeni kurulan Ermenistan, Irak ve Suriye ara­ sında kalan bölgede Kürdistan kuruluyordu. Irak Ingilte­ re'ye bırakılıyordu. İstanbul uluslararası bir kent olacak ve Boğazlar'da donanması, ordusu ve bütçesi olan bir Boğaz Komisyonu kurulacaktı. Bütün bunların dışında, Osmanlı devletinin askeri gücü de kolluk kuvvetleriyle sınırlandırı­ lıyordu. Kısaca, Osmanlı devleti itilaf Devletlerinin ortak bir 40?

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

sömürgesi haline getiriliyor, Türklere “yaşama bölgesi” olarak Ankara, Kastamonu ve dolayları bırakılıyordu. Ege ve Akdeniz'e çıkışı olmayan ve yeterli yerüstü ve yeraltı kaynaklarına sahip bulunmayan bu küçük bölgede Türk insanı, uzun sürede ortadan kalkıp yok olmaya terk edili­ yordu. Bir imparatorluğun içindeki azınlıklara yaşama ve bağımsızlık hakkı verilirken, bu imparatorluğun başat un­ suru olanTü rk insanına uygulanmak istenen bu antlaşma, hem tarihsel bir “anakronizm” idi ve hem de İtilaf devletle­ rinin propagandasını yaptıkları ilkelere ve dönemin ulusla­ rarası sisteminin gerçeklerine ters düşüyordu. Türk ulusal kurtuluş savaşı, haklı, güçlü ve gerçekçi bir temelde başla­ yacaktı. 3. Savaş ve Diplomasi Türkler, işgalci İtilaf devletleri ve öteki işgalcilere karşı üç cephede çarpıştılar: Doğu, Güney ve Batı cepheleri. Doğu cephesinde Ermenilere karşı savaşıldı. Yeni kurulmuş bu­ lunan Bolşevik rejimden yardım alan Ermeniler, 1920 yı­ lında saldırıda bulundular ve Kazım Karabekir komutasın­ daki Türk Ordusu karşısında yenildiler. 2 Aralık 1920 tarihli G üm rü Antlaşması ile doğudaki harekât sona erdi. Bu antlaşma ile, Sevres Antlaşması hükümlerine göre Er­ menilere bırakılan doğu illerine ek olarak, 1878 Berlin Ba­ rışı ile Rusya'ya bırakılan Kars ve dolayları da Türk sınırla­ rı içine alındı. Bunun yanında, son derece önemli bir nokta olarak, Türkiye sınırları içinde Ermenilerin çoğunlukta bu­ lunduğu hiçbir bölge olmadığı da antlaşma maddeleri ara­ sına alındı. Gümrü antlaşmasının önemi şuradadır: Erzurum-Bakü demiryolunun açılmasıyla Türkiye ve Sovyetler Birliği arasında doğrudan bağlantı sağlanarak, Türkiye'nin bu devletten yardım alması kolaylaştı ve Türk kuvvetleri i 410

Birinci Dünya Savaşı

arkalarından emin olarak güneyde ve batıda savaşmak ola­ nağım buldular. Gümrü'den sonra, Sovyetler Birliği ile 16 Mart 1921 tarihinde Moskova Dostluk Antlaşması imzalandı. Bu ant­ laşmayla, Sovyet hükümeti Misakımilli'yi tanımış ve Çarlık Rusyası ile Osmanlı devleti arasındaki bütün antlaşmalar hükümsüz hale getirilmiştir. Ayrıca, 22 Şubat 1921 tari­ hinde Gürcü hükümetine verilen bir ültimatom sonucu, Artvin ve Ardahan Türkiye'ye devredilmiştir. 16 Mart ta­ rihli antlaşma, batıda Yunanlılara karşı kazanılan I. İnönü Savaşı'nm (10 Ocak 1921) Sovyetler Birliği tarafından iyi değerlendirilmesi sonucu mümkün olmuştur. Türkler'in düzenli ordu birlikleriyle kazandığı bu ilk zafer, Sovyet hükümetinin Türkiye'nin güç ve azmi konusundaki ikir­ ciklerine son vermiş ve Sovyetler Birliği Misakımilli’yi tanı­ yan ilk büyük devlet olmuştur. I. İnönü Savaşı'ndan sonra İtilaf devletleri, Türkler ve 23 Nisan 1920'de Ankara'da açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin hükümeti ile ko­ lay baş edemeyeceklerini anladıklarından, Londra'da Sevres'i değiştirecek bir konferans topladılar. İtilaf devletleri­ nin çok az değişiklik önerdikleri bu konferans başarılı olmamışsa da, ulusal davanın dünyaya duyurulmasını sağ­ ladığından önemlidir. > 31 Mart 1921'de kazanılan 2. İnönü Zaferi'nin sonucu olarak İtalya, Anadolu macerasını daha fazla sürdüremeye­ ceğini sezdiği için, askerlerini Anadolu'dan çekti. Türk mücahitlerinden güneyde sert bir direnme gören Fransa ise, bu savaşa daha uzun bir süre dayanamayacağım anla­ dı. Ancak, Fransa bir süre daha bekleyerek Türklerin ger­ çek gücünü anlamak ve ona göre hareket etmek isteyecek­ tir. 23 Ağustos-13 Eylül 1921 tarihlerindeki Sakarya Zafe­ ri'nin sonunda Fransa da, İtalya gibi, Anadolu'da tutuna­ lı

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

mayacağım kesinlikle anladı ve Fransa ile Türkiye arasında 20 Ekim 1921 tarihli Ankara İtilafnamesini imzaladı. Bu antlaşma ile iki devlet arasındaki savaş durumu sona eri­ yor, Türk dilinin resmi dil haline geldiği ve Türkler'in külj türlerini geliştirme olanakları sağladıkları İskenderun San­ cağı için özel bir yönetim biçimi saptanıyor ve Türkiye ile Fransız mandası altındaki Suriye arasındaki geçici sınır çi­ ziliyordu. Ankara İtilafnamesi'nin sonunda doğu sorunun­ dan sonra güney sorunu da çözüme bağlanmış, böylece Misakımilli amaçları büyük ölçüde gerçekleştirilmişti. Ay­ rıca, şimdi boş kalan güneydeki birlikler de batı cephesine çekilmiş ve Yunanistan'a karşı daha güçlü bir duruma ge­ linmişti. 1922 yılının başında, Mustafa Kemal'in önderliğindeki ulusal kurtuluş hareketinin en önemli görevi, Yunan işgal kuvvetlerini Batı Anadolu ile Trakya'dan çıkarmak ve Misakımilli esaslarına göre barışı sağlamaktı. Bu amaçla girişi­ len Büyük Taarruz, 30 Ağustos 1922 tarihinde başarıyla sonuçlanmış ve Türk birlikleri 9 Eylül'de İzmir'e girerek, Anadolu'yu Yunan kuvvetlerinden temizlemiştir. 4. Lausanne (Lozan) Banş Antlaşması .

j

11 Ekim 1922 tarihli Mudanya Silah Bırakışması'ndan son­ ra, uzun ve tartışmalı geçen Lausanne K onferansı 'nın so­ nunda 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan L ausanne Ba­ rış Antlaşması ile yeni Türkiye devleti, ulusal sınırlarının içinde uluslararası alanda tanınmış olmaktaydı. Türkiye Cumhuriyeti'nin varlığının temeli olan bu antlaşmanın önemli hükümleri şöyle özetlenebilir: (i) Sınır Sorunları: Türkiye'nin güney sınırları, Ank ra Itilafnamesiyle saptanmış bulunmaktaydı. Bu sınırlar doğrulandı. Irak ile sınır saptanırken Musul konusunda i 412

Birinci Dünya Savaşı

anlaşmaya varılamadı. İngiltere, nüfusunun çoğunluğu Türk olmasına rağmen, petrol bakımından zengin olan bu ili Türkiye'ye bırakmak istemedi. Sorunun 9 ay içinde ta­ raflar arasında görüşmelerle çözüme bağlanması, bu müm­ kün olmadığı takdirde, Milletler Cemiyeti'ni gidilmesi ka­ rarlaştırıldı. Batı sınırı ise Misakımilli'ye uygun olarak çözüldü. Ege denizinde İmroz ve Bozcaada Türkiye'ye ve­ rildi (Çanakkale Boğazı'nm tam karşısında bulundukların­ dan Türkiye açısından stratejik önemi çok büyüktü) ve Yunanistan'da kalan öteki Ege adaları, Türkiye'nin yakm güvenliği göz önüne alınarak, silahtan arındırıldı. (ii) A zınlıklara, uluslararası hukukun tanıdığı haklar dışında herhangi bir ayrıcalık tanınmadı. (iii) Kapitülasyonlar bütünüyle kaldırıldı. Böylece, 19. yüzyılın başından beri Osmanlı devletinin başına bela olmuş ve ekonomik kalkınmasını engellemiş bulunan, İtti­ hat ve Terakki yönetiminin kaldırmak için çok uğraştığı, bağımsız bir devletin veremeyeceği nitelikte olan ayrıcalık­ lar silinmiş oldu. (iv) B orçlar sorununda Batılı devletler, Osmanlı dev­ letine verilen borçların altın lira olarak ödenmesi konu­ sunda ısrar ederlerken, Türkiye, borcun şimdi Osmanlı dev­ letinden ayrılmış bulunan bölgelere de bölünmesi gerek­ tiğini ve Türk lirası olarak ödenmesini savundu. Gerçek­ ten Osmanlı devletinin aldığı borçların büyük bir bölümü, şimdi Türkiye devletinin sınırları dışındaki bölgelerdeki masraflar ve yatırımlar için de kullanılmıştı ve bu bakım­ dan Türk hükümetinin görüşü haklı ve doğruydu. Borçlar konusunda Lausanne'da ancak kısmen çözüme ulaşılmış, son çözümse 1930'da gerçekleşmiştir. (v) Boğazlar sorununa gelince, ilkesel olarak Boğaz­ lardan serbest geçiş sağlanmış, bu geçişi düzenleyecek bir Boğazlar Komisyonu kurulmuş, Boğazların güvenliği ve 4'3

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

statüsü Milletler Cemiyeti'nin güvencesi altına konulmuş ve bölge silahtan arındırılmıştır. Bu düzenlemenin, Türki­ ye Cumhuriyeti'nin güvenliği ve hükümran hakları açısın­ dan büyük sakıncalar taşıdığı açıktır. Bu yüzden, yeni dev­ letin izleyeceği dış politikanın önemli amaçlarından biri bu durumun düzeltilmesi olmuş ve 1936 tarihli M ontreux Söz­ leşm esi 'yle sorun çözülmüştür. Açıkça görüleceği gibi, gerek ulusal kurtuluş savaşı ge­ rekse diplomasisi büyük bir başarı kazanmıştır. Bunun böyle olmasının nedenlerini kısaca şöyle özetlemek müm­ kündür. (1) Askeri alanda kazanılan zaferler, (2) I. Dünya Savaşı'ndan sonra galip devletler arasındaki dayanışmanın çökmesi, (3) Sovyetler Birliği ile Batılı devletler arasında ortaya çıkan çatışmadan Türk yöneticilerinin akıllıca ya­ rarlanmaları ve (4) en önemlisi, ulusal kurtuluş savaşının önderi Mustafa Kemal'in, mücadelenin ve mücadele so­ nunda kurulacak olan devletin temel nitelikleri konusun­ daki sağlam görüş ve düşünceleri. Şimdi bu konular toplu biçimde ele alınacaktır. 5. Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı'nm Ayırıcı Özellikleri ve Atatürk Türk ulusal kurtuluş savaşı, emperyalist. Avrupa devletleri­ nin üstünlüğüne karşı verilen ilk başarılı askeri mücadele­ dir. Ancak, bu mücadelenin başarılı olmasının nedenleri , en az başarılı olması kadar önemlidir. Bu gerçekten önem­ lidir, çünkü Türkiye 1918 yılında yenilen devletler arasın­ da, birkaç yıl içinde hakkında verilen kararı değiştiren ve İtilaf devletleriyle eşit statüde yeni bir barış antlaşması im­ zalayarak bağımsızlığını kazanan tek devlettir. Türkiye; Al­ manya ve Rusya gibi, yenik olmakla birlikte zamanla güç­ lenmesi beklenen büyük bir devlet değildi. Türkiye ayrıca, 414

Birinci Dünya Savaşı

Avusturya ve Macaristan gibi Avrupa'nın büyük devletleri­ nin yıkılmasına pek göz yummayacakları Hıristiyan bir Avrupa devleti de değildi. Çekoslovakya ve Polonya gibi, İtilaf devletlerinin zaferinden yararlanan bir devlet de de­ ğildi. Türkiye, bunların hiçbirine benzememesine karşın, nasıl oluyor da yabancı denetimini atan ilk devlettir? Bu sorunun yanıtı, ulusal kurtuluş savaşının niteliğini açıkla­ yacaktır. Daha önceki bölümlerde belirtildiği gibi, Türkiye'de tıpkı Çin, Hindistan gibi haklıydı ve güç günlerde aydınlı­ ğa çıkarabilecek binlerce yıllık bağımsızlık deneyimi vardı. Yukarıda belirtildiği gibi, Mustafa Kemal iyi bir asker ol­ duğu kadar iyi bir diplomattı. İtilaf devletleri arasındaki anlaşmazlıklardan ustaca yararlanmasını bilmişti. Ancak, bunlardan da önemlisi, Çin ve Hindistan'daki mücadele­ nin o dönemlerdeki başarısızlığının açıkça gösterdiği gibi, hareketin önderi Mustafa Kemal'in geniş ve sağlam görüş­ leridir. Avrupa devletleri ilk kez bilinçli ve kendi silahla­ rıyla savaşan bir mücadeleyle karşı karşıya kaldılar. Bu, Avrupa değerler sistemini reddetmeyen, bu değerler siste­ mi içinde ama onun üstünlüğüne karşı bir mücadeleydi. Mustafa Kemal'in mücadelesi, çağdaş Avrupa değerlerine karşı değildi ve onları kendi silahlarıyla vurdu. Tüm bu nedenlerle Mustafa Kemal'in, ulusal kurtuluş hareketini hangi düşünce ve ilkelere dayayarak yürüttüğünü görmek, hareketin ayırıcı niteliğini anlamak açısından gereklidir. a. Atatürk'ün Ulusçuluk Anlayışı

Atatürk, 19. yüzyılın ikinci yarısında, yani ulusçuluk ve li­ beralizm akımlarının Doğu Avrupa'da güçlü bir biçimde estiği bir tarih kesiminde Selanik'te doğmuştu. Bölgenin ulusçuluk ve liberalizm kokan havasında ve 19. yüzyılın pozitivist filozoflarından etkilendi. O'na göre, Avrupa ulus4i5

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

lar topluluğunun fiziki sınırlarının dışında, bu sistemin üs­ tünlüğüne karşı mücadeleler mutlaka ulusçu nitelikte ol­ malı, 19. yüzyılda Avrupa devletlerinin başarılı deneylerin­ den esinlenmeliydi. Dolayısıyla, Atatürk ulusçuluğu, din ve ırk anlayışının dar uygulamasından çok, Avrupa'da ol­ duğu gibi, ulusal sınırlar içinde, ulusal oydaşmaya dayanan ortak yurttaşlık temelinde oluştu ve gerek ulusal mücadele içinde ve gerekse sonrasında milliyetçiliği bu çerçeve için­ de uyguladı. Atatürk'e göre, bağımsızlık için mücadele, tüm ulusun desteğine ve etkin bir biçimde harekete katılmasına dayan­ malıydı. Bu özellik O'nun hareketini, 19. yüzyılın öteki Asya-Afrika hareketlerinden, yani nüfusun ancak belirli bir bölümüne dayanan ve sonunda başarısızlıkla sonuçlanan hareketlerden ayırmaktadır. O'nun hareketi, 20. yüzyılda yalnız askeriyenin harekete geçip bağımsızlığı kazandığı Asya-Afrika devletlerinin mücadelelerinden de farklıdır. Bunlar, ulusal bağımsızlığı koruyacak güçler sınırlı olduğu için, bir süre sonra başka ülkelerin siyasal etkisi altına gir­ mektedirler. Kısaca, Atatürk'e göre, ulusal bağımsızlık mü­ cadelesi, tüm dünyaya açık bir biçimde ve halkın etkin desteğiyle yürütülmeliydi.5 Bu temel anlayışlarla Atatürk, halktan kopuk gizli ör­ gütler içinde çalışmamış ve işgalci güçlere karşı düzensiz çete' savaşlarına ve savaşçılarına güvenmemiştir. Ulusal kurtuluş savaşını örgütleme yolunda Erzurum ve Sivas gibi ulusal kongrelerle, Türk halkının harekete katılması ve ha­ reketin tüm dünyaya duyurulmasını sağlamış, düzenli or­ du birliklerini güçlendirerek hem başarı sağlamış hem de savaş sonrası kurulan devletin uluslararası sistemde saygın bir yere sahip olmasını gerçekleştirmiştir. Kısaca, Atatürk1 5

A tatürk'ün bu konudaki sözleri için Bkz.: Atatürk Söylevleri, s. 17, 8 3 ve Kansu, s. 3 2 -3 3 ve 143.

416

Birinci Dünya Savaşı

ün mücadelesinin özü şuydu: Ulusal ve savunulabilir sınır­ lar içinde, modern bir Türk ulus-devletinin kurulması. Önce ulusal kongrelerle çizilen ve sonra Misakımilli içine alman yeni devletin ulusal sınırlarının üç önemli ve ayırıcı niteliği vardı: Bu sınırlar, herşeyden önce, stratejik olarak savunulabilecek askeri sınırlardı. O kadar ki, Os­ manlı devleti yenilgisinin en alt noktasında bile bu sınırla­ rı korumasını bilmişti, ikinci olarak, bu sınırlar hukuki sı­ nırlardı, çünkü savaş sonunda imzalanan Mondros Silah Bırakışması’nda kabul edilmişti. Son olarak, bunlar siyasal sınırlardı. Mustafa Kemal önderliğindeki ulusçu hareket, amaç ve araçlarını çok iyi hesap ederek siyasal programını bu sınırlara dayamış, onurunu bu sava bağlamış ve süngü­ sü ile bu iddiasını kabul ettirmişti. Görülüyor ki, Atatürk'ün bir Türk ulus-devleti kurma, yani ulusçuluk anlayışı, gerçekçi, ileri görüşlü ve akıllı idi. Askerlik ve siyaset alanlarında “mutlak gereklilik” sınırla­ rını hiç aşmamış ve ülkenin kurtuluşunu sadece askeri açı­ dan düşünmemişti. Yalnızca işgalci güçlerin ülkeden ko­ vulmasıyla yetinmemiş, Türk insanını çağdaş dünyanın birleşik ve uygar bir ulusu durumuna getirmeyi amaçla­ mıştır. b. Atatürk'ün M eşruiyet ve H ukuka Bağlılık Anlayışı

