Nakşibendîlik, İsmet Zeki Eyüboğlu

September 7, 2017 | Author: Haluk | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Nakşibendîlik, İsmet Zeki Eyüboğlu...

Description

http://genclikcephesi.blogspot.com

BIRİNCÎ YILIMIZI KUTLUYORUZ Atatürk'ün 'Çankaya Akşamlan' toplantısına çağırdığı, uzun uzun konuştuğu, Türk dili ve Türk tarihi ile ilgili konularda sabahlara kadar tartıştığı Ord. Prof. Dr. Yusuf Hikmet Bayur (1891), İstanbul'da doğmuştur. Ortaöğrenimini Galatasaray Lisesi'nde, yükseköğrenimini Paris Üniversitesinde yapan Yusuf Hikmet Bayur, izmir'in işgali sırasında Anadolu'ya geçmiş, Kurtuluş Savaşı'na katılmış, Cumhuriyet'in ilanından sonra Londra Elçiliği Müsteşarlığı (1923), Belgrad Ortaelçiliği (1925), Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği (1927), Kabil Büyükelçiliği (1928) görevlerinde bulunmuş, Lozan Barış Konferansında Türk heyetinin danışmanı olarak yer almıştır. 1933 yılında Manisa milletvekili seçilerek Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne giren Yusuf Hikmet Bayur, aynı yıl Milli Eğitim Bakanlığı görevine atanmış, bu görevinden ayrıldıktan sonra (1934), Ankara ve İstanbul üniversitelerinde Türk İnkılâbı Tarihi dersleri vermiş, ikinci kez Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği'ne getirilmiş, bu görevini Atatürk'ün ölümüne kadar sürdürmüştür. Türk İnkılâbı Tarihi üzerine çeşitli bilimsel çalışmaları bulunan Ord. Prof. Dr. Yusuf Hikmet Bayur, 'Ermeni Meselesi' adlı kitabında Ermenilerin durumunu, Türk - Ermeni sorununun geçirdiği evreleri, nesnel bir tarihçi anlayışıyla incelemiş, ilgi çekici bir çalışma ortaya koymuştur. Ord. Prof. Dr. Yusuf Hikmet Bayur'un yakın tarihimize ışık tutan bu bilimsel çalışmasının birinci cildini, gelecek cuma günü yine gazeteniz Cumhuriyet'le birlikte alacaksınız.

http://genclikcephesi.blogspot.com

İSLAM DİNİNDEN AYRILAN CEREYANLAR:

NAKŞİBENDİLİK

http://genclikcephesi.blogspot.com

Dizgi - Baskı - Yayımlayan: Yenigün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.' Haziran 1998

İSLAM DÎNÎNDEN AYRILAN CEREYANLAR: NAKŞİBENDİLİK

İSMET ZEKİ EYUBOĞLU

Cumhuriyet GAZETESININ OKURLARıNA A R M A Ğ A N ı D ı R .

http://genclikcephesi.blogspot.com

ÖNSÖZ

Sevgili okuyucu, okuyacağın bu çalışma, masanın ba­ şında köpüklü kahve içerek yazılmış bir anı, bir deneme, bir öykü değildir. Daha on dört yaşındayken (1939) Nak­ şibendi Tekkesi'ne giren, nerdeyse bütün ailesince, büyüklerince dışlanan, buna karşın bu karanlık ocakta bilmeden, anlamadan altı-yedi yıl el, etek öpen bir kişinin'görerek ya­ şadıklarından, acısını, tatlısını damağında tadarak öğrenen izlenimlerinden kaynaklanmıştır. Bunda yakıştırma, uy­ durma, düş ürünü denebilecek bir anı, bir sayıklama yok­ tur. Bunları yazan, Nakşibendi Tekkesi'nde Şeyh Süley­ man Efendi'nin uyku ilaçları niteliğindeki konuşmalarını, öğütlerini dinleyerek çok sayıklamıştır. İslam dinini, is­ lam'ı bilenlerin değil, bilir geçinenlerin ağzından dinlemiş, ancak gerçek kaynaklarla karşılaşınca ne denli yanıldığını, saptırıldığını, büyüklerinden öğrendiği islam inançlarının anlamadan, duygusal etkilenmelerle özünden uzaklaştığı­ nı kavramanın acısını çekmiştir. Bunları yazan, nice kaşı gözü boyalı, yanakları kremli, ince sesli, uzun ak sakallı "şeyhler" görmüş, üç dört kadınla evlenmesine karşın, ge­ celerini tekkede " h û " çekerek geçiren, günlerce evine uğ­ ramayan, arkasından yağmur gibi dedikodular yağdırılan "ermiş" tanımıştır. • Sevgil i okuyucu bunları yazan, tekkeye kapanıp çocuk­ larının geçimini unutan, şeyhe kapılanmayı çocuklarına ek­ mek getirmeye yeğleyen, karısının çocuklara bakmak için 5

biricik geçim aracı olan dikiş makinesini satarak tekkeye bağışlayan "Tanrı'nın sevgili kulu" sayılan Nakşibendilerle söyleşmiş, onların delileri bile çıldırtacak konuşmaları­ nı dinlemiştir. Sevgili okuyucu, yine bunları yazan, Fatih Camii'ndeki yazma Kuran'ları satarak, yerlerine değersiz basmaları­ nı koyan, Şehzadebaşı Camii'nin, şimdiki "Belediye Za­ bıta Amirliği"ne bakan kapısının yanındaki "meşruta" de­ nen görevli yerlerinden çinileri çalıp çalıp Bakırcılar Çar­ şısı yanında bir antikacıya satan "dini bütün Müslümanlar" görmüştür. Yine Fatih'te, görev arkadaşının güzel karısını kandırarak, gizlice, birlikte Hacca giden, böylece "hidaye­ te eren" imamlar tanımıştır. Eski Beyoğlu Müftüsü'nün kitaplığmdaki yazmaları, Beyazıt Sahaflar Çarşısı'nda Kara­ denizli, değerbilir, bir kitapçıya satarak Tünel'de Mehmed Efendinin Evi"nde şarap içip eğlenen, Osmanlı vurgunu, İkinci Abdülhamit tutkunu, yazar arkadaşlar edinmiştir. Neyse, sevgili okuyucu, seni burada yormayalım, bel­ leğini bulandırmayalım, bu yazar kaç kılığa girip çıktı di­ ye kuşkulara salmayalım. Şimdi bu çalışmayı; için açık, yü­ reğin geniş, gerçeği seven bir kimse olarak oku, sevgiler, saygılar sana, genç isen benim geçtiğim yollardan geçme, sonra benim gibi ne dövünecek gücün, ne gülecek yüzün kalır.

6

NAKŞİBENDİLİK

Nakşibendilik, on dördüncü yüzyıl ortalarında, Mühammed Bahaeddin Nakşibend'in kurduğu, Yesevilikten, eski Zerdüşt dininden, Samanlıktan esinlenen, Sünni gele­ neğine bağlı, daha çok yeni bir İslam anlayışı getirme eği­ limi taşıyan kuruluş (tarikat). Bu kuruluşun ne olduğunu, gelişimini, yayılmasını anlamak için önce kurucusunun kimliğini, kişiliğini ayrıntılarıyla bilmek gerekir. Muhammed Bahaeddin Nakşibend 1318de Buhara do­ laylarında Kasrı Arifan adıyla ünlü yörede doğdu. Kimi söylentilere göre, eski Zerdüşt inançlarına bağlıyken, son­ radan İslamlığı benimsemiş, bir ailenin çocuğudur. Baha­ eddin çocuk denecek yaşlarda Yesevi Tarikatı'na bağlandı, özellikle Ahmed Yesevi'nin düşüncelerini öğrendi. Nakşi­ bend adının, bir köyü yansıttığını söyleyenler olduğu gibi, bilezik, yüzük, gerdanlık türünden süs takıları yapan kim­ se anlamına da gelir. Ancak bu bir yorum da olabilir. Ba­ haeddin Nakşibend'in ne gibi bir öğrenim gördüğü açıkça bilinmiyorsa da, Kuran, hadis, fıkıh, tasavvuf konularıyla yakından ilgilendiği, bu konularda birtakım açıklamalar, yorumlar getirdiği, çevresinde toplananların bunları yazı­ ya geçirerek birbirine aktardığı söylenmektedir. Bahaeddin tekkesini açtıktan, 1350'den sonra, kendi­ ni çevresinde toplananlarla söyleşilere vermiş, onlara tasav­ vuftan kaynaklanan görüşlerini açıklama, aşılama yoluna girmiştir. Bahaeddin'in inançlarına göre evren yaratılmış­ tır, " r u h " gövdeden öncedir, ölümle gövdeden ayrılacak, 7

geldiği Tanrısal kaynağa geri dönecektir. Şeriat gerçektir, kesindir, ona uymak tüm Müslümanlar için dinsel bir gö­ revdir. Bahaeddin'in bu düşünceleri yeni değildir, Yesevilik'ten alınmıştır. Onun kadın konusundaki olumsuz düşün­ celerinin kaynağı da Zerdüşt dinidir. Bu dine göre kadın er­ keği olumsuz yönde etkileyen, Tanrısal duyuş yolundan ayıran, yanına çok ölçülü yaklaşılması gereken bir varlık­ tır, ilerde, Nakşibendilik'in düşünsel yapısını incelerken, içerdiği bütün sorunlar gözden geçirilecektir. Muhammed Bahaeddin Nakşibend din bakımından ye­ ni bir görüş getirmemiş, etkisi altında kaldığı Yesevilik, İran uygarlığı nedeniyle örtülü bir İslam inancı yaymayı, bu öylece Arabistan'da doğan İslamlığa İran kökenli bir an­ lam vermeyi, biçim kazandırmayı yeğlemiştir. İran, uygar­ lığı başlangıcından beri kendine özgü bir "kültür alanı" ya­ ratmakta gecikmemiş, özellikle din konusunda kendine uy­ gun bir yol seçmiştir, daha açıkçası İran başka uluslardan, yabancı toplumlardan din aktarmamıştır. Zerdüşt dininin kutsal kitabı "Avesta"dan öğrendiğimize göre, İran insanı yalnızca kendi toplumunda doğan inançlara, geleneklere bağlı kalmış, bütün yabancı düşüncelere, inançlara kapıla­ rını kapamıştır. Konuya böyle bir gözlükle bakılınca, Ba­ haeddin Nakşibend'in bu geleneğin dışına çıkarak, İran an­ layışına aykırı bir İslam düşünemeyeceği anlaşılır. Buhara, o çağlarda Türklerin yoğunlaştıkları bir böl­ geydi, eski bir geleneğe bağlıydı. Bunun en açık, yaygın ör­ neği İstanbul'un alınışında, Buhara'dan birçok Türk'ün gel­ diğini, çoğunun savaşta öldüğünü söyleyen gelenekler, ta­ rihsel kaynaklardır. Sözgelişi, bugün İstanbul'un, özellik­ le Fatih ilçesinin değişik yerlerinde "Buhara'dan gelen İs8

tanbul'un alınmasına katılarak şehit düşen evliyadan (er­ mişlerden)" sözedilir, onların gömüldükleri yerler kutsal sa­ yılır. Edirnekapısı, Malta, Eyüp, Cibali gibi değişik yöre­ lerde bu tür mezarlar çoktur, hepsi de yeşile boyanmıştır. İlk bakışta önemsiz gibi görünen bu gelenek uygulaması, bir inancın tutunması, yayılması bakımından önemlidir, ki­ mi sorunların aydınlatılmasında yararlıdır. Neden hep "Bu­ hara"? Sonra neden "Buhara'dan gelen emirler?" Bütün bunlar Muhammed Bahaeddin Nakşibend'in etkisinden kaynaklanan söylentiler olabilir. Burada vurgulanması ge­ reken Bahaeddin'in salt Pers olmadığıdır. Nakşibendilik kurulduktan sonra, şeyhinin etkisiyle, kısa sürede Batı'da, özellikle de Anadolu dolaylarında ya­ yılmaya başladı. O dönemlerde Anadolu'da Sünni inançla­ rı egemendi. Bahaeddin, Sünni örtüsüne bürünerek İslam'ı içinden vurmanın, değiştirmenin en kolay yolunu bulmuş, bu konuda çok başarılı olmuş bir kimsedir. Nakşibendiliğin tik Yayılma Evreleri Nakşibendi anlayışına göre bütün bilgilerin, bilimle­ rin kaynağı Kuran'dan gelen, simgeleşmiş önerilerdir. Bun­ ları anlamanın değişik yolları vardır, bu yollar insanın gön­ lüne Tanrı'nın ışığıyla girebilir. Bu nedenle şeyhin Tanrı­ sal bir niteliği olması gerekir, şeyh Tann'yla anlama yetisi dar olan insan arasında bir yol gösterici, bir ışıldak duru­ mundadır. Tanrı buyruklarını her insan anlayamaz, kavrayamaz. Tanrı bunu bildiğinden, insanlar arasında, uygun bulduklarını'seçmiş, onların gönüllerine birtakım sezgiler göndermiştir, gerçek Müslümanın bunlara uyması, bir Tan9

rı buyruğu niteliğindedir. İşte bu nedenle Nakşibendi ku­ ruluşuna girenlerin hepsine, önce şeyhi dinleme, sözlerini eksiksiz yerine getirme alışkanlığı aşılanır. Şeyh düşünce üretmez, bütün inançlarını Tanrı'dan sez­ gi yoluyla alır, çevresine yayar. Bu nedenle şeyhin çevresin­ de toplananlar arasında birtakım ayrıcalıklar belirir, sezgi ye­ tisi, derin düşünceye dalma gücü, Tanrı yolunda taşkınlık, aşırı bir kendinden geçme, sık sık düşler görme, yalnız Tan­ rı adlarını anma (zikr) alışkanlığı gibi uygulamalar, görün­ tüler insanda (şeyhin çevresinde toplananlarda) bir "başka­ lık" uyandırır, oluşturur. Buna " e r m e " denir, Arapçada "ve­ li", çoğulu "evliya" bu anlamdadır. Tanrı üstün, sarsıcı bir görüntü niteliğinde, gözleri kamaştıran bir ışık durumunda şeyhin gönlüne girer, bunu dıştan kimse göremez, sezemez, bunu ancak şeyh sezer, taşkınlığa kapılır, titrer, terler. Titreme, terleme olayı, iyice düşünülürse Peygamber Muhammed'de görülen özelliklerden biridir. Nitekim, pey­ gamber "Bana vahy indiğinde içimde bir titreme, gövdem­ de bir terleme" sezerdim demiştir, bu bütün İslam kaynak­ larında "vahyin inişi"yle ilgili açıklamalarda vardır. Bu tür öyküleri Bahaeddin Nakşibent'te de buluyoruz, dahası bü­ tün Nakşibendi şeyhlerinde görüldüğü ileri sürülür, daha sonra göreceğiz. Nakşibendilik nedense koyu şeriatçı, Sün­ ni Arap ülkelerinde pek tutunamadı, en yaygın, etkili başa­ rılarını Anadolu'da gösterdi. Burada Anadolu'nun bütünü sözkonusu değildir, sözgelişi Karadeniz kıyılarında, bu ku­ ruluş yaygın değildi son elli yıl içinde epey yandaş bulmuş­ tur. Nakşibendilik, kurucusunun ölümünden sonra (1391) Doğu İslam ülkelerinde pek yandaş bulamadı. Özellikle Şa­ man inançlarına bağlı Türk toplulukları arasında gelişeme10

di. Osmanlı devletinin egemenlik alanı genişledikçe, özel­ likle islam inançlannın yerli inançlarla çelişkiye düştüğü yö­ relerde bu tarikat, İslamın dolduramadığı inanç boşlukların­ dan yararlanma yoluna girdi, dıştan tasavvuf, içten şeriata karşıt inanç kurumlarını uzlaştırma amacına yöneldi. Tasavvuf-Şeriat Aykırılığı Nakşibendilik islam şeriatına dayanan bütün uygula­ malardan yana göründü, İslamın ilk beş koşuluna bağlan­ dı (namaz, oruç, zekat, hac, tevhid). Ancak bunlara, kendi­ ne göre bir yorum getirerek, günlük namazın sayısını ço­ ğalttı. Özellikle tekkelerde düzenlenen törenlerde (zikr) kı­ lınan namazların çoğu şeriatta yoktur. Kuran'da sabah, öğ­ le, akşam namazlarıyla ilgili yorumlara elverişli öneriler vardır. Sözgelişi sabah namazı (17/78), akşam namazı (17/78), orta namaz (2/238) üç yerde geçmektedir. Burada orta namaz öğle namazı anlamında yorumlanır. Diyanet İş­ leri Başkanlığı'nın yayımladığı Sahih-i Buhari Tecridi'nde yatsı namazından söz edilir (hadis: 12). Kuran yalnız namazın "farz" denen bölümünü önerir, onda "sünnet" yoktur, oysa Nakşibendilik bu konuda sün­ nete ağırlık verir, şeriatı ikinci aşamaya iter. Bunu yapma­ sının nedeni de "hadisler"in tartışmaya, yoruma çok açık, elverişli olmalarıdır. Bu olayın gelişmesinde başlıca etken "hadis" toplayıcılarının, beşinin İranlı olmasıdır. Adların­ dan da anlaşılacağı gibi Buhari-Kazvini-Sicistani-TirmiziMuslim iranlıdır, Iran dolaylarındandır, yalnızca Nesai'nin Arap olduğu söylenir. Bu "hadis" kitaplarının Buhari-Muslim gibi ikisi önde gelir, çok tutulur. Bu gelişi güzel bir o11

lay değil. Nitekim Nakşibendilik'in en çok güvendikleri de bunlardır. Mezheplerin Doğuşu Nakşibendilik'in anladığı İslamda "Sünni" inançlara dayalı dört mezhep vardır (mezhep gidilen yol, benimse­ nen düşünce-inanç yöntemi anlamındadır). Bu mezhepler de Hanefi-Hanbeli, Şafii-Maliki'dir, bunlar "hak mezhep­ ler" sayılır, İran'da gelişen, ayrılma, ayrılık anlamını içe­ ren "Şia-Şii" mezhebi sapkın sayılır, dahası "rafizi/dinsiz, inançsız, sapık" anlamlarında yorumlanır. Bu kuruluşların Doğu ülkelerinde en yaygını, en güçlüsü Yesevilik denen tarikat sayılır. Yesevilik "Şia"ya karşı olmakla birlikte onun dayandığı Zerdüşt inançlarından, Samanlıktan çok et­ kilenmiştir. Nitekim Nakşibendilik de bu kuruluştan doğ­ muş, yayılmıştır. Hepsi "Sünni" sayılan bu dört mezhebin tarikatlarca da " h a k " sayıldığı bilinmektedir, ancak "Şia" başka türlü yorumlanır, sapkın sayılır derken, kimi "Sün­ n i " kuruluşların da bundan yararlandıkları tarihte geçen ör­ neklerden, olaylardan açıkça anlaşılmaktadır. Demek ki bu konuda "mezhep ayrılığı" tarikatlarda pek önemli sayılmı­ yor, değiştirilen boya karşıt durumu örtmeye yetiyor. Mezheplerin doğuşundan başlıca etken Kuran'a geti­ rilen değişik yorumlardır. Yukarıda adı geçen dört "Sünni mezhebi"nin uygulamaları, tapınılan birbirine uymaz, ni­ tekim "İslam Bilimleri" denen "fıkıh", "hadis", "kelâm", "şeriat" sözcüğünün kesin, belli, değişmez bir anlam taşı­ madığı görülmektedir. Her mezhebin kendi içsel yapısına göre bir şeriat anlayışı vardır. Sözgelişi Maliki mezhebine 12

göre köpeğin içtiği sudan abdest alınır, köpek pis değildir, Hanefi inançları buna karşıttır. Bir Şafii abdest aldıktan sonra eteği bir kadının giysisine sürülürse abdest bozulur, yenilenmesi gerekir. Öte yandan Hanefi inançlarına göre namaz kılan bir erkeğin önünden eşek-domuz-kadın geçer­ se namaz bozulur (bu konuda açık hadisler vardır). Nakşibendilikte belli bir mezhebe (Sünni mezhepler­ den birine) bağlılık yoktur, ancak "şeyhlere" göre bu tar­ tışma konusu olabilir. Nedeni de bu mezhep kurucuları ara­ sında yorum ayrılıklarının bulunmasıdır. Şafii inançlarına bağlı bir Nakşibendi hangi şeriata uyma gereğindedir? İş­ te bu sorunu Nakşibendi şeyhleri tasavvuf yoluyla kolayca çözmüştür: "Tüm mezhepler doğrudur, tanrı yolundadır, gerçektir, ayrılık özde değil yüzdedir." Bu konu Nakşiben­ dilikte tasavvuf kavramının yorumuyla açıklığa kavuşturul­ mak istenir. Bu nedenle tasavvufu biraz açıklayalım. Tasavvufun Doğuşu-Gelişimi Tasavvuf, İslam kökenli bir öğreti değildir, Kuran'ın önerileriyle bağdaşmaz. Bu öğretide Zerdüşt-BuddhaŞaman inançları birbirine karıştırılmış, sonra Yeni-Platonculuk'tan aşırı ölçüde esinlenmiş, İslamın karşısına Tanrı-Yaratılış ikilisiyle çıkmıştır. Yeni-Platonculuk'un kurucusu Yunan bilgesi Platon'un görüşlerini yeniden yorumlayarak geliştiren, İskenderiyeli Plotinos'tur, İS. üçüncü yüzyılda yaşamıştır. Plotinos'a göre " y a r a t ı ş " olayı yoktan var etme değildir, görünmezken görünür du­ ruma gelmektir. Tanrı sonsuz, engin, görünmeyen bir ışık (nur) niteliğindedir. Onun görünür duruma gelmesi, ken13

dini açığa vurması bir fışkırmadır (dürüm)- buna "emanatio" denir, islamcılar arasında, Arapça karşılığı "su­ dundur. Bu görüş "yoktan var ediş" kuramını geçersiz kılıyor. Tanrı'nın görünmezken görünür duruma gelme­ si (emanatio/sudur) aşamalıdır. Bu görünüş en yüksekten en aşağı doğru basamak basamak gerçekleşir, basamak katları da varlık katlarını oluşturur. En üst basamakta en yüce varlık, en alt basamakta en düşük varlık (bir yoru­ ma göre özdek/madde) vardır, insan ilk basamakta oldu­ ğundan Tanrısal varlığa en yakın durumdadır. insan, tüm Tanrısal nitelikleri taşır, dolayısıyla Tanrı yetkin insanda görünür duruma gelir. Tanrıda bulunan tüm düşünsel, tinsel, yüce yeteneklerle donatılmıştır, dolayısıy­ la insan Tanrısaldır. Tasavvufun Platoncu felsefeye daya­ nan varlık anlayışı, insan-Tanrı kuramı Ortaçağ boyunca is­ lam ülkelerinde etkinliğini sürdürmüş, islam inançlarının dolduramadığı düşünsel alanları egemenliği altına almış­ tır. Ancak iran'da hızlı bir gelişme olanağı bulan, oradan başka ülkelere yayılan tasavvufun özünde duyulardan, al­ gılardan arlnma, Tanrısal varlıkla bütünleşme görüşünün kaynağında Buddhacılıkın izlerini bulmak, bu öğretinin "arınma kuramı"nı unutmamak gerekir. Arınma, tasavvuf­ ta ölümlü varlıklardan sıyrılma, geçici evrenden (içinde ya­ şanan dünyadan) gerçek, kalıcı evrene yükselmek için bir olgunluk (kemal) aşamasıdır. Bu görüşe göre, insanın ol­ gunlaşması Tann'ya yaklaşması, onunla birlik-bütünlük içinde bulunma olanağı sağlamasıdır. Bütün geçici, duyu­ sal, duygusal eğilimlerden sıyrılmaya, ölümlü yaşamdan ölümsüz yaşama yükselmeye tasavvufta "ölümden önce ölmek" denir. Ozanın biri şöyle söyler: 14

Hayat-i câvidanı şeyh-kâmilden sual etdim Ölümden evvel ölmektir deyince intikal ettim Bu dizelerin günümüz diliyle söylenişi "ölümsüz ya­ şamı olgun şeyhden sordum, ölümden önce ölmektir deyin­ ce anladım"dır bu da bütün geçici nesnelerden, duyusalduygusal olanlardan uzaklaşmak anlamında yorumlanır. Nakşibendilik, bu öğretiyi bütünüyle kavrayabilecek, uy­ gulayabilecek durumda değildir, burada "İslam felsefe­ s i n i ayrıntılarıyla bilme gereği vardır. Böyle bir felsefe "salt felsefe" değildir, bir yakıştırmadır, ancak gelenek bu yakıştırmayı felsefe saydığından burada eleştiriye kayma­ nın gereği yoktur. Düşünen Us-Düşünmeyen İman Nakşibendilik'te, ileri gitmiş, tasavvufun bütün özel­ liklerini kavramış bir kimseye göre "düşünmeyen iman", olgunlaşmanın, özünden Tanrı'ya bağlanmanın gerekçesi olduğundan "düşünen us"tan yeğdir, us imanın buyruğun­ da olmalıdır. Bu düşüncenin kaynağı İslam düşüncesinde usu üstün sayan, gerçeğe ancak ilkelerinin aydınlığında va­ rılabileceğini önemseyen "Mutezile mezhebi "dir. Bu kuru­ luşa göre usa, us ilkelerine aykırı düşen bir inanç yanıltıcı­ dır, saptırıcıdır, gerçekten uzaklaştırır; usun ışığında bilin­ meyen Tanrı bir kuruntudur. Bu us-iman çekişmesi tasavvufun aşırı uçlarını etkile­ miş, olgun kişi (insan-ı kamil) kavramı ancak us bakımından onaylanabilir, kuru imanla insan olgunluğa ulaşmaz, dolayı­ sıyla Tannsal varlığı kavrayamaz. Tanrısal varlığı kavrama15

nm olanaklarından biri de seziştir, seziş gönülde gerçekleşir, öte yandan Tann'nın evi de gönüldür, us gönüle giremez, öy­ leyse Tanrı gönülde uyanan seziş gücüyle anlaşılabilir. Bu ko­ nu böyle sürer gider, geri döndürülürken seziş gücünün ola­ nakları gündeme getirilir. İşte tasavvuf-din arasında bitme­ yen tartışma böyle kavramsal içerikli savlarla sürdürülür. Öte yandan Mutezile, yalnızca us ilkelerine dayandığından, bu tar­ tışmayı başlangıçta, dışlar, geçersiz sayar. Bu nedenle Nakşibendilik'te tartışma, şeyhe saygısızlık sayılır. Nakşibendi yandaşı, us-iman sorunu karşısında, çok kolayca tutum de­ ğiştirir, bilimsel odaklardan uzak kaldığı için Kuran ilkeleri­ ne uymaya, onlara göre davranmaya götürür, arkasından da yadsıdığı olanaklardan yararlanma yoluna girmekte sakınca görmez. Ona göre, önem taşıyan tslamı savunmak değil, İslamı savunur görünerek bir "yeni İslam" yaratmaktır. Bu alanda da en verimli, güçlü dayanak tasavvuftur. Tasavvufun Etkinliği Nakşibendilik'ten önce, Anadolu'da, İslam öncesi geleneklerden de yararlanarak büyük bir hızla gelişen ta­ savvuf akımı bir yandan Mevlana Celaleddin'in, bir yan­ dan da Hacı Bektaş Veli'nin, Baba ilyas-Baba İshak iki­ lisinin etkileriyle sağlam bir temel buldu. Bu iki akım, ayrı görüşler içermesine karşın varlık, yaratılış konuları­ nı İslam'la bağdaşmayan bir anlayışla yorumluyorlardı. Mevlevilik, inanç, uygulama bakımından İslam'la bağda­ şamazdı. Onun çalgısı, " s e m a " denen oyunu (dönmesi), hepsine " m ü z i k " diyebiliriz, resmi, içkisi vardı. Özellik le ney-mey-dönme üçlüsünün İslam'la bağdaşma olana16

ğı yoktu. Yeni gelişmeye başlayan Bektaşilik'in ise, Ana­ dolu uygarlığının köklerine değin eskiye giden, ilkçağın Dionysos törenlerine dayanan uzun bir gelişim çizgisi vardı. Öte yandan, yine Iran kökenli Şiilik'le birleşen başka bir özellik de taşıyordu. Bektaşilik'te çalgı-ezgioyun-içki dörtlüsü, bir kuruluşun dört direği durumun­ daydı. Üstelik bu iki büyük kuruluş, dünya görüşü bakı­ mından insan-Tanrı özdeşliğini de dışlamıyordu, dahası Tann'yla insanın, insanla Tanrı'nın " b i r " olduğunu sa­ vunan bir eğilim de taşıyordu. Mevleviliğin "Alevi kol u " n u İslam inançlarıyla uzlaştırma olanağı yoktu, "sünni kolu" da çalgı-sema ikilisi nedeniyle İslama aykırı dü­ şüyordu. Bu iki kuruluşu Sünni geleceğin içinde eritme de olanaksızdı, ancak, tasavvufun "varlık birliği" denen, daha çok "vahdet-i vücud" adıyla anılan öğretisi, öte yandan Yunus Emre'nin etkisi "Sünni geleneği iyice sar­ sıyordu. Bu nedenle öz bakımından İslam inançlarının dışladığı "varlık birliği" görüşünü savunan tasavvuf için gerekli taban yaratılmıştı denebilir. İşte bu şeriat-tasavvuf çelişkisi ortamında iki yanı da, içten benimser görünen, dıştan aykırı sayan Nakşibendilik için verimli, uygun taban oluşmuştu. Özellikle Osmanlı Devleti'nin, Yavuz Sultan Selim'le gelen koyu Sünni tutu­ mu, şeriata bağlı görünen Nakşibendilik için uygun bir alandı. Bu alan korundu, özellikle onaltıncı yüzyıldan baş­ layarak, İran kökenli Nakşibendilik kendine bir yer buldu. Önce, salt İslam örtüsüne bürünerek Doğu Anadolu illerin­ de, ilkçağ inançlarıyla yüzeysel olarak karışımı az olan yö­ relerde tutundu.

17

Osmanlı Devleti'nde Yerleşme Nakşibendilik'in, bir kurum olarak, Osmanlı döne­ minde ortaya çıkışı onbeşinci yüzyıl ortalarına doğrudur. Kaynaklara göre, ülkemizde ilk kurucusu Simav'da doğ­ duğu, 1490'da Vardar Yenicesi'nde öldüğü söylenen Şeyh îlahi Nakşibend'dir. Bu kişi, sonradan Müslüman olmuş­ tur, başka bir adı da Ayetullah İlahi-i Simavi'dir. "Ayetullah" sözcüğü, İran kökenlidir, Tann'nın İslam inanç­ larını yaymak, düzenlemek için, özel olarak görevlendir­ diği kimse anlamındadır, nitekim günümüzde İran'da da "ayetullah" sözcüğü çağında en yüksek aşamaya varan, Tanrısal bir gizem taşıyan kimse demektir, dine yeni bir yorum getirme yetkisini Tanrısal sezişle kazanmış sayı­ lır. Bunun açık örneği "Ayetullah Humeyni"dir. İlahi Nakşibendi İstanbul'da öğrenim görmüş, özellikle tasav­ vuf alanında etkinlik göstermiş, bir süre Zeyrek Medrese'sinde öğretici olarak görevlendirilmiştir. Tasavvuf bil­ gilerini de bir İranlı olan, Semerkand'da yaşayan Hace Ubeydullah Attar'dan-edinmiştir. İlahi Nakşibendi sık sık İran'a gider, İstanbul'a döner, Rumeli'ye geçer, çevresi­ ni genişletmeye çalışırdı. Simav'da tekkesini kurduktan sonra, yakın adamlarından Ah.med Buhari adlı birisini, Nakşibendilik'i yaymak, tekke kurmak için İstanbul'a gönderdi, görevlendirdi. İşte Osmanlı Devletin de, Nak­ şibendilik'in ilk kurumlaşma girişimi böyle başlamıştır. Simav tekkesi öncü durumdaydı. İlahi Nakşibendi Rumeli-İstanbul arasında sık sık gidiş gelişlerini sürdürdü. Bu ilk kurumlaşmadan sonra, Nakşibendilik, daha et­ kili olmaya başladı, çağın birtakım önde gelen (öyle sayı18

lan) aydınları tekkenin çevresinde toplanmayı sürdürdüler. Bunlar arasında Muslihiddin Tavil, Lutfullah Üskübi, Abid Çelebi iie kimi yüksek görevliler vardı. Başlangıçta, Doğu Anadolu yörelerinde, özellikle İran'la bağlantılı toplumlar arasında ilgi çeken Nakşibendilik en büyük etkisini İstan­ bul'da göstermeye başladı. İstanbul Osmanlı Devleti'nin başkentiydi, Rumeli'de Edirne Sarayı ünlüydü. Burada, il­ ginç olan yan, bu tarikatın sonradan Müslüman olanlarca çok tutulmasıdır. Bunun nedeni şudur: Kabuğu islam'a, özü İslam'la bağdaşmayan inançlara dayanan bu kuruluş, yabancılar için ilginçti. Üstelik tarıma, çok kazanmaya önem verirdi. Durum günümüzde de pek değişmemiştir. Nakşibendilik'in Orta Anadolu'da, özellikle Ankara yörelerinde tutunmamasınm nedeni, oralarda Bayramilik'in etkin durumda olmasıydı. Bu kuruluş, içyapısı bakımından, biraz Alevi-Ahi eğilimliydi, kırsal kesimde yaşamaya elve­ rişliydi. Hacı Bayram Veli'nin etkisini kırmak çok güçtü. Onaltıncı yüzyılın ilk çeyreğinden sonra, İran'dan ge­ len Şiiliğin sakıncalı görülmesi üzerine, doğan gerginlik ne­ deniyle, Sünni geleneğin güçlendiği, egemen kurum duru­ muna geldiği görülür. Bu durum koyu Sünni görüntülü Nak­ şibendilik için oldukça uygun, elverişli bir evreydi, bunun se­ zilmesinde geç kalınmadı. İstanbul'da, özellikle 1453'ten sonra güçlenme olasılığı gösteren Bayramilik, Fatih Mehmed'le yakınlığı bilinen Akşemseddin'in Saraya, Bayrami­ lik etkisini sokmaya çalışması, bunun üzerine padişahın buy­ ruğuyla Göğnük'e sürülmesi, orada ölmesi Nakşibendilik için önemlibir girişimin evresiydi. Nitekim, 1490'da Vardar Yenicesi'nde ölen İlahi Nakşibendi'nin de, o evrelerde, da­ ha çok Fatih'in ölümünden sonra güçlendiği, sık sık İstan19

bul'a geldiği biliniyor. Bu önemli bir durumdu, osmanlı yö­ netimi Sünnilik'in önündeki tüm engelleri kaldırmıştı. Ar­ tık Yavuz Sultan Selim'den sonra tüm etkinliğini sürdüren Sünnilik'in, nerdeyse kutsal sayılan öncüsü "Şeyhülislamlık"ın bir devlet kurumu olarak etkinlik göstermesi önemli bir olaydı. Bu evrelerde, Osmanlı toplumunda Sünni eğilim­ li görünen Nakşibendilik'in hızla yayılma, gelişme olanağı bulduğu Osmanlı tarihçilerinin, yazarlarının bıraktığı belge­ lerden anlaşılmaktadır. Osmanlı yönetimi Alevi eğilimlilere uyguladığı öldürücü yöntemi Nakşibendilik'ten uzak tutma­ ya özen göstermiştir. Bu alanda bir yaşam sürme olanağı bu­ lan iki büyük kuruluş vardır: Mevlevilik-Nakşibendilik. Mevlevilik, daha çok, Batı illerinde, Yugoslavya içer­ lerine varabilen bir geniş bir alanda, ancak varlıklı çevreler­ de tutundu. Bunun nedeni de yapısındaki açık yüreklilik, sa­ nata verdiği önem, çalgı-ezgi geleneği olabilir. Nakşibendi­ lik ise katıydı, daha çok okumamış yörelerde yayılma ola­ nağı buluyordu. Nitekim Osmanlı saraylarında, varlıklı yer­ lerde pek tutunamadı. Daha sonra görüleceği üzere İstan­ bul'un yoksul yörelerinde yayıldı. Öte yandan, Nakşiben­ dilik yazın alanında, sanat yörelerinde de pek verimli ola­ madı; bunun uygulamalarındaki katılık, esneklikten yok­ sunluk .önemli bir engeldi. Nitekim yazın oylumunda Mevlevilik-Bektaşilik gibi iki Alevi eğilimli kuruluş Osmanlı dü­ şüncesine damgasını vuracak nitelikte gelişti, yayıldı, özel­ likle şiir türünde en üstün örneklerini verdi. Bu arada bir­ kaç Nakşibendi ozanın bulunması büyük bir başarı değildir, altıyüz yıllık bir Osmanlı düşüncesi, sanatı içinde. Burada, üzerinde durulması gereken başka bir konu da Nakşibendi­ lik'in yeni ele geçirilen, egemenlik altına alınan ülkelere, Ba20

tı'ya sokulmasıdır. Bunların çoğu değişik nedenlerle din de­ ğiştirip Müslüman olan yöre insanlarıdır. Nakşibendilik'in İçyapısı Nakşibendilik'in özelliklerini, uygulamalarını, düşün­ sel yapısını açıklayan kaynaklar arasında, en önemli sayı­ lanları, Şeyh İlahi Nakşibendi'nin yazdığı yapıtlardır. BunlarNakşibendilik'inel kitabı (ilmihali) niteliğindedir. Meslekü'l-Talibin, bu yapıt tarikata girenlerin tutacakları yolu, işlemlerini, eylemlerini, davranışlarını anlatan bir kılavuz niteliğindedir. İkinci öğretici nitelikteki yapıtı Zadül'l-Müstakın (Doğru Yola Girenlerin Besini) adını taşır. Bu da Nakşibendilik'te yapılması gerekenleri, tutulacak yollan gös­ terir nitelikte kılavuz yapıttır. Fusulü'l-Vusul (Kavuşmala­ rın Bölümleri) adlı yapıt da Tanrısal gerçeklere ulaşmanın özelliklerini, niteliklerini konu edinen düşsel durumları an­ latan bir yapıttır. Esrarnâme ise gizlilikleri, içe doğuşları anlatır, onda da gizemsel bir içerik vardır. Bu yapıtları örnek alarak yazılmış başka ürünler de var­ dır, ancak Nakşibendilik'in içyapısını gösteren, bir Nakşi'nin hangi ölçüler içinde davranması gerektiğini vurgu­ layan, biçimlendiren bunlardır. Bu nedenle Şeyh İlahi Nak­ şibendi, bu tarikatın Osmanlı Ülkesi'nde kurucusu, yeryü­ zünde ise ikinci kurucusu sayılır (Muhammed Bahaeddin Nakşibendi'den sonra), bu yapıtlardan esinlenerek Nakşi­ bendilik'in özelliklerini vurgulayalım. 1- Tanrı. Nakşibendilik'te Tanrı kavramı evrenin yara­ tıcısı, üstünlük, olgunluk bakımından erişilmez, düşünme yetisinin sınırlarını aşan, önsüz-sonsuz bir varlıktır, yara21

tılmarhış, doğmamıştır, yaratmıştır, yaratmaktadır. Tanrı salt istençtir, yargıçtır, bilgindir, kılavuzdur, zamanla, me­ kânla sınırlı değildir. İnsanın tüm eylemleri, davranışları Tanrı'dan gelir, Tanrı insanın bütün eylemlerini denetler, yönlendirir. İnsan Tanrı'nın varlığını düşünebilir ancak bü­ tünlük içinde kavrayamaz Bir Nakşibendi'nin yapacağı, yapması gereken başlıca iş Tanrı'yı anmak, onun adını, ni­ teliklerini dilinden düşürmemektir, gerçek bir nakşi hep "ibadet içinde"dir, onun yirmi dört saati bir "ibadet" ala­ nıdır. Bu nedenle kişi "saim-i daim"dir, Tanrı'yı dilinden düşürmeyendir, bunun dışında etkin bir uygulama yoktur. 2- Şeyh. Kulla Tanrı arasında görevli, olgun, etkin, Tanrısal gizemlerle donatılmış, bütün yaşamı boyunca Tanrı'yla düşsel birlik içinde bulunan, sözleri-buyrukları tar­ tışılmayan, dediği dedik, buyurduğu gerçek, yalnızca Tanrı'ya karşı sorumlu kimsedir. Tanrı'dan sonra tek gerçek, tek kılavuz, tek kutsal varlık şeyhtir. Hangi koşullar altın­ da olursa olsun şeyhin buyruğu kesinlikle yerine getirilme­ lidir. Burada biraz durarak Şeyh Said ayaklanmasında gö­ zünü budaktan, canını bıçaktan sakınmayan başkaldıranları düşünelim. Anadolu'da, bilinen ayaklanmaların nerdeyse hepsinde Nakşibendi parmağı vardır, hepsi de bir şeyhin kışkırtmalarıyla başlamıştır. 3- İbadet. Bir Nakşibendi için tapımın (ibadetin) bel­ li, belirli evresiyoktur, tüm Nakşiler sürekli, kesintisiz, sü­ reye bağlı olmayan bir "ibadet içinde"dirler. Uyurken bile, soluk alış-verişlerde "Allah" demek gereklidir, bu neden­ le "Allah-Allah" denmelidir, soluğu alırken verirkende. Bu eyleme önceleri "Al-lah" diye başlanır, alışılır, bu alışkan­ lık insanda sürekli bir gövde eğitirin olur, böylece uyuyan 22

bir kimsenin soluk alışlarından bir Nakşi olduğu anlaşılır (öyle inanırlar). 4- Zikr. Nakşibendilik'in temel kurallarından biri de zikr denen Tanrı adlarını anmaktır. Bu sesli, sessiz olmak üzere iki türlüdür. Seslisi toplu, ya da bireysel olarak Tanrı adlarını yüksek sesle okumayı, söylemeyi gerektirir. Sessiz olanı ise gönülden geçirme (içe kapanış) yoluyladır. Ìslam dinine göre Tanrı'nın doksan dokuz adı vardır, bunlara "esma-i hüsna" (güzel adlar) denir. Sesli zikr (anış) bu adlar­ dan birini toplu olarak, birlikte söylemek, sağa sola salın­ maktır. Nakşibendilik'e göre bu adlan anmakla insanın gön­ lü arınır, bütün gelip geçici dünya isteklerinden, duygusal eğilimlerden arınır. Olgunlaşmanın başlıca yöntemi budur. 5- Oruç. Nakş'ibendilik'te oruç, yalnız ramazan ayının otuz günü ile saptanmış, belirlenmiş değildir. Oruç kişinin benliğine, birtakım geçici isteklerine engel koymadır. Baş­ ka bir anlamda oruç kendi benliğini (nefsini) denetim altı­ na almadır. Bu nedenle Nakşiler yılın, kendilerince, uygun gördükleri günlerinde oruca girerler. İftarın üç zeytinle ya­ pılması iyi gelir, sonra namaz kılınır, karın doyurulur. Ra­ mazan günleri evden abdestsiz çıkmak "günah" sayılır. 6- Kadın. Nakşibendilik'te, Zerdüşt inançlarının etkisin­ den gelen bir kadını aşağılama eğilimi vardır. Kadın saptırı­ cıdır, erkeğe göre eksiktir, duygulannın, geçici isteklerinin tutsağıdır. Kadın eli sıkılmaz, kadınla konuşmak, kaçınıl­ maz bir durumdan kaynaklanıyorsa, konuşurken onun yüzü­ ne bakmak doğru değildir, kötü eğilimlere yol açar. Kadın­ la karşılaşınca öne, yere bakmak gerekir. Yolda kadının ön­ de, erkeğin, arkada yürümesi şeytana uymaktır. Kadın kesin­ likle örtünmelidir, gerekmedikçe evinden dışarı çıkmamalı23

dır. BirNakşi erkeği istediği sayıda kadın alabilir. Kadını ko­ cası dövebilir, ona ceza verebilir, namaz kılmayan kadınla yaşamak doğru değildir. Kadın yalnızca Kuran dinlemeyi, okumayı öğrenmelidir, yorum,, anlam verme gibi yetkileri yoktur. Kadının, evinin dışında bir görevi, işi olamaz. Bir kız­ da, kadınlık belirtileri görülmeye başlayınca, evlendirilmeli, evde saklanması birtakım sapmalara, anaya-babaya karşı elinde olmadan, istemeden dikbaşlık etmeye yol açar. Nakşi olmayan erkeğe kız verilmez, Nakşi olmayan bir ailenin kızı alınmaz, alınırsa gün geçirmeden onu tarikat ilkelerine göre eğitmek, arındırmak, "İslam'a sokmak" gerekir. 7- Zekât: Bir Nakşibendi için zekât şeriatın gerekimlerinden biridir, ancak kime verileceği konusunda seçme yetkisi var­ dır. Nakşilere göre şeriatla yönetilmeyen bir toplumda yalnızca kendinden olana, Nakşibendilik'le bağlantısı bulunana verilir, bu kuruluştan olmayana, ne denli yoksul, düşkün olsa da zekât, sadaka verilmez. Zekât, sadaka gibi yardım içerikli işlemler, Nakşi topluluğunun benimsediği inançlar doğrultusunda çalı­ şacak kurumlara verilir. Söz gelişi yoksullara yurt yapılacak, öğ­ renci okutulacak, kurban kesilip dağıtılacak türünden yardım­ lar Nakşibendi anlayışını benimsetmek, yaymak için oluşturul­ muş derneklere, kurumlara verilir. Bugün, ülkemizde Nakşiben­ dilik'le içten bağlantısı olduğu açıkça bilinen, belgelerle ortaya konan kuruluşlar vardır. Bunlar arasında yurt, okul, hastane, do­ ğumevi yaptıranlar, vakıf kuranlar çoktur. Bunların hepsinin tek amacı Nakşibendilik için gereken ne varsa yapmaktır. Nakşi­ bendilik'te, bu kuruluşun dışında kalan ne varsa sapkındır (ba­ tıldır) geçersizdir. Nakşibendilik ülküsünün benimsenmediği, yayılmadığı bir ülkede zekât-sadaka gibi ödevler yerine getiri­ lirken çok ayrıntılı inceleme, izleme yapmak kaçınılmazdır. 24

8- Kurban: Bütün Nakşibendilerin kurban kesmeleri gereklidir, ancak etlerin, derilerin başka kuruluşlardan olan­ lara, özellikle dinle ilgisiz kurumlara verilmesi "haram" sa­ yılır. BirNakşinin kestiği kurbanın derisini, etini dağıtırken yine kendi tarikatından olanları seçmesi kaçınılmazdır, bu­ nun tersi ocağa karşı suç işlemektir. Nakşibendilik'te resim, yontu, çalgı, içki, oyun suçtur, "haram" kapsamındadır. 9- Suç: Nakşibendilik'te en ağır görevlerden, en sakınca­ lı işlemlerden biri suç ile verilecek ceza konusundadır. Şeriatın (Nakşi şeriatının) dediğini yapmayan kim olursa olsun, suçlu­ dur, bu suç işlemede Nakşibendilik'in yayılmasını, gelişmesi­ ni önlemek amacı saklıysa suçlu, şeyhin buyruğuyla başı kesi­ lerek öldürülür. Asmak, yakmak, denize atmak, iple boğazını sıkarak öldürmek Nakşi geleneğine aykırıdır, suçlunun kanı akmalı, yaratıldığı toprak bu kanın aktığına tanık olmalıdır. 10- Eğitim: Nakşibendilik'te biricik, en geçerli eğitim tarikatın ilkelerini öğrenmek, şeyhin gösterdiği yolda git­ mek, İslam'ın koşullarını, şeriatın uygulamalarını yerine ge­ tirmek, ibadet sayılan, ona bağlanan bütün eylemleri sür­ dürmektir. Bunun dışında bir eğitim yoktur, sapıklıktır. Ki­ mi Nakşibendi şeyhlerine göre radyo, telefon, televizyon, sinema gibi kuruluşlardan uzak kalmak, onları eve sokma­ mak inancın koşulları arasındadır. Eğitimin amacı, kişiyi Tanrı'ya bağlamak, şeyhle Tanrı arasında sürdürülen gizli bağlantıyı düşünmeden, eksiksiz bir bağlılık içinde kal­ maktır. Boş günlerde Kuran okumak, ya da Kuran okuyan kimseyi diz çöküp dinlemek, başını öne eğmek saygının be­ lirtisidir. Hangi yaşta olursa olsun büyüklerin sözlerine uy­ mak, onları dinlemek gerekir. Yolda giderken hep öne bak­ malı, gizlice Tanrı'nın adlarını anmah, Tanrı adını anma25

dan bir nesneye dokunmamak, yolda bir tanıdıkla karşıla­ şınca iki eli göğsün üstüne koyarak, biraz öne eyilerek "esselamualeykum" demeli, başka türlü selamdan kaçınmalı. Selamlaşırken, konuşurken sağ elin başparmağını kalkık, dik tutmalı. Bu belirti tüm konuşmalarda, davranışlarda Tanrı'yı tanık göstermek, "Allah şahidimdir" demek anla­ mındadır. Hangi koşullar altında olursa olsun, Nakşilerin birbirine karşı yalan söylemeleri, tanıklık etmeleri (iyilik için değil, suçlamak için) yasaktır, kötülük söz konusu olur­ sa bir Nakşi başka bir Nakşiye tanıklık edemez, olayı ya­ kından görse, bilse, yaşasa bile. 11- Nakşi andı: Nakşiler arasında gizli tutulan', en sı­ kışık, güç durumlarda bile başkalarına bildirilmeyen, söy­ lenmeyen bir and vardır, bu and şeyhin avucunun içini öp­ türerek dervişe iletilir. Derviş gerekli eğitimi görüp yetki alacağı sırada, şeyhin önüne çıkarılır, diz çöker, önce iki eli­ ni göğsünün üstüne getirir, üç kez Tann'nın adını anar, son­ ra eğilir, şeyh sağ elini dervişe uzatır, derviş şeyhin avucu­ nun içini öper. Derviş, şeyhin sözlerini yineler, bu sözler aşağı yukarı şu anlamdadır: "Yaşadığım sürece şeyhe (Pir de denir) bağlı kalaca­ ğıma, Nakşibendilik dışında bir topluluğa girmeyeceğime, Nakşiliğin gerekli görmediği, beğenmediği, önermediği iş­ lerle, konularla ilgilenmeyeceğime, her türlü yenilik, din­ sizlik, Nakşibendilik'ten gelmeyen davranışlara, uygula­ malara, cuma namazı kılmayan, kıldırmayan, devlet adam­ larına, yönetimlere karşı çıkacağıma, Kurandan başka ki­ tap, şeyhimden başka mürşid Allah'tan başka yaratan, İs­ lam'dan ayrı iman tanımayacağıma, Nakşibendilik uğrun­ da hangi koşullar altında olursa olsun canımı vermekten ka26

çınmayacağıma, Allah'ı şahid göstererek and içerim (ka­ sem ederim), şahid ol yarabbi, şahid ol yarabbi, şahid ol yarabbi, amin, sadakallahinazim." Bu and daha da uzar, içine istenmeyen, dinsiz, din düş­ manı sayılan kimselerin adlan da katılır. Burada, bizim için önemli olan, andın, içinde yaşanan zamanla, zamanın olay­ larıyla içten bir bağlantı taşımasıdır. Tarikat, çatısı altında bu­ lunanları bu andla kendisine bağlıyor, ondan ayrılmanın, iler­ de sakıncalı bir durum yaratabileceğini gündemde tutuyor. Bu and eskiden yoktu, yakın sürelerde, özellikle Cumhuriyet yö­ netimi uygulama alanına konduktan sonra yaygınlaştırıldı. 12- Hac: Her Nakşibendi'nin yaşamında en azından bir kez hacca gitmesi gerekir, gitmeye gücü yetmezse eli­ nin emeğiyle bunu sağlayacak olanak bulunur, emeği kar­ şılığı sağlayacağı kazançla bu görevini yerine getirir. Şun­ dan bundan ödünç para alarak, geçim kaynaklarından bir bölümünü satarak hacca gidilmez, gidilse de geçerli sayıl­ maz. Oysa son yıllarda Nakşiler bu geleneği yıkmıştır. 13- Giyim: Nakşibendilik'te giyim-kuşam biçimini belirleyen, genellikle şeyhtir, bütün dervişler giyim-kuşam bakımından şeyhe uyma gereğindedir. Kadın, evinden dı­ şarı çıkma gereğinde kalırsa, kimsenin tanıyamayacağı bir kılığa girmesi gerekir. Çağdaş giyim suçtur, dinden ayrıl­ madır. Bu nedenle erkeklerin alttan şalvar, üstten cübbe, ba­ şa sarık giymeleri gerekir, kadınların çarşaf, peçe, baştan omuzlan kaplayacak nitelikte örtü örtünmeleri gereklidir. Ancak, çağımızda olduğu gibi yüzünü gösterecek biçimde bir başörtüsü kullanmak da doğru değildir. 14- Zina: Bütün uygar uluslarda, tek Tanrıcı dinlerde "zi­ na" ağır, yakışıksız bir suç sayılır, belli bir tanımı vardır. Bu 27

yasal tanım, Nakşibendi tarikatında geçerli değildir. Zina dav­ ranışlara, durumlara, işlemlere göre değişik adlar alır: A- El zinası: Kendisiyle evlenmesi yasak olmayan bir kimseyle (kadın erkekle, erkek kadınla) el sıkışırsa, abdest bozulur, el sıkışma uzun sürerse yıkanmak gusul abdesti, almak gerekir. Bu nedenle evlilik getirebilecek kimseler arasında el sıkışmak suçtur. Böyle yapan bir kadının, evli ise dövülmesi, yola gelmezse boşanması gerekir. B- Göz zinası: Yolda, başka bir alanda bulunurken, başka bir er­ kekle göz göze gelmek, birbirine çekici, yaklaştırıcı bir öz­ lemle, duyguyla bakmak gözle zina etmek demektir. Bu er­ kek için olduğu gibi kadın için de geçerlidir. C- Dil zina­ sı: Bir erkek, yabancı bir kadınla tatlı tatlı konuşur, söyle­ şirse, ona okşayıcı, gönül çekici sözler söylerse, bu alış-veriş amacıyla olsa bile sözcüklerle sürdürülen bir zina biçi­ midir. Gerçek bir Nakşibendi erkeğinin bundan uzak kal­ ması, kadınlara karşı güler yüzlü, okşayıcı davranması suç­ tur (günah), bundan kaçınmayan kimsenin yargı günü dili tutulur. Ç-Giysi'yle gelen zina. Erkek elinin değdiği iç ça­ maşırlarını giyen bir kadın gizli zina yapmış demektir, bu nedenle giysilerin kadın elinden çıkması gerekir. Nakşibendilikle Ev Yaşamı Hangi koşullar altında olursa olsun, aralarında kan ya­ kınlığı bulunan kimseler bile erkekli-kadınlı oturup, söyleşemezler, erkeklerin yeri ayrı, kadınların yeri ayrı olmalıdır. Kadının sesini, gülüşünü duymak bile erkekte başka bir eği­ lim uyandırır. Evde yemeği, kesinlikle, kadının pişirmesi, kadının yiyeceği yemeğe erkek elinin değmemesi gerekir. 28

Bir kadının, evinde Kuran okurken bile, sesini erkeklerin duymaması gerekir, özellikle güzel bir kadın sesi, erkeği duygulandırdığından zinaya olanak sağlamış sayılır. Evinin dışında arkadaşlarıyla (kadınlarla) konuşan bir kadının se­ sini yanından geçen erkeğin duyması bile gönülde kuşkuya yol açar. Evlere ayak çıkarılmadan girilmez, hangi koşullar altında olursa olsun erkek çamaşırlarıyla kadın çamaşırları birbirine karıştırılarak yıkanamaz. Ekmek elle kırılmalı, bı­ çakla kesilmemeli (cinayettir), sofrada kaşıktan başka araç kullanılmamalı, katı yiyecekler elle yenmeli, tabaklarda ye­ mek kalıntısı bırakılmamalı. Genç evliler arasında cuma ge­ celeri seçilmeli, peygamber cuma gecesi doğmuştur. Cuma namazlarına gidemeyen kadınlar, kendi aralarında toplana­ rak (Nakşibendiler) Şeyhin uygun gördüğü biçimde (bun­ ları önceden öğrenmeyen Nakşi olamaz) Kuran okumalı, ya da içlerinden okumayı bilen birinin okuyuşunu dinlemeli. Bütün ev halkının cuma günü sabahtan yıkanmaları ya­ rarlıdır. Çocuklarla büyükler ayrı yıkanmalı. Evlerde, kadın­ lar arasında bile, şarkı (tagani), söyleşi (sohbet, dinle ilgisi olmayan konularda), sigara, kahve (bu yasak Şeyhülislam Ebussuud Efendi'den geliyor) içilmemeli. Oyuncak, eğlen­ dirici nesneler kullanılmamalı. Emzikli çocuklar müziksel ninnilerle uyutulmamalı (onları şeytan kandırır, ya bir daha uyanamazlar, ya da büyüyünce şarkıcı olurlar). Bu tür uya­ rılar, düşünce aşılamalar, biraz da şeyhin yetiştiği (ilk bilgi edinme dönemlerinde) çevrenin yaygın geleneklerine daya­ nır. Nakşibendilik'te, etkinin yayılması, yöresel geleneklerin kılığına girme başarısına bağlıdır. Bu konuda, bir Nakşiben­ di'nin en kolay yararlanma aracı yardım, "yoksullara", "düş­ künlere" yapılır, böyle bir girişim yaygınlaştınlırsa geçim 29

darlığı çeken çevrelerde yandaş toplamanın önü açılır, ola­ naklar hızla çoğalır. Ülkemizde 1950'den bu yana uygulanan yöntem budur. Bu uygulama biçimi, oy toplama kaygısıyla bütün ülke düzeyine devlet eliyle yayılmış değil, yaydınlmıştır. Bunun en kolay, en yumuşak uygulama biçimi de "ucuz buğday", "ucuz mısır" dağıtımı (ya da satışı) olmuştur. Nakşibendilikle Örtülü Girişimler Gerçekte Nakşibendilik güncel politikanın dışında kalma­ yı, toplumsal olaylara, din gözlüğüyle, dıştan bakmayı kendi çıkarlarına çok uygun bulur. Bu konuda "uygun zaman" çok önemlidir. Ülkemizde, geçimsel bunalımın başladığı, "devlet ekonomisi"nin bozulduğu yörelerde bu tarikatın birden bire etkin duruma gelmesi, gelişi güzel, beklenmeyen bir olay de­ ğildir. Nakşibendilik'in altı yüz yıllık yapısı, uygulama biçim­ leri, gelişme kolaylıkları toplumsal sarsıntıların hızlandığı, ya­ saların uygulama etkinliğinin yıkıldığı dönemlerde görülmüş­ tür. Bu sarsıntının izlerinin, belirtilerinin sezildiği yerde Nak­ şibendilik çok kolay boya değiştirerek etkinliğini gösterir. Bu etkinlik, bugün ülkemizde, gizli değildir. Devlet eli sıkı, ayak­ ta durmadan başka bir kaygısı olmayan duruma gelmiş, yok­ sullar çoğalmıştır, yaşam olanakları azalmıştır. Üretilen tüke­ tilene yetmemektir. Yurttaşlar devletten umudunu kesmiş, Tan­ rı 'ya sığınma gereğinde kalmışlardır. Bu durum, yalnızca Nak­ şibendilik için değil, bütün yönetime karşıt düşünce besleyen kuruluşlar için kaçırılmaz bir fırsat, beklenmedik bir kolaylık­ tır. Bütün inançlarda olduğu gibi, devletten umudunu kesenin biricik sığınağı, koruyucusu, umut kaynağı Tanrı 'dır. İşte, Nak­ şibendilik'in gökte ararken yerde bulduğu da budur. 30

Nakşibendilik'in önde gelenleri bu sarsıntdı durumlar­ dan büyük bir kolaylıkla yararlandılar, önce devlet kurum­ larının etkili, saygın kişilerini, çağdaş uygarlığı benimse­ me, uygulama, devrimci, ileri bir atılım yapma kandırmacasıyla ele geçirdiler. Bunu devrimcilik, İslamı yayma kan­ dırması kılığında, düşman uçaklarının saldırılarından kur­ tulmak için "sis bombası" atan savaş gemileri gibi uygu­ ladılar. Ne yaptılar, devrimci, Atatürkçü göründüler, Hıris­ tiyan dünyasıyla yakınlıklar kurdular. Peki cumhuriyet yö­ netiminin daha ilk yıllarında, ülkemizde çıkan ayaklanma­ ların arkasında İngiltere'den, Avrupa devletlerinden yar­ dım gören, koruyuculuk sağlayan Nakşibendi öncüleri (şeyhleri) yok muydu? Bugün, çağdaşlığın karşısına çıkan, yeniliklerin hızını kesmek isteyen, devlet kurumlarında yal­ nızca yandaş değil, koruyucu, yardımcı, besleyici odaklar bulan kimseler Avrupa'dan, Amerika'dan güç almıyor mu? Bunların hepsi değişik kılıklar içinde, birer Nakşibendi de­ ğil mi? Hıristiyan Avrupa, kendini bildi bileli, Türk'ün, İslamın karşısındadır. Birinci Büyük Savaş'ın nedenleri ara­ sında Türkleri Avrupa'dan sürme, doğuya itme düşüncesi vardı. Bu düşünce uygulama alanına konunca başarıya ulaştırıldı. Bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin elinde yalnızca üçbuçuk (İstanbul'un yarısıyla) ilimiz kalmıştır. Nakşibendilik'in Din Örtüsü Osmanlı tarihi boyunca, ülkeyi sarsan, devlet düzenini bo­ zan ayaklanmaların çoğu Nakşibendilik kışkırtmalarıyla olmuş­ tur. Bunun nedeni de, bu kuruluşun, dolaylı olarak, "medrese" denen eğitim kurumlarına girişidir. Osmanlı Şeyhülislamları 31

arasında, Nakşibendilik girişimleriyle ilgili bir "fetva" veren kimse görülmemiştir, oysa ayaklanmaların çoğunun arkasında bu tarikat vardır. Osmanlı döneminde, başlayan ayaklanmala­ rın "Celâli" adı altında serginlendiği biliniyor (başlangıçta). Bu sarsıcı olayların arkasında medreselilerin olduğunu da bilme­ yen yoktur. Bu olayların çoğunun geçtiği yörelerde dinci bir an­ layışın etkinliği de besbellidir. Olaylann başlangıcı 1500 yılla­ rı içindedir (Bk. Prof. Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, 1975). Bu gelişigüzel bir olay sayılamaz. Bu­ nun ucu Kubilay olayına değin uzanıyor. Burada, Nakşibendilikin din örtüsü altında neler yaptığını, yapmak istediğini anlat­ mak uzun sürer, ancak Avrupa ile ilişkilerin önem kazandığı bir dönemde Nakşibendilerin olumsuz girişimlerini de gözden uzak tutmamak gerekir. (Bk. Bernard Lewis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, 1984, s. 265,402-405,416. Bu kaynakta geçen açık­ lamalar, birer konuya değinme niteliğindedir, ancak bu tarika­ tın kuruluşundan beri birtakım olumsuz girişimlerden geri kal­ madığını gösterme bakımından önemlidir). İslam ülkelerinde, amaç şeriatı egemen kılmaksa, Nak­ şibendilik için uygun ortam bulununcaya değin bir suskun­ luk, yeraltında iş görme dönemi başlar, şeyh kendi dünyasina çekilmiştir, çevresinde toplananlar eyleme geçmenin en uygun belirtilerini beklerler. Hangi koşullar altında olur­ sa olsun, yumuşak yüz gören Nakşibendilik düşüncelerini eyleme dönüştürmekten kaçınmaz, kılık değiştirmek bir Nakşibendi için önemli değildir. Nitekim cumhuriyetten birkaç yıl önce Seyyid Abdülkadir Belhi (öl. 1923). bir yandan Eyüp yöresindeki tekkesinde Mevlevilerle birlikte çalgılı, ilahili törenler düzenler, düşücelerini yaymaya ça­ lışırdı. Oysa Nakşibendilik'le Mevlevilik'i inanç bakımın32

dan yanyana getirme olanağı yoktur. Nakşibendilik, görü­ nüşte, koyu şeriat yanlısıdır, Mevlevilik'in çalgısı, ezgisi, oyunu, içkisi vardır. Bu yakınlaşmada gizli, çıkarcı bir dü­ şüncenin etkisini görmemek elde değildir, yerine göre Nak­ şibendilik bir çıkar kurumu olmada gecikmez. "Nakşibendilik tamamıyla Sünni inanca sahip ve bilhas­ sa Müceddidi Elf-i-Sâni denen İmam Rabbani Ahmed Fârukıyy-ı Serhendi'den (öl. 1624) sonra büsbütün softalaşanbir yol ve rind koluyla Kalenderdik, Bektaşilik ve Hamzavilik gibi Şii-Batinî tarikatlarla bağdaşmış, kaynaşmış ve Alevi te­ mayülde onlarİa yarışmış olan Mevlevilik ve nihayet bu iki tarikat arasında bir münasebet. Hayli garip olan bu telakki de silsileden doğan uydurma bir telakkidir (Abdülbaki Gölpınarlı, Mevlâna'dan Sonra Mevlevilik, 1953, sayfa 319)". Bu alıntının bulunduğu yapıtta (sayfa: 319-321) Nakşibendilik'in kendi inançlarına ters düşen kuruluşlardan yararlanma girişiminde, nerde dinle ilgili bir sorun ortaya çıkarsa orada din örtüsüne bürünerek çıkarcı girişimlerden geri kalmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim, yine bu kaynağa göre, Nakşibendilik, etkinlik sezdiği tüm kuruluşlarla sen­ li benli olma yoluna girmekten kaçınmaz, oysa "Nakşiben­ di anlayışıyla Mevlevi ve Melami anlayışı orasında o kadar büyük bir fark var ki! (A. Gölpınarlı, say. 320)". Nakşibendilik'in din örtüsüne bürünmesinde birtakım si­ yasal etkinliklerin bulunduğu yadsınamaz. Osmanlı tarihi bo­ yunca sürüp giden, bu Nakşibendi kargaşası toplumun başı­ na sıkıntılar, kaygılar açmaktan geri kalmamıştır. Nitekim İkinci Mahmud döneminde, Alevi-Bektaşi topluluğuna kar­ şı, Yeniçerilerin yozlaşmasından kaynaklanan kıyım nede­ niyle, uygulanan üzücü önlemlerde Nakşibendilik yine ka33

zançlı çıkmıştır. Padişah'ın Yeniçerilikle birlikte Bektaşilik'i de ortadan kaldırmasında yönetimin Mevlevilikyanında Nakşibendilik'i kayırması olanak sağlamıştır. Nitekim: "Hacı Bektaş'ı, Ahmed Yesevi ile ilgili gösteren Bek­ taşi Vilayetnamesi, Bektaşiliğin Şii-Batini tesirlerle sonra­ dan bozulmuş bir Tarıyk-ı Hâcegân olduğu kanaatini umumileştirmiş, bu kanaat yüzünden eski Bektaşi tekkeleri Nak­ şibendi şeyhlerine verilmiş, bu arada birçok Bektaşi baba­ sı, Nakşi icazetnamesi almış, tekkelere gönderilen Nakşi şeyhlerinin bir kısmı da Bektaşilik'e girmiş ve Nakşibendicilik'te oldukça önemli rint ve Alevi bir kol meydana gel­ miştir. (A. Gölpınarlı, s. 321)". Nakşibendilik'in, böyle inançlarına kökten ters düşen, ancak çıkar sözkonusu olunca boya değiştirmekte, örtü ye­ nilemekte sakınca görmeyen tutumu Mevlevi-Nakşi kaynaş­ masına da olanak sağlamış, birtakım yönetim eksikliklerin­ den doğan toplumsal boşlukları doldurmada gecikmemiştir. Yine yazılı kaynaklardan öğrendiğimize göre, Nakşibendi­ lik çıkan gereği Mevlevilikle kurduğu yakınlığı tarikat de­ ğiştirme eylemleriyle de sürdürmüştür, bu nedenle birçok Nakşibendi Mevlevilik'e yönelmiş, Mevlevi olmuş, buna karşın Nakşibendi olan bir Mevlevi şeyhi görülmemiştir. Bu alıntılara dayanan açıklamalardan sonra, Nakşibendilik'le il­ gili güncel yayınlar arasında ortaya çıkan bağlantıyı sergile­ mek gerekir. Nakşibendilik'in, çağlar boyunca kaynağından uzaklaştığı, günlük çıkar olaylarına karışmakta kendi kişili­ ğini yitirmekten bile çekinmediği anlaşılmıştır. Ülkemizde Yeniçeriliğin kaldırılışından sonra toplum kurumlanna sızan, renk değiştiren, örtü yenileyen bu kuruluş şimdi bambaşka bir giysiye bürünmüştür, onu da görmeye çalışalım. 34

Günümüzde Nakşibendilik'in seçimler nedeniyle, ba­ rışsever, yurtsever, dinsever örtülerin altına girip, devlet kurumlarına sızdığı, daha doğrusu devleti ele geçirme gi­ rişimlerine, en önemli, duyarlı toplum kurumlarından baş­ ladığı tartışma götürmez bir gerçektir. 1 - Nakşibendilik, 1950 yönetimiyle, nerdeyse, yasal bir toplum kurumu niteliğine bürünmüş, Adnan Menderes, bir başbakan olarak Said-i Nursi'yi yüceleştirmiştir. Oysa bu kişinin yakın tarihteki olumsuz girişimlerini bilmeyen, duy­ mayan kalmamıştır. Bu çizgi bırakılmamış, 1960-1980 ara­ sında, yine oy toplama tutkusuyla ülke düzeyinde yaygın­ laştırılmıştır. 12 Eylül dönemi ise Nakşibendilik'in Çanka­ ya Köşkü'ne değin yükselmesine olanak sağlamıştır, bura­ da körün gördüğü, sağırın duyduğu bu olumsuz yükselişi­ nin ayrıntılarına girme gereği yoktur, öylesine açık, öyle­ sine seçik bir olaydır. 2- Nakşibendilik, güler yüzlü, yurtsever, bilimsever bir tutumla sinsiliğin arkasına sığınarak Ordu kurumları­ na, özellikle okullara girmek için bütün olanakları denemiş, kimi devlet büyüklerinden yardım görmüş, yasal işlemle­ re girişmiş (kimi kurnazlık örtüleri altında) özel okullar aç­ mış, özel vakıflar kurmuş, dahası öğrenci yurdu, hastane, doğumevi açmış, kısa sürede ülke dışında, özellikle Asya Türk Devletlerinde etkinliğini sürdürmüş, bunu da yurtse­ verlik örtüsü altında devlet büyüklerine bile yutturmuştur. 3- Nakşibendilik, gerçekte Sünni inançlara bağlı gö­ rünür, ancak uygulamada, Kur'an'la gelen İslam'a aykırı bir yol tutmuş, ayrı bir içerik kazanmış, nerdeyse dinsizliği dinseverlik durumuna dönüştürmüştür. Uzmanların yorum­ larına göre, Bektaşilik İslam'la bağdaşan bir kurum değil35

dir, oysa Nakşibendilik bu yorumu dışlamış, Bektaşilik'i, kendinden daha ileri bir İslam kurumu sayarak, onunla bir­ leşmiştir. Öte yandan Şiilik'in en aşırı uygulamalarla orta­ ya çıktığı bir dönemde, İran'la inanılmaz bir bağlantı içine girmiştir. Özellikle din eğitimi konusunda, tüm çağdaş yön­ temlerin, görüşlerin dışına çıkarak, onlara karşı insanlığa yakışmayan bir savaş açarak olumsuz etkinliğini, devlet kurumları aracılığıyla sürdürmüştür. 4- Okullara din derslerinin konmasında başlıca etken, Milli Eğitim kurumlarını dolaylı olarak ele geçiren Nakşi­ bendilik olmuştur. 12 Eylül döneminin başlıca sorumlusu olan kişi, köken olarak Sırbistanlı bir aileden gelmiştir, ço­ cukluğunda din eğitimi görmüştür. Bunu Çankaya'da bu­ lunduğu süre içinde yurt düzeyinde çıktığı gezilerde Kur'an'dan ayetler, Peygamber'den hadisler okuyarak gös­ termiş, uluslararası resim sergilerinden yabancı sanatçıla­ rın tablolarını bile kaldırtmıştır. Din dersleri bir kandırmacaydı, nedeni şu: hangi din, hangi mezhep, hangi tarikat an­ layışına göre din dersi? Bu kandırmacanın arkasında, Nakşibendilik'ten kaynaklanan bir "din dersi" olduğu sonra­ dan ortaya çıkmış, devlet kurumlarında örgütleşen Nakşibendilerin tutumları bu örtülü gerçeği gün ışığına çıkarmış­ tır. Burada, bu konunun da, uzun bir eleştirisini yapmanın gereğine inanmıyoruz. 5- Nakşibendilik, aylardan beri, günlük yayın araçların­ da sergilenen eylemleriyle, Kur'an'a, İslam'a aykırı girişim­ lerini yine devlet aracılığıyla sürdürme gücünü kazanmıştır. Özellikle Vatikan'da Papa'yla sağlanan ilişkinin ardında sak­ lı kurnazlığın nerelerden geldiğini anlamak güç değildir. Ni­ tekim kendi inançlarına en aykırı gelen tarikatlarla işbirliği 36

kuran, karışıp kaynaşan Nakşibendilik'in bu özelliği ilginç­ tir. Yukarda bu kuruluşun Şiilik, Bektaşilik, Mevlevilik, Bayramilik, Melamilik gibi, kendi yapısına aykırı kuruluşlarla sağladığı bağlantının daha geniş bir düzeye yayılması, Vati­ kan'la uzlaşması şaşılacak bir olay değildir. Kökeni İlkçağ Anadolu uygarlığına değin giden Bektaşilik bile Vatikan'dan, Papa anlayışından çok uzaktır (Bk. İsmet Zeki Eyuboğlu, Bektaşilik, 1990.). Nakşibendilik'in böyle bir girişimde bu­ lunması, uluslararası ortamda hangi düşünceleri egemen kıl­ mak istediğinin açık belirtisidir. Bu tarikatın SüleymancılıkNurculuk (bunlar ile de özetlenecek) kollarına bağlı, onların önderi sayılan eski bir vaız'm eylemleri, girişimleri Mart 1998 boyunca (Cumhuriyet gazetesi) kamu kuruluşlarının önüne sürülmüş, gizli dosyalan açığa çıkanlmıştır. Durum böylesine açık seçikken, kimi deneyimli sayılan devlet adam­ larının bu kuruluşun önderini devrimci, Atatürkçü, çağdaş anlayışlı, iyiliksever, aydın bir kimse diye nitelemeleri, sa­ vunmaları, Iskaryot'un "Son Akşam Yemeği"nde İsa'ya gösterdiği içten (?) yakınlığa benzer. 6- Nakşibendilik'in sevecen, dinci bir kuruluş olmasına olanak yoktur, onun İslam'a bağlılığı, saygısı bile Vatikan'ın çok gerisindedir. Burada Sivas olayını anımsamak gerekir. Bu­ rada yakılarak, boğularak öldüren insanları yokluğa itenleri savunan, koruyan, alkışlayan, onlara yardım elini uzatan bir partinin Nakşibendilik'e dayandığını bilmeyen, duymayan yoktur. Bu partinin başkanı, kurucusu bile bir Nakşibendi şeyhinin yakını, yandaşı olmakla tanınmıştı. Burada günde­ me getirilmesinde yarar gördüğümüz bir tutum vardır: ülke­ mizde, özellikle yüksek görevlerde bulunan yöneticilerimiz İslam inançlarını, tarikat denen gizli örgüt niteliğindeki ku37

ruluşlan bilmediklerinden, aykırı düşünceli kimseler, onların bu durumlarından yararlanmakta güçlük çekmiyorlar. Şimdi başka bir soruya yöneldim: Neden Vatikan? Bu sorunun yanıtı, devlet adamlarımızın yalnızca seçimlerde dil­ lerine doladıkları İslam inançlarını yeterince bilemeyişlerindedir. Onlar İslam denince yalnızca şundan bundan duyduk­ larını, aile geleneklerinin doyurucu olmayan içeriğinin ötesi­ ne geçemeyen kulaktan dolma söylentileri anlarlar. Bugün, dün olduğu gibi, Hıristiyanlık ikiye bölünmüştür, burada Pat­ riklik, öte yanda Papalık. Bu iki kuruluş yapı, içerik, uygula­ ma bakımından birbirinin karşıtı durumundadır. Uygarlık ge­ liştikçe kilise egemenliğinde birleşme, uzlaşma eğilimleri be­ lirir, ancak yapısal ayrılıklarda görülen uçurumun kapanma­ sını kimse göze alamaz, milyonlarca insan karşıt düşüncele­ re sarılmış, Patriklik, Papalık dorukta kalmış, tabanda bütün­ leşme, birleşme eğiliminfgüçlendirememiştir. Bu ikili durum İslam ülkelerinde Şiilik-Sünnilik karşıtlığına benzer. Avrupa, inanç bakımından ikiye bölünmüştür, Papalık-Patriklik ikili­ sinin tabanında sayısız mezhep-tarikat ikiliği yaratmaktadır. Çağımızda Papalık-Patriklik ikilisi genişleme, güçlenme, yan­ daş toplama eğilimini birer yönetim birliği, egemenlik etkin­ liği durumuna sokmak için uğraşmaktadır. Nakşibendilik'in Vatikan'a yaklaşma girişimlerinin ar­ dında kendini onaylatma, uluslararası etkinlik kazanmanın yollarını arama vardır. Konu bu denli yüzeysel değil. İstan­ bul Fener Patrikliği Hıristiyanlığın iki büyük odağından bi­ ridir, Papalık'ın burada etkisi pek önemli değildir. Papalık, İslam ülkelerinde pek ilgi görmemiştir, bu Roma İmparatorluğu'nun doğu kanadında ortaya çıkan büyük çatlaktır. Do­ ğu Roma daha çok Grekçe konuşanların, Hıristiyanlığı Grek 38

diliyle öğrenenlerin ülkesidir, Batı Roma Imparatorluğu'nda Latin dili egemendir. Doğu Roma egemenliği altında yaşa­ yan ülkelerde Hıristiyan-Müslüman, Müslüman-Hıristiyan dönüşmeleri, din değiştirmeler genellikle (büyük bir çokluk­ la) Grekçe yoluyla sağlanmıştır. Nitekim Anadolu'da Müs­ lümanların Grekçe (Rumca), Rumların Türkçe konuştukla­ rı, dahası dinsel işlevlerini o dillerle yaptıkları biliniyor. " Yüzelli köyden ibaret olan Maçka, Platana'nın yukarısındadır. Burada dağınık halde birçok şapel vardır, Müslüman­ lar da Rumca konuşurlar. (Mınas Bijışkyan, Karadeniz Kıyı­ lan Tarih ve Coğrafyası, çev: M. Andreasyan, 1969, say. 40.)". Bu alıntı çok ilginçtir, yazar bu yapıtını 1819'da yayım­ ladığına göre, iki yüz yıla yakın bir süre geçmiş demektir. Yine bu yazar, Müslüman-Hıristiyan bağlantısını vurgular­ ken şunları söylüyor: "...bunlar, Hıristiyanlıktan dönme kurnaz adamlar olup ekseriya Rumca konuşurlar. Türkle­ rin içinde zeki ve okumuş insanlar vardır. Oflular sahte pa­ ra basacak kadar mahir insanlardır. Türk fütuhatından son­ ra, halk Müslümanlığı gönül rızası ile kabul etmiş... say.61". Bu iki alıntı, ülkemizde Hıristiyan-Müslüman ilişkile­ rinin ne denli köklü olduğunu gösteriyor. Ancak, bu yöre­ lerde tarikatçılığın öylesine eski olduğunu, yaygınlığını gös­ terecek güvenilir bir kanıt bilmiyoruz. Papalık'ın, bu ülke­ de bir yandaş (kurum olarak) araması doğaldır. Nedeni de Patriklik gibi hızlı, toplu, kalabalık dönüşümler yaşamamış­ tır (Doğu, islam ülkelerinde). Bu durum, Papalık'ın dünya görüşünde bir "boşluk" sayılabilir. Bunu gidermenin en uy­ gun yolu da, günümüzde Nakşibendilik'le bağlantı kurmak­ tır. Alevilik- Bektaşilik, Sünnilik yandaşlarınca dışlandığın­ dan Papalık için çekici görülmeyebilir, nitekim, Avrupa'da 39

çalışan Müslümanlar arasında en etkili, en varlıklı kuruluş da Nakşibendilik'tir. Türkiye 'dekileri besleyen kaynaklardan biri olduğu, kapatılan bir partinin soruşturmalar, araştırma­ lar sonucu düzenlenen yasal belgelerinden anlaşılmaktadır. Papalık-Nakşibendilik arasında görülen, kimilerine yü­ zeysel gelen, bu yaklaşmanın tabanında, yaygın duruma gelmeyen, saklı kalan başka nedenler de bulunabilir. An­ cak, günümüzde, ülkemizde Cumhuriyet yönetimine, özel­ likle laiklik anlayışına karşı tarikat aracılığıyla sürdürülen yıkıcı direnmelerin güçlü kaynaklara dayandığı, onlardan beslendiği, sanıldığı gibi iyi bir amaç gütmediği bellidir. Neden bütün girişimlerde, başta Laiklik geliyor? Vatikan laik inidir? Kuşkusuz değil, Patriklik laik bir kuruluş mu­ dur? Kuşkusuz değil, ikisinin de adları üstünde, ikisi de bi­ rer din kurumu, Peki, apayrı dünya görüşlerine, inançlara bağlanan, yüzyıllar boyunca birbirinin kanını döken bu iki kurumda yakınlaşmanın tabanı ne olabilir? Bu konuya, bu soruna çağdaş uygarlığın etkisinden kaynaklanan insancıl bir yaklaşım diyebilmek için delili­ ğin de ötesinde yozlaşmaya yakalanmak gerek. Sivas'ta otuz sekiz kişiyi yakan, evrensel hukuk ilkelerine göre, bu çılgınca eylemin sorumlularına savunma olanağı arayan, onları suçsuz sayan, öven bir kuruluşun öncüsüyle Papa'nın yakınlaşmasında uygarlık etkisi hangi odaklarda bulunabi­ lir? Sağduyunun bu sorulara verebileceği bir yanıt yoktur. Çağdaş Anlayış Karşısında Nakşibendilik Buraya değin anlatılanlar, alıntılar, verilen örnekler Nakşibcndilik'in çağdaş bir kurum olarak yorumlanma olasılığı40

nın bulunmadığını gösterir kanısındayız. Yaşanan olaylara, Cumhuriyet yönetiminin kuruluşundan kısa bir süre sonra başlatılan ayaklanmalara karşın Nakşibendilik' in savunulma­ sı, onun etkinliğine göz yumulması, ister istemez, birtakım sorulan gündeme getiriyor. Yukarda Verilen örneklerden, an­ latılanlardan anlaşıldığına göre bu kuruluşun özel çıkarlan dı­ şında belli bir düşüncesi yoktur, nerede çıkar söz konusuysa orada bütün boyalara girme kolaylığı vardır. Son günlerde Vatikan'la yakınlık sağlamaların arkasın­ da bambaşka bir düşüncenin yattığını görmemek olanaksız, üstelik bu girişimleri devlet yaranna göstermek de dökülen yaprakların altında kurulmuş bir tuzak izlenimi veriyor. Av­ rupa bizi istemiyor, yalnızca devlet büyükleri arasında siya­ sal düşüncelerle sürdürülen yakınlaşmalar, karşılıklı saygı­ lar, güler yüzlülükler halk kesimine inmiyor, nitekim Türki­ ye AB topluluğuna alınmak istenmiyor, bütün başvurularda engeller çıkanlıyor, Oysa komşumuz Yunanistan elüstü tutu­ luyor, Türkiye'nin bir ili bile olamaycak nüfusu bulunan Gü­ ney Kıbrıs, bağımsız bir devlet niteliğinde AB çatısı altında yerini almak üzereyken Türkiye'ye yüz veren yoktur. Al­ manya, Fransa, ülkelerinde çalışan Türk işçilerine iyi gözle bakmıyor. Almanya'nın birçok ilini gezdik, Türk işçilerinin durumunu yakından gördük, daha ilk bakışta Avrupa toplu­ munca dışlandıkları, sevilmedikleri, Avrupa uygarlığıyla uyum sağlayamadıklan anlaşılıyor. Özellikle dinle ilgili olay­ lar Avrupa insanını ürkütüyor. Dincilerin davranışları, yaşa­ ma biçimleri, toplumsal ilişkileri Avrupa insanı için kaygı ve­ rici bir nitelik taşıyor. Avrupa insanı, Islam'lığın bile çağdı­ şı olduğu kanısındadır. Bunun örneğini Yugoslavya olayları göstermiştir. Hıristiyan Yugoslav topluluğu Müslümanları, 4!

hepsi de kendi yurttaşları olmalarına karşın, acımasızca öl­ dürdü, ezdi, saldırdı, kırdı geçirdi, Avrupa insanının sesi çık­ madı. Öte yandan Makarios'un Kıbrıs'ta Türklere yaptığını görmek isteyen, anlamak isteyen bir Avrupalı ortaya çıkma­ dı, suç saldırıya uğrayan Türklere yüklendi. Ancak Irak-Kuveyt petrolleri sözkonusu olunca Avrupa bütün azgınlığını sergilemekte gecikmedi. Bu durum karşısında Vatikan'la Nakşibendilik arasındaki kırıtmalar anlamlıdır. Prof. Dr. Server Tanilli, "islam Çağımıza Yanıt Vere­ bilir m i ? " adlı çalışmasında belgeler, açıklamalar sergile­ yerek sonucun olumsuz olduğunu gösterdi. İslam çağımı­ za yanıt vermek şöyle dursun, Ortaçağın berisine bile ge­ çememiştir. Afganistan, Pakistan, Cezayir, İran olayları bu­ nu açıkça göstermektedir. Avrupa'nın en gelişmiş, en ileri buluşlarından yararlanarak bin dört yüz yıl geriye giden, o çağların yaşama biçimini diriltmeye çalışan İslam toplumu hangi çağdaş ortamla uyum sağlayacak? Daha petrolünü bi­ le çıkarmayı beceremeyen, Avrupa-Amerika ortaklıklarına sığınan İslam toplumu hangi gücüyle çağımızın kapısına gelebilecek? Yolunu bulamayan, ne yapacağını bilemeyen, yalnızca kadınları kara örtüler altına sokmayı amaç edinen İslam anlayışı hangi sorunu çözebilir? Bugün ülkemizde hep "Asr-ı Saadef'ten söz açılır, Peygamber'in yaşadığı döneme özlem duyulur, onun yaşadığı dönem bu adla anı­ lır (mutluluk çağı) göklere çıkarılır. Oysa bu çağ kan gölü­ dür. Peygamber yaşadığı sürece (peygamber olarak) elin­ den kılıç düşmemiş, on dokuz yıl savaşmış, bunalımlar ge­ çirmiş, İslam'ı yaymak için çekmediği sıkıntı kalmamış. Ölümünden birkaç yıl sonra Osman-Ömer-Ali gibi üç ya­ kını öldürülmüş. Mutluluk bunun neresinde? 42

İslamlık, sonraki çağlarda, din olmaktan çıkarılıp bir "Arap Ulusçuluğu" kılığına bulundurulmuş, İslam 'laşan toplumların "Araplaştırılması" görüşünü egemen kılmıştır. (Bu konuda ge­ niş bilgi isteyenler, Prof. Dr. İlhan Arsel'in Arap Milliyetçili­ ği ve Türkler, 1977 adlı geniş kapsamlı yapıtına başvurabilir­ ler.) İslamcılar, Peygamberi anlatırken, onun yalnız din değil, bir devlet kurucusu olduğunu söylemekten, övmekten geri kal­ mazlar. Bu bir gelenek olmuştur, bugün İslam ülkelerinde ku­ rulan devletlerin hepsi dine dayanmaktadır. Dinle devlet işle­ rini birbirinden ayırmayı bir yönetim biçimi olarak benimse­ yen, uygulayan tek ülke Türkiye'dir, Nakşibendilik'in yıkmak istediği devlet budur. Oysa Selçuklu-Osmanlı devletlerinin içyapısı dinle biçimlendirilmişti, yönetim, öğretim, toplumsal uygulamalar, genellikle dine dayalıydı. Nitekim Hoca Saadeddin Efendi, Peçevi İbrahim Efendi, Naima, Koçi Bey, hepsin­ den önce Âşıkpaşa gibi tarihçilerin yapıdan okunursa hepsinin din-devlet birliği konusunda geniş açıklamalar sergiledikleri an­ laşılır. Bu tarihçilerin anlattıkları Osmanlı toplumu, başlangı­ cından beri hep yolsuzluklarla, ayaklanmalarla, medreseliler­ le, hırsızlıklarla, soygunlarla uğraşmıştır. Çeşmizade tarihinde anlatılan olaylar deliyi bile çıldırtır. Özellikle padişahlara su­ nulan belgelerde anlatılan yolsuzluklar (Bk. Koçi Bey) bir top­ lumun en alttakinden en üsttekine değin tüm kurumlarında sür­ dürülen "rüşvet geleneği "nin eşsiz örneklerini verir. Bu yapıt­ lar iyice incelendiğinde, devletin en önemli kuruluşlanna sızan Nakşilerin içyüzlerini aydınlığa çıkarmak kolaylaşır. Bu durum­ da Nakşibendilik'in, yeniden, ortaya çıkışı şaşılası bir olay de­ ğildir, olayın şaşılası yanı, bu kuruluşun kanştığı toplumsal olaylann bilinmemesidir. Oysa, bu tür sarsıcı olaylara katılanlann çocuklan bile bugün yaşıyor.

43

Nakşibendilik Bir Örgüttür Nakşibendilik, bütün ayrıntıları, yan kuruluşlan, beslen­ me kaynaklan, eylemleri üzerinde durularak, aynntılanyla in­ celenirse, din örtüsüne bürünmüş, "tarikat" adının arkasına sığınmış bir örgüttür, demek gerçekten aynlma değildir. Bu kuruluşun, tarihi boyunca, hep dini, inançlan öne sürerek, ça­ ğın durumuna göre yer altına indiğini, yer üstüne çıktığı bi­ linmektedir. Bu kuruluş, salt dinle bağlantılı olsa, içe kapa­ nık bir yapı kazanırdı, oysa olaylar, bunun başka türlü oldu­ ğunu, bu örgütün dışa dönük bir içerik taşıdığını göstermek­ tedir. Ülkemizde, son yüz yıl içinde, tüm geriye dönük içe­ rikli siyasal olaylann içinde bu kuruluşun yer aldığını bilme­ yen, duymayan kalmamıştır. Bu örgütün başlıca özelliklerin­ den biri de, çok kolay biçim değiştirmesi, değişik yollarla top­ lumsal kurumların içine girmeyi başarmasıdır. Günün birin­ de ereğe ulaşmanın biricik yolu dinsizlik olsa, Nakşibendilik'in böyle bir akımın öncülüğünü üstlenmesi, tekkelerini, mescidlerini, camileri birer örgüt ocağı durumuna getirmek­ ten kaçınmayacağı kuşku götürmez. Nitekim tarihte görülen olaylar hep böyle bir içerikle yüzeye çıkmıştır. Günün birin­ de, bugünkü Nakşibendilik'in özlediği, istediği yönetim bi­ çimi kurulsa, kısa bir süre sonra, Nakşibendilik'in kılık de­ ğiştirerek bunu yıkmaya çalışacağından kimsenin en ufak bir kuşkusu olmamalı. Nitekim, günümüzde, devrimci, çağdaş uygarlıktan yana olduğu bilinen, daha doğrusu sanılan, yazarlann, ozanların Nakşibendi akçalanyla yaşayan kimi ge­ rici, "şeriatçı" yayın araçlarında yazılar yayımladıklan bili­ niyor. Yakından tanıdığımız bu ozanların, yazarların bu geri­ ci, Nakşibendi beslemesi yayın araçlanndan sağladıkları ge44

lirlerle, "bismillah" kokuşlu akçalarla, Beyoğlu meyhanele­ rinin gediklileri olduğu da açıkça bilinen bir gerçektir. Nakşibendicilik örgütünde, din örtüsüne bürünmüş dü­ şüncelerden biri, en sakıncalısı, "kapalı Atatürk düşmanlı­ ğı''dır. Kişi, görünüşte, Atatürk devrimlerinden yanadır, gün­ lük konuşmalarında, siyasal içerikli konuşmalarında, hep Batı uygarlığından yanadır, ancak özel eylemleri incelendi­ ğinde bunun büsbütün karşıtı bir durum sergiledikleri görü­ lür. Sözgelişi, kişi "mason'dur, "loca"ya bağlıdır,.ancak si­ yasal alanda seçmenlerin "mason" sözcüğünden duydukla­ rı tepki, çekingenlik karşısında yalan söylemekten, çok di­ nine bağlı bir kişi olduğunu savunmaktan çekinmez, dahası bağlı bulunduğu "loca"yı bile saptırır. Biz, böylesi kişileri, "loca"da üstün görevli sayılan, etkinliği olan yakınlarımız­ dan biliyoruz, ayrıca "loca"nın ikiye bölünmesine yol açtık­ larını da biliyoruz. Bu tür kimselerin, sonradan, Nakşibendi örgütüne ne denli büyük yardımları olduklarını, Nurculuk, Süleymancılık gibi Nakşibendi uzantılarına ne denli yayıl­ ma olanağı sağladıklarını da, yine çok yakından, biliyoruz. Nakşibendilik, kullandığı, yararlandığı inandırıcı araç­ larla, gereçlerle, İslam dinini yeterince bilmeyen, en devrim­ ci sayılan kimseleri bile yanıltmakta, saptırmakta, kendine çekmekte güçlük çekmez, bu örgüt kendine çekmek istedi­ ği kişiyi, önce siyasal odağından vurur. Sözgelişi Atatürk yandaşı görünür, onu savunur, ortalık kararınca gider Ata­ türk yontularını kırar, sonra döner "Atatürk düşmanı komü­ nistler" diye yaygarayı basar. Bunun nesnel örneği, birkaç yıl önce, İstanbul'da Beyazıt Camii'nin yakınma gizli bom­ ba yerleştirirken, bombanın patlaması sonucu ölen gençtir. Nakşibendiliğin bir örgüt olduğunu söylerken, birta45

kim varsayımlara dayanıldığı sanılmasın. Bunun açık, ya­ şanmış örneklerinden birkaçını sergileyelim. 12 Eylül dö­ neminden sonra ülke yüzeyinde hızlanan bir yoksullara yar­ dım girişimi başlamıştı. Özellikle seçim günlerinin yakla­ şımı ile genişleyen bu girişimin arkasında, çok iyi düzen­ lenmiş bir Nakşibendi örgütü vardı. Bu örgütün yönetim ye­ ri Fatih dolaylarında bilinen bir yöreydi. Akşam karanlığı yaklaşmaya başlayınca, çarşaflı kadınlar, sakallı kimseler (kimileri genç, kimileri yaşlıydı) evleri dolaşır, birtakım çı­ kınlar dağıtırlardı. Bu çıkınların içinde, satın alma değeri biraz yüksek yiyecekler bulunurdu. Kapıyı çalan görevli (bunun örgüt görevlisi olduğunda kuşku yoktur) kapıyı aça­ na, önce bilinen bir "Refah selamı" verir, sonra "esselamualeyküm verametullah-haza hediyetü'l refah" derler­ di. Bunun, belli yörelerde yaygınlığı bilinir, ancak İstanbul dışında sürdürülen uygulamalar değişikti. Bu olayın sonu­ cu, örgüt için yararlı, kazançlı çıkmıştı, bizim oy kullandı­ ğımız sandıkta oy oranı tersine dönmüştü. İlerde, örgütten bana gelen gözdağı, ölümle korkutma ni­ teliği taşıyan belgeleri sunmadan önce, bir anıyı da sergile­ mekte yarar görüyoruz. Seçimlere birkaç ay kalmıştı, 12 Ey­ lül korkutmaları yıkılmıştı, akşam bastırmış, evlere çekilinmişti. Eviminin önünden elleri çıkınlı, çarşaflı kadınlar, sakal­ lı gençler geçiyorlardı. Benim oturduğum dairenin kapısı hız­ la çalındı (yumruklandı), açtığımda karşımda dikilen bir yaş­ lı, sarıklı, ötekiler sakallı, daha genç üç kişi vardı. Yaşlısı, yu­ karıda aktardığım sözleri söyleyerek, elindeki büyükçe çıkı­ nı bana uzattı, ben de ona: "Aleykümüsselâm ya sâki- esselamü'l-kübra min'er-rakı" deyince adam şaşırdı, elimi öpme­ ye kalktı, ben çıkını almadım. Bu olayda adamın Arapçadan 46

anlamadığı, belleğine, kulaktan yerleştirilmiş birtakım anlam­ sız sözlerle Müslümanlığa soyunduğu sonucu çıkmaktadır. Bu olaydan birkaç ay sonra, Nakşibendilik'in tuttuğu yö­ relerde, illerde dincilerin çalışmaları olumlu sonuç vermişti (onlara göre). Örgüt, sanıldığı gibi yalnızca düşünsel-toplumsal-siyasal bir içerek taşımaz, tüm amaçlardan saptırmak, su­ lan bulandınp iri balık avlamak için de kurulabilir. Bunun en başanlı örneğini de, yurdumuzda, Nakşibendi kuruluşu vermiştir. Örgütler içsel yapılanna göre, değişik biçimler gösterir, yüze vuran yanıyla anlaşılır. Bir örgütün amacı, bel­ li bir yöntemi gerektirir, belli bir uygulama türü gündeme ge­ tirirse onu yakalamak kolaydır, uygulama türü, ereğini açı­ ğa çıkanr. Ancak, bir örgüt, özellikle inanç bakımından, özü­ ne aykırı kuruluşlarla, inançları taşıyanlarla işbirliği içine gi­ rer, onlardan kendi çıkarı doğrultusunda yararlanmayı başa­ rırsa, onu anlamak, yakalamak, kolay değildir. Bir örgüt, in­ sanın duygusal eğilimlerinden, tutkularından, inançlarından yararlanmayı becerirse onunla uğraşmak çok mu çok güç olur, çetin olur. Nakşibendicilik'e böyle bir anlayış açısın­ dan bakılırsa, onun bir "tarikat" olmadığı kolayca görülür. Tarikatta belli bir inanç doğrultusunda yürümek, belli bir inancı kılavuz edinmek yasal nitelik taşır. Oysa, başalangıçta bir "tarikat" içeriğini kapsayan, öyle bilinen Nakşibendi-, lik son evrelerde (burada Osmanlı toplumunu bir yana bıra­ kıyoruz) çok değişik davranışlar içine girmiş, dinsel ereğin­ den büsbütün uzaklaşmıştır. Bunun en açık seçik belirtileri, yerdiğinden, kötülediğinden, suçladığından, karşı çıktığın­ dan yararlanmada Nakşibendilik'in benzersiz yöntemleri­ dir. Yöntem değil yöntemler diyoruz, saptanan uygulama tu­ tarsızlıktan böyle söylemeyi gerektiriyor. Daha sonra, Nak47

şibendilik'ten doğan kollan, çıkan uzantıları açıklarken şa­ şırtıcı örnekler verilecek. İnanmış, inançlanna gönülden bağ­ lanmış, gerçek bir Müslüman, "ben herkesle anlaşınm, yö­ netim kurulu oluştururum" diyemez. Böyle söyleyen bir ki­ şiye, "düşüncelerinizde, söylediklerinizde gerçek bir inanç insanıysanız, neden Avrupa uygarlığından, çağdaş yenilik­ ten yana olanlara karşı insansever değil siniz? " diye sorulma­ lıydı, onun ardından gitmenin İslam inançlannı tabandan yıkmaya çalışmak olduğu söylenmeliydi. Oysa söyleneme­ di, söylenemezdi. Bunlar, örgütün amacına, ereğine ters dü­ şerdi. İşte bunu yapamadığından, siyasal alanda* etkili olan Nakşibendilik bir "İslam tarikatı" olmaktan çıkmış, yıkıcı bir örgüt kılığına bürünmüştür, bunu gizlemeyi de, çok dü­ zenli bir kuruluş olmasına borçludur. Biz, yeryüzünde, bü­ tün çelişkileri, aykırılıkları, tutarsızlıkları anlamsızlık, bi­ linçsizlik çamurunda yoğurup yumaklaştıran başka bir örgüt bilmiyoruz, bu örgüte "tarikat" demek islam inançlarından ne denli uzaklaşıldığının en açık kanıtıdır, bunda kuşkuya dü­ şenin İslamı özünden öğrenmesi gerekir. Nakşibendilik Bir Bütünlük Sağlayabildi mi? Nakşibendilik, daha önce anlatıldığı gibi, bir "tarikat" olarak ortaya çıktı, kurucusunun Şaman kökenli inançlara bağlı bir Türk olduğu söylendi. Bu sözler, bu çalışmayı ya­ panın, belleğinden fışkınnış, kaynağı bilinmeyen yakıştırma­ lar değildir. Nitekim, bu "tarikat" İrandan Batı'ya doğru ya­ yıldıkça birtakım içeriksel değişimlere uğradı. Bu değişim­ ler, yöresel inançlarla yüklü, kişisel yorumlardan kaynaklan­ mıştır. Bu nedenle, başlangıçta ileri sürülen, önerilen inanç, 48

sonradan gelenin etkisinde kalarak başka doğrultular buldu. Buna "bütünlüğün dağılması" diyelim. Ancak, bü dağılma­ nın İslam'da çözülmelerle başladığı da açık bir tarih gerçeği­ dir. Bu kuruluşun yayıldığı ülkelerin tarihleri incelenirse, özel­ likle ilkçağda, çok ileri bir uygarlık aşamasında bulunduklar görülür. İşte, sonradan Nakşibendilik'te görülen bölünmele­ rin, bütünlükten kopmaların nedenleri burada aranmalıdır. Nakşibendilik, değişik kollara ayrılırken, tarikattan ör­ güte dönüşme eğilimi geçerlik, etkinlik kazanmıştır. Bunu, biraz aşağıda inceleyeceğiz, burada, başka tarikatlarda da olduğu gibi, tarih gerçeklerine dayanmayan, düzmece, uy­ durma Nakşibendilik kütüğünü görelim, dağılmanın ne­ denlerini, bu kütüğün düzmeceliğinde arayalım. Nakşiben­ dilik kütüğünde Ebubekir'den Muhammed Bahaeddin Nakşibend'e değin gelen kişiler şunlardır: Selman Farisi, Ka­ zım bin Muhammed bin Ebubekir, İmam Cafer-i Sadık, Bayezid-i Bistami, Ebulhasan Harkani Ali, Ebu Aliyül Karmidi, Yusuf Hemedani, Abdulhalik Gucduvani, Arif Riyülkürdi, Mahmud Ebhur, Azizan Aliyülramteyni, Muham­ med Baba Simasi, Emir Kelâl bin Hamza, bir de tarikatın kurucusu. Şimdi bu adı geçen kimselerin adlarından da an­ laşılacağı üzere, aralarında inanç birliği sağlamak oldukça güçtür. Sözgelişi İmam Cafer-i Sadık Alevilik'in "Buyruk"unu düzenleyen kimsedir, koyu " S ü n n i " olması ola­ naksızdır. Bayezid-i Bistami ise eski Zerdüşt inançlarına bağlanmış, insan-Tanrı özdeşliğine inanmış bir Horasanlı­ dır, Ebubekir'den ona hangi inanç yoluyla geçilebilir? Burada, önemli bir sorun gündeme geliyor, o da İslam ülkelerinde bilimsel araştırma, inceleme denince başkaları­ nın söyledikleriyle yetinme (özellikle din konularında), ku49

lağa doldurulan söylentilerle bilimsel görüşleri birbirine ka­ rıştırmadır. Eskiden öyleydi, oysa durum bugün de değiş­ memiştir. Nakşibendilik'in bütünlüğe ulaşması olanaksız­ dı, bu nedenle birtakım yöresel inançların tabandan gelen saptırıcı etkisiyle çizgi değiştirdi, bu kaçınılmazdı. İşte Nakşibendilik'in siyasal alana kayarak "örgütleşme" nedenle­ rinden biri de bu "soy kütüğü"yle başlayan tutarsızlıktır. İl­ giyle incelenirse bu "tarikat kütükleri" arasında belli bir inanç düzeninin bulunmadığı görülür. Nitekim Ali-Ebubekir-Ömer üçlüsünü bir araya getiren "tarikatların hepsi çe­ lişkilidir. İranlı tarikatçı kendi ülkesinde Halife Ömer'e sö­ ver, Anadolu'ya gelince över. Ancak, olayın içine giren çı­ kar, kazanç gibi yarar kaynaklarına gelince, bütün çelişki­ ler, aykırılıklar "Tanrısal birlik"e ulaşır, buna tasavvufta, gü­ nümüz Türkçesiyle, "bütün karşıtlıkların Tanrısal kaynak­ ta birliğe varması" denir. Bugün, Nakşibendilik adıyla alan­ larda dolaşan kuruluşun böyle bir özelliği yoktur. Nakşibendilik Neden Kollara Ayrıldı? . Bugün, yeryüzünde, Nakşibendilik'in en uygun ortam bulduğu ülke Türkiye'dir. Çağdaş İslam ülkelerinin, en ko­ yu dincilerinde bile ulusal yönetimle Nakşibendilik anlayı­ şı elele verememiştir, aşırı taşkınlıklar, saldırılar, ayaklanma­ lar ayrı. Oysa, kuruluşunda "Laiklik ilkesi" bulunan biricik ülkenin Türkiye olmasına karşın, Nakşibendilik'in yayılma­ sına olanak sağlayan tek ü l k e yine Türkiye olmuştur. Birkaç kez yinelediğimiz gibi, Nakşibendilik, Türkiye'de "çok par­ tili dönemin" bir yayılma, yeterince aydınlatılmamış Os­ manlı kalıntısı çevrelerde tutunma, yandaş toplama aracı du50

rumuna getirilmiştir. Bu önemli olay kulak arkasına itilmiş, çağdaş uygarlığa karşıt gelişme bir "Demokrasi sorunu" di­ ye anlaşılmıştır. Oysa, gelişen uygarlık karşısında, böyle bir yönetim anlayışını olumlu göstermek, çağın dışında kalma­ nın eşsiz örneğidir. Uygarlığın amacı insan topluluklarını mutluluğa kavuşturmak, düşünce-inanç özgürlüğünün önün­ deki engelleri kaldırmaktır. Bir düşünceye yardımcı, karşıtı düşünceye kıyıcı gözle bakmak uygarlık anlayışıyla bağdaş­ maz. Bugün insan sağlığını bozan, yıkan, ortadan kaldıran mikroplara beslenme, yayılma, gelişme olanağı sağlayan bir uygarlık yöntemi yoktur. Düşünceleri yüzünden başkalarına baskı yapmak, yandaşlarına yardım etmek insanlıkla, uygar­ lıkla bağdaşmaz. Ancak, bunu, anlayabilmek için de uygar olmak gerekir. İnanç özgürlüğü kutsaldır, ancak başka inanç­ ları ortadan kaldırmak, onlara bağlananları yok etmek ne uy­ garlıkla, ne de "Demokrasi anlayışı"yla bağdaşabilir. Peki ülkemizde düşünce özgürlüğüne karşı saldırılan, kı­ yınılan başlatan, bu olumsuz girişimleri bir yönetim uygula­ masının yasal girişimleri diye anlatan, açıklayan, yorumlayan hangi odaklar olmuştur? Bunun yanıtı açık, tüm Türkiye insanlannm gözlerinin önünde sürdürülen uygulamalar. Ülke­ mizde tüm yıkıcı girişimler yenilik yanlılarına, devrimcilere, gelişme öncülerine karşı gerçekleştirilmiştir. Osmanlı Devle­ ti tarihi boyunca yenilik düşmanıydı, bu nedenle kaç padişa­ hın kanı dökülmüştür biliriz. Atatürk'ü öldürmeye kalkışan­ lar yenilik yanlısı kimseler miydi? Cumhuriyet yönetimine karşı ayaklananlar ilericiler miydi? Bu kanlı olayların sorum­ luları, öncüleri düşünce özgürlüğünden, inanç özgürlüğünden yana mıydı? Bugün hangi İslam ülkesinde, Türkiye'deki dü­ zeyde inanç Özgürlüğü vardır (gerçek din bakımından). 51

Şimdi, bu olumsuz gelişmelere inanç özgürlüğü açısın­ dan bakarsak sorunların tabanına inemediğimizi, yüzeysel görüntülerle şunu bunu, hepsinden önce de kendimizi kan­ dırmaya çalıştığımızı anlarız. Başını örtmeyen bir öğrenci kı­ za, bir görevli kadına, giysilerinin biçimine bakarak yakışık­ sız nitelemelerde bulunan bir yüksek öğrenim görevlisine, öğrencisine uygar demek için ondan daha çılgın olmak ge­ rekir. Bugün devlet yetkililerinin gözleri önünde, yüksek öğ­ renim kurumlarında devrimcilere, birtakım soysuzca yakış­ tırmalarla, saldıranların beslendikleri düşünce-inanç kay­ nakları çağdaş mıdır? Bugün, geriye sürükleyici anlamda, kan soyluluğuna özlem duyan anlayışta bulunan kimseye "milliyetçi" denemez, "milliyetçilik", Rönesans'tan sonra tutsaklıktan kurtulma, bağımsız devlet kurma, bağımsız di­ li benimseme, dilini yabancı dillerin etkisinden, egemenli­ ğinden kurtarma çalışmaları anlamındaydı. "Atatürk milli­ yetçiliği" kan soyuna, kan üstünlüğüne değil ulusal bağım­ sızlık, ulusal egemenlik anlayışına dayanıyordu, bu nedenle de uygarlıkla bağdaşıyordu. Bugün ülkemizde, kendilerine "milliyetçi" damgasını vurarak, devrimcilere, ilericilere, sol­ cu denenlere saldıranlar "milliyetçi" değil, çağdaş uygarlı­ ğın bile düşünsel pislikten arındıramadığı düşüklerdir. Nakşibendilik'in değişik kollara ayrılmasında başlıca et­ ken bu düşünce-inanç düşüklüğüdür. Bugün, yalnızca kendi inançlarının doğruluğunu savunan bir Nakşibendi yanlışıyla, yalnızca kendi düşüncelerinin gerçek olduğunu ileri süren "mil­ liyetçi" arasında, göze batar, bir ayrım yoktur, sakınca yönün­ den ikisi birbiriyle yansır durumdadır. Bugün devlet kurumla­ rında korunan Nakşibendi yandaşlarının sayısı, Atatürk devrim­ ciliğini benimseyenlerin çok üstündedir. İşte, günümüzde, Nak52

şibendilik'in değişik kollara ayrılmasının nedenlerini de bura­ da aramalı. Daha önce söylendiği gibi bir Nakşibendi ereğine ulaşmak için durum değerlendirmesi yaparak, en uygun duru­ mu seçmekte gecikmez. Özellikle seçim dönemlerinde bunun somut örnekleri görülür. Aday olacak kimse, seçim bölgesinde etkili bir kimsenin (özellikle tarikatçının) yardımına, aracılığı­ na sığınır, olumlu sonuç alınca, aracı kişi (şeyh) etkinlik kaza­ nır, büyüklenir, bölgesinde "sözü geçen kişi" niteliğini elde ed­ er. Bu önemli bir aşamadır, bu şeyh başarısı oranında, tarikatın büyüğüne (eskiden bağlandığı şeyhe) karşı, kendi kişiliğini, et­ kinliğini ortaya koyar, çevresine, kendince yeni saydığı (dinsel yönden) birtakım inanç kalıntıları "yutturur'', bir süre sonra, ta­ rikatın yeni bir kolu toplumda boy gösterir. İşte Aczmendilik denen, Nakşibendilik'in bir kolu olan Nurculuk'tan doğan, ku­ ruluş böyle doğmuştur, ayrı bir kuruluş niteliği kazanmıştır, bu­ nun arkasında kimlerin olduğu, inanç özgürlüğünü savunma ör­ tüsünü giyenlerin konuşmalarından anlaşılmıştır. Bu olayın şa­ şılası yanı, birtakım devrimci, yenilikçi geçinenlerin, onları sa­ vunma gösterileridir. Peki inanç özgürlüğü kutsalsa, Muhammed niye uzaklarda, tanımadığı toplumlarla savaşmıştır? Ülkemizde, Nakşibendilik, yörelere, dahası seçim böl­ gelerine göre, değişik kollara ayrılmıştır. Özellikle Doğu Ana­ dolu, Konya dolayları, Güneydoğu Anadolu, son dönemler­ de İstanbul, Sivas, Rize gibi illerde bu tarikatın, kollara ayrı­ lan etkinliği açıkça görülmektedir. Doğu Anadolu, kesinlik­ le toprak ağalarıyla şeyhlerin egemenliği altındadır, TBMM üyeleri arasında Nakşibendilik yandaşlığıyla, ağaların sağla­ dığı oylarla seçilenlerin sayısı iki yüz dolaylarındadır. Bun­ ları seçenlerin, seçmenlerin hepsi kırsal kesimin yoksul in­ sanlarıdır, hepsi şeyhin, ağanın, buyruğu altındadır. Nitekim 53

"Susurluk olayı"nda, o dönemin hükümetinin gücünü aşan, kimi kamu kurumlarını işlemez duruma getiren bu ağa-şeyh bağlantısıydı, yetkililer bunun üzerinde pek duramadılar, da­ hası durmak, olayın kökenine varmak işlerine gelmedi. Nakşibendilik'in Kolları Nakşibendilik'in eskiden, bilinen, on beş kolu vardı, bu kollar kişisel adlarla, daha çok kurucularının adlarıyla anılırdı. Bugün, kolların sayısı yirmiyi aşmıştır. 1 - Ahrariye kolu. Bu kolun kurucusu Semerkandlı Abdul­ lah Ahrar adlı birisidir, Sünni geleneklerle Samanlıktan kay­ naklanan birçok uygulamayı içerir, Anadolu yörelerinde pek yayılmamış, Sünni Türklerin yaşadıkları yörelerde tutunmuş­ tur. Şeriat kurallarına uyulmasını ister, özgürlükçü değil içe ka­ palıdır. Yandaşları kendilerini her gün Tanrı'yla karşılaşmış sa­ yar, bu nedenle hep Tann'nm adlannı anarak yürürler. 2- Camilik, Cami adlı birisinin kurduğu bu kolun aşı­ rı Sünni olmasına karşın, önemli bir etkisi görülmemiştir, yandaşları arasında içki içenlerin bulunduğu da söylenir, Türkiye'de etkisi görülmemiştir, bunun kurulduğu yöre, yıl bile gizli tutulur. 3- Dehlevilik. Abdullah Belan Ali Dehlevi adlı bir ku­ rucusu vardır, Dehlevi adını alması İran kökenli olmasından­ dır, bu kol da Sünni inançlara ağırlık verir, namazın "zikr" denen Tanrı adlarını anma eylemiyle sürdürülmesinden ya­ nadır, Anadolu'da etkinliği olmamış, daha çok Asya Müslü­ manları arasında tutunmuş, bütün eylemleri gizlidir. 4- Halidilik. Kurucusu Ziyaeddin Halid'tir, buna Halidiye de denir, İstanbul'un koyu dinci yörelerinde tutunmuş, bugün 54

ı-aun ooiay lannda, özellikle Karadeniz bölgelerinden gelen yurt­ taşların, bilmeden, tuttuklan bir koldur, Nurculuk-Süleymancılık arasında gider gelir, kurucusunun kim olduğu bile bilmeyen­ ler, bu nedenle bunu ünlü islam emiri Halid'e değin geri götü­ renler vardır, oysa o dönemde Nakşibendilik yoktu. 5- Kassaniye-Kassanîlik de deniyor. Şemseddin Kassanî'nin kurduğu, oldukça Sünni geleneklere bağlanmayı se­ ven bir koldur. Bu kolun ülkemizde etkinliği görülmemiştir. 6- H.alilik-Halil Ziyaeddin Müceddidi'nin kurduğu bir Nakşibendi kolu olmasına karşın, Türkiye'de etkili olma­ mıştır. Bu kolda, özellikle tapımlar konusunda, Samanlığı anımsatan birtakım uygulamalar vardır. 7- Mazharîlik-Muhammed Mazhar'ın kurduğu, Şiili­ ğe yatkın bir koldur, daha çok İran'a komşu bölgelerde yandaşları varsa da etkinliği yoktur. 8- Melâmîlik-Bu kolun Melâmîlimik'ten etkilendiği, Ale­ viliğe yaklaştığı biliniyor. Şeriat kurallarına uyduğu söylene­ mez. Sünni geleneklere bağlılığı da bir görünüş olmaktan öte­ ye geçemez. Nakşibendilik'in Melâmîlikle yakınlaşması, içten bir sıcaklıkla değil, görünüşte kimseyle dargın olmamanın bir örneği sayılmak içindir. Melâmîlik tüm gösterişlere, aşın tut­ kulara, koyu inançlara karşıdır, biraz davranış özgürlüğünden yanadır. Nakşibendilik'te böyle bir özellik yoktur. 9- Müceddidîlik-Kurucusu Müceddidî Elif Sami Farukî'dir, yenilikten yana görünürse de, Sünni geleneğe bağlı­ dır, etkisi görülmemiştir. 10- Nacilik-Kurucusu Naci, adıyla ünlenmiş birisi olma­ sına karşılık, özellikleri konusunda geniş bilgimiz yoktur. 11- Tayfurîlik-Ebu Yezir Tayfur'un kurduğu bu kol da etkili olamamış, daha çok Kuzey Irak dolaylarında, Şam yö55

relerinde yayıldığı söylenirse de önemli bir etkinliği görül­ memiş, Kadirîlikle birlikte çalıştığı, Birinci Büyük Savaş­ ta, Osmanlı Ordusu'nun, Araplarca arkadan vurulmasına yardımcı olduğu söylenirse de, sağlıklı bir belge bulamadık. 12- Nurilik-Nuri (Nureddin) adlı birisinin kurduğu bu kol etkili olmamış, Ticanilikle yakınlık sağlamış, daha son­ ra Nurculukla kaynaşır gibi olmuş, sonra silinmiştir. 13- Sadilik-Sadi'nin kimliğini, bu tarikat kolunun özel­ liğini bilmiyoruz. 14- Reşidîlik-Tokat yörelerinde tutunmuş, ancak var­ lığını sürdürememiş, Nakşibendilik'in bütün kollarıyla ka­ rışıp kaynaşmıştır. Nakşibendilik'in bu kollarının kurulmasında, yöresel, kişisel inançların etkin olduğunu yukarda söylemiştik. Bu kollardan, günümüzde yalnızca adı kalanlar vardır, kimileri Nakşibendilikle karışmış, özelliğini yitirmiştir. Durumun böyle olmasının başlıca nedeni Nakşibendilik'in iki önemli kolu olan Süleymancılıkla Nurculuk'un ortaya çıkışıdır. Bu iki kuruluşun etkinliği, yalnızca Nakşibendilikle ilişkisinden, yüzeysel yakınlığından kaynaklanmıyor. İkisinin de tabanın­ da siyasal tutkular vardır. Konuya ilgiyle eğilinirse, bunların hep yabancı kökenli, kimi sonradan Müslüman olmuş kim­ seler oldukları anlaşılır. Özellikle Yugoslavya, Romanya kö­ kenli Nakşilerin hepsi sonradan Müslüman olmuştur. İstan­ bul yörelerinde bu tür gerici akımların (bu son ikisinin) tu­ tunduğu bölgelere bakılırsa, hep Atatürk devrimlerine karşı kimselerin toplandıkları alanlar oldukları, anlaşılır. Burada çok ilginç bir olaya değinmede yarar vardır. Türk basınında, özellikle 1950'den sonra, geriye dönüş hı­ zında bir ivme artışı görülmüştür. Menderes yönetimini tu56

tan, alkışlayan birçok yayın aracının, yazarın eylemleri, ya­ zıları, düşüncelerini sergiledikleri yayın araçları elimizde­ dir; bu araçların gerici sayılan, özellikle Atatürk'e, Atatürkçülük'e ağır, en saygısız bir dille saldıran yazarların hangi gazetelerde toplandıklarını, yalnız yazar değil, yönetimde de (gazetede) görev aldıklarını biliyoruz, bu kişilerin yaşa­ yanlarını bugün de tanıyoruz. Birtakım tarikatların, ayak­ lanmalara karıştıkları gerekçesiyle yargılanıp ölüm cezası­ na çarptırılan öncülerini savunan bu yayın araçlarının tu­ tumlarında görülen değişme, sağcılığın ne denli kaygan bir tabana oturtulduğunu açığa vurmaktadır. Bugün, "büyük" denen yayın araçlarında görevli kim­ selerin, yazarların durumlarına bakınca, aşırı sağdan, Ata­ türk düşmanlığı yapmakla övünenlerden, Atatürkçü, dev­ rimci yayın araçlarına geçmeleri, tersine bir yol izlemele­ ri, utanç verici bir gelişmedir. Türkiye, hangi ortamda olur­ sa olsun, hep bu düşünce dönmelerinden yıkım görmüştür. Bu olay bir bilinç bulanıklığının, düşünsel bunalımın, ka­ zanç tutkusu karşısında dışa vuruşudur. İşte, Nakşibendi­ lik gibi, kollan gibi, öteki gerici akımlar gibi kazanç sağ­ layan odakların bulunduğu yerde uygarlıktan yana, sağla­ madığı yerde uygarlığa karşı olmanın başlıca nedeni budur. Dün canla başla savunduğuna karşı, bugün canla başla kar­ şı çıkan bir yazarda, bir yayın yöneticisinde, belli bir aktö­ re (ahlak) ölçüsü aramak akıntıya kürek çekmekten öte an­ lam taşımaz. Düşünce alanında, bu çocuk topaçlarından hızlı dönme­ yi beceren kimseler, aydınlar (onlara aydın denirse), geçirdik­ leri tinsel bunalım dolayısıyla kendini bilmezliğin sınınnı aş­ mış, anlayışsızlık uçurumunun kıyısına gelmişlerdir. Onlann 57

bilinçaltında, belleğinde bilinç ışığından kaçmış, bilincin de­ netimi altına girememiş birtakım kara düğümler vardır. Nakşibendilik Bir Bunalımdır Bugünkü Türk toplumu, ataları on binlerce yıl eskile­ re giden insanların torunlarıdır, dıştan içe göçmeler bu top­ lumu oluşturan kurucu öğeleri tümden değiştirememiştir, doğa buna elverişli değildir. Bü nedenle Anadolu insanını birkaç yüzyıllık geçmişle başlatmak, düşünmek olanaksız­ dır. Yeryüzünde bütün geçmişinin kökünü silerek, yeni kök­ ler yaratan bir toplum yoktur en çağdaş sayılan toplumun bile yaşadığı toprağın derinlerinden gelen birtakım biri­ kimler, kalıntılar taşıması doğaldır. Peki bu doğal duru­ mun, hangi etkenlerle, dışına çıkılıyor, en azından on beşotuz bin yıllık bir geçmiş, birden birkaç yüzyıla indirgeni­ yor? Bu sorunun yanıtı, bugün gerici, katı yozlaşmış kuru­ luşlara (tarikatlara) bağlanmanın nedenidir. Anadolu insanı, ilkçağda inancını kendi yaratan, yönü­ nü kendi seçen bilinçli bir varlıktı. Kazıbilim buluntuları, top­ rağın altında birkaç Anadolu'nun daha varlığını kanıtlıyor. Türk insanında, daha açığı Anadolu ulusunda, ilk bunalım tektanrıcı dinlerle başlamıştır. Tektanrıcı dinler Anadolu in­ sanını, inanç kaynaklarından koparmaya, ilkçağdan kalan tarih varlıklarını yıkmakla başlamış. Anadolu insanı, yapay tarihinden kaynaklanan bir anlayış eksikliğiyle, varlığını Islamla bütünleştirmenin yollarını aramış, Islamdan öncekini kendinden saymamış, ayaklarını üzerinde yaşadığı toprağa basamamış, yürürken salındıkça, sarsıldıkça başkalarından değnek almaya başlamış. Bugün çağdaş dünyada, dinini, 58

inançlarını başkalarından ödünç alan ulusların çoğu bunalım içindedir. Dinini, üzerinde yaşadığı topraktan alamayan bir ulus kendi kendine yetmiyor demektir. Osmanlı toplumu inançları şöyle dursun, düşünsel besinlerini bile başkaların­ dan almıştır, gelecek kuşaklara kendine yetmenin, kendi dü­ şünsel ürünleriyle yetinmenin, onları düzenli bir yöntemle geliştirmenin bilincini aktaramamış, aşılayamamıştır. Os­ manlı yalnızca çağıyla yetinen, geleceği olmayan bir toplum­ du. Bu düşüncemize karşı çıkanlar, sanat alanında ortaya ko­ nan değerli ürünleri önümüze sürebilirler, ancak yalnızca ca­ mileri, türbeleri süslemek, paşa konaklarını donatmak uygar­ lık alanında kendini bulmaya yetmez. Sanat inancın deneti­ mi altına girerek, önüne yasaklar konursa gelişme olanağı bu­ lamaz, sanatın bir dalında büyük başarı geleceği kurtaracak nitelikte bir üstünlük sağlamaz. Bütün ağırlığını yasaklan­ mış sanatların dışına çıkarak, tek boyutlu bir yaratı alanında yoğunlaştırmanın arkasından bunalım gelir. Güzel bir tablo insanı etkileyebilir, ancak, güzel bir gövdenin sanatçının elin­ de somutlaşarak dışa yansıması da gereklidir. Bunalım düşünsel boşluktan, inanç duyumsuzluğun­ dan kaynaklanır. Tarikat neden kurulur, kime seslenir? Gü­ nümüz tarikatçıların giyim kuşamlarına ilgiyle bakılırsa bunalıma sürüklenmenin nesnel örnekleri görülür. Bu ör­ nekleri yalnızca, değişik nedenlerin itkisiyle, tarikatçılar­ da aramak doğru değildir, yayın araçlarına da bakmak ge­ rekir, dün sövdüğünü bugün öven, bugün övdüğüne dün sö­ ven yazarlarımız, gazete yöneticilerimiz nerede? Bugün gerici, uygarlık düşmanı diye nitelenenlerin davranışları incelendiğinde, komşunun ışıldağıyla komşu­ nun kümesini soyanlar oldukları kolayca anlaşılır. Nakşi59

bendilikte birçok yüksek öğrenim görmüş (okumuş değil) kimseler vardır, esenliği bu tarikatta bulmuşlar, demek ki savundukları Kuran onlara yetmiyordu, belleklerini İs­ lam'ın dolduramadığı, insanı bunalıma sürükleyen bir boş­ luk vardır, onu tarikatla doldurmaya soyunmuşlar. Bunalı­ mın başka bir kaynağı daha vardır: Birikimler. Büyük devrimlerin hepsi tavandan gelir, tabandan dev­ rim değil, tavana ayaklanma gelir. Bu ayaklanmanın kay­ nağı belleğe yerleşen, orada uyuyan birikimlerin günün bi­ rinde kımıldamaya başlamasıdır. Bu kımıldamayı yaratan da, o buzlaşmış birikimlerin üzerine vuran yenileşme sıcak­ lığıdır. Şimdi eskiyi savunanın gelen yenilik karşısında te­ dirgin olması, belleğinde buzlaşan birikimlerin erimesi so­ nucudur. Yeterince aydınlanamamış bir bellek, içten soğu­ muş bir anlayış gücü sıcaklıktan tedirgin olur. Burada elde bulunanla karşıda duran arasında bir gerginlik oluşur, elde bulunan şeyhin öğütleri, karşıda bulunan da çağdaş uygar­ lık ürünleri. Şimdi, böyle bir durumda kalan kimsede, sar­ sıcı bir tepki uyanmaz mı? Balonu olmayan bir çocuk elin­ de balonla dolaşan yaşdaşına saldırır, onun balonunu pat­ latır. Arkadaşıyla birlikte komşunun bahçesinden erikleri çalan iki çocuktan biri, başka bir arkadaşıyla birleşerek, es­ ki arkadaşının bahçesine girse dayak yer, o eski arkadaşın­ dan. Komşunun bahçesine girerken arkadaşlık iyi, kendi bahçesine başka birisiyle girerken arkadaşlık kötü. Burada birlik başkalarına karşı, bu güzel, başkalarının sana karşı birliği, üstelik birlikte komşunun eriklerini çaldığın arka­ daşınla, çok kötü. Bu birçocuk mantığıdır, düşünme kura­ lıdır, çocukta suç sayılmaz, ancak büyükte yasaların dışına çıkmak diye yorumlanır. Burada bunalım nerede?

60

Bunalım, üzerine titrenen, toz kondurulmayan birikim­ lerin günün birinde kullanım alanına getirilince yetersiz kal­ dığını anlamadadır. Duygusal alışkanlıklar, bilimsel alışkan­ lıklar karşısında bunalımlara sürükler. Giordano Bruno'yu, ateşte diri diri yaktıran, Galileo'yu yargılayan Engizisyon gö­ revlisinin yüreğini hoplatan, hıncını kamçılayan bilimin kar­ şısında bilim dışı kalan birikimin yetersizliği değil mi? Neredeyse 1800 yıl boyunca güneşin dünya çevresinde dön­ düğünü söyleyen Aristotelesçi görüşün yarattığı, kutsal ki­ taplara bile geçen inanç birikiminin karşısına dikilen gözlem­ lere, deneylere dayanan bilimsel kanıtlama neler yapmaz? "İnanç, bilginin olmadığı yerde büyüyen bir düşünce bitkisidir, en çok da insanın belki de hiçbir zaman bilgi sa­ hibi olamayacağı alanlarda yetişir. (Dr. H. Batuhan, Bilim ve Şarlatanlık, s. 516)". Bu alıntı bilimden, bilim aydınlığından uzak kaldığı sü­ rece, en dokunulmaz sayılan bir inancın bile ne denli köksüz olduğunu gösterir. Bunalım, inancın bilimle çatıştığı ortam­ da doğar. Ne şaşılası bir olaydır ki, bunalımın insanın sağlı­ ğını yıkacak boyutlara ulaştığı bir yerde, görev inançtan çok bilime düşüyor. Burada inanılanla uygulamaya konan arasın­ da içsel bir çatışma doğuyor. Öyle olaylarla karşı karşıya ge­ liyoruz ki inandığımız, uygulama gereğinde kaldığımıza üs­ tün gelemiyor. Sözgelişi Tanrı'yla konuştuğuna, ermişliği­ ne, yüceliğine inanılan, önünde yerlere eğilinen, arslana bi­ nip yılanı kamçı olarak elinde tutan, akar sulan durduran, kayaları yürüten bir kimse kısa bir solunum yetersizliğin­ den, ya da mide kanamasından ölüyor, oysa sağlığı koruma­ yı görev edinen bilim bu olayları gününde duyarsa ölümü ön­ lüyor. Bu durum karşısında dincinin, tarikatçının yapacağı 61

biricik iş bir söz oyunudur, işe Tanrı'yı karıştıracak, Tanrı he­ kimi aracı kıldı, diyecek. Burada, Tanrı aracıyla işgördürür demenin anlamı yoktur, ancak bunu anlamsız birikimlerle belleğini dolduran bir kimse kavrayamaz. İnanç, olayları dü­ şünme gücünün tüm olanaklarını denetimi altına almış, on­ lara birtakım görünmeyen yasaklar koymuştur. Kendini tarikata adamış bir Nakşibendi birikimlerinin dışına çıktığı gün bunalım belirtileri başlar, ortamından kopmuş gibi, bunu da Tanrı'ya, işlediği bilinmeyen bir su­ ça bağlar. Bu olay, kendi kendine dönüştür, işin şeyhe bildirilmesi.gerekir. Çağdaş bilimden uzak kalmak, geçmişin katılaşmış inanç kalıntıları içinde yaşamak bütün Nakşilerde geçerli bir yaşam türüdür. Gerçekte Nakkşibendilik'in "ibadet" kavramı altında sürdürdüğü tüm işlemler, uygulamalar yaşamdan kopmuş bir bunalımın görüntüsüdür, uygulamalar birer tinsel boşal­ madır. Özellikle "nakşı devranı" denen, özel törenlerde (zikr toplantılarında) boşalma, kendinden geçiş aşamasına varır, gırtlağı yırtarcasına çıkan sesler, bir süre sonra kesi­ lir, kısıklaşır, bu sesli törenlerde görülür. Ülkemizde, Nakşibendilik'le ilgili yayınların, araştırma­ ların, günlük yayın araçlarında sergilenen düşüncelerin hep yüzeysel kaldığı, özellikle da yayıncıların (gazete sorumlu­ larının) düzenledikleri açık oturumlarda ortaya atılan savla­ rın çürüklüğü, bilinmeyen konularda bilir geçinenlerin açık­ lamaları aşırı dincilerin ekmeğine yağ sürmüştür. Öyle ki en devrimci, Atatürkçü olduğu tartışma götürmeyen kimi so­ rumluların açıklamaları bile şaşırtıcı görülmektedir. Nakşi­ bendilik'i, özelliklerini, yayılış biçimini, gelişim çizgisini bi­ razcık bilen bir kimsenin böyle çelişkilere düşmesi olanak62

sızdır. Bu konuya daha önce de, değişik yönlerden değinmiş­ tik. Bir kimsenin Nakşibendi olması, bu konuyu en iyi, en derinden bilmesi anlamına gelmez, daha açığı saçmalamaya başlayan bir Nakşibendi bile saçmaladığının bilincine vara­ maz. Bugün, yaşayan Nakşibendi "şeyhleri"nin neredeyse hepsi, Nakşibendilik konusunda yeterli bilgi edinmemiştir. Bunların çoğu tarikat geleneği uyarınca "şeyh" aşamasına yükselmiş, çevresinde bir kutsallık kazanmıştır. Sözgelişi, yakından tanıdığımız, bildiğimiz Said-i Nursi bilgisiz bir Nakşibendiydi, Türkçe konuşamazdı, daha doğrusu Türkçe bil­ mezdi. Oysa Kuran'm 114 bölümüne (sûresine) öykünerek önce 114 "risale" yazmış, sonra bunların ardından gelenler, daha ufak bölümlere ayırarak 122'ye çıkarmıştır. Biz, genç­ liğimizde Süleyman Hilmi Tunahan, Mehmed Zahid Kotku, Süleyman Çılıptay gibi "şeyhler"i yakından tanıdık, şimdi onlar için söylenen övgüleri duydukça Nakşibendilik'in bir "bunalım" ürünü olduğunu söylemekte ne denli yerinde dav­ randığımızı anlıyoruz. Nakşibendilik'in bugün savunduğu din değildir, bir bunalım niteliğinde yollara, alanlara dökül­ meye yasal bir kaynak, bilimsel bir Örtü aramaktır. Bugün camilerde tarikatçı, özellikle Nakşibendilik'in yan­ lısı olduğu söylenen, bilinen imamlar vardır, bunların içinde ya­ sal onaylı (kadrolu) kimseler bilinmektedir. Oysa imam tari­ katçı olmaz, olursa onun ardında namaz kılınamaz. İmam, ca­ mide, görevi başında bulunduğu sürece saygıdeğerdir, Tann'nm kuludur. Ancak, imam caminin dışına çıktığı gün Tanrı'nın kulu olmaktan da çıkmış, bağlı bulunduğu kuruluşun tut­ sağı olmuştur. Camiye saldırarak Müslüman öldüren, yarala­ yan bir devrim, Batı yanlısı görülmemiştir, oysa cuma nama­ zından çıkıp kan dökenlerin sayısı umulduğundan çoktur. Bu63

rada örnek olarak Çorum olayları Kahramanmaraş olayları, Taksim Kanlı Pazar olayları, Sivas olayları, daha önce Mene­ men olayı gibi daha niceleri gösterilebilir. Bunların öncüleri hep Nakşiler değil mi? Bu olayların nedenlerini araştırırken işe . "toplumsal ruhbilim" yöntemleriyle yaklaşmak kaçınılmazdır. Bu üzücü, kanlı olaylara karışanların, iletişim araçla­ rında sergilenen suçluların davranışlarına, sözlerine, ey­ lemlerine bakıldığında derin bir bunalım içine sürüklendik­ leri kolayca anlaşılır. Bu eylemlerin arkasında kan dökme­ ye dönüştürülmüş bir tinsel boşalma gereksinmesi saklıdır. Özellikle kapalı yöre kadınlarının, genç kızlarının sürük­ lendikleri olaylar üzücü, acındırıcı, utandırıcı bir görünüm sergilemektedir. Yüksek öğrenim kurumlarında okuyan, sıkma başlı, etekleri yerlerde sürünen giysilere bürünmeleri yalnızca bir toplumsal olay olmaktan çıkmış dışa vu­ ran bir içsel sarsıntı niteliği kazanmıştır, başın örtülmesi ruh hastasına verilen oyalayıcı, etkisiz ilaç olmaktan öte bir an­ lam taşımaz, sıkıntı beynin ince dokularında gizlenen bo­ zukluktan kaynaklanmaktadır. İskilipli Atıf Hoca, yargılanırken yargıçlara bağımdı, "Be­ ni yargılayamazsınız, beni asamazsınız, ben rüyamda her ge­ ce Hazreti Muhammed'i görüyorum, bana sen ne zaman bize geleceksin, yoksa bize gelmek istemiyor musun? diye soruyor." Bu kişi yargı kesinleşip uygulama yerine getirildiğinde kendi­ ni tutamamış, yargıç önünde söylediklerini unutarak hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Bu olaya gülünmez, insan yüre­ ğinin duygusal eğilimleriyle eğlenilmez, duygu en yüce bir in­ san eğilimidir, yalnız insanda vardır, hayvanlarda doğal, yaşam­ sal bir içgüdü niteliğindedir. Ancak böyle yüksekten atıp son­ ra yerlere kapanmak da insanın taşıdığı değerlerle bağdaşmaz. 64

Nakşibendilik'in bir bunalım olarak yaygınlaşmasın­ da, etkin bir duruma gelmesinde suçun önemli bir bölümü­ nü de devlet büyüklerinin çıkarcı tutumlarında, din adına yaptıklarının dinle bağdaşır yanı bulunmadığında aranma­ lıdır. Özellikle 12 Eylül dönemi, bu tür gerici, sakıncalı akımlar için güçlü bir koruyucu sığınağı olmuştur. Devlet başkanının bir din savunucusu kılığına bürünerek ülke dü­ zeyinde dolaşmaya çıkması, bunu da halkı aydınlatmak, Atatürk'ü halka anlatmak anlamında yorumlaması gerçek­ ten, bunalıma girmiş bir Nakşibendi'nin tutumundan daha acı, daha üzücüdür. Şunu düşünelim Anadolu'nun Türkler eline geçişinden 12 Eylül dönemine değin halka Müslüman­ lık öğretmek için alanlara dökülen kaç devlet başkanı gö­ rülmüştür? Bu olay bilgisizliğin, tinsel denge bozukluğu­ nun dışa vuruşundan başka bir görünüm değildir. Peki, 12 Eylül dönemine değin (1071-1980 süresince) bu halk din­ siz mi yaşadı? Konuya hangi gözlükle baksak görüntü gül­ dürücüdür. Bu uygulama, yüze vurmuş toplumsal bunalı­ mın nedenlerini başka eylemlerde arama girişimidir. Artık kutsal kitaplarla gelen inançları doyurmuyor, çağdaş uygar­ lığın büyük buluşları karşısında yetersiz kalan, yüzyıllar bo­ yunca değişmeyen din, kendi içinde katılaşma ivmesini hız­ landırıyor, içine sürüklendiği bunalımdan kurtulmak için, en ileri "gavur" buluşlarından yararlanmayı bir başarı say­ maktan kendini alamıyor. Erkek eli sıkmayan, erkeğin dik­ tiği giysileri giyinmenin büyük "günah" olduğunu ileri sü­ ren tarikatçı, sıkma başlı bayan "Mercedes" kullanmayı bir gösteriş, İslamda ilerleme sayma çırpınışlarının bile derin bir bunalımın görüntüleri olduğunu anlayamıyor.

65

Nakşibendilik'in Büyük Kentlere Kayması Aşağı yukarı 18. yüzyıldan sonra, Nakşibendilik'te bü­ yük kentlere taşınma girişimleri başlamıştır. Kırsal kesimler­ de, özellikle tarım alanlarında çalışanların çoğu kadındır, er­ kekler ancak kadınların yapamayacakları ağır işleri sürdürür­ ler. Kırsal kesim yaşamı, Nakşibendilik'in uygulamak istedi­ ği yaşam koşullanna aykırıdır. Kadın, Nakşibendilik'in uygun gördüğü biçimde giyinir kuşanırsa kırsal kesimlerde iş göre­ mez. Özellikle erkek-kadın birliği içinde sürdürülen kırsal uy­ gulamaların yürürlüğe konması olanaksız duruma gelir. Söz­ gelişi çarşaflı, peçeli bir kadının kırsal alanlarda çalışmasını kolaylaştırma olanağı yoktur. Böyle bir yaşam düzeyi Nakşi­ bendilikle bağdaşmadığı için, ister istemez, kadınların genel­ likle evlerde kapalı kalmalarına uygun bir ortam bulma gere­ ği vardır. İşte büyük yerleşme yerlerine göçmenin, erkeği dı­ şarı çekmenin, kadını eve kapamanın en uygun yeri bu büyük kentlerdir, ilçelerdir. Peki bunun uygulama yöntemi nedir? Yardım toplamak, tekkeyi beslemek, geliştirmek. Yardımın iki yolu vardır: kırsal kesimlerde kadın çalışır, ürün yetiştirir, erkek yüzyıllar boyunca süren geleneğe uygun olarak kadının ürettiğini satar, kazancından bir bölümünü "şeyhefendi"ye verir, Tann'nm gizlice girip çıktığı "tekke"ye, bırakır, "efendi"nin de "hayır duası"nı alır. İlk bakışta önemsiz gibi görü­ nen bu olay nice tekkeyi etkili bir duruma getirmiş, ona bü­ yük varsıllık kazandırmıştır. 1939-1945 yıllarında, İstanbul geçim sıkıntısı çekiyor­ du, ekmek, şeker, buğday ürünleri belgeye bağlanmıştı. Bu kitabın yazarı o yıllarda Fatih'te Nakşibendi Tekkesi'nde der­ vişti. Evde karın doyuracak ekmek bulamazken tekkede yağ, 66

bal, kaymak, şeker, çay, et, kavurma, sözün kısası tüm besin­ lerin en iyisi, en gözdesi vardı, bol mu bol. Bu bolluk nere­ den gelirdi, diye soran olursa yanıtı kolay: "Cenabı Allah'ın yolunda gidenlere ihsan ettiği ilahi nimetlerden." İşte, bugün, o "ilahi nimetler"in kimlere, hangi kuruluşlara gösterildiği, aralarında sıkma başlı, çarşaflı, örtülü genç, güzel bayanların da katıldığı önemli bir toplumsal sorunumuzdur. Başlangıçta, Nakşibendilik, içeriksel yönden salt din kuruluşu niteliği taşıyordu, Osmanlı İmparatorluğu döne­ minde, kimi devlet kurumlarına sızmışsa da, ağırlığını yine dinden yana koymuştu. Oysa günümüzde, şu son elli yıl için­ de Nakşibendilik eski özelliğinden, amacından büsbütün uzaklaşmıştır, bunda seçim kazanmanın, oy toplamanın, seç­ men sağlamanın büyük etkileri vardır, bu gerçek yadsınamaz. Bu dinci kuruluş günümüzde çok büyük kazanç ortaklıkla­ rı sağlamış, okullar, hastaneler, doğum evleri, bankalar, top­ lumsal kuruluşlar açmaya başlamış, ülke dışına özellikle As­ ya Türk devletlerine taşmış, inanılmaz gelir kaynakları bul­ muştur. Öte yandan "partileşmiş", birçok seçim bölgesinde başarıya ulaşmış, kimi belediyeleri bile ele geçirmiştir. Bir kuruluşun başarı kaynaklarını anlayabilmek için, onun özünü oluşturan düşünce-inanç odaklarını iyi bilmek gerekir, ne yazık ki ülkemizde bu gerçek yeterince bilin­ mediğinden, kimi üst düzey aydınlarımızca bile dine daya­ lı bir kurum sayılmaktadır. Burada, üzerinde önemle durulması gereken bir taban so­ runu vardır. Kırsal kesim halkımız, kendi gelenekleri içinde, dünyadan yüz çevirmiş, kaskatı inançlara kapılmış bir tutum­ dan uzaktır. Yüzyıllar boyunca başka dinlere bağlı yurttaşlar­ la yaşamış, komşuluk etmiştir. Birkaç bölgeyi bir yana bıra67.

kırsak, Anadolu insanında, inançlardan dolayı birbirine kar­ şı düşmanlık yoktur. Bu birkaç bölgedeki kötü tutum da ge­ nellikle hacı-hoca takımının kandırıcı, yanıltıcı eylemlerin­ den kaynaklanmaktadır. Bunların dışında halk başkalarının inançlarına çok saygılıdır. Bugün Anadolu'nun birçok yerin­ de Hıristiyan tapınakları kutsal sayılmakta, dara düşenler ora­ lardan yardım (tinsel bakımdan) ummaktadırlar. Trabzon'un Maçka ilçesine bağlı böyle üç büyük tapınak vardır (manas­ tır), bunlar, özellikle Meryem Ana (Sumela) kutsallığını ko­ rumaktadır. Antakya'da yine böyle kutsal bir kilise vardır, öte yandan "Meryem Ana Evi" denen yerin kutsallığı ünlüdür, ilk çağdan kalma tapınakların kutsallığı tartışma götürmez. Bu kutsallık halkın gönlünde, belleğinde yer etmiştir. Oysa kendilerine "din adamı" sanını yakıştıran, gerçekte İslamla ilgisi bulunmayan, bu niteliği taşıyan kimseler arasında baş­ ka dinlere saygı göstereni çok azdır, Nakşibendilik'te yoktur. Bu durumlar, davranışlar bize Nakşibendilik'in sanıl­ dığı gibi gerçek bir İslam kuruluşu olmadığını gösteriyor. Yurdumuzda "dinci" diye nitelenen kuruluşların (partile­ rin) hepsinin tabanında yaygın bir Nakşibendi ağırlığı var­ dır. Bu ağırlık seçimle, oy avcılığıyla, İslamı savunur gö­ rünmekle bağlantılı olup Kuran'm getirdiği anlayışla en ufak bir ilgisi yoktur, bir daha söyleyelim. Burada, yıllardır gözden kaçmış, önemsenmemiş, üze­ rinde gereğince durulmamış bir olay vardır. Bu toplumsal ola­ yın tabanında üretim-tüketim dengesizliğinin bulunduğunu anlamak, özellikle 1950 yönetimiyle başlayan göçleri gözönünde bulundurmak yararlıdır. Köy Enstitüleri'nin kurulu­ şuyla, kırsal kesimlerde kıyıya itilmiş yaratıcı yeteneklerin ivme kazanması, eskiye yönelik çevrelerde tedirginlik yarat68

mıştır. Bu konunun yeri burası değil, ancak bu kuruluşların kapatılmasıyla köyden kente göçüşün hızlandığı da bilinen bir gerçektir. Bu kuruluşların arkasından tmam-Hatip Okulları'nın yaygınlaşması, toplumsal bir sorun olarak gündeme getirildi. Buna karşın, bu dinci okulları savunan varlıklılar arasında çocuklarını bu kuruluşlarda okumaya gönderen çık­ madı, savunan savunduğunun yanında yer almadı. Özellik­ le "particiler" denen kandırıcı, yanıltıcı odaklar konuyu çok kolayca sömürdüler. Bunların büyük çoğunluğunun Nakşi­ bendi kökenli olduğu çok sonradan anlaşıldı. Bu eğitim olayının saptırılması, köyde tabandan gele­ cek kalkınmanın, kentten köye aktarılacak yüzeysel bilgi­ lerle, işlemlerle sağlanacağı çılgınlığın geçerlik kazanma­ sı, köyden kente göçüşün önünü açtı. Köy Enstitüleri'nde, köyünde okuyan genç, büyük kentlere kaydırılarak, oralar­ da İmam-Hatip öğrencisi olarak okumayı büyük bir başarı saydı. Artık köyün çocukları kentlinin İmam-Hatip okulla­ rındaki öğrencilerine dönüştü. Köyünden koparılan öğren­ ci, kentte tüketici, toprağından kopmuş bir saksı çiçeğine dö­ nüştürüldü. Bu çiçek bakım ister, kendisini besleyecek ye­ terli toprak ister, su ister. Köyden kente gelen, İmam-Hatip okullarında yatılı, yatısız okuma olanağı bulan gençlere ve­ rilen bilgiler doğal yaşamdan değil, düşsel kuruntulardan kaynaklanıyordu. Artık köylü çocuk çok verimli toprağın ba­ kımla, gübreyle, başka geliştirici gereçlerle değil, "Tanrı'nın yardımıyla" bolluk sağlayıcı olduğunun kesinliğine kapıldı, yanıldı. Bu konuda Nakşibendilik yanlılarına kız­ manın, gücenmenin gereği yoktur, balık baştan kokmuştur. Köyden kente göçüşün büyümesi, çoğalması "gecekon­ du" olayının hızlanmasını, büyük kentlerin çevrelerindeki üre69

tim alanlarının düzensiz, dengesiz, sağlıksız nitelikli konutlaş­ masına olanak sağladı. İstanbul'un çevrelerinde görülen eski tarlalar (buğday, ayçiçeği, değişik türde ekin, hayvan otlağı ola­ rak kullanılan alanlar) birer "gecekondu mahallesi"ne dönüş­ türüldü. Bu toplumsal yığınlaşmadan, yaşamsal düzensizlik­ ten kim kazançlı çıktı: Şeriat. Bu dinci kuruluşun arkasında sak­ lı gücün adına ne denir: Seçimlerde kolayından oy toplamak. Bunu kimler sağlayabilir: Büyük kamu kuruluşlarının besledi­ ği, koruduğu, gereğinde yardımcısı olduğu tarikatlar. Bugün, tarikatların güçlendiği, etkili olduğu bölgelerin nerdeyse hepsi gecekondu bölgeleridir, çoğu da Nakşiben­ diliğin denetimi altındadır. Bugün İstanbul'da, yörelerinde "İstanbullu" tarikatçı, "şeyh" bulamazsınız, göremezsiniz. Yüksek görevlilerin bu gerçeği bilmedikleri söylenemez, bundan birkaç yıl önce, devletin de yardımcı olduğu bir Ha­ cı Bektaş Veli töreni düzenlenmişti, TBMM hepimizi, Mec­ lis Başkanvekili aracılığıyla çağırdı (Bu konuyla ilgili ça­ lışmaları olan yazarları). O nedenle TBMM çatısı altında do­ laştık, yemek yedik. Ben, daha önce değişik nedenlerle TB­ MM'ye gitmiş, görülebilecek yerleri, bölümleri görmüş­ tüm. Konukların oturdukları bölümde gördüğüm çağdışı kı­ lıklı kimselerin hepsinin Nakşibendi olduğunu anlamakta güçlük çekmedim. Bunlar Anadolu'nun değişik bölgelerin­ den gelen, ünlü şeyhler, ağalardı. Bizim saylavlarımızın on­ ların karşısındaki tutumlarını, durumlarını görmek, bence, üzücüydü. Başka bir gün, bir hafta kaldığım görkemli bir otelin büyük salonunda gördüğüm durum çok daha kötüy­ dü. Şalvarlı, başı mendilli "şeyh efendi" seçtirdiği birkaç saylavı nerdeyse dövecekti, adamların sesi bile çıkmıyor, nerdeyse soluk almaktan bile korkuyorlardı. 70

Yanlış Yönlendirmeler Gerçekte İslam'a inanmış kimselerin tarikatları koru­ mak değil, onlara karşı direnmeleri gerekir. Oysa uygula­ malar bunun tersini gösteriyor. Kur'an, içeriği gereği, tüm tarikatlara karşıyken, tarikatlar Kur'an adına İslam'ı sa­ vunmaya girişiyorlar, yetkililerin sesleri çıkmıyor. Bu uy­ gulama dinin bilinç dışına itilmesi demektir. Bilincin dışı­ na itilmiş bir dinin yerini sapkınlık alır, bu da boş kalan ye­ rin, başka türden bir boşlukla doldurulmak istenmesi anla­ mına gelir. Bugün ülkemizde, devlet kurumlarının çoğun­ da bir Nakşibendilik etkinliği sezilmektedir. Bu gelişigü­ zel değil, bilinçli, devleti tabandan ele geçirme girişimidir. Nakşibendilik eylemleriyle, uygulamalarıyla, öğütleriyle, örgütleriyle Diyanet İşleri denen kamu kurumunu dışlamış durumdadır, bunu açıkça söylemekten de çekinmiyorlar. Oysa, kamu kuruluşlarının karşısına dikilen Nakşibendi­ lik, kendi inançlarına (varsa) uygun bir yönetim biçimini ge­ çerli kılmak isterken, gücünü seçimlerde beslediği partinin ta­ banından almaktadır. Sözgelişi "kurban derisi" sorunu. Bu so­ run, elli yıldır Nakşibendilik'in üzerinde durduğu, bunu din özgürlüğü, inanç özgürlüğü adına sömürdüğü bir olaydır. Ger­ çekte Nakşibendilik bu tür yardımların toplanmasına karşıdır, gerçek -inanmış bir Nakşibendi başkasının kestiği hayvanın derisini almaz. Nedeni açıktır, kurban edilecek hayvan kesi­ lirken okunacak "dualar"da Bahaeddin Nakşibendi'nin adı geçecek, ondan Tanrı katında aracılık, yardım istenecek. Oy­ sa yapılanlar bu söylenenlerin büsbütün tersi durumundadır. Nakşibendilik'in özünü, temel ilkelerini bilen bir kim­ se, onun imam, vaiz, müftü olamayacağını, böyle bir kim71

senin arkasında namaz kılınamayacağını anlamakta güçlük çekmez-. Nedeni şudur: Nakşibendilikle "namaz duala­ r ı n d a kurucunun (Bahaeddin Nakşibendi'nin) adını anmak kesin bir uygulamadır, bu uygulama Alevilerin "Bismişah/şahın (Ali'nin adıyla başlarım)" demelerine benzer, Aleviler "Sünni" olmadıkları için bunlann anlayışına uy­ gundur. Oysa Nakşibendilik koyu Sünni bir kuruluştur. Bu­ na karşın hepsi "şeyh"in adını anma gereğindedir. Peki böyle bir kimse imam, müftü, vaiz olabilir mi? Kuşkusuz olamaz. Öyleyse devlet bütçesinden aylık alan bunca "Nak­ şibendi yandaşı görevli"nin kamu kuruluşlarında işi nedir? Bu konuda sürdürülen uygulamalar, İslam dininin özü­ nü bilmeyenlerin, bilmediğini bilir geçinenlerin yanlış, ya da gizli çıkarları yüzünden giriştikleri eylemler sonucudur. Ülkemizde, kamunun en yüksek görev aşamasında bu­ lunan kimselerin sık sık vurguladıkları bir sav vardır: "İrti­ ca ile savaşımda geri adım atmayız" böylesine yüzeysel, ya­ nıltıcı bir açıklama olamaz. Bunları söyleyen parti başkanı­ nın topladığı oyların nerelerden geldiğini, hangi tabanı oluş­ turduğunu bilmesi gerekirdi. Bu sözleri söyleyen yetkilinin başında bulunduğu kuruluşun tabanını kuran Nakşibendilik yandaşlarıdır. Kendi görev arkadaşları içinde Nakşibendi­ likle övünenler de vardır, bilinmektedir. Nakşibendilerin oluşturdukları bir taban üzerinde duracaksın, sonra döne­ ceksin "irtica ile mücadele" incileri saçacaksın: Sen Herkesi Kör Âlemi Sersem mi Sanırsın? Bu tarikata bağlanan kimselerinen çok, senin sorumlu olduğun dönemlerde gemi azıya aldıklarını bilmiyor muyuz? 72

Oysa Türkiye'ye "irtica" denen olayı getirenler, şimdi "irti­ ca ile mücadele" çığlıkları atanlardır. Bir insanın yaratılış ba­ kımından bulunduğu aşamayı, niteliklerini davranışları gös­ terir. Bir kimsenin yaptıklarıyla söyledikleri arasında uyum, bütünlük yoksa, o kişide kişisel bilinç bozukluğu var demek­ tir. İnsan düşünceleriyle davranışları arasında bağlantı kuran bir varlıktır. Oy toplamak, seçim kazanmak için çevrenin eği­ limi altına sığınmak aktöre (ahlak) denen davranışlar bütünü­ nün içeriğiyle bağdaşmadığı gibi, benimsediklerini söyledik­ leri Müslümanlık da mezarların başında göklere el kaldırmak, anlamını bilemediği Arapça tümceleri, sözleri söylemek de­ ğildir. Tanrı'ya kalkan ellerin içinde görünmeyen çıkar umut­ ları, seçim dilekleri varsa İslam dini böyle bir kimseye "ah­ laklı" demez, daha çok "yalancı" diye nitelenir. Son yıllarda, özellikle varlıklı çevrelerde, "hayır" kavramı altında, ülke çapında yaygın girişimler görülmektedir. Bunların öncüleri, ünlüleri arasında, kimi din görevlilerinin bulunduğu, bunların da Nakşibendi olduğu açıkça biliniyor. Bu gibi öncü­ lerin, daha önceki yıllarda, kendilerini güçlü sezdikleri dönem­ lerdeki konuşmalarıyla, şimdiki sözleri arasında bir anlam bir­ liği bulmak olanaksızdır. Özellikle Turgut Özal döneminde bunlann sesleri daha gür, çağdaş gelişmelere karşı çıkışları daha ataktı. Burada, eskilerin "takıyye" dedikleri bir uygulama var­ dır. Bu Arapça sözcüğün açık anlamı "bulunduğu ortama uy­ ma, ortamın gerektirdiği nitelikte görünme'Uir, yine bu sözü "kendini gizle, göründüğün gibi ol, olduğun gibi görünme" an­ lamında açıklayanlar da vardır. Konuyu biraz deşelim. Turgut Özal, kimilerinin sandıklan, ileri sürdükleri gibi "Nakşibendi" değildi, tarikata alınmamış, kendisine gerekli "icazet" verilmemişti. Onun .annesi de "tarikattan" değildi, 73

Şeyh Zahid Koktu'ya karşı saygısı, sevgisi vardı, ona da "ica­ zet" verilmemişti. Bunun nedenlerini burada açıklamanın ge­ reği yoktur, bizi de ilgilendirmez. Ancak onun çevresinde top­ lananlar arasında çoğunluğu Nakşiler oluşturmuştu. Turgut Özal' ın, çevresinde toplananlann başlıca amacı üniversiteleri ele geçirmekti, nitekim 12 Eylül yıkımı buna olanak sağlamış, işe tüm devrimci, ilerici kurumlan kapatmakla başlamıştı. Bir söy­ lentiye göre 12 Eylül yıkımının öncüleri arasında bulunan iki kişinin aileleri de Nakşibendi tarikatındandı, dini dillerine do­ layan, halka din öğretmeye kalkışan bu kişileri seçmekte, sez­ mekte okuyucu güçlük çekmeyecektir kanısındayız. Birinin ba­ bası berber, ötekinin imam olan bu iki sorumlunun, yetkilinin Atatürk devrimlerine karşı sinsi yıkıcılığı boşuna değildi, neden­ leri bilinçaltına yerleşmiş, orada çöreklenmişti. Nakşibendilik yayılma olanağı bulduğu yerlerde önce et­ kili, varlıklı kimselerle, yöneticilerle, özellikle din görevlile­ riyle ilişki'içine ginneyi yeğlemiş, sonra örgütlenmek için okumamış, bilgisiz kimseleri kendine çekerek, onlardan ya­ rarlanma yolunu seçmiştir. Nitekim Nurculuk, Manisa yöre­ sinde tutunmaya çalışırken, orada "Garnizon Komutanı" ol­ duğu söylenen, eski bir Nakşibendi den yararlanmıştır (bu ki­ tabın yazarı, sonradan Birinci Ordu, İstanbul Sıkıyönetim Komutanı olan bu kişiyi 1939-1944 yıllarında, Fatih Camii yanında Nakşibendi Tekkesi'nde tanımıştır.) Örtülü Sataşmalar Bugün Nakşibendilik'in egemenliği altında bulunan, ba­ sın yasalanna göre yayınını sürdüren iletişim araçlan çoktur. Nakşi yandaşlan bu yayın araçlannda, kaynağı açıkça bilineme74

yen, tükenmez paralarının yardımıyla istediklerini yazdırıyor, yayımlatıyor, daha ileri giderek, gerçek Müslüman'a yakışma­ yan bir dille, çok utanç verici bir söyleyiş türüyle, Atatürk'e bi­ le sövmekten çekinmiyorlar, bunu da İslam adına bir "sevap" saymaktan kendilerini alamıyorlar. Yayın araçlarında, cuma na­ mazı çıkışlannda yaptıkları yetmiyormuş gibi bir de gözdağı ver­ mek, yıldırmak, susturmak düşüncesiyle "tehdit mektupları" gönderiyorlar. Bu mektuplarda Nakşibendilik'in "Yahova Şa­ hitleri" denen, Hıristiyan kökenli topluluktan hangi yöntemle yararlandığı, konuyu bilenlerce, kolaylıkla anlaşılıyor. Aşağıda birçok kimseye gönderildiği açıkça anlaşılan belgelerden biri­ ni sunacağız. Bu belge ilgiyle okunduğunda bir Nakşibendi yan­ daşının ne denli sapkınlık içinde bulunduğu açıklığa kavuşur. "Bismillahirrahmanirrahim. İsmet Zeki Eyuboğlu'nun dikkatine: Allah(u) teala hazretlerinin selamı, rahmeti ve bereke­ ti, onun yolunda gidenlerin üzerine olsun. Doğrusu dünyevi ve uhrevi saadet ve selamete erişmek İslam dinine uymakla tahakkuk edeceğinden, yegane arzu ve emelimiz Allah'ın kanunlarına ve resulü Muhammed Musta­ fa (S.A.V) E. uymak olmalıdır. Her kim Allah'a ve resulüne itaatle şeriatı hayat nizamı ve devlet düzeni olarak kabul eder­ se kurtuluşa erecek, hilafına hareketle, cumhuriyetçi, laik, de­ mokrat kâfirlere uyanlar ve onların kurduğu düzenin devamı ve bekası için emek sarfedenler, kollayıp koruyup, savunucu­ luğunu ve neşriyatını yapanlar münhezim olacaklardır. Yetmiş yıl önce hakka, hakikate ve imana karşı gelmek suretiyle, Allah kanunlarının yerine kaim olmak üzere beşe­ ri kanunlar ithal ederek, kendi arzu ve menfaatleri doğrultu75

sunda, Anadolu ve Trakya toprakları üzerinde yaşayan her türlü dinden, mezhepten ve ırktan insanları cebren ve hile ile Kemal milliyetçilik felsefesi altında toplamak suretiyle kan ve zulüm üzerine bir kâfir devlet kuran Kemal devriminin önderlerinden Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Çetinkaya, Ali Fuad Cebesoy, Çerkez Ethem, Mehmet. Akif Ersoy, Halide Edib Adıvar, Adnan Adı var, Nadir Nadi, Falih Rıfkı Atay, Behçet Ke­ mal Çağlar, Yahya Kemal Beyatlı, Ziya Gökalp, Afet İnan, Refet Bele, Celal Bayar, Rüştü Saraçoğlu, Salih Omurtak, Kâzım Özalp, Bekir Sami Günsay, Şevket Süreyya Aydemir, Nuri Coriker, Hasan Âli Yücel, Mahmut Esat Bozkurt, Tevfik Sağlam, Recep Peker, Tahsin Mayatepek, Şükrü Kaya, Hamit Şevket İnce, Refik Şevket İnce, Bekir Sami Baran, Mustafa Şevket Bengisu, Vasıf Çınar, Ruşen Barkuk ve Re­ fik Saydam gibiler Milli Mücadele adı altında Allahu Zülcelal tarafından insiyaki bir surette hazırlanan ve efdal-i kâ­ inat peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.) tarafından ne­ şir ve tebliğ edilen mukaddes İslam dinini tahkir ve tezyif et­ mek suretiyle imhası ve inkırazı cihetine gitmişlerdir. Lebun züppesi Con Türklerin Batfdan almış oldukla­ rı Aydınlanma denen, ateistlik, dinsizlik, imansızlık, milli­ yetçilik ve ahlaksızlık felsefesi üzeri inşa edilen küfür sis­ temleri hem bu Batı hayranı Kemal inkılapçılarının ve hem de onların yolundan yürüyenlerin ebedi felakete duçar ol­ malarına vesile olmuştur. Batıcılık, akılcılık, çağdaşlık ve medenilik gibi kav­ ramlarla yönetilmeye çalışılan bu ülkenin bugün içerisin­ de bulunmuş olduğu, ateistlik, imansızlık, dinsizlik, milli­ yetçilik, ahlaksızlık mefhumları insan olmanın ve İslam ol76

manın şeref ve haysiyetine ve fıtratına aykırıdır. Sonuç ola­ rak doğrusu size derim: Bizleri felakete sürükleyen bu dü­ zeni değiştirme ve yerine yüce mevlamızın bize münasip gördüğü şerefimizle ve haysiyetimizle yaşayabileceğimiz İslami düzeni kurmak ve İslam'ın peygamberi Muhammed Mustafa'nın (s.a.v.) yolundan gitmek, bizim en kutsal va­ zifemiz ve en şerefli hizmetimiz olacaktır. O halde malımızla, canımızla ve bütün imkânlarımız­ la cihad etmek mecburiyetinde bulunduğumuz bir gerçek­ tir. Ancak bu büyük görevden feragat edip, ülkeyi bir çöl fırtınası gibi kasıp kavuran, insanları Kemal cehennem çar­ kının dişleri arasında öğüten bu düzenin devamına rıza gös­ terenlerin, kendilerinden evvel gelen ve cehennemin alev­ lerini göğüsleyen kızıl kâfirlerin akıbetine uğramaları ve soylarından gelen nesillerin, ateist, dinsiz, imansız, komü­ nist, faşist olmakla birlikte, Manukyan'ın kerhanelerinde, Özal'ın otellerinde, tatil köylerinde, gece kulüplerinde ve saunalarda satılmaları, fahişe, lezbiyen, homoseksüel, süb­ yancı, içkici, kumarcı, hırsız, katil ve rüşvetçi olmaları Ke­ mal devriminin karekterinin gereği mukadder olacaktır. Tebliğ olunur. Şahid ol ya: Rab Şahid ol ya: Rab Şahid ol ya: Rab Serdar Başaran" Yukarıya aktarılan mektup 5 Kasım 1997'de bana gönde­ rilmiş, gönderen Serdar Başaran, Tünel yakınında Şeyh Galip Türbesi (Müzesi) karşısında. Yazan, adını, adresini yazmaktan çekinmemiş, ben üzerinde durmadım, sonradan bunun çok 77

kimseye gönderildiğini öğrendim. Bunlardan biri Prof. Dr. Toktamış Ateş, öteki Prof. Dr. İsmet Giritli (Mektupların gönderil­ diği yer, Beyazıt, Sahaflar Çarşısı, Der Yayınevi, No: 1). Şimdi yazıyı inceleyelim: Yazı kesinlikle, tartışma gö­ türmez nitelikte bir Nakşinin elinden çıkmıştır. Nedeni: Nakşiler Mehmet Akif'i sevmezler, Mehmet Akif İslam dininde tarikatın bulunmadığı, yalnızca Kurandan kaynaklanan "şe­ riata" uyulması gerektiğini savunur, onun gözünde "tarikat­ çılık", "milliyetçilik" bölücülüktür, İslamın birlik çağrısına aykırıdır. Mektubun sonunda yazılı "Şahidol Ya: Rab" üç kez geçmektedir bu deyimler "Yahova Şahitleri"nin, Hıristiyan­ lığın "üçleme"sini vurgular "baba Tanrı-oğul Tanrı-ruh Tan­ rı", Hıristiyanlıkta "trinite" denen bu "üçleme"dir. Daha ön­ ce Nakşibendilik'in etkinliğini yürütebilmek için değişik kı­ lıklara girebilecek bir anlayış taşıdığını vurgulamıştık. Refah Partisi'nin seçim evrelerinde, kullandığı söy­ lemler, özellikle Erbakan'ın Avrupa uygarlığını, laikliği, devrimciliği suçlamaları, tüm yenilikleri "dinsizlik", "Ba­ tı taklitçiliği", "Batı kulübüne özenme" saydığını bilme­ yen, duymayan kalmamıştır. Buraya aktarılan belgenin an­ latım biçimi, dili, inançlardan ne anladığı, olayın ilginç ya­ nı. Ülkemizde din bakımından kimseye baskı yapılmamış, yalnızca silaha sarılıp ayaklananlara karşı toplumsal düze­ ni sağlamak amacıyla birtakım uygulamalar sergilenmiş­ tir. Bunlar bütün İslam ülkelerinde yaşanmış, bugün de ya­ şanan olaylardır. İran, Afganistan, Pakistan, Cezayir ile benzeri ülkelerde, geçen yüzyıl Suudi Arabistan'da günde­ me gelen olayların hepsi, ülkemizde dinci ayaklanmalardaki önlemleri andırır girişimlerle bastırılmıştır. Oysa şeriat­ çı yurttaş bunları düşünmek, görmek istemez. 78

Yukarıya alınan yazıda adlan geçenler içinde "mason" derneğine bağlı kimseler de var, ancak "din düşmanı" sa­ yılabilecek kimse yoktur. Bütün kaygı "şeriat devleti" kur­ mak, çağdaş düzeni yıkmaktır.. Bunu da Refah çatısı altın­ da toplananlann eylemlerinden, söylevlerinden anlamak güç değildir. Mektubu yazan "tebliğ olunur" diyor, bu da "Nur­ c u l u k l a ilgili bir söylemdir. Said-i Nursi'nin "risaleler"ini okuyanlar bilirler, orada, Tanrı, Said-i Nursi'ye birtakım bildiriler "tebliğ" ederdi, bu sözcük, örtülü olarak "vahy" anlamında söylenir, nitekim Said-i Nursi yazılarında "mü­ ellife böyle bildirildi" sözlerini sık sık kullanır, bu sözlerin Kuran'da karşılığı "Tanrı Muhammed'e böyle vahyetti" bi­ çimindedir, Said-i Nursi, üstü kapalı olarak Tanrısal bir gö­ rev üstlendiğini, daha açığı "peygamber" olduğunu, Tanrı­ sal bildirileri halka "tebliğ etmek"le yükümlü sayıldığını söylemek istiyor, nitekim bu "mektup" da bir "tebliğ" içe­ riği taşımaktadır. Bu alıntıda bir gözdağının bulunduğu, kö­ tü sonuçtan kurtulmak için bir "son uyan" yapıldığı açık­ ça anlaşılmaktadır. Bu boşuna değildir. Önce "tebliğ"i gön­ deren kimsenin dilinden, anlatımından açıkça anlaşıldığına göre, az çok okumuş, eskiyi tutan, Osmanlıcayı bilen bir kimsedir. Şimdi olayın çevresinde gezinelim. Bu tür girişimler, korkutmalar, gözdağı vermeler, ge­ nellikle kan dökmeyi (buna onlar "cihad" diyorlar) göze almış kimselerden kaynaklanır. Bunlar, üstelik, varlıklıdır. Kimsenin kuşkusu, duraksaması olmasın, bunlar genelde doğu kökenli bir inanca kapılmış "Hizbullah" topluluğun­ da çöreklenmiştir. Bu tür örgütlerin başlıca eylem yönte­ mi, kısa sürede değişik kollara ayrılarak, girişimlerini ak­ satmadan sürdürmektir. 79

Nakşibendilik-Hizbullah Bağlantısı Nakşibendilik'te, eskiden beri, iki ayrı kol vardır, bu kollan örgütün içinde bulunanların çoğu da bilemez. Bun­ lardan birincisi "tebliğ kolu"dur, önceden uyarır, "imana çağınr", daha sonra "ihlas yolu"nu gösterir (kurtuluş, dinsel suçlardan arınma anlamındadır), ikinci kol ise "cihad kolu'dur, bu kol vurucu, kincidir, kan dökücüdür, İslam dini adına yapılacak tüm girişimler Tanrı katında (onlara göre indallah-ind-i ilahi) beğenilmiş işlemlerden sayılır. Hizbullah kolu yeni değildir, bütün silahlı ayaklanmalann arkasında bu kol vardır, yalnızca adı değiştirilir. Bu kolun İstanbul'un Fa­ tih yöresindeki uzantısı, Nakşibendilerin beslediği "Akıncı­ lar" topluluğuydu, eylem alanlannı belirleme yeri Sultanse-, lim-Draman-Karagümrükyöreleriydi. Fatih Camii çevresin­ deki medreseler (bunlara sekiz medrese anlamında medarisi semahiye, burada okuyan öğrencilere de, yine eskiden sahnı seman mollaları denirdi. Bu eski geleneği sürdürmek, Nak­ şibendi yandaşlannm en büyük özlemiydi, bugün de yine Fa­ tih Camii-Sultanselim-İskenderpaşa-Draman dörtgeni üze­ rinde etkinlik sürdürürler). Nitekim Said-i Nursi'de bu yöre­ de, şimdiki "Fatih Müftülüğü" karşısındaki alanda bulunan kahvehanede otururdu, bu nedenle Nurcuların gözünde bu yörenin önemi, anısı büyüktür. Eski "Akıncılar" günümüzün "Hizbullahçılarıdır." Bu sözcük "Allah Partisi" anlamına gelirse de İslam'a aykındır, "Allah" için "parti" olmaz, ku­ rulamaz, dahası toplumda "Allah" sözcüğü birtakım kuru­ luşların, derneklerin adına katılamaz, o tüm insanların Tannsı'dır, yalnızca adını diline dolayanlann "Allah"ı değil. 80

Nakşibendilik'le bağlantı kuranların, özellikle öğren­ cilerin, bu kuruluşa bağlananların hepsi konuyu biliyor, kendi özgür istenciyle böyle davranıyor sanılmasın. Özel­ likle kız öğrenciler üzerinde, bu "cihad kolunun" etkisi büyüktür. Önce öğrencilerin geçim durumları saptanır, ai­ le çevrelerinin eğilimleri öğrenilir, sonra gerekenlere para­ sal yardımın kapıları açılır. Bunun en açık örneği İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin okuttuğunu söylediği öğrenci­ lerdir. Yüksek öğrenim kurumlarında olay çıkaranların bü­ yük çoğunluğu bunlardandır, belli bir odaktan yönetilmek­ tedirler. Kuran kurslarının Diyanet İşleri Başkanlığı'na bağ­ lı olanları bile Nakşibendilik'in gizli denetimi, yönetimi al­ tındadır, erkek öğrencilerin bulundukları "Kuran kursları"na girmek kolay değildir. Fatih yöresinde "İlim ve Fa­ zilet Hizmet Vakfı" adı altında çalışan kuruluşların hepsi Nakşibendilik'in denetimi altındadır. Buralarda barınanla­ rın çoğu "Hizbullah" yandaşıdır, uygun durumlarda saldı­ rıya geçmekten, örtünmeyen bayanlara sövmekten, sataş­ maktan çekinmezler. Fener, Balat, Eyüp yöresindeki Kuran kurslarının önemli bir bölümünün Anadolu köylerinden getirilen yoksul aile çocuklarından "militan yetiştirme" ocakları olduğu çevre halkınca bilinmektedir. Nakşibendilik'ten kaynaklanan "Hizbullah"ın başlıca özelliği barındığı yerde değil, uzaklarda etkinlik gösterme­ sidir. İstanbul'da yakalanan bir "Hizbullahçı" kesinlikle İstanbullu değildir (yerleşme yeri bakımından). Rize, Trabzon, Giresun, Ordu, Sinop, Samsun illerin­ de, ilçelerinde bulunan bütün imam-hatip okulları, onlara bağlı öğrenci yurtları Nakşibendilik'in denetimi altındadır, XI

özellikle Trabzon ilçelerinde, bucaklarında öğretim yapan dinci kuruluşların hepsi Nakşibendi beslemesidir (bu ku­ ruluşlarda Nurculuk, Süleymancılık ağır basmaktadır). Gü­ müşhane, Bayburt Nakşilerin elindedir. Karadeniz bölgesinde, özellikle Trabzon ili sınırlan için­ de, Nakşibendilik'in gizli denetimi altında bulunan imam-hatip okullannda, nerdeyse, başlıca konu Atatürk düşmanlığıdır. Bunun nedeni yalnızca eğitim düzeni bozukluğu değildir, siya­ sal kuruluşlann sürekli saptırmalan, seçmenleri birer araç-gereç durumuna sokarak bilinç aydınlığından uzaklaştırmalandır. Bu saptırmada, ne yazık ki Atatürkçü geçinen, aşın koltuk tut­ kusunun tutsağı olan, oy kazanmak için kendi arkadaşlannı bi­ le suçlamaktan utanç duymayan sözde ilerici particilerin etkisi de önemlidir. Bu particiler, Trabzon ilçeleri arasında, "yöresel düşmanlık" bile yarattılar, şimdi onlann seçilmek için tüm utanç verici olaylan sergilemekten çekinmedikleri bölgelerde aşın dinci, tarikatçı, özellikle de Nakşibendilikle bağlantılı ku­ ruluşlar egemendir. Bu saptıncı olayın arkasında yörecilik, böl­ gecilik vardır; yurt bütünlüğü sevgisi, ülkenin geleceğini düşün­ me kaygısı yoktur. Trabzon'un Maçka ilçesinde on yıl önce böyle bir kaymakam vardı, koyu bir Nurcuydu. Nakşibendilik'in kan dökme olaylarıyla ilgili girişim­ leri, tasarıları, uygulamaları yeni değildir, özellikle Cum­ huriyet döneminde başlatılan gerici olayların, kan dökme­ lerin arkasında Nakşibendilerin oldukları yargılama evre­ lerinde ortaya çıkmıştır. Bu somut belgeler ortadayken bi­ le gerçekler çok kolaylıkla gizlenebiliyor. Daha önce deği­ nilen bir örneğe yeniden bir göz atmakta yarar vardır. Gericiliğin öncülüğünü yapan, Cumhuriyetle gelen bü82

tün değerlere saldıran bir yayın aracında, Nakşibendi tarika­ tına bağlı babası, Şeyh Said ayaklanmasına katılıp, askeri de­ podan silahlan çalarak yandaşlanna dağıttığından, 1926da, Diyarbakır Hükümet Konağı önünde asılan bir yazar, yıllar­ ca ağu küsmüştür. Bu yazar, üstelik Atatürk'ün kurduğu lise­ lerde yıllarca "edebiyat öğretmeni" olarak görev yapmıştı. Kendisini öğrencilik yıllanndan beri tanırdık. 1949 yılında, Eminönü Halkevi Konferans Salonu'nda öğrencilerin düzen­ lediği (Milli Türk Talebe Birliği) toplantısında, Stalin'i övün­ ce öğrenciler üzerine yürümüş, sahnenin arka kapısından kaçınlmıştı. Bu yaratık, özellikle Adalet Partisi ve onu izleyen sağcı partilerin işbaşında oldukları dönemde el üstü tutul­ muş, neredeyse "özel dokunulmazlık" sağlamıştı. Özellikle o dönemin "milli eğitim bakanlan"yla kurduğu yakınlık bi­ liniyordu, sık sık karşılaşırdık. Oysa yine o yıllarda (19601980 arası) devrimci öğrenciler ağızlannı açamazlardı. Bu devrim düşmanı, Atatürk düşmanı, Cumhuriyet düşmanı ya­ ratık 12 Eylül döneminde de el üstünde tutulmuştur. Bu ya­ zarın, daha önceleri Necip Fazıl Kısakürek'in önünde, yerle­ re değin eğilip onun elini öptüğünü gördükçe gülerdik. Bu ya­ zar, gazetesinde, başta Veli Oduncu olmak üzere en azılı ka­ tilleri savunmuş, Ankara Üniversitesi'ndedevrimleri savunan kız öğrencilere "namusları var mı bakalım" diyecek nitelik­ te soysuzlaşmıştı. Bu kişi, asılan babasının duygusal etkisin­ den olsa gerek, Nakşibendilik'le sıkı ilişkiler içinde bulunan, o kuruluşta önemli yeri olan kişilerce korunmuş, aynlıkçı, ba­ ğımsız "devlet kurma" yandaşı kimselerle yakınlık kurmuş, birçok kimseyi "hedef" göstermişti. Dahası, yazdığı kitap­ lar üniversitelerde bile "ders kitabı" olarak okuttılmuştur. 83

Milli Eğitinı'in Ele Geçirilmesi Milli Eğitim Bakanlığı 'nın alt kuruluşları, 1950 yılına de­ ğin (özellikle 1946'dan sonra) Cumhuriyet yönetimine gizli­ den gizliye karşı çıkanların ellerine geçmeye başlamıştır. Reşad Şemseddin Sirer dönemi Türk eğitimi yozlaştırma eyle­ minin hızlanmaya başladığı evredir. O dönemde, İstanbul Üni­ versitesi'n in kimi öğretim üyeleri Cumhuriyet dönemine, Ba­ tılılaşma eğilimine açıkça karşı çıkmaya başlamış, seslerini yükseltmişlerdi. 1948'de, Eminönü Halkevi Konferans Salonu'nda düzenlenen dil tartışmalarında, Atatürk devrimlerine saldırı, sözde "bilimsel" örtü altına çekilerek, "dilde yenilik, dilin gelişimine karışma (dile müdahale) olmaz" savlarını or­ taya atanların hepsini yakından tanıyoruz. Bunların kimisi, bi­ zim Öğretmenlerimizdi. En ağır saldırılar üniversite çevresin­ den geliyordu, bunlar arasında Osmanlı döneminde, doğudan batıya sürülmüş kimselerin oğullan (torunları değil) vardı. Onların bütün özlemleri, dilekleri TDK, TTK gibi Atatürk'ün kurduğu iki bilim kurumunun kapatılmasıydı. İstanbul Üni­ versitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji bölümünde Nakşiben­ di eğilimli (bu tarikata bağlı ayrı bir kolun öncüsü) bir kişinin etkisiyle "yeni Türkçe"ye saldırı yasallaşmış, Türkçe unutul­ muş, öğrencilerin "yeni Türkçe" sözcük kullanmaları yasak­ lanmıştı. Benim öğrencilik yıllarımda arkadaşım olan bir Tür­ koloji doçenti öğrencilerine, yeni bir sözcük söylediklerinde "dilini koparırım" diyordu» Kendisiyle bu konuyu, bir ye­ mekte tartıştığımda, "dilde anarşi olmasın diye söylüyorum demişti." Kendisine savunduğu Osmanlıca'nın bit" "anarşi ürünü" olup olmadığını sorduğumda şaşırdı, karşılık bile ve84

remedi. Sonradan, bu arkadaşımın, onun gibi düşünenlerin ya­ pıtları liselere bile önerildi, dahası ortaöğrenim kurumların­ da okutulan kitapların hepsi onlara, yandaşlarına yazdırıldı. 1980 yılma değin, TDK, TTK gücünü sürdürdü, şimdi kanıt olarak, kimlerin bu devrimci kurumların kapatılması­ nı istediklerini açıklayalım: Tercüman gazetesi, adı geçen bu iki kurumun kapatılması için kolları sıvadı. Üniversite­ lerden, kimi öğretim üyelerini yanına aldı. Orgeneral Kenan Evren'le birçok anı fotoğrafları çektirdi, önce devrimci, öz­ gür üniversiteyi, sonra adı geçen devrim kurumlarının ölüm yargısını, (devlet başkanına) onaylattı. Peki bunların arka­ sında kimler vardı bilir misiniz? N aksiler. Nakşibendilik, işi­ ni çok iyi bilen, çok değişik kolları olan bir kuruluştur. Bu­ gün Türkiye'nin basın alanında, değişik yayın araçlarında, ün sağlayan, devrimci geçinen yüksek düzeyde (basında) ki­ mi görevlilerin daha önceden çalıştıkları yerleri, o yerlerde biçimlenen düşünceleri anımsayın, yılanın kaç kıvrıma gi­ rebileceğini anlamakta güçlük çekmezsiniz. Bu kişiler, çalıştıkları yayın araçları, Milli Eğitim ku­ rumlarına da daha alt düzeydeki kuruluşlarına da, "yukarı­ dan gelen buyrukla" alınırlardı (kişiler görevli, yayın araç­ ları yardımcı bilgi kaynağı olarak). Önce ortaöğrenim kurum­ larında (ilkokuldan liselere değin) kitaplıklar düzenlenir, yu­ karıdan gelen buyrukla bunlar gerçekleştirilir. Sonra okul­ larla bu işlerle ilgili görevlilere, Milli Eğitim Bakanlığı'na "kitap istemi" belgesi gönderilir, bakanlık denetimi altında bulunan yetkili kuruluşlara, "yukarıdan" gereken buyruğu gönderir, bütün "şeriatçı" yayınlar satın alınır, okul kitaplık­ larına gönderilir. Daha önceden "tarikat"m yönlendirdiği 85

öğretmen öğrencisine okuyacağı, ev ödevi yapacağı, yararla­ nacağı kitabı bildirir, devrimci yüksek görevlilerimiz ise bir­ birleriyle çekişir. Buna, devrimci sulan bulandınr, Cumhu­ riyet yönetimi karşıtı, Nakşibendilik yandaşı balığı avlar de­ nir. Bu konuda en büyük yanlışlık, tabanı olmayan, bilimsel, düşünsel alanda bir gerekim doğmayan bölgelerde üniversi­ te gibi, uygarlık alanında ilerlemenin gerektiği yüksek ku­ rumlar açmaktı. Üniversite, ancak düşünsel, eğitimsel alan­ da tabandan gelen bir aydınlanma etkisiyle kurulabilir. Türkiye'de, son kırk yıl içinde açılan üniversitelerin ta­ banı yoktur, toplumsal yapılaşmadan gelen bir gereksinme nedeniyle kurulanı da yoktur, daha açığı bu kurumlar ge­ reksizdir. Bu üniversite açma olayının arkasında, bir üstün­ lük yarışmasının gizlendiği bellidir, tabanında yöresel ben­ cillik vardır. Kimsenin ilgisini çekmeyen, gözüne çarpma­ yan birkaç örnek verelim: "Kahramanmaraş" bu adın devindirici nedeni "Gaziantep'tir. Bunun ardından "Şanlıur­ fa" geldi, getirildi. Şimdi bilimsel, düşünsel yönden düşü­ nülürse, bu adlar bu illere ne kazandırır? Atatürk'ün, Kur­ tuluş Savaşı'nın ilk etkinliklerini duyuran girişimlerinden önce, dahası bağımsızlık ilkesini gündeme getirmeden ön­ ce böyle "önadlar" var mıydı? Güneydoğu Anadolu'nun Osmanlı yönetimi altına girmesi, devletin kuruluşundan çok sonradır, o çağlarda bu illerimizin adları "kahraman", "şanlı" olmadı. Neden bu görkemli sanların hepsi Musta­ fa Kemal'i bekledi? Bu adlandırma girişimi ilin tarihine kar­ şı bir saygısızlıktı. Burada başka bir soru gündemdedir. Neden, Atatürk Türkiye'sinde kurulan bir üniversitede (Urfa'da) Atatürk'e, 86

düşüncelerine karşı olan görüşler, düşünceler sergileniyor, dahası Said-i Nursi'nin İslam'la bağdaşmayan, sapkın inançları savunuluyor? Bu konuda, derin araştırmaları ge­ rektiren bir durum yoktur. Atatürk devrimlerinin belli, yön­ lendirici odaklarını ele geçirme söz konusudur, bunlardan biri de "basın özgürlüğü "dür. İşte çözülmesi güç düğüm bu­ rada. Atatürk basın özgürlüğünü savunurken ülke yararını, yurttaş çıkarını düşünmüştü. Bu kural 1950'den sonra ter­ sine çevrildi, Atatürk'ü yermek, eğitim kurumlarında, bir inanç-düşünce özgürlüğü diye yorumlandı, savunuldu. Oy­ sa Atatürk devrimlerini kötüleyenlerin hepsi, başlangıçta, Atatürk'ten yanaydı. Bu alanda da karşıt bir görüşün, düşünce-inanç özgürlüğü örtüsü altında ortaya atıldığı kim­ senin gözünden kaçmadı. Hasan Âli Yücel'in Milli Eğitim Bakanlığı dönemin­ de Köy Enstitüleri açıldı, ilk tepki, çocuklarını yurtdışında okutan varlıklı çevrelerden geldi (daha önce üzerinde du­ ruldu). Bu kurumların kapatılması, yerine imam hatip okul­ larının açılması, tabanı tabandan yıkmak girişimidir. Bu konuda, yine yetkililerin gözünden kaçan, ulusal bütünlü­ ğü yıpratmak isteyen gizli girişimler etkili olmuştur. Orta­ ya üç seçenek atıldı: Milliyetçi-Mukaddesatçı, MilliyetçiTürkçü, Milliyetçi-İslamcı. Kısa sürede Milliyetçi-Mukad­ desatçı, Milliyetçi-îslamcı odaklar Nakşbendüiğin deneti­ mi altına girdi. Bunların öncül odakları arasında en etkili­ si, Türk-İslam Sentezi savunucuları, onların başını çeken "Türk Aydınlar Ocağı" olmuştur. İşte yıllarca eğitim ku­ rumlarını denetimi altında tutan, bu alanla ilgili bütün ata­ maları yönlendiren, "Talim-Terbiye Kurulu"na egemen 87

olan, 12 Eylül yıkımının yıkıntıları üzerine kurulan YOK, bir Nakşbendi kuruluşu olarak (başka örtüler altında) böy­ le doğmuştur. Türk eğitimine egemen olan, 12 Eylül 'le en yüksek savunma, beslenme kaynaklarını bulan, Aydınlar Ocağı, İlim Yayma Cemiyeti gibi "Kurtuluş Savaşı"na bi­ le karşı çıkan bunlardır. Burada, ilginç bir konuya da deği­ nelim, bu "milliyetçi-İslamcı" kuruluşların besleyici, ko­ ruyucu kaynaklarından biri de, "Komünizmle Mücadele Dernekleri"ni besleyen (Amerika-Alman parasıyla) "San­ cak Tül Fabrikası" kurucusu Dr. Murat Bayrak'tı. Bu yurt­ taş. Prof. Dr. Ziyaeddin Fındıkoğlu'nun asistanıydı, 19481950 yıllarında, bizim de arkadaşımızdı, içyüzünü sonra­ dan anlayabildik. Türkiye'deki görevini bitirince yurtdışı­ na çıktı; yakın yıllara değin, Nakşbendilik'in Almanya'daki öncülerinden, Cemaleddin Kaplan derneğine büyük pa­ ra yardımları yapardı (bu Cemaleddin Kaplan, Trabzon ili dolaylarında, Nakşbendiliğin tutunmasına, yayılmasına yar­ dım eden (Almanya'dan sağlanan marklarla) kişidir, evin­ de Rumca konuşurdu. Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlı imam hatip okul­ ları, başlangıçta " a y d ı n din adamı yetiştirme" düşün­ cesinden yola çıkmıştı, oysa Ìslam dininde, Hıristiyan­ lıkta olduğu gibi " d i n adamları topluluğu" yoktu, üste­ lik İslamın benimsediği eşitlik anlayışına da aykırıdır. İslam dinine göre namaz kılmayı, kıldırmayı bilen her erkek imamlık edebilir, ayrı bir topluluk gerekmez. Bu engeli aşmak için T B M M ' y e giren Nakşilerin etkisiy­ le, çabalarıyla bu okullara, öteki liselerdeki gibi bütün yetkiler tanındı, onlara yükseköğrenim yolu açıldı. Da88

hası Başbakanlık görevini üstlenen tüm yetkililer, imam hatip okulu açma, bu okullarda okuyanlara geniş yetki­ ler verme yarışma girdiler. Böylece bütün kamu kuru­ luşlarında imam hatip çıkışlılar görev almaya başladı­ lar. Birbiri arkasından yargıç, savcı, kaymakam, vali başta olmak üzere toplumun tüm kesimleri, dincilerin, özellikle Nakşilerin ellerine geçti, bunun arkasından hacca gitme yarışı belirdi; Bu konuda en büyük yıkım Adalet Partisi döneminde başladı, oy toplama, seçimi kazanma adına ülkenin temel kurumları yozlaştırıldı, Cumhuriyet yönetiminin tabanına gizli sular akıtılmaya başlandı, Türkiye uçurumun kıyısına getirildi. Ardın­ dan 12 Eylül yıkımı yaşandı, okullara konan " d i n ders­ leri " n i n ne öğrettiği, ne okuttuğu bugün bile yeterince bilinmemektedir. " D i n ve ahlak" öğretmenliği göreviy­ le okullara sokulan bu imam hatip çıkışlılar, kısa süre­ de, bir Osmanlıcılık gündeme getirdiler, bunda amaç Cumhuriyet yönetimine, Atatürk devrimlerine karşı çı­ kıştı. Bunu da açıkça söylemekten çekinmediler. Hükümet yetkilileri, elbirliğiyle liselerden "felsefe dersleri"ni kaldırdılar, onların yerine uydurma bir izlence koydular, Türk tarihinde tarikatçı oldukları bilinen kimse­ ler bilgi, bilgin, düşünür olarak gösterildi, oysa bunların ço­ ğu tarikat kurucularıydı, Ahmed Yesevi, Mevlana gibi. "Ah­ lak" dedikleri neydi? Bunun yanıtı yoktur! Ahlak (Etik) fel­ sefe öğretilerinden biridir, dinle, tarikatla ilgisi yoktur, bu öğretinin kurucusu da Aristoteles'tir. Okullarda "din ders­ leri" örtüsü altında okutulan "ahlak" ise güncel davranış­ la bağlı, eğitim ilkeleri içinde kalır, felsefe öğretileriyle il89

gisi içten değil, dıştandır. Bu konuyla ilgili uygulamaların hepsi, ülke eğitimine dine dayalı bir yön vermekti, bu da hükümetlerin geleceği göremeyen, aşırı koltuk tutkuları yüzünden yol açtıkları bir yıkımdı. 12 Eylül yönetimi, Kurtuluş Savaşl'yla kazanılan bü­ tün yetkileri ortadan kaldırdı, Ankara'nın Polatlı sırtlarına dayanan düşman ordularının yapamadığını, Atatürk'ün kur­ duğu ocaktan yetişen, Atatürkçü geçinen birkaç paşa ko­ laylıkla yapıverdi. İşte Nakşbendilik, 12 Eylül yıkımıyla al­ tın çağını yaşama olanağı buldu. Yükseköğrenim kurum­ ları tarikatçı öğretim üyelerinin denetimi altına girdi, bu­ nun ardından "Vakıf Üniversite" denen, çoğu tarikatçı, din­ ci kurumlar yerden ot biter gibi bitti. Nitekim, Harran Üni­ versitesi, Van Üniversitesi başta olmak üzere, birtakım yük­ seköğrenim kurumlarında, ne olduğu bilinen Said-i Nursi, yazıları birer "doktora konusu" yapıldı, oysa yakından ta­ nıdığımız bu kişi, İkinci Abdülhamid döneminde, delidir diye Toptaşı Tımarhanesi'ne (o dönemde bimarhane denir­ di) atılmıştı. Nedense, kırsal kesim insanlarında sevdikle­ rini, saydıklarını "Tanrılaştırma" eğilimi ağır basmaktadır, birtakım çılgınların sonradan "ermiş" kılığına bürünmesinin nedeni bu bilinçsiz eğilimdir. Tanıdığım birkaç "ruh hastası" vardı, davranışları bunu açıkça gösteriyordu, halk onlardan çekinirdi (Trabzon'da Haçkalı Hoca, Ya Hak Ho­ ca gibi). Şems-i Tebrizi'nin 'Makalat" adıyla yayımlanan, onun serüvenlerini anlatan yapıtını okuduğum da, bu kişi­ nin esrar kullandığını sezmekte güçlük çekmedim. Hacı Bayram-ı Veli esrar çekerdi, Nurcuların çoğu esrar çeker­ di. 90

Öğrenci Olayları Yollara, alanlara dökülen öğrencilerin, bu işleri kendi­ liklerinden düzenledikleri, yaptıkları sanılmasın. Özellik­ le başörtüsü konusunda sürdürülen direnişlerin arkasında imam hatip çıkışlı tarikatçıların bulunduğu açık bir gerçek­ tir. Bayazıt alanında toplanan dincilerin, başörtülü öğrenci kızların, çarşaflıların karşısında kımıldamadan duran gü­ venlik görevlileri, iki Atatürkçü öğrenciyi bir arada görün­ ce düşman ordusunun İzmir'e saldırışı gibi üzerlerine yü­ rüyor, dövüyor, sürüklüyor, en yakışıksız sözleri söylüyor, gözaltına alıyor, öldürüyor. Oysa dincilere, tarikatçılara karşı böyle bir uygulama yoktur. Gözaltında ölenlerin ne­ redeyse hepsi solcu, dincinin, sağcının yaraladığı bir solcu suçlu sayılıp gözaltına alınırken saldırgan korunuyor, orta­ lıkta görülmüyor. Neden bu olayların çoğu sağcıların ege­ men oldukları yerlerde (fakültelerde) geçiyor? Bu soruya verilecek yanıt ülkemizde güvenlik güçlerinin hangi kay­ naklardan yönlendirildiğini açığa çıkarır. Burada birkaç il­ ginç örnek verip, daha sonra yasal bir belge sunulacak Tercüman gazetesinde, babası 1926 Şeyh Said ola­ yında, Diyarbakır'da yargılanıp öldürülen bir yazar, Va­ tan Caddesi, Edirnekapı, Fatih yörelerini kapsayan öğ­ renci olaylarıyla ilgili yazılar yayımlıyor, bu yöredeki "öğrenci yurfları"nı sağcıların 'kalesi" diye niteliyor­ du. Vatan Caddesi'ndeki öğrenci yurduna polis bile gi­ remezdi. Bu yurdun en alt katı sağcıların, solcuları tu­ tuklama, yargılama yeriydi, yetkili güvenlik kurumları bunu biliyordu. Aşırı sağcılar, özellikle kız öğrencileri 91

(solcu saydıklarını) güvenlik görevlilerinin gözleri önün­ de tutar, ellerini bağlar, bu "Edirnekapı Öğrenci Yur­ d u m d a yargılamaya götürürdü, bunları evimin önünden geçerken, ara sıra, pencereden görürdüm. Bu tür girişim­ lerde bulunan öğrencilerin (gerçek öğrenci iseler) çoğu Doğu illerinden gelirdi, yurtlarda kalırlardı. Yardımcı­ ları, besleyicileri de Fatih-Çarşamba-Draman yöresinde etkinliği yaygın olan Nakşbendi tekkesiydi. Bu tekkenin başında bulunan kişi, Trabzon'un Çaykara ilçesinde, iki aile arasında sürdürülen " k a n davası" nedeniyle İs­ tanbul'un Fatih ilçesine yerleşip, Almanya'da etkinlik gösteren, "Kara S e s " diye nitelenen kişinin buyruğu al­ tına girmişti, Almanya'dan gelen Karadenizli işçilerden büyük yardimlar görürdü. Bu sözde düzmece "şeyh"in adamları (hepsi bıçkın, seçme gençler, atak delikanlılardı) geceleri mahalleleri do­ laşır, "milliyetçi gençlik", "ülkücü gençlik" adına yardım toplarlar, vermeyenleri korkuturlardı, hepsinde de "taban­ ca vardı." Bunlar, özellikle kurban bayramında camilerin çevresinde satın alınan "kurbanlıkları" bağış örtüsü altın­ da, baskıyla, yurttaşların ellerinden alırlar, Fatih Camii ya­ nındaki medreselere götürürlerdi. Birkaç kez, Fatih'te Akşemseddin Caddesi'nde sürüklenen (milliyetçilerce) genç­ leri kurtarmak için, orada bulunan olaya gülerek bakan, Edirnekapı Öğrenci Yurdu'nda "sıkıyönetim görevlisi" bir Üsteğmeni uyaran halka karşı, üsteğmenin verdiği şu yanı­ tı unutamıyorum: "Git işine bee, nereden biliyorsun sen onun bir komünist olmadığını?" Birkaç gün sonra bu üsteğ­ men, karanlık epey ilerlemişken evime geldi, yanında iki 92

uzun boylu, bıyıklı, esmer delikanlı vardı, kapıyı çalınca aç­ tım, içeri buyur ettim. Çok saygılı, çok incelikle davrandı, ne yalan söyleyim, ben rakı içiyordum, beklediğim iki ya­ zar konuğum nedeniyle sofrada epey yiyecek vardı. Birer çay bardağının yarışınca rakı içtiler, gitmeye davrandıkla­ rı sırada üsteğmen bana: "Hocam, sizi çok iyi tanıyoruz, biliyoruz, ancak siz namuslu komünistsiniz, bizim işimiz namussuz komünistlerledir" demişti. Dayanamadım, çok sevecen bir dille, "birkaçını söylerseniz, içlerinde tanıdık­ larım varsa, sakınmaya çalışırım" demiştim. Sözü uzatmayalım, o yıllarda Fatih-Karagümrük-Sultanselim-Draman yöresinde, adı kulağımıza gelen, bir kan­ lı olayın işlendiği günden sonra, hep dedikodusu yapılan bir örgüt vardı. Bu örgütün üyeleri, vurucuları kimlerdi bile­ meyiz, ancak hepsi Nakşibendilikle ilgili, yine Fatih'te "Yakub Ağa" Camii'nde çöreklendiği söylenen kişilerce beslendiği biliniyordu. Fener Patrikhanesi'nin yukarısında, duvarları kızıl boyalı (tuğlalı) bir okul vardır (Rum okulu), bu okulun çevre duvarının biraz ötesinden, sanıyorum bu "Yakub Ağa Mescidi"nin önünden, İmam Hatip Okulu (okul mu, yurt mu şimdi bilmiyorum) altından geçen, ke­ merli bir yeraltı yolu vardı. Biz, Fatih'in Kadıçeşme Ma­ hallesinde, Sinan Ağa Mahallesi'nde oturduğumuz 19381946 yılları arasında bu yeraltı geçidinden geçer, oyun oy­ nardık (ben, o zaman 1938 ortalarında Nakşibendi tarika­ tına girmiştim). Eskilerin bu yeraltı geçidiyle ilgili öykü­ ler anlattıklarını biliyorum: "Bu yol Cenevizler'den kalma­ dır, kâfirler bu yoldan geçerek Müslümanları basar, soyan­ lardı, sonra padişah bu yolu buldurmuş, kestiği gâvurları .93

oraya doldurmuş." Böyle bir tarih olayı bilinmiyor, halk dü­ şüncesi bunu yaratmış. Şimdi bu öyküyle ilgili başka bir söylentiye gelelim: Bu yörede "İslami İntikam Tugayı, Fa­ tih Bölge Komutanlığı" adını taşıyan bir örgütün bulundu­ ğunu duyardık, işte aşağıda sunulan, güvenlik görevlileri­ nin bile gülüp geçtiği belge bunun kanıtı. BELGE 2.2.1990 Hazırlık no: 990/3625 Cumhuriyet Savcılığına, Fatih Şikâyetçi: İsmet Zeki Eyuboğlu, yazar Keçeciler Yamak Sk. 15/2 Fatih Şikâyet konusu: Telefonda ölümle tehdit. Davalı: "İslami İntikam Tugayı Fatih Bölge Komutan­ lığı" adıyla anılan, ancak ne ve nerede olduğu bilinmeyen soyut bir kuruluş. Olay: 1.2.1990 günü saat 11.30 dolaylarında telefonum çal­ dı, açtığımda İslami İntikam Tugayı Fatih Bölge Komutanlığı'nın tebliğidir diye başlandıktan sonra "bütün kâfirler gibi siz de gebertileceksiniz... İlhan Selçuk, Oktay Akbal, Hasan Cemal, Ekmekçi, Prof. Toktamış Ateş, Uğur Mum­ cu ve hepsinden erzeli sen ananızı avradınızı..." gibi daha nice yakışıksız sözle konuşmasını sürdürdü, telefonu kapa94

dım. Birkaç dakika sonra yine biri ince, öteki kalınca er­ kek sesleriyle tehdit yinelendi/Durumu Cumhuriyet gaze­ tesinde tanıdık yazarlara ilettim, akşam üzeri de Fatih Em­ niyet Amirliği'ne bildirdim. Telefonda konuşan iki kişiydi, birinin elindeki bir lis­ teden adlar okuduğu, ötekinin yinelediği anlaşılıyordu. Ses­ lerinin tonu bende bunların otuz-otuz beş yaşlar arasında kimseler olabileceği kanısını uyandırdı, ancak daha genç de olabilirler kanısındayım. Beni tehdit etmelerinin, başlı­ ca nedeni Cumhuriyet gazetesinde birkaç ay önce yayım­ lanan Nakşibendi Tarikatı'yla ilgili konuşmalarımla bu ko­ nudaki kitaplarımdır. Nitekim "İslam" adlı bir dergide, " Z a m a n " gazetesinde fotoğrafım yayımlanarak beni ağır sözlerle yerenler de bu tarikattandı. Bu tarikatın "türban" nedeniyle bir yıldır başta İstanbul olmak üzere değişik il­ lerde giriştiği eylemler, saldırgan olaylar, yürüyüşler, ya­ yınlar bilinmektedir. Ben de 1939-1945 yılları arasında bu tarikata girmiş, sonradan iç yüzünü kavrayınca ayrılmıştım, bu konudaki yayınlarımın, tarikatın iç yüzüyle, Cumhuri­ yet dönemindeki gerici ayaklanmasıyla ilgili araştırmala­ rım beni hedef edinmelerine neden olmuştur kanısındayım. Nitekim, birkaç gün önce Cumhuriyet gazetesinde yazar Oktay AkbaFın "Nakşibendi Olmak (6.1.1990)" başlıklı yazısında benim "Tarikatlar Mezhepler Tarihi" adlı kita­ bımdan yaptığı alıntı nedeniyle kendisine de tehditli tele­ fonlar edildiğini, mektuplar yazıldığını bana bildirmişti. Sonuç: Telefonla tehdit edilmem bir rastlantı sonucu değil, ör95

gütlü gizli bir kuruluşun bilinçli eylemidir. Otuz beş yıldan beri oturduğum şimdiki adresimde gizli Kuran kurslarının oluşturulduğu, özellikle çarşaflıların yoğunlaştığı bilini­ yor. Çarşamba semtinde bu tarikatın etkinliği de kamu­ oyunca bilinmektedir. Soruşturmanın bu noktalar göz önün­ de tutularak sürdürülmesi konusunda gereğinin yapılması­ nı saygılarımla dilerim. Yazar İsmet Zeki Eyuboğlu İstanbul Kuşatması Nakşibendilik'in, Kanuni Süleyman'dan sonra göz dik­ tiği başlıcı yöre İstanbul'du. İstanbul'un önemi, Hacı Bay­ ram Veli gibi, eski "Ahîlik" kuruluşunun en ünlü öncüsü, Akşemseddin'in kovulduğu yer olmasıdır. Bugün, İstan­ bul'un yine Fatih yöresinde, Hırka-i Şerif caddesinde, "Akşemseddin Camii" adıyla anılan bir "mescid" vardır. Nak­ şibendilik, işini yürütmek için, kılık değiştirerek, Özal dö­ neminde burayı ele geçirmiş, bir "külliye" durumuna sok­ ma çabasına koyulmuştur. "Külliye" beş yan kuruluştan oluşur (Osmanlı toplum geleneğince, okul, aşevi, hamam, kitaplık, sayrıevi (eski deyimle: medrese, hamam, kütüp­ hane, bimarhane, aşhane), bu adlar değişebilir, değiştirile­ bilir, önemli olan "beş bağımsız kuruluşu bir arada topla­ maktır." Bunu başaramadılar, ancak değişik girişimlerle, Kurtuluş Savaşı sırasında İzmit dolaylarında, Padişah Vahdettin'in İçişleri Bakanlığı'nca öldürtülen, Yahya Kaptan'ın dul eşi ile iki çocuğunun kaldığı konutu, bir oyunla ele ge96

çirip "Hz. Akşemseddin Vakfı" adı altında topladılar. Şim­ di ilginç bir tarih gerçeğini açıklayalım: Akşemseddin, Fa­ tih Sultan Mehmed döneminde, saraya tarikatçılığı sokma­ ya çalışması nedeniyle, "İslama fesat karıştıran mel'un" suçlamasıyla Göğnük yöresine sürüldü, 1456 dolaylarında orada öldü. O dönemde, Hırka-i Şerif çevresinde Müslü­ man yoktu, orası bir Hıristiyan yöresiydi. Bir ilginç konuya daha değinelim: Nakşibendilikte, şimdi birçok Nakşibendi "uleması"nın bilemediği bir giz­ li (hafi) konu vardır: "Nakşibendilik feth (açmak) ile baş­ lar, bu nedenle bir Nakşibendi şeyhi fatih, tarikatın kuru­ cusu ise ebu'l-feth (bir yeri almanın, açmanın atası) demek­ tir. Bu inanç baskısıyla, tarikatın kurucusu niteliğinde, Kuran'ın "Fatiha Süresi"nin anlamı saklıdır, öyleyse Fatih il­ çesini egemenlik altın almak gerekir. Şimdi, konuyla tarih akışı içinde, ilgilenen uyanık bir okuyucu neden Nakşibendilerin Fatih yöresine önem ver­ diğini anlamakta güçlük çekmez. Yine, bu çizgi içinde, baş­ ka bir soruna geçelim, neden NakşibendiHk'te sonradan İs­ lam dinini seçenlere karşı daha çok ilgi duyulur konusuna değinelim. Osmanlı İmparatorluğu'nun Avrupa yakasında sağladığı yönetimsel egemenlikten en çok yararlananlar, din değiştirenler "dönmeler" olmuştur. Bu olayın arkasında birtakım "Hıristiyanlara yükletilen" vergilerden kurtulma kaygısı vardı, bu da tarih belgeleriyle ortaya konmuştur. Ni­ tekim Nakşibendilik'in 19. yıldan bu yana, en büyük sayı­ lan öncülerinin hepsi inanç değiştiren (dönme) kişilerdir. Burada kimseyi, değişen inancından dolayı suçlamak gibi yakışıksız bir düşüncemiz yoktur, ancak olayın kökeninde 97

yatan gerçekleri açıklamaktan da geri kalmak istemiyoruz. Sözgelişi Süleymancılık'ın (Nakşibendilik'in, günümüzde etkili bir koludur) kurucusu Romanyalı, ya da sonradan o ülkeye yerleşmiş, Türkiye 'ye göçmüş bir Hıristiyan ailenin çocuğudur, Karadeniz'in Rize, Trabzon, Giresun dolayla­ rındaki Nakşibendi Tarikatı'na bağlananların hepsi Erme­ ni kilisesine bağlı, sonradan Müslüman olmuş ailelerden ge­ lir, bunlar arasında Gürcüler çoğunluktadır. Doğu Anado­ lu yöresinde, inanç değiştirmelerle ilgili toplumsal çalkan­ tıların başlangıcında geçen olayları öğrenmek için, okuyu­ cuya Abu'l-Faraç Tarihi (Çev. Ömer Rıza Doğrul, 1950) ad­ lı yapıtın ikinci cildini ilgiyle okumasını öneririz. Orada, bugünkü Doğu Anadolu Nakşibendileri'nin, islamlıktan önceki durumları, sonra neden tarikatçı olduklarının neden­ lerini sezdiren açıklamalar vardır. • Bu olayda, özellikle Karadeniz kıyılarında, Nakşibendilik'in, değişik adlar altında (Nurculuk, Süleymancılık, Milliyetçilik, Ülkücülük gibi) yayılmasında, ola­ ya tabanından girişilirse, eski. inanç değişimlerinden kay­ naklandığı kolayca anlaşılır. Birkaç örnek verelim: Trab­ zon ili dolaylarında, yaşayan imam-hatip okullarının, büyük bir çoğunluğunun öğrencileri başka illerden (Er­ zurum, Erzincan, Malatya, Kars, Artvin gibi) gelmekte­ dir, oysa bu illerin hepsinde imam-hatip okulları, yurt­ ları vardır. Trabzon'un Maçka ilçesinde açılan imamhatip lisesinde okuyan öğrenciler arasında, yerli aile ço­ cukları çok mu, çok azdır. Büyük çoğunluğunu Maçka ilçesine 1929'dan sonra gelenlerin torunları oluşturmak­ tadır. Bunları söylerkeh yurttaşların inançlarını yargıla98

mak gibi, yakışıksız bir düşüncemiz yoktur, ancak orta­ da tüm somutluğuyla dolaşan bir gerçeğe karşı çıkmak da anlamsızdır. İstanbul'a yerleşen, burada tarikatçılığın güçlenmesi­ ni sağlayan öncüler arasında Doğu Anadolu kökenliler ço­ ğunluk durumundadır. Olaya bir tarihçi gözüyle bakılırsa, bizi aşar, ancak toplumsal çalkantılarda ortaya çıkan kim­ selerin bilgisel sorumluluğu gündeme gelirse tartışmalı de­ ğil, kaynaklara dayanması gereken konularla görüşürüz. Ortada yaşanan, görülen olaylar vardır. Bir düşüncenin, bir inancın savunucusu olmak başka, onu sömürerek, yandaş­ lar toplama sonucu kendini doğru yolda göstermek başka­ dır. Burada, ikinci bir yıkıcı girişim vardır, o da çekinme­ den, kaçınmadan söyleyelim, 1950-1960 döneminde, İstan­ bul çevrelerine yerleşmelerine gerçekte CHP'nin egemen­ liği altında bulunan, bölgelerin yozlaşmasına olanak sağ­ layan yönetimsel uygulamadır. İstanbul yörelerine, İstan­ bul dışından (özellikle yurtdışından) gelenlerin oluşturduk­ ları dengesiz, ölçüsüz, dağınık yerleşim uygulaması cum­ huriyetin temeline akıtılan sulardı. Şeriat Vakıfları Yanıltmanın, saptırmanın gereği, nedeni yoktur, bugün Türkiye Cumhuriyeti'nde, cami çevrelerinde kurulan "Vakf" adlı birimlerin hepsi, Nakşibendilik'in denetimi altındadır. "Diyanet İşleri Başkanlığı" tanımı yapılmayan gizli bir örtü durumundadır. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 99

denetimi altında bulunan tüm kuruluşların (Kuran .kursla­ rının, yurtların, yardım kurumlarının) hepsi devletin değil Nakşibendilik'in denetimi altındadır, halkı yanıltan, yöne­ tim kurumlarının tüm açıklamaları birer göstermelik giri­ : : şimdin ' ' ; ' ' Nakşibendilik'in gelir kaynakları arasında "vakıf" niteliği taşıyan kuruluşlar, daha doğrusu o adla anılan­ lar üçe ayrılır. Bunların başında "bilim (ilim)" sözcü­ ğünün yanıltıcı bir açıklanışı vardır. Nakşibendilik bu sözcükten çağdaş uygarlığın yaratıcı kaynağı olan " b i l i m " i anlamaz, ona göre bilim şeyhin sözleridir, açık­ lamalarıdır, gösterdiği yolda yürümektir, sözün kısası Kuran'ın buyruklarını öğrenmektir. Oysa Nakşibendi­ l i k t e yer alan kimselerin büyük bir çoğunluğu İslam'ın içeriğini kavramak şöyle dursun yalnız başına namaz kılmayı bile beceremezler bu nedenle onlarda "toplu ibadet" üstün sayılır. Bu tür kuruluşlar arasında, dini­ ne, inançlarına bağlı kimselerin bıraktıkları kalıtlar (mi­ raslar) çok önemlidir, büyük bir gelir kaynağıdır. Bir ör­ nek verelim: İstanbul'da, Beyazıt yöresinde, Bakırcılar Çarşısı'nda, ünlü yazın tarihçisi, îbnülemin Mahmud Kemal İnal'ın evinin bir Nakşibendilik ocağı olan "İlim Yayma Cemiyeti"ne bağışlandığı biliniyor. "Pembe Ko­ n a k " denen bu eski yapı, " M ü h ü r d a r Emin Paşa'nın ko­ n a ğ ı " sonradan yıkılmış, bir işhanına dönüştürülmüştür. Bu " İ l i m Yayma Cemiyeti"nde ağırlık " N u r c u l u k " de­ nen kuruluşun elindeydi (şimdiki durumu bilmiyorum), bu derneğin kurucularının hepsi tarikatçıydı. Bu tür ku­ ruluşların önemlilerinin elinde İstanbul'un Vefa yöre100

sinde, Fatih ilçesinde pek çok konut, kat, yapı, satış ye­ ri vardır. Bunlar, son dönemlerde camilerin giriş katla­ rının altında büyük ahş-veriş yerleri açmış, c a l i l e r i bi­ rer kazanç yuvasına dönüştürmüştür. Özel sigortalar (Işık Sigorta) bir Nakşibendi kuruluşudur, Asya Finans bir Nakşibendi kuruluşudur, bunlar gibi dinci yayınla­ rın neredeyse hepsi, Nakşibendilik'le yakın ilişkiler içindedir. Burada Nakşibendilik'le ilgili yardım kurumlarını, ge­ lir kaynaklarını sayıp dökmenin, sayısını, kazanç toplamı­ nı tümüyle açıklamanın Olanağı yoktur, ancak özellikle is­ tanbul'un geliri en doyurucu olan "vakıf" adlı kuruluşla­ rının bu tarikatın elinde olduğu açıkça bilinmektedir. . Bu tür kuruluşların en yaygınları Konya, Erzurum, Urfa, Erzincan, Malatya, Maraş, Sivas illerindedir. Son yıl­ larda "özel yurtlar" adı altında Karadeniz kıyılarında, da­ ha çok Of-Sürmene-Araklı-Çaykara-Giresun-Ordu-Sinop dolaylarında yayılma olanağı bulmuşlardır, nedeni de yurt­ dışına giden işçilerden sağlanan "bağış-yardım" adlı ge­ lirlerdir. Bugün Anavatan-Doğru Yol gibi yüzeyi başka, tabanı başka sağcı kuruluşların en sağlıklı dayanakları tarikatlar­ dır. Kapatılanbirpartinin tarikatlarla ilgili eylemlerini say­ manın gereği yoktur, açıkça biliniyor. Ötekilerde tarikat ilişkisi yüzeye yansıtılmıyor, ancak yüksek sorumluluk aşa­ masında bulunan, laik-cumhuriyetçi geçinen öncülerin ko­ nuşmalarından, "irtica" karşısında ağır davranmaktan, çe­ kimser kalmaktan yana oldukları anlaşılıyor. Şaşılası bir ör­ nek verelim: ANAP'ın kazandığı bölgelerde tarikatçıların 101

emekleri, ağırlıkları açıktır, tarikatların azınlıkta kaldığı yörelerde bu iki sağcı parti büyük gelişme gösterememiştir. . \ , : Sonuç Neresinden bakılırsa bakılsın, Nakşibendilik ülke düzeyinde yayılma olanağı bulmuş, özellikle Adalet Par­ tisi-12 Eylül-Turgut Özal dönemlerinde umulmadık hız­ da bir gelişim ivmesi kazanmıştır. Bunda, adı geçen dö­ nemlerde, iş başında bulunanların, ülke yönetiminden so­ rumlu olanların yardımları, etkileri gözardı edilemeyecek nitelikte yıkıcı, geriletici, karartıcı olmuştur. Devlet bü­ tünlüğünü yitirmiş, sağ-sol çekişmesi içinde bile dincitarikatçı öbeklere bölünmüştür Köy Enstitüleri 'nin kapa­ tılmasıyla ortaya çıkan ülke düzeyindeki eğitim-öğretim yetersizliği, köylü çocuklarını imam-hatip adlı kuruluş­ ların karanlık kucaklarına itmekte gecikmemiştir. Yurt Çocukları, karanlık bir geleceğe sürüklenirken, yüksek görevlilerde yurt sevgisinden, ulus sevgisinden bir iz kal­ mamış, bütün umutlar çarpık bir geleceğin yapı taşlarını oluşturan oy avcılığına dönüşmüştür. Türkiye devleti, geçmişin en karanlık günlerinde bile böylesine koltuk düşkünü, seçim kazanma uğruna yurdu uçuruma sürük­ l e m e eğilimiyle yozlaşmış bir durumla karşılaşmamıştır. Birliğin, bütünlüğün en gerekli olduğu konularda, evre­ lerde bile derin bir kış uykusuna yatan sorumluları uyan­ dıracak, kımıldatacak belirti görülmemiştir. Atatürk'ün kurduğu TBMM çatısı altında Atatürk'e sövülmüş, sal102

dırılmış, çok üzücü sözler söylenmişken, sorumlular "dü­ şünce özgürlüğü" örtüsünün altına girerek, düşüncenin bile ne olduğunu, özgürlüğün hangi alanlarda aranması gerektiğini bilememişlerdir. Düşünce özgürlüğü, devrim­ cilik, çağdaşlık yanlıları devlet güçlerinin yumrukları al­ tında ezilirken, kızı erkeği alanlarda sürüklenirken, saçı başı yolunurken sorumlular sırıtmaktan, suçlu kamu gö­ revlilerini savunmaktan, bunu kamu adına bir görev sa­ yar görünmekten kaçınmamışlar, çekinmemişlerdir. Oy­ sa Atatürk'ün kurduğu devleti yıkmak için alanlara dö­ külenlere "Cumhuriyet yıkılacak şeriat gelecek" diye bağırıp çağıranlara ses çıkaran olmamıştır. Genelev patronlarının, kumarcıların, kaçakçıların, İs­ lam'ın "haram" saydığı kaynakların ödedikleri vergilerden aylık alan, TBMM çatısı altında toplanarak İslam'ı savu­ nan, "faizsiz banka" gülmeceleri sergileyen nice "dini bü­ tün" geçinen üyenin karşısına çıkıp da "yerdiğiniz haram nerde, cebinize aylığınızın yüzde kaçı helal olarak giriyor" diyebilen bir yenilik yanlısı, devrimci çıkmamıştır, "is­ lam'ın haramı"nı yerenlerin hepsi, bu "haram"dan "helaP'i üretirken en ufak bir utanma belirtisi göstermemiştir. Alan­ lara dökülen "Anayasa Kuran'dır" diye bağıranların karşı­ sına çıkarak, "Söyledikleriniz doğrudur, Kuran anayasadır, ancak bu istediğiniz anayasada mezhep, tarikat, kızlar için imam-hatip okulu, yükseköğrenim olanağı, devlet kurum­ larında kadınlara görev yoktur" diyebilecek nitelikte İs­ lam'ı bilen, anlayan bir "dinibütün Müslüman" görülme­ miştir. _ ••" Geçmişten kalan yaşamı etkileyen, kimi yerde bütün103

leştiren, anlamlı kılan birtakım gelenekler, alışkanlıklar vardır. Bunların ürettiği yaygınlaşmış düşünce ürünleri de vardır, özellikle halkbilgisi varlıkları böyledir, bunların ki­ mine "gelenek-görenek" diyoruz. Bunları insanlar değil, ancak zaman değiştirebilir, kimini atar, kimini yeni bir bi­ çime sokar, bunları değiştirmeye kalkmanın da gereği yok­ tur. Oysa öyle yapılmıyor, zamanın kimseye sormadan de­ ğiştirdiği, değişmesini sürdürdüğü alışkanlıklar, görenek­ ler, gelenekler bile "din örtüsü" altına sokularak korunmak isteniyor, üstelik bunlar "İslam" sözcüğünün kapsamında görülüp gösterilmeye çalışılıyor. Bu açık bir saptırmadır, sömürüye kapı açmaktır. Bugün yurdumuzda Atatürk'ün bile görmediği, dü­ şünmediği, bilmediği yenilikler, yeni uygulamalar vardır. Çağın yenilik hızı Atatürk'ün görüşlerini aşmıştır. Oysa bi­ zim sözde dincilerimiz, Atatürk'ün görüşlerinin bile öyle gerisinde kalmışlar ki, insan Atatürk'ün böyle kimselerin yaşadıkları bir ortamda bu büyük başarıları hangi güçle sağladığına şaşıyor. Burada, çağın yenilik ivmesini arttıran atılımları, kısa süre sonra değişecek, bambaşka yenilikler ortaya konacaktır. Atatürk bir ışıldaktır, gidilecek yolu, o yolun ön koşullarını, yürüyüş ilkelerini göstermiş, sapta­ mıştır. Bu olayda başlıca etken us denen yönlendirici, eleş­ tirici, ölçüp biçici, tartıcı, düzenleyici yetidir. Başarı bu ye­ tinin aydınlığında yürümekle sağlanır. Uygarlık tarihinde bir toplumun kurtuluşunu, bağımsızlığını, başarılarını, an­ cak us ilkelerine bağlamakta bulan, bunu toplumsal bir g ö j rüş ölçeği diye vurgulayan ilk devlet kurucu insan Ata­ türk'tür. Atatürk, kurduğu Dil Kurumu, Tarih Kurumu, Ka104

din Haklan, Dil Devrimi (yazıyla birlikte) gibi yenilikler­ le, yaşadığı dönemi çok aşmıştı. Bu kurumlar, yenilikler, oluşumlar üzerinde ayrıntılarıyla durulursa Atatürk'ün gi­ rişimleri, uygulamaları, başarıları karşısında şaşmamak el­ de değildir. İnsanlık tarihinde ulusunun özgün dilini kur­ tarmak, bilimin aydınlığında inceleme-araştırma konusu yapmak, dil bilincini uyandırmak için dilinin yapısıyla bağ­ daşmayan yazısını değiştiren yalnızca Atatürk olmuştur. Bu dil sorunu üzerinde biraz durarak, Türklerin kaç ya­ zı değiştirdiklerini görelim. Bilinen en eski Türk yazısı "Göktürk Yazısı" denen türdür. Burada Türkler yaşadıkla­ rı bölgelere göre başka yazılar da kullanmışlardır, ancak bunların dil tarihi bakımından, önemi daha azdır. İkinci bü­ yük değişiklik "Uygur yazısı" denen türde görülmüştür. Bunun dışında, Çin-Hind kökenli başka yazılar kullanılmış­ sa da yine yaygın bir önem, etkinlik taşımamıştır. Üçüncü yazı değişikliği Türklerin Müslüman olmaya başlamaları nedeniyle gündeme gelmiştir. Bu yazı bugün "eski yazı" denen, yanlışlıkla "Arap yazısı" adıyla anılan Nabati-Hind kökenli yazıdır, gerçekte İslam'la, dinle ilgisi yoktur. Eski Arap yazısı, ya da şimdi Kuran yazısı denen yazı 18 harfli yazıydı, buna sanırım "huruf-i embar" denirdi. Bu arada Türkler, özellikle Anadolu'da Grek, Ermeni yazılarını da kullanmışlardır, elimizde bu yazılarla yazılmış sayısız ürün vardır. Son Türk yazısı "Latin yazısı" denen, bugünkü ya­ zıdır. Türk dilinin yapısına, ses düzenine en uygun düşeni bu yazıdır (birtakım sesleri bütün özellikleriyle vermese bile). Şimdi konuya gelelim. Atatürk yazıyı değiştirerek, ku105

şaklar arasına uçurum soktu, dili değiştirdi, kuşaklar birbi­ rini anlayamıyor diyorlar. Bunları söyleyen şu Prof. Sanlı "Türkiyat esnafına" soralım, sizden önce gelenler, o yazı­ yı kullananlar (Osmanlı döneminde) birbirleriyle konuşur­ ken, anlaşırken Fuzuli'nin, Baki'nin, Şeyh Galib'in dilini mi kullanıyordu, onların yazdıklarını kolayca anlayabiliyor­ lar mıydı? Siz Göktürk yazısını, Uygur yazısını okuyup anlayabiliyor musunuz? O yazıları da Atatürk mü değişti­ rip kuşaklar arasına anlaşmazlık, uçurum soktu? Siz, lise­ yi bile "eski yazı"yla bitirdiniz (bu benden önceki kuşak içindir), elinize "harekesiz yazılmış" bir Kur'an verseler okuyabilir misiniz? Yeni Türkiye devletini kötülemek, Osmanlıya özlem duymak, sorunları yeterince bilmemekten kaynaklanıyor. Şimdi, 1950'den sonra, özellikle elleri, etekleri öpülen ta­ rikatçılar, yandaşları Osmanlı Devleti'nin yıkılışını bile Av­ rupa'ya yaklaşmaya, Avrupa uygarlığını benimsemeye bağ­ larlar. Şimdi, bu konuya değinelim. Osmanlı Devleti'nin ke­ fenini örme ilk kez Kanuni Süleyman'ın Fransızlara verdi­ ği ayrıcalıklarla (kapitülasyonlarla) başlamıştır. Bu kefen satın alındıktan sonra, cenaze için gereken öteki gereçler yavaş yavaş toplanmaya girişildi. Genç Osman, Üçüncü Selim olayları "cenaze suyunu" da sağladı. Osmanlının yatağa düşme günleri yaklaşıyordu, derken, İkinci Mahmud yozlaşmış kurumlardan kurtulma yollarını aramaya koyul­ du, çok geç kalınmıştı ancak yapılacak başka bir iş de yok­ tu. Hızla kalkınan, gelişen Avrupa karşısında gerileyen, içinden çürüyen Osmanlı Devleti son soluğunu, Tanzimat döneminde verdi, ancak bu görkemli tabutu kaldıracak ce106

maat, namazım kıldıracak imam bulunamadı. Peki bu yı­ kımların hangisinin nedeni Atatürk'tü? Osmanlı tabutu, bu musalla taşında İ918 yılına değin kaldı, artık ölü kokma­ ya, çevresini tedirgin etmeye başlamıştı. "Sevr Andlaşması"yla ölünün gömülmesi onaylandı, "cenaze imamı" bu­ lundu. Peki, bunda da suçlu Atatürk'müydü? Değil "ma­ sonlar", "Yahudiler", şunlar bunlar. Peki bu Masonlar, Ya­ hudiler nerelerde oturuyorlardı? Padişahın çevresinde, Sa­ ray'da. Peki bu evrede tarikatçıların etkisi yok muydu? Vol­ kan adlı yayın aracını çıkaran, orda yazılar yayımlayan, sonra Toptaşı'na atılan kişiler hangi tarikattandı: Nakşiben­ dilik. "Diyâr-ı küfri gezdim beldeler kâşaneler gördüm Dolaştım mülk-i Islâmı bütün viraneler gördüm Bulundum ben dahi darüş-şifa- yi Bab-ı Ali'de Felâtunu beğenmez anda çok dîvâneler gördüm Huzûr-i kûşe-yi meyhane-i ben görmedim gitti Ne meclisler, ne sahbalar, ne işrethaneler gördüm Cihan nâmındaki bir maktel-i âme yolum düşti Hükümet derler anda bir nice salhaneler gördüm Ziya, değmez humarı keyfine meyhâne-i dehrin Bu işretgehde ben çok kalmadım amma neler gördüm."

107

http://genclikcephesi.blogspot.com

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF