Nlp Zihin Kullanma Klavuzu
August 27, 2017 | Author: sedaozkan | Category: N/A
Short Description
Download Nlp Zihin Kullanma Klavuzu...
Description
SUNUŞ Türkiye'ye ilk döndüğüm yıllardı. 1989 yılında NLP eğitimi vermek için bir takım yerlere ilan vermiştim. Sadece bir kişi yanıt vermişti çağrıma. Ama diğer verdiğim eğitimlere talep vardı. Bu bile şaşırtıcıydı. Çünkü eğitimlerim bireysel gelişimle ilgiliydi. O yıllarda bireysel gelişim kavramı yayın dünyasına da eğitim dünyasına da henüz girmemişti. Ben de NLP sözcüklerini kullanmadan her eğitimimde NLP öğretilerini bir şekilde aktardım. NLP eğitimine o yıllarda ilgi gösteren tek kişi, daha sonra tüm diğer eğitimlerime katıldı. Şu anda ODTÜ'de öğretim üyesi. Bir üniversitenin kendisini geliştirmeye ilgi gösteren ve kendi olanaklarıyla gelişimine maddi ve manevi yatırım yapan bir öğretim üyesine sahip olması o öğrenciler için ne harikulade bir rol modeli örneği. Böyle bir insanın öğrencisi olmayı isterdim doğrusu. Bugün ise artık birçok kişi NLP denilen bir "şey"in varlığından haberdar. NLP insan yaşamını kökten değiştirebilecek detayları sunduğu için tüm dünyada böylesine hızlı yayıldı. 1970'li yılların sonunda yaşadığım yer olan San Francisco'da ilk hipnoterapi eğitimimi aldığımda NLP de öğretiliyordu. Çünkü NLP ve hipnoterapi birbirinden ayrılmaz bir bütün. NLP bütünsel bir yaklaşıma sahip. Mikro detaylarla uğraşan holistik bir farkındalık yöntemi. Yeterliliği geliştirmeye odaklı. Modellemeyle hem bilinci hem bilinçaltını etkin bir duyarlıkla kullanmaya yönelik. Pratik. Dili yüksek kapasitede kullanan, zihinsel sürece odaklanan ve hızlı sonuç alan bir teknik. Çözümlerde etik ve saygı temel alınıyor. NLP'nin içinde yeni hiçbir şey yok. Tüm bilgiler yaşamı, insanı dikkatle gözlemleyerek elde edilmiş. Başarı ve başarısızlığın, sağlığın ve hastalığın kader olmadığını bize anlatmaya çalışan yaşamın dilidir NLP. NLP için yaşamın değişik hallerinin zihin laboratuarındaki formülasyonu da diyebiliriz. Formülü bilen ve kullanan yaşam piyangosunda mutluluk ve başarıya hak kazanıyor. Bu kadar basit. Bazı insanlar formülü kendiliğinden uyguluyor, formülün ne olduğunu bilmeden. Zaten NLP de bu tür insanları modelleme ile ortaya çıkan bir sistem. NLP gülü yaratmıyor. Ama herkesin gül tohumuna sahip olduğu gerçeğini biliyor. Hangi hallerin gülün en sağlıklı açmasını sağlayan koşullar olduğunu tespit ediyor. Gül yetiştirmek isteyenlerin harikulade bulduğu, gül yetiştirmek istediği halde devedikeni yetiştiren kişilerin ise kullanmadığı bir kılavuz. NLP'nin derinliklerine indiğinizde her türlü kaynakla bağlantılı olduğunu da keşfedersiniz. Bedenle, duyguyla, zihinle ve ruhla. NLP manipülasyon aracına kolaylıkla dönüşebilir. Ateşin hem pişirmeye, hem yakmaya hizmet ettiği gibi.
NLP son dönemlerde bütünselliğinden, ruhsallığından arındırılarak salt teknoloji olarak sunulduğu için böyle bir tehlike vardır. Ayakta kalması doğallığını yitirmemesine bağlıdır. NLP sadece bilgilerin aktarılmasından ibaret kalır, zihinsel boyuttan öteye geçemezse ruhunu kaybeder. NLP NLP NLP NLP
ile ile ile ile
nasıl nasıl nasıl nasıl
daha fazla satış yapılır? özdeğişim yaratılır? spesifik başarı elde edilir? kendin olunur
İnsanların çoğu birinci ve üçüncü soruların yanıtını daha ilginç buluyor. İkinci ve dördüncü soruların yanıtının onlara istediklerinin daha da fazlasını sunacağını bilmeden. Çağımız hap dünyası, şimdiyi kurtar dünyası. Bu benim yazdığım ilk NLP kitabım. Günümüzdeki NLP öğretilerinin temel bilgilerini sunmadan bir ilk kitap yazılamayacağının farkındayım. NLP bilgeliğinin kitap aracılığıyla aktarılamayacağının da zorluğunu yaşıyorum. Çoğu eğitmenin yaşadığı gibi. Kitap bilgiyi aktarabilir sadece. Bilgelik özneldir. Teoriyi bilerek bilgili oluruz, pratik ise bize bilgelik kazandırır. NLP bütünsel açıdan bakarak detaylara odaklanır. Budur günümüz dünyasında eksik olan. Sadece detaylar var. Bütünsellik gözden kaçmış durumda. NLP'nin iş dünyasında, aktivite dünyasında kullanımına dair birçok kitap var. Bu kitapların hepsi yararlı. Her birinden öğreneceğiniz çok şey var. Aslında NLP'nin özünü kavradığınızda onu yaşamınızın her alanında kullanabilirsiniz. Bu konudaki ilk kitabımı yazarken nöro-linguistik programlamanın yaygın bilinen ABC'sine değinmeye kendimi zorunlu hissettim, içimden daha derine dalmak gelse de. Ama Temel NLP eğitimi alınmadan ileri seviye eğitim bilgileri anlaşılamaz. ABC bilinmeden XYZ anlaşılamayacağı gibi. 10. sayfadaki Temel NLP şemasına baktığımızda temelinde uyum ve esnekliğin olduğunu görüyoruz. Sütunları ise Kalibrasyon ve Meta Model oluşturuyor. Bu nedenle kitapta öncelikle uyum ve esneklik yani temel, sonra sütunlar anlatılıyor. Anlatımı bölmemesi için bazı temel egzersizler kitabın son bölümünde yer aldı. Hem bir arada olması, hem de kolaylıkla bulmak açısından. Egzersizleri kitaptan okuyarak uygulamanın zorluğunu biliyorum. Bu nedenle eğer ihtiyaç duyarsanız sizler için hazırladığım NLP kasetlerini dinleyerek egzersizleri uygulayabilirsiniz. Evde, işte, her yerde. Kitabın sonuna koyduğum Türkiye'de çıkmış NLP ile ilgili kitapların listesinden yararlanacağınızı umuyorum. Tabii gözden kaçırdığım ya da bilmediğim başka kitaplar da olabilir.
Sevgi ve enerjiyle dolu kalın. GİRİŞ NLP NEDİR? Her insan içinde var olan potansiyeli, yetenekleri, gücü kullanabilme şansına(!) erişmek ister, en azından erişmek istediğini söyler -parmağını oynatmak için çaba göstermese de. Kişinin NLP denilen büyülü yöntemi öğrenmesi ve uygulaması ise yaşamını şans ve tesadüflere bırakmak yerine, kendi istediği biçimde yaratma ve inşa etmeyi seçmesi yani kendi yaşamının sorumluluğunu üstlenmesi anlamına gelir. Neuro-Linguistic Programming sözcüklerinin baş harfleriyle anılan NLP'yi Duyu-Dil Programlaması olarak çevirebiliriz. NLP hem bilimdir, hem sanattır. NLP bilimdir. Bilim nesnel deneyimlerin sistematik doğasını inceler. NLP öznel deneyimlerin sistematik doğasını inceler. Her birimiz özgün bireyler olsak da, iç dünyamızda olup bitenlerin dış dünyamıza yansımaları farklı farklı olsa da, içsel oluşumun basamaklan harika bir sistemin işleyişiyle gerçekleşir. Tıpkı, hiçbirimizin diğeriyle tıpa tıp aynı olmamasına rağmen, hepimizin anne rahmine düştüğümüzden itibaren, doğana kadar aynı oluşum sürecinden geçmemiz gibi. NLP sanattır. Sanat insanın yeteneklerini ve yaratıcılığını kullanarak, iç dünyasının renklerini, müziğini, duygularını en estetik bir sunuşla ifade etme ve başkalarına aktarabilme gücüdür. NLP, insanın "kendisinin en iyi versiyonu olabilme" sanatıdır -içsel ve dışsal başarının uyumlu ve dengeli bir biçimde ifade bulduğu bir yaşam sanatı. Düşünce, duygu ve davranışlarımız birlikte çalışarak yaşam deneyimlerimizi yaratır. Çoğu zaman bu deneyimleri bilinçsizce yaratırız. Robotlaşan düşünceler, dondurulmuş ya da bastırılmış duygular ve otomatik davranışlarla yaratılan yaşam deneyimleri doğal olarak bilinçsizce olur. Durmuş saatin bile günde iki kez doğruyu gösterdiğini düşünürsek, bilinçsizce sürülen bir yaşamda arada bir şans ya da tesadüf dediğimiz "doğrular" yüzümüzü güldürür. Geri kalan zamanlarda hayatın bizim istediğimiz şekilde seyretmemesinin nedenini şanssızlık, talihsizlik ya da kader olarak açıklamaya eğilimliyizdir. Biyoloji, dil bilimi ve bilgi temeline dayalı, kendine özgü kuramları olan beyin/zihin faaliyeti bilimi ve bilinçli deneyim yaratma sanatı olan NLP, yaşamımızdaki "şanslı" anları "tesadüf olamayacak kadar sıklıkta yaratmamızı sağlar. NLP robotlaşan düşüncelere esneklik getirir. Bir fırtınada esnek bir cisim mi, katı bir cisim mi daha çabuk kırılır? Bir ağaç, rüzgarın yönüne doğru eğilerek gösterdiği uyum ve esneklik sonucu, fırtına dindikten sonra yine dimdik ayakta kalır. Ya binaların camlarına ne olur?
NLP dondurulmuş ya da bastırılmış duygulara akışkanlık kazandırır. Böylece içimizde kaskatı bir halde durup bize zarar veren duyguları akıtarak yerini bize haz veren duygularla doldurabiliriz. Örneğin; değişik korkularımızın bizi tıkadığı, adım atmamızı engellediği anlar olmasaydı acaba yaşamımız nasıl seyrederdi? Sadece reddedilme korkusundan bile nice aşkları, nice işleri sırf inisiyatif alamadığımız için kaybettiğimizi düşünürsek zararın boyutlarını bir derece olsun anlayabiliriz. NLP, otomatik davranışlarımızla yarattığımız olumsuz yaşam deneyimlerini otomatik tepkilerle tekrarlama kısır döngüsüne son vermemizi sağlar. Bu -otomatik- davranışların en zarar verici olanları, çeşitli fobilerimiz ve obsesif-kompulsif davranışlarımız/ bağımlılıklarımızdır. İnsanlar alkol, sigara gibi bağımlılıklardan, temizlik hastalığı, panik atak gibi hayatı zindana çeviren sorunlardan kurtulmak için uzun süreli tedaviler görüyor. Çoğu kez de iyileşmedikleri gibi kullandıkları ilaçların bağımlısı oluyor. NLP yöntemleri ile böylesine devasa sorunlar 10-30 dakika gibi kısa sürelerde çözümlenebiliyor. İnanılması zor ama gerçek. Bu kitapta yıllarca sorunları ile ilgili tedavi gördükleri halde sorunlarını yenememiş ve çaresizliğin ve umutsuzluğun batağına saplanmış kişilerin, son umutla aldıkları NLP eğitimi sonucunda yaşadıkları değişimin öykülerinden bazılarına da tanık olacaksınız. NLP yöntemleri tıbbi teşhis ve tedaviyi içermez. Bu yöntemlere uygulamalı eğitim de diyebilirsiniz. Terapi denilen şey aslında kişinin yaşantısıyla derin ilişki kurabilmeyi öğrenme becerisidir. İnsan kurallara sığmaz! BİRİNCİ BOLUM UYUM VE ESNEKLİK BUYUCULUK SANATI VE İÇİNİZDEKİ BUYUCU California'da yaşadığım 70'li yıllarda alternatif eğitim, alternatif sağlık, alternatif psikoloji, alternatif olan her türlü öğretinin içine girmiştim. Günlerim, gecelerim, hafta sonlarım demeden zamanımın ve paramın büyük bölümünü eğitim, kurs, workshop, seminer ve motivasyon kasetlerine yatırıyordum. Evet, zamanımı ve paramı öğrenmeye harcamıyor, öğrenmeye yatırım yapıyordum. Harcamak, bir şeyin ziyan olması, yok olması, bitmesi, tükenmesi anlamına gelir. Yatırım ise kazanç olarak geriye döner. O yıllarda (hala da) hayatta benim için en önemli şeyin sürekli gelişim olduğunu keşfetmiştim. Öğrendiğim her yeni bilgi, her yeni yöntem beni kendimle daha barışık hale getiriyor, yaşam hazzımı artırıyordu. Yaşıtlarım para ve zamanlarını eğlence, giyim kuşam, araba vb. şeyler için harcarken, ben kendim için en önemli şey olan öğrenmeye yatırım yapıyordum. Amacım bir diploma alarak, ömür boyu o kağıt parçasının bana getireceği gelir, unvan ve prestije sığınmak hiç değildi. Bu yüzden geleneksel eğitimler ilgimi çekmiyordu. Ama fiziksel,
duygusal, zihinsel ve ruhsal sağlığı geliştirici, yaşamı daha geniş algılamaya ve kaliteli kılmaya yönelik yeni bir eğitim modeli ortaya çıktığında o workshopa katılmak benim için farz oluyordu. Bazen eğitimin vaatleri boş çıkıyordu. Ya da eğitimci yeterli donanıma sahip olmuyordu. Ama yine de zamanımı ve paramı ziyan ettiğimi düşünmüyordum. Çünkü hem en kötü eğitimden bile yeni bir şeyler öğreniyordum, hem de şarlatan eğitmen ve yöntemler ile etkin eğitmen ve yöntemleri ayırt etme yeteneğini kazanıyordum. California, însan Potansiyeli Hareketinin başladığı, geliştiği ve oradan Amerika'nın diğer eyaletlerine ve giderek diğer ülkelere yayıldığı yeni bakış açılarının beşiği idi. Hümanistik Psikoloji ve Transpersonal Psikoloji bana heyecan veriyordu. Çünkü geleneksel psikoloji gibi patoloji odaklı değildi. Geleneksel psikoloji Freudyan yaklaşımla hasta insanı normal insan haline getirmek üzerine kurulmuştu. Oysa Hümanistik psikoloji insan potansiyelinin sınırsızlığını araştırıyor, normal insanı sağlıklı insana dönüştürmeye odaklanıyordu. İşte bu yıllarda California'nın Santa Cruz Üniversitesi'nde John Grinder adlı bir dil bilimci yardımcı profesör ile psikolojiyle ilgilenen matematik ve bilgisayar öğrencisi Richard Bandler birlikte, NLP adını verdikleri yepyeni bir yöntemle isimlerini California'da hızla duyurmaya başlamışlardı. (Her şeyi "bilen" ülkemizdeki kimi profesörlerin onlara öğretecek bir iki şeyi olduğu için harcadığı öğrenci ve asistanları düşünüyorum da...) JOHN VE RICHARD'IN HİKAYESİ Richard Bandler ve John Grinder'ın hikayesini kısaca paylaşayım sizlerle. Bu ikilinin psikoterapiyle de ilgileri vardı. Birlikte alanlarında en iyi olan üç kişiyi incelemeye karar verdiler. Geştalt terapisinin kurucusu Fritz Perls, aile terapisine yepyeni bir boyut getiren Virginia Satir ve dünyaca tanınmış hipnoterapist Milton Erickson. Birbirlerinden kişilik olarak tamamen zıt olan bu kişileri alanlarında böylesine etkin kılan özelliklerinin ortak noktalan olabilir miydi? Bandler ve Grinder'ın amacı yeni bir terapi yöntemi yaratmak değildi. İşin teorik boyutu da ilgilerini çekmiyordu. Acaba bu insanların kullandıkları yöntemlerin kalıpları tespit edilebilir ve başkalarına öğretilebilir miydi? Bilimsel deneyler laboratuarda aynen tekrarlandığında aynı sonuçlar almıyorsa, insanın sübjektif deneyimimin de aynen tekrarlanabilir sistematiği olabilir miydi? Bu yanıtın evet olduğunu keşfettiler. Bu üç ustanın iletişimde, bireysel değişim sağlamada, hızlı öğretme becerisinde ve kişinin hayattan haz almasını sağlayacak yöntemlerindeki paternler (otomatik davranış kalıpları) aynıydı. Peki bu paternleri kendileri aynen tekrarlasalar aynı sonuçları alabilirler miydi? Başarıyı modellemek. Bu mümkündü. Richard ve John, Santa Cruz'da ünlü İngiliz antropolog Gregory Bateson'un da komşusuydu. Zihnin Ekolojisine Doğru Adımlar adlı kitabın yazarı olan Bateson, aynı zamanda iletişim ve sistem teorisi uzmanıydı. (Bateson'un NLP'nin gelişimine olan katkısı çok büyüktür.)
Bu dört önemli modelin kullandıkları metotları didikleyerek incelediler. Evet. Her alanda mükemmeliyetin paternleri vardı ve bu paternler tekrarlanabilirdi. Paternler modellendiğinde aynı sonuçlar elde ediliyordu. Bu olağanüstü insanların kullandığı etkin düşünme ve iletişim kurma paternlerini modelleyen Richard, salı akşamları üniversitede gönüllü öğrenci grubu üzerinde aynı etkin sonuçları almayı başarmıştı. Bu kez John, Richard'ı modelleyerek eğitimi perşembe akşamları bir başka öğrenci grubuna verdi. Sonuç yine aynıydı. Başarı yaratan ve tekrarlanabilen zihin modeli diye bir gerçek vardı. Başarı tesadüflere bağlı bir olgu değildi. Üstelik bu modelin detayları en ince ayrıntılarına kadar somut verilerden oluşuyordu. John ve Richard 1976 yılının bir bahar akşamında otuz altı saat süren beyin fırtınasından sonra, bir şişe kırmızı California şarabı eşliğinde bu harika keşiflerine bir de isim verdiler. NLP. NöroLinguistik Programlama. Nöro, tüm davranışlarımızın görme, işitme, dokunma, tat, koku ve hissetme duyularımız aracılığıyla, dışarıdan bize ulaşan bilgiyi algılama ve tepki vermemizin nörolojik faaliyetlerden kaynaklandığını temsil ediyordu. Düşünme biçimimizin yanı sıra fikirlere ve olaylara gösterdiğimiz fizyolojik tepkiler de nörolojiye dayanıyordu. Düşünce ve beden birbirinden ayrılamaz bir bütündü. Linguistik bölümü, düşüncelerimizi ve davranışlarımızı düzenlemek ve başkalarıyla iletişim kurmak için dilin nasıl kullanıldığıydı. Programlama ise sonuç elde etmek için düşünce ve davranışımızın seçimini farkında olsak da olmasak da kendimizin yaptığıydı. İki adam, daha sonraki yıllarda dünyanın her yerinde milyonlarca kişinin öğreneceği bir sistemi yarattıklarının belki de o anda pek farkında değillerdi. NLP İLE TERAPİ İlk başlarda terapistler için oluşturulan NLP inanılmaz iddialarla ortaya çıkmıştı. NLP prensiplerini kullanarak kalıcı ve derin değişimler yapmak çabucak ve kolayca gerçekleşiyordu. Birkaç seansta sigara, alkol, çok yemek yemek, uykusuzluk vb. gibi bağımlılıkları ortadan kaldırmak mümkün oluyordu. Bir saatten daha az zamanda fobilerden ve korkulardan özgürleş iliyordu. "Öğrenme özürlü" çocuk ve yetişkinleri, öğrenen kişilere dönüştürmek, birkaç seansta sadece psikosomatik olanları değil, bazı fiziksel problemleri de iyileştirmek mümkün oluyordu. Çiftler ve aile üyeleri arasında, iş yaşamı içinde insan ilişkilerini daha doyumlu ve üretken hale dönüştürmek NLP'nin iddiaları arasındaydı. Bu güçlü iddialar, somut örneklerle destekleniyordu. Ama yine de bu sonuçlar büyücülüğün ta kendisi değil miydi? O zamana dek bu tür tedaviler aylar, seneler sürüyordu. Yine de sonuç alınamayabiliyordu. Freud döneminde aylar, yıllar süren terapiler 1960'lı yıllarda Geştalt, Transaksiyonel Analiz, Psikodrama gibi yöntemlerle birkaç aya inmişti, ama birkaç seans ya da bir saat, hatta daha kısa sürede sonuç alabilmek..?
Hızla Değişen Dünya Yirminci yüzyılın başına kadar dünyada değişim kaplumbağa hızıyla oluyordu. Bilgi değişiminin dönüşümü 1500 yılı alıyordu. Sadece yüz yıl önce bugünkü gelişmeleri hayal etmek mümkün müydü? Telefon, radyo, televizyon, bilgisayar vasıtası ile sesler, görüntüler, bir anda dünyanın öbür ucuna, hatta uzaya gönderiliyor. İnsanlar birkaç saat içinde okyanus aşırı yolculuklar yapıyor. 1940'ta 500 yıla inen bilgi yenilenmesi, 1980'de iki buçuk yıla, 1999'da altı aya indi. 2002 yılında 39 güne inmesi öngörülüyor. Yani kişiler çalıştıkları ve uzman oldukları alanlarda bile kendilerini hızla yenilemek durumunda. Artık diplomayı alıp duvara astıktan sonra, hiç kitap sayfası çevirmeden de mesleği sürdürebilme lüksü sona erdi. Bilgi internet aracılığıyla herkesin ulaşabileceği yakınlıkta. Bu baş döndürücü değişim için Eric Hoffer şöyle diyor: Değişim çağında 'öğrenenler' dünyayı ele geçirecek. 'Her şeyi bilenler' ise artık var olmayan bir dünyaya ait bilgileriyle baş başa kalacaklar. Bilimkurgu yazarı Arthur Clark ise yeterince gelişmiş bir teknolojinin büyüden ayırt edilemeyeceğini söylüyor. Bilgi ve teknoloji böylesine bir hızla başını almış giderken, çoğu insan psikoloji alanında Freud kuramlarında ve terapi yöntemlerinde takılı kalmış durumda; bu nedenle de NLP yöntemlerinin hızlı sonuç verdiği iddialarına, tüm kanıtlara rağmen şüpheyle yaklaşıyor. Eğer her şeyin uzun zaman aldığı bir dünyada yaşamaya alışkınsanız, böyle bir hız sizde şüphe yaratabilir. Siz uzun bir yolculuğa 1900 model bir arabayla mı çıkmayı seçerdiniz, yoksa 2000'li yılların en son teknolojisi ile donatılmış hız kapasitesi yüksek bir arabayla mı? Değişim Bir Anda Olur Her an, her saniye değişiyoruz. Aynı kişiyle ikinci kez tokalaştığımızda bile elimizdeki hücrelerin bir kısmı değişmiş oluyor. Ufacık bir bebek olarak dünyaya geldik, her an değişe değişe bugün aynada gördüğümüz kişi olduk. Fiziksel değişimin yanı sıra düşüncelerimiz değişiyor, zevklerimiz değişiyor, ilgi alanlarımız değişiyor. Yakın zamana kadar, biz çocuklarımıza bir şeyler öğretirken, bugün çocuklarımız bize bilgisayarın nasıl kullanılacağını öğretiyor. Eve yeni alınan bir elektronik aletin nasıl çalıştığını çocuğumuz bizden önce kavrıyor ve bize gösteriyor. Videoyu ayarlamasını bilmediğim için o dönemde ergen yaşta olan oğlumun eve dönüşünü dört gözle beklerdim. (Gerçi elektronik aletlerin nasıl çalıştığını hala öğrenmiş olduğumu söyleyemem. Nasıl olsa etrafımda gençler var.) Değişimi bir anda gerçekleştiriyoruz. Bir şeyi gerçekleştirmeyi düşünmek ile, karar vermek ve başlamak arasında zaman dilimi olabilir. Ama değişim bir anda olur. Bandler değişimin yavaş bir süreç olduğu olgusunu dakikada bir karenin ekrana yansıdığı bir filmi seyretmeye benzetiyor.
Peki öyleyse kendimizi değiştirmekte neden böylesine zorlanıyoruz? Bir şekilde değişmek istediğimiz alanlar var hepimizin hayatında. Belki sonuçlarından rahatsızlık duyduğumuz bir alışkanlığımız, belki bize rahatsızlık veren ani patlamalarımız, belki sevdiklerimize hayır diyemememiz, vb. Bazen tüm heyecanımızla bir şeyi değiştirmeye karar veriyoruz. Örneğin; bir ay içinde dört kilo vermeye karar veriyoruz. Bu hedefin mantıklı ve tutarlı olduğunu biliyoruz. Heyecanla gidip dünyanın parasını vererek egzersiz aletleri alıyoruz. Evimizin yakınındaki aerobik kursuna kaydoluyoruz. Beslenmemize dikkat ettiğimiz için bir dilim pastaya bile hayır diyoruz. Bu kararımızı yakın arkadaşlarımıza söylüyoruz. Diyet ile ilgili kitaplar alıyoruz. Üç dört gün, hatta bir hafta on gün her şey yolunda gidiyor. Ama sonra...? O aldığınız egzersiz aletini en son ne zaman kullandınız? O dört kilo gitti mi? Ya da kaç kere gitti gitti geri geldi? Hayatımızda bize acı ve rahatsızlık veren alışkanlıklarımızı ve koşullarımızı değiştirmekte zorlanıyoruz. Kendimizle ilgili değişimin zor olacağına inanıyoruz. Ve çektiğimiz acılara rağmen değişmemekte direniyoruz. Oysa acı çekmek, bir şeylerin değişmesi gerektiğinin sinyalidir. Ve de o ana kadar uyguladığımız strateji ve yöntemlerin işe yaramadığının göstergesidir. Bir de mutluluğun bedelinin acı çekmek olduğuna dair mantıksız bir inanca sahip çoğumuz. Bu doğru olsaydı dünyada en çok acı çeken insanların en mutlu insanlar olması gerekmez miydi? İşte bu nedenlerle insanların çoğu NLP ile değişimin kolay olduğuna inanmak istemiyor. Bir zamanlar aylarca sürecek yolculukların şimdi teknolojinin gelişmesiyle birkaç saat içinde yapılacağını görüyor, deneyimliyor ve kabul ediyorsunuz. Bu konuda şüphe duymuyorsunuz. Aynı şekilde bir beyin/zihin teknolojisi olan NLP'yi de deneyimleyin ve görün. Uzun süren mücadele, acı ve ıstırap, yaşamımızda uyguladığımız yöntemi değiştirmemizi, yeni yollar bulmamızı bize söylüyor. Uzun süre acı çekmenin erdemli bir yanı yok. Her ne kadar din ve politika gibi kolektif halüsinasyonların sözcüleri bize öyle olduğunu söylese de. Her gün işine aynı yoldan gidip gelen kişi, işine kendisini ulaştıracak daha kestirme yolların olduğunu bilmez. Çünkü hiç araştırmamıştır. Ta ki bir gün yol yapımı dolayısıyla her zamanki yolu ulaşıma kapanana kadar. O gün kişi farklı bir yoldan gitmeye zorlanır. Çünkü amacı işine zamanında varmaktır. Karşılaştığı zorluktan, alıştığı şeyi yapamamaktan dolayı kızabilir ama küsüp eve dönmeyi aklına getirmez değil mi? Ve bu zorluk ona, işine gidebileceği daha kestirme yollar olduğunun farkındalığını kazandırır. Benzinden ve zamandan sağladığı kar da yanına kalır. Yaşantımızdaki uzun süreli mutsuzluklar da gittiğiniz yolun kapalı olduğunun, yeni ve kestirme yolları keşfetmenin zamanı geldiğinin göstergesi.
NLP dünyasına hoş geldiniz. İKİNCİ BÖLÜM BEYİN DENİLEN BİLGİSAYAR BEYİN DE YAZILIM KULLANIYOR Bilim ve teknoloji doğayı ve insanı taklit ederek gelişiyor. Kimyasal ilaçlar bitkilerin tedavi edici özelliklerinin laboratuar ortamında sentetik olarak üretilmesiyle oluşuyor. Kamera gözü taklit ediyor. Bilgisayar beynin bir modeli. Bir NLP terimi olan modelleme yaşamın her alanında mevcut. Beynimizi bir bilgisayar olarak kabul edersek, düşüncelerimize ve düşüncelerimizin ürünü olan davranışlarımıza yazılım programları diyebiliriz. Bir bilgisayar ne kadar mükemmel olursa olsun yazılım programı içinde olmayan bir uygulamayı gerçekleştiremez. Örneğin sayfa düzeni içermeyen bir yazılım programıyla, ne kadar ümit etsek de, arzu etsek de, istesek de sayfa düzeni yapamayız. Kızmakla, aynı tuşlara yüzlerce kez basmakla da sayfa düzenini sağlayamayız. Aynı şekilde zihinsel programlamamızı değiştirmediğimiz sürece yaşamımızda istediğimiz sonuçlara ulaşamayız. NASA'daki bir mühendis, düğmeye bastığında istediği sonucu alamazsa hemen hatanın nereden kaynaklandığını araştırır. Biz insanlar ise nerede hata yaptığımızı araştırmak yerine suçu düğmeye atıyoruz. Yani bizim dışımızdaki koşullara, olaylara ve insanlara. Suçlamak, belki kendi zihnimizde bizi kurtarıyor, ama istediğimiz sonuca ulaşamadığımız gerçeğini değiştirmiyor. Değişimi istiyoruz ama yazılımımızı değiştirmeyi düşünmüyoruz bile. Bu yüzden değişim bazen bize çok zor geliyor. NLP'nin büyücülüğü işte bu noktada gizli. Beynimizin yazılımı olan zihinsel programımızı değiştirdiğimiz ya da kalitesini yükselttiğimiz anda, beynimizin performansında olumlu değişimlere şahit oluyoruz. Düşüncelerimiz, hissettiklerimiz, davranışlarımız ve yaşamımız anında değişime uğruyor. NLP'ye insan beyninin yazılım kullanım kılavuzu da diyebiliriz. Beynimiz olağanüstü kapasiteye sahip mükemmel bir bilgisayar. Yapacağımız şey, onu gelişkin yazılım ile donatmak. Sınırı koyan donanım değil, yazılım. Biz insanlar yazılımımızda olmayan programları gerçekleştiremediğimiz için-'mazeretler üretiyoruz ve suçlama yoluna gidiyoruz: Yeteneğim yok, beden tipim uygun değil, kişiliğim bunu başarmaya müsait değil, burcum uygun değil, zekam bunun için çok fazla/çok az vb. NLP ile, aylarca, yıllarca iyi niyetle uyguladığınız ama sonuç alamadığınız yöntemlerle ulaşamadığınız amaçlarınıza kesin ve kalıcı bir şekilde kısa zamanda ulaşabilirsiniz. İstediğiniz şeylere ulaşmanın zor mu olması gerekiyor? Karmaşık mı olması gerekiyor? Zihinsel programınız öyle mi diyor?
Bir şey daha. NLP ile sonuca ulaşmak için inanmanız gerekmiyor. Yazılım programı dahilinde verilen komutların yerine gelmesi için inanmanız gerekiyor mu? İnanmak hiç gerekli değil, ama bilgisayarı programlamayı ve hangi tuşlara basacağınızı bilmek gerekli. NLP'yi Hangi Alanlarda Kullanabiliriz? Birçok NLP kitabında NLP'nin kullanıldığı alanların listesi yapılıyor. Eğitim, sağlık, terapi, satış, aşk-meşk ilişkileri, evlilik, çocuklarla iletişim, iş hayatı vb. Bütün bunlar doğru. İnsanlar o anda kendileri için en önemli sorunun listede olduğunu görmek, işitmek, bilmek istiyor. NLP ile zayıflayabilir miyim? Daha fazla satış yapabilir miyim? Sevgilimle ilişkimi düzeltebilir miyim? Fobilerimden kurtulabilir miyim? Alkol bağımlılığımı aşabilir miyim? Sınav stresini yenebilir miyim? Daha kolay doğum yapabilir miyim? Temizlik hastalığımdan kurtulabilir miyim? Panik atağımı ortadan kaldırabilir miyim? Aneroksi NLP ile geçer mi? Utangaçlığımı yenebilir miyim? Hayır demeyi öğrenebilir miyim? Köpek korkumu, kedi fobimi, karanlık fobimi, eşimi kaybetme korkumu aşabilir miyim? Çocuklarımla daha iyi iletişim kurabilir miyim? Özgüvenimi yükseltebilir miyim? Olumlu düşünebilir miyim? Kendimi motive edebilir miyim? Bu ve buna benzer sorularla sık sık karşılaşıyorum. Yanıtım kocaman bir EVET! 'Evet'e varan sonuçlan hem ben hem deneyimli NLP eğitimcileri defalarca yaşadı. Tüm bu sorunların ortak bir kaynağı var: Beyin programı. Tedavinin sadece tıp doktorları tarafından yapılabileceğini savunan anlayışın, alternatif yöntemlere karşı (bu yöntemlerle alınan başarılı sonuçların yüzde oranlarının yüksekliğine rağmen) açtığı savaş 1970'li yıllarda ABD'de başlamıştı. Tıp sektörü ve ilaç firmaları tatlı kardan vazgeçmek istemiyordu. Onlara göre sağaltım yöntemleri tıbbın Ortodoks tekeli altında olmalıydı. Sıklıkla ortaya çıkan ilaç skandallarına, tedavi yöntemleri sonucu ortaya çıkan iatrojenik (doktor ve tedavi kaynaklı) hastalıkların yüksek oranına rağmen, alternatif sağaltım yöntemlerini şarlatanlıkla suçluyorlardı. Buna psikolojide projeksiyon (yansıtma) deniyor. Örneğin; her türlü Ortodoks yöntemi denemiş bir kanser hastası, çaresizlikle alternatif bir tedaviye başvurmuş ve sonunda ölmüşse, sorumlu alternatif tedavi yöntemi oluyordu. Hiçbir ilaç, ameliyat, tıbbi yöntem kullanılmadığı halde. Tıp sektörü kendi yüksek maliyetini göz ardı ederek, alternatif yöntemleri (ucuz maliyetine rağmen) para kazanma yolu olarak suçluyordu. (Yine bir yansıtma.) Sigorta şirketleri tıp sektörü ve ilaç firmaları ile işbirliği içinde ucuz, kısa, yan etkisi olmayan alternatif yöntemler için yapılan harcamaları sigorta kapsamına almıyordu. Parası olmayan halk ne yapsın? Mecburen Ortodoks tedavi yollarını seçmek zorunda kalıyordu. Günümüzde bu durum pek değişmiş değil. Tedavi eşittir İlaç ve/veya ameliyat olarak görüldüğü sürece bu yanılsama sürecektir. Tıp dünyası yakın geçmişte depresyonun genetik
olduğuna ve ilaç tedavisi gerektiğine karar verdi. Gerçi ben henüz depresyonla doğan bebek görmedim. Her sene yılbaşı yaklaştıkça ilaç firmaları alışveriş bağımlılığını yenmek için yeni bir ilaç üretir. O senenin mucizevi(!) ilacı yeni isimli bir antidepresandan başka bir şey değildir oysa. Yakında kahve, çay ve aşk bağımlılığı için de ilaç çıkarsa şaşırmayalım. Psikolojik sorunlar için ilaç tedavisi değil, psikolojik yaklaşım ve beyin programının değişimi gereklidir. Buna da tedavi değil, eğitim denir. Kişinin kendisine yeni bir yazılım programı seçme eğitimi. İlaç ve ameliyatın geleceğin dünyasında sadece fiziksel acil durumlar için başvurulan yöntemler olacağına inanıyorum. Bakış Açınızı Genişletecek On İlke Her bilim dalının, her sanat dalının, her işin öğrenilmesini kolaylaştıran temel ilkeler vardır. Bu ilkeler işlevsel olduğu için kabul edilir, kişilerin inançlarına göre değişmez ve sağduyuya hitap eder. Aşağıdaki ilkeleri yaşamınızda gerçekleştirdiğinizde, deneyim ve davranışlarınızda, NLP'nin yaklaşım ve becerilerini doğal olarak göreceksiniz. Bu ilkeler kendinizi ifade etmekte, başkalarını isabetli algılayabilmekte, istediğiniz sonucu alabilmekte ve esneklik kazanmanızda yol gösterici olacaktır. Önce ilkeleri, sonra bu ilkeleri yaşamda en etkin biçimde uygulama yollarını öğreneceğiz. 1. Harita Bölgenin Kendisi Değildir Her birimiz beş duyumuzla dış dünyadan gelen verileri ve bilgileri alırız ve kendi özel kalıplarımıza göre bu bilgilere bir anlam veririz. Bir şehir haritası bize şehrin yollarını, sokaklarını gösterebilir ama o yollarda, o sokaklarda karşılaşacağımız manzaralar ya da gördüklerimizden hoşlanıp hoşlanmayacağımız hakkında bize bilgi veremez. Bir sarı gül resmi, nasıl sarı gülün kendisi değilse, bizim sarı gülle ilgili düşüncelerimiz, duygularımız ve deneyimlerimiz de sarı gülün kendisi değildir. Sarı gül sadece sarı güldür. Ama sarı güle yüklediğimiz anlam bizim haritamızdır. Örneğin; genç bir kızken bir gazetede sarı gülün "ayrılık" anlamına geldiğini okumuştum. Sevgilim bana tek bir sarı gül verdiğinde tepkim nasıl oldu dersiniz? Oysa delikanlının haritasında sarı gül "sadakat" anlamına geliyormuş. Haritalarımızın farklı olmasından dolayı neredeyse o dakika ayrılıyorduk. Sevgilim sadece sarı gülün rengini sevdiği için de bana sarı gül veriyor olabilirdi. Bugün bir çiçek aldığımda çiçeği veren kişiye verdiği çiçeğin kendisi için özel bir anlamı olup olmadığını soruyorum. Nasıl, dersimi iyi öğrenmişim değil mi? Hepimizin kendi özel geçmiş deneyimlerimizin, inançlarımızın, değerlerimizin oluşturduğu bir dünya modeli vardır. Kendi dünya modelimiz (haritamız) bizim gerçeğimizdir. Ve çoğu insan kendi haritasının en doğru, dolayısıyla en iyi olduğuna inanır. Oysa bölge "gerçek", harita ise bizim "realite"mizdir.
Neyin "gerçek" olduğu konusunda haklıyım/ haksızsın iddiası yüzünden neleri kaybettik bugüne dek. Kaybettikten sonra haklı olmak neye yarar. İnsan ilişkilerinde, karşımızdaki kişinin haritasını keşfetmeye çalışmak bize sağlıklı iletişim konusunda epey yol aldırır. Bir insanı anlamaya çalışmak mı onu iletişime açık hale getirir, yoksa onun haksız, bizim haklı olduğumuz iddiasından galip çıkmak mı? Dünya anlaşılmadığından yakınan insanlarla dolu, oysa anlamaya çalışan çok az. Sizi yaşamınızın her alanında aranılan biri kılacak "sırlar"dan biri, haritanın bölgenin kendisi olmadığı gerçeğini sürekli kendinize hatırlatmaktan geçiyor. Sarı gülün ayrılığı temsil etmesi gerçeğin kendisi değildi. O benim haritam, benim realitemdi. Ama sevgilimi onun niyetine göre değil, kendi realiteme göre yargılıyordum. Bir insanı ya da olayı yargılamak çoğumuz için ne kadar da kolay... Birisini yargılarken, biz hep haklıyızdır, değil mi? 2. Dil Deneyimin İkinci Derece Temsilidir Dil deneyim değildir. Sadece deneyimi (gördüklerimiz, duyduklarımız, hissettiklerimiz) tarif etmek ya da sembollerle ifade etmek için kullandığımız sözcüklerdir. Ama hepimiz farklı duyusal deneyimler yaşadığımız ve bu deneyimlere farklı anlamlar verdiğimiz için, sözcükler her birimiz için farklı anlamlar ifade eder. Gözlerinizi kapayın ve bir odada bir köpekle birlikte olduğunuzu düşünün. Bu cümleyi NLP çalışmasında söylediğimde katılımcıların suratında farklı ifadeler beliriyor. Kiminin yüzünde bir tebessüm oluşuyor, kimisi yüzünü buruşturuyor, kendisini güvende hissetmediği için panik halinde gözlerini açan bile oluyor. Zihinlerde canlandırılan köpeklerin biri diğerine benzemiyor. Yaşanan duygular ise mutluluk ve hazdan korku ve dehşete kadar değişen geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Söylediklerimiz ile söylemek istediklerimiz arasında fark olduğu gibi, anlattığımız ile nasıl anlaşıldığımız arasındaki fark yüzünden her birimizin hayatında üzüntüler -hatta dostlukları ya da iş bağlantılarını yitirdiğimiz acı deneyimler- olmuştur değil mi? 2. İletişim = Tepki İletişimin anlamı, niyetimize bakılmaksızın etkileşimin tepkisiyle belirlenir. Amaç, verilen mesajın (niyetin) nasıl anlaşıldığıyla (tepkiyle) uyumlu olmasıdır. Karşımızdaki kişinin tepkisi, beklediğimiz tepkiden farklı ise sorumluluk bize aittir. Başarılı bir iletişimci, istediği tepkiyi alabilmek için çeşitli yolları dener ve iletişim kurmayı becerir. İletişimde amaç, karşımızdaki kişinin istediğimiz sonucu alabileceğimiz tepkiyi vermesini sağlamaktır. Bir bardak su isterken de, beni seviyor musun, diye sorarken de, Eskimo'ya buzdolabı satmaya çalışırken de, sevgilimize ya da arkadaşımıza kırgınlığımızı susarak ifade ederken de sözlü ya da sözsüz iletişimimizin amacı kendi açımızdan iyi niyet taşır. Ama iletişimi sağlıklı kuramazsak bir bardak su başımızdan aşağı boca edilebilir; eşimiz, öff, seviyoruz dedik ya, yanıtını verebilir; Eskimo rakip firmanın
buzdolabını almaya karar verebilir; arkadaşımız kırgınlığımızı -ne olur, gel tamir et, eskisi gibi olalım, mesajı yerine- kendisini artık sevmediğimiz şeklinde yorumlayarak uzaklaşabilir. Cehenneme giden yolun iyi niyet taşlarıyla döşeli olduğunu hatırlayalım. Sadece ne söylediğimiz değil, nasıl söylediğimiz de alacağımız tepkiyi belirler. 3. Zihin ve Beden Aynı Sibernetik Sistemin Bir Parçasıdır Zihin ve beden birlikte hareket eder. Duygular, fizyolojik tepki, iç işlemler, algısal bilgi ve davranışsal tepki hepsi art arda gerçekleşir. Birbirlerini aralarında bir ayrım yokmuşçasına etkiler. Olumlu düşüncenin duygular ve insan sağlığı üzerindeki etkilerini açıklayan birçok kitap var. Hastalıkları iyileştirmede kullanılan yalancı "ilaçların" (hasta bunları gerçek ilaç zannederek alır) etkisi (plasebo) tıp dünyasında biliniyor. Aynı şekilde bedenin de zihin üzerinde etkisi vardır. Örneğin; hazır ol pozisyonunda duran bir kişiden yaratıcı bir düşünce üretmesini bekleyemezsiniz. Hiyerarşiye dayalı yapılanmalarda üstün karşısında astın hazır ol pozisyonunda durması itaati kolaylaştırır. Kendisinden itaat beklenen kişinin düşünmesi istenmez. Birisiyle konuşurken, sizden oturmanız, ellerinizi kollarınızı oynatmadan konuşmaya devam etmeniz istense, kısa bir anda konsantrasyonunuzu yitirdiğinizi, düşünemez hale geldiğinizi deneyerek görebilirsiniz. Beden hareketsizleştikçe zihin de hareketsizleşir Bu yüzden eğitimlerde sık sık katılımcıların hareket içeren egzersizler yapması algılamayı artırmak açısından önemlidir. Depresyondaki kişilerin omuzları çöküktür ve yere bakarak yürürler. Kendinizi olumsuz duygular içinde hissettiğiniz bir zamanda omuzlarınızı bilinçli olarak dikleştirerek ve yukarıya ya da ileriye bakarak yürümeye başlayın. (Ama bastığınız yere dikkat etmeyi de ihmal etmeden.) Kendinizi iyi hissettiğinizi göreceksiniz. Mutsuz olduğunuz bir anda, gülmeyi deneyin. Zorlamayla da olsa yüzünüze yayılan bir tebessüm beyindeki mutluluk hormonu olarak bilinen serotonini artırır. Kısa bir süre sonra kendinizi gerçekten daha iyi hissetmeye başlarsınız. NLP'de çapalama denilen teknik de zihin beden ilişkisinin somut bir kanıtıdır. Bu konuya daha sonra gireceğiz. 5. En Doğrudan Bilgi Davranıştadır Dil bir kişinin deneyiminin ikinci derecede temsilidir. Davranış ise deneyimlerin doğrudan göstergesidir. Kızgın değilim, diyerek burnundan soluyan kişinin sözüne mi bakarsınız davranışına mı? Biraz daha otursaydınız, diyen ve esneyen ev sahibinin sözüne mi bakarsınız davranışına mı? Gözlerini sizden kaçırarak yemin eden kişinin sözüne mi bakarsınız davranışına mı? NLP'yi öğrendiğinizde ve uyguladığınızda başarılı bir beden dili uzmanı olmayı da doğal olarak öğreniyorsunuz. 6. Davranış Ben Değildir
Ben dediğimiz öz, davranışlarımızın ve bilinç anlayışımızın ötesinde bir şeydir. Ben'i değiştiremeyiz ama davranışlarımızı değiştirebiliriz. Çoğumuz hem kendimizi hem başkalarını davranışları kendimiz ya da o kişi sanarak yargılarız. Aptalca bir davranışta bulunuruz, kendimizi aptal olmakla suçlarız. Çocuğumuz sınıfta kalır, onu başarısız olmakla suçlarız. Eşimiz telefon etmeden eve geç gelir. Eşimize sorumsuz olduğu için kızarız. Ben aptalın tekiyim. Bu davranışım aptalcaydı. Sen başarısız bir çocuksun. Bu sınavlarda başarısız sonuçlar aldın. Bir telefon bile edemeyecek kadar sorumsuzsun. Geç geleceğini bildirmek için telefon etmemek sorumsuzca bir davranıştı Size birinci cümleler mi ikinciler mi daha cazip geliyor? Ben değişmez, ama davranışlar değişebilir. Eleştiri kişinin benliğine yapılıyorsa (ama kendisi ama başkası tarafından), hata kişinin kimliğiyle özdeşleşir ve değiştirilemez hale gelir dolayısıyla da yıkıcıdır. Oysa davranışa yapılan eleştiri -davranış değiştirilebilir olduğundan- yapıcı ve geliştiricidir. Birinci cümleler, kişinin benliğini (varlığını) mahkum eder. Özellikle erken yaşlarda çocuklara kullanılan birinci türden cümleler, çocuğun özgüvenini ve özdeğerini törpüler. İyi niyetle de olsa çocuğunuza yaptığınız birinci türden eleştirilerle onu belki de ömür boyu sürecek olan özgüven ve özdeğer yoksunluğuna mahkum edersiniz. "Sen kötü bir çocuksun" ile "Sen iyi bir çocuksun ama bu davranışın kötüydü" cümlelerinden siz hangisini işitmek isterdiniz? Davranış kişinin varlığının kendisi değildir. Öyle olsaydı, geçmişimizde yaptığımız davranışları bugün aynen sürdürüyor olurduk. İş hayatında da çalışanın varlığına değil, davranışına yönelik eleştirilerin yarattığı sonuçlar kesinlikle daha yapıcı ve etkilidir. Bu konuda size Kuraldışı Yayınlarından çıkan Elayne Savage'm "Kişisel Algılamayın" kitabını okumanızı hararetle öneririm. Kişisel algılamak, çok yaygın bir korku olan reddedilme korkusunun farklı şeklidir. Bu korkuyu aşmak, özgüveni ve özdeğeri artırır. Kişi, çocukluğunda aldığı varlığına yönelik olumsuz mesajlarla örselediği benlik bilincini yeniden kazanarak gerçek anlamda güçlü olur. Günümüzde kendinden güçsüz olanı ezenlerin, unvanın, paranın, konumun, gençliğin, güzelliğin geçici gücüne sığınanların davranışlarına baktıkça, geçici güçlerini kendileri sandıklarını gördükçe, söylemlerini duydukça, benliklerinin çocukluklarından itibaren nasıl da örselenmiş olduklarını hissedebiliyoruz. Burada Leo Rosten'in çok sevdiğim bir sözünü sizinle paylaşmadan edemeyeceğim:
"Zalimler zayıf kişilerdir. Sevecenlik güçlülerin işidir". 7. Her Davranış Bir Adaptasyondur Algılarımızı yorumlama biçimimiz kendi realitemizi tanımlar. Davranışlarımız ise kendi realitemize (kendi gerçeklerimize) adaptasyonlarımızda. Kendi gerçeklerimiz doğrultusunda davranmak, ben sandığımız egoyu korumak amacını taşır. Ego kendisini ben sandığı için varlığını ne pahasına olursa olsun korumak ister. Her davranışın ardında olumlu bir niyet vardır. Niyet "ben"den gelir. Davranış olumsuz görünse de niyet iyidir. Örneğin; bugün kilolarından şikayet eden birinin morali bozulduğunda hala buzdolabına saldırmasını iradesizlik olarak yorumlarız. Oysa bir zamanlar, çok sıkıntıda olduğu bir anda yiyecek ona geçici de olsa bir rahatlama getirmişti. Şimdi düşüncesi ona çok yemenin kendisine zararlı olduğunu söylüyor. Beni ya da ben sandığı egosu ise "ye ve rahatla" diyor. Niyet olumlu. Moral bozukluğuna karşı buzdolabı saldırısı bir adaptasyondur. Çocuklarını ve karısını döven bir erkeği ilkel ve gaddar biri olarak yorumlarız. Oysa bir zamanlar babasından çok dayak yiyen bir çocuk, buna okul ve asker dayağı da eklenince kendisini güçsüz olarak kabul etmek istemez. Zihninde "güçlü olan döver" mesajı oluşmuştur. Ego güçlü olmak ister. Güçlülük dayakla eşdeğerde olduğuna göre, önce mahallenin çelimsiz çocuklarını, kedileri, köpekleri, sonra karısını ve çocuklarını dövmek kişiye geçici de olsa güçlü olduğu duygusunu yaşatır. Düşüncesi ona yaptıklarının yanlış olduğunu söylese de ben sandığı egosu ona güçlü olduğunu dayak atarak kanıtlamasını söyler. İşyerinde tüm çalışanlara kötü davranan patron, çocukluğunda kötü davranmanın güçlülük belirtisi olduğu mesajını kendisine kötü davranan büyüklerinden öğrenmiştir. "Böl ve yönet" ilkesini benimseyen yönetici çocukluğunda muhtemelen anne ya da baba tarafında yer almaya zorlanmış kişidir. Ezik bir insan, çocukluğunda kimseden bir şey talep etmeyerek ve onları memnun etmeye çalışarak varlığını sürdüreceğine inanmıştır. Hiçbir duygu belirtisi göstermeyen poker suratlı kişi, çocukluğunda duyguların tehlikeli olduğu mesajını almıştır. Duygularını göstermişti belki bir zamanlar ama alay edilmiş, aşağılanmış ya da kız gibi davranmakla suçlanmıştı. Öyleyse erkeklik, duyguları göstermemek demekti. Kısaca ne kadar zararlı, incitici ya da düşüncesizce olursa olsun her davranışın ardında iyi niyet yani kişinin kendisini koruma ihtiyacı vardır. Bilincinde olmadığımız bu amaca hizmet eden davranış ancak, iyi niyete hizmet eden başka bir davranış yolu görüldüğünde ya da gösterildiğinde değişebilir. Çünkü "ben"e ait olan niyet yine doyuma ulaşır. Davranışın hizmet ettiği iyi niyeti bulduğumuzda, bu niyete daha etkin bir şekilde hizmet eden yeni bir davranışı benimsemek kolay olur. NLP'nin amacı da "kendimizin en iyi versiyonu" olmaktır zaten. 8. Şu Anki Davranışımız Şu Anda Mümkün Olan En İyi Seçeneğimizi Simgeler
Yaşam deneyimimiz, neyi nasıl algıladığımız, farkında olduğumuz seçenekler, gerçeklik "haritamız", "özümüz" yani ben'imiz doğrultusunda daima bildiğimiz en iyi seçime göre davranırız. Başkaları seçimlerimize inanamasa da, yargılasa da, kınasa da, mahkum etse de. Her an, o an için yaptığımız en iyi seçime göre davranırız. Başkaları seçimimizi onaylamasa da. İnsan bile bile daha kötü bir seçim yapar mı? Bir workshop katılımcısı babasının kanser olduğunu bile bile hala sigara içmeye devam ettiğini söylemişti. Oysa babası sigara içmeyerek üç gün fazla yaşamaktansa, sigara içerek kendi keyfinden vazgeçmemeyi seçiyordu. Hem hayata hem ölüme meydan okuyordu. Onun için mümkün olan en iyi seçim sigara içmeyerek bir süre fazla yaşamak değil, yaşadığı sürece sigaradan aldığı keyfin tadından vazgeçmemekti. Babasının kararını sabaha kadar tartışabiliriz ama bu karar, baba için mümkün olan en iyi seçenekti. Karısını sürekli olarak aldatan bir erkek, aslında yaptığının toplumsal kurallara aykırı olduğunu biliyor. Ama kadınlar üzerinde parasal ve konumsal gücünü... ve erkekliğini kanıtlama ihtiyacı onun için eşine sadakatten daha iyi bir seçenek. Ekonomik koşullardan dolayı eşini kaybetme riski olmayacağına da inanıyor. Bir şeyi bilmenin gücü, duygusal ihtiyacın gücüne yenik düşer. Çünkü insanlar her ne kadar reddetseler de duygularıyla var olan yaratıklardır. Duygusal ihtiyaç doyurulmadan bilmek yeterli değildir. Bilmek yeterli olsaydı, asırlardan beri büyüklerimizden aldığımız öğütlerle hiç hata yapmayan bir nesil çoktan ortaya çıkmıştı bile. Duygularını dinlememeyi erdem sanan bir iş adamı, sırf meşhur olduğu için isminden yararlanacağını düşündüğü bir kişiyle iş ortaklığına girmişti. Önsezi de bir duygudur. Hem de yüksek bir duygu. Ama iş adamımız duygusallıkla duyguların mesajını karıştırıyordu. Mantığıyla hareket ediyordu. Duygusallığın zayıflık olduğunu düşünüyordu; öyledir de. Ama duyguları dinleyebilmek duyarlılığın göstergesidir. Kendisi için mümkün olan en iyi seçenek iflasını getirdi. Kendimiz için mümkün olan en iyi seçeneği o anki duygularımızla yaparız. Mantığımız bile bizi duygularımız doğrultusunda haklı çıkarır. Duygularımız derken duygusal ihtiyaçlarımızı kastediyorum. En kanlı cinayeti işleyen kişinin bile kendince duygusal boyutta haklı nedeni vardır. Bir kiralık katil, alacağı parayla elde edeceği gücün öldüreceği kişinin yaşamından daha önemli olduğuna kendisini inandırır. Öldüreceği kişi böyle bir muhakemeyi yapmayacak kadar önemsizdir onun gözünde. Her an kendimizle ilgili en iyi seçeneği yaparız. Bir dakika sonra pişman olsak bile. Bir dakika sonra yaşadığımız pişmanlık daha iyi bir seçeneği gördüğümüz içindir. Bir dakika önce bu seçimin varlığından habersizdik oysa. En azından duygusal boyutta. Bu ilke birçok boyutta benim kendimi affetmemi sağladı. Yaptığım hatalarda o anda mümkün olan en iyi seçimi yapmış olduğumun farkına
varmak beni pişman değil güçlü kıldı. Pişmanlık yeni seçeneklerin devreye girdiğinin göstergesidir. Suçluluk duygusuyla sakın karıştırmayın. Yaptığımız seçimlerin kendi seçimlerimiz olduğunun bilincinde -kendimizi ve başkalarını suçlamıyor- olmak harikulade bir özgürlüktür. Ne yaparsanız yapın kendi bildiğinizin en iyisini yaptınız. Yaptığınız "yanlış" da olsa yeni seçenekleri bulmanız için size sunulan bir ders idi. Ne mutlu yaşam okulunda derse girme hakkını kazananlara... ve dersten sınıfı geçenlere. 9. Eğer Dünyada Bir Kişi Bile Bir Şeyi Yapabilmişse Bunu Benim de Yapabilmem Mümkündür Tek mesele nasıl olacağıdır. Bu da ileride paylaşacağımız gibi farklı stratejiler (Temsil Sistemleri) aracılığıyla gerçekleştirilebilir. Her insan yapmak istediği tüm şeyler için yeterli kaynağa sahiptir. Bu ilkeyi eğitimlerde ilk söylediğimde sıklıkla gelen tepki, "Ben de Van Gough vb. olabilir miyim?" şeklinde oluyor. Tabii ki Van Gough olabilmek için özel yetenekler gerekiyor. Ama yeterli eğitim aldığınızda ve kendinizi adadığınızda iyi resim yapan biri olabilirsiniz. Zaten kendini bir şeye adamak bir başarıdır -Van Gough olamasanız bile. Ben de Van Gough olabilir miyim, türü uç örnekler vermek, kişinin kendisini başarısızlığa mahkum etmesinin göstergesidir. Başarılı insanların bir ortak özelliği var: enerji -yaşları ne olursa olsun. Eğer sağır Beethoven beste yapabiliyorsa, eğer sağır, dilsiz ve kör Helen Keller pedagog oluyor ve birçok dili öğrenip birçok kitap yazabiliyorsa bizim için de her şey mümkündür. Hümanistik psikolojinin babası Abraham Maslow, insanların ne olduğu ile değil ne olabileceği ile ilgilenmiş bir bilim insanı. İnsan Potansiyeli kavramını bize kazandıran Abraham Maslow'un İnsan Olmanın Psikolojisi (Kuraldışı Yayınları) kitabı benim hayatımda dönüm noktası oluşturan bir kitap oldu. Maslow'u okumak bana kendimin ve başkalarının yeteneklerine zihinsel sınır koymamayı derinden öğretti. Her birimiz belki özel yetenekleri olan kişilerin yaptığını onlar kadar iyi yapamayız ama çok şeyi yapabiliriz. Dört dakikada bir mil koşabilen Roger Bannister olmadan önce bilim insanları hiç kimsenin bir mili dört dakikada koşacağına inanmıyordu. Ama Roger Bannister'ın bu rekoru kırmasından sonra 1 yıl içinde 37 koşucu ve daha sonraki yıllarda ise 300'ü aşkın koşucu onun rekoruna ulaştı. Sınırı koyan şey zihnimiz ve inançlarımız. Her birimiz her şeyi yapmayı öğrenebiliriz. Yeterince zaman, enerji yatırımı yaptığımız ve kendimizi adadığımız takdirde. O çok hayran olduğunuz harika satıcı, harika eş, harika arkadaş var ya? Siz de olabilirsiniz. Siz kendinize Van Gough ya da Helen Keller kadar inanıyor musunuz?
10. Esneklik Yasası Herhangi bir sistemde, hangi öğenin ya da kişinin esnekliği (seçeneği) en büyükse, sistemi kontrol eden o olur. Kontrol sözcüğüyle, deneyimin kalitesini etkileme gücünden bahsediyoruz. Esneklik, yaptığınız işe yaramıyorsa, farklı şeyler denemeyi göze alabilme yeteneğidir. Hep aynı şeyi yapıp bu kez farklı sonuç beklemek ise Einstein'ın delilik tanımıdır. NLP'de bir söz vardır: Tek seçim seçimsizliktir. İki seçim çelişki yaratır. Üç ya da daha fazla seçim özgürlüktür. Bu söz sizin hayatınızda nasıl karşılık buluyor? Şu anda yasadığınız sorunların çözümü için kaç seçeneğiniz var? Kaç seçeneği görebiliyorsunuz? Yeni seçenekler görmek için kendinize izin veriyor musunuz? Yoksa kendinizi tek seçime ya da çelişkiye mi mahkum ediyorsunuz? Bir workshop katılımcısı kendi evi olduğu halde oğlunun evinde kalmayı seçen dul bir anne ile karısı arasında kalan bir erkekti. Anne evine gitmeyi reddediyor, eşi ise anneyi istemiyordu. Hem annesi hem eşi baskı yapıyordu. Katılımcı erkek iki seçimden birine mahkum olmamak için kendince üçüncü, dördüncü ve beşinci seçenekleri buldu. Tabii epeyce kafa yorarak. Sonuç: Şu anda eşiyle birlikte yaşıyor. Anne ise kendi evinde. UYUM ORTAMI OLUŞTURMAK SİZİN ELİNİZDE Bir iş yemeğindesiniz. Yanınızdaki sandalyede oturan kişi firmanıza birkaç gün önce katılmış henüz tanışmadığınız biri. Sizin tabağınıza bakıyor ve çok lezzetli göründüğünü söylüyor. Ben de aynısından ısmarlayayım, diyerek söze başlıyor ve kendisini tanıtıyor. Sizin seçtiğiniz yemeği seçen bu kişiye karşı ilk yaklaşımınız olumlu mu olurdu olumsuz mu? Sohbet ilerledikçe onun da sizin gibi tane tane konuştuğunun farkına varıyorsunuz. Ortak yanlarınız ise oldukça fazla. İkinizin de aynı okuldan mezun eşleriniz olduğunu, ikinizin de tenis oynadığını ve sinemaya gitmekten hoşlandığınızı, ikinizin de aynı politik görüşe sahip olduğunuzu öğreniyorsunuz. Sizce bu kişiye karşı ilk izlenimleriniz olumlu mu olurdu olumsuz mu? Bu karşılaşma bir arkadaşlığın başlangıcı olabilir mi? Bir iş yemeğindesiniz. Yanınızdaki sandalyede oturan kişi firmanıza birkaç gün önce katılmış henüz tanışmadığınız biri. Tabağınıza bakıyor ve yüzünü buruşturarak fazla et yemenin zararlarından bahsetmeye başlıyor -vejetaryen olduğunu söylemeyi ihmal etmeden. Ve kendisini tanıtıyor. Bu kişiye karşı ilk yaklaşımınız olumlu mu olurdu olumsuz mu? Siz tane tane konuşurken o çok hızlı ve yüksek sesle konuşuyor. Konuştuğu tek mevzu ise kendisi. Evde dört kedisi ve iki köpeği ile yalnız yaşadığını, her hafta sonu futbol oynadığını ve hiç hazzetmediğiniz bir politikacının uzaktan akrabası olduğunu ve onun bundan gurur duyduğunu öğreniyorsunuz. Sizce bu kişiye karşı ilk izlenimleriniz nasıl olurdu? Aranızda bir arkadaşlık doğması mümkün görünüyor mu?
NLP'de uyum denilen kavram iletişimin temel taşıdır. Uyum, karşımızdaki kişinin dikkatini tutabilme ve güven duygusu yaratabilme yeteneğidir. Uyum iletişimin en önemli unsurudur. Uyum olmadan, hayat kelimenin tam anlamıyla yürümez, akmaz. Uyum olmadan iletişim olmaz. Uyum olmadan iş hayatınız çekilmez olur. Patronunuz çekilmez biri, iş arkadaşlarınız anlayışsız olur. Müşteriler sizinle iş yapmak istemez. Uyum olmadan evliliğiniz yürümez. Eşinizi katlanılmaz bulursunuz. Paylaşma sözcüğünün ne anlama geldiğini bile bilmezsiniz. Hayatın size her alanda limon sunduğunu düşünürsünüz. İletişim kurma becerisi olmayan kişi limonata yapmayı da bilemez. Herkesle ve her şeyle uyumsuz olan nadir kişileri tanısak da çoğumuz bazı insanlarla kendimizi uyumlu bazılarıyla ise uyumsuz hissederiz. Sevdiğimiz kişiler uyumlu olduğumuz kişilerdir. Bu kişilerle pek çok ortak yönümüz vardır. Sevdiğimiz kişilerle farklı zevklerimiz bile olsa özellikle etik değerlerimiz uyum içindedir. Siz hiç hırsız ve dalavereci birinin dürüst ve güvenilir biriyle dostluğuna şahit oldunuz mu? Mutlu çiftleri, birbirlerine ne kadar da uyumlu, diye tanımlarız. Günlük yaşamda çoğumuzun ilk anda kanının ısındığı kişiler olmuştur. Bir bakış, bir dokunuş, bir söz, bir davranış anında iki kişiyi birbirine yaklaştırabilir. Özel yaşamımızda sevdiğimiz kişilerle görüşürüz, sevmediğimiz kişilerden uzak dururuz ya da zorunlu durumlarda kısa bir süre için bu kişilerin varlığına katlanırız. Ama iş hayatında böyle bir lüksümüz yoktur. Satış yapmak istiyorsak müşteriyle uyumlu olmak gerekir. Huzurlu bir çalışma ortamı için iş arkadaşlarıyla uyumlu olmak önemlidir. Peki, bazı insanlarla doğal olarak yakaladığımız uyumu, gerektiği zaman bilinçli olarak her insanla kurmamız mümkün mü? Bunun bir yolu, bir metodu var mı? Uyum kazanılabilen bir yetenek mi? NLP, uyumu insan ilişkilerinin temel taşı olarak tanımlar. Öğrenilerek kazanılan her beceri gibi uyum da öğrenilebilen, geliştirilebilen, ustalık kazanılabilen bir beceridir. Uyum tekniklerine girmeden önce tüm insanların ortak özelliklerine bir göz atalım. Bu ortak özellikleri bilincimize iyice yerleştirdikten sonra insanlarla uyumu çok daha kolaylıkla sağlayabiliriz. İnsanların On Ortak Özelliği Psikolog Phil Mc Graw tüm insanların ortak özelliklerini şöyle sıralıyor. 1. Tüm insanların bir numaralı korkusu reddedilme korkusudur. Reddedilme korkusunu hiç yaşamamış insan var mıdır? Clinton'u bile başkanlığı sırasında reddeden nice güzel kadın olduğuna bahse girerim. 2. Tüm insanların bir numaralı ihtiyacı kabul görme ihtiyacıdır Bebeklikten yaşlılığa dek hem de. Bazı ünlülerin, benim kimsenin onayına ihtiyacım yok, dediğine bakmayın. Hiç alkış almasınlar bak kendilerini nasıl hissederler.
3. İnsanlar üzerinde etkin olabilmek için onların özsaygılarını koruyacak ya da geliştirecek şekilde davranmak gerekir Özellikle birisini eleştirirken eleştirinin yapıcı bir şekilde verilmesi, eleştirinin yerini bulması açısından çok önemlidir. Kişinin kendisini değil, davranışını eleştirmeye özen göstermeliyiz. Eleştirinin en etkin yolu sandviç metodudur. Yani eleştiriyi başında ve sonunda kişinin olumlu özellikleri ve davranışları arasına sıkıştırma metodu. Önce kişinin olumlu bir özelliğini söyleyin, sonra eleştirinizi yapın, sözünüzü yine olumlu bir özelliğiyle tamamlayın. Örneğin; bir arkadaşınızın sıklıkla gerekli gereksiz yalana başvurduğunu görüyorsunuz. Özellikle başkalarından duyduğu şeyleri kendi başından geçmiş gibi anlatmasından rahatsızlık duyuyorsunuz. Arkadaşınızın sevdiğiniz birçok güzel yönü var. Sen yalancının tekisin. Yalanlarından bıktım, demekle bir yere varamayacağınız kesin. "Ayşeciğim, senin arkadaşlarına yardımseverliğini takdir ediyorum. Herkesin başı sıkıştığında yardımına koşan ilk kişi sen oluyorsun. Benim de bulunduğum ortamlarda sıklıkla yalan söylediğine tanık olmak ve ilginç olayları kendi başından geçmiş gibi abartarak anlatmandan ise rahatsızlık duyuyorum. Gerçeği bildiğim halde susmak kendimi senin suç ortağınmışım gibi hissettiriyor. Bir gün olmadık bir ortamda zor durumda kalmandan korkuyorum. Sen anlattığın ilginç hikayelerle kendini önemli ve dinlenilmeye değer hissetmeye ihtiyaç duymayacak kadar sevilen bir insansın. Arkadaşlarımız söylediğin yalanı yüzüne vurmuyorlarsa seni sevdikleri için. Sen bu sevgiye layık bir insansın." 4. Herkes, her duruma "Bunda benim için ne var" diye yaklaşır Eğitimlerimde katılımcılar ilk anda en çok bu maddeye tepki gösteriyor. Oysa manevi doyum bile almayacağınız bir faaliyet için emeğinizi, zamanınızı ya da paranızı kullanır mısınız? Her durumda "benim için" olan şey, manevi doyum, onay ve kabul görme; sevgi ve saygı ya da prestij olabilir. 5. İnsanlar ancak anladıkları şeyi işitir ve anlamlandırır Bizim anlattığımız karşımızdakinin anladığı kadardır. Karşımızdaki kişi, anlattığımızı bizim istediğimiz gibi anlamıyorsa sorumlusu yüzde yüz biziz. Her birimiz ancak anlayabildiğimiz kadar duyarız ve algılarız. Bir çocuğa teknik terimlerle kuantum fiziği anlatmaya kalkın. (Çoğu patron da nedense maaş zammı isteğini bir türlü anlayamaz!) 6. Herkes, kişisel olarak kendileri için önemli olan şeyler hakkında konuşmayı tercih eder. Var mı itirazı olan? 7. İnsanlar kendilerinden hoşlanan insanlardan hoşlanır, güvenir ve inanır. İşte uyumun ne kadar önemli olduğunun bir kez daha tekrarı. 8. İnsanlar genellikle görünen nedenlerin dışındaki nedenlerden dolayı yaptıkları şeyi yapar.
Örneğin, çocuklarım yüzünden bu evliliğe katlanıyorum, diyen kadınların aslında katlanma nedenleri farklıdır. Ekonomik durumları müsait değildir, gidecek yerleri yoktur; evliliği bitirmeyi kişisel başarısızlık ve utanç kaynağı olarak gören bir inanca sahiptir; iki kişilik yalnızlık tek kişilik yalnızlıktan daha katlanılır geliyordur; evli kadın statüsünden vazgeçmek istemiyor-dur; yeni bir koca adayı bulana kadar idare etmeyi düşünüyordur vb. Ama çocuklar adına yapılan fedakarlık(!) toplum tarafından onay verilen bir gerekçedir. Fedakarlık toplum tarafından yüceltilen bir kavram. Oysa hilesini içinde açıkça barındırıyor. Yapılan bir fedadan daima beklenen bir "kar" vardır. Her fedakarlık bir beklentiyi içerir. Ve hiçbir fedakarlık kişiye beklentisi doğrultusunda kar getirmez. Getirdiği şey eninde sonunda kullanılmışlık duygusu, bezginlik, öfke ve ziyan olan zamanın ardından yakılan ağıttır. Birisi sizin için bir fedakarlıkta bulunuyorsa dikkatli olun. O kişinin beklentilerini karşılamaya gücünüz yetmeyebilir. 9. En olgun insan bile basit davranışlarda bulunabilir. Yüceleştirdiğimiz kişilere, gördüğümüz ilk hatalarında ya da basit dediğimiz davranışlarında çürük yumurta fırlatmaya yatkın bir toplumuz. Büyük insanlar büyüklüğü hak edecek bir şeyler yaptıkları için büyük olurlar. Bu, onların insan olma hakkını ellerinden alabileceğimiz anlamına gelmez. Hangimiz kendimize yakıştıramadığımız davranışlarda bulunmadık ki? Birisi sizi 24 saat gözetleseydi, yaptığınız her davranıştan gurur duyar mıydınız? Sadece bu maddeyi içimize sindirmek bile çok yararlıdır -hem kendi basitliklerimizi bağışlamamızı sağladığı, hem de anlayışımızı ve empati yeteneğimizi genişleterek bizi daha olgunlaştırdığı için. Bu madde dedikoducuların beslenme kapısıdır. Dedikodu magazinlerinin de tiraj kapısı. 10. Herkes toplumsal maske takar. Kişiyi görebilmek için maskenin ardına bakmak gerekir. Sık duyulan şikayetlerden biri de: Beni tanımadan yargılıyor. Ben onun sandığı gibi biri değilim. Ben aslında çok iyi/güzel/ dürüst/zeki bir insanım, türü yakınmalardır. Maskenin amacı takanın kimliğini gizlemesidir. Bir anlamda kişiyi korur. En içi dışı bir insan bile kendisiyle yakın frekansta olmayan bir topluluk içinde toplumsal maske takma ihtiyacı duyar. Toplumun iki yüzlü olduğu gerçeğini inkar edemeyiz. Her insanın yaşamında, olan ile olması gereken arasında açı vardır. Açı ne kadar büyükse maskeler o kadar kalın ve çeşitlidir. Maskenin ardına bakmak isteyecek kadar bize yakınlık duyan kişiye yeterince güven duyduğumuzda maskeyi çıkarırız, tabii toplumun önüne çıkarken tekrar takmak üzere. Herkesin toplumsal maskesi vardır. Kiminin kalın kiminin ince, kiminin çok kiminin az. Ama bir kimseyi yüzde yüz tanıdığınızı söyleyebilir misiniz? Buna kendiniz de dahil. En azından kör noktalarımız ve henüz ortaya çıkmamış potansiyel yeteneklerimiz hakkında bilgi sahibi değiliz.
Bir workshop çalışmasında 16 senedir evli ve üç çocuklu bir yüzün sahibi "ben"dir, maskenin ise "ego" Evet, bu özellikler her insanda var. Yoksa siz sadece kendinizde olduğunu mu sanıyordunuz? Eğitimlerde bu maddeleri sayarken katılımcıların yüzünde bir rahatlama yakalıyorum her nedense. En çok da kendilerinde bencillik olarak nitelendirdikleri zaaflarının(!) insani bir özellik olduğunun bilincine vardıklarında. Mesajınızın Ulaşması İçin Fiziğin bilinen bir yasası vardır: Zıt kutuplar birbirini çeker. İnsan ilişkilerinde ise durum bunun tam tersidir. İnsan kendisine benzeyen insandan hoşlanır ve ona çekilir. Kadın erkek ilişkilerinde fiziksel zıtlıklar ilk başta çekici olabilir. Esmerin sarışından hoşlanması gibi. Ama arkadaşlık ve iş ilişkilerinin yanı sıra kalıcı kadın erkek ilişkilerinde insanlar kendilerine benzeyen kişilerden hoşlanır. Uzun süre birlikte olan çiftlerin birbirine benzediği söylenir. Doğrudur da. Herhangi bir yerde insanları gözleyin. Kimlerin uyum içinde olduğunu kolaylıkla fark edersiniz. Uyum içinde olan kişileri dikkatle incelediğinizde benzerlikleri de yakalayabilirsiniz.
1. Bu insanların bedensel pozisyonları birbirine benzer. Biri öne
doğru eğilmişse diğeri de öne doğru eğilmiştir. Biri elini çenesine koymuşsa diğeri de elini çenesine koymuştur. Ayak ve bacak konumları, başın eğim durumu ve omuzların duruşu birbirine benzer. 2. Hareket ve mimikler benzerlik gösterir. Birisi ellerini çok kullanıyorsa diğerinin de elleri hareket ediyordur. 3. Ses tonları ve konuşma hızları benzerlik gösterir. 4. Birbirlerine uygun görsel/işitsel/kinestetik dil kullanırlar. (Bu konuya Temsil Sistemleri bölümünde gireceğiz.) Göz-hare-ketleri ve bakışlar uyumludur. 5. Nefes alış-verişleri uyumludur. Uyumlu çiftler sevişme ve uyku esnasında da aynı ritmde nefes alır ve verir. Başkalarını bu konuda test etmeniz mümkün değil ama kendi ilişkinizi test edebilirsiniz. Nasıl, bir aile faciası mı yaratıyorum yoksa? 6. İnanç ve değerler benzerlik gösterir. Bunu yakından tanıdığınız dostlarda, uyumlu iş ortaklıklarında, uyumlu çiftlerde gözlemleyebilirsiniz. Siz kendi yaşamınızda hoşlandığınız kişilerle birçok ortak özellik taşımıyor musunuz? Hani bilinen bir tekerleme vardır: İmam imamı tekkede Hacı hacıyı mekkede Deli deliyi dakkada (dakikada) Bok boku kenefte bulur. Bu tekerlemeye güldünüz mü? Yoksa kibarlığımdan(!) rahatsızlık mı duydunuz? Uyum içinde miyiz, değil miyiz?
Hepimiz her ortamda kendimize benzer birilerini bulmaya çalışırız. Bir iş görüşmesinin, verimli bir toplantının, başarılı bir satışın, bir aşk ilişkisinin uyum ortamı olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir. Uyum yoksa, hiçbir şey yoktur. Yalnızlığın dışında. Aşağıdaki örneklerden hangileri sizce uyumlu davranış sergiliyor? a) Erkek başını öne eğmiş, kız başı yukarıya kalkık konuşuyor. b) Yaşlı erkek geriye kaykılmış, genç erkek ona doğru eğilmiş c) İki kadın yan yana oturmuş, dizleri birbirine değiyormuş gibi duruyor. d) İki çocuk yerdeki bir boz yap oyununa doğru eğilmiş, biri yere dayadığı sol elinden, diğeri yere dayadığı sağ elinden destek alıyor. e) İki erkek karşılıklı oturmuş. Biri eliyle gözlerini ovuşturuyor, diğeri ona doğru eğilmiş. f) Bir kadın ellerini göğsünde kavuşturmuş ve ayakta, diğer kadın koltukta oturuyor. Başı ve omuzları dimdik. g) Bir erkek masasının önündeki dosyaya eğilmiş, eli çenesinde. Diğer erkek masanın önündeki koltukta oturuyor, bedeni öne doğru ve elini çenesinin altında tutuyor. h) İki erkek ayakta. Birinin sol diğerinin sağ ayağı önde. Bedenler birbirine yönelik. i) Bir kadın oturduğu koltukta hızlı nefes alıp veriyor, göğsü inip kalkıyor, bir erkek ayakta ve sırtı kadına dönük. Karnının inip kalktığı hafifçe belli oluyor. Elleri arkasında kenetlenmiş. j) Erkek kolları iki yanda kadına doğru ağır adımlarla yürüyor, kadın kolları iki yanda açık erkeğe doğru koşuyor. Eğer yanıtınız c,d,g,h, ise siz uyumlu davranışı gözlemleme ustasısınız. Şimdi uyumlu olma sanatında usta olma zamanı. Eğitimlerde sıkça gelen bir soru da mutlu ve kalıcı bir birliktelik için ille de kendimize benzeyen biriyle olmamızın gerekip gerekmediği üzerine oluyor. Öncelikle, birbirine benzemenin aynılık olmadığını vurgulamak isterim. Bizimle tıpatıp aynı olan bir insanla yaşanan birliktelik ne kadar geliştirici olabilir ki? Hatta böyle bir ilişki monoton, dolayısıyla sıkıcıdır. Çiftlerin temel değerlerinin aynı olmasının şart olduğunu düşünüyorum. Örneğin; eski Türk filmlerinde olduğu gibi sosyetik ve lüks bir yaşam sürmekten zevk alan biriyle doğal ve mütevazı bir yaşamdan haz alan bir insanın birlikteliğinin uzun ömürlü ve mutlu olacağı düşünülemez. Tutucu değerlere sahip biriyle, bağımsız ve özgür ruha sahip birinin ilişkisi de keza öyle. Çiftlerin kişilikleri farklı olabilir ama etik ve ahlaki değerlerinin uyum içinde olması gerekir. Başarı için her yol mubahtır, diyen biriyle insani değerleri yüksek olan biri uyumlu olamaz. Korkak biri ile cesur biri uyumlu olamaz. Avcılığa spor olarak bakan biri ile hayvan ve çevre haklarına duyarlı biri uyumlu olamaz. Çiftlerin farklılığı temel değerlerinde değil de kişiliklerinde olursa bu arzu edilir bir özelliktir. Örneğin sakin ve dingin biri, kendisiyle temel değerleri aynı olan neşeli ve cıvıl cıvıl biriyle çok mutlu olabilir. Etrafınıza bakın. Genellikle çiftin birinin içe dönük, diğerinin dışa dönük yapıya sahip olduğunu görürsünüz.
Eğer sevdiğimiz kişinin haritası bizden farklıysa bilinçli olarak onun haritasını keşfe çıkmalıyız. Tabii o da bizim haritamızın keşfini yaparsa, iki taraf da bu keşif gezisinde zenginleşir. Her keşif, kendi varlığımızı ve ufkumuzu genişletir, anlayış kazandırır ve uyum becerimizi geliştirir. Uyumlu kişiler birbirlerinde kendilerinin yansımasını gördükleri için uyumludur. Kendimizle ilişkimizde de uyum çok önemlidir. Kendisiyle uyumlu kişi, tutarlı bir kişilik sergiler. Doğal, güvenilir, özü sözü bir olarak tanımlanır ve etrafından saygı görür. Nedense bu cümleyi yazarken zıt çağrışımla politikacılar aklıma geldi. Kendisiyle uyumlu kişilerin amaçları ve davranışları tutarlılık sergiler. Herhangi bir davranışımız, gerçekten düşündüğümüz ve hissettiklerimizle tutarlı değilse bu hissedilir. Hayatınız boyunca size verilen hediyeleri gerçekten çok beğendiniz mi? Geçen yaş gününüzde, yılbaşında ya da düğününüzde size verilen bir hediyeyi düşünün. Paketi açtığınızda gördüğünüz şeyden belki hiç hoşlanmadınız, belki rengini beğenmediniz, belki zaten aynısı sizde vardı, belki başka bir şey bekliyordunuz. Ama ne yaptınız? Kocaman bir tebessümle teşekkürler ettiniz ve hediyenin harika olduğunu söylediniz. Hediye veren kişinin size gerçekten inandığını mı sanıyorsunuz? İçsel gerçeğiniz hediyenin harika olduğu "gerçeğinden" farklı olduğunda bunu bedenimizle, ses tonumuzla, göz hareketlerimizle farkında olmadan ve istemeden yansıtırız. Sözlerimiz, fizyolojimiz, ses tonumuz ve göz hareketleri ile uyum içinde değildir. NLP'de de günlük yaşamda da buna tutarsızlık deniliyor. Tutarsızlığın olduğu bir iletişimde uyum olamaz. NLP eğitimi almış ve öğrendiklerini uygulayan bir kişiyi kandırmak ve ona yalan söylemek zordur. Tabii ihtiyaçları doğrultusunda aldanmayı seçmiyorsa. Doyurulmamış her türlü ihtiyaç (istek ya da arzu değil), kişinin nesnel olabilme yetisini köreltir. Bir şeye, bir duyguya, bir kişiye ihtiyaç duyduğuna inanan insan, ihtiyaçları doğrultusunda aldanmaya, yalanı fark etmemeye meyillidir. Çünkü sübjektif ve ben merkezci hale gelmiştir. İnsan Olmanın Psikolojisi kitabının yazarı Abraham Maslow'a göre kişi yemek, içmek, barınak, seks gibi fiziksel ihtiyaçların yanı sıra sevilme, ait olma, kabul görme, kimlik bulma ihtiyaçlarını da doyuma ulaştırabilmek için çok şeyi feda etmeye hazırdır. Çünkü tüm bunlar her insanın temel ihtiyaçlarıdır. "Ruhunu şeytana satmak", kişinin ihtiyaçlarını doyuma ulaştırmak amacıyla benliğini, onurunu, bireyselliğini, özgürlüğünü, doğallığını feda etmesidir. İhtiyaç çok güçlü bir motivasyondur ve insanı seçeneksizliğe mahkum olduğuna inandırır. "Şeytan", insanların değersizlik ve yetersizlik duygularıyla beslenir ve insanın ruhunu, onları ihtiyaçları doğrultusunda aldatarak ele geçirir. Şeytanın iş başında olduğunu her yerde görüyoruz.
Yalana dayalı evlilikler, yalana dayalı iş, aşk ve arkadaşlık ilişkileri, politika, siyaset, din, ekonomi, ilaç ve silah sektörü, sömürenler, sömürülenler... "Şeytan" uyumun olmadığı her yerde kol gezer. İnsanın doyurulmamış egosudur o. Gerçek İletişim Ancak Uyumla Mümkündür Nörolojik olarak insanlar benzerliğe farklılıktan çok daha kolay tepki verir. Bize benzer insanların yanında kendimizi daha rahat hissederiz. Hastalıkların tedavisinde hastasıyla uyum içine giren doktor çok daha çabuk sonuç alır. Çünkü hasta anlaşıldığını hisseder. Başarılı psikologlar ve psikiyatrlar akıl hastalarının anlattıklarına ve deneyimlerine her şeyi bilen bir edayla değil, onun dünyasına girerek yaklaşır, önce uyum sağlar, sonra hastayı yönlendirir. Önce hasta ona güvenmeli ki yönlendirilmeye hazır olsun. Çoğu hastanın ilacı, ilaç firmalarının ürünleri değil, bir yudum sevgi ve anlayıştır. Bir televizyon kanalında hiperaktif bir çocuğu eğiten öğretmenin başarısı haber konusuydu. Girdiği her okuldan hiperaktif olduğu için atılan küçük Recep beş yılda okumayı yazmayı öğrenememişti. Babanın ısrarlı çabaları sonucu Aydın Milli Eğitim Müdürlüğü Recep için özel bir sınıf açtı ve Recep 27 yıldır öğretmenlik yapan doğal NLP'ci bir öğretmenden okumayı yazmayı bir haftada öğrendi. Bu bir mucize mi? Haber spikeri öğretmenin metodunu tanımlarken, "Recep'le Recep oldu", diyordu. Haberde Recep ve öğretmen birlikte sıraların, masaların üzerinde geziniyordu. Arada bir beş çakıyorlardı. Birlikte zıplayıp hoplarken öğretmen Recep'e okumayı öğretiyordu. Öğretmen aynen Recep gibi davranıyordu. Recep' le Recep olmak! İşte uyum bu. NLP'nin öğretmen ve eğitmen yetiştiren okullarda zorunlu ders olması gerektiğine gönülden inanıyorum. Öğretilemeyen öğrenci yoktur. Öğretemeyen öğretmen vardır. Tek tip eğitimle eğitim olmaz. Acaba neden disiplin, eğitim gibi sözcükler çoğu insanın kafasında olumsuz çağrışımlar yapıyor dersiniz? Şirketlere verdiğim eğitimlerde katılımcıların bazıları eğitime müdürlerinin isteği ile katıldığını söylüyor. Eğitimin okuldaki gibi sıkıcı değil, tersine zevkli olduğunu bilselerdi koşa koşa gelmezler miydi? Bu fikirlerinin daha sonra değiştiğini söylememe bilmem gerek var mı? Heeey! İnsanın kendisini geliştirmesi, kendini tanıması "Recep'le Recep" olunduğunda çoook zevkli. Uyumlu olma becerisi, başkasının haritasına girebilme ve onun dünyasını anlayabilme yeteneğidir. Uyumlu olma becerisi, başkalarına bizim haritamıza girme iznini vermek ve zaaflarımızı saklama ihtiyacı duymadan gerçek anlamda anlaşılabilme duygusunun hazzını
yaşayabilmektir ve bu cesaret gerektirir. Kendin olabilme cesareti ve özgürlüğü. Gerçek şu ki, iletişimsiz ilişkilerin tek çözümü uyum yaratmaktan geçiyor. Uyumsuz bir ilişkinin sürmesinin nedeni, sabrınızı ölçmek olabilir(!) Sabreden derviş ne yazık ki her zaman muradına ermiyor. Uyum, anlayışlı, sevecen, empatik bir eş olmak için gerekli. Uyum, doyum ve heyecan verici bir sevgili olmak için gerekli. Uyum, grubunu peşinden sürükleyen bir lider olmak için gerekli. Uyum, başarılı bir satıcı olmak için gerekli. Uyum, ekip çalışmasının başarılı olması için gerekli. Uyum, sevecen ve şefkatli bir ebeveyn olmak için gerekli. Uyum, dostluk için gerekli. Uyum etkin bir eğitmen olmak için gerekli. Uyum yoksa, kendi bakış açımızla, kendi haklılığımızla, kendi doğrularımızla yanlışlarımızla, kendi suçlamalarımızla ve suçluluk duygularımızla, hata buluculuğumuzla ve kabul etmediğimiz hatalarımızla, şanssız, talihsiz, kadersiz olduğumuz inancıyla bol bol yaşamdan şikayet eder dururuz. Hep haklı oluruz, hep haklı, ama mutlu olamayız. Evimin duvarındaki üç yazıyı sizinle paylaşmak istiyorum. "Cehaletinizin göstergesi, haksızlık ve talihsizliğe olan inancınız ölçüsündedir." "Tanrıyı ceza verici görenler kendi kendilerini mahkum edenlerdir." "Dünya, fırtına ve dalgalarla ne kadar boğuştuğunuzla değil, gemiyi limana getirip getirmediğinizle ilgilenir." ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TEMSİL SİSTEMLERİ GÖRSEL, İŞİTSEL, KİNESTETİK Siz hem İngilizce hem Türkçe biliyorsanız, tanıştığınız Türkçe bilmeyen Amerikalı ile Türkçe konuşmaya çalışır mıydınız? Tabii ki iletişim sağlamak için onun dilini kullanırdınız, değil mi? Böylece onunla uyum sağlamış olurdunuz. Her birimiz dünyayı beş duyumuzla algılıyoruz. Görüyoruz, işitiyoruz, dokunuyoruz, tadıyoruz, kokluyoruz. Ve tabii bir de altıncı "duyumuz" var; onunla da seziyoruz. Dış veriler bize duyusal yollarla ulaşıyor. Ama bu duyular her birimizde farklı kapasitelerde çalışıyor. Hatta bazılarımızda bazı duyular tümüyle kapalı olabiliyor. Kör bir insanın görme duyusunun olmaması, çoğu insanda sezgisel algılamanın az kullanılması gibi. Az kullanılan her yeti körelir. Tümüyle yok olmaz ama körelir. Çocukluğumuzda yaşadığımız deneyimler, kendimizi korumak amacıyla bazen bizi bazı duyularımızı kullanmamaya yöneltir. Örneğin; bugün işitme bozukluğu çeken bir tanıdığım çocukluğunda evde anne babasının bitmek bilmeyen kavgalarından dolayı gürültüye kulak tıkamayı öğrenmişti. Birçok erkek, daha çocuk yaşlarda duygularını bastırmanın erkeklik olduğu mesajını alır. Duygulu olmayı zayıflık olarak niteler. Duyguların
yüksek dili olan sezgisel algılama çoğu erkekte genç yaştan itibaren körelir. Her birimiz kendimize özgü yaşam geçmişimize göre bazı duyularımızı daha az, bazılarını daha çok kullanırız. Sinema yapımcısı bir baba ile ressam bir annenin çocuğunun görselliği doğal olarak daha gelişkin olacaktır. Babası Salzburg'da müzik direktörü, annesi bir müzisyenin kızı olan Mozart, daha ana rahmindeyken müzikle tanışmıştı. Annesi Mozart'a hamileliği boyunca serenatlar dinleterek onu müzikle tanıştırmıştı. Babası anne rahmindeki çocuğuna her gün keman çalıyordu. Dört yaşında müzikal deha kabul edilen Mozart'ın işitselliğinin çoook gelişkin olduğunu söyleyebiliriz. Çocukluğunda dokunulan, kucaklanan, okşanan, sevildiği kendilerine her yolla ifade edilen çocuklarda kinestetik temsil sistemi gelişkin olur. Kinestetik derken dokunma, tat, koku ve sezgisel algılama gücünü kastediyorum. Kinestetik sözcüğünün bazı kitaplarda "duygusal" olarak çevrildiğini görüyorum. İngilizce "emotional" kelimesi de aynı sözcükle çevriliyor. Duygusallık bana göre de zayıflığı çağrıştırıyor. Duyguların kişiyi yönetmesi hali. Çoğu kez de duyarlı sözcüğü ile eş anlamlıymış gibi kullanılıyor. Oysa duyarlı insan duygularının yönetimini sağlıklı bir şekilde yapabilen, böylece başkalarının duygularına da aynı özeni gösterebilen kişidir. Duygusal kişi ise sadece kendi duygularını önemser ama onları sağlıklı bir şekilde ifade edemez. Başkalarının duygularına ise duyarsızlık gösterir. Ve sıklıkla anlaşılamamaktan şikayet eder. Ayrıca "kinestetik" sözcüğü bana estetik geliyor. Siz de, sözcük dağarcığınıza yeni bir söz katmış olursunuz, fena mı? Ben eğitimlerimde olsun, günlük yaşamda olsun, el sıkışma yerine kucaklaşmayı tercih eden bir insanım. Çoğu insan kucaklandığında önce sasırsa da olumlu tepki veriyor. Ama bazı kişilere sarıldığımda kaskatı kesiliyor. Erkek ya da kadın olmaları da fark etmiyor. Bu kişiler kucaklanmaya alışkın değil. Nitekim eğitimlerde neden kaskatı kesildiklerini anlıyorlar: Çocukluk deneyimleri. İnsan için, tüm canlılarda olduğu gibi dokunulmak bir ihtiyaçtır. Okşanan kedilerin tüyleri daha parlak olur, çocuk kucağa alınmak ister. Eğitimlerde, ben dokunulmaktan hoşlanmam, diyerek ilk güne başlayan en kasıntı insanların bile çalışma ilerledikçe gelip bana sarılmak istediklerini söylemelerine alışkınım. Kaskatı gelip kaskatı çıkan insana henüz rastlamadım. Yaşamınızı sadece kinestetik kanalı kullanarak sürdürebilir misiniz? Göremeden, işitenbilen, konuşamadan? Helen Keller bunu başarmış bir insan. 1880-1968 yılları arasında yaşamış Amerikalı bir pedagog olan Helen Keller'ı diğer pedagoglardan ayıran şey neredeyse doğuştan diyebileceğimiz kör, sağır ve dilsiz olmasıydı. On dokuz aylıkken geçirmiş olduğu bir hastalık sonucu görme, işitme ve konuşma yeteneğini yitirmişti. Keller'ın hayatı, yedi yaşındayken yaşamına giren bir öğretmenle değişti. Kendisi de yaptıklarıyla bir efsane olan öğretmen Anne Sullivan, Keller'ın yaşamının dönüm noktasıydı.
Anne Sullivan'ın kendisi de kör sayılırdı. Çok az görebiliyordu. Sullivan, Helen'e sadece okuma yazmayı öğretmekle kalmadı, normal bir eğitim almasını da sağladı. 1900 yılında girdiği Radcliffe Kolejini, normal öğrenciler gibi dört yılda bitirdi. İngilizce'nin yanı sıra Almanca, Fransızca, Latince ve Rusça'yı da öğrendi. Tıpkı öğretmeni gibi hayatını kör ve sağırların kendilerini geliştirmelerine adadı; birçok kitap yazdı. Helen Keller, kendime idol seçtiğim insanlardan biri. O, azmin zaferinin bir abidesi. O, insan beyninin gücünün de canlı bir örneği. Yaşamının ilk on dokuz ayında zihninde yer etmiş tek bir sözcükten, "su" sözcüğünden yola çıkarak başardığı her şey, beynin kullanıldığı takdirde ne olağanüstü kapasitesi olduğunu gösteren bir mucizenin ifadesi. Günümüz teknolojisinde bile bir beynin kapasitesine eşit bir bilgisayarın iki Dünya Ticaret Merkezi binasına eşit büyüklükte olması gerektiği hesap ediliyor. Dünya Ticaret Merkezi dünyamızdaki en yüksek bina örneklerinden biri. Helen Keller yaşamı parmak uçlarıyla keşfetti. Bakan körler, işiten sağırlar ve konuşan dilsizler dünyasında o gören bir kör, işiten bir sağır ve kendini ifade edebilen bir dilsizdi. Onun hayat hikayesinin, tüm dünyada birçok insana olduğu gibi, size de ilham kaynağı ve başarı örneği olacağına yürekten inanıyorum. Aykırı Yayıncılık'tan çıkan Her Şey Su ile Başladı adlı yaşamöyküsünü okumanızı öneririm. Hepimiz her algı kanalını bir ölçüde kullanırız ama bazılarını daha ağırlıkla kullanırız. Hangi duyularımızı daha ağırlıkla kullandığımız iş seçimimizi etkiler, eşimizle ilişkilerimizde uyum ya da uyumsuzluk yaratır. İş ve sosyal görüşmelerimizde karşımızdaki kişiyle kolayca uyum sağlamak bile benzer temsil sistemlerini kullanmaktan kaynaklanabilir. İnsanlar arası uyum, anlaşıldığını bilmekten geçer. İsabetli algılama için duyusal enstrümanlarımızı "bilememiz", akordunu yapmamız, keskinleştirmemiz, altı duyumuzu da yeniden açık hale getirmemiz gerekir. Tıpkı sağlıklı doğan bir bebeğin güçlü algılama kapasitesi gibi. Bebekler her türlü dışsal veriyi, beden diliyle verilen mesajları güçlü bir şekilde algılar, kaydeder, sünger gibi emerler; ses tonlamalarının anlamını yetişkinlerden daha güçlü kavrarlar. Her şeye merakla bakar, her sesi dinler, her şeye dokunmak isterler; yeni bir şeyi koklayarak, tadarak tanımaya çalışırlar. Bebekler saf sezgidir. Mantık, altı yaşında gelişmeye başlar. O zamana kadar genç varlık dünyayı ve kendisini altı duyusunun aracılığıyla tanımaya çakşır. Henüz mantık süzgeci gelişmemiş çocuk kendisine söylenen her şeyi doğru kabul eder ve bilinçaltına kaydeder. Bu yüzden çocuklukta ebeveynler ve yetişkinler tarafından verilen sözlü ve sözsüz mesajların niteliği çok önemlidir.
Çocuğun özdeğeri ve özgüveninin temeli sıfır-altı yaşları arasında atılır. Bilinçaltına gömülü mesajlar yok olmaz. Bilince çıkarılıp değiştirilmediği sürece hayatımızı biz farkında bile olmadan yönetir. Bugün yaşadığımız başarısız durumların, fobilerin, korkuların, sağlıksız ilişkilerin, bedensel, zihinsel ve duygusal hastalıkların kökeninde çocukluğumuzdan gelen sağlıksız bilinçaltı programlaması yatar. Cari Gustav Jung'un dediği gibi: Bilinçaltımızdaki kayıtlar bilince çıkmadıkça karşımıza kader olarak çıkar. NLP ile bilinçaltını yeniden programlama yöntemlerinden bazılarını ilerdeki bölümlerde öğreneceğiz. Mini Bir Test Aşağıdaki sorulara size uygun gelen ilk yanıtı verin. Eğer iki yanıt arasında tereddüt ediyorsanız, soruya benzer bir durumda hangi yanıtın size daha yakın geldiğini düşünün. İki yanıt da size uyuyorsa yüzde elli bir ağırlık verdiğinizi işaretleyin. Hiçbir yanıt diğerinden daha "doğru" değil. Bile bile olduğunuzu değil, olmasını istediğiniz yanıtları verirseniz ortaya çıkan sonuç bir işinize yaramaz. Bu egzersizin amacı kendinizle ilgili bilgilenmek ve bu bilgiden yararlanarak kendinizi geliştirmektir. Başkalarını tanımanın yolu kendimizi tanımaktan geçiyor. Ağırlıklı olarak kullandığınız temsil sistemini bilmeniz, insan ilişkilerinde ve bir şeyi en kolay nasıl öğreneceğiniz konusunda size ışık tutacaktır.