Tek sözcük ile bir örgüt adamı olan Mustafa Kemal, tüm misyonu boyunca yasalara ve hukuka bağlı kaldı. Anka­ ra'da TBMM'yi toplamadan önce, ulusal güçleri yüksek bir karar organının altında birleşebilmek için kongreler dü­ zenlediğini gördük. Bu O'nu dönemin öteki önderlerinden ayıran önemli bir özelliktir. Mücadele için çok geniş ve et­ kin bir örgütlenmeye girişti. Dönemin öteki devlet kuru­ cularına, örneğin bir Sukarno'ya, bir Nkrumah'a bakarsak, bunların kendilerini mücadelelerinde destekleyecek çok az 4i7

Siyasi Tarih (ilkçağlardan 1918’e)

örgüte sahip olduklarım ve dolayısıyla bağımsızlık sonrası karışıklıklar içine girdiklerini görüyoruz. Mustafa Kemal ise, bunlara göre, Osmanlı devletinden gelişmiş bir örgüt­ sel yapı devraldı ve bu yapıyı daha da geliştirerek etkin kıl­ dı. İzmir'in 15 Mayıs 1919'da işgalinden hemen sonra Samsun'a geçerek ulusal kurtuluş mücadelesini örgütleme­ ye başladı. Bu işgal, Mondros Silah Bırakışması'nm tam bir ihlali idi. Dağınık direniş hareketleri, yurtsever ordu ko­ mutanları ve yerel yöneticilerle temas kurdu ve bunları bir tek komuta altında birleştirmeyi en önemli misyonu yaptı. Bu yolda en önemli engeller, Osmanlı Sultam'mn hüküme­ ti tarafından kışkırtılan iç ayaklanmalar ve Ankara'nın de­ netimini kabul etmeyen direnme hareketleriydi. Bu koşul­ lar altında verdiği karar, düşmanla mücadeleye başlama­ dan önce, Anadolu'da hukuk ve düzeni kurmak gerektiğiy­ di. Bu, düşmana karşı askeri mücadeleden çok daha önem­ liydi.6 Dolayısıyla, Atatürk dış ve iç cepheler arasında ke­ sin bir ayrım çizgisi koymaktaydı. O'na göre, uzun sürede yıkılmayacak, sağlam ve gerçek cephe, halkın birliğinin oluşturduğu iç cepheydi. Dış cepheyse, yalnızca düşman birlikleriyle karşı karşıya bulunan bir hattı ve birincisi ka­ dar yaşamsal değildi. Kısaca, önemli olan, güçlü bir örgüt­ lenme yoluyla ülkenin iç bütünlüğünü gerçekleştirmekti. Tüm mücadelesi boyunca hukuka bağlılığı elinden bı­ rakmadı. Ankara'da TBMM toplanmadan önce, İstanbul hükümetinin otoritesini açıkça yadsımadı.7 Ancak, 16 Mart 1920'de İstanbul itilaf devletlerince işgal edilip, İstan­ bul parlamentosu ile hükümeti artık resmen çalışamaz du­ ruma gelince, TBMM'yi açtı ve İstanbul hükümetini, Türk halkının gerçek temsilcisi olarak tanımadı. Artık, TBMM 6 Atatürk'ün bu konudaki sözleri için Bkz.: Kansu, s. 593. 418

Birinci Dünya Savaşı

ülkenin tek yasama ve yürütme organıydı ve adım adım ve hukuka bağlı olarak, yeni yönetimin nasıl çalıştığım göste­ ren bir anayasa kabul edildi. Bundan sonra, Anadolu'da düzen, hukukun üstünlüğü ve merkezi otorite sağlandı ve tüm yasalara bağlı olma ilkelerine uyuldu. Bunlar yapıldık­ tan sonradır ki düşmana karşı savaş çabasına girişildi. Sa­ vaş alanlarında zaferin ve Türkiye'nin uygar uluslar toplu­ luğu içinde saygıdeğer bir yere sahip olması için, bu anlatılanlar tam bir önkoşuldu. c.

Atatürk'ün Barış ve Uluslararası İşbirliği Konularındaki Görüşü

“Savaş kaçınılmaz ve yaşamsal olmalıdır. Ulusun yaşamı söz konusu olmadıkça savaş bir suçtur.” Bu sözleri söyle­ yen Mustafa Kemal, ulusal kurtuluş savaşma üç temel il­ keyle başladı ve eğer bunlar kabul edilseydi, askeri ha­ rekâta gerek kalmayacaktı: Bağımsızlık, eşitlik ve ulusal sınırların tanınması. Bu temel ilkeleri gerçekleştirmek için işgalcilere, Yunanistan'a ve onu destekleyen Avrupa dev­ letlerine savaş açmak zorunlu hale geldi. Ancak, işgalcilere karşı savaşırken bile, ana amacı bölgede barış ve istikrarın korunması ve gelecek Türk devleti için olumlu bir ulusla­ rarası atmosferin yaratılmasıydı. İşte bu nedenlerle, barış için kapıyı her zaman açık tutmuştur. Mustafa Kemal dış politikada duygusal değildi. Ülke­ nin çıkarlarına en uygun politikayı izlemesini bilmiş, ulus­ lararası sistemin olanaklarını ve gerçeklerini çok iyi araşlirmiş ve değerlendirmiştir. Ulusal kurtuluş savaşı sırasın­ da ve sonrasında, “mutlak gereklilik” kapsamı içine gir­ meyen konularda ödün vermekte ikircik göstermemiştir. Mudanya görüşmeleri başladığında, gerek Türkiye ve ge­ rekse Batı'da bazı aşırılar, diplomasiyi horlayarak, askeri 7

Kansu, s. 2 3 5 ve Söylevler, s. 27.

419

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

kampanyanın sürdürülmesinde ısrar ettiler. Ancak, askeri harekâtın bir yerde bitmesi gerektiğine inanan ve daha güçlü bir iş olan, kurulacak devleti örgütleme ve reform­ larla çağdaş uygarlık düzeyine yükseltme çabalarına giriş­ mek isteyen Atatürk barış istedi. İsmet İnönü, askeri ha­ rekâtla ele geçirilecek bölgelerin tümünün diplomasiyle ve daha çok insan ve madde kaybı olmaksızın kazanıldığını söylemektedir.8 Lausanne' da Batı dünyası, Türk heyetinin yalnız silahlarıyla konuşan bir avuç asi olmadığım ve Tür­ kiye'nin komşuları ve Avrupa sistemiyle barış içinde yaşa­ maktan başka amacı bulunmadığını anladılar. İsmet İnönü'ye, neden Musul, İskenderun ve bazı Ege adaları konusunda ödün verildiği sorulduğunda, şu yanıtı vermiştir: “Bu sınırlar içinde teselli bulduğum uz yön, barışın kaza­ nılmış olduğudur. Lozan Antlaşması ile gerçek bir barış y ap ­ mış olduğum uz kanaatidir. ”

Ulusal hükümetin barışa bağlılığını bundan iyi göste­ ren birşey olamaz. Bir Ortadoğu uzmanı olan Lenczowski, Türk dış politi­ kasını değerlendirirken şunları söylüyor: “Yeni Türkiye, 2 0 0 milyonluk dev Rusya ile sınırı olan etkisine açık bulunan 1 6 milyon nüfuslu orta d erecede büyük bir devletti. Dolayısıyla, Türkiye'nin siyasal ve askeri yapısı ne kadar m ükem m el olursa olsun, gücünün belirli sınırları vardı. Belki de Mustafa Kemal ve onu izleyenlerin en büyük yanı, hu sınırlam aların bilincinde olmaları ve ülkenin gücüne uygun gerçekçi ve ılımlı bir dış politika izlem eleriydi. K e­ mal'in dış politikasında romantik ve serüvenci hiçbir yan y o k ­ tur. ”

Gerçekten, Atatürk'ün dış politikasının değerlendiril8 Atatürk'ün bu konudaki sözleri için Bkz.: Kansu, s. 59 3 . 420

Birinci Dünya Savaşı

meşinde bu nokta son derece önemlidir. Atatürk'ün dış politikası, 20. yüzyılın özellikle ikinci yarısında bağımsız­ lıklarını alan devletlerin çoğunun dış politikalarından te­ melde değişiktir. Bu devletler gösterişe yönelik serüvenci bir dış politika izlemişlerdir. Bunun da nedeni, içerde bü­ yük sosyoekonomik sorunlarla karşılaştıklarından, sıkıntı­ yı hafifletmek için halkın dikkatini dışarıya çekmektedir. Atatürk'ün “yurtta barış, dünyada barış”, anlamını bil­ meden rastgele kullanılacak bir slogan olmamalıdır. Bu söz iki bölümden oluşur ve arasında sıkı ve anlamlı bir etkitepki ilişkisi vardır.9 “Yurtta barışı” kurma uğraşı, gereken sosyoekonomik reformları gerçekleştirmek ve Türk toplumunu çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak amacına yöne­ liktir. Bu, doğrudan doğruya “dünyada barış” çabalarını et­ kilemektedir. Dünyada barış ise, serüvencilikten uzak, eski düşmanlıklar üzerinde durmayan, “dostluk” ve “işbirliği” gibi kavramların gerçekleşmesine yönelik bir dış politikayı anlatır. “Dünyada barış” politikası ise, yeni Cumhuriyete bir “nefes alma” zaman ve alanı sağlayarak, iç istikrarı ger­ çekleştirecek ve içte devletin temelini kuran reform çaba­ larına fırsat verecektir. ç. Atatürk'ün Çağdaş U ygarlık Anlayışı Atatürk'ün ulusal kurtuluş hareketini ötekilerden ayıran önemli bir özellik, çağdaş uygarlığa bağlılığı ve Türk halkı­ nın onun düzeyine yükselmeye çalışmasıdır. Reformların hemen hemen tümü bu çerçeve içinde değerlendirilmeli­ dir. Buraya kadar anlatılanlardan, çağdaş uygarlık denen bütünün, hiçbir ulus ya da bölgenin tekelinde bulunmadı­ ğı, en az on bin yıllık tarih süreci içinde çeşitli kavim böl­ gelerin katkılarıyla geliştiği ve yalnızca 1500'ler sonrasında 9

Kansu, s. 2 35 ve Söylevler, s. 11.

421

Siyasi Tarih (İlkçağlardan 1918’e)

Batı Avrupa'da simgelendiği, onun üstünlüğü döneminde de (1700'ler sonrası) global bir nitelik almaya başladığı so­ nuçları çıkarılabilir. İşte Mustafa Kemal böyle bir “çağdaş uygarlığın” üstünlüğüne inanmaktaydı. Lenczowski bu ko­ nuda şöyle diyor: “Mustafa Kem al ve onun Türkiyesi, çağdaş totaliter re­ jim lerd en temelde çok değişik bir eğilimi temsil etmektedir. Bu rejilerin (dönemin gözde rejim leri olan komünist ve faşist devletlerden söz ediyor) büyük bir hevesle yaptıklarının aksi­ ne o, Batı m irasını (yani çağdaş uygarlık çizgisini) reddetm e­ m iştir... T ürk reform hareketinin en önemli amacı genel bir anlatımla, Türkiye'nin eski A sya A rap kültür ve gelenek ala­ nından çıkarm ak ve çağdaş bir ulus biçim ine dönüştürm ek­ tir.”

Gerçekten, bir ulusçu olarak, Türkiye üzerindeki de­ netimlerini yok etmek için Batı'ya karşı silahlı mücadele vermişse de, Avrupa değerleri sistemine, yani uygarlığın 20. yüzyılda vardığı noktaya, karşı değildi. Mustafa Kemal, Osmanlı devletinin yıkılmasının temel nedenlerinden biri olarak, bu devletin Avrupa ile bağlarının kesilmesini gös­ termekte ve aynı yanlışın bir daha yapılmaması gerektiğini söylemektedir. Bu uğurda en önemli misyonu, Türk halkı­ nın çağdaş bilimin ürünlerinden en etkin biçimde yararlandırılmasıydı. Ülkelerin kendilerini sınırları içine hapse­ derek, çağdaş dünya ile en alt düzeyde ilgilenmeleri, Ata­ türk'ün düşüncelerine tam bir karşıtlık gösterir.10 O'nun kesin inancına göre, uluslar bağımsızlıkları için mücadele­ de başarılı bile olsalar, gelişme ve modernleşme yolunu ge­ riciliğin ve karanlığın engellerinden temizleyemedikleri takdirde, çağdaş düşünce ve dünya ile uyumlu bir biçimde yaşayamazlar ve eninde sonunda daha gelişmiş devletlerin 10

Atatürk'ün Söylevleri, s. 87.

422

Birinci Dünya Savaşı

“kuklası” olurlar.11 Atatürk'ün uygarlık konusundaki dü­ şünceleri ve gerçekleştirdikleri, özellikle 11. Dünya Savaşı'ndan sonra bağımsızlıklarını kazanan devletlerin bugün karşı karşıya bulundukları sorunların geniş çerçevesi için­ de değerlendirildiği zaman büyük bir anlam ve önem ka­ zanmaktadır.

11

age, ss. 13 8 -3 9 .

423

W İ mge

Peter Marshall

k it a b e v i

Anarşizmin Tarihi İmkânsızı İstemek!

&

Çeviren: Yavuz Alogan Devletsiz, efendisiz, patronsuz ve tanrısız “saf toplum ideali” insanlık tarihi kadar eski bir zaman diliminden kaynaklanıp akarak günümüze kadar gelmiştir. Peter M arshall’m “anarşi ırm ağı” dediği bu uzun süreç, bazen genişleyerek, bazen yeraltı sularına karışarak varlığım sürdürmüş, 1917 Ekim Devrimi’nde ; ve 1 9 36-1939 İspanyol İç Savaşı’nda coşkun dalgalarıyla insanlığa yeni umut : kapılan açmıştır. P eter M arshall, bu kapsam lı eleştirel tarih çalışm asında, anarşist fikir ve hareketlerin kökenlerini günümüze kadar izliyor; anarşist kuramcı ve eylemcilerin eserlerini daha geniş kapsamlı anarşist geleneğin içinde ele alarak özgül tarihsel ve kişisel bağlamlarına yerleştiriyor.

1 ; Bu kitapta, geçm işten günümüze bütün anarşist akım ların yanı sıra, Tolstoy i gibi bir rom ancının ve Gandhi gibi bir siyasetçinin birer anarşist olarak çizilmiş portrelerini buluyoruz. 1968 ayaklanmaları sırasında, anarşist sloganlann ve öğretilerin, kitle hareketinin ve sendikal akım ların içinde nasıl belirdiğini ve gerçeklik kazandığını, Batı’da sağcı akım ların anarşist düşüncelerden nasıl etkilendiklerini ve “anarko-kapitalist” bir akınV oluşturduklarını görüyoruz, j

-

i Anarşizmin Tarihi, geniş ve derin fikirler ve akımlar yelpazesine rağmen, temel I amacından sapmadan, çağdaş sorunlar ve konularla ilgili pek çok çözümleme ve değer sunan bir anarşist geleneğin var olduğunu kanıtlıyor.

m

VVilliam Greider

imge k ita b e v i

Tek Dünya Küresel Kapitalizmin Manik Mantığı

Çeviren: Yavuz Alogan W illiam Greider, küreselleşmeyi, neşeli bir kayıtsızlıkla önüne çıkan her şeyi tahrip edip biçerek, bütün sınırlan hiçe sayarak ilerleyen, ardında muazzam bir servet kaybı ve insanlık trajedisi bırakan devasa bir m akineye benzetiyor.

Tek Dünya, masa başında yazılmış kuramsal bir küreselleşme çözümlemesi değil. Yazar, kitabın sayfaları boyunca bazen Bangkok, Tayland, Kuala Lumpur ve Yokohoma’da, bazen Varşova, Pekin ve Hong Kong’ta ortaya çıkıyor ve bize, evrensel bir biriktirme, inşa etme arzusuyla ateşlenen insan yaratıcılığının ortaya çıkarttığ ı görkem i ve sefaleti aynı anda sergiliyor; işçile rle , işverenlerle, [ teknisyenlerle yaptığı konuşmaları ve kendi gözlemlerini aktarıyor. ı Greider’e göre dünya, devletlerin ve hükümetlerin denetiminden çıkan yeni bir küresel sanayi devrimi yaşamaktadır. Halklar ve uluslar, yeni ticari ilişkilerin ağında tuzağa düşürülmekte ve kendi yazgıları üzerindeki denetimi kaybetmek(edirler.

li’k Dünya, bu devasa makinenin yarattığı sorunları çözümlemekte; artık kendi başına hareket ettiğini ve insanlığı bir uçuruma doğru sürüklediğini göstermekte; sonuç olarak da bütün dünya halklarına, sosyalizmin ve kapitalizm in genel mantığını aşarak müdahalede bulunma çağnsı yapmaktadır.

{

Derleyenler

Christopher Bertram Andrevv Chitty

k it a b e v i

Tarih Bitti mi?

| Fukuyama • Marx • Modernite Joseph McCarney Frank Füredi Gregory Elliott Keith Graham Paula Casal Andrevv Chitty Jacques Bidet Alex Callinicos Christopher Bertram

| j

: !

Bir düşünür ve siyaset uzmanı olan Francis Fukuyama, ABD Dışişleri Bakanlığı’nda görevli olduğu dönemde, ‘Tarihin Sonu mu?’ başlıklı bir makale yayımlamıştır. Fukuyama’nm makalesindeki ana sav, ‘liberalizmin’ insanlığın ulaşabileceği en tam, dolayısıyla da son ideoloji olduğu ve tarihin bittiğini gösterdiğidir. Amerikan ve Fransız Devrimlerinin liberalizmi yerleştirmeye başladıkları ilk andan itibaren ‘liberalizm’, öncellerinin iddialarını ya da ortaçağ teokrasisi ve faşizm gibi diğer seçenekleri başarılı bir biçimde savuşturmuştur. Şimdi de bu türden iddiada bulunanların en sonuncusu olan komünizm sahneden çekilmektedir. Komünizmin sahneden çekilmesiyle, rakip toplum biçimleri ve bunların altında yatan ideolojiler arasındaki mücadele anlamındaki ‘tarih’ sona ermektedir. Fukuyama’m n bu savı karşısında Sol’un Fukuyama’ya tepkisi, daha çok onu reddetmek yönünde olmuştur.

Tarih Bitti mı?, Fukuyama’nm öne sürdüğü savlara ve Sol’un bu soruları ciddiye alarak açık, net bir yanıt vermekte^başarısız kaldığına ilişkin değişik görüşlerin derlemesiyle ortaya çıkmıştır. Tarih Bitti mi?, bu bağlamda, Fukuyama’yı görmezden i gelmenin cazip olabileceğini; ancak onun Marksizme ve hâlâ Marksizme derinden bağlı olan Sol’a karşı öne sürdüğü savlarla yüzleşmek gerektiğim ortaya koyan bir yapıttır.

Derleyenler

Andre Gunder Frank Barry K. Gills

Dünya Sistemi B e ş Y ü z y ıllık mı, B e ş B in y ıllık m ı? VVilliam H. McNeill Andre Gunder Frank Barry K. Gills K. Ekholm Jonathan Friedman David VVilkinson Samir Amin :ein Çeviren: Esin Soğancılar Yayıma Hazırlayanlar: Alâeddin Şenel Yavuz Alogan I >ı i lemeye katkıda bulunan yazarların çoğuna göre, çağdaş dünya sistemi son lırş yüzyılın olgusu olm ayıp en azından beş b in y ıllık b ir geçm işe sahip llu gü nkü “d ünya s is te m i”n in ç ek ird e ğ i ilk kez MÖ 3 0 0 0 ’de G üney Mezopotamya'da kök salmış, “hegemonya odaklan” zamanla değişip gelişen k Hünümüze dek ulaşmıştır. Sermaye birikim i olgusu, dünya sisteminin yalnı/ı .1 Min beş yüzyıllık değil, beş b in y ıllık tarihinin itici gücünü oluşturm uş! m VVilliam H. McNeill, Andre Gunder Frank, Barry K. Gills, K. Ekholm, Jonallımı I ı lodman, David W ilkinson, Sam ir Amin, Ja n e t A bu-Lughod ve Imnıaınıel W., IIerstein gibi ünlü ekonom ipolitik ve tarih bilginlerinin yazılarını içeten I m Vıipıi, bir “Tarihakım ı” oluşturmaya adaydır. Aynca, tarihi, birçok “ulusal 1 . 11 ılı lı.unlamaları ve “Avrupa-merkezci bir uygarlık tarihi” taslağı olmaktan Uuı laı tn,ı yolunda bir girişim olarak da algılanabilir. II > 1 1 uya sistem i” savıyla ilgili görüşleri yansıtan editörler, sonuçla, Kanlı e ıılıı 1 vıı nsel tarihten başka tarih yazılamaz” yargısına katılmaktadıı laı

w

Giovanni Arrighi

İMGE k ita b e v i

Uzun 20. Yüzyıl Para, Güç ve Çağımızın Kökenleri AafeKikan Sosyoloji DemıeÇi

"^r .......| 1995 Bilimsel Amşnmta Ödiilû t m ' v İ' :

V

/

Çeviren: Recep Boztemur Uzun Yirminci Yüzyıl, sermaye birikimiyle devlet kurma faaliyetleri arasındaki ilişkiyi, kapitalizmin yedi yüz yıllık uzun dönemi içinde incelemektedir. Giovanni Arrighi dünya tarihini biçimlendiren kurumlar ve yapılar arasındaki bağlantıları, büyük bir ustalıkla kurduğu toplumsal kuram, karşılaştırmalı tarih ve tarihsel anlatı senteziyle yorumlamaktadır. Arrighi, Braudel’in yaklaşım ını izleyerek kapitalizmin tarihinin, ekonomik ve siyasi güç ağlarım yeni bir biçimde kurgulayan yeni bir hegem onyacı gücün, dünya ölçeğinde giderek genişleyen ekonom ik alanlarının denetimini ele geçirmeyi başardığı birbirini izleyen “uzun yüzyıllardan” oluştuğunu belirtmektedir. Bu eserde, hegemonyacı sınıflar ve devletler tarafından sermaye, devlet gücü ve jeopolitik arasında kurulan tarihi ilişkilerin, yavaş yavaş belirmeleri ve doğuşları, dünya ölçeğinde tarihi önem kazanmaları ve şiddetli bir biçimde yerlerini başka türden ilişkilere terk etmeleri ayrıntılı bir biçimde İncelenmektedir. Arrighi, bu çerçeve içinde Floransalı, Venedikli, Cenevizli, HollandalI, İngiliz ve son olarak Amerikan kapitalizm tarzlarının geçirdiği süreçleri açımlamaktadır. Uzun Yirminci Yüzyıl, Am erikan dünya gücünün oluşumunu belirleyen ve şimdi bu gücün yerini, kurulmakta olan yeni bir tarihi yapıya terk etmeye zorlayan devlet-sermaye ilişkilerinin incelenmesiyle sona ermektedir.

Norman Davies

Avrupa Tarihi

Yayıma Hazırlayan: Mehmet Ali Kılıçbay Başlangıçta Avrupa yoktu. Beş milyon yıl boyunca var olan tek şey; dünyanın uzun ve en büyük kara kitlesinin önünde, bir geminin pruvasında baş gibi tlıır.ııı bir yanmadaydı. Batıya doğru, hiç kimsenin aşamadığı okyanusla; güneye ı l ı ıf.ı u adalarla, koylarla ve kendi yanmadalanyla bölünmüş kapalı vebirbiriylc bağlantılı iki deniz uzanıyordu. Kuzeyde, çağlar boyunca genişleyen ve büzülen bir ı aıuv.ıt ya da donmuş bir denizanası gibi büyük kutup buzulları; güneyde ise, luııuıı insanların ve uygarlıkların geldiği ve dünyanın geri kalan kısmına uzanan lılı köprü yer alıyordu. (...) Tarih, herhangi bir genişlikte yazılabilir. Kimi evrenin tarihini tek sayfaya sığdıı n kimi de bir mayısböceğinin yaşam dönemini kırk ciltte anlatır. Yine de hiçbir tarihçi, düşünce ekonomisi şiirleriyle yanşamaz: Avrupa bir Su perisi ise Napoli onun parlak mavi gözleridir Ve Varşova kalbi. Sivastopol ve Azak, Petersburg, Mitau, Odessa Bunlar da ayaklarındaki dikenler. Paris baştır, Londra kolalı yaka, Ve Rom a- Yensiz gömlek...

Marc Ferro

imge k ita b e v i

F e t ih le r d e n B a ğ ı m s ı z l ı k H a r e k e t l e r i n e

Sömürgecilik Tarihi 1 3. Y ü z y ı l - 2 0 . Y ü z y ı l

Çeviren: Muna Cedden Bugün A frika top lu m ları arasında sürüp giden k an lı savaşların, G üney A m erika’daki Muz cum huriyetlerinin çektikleri sıkıntıların, dünyanın doğu yarım küresinde bitm ek tükenm ek bilm eyen darbelerin ve daha n ice ülke toplum larm m kanayan yaralarının, yeryüzünden toptan silinen kim i etnik toplulukların tek bir açıklaması vardır: Sömürgecilik hareketi. Esas olarak Batı Avrupa kökenli olan bir hareketi ele alan bu çalışmada, dünyada gelmiş geçm iş hiçbir devlet örgütünün masum olmadığı ayrıntılı örneklerle gösterilm ektedir: İkinci Dünya Savaşı Japonyasm da Uzakdoğu toplum larına y ö n elik değerlendirm eler, Rusların Slav olm ayan topluluklar hakkındaki politikaları, Kavalalı M ehm et Ali Paşa’m n Sudan’a ve H abeşistan’a yönelik niyetleri, Çinlilerin çeşitli Asyalı toplumlarla ilişkileri vb. Ama konunun odağında Batı Avrupa bulunmaktadır. Kilisesiyle, ekonomisiyle, kendi içindeki savaşlarıyla... Çünkü Batı kökenli söm ürgecilik çok daha radikal hedefler benim sem iştir. Girdiği ülkeyi yalnızca söm ürmekle yetinm em iş, bunu sürekli kılm ak uğruna insanların doğrudan ruhlarına sahip olmayı amaç edinmiştir. Hikmeti kendinden m enkul b ir “uygarlık” vaazıyla inanç sistem lerini parçalam ış, dahası ırksal sınıflandırmalara gitmiştir. Öylesine onulmaz yaralar açmıştır ki, sömürgeciliğin kâğıt üzerinde ortadan kalkmasına rağmen, eski hegemonyaların sınırlarından yaratılan “bağımsız” ülkeler; bir yandan dayatılan “Batı tipi” ekonomik modellere ayak uydurmaya çalışırken, diğer yandan ik i arada b ir derede kalan etnik toplulukların yarattıkları karışıklıklarla başa çıkmaya çabalamaktadır.

Sömürgecilik Tarihi’ni okuduğunuzda, dünyanın birtakım olmazsa olmaz kabul edilen kurumlarına, küreselleşmeye, var olan etnik ve dini mücadelelere başka bir gözle bakacaksınız.

Emmanuel Le Roy Ladurie

a >

imge k it a b e v i

Romans Karnavalı Mumlar B a yra m ı’ ndan Küller Ç a rşa m b a sı’ na 1 579-1 580

Çeviren: Mehmet Ali Kılıçbay Yıl 1 5 7 9 -1 5 8 0 ; III. Henri’nin Fransasm da, M um lar Bayramı arifesinde, İşere ırm ağı üzerindeki Rom ans ken ti... Bir yandan m utlakıyetçi devlete gidişin sıkıntıları, diğer yandan yerel yönetim in suiistim alleri karşısında bunalan, hoşnutsuz, çaresiz, seslerini duyurmaya çalışan köylüler ve zanaatkarlar... D evletin artan talepleri karşısında soyluların da ellerini ceplerine atm asını istiyorlar; ama yargıç Guerin’in şahsında cisimleşen düzen, bu sesi pek ciddiye almayacak, köylü ve zanaatkarlardan yankılanan bu şikâyetleri her zamanki gibi geçiştirmeye çalışacaktır. Dönem aynı zamanda din savaşları dönemidir ve Saint-Barthelemy katliamının üzerinden daha on yıl bile geçmemiştir. Beklenmedik ağır yağışların yol açtığı kötü hasat ve bunun sonucunda katlanan fiyatlar, ortam ı daha da gerecek ve yaklaşan Karnaval, kumaşçılar esnafı lideri Paumier’nin önderliğinde bir halk ayaklanmasına sahne olacaktır. Yaşamın oyunla iç içe geçtiği hareketli iki hafta, kanlı b ir katliamla sona erecektir. Fransız Annales Okulu’ndan (Fernand Braudel ile birlikte çağdaş tarihyazımım en çok etkilem iş, belki de en yaratıcı ve renkli ismi; eserleri Fransa’da en çok okunanlar arasına giren) Emmanuel Le Roy Ladurie’nin Romans Karnavalı adlı bu eseri, işte bu ayaklanmayı anlatır. Laduire, iki haftaya sıkışan olaylardan yola çıkarak kapsam lı bir sosyal tarih yazıyor; tam bir m ikrotarih şaheseri ortaya çıkarıyor. Bu büyük tarihçi, elinizdeki eseriyle ilk kez Türkçede.

m\ İMGE k ita b e v i

Kemal Karpat _____________ .Tüm Eserleri --------- I

I

• Balkanlar’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk •---• Ortadoğu’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk • Osmanlı Modernleşmesi • OsmanlI’da Değişim, Modernleşme ve Ulusçuluk • Türkiye ve Orta Asya •Türkiye’de Demokrasi ve Siyasal Sistem I

[ »Türkiye’de Toplumsal Dönüşüm

ORAL SANDER

Sİ YASİ T A R İ H İ L K Ç A Ğ L A R D A N 1918’E

Oral Sander'in siyasi tarih alanına en büyük katkısı, konuyu çok geniş bir çerçevede ele almasıdır. S iy asi tarihi çok yönlü, disiplinler arası bir çerçevede ele almış, uygarlık tarihi, kültür ta rih i te m e lin e o tu rtm u ştu r. Bu kit^ıp, h em siy a si ta rih öğrencilerinin hem de genel okuyucunun ilgisini çeken, yararlı bir tem el başvu ru kaynağı niteliğindedir. I

\

\

ISBN

^

H75-533-043-7

www

•• ■

; -

Prof. Dr. Ö m er K ürkçiioğlu

imge.corrytr imgekitabevi.com

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF