Mustafa Alkan - Osmanlılarda Hilafet
April 7, 2017 | Author: Bilgehan Sunkar | Category: N/A
Short Description
Download Mustafa Alkan - Osmanlılarda Hilafet...
Description
OSMANLILARDA HİLÂFET Mustafa Alkan
OSMANLILARDA HİLÂFET 1517-1909 "Geçişi, Tarihî Gelişimi ve Tesirleri"
Mustafa Alkan
İZMİR - 1997
ÇAĞLAYAN YAYINLARI ÇAĞLAYAN Basım-Yayın-Dağıttm ve Ambalaj Sanayri ve Ticaret AŞAydın Asfaltı Üstü Akçay Cad. No: 263 Gaziemir/İZMİR Tel: 252 20 97 - 98 Fax: 252 2 i 00 • YAYIN NO: 14 • OİZGİ-TASHİH-MONTAJ KAPAK TASARIM ve DAĞITIM: Nil AŞ. • BASKI: Çağlayan A.Ş. Tel; 252 20 97 - 98 Q , • Copyright © Bu eserin yayıiT hakkı Çağlayan A.Ş.'ne aittir.
a •
, ,. .
ISBN 975-7166.21,9 C2. Hamur)
Osmanlı Devleti'nin Kuruluşunun 700. Yılına Armağandır.
İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ
G GİRİŞ: O S M A N L I L A R ' A K A D A R HİLÂFET
A. İSLÂM TOPLUMUNDA HİLÂFETİN TEŞEKKÜLÜ
3
a) Eski Arap toplumunda siyasî ve sosyal yapı
3
b) Kabe ve Mekke şehrinin yönetimi
6
c) İslâm devletinin doğuşu ve gelişimi B. HİLÂFET KURUMUNUN SİYASÎ GELİŞİMİ
7 15
I. DÖRT HALÎFE DEVRİ (632-661)
15
II. EMEVÎLER (661-750)
18
III. ABBASÎLER (750-1517)
19
a) Abbâsîlerin halifeliği ele geçimieleri ve ilk dönem
19
b) Halifelerin siyasî güçlerini kaybetmeleri ve sultanlar ile mücadele
21
c) Mısır-Abbâsî halifeliği (hilâfetin sembolik bir görünüm kazanması)
24
C. TEORİK OLARAK HİLÂFET VE GELİŞİMİ
27
a) Halife ve hilâfet mefhumları üzerine
27
b) İslâm'ın siyaset teorisi ve bunun tarihî gelişimi
28
1. Hûlefâ-i Râşidin devri
31
2. Hilâfetin monarşik bir görünüm kazanması
32
3. Hilâfetin meşrutî hükümranlık dönemi
35
4. Hilâfetin ruhanî (sembolik) dönemi
38
c) Halifede aranan şartlar
40
d) Halifenin görev ve mes'uliyetleri
43
e) Halifenin görevinin sona ermesi
43
f) Halifenin kullandığı alâmetler
44
B
OSMANLILARDA HtLÂFET
BİRİNCİ B Ö L Ü M OSMANUU\R'A KADAR TÜRK-İSLÂM DEVLETLERİNİN HALİFELİKLE İLİŞKİLERİ 45 A. TÜRK-İSLÂM DEVLETLERİNE KADAR TÜRK-ARAP İLİŞKİLERİ VE TÜRKLERİN İSLÂM DEVLETİ HİZMETİNE GİRMELERİ 47 B. TÜRKİSTAN'DA KURULAN TÜRK-İSLÂM DEVLETLERİNİN HALİFELİKLE İLİŞKİLERİ 52 a) Karahanlılar 52 b)Gazneliler c) Selçuklular 1. Anadolu Selçuklulan ve Beylikler 2. Harzemşahlar C. MISIR-SURİYE'DE KURULAN TÜRK-İSLÂM DEVLETLERİNİN HALİFELİKLE İLİŞKİLERİ a) Tolunoğullan b)lhşîdîler c) Eyyubflcr d)Memlûklcr
54 56 62 67 68 68 69 70 73
İKİNCİ B Ö L Ü M HİLÂFETİN OSMANULAR'A GEÇİŞİ VE İSLÂM KAMU OYU ...75 A. 1517'YE KADAR OSMANU DEVLETİ VE HALİFELİKLE İLİŞKİLERİ 77 B. HİLÂFETİN OSMANULARA GEÇİŞİNİ HAZIRLAYAN GELİŞMELER 81 a) l. Selim'in Mısır seferi 81 b) Hilâfetin Osmanlılara geçtiği dönemde yapıldığı rivayet edilen merasimler ve İslâm kamu oyu 84 1. Halep'te yapılan merasim ve gelişmeler 85 2. Kahire'de yapılan merasimler ve kamu oyu 86 3. Halife ni. Mütevekkil'in İstanbul'a gönderilişi 89 4. İstanbul'da yapılan hilâfet merasimi 91 c) l. Selim devrinde hilâfet ve gelişmeler 95
İÇİNDEKİLER
C
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM OSMANU DEVLET İDEOLOJİSİ VE YAPISINDA HİLÂFETİN YERİ VE TESİRLERİ 101 A. HİLÂFETİN OSMANU İDARESİNDEKİ YERİ 103 a) Padişah 1. Halife olarak padişahın yetkileri 2. Halife olarak padişahın yetkilerinin kontrolü 3. Halife = Padişah-Teb'a münasebetleri b) Osmanlılarda cülus merasimi ve bîat c) Hukuk B. ULEMÂYA GÖRE OSMANU HİLÂFETİNİN MEŞRÛTİYETİ a)Hakk-ıseyf b) Seçilme hakkı c) Vasiyyet d) Haremeyn'in himâyesi e) Mukaddes emânetlerin muhafazası C. OSMANU HİLÂFETİNDEKİ DEĞİŞİM a) Klasik dönem Osmanlı hilâfeti b) İslâm dünyasını birleştirici bir unsur olarak hilâfetin ön plana çıkanlması c) Ruhanî hilâfet meselesi ve ruhbanlık d) Hilâfetin sembolik bir görünüm kazanması e) Osmanlı idarî yapısına yönelik tartışmalar D. HİLÂFETİN OSMANU TEB'ASI-ÜZERİr^DEKİ TESİRİ 1. TÜRK UNSURU İL MİLÜ AŞİRETLER, a) Anadolu'nun doğusundald aşiretler b) Arap aşiretleri c) Arnavut aşiretleri : in. ARAP UNSURU a) Arap hilâfet hareketleri 1. Mısır hidivinin halifelik iddiası
103 104 106 107 109 110 112 113 114 114 114 114 115 115 117 118 120 124 125 125 129 130 132 133 134 136 136
D
OSMANLILARDA HtLÂFET
2. Mekke şerifi Hüseyin bin Ali'nin halifelik iddiası
138
b) Arap hilâfeti fikrine karşı II. Abdülhamid'in mücadelesi ..140 IV. GAYRİMÜSLİM UNSUR
142
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM OSMANU SİYASÎ İLİŞKİLERİNDE HİLÂFET (1517-1876) A. OSMANU HİLÂFETİNİN GÖRÜNÜMÜ (1517-1876) B. OSMANU SİYASÎ İLİŞKİLERİNDE HİLÂFET a) Hicaz'ın Osmanlı hâkimiyetine geçişi ve Mekke şerifinin I. Selim'e biati b) Kanunî Sultan Süleyman devri ve gelişmeler c) Türk dünyasının genel durumu 1. Şeybani hanlığı 2. Şirvan şahlığı 3. Kazak hanlığı ve diğer Türk hanlıklan 4. Kırım hanlığı d) Iran e) Osmanlı Afrikası O Babür hanlığı ve Osmanlı hilâfeH
145 147 149 150 152 155 155 156 157 158 160 162 163
BEŞİNCİ B Ö L Ü M II. ABDÜLHAMİD, PANİSLÂMİZM VE HİLÂFET I. II. ABDÜLHAMİD VE PANİSLÂMİZM SİYASETİ a) II. Abdülhamid b) Pan-İslâmizm (ittihâd-ı islâm) hareketinin doğuşu c) Pan-İslâmizm hareketindeki gelişmeler ve II. Abdüllhamid'in meseleye bakışı II. HİLÂFETİN ÖNEM KAZANMASI VE II. ABDÜLHAMİD a) II. Abdülhamid'in halifelik anlayışı b) II. Abdülhamid'e göre hilâfetin fonksiyonları c) II. Abdülhamid'in halifelik anlayışının uygulamadaki tezahürleri
169 171 171 172 173 179 180 183 187
İÇİNDEKİLER
E
III. II. ABDÜLHAMÎDİN İSLÂM BİRLİĞİ İÇİN KULLANDIĞI YÖNTEMLER , a) Tarikatlar
190 .190
b) Hac
192
c) Resmî heyetler ve ajanlar
193
d) Basın ve yayın yoluyla propaganda
193
e) Hilâfetin Osmanlılara geçişinin 400. yılının kutlanması teklifi..^
196
IV. II. ABDÜLHAMİD'İN HAL'I VE HİLÂFETİN SONU
197
ALTINCI BÖLÜM OSMANU SİYASÎ lUŞKİLERİNDE HİLÂFET (1876-1909)
201
I. İSLÂM ÜLKELERİNDE OSMANU HİLÂFETİ VE TESİRLERİ 203 A. OSMANLI HİLÂFETİ VE TÜRK TOPLULUKLARI B. İRAN VE TESÂNÜD-1 İSLÂM
203 .210
C. OSMANLI AFRİKASI VE İTTİHÂD-İ İSLÂM
213
D. HİND MÜSLÜMANLARI VE TESÂNÜD-1 İSLÂM
218
a) Hind Müslümanlan'nın Osmanlı hilâfetine bağlanması
218
b) Hindistan'da hilâfet hareketleri
221
E. ÇİN MÜSLÜMANLARI VE OSMANU HİLÂFETİ
224
F. GÜNEYDOĞU ASYA ADALARINDAKİ MÜSLÜMANLAR VE OSMANU HİLÂFETİ 227 G. ERTUĞRUL GEMİSİNİN JAPONYA'YA GÖNDERİLMESİ VE OSMANU HİLÂFETİ .....228 II. BATIU DEVLETLER NAZARINDA OSMANU HİLÂFETİ
232
A. RUSYA
232
B. İNGİLTERE...
233
C. FRANSA
:.236
D. HOLLANDA VE DİĞER ÜLKELER
238
SONUÇ
241
KAYNAKÇA
245
İNDEKS
\
261
. OSMANLILARDA HİLÂFET
KISALTMALAR A.Ü.I.F. A.Ü.S.B.F. B.O.A. C. H. İ.A. I.Ü.E.F. İ.Ü.H.F. M.
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Cilt Hicri
S. T.D.T.D. T.D.V.
İslâm Ansiklopedisi İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Milâdi Sayfa Türk Dünyası Tarih Dergisi Türkiye Diyanet Vakfı
T.T.K.
Türk Tarih Kurumu
ONSOZ islâm'ın devlet başkanlığı müessesesi olan hilâfet, bidaye tinden ilgasına kadar her dönemde tartışma ve araştırmalara mevzu olmuştur. Bu durum her devrin şartlarına göre siyasî, idâri ve içtimaî bir müessese olarak hilâfetin gelişimine ortam hazırlamıştır. İslâm'ın devlet nazariyesi üzerinde teşekkül eden hilâfetin temeli Hz. Pcygamber'in siyasî,hukukî, adlî ve içtimaî uygulamalanyla şekillenmiş, ilk halifeler döneminde de müesseseleş miştir. Hulefâ-i Râşidin, Emeviler, Abbasîler ve Mısır Abbâsîleri'nden sonra son büyük halkası olan Osmanlılar'a intikal etmiştir. Osmanlı hilâfeti mahiyeti itibariyle Hulefâ-i Râşidin döneminden sonra aldığı görünümü kazanmış, bu dönemde de gelişimini ilgasına kadar sürdürmüş, devletin gücüne ve padişahın şahsiyetine göre bazen müessese bazen de padişah-halife ön plana çıkmıştır. Osmanlı hilâfeti, döneminde iki büyük muhalefetle karşılaşmıştır. Bunlar; Şiîlik esasına daya nan İran'ın muhalefeti ve kavmiyetçilik (Kureyşîlik) esâsına dayanan Arap muhalefetidir. Osmanlı'ya karşı Batılı güçler bu muhalif hareketlerden istifade etmişlerdir. Osmanlılar selefleri gibi hilâfet unvanını hakimiyetlerini sağlamlaştırma ve genişletmede kullanmışlardır. Bunu da inti kalinden ilgasına kadar zaman içinde peyderpey kendi halife liklerini tanıtmada ve kendi adlanna hutbe okutmada göre rek, İslâm'ın muhafızlığını üstlenmişlerdir. Neticede Osmanlı hilâfetinin etkisi zamanla artımıştır. Bu etki, imparatorluk için de devletin bütün müesseseleri üzerinde az ya da çok olur ken, sömürgecilik hareketlerinin hızlandığı XIX. asırdan itiba-
H
OSMANLILARDA HİLÂFET
ren imparatorluk dışındaki müslümanlar üzerinde de artmış tır. İslâm dünyasını büyük ölçüde sömürgelerine alan emper yalist Batılı devletler, "Pan-îslâmizm" yaygaralarıyla Osmanlı hilâfetini yıpratmak, tesirini azaltmak için bir hilâfet politikası geliştirmişlerdir. Hıristiyan kültürünün bir sonucu olan SezarPapahk ayrımıyla, halifenin otoritesinin, siyasî ve dinî olarak ayrılıp aynîleştirilmesi bu çabaların bir sonucu olduğunu söy lemek mümkündür. Biz "Osmanlılarda Hilâfet 1517-1909" isimli çalışmamı zın giriş bölümürıde; Osmanlılara kadarki İslâm hilâfetinin te şekkülünü siyasî ve teorik olarak ele aldıktan sonra, çalışma nın ana bölümlerinde ise, Osmanlılara kadar Türk-îslâm dev letlerinin halifelikle ilişkilerini ve Osmanlılara intikalinden son ra da pek çok ilim adamını meşgul eden hilâfetin "15171909" dönemindeki görünümünü, siyasî ve hukukî yönden gelişimini inceledik. Bunun yanında hilâfetin, Osmanlı idarî yapısı üzerindeki tesiri ile dinî yapısı itibariyle de imparator luk içinde ve dışındaki Müslümanlar üzerindeki tesirini ve si yasî ilişkilerdeki rolünü tahlil ettik. Aynca imparatorluk için deki gayrimüslim azınlıkların hilâfetin yapısı içerisindeki yeri ile sömürgeci büyük güçlerin Osmanlı hilâfetine yönelik siya setleri incelememiz içinde yer almıştır. Detaylı ve bir bütün olarak olmasa da "Osmanlılar'da hi lâfet" konusu, ilim âleminde gerek ansiklopedik gerekse özel konulu pek çok çalışmanın içinde yer almıştır. Objektif ya da sübjektif fikirler ileri sürülmüştür. Biz bu konuda yapılan çalış malara imkânlar nisbetinde ulaşarak, Osmanlı hilâfetini bir bütün olarak ele alıp değerlendirdik. Ancak konumuzun uzun bir döneme takabül etmesi ve bir müessese olarak hilâfetin önemine binaen çalışmaların çok ve değişik dillerde olmasın-
ÖNSÖZ
I
dan dolayı ulaşamadığımız çalışmaların olduğu da muhakkak tır. Bundan sonraki çalışmalardaki gayemiz ulaşılamayanları tetkik ederek, meseleleri daha detaylı incelemek olacaktır. Bu çalışmamda engin bilgi ve tecrübelerinden istifâde ettiğim ve çalışmamın nihaî şeklini almasında yardımlarını gördüğüm değerli hocam Prof. Dr. Bahaeddin Yediyildız'a; aynca ko nunun tesbiti ve planın yapılmasında yardımlarını esirgeme yen hocam Prof. Dr. A . Yaşar Ocak'a teşekkürlerimi sunma yı bir borç bilirim. Mustafa Ankara,
Alkan 1997
OSMANLILARA KADAR HİLÂFET
Girig
GİRİŞ O S M A N L I L A R A K A D A R HİLÂFET A. İSLÂM T O P L U M U N D A HİLÂFETİN TEŞEKKÜLÜ a. Eski A r a p T o p l u m u n d a Siyasî ve Sosyal Yapı İslâm'dan önce Arap yarımadasında Araplar; Arabu'lBaide (kuzeyden gelen hamiler), Arabu'l-Âribe (Yaktanlann Sa mi ahfadı) ve Arabu'l-Must'arebe (kuzeyden gelen evvelkilerin arasına yerleşen Hz. İbrahim'in ahfadı) diye üç ana bölüme ay rılmıştı (Şirvanî T: 21). Yani Hz. Peygamber'in doğduğu cemi yette bugün anlaşılan mânâda bir "devlet" nizâmı yoktu. Kur'ân'da "Mele"**' ismiyle zikrolunan meclis; nüfuzlu ailelerin reisleri ve zengin tüccarlardan mürekkepti. Bu meclis, Mekke sitesini teşkilatlanmış kanun ve icra vasıtalan ile de yönetmi yordu (Hamidullah 1980: 11/896). Yani ne bir enstitü, ne de bir ülke olmayıp bir topluluk (cemaat: kollecktioum) idi. Şu halde, bir devlet değil yalnızca bir millet vardı; ihdas edilmiş bir siyasî teşekkül değil, sadece kendi kendine oluşmuş bir taazzuv mev cuttu. Devlet memurları değil aile, soy ve kabile reisleri vardı. Millet (kabile-aşiret) sadece mensup olduğu ailenin büyüklüğü nisbetinde birbirinden farklı idi. Fakat birbirlerine kan birliği ile bağlanmıştı. Amme müessesesi, zahirî bir tazyike maruz bulun madan kan birliği, kan birliğinin mukaddes addedilmesi fikrine dayanmaktaydı. Bu anlayış kabileyi yaşatan ve bütün haline ') Mele': Başkanın çevresini, müzakere meclisini "dolduran" kimseler mânasında kullanılmış tır. Mele' servet ve mevkileri itibariyle seçilmiş, muteber şahıslar ve aile reislerinden meyda na geliyordu. Hakimiyeti sırf maneviydi ve ikna kabiliyetine dayanıyordu. Gerçekte birliğin esası da, tacirlerin sınıf tesânüdüydü. Bu tesânüd Hz. Muhammed'e karşı mücadelede, iyi ce görülür. (Hamidullah 1980:11/896).
. OSMANLILARDA HlLÂFET
getiren en önemli aıhtu (Wellhausen 1963:2). İbn Haldun (1990: l/331-54)'un "asabiyet" dediği bu ruh, bir nevi itikâd (din) hali ne gelmişti. Bu, o günkü Arap toplumunun hukuk anlayışını da etkileyecektir. Bir kabilenin mensuplanndan birinin başka bir kabilenin mensuplanndan biri tarafından öldürülmesi halinde, mensup olduğu kabilenin fertleri onun intikamını, katilin kendi sinden veya mensup olduğu kabilenin herhangi bir ferdinden alrrıak zorundaydı. Ferdî mes'ûliyetler kabile mes'ûliyetine inkılâb etmişti. Bir cinayet kabileler arasında sonu gelmez kan davalanna sebep olabileceği için, mümkün olduğu kadar kan dök mekten çekinilirdi. Bu korku cemiyette anarşiyi bir derece tahdid eden yegane unsurdu. Her ne kadar Kureyş kabilesi Mek ke'de yerleşik hayata geçmişse de bu kan birliğine inanç, yani "asabiyet" mevzuunda bedeviler gibiydi. Yani tabii örf hukuku ile tahdit edilmiş bir nevi cemiyet nizamı, mele' azalarının kabi liyetinden başka bir hukukî ve zecrî (zorlayıcı) vasıtaya sahip değildi (Wellhausen 1963: 2; Uçar 1992:30). Bedevî kabilelerinde topluluğun tesanüdünü temin eden şartlar; çöl hayatının güçlükleri ve kan bağından (asabiyet) iba retti. Kabileler geçimini çobanlık yaparak ve civardaki yerieşik halkı, çölden geçen ticaret kervanlarını ve bazen de birbirierini soyarak temin etmekteydiler (Haldun 1990: 1/302-307). Ayrıca gazve (akın) bedevîlerin hayatında esaslı bir unsurdu. Bu tür gazvelerde ganimet elde ettikleri gibi, elde ettikleri esirlerden fidye de temin ederlerdi (Uçar 1992:31). Kabile reisi kendi akranları arasında liderlik vasıflanna sa hip (akıllı, şecaatli, iyi vs.) olan birinci şahıs olup vazifesi pren sip itibariyle irsî değildi. Kabile tesanüdü ve kabilenin her ferdi için taahhüd ettiği mes'ûliyet, reisleri bir nevi inzibat vazifesi ile mükellef kılardı (Zeydan 1327: 1/18). Kabile fertlerinden birinin yaptığı bir iş, kabile tarafından kabul edilmek istenmez veya fert aşirete karşı bir suç işlerse.
GİRİŞ: OSMANLILARA KADAR HİLÂFET
aşiretten tard olunurdu. Bir kişi eğer başka bir kabilenin hima yesini temin edemez ise, merhametsiz çöl şartlannda mahvol muş demekti. Bu, bedevileri kabile tarafgirliğine zorluyordu. Fa kat yine de kabile şeyhinin (reis) idarî rolü mahduttu. Şeyh (reis) kabilesi üzerinde herhangi bir zorlayıcı kuvvete malik değildi. Kabileye yol göstermekten çok umumî efkânn arzusuna göre hareket ederdi. Bu hayat tarzının tabii neticesi olarak Araplar, herhangi bir otoriteye itaat fikrine yabancı ve son derece ferdi yetçi idiler (Uçar 1992:32). Benzeri uygulamalan, yerleşik haya ta geçtikleri halde Kureyş için de söylemek mümkündür. Putperest bir inanca sahip olan Araplar, hac mevsiminde Kabe'de toplanırlar ibadetin dışında ticaret ve sosyal münase betlerde bulunurlardı. Göçebe Araplann şehirlilere nazaran ha yır ve iyiliğe daha yatkın ve daha şecaatli olduğunu söyleyen İbn Haldun (1990: 1/384-86) "Arap kavminin devlet kurması nın ancak peygamberlerden birinin dinine inkıyad etmek veya bir velinin Allah'ın velilerinden olduğuna yahud da dinî, büyük bir esere inanmak ve tebaiyet etmekle olacağını" ifade ettikten sonra, buna sebep olarak da şunları söyler: "Araplar çöllerde dolaşan vahşî tabiatta kaba kılıklı, ki birli ve gururlu, himmetleri büyük, başkanlık ve baş olmak için birbirleriyle yanşan ve çekişen bir kavim olduklarından pek zorlukla birbirine boyun eğerler. Bu kılıkta oldukları için onların düşünce ve isteklerinin bir noktada toplandığı çok az görülür. Peygamberler veya Allah'ın velileri oldukla rına inandıranlar onların kibir,'gurur ve bütün kötü huyla rını giderir; boyun eğmeleri ve bir fikir etrafında toplanma ları kolaylaşır." İşte Hz. Muhammed, böyle bir anarşinin hüküm sürdüğü cemiyette belli bir inanç etrafında birliği tesis edecektir.
. OSMANLILARDA HtLÂFET
b ) K a b e ve M e k k e Şehrinin Yönetimi İslâm'dan önce Kureyş Araplannın hükümet şekli de "bâdiye-nişînlerin" (çölde oturanlann) yönetimine benziyordu (Zeydan 1328: 1/18-9). Bununla beraber, Kureyş'in yaşadığı Mek ke'nin yönetimi ayrı bir önemi haizdi. Çünkü Mekke'de bütün Araplarca kutsal bilinip, haram aylannda*' hac ve umre için ge lip ziyaret ettikleri Kabe, ticaret yaptıkları panayırlar vardı. Bu nedenle Mekke'ye hakim olan kabilenin Arap yarımadasındaki diğer Araplar üzerinde de tesiri olduğu muhakkaktır. Hz. İbra him ve oğlu İsmail'in yaptığı rivayet edilen Kabe'nin yönetimi, Hz. İsmail'den sonra Cürhümlüler tarafından M . Ö . 207 yılına kadar sürdürüldü. Onlann bu yönetimi terketmesi üzerine M.Ö. 207'de Kabe'nin yönetimi, Mekke'ye hakim olan Huzâalılann eline geçti. Kabe'ye ait bütün vazifeleri üstlenen Huzâalı1ar, Mekke'nin siyasî ve dinî yönetimini de ele aldılar. Bu du rum Milâdî 440 yılma kadar böylece devam etti. Bu tarihten sonra Mekke'nin hâkimiyeti bir müddet önce gelip oraya yerle şen Kureyş kabilesine geçti. Kabe ile ilgili bütün hizmetler Hz. Peygamber'in dördüncü dedesi Kusay b- Kilâb'ın elinde toplan dı. Bundan sonra da hakimiyet Kusay'ın evladına geçti. Kureyş tarafından reis seçilen Kusay, Mekke halkının toplanıp işlerini görmeleri için Darü'n-Nedve'yi yaptırdı. Mekkeliler önemli işle rini Kusay'ın başkanlığında bu kurulda görüşürlerdi. Kabe'ye ait vazifeleri düzene koyan ve bu vazifelerin esaslarını tesbit eden de yine Kusay olmuştur (Zeydan 1327:1/ 15-8). Mekke'de bir hükümdar aslâ mevzubahis olmamıştır. Mek ke Şehir Devleti'nin yönetiminde de ilk düzenlemeleri yapan Kusay, yabancı kabilelere de birtakım imtiyaz ve vazifeler tevzî etmiştir. Zamanla bir hükümdarlık tesis etme imkânına sahipAraplar, Hac ve Umre için Ka'be'yi ziyarete gittikleri dört ay, savaş ve yağmacılığı yasakla mışlardı. Bu aylar Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylan olup, "Eşhum'l-Hurum": Haram Aylan denirdi.
GİRİŞ: OSMANLILARA KADAR HİLÂFET
ken, o elinde bulundurduğu imtiyazlan oğullan arasında taksim etti. Böylece Mekke'de monarşik bir idare tesis edilemedi. İs lâm'ın zuhurunda Mekke sitesinde hükümet etmekte olan "on kişilik bir şûra" yani "oligarşik bir hükümet" vardı. Tevarüs yo luyla işbaşına gelme usûlü ise pek görülmez. Mekke Şehir Dev leti ile ilgili meseleler, oylama usûlü ile yapılırdı. Bazen çıkan ihtilâflar kabile savaşlanna sebep olabiliyordu. Bu nedenle Kabe ve Mekke Şehir Devleti'nin idarî birimleri, kabileler arasında paylaşılmıştı. Daru'n-Nedve'deki şûraya kabile ileri gelenleri katılabiliyordu. Bunun neticesi olarak da, Kureyş'in bütün kabile lerini memnun etmek için, önennliden önemsize vazifelerin çok olmasına dikkat edilmişti'*'. Bu ise, bütün kabilelerin kendilerini ') Siyanet:
Kabe'nin perdedarlığı, anahtar muhafızlığı veya hicâbe görevi olup, bu göre vi elinde bulunduran kişi, en yüksek makama erişmiş sayılırdı. İslâm'ın zuhu runda bu görev Abdu'd-Dâr Oğullan'nın elinde idi. Şikayet: Bu görev, tslâm öncesinde Mekke'ye gelen hacılara içecek tatlı su teminin den ibarettir. Sikâye ile Rifâde görevleri Abdi Menaf OğuUan'na veriMi (Hamidullah 1980: U/892-94) Rifâde: Hacılardan yoksul olanlan doyurmak görevidir. Kusay tarafından ihdas edil miştir. İslâm'ın zuhurunda bu görev Abd-i Menaf OğuUanndan Beni Hâşim kolunun elinde idi. Ukab (Kıyâde); KureyşIilerin Ukab (Karakuş) adında bir sancaklan vardı. Bu sancak, savaş sı rasında dışan çıkarılır, bir bayraktar seçilir ve o taşırdı. Liva da denilen bu bayrağı taşıma görevi Abdu'd-Dâr Oğullan'na bırakılmıştır. Nedve: Kusay tarafından Kabe'nin kenannda inşâ olunan ve "Darü'n-Nedve" adı ile anılan yapıda toplanan heyete "Nedve" denirdi. Kureyş'in ileri gelenleri icra yı meşveret ve müzakere için içtima' ederler ve kırk yaşından aşağı bulunan lar meclise dahil olmazlardı. Bu görev de Abdü'd-Dâr'ın elinde idi. Hz. Mu hammed, dedesi Abdülmuttalib'ın yanında kalırken buradaki müzakerelere katılırdı. Peygamber bu geleneği Medine Şehir Devleti'ne taşıyacaktır. KureyşIiler'in âmme ile ilgili her meseleyi istişare ettikleri Dâru'n-Nedve, şehrin merkezi "meşveret meclisi" idi. Ancak her bir kabile, Nâdî denen kendilerine mahsus bir toplanb yerine sahipti (Hamidullah 1980:11/898). Kıyâde: Kumandanlıktır, yani harb veya ticaret için giden fırka-i muharibin ve kafile lerin emin için kullanılır. Benî Umeyye'nin uhdesinde idi. Meşveret: Önemli işlerde meşveret görevi ile görevli kimsenin fikri sorulurdu. Müste şarlık demek olan bu vazife Kusay'ın oğlu Abdu'l-Uzzâ'nın çocuklanndan Benî Esed'e münhasır idi. Sifâret: Mekkelilerin başka devlet ve kabilelerle münasebetlerinde gönderilecek heye te başkanlık etme görevi idi. Bu görevi Adly boyundan Ömer b. Hattab yeri ne getiriyordu. Hükümet: Kabileler veya halk arasındaki kavgalan hakem sıfatıyla halletmek görevi idi. Bu görev Adiy b. Kâab soyuna alt bulunuyordu. Nizâret: Bir yerden başka bir yere götürülen eşyayı muayene edip mühürlü veya im-
8
OSMANLILARDA HtLÂFET
şûrada temsil etme imkânı sağlamıştır. Mekke Şehir Devleti ile ilgili her husus bu mecliste (Daru'n-Nedve meclisi) istişare yoluy la çözümlenirdi. Bu örfî usûlü Hz. Peygamber Medine'ye taşıya caktır. Hakkında- ayet olmayan her hususu istişare ile çözümle yecektir. Bunun en önemli misâli Uhud Savaşı öncesinde ya şanmış; Peygamber, meydan muharebesine karşı olduğu halde çoğunluğun karanna uymuştur (Taberî 1966:11/374-75). c) İslâm Devleti'nin D o ğ u ş u ve Gelişimi Milâdi 610 yılında Mekke'de Peygamberlik görevini açıkla yan Hz. Muhammed, İslâm dinini en yakınlarından başlayarak insanlara anlattı ve orîlan Islâmiyete davet etti. Peygamber'in doğup büyüdüğü yer olan Mekke'deki daveti 13 yıl sürdü. Bu süre içinde sınırlı sayıda da olsa O'na inanarak Müslüman olan lar da oldu. Fakat Mekkelilerin çoğu eski inanç ve yaşayışlanna bağlılıkta direndiler. Islâmiyeti kabul edenlerin sayısı az olması na rağmen Mekkeliler, Islâmiyeti kendi inanç ve hayat tarzları için tehlikeli gördüklerinden Müslüman olanlara düşmanca dav ranıyorlardı. Müslümanlann sayısı arttıkça Mekkelilerin düş manlık ve işkenceleri de artıyordu. Hz. Muhammed, ashabını korumak için Mekke dışında kendisine ve inananlanna kucak açacak ve koruyacak, İslâmiyeti kabul edebilecek bir yer ara maya başladı. Mekke civarındaki pazar ve panayırlar O'na bu hususta fırsat vermekte idiler. Taif'de Sakîf şeyhlerince kabul edilmedi. O'nun arayışlarına cevap Medine'den geldi. 620 yı lında on iki Medineli Müslüman, Mekke surlannın dışında, ga
Kubbe:
zali bir ruhsat kâğıdı vermek görevi idi. Bu görev Teym kabilesiııden olan Ebû Bekr'in elinde bulunuyordu. Bir nevi depo muhafızlığıdır. KureyşIiler, bir savaşa gittiklerinde bir çadır ku rup savaş araçlannı orada toplarlardı. Bu görev islâm'ın zuhurunda Mahzunoğullan soyundan Halid b. Velid'in elinde bulunuyordu. Bunlann dışında, Isâr ve Ezlâm: Kuta ve lal oku çekerlerdi. Benî Cumh'un uhdesinde idi. Eşnak; Borçlan ve Ceza-yı nakdîleri takdir ederdi. Bu görev de Benî Tamiy uhdesinde idi. A'ne: Kureyş'in atlanna nezaret ederdi. Ammare; Mescid-i Haram'da sükûneti sağlardı. Emval-i muhcere: Vakıf idaresi gibi bir takım görevleri vardı. (Zeydan 1327:1/21-23; Hamidullah 1980:11/882-94).
GiRİŞ: OSMANLILARA KADAR HİLÂFET.
yet gizli bir şekilde, ellerini Hz. Peygamber'in avucuna koyarak biat (Birinci Akabe) ettiler. Biat yeminleri şu hususlan ihtiva ediyordu: "Gerek sıkıntı ve muzaııaka ve gerekse sevinç ve sürür hâlinde (söz) dinlemek ve itaat etmek (başta gelir) ve (sen) bizzat bizim üzerimizde bir tercihe sahip olacaksın. Ve biz emretme yetkisini ta§ı\;an âmire -bunu kim elinde bulun durursa bulundursun- itiraz ve muhalefette bulunmayaca ğız. Allah yolunda bizi küçük gören ve horlayan kimsenin bizi ayıplamasından çekinmeyeceğiz. Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmayacağız, aramızda hiçbir kimseye iftirada bu lunmayacağız ve senin hiçbir iyi hareketinde sana karşı itaatsizlik etmeyeceğiz "(Hamidullah 1980:1/165). Birinci Akabe biatından iki yıl sonra 72 kişi gene Aka be'de Hz. Peygamber'e tekrar biat ettiler. Bu biatle, herhangi bir şekilde ihtiyaç hasıl olursa, her hususta Hz. Peygamber'i savunacaklanna, sözlerini dinleyip, emirlerine itaat edecekleri ne, O'nu kendilerine tercih edeceklerine, O'na itaat edecekle rine, her nerede olursa olsunlar, tahkir ve tehditten korkmayıp, Allah için hakkı söyleyeceklerine dair biat ettiler (Hamidul lah 1980:11/922).
M . Hamidullah (1980: n/922), İslâm Devleti'ni Milâdî 620 ve 622 yıllannda yapılan Akabe biatlanyla başlatır.'*' "Sadâkat yeminini de, İslâm Devleti'ni kuran içtimaî mukavelenin metni olarak" nitelemektedir. Hakikaten bu biatler karşılıklı bir sosyal mukavele olarak değerlendirilmektedir. Bu sosyal mukavele Mekke'de yapılmasına rağmen İslâm Devleti Medîne'de doğ muştur. Böylece Hz. Muhammed'e Medine'de Peygamberlik gö revinin yanında devlet başkanlığı kapısı da açılıyordu (Wellhausen 1963:3). Üstelik başına geçeceği Medîne Şehir Devleti'ni idare •) Şirvanî (T: 30-l)'de İslâm devletinin Akabe biatlanyle başladığı görüşündedir.
10
OSMANLILARDA HİLÂFET
edecek kanunlan koyma ve idare yetkisi tamamen kendinde idi. Burada din ve siyaset prensipleri Peygamber'in şahsında bir leşmiş, Mekke'de olmayan "ülke" unsuru da ortaya çıkmış tır. Böylece, Medine'de siyasî unsur da tebarüz edecektir. Hz. Muhammed hicret ettiği sırada Medîne'de altı bin ka dar müşrik Arap, dört bin kadar Yahudi ve elli kadar Hıristiyan Arap yaşıyordu (Niyazi 1990: 72). Fakat şehrin sosyal yapısı insanlann sulh içerisinde yaşamalanna fazla elverişli değildi. Me dine'nin siyasî ve sosyal hayatına kabîle anlayışı hâkimdi. Hat ta bir şehir devleti statüsü bile yoktu. Gerek Yahudiler ve ge rekse Araplar arasında her kabîle bir hukukî birlik teşkil ediyor ve bizzat kendi başkanlan dışında hiçbir siyasî otorite tanımı yorlardı (Hamidullah 1980:1/201). Birbirine düşman olan "Evs" ve "Hazrec" adlı iki Arap ka bilesi ile bunlann düşmanlık ve savaşlannı istismar edip, ticaret sayesinde zenginleşen kalabalık Yahudi nüfuzuna bir de Mekkeli Müslümanlann eklenmesiyle şehrin sosyal yapısı daha da kanşık bir hal aldı. Bütün bunlara rağmen Hz. Muhammed ve Müslü manlar Medîne'de çok iyi karşılandı. Aslında Medîne'nin kanşık sosyal yapısı işini kolaylaştırdı. Halk huzur anyordu. Oysa Mek ke'de sükûn ve nizam hakimdi. Peygamber'in yeni prensipleri orada nizâm bozucu olarak karşılanmıştı (Wellhausen 1963:3). Hz. Muhammed ilk iş olarak, Mekke'den göç eden Müslü manlar ile Medîneli Müslümanlan kardeş hale getirdi. Bu sos yal bir dayanışmaydı. Bundan sonra farklı inanç ve soydan ge len insanlann banş içerisinde bir arada yaşamalannın sağlana bilmesi için bir siyasî teşekkülün (devlet) kurulmasını, bir ahdin imzalanmasını gerekli gören Hz. Peygamber, sahabeleriyle bir likte, müşrik, Yahudi ve Hristiyan ileri gelenleriyle görüşmeler yaptıktan sonra, tam bir anlaşmaya varmak amacıyla Enes'in evinde toplandılar. Toplantıda alınan kararlar bir metin haline
GİRİŞ: OSMANLILARA KADAR HİLÂFET
H
getirildi (Hamidullah 1980: 1/205-6). Buna göre; Fertlerin ve ka bilelerin kendi haklannı kendilerinin koruması usûlü kaldınlıyor, merkezî bir otoriteye, yani devlete tevdî ediliyordu. Ayrıca yargılama yine merkezî otoriteye bırakılıyor, gayrimüslimlere ise kazaî, sahada tam bir muhtariyet tanınıyordu. Anlaşmazlık ların çözümünde Hz. Muhammed yetkili merci kılınmış, Medi ne'nin savunulmasına yönelik birtakım kararlar alınmıştır (Ha midullah 1980/1: 220-28). İlk İslâm devletinin anayasası olma hususiyetini taşıyan bu anlaşma ile başkanının Hz. Muhammed olduğu ilk İslâm devletinin (Medine Şehir Devleti) temeli de atıl mış oluyordu. Medîne'de kurulan bu ilk İslâm devletinde toplumu oluştu ran farklı insan gruplannın karşılıklı hak ve görevlerini düzenle yen bu yazılı belge ile, devletin yönetim biçimini, yasama, yü rütme ve yargı fonksiyonlannın nasıl çalışacağını, kişilerin hak ve yükümlülüklerinin neler olduğunu ortaya koymuştur. Bu bel geyi İslâm hukukçuları, tarihte kurulan ilk İslâm devletinin ilk yazılı anayasası saymaktadır (Hamidullah 1980:1/206). İslâm devletinin Peygamber'in "Medine dönemi"nde te şekkül ettiği, gelen ayetlerde de bellidir. Mekke döneminde da ha çok "inanç" ve "ahlâk" ile ilgili âyetler geldiği halde, Medi ne dönemi'nde "ibadet", "cihâd", "miras", "ceza", "yargılama usûlü", "borç ilişkileri", "devletler arası ilişkiler" gibi doğrudan doğruya devleti ve toplum hayatını ilgilendiren âyetler gelmiştir (Karatepe 1990: 19). İslâm devletinde Hz. Peygamber aynı zamanda devlet baş kanlığı görevini yüklenmiş, ordu komutanlığı ve yargı işleri de dahil pek çok kamu görevini bizzat yürütmüştür. O dönemde kurumlaşma imkânı az olduğundan mescid; ibadet, eğitim, da nışma, yardımlaşma ve benzeri hizmetlerin yürütüldüğü çok fonksiyonlu bir merkez görevini üstlenmiştir. Topraklar geniş-
12
OSMANLILARDA HİLÂFET
leyip de kamu hizmetleri tek merkezden idare edilemez olun ca, Hz. Peygamber devlet başkanı olarak, kamu hizmetlerini yürütmeleri için görevliler atamıştır. Mekke'nin dışındaki yeriere gönderilen görevliler yargı işlerine de bakmışlar, bu geçici görevlilere yargılamayı nasıl yapacaklannı Peygamber bizzat kendisi öğretmişti. Medine'deki bu yeni sistem içinde dinin kudreti daha ziya de siyasî mânada tezahür etti. Bu kudret bir cemaat ve onun üstünde itaat gören bir otorite yarattı. Devletin hâkimiyetini Allah teşahhus ettiriyordu. Mutlakiyetçi toplumlarda kralhükümdar namına olan, orada Allah namına oluyor, ordu ve âmme hizmetleri Allah'ın adı ile müterafıktı (kanşmış, beraber olmuştu). O zamana kadar Araplara yabancı olan hükümet mefhumu Allah ile kurulmuş oluyordu. Bu yeni oluşumda Müs lümanların oluşturduğu cemaat "ümmet" adını alacaktır. Üm metin üzerinde Allah namına Hz. Muhammed hüküm sürmüş tür. Birliğin bağı imandır. Bu ümmet fikri içinde Yahudi ve Hıristiyanlara da haklar tanınarak, birlik içinde mütalâa edilmiş lerdir (Wellhausen 1963: 4-6). Şüphesiz ki, Peygamber'in İslâm'la oluşturduğu bu nizam, ilahî iradenin hakim olduğuna inanılan bir nizamdı. O, bir pey gamber ve aynı zamanda kanun koyucu idi. Fakat yetkilerini mevcut hukuk sistemi içinde değil, dinî nizam içinde icra etmiş tir. Otoritesi mü'minler için dinî, gayrimüslimler için siyasîdir. Yani Peygamber'in mü'minler üzerindeki otoritesi siyasî pek çok önemli neticeleri olmakla beraber bizatihi siyasî değil dinî dir. Ancak burada teokratik bir devlet değil bir cemaat vardır ve bu cemaati kendisine vahiy geldiğine inanılan Peygamber idare etmekte idi. Bu idarede Peygamber birtakım vazifelere muay yen memurlar tayin etmiyor, sadece, icrasından sonra vazifeli lerin kendiliklerinden çekildikleri, vazifeler ihdas ediyordu. Pey gamber mü'minler üzerinde otoritesini zorlayıcı tedbirlerle uy-
GİRİŞ: OSMANLILARA KADAR HtLÂFET
13
gulayacak bir müessese getirmiyor; sadece hudutsuz salahiyet leri hususunda vahiy vasıtası ile ikna ediyordu. Medine'de hic retinin birinci yılında îslâm devletini kurduğu halde, devlet me kanizmasının kurumlaşması kendinden sonraya kalmıştır. An cak ortaya çıkan meselelerin çözümünde uyguladığı metodlar ile geleceğin İslâm devletlerine örnek olmuştur (Uçar 1992: 34). Bununla beraber, geçici görevlendirmeler tarzında daha ilk zamanlardan itibaren bile, günlük vakit namazlannı kıldır mak ve sadaka adı altında Medine'ye gönderilen vergileri top lamak İslâm'ı yeni kabul eden kabilelere öğretmek, ortaya çı kan hukukî-kazâî meseleleri çözümlemek için birtakım görevli ler atamıştır. M . Hamidullah (1980: I/706)'ın, "Eyalet yöneti mi" olarak nitelediği kabilelerin başına kabile reislerinin atan ması bu tarzdadır. Bu görevlendirmeler hicrî 9. yıldan itibaren daha da belirginleşmiştir. Bu ilk idarî yapı içinde iki çeşit hiyerarşi görülür: 1. Hz. Peygamber tarafından aynı kabile içinden seçilip tayin edilen görevliler veya yerinde muhafaza edilen, tevarüs yoluyla gelen başkanlar. 2. Vergi tahsildarlan, hukukî ihtilaflan çözen hakimler, İs lâm'ı halka öğreten muallimler, Hz. Peygamber'in merkezden gönderdiği diğer bütün vazifeliler. Bu siyasî ve sosyal yapı için Arap kabileleri, Hz. Peygam ber'e Medine'de bir bir gelip biat ediyor ve Müslüman oluyor lar. Peygamber de onlara bu yeni nizam içinde yardımcı olu yordu. Bir savaş çıkması halinde bütün mü'minlerin katılımıyla islâm ordusu meydana geliyor, savaş giderleri de yine Müslü manların yardımıyla "beytü'l-mâl"da toplanarak karşılanıyordu. Netice itibariyle, siyasî müesseseleri mevcut olmayan bu ni zamda tabiî olarak Peygambere inanç sebebiyle hasıl olan bir itaat vardı. Peygamber kendisine herhangi bir meşru otorite
14
OSMANLILARDA HtLÂFET
veya müesseseyi vasiyet veya halef tayin etmemiş, Kur an'ın ilâhî iradeyi ifade eden otoritesi bütün Müslümanlara emanet edilmiştir. Gerekirse Müslümanlar birini intihap ederek kendile rine siyasî lider yapabilirlerdi. Peygamber kendi yerine, mü'minler üzerine, hükmedecek bir otorite olarak sadece Kur'an'ı bırakıyor, bir halife tayin etmiyor, bir şûra veya başka bir müessese kurulmasını da vasiyet etmiyordu. İlâhî hukuku herhangi bir tarzda tefsir ve tatbik etme salâhiyeti ve hakkı, bir halifeye, bir ruhban sınıfına veya herhangi bir teokratik mües seseye mahsus olmayıp, bütün müslümanlann en tabiî hak ve vazifesi oluyordu. Otorite cemaate müşterek bir miras olarak tevdî edilmek suretiyle bir şahs-ı manevîsi haline gelmiştir. Bu vaziyet karşısında Müslümanlar kendilerine bir halife seçiyorlar, ama halifenin de bizzat mü'min gibi ilahî kanuna riayet etmesi; keyfî değil, müslümanlann müşterek tasvibine uygun olarak ha reket etmesi beklenirdi. Zira şahsî kararlann ilahî hukuka uy gun olup olmadığına karar verecek teokratik bir müessese yok tur ve ilahî irade halifenin şahsında değil Kur'ân'da tecessüm etmiştir. Böylece, eski kan biriiğinin (asabiyet) iman biriiğine dönüşmesi gibi halife de tıpkı eski kabile şeyhi gibi kendi ak ranları arasında seçilmiş bir birinci şahıstan ibarettir (Uçar 1992: 36). Hz. Muhammed'in tesis ettiği îslâm devletinin; siyasî, as kerî ve adlî teşkilatları ile iktisadî ve sosyal yapısı ve bunların temel ilkeleri O'nun zamanında şekillenirken (Hamidullah 1980: 11/961-1153), kurumlan, Peygamber'in ilkeleri üzerinde ilk hali feler devrinde inkişâf ederek, âlemşümul hale gelmiştir (VVellhausen 1963: 11). Gelişmeler İslâm devletinin sınırlannın genişle mesine paralel olarak devam etmiştir. Hz. Peygember'in ölümü her ne kadar O'na derinden bağ lanan İslâm toplumu üzerinde büyük bir infial uyandırdıysa da, Müslümanlar O'nun yerine ve O'na bir halef gerektiğinin far-
GtRİŞ: OSMANLILARA KADAR HİLÂFET
15
kındadırlar. Bu halefi de Peygamberlerinin Mekke'den Medi ne'ye taşıdığı ve geliştirerek uyguladığı meşveret-istişâre usu lüyle seçeceklerdir. Onların bu usûle uzak olmadıklannı ve bir halef seçmenin gerekliliğini görmelerini, Hz. Peygamber'in ölüm haberi duyulur duyulmaz, Ensar'ın halifeyi seçmek için Benî Saîde gölgeliğinde toplanmalanndan çıkarmak mümkün dür (Hamidullah 1992: 100-113).
B. H İ L Â F E T K U R U M U N U N S İ Y A S Î G E L İ Ş İ M İ L D Ö R T H A L İ F E D E V R İ (632-661) Yukarıda siyasî ve sosyal temellerinden bahsettiğimiz İs lâm devletinin başında bulunan Hz. Muhammed bir peygam ber olarak getirdiği dini tebliğ etmiş ve siyasî otoritesi etrafında toplanan kitleleri idarî bir organizasyon içinde teşkilatlamıştı. O, tamamen kendine has niteliklerde Medine İslâm devletinin oluşmasını sağlamış ve bu devletin başında, her türlü iktidarı elinde tutarak on yıl kalmıştı. O, bir devlet başkanı olarak insa nı ve toplumu ilgilendiren her alanda yeni düzenlemeler getir miştir (Dursun 1992: 96). Peygamberîn ölümü Müslümanlann üzerinde derin bir infi al uyandmrken, devlet başkanlığı probleminin doğmasına da yol açtı: Devletin başına geçecek, siyasî iktidarı eline alacak ki şinin nitelikleri ve statüsü ne olacaktı? "Peygamberin halefi ve kendisinden sonra, yerine kaim olmak itibarı ile, İslâm camiası nın en yüksek reisi kim olacaktı?" (Arnold 1950: V/148), gibi sorular Müslümanlan meşgul etmiştir. Neticede Peygamberin halefi, İslâm devlet başkanı olarak O'nun siyasî ve idarî yetkile rini yüklenerek halife oldu. Zamanla gelişen ve değişen bu dünyevî başkanlık birimi müesseseleşti. Amaç İslâmî kurallarla toplumu iyi idare etmektir (Hudârî 1986: 269).
16
OSMANLILARDA HİLÂFET
Hz. Muhammed, özel konumu itibariyle birincisi, Allah'ın elçisi olarak manevî lideriik, ikincisi de aynı zamanda toplumun günlük işlerini düzenleyen bir devlet başkanı olarak iki türlü fonksiyonu ifa etmiştir. Hz. Peygamber'in ölümü ile tabiî ola rak birinci misyon sona erdi. Fakat kendisinden sonra toplu mun işlerini düzenleyecek. Peygamberin tebliğini dünyaya du yuracak bir idareciye ihtiyaç vardı. Hz. Ebû Bekir'in seçimi işte bu mecburiyetin sonucu olup; hilâfet müessesesi, onun Pey gamber'in halefi seçilmesi ile ihdas olunmuştur. İslâm tarihlerinde, "Hulefâ-i Râşidîn", "Hilâfet-i Kâmile" ve "Cumhur halifeler" gibi isimler de verilen dört halife devri Ebû Bekir'in Hz. Peygamber'e halef seçilmesi ile başlar. Hz. Peygamber'in ölümünden, bir kısım Müslümanın özel likle Ensâr ve Muhâcir'in ileri gelenleri Benî Saide gölgeliğinde toplanarak uzun müzakere ve münakaşadan sonra Ebû Bekir (632-34)'i halife seçtiler. İstişârî seçim ile başa geçen İslâm'ın ilk halifesi Ebû Bekir'in seçilmesinde Hz. Peygamber'e yakınlı ğı ve Peygamber'in hastalanınca mesciddeki imamet (namaz kıldırma) görevini ona tevdî etmesi etkili olmuştur (Hişam 1985: 412-13). İslâm fetihlerini devam ettiren, çıkan isyanlan bastırarak İslâm biriiğini koruyan Ebû Bekir, iki yıl sonra öldü. Ölmeden önce Hz. Ömer'i halifelik için yerine aday gösterdi. Müslüman ların ileri gelenlerine danışarak aday gösterdiği (Hamidullah 1992: 119-121), .Hz. Ömer devrinde (634-44) İslâm devletinin sınırları bir taraftan Tunus'a, diğer taraftan da Anadolu içleri ne, Kafkaslar'a, Türkistan'a ve Sind'e ulaştı. Bu dönemde ülke topraklannın genişlemesi, bu geniş coğrafyanın kültürel yapısı nın çeşitlenmesi üzerine, siyasî, askerî, hukukî, malî ve sosyal alanlarda birtakım daimî kurumlara ihtiyaç hasıl oldu. Bu ihti yaca binâen İslâm devleti, Medine Şehir Devleti'nin temelleri
GİRİŞ: OSMANLILARA KADAR HİLÂFET
17
Üzerinde kurumlaştı (Hudarî 1986: 106-107). Hz. Ömer on yıl halifelik görevini ifâ etti. İranlı bir mecûsî tarafından yaralanınca ileri gelenlerin bir aday göstermesi için ısrar etmeleri üzerine bu iş için ehl-i hal ve'l-akd olan altı kişilik bir heyeti halife seçimi konusunda görevlendirdi (Hudârî 1986: 19). Bu heyet (şûra) halkın tercihini sorduktan ve istişare ettikten sonra Hz. Osman'ı halife seçeceklerdir (Haldun 1990:1/ 532). Hz. Osman devri (644-656) on iki yıl sürdü. Bunun ilk altı yılında İslâm fetihleri devam etti. Merkezdeki otoritenin zayıfla ması ve ülkenin genişlemesine paralel olarak kontrol azaldı. Valiliklerde tevazuun yerini yavaş yavaş ihtişam almaya başla dı. İkinci altı yılda iç isyanlar başgösterdi. Osman bu isyanlar dan birinde öldürülünce, yerine Hz. Ali halife seçildi. Ali'nin halifeliğini Ümeyye ailesi, özellikle Şam valisi Muaviye tanıma yacaktır. Bu, İslâm devleti içinde birtakım iç mücadelelere ve bölünmelere yol açmıştır. Hz. Ali devri (656-61), bu iç mücade-r leler ile geçmiştir. Ali'nin 661'de öldürülmesiyle, otuz yıl süren "Dört halife devri" sona erdi. Bu dönemdeki yönetim Hami dullah (1992: 94)'ın deyimi ile "kendine has bir hükümet şek li" olarak ele alınmalıdır. Eşâsen halifenin bir kişi veya zümre tarafından seçilmesi, halife olabilmek için yeterli değildir. İlk dört halifeyi meşrulaştı ran unsur, müslümanlann biat etmeleridir (Dursun 1992: 103). Bu dönemin kendi içinde birtakım meseleleri de yok değildir. Bu meseleler Hz. Ali döneminde patlak verecek ve iç mücade lelere dönüşecektir. İmâm Ebû Hanîfe bu dönem halifeleri için "Ebû Bekir'in halifeliği, Hz. Peygamber'in işareti ile, Ömer'inki ise Hz. Sıddîk'm nasbetmeye işareti ile sabit olmuş tur. Osman ile Ali'nin halifeliklerinde icma' yoktur" görüşünü serdeder (Ebû Hanîfe 1979: 45).
18
OSMANLILARDA HİLÂPET
II. E M E V Î L E R (661-750) Hz. Ali'nin halife olmasından sonra Ümeyye ailesi ve özel likle Muaviye, yeni halifeye bîat etmediler. Bu durum önce Cemel Savaşına (656), sonra da Sıffin Savaşlanna (657) yol açtı. Muaviye Sıffin Savaşı'nda yenildiyse de siyaseten galip gelerek Ali taraftarlannı bölmeyi başardı. Hz. Ali'nin Haricîlerce şehid edilmesinden sonra yerine geçen oğlu Hz. Hasan, Muaviye'nin tazyikine dayanamayıp altı ay sonra hilâfeti, saltanat haline ge tirmeme şartıyla Muaviye bin Ebû Süfyan'a devretti (Ayçan/ Sarıçam 1993:5). Muaviye müslümanlann büyük çoğunluğu ta rafından halife olarak tanındı (Vagleri 1988: 85). Esasen, Hz. Ali ile Muaviye arasındaki hilâfet mücadelesi nin arkasında, Arap kabileleri arasında İslâm öncesi var olan kabile ve üstünlük (asabiyyet) mücadelesi yatar (Haldun 1990/1: 518). Hz. Muhammed'in karizmatik şahsiyeti karşısında geri planda kalan bu duygular, O'nun ölümünden sonra ilk fırsatta değişecek ve Haşimîlik ve Emevîlîk mücadelesine dönüşecektir (Alkan 1991:24). Muaviye ile başlayan yirmi yıllık iç banş ortamı, onun bü tün diplomatik maharetlerini kullanarak oğlu Yezid'i yerine "Veliahd" seçtirmesi ile bozuldu. Muaviye ile, Hulefa-i Râşidin devri ve halifenin seçilmesi usûlü sona erdiği gibi, zorla başa geçme usûlünden (istilâ) sonra oğlu Yezid'i "Veliahd" seçtirme si ile saltanat (tayin) usûlü de onunla başlamış oldu (Ağırakça 1992:77). Muaviye bu yolla, mevcut iktidar tarafından tayin edilen varisi reddedebilme hakkının tevdi edilmesiyle, seçmen lerin iradesini teminat altına almış oluyordu. Şûranın ve seçim sisteminin ilgâsı ve hilâfetin babadan oğula geçen bir saltanat haline gelmesi, birçok problemiyle hilâfet müessesesine yeni bir görünüm kazandırıyordu. Bu yeni sisteme olumlu nazarla bakmayanlar olduğu gibi "hilâfet-i nakısa" olarak niteleyenler de olmuştur (Seyyid Bey 1339: 13-17).
GİRİŞ: OSMANLILARA KADAR HİLÂFET
19
Muaviye'nin İslâm devletine getirdiği bu sistem, kendisin den sonra gelen halifeler tarafından takip edildi. Saltanatın azamet ve otoritesi benimsendi. Yönetim halktan koptu, tak vanın yerini kılıç ve zenginlik aldı (Çelebi 1986: 558). Muaviye ile başlayan Emevîler döneminde (661-750), on dört Ümeyye hükümdar halifesi, hilâfet makamına geçti (Albayrak 1992:125). Bu dönemde İslâm devletinin sınırları çok geniş ledi. Batıda Atlas Okyanusu ve Fransa içlerine, doğuda Türkis tan ve Hindistan'a uzanıyordu. İmparatorluk içinde meydana gelen birtakım olumsuzlukların sonucunda muhalif gruplar, bir leşerek, Emevî hâkimiyetine son vererek, Hz. Muhammed'in amcası Abbas b. Abdulmuttalib'in soyunu hilâfet makamına geçirdiler (Yetkin 1988: 1/34).
III. ABBASÎLER (750-1517) a) Abbâsîlerin Halifeliği Ele Geçirmeleri ve İlk Dönem İsmini Hz. Muhammed'in amcası Abbas b. Abdülmuttalib b. Haşim'den alan Abbâsîler'in iktidara gelmesi; Emevî idare sinden, başta mevâlî nazanyla bakılan Arap olmayan kitleler ile baskı altında tutulan Ehl-i Beyt (Peygamber'in soyu) olmak üzere, memnun olmayan gruplann lider kadrolannın temsil et tiği ve öncülüğünü yaptığı yoğun bir propaganda ve teşkilatla nan büyük bir kitlenin faaliyeti neticesinde olmuştur (Yetkin 1988:31). Siyasî, sosyal, malî, askerî ve kültürel problemlerin yaşan dığı Emevî iktidanna karşı hareket bütün şartlann hazırlanma sından sonra Ebû Müslim tarafından Horasan'da başlatıldı. Bu hareket 28 Kasım 749 Küfe Camii'nde Ebû'l-Abbas'a halife olarak bîat edilmesi ve Emevî hanedanının ortadan kaldınlmasıyla hedefine vasıl oldu (Yetkin 1988:34).
20
OSMANLILARDA HtLÂFET
Abbasî halifeliğini siyasî güç itibariyle üç bölüme ayırmak mümkündür. Bunlardan birincisi, Emevîler'in devamı olarak, Abbâsîler'in hâkimiyetinin sürdüğü, İslâm fetihlerinin devam et tiği dönemdir. İkinci dönem ise, halifelerin siyasî hakimiyetleri ni sultanlara kaptırdığı dönemdir. Üçüncüsü de, Moğollarca yı kılan Bağdad Abbasî hilâfetinin Memlûkler tarafından ihya ediU mesi ile başlayıp, Osmanlılar'ın Mısır seferine kadar devam eden Mısır Abbâsîleri dönemi (1261-1517). İlk iki dönemi oluşturan Bağdad Abbâsîleri (750-1258) dö neminde otuz yedi halife devlet başkanlığı yaptı. "Biz kitap ve sünnet-i seniyye-i Nebeviyye ile memleketi yöneteceğiz" (Mevdûdi 1972: 262-6) vaadiyle başa geçen İslâm devletinin bu yeni hanedanı, Emevîler'in temsil ettikleri "mülk-devlet" (Saltanat) (Uçar 1992.102-103) anlayışının bir devamı oldu. Hanedanın kurucusu Ebû'l-Abbas, Emevî ailesini ortadan kaldırdı. İkinci halife Ca'fer el-Mansur, devlet merkezini Suriye'den Irak'da bulunan Bağdad'a taşıdı. Hanedanın gerçek kurucusu olarak kabul edilmektedir. Emevîler faaliyet alanı gereği Bizans idaresi ve müessese lerinin tesirinde kalırken, Abbasîler de İran'ın tesirinde kalmış lardır. Zaten Abbasî ihtilalinin yükünü mevâli çekmişti. Abbâsîlerle îslâm devletinin idarî ve askerî kademelerinde (içinde) me vâli hızla yükseldi. Abbâsîler'in en güçlü olduğu, Harun erReşîd'in ölümünden sonra oğulları Emin ve Me'mun arasındaki hilâfet mücâdelesi aynı zamanda Arap-îranlı unsurlann iktidar mücadelesi idi. Me'mun'un galip gelmesiyle, onu destekleyen İranlılar ön plana çıkarken, Araplar devlet idaresinden uzaklaştınldılar. Me'mun ve Mu'tasım dönemlerinde Arap-Iranlı müca delesinde bir denge unsuru olarak Türkler ön plana çıkarılacak tır. Bütün bu gelişmeler ve iç mücadeleler Harun er-Reşîd'in oğullarından sonra ülkenin parçalanmasına yol açtı. Pek çok emîr veya sultan müstakiUiğini ilan etti. İmparatorluk içindeki
GİRİŞ: OSMANLILARA KADAR HİLÂFET
21
güçlerin mücadeleleriyle siyasî ve askerî gücünü kaybeden hali feler, siyasî ve askerî güç sahibi sultanlar ile mücadele etmeye başladı. Bu mücadeleler Bağdad Abbâsîlerinin yıkılışına kadar sürdü (Yetkin 1988:35).
b) Halifelerin Siyasî Güçlerini Kaybetmeleri ve Sultanlar ile Mücadele Emevîler'in saf dışı bırakılması ile en büyük kayba hilâfet uğramıştır. Abbasîler, Harun er-Reşîd zamanında (786-809) parçalanmaya yüz tutmuş, hatta halifeliğin sadece adı kalmıştı (Gibb 1956: 205). Bundan sonra siyasî güç sultanlann eline geçmiştir. IX. asırdan sonra; idaredeki karışıklıklar halife ve vezirlerin sık sık hal'edilmelerİ, emirlerin başına buyruk tavırlan, çeşitli mezhep ve kelâm ekolleri arasında süren çekişmeler (Spuler 1988: 1/151), ümmetin idaresini elinde bulundurmak ve Hz. Peygamber'e halef almak meseleleri Abbâsîleri sarstı. Bu dö nemde de tesirieri gözardı edilmeden Haricîler bir tarafa ko nursa, ihtilâf ve çekişmeler iki büyük güç olan Sünnîler ile Şiî ler arasında cereyan etmiştir (Miquel 1991:1/127). Atlas Okyanusu'ndan Sind'e kadar uzanan Abbasî İslâm devletinin birliği korunamayınca üç değişik yerde üç hilâfet or taya çıktı. Sünnî İslâm devletlerinin; Tolunoğullan, Akşitler, Eyyubîler, Memlûklar, Tahirîler, Saffâriler, Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular'ın bağlı olduğu Abbasîler hilâfeti (Spuler 1988: 1/151), Şiî İslâm devletlerinden; Büveyhîler, Rüstemdâriar, Bavendîler ve bütün Taberistan alevîlerinin bağlandıklan Fatımîler hilâfeti (Goloğlu 1973: 14) ve Emevîler'in yıkılmasın dan sonra, Abbasî topraklannda bannamayarak, İspanya'ya ge çen Emevî ailesinin burada kurduğu Endülüs Emevî hilafeti (Goloğlu 1973: 15). Aralarında Sünnî-Şiî ayrılıkları olan bu dev letler birbirleriyle kıyasıya mücadele ederken, biri yıkılıyor, ye-
22
OSMANLILARDA HİLÂFET
rine bir başka devlet kuruluyordu. X. asırda, Abbasî halifesi Müstekfi zamanında Büveyhoğullan, Irak'ı istilâ ile Bağdat'ı zaptettiler (945). Şiî Fatimîlerce des teklenen Büveyhoğulları Abbasî hilâfetini ortadan kaldınp ken di siyasî hâkimiyetleri gereğince bu makamı kullanmak istedi ler. Hilâfeti ortadan kaldıramadılar ancak, Abbasîler de halife lik unvanından başka bir nüfuz bırakmadılar. Bağdat'ın işgali İs lâm dünyasındaki parçalanmayı hızlandırdı. XI. asnn ilk yarısın da Endülüs hariç olmak üzere batıp çıkan devlet sayısı on altıyı buldu. Bu hükümetler birer hidiviyet mahiyetinde idiler. Yani Abbasî imparatorluğunu metbû tanıyorlardı. Fakat bu metbûiyetin, dinî bir hürmetten başka mânâsı yoktu. Hükümdarlar iç te ve dışta her hususta müstakillen hareket ediyorlardı. İslâm dünyasında dinî, siyasî, ekonomik ve sosyal buhran hakimdi. Haçlılann da büyük tehlike oluşturduğu bu dönemde birliği sağ layabilecek, hiçbir Sünnî İslâm devleti olmadığı gibi Abbasîler de bundan uzaktı (Niyazi 1990: 156). Bu feci manzaralara seyir ci olmaktan başka bir şey yapamayan halifeler, İslâm devlet ve hükümdarlan arasındaki mücadelelere kanşmadılar, karışama dılar da. Yaptıklan, başarılı olanların fethettikleri veya İzaptettikleri ülkelerdeki hakimiyetlerini tasdik etmek, onlara menşur, hil'at ve hediyeler göndererek manevî nüfuzunu sürdürebilmek olmuştur (Günaltay 1943: 62-3). Şiî Büveyhîlerin baskısından halifeyi Selçuklular kurtardı. Selçukluların siyaset sahnesine çıkmasıyla, hilâfet Türklerden güçlü bir vasî buldu. Selçukluların gücü arttıkça, Bağdat'a ha kim olan Şiî Büveyhîlerin huzursuzluğu çoğalıyor, Sünnî-Şiî mücadelesi şiddetleniyordu. Abbasî halifesi Kaim BiemriUah Şi flere karşı Tuğrul Bey'den yardım isteyince, Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey 1055'de Bağdat'a girerek, şehri âsîlerden temizle di (Turan 1980: 132). Bundan sonra 1092 yılma kadar Orta Doğu'nun siyasetine Selçuklular hakim oldu. Bu dönemde hü kümdarlar, halifenin manevî iktidarı ile eşit otoriteye sahiptiler.
GİRİŞ: OSMANLILARA KADAR HİLÂFET
23
Böylece biri manevî lider, öteki de siyasî lider olmak üzere iki kişi; "Halife" ve "Sultan" İslâm dünyasını idare ettiler. Ancak halifeler siyasî otoritelerini yitirince gizliden tekrar eski gücünü kazanmak için mücadele edecektir. Hatta bu durum Büyük Selçukluların yıkılmasında etkili olmuştur (Miquel 1991: i/247). XII. asnn sonuna doğru Selçuklular'ın gerilemesinden fay dalanan Abbasî halifesi Nasır'ın askerî hükümdarlara karşı hali feliğin siyasî otoritesini yeniden kurma teşebbüsü ortaya çıktı ğında buna bir gasp hâdisesi olarak bakılmıştır. Fars tarihçisi Ravendî'ye göre, 1194'de halifenin teşebbüslerinden şikayet eden askerî liderler halka şöyle seslenmişlerdir: "Eğer halife imamsa, o zaman ibadetle meşgul olmalı dır, çünkü ibadet imânın temeli ve amellerin en hayırhsıdır. Onun üstünlüğü buradadır. Gerçek hâkimiyet budur. Halifenin hükümet işlerine karışması anlamsızdır; bu iş sul tanlara devredilmelidir"(LevÂs 1990: 75). Bu rivayet, halifenin taşıdığı güç ve itibarın azaldığını gös terdiği gibi, halife ve sultan mücadelelerinin boyutlarını da or taya koymaktadır. Burada şunu da ifade etmek gerekir ki, her şeye rağmen halkın nazannda halifenin itiban yüksektir. Bunu sel gibi gelen Moğol akınlan dahi yıkamamıştır (Miquel 1991:1/246). Halife-sultan mücadelelerinde, asker ve devlet erkânı sul tanın yanında yer alırken, ulemâ özellikle kadılar halk halife cephesinde yer almıştır. Mücadeleler 1258'de Moğollar'ın Bağdat Abbasî hilâfetine son vermesine kadar sürdü. Bağdat Abbasî hilâfetinin yıkılması ile, hilâfet müessesesi hem teoride, hem de uygulamada etkin güç olma özelliğini yitirdi. Siyasî ve idarî hâkimiyet sultanlara geçti (Lewis 1990:76). İbn Haldun (1990/1:568) bu dönem için şu kaydı düşüyor: "Abbâsîler'in son devirlerinde halifeliğin ancak adı kaldı. îdâre bütün mânâsı ile hükümdarlık şeklini aldı. Arap asabiyeti orta-
24
OSMANLILARDA HİLÂFET
dan kalktıktan sonra halifeliğin bütün iz ve eseri yok olup gitti." Sultanlar, siyasî ve idarî yetkilerini elde ederek sembolik bir görünüm kazandırdıkları hilâfetin yıkılıp gitmesini engellemişler dir. Çünkü devrin ulemâsı, başta Gazâlî olmak üzere "bir imâm bulunmadığı takdirde bütün idarî ve medenî işlerin hükümsüz olacağı, meselâ; evlilikte nikahın bozulacağı"(Watt 1981: 320, Solak-zâde 1297:737) şeklindeki fetvalan, hükümdarian ürküttü ğü gibi, bu makamı gölgesinde banndıran hükümdar, hem teb'ası Müslümanlara daha kolay hakim olacak, hem de İslâm devletlerinin geleneklerine kansan halifeden menşur almayı, halifelik vasıtasıyla, diğer İslâm devletlerine silâh olarak kullana caktı. Bu, daha sonra Memlûklular'da açıkça görülecektir. c) Mısır-Abbâsî Halifeliği (Hilâfetin sembolik bir görünüm kazanması) Bağdat Abbasî hilâfetinin Moğollar tarafından yıkılışından sonra üç buçuk yıla yakın bir süre Müslümanlar halifesiz kal mışlardı. Fiilen tesir gücünü yitirmiş olmasına rağmen hilâfet, islâm biriiği ve meşruiyetin en yüce ifadesi olarak müslümanla nn nazannda saygınlığını koruyordu. Onun yıkılışı tehlikeli bir boşluk bırakan yıkıcı bir darbe oldu (Spuler 1988: 1/225). Mem lûk Sultanı Baybars bu boşluğu doldurmak için Moğol katliamı sırasında Bağdat'dan Dımaşk'a kaçarak canını kurtaran Abbasî halifesi Zahir'in oğlu Ahmet'i Kahire'ye getirerek parlak bir merasimle halifeliğini ilan ve ona biat etti (9 Recep 659/9 Hazi ran 1261). Böylece beş asırdan beri islâm âleminin manevî li derliğini yapmış olan Abbasî hilâfeti yeniden kurulmuş oldu. Sultan Baybars, imparatorluğun tüm şehirlerine halifenin tahta geçişini bildiren mektuplar gönderdi. Yeni halifenin isminin hutbelerde okunmasını emrederken ismini sikkeler üzerine kaz dırdı. Mısır-Abbâsî halifesi el-Muntasır'a Mekke şerifi Ebû Nu-
GİRİŞ: OSMANLILARA KADAR HİLÂFET
25
meyy'in biat etmesi bu işin önemli sonuçlanndan olduğu gibi Memlûklar'ın hâkimiyetini Hicaz'a taşıdu Bundan sonra Hicaz, Memlûk Sultanlığı'na bağımlı hale geldi. Böylece Memlûklar mukaddes yerleri koruma ve hac işlerini idare etmenin prestij ve nüfuz yönünden sağladığı tüm imkânlan elde etmiş oluyor lardı. Kudüs'ü de haçlılardan geri alan Baybars ve halefleri "Hadimü'l-Harameyni-ş-Şerifeyn" olmuşlardır (Spuler 1988:1/225). Halife el-Munfasır, Sultan Baybars ile birlikte Bağdat'ı kurtarrnak için aynı yıl Dımaşk'a gitti. Baybars'ın aniden geri dön mesi üzerine tek başına kalan Muntasır, Moğol valisi ile yaptığı savaşta öldürüldü. Bu olaydan bir süre sonra yine Abbasî aile sinden Ahmed isimli başka bir şehzadeyi "el-Hakim" lakabıyla halife ilân eden Baybars bu hareketiyle siyasî iktidarı için ma nevî bir destek kazanmış oluyordu. Mısır'daki Abbasî halifeleri Hakim'in soyundan gelmişlerdir (Yetkin 1988:1/38). Mısır Abbâsîleri devrinde (1261-1517) on yedi halife hilâfet makamına çıktı (Albayrak 1992:127). Siyasî hiçbir yetkisi ve et kin gücü olmayan halifelerin isimleri sikke ve hutbelerde Mem lûk sultanlarının isimleriyle birlikte zikrediliyordu. Halifeler sa dece dinî maksatlarla vakfedilmiş mal ve mülkleri idare ediyor, yeni bir hükümdar tahta geçtiği zaman belli merasimlere katılı yorlardı. Halifeye her türlü zahirî hürmet gösterilmekle bera ber, hakikatte Kahire'de esir mevkiinde kalmıştır. Ahfadı, iki buçuk asırdan fazla bir müddet, birbiri ardınca hükümdarlara zahirî bir meşruiyet süsü vermekte fayda bulan Mısır sultanının lütuf ve in'amı ile bu silik rolü oynamakta devam etmiştir. Mı sır'da başa geçen her yeni sultan, halifeye biat ettikten sonra, halife tarafından büyük bir merasimle makamına oturtulurdu (Amold 1950:V/151). Bunun yanında Sünnî Müslüman hüküm darlar, halklan üzerinde hakimiyetlerini pekiştirmek için Mısır Abbasî halifesinden "hükümdarlık menşuru" istemişlerdir (Lewis 1992:79). Bunlar; İran'ın güneyinde Muzafferi hanedanı
26
OSMANLILARDA HİLÂFET
(1313-1384)'nın ilk iki hükümdan Muhammed b. Tuğluk (13251351) ve Dehli tarafında halefi Firûz Şah (1351-1388). Kayıtla ra göre, Osmanlı hükümdan Yıldınm Bayezıt bile "Sultan" un vanının resmen tevcihi için 1394'de Kahire'deki Abbasî halife sine müracaat etmiştir (Amold 1950A/,151). Abbasî halifeleri de hükümdarlık menşuru göndererek onlann otoritelerini meşrulaştırma yoluna giderek, pek az ad olsa fırsat bulduklan taktirde siyasî hadiselere kanşmışlardı. Nitekim 1412 yılında Sultan Nâsır'ın ölümü üzerine Halife Âdil, kendi sini "sultan" ilan etti. Ancak sultanlığı üç gün sürdü. Sultan Melik Müeyyed tarafından makamından indirilerek öldürüldü. Bu arada bazı halifeler, sultanlara cephe almalan sebebiyle hal'ediliyorlardı (Yetkin 1988:1/38). Memlûk Abbasî halifeleri I. Selim'in Mısır seferine kadar varlıklarını korumuşlardır. Bu iki buçuk asıriık sürede Memlûk lar, Sünnî ülkelerden özellikle Osmanlı İmparatorluğu'ndan ve Hindistan'daki Müslüman devletlerden, Hicaz emiri ve çevre sindeki Müslümanlardan kendi halifelerine sınırlı bir tanıma sağlamışlardır (Lewis 1992:77). Makrizî'nin naklettiğine göre, Mısır Abbasî halifeleri, va kitlerini devlet erkânı ve eşraf arasında davet edildiği ziyafet ve eğlence âlemlerinde veya bunlara karşı yaptığı teşekkür ziyaret leri ile geçirirdi (Amold 1950: V/151). Mısır Abbâsîleri için Amold (1950: V/151), "Mısır haricinde İslâm âleminin büyük bir kısmının, Mısır'da bir Abbasî halifesi nin mevcudiyetinden haberi bile yoktu. XIII. asırdan beri Mağribde başka İslâm memleketlerinin şark cihetinde zaman za man Selçuklu, Timurlu, Türkmen, Özbek ve Osmanlı hüküm darlan da halife unvanını takınmışlardır" görüşünü ileri sürmek tedir. Adı geçen İslâm hükümdarlan, "halife unvanını siyasî mânâda, hilâfet müessesesinin başında bulunan kişi olarak kul-
GİRİŞ: OSMANLILARA KADAR HİLÂFET
27
lanmamışlardır. Buradaki kullanımın İslâm devletlerinin başın daki hükümdarların kendi halkı üzerindeki tesirini artırmak amacına yönelik olduğu, araştırmacılann ortak görüşüdür.
C. TEORİK O L A R A K HİLÂFET VE GELİŞİMİ a) Halife ve hilâfet mefhumları üzerine Arapça h-l-f (
) kökünden gelen halife, lugatta; başka
sının yerine geçmek, hükümdar ve imam olmak mânâlanna gelir. Çoğulu halâ'if veya hulefâ'dır (Asım 1305:574). İstılah olarak halife, İslâm devlet başkanının adıdır (Miras 1948:221). Kamûs-ı Türkî'de halife, "Hatemü'l-Enbiyâ Efen dimize vekâleten umûm ehl-i İslama imamet ve âmiriyet ve şerîat-ı Islâmiye'yi himaye etmek vazîfe-i mukaddesesi" (Sâmî 1317:585) olarak tanımlanmıştır. Hilâfet ise; vekillik, halifelik, sultanlık, imamlık, emiriik de mek olup, halife kelimesinin masdarıdır (Âsim 1305:575). Isülâhda hilâfet; İslâm dininin korunması ve dünyanın Islâmî hükümlerle idare edilmesi için şeriat sahibi olan son pey gamber Hz. Muhammed'e niyabet ve vekâlet etmek demektir (Haldun 1990:1/481). Namazda cemaate imamlık yapmak mânâsındaki imamet ten ayırdetmek için, hilâfete "İmâmet-i Kübra"da denir. Umu miyetle Sünnîler "hilâfet", Şiîler "imamet" tabirini tercih eder ler (Haldun 1990: 1/482). Halk,arasındaki "Halife, peygamber vekilidir; peygamberin postunda oturur" gibi sözlerin mânâsı budur. Yoksa "vâz-ı şerîatte vekili ve halefi" demek değildir. Öyle olursa; halifenin peygamber olması gerekirdi ki, bu İs lâm'ın "Son Peygamber" prensibine terstir (Scyyid 1339:8). Bu izahlardan anlaşılıyor ki halife, İslâm ümmeti ve hükü metinin devlet başkanıdır. Haiz olduğu tasarruf ve velayet hak-
28
OSMANLILARDA HtLÂFET
kı, avam ve havas bütün mü'minlere ve milletin tüm işlerine şâ mildir. Bununla beraber bu amme velayeti, Papa'nın velayeti gibi dinî ve ruhanî olmayıp, bir hükümdannki gibi idarî ve siya sîdir (Seyyid 1339:8-9). Kur an'da; halife iki surede (Bakara: 30; Sa'd: 26), halâ'if dört yerde (Enam: 165; Yûnus: 14, 73; Fâtır:39), hulefâ ise üç yerde (A'raf: 69,74; Nemi: 62) geçmektedir (Yavuz 1991:78). Bu ayetlerden bazılanna göre halife, hükümdar yani devlet başkanı, bazılanna göre de insandır.'*' Halifeler İslâm tarihi boyunca "halifet-i Resûlullah", "emirü'l-mü'minin", "imâm" ünvanlannın yanında istisnaî mahiyette de olsa "halifetuUah" unvanı da kullanılmıştır (Lewis 1992: 70-3). Kısaca kelâm ve fıkıh ulemâsı, halifenin salâhiyet ve mes'ûliyetlerini anlatırken, ona daha ziyade "imam" demeyi tercih ederler. Resmî, siyasî ve askerî yazılarda ise, devlet reisi ne genellikle "emiru'l-mü'minin" denir. Bu yazılarda "halife" unvanı çok kullanılır ve bunu da ekseriya tarihçiler tercih eder ler (Lewis 1974:159). b) İslâm'ın siyaset teorisi ve bunun tarihî gelişimi Hz. Peygamber, irtihalinden önce Arabistan'ı, bu memle ket tarihinde işitilmemiş bir şey olarak, bir hâkimiyet, bir ka nun altında birieştirdi. Bu siyasî mucize, temelde Kur'ân'ın dev let anlayışı üzerinde şekillenmiştir (Şirvanî T:32). Kur'ân, devle tin yönetim biçimiyle ilgilenmemiş ancak iyi bir devletin (âdil) veya devlet başkanının (bilgili, kuvvetli) özelliklerini işaret etmiş tir. Kur'ân'ın delili daha ziyade tarihî metoddur, onun için de genel hükümler, Arabistan'ın ve civar memleketlerin tarihin*) "Ev Davud, biz seni yeryüzünde halife hidtk, o halde insanlar arasında hak ile hük met" (Kur'ân: 38/26). "Hani Rabbin meleklere: Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife (bir insan) yarataca ğım, demişti' (Kur'ân: 2/3). "Allah sizi yeryüzünün halifeleri fcı/dı" (Kur'ân: 6/165).
GİRİŞ: OSMANLILARA KADAR HİLÂFET
29
den misallere müracaat suretiyle izah edilmiştir. Bu misallerin arasında Âd ve Semud gibi Arabistan halkının gelenekleri veya Mısır, Roma İmparatorluğu ve İran'dan alınan neticeler vardır. Bu misallerde monarşiler genellikle inhitatlann başlıca sebebi olarak gösterilmiştir (Şirvanî T: 33). İslâm'm siyaset nazariyesine göre, her şeyin üzerinde hü kümran olan AUah'dır. Allah hükümranlığını siyasî hususlarda doğrudan doğruya icra etmez. Bu işe insanlan tevkil eder. Bu, O'nun büyüklüğü ile ilgilidir (Şirvanî, T: 308). Kâinattaki her şey O'nun karşısında son derece acz içindedir. Kur'ân'da O'nun hükümranlığı hakkında pek çok hüküm vardır. (Şirvanî T:35-6)'*' Peygamber, Allah'ın elçisidir. Emirier de, Kur'ân ve Peygam ber'in sünnetine dayalı olarak yeryüzünde doğruları anlatmak ve adalet, dağıtmakla yükümlüdür. Bunları yaptığı müddetçe kendisine itaat edilir. Zira sulh ve itaat Kur'ân'ın özüyle muta bık haldedir. "İman ve İslâm" birisi sulhun diğeri de itaatin hü kümran oluşunu ifade eder. Merkezî bir otoriteye itaat olma dan devlet olmaz. Devletin varlığı da Allah'ın hükümlerini yer yüzüne yaymak içindir. (Şirvanî T:42) Siyasî biriik ve beraberliği öğütleyen İslâm, fitneye "katil den daha kötü" nazarla bakmıştır.'"*' Buna göre kanunun üs tünlüğü, adaletin sağlanması İslâm idaresinin en mühim esaslan arasında yer alır. Hilâfetin temeli olan İslâm'ın siyaset anlayışına göre ni•) "... Şüphesiz ki Allah vegane gatibdir, tam bir hikmet sahibidir." (Kur'an 31:27) "De ki; 'Ey mülkün sahibi Allah, Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, mülkü kim den dilersen ondan alırsın, kimi dilersen onun kadrim yükseltir, kimi dilersen onu alçaJtırsın..." (Kur'an 3:26) "Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Allah her şeye hakkıyla kadirdir. "(Kur'an 3:189) •') "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Bir şey hakkında çekiştiğiniz takdirde -eğer Allah'a ve Ahiret gününe ina nıyorsanız- hemen onu Allah'a ve Peygambere döndürün. Bu hem hayırlı hem netice itibariyle daha güzeldir. "(Kur'ân: 4/59) " • ) "Fitne katiden beterdir. "(Kur'ân: 2/191) "Hepiniz Allah'ın ipine sımsıkı sarılın parçalanıp ayrılmayın. "(Kur'ân: 3/103)
30
OSMANLILARDA HİLÂFET
zâm için; kanuna dayalı, âdil, istişârî sisteme bağlı, sosyal, harp hukukuna ve eşitliğe riayet eden, şartlara göre, müsama halı bir siyasî teşekkül teşvik ve tavsiye edilmiştir (Şirvanî T;3756). Yukarıda da kaydettiğimiz gibi İslâm, siyasî teşekkülün ida rî tarzıyla pek ilgilenmemiştir. Özellikle İslâm'ın siyaset nazari yesi üzerinde kurumlaşan hilâfetin siyaset biliminde yapılan tas nifte yer alan monarşi, oligarşi, cumhuriyet idareleriyle benze yen yönleri olmasına rağmen, hiçbirisiyle aynı görünümde de ğildir. Hatta Hıristiyan kültürünün bir sonucu olan hâkimiyetin Allah'ta temerküzünü ve ruhban sınıfı veya kral tarafından bu hâkimiyetin müstebitâne bir şekilde icra edildiğini anlatmak için modem müellifler tarafından kullanılan "teokrasi" ile de bağdaşmaz. İslâm idaresi için de birtakım araştırmacılarca da kullanılan bu mefhumun çok iftiraya uğradığını Şirvanî (T: 311) kaydetmektedir. Kısaca hilâfet kurumunun çerçevesi Kur'ân'da çizilmemiştir. İşin bu yönünden hareketle Köprülü, W. Barthold'un çalışması olan "İslâm Medeniyeti Tarihi" adlı eserin "İzahlar ve düzeltmeler" kısmında. Batılı araştırmacılara istinaden şu sonuca varmaktadır: "...Uzun zamandır Garb'da ve İslâm memleketlerinde yapılan tetkikler, İslâm dininde hali felik diye bir müessesenin rnevcut olmadığını kat'î olarak mey dana koymuştur"(Köprülü 1940: 140) görüşünü kaydetmektedir. Ancak Müslümanlar bir devlet başkanının gerekliliğini Hz. Pey gamber'in ölüm haberini duyar duymaz. Beni Saide gölgeliğin de toplanıp, Peygamber'in halefini seçmek için giriştikleri mü zakerelerle göstermişlerdir. Hatta halife seçme işini, defnetme işine takdim etmişlerdi. Daha sonra bu, gelenek haline gelecekür (Taftazanî 980: 326-28). İslâm devlet başkanlığı kendine has görünümüyle Hz. Pey gamber devrinde Medine'de teşekkül ettikten sonra, O'ndan sonraki devirlerde gelişerek ve değişikliklere uğrayarak devam etmiştir.
GİRİŞ: OSMANLILARA KADAR HİLÂFET
31
1. Hulefâ-i Râşidîn D e v r i Kur an, istişare ile devlet işini ehline vermeyi işaret etmiş tir.*'' Hz. Peygamber de hakkında gayet açık hüküm bulunma yan konularda Uhud Savaşı evvelinde olduğu gibi, istişare ede rek çoğunluğun kararına uymuştu. Bu noktadan hareketle dört halife döneminde halifeler değişik seçim sistemleriyle başa geç mişlerdir. Hz. Ebûbekr "istişarî seçim" (İbn Hişam 1985:41213), Hz. Ömer "aday teklifi usûlü", Hz. Osman "şûra tayini usûlü" ile halife seçilmişlerdir (Hudarî 1986:18-9). Hz. Ali ile so na eren bu dönem, seçim esprisinin temelini oluşturur. Bu dö nemde uygulanan seçim, bu günkü mânâda eksik seçim görü nümündedir. Ancak önlan meşrulaştıran "Biat Usûlü"dür. Müslümanlar hür iradeleri ile, merkezdekiler ya bizzat ya da cemaat liderleri vasıtasıyla, eyaletlerdekilerin de valileri vasıta sıyla biat etmeleri esastı (Haldun 1990:1/529-30). Dört halife döneminin hükümet yapısı Hamidullah (1992:94)'ın deyimi ile "kendine has bir hükümet şekli" olarak ele alınmalıdır. Çünkü monarşi, oligarşi ve cumhuriyet yöne timlerinden hiçbirine benzemeyen, bu dönemin siyasî-idarî ya pısı her üç yönetim şeklinin özelliklerini taşımaktadır. İktidan elinde siyasî ve idarî otoriteye sahip halifeler, bu makama bir tür seçimle gelmişlerdi. Bu nitelik cumhuriyeti andınyorsa da, ölene kadar görevlerini sürdürmeleri bir tür monarşik özellik taşıyordu. Dört halifenin de Kureyş'den ve ilk Müslümanlardan olmasında da oligarşik bir eğilim görülebilir. Bu dönemin ida recileri İslâm'ın Peygamberinin dönemini yaşamışlar, O'nun en yakınında bulunmuşlardır. İslâm idaresinin kurumlaştığı bu dönemde İslâm toplumu Arap yanmadasının dışına çıkmış ve karşılaştıkları çevrelerindeki monarşik idarelere (Bizans-İran gi"İşlerini aralarında müşavere ile yürütenler..." (Kur'ân; 42/37). "Allah size emanetle rinizi ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hüküm ver menizi emreder..." (Kur'ân: 4/58).
32
OSMANLILARDA HİLÂFET
bi) de tamamen kapalı kalmamıştır. Dört halife döneminde (Şû ra Meclisi)*'' fevkalâde öneme sahiptir. 2- Hilâfetin Monarşik Bir Görünüm Kazanması Dört halife döneminde uygulanan halifeyi seçme usûlü Emevîler'in birinci hükümdar-halifesi Muaviye'nin hayatta iken oğlu Yezid'i "Veliahd" seçtirmesi ile sona erdi. Bundan sonra halifelik kurumu saltanat haline dönüşerek, babadan oğula ge çen bir sultanlık (monarşi) şeklinde Emevî, Abbasî ve Osmanlılar'la ilgasına kadar devam etti. İbn Haldun (1990:1/520) Kur'ân (38/26)'daki "Süleyman (babası) Davud'a mirasçı ol du" hükmü ile Ebû Bekir'in kendinden sonra Ömer'i aday gös termesini, îslâm devletlerinde saltanat usûlünün kaynakları ola rak göstermektedir. Hz.Peygamber'in irtihalinden elli yıl sonrasında, İslâm'ın istişare hükmü ile eski Arap toplum geleneğinin dışına çıkarak saltanat usûlünün başlaması Muaviye'nin faaliyet alanı gereği Bizans'ın monarşik yapısından etkilendiğini gösterir. Bu ayrıca Müslüman Arap toplumunun geçirdiği kültürel değişimle de il gilidir. Bu değişim ve gelişim, birtakım iç mücadeleleri de bera berinde getirmiştir. Halifenin; Kureyşîliği veya Haşimîliği, Emevîler'le saltanat haline gelmesi, İslâm İmparatorluğu içerisine Şûra Meclisi: İslâm devlet hakimiyetinde, halifeden sonra gelen ikinci siyasî organ Şûra Meclisi'dir. Şûra: "Yöneticilerin kararlannı almadan önce ehliyetli olan kişilerin görüşlerine başvurarak doğruyu araması" demektir (Karatepe 1990:38). Kur'ân'da istişare tavsiye edil miş olup, Şûra suresinde "Onların işleri aralarında danışma iledir. "{Kur'ân: 42/38) deni lerek, övülmüştür. Bir başka yerde de "Ey ileri gelenler, vereceğim emir hakkında bana fikrinizi söyleyin; siz benim yanımda bulunmadıkça, bir iş hakkında kesin bir hijkijm veremem" (Kur'ân: 27/32) ayetlerinde Hz. Peygamber'in uygulamalanyla şûranın önemi vurgulanarak şûraya katılacak kimseler de işaret edilmiştir. Hz. Peygamber de "istişare ya pan pişman olmaz" (Canan 1993:XV1/127) hadisi ile istişarenin önemini belirtmektedir. İlk halifeler döneminde şûranın önemli bir yeri vardı. Ehl-i hal ve'l-akd olan Ensâr ve Muha cirin ileri gelenleri şûranın üyeleri olup, halka açık istişareler yapılırdı (Hudarî 1986-270). Şûra ilk halifelerden sonra, hükümet şeklini aldı. İlk İslâm devletlerinde "divan" adı verilen yürütme organı, bugünkü parlâmento görünümünde olup, kararlar oy çokluğuna göre alın dıktan sonra halifeye sunulurdu (Karatepe 1990:40). Netice itibariyle her türiü yetkiyi üze rinde toplamış görünen İslâm devlet başkanının aldığı kararlar üzerinde şûranın etlusi ve yetkisi büyüktür.
GiRİŞ: OSMANLILARA KADAR HtLÂFET
33
yeni ırklann katılmalan bu mücadelelerin en dikkat çekici ne denleridir. Saltanat usûlünün bir sonucu olarak, halifelik maka mına yetersiz kişilerin geçmesi; zorla (istilâ) başa geçmeler iç banşı bozduğu gibi bir devlet başkanlığı olarak hilâfetin enine boyuna tartışılmasına yol açmıştır. Abbasîler, ülkeyi Kur an ve Sünnete bağlı olarak yönetecek lerine söz vererek geldikleri halde, Eme\^lerin devamı olmuşlar dır. İç mücadeleler bu dönemde ülkenin parçalanmasına yol aça caktır. Ulemâ, ya bizzat kendisi veya halifelerin isteği ve koru masında İslâm hilâfeti üzerine birtakım çalışmalar yapmışlardır. Müslümanlar tarafından yazılan İslâm siyaset ve idarî prensiplerini ihtiva eden "en eski felsefî risale" İbn Ebi'rRebi'nin Sülük ül-Melik fî tedbir'il-Memâlik'i'dir. İhtilaflı olmakla beraber, bu eser Harun er-Reşîd'in oğlu Halife Mu'tasım'ın isteğiyle yazılmıştır (Şirvanî T: 59-66). İbn Ebi'r-Rebi "halife"den çok "hükümdar" mefhumunu kullanır. Halkın sulh ve selâmeti için bulunmasını şart gördüğü hükümdarın, ilâhî kanunun hakkıyle tatbikine nezaret etmek üzere vazifelendiğini kaydeder. (Şirvanî T:72). Sülûk'de, saltanat tereddütsüz kabul edilmiş ve diğer idarî tarzlara yer verilmemiştir. Bununla beraber, "hükümdar o mevkie irsen gelmiş, mutlaka müstebid değil fakat -Eflâtun'un idealinde yakışan- halkın içinden en iyisi olmalıdır" (Şirvanî T:81) görüşüne yer verilir. İbn Rebi' "hükümdar adaleti her alanda ön plana çıkarmalı, ülkenin sulh ve selâmeti için düşHilâfetin meşruiyet prensibine ters olmakla beraber, zorunlu durum ve şartlarda, istisnaî bir yöntem olarak istilâ ile iktidar değişikliği de kabul edilmektedir (Karaman 1984:1/197). Bu usûlle İslâm mezheplerinden, Kaderiyye, Mu'tezile ve Hariciler'e göre bir kişi zorla halife olamaz. Ehl-i Sünnet'in ekseriyeti zorla halifeliği ele geçirmeyi "Zaruret imamı" olarak gör müş olup, bu tür hilâfete "hilâfete-i suriyye" yani eksik hilâfet adını vermişlerdir. Kendileri ni zor ve şiddetle halife ilân ettiren MervanoğuUannın hilâfeti bu yönteme girer. Halk ve ulemâ fitne ve fesat doğacağı korkusuyla itaat etmişlerdir (Şapolyo 1964:13). Bu noktadan hareketle A.R. Gibb (1969:27) Sünnî doktrinin, baştan beri meselenin aktüel vaziyeti ne olursa olsun halihazırdaki durumu meşrulaşbrma karakteri taşıdığını belirtir.
34
OSMANLILARDA HtLÂFET
manın kalbine korku salmalı" (Şirvanî T:78) görüşündedir. İbn Ebi'r-Rebi' M. IX. asırda "devletin iyiliği, imparatorlu ğun dahilindeki dinlerin, ırklann arasındaki müsavat duygusun dadır" öğüdüyle kendi döneminde halifelik idaresinin halklar karşısındaki vaziyetinin nasıl olması gerektiğini ortaya koymuş tur. İki hükümdann olamayacağını ileri süren, İbni Rebi' ideal hükümdar için de birtakım şartlar ileri sürer (Şirvanî T: 73). IX. asnn sonlanna doğru halifelik otoritesini yitirdi. İslâm birliği parçalandı. Birtakım hanedanlar ortaya çıktı. Mezhep mü cadeleleri hızlandı. Abbasî halifesi, idarî görevlerini askerî güç sahibi birtakım liderlere (sultanlara) bırakmak durumunda kala rak, manevî nüfuzundan istifade edilen piyon durumuna düştü. İşte bu dönemde yaşayan Fârâbî (870-950), o güne kadar ki idarî tarzlan inceledi. Eflâtun'un "Cumhuriyet" adlı eseri nin Arapça tercümesini izah etti. Siyaset üzerine birtakım eser ler yazdı'*'. Eflâtun'un idealini çok iyi tahlil etti. Fârâbî'nin "Siyaset" adlı eseri, düşündüğü siyaset nazari yelerinin açıklanmasını ihtiva eder. Burada, model siteye veya devlete ve ideâl devlet reisine olan ihtiyaçtan başlayarak, eski zamanlarda ve cahiliye devrinde (İslâm'dan önceki devir) ki is tibdat, otokrasi ve cumhuriyet olmak üzere devlet şekillerinden bahseder. Arâ'da "Örnek Devlet" üzerinde durur (Şirvanî T:913). Örnek devletin örnek başı olursa devletin bütün işleri kont rol edilebilir. O'na göre, eskiler yani Yunanlılar ideali o kadar yüksek tutmuşlardır ki, hiçbir beşerî mahlûk bu vasıflann hepsi ni nefsinde toplayamaz. Bu şeref Kadri Mutlak olan Allah tara fından seçkin insanlara verilmiştir (Şirvanî T: 101). ') Fârâbi'nin Eserleri: Eflâtun'un Hukuk (Kanun)'unun bir Hülâsası, Sivasetü'lMedeniyye, Ârâ'ü EhU'l-Medlnetl'l-Fadıla, Cevamiiı's-Siyaset ve İctimaatü'lMedeniye'dir. Kıfö, Tarihü'l-Ulema'sında Siyaset ve Ârâ adlı eserlerin eşlerinin olma dığını kaydetmektedir (Şirvani T: 92).
GİRİŞ: OSMANLILARA KADAR HİLÂFET
35
Fârâbî nin devlet nazariyesi modem devlet anlayışına ışık tutmaktadır. Devlet teşekkülü, devlet reisliği, mutlak iktidarın öl çü prensipleri, insanlann aileler, kabileler, devletler, imparator luklar içindeki durumu, komünizm, ferdiyetçilik ve soy nazariye sinin prensipleri, cumhuriyetçilik, müstemlekecilik gibi "siyasî nazariye" tabiriyle işaret edilen hemen herşeyi ihtiva etmekte dir. Fârâbî her ne kadar Yunan düşüncelerinden etkilenmişse de kendi siyasî tecrübelerine dayanmıştır (Şirvanî T: 113-14). 3- Hilâfetin Meşrutî Hükümranlık D ö n e m i X ve XII. asıriarda İslâm'ın siyasî ve manevî nüfuzu çok geniş alanlara yayılmıştı. Bağdat'taki halife nüfuzunu mühim miktarda kaybetmişti. Bu dönemde halifelerin yapabildikleri, emirlere "Rüknü'd-Devle, Muizzü'd-Devle, İmamü'd-Devle" gi bi tumturaklı unvanlar tevcih etmek, hakim olduklan toprakla rın ber'atını göndermek, gelen hediyelere karşı hil'at, menşur ve hediyelerle karşılık vermekten ibaretti. Hatta emirlerin en güçlüsünü "Emirü'l-Ümera" ve "Sultan" nasbetti ve onun adı devletin meskukatının üzerinde görülmeye başladı. Mısır'daki Fatımîler gittikçe güç kazanarak hilâfetin bazı eyaletlerini sonra da merkezini ele geçirdi. Bu dönemde halifenin imdadına önce Gazneli Mahmud sonra da Selçuklular yetişti (Turan 1980: 13236). Bu dönemde halife, Büveyh ve Selçuk soyundan gelenlere karşı mukavemet edemediği için otoritesini bu liderlere devret mekle beraber, iktidarın halifenin şahsından geldiği düşüncesi devam etti. Bu yeni tarz halifeliği meşrutî hükümranlık olarak nitelemek mümkündür. Halife Kaim Biemrillah'ın Bağdad'da "Kadıü'l-Kudâd" nasbettiği Maverdî (974-1058), el-Ahkamü's-Sultaniye
View more...
Comments