1. Bir toplantıda sizi çok etkileyen biriyle tanıştınız. Onu
düşündüğünüzde, önce; a. Yüzünü, giyimini kuşamını hatırlarım. b. Bana söylediği sözleri hatırlarım. c. Elimi sıkarken avuçlarının sıcaklığını hatırlarım. 2. Size birisi adres tarifi yaparken hangi yolla yapmasını tercih edersiniz? a. Bir kağıda gideceğim yolu çizmesini isterim. b. Bildiğim binaları ve yerleri referans olarak kullanarak bana gideceğim yolu anlatmasını isterim. c. Gerekli bilgileri aldıktan sonra gideceğim yeri sezgilerimle kolaylıkla bulurum. Yön duyguma güvenirim. 3. Bir karar verirken, önce; a. Olası sonuçları zihnimde canlandırırım. b. Zihnimde, seçimlerim arasında tartışma yaparım. c. İçimden gelen dürtüye göre karar veririm. 4. Eşiniz uzun bir iş gezisinde ve size bir koli gönderiyor. a. İçinden bana yazdığı uzun bir aşk mektubu ve bir fotoğraf çıkmasını tercih ederim. b. Kendi sesiyle doldurduğu, romantik bir müziğin fon oluşturduğu, bana sevgisini dile getiren bir kaset göndermesini tercih ederim. c. Üzerine kendi parfümünü ya da tıraş losyonunu döktüğü, yumuşacık bir kalp şeklinde minik bir yastık göndermesini tercih ederim. 5. Bir matematik problemi çözerken; a. Rakamlar gözümün önünde canlanır. b. Rakamları zihnimde sayarım.
c. Parmaklarımı kullanmak yanıtı bulmamı kolaylaştırır. 6. Hangisi sizin en çok güvendiğiniz yeteneğinizdir? a. Bir kez gördüğüm yüzü kolay kolay unutmam. b. Bir şarkıyı birkaç dinleyişten sonra söyleyebilirim. c. İlk kez tattığım bir yiyeceğin içindeki malzemeleri ve baharatları kolaylıkla sıralayabilirim. 7. Hoşlanmadığım bir insanın; a. Yüzünü görmekten rahatsız olurum. b. Sesini duymaktan rahatsız olurum. c. Yakınımda olmasından rahatsız olurum. 8. Yeni bir araba alırken, benim için; a. Önce görüntüsü önemlidir. b. Önce ne kadar hız yaptığı ve motorun sesi önemlidir. c. Önce içinin rahatlığı ve oturduğum koltuğun yumuşaklığı önemlidir. 9. Sevişirken; a. Görmek beni heyecanlandırır. b. Çıkarılan sesler beni heyecanlandırır. c. Hissettiklerim beni heyecanlandırır. 10. Bir tatil yöresi seçmek için; a. Yöreyle ilgili broşürleri görmek isterim. b. Daha önce giden dostlarımın söyledikleri benim için referanstır. c. Kumların yumuşaklığını, denizin tuz kokusunu burnumda hissedeceğimi bilmek benim için yeterlidir. 11. Bir insana anında vurulsaydınız bu duyguyu ve aşkı nasıl tanımlardınız? a. İlk görüşte aşık oldum. İlk bakışta aşk bu olsa gerek. Dünyam aydınlandı. Her şey daha güzel görünüyor. Bir ışık gibi girdi hayatıma. Pırıl pırıl bir dünya hayal ediyorum onunla. Aşk yaşamın tüm renklerini içinde barındıran bir gökkuşağıdır. b. Frekanslarımız aynı. Kalbim küt küt atıyor. İçim cıvıl cıvıl. Kalbimin sesini dinliyorum. Ruhum bana onun doğru kişi olduğunu fısıldıyor. Aşk yaşamın kahkahasıdır. c. İçimin eridiğini hissettim. Hayatımdaki boşluk tamamlanmış gibi. Yaşamdan tat almaya başladım. Onun kokusunu ciğerlerimde duyuyorum. Aşk, iki ruhun birbiri içinde erimesidir. 12. Kendimi endişeli ve stresli hissettiğimde, önce; a. Dünya gözüme daha karanlık görünür. b. Normal sesler bile beni rahatsız etmeye başlar. c. İçimde daralma hissederim. 13. Bir insanı işe alırken öncelikle; a. CV'sinde yazılanlar ve görünüşü beni etkiler. b. Başkalarının onunla ilgili söyledikleri ve frekansımın tutup tutmadığı beni etkiler. c. İçimin ona ısınması ve olumlu duygular hissetmem beni etkiler. 14. Bir iş için eşit yetenekte üç kişi müracaat ediyor. Hangisine öncelik tanırdınız? a. Güzel/yakışıklı, düzgün görünümlü ve mesafeli kişi. b. Sıradan görünümlü ama sizinle uyumlu çalışacağını düşündüğünüz kişi. c. Tarzıyla alışageldik olmayan ama sizde güven ve rahatlık hissi uyandıran kişi. Bu kadar soruya yanıt vermek iyi bir başlangıç. Şimdi benim turizm acentesinde çalışan biri olduğumu düşünün, sizin de tatil planı yapan müşteri. Size kalabileceğiniz üç otel önereceğim.
Hangisini seçerdiniz? a. Beş yıldızlı bir otel. Harika manzaralı. Bahçesi büyüleyici bir tropikal düzenleme içinde. Yeni dekore edilmiş odalar ve odanızda istediğiniz kanalı ve videoyu izleyebileceğiniz büyük ekran televizyon. Her yönüyle estetik bir atmosfer. Akşam yemeklerinde ise gökyüzünde parlayan tüm yıldızlar size göz kırpıyor. Rengarenk bir doğa içinde rengarenk bir tatile hazır olun. b. Sabahları kuş cıvıltıları ve dalgaların sesi ile uyanacağınız bir otel. Sakin ve dinlendirici bir atmosfer. Günlük yaşamın tüm gürültüsünden uzak. Otelin hemen ardındaki dağdan akan şelalenin sesinin eşliğinde kumsalda yürürken yunusların çağrısına merhaba diyebilirsiniz. İsterseniz sohbet, isterseniz dans edebileceğiniz tarzda müzik yapan orkestra eşliğinde akşam yemeğinizi yerken yunusların sizi yine çağırdığını duyabilirsiniz. c. Kendinizi evinizde olduğu kadar rahat hissedebileceğiniz, her türlü donanıma sahip bir otel. Odanızda akşamları yatmadan önce içinde rahatlayacağınız jakuzi, davetkar bir şekilde sizi kucaklamaya hazır. Yemeklere gelince; bugüne kadar tattıklarımın ötesinde bir lezzet, demeye hazır olun. Salatanızın otelin botanik bahçesinden, balığınızın günlük denizden geldiği harikulade bir ziyafet eşliğinde gündüzlerinizin zinde, gecelerinizin yumuşacık ortamı içinde yeniden doğmaya hazır olun. Eveet. Bu üç otelden hangisini seçerdiniz? Neden? Aslında aynı oteli değişik duyulara hitap edecek şekilde tanımladım ve siz birisini daha cazip buldunuz. Çünkü sizin daha keskin olan duyunuza hitap ediyor. İlk tanım görsel, ikincisi işitsel, üçüncüsü kinestetikti. Müşterisinin temel kanalının ne olduğunu tespit eden turizmci onu bu otelde kalması için ikna edecektir. Otel aynı ama biz müşteriler farklıyız. Çoğu kişi bir ya da iki şık arasında gidip gelir. Ağırlığın hangi seçimlerde olduğuna dikkat edin. Hala kendinizin hangi sistemi sıklıkla kullandığınıza emin olamadıysanız sabırlı olun, sayfalar ilerledikçe olacaksınız. Gözlerin Dili Bilgi toplamak ve öğrenmek beş duyu aracılığıyla olur. Topladığımız bilgileri ve deneyimlerimizi ise bir yerlere depolarız. Bir bilgiyi ne kadar çok duyu eşliğinde almışsak o kadar iyi hatırlarız. Örneğin; bir şeyin nasıl yapıldığını hem görmüşsek, hem birisi bize anlatmışsa, hem de yapmışsak onu unutmak zordur. Yani ne kadar çok nörolojik yapımızı devreye sokarsak o kadar çabuk ve iyi öğreniriz. Gerçek ressam renklerin sesini duyar, gerçek müzisyen notaların rengini bilir, hatta tadını bilir kokusunu duyar, gerçek sanatın aktardığı mesajı ruhumuzda hissederiz. GÖZ POZİSYONLARI GÖZ POZİSYONLARI
Bilgi ve deneyimlerimiz bilincimizde ve bilinçaltımızda yine beş duyu aracılığı ile depolanır. Ama içsel ve dışsal deneyimlerimizle olan ilişkilerimizi üç temel kanalla (temsil sistemi ile) kurarız. Bu bilgilere erişmek istediğimizde öncelikle görsel, işitsel ve kinestetik kanallarımızdan birini kullanırız. Hangi kanalı öncelikli kullandığımıza göre gözlerimizi değişik şekillerde hareket ettiririz. Görsel ağırlıklı kişiler bir şey hatırlamaya çalışırken ya da tasarlarken gözlerini yukarıya doğru çevirir. Sanki tavanın sol ya da sağ köşesinde bir şeyler görüyordur. İşitsel kişiler sanki kulaklarını görmek istiyorlarmış gibi gözlerini iki yana oynatır. Kinestetik kişiler ise sağ tarafa doğru gözlerini aşağıya indirirler. Görsel ve işitsel kişilerde sol tarafa bakmak bir şeyin hatırlandığını gösterir. Örneğin; dün akşam ne yedin, sorusunu yanıtlamak için görsel, sol yukarı bakarak yediklerini zihin gözünde görmeye çalışır. İşitsel yemekle ilgili konuşmalarla, yemek sırasındaki seslerle bağlantı kurarak ne yediğini düşünürken sol kulak tarafına gözlerini çevirir. Eşinin, "fasulyeyi uzat" ya da "köfteler lezzetli olmuş, fazla var mı" dediğini hatırlar. Sağ tarafa bakmak bir şeyin henüz olmadığını, tasarlandığını gösterir. Örneğin; yarın ne giyeceksin, sorusuna görsel sağa bakarak duruma uygun hangi giysiyi giyebileceğini gözünde canlandırarak yanıt verir. İşitsel, hangi giysinin kendisine hitap edeceğini, lacivert benekli bej kravatını takarsa yine iltifat alacağını düşünür. Issız bir adaya düşseydiniz yanınıza tek şey alma hakkınız olsaydı ne alırdınız ya da mor çizgili, yeşil renkli, uçan bir fil düşünün, gibi sorularda gözler sağa gider. Tabii yalan söylerken de. Yalan da tasarımdır. Şimdi sevgilinizin gözlerine dikkatle bakıp, beni hiç aldattın mı, diye soracak mısınız? Verdiğim eğitimden çıkan bir katılımcı, akşam eve gittiğinde eşine soracağı soruların listesini hazırlamış ve gruba okumuştu. Soruların yaratıcılığına hepimiz gülmüştük. Kendisi için bir kopya isteyenlerin sayısı da az değildi hani.
Kinestetikler hatırlamak için de tasarlamak için de sağ el tarafına aşağıya bakar. Dün akşam ne yediğini düşünürken yemeğin tadını, kokusunu, yemeğin lezzetinden aldığı haz duygusunu, kestaneli pastanın yumuşaklığını, içindeki çikolata parçacıklarının kaygan sertliğini, midesindeki doygunluk hissini hatırlar. Yarın giyeceği giysi için de yine sağ aşağıya bakarken giysinin içinde kendisini nasıl hissedeceğini, ipek bluzun tenine temasını, seçeceği giysinin eşinin hoşuna gidip gitmeyeceğini düşünür. Sol aşağıya bakmak iç konuşma yaptığımızı gösterir. Kendimizle yaptığımız konuşmaları, bir sorunla ilgili içsel konuşmalarımızı, içimizdeki ebeveynin yargılayıcı, eleştirel sözlerini sol aşağıya bakarak dinleriz. Kendimize söylediğimiz aşağılayıcı sözleri düşünürken ya da zor durumdan yakamızı nasıl kurtaracağımızın planlarını yaparken gözümüz sol aşağıya gider. Burada genellikle olumsuz içsel konuşmalar yapılır. Yere doğru uzun süre bakmak bile kişinin enerjisini düşürür. Yolda yere bakarak yürüyen insanların suratında hiç mutlu ifadeye şahit oldunuz mu? Göz pozisyonları insanların yüzde beşinde zıt bağlantılarla çalışır. Genellikle solaklarda sağ ve sol göz pozisyonları tersine çalışır. Ama bu bir kural değildir. Sağlaklar içinde de bazen göz pozisyonları ters bağlantılı olabilir. En İyi Öğrenme Kanalımız Bir şeyi en iyi kendi öncelikli kanalımız aracılığıyla öğreniriz. Lise yıllarında derse kalkan bir arkadaşımın öğretmen tarafından, tavana bakıp durma. Orada yanıtı bulamazsın, diye azarlandığını hatırlıyorum. Oysa bu arkadaş görseldi. Sorunun yanıtını gözlerini yukarı çevirerek hatırlamaya çalışıyordu. O zamanlar pek fazla görsel malzemenin kullanılmadığı sınıflarda bu arkadaşın konuları kavramaktaki zorluk nedenini şimdi anlıyorum. Arkadaşın en sevdiği ders tarihti. Aslında tarihe karşı özel bir ilgisi olduğu da söylenemezdi. Tarih hocasının olayları göz önünde canlandıracak kadar detaylı anlatımıydı ona bu dersi sevdiren. Tarih hocası da görsel olduğu için bu arkadaşla uyum içindeydi. Ben ise bu detaylı anlatımdan sıkılırdım. Bu arkadaş başarılı bir bilgisayar tasarımcısı oldu. Tipik bir görsel meslek. Bir tatile giderken bile fotoğraf makinesini ya da video kamerasını yanıma almayı unutan ben ise görselliğimin öncelikli kanal olmadığını size NLP öğrenmeden önce de söyleyebilirdim. İşitsel kişiler siz konuşurken size bakmak yerine kulaklarını size doğru çevirir. Siz de göz kontağı kurmadığı için ona kızabilirsiniz. Söylediklerinizi dinlemediğini sanırsınız. Oysa o can kulağıyla dinliyordun Hatta gözlerini sağa sola oynattığı için onun "kaypak" biri olduğunu bile düşünebilirsiniz. Bir iş görüşmesinden dönen bir tanıdığım, işveren hakkında aynen böyle düşünmüştü. Adamın saygısız ve göz kontağı kurmaktan kaçındığı için özgüvenden yoksun olduğuna karar vermişti. Oysa işveren, görüşmenin sonunda kendisini arayacaklarını söylemişti. Nitekim işi de aldı.
İşitsel bir öğrenciyi, yüzüme bak ve bana yanıt ver, diye zorlayan bir öğretmen çocuğu en güçlü öğrenme kanalından mahrum eder. Kinestetik kişiler dokunarak, yaparak, hareket ederek öğrenmeyi sever. Siz konuşurken odayı arşınlayan bir kişi sinirinizi bozabilir. Otursa da bir çift laf edebilsem diye düşünürsünüz. Oysa bu kişi bilgiyi hareket halindeyken en iyi alır. Kinestetik çocuklar okulda hiperaktif ya da yaramaz damgasını yiyebilir. Konuşurken ellerini kollarını daha çok kullanan kinestetikler için hazır olda durmak zordur. Duyguları aracılığıyla bilgiye ulaştıkları için aşağıya sağ ellerine doğru bakarak konuşurlar. Aynı zamanda içe dönük bir yapıları varsa gözlerini aşağı indirerek konuştukları ya da düşündükleri için yanlışlıkla utangaç izlenimi de bırakabilirler. Özetle, her algı kanalı farklı bir dil gibidir. Öncelikli kanalları farklı olan kişilerin anlaşmaya çalışması, farklı dil konuşan ve birbirlerinin dilini bilmeyen insanlara benzer. Bu nedenle kendi algı dilimizi bilmenin yanı sıra diğer dillerin kullanımını görsel, sözel ve davranışsal boyutta bilmek de başarı ve uyum için çok önemlidir. Bir dil bir insan, iki dil iki insan üç dil üç insan, derler. Çok doğru bir söz. Öncelikli kanal kişinin bilgiye ulaştığı ve içsel bilgisine danıştığı ilk kanaldır. Daha sonra bu bilginin doğru olup olmadığını ikinci kanala yani referans kanalına başvurarak kontrol eder. Üçüncü kanal en zayıf olan kanaldır ve genellikle yaşadığımız sorunlar bu kanalla ilintilidir. Üçüncü kanal çoğu kişide farkındalığa kapalıdır. Genellikle insanlar öncelikli ve ikincil kanallarını kullanır. Stresli oldukları zamanlar hariç. O zaman sadece ilk kanalla fonksiyonlarını sürdürürler. İkinci ve üçüncü kanalları bilinç dışında kalır. İnsanların büyük çoğunluğu tek kanalla iletişim kuruyor. Bu da çoğu insanın sürekli stres altında yaşamasından kaynaklanıyor olabilir. Bilinç dışı derken, kişinin herhangi bir anda farkında olmadığı her şeyi kastediyorum. Örneğin: Öncelikli kanalı görsellik olan kişi en gelişkin haliyle fotoğrafik belleğe sahip olurken, üçüncü kanalı görsellik olan kişi yüzleri hatırlamakta güçlük çekebilir, yön duygusu zayıf olabilir, matematiksel ve üç boyutlu düşünmede zorluk çekebilir. Referans kanalının rolü kişi bilgiyi öncelikli kanal ile bilince çıkardıktan sonra devreye girer. Ama stres yaşarken referans kanalımız kapanır. Örneğin; Görsel kişimize, en sevdiğin şarkı nedir, diye sorduğunuzda, gözleri önce sol yukarıya gider. Sevdiği şarkıyı dinlediği bir anı gözünde canlandırır. Referans kanalı işitselse şarkının melodisini hatırlamak için gözleri bir an sol yana gider, ki-nestetikse gözlerini aşağıya indirerek şarkının içinde yarattığı duyguyu hatırlar ve size yanıt verir. Tabii tüm bu göz hareketleri son derece hızlı olur.
İnsanlar bilgiyi algılamak için tüm kanalları kullanır ve zihinde tüm duyuların verileriyle depolar. Ama bilince çıkarmak için öncelikli kanalı kullanır. Deminki görsel kişimiz, en sevdiği şarkının ne olduğu sorusuna, onun yukarı bakmasını engelleyebilseydiniz yanıt vermekte zorluk çekerdi. Gözlerimiz kapalıyken bile düşünebilmek için gözlerimizi hareket ettiririz. Duyusal algılamayı en objektif biçimde yapabildiğimiz anlar beş duyumuzun da devrede olduğu ama içsel kanallarımızın sessiz olduğu anlardır. Zihnimizde bir resim belirirken, içimizdeki ses avaz avaz bağırırken, duygularımız hareket halindeyken objektif algılayanlayız. İçsel kanallarımızın verileri kendi haritamız, kendi realitemizdir. Öncelikli kanalımızın ne olduğunu bilmenin amacı kendimize "etiket" takmak değildir. Etiket insanı sınırlar. Amaç "ne olduğumuzu bilmek" değil, başka seçimlerimiz olduğunun da farkında olmak ve davranışlarımızı nasıl değiştirebileceğimizin yetisini kazanmaktır. Karşımızdaki kişinin öncelikli kanalının bizimkinden farklı olması halinde, onunla uyumlu olabilme yetimizi geliştirmektir. Nice işler nice aşklar iletişimsizlikten dolayı başarısızlıkla sonuçlanmıyor mu? Kendinizi görsel, işitsel ya da kinestetik olarak düşünmek yerine, bir kanalınızı rafine hale getirmiş olduğunuzu düşünün. Diğer kanallarınızı da öncelikli kanalınızın rafineliğine ve yaratıcılığına ulaştırmak için artık zaman ve enerji harcayabilirsiniz. Etiketler tuzaktır; bizim potansiyelimizi ve yaratıcılığımız sınırlar. İnsanların yüzde 85'i tek kanalını (temsil sistemini), yüzde 12'si iki kanalını, sadece yüzde 3'ü üç kanalını birden kullanıyor. Peki gerçek başarıyı yakalamış insanların oranı nedir dersiniz? Bildiniz. Yüzde üç. Burada başarı kavramını, kişinin yaşamında amaçlarını gerçekleştirebilme, hem süreçte hem sonuçta doyum yaşama, genel yaşam kalitesini artırma, kendisinin ve başkalarının saygı ve sevgisini kazanması anlamında kullanıyorum. Başarılı hatiplerin, başarılı yazarların ortak özelliği konuşmalarında ve kitaplarında her üç temsil sistemine hitap etmeleridir. Klasik olarak nitelenen kitapların hepsinde üç temsil sistemi ile anlatımı bulursunuz. Kısaca; GÖRSEL- Dışsal olarak görür, içsel olarak anıları resim olarak depolar. İŞİTSEL- Dışsal olarak işitir, içsel olarak anılarındaki kendisiyle olan konuşmalarını dinler. KİNESTETİK- Dışsal olarak duyuları hissederek algılar, içsel olarak gerçek ya da hayaldeki anıları duygularla hatırlar. Tat ve koku duyusunun yanı sıra sezgisellik de kinestetik algılamanın bir parçasıdır. Diğer insanların öncelikli iletişim sistemleriyle iletişim kurmak onların dünyasına girebilmek açısından önemlidir. Unutmayın, UYUM SAĞLANMADAN HİÇBİR SONUÇ ALINAMAZ.
Görsel, işitsel ve kinestetik insanların kullandıkları sözcükler görsel, işitsel ve kinestetik ağırlıklı olur. Görsel, ilk bakışta aşık olur, işitsel anında frekans tutturur, kinestetiğin yüreği tutuşur. Görselin gözüne hoş gelir, işitsele hitap eder, kinestetiğin ruhu okşanır. Görsel dünyayı pespembe görür, işitsel için dünya ahenk içindedir, kinestetik için hayat tatlıdır. Görselin bakış açısını görmelisiniz, işitselin söylediklerini kulak ardı etmemelisiniz, kinestetiğin üzerinde baskı kurmamalısınız. İletişimin çoğunlukla telefonla ve e-maille kurulduğu çağımızda karşımızdaki kişinin ağırlıklı olarak kullandığı sözcüklerden onun öncelikli temsil sistemini anlayabiliriz. Konuşmada ve yazışmalarda onun temsil sistemine uygun sözcükler kullandığımızda uyum sağlarız. Aynı dilden konuşan iki insan çok daha sağlıklı iletişim kurar. Aşağıda Duyusal Kaynaklı Sözcükler ve Deyimler listesine bir göz atarsanız, kendinize bu sözleri hatırlatarak insanlarla daha kolay temas kurabilirsiniz. Duyusal Kaynaklı Sözcükler Görsel işitsel Kinestet ik Görmek İşitmek Hissetme k Hedef Duymak Ilık Karanlık Tartışmak Yapışmak Odaklanma Konuşmak Tutmak k Parlak Övmek Kavramak Işıltı Bağırmak Düz Net Şarkı Soğuk söylemek Berrak Gürültülü Yumuşak Bulanık Gümbür Eğilmek gümbür Vizyon Dinlemek Temas Soluk Münakaşa Dokunmak Model Tıkırtı Denemek Bulutlu Tını Etkileme k Seyretmek Kulağa Karıştır çalınmak mak Görüşmek Ton, ritm Dengelem ek Gözden Ses Bağlanma geçirmek k Görünmek Çığlık Destekle mek Işıklı Sessiz Dalgalan mak Yansımak Müzik incinmek
işitsel iç Konuşma Düşünmek Gerçekçi Anlamak Rasyonel İdare etmek Düzenlemek Listelemek Objektif Düşünce Amaç Risk Örnek Uygulamak Analiz etmek Etkin Faktörler Kazanmak Mantık Yetenekli
Gölgeli
Tarif etmek Fısıldamak Anlatmak Çarpışmak
Yakalama k Şekil Kesmek Bakmak İtmek Kör Birleşti rmek İmaj Mızıldanma Ayırmak k Sisli Söylenmek Delmek Açıklık Takırdamak İçine dalmak Gözlemlem Vibrasyon Fırlatma ek k Lekeli Çınlamak Ele gelmek
Yardımcı Yeterli Kaybetmek Saygı duymak Yararlı İlintili Nedenler Sonuç Programlamak
Duyusal Kaynaklı Deyimler Görsel Manzara kötü Gözüme hoş geliyor İsmine gölge düşürdü Dünyası karardı Renkli kişilik Göz kamaştırıcı Kuş bakışı görmek Dört gözle beklemek Gözden kaybolmak İç karartıcı tablo Geleceği parlak Gözle görülür yanlış Dengeli görüntü Bu riski göze alamam Görüşleri net değil Önümüz açık Gösterişli Renksiz bir hava
İşitsel Kulağa hoş geliyor Ahenkli bir yapı Sesini duyurmak Bana hitap ediyor Kulak vermek Karnım zil çalıyor
Kinestetik Tatsız bir ilişki Güçlü bir kavrayışı var İçim eridi Ruhumu okşuyor Hoşuma gidiyor Güçlü duygularım var Ruhum yıkandı
Diyalogu sürdürelim Bir Beni yıktı dinleyelim Ses getirmek Çok sarsıldım Uğultulu bir yer Bas bas bağırıyor Kulak ardı etmek Sesi sedası çıkmıyor Uyum içinde Beni dinle
Bu konuyu ele alalım Beraber takıldım Temasımızı sürdürelim Çarpıcı bir kişilik Ağırlığını hissettiriyor Tatlı başarı
Anlatımı hoş Burnumda tütüyor Kendini Yalan kokusu dinle alıyorum Cıvıl cıvıl Yüreğime bir insan dokundu
Gözden uzak olmak
Parazit yapma
İçim sızladı
GÖRSELLİK Nüfusun yüzde 60'ının görsel olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bunda televizyonun ve daha sonra hızla yayılan bilgisayarın etkin rolü olduğunu düşünüyorum. Görseller ışık hızıyla düşündükleri için hızlı konuşur. Bu nedenle de hızlı ve sığ nefes alırlar. Başları hafif yukarı kalkık durumda konuşup, dinledikleri için diğer insanlara "tepeden bakıyor" izlenimini verebilirler. Olağanüstü fotoğrafik belleğe sahip olan Demirel'in başını tutuş şeklini gözünüzün önüne getirin. Ressamlık, fotoğrafçılık, mimarlık, makine mühendisliği, pilotluk görsellerin oyun sahasıdır. Floresan ampulün ve alternatif akımın kaşifi Nikola Tesla keşiflerini tüm detaylarıyla bitmiş şekilde önce gözünde canlandırırdı. Bilim dünyasının diğer görselleri arasında Stepnen Hawking, Thomas Edison, Charles Darvin ve Sigmund Freud'u sayabiliriz. Freud egonun bilinçdışı ile bağlantısını okyanustan yükselen bir ada olarak tanımlıyordu. Görseller, duygularına işitsellere göre daha uzaktır. Çünkü ışık en hızlı, ses daha yavaş, duygular ise daha da yavaş frekanslardan oluşur. Görsel kişi eğer kinestetiğini geliştirmemişse, aşk acısı çeken yeni ayrıldığı sevgilisinin ya da eşinin duygularını anlamakta zorlanır. Gözden ırak olan sevgili ya da arkadaş, görsel için kolaylıkla gönülden de ırak olabilir. Sadece görselliği güçlü ama kinestetiği gelişmemiş politikacıların halkın duygularını anlamadığı için umursamaması gibi. Onlar için dün dündür bugün de bugün. Ne yazık ki günümüz lider politikacılarının çoğunluğu kinestetik temsil sisteminin varlığından bile haberdar değil. Görseller düşünürken kağıt üzerine şekiller çizmeyi sever. Çocukken arkadaşlar arasında "gizli kodlar" oluşturur. Bol mimikle konuşur. Mektup yerine kart göndermeyi tercih eder. Sinemaya gitmekten ve video izlemekten hoşlanır. Eğitimde şemalarla anlatım onların ilgisini canlı tutar. Kategorisel sunulan bilgiler akıllarında daha iyi kalır. Eğitimlere katılan görselliği zayıf kişilere hangi konularda zorluk çektiklerini sorduğumda işte aldığım yanıtlardan bazıları: Basit bir aritmetik işlemi bile yapmakta bazen zorluk çekiyorum. Okulda geometri, cebir, trigonometri derslerini hiç sevmezdim. Yeni bir kente gittiğimde, hatta ilk kez gittiğim bir binada sık sık kaybolduğumu bilirim. Bazen birkaç kez gittiğim yerde bile yönümü bulamadığım olmuştur. İmgeleme yapmakta zorlanıyorum. Bazen sağımı solumu karıştırıyorum. İnsanların yüzlerini hatırlamakta güçlük çekiyorum. Resim yeteneğim çöp adam çizebilme sınırında. Renk tonlarını ayırt edemiyorum. Görsel puanları yüksek katılımcılara çocukluklarında nelere ilgi duyduklarını sorduğumda aldığım cevaplar, size çocuğunuzun
görselliğini geliştirmesine yardımcı olmanız açısından ışık tutabilir. Sayı saymayı çok severdim. Her şeyi sayardım. Basamakları, ağaçları, arabaları vb. Okulda matematiğe yatkınlığım nedeniyle öğretmenimden takdir alırdım. Matematiği bana annem sevdirmişti. Atlasta annemle ve babamla şehir bulma oyunu oynardık. Belgesel filmler izlemeyi severdim hala da severim. Lego en sevdiğim oyuncaktı. Simetrik dizilimlerden zevk alırdım. Aklıma takılan her konuda neden-sonuç ilişkileriyle ilgili sorularımla anne babamı ve öğretmenlerimi bıktırırdım. Resim yapmayı, çizmeyi, karalamayı severdim. Bir keresinde sanatımı salonun duvarında icra ettiğimde, annem bana -bağırıp çağırmak yerine- resmin kağıda yapılacağını söylemiş ve duvarı bana sildirerek evin duvarlarına resim yapılmayacağını öğretmişti. Oyuncaklarımı parçalara ayırıp yeniden birleştirebilmekten keyif alırdım. Bunun için, zaman zaman da olsa azar işitmeyi bile göze alırdım. Kumdan kaleler inşa etmek, iskambil kağıtlarını değişik şekillerde dizmek çok eğlenceli gelirdi. Rüyalarımı renkli, net ve detaylı olarak hatırlardım. Bazılarını hala hatırlıyorum. Gittiğim bir yolu aradan uzun zaman geçse de kolaylıkla hatırlardım. Hiçbir yerde kaybolmaktan korkmazdım. Hep resimlerle düşünür, herkesin de benim gibi düşündüğünü sanırdım. Birisinin göz bebeklerinin büyümesi ve odaklanmamış bir şekilde ileriye bakması onun zihninde resimler oluşturduğunu gösterir. Böyle birisine sizi dinlemediği için kızmayın. O söylediklerinizi zihninde canlandırmakla meşguldür. Eğitimlerde görsel malzemeleri göz hizasının üstünde bir yere asın. Elinizi ve gözlerinizi yukarıya doğru kaldırarak konuyu anlattığınızda kinestetik dinleyiciler de gözlerini yukarı doğru kaldırmak zorunda kalacaklardır. Böylece özellikle istatistiksel bilgileri daha iyi anlamalarına yardımcı olursunuz. Çocuğunuz ya da arkadaşınız gözlerini aşağıya indirmiş "yapamam, beceremem" diye kendine olumsuz telkin yaptığında, onun bir şekilde yukarı bakmasını sağlayın. Örneğin; oturuyorsa siz karşısında ayakta durun. Yukarı doğru hareket ettirdiğiniz ellerinizi gözleriyle takip etmesini sağlayın, kendisini başarılı olarak imgelemesine yardımcı olun. Olumsuz duygulardan çıktığını göreceksiniz. Görseller omuz kaslarını çok gerdikleri için omuz kaslarını gevşetici egzersizler yapmaları kendi yararlarına olur. İşitseller nüfusun yüzde yirmisini oluşturuyor. Radyonun altın çağını yaşadığı televizyon öncesi dönemde herhalde bu oran çok daha yüksekti. İşitseller tüm göğüsleriyle nefes aldıkları için konuşmaları ritmik ve melodiktir. Gözler sağa ve sola giderken, baş da genellikle dinlenilen kişinin tarafına doğru eğilir. İşitsel size "kulak veriyor"dur.
Hatiplik, şarkıcılık, yazarlık, radyo/TV sunuculuğu, editörlük, avukatlık, dil öğretmenliği, çevirmenlik, kütüphanecilik, DJ'lik, müzisyenlik, söz ve müzik yazarlığı, sekreterlik gibi meslekler işitsellerin ilgi duyduğu alanlardır. Başarılı bir psikolog, psikiyatrist ve terapistin kinestetiğinin yüksek olmasının yanı sıra işitselliğinin gelişkin olması gereklidir, hatta zorunludur. Dinlemeyi bilen insan sayısının az olduğu dünyamızda en iyi dinleyiciler işitsellerden çıkıyor. İşitseller başkalarıyla olduğu kadar kendileriyle de baş başa kalmaktan, kendileriyle konuşmaktan zevk alır. Bu yüzden uzun süreler inzivaya çekilebilen ve bu durumdan zevk alanların (özellikle doğanın sesi ya da kitaplar ve müzik ona arkadaşlık ediyorsa) çoğu işitseldir. Şehrin göbeğinde ana cadde üzerinde, gürültülü bir bölgede ev tutmak, işitsellerin yapacağı son şeydir. Neon lambalarının, aktivitenin bol olduğu yerler görseller için caziptir. İşitsel eşinize kuş seslerinin bol olduğu sakin bir ortam çok daha çekici gelecektir. Hele doğa içinde bir ev, en ideal olandır. "Sizi iyi duyamadım. Tekrar eder misiniz" diyen kişi sizi dinlemediği için tekrar ettirmez. Aksine çok iyi dinlediği ama başka seslerden rahatsızlık duyduğu için sizi iyi duyamamıştır. Çünkü işitseller seslere ve gürültüye çok hassastır. Harmoni içermeyen seslerden çok rahatsızlık duyarlar. Siren sesi, korna sesi, kapı gıcırtısı, bıçak bilenirken çıkan ses ya da tırnakla çizilen karatahtadan gelen sesler işitsel için tahammül ötesi sesler olabilir. Aşırı gürültüde kulaklarını elleriyle ilk tıkayan onlardır. Ders çalışan ya da kitap okuyan bir işitsel daha iyi konsantre olmak için ya müzikle isteyebilir ya da tam sessizlik. En etkileyici şairler, kinestetiği gelişkin işitsellerden çıkar. Çünkü şiir duyguların en harikulade biçimde dile gelmesidir. Yürüyüşleri de konuşmaları gibi ritmiktir işitsellerin. İşitsel sevgilinizin kulağına fısıldayacağınız her sevecen sözcük, size çok yaratıcı sevgi ifadeleriyle geri dönecektir. Onunla iletişimi koparmak istiyorsanız monoton bir sesle konuşmaya başlayın ya da konuşurken hızla hareket edin. Çenesi düşükler de işitsellerden çıkar. Özellikle eğitimli ve anlattıkları konunun uzmanı iseler susmayı bilmedikleri için dinleyici kinestetiklerin içine "daral" gelir ve konuşma "kabak tadı verir", görseller konuşmanın bitmesini "dört gözle bekler". İşitseller ise çenesi düşük konuşmacıya "kulaklarını tıkayıp" kendi iç dünyalarına döner ve kendi düşüncelerini "dinlemeye" başlar. Görseller için gözden uzak olan gönülden de uzak olabilir, görüntü çabucak kaybolabilir ama ses ışıktan daha yavaş olduğu için işitseller duyguların frekansına görsellerden daha yakındır. Bu nedenle arkadaşlıklar kolay kolay ölmez. Bir söz, bir şarkı hafızalardan yıllarca silinmez. Aşk acısı çeken işitsel arkadaşınız, ayrılığın üzerinden uzun zaman geçtiğinde bile size hala sevgilisiyle yaptıkları konuşmaları değişik yorumlarla tekrar tekrar anlatıyordur
İşitsel arkadaşınız duygularını kolaylıkla dile getirdiği için, bu duygu ve içgörüleri paylaşım ihtiyacı onu özellikle bir başka işitselle kolaylıkla arkadaşlık kurmaya yönlendirir. Dinlemeyi de bildiği için de bu arkadaşlık sürer. Eğer frekansının tuttuğu bir arkadaşı yoksa ya da içe dönük bir yapıya sahipse bu kez de yazar. Ernest Hemingway, kitaplarında görselliği seslendiriyordu. Çanlar Kimin İçin Çalıyor, sözsel imgelemenin klasik bir örneğidir. Bir dil büyücüsü olan Shakspeare’in eserlerindeki şiirsel ve felsefi anlatım, bir ses sanatı ustalığıdır... Ama Shakspeare’in sahnelenmesi görsel açıdan zordur. "Shakspeare oynamak", işitselkinestetik olan her oyuncunun düşüdür. Görsel sanatın (sinemanın) pirlerinden biri olan Steven Spielberg'in aynı zamanda güçlü bir işitsel olduğunu filmlerinden biliyoruz. Üçüncü Türden ilişkiler filminde uzaylılar dünyalılarla altı nota kullanarak iletişim kurmaya çalışıyordu. Ya E.T'nin "Eve dönmek istiyorum" diyen sesi? Mozart, küçük bir çocukken Roma'daki Şistine kilisesinde duyduğu Gregorio Allegri'nin M is erere adlı parçasından çok etkilenmişti. Vatikan bu parçanın kilise dışında çalınmasına ve notalarının kopyalanmasına izin vermiyordu. Mozart, o olağanüstü kulak hafızasıyla duruma çözüm buldu. Bir kez daha kiliseye giderek parçayı dinledi ve tek bir notayı eksik bırakmadan tüm müziği hafızasına aldı. Harika dedektif Sherlock Holmes karakteri, bir konuyu çözümleyebilmek ipuçlarını birleştirebilmek için kemanını çıkarıp çalmaya başladığında çözümü de buluyordu. Müziğin düşünceyi daha etkin hale getirdiği biliniyor. Eğitimlerde işitselliği zayıf katılımcıların çektiği zorluklar konusunda söylediklerinden bazıları: Okuduklarımı anlamakta bazen zorlanıyorum. Düşüncelerimi yazılı olarak ifade etmekte güçlük çekiyorum. Bir kavramı, bir olayı ya da bir nesneyi tanımlamak isterken doğru sözcükler hemen aklıma gelmiyor. Yabancı kelimeleri doğru telaffuz edemiyorum. Bir şarkıyı makamıyla söylemeyi çok isterdim. O kadar kursa gitmeme rağmen dil öğrenmekte zorlanıyorum. Sözlerini tümüyle bildiğim bir şarkı bile yok. Konumu çok iyi bilmeme rağmen, toplum önünde konuşmak benim için bir kabus. Çocuklarınızın işitselliğini geliştirmesine yardımcı olmanız için, işitsel puanları yüksek katılımcıların, çocukluklarında nelere ilgi duydukları konusunda aşağıdaki söylediklerine kulak verebilirsiniz. Erken konuşmaya başlamışım. Annemin bana okuduğu hikayeleri şiirleri kolaylıkla ezberlerdim.
Babamla birbirimize not yazmayı oyun haline getirmiştik. Çok küçük yaşta bile masalların sonunu farklı tamamlayarak anlatmam teşvik ediliyordu. Ansiklopediler ve sözlüklerde bir konu ya da kelime aramayı seviyordum. Konuşkan bir çocuktum. Evde dinlendiğimi bana hissettirirler ve sorular sorarlardı. Okumayı erken öğrendim. Annemle kitapçıları gezer, kitap almaya bayılırdım. Evde masayı davul gibi çalar, çatal, bıçağı birbirine vurarak "müzik" yapardım. Ailemden "gürültü" yaptığım için azar işittiğimi hatırlamıyorum -bazen beni müziğimi yapmam için odama göndermelerinin dışında. Erken yaşta bir enstrüman çalmaktan zevk almaya yönlendirildim. Müzik dinlemeyi ve şarkı söylemeyi çok severdim. Yabancı dil öğrenmek bana kolay geliyordu. Bu yüzden küçük yaşta dil öğrenmeye başladım. Ailem bu yeteneğimi değerlendirmeme yardımcı oldu. Annem doğa seslerinden oluşan bir kaseti bana dinlettirir ve doğadaki değişik sesleri ayırt etmemi isterdi -kuş sesi, rüzgar sesi, çağlayan sesi gibi. (Bunu söyleyen katılımcı bugün tanınmış bir soprano). Müzik eşliğinde ders çalışırdım. Ailece sessiz film oynamayı severdik. Kelime bulmacaları çözen ve bana sevdiren bir babam vardı. KINESTETIK Güldü mü tüm bedeniyle gülen, ağladı mı katıla katıla ağlayabilen ve duygularını göstermekten korkmayan kinestetikler. Duygularınızı anlamaya çalışan kinestetikler. Görsel ne kadar yang (erkek enerji) ise, kinestetik de o kadar (dişi enerji). İşitsellerin yorumcusudur kinestetik. Kinestetik günümüz dünyasında en az rastlanan öncelikli kanal. Genellikle kadınların hakimiyeti altında olan bu kanal, aslında tüm canlıların olduğu gibi insan türünün de ilk kanalıydı. Kendimizle, başkalarıyla ve doğayla kurduğumuz derin ilişki bu kanalla oluyor. Sadece görüntü ve sesle kalsaydık iki boyutlu bir dünyaya mahkum olurduk. Kinestetikler sohbeti görsel ve işitsellerden farklı nedenle yaparlar. Onlar için diyalog, sözleri, imgeleri duygulara dönüştürmek içindir. Yaşam duygularla yaşanır. Descartes'ın, "Düşünüyorum. Öyleyse varım" sözüyle birlikte ön plana çıkan düşünce ve mantık krallığının hükümranlığı insanı adım adım kendisinden ve bedeninin verilerinden uzaklaştırdı. Günümüzde bedeninin ve duygularının dilini unutan Batı insanı ikisinin de mesajlarını, ilaçlarla susturmaya, içkiyle avutmaya, para ile uyutmaya, sevgi içermeyen cinsellikle oyalamaya, mantıkla bastırmaya çalışıyor. Neyse ki bedenimizin ve duygularımızın varlığını son dönemlerde moda olan yoga, spor ve jimnastik salonları ve değişik terapi yolları ile yeniden hatırlamaya çalışıyoruz.
Kinestetikler karından derin nefes alır. Tıpkı saf kinestetik olan bebekler gibi. Gözleri aşağı sağa bakarak duygularıyla temasa geçen kinestetiklerin konuşmaları yavaş ve derindir. Çünkü duygular varlığın derinliğinden gelir. Bu yüzden hızlı konuşan görseller kinestetiği sıkıcı hatta aptal bulurken, kinestetik ise görseli "çok laf ama boş laf olarak algılar... Bedenleriyle iletişim halinde oldukları için ani hareketlere yatkındırlar. En iyi dansçılar kinestetiklerden çıkar. Çünkü kaslar esnektir. Pantomimciler duyguları bedensel ifadelerle dile getiren kinestetiklerdir. Dokunmak ve dokunulmak kinestetik için hayati ihtiyaçtır. Aslında herkes için bu böyle olsa da onlar bu ihtiyacın varlığını ne unutur ne yadsır, ne de başka yollarla telafi edilebileceğine inanırlar. Tüm, eğitimlerime katılmış olanların içinde bugüne dek en yüksek kinestetik puanı almış bir katılımcıyı unutmam mümkün değil. Çok uzun yıllar devletin üst kademesinde görev yapan bu kişi için her an davranışlarını denetlemesi çok önemliydi. Her sözü, her davranışı "başkaları ne der" düşüncesine göre dikkatle denetleniyordu. Eğitimlerimde sarılmak, birbirimizle kucaklaşmak eğitimin doğal bir parçasıdır. Bu kişi konumu elvermediği için karşı cinsle kesinlikle kucaklaşmıyordu. Güvenli bir ortam içinde bile kendisi olamıyordu. Ama en yüksek kinestetik puanı almıştı. Bu işe bir türlü akıl sır erdiremiyordum. Ta ki onu gözlemleyerek sorumun cevabını alana dek. Kendisine kimsenin dokunmasına izin vermiyordu, karşı cinsle tokalaşmıyordu bile. Ama ikili egzersizlerde karşısındaki erkek de olsa, kadın da olsa partnerinin dizine, koluna muhakkak dokunarak konuşuyordu. Bunu farkında bile olmadan yapıyordu. Zaten farkında olsaydı eminim kendisini denetlerdi. Böylesine kendisini denetleyen biri olmasına rağmen grupta herkes onu seviyordu. Etrafına sıcak duygular yayıyor, insanlarla gerçekten ilgileniyordu. Görseller yanlış anlaşılma ödülünü ellerinde tutarken, kinestetikler de kendilerine önyargılı yaklaşma ödülüne sahipler. Neyse ki altmışlı yılların çiçek çocuklarıyla birlikte kinestetikler yeniden ufak ufak kabul görmeye başladı. Hele hele duygusal zeka diye bir zeka türünün var olduğunun anlaşılmasıyla birlikte insanlık adım adım Descartes'ın tutsaklığından çıkacak gibi görünüyor. "Entelektüel biriyle birlikte olmaktansa, manik depresifle olmayı tercih ederim" demişti ismini şu an anımsamadığım biri. "Çünkü en azından onunla zamanımın yarısı keyifli geçer". Einstein, kendisini ışığın üzerinde seyahat ettiğini hayal ederken bile, teorisini bedeninde hissettiğini söylüyordu. Kendisine problemi nasıl çözdüğüyle ilgili soru yöneltildiğinde yanıtı ilginçti: "Düşüncemin mekanizmasında kelimeler ve dil olmuyor. Düşünce elementleri bir takım işaretlerle hizmet ediyor. Bu işaretlerin doğasında sanki görsel ve kassal imgeler var. Sanki bedenim de düşünüyor". William James alfabenin harflerine "mental parmakları”yla dokunduğunu söylüyor.
Fransız yazar Marcel Proust, Geçmişin Hatırlanması, adlı eserinde bedenin zihin üzerindeki etkisini araştırıyor. Bir gün bir arkadaşının yolu düzgün olmayan bahçesinde yürürken bedeninde tanımlayamadığı bir duygu hissediyor. Duygusunun nereden geldiğini epeyce sorguladıktan sonra buluyor. Yıllar yıllar önce İtalya'da yine eğri büğrü bir yolda yürürken yaşadığı duygular yeniden canlanıyor. Bedende depolanan bu duygular, yeniden benzer bir bedensel duruma girdiğinde zihinde su yüzüne çıkıyor. Proust'un yazdıkları, bedensel pozisyonun düşünce üzerindeki etkisi açısından önemli. Yogadaki değişik asana\ax (bedensel pozisyonlar) belirli bilinç durumları yaratmaya yöneliktir. Asanalar da doğadaki hayvanların değişik duruşlarından esinlenmiştir. Örneğin; hasta bir hayvan iyileşmek için belirli bir pozisyona giriyor ve bu pozisyon onun daha çabuk iyileşmesini sağlıyor. Eğitimciler de son yıllarda bedensel pozisyonun önemi üzerinde araştırma yapıyor. Örneğin İngiliz eğitimci Michael Gelb, zor matematik sorularıyla boğuşan çocukların bedenlerini kastığını ve kapadıklarını gözlemlemiş. Onlara bedenlerini açma ve doğru nefes alma yollarını gösterdikten sonra öğrenciler doğru yanıtları kolaylıkla bulmuşlar. Öğrenciler doğru yanıtların "zihinlerinden fırladığını" söylüyor. Oksijen, bedenin belirli pozisyonunda daha rahat dolaşarak zihni besliyor ve düşünmeyi kolaylaştırıyor. Derin nefes alarak ve başınızı dik tutarak kendinizi güvensiz hissetmeniz mümkün olabilir mi? Heyecanlı hissedebilirsiniz ama güvensiz? I-ıh. Kinestetiklerin iş alanları yaygındır: psikolog, fizik terapisti, sosyal hizmetli, dansçı, aktör, marangoz, profesyonel sporcu, sosyolog, antropolog, halkla ilişkiler uzmanı, turizmci, danışman, satış elemanı, terapist, reklamcı vb. Başarılı motivasyoncular kinestetik boyutu gelişkin kişilerdir. Aslında duygulara hiç ihtiyaç duymayan kaç tür iş vardır ki? En duygusuz iş gibi görünen finans sektöründe bile yükseliş ya da düşüşlerde yatırımcıların duygusal tepkilerinin rolü yok mu? Ekonomik krizin ardında duyguların krizi yatmıyor mu? Korkular duyguların krizidir. James Joyce, Dublinliler adlı eserinde James Duffy adlı içe kapanık bir banka memurunun hikayesini anlatır. Bay Duffy bir kadınla tanışır ve onunla yoğun entelektüel bir ilişki yaşar. Kadın elini adamın yanağına dokundurduğunda ilişki sona erer. Joyce, Duffy'i tanımlarken, o, bedeninden uzakta yaşıyordu, der. Duffy, gerçek yaşamdan kopmuş, kendi yarattığı zihinsel hapishanesinin bir mahkumu olarak yaşayan, daha doğru bir ifadeyle yaşadığını sanan biri. Ne yazık ki günümüz dünyası Duffy'lerle dolu. Bazı dinlerde din mahkumları kendilerine bedensel hazzı yasaklıyor. Descartes mahkumları ise kendilerine duyguların hazzını yasaklıyor. Ve zihinsel hapishaneler tıklım tıklım dolu Batı dünyasında. Eğitimlere katılanlar arasında kinestetiği zayıf insanlar, hayatta yaşadıkları zorlukları paylaşıyor. Bu paylaşım bile onların kinestetik boyutlarını geliştirmelerinde güçlü bir etmen oluyor:
Yeni insanları tanımakta utangaç davranıyorum. Yanlış anlaşılıyorum. Başkalarına karşı ya öfkeliyim ya da savunmadayım. İnsanlarla empati kurmakta zorlanıyorum. Gerçekten ihtiyacım olduğu anlarda kendimi yalnız hissediyorum. Başkalarını anlamakta zorluk çekiyorum. Kendimi değersiz hissediyorum. Hayatta "gerçek" amacımın ne olduğunu bilmiyorum. Sevmekten ve terk edilmekten korkuyorum. Yakınlaşmanın yüz göz olmaya dönüşmesinden korkuyorum. Yalnız olmaktan hoşlanmıyorum. Dans etmeyi bilmediğimi söylemekten utanıyorum. Bedenimi tanımadığım için diyet yapıyorum, egzersiz yapmıyorum ve eğlenmesini bilmiyorum. Dans etmeyi öğrenemeyeceğimi düşünüyorum. Hiçbir bedensel faaliyete ilgi duymuyorum. Duygularımı tanımıyorum. Bazı duygulan kendime yasakladığımı fark ediyorum. Bireysel gelişim denilen şey, kinestetik özgürlüğün kazanılmasıdır. Eğitimlerin temel amacı da bu. Kişiyi tüm boyutlarıyla barışık olma yolunda ilk bütünsel adımı atmasına katalizör olabilmek. Tüm duyulan açık insan, kendini gerçekleştirme yetisine sahip olan insandır. Kinestetik zenginlik, görsel ve işitsel zenginlik gibi çocuklukta kazanılmaya başlanır. Kinestetik puanlan yüksek katılımcıların çocukluk dönemiyle ilgili içten paylaşımları sizi de bir yerlerden kavrayabilir: Kinestetik puanlan yüksek katılımcıların çocukluk dönemiyle ilgili içten paylaşımları sizi de bir yerlerden kavrayabilir: Kendime güvenen ve özgür ruhlu bir çocuktum. Ailem yaşıma uygun sorumluluklar veriyor ve kararlarımın olası sonuçlarını bana söyleyerek seçimlerimin sonucunun benim sorumluluğum olduğunu vurguluyorlardı. Çeşitli hobilerim vardı. Kendi başıma oynamaktan da zevk alıyordum. Kimselere söyleyemediğim, bugün psişik diyebileceğim deneyimler yaşıyordum. Kendimin anne babamdan ayrı bir birey olduğumu, küçük yaşta fark etmiştim. Herkesten ve her şeyden saklanabileceğim "gizli" bir yerim vardı. Büyüyünce ne olacağımı sık sık düşünüyordum. Tanımadığım insanlarla rahatça ilişki kurabiliyordum. Okulda arkadaş çevrem genişti. İnsanların duygularını rahatlıkla "okuyabiliyordum". Arkadaşlarım bana kolayca açılıyordu ve sır tutabiliyordum. Erken yürümüşüm. Annem babam çok becerikli olduğuma karar vermiş.
Fiziksel olarak çok aktif bir çocuktum. Başkalarının yaramaz (işe yaramaz) dediğine benim annem babam aktif diyordu. Değişik sporlara ilgi duyuyordum. Maymun iştahlı olmak yerine çok yönlü olduğum mesajını almıştım. Hayvanları ve doğayı çok seviyordum. Bu insancıl olduğumun göstergesiydi. Kapı gıcırdasa dans ederdim. Herkes gülerdi. Başkalarının ruh halleri beni çok etkilerdi. Kendi duygularımın ne olduğunu bilemezdim. Sezgilerim çok güçlüydü ve annem bana, sezgilerime güvendiğini söylerdi. Öpülen, koklanan bir çocuktum. Annem saçlarımı okşar, babam kucağına alırdı Annemle duygularımı paylaşır ama babama bir şey söyleyemezdim. Annemle babamın sıkça öpüştüklerini görürdüm. Bu beni mutlu ederdi. Eğitimlerde kendilerini en çok ifade edenler kinestetikler oluyor. Çoğunun işitsel ya da görsel yanı da benzer ölçüde gelişkin oluyor. Eğitimlerde kendilerini hiç ifade edemeyen kinestetiklerle de karşılaşıyorum. Ama bir süre uğraştıktan sonra en hızlı açılanlar yine onlar oluyor. Yılların bastırılmışlığına rağmen hayatta kalan duygularını telafi edercesine bazen grubu bezdirebiliyorlar. Ama bir süre sonra her şey dengeye oturuyor. En azından içten konuştukları için kendilerini uzun süre dinlettiriyorlar. Hiç kimsenin saf görsel, işitsel ya da kinestetik olmadığını tekrar vurgulamak istiyorum. Sadece bu kanallardan birini daha fazla kullanıyoruz. Kullanım oranlarımıza göre kişiye tek kanallı, iki kanallı ya da üç kanallı diyoruz. Doğal olarak üç kanalı da etkin kullanan insanlar yaşamda daha başarılı oluyor. Acaba tüm kanalları yüzde yüz kapasiteyle kullanan insanlardan oluşan bir dünya nasıl olurdu? Aslında insan denilen varlığın doğası bu. İnsanın geleceğinden umutluyum. Hayvanlar kendi kapasitelerinin tümünü kullanıyor. Kendi doğal ortamında yaşayan bir hayvanın ya da bitkinin mutsuz olduğunu düşünebiliyor musunuz? O kendi doğasını ifade etmekle meşgul. Kedinin "nankörlüğü", yılanın "sinsiliği", aslanın "cesurluğu", devenin "kindarlığı", eşeğin "inatçılığı" bizim halüsinasyonlarımız. Kendimizin gölgelerini yansıtıyoruz hayvanlar alemine. Onlar kendi doğalarını yaşıyor. Biz ise kendi yarattığımız doğamıza uygun olmayan ama egomuzun açlığını umutsuzca gidermeye çalıştığımız dünya düzenimizde umutsuzca mutlu olmaya çalışıyoruz. Hayvanlar mutsuzluğu bilmiyor. Biz biliyoruz. Neden? Çok zeki olduğumuz için mi? Yoksa olabileceğimiz ile olduğumuz arasında açının büyüklüğünü sezgisel olarak hissettiğimiz için mi? Kafesteki hayvanlar da mutsuzdur. Tıpkı biz insanlar gibi.
Farkımız: Onlar doğal ortamlarında olmadıklarını hissediyorlar, kafes yaşamına boyun eğmek zorunda kaldıkları için de mutsuzlar. Biz ise doğal yaşamın ne olduğunu bile bilmiyoruz. Kafeste olduğumuzu fark etmiyor, insanat bahçesini gerçek yaşam sanıyoruz. Kafesimize ne kadar çok fıstık depolarsak o kadar mutlu olacağımızı sanıyoruz. Fıstıklarımızın çokluğu gözümüzü doyurmuyor, başkalarının fıstığına göz dikiyoruz. Mutluluğun yan kafesteki fıstıklarda olduğunu düşünüyoruz. Kafesin dışına çıktığımızda her yerin fıstık bahçesi olduğunu bilecek kadar uzaklaşamıyoruz kafeslerimizden. Üstelik tarih boyunca bizim kafeste yaşadığımızı söyleyen kafesin dışına çıkmış insanlara ne yaptık? Astık, kestik, hapse attık. Neden? Onları tehlikeli bulan bakıcılarımızın bize fıstık vermemesinden korktuğumuz için. Bakıcılarımızın bize gerçekten baktıklarını sandığımız için onların küflü fıstıkları bize bıraktıklarını, tazelerini kendilerine ayırdıklarını göremedik. Kafeslerimizin çürüyen tellerini koparıp özgürlüğü seçmek yerine, bakıcılarımızın bize fıstık vereceği umuduyla kendi ellerimizle yeniden ördük. Hem de daha sağlam. Günümüz ekonomik, siyasal ve toplumsal sistemi egomuzun dışa vurumu. Egomuz nasıl gerçek doğamız olan özümüzü (benimizi) kıskaçlarıyla hapsetmişse biz de bu sistem içinde hapsolmuş durumdayız. Kendi doğal sistemimiz içinde de kendimizi haklarımızı kullanmayarak hapsediyoruz. Görsel, işitsel ya da kinestetik haklarımızı kullanmayarak. Bölük börçük haklarla idare ederek, dünyayı olduğu gibi algılamak yerine kendi realitemizle algılıyoruz. Ve küçük dünyamızda ya büyüğü algılayamadığımız için mutsuz oluyoruz ya da sezinlediğimiz halde haklarımızı kullanmadığımız için daha da mutsuz oluyoruz. Bireysel güç, sahip olduğumuz hakları kullanarak, olmaktan geçiyor. Olan, kafesini yok eder ve özgürleşir. Sahip olan, kafesini korur. Olan, fıstık bahçelerine sahiptir. Sahip olanın kafesteki fıstıkları, onun sahibidir. Kafesteki hayvanlar da insanlar da mutsuzdur. "Bütün sadakalar merhamet yüzünden verilseydi, dilenciler açlıktan ölürdü" diyor Nietzsche. DİL KULLANIMI İLE UYUM İletişimde uyum, iki insanın birbirini anlaması demektir. Türkçe bilmeyen bir Amerikalı ile İngilizce konuştuğumuzda onun diliyle uyum içine girer ve birbirimizin ne dediğini anlarız demiştik. Şimdi aşağıdaki çiftimizin konuşmalarına kulak verelim: CEM: Bu akşam o partiye gitmemiz gerektiğine dair bir neden göremiyorum. SEVGİ: Sana gitmemiz gerektiğini söylüyorum. CEM: Anlaşılan sen gitmeye odaklandın. Bu konuyu benimle gündüz görüşmedin bile. SEVGİ: Sana bu akşam oraya gideceğimizi geçen hafta kaç kez söyledim. Söylediklerimi dinlemiyorsun bile.
CEM: Sana önce işte, iş randevularımı gözden geçirmem gerekir dememiş miydim? Bazı sorunları sana yansıtmamaya çalışıyorum ama sen benim durumumu hiç göz önüne almıyorsun. SEVGİ: Neden bahsediyorsun? CEM: İşte gördün mü bak? Neyse akşam akşam sana iç karartıcı bir tablo çizmek istemiyorum. SEVGİ: Sen de benimle diyalog kurmadığın sürece böyle ayrı tellerden çalmaya devam ederiz. Gerçekten de bu çift ayrı tellerden çalıyor. Çünkü bakış açılan farklı. Cem görsel, sevgi ise işitsel öncelikli kanala sahip. Sevgi, Cem'in getirdiği çiçeklerin sevgi gösterisi olduğunu da anlamıyor. O, "seni seviyorum" kelimelerini duymak istiyor. Sevgi, Cem'e sık sık onu sevdiğini söylüyor ama Cem sevildiğini görmek istiyor. Sevgi 'nin onun için daha özenli giyinmesi, onun yanında bigudilerle gezmemesi gibi. Cem ve Sevgi'nin birbirlerinin temsil sistemleri hakkında bilgileri olsaydı, birbirlerinin dilini kullanarak sağlıklı bir iletişim kurabilirlerdi. Cem işitsel, Sevgi görsel sözcükler kullanarak iki tarafı da mutlu eden bir çözüm bulabilirlerdi. Nice iş konuşmaları iki taraf benzer şeyleri söylediği halde farklı temsil sistemleri kullandığı için anlaşmazlıkla sona eriyor. İşte bir örnek: Departman müdürü Türkan, uzun zamandır en başarılı elemanlarından biri olan müşteri temsilcisi Serdar ile konuşma yapma ihtiyacını duyuyor. Son aylarda Serdar'in satışları hayli düşmüş görünüyor. Türkan bu durumun Serdar için hiç de doğal olmadığını düşünerek endişe duyuyor. Serdar'in sorunlarına yardımcı olmak amacıyla onu ofisine çağırıyor. Ayrıca yakında ücret artışları tespit edileceği için Türkan'ın Serdar'in performansıyla ilgili bir rapor hazırlaması da gerekiyor. TÜRKAN: Son günlerde satışlarında bir düşme olduğunu görüyorum. Raporlarına baktığım halde neleri gözden kaçırmış olabileceğini anlayamadım. Sana yardım etmek istiyorum. Yapabileceğim bir şey var mı? SERDAR: Bilmiyorum Türkan... Son zamanlarda üzerimdeki ağır yükün baskısına dayanamıyorum. Bu duygumun beni engellediğini hissediyorum. Ama neden birdenbire böyle hissettiğim konusunda belirli bir şeye parmak basamıyorum. TÜRKAN: Sıkıntını görüyorum. Belki soruna odaklanırsak, çözüm için bir bakış açısı kazanabiliriz. SERDAR: Anlamıyorsun Türkan. Problemimin ne olduğunu bile bilmiyorum. Ortada elle tutulur bir neden yok. Sorunu yakalamaya çalışıyorum ama bir yol bulamıyorum. TÜRKAN: Bana, birlikte sorunu kolayca görebiliriz gibi geliyor... Önce raporlarını yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor, belki soruna farklı bir boyutta yaklaşabiliriz.
SERDAR: Ama Türkan, raporlardan bir şey yakalamamız mümkün değil. Çünkü işimi yapmam gerektiği gibi yapıyorum. Daha çok sayıda müşteriyle bağlantı kuruyorum. Ama yine de satışlarımda artış olmuyor. TÜRKAN: İşini yaptığını biliyorum Serdar. Sorunun ne olduğunu görme arzunu da biliyorum. Şu anda önemli olan sorunun kaynağını görebilmen. Satışların bu kadar düşmesine daha fazla göz yummaya konumum müsait değil. SERDAR: Bazen merak ediyorum Türkan. Acaba söylediğim tek kelimemi işittin mi? Bana gerçekten yardım etmek istediğini biliyorum. Bu hoşuma da gidiyor ama beni gerçekten dinlemiyorsun gibi geliyor. TÜRKAN: Sen de bir görüş birliğine varmamak için sanki bütün engelleri koyuyorsun. Bugün izin al, biraz dinlen ve durumu yeniden sakin kafayla gözden geçir, tamam mı? Serdar öfkeli, sinirli bir şekilde odayı terk ediyor. Türkan'ın onu hiç anlamadığını düşünüyor. Kendisini konuşma öncesinden bile daha kötü hissediyor. Türkan ise başını hayretle sallayarak Serdar'ın arkasından bakakalıyor. Onun neden sorunuyla yüzleşmek istemediğine, desteğini ve yardımını kabul etmediğine bir anlam veremiyor. Oysa ne kadar iyi niyetle yaklaşmıştı Serdar'a. Cehenneme giden yol da iyi niyet taşlarıyla döşelidir. Siz taşlarınızı döşemeden önce yolun cennete giden yol olduğunu öncelikle tespit ediyorsunuz, değil mi? Bir müşterinizle görüşürken öncelikle hangi temsil sistemini kullandığını bulmanızda yarar vardır. Gözden geçirmek, görünüşe aldanmamak, görebildiğim kadarıyla vb. sözleri ağırlıklı olarak kullanan -görsel- müşterinize: "Bu ürüne bakış açınızı görebildiğim kadarıyla...."; Söylemek, işitmek ve okumakla ilgili kelimeleri ağırlıklı olarak kullanan müşterinize: "Bu ürünle ilgili söylediklerinizden anladığıma göre..."; Hissetmek, kavramak, dokunmak gibi kavramlarla kendisini ifade eden müşterinize: "Bana verdiğiniz bilgilerden kavradığım kadarıyla..." diye söze başladığınızda müşteriniz anlaşıldığını bilerek rahatlayacaktır. ODAKLANMA VE MOTİVASYON Uyanık ya da uykuda olduğumuz her an, dış dünyadan duyularımız aracılığıyla milyonlarca veri alıyoruz. Ama bilincimiz aynı anda ancak beş ile dokuz arasındaki veriye odaklanabilir. Siz, yedi rakamlı bir telefon numarasını belleğinize kaydetmeye çalışırken ikinci bir telefon numarasını da aynı anda aklınızda tutamazsınız. Şu anda bulunduğunuz mekana ait tüm veriler bilinçaltınızda kayda geçiyor. Sadece veriler mi? Mekanla ilgili düşünce ve duygularınız, orada otururken kafanızdan geçen başka şeylerle ilgili düşünce ve duygularınız, anılarınız, umutlarınız, beklentileriniz ve
korkularınız, kendinizle yaptığınız iç konuşmalarınız, üzerinizdeki elbisenin, ayakkabının rengi, rahatlığı vb. her şey ama her şey bilinçaltında kayda geçiyor. Ama size gözünüzü kapattırıp odanın duvarlarının rengini sorsam belki ona bile yanıt veremezsiniz. Özellikle ilk kez bulunduğunuz bir mekansa. Oysa derin hipnoz esnasında odayla ilgili her türlü soruya rahatlıkla yanıt verebilirsiniz. Hipnozla iki telefon numarasını da tekrarlayabilirsiniz. Bilinçaltı devasa bir üç boyutlu sinema arşivi gibi her şeyi depoluyor. Bizim her şeyi hatırlamamamız ise bir lütuf. Her şeyi hatırlamak zorunda olsaydık onca gereksiz veri bombardımanı altında çıldırırdık herhalde. Ömür boyu depoladığımız her şeyi aynı anda hatırladığımızı bir düşünsenize. Delirmek, çok şeyi aynı anda hatırlamak ve bu verilerle baş edememek olmalı. Aynı anda bizden bir şeyler talep eden eşimizin, annemizin, babamızın, patronumuzun, çalışanlarımızın, arkadaşlarımızın çocuklarımızın ve kendimizin isteklerini karşılamak durumunda kalsaydık... delirmez miydik? Akıl hastanelerinde niye daha çok kadının olmadığına şaşıyorum. Onlar son beş bin yıldır bu tür taleplerle yaşamlarını sürdürüyorlar da. Aynı anda süper anne, süper eş, süper kadın ve süper çalışan olma durumu. Neyse bu kitap kadın haklarıyla ilgili değildi galiba. Aynı anda birkaç şeyle ilgilenmek durumunda kaldığımızda bile aklımız karışıyor. Hiçbirine doğru dürüst odaklanamıyoruz. Günlük yaşamımızda her an seçici algılama yapıyoruz. Çevremizde ilgilendiğimiz, ilgimizi çeken şeylere odaklanıyor, diğer şeyleri görmüyoruz, duymuyoruz, hissetmiyoruz. Eğer hamileysek birdenbire çevremizde ne kadar çok hamile kadın olduğunu fark ediyoruz. Kırmızı araba almışsak yollarda ne kadar da çok kırmızı araba olduğu dikkatimizi çekiyor. Hamile olmayan kadınlar ya da kırmızı olmayan arabalar dikkatimizi çekmiyor. Onları bir anlamda algılamamızdan siliyoruz. İnsanları ilgilendiren konular, olaylar, kişiler farklı farklıdır. Ama algıladığımız şeyleri düzenleme ve anlam kazandırma yollarımızla ilgili belirli temel yollar vardır. Bilgisayarla iletişimde bulunabilmek için, yazılımı anlamak zorundayız. Karşımızdaki kişiyle sağlıklı iletişim kurmak için de onun zihninin yazılımını anlamamız gerekiyor. Kişi hangi verileri zihninden siliyor, hangi verilere odaklanıyor? Her bireyin kendi haritasına özgü odaklanma metotlarına metaprogramlar diyoruz. Metaprograma, iletişim kapılarını açan anahtarlar da diyebiliriz. Kişinin yarım bardak suyu yarı dolu ya da yarı boş olarak tanımlaması iyimserlik ya da karamsarlık göstergesinden çok metaprogram tarzıdır. Birbirinden farklı altı metaprogram vardır. Metaprogram 1: Benzerlik ya da Farklılık
Madonna ve Elvis Presley Gandhi ve Hitler Bili Gates ve Kraliçe Elizabeth Bu isimler yan yana geldiğinde sizde ne tür bir çağrışım yapıyor? İki ünlü şarkıcı, dünyayı değiştiren liderler, dünyanın en zengin kişileri listesinden iki isim gibi tanımlar yapıyorsanız benzerliklere odaklanıyorsunuz. Bir kadın, diğeri erkek ya da biri yaşıyor diğeri ölmüş, biri iyilik, diğeri kötülük timsali kişi, birisi kendisi kazanmış diğeri unvan yoluyla hazıra konmuş zengin vb. türü tanımlar yapıyorsanız farklılıklara odaklanıyorsunuz. Tıpkı temsil sistemleri gibi zihnimizde bu süreci otomatik olarak yaparız. Peki kişinin benzerlik ya da farklılık odaklı olduğunu bilmek ne işe yarar? Bir arkadaşım, zengin ama her diktiği elbisede kusur bulan bir müşterisinden şikayet ediyordu. Elbiseyi ne kadar mükemmel dikerse diksin müşterinin ille de bir hata bulmasından bıkmıştı. İyi bir kazançtan vazgeçmeyi göze alarak müşterisine bir daha hiçbir şey dikmeyeceğini söylüyordu. Arkadaşıma yeni bir taktik uygulamasını önerdim. Bir dahaki sefere prova yaparken hataları önce kendisinin bulmasını söyledim. Arkadaşım aslında diktiği elbiseden hoşnut olduğu halde belinin biraz daha dar olması, omuzların biraz daha yüksek tutulması gerektiği gibi "kusurlar" bulduğunu müşteriye söyledi. Müşteri sıkı bir farklılıkçı olarak tabii ki arkadaşımla hemfikir olmadı ve her şeyin olduğu gibi kalmasını istedi. Patronunuz yaptığınız her işte muhakkak eksik olan bir nokta buluyorsa bunu kişisel algılamayın. Yaptığınız işin değerinin bilinmediğini düşünmeyin. Farklılıkçılar hemfikir olmamayı "kendisinin titiz biri olduğunun" göstergesi kabul ederler. Farklılıkçı bir kişiye "yemek çok güzel olmuş" diye iltifat ettiğinizde o yemeğin tuzunun biraz fazla olduğunu söyleyecektir. Gittiği filmin güzel olup olmadığını sorduğunuzda "fena değildi ama geçen hafta seyrettiğim film kadar etkileyici bulmadım" diyecektir. Bir ürünün daha yeni ve farklı versiyonu nüfusun yüzde otuz beşini teşkil eden farklılıkçılara hitap eder. "Siz hala annenizin margarinini mi kullanıyorsunuz?" reklamı benzerlikçiler üzerinde pek etkili olmaz. Çünkü benzerlikçiler iyi sonuçlar alacağını deneyimle bildiği annesinin margarinini kullanmayı tercih eder. Farklılıkçı bir çalışan, projede hatalar bularak işi yavaşlatmaya neden olur ama bu kişinin benzerlikçilerin göremediği şeyleri görerek ileride çıkabilecek vahim sonuçlan engelleyebilecek yararları olduğunu da takdir edin. Ayrıca farklar yaşamın renkleridir. Değişik ortamlarda bulunmayı gerektiren işlerde bir farklılıkçı çalışması daha uygundur. Benzerlikçilere, yapacağı bir şeyin tıpkı daha önce yaptığı bir işe benzediğini söylerseniz onu kolaylıkla motive edebilirsiniz. "Geçen sene aldığın projedeki engelleri nasıl da kolaylıkla aşmış ve başarılı olmuştun. Bunu da aynen başarabilirsin", dediğinizde kendine güveni geri gelecektir. Benzerlikçi kişiler "aynen", "gibi",
"benzer" türü sözcükler kullanmayı severler. Benzerlikçi kişi çoğu kez "uyumlu" kişi olarak algılanır. Onu, aynı giysilerle aynı aksesuarları kullanmasından, her sene tatilini aynı yerde geçirmek istemesinden, aşina olduğu aynı restoranlara gitmeyi tercih etmesinden de tanıyabilirsiniz. Benzerlikçi bir kişiye yazlık ev ya da devre mülk tatil evi satmak daha kolaydır. Farklılıkçı bir kişiye onu her yaz aynı yere gitmeye mahkum edecek bir tatil devre mülkü satmanızın hiç de kolay olmadığını söyleyebilirim. Boğaz köprüsünün gişelerinde çalışan memurların o biteviye tekrarlanan işi yapabilmek için benzerlikçi kişiler olduklarını düşünürüm her köprüden geçişimde. Esneklik ve değişkenlik içeren bir iş için ise farklılıkçı kişiyi işe almak daha uygundur. Kişilerin çalışacağı işlerin kendi metaprogramlarına uygun olması mutlulukları açısından önemlidir. Söze sıklıkla, "evet", "ama" diye başlayan kişi, sıklıkla, "bilmiyorum", "bir şey eksik", "farklı", "fena değil", "belki" sözlerini kullanan kişi farklılıkçıdır. Onları motive etmek için ters psikoloji kullanmak etkili olur. "Bu sorumluluğu üstlenebileceğini pek düşünmüyorum, ama..." dediğinizde farklılıkçı kişi hemen atlayarak boşluğu dolduracaktır. "Gecen sene kimsenin üstlenmeye yanaşmadığı o projeyi nasıl başarıyla tamamladığımı hatırlamıyor musun?" diye yanıt verecektir size. Peki benzerlikçi bir kişiyle farklılıkçı bir kişinin evliliği nasıl olur? Yaklaşımlarını kişisel algılamadıkları, birbirlerini hatalı bulmadıkları sürece hiç de fena olmayabilir. Önemli olan anlaşmazlıklar çıktığında algılama şekillerimizin farklı olduğunu hatırlamaktır. Tanıdığım böyle bir çiftin evliliği eğlenceli bir şekilde sürüyor. Birkaç sene önce NLP eğitimine birlikte katılan bu çift sorunlarının büyük bölümünün benzerlik/ farklılık algılamasından kaynaklandığını fark etmişti. Kadın artık eşinin tatil anlayışının deniz kıyısında oturup kitap okumak olduğuna aldırmıyor. Ona, "benzerlikçi sevgilim" diye seslenerek kendisi yöreyi fethetme yürüyüşüne çıkıyor. Tabii akşamüstü yürüyüşlerini birlikte yapıyorlar. Erkek, "farklılıkçı" eşinin değişik restoran arayışlarına itiraz etmiyor. Tabii mönüde köfte pilav olduğu sürece. Eşinin garsonla çekişmesini de aldırmadan izliyor. Karısının işyerine, bir gün takım elbiseyle uğrayıp onu daha önce hiç gitmedikleri lüks bir restorana götürdüğünü de gururla anlatıyor. Bu, hayatında kravat takmayı reddetmiş bir kişi için oldukça "farklılıkçı" bir davranış. Çiftler sevgilerini partnerlerinin algılama şekillerine uygun jestler yaparak da gösterebilir. Metaprogram 2: Hazza Yaklaşmak - Acıdan Uzaklaşmak İnsanda iki temel dürtü vardır: haz ve acı. Sobaya elimizi hanelerle kaçıyor. Ben ise egzersizi günlük yaşamımda bana enerji veren, enerjimi artıran bir aktivite olarak algılıyorum. İstediğim şeyleri yapmam için çok enerjiye ihtiyacım var, enerji jeneratörü olan egzersiz benim için harika bir şey diye düşünüyorum... ve hazza yöneliyorum. Ben haftanın yedi günü egzersiz yaparken, arkadaşım
-gerekli olduğunu bildiği halde- yapmıyor; çünkü o, acıdan uzaklaşmaya odaklı Metaprogramları bilmenin yararlarından biri de, eğer kendi metaprogramımız önümüzde bir engel teşkil ediyorsa onu yeniden programlayarak hizmete sokmaktır. Örneğin; egzersizi enerji artırıcı hazza yönelik harika bir şey olarak değil de, yorucu, sıkıcı bir şey olarak algılayan arkadaşım motive olamaz. O şişmanlıktan kaçmaya çalışıyor. O zaman acıdan kaçmayı sağlayan bir yöntem bulmak gerekiyor. Şişman olmaktan duyduğu rahatsızlık tek başına onu motive etmiyor. Zayıfladığında bedeninin sağlığa ya da güzelliğe kavuşması da onu motive etmeye yetmiyor. Onu motive edecek şey, kaybetmeyi göze alamayacağı bir şey olabilir. Bir doktorun sağlığını kaybedebileceği uyarısı, eşini evlilik dışı ilişkilerle kaybetmek, hatta yaşamını kaybetmek olabilir. Bazen iddiayı kaybetmek bile motive edici olabiliyor. Bu arkadaşıma her gün egzersiz yapacağına dair söz vermesini istiyorum. Sözünü tutacağını biliyorum. Ama henüz söz vermeye karar veremedi. Çünkü söz verip de yapmamanın utancını göze alamıyor. Herkesin kendi değer hiyerarşisine göre, kaybetmekten (acıdan) kaçınacağı bir şey vardır. Herkes her şeyi yapabilir. Önemli olan kişiye özgü kaçınacağı ya da yaklaşacağı kaldıraç noktasını bulabilmektir. Yeme bağımlılığı da bir acıdan kaçma, bastırılmış incinmeleri avutma yoludur. Ancak bu kaçışın bedeli olan şişmanlık, kaybetmeyi göze alamayacağı daha büyük bir bedeli ödemeyi karşılamıyorsa aşırı yemekten vazgeçeriz. Bir acıdan kaçmayı, daha küçük bir acıdan kaçma bedeliyle ödemenin temelinde de kişinin daha az acı olan "Hazza odaklanması" yatar. Bu acıdan kaçmanın hazzı(!) sizin için ne ise. Alkol, uyuşturucu, uyarıcı (buna yasal uyuşturucu olan antidepresanlar ve Prozac gibi yasal uyarıcılar da dahil) gibi maddelerin yaygın kullanımında kişilerin amacı acıdan kaçmaktır. Duygusal acıların hissedilmemesini kişi geçici bir haz duygusu olarak algılasa da. Eğitimlere katılanlarda bunu sıkça gözlüyorum. Eğer kişi kendini geliştirme hazzına odaklanmışsa eğitimleri ne pahasına olursa olsun kendisiyle yüzleşmeyi göze alarak sonuna kadar götürüyor. Eğer katılımcı acıdan kaçmaya odaklı biriyse eğitimlere ancak dibe vurduğunda katılıyor. Eğitimlerde yaşadığı farkındalıklar ve deneyimlerle kendisini iyice hissetmeye başladığında ise eğitimi bırakıyor. Onun istediği sadece acıdan kaçmak, kendini daha da geliştirmek değil. Hatta eğitim kendisiyle yüzleşmeyi gerektirdiği için o eğitimi bırakarak "acıdan kaçıyor" -neleri kaçırdığını, daha kaliteli bir yaşam olanağında neleri kaybettiğini bilemeden. Daha sonra daha büyük bir bedel ödeyeceği gerçeğini kısa vadede erteliyor ya... Eğitimin "Kendin Olmak" bölümüne istediği halde(!) katılamadığını itiraf ettiği, "Aslında ne kadar için eğitimlere başlamıştım, ama
zamanı elvermediği(!) için çok söyleyen bir katılımcının sonradan gelişkin biri olduğumu kanıtlamak eğitim ilerledikçe hiç de sandığım
gibi biri olmadığımı gördüm. Bunun daha fazla ortaya çıkmasından korktuğum için de kaçtım" sözünü hiç unutmuyorum. O kendisini her zaman mutlu ve olumlu düşünen biri olduğuna inandırmayı seçmişti. Grup arkadaşları ise onun zaaflarını görebiliyordu.. Bu arkadaş aslında eğitimden değil, kendisiyle yüzleşmekten kaçıyordu. İnsan kendisinden ne kadar kaçabilir ki? Özgürleşmenin yolu zaaflarımızı kabul etmekle başlıyor. "Aslında öyle büyük sorunlarım yok ama hayattan tam anlamıyla keyif aldığımı da söyleyemem." "Mutsuz değilim ama mutlu da değilim." "Kendimi geliştirmeye ihtiyacım var" bakış açısıyla eğitimlere katılanlar ise hem tüm eğitimleri tamamlıyor hem de büyük dönüşümler yaşayarak mutlu olmanın bir bilinç boyutu olduğunu zihinlerinde ve yüreklerinde idrak ediyorlar. Bu tür hazza odaklı kişiler için kendileriyle yüzleşerek kendilerini kucaklayabilmek, kendileriyle kucaklaşarak özgürleşmek çekici ve geliştirici bir süreç olarak algılanıyor. Yaşamda her sorun, bir algılama sorunudur. Her türlü gelişim de algılamanın genişlemesiyle mümkün oluyor. Özgürleşmek, acıdan kaçmaya odaklı kişi için bağımlılık maddesi olan nesne, kişi ya da aktiviteden "yoksun kalmak", gelişme arzusu içindeki kişi için ise "potansiyelini ortaya çıkarmak" anlamına gelir. Örneğin; acıdan kaçmaya odaklı kişinin sigarayı bırakmak istediğini düşünelim. O, sigaradan "yoksun" kalacağına odaklandığı sürece sigaradan özgürleşemeyecektir. Hazza yönelik kişi ise, sigarayı bıraktığında kendini sağlıklı hissedeceği ödülüne odaklanarak sigaradan özgürlesin İş yaşamında şirketler çalışanlarını motive etme yolları üzerinde eğitimler alırlar. Genellikle önerilen yollar çalışanlara değişik "havuçlar" göstermeyi içerir. Bu yollar hazza odaklı çalışanları motive eder. Gelecekte vaat edilen bir terfi, bir tatil, bir ikramiye hazza odaklı çalışanlar için iyi havuçlardır. Acıdan kaçma odaklı kişilerin motive olması için başlarına kötü bir şey gelebileceği, bir problem yaşayacakları kaygısını taşımaları gerekir. Bu iş belirlenen tarihte tamamlanmazsa büyük zorluklar yaşayacağız, işimi kaybedebilirim, konumumu kaybedebilirim gibi "kırbaçlar" acıdan kaçma odaklı kişiler için "havuç"tan daha etkilidir. Rahatlık, uzaklaşan odaklı kişi için motivasyon düşürücüdür. Bir anlamda hem sorunsuz olmak ister hem de rahatlık batar. Motivasyon odaklanması farkını bilmeyen yönetici, uzaklaşan odaklı bir çalışanın onca ödüle rağmen neden poposunu kımıldatmadığını bir türlü anlayamaz. Onu bir "acı" yaratarak harekete geçirebileceğini bilseydi o zaman bu kişinin verimli çalıştığına da şahit olurdu. Acıdan kaçmaya odaklı çocuğunuzu, sınıfını geçmesi halinde bisiklet kazanacağı vaadiyle motive edemezsiniz. Ama, sevdiği bir şeylerden mahrum kalma ihtimali ya da sınıfta kaldığı takdirde sevdiği kızdan/oğlandan -o bir üst sınıfa geçeceği için-ayrılacağı korkusu motive edici olabilir. Kötü karne yüzünden intihar eden çocukların tümü, dayak yeme ve aşağılanmanın acısından kaçmak için bu dönüşü olmayan yolu seçmiştir.
Yaratıcılık, vizyon, misyon vb. hedefleri belirleme gerektiren işlerde hazza odaklı kişiler uygundur. Gerçekçilik, ayakların yere basması, sorunların çözülmesi, detaylara önem verilmesi gereken işlerde ise acıya odaklı kişiler seçilmelidir. Siz bir otomobil satıcı olsaydınız arabanın motor gücünü ya da çok uzun süre tamir derdi çıkarmayacağını hangi tür alıcı için ön plana çıkarırdınız? Siz bir işveren olsaydınız muhasebeci ve satış bölümüne hangi odaklı çalışanı seçerdiniz? Sizce mantık ya da aşk evliliği yapmayı tercih edenler neye odaklıdır? Sizce Özal ve Ecevit neye odaklı liderler? Motivasyon stratejilerini bilmek eş, iş seçiminde hatta çocuklarınızın yapısına göre farklı yaklaşımlar göstermenizde son derece işe yarayacaktır. Hiç kimse saf acıdan kaçan ya da hazza yaklaşan odaklı değildir. Ama ağırlıklı olarak biri bizi daha çok motive eder. Özellikle önem verdiğimiz konularda. Bazen bize hizmet etmesi açısından odağımızı belirli bir konuda değiştirebilecek kadar esneklik kazanmak, yaşam kalitemizi artırmak açısından gerekli olabilir. Özellikle istenmeyen alışkanlıklarımızı değiştirmek için hazza yakınlaşma odaklanmasını seçmek işimizi kolaylaştırır. Yılbaşı büyük ikramiyesini kazanmanız halinde ne yaparsınız diye halka yöneltilen sorulara verilen yanıtlar iki zıt yaklaşım açısından ilginçti. Acıdan kaçanların verdiği yanıtlardan birkaçı: Önce eşimi boşardım. Hemen borçlarımı öderdim. Bana dar gelen evimden hemen çıkardım. Beni boğan işimden hemen istifa ederdim. Hazza yönelik kişilerin yanıtlarından birkaçı da şöyleydi: Derhal bir dünya turuna çıkardım. Kendimi özgür hissedeceğim kocaman bir çiftlik satın alırdım. Kendi işimi kurardım. Sevdiğim kişiyle evlenir, birlikte hayallerimizi gerçekleştirirdik. Metaprogram 3: İç Referanshlar - Dış Referanstılar Başkalarının ya da toplumsal yargıların etkisinde kalan biri misiniz? Başkalarının değer yargılarından fazla etkilenmeyen biri misiniz? Seçimlerinizi kim ve ne belirtiyor? En çok satan kitapları okumaya ya da birisinin önermesiyle kitap almaya mı yatkınsınız? Okuyacağınız kitapları siz mi seçersiniz? Modayı takip eder misiniz? Moda olmasa da kendinize yakıştığına inandığınızı mı giyersiniz? Aileniz evlenmek istediğiniz kişiyi size uygun bulmazsa tepkiniz ne olur? Vazgeçer misiniz? Önce onları ikna etmeye mi çalışırsınız? Yoksa kendi bildiğinizi mi okursunuz?
Sizin için hangisi daha önemlidir: Yaptığınız bir işten dolayı bol bol övgü almak? Başkaları öyle düşünmese de sizin başarılı olduğunuzu hissetmeniz? Son kararı vermek için danışma merkeziniz içinizde mi dışınızda mı? Dış referanslı kişiler için takdir görmek, onaylanmak, beğenilmek, kabul görmek önemlidir. Ait olma duygusu ve "biz"in bir parçası olma uğruna birey olmak ikinci plana atılır. Dış referanslı kişinin bir eğitime katılması için arkadaşlarının bu eğitime katılmış ve övgüyle söz etmiş olması yeterince ikna edicidir. Bu kişiye, başaracağına inanıyorum, yapabilirsin, türü yaklaşımlar, onurlandırıcı sözler söylenmesi, sırtının sıvazlanması, ödül kazanması onun motive edilmesini ve ikna olmasını sağlar. İç referanslı kişiler için, kendilerinin kendilerini ikna etmesi önemlidir. Yaptıkları işten dolayı herkesten takdir görseler de, kendilerinin başarılı olduklarını hissetmeleri daha önemlidir. Kendileri ikna olduğu sürece başkalarından gelen eleştiriler onları pek ilgilendirmez. İçgüdülerine güvenirler. Birey olmak çok önemlidir. Herkesin onay verdiği bir şeye itiraz onlardan gelir. Gerçek liderler iç referanslı kişilerden çıkar. Yoksa her kafadan çıkan eleştiriler altında ezilmek işten bile değildir. Ama etkin bir lider, başkalarının fikirlerini de dinlemeyi ve bu fikirlerden yararlanmayı bilir. Yoksa, ben yaptım oldu, diyen diktatörlere dönüşebilir İç referanslı kişiyi ikna ve motive etmek için ona kendi diliyle hitap etmek gerekir -yani yine kendisinden örnekler vererek: "Geçen sene buna benzer bir öneriye olumlu yaklaşmıştın." "Senin de bildiğin gibi..." "Bunu benden iyi biliyorsun..." Onu ikna edecek tek kişi kendisidir. Onu bir kitap okumaya, bir filmi görmeye ikna etmek için, onun beğendiği benzer bir film ya da kitaptan yola çıkarak ikna edebilirsiniz. Karısı eğitimime katılan bir erkek, bir sonraki eğitime karısının ona daha önce katıldığı bir eğitimden kazandıklarını örnek göstererek ikna etmesiyle gelmişti. Karısının kendisine karşı yaklaşımının olumlu bir şekilde değişmesiyle, bu değişimin kaynağını kendi gözleriyle izlemek istemişti. İç referanslı olmak bireyselliği geliştirir. Ama "biz" olmayı da öğrenemezse, katı tutumlu bir insana da kolaylıkla dönüşebilir. Bir şirket çalışanları için verdiğim eğitime katılan böyle biri üç gün boyunca halının renginden, eğitimi nasıl vermem gerektiğine kadar her şeyde kusur bularak hem kendine, hem mesai arkadaşlarına eğitimi zehir etmekten adeta keyif alıyordu. Aynı zamanda acıya odaklı biri olduğunu söylememe gerek yok değil mi? Aslında, eğitime katılması için şirketin kendisini zorlamasına tepki duyuyordu. Ona eğitimden kazanacaklarına odaklanmamakla kendisinin kaybettiğini söyledim. Bu sözümden sonra mucizevi bir şekilde tutumunu değiştirdi. Çünkü kaybetmek istemiyordu. Ondan hiç beklenmeyecek bir şekilde üç gün boyunca "yanlış" yaptığını gruba itiraf etti. En azından kalan dört saati kazançlı kılmak istediğini söyledi. Bir mucizevi şey daha yaptı. "İletişim ve ilişkiler" başlıklı bir başka eğitimime kendi isteğiyle katıldı. Bu kişinin daha sonra tanık olduğum değişimlerini
şu anda hatırlamak bile içimi sevinçle dolduruyor. Hayat denilen serüven gerçekten mucizelerle dolu. Metaprogram 4: Bağımsızlar – Düzenciler İş dünyasında en büyük sıkıntı bağımsız-düzenci ayrımı yapılmamasından çekilir. Özellikle dokuz-beş çalışılan yerlerde. Günümüzün en az sekiz saatinin geçtiği bir yerde bu metaprograma önem verilmemesi hiç de verimli bir sonuç doğurmaz. Bazı insanlar denetim altında ya da belirli kurallar içinde çalışmaktan hoşlanmaz. Serbest ortam içinde en yüksek performansı gösterirler. Bağımsız kişiler çoğunlukla bir şekilde kendi işlerini kurar. Bir şirket içinde ise onlara özgürlük ortamı verdiğiniz ölçüde verimleri artar. Düzenciler ekip işlerinde başarılıdır. Kuralların baştan bilinir olmasını isterler. Çalışma ortamı sıcak, güvenli ve maaşı yeterli olduğu sürece uzun yıllar aynı firmada çalışır hatta emekli olurlar. Bağımsız kişileri ekip çalışmasına dahil ettiğinizde son derece rahatsızlık duyarlar. Çünkü başkalarına tabi olmak zorunda kalırlar. Girişimcilik ruhu bağımsızların özelliğidir. Ama şirketin düzeninin tıkır tıkır işlemesi düzenciler sayesinde olur. Amerika'da yeni sonuçlanan bir davayı hatırladım bu satırları yazarken. Şirkete uzun yıllar başarıyla hizmet veren bir duyarsızlığıydı, işveren düzenci bır çalışanı bağımsız yapmaya çalışarak onun düzenini bozmuştu. Bağımsız insanlar yüksek maaşları ve unvanları olsa da, eğer kendilerini yaptıkları işte özgür hissedemiyorlarsa basıp gidebilirler. Onlar için önce iş özgürlüğü sonra maaş ve unvan gelir. Düzenci çalışan için önce maaş ve unvan sonra iş ortamı rahatlığı gelir. Değerli bir bağımsız, sorumluluğunu üstlendiği takdirde bir düzenci kadar şirkete yararlıdır. Onu statükoya bağımlı kılmak kimseye yarar sağlamaz. Evlilikte de aynı şey geçerlidir. Bağımsız bir kadınla evli bir düzencinin halini düşünün. Koca akşam saat sekizde yemek yenmesini istiyor. Kadın ne zaman acıkırsa o zaman yenmesinden yana. Kadın geç saatlere kadar kitap okumak istiyor. Sabah rahatlıkla işine gidiyor. Erkek belirli bir saatte yatılmasından yana. Kadın canı istediği an sevişmek istiyor. Erkek ise pazartesi, çarşamba ve cumartesileri cinselliğe ayırmış. Böyle bir evlilik yürür mü? Çocuğunuz bir bağımsızsa, ona sorumluluk duygusunu geliştirmesinde yardımcı olun. Ama onu, sizin disiplin anlayışınızı benimsemeye zorlamayın. Çocuğunuz bir düzenci ise ona belirli saatlerde çalışma alışkanlığı kazandırın. Siz bağımsız mısınız, düzenci misiniz? Diyelim ki egzersiz yapmaya karar verdiniz. Haftada üç gün belirli saatlerde bir spor salonuna
gitmeyi mi tercih edersiniz, evinizde bu disiplini kendi üzerinizde uygulamayı mı? Heeey, bu metaprogram bana uygun değil diye mi bağırıyorsunuz? Size birinden biri uygun. Sadece sorumluluk gerektiriyor. Yaşamın her alanında olduğu gibi. Unutmayın. Sorumluluk, suçlamanın bittiği yerde başlar. Metaprogram 5: Deneyim – Olanak "Deneyim öğretmenlerin en iyisidir" diye mi düşünüyorsunuz, yoksa "Fırsatlar, en iyi öğretmendir" diye mi? Kimi denize önce ayağını sokarak girer. Kimi balıklama atlamayı tercih eder. Siz hangisisiniz? Bilinen yol en kısa yoldur. Atlamadan önce bak. Ayağını yorganına göre uzat. Ak akçe kara gün içindir. Damlaya damlaya göl olur Bu tür atasözlerini düstur edinmiş kişiler deneyime saygı duyan insanlardır. Onlar deneyimlerinin yol göstericiliğine inanır. Dayanışma, tutarlılık, uzun vadeli işler onlarda güven duygusu yaratır. Bu tür insanların evliliği, iş seçimleri, sosyal yaşamları uzun vadeli ilişkilere dayanır. Bu tür insanlar şirketlerin köklerini ve sürekliliğini oluşturur. erken çıkan yol alır. İyilik yap denize at. Balık bilmezse halik bilir. Gün ola harman ola. Bu tür atasözlerini düstur edinmiş kişiler yeni yollar, yeni deneyimler, yeni seçimlerle heyecan duyar. Yaşam bir potansiyel kaynağıdır. Yeni, bir zenginliktir. Yeni, fırsatlar; yeni, serüvenler demektir. Freud, yeni bir bakış açısını getirmesine rağmen bir deneyimciydi. Deneyimleri dile getirme cesaretine sahip olduğu için psikolojide devrim yaptı. Hümanistik psikolojinin babası olan Abraham Maslow ise insan potansiyeli ile ilgileniyordu. Onun İnsan Olmanın Psikolojisi kitabını okuduğumda büyük bir heyecan duymuştum. Bu kitap benim hayatımda dönüm noktası oldu. Kuraldışı yayınlarından çıkan bu kitap olanak metaprogramına sahip olanlar için harikulade bir kaynak. Günümüzde Freud'un Maslow'dan daha fazla tanınması iki nedene dayanıyor. Bir; insanların cinsel boyuttaki cehaletinin hala hüküm sürmesi. İki; deneyimci psikologların, olanakçılara göre sayılarının daha fazla olması. Olanakçı bir fizikçi olan Einstein'ın kendisini kabul ettirmesinin otuz beş yıl aldığı bu dünyada, sınırsız olanakçı olan Tesla'yı henüz fizikle ilgilenenler bile pek tanımıyor.
Uzay yolculukları (insanlı ya da insansız) onun teorilerine dayanıyor, biliyor musunuz? Televizyon, telsiz telefon (cep telefonu) gibi görüşleri ilk ortaya attığında kendisiyle röportaj yapan gazeteciler, futbol maçlarını da evimizdeki bir kutudan seyredebilecek miyiz, diye dalga geçmişlerdi. Günlük yaşamda iki metaprograma da ihtiyaç var. Deneyimciler olmasaydı kısa yolları bulmakta zorluk çekerdik. Olanakçılar olmasaydı yeni yollan keşfedemezdik. Güvenilirlik deneyimle kazanılır. Yenilikler olanakçıların armağanıdır. Deneyimci kişi bir eğitim, bir ürün, bir fikir yaygınlaştığında onu benimser. Olanakçı kişi ise önce denek olur. Deneyimci bir fikri kabul etmek için zamana ihtiyaç duyar. Olanakçı ise anında yapar. Deneyimci kişi hata yapmaktan korkar. Hatanın aptallık olduğuna inanır. Olanakçı kişi hatayı öğretmen olarak algılar. Deneyim bilgelik midir, tutuculuk mudur? Olanakların peşinde koşmak serüvencilik midir, çılgınlık mıdır? Siz neyseniz odur. Herkesin haritası farklıdır. Metaprogram 6: Duyusal ikna - Tekrar İknası Bu metaprograma ikna stratejisi de diyebiliriz. Reklamcıların en çok ilgilendiği metaprogram budur. Duyusal ikna için kişilerin temel temsil sistemleriyle onlara ulaşmak gereklidir. Örneğin bir eğitim ya da tatil yöresi için parlak broşürler bastırmak görsellere güzel bir tablo çizebilir. O eğitim ya da yöre ile ilgili anlatıma dayalı tanıtım programları, gazete ve dergilerde okuyacağınız röportaj ya da dostlarınızdan işiteceğiniz birkaç söz işitsellere hitap eder. O eğitime katılmış ya da tatil yöresine gitmiş kişilerin duygularını paylaşmaları kinestetiklere dokunur. îkna stratejisinde ikinci dikkat edilmesi gereken nokta kişilerin ne kadar tekrara ihtiyaç duyduklarıyla ilgilidir. Kimimiz bir ürünü bir tanıtımla satın alıyoruz, kimimiz birkaç kez tanıtıma ya da sürekli beynimizin yıkanmasına ihtiyaç duyuyoruz. Kimimiz ilk giydiğimiz ayakkabıyı satın alıyor, kimimiz elli birinciyi giydikten sonra ilk giydiğimizde karar kılıyoruz. Kimimiz ilk başarımızla patronun gözüne giriyor, kimimiz her seferinde kendimizi kanıtlamamız gerektiğini öğreniyoruz. Eğer siz karşınızdaki kişinin tarzını bilirseniz ve iletişimi sürdürmeyi planlıyorsanız ona göre strateji belirlemek durumundasınız. Başarılı bir elemanınız her yaptığı işte onaylanmaya ihtiyaç duyuyorsa ve siz bir kez olumlu destek vermenin yeterli olacağını düşünüyorsanız aranızda bir kopukluk yaşanır. Siz bir kez sorumluluk verdikten sonra her davranışını gözlemliyor ve eleştiriyorsanız yine sonuç kopukluk olacaktır. Metaprogramlar iletişimin anahtarları olarak sizin farkındalığınızı artırıcı araçlardır. İletişimin ince işçiliğidir.
Size hizmet etmeyen metaprogramlarınızı değiştirebilme yetisine de sahipsiniz. Odaklandığınız şeyi değiştirdiğinizde alacağınız sonuçlar da farklı olacaktır. Neyi istediğinize odaklanın, neyi istemediğinize değil. Bu çok önemli. Diyelim ki kilo vermek istiyorsunuz. İlk anda aklınıza gelen ne oluyor? Sevdiğiniz yiyeceklerden uzak kalmanın ve egzersiz yapmanın zorluğu mu? Sağlıklı ve ince bir bedene kavuşmak mı? Eğer istemediğiniz şey olan yiyeceklerden uzak kalmaya odaklanıyorsanız, yiyecek hiç aklınızdan çıkmayacaktır. Bunu diyet yapanlar çok iyi bilir. Kendinizi yoksunluğa odakladığınızda yoksunluk duyduğunuz şeyin özlemini çekersiniz. Ve özlemini çektiğiniz şeyle bir an önce hasret giderme yollarını ararsınız. Sonuç: Daha az yemek yerine daha fazla yemek. Yemeği düşünmemeye çalıştıkça daha çok düşünürsünüz. Hatta hiç aklınızdan çıkmaz. Diyetçilerin sabahtan akşama yemekle ilgili konuştuklarını bilirsiniz. Neden? Çünkü zihnin düşünmemesi gereken şeyin ne olduğunu anlaması için önce onu düşünmesi gerekir. Şimdi bir deneme yapalım. Gözlerinizi kapayın. Ne düşünürseniz düşünün ama sakın Marilyn Monroe'yu düşünmeyin. Her şeyi düşünmekte serbestsiniz. Ama sakın sakın Marilyn Monroe'yu düşünmeyin. Marilyn'i düşünmek yasak. Ne oldu? Marilyn Monroe'yu düşündüğünüze bahse girerim. Çünkü beyniniz önce neyi düşünmemesi gerektiğini düşünür. Marilyn'i düşünmekten vazgeçmenin yolu ise, yerine başka bir şeyi, mesela Julia Roberts'ı koymaktır. Kilo vermeyi başarmanın yolu ise, istediğiniz sağlıklı bedene odaklanmaktır. Neyi düşünürseniz onu üretirsiniz. İstemediğiniz şeylere odaklandığınızda o istemediğiniz şeyden daha da fazla gerçekleştirirsiniz. Daha fazla yiyerek kilo almak gibi. Beyin bilgisayar gibidir. Bilgisayara neyi yapmaması gerektiği komutunu vermezsiniz. Neyi yapmasını istiyorsanız o komutu verirsiniz. Yanlış komut verdiyseniz onu silerek değiştirirsiniz. Yeni bir komut verirsiniz. Ama yanlış komutu uygulama diyemezsiniz. Çocuklarımıza sürekli şunu yapma, bunu yapma dediğimiz halde yine yapılmamasını söylediğimiz şeyleri yapmaları bir itaatsizlik göstergesi değildir. Onları yapma dediğimiz şeyleri yapmaya biz programlıyoruz. "Çocuğum sözümü dinlemiyor" diye şikayet etmeden önce ona neler söylediğinize kulak verin. Kendinize olduğu gibi çocuğunuza da yapılmaması gereken şeyleri değil, yapılmasını istediğiniz şeyleri söyleyin. Çocuk eğitmek, zihni eğitmek kadar ince işçilik ister. DÖRDÜNCÜ BÖLÜM KALİBRASYON VE META MODELİ KALIBRASYON Kalibrasyonu kısaca, değişimleri gözlemleyebilirle yeteneği olarak tanımlayabiliriz. Hepimiz günlük yaşamımızda kalibrasyonu kullanıyoruz. Özellikle yakın ilişkiler içinde olduğumuz kişilerdeki en ufak mimik değişimini bile yakalayabiliyoruz. Sevdiğimiz kişinin
dudağının hafiften sağa doğru çarpılmasının, kaşının hafifçe yukarı kalkmasının ne anlama geldiğini biliriz değil mi? Onun gülümseyen yüzünün ardındaki ufacık bir endişeyi bile hissederiz.Yeni tanıştığımız kişilerin düşünce ve duygu değişimlerini de aynı hassasiyetle algılamak mümkün. Bunun için de kalibrasyon yeteneğimizi geliştirmeye ve rafine etmeye ihtiyacımız var. Bazen kalibrasyonumuz öylesine zayıf oluyor ki, birisi ağlamaya başlayıncaya kadar onun üzgün olduğunu göremiyoruz. Kendi gözlerimizi ve kulaklarımızı kullanmak yerine, bize söylemelerini bekliyoruz. Birisinin kızgın olduğunu anlamak için de ille bağırması gerekmiyor. Ama kaşın çatık olması da otomatik olarak kişinin kızgın olduğu anlamına gelmiyor. Bazı insanlar düşünürken de kaşlarını çatar. Bu yüzden karşımızdaki kişiyi bir süre gözlemledikten sonra kaşının çatılmasının ne anlama geldiğine karar vermekte yarar vardır. İnsanların, hoşlandıkları bir kimse, konu ya da olayla ilgili bir şeyi anlatmalarını ya da dinlemelerini gözlemleyin. Ses tonunda, cilt renginde, dudak şeklinde ve yüz kaslarında olan değişimleri izleyin. Aynı deneyimi bir de sevmediği bir kimse, konu ya da olayla ilgili bir şeyi anlatırken ya da dinlerken yapın. Hiç renk vermeyen kişilerde bile dikkatli gözler değişimleri yakalayabilir. Profesyonel poker oyuncuları birer kalibrasyon ustasıdır. En ufak bir cilt rengi değişiminden, dudak şeklinin ve yüz kaslarının değişiminden rakip oyuncunun elinin nasıl olduğu, blöf yapıp yapmadığı hakkında adeta zihin okurlar. Kalibrasyonu gelişkin bir satıcı, müşterinin ilgilenmediği bir ürünü ona satabilmek için boşuna dil dökmeyi sürdürmez. Usta satıcılar alıcıyı gözünden tanır. Hepimiz karşımızdaki kişinin bizden hoşlanıp hoşlanmadığını bir şekilde sezeriz. Bu sezgi, aslında bilinçsizce yaptığımız kalibrasyondur. Küçük değişimleri yakalayabilmenin iletişimde önemi büyüktür. Sonuçta iletişimin sadece yüzde yedisini sözlerle gerçekleştiriyoruz. Geri kalan yüzde 93 gibi yüksek bir oranını ise beden dili ve ses tonuyla kuruyoruz. Beden dilinin oranı yüzde elli beş ile altmış arasında değişiyor. Ses tonu, iletişimin yüzde otuz üç ile otuz sekizini oluşturuyor. Bu yüzden ne söylediğimizden çok nasıl söylediğimiz önemli ya. "Seni seviyorum" sözcüklerini lanet okur gibi de, alaycı bir ses tonuyla da, sevdiğinizi hissettirecek şekilde de söyleyebilirsiniz. Kalibrasyonumuz zayıfsa, söylediklerimizi sabırla dinleyen kişinin bize kibarlığından katlandığını anlayamayız. Anlattıklarımızla ilgilendiğini düşünürüz. Bana futbol kurallarını öğretmekle kendini görevlendirmiş bir tanıdık geldi aklıma bu satırları yazarken. Futbolun "F"siyle ilgilenmeyen biri olarak yarım saat boyunca çektiğim sıkıntıyı anlayabiliyor musunuz? Kibar olmaktan vazgeçmeseydim futbol dersi kim bilir kadar ne daha sürecekti. NLP eğitimime katılan bir kişi, kalibrasyon egzersizlerini uygularken kalibrasyonunun zayıf olması nedeniyle girmek istediği bir işi nasıl boş yere kaçırdığını anlamıştı... İş mülakatında her şey yolunda giderken işveren ona ikisinin de tanıdığı bir kişiyle ilgili görüşlerini sormuş, o da aslında çok iyi tanımadığı adamı
fazlasıyla övmüştü -işverenin yüzündeki hafif değişimlerin farkında bile olmadan. Oysa kalibrasyon yeteneğini rafine ettikten sonra aynı görüşmeye gitmiş olsaydı, işverenin sorusunun tonundan, dudak biçiminden, nefes değişiminden, yüz kaslarındaki ve cilt rengindeki hafif değişimden o kişiyle ilgili hiç de olumlu düşüncelere sahip olmadığını yakalayabilirdi. İşte burada uyum sağlamanın önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Uyumsuz bir iletişimden sonuç alınamaz. Oysa bahsedilen kişiyi yeterince tanımadığını söylemek uyumu sürdürebilmek için yeterli olabilirdi. Düşünce ve duygu değişimleri muhakkak yüze ve nefes kullanımına yansır. Buzdolabı gibi soğuk ve mesafeli kişilerde bile bu değişim, kalibrasyonu gelişkin biri tarafından izlenebilir. Önemli olan değişimleri yakalayabilmek. Değişim, duyguların değiştiğini gösterir. Bunun için, sesini tümüyle kısarak televizyonu izleme pratiği yapabilirsiniz. Hatta eşinizle, çocuğunuzla ya da bir arkadaşınızla kalibrasyon yeteneğinizi geliştirme pratiğini isabetli tahmin yapma konusunda bir oyun haline getirebilirsiniz. Parkta ya da kafede oturup insanları dikkatle izlemek de keyiflidir. Eşimle bunu yaptığımızda çok da eğleniriz. Hele gözümüze kestirdiğimiz bazı insanlarla ilgili senaryolar geliştirmek çok keyifli oluyor. Hatta bazen içimizden geldiğinde bazılarıyla gidip tanışıyoruz.. Kendileriyle ilgili gözlemlerimizi paylaştığımızda önce şaşırıyorlar, sonra oldukça isabetli tahmin ettiğimizi söyleyerek gülmeye başlıyorlar. Böylece ilginç insanlarla güzel arkadaşlıklar da kurulabiliyor. Her insandan öğreneceğimiz ne çok şey var. Kalibrasyon, sözlerin ardındaki gerçeği görebilmek ve duyabilmektir. Söylenenleri değil, söylenmeyenleri de işitebilmektir. Kelime aralarını okuyabilmektir. Düşüncelerin içeriğini değil ama düşüncelere eşlik eden duyguları hissedebilmektir. DİLİN GÜCÜ: META MODEL Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır. Dilin kemiği yok ki. Zehirleyici dil. Dil yaresi. Anlaşılır bir dil. Keskin dilli. Hoş ama boş konuşuyor. İnsanların dünyaya bakış açılarının genişliğinin kelime haznelerinin genişliğiyle doğru orantılı olduğu biliniyor. Üç yüz kelimeyle yaşamını sürdüren bir insanla, çok okuyarak dil haznesini geliştirmiş insan tabii ki bir olamaz. Ne kadar geniş kelime haznesine sahip olduğumuzun yanı sıra, o kelimeleri kullanma biçimimiz de çok, ama çok önemli.
NLP'de dili kullanarak söylenenlere açıklık getirebilme ve anlaşılır kılabilme sanatına Meta Model deniliyor. Meta, Latince'de ötesi, farklı bir boyut anlamına geliyor. Meta Modelleme ile sözel iletişimi daha sağlıklı ve anlaşılır bir boyuta taşıyoruz. Meta Model dil kullanımı en fazla bilgiyi en kısa zamanda tam isabetle toplayabilme metodudur. İnsanların en çok şikayet ettiği şey "yanlış anlaşılmak"tır. Bu yanlış anlaşılma-yüzünden ne işler bozulur, ne randevular kaçırılır, ne arkadaşlıklar ya da aşklar sona erer. Gençlerle aileleri arasında yaşanan "kuşak farkı" çatışmasının çoğu yanlış anlaşılma yüzünden çıkar. Dil, konuşmacının mesajını dinleyiciye aktarmayı amaçlayan kelimelerden oluşur. Amaç, mesajın net olarak aktarılmasıdır. Ama bunu günlük yaşamımızda ne kadar başarıyoruz? Bize gereken bilgiyi almak için doğru sorulan soruyor muyuz? Aile terapisti Virginia Satir'i ve Gestalt'ın kurucusu Fritz Perls'i terapilerinde başarılı kılan şey, danışanlarına doğru soruları sorarak sorunun kökenine kolaylıkla inebilme yetenekleri idi. Meta Model, doğru soruları sorarak bilgiyi tam olarak alabilme ve soru sormaya gerek bırakmayacak kadar net biçimde kendimizi ifade etme sanatıdır. Konuşmalarımızda farkında bile olmadan üç şey yaparız.
1. Eksiltme: Düşünmek, konuşmaktan hızlıdır. Düşündüğümüz her şeyi dile getirmeye kalksak çok uzun bir konuşma olabilir. Dolayısıyla bir şeyi anlatırken çok daha büyük bölümünü atlayarak bilgi veririz. Mümkün olduğunca kısa ve öz. İşte bu eksiltme, bazen başımıza büyük sorunlar açabilir. Kısa ve öz olmaya çalışırken, bazı gerekli bilgileri de atlarız. Bizim bildiğimiz şeyleri karşımızdaki kişinin de bildiğini varsayarak konuşuruz bazen.
2. Çarpıtma: Bilgiyi kolaylık olsun diye eksilterek verdiğimizde, anlam eninde sonunda çarpılır. Kulaktan kulağa telefon oyununu hatırlayın. Oyunu başlatan ilk kişinin söylediği basit bir cümle bile son kişiye geldiğinde tamamen farklı bir şeye dönüştüğü için az mı gülerdik. Eksiltme ve çarpıtmada karşımızdaki kişi bıraktığımız boşlukları kendi haritasına göre doldurur.
3. Genelleme: Sözü uzatmamak için yapılan genellemeler iletişimi
kolaylaştırır. Her konuda şu durum hariç bu durum hariç gibi istisnaları sıralamaya kalktığımızda konuşma hem çok uzar, hem de sıkıcı olabilir. "İnsanlar beş duyuya sahiptir" demek yerine "körler hariç, sağırlar hariç vb. diye her söylediğimize açıklık getirmeye kalktığımızı düşünelim. Bir de bizi dinlemek zorunda kalan bahtsızların çektiği ıstırabı hissedelim. Ama yapılan genelleme yargıya dönüştüğünde iletişimde kopukluk yaratır.
İletişimde eksiltme, çarpıtma ve genelleme doğru kullanıldığında yarar sağlar. Ama yanlış kullanımda eksiltme deneyimlerimizin bazı boyutlarına dikkat edip, diğerlerini yok saymamıza yol açar. Nalıncı
keserliği, kendimizi ihtiyaçlarımız doğrultusunda aldatmamız, işimize gelmeyen şeyleri görmezlikten, duymazlıktan gelmemiz gibi tutumlarımız da kendimizle iletişimde kullandığımız savunma mekanizmalarının eksiltmelerine örnektir. Duyusal verilerimizi farklı yorumladığımızda çarpıtma yaparız. Bu da bizim sağlıksız tepkiler vermemize yol açar. Tepkilerimizin büyük bölümü bilinçaltı içsel deneyimlerin, küçük bölümü dışsal verilerin birleşiminin yorumuyla oluşur. Bize garip görüneni yargılamak dışsal verileri mutlak doğru olarak kabul etmekten kaynaklanır. İçsel deneyimleri hesaba katmadığımız için çarpıttığımız gerçekleri mutlak gerçek sanırız. Bu bakış açısıyla da kendimizi haklı görürüz. Tüm anlaşmazlıklar tarafların kendilerini haklı görmesinden kaynaklanmıyor mu? Bir gün Fenerbahçe Parkında kendi kendine konuşarak giden bir deliye rastlamıştım. İnsanlar mümkün olduğunca onun uzağından geçmeye çalışıyorlardı. Çünkü bu insanı kendi kendisine konuşmasından dolayı dış veriyle yargılıyorlardı. Normal insan kendi kendisine konuşmaz değil mi? Oysa bunu hangimiz yapmıyoruz? Evde ya da işte tek basınayken kendi kendimize yüksek sesle konuştuğumuz olmuyor mu? Ama halka açık yerlerde yapılırsa adı "delilik" oluyor. Adamın yanından geçerken ona kulak verdim. Dünyanın diğer gezegenlere olan uzaklığının matematiksel hesabını yapıyordu. Dönüşte adam yine konuşuyordu. Bu kez de annesine bir şeyleri yapmamasını söylüyordu. Adamın yanına yaklaştım. Nasılsın diye sordum. Annesi onu kızdırmıştı. Okuduğu kitapları yırtıp, çalışmasını eve para getirmesini söylemişti. O konuşurken kendisini on dört on beş yaşlarında hissettiğini anladım. Derhal onun dünyasına girerek, önce uyum sağladım. Kendisini anladığımı hissedince derhal gerçek yaşına döndü. Ve bana ilginç hayat hikayesini anlattı. Hastalıklı ve şiddet dolu bir aile içinde geçen çocuklukla, astronomi dehası olabilecek bir beynin "delirmesi" idi paylaştıkları. Kendi doğasına had safhada uyumsuz bir ortam içinde yitirilen bir beyin. Sıcak ve zararsız bir deliydi o. Kendi kendine konuştuğu şeyler iç verileriyle tutarlıydı. Ama insanlar onun sadece dış verilerini yargılıyordu. Az delilerin yargıladığı bu çok deli insandan o gün insan doğasıyla ilgili çok şeyler öğrendim. Astronomiyle ilgili derin bilgilerinin de doğru olduğunu daha sonra kaynaklardan kontrol ederek öğrendim. Akıl hastanelerinde tedavi adı altında uyuşturularak, elektro şok verilerek zombilere dönüştürülen "deli"lerin içinde kim bilir ne dehalar vardır. Kendi doğamız ve yaşam biçimimiz arasındaki açı ne kadar büyükse, kendi doğamıza ne kadar uyumsuz yaşıyorsak mutsuzluğumuz, nevrozumuz o kadar fazla olur. Kendi doğasına uyumsuz yaşayabilme kapasitesi herkeste farklıdır. Bu kapasitenin üstüne çıkan koşullarda artık minimum uyum bile sağlanamadığı için kişi
patolojik "vaka"ya dönüşür... ve "normal nevrotik" dünyaya yeniden adapte edilmeye çalışılır. Normal nevrotik dünyanın onu delirttiği hesaba katılmadan. Delilikte insan kendi iç dünyasıyla uyum içinde olduğu için mutludur. Dış dünyanın ona deli diye bakması umurunda bile değildir. İnsan mutlu olabilme ihtiyacı içinde her yolu dener. Kimi delirerek, kimi içki şişelerinde, kimi çok para kazanmaya çalışarak, kimi tıkınarak, kimi türlü çeşitli uyarıcı ve uyuşturucularla. Bu geçici hazlar içinde mutluluk arayışları da bir tür delilik değil midir? Einstein, deliliğin tanımını "hep aynı şeyi yapıp bu kez farklı bir sonuç beklemek" olarak yapmıştı. Sürekli aynı şeylerden şikayet ediyorsak bu nedir peki? Neden hep şikayet ettiğimiz aynı sonuca varıyoruz? Deli kendi kendine konuşarak kendisiyle iletişim kuruyordu. İnsanların çoğu iletişim kuramadığında karşı tarafı suçlar. O anlayışsızdır. Onun anlayışı kıttır. O yanlış anlamıştır. NASA'da çalışan bir mühendis bir düğmeye bastığında düğme çalışmıyorsa düğmeyi suçlar mı? Ne yapar? Nerede aksaklık olduğunu araştırır ve değişik yöntemleri dener. Meta Modelleri kullanmak bizi başarılı bir dil mühendisi yapmayı amaçlıyor. O zaman düğmeyi değil, yöntemi sorgularız. Anlattığın şey benim algıladığım kadardır. Karşımızdaki kişi bizi anlamadığında bunun sorumlusu biziz. Suçlu değil, sorumlu arayalım. Şimdi en önemli Meta Model kalıplarını ve bu kalıpları nasıl ihlal ettiğimizi görelim. Yargılamak Kişinin kendi modelini, haritasını, kurallarını başkalarına dayatmasıdır. Ahmet kötü bir insan. Ayşe harika bir insan. Büyüklere karşı gelmemek daha doğru bir davranış. Filanca marka daha iyi. Açıkça görülen şu ki, Kemal iyi bir başkan olacak. Çok bencil biriyim. Yargılamaların çoğu kıyaslara dayanır. Bu kıyaslamaları kendi haritamıza göre yaparız. Yargılama sıklıkla yapılan bir Meta Model ihlalidir. Bu ihlali iki soruyla açıklığa kavuşturabiliriz. Kime göre? Neye göre? Ahmet kime göre kötü bir insan? Ayşe kime göre harika bir insan? Filanca marka kime ve neye göre daha iyi? Markanın satış mümessiline göre mi? Komşuma göre mi? Şu anda kullandığım markaya göre mi daha
iyi? Kemal'in iyi bir başkan olacağı kimin tarafından açıkça görülüyor? Kime göre çok bencilsiniz? Kendinize göre mi? Hangi standartlara ve neye göre bencil olduğunuzu düşünüyorsunuz? Kendisinin çok bencil olduğuna inanan bir kadına bu soruları deşerek sorduğumda bencil olduğuna dair inancın ona annesi tarafından empoze edildiği ortaya çıktı. Kızını kendine bakmakla yükümlü kılan anne, kızının maaşını alır almaz kendisine teslim etmesini bekliyordu. Çocukluğundan beri annesinin bencil suçlamalarıyla büyüyen kız 32 yaşında olmasına rağmen hala annesinden izinsiz kendine bir bluz bile alamıyordu. Kız kendi ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmanın bencillik olduğuna inanmıştı. Asıl bencil olanın annesi olduğunu göremiyordu. Eğitime bile arkadaşının ısrarıyla annesinden gizli katılmıştı. Annesi onun zamanını ve parasını eğitim gibi şeylerle "ziyan" etmesine asla izin vermezdi. Neyse ki eğitimden "bencil" olmayı öğrenerek ve bencil olma "özgürlüğünü" hissederek çıktı. Artık annesi "haklı" olabilirdi. Kıyaslamanın olduğu yerde yargılama vardır. Bu durumlarda haritanın kime ait olduğunu açıklığa kavuşturun. Zihin Okuma Zihin okuma kişinin başkasının ne düşündüğünü ve hissettiğini bildiğine inanmasıdır. Bana güvenmediğini biliyorum. Böyle düşündüğünü biliyorum. Ona aşık ama kabul etmiyor. Onu götürdüğüm restoranı beğenmediğini hissettim. Ahmet, bu teklifine "hayır" diyecektir. Zihin okuma da "haklı çıkma" yöntemlerinden biridir. Bazen kalibrasyonla ve sezgilerimizle başkalarının düşünce ve duygu Sana güvenmediğimi nereden biliyorsun? Sana güven duyduğumu düşündüğün anlar hiç olmadı mı? Ona aşık olduğunu nereden biliyorsun? Çünkü günde on beş kez onu arıyor. Birisini günde on beş kez aramak nasıl aşkın kanıtı oluyor? Peki günde on beş kez birbirini aramayanlar aşık değiller mi? Zıt örneklerle neden-sonuç soruları sorarak açıklığa kavuşturabilirsiniz. Burada kişi kendi aşık olma davranış paternini yansıtıyor. Zaten de sevgilisinin onu terk etmesi onu günde on beş kez aramasından kaynaklanmış, sevgilisi bu fazla ilgiden boğulduğunu hissetmişti. Aşık olduğu varsayılan kişi ise bir süredir farklı bir nedenle aşık olduğu iddia edilen kişiyi arıyordu. Ayrıca bu iddianın sahibinin kendisi telefon edilen kişiye ilgi duyuyor, ama ilgisini belli etmekten korkuyordu. Çünkü reddedileceğini "biliyordu". (Bir başka zihin okuma).
Restorana götürülen kişi restoranı beğenmediği için değil, birileri tarafından görülme olasılığının tedirginliğini yaşıyordu. Zihin okuyan kişinin derdi ise kendisini ve seçimlerini beğendirmekti. Sıkça görülen bir başka zihin okuma tarzı da karşımızdaki kişinin bizim zihnimizi okuması talebimizdir. Beni sevseydin, ne istediğimi bilirdin. Ona karşı ne tür duygular hissettiğimi anlamalıydın. Ne istediğimizi söylemek, zihin okumanın bir sevgi kanıtı olmasından daha kolay değil mi? Sürekli sevgiyi kanıtlamak zorunda kalmak bıktırıcıdır. Biz bir insanla birlikteyiz, zihin okuma yeteneği olan bir büyücü ile değil. Ona karşı hissettiğin duyguları anlamadığımı nereden biliyorsun? Sevseydin evinde verdiğin davete onu da çağırırdın. Seni anlamak, senin duygularına göre davetli listesi yapmamı mı gerektiriyor? Ayrıca benim onu davet edecek kadar yakınlığım yok. Ya da davet etmediğimi nereden biliyorsun? İşi olduğu için gelemediğini nereden biliyorsun? Sana karşı aynı duyguları hissetmediğini bana söylediği için seni incitmemek adına onu davet etmediğimi nereden biliyorsun? Neden-Sonuç Çarpıtması Bir şeyin ya da bir kişinin bir sonuca neden olarak gösterilmesidir. Yağmur beni hüzünlendiriyor. Kilo verirsem özgüvenimi kazanacağım. Onun yüzünden başarısızım. Emekli olduğundan beri mutlu. Beni kızdırıyorsun. Neden-sonuç çarpıtmasının çoğu, duygularımızdan sorumlu olmadığımız inancından kaynaklanır. Bir şeye ya da kişiye duygularımızın sorumluğunu yüklediğimizde ya da suçladığımızda Neden-sonuç çarpıtması ihlali yaparız. Burada sorulacak soru, bir şeyin nasıl olup da öbür şeye sebep olduğudur. Hissedilen duyguları kişinin kendisinin nasıl yarattığını sorgulatmak gerekir. Bunu nasıl biliyorsun? Net olarak A nasıl B'ye neden oluyor? Bunu zıt örnekler bularak ve kriteri sorgulatarak da yapabiliriz. Yağmur yağdığı halde hüzünlenmediğin bir anın olmadı mı? Yağmur yağdığı bir gün, uzun zamandır görmediğin çok sevdiğin biri kapını çalsa hüznün sürer miydi? Bu kiloları almadan önce özgüvenli miydin? O tam olarak ne yaptı da kendini başarısız hissettin? Senin başarılı ya da başarısız olmanı o mu tayin ediyor?
Emekli olduğundan beri mutlu olduğunu söylüyorsun ama mutluluğunun nedeni emeklilik olmayabilir. (Milli piyangodan büyük ikramiye çıktığı için emekli oldu. Bu haberi para sever akrabalarından gizlemeyi başardığı için de mutlu. Onlara Antalya'ya gidiyorum diye evden çıkıp yeni tanıştığı yaşına uygun hoş bir kadınla Paris'e gittiği için de çok mutlu.) Benim söylediğim şeye göre, kendine nasıl kızgınlık hissettiriyorsun? Gülüp geçebilirdin de. Ben senin duygularını belirleyecek kadar güçlüyüm demek. O zaman sana yaşatmak istediğim her duyguyu yaşatabilirim. Sen bir robot, ben seni programlayan sahibin olurum. Hiç kimse diğerinin duygularından sorumlu değildir. Başkalarının duygularının sorumlusu olduğumuza inanmak bize gereksiz bir yük taşıtır. Bizi "kurtarıcı" kimliğine mahkum eder. Başkalarının mutluluğundan sorumlu olmak, onun duyguları incinmesin diye gösterilen aşırı hassasiyet zor ve yorucudur. Kişi, başkalarını mutlu edeceğim çabası içinde kendi duygularını yaşayamaz, kendi ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelebilir. Duygularımızın sorumluluğunu başkalarına verdiğimiz zaman da "kurban" rolünü oynarız. Neden-sonuç çarpıtmasını açıklığa davet etmek hassas bir konudur. Çünkü çoğu kişi duygularının sorumlusunun kendisi olduğunu kabul etmeye hazır değildir. Yetişkin çocuklar dünyasında gelişkinliğin ölçüsü de duygularımızın sorumluluğunu üstlenmektir. Tüm düşünce ve davranışlarımızdan sorumlu olduğumuz gibi. Genelleme Yapmak Bir ya da birkaç deneyimden yola çıkarak sonucu "mutlak doğru" olarak kabul etmektir. Bir ağaçtan yola çıkarak ormanı tanımlamaktır. Sen her zaman iyisin. Para her kötülüğün anasıdır. Kayserililer kurnazdır. NLP'yi asla öğrenemeyeceğim. Genelleme yapmak yanlıştır. Genellemeler tüm diğer Meta Model ihlalleri gibi bizi sınırlar. Eğitimlerde katılımcılar en çok genelleme egzersizinde eğleniyor. Eğitim boyunca herhangi bir şekilde genelleme yapan katılımcılara "Hiç bunu yaptığın/yapmadığın bir zaman olmadı mı" diye sorarak açıklığa davet ediyorlar. Genellemeyi açıklığa kavuşturmak için abartın ve zıt örnekler bulun. Hiç iyi olmadığın bir zaman olmadı mı? Paranın dışında nedenlerle hiç kötülük yapılmıyor mu? Paranın iyiye kullanıldığı bir yol yok mu? Ahmet de Kayserili. O sence kurnaz mı? Asla NLP'yi öğrenemeyecek misin? Asla mı? Galiba haklısın. NLP'yi öğrenmek için ne zekan ne de ömrün müsait. Bu eğitim zeki insanlara uygun. Sen asla öğrenemezsin. NLP'yi öğrenemeyen bir kişi daha vardı. O da annesinin yanında eğitime gelen 10 yaşında bir çocuktu.
Zaten elindeki elektronik oyuncakla oynamak ona daha ilginç geliyordu. Siz söylenenin saçmalığını ne kadar abartırsanız kişi söylediğinin saçmalığını o kadar anlayacak ve savunmaya geçecektir. Size öğrenebileceğini kanıtlayacaktır. Hiç doğru olan genelleme yok mudur? "Güneş her sabah doğudan doğar", dediğimizde bu doğru değil midir? "Hiçbir şeyi doğru dürüst beceremiyorum", dediğinizde kendinizi sınırlarsınız. Hiç becerdiğiniz bir şey olmadı mı? "Hiçbir insan her şeyi her zaman doğru yapamaz." Bu genelleme sizce doğru mu? Ya, "Ben her zaman haklıyım...?" "Türkler çalışkandır." "Müslüman ve Karadenizli bir aileden eşcinsel çıkmaz." Irkçı, dinci söylemlerin ne kadar çok genelleme yaptığına dikkat edin. Zorunluluk/Seçimsizlik Kişinin seçimlerini, olanaklarını, ihtiyaçlarını kurallara dönüştürmesi hayatı sınırlar. Önce ev işlerini bitirmeliyim. En azından bir enstrüman çalmayı öğrenmelisin. Evlenmeden önce sevişmemeliyim. Ona hayır diyemem. Ben bu işi beceremem. Önce ev işlerini bitirmezseniz ne olur? Enstrüman çalmayı öğrenmezsem ne olur? Evlenmeden önce sevişseydin ne olurdu? Ona hayır desen ne olur? Becerebilseydin ne olurdu? Seni durduran ne? Bu sorularla sonuçlar değerlendirilir ve açıklığa kavuşturulur. "İnsanları kendi çıkarın uğruna kandırmamalısın" cümlesindeki gibi zorunluluklar etik değerlere dikkat çekmek açısından önemli ve değerlidir. Toplumun sağlıklı olması için uyulması gereken bir takım kurallar vardır. "Sağlıklı olmak için her gün egzersize zaman ayırmalısın", derken de bilinen bir sağlık kuralından bahsediyoruz. Zaman ayırmazsak ne olur? Sonuçlara bakarak zaman ayırmayı seçebiliriz. Bilimsel keşifler de benzer soruları sormakla olmuştur. Einstein "ışığın üzerinde seyahat edebilseydim ne olurdu?" sorusunu sorarak görecelik teorisini bulmuştur. Çoğu olmalı, olmamalı türü cümleler ise ahlaki ve gereksiz kurallar içinde bizi boğar. Çünkü ahlaki kurallar, etik kurallardan farklıdır. (Her iki sözcüğün sözlükteki karşılıkları benzer olsa da biz burada onlara farklı anlamlar yüklüyoruz.) Etik kurallar çağlar boyunca her toplum tarafından bir "değer" olarak kabul edilmiştir. Oysa ahlaki kurallar toplumdan topluma, çağdan çağa değişir. Türkiye'de bakire çıkmayan bir genç kız aile meclisi kararıyla öldürülürken, Eskimo erkeği eşini misafire ikram eder. Misafire
kendince değerli bir armağan sunar. Toplumların cinselliğe yükledikleri anlam farklı farklıdır. Ölüm törenleri kimi toplumlarda dövünmeyi ve yas tutmayı içerir, kimi toplumlarda ziyafetle ve şarap içerek kutlanır. Ruhun tanrıya kavuşması kutlanılacak bir olaydır. Burada bahsettiğimiz, bizi kısıtlayan kurallar. Bir şeyi yapmak istediğimiz halde yapmamamız gerektiğinde ya yine de yapıyoruz ama gizliyoruz ve suçluluk duyuyoruz. Ya da yapmıyoruz ama öfke duyuyoruz. Kırk yaşında hiç evlenmemiş ve sevgilisiyle sadece öpüşen bir kadını hatırlıyorum. Evlenmeden bir erkekle öpüştüğü için suçluluk duyuyordu. Kurallar ona bunu yapmamasını söylüyordu. Ama insan olmanın doğasına da gem vuramıyordu. Bir de üstelik, öpüştüğü için sevgilisinin "evlenmeden önce öpüşen" bir kadınla evlenmeyeceğinden korkuyordu. Bu kadın üniversite mezunuydu ve çalışıyordu. Biz, davranmamız gibi davranmadığımızda suçluluk duyarız. Başkaları bizim beklediğimiz gibi davranmadığında öfke duyarız, suçlarız. Biz öyle davranmalıydık/davranmamalıydık. O şöyle davranmalıydı, davranmamalıydı. İki durumda da "meli" "malı" takıları almış kurallar bize olumsuz duygular yaşatır. Yapamam, edemem, beceremem türü çaresizlik içeren sözler ise bizi yeteneksiz olduğumuza inanmaya ve başarısızlık korkusuna mahkum eder. Kendimiz ya da başkaları tarafından dayatılan kurallara boyun eğmek, öğrenilmiş acizliğe dönüşür ve mantık onunla baş edemez. "Yaparsam/yapmazsam ne olur" sorusu bilinen yanıttan başka yanıtlar da içerdiğinde onu sorgulama ve risk alma cesaretine sahip oluruz. Yapamayabilirim korkusu, içinde illüzyonu taşır. Yapa-ma-ya-bilirim. "Maya" doğu felsefesinde illüzyon anlama gelir. Korkularımız kendi yarattığımız illüzyonumuzdur. Bir kişi bir şeyi yapabilirse siz de o şeyi yapabilme kapasitesine sahipsiniz. Gereken tüm kaynaklar içinizdedir ön kabullerini hatırlayın. Korkular sadece bir illüzyondur. Varsayımda Bulunmak Gerçeği bilmek için yeterince veri olmadan sonuca varmaktır. Beni görmezlikten geliyor Bana ilgi gösteriyor. Nasıl ve ne yaparak? Bu soruyla fiilin üzerinde durarak cümleye açıklık kazandırabilirsiniz. Bu cümlelerde fiil, görmezlikten gelmek ve ilgi göstermek. Nasıl ve ne yaparak sizi görmezlikten geliyor? Yanımdan geçtiği halde selam bile vermiyor. Peki bu kişinin bu günlerde çok büyük sıkıntılar yaşadığını, kafasının çok meşgul olduğunu, ayrıca
gözlerinin çok bozuk olduğunu ve gözlüklerini kırdığı için birkaç gündür gözlüksüz dolaşmak zorunda olduğunu biliyor musunuz? Başkalarına selam verip sadece size mi vermiyor? Bana ilgi gösteriyor. Nasıl ve ne yaparak sana ilgi gösteriyor? Bahçede dolaşırken bana doğru bakıyordu. Okul çıkışında da bizi takip etti. Ama bir türlü yanımıza yaklaşamadı. Biz derken kimi kastediyorsun? Ben ve arkadaşım Gülşen'i. Bahçede de Gülşen'le birlikte miydin? Evet. Peki, Gülşen'e ilgi göstermediğini nereden biliyorsun? Bu konuşma benimle on beş yaşında bir genç kız arasında geçti. Genç kız beğendiği delikanlının kendisiyle ilgilendiğine inanıyordu. Ama aslında delikanlı Gülşen'le ilgileniyordu. Genç kız ihtiyacı doğrultusunda kendisini aldatıyordu. Eğer bu konuşma olmasaydı, belki uzun süre delikanlıyla aralarında aşk doğacağı hayaliyle kendisini avutacaktı. Bu hayale duygusal yatırım yapacaktı. Gerçeği fark ettiğinde ise hem delikanlıya hem de arkadaşına öfke duyuyor olacaktı. Tam Güzin Ablalık bir durum. Varsayımda bulunmanın neden-sonuç çarpıtmasından farkı, nedeni de sonucu da kendimizin yaratmasıdır. Kendi inanç ve beklentilerimizin sübjektif bakış açısıyla varsayımlarda bulunuruz. Sonra da bunlara gerçekmiş gibi inanırız. Adamın biri komşusundan çekiç ödünç almak üzere evinden çıkmış. Komşusunun evine doğru giderken, aklına geçen ay istediği tırpan, geçen yıl istediği kürek gelmiş. İkisini de iade etmediği için komşusunun kendisine çekiç vermeyeceğini düşünmüş. Çekiç vermeyeceğini düşündüğü için kızmaya başlamış. Komşunun kapısına varana kadar kızgınlığı iyice artmış. Komşu kapıyı açtığında da öfkeyle bağırmaya başlamış: "Çekicini vermezsen verme. Senin gibi komşu olmaz olsun." Varsayımda bulunmak aynı zamanda bir manipülasyon yoludur da. "Sevgilim, yaş günümde bana araba mı, inci kolye mi alacaksın? Ama söyleme de sürpriz olsun." Karısına bir demet gül alıp yemeye çıkarmayı düşünen zavallı eş, "Sana bu tür hediye alacağımı da nereden çıkardın?" diyemez ve karısının gerçekten istediği inci kolyeyi almanın daha ucuza mal olacağını düşünerek tuzağa düşer. Tuzağa düşmek istemiyorsanız, "Sen Meta Model ihlali yapıyorsun", deyin. O, sizin ne söylediğinizi anlamaya çalışırken, siz zafer duygusuyla odadan çıkın. (Bu arada ben de bu bölümü eşimin okumasını engellemeliyim!) Çocuğumuza, "Yemekte sebze olarak kabak mı, fasulye mi yemeyi tercih edersin?" diyerek onu birinden birini seçmeye zorunlu bıraktığımızda da onun seçim yapacağı varsayımından hareket ederiz. Bazen de işe yarar. Tabii dondurma ödülüyle birlikte. Bir delikanlının bu yöntemle babasına istediği ayakkabıyı nasıl aldırdığını bilmek ister misiniz? Ortaokul öğrencisi Uğur ayakkabı alışverişini daima babasının bir arkadaşından yapıyor. Ayakkabı
mağazasında bir ayakkabı beğeniyor. Babasının arkadaşı ona daha ucuz bir ayakkabı daha çıkarıyor, ikisini de babasına göstermesini ve babasının onayladığı ayakkabıyı alabileceğini söylüyor. Uğur ise daha ucuz olan ayakkabıyı bırakıp, kendi beğendiği ayakkabıdan daha da pahalı bir ayakkabıyı alıyor ve ikisini de babasına götürüyor. Doğal olarak da babası daha ucuz olanı seçiyor ve Uğur istediği ayakkabısına kavuşmuş oluyor. İş ortamında bu tür varsayımlarla istemediğiniz bir işi yapmaya mecbur bırakılmadınız mı? Fiili İsme Dönüştürmek Dilbilgisinde fiil bir süreci gösterir. İsim ise bitmiş, tanımlanmış bir şeydir. Bir fiili isme dönüştürdüğümüzde onu süreç olmaktan çıkarır, donmuş tanımlanmış değiştirilemez, ismi konmuş bir hale getiririz. Bu Meta Model ihlali, farkında bile olmadan değişimi engellemek üzere yarattığımız bir canavardır. Ben beceriksizin tekiyim. O güvenilir bir insan. Sen aptal bir çocuksun. Eşimle ilişkimiz kötü. Teyzem kanser. Şimdi aynı cümleleri farklı şekilde söyleyelim. Ben bu olayda beceriksizce davrandım. O güven duyulan bir insandır. Sen bu konuda aptallık eden bir çocuksun. Eşimle aramızdaki ilişki kötüye gidiyor. Teyzem kanser hastalığı geçiriyor. Hangisi size değiştirilebilir geldi? Birinci örnekte, kişilere "beceriksiz","güvenilir", "aptal" etiketleri yapıştırılıyor. "İlişki" ve "kanser" kişilerden bağımsız bir varlık haline getiriliyor. Tıpkı masa gibi, sandalye gibi bir nesnenin ismi gibi varlık kazanıyor. Etiketler yapışır ve kişiyle özdeşleşir. Oysa bu etiketler davranışa yöneliktir. "İlişki" iki insandan bağımsız bir nesne haline geliyor, iki insanın müdahalesiyle değişebilecek bir süreç değil. Teyzem kanser cümlesinde teyzem eşittir kansere dönüşüyor; kanser, teyzeyle özdeşleşiyor. Nokta. Statik. Durgun. İkinci örnekte, beceriksizlik, güven duyulmak, aptallık etmek, kötüye giden ilişki, geçirilen kanser hastalığı bir süreci tanımlıyor. Değişken olan bir şey, içinde dinamizmi barındırır. Meta Modellerin önemi şuradan gelir: Dille deneyimlerin yorumunu yaptığımız için kullandığımız dil bilinçaltımızda aynen kayda geçer. Bilinçaltı bir kavramı "isim-nesne" bölümüne kayda geçirdiğinde onu donmuş olarak muhafaza eder. Tek farklı durumda bile bilinçaltı yeni verilere güvenmez. Kişi "beceriksiz" olarak kendisini tanımlamışsa, bu etiket, kişiyi o davranışla özdeşleştirir. Kişi becerikli olduğu deneyimleri görememeye başlar. Onlar istisna haline gelir. Aynı şekilde "güvenilir" kişi bir kez bile güvenilmez bir davranışta bulunduğunda bilinçaltı bunu affetmez. Ve kişilik saldırıya uğrar.
Davranışın kişiyle özdeşleşmesi "gurur" denilen ucubeyi yaratır. Kişi gururunun boyunduruğu altındayken insanlık "onuru" pusula olma görevini yerine getiremez hale gelir. Onur, yanlışı düzeltme yolları arar, gurur ise yanlışı savunur. Onurun amacı doğruyu bulmaktır. Gururun amacı haklı çıkmaktır. İlişkimiz kötü derken, ilişki kişilerden bağımsız kılınıyor. Kişiyi çaresiz bırakıyor. Oysa kötüye giden bir ilişki sürecin devam ettiğini gösterir. Bu ilişkiyi iyileştirme ya da bitirme seçimi vardır. Depresyonda olduğunuzu düşünün. İki ayrı terapiste gidiyorsunuz. Biri size "Ne kadar zamandır depresyondasınız?" diye soruyor. Diğeri "Depresyon geçiriyorken neler hissediyordunuz?" diye soruyor. Hangi terapistle işbirliği yapmayı seçerdiniz? Tıbbi tanımlar ve hastalık teşhisleri fiilin isme dönüştürülmesidir. O kanser, o hiperaktif gibi tanımlamalar kişiye etiket koyar ve kişiyi hastalığa mahkum eder. Hastalık geçirilen bir şey olmaktan çıkıp kişinin kendisine dönüşür. Kişiyi bazen ömür boyu hastalığa mahkum eder. Hastalık geçirmek tanımında bile geçicilik vardır. Hastalık hastanın kendisi değildir. Alkolik kişinin kendisidir, değiştirilemez. Alkol bağımlılığı yaşamak değiştirilebilir bir durumdur. Şişman kişi şişmandır, etiketi konmuştur. Kilo sorunu olmak ise aşılabilecek bir şeydir. Kendinizi hangisi olarak tanımlarsanız daha kolay çözüm bulabilirsiniz? Dilin gücü. Amerika'da yapılan bir araştırmada, bir gazeteci aynı hikayeyle yedi ayrı psikiyatrikte "hasta" olarak gidiyor. Her birinin koyduğu "teşhis" farklı oluyor. Bir "teşhis" ile hayatlar nasıl mahvolabilir? Olumlu kavramlar için de aynı şey geçerlidir. "Ben zekiyim" diyorsam, tek bir zekice seçim yapmadığımda kendimi kötü hissederim. Ama ben "zeki olan" bir insansam, bazen aptalca davranışlarda bulunma hakkına sahibim. Böyle durumlarda bilinçaltı ara sıra "yanlışlar" yapmama göz yumar. Fiili isme dönüştürme en yıkıcı dil paternine dönüşebilir. Dil ihlalini açıklığa kavuşturmak için önce ismi fiile dönüştürün ve sorunuzu sorun. Eşimle kötü bir ilişkimiz var... Bu bir tanım. Eeee? Eşimle kötüye giden ilişki yaşıyoruz. Bu ilişkiyi nasıl düzeltebilirim? Düzeltmek için ne yapabilirim?
Niçin sorusu yıkıcı bir sorudur. Sadece mazeretler üretmeyi bilir ve bizi geçmişte takılı bırakır. Nasıl sorusu ise çözüm üretmeye yöneliktir. "Ben iyiyim" demek yerine "Her gün her şekilde daha iyiye gidiyorum" deyin. Bu sizi motive eder. Kötü giden günlerden bile bir ders çıkararak iyiye gidebilirsiniz. Belirsizlik Olayların, kişilerin ve nesnelerin belirsiz olduğu cümlelerde boşluklar haritalara göre dolar. Gazetede iki ilan görüyorsunuz: a) Genç, dinamik, satış elemanları aranıyor.
b) 25-35 yaş arası erkekse askerliğini yapmış, enerjisi dokuzla beş arası sınırlanmayan, yakın gelecekte bölge temsilcisi sorumluluğunu taşıyabilecek, seyahatten hoşlanan, girişken biriyseniz, henüz deneyiminiz olmasa da ABC firmasında satış elemanı olarak işe başlayabilirsiniz. İkisi de aynı firma tarafından verilmiş ilan örnekleri. Siz ikinci ilanda talep edilen niteliklere sahip olsaydınız birinci ilana yanıt verir miydiniz. a) Bugünkü randevumuzu iptal edeceğim için üzgünüm. b) Bugün saat 17.00'deki randevumuzu İtalya'dan beklenmedik bir ziyaretçimizin gelmesinden dolayı iptal etmek zorunda kaldığım için üzgünüm. Bu aramızdaki anlaşmayı etkilemeyecek bir ziyaret. Haftaya Çarşamba saat 15.00 ya da Perşembe 18.00 senin için uygun mu? Çoktandır beklediğiniz bir buluşma için hangi e-maili almayı tercih ederdiniz? Sadece bu Meta Model ihlali bile ne çok yanlış anlaşılmalara sebep olabiliyor. Meta Model ihlali yapmadan iletişim kurmayı öğrendikten sonra şirket çalışanları gereksiz yazışmaların yüzde seksen azaldığını bildirmişti. Kim, ne, hangisi, ne zaman, nasıl sorularıyla kastedilen kişiyi ya da olayı belirleyin. Siz bu soruları sormazsanız "akşam eve geç geleceğim" diyen çocuğunuza kızmaya ne hakkınız var? Onun için geç sabah 3 iken, sizin için gece 9 olabilir. Eve sabah döneceğim diyen kızınız, bir hafta sonra sabah döndüğünde yalan mı söylemiş oluyor? Özetle Meta Model, dilin gücünü kullanma sanatıdır. "Müzik kulağımda" ile "kulağım müzikte" arasında fark vardır. Aynı kelimeler kullanıldığı halde sıralama anlam farkı yaratır. Meta Model dil ile deneyim arasında bağlantı kurmayı amaçlar. Meta Model ihlalleri ise dil ile deneyim arasında filtre oluşturur ve yanlış anlaşılmalara yol açar.
Meta Modellere özen gösterdiğinizde iş yaşamınızda, eğitimde, terapide güçlü bir araç kazanırsınız. 1. Bilgiyi daha net toplarsınız. 2. Anlamı daha açıklığa kavuşturursunuz. 3. Kendinize ve başkalarına koyduğunuz sınırlamaları fark edersiniz. 4. Seçimlerinizi artırırsınız. Meta Modeli iyi bilmek iletişimde de, satışta da bir hazinedir. Tahakkümcü kişiler Meta Model ihlalinde usta kişilerdir. Dili kendi çıkarlarına kullanmayı olumsuz anlamda çok iyi bilirler. Meta Modeli iyi kullanarak dili kendi amacımıza kullanmayı öğrenmek çok önemli. Sözlerin nasıl yıkıcı olabileceğini, yanlış anlaşılmalara yol açtığını, ilişkileri kopardığını biliyoruz. Sözleri yapıcı, doğru anlaşılır, ilişki kurucu olarak kullanmak da elimizde. Sözler dostumuz da olabilir, düşmanımız da. Bu sizin onları nasıl kullandığınıza bağlı. BEŞİNCİ BÖLÜM BİLİNÇALTI KASETLERİ VE ÇAPALAR AYNA VE AHENK NLP'nin temelini uyum ve esneklik oluşturur. Sütunlar kalibrasyon ve Meta Modellerle oluşur. Çatısı bu sütunların üzerine kurulur. Sevdiğiniz bir kişinin cümlesini kendiliğinden sizin tamamladığınız, sizin söylemek istediğiniz şeyin onun dudaklarından döküldüğü anları hatırlayın. Ahenkle dans eden bir çifte hayran olmamak mümkün müdür? Önce uyum kurulamazsa bir amacı paylaşmak, ortak bir hedefi belirlemek zor olur, sürdürmek ise imkansız. Kendi bedenimizle uyum içinde değilsek hiçbir diyet işe yaramaz. Bedenin bize ne söylediğini dinleme becerisi kazandığımızda, onun ihtiyaçlarına kulak verdiğimizde kilo sorunu ortadan kalkar. Düşünce, duygu ve davranışlarımız uyum içinde değilse tutarsız biri olarak algılanırız ve kendimize saygı duyamayız. Uyum ilişkilerin benzinidir. Benzin yoksa ilişki yürümez. Uyum, tanışıklıkları arkadaşlığa daha sonra da dostluğa dönüştüren büyüdür. Aynı bakış açısına sahip olmak, aynı dalgada bulunmak, aynı şeyleri hissetmek diye tanımlarız uyumu. Uyum içinde olduğumuz kişilerle birlikte olmak, birlikte çalışmak keyiflidir. Bazı insanlarla bu uyumu tesadüfen yakalarız. Tesadüfleri bilinçli olarak yaratabilmek ise NLP'de modelleme, aynalama teknikleri ile mümkündür. Ergenlik dönemimde, bizimle aynı apartmanda oturan yirmi sekiz yaşında bir Saliha abla vardı. Onu diğer apartman sakinleri sevmezdi. Dik başlı ve fazla modern bulurlardı. Günlere falan gidip gelmediği için onu ayrık otu olarak görürler, hakkında dedikodu yaparlardı. Ben ise onun kültürlü, genç ve güzel oluşunu kıskandıklarını düşünürdüm.
Saliha abla evli ve çocuksuzdu. Ben on üç on dört yaşlarındaydım ve fırsat bulduğum her an Saliha ablanın evine koşardım. Subay olan eşi nöbetçi olduğu akşamlar ben onun evinde kalırdım. Bana okumam için kitaplar verirdi, saatlerce yaşıt iki arkadaş gibi konuşurduk. Sanırım bu sohbetlerden benim kadar o da zevk alırdı. Onunlayken büyük olduğumu hissederdim. Onun söylediği her şey, bana doğru gelirdi. Saçlarımı onun gibi tarar, onun gibi konuşurdum. Bir süre sonra el kol hareketlerimin, mimiklerimin ona benzediğini fark etmiştim. Hatta o karnabaharı çok sevdiği için ben de karnabaharı çok sevmeye başlamıştım. Okulda hiç sevmediğim fizik dersini o bana sevdirmişti. Fizik hocasını hiç sevmezdim. Aksi ve asık suratlı bir kadındı. Ama Saliha ablanın anlatımıyla dersi anlardım. Notu kıt hocadan geçer not almayı bile başarırdım. Bilmeden Saliha ablayı modelliyor ve aynalıyormuşum. Sevgililerin, uzun süredir evli ve mutlu çiftlerin tavırları, mimikleri hatta kullandıkları dilin benzerlik gösterdiğini biliriz. Aynalama insanlar arasında bağlantı yaratır. Oturuşumuz, mimiklerimiz, konuşma hızımız, nefes alma tempomuz, giyim seçimimiz, hatta lokantada yemek seçimimizle aynalamayı sağlayabiliriz. Karşımızdaki kişinin kendisine benzer gördüğü her şey, onun ilgisini çeker. Bu benzerliği bilinçli olarak algılaması şart değildir. Hatta çoğu kez bilinçli olarak fark etmez bile. Ama bilinçaltı benzer olanı algılar. Benzerlik bilinçaltına güven duygusu verir. Aynalamayı öğrenirken katılımcılar en çok, karşımızdaki kişinin kendisini taklit etmemizden rahatsız olup olmayacağını sorar. Kişi elini yanağına götürdüğünde biz de mi götürmeliyiz? Evet. Ama anında değil bir iki saniye sonra. Kişi kollarını kavuşturmuşsa biz de mi kavuşturmalıyız? Ters aynalamayla biz de ayak ayak üstüne atabiliriz. Ama insanlar çoğu kez kendilerini "taklit" ettiğimizi fark etmez. Sadece aramızda bir uyum oluşmaya başladığını hisseder. Çünkü kendisine "benzeyen" bir kişinin yanında rahatlık duyar. Ayrıca karşınızdaki kişinin de "aynalama" tekniğini bildiğini varsayın. Siz sizinle uyum sağlamaya çalışan, bunun için çaba gösteren birinden hoşlanmaz mısınız? Taklit, en büyük iltifattır. Günlük yaşamda aynalamayı farkında insanlarla benzerlik gösterdiğimiz mayo giyeriz. Herkesle uyum içinde şalvarı ile giren insanlara bakmaz
olmadan her yerde yaparız. Diğer ortamlarda rahat ederiz. Plajda oluruz. Denize elbisesi ya da mıyız?
Bir tatil köyünde herkes kumsalda dolaşan bikinili kızlara değil, aşırı sıcak yaz gününde, tepeden tırnağa kara çarşaflar içinde kumlarda oturan üç kadına bakıyordu. Peki İstiklal Caddesinde bikinili kızlardan biri yürümeye kalksaydı ne olurdu? Sinemada herkes perdeye bakar, sessiz oturur ve başını hafif yukarı doğru kaldırır. Tüm seyirci salon aydınlanana kadar uyum içindedir. Çıt çıt çekirdek yiyerek uyumu bozan bir seyirci anında çevre koltukta oturanların ters bakışlarına hedef olur. Bazen daha sert tepki bile alabilir.
Bir davete gittiğimizde davete uygun şekilde giyinmek uyumun bir parçasıdır. Sakıp Sabancı'nın evinde verdiği bir partiye gazeteci olarak katılmıştım. Sanatçılar onuruna verilen bir davetti. Herkes şıktı. Gazetecilerin neredeyse hepsi günlük kıyafetleriyle, bazıları kollarıyla gelmişti. Ben bir davetli olarak şık bir gece elbisesi giymeyi seçmiştim. O gece hem Sakıp Sabancı ile hoş bir röportaj gerçekleştirdim, hem daha sonrası için istediğim tarihte bir randevu aldım. Randevum sadece bir saat içindi, sohbetimiz bittiğinde aradan dört saat geçmişti. Kural olarak, nasıl giyinmeniz gerektiğinden emin olmadığınız ortamlar için sık giyinmek, özensiz giyinmekten iyidir. Herkesin spor giyindiği bir ortamda sizin biraz daha şık olmanız mı rahatsız edicidir, yoksa resmi bir ortamda spor kıyafetle olmak mı? Aynalama, karşımızdaki kişinin ya da grubun sözsüz davranış modelini ona geri sunmaktır. Dans öğrenirken öğretmeni aynalarız. Çocuklar doğruyu ve yanlışı büyüklerini aynalayarak öğrenir. Nasihatleri değil, büyüklerin davranışlarını kopyalar. Çocukları birbirleriyle oynarken gözleyin. Benzer hareketleri yaptıklarını görürsünüz. Biz çocuğa ulaşmak için onun boy seviyesine inerek konuşmaz mıyız? Aynalamayı kitle psikolojisinde de görürüz. Bazen çok yıkıcı bir şekilde. Tek basınayken asla böyle bir şey yapmayacak bireylerin kitlelerle birlikte kendilerinden beklenmeyecek davranışlara girdiğini görürüz. Kurbanın tacizcisiyle "özdeşleşme" sendromu da bir aynalamadır. Çocukken şiddet görmüş insanların büyüdüklerinde şiddet göstermeleri, küçükken tecavüze uğramış kişilerin büyüdüklerinde tecavüzcü olmaları aynalama örnekleridir. Genç yaşta olanlarınız hatırlamaz ama Amerika'da basın imparatoru Randolph Hearst'ün kızı Patricia Hearst fidye almak amacıyla bir terör örgütü tarafından kaçırılmıştı. Genç kız uzun bir süre fidyecilerin elinde kaldı. Televizyonlarda tefrika gibi takip ettiğimiz kaçırılma olayı bir süre sonra boyut değiştirdi. Bir gün ekranlarda Patricia'yı elinde tabanca banka soyarken gördük. Bankanın gizli kameralarına kaydedilen görüntülerde genç kız, örgüt üyeleri ile birlikte banka soyuyordu. Kılığı kıyafeti örgüt üyelerine benzemişti ve ismini Tanya olarak değiştirmişti. Tarikat ve kültürlerde herkesin benzer giysiler içinde olması aynalamayla uyum ortamı sağlamayı amaçlar. Böylece bireyler artık "ben" değil, "biz" haline gelir ve onları istenilen istikamete yönlendirmek çok daha kolay olur. Aynalamayla karşımızdaki kişi ile iyi bir uyum oluşturduktan sonra farkında olmadan o bizi aynalamaya başlar. Buna NLP'de yönlendirme denir. Önce Uyum, Sonra Yönlendirme Uyum sağlamadığınız kişiden sizi dinlemesini, bakış açınızı görebilmesini nasıl bekleyebilirsiniz? Hareketleri (davranışları) aynalama birkaç şekilde olur.
1) Aynadaki Görüntü: O sağ elini şakağına dayamışsa siz sol elinizi şakağınıza dayarsınız. O sağ elini masaya dayamışsa siz sol elinizi masaya dayarsınız. O sağ bacağını sol bacağının üzerine atmışsa siz sol bacağınızı sağ bacağınızın üstüne atarsınız. 2) Tıpatıp Aynı: O sağ eliyle çenesini ovuşturuyorsa sizde sağ elinizle çenenizi ovuşturursunuz. 3) Çapraz Aynalama: O, ellerini göğsünde kavuşturmuşsa, siz bacak bacak üstüne atarsınız. O sağ eliyle saçlarını düzeltirken, siz sol elinizle yakanızı düzeltebilirsiniz Ellerini göğsünde kavuşturan bir kişiyi siz de aynısını yaparak aynalamayın. Bu davranış bazen savunma anlamına geldiği için iki savunmadaki kişinin uyum sağlaması zor olur. Ayaklarınızı ya da bacaklarınızı çaprazlamanız yeter. Bilinçaltı, bedenin pozisyonundan masanın altında çapraz duran ayakları bile algılar ve bunu uyum olarak yorumlar. Birisi kravatını düzeltiyorsa, siz yakanızı düzeltebilirsiniz. Birisi alyansıyla oynuyorsa, siz kol saatinin kayısıyla oynayabilirsiniz. Birisi ağırlığını sürekle bir ayaktan diğerine veriyorsa siz hafifçe öne ve arkaya sallanabilirsiniz. Mesaj kişinin bilinçaltına gidecektir. Bilinçaltı kendisine benzeyen biri olduğunuz kararını verecektir. Hareketleri bir iki saniye rötarla aynalamaya dikkat edin. Pozisyon değiştirmeyi ani hareketlerle değil, yavaş ve doğal bir tarzda yapın. Nefesle uyum sağlama da çok iyi bir yoldur. Nefesle kişinin özüyle uyumlu hale gelirsiniz. O derin ve yavaş nefes alıyorsa siz de öyle alın. O hızlı ve yüzeysel nefes alıyorsa siz de benzer tempoda nefes alın. Size bir ipucu daha. Karşınızdaki nefes alırken söze başlarsanız, söyleyecekleriniz daha iyi ulaşır. Karşınızdaki son sözünü söyleyip nefes verirken susun. Konuşmaya başlamak için nefes almasını bekleyin. Sevgilinizle veya eşinizle son derece uyumlu olduğunuzu hissettiğiniz bir anda nefeslerinizin ritmine dikkat edin. Aynı olduğunu göreceksiniz. Sevişirken nefes ritmini birbirinize uydurursanız alacağınız haz çok daha güçlü olur. Yaşamla uyumlu olmak yaşamın ritmine uymaktır. Kendinizle uyumlu olmak kendi ritminize uygun bir yaşam sürmektir. Karşınızdaki kişinin ritmine uymak, doğal olarak aranızda uyum sağlayacaktır. Doğal ritmimize uymadığımızda stres yaşarız. Yaptığımız işten zevk almıyorsak o işle aramızda uyumsuzluk olduğu içindir. Kişinin ses temposuyla konuşmak bir başka uyum sağlama yoludur. Çok hızlı konuşan bir görselle, yavaş konuşan bir kinestetiğin uyumu zor olur. Hüseyin Hatemi ile Fatih Altaylı'nın sohbetinin sürükleyiciliğini(!) düşünebiliyor musunuz? Böylesine zıt bir kişiyle iş konuşması yaptığınızı varsayalım. Bu durumda elinizden
geldiğince tempoyu uyumlu hale getirmeye çalışın. Ayrıca parmağınızla ya da ayağınızla da kişinin konuşma temposuna ritim tutun. Konuşma tarzının uyumu önemlidir. Benzer şiveye sahip insanlar birbirlerini hemen tanır. "Sen neredensin kardeş" diye konuşmaya başlar. Siz yabancı bir ülkedeyken yanınızdan geçen birinin Türkçe konuştuğunu işitseniz o kişiye yakınlık duymaz mısınız? Büyük olasılıkla Türkçe bir şeyler söyleyip bu kişiyle konuşmaya başlarsınız. Aynı kişiyle Türkiye'de karşılaşsanız belki yüzüne bile bakmazdınız. Hatta ortak bir dil bile bu uyumu sağlamaya yeter. Japonya'da tanıştığım Amerikalı bir kızla aynı dili konuştuğumuz için yakınlaşmıştık. İkimiz de yalnız seyahat ediyorduk. Kısa bir sohbetten sonra otelde aynı odayı paylaşmaya karar verdik. Böylece hem masraflarımızı kısmış, hem de birlikte gezerek hoş vakit geçirmiştik. Ses tonuna uyum sağlamak bazen şart olabiliyor. Bağıra çağıra kavga eden iki kişiyi ayırmak için ne yaparsınız? Siz de aynı şekilde "Durun! Durun! Bir dakika! Beni dinleyin!" diye bağırarak araya girersiniz. (Uyum). Sonra yavaş yavaş sesinizin tonunu düşürerek onları sakinleşmeye davet edersiniz. (Yönlendirme). Onlar da size uyum sağlayarak ses tonlarını yavaşlatırlar ve kavga sona erer. Onlar bağıra çağıra kavga ederken siz kibarca ve sakin bir ses tonuyla müdahale etmeye kalktığınızda suratınıza bir yumruk bile yiyebilirsiniz. Uyum kurmadan onları yönlendirebileceğinizi mi sanıyordunuz yoksa? Geçen ay sesimi tümüyle kaybetmiştim. Ancak fısıltıyla konuşabiliyordum. İşyerinde tüm arkadaşlar da benimle fısıltıyla konuşuyordu -farkında bile olmadan. Durumun komikliğini görünce, NLP'yi iyi öğrenmişsiniz, diye takıldım. Hep birlikte gülmeye başladık. Tabii ben fısıltıyla gülüyordum. Nasıl bir gülme olduğunu tahmin edin. İşin daha da komik yanı ertesi gün de fısıldamaya devam ediyorlardı. Doğal uyum. Sık kullandığımız deyimler bile bir süre sonra sevdiklerimiz tarafından kullanılmaya başlanır. Ben "Nasılsın?" diyene, "Harikayım" diye yanıt veririm. TRT radyosunda yaptığım haftalık programlarda artık telefon arkadaşlarım da "harikayım" diyor. Birlikte yemek yediğinizde aynı hızla yemek yemeye özen gösterin. Birisi yemeğin yarısına gelmeden diğerinin tabağını silip süpürmesi karşı tarafta rahatsızlık uyandırır -rahatsızlık duymasının sebebini fark etmese bile. Lokantada aynı şeyi ısmarlayarak da uyum sağlayabilirsiniz. Sizin seçtiğiniz bir yemeği masadaki bir başkası da, ben de aynısından istiyorum, diye seçtiğinde bu olumlu bir duygu yaratmaz mı? Seçiminizin beğenilmesi güzeldir. Bunun bir başka yararı daha vardır. Özellikle ısmarlayan diğer kişiyse. Karşımızdaki kişinin bütçesini bilmiyorsak onun ısmarladığından ısmarlamak en emin yoldur. O sadece bir çorba ısmarlamışsa, sizin karides kokteyli ve filet mignon arkasından da kapuçino, tiramisu ve Napeleon konyak ısmarlamanız bütçesinde büyük bir delik açabilir. Ya
da birlikte bulaşıkları yıkamak zorunda kalabilirsiniz. Özellikle ilk kez yemeğe çıkacağınız potansiyel romantik bir randevuda dikkat! Partnerinizin sizinle birlikte olmaktan zevk alması yerine, onun ecel terleri dökmesine sebep olabilirsiniz. Yemekte uyum önemlidir. Vejetaryenle evli bir etoburu düşünebiliyor musunuz? Önce uyum sonra yönlendirme. Aynalayarak uyum sağladığınız kişi sizi aynalamaya başladığında yönlendirme noktasına geldiniz demektir. Artık yaratmak istediğiniz sonuca doğru yol alabilirsiniz. Aynalama egzersizlerini parkta, metroda, kafede tanımadığınız kişileri aynalayarak deneyin. Yeni tanıştığınız kişilerle deneyin. Pratik yapın. Eğitime katılanların sıklıkla sordukları sorulardan biri de kişiyi aynalamanın bir manipülasyon yolu olup olmadığıdır. Önce uyum sağlanmadan hiçbir iş, aşk ve sosyal ilişkinin yürümeyeceğini hatırlayalım. Aynalama bir uyum sağlama yoludur -görsel ve sözel uyumla birlikte. İnsan kendine benzeyen kişilerle birlikte olmayı seçer. Manipülasyon, kişinin kendi çıkarları uğruna başkalarını kullanmasıdır. Yani bir kazan-kaybet oyunudur. Manipülasyonda sömürü vardır. Gerçek anlamda başanlı insanların hepsi kazan-kazan oyununu oynar. Karşı tarafın maddi ve manevi kazancının eşit olmadığı ilişkiler uzun sürmez. Sürse de sağlıklı olamaz. Amaç ve niyet önemlidir. Ayrıca özü, sözü ve davranışı uyum içinde olmayan kişiler zaten tutarsız ve güvenilmez bir tavır sergiler. Kişinin kendi içinde uyumlu olmasını "doğal" davranıyor diye tanımlarız. Doğallık çekicidir. En kaba doğallık, en kibar sunilikten etkilidir. İki insan arasında uyum, bir akışın olduğunu gösterir. Doğallık kişinin kendi doğasıyla akışıdır. Bazen uyum kendiliğinden olur, bazen uyum yaratmak için değişik stratejiler kullanırız. Yaratıcı olmak durumunda kaldığımız anlar olabilir. Misafir olduğum bir evde temizlikçi kadın aldığı bir telefondan sonra yere yığıldı. Ev sakinleri telaşla koşuşturmaya başladı. Kimi limon kolonyası arıyordu, kimi telefondaki kişiyle konuşmaya çalışıp ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Hemen kadının yanına boylu boyunca uzandım. Onun aldığı şekilde hızlı nefes almaya başladım. O karnını tutuyor, ben de tutuyordum. Bir süre nefes alışımız tamamıyla aynıydı. Uyum sağladığımızı hissettiğim an, nefesimi yavaşlatmaya başladım. O da nefesini yavaşlatmaya başladı. Gittikçe derin nefesler almaya başladım. O da derin nefesler almaya başladı. Yeterince sakinleştiğinde gözlerini açtı. Ben yavaşça doğruldum. O da doğruldu. Kendine gelmişti. Tüm bunlar bir iki dakika içinde oldu. Telefonda kızının sevdiğine kaçtığı haberini almıştı. Kızı dayısının oğluyla nişanlıydı; alkolik ve dayakçı baba bu durumu bir faciaya dönüştürebilirdi. Başkalarına yardım etmek için de önce uyum sağlamak gerekiyor.
Peki istemediğiniz halde uyum sağlanmışsa ne olacak? Örneğin; karşınızdakini kırmamak için uyum sağlamış göründüğünüzde ve kişiden kurtulamadığınızda? Uyku gözlerinizden akıyor ve ev sahibi oğlunun düğün videosunu size seyrettirmeye kararlı. Sık sık saatimize bakarak ve koltukta yatar vaziyette oturarak uyumu bozmaya çalışırız değil mi? Sonunda ayağa kalkarak videoyu bir başka zamanda izlemekten mutluluk duyacağımızı söyleyerek evimize gitmeye çalışırız. Bir görüşmenin ya da toplantının bittiğini biz otururken karşımızdaki kişinin ayağa kalkmasından anlamaz mıyız? Oturma uyumu bozulmuştur. Gitme zamanı. İkili görüşmelerde kişi ayağa kalkmadan önce uyum bozucu sinyalleri vermeye başlar. O noktadan sonra söyleyeceklerimiz amaca hizmet etmez. Hatta zarar bile verebilir. NLP gözlem yeteneğimizi geliştirmeyi de amaçlar. Çoğumuz tesadüfi uyumların sağlandığı hayatlar sürüyoruz. Çok istediğimiz halde uyum sağlamayı bilmediğimiz için projemizi yetkili konumdaki kişiye kabul ettiremiyoruz. Uyum sağlamayı bilmediğimiz için çok istediğimiz halde bazı kişilerle arkadaşlık kuramıyoruz. Çok istediğimiz halde bedenimizle uyum sağlamayı bilmediğimiz için sağlıklı ve ince bir bedene kavuşamıyoruz. Düşünce ve duygularımızla uyum sağlayamadığımız için kendimiz olamıyoruz. Olmayacak duaya amin demek başka şey, olabileceği halde tesadüfi uyumlar olmadığı için gerçekleşemeyen dualara amin demek başka şey. Kimi Kimi Kimi Kimi
tesadüfleri tesadüfleri tesadüfleri tesadüfleri
göremez. değerlendiremez. değerlendirmeyle yetinir. yaratır.
NLP tesadüfleri görebilme, değerlendirebilme ve yaratabilme sanatıdır. ÇAPA DENİLEN UYARICILAR Sıkışık mı sıkışık bir trafikte iş randevunuza yetişmeye çalışıyorsunuz. Bir taraftan yeterince hazırlanmadığınız için bu buluşmanın nasıl geçeceğinin stresini yaşıyorsunuz. Diğer taraftan geç kalacağınız endişesini duyuyorsunuz. Tam o sırada radyoda "bizim şarkımız" dediğiniz bir şarkı çalmaya başlıyor. Birden gevşediğinizi hissediyorsunuz. Gözünüzün önünde sevdiğiniz kişi canlanıyor. Yüzünüzü bir tebessüm kaplıyor. Yüzünüzde mutlu bir tebessüm, hülyalara dalmışken mavi-kırmızı ışıklı bir arabanın tam arkanızda olduğunu dikiz aynasından görüyorsunuz. Aniden içinizi sıkıntı kaplıyor çünkü ruhsatınızı evde unuttuğunuz aklınıza geliyor. Panikleyerek arabayı sağa çekmeye hazırlanırken, arkadaki polis arabasının sizden yol vermenizi istediğini fark ediyorsunuz. Eliniz otomatikman sevgilinizin size şans getirsin diye verdiği arabanın aynasından sallanan Noel baba figürüne gidiyor. Rahatlıyorsunuz.
Çapalar iş başında, "bizim şarkımız"ı duymak sizi mutlu etti. Bu şarkıyı ilk dinlediğinizde bir dağ evinde şömine çıtır çıtır yanarken, siz karşısında sarmaş dolaş oturuyordunuz. O sırada radyoda bir şarkı çalıyordu. Siz müziğin ritmiyle dans etmeye başladınız ve bu şarkının sizin şarkınız, aşkınızın şarkısı olmasına karar verdiniz. Bu şarkıyı her dinlediğinizde içinizde benzer duygular canlanıyor. Mavi- kırmızı ışıklı arabayı ilk arkanızda gördüğünüzde, hızlı gittiğiniz için ceza yemiştiniz. Hangi sürücü arkasında bu ışıkları gördüğünde olumsuz duygular yaşamaz ki? Birçok insan kendisini nazardan koruyacağına inandığı mavi boncuğu üzerinde taşır. Sporcular maça başlamadan önce kendilerine şans getireceğine inandığı bir takım objelere dokunur, sağ ayağıyla sahaya adım atar, belirli bazı sözleri kendine söyler ya da dua mırıldanır. O mavi kravat ya da yeşil fuların size şans getirdiğini bildiğiniz için önemli iş görüşmelerine onu takarak gidersiniz. Ya biraz önce kavga ettiğiniz sevgiliniz, siz kavgayı biraz daha uzatarak haklı çıkmaya kararlıyken, size o yaramaz çocuk gülüşüyle göz kırptığında kavgayı sürdürmeye gücünüz kalır mı? Tüm bu davranışlardaki ortak nokta geçmişteki bir deneyime dayanması ve sizin ruh halinizi anında değiştirebilmesidir. Mavi kravat ve yeşil fular size geçmişte yaşadığınız bir başarıyı çağrıştırır ve onu taktığınızda özgüveninizin arttığını hissedersiniz. Yaramaz çocuk gülüşlü sevgilinin bu gülüşünü ilk gördüğünüzde içinizde nasıl da sıcak duygular uyanmıştı. Hala da bir gülüş buzları eritecek kadar sıcak. NLP'de psikolojik bir durum yaratan uyarıcıya çapa denir. Çapa, bir sembolün uyarıcı haline gelerek, belirli bir durumu ve tepkiyi tekrar tekrar yaratma halidir. Uyarıcı - tepki durumu. Çapalar yaşamımızın her anında, her yerde çoğu kez biz farkında bile olmadan bizim davranışlarımızı belirliyor. Kırmızı ışıkta otomatikman dururuz. Kahvenin kokusunu duyduğumuzda canımız birden kahve ister. Okulda zil çaldığında yerimizden fırlarız. Bir reklam müziğini duymak bize otomatikman o ürünü çağrıştırır. Reklamlar çapalarla doludur. Reklamın amacı zihnimizde ürünle ilgili bir çapa oluşturmaktır. Bilinçaltımız adeta çapalar deposudur. Bu çapaların farkında olmadığımız için birçok değişimi yapmakta güçlük çekeriz. Salt irade, değişimimiz için yetmez. Çünkü bilinçaltı, bilinçle çatışma halinde olduğunda kazanan daima bilinçaltı olur. Evli bir kilolu kadın neden zayıflayamadığını bir türlü anlayamıyordu. Zayıflamak için her türlü yolu denediği halde belli bir kiloya indiğinde yeniden aşırı yemeye başlıyordu.
Kadın on dört yaşına kadar babasının cinsel taciziyle yaşamak zorunda kalmıştı. Altı yaşından beri süren bu ensest ilişkiden nefret ediyordu küçük kız. Ama on dört yaşına geldiğinde birden incecik bir genç kız olup çıktığında babası onu çok sıska bulduğunu söyleyerek aşağılamıştı ve onunla ensest ilişkiye son verip küçük kız kardeşe yönelmişti. Kız bir taraftan babasının tacizinden kurtulduğuna memnundu ama öte yandan da babası artık onu sevmiyor, kız kardeşini seviyordu. Zayıflığı babasının onu terk etmesine neden olmuştu. Bilinçaltında zayıflamak, erkekler tarafından terk edilmek olarak kayda geçmişti. Böyle bir çapa sonucu farkında bile olmadan zayıflarsa eşinin onu terk edeceği inancına sahipti. Eğitim sırasında bu inancın kilo vermesini sabote ettiği ortaya çıktığında çok şaşırdı. Bir NLP egzersiziyle onda yeni bir çapa oluşturduk. Kadın bir sene içinde istediği kiloya inmeyi başardı. Bir başka çarpıcı çapa örneği de çapaların nasıl farkına varmadan hayatımızı, sağlığımızı etkilediği üzerine düşündürücüdür. Eğitime katılan bir genç kadın son zamanlarda kalp ağrıları çekiyordu. O yaşta kalp sorunu yaşaması için hiçbir açıklama getiremiyordu. Egzersiz sırasında birden, "Aman tanrım" diye bağırdı. Gözünün önünde hastalığının nedeni canlanmıştı. Buzdolabının kapağında manyetik kağıt tutucunun üzerindeki reklam, bir ilaç firmasının kalp ağrısı ilacına aitti. Kendisine hediye olarak verilen bu amblemi her buzdolabına gidişinde görüyordu. Bedeni bu ilaca ihtiyaç yaratacak durumu adım adım oluşturuyordu. O akşam manyetik kağıt tutucu çöpü boyladı. Daha sonra görüştüğümüzde kalp ağrılarından eser kalmadığını sevinçle grup arkadaşlarıyla paylaştı. Tüm katılımcıların kendilerine bir şekilde armağan olarak verilen ilaç markası amblemli kalem, takvim, bloknot vb. şeyleri de çöpe attığını söylememe gerek yok. Ben de evimde böyle bir kaleme sahiptim. Kalem güzel olduğu için atmak yerine amblemi asetonla çıkararak sorunu çözdüm. Çapalar iki yolla oluşur: 1. Zihinsel Yol 2. Duygusal Yol Zihinsel Yol Duyularımızın belirli bir duyguyla bağlantısı olmaksızın oluşan çapalardır. Bir reklamı bin kere izlersek ya da işitirsek ürün zihnimizde çapa oluşturur. Bir reklamın ilk cümlesini duyduğumuzda gerisini getiririz. Marlboro sigarasının kırmızı üçgenini, McDonalds'ın altın renkli arkını gördüğümüzde markalan hemen tanırız. "Her gün her şekilde daha iyiye gidiyorum" türü cümleleri kendimize tekrarlayarak yaptığımız pozitif düşünme -afirmasyon (olumlama)- çalışmalarında aynı sözü her gün çok kez tekrarlamak önemlidir. Günlük yaşamda tekrar tekrar gördüğümüz, işittiğimiz bir şey bir süre sonra belleğimize kazınır. Beynimiz günlük yaşamda uykuda olmadığımız anlarda saniyede 14 ve üstü frekansta Beta dalgaları yayar. Sol beyin ağırlıklı bu algılamaların bilinçli zihnimizde yerleşmesi için çok tekrarı gerekir. Koku ve tat du-yularıyla ilgili
çapalar için görsel ve işitsel duyular kadar tekrar gerekmez. Çünkü koku ve tat ve dokunma duyularının merkezi farklıdır. Bir pastanede yediğimiz leziz profiterolü, o pastanenin önünden geçerken yeniden hatırlamamız çok daha kolaydır. Oysa pastanenin adını tat bağlantısı olmadan hatırlamak tekrarı gerektirir. Bir şeyi yaparak öğrenmek, sadece görerek ya da dinleyerek öğrenmekten daha kolaydır. Daha az tekrarı gerektirir. Araba kullanmayı, bisiklete binmeyi öğrenmenizi hatırlayın. Duygusal Yol Bu yolla bazen tek bir çapa kalıcı olabilir. Duygusal yoğunluk yaşadığımız anlarda beş duyumuz her şey ile duygumuz arasında bağlantı kurar. Sürekli gördüğümüz ve reklamını işittiğimiz Mc Donalds'a gitmek için ikna olmamız belki bin kez tekrarı gerektirir. Ama hayatımızın aşkına bir Mc Donalds önünde rastlamışsak, bilinçaltımız bu iki olayı birbirine bağlar ve biz her Mc Donalds'in önünden geçişimizde nedense iyi duygular hissederiz. Ya da sevgilimiz bizden ayrılmak istediğini bir Mc Donalds'ta söylemiş ve biz gözyaşları içindeyken kalkıp gitmişse Mc Donalds'in altın arkını bile gördüğümüzde kendimizi iyi hissetmeyeceğimiz açıktır -aradan yıllar geçmiş bile olsa. Bilinçaltının bağlantısı, duvarların rengini, o anda çalınan müziği, burnumuza gelen kokuları vb. her şeyi kapsar. Gözümüz kapalı bir şeyi dinlediğimiz durumda, örneğin meditasyon yaparken, beynimiz Alfa frekansında faaliyet gösterir. 8-13 arası frekansta faaliyet gösteren Alfa boyutunda bir şeyin çapa oluşturması için 21-30 kez tekrarı gerekir. Bu nedenle NLP tekniğiyle hazırladığım hipnomeditasyon kasetlerinin A yüzünün 21 gün boyunca her gün dinlenmesi gerekir. 4-7 frekans arasında faaliyet gösteren Theta boyutu limbik sistem ya da orta beyini hedef alır ve kinestetik çapalamalar için idealdir. Sadece bir ya da iki kez tekrarı gerektirir. Bunun için üzerinde çalıştığımız kişiyi derin duygusal yoğunluğa sokarak yaptığımız çapalamalar hızlı değişim sağlar. Kişiyi, değiştirmek istediği duyguya Theta boyutunda soktuğumuzda istenilen yeni duyguyu yerine kolayca koyabiliriz. Limbik sistem kaç ya da savaş komutunun verildiği yerdir. Bu yüzden fizyolojinin değişmesiyle değişimin sağlanabilir olması anlaşılır hale gelir. Çünkü fizyoloji kinestetiktir. Kinestetik değişim en zor ama en kalıcı değişimdir. Çocuğunuzun iki yıl boyunca yattığı oyuncak ayısını ya da battaniyesini ondan almaya kalkın. Değişimin zorluğunu anlarsınız. Başı önüne eğik, omuzları çökük, sesi bitkin birisini dik durmaya, başını kaldırmaya ve yüksek sesle "Evet" demeye zorlayın. Yaparsa değişimin kolaylığını anlarsınız. Frekansı 3'ten aşağı olan Delta boyutunda değişim için tek çapa yeter. Daha doğrusu çapaya gerek yoktur. Çünkü o boyutta her şey çapadır. Koma halinde, anestezi altında ve hayatımızın ilk iki yılında Delta boyutunda yaşamı algılarız. Apandisit ameliyatı olmak için hastaneye yatan bir kadına genel anestezi uygulanır. Ameliyat esnasında doktorlardan birisi kadının göğüslerinin çirkinliği üzerine espriler yapar. Anestezi altındaki
kadın bu esprileri Delta boyutunda "duyar". Ameliyat başarıyla sona erer ama kadın bir süre sonra göğüs kanseri olur. Kanser ilerler ve kadın "çirkin göğüslerinden" ameliyatla "kurtulur". Bilinçaltı gücünü görebiliyor musunuz? Ameliyathanelerde hastanın başucunda sarf edilen sözlere dikkat ve özen gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum. Oğlum burun ameliyatı olduğunda ben de ameliyat odasına girdim. Tabii hastane yönetiminin itirazlarını doktorun göğüslemesiyle. O narkoz altındayken ben de stres ve çakra kasetlerinin B yüzünü sürekli çaldım ve çabucak bedeninin kendini toparlaması, kendisini enerjik hissetmesi, egzersiz yapması, sağlıklı beslenmesiyle ilgili telkinler verdim. Oğlum gerçekten çok çabuk iyileşti. Ameliyattan altı gün sonra yaşadığı yer olan Amerika'ya döndü. Nedense her gün egzersiz yapmaya ve sağlıklı beslenmeye başladığını, kısa zamanda 12 kilo verdiğini telefonda öğrendim. Çocuklar yaşamlarının ilk iki yılını Delta ve Theta, 2-6 yaş arasını Alfa boyutunda geçirir. Mantık yani Beta altı yaşından sonra başladığı için çocuğun ilk altı yılında yaşamla ilgili edindiği izlenimler salt duygu boyutunda olur. Çocuk kendisine söylenen her şeyi sünger gibi emer ve her görüntü, her ses, her dokunuş, her tat, her koku onda çapa oluşturur. Bunları değiştirmek semptomları geçirmekle olmaz. Yeniden programlama gerekir. 37 yaşındaki bir adam iş yaşamında güven duyduğu erkeklerin hepsinin gözlüklü olduğunun farkına vardı. Çünkü kendisi üç yaşında iken ölen babası gözlüklüydü. Cenaze boyunca ve evdeki karmaşa esnasında sadece gözlüklü erkeklerin kucağına oturmuştu. Eşi de gözlüklüydü. Çocukken kendisine sürekli geri zekalı ve beceriksiz olduğu söylenmişti genç adamın. Çocuk kendisini başkalarının tanımlamalarıyla tanır. Boğaziçi'ni iyi dereceyle bitirmişti, hem de bursla. Ama o hala bir iş bulmakta ve karşı cinsle ilişki kurmakta zorluk çekiyordu. Onun doğmasına yardımcı olan doktorun elleri yılan derisi gibi pullu pulluydu. Genç kadın bir bebek kadar güzeldi ama elleri pullu pulluydu. Gitmediği doktor, kullanmadığı ilaç kalmamıştı. Ama elleri yüzünden birisiyle tokalaşmaktan bile kaçınıyordu. Sevgilisinin olması ise bu ellerle ancak bir rüya olabilirdi. Tabii ki onu doğurtan doktorunun ellerini Beta dalgası zihniyle hatırlamıyordu. Ama hipnozla doğum anına döndüğünde bilinçaltı, bilince çıktı. Genç kadının elleri üç hafta içinde normal bir deriye kavuştu. Küçük kıza her ağladığında susturmak için çikolata ya da şeker veriliyordu. Köpeği öldüğünde de annesi onu kucağına almış ve çikolata ile teselli etmişti. Küçük kız bugün fazla kilolu, her üzüntüsünde tatlıya sığınan bir kadın. Ayrıca şişmanlığı ona bir erkeği kendine çekememenin bahanesini de veriyor. Çünkü zayıfladığında da bir erkeği çekeceğinden emin değil. O zaman ne mazereti olacak?
Genç adam, çevresindeki herkesin karşı çıktığı bir kadınla evlenmek istiyordu. Kadının kullandığı parfüm, bebekliğinde kendisine sevgiyle bakan akrabasının kullandığı parfümün aynısıydı. O, bunu nereden bilebilirdi ki? O parfümün sevgi, şefkat ile özdeşleştiğini nereden bilebilirdi ki? Genç adamın kadın kavgası içeren porno filmlere saplantısı vardı. Yabancı ülkelerden bu tür porno kasetleri getirtmek için elindekini avucundakini harcıyordu. Fahişeler dışında hiçbir kadınla ilişkiye giremiyordu. Fahişeler müşteri kapmak (onunla birlikte olmak) için mücadele veriyordu. Tıpkı o küçük bir çocukken babası öldükten sonra halası ile annesinin onu kendi saflarına çekerek büyütmek için mücadele verdikleri gibi. Kadınlar onun için mücadele etmeliydi. Duygusal anlar beynimizde değişik dalgalarla kayda geçer. İki yaşına kadar Delta ve Theta ile, İki -altı yaş arası Alfa ile, daha sonra ise Beta ve tüm diğerleri ile. Beyin Dalgaları Tablosu
Bizde bir alışkanlık yaratan çapalar tekrarla oluşur. Araba kullanmak, dişimizi fırçalamak, sigara içmek, her öğünde ekmek yemek gibi. Alışkanlıkları değiştirmek için yeni yolların tekrarı gerekir. Bağımlılıklar duygusal içeriklidir. İçkiyi ilk içtiğimizde içki tek başına bağımlılık kazandırmaz. Utangaçlığı yenmek, kendimizi rahat hissetmek duygusuyla farkında bile olmadan çapaladığımızda içki bağımlılık haline gelir. Artık bilinçli olarak utangaçlığı yenmek ya da arkadaşlarla uyum sağlamak için olmadığını söylesek bile içki ya da herhangi bir bağımlılık maddesi bizde rahatlama uyandıran bir haz maddesi haline gelmiştir. İnsanlar ya hazza yönelmek ya acıdan kaçmak için bağımlılıklar geliştirir. Her bağımlılık, aslında bize hizmet etmeyen, ama hizmet ettiğini sandığımız bir çapadır. Bağımlılıklarımız bize zarar verse de hala acıdan kaçmamıza ya da haz duymamıza yardım ettiğini sanırız. Bu noktada NLP'nin temel savlarından birini hatırlayalım. Her davranışın altında olumlu bir niyet yatar. Her bağımlılığın ardında olumlu bir niyet yatar. Kimse kanser olmak için sigara içmez. Kendisini rahatlattığı için sigara içer. Kimse şişmanlamak için yemek yemez. Yiyecek ona bir şekilde güven duygusu sağladığı için tıkınır. Kimse kendisine kötü davranan bir insanla evliliğini sürdürmez. Evlilik ona güven, ait olma duygusu, prestij, ekonomik güvence, toplum önünde saygınlık, yalnızlık duygusunu aşma yanılgısı gibi "gizli" kazançlar verdiği için kişi bağımlılığı sürer. "Gizli"
kazançlar kişinin belki farkında bile olmadığı "iyi niyet"in diğer adıdır. Elli beş yaşında bir kadın son on yıldır kötürümdü. Kadın, ailesinin tüm sorumluluğu üstlenmesiyle yaşamını sürdürüyordu. Tuvalete bile birilerinin yardımıyla gidiyordu. Son on yıldır birilerinin yardımı olmadan evden dışarı adımını atmamıştı. Ailesi onu birçok psikiyatriste götürmüştü. Bakırköy'de on ay süren bir fizik tedavi görmüştü. Kötürümlüğünün fiziksel bir nedeni yoktu. Ama yürüyemiyordu işte. Bir şekilde benim sorununu çözeceğime inanmış olduğu için hiç zamanım olmadığı halde randevu almayı başardı. Ona tekrar yürümek isteyip istemediğini sordum. Yürümek istediğini söyledi. Ne kadar bedel ödemeye hazır olduğunu sordum. Miktarını söyledi. Bu miktarın ancak dört seansa yeteceğini, bu süre içinde iyileşip iyileşmeyeceğine inanıp inanmadığını sordum. İnanmıyorsa parası boşa gidecekti. Belki başka bir yere gitmeyi seçebilirdi. Neden bana gelmesi gerektiği konusunda benim ikna olmam gerekiyordu. îlk buluşmamızda, çocukluğundan beri ailenin hizmetçisi olduğu ortaya çıktı. Diğer kardeşler kendi hayatını yaşarken o herkese hizmet etmek durumundaydı. Sessiz ve içedönük bir yapısı vardı. Çocukluğunda yediği dayaklar kendi deyimiyle, uç uca eklendiğinde Fatih köprüsünün uzunluğunu geçiyordu. Genç kız olmuş ve bir bankaya girmişti. Aldığı maaşı hemen ailesine teslim etmek, işlerinin yanı sıra herkesin bakımını yine üstlenmek zorundaydı. Bir gün kötürüm oldu. Artık aile ona hizmet etmek durumundaydı. Kötürüm olmak başkalarına hizmet etmekten özgürleşmek anlamına geliyordu. Tüm bunları iki seansta fark etti. İkinci seansın sonunda bana tutunmadan yakınımızdaki parka kadar yürüdü. Ona, düşerse kendisini tutmayacağımı söylemiştim. Üçüncü seansta trafik ışıklarının olmadığı bir kavşakta karşıdan karşıya geçmeyi başardı. Dördüncü seans için tek başına Bakırköy'den Erenköy'e gelmeyi başardı, hem de yağmurlu ve rüzgarlı bir günde -ve tek başına. On yıldır yürüyemeyen, tuvalete bile tek başına gidemeyen bir insan. İnanabiliyor musunuz? Tabii son seansa gerek kalmadı. Kahve içerek ve pasta yiyerek kutladık onun başarısını. Daha sonra bir başka kente taşındı ve tek başına yaşamaya başlayarak kutladı yaşamı. Çapalama egzersizinde önemli olan niyet ile uyarı arasındaki bağlantıyı kopararak yeni bir bağlantı oluşturmaktır. Bu kadın iki sene sonra yine kötürüm oldu ve ailesinin bakımına muhtaç duruma düştü. Telefonda niye yeniden kötürüm olmayı seçtiğini sorduğumda verdiği yanıt acı vericiydi: "Yalnız olmaktan sıkıldım. Daha önce benimle ilgilenenler artık arayıp sormuyordu." Onunla niyet ile uyarı arasında yeni bir bağlantı sağlamıştık; özgür olmakla kötürüm olmamak arasındaki bağlantı. Ama tek başına olmakla özgürlük arasındaki bağlantıyı sağlamaya dört seans yetmemişti. Ayrıca elli beş yaşında yalnız bir kadın olarak bu bağlantıyı
kurmayı göze almaya istekli de değildi. İstek olmayınca insana yardım edemezsiniz. NLP'de terapi, kişinin deneyimleriyle yaşayan bir ilişki kurmasını sağlamak anlamına gelir. İLK ÇAPALAR İnsan ana rahmine düştüğü andan itibaren çapalarla şekillenen bir varlıktır. Hamilelik boyunca annenin yaşadığı deneyimler, hissettiği duygular, beslenme şekli bebeği şekillendirir. Çocuk istenip istenmeyen bir bebek olduğunu bile "hisseder". Belki de doğuştan getirdiğimiz karakterimiz, anne rahminde yaşadığımız deneyimlerle bağlantılıdır. Tıpkı kişiliğimizin şekillenmesinin doğumdan sonra aile ve çevre etkisiyle oluşması gibi. Anne rahminde yaşanan her türlü deneyim çocuğun bilinç-dışında Theta ve Delta boyutunda kayda geçer. Çocuk doğduktan sonra da ilk iki yılı bu frekanslarla algılar. Yaşamımızın her anı tüm kayıtlarıyla birlikte bilinçaltımızda depolanır. Bilinçaltı ve bilinçdışı tüm yaşamımızın kaydını içeren "üç boyutlu hayat DVD'si" gibidir. Tüm kayıt derken ana ait beş duyuyla gelen algıların, düşüncelerin, duyguların, hayallerin toplamını kastediyorum. Örneğin; siz bilinçli olarak hatırlamasanız bile dördüncü doğum gününüzde annenizin pişirdiği pastanın kokusu, tadı, mutfağın parkelerinin deseni, duvarların rengi, annenizin üzerindeki giysi, radyoda çalan Beatles şarkısı, akan nezleli burnunuzu çekmeniz, sizin aklınızdan geçen "annem beni seviyor" düşüncesi, salonda parlak ambalajlı hediye paketinin içinde ne olduğuna dair hayalleriniz ve merakınız, babanızın yanınızda olmamasının verdiği buruk duygu vb. hepsi ama hepsi anın kaydına geçer. Akıl ve zihin birbirinden farklıdır. Akıl, geçmiş anlara ait tüm kayıtları içeren bilgilerin lineer biçimde sıralanmış "tüm anlar" toplamıdır. Bu alışık olmadığınız "akıl" tanımını görsel olarak canlandıralım. Akıl, lineer biçimde sıralanmış kayıtlar toplamı dedik. Üst üste konularak sıralanmış kasetleri düşünün. Her kaset bir ana ait tüm kayıtları içeriyor. Bu kasetlerde sadece görsel ve işitsel deneyimlerin değil, tat, koku, dokunmak, düşünceler, duygular, imgelerle oluşan duygusal deneyimlerin de kaydı var. Bu kayıt sistemi şu anlama geliyor. Her birimizin aklı geçmiş deneyimlerimizden oluşan milyonlarca kasete sahip. Bu yüzden herkesin haritası farklı. Her insanın realitesi farklı. Peki hiç kayda geçmeyen, kaset oluşturmayan anlar var mı? Elbette. Total farkındalıkla yaşanan anların deneyimleri duygusal kaset oluşturmaz. Geçmiş oluşturmaz. Anlar dolu dolu tam farkındalıkla yaşandığında geçmişe ait duygusal bağımlılıklar da oluşmaz. Tam farkındalıkla yaşanan anda gelecek korkusu ve endişesi de yoktur. Sadece anın sonsuzluğu vardır. Geçmişe ait tam farkındalıkla yaşanan anlar duyusal bellek olarak zihnimizde kalır. (Duyusal bellek zihnin
bir fonksiyonudur.) Kişi ancak zihin faaliyetinin olduğu yerde bilincini geliştirir. Duygusal belleğin yani akıl kasetinin olduğu yerde bilinç gelişemez. (Duygusal bellek aklın bir fonksiyonudur.) Çünkü insan duygusal belleğinde kayda geçmiş "anı'ları tekrar tekrar hatırlayarak acı çeker. Bu yüzden de geçmişte yaşar. Zeka denilen şey, bireyin zihnini kullanma kapasitesidir. Bilinç ise deney imlenmiş zekadır. Geçmişin kasetleriyle tıka basa dolu bir akıl, kendisini geçmişin karanlığında yaşamaya mahkum eder. Bu karanlık, cehaleti, bencilliği, bağımlıkları doğurur. Eksik yaşanan anlar, tamamlanmak ister. Bu yüzden sürekli bizi geçmişe doğru çeker. Her şey doğası gereği tamamlanmak, bütünleşmek, bir olmak ister. Tüm dikkatimizi vermeden geçirdiğimiz anlar tamamlanamadığı için daha sonra tamamlanmak umuduyla bellekte "kaset" olarak kayda geçer. Bu kasetler öyle çoğalır ki zamanla insanın tüm yaşamı, kasetlerle yönetilir hale gelir. Ve kişi robotlasın Robot ya da mekanik insan sağlıklı bir değerlendirme yapamaz, berrak bir görüşe sahip olamaz. Duygusal kasetlerin esiri insan, özgürleşemez. Daima bir şeylere bağımlı olma ihtiyacı duyar. yine, kişilere, politik ideolojilere, nesnelere, unvanlara, koltuklara. Böylece güven gereksinimini sağlayacağını umar. Gerçek güven bilincin gelişmesiyle kazanılır. Bilinçli insan duygusal değil duyarlıdır. Bu duyarlılık zihnimizde zeka, yüreğimizde sevgi olarak tezahür eder. Her insan "ben" olarak dünyaya gelir. Ben, bilincin bireyselleşmiş halidir. Ben, akıl denilen duygusal kasetlerle özdeşleştiğinde "ego" oluşur. Ego bilinci tutsak kılar. Dış dünyadan ve iç dünyamızdan gelen verileri ben'e ulaştırmak üzere postacı görevini yapması gereken ego, an'in sorumluluğunu üstlenmediğimiz için bir süre sonra kendisini efendi sanmaya başlar. İletmesi gereken mektupları açıp okumaya ve dilediği gibi yorumlamaya başlar. Hizmetkar iken efendiliği ele geçirmiştir artık. Ego'nun bize ben diye yutturmaya çalıştığı maskesi, bizi kendisine inandırmak için gurur denilen aracı kullanır. Ego gururludur, ben onurludur. Ego, aynı kasetleri tekrar tekrar çalarak güvence (haklılık) ve onay peşinde koşar. Peki aklın amacı nedir? Aklın tek bir amacı vardır. Varlığını sürdürmek. Akıl, varlığını sürdürmek ister. Kendisini "ben" sandığı için, özdeşleştiği her şey uğruna mücadele verir. Akıl Ben ile özdeşleştiğinde "ego" oluşur. Kasetler sadece duyusal belleklerden ibaret olsaydı, yani her an tüm farkındalık ile yaşanabilseydi tam bilinçlilik hali olurdu. O zaman Ben, sağlıklı olarak kendi özgün bireyselliğini ifade eder, evrensel bilince kendi yaratıcılığının katkısını yaparak bütünü genişletirdi. Ego, kendisini parasıyla özdeşleştirmişse parası uğruna hayatını bile tehlikeye atabilir. Ego kendisini yazdıklarıyla özdeşleştirmişse bir yazar yazdıklarını kurtarmak üzere alevler içinde kalan binaya dalabilir. Kimisi yanan binaya altınlarını, kimisi çocuklarını, kimisi kocasını kurtarmak için dalar. Kişi kendisini kahramanlıkla, vatanseverlikle özdeşleştirmişse koşa koşa savaşa gider. Kişi kendisini bir dinle ya da ideoloji ile özdeşleştirmişse üzerine bombayı sararak ölüme, cihada gözünü kırpmadan gider. Böyle durumlarda ego yani akıl varlığını sürdürebilmek için, bedenini öldürecek bir şeyi yapmaktan çekinmez.
Duygusal bellekten oluşan ve Ben ile özdeşleşen Akıl yani Ego'nun tek bir amacı vardır. KENDİ VARLIĞINI NE PAHASINA OLURSA OLSUN KORUMAK. Egosunu, yani gururunu korumak için namus uğruna cinayet işler, erkekliğiyle özdeşleştiyse kendisini Rock Hudson'a benzeten arkadaşını bıçakla delik deşik eder, sevgilisiyle özdeşleştiğinde kendisini terk eden sevgiliyi "bana yar olmayanı kimseye yar etmem" diyerek dan dan vurur öldürür, yüzüne kezzap döker, yaralar. Konumuyla, unvanıyla, koltuğuyla özdeşleşmişse kendisine tehdit olarak algıladığı her duruma ve kişiye karşı saldırgan tutum sergiler. EGONUN VARLIĞINI KORUMA YOLU HAKLI OLMAKTAN GEÇER. Haklı olmak için kasetleri tekrar tekrar çalar. Akıl kasetlerindeki duygusal deneyimler egonun çarpık değerlendirmesiyle bakış açılarına, inançlara, düşüncelere, kararlara dönüşür. Kişi kendi aklının bakış açısını, inançlarını, düşüncelerini ve kararlarını tek doğru olarak kabul eder. Onlara yapılan herhangi bir eleştiriyi ya da karşılaştığı farklı inancı, düşünceyi, kararı ya da bakış açısını bir saldırı olarak algılar. Kişiler, gruplar, partiler, ideolojiler ve ülkeler arasındaki her çatışmada "ben haklıyım sen haksızsın" bakış açısı, inancı, düşüncesi ve kararı vardır. Nietzsche aklın kendisinin haklı olduğunu kanıtlamak ve edebilmek için her şeyi yaptığını kitaplarında anlatır. olmak peşinde değil, haklı olmak peşindedir. Bunun için göze alır. İntihar, haklı olduğunu tüm dünyaya gösterme
kontrol Akıl mutlu ölümü bile eylemidir.
Ben mutlu olmak ister, ego haklı olmak. Ego, kendisini korumak için kabul görmek ister, onaylanmak ister. Kendine benzeyenlerle birlikte olmak ister. Böylece bakış açısında, inançlarında, düşüncelerinde, kararlarında haklı çıkacak seçimlerde ve davranışlarda bulunur. Bir fareyi labirente koyduğunuzda eğer daha önce peyniri üçüncü tünelde bulmuşsa önce oraya gider. Bulamayınca bir iki kez daha üçüncü tünele girer çıkar. Sonra diğer tünellere girip çıkarak peyniri bulmaya çalışır. Eninde sonunda peyniri bir tünelde bulur. Çünkü amacı peyniri bularak mutlu olmaktır. İnsan ise egosunun kontrolü altında üçüncü tünelde peynir olduğunu hatırlar. Bu peynir kendisi için sevgi, başarı, sağlıklı beden vb. gibi herhangi bir şey olabilir. Derhal üçüncü tünele dalar. Peyniri bulamayınca tekrar girer. Peynirin orada olması gerektiğinde ısrarlıdır. O haklı olmak zorundadır.. Bir zamanlar orada bulmuştu peyniri ya. Yine orada olmalı. Ömür boyu üçüncü tünelde koşturur durur. Peyniri bulacağım diye. Aynı hataları tekrar eder durur ve her seferinde neden peyniri bulamadığı konusunda mazeretler üretir. Çoğu insan peynirine
kavuşamadan yaşamını tüketir. Oysa bu dünyada istediği peynire kavuşan insanlar da var. Unutmayın; bir insan bir şeyi başarmışsa onu siz de başarabilirsiniz. Yeterince emek, zaman yatırımı yapmak ve istekli olmak kaydıyla. Konunun daha iyi anlaşılması için kasetleri şema haline getirelim.
Kasetler Şemada görüldüğü gibi iki ayrı kaset yığını vardır: Yaşamı sürdürmek için gerekli kasetler ve yaşamı sürdürmek için gerekli olmayan kasetler. Yaşamı Sürdürmek İçin Gerekli Kasetler Bu tür kasetler sadece duygusal belleği içerir. Yaşamı sürdürmek için gerekli derken kişinin gerçek ya da hayali tehlikelere karşı varlığını korumak için gerekli olduğunu sandığı kasetler kastediliyor. Bu kasetler üç kategoriye ayrılır Kategori 1 Bir Numaralı Deneyim Bu deneyimler acı, darbe, yarım ya da tam bilinçsizlik halini içerir. Tabii ki yaşamı tehdit edici olarak algılanan deneyimlerdir. Yüksek seviyede acı, kısmi anestezi gibi yarı bilinçsizlik halleri ya da uyku ve koma gibi tam bilinçsizlik durumlarında yaşanan deneyimlerde beyin Beta dalgalarıyla algı yapmaz. Algılar Theta ve Delta düzeyinde olur. Bu yüzden bilinçaltının derinliklerine gömülür. Faaliyetlerini orada Beta bilincinden gizli sürdürür. Bir numaralı deneyime bir örnek verelim. Küçük Ayşe dört yaşında. Altı yaşındaki ağabeyi Erol ve annesi ile parkta geziniyor. Yanlarında fino köpeği Şirin de kuyruğunu sallayarak dolaşıyor. Birden Erol, oyun olsun diye Ayşe'nin elindeki oyuncak ayıyı kapıp kaçıyor. Ayşe de ağlayarak abisinin peşinden koşuyor. Şirin de havlayarak oyuna katılmak istiyor. Birden birkaç basamaktan oluşan merdivenin önüne gelmiş olan Ayşe'nin bacakları arasına dolanıyor. Ayşe dengesini kaybederek merdivenlerden düşüyor. Ve dizlerini, dirseklerini, kafasını merdivenin basamaklarına çarpıyor.
Bu durumda bir numaralı deneyim için gereken her şey var. Başını çarptığı anda acı, darbe, yarı bilinçsizlik hali ve tabii ki yaşamın tehdit edilmesi. Ayşe düşerken annesi "Ayşe, Ayşe" diye bağırıyor, köpek havlıyor. Annesi koşarak küçük Ayşe'yi kucağına alıyor. Ayşe biraz kendine gelmiş ağlarken kızın üzerine eğilmiş annenin gözlüklerinden güneş ışığı yansıyor. Şirin suratını yalıyor ve ağabeyi Erol korkuyla bağırıyor: "Ben bir şey yapmadım. Ben bir şey yapmadım." Anne Erol'a oyuncağı Ayşe'ye geri vermesini söylüyor. Anne başı ağrıyan ve midesi bulanan küçük kızı eve götürüp yatağa yatırıyor. Ona en sevdiği çikolatadan veriyor. Uyuyunca her şeyin geçeceğini söylüyor. Küçük kız iki saat sonra uyanıyor. Kendisini gayet iyi hissediyor. Yaşama kaldığı yerden devam ediyor. Bir numaralı deneyimin sonu. Bir numaralı deneyime birçok örnek verilebilir. Araba çarpması. Ağaçtan düşmek. Bisikletle bir yere çarparak düşmek ve kafayı vurmak. Çocuğun kucaktan düşürülmesi vb. En büyük bir numaralı deneyim ise, DOĞUM. Evet, doğum. Bir cennette yaşıyorsunuz. Gün boyu yiyecek size zahmetsizce pompalanıyor. Mükemmel bir sıcaklık, gürültüden uzak, yumuşacık bir ortamda gel keyfim gel. O kadar rahatsınız ki kendiniz için nefes almak zorunda bile değilsiniz. Nefes de size hazır sunuluyor. Tam her şey yolunda giderken birden zelzele başlıyor. Evreninizin duvarları sizi sıkıştırarak daracık bir tünele sokuyor. Tüneli böylesine dar yapan mimara kızıyor ve kendisinin bu tüneli hiç kullanmamış olduğuna karar veriyorsunuz. Başınız sıkışıyor, sıkışıyor, sıkışıyor. Birden beyaz önlüklü bir canavar başınızı elleriyle ya da metal aletlerle kavrıyor ve kendinizi Antartika kadar soğuk bir ortamda buluyorsunuz. Aynı beyaz önlüklü canavar, çektiğiniz bunca işkence yetmiyormuş gibi sizi baş aşağı çeviriyor ve poponuza iki şaplak atıyor. Ciğerlerinize dolan havanın verdiği acı da çabası. Yok mu beni kurtaran diye avazınız çıktığı kadar yaygarayı basıyorsunuz. Ama size dokuz ay ev sahipliği yapmış cadı, sizi apar topar evden attığı yetmezmiş gibi bir de inleyip duruyor. Göbek deliğinizden uzanan kordonu da birisi kestiğinde geriye dönme umudunuz tümüyle yok oluyor. Artık kendi başınıza nefes almak gibi yorucu işler yapmak zorundasınız. Siz bir adet memeyle teselli bulurum belki diye düşünürken bir başka beyaz önlüklü sizi sarıp sarmalayıp, sizin gibi birçok kurbanın bulunduğu bir odaya götürüyor. Bir kutu içinde yalnız başınıza kalıyorsunuz. Avazınız çıktığı kadar bağırıyorsunuz ama odadaki diğer kurbanların ağlamaları sizi bastırıyor. Tüm bunların bir düş olduğu, uyandığınızda yine kendinizi annenizin içinde rahat ortamda bulacağınız hayaliyle çaresizce uykuya dalıyorsunuz.
Bundan daha ala bir numaralı deneyim olur mu? Acı var, darbe var, görece bir bilinçsizlik hali var ve kesinlikle yaşamınıza tehdit var. Hepimiz hayata bir numaralı deneyimle başlıyoruz. Suda doğum gibi ortamlarda ve bebeğin doğar doğmaz göbeği kesilmeden annenin kucağına verildiği durumlarda bu deneyim çok daha hafif ve barışçıl olarak yaşanıyor. İleri yaşlarda yaşadığımız birçok sorunun kökeni doğum deneyimiyle bağlantılı oluyor. Kişi doğum anına geri döndürülerek sorunu kaynağından çözmek de mümkün oluyor. Yıllarca panik atak tedavisi görmüş ve panik atağını geçiremediği gibi Xanax bağımlısı olmuş bir genç adam Almanya'dan gelerek "Kendin Olmak" eğitimine katılmıştı. Uçağa binmesi mümkün olmadığı için ilaçlarla kendini uyuşturarak otuz saatlik bir yolculuktan sonra İstanbul'a ulaşmıştı. Eğitim sırasında doğum anma dönen genç adam, istenmeyen bebek olduğunu "hatırladı". Bir türlü doğmak istemiyordu. Daha sonra annesinden öğrendiği üzere gerçekten çok zor bir doğumla dünyaya gelmişti. Panik atağı doğum anına dayanıyordu. Ve yirmi dokuz yaşına geldiğinde yaşadığı bir olay panik atağı ortaya çıkarmış daha doğrusu tetiklemişti. Bu sorun yaşamım felç eder boyuta gelmişti. Genç adam önce asansöre, sonra dolmuşa bindi. Yıllardır önünden bile geçmediği sinemaya gidebildiği için çok mutluydu. Eğitimin son günü de elinde uçak biletini sallayarak salona girdi. Hepimiz sevinçle ona sarıldık. Kategori 2 iki Numaralı Deneyim İki numaralı deneyimde kasetin oluşması için şok edici bir kayıp ve bu kayba eşlik eden güçlü bir olumsuz duygu olması gerekir. Örneğin; tüm ölümler bir çocuk için beklenmedik ve şok edicidir. Bu kaybın bir numaralı deneyimle herhangi bir bağlantısı olduğunda iki numaralı deneyim oluşur. Şimdi birinci örneğimize dönelim: Küçük Ayşe yedi yaşına geldi ve okula gidiyor. Her sabah olduğu gibi bu sabah da Şirin onu yolcu ediyor. Ayşe caddenin karşısına geçtiğinde korkunç bir fren sesiyle irkilerek geriye bakıyor. Şirin'in ön tekerleklerin önünde boylu boyunca yattığını görüyor. Şoför arabadan inerek Şirin'i kenara çekiyor. Küçük Ayşe gözyaşlarına boğulmuş bir şekilde köpeğinin üzerine kapanıyor. Köpeğin bedeninin yanında çöp tenekesinden düşen bir parça salatalık duruyor. Şimdi burada Ayşe için yaşamını tehdit edici bir durum ya da darbe yok. Ama şok edici acı bir kayıp var. Özellikle Şirin, onun yaşadığı bir numaralı deneyiminin bir parçası olarak yüzünü yalamıştı. Ayşe'nin kasetinde köpeğin, onun yaşamını sürdürmesiyle bağlantısı vardı.
Ayşe hıçkıra hıçkıra ağlarken annesi koşarak geliyor ve küçük kızı kucağına alarak eve götürüyor. Ona yine biraz çikolata vererek yatağına yatırıyor. Küçük kız bir süre ağladıktan sonra uykuya dalıyor, iki numaralı deneyimin sonu. Kategori 3 Üç Numaralı Deneyim Üç numaralı deneyim aklın bir ya da iki numaralı deneyimle bağlantı kurduğu herhangi bir şey olabilir. Egonun "mantığı" kendine özgüdür. Ego mantığına göre A eşittir B, B eşittir C, C eşittir D, D eşittir E diye gider. Ego mantığı, tepkiyi tetikleyen uyarıcı olarak bir ya da iki numaralı deneyimle bağlantılı olan her şeyi Tehdit olarak algılayabilir. Ayşe'nin bir numaralı deneyimindeki elementlerden herhangi biri Ayşe'nin tepkilerini tetikleyebilir. Ayşe şimdi yirmi bir yaşında alımlı bir genç kız oldu. Sevgilisi Murat'la güneşli bir yaz gününde pikniğe gidiyorlar. Murat güneş gözlüğü takıyor. Ayşe çimenlere uzanıp gökyüzüne bakarken Murat yavaşça eğiliyor ve Ayşe'yi öpmeye çalışıyor. Ayşe başını aniden çevirdiğinde Murat'ın dudakları Ayşe'nin yanağını ıslatıyor. Uzandığında sırtına denk gelen bir taş Ayşenin canını yakıyor ve suratını buruşturmasına neden oluyor. Murat toparlanarak, "Ben bir şey yapmadım. Bir şey yapmadım" diyor. O anda Murat'ın gözlüklerinden yansıyan ışık Ayşe'nin gözünü alıyor. Güneş gözlüğü, "Ben bir şey yapmadım" diyen erkek sesi, ıslak yanak (Şirin küçük kızın yanağını yalamıştı)... Birden Ayşe'nin başı ağrımaya, midesi bulanmaya başlıyor. Eve gitmek istediğini söylüyor. Egonun kendine özgü mantığı var demiştik. Aynı olayda Ayşe'nin başı ağrımayabilir ama canı birdenbire çikolata yemek isteyebilirdi. Ya da içinden ağlamak gelebilirdi. Ayşe ayrıca her nedense salatalıktan da nefret ediyor. Kokusu midesini bulandırıyor. Böylesine tepki göstermesine de bir anlam veremiyor. Çok istemesine rağmen şimdiye kadar girdiği her ehliyet sınavında da başarısız oluyor. Çabuk öğrenen zeki bir kız olmasına rağmen, ehliyet konusundaki başarısızlığı onda kompleks yaratıyor. Ayşe'nin egosu, köpek eşittir ölüm eşittir salatalık eşittir araba eşittir sürücü gibi bir mantık yürütüyor. Ama O tüm bunlardan habersiz ehliyet sınavını geçemediği için kendisine çok kızıyor. Tüm sorunlarımız aslında bir numaralı deneyimlerimizle bağlantılı -bazıları iki numaralı deneyimler aracılığıyla da olsa. Herhangi bir numaralı deneyimin kasetine ulaşıldığında onu yeniden yaşayarak ama bu kez tamamlayarak yok etmek mümkün. Bu deneyimle bağlantılı tüm iki ve üç numaralı deneyim kasetleri de kendiliğinden yok olur. Ödünç verilip geri alınmayan kaset gibi. Kasetin boşluğu bilinçle dolar. Bilince çıkan her deneyim etkisini yitirir. Kasetler gücünü bilinçaltının karanlığından alır. Panik atağı geçen genç adam duygularını, karnının içinden sanki kocaman bir ur alınmış ve urun yarattığı boşluğu yaşam sevincinin doldurması olarak tanımlıyordu.
Deneyimin yerini mantık, inanmak, ümit etmek, kıyaslamak gibi kavramlar tutamaz. Mantık aklın ürünüdür. Her akıl kendi mantığını yürütür. Ve daima haklıdır. Yapamam diyorsanız da haklısınız. Yapabilirim diyorsanız da haklısınız. Halkımız arasında "Aklı pazara çıkarmışlar. Herkes kendi aklını beğenmiş" diye bir söz vardır. Akıl haklı çıkmak için uygun bir mantığı yürütmede ustadır. Kendisine yalan söyler, özdeşleşir, hayalleri gerçekle karıştırır ve buna da gerçekmiş gibi inanır. Önce sonucu yaşar, sonra sonuca uygun bir savunma mantığı yürütür. Bu nedenle her davranışın altında olumlu bir niyet yatar. Sevdiğim bir Temel fıkrasını paylaşayım sizinle. Temel İstanbul'a bir akrabasını ziyarete gelmiş. Akrabası entel biri olmuş ve evinde boydan boya kütüphanesi varmış. Temel kitaplara hayretle bakarken bir kitabı raftan çekmiş. Kitabın başlığında "Mantık" yazılı. Mantık nedir diye sormuş Temel. Akrabası anlatmaya çalışmış. Odadaki akvaryumu göstererek: "Bu akvaryumda ne görüyorsun?" Temel yanıt vermiş, "Su, kum, balıklar, midye kabukları." "Peki bunlar sana neyi çağrıştırıyor?" Temel yüzünde kocaman bir gülümseme ile, "Plajda dolaşan bikinili güzel kızları" demiş. Akraba anlatabildiğinden memnun, "İşte bu mantıktır" demiş. Temel kitabı kolunun altına alıp memleketine dönmüş, Evin kapısında yeğenine rastlamış. Yeğen kitabın konusunu sorduğunda "Mantık" demiş temel gururla. "E, mantık nedir?" diye sormuş yeğen. Temel izah edeceğinden emin bir şekilde "Sen akvaryum sever misin?" diye sormuş yeğenine. "Hayır, sevmem" demiş yeğen. Temel hışımla bağırmış, "Ula, sen ibne mi-sun?". İşte mantık. Uzakdoğu felsefeleri "Aklını kaybet, Kendini bul" mesajını asırlardır veriyor. Mantıklı olmak sağduyulu olmakla karıştırılır. Sağduyu adı üzerinde beynin yaratıcı, bütünsel, sezgisel sağ beyin lobunun faaliyeti. Yaşamı Sürdürmek İçin Gerekli Olmayan Kasetler Yaşamı sürdürmek için gerekli olmayan kasetler derken kişinin biyolojik varoluşuna yönelik gerçek ya da hayali tehdit oluşturmayan ve yaşamı sürdürmekle bağlantılı olmayan kasetleri kastediyoruz. Bu kasetler hem duyusal kasetlerden hem de an'a ait -şimdi ve buradadeneyim kasetlerinden oluşuyor. Sayfa 164'teki şemanın sağındaki kaset grubundaki kayıtlar sayesinde evimizin yolunu buluruz. Şu ya da bu markayı tercih ederiz. Dil öğreniriz. Malezya'nın hangi kıtada olduğunu biliriz. Telefon numarasını hatırımızda tutarız. Tekrara dayalı öğrendiklerimiz de burada kayıtlıdır. Hayal gücü, artistik yaratıcılık, orijinal düşünce, problem çözümü burada olur. Hem Beta frekanslarıyla aldığımız bilgiler, hem de Alfa, Theta ve Delta frekans boyutunda beynin deşifre ettiği bilgiler bizde sezgi, orijinal düşünce, yaratıcılık olarak tezahür
eder. Bunların hepsi zihin faaliyetidir -zihnin değişik frekanslarındaki faaliyeti. Deney imlenerek silinen bir, iki, üç numaralı kasetlerin boşluğunu da zihin doldurur. Özetle; Beyin hiçbir şey yaratmaz. Beyin sadece gelen frekansları algılayan deşifre eden bir istasyondur. Yaratıcı olan zihindir. Zihnin yarattıkları ile bilinç genişler. Akıl ise çapalar deposudur. Akıl Ben'le özdeşleştiğinde ego oluşur. Ego aklın efendiliği makamına yerleşir. Aklın zekasına mantık denir. Mantığın amacı haklı olmaktır. Ben'in zekasına bilinç denir. Bilincin amacı mutlu olmaktır. Bilinçli Çapalama Olumsuz duygularla özdeşleşen düşünce ve davranışların olumsuz çapaları nasıl yarattığını biliyoruz. Bizde var olan bu mekanizmayı lehimize kullanabiliriz, bu mümkün, hem de kolay. Yaşamda her şey zaten bizi çapalayıp duruyor. Bunu bilinçli olarak yapmak ve sonucunu hemen görmek de ayrı bir keyif. İhtiyacımız olan her kaynağa sahibiz. İhtiyacımız olan güven, sevgi, değerli hissetme, yeterlilik duygusu, özgüven, sabır, coşku, kendini adama, başarılı olmak vb... her şey ama her şey bizde var. Sorunumuz bu kaynakları ihtiyacımız olduğunda nasıl içimizden çekip çıkaracağımızı bilmemekte yatıyor. İşte çapalama bunu sağlayan bir yöntem. Diyelim ki işyerinde belirli bir insana karşı kızgınlığınızı kontrol edemiyorsunuz. Ama o kişi ne söylerse söylesin sakinliğinizi korumanın size büyük yarar sağlayacağını biliyorsunuz. Burada yapılması gereken şey hayatınızda sakin olabildiğiniz bir durumu tespit etmek. Oradaki sakinliğinizi alıp, ihtiyacınız olan alana taşımak. Çapalamaya bir yama işi de diyebiliriz. İhtiyacımız olan parçayı bir kumaştan kesip diğer kumaşa dikmek gibi. Kendimizi ya da başkasını çapalamada en önemli şey çapalama yapma zamanını doğru tespit edebilmektir. En uygun zaman duyguların en yoğun yaşandığı zamandır. Çünkü Beta frekansı dışında oluşan tüm çapalar duygu bağlantılıdır. Etkinliğin derecesi duyguların yoğunluğuyla ilişkilidir. Bir duyguya ne kadar yoğun girersek çapalama o kadar güçlü, ihtiyacımız olan zamanda çapayı tetiklemek de o kadar kolay olur. Duyguya yoğun girdiğimizi nasıl anlarız? Diyelim ki sevdiğimiz bir arkadaşımızın yanında sakiniz. Gözlerimizi kapayıp arkadaşımızla birlikteyken sakin olduğumuz bir sahneyi zihnimizde canlandırdığımızda eğer resmin içindeysek, sahneyi kendi gözlerimizle görüyor, kulaklarımızla işitiyor ve içimizde sakinlik hissediyorsak katılımcı konumundayız demektir. Yani duyguları, sanki olay şimdi geçiyormuş gibi yaşıyoruz demektir.
Siz arkadaşınızla birlikteyken kendi yüzünüzü, bedeninizin bütününü görebilir misiniz? Hayır. Ellerinizi, ayaklarınızı görebilirsiniz ama yüzünüzü değil. (Ayna olmadığını farz ediyoruz.) İşte bu, katılımcı pozisyonda olmaktır. İzleyici konumunda ise arkadaşımızla birlikte olduğumuz anı videodan seyreden biri gibi oluruz. Kendimizi bütünüyle görürüz. Gördüklerimiz belki hoşumuza gider, anıları canlandırır ama o anda hissettiklerimizi hissedemeyiz. Sadece videoyu keyifle (belki de keyifsiz) izleriz. Başkalarının yoğun duyguya girdiğini nasıl anlarız? Kalibre ederek. Çapalamanın birinci koşulu yoğun duygulara girmek, ikincisi çapayı doğru yere atmaktır. Kinestetik çapalamada bedenin sürekli kullanılan bir yerini (örneğin avcumuzu) çapalamak uygun olmaz. Çapalama bilinçli olarak belirli bir deneyimi yaratmak için bir uyarıyla bağlantı kurmaktır. Sık sık tokalaşmak zorunda olduğumuzu düşünürsek, avcumuz bu yüzden uygun değildir. Ereksiyon sağlamak için avcunuza çapa yaptığınızı varsayalım. Her el sıkışınızda ne duruma düşeceğinizi düşünebiliyor musunuz? Aynı sonuca ulaşmak için işitsel olarak popüler bir şarkıyı çapaladığınızı düşünün. Ya da görsel çapalama için kırmızı ışık sinyalini seçtiğinizi? Uyarıcı kolayca tekrarlanabilen bir şey olmalıdır. Amuda kalkmak da bir çapalama olabilir ama her yerde her zaman uygun mudur? Tek başına bir kanal kullandığınızda kinestetik çapa en etkilidir. Çünkü duygularla bağlantısı en güçlü olan kinestetik çapadır. Bedenin kendine özgü bir belleği var. Ama mümkünse her üç kanalda çapa yapmak en etkilidir. Örneğin; depremi yaşamış ve aşırı deprem korkusuna yakalanmış olan bir kişi, bir daha deprem olursa soğukkanlı davranabilmek istiyordu. Ağustos depreminde çok panik yaşamıştı, hala deprem korkusu içinde kıvranıyordu. Geceleri uykusuzluk çekiyor sürekli endişe içinde yaşıyordu. Ona gözlerini kapatıp sakin olduğu bir anı hatırlamasını söyledim. Balık tuttuğu bir anı düşündü. Yüzü pembe bir renk aldı, yüz kasları gevşedi, dudakları yukarıya doğru kıvrıldı, nefesi yavaşladı ve derinleşti. Duygusal boyutta yoğunluğa girdiğinde kinestetik olarak alyansıyla oynadım. İşitsel olarak ona lay lay lom dedim. Görsel olarak yüzüğüne bakmasını söyledim. Tabii gözleri kapalı olduğu için yüzüğe bakmayı zihinsel gözüyle yaptı. Sonra depremdeki korku anını tekrar yaşattım. Panik halinin en yüksek olduğu noktada yüz kasları gerildi, beti benzi attı, dudakları gerildi, sık ve yüzeysel nefesler almaya başladı. İşte o anda elinin belirli bir noktasına dokundum. Son basamakta ise onu ileride olabilecek bir deprem anına götürdüm. Bu kez sadece yüzüğüyle oynadım -Lay lay lom demeden, yüzüğü zihin gözüyle görmeden.
Seans bittikten sonra inanmaz bir tavırla artık deprem korkusundan kurtulup kurtulmadığını sordu. Kurtulduğunu söyledim. Kasım depreminden sonra bir başka eğitim için gelmişti. Heyecanla Kasım depremindeki deneyimlerini paylaşıyordu. Deprem sırasında sakince koltuğundan kalktığını, yüzüğüyle oynadığını, kulaklarında lay lay lom diyen sesimi işittiğini ve yüzüğüne baktığını söyledi. Pencereye gidip dışarıya baktığını ve daha sonra dönüp koltuğuna oturduğunu ve hiç korku yaşamadığını anlattı. NLP'nin etkili olması için inanmanız gerekmiyor. Çapa İçin Dört Anahtar 1. Duygu yoğunluğu 2. Zamanlama (doruk deneyim anı) 3. Uyarıcının özgünlüğü 4. Uyarıcının tekrara uygun olması Gizli Çapalama Bu yol, yoğun duygular içinde olan birisini ona söyleyerek ya da söylemeyerek çapalama yoludur. Karşınızdaki kişinin böyle bir beklentisi olmadığı için çok da kolay ve etkilidir. Bunu arkadaşlarıma ve çocuklarıma yapmaktan hoşlanırım. Sevdiğiniz birinin çok olumlu duygular yaşadığı bir anda onun belirli bir yerine dokunarak, ona her zaman takabileceği ya da görebileceği bir armağan vererek bunu gerçekleştirebilirsiniz. Örneğin; bir arkadaşım kendini çok başarılı hissettiği ve başarısını cıvıl cıvıl bir sesle yerinde duramayarak benimle paylaştığı bir anda hemen boynumdaki kolyeyi çıkardım, onun boynuna taktım. Kolyenin ucunu avucuna sımsıkı almasını söyledim. Başarıyı tıpkı bu kolyeyi tuttuğun gibi avucunda sağlıkla tut, dedim. Onu kucaklarken ensesini ovdum. Bak, değerli kolyemi sana verdim. Her zaman takmanı isterim, demeyi de ihmal etmedim. Bunu iki sene önce yapmıştım. Daha önceleri sık sık soğuk algınlığı geçiren arkadaşım nedense iki senedir sadece bir kez soğuk algınlığı geçirdi... Onu azıcık neşesiz görsem hemen sarılıp ensesini ovuveriyorum. Birden canlanıyor. Kolyesini de sık sık boynunda görüyorum. Onunla farkında olmadan oynayıp duruyor. Arkadaşımın romantik ilişkisi bile bozulma noktasından çok iyiye gidiyor. Çünkü kendisini şimdi daha değerli buluyor ve karşısındakine kendine verdiği değer kadar değer veriyor. Eee, değerli kolyem, değerli bir insana layıktı. (Maddi değeri yüksek değildi ama ben o kolyeyi seviyordum.) Bu örnekte üç kanallı bir çapalama yapıldı. Sevdiklerinizi telefonda da çapalayabilirsiniz. Sizinle mutlu bir anı paylaşan arkadaşınıza söyleyeceğiniz belirgin bir söz, onda işitsel bir çapalama yapar. O sözü, ihtiyacı olduğu bir zamanda kullandığınızda yaratacağı duygu değişimini gözleyin. Telefonda nefes nefese bedava iki haftalık tatil kazandığı müjdesini benimle paylaşan arkadaşıma, "Eee, sen türü neredeyse yok olan kelaynak kadar değerlisin. Bunu hak etmiştin. Kelaynağım benim" dedim. Şimdi ona ne zaman, kelaynağım benim, diye hitap etsem harika bir havaya giriyor. Eşimle aramızda da kullandığımız belirli bir söz vardır.
Aramız limoni olduğunda birimizden birimiz inadı kırıp bu sözü söylediğinde gevşememek ne mümkün. Daha o anda tüm kızgınlığımın geçtiğini hissediyorum ve yüreğim ona duyduğum sevgiyle doluyor. Onda da aynı değişimleri anında gözlüyorum. Sevgilinizle ya da eşinizle limoni durumlar yaşadığınızda size önemli bir ikaz: Ona kendinizi affettirmek için sakın sakın kalıcı bir armağan vermeyin. Çünkü o armağan ona sürekli aranızdaki problemi çağrıştıracaktır. Çiçek, çikolata vb. geçiciliği olan armağanlar verin. Nasıl olsa çikolata yenip bitecek, çiçek birkaç gün içinde solup atılacaktır. Ama mutlu bir anınızda ona, kalıcı bir armağan, mesela saksıda bir çiçek verebilirsiniz. Çiçek yetiştirmek, tıpkı sevgi gibi emek ve bakım ister. Büyüdüğünü geliştiğini görmek ilişkiniz için ne güzel bir semboldür. Bitmiş ilişkiniz sizde olumsuz anılar bırakmışsa o ilişkiye ait sembolleri derhal evinizden atın. Sık sık yeniden okuma ihtiyacı duyduğum kitaplardan biri de Karen Kingston'un, Yaşamınızda Feng Shui (Ötesi Yayıncılık) adlı kitabıdır. Yazarın çapalama konusunda hepimize öğreteceği çok şey var. Her satırı pratik yaşama yönelik bu kitapta verdiği bir örneği sizinle paylaşmak istiyorum. "Evinizde kötü şeyler çağrıştıran eşyalar varsa size daha ne kadar süre hizmet edeceklerinin hiçbir önemi yoktur; alanınızda ve ruhunuzda döküntüye neden olurlar. Onlardan hemen kurtulun. "Yıllar öncesi, tepesi attığında sağa sola tekmeler savuran bir erkek arkadaşım olmuştu. Bir gün portatif teybim bundan nasibini aldı. İlişki fazla sürmedi ama teybi sakladım. Ne zaman kullansam, üzerindeki izi görüyor, bu izi bırakan olayı hatırlıyordum. Ama yine de kullanmaya devam ediyordum, çünkü gayet güzel çalışıyordu. Bu, bir yılı aşkın bir süre böylece devam etti. "Derken günlerden bir gün teybe bakıp, durmadan aynı şeyi hatırlamak istemediğime karar verdim. Bunun simgesel olarak zihnimde erkeklerin davranışlarının yarattığı düş kırıklığını çağrıştırdığının bilincine varmıştım. Hemen gidip yeni bir teyp aldım, eskisini de ihtiyacı olan bir kız arkadaşıma verdim. Çok mutlu oldu. Üstünde küçük bir parça plastiğin neden kalktığını bilmiyordu, umurunda da değildi zaten. Böyle belli belirsiz kusuru olan bir teyp, hiç olmamasından çok daha iyiydi kuşkusuz. "Bana gelince, benim için taşıdığı olumsuz çağrışım onu her görüşümde enerjimi düşürüyordu. Kurtulmak içimi rahatlattı." Cinsel yaşamda da çapalama kullanılabilir. Kimi erkek için eşinin cinsel davet olarak kullandığı bir parfüm, giydiği bir gecelik, bir göz kırpışı, belirli bir deyim, kullandığı beden dili aşka davet anlamına gelir. Çapalar bazen çok eskiye de dayanır. Psikolojik cinsel bozuklukların her birinde çoğu kez bilinçaltında gizlenen bir çapa vardır.
Çapalar öylesine güçlü ki. Daha önce bahsi geçen genç adamın ilk koklamada çarpıldığı ve bir hafta içinde evlendiği eşinin parfümünün ona bebekliğinde sevgiyle bakan akrabasının parfümüyle aynı olduğunu keşfettiğinde yaşadığı şaşkınlığı düşünebiliyor musunuz? Çapalama doğal bir süreç. Farkında olsak da olmasak da zihnimiz her an bir şeyle bir şeyin bağlantısını kuruyor. Bu doğal süreci bilinçli bir şekilde kullandığımızda yaşamımızda çok şeyi değiştirebiliriz. Şansımızı kendimizin yaratabilmesi hiç de mucize değil. Olumsuz çağrışımlar yapan şeyleri hayatınızdan çıkarırsanız, Karen Kingston'un deyimiyle, "alanı temizlerseniz", yaşamınızda mucizevi değişikliklere tanık olursunuz. Evimde geçmişe ait bende olumsuz çağrışımlar yaratan fotoğraflara yer yoktur. "Ben zaten her acının tiryakisi olmuşum" ya da "dertleri zevk edindim bende neşe ne arar" gibi şarkılar çalınmaz. "Erdi bahar sardı yine neşe cihanı" şarkısını söylerseniz size coşkuyla iştirak edebilirim. Sürekli arabesk türü müzik dinleyen neşeli, canlı, hayat dolu bir insana hiç rastladınız mı? Hayatta mutlu olmak kolay. Hayatı zorlaştıran olumsuz bakış açımızdır. Mutluluk iç dünyamızla dış dünyamız arasında uyum kurabilmektir. BİLİNÇALTINIZIN SİNEMALARI Alt Sistemler Farkındalığı İnsanlar ya acıdan kaçmak ya hazza yönelmek ister demiştik. İki halde de amacımız bir ihtiyacı karşılama çabasıdır. İki halde de bizi motive eden şey kaçtığımız ya da yöneldiğimiz şeyin yarattığı duygudur. Yaşamda her şeyi, hissetmeyi istediğimiz duygular için yaparız. Peşinden koştuğumuz başarı, unvan, para, aşk vb... her ne ise, sonucunda bizde yaratmasını umduğumuz duyguyu hissedebilmek için bunca uğraş veririz. İhtiyacımız olan şeyleri bir şekilde elde ederiz. Ama tüm isteklerimizi gerçekleştiremeyiz. Çünkü ihtiyaçlar ve istekler zihnimizde farklı şekilde kayıtlıdır. İsteklerimiz kategorisindeki bir şeyi ihtiyaçlarımız dosyasına aldığımızda (kayda geçirdiğimizde) o şeyi kesinlikle gerçekleştiririz. Burada "ihtiyaç" sözcüğünü "olmazsa olmaz" anlamında kullanıyorum, "bir şeye muhtaç olmak" anlamında değil. Sevdiğimiz ve sevmediğimiz, istediğimiz ve istemediğimiz şeyler de zihnimizde farklı kategorilerde depolanır. Bu farklılık siyah beyaz ile renkli film arasındaki fark gibidir. Korku filminde kullanılan müzikle, mutlu, romantik bir filmde kullanılan müzik arasındaki fark gibidir. Cilde batan kalın yün bir kazak ile, Merinos yünüyle örülmüş cildi okşayan yumuşacık kazak arasındaki fark gibidir. Küf ve çürük kokusuyla, taze soyulmuş mandalina, portakal kokusu arasındaki fark gibidir. Sirke içmekle, kaliteli bir şarap içmek arasındaki fark gibidir.
Her şeyi beş duyuyla algılarız. Bu algılarımıza olumlu ya da olumsuz anlamlar yükleyerek zihnimizde depolarız. Siz salatalıktan hoşlanıyorsanız, zihninizdeki salatalık sulu, canlı, yeşil renkli, çıtır çıtır taze, serin, lezzetli bir besin olarak kaydedilmiştir. Salatalığı zevkle tuzlayıp yersiniz. Bilinçaltı kasetlerinin oluşumunda öyküsünü anlattığımız küçük Ayşe'nin zihninde ise salatalık, koyu kirli gri renkli, kuru, ezik ve kaygan, ölümün yanında duran, pis kokulu bir çöp parçasıdır -bunu bilinçli olarak bilmese de. Ayşe'nin salatalık yemesi mümkün mü? Bir markette, fiyatı aynı iki üründen, renkli parlak ambalajlı olana mı eliniz gider, sade siyah beyaz iddiasız ambalajlı olana mı? Yanıtını biliyorsunuz. Reklamcı ve pazarlamacılar da yanıtınızı biliyor. Ürünü, yemeği, giysiyi, fikirleri nasıl sunduğunuz önemliyse, istediğimiz ya da ihtiyacımız olan şeyleri cazip hale sokarak kendimize sunmamız da o kadar önemlidir. Beynimiz anıları, deneyimleri nasıl depoluyor? Duyularımız aracılığıyla gelen verileri parçalara ayırarak tabii. Bunun bizim için önemli bir yararı var. İstemediğimiz parçayı değiştirebilme, farklı bir şekilde monte edebilme olanağı sunuyor bize. Bir makine parçalardan oluşmak yerine yekpare inşa edilse, arıza yaptığında onu toptan çöpe atmamız gerekirdi. Oysa parçalardan oluştuğu için bozulan parçayı yenisiyle değiştirerek makineyi çalışır hale getirebiliriz. İşte zihnimiz de deneyimlerimizi bunun gibi kodlayarak depolar. Duyularımızı detaylandırarak kayda geçirir. Bu detaylardan herhangi birini değiştirdiğimizde, bizde yarattığı duygu da tamamıyla değişir. Görsel, işitsel ve kinestetik kanallarımıza temsil sistemleri, bu sistemlerin detaylarına da alt sistemler diyoruz. İşte bu alt sistemlerde yapacağımız değişiklikler, deneyimimizi de değiştirecektir. Diyelim ki sigarayı bırakmak istediğinizi söylüyorsunuz. Bırakabilecek misiniz? Önce sigarayla ilgili deneyimi zihninize nasıl depoladığınıza bakalım. Gözlerinizi kapayın ve sigara içtiğiniz bir anı düşünün. Zihninizdeki imgenin görsel alt sistemlerinin nasıl olduğunu tespit edelim. Çerçeveli mi, panoramik mi? Size uzak mı, yakın mı? Siyah-beyaz mı, renkli mi? Hareketsiz mi, hareketli mi? İki boyutlu mu, üç boyutlu mu? Solgun mu, parlak mı? Bulanık mı, net mi? Loş mu, aydınlık mı? Bir posta pulu büyüklüğünde mi, ekranı tümüyle kaplıyor mu? Kendinizi izleyen seyirci misiniz, ekranın içinde katılımcı mısınız?
Gördüğünüz gibi görsel alt sistemler detaylara dikkat etmemizi sağlıyor. Sizce hangisi daha çekicidir? Sizden uzak, karanlık, siyah-beyaz, bulanık, çerçeveli, hareketsiz bir manzara mı? Size yakın, renkli, hareketli, üç boyutlu, parlak, aydınlık, net, panoramik bir manzara mı? Zihninizdeki imge çekici alt sistemlerle temsil edildiği sürece sigara size çekici gelir. Kendinizi seyirci gibi değil, katılımcı olarak konumlandırırsınız. Çünkü size çekici gelen, haz veren bir şeyi bizzat deneyimlemek istersiniz. Sigarayı bırakmış ve yeniden içme arzusu duymayan bir kişiye zihninde sigara içtiği günlere ait bir anı canlandırmasını söylediğimizde zihninde uzak, karanlık, siyah-beyaz, fotoğraf gibi hareketsiz, soluk bir resim canlanacaktır. Kendisi tabii ki resmin dışında bir seyirci olacaktır. İzleyici/katılımcı olma konumu çok önemlidir. İzleyici olduğumuz konumda olayla bağlantımız yoktur. Katılımcı konumunda ise deneyimin taa içindeyizdir. Deneyimle ilgili duygularla yoğun bağlantı halinde yaşarız. Olumsuz duyguları değiştirmek için önce izleyici konuma geçmek önemlidir. Duyguların içindeyken, yani katılımcı iken kendinizi yiyip bitirir, kızgınlıktan fokur fokur kaynarsınız. Duygularınız sizi kontrol ettiği için yapıcı bir adım atamazsınız. Sağlıklı düşünmeniz mümkün olmaz. Duyguların dışına çıkıp izleyici olarak kendinizi gözlemlediğinizde, durumu daha sağlıklı değerlendirme gücüne sahip olursunuz. Olumlu duygularda ise duyguların içine girmek, katılımcı olarak birinci elden bu duyguları yaşamak enerjinizi artırır. Deneyimlerle ilgili alt sistem bağlantılarını zihin kendi kendine kurar. Ama biz onları bilinçli bir şekilde değiştirme gücüne sahibiz. Bağımlılıklarımızdan özgürleşmenin ve istemediğimiz davranışları değiştirmenin yolu alt sistemleri değiştirmekten geçer. Zihnimizdeki resmi çekici olmaktan çıkarıp itici bir hale getirdiğimizde zaten o maddeye ilgi duymayız, o davranışı değiştiririz. Bir değişimi sağlamak için üç şey önemlidir: 1. Gerçekten istemek 2. Görsel, işitsel, kinestetik alt sistemleri değiştirmek 3. İzleyici/katılımcı konumunu belirlemek. İşitsel Alt Sistemler Ses sayısı (kimin, kimlerin sesleri; müzik var mı, gürültü var mı?) Geldiği yer (uzak, yakın, önünüzden, arkanızdan, yanınızdan?) Stereo mu, mono mu? Tempo (hızlı mı yavaş mı?) Net/uğultulu
Volüm (alçak mı yüksek mi?) Ritmik mi, düzensiz mi? Sürekli mi, kesik kesik mi? înce mi, kalın mı? Hepimizin yaşamında beynimizin içindeki bir sesin bizi rahat bırakmadığı anlar olmuştur. Vır vır konuşur durur bu ses. Yargılayıcı bir ebeveyn sesi gibi bize durmadan şöyle ya da böyle yapmamız/yapmamamız gerektiğini söyler. Bazen başımızı ağrıtacak kadar yüksek olur bu ses. Bu sesin beyninizin hangi tarafından geldiğini tespit edin. Onu başınızın dışına çıkarın. Sesini radyonun sesini kısar gibi kısın. İstediğiniz kadar kısın. Sadece iki alt sistemi değiştirmek bile zihinsel sağlığınıza önemli ölçüde katkıda bulunacaktır. Kafasındaki annesinin dırdırından şikayet ederken bu egzersizi yapan bir kadın baş ağrısının bir anda geçtiğini söylerken çok mutluydu. Bir firmada üst düzey yöneticilik yapan bir kişinin en büyük korkularından biri kalabalık izleyici önünde konuşma yapmaktı. Kendisine reddedemeyeceği bir kişi tarafından yapılan konuşmacı olma teklifine "hayır" diyememişti. Ama konuşma günü yaklaştığında ecel terleri dökmeye başlamıştı. Uyku düzeni bile bozulmuş, kendisini hasta edip yatağa düşmesine az kalmıştı. Hasta olup gidememeyi de gururuna yediremiyordu. Ayrıca bu korkusunu aşmak da istiyordu. Bu yüzden ne çok fırsatlar kaçırmıştı iş yaşamında. NLP eğitimi almıştı ama öğrendiklerini kullanamayacak kadar gergindi. Konuşma yapacağı günü hayalinde canlandırmasını istedim. Görsel alt sistemleri karanlık bir tabloyu çiziyordu. Burada örnek olması açısından işitsel alt sistemlerinin üzerinde durmak istiyorum. Ses sayısı çoktu. İnsanların sesi, otelde çalan fon müziği, ayak sesleri, gürültü, kendi kalbinin güm güm atan sesi, "sen bu işi beceremeyeceksin" diyen içsel sesi. Ses ve gürültü önden, iç sesi sağ kulağının doğrultusundan geliyordu. Net olarak anlayamadığı sesler uğultulu, hızlı bir tempodaydı. Düzensiz, kesik kesik ve yüksekti. Kendi sesini cılız ve ince olarak tanımlıyordu. Böylesine bir ses karmaşası içinde olmak, hayalde bile kişiyi germeye yeter. Bedeni de stres tepkisini açıkça veriyordu. Gözlerini açmasını söyledim. Yeni bir duyguya sokmadan önce kişiyi eski duygudan çıkarmak gerekir. Sislendirme dediğimiz duygu bağlantısını kesme işlemi konuyla hiç ilgisi olmayan saçma sapan bir soru sormakla yapılabilir. "Akşama ne yemeyi planlıyorsun?" gibi. Bu kez, sevdiği bir dostuyla derin sohbet içinde olduğu, kendisini konuşkan, hoşsohbet, esprili, içten, canlı, enerjik, neşeli hissettiği bir anı düşünmesini istedim. Önce bir yurtdışı seyahatinde arkadaşlarıyla içip eğlendikleri bir akşam aklına geldi.
O akşam belki hoşsohbetti ama konuşma yapmadan önce bir şişe viskiyi yuvarlamasını istemediğim için başka bir anı yakalamasını istedim. İçkisiz bir hoşsohbet anı. Üniversite yıllarında en yakın arkadaşıyla çıktıkları bir tatilde yaptığı bir sohbet aklına geldi. Gelecekten beklentilerini, hayallerini coşkuyla, heyecanla, kahkahalarla paylaştıkları bir akşamdı. Bu anı uygundu. Gözlerini kapadı. Görsel alt sistemler hala capcanlıydı. Yine o sohbet anının zevkini yaşadığını görebiliyordum. Sıra işitsel alt sistemlere geldiğinde ses sayısı birkaç taneydi. Kendi sesi, arkadaşının sesi, rüzgarın sesi ve kuşların sesi, kaldıkları otelin bahçesinden gelen müzik sesi. Hatta bitişik odada duş alan kişinin su sesini bile hatırladı. Sesler önden geliyordu. Sadece duş sesi arkada kalıyordu. Kendi sesi ve arkadaşının sesi kulağındaydı. Tempo hızlı, net, ritmik ve düzenliydi. Kendi sesi tok, ritmik ve canlıydı. En uygun olduğunu hissettiğim anda sağ kulak memesine dokundum. Gülerek gözlerini açtı. Çapalandığını biliyordu. Alt sistemlere ne kadar detaylı girerseniz o kadar etkili olur. Artık konuşma yapacağı anda kullanacağı kaynaklar hazırdı. Herkes kendisi için gereken kaynağa sahiptir. Sislendirme için bir iki cümle geyik muhabbeti yaptıktan sonra hayalinde konuşma yapacağı günü yaşamaya hazırdı. Gözlerini kapamasını ve sağ kulak memesini tutarak konuşma yapacağı anı yeniden yaşamasını söyledim. Görsel alt sistemlerle resmi parlaklaştırdı, panoramik, hareketli, üç boyutlu ve aydınlık yaptı. Film iki kaşının arasındaki noktada zihninde oynuyordu. İşitsel alt sistemleri tek tek değiştirdik. Artık kalabalıktan çıkan ses ona ritmik geliyordu. Tempo hızlıydı. Kalbi sakin sakin atıyordu. İçindeki ses, bugüne kadar ne çok şeyi başardığını hatırla, bunu da başaracaksın hem de keyifle, diyordu. Sesi tok ve canlı çıkıyordu. Aldığı alkışların volümü ise çok yüksekti. Daha sonra kinestetik alt sistemleri de kendisine kaynak olacak biçimde değiştirdik. Enerjinin tüm bedeninde dolaştığını hissediyordu. Konuşmadan sonra içeceği suyun ve kahvenin tadını bile hissetti. Kendisinin çok başarılı, esprili, doğal ve sıcak bir konuşma yaptığını ve bol alkış aldığını, arkadaşının konuşma bitiminde gelip elini sıkarak teşekkür ettiğini gördü, duydu, hissetti. Korkulan gün, beklenen güne dönüştü. Konuşmanın tam da hayalinde yaşadığı gibi geçtiğini bir saat sonra bana açtığı telefondan öğrendim. Sağ kulak memesiyle oynayarak kürsüye çıktığını söyledi. Bu üç yüz kişinin önünde yaptığı ilk konuşmaydı. Ama konuşmacı olmanın zevkini bir kez tatmıştı ya. Geçen günler onu bir televizyon programında izledim. Daha önce televizyon programlarından aldığı davetleri bir gerekçeyle reddedecek kadar fobisi olduğunu paylaşmıştı benimle. Çocukluğuna dayanan olumsuz bir deneyimle oluşmuştu fobisi. Fobiler tek bir deneyimle oluşur. Olay çoğu kez unutulur ama etkileri yıllarca sürer. Fobinin böylesine hızlı oluşumu bizim
öğrenme yeteneğimizin kapasitesini gösterir. Öyleyse bir seansta yok edilebileceğine inanmak niye zor geliyor çoğu kişiye? Beyin çok hızla çalışır. Size "Yeşil elma düşünün ama biraz sonra" dediğimde siz çoktan yeşil elmayı zihninizde oluşturmuş olursunuz Biraz sonrayı beklemez zihniniz, değil mi? Televizyonda diğer konukların yanında o çok daha canlı ve espriliydi. Keyifle kahvemi yudumlarken, insanların en büyük engellerinin kendileri, en büyük güçlerinin yine kendileri olduğunun kanıtının hazzını yaşadım. insan ancak hayal edebildiği bir şeyi gerçekleştirebilir, insan, kapasitesini ancak hayallerinin sınırına kadar kullanabilir, Lotodan büyük ikramiye kazanan bir adamın hayalini hatırlıyor musunuz? Gazetelerin yazdığına göre büyük ikramiyeyi kazandığında ne yapacağı sorusuna şöyle yanıt vermişti: "Önce elli milyon lirayı çekip gönlümce harcayacağım, sonra kendime Murat 124 alacağım." Herhalde Murat 124 onun gençlik rüyasıydı. Kinestetik Alt Sistemler Konum (Duygu bedeninizin hangi bölgesinde?) Basınç (Yumuşak mı sert mi?) Süre (Ne kadar sürüyor? Sürekli mi kesik kesik mi?) Yoğunluk (Güçlü mü zayıf mı?) Isı (Sıcak mı serin mi?) Nem Doku (Pürüzlü mü kaygan mı?) Koku/Tat Kinestetik alt sistemlerde de her soru, her sorun için uygun olmayabilir. Yanıt verebilecekleriniz üzerine farkında lığınızı verin. Kinestetik alt sistemler dokunma, koku ve tatla ilgili olduğu gibi duygularla da ilgilidir. Duygular kendi kendine oluşmaz. Çoğu kez bize öyle gelse de. Duyguların basıncı, yoğunluğu, bedendeki konumu farklıdır. Genellikle olumlu duygular bedende daha geniş alanı kapsar. Kıskançlık, öfke, nefret, kızgınlık gibi duyguları bedenimizin belirli bölgesinde daha yoğun hissederiz. Duygularımıza göre kas gerginliği/yumuşaklığı, dudak yapısı, nefes sıklığı ve derinliği, cildimizin ısısı da değişir. Alt sistemleri değiştirerek duygularımızı değiştirebiliriz. Duygularımızı yöneten biz olduğumuzda duygular iç dünyamızda olan biteni bize gösteren harika pusulalardır. Ama duygularımızın yönetimi altına girdiğimizde tutarsız, çalkantılı, öz denetime sahip olmayan tepkiler veririz. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu tür insanlara duygusal insan deriz. (Duygusallık, duyarlı olmaktan farklıdır.) Amacımızı gerçekleştirmemizi engelleyen duygulann yerine bize destek olacak duyguları koymak yaşamımızı kolaylaştırır. İlk kez Bungee jumping yapmak üzere güle oynaya tepeye tırmanmıştım. Önümdeki insanlar sırayla duraksamadan atlıyordu. Oğlum bizim grubun içinde ilk atlayan olmuştu. Ama sıra bana geldiğinde aşağıya baktığım anda paralize oldum. Kaslarım gerilmiş, yüzümün rengi atmış, kalbim deli gibi çarpıyordu. Avuçlarımın nem oranı iyice
artmıştı. Göğsümün ortasında basınç hissediyordum ve bu basınç kesik kesik kalp atışı gibiydi. Yanımdaki arkadaşıma korkuyorum, dedim. O ise hayır, heyecan duyuyorsun dedi. Korkunun adı ne zamandan beri heyecan olmuştu? Ama onun bu sözü beni kendime getirdi. Gerçekten de aşağıya bakana dek heyecan duyuyordum. Çünkü bunu hep yapmak istemiştim. Şimdi ise donmuş kalmıştım. Oğlumun aşağıdan, "Hadi anne atla, yapabilirsin" diyen sesini duyuyordum. Aşağıya bir daha baktım. Oğlum mini minnacık görünüyordu. Gel de korkma. Ama oğluma rezil olmak da vardı. Bu kez de ben onu örnek almalıydım. Derhal biraz önce duyduğum heyecanı, korkunun yerine koymam gerekiyordu. Gözlerimi kapayıp nefesimi iyice yavaşlattım ve karından nefes almaya başladım. Göğsümün ortasındaki basıncı bedenimin her yerine dağıtarak hafiflettim. Avuçlarımın kuru ve serin olduğunu, başarının heyecanı ile bedenimin sarmalandığını düşündüm. Kendimi atlamış ve oğlumun bana sarılarak basardın dediğini zihin gözümde gördüm ve işittim. Tüm bunları yazmak uzun sürüyor ama topu topu bir dakika içinde gerçekten korkumun yerini tatlı bir heyecan almıştı. Yüzümü kocaman bir gülümseme kapladığında kendimi boşlukta buldum. Havada uçarken zafer çığlıkları atıyor, o anın hiç bitmemesini istiyordum. Çünkü çok zevkliydi. Kinestetik alt sistemler değişimini, görsel ve işitsel alt sistemler değişimiyle birlikte kullanmak, özellikle madde ve yiyecek bağımlılıklarını aşmak için çok etkilidir. Size zararlı olduğunu bildiğiniz ama sevdiğiniz için fazlasıyla tükettiğiniz bir yiyeceğin alt sistemlerini tespit edin. Sonra sevmediğiniz bir yiyecek için aynı işlemi yapın. Sevmediğiniz yiyeceğin alt sistem temsillerini sevdiğiniz yiyeceğin temsilleriyle değiştirdiğinizde artık o yiyecek size çekici gelmeyecektir. Deneyin. Alt sistemleri değiştirmek öznel bir deneyimdir. Teoride anlatması oldukça uzun sürüyor ama uygulaması çabuktur, özellikle birkaç uygulamadan sonra. İkna olmanızın yolu kendi deneyiminizle sonucu yaşamaktır. Alt temsil sistemlerini daha iyi anlamak için yaşamınızda biri olumsuz, diğeri olumlu iki deneyim tespit edin. Sayfa 218-219'daki Alt Sistemler Farkındalık Formunda yer alan Olumlu Deneyim ve Olumsuz Deneyim kolonlarını doldurun. Beyninizin bu deneyimleri nasıl farklı kodladığını kağıt üzerinde görmek heyecan verici ve farkında lığınızı artıran bir deneyim olacaktır. Bu egzersizi duygularınızı, istemediğiniz alışkanlıklarınızı, herhangi bir durumda perspektifinizi değiştirmek, spesifik durumlarda yaşadığınız korkuları yenmek için kullanabilirsiniz. Duygularınızı değiştirmek için ya alt sistemlerinizi değiştirin ya fizyolojinizi. Başınız dimdik, yüzünüzde tebessüm, sırtınız dik, kaslarınız rahat ve gözleriniz ileriye doğru bakarken öfkeli olabilir misiniz? Çok kızgın olduğunuz zaman yere boylu boyunca uzanıp kaslarınızı tümüyle gevşettiğinizde kızgınlığınızdan eser kalır mı? Kötü bir söz
söylemeden önce on kere derin nefes al diyen büyüklerimiz bilgece bir şey söylüyor bize. Temsil sistemleri, alt temsil sistemleri, göz hareketlerinin nöronsal bağlantıları beynimizdeki kendimize özgü haritanın yapıtaşlarıdır -molekülün yapıtaşlarının atom olması gibi. Haritamızın en küçük yapıtaşları alt sistemlerimizin beynimizdeki kodlandır. Bu kodlar modüler olduğu için sadece ihtiyaç duyduğumuz kodları değiştirip, diğerlerini olduğu gibi bırakmak elimizde. NLP kendimizle iletişim kurmanın, kendimizi anlamanın sistematik bir yoludur demiştik. Aynı zamanda başkalarıyla iletişim kurmanın, başkalarının haritalarını anlamanın yoludur da. iletişimin temeli esneklik ve uyumdur. DEĞİŞİMİN ÖNÜNDEKİ ENGELLER Her şeyden önce değişimi gerçekten istemek önemlidir. İnsan tüm canlılar gibi acıdan kaçan hazza yönelen bir varlıktır. Bir değişimi yapmalıyım, yapabilirim, yapacağım, yapıyorum ve yaptım arasında dağlar kadar fark vardır. Şimdiki seçiminiz size zarar veriyor bile olsa zihninizde hazla bağlantısı varsa, bu, değişimi gerçekten istemenizi engeller. Sadece istediğinizi söylemekle kalırsınız. Zayıflamak istiyorum, ama bir türlü zayıflayamıyorum diyen bir tanıdığım diyetten diyete koşuyor. Ama ciddi bir egzersiz programına yanaşmıyor. Yememesi gerektiğini söylediği kurabiyenin lezzetinden bahsederken gözleri parlıyor. Bu kurabiye zihninde ışıl ışıl bir konumda ve haz duygusuyla bağlantılı olduğu sürece ondan kaçamaz. İradesiyle belki bir süre yemez ama sonra bir oturuşta bir tepsiyi götürebilir. Egzersiz ise zihninde acı bağlantılı olduğu için onu diş fırçalamak gibi gündelik yaşamına sokmakta güçlük çekiyor. Diyetler daima başarısızlıkla sonuçlanan kısır bir döngüdür. Sizi başarısızlık modeline mahkum eder. Zayıflarsınız ama bir süre sonra kaybettiğiniz kiloların daha fazlasını almak üzere. İnsan kaybettiği bir şeyi bulmak ister. Gerçekten istemenin tek göstergesi aksiyondur. Sonra değil, şimdi. Yaptığınız şey, gerçekten istediğiniz şeydir. Yapmıyorsanız, gerçekten istediğiniz şeyi yapıyorsunuz: yapmamayı. Diğer önemli bir konu da gizli kazançlar engelidir. İyileştiği halde iki sene sonra yeniden kötürüm olmayı seçen kadın örneğini hatırlayın. Gizli kazancı olan ilgi ve yalnızlıktan kurtulma arzusu, yürüme ve özgür bir birey olma arzusundan daha güçlüydü. Çoğu kez gizli kazancımızın ne olduğunu bile bilmeyiz. Bu konu başlı başına bir kitap yazmayı gerektiriyor. Sadece insanların şişman olmaktan sağladıkları gizli kazançlar konusunda bugüne dek karşılaştığım örnekleri birer satırla yazmaya kalksam birkaç sayfayı bulur. Her davranışın, her seçimin altında iyi niyet yatar. Bu iyi niyet artık bize zarar veriyor bile olsa bilinçaltı bunu anlamaz. Çocuklarını "çok seven" annelerin, çocuklarının gelişimine, birey olmalarına, özgüvenlerine ne büyük ölçüde zarar verdiklerini
bilmedikleri gibi. Çocuklarını çok severken kendi gizli kazançlarını, kendi sevilme ihtiyaçlarının karşılanmasını, çocuklarını kendilerine bağımlı kılarak garantiye alma arzusu olduğunu akıllarına bile getirmezler. Bu konuyla ilgileniyorsanız Kuraldışı Yayınlarından çıkan, Çok Seven Anneler - Dikkat! Çocuğunuza Zarar Veriyorsunuz, adlı kitabı okumanızı öneririm. Nedense iyi niyet deyince derhal aklıma sevgi adına verilen zararlar geliyor. Cehenneme giden yol iyi niyet taşları ile döşelidir sözünü yine hatırlıyorum. Bilinçaltımızdaki "iyi niyet"i tespit etmek, değişimin yolunu açmak için çok önemli. İyi niyetin daima "olumlu" bir amacı vardır. İyi niyetin ne olduğunu tespit ettiğimizde, bu amaca hizmet eden daha sağlıklı bir yol bulmamız da mümkün olacaktır. İyi Niyetin Niyeti Davranış niyetten bağımsız davranır. Özellikle davranış ile niyet arasındaki zaman uzadığında. İkisi bazen uyumlu hareket eder. İç ve dış dünyamızda tutarlılık hissettiğimiz her davranışımız niyetimizle uyum halindedir. Ama bazen başkalarına karşı sergilediğimiz davranışlarda yanlış anlaşıldığımız için üzülürüz. Niyetim bu değildi ki deriz. Davranışımız ve niyetimiz arasında bilinçli olarak bir fark varsa, bizim fark ettiğimiz tutarsızlığı başkaları da fark eder. Biz çok iyi rol yaptığımızı düşünsek bile karşımızdaki kişide güven uyandıranlayız. Tabii bunun adı manipülasyondur. Bu, sevmediği halde çıkarı doğrultusunda seviyor gibi görünmeye çalışan partnerin kişide uyandırdığı duygu gibidir. Karşı tarafın da bu ilişkiden bir çıkarı varsa karşılıklı aldatmacalarla sürdürülen bir ilişki içinde ömür bile tüketen çiftler vardır. Tüketici bir ilişki, ilişkinin çoğaltıcı, geliştirici doğasına aykırıdır. Aynı şekilde bize zarar veren "iyi niyet"i keşfettiğimizde, yerine daha sağlıklı bir yol koymak, bizi sömüren sevgiliyi atıp gerçek sevgiliyi bulmak gibidir. O zaman kendimizi tüketmek yerine kendimizle geliştirici bir ilişkiye gireriz. Niyet daima "olumludur" -niyetin farkında olmasak da. Ama davranışı görürüz. Bu davranış da bizi -bazen başkalarını da-mutsuz eder. Ve kendimizi zararlı davranışları yapmaktan alıkoyamadığımız için iradesiz, zavallı, güçsüz, zayıf diye yargılarız. Unutmayın, milyonlarca kişiyi öldüren Hitler'in niyeti de "olumluydu". Almanya'nın, "aşağılık" Yahudi ırkından temizlenip, "üstün" Ari ırkın hakimiyetinde daha güçlü olacağına inanıyordu. Patolojik davranışlar da "iyi niyetin" ürünüdür. Akıl hastaları denilen kişilerin niyetlerini keşfetmek, tedavide önemli rol oynar. "İyi Niyet" Yaşamımızda Bize Nasıl Zarar Veriyor? Bir kadın, uzun vadeli ilişki yaşamayı çok istediği halde, kıskançlık krizleriyle sevgililerini kendinden uzaklaştırıyor. İyi niyeti ise, onu sahiplenmek ve babasının annesini terk ettiği gibi, sevgilisinin kendisini terk etmesini engellemek.
Bir erkek, iş yaşamında tüm çalışanlarını eleştiriyor, her şeyde bir kusur buluyor. Çalışanlar ondan yaka silkiyor. Cenazesi kalksa kimse isteyerek cenazeye katılmayacak kadar nefret uyandırmış durumda. İyi niyeti ise, babasının ona davrandığı gibi, kusurlar gösterildiğinde insanların değişeceğine ve daha üretken ve başarılı olacağına inanması. (Kendisi iş sahibi olduğu için üretken ve başarılı olduğuna inanıyor.) Bir çocuk, sürekli okulda yaptığı yaramazlıklarla başını derde sokuyor. Son üç yılda beş okul değiştirmek zorunda kalıyor. Ailesi, hiperaktif teşhisi konduğu için çocuklarını ilaçla tedavi etmeye ve daha "pahalı" okullarda okutarak atılmamasını sağlamaya çalışıyor. Çocuğun iyi niyeti ise, ailesinin başka yollarla çekemediği ilgisini bu yolla çektiğine inanması ve anne ve babasının kendisi sayesinde "ortak hedef doğrultusunda birbirlerine yaklaşmalarını sağlaması. Bir kadın regl dönemi dışında da kanama ve ağrılardan dolayı doktor doktor geziyor. Doktorların tespit edebildiği bir sorun yok. Kadının iyi niyeti, kocasıyla ne kadar az ilişkiye girerse o kadar "namuslu" olacağına inanması. Çünkü çocukluğundan beri, namusla cinsellik arasında kurduğu bağlantıyla annesi tarafından beyni yıkanmış. Bir erkek erken boşalma sorunu yaşıyor. Sadece karısıyla, kendisini denemek için gittiği fahişelerle değil. Karısını sevdiğini söylüyor ve bu duruma bir anlam veremiyor. Sevişmek istediği bir günde, kayınpederinin ölüm yıldönümünü hatırlamadığı için karısı tarafından bencillikle suçlanması, erkeğin iyi niyetinin temelini de atıyor: Bencil olmadığını göstermek. Bunu da cinselliğini dolu dolu yaşamayarak yapıyor. Orta yaşlı bir adam alerji sorunu yaşıyor. Özellikle bahar polenlerinin sebep olduğu bir alerji. Ayrıca evde sardunya bulunması da onda alerji yaratıyor. İyi niyeti, kendisi altı yaşındayken bir bahar günü ölen annesinin ölüm döşeğinde oğluna, "Beni hep hatırla, babanın eve getirdiği sardunyaları da at" dediği için onun arzusunu yerine getirmesi. Adam bir başkasıyla ilişkisi olan babasının eve getirdiği sardunyaların annesinde temsil ettiği anlamı bilmiyordu. Annesinin kendisine söylediği son sözleri de "iyi niyet"iyle ilişkiye geçene kadar hatırlamıyordu. Yukarıda anlattığımız örneklerdeki gerçek kişiler kendilerine zarar veren "iyi niyet'lerinin farkında değildi. Bu konuda dünya nüfusu kadar örnek çıkarmak mümkün. Kimi az, kimi çok engelleyici. Her davranışın ardında bir iyi niyet yatar. Önemli olan niyeti gerçekten iyiye çevirmek. Bunun için de önce keşfedilmesi gerekir. Sonra yapılacak olan ise yerine doyum sağlayacak sağlıklı alternatifi bulmak. Kendinizle ilgili kontrol edemediğiniz en "kötü" gerçeği düşünün. Onaylamadığınız bir yönünüzü düşünün. Çok mu yemek yiyorsunuz? Çok mu içki içiyorsunuz? Çocuklarınıza kötü mü davranıyorsunuz? İşyerinde sevilmiyor musunuz? Hep karşınıza "kötü" partnerler mi
çıkıyor? Sinirlerinize hakim mi olamıyorsunuz? Tam başarıya ulaştığınızda bir şeyler mi yanlış gidiyor? Sık sık hastalanıyor musunuz? Ay sonuna kadar bütçenizi bir türlü denkleştiremiyor musunuz? Kendinize ayıracak zamanı bir türlü bulamıyor musunuz? Tüm bu davranışların ardında ne gibi bir iyi niyet olabilir? Gerçeklerle yüzleşmek istememek de bir iyi niyettir. Kişinin ben sandığı egosunu koruma iyi niyeti. Bu yönünüzden "nefret" etseniz de. Nefret ettiğimiz yönlerimizi yok sayarız, görmezlikden geliriz, başkalarına yansıtırız. Bizi kıskandığını düşündüğümüz arkadaşımızı aslında bizim kıskandığımız gerçeğini görmeden. Devekuşu gibi başımızı kuma sokarız. Bu, gerçeği değiştirmez. Başkalarının görmesini engellemez. Sadece kendi görüşümüzü engeller. Böylece acıdan kaçtığımızı sanırız. Kişinin kör olması, başkalarının görüşünü engellemez ki. Ama bizi "kurban" konumuna sokar. Kendimizle ilgili yadsıdığımız her gerçek boyunduruğumuz olur. Boyunduruk altındaki insan kıpırdayamaz, konumunu değiştiremez. Kabul etmediğimiz ya da bilmediğimiz bir şeyi değiştiremeyiz. Öncelikle değiştirmek istediğimiz yönümüzü ne kadar zor, acı verici olursa olsun kabul etmek ilk adımdır. Gizli iyi niyeti görmezlikten gelip sadece davranışımızı değiştirmeye çalışmanın kalıcı çözüm olmadığını biliyoruz. Sadece davranışı değiştirebilmek kalıcı çözüm olsaydı, diyetlerimize devam ederek zayıflayabilirdik, kendimize zarar verici davranışları tekrar etmezdik, ilaçlarla kazandığımız sakinliği ve mutluluk duygusunu sürdürebilirdik. Tüm bunları geçici olarak yapabiliyoruz ya da yerine daha kötü seçimleri koyuyoruz. Titanikte koltuk değiştirmek gibi. Burada kendimize sorulacak soru şu. Bu davranış bana ne kazandırıyor? Davranışı yapmamak için kendimizi engellediğimizde bir süre sonra o davranışın çok daha fazlasını yaparız. Çünkü yapmamaya odaklandığımız şey, kendisini üretir. Düşünce neye odaklanırsa onu üretir. Beyin "yapma" komutunu bilmez. Kırmızı fili düşünme demek gibi. Kırmızı filden başka ne gelir ki aklımıza. Bu durumda kırmızı filden kurtulmak için sarı papatyayı düşünmeye odaklanmak daha sağlıklıdır. Yeni iyi niyet yolları. İçinizde canlı olan bir yönünüzü, iyi niyeti öl demekle öldüremezsiniz. Davranışı geçici olarak değiştirerek de niyeti öldüremezsiniz. Niyet, egoyla, ego ben ile özdeşleştiğinde kendinizi iradesiz olmakla suçlarsınız. Bu, niyetin davranışla bütün olma yanılgısından kaynaklanır. Oysa zaman içinde niyet ve davranış birbirinden ayrılmıştır. Bunun için memnun olmadığınız, tekrar tekrar kendinizi başarısız hissettiğiniz davranışlarınızın listesini yapın.
Bu davranış bana ne kazandırıyor? Bu davranış benimle ilgili ne mesaj veriyor? Sonucunda nasıl gelişiyorum? Aklınıza ne geliyorsa yazın. Ya da bir arkadaşınızla düşüncelerinizi yüksek sesle paylaşın. Soruları tekrar tekrar sorun. İyi niyeti buluncaya kadar. Bu listede sizi en etkileyen ne? Davranışlar semptomdur. İyi niyetler daha derinde olan nedenlerdir. Yeniden ÇerçevelendirmeYeni Bir Bakış Açısı-Yeni Bir Perspektif Problemin niçin orada olduğunu bilmek, problemin nasıl çözüleceğine katkısını görebilmek açısından önemlidir. Ama çoğumuz niçin ve neden sorularında takılır kalır, çözüm üretmek yerine problemle problem oluruz. Problemin değil, çözümün bir parçası olmaktır bizi geliştiren bakış açısı. NLP'de yeniden çerçeveleme olarak tanımlanan olaylara farklı bir şekilde bakabilmeyi zaten gündelik yaşamımızda zaman zaman yapıyoruz. Bunu ihtiyacımız olduğu anda bilinçli olarak yapabilmek çöplerin içine düşmüş pırlantayı görmemizi sağlar. Bir resmin sınırlarını çerçevesi belirler. Gördüğümüz manzara evin hangi penceresinden baktığımıza göre değişir. Bir kişiyle ilişkinin başlangıcında bizi ona çeken şey ile, ilişkinin bitmesine neden olan şey genellikle aynı özellik olur. İlişkilerin başlangıç ve bitiş noktasında aynı özelliği farklı sözcüklerle tanımlarız. Ona çekilmemizin nedeni içinden geldiği gibi davranması ise, ondan uzaklaşma nedenimiz bir anının bir anına uymaması olur. Cömertliği savurganlığa, tutumluluğu cimriliğe, neşeliliği çocukluğa, özgüvenli olması kibirliliğe, yaratıcılığı ve hayal gücü zenginliği uçukluğa dönüşür. O kişinin özelliklerini tanımlarımızda yeniden çerçeveleriz. Aynı kişiyi tanımlayan iki kişinin söylediklerini dinlediğinizde farklı kişilerden bahsedildiğini sanırsınız. • Samimi, dürüst ve eğlenceli bir insan. • Laubali, patavatsız ve sorumsuz bir insan. Çerçeve sözcükler, beden dili, ses tonu, kullanılan mimikler ile belirlenir. Çocukluğumda beni Niil diye çağıran annem, Nill Günn diye çağırıyorsa başımın dertte olduğunu anlardım. Bu gün de durumun değiştiğini söyleyemem. Terapilerinde yeniden çerçevelendirmeyi harika bir şekilde yapan Virginia Satir'in temizlik hastası bir kadına yaklaşımı ilginç bir örnektir. Kadının temizlik hastalığı evine giren çıkan insan sayısını sıfıra indirmişti. Süpürdüğü halıların üzerinde ayak izleri olmasına tahammül edemediği için çocukları bile onu ziyarete
gelemiyordu. Satir önce onu evini böylesine temiz tuttuğundan dolayı tebrik etti (uyum). Sonra gözlerini kapatmasını ve yeni süpürülmüş halılarına odaklanmasını söyledi. Kadın Alfa boyutuna girdiğinde yumuşak bir sesle şöyle dedi: "Halıya bak. Tertemiz. Sadece elektrik süpürgesinin izleri var. Hiçbir ayak izi yok. Hiç kimse üzerinde yürümemiş. Yalnızlık. Hiçbir ayak izi yok. Senden başka hiç kimse yok. Yalnız basmasın. Kimse yok." Kadın temizlik bağımlılığını zihninde yalnızlıkla eşleştirdiğinde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Yalnızlık, halıların kirlenmesinden daha tahammül edilemez bir şeydi. Yeniden Çerçevelendirme Yolları 1) Büyütmek 2) Küçültmek 3) İçeriği Değiştirmek 4) Niteliği Değiştirmek 1) Büyütmek Sorun spesifik bir şey ise, konuya daha geniş açıdan bakmak yararlı olabilir. Sorun bir detaydan kaynaklandığında kişi bu sorunu gereğinden daha önemli hale getirebilir ve bütünün kendisine sağlayacağı avantajları gözden kaçırabilir. Bir arkadaşım, kira için belirlediği miktarın az üzerinde olan bir daireyi sırf bu nedenle tutamayacağını söylerken güzel bir daireyi kaçıracağından dolayı üzgündü. Sadece kira miktarına takıldığı için diğer avantajları göremiyordu. Ona, evin konumunun işine tek vasıta ile gitmeye uygun olduğunu (şimdiki evinden işe gitmek için iki vasıta kullanıyordu) ve yürüyüş yapmayı çok sevdiği için güzel günlerde yürüyerek bile gidebileceğini, böylece günlük egzersizini de yaparken yol masrafından yapacağı tasarrufun kira farkını rahat rahat çıkaracağını, hem de tam istediği gibi aydınlık bir evde oturacağını söylediğimde güle oynaya giderek evi tuttu. 2) Küçültmek Sorun genel bir şeyden kaynaklanıyorsa, sorunu parçalara ayırarak çözüm üretmek yararlı olabilir. Küçük lokmalar, büyük lokmalara göre daha rahat yutulur. "Peşin fiyatına 12 ay taksitle satılan ürün" bize daha cazip gelmiyor mu? Bir detayın önemi vurgulandığında bütüne ilişkin fikrimiz değişebilir. Uzun bir yolun sadece ilk kilometresini bitirmeye odaklandığınızda yol daha kısa gelir. Sonra bir kilometre daha, sonra bir kilometre daha. Her uzun yol ilk küçük adımla başlar. Gelin sizinle egzersizi günlük yaşamıma nasıl kalıcı olarak kattığımın hikayesini paylaşayım. İki yıl önce günlerden bir gün, arada bir yerine genç kızlığımda olduğu gibi yine her gün egzersiz yapmam gerektiğine karar vermiştim. Her gün yarım saat egzersiz yapacağım diye kendime söz vermiş ama daha birinci haftanın sonunda kaytaracak bahaneler bulmaya başlamıştim. Sadece bir gün kaytardıktan sonra kendime verdiğim sözü tutmamanın yarattığı acı, kaytarmanın hazzından daha fazla olmuştu. Hemen gözümde büyüyen yarım saati küçültmeye karar verdim. Yarım saat otuz kocaman dakikaydı. Bunu günde iki kez on beşer dakikaya bölersem gözüme daha
kolay görüneceğine karar verdim. Ama on beş dakika dolduğunda akşama yeniden yapmak yerine devam etmeyi tercih ettim. Birbiri ardına iki on beş dakikalık egzersiz yapma düşüncesi bir bütün olarak yarım saatlik egzersizden daha cazip gelmişti zihnime. Kendimi mi kandırıyordum? Evet. İşe yaradı mı? Evet. Son iki senedir egzersizimi aksatmış olduğum gün sayısı beşi geçmez. Hem de çoğu günler 45 dakika ya da bir saate kadar uzuyor. Daha başka değişiklikler de yaptım tabii sorunumu yeniden çerçevelerken. 3) İçeriği Değiştirmek Bir şeyin anlamını yeniden tanımlamak bazen yeniden çerçevelemek için yeterli olabilir. Egzersiz yapmak çoğu insana sıkıcı gelir. Herkes yapılmasını gerektiğini bilse de. Doğruyu söylemek gerekirse, egzersizin sonuçlarını hiç terlemeden elde etmemiz mümkün olsaydı kaçımız egzersiz yapmayı sürdürürdük? Egzersiz bağımlıları bile egzersizi terlemekten zevk aldığı için değil, egzersiz sırasında beynin bol miktarda salgıladığı endorfinlerin yarattığı mutluluk duygusuna bağımlı oldukları için yapıyor. Madem egzersiz yapmak için zaman ayırıyordum, bu zamanı iki şey birden yaparak değerlendirebilirdim. Zamanı rasyonel kullanmak açısından benim için iyi bir fırsattı. Kütüphanemde birikmiş, dinlemeye fırsat bulamadığım birçok kitap kaseti, katıldığım ve verdiğim konferansların kasetleri, eğitim kasetleri, meditasyon kasetleri, müzik kasetleri ve yine seyretmeye fırsat bulamadığım ama yıllardır alıp biriktirdiğim değişik başlıklı video eğitim kasetleri vardı. Bu kasetlere dünyanın parasını yatırmış ama yeterince değerlendirmemiştim. Artık hem zihnimi, hem bedenimi aynı anda eğitebilirdim. İster parkta yürüyüşe çıkayım, ister evde eliptik bisikletimin üzerinde olayım kulağımda walkman oluyor. Televizyonun karşısında eğitim kasetlerini ya da sevdiğim bir programı izlerken egzersiz yapmak da keyif veriyor. Artık egzersiz zamanı yok, kendimi geliştirmek için ayırdığım zaman var. İçerik değiştiğinde motivasyonum da harika bir şekilde arttı. Yapmanız gereken, ama motivasyon eksikliğinden dolayı ertelediğiniz şeyleri çekici kılmak. Bunun için onlara yeni bir anlam vermeniz yeterli. Sonuç da harika oluyor. Bir şeyi yapmaktan hoşlanmıyorsak, onu yapmayı dört gözle beklemeyiz. Çünkü enerjimiz yapmamız gereken şeye doğru akmaz, tersine azalır. Kullanılmayan enerji azalmaya mahkumdur. İşleyen demirin ışıldadığı gibi, enerji kullanıldıkça artar. Hayatlarını, kendi istekleri yerine, başkalarınınkini karşılamaya odaklamış insanların sıkça depresyon yaşaması bundandır. Depresyon, düşük enerji ile yaşamda var olma halini tanımlar. Amaçsızlık da kişinin enerjisini azaltır. Kişi amaçsızca bir takım "eğlencelerle" kendini geçici olarak oyalasa da gittikçe tükendiğini hisseder. Bir süre sonra hayattan zevk alamaz hale gelir. Bir amacın bizi harekete geçirmesi için ödülün bedelden daha yüksek olduğuna inanmamız gerekiyor.
Zayıflamak amacıyla egzersiz yapanların bir süre sonra egzersizi bırakmasının nedeni bedelin ödülden yüksek olduğuna inanmalarıdır. Bir saat terlemenin sonunda harcanan kaloriden fazlasını bir şişe kola içtiklerinde alacaklarsa bu zahmete değer mi? O kadar terlemeye bir kola içmeyi bile çok mu görmeliler kendilerine? Bu ne adaletsiz dünya. Bu çerçeveden bakıldığında motivasyonu sürdürmek mümkün mü? Kalori odaklı egzersiz, bırakılmaya mahkumdur. Bedel çok ter, ödül bir kola bile değil. 4) Niteliği Değiştirmek Her davranışın niteliğini koşullar belirler. Koşullar değişince çerçevemiz de değişir. Asla ağzımıza koymayacağımızı söylediğimiz bir yiyeceği, bir kazada yaşam mücadelesi verirken bulduğumuzda, ben bu yiyeceği sevmiyorum, diyebilir miyiz? Egzersiz, yaşamın kalitesini artırmak, vücudun direncini güçlendirmek, kendini sağlıklı hissedebilmek için yapılan, metabolizmayı yükselten, öz saygıyı artıran, enerji ve mutluluk üreten bir aktivite olarak algılandığında ödül bedelden çok daha yüksek hale gelir. Egzersiz yapabilmek, hareket edebilme özgürlüğüne sahip olmaktır. Genç insan yaşlı insandan daha fazla ve hızlı hareket edebilme yetisine sahiptir. Bedensel olarak yaşlı insanların hareket özgürlüğü kısıtlıdır. Kimi insan otuz yaşında yaşlıdır, kimi insan yetmiş yaşında genç ve dinç bir bedene sahiptir. Bir kazada felç olup, ilk kez parmağını hareket ettirebildiğinde bunun sevincini yaşayan insanları düşünün. Böyle bir sahneyi filmde izlediğimizde bile biz de o kişiyle birlikte seviniyoruz. Sırf parmağını hareket ettirdi diye. Biz parmağımızı hareket ettirdiğimizde ise bu, hiç de sevinç nedeni olmuyor. Çünkü nitelik farklı. Her gün egzersiz yapabilmek harika bir ayrıcalıktır. Bedensel sağlığımızın asgari koşullarına sahip olduğumuzun ve sağlığımızın her gün daha da iyiye gittiğinin göstergesidir. Sahip olduğumuz sağlık için bir şükran törenidir egzersiz. Her gün sağlığımız için zaman ayıracak kadar kendimizi değerli bulduğumuzun kanıtıdır egzersiz. Ödülü büyük, bedeli küçük gördüğümüzün ifadesidir egzersiz. Ödül büyüktür: Kendimizi iyi, genç ve canlı hissederiz. Bedel küçüktür: Bu yaşam boyunca tek aracımız olan bedenimizin sağlığı için günde yarım saat ayırmak. Köpeklerimizin sağlığı için onları her gün dolaştırmaya çıkıyoruz. Köpek kadar değerimiz yok mu? • Yapmak zorunda olduğunuz görevden hoşlanmadığınızda: Kendinizi o işi bitirmiş olarak hayal edin. Bu, perspektifinizi gelecek zamana yöneltir. Görevinizi bitirmiş olmanın hazzını hissedersiniz ve motivasyonunuz artar.
• Yaptığınız işi sıkıcı bulduğunuzda: İşi sıkıcı bulmanın nedeni bize heyecan veren bir yönü olmamasındandır. O zaman işi daha çabuk tamamlama yollarını bulabiliriz. Bitiminde kendimizi bir şekilde ödüllendirebiliriz. • Nereden başlayacağınızı bilmediğinizde: Böyle durumlarda "küçültmek" çerçevesini kullanabilirsiniz. İşin herhangi bir yerinden başladığınızda bir süre sonra her şeyin yerli yerine oturmaya başladığını da görürsünüz. İlk adımı atın. Her şey ilk adımı atmakla başlar. • Başa çıkamayacağınızı düşündüğünüzde: Bu, kişinin özgüveniyle ilgili bir durumdur. İç sesimizle kendimize olumlu telkinler yapmanın yanı sıra geçmişteki başarılarımızı düşünerek kendimize çapa yapabiliriz. Başardığımız birçok iş de bir zamanlar başa çıkamayacağımızı düşündüğümüz işlerdi. Hatırlayın. • Beceremeyeceğimiz konusunda endişe duyduğumuzda: Ne yapabileceğimize değil ne yapamayacağımıza odaklandığımızda böyle bir endişe duyarız. Hemen çerçeveyi değiştirmemiz gerekir. Davranış Çerçevesi Odaklanması
Başarılı insanların sırlarından biri de, zamanlarının sadece yüzde yirmisini problemi tespit etmeye, yüzde seksenini ise çözüm bulmaya ayırmalarıdır. Neye odaklanırsak onu daha fazla üretiriz. Başları hiç dertten kurtulmayan, her acının tiryakisi olan insanların neye odaklandığını tahmin edin. Basardı insanlar nasıl sorusunu sorarak çözüm üretir. Başarısız insanlar niçin sorusunu sorarak mazeret üretir. Başarılı insanlar istedikleri sonuca ulaşmadıklarında bunu bir deneyim olarak algılar. En azından neyi yapmaması gerektiğini öğrenmiştir ve tecrübe kazanmıştır. Şimdi yeni bir yolu deneme zamanıdır. Peynir üçüncü tünelde yoksa hangi tüneldedir? Bu çerçevede amaç daima göz önünde kalır. İstediği sonucu almamayı başarısızlık olarak algılayan kişi kendisini bir çıkmaz sokağa hapseder, durum içinde sıkışıp kalır. Peyniri bulmak için başka tünellere girmeyi denemek yerine, üçüncü tünelde bir aşağı bir yukarı koşturur durur. Çünkü başarısızlık çerçevesinde amaç gözden kaybolur. Başarılı insanlar için durumun içindeki olanakları görebilmek, seçimleri çoğaltabilmek bir motivasyon nedenidir. Başarısız insanı motive eden şey ise ihtiyaçlarıdır. Ancak fiziksel, duygusal, zihinsel ve ruhsal açıdan dibe vurduğunda bir şeyler yapması gerektiğinin farkına varır. Başarılı insanlar değişik konulara merak ve ilgi duyar. Bu merak ve ilgi onlara bazen çok farklı kapılar açabilir, hiç beklenmedik bir yerde öğrendiklerini kullanma imkanı bulurlar. Tıpkı henüz merak ve ilgilerini ezberci eğitimle yitirmemiş çocukların bir şeyi çabucak öğrenebilmeleri gibi, merak ve ilgi kişinin zihnini zinde, algılama kapasitesini yüksek tutar. Başarısız insanlar için realite, varsayımlarıdır. Ve varsayımlarına göre yaşama tepki verirler. HAYATTA BAŞARILI OLMAK Başarıyı nasıl tanımlarsak tanımlayalım, aslında istediğimiz, başarılı olmanın bizde yaratacağı duygulardır. Gerçek başarı, duygu boyutunda kendimizi yönetebilmektir. Hissetmek istediğimiz duyguları istediğimiz anda yaratabilme yeteneğini kazanmaktır başarılı olmak. • Sonuç: Önce ne istediğimizi bilmek önemli. Nereye varmak istediğimizi bilmiyorsak, rotası olmayan rüzgar nereye eserse oraya savrulan gemiye benzeriz. Almak istediğimiz sonuç nedir? • İsabetli algılamak: Gittiğimiz yol, bizi hedefimize yaklaştırıyor mu? Tüm duyularımız açık olduğunda isabetli algılama yeteneğimiz güçlenir. Farkındalık ne tür tepkiler aldığımızı bize anında feedback olarak sunar. Feedback, seçimlerimizin kişiler, olaylar, sonuçlar üzerindeki etkisini bize ayna olarak gösteren mekanizmadır. Suçlama çerçevesinden bakan kişi aynada gördüklerini beğenmediğinde ya kendisini, ya aynayı (başkalarını) suçlayarak mazeret üretir. NLP çerçevesinde ise aynada gördüklerimizin sorumluluğunun kendimize ait olduğunu biliriz -beğensek de beğenmesek de. İsabetli algılıyor muyuz? • Esneklik:
1. Çapa 1 oluşturmak için: Gözlerinizi kapayın. A deneyimine geri
dönün. Şimdi oluyormuş gibi. Gördüğünüzü görün, işittiğinizi işitin, hissettiğinizi hissedin. Aynı içsel tepkiyi hissettiğiniz anda kendinize kinestetik bir çapa yapın. Örneğin sağ dizinize dokunun ve bastırın. Çapa yaptığınız yeri unutmamak için belirgin noktaları seçin. Bu hiç yerini kaybetmeyeceğiniz bir ben ya da bir yara izi gibi noktalar da olabilir.
2. Sislendirin. Gözünüzü açıp pencereden dışarı bakmak gibi. Sislendirmenin amacı sizin ilk duygudan çıkmanızı sağlamaktr. 3. ikinci basamağı bu kez B deneyimiyle yapın. Çapa 2'yi bu kez örneğin sol dizinize dokunarak yapın. 4. Sislendirin. 5. Gözlerinizi kapayın. Yine A deneyimini yaşayın. Bu deneyimi yaşarken çapa 1 noktasını tetikleyin. Yoğun duyguları en dorukta hissettiğiniz anda Çapa 2'nin noktasına dokunun. Aynı anda hem sol, hem sağ dizinize dokunuyor olacaksınız. Bir süre iki çapa noktasına aynı anda dokunun. Bunun amacı iki deneyimi entegre ederek A deneyiminin nötrleşmesini sağlamaktır. Nefesinizin değişmesi, kaslarınızın gevşemesi gibi kinestetik değişimler entegrasyonun olduğunu gösterir. Önce çapa 1 den elinizi çekin. Bir iki saniye sonra da çapa 2'yi serbest bırakın. 6. Sislendirin. 7. Gözlerinizi kapayın. Gelecekte yine A deneyimini yaşayabileceğiniz bir durumu düşünün. Yarın patronla görüşme yapacağınız durum gibi. Bu kez sadece Çapa 2 yi kullanın. Tepkinizin nasıl farklı olduğunu göreceksiniz. Not: Çapa 2 için kinestetik çapanın yanına görsel ve işitsel çapa da ekleyebilirsiniz. II- Çok Kaynaklı Çapalama Egzersizi Sizi çok rahatsız eden bazı duyguları değiştirmek için bazen birden fazla kaynak kullanmaya ihtiyaç duyabilirsiniz. Örneğin, kızgınlık duygusunu kontrol edemediğiniz için başınız sık sık derde giriyor. Sizi böylesine ele geçirmiş bir duygunun kontrolünü yeniden ele geçirmeniz için birden fazla kaynak kullanmanız etkili olur.
Şemada görüldüğü gibi yıkıcı kızgınlık tepkisi vermeyi, güvenli olmak, sabırlı olmak ve sevgi dolu olmak gibi üç kaynağı birden kullanarak sağlıklı tepki vermeye dönüştürebilirsiniz. Bu durumda yine basit çapalama basamaklarını kullanacaksınız. Ama çapa 3 ve çapa 4'ü de oluşturarak 2, 3 ve 4 nolu çapayı aynı anda tetiklemeniz gerekecektir. Bunun için parmak eklemlerini kullanabilirsiniz. Parmak eklemlerini diğer elinizin parmaklarıyla aynı anda tetiklemek kolay olacaktır. Çapa 3 ve 4'ü tek tek oluştururken yaşamınızın farklı alanlarından spesifik örnekler seçin. III- Alt Sistemler Farkındalık Formu GÖRSEL OLUMSUZ DENEYİM Obje sayısı Konum (sağda, solda, yukarıda, aşağıda) Uzaklık (yakın/uzak) Çerçeveli/Panoramik Renkli/Siyah-Beyaz Hareketli/Hareketsi z Hızlı/Yavaş Boyut (gerçek boyutundan büyük/küçük) Net/Bulanık İzleyici/Katılımcı
OLUMLU DENEYİM
Üç boyutlu/İki boyutlu Parlak/Solgun Aydınlık/Loş Ön/Arka fon kontrastı İŞİTSEL Ses sayısı/kaynaklan Onünüzde/Arkanızda/ Yanımzda Ses kaynağı nereden (uzak/yakm) Müzik/Gürültü/Ses (Kimin?) Stereo/Mono Tempo (hızlı/yavaş) Net/Karışık Volüm (alçak/yüksek) Kıtmık/DÜzensız Süreklı/Kesık kesik İnce/Kalın KINESTETIK Hareketli/Durgun Basınç (yumuşak/sert) Süre (Ne kadar sürüyor?) Konum (Bedeninizin neresinde?) Yoğunluk (güçlü/zayıf) Isı (sıcak/serin) Nem Doku (pürüzlü/kaygan) Duygular (sürekli/kesik kesik) Koku/Tat IV- Swish Tekniği Swish tekniği giriş programlarında ve eğitimci eğitimlerinde öğretilen ilk tekniktir. Hem temel alt sistemlerin (boyut, parlaklık, konum, katılımcılık, izleyicilik) nasıl kullanılacağı hem de sonuçları şansa bırakılmayan bir teknik olan yönlendirilmiş değişimin nasıl uygulanacağı konusundaki eğitimin başlangıç
noktasıdır. Swish tekniği şu an sahip olduğunuz istenilmeyen bir davranışı istenilen bir davranışla değiştirmek için kullanılır. Adımlar 1. Değiştirmek istediğiniz bir davranışınızı seçin. 2. Eskisinin yerine koymak istediğiniz yeni bir davranış seçin. 3. Gözünüzde kendinizi yeni davranışı uygularken (seyirci olarak) gösteren bir resim karesi canlandırın. Bu görüntüye baktığınızda size, kendinizde bu değişimi yaptığınızda sahip olacağınız güzel duyguyu vermeli. 4. Gözünüzde size rahatsızlık veren şu anki davranışı gösteren bir resim karesi canlandırın. Bu görüntüyü kendi gözlerinizle görüyormuş gibi (katılımcı olarak), o davranışı yaptığınızda (örnek: çikolata görüp karnınızın acıkması) hissettiğiniz duygularla yaşayın. Bu resmi canlandırdıktan sonra, 5.adıma geçmeden önce resmi karartın. 5. Şimdi, şu anki davranışınızın büyük, parlak bir resmini canlandırın. Yani sizi rahatsız ettiğinde gördüklerinizi görün. Resmin sol alt köşesine sizi yeni, istediğiniz davranışı edinmiş gösteren resmi koyun. 6. Şimdi de büyük, parlak resmi alıp karanlık hale getirin ve tüm görüntü alanını kaplayana kadar büyütün ve parlak hale getirin. Sonra da gözlerinizi açın. 7. 6. adımı mümkün olduğu kadar hızlı bir şekilde beş kez tekrarlayın. 8. Geri dönün ve sizi rahatsız eden eski davranışınıza bakın ve duygularınızın nasıl değiştiğini görün. V- Hızlı Fobi Yenme Tekniği Bu tekniği güçlü fobilerinizi yenmek için kullanmadan önce orta dereceli korkularınız üzerinde kullanarak pratik yapmanızı öneririm.
1. Sizde orta derecede korku yaratan bir durumu düşünün. Beğendiğiniz bir kişiyle tanışmak için ilk adımı atamamak, tanımadığınız birini telefonla arayıp o kişiden bir şey talep etmek, küçük bir grup önünde konuşmak gibi. Yani henüz fobiye dönüşmemiş bir korkunuzu seçin. 2. Zihninizde bir sinema salonunda oturduğunuzu canlandırın. Perdede kendinizi seyrediyorsunuz. Siyah beyaz bir kare o korku anını yaşamadan bir önceki anı perdede yansıtıyor. Siz izleyici konumundasınız. 3. Şimdi kendiniz sinema salonunda otururken, bedeninizden ayrılın ve projeksiyon odasına gidin. Buradan hem salonda oturan sizin başınızın arkasını, hem de perdede yansıyan görüntüyü aynı anda görebiliyorsunuz. (Üçüncü pozisyon durumu)
4. Kendinizi seyrettiğinizi seyrederken korktuğunuz anın filmini siyah beyaz olarak oynamaya başladığını görün. Korku anını yaşayıp kendinizi yeniden güvende hissettiğiniz anda kareyi dondurun. 5. Projeksiyon odasından çıkın. Perdedeki karenin içine girin. Siz karenin içine girer girmez kareyi yeniden filme dönüştürün. Filmi bu kez renkli olarak sondan başa doğru hızlı geriye sararak oynatın. Videoyu oynarken hızla geriye sarmak gibi. Bu geriye sarma işlemini birkaç kez tekrar edin. Her geriye sarış bir iki saniyeden fazla sürmez. (Zihnin ne kadar hızlı düşündüğünü hatırlayın. Fobiler de bir deneyimle oluşuyor ve etkileri hiçbir şey yapılmazsa ömür boyu sürebiliyor. Çözümün de etkileri bir ömür sürer.) Tamamladığınızı hissettiğinizde sislendirin. Bunu gerçek anlamda ayağa kalkıp dolaşarak yapabilirsiniz. 6. Şimdi aşmak istediğiniz korku anını yeniden yaşayın. Şimdi nasıl hissediyorsunuz? Eğer hala korku duyuyorsanız, egzersizi baştan sona kadar yeniden yapın. Egzersizin hakkını verdiğinizde korkunuzdan eser kalmayacaktır. Bu konuda zihninizin yarattığı bir korkuyu yenme gücüne de sahip olduğuna güvenin. 7. Egzersizin etkisini gerçek bir an içinde test edin. O hoşlandığınız kişiye yaklaşın. Tanımadığınız kişiyi telefonla arayın. Küçük bir grup önünde konuşun. Bu tekniğin çok etkili olduğunu deneyerek bilin. Asansöre binme korkunuz varsa, bulunduğunuz şehirde yüksek bir otelin çatı katına asansörle çıkın ve başarınızı bir şekilde kutlayın. Evet, beyniniz çok hızlı öğrenme kapasitesine sahip. Aslında isteseniz de yavaş değişmeniz mümkün değildir. Değişim hızla olur. Yavaş değişim denen şey, yöntemin yeterli ya da uygun olmadığı durumlarda sahip olunan bir inançtır. Değişmezsiniz, değişmezsiniz, değişmezsiniz, bir anda değiştiğinizde sürecin tümü size değişimin yavaş olduğu izlenimini verir. Çabuk oluşan fobiler aynı çabuklukta aşılabilir. Tabii uygun yöntemi kullanarak. Beyninizin ve zihninizin gücüne güvenin.
View more...
Comments