Michael Roach - Bahçe

July 23, 2017 | Author: ramazanuzel | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Michael Roach - Bahçe...

Description

1 Güneş

nu ilk kez Şükran Günü’nde gördüm. Annelerimiz arkadaştı; onun annesinin dört kızı, benim annemin dört oğlu vardı. Bir gün pazar­ da karşılaşmış ve akşam yemeğini birlikte planlamış olmalılar.

O

Erkek kardeşlerimle ben o gün evin yalanlarında çalışıyorduk. Plandan haberimiz yoktu; at arabasını tamir etmek için uğraşıyorduk, çamur içindeydik. Kızlar at üstünde, yaş sırasına göre geldiler, önce en büyükleri geldi, bahçede atından indi, çamurlu yüzlerle dingilin altın­ dan onu gözlediğimizi gördü. Olağanüstü bir güzelliğe sahipti. Sim si­ yah saçlar, kapkara gözler... O eve girdikten sonra, ikinci kız gelene ka­ dar isteksiz isteksiz çalışmaya devam ettik. İkinci kız, sanşın, endamlı ve birincisi kadar göz kamaştırıcıydı. Biz ise artık ayağa kalkmış, üstü­ müzdeki tozlan silkeliyorduk. İşte o zaman üçüncüsü geldi; kızıl saçlan, gülen yüzü ve gözleriy­ le bir peri masalından fırlamış gibiydi. Ön kapıda duran anneme yanı­ mızdan geçerken attığı bakış, at arabasını unutup yalakta ellerimizi ve yüzlerimizi yıkamaya koşmamıza yetmişti. Sonra küçük bir faytonla anneleri geldi, yanında en küçük kızı oturuyordu; bir fidan gibi narin 7

BAHÇE

ve sessizdi, altın saçları bukle bukleydi ve güneş gibi parıldıyordu. Di­ ğer Güneş, kızıl ve altın renkler içinde ufukta batarken o, annesiyle bir­ likte evin arkasına doğru yöneldi. Artık hepimiz içerideydik; kandiller, yemek, kız kardeşlerin kokusu, içimiz sımsıcaktı. Ertesi gün, getirdikleri yemeklerden birinin tenceresini unuttukları ortaya çıktı; ortaya çıktı diyorum ya bu, hayatımdaki üzerine düşün­ dükçe artık pek “ tesadüf’ gibi görünmeyen tesadüflerin ilkiydi. Annem beni çağırdı ve tencereyi götürmemi söyledi. Ve yüzüme öyle bir baktı ki sanki gözleriyle benim gitmem gerektiğini, bunun önemli bir nede­ ni olduğunu söylüyordu. Gittim. Onun annesi de aynı gözlerle baktı bana kapıyı açarken. Tencereyi uzattım, bir ayağım içerideydi ve bu onunla küçük bir sohbet başlatmak için harika bir fırsattı, ama bu bile sanki önceden planlanmıştı. Altın kı­ zın önümüzdeki birkaç gün benimle yürüyüşe çıkıp çıkamayacağını sordum. Müşfik, kahverengi gözleriyle bakarak gülümsedi ve “iyi olur,” dedi. Önce onu bildiğim yerlere götürdüm, yalnız gelmişti. Koluma gir­ meyi reddetmediğinde kendimle gurur duydum. Omuzlarıma, oradan yüzüme dökülen saçları yolu görmemi engelliyordu. Kısa bir süre son­ ra başka bir yola saptığımızı anladım. Bilmediğim bir yoldu. Karanlık­ tı, yaşadığımız çölün ilk kış akşamlarından biriydi. Bu anlar benim öğrencilik yıllarımın başlangıcını gösterir, sınıflar­ da ve kitaplardan öğrenilen ve o güne kadar epey dirsek çürütmüş ol­ duğum derslerden bahsetmiyorum. Bir kişinin hayatının gerçek mese­ lelerinden bahsediyorum; yıllar geçtikçe en önemliler olduğunu düşün­ düğümüz, ruha dair dersler. İnsanoğlunun en büyük düşmanıyla yüz yüze geldiğim anlardı bunlar ve o bana -olur da ölüm daha erken dav­ ranmazsa- bu düşmanı alt edebilecek altın savaşçıyı da gösterdi. Beni taş duvarlarla çevrili bir bahçeye götürdü. Bahçenin batı tara­ fında taştan yapılmış küçük bir tapınma yeri vardı. Ama ilk gece tek gördüğüm şey, çölde nadir bulanan, beyaz gövdeli, yüksek dallan ge­ ceyi, dış dünyayı örten bir örtü gibi yere dökülen, büyük bir ağaçtı. Sır-

8

GÜNEŞ

tııru bu ağaca dayadım. O vücudunu bana yasladı. Bacağım a dayanan bacağı boyunca, güneş ışınlan gibi yakıcı, neredeyse doğaüstü ve o za­ mandan beri insan formunda hiçbir canlıda asla hissetmediğim bir sı­ caklık, bir yanmaydı bu... Ona araştırmalarımdan, meşgul olduğum kitaplardaki bazı fikirler­ den bahsetmek geçti aklımdan, okulda öğrendiklerimle onu etkilemek, giderek yayılan ünümü anlatmak istiyordum. Konuşmak için ağzımı açtım... Kahverengi, ceylanımsı iri gözlerini bana dikti, gözleri göremedi­ ğim bir hazzı yaşar gibi yan kapalıydı; kelimeler boğazımda düğüm­ lendi. Bu yan kapalı uykulu gözler, alacağım gerçek dersin kitaplardan değil, kendime ve gururuma hâkim olmadan geleceğini anlamama yet­ ti. Bunu daha onaltı yaşındayken, benden çok daha küçük bir kızdan öğrendim. Bir ödül verir gibi yanağını göğsüme sürttü ve gür altın sansı saçları yüzüme bir şelale gibi döküldü. Çok heyecanlanmıştım. İlk defa böyle bir şey oluyordu. Bu an, ha­ yatım boyunca en büyük ve en değerli düşmanım olacak şehveti tanı­ dığım ilk an oldu. Küçük göğüslerine dokunmak için ellerimi kaldır­ dım. Gözleri gözlerimi buldu; biraz daha açılmışlardı. Fakat bu sefer onlarda bir sertlik vardı, ellerimi hareket ettiremiyordum. Bu gözlerde o an benim için ikinci bir ders saklıydı. Kalbimin başka bir dünyaya, bir iyilik alanına açıldığını hissettim. Hızla geri döndü. Elimi tuttu ve beni bahçeden dışarı çıkardı. Ara­ mızda tek kelime geçmemişti. Tam bu anda içimi bir tür hayal kırıklı­ ğının, bir acının doldurduğunu hissettim. Tam da bu duyguların farkı­ na vardığım anda birden durdu, topuklan üzerinde döndü ve bana üçüncü kez baktı. Ne gördüğümü asla tarif edemem, ama bazı ipuçları verebilirim: Altın bir melek. Dimdik duruyordu, kollan hafif yana açılmış, avuç iç­ leri bana bakıyordu. Altın sansı saçlan yüzünü bir hâleyle çevirerek omuzlarına dökülüyordu. Ardımızdaki keçiboynuzu ağacının üstünden parlayan Ay’ın şavkı, yüzünü ışıklar içinde bırakıyordu. Yumuşak ipek­

9

BAHÇE

ten bluzu ve eteği çöl rüzgarıyla uçuşuyordu. Ve gözleri... Bana ne hak­ la kızdığımı, O ’na veya herhangi başka bir varlığa, şu anda veya her­ hangi bir anda kızmaya hakkım olup olmadığını soran ve hayatta, bu hayatın başlangıcında, tam burada, bu anda ve bu andan sonraki her an­ da bulunma nedenimin kendi zihnimin karanlığını yenmek, hayata, hiç bitmeyen hayata altın ışığı vermek olduğunu söyleyen gözleri... Birazdan anlatacağım hayatıma, ilk adımını böyle attı O. Ayrılırken sadece şunları söyledi. “Git ve güneşe dokun. Seni yakmayacak.”

10

2 Acı

evsimler mevsimleri kovaladı ve O, beni Bahçe’ye götürüp ora­ da başladığımız derslere devam etti. Hep gece vakti gidiyorduk ve kapıdan içeri girdiğimiz andan itibaren tek kelime etmiyordu. Bütün öğreti O ’nun gözleriyle, O ’nun elleriyle, saçlarıyla ve dokunuşlarıyla veriliyordu. Dersler hep aynı şekilde geçiyordu. Ben sadece O ’nun sı­ caklığını ve kokusunu düşünüyordum, O ise... Hiçbir zaman öğrenemediğim şeyleri. Saatlerce iki âşık gibi davranıyorduk, vaktimizi bahçede dolaşarak geçiriyorduk; keçiboynuzunun altında uzanarak, fıskiyeden dökülen suyun sesini dinleyerek, kendimizi çölün gece kuşlarının şarkılarına vererek veya çölden gelip bedenlerimizi yalayarak geçen meltemi his­ sederek. Sonra aklıma birdenbire bir düşünce gelirdi; bir tür gurur, bir tür arzu veya kılık değiştirmiş bir nefret ve hemen gözleri belirirdi önümde, benim için bilinmeyen bir hazla yan kapalı, birdenbire sertle­ şen ve neredeyse suçlayan gözleri. O ’nun ne düşündüğümü bildiğini biliyordum. Kendimi, zihnimi, düşüncelerin yararsızlığını ve kirliliğini

11

BAHÇE

sanki yüzüme bir ayna tutulmuş gibi görmekten ve durmaktan, onları durdurmaktan başka seçenek yoktu önümde. Bu düşünceleri durdur­ mak bir zevkti; bu zevk, sadece düşünceleri durdurmaktan gelmiyordu, çünkü hemen arkasından bir ödül geliyordu. O sanki bir çocuğu şeker­ le ödüllendirir gibi, düşüncelerimi daha saf düşüncelerle değiştirdiğim her anda beni bir dokunuş, bir öpücük, yüzüme dökülen bir tutam saç­ la ödüllendiriyordu. İşte Bahçe’de bir köpek yavrusu gibi, düşünceleri­ mi ve zihnimi izlemeye, onları daha temiz ve saf hale getirmeye uğraş­ mak üzere böyle eğitildim. Gece derslerinin kendine ait bir hızı ve ritmi vardı, onların yanında okula, gündüz derslerine, dünya işlerinin öğrenilmesine devam ediyor­ dum. Gece dersleri bambaşka bir dünya gibiydi; ama gündüz dersleri sanki benim için daha önemliydi. En yüksek notları alıyordum, en yük­ sek notlan almanın gururuyla kanşık bir güç hissediyordum ve bu his­ ler, bir gün Kral’ın mührünü ve imzasını taşıyan ve beni başkente, Sa­ ray Akademisi’ne katılmak için Konsey’in huzuruna davet eden bir mektup geldiğinde doruk noktasına ulaştılar. Kırda yaşayan her öğren­ cinin rüyası, bizim gibilere nadiren nasip olan bir onurdur bu. Mektubu kaptığım gibi O ’nun evine koştum ve Altın K ız’a ödülümü gösterdim. Unutamayacağım bir ders oldu bana bu. Gurur konusunda hayatım­ da aldığım en iyi dersti. Bana bakışını asla unutamam, aslına bakarsa­ nız bu onu son görüşümdü. Bir sedirin üzerindeydi, uzanır gibi otur­ muştu, gür altın saçlan bütün sırtım kaplıyordu. Orada burada kırmızı gül desenleri olan, o günlerde bizim oralarda pek görmediğimiz yaldız­ lı Japon kumaşından parlak bir ipek elbise giymişti. Sarayın mührünün olduğu mektubu göstermek için içimden taşan sözcüklerle içeriye hü­ cum ettim; O ’na doğru koştum. “Bak, bizzat kralın imzası! Konsey’le görüşmeye ve Akademi’ye ka­ tılmaya davet ediyorlar!” Ama o kahverengi gözlerde, sözlerimin işitildiğine dair bile bir belirti görmedim. Yine, sadece gözlerini bana çevir­ mekle yetindi. Gözlerinde mutlak bir masumiyet, sanki bir uyuşturucu­ nun uyuşukluğu vardı. Öyle ki bakışları, basitliği ve her şeyi bilip de umursamayışıyla bir ceylanın veya vahşi bir hayvanın bakışlarıyla kanş12

A C I

tınlabilirdi. Ve elbette yine hiçbir söz yoktu, yalnızca kendi büyüyen kib­ rimi gördüğüm bir aynaydı adeta. İçimde bir şeyler dondu, durdu, ama ben durmadım ve yıl bitmeden başkente, kariyerim için yola koyuldum. Yılların nasıl geçtiğini birkaç cümlede anlatabilirim; Başkenti, Sa­ ray’ı ve Akademi’yi öğrendim, yaladım, yuttum. Onlar da beni didik didik, lime lime ettiler. Çok şey öğrendim, ama bana mümkün olduğu kadar az öğretmek için eğitilmiş olan hocalarımdan dolayı çok az şey biliyordum. Eve onurlu bir dereceyle ancak içi boş ve yitik döndüm. O’nun izini yitirmiştim; annem vefat etmişti; kardeşlerim O ’nun ne­ rede olabileceğine dair bilgiyle birlikte gurbete gitmişti. Yine de Bah­ çe’nin beni çektiğini hissettim ve eğer oraya gider, orayı anlarsam, dış dünyaya umutsuz gözlerle bakmak zorunda kalmayacak, orada O ’nu bulacaktım. Bu yüzden kitap okuyup yazılarımı yazabileceğim küçük bir yer kiraladım ve geceleri Bahçe’ye gitmeye başladım. Saatlerimi orada yürüyüşlerle, keçiboynuzunun altındaki sıranın üzerinde oturarak, kapının yakınında durup O’nun içeri girmesini bekleyerek geçirdim. Sonra bir akşam, orada dua ederek, tek bir şey için dua ederek otu­ rurken, karanlıkta birinin arkamdan yaklaştığım hissettim. Yüreğim ye­ rinden sıçradı. Dualarım kabul olduğu için minnettardım ve başımı kal­ dırıp umutla Baktım. Ancak yukarıdan bana bakan yüz, başka birinin yüzüydü. Ağır ağır, şaşkınlıkla, bu yüzün kadim Tibet öğretisinin en büyük, Yüce Tsong Khapa’nın* yüzü olduğunu fark ettim. Tıpkı özgün heykellerin beşyüz yıl önce resmettiği gibiydi: Hiçbir biçimde yakışık­ lı olmayan, şefkatle bakmayan bu yüzde büyük öğretinin ve sonsuz merhametin, bir insanın yüzüne vereceğini umacağınız, hayal edeceği­ niz bir çehre yoktu. Katı bir yüzdü bu. B ir şahinin gagasına benzeyen büyük bir burunla kaplı küçük bir yüzde delici gözler ve geniş, uzun kulaklar. Aşkın bir merhametle, bir eylem sevgisiyle karışmış bir güç vardı bu yüzde, o kadar. * Tsong Khapa (1357-1419): Gelugpa okulunu kuran ve Tibet Budizminin en önemli doktrin geleneklerinden birini yaratan ünlü reformcu ve bilgin. (Ed. n.)

13

b a h ç e

“ O burada değil,” dedi yalnızca, “ daha doğrusu... Her neyse, önün­ de gördüğün benim. Yine de arayışında sana yardımcı olabilirim. Daha doğrusu, sen hayatını bugüne kadar boşa harcamış bir adam olduğun ve bu Bahçe’nin derslerini tam anlamıyla öğrenemediğin sürece geri kala­ nını da mutlaka boşa harcayacak bir adam olduğun için sana yardım et­ meliyim.” “ Ama ben hayatımı boşa harcamadım,” diye itiraz ettim. “ Saray Akademisi’nde okudum, Akademi ’yi iyi derecelerle bitirdim, bu top­ raklarda benim gibisine milyonda bir rastlanır, bugüne dek hiç kimse bu kadar ileri gidemedi.” “ Ve ben hâlâ senin hayatını boşa harcadığını söylüyorum. Saray Akademisi’nin diploması yalnızca bir kağıt parçası, sana ne verebilir?” “ Bir hukuk, bir tıp üstadı veya herhangi bir önemli ve saygıdeğer meslek sahibi olabilir ve servet kazanabilirim.” “ Ne serveti?” diye sordu ve beni çekerek ayağa kaldırdı, bir horoz gibi karşıma dikildi. Ne kadar kısa olduğunu görünce biraz şaşırdım. Kısalığı, her nasılsa kendime güvenimi arttırdı. “ Servetle,” dedim, “büyük bir zenginliği kastetmiyorum; bunun ha­ yatın tek amacı olmadığını elbette ben de biliyorum, çünkü derslerim arasında felsefe de vardı. Servetle bir adamı ve ailesini rahatça geçin­ direcek ortalama bir refahı kastediyorum.” “ Ve bir aile, rahat bir ev, bol yiyecek v e düzgün, başkalanna muh­ taç olmayacak bir hayat sürmek, hayatı b o şa harcamak değil demek?” “ Hayır, kesinlikle hayır! Hayatın boşa harcanması değildir, iyi bir hayattır bu, eksiksiz ve anlamlı bir hayat.” “ Anlamlı,” kelimesiyle birlikte sarardı. Karanlıkta, yüzündeki ga­ gamsı burunla daha bir şahinleşen bakışlarını üzerime dikti, sonra da kolumda onun şahin pençesini hissettim. “ Yani yaşamı acı ve ıstırap içinde geçirip, bu acı ve ıstıraptan kur­ tulmak için hiçbir şey yapmamak, hayatı b o şa harcamak değildir,” de­ di soru sorar gibi.

14

A C I

Kafam karışmıştı. “ Kuşkusuz eğer yalnızca acı v« ıstırap içinde geçmiş olsaydı, boşa harcanmış olurdu, ama hayatta sadece bunlar yok­ tur; hayatın güzelliği, kendine göre nimetleri vardır; İyi bir ev, iyi bir aile, sevdiklerimizin ve dostlarımızın ilgisi...” “ Demek acı değil,” dedi, beni kendisiyle birlikte, kap mm olduğu ku­ zey duvarının karşısındaki çimlere çekerek. “Bir kemiğin kırılması, bir insanın elini kesmesi veya bir insanın annesini yitirmesi acı değil mi?” Bunun üzerine, söz ettiği acımı hatırladım. “Elbette bu bir acıdır, bütün bunlar acıdır. Ama hayat bu acılardan ibaret değildir, bu acılar sadece belli günlere, belli yıllara özgüdür ve kuşkusuz hiçbir güzelliğin ve mutluluğun olmadığı, sadece bu acılarla dolu bir hayıt yoktur.” “Ne mutluluğu?” diye sordu. “Ne mutluluğu mu?” Yine şaşkınlık içindeydim. Çünkii Yüce Tsong Khapa, etiyle kemiğiyle, yanımda yürüyen bu kısa boylu keskin adam hiç de büyük bir filozofa benzemiyordu. Hüsrana uğramıştım; yalnızca fiziksel görünüşü yüzünden değil, sözleri yüzünden de. “Mutluluk, evet mutluluk, neşeli, gülümseyen bir çocuğun mutluluğuna ne dersin?” “ Yani senin mutluluk fikrin bu, neşeli bir çocuğun yiizü?” “Evet,” diye yanıtladım, “ evet tam da bu yüz. Onun gizelliğini kim inkâr edebilir? Kim bunun acı ve ıstırap olduğunu söyleyebilir?” Aniden durdu, kendi etrafında döndü ve hem kızgınlık hem acıma hissedermiş gibi görünen bir yüzle yukarı, bana baktı. “Bu çocuk,” de­ di, “ bu çocuk. Korkunç şeyler görmeyecek mi? Eğer yeterince uzun ya­ şarsa, ebeveynlerinin öldüğünü, en sevdiği annesi ile babasının ölümü­ nü görmeyecek mi? Savaşı görmeyecek mi, insanın insana zulmünü ve nefretini, bütün sevilenlerin yitirildiğini ve yeterince uzun yaşarsa, önünde sonunda kendinin dişsiz, çaresiz, can çekişen bir ihtiyara dö­ nüştüğünü görmeyecek m i?” îrkilmiştim. “ Elbette, elbette bütün bunlar mümkün...” “Mümkün!” Neredeyse kulaklarımı sağır ediyordu. “ Mümkün? Bunlar kesin değil mi, mesela mutlak desek!”

15

BAHÇE

“ Evet, sanırım öyle, her çocuk, şu anda ne kadar mutlu olursa ol­ sun, bütün bunları yaşayacaktır ve bizzat, yaşlı çaresiz, acı çeken bir ih­ tiyara dönüşecektir.” “ O zaman bir çocuğun yüzünün güzel olduğunu nasıl söyleyebilir­ sin?” diye sordu ısrarla. “ Çok açık,” diye itiraz ettim. İtirazımda doğal olarak kendimden çok emindim. “ Çocuk neşelidir ve çocuk, tam o anda bize bakarken, güzel bir şeydir. Bu çocuk daha sonra ister ihtiyarlasın, ister hayatın şiddet ve korkularına tanık olsun, bu anda, hâlâ çocukken, neşeli ve güzeldir...” “ Yani,” diye araya girdi daha nazik ve düşünceli bir sesle, “bir in­ sanın dilini yavaş yavaş ve kuvvetlice bir usturanın ağzına sürmesi acı değil, hazdır öyle m i?” Bir insanın dilini usturanın ağzına sürmesi düşüncesiyle ve imge­ siyle irkildim. “ Hayır, elbette dili kesilecek, canı acıyacaktır.” “ O zaman,” dedi, “ usturanın balla kaplı olduğunu varsayalım, bir avuç balın arkasında bir ustura gizli olsun, balı yaladın, balın ılık tadı­ nın hazzını yaşadın. Orada ustura olduğunu bilmiyordun ve balı yalar­ ken, dilini kestiğin için mi orada bir ustura olduğunu anladın?” “ Ortada hâlâ bir acı vardır, haz yoktur. Daha keskin bir acı düşüne­ miyorum bile. Balı yalarken, usturanın ağzını yalarsam, bu sadece acı­ dır.” “ Yani sen,” dedi otoriter bir sesle, “bal yalamak bir haz değildir di­ yorsun!” Bu sesle birlikte bir seferinde Akademi’de bir öğrenci arka­ daşla satranç oynarken onun bana az sonra mat olacağımı söylediği an­ da hissettiklerimi hatırladım. “ Sadece bal m ı?” diye yanıtladım hemen, düşünmeden. “Bir hazdır.” “ Peki balın altında dilini lime lime edecek bir ustura varken, bu yi­ ne haz mıdır?” “Hayır, bunu daha önce söylemiştim, haz değildir.” “ Yani bir hazza, her zaman ve kaçınılmaz olarak nihayetinde ondan daha büyük bir acı eşlik ediyorsa, o bir haz değildir midir?” 16

AC 1

“Evet,” dedim zafer kazanmış gibi. “Evet!” dedi zafer kazanmış gibi ve bana neşeli, gazel çocuğun yü­ zünü gösterdi. Çocuk acı çekiyordu.

17

3 Meditasyon

••

Tsong Khapa’nın sözleri ve -şim di düşünüyorum d a- annemin Ü stat ölümü beni çok etkilemişti. Umudumu yitirmiş, umutsuzluğa kapıl­ mış değildim; dışarıdan göründüğü kadarıyla normal bir hayat sürüyor­ dum. Çalışmalarıma ve yazılarıma devam ediyor, basit ama rahat bir ha­ yat sürüyordum. Bununla birlikte Bahçe’de yaptığım yürüyüş ve ölüm, zihnimin sürekli yoldaşları haline gelmişlerdi; biri ötekini hatırlatıyordu. Annemin iyi ve verimli bir hayatı olduğu doğruydu; çocuklar yetiş­ tirmiş, dünyaya katkıda bulunmuş, eve getirdiğimiz yabancıların ihti­ yaçlarını karşılamak için bile bir saniye tereddüt etmemişti. Ama eğer, nasıl yaşarsa yaşasın sonunda yaşlanacak ve korkunç bir biçimde kan­ serden ölecekse, hayatını adadığı bütün her şey -oğlu, evi, vazifeleridaha şimdiden toza dönüşüyorsa ve hemen sonra unutulacaksa, bütün bunların anlamı neydi? Annem Tsong Khapa’nın Bahçe’de bana söyle­ diği sözlerin canlı bir kanıtıydı. Eğer ölüm ve acıyla sonuçlanacaksa, güzel ve iyi görünen şeyler gerçekte öyle değildirler. Ve bana sorarsanız Tsong Khapa annem sayesinde vardı; Bahçe’ye benim ihtiyaçlarımı bi­ lerek ve somlanma bazı yanıtlar getirerek gelmek zorunda kalmıştı. 19

BAHÇE

Aylarca ölümü düşündüm ve sonunda bir çöl kasabası olan kasaba­ mızdan biraz uzakta bir tapmağa gittim. Orada nazik, kutsal ve bilgili bir başrahiple karşılaştım. Beni memnuniyetle kabul etti ve bana kal­ mak için küçük, sessiz bir oda verdi. Yakınlarda yaşayan soylu bir ada­ mın malikânesindeki zengin bir kitap koleksiyonuna bakan bir adamın yanına yardımcı olarak yerleştirdi. Zamanımın bir bölümünü kutsal metinleri inceleyerek geçirdim. Ölüm üzerine düşüncelerimden, soru­ larımı çözmeyi öğrenebileceğim bir patikanın varlığına dair bir duygu gelişti. Bu yolu derinden arzuluyordum. İşte bu yüzden ayaklarım beni tekrar Bahçe’ye götürdü. Havalar serinlemişti; çöl, sevdiğim yerin taş duvarları arasındaki çimlerin ve gül ağaçlannın yeşile kestiği bir bahar yaşıyordu. Gün batar batmaz gittim. Ve O ’nu beklemeye başladım. Bu kez çok beklemek gerekmedi. Karanlıkta kapının olduğu yerden birinin, O ’nun adımlarından çok farklı adımlarla yaklaştığını hissettim. İlkindeki gibi hayal kırıklığına uğramıştım. Bu adımlar sıçrayarak, ama neredeyse bir işadamının güveniyle atılan ve hepsinden önemlisi ağır adımlardı. Döndüm ve Büyük Meditasyoncu Kamala Şila’yı* gördüm. Beklediğim gibi biri değildi. Çünkü aklımdaki resimde ciddi ve çe­ tin bir varlık, bin yıl önce taştan bir Himalaya uçurumunda, saatlerce yapılan derin meditasyonun katılıklarına tanık olmuş bir yüz ve beden vardı. Ama karşımdaki şeyin bu resimle hiçbir ilgisi yoktu. Orta boy­ luydu, etine dolgundu ve cüppesinin etekleri neredeyse dizlerine gele­ cek kadar yukarıdaydı. Bu ona oyuncu bir görünüş, bir oğlan çocuğu görüntüsü veriyordu. Yüzü geri kalanıyla uyum içindeydi: Yuvarlak, mutlu yanaklar, dolgun bir burun, esmer Hintli özellikler, başının tepe­ sinde kötü tıraş edilmiş beyaz saç tutamları ve hepsini bastıran, kıvıl­ cımlar saçan küçük gözler. Sürekli kıkırdıyordu. “Yolu bilmek istiyorsun demek!” dedi. “Evet, elbette,” diye yanıtladım, çünkü dünyanın gerçek ıstırabını bilmek ve kaçış yolu için sabırsızca beklemek dünyanın en ciddi şeyiy­ di. * Kamala Şila: Orta Yol okulunun temsilcisidir ve “Büyük Meditasyon Ustası” olarak da anılır. (Ed. n.) 20

MEDİTASYON

“Niçin olmasın!” diye güldü, “ve... Niçin olmasın!” “ Annemin niçin öldüğünü bilmek istiyorum,” diye yanıtladım cid­ di bir sesle, “ yapabileceğim bir şey var mıydı, bilmek istiyorum veya hâlâ yapabileceğim bir şey var mı bilmek istiyorum... ve her zaman böyle mi olacak, bilmek istiyorum.” “ Evet, evet,” diye kükredi. “ Yapabilirsin. Niçin olmasın? Meditasyonu öğrenmek gerek!” ve orada O ’nunla geçirdiğim aşk dolu günler­ den dolayı benim için kutsal olan keçiboynuzu ağacının altına sıçradı. Yanma oturmamı işaret etti; Akademide’yken arkadaşlarla oturup biraz meditasyon yapmışlığım, meditasyon üzerine birkaç kitap okumuşlu­ ğum vardı. Bu yüzden yanma dik bir biçimde oturup gözlerimi kapa­ dım ve hiçbir şey düşünmemeye çalıştım. Kıkırdadı ve sırtıma vurdu. “ Ne yapıyorsun?” diye sordu gülerek. “Meditasyon!” dedim. “Isınmadan bir koşu yarışma girer misin?” diye sordu neşeli bir ses­ le. “Ş ey ... Hayır.” “Isınmak gerek!” dedi gülerek ve ayağa fırladı. “Isınma nedir?” diye sordum asık bir suratla ayağa kalkarken, ba­ cakları esnetme ve diğer nahoş egzersizler düşüncesi hoşuma gitme­ mişti. Kamala Şila, ilk defa yüzünde ciddi bir ifadeyle baktı bana. “ Herkes meditasyon yapmak istiyor! Hiç kimse nasıl yapacağını bilmiyor! Önce doğru bir ısınma gerek!” dedi. “ O zaman ısınmayı anlat bana.” “ Önce temizlik!” diye bağırdı, çimlerin üzerinde sağa sola koştu, küçük göbeğinin üzerinden yere eğildi ve çimler ay ışığının altında te­ mizlikle parıldayana ve insanı meditasyona davet eden küçük bir yer yaratana dek dökülmüş yapraklan ve dal kırıklannı topladı. “Bunu odanda da yap, tamam m ı?”

21

BAHÇE

“ Tamam,” diye yanıtladım ve oturmak için harekete geçtim. “ Armağanları unutma!” dedi tiz bir sesle. “ Hangi armağanları?” dedim. “ Önemli insanlar geliyor!” diye kıkırdadı. “Geldiklerinde onları karşılamak için birkaç güzel armağan gerek.” Kuşku içinde Bahçe’nin kapısına baktım. Onun gibi kutsal meditasyonculardan bir grubun içeri gireceği düşüncesiyle korktum. “Kim ge­ liyor?” diye sordum. “ Senin görebileceğin hiç kimse!” diye yanıtladı. Tahta sıraya doğru gitti ve cüppesinin üst kısmından küçük kil kaplarla dolu bir torba çı­ kardı ve bunları bir sıraya koymaya başladı. Üçünü fıskiyedeki suyla doldurdu ve bir dikenli çalıdan (bana çalının iznini isteyen bir dua gibi görünen bir şeyler mırıldandıktan sonra) bir çiçek kopardı ve dördün­ cü kabın içine koydu. Fıskiyenin kenarındaki bir adaçayı ve ardıçtan birkaç filiz kopardı ve onları beşinci bir kabın içine koydu ve altıncısına da bir parça kuru ot koydu. Kapının yakınındaki mandalina ağacından bir meyve kopar­ dı ve onu soyarak yedinci kabın içine birkaç dilim koydu. Büyük bir ra­ hatlamayla artan dilimleri yemeye başladı, çiğnerken benim elime de birkaç dilim tutuşturdu. “ Varsay ki,” dedi çiğnemesine ara vermeden, “biz meditasyon ya­ parken çok önemli biri bu Bahçe’ye gelecek. Belki de altın saçlı, altın bir tacı olan yüce bir Kraliçe...” Sözlerinin tam burasında sırıtarak göz kırptı. “ Onları, çöl halkından biri olarak, layık oldukları şekilde karşılamak istersin, öyle değil mi?” “ Gelmesini beklediğin kişi kim?” diye sordum. “ Aydınlanmış Olanlar’ı davet etmek gerek!” diye kıkırdadı. “Eğer onlar seninle değilse, nasıl meditasyon yapabilirsin? Bunu sadece zihninle yapsan bile, Kalp Öğretmeni’ni buraya davet etmedi­ ğin sürece nasıl meditasyon yapabilirsin?”

22

MEDİTASYON

Kalp Öğretmeni sözü göğsümde bir sancı yarattı, çünkü “ Kalp Öğ­ retmeni” olarak hayal edebildiğim tek kişi Altın K ız’ dan başkası değildi. “ Şimdi,” diye devam etti sözlerine, “şöyle sırayla koyalım şunları: Bir kap su, harika bir içecekle dolu kristal bir kap. Bir konuk için mü­ kemmel bir karşılama. “ Sonra bir kap su daha.” Bir oyun oynar gibi küçük kapların yerini değiştirdi. “ Bu da ılık su, yolculuktan yorgun düşmüş konuğun ayakla­ rını yıkamak için. “Üçüncüsü çiçekler. Herkes çiçek sever!” Tomurcuğun kokusunu derin derin içine çekti. “Sonra tütsü!” ve cüppesinin dipsiz kuytuların­ dan çıkardığı bir çakmak taşının kıvılcımıyla bir sonraki kaptaki yap­ rakları tutuşturdu. Kuru bir sesle, “Bu şeyleri hep yanında mı taşırsın?” diye sordum. Ağır ağır bana döndü ve ölümcül bir ciddiyetle yüzüme baktı. “ Yo­ lu istiyorsun? Meditasyon yapmak gerek. Meditasyon istiyorsun? Isın­ mak gerek! Elbette onları her yere götürüyorum... çünkü her yerde me­ ditasyon yapıyorum!” Parlak kokulu közlerle bir sonraki kaptaki kuru otlan yaktı. “ Bir zi­ yaretçi geldiğinde küçük bir lamba yakmak gerek. İşte şu küçük su ka­ bını yerine koyalım; bu da ziyaretçinin üzerine serpeceğin kokulu su­ dur. Şimdi hayal gücünü kullan ve keyfine bak, bu giizel kokuyu suna­ bileceğin en az bir ziyaretçiyi hayal etmekten bile hoşlanacağına kalı­ bımı basanm,” dedi, bana birini hatırlatacak şekilde yan yan bakarak. “ Şimdi en son sıraya bir dilim meyve koyalım, onurlu bir konuğa yiyecek bir şeyler sunmak hoş bir davranıştır.” Meditasyona ne zaman başlayacağımızı, hatta başlayıp başlamaya­ cağımızı merak ediyordum; aklımdan geçenleri hissetti veya biliyordu ki yüzünde bir yorgunluk belirtisiyle, “Zaman ayırmak gerek. Bu arma­ ğanları doğru bir şekilde yerleştirmek gerek,” dedi. “Ne! Bunları sahiden kullanacaklar m ı?” diye sordum kısaca. “ Kuşkusuz hayır,” dedi. “ Sen onların, Aydınlanmış Olanlar’ın yemek için yiyeceğe, içmek için suya ihtiyaç duyduğunu mu zannediyorsun?”

23

BAHÇE

“Eğer duymuyorlarsa,” diye yanıtladım, “bunları neden koyuyoruz ki? Ben meditasyon yapacağımızı zannediyordum.” “Koşmak istiyorsun... Isınman gerek! Onlar olmadan burada medi­ tasyon yapamayız, Kalp Öğretmeni seninle birlikte olup sana yardım etmedikçe, seni kutsamadıkça, sana güç vermedikçe meditasyon yapa­ mazsın. Armağanları buraya koyman, senin onların gelmesini istediği­ ni kanıtlıyor... Lütfen, gelin ve ben meditasyon yaparken bir süre be­ nimle kalın.” Ve sonra, birdenbire, Kamala Şila küçük, sevimli bir şar­ kı, bir dua okumaya başladı, yüzü aydınlanmış, masumlaşmıştı; gözle­ ri kapalıydı ama sanki üstümüzde, yıldızlarla dolu gökyüzünde arma­ ğanlar sunduğu biri varmış gibi, bir şeyler görüyordu. Durdu, başını aşağı indirip gülerek bana baktı. “ Bu son armağandı, benim en çok sevdiğim armağan... Meditasyona oturmadan önce onla­ ra küçük bir şarkı söylemeyi asla ihmal etme.” “Yani artık başlayabiliriz?” diye sordum, sesimin sabırsız çıkma­ masına özen göstererek. Çünkü Kam ala Şila’nm yaratmış olduğu me­ ditasyon yerinin güzelliği ve hoş duygusu inkâr edilemezdi; gerçekten de hem Bahçe hem kalbim sanki biraz ısınmıştı ve meditasyonumuza bu şekilde başlamak iyi ve doğru gibi görünüyordu. “Evet, niçin olmasın. Oturma zamanı!” diye haykırdı. Eğildim ve oturmaya başladım, ama kollarının beni çektiğini hissettim. “Yine ne var?” “ Selam vermeyi unuttun!” dedi, bunu bilmeyişime şaşırmış gibiy­ di. Ellerini, avuç içleri düz bir biçimde birbirine dayanmışken göğsün­ de birleştirdi ve sanki önünde büyük bir varlık duruyormuş gibi zarafet ve saygıyla eğildi ve sonra yavaş yavaş çimlerin üstüne oturdu. Aynı hareketleri yapıp çimin üstüne oturdum, ama o lastik bir top gibi tekrar ayağa zıpladı. Artık canım sıkılmaya başlıyordu, saatin kaç olduğunu düşünerek asık bir suratla önüme bakmaya devam ettim. Bir çiçeğin çevresindeki arı gibi etrafımda zıplayıp duruyordu. “Minderin nerede? Meditasyon minderin yok mu? Arkayı önden yu­ karıda tutmak gerek!” Omuzlarımı tuttu ve öne doğra itti. Kuyruksoku24

MEDİTASYON

muma (anlaşılmaz bir şekilde yine cüppesinin içinden çıkan verdiği) bir minder yerleştirdi. Şimdi de eli sol ayak bileğimdeydi, “ Şunu sağ baldınna koy! Dik otur!” Belime bir şamar indirdi. Omuzlarımı aşağı doğru iterek “Omuzlar aşağıda, aynı hizada. Kafanı dik tut! Sana hiçbir şey öğretmediler m i?” Bıraksalar büyük ustayı bir kaşık suda boğardım. “Aşağıya bakma, yukarıya bakma, dümdüz önüne bak ve sola yas­ lanmayı da kes artık!” îki eli mengene gibi şakaklarımı kavramıştı. “Dilin nerede?” “Nerede olacak, ağzımın içinde,” diye homurdandım. İşitmemiş gibiydi. “Nerede olacak, dilini hafifçe ön dişinin arkasına dokunduracak­ sın,” dedi hevesle. “Eğer bütün gece ağzımızda tükürükler birikiyor, yutkunup duruyorsak, meditasyon yapamayız, yapabilir miyiz? Ağzın­ dan nefes almayı kes! Kuruyacaksın!” Oturuşumu tümüyle düzeltti ve kendimi iyi hissettiğimi kabul etmeliyim. “Her iki ayağımı da baldırlarıma atmam gerekmez mi, tıpkı resim­ lerde olduğu gibi?” “Tam lotus mü? Elbette, eğer yapabiliyorsan; ama daha fazla alış­ tırma yapmadan böyle oturamazsın. En önemli şey tümüyle rahat ol­ maktır, böylece zihnini dizlerinin acısını düşünmeden yoğunlaştırabi­ lirsin. Eğer istersen, şu karşıdaki sırada bile oturabilirsin,” diye açıkla­ dı ve çevik bir hareketle yanıma, tam lotus pozisyonunda oturdu. Gözlerimi kapadım ve huzur durumuna geçtim. İşte bu huzurlu Bahçe’deydim, Altın K ız’m Bahçesi’nde... Ve işte yine burnumun dibindeydi. “Ne o, uykun mu geldi?” Gözlerimi açtım ve dimdik karşıya bakmaya başladım, karşımdaki tuğla duvara kazınmış bir şekil vardı. “ Sizin köyde zihinle mi yoksa gözlerle mi meditasyon yapılıyor?” Ona kızgın kızgın baktım. “ Gözlerimi ne kapatabiliyorum, ne de açabiliyorum, ne yapmamı bekliyorsun?” 25

BAHÇE

“ Seyret,” dedi, başı ve vücudu dik oturdu, gözleri yan açıktı, hafif­ çe aşağı, herhangi bir şey üzerine yoğunlaşmadan, sanki derin bir dü­ şünceye dalmış gibi bakıyordu. O anda bütün olayı kavradım. “ Eğer dikkatin çok dağılırsa, gözlerini kapatabilirsin, fakat zihnin de onlar kapandığında uyumaya alışkındır, bu yüzden işin güçleşir. Bununla bir­ likte onları çok açmamaya da gayret et, yoksa etrafına bakınmaya baş­ larsın; etrafını gözünün yakalayacağı ve dikkatini çekebilecek hiçbir şeyin hareket etmediği, sanki dümdüz, tek bir renkten ibaret bir kumaş veya duvar gibi gör.” Onun dediği gibi yaptım ve zihnimin hemen net bir odaklanma du­ rumuna geçtiğini hissettim. Zihnimi boşaltmaya hazırlandım... Yine ayağa fırlamıştı, bir oraya bir buraya koşuyordu ve ben artık meditasyonun en büyük ustasıyla oturup da meditasyon yapmaya dair bütün umutlarımdan vazgeçmiştim. “ Şimdi ne var?” “ Bir şey işitiyor musun?” diye sordu kaygıyla. Bakışlarımı aşağıya indirip yoğunlaştım. Bütün işittiğim fıskiyenin tanıdık şırıltısından ibaretti. “ Sadece fıskiyenin sesi,” dedim, “ şurada, duvarın yanında.” “ Gitmem gerek!” diye haykırdı ve kaplarım toplamak için sıraya doğru seğirtti. “N e!” diye ayağa sıçradım. “ Bütün bunları yaptık ve sen şimdi git­ mek zorundasın! Birkaç dakika kalıp yanında meditasyon yapmama izin veremez misin?” “İmkansız,” diye haykırdı. “Gürültü, gürültü, çok gürültü var. Bu­ rada meditasyon olmaz. Keşke daha önce fark etseydim. Bu gürültüy­ le meditasyon yapmak imkansız,” dedi fıskiyeyi göstererek. “ O kadar da gürültülü değil,” dedim. “Hadi deneyelim.” Kamala Şila yüzünde çok ciddi bir ifadeyle bana baktı. “Benden Yol’u göstermemi istiyorsun. Sana Meditasyon yoksa Yol’un da olmadığını söyledim. Seçim yapmak zorundasın. Şu güzel fıskiyen mi, yoksa meditasyon mu? Şu anda olduğu haliyle hayatın mı 26

MEDİTASYON

-y a da annenin hayatı- yoksa özgürlük mü? Özgürlük mü, fıskiye mi? Hayatında her zaman böyle seçimler olacak. Ben gidiyorum.” Umutsuzlukla etrafıma bakındım ve keçiboynuzu ağacının etrafına çevrilmiş olan tuğlaları gördüm. Birini aldım ve fıskiyenin ağzına yer­ leştirdim, su durdu. “ Lütfen şimdi birlikte meditasyon yapabilir miyiz?” “ Niçin olmasın?” dedi kıkırdayarak ve tekrar sessizlik içinde çim­ lerin üzerine oturduk ve kendimizi sessizliğe hazırladık. Küçük neşeli adam gözlerimin önünde başka bir şeye dönüştü. Sol elini, avcunu açarak kucağına bıraktı, sonra da sağ elini, yine avcu açık biçimde sol elinin üstüne yerleştirdi. Avuçlardan azıcık uzak duran iki başparmak hafifçe birbirine dokunuyordu. Kıvılcımların dolaştığı yüzü birdenbire değişti ve sükunetin, tümüyle gevşemenin, bütün Bahçe’yi içine çeker gibi görünen bir mutlak sessizliğin yüzü oldu. Açlığım çek­ tiğim bir sessizlikti bu, hayatımın bana asla izin vermediği bir sessiz­ lik. Şevkle yanma oturdum. Kamala Şila, neyse ki, ilk defa en azından birkaç dakikalığına tü­ müyle sessiz kaldı. Sonra fısıldadı: “Isınma üzerine konuşmuş muy­ duk?” “ Evet, evet,” dedim sabırsızca, bunun onu yatıştıracağını umarak. “ Hepsini yaptık.” “ O ısınma değil,” diye fısıldadı tekrar, “diğer ısınma.” “ Neden söz ediyorsun?” dedim endişeyle, ayağa sıçramasını bekle­ yerek. Ama sükunetini korudu ve sözleriyle bana yol gösterdi. “Eğer benimle birlikte gerçek meditasyon yolunda yürümek istiyor­ san düşüncelerini hazırlamalısın. Yoksa yaya kalırsın.” “ Lütfen, öğret bana.” “ Şimdi, ilk olarak soluğunu izle, soluk alıp vermeni. Bakalım zihnin düşüncelere sürüklenmeden on’a kadar sayabiliyor musun. Soluk ver­ mekle başla ve sonra soluk al; bu ikisi tek bir soluk eder. Bakalım bun­ lardan on’a kadar yapabilecek misin; ilk başta, eğer dürüst davranırsan, zihnin başka bir şeye savrulmadan önce on’a kadar sayamayacaksmdır.”

27

BAHÇE

Denedim ve haklı olduğunu gördüm. Düşüncelerim, Bahçe’ye, O ’na sürüklenmeden önce dörde kadar bile sayamıyordum. “ Bu kadar yeter,” diye fısıldadı birkaç dakika sonra. “Nefesini izlemenin nedeni zihnini nötr hale getirmektir, onu yavaş yavaş düşüncelerin girdabından dışan çıkarmak ve yoğunlaşmaktır. B i­ zi özgürleştirecek olan amaç, nefesin izlenmesi değildir.” “Şimdi bir an, niçin burada olduğunu düşün: Yol’u arıyorsun, iyi bir kadının ölümüyle ve bir başkasında gördüğün bilgelikle ilgili yanıtlar aradığını biliyorum. Burada, şimdi, bu soruların başka hiçbir yerde yanıtlanamayacağma, hatta, doğrusunu istersen başka bir yerde sorulama­ yacağına karar ver. Çocuklar iyi insanlann niçin acı çekip ölmek zorun­ da olduğunu soruyor, yetişkinler çocuklara bu soruyu daha fazla sorma­ masını söylüyor ve bu çocuklar kendi çocuklarına aynı şeyi söyleyecek yetişkinler haline geliyor. ‘Bu somların yanıtları yoktur.’ Burada, benim­ le birlikte niçin meditasyon yapacağına karar ver. Burada ve şimdi, ger­ çek bir amaç için, ebedi bir amaç için meditasyon yapacağına ve bu ya­ nıtlan Yol’da aramaya karar ver. Hayatını, hatta burada birlikte geçirdi­ ğimiz şu birkaç saniyeyi bile daha küçük bir amaç için boşa harcama.” Sözleri üzerinde düşündüm ve ne kadar doğru olduklannı hissettim. Bu tek neden için meditasyon yapmanın doğruluğunu ve sevincini his­ settim. “ Şimdi, meditasyona başlamadan önce Aydınlanmış Olanlar’dan gelmelerini iste. Kalp Öğretmeni’nden gelmesini iste, onlan buraya ge­ tirmesini, sana rehberlik ve yardım etmesini iste. Şu anda onları göre­ miyorsun, fakat eğer varlarsa, eğer onlar sandığımız kişilerse, mutlaka göreceksin. Zihnini işitecekler ve gelecekler. Bütün samimiyetinle ve derin saygınla onlardan gelmelerini istersen, mutlaka gelirler.” Onun dediğini yaptım ve O’nun varlığını hissettim, hemen yanım­ daydı. Kalbim sevinç ve sadakat ile doldu. “ Oturmadan önce onların önünde eğildik, şimdi de zihin gözünde onların önünde eğil, benden söylemesi, çünkü onları kendi gözlerinle

28

MEDİTASYON

gördüğün gün kendini mutluluk ve huşu içinde onların ayaklarının di­ bine atacaksın.” Yine söylediği gibi yaptım ve doğru yaptığımı hissettim. “İyi, iyi, söylediklerimi yapmaya devam et. Dünyanın her yerinde birçok dürüst insan meditasyon yapmaya çalışıyor, fakat meditasyonun derinliklerine ve yüksekliklerine ulaşamadıklarını görüyorlar; çünkü şu anda sana öğrettiğim meditasyon kapısından içeriye nasıl gireceklerini bilmiyorlar. Şimdi de bütün gökyüzünü hayal et.” Yine söylediği gibi yaptım ve doğru yaptığımı hissettim. “ Şimdi onu bütünüyle kızıl ve pembe güllerle donat ve Kalp Öğretmeni’ne ve Aydınlanmış Olanlar’a ver ve kibarca onların yardımını iste.” Yine söylediği gibi yaptım ve doğru yaptığımı hissettim. Zihnim, biz meditasyona başlamadan, derin meditasyona artık daha yakındı. “ Hâlâ atmamız gereken adımlar var. Şimdi de vicdanını temizle, çünkü vicdanı temiz olmayan hiç kimse meditasyon yapamaz. İşte bir­ çok insanın meditasyonu çok zor bulmasının, ancak çok az kişinin me­ ditasyonun derinliklerindeki mucizeyi görmesinin nedeni bu. Kalbin temiz olmalı, hayatın temiz olmalı. Bugüne kadar, başkalarına zarar ve­ rebilecek, yaptığın, söylediğin, akimdan geçen bir şeyi düşün; bunu kendine itiraf et, kendine karşı dürüst ol, yapmış olduğuna, iyi bir şey olmadığına, bir daha yapmamaya çalışacağına karar ver. Bu, vicdanı­ nın ve kalbinin temizlenmesi, zihninin, hiçbir zaman mümkün olmaya­ cağını düşündüğün, meditasyon kapılarını açacak.” Sessizce oturdum ve düşündüm, büyük kötülükler değilse bile başka­ larına verdiğim küçük zararlar buldum ve onları kalbimden temizledim. “Güzel, güzel. Çok eğlenceli!” diye fısıldadı mutlu bir sesle. “ Bir­ kaç adım daha; şimdi tam tersini yapalım. Yapmış olduğun bütün iyi şeyleri, başkalarına söylemiş olduğun güzel şeyleri, geçmişte ve şimdi sahip olduğun bütün saf düşünceleri ve Kalp-Öğretmeni’nden başlaya­ rak bütün iyi insanları düşün... Sadece iyi olan her şey için mutlu ol, memnun ol ve sevinç duy.”

29

BAHÇE

Öyle yaptım ve vicdanımı temizleyerek iyi ve güzel bir denge his­ settim. Zihnim iyi enerjiden sanki patlamak üzereydi ve yanşa hazır ısınmış bir at gibi meditasyona susamıştı. “ Şimdi onların rehberliğini iste... Kalp Öğretmeni’nin ve Aydınlan­ mış Olanlar’m. Ve sana bir Aydınlanmış Varlık’ın görünebileceği bütün yollarla görünmelerini dile (sana göründükleri yerleri ve görünme bi­ çimlerini asla tahmin edemezsin). Onlardan öğretmenin olmalarını is­ te. Sana hem öğretmen olarak hem de etrafındaki dünya ve insanlar olarak öğretmelerini, Yol’da sana rehberlik etmelerini iste.” Beni meditasyona çeken derin bir saygıyla söylediklerini izledim. “ Ve şimdi kalbini aç ve onlara görünür veya görünmez olarak, seni koruyarak veya kendilerine çağırarak hep seninle birlikte kalmaları için yakar.” Bunu yaptım ve bu düşüncelerin iyiliği ile derin bir meditasyon du­ rumuna, mutlak bir sessizliğe geçtim. Bu, elbette, Kamala Şila’nm as­ la tahammül edemeyeceği bir şeydi. “ Huzur ne güzel değil m i?” diye sordu. “ Ah... evet...” Konuşmakta güçlük çekiyordum. “Peki ne üzerine meditasyon yapıyorsun,” diye fısıldadı yine. “ Zihnimi boşalttım, düşünmemeye çalışıyorum ve sahip olduğum düşünceler sadece, önümden geçerken seyrettiğim şeyler.” Bu küçük ağır beden, aramızdaki mesafeyi bir şimşek hızıyla geç­ mişti ve burnumun dibindeydi, fakat bu sefer gerçekten kızgındı. “ Ga­ filler! Gafiller hâlâ hayatta! Bin yıldan fazla bir zaman önce büyük tar­ tışmalarda hakladığımı sandığım gafiller! Ben gidiyorum!” diye hay­ kırdı, sıraya ve küçük kutsal kaplarına yöneldi. “Bekle!” diye haykırdım. “Ne yanlış yaptım? Öğret bana, neyi yan­ lış yaptım?” Çimenlere bağdaş kurarak önüme oturdu, soluk soluğaydı, yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Sonra birden yumuşamış göründü ve müşfik bir sesle sordu: “ Annene yardım etmek istiyor musun?” 30

MEDİTASYON

“ Elbette,” dedim. “ Amacımı biliyorsun.” “ O halde, düşün bakalım, burada öylece oturup zihnini bir saat bo­ şaltmakla annene ne gibi bir yardımın dokunabilir? Hayvanlar, örneğin tavşan da aynısını yapmıyor mu? Sarhoşlar da şişelere e şaraptan sonra aynı şeyi yapmıyor mu? Zihinleri bir süre için boşalmış ve sessizleşmiş değil midir? Hadi düşün ve bana yanıt ver, niçin meditasyon yaptığımı­ zı sanıyorsun?” “ Çünkü hakikati arıyoruz ve hakikat meditasyonun sessizliğidir.” “ Yarı doğru. Meditasyon sadece bir araçtır, bir amaç değil. Ağacı kestiğimiz baltadır, keskin bir balta. Ağacı kesmek bilgeliktir, mutlak bilgelik ve bu Yol’un özüdür. Meditasyon yapmak için meditasyon yapmak, baltayı odun kesmek yerine ateş için yakmaya benzer. Yol’un amacı nedir?” “ Umut ediyorum ki soruya bazı yanıtlar bulmaktır. Benim iyilik do­ lu annem niçin bu kadar acılı bir şekilde öldü, neden ölmek zorunday­ dı, niçin hepimiz -iyi veya kötü- acı çekip ölmek zorundayız, niçin bü­ tün hayat, hayatın bütün eserleri, hayatın bütün eserlerinin meyveleri yok oluşa ve acıya dönüşüyor? Benim için Yol’un amacı budur.” “Güzel, zaten öyle olmalı. O zaman şimdi, eğer burada saatlerce, günlerce, aylarca zihnini boşaltarak oturursan yanıtları bulacak mısın, hastalıktan kurtulacak mısın, sevdiğin insanların yitirmekten kurtula­ cak mısın; yaşlanmaktan kurtulacak mısın; bedeninin ve zihninin ener­ jisi günden güne sızıp gitmeyecek mi, tek kelimeyle, bir gün ölmeye­ cek misin?” “ Sanırım öleceğim; sanırım burada çok uzun bir zaman, sıcakta ve soğukta, yağmurda ve yazın sıcağında oturabilsem ve zihnimi boşaltabilsem, dinginleşsem, huzur ve sükunet içinde olsam bile, sanırım hak­ lısın, bir gün hastalanacağım, yaşlanacağım ve burada oturamayacak kadar takatsiz kalıp öleceğim.” “O zaman lütfen...” diye fısıldadı kulağıma, “ lütfen... şimdi beni ta­ kip et ve gerçek meditasyonu öğren, onu gerçek amaçlar için kullanma­ yı öğren.” Bana yakın bir yere, öyle bir kararlılıkla oturdu ki bu kez bir daha kalkmayacağını anladım. 31

BAHÇE

“Meditasyonun üç yolu vardır,” diye başladı kendi meditasyon du­ ruşunu bozmadan. “İlk olarak, senden gözünün önüne Kalp Öğretmeni’ni getirmeni istiyorum.” Bu benim için çok kolay oldu. Sadece bekledim ve her zaman kendi­ sine sığındığım Kalp öğretmeni’min zihnimde görünmesini bekledim. . “ Meditasyonun ilk düşmanı,” diye fısıldadı yine, “ bir tür tembellik­ tir; sadece kendini meditasyon yapmaya hazır hissetmemektir. Medi­ tasyonun kutsal ve acil gerekliliğini hatırlamak için yaptığımız şeyler, bu yüzden iyidir. Ayrıca,” diye kıkırdadı, “kendimiz için hem önemli, hem de sevinç veren bir meditasyon nesnesi seçmekte iyidir. Örneğin bu akşam senin tembellik yapacağını sanmıyorum.” “ Şimdi,” diye devam etti, “ zaman zaman parmaklarımı şıklatacağım. Senden parmaklarımı şıklattığım anda zihninin nerede olduğunu dikkatle belirlemeni istiyorum. Bu şekilde sana meditasyonun diğer düşmanlannı ve onlarla nasıl mücadele edileceğini gösterebilirim.” Zihnimdeki tatlı imgeme döndüm ve bu beni Bahçe’me dair düşün­ celere getirdi, bu beni saatin kaç olduğuna, geç olduğuna ve sabah kalktığımda kütüphanedeki işimi doğru yapacak durumda ol...” Şık! “Zihnin neredeydi?” diye sordu Kamala Şila. “Resmi yitirdim ve işim hakkında düşünmeye başladım,” dedim uysal bir tavırla. “Bu ikinci düşmandır,” dedi. “Resmi yitirmek. Bunun hakkından resmi zihnin için çok tanıdık hale getirerek, onu sürekli aklında tutarak, bir meditasyondan ötekine aynı resim üzerinde çalışarak, bunu gün içinde kısa fakat sık meditasyonlar yaparak gelebilirsin. Öyle ki nesne­ ni her zaman hatırlayacaksın ve o her zaman sana yakın olacak. Şimdi resme geri dön.” Öyle yaptım bu sefer O ’nu tatlı imgesini zihnimde sanki daha iyi tutuyordum. Bedenim hareketsizdi, Bahçe hareketsiz... Meditasyonla kendimi iyi hissettim. Rahatlamaya başlamıştım, daha çok kendime gü­ veniyordum. Nefesim yavaştı, bedenim hareketsiz ve O her zaman ora­ daydı, bulanık bir altın ışık gibi...” 32

MEDİTASYON

“Resim ne âlemde?” diye fısıldadı. “İyi, iyi,” diye yanıtladım, “ Hareketsizim, vücudum rahat.” “Hayır, hayır,” dedi inatla, “resim.” “ Ah,” dedim, “ iyiydi, biraz bulanık gibi...” “Tipik,” dedi biraz haşince. “ Meditasyonun matla,iniş. Bu büyük bir düşmandır, çünkü neredeyse görünmez bir düşmandır. Güçlendikçe belirginleşir, başın dönmeye ve önüne düşmeye başlar. Daha gizli for­ munda saf zehirdir; sana yalan söyler, sana meditasycnunun yolunda gittiğini söyler, oysa sadece ahmaklaşmışsındır, birçol meditasyoncu hayatlarının önemli bir kısmını bu şekilde boşa harcamıştır.” “ O zaman ne yapmam gerekiyor?” diye sordum. “Zihninin bir köşesini ayır; biz buna dikkat diyoruz Onu bir kena­ ra koy. Ona düşmanın nasıl bir şey olduğunu, gelişinia işaretlerini öğ­ ret ve her şeyden önce alarm çanlarını çalmasını, zihinsel matlık meditasyonunu elinden almaya kalktığında seni uyarm asın öğret. Şimdi O ’na geri dön.” Meditasyonumun nesnesini biliyor olması beni biraz şaşırttı, fakat hemen toparlanıp meditasyona döndüm. O ’nun resmini zihin gözümün önüne getirdim ve O ’nun güzelliği ve bana burada öğretmiş olduğu bir­ çok ruhani dersi düşündüm. O’nun çok masum bir şekilde fıskiyeden çıkan suyun içinde yürüdüğü akşamı hatırladım; suya hiçbir tereddüt yaşamadan girmişti, altın sarısı saçları vücudunu bir hâle gibi sarmıştı, saçları ne kirli ne çok temizdi, fakat arzudan ve kötülükten tümüyle uzak, birlik halinde oldu...” Şık! “Zihnin neredeydi?” diye sordu Kamala Şila. “İyi düşüncelerde, kutsal düşüncelerde,” diye yanıtladım tereddütle. “ Belki iyi düşüncelerdir, fakat senin meditasyonunıı rahatsız edi­ yorlarsa kötüdürler. Resimden uzaklaşıp başka düşüncelere daldın, baş­ ka yerlere ve zamana, düşünmekten hoşlandığın bir şeylere gittin, doğ­ ru mu?” Öyle olduğunu kabul ettim. 33

BAHÇE

“ Bu, zihnin aşın çalışma durumunda beliren düşmandır; en sık ge­ len budur ve çok güçlüdür. Sana daha fazlasını anlatmalıyım. Dikkati­ ni O ’nun gelişini fark edebilmek için kullan. Şimdi seni bu arkadaşına karşı uyanyorum. Bu atalettir; bu iki düşmandan biri meditasyonun eşiğini geçtiği halde kılıcım çekememektir. “ Matlık ve sıkıntıya karşı kendini tekrar resme ve netliğe ver, önce resmin dış hatları üzerinde çalış ve ardından yüzün, elin ayrıntılarına gel ve böyle devam et. Eğer kasvet devam ederse zihnine mavi gökyü­ zünü getir, o çok parlak ve mavi gökyüzünü. Sonra zihninin bu gökyü­ zünü yıkayan güneş olmasına izin ver -sana tazelik getirecektir- ve ge­ riye dön. A şın bir durum varsa, ayağa kalk, yüzünü yıka veya eğer ge­ rekiyorsa uzanıp dinlen. “Zihnin aşın çalışması içinse nazikçe ve yumuşak davranarak düşün­ celerini tekrar kalbine topla. Zihnini ve bedeninin hareketsizliğini boz­ madan daha derin bir sessizlik ara. Soluğunu yavaşlat, eğer mecbursan tekrar soluğunu saymaya başla ve tekrar meditasyona dön. Meditasyon gökyüzündeki büyük kuşlann uçuşu gibidir, uzaktan, rüzgarla birlikte savrulduklannda biz seyredenler için çaba harcamaksızm hareket ediyor gibidirler. Fakat gerçekte sürekli olarak duruşlannı düzeltiyor, rüzgar de­ ğiştikçe bir yana eğiliyor, yine değişince diğer yana eğiliyorlardır. “Meditasyon da bunun gibidir. Sürekli olarak dikkatini koruyup ayarlar yapmalısın. Tıpkı bir sazın teli gibi ne çok gergin, ne çok gev­ şek olmalı. Sonunda, birçok alıştırmadan sonra meditasyonun rahatça aktığı bir noktaya gelirsin. Bu, nihai düşman için uyanık olma zamanı­ dır, bu da ayar yapman gerekmediği zaman ayar yapmaktır. Şimdi söy­ lediklerimi yap ve tekrar resmi seyretmeye başla.” Öyle yaptım ve O’nun imgesini, gerçek imgesini zihnimde canlan­ dırdım. Önümde net ve sessizlik içinde tuttum onu, yalnızca birkaç da­ kika ve ardından Kamala Şila’nın şunları söylediğini duydum. “İyi. Şimdi de ikinci tür meditasyona gelelim, buna sorun çözme diyoruz. Sana bir sorun vereceğim ve sen de zihnini tümüyle bu soruna yönel­ teceksin ve onu çözmeye çalışacaksın. Bu önemli bir meditasyon türü­ dür ve sana daha sonra çok iyi hizmet edecektir.” 34

MEDİTASYON

“ Söylediğiniz gibi yapacağım.” “ Şimdi hayatındaki küçük bir olay üzerine yoğunl aş, belki bir tesa­ düfe, ama hayatını daha iyiye doğru değiştiren bir şeye.” Denedim ve aklıma hemen tencere geldi, Şükran Günü’nde anne­ min evinde unutulan tencere, beni O ’nun kapısına götüren tencere. “ Şimdi onun gerçekten bir tesadüf olup olmadığını düşün; onun bir tesadüf olup olmadığını biliyor muyuz; bundan emin olabilir miyiz; baş­ ka biri tarafından ayarlanmış olamaz mı; başka birinin işiyse amaç ne olabilir, bunun arkasında yatan olası kutsal veya sıradannedenler ne ola­ bilir. Düşün, gözden geçir, analiz et ve yapabiliyorsan bir sonuca var.” Derin derin düşündüm. Hayatım üzerindeki etkileri dolayısıyla ten­ cere tesadüfü benim için önemliydi. Her zaman onun bir tesadüf oldu­ ğunu varsaymıştım. Eğer bir tesadüf değilse, birinin benim bu kızla bu­ luşmamı istemesi olasıydı; ancak bu kişinin buluşmanın beni ruhsal yo­ lun kapısına gelmemi sağlayacağını düşünme olasılığı zayıftı, bununla birlikte eğer Aydınlanmış Olanlar gerçekten varsa ve geleceği eksiksiz olarak, bizim şimdiki zamanı gördüğümüz gibi görebiliyorlarsa, o za­ man sanırım... Belki?..” Kam ala Şila düşüncelerimi yanda kesti. “Geç olda; bu meseleyi kendi başına düşünebilirsin, düşünmen gerek. Şimdi üçüncü tür meditasyonu öğren. Senden bu akşam sana öğrettiğim adımlan, çimleri te­ mizlemeye başladığım andan itibaren her ânı baştan sona tek tek göz­ den geçirmeni istiyorum. Zihninde bütün ısınma sürecini, yerin hazır­ lanmasını, kendi kalbinin hazırlanmasını, meditasyonu canlandır. Me­ ditasyon türlerine geç; düşmanlannı ve onlardan kurtulma yollarını tekrar hatırla. “ En sonunda da bir meditasyonu bitirmek için en uygun yolu dü­ şün: Gölün ortasına fırlatılmış ve düştüğü yerlerden etrafa dalgalar ya­ yan bir taş düşün. Bugün seninle burada geçirdiğimiz gece ve yaptığın meditasyonlann her biri aynıdır. B ir olaydır, kutsal bir ol aydır ve hayal edebileceğin yerlere kadar tekrar ederek gider. Bu dalgaların bilincin­

35

BAHÇE

de olmaya çalış, onları düşün ve onların etrafındaki bütün hayatlara do­ kunan mutluluk ve yardım dalgalan haline gelmesi için dua et.” Bana öğrettiği gibi, gözden geçirmeye başladım. Kendini tümüyle meditasyonuna vermiş olarak yanımda oturdu. Bunun ardından aklıma son bir soru geldi, “Ey Üstat Kamala Şila, ne üzerine meditasyon yap­ malıyım? Bu sorulara zihnimdeki hangi resim, sorun veya gözden ge­ çirme yanıt verebilir?” “ Her zaman başlamamız gereken yerden başla,” diye yanıtladı. “ Kalp Öğretmeni’ni zihninde resmet ve resmin gerçek kadar mükem­ mel olmasına izin ver. Sonra O ’ndan yardımını iste, inan,” dedi gözle­ rindeki parıltıyla ve ekledi, “belki sana rehberlik etmeye gelir.”

36

4 ■■

Ölümden Sonra Hayat

B

öylece meditasyonu öğrendim ve sabah akşam düzenli olarak me­ ditasyon yapmaya başladım. Dikkatimi belirli bir noktada toplama yeteneğim yavaş yavaş, fakat kesin bir biçimde artmıştı. Artık daha uzun süreler sessizce oturabiliyordum. Düzenli aralıklarla meditasyon yapmaya başladığım için, seanslar arasındaki süreklilik büyüdü ve bir seansın başı, diğerinin sonuna eklenmeye başladı. Aradaki süre içinde hayatımın günlük faaliyetlerine yöneliyordum ve daha kolay yoğunlaş­ tığımı, daha hassas bir dikkate sahip olduğumu, gündelik sorunların çö­ zümünü daha kolay anlamaya ve sezmeye başladığımı gördüm. Çabalarımın yoğunlaştığı nokta her zaman o büyük soruydu: An­ nem -iy i bir kadın olduğu halde- niçin acı çekip ölmek zorundaydı; dünyadaki bütün iyi ve saf şeylere, bütün sevinçlere, bütün başarılara dokunup zamanla onu yok eden, onu acıya dönüştüren ve sonunda var­ lığını silen güç neydi? Bu gücü bulabilirsem (her şeyin yaşlanıp ölme­ sinin mutlaka bir nedeni olması gerekiyordu), o zaman belki nedeni de­ ğiştirir ve böylece onun kaçınılmaz sonuçlarını da değiştirebilirdim.

37

BAHÇE

Aradan geçen zamana rağmen annemi hâlâ bencillik derecesinde özliiyordum; sık sık onu düşünüyor, bir şekilde hâlâ var olup olmadığı­ nı, kayıp veya yardıma muhtaç olup olmadığını, böyle bir yardımda bu­ lunmanın mümkün olup olmadığını ve bunu nasıl bilebileceğimi merak ediyordum. Bahçe yine çağırıyordu beni, orada yeterince zaman geçi­ rir ve olgunlaşırsam, aradığım bütün yanıtlan bulabilecektim sanki. Bu kutsal yere, her zamanki gibi, çölün sessizleştiği, kokulu meltem­ lerin estiği, Bahçe’nin içindeki zakkumlann kokusunun bu meltemlerle her yeri kapladığı gece vakti geldim. Dışandan çölün daha belirsiz, fakat her yere sızan kokusu geliyor ve zambak kokulanna kanşıyordu. Bahçe’nin kapısında durdum. Eskiden olsaydı burada dikilir, kapı­ ya bakar ve O ’nun gelişini bekleyerek seyrederdim. Ancak bu sefer ak­ lıma onu başka bir şekilde bulma fikri geldi. O’nu zihnimle Bahçe’ye çağıracaktım. İçeriye girdim ve dallan bir zamanlar bir örtü gibi yıldız­ lan dışanda bırakıp ikimize ait bir dünya yaratan keçiboynuzu ağacına doğru yürüdüm. Oradaki basit tahta sıraya oturdum. Eğildim, başımı ellerimin arasına aldım ve O ’nu işitmek için din­ lemeye başladım. Kamala Şila’nm bana öğretmiş olduğu sessizliğin içine girdim ve sadece dinledim. Kendi kanımın koşusu, kalp atışları­ mın gümbür gümbür davullan arasında, sanki sadece ve sadece dinle­ yerek, onun seslerini yeniden yaratabilir, onu buraya getirebilirdim. Zihnim boştu. Sessizdi; tek bir şeye odaklanmıştı: Onun yürüyüşü­ ne ve ayak seslerine. O sadece ahenkle değil, dans eder gibi sekerek yü­ rürdü. O ’nu dinliyordum, gözlerim kapalı, ayak seslerini duymak için bekliyordum. Çok uzun bir süre bekledim ve hiçbir şey duyamadım. Fakat sonra, zihnimin sessizliği bir hışırtıyla bozuldu. Ayak sesle­ ri... Arkamdaki karanlıktan, bahçenin kapısından bana doğru gelen ki­ şinin kararlılığını yansıtan, güçlü, heybetli ve yavaş adımlardı. Arkamı döndüm ve ay ışığında Üstat Dharma Kirti’y i* gördüm. * Dharma Kirti: En önemli Budist filozoflardan ve Yogachara’nın en önemli sözcülerinden birisidir. 7. yüzyılda Güney Hindistan’dan gelmiş, Nalanda manastır üniversitesinde Dharmapala ile çalışmış önemli bir mantıkçıdır. (Ed. n.) 38

ÖLÜMDEN

SONRA

HAVAT

Arzulu gözleri, hafif ve neredeyse üzgün gülümsemesiyle yüzünün anlattığı ilk şey nezaketti. İkinci izlenim ise kesinlikti; bir soylunun ritimli, birbirine eşit adımlarını atıyordu, boynu ve sırtı bir askerinki gi­ bi dimdikti, her hareketinde kararlılık okunuyordu Yüzünün uyandırdığı son duygu da ciddiyetti; kemerli burnu, çene­ nin köşeliliği ve bunların üstünde zekanın, haklılığın, korkusuzluğun parıltısıyla yanan iki kor parçası. Sessizce durdu, gözlerini birkaç sani­ ye gözlerime dikti ve sonra şunları söyledi: “Haydi, Bahçe’de birlikte yürüyüşe çıkalım.” Ayağa kalktım. Sola, küçük taş tapmağı geçip güneydeki palmiye­ lere yöneldik. Gölgelerin loş karanlığında yürürken “Benimle konuşmak istedi­ ğin bir konu mu var?” diye sordu. Sabah akşam ölümü düşünüyordum, annemin ölümünü. O’nun hâ­ lâ bir yerlerde var olup olmadığını merak ediyordum. Bu meseleyle bir­ likte iki sorun daha vardı; hayal etmek güç olsa da, kendi ölümümü me­ rak ediyordum, gerçekten olup olmayacağı, ondan sonra ne olacağını ve en önemlisi de öldüğümde Altın K ız’ın benimle birlikte olup olma­ yacağını, tekrar birlikte olup olmayacağımızı merak ediyordum. “ Ölümden sonra hayatın var olduğu ve bu hayata gelmeden önce de yaşadığımız doğru mu?” “İstersen sana sorular sorayım, belki yanıtlan kendin bulursun,” di­ ye karşılık verdi. Sesi hem benim tasalanmı kendine tasa edinmiş ve onlann ne olduğunu kesin bir biçimde bilen bir yumuşaklığı; hem de keli­ melerinin arkasındaki mantığın çelik sertliğini, onüç yüzyıl önce Hin­ distan’daki hayatı boyunca başkalannın muğlak düşüncelerine meydan okumuş ve onlan mağlup etmiş olan soğuk ve amansız mantığının de­ mirden çenesini hissetmeme yol açan, belirgin bir tınıya sahipti. “Lütfen, devam et.” “ Bedenin maddesi nedir?” “ Deri, kan, sıvılar, sert kemikler, yumuşak organlar, bazı yerlerde kıllar.”

39

BAHÇE

“ Bu şeyler fiziksel midir?” “ Elbette. Onlara dokunabilir, onları hissedebiliriz; bir ağırlıkları var, kırılıp yırtılabilirler; hatta çok gerekirse onları kesebiliriz.” “Peki zihnin maddesi nedir?” “ Bugünlerde ‘zihnin maddesi’ tanımını kullanabilir miyiz bilmiyo­ rum, o sadece var; zihnim varlığını hissettiğim umutlar, dilekler, dü­ şüncelerle doludur bazen ve bazen de boştur.” “Peki bu düşünceler bedenin organları gibi mi? Onları görebilir, on­ lara dokunabilir veya onları parçalara ayırabilir misin?” “ Eğer renkleri olup olmadığını, dokunuşlarının yumuşak mı yoksa sert mi olduğunu, denizdeki su gibi elimi daldırdığımda bir şey hisse­ dip hissetmediğimi soruyorsan, hayır, böyle bir şey değil. Daha çok bir kristal, tıpkı hava gibi görünmez, renksiz, ağırlıksız fakat sarsılmaz bir akışla hareket halinde olan bir şey. Hem de bütün hayat boyunca.” “Peki zihninin, bacaklarımız ve kollarımız gibi ikamet ettiği belli bir yeri var mı?” “ Şey, başın içinde, kemiğin altında beyin dediğimiz bir şeyin için­ de bir yeri olduğunu söylüyorlar...” Cümlelerimin sonunu getiremedim, çünkü vücudunun hafifçe bü­ küldüğünü hissettim, yüzünü bana döndü. Gözleri gözlerime dikilmiş­ ti ve bu gözler uyurken birdenbire uyandırılmış tehlikeli bir vahşi hay­ vanın gözleri gibi alev alevdi. “ Demek zihin beynin içinde?” diye sordu katı bir sesle. “ Galiba.” “ Ama ellerinde değil, örneğin?” dedi, birdenbire elimi iki elinin arasına aldı, kollarının gücünü hissedebiliyordum. “ Şey, belki...” Özgüvenimi yitiriyordum. “ Parmaklarımı hissediyor musun?” Hissediyordum ve kendimi pek iyi hissetmiyordum. “Elbette hissediyorum.”

40

ÖLÜMDEN

SONRA

HAYAT

“ O zaman ellerinin bilincindesin?” “ Evet, bilincindeyim, ellerini hissediyorum.” “ O halde bilincin ellerine kadar uzanıyor?” “ Evet,” dedim, kendimden daha emin olmaya başlamıştım. “ O zaman zihnin ellerine kadar uzanıyor?” “Evet, evet, zihnim, bilincim, bedenimin her yerine ulaşıyor, tepe­ den tırnağa kadar, her yere.” “ O zaman, zihninin teninin sınırlan içinde her yerde olduğunu söy­ leyebiliriz?” “ Evet, evet, söyleyebiliriz.” Gözlerinin çelik ışıltısı yine gözlerime kilitlenmişken, “Peki daha öteye ulaşamaz m ı?” diye sordu. “ Hayır daha öteye ulaşamaz. Parmaklanmın ötesini hissedemem, fiziksel bedenimin dışında bir bilincim yok.” “ Yani o zaman, şu keçiboynuzu ağacının arkasındaki, fıskiyenin he­ men önündeki yumuşak çimleri düşünemezsin, Öyle m i?” Biraz kötü bir niyet hissettim, sanki o yumuşak yatağı sık sık düşündüğümü bili­ yordu. “Elbette, düşünebilirim.” “ O halde zihninin oraya, parmaklarının ötesine, bahçenin ta öteki ucuna uzandığını da söyleyebiliriz?” “ Evet, söyleyebiliriz.” “ Demek zihin sınırlandırılamaz; uzağa gidebilir, fiziksel bedenin sınırlarının ötesine ulaşabilir?” “ Evet.” “Üstelik o bedenden de çok farklı, uzak yerlere uçabilir, bize bakan yıldızların ötesindeki yerlere uçabilir, bu yerleri düşünebilir?” “ Evet.” “ Yani hiçbir şekilde bedene benzemiyor, zihnin bu kristal kuşu bu

41

BAHÇE

elle tutulur ete ve kemiğe benzemiyor, ona dokunulamaz, üzerine bas­ tırılamaz, o tartılamaz, görülemez, kesilemez, ölçülemez, doğru mu?” “Evet, doğru.” “Peki o zaman, iradesiyle istediği yere uçabiliyorsa, onun beyinde olduğunu, beynin içinde ikamet ettiğini, beyinle sınırlı olduğunu nasıl söyleyebilirsin?” Kendimi artık çok kötü hissediyordum, ellerimin onun ellerinin ara­ sında olması, savlarının şiddeti artarken elimi biraz daha sıkması, du­ rumu sadece daha da kötüleştiriyordu. “Zihnin beynin içinde olduğunu söylemedim, orada ikamet ettiğini söyledim.” “Yani beyin ve zihin birbiriyle ilişkilidir, zihin beynin etrafında ika­ met eder, ya da daha doğrusu bütün bedeninde.” “Evet, bu doğru.” “ Peki, iki şeyin birbirileriyle ilişkili olduğunu söylüyorsak, bunun onların birbirinden ayrı olduğu anlamına geldiğini kabul ediyor musun?” “ Evet, eğer iki şey ilişkiliyse, bunlar ayrı şeyler demektir.” “ O halde zihin ve bedenin, her ne kadar ilişkili olsalar da, birbirin­ den tümüyle farklı iki şey, iki madde olduğu konusunda fikir birliğine varabiliriz.” “Evet.” “Şimdi, eğer izin verirsen başka bir şey soracağım,” dedi ve duru­ şunu değiştirdi; ellerimi henüz bırakmamıştı, ama sol ayağı bana doğ­ ru öne çıkmıştı. Güçlü savların gelmeye başlayacağını biliyordum; çünkü bu, Hindistan’ın kadim tartışmacılarının, vücutlarını tıpkı bir boksör gibi, sanki olası yumruklara daha küçük bir hedef oluştursun di­ ye yan çevirip rakibine öfkelerini kustukları bir duruş biçimiydi. “Beden değişiyor mu?” “Elbette, insanlar yaşlanıyor, beden, kırışarak, güçten düşerek, kıl­ ları ağararak yaşlanıyor.” “Beden neden değişiyor?”

42

ÖLÜMDEN

SONRA

HAYAT

“Birçok nedeni var. Ama asıl neden -k i bunu çömez rahipler bile bilir- bedenin nedenlerinin değişmesidir. Nedenler değişince, sonuçlar da değişir. Bedeni üreten eneıji tükenince, beden de tükeniyor, tüken­ mek zorunda.” “ Yani, eğer bir şey değişiyorsa, bunun bir nedeni vardır?” “Evet.” “Peki bedenin nedeni nedir?” “Birçok nedeni vardır, ancak sanırım ilk neden anne ve babadır; an­ nenin yumurtası ile babanın dölü. Bu iki neden biraraya geldiği zaman, diğer şartlar da oluşmuşsa, beden hücre hücre büyümeye başlar.” “Evet, doğru, anne ve babanın fiziksel kısımları biraraya gelir ve beden büyümeye başlar. Biz buna ‘maddi neden’ deriz. Bu, bedenin ilk anlarına dönüşen malzemedir. Tıpkı kilin seramik tabağın maddi nede­ ni olması gibi. Seramik tabak için, seramikçinin elleri ve hüneri, kili pi­ şirmek için fırın ve kilin terbiye edilmesi için gereken zaman gibi di­ ğer bütün nedenlerin de var olması gerekir. Maddi neden! Maddi nede­ ni iyi anlamalısın. Bir ağacın maddi nedeni nedir?” “ Galiba ağacın tohumu.” “ Doğru. Peki katkıda bulunan nedenler?” “Toprak, güneş ışığı, su ve özenli bakım.” “ Doğru... O halde maddi nedeni diğer etkenlerden farklı kılan şey nedir?” “ Sanırım, senin de söylediğin gibi... O ’nun sonuç haline gelen mad­ de olmasıdır; vakti geldiğinde sonuca dönüşen özdür o,.. Tohum, vakti geldiğinde ağaç filizine dönüşen şeydir, kil tabağa dönüşen şeydir.” “Ve bu şey, maddi neden, sonuçtaki maddeyle veya şeyle aynı ol­ mak zorunda mıdır?” “Evet, sanırım öyle. Aslında, birçok ortak şeyleri olmalı, birbirine benzemelidir.” “ Şimdi esas noktaya geldik,” dedi Dharma Kirti Usta. Bir yandan da beni Bahçe’nin en karanlık köşesine sürüklüyordu. Palmiyelerin

43

BAHÇE

gölgeleri ve yüksek güney duvarı ay ışığını geçirmiyordu. Daha önce Altın K ız’la buraya hiç gelmemiştik. “Gözlerini kapat,” dedi. Bahçe’nin bu karanlık köşesinde gözlerimin açık olup olmamasının çok az bir fark yarattığı düşüncesiyle gülümseyerek kapadım gözleri­ mi. Hâlâ avuçlarının arasında tuttuğu elimi açtı ve göğsüne bastırdı, kor gibi yanan gözleri bu sefer kapalıydı, meditasyona geçtiğini hisse­ debiliyordum. Sanki kalbinden zihnime, göğsünden elime bir kanal, bir geçit açılıyormuş gibi hissettim. “Zihin gözünle hayatının akışını, bu dünyada kaldığın günler boyun­ ca akan görünmez malzemenin berrak kristalden nehrini canlandır.” Birkaç dakika sessizce durduk; Resmi canlandırabiliyordum: İlk hatıralanma kadar giden ve birbirine kopmaz bir biçimde bağlı bir akış. “Zihninin öğlenki, Bahçe’ye gelmeden önceki halini düşün.” Düşündüm. “ Öğleyin, zihninin maddi nedeni neydi? Öğlen saatlerinde zihnini şekillendiren şey neydi?” Açık bir biçimde görebiliyordum. Herhangi bir yanıta ihtiyaç yok­ tu. Neden, benim kendi zihnimdi; aynı günün daha erken saatindeki zihnim. Öğlenki zihnim, sabahki zihnimin akışının bir sonucuydu. “Tekrar bak; bir daha gör... Bu diğer zihnin, sabahleyin sahip oldu­ ğun zihnin maddi nedeni neydi?” Yine düşündüm ve onun, ertesi akşamın uyanana kadarki zihnim ol­ duğunu gördüm. “ Peki bu yılın zihni nereden geldi?” Elbette, geçen yıldı yanıt, berrak nehrin daha yukarıları. “ Geçen yılın zihni nereden geldi?” Ondan önceki yıl. “ Peki o yılların öncesi?” Benim çocuk zihnimden, çocuğun zihninden. “ Ya çocuk zihni?” 44

ÖLÜMDEN

SONRA

HAYAT

Bebeğin zihninden. “ Bebeğin zihni?” Rahmin içinde büyüyen ceninin zihninden. “ Orada dur. Zihnini orada durdur. Zihninin görünmez nehrindeki kü­ çük siyah noktayı düşün, zihnini ne kadar ilkel olursa olsun, annenin rahmindeki ilk farkındalık anlarına, bebeğin ilk bilincine götür zihnini.” Elbette hatırlayamıyordum, ancak hayal edebiliyordum. İlk ilkel farkmdalığım, büyük olasılıkla annemin rahminin, onun beni çevrele­ yen varlığının nemi ve sıcaklığıyla ilgili bir bilinçti.” “ Bu anda dur... Zihnini bu ilk âna yoğunlaştır.” Öyle yaptım. O ise hiçbir şey söylemiyordu. Gözleriyle değil ama güçlü zihniyle, beni süzüyordu. Sözlerine devam etti. “ Bu ilk düşünce hiç değişti m i?” “Elbette, yıllar sonra şu anda böyle düşündüğüme göre?” “Bir nedeni var mıydı?” “Mutlaka.” “Maddi nedeni var mıydı?” “Evet.” “ Bu ilk düşüncenin maddi nedeni fiziksel bir şey miydi? Dokuna­ bileceğin, üzerine kuvvet uygulayabileceğin, tartabileceğin veya kese­ bileceğin bir şey?” “ Hayır, hayır, bunu zaten konuşmuştuk. Maddi neden, zihinle aynı türden olmalı, bedenin malzemesi olamaz.” “ Başka bir zihin?” “Kuşkusuz.” “Kimin?” “Annem, babam?” “ Annen ve baban gibi mi düşünüyorsun?”

'

“Nasıl yani?”

45

BAHÇE

“ Onların sevdiği ve sevmediği şeylere karşı aynı şeyleri mi hissedi­ yorsun, onların içgörülerine ve kuşkularına sahip misin?” “Bazıları ortak, fakat hiçbir şekilde aynı değiller.” “ Yani farklı bir zihin durumun var, öyle m i?” “Evet, bana özgü; küçük yaşlardan itibaren zihnimin kendine göre hoş bulduğu ve hoş bulmadığı şeyler vardı.” “ Demek rahimdeki bu ilk farkındalık ânına, zihnindeki ilk anlara ne­ den olan şey, anne veya babanın zihni değildi; o halde kimin zihniydi?” “ Kendi zihnim?” “Nereden?” “ Daha öncesinden.” Bıraktığı elim yanıma düştü. Gözlerimizi açtık. Gözleri neredeyse hiddete varan yoğun bir bakış­ la ve bir tür kutsal sevinçle benimkilere bakıyordu. Daha önce yaşadığımı görmüştüm. Annemin rahmine düşmeden önce. “ Çok iyi,” diyerek başıyla onayladı. Yüzü tekrar yumuşamaya, göz­ lerindeki kor sönmeye başladı. Tekrar ak saçlı, kimsenin yaşını tahmin edemeyeceği, belki kırk, belki elli, belki altmış yaşında, hatta belki sonsuz bir yaşta, ihtiyar bir adamdı. “ Çok güzel, çok güzel. Kendi gözlerinle gördün. Artık gerçek bir şeyler öğrenmeye hazırsın.” Elimden tutarak beni Bahçe’nin daha çok aydınlık olan, fıskiyeden gelen suyun sessiz bir gülümsemeyle aktığı yere, doğu duvarına doğru götürdü.

46

5 Ölüm’ün Yolculuğu

D

harma Kirti ile aramda geçen konuşmalardan dolayı annemin hâlâ hayatta olduğunu biliyordum; onu kendi gözlerimle gördüğüm için değil, zihnimle gördüğüm için, onu zihin gözümde gördüğüm için değil, hâlâ var olduğunu zihnimde kanıtlayabildiğim için. Ve bunun bizzat gözle görmek kadar hakiki bir şeye işaret ettiğini biliyordum. Kendi ka­ derimin kopmaz bir biçimde onunkine bağlı olduğunu, o nereye gitmiş­ se benim de oraya gitmem gerektiğini hissediyordum. Ve ben nereye gi­ dersem gideyim, orada Altın K ız’ı bulmak için de bir yol istiyordum. Meditasyonu kullanabildiğim kadar iyi kullandım ve bu konuları araştırdım. Öte yandan bu, yardım almadan yapılamazdı ve bunun böy­ le olduğunu hep biliyordum. Bahçe’ye bir kez daha dönmeye karar ver­ dim. Zor bir karar değildi, çünkü bu yer benim için her zaman yanıtlar ve sevinçler kaynağı olmuştu. Bu sefer mevsim kıştı. Yolculuk yüzünden ancak gecenin geç bir saatinde varabildim. Geceyansma doğru kapıdan içeri girdim. Bu sefer dolunay yoktu, hilal vardı ve çöl bu hilalin altında gümüşi bir renkle

47

BAHÇE

parıldıyordu. Soğuk bedenimi ısırıyor, sabrımı zorluyordu. Keçiboynu­ zu ağacının önünde yüzümü ilk kez kapıya dönerek oturdum. Dosdoğ­ ru kapıya bakıyordum, sanki O’nun bir an önce gelmesini istiyordum. Uzun, çok uzun bir süre bekledim... Gözlerimi, gelen herhangi birini hemen görebileceğim kapının üzerindeki demir oklarda tutan şey, inan­ cımın son fakat en güçlü kırıntılarıydı. O geldiğinde şaşırdım: Kapının üstünde gördüğüm, ne altın bir yüz, ne sırma saçlar, ne güneşin ışığı ve sıcaklığıydı; sadece çıplak bir kafa, soluk beyaz bir suratın üzerinde çukura kaçmış iki karanlık. Kapıdan geçti, tıpkı bir hayalet gibi, sanki kayarak. Ve hızla oturduğum sıranın yanma geldi. Yerlerde sürünen cüppesi, onu biraz daha uzun gösteri­ yordu. Bir çırpıda yanımda belirmişti; kaskatı, ifadesiz bir suratla bana bakan, yüksek bilginin üstadı Vasu Bandhu’dan* başkası değildi. Bir dal gibi kuruydu, adaleli bir vücudu vardı, yaşma rağmen -tahminimce yetmiş civarındaydı- gergin kaslan nedeniyle kararlı ve güç­ lü görünüyordu. Alnı dardı, çenesi köşeli. Vücudu tümüyle gerilmişti; sanki kafatası tenini zorlayarak dışarı çıkmaya çalışıyordu. Gergin du­ dakları aşağı doğru bükülmüştü. Yanaklarında ölümcül bir ciddiyetin çukurlan vardı. Nutkum tutulmuştu, bu yüzden onun konuşmasını bek­ ledim; aşağı, bana bakarak, hiçbir şey söylemeden öylece dikildi; artık ne yumuşak çimlerin ne fıskiyenin verdiği huzuru hissedebiliyordum. “Bugün ölecek misin?” diye sordu. Bu soruyu benden başka hiç kimsenin olmadığı bu karanlıkta, böy­ le bir görünüşe sahip başka biri sormuş olsaydı, bunu bir tehdit olarak algılardım. Ancak cüppesine, rahip cüppesine güveniyordum. Basitçe yanıtladım: “Bilmiyorum.” “Düşün o zaman, bugün ölecek misin?” diye ısrar etti. “Ölebilirim, her zaman mümkün. Böyle bir olasılık var... Ama he­ nüz böyle bir şey olmadı, bana sorarsanız, hayır, bugün ölmem.” * Vasu Bandhu: Sarvastivada ve Yogachara okullarının ünlü bir bilginidir. 4. ve­ ya 5. yüzyılda yaşadığı tahmin edilmektedir. Asanga’nın kardeşidir. (Ed. n.)

48

Ö L Ü M ’ ÜN

YOLCULUĞU

“ Vücuduna bak,” diye emretti. “ Bu ölecek bir vücut mu?” Ellerime, soğuktan neredeyse donmuş olan parmaklanma baktım ve kanserin kalbini yiyip bitirdiği annemin, sabahleyin kendi kan gölünde bulduğumuz cesedinin ellerini düşündüm. “Evet, evet, bu beden ölecek.” Sözlerindeki şiddeti azaltmadan devam etti, “ Ölüm geldiği vakit,” dedi, “ gidebileceğin, ölümün sana ulaşamayacağını bildiğin bir yer var m ı?” “ Hayır, böyle bir yer yok. Ne granit bir kale, ne denizin üzerinde bir gemi, ne ormanın derinliklerinde bir kuytu, ne de demirden bir hücre. Ölüm hepsine ulaşır, o durdurulamaz.” “Fakat sen gençsin. Ölüm yaşlılar için değil mi? Ölüm kurbanları­ nı yaşlılardan gençlere doğru mantıksal bir sırayla almıyor mu?” Bir süre düşündüm. “ Sonunda hepimiz öleceğiz, bu yüzden yaşlı­ larda ölüm sayısının daha fazla olmasını umuyoruz; ama hayır, kesin bir düzen olduğunu söyleyemem, neredeyse tesadüfi görünüyor, birçok arkadaşım genç yaşta öldü. Ölüm, öyle görünüyor ki, sıra falan takip etmiyor.” “Fakat Ecel’i durdurmanın bir yolu olmalı. Tıpta yeni bir gelişme, bazı yüksek rahipler tarafından bilinen bazı kutsal efsunlar, hayatımızı ölümden saklamanın bir yolu olmalı.” “Ah, evet ilaçlar var, hatta bazen ölümün gelmesini yavaşlatıyor gi­ bi görünüyorlar; fakat hiçbir doktor ölümü kesin bir biçimde durduracak bir ilaç, hiçbir rahip onun ellerini uzak tutacak bir efsun bulamadı.” “Fakat bu ilaçlan akıllıca kullanamaz mıyız, çabalarımızı arttırıp insanlar için daha sağlıklı beslenme yöntemleri, bedensel alıştırmalar, ömrümüze yeni saatler ekleme yolları bulamaz mıyız?” Tekrar tekrar aynı soruyu sorduğu için bu sefer dikkatle düşündüm ve aklıma gelen yanıtı verdim: “ Evet, bütün bunları yapabiliriz ve bunlan yapınca ömrümüze yeni saatler eklemiş gibi görünüyoruz. Fakat paradokssal bir biçimde, egzersiz yaptığımız, sağlıklı yiyecekler aradı­ ğımız, onlan pişirip yediğimiz saatlerde bile ölüme yaklaşıyoruz. Bü­

49

BAHÇE

tün bunları yapsak bile, kazandığımız bütün bu saatler, yine durdurula­ maz bir biçimde uçup gider. Uzun yaşamak için ayırdığımız zaman, yi­ ne ömrümüzden çalınmış, bizi ölüme biraz daha yaklaştıran zamandır. Ölüme doğru koşuyu durduramaz, yavaşlatamayız.” Vasu Bandhu sessizliğe gömüldü, kendi sesim kulaklarımda yankı­ lanıyordu. Fıskiyenin sesini işittim ve üstadın bana suyu, hayatımı dü­ şünmemi işaret ettiği duygusuna kapıldım. Su tek bir bütün gibi görü­ nüyordu, kayaların arasından fışkıran bir pınar, ancak gerçekte sürekli bir sızıntıydı, değerli anların hiç ara vermeden uçup gitmesiydi. “Peki bugün kaç saat meditasyon yaptın?” “ Şey, normalde çok düzenliyimdir, ama bugün kütüphanede fazla iş vardı, sonra buraya yapılan yolculuğun hazırlığı, handaki hızlı akşam yemeği...” “Soruyu yanıtla.” “ Meditasyon yapamadım, zamanım yoktu.” “Peki dün, zamanın varken? Ne kadar süre meditasyon yaptın? Da­ ha büyük amacına ne kadar zaman ayırdın? Çok kısa bir süre sonra çü­ rüyecek olan bu beden yerine, ruhuna ne kadar zaman ayırdın?” “Ah, dün meditasyon yaptım, sabahleyin, bir saat kadar.” “Koca gün için tek bir saat, ha?” “ Şey, genellikle günde bir saat meditasyon yapmaya çalışıyorum, biraz sabahleyin, biraz da akşamları.” “Tek bir saat?” “ Şey... Hazırlık ve geri kalanlar da dahil olmak üzere. Genellikle gün içinde hazırlanması gereken birkaç iş oluyor, odamın dışından ba­ zı müdahaleler. Dürüst olmak gerekirse hepsi yanm saat falan, hatta belki yirmi dakika.” “ Yirmidört saatlik bir gün içinde sadece yirmi dakika?” “ Evet, sanırım toplam yirmi dakika falan, fırsatını bulursam.” Başı­ mı eğip kaskatı yere baktım. 50

Ö L Ü M ’ ÜN

YOL CULUĞU

“ Ya yemek? Yemek yemeye ne kadar zaman ayırıyorsun?” diye sor­ du. “ Uyumaya, arkadaşlarınla sohbet etmeye ve yapman gereken, ya­ pacağın şeyler üzerine düşünmeye ne kadar zaman ayırıyorsun? Hatta tuvalette ne kadar kalıyorsun?” “ Şey bütün bunlar... gün böyle yaşanıp bitiyor, günümü bunlan ya­ parak geçiriyorum.” “ O zaman sen zaten ölmüşsün; ölümden önce çok, ama çok az za­ manın var. Bu kısacak zamanı bile boşa harcıyorsun. Aslına bakarsan, senin hiç zamanın yok. ölm üş bir eşek olduğun için, kurttan korkma­ na gerek olmadığını söyleyebilirim.” Oturuyor ve susuyordum. Müşfik bir sesle, “ Yetmiş yaşındaki bir adam geriye baktığında -kendisini kastediyordu- hayatın nasıl göründüğünü biliyor musun?” “ Hayır, bunun için fazla gencim.” İç geçirdi. “Uzun bir düşün içindesin, hayata benzeyen bir düş, ba­ zen hoş deneyimlerin olduğu, çoğu zaman acıyla karılmış, bununla bir­ likte tümüyle dolu ve renkli bir düş.” Gözlerimin önüne getirebiliyordum. “ Şimdi de uyanma ânını düşün.” Bunu da gözlerimin önüne getirebiliyordum. “ Şimdi de az önce uyanmış olan ve geriye, bu düşe bakan bir kişi­ nin hissettiği duyguyu düşün.” Düşündüm. Çünkü bu tür düşler görmüştüm. Bütün düş, hızla yok olup giden art arda birkaç andan ibaret gibi görünürdü. Başıyla onayla­ dı, bir süre sessizce dikildi ve sonra bir kez daha “Sana bugün ölüp öl­ meyeceğini sormuştum,” dedi. “Gerçekten bilmiyorum,” dedim dürüstçe. “ O zaman gel sana bir “ hikaye anlatayım,” dedi kısık ve paslı bir sesle. “Bir adam varmış. Başka birine, çok güçlü ve tehlikeli bir adama bir yanlış yapmış. Tehlikeli adam, bizim adamımızı tehdit etmiş ve ay bitmeden geceleyin evine gelip boğazını keseceğini söylemiş.”

51

BAHÇE

İnsanın tenini ısıran soğuk hava ve güzel bahçeme çöken kasvetli atmosferin içinde bu sözler tüylerimi diken diken etti. “ Şimdi sana soruyorum; eğer hazırlık yapmak gerekiyorsa, kapıla­ ra kilit takılması, pencerelerin sürgülenmesi ve an geldiğinde yardım çağırma yollarının yaratılması gibi hazırlıkların yapılması gerekiyorsa, bıçağın boğazına dayanacağını bilen adamımızın bunları ayın sonu gel­ meden, hemen ilk akşamdan mı yapması gerekir, yoksa ertesi akşamı veya ondan sonraki haftayı veya ay sonundan önceki herhangi bir gü­ nü mü beklemesi gerekir?” “ Şey, elbette hazırlıklara hemen başlamalıdır.” “Peki ya eli bıçaklı adam ayın son gününde gelecekse?” “Bu hiçbir şeyi değiştirmez, hazırlıklar zaten yapılmıştır; fakat ha­ zırlıklar daha sonraya bırakılmışsa, adam daha önce geldiğinde, hiçbir değerleri kalmaz.” “ Kuşkusuz haklısın. Bir insan ömrünün uzunluğu nedir?” “Bugünlerde yetmiş yıl. İnsanlar yetmişine kadar yaşıyor.” “ Hayır, hayır, sana ortalama hayat süresini sormadım. Sana insan ömrünün uzunluğu nedir? diye sordum. Bir insan ne kadar yaşıyor?” “ Şey, bazıları uzun, bazıları daha az yaşıyor. Bugünlerde birçok ki­ şi yetmişine kadar yaşıyor.” Boğazını temizledi, gözlerini yan kızgın, uzaklara çevirdi. “ Bir da­ ha soruyorum. İnsan ömrünün uzunluğu nedir?” “ Eğer bu şekilde dile getirirsen...” “Hangi şekilde?” diye buruşturdu yüzünü. “ Şey, tamam. Bilemem, bunu bilmiyoruz. İnsan ömrünün belirli bir uzunluğu yoktur. Hayatın kesin bir süresi yoktur... Kimileri yaşlıyken ölüyor, kimileri orta yaşın keyfini çatarken, kimileri gençken, kimileri bebekken, bazıları da ana rahminde. Hayatımızın, hiç kimsenin hayatı­ nın günlerinin sayısı kesin olarak belli değildir.” “Peki ölmek kolay mı, yoksa zor mu?” diye devam etti ara vermeden.

52

Ö L Ü M ’ ÜN

YOL CULUĞU

“ Bir şekilde zor olması gerektiğini hissediyorum; yirmi yıldır ha­ yattayım; sağlam bir faytonun ömründen, taş ve kerpiçten yapılan bir çöl evinin yan ömründen daha uzun bir süre yaşadım.” “ Yani iltihap kapan küçük bir kesikten veya küçük bir su birikinti­ sinde ayağı kayarak ya da bir kızgınlık anında savrulmuş ani bir yum­ ruk darbesiyle ölen bir adam görmedin mi, hiç duymadın m ı?” “ Şey, evet böyle şeyler gördüm ve duydum.” “Peki bizi hayatta tutması beklenen şeyler dolayısıyla ölen bir insan görüp işittin mi? Bir at arabasının altında kalan, bir süt ineği tarafından başından tekmelenen, boğazına karısının onun için hazırladığı lezzetli yemek kaçtığı için ölen, tedavisini üstlenen doktorun ellerinde ölen ve­ ya ona barınak görevi görmesi gereken bir çatıdan düşen kiremitle ölen bir insan duydun ya da gördün mü?” “Galiba böyle şeyler sık sık oluyor.” “ Üstelik senin biraz tıp okumuşluğun var; söyle bana, akciğerlerin işlevi nedir?” “Bedeni soğutmak, hava sağlamak ve sıcak unsurun, safranın etki­ lerini yumuşatmak.” “Peki karaciğerin işlevi nedir?” “ Safra salgılamak, yiyecekler vücuda yakıt ve ısı olsun diye sindi­ rime yardım etmek.” “ Peki bedenin sıcaklığı yeterli değilse, eğer akciğerlerdeki rüzgar unsuru fazla güçlenirse ne olur?” “İnsan zatürreeden ölür.” “Peki rüzgar unsuru güçsüzleşirse ve bedenin soğuması gerçekleş­ mezse?” “ O zaman insan yüksek ateşten ölür.” “ Peki öyleyse vücudumuzun, kendi içinde harika bir dengeye sa­ hipmiş gibi görünen bu makinenin, gerçekleşmeyi bekleyen ölümcül bir kaza olduğunu söyleyebilir miyiz? Vücut içindeki organların işlev­

53

BAHÇE

lerinin birbirleriyle savaş halinde olduğunu, bir organın ötekiler üzerin­ de egemenlik kurmasının bir an meselesi olduğunu?” Benim dışımdaki bir şey beni öldürmediğinde, vücudum bunu ya­ pacaktı. Çok tuhaf bir düşünceydi bu, fakat doğru olduğunu kabul et­ mek zorunda kaldım: “ Evet öyle.” “ Peki vücudun kolayca öldürülebileceğini söylemek yanlış mı? B a­ rınak, yiyecek, ulaşım gibi rahatlık amacıyla çevremize yerleştirdiği­ miz şeylerin, hatta bizzat vücudun bizi ilk öldürecek şeyler arasında ol­ duğu yanlış m ı?” Doğal bir biçimde düşünmeden yaşadığımız şeyler hakkında bu bi­ çimde düşünmek beni tedirgin ediyordu, ancak doğruluğunu kabul et­ mek zorundaydım. Başımla onayladım. “Peki ya sadece bedenin fiziksel ihtiyaçlarını karşılamanın bir ömür sürdüğü ve bunun neredeyse imkansız bir uğraş olduğu doğru değil mi? Bu gezegendeki birçok insanın, bütün günü yalnızca yiyecek ve kıya­ fet almak için çalışarak geçirdiği doğru değil mi? Bu görevde genelde başarısız olduktan ve gözleri açık gittikleri?” “ Evet, hepsi doğru, hepsi doğru.”

,

“ O halde hepimizin kelimenin tek anlamıyla ölmek için doğduğu­ muzu kabul etmeliyiz; haklı mıyım?” Yine başımla onayladım. Vasu Bandhu sustu. Bütün Bahçe’yi devasa bir sessizlik kapladı. Fa­ kat bu, Kamala Şila üstadın meditasyonundaki sevinçli sesinden çok, bir ölüm, bir kış sessizliğine benziyordu. Bahçe’nin o harika bitkileri ve ağaçlannın canlılığı gitmiş ve geriye sadece taştan duvarlar kalmıştı. Dönüp ona baktım. Düşünceler içinde kaybolmuştu, uzağa, sağın­ daki güney duvannın karanlıklarına bakıyordu. Sonra tekrar dönüp aşağı, bana baktı. Yüzündeki değişimle çarpıldım: Taştan da soğuk yü­ zü, alev alev bir şefkate dönüşmüştü, gözleri ışıl ışıldı ve gözyaşlarıyla ıslanmıştı. “ Peki ailesi, arkadaşları -sevdikleri, yakın arkadaşları, ömür boyu sürmüş dostlukları, karısı, çocukları, bütün hayatı boyunca yanından

54

Ö L Ü M ’ ÜN

YOL CULUĞU

ayrılmamış yoldaşlan- olan bir adam, ölürken, ölüm döşeğindeyken, ecel saati gelmişken, bütün bu insanların gelip çevresini sarmasını, ağ­ lamasını, ellerini tutmasını, insanların onun yanaklarına, göğsüne, elle­ rine, ayaklarına dokunmak için uzanmasını gördün mü?” “ Evet, hepsini kendi gözlerimle gördüm, bir keresinde ölüm döşe­ ğindeki bir adamı ziyaret etmiştim.” “Bütün insanlar ona tutunurken, bu kişinin nasıl öte dünyaya gitti­ ğini gördün o halde?” “ Evet, gördüm.” “ Tek başına gidişini?” “Tek başına. Herkes ona tutunabilir, fakat hiç kimse onunla birlikte gidemez.” “ Fakat hiç kimse onunla birlikte gidemeyecek olsa da, bu adam, onun için çok özel olan, bütün hayatı boyunca yanında kullandığı, uğ­ runa hayatını harcadığı, ‘kendi evim’ dediği yerde bulundurmak için çalışıp çabaladığı birkaç nesneyi kendisiyle birlikte götürebilir mi?” “ Hayır, bütün hayat boşa harcanmıştır. Bütün eşyalar, bütün eşya parçaları, her kuruş, her mülk, dişiyle tırnağıyla kazandığı her şey, tü­ müyle geride kalır.” “Ya beden? Bedenlerin en kutlusu, bedenlerin en güzeli? Hayat boyunca dikkatle beslediğimiz, itinayla giyindirdiğimiz, sı­ caklık ve güzellikle süslediğimiz kendi bedenimiz; uzun uzun tarayıp biçimden biçime soktuğumuz saçlarımız, yıkayıp yağlarla ovduğumuz ten, kendi yüzümüz, kendi kimliğimiz?” “Hiçbir şey kalmayacaktır, ne beden, ne bu bedenden geriye kalan bir isim. Yanımızda hiçbir şey götüremeyiz. Mutlak bir yalnızlık için­ de ölürüz.” “Bu anda, bu son ânımızda yardıma kimi çağırıyorlar? Bize eşlik edecek yakın bir dostumuz var mı, çağrılacak güçlü bir otorite, zengin bir patron var mı, ölüm ânında yardımına başvurulacak bir hekim var mı?”

55

BAHÇE

“ Hayır, her şey yararsızdır. Çağıracak kimse yoktur, hiç kimse çağnlamaz.” “ O zaman sonuç olarak mutlaka öleceğimizi söyleyebilir miyiz?” “Evet, söyleyebiliriz.” Başımı kaldırıp ona bakamıyordum. “ Evet, öyle söylenir.” Bana öfkeyle baktı. Yalanlan binlerce masum insanın ölümüne ve acısına neden olmuş bir haine bakıyordu adeta. “Peki bana, beden öldüğünde, zihnin de öldüğüne dair, tek bir kanıt gösterebilir misin?” “ Şey, beden öldüğünde, insan hareket edemez, konuşamaz. Aynı za­ manda düşünemez gibi görünüyor.” “Peki bunu görebilir misin? Düşünmenin durduğunu biliyor mu­ sun?” “Hayır zihni göremeyiz, beden gibi değildir o, bedenle aynı madde­ den yapılmamıştır; o görünmez bir şeydir, dokunulabilen, kemiğe veya kesip tartılabilen ete benzemez. Fakat yüzdeki ifadelerden ve gelen ses­ lerden zihnin düşündüğünü anlayabiliriz.” “ Yani şimdi, beden onanlamayacak bir biçimde bozulduğu zaman -bedenin dili ve yüz kaslarını hareket ettirme yeteneği sona erdiği za­ man- zihin dediğimiz şu bilen ve görünmeyen şey, sadece yüzde ve ke­ limelerde artık ifade edilemediği için, ölmüştür, öyle m i?” Nereye varmaya çalıştığını anladım; söylediklerim, sanki at öldüğü için sürücünün de öldüğü, çekicin sapı kırıldığında çekici tutan elin de öldüğünü anlamına geliyordu. Yavaş yavaş, görünmez ve ölçülemez zihnin kendini ifade etme aracı olan bedenin ölümüyle birlikte öldüğü fikrinin, sadece anne ve babamız inandığı için inandığımız fikirlerden biri olduğunu kavramaya başladım. Etrafımızdakiler inandığı için inan­ dığımız ve üzerine düşünülmemiş fikirlerden biriydi bu. İnanıyorduk, çünkü çocukluğumuzdan beri bize böyle öğretilmişti ve herhangi iyi bir nedenimiz yokken, biz de kendi çocuklarımıza aynı şeyi öğretecek­ tik. Zihnin bedenin ölümüyle birlikte ölmesi gerektiğine ve bu zihnin

56

ÖLÜM' ÜN

YOL CULUĞU

beden üzerindeki etkisinin artık görülemeyeceğine dair sadece tek bir kanıtım vardı. “ Daha önce aklın yanılmaz gözüyle yaşamış olduğunu gördün, bi­ liyorum; ayrıntıları bilmeyebilirsin, onları bildiğini iddia etmiyorum; fakat katı mantık yoluyla çocukluktan beri etrafımızı saran savunula­ maz varsayımlardan kurtulduğunu, daha önce yaşamış olduğunu gör­ düğünü biliyorum. Bu yüzden zihnin yaşamaya devam ettiğini, beden çürüdüğü için zihnin de çürümediğini söylemek mantıksal olarak tü­ müyle tutarlıdır.” “ Yaşadığını varsayalım,” dedim. Sonunda bu Bahçe’ye gelme ne­ denime, annemden bazı haberler alma, kendi geleceğimin ne olacağını öğrenme noktasına gelmiştik. Umutluydum. “ O zaman bir yere gidiyor olmalı,” dedi basitçe. “ Ah, evet,” dedim. “Bu konuda bazı konuşmalar duydum, reenkarnasyon, geçmişte çok sevdiğimiz insanların şimdi nerede ve nasıl yaşa­ dığını öğrenme yollan hakkında bir şeyler işitmiştim. Bazı insanlar sevdikleri insanların nereye gittiğini söyleyebilecek medyumlara gidi­ yorlar.” Rehberliğinden yardım alıp alamayacağımı görmek için başı­ mı kaldınp Vasu Bandhu’ya baktım. Dosdoğru gözlerimin içine bakıyordu; kendini koyvermişti, gözyaşlan yanaklarından aşağı süzülüyordu. “Bir insan hayatının,” diye başladı pürüzlü ama yumuşak bir sesle, şu an sürdüğün türden bir ha­ yatın, annenin sürdüğü hayatın, kolay bulunduğunu mu sanıyorsun? Bütün zihinlerin bu tür bir beden ve ruh içinde dolaşıp durduğunu mu düşünüyorsun?” “ Bilmem, öyle söyleniyor,” dedim ısrarlı bir sesle, onun ağzından çıkabilecek cümleleri işitmekten ölesiye korkarak. Önce uzaklara, sonra tekrar dönüp bana baktı. “B ir saniye düşün, şu anda önünde gördüğün dünyanın yalnızca tek dünya olduğunu söyleye­ bilir misin? Düşünen bir insan olarak, bütün olası hayat biçimlerinin var olduğu, bütün âlemlerin, şu anda gözlerinin önünde var olduğunu gerçekten söyleyebilir misin? Şu anda gözlerinin önünde serili dünya, 57

BAHÇE

akla başka dünyaların varlığım, aslına bakarsan, bilincinde olmadığın sonsuz sayıdaki başka dünyaların varlığını getirmiyor mu?” Kısa bir süre düşünüp, omuzlarından üzerinden görünen gökyüzündeki yıldızlan fark edince, bizzat Bahçe’nin çimlerinde ve akarsulannda yaşayan görünmez mikrokozmoslan, zihnimin sayısız odasındaki bana tanıdık gelen ve henüz keşfetmemiş olduğum yerleri düşününce, bildiğim dünyanın, sonsuz bir biçimde farklılaşan âlemlerin devasa bü­ yüklükteki evreninin yalnızca küçük bir parçası olduğunu kabul etmek zorunda kaldım. Ve bu düşüncenin hemen ardından, başka bir şey, mut­ lak bir umutsuzluk duygusu kapladı içimi. Annemi bir daha asla göre­ meyecektim. Aklımdan geçenleri hissetmiş olmalı, ısrarlı ama müşfik bir sesle şunlan söyledi: “Sana kısaca âlemlerden söz edeceğim; şimdi bana inanmalısın. Bunlar kanıtlanabilir şeylerdir ve vakti geldiğinde senin için de kanıtlanacaklar; görülebilirler, onları kendi gözlerinle görebilir­ sin, daha doğrusu vakti geldiğinde mutlaka göreceksin. “ Âlemler vardır, zihnin seyahat ettiği âlemler, gözlerini ilk açtığın­ da kendini yetişkin bir insanın gövdesinde bulduğun âlemler. Başını kal­ dırdığında ilk gördüğün şey başka biridir, ellerinde bir bıçak veya bir so­ pa vardır ve kızgınlıkla şana doğru koşmaktadır. İçgüdüsel bir biçimde bir taş, bir sopa bulmak için etrafına bakınır ve onu eline alırsın. Seni saldırmaya iten, içindeki bir gücün etkisi altındasındır. Böylece hayatın tümünü öldürmenin öfkesiyle, çevrendeki her şeyi öldürme güdüsüyle veya öldürülmek korkusuyla yaşarsın. Eğer öldürülürsen, tuhaf bir lane­ ti yaşarsın, ölmezsin, bir anda tekrar savaşmak ve acı çekmek için aya­ ğa kalkarsın. Binlerce yıl boyunca, tekrar tekrar ayağa kalkarsın. “Gözlerini açtığında kendini bir ateşin içinde bulduğun âlemler var­ dır. Ölemezsin. Yanarsın. Yanmanın acısını yaşarsın. Çığlık atar, çığlık atar ve yine çığlık atarsın. Çünkü yapabileceğin, yapılabilecek hiçbir şey yoktur. Yanarsın. “Koştuğun âlemler vardır, sadece koştuğun, bacaklanna dolanıp se­ ni parçalayan demir dişli köpeklerden uzağa, gidecek hiçbir yeri olma­ dan, bir son olmadan sürekli kaçar, koşarsın. 58

Ö l Ü M ' Ü N

YOL CULUĞU

“Âlemler vardır sürekli istersin; açlık ve susuzluğun, şikayetin ve arayışın, asla bulunamayacak rahatlığın, sonsuza kadar ve umutsuzca aranmaya devam edildiği âlemler vardır. Bu âlemleri göremezsin.” Sözlerinin burasında sustu ve tekrar uzaklara baktı. İşte o an, kendi yüzümün onun gözlerinden dökülen yaşlarla sırılsıklam olduğunu fark ettim. “Bu dünyada, şu gördüğün dünyada bile...” dedi fısıltıyla, “ göreme­ diğin âlemler vardır. “ Bu âlemde bir hayvan olmanın nasıl bir şey ol­ duğunu düşün. Siz insanları tanıyorum, düşüncelerinizi biliyorum; hay­ vanların doğal bir uyum içinde yaşadığını, ağaçlarla sularla, dağlarla bir halk oluşturduğunu sanıyorsunuz. Ama izin ver sana gerçekte nasıl bir şey olduğunu anlatayım, yanlış bulduğun yerde durdur beni. Kuşla­ ra yaklaştığımızda, sence niçin ürküp kaçıyorlar? Bir balık suyun üze­ rinden bir insan elinin gölgesi geçtiğinde niçin uzaklaşıyor? Bir ceylan, bir tilki, bir gelincik, bir fare niçin senden kaçıyor; niçin korkuyla sen­ den uzaklaşıyorlar? “ Çünkü bir hayvanın hayatı korkuyla dolu bir hayattır; bir hayvanın hayatı sadece tek bir şey, tek bir faaliyetten ibarettir: Diğer hayvanların yemi olmaktan kaçmak. Hayvanlar birbirlerini yerler ve birbirlerince yenilirler. En güçsüzleri yer ve en güçlülerince yenilirler. Koşarlar, ka­ çarlar, çünkü yenilmek istemiyorlardır. Bütün hayatlarım tehlikeden haberdar olmak için etrafa bakarak geçirirler, senden kaçarlar çünkü sen tehlikesin. Sen daha güçlü bir hayvansın. Sen onları yakalayacak olan hayvansın. Sen en büyük tehlikesin. Sen onları yakalayacak, onla­ rı çalışmaya zorlayacak, kendine kıyafet yapmak için derilerini yüze­ cek, kamını doyurmak için etlerini yiyecek hayvansın. “Bil, hayvan olmanın nasıl bir şey olduğunu. Bil, görebildiğin âlem­ lerin gerçekte neye benzediğini. Ve sakın,” dedi neredeyse kızgın bir bi­ çimde, “herhangi bir zihin böyle bir hayat formuna bürünüyorsa, kendi zihninin böyle bir hayat formuna bürünmeyeceğini, asla ve asla düşün­ me, kendini aldatma. Asla o kadar kibirli, asla o kadar düşüncesiz olma. Aklını kullan ve zihninin yaşamaya devam ettiğini, başka bir y«re git­

59

BAHÇE

mek zorunda olduğunu, daha önce bu âlemlere başka zihinlerin gitmiş olduğunu, kendi zihninin de bu âlemlere haydi haydi gidebileceğini an­ la. Zihnin bir sonu yoktur. Zihin durdurulamaz. İstesen bile durdura­ mazsın onu, o yoluna devam etmek zorunda. Hayal bile edemediğin âlemler var, akla sığmaz acıların âlemleri ve zihnin oralara gidebilir.” . Bu tutkulu sözlerin ardından soluk soluğa kaldı; yaşı ve havanın so­ ğuğu sanki onu ilk kez pençesine almıştı. Bana baktı, yorgun ve üzgün­ dü. “Bu âlemlere gitmemelisin. A sla bu âlemlere gitmemelisin. Biliyor­ sun, ölüm döşeğinde sana yardım edebilecek tek bir insan yoktur. Fa­ kat biz kendimize yardım edebiliriz. Bilgiyle, kutsal bilgiyle, ruhsal olanların bilgisiyle. Bu bilgiyi öğrenebilirsin ve öğreneceksin. Şimdi­ lik sadece sana öğrettiklerim üzerine düşün. Ölümün üç ilkesi üzerine: Ölüm kesindir, vakti belli değildir ve hiçbir dünyevi çaresi yoktur. Hakkında konuştuğumuz her konu üzerine meditasyon yap, ölümün kesinliğine önce kendini inandırmaya çalış. Biz buna ölüm üzerine de­ rin düşünme diyoruz. “ Seni endişelendirmeye çalışmıyorum, isteğim seni korkutmak de­ ğil. Ölüm üzerine derin düşünmenin amacı bu değildir. Bu meditasyo­ nu öğrenmemiş, bu meditasyonu asla yapmamış bir insanın ölümden korkmak için bir nedeni -büyük bir nedeni- vardır ve ölüm ânında kor­ kuyla dolu olacaktır. Bu meditasyonu öğrenip ustalaştıktan sonra, ha­ zırlıklarına başla, işte o zaman hiçbir korku duymadan, yolculuğunu planlamış biri olarak huzur içinde ölebilirsin. Ölümün ötesindeki yolu biliyorsun, iyi bir âleme, iyi bir yere ulaşan yolu biliyorsun demektir. “Güçlü adam düşmanını öldürmek için ay sonunda gelecek. Kilitle kapılan, hazırla kendini, öğren öğrenilmesi gerekeni. Haydi! Şim di!”

60

6

Özgürlük

asu Bandhu ile geçirdiğim gecenin soğuğu iliklerime işlemişti. Kendimi aradığım yanıtlardan daha da uzak düşmüş hissediyor­ dum. Eğer söylediği her şey doğruysa -söylediği herhangi bir şeyi çü­ rütecek bir yol bulamıyordum- o zaman sadece annemi bulmaya ve yardım etmeye dair belirsiz bir arzu veya Bahçe’deki Kadın’a hissetti­ ğim şeylerin ruhani önemi değildi mesele. Sorun çok daha elzemdi. Eğer zihin ölümle durmuyorsa -k i durduğuna dair hiçbir kanıt göremiyordum- ve eğer zihnin ölümden sonra gidebileceği hayatlann ve gire­ bileceği biçimlerin sayısı sınırsızsa, Vasu Bandhu’nun gözlerinden dö­ külen yaşlar katıksız acının işaretleri olduğuna göre, benim ne aradığı­ nı bilmeyen arayışım, zamana, kendi ölümüme karşı ölümcül bir yarış­ tan başka bir şey değildi.

V

Bu yüzden Bahçe’yi bir sonraki ziyaretim, kendi işlerimden fırsat bulduğum ilk anda, ertesi yılın ilkbahannda gerçekleşti. Yılın bu zama­ nında çöl, sürekli bir değişim halindedir. Büyük ağaçların ve yeşillik­ lerin büyüdüğü topraklarda, bahar rüzgarları çalıları nasıl uyandırıyor, tomurcukları çatlamaya nasıl zorluyorsa, yılın bu zamanında çöle, gün­ 61

BAHÇE

düzleri serinliğin ve sıcağın hoş bir karışımı, geceleri teni ısırmayan, günün sıcağıyla uslanmış bir serinlik egemen olur. Gözün zor seçtiği pastel renklerin canlılığı katre katre artar. Bu sefer Bahçe’ye girerken, içimden bir ses her zamanki sıranın üzerine değil, yeni çıkmış taze ve yemyeşil otların yılın bu döneminde kuştüyünden bir yastığa dönüştürdüğü kutlu çimlerin üstüne oturmamı söyledi. Dizlerimi kamıma çekip çenemi dizlerime dayayarak oturdum. Fıskiyeden dökülen kristal suya baktım bir süre. Sonra gözlerimi kapa­ dım, O ’nun nihayet geldiğini düşlemeye başladım. Tek bir ses bile duymamıştım; yalnızca yanımda aniden bir ışık yan­ mış gibi bir sıcaklık, tuhaf bir duygu hissettim; ardından gardenya, am­ ber çiçeği ve bal karışımına benzeyen, tarifi imkansız, nefis bir koku. Sanki yanıma gökten bir nur düşmüştü. Bu yerde, bir yetişkin olarak ya­ şadığım O ’na en yakın deneyimdi bu. Sessizce dua ederek, sağ çenemi dizime yaslayıp başımı sola eğdim ve yavaş yavaş açtım gözlerimi. Gözlerim bugüne kadar asla böyle bir varlık görmemiş olsa da, bak­ tığım kişinin, bu dünyaya bir daha geleceği söylenen, Aydınlanmış Yü­ ce Maitreyanatha’dan* başka biri olmadığını hemen, hiçbir kuşkuya yer kalmayacak biçimde anladım. İnsana acı verecek kadar güzel çizil­ miş, ama onun güzelliğine büyük bir haksızlık gibi duran eski resimler­ den tanıyordum bu sureti; sanırım ressamlar, onunla karşılaşan son insanevladından ve topraklarımıza gelen Beş Büyük Kitap’tan altı yüzyıl sonra, bu ihtişamı yeniden yaratmanın karşısında çaresiz kalmıştı. Benim gibi dizlerini bükerek çimlerin üzerine oturdu. Geriye doğ­ ru yaslandı, bedeninin her zerresi mutlak zarafet ve rahatlığın kendisin­ den başka bir şey değildi. Siyah uzun saçlan, omuzlanndan aşağı dö­ külüyordu. Çok yumuşak, altından bir ışıkla parıldayan zarif ve kaslı bedeninden gençlik fışkırıyordu. İpeğe benzeyen parlak ve yumuşak mavi bir kuşağa sannmıştı. Vücudu utangaçlığın değmediği muzaffer bir masumiyetle, mücevherlerle kaplıydı: Altın ve turkuvazdan uzun * Maitreyanatha: Yogachara okulunun kurucularındandır. 4 .-5 . yüzyıllarda yaşadığına inanılmaktadır. Asanga’nın öğretmenidir. (Ed. n.)

62

Ö Z G Ü R L ÜK

küpeler; boynunda elmas bir kolye, hemen altında göğsüne düşen bir yakut ve aytaşından başka bir kolye, altın yapraklar ve safirden ince pazubentler, bileklerinde serbestçe salman değerli boncuklar, gül, abanoz ve fildişi renginde incilerin dizildiği altın zincirler. Keskin hatlara sahip yüzü yakışıklı, kesinlikle erkeksiydi, ama ha­ reketlerinde ve oturuşunda çekici bir kadınsılık vardı; kadın ve erkeğin aynı bedende birleştiği eksiksiz bir varlığa, yaşayan bir mükemmelliğe benziyordu. Yüzünde kusursuz bir sevgi ve şefkatle olduğu halde bak­ tı bana; ben onun çocuğuydum, sevgilisiydim, eşiydim, en sevdiği kar­ deşiydim. Ancak bu yüzde sanki ölümcül bir hastalığa yakalanmışım, geriye çok az vaktim kalmış gibi bir acıma da vardı benim için. “ Seni seviyorum.” Bu ilk sözleri öyle doğal ve kusursuz, öyle iç­ ten bir şekilde söyledi ki, sanki onlar bir insanın hiç tanımadığı bir in­ sanla karşılaştığında söylemesi gereken ilk sözlerdi. Gülümsedim ve kendimi eski, çok sevgili bir dostumun yanında gi­ bi hissettim. Herhangi bir sözcüğe ihtiyaç duymadan birbirimizin göz­ lerinin içine bakarak öylece oturduk. Bu ne kadar sürdü bilmiyorum, fakat sonunda duruşunu değiştirdi ve bakışlarını fıskiyeden akan nadir çöl suyuna dikti. Ve şunları söyledi: “Zihninden geçenleri biliyorum. Zihninin daha önce dolaştığı her ye­ ri, bundan sonra zihnine gelecek her şeyi biliyorum. Düşündüklerini bi­ liyorum. Zihninden geçenleri biliyorum. Fakat eğer birlikte sohbet etme zevkini bana bağışlarsan,” dedi, gözlerini yavaşça tekrar gözlerime dike­ rek, “bu benim için bu büyük bir zevk olacaktır. Şimdi ey güzel insan, seni en mutlu edecek şekilde konuş, başla ki ben de sana katılayım.” V

Hiçbir tereddüt, aramızda hiçbir uzaklık hissetmedim. Büyük bir güvenle düşünüp durduğum her şeyi adeta kustum. Annem için endişe­ lendiğimi, çünkü onun hâlâ var olduğunu bildiğimi, büyük bir tehlike­ de olabileceğini söyledim. Ben de kaybolmuştum, O ’nu, O’nunla bu Bahçe’de aradığımız şeyi bulacağıma dair umudum kalmamıştı. Büyük bir dikkatle ve o an bana bir bebeğin annesinin yüzüne bakarkenki sev­ gi dolu, saf ve masum bakışıyla bakarak dinledi bütün sözlerimi. 63

BAHÇE

“ Hiçbir şeyi senin aradığını bulman kadar istemiyorum ve hiçbir şey bana daha fazla mutluluk veremez,” dedi kusursuz bir hakikatin tı­ nısıyla. “ Bu yüzden yapmak istediğim en son şey, sende kuşkular ve endişeler yaratmaktır. Ama hakikati söylemek zorundayım. Aksi elim­ den gelmez. Şimdi dinle beni: Vasu Bandhu’nun bahsettiği âlemler, bu âlemlerdeki korku, kendi âleminin, kendi dünyanın acılarıyla karşılaş­ tırıldığında hiçbir şeydir. Benim gibi insanlar için, bu dünyada, burada seni çevreleyen acı hâlesine bakmak, bütün diğer gizli âlemlerdeki tüm acıların toplamına bakmaktan daha zordur. “ Belki bunun nedeni hayatı katıksız ıstırap olarak yaşamaya çok yakın olmanızdır, belki bunun nedeni eksiksiz Özgürlük’e ulaşmak için gereken her şeyin aslında hemen elinizin altında olmasıdır. Ya da bel­ ki,” dedi, yüzü sanki ağlamak üzereymiş gibi birdenbire değişti, “ ya da belki sizi acı çektiğinizi fark etmeden, sessizce, sürekli ve umutsuzca acı çekerken görmek çok zor olduğu için.” “Bu acılar niçin var, öğret bana, bu ıstıraplar niçin var, öğret ki doğ­ ruyu bileyim.” Her zaman bildiği, ancak yüzleşmeye asla cesaret ede­ mediği acımasız hakikatlerin yüzüne karşı söylenmesi için yalvaran bir adamın sesiydi sesim. Altın yüzünü, sevgi dolu kahverengi gözlerini bana döndü ve mırıl­ danır gibi şunlan söyledi: “ Şu anda içinde yaşadığın dünyada, şu anda yaşamaya mecbur tutulduğun hayatta hiçbir şey sabit değildir. Fark et­ medin mi? Hiçbir şeye güvenemezsin, hiçbir şey aynı kalmıyor. Senin dünyanı yöneten güçler, senin dünyanı ve bizzat seni yaratan ve haya­ tın boyunca her anı, her olayı belirleyen güçlerin temel bir özelliği var­ dır. Değişim. Bu yüzden hayatındaki herhangi bir şeyin uzun bir süre sabit kalması olanaksızdır. “ En çok da şuna üzülüyorum,” dedi hafif bir iç çekişle, “ sonunda sevebileceğiniz ve bir şekilde sizi seven birini bulduğunuz zaman, bir­ denbire güçler zemin değiştiriyor -kendinize rağm en- çünkü bu sizin suçunuz değil. Çoktan harekete geçmiş olan itici güçler yüzünden sev­ giniz ‘hoşlanma’ya, hoşlanmanız ‘ihmal’e dönüşüyor ve bu ihmal sizi

64

Ö Z G Ü R L Ü K

hoşlanmamaya ve nihayet bu hoşlanmama da nefrete kadar alçaltıyor, bu sizin dünyanızda öyle sık oluyor ki, bir tür yasaya benziyor, en sev­ diğiniz varlık sonunda en nefret ettiğiniz varlığa, en yakınınız sonunda sizden en uzak kişiye dönüşüyor ve sonunda ona karşı hiçbir şey his­ setmemeye başlıyorsunuz.” Sözlerindeki doğruluk, hayatımın bu sözlere bir kanıt olduğunu an­ lamam, sanki vücudumdan uzun zamandır orada duran bir acıyı çekti. Bu acı adeta ona yansıdı ve yan yolda ondan yansıyan altın ışınlarla karşılaştı. Sanki bir anne sımsıkı çocuğunu kucaklıyor, hiçbir şey söy­ lemeden sadece varlığıyla onu teselli ediyordu. Devam etmek istemiyormuş gibi aniden sustu. Sessizce başımı öne eğerek, tek kelime etmeden devam etmesini istedim. Sanki ikimiz de bilmem gerektiğini, ancak böyle özgürleşebileceğimi, ancak bu şekilde özgür olmak isteyeceğimi biliyorduk. Sevgi dolu bakışlanyla, beni kucağına alır gibi, dosdoğru gözleri­ me baktı. “ Ve siz insanlarda başka bir acı daha var. Acılann en zalimi. Sana bunu anlatacağım, çünkü seni seviyorum. Yaşadığınız şu hayatta hiçbiriniz, hiçbir şekilde kendinize nza gösterecek, kendinizden mem­ nun olacak yeteneğe sahip değilsiniz. Arzularınızın sonu yok. Sizi da­ ha ileriye, daha fazla, daha fazla, her zaman sahip olduğunuzdan daha fazlasını edinmeye zorlayan büyük bir kamçıya benziyor arzunuz. Kü­ çük böcekler gibi dünyadan, diğer böceklerden ufak, önemsiz bir mut­ luluk aşırıp kendinize maletmek için umutsuzca ve kan ter içinde ha babam de babam uğraşıyorsunuz. Ve o şeye sahip olur olmaz, kendiniz­ den duyduğunuz hoşnutsuzluk dürtüklüyor sizi yine. Ayağa kalkıyor ve kazara avcunuza düşse bile sizi tatmin edemeyecek bir başka ufak ve önemsiz mutluluk için ter dökmeye devam ediyorsunuz.” Sanki zihinlerimizin nasıl işlediğini düşünmek bile ona acı veriyor­ muş gibi, sustu. Bu sefer içimi delip geçerek arkamdaki bir noktaya bakan bakışlar­ la “Düşün,” dedi. “ Oturup bütün her şeyi bilen bir zihnin, sonsuz sayı­ da yıldızlar ve gezegenlerde, bu gezegenlerde yaşayan sonsuz sayıda

65

BAHÇE

canlıda, her gezegen yüzünü en yakın yıldıza dönerken, her sabah kar­ nında doymak bilmez bir açlıkla uyanan, hayatlarının her biri mücev­ her değerindeki saatlerini didinerek geçiren, elde edilmesi giderek da­ ha zorlaşan, elde edilse bile elde tutulması imkansız olan anlamsız zevkleri yakalamak için koşuşturan, sonunda zihinlerinin ve bedenleri­ nin enerjisini tüketen ve bu beyhude çabalarla ölen bu zavallı vahşi ya­ ratıkları seyretmenin ve tek ihtiyaçları, benim ulaştığım gerçek mutlu­ luk iken, ellerindekilerle yetinmemeleri olduğunu bilmenin nasıl bir şey olduğunu bir düşün.” Yüce Maitreyanatha bu sözlerden sonra uzun süre sustu. Bu sus­ kunluk, saf sevgiden başka hiçbir şeye eğilimli olmayan bir varlığın as­ la arzu etmediği bir zalimlik gibiydi, çünkü bu sözlerin benim ve çev­ remdeki insanların hayatım tarif ettiğini görebiliyordum. Nihayet çimlere, bir kedi esnekliğiyle uzandı ve keçiboynuzunun köklerinin arasından bir avuç kum aldı. Yüzükoyun döndü ve yüzün­ den yansıyan ışıkla hafifçe aydınlanmış olan çimlere baktı. Bir avuç kumu, bir düşün içindeymiş gibi yukanya kaldırdı ve kumu ince bir şe­ rit halinde yere dökmeye başladı. Kum tanecikleri, yüzünden yansıyan ışıkta parıldayarak otların arasında küçük bir yığın oluşturdu. “Kum yığınına bak,” dedi fısıltıyla, fakat emir verircesine. “O bir Himalaya doruğu büyüklüğünde, o gökyüzünün yansını kaplayan bir dağ. Hayal gücü bu kum yığınının yanında bir cüce gibi kalıyor. Buradaki her kum taneciğinin bir cismi var, başkalanndan ayn ve kendine özgü bir ce­ sedi. Bazılan ince, bazılan koyu, bazılan açık, bazılan iki bacaklı, bazılan dört ayaklı, bazılan genç, bazılan yaşlı, bazılan kürkle, bazılan bir bebeğin yumuşacık teniyle kaplı. Binlerce, milyonlarca ceset. “Burada, şu otların arasında. Bunlar sizin bedenleriniz, çünkü yüz­ lerce yıldır bir gün beni görecek kadar saf olmanızı umarak sizi seyret­ tim, sizi bekledim. Bütün bu yıllar, bu koca yıllar boyunca, bir beden­ den çıkıp ötekine, sayısız bedenlere girip çıktınız, o bedenlerde sürün­ dünüz, yürüdünüz, uçtunuz, öldünüz. Tekrar ve tekrar bir hiç için ko­ şuştunuz, koca bir ömrü bir hiç için yaşayıp bir hiçle birlikte öldünüz.” Eğildi ve kum yığınını üfleyerek dağıttı. 66

Ö Z G Ü R L Ü K

Bir süre öylece sustuk, ama benim varoluşuma dair çizdiği resmi he­ nüz bitirmediğini hissettim. Zarif hareketlerle birkaç kez olduğu yerde kıpırdandı. Sonunda sırtüstü uzanıp yüzünde bana O ’nu hatırlatan mü­ kemmel bir mutluluk ifadesiyle, sayısız yıldızla dolu gökyüzüne baktı. “ Şu yıldızlar, şu yüksek yıldızlar. Şu koca galaksiler, teirar tekrar do­ ğup ölürken, seni seyrettiğimi ve senin inanılmaz yükseklere ulaştığını gördüğümü bilmek, belki hoşuna gider. Gezegende yaşayan bütün insan­ lar tarafından mutlak imparator olmak için seçildiğini gördüm; dünyanın en yüksek dağlarına tırmanan ilk ve tek insan olduğunu. Senin bütün di­ ğer kadınlan gölgede bırakan dünyanın en güzel kadını olduğunu gör­ düm. Dünyanın en zengin tüccan, en çok sevilen kişi, en meşhur, en ye­ tenekli, en zeki, gezegeninizdeki en başanlı kişi olduğunu »ördüm. “Fakat kendi hayatından biliyorsun ki, tökezledin, diinya değişti, artık daha az güzel, daha yavaş, daha güçsüzdün. Orada bir başkası bekliyordu ve zaman seni acımasız bir şekilde aşağıya çekli, başladığın noktadan daha da aşağılara. Artık sadece bir hiç değil, aynı zamanda unutulmuş ve bir kenara fırlatılmış bir ‘hiç’tin. Artık ne ün, ne mutlu­ luk, ne maddi zenginlik, ne arkadaşların, ne ailen ne ocağın kalmıştı. Çünkü bunların hepsi çürümenin en alt kademesine gelip dayandı ve sonunda bildiğimiz toza dönüştü. İnan çünkü bunlan gördüm. Ve doğ­ ru olduğunu biliyorsun, seni sevdiğimi bildiğin gibi. “Biliyor musun,” dedi sözlerini bitirmek üzereymiş gibi, “ eğer hep birlikte yürüyebilseydik, acımızı görüp birbirimizi destekleyebilseydik, bütün canlılar bir olup acımızı birlikte göğüsleyebilsek, birbirimi­ zi sevip destekleyebilsek, her şey daha katlanılır hale gelirdi. Ne yazık ki bu da varlığa biçim veren güçlerin izin vermediği bir şeydir, bu güç­ ler bizi zaman içinde güdüyor, kısa ve şiddet dolu bir hayatta arkamız­ dan itiyor ve bize birbirimizle birlikte olmak için ara verecek çok az za­ man bırakıyor. Ömrün içinden geçip gidiyoruz, kendimize arkadaşlar, dostlar, sevgililer, eşler veya aileler ediniyor, onlarda huzur, dayanışma buluyoruz ve bu güçler bizi önünde sonunda birbirimizden ayrı düşü­ rüyor. Senin âleminde tek bir kişi yok ki onunla kalasın, tek bir kişi yok ki onunla bir an birlikte yürümekten öteye gidesin; her zaman tek başı­ 67

BAHÇE

na geleceğe fırlatılırsın. Her zaman yalmzsındır; yalnız doğar, bu dün­ yadan yalnız başına geçer ve ölürsün, her zaman yalnız.” İç geçirdi, gözlerini kapadı ve hayatımın, dünyamın yalnızlığına rağmen, içinde eksiksiz bir huzurla sırtüstü çimlerin üzerine uzandı. Orada, bana hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir süre boyunca, onun zor sözcüklerinin anlamını, bütün yaratıkların en mutlusu tarafından ta­ rif edilen dünyaların en mutsuzunu anlamaya çalışarak çimlere uzan­ dım. Sonra uzandığımız yeri yavaş yavaş bir nur doldurdu. Bu ışıkla keçiboynuzunun dallarının altındaki bütün alan bir hâleyle kaplandı. Şafağın söktüğünü, aslında çok yorgun olmam gerektiğini, ama yorgun olmadığımı düşünüyordum. Daha sonra ışığın bizzat Yüce Maitreyanatha’dan geldiğini fark ettim; neredeyse akkor halindeydi ve ağaçlar, bitkiler için yeni bir güneş ışığı olmuştu. Gözlerini açtı, ağır ağır ve yan yarıya. Bana her zaman benim ötemde gizemli bir haz durumundaymış gibi görünmüş olan O ’nu, Al­ tın K ız’ı hatırlatıyordu. Yüzünü bir gülümseme kapladı ve şunlan fısıl­ dadı. “ Sormaya hazırlandığın soruyu sor.” Bugüne kadar söylemiş olduğum her şeyi ve gelecekte söyleyece­ ğim her şeyi bilen bir varlıkla konuşmak ne tuhaf diye düşündüm, fa­ kat sorulması gereken soru zihnimi rahat bırakmıyordu: “ O zaman, bü­ tün bunların nedeni nedir? Sürekli söz ettiğin güçler nelerdir? Niçin bu şekilde acı çekmek zorundayız? Bizi acı çekmeye iten şey ne? Her za­ man böyle olmak zorunda m ı?” diye sordum sabırsız. Yerinden doğrulup bağdaş kurdu. Yüzünü bana dönmüştü. Elimi eline aldı ve farkında olmadan okşamaya başladı. Önce utanıp elimi çe­ ker gibi oldum. Fakat sonra tereddütüm üzerine düşündüm bir an ve ben de mükemmel bir sevgiyle sevilmeme izin verebilecek kadar bile sevgi olmadığına karar verdim. O elimi okşamaya devam etti. Işık sanki daha da artmıştı; sıcak, altın rengiyle bütün yüzümü ve göğsümü ısıtıyordu. “ Etrafındaki herkesin istediği her şeye eriştiği ve senin mükemmel sevinçle dolduğun durumun nasıl bir şey olacağını düşün. İnsanların bir övgü işittiklerinde, uzun zamandır umut ettikleri

68

Ö Z G Ü R L Ü K

bir amaca eriştiklerinde veya yeni ve sevgili bir dost bulduklarında his­ settikleri gibi kendini mutlu hissettiğini düşün. Ve bu duyguyu başka­ sının sahip olduğu o şeye bizzat sen sahipmişsin gibi sevindiğini düşün. Diğer insanların mutluluklarını kendininkinden ayıramayacak kadar derinden paylaştığını hayal et. Söylemeye çalıştığım şey şu: hayatının geri kalanını, o duygudan...” sanki hatırlayamadığı, belki yüzyıllardır kullanmadığı bir sözcüğü arar gibi durakladı, “ kıskançlıktan... tümüy­ le uzak bir biçimde yaşadığını hayal et.” Bu sözlerle birlikte ellerinden birini benimkilerden ayırdı ve par­ maklarından birini uzatarak alnımın ortasındaki çizgiyi hafif bir doku­ nuşla, yukarıdan başlayıp tam iki kaşımın arasında durarak katetti. A l­ nınım ortasına ilk izini bıraktığı andan, çocukluğumdan itibaren kıs­ kançlığın kurbanı olduğum için, bu yumuşak dokunuşla birlikte büyük bir rahatlama, büyük bir yastan kurtulma hissettim. O an gerçekten de hayatımın geri kalanını kıskançlık olmadan yaşayabileceğimi hayal edebildim. Zihnin başka ve daha mutlu düşünceler için özgür kaldığın­ da, onun sınırlı mekanının ne kadar genişleyeceğini, bana ne kadar faz­ la zaman kalacağını anladım. Yalnızca dansların en zarifi, en sessizi, en sevinçlisi için ayrılmış altından bir odadaki küçük bir bölmenin içinden çıkarılmıştım sanki. “ Şimdi de,” dedi gülümseme yüzünün her bir zerresini biraz daha fazla kaplarken, “ gerçekliğin en temel güçlerini tümüyle anladığını, di­ lediğin şeyleri gerçekleştirebilecek, istediğin her şeyi yapabilecek ka­ dar, her şeyin ama her şeyin anlamını kavradığını ve kendi iyiliğinin kesin sonuçlarını bilerek ve isteyerek bekleyebildiğini varsay. Benim için senin anlayacağın şekilde ifade etmesi biraz zor olan şu şeyi anlat­ maya çalışıyorum: Siz yaratıklara çok zor şeyler yaşatan, sizi mutsuz ve tatminsiz yapan bu duygudan uzak olsaydın, artık hiçbir şey (yine sözcüğü düşünüyordu) istemeseydin, ne olurdu?” Bu düşünce benim için kavranması neredeyse olanaksız bir düşün­ ceydi, ancak duyduğum sözcüklerden çok elimi okşayışı sayesinde söylediklerinin anlamına hemen vardım. Herhangi bir arzudan söz et­ miyordu örneğin. Çünkü o benim anlamamı, benim mutlu olmamı isti­ 69

BAHÇE

yordu. Yani gündelik, anlık şeylere dayanan, kalbime üzüntü veren, hu­ zurumu bozan, kendimden hoşnut ve mutlu olmanın yerine geçeceğini sandığım isteklerden söz ediyordu. Bu duyguyu o âna dek çok az his­ setmiştim, ama hemen ardından kendimi dans odasından çıkıp soluk mavi gökyüzüne gitmiş gibi hissettim. Zihnim bu gökyüzü kadar özgür ve genişti. Önümdeki hayatımı düşündüğüm zaman onun huzur dolu ve kesin bir mutluluktan başka bir şey olamayacağını hissettim. Çıplak avcu, bir annenin ateşler içindeki çocuğunun alnına bastırdığı nemli, serin ve sakinleştirici bez parçası gibiydi. “ Şimdi de tersini yap,” dedi, sesi gecenin sonuna yaklaştığı bu sa­ atte, Bahçe’nin kuşlarının şakıması gibiydi. “ Başına tatsız bir şey gel­ diğini, böyle biriyle karşılaştığını hayal et. Zihninde böyle bir olayı, böyle bir kişiyi canlandır. Bir şeyler planlandığı gibi yürümeyecek. Birileri sana acımasız sözler ediyor. İhtiyacın olan bir şeyi alamıyorsun. Şimdi kendini mükemmel bir dengeyle tepki verirken hayal et; bu olay­ ların mutlak nedenlerini anlıyorsun, onlan oluşturan şeyleri, nasıl sona ereceklerini, eninde sonunda biteceklerini anlıyorsun. Şimdilik, sizin... tatsızlık dediğiniz duyguyla değil, belki biraz üzülerek, başına gelenle­ ri seyretmekle yetindiğini hayal et.” Bir kez daha bu altın varlığın düşündüğü ile benim düşünebilecek­ lerim arasındaki uçurumu gördüm. Hiçbir şeye karşı olumsuz bir duy­ gu beslemediğim zaman kendimi nasıl hissedeceğimi, nasıl bir insan olacağımı düşlemeye çalıştım ve yine içgüdüsel bir şekilde bu sözcük­ lerin kesin anlamlarına vardım. Aydınlanmış Yüce Zât’m benim ve çevremdeki insanların acı çekmesinden hoşlanmadığını biliyordum, ancak hoşlanmamasının daha çok “ şefkat”ten geldiğini, bizimle ilgili düşünceleri için kalbinde sadece bir sıcaklık hissettiğini anladım. Çün­ kü o bizim hoşlanmadığımız veya bize rahatsızlık veren birinden veya hayatımızda istemediğimiz bazı şartlardan kaynaklanan incinme ve moral bozukluğu gibi duygulan yaşamaya muktedir değildi. Örneğin onun şöyle söylemediğini biliyordum: “Acı hissetmeme­ nin nasıl bir şey olduğunu düşün” veya “ acı hissedip hissetmeyişini dert etmediğini hayal et,” demiyordu. Daha çok, “ acı sana geldiğinde, 70

Ö ZGÜ RL Ü K

bunu sana getiren gerçekliğin içindeki derin nedenleri eksiksiz bir bi­ çimde gördüğünü, bu ve benzeri acıları sevinçle sona erdirirken, teme­ li düzgün ve derinden atılmış bir zihin huzuruna sahip olduğunu hayal et,” diyordu. Gerçekten de bu düşünce zihnimi biraz daha özgürleştirdi, artık gök­ yüzünün maviliğinden yıldızlara uçabilecek, önümdeki bütün hayat bo­ yunca, dünyayı böylesine mutsuz bir yer haline getiren duygu ve düşün­ celerden arınmış olarak sevebileceğimi, yaratabileceğimi ve başkaları­ na verebileceğimi hayal edebilecektim. Dönüşmüş, onarılmış, keçiboy­ nuzu ağacının iri dallarına bakıyordum. Yüce Maitreyanatha’yı bile unutmuştum. “Dur hele,” dedi yumuşak bir sesle sevincime sevinerek, “ sandı­ ğından daha güzeldir.” Ve kalbim ile gözlerimi bir kez daha ona çevir­ dim. “ Şimdi benimle birlikte,” dedi gülümseyerek, “ kendinin sadece bir çocuk, gülen, umutla bekleyen, mutlu ve masum bir çocuk olduğunu hayal et. Etrafındaki herkesten öğrenerek hayatını açık, istekli ve mut­ lu bir biçimde yaşıyorsun. Ne zaman biriyle karşılaşsan, ondan birta­ kım şeyler öğrenebileceğini, bazı tatlı ve değerli dersler alabileceğini düşünüyorsun. Nasıl dinleyeceğini biliyorsun, sanki koca çölün içinde­ ki tek bir kuşun şakımasını duyar gibi, bir kavrayış yakutuyla veya el­ masıyla ödüllendirilmişsin. Herkes senin en sevdiğin öğretmenin, her­ kes sana bazı mücevherler veriyor. Burada da bunu senin anlayabilece­ ğin biçimde nasıl anlatırım pek bilemiyorum. Kendini, zihnini, geri ka­ lan hayatın boyunca sizin şu duygunuzdan azade olduğunu hayal et, neydi adı?” Sanki bu sözcüğü bilmem gerekiyormuş gibi gülerek bakı­ yordu. Ancak onun tarif ettiği şeyin tersi benim için öylesine bildik bir şeydi ki, sorduğu sorunun içinde kayboldum ve sonunda kendi sözleri­ ni kendi tamamladı: “ Gurur.” Kendimi bu sevgili ve sürekli yoldaştan ayırabileceğimi umut bile edemiyordum. Fakat bir çocuğun açıklığı ne demektir, kavramıştım ve

71

BAHÇE

belki hayat yolumun üzerinde bir yerlerde gizli bir gelecekte tepemden aşağı çekilmiş bu gurur örtüsünden kurtulabilecek ve bu değerli arma­ ğanı alabilecektim. Belki. Yüce Maitreyanatha’daki her şey bulaşıcıy­ dı, kendimi şey... mutlu hissediyordum. “ Şimdi gözlerini kapat,” diye devam etti. Yüzümün ve gözkapaklanmın üzerine hafifçe dokunan parmak uçlarının sıcaklığını hissettim. “ Varlığın bütün anahtarlarının eksiksiz bir şekilde idrak ettiğini varsay: Senin için hiçbir şey gizemli değil, her olayın arkasındaki gerçek ne­ denleri görebiliyorsun, bütün var olan şeylerin ardındaki gizli ve derin bağlantıları biliyorsun, bütün âlemlerdeki bütün insanların aradığı şey­ leri biliyorsun, her düşüncenin düşünüldüğünü, her acının hissedildiği­ ni, her acının mükemmel çaresini biliyor, veya daha doğrusu, bütün âlemlerdeki yol gösterici ilkeleri anlıyorsun ve senin için hiçbir olay açıklanamaz, hiçbir sorun çözülemez değil. “Başka bir deyişle, hem kendin hem de çevrendeki herkes için gün­ lük ve nihai mutluluğa erişmek için nasıl davranmak gerektiğini biliyor­ sun. Zihnin o duygudan tümüyle özgür. Ne diyelim bu duygunun adına? Bütün yaşayan türleri, hayatı anlamakta başarısız kılan, bir insanın ka­ zanmak için vermeyip alması gerektiğini sanan zihin durumu; bir insa­ nın gerçekten mutlu olabilmesi için başkalarını değil, kendini tatmin et­ mesi gerektiğini sanan bir zihin durumu; insanı hayatı boyunca, yöntem­ sel bir biçimde, adım adım, bütün hayatını adamış olduğu şeyi yıkmaya iten dünyanın halini tümden yanlış anlama hali. Bu,” dedi sözcükleri tü­ kürür gibi, “ cehalettir, dünyanın gerçekte nasıl işlediğini bilmemektir.” Gerçekliğin aslında nasıl işlediğini bilmediğim için, bu gerçekliği anlama ilminin benim dünyamdan çok uzak olduğunu kabul etmek zo­ rundaydım. Bütün yaratıklar bir olmuş mutluluğu arıyorduk, ama bu­ günkü bilgimizin bizi getirdiği yer sadece savaş, nefret ve mutsuzluk­ tu. O zamanlar Yüce Maitreyanatha’nın tarif ettiği şeyleri sadece tah­ min edebiliyordum. Fakat yine, parmak uçlarının dokunuşuyla bana bir kavrayış ihsan edildiğini hissettim: Tümüyle anlayabildiğimiz zaman kendimizi acı çekmekten azat edebileceğimiz belli gerçeklik yasaları­ nın var olma imkânı vardı. Tek bir an içinde bu beni hem büyük bir ra­ 72

Ö Z G Ü R L Ü K

hatlamayla hem de hayretle doldurdu. Bu yasaları, gücüm yetiyorsa, daha fazla bilmenin susuzluğuyla yanıyordum. “ Ve asla benim sevgimden kuşkuya düşme.” Artık bu söze alışma­ ya başlamıştım. Aslına bakarsanız, onları üreten ruh durumu bana gi­ derek daha cazip geliyordu. “Asla kuşku duyma,” dedi, “bütün bunları bilmenin mümkün olduğuna, bunları bilen varlıklann zaten var olduğu­ na, senin çevrende, sana bu bilgide rehberlik etmek için gönüllü, yar­ dıma hazır beklediklerine, sana mutlak özgürlük ve mutluluk getirebi­ leceklerine inan. Bu yüzden ey can dostum, hayatın geri kalanını, ken­ dinin ruhsal Yol’da birçok zeki inançsızı mutlak ve çıplak bir savunma­ sızlık içinde ölümlerine gönderen tereddüt ve kuşkuculuktan annmış olarak yaşadığım hayal et.” İlk önce böyle büyük bir kuşku sorunu ya­ şamayacağımı düşündüm, çünkü O ’na ve kutsal yere inanıyor, hayatı­ mı araştırmak için buraya sık sık gelme zorunluluğu hissediyordum. Ama bu birkaç güzel ruhsal alışkanlığın kolayca yitirilebileceğini fark ettim. Bu yüzden bir Yol olması gerektiği, bu yol üzerinde rehberlikler olduğuna dair kesin inancımı takdir etmeye ve korumaya karar verdim. Ardından O ’nu, Altın K ız’ı düşünmeye başladım. Yüce Maitreyanatha, düşüncelerimdeki bu kopmaya saygı gösterdi. Onun uzak gelecekteki sonuçlarını görebiliyordu, bu yüzden bir süre sessiz kaldı. Güllerin, mandalina ve erik ağaçlannın yaz meltemlerine ve Bahçe’deki canlılardan beklenmedik bir sıcaklık yayan ıtıra batmış­ tık, hatta sanırım orada, kışın sonunda, çimlerde, Yüce Maitreyanat­ ha’nın zihninden taşan saf ve fark gözetmeyen sevgisinin yorganını ör­ tünüp biraz uyudum bile. Ardından kulağıma şunları fısıldadı: “ Yarın işine, çalışmalarına, ya­ zılarına geri döneceksin ve onca hengâmenin arasında şu anda söyledi­ ğim sözleri hatırlayacaksın. Günün karmaşası içinde durup, ara verip bahsettiğim ve bütün düşünceler arasında en tehlikeli olanlardan zihni­ nin sonunda azat olduğunu hayal edeceksin: Entelektüel düşünceler­ den, kendine bir yol arayan, ama bir şekilde hatalı olan, seni kolayca şu anda kısmen kaçmış olduğun karanlığa tekrar gönderebilecek düşünce­ lerden uzak olduğunu hayal edeceksin. 73

BAHÇE

“Bu fikirler, tıpkı senin ölümle birlikte sona ereceğini, hayatının geçmişteki bir nedenden kaynaklanmadığını, yaptığımız iyi ve kötü şeyler ile bunun sonrasında yaşadığımız iyi ve kötü deneyimlerin, ve­ ya başkalanna zarar verecek şekilde hareket etme ile kendimize zarar vermemiz arasında hiçbir ilişki olmadığını, incelenmemiş, savunulmaz herhangi bir inancı takip etmenin bizi ruhsal amaçlarımızdan herhangi birine ulaştırabileceğini söyleyen fikirler gibidir. Orada, işlerine ara verdiğinde, zihnini saf, temiz, güçlü, arayan, bulan, inceleyen, sonuca varan, uyumlu ve başaran bir zihin olarak hayal et.” “Bu söylediklerin,” dedim uykulu bir sesle, “kalbime verdiğin gıda­ nın sonunda gelen bir tatlı. Sana söz veriyorum,” diye fısıldadım, “ zih­ nimi senin söylediğin gibi yapacağım, hayatımı ve mutluluğumu ben­ den çalan olumsuz duygu ve düşünceleri sonsuza kadar kendime ya­ saklayacağım, yalnızca iyi düşüncelerin peşine düşeceğim. Çünkü sen bana bu kötü düşüncelerden kurtulduğum zaman ne olabileceğimi gös­ terdin: özgür, tam anlamıyla özgür!” Elinin bir şefkat dalgalanmasıyla sırtımı sıvazladığını hissettim. “ Çok güzel, ey sevgili, çünkü bugün sana Gerçek Özgürlük’ün anlamı malum oldu. Senin de söylediğin gibi, bu özgürlük zihnin zehirlerinden azat olması, içinde tam ve sona ermeyen bir sükunet bulma ve orada yaşama özgürlüğüdür. Fakat bu zehirlerin ne olduklannı bilmek ile paradokssal olarak kendi varlığımız içinde kutlamaya ve savunmaya eği­ limli olduğumuz bu düşüncelerin, bizzat bütün acılarımızın kaynağı ol­ duğunu fark etmek yeterli değildir. “ Yarın, sandığından daha kısa bir süre içinde, bu olumsuz duygular­ dan yalnızca karar vererek veya hatta samimi çabalarla kurtulamayaca­ ğını anlayacaksın. Kendinin neredeyse farkına varmadan istemeye, ar­ zular beslemeye devam ettiğini göreceksin, bilincinde olmadan bazı şeylerden iğrendiğini göreceksin; kıskançlık gösterecek, gururlanacak, Yol’la ilgili birçok şeyden -hatta bizzat bu buluşmadan, değerli Altın K ız’ından- kuşkuya düşeceksin. Ah, elbette ilerleme göstereceksin, hatta bugün burada bile bir ilerleme kaydettin, senin giderek daha ya­ kma geldiğini görmekten ben büyük bir zevk aldım. 74

Ö ZG ÜRL ÜK

“Fakat bu düşmanlan, bu düşünceleri zihninden sonsuza kadar at­ manın sonucunda yalnızca bir yolu vardır.” Nurdan varlık Yüce Maitreyanatha’nın bana Özgürlük’e ulaşmanın sımnı vermek üzere olduğu­ nu biliyordum. Bundan kuşkum yoktu, çünkü bu benim bütün varlığı­ mın amacıydı. Ancak böyle anlarda -hayatımızın en önemli dönüm noktalarında olduğu gibi- düşüncelerimi ve Bahçe’yi saran ‘altın varlık’la uyuşmuş bir haldeyken, bunun farkında değildim. Bu yüzden onun sadece şunları söylediğini duydum, daha doğrusu duyduğumu sandım: “ Lütfen, sevgililerin en sevgilisi, sana yalvarıyorum gel, gör­ mek için, tek başına, kutsal boşluk haline gel.”

75

7 Eylemler ve Sonuçları

S

onraki aylarda Bahçe’ye gelecek zaman bulamadım; Aydınlanmış Yüce Maitreyanatha ile aydınlatıcı buluşmamız, bana üzerinde dü­ şünülmesi gereken o kadar çok şey bırakmıştı ki, bundan sonra soraca­ ğım sorulan kafamda toparlayamıyordum. Bütün baharı kendi varolu­ şumun koşullannı düşünerek geçirdim. Özellikle elde ettiğim herhangi bir şeyle tatmin olmamı engelleyen şeyin bizzat kendi zihnimin doğası olduğunu iyice anladım. Kısa bir süre içinde, elde ettiğim hiçbir şeyle -bu ister bir nesne, ister yeni bir ilişki olsun- tatmin olmadığımı, hu­ zursuz bir biçimde başka şeyler istediğimi görmek beni çok yordu. Her zaman bende bir şeylerin yanlış olduğunu hissetmişimdir. Böyle bir tat­ minsizlik duygusuna sahip olduğuma göre kötü bir insan olmalıydım. Fakat artık Yüce Maitreyanatha’nm birçok defa gerçek neden olarak gösterdiği şeyler üzerine düşünüyordum. Bunlar benim hakimiyetimin ötesinde bazı güçler, bazı iktidarlardı. “Halihazırda harekete geçmiş olan güçler” demişti, yaşadığım dünyayı ve beni -v e düşüncelerimioluşturan, ‘kendinden memnun olamama’ da dahil olmak üzere her tür­ lü acıyı ve ıstırabı yaratan güçler...

77

BAHÇE

Ona bu güçlerin neler olduğunu sorduğumda, bana sadece çeşitli düşünceleri anlatmıştı. Onlara “ zehirli düşünceler” demişti ki bunlar hayatımın büyük bölümünü kaplıyordu: kıskançlık, istemek, hoşlan­ mamak, gurur ve benzerleri. Bu düşünceler ile içinde yaşadığım ger­ çekliğin ıstırapları arasında bir bağlantı kurmaya çalıştım. Yine de bir şeyler eksik kalıyordu. Her zamanki gibi annemi düşünüyordum. Ol­ dukça iyi bir yaşam sürmüş, iyi bir kadındı o. Fakat, bildiğim kadarıy­ la, yüreğini yiyen kanser yüzünden dayanılmaz acılar çekmişti. Bugü­ ne kadar karşılaşmış olduğum bütün insanlara bakıyor ve onun zihnin­ de zehirli düşüncelerden -eğer varsa- çok az olduğu sonucuna varıyor­ dum; bir kızgınlık ve kıskançlık ânını neredeyse hiç görmemiştim; kar­ şılaştığı bütün insanları sevmişti; hayatının büyük bölümünü çocukla­ rını iyi ve yararlı insanlar olarak yetiştirmeye adamıştı. Kıskançlık gi­ bi bozuklukların zihin huzurumuzu nasıl altüst edebildiğini kolayca an­ layabiliyordum, ama onun hastalığa, savaşa, yoksulluğa ve ölüme nasıl neden olduğunu göremiyordum. Çölün en sıcak günleri geride kalmıştı ancak yeni sorulan yük­ lenerek Bahçe’yi ziyaret ettiğimde güneş, toprağı ve havayı kavurma­ ya devam ediyordu. Bahçe’ye vardığımda ruh halim kutsal meleklerin tatlı ziyaretlerini kaldırabilecek durumda değildi, kendimi daha çok ringe çıkan bir boksör gibi hissediyordum, iki insan arasında olup bi­ ten gerçek düşünmenin yumruklarını yemeye hazırdım. Bu yüzden ben sıranın üzerine oturur oturmaz, bahçenin kapısından Dalai Lam a’ların ilki, Kutsal Gendun Drupe* içeri girdiğinde hiç şaşırmadım. Beş yüzyıl önce, Tibet’in ücra bir köşesinde göçebe bir ailenin oğ­ lu olarak dünyaya gelmişti ve onun her hareketinden bir kendine güven ve kararlılık taşıyordu. İlk göze çarpan özelliği, cüppesinin içinden dı­ şarıya fırlar gibi güçlü göğsü ve kaslarla bezeli güçlü kollarıydı. Göz­ leri sonuna kadar açıktı ve tutuşuverecekmiş gibi, zekayla alev alevdi. Alnı, yıllarca derin düşünmenin bıraktığı, derin kılıç yaralarına benze­ yen çizgilerle doluydu. Tek bir hareketiyle beni sıranın üstünden önüm­ * Gendun Drupe (1391-1475): Tsong Khapa’nın öğrencisidir ve ölümünün ardından 1. Dalai Lama ilan edilmiştir. (Ed. n.)

78

E Y L E M L E R

VE

S O N U Ç L A R I

deki çimlere fırlattı ve üzerinden dökülen cüppesini kendi haline bıra­ karak ve düşüncelere gömülerek sıranın üstüne oturdu. “Nedir bu dünyayı yöneten?” diye bağırdı bana birdenbire, dilim tutulmuştu. Vahşi, heyecanlanmış, heyecanlandıran bir ifadeyle yüzüme eğildi. Derin soluklan yüzme çarpıyor, benden bir yanıt istiyordu. “Bilmiyorum, ben de bu soruyu sormak için gelmiştim, emin deği­ lim, sanırım, belki...” “ Sanınm! Belki! Emin değilim!.. Peki ben söyleyeyim. O ‘kötü dü­ şünceler’, başka ne olabilir? O kötü düşünceler ve kötü eylemlerin! İş­ te bu!” ve sanki benim basit ve şaşkın zihnimi değil, büyük bir felsefi tartışmada koca bir rakibi az önce yerle bir etmiş gibi muzaffer bir edayla doğrularak oturdu. Bunun nasıl olduğunu sormak istedim, fakat onun düşünce zinciri­ ne müdahale etmeye korkuyordum, bu yüzden sessizliğimi korudum. Bu işe yaramış gibiydi, çünkü birdenbire parmağını bana kızgın kızgın sallayarak, “Aradığın bağlantıyı bulmak zorundayız,” dedi. “ Sana bir şeyler yaptıran nedir, yaptığın şey nedir ve bütün bu şeylerle dünya, şu anda olduğu gibi korkunç bir duruma nasıl geliyor?” Başım la onaylayıp bekledim; o ise önüne bakıyordu. “ Sence bütün bu şeyler nerede başlıyor?” diye boca etti soruyu üs­ tüme, her zamanki gibi birdenbire. “Affedersiniz... Neler başlıyor... Neler nasıl başlıyor?” diye sordum terbiyeli bir biçimde. Büyük öğretmen, düşüncelerinizi rayından çıka­ rıyor, daha doğrusu sormasını beklediğiniz en son soruyu soruyordu. O, yüzünüze kendisi için çok açık olan bir yanıtı bekleyerek bakarken, sizin diliniz tutuluyordu. “Bize yaptığımız şeyleri yaptıran, söylediklerimizi söylettiren şey nedir?” Bir süre düşündüm, bu düşünme bana neyse ki hayli hızlı bir yanıt sundu: “ Düşünüyoruz. Yapmayı veya söylemeyi düşünüyor, sonra da yapıyoruz. Her şey düşünmekle başlıyor.”

79

l

BAHÇE

Dalai Lam a’nın ağzı açık kaldı, sanki doğru yanıtı vermeme şaşır­ mıştı. Ardından yüzü büyük bir gülümsemeyle aydınlandı. Önümüzde­ ki, bütün gece süreceğini sezdiğim sorgulamadan alacağı ilk ödüldü bu. “ Doğru! Haklısın!” Sonra tekrar düşüncelere gömüldü. “Kaç tane?” diye sordu ardından. Gözlerini bana dikmişti ve büyük olasılıkla yine hızlı bir yanıt istiyordu. “Affedersiniz... Kaç tane... Ne kaç tane?” Bunun hoşuna gitmeye­ ceğinden korkarak neredeyse fısıltıyla sormuştum. “ Düşünceler, başka ne olabilir!” Tıpkı sürekli öne eğilip kalkması ve kolunun hareketleri yüzünden sıranın her yerine ve aşağıdaki tuğlaya kadar yayılan cüppesinin kumaşını nasıl ihmal etmişse, aklından geçen düşüncelerin en ufak bir kısmını bana belli etmeyi ihmal ettiği halde, onun bütün düşünce zincirini takip etme yeteneksizliğime hayret ediyor gibiydi. “Bir tek parmak şıklatma süresi içinde zihninden kaç düşünce geçebilir?” Ve elini burnumun dibine getirerek parmaklarını, binlerce yıl önce büyük tartışmacıların birbirine yaptığı gibi şıklatmaya başladı. Düşündüm, sonra aklıma düşüncelerimin süresini ölçmek geldi ve ardı ardına her parmak şaklatmasında yalnızca tek bir şey düşünebildi­ ğimi gördüm. “ Yaklaşık beş parmak şıklaması,” diye yanıtladım kendi­ me büyük bir güven duyarak. “Tek bir düşünce için beş ‘parmak şıklatm a’ süresi gerekiyor.” Geriye yaslandı ve güçlü kollarım cüppesinden artık tamamen sıy­ rılmış olan göğüsleri üzerinde kavuşturdu. Dudaklarının kenarları kes­ kin bir biçimde aşağı sarkmıştı, yüzü sanki büyük bir acı içindeymiş gi­ bi kasılmıştı. “Düşün!” dedi. “ Düşün! ‘Tam’ düşüncelerden, bir cümle gibi baş­ layıp biten, sorular, kararlar gibi düşüncelerden söz etmiyorum burada. Seni örneğin bir kızgınlık anında bir şey yapmaya veya bir şey söyle­ meye iten düşünceler ve itkilerden söz ediyorum! Her şeyi başlatan iş­ te bu düşüncelerdir! Evrenimizin sonsuz âlemlerini yaratan büyük dü­ şüncelerin ilk doğduğu yerdir burası! Söyle bakalım, ama bu kez düşü­ nerek konuş! Bunu...” deyip yumruğunu hızla burnumun dibine kadar 80

E Y L E M L E R

VE

S O N U Ç L A R I

indirip ardından parmaklarını şıklatarak, “ yapacak kadar süre içinde kaç düşünce geçer aklımdan?” Yine bocaladım, ancak bu kez benim yanıtımı beklemedi. Sanki dün­ yayı kurtaracak bir hakikati ilan ediyormuş gibi “Altmışbeş!” diye kük­ redi, belki de dünyayı gerçekten kurtarıyordu. “Zihnimin birbirinden farklı altmışbeş eylemini tamamlayacağım süre...” Yine hızla yumruğu­ nu kaldırdı, gözlerimi kapadım ve bu yumruğun beni yerle bir etmesini beklediitı, ama sadece tekinsiz bir sessizlik vardı. Gözlerimi açıp ona baktım, kolu hâlâ havadaydı, parmaklar birleşmiş, şıklatmak için hazır­ lanmış, fakat öylece donmuştu, çünkü zihni onu terk edip başka yerlere gitmiş ve bedeninin zihnini izlemesine izin vermeyi unutmuştu. “Peki,” dedi yine sabit bakışlarla gözlerimin içine bakarak, “her dü­ şünce eyleminin zihninde farklı, net ve kalıcı bir iz bıraktığının farkın­ da mısın?” Bu bana mantıklı gelmişti, çünkü bazı düşüncelerin, örneğin kız­ gınlığın, günlerce beni bırakmadığı olurdu. “Ben öyle bir izden söz etmiyorum!” diye kükredi, felsefi tartışma­ da öyle ustalaşmıştı ki zihnimin bir sonraki hareketini kesinlikle tah­ min edebiliyordu. “Ben dünya izleri hakkında konuşacağım!” Terbiyem beni ona dünya izlerinin neler olduğunu sormaktan alı­ koydu. “Bir dünya izi,” dedi biraz küçümser, küçük bir çocuğa konuşur gi­ bi -kuşkusuz ruhsal anlamda ona kıyasla ben sadece bir çocuktum“ senin dünyanı yaratan, bu hayatta karşılaştığın her insanı, her yeri, her şeyin ayrıntılarını görmene neden olan zihindeki izdir!” Tartışma sanatında ustalaşmış keskin gözleri, söylediklerini anla­ mak için zihnimi yorarken hafifçe sağa sola kayan ve yardıma ihtiya­ cım olduğu gerçeğini dışa vuran gözlerimi seyrediyordu. “ Şimdi,” de­ di, “ şunu düşünmeni istiyorum. Gündüzleri çalıştığın kütüphanenin so­ rumlusu, yaptığın bir hatadan dolayı, ev sahibinin ve bütün diğer hiz­ metçilerin önünde sana bağırmış olsun. Öfkenin keskin dokunuşunu hissediyor ve ona bazı kızgın laflarla karşılık veriyorsun. 81

BAHÇE

“ Öfkenin bu keskin dokunuşunu zihnine bir iz bırakan, tohum atan bir şey olarak düşün. Peki tohumlar hakkında ne öğrenmiştik, ha?” Bun­ ları yine bağırarak söylemişti. Ancak onun davranış biçiminin böyle ol­ duğunu fark etmeye başlamıştım artık, bu yüzden korkum biraz azaldı. “ Şey,” dedim, yanıtımın onun istediği yanıt olduğunu umarak, çün­ kü çok basit görünüyordu, “tohumlar büyür ve bitkileri oluşturur.” Yine bana o mutlak armağanı verdi, bedenini o kas yumrularına dö­ nüştüren bütün zihinsel gücüyle bana yönelttiği gülümsemeyi. “ Doğru! Kesinlikle doğru! îyi düşünüyorsun!” sonra tekrar düşüncelere daldı. “Peki tohumlar ne yapıyor?” dedi, sanki burada beni bekleyen bir tuzak varmış gibi göz ucuyla bakarak. “ Şey, sanırım hemen söyleyebileceğimiz ilk şey,” diye yanıtladım pek düşünmeden, “ iyi tohumların iyi bitkilere dönüştüğüdür ve kötü to­ humlardan da kötü bitkiler gelir; yani, tatlı bir şeyin tohumu, asla, bi­ ber gibi acı bir bitkiye dönüşmez. Biberin tohumu da asla tatlı bir şey üretemez.” Ağzı yine şaşırmış gibi açık kaldı, gözleri ışıldadı. “ Yine doğru! Tümüyle, kesinlikle doğru!” Kendimle gurur duyuyordum. “ Yani, eğer zihne nahoş veya zararlı bir düşüncenin tohumu atılmış­ sa veya izi kalmışsa, o zaman kesin bir şekilde, ondan iyi bir şeyler çı­ kamayacağını, yani bu dünya izinin, dünyanın hoş kabul ettiğimiz her­ hangi bir şeyini yaratamayacağını söyleyebiliriz, değil mi?” Bu bana tümüyle mantıklı geliyordu, başımla onayladım. “ Ve tersi. Bir kişinin iyi, sevgi dolu, nazik bir şey düşündüğü za­ man, bunun hiçbir zaman olumsuz bir ize dönüşemeyeceğini, yalnızca dünyamızın hoş yanlarını oluşturan şeylerden birine dönüşeceğini söy­ leyebilir miyiz?” Bu da eşit derecede mantıklıydı, yine başımla onayladım. “ Çok iyi!” diye haykırdı, sanki az önce çok zor bir işi başarmıştım. “ Peki şimdi... Tohumların davranışları hakkında başka neler söyleyebi­ liriz?”

82

E Y L E M L E R

VE

S O N U Ç L A R I

Tohumlar üzerine düşünmeye çalıştım. Çocukken bazen gittiğimiz, çölün kuzeyindeki dağlardaki kulübe geldi aklıma. Bir fırtına dev çam ağaçlarından birini kulübenin üstüne yıkmıştı. Babam elime bir balta tutuşturup beni çatının kirişleri çökmeden önce büyük çam ağacının dallarını kesmek için göndermişti. Yüksekleri sevmiyordum, dizleri­ min titrediğini hatırlıyorum. Botlarımın ucuna baktığımda, bir yağmur birikintisinin içine küçük bir kozalaktan düşmüş bir tohum hatırlıyo­ rum. Bu büyük çamın tohumunun filizlerini topraktan çıkarıp kökleri­ ni kayaların içine uzattığı anda orada olsaydım, şimdi ilk başladığı to­ humdan milyonlarca kez daha ağır olan bu çam ağacını kesmek için burada olmayacaktım, tohumun büyümesine hiç izin vermezdim, diye düşünmüştüm. Bu yüzden Dalai Lam a’yı şu şekilde yanıtladım: To­ humlar başta küçüktürler; yalnızca bir zerredirler ve onlardan büyüyen şey tohumlardan milyon kat, sonsuz defa daha büyük olabilir.” Sanki az önce güçlü rakiplerin arasından sıyrılarak yarışı kazanmış bir atlet gibi kollarım yumruk yaparak havaya kaldırdı, “ Yine doğru! Mükemmel! Kusursuz! Zihnin tohumlan, düşüncelerin zihnimizde bı­ raktığı izler ve etkiler de zaman içinde yetişir ve muazzam sonuçlara yol açar. Hayatımızdaki ve dünyamızdaki belli başlı büyük olaylardan işte bu tohumlar sorumludur. “Zihinsel tohumlar da tıpkı fiziksel tohumlar gibidir, onlann farklı olmasını nasıl umabiliriz ki? Çok etkileyici ve hayatının geri kalanına biçim veren bir kitap okuyan çocuğu düşün örneğin. Gelecek yüzyıllar boyunca bir ulusa biçim verecek düşünceleri formüle etmek için bir masanın etrafına toplanmış insanlar düşün. Zihnin tohumlarının gücü işte böyledir.” Gözlerini benden ayırmadan tekrar yerine oturdu, bir kez daha ba­ ğırarak sormayı unuttuğu bir soruya yanıt vermem bekleniyordu. Bu yüzden düşündüm ve bir tahmin yapmaya çalıştım. Çünkü herhangi bir tepki verdiğimde seviniyordu, susmam ise onu kızdırıyor gibiydi. “Tohumlar hakkında,” dedim, tekrar büyük çam ağacını düşünerek, “ başka bir şey daha var. Eğer dikilmezlerse, asla büyümezler.”

83

BAHÇE

Dalai Lam a’lann ilki, tahta sıranın üzerinde lastik bir top gibi zıp­ layıp, oturduğu yere heyecanla vurdu. Sonra küçük bir çocuk gibi se­ vinçle alkışladı. “ Kesinlikle. Eğer kötü bir düşüncen yoksa, kötü bir dünyanın tohumunu atmıyorsun demektir. Fakat iyi bir düşünceyi kaçı­ rırsak, iyi bir dünyanın tohumunu kaçırırız. Haksız mıyım?” Korkumu unutmuş, dizlerim üzerinde kendimi dengeleyerek doğrulmuştum. Bir elim havada, “ Aklıma bir şey daha geldi,” dedim. “Bir tohum ekilince, eğer tohum doğru bir biçimde ekilmişse ve iyi bir to­ humsa, ihtiyacı olan bütün suyu, gıdayı ve güneşi alıyorsa, o zaman ev­ rendeki hiçbir güç onun bir ağaca dönüşmesini engelleyemez.” Sevinçten çığlıklar atıyordu. “İşte gördün! Demek ki ister zihne is­ ter toprağa ekilsin, tohumlar için dört ilkemiz var: İyi tohumlar iyi so­ nuçlara ulaşır, kötü tohumlar kötü; tohum her zaman kendisinden daha büyük bir şeye neden olur; ekilmeyen tohumlar asla büyümez; düzgün bir şekilde ekilmiş ve bakılmış bütün tohumlar büyür.” Sonra Bahçe’nin kuzey duvarındaki güllere doğru baktı. Peşinden ben de başka bir Zât’ın daha gelmiş olabileceğini düşünerek aynı yere baktım. Ancak bu, sadece onun düşünme şekliydi. O tarafa yan dön­ müş olarak birkaç dakika olduğu yerde dondu. Sessizlik sırasında zih­ nimin içinde bir dizi düşünce dönüp durdu. Bu eylemlerin -kafamdaki düşüncelerin, söylediğim sözlerin ve bulunduğum davranışlann- zih­ nim üzerinde bir tür etki bıraktığını görebiliyordum, ama bu etkilerin nasıl olup da içinde yaşadığım dünyayı ve çevremdeki insanlan biçim­ lendirdiğini göremiyordum. Öte yandan, bu düşünceleri onun çoktan tahmin etmiş olduğunu da hissettim ve sabırla onun açıklamalarını bek­ ledim. Tekrar bana doğru döndü. “ Bunu anlamak biraz zor,” dedi. “ Daha sonra öğreneceklerin bunu daha net anlamanı sağlayacak. Fakat şimdilik zihnini berrak bir cam gi­ bi düşün. Kendini kimi düşünceler üzerinde düşünürken gördüğünde, bu cam parçasına küçük bir boya, bir renk noktacığı damlar. Bu küçük nok­ tanın zihnini göremeyeceği bir yerde olduğunu hayal et. Zaman geçiyor ve boya damlası, zihnin içindeki bu tohum olgunlaşıyor, yani bilincinin

84

E Y L E M L E R

VE

S O N U Ç L A R I

alanına müdahale etmeye başlıyor. Büyüdükçe, bütün diğer tohumlar gi­ bi, zihnin bütün camını bazı desenler ve renklerle kaplıyor. Diğer tohum­ lar da aynı şekilde hızla ilerler, hepsi camı bir çiçek dürbünü gibi farklı renklere boyarlar ve zihinde hareket yanılsaması yaratırlar. Bu desenler zihne farklı nesneler gösterir: Uzun boylu biri kapıdan içeri girer, bir ağız açılır, bu açıklıktan sert sözcükler dökülür ve böylece zihin, kütüphane­ de çalışan bir insanın, kendisinden daha üst konumdaki kişiyi görmesini ve bir hatadan dolayı bu kişinin azarlamalarını işitmeye iter.” Uzun bir süre düşünüp sordum: “Tek bir imgenin, örneğin bir çiçek veya tek bir meyvenin etkisinin bu şekilde nasıl yaratıldığını görebili­ yorum. Ancak senin tarifine göre, tek bir bakışta veya zaman içinde et­ rafımızda gördüğümüz dünyanın çeşitliliğine bakarsak, tek bir anda bi­ le binlerce tohumun veya etkinin olgunlaşıyor olması gerekir.” Bu kez hiçbir yanıt gelmedi. Bunun yerine gözlerime bakıp onu kendi başıma anlamam için beni bekledi. Ve benden beklendiği gibi, bir parmak şıklatma sırasında akıp geçen ve zihnimi etkileyen altmışbeş farklı etkiyi düşündüm ve sonra bunları bir tohumun güçlü bir ağa­ ca dönüşürken milyon kez büyümesine kıyasla bunlan milyonla çarp­ tım. Bu etkilerin tek bir an için bile kendi dünya izlenimimiz için ge­ rekli milyonlarca bilgi kırıntısını yaratıp muhafaza etmeye yetmesi mümkündü. Peki bu izlenimlerin içerikleri nereden geliyordu? Haya­ tımdaki iyi ve kötü şeylerin açıklaması neydi? Bir şeyler söylemek için ağzımı açmıştım ki o anda elini kaldırıp çenesine dayadı ve bu hareketten bu soruyu da kendi başıma çözmem gerektiğini anladım. Elbette! Bana bunu zaten öğretmişti, daha doğru­ su, bana kendi başıma öğrenmeyi öğretmişti. Eğer izlenimler iyiyse, deneyimler de iyiydi, izlenimler kötüyse, o zaman deneyimler de kö­ tüydü. Erik çekirdeği tatlı eriğe, limon çekirdeği ise ekşi limona dönü­ şüyordu. Hayatımdaki acı, başkalarına zarar veren bir düşüncemden veya bir eylemimden geliyordu. Tam bu anda zihin gözümün önünde eksiksiz bir algılama boyutu açıldı; hayat boyu zihnimi meşgul eden onlarca soru tek bir hareketle yanıtlanmıştı. Fakat sonra içime bir kuş­ ku düştü. 85

BAHÇE

“Peki annem ne olacak?” diye sordum. “Bütün kötü düşünceler, za­ rarlı eylem ve sözlerden uzak bir insan, bedenine işkence edecek ve so­ nunda kalbini yiyip bitirecek bir kanserin etkisini yıllarca zihninde sak­ layacak kadar güçlü ve korkunç tohumlar ekemeyecek kadar iyi bir in­ san ne olacak?” Kesin, fakat müşfik bir sesle, “ Sana hiç kimse bu tohumları anne­ nin ektiğini söyledi m i?” . “Yani başka birinin benim zihnime tohumlar ekebileceğini ve baş­ ka bir insanın eylemlerinin sonuçlarını yaşamaya mecbur olduğunu mu söylüyorsun? Bu mantıksız. Adil değil!” diye itiraz ettim. “ Ben bunu söylemiyorum,” dedi sanki büyük bir uçurumda bana rehberlik eder gibi yine aynı kesinlik ve şefkatle, “ çünkü bu tohumları kendi zihnimizden başka bir zihne ekmek bizim için imkansızdır.” Birdenbire anladım. Bilmek hem acı hem de büyük bir rahatlama ve­ riyordu; çünkü tam o anda başka bir yüce hakikati daha kavramıştım. “Ne kadar sürüyor?” diye sordum, sorumu anlayacağından emin olarak. “Bazı vakalarda bu dünya etkileri zihin içinde olgunlaşabilir ve be­ den ölmeden önce dünyamızın ve karşılaştığımız insanların belirli ay­ rıntılarını görmemizi sağlar. Fakat çoğunlukla böyle olmaz, bu yüzden şu andaki ve geçmişteki varoluşlarımızın eylemleri, sözleri ve düşün­ celeri tarafından zihne işlenen tesirleri ölüme ve sonrasına taşır duru­ ruz. Dünyan, senin dünyaya dair izlenimin ve ister içsel ister dışsal ol­ sun hayatının bütün deneyleri, hiçbir bilinçli belleğin olmadığı bir geç­ miş içinde harekete geçirilmiştir. Ve işte bu,” dedi aşağı bakarak (zeki gözleri sonuna kadar açılmış ve buğulanmıştı) “ iyi insanların acı çek­ melerinin nedenidir.” Başımla onayladım. Bu, şu anda üzerinde yaşadığım gezegende ya­ şayan bütün zihinler tarafından şu ya da bu zamanda, ama mutlaka so­ rulmuş sorunun basit yanıtıyla -hep olduğu gib i- büyük bir rahatlama hissettim. Bu kez aklıma başka bir soru takıldı: “Bazı etkileri diğerle­ rinden daha şiddetli kılan şey nedir? Niçin bir etki yıllar süren bir kan­ sere yol açarken, diğeri sadece bir parmak kesiğiyle sonuçlanıyor?”

86

E Y L E M L E R

VE

SONUÇLARI

Ağırbaşlı havası değişiverdi birden, yerine büyük bir tartışmacı du­ ruşu geldi. “Bütün hayatlar kutsaldır ve her hayat eşit derecede önemlidir; aca­ ba birçok hayatı kurtaracak bir hekimi mi öldürmek, yoksa bir sokak köpeğini öldürmek mi kötüdür?” “ Eğer hekim öldürülürse daha çok insana zarar verilir.” “ O zaman etki de daha güçlü olacaktır,” diye yanıtladı Dalai Lama. “Bu ayrıca sana büyük bir yardımı dokunanlar için de geçerlidir: Anne ve baban örneğin, özellikle senin Kalp Öğretmenin. Bu tür insanlara verilen herhangi bir zarar inanılmaz derecede derin etkiler bırakır.” “Bu dediğin, üzerimde emekleri olan ve hakları hiçbir şekilde öde­ nemeyecek anne ve babam için özellikle doğru. Fakat benim anne ve babalarından çok ilgi görmemiş birçok arkadaşım da var. Sanırım bu durumda onların anne ve babasıyla ilgili zarar daha az olacaktır.” Bu kez bir onaylamama durumuyla karşılaşmamıştım; ancak ke­ mikli ve güçlü yüzünü baştan sona kaplayan bir kızgınlıkla bakıyordu bana. “ Ancak seninki gibi bir beden ve zihne sahip biri,” diye fısılda­ dı, kendine hakim olmak için çok büyük bir çaba harcıyormuş gibiydi, “net bir biçimde ve mantıklı olarak düşünüp ruhsal Yol’u öğrenebilir ve böylece ezelden beridir sonsuz sayıda canlıya musallat olan acıdan kur­ tulabilir.” Biraz sakinleşip devam etti: “ Bu etkilerin güçlü veya zayıf olmasın­ da başka etkenler de olabilir. Bunlardan biri hiç kuşkusuz senin güdü­ lerindir. Daha önce öğrenmiş olduğun gibi, yeryüzünde, beden durdu­ ğunda, zihnin de durduğuna dair bir yanlış inanış vardır. İnsanlar genel­ likle zihnin devam ettiğini ve bazen çok acılı yerlere gittiğini bilmiyor. Bu yüzden insanevladının tarihi boyunca, belki öldürülmeyi istediği için, belki sadece yaşlı ve acı içinde oldukları için kendi anne ve baba­ sını öldüren insanlar var. Çocuklar bu şekilde bir insanın işleyebilece­ ği en kötü cinayeti işlediğinde, etki yine de, niyetleri anne ve babaları­ nı acı çekmekten kurtarmak olduğu için, olması gerekenden daha az za­ yıftır. Bu, kasıtsız ve kazayla yapılan kötü eylemler için de geçerlidir.

87

BAHÇE

“ Senin de görebileceğin üzere, bu tohumların veya etkilerin zihne ekilmesi büyük ölçüde, insanların dile getirdikleri, akıllarından geçirip düşündükleri fikirleri, sözleri veya eylemleri algılama biçimlerince be­ lirlenir. Bir düşüncenin etkili olabilmesi için onun illa da eyleme dökül­ mesi gerekmez. Başka bir etken de kimlik sorunudur: Kendisine yar­ dım ettiğimiz veya zarar verdiğimiz kişinin gerçek kimliğinin farkında mıyız? Örneğin bu dünyada zihnin bedene ‘döllenme’ sırasında, anne­ nin yumurtası ile babanın sperminin birleşme anında girdiğini bilme­ yen insanların yaşadığı yerler vardır. Bunun nedeni yine bedenin etinin, kemiklerinin büyümesinin, görünmez olan, ağırlıksız olan, ölçülemez olan zihinden farklı olmasıdır. Bu yüzden bir ceninin alınmasını bir ci­ nayet gibi görmüyorlar, çünkü onu yaşayan bir şey olarak algılamıyor­ lar. Yine bu etki de olması gerektiği kadar korkunç değildir, çünkü in­ sanlar burada bir canlıyı ‘canlı’ olarak görememe hatasını işlemektedir­ ler. Şimdi sen söyle bakalım: Niyetimiz ve güdümüzle ilgili belirli bir davranışı, sözü veya düşünceyi diğerinden daha ciddi kılan ve bu yüz­ den de çok daha derin bir etki bırakan başka neler var?” Bu sırada saat epeyce ilerlemişti ve Dalai Lam a uyukluyor gibiydi. Bu yüzden soruyu hemen yanıtlama zorunluluğunu o kadar hissetme­ dim. Bir süre sonra şu yanıtı verdim: “ Sanırım... Eğer bir eylem çok güçlü duygularla yapılırsa -yakıcı bir arzu veya nefret, aşın bir sevgi veya aşk - bu, etkiyi daha güçlü hale getiriyor.” “ Çok haklısın!” diye kükredi ve aslanın uyanmasıyla birlikte içim­ de belli belirsiz bir pişmanlık duydum, çünkü bu, yanıtları biraz daha hızlı düşünmeye başlamak zorunda kalacağım anlamına geliyordu. “ Peki senin bir şey yapıp yapmamana ne diyorsun?” Kafam kanşmıştı. “ Anlamadım? Ben insanlann söyledikleri, yaptıklan veya düşündükleri şeyler üzerine konuştuğumuzu sanıyordum?” “ Örneğin, bir cinayet tasarlasan, ama bir türlü bu tasarımı gerçekleştiremesen?” “ Şey, sanınm o zaman herhangi bir etki olmayacaktır,” diye yanıt­ ladım gelişigüzel ve bu yanıtı verdiğim an, adeta bir uçurumla karşılaş-

88

E Y L E M L E R

VE

S O N U Ç L A R I

tim, geriye sıçradım. “ Şey demek istedim, sadece cinayet niyetinin ve­ ya planının etkisi vardır, yoksa başka bir insanı bıçaklamak gibi bir ey­ lemin etkisi yoktur.” Yaptığım hatayı görmezden geldiğini görerek de­ rin bir nefes aldım. “ Doğru. Şimdi de bıçağı sapladığını düşün. Başka bir varlığı öldür­ me etkisi veya tohumu zihnine ekilmiş midir?” “ Her durumda değil,” dedim. “ Ya adam ölmezse? Ya adam sadece yaralanır ve iyileşirse?” “Yine doğru!” diye kükredi Dalai Lama, “O halde ister iyilik, ister kötülük olsun, bir izlenimin veya tohumun derinlere ekilebilmesi ve böylece ileride büyük bir olay haline gelebilmesi için, eylemin veya sö­ zün veya düşüncenin belirli bir nesneye yönelmiş olması gerekir; kesin bir niyetimizin ve güdümüzün olması gerekir; nesnenin ne olduğunu bi­ liyor olmamız gerekir; eyleme katılırken eyleme uygun duygularımızın olması gerekir; onu istediğimiz gibi tamamlamamız, sonuçlarının farkın­ da olmamız ve eylemi sahiplenmemiz gerekir. Bütün bu şartların gerçek­ leşmesiyle birlikte ekilen bir tohum, derin ve güçlü bir tohumdur.” “Peki bu tohum etkilenebilir m i?” Merak ediyordum. “ Onlar deği­ şime açık diğer şeylere benzemiyor mu; nedenleri var mı, diğer etken­ lerce etkileniyorlar mı? Gerçek dünyadaki tohumlar çok güçlü tohum­ lar olsalar bile onları sudan ve güneş ışığından yoksun bırakarak, için­ de yattıkları toprağı yakarak veya onları çıkanp çıplak bir kayanın üze­ rine atarak büyümelerini engelleyebiliriz. “ Çünkü bana öyle geliyor ki,” dedim bir saniye düşündükten sonra, “ herhangi birimiz birkaç saat içinde kelimenin tam anlamıyla binlerce büyük tohum topluyor olabilir ve bunlann çoğu olumsuzdur. Bir araba­ da yanımıza oturan kişiden bir saniye için rahatsızlık duymak veya biz­ zat yolculuğun yavaşlığına can sıkmak bile böyledir. Eğer tohumu et­ kilemenin hiçbir yolu yoksa,” diye devam ettim bencilce, “ o zaman he­ pimizin kaderinde sonsuz acılar yaşamak olacaktır.” “Evet öyle,” dedi Dalai Lam a samimiyetle ve beni doğru düşündü­ ğüm için ödüllendiremeyecek kadar derin düşüncelere daldı. “Zihnimi­

89

BAHÇE

zin derinlerinde birçok tohum, birçok etki vardır. Eğer bizden son bir­ kaç saat içindeki olumsuz düşüncelerimiz, sözlerimiz veya eylemleri­ mizin bir listesini yapmamız istenseydi, hemen hepsini atlardık, çünkü bunlar zihnimizden ve hayatımızdan bir yıldırım hızıyla geçerler; fakat bunların her biri, hiçbir istisnası olmadan, kesin ve acımasız bir biçim­ de bilincin kitabına kazınır. Bu yüzden bu etkilerin korkunç gücünün ve sonuçlarının ciddiyetinin farkına varmış olan herhangi bir ‘düşünen insan’, senin biraz önce sormuş olduğun soruyu mutlaka soracaktır.” Bir bakışla bana Ay’ın durumunu gösterdi. Bu yüzden bir an sessiz kalacağını düşündüm. Ama sonra, Ay’ın saf beyaz ışığının izleriyle do­ lu yüzünü bana çevirdi ve gözlerinde bana, çıkaramadığım birini hatır­ latan yumuşak, haz dolu bir bakış gördüm. Bu bakış aynı zamanda ba­ na Dalai Lam a’nın söylediği bütün sözleri anlamam için bin yıl gereki­ yorsa bile, orada oturmaya devam edeceğini anlatıyordu. “ Daha sonraki görevi bir başkasına bırakacağım. Burada sana ilk olarak olumsuz etkileri temizleme sanatını öğreteceğim. Eğer sana bi­ razdan tarif edeceğim yöntem samimi bir şekilde uygulanırsa, en güç­ lü etkileri bile bir hiçlik noktasına kadar azaltabilir. Bir insanı öldürme­ nin etkisi bile, ki bu normalde insanın zihninin kendi kendinin öldürül­ düğünü görmesine neden olur, kısa ve nahoş bir baş ağrısı hissetmeye kadar indirgenebilir. “ Olumsuz izlenimlerin temizlenmesi, kendini iyiliğe adamakla olur. Bu da zihnini bilinçli olarak Aydınlanmış Zâtlar’a ve senin Kalp Öğretmeni’ne götürmeni gerektirir. Kendini onların kollarına bıraka­ rak, sana öğretmiş oldukları derslere adayarak, bütün canlılara verebi­ leceğin hizmetleri hatırlayarak, kendini özgürlük Yol’unda ustalaştırarak ve böylece bu Yol’u başkalarına da öğreterek yapılır bu. “Etkileri engellemenin başka bir yolu da, yaptığın şeyin geri tepme­ si hakkında dikkatle düşünmektir; eğer bu Bahçe’de söylediğimiz her şey doğruysa, kendinin yapmasına izin verdiğin bütün zararlı eylemler, sözler ve düşünceler en büyük zararı yine sana verecektir. Bu, olumsuz davranarak veya konuşarak kendinde ne kadar acıya neden olduğunu

90

E Y L E M L E R

VE

SO NUÇ LAR I

anlayan bir tür entelektüel pişmanlıktır ve insanevladmın kolayca hissediverdiği suçluluk duygusuyla ilişkili değildir bu. Düşün, dikkatle, mantıklı olarak, açık ve kesin bir biçimde düşün. Zihnine herhangi bir olumsuz tohum ektiğinde, kendine ne kadar zarar veriyorsun? Üçüncü adım en güçlüsü ve belki de en gereklisidir. Bu, değiştirme­ ye çalıştığın etkilerin değişime ne denli açık olduklarını, kendi başına önceden değerlendirmek için kullanabileceğin bir mihenk taşıdır. Bu senin ekilmiş olan tohumun nedeni olan konuşma, düşünme ve eylem türünü bir daha yapmama kararlılığındır. “ Ve tam bu noktada sana, aramızda kalsın, bir nasihatim var.” Da­ lai Lam a bu sözlerden sonra bana ilk kez sanki onun oğluymuşum gibi gülümsedi. Bu gülümsemeyle birlikte daha önceki bütün azarlamaların benim hevesimi ve samimiyetimi ölçen sınavlar olduğunu anladım. “ Sana, herhangi bir eylemi bir daha yapmayacağına dair bir karar al­ mamanı salık veririm. Örneğin asla, bir daha kızmayacağım diye karar alma. Çünkü şu anda bu verdiğin karan onurlandıracak durumda değil­ sin ve bu şekilde bir olumsuz etkiye, yalan söylemekten gelen bir baş­ ka olumsuz etkiyi ekleyerek, meseleyi sadece biraz daha karmaşık du­ ruma getireceksin. Kendine makul bir süre ver; örneğin önündeki yirmidört saat içinde ona hiçbir şekilde kızgın bir yanıt vermeyeceğin sö­ zünü ver kendine. “Ve nihayet dördüncü adım. Bu da söylediğin, düşündüğün veya yaptığın olumsuz bir etkiye karşı panzehir olarak bir eylem seçmektir. Örneğin eğer bir savaşta, bilerek ve isteyerek bir adam öldürmüşsen, hayatının geri kalanının bir bölümünü bir hastanede hayata hizmet et­ meye veya onu korumak üzere adamaya karar verebilirsin. “Fakat bütün panzehirlerin en güçlüsü,” dedi Kutsal Dalai Lama, sı­ radan kalkarak ve soylu tavırlarla cüppesini toplayarak, “seni ve diğerle­ rini her türlü acıdan kurtaracak olan bilgiyi öğrenmektir. Bu, burada, Bahçe’de halihazırda öğrenmeye başladığın düşünme ve meditasyonla başlar ve daha sonra öğreneceğin gibi, bu etki ile boşluk arasındaki mut­ lak ilişkiye dair daha derin bir kavrayışın en yüksek biçimine ulaşır.

91

BAHÇE

“Bu gece sana, eylemlerin tarafından zihnine ekilen etkilerin varlı­ ğını fark etmeyi; bizzat kendi varoluşunu yaratmada temel bir rolleri olduğunu; büyük ölçüde zihinden silinebileceklerini öğrettim. Bugün burada aramızda geçen konuşmaları iyice düşünmek, kendinin ve baş­ kalarının hayatı tümüyle buna bağlıymış gibi dikkatle düşünmek, artık senin işin.”

92

8 Bir Dünya Yaratmak

m

Dalai Lama ile buluşma benim için, şimdiye kadar olan tüm bu­ İ lkluşmalar arasında herhalde en önemlisidir. Onun bir zamanlar söyle­ diği gibi, hayata dair uyanışlarım için onlarca hammadde bırakmıştı. Günlerce, sohbetimiz üzerine ne zaman düşünsem, bu uyanışlardan bi­ rini yaşadım. Varoluşuma dair içimde taşıdığım ve en çok önem verdiğim onlar­ ca soruya, tek seferde yanıt bulmuştum. Ancak kendime, dünyaya ve o dünyada yaşayan insanlara dair deneyimlerimi yöneten zihinsel iz ve­ ya etkiler kavramı, ilk başta benim için kavraması zor bir şey oldu. Fa­ kat zamanla bunun nedeninin beni yetiştiren kültürün varsayımları ol­ duğunu ve en önemlisi de kavramın ‘kavram’ olarak bile tümüyle man­ tıklı ve hatta aydınlatıcı olduğunu anladım. Her şey bir yana, Dalai Lam a’nın sözleri annemin neden acı çektiği­ ni, aslına bakarsanız herhangi iyi bir insanın neden acı çektiğini, öte yan­ dan başkalarına zararlı işlerle meşgul olan insanların, şu an için, niçin kârlıymış gibi görünebildiğim kusursuz bir biçimde açıklamıştı. Bu za­

93

BAHÇE

rar verme fikrini tekrar tekrar düşünüyordum: Kutsal Dalai Lama, acılı deneyimlerin zihindeki olumsuz etkilerin sonucu olduğunu ve bunun da sonuç olarak zihne, zararlı eylemlerce kazındığını söylemişti. Kafası ça­ lışan herhangi bir insan gibi, bu yarar ve zararın, iyinin ve kötünün bir­ birinden kolay ayrılamayacağını biliyordum ve eğer etkiler ve onların yarattığı dünya fikri doğruysa, yanlış ve doğruyu birbirinden ayırt etmek ciddi, hatta hayati bir mesele haline geliyordu. Her ne kadar annemin ne­ den acı çektiği sorusunun yanıtı zihnimde giderek berraklaşmış olsa da, onun şu anda nerede olabileceğine ve ona nasıl yardım edeceğime dair hiçbir şey öğrenmemiştim. Son alarak da beni Bahçe’ye ilk getiren Altın Kız’m gizemini anlamak konusunda fazla bir yol katetmediğime inanı­ yordum; çünkü bana öyle geliyordu ki, O ’nun bana ilk kez nasıl görün­ düğünün ve tek kelime etmeden beni nasıl eğittiğinin, onun vücudundan ve uykulu gözlerinden yansıyan ilahi ışıltıyı nasıl deneyimlediğinin giz­ lerini çözdüğümde sorularımın hepsi birden yanıtlanmış olacaktı. Ne yaprakların renklerindeki büyük değişimden ne de ağaçların dallarının birdenbire çıplak kalıp kararmasından anlaşılmayan, kendini sadece insanın tenini hafif hafif ısıran rüzgarda gündüzün sıcağı ve ge­ cenin soğuğu arasındaki o yumuşak farkla hissettiren çöl sonbaharında Bahçe’ye, işte bu halde gelmiştim. Keçiboynuzu ağacının altındaki son buluşmamı sanki dünmüş gibi hatırlıyordum, bu yüzden büyük bir kra­ lın -hatta daha iyisi- büyük bir kraliçenin teşrif etmesini bekleyen bir taht gibi duran mütevazı sıranın hemen önündeki çimlere oturdum. Kapıdan içeriye görkemli bir zarafetle girdi; cüppesinin her bir kıvrı­ mı tam da olması gereken yerdeydi. Yalnızca sol elinin bükülme biçimin­ den bile, bir rahip alışkanlığıyla dikkatle katlanmış şalının mükemmel bir uyumla dizlerine dökülmesinden bir zarafet yansıyordu. Yalnızca kı­ yafetine bakarak bile karşımda, ondört yüzyıl önceki kendi zamanından, rahipliğin dünyadaki altın yıllarından koparılmış, ama hâlâ, -her zaman­ ki gibi- mükemmel bir rahip olarak kalan, ahlaki hayat sanatının büyük öğretmeni Üstat Guna Prabha’nın* durduğunu anladım. Dikkatle sıranın * Guna Prabha: ‘Ahlaklı yaşam’ ve ‘doğru bilgi’ kavramlarına öncelik vermiş ünlü Budist öğretmen. 500. yüzyılda yaşamış olduğu tahmin edilmektedir. (Ed. n.) 94

BİR

DÜNYA

Y A R A T M A K

üzerine oturdu, bacaklarını yukarıya çekti, bağdaş kurdu ve cüppesini bütün vücudundan uyumla dökülecek şekilde topladı. Sonra hiç kıpırda­ madan, sessizlik ve güçle donanmış bir bakışla beni süzdü. Uzun boyluydu ve güçlü bir yapısı vardı, yaşına rağmen -tahminen yetmişi devirmek üzereydi- dimdik duruyordu. Bedenini çevreleyen bir hâle olmasına rağmen göze çarpan ilk özelliği, sanki büyük bir bilgelik kartalına aitmiş gibi duran sonuna kadar açık ve asla kırpılmayan gözle­ riydi. Dudakları konuşmak için pek kullanılmamış gibi sımsıkı büzül­ müş, kollan hareketsiz, elleri meditasyon yapar gibi kucağındaydı ve parmaklanyla küçük bir tespih çekiyordu. Hafifçe geriye yaslandı, çene­ si biraz yukan kalktı ve sakin bir biçimde aşağı bana baktı. Bekliyordu. Konuşmam gerektiğini hissettim. Bu yüzden sürekli kafama takılan birçok sorudan birini dikkatle biçimlendirdim ve onun zarafetine layık bir saygıyla sordum: “Neyin yanlış neyin doğru olduğunu nereden bi­ liyoruz?” Tek bir kelime etmeden, doğruca gözlerimin içine bakmaya devam etti. Ardından ellerine baktı, boğazını temizledi, sonra tekrar, birdenbi­ re başını kaldırdı ve “İyi eylemler zihnine dünyayı güzelleştiren etkiler bırakır. Kötü eylemler zihnine dünyayı çirkinleştiren etkiler bırakır.” Saygılı bir sessizlikten sonra devam ettim: “Peki şu anki dünyamız­ da güzel şeyleri yaratan etkilere neden olan davranışlar ile kötü şeyleri yaratan etkilere neden olan davranışları birbirinden nasıl ayırt edeceğiz?” Yanıtı tıpkı bir tüfek gibi patladı: “Ancak Aydınlanmış Olan bir in­ san hayatımızın ayrıntılarından hangi etkilerin ve bu etkilere yol açan hangi eylemlerin sorumlu olduklarını bilebilir.” “ O halde dünyamızın, kendi varlığımızın ve etrafımızdaki bütün varlıkların en küçük ayrıntıları bile, geçmişte yaptıklarımızın, söyle­ diklerimizin, düşündüklerimizin etkileri tarafından belirlenmiştir?” “ Kesinlikle,” diye yanıtladı. Ellerine ve tespihine baktı. “ Her şey mi? Yanağa çarpan bütün yumuşak meltemler, bir tahtanın yüzeyindeki her çizgi, yüzümüzün her özelliği, güneş, güneşin doğuşu, aklımıza gelen en küçük bir düşünce?” 95

BAHÇE

“ Tam olarak öyle,” bakışlarını tekrar ellerine çevirdi. “ Peki, hangi eylemlerin iyi, hangi eylemlerin kötü olduğunu anla­ yabilmek için aydınlanmamız gerekiyorsa, o zaman, kendimizi Aydın­ lanmış Zât’a dönüştüğümüzü görmemizi sağlayacak etkileri yaratmak adına yapmamız gereken ‘mutlak iyi’ eylemleri nasıl ayırt edeceğiz?” diye ısrar ettim. “ Onların sözlerini dikkatle düşün,” dedi sadece, başını kaldırmadan. Biraz düşündükten sonra, “Böyle yaptığımız zaman,” dedim, “ te­ oride, geleceğimizi tümüyle iyi yapacak eylemleri, sözleri ve düşünce­ leri tam anlamıyla kavrayıp dünyamızda herhangi kötü bir şeye yol açabilecek olanlardan kaçınabiliriz.” Bakışlarını ellerinden kaldırdı ve ciddi bir ifadeyle, gözlerini kırp­ madan “Bu bir teori değildir; bunu bizzat yapabilirsin; çünkü geçmişte pek çok Kutsal Kişi bunu yapmıştır.” “ Öyleyse kötü etkilere yol açacak olan eylemlerin neler olduğunu öğret bana lütfen; çünkü bu dünyanın ıstırabından çok yorgunum, daha doğrusu artık bu dünya benim için acı çekmekten başka bir şey değil.” “ Bana dünyanın ıstıraplarını tek tek anlat ki, ben de sana Her Şeyi Bilenler’e göre, o acıyı hangi eylemin getirdiğini anlatayım.” Fazla söze gerek yoktu. “ Ölüm. Bir insanın kendi gözleri önünde kanserden korkunç bir şekilde ölmesine neden olan etkiyi zihinde han­ gi eylem bırakıyor?” “ Cinayet. Can almak.” “ Yani eğer ister insan, ister hayvan hiçbir cana dokunmazsak, bu şekilde ölmeyecek miyiz?” “ Kesinlikle öyle. Ama can almaktan kaçınmaya başlamadan önce bırakmış olacağımız etkiler istisnadır.” Bu eski etkiler üzerine biraz düşündüm. “ Ya zihni temizlemenin dört adımını kullanarak geçmişin bu etkilerinden de kurtulursak?” “ Öyleyse artık bu biçimde ölmek zorunda kalmazsın.”

96

BİR

DÜNYA

Y A R A T M A K

Bu benim için zelzele gibi bir yargıydı; içinde sanki insanoğlunun doğuşundan itibaren aradığı kutsal kâseyi taşıyordu ve beni tıpkı büyük bir imparatorluğun tarihinde hayati bir ânı yaşayan ve tarihsel olayın öneminin tümüyle farkında olan bir insan gibi düşüncelere sevk etti. “ Ya yoksulluk? Aynı ülkede, aynı toprağın üzerinde, aynı gökyüzü­ nün ve yağmurun altında yaşayan insanların bir bölümü açlıktan ölür­ ken, diğerlerinin yiyemeyecek kadar çok şeye sahip olmasının nedeni nedir?” “ Çalmak; verilmeyen bir şeyi almak.” Zihinsel olarak ilk tepkim, bu yanıtın kusursuz bir mantığa sahip ol­ duğuydu. Ancak birdenbire bütün bu iyi ve kötü eylemler ile onların et­ kileri hakkındaki düşünceyi, birdenbire mantıksız kılan bir kuşku düş­ tü içime. “ Ama iş dünyasında aslında çalan, yani yıllarca hileyle iş yapan ve sürekli zenginleşen tüccarlar gördüm.” Çenesi hafifçe yukan kalktı ve kıpırtısız gözlerine gelen belli belir­ siz bir öfke pırıltısıyla bakmaya başladı bana. “ Ekşi limon çekirdeklerinden tatlı erikler yetiştiğini gördün?” diye sordu, neredeyse alaycı bir tavırla. “Hayır,” dedim, “ öyle bir şey değil. Ekşi bir meyve çekirdeğinden tatlı bir meyvenin çıkması olanaksızdır. Tohumlar ve meyveler tam ola­ rak aynı niteliği paylaşırlar: Tatlı tohum tatlı meyve verir, ekşi tohum ekşi.” “ Ama biraz önce olumsuz bir eylemin olumlu sonuçlar üretebilece­ ğini söyledin.” “ Şey öyle görünüyor,” diye yanıtladım, düşünceler arasında yolu­ mu kaybetmiş olarak. “ Evet,” dedi üzgün bir şekilde kucağındaki ellerine bakarak. “Evet, öyle görünüyor.” İç çekti ve yumuşak bir sesle devam etti, “Ve bu tekil olgu, bütün dünyanın mutsuzluğunun ve ıstırabının kaynağıdır. Çünkü hile yaparak, yalan söyleyerek, başkalannı aldatarak kâr edip, istediği­

97

BAHÇE

miz şeyi elde edebilirmişiz gibi görünüyor. Oysa tüm olup biten, gele­ cekteki bütün mutluluğumuzu bizzat kendimizden hileyle çalmamızdır. “ Şimdi dikkatle düşün,” dedi. “Dikkatle düşün. Bir tohumdan çıkan bir meyve, tohumu eker ekmez mi ortaya çıkar, yoksa aradan epey bir zaman geçmesi mi gerekir?” “Bir tohumun bir ağaç haline gelmesi için zaman gerekir, tohumla­ rın ve sonuçlarının doğası böyledir ve aslında ağaç meyve verecek ka­ dar büyüdüğünde ortada tohum falan kalmamıştır.” “Zihindeki tohumların başka türlü olacağına inanman için bir nede­ nin var m ı?” “Hayır,” dedim ve düşüncelere gömüldüm. Bu soruların benim ha­ yatım için önemi dolayısıyla, bana anlattığı şeylerin gerçek anlamları­ na vâkıf olmam, ancak bir dakika kadar sonra oldu. “ Söylediğine göre,” diye başladım, “bir tüccarı ticarette zengin ede­ bilecek tek şey hayırseverliktir, yani başkalarının ihtiyaçlarını karşıla­ maya kendini adama.” “ Kesinlikle,” dedi, küçük öğrencisinden memnun biçimde ve ilk defa gülümseyerek. “ Ve başkalannı hileyle kandırmaktan gelebilecek tek sonuç ise in­ sanın yoksullaşmasıdır,” diye devam ettim. Gülümsedi ve başıyla onayladı. “O halde, bir insana hile yaptığımız ve bunun yanımıza kâr kalır gi­ bi göründüğü yerde, aslında birbirinden bağımsız iki ayrı olay vardır: Geçmişten gelen başkalarına vermenin olumlu tesiri veya tohumunun olgunlaşması ile gelecekte yalnızca kendimizin yaşayacağı bir yoksul­ luğun tohumunun atılması.” Yine başıyla onayladı. Zihnimde birden bir ışık yandı, kelimeler ağzımdan birbiri ardına döküldü, “ Ve bu, bazı insanların hile yapıp zenginleşir görünürken, ba­ zılarının neden yoksullaşır göründüğünü, hatta bazılarının hile yapma­

98

BİR

DÜNYA

Y AR A T MA K

da neden başarısız olup bazılarının başarılı olur görünmesini açıklar! Dünya göründüğü gibi değildir!” Başıyla yaptığı heyecanlı bir hareketle onayladı ve tekrar arkasına yaslandı, çenesi biraz daha yukan kalkmıştı ve bana sanki bir aydınlan­ ma daha yaşamam için rehberlik eder gibi bakıyordu. “ Eğer bir şey gerçekten bir başka şeyin nedeniyse,” dedim biraz zorlanarak düşünmeme devam edip, “ve şartlar da uygunsa, her zaman ve kaçınılmaz bir şekilde aynı şeye neden olmalıdır. Örneğin bir mısır tohumunun mısır bitkisinin nedeni olduğunu biliyoruz, eğer gerekli şartlar mevcutsa, bir mısır tohumu, her zaman, başka bir şeye değil, bir mısır bitkisine dönüşecektir. Eğer işte hile yapmak kârın gerçek yoluy­ sa, diğer bütün şartlar aynı kalmak üzere, her hile yaptığımızda kâr et­ memiz gerekir. Ancak böyle bir şey olmadığına göre, hile bize kâr ge­ tirmez. Demek ki, kârın aslında başka bir nedeni, her zaman için, mut­ laka ve kaçınılmaz bir şekilde kâr getiren başka bir nedeni olmalıdır.” “ Ve bu da başkalarına vermektir,” dedi bana oğluyla gurur duyan bir babanın müşfik bakışlarıyla bakarak. Tam bu anda, gelecekteki mutluluğuma ve çevremdeki insanların mutluluğuna ait resmin, tek bir fırça darbesiyle tamamlandığım hisset­ tim. Hiçbir tereddüte düşmeden söyleyebilirim ki, bu an hayatımın en önemli anlarından biriydi. Zihnim tekrar benim ve çevremdeki insanların ıstıraplarına kaydı... “İlişkiler,” dedim. “Bu dünyadaki büyük mutlulukların ve aynı zaman­ da büyük acıların kaynağı gibi görünüyor. Ölene kadar mutlu yaşayan çiftler görüyoruz, birbirlerine yakınlaşan, sonra ayrılan insanlar görü­ yoruz ve birliktelikleri daha baştan yıkılmaya mahkum insanlar görü­ yoruz. Mutsuz olan kişilerin ilişkilerinin kötü sona ermesine neden olan etki veya tohum nedir?” diye sordum. “Bir insanın eşine sadakatsiz davranması,” diye yanıtladı hiç tered­ dütsüz. Bir süre işittiğim örnekler üzerine düşündüm ve tereddüte düştüm. Çünkü eşlerini kalpsiz insanlar yüzünden yitiren sadık erkekler ve ka99

BAHÇE

dmlar tanıyordum; a ç a sorum hemen kendi kendini yanıtladı, çünkü çok geçmeden gelecekteki bir mutluluğun şu andaki nedeni ile geçmiş­ teki bir sadakatsizliğin şu andaki acısını birbirinden ayırmıştım. Guna Prabha’nın özlü konuşmasının mantığı çürütülemezdi. Bu, aklıma, beni her zaman çok rahatsız etmiş olan bir başka acıyı getirdi. “ Dünyada,” diye başladım, “ doğruyu söyleyen ve sözleri herkesçe kabul edilen insanlar görüyoruz. Doğruyu söylemeyen ve söyledikleri yine kabul edilen başka da insanlar görüyoruz. Üstelik yine doğruyu söyleyen ama hiç kimsenin inanmadığı ve yine yalan söyleyen ve aynı şekilde hiç kimsenin inanmadığı insanlar var.” “ Geçmişte doğru konuşmuş olanlara inanılır, yalan söylemiş olan­ lara inanılmaz,” dedi kısaca. “ Asla hile yaparak zenginleşir görünen in­ san örneğini unutma; görünüşlerin seni aldatmasına izin verme. Gözle­ rinin kendi başına asla göremeyeceklerini görmek için aklını ve mantı­ ğını kullan.” Kabul ettiğimi gösterir bir biçimde başımı eğdim ve hayatın isten­ meyen yanlarına dair düşünmeme devam ettim. Hayatımın en tatsız an­ larından bazılarını, sürekli birbirleriyle ağız dalaşma giren ve birbirle­ rini arkalarından bıçaklayan ve genel olarak ‘zayıf karakterli’ diyebile­ ceğim insanlar arasında yaşamıştım. Bunlar öyle insanlardı ki, eğer şartlar bizi onlarla uzun zaman birarada tutsa, sefalete içinde bir yaşa­ ma düşürebilir, -hatta daha kötüsü- bizzat karakterimizi bozabilirdi. Ona bunun nedenini sordum. Soruyu anladığını gösterir şekilde başını eğdi, ardından gözlerini bir kez daha aşağı indirip cüppesindeki kırışıkları düzeltti. Sonra hafif­ çe iç geçirdi ve şunları söyledi: “ Bu dünya insanlarının, başkaları onla­ rın dostu ve hayranı olsun istediğini ve bu insanlar başkalarının dostu veya hayranı olursa, onları birbirinden uzaklaştırmak ve ayırmak için ortaya hep bir laf attıklarını fark etmedin mi hiç? Söylediklerimizin, çoğu zaman farkında olduğumuzdan daha büyük bir bölümünün çevre­ mizde -kısa bir süre için bile olsa- birbirine yakınlık, dostluk gelişti­ ren insanları birbirinden uzaklaştırmak için söylenmiş olduğunu fark

100

BİR

DÜNYA

Y A R A T M A K

etmiyor musun? İşte aradığın neden bu; kendimizi sürekli olarak az ön­ ce betimlediğim aşağı insanlarla birarada bulmamızın nedeni bu.” Söyledikleri yine bana çok mantıklı geliyordu. Soylu insanların yoldaşlığına çok değer verdiğim için kendime bu tür konuşmalara kar­ şı dikkat olmayı tembih ettim. Bu bana çalıştığım kütüphanedeki sinir­ li kütüphaneciyi hatırlattı ve sordum. “Peki bizim çevremizdeki bazı insanlardan -sanki tek istedikleri bizimle kavga etmekmiş gibi- sürek­ li olarak sert, zorlayıcı sözler duymamıza neden olan etkiler veya to­ humlar nelerdir?” “ Herhangi bir insana, hatta cansız bir nesneye sert sözler sarf etme­ mizin gerçek nedeni,” dedi Guna Prabha yine aşağı bakarak, fakat bu kez omuz silkerek, “ komşularımız hakkında kötü konuşmak, hatta aya­ ğımızı çarptığımız bir taşa söylenmek veya geç kalan bir araba hakkın­ da kötü konuşmaktır.” “Peki ya bu kişi,” dedim savunmaya geçerek, “ söylediğimiz bir şe­ yin veya bulunduğumuz bir önerinin hiçbir değeri olmadığını düşünü­ yor ve kendimizi değersiz hissetmemize neden oluyorsa?” “Bunun da kendi nedenleri vardır,” aklımdan geçenleri okuyor gibi devam etti hiç beklemeden, “bu da boş konuşmaktır. Boş konuşmak, yavaş yavaş birçok insanın koca ömürlerini ele geçiren ve bu sırada ge­ leceğe sayısız mutsuzluk tohumu eken bir şeydir ve insanoğlunun en büyük zehridir.” Arkadaşlarla oturup çay içtiğimizde yaptığımız sohbetlerin büyük bölümünün boş konuşmalarla geçtiğini, öyle ki aradan birkaç saat geç­ tikten sonra onlardan hiçbir iz kalmadığını hatırladım. Bunlar, ertesi gün tümüyle unutulacak ve böylece yeni haberlere kendimizi hazırla­ mamıza olanak verecek gündelik haberler için de geçerliydi. Aklıma kütüphanenin yakınlarında gördüğüm, üzerinde fiyatlar, malların alım-satım değerleri yazan kağıtlara eğilerek, zengin olmanın yollan hakkında saatler süren hararetli konuşmalar yapan tüccarlar gel­ di. Bu tartışmalar öyle yoğun geçiyor ve bunlara o kadar çok zaman harcanıyordu ki, bazılan sinir hastalıkları geçiriyor ve emeklerinin kar-

101

BAHÇE

şılığmı layıkıyla alamadan işlerini sürdüremez duruma düşüyor, hatta ölüyordu. “Peki,” diye devam ettim, “bazı insanların hayatlarını daha çok ve daha iyi şeyler edinmeye adamalarını sağlayan şey nedir? Niçin bunla­ rın büyük bölümü sahip olduklarıyla yetinemez, ellerindekine bir türlü razı olamazlar?” “ Bu açlık duygusunun verdiği etkinin bir sonucudur; sürekli olarak başkalarının sahip olduklanna, yaptıklarına veya bildiklerine bakıp, bunları kendin için istemek veya talep etmek.” Bu sözlerle birlikte kütüphaneci olma arzumu ve bir kütüphaneci­ nin kitaplar hakkında sahip olduğu bilgiyi, kendime ve çevremdeki ins ani ara yardım edecek bir bilgi aradığım için değil, sadece o onlara sa­ hip olduğu için ve onlann keyfini sürdüğü için istediğimi fark ettim. Orada çalışan kişinin sahip olduğu şeye sahip olmak istiyordum. Belki de, diye düşündüm, onun canını sıkmak için sürekli bir şeyler aramak yerine, ona daha çok yardımcı olabilirim. Bu yüzden başka bir soru sordum: “Bir kişi tanıyorum,” dedim, “ onu kıskanan ve bu yüzden ger­ çekten ona hiç yardımcı olmayan ve ustasının hayatını sürekli olarak zorlaştırmanın yollarım arayan bir çömez var.” Eğik başını kaldırmadan gözlerini bana dikti, aklımdan geçen her şeyi biliyordu. Yan açılmış gözleri zihnimde başka bir yüzün imgesini uyandınr gibi oldu; bu beni burada ziyaret eden bütün diğer ustalarla da olmuştu. Dikkatle, “Bu kişi,” dedi, “ kötü niyet duygusuyla ekilmiş olan bir etkinin olgunlaşma evresindedir.” Bu sözlerle birlikte normal­ de ifadesiz olan yüzü biraz buruştu; baykuş gözleri biraz daha açıldı, alnında büyük derin bir kınşıklık oluştu, derin bir nefes aldı. “Başkalannın başansızlıklannın bize sevinç vermesi ne kadar tuhaf ve sapkın bir şeydir böyle,” dedi. “Birlikte çalıştığımız, hatta yardımcısı olduğu­ muz, geleceğimizin ve kariyerimizin birlikte yaptığımız işin başansına bağlı olduğu durumlarda bile, onları başarısız olmuş görme isteği ve başarısız olduklannda da onlara gerçekte çok az acımamız ne büyük bir sapkınlığın ifadesi!” Ve bakışlarını kucağında birleştirmiş olduğu elle­ rine çevirmeden önce bana kısa, fakat unutulmaz bir bakış fırlattı. 102

BİR

DÜNY A

Y A R A T M A K

Bir süre ellerime bakarak utanç içinde oturdum, sonra rahatsız edi­ ci bir düşünceyle kendimi yeniden konuşmak zorunda hissettim. “ Eğer çömezin yol açtığı sorun bizzat kütüphanecinin zihnindeki olumsuz etkilerce oluşmuş ve oraya geçmişteki başka biri tarafından ekilmiş ise, o zaman her şey kütüphanecinin yanlışıdır. Kütüphaneciye sorun olan şey, çömezinin bela yaratma niyeti değildir. Daha çok kü­ tüphanecinin kendi zihnine, bizzat kendi kendine ekmiş olduğu tohum­ ların olgunlaşmasıdır.” “ Doğru, doğru; ancak çömezin niyetlerinin de aynı belaları yarata­ cağını eklemek gerekir.” “ O zaman benim için yardımcı olmak hiçbir durumda mümkün de­ ğil,” diye karşı çıktım, “ eğer kütüphaneci benim yardımım dokunduğu­ nu düşünüyorsa, bunun nedeni sadece onun geçmişte başkalarına yap­ mış olduğu yardımlardır.” Bu sefer Guna Prabha’nın yüzü kızgınlıkla buruştu: “Çok tehlikeli bir uçurumun kıyısında yürüyorsun. Bu Bahçe’yi ziyaret etmiş her ay­ dınlanmış insanın anladığı şeyi senin de anlaman gerekiyor. “ Söylediğin her şey doğru. Eğer bir insan acı çekiyorsa, bunun ne­ deni, onun kendi zihninde etkiler yaratacak birtakım eylemler yapmış, sözler söylemiş veya düşünceler tasarlamış olmasıdır. Bu etkiler onların kendilerini acı çekerken görmelerine neden olur. Bu yüzden her insanın, çektiği en küçük acı için bile sorumlu olduğunu söylemek doğrudur. “Aynı şekilde, mutsuz olduklarında onlara yardım etmek için uğra­ şır ve onları biraz olsun rahatlatabilirsek, bunun nedeni artık zihinleri­ ne bir zamanlar yerleşmiş olan ve bizim ‘rahatlık’ dediğimiz şeye dö­ nüşen bir etkinin olgunlaşmasını yaşamalarıdır. “Fakat buradan hareketle başkalarına yardım etmeye çalışmak gibi bir sorumluluğumuz veya nihai vazifemiz olmadığı, varoluşumuzun gerçek nedeninin başkalarına huzur getirmek olmadığı sonucuna varır­ san, o zaman burada yaptığın bütün araştırmalarında başarısız olmuş, sana bu Bahçe’de ders vermiş olan O’nu ve öğrendiklerinden gelecek­ te yararlanacak olan tüm insanları, hepsinden önemlisi kendini, hatta 103

BAHÇE

insanlığını başarısızlığa uğratmış olursun. Üstelik bu sözlerin doğrulu­ ğuna tüm kalbinle inanıyorsun.” Kendimi kaptırmak üzere olduğum düşüncenin yanlışlığını hisset­ tim. Gereğinden fazla hiçbir şey söylemeyen Usta’mn bu nadir patla­ masının ardından aramıza uzun bir sessizlik çöktü. Sessizlikte onun de­ rin soluk alışlarım duyabiliyordum. Bu sessizliğin ardından, kendini to­ parlayarak devam etti. “ Belki de insanlann nasıl olup da büyük kitlelerin dünyalarını ve hayatlarını cehenneme çeviren fikirleri dost edinmesinin nedenini sor­ malısın kendine. İnsanların, bütün eylemlerimizin ve düşüncelerimizin hedefi olan ‘mutluluğa’ zarar verdiği, gün gibi ortada şeyleri düşünme­ sine yol açan nedir? “ Yanıt şu,” dedi, “ insanın kendi kendine bizi gerçekten aradığımız şeye zıt bir fikri düşünme izni vermesidir; bugüne dek bazı hakikatleri ve dünyamızın gerçek nedenlerini öğrendin. En zararlı etkilere yol açan şeyin bizzat kendi düşünme biçiminin, insanlığın büyük bölümünün düşünce biçiminin olduğunu görebilirsin.” Ağzımın payını almıştım ve Usta Guna Prabha’nın daha fazla ko­ nuşmayı reddetmesinden korkup, geri kalan somlanma yanıt arama­ dım. O ise aşağıya bakmaya, bilmediğim bir duayı mmldanarak tespih çekmeye devam ediyordu. Sonra birdenbire başını kaldırdı. İri, yuvar­ lak gözleri açıldı ve dosdoğru bana yöneldi. “ Sor,” dedi. Cesaretimi topladım ve düşüncelerime bıraktığım yerden devam et­ tim. “ Şimdiye kadar, benim eski eylemlerim ve düşüncelerim tarafım­ dan zihnime ekilen etkilerden söz ettin ve bunlann kişisel deneyimle­ rimi nasıl etkileyeceğini ikna edici bir biçimde tarif ettin. Bunu yapar­ ken de, onların benim bütün dünyamı yarattığını ima ettin; bununla dış fiziksel dünyayı ve içinde yaşadığımız çevreyi de mi kastediyorsun? Bu etkiler bizim acı çekmemize neden olan fiziksel dünyamızın ayrın­ tılarını dikte edecek kadar güçlüler mi?” “Acının adını söyle de bir bakalım,” dedi sadece. 104

BİR

DÜ NY A

Y AR A T MA K

“ Bir keresinde doğuya seyahat etmiştim,” diye başladım, “ ve birbi­ rinden farklı iki ülkeyi ziyaret ettim. Bu ülkeler aynı enlemdeler. Aynı toprağa, coğrafyaya, aynı yağmura ve güneş ışığına sahipler. Her iki ül­ kede de aynı ürünü ektiklerini, hatta bazen aynı tohumu ektiklerini gör­ düm. Ne var ki ürün ve bundan yapılan un, ülkelerin birinde çok az bes­ leyiciydi; hep kötü, daha katkılı görünüyordu ve onları yiyen insanlar zayıf kalıyor, hatta bazen bu yiyecek yüzünden hasta düşüyordu. Oysa komşu ülkede aynı tohum dolgun, besleyici ve sağlıklı ürün veriyordu. Aslında, şimdi biraz düşününce, bu söylediğimin her iki ülkede kulla­ nılan birbirinin aynısı ilaçlar için de geçerli olduğunu görüyorum. B i­ rinci ülkede sözkonusu ilaç, bir şekilde insanları kötü etkiler, daha az sağaltır, hatta zaman zaman zehirleyici bile olabilirken, ikinci ülkede bu ilaç hemen hemen her zaman amacına uygun iş görüyordu. Bu iki ülke arasındaki farkı yaratan şey nedir?” “ Burada da neden, can almaktır. İlk ülkede yaşayan insanlar geç­ mişte can almış, İkincisinde yaşayanlar almamıştır.” Söyledikleri üzerine biraz düşündüm ve sordum, “Bu an’a kadar eylemler ve bu eylemlerin zihnimizde bıraktığı etkiler üzerine yapılan bütün konuşmalar bana, zihnimize ekilmesine izin verdiğimiz tohum­ lardan sorumlu olduğumuzu düşündürdü. Bu da beni, bir etkinin yal­ nızca tek bir zihni etkileyebileceğine inanmaya götürüyor. Ancak sen bizzat dünyadan, binlerce insanın içinde yaşadığı fiziksel çevremizden söz ediyorsun. Bana öyle geliyor ki büyük, devasa bir etkinin büyük bir grup insanda ortak olduğunu söylüyorsun.” “ Ortak olan şey etki değildir,” dedi düşünceli bir biçimde, sorumun önemine saygı göstererek. “ Daha çok, bir grup insanın geçmişte, zarar­ lı veya iyi bir eylemi birlikte, grup olarak yapmalarıdır mesele. Bu yüz­ den grubun her üyesi, biraz farkı olsa da benzer bir etki eker zihnine. Bunların olgunlaşması ortak bir deneyim yaratır. Etkiler, insanlann or­ tak eyleme katılma sırasında birbirinden biraz farklı olan güdülerine göre değişse de, tıpkı dünyanın belirli bir bölgesindeki ürünlerin daha zayıf olmaları gibi, eylemde ortaklıkları ölçüsünde ortak yaşanır.

1 05

BAHÇE

“Aslına bakarsan bu,” diye devam etti, “yeryüzünde farklı ulusların var olmasını, ülkeler arasındaki gelişigüzel görünen sınırlan, bu sınırın bir tarafındaki yoksulluğu, öteki tarafındaki zenginliği açıklar.” “ O zaman eğer iki ülke savaşa girer ve bu ülkelerin askerleri,” diye devam ettim, “ birbirlerini öldürürlerse, bu durum iki ülkedeki öldürme eylemini aktif olarak destekleyen her insanın zihnine, öldürme eylemi­ nin bireysel etkisini ekmiş olacaktır.” “Kesinlikle,” dedi “Bu savaşı destekleyen herkes, en az ön cephede tetiği çeken insan kadar, kendi zihninde öldürme eyleminin tohumunu eker.” Bu beni hemen başka bir düşünceye götürdü ve heyecanla şöyle söyledim: “ Bu durumda, eğer bir ülke başka bir ülkeyi kendi vatandaş­ larını öldürmek için gelen bir orduya karşı birleşip o orduyu yok eder­ se, bu kendini savunan ülkenin her vatandaşı zihnine öldürme eylemi­ nin etkisini eker öyle m i?” “Tam üstüne bastın,” dedi. İri, yuvarlak gözlerini iyice açıp anlat­ tıklarının özünü kavramam için bekliyordu. “ Ve bu öldürme eyleminin etkileri... gelecekte, sözkonusu vatan­ daşların zihninde, hayatlarının tehdit altında olduğuna dair bir algı ya­ ratmaz m ı?” “ Yaklaşan bir ordu tarafından?” dedi acı bir gülümsemeyle. “ O halde,” dedim kendi düşüncelerimi yakalamak için acele ede­ rek, “ bir ülkeyi tehdit eden sözkonusu ordu, geçmişte öldürme eylemi­ ne bir grup olarak katılan ulusun vatandaşlarının zihnindeki dünyevi et­ kilerce mi yaratılmıştır?” Zihnimde büyük bir güneş açıyordu. “ O zaman, öldürme tehdidine karşı öldürmeyle yanıt veren bir ulusun, bu hareketiyle, gelecekte ya­ şanacak olan aynı tehlikeyi yeniden yarattığını söyleyebilir miyiz?” Yüzünde muzaffer bir ifadeyle bana baktı; başı, tıpkı büyülü bir senfoniyi az önce bitirmiş bir maestro gibi yana eğikti.

106

BİR

DÜNYA

Y A R A T M A K

“ O zaman, hayatımızdaki nahoş şeylere doğal tepkimiz, gerçekte, bu nahoş şeyi yaşamamıza neden olan eylemin aynısını yeniden yara­ tır. Bütün dünya büyük bir acı çekme döngüsüdür, biz, bize yapılan yanlışlan iade ederken, bu döngü cehaletten aldığı hızla döner durur!” Sevinçle bana baktı. Aynı zamanda fark ettiğim şeyin hakikatiyle üzgündü. Bir süre hiçbir şey konuşmadık. “ Peki bütün bunlar ne zaman başladı?” diye sordum. “İlk canı kim aldı, hayatın tehlike altında olmasına ve bu yüzden yeniden can alın­ masına ve tekrar hayatın tehlike altında olmasına kim neden oldu?” “Niçin bir başlangıç olmak zorunda ki?” diye sordu. Bu basit soru­ yu hayatımın sonraki evrelerinde de çok düşündüm ve o bütün sorula­ rın en zoru haline geldi. “ Bütün her şeyin bir başlangıcı olmalı,” diye itiraz ettim yine; “sen bile her şeyin bir nedeni var demiyor muydun?” “ Gerçekten de var, içinde yaşadığımız bu zihinlerin başlangıcının olmamasının, varoluşumuzun nedeni de bu zaten.” “N e?” “ Bir düşün,” dedi biraz sabırsız bir tonla, “ sana öğretilenleri unut­ mayı dene. Şimdiye dek sana öğretilenlerin ne kadannın yanlış olduğu­ nu, bunların üzerinde asla düşünülmeden bir kuşaktan ötekine geçen meseller olduğunu halihazırda fark etmiş olmalısın. Şimdi bunlan bir kenara bırakıp, güzelce düşün. Yeryüzündeki tek insan senmişin gibi, zihninin nereden geldiği üzerine düşün.” Çimlerin üzerinde otururken hafifçe sırtımı dikleştirdim, doğrusunu söylemek gerekirse biraz kızgındım. “Zihni incelemiştin. Zihnin sadece zihinden gelebileceğini biliyor­ sun. Bu görünmez, her şeyi bilen, tarif edilemez ve her yere ulaşan zi­ hin ancak aynı maddeden, yani başka bir zihin anından türemiş olabi­ lir. Ve yine, örneğin kendi zihninin, annenin rahmindeki ilk anındaki zihninin, kendi zihnin tarafından yaratıldığını, bu ilk anın öncesinde başka bir âlemde, başka bir yerde zihninin var olduğunu zaten biliyor­ sun. Bunu zaten kanıtlamıştık, hatırlıyor musun?” 107

BAHÇE

“ Evet.” “ O halde şimdi zihninin uzun bir zaman zarfındaki akışını düşün: onu zihnin bir an’mın ötekine neden olup, bir sonraki an’a akışını, bu ânın da bir sonraki an’a, tıpkı önceki an gibi neden olup dönüşmesini düşün. “ Şimdi de şunun doğru olup olmadığını düşün,” dedi kısaca: “Zihin her zaman nedeni olan bir şeydir.” “ Doğru.” “Peki ana neden nedir? Bir tohumun filize dönüşmesi, bir çamurun seramiğe dönüşmesi gibi, zihne dönüşen şey nedir?” “Zihin denilen ‘madde’ ancak ‘zihin’ denilen maddece yaratılabilir.” “Peki herhangi bir zihinsel anın nedeni nedir?” “ Ondan önceki bir an.” “ Evet işte,” dedi başını ustalık derecesi ondan daha aşağı bir insan­ da bir kibir belirtisi olabilecek şekilde yukarı kaldırarak, “ tam da böyle ilksel bir nedeni olduğu için, onun bir başlangıcı yoktur. Zihnin belirli bir an’ının, bu an isterse milyonlarca yıl öncesine ait olsun, herhangi bir ilkesel nedene sahip olmadığını ve bu an’ın yoktan var olduğunu söyle­ yemezsin. Buna alışmaya çalış; bu senin daha önceden düşündüğün bir şey değil, yeni bir şey ve basit olmasına rağmen kesinlikle doğru.” Doğrusunu söylemek gerekirse bu düşünceyi tümüyle anlamak be­ nim için olanaksızdı; çocukluğumun ve kültürümün izleri, sözkonusu düşünceye isyan ediyordu. Ama bu düşüncenin imaları açıktı. “ Yani daha önce şiddet uyguladığımız için bize gelen bir şiddete şiddetle karşılık verince, bize tekrar dönecek daha yüksek bir şiddet ya­ ratırız?” “ Kesinlikle. Hileyle zenginleşen kişi örneğini unutmamalısın. Bu meseleyle ilgili olarak gözlerine değil, seni asla yanıltmayacak olan ak­ lına güven. Eğer şiddet, anlaşmazlığı çözmenin doğru yoluysa, eğer ba­ rışın gerçek nedeni şiddetse, o her zaman barış getirmelidir. Çünkü ‘ne­

108

BİR

DÜNY A

Y A R A T MA K

den’ dediğimiz şey -gerekli tüm şartlar var olduğunda- her zaman bek­ lenen sonucu verendir.” “ Ve şiddete şiddetle yanıt verdiğimizde,” dedim üzgün, “ tek yaptı­ ğımız, bize yönelmiş olan bu şiddetin sürekliliğini garanti etmektir.” Başıyla onayladı. “ Şimdi bir süre dinlen,” dedi. Her ikimizin de dinlenmeye ihtiyacı vardı. Bedenlerimiz ve zihinlerimiz yorgun düş­ müştü. O, tıpkı yaşlı bir adam gibi eğilerek, hiç durmadan çevirdiği tes­ pih tanelerine bakarak oturdu, ben ise sırtımı keçiboynuzunun gövde­ sine dayayıp yıldızlan seyrettim. Biraz düşündükten sonra, başını hafifçe ağaca çevirerek fısıltıyla şunlan söyledi: “ Şiddet, yalnızca daha çok şiddet getiren etkiler ek­ mekle kalmaz, aynı zamanda belirli bir biçimde davranma eğilimini -öldürme, yalan söyleme veya zina- zihnin daha sonraki evrelerine ta­ şır. Bütün küçük çocuklann çeşitli iyi veya kötü davranışlan cazip bul­ masının nedeni budur. Kuşkusuz bu durum, bizim için, olgunlaştıktan sonra aynı davranışlardan uzak durmayı zorlaştırır.” Başımla onayladım, söyledikleri çok anlamlı gelmişti. Bebeklerin yüzünde her zaman -sanki bu dünyaya başka bir hayattan gelmişler gi­ bi- kendilerine ait beğeni ifadeleri gördüğüme inanmışımdır. Üstelik okul arkadaşlarım da üzerlerine tam oturan, kendilerine özgü farklı ye­ teneklere ve zalimliklere sahip gibiydiler. İçim kurumuştu, sırtımı ağa­ ca yasladım. Gövdesinin gücü bana güç veriyordu. Daha fazla yıldız görürüm diye, dalların arasından gökyüzüne baktım. Yıldızlar aklıma bir soru getirdi. Neredeyse bir fısıltı halinde, “Peki, zihnim bu gezegen var olmadan önce neredeydi?” diye sordum. “ Şu anda yanıtlara bakıyorsun,” dedi. “Evrende üzerinde hayat olan gezegenlerin sayısı sınırsızdır. Her gezegenin kendi ömrü vardır ve aslı­ na bakarsan, şu anda üzerinde oturduğumuz gezegen, güneşimiz kendi yıkımına hazırlanıp şu andaki durumunu değiştirdiğinde yok olacaktır. “Zihnimin, içinde ikamet ettiği beden öldüğünde, bu zihin kısa bir süre içinde yeni bir bedene, bir ruh oluşumuna giriyor olmalı. Şartlar 1 09

BAHÇE

zihnin kendini, geçmiş eylemler, sözler ve düşüncelerle zihne ekilmiş etkilerin belirli bir kombinasyonu sonucunda, yeni bir bedene girerken algılamasına uygun olduğu bir an’a dek geçici olarak yerleştiği bir ev olmalı. “Bu ruh oluşumu normal bedenlere hükmeden yasalarla sınırlı de­ ğildir ve düşünce hızıyla hareket edebilir. Bu yüzden bir insan, şu an­ da senin ve benim gördüğüm dünyadan çok uzakta, başka bir gerçek­ likte tekrar dünyaya gelebilir. Ve herhangi bir gezegendeki son insan, o gezegenden önce öldüğünde, zihinleri ‘ruh oluşumu’ olarak bu diğer gerçekliklerden birine gider. “Bunları sadece sen istediğin için ve sohbetimizle ilişkili olduğu için anlatıyorum. Sana şu anda bu ruh oluşumunu gösterememem. Bu yüzden onu tümüyle kabul etmeden önce bizzat kendin araştırmalısın ve bu sırada mantığının sesini dinlemelisin. Sanırım bu konu için şim­ dilik bu kadar yeter, öyle değil m i?” dedi. Başı biraz daha öne düştü, kestiriyor gibiydi. Bense gecenin havasını içime çekiyor, sayısız dü­ şünceyi küçük ve yorgun zihnime yerleştirmeye çalışıyordum.

0 Uyandığımda, nerede olduğumu anlayamadım önce; vaktin ne ol­ duğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu, hatta başka bir gecede bile ola­ bilirdim. Sıranın üstüne baktım ve eski usta Guna Prabha’yı gördüm. Önünde duran ve benim göremediğim bir şeye bakarak, sırtı dimdik, içinden bir ilahi okur gibi ileri geri ritmik bir şekilde sallanarak oturu­ yordu. Kalktım, önünde selam verdim, ayaklarının ucundaki çimlere oturdum. Salınması durdu, çenesi hafifçe yukan kalktı, bir baykuşu an­ dıran büyük gözleri olağanüstü zihninin ulaşılmaz uzaklıklarından be­ ni bir kez daha tarttı. “ Konudan uzaklaşmadan hemen önce konuştuğumuz...” diye başla­ dım.

110

BİR

DÜNYA

Y A R A T M A K

“ Konudan uzaklaşmadık,” diyerek düzeltti söylediklerimi. Başım la onayladım, haklıydı. “Dışımızdaki dünyanın nedenleri, çevremizi belirleyen zihnimizdeki etkiler hakkında konuşuyorduk.” Başını evet anlamında salladı. “Başka ülkeler de gördüm,” dedim, “ sorun yiyecek, ilaç ve diğer şeylerin besleyici, sağaltıcı olmamasıyla kalmıyor, asla hiçbir şey ye­ tişmiyordu: ekinler ya hiç topraktan çıkmıyor, ya da tarlayken bozulu­ yor, yağmur yağmadığında kuruyor, yağdığında ise çürüyordu.” “ Hırsızlığın sonucu,” diye mırıldandı her zamanki gibi ellerine ba­ karak, “ üstelik herkes birlikte çalmış.” “ Başka ülkeler de gördüm,” diye devam ettim, “ insanın, sokakların­ da yürürken sürekli olarak berbat bir havayla, bir leş, pislik kokusuyla, hangi sokağa girerse girsin nahoş görüntülerle karşılaştığı kentleri olan ülkeler de gördüm.” Olgusal bir gerçeği dile getirir gibi, “ çeşitli türden yanlış cinsel davranışlarca zihne ekilen etkilerin tomurcuk açması,” diye mırıldandı. “ Hiç kimsenin hiç kimseye güvenmediği, hiçbir insanın birlikte, grup halinde çalışamadığı, çalıştıklarında her zaman başansız oldukla­ rı, korkuyla, korkulacak şeylerle dolu yerler gördüm.” “ Yalan,” dedi. “Peki bazı yerleri düz, ulaşımı, yol yapması kolay hale getirip, di­ ğer yerleri dik kaya ve uçurumlarla, aşılmaz akarsularla kaplanmasına neden olan şey nedir?” “İnsanları bölen konuşmalara girmek,” diye yanıtladı. “Peki toprağın keskin çakıllarla, dikenli bitkilerle kaplandığı, dere­ lerin veya göllerin olmadığı, toprağın tümünün kuraklıktan parçalandı­ ğı ve hatta tehlikeli olduğu garip yerleri o hale getiren şey nedir?” “Birbirine acımasız sözler etmek.” “Peki ağaçlann bile çiçek açmaktan aciz olduğu, meyve vermeyi reddettiği ya da yanlış zamanda, çok geç, çok erken meyve verdiği,

111

BAHÇE

meyvelerin asla olgunlaşmadığı ya da olgunlaşır olgunlaşmaz çürüdü­ ğü yerler niye var; niçin bazı kasaba ve kentler insanların dinlenebile­ ceği kuytular, gölgelikler, koruluklar, çimlerle kaplıyken, diğerleri be­ den ve ruh için dinlenecek hiçbir yeri olmayan, tehlikelerle dolu, bir bi­ na yığını halinde?” “Boş söz, kuru laf!” “Peki zenginlik niçin bazı insanlarda bâki kalarak kalitesini ve ya­ rarlığını koruyor da, uzun zamandır elde etmek için uğraştıkları bir şe­ yi edinen kimi insanların elinde bu şey hemen bozuluyor, parçalarına ayrılıyor, her geçen günle birlikte işlerliğini yitiriyor?” “Başkalarına ait olan şeyleri arzulamak, onları sadece kendin için istemek,” dedi. Böylesine korkunç bir dünyayı düşünmenin rahatsızlı­ ğıyla tespihini daha hızlı çekiyordu. “ Peki dünyada, dünyanın belirli ülkelerinde ve kentlerinde, insanla­ rın sürekli kavga ettiği, birbirini öldürdüğü, bütün halkı korkunç hasta­ lıkların kırdığı veya akrep ve zehirli örümcek gibi küçük yaratıkların her taşın veya ağacın altından çıktığı veya insanların sadece oradan geçmekte olanlara zarar vermek, onları soymak için bekleyerek çevre­ de dolaştığı dönemler niçin yaşanıyor?” “ Başka bir insan için kötülük dilemek,” dedi yumuşak bir sesle, “başkalarının başarısızlıklarından hastalıklı bir zevk almak.” “Peki zararlı düşüncelerin yayılıp bütün halkın zihnine kök saldığı uluslar, hatta dünyalar niçin var? Bütün nüfusunun onları asla mutlu et­ meyecek şeylerin peşinde koştuğu bir dünyayı yaratan şey ne? İnsanla­ rın onlara yalnızca ıstırap getirecek olan mülk ve deneyimler için birbiriyle yarıştığı, insan ruhunu yükseltip özgürleştirebilecek iyi, sağlık­ lı ve saf düşüncelerin karanlıklara gömüldüğü ve huzur arayan insanla­ ra ulaşmadığı dünyaları yaratan şey ne?” “ Yanlış ve zararlı düşüncelere göre yaşamak,” dedi ve insanoğlu­ nun eylemleri, sözleri ve düşünceleri ile bu dünyalar arasındaki gözle görülmez bağları ve bu eylemlerin insanoğlunun yarattığı dünyaya yansıyan sonuçlarını görmekten yorgun düşmüş gibi birdenbire çöktü. 112

BİR

DÜNYA

Y A R A T M A K

Dünyayı acının ve ıstırabın hüküm sürdüğü ve önünde sonunda bü­ tün ilişkileri, nesneleri ve insanları bozan bir yer olarak düşünmek, be­ nim için bile çok yıpratıcıydı. Birden aklıma diğer üstatlann söz ettiği başka dünyalar geldi. Belki de bir umut vardı. Üstat Guna Prabha’ya bu diğer gerçeklikleri hangi dünya etkilerinin yarattığını sordum. Aklımdan geçenleri bir çırpıda gördü ve biraz isteksiz bir biçimde araya girdi. “Zararlı inançlar taşımaktan yalan söylemeye hatta can alma­ ya kadar bugün konuştuğumuz bütün eylemler -ciddi bir biçimde yapı­ lırsa- bir insanın kendini var olan en karanlık ve korkunç işkencelerden birinde kaybolmuş görmesine neden olan bir dünyanın etkisi, bu âlemde asla hayal edemeyeceğin yoğunlukta bir acı yaratacak güce sahiptir. “ Demek ki,” dedi sanki bunlardan söz etmek ona acı veriyormuş gi­ bi yorgun bir sesle, “ sana bugün anlattığım, söylediğin, yaptığın veya düşündüğün şeylerin kişisel deneyimlerin ve dünyan üzerindeki etkisi, sadece bir beşer varlığı olarak dünyaya geri gelmenle ilgili bir şeydir. Ancak bu, hiçbir zaman bu eylemlerde bulunmaman şartıyla gerçekle­ şir. Bu da, sana söylemekte tereddüt ediyorum, pek nadir gerçekleşir. Şu anda, net bir biçimde düşünebilen, içinde yaşadığın ıstırabın neden­ lerini anlayan ve nihayet bundan kaçmanın doğru yolunu bulan bir in­ san olarak dünyaya gelmen ‘nadir’den de nadirdir.” Üstat Guna Prabha, sözlerinin burasında, sanki aklına birden başka bir şey gelmiş gibi, oturduğu yerde dikleşti ve kucağındaki tespihi tu­ tan ellerinden birini ilk kez serbest bırakarak işaret parmağıyla kafamı sert bir biçimde dürttü. “ Söyle bana,” dedi. “Bütün bir gece yaptığımız konuşmaların ardından sana soruyorum: Bu konuşma yüreğini daralt­ mış olsa da, sana hiç umut ışığı vermiyor mu?” Ben zaten, kuşkusuz onun da bildiği üzere, bunları düşünüyordum. Herhalde soruyu sormak için birdenbire doğrulmasının nedeni de buy­ du. “ Sanırım,” dedim kendimi zorlayarak, “ eğer bu âlemleri ve hayat boyu acı, hüsran üreten etkileri dünyaya eken zararlı eylemlerden, söz­ lerden ve düşüncelerden kaçınmaya uğraşırsak, o zaman eşyanın doğa­ sı gereği, dünyanın bu ortak acılarından -doğal olarak- kaçınırız.

113

BAHÇE

“ Ve sanınm,” diye devam ettim, “ bir adım daha öteye gidebiliriz: Bu zararlı eylemlerin karşıtlarını bilinçli bir biçimde arayabilir ve böylelik­ le bu acılardan hiçbirinin olmadığı bir dünyayı bilinçle yaratabiliriz. “Tahmin ederim ki bunun için ister hayvan, ister insan olsun bütün yaratıkların hayatını korumanın yollarını aramak; bir insanın kendi eşi­ ne, sevgilisine sadakatini teşvik etmek; her zaman yalnızca ve yalnızca doğruyu söylemek; insanları birbirine yaklaştırmaya çalışmak; etrafı­ mızdaki herkes için güzel ve saygılı bir dil kullanmak; ancak hayatımız için yararlı ve anlamlı olan şeyler hakkında konuşmak; paylaşmaktan, başka insanların istedikleri şeyleri elde etmesinden sevinç duymak; baş­ kalarının kendi hayatlarında başarılı olmasını umut edip bunun için ça­ lışmak; ve nihayet kendimizi bu hayatta düşünebileceğimiz ve hem ken­ dimize hem başkalarına yardımcı olacak sayılı tefekkür anlarımıza ver­ mek zorunda kalacağız. Bütün bu davranışlar, sanınm, cennet değilse bile, bu akşam söz ettiğin korkunç şeylerin tam karşıtlannın hayatımı­ zın her döneminde bizi selamladığı, cennete benzer bir yer yaratacak.” “ Yalnızca senin çevrende var olan bir cennet değil,” diye devam et­ ti mutlu bir sesle. Bu gece onu ilk kez bu kadar canlı görüyordum. “Ama aynı zamanda kendi zihninin içinde kendi zihnini tümüyle saf ve huzur dolu görmene neden olacak etkiler sağlar.” Sözlerine kısa bir ara verdi. “Eğer bunun nasıl olacağını şu an gerçekten anladıysan, seni şimdi söyleyeceklerimi dikkatle dinlemeye davet ediyorum, çünkü bu gece Bahçe’ye, sana gelmemin gerçek nedenini söyleyeceğim. “ Kötü etkiler her zaman çok güçlüdür; bugün burada ektiğimiz bir­ kaç tohum ise zayıf, yetersiz, seyrek iyi niyetlerden ibaret. Yoğun bir gün içinde aklından geçen düşünceleri tam anlamıyla incelersen, nor­ mal düşünme düzeyinin hafif bir can sıkıntısı temelinde ve etrafındaki her şeyle, herkesle kurulmuş bencil bir ilişki olduğunu görürsün. “ Senin gelecekteki ideal dünyanı yaratmaya başlama noktasında, iyi etkilerini güçlendirmek için zihnini iyi eylemlere ciddi bir biçimde yöneltme yollarını araştırmalısın. Bu da bir yerlerde birilerinin seni ce­ zalandırmak üzere yanlışlarını saydığı veya sadece her şeyin sonunda

114

BİR

DÜNYA

Y A R A T M A K

kaçınılmaz bir acıya dönüştüğü bu dünyadan, ancak kendin ve çevren­ deki insanlar için iyi olanı yaptığın sürece kurtulabileceğin düşüncesiy­ le yapılmalıdır. Burada ‘yemin etmek’ten söz ediyorum,” dedi. Tam o anda bin yıl önce, “ yeminler etme yoluyla ahlaki bir hayat sürmeye da­ ir” o muazzam klasiği yazanın O olduğunu hatırladım. Bir süre düşündüm ve dürüst bir biçimde yanıtladım, “Bu gece ko­ nuşmuş olduğumuz her şeyi idrak edebiliyorum ve bu geceden sonra, eğer kendimin ve başkalarının iyiliğini istiyorsam, yalnızca iyi eylem­ lerde bulunmam gerektiği düşüncesi bana çok mantıklı geliyor. Aynı şekilde kendimi sana ve beni bu Bahçe’de ziyaret eden bütün diğer ay­ dınlanmış varlıklara daha yakın hissediyorum. Ayrıca doğru olanı yap­ manın, başkalarına bencilce zarar vermek yerine onlara yardım etme­ nin daha keyifli ve eğlenceli olduğunu düşünüyorum. “Ancak işin içine yeminler girdiğinde keyif kaybolur. İşte o zaman sınırlamalardan kaçman, neşesiz, hayatın güçlüklerine göğüs geremeyen, manastırlardan ve dindar insanlardan kaçan, kendi çözümledikle­ ri şeyler içine sıkışmış, artık neredeyse sapkınlığa sığınan, kafası karı­ şık ve mutsuz kadınlar ile erkekler aklıma geliyor.” Bu sözlerle birlikte bana uzandı ve avuç içlerini sevgiyle şakakları­ ma dayadı. İlk kez onun vücudundan çıkıp zihnime giren ve bana Biri­ si’ni hatırlatan sıcaklığını hissettim. Büyük bir şefkatle baktı bana ve “ Yeminler edip de senin dediğin gibi davranmaya devam eden insan­ larla karşılaşmış olabileceğini kabul ediyorum. Ama korkarım onları yanlış anlamış olmalısın ve bu tür sözler söylerken dikkatli olmalısın. Benim sözünü ettiğim yeminler onlannkine benzemez. “ Yemin etme ve yemine sadık kalma sanatı, korkarım ki senin dün­ yanda artık büyük ölçüde yitirilmiş değerler ve bu kavramları anlaya­ bilmek sizin için çok güç. Şimdi şunu hayal et: Büyük ve kutsal bir var­ lığın yanma gidiyorsun. Bu kişiden kelimenin tam anlamıyla kutsal bil­ giler ve iyilik taşıyor. Onun önünde eğiliyor, yüzüne bakıyor ve orada bir insanın kendisi ve başkaları için iyi eylemlerde bulunmasından ge­ len muazzam bir huzur ve mutluluk görüyor, bu yoğun huzura senin de

115

BAHÇE

sahip olabileceğini anlıyorsun. Ellerini göğsünde birleştiriyor ve ‘Söz­ lerimin tanığı ol, senin gibi olacağım, senin bulduğun mutluluğu ben de bulacağım’ diye yemin ediyorsun. Sonra ayağa kalkıyor, yeni buldu­ ğun, yüce kanatlarla pencereye gidiyor ve iradenle uçuyorsun. İşte ger­ çek yeminler böyledir: Salt sevinçtirler, zevktirler; başkalarına yönelik bencil ve zararlı eylemlerin bağlarından kurtulmaktır, aydınlanmış ve aydınlatıcıdırlar. Bizzat ışıktırlar.” Yüzü şimdi artık batmak üzere olan ayın ışıklarıyla büyülü bir ışıl­ tı içindeydi. Sanki yıldızlar aşağıya fazladan altın ışınlar göndermiş ve onun yüzünü Bahçe’nin karanlığında ışıktan bir hale içine almışlardı. Hayretten donakalmıştım ve ilk defa, herhangi bir açıklamaya ihtiyaç duymadan, sadece önümdeki varlığın şefkatinin karşı konulmaz şidde­ tiyle, artık, benim de yeminler edebileceğimi biliyordum. Parıltısı biraz daha arttı ve bana gülümsedi. “ Sıradan insanların ye­ minleriyle başla,” dedi. “ Bunu herkes yapabilir ve senin hayâtına se­ vinç getirirler. Bildiğin bütün nesneleri ve ilişkileri çevreleyen ıstırabı düşünüp, kendindeki ve başkalarındaki bu ıstıraba son vermek için bir daha asla insan öldürmeyeceğine veya bir şey çalmayacağına, bir baş­ kasının eşiyle yatmayacağına ve ruhsal hayatın hakkında yalan söyle­ meyeceğine yemin et. Ayrıca, sana bitmeyen bir acı kaynağı ve kafası azıcık çalışan herkes için tümüyle zaman ve para kaybından başka bir şey olmadığını anlatmama gerek bile olmayan alkolden ve diğer uyuş­ turuculardan uzak duracağına yemin et.” Bir süre düşünüp sordum. “Bir insanın sarhoş edici maddeleri bı­ rakmaya çabalamasının iyi olduğunu kolayca anlayabiliyorum, çünkü onlar çok yaygın ve zararlılar. Ancak diğer eylemlerden kaçınmak üze­ re yemin etmenin anlamı ne? Azıcık vicdanı olan hiçbir insan cinayet işlemez, zina yapmaz veya önemli konularda yalan söylemez. Niçin yemin etmek gereksin ki?” Doğruldu ve gözlerimin içine baktı. “Mantıklı bir soru ve bir yanı­ tı hak ediyor. Yemin ettiğin bir şeyi yapmaktan kaçınmanın bıraktığı et­ ki, ondan yemin etmeden kaçınmanın bıraktığı etkiden sonsuz kere da­

116

BİR

DÜNYA

Y A R A T M A K

ha güçlüdür. Şunu söylemek istiyorum: Yemin ettiğin için yaptığın bü­ tün iyi eylemlerin devasa yankılan, mutlak bir güce sahip etkileri var­ dır. Zihnini ve dünyayı saflaştıracak kadar güçlüdürler. Yeminlerin gü­ cüne başvurmadan bunu yapmak çok daha zordur. “ Yeminine sadık kalmak için uğraşmak, onu tutmanı ve böylece acı üreten, olumsuz etkilerden kaçınmayı kolaylaştınr. Sana yeminlerini bahşedecek kadar merhametli olan varlığı hatırlar ve bu varlık için duyduğun saygı ve sevgiden dolayı kötü bir eylemden önce tereddüt edersin, bu da seni korur. Bu varlığın önünde niçin eğildiğini, niçin ye­ min ettiğini hatırlarsın ve bir mecburiyet sonucu veya bir ceza korku­ suyla değil, bir özgürlük, bir kanatlanma, dünyanın geri kalanının ha­ yal bile edemeyeceği bir mutlulukla kaçınırsın kötülükten.” Ve Guna Prabha sessizce ellerine baktı, bir süre daha tespih çekme­ ye devam etti, birdenbire dikildi, geriye doğru yaslandı, çenesini bir kez daha yukarı, neredeyse gökyüzüne kaldırdı ve sonra hayatı boyun­ ca sadece iyilik yaparak kendini, dünyayı ve hayatı iyileştiren birinin doğallığıyla, bir çocuğun neşesiyle kahkahalar attı.

117

9 Şefkat

••

Guna Prabha ile buluşmadan sonra aylarca düşündüm. Kasa­ Ü stat ba pazarının sokaklarını arşınlarken veya kütüphanenin pencere­ sinde oturup portakal bahçeleri ile pamuk tarlalarına bakarken, bütün bunların zihnimdeki bir tohum veya etkiyle nasıl yaratılabileceği üze­ rine düşündüm. Böyle bir şeyi kabul etmek çok zordu; meditasyonlarım sırasında, daha önce konuştuğumuz fikirler üzerinde tekrar tekrar düşündüğüm halde onlarda hiçbir eksik bulamadım. Guna Prabha’nın bana söylediği şeyin doğru çıkacağından emindim. Gözlerimle gördü­ ğüm şeyler hakkmdaki doğal duygularımı ve içinde yetiştiğim kültürel önyargıları yenip akim ışığıyla görmeyi öğrenecektim. Bir süre sonra, sürekli düşünme ve gözlem sayesinde, bu yeni gör­ me biçimine alıştım. Hayatımın bütün deneyimleri ve dünyaya dair her şeyi açıkladığı için bu durum bana büyük bir huzur veriyordu. Özellik­ le aksilikler çıktığında -kütüphaneci bana küçük bir hatadan dolayı ba­ ğırdığında veya çok istediğim bir şey gerçekleşmediğinde- geçmişim­ de, bu olayı bir aksilik olarak görmeme yol açacak ne tür bir düşünce, söz veya eylem yanlışı yaptığımı görmek için Üstat Guna Prabha ile görüşmemi düşünüyordum. 119

BAHÇE

Ve istisnasız her olayda, normalde vereceğim -beni azarladığında kütüphaneciye kaba bir yanıt vermek gib i- doğal bir tepkinin, bana tek­ rar bağırılmasına neden olacak türden bir etkiyi zihnime ekecek bir tep­ ki olduğunu gördüm. Eğer kendi doğal olumsuz tepkilerimi engelleye­ mezsem, kaçınmaya çalıştığım ıstırabı tekrar ve tekrar yaratacaktım. O zaman yanlışlara yönelik doğal tepkimi dizginlememe yardım edecek adımlar atmanın mantıklı olduğunu hiçbir kuşkuya yer kalma­ yacak biçimde anladım ve ettiğim yeminle yaşamaya azmettim. Bunlar Guna Prabha’nın öğrettiği, sıradan insanın ömür boyu sürecek beş ye­ miniydi. Küçük bir odasında kaldığım inziva yerinin başrahibi, müte­ vazı salonunda yaptığı basit bir seremoniyle bu yeminleri ettirdi bana. Yemin etmek bana büyük bir rahatlık verdi. Gün içinde neredeyse her saat başı yeminlerimi hatırlayarak yaşamaya başladım. Kuşkusuz, bu zaman aralıklarında ‘adam öldürmeme’ yeminimi bana hatırlatacak kadar kötü herhangi bir eylemde bulunmuyordum, ancak yeminlerimi gözden geçirirken, ister hayvan, ister insan olsun, herhangi bir canlının hayatına kastetmeye en çok yaklaştığım anlara bakıyordum. Ayrıca, yüreğimde bir dengeye ulaşabilmek için, günün birkaç saatini de, ha­ yatı korumak, muhafaza etmek gibi olumlu bir eylemimi anıyor ve bu yaptığım iyi şeyin sevincini yaşamaya birkaç dakika ayırıyordum. Çünkü başrahip, zihnimdeki olumlu etkileri güçlendirmenin kesin bir yolu olarak bunu tavsiye etmişti. Her günün sonunda, uyumadan önce Üstat Guna Prabha’nın sözü­ nü ettiği on eylemin çeşitli örnekleri üzerine düşünüyordum. Hem on­ lara en yakın kötü davranışlarımı hem de onların tam aksi davranışla­ rımı gözden geçiriyor ve her gün ayrı bir sayfaya kaydediyordum: 1) Can almak Bugün can almaya yaklaştığım en yakın an: Atımla az kalsın birine çarpıyordum. Tam tersine (hayatı korumaya) en yaklaştığım an: R ’nin ilaçlannı alıp almadığını kontrol ettim. 120

ŞEFKAT

Sürekli yanımda taşıdığım on eylem ile bunların aksi eylemlerin listesi şöyleydi: 1. Hayatı korumak 2. Başkalarının mülküne saygı 3. Başkalarının eşine saygı 4. Sadece doğruyu söylemek 5. Birleştirici olmak 6. Kibar ve hoş konuşmak 7. Sadece anlamlı konuşmak 8. Başkalarının isteklerinin gerçekleşmesine yardım etme 9. Başkalarının talihsizliklerine sevinmek 9. Talihsiz durumlarında insanlara yardım etmek 10. İnançlarımı incelemek ve 10. Zararlı düşüncelere sarılmak sadece iyi olanları sürdürmek 1. Can almak 2. Çalmak 3. Zina 4. Yalan 5. Bölücü konuşmak 6. Sert sözler 7. Gevezelik 8. Başkalarının malını isteme

Ve hem olumlu hem de olumsuz davranış sütunlarına, tarif edilen duruma en yakın davranışlarımı, söylediklerimi veya düşündüklerimi yazıyordum. Daha yalnızca bir hafta geçmeden, bende ve dünyada bir şeylerin değişmeye başladığını gördüm. İlk fark ettiğim şey biraz üzücüydü; çünkü gün içinde, konuşmala­ rım sırasında iyi bir izlenim bırakmak, insanları birbirinden uzaklaştır­ mak için araya küçük laflar, imalar sıkıştırdığımı veya bunu bazen apa­ çık yaptığımı gördüm. Bazen keskin sözler kullanmasam da, aynı etki­ yi verecek sözcükler seçiyordum. İyileşmek yerine kötüleştiğimden en­ dişe etmeye başladım. Ama başrahip, bunun, bir kişinin söylediği, dü­ şündüğü ve yaptığı şeyleri gerçekten izlemeye ilk başladığında ortaya çıkan doğal bir durum olduğunu söyleyerek beni teselli etti. Çabalarımın ilk meyvesi olarak, açık bir şekilde olumsuz şeyler söylemeyi, yapmayı ve hatta düşünmeyi bıraktım. Yol’da yeni oldu­ ğum halde, onları hemen fark ediyordum. Daha sonra olanların, tohum­ lar veya etkiler hakkında öğrendiklerimle çok az ilgisi vardı; çok daha basit bir şeydi: daha iyi şeyler için daha çok zaman kalıyordu. Daha ya­ 121

BAHÇE

ratıcı olmaya başladığımı, dikkatimi daha kolay topladığımı, gün için­ de iyi bir ruh haline sahip olduğumu ve bundan büyük bir keyif aldığı­ mı gördüm. Zihnime kötü etkiler ekmekten kaçınmak da aslında eğlen­ celiydi; Guna Prabha’nın yeminlerden ilk bahsettiğinde sandığım gibi zor ve sıkıcı değildi. Daha yavaş fakat sarsılmaz bir şekilde dünyamın değişmeye başla­ dığını fark ettim; tohumların dikkatle ve samimiyetle ekildiğinde çok çabuk büyüyebileceğini hatırladım: Bir insan tek bir hayat süresi için­ de dünyayı, gerçekliği baştan sona değiştirebilirdi. Bende meydana ge­ len değişimleri tarif etmek zor, ancak kesinlikle belirgin ve gerçektiler. Yiyecekler daha lezzetliydi, renkler daha parlak. İçimde bir sevinç ve yaratıcılık kaynıyordu ve etrafımdaki herkes bana ilham veren şeyler söylemeye ve yapmaya başlamıştı. Eğer hayatı bu yolda sonuna kadar götürebilirsek, hastalık, yaşlılık, hatta bizzat ölüm gibi kaçınılmaz görünen olaylann bile bütünüyle de­ ğişme potansiyeline sahip olduğuna inanmaya başladım. Ama aynı za­ manda böyle büyük bir değişimin, benim şu andaki çabalarımdan daha büyük şeyler gerektirdiğini hissetim ve bu yüzden bir kez daha kendi­ mi Bahçe’ye gitmek zorunda hissettim. Artık kış bitmişti, baharın muhteşem günleri yaşanıyordu. O akşam kapıdan içeri girerken, belki erdemli hayat sanatına dair son zamanlar­ daki uygulamalarımın etkisiyle, her zamanki çimenliğin, zengin bir çi­ çek tarhına dönüştüğünü fark ettim. Fıskiyedeki çölün kristal suyu san­ ki daha gürdü, keçiboynuzu ağacının dallan etrafını çeviren tuğladan çemberin çok ötelerine ulaşıyor ve üzerinde çok şey öğrendiğim küçük tahta sırayı sanyordu. Sıranın bir ucuna oturdum ve alacakaranlıkta gözlerimi ve düşün­ celerimi Bahçe’nin güney tarafına çevirdim. Altın K ız’la buradaki kü­ çük erik ağacının altında durmamızı, dudaklanmı onun alnındaki çiz­ gide gezdirişimi, tam o anda hiç tanımadığım insanlar için duyduğum bir kaygının içimi doldurup bütün vücudumun bir enerjiyle sarsılışım hatırladım. Bu düşüncelere öyle derin bir şekilde gömülmüştüm ki Ü s­

122

ŞEFKAT

tat A sanga’nm* Bahçe’ye girdiğinin ve sırada yanıma oturduğunun far­ kına varmadım. Başımı çevirdim. İlk gördüğüm şey bana doğru uzattığı koluydu. Elinde annemin sık sık bizim için pişirdiği zencefilli kurabiyelerden bi­ rini tutuyordu. “Al,” dedi, “ bunları çok seviyormuşsun.” Kendisi de kurabiyelerden birini atıştırıyordu, tümüyle mütevazı bir tavırla bana da aynısını yapmamı işaret etti. Baharla birlikte mükemmelleşen bah­ çenin ve yiyeceğin keyfini çıkararak öylece oturduk orada. Ben elimdekini bitirir bitirmez, o cüppesinin üst tarafına sakladığı torbadan bir tane daha çıkarıyordu. Hayal ettiğimden çok daha farklı görünüyordu. O ve daha önce Bahçe’deki öğretisiyle beni onurlandırmış olan üvey kardeşi Vasu Bandhu, son altıyüz yılın bizim bildiğimiz en büyük düşünürleri olarak kabul edilirdi. Oysa karşımda duran kişi sade, dürüst bir yüze sahip, ne­ redeyse utangaç tavırlarla hareket eden nazik ve dostane bir insandı. Cüppesi üzerinde sanki vücudunun doğal bir parçasıymış gibi duruyor­ du, hafif kıvrımları onun açık mütevazılığı ile uyum içindeydi. “ Doydun mu?” diye sordu. “ Daha ister misin? Şekeri fazla mı ol­ muş? Biraz daha un kattım ama, sanırım şekeri biraz fazla kaçtı.” Şaşırmıştım. Bütün zamanların en büyük filozoflarından biri, ku­ sursuz kurabiyeler pişirmek için sıcak bir fırının önünde dört dönüyor­ du, öyle mi? Ama bu davranış, onun doğasının aynlmaz bir parçası gi­ biydi ve o daha konuşmaya başlamadan bana büyük bir ders vermişti. “Zaman,” dedi kahverengi gözleriyle bana şefkatle bakarak, “ akıp gidiyor ve bakıyorum da önemli birçok şeyi ihmal ediyorum.” Kesinlikle annemden ve annemle ilgili arayışımdan, ona hâlâ yar­ dımcı olmak için mümkün bir yol bulmaya çalışmamdan söz ediyordu. Hayat içindeki kendi mutluluk arayışımın, -başlangıçta sahip olduğumanneme yardım etme niyetimi gölgede bırakmış olduğunu fark ettim ve bu iyilik timsali varlığın önünde yüzüm kızararak başımı önüme eğdim. * Asanga: Yogachara okulunun kurucusu. Vasu Bandhu’nun ağabeyidir. Adı, Sanskrit dilinde “bağımsız”, “zincirlerden kurtulmuş” anlamına gelen Asan­ ga, Budist Tantrizm’in en önemli üstatlarındandır. (Ed. n.) 123

BAHÇE

Çok doğal bir hareketle uzanıp elimi avuçları içinde aldı. Sanki bu hareketiyle, az önce söyledikleri beni üzdüğü için özür diler gibiydi. Ama parmaklarımı, şu anda ihtiyaç duyduğum dersin bu olduğunu gös­ terir gibi sımsıkı tutmuştu. “Bahçeler çok güzel yerler,” dedi sıcak bir tonla. “Güzel bir bahçe planı için ne kadar çok düşünmek gerektiğini hiç merak ettin mi? İnsan, hayatlarında küçük bir huzur an’ı için bir bahçeyi ziyaret edecek olan herkesi tek tek memnun etmenin yolunu düşünüp hayal etmeli. Herkesin birbirinden farklı isteğine bir tek Bahçe’de yanıt verebilmek gerekir.” Göğsümde bir sancı hissettim. Sessizce söylenmiş bu basit birkaç sözcükle, sanki karşımda dikilmiş bağırıyor ve beni ruhsal hayatımda şu an’a dek yalnızca bana yetecek büyüklükte, sadece kendim için mutluluk arayan, ancak Yol için herhangi bir öğretmen bulamamış olan annemi ve başkalarını düşünmeyerek çok tuhaf bir bahçe yaratmakla suçluyordu. Dikkatimi sıradan cümlelerle en çok ihtiyaç duyduğum şeye çekiş biçi­ mi bana, aklıma benzeri bir niteliğe sahip başka Birisi’ni getirdi. Ağzından çıkan her sözün yüreğime bir kamçı gibi indiğinin hiçbir şekilde farkında değilmiş gibi, “ Örneğin,” diye devam etti sözlerine, “ bahçeyi tasarlayan sözkonusu kişi erik ve gül ağaçlarını seviyor olsun. Sanınm diğer insanlann başka çiçeklerden ve meyvelerden hoşlanabi­ leceğini görebilmek, belirli bir duyarlılığı ve kendine hakim olmayı ge­ rektirir. Bu yüzden bahçenin tasanmcısı, başka bahçelere de gitmeli ve oraya giden insanlan dikkatle gözlemlemeli ve kendisini onlann yeri­ ne koymak, bir bahçede nelerden hoşlandıklannı, neler yaptıklannı bulmak için elinden geleni yapmalıdır.” Yine sözleri kalbimin korunaksız bir yerini hedef almıştı. Tam o an­ da, bana uzun zamandır sıkıntı veren bir düşünceyi ona itiraf etmek zo­ runda hissettim kendimi. “Ben çok şey görmüş geçirmiş bir insan değilim,” diye başladım, “ ama bu hayattaki ilk yıllarımdan itibaren kendimi gerçekten başkala­ rının yerine koyabilirsem, ne olduktan ve ne istediklerini anlayabilir­ sem, başka insanlann kendi hayadan için istediklerine ulaşmalannda

124

ŞEFKAT

onlara yardım edecek bir anlayış ve sevgiyi geliştirebilir ve bu şeyleri onlar için en az onlar kadar istersem, bunun benim için büyük bir ar­ mağan olacağını düşünmüşümdür. “Ancak sonuna kadar dürüst olmak gerekirse,” diye devam ettim, “ bunun nasıl mümkün olacağını bilemiyorum. Hiçbir kuşkuya yer bı­ rakmayacak biçimde görüyorum ki, kendi isteklerim benim için her za­ man başka insanların isteklerinden daha önemli. Onlann isteklerinin ruhsal veya fiziksel sağlıklarıyla ilgili olup olmaması bile bir fark ya­ ratmıyor. Başka insanların kendilerini düşündükleri kadar onlan dü­ şünmenin hiçbir yolunu bulamıyorum ve bu beni çok rahatsız ediyor. Çünkü bu kutsal yaşama yolunu öğrenebilirsem, bu dünyaya nasıl bir sevinç getirebileceğimi hayal edebiliyorum.” “ Sonuna kadar haklısın,” dedi yüzünde ciddi bir ifadeyle. Benim endişelerim onu endişelendiriyordu. “ Hayatı, kendimizin küçük ihti­ yaçları ve istekleri için endişelenerek ve gözümüzün önünde açlıktan ölen veya bir bannağı bile olmayan diğerlerini ihmal ederek yaşamaya öyle alışmışızdır ki bu bize çok doğal ve kolay gelir. Ve senin de söy­ lediğin gibi, şefkatimizdeki bu eksikliğin tümüyle farkındayızdır. Öte yandan, kendileri için duyduğu kaygının binde birini bile başka insan­ lar için duymayan, başka insanların içinde bulunduğu durumdan rahat­ sız olmayan insanlar da tanıyorum. Sevmek istediğimizi biliyor, ama nasıl seveceğimizi bilmiyoruz.” Bir süre konuşmadan oturduk. Aradan henüz birkaç dakika bile geçmemişken, kendimi ona böylesine yakın, böylesine eşit hissedip böyle güven duymama şaşırmıştım. Boğazını temizledi, konuşmaya korkar gibi kısa bir tereddütün ardından şunları söyledi. “Ben bir aziz değilim...” Söyleyiş biçiminden anladım ki o bir azizdi. “ Fakat bir gün biri bana şu meditasyonun belki yardımcı olabilece­ ğini öğretmişti...” Belki değil, kesin yardımcı olacaktı. “ Ha, bu sakın benim bunu çok iyi yaptığım anlamına gelmesin...” 125

BAHÇE

Kusursuz yaptığını biliyordum. “Ama belki senin için bir yaran olur,” diye bitirdi sözlerini. İçgü­ düsel olarak elimi kaldınp göğsüme götürdüm. Bu davranışımla ‘he­ men şimdi, burada yüreğimi değiştir’ diyordum adeta. “ Kendini meditasyona hazırla,” dedi sakin, ama mutlak bir otori­ teyle, sevginin otoritesiyle dolu bir sesle. Ben de Üstat Kamala Şila’dan bu Bahçe’de öğrendiğim gibi, kendimi meditasyona hazırladım. Birkaç dakika sonra Asanga, “ Şimdi nefesini izle,” dedi. “ Soluk alıp verirken onu takip et. Hiçbir şekilde değiştirmeye çalışma, sadece seyret.” Sessizce dediklerini yaptım. “ Şimdi, bu gece bitmeden,” diye devam etti neredeyse bir fısıltıyla, “ başına gelebilecek olan bir bela veya acıyı hayal etmeye çalış.” Bu Bahçe’de başıma gelebilecek kötü hiçbir şey yoktu, hele Üstat Asanga yanımdayken. Bu yüzden zihnimi gecenin daha sonraki bir vaktine, Bahçe’yi terk ettiğim an’a yoğunlaştırdım. Bahçe’ye her za­ man yüreğimde bir boşluk duygusuyla terk ediyordum. Hâlâ uğruna yaşadığım Altın Kız ile karşılaşmadan aynlmamdı bunun nedeni. “ Şimdi de bu boşluk duygusunu,” dedi düşüncelerimi bilmesi çok doğal bir şeymiş gibi, “kendi geleceğine taşı. Bu duyguyu bir saat için­ de kalbinin en derinlerinde kara bir ışık gölüne dönüşürken hayal et.” Öyle yaptım. Kendimi bir saat sonra, kapının önünde, yüreğimde kara bir ışıkla dikilirken gördüm. “ Şimdi gelecekteki kendinden bu siyah tortuyu kaldırabileceğini hayal et. Gelecekteki kendinin bu kara duyguyu bir daha hiçbir zaman yaşamamasını dile ve o duyguyu ondan uzaklaştırmaya karar ver.” Bu kararı verdim; bir saat sonrasında kendimi daha kötü hissedecek bile olsam, şimdi kendimi iyi hissettiğim için bunu yapmak çok zor ol­ madı. “ Şimdi de elinde bir ustura varmış gibi, gelecekteki kendinin yüre­ ğinden bu kara duyguyu kes at ve o bu duyguyu yaşamasın diye onun yerine senin bunu şimdi yaşayacağına karar ver.” 126

ŞEFKAT

Bu sefer biraz tereddüt ettim. Çünkü bu duygu canımı acıtabilirdi, ama nihayetinde daha sonraki kendimi koruyacak bir şeydi bu. Tıpkı daha sonra canımız acımasın diye bir yarayı alkolle temizler gibi, bu acıyı hemen üstlenme karan aldım. Bu kara tortunun canımı şimdi acıt­ masını kabul ettim. “Bu gölden yansıyan kara ışığı kendine çek ve orada kapıdan çık­ makta olan gelecekteki kendinden bu duyguyu al. Onu uzun bir kara ışık sütununa dönüştür ve soluk alırken bu sütunun, soluğunla birlikte vücuduna girmesine izin ver. Eğer zihnindeki resim ilk nefeste yeterin­ ce net değilse, bunu birkaç nefes için dene.” Üstat Asanga’nın söylediği gibi yaptım. Dikkatimi ne kadar çok yo­ ğunlaştırırsam, o kadar tatsız bir duygu hissediyordum. Ama yine de kendi geleceğime yardım ettiğimi bilerek, kara ışığı soluğumla birlikte içime çekmeye devam ettim. “Nefes göğsünü dolduruyor; kara ışık nefesinin üstünde. Şimdi kal­ binin tam ortasında küçük bir alev hayal et: bu alev kendi bencilliğin ve bencilliği yaratan kendi hayatın ile dünyanın yanlış anlaşılması du­ rumudur. Bencilliğinin küçük ateşine yaklaşan kara ışığa bak ve onu ateşe dokunurken gör.” İnce siyah ışığın, soluk alırken burun deliklerimden içeri girdiğini, boğazımdan geçip göğsüme geldiğini ve orada bencilliğimin küçük kı­ zıl alevine dokunduğunu gördüm. “ Şimdi dikkatini yoğunlaştır ve seyret, çünkü her şey bir yıldırım hızıyla olup bitecek. Kara ışık aleve değiyor; beyaz bir ışık parlaması oluyor, bencilliğinin ateşi yokluk içinde eriyor, kara ışık da bir ışık par­ lamasıyla geride beyaz bir buhar bırakarak yokluğa kanşıyor. Bütün her şey bir saniye içinde oluyor. Kendi bencilliğin ve gelecekteki ken­ di acın, onan üstlenmeye karar verdiğin anda sonsuza kadar yok olu­ yor; artık kalbin temiz ve saf.” Bu kısım, mutlu son, çok daha eğlenceliydi. Birkaç kere uygula­ dım. Her seferinde, küçük alev sönerken, birden çıkan buhar yüksek­ lerde kaybolurken, derin bir rahatlama ve kurtulma duygusu yaşadım.”

127

BAHÇE

“Biraz dinlen,” dedi. Cüppesinin içinden tahta bir maşrapa çıkardı ve ağır, zarif hareketlerle pınara doğru gidip maşrapayı doldurdu. Son­ ra yanıma gelip bana uzattı. Minnet duygusuyla içtim. İçtikten sonra, bu olağanüstü felsefe üstadının, benim gibi bir çırağa hizmet etmesinin aslında ne kadar doğal göründüğünü fark ettim. Tekrar yerine oturdu ve sözlerine devam etti: “ Şimdi de yann başı­ na gelebileceğini tahmin edebileceğin zor bir durum, acılı bir düşünce, bir ıstırap tasavvur et.” Bu hiç de zor olmadı. Gece geç saatte çıkılmış bir yolculuktan he­ men sonra bir veya iki saat geç gideceğim kütüphanedeki kütüphaneci­ nin yüzündeki hoşnutsuz ifade gelivermişti gözümün önüne. Böyle bir andaki bütün çabalanma, bunu engellemek için daha önceden aldığım bütün samimi kararlara rağmen, içimi dolduracak olan içerleme duygu­ sunu çok kolay tasavvur edebiliyordum. “ Şimdi de yarınki kalbindeki bu içerlemeyi, küçük bir kara ışık ha­ vuzu olarak gör.” Gözlerimi kapadım ve kütüphanecinin yazı masasının önünde, ka­ pının eşiğinde dikilirken göğsümde toplanan bu kara gölü gördüm. “ Şimdi onu yüreğinden koparıp al.” Öyle yaptım. “ Şimdi gelecekteki yüreğini kaplayan bu karalığı tümüyle gör ve onu kendine çekmeye karar ver. “ Şimdi onu siyah bir ışık ışınına dönüştür. Soluğunun üstüne bini­ yor ve sana doğru yaklaşıyor. “Burun deliklerinden giriyor. “Boğazından aşağı kayıyor, kalbindeki yanlış anlama ve bencillik alevine dokunmak üzere. “ Dokundu! “Bir parlama oluyor! “Bencillik alevi sönüyor! “ İçerleme bir buhara dönüşüyor ve buhar gökyüzünde kaybolu­ yor!” dedi hızla.

128

ŞEFKAT

“Kalbin sa f ve temiz artık!” Yine o rahatlama, kurtulma duygusunu, sonunda o kişi ben de ol­ sam birine yardım etmenin gururunu hissediyorum. Meditasyon, önce­ den tahmin edemeyeceğim kadar güçlü bir etki bırakıyordu üzerimde. “ Şimdi de gelecek hafta içerisinde yaşayabileceğin en kötü üç veya dört acıyı tasavvur etmeye çalış. Tembel olma, onlan düşüncende dik­ katli bir biçimde tanımla ve onlan kalbinde, şu andan sonraki bir haf­ talık kalbinde birer siyah ışık havuzu olarak gör.” Bu biraz zor bir uygulamaydı, ama dediği gibi yaptım. Gün geçmi­ yordu ki kütüphaneci düşüncelerimi, hatta uykulanmı günlerce alt üst edecek bir hakarette veya kötü niyetli bir imada bulunmasın. Aynca atımla ilgili yaşadığım sorunlan da ekleyebilirdim, çünkü sabahlan, işime zaten geç kalmış olduğum halde, hep bir veya iki nalını düşürü­ yordu. Kuşkusuz bahar yağmurlan odunlan ıslatacaktı ve akşam yemeğim geç gelecekti; ve evet, bu geceden sonra, annemi hatırlayıp ona nasıl yardım edeceğimi düşünmekten kaynaklanacak derin bir acı hissedece­ ğim de kesindi. “ Hangi adımlan atacağını biliyorsun,” dedi. “ Şimdi bu acıyı kendi­ ne çek.” Bu benim için yeni bir şeydi. Zihnimi aynı anda üç veya dört acıya birden odaklamaya çalışıyordum, ancak bunu yapabilmenin ödülünün çok daha büyük olacağını hissedebiliyordum, her bir adımı dikkatle gö­ zümün önüne getirerek ağır ağır meditasyonumu tamamladım. Tuhaf bir biçimde, önümdeki haftayı bu acılar veya en azından birkaçı olma­ dan yaşayacağımı bilmenin sevinciyle rahatlamıştım. “ Şimdi de bunu bütün ay için yap,” dedi. “ Önündeki otuz gün için­ de başına gelebilecek yedi veya sekiz tatsızlığı tasavvur et ve bütün alıştırmayı kendi başına tamamla. Hiçbir adımı atlamadığından emin olarak yavaş yavaş ilerle.” Meditasyonu tamamlamak neredeyse yirmi dakikamı aldı, ama Ü s­ tat A sanga’m söylediklerini harfiyen yerine getirdim. Acıyı üstlenme 129

BAHÇE

konusundaki doğal tereddütümü yenmek her seferinde daha kolaylaşsa da, her seferinde üstlenilen acının miktarının arttırılması zor bir işti. Kara ışık yüzüme yaklaşırken, acının türü hakkında fazla düşünmemeye çalışırken yakaladım kendimi, ama içgüdüsel olarak bunun doğru olmadığını biliyordum. Bu yüzden kendime biraz daha cesaret vererek, onlan kara ışığın içinde net bir biçimde resmettim. “ Bu kadar yeter,” dedi; “ dinlen.” Geriye yaslandım ve tatlı bahar havasını içime çektim. Çölün göğünü kaplayan yıldızlara bakarak dü­ şüncelerimin Bahçe’nin O ’nun bana başka dersler verdiği kuytularına ve oyuklarına gitmesine izin verdim. Yüzünde sıcak bir ifadeyle bana doğru eğildi, ellerimi avuçlarının içine aldı ve gözlerimin içine baktı. “ Gücünü toplayınca, kara ışık gölü­ nü gelecek yılın belli başlı acılarını ve sorunlarını da kapsayacak biçim­ de büyüt. Daha da güçlendiğinde, kendini ölüm döşeğinde ziyaret et ve bu olağanüstü acıyı kendinden al. Daha sonra da ölümden hemer sonra, yeni bir hayata yolculuk yapan ruh formuna geçici olarak büründüğün anda yaşacağın ruhsal karışıklığı ve ıstırabı kendine çekmeye çalış. “ Dikkatle ilerle ve her bir acıyı zihninde net bir şekilde resmettiğin­ den emin ol. Ağır ağır ilerlediğinden emin ol, kendini incitme, ancak ko­ layca kaldırabileceğin acılan üstlen. Eğer ufak bir kaygı veya tereddüt yaşarsan bu sağlıklı bir işarettir. Bu senin acılan gerçekten net bir biçim­ de resmettiğini gösterir. Ama hiçbir meditasyonda, hiçbir zaman kendini canının acıyacağı bir noktaya kadar zorlama. Bu seni sinirli veya hoşnut­ suz yaptığı gibi, hem kalbin hem de ruhsal bedenin için çok zararlıdır. İşin püf noktası düzenli olarak meditasyon yapmak, ağır ağır ilerlemek­ tir. Öyle ki meditasyonun ayaklan yere sağlam bassın. Eğer histerik bir çabayla her şeyi birden yüklemeye çalışırsan, bir hafta içinde çökersin. “ Gücün, iç gücün yerine geldiğinde, sana yakın birinin, örneğin an­ ne veya babanın acılan üzerine meditasyon yap. Bu acılan kendi üze­ rine çek ve bunlarla bencilliğini ve bu bencilliği yaratan yanlış anlama­ yı birlikte yok et. Sonra onların bir haftalık acılarına, ardından bir ay­ lık vs. acılarına geç.

130

ŞEFKAT

“ Sonra da sevdiğin diğer insanlara, örneğin akrabalarına veya dost­ larına geç. “ Bu meditasyonda ilerlediğini hissettiğin zaman hiçbir şey hisset­ mediğin insanlara, kütüphaneyi ziyaret eden yabancılara, yolunun üs­ tünde karşılaştığın insanlara geç. “Meditasyonun daha büyük bir kucaklama için yeterince güçlü ha­ le geldiğinde, hoşlanmadığın insanlara acılarını üstlenmeye başla. Bu -dürüst bir şekilde yapabilecek duruma geldiğinde- büyük bir içsel ilerlemedir. Dünyadaki insanlar bunun pek farkında değildirler. Onlar atının üstünde bir güç savaşını kazananlara, kendi kötü düşünce ve alış­ kanlıklarına karşı zafer kazananlardan daha çok önem verirler. Oysa bu İkincisi sonsuz derecede daha güçtür. “ Ve nihayet meditasyonunda zirveye çıktığında, zihnini dünyanın olası bütün sakinlerine gönder. İnsanların evlerine, hayvanların inleri­ ne, balıkların içinde yaşadığı göllere, okyanuslara... Bütün yaşayan canlıları tasavvur et ve bu kutsal eylemi onların hem iç hem de dış acı­ ları için kullan. Kendi dünyanın ötesine, yıldızlara, başka dünyalara, gözlerin görmese de zihninin var olduğunu bildiği korkunç dünyalara geç sonra. Zihninin bile ulaşmakta, hayal etmekte güçlük çektiği başka dünyalara, gezegenlere ve âlemlere git ve onlardaki acıyı üstlen.” Sessizce oturdu bir süre, ardından cüppesinin eteğini yukarı kaldı­ rıp gözünde biriken yaşlan sildi. Bir süre konuşmadan oturduk. Başkalarının acılannı fark etme ve o acılan onlardan almayı istemenin tatlı duygusunu yaşıyordum. Dünya­ da bu duygudan daha tatlısı yoktu; ne bir sevgilinin verdiği zevk, ne za­ fer sarhoşluğu, ne gücün veya paranın ateşi. “ Bazen,” diye başladı sözlerine yine. Bunun şu ders olmayan ders­ lerden, akla öylesine gelivermiş gibi söylenen ancak benim için çok önemli öğretilerden biri olduğunu biliyordum. “ Annelerin hisleri hak­ kında düşünürüm; senin benim hayat boyunca hissedemeyeceğin tür­ den duygular onlarınki. Anneleri seyredebilir, gözlemleyebilir, çocuk-

131

BAHÇE

lan için duyduklan kör ve aşın şefkati, çocuklanna yardım etmek için bütün eylemleri göze alabilecek sevgiyi görebiliriz. “Bana bu şefkatin iki yüzü varmış gibi geliyor. B ir yanda çocuklannm acı çektiğini görmeye katlanamama vardır. Böyle bir şeyi bizzat kendi gözünle görmüşsündür. Örneğin elinde hasta bir bebek olan, bü­ yük bir hekimi bekleyen kalabalığı yararak öne çıkmaya çalışan bir an­ ne veya çocuğunu gelen bir arabanın altında kalmaktan kurtarmak için koşan bir anne; çocuğunu tehdit eden kim olursa olsun aslan gibi kük­ reyen bir anne. “Bir de annenin ‘vermek’ isteyen, ‘sunmak’ isteyen şefkati vardır; herhalde en doğal gelen annelik hali, bebeğini ılık, sıvı mutlulukla dol­ durmak için süt veren anne ve emzirilmiş bir bebeğin yüzündeki mem­ nuniyettir. Bir anne, hayatının geri kalanında da çocuğunda bu mutlu­ luğu o büyümüş olsa da görmeyi ister, bunun için ona her istediğini vermeye devam eder: Özel bir elbise diker, iyi bir okula gönderir, iyi ve yararlı arkadaşlar, yetişkinliklerinde zenginlik -iy i bir meslek, iyi bir ev, eş ve hayırlı çocuklar- ister. “Bir anne bütün bu şeyleri kendi çocuğu için düşündükçe beni şaşır­ tan bir biçimde ister. Öyle ki bazen, dünyadaki o kadar insanın arasında bizi gerçekten önemseyen tek kişinin annemiz olduğunu düşünürüz.” Üstat A sanga’ın sözlerinin doğru olduğunu biliyordum, çünkü an­ nemin ölümünden bir gün sonra, rüzgar okuduğum Akademi’nin kapı­ larının dışındaki ağaçlar arasında uğultuyla eserken, bunun üzerine dü­ şünmüş ve aynı şeyi fark etmiştim. O gün benim mutluluğumu benden daha çok isteyen birinin öldüğünü anlamıştım. “ Ve bu yüzden,” dedi usta fısıltıyla, “meditasyonumuzun ikinci bir adımı var.” Üstat Asanga’nın yüzünde büyük bir kudretin ve utangaç­ lığın karışımı bir ifade vardı. “Eğer istersen, ben bile çok iyi anlama­ sam da, onu sana tarif edebilirim.” Elimde olmadan gülümsedim ve başımı evet anlamında salladım. “Bu akşam alıştırmasını yaptığımız uygulamanın tümü ‘verme ve alma’ olarak adlandırılır. Böyle adlandırsak da alıştırmayı yaparken al­ 132

ŞEFKAT

ma kısmını daha önce yaparız. Senin de görmüş olduğun gibi, önce kendi ıstıraplarımızı sonra başkalarının ıstıraplarını alınz. Istırabın, bir insanın canını acıtan herhangi bir şey olabileceğini unutma: En büyük gaddarlıklardan tut da, bir azizin bilgilerinin eksiksiz hale geleceği son kuşku anına kadar bütün her şey. “ Verdiğimiz şey ise sadece mutluluktur, mutluluk için, sana biraz­ dan tarif edeceğim üzere, verebileceğimiz her şeyi vermektir. Annele­ rin nasıl davranacağını düşünerek almanın niçin daha önce geldiğini anlayabilirsin. Eğer bir çocuk hayatını sona erdirmek üzere olan bir hastalıktan dolayı acı içinde kıvranıyorsa, ona bir şeker veya oyuncak vermenin hiçbir anlamı yoktur. “ Şimdi de meditasyonumuzun ‘verme’ kısmını yapacağız,” dedi, en sevdiği oyunu oynamak üzere olan bir çocuk gibi oturduğu sıranın üze­ rinde hafifçe sıçrayarak. “Kendini meditasyona hazırla ” Daha önceki gibi, kendimi meditasyona hazırladım. “ Dikkatini yine nefesin üzerinde yoğunlaştır. Soluk alıp verişlerin üzerinde. Kendi içime odaklanabilmem için gereken bu alıştırmayı hemen uygulamaya başladım. “ Şimdi içindeki bütün iyiliği, bütün iyi düşünceleri, eylemleri ve sözleri, bugüne kadar öğrenmiş olduğun bütün kutsal bilgiyi, gelecek­ te senin için mutluluk üretecek olan zihnindeki bütün etkileri tasavvur et. Hepsinin parlayan, saf bir beyaz ışık olarak kalbinde toplandığını hayal et. “ Şimdi de tanıdığın birini düşün -sevdiğin biriyle başlamak en ko­ layıdır- ve onların en çok sahip olmak isteyebilecekleri şey üzerine dü­ şün. Bu bir ilişki de olabilir, bir eşya d a ...” Bir süre düşündüm. Ancak tereddüte düştüm. Aklıma ilk olarak Al­ tın Kız geldi. Ama biraz düşününce O’nun isteyebileceği hiçbir şeyi ha­ yal edemedim, çünkü O ’nun sonsuz bir mutlulukla yan kapalı gözleri­ ni karşımda gördüğümde, her nasılsa eksiksiz olduğunu, hiçbir şeye ih­

133

BAHÇE

tiyaç duymadığını hissettim. Ayrıca bu, Üstat Asanga’nın meditasyonun her iki kısmında da Aydınlanmış Olanlar’dan niçin söz etmediğini açık­ lıyordu. Çünkü onların ihtiyaç duydukları, almak istedikleri hiçbir şey olamazdı. Aynı zamanda, tıpkı yaptığı küçük bir resmi annesine ve ba­ basına sevinçle göstermeye koşan bir çocuk gibi onlara bugüne kadar ulaştığım kavrayışları ve iyi eylemleri sunabilirdim; çünkü onlara ne gönderirsem göndereyim, bunu büyük bir mutlulukla karşılayacaklardı. Sonunda annem üzerinde karar kıldım ve onun için ölümden sonra gidebileceği korkunç ve karanlık dünyalarda ışık tutabilecek bir fener, mistik bir fener hayal ettim. Ve bu fener, tıpkı güneş battıktan, karanlık çöktükten sonra evinin yolunu bulan bir at gibi, annemi Yol’a götüre­ bilirdi. “ Şimdi, nefesini izlerken, dikkatini verdiğin soluklardan biri üzeri­ ne yoğunlaştır. Meditasyonun sırasında asla nefesini tutmaya veya ona hakim olmaya çalışma; o senin hiçbir müdahalen olmadan istediği ye­ re gidebilmeli. Verdiğin soluklardan birinin ya da kolayına geliyorsa birkaçının üzerine kalbinden çıkan beyaz bir ışık bindir. “ Bu soluğun dünyayı, bütün galaksiyi doldurduğunu, şu anda annen nerede olursa olsun onu aradığını düşün. Bu ışığın ucunda senin büyü­ lü fenerin asılı olsun; istersen büyük bir fener de olabilir bu; çünkü dü­ şüncenin ışığı hiçbir sınır tanımaz, varoluşun en karanlık köşelerine ulaşabilir, bir yağmur damlasından okyanusların en büyüğüne kadar her şeyi taşıyabilir. “Bu ışığın annene yaklaştığını hayal et. “Onun şaşkınlık içinde aşağı baktığını ve beyaz bir ışığın ona doğ­ ru yaklaştığını hayal et. “Işığın senden, kendi oğlundan geldiğini fark ettiğini ve bu beyaz ışık onun gövdesini doldururken büyük bir sevinç yaşadığını hayal et. “Elini uzattığını ve feneri aldığını hayal et. “ Şimdi biz konuşurken fenerin onu daha büyük bir aydınlığa taşıdı­ ğım hayal et.”

134

ş e f k a t

Usta Asanga konuşurken kalbim üzücü bir anıyla ezildi, ama aynı zamanda ani bir umutla sıçradı. “Mümkün mü?” diye sordum hararet­ le. “ Gerçekten onu görebilir mi? Fener gerçekten ona gidiyor mu?” Bana yoğun bir şefkatle baktı, gözlerinde yaşlar birikmişti. Kulağı­ ma fısıldadı. “Şimdi beni dikkatle dinle. Çünkü sana şimdi müjdeler vereceğim, ama senin beklediğin türden müjdeler değil. Öncelikle sa­ na birkaç basit soru sormama izin ver. Aydınlanmış Olanlar’m var ol­ duğuna inanıyor musun?” “Evet,” dedim. “Onları göremeyebilirim, onların nasıl var olabildi­ ğini, hatta nasıl onlardan biri olabileceğimi aklımla kavrayabilmem da­ ha önemlidir. Kavramayı bir kenara bıraksak bile, her ne kadar akla her zaman güvenebilirken sezgilerimiz konusunda genel olarak tedbirli ol­ mamız gerekirse de, hayatım boyunca, bütün varoluşum boyunca bana eşlik eden bir sezgi var ve bu sezgi Aydınlanmış Olanlar’ ın mutlaka var olduğunu söylüyor.” “ Peki Aydınlanmış Kişi henüz aydınlanmamış olan insanların acı çektiğinin farkında mıdır sence?” “ Kesinlikle, çünkü onlar her şeyi bilirler ve bizim acı çekmemiz her şeyin bir parçasıdır.” “ Peki Aydınlanmış Olanlar’m merhametli olduklarına inanıyor mu­ sun?” “ Kuşkusuz bizim acılarımız onları bizden daha çok ilgilendiriyor.” “ Peki bu durumda, eğer bizim ıstırabımızı, örneğin şu meditasyonu yaparak bir dirhem azaltma olasılıkları varsa, bunu çok önceden yap­ mış olmaları gerektiğini düşünmüyor musun?” Bu düşünceyle kaskatı kesilmiş, susmuştum. “ O zaman, şu anda acı çekiyor olmamızın, acı çekmenin bir insanın -bu ister biz olalım ister evrendeki başka biri- dileğiyle ortadan kaldı­ rılamayacağına bir kanıt değil m i?” Mutlak sessizliğim Üstat Asanga’nın sözlerinin doğruluğuna bir onaydan başka bir şey değildi.

135

b a h ç e

“Peki o zaman neye yarar,” diye feryat ettim, “ bu meditasyonu ve­ ya başka bir meditasyonu yapmak neye yarar? Eğer hiç kimsenin acı­ sını hafifletmeyecekse, hiç kimseye bir mutluluk getirmeyecekse, niçin denemeye yelteniyoruz ki?” Ciddi bir ifadeyle süzdü beni. “ Söyle bakalım,” dedi fısıltıyla, “bu akşam erken saatlerde bu meditasyona başlamamızın nedeni neydi?” “ Sana başkalarına sevgi ve merhamet duymayı öğrenmenin bir yo­ lu olup olmadığını sormuştum; başkalarını da kendim kadar düşünme­ nin bir yolu olup olmadığını...” “Peki senin kalbinin ve yaşayan bütün canlıların kalplerinin bu kut­ sal suya niçin bu denli susadığını anlıyor musun? Bu yetenek için, bu fark gözetmeden sevme yeteneği için neden açlık çektiğini biliyor mu­ sun?” “ Sözlerle anlatabileceğim bir şey değil, sadece bunun doğru oldu­ ğunu seziyorum, sanırım hepimiz bunun doğruluğunu seziyoruz.” “ Gerçek neden,” dedi içten bir tavırla, “bu sevgi sayesinde her şeyi yapabilir, her şey olabiliriz. Her ne kadar buna göre hareket edemeyecek kadar zayıf yaratıklar olsak da, aklımızın bir köşesi bu gerçeği fark eder. Basit bir şekilde dile getirmek gerekirse, bu merhamet duyma yeteneği seni ruhsal bir savaşçı haline getirebilir. Seni beşerî deneyimin dorukla­ rına çıkarabilen, bize herhangi bir şekilde ihtiyaç duyan herkese mutlak ve sorgusuz bir hizmet yoluna sokabilen tek duygu budur da ondan.” “Ama bu meditasyon ne anneme ne de başka bir varlığa yardımcı olabilir,” diye mırıldandım, onun söylediklerini pek dinlemeden. Üstat Asanga omuzlarımdan kavradı, zihninin ve bedenin gücünü ilk kez gösterdi. Beni kuvvetle sarstı ve şöyle söyledi. “Gözlerimin içi­ ne bak! Şim di!” Baktım. “ Düşün!” Denedim, yorgundum, her şeyin anlamı yitmiş gibiydi.

136

ŞEFKAT

“ Evrendeki her canlı yaratığın acısını yok etmek, onlara kalplerinin dilediği, şu anda yaşadığımız lanetli varoluştan değersiz mutluluğa, bü­ tünsel aydınlanmanın en yüksek mutluluğuna kadar her şeyi, hiç ol­ mazsa zihinsel olarak vermek amacını güden bir meditasyonun mantık­ sal sonucu ne olabilir?” Çelik kollarının ve ellerinden yayılan güçle daha da berraklaşan dü­ şüncelerime gömüldüm bir süre. “Bütün diğer düşüncelerde olduğu gi­ bi,” diye başladım tereddütle, “ bu meditasyon zihnime bir etkide bulu­ nacak veya bir tohum ekecektir. Ancak bu meditasyonda mutlak mutlu­ luğu yalnızca kendimiz, yalnızca sevdiğimiz insanlar için değil, ama ev­ rendeki her canlı için dilemiş olmamız dolayısıyla daha büyük bir nes­ neyi kucaklayacak bir düşünce, daha saf bir niyet hayal edemiyorum.” İşte o zaman anladım. “Gelecekte tepeden tırnağa mükemmel bir dünya yaratacak bir eylem seçmek zorunda olsaydım, zihnime dünya­ daki her ayrıntıyı ve insanı eksiksiz bir biçimde mükemmel, saf ışık, saf mutluluk olarak görmemi sağlayacak bir etki bırakacak bir tek şey seçmek zorunda olsaydım, bugün yaptığımız meditasyondan başkasını seçmezdim.” Başıyla onayladı, ama omuzlarımı hâlâ bırakmamıştı, daha fazlası­ nı bekliyordu. “Annemin göremeyeceği, sadece benim için mükemmel olan bir dünya yaratmanın yaran nedir? Bir Bahçe ne kadar mükemmel olsa da, sadece tek kişiye yetecek büyüklükteyse, bunun yararı nedir?” “ Şimdi beni iyi dinle,” diye buyurdu. “Mantığın sana ne söylüyor? Kendi soruna zihnin ne gibi bir yanıt bulabilir? Düşün! Buraya gelme nedenin bu, bu Bahçe’nin var olma nedeni bu, beni görmenin ve be­ nimle konuşmanın nedeni bu. “ Annen hastayken, kanser onun göğüs kafesini yiyip kollarına, kar­ nına oradan da kalbine geçtiğinde ve onun kızıl kanını evin içinde yer­ lere saçtığında, gelip elinin bir hareketiyle onur, hastalığını yok edecek kimse var mıydı?”

137

BAHÇE

“ Hayır, hayır hiç kimse yoktu, kimse bulunmadı yanında, insanlık var oldukça da bulunmayacak.” “Peki onun hasta olmasına neden olan şey nedir?” “ Konuşmuş olduğumuz şeylere göre, bunun nedeni onun geçmişte herhangi bir aşamada hayata saygı duymada başarısız olmasıdır.” “Peki hayata neden saygı duymada başarısız oldu?” “ Çünkü o da bizim gibiydi, tıpkı kendi varoluşlarını yaşayan, bu va­ roluş içinde korkunç acılar çeken, bu acıya bir son vermenin yolunu bilmeyen, acı çekmenin ölümden sonra da var olmaya devam ettiğini fark etmeyen, ama kesilmeye götüren koyunlar gibi, daha doğrusu ade­ ta bıçağı kapıp kendi boğazını kesen koyunlar gibi, başkalarının acı çekmesine neden olduğumuz için acı çektiğimizi ve nihayet sadece kendi çıkarlarımızı düşünüp kötülüğe kötülükle karşılık verdiğimiz için kötülüğün dünyada var olmaya devam ettiğini anlamadan yaşayan in­ sanlığın diğer üyeleri gibiydi o da.” “ Peki bu hakikati sen nasıl öğrendin?” “ Bu senin...” dedim gözyaşlanna boğularak, “senin ve ‘acının ger­ çek kaynağının başkalarına çektirdiğimiz acılar olduğunu’ bana öğret­ mek için bu Bahçe’ye gelmiş diğer öğretmenlerin iyiliği sayesinde ol­ muştur.” “ Bizim sadece anladığımız için anladığımızı mı sanıyorsun? Yoksa sence bir zamanlar bizlerin de senin gibi, Yol’u bilmeden yaşadığımı­ zı, senin gibi ruhsal rehberlikle karşılaştığımızı mı düşünüyorsun? Hangisi?” “ Sanınm siz de geçmişte tıpkı benim gibiydiniz. Sonra da ruhsal rehberlikle karşılaşıp öğretileri anladınız ve sonunda da bu öğretinin nihai amacına eriştiniz.” “ Şimdi de asıl önemli noktaya geldik. Bir tek ruhsal rehberliğin ol­ madığı bir dünya tasavvur etmeni istiyorum. Bu Bahçe’yi boş ve karan­ lık bir yer olarak, O ’nun sana bu kutsal yere gelmene izin verme bü­ yüklüğünü gösterdiği ilk geceden sonra burada hiçbir ışıkla karşılaşma­ dığını hayal et.” 138

ŞEFKAT

Düşüncesi bile korkunçtu, başımı hızla iki yana salladım ve omuz­ larımdaki ellerini ittim. “ Şimdi sana soruyorum, annene yardım etmenin en iyi, aslına ba­ karsan tek yolu nedir? Ona içinde kalacak bir ev, yatacak bir döşek, bir parça ekmek veya meyve mi göndereceksin sanıyorsun? Şu anda oldu­ ğu yerde bunların ona yardımı dokunacak mı? Buradaki kısa ikametin­ de bir evinin olduğunu, bir yatakta uyuduğunu, bir kişinin ömür boyu tüketebileceği yiyecek dağlarının ona nasip olduğunu bizzat kendin çok iyi bilmiyor musun? Peki bunlar kanseri durdurabildi mi?” “ Hayır, hayır,” dedim hıçkırıklar içinde. “ O zaman kalbinden çıkan ak ışıkla ona ne göndereceksin?” “Bir ışık, bir fener, ona acı çekmenin olmadığı bir yer için rehber­ lik edecek özel bir fener, bana öğretmiş olduğun anlayışın ışığı.” “Peki onun ışığı kim olabilir? Ona bütün Yol’u, başından sonuna kim öğretebilir? Onun bütün geçmişini, geleceğini, tüm zihnini kim gö­ rüyor, ne tür bir bilgiye ihtiyacı olduğunu, ne tür adımlar atması gerek­ tiğini kim biliyor?” “ Yalnızca Aydınlanmış K işi,” dedim gözyaşlanna boğularak. “Peki Aydınlanmış K işi’yi yaratan şey nedir?” diye ısrarla sordu. “Bütün her şeyi yaratanla aynı şey: Zihnin eylemleri, sözün eylem­ leri ve bedenin eylemleri. Ancak Aydınlanmış K işi’yi yaratmak için bu eylemlerin tümüyle saf olması gerekir, zihne kendimizi Aydınlanmış K işi’ye dönüşürken görmemizi sağlayacak tohumları bu eylemlerin ek­ miş olması gerekir,” dedim hızla. “Peki bu tohumları en iyi şekilde eken meditasyon nedir?” diye sor­ du. “Bana az önce öğrettiğin meditasyondan daha eksiksiz ve saf bir meditasyon düşünemiyorum,” diye yanıtladım, sakinleşerek, “çünkü bu şefkate, herkesi kendimiz gibi, hatta kendimizden daha çok sevme­ ye bizzat götüren Yol’dur bu meditasyon.”

139

BAHÇE

“Öyleyse şimdi söyle bana,” dedi omuzlarımı serbest bırakıp ses­ sizce önüne bakarak. “ Yalnızca meditasyonun gücüyle annenin acıları­ nı bitirip ona istediği her şeyi, mükemmel mutluluğu ve cenneti vere­ bilir misin?” “Eğer bu meditasyon beni Aydınlanmış Kişi yaparsa, ona gidip bu Yol’u mükemmel bir biçimde öğretme becerisini bana verirse, o za­ man,” dedim, birdenbire gelen bir sevinçle, “ evet.” “O zaman ona beyaz bir ışık yolla,” dedi Üstat Asanga oturduğu yerden doğrulurken, “ feneri gönder. Ona fener ol. Susayanlara su gön­ der, suyu taşıyan tas ol. Yalnız olanlara arkadaş gönder, onlara arkadaş ol. Aşka susayanlara âşık, çocuk isteyenlere çocuk, oturup dinlenmek isteyenlere gölge, güzellik arayanlara gül, insanlara mutluluk getirecek neyse o ol. Koy nefesinin üstündeki beyaz ışığa istediğini ve gönder. “Soluğumuz, ruhsal bedenimizle uyum içinde hareket eder ve ruhsal bedenimizin sağlığının bir yansıması olarak değişir. Ruhsal beden sonuç olarak soluktan etkilenir ve zihin saflık kazanırken, ruhsal beden ile so­ luk bir bütün olur. Bu yüzden, verdiğin nefes ışığı taşırken, onun seni şimdi sana açıklayamayacağım şekillerde etkilediğine tanık olacaksın. “ Kendini bu alma ve verme alıştırmasına vakfet. Gerçek şefkati bu­ lacaksın, ancak bunu ciddi bir biçimde uygulamalısın. Gün içinde ken­ di kendine fısılda sürekli, ‘verme ve alma’ sürekli aklında, nefes gibi dudaklarında olsun. Bu uygulamayı her yerde yapabilirsin, pazar yerin­ de, yemek yerken, çalışırken, yatağa uzanmış uykuyu beklerken. Eğer güzel ve değerli anneni bulmaya ve yardım etmeye dair en küçük bir umudun varsa, bu sana, benden söylemesi, kendi başına gitmek zorun­ da olduğun cenneti, kendi bahçeni verecek. “İşte benim güzel oğlum;” dedi bana doğru eğilip elini öne uzata­ rak “Senin için yaptığım şu kurabiyeleri al.”

140

10 Savaşçı

••

Asanga ile buluşma, herhalde, bugüne kadar günlük yaşamımı Ü stat en çok etkileyen buluşmalardan biriydi. Şaşkınlık içinde, bugüne kadar, başıma gelebileceğini kolayca öngörebildiğim acılarla; hastalık, yaşlılık ve hatta ölümle gelen kaçınılmaz acılara göre çok daha az ilgi­ lenmiş olduğumu keşfettim. Başka bir deyişle, gelecekteki benliğimin acısını kaldırmayı denediğim uygulama, bana hayatımın ne kadar bü­ yük bir kısmının onun kaçınılmaz olarak gideceği rotayı inkâr etmeye harcandığını gösterdi. Ben ve çevremdekiler, anlaşılan, gündelik hayat­ ta yaptığımız şeylerin beyhudeliğine dair bilincimizi tümüyle perdele­ mek için karmaşık iç mekanizmalar geliştirmiştik. Kendimi hazır hissettiğimde, önce bana yakın olan insanların küçük acılarını üstlenmeye başladım. Bu, başka bir şeyi fark etmemi sağladı. Bugüne kadar başkalarının acılarıyla aslında o kadar ilgilenmediğimi faik ettim. Elbette, sohbetler sırasında konuştuğumuz insanın sağlığının ve yakınlarının afiyetinin yerinde olup olmadığını nezaket gereği sordu­ ğumuz oluyordu. Üstelik genellikle bir yanıt da alıyorduk. Özellikle yaş­ lı insanların kendilerinin, çocuklarının ve torunlarının çeşitli sağlık so141

BAHÇE

runlannı uzun uzun anlattığı olurdu. Verilen yanıtla pek ilgilenmiyorduk. Bunun nedeni, sanırım, yakınlarımızın ortalama bir sağlığa sahip olma­ sı ve yaşlı insanların şikayetlerinin çoğu kez dayanıksız olmasıdır. Ancak hızla geçecek olan birkaç yıldan sonra, benim de aynı duru­ ma düşeceğimi, karşıma genç bir insan alıp hastalıklarımdan yakınaca­ ğımı anladım. Bu genç insan, tıpkı benim başkalarına kulak tıkadığım gibi kulak tıkayacaktı bana, elbette kibarlığı elden bırakmadan. Belki de, diye düşündüm, başkalarına kulak tıkamamızın gerçek nedeni, onla­ rın vücutlarım her yıl artan yıkımdan ve bozulmadan korumak için ya­ pabileceğimiz pek fazla bir şey olmadığına dair temelsiz inancımızdı. Verme ve alma meditasyonu sırasında kendimden veya başkaların­ dan alıp üstlendiğim acılan kesin bir biçimde tanımlamanın ve zihnim­ de net bir biçimde resmetmenin hayati bir öneme sahip olduğunu fark ettim. Bu acılan listelemek gibi basit bir eylem bile beni daha duyarlı bir insan haline getiriyordu. Sağlıklı bir gurur içinde, meditasyona dü­ zenli olarak devam edersem, büyük olasılıkla, buna çoktan erişmiş olan nadir insanlarda o çok beğendiğim sevgi durumunu geliştirebileceğimi fark ettim. Başka insanlan hiç olmazsa kendime duyduğum sevgiye ya­ kın bir sevgiyle sevmeyi öğrenebileceğim düşüncesi bile, insanın içini ısıtıp güç veren bir düşünceydi. Bütün bunlar bir yana, eğer çevremdeki insanların -aslına bakarsanız akla hayale gelebilecek bütün canlıların- acılannı.üstlenmeye dair sami­ mi bir güdüyü koruyabilir ve buna ek olarak en derin dileklerini ve mut­ lak mutluluğu vermenin kutsal eylemini düşlemeye devam edebilirsem, o zaman -dünyamızı ve bizleri yaratan güçler hakkında Bahçe’de öğren­ diğim kapsayıcı ve inandırıcı açıklamalara göre- yavaş yavaş yaşlan­ maktan ve ölüm gerçekliğinden kaçmayı ve bunların artık var olmadık­ ları bir gerçekliğe geçmeyi öğrenebilecektim. Ve nihayet, annemi bulma­ yı ve ona orada rehberlik etmeyi ummak için sağlam nedenlerim vardı. Böylece verme ve alma meditasyonunu, Üstat Asanga’nın öğütledi­ ği gibi hayatımın sürekli uğraşı haline getirdim. Neyle uğraştığımı kimse bilmiyordu; uygulamalarımı kimseye anlatmadım. Eski sevgili

142

SAVAŞÇI

kızgın rakibim kütüphanecinin bütün dileklerinin gerçekleşmesini dile­ mekten tuhaf bir zevk alıyordum. Aylar aylan kovalarken kendimi kü­ çük, tuhaf fantezilerimi gerçekleştirirken görmeye başladım; öğle gü­ neşi pencerelerimize vurduğunda ona bir bardak soğuk su getirmek ya da birlikte yaptığımız işlerde onu engellemek yerine, onun memnun et­ meye çalışmak gibi şeyler yapıyordum. Sonunda o da nezaket ve incelik gösteren davranışlarda bulunmaya başladı ve kendi kendime ne diye daha en baştan böyle davranmamış olduğumu sordum. Bir insanla bir günü birlikte geçirmenin en iyi, en kutsal ve en sağlıklı yolunun, onun ihtiyaçlarını düşünüp bu ihtiyaçla­ rı karşılamak için elinden geleni yapmak olduğunu daha önce görmek­ ten beni alıkoyan şey neydi? Günün muhasebesini yaptığım akşam dualanm sırasında, verme ve almanın, gerçekliğim üzerindeki mutlak ve sonsuz etkileri ne olursa ol­ sun, mevcut dünyama bir sevinç getirdiğini fark etmeye başladım. Ne var ki, her zamanki gibi, annemi aklımdan çıka ramıyordum ve gerçek bir içsel ilerleme yaşamaya başladığım andan itibaren beni asla bırakmayan tuhaf bir duyguyla Altın K ız’la buluşmayı diliyordum. İç­ güdüsel olarak verme ve almaya dair meditasyonun hayali eylemini da­ ha somut bir hayat yoluna dönüştürebileceğim bir yol olması gerektiği­ ni hissettim. Bu yüzden Bahçe’ye tekrar döndüm. Sonbahar ortasıydı, çöl artık ne bahar ne de yaz çölüydü, geceleri gi­ derek daha soğuk oluyordu. Bahçe’ye, alışkanlık edindiğim üzere, her zamanki gibi geç gittim. Kasabaya yaptığım yolculuk uzun sürmüştü, ayrıca bu O ’nun ve benim en sevdiğimiz saatti. Bahçe’ye ve Bahçe’nin bir duvarına bitişik küçük ibadet yerine gelen ziyaretçiler bu saatte sı­ cak evlerine ve buharı tüten akşam yemeklerine çoktan dönmüş olurdu. Altın Kız öylesine masumdu ki, kıyafetinin teninin her yerini örtüp örtmediğine hiç dikkat etmezdi. Ama davranışları herhangi bir arzu ve­ ya kurnazlıktan öyle uzaktı ki, yollarda karşılaştığımız insanlardan hiç­ biri onun bu rahatlığını yanlış yorumlamamıştı. Ne var ki bana bahşet­ tiği bütün derslerde mutlaka yalnız olmamıza çok dikkat etmişti ve

143

BAHÇE

önümde duran rahibi görünce, ilk geldiğimiz günden beri buraya O’ndan ve benden başka hiç kimsenin girmemiş olduğunu fark ettim. Rahip önümde dikiliyor ve ben ona yaklaşırken dosdoğru bana ba­ kıyordu. Solumuzdaki harika çöl güllerinin, sağımızdaki kokular yayan küçük erik ağaçlarının arasından geçerken ben de onu inceliyordum. İlk dikkatimi çeken şey cüssesiydi: Uzun ve güçlü yapılıydı, ne zayıf ne tıknazdı, farklı türden bir sağlıkla parıldayan güçlü ve sağlam bir ya­ pıya sahipti. Bununla birlikte ona yaklaşırken bütün mevcudiyetini ta­ nımlayan bir şey gördüm. Yüzünde mutlak mutluluk içinde yaşamanın bir ifadesi, saf, geniş bir gülümseme vardı. İnsana karşısındakinin ni­ çin böyle, sanki kıyafetinde kendisinin göremediği komik bir leke var­ mış gibi gülümsediğini sorduran, zorla kendine katılmaya çağıran, bir­ likte gülmeye davet eden bir gülümsemeydi bu. Ben de gülümsedim. Yüzündeki gülümseme daha da genişledi. Onüç yüzyıl önce anlamlı bir hayat için bize bir rehber kitap bıra­ kan, şefkatli eylemin gündelik hayat sanatının üstadı muhteşem Şanti Deva’mn yüzünü nasıl tanımazdım? Ama onunla bizzat karşılaşmanın mucizesini düşünmeye zaman bulamadan, bana doğru geldi, kolunu omzuma attı ve beni fıskiyeden akan suyun doğu duvarı boyunca sula­ dığı çöl çiçeklerinin tomurcuklarına doğru yönlendirdi. Bu çiçekler, kı­ şı haber veren büyük fırtınalardan buldukları kısa süren boşlukta her ta­ rafı mor ve turuncunun muhteşem bir uyumuyla kaplamışlardı. “ Kafanın niçin karışık olduğunu biliyorum,” dedi birdenbire derin, mutlu bir ses tonuyla, tıpkı bir suç ortağı gibi bakarak ve gülümseme­ sinin sıcaklığını yanan bir lamba gibi etrafına dağıtarak. “ Çıkmayaca­ ğın bir yolculuk üzerine gece gündüz düşünmenin anlamı ne?” Bahçe’nin ustalarının böyle birdenbire soru sormalarına her nasılsa alışmıştım artık; düşüncelerimi bilmeleri onlardan beklediğim bir şey­ di. Üstelik halihazırda elde etmiş oldukları olağanüstü bilinç durumu­ nu hesaba kattığımızda doğrudan somut olgular yerine benzetmelerle konuşmanın iyi olduğunu da öğrenmiştim. Yani, içimde yanan köz ha­ lindeki şefkati gerçek bir yangına çevirmenin yollarını öğrenmek, sü­

144

SAVAŞÇI

rekli kafamı meşgul eden annemi bulmak ve Altın K ız’ ın gizemini çöz­ meye bir an önce başlamak istediğimi anladığını kavramıştım. Birdenbire durdu ve kolumu yakaladı, birbirine ölüme kadar birlik­ te savaşma sözü veren iki asker gibi yanyana duruyorduk. “Sen yüre­ ğini buldun,” dedi sadece, “ şimdi de bir savaşçıya dönüşmenin vakti geldi.” Ani hareketi ve sözleri beni tümüyle hazırlıksız yakalamıştı, çünkü kendim için “ savaşçı” sözcüğünü kullanmak, bugüne kadar asla aklıma gelmemiş bir şeydi. “Bir savaşçı,” dedi güçlü bir sesle, “mutlak savaşçı. Ölümü bile öl­ düren, kendi ölümünü, başkalannın ölümünü öldüren savaşçı.” Bahçe’deki diğer derslerimden biliyordum ki, Üstat Şanti Deva ne şaka yapıyordu ne de abartıyordu; sessizce durup söyleyeceklerini bek­ ledim. “ Savaşçı,” diye başladı, “ altı farklı yolda yürür; kuşkusuz bir savaş­ çı olarak kalmak istiyorsa. Mükemmellikler yolunda yürür o.” “Lütfen bana bu mükemmellikleri öğret,” dedim sadece. “Mükemmellikler seni mükemmel yapan eylemlerdir; tümüyle mü­ kemmel hale geldikleri gün Aydınlanmış Kişi olursun ve diğerlerinin acısına son verebilir ve kendi mutlak huzurunu bulabilirsin. “ Verme eylemiyle başlarız. Bir savaşçı elindeki her şeyi verir: Kul­ lanmak zorunda olduğu her şeyi, yaptığı bütün iyilikleri, hatta bizzat kendi vücudunu verir.” Verme hakkında düşündüm. “Ben veriyorum,” dedim. “Dürüstçe, hep verdiğimi söyleyebilirim, sahip olduklarımdan alıp çevremdeki in­ sanlara ihtiyaç duydukları şeyleri, ihtiyaç duydukları anda veriyorum.” “ Sahip olmak?” dedi sanki sözcük anlamını bilmezmiş gibi. “ Sahip olmak, mülkiyet. Mülkiyetimde olan şeylerden söz ediyo­ rum.” Üstat Şanti Deva hafif hafif kıkırdadı. “Neye sahipmişsin baka­ lım?”

145

b a h ç e

“Benim olan şeylere,” diye yanıtladım, “ örneğin ceketim, kitapla­ rım, yatağım, odam veya atım gibi.” “ Ceket?” diye sordu masum bir tavırla. “Evet ceket. Soğuk havalarda giydiğim ceket.” “ Ve ceketin mülkiyeti sana ait?” “ Elbette,” dedim biraz sabnmı yitirerek, “ başka kimin olabilir?” “ Öyle ya,” dedi düşünceli bir ifadeyle. “Peki ceketin mülkiyetine nasıl sahip oluyorsun?” “ O benim, başka birinin değil, ancak ben onu istediğim zaman gi­ yerim.” “ Giymek?” diye alayla sordu. “İstediğin zaman giyiyorsun ha? İs­ tediğin gibi kullanıyorsun demek?” “ Elbette,” dedim yine. “ O zaman,” dedi peşini bırakmamaya kararlı, “kesinlikle söyleye­ biliriz ki, bu ceket yarın da senin olacak? Bu cekete tümüyle hakim mi­ sin?” Düşünmek için biraz durdum. Mülkiyet hakim olmak demekti; ce­ ketin mülkiyeti bana aitti, çünkü onun egemenliği bendeydi, onu ister birine verir, ister kendime saklardım, bu kararı benden başka hiç kim­ se veremezdi. Peki acaba onun yarın da bende olacağını kesin bir şekil­ de söyleyebilir miydim? Bunu gerçekten düşündüm ve gerçek, kafama bir çekiç gibi indi. “ Bu ceketin yarın benimle birlikte olacağını kesin bir biçimde söy­ leyemem. Biri ceketi çalabilir veya zorla alabilir. Bir çalılıktan geçerken yırtılabilir. Yol şartlan onu yıpratabilir. Hatta,” dedim biraz daha derin düşünerek, “ sahibi ölebilir. Bütün ceketlerin doğasında yaşlanmak, yıp­ ranmak, yırtılmak vardır. Önünde sonunda elimizden alınır -veya örne­ ğin öldüğümüzde biz ondan alınırız- onlan başka insanlar alır, üzerleri­ ne uyup uymadığına bakar ve ceket kendine yeni bir sahip bulur.” “ Öyleyse,” dedi sessizce, “ gerçekte ceketin egemenliği senin elin­

146

SAVAŞÇI

de değil. Onun egemenliği başka güçlerin elinde. Bu ceket sana geliyor ve senden gidiyor.” Tek kelime etmeden başımla onayladım. “ Ve doğrusunu söylemek gerekirse kendi tenin, kendi yüzün ve hat­ ta kendi ismin de sana bir ceketten daha fazla ait değil. Bunlar da sana gelirler ve sen ister onlara sımsıkı sarıl ister sarılma senden koparılıp alınırlar.” Yine başımla onayladım. “ İşte bu,” diye devam etti usta, “kullandığın şeyleri başkalarına ver­ mekten söz ederken bunu kastediyordum. Çünkü sen sadece bir kulla­ nıcısın. Geçici bir kullanıcı. Hiçbir şeyin sahibi değilsin. Elinde olan­ ları ver, şimdi, verebilme olanağın varken ver, çünkü raten elinden alı­ nacaklar.” “ Verilecek şeyler nelerdir?” diye sordum. “ Ve eğer savaşçı olmak istiyorsam, onları nasıl vereceğim?” Yanıt, “ Maddi şeylerle başla,” oldu. “İnsanları dikkatle izle, kendi­ ni onların yerine koy, gözlerini, aradıkları şeyleri takip et. Basit şeyler­ le başla: Bir bardak çayla, bir çift eldivenle, hatta kuşlara attığın bir parça ekmekle.” Kendi kendime bir kuşu beslemek için savaşçı olmak gerekmediği­ ni düşündüm; ama daha bu düşünce aklıma gelir gelmez, yumruğunu sıkıp neredeyse tehdit edici bir tavırla burnuma uzattı. İşaret parmağı kollanndaki kaslar gibi gergin, yumruktan ayrılmış, öne uzatılmıştı. “ Yalnızca bir savaşçı,” dedi neredeyse kızgın bir sesle, “ bir kuşu kusur­ suz bir biçimde besleyebilir.” Neler diyordu böyle? “ Yalnızca bir savaşçı,” diye tekrarladı, “bir kuşa bakabilir ve kuşun doğası ile bir kuşa ekmek vermenin ne demek olduğunu anlayabilir. Ancak bir savaşçı, eksiksiz bir idrak yeteneği ile, bir kuşa ekmek ver­ menin, bütün canlılara, bütün âlemlerin bütün yaratıklarına mükem­ melliği vermenin mükemmel yolu olduğunu görebilir. Bir savaşçı için

147

BAHÇE

verme eyleminin mükemmelliği, onun ölümün ve bütün acıların ötesin­ de, eksiksiz bir biçimde veren herkes için bir cennet yaratacağının tü­ müyle bilincinde olarak vermektir.” “Peki nasıl mükemmel bir biçimde verebiliriz?” diye sordum. “Kendimizde bir mükemmelliğe erişmek ve bu sayede başkalarına hizmet edebilecek hale gelmek amacıyla verirsek, bu vermenin, mü­ kemmelliğin ta kendisi haline gelmemizi sağlayacak tohumu zihnimi­ ze ektiğinin eksiksiz bir biçimde bilincinde olarak verdiğimiz zaman.” “ O zaman eğer yüreğinle verirsen, vermek bir mükemmelliktir,” dedim, soru sorar gibi. “ Kesinlikle,” diye yanıtladı. Yine de bir şeyler aklıma yatmamıştı. “ O halde bu mükemmel niyet­ le verdiğimiz sürece, ne verdiğimiz aslında o kadar önemli değil midir?” “Eğer bu mükemmel niyetle verirsen,” diye düzeltti söylediklerimi, “ o zaman zaten verebileceğinin en iyisini verirsin; başkaları tarafından en çok istenilen, en kolaylaştırıcı şeyi, herhangi bir zamanda elinin al­ tındaki bütün araçları verirsin. Bir savaşçı yalnızca hayatını feda etme­ ye hazır olduğu için değil, verme vakti geldiğinde hayatını feda etme şansı uğruna elinden geleni yaptığı için savaşçıdır.” “Yani her şeyimizi vermeliyiz.” “ Her şeyimizi, ama bilgelikle. Verebileceğimizden fazlasını verip de pişman olmak büyük bir hatadır ve bu yüzden sadece verebileceği­ miz kadar vermeliyiz. Düşündüğümüzden daha fazlasını verebiliriz, ama asla hissettiğimizden fazlasını veremeyiz. Küçükle başla, yavaş yavaş arttır; sonunda her şeyi verebilecek duruma gelirsin, çünkü her şeye ancak her şeyi vererek ulaşabiliriz. İşte o zaman herkese, ihtiyaç duydukları her şeyi verebilirsin.” “ Bu kadar m ı?” diye sordum yine. “ Sormana bile gerek yok, alabileceğin en büyük armağan bu kutsal toprakta sana verilen şeyden başka bir şey olmadığını çok iyi biliyor­ sun: Bu dünyayı ve bizi yaratan şeyi anlamanın, bu dünyanın her iyi şe­

148

SAVAŞÇI

yin bir kayba ve acıya dönüşmediği sonsuz mutluluk dünyasına nasıl dönüştürüleceğini anlamanın armağanı.” Kolumu tuttu ve beni, fıskiyeden gelen pınarın çiçekleri suladığı doğu duvarına, bahçenin karanlık tarafına doğru götürdü. İki adım son­ ra birden kolumu bırakarak sağ tarafa doğru hafifçe itti. Az kalsın dü­ şüyordum. Şaşırmıştım. Onun güçlü bedeni ise yere eğilmiş, büyük, yuvarlak ve zeki yüzü çimlere bakıyordu. Elini uzattı ve güzel bir uğur­ böceği aldı. Böcek orta parmağın üstüne tırmandı ve uçtu. “Gördün,” dedi gülerek ayağa kalkarken, “üçüncü bir verme biçimi vardır, bu da korumaktır. Küçük dostumuzu az kalsın eziyordun.” Orada hareket etmeden durarak aşağı, üzerine bastığım çimlere baktım. Çünkü bu sözleri bana uzun zamandan beri kafamda dönüp du­ ran bir düşünceyi hatırlatmıştı. “Ama onun üzerine basmış olsaydım bile,” diye başladım. “Evet?” Vücudu düşünmenin savaş alanında yıllarını geçirmiş biri­ nin içgüdüleriyle hafif dikleşti. “ Onun zihninde, kendini incinmiş görmeye zorlayan bir etki olma­ dığı sürece, onu incitemezdim. Bu etki de ancak onun geçmişte bir baş­ kasını incitmiş olmasıyla ekilebilir.” “ Doğru,” dedi rakibinin sonraki üç hareketini önceden bilen bir kı­ lıç ustasının güveniyle. “Eğer onun zihninde böyle bir etki olmasaydı, onu incitmem müm­ kün olmazdı; ona doğru adım atabilir, ama onu tutturamazdım, o da hiçbir zarar görmeden uçup giderdi.” “Bu da doğru,” dedi korkusuz ses tonuyla. “ O halde,” diye devam ettim, “ ona aslında hiçbir şey bağışlamıyor, onu aslında korumuyorsun. Çünkü hiçbir şey senin eylemlerine bağlı değil, beni itmen için hiçbir neden yoktu: Her şey onun kendi zihnine ekmiş olduğu etkilere bağlı.” “ Daha dikkatli düşün,” diye yanıtladı Üstat Şanti Deva. Bu bir uya­ rıydı. “Bir yaratığın hayatını korumak için elinden geleni yaptığında

149

BAHÇE

veya ona ihtiyacı olanı verdiğinde, eğer sözkonusu varlığı koruyacak hiçbir gerçek güce sahip değilsen, bu bir çelişki midir?” “Bana göre bir çelişki, tam bir çelişki,” dedim hemen. “Tümüyle boşuna bir davranış gibi görünüyor.” “O halde,” diye devam etti, “Aydınlanmış K işiler’in olmadığını, hiç kimsenin asla mükemmelliğe ulaşmadığını mı söylüyorsun?” “Benim söylediklerimden bu sonuç çıkmaz,” diye yanıtladım hemen. Çünkü bu sorusu fazla düşünmeyi gerektirmiyor gibi görünüyordu. “ Senin mantık yürütmene göre,” diye devam etti, yine hareketleri­ ni önceden planlamış bir kılıç ustası gibi akıcılığını zerre kadar yitir­ meden, “bu varlıklar hiçbir zaman vermenin mükemmelliğinin nihai noktasına erişememişlerdir.” “Elbette erişmişlerdir,” diye yanıtladım. “Bizzat kendin söyledin; vermenin altı eylemini ve gerisini yapabilmeleri dolayısıyladır ki onlar aydınlanmış kişiler olarak tanımlanırlar.” “Fakat vermede mükemmelleşmemişlerdir,” diye ısrar etti. “Neden söz ediyorsun?” “ Sana göre, vermekte mükemmelliğe ulaşamamışlardır, çünkü dün­ yada hâlâ bir şeylere ihtiyaç duyan, yoksul insanlar var. Eğer yeryüzün­ de hâlâ almaya umutsuzca ihtiyaç duyan insanlar varsa, nasıl olur da vermekte mükemmelleşmiş olabilir, mükemmel bir şekilde veriyor ola­ bilirler?” Bu sözlerle birlikte düşünmeden konuştuğumu fark ettim ve düşün­ meye başladım. İşte o zaman, bir erdemin mükemmelliğinin bu erde­ min dışsal sonuçlarının gerçekleşmesinden çok, o erdemin içsel olarak mükemmelleştirilmesinde ve onun ifade ediliş biçiminde yattığını an­ lamaya başladım. Yani, eğer hayırda bulunmayı mükemmel bir biçim­ de öğrenebilsem de, ‘yoksulluk’ insanların verme konusundaki eksik­ liklerinin doğrudan sonucu olarak yaşanan bir deneyim olduğu için, onlar da vermeyi öğrenene dek hiçbir şey değişmeyecektir. Aynı şekil­ de, kendi içimde verme eylemini mükemmelleştirebilir, sahip olduğum

1 50

SAVAŞÇI

her şeyi bütün canlılarla paylaşmayı öğrenebilirdim. Ama bu noktaya hiç vermeden, yalnızca oturup verme hakkında meditasyon yaparak ulaşamazdım. Çünkü eğer bir niyet bir insanın bütün eylemlerinde ve düşüncelerinde kendini göstermiyorsa, o kişinin verme niyetinde mü­ kemmelleştiğini söylememiz olanaksızdı. Bu yüzden Üstat Şanti Deva’ya dönüp “Anladım, şimdi anladım,” dedim sadece. “ Sakın unutma,” dedi, dolaşmaya kaldığımız yerden devam ederek, “bu, bütün mükemmellikler için geçerli olduğundan, savaşçı için de doğrudur.” Bundan sonraki birkaç dakika sessizce yürüdük. O an farkı­ na vardım ki ne kadar çok anlarsam, o kadar çok susuyordum. Susmak, gösterilen bir rıza, bir memnuniyetti. Ve yanımdaki ustanın sessizliğin­ den de böyle bir memnuniyetin sıcaklığı yayılıyordu. Bir süre sonra, ona bir savaşçının ikinci mükemmelliğini sordum. “Bir savaşçının ikinci yolu,” dedi derin sesiyle düşünceli düşünce­ li, “ iyi bir hayat sürmektir; tümüyle ahlaklı bir hayat sürmek, yani, en küçük canlıya bile herhangi bir zarar vermekten kaçman yaşama biçi­ midir.” “Bununla kendimizi on zararlı eylemden uzak tutmamızı mı kaste­ diyorsun?” diye sordum. “Evet,” diye yanıtladı. “Bu yolda ilerledikçe, nasıl ahlaklı bir hayat sürdürülebileceğine dair araştırmalarını da derinleştirmelisin. Neyin kö­ tü neyin iyi olduğunu öğrenmek günlük hayatının bir parçası olmalı.” “Başka ne tür hayat yasaları var ki?” “ Şu an’a dek on tane öğrendin ve bildiğim kadarıyla, bunların beşi­ ne kendini adamış durumdasın. Hazır olduğunda, dünyadan ayrılma yasası üzerinde çalışmalısın. Burada hiçbir şeyin yoktur. Ne bir evin, ne bir ailen. Ruhsal yaşama yolu dışında hiçbir mülkün yoktur.” “Bu ahlak yasasını uygulamakta güçlendiğinde, savaşçının bütün ahlaki kurallarını üstlenmelisin. Savaşçının yolu, Aydınlanmış Kişi ol­ ma dileğinin yoludur. Bu yolda bilinmeyen bir ülkede yalıtılmış bir ya­ bancı değil, hayat yolunu derin bir ormana giden bir yolmuş gibi yürü­ mek, sürekli olarak sana ihtiyacı olan biri, yardım edebileceğin, hizmet 151

BAHÇE

edebileceğin biri, ruhun en yüksek armağanından en küçük yardıma ka­ dar her şeyi sunabileceğin insanlar için hazır beklemektir. “ Yine de bundan daha yüksek bir yasa daha vardır. Bu hayatta se­ nin izlemek zorunda kalacağın bir yol. Bu yolu sana yalnızca bir B aş­ kası, şu anda kavrayamayacağın bağlarla bağlandığın O kişi öğretecek. Bu yolun sorumluluğunu alabilmek adına, başkaları için neredeyse kat­ lanılmaz bir sevgi ve buna eşit bir kendini adama kapasitesi bulmalısın. Ay ışığının çok güçlü olduğu bir yere gelmiştik, gece olmasına rağ­ men pınarın öte yanındaki zeminde döşeli taşların arasındaki küçük top­ rak parçasından çıkan kızıl çöl çiçeklerini görebiliyorduk. Bir süre suyun kenarında aşağı bakarak öylece konuşmadan durduk. Sonra, Üstat Şanti yine birdenbire beni itti. Bu kez dengemi tamamıyla yitirdim ve yüzüs­ tü suya, öte yandaki taşlığa düştüm. Ellerim taşların arasından çıkan di­ kenlerle çizildi. Küfrettim ve ayağa kalktım. O, biraz uzakta çimlerin üzerinde duruyor, başını kaldırmış yıldızlara bakıyor ve gecenin içinde çınlayan içten bir kahkaha atıyordu. Bu beklenmedik olay, hiç bekleme­ diğim birinden böyle bir davranışla, içimde keskin bir incinme, tükenme, sıkıntı hissettim. Gözlerimi ona diktim, açıklama bekliyordum. “ Savaşçının üçüncü yolu,” diye kükredi, “üçüncü mükemmellik, kızgınlık en parlak rengini aldığı anda kızgın olmamayı öğrenme sana­ tıdır. Bütün ruhsal sanatlar arasında, herhalde öğrenilmesi en güç ola­ nıdır bu. İnsanları kolayca etkileyen uzun meditasyonlar veya benzeri becerilerden çok daha fazlasını gerektiren bir şeydir.” “ Sanırım anlatmak istediğini anladım,” dedim dişlerimin arasından, “ az kalsın bacağımı kırıyor olsan da.” Sözlerimi hiç işitmemiş gibi, “Burada sana öğretmek istediğim iki şey var,” dedi. “Fakat önce gel ve şu çiçek tarhına otur ve kendini ku­ rula. Önce bana şu ıslak ayakkabılarını ver.” Pınarın kenarında oturup ayakkabılarımı çıkardım ve onları Üstat Şanti’ye uzattım. Onları aldı ve az ötede bulunan bir hurma ağacının al­ tına gitti. Arkasını döndü, yavaş yavaş yere oturdu ve beni beklemeye başladı. Ayağa kalkıp ona doğru bir adım attım ve acı içinde olduğum

152

SAVAŞÇI

yere çakıldım, beni çıplak ayaklanma rağmen bir diken yığınının üstü­ ne çekmişti. Yüzünde kötücül ve muzip bir gülümsemeyle beri süzdü ve sanki çektiğim acıyı hiç fark etmiyor gibi konuşmasına devam etti. “ Şu an’a dek yaşadıklanndan dolayı kolayca tahmin edebileceğin üzere, öğreni­ lecek ilk ders, acı çektiğin durumlann seni hiç beklenmedik anlarda ya­ kalayabileceğidir. Moralini bozan durumlar, seni kızdıran insanlar, sabnm deneyen olaylar her yerdedir, seni tümüyle kuşatmıştır ve hiç bek­ lemediğin bir anda, hiç beklemediğin bir kişinin eliyle gelirler.” Dikenlerin arasından yürümeye çalışıyor, söylediklerine pek kulak veremiyordum. Artık geri dönemeyecek kadar ilerlemiştim, onun otur­ duğu yer ise bir o kadar uzaktı. Sözlerine ara vermesini bekledim, ama o bir türlü susmuyordu. “ Sevmediğin insanların sonu asla gelmez. Moralini bozan durumlar saymakla bitmez. Kütüphaneciden kurtulmayı başarırsan, inan bana, bir hafta içinde, sabnnı denemek için başka biri gelecektir. Unutma on­ lar senin zihnindeki etkiler yüzünden var oluyorlar, birinden kurtul, öteki ortaya çıkacak. Kötü bir eşten kaçmak için bir ilişkiden kaç, is­ tenmeyen bazı durumlardan kaçmak için yeni bir mahalleye taşın, na­ hoş bir iş arkadaşından kaçmak için iş değiştir, kısa bir süre sonra, yer­ lerini başkalan alacaktır.” Boş lakırdıları benim için biraz fazlaydı; ıslanmıştım, ayaklarımın tabanları acıdan ateş gibi yanıyordu, o ise kafasını kaldırıp bir bakmı­ yordu bile! “ Belki,” dedim, “ ama yine de bir iki insandan uzaklaşabilirsem -örneğin kütüphaneciden- ya da birazcık daha para kazanabilsem ve odamın durumunu düzeltebilsem hayatımın daha hoş olacağına inanıyorum.” “Peki ya at ne olacak?” diye sordu. “Ah evet, atı unutmuşum; biraz daha itaatkâr bir şey olsaydı ya; sa­ bahları tam bir baş belası, üstelik hep onunla uğraşamayacak kadar geç kalmış oluyorum.” “ Ya eve giden yol?” 1 53

b a h ç e

“ Bak onu unutmuştum, haklısın. Hemen hemen her zaman tozla kaplıdır, üçte biri taşlı, zor bir yoldur. Kütüphaneciyle uğraşmaktan tü­ kendiğim günlerde çok yorucu oluyor.” Acaba ayaklarımın altındaki dikenleri temizleyebilir miydim? Ayağımı dizime çektim ye en azından ağırlığımı koyduğum topuk ve diğer yerlerindeki dikenleri çektim. Tam Şanti D eva’nın başımın belada olduğunu gördüğüne ve kasıtlı olarak canımı acıtmaya çalıştığına karar veriyordum ki, geriye, pınara baktım ve oraya kadar yürüyüp yürüyemeyeceğimi hesaplamaya çalıştım. “ Okumaya çalıştığın kitabı hatırlıyor musun?” Farkına bile varmadan hışımla ayaklarımı yere bastım. O kitap! İn­ san niye böyle bir kitap yazar? Hem de böylesine önemli bir konuda! Bi­ rinin çıkıp da kitabı biraz daha dikkatli bir biçimde toparlamamış olma­ sına bir türlü inanamıyorum!” Ve bu düşünceyle birlikte sabrım taştı. “Bir saniyeliğine kalkıp bana yardım etmen mümkün mü? diye sordum. B ir yıldırım hızıyla ayağa fırladı ve aramızdaki mesafeyi bir soluk­ ta geçti; gerçekten de heybetli ve güçlüydü. O an bütün gücü bana odaklanmıştı. “ Sen ne yapıyorsun?” diye kükredi. “ Senden yardım almadan diken tarlasını geçmeye çalışıyorum! di­ ye tısladım. “ Hayır. Hayır. O değil. Zihninde ne yapıyorsun?” diye sordu. “Ne olacak, diken tarlasını geçmenin bir yolunu bulmaya çalışıyo­ rum!” diye sitem ettim. “Hayır o değil!” dedi. “ Düşüncelerinin nereye gittiğinin farkında mısm?” Düşündüm ve yanıtladım. “ Benim hayatımın bazı sorunları üzerine düşünüyorduk, değiştirebilirsem çok daha mutlu bir hayat sürebilece­ ğim birkaç temel şey üzerine konuşuyorduk.” “Peki hayatının hemen her alanından örnekler seçtiğinin farkına varmadın mı? Seni rahatsız eden, üzen şeylerin, hayatının bütününü oluşturduğunu fark etmedin m i?”

154

SAVAŞÇI

Sustum. Bir kez daha haklı olduğunu gördüm. Eğer hayatımın en yüzeyinde olup beni rahatsız eden bütün her şeyi, diyelim birinci kat­ manı kaldırabilseydim bile, onun altında başka bir memnuniyetsizlik­ ler katmanı vardı, onun altında da başka bir tane. Bu işin sonu yoktu. Anladım ki, sorun belki de hayatımın işleyişinden çok, kendi zihnimin bir yansıması, kendisine sunulan her şeyde bir eksik veya hata bulan bir ruh haliydi. Öğrendiklerimi biliyormuş gibi önünde durup başını onaylar bir ta­ vırla sallıyordu. Sonra dikenlerin arasına diz çöktü, çıplak ayağımı di­ zinin üstüne aldı, dikenleri büyük bir dikkat ve incelikle tek tek çıkar­ dı. Bütün bunlar sessizlik içinde olup bitti. Öyle doğaldı ki, bu geze­ gende yaşamış en yüce yaratıklardan birinin bir diken'tarlasında önüm­ de eğilip bir anne gibi yaralarımla ilgilenişinin tuhaflığı aklıma bile gelmedi. Elleri pantolonumun paçasına çarpıyordu. O zaman kumaşın kurumuş olduğunu anladım. Ayaklarımı sıcak avuçlannın içine alarak, yine sıcak ve kuru olan çizmelerimi giydirdi. Ayağa kalktı ve yumuşak bir sesle, “ Şimdi şu ağacın yanma gel ve biraz benimle otur. Eğer sana acı verdiysem özür dilerim, fakat bu dikenleri, ıslanmanı ve birdenbire düşmeni hatırlamanı istiyorum. “ Senin dünyayı düşünme biçimin savaşçının değil, aptalın yolu. Gündelik hayat içindeki yolunu engellerle, nahoş insanlarla, mücadele etmen gereken şeyler ve durumlarla dolu bir patika olarak görmekten vazgeç. Onları alt edemezsin. Nasıl işinden evine uzanan yolun bütün taşlarını temizleyemezsen, karşına çıkan her can sıkıcı insana meydan okuyup onları yolundan atamazsın. “Birkaç kötü şeyi kaldırdığın zaman hayatının çok daha iyi olacağı fikri sonu gelmeyen bir tuzaktan başka bir şey değildir. Bunu zihninde taşımaya devam edersen, seni mutsuz etmeye devam edecektir. Yalnız­ ca bir saniye düşünmeye zaman ayırsan, böyle bir şeyin asla gerçekleş­ meyeceğini anlarsın. “ Aptalın birini düşün. Eline aldığı deri parçalarıyla bütün diken yı­ ğınlarını, taşların arasındaki bütün dikenleri ve taşlann üzerindeki toz­

155

BAHÇE

lan deriyle örtsün. Şimdi de aşağıya, ayakkabılarına bak. Basitler değil mi? Ama senin dikenlerin üzerinde yürümene yardım ediyor, örneğin şu tatlı hurma ağacını getiriyorlar ayaklanna. Dünyadaki bütün nahoş nesneler ve kişilerle mücadele edemezsin. Bütün gezegeni deriyle kap­ layabilir misin? Ancak ayakkabı giymek, kızgınlığı alt etme, dengede kalma sanatını öğrenmek daha kolaydır.” Palmiye yapraklarından bir yığını bana uzattı ve birlikte oturup çö­ lün serin gece havasını içimize çektik. Aklıma bir soru geldi ansızın. “ Ama genellikle,” dedim, “kızgınlığımızı açık bir şekilde ifade etmek, göğsümüzden atmak bizi rahatlatıyor.” Derin kahkahasıyla bu sözlerime güldü ve yüzünü yaklaştırarak gözlerime baktı. “ Kuşkusuz dürüst olmanın bir yararı vardır. Bizi inci­ ten insanlara durumu uygun ve samimi bir dille anlatacak kadar özgü­ venimiz olduğunda bunun yaşanan şeye genellikle yaran dokunur. An­ cak kızgınlığın herhangi bir ifadesinin veya kızgın bir düşüncenin her­ hangi bir iyi tarafını olduğunu düşünmek...” Gülmemek için kendini zor tutuyordu. “Buna ancak etkilerin zihnine nasıl yerleştiğine dair hiç­ bir şey bilmediğinde, kızgınlığın ne kadar yıkıcı bir şey olduğunu fark edemiyorsan inanabilirsin. “Bu da beni dikenlerle sana öğretmeyi umduğum başka bir derse getiriyor. Ayakkabılarını giymeyi öğrenmekle kalmayıp kızgınlığın ar­ dında bıraktığı yıkımı da açık bir biçimde görmelisin. Diken yığınının içinde dururken ve beni lanetlemeye hazırken, bir nokta geldi ki, beni dinlemeyi tümüyle bıraktın, bu kutsal gece içinde aramızda geçen bü­ tün kutsal şeyleri bir çırpıda atabilecek duruma geldin ve bunun nede­ ni diken batması gibi küçük bir sıkıntı. “Bunu unutma; birkaç dakika önce burayı, kutsal varlıklarla yürü­ yüşe çıktığın bu kutsal Bahçe’yi terk etmeye nasıl karar verdiğini ha­ tırlamanı istiyorum. Birkaç diken parçası, ıslak bir pantolon paçası hakkında Şanti Deva ile aranda çıkan bir anlaşmazlık yüzünden bir in­ sanın hayatında alabileceği en değerli armağanı nasıl bir kenara nasıl atmaya yeltendiğini asla ama asla unutma. Hayır. Kızgınlığa izin vere-

1 56

SAVAŞÇI

mezsin, bir tek saniye için bile, çünkü bugüne kadar inşa ettiğin, eriş­ tiğin her şeyi tek bir saniyede yok edebilirsin.” Yumuşak palmiyelerin üzerine bıraktı kendini. Söylediklerinin doğ­ ruluğunu anlamış, sahip olduğum gücün zayıflığım görmüş olarak hıç­ kırıklar içinde kendimi onun ayaklarına attım. Omuzlarımdan yakaladı ve gülümsedi. “ Sabırlı ol, kızgınlığını durdur, Yol’da ilerlemeni yavaş­ latan kızgınlığına bir son ver. Dengeli bir ruh halini koru, kendine kar­ şı nazik ol, kendine cesaret ver: Gitmek istediğin yer çok güzel. “Bilge insanlar ruhsal yolda ilerlerken acı çekerler. Eğer sadece ra­ hatlık arıyorsan, hiçbir zaman bilge olamazsın. Küçük hazlara fazla bağlanma, derin hazlar ara. Yalnızca acıyla başetmeyi öğrenme. Onun bir araç olduğunu, kendi başına bir yol olduğunu, senin dürüst, alçak­ gönüllü olmanı, senden daha aşağı olanların durumunu anlamanı sağ­ ladığını unutma. Kızgınlığa ve moral bozukluğuna izin vermek sadece yıkıcıdır; acıyla yaşamayı ve onu sana iyilikte hizmet edecek bir bece­ ri olarak kullanmayı öğrenmek, nihai güne, bütün acıların ötesinde ola­ cağın o güne seni taşıyan asadır. Gerçek bir savaşçı asla sarsılmaz.” Biraz daha oturduk, küçük maceram, uzun gece ve hepsinden önemlisi yeni şeyleri öğrenmek, dürüstlükle kalbimi incelemek beni öyle yorgun düşürdü ki uyuyakaldım. Rüya gördüm. Ufak bir çocuk­ tum. Yıllar önce aklımdan çıkmış olan bir Bahar Festivali zamanıydı. Okulda küçük bir ahşap sıranın üzerinde oturuyor, sabah güneşinde pencereden dışarı bakıyor ve parlak bahar kıyafetleri giymiş olan kızlı erkekli bir öğrenci grubunu seyrediyordum. Küçük bir havuzun orta­ sında dans ediyorlardı. Her biri havuzun tam ortasındaki fıskiyeden çı­ kan bir kurdelenin ucunu tutuyordu. Şarkı söylüyor ve havuzun etrafın­ da dönüyorlardı. Sınıfta benden başka kimse yoktu. Keşke tatil olsa di­ ye geçirdim içimden ve aşağıya, onlarla oynamaya koştum. Sonra bir rahip geldi. Gözleri simsiyahtı ve yüzünde yumuşak bir gülümseme vardı ve beni güneş ışığını içeri boca eden büyük pencere­ lerin olduğu dev bir salona götürdü. Zemin ahşap kaplıydı ve parıldı­ yordu. Beni hafifçe pencereden vuran ışığa itti ve “Dans et,” dedi. “İs­

157

BAHÇE

tediğin gibi. İçinden geldiği gibi dans et.” Işıkla dolu dev katedralin içinde pencerenin önüne koştum, hiçbir şey düşünmeden, kollanmı açarak, başımı geriye atarak dans ettim, kahkahalarla. Şanti Deva ha­ fifçe koluma dokundu; ayakta duruyor ve sırtından vuran ay ışığı onu daha heybetli gösteriyordu. “ Hadi artık,” dedi fısıltıyla. “Biraz yorgunum,” dedim. “Biraz daha oturamaz mıyız?” “ Oturabilirdin,” diye yanıtladı, “ fakat artık zamanımız yok.” “ Koca bir gece var önümüzde.” “Bundan o kadar emin olamazsın.” “ Yalnızca birkaç dakika otursak.” “ Buna ihtiyacın yok.” “ Benim var.” “ Yok.” “Birazcık var.” “ Hadi, gidiyoruz.” “Nereye? Niçin?” “Annene.” Birden doğruldum. “Anneme mi?” “ Annene. Gel benimle.” “ O burada m ı?” “Ben böyle bir şey demedim.” ■“ O halde ne demek istiyorsun?”Ayaktaydım. “ Seni bekliyor, sana ihtiyacı var, senin gelmeni istiyor. Dinlenecek misin, yoksa geliyor musun?” “Geliyorum, elbette geliyorum.” Yeni bir güç hissettim. Yorgunlu­ ğum tümüyle gitmişti. İçime yeni bir umut doğmuş, bir kuvvet gelmişti. “ Geleceğini biliyordum,” dedi ve enerjik adımlarla yürümeye baş­ ladı, yine de onu izlemek benim için güç olmadı. 158

S A V A Ş Ç I

“ Sen iyiliğin gücüyle kutsanmışsın; iyilik yaptığını bilmenin sevin­ cini yaşıyorsun, annene hizmet etmenin yüce iyiliğini hissediyorsun.” İtiraf etmek gerekirse, daha önce hayatımda hiç hissetmediğim ka­ dar yenilenmiş hissediyordum kendimi. Keçiboynuzu ağacının altındaki tahta sıraya ulaşmak yalnızca bir­ kaç saniyemizi aldı. Altın K ız’ın okulu bu tek sıradan ibaretti. Şanti Deva sıranın etrafında döndü ve elimden tuttu. “İşte burada olacak, hem de kısa bir süre sonra,” dedi sevinçle. Umutla yüzüne baktım, yüzünde parlayan gülümsemeyle kendi yü­ züme bir gülümseme yayılmasını engelleyemedim. “Ne? Ne olacak?” “Birazdan daha da kutsallaşacak olan şu kutsal yerde,” dedi başıyla O ’nunla sık sık birlikte uzandığımız çimleri göstererek, “ sana altı mü­ kemmelliğin son ikisi öğretilecek. Benden daha yüce biri tarafından.” Tereddüt içinde ona baktım. Bahçe’de geçirdiğimiz uzun gece bo­ yunca bana yalnızca üç mükemmel yolu göstermişti ve geriye üç tane kalmıştı. Bana vermeyi, nasıl iyi bir hayat sürüleceğini ve kızgınlığı nasıl ezeceğimi öğretmişti, sadece üçünü.” “ Dördüncü mükelleşmeye ne oldu? Dördüncüyü kim öğretecek?” diye haykırdım neredeyse böyle bir şansı kaybetmekten korkarak. “ Dördüncüsü sevinçtir, iyi olmanın iyi davranışın, iyi bir insan ol­ manın sevinci. Ve bu iyi duygu kendini yorgun hissettiğinde ayağa kal­ kıp daha fazlasını yapmana yardım edecektir; daha önce hissetmiş ol­ duğun için asla unutmayacağın bir tatlılık. Sadece unutma. Annen seni bekliyor. Sensiz geçen her an, onun için acı ve sıkıntı demektir. O ne­ rede olursa olsun, sen her an ayakta olmalı ve ona armağanların en bü­ yüğünü vermek için en yüksek amaçlar için uğraşmalısın. “ O, sevinçli bir kente giden sevinçli bir yoldur. Bu sevince onu da ortak etmelisin. Cesaretini yitirmen, kuşkuya düşmen, tereddüt etmen, sırtını dönmen için hiçbir nedenin yok. Geride bıraktığın sadece ölüm. Geride bıraktığın ve sonsuza kadar yok olan şey şu anda ve gelecekte acılarla dolu olacak bir hayat, sonunda yitireceğin şeyleri biriktirme

159

BAHÇE

uğraşından başka bir şey değil. Sen doğru yoldasın, doğru yolu buldun. Sevinç duy, ona doğru koş ve anneni bul, dans et... Gönlün nereyi isti­ yorsa, orada dans et.” Ve bütün vücuduyla sarsılarak, gözlerinden yaş­ lar boşanırken kahkahalarla güldü.

160

11 Boşluk

S

essiz bir kitap kurdu olan ben, gizli gizli bir savaşçı hayatı sürme­ ye başladım. Tam anlamıyla yeni bir deneyimdi bu. Hayatımı artık çok farklı yaşıyordum. Çünkü bu özel savaşçının savaş alanı o aynı es­ ki kütüphane, manastırdaki o aynı oda, akşamları sebze aldığım pazara giden o aynı yoldu. Kendimi gerçekten de farklı biri gibi hissediyor­ dum, çünkü artık geçmiştekinden çok farklı bir amaçla yaşıyordum. Hayat yolunda ilerlemek eskiden iki tarafında mağazaların olduğu bir bulvara benziyordu, ben de bir müşteri, bir tüketiciydim yalnızca. İste­ diğim bir şey var mı diye vitrinlere bakıyor ve istediğimi elde etmek için ne gerekiyorsa yapıyordum. Savaşçı olarak hayat tümüyle farklıydı. Parlak zırhlar içinde bir şö­ valyeydim sanki, iki ayağım üzerinde güçlü bir atı sürer gibi yürüyor­ dum. Kütüphanede veya yolda etrafıma baktığımda yüksek bir tahtın üstünde muhteşem bir manzaraya bakıyor gibiydim. Bütün insanlığa, bütün çocuklarıma, çevremdeki her şeye baktım ve onlara hizmet etme­ nin, onları mutlu etmenin onların geleceğini ve nihai mutluluklarını ga­ ranti altına almanın yollarını düşledim. Verebildiğim her şeyi veriyor­ 161

BAHÇE

dum: Güzel sözler, güzel bakışlar, sırt sıvazlama, cebimdeki para, ce­ saret verici birkaç söz, ruhsal dünyadan insanların dilediği ölçüde bah­ setmek, zihnimde onlara mücevher yığınları verdiğimin bilgisi, derin ruhsal uyanışlar, dünyada var olup insanın mülk edinemeyeceği şeyler (mavi gökyüzü, denizin sesi, dağların tepelerinde açan çiçekler). Hiç kimse bilmiyordu ve ben büyük bir samimiyetle, sunduğum bütün şey­ lere bir gün sahip olmaları dileğiyle, bir gün aydınlanmaları dileğiyle yapıyordum bunu. Saat saat, günbegün içimde bir sevinç büyüyordu. Sevinç çoğaldıkça, susuzluğum arttı. Çünkü derslerimin henüz bit­ mediğini biliyordum, oysa tıpkı bir at gibi suya yaklaştığımı, giderek yaklaştığımı biliyordum. Artık ulaşılabilir olduğunu bildiğim amaçlara ulaşmak benim için neredeyse bir saplantı haline gelmişti. Mükemmel­ liği bulmak istiyordum. Anneme ulaşabileceğimi, onun artık daha ya­ kında olduğunu biliyordum. İçimden bir ses bana Altın K ız’ı bir daha görebileceğimi söylüyordu. Aradığım bütün şeyler, annem, Bahçe’nin ustaları ve Altın Kız çok geçmeden bir ve aynı şey olacaktı. Bu anm belki de gelmiş olduğunu düşünerek Bahçe’ye bir kez daha gittim. O günün tarihini çok iyi hatırlıyorum, hiçbir şey bana bunu unuttu­ ramazdı. Temmuzun yirmiikisiydi, yazın en sıcak günleri yaşanıyordu. Bahçe’ye geceleyin geç bir saatte, toprak günün sıcağından tamamen kurtulduktan sonra gittim. Keçiboynuzu ağacının altındaki tahta sıranın ucuna oturdum ve çöl meltemlerinin tatlı kokularını içime çekip gün­ den arta kalan sıcaklığı içtim. Bu sıcak, kapağı açık kalmış bir fırın gi­ bi burun deliklerimi, gözlerimi kurutuyordu. Oturdum ve eski, yumuşak bir eldiveni giyer gibi ya da çok eski bir dostla uzun bir aradan sonra tekrar sohbete hazırlanır gibi yavaş yavaş meditasyonun hazırlık aşamalarını yerine getirdim. Bahçe’nin kapısın­ da bir hareket sezdiğimde, hazırlığımı neredeyse bitirmek üzereydim. Kuzey duvarı boyunca açmış güller arasından küçük bir gölge geçti. Bu suret sanki küçük bir dua okur gibi bir çalının dibinde durdu ve ardın­ dan hızla yeniden kayboldu. Bir rahibin başını görür gibi oldum. Düzgün, kısa, siyah, kadife saç­ lı bir baştı. Ardından cüppeyi ve bedenini gördüm. Kendimi dizlerimin 162

BOŞLUK

üstünde yere atmış, ellerim göğsümde birleşmiş ve derin bir saygıyla O ’nu selamlarken bulduğumda, henüz bunlardan başka bir şey görme­ miştim. Tüylerim diken diken, koıkuyla başımı yukarı kaldırdım, önüm­ de duran kişi Gautama Buda’dan* başkası değildi. Beklediğim gibi biri olmasa da, onun kim olduğu konusunda en ufak bir şüphem yoktu. Uzun değil, orta boyluydu. Vücudu, bir tür utangaçlık veya mütevazılıkla öne eğilmişti. Hareketi, tıpkı kıyafeti gibi basit ve zarifti. Cüppe­ si hayat boyu giyilmiş olmanın verdiği doğallıkla yukarıdan aşağı dökü­ len ve bütün vücudunu kaplayan bir su gibiydi. Yaşını hiç kimse tahmin edemezdi. Sanınm yirmiyedi veya yirmisekiz denilebilirdi, ama yüzü hiçbir ipucu vermiyordu. Mütevazılığın ardından verdiği izlenim dürüst­ lüktü. Zarif bir gülümsemeyle kaplı zeki ve pürüzsüz yüzündeki ışıltılı gözleri nazikçe bakıyordu ve çoğu zaman mütevazılıkla yere dönüktü­ ler. Gözlerini neredeyse hiç kırpmıyordu. Teni ve geri kalanı tıpkı sizin­ ki benimki gibiydi, nur içinde parlamıyordu, ama farklı türden bir ışık saçıyordu. Bu bir rengi veya biçimi olan bir ışık değildi. Daha çok göz­ lerini, yüzünü, ellerini ve çıplak, küçük ayaklannı kaplayan, oradan bü­ tün bahçeyi dolduran, beni sanp böyle bir davranış beklemeyen O’nun önünde eğilmeye zorlayan bir sıcaklıktı. Büyük bir saygıyla eğildim. “ Otur,” dedi alçak bir sesle, “ otur, lütfen otur.” Ve içgüdüsel olarak sıranın önündeki çimlerin üzerine oturdum. Tekrar eğilerek onun, önümdeki sıraya oturması için dua ettim. Gitti ve çok doğal bir şekilde sıranın üzerine oturdu. Ama sanki böyle bir tahta layık değilmiş gibi kı­ sa bir tereddütle. Orada, önündeki çimlere bakarak ve neredeyse bir ya­ bancıyla karşılaşmış bir genç gibi kızararak oturdu. Konuşmadan, hiç konuşmadan oturduk. Bir süre sonra elini bana doğru uzattı. O zaman yolu üzerindeki ça­ lılıktan bir gül koparmış olduğunu gördüm. Bir şey söylemiyor, sade­ ce, sanki ona bakmamı istermiş gibi gülü bana doğru uzatıyordu. Ara­ mızda tek kelime geçmemişti, başımı kaldınp güle baktım, onun neye baktığını ise bilmiyordum, çünkü onun yüzüne bakmak kaldıramayaca­ ğım bir şeydi. * Gautama Buda: Budizmin kurucusu. (Ed. n.) 163

BAHÇE

Sonra birdenbire gülü çekti ve üç parmağını çenemin altına koydu; yüzümü yavaş yavaş yukarı, kendi yüzüne doğru kaldırdı. “Gül,” dedi, iki eliyle uzanıp parmaklarını gözlerimin üzerine koydu. Zihnimde bir gül canlandırdım, mükemmel bir gül. Parmaklarıyla tekrar gözlerimi açtı, bana doğru eğilerek gülü önümde tuttu ve “Gülü düşünme,” dedi. ‘Gül’ü düşünmemeye çalıştım, az önce gördüğüm gülü zihnimde canlandırmamaya çalıştım ve tekrar eline baktım. Yıldırım gibi geçen kısa bir an için, gecenin karanlığında kırmızı bir noktanın belirdiğini görür gibi oldum. Ama sonra birdenbi­ re gözlerim daha aşağıda yuvarlağımsı, kırmızı bir şeye çarptı, sonra ince, yeşil sapını gördüm. Sonrasında, yine bir güle bakıyordum. “Bir daha,” dedi sadece. Gülü tekrar gösterdi, tekrar elini çekip parmaklarıyla gözlerimi ka­ padı ve yine “ Gül” dedi. ‘Gül’ü düşündüm, düşüncelerimde bir gülün dış hatları ve renkleri vardı ve sonra nazik bir hareketle parmaklarını kullanarak gözlerimi açtı ve “Gülü düşünme,” dedi. Sonra elini açtı ve yine, bir an gözümün önünde renkler ve biçimler dans etti, ondan son­ raki an zihnimde ve karşımda bir gül duruyordu. Sonra öne doğru eğildi, parmaklarıyla yere uzandı ve yerden küçük bir siyah karınca aldı. Parmağını gülün yapraklarına dokundurdu ve ka­ rınca güle tırmandı. Karınca hızla yapraklan katetti, ayağa kalktı, an­ tenleriyle etrafını hissetmeye çalıştı, sonra tekrar, bu kez öte yana koş­ maya başladı, yine ayağa kalkıp antenleriyle havayı hissetti, sonra tek­ rar öteki uca koştu, panik içindeydi. Gautama, gülü yere değdirdi ve si­ yah karınca bütün hızıyla çimlerin arasında kayboldu. Ardından gülü avuçlannın içine aldı. Ben sadece elinin arkasını gö­ rebiliyordum. Elini yüzüne götürdü, iri kahverengi gözlerini iyice açtı, başı hafifçe güle doğru eğik, gülün üstünden baktı. Gözlerini görebili­ yordum. Gözlerinde olağanüstü bir memnuniyet, gülle ilgili olağanüstü bir mutluluk gördüm ve o zaman O’nun gülde benim şu anki durumum­ la asla göremeyeceğim bir şey gördüğünü anladım. Ben de aynı şeye ba­ kıyordum, ama baktığım şey onda derin bir mutluluğu harekete geçiri­ yordu. Gautama, avcunu yavaş yavaş kapattı ve gözlerini bana yöneltti. 164

BOŞLUK

“Bir an,” dedi fısıldar gibi, “henüz ‘gül’ diye düşünmeden önünde gülü gördün. O sadece birkaç basit biçim ve renkten oluşuyordu. Son­ ra zihnin bunu ‘gül’ olarak düşündü. Zavallı karınca da aynı biçim ve renkleri algıladı, ancak o sadece ‘tehdit’ ve ‘ölüm’ü görüp hayatını kur­ tarmak için kaçtı. Ben aynı biçim ve renklere baktığımda, bütün son­ suzluğu gördüm. Varoluştaki bütün zihinleri gördüm ve onları sevdim.” Gautama sözlerine ara verdi. Sanki aklımın sözlerin anlamını idrak etmesini ve adından bunlar üzerine berrak bir biçimde düşünmesini bekler gibi gözlerini kapattı. Sonra tekrar elini uzatıp açtı ve bana sor­ du “Kim bu şeyi doğru gördü? Bu şey nedir? Bu bir gül mü? Yoksa bir ölüm meleği mi? Bütün insanlık mı, yoksa kusursuz sevgi mi?” Onun karşısında zihnim sanki bir başkasına aitti, sanki büyük ve aydınlanmış bir azizin zihniydi. Bu yüzden yanıtta hiçbir tereddütüm yoktu, bu yüzden sözcüklerle yanıt vermem gerekmedi. Elindeki şey, saydığı her şey, hepsi birden ve hiçbiriydi. Ona bakan üç gözün de gör­ düğü doğruydu; o, üç kişinin gördüklerinin toplamıydı, yoksa aynı an­ da üç farklı şey birden olamazdı. O herkesin gördüğü şeydi. Tekrar avcunu kapadı ve sustu. Öne doğru eğildi ve fısıldadı. “ Onu bir sonsuzluk olarak gör; onu bütün insanlık olarak gör ve onlar için benim hissettiğim eksiksiz sevgiyi hisset.” Ve sonra avcunu yeniden açtı. Neredeyse bir sevinç transında kendimden geçerek sabırsızlıkla avcuna baktım ve basit bir kırmızı gül gördüm. Hayal kırıklığı içinde gözlerimi kapattım ve sadece “ yapamıyo­ rum” dedim. “Biliyorum,” dedi. “Niçin?” “ Sen de çok iyi biliyorsun; sen sadece zihninin seni görmeye zorla­ dığı şeyi görüyorsun; yalnızca zihnindeki etkilerin sana izin verdiği şe­ yi görüyorsun, benim baktığım şeyle aynı şeye bakıyor olsun da, benim sonsuzluğu, bütün hayatı görüp âşık olduğum yerde, sen sadece bir gül görüyorsun.”

165

BAHÇE

Gözlerimi kapattım ve düşündüm ‘gül’. Gözlerimi açtım ve karşım­ da bir ‘gül’ gördüm. Ayaklarını sıranın üstüne çekti ve bağdaş kurarak meditasyona başladı. Ben de bağdaş kurup meditasyona başladım. Ses­ sizlik büyüdü. Bahçenin seslerini yitirdim, ardından Bahçe’deki koku­ lan ve Bahçe’de olma duygusunu yitirdim. Sanki orada oturmuyor­ dum. Kendim yoktum. Bütünsel, eksiksiz bir hareketsizlik vardı. Boşluğu gördüm. Sadece bu kadardı işte, gördüm onu. Başka bir şey yoktu. Bittiğinde her şey geri gelmeye başladı. Aşağı indiğimi hissediyor­ dum, tekrar kendi varlığımı hissettim. O anda, hayatımda ilk defa, boş­ luğu görmüş olduğumu biliyordum. Aydınlanmış K işi’yi gördüğümü ve Aydınlanmış Olanlar’m gerçek­ ten var olduğunu biliyordum. Kendimin de, yedi hayat süresi içinde, aydınlanacağımı biliyordum. İşte o zaman gelecek hayatlanmın gerçekten var olduğunu biliyordum. Yol’un kesinlikle doğru olduğunu artık biliyordum. Artık önümdeki yedi hayatın iyi hayatlar olacağını, artık acı çekme­ yeceğimi, sevgi dolu anne ve babalar, öğretmenler, ruhsal arkadaşlar ve öğretmenlerle, tam ihtiyaç duyduğum gibi yaşayacağımı, benim için başarısızlığın olmadığını biliyordum. Biliyordum gördüğüm şeyin doğru olduğunu. Bunlardan asla bir daha kuşku duymayacağımı. Hata yapmadığımı biliyordum. Ne bir ya­ nılsama ne de bir düş yaşıyordum. Hiç kimsenin gördüğüm şeyden kuş­ kulanmama neden olabilecek bir şey söyleyemeyeceğini biliyordum. Dünyadaki bütün kutsal kitaplarda yazan şeyin ne olduğunu bili­ yordum; bilgi okyanusunu, sanki o bir çocuğun gözündeki gözyaşına indirgenmiş gibi, tepeden tırnağa bildiğimi biliyordum. Kutsal kitapla­ rın hakikatlerini ve bu hakikatleri benden sonra gelecekler için dünya­ da muhafaza etmem gerektiğini biliyordum. Bütün varlıkları seviyordum. Göğsümden bir ışık, renksiz bir ışık sütunu çıktı ve bütün canlılara dokundu ve işte o zaman hayatımın ge­

166

BOŞLUK

ri kalanında hep o varlıklar için yaşayacağımı, benim için yapacak da­ ha değerli bir şeyin olmadığını anladım. Aydınlanmış Olanlar’ın resimlerinin doğru olduğunu biliyordum. Onlan düşünmek zorunda olduğumuzu biliyordum. Artık kalkma za­ manı geldiğinde, onlann önünde eğilmem gerektiğini biliyordum, ken­ dimi onlann ayaklanna attım. Faiklı bir gerçeklik, hakiki bir gerçeklik, tam anlamıyla yüksek ve daha saf bir gerçeklik gördüğümü biliyordum. Tanıdığım gerçeklikte buna benzer başka bir gerçeklik olmadığını biliyordum. Bugüne kadar tanıdığım gerçekliğin sa f bir gerçeklik olmadığını biliyordum. Bu ger­ çeklik içinde hiçbir şeyin asla saf olmayacağım biliyordum. Ancak ger­ çeklikteki şeyler arasında bir elmasın önemsiz bir yolla olsa da en saf şey olduğunu biliyordum: Tam anlamıyla saf, sert, berraktı ve ömrü bo­ yunca saf kalacaktı. Öleceğimi biliyordum. Zihnimin henüz yeterince arınmadığını bili­ yordum. Zihnimin şeyleri yanlış gördüğünü ve boşluğu görene kadar gördüğüm her şeyi yanlış olduğunu biliyordum. Aşağı indiğinde, ay­ dınlanmaya yaklaşana kadar dünyayı yanlış görmeye devam edeceğimi biliyordum. Zihinleri okuyabildiğimi biliyordum. Eğer kendimi dikkat­ le geliştirirsem, mucizeler yaratabileceğimi biliyordum. Artık başka biri olduğumu biliyordum; çünkü dünyadaki onca insan arasında ben görmüştüm boşluğu ve bütün diğer şeyleri. Artık eskisi gi­ bi acı çekmek zorunda kalmayacaktım. Artık tamamdı, çıkış yolunu bulmuştum, tatlı bir kesinlikle, bunu hayatım boyunca kendimle birlik­ te taşıyacağımı biliyordum. Minnettarlık içinde başımı kaldırıp Gautama’ya baktım. Tam bir sessizlik, eksiksiz bir sevinç içinde bana bakıyordu. Her şeyi biliyordu.

167

12 Melek

B

uda ile Bahçe’de yaşadığım şeylerden sonra hayatım baştan sona değişti. Gelecekte başına gelecek her şeyi bilen, en yüksek şeyle­ ri görmüş bir insan düşünün; geriye yapacak ne kalmıştır? Gördükleri­ min varlığım üzerindeki etkisi, yıllar sürdü; gün geçtikçe berraklaştı ve içimde birtakım şeylerin büyümesini sağladı. Kavrayışım ve istekle­ rim, her geçen yılla birlikte daha derin ve tatlı bir hale dönüştü. Tapı­ nağın başrahibine gitmiş ve bir rahip yemini etmek için iznini istemiş­ tim. Tapmağa girmek hayatımda büyük bir değişiklik yaratmadı; sanki yuvama dönmüştüm, rahip hayatı üzerime tümüyle oturan bir elbise gi­ biydi. Tapmağa katılma töreninden sonra, kendim bile fark etmeden bir rahip hayatı sürmeye başladım. Kütüphane işi farklı bir anlam kazanmıştı: Bahçe’de başıma gelen­ ler hakkında daha fazla bilgi toplamak zorunda hissettim kendimi ve bu böylece orada saklı koca koca, eski spiritüel kitapları bir bir okumaya başladım. Bal ve ustura öğretisini Üstat Şanti Deva’nın “ Savaşçının Yaşam Şekli İçin Rehber” kitabında buldum; acı hakikatinin açıklama­ sı ise Tsong Khapa’nın “ Yoldaki Adımların Büyük Kitabı” adlı kitabın169

BAHÇE

daydı. Yine Üstat Kamala Şila’nın öğrettiği meditasyonun bütün ayrın­ tıları da burada, onun tarafından yazılmış “Meditasyonun Aşamaları” adlı eserde bulunuyordu. Üstat Dharma Kirti’nin geçmiş ve gelecek hayatlara dair kanıtıyla ilgili aklıma gelebilecek tüm soruların yanıtlarını “ Doğru Algılama Üzerine Yorum” kitabının ikinci cildinde buldum. Üstat Vasu Bandhu’nun ölüm üzerine öğretisi, bizzat Buda’nm sözlerini toplayan “ Son­ lu Olma Üzerine Antoloji” ve “Büyük Kitap” ölüm meditasyonunda yer alıyordu. Söz ettiği sonsuz âlemler ve dehşet âlemleri, kendi yazı­ larında, “ Yüce Bilgi Hâzinesi” en ince ayrıntısına kadar işlenmişti. Maitreyanatha’nm bana savaşmayı öğrettiği olumsuz zihin durumlarını, bilgeliğin mükemmelleştirilmesi üzerine yazılmış birçok eser ve özel­ likle kendi ellerinden çıkmış olan “İdraklerin Kazandırdığı Ziynet” ve onun üzerine yazılmış yorumları sayesinde, eksiksiz olarak anladım. Etkiler ve onlann hayatımızda, dünyamızda oynadığı rol öğretisinin bizzat İlk Dalai Lam a’nm, Vasu Bandhu’nun “ Hazine” eseri üzerine yaptığı dört ciltlik yorumlarında, aynntılı olarak incelendiğini gördüm. Etkilerin zihinde nasıl muhafaza edildiğine, orada nasıl olgunlaştıklanna dair çok önemli bilgileri, yine Yüce Tsong Khapa’nm Yalnızca-Zihin Okulu’nun inanışlan üzerine tartışmalarını içeren “ Hakiki Düşün­ cenin Berraklaşması” adlı eserde buldum. Ahlaklı yaşam yolunun ince ayrıntıları Üstat Guna Prabha’nın “Terbiyenin Özü” adlı eserinde ve ‘her şeyi bilen’ Tsonawa tarafından biraraya getirilmiş yorumlarında buldum. Üstat Asanga’nm bana verdiği talimatların özü -yani nefes yoluyla mutluluk vererek acıyı alma meditasyonunun ayrıntılarını-, daha sonra, Pançen Lam a’nın “ Kutsal’m Öğretmenlerine Sunulan Adaklar” ve L a­ ma Dharma Bhadra’nm ona dair çok önemli açıklamalarında yatıyor­ du. Üstat Şanti Deva’nm bir savaşçının eylemlerine dair öğretisinin ta­ limatlarını “Rehber” ve Usta Çandra Kirti’nin “ Orta Yolun Rehberi” adlı eserinde buldum. Bahçe’de yaşadığım son olayın sınırlı bir tarifi­ ni de Buda’nın “ Elmas Kitabı” buldum.

170

MELEK

Bu süre içinde Bahçe’ye hiç gitmedim. Anlatması kısa sürse de, bu çalışmalar yirmi yılımı aldı. Buda ile geçirdiğim birkaç dakikada gör­ düğüm şeyleri tam anlamıyla incelemek, anlamak ve kendime katmak işte bu kadar uzun sürmüştü. Düzenli olarak dua edip meditasyon yap­ tım, tapmağın başrahibine hizmet ettim ve kütüphanedeki kutsal metin­ lere gömülerek zihnimi ve ruhumu geliştirdim. Doğrusunu söylemek gerekirse annem giderek daha az aklıma geliyordu. Çünkü o hayatımın bir parçası haline gelmiş, onun ölümünün hemen ardından başladığım arayış, hayatım haline gelmişti: artık onu bulup yardım etmeyi düşün­ müyordum; bunun yerine, gecemi gündüzümü onu görmek, onunla bir­ likte olmak için seyahat etmek zorunda olduğumu hissettiğim bir Yol’a koydum. Aynca Altın K ız’m, elinde küçük bir çiçek buketi tutan ve gü­ neşin altında parıldayan bir çocukluk görüntüsünün resmini yaptım; portreyi yatağımın başucuna koydum. Resme sık sık bakıyor ve O ’nun bu dünyada olduğunu, iyi olduğunu ve bir kez daha onun karşısına çı­ kacağımı biliyordum. Haber geceleyin geldi. Tanımadığım bir adam getirdi onu. Küçük, katlanmış bir kağıdın içinde “ Bahçe’ye Gel,” yazıyordu. Kağıdın üze­ rinde herhangi bir isim yoktu, ama yazanın O olduğunu biliyordum. Gençliğimde sık sık başıma geldiği üzere, üzerinde ne tarih, ne saat, ne de başka bir ipucu vardı. Yine gençliğimde yaptığım gibi oturup Bah­ çe’ye ne zaman gitmem gerektiğine dair düşünmek zorunda kaldım. Ye­ ni ay çıkalı birkaç gün olmuştu ve O’nun benimle karanlıkta buluşmak istemeyeceğini biliyordum. Dolunaya daha çok vardı ve O’nun uzun za­ mandır beklediğim bir şey için bu kadar beklememi istemeyeceğini tah­ min ediyordum. Böylece oraya hem o kadar uzak olmayan, hem de ge­ cenin O ’nun tekrar görmeyi umduğum mükemmel yüzünü gösterecek kadar aydınlık olduğu ayın onuncu gününde gitmeye karar verdim. Bahar başlarıydı, bir uyanma vakti. Bahçe’den uzakta geçen yirmi yıl, sonuçta ne kadar üretken geçmiş olsa da, yine de, kış gibi gri ve so­ ğuk, bir kozanın içinde geçirilmiş yıllardı. Bahçe’nin renkleri ve insa­ nın üzerinde bıraktığı duygu, kendi hayatımın gelip dayandığı yeri yan­ sıtıyordu; kapı eskimiş ve yıpranmıştı, tuğlalar ve tahta sıra yerinde du­ 171

BAHÇE

ruyordu, ancak ellerin ve ayakların yıllar süren dokunuşuyla cilalan­ mış, rengi koyulaşmıştı. Keçiboynuzu ağacı tıpkı eskisi gibiydi, fıski­ ye de hâlâ çöl suyunun tatlı sesiyle taşıyordu. Sıranın üzerine çöken be­ denim yılların yorgunluğunu yaşıyordu, ama kalbim kafesine sığmıyor, düşünceler, hatıralar ve beklentiler içimde bir girdap gibi birbirine ka­ rışıyordu. Elimi başımın altına yastık yaparak sıranın üzerine uzandım. Sesleri dinledim ve düşündüm. O gelmedi. Bahçe gecenin derinliğine gömülerek sessizleşti. Aşağıya baktım ve ağaçtan düşmüş bir keçiboynuzu gördüm. Onu yerden alıp kucağıma koydum ve beklerken bir düşün içindeymiş gibi etrafıma bakmaya devam ettim. Bahçe’ye hep bir armağan getirmek is­ temiştim. Buradaki üstatlara vermek için küçük, ama değerli bir şey ge­ tirmeyi hayal etmiştim hep. Yine de onca yıl, buraya getirebilecek ka­ dar değerli hiçbir şey görmemiştim. Aklımdan geçirdiğim hiçbir arma­ ğan, burada, bu Bahçe’de bana verilenler kadar değerli değildi. Oysa şimdi beklerken ve keçiboynuzunu elimde tutarken, bana yapılmış iyi­ liği şu şekilde ödeyebileceğimi fark ettim; bu tohumlan alıp başka üs­ tatların tıpkı bana yaptıklan gibi başka öğretilere yardım etmesi için yeni bahçelere ekebilirdim. Saatlerce bekledim: İlk başlarda sabırsız, sonrasında giderek artan bir huzurla. Bahçe’de olup bitenler üzerine yıllarca düşünerek, hizmet ederek, meditasyon yaparak geçirilen onlarca yıl, etrafımı büyük bir girdap gibi sarmış, hızla çevremde dönüp içe doğru daralmış ve sonun­ da sağlam ve katı bir kütleye dönüşmüştü. Bu, hayatım içinde bir süre­ dir biçimlenen ve bana daha yüksek bir doğrunun öykünmelerini ve ipuçlannı sunan bir düşünceydi ve şimdi Altın K ız’ı beklerken birden­ bire kendi ışığını yaratan bir kristal gibi parlak ve net bir şeye dönüş­ müştü. Bu, annemi ve ölürken çektiği acıyı düşünmekle olmuştu. Annemin çektiği acıların kendi varoluşunun geçmiş eylemleri tara­ fından dikte edildiğini açık bir biçimde görmüştüm: Düşündüğü, söy­ lediği veya yaptığı şeyler, kendini acı çekerken ve en son da ölürken görmesine neden olacak etkileri ekmişti. Kendi hayatımın iki büyük acısı, annemi yitirmem ve Altın K ız’dan ayrılmam üzerine düşündü­ 172

MELEK

ğüm zaman, onlann da aynı şekilde gelmiş olması gerektiğini biliyor­ dum. Ayrıca zihni, geçmiş eylemlerin olumsuz etkilerinden kurtarıp onu yeni ve güçlü olumlu etkilerle doldurarak nedenleri -etkileri- de­ ğiştirdiğimizde, acılara da son verebileceğimizi biliyordum. Artık dü­ rüst bir biçimde ve hiçbir hastalıklı gurura kapılmadan, hayatımın son yirmi yılımı elimden geldiğince kendimi olumsuz etkilerden kurtar­ mak, gerçek ve dürüst bir çabayla hem kendi içimde hem dış dünyada bir savaşçının yolunu uygulamak ve böylece büyük bir güce sahip ye­ ni ve kutsal etkiler ekmekle geçirdiğimi söyleyebilirdim. Ayrıca, haya­ tımın ve etrafımdaki gerçekliğin, yeni etkilerin zihnimde tomurcuk açarak beni görmeye zorladıkları gerçekliğin, bu Bahçe’de genç bir adam olarak başladığım yolculuğun ilk dönemlerinde asla hayal ede­ meyeceğim bir iyilik ve ışık dünyasına doğru değiştiğini hiçbir kuşku­ ya yer kalmayacak şekilde biliyor ve bundan huzur duyuyordum. K ısa­ ca, notun niçin bana geldiğini, O ’nunla burada ve şimdi karşılayacağı­ mı; mutlak iyiliğe dair bir şeylerin olacağını biliyordum. Bu düşünceler yüce ve kutsal bir sessizlik içinde sona erdiklerinde, O ’nun ayak seslerini işittim. Başka birininkiyle kanştınyor olamazdım, biliyordum, bu O ’nun ayak sesleriydi. O eski, genç ve sekerek ilerle­ yen adımlar değildi bunlar, daha çok orta yaşlanndaki güçlü bir kadı­ nın ölçülü ve kendine güvenli adımlarıydılar. Kalbim biraz daha hız­ landı. Öyle hızlı çarpıyordu ki, her an göğüs kafesimden fırlayacak gi­ biydi. İçgüdüsel olarak sıranın üzerinden önümdeki çimlere kaydım. Başımı kaldırıp bakmaya korkuyordum, seslerden O ’nun sıranın üstü­ ne oturduğunu anladım. Kalp çarpıntılarım dindi, O ’nun soluk alıp verişini işitebiliyordum, O yaşıyordu! O’nu bir kez daha görebilecektim! Yıllardır duymadığım gardenya kokusu geldi burnuma ve kalbim ikiye bölündü, ne bir ses, ne de bir görüntü yapabilirdi böyle bir şeyi. Bahçe’deki fıskiyenin sesini duydum, kışın sonu ve yazın gelişini düşündüm; O ’nun varlığından ya­ yılan sıcaklığı hissettim, kokuyu içime çektim ve çöl meltemlerine benzeyen soluğunun şarkısını dinledim. Ve gözlerimi açtım.

173

BAHÇE

İlk önce gözlerini gördüm. Gençliğin aradan geçen yıllarla bir me­ tanete dönüşmüş parıltısıyla ışıldayan, şefkatle bakan kahverengi, cey­ lan gözler. Uzandı ve elimi tuttu. Gözlerimi gözlerinden ayırıp yüzüne baktım. Yorgundu, tükenmişti. Zaman, yüzündeki pürüzsüz yuvarlaklığı al­ mış, onun yerine bir köşelilik, sert yanaklar, katı bir çene, zamanın acı­ masız bıçak darbeleriyle çizilmiş bir alın ve göz altlan, güneşte kavrul­ muş eller vermişti. İnsana acı verecek kadar güzel san saçlan vardı hâ­ lâ, ama seyrelmiş, yer yer beyazlaşmış ve dalgalı halini, gençliğe özgü parlaklığını yitirmişti. Bütün vücudundan bir yorgunluk akıyordu; omuzlannın kamburundan, dudaklarının sert köşelerinden, gözlerinde­ ki boyun eğmeden. İçinde biraz mutluluk, çok fazla zorluk, büyük hüs­ ranlar olan, annemin hayatına benzer normal bir hayat sürmüştü. Ve ar­ tık şimdi sona yaklaşmıştı, geriye çok az umut kalmıştı ve bu umutlar ne çok uzak, ne çok büyüktü. Sıradan bir kadındı, bir anne, orta yaşlı bir ev hanımıydı; mucizesiz, sıradan bir hayatı olmuştu. Ancak gördüklerime rağmen ona doğru çekiliyordum. Bütün bir ha­ yatın umutlarıyla, bugüne dek öğrenmiş olduklanm ve bugün öğrenme­ ye geldiklerimle ona çekiliyordum. Karşı konulmaz bir düşünce, redde­ dilemez bir bilgi vardı çünkü gönlümde, ama onu dile getirmeye korku­ yordum. Beni Bahçe’ye getiren O’ydu biliyordum. Bana ilk dersi vere­ nin o olduğunu ve o sessiz derslerin bir rastlantı ve asla sıradan bir şey olmadığını biliyordum. Biliyordum, hayatım bu Bahçe’de şekillenmiş­ ti. O sıradan bir kadın değildi, hiçbir şekilde şimdi bana göründüğü gi­ bi sıradan bir ev hanımı değildi. O’nun aydınlanmış bir varlık olması ve evimize beni çocukken kazanmak, Bahçe’de diğer Aydınlanmış Varlık­ lar ile birlikte bana ders vermek için gelmiş olması tümüyle mümkün­ dü. Önümde gördüğüm sıradanlığa inanmamam gerektiğini biliyordum, bununla birlikte içimde bir korku, bir kuşku vardı. Artık daha fazla da­ yanamayacaktım, O ’nun ayaklarına kapandım. Sonra dizlerimin üze­ rinde kalkarak ellerini yakalayıp yüzüme sürdüm ve gözyaşlarına boğu­ lup haykırdım: “ Al beni, lütfen al beni, cennetine al beni.”

174

MELEK

Elini ani bir şokla çektiğini hissettim. Sıranın öteki ucuna çekilmiş­ ti. Sormak için başımı kaldırdım, ama orada büyük bir dehşet gördüm. Haykırıyordu: “Kendine gel! Sen bir rahipsin!” Bir an durakladım, ancak bilgi, koca bir ömrün getirdiği bilgi ve bü­ tün dualarım beni yeniden harekete geçirdi. Tekrar elimi uzatıp ellerini yakaladım ve sordum, “Ey melek, altın melek, lütfen, lütfen beni de al yanma, şimdi!” Ellerini bir yıldırım hızıyla çekti yine. Bütün yüzümü ve çenemi dağlayan bir tokat yedim. Başım kuşku ve utanç içinde önü­ me düştü, gözlerimi kapadım. Sadece şaşkınlık içinde ve tiksintiyle söylenmiş şu sözleri işitiyordum: “ Sen neden bahsediyorsun? Senin ne­ yin var? Kör müsün? Aklını mı kaçırdın? Bak, bana bak! Ben bir me­ lek değilim. Normal bir kadınım ben! Bir kocası ve çocukları olan nor­ mal bir kadın. Hayatının sonuna gelmiş, hiçbir şey bilmeyen, hiçbir umudu kalmamış, yaşlı ve yorgun bir kadın. Bak bana. B ak!” Ben ise yine ellerine uzandım. O ayağa fırladı. Ayaklarına kapan­ dım. “Ne yapıyorsun? Dur! Sen aklını kaçırmışsın!” Bir yıldırım hızıy­ la kendi etrafında döndü, ama ben onun ellerini ve kollarını yakalamış çekiyordum. Dizlerimin üzerinde kalktım ve elini çekerek gözyaşlanyla yıkanmış yüzüme sürdüm. “ Lütfen al beni, al beni lütfen!” “Bak bana!” diye emretti. Bakamıyordum. “ Bak! Şimdi!” Bakamazdım. “ Sevdiğim, başını kaldır, şimdi.” Dua ettim ve baktım. Ay ışığında parlayan yüzünü gördüm. Bir me­ leğin yüzüydü; onsekizinde bir kızın ışıl ışıl, su gibi berrak, gözyaşlanyla ve sonsuz bir sevgiyle yıkanmış yüzü. Sonra değişmeye başladı; çizgiler ağır ağır belirsizleşerek dönüştü. İşte o zaman, kesin bir şekil­ de O’nun yüzünde Bahçe’nin her bir ustasının yüzünü gördüm. Bu bah­ çede karşılaştığım bütün kişiler aslında O’ydu. Kolları koca altın ka­ natlar gibi iki tarafa açılmıştı. Yanıma çöktü ve korkunç bir canavardan korur gibi beni bu altın kanatların arasına aldı. 1 75

b a h ç e

Sonra sessizlik. Sadece O’nun o eski ve yoğun sıcaklığı. Sadece kendi soluğumun kulaklarımdaki ayak sesleri. Nefesim onun sıcaklığında sakinleşti. Sonra birdenbire çok yoğun bir sıcaklık hissetim. Bu sıcaklık, gök­ yüzüne ulaşan ateşten iki sütuna dönüştü. Sonra sütunlar birleşti ve bir oldu. Sonra ben O oldum. Aşağıya baktım ve saf bir ışık altında parılda­ yan altın saçları, ince bedeni, küçük, yumuşak göğüsleri gördüm. Göz­ lerimi etrafımda, Bahçe’de dolaştırdım ve onu O ’nun gözleriyle gör­ düm. Mükemmeldi. Cennetten bir parçaydı. Bahçe bir okyanusa, okyanus ise solgun, yumuşak bir mavi renge bürünmüş, meltemlerin etkisiyle, onlarca, binlerce, milyonlarca dal­ gayla ufka, sonsuz uzaklara doğru genişliyordu. Denizin mavisinin gökyüzüyle buluştuğu yerde daha derin bir mavi vardı ve bu mavinin üstü altın gibi sapsarıydı, yukan çıktıkça panldayan bu san güneşe dokunuyordu ve burası bakılamayacak kadar parlaktı. Gökyüzünde bir tek güneş vardı ve orada, olduğu gibi, hareketsiz, pırıl pml ve tümüyle kendisiydi. Deniz hareket ediyordu. Su kabarcıklannın, köpüklerin, sonsuza uzanan dalgaların içinde trilyonlarca su girdabı oluştu. Her girdabın içi­ ne Güneş’in sureti düştü. Güneş’in ışıklan her birinde kıvılcımlar yakıp denizin yüzeyine trilyonlarca elmas tanesi saçtı; Güneş, yalnızca kendi olarak, denizin yüzeyindeki kristal ateşin küçük kıvılcımlarında doğdu. İşte o an ben Güneş’tim. Sadece var olmakla, kendim olmakla her yerde oluyordum, denizin her yerinde, her küçük kabarcıkta ve dalga­ da yanan ateş bendim. Güneş’in denizdeki her parlama an’ı bütün dün­ yaydı; sonsuz mutluluk arayışı içinde doğan, yaşayan ve ölen tüm can­ lıların var olduğu hayattı. Bu sonsuz dünyalarda annemi aradım. Her yaratığın yüzünde onun yüzünü aradım.

176

MELEK

O olmayan hiç kimse görmedim. Bu yüzden onlann üzerinde par­ ladım, her birine sıcaklık verdim, her birini besleyip her birine yeni bir Bahçe, yeni bir keçiboynuzu çekirdeği verdim. Çağınyorum, gelin ve siz de... Güneş’e dokunun!

177

B

■|

A

L

H

I

E

(B u d izm U stası) unvanı

JM & ğ ^ 0

Ç

a lm ış bir ta p ın a k ra h ibidir. J n N

Sa n sk rit, Tibetçe ve Rusça'da

j -

a k a d e m i k ç a l ış m a l a r ve bu d illerd en say ısız çeviriler y a p m ış olan R oach, Tibet B u d iz m i'n in

en

büyük

B a tılı ö ğ re tm e n le rin d e n b iris id ir. G eşe M ich ael R oach, A sya K lasik leri E n stitü sü ve A sya K lasik leri G e l i ş t i r m e P r o j e s i ' n i n k u r u c u s u v e yöneticisidir. B a h ç e 'd e , T i b e t B u d i z m i 'n i n a s ı r l ık b i l g e l iğ i c a n la n d ı r ıl m ı ş t ır . R o a c h , g e n ç b ir

a d a m ı n , " B i l g e l i ğ i n s o m u t l a ş m a s ı n d a n başka, b i r ş e y o l m a y a n m i s t i k b i r b a h ç e y e g e lişin i a n la ta n b ü y ü lü ö y k ü sü a ra c ılığ ıy la , T ib e tli ö ğ r e tm e n le r in k utsal öğ retile rin i açık lar. G e n ç B u d is t, b a h ç e d e , T ib e t B u d i z m i 'n i n t em ellerinin a t ı l m a s ı n a k a t k ı d a b u l u n a n i l k D a l a i L a m a G e n d u n D r u p e , T s o n g K h a p a ve K a m a l a Ş i l a g i b i ü s t a t l a r l a t a n ış ır . B u d i z m ile i lg ili e s e r l e r a r a s ı n d a ö z e l b i r y eri olan Bahçe, T ibet g e le n e ğ in in gizle rin i açık lık la o r tay a serişi ve G eşe M ich a el R o a c h 'u n o k u y u cu la rd a u y an d ırd ığ ı kavrayışla, şim d id e n bir klasik eserdir.

O 'DMAfc/rtA

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF