Mehmet Aydın- Din Fenomeni- Makaleler. Selçuk Üniv.

April 17, 2017 | Author: Selçuk | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Mehmet Aydın- Din Fenomeni- Makaleler. Selçuk Üniv....

Description

§

Din Fenomeni Mezheplerin Psiko-Sosyol Yapm Yahudi Kaynaklarına Göre Yahudilik Katolik Mezhebi Ortodoksluk Mezhebi Protestanlık Mezhebi Hinduizm Budizm İslâm Dinî

PKOF.Dil MEHMET ÂYBIK S*içı£ ÜRİvtfshesl llaftiyat Fakültesi Öcretitr Üyesi

3. B A S K I

İÇİNDEKİLER

I. Din Fenomen:.............................................................

1

İL Mezheplerin Psiko-Sosya' Yaptsı.........................

49

III. Yahudi Kaynakianna Göre Yahudilik...................

87

IV. HrisÜyanlik..............................................

131

A) Katolik Mezhebi......................................................................... 131 B) Ortodoks Mezhebi.......................................... ......................... 197 C) Protestanlık Mezhebi.................................................................243 V. Hinduizm...........................

287

VI. Budizm

333

..................................

Vli. İslâm Dini..................................................................

IV

\

369

I - d in

f e n o m e n i1 Yazarı: Je a n C h ev a lier2

XX. yüzyılın son üç ç ey reğ ind e bile, insan ru hu nu n gösterdiği te­ zahürler arasında, d ünyada en çok yaygın olanlardan birisi, din olayıdır. Bugün küremizin üzerindeki üç buçuk milyar sakinden hemen hemen üç mil­ yara yakını, kişisel olarak dinî b ir sistem in tesiri altındadır. Aşağıdaki dinler tablo su, 1970 s a y ım ın a göre gittikçe azalan sayısal önem lerine rağm en belli başlı yerleşim bölgelerine göre bir artış gösterm ektedir. Bu tahm inî rakamlara istatistik uzm anları, ikiyiiz milyon da Anim ist inan­ ca sahip kişi (A frika-A sya'da) ilâve ederler. Ancak burada şunu hemen belirtelim kî, en titiz şekilde bile tesbit edilm iş olsa, yine de istatistikle­ rin tam olduğü söylenemez. M eselâ Ç in ’de ne kadar Konfuçvanist ve Taoist vardır? Bunu tesbit bir hayli.zordur. B unun için dini istatistikler, eksiksiz olmaktan uzaktır. Meselâ H in d ’d e ve Hindçe konuşan A sya’da Budizm ile H ind uizm b irb irine çok karışmıştır. Y ine sayım kriterleri ve m e tod la n , hristiyanlarda bile her yerd e aynı titizlikle uygulanam az. Meselâ Katolikler ve O rto d o k sla r, kendi v a ftiz ettiklerini k endilerind en sayarlar. P rote sta n lar ise daha çok kişisel ikrarı y a p anları dikkate almaktadır. Gabriel le Bras da Beşerî ilim ler d ü z e y in e ulaşan Din Sosyolojisi ve kültürel coğrafya bu nazik, ince, tam am en k avranılm az sahada, henüz başlangıç noktasında bulunmaktadır. Belli basîı dinleri şöylece gösterebiliriz: 1- H R ÎS T İY A N L IK : a) K a t o l i k m e z h e b i : O rta, b atı, g ü n ey Avru pa, lâtin A m erika ülkelerinde yaygındır. 582 milyon müntesibi vardır. b) O rto d o k s m e z h e b i: D oğu ve G ü ney A v ru pa’da ve yakın doğuda yaygındır. 126 milyon müntesibi vardır. c) P ro te s ta n m e z h e b i : K u zey ve Orta Avrupa ülkeleriyle Kuzey Am erika ve Kommenvvelt ülkelerind e yaygındır. 220 milyon müntesibi v a r d ır. 2- İSLÂMİYET: Kuzey Afrika, YTıkındoğu ve Ortadoğu, Ortaasya ve Endonezya bölgelerinde yaygındır. 495 milyon müntesibi vardırT

3

3- H İ N D U İ Z M : H in d is ta n 'd a y a y g ın d ır. 44ü m ilyon m ü n te s ib i v a r d ır. 4- K O î ^FU Ç Y A N İZ M : Çin'd e ve Vietnam'da yaygındır. 372 milyon müntesibi vardır. 5- B U D İZ M : G ü n ey Asya ve Doğu Asya'da yaygındır. 178 milyon müntesibi vardır. 6- ŞİN TO İZM : Japonya'd a yaygındır. 70 milyon müntesibi vardır. 7- T A O İZ M : Ç in'd e V ietnam 'd a yayılm ıştır. 55 m ilyon m ü ntesibi v a r d ır. 8- Y A H U D İL İ K : İsra il’de, A m er ik a 'd a , F r a n s a ’da y a y g ın d ır.

14

milyon müntesibi vardır. 9- Z E R D Ü Ş T lL E R : H ind'd e, İran’da yaygındır. 140 bin m ü ntesibi v a r d ır. işte nü fu s artışı grafikleri ve dini grafikler, bu ihtiyatla form ü le edilmişlerdir. Yine d e bir devre, bir başka devre ile yani bir asırlık d o n e m b ir asırlık d ö n e m le veya her o tu z yıllık d önem kendi aralarınd a bu yönden m ukayese edilebilir. Böylece bütün dinlerin brüt rakamlarında bir ilerleme görülecektir. S adece B ud izm , H ind içini’deki karışıklıklardan ve Çin ihtilâlinden ileri gelen ağır bir düşüş göstermektedir. Aynı şekilde y ahu dilik , Nazi k ıy ım ının b ü tü n neticelerini yirmi yılda izale e d e m e ­ m iştir. D iğer d inlerd e g örülen artış ise aldatıcıdır. Eğer dünyanın nü fus artışı inananların sayısı ile m u k a y e s e edilirse, aşağı yukarı b ir asırdır aynı seviyede kalan Islâm hariç, inananlarda nisbi bir gerilemenin olduğu farkedtür. Bu. İslâ m ’ın sayısal artısı, nüfus artışını takip ediyor d e m e k ­ tir. Meselâ İslâm 185ü'ye doğru dünya nüfusunun % 14.68'ini İhtiva ed iy o r­ du. Bugün ise o, dünya nü fusu nun % 14.5'ini teşkil eder. O halde İslâm şim diye kadar, m ed eniy et, ş eh irleşm e ve özellikle endüstri olaylarının karşı darbesin e maruz kalmamıştır. Bu konuya İlerde yeniden döneceğiz. Bunların da Islâm pratik lerin in gerilem esine neden oldukları açıktır. Böylece İslâm'ın da kriz dönemi yaklaşm ış görünüyor'3. H ind uizm ise 1900’den 1960’a kadar % 13.10'dan %12'ye varan bir düşüş göstermiştir. Yahudilik ise 1900'den 1940'a kadar dünya nüfusunun % 0.58 ve 0.6 arasında b üy ük bir istikrar gösterirken 1960'da m aruz kaldığı olaylar neticesinde % 0.4'e düşmüştür. B u d iz m ise, 60 yılda % 30 'd a n % 13'e d üşerek en b ü y ü k istik ­ rarsızlığı ve en g ö rü n ü r a za lm ay ı gösterm iştir. Burada istatistiklerin a l­ datıcılığını kabul etsek bile, görüldüğü gibi düşüş çok önemlidir.

4

Hris ti yanlık İse d iğ e r dinlerden daha az istikrarsızdır. iki dünya savaşı arasında Hristiv aniarm oranı % 1.2 artış göstermiştir. Şüphesiz bu artış, Kato lik ve protestan papazların özellikle Afrika'daki misyonerlik başarılarından ileri gelm ekted ir. Fakat 19(XVden 196£Va kadarki devrede, h ristiy an hk ta d üşüş g ö rü lm ek ted ir. Çünkü XX. yüzyılın başında hristiyanlık, % 3 5 e ya km bir nüfusu bir araya getirirken 1% 0'a doğru sadece insanlığın % 28'ini teşkil edebiliyordu. Bir başka açıdan da bazı dinlerin ilerleme hızının, dünya nüfusuna nazaran çok daha az hızlı olduğu görülm ektedir. Netice olarak dinlerin m ensuplarının aynı kaklığı d ü şü nülürse; dünyadaki dinlerin sidiklerinin azalmaya yüz tuttuğu açıkça görülür. Meselâ 19-00'den 1960'a kadar yer­ kürenin nüfusu, iki dünya savaşı geçirmesine rağmen % 87 artmıştı. Hristiyanların sayısı ise aynı devrede % 6 5 ‘d en öteye geçmedi. Bu farkh hız, g özönünde tutulursa 2000 çalında dünya nüfusu 7 milyar olduğu zaman 30 yıl içindeki mesafe nereye varır? Buna göre dünyadaki hristivaniarm sayısı bugünkü % 28'inde çok akm a düşeceğe benziyor. B u n u n asıl n e d e n i h r i s tiy a n h ğ m , Lâtin A m erik a hariç, nü fus y önünden dünyanın en zayıf veri olan Batı varım küresinde yerleşmiş ol­ masıdır. Bövîece daha hızlı artan dünyanın geri kalan kısmının nüfusu içinde, hiç değilse belli bir zam and a Balâda hristiyanhğm oranı devam etse bile, tüm insanbğm nüfusuna oranla onda bir azalma görülecektir. N üfus sonuçları olduğu gibi kalsa bile, beklenm ed ik temayüller hariç, yine hris ti yanlık muayyen sarada bir azalma gösterecektir.

MEDENİYET OLAYLARI VE DİNİ HAYAT Bilindiği gibi şehirleşm e olayı, m odern medeniyetin tandansın! karakterize eder. Bu olay, g elişm ekte olan ülkelerde olağanüstü bir hıza ulaşıyor. Bunun için onların başşehirleri topyekün ülke nüfusunun üçte biri­ ni ve bazen de daha çoğunu kendine çekmektedir. Ancak ne var ki bu olay m u ntazam olarak dini havalın azalm asıyla paralel yürümektedir. Ihan du Monde^ bu konuda şunları vazar: ''F ra n s a 'n ın ve A lm a n y a 'n ın bazı k ı s ı m la r ı hariç, h n s t i y z n h k i a n u z a k la ş m a b ir ş e h ir le ş m e p r o b l e m i ­ d ir..." Çünkü A v ru p a ’nın butun büvük şehirleri dinî pratiğin azaldığını gösteriyor. Bu ise H ristiyanhk karşısındaki soğu m anın açık bir alam eti­ dir. V ereceğim iz bir kaç rakam da bu hükm ü desteklemektedir. Mesela Fransa'd a Katolikler, genel nü fusu n % 8 5 'ini teşkil ederler. Dinî pratiği olanlar İse, bazı anketlere göre büyükşehirlerde bu rakamın % 5 ile % 25’i arasında d eğ işm e k ted ir. O rada vaftiz edilenlerin sayısı, köyle rd ekin in aynı olduğu farzedilse bile, b ü y ü k şehirlerde dini tatbik edenier, şehir

5

nü fusu nun % 4 ile % 2 2'si arasında değişmektedir. Bu olay Lâtin A m eri­ ka'da d aha belirgin hale gelm iştir. O ra d a Kato likler genel n ü fu s u n % 9l'İni teşkil ederler. Oysa dini yaşıyanlar, Lima'da % 18'i, R io ’da % 15’i, Buenos Aires'de % 3 3 ’ü aşmaz. Aynı gözlemler, bütü n kıtalarda bütün d in­ ler ve inançlar için geçerlidir. Burada şunu da belirtelim kİ, " B l a n du M o n d e " adlı eserin yazarları bu konuda şu sonu ça varm ak tad ırlar: " D ü n y a n ı n s o s y o l o j i k e v r i m i , öz e llik le ş eh ir m u h it le r in d e to plu m u d ini b ir ilg isiz liğ e g ö tü rm ü ştü r." Şehir hayatından başka nedenler de bu dini ilgisizliğe tesir etm iş olabi­ lir. Fakat şimdilik bu, şehir gelişmelerine bağlı bir olay olarak görünüyor. Bizzat bizi sürükleyen medeniyet cereyanı içinde kaydedilen bu son olay; yani kitlelerin dinî gerilemelerin in devamı, mevcut şartlar içinde normal görünüyor. Görünüşe göre, muayyen bir devreden sonra belki de sadece hristiyanlıktan u z a k la şm a o la y ı ile değil, içinde çok az b ir h r is tiy a m n yaşadığı laikleşmiş, dinsiz, gayri hristiyan bir toplumla da karşı karşıya bulunacağız. Çü nkü dini y aşam ay anlar, vaftiz olmayanlar, ateistler (A l­ l a h a in a nm ay anlar) gibi terim lerin, birinden diğerine evrimi d evam lı m ü şahed e edilen olaylardır. Dini istatistiklerin kesin olm ayışı, dinlerin m uhtevası üzerin d e girişilecek tahlillerd e de hâlâ ciddiyetini koruyor. M eselâ C h rétie n s (Hıristiyan) kelimesi ne anlama gelm ektedir. Yeni bir misal bizi bu k o n u ­ da aydınlatm aktadır. Bu misal daha çok Fransa Katilliklerini ilgilend ir­ mektedir. Bu anket, 1971 yılı K asım ve Aralık ayında "La Croix" ve " P e l ­ erin" hesabına S.O.F. R.E.S. tarafından yapılmıştır. B urad a F ra n s ız la rın kilise ve İman karşısında b ir tip le n d irm e teşebbüsü söz konu suyd u. Buna göre bu a n k e t,'% 96’sı vaftiz olmuş olan Fransızlard an % 8 4 ’ü Katolik old u ğ u nu , % 7 5 ’i Allah'ın varlığ ın a i n ­ andığını, % 36'sı İsa’nın Allahlığmı kabul ettiğini, % 32’si ise İsa'nın n o r ­ mal hayat sahibi olduğunu, % 21'i ise muntazam olarak ayinlere gittiğini ortaya koymuştur. Bu ne tezat böyle! E ğer İsa'nın tanrısallığına sadece üçte bir kişi inanıyorsa, o zam an kilisenin d o g m atik ve ahlâkî öğretisine göre % 84 Fransızm kabul ettikleri Katolik isminin ne anlamı olabilir? Yine F r a n ­ sa'da kilise karşısında dört grup kendini göstermiştir: 1- İlgisizler, 2- D ış çevredekiler, 3- Sınırda yaşı yani ar, 4- Bütünleşenler.

6

Bu dört gruptan sadece son ikisi geneî yekûnun % 2 4 ’ünü teşkil et­ m ektedir. Buna rağm en,onların ne inançları, ne ahlâkları ne de ibadetleri,tam olarak kilisenin isteklerine uygun değildir. Bütün bunlarla, y apılm ış olan bir anketin sonu çlan üzerine bir y o­ ru m y apm ak gayesini g ütm üyoruz. Gayem iz, dini istatistiklerin ne derece güv e n ilm e z o ld uk larını g ö s te rm e k tir. M eselâ aynı " K a t o l i k " k e li m e s i , gayri m ü sav i iştirak d e r ece le rin i ve farklı İnançları içinde to p la m a k ­ tadır. İşte sadece b u nu n içindir ki Dini Fenomen'in (phenomene Religieux) sınırlandırılması ve vasıfîan d ın lm a sı, oldukça zor görünüyor. K a lita t if ö z e llik te k i

o la y la r ın ,

İs tatistik ö lç ü le rin e tabi o l m a ­

larına mani olan e ng ellerd en başk a , diğer bazı m otiflerde bu konudaki analizi güç duruma sokmaktadır. Bugün düşünce ve dini hayat, öylesine kompleks bir yapıya sahiptir ki, sanki birbirinden farklı, şahsi notasını sunan değişik aletlerle v eril­ miş bir konseri andırıyor. B unu n için din kendiliğinden, hür bir saha o l­ maya doğru gidiyor. B irçok ları tara fın d a n h a b e r v e rilm iş olm asına rağ m e n , sınırlı ölçüler içinde din, b e k l e n m e d i k aşırı bir hayatın alam etleri olm uştur. Yine bu, bir parça anarşist-ve kaba b ir itişin ilânı, yeni hayat şekillerinin ve ideolojisinin görünüm ü, çabucak dini olarak vasfedilen bir olayın gizli (sonra da açık) gerileyişi önü nd e, peşin hü k üm sü z bir dikkatin gereksiz oluşunu ortaya koym aktadır. Fakat ne yazık ki dini vocabulaire s a p m a ­ larla doludur. Biz,istiyoruz kî bir kelime veya bir anlayışa karşı reaksiyon yerine, okuyucu lâfzî anlamı aşsın ve gizli anlama nüfuz etsin. İşte bunun için sk o­ lastiğin kapalı tanım larından m ü m k ü n olduğu kadar sakınarak, bir takım nirengi noktaları tesbit e tm eğ e çalışacağız. Dinî sahada kelimeler sabit değil, o ynak tır. O ra d a ra k a m la r y ok, işaretler vardır. Yine orada bir takım tarihler, olaylar, m esajlar vardır. İşte bu inceleme, bunları müm kün olduğu k adar doğru olarak n akletm eye çalışmaktadır. Fakat hem en şunu belirtelim ki, b izim a çık la m a la r ım ız ve yoru m larım ız ne kadar doğru olursa olsun, araştırm aya bir sınır koym a İddiasında da değildir.

DÎNİ İFADE ŞEKLİ: O halde dinî ifadenin b ug ün üzücü bir revizyona tabi old uğu nu söyleyebiliriz. D a ha y a k ın la rd a bu d inî ifade, tran sand ante ce vherler üzerinde hü küm ler y ürütm ekte, oraya d eğişm ez varlığı koymakta ve on­ ları bir takım form üller h a lin d e b iç im le n d irm e k te; o hiç bir g üçlükle

7

karşılaşmayan objektif bir felsefeye dayanıyordu. Dine uygulanan m eta­ fizik, b ugün b ir çoklarının metamitoloji olarak tasarladıkları şeyi d o ­ ğurmuştur. Buna göre Tanrı'dan gelen tüm evren, insanın dışında ihtişa­ mını sergiliyordu. İnsan dünyası, mutluluklara iştirak etmek için, sadece dine tahsis edilen sahayı oluşturan m urakabeler ağı ile, irtibat tesis ed e b ilird i. Bugün ise görüşler değişmiştir. Çağdaş zeka prensip olarak nominaüsttir. Varlık, angoisse yapı, fenomen felsefeleri, psikoanoalitik devrim, antropoloji, kültü r sosyolojisi, herm enütik, şiddetli bir şekilde cem aat veya ferdî, müşahhas bir suje üzerine, onun özelliği ve hür yaratıcı kapa­ sitesi üzerine, olaylara ve kelimelere anlam ve mana vermeye münhasır bir yeteneğe dikkat çekm ek ted ir Bunlar, kâinatı sujenin boyutları üzerine oturtmuştur, ö y l e y s e insan, özel hesaplarıyla aletleriyle, aklıyla, A y ’ı, Mars'ı, V e n ü s ’ü keşfetm ek için g ezegenler arası sondajlar yapma va, hayatın ve maddenin en küçük elemanlarını bulup çıkarmaya, atomun ve canlı hücrenin sırlarına nüfuz etmeye, elektronik hecinler yapmaya d e ­ vam etsin... işte o gündür bu gündür nesnel ve transandante peşin yargılarla dolu bir dinî anlatım, kulaklarımızda yabancı bîr idyom gibi ve hatta yabancı olmaktan da öte, çökm üş bir katedralden gelen müzik d alga lan gibi çınlamakta fakat com unication bir türlü sağlanamamaktadır. Hatta ses perdesi değişikliklerine vakıf olan en kovu katoîik muhitlerde bile, bu co­ munication yok... Meselâ, "F ê te s et S a is o n s " dergisiÇ Mart 1972 fasikiilünde " G e l e c e ğ i n Y a y lım  t e ş le r i" başlıklı bir vazıvı şu uvarıcı sözlerle neşrediyordu: "A ld a n m a m a k lâzım; Bugün gerçekten manidar bir iman sözü söylem ek için, sisli b ir ortamda bulunuyoruz... En aydın k işile r b ile, b ir ş a ş k ı n l ı k iç in d e o l d u k l a r ı n ı İtiraf e tm işle rd ir. S a n k i söz k ısırla n m ış, k e lim e le r anlam ve a ğırlık larını kaybetm işlerdir/ O halde sözden kaynaklanan bu iman, Aziz Pavlos'un dediği gibi nasıl İlâhî mesajı nakledecektir? İşte bu fasikülün açık yürekli hazırlayıcıları, havarilerin yerini alm ak isteyerek, din öğretenlere, ilâhiyatçılara, vaizlere değil, şairlere, düşüncenin en sübjektif yorumcularına sesleniyorlar, " D e l i l l e r i n her çöküşüne şair, bir yaylım ateşi ile cevap veriyor." (René Char). * Çağdaş dinî pozisyonun talihsizliğine bakın ki bu şairlerin çoğu inançsızdır, O halde niçin bu şairane ifadeye baş vuruluyor? Katolik kız öğrencilerin din görevlisi M ichel Clevenot bu konuyu şöyle açıklar: " G e l e ­ neksel dinî ifad enin bu garipliği, görülmeyen ve anlaşılmayan bu karakte­ ri karşısında bize, sadece şairler k e n d ilerini dinletebilirler. Ç ünkü onlar, m u ha y y ile n in k a y n a k la rı ile tem aslarını k ay betm em işlerd ir. O nla r b i ­ zim alışk a n lık la rım ız a hayret e tm eyi bilirler. Ç ü n k ü onların im a jlı ve

B

sem bollü anlatım ları b izim b asit kavram larım ızdan daha çok realitenin derinliklerine ulaşabilir. Çünkü onların elinde k elim eler bir parlaklık, b ir uyum , bir tatlılık kazanır. O nları gerçekten tadabilm ek için zam an ve sükûnete ihtiyaç vardır. Ç ünkü şiir, b ir oyu n, b ir şenlik, yeni b ir ya­ ratılıştır. O, daha m ev su k b ir yaşam ı, daha can lı b ir hayatı b aşla­ tabilir." Yine Katolik bir yazar olan Jean Onim us, şunu yazacak kadar ile­ ri gidiyor: "L irik p atlam alard a, sevin ç çığ lık ların d a, sıkıntıdan b oşal­ m alarda, kültüre karşı şairane vecdlerde, dini potansiyel, m üesseseleşm iş kültürlerin ayinlerinden daha çok bulunuyor." 7 Bugünün Batı insanının düşüncesinde tanrısal güç, ilimden ahlâka, kâinatın seyrinden kişisel kad ere k ad ar her şeyin iik ve son izahı değildir, artık. Mezafiziğe baş vurulan yerlerin dışında sebep-sonuç bağı içinde artık onun yeri yoktur. Artık hiç bir bilgi sahasında ve hatta bazı teolojilerde bile "La mort de D ieu " denilen bir ifâdeye yer verilmez^. Bu ifade fikirlerden bile uzaklaştırılmıştır. Çünkü filozofik tenkitler, ondan bütün tasavvurları uzaklaştırm ış, sosyoloji onun kültürel kaynaklarını bulup ortaya çıkarmış, psikanaliz onun gayri şuuri köklerini ortaya ser­ miştir. Exégês (yorumculuk) ise vaktiyle kutsal kabul edilen metinleri, mitolojik rivayetler olarak ele almıştır. Daha doğrusu diyebiliriz ki, teo­ loji, antropoloji haline dönüşmüştür. Gerçeği soviemek gerekirse zaten teo­ loji, muayyen bir İnsanî anlayışı sergilem ekten hiçbir zaman geri kal­ mamıştır. Grek ve Lâtin kilise b a b a la n , Saint Augustin, Saint Thomas d'Aquin, Saint Bonaventure bir çeşit antropoloji ortaya kovmuşlardır. Fa­ kat bu, gizliden açık hale gelmiş, tanrıya göre müstakil hal kazanmış, farazi yed en, önemli ve merkezî bir d urum a yükselm iştir. İşte ergin (adulte) insan, Allah'ı " b a b a y ı " höyiece gölgelemiştir. Oedipus Kar­ maşası (Le complexe d ’oedîpe) çözülm üş, harekete geçen kişisel devrimle insan, olgunluğa ulaşmıştır. Bugünün genç batılı dim ağlarının b üyük bir kesiminin ruhî dav­ ranışlarında dinin, hiç bir yeri yoktur. Onlar daha ilk anda sıfırdan ha­ reket etmiş, îıiç bir klasik kurala saygı gösterm em eye kararlı ve sal­ dırgan olduğu kadar da basit bir hayat tarzın: benimsemiş görünüyorlar. Yine onlara göre çevrelerinin geleneksel klasiklerinden kopmuş modern insanların düşünce eleştirisine hiç bir şey karşı koyamaz. Yine on­ lara göre her şey yapmacık, her şey esas olmaktan uzaktır. Bugün, varis olunan zihnî alışkanlıkların artık var olma hakları yoktur. Böylece her şeyi boşluğa atma, arzu ediliyor. Devrimin, anarşinin şaşkınlığını ve in­ kârın, hiçliğin çekiciliğini tatma tecrübe ediliyor. Yine bu ortamda, ampi­ rik tarzda bile olsa, güv ensizlik teneffüs ediliyor. Eğitimde, işte, dış dünyanın tecrübesinde, bir bütünlüğün ve gerçeğin iç arayışında, geçici ve

9

prağmatik de olsa başka sahte hakikatlar yaratm aktan başka b ir sonuca v a rılm ıy o r. Bu sözler kime aittir? Kim bu iman psikozunu, menfiliği, kendi ken­ dine yeterliği tasvir eden? 5 Ocak 1972'd eki açık oturumda bu sözleri b iz­ zat söyleyen Papa VI. Paul olmuştur. Yine de m odem düşüncenin İlmî üstünlüğünü ifade, din fenomenini sınırlam aya; hayatın değeri ve anlam ı, bilginin postulatlan konusundaki sorulan, bir cevapla form üle etm eye kifayet etmez. Şunu rahatça söyleyebilirizki, bu p roblem ler karşısında m odern zeka, ne kadar k ifayetsiz olursa olsun bunları incelem ek için uygun bir anlatım şekline sahip olm a­ m ıştır. Belki m odern zeka Allah'la-in san arasındaki ilişkileri ifadeye uygun olmayan ve bu sahada anlatılamaz ve kavranamaz olan bir takım doğru ifadeye, yapıcı mantığa, netice itibariyle rasyohel prensiplere sa­ hip olmuştur. İşte bunlar, bu konuda bilinen ve kabul edilen şeyler haline gelmiştir. Başka anlatım şekli de olmadığı için, bizzat problem ler silik­ leşmiş, metafizik ve dinî endişe, gayrî şuurî uyuşukluk içinde gerilemiştir. Felsefe sahasında, da olsa, mister'e (metafizik ve dini sırlar) y a k ­ laşma yolunu kullanacak bir anlatımı hâlâ bulamadık. Akla dayanan İlmî ve teknik gelişmelerin aksine, modern filozofik gelişmeler bu rasyonaliteyi bozmuş veya onu, insan zihni tarafından düşünülen veya hayal edilen, yenid en yap ılm ış fenom enal yapıların altına yerleştirm iştir. Böylece eleştiri, şüphe, inkar, hedefi, sadece kendisi olan; farklı, oynak, kısmî d o ğ ru la r la ifad ey e z o r la n a n y a ra tıcılık g ü cü n ü h ü r r iy e te kavuşturmuştur. Bunun için genel çözümlerden ve vizyonlardan asla bahsedilememiştir. Tabii ki kısmî, mevziî keşif ve çözümlerden bahsetmiyoruz. Fakat aklî gerçeklerin verdiği güven, teknolojik ve ilmi başardarlad a doğrulansa, yine de bu güven, yaratma gücünün şartlarından biri olarak ileri sürülen bir " iç g ü v e n s i z l ik " tarafından yıptatılmışlardır. Böylece yine o, her şeyi problem haline getiriyor ve çökertîci mevrozlar doğuruyor. Öyle k i.korku nç tehdit, dayanak noktasından yoksun tüm hür d üşünce üzerine ağırlığını koyuyor. Böylece bizatihi kendine, hürriyete, aksiyona, düşünceye isnat yalnızlık, evrensel bir iflasa gitme tehlikesi ile karşı karşıya bulunuyor... Gerçekten, daha yakınlarda dini diinya ile bugünün insanının zihni arasındaki bütün bağlar,kopmuş-gibi görünüyordu. Fakat bizim bu durumu­ muza rağmen, büyük problemler İsrarlı bir şekilde haykırmaktadır: - Ben kemim? - Hayat nereden geliyor- Nereye gidiyor? Hayatın bir anlamı yok mu?

10

- Ölüm gerçekten her şeyin sonu mudur? - Niçin bu endişe zihnin tamamen evrensel bir endişesidir? Bu sorulara K. Marx’Ia kaçam ak bir cevap verilmiştir: " S e n i n prob­ lem in bizzat, gerçek olm ayan b ir şeyden doğmuştur... İnsan, varlığım yine i n s a n a b o r ç l u d u r . . . " 9 der. K. Marx, Oysa hiçbir ciddi araştırma bu sorular­ dan kendini kurtaram az. O halde bu sorular boş şeyler değil, hayatî şeylerdir. Bu sorulara bizi götüren sadece akıl değildir. Bu sorular bizzat bizim derinliğimizde hiç ayrılm adan duruyorlar. Bir diğer kaçamak ce­ vap da " D i n ilk yaşların kork uy a bağlı p a n iğ in in b ir k alın tısıd ır" diyen Freud'le verilmiştir. Oysa bu soruların bizim için her panikten ayrı bir an­ lamı vardır. Çünkü ölümden bu dünyada şu veya bu tarzda ne kadar kendi­ mizi kurtarabileceğimizi, gelecek hayatım ızın bu dünyadaki hayat tar­ zımıza ne kadar bağlı kalacağını düşünmekten kendimizi alamıyoruz. İşte bu belli başlı soruların tem elind e yatan şey; bizzat yaşama aşkıdır. Bir takım g örü n m e y e n 10, mistik veya mistik olmayan tanıkların bize bir ışık getireceklerine inanılm asına rağmen, mistik tecrübenin ve ilmi bilginin esaslarının tenkidine ve vahyedîldiğine inanılan kitapların oldukça dikkat çekici alam etleri to pladıklarına inanılm asına rağmen, hâlâ biz bu sorulara aklen ve tecrübeye dayanarak hiç bir cevap veremi­ yoruz. Oysa bu sorular bizi imana götüren ve ruhumuzu besleyen ifadeler­ den sadece birini teşkil ediyor. Bîr komedi yazarı şöyle der: " A ş k }rok, an­ cak aşkın delilleri v a r d ır ."11 İşte bunun gibi din yok, sadece dinin delille­ ri vardır. O, ispatlanmaktan çok, hissedilir. Bunun içindir ki, bu akılüstü ihtiyacı tatmin için her çeşit şeye başvurulduğu görülüyor. Bu asırda peygamberler çoğalmıştır12. Acaba bu, kıyamet alametlerinden biri midir? Bu peygamberler bize vahy getirdik­ lerini iddia ediyorlar. Onlar genellikle basit, karanlık ve o kadar mecca­ nidirler ki, en azından gerekli olan aklî tenkit, onların çabucak ikna edi­ ciliğinden rahatsız olmaktadır. İşte bunun için en yüksek seviyede Fideisme (mutlak hakikati, iman ve vahyin üzerine oturtma cereyanı), zaafiyetlerini, atıhm larm ı, fantazilerini ortaya koyduğu aklî tenkide, sükût empoze ederek ve bin yıllık donelerini, kalbin tasvibine arzederek, ze­ kanın ne ispatlayabildiği ne de tecrübe edebildiği bir dini inanca ve d u y ­ guya teslimiyeti öneren bir vahiy fikriyle iktifa ediyor. Oysa mitolojiden uzaklaşma çabası, psikanalitik, sosyolojik, struk­ turellst metodlardan da istifa d e e d e r e k , din olayından, bütün müşahhas, hayali, y apm acık hikâyevî ve otoriter hayat modelini u za k laştırm ıştı. Ö yle ki m atem atikselleşm iş, iskeletlenm iş bir ilim için din, mücerret, inançsız bir şema; bilgisiz, objesiz dinsiz bir iman da, saf ve boş ruhî bir

(F-2)

11

h a r e k e ttir . İşte bu iki aşın ucun arasında, Papa VI. Pauî'un katotiklere bir ted* bir olarak tavsiye ettiği m o d e m teoloji içine yerleşmiş olan geleneksel dini yapı bulunmaktadır. P a p a n ın baş vurduğu bu modern teolojik yapı, Roma'ya has takbihler arasında çok belirsiz kalmış, fakat hiç bir şekilde gerilememiştir. M odernizm e adaptasyonun (aggiornamento) tezahürleri, doktrinsiz; sadece dini b ir istek olarak tanımlanmıştır. II. Vatikan Konsili'nin deklerasyonları, durum un analizini büyük ölçüde genişletmiş, fakat Konsil kararlarının ötesinde, bütü n dini araştırmaları, Papalığın sıkı kontrolünde tutmuş ve daima kilisenin elindeki öğretme yetkisini hatır­ latm ış tır. Bövlece en azından Katolikler için geleneksel dini yapı, tüm imanı yorumlan Roma papaz örgütlerinin felsefesi içine yerleştirmiştir. Bu d u ­ rumda işaret ettiğim iz manevi iletim yollarında, derin ifade ve zihni kırılmalar olmuştur. Bunu nla b era b e r din olayı çağdaş insan ım ızın d ik k atini yenid en çekmeye başlamıştır. D in olayı, sadece her k ilisenin müntesiplerini, d in­ ler ta rih çile rin i, s o s y o lo g la rı, k ü ltü r a n tr o p o lo ji u z m a n la rın ı d eğil, inançsız in sa n la rı b ile m e şg u l e tm e k te ; b asın , radyo, televizyon gibi b ü y ü k h a b e r b ü lte n le rin i, h a ft a lık dergileri, m agazinleri d o ld u rm a k ­ tadır. Şüphesiz b ahsed ilen sadece dinîn ciddi yönleri değildir. Ne var ki, ne kadar sathi görünürse görünsün dinî hayata verilen dikkat, basit bir ente lle k tü e î m e ra k ta n daha b a şk a b ir şeyi, b e lk i de ruhun e n d iş e sin i gösterebilecek olan zamanın bir alameti olarak görünüyor. Her şeyi agnostikoîarak beyan eden M alraux "A srın Efsanesi" dizisindeki "G e c e H a lk ı" adlı televizyon yayınınd a b e lk i A lla h problem ind en sıynhnd ığ ıru fakat ölüm sırrından, A şkın (transcendance) konusundaki sorulardan asla kurtulu n am ıy aca ğ ın ı h a tırla tm ış tır. İşte bunun içindir ki din olayı, çok sayıda ilmi, felsefî kitapların, bir çok romanların, denemelerin, şiirin merkezinde yer almaktadır. Hatta tam olarak lâik olduklarını söyleyenler ve isteyenler bile din konusunda bir karara varm ak zorunda kalmışlardır. Bu işe din lehindeki tutumu doğrulamaktan başka bir şey değildir. Öyle ki ölü veya ölmek üzere olan dinler bile, dikati harekete geçirm eye devam ediyorlar. Bunlardan her biri 1 Aralık !F 7 V d e Collège de France'de verilen açılış dersinde André Bareau'nun B u d iz m ’den bahsettiği şeyi tekrar edebi­ lirler: " V a k t i y l e b ir ço k ü lk e d e p a rla y a n canlı b ir ı ş ık , y ü z y ılla rın içinde, b a zen de y a k ın tarihlerde ö n e m in i k ay betm iş ve hatta onların b azıları yaşıyan canlı b ir din ola rak tamam en kaybolm uştur. Fakat bu

12

ülkelerin adeti, örfü, felsefesi, sanatı, ed ebiyatı, dili üzerindeki araştır­ m alar, bu dinin çok derin izler b ırak tığın ı ortaya koym uştur. Öyleyse A sya m illetlerinin doğu m ed en iyetlerin i, tarihini, hatta çağdaş tarihini anlam anın belli başlı yolu, Budizm ’i incelem ekten geçm ektedir/' Şurası bîr gerçektir ki, D i n i n etüdü, bizi kollektif ve kişisel faaliye­ tin merkezine götürmüştür. Lanetlenmiş şairlerin babası olan Baudelaire, " M o n coeur mis â n u " da "Y e r yüzünde dinler kadar enteresan hiç b ir şey y ok tu r" diye itirafta bulunur. îstasitsik lerin hatası, m ü n te sip lerin sınırı, dinlerin safiyeti ne olursa olsun, içinde yaşadığımız çağı, bir olayı hesaba katmadan anlıyamayız: Bu olay şudur: Bütün aksiyon ve düşünce sahasında geleneksel d eğerlerin çöküşü, dini pratikleri ve inançları da bir kenara b ırak ­ mamıştır. Ancak ne var ki, insan k a lb in in rasyonel ve irrasyonel kavşak noktasında yerleşmiş olan din, bütü n değerler allak b u lla k da olsa, yine de bir problem olmaya devam etm ektedir. Bu problem meçhulün (metafi­ zik endişenin) aşılmasından sonra inkar edilebilir. Fakat insan, hayatını düşünmeye devam ettiği sürece din problemi inkâr edilemez. Çünkü dinin söz konusu ettiği, bizzat insanın kendisidir. Çağlar boyunca ve bugün insan gidişatının ve şartlarının büyüklü­ ğünden ileri gelen kaygılar; ilmin esasları, aklımızın formüle ettiği kozmoz ve akıl ilişkilerimiz, ferdî hayatın başı ve sonu, bir takım manevi mesajların tarihi devamlılığı, bizzat varlık, Allah, hipotez veya realite konularındaki sınırlı bilgilerimizle daima şu sorularla karşı karşıyayız: - Niçin yaşıyan b ir varlığım? - Niçin öleceğim? - Varlığımın anlamı nedir? Bu sorulara verilecek sükut veya cevap ne olursa olsun, bunların an­ lamı din problemine dayanmaktadır. İşte bunun içindir ki, biyolojiden, fi­ zikten, matematikten, felsefeden daha çok kendine tabi kılma vasfıyla din, kâinattaki durumunu anlamaya çalışan insan tarafından bir kenara b ır a k ıia m a m ıştır. Gidilebildiği kadar gerilere doğru gitsek, yine bir takım dmi olay­ ların izlerini görebiliriz. Daha yakınlarda Francois Ja c o b , Clauöe LeviStrauss'la vapüan diaiogda insan cemiyetlerinden şöyle bahsediyorlardı: "H e r m illetin bir dili, b ir takım dini inançları, k u r u m la n vardır." Ancak her iki bilgin de bu elemanların doğuştan mı veya sonradan mı olduklarını kendi kendilerine soruyorlardı. Bivolojist için anlatım, beyinle ilgili bir temele sahip olabilir. Netice itibariyle o genetik bir nedenden doğabilir.

13

Sosyal kurumlara ve dini inançlara gelince, onlar, genetik bir yapı içinde de bulunm uş olsalar veya sadece kültürden de meydana gelseler onları mevcut ilmî şartlar içinde ortaya koymak mümkün değildir. Fakat yine de inançlar, anlatım, kurumlar, bir antropolog için, sonradan elde edilmiş şeylerd ir. F akat doğuştan olanla sonradan olan arasmdaki çelişki, sonradan edinilen evrensel b ir karakter arzettiğinde,' geçerliliğini kaybetm esidir. Oysa, François Jacob bu ikisin in birbiriyle tam am landığını, işbirliği yaptığını beyan eder. İrsî sistemin bir çeşit çerçeve sağladığını, daha son­ ra ise Öğrenmenin, kültürün, eğitimle alman her şeyin onu doldurduğu konu­ sunda çok sayıda Örneğe sahip olduğumuzu söyler. O halde şöyle düşünülebilir: Eğer din, insanın genetik program ının içinde yazılı değilse; onun d oğuştan gelen tem ayüllerinin, psişik pro­ gram ının, varlık projesinin içinde de bir tem eli bulunm az. O zam an din, psişik gelişm enin tabii bir tezahürü olarak görülecektir. D insizlik ise, kısm en tabiattan çıkmış olan b ir k ü ltü r şekline karşı verilen b ir savaşın m eyvesi olacaktır. Başka bir tabirle, İfade şekli ne olursa olsun din, in­ sanda tabii olacak , dinsizlik ise, hayatın belirli sonuçlarına reak siyon halinde olan bir hürriyet icraatının sonucu olacaktır. Fakat dinin topyekun yokluğu m üm kün müdür? O, bir olay m ıdır? Dinsizlik, dinin icraatına devam ettiği bir kılık değiştirm e değil midir? Jaques M o n od ’a göre dinlerin yaratıcı İtişi, o kadar tabii ve eskidir ki bunlar, kökenleri itibariyle François Jacob’un düşündüğü gibi genetik bir temayül seviyesine u laşabilm ek için kültür olayının b asit şartlarını aşacaktır. Monoö diyor ki, eğer inandığımız gibi yalnızlık duygusu ve gen­ el bir açıklama ihtiyacı doğuştansa ve çağların derinliklerinden gelen bu miras,sadece kültürel değil, fakat genetikse; o zaman sert, mücerret, gurur­ lu ahlâk b ilg isin in kaygıyı ¿ in d ire b ile c e ğ in i veva hayatı d o y u r a b i­ leceğini düşünebilir miyiz? Bilmiyorum. Bildiğim tek şey, ahlâk ilmi, in­ sanın ötelere g eçm e ve tra n sc e n d a n c e itiyacına hâlâ b ir aç ık la m a getirememiş, o lm a s ıd ır*4. Çoğu zaman felsefenin (La philo sophie) bir hududu geçiş olduğu söylenmiştir. İşte bu açıdan din de bir sınırı geçme olarak görünüyor. Fakat hangi sınırı? Bu sınırlı cevabı akıl, sadece kendi meselelerine verebilir. Çünkü din, sadece kendine soru sorabilen bir varlık için vardır. Din, akim ilk tezahüratından biridir. Fakat cehaletinin derinliklerinin farkına v a ­ ran, korkunun şaşkınlığına, m u hayyilenin efsanesine veya imanın g e ­ nelleştirilmesine kendini teslim eden bir aklın tezahürüdür. Onun harek e­ ti daima akıl Öteliğe doğru üstü n basacak, fakat o yine de sadece irras­ yonelle karşılaşacaktır. İşte b unun içindir ki dinî olayının içindeki böyle

14

olanla, sadece din olanı temyiz oldukça güçtür. Çünkü kutsal terimi, ile­ ride göreceğimiz gibi bir çok karışık elemanları içermektedir. İnsan kendini b ir problem olarak ele alabilir. Ancak iç bakışını ne kadar uzaklara yansıtırsa yansıtsın yine de o, sadece problemlerini derin­ leştirmiş olur. Ç ü n k ü ne b in lerce senelik b aşlangıç noktasına doğru yükselme, ne biogenetik, psikolojik refleksi tahliller, ne tarih, ne ilim, ne de felsefe bu problem i ortadan kaldırmıştır. Aslında burada söz konusu edilen problem , varlığın derinliğindedir. îşte bu ana mesele, kendi kay­ nağından çıkan m uayyen bir cevabı, hiç bir zaman bulamamıştır. Çünkü bu ana problem, duygunun, endişenin kaynağının ürünü değildir. Bu problem daha çok varlığın kaynağında vardır. O, metafizik seviyede kaldıkça, ne kadar acı olursa olsun, patolojik hiç bir şeye sahip olamaz. O, mevcut olan keskin bir duygudur. Öyleyse b ir duygu ki izah edilemez. Çünkü insan geçmişinden ve.geleceğinden daha çok bizzat bu gün problemdir. Antropo­ lojik keşifler ve farazi hipotezler ne olursa olsun bu problem daima bakire olarak kalmıştır. Belki de bu ilimler daha da ilerîiyecek, fakat bu prob­ lem, oldukça baş döndürücü bîr karanlıkta kalmaya devam edecektir. İşte bunun için insanlığını ifadeyi arayan kimse, imanın boyutu olan uçurumun kenarına kadar zaruri olarak ulaşır. O zaman o, ya zekasının arayışını boğmaya veya onu askıya almaya, yahutta hududu geçecek imanla veya cinnetle karşılaşmayı deneyebilir. Bunun için Saint Paul şöyle der: " K im s e kendi kendini aldatm asın. Eğer b ir kim se aramzda bu dünyada kendisini hikm e tli sayarsa, h ik m e tli olm ak için akılsız olsun. Çünkü bu d ünyanın hik m e ti, A llah 'ın y anınd a a k ı ls ı z l ı k t ı r . .. " 15 D urum böyle olmasına rağm en b iz bu imanı; kültürel bir veriye gö m ü lm ü ş , belli b ir ifade içind e a çık la n m ış , k a vram lara ayrılm ış, kültlerde orkestraianm ış, ilhahiyatçılar tarafından rasyonel sentezlere götürülm üş olarak bulacağız. İşte bunun için meçhule bir sıçrayış olan iman, İnsanî ölçülerle şekillenmiş, değişik kültü rlerde tecessümlenmiş, dinde formüle edilmiş, nihayet görülür ve elle tutulur hale gelmiştir. İşte bu düşüş ve hızdan kesiliş, hududu yeniden aşma olarak adlandırılabilir. Yine din, sadece bîr grubun kültürel şuuru görünümünde olmamak için, insan d inam izm inde l i b i d o n u n oynadığı role benzer bir rol oynayan imanın altında, sürekli olarak sebebi terk yolunu tutacaktır. Dinin bu dramatik durumu, bu sınırı aşma gücünü, tabii bir çaba olarak ve analık itinalarının aşırılıkları altında kabul edecektir. Buna göre kilise, çocuk doğuran ve onu parçalayan bir ana durum undadır. Aynı şekilde im an’ın da kendini ifade için dine ihtiyacı v ardır ve varlığının devamı için de ondan ayrılması lâzımdır. Yani hem itaat halinde, h e m de azat halinde olan mistik bir güç... Böylece iman, dini kalıplar içinde şekillenmiş ve tüm

15

yapıyı tahrip etm iştir... Din ise im anla beslenmiş ve im am aşırılık içinde insanileştirerek onu heder etmiştir. îmanın bulunduğu kalpte din, kendini, tam bir bütünlük içinde nihayetlenm iş, adetleri, fikirleri kuşatarak bir münasebetler bütünü olarak takdim eder. O rada dünya, insan, Allah tasarlanmış ve orada tezatlar bir uyum içinde çözümlenmiştir. Fakat bu bütünlük, tabiatıyla anlaşm azlığın da kaynağını teşkil edecektir. Çünkü orada hayatın ve Ölümün itişleri, vicdan hürriyeti, siste­ m in yapısındaki sertlik, aşkın çeşitliliği, m üessese birliği, karşı karşıya gelm iştir. îşte çağdaş huzursuzluğun nedenlerini araştırm ak, yerinde bir hareket olacaktır. Eğer bugün bu gerilim çok yoğun bir karakter alm ışsa; şüphesiz bu, eskisinden daha yoğun bir hayat şeklinin, dinleri aşm ış ol­ m asındandır. Yoksa bu, dinlerin ölüm ünün bir işareti değildir. Çünkü bugün, sarsıntı, isyan, k ızgınlık, h areketsizlik; ilgisizlik ve terkten daha geçerli olm aktadır. Dengenin geçici bozulmaları ile anlaşmazlığın mübalağası, modern değerlerin hesaba k atılm ay acağ ı değil; aksine b ütünleşeceği yeni bir d enge meydana getirebilir. Bunların şiddetli bir şekilde tasdiki, belki bütün dini reddetmekten daha çok bir dini sistemi üstlenmeyi ortaya koy­ ar. Fakat sadece imanı din lem ek ve yozlaşan dini sistemin h izm e tin e girm em ek şartıyla... Dini temayül, kendine Özgü yaratılışı olan b ir real­ ite üstü adına imanın varlığını inkâr etmektedir. Büyiece o, kendi içine kapanarak onu canlandıran nefesini söndürmeye yönelmektedir. Bu d uru m ­ da din, ancak bir içe doğuşla ve kendinin yetersizliğinin farkına varmakla v a r d ır.

AŞK ve DİN: E d e b iy a t tarihinin ne ka d ar gerilerine gidilirse gidilsin, yaralı aşkın şikayeti daima fark edilir. Her aşk ölümle veya, ihanetle b itm ek te­ dir. Onda zevki ulvileştiren tebcilden sonra, onu geçersiz hale getiren ke­ der geliyor. Yine de İnsan kalbi aşkı ebedileştirmeye yöneliyor ve ona bir sonsuzluk hayatı kazandırıyor. Yani ona bir " m u t l a k " karakteri vermek istiyor ve onu kutsallaştırıyor. Yaratıcının cöm ert lütfuyîa inanıyor ki sevdiği zam an gidişatını şekillendirecektir. Fakat hiç kim se aşkın d a ­ yanıksızlığını ve d oy m a k b ilm e z ihtiraslarını hesaba katm ıyor. O da ölüm gibi güçlüdür. Burada telkin edilen, aşkın da ölüm gibi acımasız olduğudur. Her ikisi de birbirine ayrılmazcasına bağlıdırlar. Fakat yine aşk, sel gibi hayatın bir kuvvetidir. Ö yle bir kuvvettir ki, geçtiği her yerde her şeyi kırıyor ve her seti ahp götürüyor. Fakat her şeyi tahribi

16

beklenirken; aksine sevinç ve bereket veriyor. Bunun için aşk ilahelerinin iki yanı vard ır: Biri şefkat, diğeri gazap . Onlar hem baştan çıkarırlar, hem de öldürürler. Onlar hem cennet'de hem de cehennem 'de saltanat sürerler. Bu hem tath h e m de acı kuvvet, yine insan varlığını, mutluluk veya bedbahtlığın, zevkin veya ümitsizliğin sınırına götürmektedir. Felsefe bu sınırlan kabul ederken, din bunları aşmak ister. Hiç kimsenin hem cinsle­ rinde bulamadığı bu m utlak aşkı, o böylece sonsuz şekilde başka, fakat yaratığın alabileceği imajda bir A llah’a transfer eder. O, aşkın ihsanına, sonsuzluğun, güvenin, ebediliğin im tiyazlarını dinle vermiştir. Böylece yaratık bu imtiyazlara sahip olmuş ve onları aşkına transfer etmiştir. Fa­ kat onları şartlandıran sadece Allah ile olan ilişki olmuştur. O halde söz konusu olan, bu ilişkiyi muhafaza etmektir. Böylece her bir kural, ayin, takdimeler, aşk cereyanım Allah'a doğru yöneltecektir. Bu şeklide ku­ rumlaşmış olan aşk, hedeften sapınca bu durumun zıddını meydana getirir. O zaman o, kurtarıcı bir hareketle bu kuruma karşı gelecek, onun kanun­ larım ihlâl edecek ve b öylece orijinal hızına yeniden kavuşacaktır. An­ cak ne varki o zaman da o, İnsanî şartlan seven kimselere sunduğu bütün acılarda ve hayal kırıklıklarında kendini gösterecektir. Böyle bir durum ­ da din tarafından takdim edilen güvenlik, sadece muayyen baskılar pa­ hasına vardır. Çünkü E ro s lft yücelmezse infilak eder. Bunun için o, aşkını tanrıda kökleştirir veya tanrıya ulaştırır. Bu, aşka, tanrının cömert fazi­ letlerini vermektir. Yine bu şüphesiz realiteden daha çok, idealde sevilen varlığı yüceltm ektir. Aslında bu ihtiyaç, sınama veya haksızlık içinde olan kimselere b ir yard ım a geliştir. N ih a y et bu,kendilîğind en veya başka bir şeklide meydana gelen ferahlama ile yaratıcı eseri devam et­ tirm ektir. E ğer din tarafından k u tsallaştırılan b ir takım kurallar ve taç­ lanmış kişisel sansürler bu dinamik aşırılığa baskı yaparsa; o zaman sujenin kendi kendini tahribi veya dinin tahrip edici ihtilali meydana gelir. Çünkü sadece transandant kabul edilen bir kuvvet, arzunun tabii kuvvetini bir denge içinde koruyabilir. Bilgi sahasında iman'm yaptığı gibi bir duygu sahasında da aşk, dinin son noktaya ulaştırdığı sürekli bir gerilim içinde kendini gösteriyor. Sosyal ve kişisel bir takım kaidelerle aşkın tahrip edici sonuçlarını ifade için din, onu çok dar bir çerçeve içine kapatmışsa, bu, dinin kendini aşkın düşmanı ve ezici olarak gösterdiğini ortaya kor. Pek tabii ki, neticede tabiat, dalları arasında m a b etlerin süslerini taşıyan Kamboçya orm an­ larının dev ağaçlan gibi olan kültürü kıracak, erotizm; kuralcılıktan in­ tikamını alacaktır. İşte bu arzunun olağanüstü kuvveti, insanı dinin kap­

ladığı sonsuzluğa doğru itecektir. îlkel Budizm'e göre insanın kurtuluşu, arzuyu tamamen öldürmekle veya b ir tek A llah'a tap a n m is tik le re göre A lla h ’ta fani olm akla mümkündür. Aşkın yeryüzünde gerçekleştirilmesi de ancak imajlarla, sem­ bollerle tanrısal birleşim e y ak ınlaşm a ile olmaktadır... İnsanın arzusu karşısmda, aşkın yükseltmek ve kutsallaştırmak istediği şeyi, hangi nok­ taya kadar ölçebiliriz? Din, aslında düzenleyici ve yükseltici fonksiyonu ile dayanıksızdır. Bilakis o, tanrılaştırmak istediği hayatın, tabii d in a­ mizmi ile karşı karşıya gelmişe benziyor. Belirli bir devirde, aşk, arzu, seks oldukça derin bir birlik içinde buluşarak sevk güçlerini artırıyorlar. Böylece bunlar, bazılarının g ö z ü n d e yaratıcı hüviyet için ihtilalci b ir savaş görünümü; diğer bazılarının gözünde ise yokluğa doğru çılgınca koşan bir görünüm olan bir şiddetle dini değerlerle karşı karşıya geliyorlar. Din hâlâ bu tartışmanın tam ortasında bulunuyor. Böylece din, ta n ım a k ve sevm ek gibi çift ihtiyacın içinde kök leşiy or. Yani en yüksek varlık sevi­ yesinde yaşam ak, cehaleti, yalnızlığı yenmek. Hakikatte insanı, daim a susuzlukta bırakan ve bir sınırsızlığın ihtiyacını ve rüyasını veya mutlakın şuurunu ve sezgisini uyandıran, istenenin, yaşananın, bilinenin tecrübesinin izafi sınırını aşmak gibi bir şeydir bu... îşte din, güvenlik ted­ birleri altında bu d uyguyu yok etmek pahasına bu ihtiyacı teskin ediyor ve besliyor. Böylece arzu ve akıl hudutlarım aşarak fışkırmış olan din, bu hudutîarm içinde tamemen tabii olarak geleceğe doğru yöneliyor. Böylece İnsanî ölçüler içinde dünyaya iyice yerleşen din, bütün ölçüyü aşan var olma nedenini kaybetmiş görünüyor. Aslında dünyanın gözlerinde iman, bir deliliktir. Sevmenin ölçüsü ise, ölçüsüzce sevmektir. Biz burada Paul Ricoeur’un bir sözünü nakledelim. O şöyle der: "A rtık iman, d e liller ve h ikm etler düzeyinde olan sabit b ir bilgi olarak değil; çalışkanlık ve üm it düzeyine ait olan d inam ik b ir araştırma olarak telâkki edilecektir..." İşte bu noktada dinî olarak vasfedilen her şeyin analizine, zaruri olarak geliniyor. Buna paralel olarak realitenin hiç bir görünüm ü en azından başka bir şeyde belli bir realite içinde ifade edilemez. Gerçekten şuna dikkat etmek lâzımdır: Zekâ, kelimenin lâfzıyla yetinmiyor, onun manâsını, istikametini araştırıyor. Çünkü başka yerlerden daha çok ke­ lime, burada sınırsızdır, b urada d osdoğrudur ve engelsizdir... Bunu söy­ lemek zorundayız. Çünkü gösterdiğimiz gibi din, anarşi ve toleranssızlık içinde tartışılıyor. Her uzm an onu anlatm aya çalışıyor. Biz de bu açıklama içinde kullanılan belli başlı terimlere vereceğimiz kısacık a n ­ lama rağmen, müşterek ifadeye bağlı kalacağız.

18

DİNİ OLUŞTURAN UNSURLAR: "D oğru olm ayan]a m uhakem e etm ek, yan lış tartm ak dem ektir der, bir gün Malraux. Fakat bir terimin doğruluğunu kim tesbit edecek. Din ko­ nusunda hemen hem en her yazarın özel m anâda teorik terimlere baş vur­ duğunu göstermiştir. Bu gün teslis (T rinité), Hz. İsa'nın dirilmesi (Resurection) ve Isa-M esih'in tanrılığı, sadece Katolik ifadede bile çok değişik tarzd a yoru m lanm ıştır. Bir terim in d oğru olarak tarif edildiği kabul edilse bile, onun doğru olarak anlaşılmış olacağını kim garanti edebilir? İşte bunun içindir ki, analizden analize, yorum dan yorum a, Hermeneutique (Kitabı Mukaddes'in anlamını iyice tesbit ilmi) amacının aksine tebliği (vahyi) tahrif etm iştir. Çünkü yoru m lard an herbiri, kişisel anlayış içine kapanm ış olarak hayalle uçm aktadır. Yine de din konusunda bir envanter yapılmıştır. O, her ne kadar ta­ m am lanm am ış da olsa; yine de en azından dinin yüzelii tarifini ihtiva et­ m ektedir. Bu tarifler, Salom on R e in a c h 'ın l? "D in yeteneklerim izin hür gelişm esine karşı koyan kurun tu lar bütün ü d ür" şeklindeki acı alayından, Allah'la m utlu birleşm eye götüren b ir yolun m istik anlayışına kadar var­ m ak tad ır. Biz ise burada dinin birleşik unsurlarının bir kaçıyla veya tam am iyle bütün dinler için geçerli olan bir fenomenolojik din tahlili ile iktifa etmek istiyoruz. ’ Aslında dinin etim olojisi üzerindeki görüşler farklıdır. Çİçeron din kelim esini, tekrar okum ak düşünm ek, tefekkür etm ek anlamına gelen Releger köküne bağlar. Lactance ise, insanla T anrı'yı birleştirm e anlamına gelen Religare köküne bağlam aktadır. Ç inliler, dini b ağın, doktrinel veçhesi üzerin d e İsrar ederler. (Ki buna göre Kiao - D oktrin - din 'd ir). H ind u lar, k âin atın kutsal düzeni (D harm a), A raplar tanrısal buyruk (din), Jerm en ler âdet ("e"), Yunanlılar ayinler ve kader, Rom alılar, aile ve hukuk, üzerinde İsrar ederek dine bir anlam verm işlerdir. Yeniden bağlam ak (R elier) fikrinden hareket ederek, dinin neyi bağladığını Marcel M auss, R oger C aillois’a s o ra r18. Ona göre dinlerin herbiri kendilerine göre m asallar uyduruyor. Kim i gökle yeri,kım i tabiatla tab iat üstü n ü; kim i de in san lar ve tanrıları veya insanları kendi ara­ larında m üşterek bir im anla içte b irleştirerek bağlam a işini icra ediyor. Buna göre dîn, aşağı yukarı ne olursa olsun birleştirm ektedir. Aslında en gerçek tarif, dini "R elig io n es stram ento erant" diye şerh eden Fes tus'ta görülmektedir. Buna göre dinler sam an çöpünden bağlardır. Öyle görünüyor ki hiç kimse bu küçük cümleye işaret etmemiştir. Fakat sa­ m an d an hangi bağlar? Evet bu bağlar köprülerin kalaslarının arasını sa­

19

bitleştirm ede kullanılan bağlardır. Bunun da en açık delili, R om a'daki din üstadı olan papanın köprüler kurucusu olarak "P o n tifex" İle isimlendi­ rilmiş olmasıdır. Fakat acaba bugün biri, yüce pontif olarak papadan bah­ settiği zam an aynı zam anda onu büyük köprücü olarak isimlendirdiğini bi­ liyor m u? Hakikaten köprü iki sahili d ar bir geçişle birleştiriyor. İşte din de aynı şek ild e iki dün yan ın sah ilini birleştirm iş oluyor* İki h ud u d u ayıran u çurum dan öyle ki daim a fırtınalı dalgalar üzerinde yap ılan bir yolculukla m ukayese edilen bir ölüm uçurum undan tek başına geçerek yok olm a teh lik e sin i göze alam ay an y o lcu lar için , din de, b ir taraftan diğerine bir geçiş yoludur. Eğer din, görünenle görünmeyen bir dünya arasında bir köprü ise; bun­ lar arasındaki m übadelede yüce köprücü tarafından düzenlenm iştir. Bu köprücü ki bu görünen dünyaya, görünm eyen vahiyleri, onun kurallarını, yasaklarını iletmiş; bu dünyanın eşyasının üzerine kutsal damgasını v u r­ muştur. Buna karşılık o, koyduğu kutsal düzene saygı gösterenlere ve böylece kuruluşlarını gerçekleştirenlere görünm eyen alem e geçişi temin et­ miştir. Bununla onlar, deniz yolculuğu borasından kat'î ölümden veya ebe­ di mahkûm iyetten kurtulmuşlardır. Bunun için papa, papazlıkla ilgili bütün bir bünyeyi temsil etm ekte­ dir. M uayyen bir grubun tanrı ile ve kutsalla ilişkisinden sorum lu ol­ m aksızın din olm az, papazlık hiyerarşisi olm asa bile, duayı tavsiye edenler, kültü idare edenler, âdetleri ve kutsal kitabı şerhedenier ve onu koruyanlar daim a var olm uşlardır, işte bundan dolayıdır ki atalardan büyücüye, B arahm aridan, Swami d en (üstad), büyük rahipten, kendisine hürm et edilen atadan, papaz adayına, rahibe, keşişe kadar her yerde; dinî ilişkilerden bir nevi sorumlu kişilere rastlanmaktadır. Papa basit bir aileden, yüzm ilyonlarca mensubu bulunan kiliseye kadar az veya çok yaygın sosyal bir gruba, kutsal fonksiyonu olan delegelerini tayin eder. O, dua form üllerine, ritüel düzeltm elere daim a göz kulak olur. Sevinç ve ölüm m erasim lerine başkanlık eder. M abedierin, m ihrapların takdim e yerlerinin himayesini sağlar. Kitapları inceler (...}, bayram günlerini tesbit eder... Ayrıca o, dini sahada papaz sınıfını, ayinleri, tapınm aya ait eşyaları ve gayri menkulleri, daim a kontrolünde tutm aktadır A 9 Yine din üzerinde yapılan tahlillerde, dinin zaruri olarak bir veya bir çok tan rılara imanı ihtiva edip etm ediği, daim a sorula gelm iştir. Boudelaire, devrinin dinine bakarak şöyle diyordu: eğer A llah m evcut ol­ m asaydı din yine kutsal ve m ukaddes olacaktı. Çünkü saltanat için var olm aya ih tiyacı o lm ayan yegâne vrarlık A lla h 'tır?0* Durkheim ise daha âlimane bir şekilde şöyle der: "A llah veya ruh fikrinin olm adığı veya hiç d eğilse, on un ikinci derecede rol oynadığı bir takım büyük d in ler de

20

vardır. İşte B u d iz m in , J a i n i z m İ n , B r a h m a n i z m i n b az ı şek ille ri böyle d i r ." 2 1 . N itek im D in le r T a rih i'n d e de A llah fikri üzerindeki açık düşünceler daha sonra ortaya çık a ca k tır22. Aslında André Bareau'nun gösterdiği gibi, B udizm in tarihi çok kom plekstir. İşte Durkheim bunu düşünememiştir, Allah inancı olmayan dinlerin varlığını bir an farzetsek bile; bundan ancak analizle ortaya konulan çok sayıda unsurların dini tavır içinde bulunmadıkları sonucunu çıkarabiliriz. Bugün böyle bir din fikri, en canlı şekilde Allah'tan ve onun aşkından bahsedenlerce kabul e d ilm e y e c e k tir . Ç ü n k ü on la r, A l l a h ’la v e y a M e sih -İsa ile, kilise aracılığı olmadan doğru dan doğruya ilişki kurmak istiyorlar. Din konusunda yapılan bir çok tahlillerin veya verilen tariflerin içinde, her b üyük dinin ana unsurlarının çoğunu bulabiliriz. Şöyle ki en az veya çok özellik kazanm ış bir kişi (vaiz, peygamber, ibadet yöneticisi, dua yaptıran kişi, v.s.), enteİlektüel bir şekilde düzenlenmiş dogmatik bir takım fo rm ü ller ve bazı sanatlarla stillenm iş mitleri ihtiva eden bir takım inançlar, tapınma, kurban, .ayinler, değişmez bir ahlâkın emirleri, Allah tarafından gönderild iğine inanılan veya atalar tarafından nak le­ dilen bir takım gelenekler veya kutsal yazılar; az veya çok mistik bir coşku ile oluşan bir iman ve as^, tamamen tabii, seçmeli ve tanrısal bir topluma ait olan bir duygu... İşte Budizm, bu muhtelif unsurları üç terimle özetlemiştir: Budha (A ydınlanm ış kurucu), Dharma (doktrin ve şeriat), Sangha (cemaat, D harm a, tapınma ve ayinler). Din, daha da sadeleşti­ rilerek şöyle ifade edilebilir: D in , i n s a n la yüce kud ret arasında yaşa­ nılmış, düşünülmüş b ir ilişkiler sistemidir." Burada taşıdıkları öneme göre sıralanmamış olan (çünkü böyle bir tas­ nif daima sübjektif kalacaktır) bu unsurlar her müminin, dinî hislerinde olduğu gibi; muhtelif dinlerde de gayri müsavi şekilde görünmektedir. Fa­ kat bir dînin ahengini, bütünleşme gücünü ve kişisel katılmanın kuvvet ve samimiyetini kat'i şekilde bu unsurlara göre değerlendirebileceğiz. İşte din olayı, her grupta ve her sujede değişebilen b u unsurlardan bir kom po­ zisyondur. Her salik onları, çok gayri müsavi bir tarzda, eşsiz ve kaba bir­ lik İçinde bütü nleştirir. Orada, artık bir kışımı gerilerde ve hatta yok olmuş durumda, diğerleri ise bir tek varlık olma derecesinde tebcil edilmiş olarak konulabilir. Ancak onlard an her biri ve bilhassa onların sentezi, sonsuz uçurumu atlamaya yani bilinen sahille bilinmeyen arasında, daima doymam ış bir arzunun sınırlı ve dünyaya ait hoşnutluğu ile, yüksek insani isteklerin tam doymuşluğu arasında bir köprü kurmaya yönelmiştir. Dinler üzerinde çalışan bir çok yazar, bu analizin belirli unsurlarına imtiyaz tanımak istemiştir. Onlardan bir kısmı için, en belirgin unsur, k u t­ sal unsurudur. Onlara göre, dünya, kutsa! olan ve kutsal olmayan olarak

21

ik iye ayrılm ıştır* K utsak m ünhasıran dinle ilgilidir. O halde D urkheim'e göre, din, k utsal şeylerle ilgili inanç ve pratiklerin b ir dayanış­ m a sıd ır. Yani ayrılm alar, yasaklar, İnançlar ve pratikler, herkesin ka­ tıldığı kilise diye adlandırılan b ir ahlâki cem aatta b irleşm iştir23. Yine Durkheim, din olayının kollektif yönü üzerinde de durarak, dini toplumla sınırlandırmaya kalkmıştır. Ona göre iki toplum vardır: K u tsal top lu m , kutsal olm ayan top lu m . Sosyal kategori bu iki sahayı da ihtiva etm ekte­ d ir. Ne var ki D urkheim 'in bu sosyolojik sınırlandırm ası, dini tarif et­ m ek için kutsala ağırlık veren diğer yazarlar tarafından reddedilm iştir. Özellikle B udizm tarihi, bir dini oluşturan m uhtelif elem anlar arasındaki etkileşimleri ve özellikle bir kurumda aydınlanm aya geçişi24 belirli bir açıklıkla izah etm ektedir. Bu aydınlanm aya geçişi bir kı­ sımları, bir gerilem e olarak telakki ederken; diğerleri bir bütünleşme ola­ rak telakki etm ektedir. Hakîm G u atam a, insanları acının etkisinden kur­ taracak yeni bir kurtuluş vizyon u nd a uyanm ıştı. Bu yeni vizyon , ne ilâhlaia dualar, ne takdim eler, ne doğm alar, ne de ayinler ihtiva ed iyor­ du. O, sadece aldatıcı boş bir hayatın bilincine varm ak ve onun sahte caz­ ibesinin teşhis ettiği bütün şekiller altında, bu hayatın tüm arzularını söndürmekten ibarettir, İşte bunun için Andre Bareau Coilege de France'deki m eşhur açılış dersinde bize şöyle demişti: Budizm erm işlerinin ve onların ilk saliklerinin oldukça basit h ayatları için hiç b ir şey, din kelim esi ile k asted ilen şeyi gösterm em ektedir. Yani ne m üm inin kendisiyle tanındığı Allah, ne sofuluk, tapınm a, dualar, takdim ler, kurbanlar, ne de ayinler dini m era­ sim ler... A rtık hiç b ir şey, esrarlı, gizli, ezoterik, kutsal, m istik d eğil­ dir... M üritler için Buda sadece bir insan, şüphesiz saygı duyulan bir va­ sıtadır. D iğer insan larla aynı tabiatlı olan o, ilâhların yard ım ın dan ve bu yardım ın elde edilm esini araştırm aya imkan verm eyen bir kurtuluş yolu keşfetm iştir25. Bunun için Buda erenlerinin ve onların zahitlerinin başlıca iki m eş­ galeleri v ard ır: Bİr yan dan takip edilen psikolojik ekzersizler veya Y oga'ya yakınlık (bunlar düşünceyi kurtarm aya, teskine, tem izlem eye m atuf zihinsel m erkezileşm e hareketleridir). Diğer yandan da doktrine olan, Öğretim, tartışm a, vaazlar, teşvikler, teselliler, lâiklere olduğu ka­ d ar genç zahitlere verilen İhsanlar... Fakat bu doktrinler ve pratikler Budistlerin ihtilaf halinde bulun­ duğu bir ortam d a kendini gösterm iştir. Onun için bu o rtam , onları değiştirmeyi başarmıştır. Halâ bugün olduğu gibi Buda'run zamanında da

22

büyük bir Hind çoğunluğu, zühdün ve m urakabenin insanda ki tabiat üstü güçleri geliştird iğine ve m ü n tesip lerin i itaatla ve takdim elerde uzlaş­ tırm anın önem li olduğu k o rk un ç yarı ilâh lar haline getirdiğine inanı­ y o rla rd ı. Diğer taraftan zahitlere dağıtılan sadakalar ve azizlere saygı, kötü hareketleri giderir ve yeniden bedenleşm eyi mümkün kılar. İşte bu H int düşüncesi, Buda'nm ölüm ünden sonra çok hızlı bir şekilde Buda kültünü ve Buda tarafından vaaz edilen kurtuluş yolunun din haline ge­ lişini sağlamıştır. Neticede azizlerin cesetleri korunm uş, onların m ezarlar üzerine türbeler inşa edilm iş, onların resim leri çizilmiş ve heykelleri yapılm ış böylece yeni tanrılar smıfı icad edilm iştir. Onlara ibadet edil­ miş, ayinler düzenlenm iştir. Bunun için yeni ahlâk kuralları tedvin edil­ miş ti r. N eticéde A llahsız b ir k u ru lu ş yolu o larak ortaya çıkan Budizm , gerçek b ir din olm uş ve Buda T an n laşm ıştır. Belirli bir kültür ortamında nazik olan bu saplantıyı, iskolastik düşü n ce, bu ortam dan ayrılm aya yönelmiş bir hareket olarak açıklam ıştır. André Bareau'nun kanaatine göre Buda dini, lâiklerin ve keşişlerin aksiyon ve reaksiyonları altın da; lâiklerin m anevî ve diğer ihtiyaçla­ rın a, ru h b an ların veya hiç d e ğ ilse araların d ak i daha hakim lerin B uda’dan onlara m iras kalmış olan doktrininin ruhuna ihanet etmemek endişesi ile zaruri bir uygulam anın tesiri altında doğmuş ve gelişmiştir. Ne var ki, kendi kurum sal ve kültürel cevheriyle tem ayüz etmek için, ye­ teri kadar güce sahip olam adığı gün, artık Budizm yaşam ayacaktır. Şüphesiz din konusunda yapılan bu analizin de mükemmel olduğu söylenemez. Çünkü bu tahlil, yahudilik ve ondan çıkan dinlerde, peygam ­ berliği, ruhbanlığı, ilâhî bağış ve kuralcılığı, ruh ve kurumu, aşk ve kanu­ nu, iman ve skolastiği, bayramın coşkunluğunu ve kültü birbirinin karşısına getirm ektedir.

DİNE ÜÇ ÇAĞDAŞ BAKIŞ Gerçekten dinin kompleks ve tartışm alı tabiatı, din olayını bilhas­ sa zayıf düşürm üştür. Dinin diğer unsurları hariç, sadece bu elemanlardan birine veya diğerine göre düşünüldüğünde din olayı, az veya çok inkarcı bir takım eleştirilere m aruz dem ektir. Şimdi bu en yaygın üç temayülün din hakkındaki tenkitlerini görelim ;

23

MARKSİZM VE DİN Kari M a r k s a göre din, aynı zam and a kendini iki farklı g örünü m altında takdim eder. Böylece din, bir takım insanların gerçek felâk et­ lerinin telâfi edilmesidir. B u anlam da o, b ir afyon gibi, insanları, d ü n ­ y ad aki sıkıntılara b o y u n e ğ direrek , en iyi b ir hayat, gelecek hayat, âhiret hayatı rüyası içinde u y u tm aktadır. Yine din, gerçek fe lâ k e te 26 karşı bir reaksiyondur. G üçlü lerin adaletsizliklerine karşı peygam berle­ rin düşmanlığı, zenginliklere ve ferisilere hitaben İsa’nın lanetleri, hristiyanlık adına prenslere karşı fakirlerin isyanları, rahip ve lâik b ir çok h ris tiy a n m ça ğ d a ş ih tila lle re iştira kle ri buna ş eh adet e tm e k te d ir. Böylece din, bir taraftan kurulmuş düzeni devam ettirme gücü, diğer taraf­ tan da onu tahrip unsuru olarak görülüyor. İşte dini, marksistlerin gözünde itibarlı k ılan b u ik in ci veçhedir. D in in birinci görünümü, savaşa olan h a ­ rareti söndürürken, ik in c i görünüm, adalet için verilen sosyal savaşta bir âlet görevi icra etm ektir. Adalet, marksist tarafından dünyanın en iyi or­ ganizasyonu olarak tasarlanmıştır. Fakat bu adalet, Tanrısal iradeye uy­ gun oian ve Kitab-ı Mukaddes'ten çıkmış olan dinlerin istediği gibi bir adalet değil... M ark sist açıd an Allah, insanın çabalarının m erkezini değiştiriyor. Daim a o çabalar daha İnsanî bir dünyaya yöneleceği yerde, Allah’ın buyrukları karşısında dağılıyor ve nötr hale geliyor. Böylece in­ sanı hemcinsinden uzaklaştırıyor. Yine din, politik,sosyal, ekonom ik hayatın bilimsel analizine engel olduğu İçin bir başka unvanın da dışında kalacaktır. Marks'ın ve Engeİs’in düşüncesi, doğan sosyalist teorilerin, ilk hrist i y a n 27 cemaatlerinden mülhem yeni-hristiyanlık mantosunu giydikleri bir devrede gelişmişti. Oysa ilmi sosyalizmin teorisyenleri bu temayülle, İsrarla mücadele etmiştir, onlara göre, modern fizik ilmi nasıl metafizik­ ten kurtularak teşekkül etmişse, böylece sosyal devrimler iimi de bir teo­ loji himayesinden uzaklaşarak gelişmelidir. Bunun için komünizm bir ilim olmayı isteyerek bir din olmayı reddedecektir. Yine bir kısım reformistle­ rin 1850ye doğru dediklerinin aksine, Marks ve Engels, Atheizm'den "y eni b ir d in" yapmayı reddediyorlardı. Çünkü onların atheizmi hertürlü teb­ cile ve tapınmaya karşıydı. Bunun için onlar, Allah'ın dininden sonra bir de insan dininin olmasını istemiyorlardı. Çünkü duygusuzluk ve dini düşünce, sosyal oluşum un üstündeki muhakem eyi bir yana bırakmada önemli bir etkendir. Bunun için Marks ve Engels bu sahada hiç bir yanlış anlamaya müsamaha göstermezler. Çağdaş kimya yeni bir simya değildir artık. Bugün o, tamamen yeni bir espri kazanmıştır. Boviece kom ünizm de sosyalizmin ilminden geçmektedir. Buna göre o, bir dinin yerine başka bir dini koymaz ve o, dini duyguyu dışarda bırakır.

24

Fakat itiraf etm ek gerekir kİ marksizm bu İlmî liyakate ancak ha­ raretli bir diyalektik savaşla ulaşabilecektir. Onun analizi, H enrİ Desroche’un "M ark sizm 'in b ireyci d in i" diye adlandırdığı şeyi göstermek­ ted ir. Köklerini dinlerin içine uzatan dinsizlik olayını aydınlatabilm ek için verilen bu misal, çok dikkatlice seçilmiştir. Aynı sosyoloji, bunları an­ lamak için bu karşıt olayları birleştirecektir. Yine böyle bir sosyoloji, antihristiyan m arksistiiğin sebeplerini daha iyi ortaya koym aya imkan verecektir. Antihristıyan marksistlik, kilise adamlarının ahlâkî yoksun­ luğunu mevcut iktidarla ve insanı sömüren ekonomik rejimlerle gizli itti­ faklarını, Allah ve ö lüm sü zlük mülahazası gibi bu konudaki yabancı müşahedeleri bir yana bırakarak sadece konusu ile ilgilenen bir sosyoloji kurma iradesi ile belirginleşmektedir. Marksist lâikleşme ve teoloji dünyası gibi iki zihinsel dünyanın kopuşu, tarihî bir d evam lılıktan ve genetik bir oluşum dan ayrılmaya dayanmaktadır. İşte m arksizm , biri geleneksel ve teolojik, diğeri ihti­ lâlci ve lâik olan iki diyalektik faraziyeden doğmuştur. Böylece mark­ sizm, ebedi ve geçici görüş noktası gibi üzerinde birbirine zıt iki görüş nok­ tasından hareket etmektedir. Yine o, beşeri ilimlerin ve devletin muhta­ riyetini üstlenmiştir. Marksistlerin gözünde devletten başka ağırlık mer­ kezi yoktur. Fakat bununla beraber devletin yeni bir kiliseye dönüşmemesi gerekir. Henrl Desroche, marksist düşünceyi dini düşünceden ayıran üçlü kopukluğa şöyle işaret eder: "G e ç m iş din lerle onlara bağlı sosyal rejim le­ rin kopukluğu; yine sosyal ilericilik maskesi altında k ılık değiştiren mev­ cut dinlerle, sosyal re jim lerin kop ukluğu, veya geleceğin dinleriyle devlet ateizminin veya ateist devletin k o p uk luğ u." Aslında insan zihnin in en ihtilalci unsurlarından biri olan hristiyanîık, bir din olarak henüz aşılamadı- Sadece diğer dinleri hor gördüğü gibi hristiyanlığı da hor gören ateist sosyalizm, hristiyanlığm yerini işgal ederek, hristivanlık kaybolm aya yüz tutmuştur. Böylece marksist ateizm, klişede müesseseleşen önceki ideolojilerin bir tamamlaması ola­ rak gözükecek ve onlardan, onların doğmasını sağlayan hareketlere ben­ zer hareketler içinde onlara karşı çevireceği orijinal ihtilalci bir mayayı muhafaza edecekti. Yine bu diyalektik, çağdaş ateizmin bazı veçhelerinin daha iyi de­ rinleşmesine yardım edecektir. O, her ne kadar devlet anlayışı içinde, din d uyg u su nu n veya kutsalın b ü tü n izlerini b ir yana bırakarak devleti lâikleştirmeyi hedef alıyorsa da, yine de dinin tezahürleri içindeki d ev­ letle İlgili olan şeyi, ortadan kaldıramayacaktır. Bunun için ateist mark­ sizm, ilk defa insanların dini hayatlarını idare etmeyi iddia eden kilise­

25

leri rencide edecektir. Yine ateist marksizm bu konudaki her ara bulucu fikri ve uygulamayı reddetmektedir. " H a l k ı n a fy o n u " formülü, sadece dini kuramlardan değil, teolojiden de kaynaklanan çok derin bir eleştiriyi izhar etm ek ten geri k alm ay an b ir savaş form ü lü nden başka bir şey değildir, işte sadece b unun için G. Le Bras, şöyle der: " M o d e r n çevrelerin ateizm i bizi, tüm sosyal kadroları ve ruh hayatını incelem eye zorluyor. Ç ü nk ü d in sizlik sosyolojisi, dinî sosyolojinin en hareketli b ö lü m lerin d e n b irini teşkil eder." Aslında marksist olduklarım söyleyen hristiyanlar, m arksizmle ve hristiyanlıkla ne kadar d erind en m u halefet halinde olduklarının fa r­ kında değillerdir. Onların bu duru mlarım ne marksist ne de hristiyan di­ yerek açıklam ak daha mantıki olacaktır. Daha önce açıkladığımız gibi din olayının bir kısım unsurları, en az dini tavırlar içinde bile amaç y önünden istikametini bulabilir... Meselâ, Mircea E lia d e 28, yahudiliğin ve hristiyanlığın temel eskatolojik m itle ­ rinden biri olan " k u r ta r ıc ılık ro lü n ü n " marksizmin içinde devam ettiğini açıklıyor. Buna göre komünizm, bu kurtarıcılığı onu sömüren cemiyetin kur­ banı ve gelecek cemiyetin kurtuluş vasıtası olan ezilene yani ploteryaya tevdi ediyor. Diğer taraftan Jaques M o n o d 29 Marks ve Engels'in diyalek­ tik meteryalizmi içindeki animist tasarıyı rahatça açıklıyor.

FREUD VE DÎN: Freud, en azından temel nokta üzerinde Marks'ın tutumuna benzer bir tutumu benimser. Fakat o, diğer sebeplerle de dinin, insan ıztırabına kat­ lanma ihtiyacından doğduğunu kabul eder. Bu ıztırap, kardeşlerin baba cinayetleri, yakın ile zina gibi ihlal edilen bir takım yasaklar için, derin bir suçluluk duygusu içine yerleşmiştir. Bu duygu, haksız veya tatmin edil­ memiş insan arzularından kaynaklanmaktadır. Onları meşrulaştırmanın yegâne yolu, onları yüksek bir düzeye çıkarmaktadır. İşte o da dindir. Din böylece, arzunun ve kuruntunun meyvesi olmuş oluyor. insan sıkıntısı, bunalıma kadar varan duygudan ve hayatın karşı karşıya bulunduğu tehlikelerden meydana gelmiştir. Yine tabiat k u v vet­ leri karşısında insan, bir çocuk kadar zayıftır. Bunun için o önce annesinin, sonra babasının daha sonra da Tanrı olan insanüstü bir varlığın him aye­ sine muhtaçtır. Freud'e göre T an n , daima çok ulvî bir liyakate sahip biri olarak tasarlanmıştır. Bunun için önda, kanun koyucu, hükmedici, her şeyi himaye edici sıfatlar vardır. "D in b ir k u ru n tu d u r ki, içgü d ü sel arzu larım ızı tatm in etm e

26

olayından gücünü alır." der Freud. Yine Freud, dini, çok m utlu bir zihin karışıklığı olan sanrı psikozu veya fikri sabitlikle m ukayese eder. Bu durum da din, evrensel?0 bir fikri sabitlik halini alırken; zihinsel fikri sabitlik, defigure olmuş Özel bir din durumundadır. Freud dini, en tehlikeli b ir hasım olarak ilmin karşısına çıkarır. O da Auguste Comte gibi, insanlığın yaşma uygun gelen şu üç anlayışı kabul eder: Anim ist anlayış (mitolojik) d ini anlayış, İlm î anlayış. Ona göre bu üç anlayış XX. yüzyılda olduğu gibi bir tek devirde mevcut olabilir. Yine zi­ hinsel ünitesi tam olarak var olm ayan bîr kişi de bu üç anlayış müştereken var olabilir. Realite prensibinin zevk prensibine üstünlüğü ile belirgin­ leşen ferdin olgunluğu aynı zamanda insanlığın gelişmesinin İlmî sahasını da gösterir. İnsanın en güçlü heyecanlarını kendi yararına tanzim eden din, mu­ cizeleri, doğmaları, toleranssızlığı ve kâinatta herkes için kaygılı ve kendine inananlara iyi bir sonuç sürdürmekle meşgul bir fikrin varlığına kadar her şeyi reddeden, ilmin karşısına konmuştur. Freud, bir düzenleyici ve yüce bir koruyucuyu ortadan kaldıran " k ö t ü l ü ğ ü n v a r lı ğ ı n ı " ileri sürmektedir. Çünkü ona göre bu yüce kudret, yüzbinlerce seneden beri, in­ sanları daha mutlu ve daha faziletli y apm aya muvaffak olamadı. Bunun için hayalden başka bir şey olm a y an dinin tesellileri, insan ruhunun çocuksu fikirlerinin ve arzularının bir kalıntısı olarak uyuşturucudan başka bir şey değildir. Dini fikirler, ta b ia tın ? 1 ezici himayesine karşı, insanı savunmaya yönelik bir kültürden meydana gelmiştir. Artık bu günün insanına, yetişkin bir insan olarak kendi şartlarının değişikliğini yüklenm ek düşüyor. Bu fikir, bir çok çağdaş ilâhiyatçı ta­ rafından Nietzscheistten daha çok Freudçu bir muhteva içinde "La mort de D ıe u " olarak ele alınacaktır. "İ ş te d in in terki, g ittikçe artan ka çınıl­ maz b ir gelişme ile meydana gelecektir, işte biz şim di evrimin tam bu saf­ hasında bulunuyoruz."?2 Bu fikirlerle hareket eden psikanalist, çocuksu müminle yetişkin bilgini karşı karsıya koyarak şöyle açıklamalara girer: Birincilere, dün­ yanız geçiyor, size sadece insanlığın geleceğinden, medeniyetten ümit­ sizlik kalıyor. Sonra ilmi esp riye sahip insanlara şöyle hitap ediyor: çocuksu arzularımızı bir yana bırakmaya hazırlanalım. Ümitlerimizden bazılarının hayaller olarak ortaya çıktığını iddia edebiliriz. İşte bunu için kâinata ve hayata karşı ilgiyi kaybetmiyeceğiz. Akıldan çok, yolunu şasjrmış bir libido için daha tatmin edici olan öbür dünya rüyaları içine insanı bırakan kuruntulardan kurtulmuş olan insan, yine de mutlulukla

(F .: 3)

27

karşı karşıya gelm iyecektir. Yani zor bir durum da bulunacak, her sıkın­ tısını, kâinatın bütünü içindeki küçüklüğünü itirafa zorlanacaktır. Artık o, yaratılışın merkezi değil, iyi niyetli bir Tanrının özenli şefkatlerinin ko­ nusudur. O, orada sıcak ve kendini iyi hissettiği baba evini terkeden bîr çocuk misali bulunacaktır. Fakat çocukluk devresi geride bırakılmadı mı? İnsan ebediyyen b ir çocuk olarak kalam az. N ihayet ona m uhalif bir dünyada m aceraya atılmak gerekecektir. İşte bunu realite3? am acıyla, eğitim olarak adlandırabiliriz. Bir kısım psikanaliz yorumcuları Freud'un din üzerindeki m ü şahe­ delerinin sadece psikolojik ve tedavi düzeyinde kaldığını, onların aşkın (Trenscendant) problemini bir kenara bıraktığını söylemiştir. Aslında me­ tinler, peşin yargısız ok u n a cak olursa S. F reud’un kişisel düşüncesi hakkında yapılan bu yorumlan kabul etmek zor olacaktır. Fakat bir metod olarak psika n alizin ?4, bazı genelleştirmeleri ve kurucusunun hipotez­ lerini ihmal ettiğini ve aşkın üzerinde bir açılmayı muhafaza ettiğini ko­ layca kabul edebiliriz. Freud, aşağıdak cümlelerini yazdığı zaman araştırma hudutlarının bilincindeydi: M uhtelif araştırma d alla n tarafından sağlanan sonuçların bir sentezi, dinlerin tekevvünü içinde tasvirini yapacağımız m eka n iz­ maya hangi nisbî önemi verm em iz gerekeceğini gösterebilecektir. Fakat böyle bir çalışma, psikanalizin sahip olduğu vasıtaları aştığı kadar onun takip ettiği hedefi de a ş a r ." ? 5

JACQUES MONOD VE DİN Nobel ödülü alan biyoloji bilgini Jacques M onod ’un " K a r a n l ı k l a r K r a l l ı ğ ı " ? 6 konusunda vardığı sonuçlarda çok sayıda farklı perspektif­ lere rağmen Freudçü analiz onda da esas olarak görülmektedir. Ona göre, in sanlık tarihinin b ilinen k a y n a k ların d a n beri, to plu m un kaderi ile karışan ferdin kaderi, sosyal zorlamalar, insan beyninden doğmuş olan ka­ tegorilerin genetik evrimine tesir etmiştir. İşte bu evrim, kahilevî kanun­ ların kabulünü kolaylaştırmış, fakat ona hakimiyet verecek onu tesis eden açıklam a ihtiyacını da yaratm ıştır. Dizler bu insanların torunlarıyız. Hiç şüphe yok kİ, açıklam a ihtiyacını, bizi hayatın anlamını ara ştır­ maya zorlayan sıkıntıyı onlardan miras aldık, insandaki iç daralgmlığı, bütü n m itlerin, d inlerin , felsefelerin ve hatta ilmin yaratıcısıdır. Bu açıklama ihtiyacı o kadar zorlayıcıdır ki (bu ifadede biyolojik term ino­ loji, psikanalitik terminolojinin yerine geçmiştir) genetik yasanın içine kaydedilmiş ve hâlâ da tekamül halindedir. İşte mitlerin, dinlerin icadı ve geniş felsefî sistemlerin kurulması, insanın saf bir otomatizmin önünde

28

eğilmeden sosyal bir hayvan olarak yaşaması için ödem eye mecbur olduğu değerli şeylerdir. Fakat sadece kültürel m iras, sosyal yapıları destekle­ mek için insana yeteri kadar güç verm eyecektir. Bunun içni mirasa, ruh ta­ rafından istenen bir gıdayı destek olarak verm ek gerekecektir. Şayet böyle olm asaydı, sosyal yapının tem elindeki din olayının evrenselliği, nasıl izah edilecekti? Diğer taraftan yine m illetlerin, dinlerin veya fel­ sefi ideolojilerin içindeki ""aynı esas form u n" bulunduğu nasıl izah edile­ cek tir? İşte Jacques Monod, grup kanunu kurmaya, imajiner kaynaklara göre onu inşa etm eye ve bövlece kollektif bir iltica güvenliği takdim ederek düşman b ir dünya içinde yaşama kavgasını teskine yönelen bu zati ya­ ratıkları " O n t o g e n i e s " olarak adlandırıyor. O, bu temel formun, tüm din­ lerde bulduğuna inanıyor. İlham sahibi bir peygamberin hayat hikaye­ sine dayanan biiytik dinlerde aynı şekildedir. Ç ünkü peygamber, dini temsil eder, onun için konuşur, insanların tarihlerinden ve adetlerinden bahseder. Meselâ tarihî yapısı yönünden en ilkel olan büyük dinlerden Y ahud i-H ristiy anlık (Ju d eo -C h n stian ism e ) Tanrısal bir peygam ber ta­ rafından zenginleştirilmeden önce bir bedevi jestine sahipti. Bunun aksine çok yüksek düzeyde farklılaşmış olan Budizm, orijinal şekli içinde sadece kişisel kaderi idare eden yüce kanun karm a'ya bağlıydı. Aslında Budizm, insanlardan çok, ruhların hikayesidir. Bu on ti nen ik açıklamalar, onların gözünde insanı, tabiatı, evreni sürekli birbirine etki vapan ve avnı kanunla idare edilen, aynı cani: varlıklar içinde karıştıran animizmden başka bir şey değildir. Bu teskin edici ittifakın karşısına b ugünün bilgini, gerçek hakikatın yegane kay­ nağı olarak " o b j e k t i f b ilg iy i" koruyor. Freud için de dinin karşısına konan ilimden beklenilen, ne mutluluktu ne de d uygusal rahatlıktı. Sadece olağanüstü başarı gücü ile hakikatti. Yine Upanişad'Iann aşağıdaki dü­ şüncesi il*» daha köklü bir ayrılığ ı tasavvur e d em iyeceğ iz: " T a b i a t büyüdür ve yüce R ab da büyücüdür. Bütü n dünya R a h b m parçalan olan şeylerle d o l u d u r ." ^ Jacques M onod ’ın açıkça itiraf ettiği gibi, objektif bilgi, dinin önemli yerini, yalnızlıktan donmuş bir dünyada endişeli bir araştırma ile doldu­ rabilir... N ihayet insan, tesadüfle kurtulduğu kâinatın hudutsuz ilgisiz­ liği içinde yapayalnız olduğunun farkına varır. Üstelik onun kaderi de, ödevi de hiç bir yerde yazılm am ıştır. B unu n için ona " K r a l l ı k l a k a ­ ranlıklar"' arasını seçmek düşüyor. Çünkü insanın özelliği, sadece haki­ kati araştırm ak sıkıntısını yüklenmektir. Bu durumda hakikati aramada zor tatmin olan ve İlmî keşiflerle etkilenmiş olan zihinleri îknada, başarı sağladığı halde, ruhların fethi­

29

ni başaramayan oldukça sert bir pozisyon karşısında hayret edilmiyecektir... Akıl üzerinde ruhun, salt ilmi objektiflik üzerinde ontogene kaygının intikamlarının bir belirtisi olarak bugün artmış görünen dini tezahürler, Atalar animizminin ilkel tezahürlerinden başka bir şey değildir. İnsan­ lığın olağanüstü gelişmesi yerine ilimle, önümüzde daima " b ir karan lık lar ç u k u ru " kazılıyor. Ç ağd aş to plum , hâlâ animist düzeyde olan ahlâkî değerler sisteminden vaz geçmeksizin ilmin sonuçlarından ve güçlerinden y ararlanmak istiyor. İşte çağdaş cemiyetin acılarının ve tezatlarının k ö­ kü, seçim cesaretine sahip olmamasındandır. Yani sorumluluklarını taşı­ ma ve tutarlılıkla yaşam a cesaretine sahip olamadığından k ay n a k la n ­ maktadır. M o d e m insanın kötülüğü, ahlâkî ve sosyal bir varlık olma kökenindeki yalandan kaynaklanır.

DİNLERİN ÇEŞİTLERİ: Din olayının oldukça kompleks yapısı, dinin, tenkitlere karşı o l­ dukça duyarlı olmasına neden olmuş ve dinlerin açık bir tasnifinin y a ­ pılmasına da engel teşkil etmiştir. Bununla beraber bir çok insan, dinlerin tasnifine teşebbüs etmiştir. Şüphesiz bu tasnifler, dinlerin ayırıcı karak­ terlerine bağlı kalınarak yapıldığı için, çok çeşitli olmuştur. Bu tasnifleri şöyle sıralayabiliriz: a) A kıl veya vicdan din leri: Bu dinler, kilisenin aracılığı olm adan ferdî iç hayatın gelişmesi üzerinde, merkezileşmiştir. Bu dinin en bariz örneği PÎETIZM (Pietisme)dir. Bu dinler, genellikle otorite dinlerine (Katolik kilisesi, devlet dinleri gibi oldukça teşkilatlanmış olan kutsal kuruluşlar) muhaliftirler. b) îlk e l D in ler: Yani büyü kalıntısı dinler. Anim izm gibi. Bu dinler de tekamül etmiş olan dinlere (yani iman île aklı uzlaştırm aya çalışan Budizm ve Hristıyanlık gibi dinlere) muhaliftirler. c) A ksiyon D in leri: Bu dinler kurtuluşu, hareketlerde ariyan dinler­ dir. Bu dînler de inayet dinlerin e (mistik feragâta ve ibadete öncelik tanıyan dinlere) muhaliftirler. d) K ita b î D înler: Kitab-ı Mukaddese ve Kur1aria sahip olan dînler­ dir. Bunlar da sözlü dinlere (animizm gibi) muhaliftirler. e) T a b ii D in le r: Bunlar da vahyedilmiş dinlere, çok eski ve tarihi dinlere (B udizm, Z erdüştlük, Yahudilik, Hristiyanlık, İslâm ) m u halif dinlerdir. f) Sacerdotales D in ler; Brahmanizm gibi. Bunlar da peygamberlere

30

ait dinlere m uhaliftirler. g) K urum sal D inler: Karizmatik dinlere muhalif dinlerdir. 1) K ozm ik D inler: Bu dinlere göre Allah, bilinen veya bilinmeyen bütün kâinatın sahibidir ve tüm evreni etkileyen kurtuluştur. Bu dinler de kozmik olm ayan dinlere (Bu dinlere göre d e Allah, başlangıçta dünyaya varlık ve hareket verm iş olm asına rağm en dünyaya müdahale etm em ek­ ted ir.) m uhaliftir. i) Kabile D inleri: Bu dinler de evrensel dinlere muhaliftirler. j) K u rtuluş D in leri: Bu dinler de sır dinlerine (ilk milâdi asırda m evcut olan M ithraizm gibi) muhaliftirler. k) K lasik H ristiyanlık ve seçilen h ristiyanlık. Burada bir kere daha itiraf edelim ki "M u k a y e se li D inler ilm i" hâlâ kendini bu başarısız girişim lerden kurtaram am ıştır. Bunun için de sınıflandırma denem eleri hiç bir zam an kesin değildir. Bu yapılan sınıf­ landırm a, sadece din olayının kompleksliğini ve aşırı çeşitliliğini ortaya koym ak tad ır. Özellikle d in le r38 arasındaki bu zıtlıkları, m utlak bîr zıtlık olarak görm em ek gerekecektir. Çünkü birbirine muhalif olarak kon­ m uş olan dinler, gayri m üsavi şekilde belirginleşmelerine ve farklı şe­ kilde oluşmalarına rağm en çok benzerliklere de sahip olabilmektedirler. O halde problem , ne kadar m üphem olursa olsun, bütün dinlerde m üşterek b ir esasın olup olm adığını ve ilkel denen dinlerin çok zengin şekilde bütünleşm iş olan pozitif dinlere nasıl tekâmül ettiğini bilmeyi ge­ rek tirm ek ted ir.

DİNLERİN TEKAMÜLÜ: Aslında tabii din bir tarafa, tabii bir dini öğretm e yetkisi de yok­ tur. Fakat en azından d uygularıyla, inançlarıyla, pratikleriyle tabii bir din duygusunun olduğu kabul edilebilir. Bu konuda bir profil çizmek için, dinler tarihinin zikzakları araşm a kadar çıkm ak burada biraz fazlaca yer alır. Ancak burada hemen belirtelim ki "tab ii din duygusu" en eski çağlarda okluğu gibi bugün de vardır, her zam an da var olacaktır. Şimdi, çağdaş spiritüel tecrübelerin içinde bu tabii din duygusunun köklerini m eydana çıkarm aya çalışalım : B urada A m erikalı k ozm on ot F a ste u r’un ay ile yer arasındaki duasının heyecan verici yankısını hatırlatabiliriz. Yine Rus kozmonotu Gagarin'in "G ökte A llah ’a rast gelm edim " şeklindeki beyanatı daha çok gülmeye neden olmuş ve hiç kimse onun teleskopunun arasında Allah'ı far-

31

ketmemiş olduğuna inanmamıştı. Ç ü n k ü dinin ve filo zofların Allah'ı,, h iç b ir meteorda değildir. Eskiden yıldızlarla donatılmış gök üzerinde yapılan yorumlar gibi şimdi de evrenin hudutsuz yorumları Lucrece dahil bütün şairlerde olduğu gibi m odern insanın daim a derin kaygısı, en ileri bilgilerin sınırlılığı; tanımanın, sevmenin, yaşamanın doymak bilmez susuzluğu, bazılarının in­ karla, diğer bazılarının da A llah’a 39 inanarak tatmin olduğu tam bir dinî sorun meydana getirmiştir. Aslında b u meseleleri, teorik olarak anlatmak, onların daima akla gelmelerine mani olmaktan daha kolaydır. İşte bunlar, bugünün din d uygu­ sunun geliştiği psişik bir ortam teşkii ederler. Bunun için sadece fırtına­ ların, boraların, buzulların, ormanların, yırtıcı hayvanların, depremlerin kutsal korkuları, kutsal duygusuna neden olmamışlar; yine öğrenmenin, malik olmanın, aşkın hududlarm ı kavrama ve bu hudutları aşma arzusu da kutsal duygusuna neden olmuştur. Çünkü materyalizm, pozitivizm, ate­ izm ve İlim c ilik de varlığın sırrını, d ok u nulm az olarak bırak m ışla rd ır. Ç ünkü sonsuz uzayların manzarası bizi Paskal'dan daha az korkutsa da b ir tek su d a m la sın ın varlığı hâlâ b ir sır olarak kalmaktadır. B elk i, onu analize, ölçm eye m u v a ffa k o labiliriz. Fakat onun varlığının esrarı, hâlâ bitmemiştir. D urum böyle olunca, bizzat insanın esran hakkında ne d ene­ cek? O halde bir smıfı bir diğer sınıfı sömürmek veya kaygıyı giderm ek için icad edilen din, " h a l k ı n a fy o n u " olmayı başarmıştır! Fakat bilakis bu belli başlı istifhamların varlığı ile doğan inanç, ruhun oksijenidir. Çünkü ruh akim hudutları içinde boğuluyor. O, kendini o hudutlarda, korsa giy­ dirilmiş olarak hissediyor. Aslında bu haliyle, ruh, akim yollarını, o n ­ ları tekzip etmeksizin aklın değil imanın atmosferi içinde sürdürmeyi ve takip etmeyi istiyor. İşte, az veya çok ihtiyatlı veya verimli, soğuk veva ateşli olabilen bu iman, inkardan yakarışa, histen duaya, zihinsel kanaattan ahlâkî davranışa ulaşabilir. Yine böyle bir iman, az veya çok fi­ kirleri ve kuralları zorlayıcı bir sistem meydana getirebilir. Bir vahyin dışında vicdandan başka hiç bir yetki, onun sınırlarını belirleyemez. işte bu din d o y g u su , pozitif dinlerin; doğmalarını, şeriatlarını, ayinlerini yerleştireceği tabiî bir platform görevi yapacaktır.

POZİTİF DİNLER: İnsan tarafından İcad edilmiş dinler tablosu, oldukça saçmalıklarla doludur. Bunun için muhtelif k ıta la r üzerinde keşfedilmiş olan mitolojik

32

hikâyeler, boş şeyler demek değildir. Çünkü bu komik şeylerin arkasında hangi ciddiyet; maskaralığın gerisinde, hangi d ram lar yatm ıyor? Sokrat öncesi filozoflar, Y unan ilahlarını hangi istihza ile tepetaklak getirm e­ diler?.. H om ere et H esiode, insanların yanında yüz karası ve utanç verici olan , hırsızlıkları, cin ayetleri, zin ayı, ih anetleri, ilâhlara isnat etm iş­ lerdir. Evet, eğer sığırların, atların, arslanların da elleri olsaydı, onlar da kendilerine benzer ilâhların resim lerini yapacaklardı. Yani atlar a t­ ların, sığırlar sığırların, arslanlar arslanların (Xenophane Frag ments II, 15). Bütün bu menfiliklere rağmen, bütü n bu mitolojiler yine de tertemiz olan hayatın dinî anlamına tanık olmaktan geri kalmamışlardır. İşte bu­ nun içindir ki pozitif dinler, mesajlarının içinde İnsanî şartların bilmece­ lerine cevaplar getirdiklerini iddia etmektedirler... Bu dinler, derun; din duygusuna, objektif olarak açıkladıkları uygun bir cevap getirdiklerini beyan ederler. Fakat bu d inlerin farklılığı, karşılıklı müsamahasızlığı ve bazan da kanlı savaşları, tezatları, anlaşm azlıkları veya ilgisizliği, takviye etmiş olmalarıdır. Yine de inanç, ahlâk, kült, hiyerarşi, cemaat şeklinde oluşan her dinin karakteristik çizgileri, en m ü kem m el şekilde bu dinlerde ortaya çıkmaktadır. Bu hiyerarşi, çoğu defa, sadece görevle ilgilidir, yargılama ile değil... Bütün katolik kilisesi üzerinde direkt egem en olan Papa’nin, yüce otoritesiyle, bu hiyerarşik organizasyon tipinin en mükem melini Katolik kilisesi temsil etmektedir. İşte bunun, içindir kı Ökümenik Konsüîerin {Les consiles oecuménique) bile, papa ile mutabık olmadıkça, kesin bir değer­ leri yoktur. Pozitif dinler, genellikle kendilerine bir Aiiah elçisi, bir hakim, bir peygamber, melek veya bizzat Allah tarafından ulaştırılmış olan bir vahve (Révélation) baş vurmuşlardır. Bu vahyin en eski yazmaları, bil­ ginler tarafından M . ö . 1500 ile 900 y ıilan arasında yazıldığı tarihiense bile, bu vahv, Hinduizmin Y e d a 'la n gibi çok eski kaynaklı da olabilir. Aynı şekilde eski ve yeni A H D ’in biitün kitapları, kesin ve kati şekilde t a r ih le n e b ilir ie r ...

TEKÂMÜLÜN ÜÇ SAFHASI: Belirsiz karakteriyle tabii din duygusu ve tamam en kilisede oluş­ m uş olan pozitif dinlerdeki bu iki aşırılık arasında, insanlık tarihinde dinin doğuşunu ortaya koyan yeterli işaretler var mıdır?

33

Dinlerin evrimi üzerindeki teoriler aynı şekilde çok farklıdırlar ve hiç biri olayların bütününü açıklama maktadır. Çünkü bu dini tekamül, bir tek millette olsun, tam olarak devam etmemiştir. Meselâ böyle bir kabile, yahudilerde olduğu gibi, politeizmin, monoteizmin ve bazan da muhalif inançların varlığına şahit olmuştur. Üstelik bu inançlar, çoğu zaman birbi­ rine karışmıştır ve bir tek dini tavır içinde, animizmden, manizmden, to­ temizmden, henotizmden, monoteizmden karışmış olan elemanları doğru Şekilde göstermek de oldukça zor gözükmektedir. Dini hayat bölünemez ve onu analiz eden bir takım kavramlarla sınırlandırılamaz. Ç ü n k ü d ini hayat, k ü ltü rel b ir to rtulaşm ad an ve k o m p le k s b ir p sişik d uru m d a n doğmuştur. Bu konuda tarih öncesi, etnoloji, psikoloji, felsefe, kültür sosyolojisi, kısaca tüm insan ilimleri, hâlâ bugün; teorilerin birbiriyle çarpıştığı ka­ palı bir sahadan başka bir şey değillerdir. Onlardan biri, bir an üstün ge­ liyor, bir diğeri derhal onun yerini alıyor. îşte bunun için burada onlara, sadece dini fenomenin her şekle giren kompleksliğini anlamaya yardım ettikleri ölçüde baş vuracağız. Dinin evrimini, özellikle b ir dinin evrimini, her cemiyetin temel diyalektik seyri içinde göstermek mümkündür. Böylece o, üç zamanı veya üç devreyi40 ihtiva eder: Açığa vurma (Extériorisation), m ü ş a h h a s la ş m a (Objektivation), içine kapanm a (intériorisation). Dinî veya din dışı bir cemiyetin evrim dereceleri bu üç safhaya göre d eğ e rlen dirilebilir: B irinci safha, yani açığa vurma, bizzat cemiyetin evrendeki aksin­ den ibarettir. Bizi kuşatan bütün varlıklara ödünç olarak verilmiş olan bütün insani faaliyetler, aslında animist bir tutum doğuruyor. Böylece aks olan varlık, bir tepki unsuru oluyor. ikinci safha, bu düşünceler insanın yaratılmasıyla objektifleşmiş ve b izzat istikrar kazanmışlardır. Sonra bunlar, insanın ve kâinatın y a ­ ratıcısı olmuşlardır. Neticede doğmalar, kurumlar oluşmuş, sağlamlaşmış, sanki bunlar insanlardan başkasından geliyormuş gibi kanunlarını empoze etmiştir. Nihayet insan, kendi düşüncesine yabancı olmuştur. Üçüncü safhada, yani cemiyetin içine kapanması safhasında, onun mitlerinin, inançlarının, kanunlarının, müeseseselerinin yaratıcısı keşfe­ dilmiş; onlara dışarda yabancı, yüce bir temel atfedeceği yerde vicd a­ nında olan bir esas kurmuştu r. Onları ya eleştirmiş veya onları aklı ile üstlenmiştir. Böylece o, maziden kurtulmuş, hale bağlı kalmış, istikbal­ den sorumlu olmuştur. İşte o zaman cemiyet tamamen laikleşmiş ve insanîleşmiştir. Fakat

34

unutm amak lâzımdır kİ bu zamanlar tamamen teoriktir. Yine kesindir ki onlar, b ir tek ve aynı cem iyetin tarihi içinde birbirinin üzerine oturtul­ muştur. O halde bunlar, pratikte sadece, bir cemiyetin tarihinin muayyen bir anında hakim olan şeyi değerlendirmeye yarayabilirler.

VAHİY PROBLEMİ: Böylece dinin kaynağındaki ilk vahiy teorisi, net olarak yukardaki birinci safha ile ilgilidir. İnsanlığın ilk çağlarında, hatta ilk insanda, sonra da nesilden nesile bozularak, gerileyerek ve nihayet bir kaç pey­ gamberin ateşinden canlanarak nakledilmiş bir ilk vahyin olduğu teorisi, mücerret bir teori olarak devam etmektedir. Bu teori temelini yaratılış ef­ sanesinden almaktadır. Buna göre ilk insan Adem, birdenbire, güzel, zeki, mükem mel, ölümsüz.olarak zuhur edecek ve nitecede bütün bu orijinal im­ tiyazları günah içinde kaybedecektir... Böyle b ir hipotez içinde ilk in­ sanın (Adem’in), gelip geçici bir sezgi görünümünde değil (onu ezeli bir m u ­ rakabe içinde tesbit etmiştir), direkt b ir vahyin içinde derin bir Allah bilgisine sahip olması kaçınılmazdı. Öyleki bir ses, ilk insana tanrısal sıfatları ve niyetleri, çitlenb iklerin m ırıth ların d a , m eyve b ahçesinin hışırtısında net olarak tasvir etmiştir. Fakat bu güzel rüya, tarih öncesine ait derslere mukavemet ede­ mez... Anthropologic (insanlığın başlangıcı ile ilgili bir ilim), çağımızdan 500.000 sene öteye kadar giderken ve ilk paleolitik devir (yontma taş devri) zamanımızdan 30.000 yıl öncesini gösterirken, bugüne kadar bu ta­ rihten önce (30.000 yıl önce) hiç bir dinî iz bulunmamıştır... Bir kısım ölülerin, yiyeceklerle, aşı boyası ile göm ülmesi, muhtelif şeylerin mezara konuşu öldükten sonra hayatın devam ettiği inancını gösterebilir. Yine bir takım kuruyup kîvrılrmss, görünüşte bağlanmış olan iskeletler ölüm olay­ larının korkunçluğunu göstereceklerdir... Onlara iyi ve kötü bir tesir atfedilmiştir. Bu Ölüler kültü, muhtemel yardım lar için yalvarma ayinlerine olduğu kadar, savunma ve tehditlere karşı korunma tedbirlerine de b en­ ziyordu... Ancak bu mezarların keşfi, hiçbir dinî fikri, hiçbir öbür dünya inancını, hiçbir İlâhî varlığı, iyi veya kötünün karşılığı olan bir adaleti açıklama imkanı verm em ektedir. Ö yleyse ilk vahyin izleri bu devirde neye bağlanabilir?

İLKEL DİN ve KARANLIK: Tarih öncesi devir uzmanı Fransız And re Leroi-Gourhan, yanlış ve sayısız genelleştirmelerin Önünde son derece temkinli olarak şöyle yazar:

35

H om o S a p i e n ’den önce, yani çağımızdan 30 veya 40 bin yıl Öncesini ince­ lemeye dayanan hemen hemen hiç b ir şey yoktur... O, daima sivri n o k ta­ lar üzerinde dönen nazik teorilerle alay ederek şöyle der: "E s e rle rin ara­ sında tarih öncesi insan, d inî şahsiyetini k âh zalim b ir büyücü veya ecdat kafalarım b irik tiren dindar b ir k oleksiyoncu , k âh şehvet düşkünü dansör veya u y an ık b ir filo zof olarak değiştirmektedir. Bu eserlerin yazarlarına göre, onun davranışı tarih Öncesi biyografileri arasında incelenm elidir..." Bu b üyük alim, m ezarla rd an ve va m ağaralardan çıkarılmış kafa ta s­ larını, çeneleri, fosilleri, spheroidleri, kadehçikleri incelemiş, netice ola­ rak, şöyle demiştir: P aleanthropren'lerin yörüngesi arkasında, eskiden geçen bir kaç şeyin, daha sonra da çok önem kazanacağını kabul etmek için bu kâfi gelecektir. Artık bir dinî davranışın taslağını yapmak için bunu n çok k ifa y e tsiz .o ld u ğ u n u da kabul etm ek gerekir. Böyiece kavranılan olağan üstülük, tabiat üstü anlayış lehine çok kuvvetli bir tahmin tesis etmiştir. Fakat bizim iki bin yıldan beri anladığımız istikamette d eğ il.41 Bilakis ilk taş devrinden itibaren Hom o Sapien'in doğrudan doğru­ ya atalarının yanında yani 30.000 yılına doğru bir takım şahadetler, ken­ dilerini daha iyi izhar ediyorlar... Roger Caillois’in ifadesine göre bu, "G ö z le m le r in , d ini heyecan la birleştiği b ir devredir." bu devre ait elde edilmiş olan şekil sembolizmi, bazı mücerret düşünceye geçişi gösteriyor, fakat hâlâ bu devre ait, büyü, totemizm, şamanİzm ile şişirilmiş olarak verilen açıklamalar en azından bir gozüpeklıktir... André Leroi-Gourhan, yontma taş devrinde b üy ün ün gerçekten oldu­ ğunu, fakat onu ne resimlerin ne de organizasyonların gösterdiğini ileri sürüyor. Çiftleştirilmiş ve yaralı bir takım hayvan resimlerinden, seks'le açıklanmış bir hayat ve ölüm fikrinin mevcut olduğu ileri sürülebilir... Aslında bu resim sanatı, üstelik samimi sırtara bağlı bir çok sembollerin gerisindeki şeye, maddi düzeni aşmış görünen bir çok kaygılara, tamamen dinî bir muhteva ile psişik faaliyete ihanet etmiş görünüyor. İşte b unu n içindir ki yontma taş devri dini, karanlıkta kalıyor. Etnoloji veya bugünün ilkel toplumlarmı inceliyen etnolojinin bu bölümü, acaba yüksek taş devrinin dini olaylarına verilen yorumları zen­ ginleştirebilecek mi? Geçm işi mevcutla anlamaya çalışmak, riskli b ir metoddur. Yine de onun neticelerini incelemeye çalışalım... öze llik le hayatın bilmecesini kabaca ortaya koyan ölüm etrafm da, ilkel dinin bir takım aydınlatıcı çizgilerini bilebiliyor muyuz? Kaşifler, Filipin ier’dekİ N egrites’ier ve A n dam enes’ler, Avusturalya'daki Tesm anienler ve Kurnailer, tchouktches'ler gibi bir kaç eski kabilenin yanında bir ölünün kafasını veya ait çenesini taşıma adedine işaret ederler... O ra­ da beden çürüdüğü zaman ölünün geri kalan kısmı mezardan çıkarılır. Ke­

36 Jı

ir

I

mikler denizde temizlenir. Kafatası ve alt çene kırmızı kille boyanır ve örülmüş b ir bağla tutturulur. D aha sonra böylece elde edilen parçalar, göğüs üzerinde veya sırtta taşınır. Genellikle ebeveynler, çocukların; kadınlar ise kocalarının kafatasını taşırlar42. Bu müşahedelerden çıkan nedir? Burada ölü ile canlı arasında bir bağın devamı arzusu görülüyor. Ölü kafataslarının muhafazası, genel ola­ rak doğrulanmıştır. Ancak bundan, bir dini kült anlamı çıkarabilirmiyiz? Bu âdetlerin, devam eden b ir müştereklikten, sürdürülen bir bağlantıdan, duygusal bir kültten, gerçek bir varlığın vekilliğinden başka anlamı var mıdır? Görülüyor ki bunlardan dinî bir anlam çıkarmak oldukça zor. Ancak bazı hallerde "k afata sı k ü ltü " kutsal bir görünüm kazanıyor. Kutub bölgelerine yakın bölgelerde Terre du Roi-GuİUaume’un eskimolarında veya Kanada'n ın m erkezind e Ren geyiği kurbanı, avda başarı dağıtan göğün sahibi yüce bir varlığa yönelmektedir. Onun ilikli kemiğini yemek yasaktır. Ağzının tadını bilenTıiç kimse taze R e n in beyninden ken­ dine iyi bir ziyafet çekemez. O halde gelecekte iyi bir av elde edilmek is­ teniyorsa, geyiklerin kafalarına ve iliklerine dokunulmadan suyun içine daidırıİmalıdır. Zira, hayvanlar anasının isteği b öy le d ir4?. Meselâ Karagasse'larda kurban olarak takdim edilen ayılardır. Sam oyedes }urak'Iarda, bir dağın tepesinde b oğ ulm u ş olan beyaz bir geyik, kabilenin yüce tanrısı N um 'a takdim edilmektedir. Ş a m a n , hayvanın boynuna kementi geçirdiğinde onu sol ayağından yakalar ve yüksek bir sesle şöyle der: "Nurn, biz geyiğim izi sana veriyoruz. Onu al." Nihayet et çiğ olarak venir. Daha sonra baş ve kemikler, vüksek bir tahtanın üzerine konmak­ tadır. İştirakçiler doğuya doğru eğilirler ve bir çok hareket yaparlar... Böylece M u m u n gökten indiğine ve kurbanları kabul ettiğine inanırlar... Bu misalleri burada çoğaltm akta yarar yoktur. Burada, üzerinde durulan, görünm ez olanla ilişkide olan bir inanç vardır. Bu itibarla bu inancı dini olarak vasıflandırabiiiriz. Bazı etnologların inandığı gibi, bu kült bir hayvan kültü olmasa bile; onların görünen tabiatlarını aşan bir takım vasıfları, hayvanlara isnat etm ektedir. Böylece, aklın ve hissin ötesine açılmak için, görünen’in sınırını geçiş icra edilmiştir. Öyleyse öte­ de olan bu varlık nedir? Bu bir Tanrı mıydı? Gizli bir kuvvet miydi? Y ok­ sa suların, ormanların, mağaraların sahibi miydi? Av nimetinin bir kıs­ mını ona takdim etmek, onun yüceliğini itiraf, ondan bir miktar yemek, aynı hayatta birleşmek ve bu Rab'le yakınlık, onun lutufiarını cezbetmek ve gelecek avı garantilemek anlamını İfade eder. Daim a şüpheli bir ga­ nimet arzusu, tesadüflerin risklerini azaltm aya, her şeyin kararsızlık ve ölüme m ahkum olduğu bir dünyanın dışında, cevherlerin bir düzenle­ yicisini aramaya teşvik eder. İşte bunun için ilkel insan, tesadüfü bilmez

37

M» iı bir gücün iradesine tevdi eder. " » M , * . '

.

1dR DİN SAPKINLIĞIDIR;

. ’I '■ , * =sı , 1 tok sapık bir şekilde, insanla olan bu yön değiştirm e ve ' ^’i s ( 1! yüksek güçlerden yararlanm a, kendini, bu temel kültür -d ş;| İ! Matlarda göstermiştir. Bunun da en canlı misalini dinî bir

is

I: i ■ . ij.

M ı ' ! u ,ir'd e görü yoru z. K ayalara yapılm ış resim ler, sıçrayan, ıL ( 1 etm iş av hayvanlarını tasvir eden kilden yapılmış heyij j ( 1 1 bir takım büyülerdir. Onlarla sanatkâr, onun tasvir i f. ( 'F altına koymayı düşünmüştür.

(

.

^ s. (

j

i

ki. "' ’ m |j ): ı

1 de bile bir çok şeylerde bir şahsa ait resm e, ism e, eşyaya 1‘kılmaktadır, işte bu, o şahsı büyülem e gücüne sahip olma ‘ her.

‘ emin iradesi, özellikleri, çizilmiş olan hayvana empoze -M ,i}ı ^ ' ‘ "'hne, bizzat realite olarak tahakkuk edecektir. Bir hay*1: ( M İ! * L | '' ,j ı ii j m. j

* ' ‘Muş olarak düşünme, avdaki başarıya bir giriştir. Buzul ' l|tMize kadar, Afrika'da, Asya'da, Avustralya'da bu sihirsel >İ !ikın d evam etmiştir. Bu resimler, sadece avın yakalan^ n a z l a r , çiftleştirilm iş h a k a n l a r ı ve hamile dişileri de 1 zaman bunlar, verimsizleşmîş avın yuvalarını, yeniden l; iradeyi ifade ederler. Aslında bunlar avı, bereketlendir-

; , * ' ‘ ‘’m,. h u 'asimlerdir. Yine bu resimler, bütün varlıkları elinde tu• '1 t , . : 1 , 11 kudrete olan inancı da ifade ederler. Ve o kudrete iştiI, i : ‘ ■ .. ■' ‘ müsaade eder. Bu hpkı insanın uzaktan idare ettiği yay' ! > ı, ' !;t>nzer. Maskelere bürünme, kült dansları, muhtelif müzik M*, i i : . ‘ I i ahenkli ritmler, her çeşit hayalet oyunları, savaş, av i i ¡, !ti V elde etm ek ve düşm an tehditlerini önlemek amacıyla jj ‘ lire daha çok iştirake yönelmişlerdir. Böylece resmin ' [ !. ? Mi tün iç ve dış tesirlerin, benliğin ve kâinatın kavşak noki ! abulucunun gücünde kökleşmeyecek mi? s- 1 ! ! ! i katı belirtmek gerekirse Transcendante enerjiye imanın ^ 1 idarin vardığı sonuçlar, hipotez, folklor, mit seviyesini !| t 1iTır. Ancak bunların mantıki sonuçları belki tahlil edile.

! 1ı

herinin de yaptığı budur.) Fakat hiç bir şey onların, il' !(on açıklığı île aynı düzeyde olduğunu ispat edemez. Aşk

j :ı i! sn

si*nlilik ilaheleri olan Willendorf'un ve Lespugue'un Ve: ‘urlarını korudular. Ağır uykunun derinliğinde, karların

1!

;

1 j:

" 'd a iîk rüya ortaya çıktı. Sadece eller, gecelerden kaf 11■* muhafaza ed iy or.44

DÎNÎN GELECEĞÎ istikbal hakkında kehanette b u lu n m a k her n e kadar tehlikeli ve gülünç ise de; bugünün görünen grafiklerinden hareketle, bir takım tahminlerde bulunmaya çalışmak, gayri makul bir şey değildir. Bu nedenle hem en belirtelim ki dinlerin yakında nihayete ereceği ilânını ve Isa’nın ölüm ü ilânını Avrupa'd a duym ayan kalmadı. Kilisenin öldüğü, dinî müesseseierin öleceği hep söylendi. Ancak ne var ki bu sözleri haykırm ak, sadece leş kurtlarının çalışm alarını hızlandırm aya hizmet edecektir. Bu kazaî ölümlerin devamı tam am en mantıkî görünüyor. Çünkü Allah mevcut değilse, Allah düşüncede ve aksiyonda varlığını kaybetmiş de sadece kollektif şuu rsuzluktan çık m ış bir ''B e n " haline gelmişse; Allah'a imanı isteyen, ahlâk ve kültü A lla h’a göre düzenliyen dinlerin de varlık nedenleri kalmamış demektir. Böyle bir durumda Allah, D e u s ex M ach in a değildir artık. Yani insanı sıkıntısından kurtarmaya yönelen b ir şahsiyet değildir... Yine rahip Bonhoeffer "A ll a h s ız , hay attan k ur­ tulm aya ulaşan in san lar g ibi y a ş a m a lıy ız " diyordu, işte bu olgunluğun doğal sonucuydu... Bazılarının ise gözlerinde dinlerin sonu, İlmî iddiadan ve objektif bilginin yeterliliğinden kaynaklanıyordu. Çünkü dini inançlar, tahlilden ve kontroldan uzaktırlar. Analizden kaçan dini inançların muhtevası, an­ cak ruh, muhayyile, insan hissiyatları tarihine bağlı olarak ortaya çık­ maktadır. Bize düşen şey ise, ahlâkı bu objektif bilgiye dayandırmak, metafizik ve dini iddialarımızı bu bilgi boyutlarında sınırlandırmaktır, insan akima lâyık olan da sadece budur.

DÎNÎ PROBLEMİN ÖNEMİ Gelecek otuz yı! içinde dinler hâlâ devam edebilecek mi? Bu soru bizzat din üzerinde düşünmeye davet etmiyorsa, böyle bir soru doğal olabi­ lir. İnsan nüfusunun artan yoğu n lu ğ u , haberleşm elerd e Audio-Visuel vasıtaların yaygınlaşması, şehirleşme ve sanayileşmenin neden olduğu si­ nirsel gerginlik, şüphesiz ki insanların fizikî faaliyetlerindeki gerginliği artıracaktır. Çağdaş medeniyet sonucu maruz kalınan tehlikelerin kap­ samı karşısında (su, hava, yer, ateş gibi temel unsurların maruz kaldığı kirlenmeyi düşünelim) insan, bilhassa hayatın anlamı konusunda en derin ve en müşahhas problemleri ortaya k oym aya sev kedi Imiştir. Bunun için A n d ré M alraux " G e l e c e k y ü z y ı l ı n m e t a f i z i k ve m i s t ik o l a c a ğ ı n ı " söylemiştir. Yine bu konuda aynı m üellifin şu satırları zikre değer:

39

"İn s a n lığ ın maruz kaldığı en korkunç tehditler karşısında gelecek asırlar, tanrılarla y enid en b ü tü n le ş ec e k tir."45 Antik dinlerd en46 biri olarak kabul ettiğimiz Hri s ti yanlığın m evcut şekilden oldukça farklı bir din şekli de olsa, yüzyılın sonunun en önemli problemi, din problem i olacaktır. Böylece o zaman da bir takım dinler var olacaktır. Amma bir takım sorulara bir takım ümitlere veya aynı imana iştirak eden insanlar, daima vicdanlarının hürriyetini savunmak için bir araya gelme temayülüne sa­ hip olacaklardır. Hiç bir dinin insanlardan uzak yaşıyamadığı doğrudur, fakat bu geleceğin dindar cemiyetleri, sert eleştirive hürriyet m ü navebe­ lerinden sonra b izz at m üm inlerin samimi yaşayışı ve birlikleri içinde denge noktasını bulacaklardır, böylece kutsal ruhun cazibesi, Allah'ın kullarının hürriyeti, aşk kanunu (bu güçlere ortodokslar katoliklerden daha çok bağlıdırlar), dogmatik ahlâki kilise yasalarının yerine geçme temayülünü gösterecektir. Böylece dinler, tutarlılıklarını, hiyerarşik bir sistemden daha çok; amel ve ibadet sahasında kendiliğinden aydınlık saçacak samimi, yoğun bir uygulamadan alacaklardır. İşte o zaman çok değişik bir takım dini kabul strüktürleri meydana gelerek, büyük bir tole­ ransla ay inlerde, kültlerde, ahlâk ve benzeri inançlarda bir pluralizm doğacaktır. İşte "B a b a m ın evinde çok m esk enler v ardır."4 7 sözü,bunun için söylenmiştir.

DİNÎ HAYATÎN DEVAMI: Tarihin d ev am eden hızı, büyük nüfus kesafeti sonucu, vicdan h a ­ yatının yoğunlaşm ası, enteiiektüel ve dini mayalaşma içindeki durakla­ ma, biraz zor tahmin edilebilir. (Pektabii ki bu, vicdanî uyanışın daha kişisel nedenleri olmadığı anlamına gelmez) Müminin huzuru dogmatik ve kurumsal istikrara bağlı kalındığı ölçüde bulandırılır. O böylece, kanu n­ ların, kavramların, kuralların alışkınlıkların gücünden daha az d a y a ­ nıksız bir takım güçlere dayanmak zorunda kalır. Böylece de o, orijinlere tekrar döner. Oradan yeni bir dinamizm gücü alır. Kierkegaard hakkında yazılm ış olan mükemmel bir makalesinde Charles Blancher, imana olan bu trajik dönüşün gerginliğini şöyie tasvir eder: " M o d e m k ültü rün b ask ısı altında m ü m inler, ruh hayatını anestezi e den d ogm atik u y k u d an aniden uyan m ışlard ır." Bir çoklan çocuksu bir zihniyetin son isteği olan coşkulu bir harekete sığınmışlardır. (Piskopos­ lara veya kiliseye karşı verilen gerilla savaşı) Diğer bazıları da ne pa­ hasına olursa olsun, katolisizmin, enteiiektüel sisteminin dayandığı z i­ hinsel zem inin çatırdılarım d u y m a m ay a çalışarak, dog m atik uykuyu

40

devam ettirmek istiyorlar. Şüphesiz Kierkegaard sonuç olarak bize şunu söyleyecekti: İsa'nın yaşadığı diyalektik çekişme içinde, dürüstlükle, na­ muslulukla hristiyan paradoxe'nun muhtevasında hile yapmadan sorun­ larınızın sonuna kadar gitm eye cüret ederek Isa ile olan ilişkimizi araş­ tırmak gerekir, işte bu sertlik, iç sukunun kaynağı olacaktır. Artık, asla m ümin, geçmiş asırların m uzafferane alam etine sahip olamıyacaktır. O ilkel dogm atizm in aptalca iddiası ve baskıları karşısında, hakikata sa­ hip olma gururunu kesin olarak kaybetm iştir. Bunun için bizi her gün hırpalayan m üphemliğin, tanrısal babalığın , varlık ve yokluğu hayalin, ve izahın sesleri ile mümin, bugün geçmişten daha çok kafası meşgul va ­ z iy etted ir. Bugün bizim tabiat görüşüm üz,eskisin den daha müphemdir. Yani Jacques Monod ve Teilhard de Chardin'in görüşü açısından, tesadüf ve za­ ruretin klinik macerası ve gitgide incelikle organize edilen varlıkların çıkışının manasını ve m anasızlığını oku m ak, avnı şekilde bize makul görünüyor. Çünkü bize, bu uyu m su z seslerle imanı yaşamak diişüvor. Kierkegard ve Dostoïevski bize, imana olan bu trajik dönüşün büyük sima­ ları olarak görülüyor. Yine onlar bize, temayülü her şeyi anlamak ve haz­ metmek olan aklın merkezîne doğru yönelen bu gerilim olmaksızın, imanı yaşamanın mümkün olmadığını Öğretmişlerdir4Y

DİNİN EVRENSEL ve KİŞİSEL GELECEĞİ İçinde yaşadığımız asrın sonunda, yaşıyan dinlerin veçhesini şimdi­ den çizmeye çalışmak biraz kehanette bulunmak olacaktır. Ancak o zaman bütün dinlerin laikleşmiş ve teknikleşmiş bir dünyada var olacaklarını düşünerek, onların bir çok benzer karakterli sosyal durum içinde var­ lıklarını devam ettirecekleri düşünülebilir. Dünyadaki sosyal ve ekonom ik gelişmenin şansı ne olursa olsun, üretimin ve mübadelenin benzer hedeflerinin geniş çapta benzer hale ye­ tirdiği ideolojik, organizatör, teknolojik bir modele göre dinin vtvnesi gerçekleşecektir. Sonsuz şekilde artış gösteren üretinvtükeîim cemi\ etine karşı anti-sosyaî reaksiyonlar, henüz büyük rakamları etkilemiyor. Çünkü tüm özgürlükler, tüm rejimler ve onların bir aile havasını belirten yüzlerinin çizgileri altında, şehir ve endüstri karmaşıklığı aynı kanunla­ ra tab id irle r. Se sten hızlı v a s ıta la r, ülk e le r ara sınd a k i farkların azaltılm asına yardımcı olacaklardır. Şüphesiz din, muhtelif şekiller altında, bu değişikliklere ilgisiz ve yabancı kalmayacaktır. D in , tam am en m u h afa za k ar k a lm a k isterse, o, b öyle bir ce miyetten uzaklaşacak ve ölüme m ahkû m olacaktır. Eğer din,

41

aktüel evrim le birlikte olm ak isterse,, o zam an da din erim e tehlikesiyle karşı karşıya gelecektir. A caba din, bu riskli durum dan kendini kurtara­ bilecek mi? Aslında dinlerin istikameti evrenseüeşm ektir. Görüldüğü veçhile, ta başlangıçtan beri katolik (evrensel) karakteri görülen Hıristiyanlığın dışında İslâm'ın, Budizm'in bütü n kıtalara yayıldığım görüyoruz. Bu du.rum, dinlerin bir bölgeye, bir millete, hatta bir kültüre bağlı k alm ay a­ cağını göstermektedir. Bunun için din öylesine bir görünüm alacak ki, ken­ dini muhtelif dinlerd e, farklı hassasiyetlerde, değişik sem bollerde ve belki de farklı m an tık la rd a ifade e d eb ilecek ve nak led e b ile ce k tir. A slında e v re n s elleş m e ile farklılık b ir tezat teşkil edebilir. Fakat, varlığın muhtelif safhalarını hesap etm ek gerekir. Eğer dinler, tarihi kaynaklarına borçlu oldukları özel kültür çizgilerinden ayrılmışlarsa, bu; sızmaya çalıştıkları veya Özel kültür çevrelerine mesajlarının esasını sok­ maya daha m üsait olduğu için b öyle olmuştur. Böylece dinler e v re n ­ selleşerek, bazı sosyal düzenlemelerden ayrılarak ve cemiyetin bir takım farklı tiplerini canlandırarak gelişiyorlar. Gerçekten de, sosyo-kültürel çevreler, modern medeniyetin neticesinde lâkileşecekler, gelişmelerine en ­ gel olan ve vaktiyle köklerini uzattıkları mesajlardan daha az özel olan yeni ve farklı bir takım mesajlar, kabule daha yatkın hale geleceklerdir. Diğer yandan bu evrensel dinler, müesseseieştiği ölçüde daha da hürriyetçi hale geleceklerdir. Böylece bölgesel karakterli cem iyetlere doğru zaten başlamış olan temayüle onlar da katılacaklardır. G enişle­ tilmiş Avrupa cemaatleri gibi büyük politik-ekonomik topluluklar bölge­ sel bağımsızlığın gereğine en dikkatli olanlardır. Şüphesiz ulusal, çok ulusal veya enternasyonal bir kadro içinde yer alabilen ve devletlerin h u ­ dutlarını birbirine yakiaştırabiien bölgeler, nisbi de olsa kültürel, ek ono­ mik, politik bağım sızlıktan yararlanacaklardır. Bunu ise sadece mabed organizasyonları sağlayacaktır. Çünkü mesajın evrenselliği, merkezi ikti­ dar birliğini gerektirm ez. Özellikle katolik kilisesi bu tekamüîcü y a ­ pıyla temayüz etmiştir. Çünkü o, II. Vatikan Konsilinden (1962-1965) beri, piskoposlar sistemini yavaş yavaş yerleştirmekle evrensel, millî, hatta bölgesel veya kıtalararası piskopos kurulları ile, dünya piskoposlar k u ru ­ lu ile, buna doğru hazırlanmaktadır. Böylece mahalli bağım sızlıklar da olduğu kadar evrensel sorumluluklara iştirak yolunda da bir takım nirengi noktaları görülmektedir. Dem okrasinin alanı üzerinde daha da uzaklara gidilebilir. " V a tik a n ın p o l i t i k a s ı " adlı eserim izde şöyle yazmıştık: Sadece piskoposlar kuruluna ait bir iktidar temayülü değil, aynı zamanda dem okratik bir bütünleşme temayülünün geldiği yer, piskoposlar kurulundan gelmemiş,

42

büyük kilise bünyesinin ifratlarından ileri gelm iştir... Belki de nebiler arasında sayılabilen bir kısım ilâhiyatçılar, piskoposlar kurulunda bir aşama görmüşlerdir. Onlar uzak bir gelecekte, iç çoğulculuğun yerine yavaş yavaş kaim olan milletten başka tem ellere dayanan , çok merkeziyetçiliği seziy orlar. Konstantin'in kilise teşkilatı, egem enlikten XVI asır sonra bile o gündür bu gündür yaşıyor. Bağım sız kilise teşkilatları kendi aralarında papalık otoritesinden başka bîr güçle yani "V e rtu s th e o lo g a le s" olan im an , üm it ve aşk la birbirine bağlanm ışlardır. Doğu A vrupa ve küçük Asya ortodoks kilisesinin durum u böyle değil midir? Onun bu tutkunluğu yegane tanrısal aşka bağlı olan bir cem aatın, büyük dini macerası ola­ caktır. Bu geleceğe bakışı belki bazıları bir ütopi, d iğer bazıları da bir müjde olarak görebilir4 Kısaca "İstik b alin d in leri" her tarafa saçılmış "Y e r yüzünün tuz­ la n " gibi olacak, dünyanın bütün noktalarında m evcut olan dini ve lâik toplum ları ayağa kaldıracaktır. Bir im an, ümit, evrensel bir aşk, bu to­ p lu m lar! birbirine b ağlayacak ; onları A ziz F av lo s misali bir takım p astö r-h av ariter ziy aret ed e ce k tir. A rtık b un lar hukukî kurum sal, kültürel toplum lar değil, sadece dinî bağlılığı olan dinî cem iyetlerdir. Şüphesiz bu, hıristiyan ümidinin bir sonucu değil, hıristiyanlık aleminin rüyasının bir son u cu d u r. M eşhur ciz v it ilâhiyatçısı Kari R ahn er’in yazdığı gibi bu, bir Diaspora kilisesi olacak, lâik ve nötr bir dünyanın sinesinde özel bir güçle kendini gösterecektir. Şüphesiz kilisenin bu sosyal durum u ve yine onun ilahiyatı büyük ölçüde bana şimdiden gerçekleşmiş görü n ü y or, yakın bir gelecekte de tam am en hakikat olacakm ış gibi görünüyor^0. Bu bakış açısı gerçekleşirse kiliseden daha az bir yapıya sahip olan dinlerin sönüp gitmeleri mukadder görünüyor.

MEZHEPLER ve DÎNLER Dine katılma ihtiyacı, bir takım çıkışlar arıyor, daima da bir çıkış buiuyor. Böylece büyük dinlerin yanında çok sayıda mezhepler görünüyor. Bu m ezhepler, dialoga az elverişli olan m uptedilerin kuvvetli imanını ihmal etmeyen uzlaştırıcı düşünce ile, m istisizm e olan temayülle, fikirle­ rin değil, şahısların sürekli yenilenmesine neden olan müntesiplerin istik­ rarsızlığı ile tem ayüz etm işlerdir. Am erika'da sadece b eyazlar için 343 m ezhep tesbit edilmiştir. Me­ selâ Batı'da 23 milyon miintesibi bulunan P en tek otistler gibi bazı spiritüel

(F. ; 4)

43

hareketler, kendilerini yeni dinler olarak görm ektedirler. Her tarafa yayılm ış ve bir çok müşterek çizgiye rağmen yeterince farklılaşmış olan teozofik cemiyetler; kurulmuş dinlerden ziyade bir hikmete, b ir sosyolo­ jiye benzemektedirler. Aslında yeni dinler, Lâtin Amerika zencilerindeki Vaudous kültleri gibi veya K İB A N G U fSM E ve kıtavala ve siyah Afrikada Harrisme'den çıkan hepsi gibi çoğu defa mahalli ayinlerle yabancı ru­ hiyatının karışımından çıkmışlardır. Bunun için İsa’yı, Hz. Muhammed'İ, hatta Victo r H u go'yu , B ra h m a’yı, Buda'yı aynı anda kabul eden yeni Hinduizm in m u htelif şekilleri olan V ietnamdaki Cao-D ai, Ç in ’deki JKwan-Tao'yu millî hayat ve aileler üzerinde artan bir tesirle milyonlar­ ca müntesibini güçlü bir hiyerarşide teşkilatlandıran Japonya'nın TEURIKYO’sunu buluyoruz. ilim cilik, teknikçilik, akılcılık, sosyalizm, kapitalizm gibi garip bir şekilde yeni dinlere dönüşen, ilmin, tekniğin, hür aklın, sosyal adalet­ li bir cemiyetin, hür teşebbüsün lehinde sahte kutsai değerlere karşı meşru bir m ücadele ile karakterize olan bazı düşünce şekillerinde bile d uru m aynıdır. Çünkü bu yeni dinler de, geleneksel dinler tarafından kabul edilmeyen ve kötü tesirleri aratm ayan bir takım kurumlar, ayinler, doğ­ malar, toleranssızlık, bir takım icra vasıtaları meydana getirmişlerdir. Yine gençliğin isyanları, mevcut medeniyeti redleri, yeni hayat modeli aramaları, artistik ifadeleri, uyuşturucu maddelere ve sekse kendilerini atmaları da dini ihtiyacın tezahürü (belki kötü fakat gerçek) olarak yorumlanmalıdır. Bugün teknoîojik-iîmî toplumlarda hiç bir dinin en küçük bir şekilde hayatta kalma şansının kalmadığını Jean Onimus yazmaktadır. F ragm atik zihniyet, ilgisiz ve objektif çevre, insandaki imanı, ümidi ve aşkı d e ­ vam ettiren şeyleri tahrip etmektedir, işte bunun için böyle bir toplumda dinler ancak ‘ alışkanlıkla varlıklarım sürdürecekler, orada b ir takım form ü llere ve şek illenm iş pratiklere indirileceklerdir. Şayet d inlerin hâlâ insanlığın geleceğinde bir şansı varsa; onlar bunu, gün ışığına çıkacak yeni özlemlere, karşı-küliürün şairane zenginliklerine, değerlerin a n la ­ mını restore edecek idealist atılıma, vecde ve gerçek aşk özlemine borçlu olacaklardır. Teknolojik İlmî dünya, artık ümit sahibi değildir ve onun artık ihtiyacım da d u ym u y or, o sadece işliyor... Fakat ukalalıklarının zirvesinden ona itiraz edenler ve ona meydan okuyanlar cesaretlerini daha asil, daha iyi ve daha m ükem mel bir hayat ümidine borçludurlar. Çünkü b öy le b ir hedef, zaruri olarak aşkına ulaşıyor ve varlığın bir başkalaşımını ihtiva ediyor. " G ü n e ş in oğlunun ilkel halini, insana y e n i­ den v e rm e k " Rim baud’un daima dilediği şeydir. Bir kenarda yaşıyan top­ luluğun içine iyice yerleştirilmiş olan robot yükümlülüklerinden feragat

44

ederek kendini gelişmelerin otom atik olarak yükseltmesini bekliyor. Fa­ kat sonradan verilmiş bir kuvvet, olayları köklü şekilde etkiliyor ve ro ­ botu kabul etm iyor. N ihayet robot, olm ası gereken şeylerin olmadığını görünce haykırıyor ve bir cevap bulmak için ufka bakıyor51.

GELECEK ASIR ve DÎN Şüphesiz insanın kâh vahşi, kâh akıllı bir hayvan olduğu kadar, dindar bir hayvan olduğu kabul ediliyor. Çünkü kollektif vicdanın tarihi ürünleri olarak kabul edilen vahyedilmiş dinleri yok etmeye teşebbüs edildiği zaman, hemen mutlak ihtiyacı tatmin eden bir takım dinler der­ hal kurulmuştur. Aslında son derece kompleks olan din duygusunu, bu ih­ tivaca karşılık olarak kullanmamak lâzım. Çünkü öteden beri, bu konuda kaygı verici bir problem çıkıyor. Eğer evrensel dinlerin zahiren bir geri­ lemeye tabi olduğu ve küçük gruplara iştirakin arttığı, kitlelere dahil ol­ manın azaldığı doğruysa, evrensel dinlerin muhtemel yenilenmesini bek­ lerken, hangi d inlerin d oğ m a y a hazırlan d ık la rın : kendi k endim ize so rab iliriz. Din ve manevi bir hayat arzusu, insani varlığı tehdit eden teknik b ir m ed eniy etin k ararsızlıklarınd a olduğu kadar, dini müesseselerın karışıklığında ortaya çıkıyor. Çünkü dinin vadettiği ve aynı zamanda uzlaştırdığı bu mutluluğun sinesinden, ulvî şartlar için ve gerçekten in­ sanın, bizzat kendi düşüncelerinden ve yeteneklerinden uzak; günlük ve ufkî şeyleri aşan bir takım perspektiflere açık, manevî bir hayat için sürekli istekler fışkırıyor. Ö yley se insanın, araştırm a yollarını ayd ın­ latmak lâzım. İnsan ne kadar bilirse bilsin, ne kadar mukayese ederse et­ sin, ne kadar keşfederse etsin, muhtemelen o, uzun bir helezon! yükselişten sonra ta baştan beri kendine çeken merkezi yeniden bulacaktır, işte görünüşe göre bu krizden bir yeniliğin çıkması mukadderdir. Bunun içindir ki XXI. yüzyılın yüksek düzeyde dini bir asır olacağı söylenmiştir. Mede­ niyetlerin büyük tarihçisi Toynhee son eserlerinden birinde mabedlerin bir gün bozulmuş medeniyetlerin yerine geçebileceğini söylüyor. O andan iti­ baren bugünün krizleri artık, bir tekamül krizinden başka bir şev gürünmeyec ektir.

DİPNOTLAR 1

Bu makule Les Religions, Verviers (Belgique) 1974 adlı kitabın 498-548 sahi-

2

Y a zar 1906'd a d o ğ m u ştu r. Felsefe ve İlahiyat dok torud ur. Felsefe ö ğ re t­

felerinden tercü m e edilmiştir. menliği, Fakü lte Dekanlığı, U N ESC O Genel M üdürlüğü yapm ıştır. Ayrıca U N ESC O ’da hüküm etlerle teknik işbirliği ve ilişkiler m üdürlüğü yapm ıştır. M illetlerarası M etafizik Enstitü sü Başkan Yardım cılığı ve E d eb iyat Di­ rektörlüğü gibi görevleri de ifa etmiştir. 3

Verilen bu istatistikler, İslâm'ın bu gününü tam olarak yansıtm ıyor. Bugün dünyada, 1990 yılı itibariyle bir milyara yakın müslüm an bulunm aktadır (tercü m e eden).

4

Bu hükm ünde y azar İslâm 'ı, Batı m edeniyeti içinde pratik hale koym adaki zorluğa işaret etmek istiyor. Bu d oğrud ur Çünkü İslâm medeniyeti gerek yapı ve gerekse am aç yönünden Batı medeniyetinden ayrılır. İslâm , gerçek anlam da Islâm m edeniyeti içinde rahat yaşanabilir. Çünkü o, tabiatına u y ­ gun sistem i, kendi yapısı içinde oluşturm aktadır. Ancak hemen belirtelim ki. Batı teknolojisi de, Batı anlam ındaki endüstriyel şehirleşme de İslâm ’ın yaşam asına büyük engel teşkil etm ez. Çünkü müm in her yerd e inandığı imanı pratik hale koym a kolaylığını İslâm'ın prensiplerinde bulm aktadır. Meselâ bir m üslüm an, ibadetini ifa edebilmesi için mutlaka bir cam iye g it­ mek zorunda değildir. Bulunduğu her yerde ibadetini ifa edebilir. Bu y er bir fabrika veya bir başka sanayi tesisi olabilir. Bunun için İslâm'ı m o d em şeh irleşm e v e san ay ileşm e o rtam ı içinde dinler arasın d a en şanslısı görüyoruz. Çünkü İslâm , rasyonel bir dünya görüşüne daim e yer verm ekte­ dir. (Tercüm e eden)

5

Bîan du M onde, l ’aris, 1984

6

D om inİcain’ler tarafından neşredilm ektedir.

7

J. Onimus, L 'A sp hyxie et le Cri, París, 1971.

8

Allah'a daha çok İnsanî özellikler verm ekten uzaklasıîm ıştır. Artık Allah

9

K. M arx, M anuscrit de 1844 (O euvres et Lettres) Paris, 1941.

yüce transandant olarak tasavvu r edilmektedir. 10

Bk. J. Pneur, Les témoins de L'invisible, Paris, 1972.

11

Bk. ces D am es du bois de Boulogne (1945), D iderot’un jaqu es le Fatalis-

12

Yazarın kullandığı bu kelime (peygam ber) burada daha çok Din Mürşitleri

13

Papa Vi. Paul'un Beyanatı,5 Ocak 1972.

14 15

J. M onod, Le H asard et la N éséssité, Paris, 1970, Bk, I. Korintoslulara III, 18-19,

16

E ros: A şkta iki şey dikkati çek er: Biri ulvî bir birlik içinde bir takım

me'in bir bölüm üne g öre düzenlenen Robert Bresson'un filminden anlam ındadır. (Çeviren).

varlıklarla karşılıklı olarak birleşm e özlem inde oîan eros'tur. Bu birleşm ede farklı u n su rlar silikleşm eye, birbirini tam alam aya, birbiriyle karışm aya yönelm iştir. Diğeri ise, birleşme yerine unsurlardaki ayrılıkların, karakterin,

46

m izacın ayrılığına saygı gösteren agnpe'dir. (Bk. Les Religions, V erviers [Belgique], 1974, s.13). 17

S. Reinach (1858-1932), O rpheus, H istoire G enerale des Religions, Paris, Ip 28.

18 19

Caillois, cesis d'une échiquer, Paris, 1970 R. Caillois, Cases d u n échiquier, Paris, 1970.

20

C. Baudelaire^Fusées, L

21

E. Durkheim, Les Form es Elem aintaires de la Vie Religieuse, Paris,1912.

22

G. Van der Leeuw , La Religion dans son essence

et ses manifestations. P ar­

is, 1970. 23

E. Durkiıeim, Les Form es Elém entaire de la vie religieuse, Paris, 1912.

24

Vaftiz de bir iç aydınlanm aya benzetilmiştir. Bk. Justin A pologies, trad, pazutigny (Paris, Picard, 1904). A yrıca Bk. M. Jourgon, Le Baptêm e, bain de lu­ mière, in parole at pain. No: 49 (M ars - Avril - 1972).

25

Bu satırlar, Budizm 'de Allah inancının olm adığını ifade etm ektedir. Bu dinde kurtuluş (N trvana'ya ulaşm a) sadece ruhî ıslah hareketleri ile olm ak­ tadır. (Tercüm e eden)

26

Bk. K. M arx, Contribution à la critique de la philosophie du droit et G. mor-

27

Bk. H. Desroche, Socialism e

28

M. Eliade, Le sacré et le profane, P aris, 1965.

29

J. M onod, Le H asard et la N écessité, P aris, 1970

30

F reu d 'e g öre dinin incelenm esi için Bkz. S. F reu d , Totem et Tabou, İki ris,

el, Com m unism e A ujourd'hui in Les E tu des (Aralık 1971).

et sociologie religieuse, Paris, I960.

1971, L'A venir d'une illusion, Paris, 1971, N ouvelles Conferances sur la psycanalyse, Paris, 1936, Moise et le M onothéism e, Paris, 1948. 31

Bk. S. Freud, L'A ven ir d 'u ne illusion, paris, 1971.

32

a .g .e .

33

S. Freud, Totem et Tabou, Paris, 1971

34

M. Dan teren u, b urada fikrim izi A llah babadan tem izlem eye yönelik bir

35

S. Freud, Totem et Tabou, Paris, 1914.

36

J. monod. Le H asard et la N écessite, P aris, 1970.

çağrı görüyor: Freud, et l’atheizm e, Paris, 1972

37

Svestâvnrn "Upnnişhad, IV, 10.

38

Bir başka tasnifte G. Van d er Leevv'in La Religion, Paris, 1970 adi; eserinde

39

Tabii dinî özlem ler konusunda Bk. VI, PnuVun 12 Ocak 1972'de yaptığı

40

Sosyolojik analizler için Bk. P. B erger, La Religion Dans la Consience M od­

41

A ndré Leroi-G ourhan,Les Religions de la Préhistoire, Paris, 1964.

42

P . Schebesta, Le sens Religieux des primitifs, P aris, 1963.

43

Les Sens Religieux des Primitifs, P aris, 1963,

44

R. Ganzo, Poèm es, Lespugue, Paris, 1942.

45

L 'H om m e et le Fontom e, in L'express, 21 mai, 1955.

görülüyor. konuşma (D ocum entation Catholique, N o;1612 - 6 Şubat - 1972), erne, P aris, 1971.

47

46

48

Lignes de forces in "Preuves" M ars, 1955.

47

Yuhanna, XIV, 2.

48

Esprit, (Dec. 1971)

49

J. Chevalier, La Politque du Vatican, Paris, 1969

50

K. Rahner, Bilan de la théologie au XXe siecle, Paris, 1971.

51

J. Onimus L ’A sphyxie et le Cri, Paris, 1971.

II MEZHEPLERİN PSİKO SOSYAL YAPISI1 Y azan: Aim é M ichel2

Bu bölüm, mezheplerin doğuşu ve gelişmesine âmil olan p s ik o lo ji k o la y la r ın birtahlilini am açlam ak ta d ır. Bu am açla o, m anid ar olayları, dolaylı tarih olayları ile b irlik te sunm ay ı h e d e fle m e k te d ir. Yine bu bölüm, muhtelif ilimlerin m ü m k ü n olan katkılarını tartışmakta ve birkaç araştırm a istikameti telkin etm ektedir.

İHTİDA: Karlı ve fırtınalı bir kış akşamı Paris'te, K artiye L atin 'in küçük bir lok antasının kapısı bir g a zete s atıcısının itişiy le açılm ıştı. Birden, satıcının bana yönelttiği literatüre bir göz atmıştım. Bu gazete "Lum ière = ış ık "^ ismini taşıyordu. Daha birinci sahifenin solunda bir yıldız veya belkide bir güneşle sim gelenmiş bir başyazı " A ll a h 'ı n m e s a jı " ifadeleri ile "E y insan, A lla h sana b urada d o ğ ru dan k o n u ş u y o r" açıklamaları ile takdim edilmişti. Gazeteyi tanımıştım. Bu gazete 25 A ra lık 1950'den beri kendini, ye­ rin ve göğün yaratıcısı olduğunu kabul eden M o ntfaveH posta teşkilâtının sabık görevlisi G e o rg e ’un sözcülüğünü yapıyordu. Gazete sol üstte "A ktua litenin kutsal y o r u m u n u " haber veriyordu ve her onbeş günde "L u m ie re "d e bu, lâfzan dinlenilmesi gerekiyordu. Orada, Tanrı, şahsen; Büyük B ritany anm ortak pazara girişini, n ak liy at grevini mahalli seçimlere girişi hakkmdaki düşündüklerini açıklıyordu. Eğer, benim herşeye kadir olan gücüme inanmak için beni tanımaya kendinizi zorlarsanız, bu daha iyiye gidecektir, diye y az ıy ord u 5. Her iki İlâhî g azetey i b a n a d oğru uzatan kişiye baktım. Bu, gençlikle orta yaş arasında dürüst görünümlü bir beydi. Onun yüzü ne aptal ne de deli yüzüne benziyordu. "İsa yeniden geldi. Okuyunuz inanacaksınız. Aydınlığa sahip olacaksınız ve kurtulmuş olacaksınız."

51

Böylece bir a d am kendine Allah veya Allah'ın peygamberi d iyor­ du. Diğer insanlar da ona inanıyorlar ve onu takip ediyorlardı. Aslında burada iki problem vardı: Önce, nasıl oluyorda bir insan kendini, sonsuz bir vazifeyle kuşatılmış olduğuna inanacak hale geliyordu? Sonra böyle bir kanaata sahip old uktan sonra, nasıl oluyor da bu kanaat yayılabiliyordu?

MEZHEP SALİKLERÎNÎN ARASINDA DOLANDIRICIDAN KEŞİF EHLİNE KADAR HER TİP İNSAN BULUNUYOR Bu problem lerden birincisi olan ve hâlâ da mevcut olan basit ve sade dolandırıcılık hadisesini bir kenara bırakalım- Fakat işte kolayca yorumu yapılamıyan bir mesih tipi... Î920 yıllarının başında Long island bölgesinde, East P atchoq ue'd a 1892 de Alm anya’da doğmuş olan A l b e r t R e id t diye biri yaşıyordu. O da vatandaşlarından biri gibi, inşaat b o y a ­ cılığı ile iştigal edivordu. Ancak bu meslekte oldukça şöhrete ulaşmıştı, iyi bir işçi, iyi bir komşu, ivi bir e ş, ivı bir aile babası olarak herşeyde vasat bir insan olan A lb ert R eíd , 1924 senesine Kanar hiçbir şevde kendini özellikle göstermemiştir. Ancak, bu senelere doğru, istikbale ait bir takım şüpheler izhar etm eye başlamıştı. Daha sonra bu konuda " D ü n y a n ı n lanetlenm iş olduğunu, dünyanın 1925 y ılın ın başında yok olacağını ve 6 Ş u b at 1925 ’de k e s i n olarak ortadan k a lk a c a ğ ın ı" daha açık b ir ş e k ild e ifade etmeye başlam ıştı. Bu üzücü olay konusunda insanlığı uyarmak arzusu ile Albert R eidt, vaazlara başlamıştı. Eski siyah arabasının üzerine, aşağıdan yukarıya doğru iri harflerle iki yazı yazmıştı L Eir tarafta. "D ü ny a alevler içind e b i t e c e k " , diğer tarafta " İ s a 'n ı n a rk a d a ş ları s e çk in ler o la c a k " diyordu. Kısa bir zam an sonra kalabalık taraftarlar buldu ve 1925 senesinin b a ­ şında onun mezhebi, hemşire Katherine B. Kennedy ve Willard C. D ow ns K a rd e ş ile b r hiyerarşinin başlangıcında idi. Bir nokta hariç, bu m ezhe­ bin neden ibaret olduğunu açıklamak 'yersizdi: O da, müntesiplerinin tam feragat içinde bulunmasıydı. R og e r D elo rm e, R e id t’i şöyle anlatıyordu: R eid t, evini, arabasını, mobilyasını ve bütün malını yok pahasına satmış, üzerinde sadece b ir gömlek, bir pantolon, bir çift eski ayakkabı kalmıştı, elindeki parayı da East P a tch o g u e verlüerine dağıtmıştı. Adamları da aynı şeyi yapmışlardı. Reid t'in ailesi tam b ir yoksulluk içindeydi. N ew-York'tan gelen g a ­ zeteciler, R e i d t ’in ticari eşyasını ve sakladığı bir kurnazlığını bulup o r ­

52

taya çıkarm aya kararlı idiler. Ancak, ne yazık ki, hiç bir şey bulam a­ dılar. Çünkü, hiç bir şeyi yoktu. Buldukları tek şey, sadece, dünyanın sona ereceğine kanaat getiren ve dolayısıyle böyle hareket eden sakin ve ma­ kul bir işçiydi6 Ş u b a t günü East P atchoq ue'd a büyük bir kalabalık toplanmıştı. Bölge polis şefi, J o h n S te p h a n i, sekiz silahlı görevliye R e id t 'i kurut­ muştu. Gelen polisler, fevkalade bir manzara ile karşılaşmışlardı. K ü rk ve P a ck a rd giyinmiş insanlar, yakın olan k ıy a m e ti7 durdurması vefc-îrşeyler yapması için R e i d t ’e, m ilyonlar teklif ediyorlardı. Küçük inşaat boyacısının bu parayı almasına, dualarının kıyameti bertaraf edeceğini açıklamasını düşünür gibi görünmesine aslında hiçbir mani yoktu. İşin ga­ ribi, ona inanan kalabalığın m ü iti-m ily on e rîe n n arasından gelmiş oimasıvdı... Bu manzara karşısında R eid t, artık çok geç kalındığını üzüntü ile tekrar ederek, hiçbirşey yapdam ıyacağını, dunyanm kaybedildiğini bildirerek kendisine takdim edilen herşeyi reddetmişti. Ancak sabahın beşinde dünyanın her zamanki gibi normal oiarak devam ettiği ortaya çıkınca R e İd i son derece hayretler içinde kalmıştı. Neticede halk, polis müdahalesi olmadan R e id t’i linç etmişti. Fakat o, bir türlü dünyanın niçin yok ol madiğim anlamamıştı. Daha sonraki aşlarda da birçok defa " B t ı defa d ü nyanın k e s i n olarak y ok o la ca ğ ım " han etmişti. Nihayet bu işin o ima d ¡ğını görerek eline boya fırçalarını veniden almıştı. Bir daha da ismi duyulmamıştı. Evet, dünyanın sonu (kıvamet) bir başka boyacının e t ­ kisiyle. yirmi vıl sonra gelmişti... ö n c e normal bir akıl bu tip olayları, Z ih n î y e tersizlik le ve sirayet p s i k o z u iie açıklayacaktır. Eğer bazı - e y le r i anlamak için onlara bir isim vermek yeterli olsaydı, hekim bu konuda belki de Dîafoirus üzerinde d u ­ r a c a k tı. Bu "S ira y e t p s ik o z u " nedir? Psikiatr G eorge Heuyer 1954'de "U ça n D a ir e le r " konusunda, bu mefhumu açıklamava teşebbüs etm iştiö . Onun " S i r a y e t p s i k o z u " , her defasında olayların tekzib ettiği bir hipotezle yanılıyordu. Fakat U M M O olayında görüleceği gibi durum hiçte öyle ol­ m adı.

BAŞKA YERLERDEN GELDİKLERİNİ SÖYLEYEN İNSANLAR 1960 yılının ortalarından beri, İspanva'da U M M O denilen uzak bir g ezegend en gelenler tarafından ilham edilmiş bir mezhep gelişmeye başlam ıştır. Bu uzak gezegenin insanları, y e ry üzü ne gizlice inmişler,

53

içimize karışmışlar ve bizi inceleyerek içim izden seçtikleri bir takım şahıslara, m ezhebin kutsal kitap görevini yapan metinlerini, tak d im etmişlerdir. Şimdi bu metinler oldukça kalabalık bir durum almıştır. Bu yazılar, daktilo île veya elle yazılm ış olarak, yahut mikrofilm halinde elde edilmektedir. Onlar, B erlin, A vusturalya, K anada gibi belirsiz y er­ lerden postalanmaktadırlar. Bir miktar ben de elde ettim. Elimde olan­ ların bazıları da bana gönderilmişti. Neredeyse elimdeki tomar, bir kilo­ ya yaklaşm ıştı. Fizikçi, biyolog, muhtelif iüm muhtehassıslarına düşüncelerini a n ­ latan U M M O 'n u n ağzı kalabalık kaşifleri, aynı duygularını onlara da okutmayı deniyorlardı. Bununla beraber çok basit hataları da yapıyor­ lardı. Meselâ, U M M O tarafından Önerilen dil, bir dilci tarafından icad edilmemiş Hindî-Avrupâî bir yapıda bulunuyordu Aslında U M M O 'n u n işi bir noktadan da karanlıktı ve Urrantia'n ın işine benziyordu. La C o s­ m o g onie d ’U rrantia’nın, Fransızca tercümesi birçok kopyeler halinde el­ lerde dolaşan kocaman kocaman anonim bir eserdir. (Bu kitabın orijinali İngilizcedir.) O, yeryüzü ötesi, bir m edeniyeti tasvir ediyor gibidir. U M M O ’nun yazarı çok daha mahir ve çok daha iyi vasıtalara sahiptir. O, ihmal edilemez maddi bir takım vasıtalar ve çok dağınık veya gezgin bir kişisellik önermektedir. Ona, bir takım eğitim hizmetlerinin karışmış olması veya onu, aklın anlamadığı bir şekle yükseltmiş olması da İhti­ malden uzak değildir. Ne olursa olsun, U M M O bir mezhep meydana getir­ miştir. İşte bizi ilgilendiren de bu noktadır. Metinler tarafından gösterilen iç tezadlara rağmen, onun müntesiplerini oluşturan gruplar, H e u y e r tarafından veya sahtekârların ve d o ­ landırıcıların maskesini düşürmekle meşgul İnsanların ve mezheplere karşı savaş veren polis ve kilise teşkilâtlarının çizdiği, aptal bir çehreye de hiçbir bakımdan uygun değildir. Bu garipliğin bir başka örneği de A d a m s k i s t 'l e r i n m ezhebiydi. G e orge A d am sk i (1S91-1965), 20 Kasım 1952'de, uçan daireleriyle V e n u s ’den gelen bir adamla karşılaşmış olduğunu söyleyerek meşhur olmuştu. Sonradan, uzay dostları ona, ayda ve gezegenlerde birçok seyahatlar sun­ m uşlar ve bu vesile ile ona, s p i r i t ü e l l ta b ia tlı ve kötülüklerden sakının" 1 li gibi vahiyler sunmuşlardır.

"iyi

olun

ve

Bir gün Paris'te lüks bir apartmanda yapılan mezhebin muhteşem bir toplantısına davet edilmiştim. Bize bir sürpriz vaadedümişti. M e ra ­ sim, üstadın birkaç sahîfe okuması ile başlamıştı. Ortada görülen el yazıları veya onların fotokopileri idi. Daha sonra bize, bitişikteki salon­ da iki uzaylının olduğu ve yararlı gördükleri takdirde içeri girecekleri bize açıkça haber verilmişti. Ortalığı sessizlik kaplamıştı. Artık, eller

54

yardım için kıvranıyor, kalbler titriyor, gözler salonun kapısını yutuyor­ du sanki... N ihayet kapı açılmıştı. Hindli veya Pakistanlı’ya benzeyen, özenle giyinmiş, yüzüktü, parfümlü, saçları dalgalı, resmi bir şeyh gibi, iki şarklı adamın içeriye girdiğini görmüştük... Onlar sessizlik içinde ken­ dilerine güvenle dolu bir halde bize uzun bir şekilde dikkatlice bakar­ larken, oradakilerin başları m u rakabe içinde önlerine eğik vaziyetteydi. Sonra onlardan biri, Paris’i onurlandırm ak için, son derece kıymetli za­ manlarından birkaç saati bize tahsis etm eye razı olduklarını İ n g i l i z c e olarak bildirmişti. Bunun üzerine bir kelime bile söylemeden şatafatlı bir şekilde bizi bekleyen akşam sofrasına yönelmişler ve İngiliz sofra takım­ larıyla, b üy ük bir iştahla yem eye başlamışlardı. Bunlar, iki uzay elçisi kardeşler olarak, ilk gelen dolandırıcıyı andırıyorlardı. Üstelik, daha önce, benzer mahkemenin birinci celsesinde, onlardan daha yeteneklilerde bulunm u ştu. Ancak onların sâîiklerinin arasında, meşhur bir avkat ve C o m edie Française'in meşhur bir aktörü de bulunu y ord u. Dahası, Avkat, hergün, daha teçhizatlı dolandırıcılarla, aldanmadan düşüp kalkıyordu. Yine komedyen, uzay elçilerini oynamaya kalksaydı, ondan yüz defa daha iyisini oynardı. Ama yine de, her ikisi de Venüs'lü adamlara inanıyorlardı. Bunlar geri zekatı mıydı? Elbetteki hayır. Onlar için bir başka şey bulm ak gerekiyordu.

JOSHPH SMİTH ve MORMONLAR M o r m o n 'la n n tarihi 1 m ezhep kurucularının ve onların ilk saliklerinin psikolojisine biraz daha nufüz etme konusunda bize yardımcı ol­ m a k ta d ır. "I S A -M E S İ H 'İ N , A Z İZ L ER İN , A H İR Z A M A N K İ L İ S E S İ " (Bu Mormonların kilisesine verilen addır), J o s e p h Sm ith'in (1805-1844) mükaşefelerinden çıkmıştır. O ntario göl bölgesinde M e th o d i s t dindar bir ailede doğmuş olan Joseph, Kitab-ı Mukaddese saygı, sıkı bir temas ortamında ve muhtelif protestan manastırlarının rekabeti içinde büyümüştür, onun tatlı, uslu bir tabiatı vardı ve hiçbir entellektüel özellikle dikkati çekmiyordu. O, ailesinde bile kibarca " Ü m m i " o larak isim lendiriliyord u. Ancak herkes de onu seviyordu.

BİR ÜMMİ ÖĞRETMEYE BAŞLIYOR Jo s e p h S m ith , hayatını şöyle anlatır: " O n dört ya şın d ay k en ateşli dindarların tartışmalarından ileri gelen güçlüklerle muzdariptim. Bir giin yakubun mektubunu okuyordum , I. kısım 5. cümlesi olan şu ifadelerle 55

karşılaştım; "F ak at eğer sizden birinin hikm eti eksikse, herkese cöm ert­ likle ve tek d ir etm eden veren A llah'tan istesin ve kendisine v erilecek ­ ti r ." Kİtab-ı M u k ad des’in bu pasajı, hiçbir zaman bir insanın kalbini be­ nimki kadar etkilememiştir. Bunun için, hikmete birinin ihtiyacı varsa, onun da ben olduğumu kesin şekilde düşünmüştüm. Bunun üzerine, Allah'tan hikmet talep etm eye karar vererek bir ormana dua etmeye gitmiştim. 1820 yılının güzel bir ilkbahar sabahıydı. İlk defa böyle bir şeye teşebbüs ediyordum. H ayatım d a yük sek sesle dua etmeyi hiç d en em em iştim . Başlar başlamaz, bana tamamen hakim olan ve beni kuvvetli bir şekilde sarsan çok güçlü b ir kuvvetin tesirini hissettim. Dilim bağlanmıştı ve artık konuşam ıyordum . Her taraf zifiri karanlık olmuştu sanki. Ani bir yıkıntıya m ahk u m old uğ u m a inanmıştım. Bu büyük alarm esnasında başımın üstünde güneşten daha parlak bir ışık sütununun bana doğru in­ diğini gördüm. Işık sütunu üzerime konunca, parlaklığı ve zaferinin tasvir­ leri m ü m kün olm ayan iki şahsiyet gördüm. Onlardan biri ismimi ç a ğ ı­ rarak benimle konuştu ve beni diğerine göstererek şöyle dedi: " B u b en im sevgili oğlumdur. Onu dinle" 1 2 Jo se p h bu mukaşefesinden bahsetmişti. Fakat onunla bundan dolayı alay edilmişti: O da bunda ısrar etm edi ve yıllar boyu artık vizyon da görmemişti. Yine bir gün on yedi yaşında, odasında bulunduğu bir sırada bir ziyaretçi içeri girer. Ona ismiyle hitap eder ve kendisinin de M O R O N Î olduğunu açıklavarak, onu, bir vazife ile görevlendirmek üzere Al­ lah tarafından gönderildiğini ona bildirir. Bundan dört vıi sonra 1827'de aynı melek, ona K ü M A R A H tepesinin yanını kazmasını ve oradaki on dört asır önce, aynı melek tarafından gömülen altın plakaları çıkarmasını söyler, j o s e p h S m ith 'in dediğine inanılırsa, bu altın plakalar Lehi İsrail kabilesinin (reform e olmuş Mısırlı) okyanusların ortasından Am erika’ya kadar (M.Ö. 600'e doğru ) çıkışını ve onların nesillerinin macerasından bahseder. L e h i ’den iki cemaat çıkar. Bunlar, L a m a n i t e le r ve N e p h i t e l er'dir. Bu iki kabilenin üstü nlük savaşı, N e p h i t e l e r i n M.S. 421'de yok edilmesiyle sona erer. Dirilmiş olan İsa, İncili, Lehi'n in oğullarına haber vermek üzere gelmiştir. Bunlar İncili,eski dünyadan daha sadık şekilde m u hafaz a e tm işle rd ir. Ö yleki, hakiki m evsu k İncil, altın plâk alar içindeki M O R M O N 'u n kitabının içindedir. O halde onu araştırmak g ere­ kir. Bu tarihte J o s e p h S m ith 'in yirmi iki yaşında olduğuna işaret e d e ­ lim... O, M o r o n ı ’nin yardımları ile M O R M O N ’un kitabını tercüme etmeye teşebbüs etmiştir. Tercüme olayı da şen le olmuştur: Jo seph Smıth, bir per­ denin arkasında tek başınadır. Çünkü hiç kimse ölmeden Altın Piaka’ları göremezdi. Jo s e p h , İngilizce metni, tamamen ümmi bir köylü olan M a r tin H a rr is ’e dikte ettiriyordu. 1829 haziranında Jo s e p h , tercümenin bittiğini ve bir matbaacı aramaya başladığını ilân ediyordu.

56

GARİP BİR KİTAP O vakit Sm ith yirmi dört yaşlarındaydı. Kocaman "M orm on 'u n kit­ a b ın ın "' o k u n d u ğ u n u n h a tırla n m a s ı g e rek ir. Bu kitap, cilt olarak, R esullerin işleri ve vahiy kitabı dahil tüm yedi Ahit'i ve Eski Ahit'in ilk iki kitabı olan Tekvin ve Ç ık ış’ı da içine alacak şekildeydi. Onda, sayısız olaylar, şahıslar, y e r isim leri, vizyonlar, sem bo ller, nutuklar, tekdirler, kehânetler, neşideler yeralm aktadır. O nun uslûbu ekseriya, bir büyüklük taslamayı a k s ettir m ek ted ir13. Edebi başarısının ötesinde Lehi M iti, doğmakta olan Amerika'nın bütü n kaynaşmalarını hayret verici bir ustalıkla çö zm ek te d ir. O, m a d e m k i L e h i ' n i n oğulları H ristiy an d ı, öyleyse Hristiyan Avrupa'nın yeni kıtada varlığı da normal diyordu. Fa­ kat ona göre bu meşruiyet A m e r ik a yerlilerinin aleyhine olmaması gere­ k iyord u. Ç ü n k ü A m erika'n ın ilk sakinleri olan insanlar, doğrudan L e h i ’nin ahfadıydı. O halde onlara saygı gösterm ek gerekirdi. İşte bu cümle gereğince Batı'ya tehacüm sırasında yerli katliamının yegane so­ rumluları olan birkaç m o r m o n afaroz edilmişti. Aslında, m o r m o n h n n yerlilerle ilişkileri U T A H devletleri bünyesind e daima iyi olmuş öyleki merkezi hükümet birçok defa anlaşmazlıkları düzeltmek için onlara baş vurmuştur. Hâlâ bugün mormordar, okullarında, üniversitelerinde, mormon aileleri bünyesinde bile özel bir yer işgal eden yerlilerin, eşitlikleri için savaş vermektedir. M o rm ord ar, yerlilerin yetim çocuklarını evlâd edine­ rek kendi çocukları gibi yetiştirmeyi kendilerine bir görev bilmektedirl­ e r 1 4 . Yine de M o rm o n ! arın, kardeşleri (Larrdte) için olan ilgileri, bütün Amerikalılara ve yerlilere kadar uzanm aktadır. 1964’den beri, birtakım M o rm o n ok u lları, Şili yerlilerine eğitim yaptırmaktadır. Kuzey Am erika yerlilerinin kaderi, her ne kadar Batı’ya teha­ cümden çok önce, yirmi iki yaşından beri Jo s e p h S m ith tarafından açık­ lanan fikirlere göre düzenlenmişse de yine de onların kaderinin farklılığı kesindir. Zencilere gelince “ M o rm o n K i t a b ı n ı n " bağım sızlık savaşlarından kırk yıl önce, k ö le liğ i15 kesin olarak yasakladığını burada hatırlatalım. Rahip Cherey, küçük ümmi Jo se p h Smith, meleği Moroni ve onun altın lev­ h a la rı ile rahatını k a ç ı r m ı y o r 1 6 . O, m o rm on la rm başarısını “ K a l a ­ b a lık la rın anlaşılmaz, çabuk k a m c ı l ı ğ ı " ve " A m e r ik a lıla r 'm s aflığ ı" ile izah etmektedir. Ancak, bu sözler biraz itiyadsızca söylenmiştir. Çünkü, M o r m o n la r m tarihinde iki olay, mezheplerin teşekkülü, onların psikolo­ jik ve tarihî anlama üzerinde kendi kendine soru soran herkesin dikkatini hâlâ çekecek durumdadır: Birinci olay, S m ith 'in akibetidir. O, otuz dokuz yaşında, dışarıdan idare edilen bir kalabalık tarafından linç edilmiştir. Ancak S m ith , bunda, düşmanlarından kurtulmasını bilecektir. O gece O,

57

d ört m üridinin refakatinde Kaliforniya'ya hareket etm iştir. Fakat bir m üddet sonra fikir değiştirerek Vali Thom as Ford'a, mormonları terketmemek için teslim olmaya gelmiştir. Böylece Joseph Sm ith, kendi doktri­ nini boğazlayan bir tanık durumuna düşmüştür. îşte bu olaydan birkaç sonuç çıkarmak mümkündür. İkinci olay, katı ve realizm karışık m aneviyatı île bir Avrupaîı için hayret verici bir m aneviyata sahip oluşudur. Yani, M o rm o n 'u n dürüstlüğü, efsaneleşmiştir. Mormon dindar bir kişidir. Hatta o, dinin ona empoze ettiği bir takım kaidelere herhangi birinden daha saygılıdır. Amerikalı biyolog Frank B. S alisb u ry 17 bir mormondu. Bardağına dök­ tüğüm nefis T ram iner şarabını niçin kabul etmediğini sorduğum da, M orm onlann alkol içm ediklerini söylemişti. Çünkü yirmi iki yaşındaki küçük üm m i'nin kitabı, hâlâ yüksek zekalı b ir kalabalığın tefekkür ve hayatını ilham ediyordu.

MEZHEBİN PARADOKSLARI Bu mezhebin mensubundan başkasına bu mezhep, kaynağı, başarısı ve doktrini ile saçma görünür. Bu mezhebin zahirî saçmalığı, kurucusunun samimiyetinden, onun sağduyusundan şüphe ettiriyor. Bundan dolayı da onun bir cahil veya bir dolandırıcı yahut her ikisi de olduğu söylenebilir. Ancak, bir mezhebin başarısı, onun sağ duyuya çağırması ile hiçbir zaman alakası yoktur. Başka bir deyimle dinle alâkası olmayanı etkileyen şey, entellektüei seviyesi ne olursa olsun sâliki etkilememektedir. Eğer ticaret ve iş dünyasındaki m o r m o n 'la r m listesine bir bakılsaydı; Jo se p h Sm ith'in Tanrısal vahyine inanmanın bir saflık sonucu ol­ madığı ortaya çıkardı. M o n tfa v e t'in mezhebini ölüm üne kadar paraca destekleyen Lyonlu hami, şüphesiz bu işin sonuncusu değildi. Muhtedilerin karakteri üzerinde teori düzenleyenler onun parasını zorla almaya te­ şebbüs ettiklerinde bir hayli güç durumda kalmışlardır. Bununla beraber o, bu parayı, dinle ilişkisi olmayan bîrinin aptallıkla hükmedeceği bir işe, büyük bir cömertlikle vermişti.

MEZHEP KURUCULARININ ve İLK SALÎKLERİN ROLÜ Her mezhep, bir çığın başlangıcı gibi küçük başlar. Başlangıçta şartların, istisnai bir durum içine soktuğu tamamen normal bir insan grubu ile sınırlıdır. İşte bir misal. 18 Ekim 1685’de XIV. Louis, Fransız protes-

58

tanlarını, ya protestanhğı terke veya ülkeyi terke mahkum eden N an te ferm an ın ı yürürlükten kaldırdığını ilan etmişti. Bu politik hareketin ne­ ticeleri muhtelif eyaletlerde farklı olm uştur.

KAMİZARD'LARIN DRAMI C e v e n n e s bölgesinde, topraklarına bağlı olan fakir H u g u e n o t1 s köylülerinin sürgün fikriyle korkutulm uş olmalarından başka bir şey konuşulmaz. 24 Tem m u z 1702’de Lozere’in Pont-de-M ontv ert'inde Kalvinistlere işkence yapan C h a y la rahibini bu köylüler (H u g u e n o t ) Öldür­ müşlerdir. Bu ölüm, ayaklanmayı tahrik eden baskıyı ağırlaştırır, işte bu, K a m iz a rd 'la rm macerasıdır. Bu macera, 1713 yılına kadar devam 'e der. N eticede krallık duruma hakim olur, sağ kalanlar da ülkeyi terketmek zorunda kalırlar. Onlardan bir grup, şefleri Je a n Cavalier'in ardından İngiltere’ye giderler. Bu baş eğmez erkek ve kadınların örneği, İngiliz protestanlarma çok tesir etmiştir. Yarım asır sonra, M a n c h e s t e r ’de bu tesir, pratikte ve özel inançlarda belirginleşm eye başlamıştır. Sâ li kİ er top­ landıkları zaman, aralarında bazıları vecde g e lm e k te d ir19 ve kehânet­ te bulunmaya başlamaktadır. İsa'nın gelecek dönüsünü ve tevbenin aciliyetini haber vermektedir. Birkaç sene önce Paris’te D iy a k o s Ja n s e n is ti'n in, Fransız saliklerînde olduğu gibi, cezbeler, çırpınmalardan Önce gel­ mekte idi. Parisliler, Diyakos saliklerine aziz M e d a r d 'ı n çırpınmaları adını verdikleri gibi; Ingilizler de S h a k e r s (titriy enlen)leri,M anchester vecdlileri diye isimlendirmişlerdi.

SADE BÎR KADIN Buraya kadar anlattığımız olay, kollektif, müphem gezici bir ka­ raktere sahipti. S h a k e r s ’ler hâlâ bir sarahate kavuşmuş değildir. Onlar, mezhepten ziyade bir ekol oluşturmaktadırlar. Bunun için bu hareket, ku­ rucusunun şahsiyet damgasını taşımaktadır. Hareketin kurucusu ise, A n n Lee'dir. O, evlidir. Hepsi de ölü doğan dört çocuk annesidir. Açıklamış olduğu hakikat, ona, kendininkinden başka hiçbir düşünceye başvurmadan ’(çünkü oku m a bilm iyordu) yalnızlık içinde yavaş yavaş vahyedilmiştir. işte onun, dünyaya tanıtacağı hakikat budur. Acaba A n n L e e ’nin hakikat olarak açıkladığı ne idi? Aslında o, bütün itici fikirlerde olduğu gibi çok basitti. Yani, seksüel İlişkilerin en üst seviyed e gün ah olduğu fikriydi. Ona göre erkek ve kadın bekâr olarak ya şa m a lıd ır. Çünkü evrensel bekarlık, insan ırkının sona erm esiyle sonuçlanırken, dünyanın da sonunun yakın olduğu gerçeği Ann Lee ta­

(F. : 5)

5?

rafından açıklanıyordu. Böylece o, ruhundaki etkili ve derin şekilde yaşanmış olan kişisel te crübeden evrenselliğe bir mevcut sistem kuracaktır. Derin lem esine tattığı yoksun kalmış anne ümitsizliği; onu, evrensel b îr gerçeği kabule ikna etmiştir. Öyleki erkekleri olduğu kadar kadınları da, insan tabi­ atına oldukça ters bir doktrini yaşamayı, tercihe sürüklemesi ve tarihin en hareketli ve tahripkâr iki asrı içinden bize dek onun nakled ileb ilmesi için A n n Lee'nİn inancının çok güçlü olması gerekirdi. Oysa, A n n Lee, annelik iç güdüsü incinmiş olan ne ilk ne de son kadındı. O halde niçin onun şahsiyeti bir doktrinde yüceleştiriliyordu. Gerçekten, psikologların tecrübeden doğan ahlâkî kriz aşılınca daim a böyle şeylerin olup olmadığını İncelemeleri gerekir. A n n Lee tarafından yaşanmış olan tecrübe ve onun, o tecrübeyi çözüm tarzında A n tip sik iy a tr-0 teorisyenlerin, şizofrenide bildikleri şeylere çok benzer birkaç şey yok muydu? A n n Lee'nin mesleğinin başlangıcında şizofreni olarak düşünülen hiçbir delile sahip değiliz. Bildiğimiz yegane şey, mezhebinin ilk teza­ hüratlarının o kadar düzensiz olduğu ve mahkemenin bu konuda karışmış olduğudur Yine, onun oturumunun, geri zekalılarla veya manen aydınlanmışlıkla sınırlandırılmamış olduğunu biliyoruz ki, burası da oldukça önemlidir. Onların cemaatı içinde S h a k e r s ’ler gerçek yaratıcı bir deha ve önemli bir teşkilat hissini vermektedirler. Meselâ, ilk çamaşır makinele­ rini Shak e rs'lere borçluyuz. İtiraf edilmesi gerekir kİ bu, Kamizard'İarın trajedisinde garip bir sonuç teşkil edecektir.

JOHN WESLEY Tecrübe metodu, bir olayın sürekliliğini ortaya koyabilmek için, bu olayın şartlarını değiştirmeyi öğütler, işte, A n n Lee gibi kültürsüz bir kadının hikayesinden sonra, dâhi, kültürlü, büyük bir yazar da aynı de­ virde ve aynı ülkede bir mezhep kurmuştur. Bu adam, bugün 25 veya 30 milyon m etodİstin ilham kaynağı olan Jo h n YVesley'dir. Epw orth'u n rektörü olan babası, ona ve kardeşi Charles'a çok iyi bir eğitim sağlamıştır. 17Q3'de doğmuş olan J o h n , babasının halefi olmaya hazırlandığı Oxford Ü n iv e rs ite si’nde ilk ikametine başlar. Nihayet ba­ b asının yanında iki yıl kalır. Bu zaman zarfında gönlünde birtakım şüpheler hisseder ve kendini öğretime adamaya karar verir ve 1729'da O x f o r d 'a döner. Kardeşi ve birkaç arkadaşı İle din ve ilim tartışma­ larının yapıldığı bir kulüp açarlar. Pastör olunca da vaaz verineye ve se­

60

y ah at etm eye başlar. Bu vesile ile özellikle, A m erik a’daki yeni İngiliz kolonilerini ziyarete gider ve yap tığı v e dediği şe y le rd e hiçbir çeki­ ciliğin olmadığım ve herşeyin boş olduğunu görünce Ingiltere’ye çok büyük bir yıkımla döner. 1738'de Aldersgate Street’deki bir toplantı sırasınd a bir M o r a v e kardeşin vaazını dinler. O, gazetesinde anlattığına göre o zaman bir kriz İçin dedir ve üstelik kardeşi C h a r le s 'd a Z a tü lcenp hasta sıd ır. A m eri­ ka'ya birlikte seyahat yapmış olan bu iki ad am , cesaretleri kırılmış ve şaşırıp kalmışlardı. Tıpkı dördüncü hatalı d oğum und an sonra Ann Lee'de olduğu gibi. Neticede onlar, kendilerine ençok önem li gelen olayların b aşarısızlığına karşı koymuşlardır. Bu karşı koyu şu da, çağdaşlarının dindarlıkla, İlimle, akılla hidayete g elm esiyle yapm ışlard ır. A ld ersg ate S tr e e t’deki vaaz akşamı, J o h n yalnızdır. Kendi İfade­ sine göre birden, kalbinin garip şekilde ısındığını hisseder. Bir parıltı içinde herşeyi anlar. Şimdiye kadar yoksunluğunun onu saptırdığı evren­ sel hakikati elde eder ki, bu yegane kurtarıcı olan im andır, ilmin; akim, faziletin, imanın çarpıcı tecrübesi olm adan hiçbir değeri yoktur. O'nun imanı işte budur. O onu, o derece etkiliyordu ki, hemen kardeşine koşar ve ona konuşmaya başlar ve onu M o rave kardeşin vaazıyla ikna olduğu gibi tam olarak ikna eder. "A m e llere değil, im ana ö nem veriniz sözü, İngiliz p s ik iy a tris ti W illia m S a r g a n t 'a 22 işaret etmektedir. Aynı zamanda, on­ ların dini anlayışlarım kökten değişikliğe götürür. Bu ise, günümüzde mu­ h a fa z a k a r lık ta n k o m ü n iz m e geçiş g ib i o ld u k ça k ö k lü b ir d eğişmeyi gösterir." Aynı zamanda Jo h n W esley, imanı nasıl bulduğunu ve dolayısı İle onu nasıl verdiğini anlatmıştır: M orove brader onun ruhunu ıs itmişti. O h ald e ruhu ısıtmak gerekirdi. İşte bu andan itibaren W e s l e y , havarilik m e to d la n n ı pekiştirmiştir. Bu araştırma onu, İsa’nın cemiyetinin (la soci­ été de jesus) kurucusu olan Ignace de Loyola gibi bir başka d İn değiştirici dahin in araştırm alarını yeniden icada şevketti. W e s l e y , 20 Aralık 1751 tarihli gazetesinde bunu şöyle not eder: İşte iyi olduğuna inandığım vaaz metodu... V a az m başında, Allah'ın, gün ahk arlan sevdiğini ve onlan k u r­ ta rm a y a hazır old uğu nu ana hatları ile h a tırla ttık ta n sonra, en sert işekilde, tam olarak mümkün olan teferruatta şeriat üzerinde vaaz etmenin :gereğini açıklar. G ü nahk âr durumlarını k e şfed e n le rin s a y ıla n arttıkça, İm a n ı meydana getirm ek ve şeriat düşüncesinin etkileyeceği kişileri, m a­ n e v î hayata götürmek için İncille hirleşilecektir."

ÎHTİDA, BİR KATALYSE OLAYINA BENZEMEKTEDİR Bazı görgü tanıkları W e s l e y gibi oldukça beliğ ve güvenilir bir adam tarafından İcra edilen bu metodun sonuçlarını nakletmişlerdir. Muhtedİ (converti) daima engelienemiyen bir heyecana k a pılır23. Neticede titremeye ve sararmaya başlar. Çoğu defa şuursuz halde yere düşer. O zaman, sirayet edici olan heyecan İçinde göz kamaştıran iltihak­ lar, korku ve vecd karışık bir atmosfer içinde birbirini takip eder. Bu olaylarda hiçbir açıklama görmeyen W e s l e y bile bu olayları, Şeytan’a galip olan kutsal-ruhun aksiyonuna atfediyordu. Dinleyiciler kadar o da etkilenmişti. Şöyle diyordu: "K onuştuğum esnada önümde b ir adam Ölü g ibi y ık ılm ıştı. Sonra i k in c i ve n ih ay et b ir üçüncü adam y ık ılm ıştı. Böylece, yarım saat içinde diğer beş kişi dayanılm az acıyı tadmışlardı. O nların ızdırapları ce h en n em d e k in e benziyord u . O n la r bu fe laket içindeyken biz İsa’yı yardıma çağırdık. O da bize bir sulh mesajı ile ce­ vap verdi." Şeytanî hareket, W esley’in vaazları esnasında farklı şekilde icra oluyordu. B azan şeytan, inay eti almaya hazırla na nla ra İşkence yapıyordu" Bu konuda W esley şunları söylüyordu: "S a b a h saat 10'a doğru çalışmaya oturan bir kadın aniden şiddetli titremelerle ruhunda korkunç bir korkuya yakalanmıştı. Bu hal, bütün bir öğleden sonra devam etmişti. Fakat akşam leyin toplantıda; Allah onun, sıkıntısını sevince çevirmişti. Aynı gün, ızdıraba yakalanmış diğer beş veya altı kişide az sonra, kalb lerin ın derinliğine kadar tedavi edecek k işiy i bulmuşlard ı. Onlardan biri, hiçbir şahsm teselli edemediği a}dardan beri, ızdırap içinde bulunan bir kadındı..." Öyle görünüyor ki, bu satırlar; Muhtedi'yi W e s l e y ' e bağlayan ilişkilerin, esasını teşkil ediyor. Muhtedi, manevi bir ızdırapla parça­ lanmış ve müphem bir iç belirginsizüğe dalmış olarak onu, hiçbir ışık ay­ dınlatamıyor ... Ekseriya bu manevi ızdırap, ızdırabı çeken bünye üzerinde tesirini gösterir (Bunlara benzeyen N öropsikoîoji deneyleri ileride ince­ leyeceğiz). işte bu halde din liderinin sözü, onun ruhunda bir sıvı içindeki Kristal tanesi gibi belirmektedir. Karışıklığa (chaos) bir düzen modeli ithal ederek söz, karışıklığın düzenlenmesini çabuklaştırmıştır. Böylece, birden, aşağıda olan, yukarıdaki gibi olur ve böylece doğan mezheplerde en çok kullanılan bu iki kelime bir anlam kazanır ve böylece karanlıklar aydınlık olur. Bu misalleri göre göre w esley (onun ilmi formasyonunu unutmamak gerekir), ihtid anın belirtilerinin bir çeşidini kabul etmiştir. Bu durum onu, istatistik olarak deneme yapmaya kadar götürmüştür. Neticede şöyle

62

demiştir: "Sadece, Londra'da cem iyetim izin 652 üyesini b u ld u m " onun bu m ü şahed esi, her türlü şüphenin üstü nd e idi. İstisnasız herkes, onun günahtan ku rtarm asının bir anda olduğunu ve İnsanı değiştirmesinin ise sadece b ira n a ihtiyacı olduğunu düşünüyordu.

İHTİDA BİR ZİHNÎ DÜZENSİZLİK DEĞİLDİR Bir an içinde olan ihtida, mezheplerin hayatının ve bilhassa b aş­ langıçtaki yayılm aların kaynağını oluşturmaktadır. Bunun klinik veç­ helerinden ileride bahsedeceğiz. " D i n l e ilg isi olmayan birkişiye bu k a ­ tılma ne dertli saçma görünürse görünsün, niçin daima bu mezhep salıklerî arasında, y ü k s e k zeka sahipleri vardır?" bu soruya belki, tarihçi ve psi­ kolog bir cevap bulacaktır. Bir aydınlanmaya atfedilen bu katılma, akla bağlı olmayan zaruri bir seyri göstermektedir. Akıl, adım adım, şüphenin ve eleştirinin ağırlığı ile işlemektedir. Bu durum karşısında W e s le y 'in misâli çok manidardır. İngiliz dehasının amprik ve septik zihniyeti içinde O x fo rd 'd a yetişmiş olan bu büyük adam önce, dini sahada sisteminin başarısızlığını müşahede etmiştir. Bundan dolayı, onu; bitmiş, şaşırmış, ümitsiz olarak görüyoruz. Nihayet birgün M o rav e kardeşi dinlerken birden onda hudutsuz bir şey uyanır ve böylece ruhu ısınır, zihnî yetenekleri ise harap olur. Şeriat onu taşım aya başlar. Artık herşeyı anlayacaktır. Aydınlık onu kuşatır. Bu ışık, aklın ışığı değildir. O, aklı, sonsuz şekilde yücelten bir ışıktır.Akıl onu takip edecektir. Artık akıl, ih tid a n ın tecrübesi üzerinde düşünecek, gerektiğinde İhtidayı nutkuyla doğrulayacaktır. Fakat ruhun ise bu nutka ihtiyacı olm ayacaktır. Düşüncenin24 düzensizlikleri arasında ihtidayı red etmek için, akim bu na - mevcutlusundan akılcı eleştiri, delil çıkarmaktadır. Fakat bu bir peşin hüküm. Çünkü o, bilgiyi ispatlanması gerekecek şey için savu­ nur. Yani, Rasyonalist seyri aşan hiçbir düşünce tecrübesi yoktur. Fransa'da yapılan bir seyahatta P e k i n ’in bulunamaması Çin'in ol­ madığı anlamına geldiği gibi, ihtidayı yaşayanların tasvir ettikleri ani ihtidalar da aynen büylebir şeydir. İhtidayı yaşayanlar da, böyle bir olayın arkasından, akılcı olmayan şey bize, hîçbirşey öğretemez derler. Bir şeyden faydalı bir şekilde bahsetmek için, ünce, o şeyin akıl dışı olup olmadığını veya akla karsı bir zorlama olup olmadığını bilme vasıtasına sahip olmak gerekecektir. Yani Çin'in mevcut olup olmadığını bilmek ge­ rekecektir. Şayet Fransa, titiz bir şekilde ziyaret edilir de, orada Pekin b ulunmazsa; bu Çin'in olmadığım ishat etmez. Şayet hayalı bir şehir ta­ savvur edilirse bu da Çin'in varlığını daha çok ispat etmez. Daha keskin

63

a k ılc ı23 tenkitler burada bir noktayı belirtmektedir. Onlar özetle şöyle demektedirler: "Ç in 'in varlığının in k an fikri, bizden uzaktır. Biz sadece b ilm ediğim izd en dolayı d eliller istiyoru z. K ararsızlık içinde delilin yokluğu bizi terkeder. B öylece, h ayalden başka b ir şey olm ayan şeye katılm aktan ziyade, hükm üm üzü ertelemeyi tercih ederiz." İşte bu ihtiyat bize meşru ve m a’kul görünüyor. Sadece olayların, gözlemi tamamlayıcı olarak bizi şunu ortaya koymaya zorlamıştır ki, bu eleştiriler kadar saygın bir takım büyük zeka sahipleri, ancak Çin'i ziya­ ret etmekle ikna olmuşlardır. Onların bu kanaati, bir tecrübe neticesinde hasıl olmuştur. A ld ersg ate S tre e t vaazına kadar Ingiliz karakterli bir rasyonalist olan W esley, Frère M orave'ı dinleyerek aniden, kendini hiç bir şeye arzu­ lu bırakmayan bir gerçeğe kavuşmuştur. Akıl noktayı nazarında bu gerçek, ihtidanın belirtisini statik hale koyma cüretinin ortaya koyduğu gibi, muhtedıde dokunulmaksızm kalmaktadır. Bu durumda imanın ani baskını,ihtida edende kritik akılla uzlaşır. Buna itiraz tam am en boş bir şeydir. Dinle ilgisi olmayan kişi, ihtida edene imanın, başkalarının imanı ile çelişkili olduğunu boşuna ileri sürmüş olur. Muhtedi bundan da rahatsız olmaz. Çünkü o bunu doğrudan bir tec­ rübe ile bilmektedir. Şimdi bu durumda, Çin’in olmadığını isbata yönelen bir itirazcıyı, Pekin'den gelen bir yolcu nasıl ciddiye alabilir?

NASIL TANRI OLUNMAKTADIR Bir mezhebin en eski kaynaklarına kadar gidildiğinde, bu mezhe­ bin kurucusunun ihtidasının; daima, ani ihtidanın nihaî bölümünü teşkil ettiği bir karışıklık, bir sıkıntı bir arama devresine ulaştığı görülür. Bu açıdan Peder Chéry’nin l(> kitabı, dikkat çekici bir doküman İh­ tiva etmektedir: Bu kitap, onun arkadaşlarından biri tarafından nakledi­ len M o n tfa v e t’in Tanrısı olan George Raux'un ihtidasının hikayesiydi. Bu tanık hergün G eorge Roux'yu işinde görüyordu. Onun anlattığına göre, "İhtidasından Önce George, ciddi, sağ duyu sahibi, zeki, dakik, çok dürüst, müsamahakâr, neşeli, sevimli, sakin ve güler yüzlü, bayağı olmayan b i ­ riydi. O Yoru lm ak nedir bilmezdi."' Hayatı düzenliydi. Ne sigara ne de içki içiyordu. Kısaca geleceğin Tanrısı, görünürde dengeli bir insandı. İşte habercinin, anlaşılamiyan karışıklığı buradan ileri geliyordu. O daima eskisi gibi bir ahhahtı. Fakat ekseriya, bir rüya içinde kaybolmuş gibi bir hal alıyordu. Sonra, sinirli, kuşkulu alıngan bir hal almıştı. 1952’nİn sonundan itibaren de kendinin zulüm görmüş olduğuna in­

64

anmaya başlamıştı. 1 9 5 3 ’ün İlk haftalarından itibaren, kendisinin, İs a 'n ın y e n id e n b e d e n le ş m e si old uğu nu söylüyordu. 24-25 A ra lık 1953'de gece yarısı, eskisin den daha ciddi olarak fazla mesaisinin ortasında ayağa kalkmış ve bu saatte yeryüzündeki hizmetinin sona erdiğini açıklamıştı. N eticede, orada olan memurlarla tatlı şekilde vedalaşmış ve kaybol­ muştu Bu olaya şehadet eden metin okunduğu zaman, fazla birşey aranm a­ d a n bir ruhi rahatsızlıkla karşı karşıya olunduğu sonucuna varılır. Böylece, G e org e 'u n deliliği kabul edilerek bu delilik W esley'e , oradan da y ava ş yavaş P a s k a l 'a ve hatta tüm ihtida edenlere kadar yaygınlaş­ tırılabilir. Çünkü gerçek şudur ki, posta memuru George Roux ile B iaise P ascal arasındaki tüm habercilerde korkunç bir yetenek bulabiliriz. Esas sıkıntılı durum ise şuydu: Biz kim oluyoruz da "D üşürtcelerîn"in yazannı, deli olarak ilân ediyorduk? İleride daha az tehlikeli bir hipotez önereceğiz. Şimdilik müşahade ediyoruz ki, bütü n muhtediler tarafından takib edilen manevi yol, b ir karışıklık ve sıkıntı devresinden geçmektedir. Bu devrede ihtida, varlığı topyekün gözden geçirme ile sona ermektedir. N etice itibariyle ilk m uhtedi, eğer etrafında aynı işkence ile oluşmuş bir takım varlıklar bulursa ve kendini iyileştiren tecrübeyi onlara da yaşatm aya kabiliyetli ise; birtakım ihtidalar zincirini meydana ge­ tirmekten geri kalmayacaktır. Aynı olayı, kardeşi C h arle sp 'a d e r h a l koşan ve ona bir solukta "a y d ın lığ ı" açıklayan W esley'de görüyoruz. Yine G e o rg e Roux, en dindar katolik olan yaşlı annesi dahil bütün ailesini hi­ dayete ulaştırmıştır. Onun altı çocuğu, damatları, gelinleri oldukça fana­ tik olarak onun Tanrılığına inanıyorlardı. Artık burada bir defa daha zeki şahsiyetlerin ve samimi bir kişi karakterine sahib kişilerin, nasıl olup ta onun uluhiyetine inandıklarını sormayacağız, işte bizim burada inceleyeceğimiz nokta da burasıdır. Eğer bu olay, en yüksek seviyedeki İn­ sanlar dahil, insanın ruhunda veya topyekün insanlığın ruhunda meydana gelmeseydi herhalde mezhepler de olmayacaktı.

ESSENİ PASSÎFLİĞİ Başarıya ulaşm ış olan b ü tü n m ezheplerin incelenmesi daim a, önerilen doktrinin, mezhebin doğduğu devre veya yere ait olan bir proble­ mi çözdüğünü ortaya koymuştur. Biz bu durumu Shokers ve Mormon'lar gibi oldukça farklı mezheplerde müşahede etmiştik. Şimdi bunu açıklamak için örnek olarak Essenİleri ele alalım:

65

Onların kaynağı, Kitab-ı Mukaddes'ten Yahud ilere şaşırtıcı görün­ düğü gibi; Costrats veya H ippies'lerin kaynağı da bize şaşırtıcı görüne­ cektir. Hz. M u sa’nın şeriatı, hakikatte ne öğretiyordu? Sert, fakat acı­ masız bir ahlâk. Şöyle ki: G ü n a h işle m e m e k , y e m in etm em ek , h ırsızlık yapmamak, k om şu nun k ad ım na göz dikm em ek ve sadece Allah'a tapmak. Uzun b ir hayat sürm ek için ise, yeryüzü servetlerine sahip olmak, çok eocuk sahibi olmak, önündeki milletleri kovmak, m ukavemet ettikleri za­ man onları yok etmek... Adaletin üstadı ise ne öğretiyordu? Şimdi P h il o n 'u dinleyelim: "O n la r ın yanında m ızrak, b aşlık , k ılıç, zırh, k alk an ; kısacası silâhlar veya askeri m a k in a la r yapan b irk aç usta veya kötülüğe d ön ü şeb ilen banşçı şeyler boşuna aranacak." Görülüyor ki onlar, mutlak surette sulhçu idiler. Öyleki Romalılar onları öldürecekleri zaman onlar kendilerini, müdafaa etmeyeceklerdir. Bu duruma Flavius Jo sephe (37-9?) "La guerre des ju ifs, 2, 8, 10" adlı ese­ rinde tanıklık etmektedir. D ünya zevkleri konusunda onlar " K a d ı n s ı z ve aşka i lg i s i z " yaşıyorlardı. Pline nin dediğine göre onların mezhebi "H iç doğumun ol­ madığı b i r cem aattı." Bu cemaat, sadece yeni muhtedilerin iltihakı ile çoğ alabiliy ordu28. Geleneksel yahudilerin aksine bunlar, ahirete inan­ maktadırlar. Fakat ahireti, sadece " v a d e d il m i ş to p r a k " için kabul et­ mektedirler. Bunlar, b ed eni'de bir paçavra olarak düşünürler. Kısaca bun­ lar, asıl yahudi şeriatına mümkün ölçüde muhaliftirler. Acaba bu tesadüfi midir? Elbetteki hayır! Musa şeriatı, fatih ve kendinden emin bir toplum -için meydana getirilmiştir. Esseniler ise, bu milletin iliklerine kadar tari­ hin hak aretlerini taddığı bir devirde ortaya çıkm ıştır. Bu millet, asırlarca zaferden sonra, hürriyetini kaybetmiş ve yabancı milletlere ver­ gi ödemiştir. Onun ruhu, helenizmin entellektiiel prestiji Önünde şaşkına dönmüştür. Onun sahib olduğu tek şey dimdik boynu ve Allah'ıdır. Fakat bu Allah, onu terketmişe benziyor. İşte ümitsizliğin, sıkıntının, isyanın kaynağı bu noktadır. İsyan, başarısızlığa mahkum olarak ortaya çıkıyor. İşte o zaman yahudi milletine çelişkilerini çözerek sıkıntılarını izale için gerekli olan doktrin bu "A daletin Üstadı" doktriniydi. İşte Esseniierin doğduğu yer burasıdır. Adaletin üstadı sabır diyor­ du. Çünkü bu dünya, aydınlık oğullarının gerçek dünyası değildir. Bu dün­ ya, lanetlilerin ve kaybolmuşların dünyasıydı. Netice itibariyle orada sonuncu olmanızın ne önemi olurdu? "Adalet oğullarının imparatorluğu" 2y aydınlıklar prensinin elindeydi... Ve yine sapıklar imparatorluğu k a­

66

ranlıklar meleğinin elindedir. Şüphesiz, birinci gruptakiler, ebedi hayat­ ta, ebedi sevin ce, şerefe, ebedî aydınlıkta şeref libasına sahiplerken; İkinciler, ebedi cehennem e, ebedi korkuya, sonsuz yüzkarasına ve ateşle yok olma utangaçlığına düşeceklerdir.

TARİHİ AÇIKLAMANIN YETERSİZLİĞİ Bu açıklamalar bazı kişileri, EssenİIeri ve genelde mezhepleri hat­ ta b üyük dinleri, tarihin bir takım kötü taklidleri, ekonomik ve maddi k uvvetlerle temasın yegane gerçekleri olacak olan şeyleri mitolojilere çeviren bir takım sübjektif Epifenom en'ler (E pıpheho m en es) olarak yoru­ ma sevketmişlerdi. Şüphesiz bu tezin tartışması, çok geniş kapsamlı bir teşebbüs olacaktır. Burada sadece şunu belirtelim ki bu tez, çağdaş düşüncenin icra edildiği bütün sahalarda çok verimli bir psikolojik tavır göstermiştir. Meselâ, O. J, Monod'un 30 metafizik tezlerinin ilham kay­ nağı olmuştur. Bununla beraber, mezhepleri saf mitolojik şartlara İnhisar ettirmeksizin; onların, tarihi şartlardan doğmuş olduğunu kabul edebili­ riz. Bu açıdan, kıtasal bir ablukadan doğmuş olan pancarın şekeri, bir mi­ toloji olacaktır. Yine ilk atom bombasının ve bizzat bombanın problemleri­ ni çözm ek için icad edilmiş olan Bilgisayar da beyledir. Tarihin sonsuz tesadüfleri, yavaş yavaş insanı deşifre olmaya zorlamaktadır, işte onun, tesadüflerin çocuğu olması, aynı zamanda onun mevcut olmaması anlamına gelir mi? Esseniîerin kurucularının, fethin muzaffer Yahudiliğinin yerine, herşeyi terk, fakirlik, ebedi kurtuluş yahudiliğini ikame ettiklerini isbatlamış olduğumuz zaman (Çünkü Helenistik yahudiler artık, o muzaffer yahu diliği fethetm e, onu elde etme, onda çoğalma durumunda değil; fa­ kat, sefalet içinde yıkım a doğru gitme durumunda idiler), bir daha, in­ sanın kurtuluşunu bu dünyada veya öbür dünyada, bir fetihte veya herşeyi terkte, varlıkların çokluğunda veya küçük bir azınlığın içinde aramasının, insanın hakikatına uygun olup olmadığına karar vermek gerekecektir. El­ bette bu seçimlerden biri ne kadar iyi olursa, diğerini muhtemelen istisna edecektir. Fakat, onun hakkında birşeyler söylem ek için onların tarihi doğum larının ötesine b akm ak gerekecektir. Çünkü her ikisi de aynı şekilde tarihten doğmuşlardır.

HER ZAMAN MEZHEP BÎR MABEDDEN Mİ DOĞMAKTADIR Şüphesiz okuyucu, geçen sahifeleri okurken, büyük dinlerin özünden

67

esası ayırmaya izin veren bir mezhep tarifi olmadığı için, tahlilimizin, usturanın kesk in tarafı üzerinde gittikçe tehlikeli olarak geliştiğini düşünecektir. Eğer, mezhep kurucusu tarafından yaşanmış olan tecrübenin derûnî m evsukiyetini kabul edersek; (Birkaç şarlatanın duru mu hariç), eğer, havarilerin, muhtedilerin samimiyetini, onların zihin ve ahlâkî dengeye sahip olduklannı kabul edersek; o halde onları tam olarak, B u d d h a'd a n , Paul'd an, L u t h e r d e n ve Hz. M u h a m m e d ’den ve Hz. Isa'dan ayıran ne olabilir? N için büyük bir din, diğerlerinden daha iyi başarılı olan bir mezhepten ayrılmaktadır? Oysa biz, tehlikeden sakındırmak şöyle dur­ sun, b ü y ü k dinlerle m ezheplerin ilişkilerini inceleyerek onunla karşı karşıya geleceğiz. Aslında bu ilişkiler birçok defa tartışılmış ve belirlenmiştir. Birçok bilgine göre mezhep, sadece çıktığı dine göre tarif edilebilir. Şüphesiz bu bakış tarzı, U m m o, Urantia, görünmezler (invisible) gibi mezheplere ve mevcut dinleri tanımayan diğer mezheplere kesin olarak hiçbir yer ver­ mez, Meselâ, Peder Chéry ve diğer bilginler31 için mezhep "B irb ö lü n m e o l a y ı d ı r " O, İsa’nın kilisesinde b u olayın b izzat kilise kadar eski olduğunu hatırlatır. O, bu hususu şöyle belirtir: Isa’ya mensup olanları, yahudiiiğin din hükmü içinde tutmak isteyen Yahudi-Hristiyan (Judéo C h r é t ie n n e ) bölü nm eye karşı; aziz paul, savaşmak zorunda kalmıştır. Görüldüğü gibi peder C h éry, yahudilikten ayrılmayı reddeden yahudi asıllı hristiyanları " a y n l a n l a r " olarak adlandırm aktadır. Büyük Alman bilgini Ernst Troeltsch, daha sosyolojik32 bir pers­ pektifle m ezhebi, kilisenin karşısına çıkarmaktadır. Ona göre, tarihin her devrinde ve her belirli yerde kurulmuş olan düzene uygun ve onda faa­ liyet gösteren hiyerarşik bir kilise vardır. Bu kilise, idareci sınıflarla iyi ilişkiler içindedir. Onların hesabına cemiyetin gözetimini sağlam akta­ dırlar. Bundan dolayı bizzat kurulmuş bîr düzen olarak kilise, kendi anlaşmazlığını izhar etmektedir. îşte bu olay, imtiyazı olmayan grup­ ların bed baht şartlarını ifade eden musavatçt ve radikal mezhep a n ­ layışını meydana getirmiştir. Bu şema içinde, bizzat V o l t a i r e ’in bir yankısı olan M i c h e l et ta­ rafından ortaçağ büyücülüğüne33 önerilen bir açıklamayı bulmuş olacağız. T r o e l t s c h , tahlilini sadece Hristiyan kiliselerinin mezhepleri ile olan münasebetlerine dayandırmaktadır. Şüphesiz yine de o, bu sınırlı çerçeve içinde birçok şeyleri açıklamıştır. Şurası da bir gerçektir ki, ortaçağın büyük mezhepleri, kendilerine bu dünyada isyanı yasak eden acımasız bir

68 İ-İ

düzenin önünde; zayıfların ümitsizliğini izhar etmişlerdir. Böyle bir is­ yanın cezası ise, yeryüzünden s i l i n m e k t i C e z a s ı , lanetlenme olan, ka­ nını, çabasını ve hayatını efendisine borçlu oIan,bedbaht'ın, ihtidanın müjdeleyicisi olan gerçek bir psikolojik durum içinde bulunduğu anlaşıl­ maktadır. şimdi bu anda V a u d o i s veya C a th a re 'a mensup, zavallı bir vaaz ona daha kötü bir Allah'tan bahsetse, yine de onun işitilme şansı olacak tı.

BASKI FANATİZMİ DOĞURUR Köylülerin isyanının kanlı şekilde bastırılm asından sonra, X V I . Asırda Anabaptistlerin korkunç fanatizmi, doğmuştur. Bryan W ilson, Jean de L e y d e 'n in ateşli vaazları ile M u n s t e r 'e çezbedilmiş " k e ş i f s a h ib i ve göçebe s ü rülerind en "^ bahsettiği zaman o, bize bu sürüleri hangi şartla­ rın ortaya çıkardığını söylememiştir. Şimdi Je a n de Leyde bütün ateşli­ liğine rağmen, bîr okulun avlusunda toplanan bir seçmen topluluğunun dik­ katini bile çekmekte güçlük çekmektedir. Şimdi artık, zorbalara sahip ol­ madığımız halde, sakin ve konforlu bir dünyada yaşarken Jea n de Leyde, eşitliği, zorbaların gelecek cezasını, kan ve dem irden olan bu dünyanın yakın sonunu vaaz ediyordu. Aslında, ex - n ih ilo diye ad landıracağımız hristiyan dışı mezhe­ pleri ele aldığımız zaman; Tro eltsch'in analizi, yetersiz değildir. Bununla beraber, m o dem Hristiyan mezheplerinde kurulmuş olan kiliseye karşı is­ yan hareketi, daima aynı iddiadan doğmuştur. Yani, kilisenin gerilemesi, gevşekliği, iman, saflık, fazilet yoksunluğu iddiasından doğmuştur. Saf kaynağa dönüş adına parçalanmış gördüğümüz e n te g ris tîe r (Devleti, kiliseye tabi kılma cereyanı) ve M a r k s i s t hrıstiyanlar, gözleri­ mizin önünde sürekli a y n h k olayını açıklam aktadırlar. Bunlar bize, daha önce mevcut olan kilisede ortaya çıkan sapık mezhebin oluşmasını izah etmektedirler.

BİR TEMAYÜL NASIL BÖLÜNME HALİNE GELİYOR: Bu oluşmanın ilk belirtisi, temayülün görülmesidir. Kilisenin bünye­ sinde oluşan bir grup, akidenin, ahlâkın, îiturjinin veya Ortodoksluğun bîr başka veçhesi konusunda o vakte kadar yapıîamıyandan başka bir şey üzerinde İsrar etmektedir. Meselâ, ilerici Hrıstiyanlar olayında, İncilin, zenginliği, zenginleri ve dünyayı lanetleyen bazı pasajlarına daha çok öncelik tanınmıştır. X V I I . Asırda, ilk J a n s e n i s t le r çok sert bir ahlâkı ile­ riye götürmeye arzuluydular. Çünkü onlar, kurtuluşun inanılmayacak ka­

69

dar zor olduğunu ve kurtuluşun sadece alın yazısı ile mümkün olduğunu söylüyorlardı. Aslında bu görüşler, A u g u s tin u s'u n 36, kurtuluşta inayetin rolu üzerindeki meşhur tezleriydi. Eğer temayül, aktif bir grup tarafından derinliğine hissedilirse ih­ tida faaliyetinde değişikliğe uğrayabilir. İşte o zaman, onu, Ortodoksluğa davet eden diğer temayüllerle karşılaştıracaktır. Eğer hiyerarşi bu du­ rumda nazlanırsa onun da aleyhine geçecektir. Meselâ, Paskal, önce Je s u ite'lerle, sonra da papa ile kavgaya başlamıştır. Katolik kilisesinin sine­ sinde mezhep, otomatik olarak, itizalle yani ayrılma ile sonuçlanmıştır. (XXIII. jean'a kadar daima böyle olmuştur). Hollanda'da meydana gelen durum da aynıdır. Augustinus'dan üç asır sonra bile Utrecht, Haarlem, Deventer'de hâlâ Ja n sé n iste piskopaslan vardır. Böylece, kurucunun rolü er veya geç akımdan, mezhebe varan seyir içinde kendini göstermektedir. Bazan akım ve topluluğu meydana getiren, bizzat kurucudur. Bazan ise akım, kendiliğinden doğmaktadır. O halde akımda bir takım ihtidalar müşahede edilmektedir. Bu olaydan önce muhtedi, oldukça ilgisiz Orto­ doks bir mümindir. Artık o, ilgisizlikten, gördüğümüz şekilde ateşli bir du­ ruma geçecektir. Muhtediler çoğaldıkça Ortodoksluğun gövdesinde süymüş olan to­ murcuk, gittikçe gövdeye bağlı kalmaya tahammül edemez hale gelmek­ tedir. İşte bunun için muhtedi, eğilmez bir şahsiyettir. Çünkü o, kendine göre hakikati elinde tutmaktadır. Onu bütün varlığı ile tecrübe etmiştir ve ondan hiçbir taviz vermez haldedir. J é s u i t e s ' l e r e karşı Paskal'ın kırgınlıkları, sevinç, ateş gözyaşlarından ve 1654’un 23 Kasım gecesinden şiddetini almıştır. " P r o v i n c i a l e s " bu m e ş u m geceden bir yıl sonra görünmeye başlamıştır. (23 Ocak 1656). Paskal'dan sonra, Janusénites'lerin isyanı bölünmeye kadar varacaktır. A kım ın zu hu ru ve onun Ortodoksluğu reddi arası da doğm akta olan m ezhebin sinesinde, birçok olaylar m eydan a gelm ektedir.

MEZHEP, KAYNAKLARA DÖNÜŞ MİTOLOJİSİ İLE İCAD EDİLMEKTEDİR Belli bir inanç daim a k a y n a k la ra d ö n ü ş ilânı ile ortaya çıkmaktadır. Bunun için mezhep taraftan, Ortodoksluğun (eski geleneğin) saptığını ve onun temeldeki safiyetten uzaklaştığını açıklamaktadır. Böylece, tek yönlü yorumlanmış " T e m e l S a f i y e t i" tesis etme ateşliliği içinde bu sapık akım, zaruri olarak gelenekçi Ortodokslukla karşı karşıya gelmektedir. Çünkü durum şudur: Eğer temel esaslara ihanet edilmişse; bu

70

b iris i tarafından yapılmış olmalıdır. Her İnançta Ortodoksluk, hiyerarşi ile izah edilmiştir: işte bunun için bugün entegristlerin ve Frogr e şistlerin, piskopaslara ve kardinallere şiddetle çattıkları görülmektedir. Yine W a lery , tarihin güçlerinin, sadece Rom a tarihinde güçsüz hale geldiğini söylemektedir. Bu, Petrus’un Romasm m tarihi diye de İfade edilebilir. Bir asırlık fanatik psikolojinin tecrübesi, herşeyin sinesinde geçtiği kato hk kilisesine, sabrın ve becerikliliğin sonsuz kaynaklarından ilham­ lar vermiştir. Antik Roma'dan beri, Katolik kilisesinin sinesinde gelişen tarikatlerin, derneklerin, cemaatlerin, to plu m lann, aşırı tarikatlerin bir­ çoğu, biraz önce tasvir ettiğimiz bir gelişmeden doğmuşlardır. Ancak, hiyerarşik toleransla kanalize olmuşlar ve yönlendirilmişlerdir, işte b ö y ­ lece, hiyerarşinin onları ocakta tutma mahareti verimli olmuştur. Önce, onların ihtida dinamizmi P etru s'u n antik kayığına bağlı bulunuyordu. Sonra, oldukça farklı temayüllerin organize edilmesi ve tanınması, kor­ kunç saldırganlığı, karşılıklı küçük gösterilere doğru yöneltiyordu. Bir manastır atasözü şöyle diyordu: "İn s a n , in sa n ın kurdudur. Papaz ise, pa­ p azın daha da kurdudur." (Homo hamini lupus, clericus elerle lupior). Eğer L u t h e r 57 Roma Mahkemesinden başka itham edecek birini bulm uş ol­ saydı veya Roma mahkemesi, onun ateşli reformunu bir başka istikamete çevirecek zamanı iyi tayin etmiş olsaydı L uth er, katolik kilisesinin b ü n ­ yesinde kalırdı. Nihayet şu noktanın da üzerinde durm ak gerekir: tarîkatler veya " d in i cem aa tler" bizzat tarikatlerin ve dini cemaatlerin üzerinde değil, bilakis "s ın ırlı temel esaslara" dönme tasavvuruna imkan veren şey üze­ rinde durmaktadırlar. M ezhep, orijinal bir topluluk olarak bilinçlendikten sonra, doktri­ nine, sosyal statüsüne, çevresine göre değişen bir ilerleme takip etmekte­ dir. Bununla beraber o, asıl karakteri benimsendikçe ortaya çıkar. Yine de bu öneri, karşılıklı olarak birbirini yaratan orijinal veya ikinci derecede önemli bir şekle dönüşebilir. H utterien kardeşlerin uzun tarihi bu içli-dışh nesli çok iyi açıklamaktadır.

HUTTERİEN’LER VEYA KÜÇÜK BİR GRUBA TAHSİS EDİLMİŞ KURTULUŞ Anabaptist olan ja c o b Hutter, Anabaptist Munster’in yıkılmasından sonra 1533 - 1536 arası Austerlit2 'de sulhçu ve kom ünist bir mezhebin şefliğini yapmıştır. Onun prensipleri halefi Peter ried em ann tarafından

71

1540'da ortaya konmuştur. Fakat M o r a v i e katoliktir. H u tté r ie r ile r zuiümlerden kaçmak için toplu olarak hicret etm eye başlamışlar ve birkaç yüzyıl görünmemişlerdir. Nihayet onlar, S lo v a q u ie ve T ra n s y lv a n ie 'd e ortaya çıkmışlardır. XVIII. Asrın Ortalarına doğru onlar, Rusyada'dırlar. Bunlar, Almanca konuşm aktalar, kollektif y aşam aktalarve daima silah taşımaya karşı­ dırlar. Rusya'da bir asır kaldıktan sonra 1860’a doğru, çar tarafından mec­ bur edilen askerlikten kaçmak için Birleşik A m erika’ya hareket etmeye başlamışlardır. 1874'de D A K O T A ' d a üç cemaat teşkil etmektedirler. Sayıları ise yedi yüz kişidir. Birinci cihan savaşı patlak verdiğinde "H u tterin k ard eşler" daima XVI. Asır Almancası konuşmaktadırlar ve savaşı reddetmektedirler. Or­ adan Kanada’ya göç ederler. Ondan sonra o kadar çoğalırlar ki 1965’de Kanada'da 12.500 ve Am erika'da 5.000 kişiye ulaşmışlardır. Onların ori­ jinallikleri ve ikinci derecede oluşları heryerde aynı değildir. Şimdi bu konuda Bryan W ilson'u dinleyelim: "H u tté rie n ’ler cem aatlerinin sine­ sinde bulunan çok derin b ir kurtuluş fikrine sahiptirler... Cemaat ve dinî cem aat orada biribirine karışm ıştır... O nların ortaklık statüleri, cem aat ve k ilise terim lerin i ayırım gözetm eksizin k ullan m ak tad ır. Erginlik çağında icra edilen vaftiz, cemiyete kabul ve onun kurallarına itaati sem­ bolize etm ektedir. Cem iyetin kurallarına itaat, silah taşım ayı reddi ih­ tiva etm ektedir, onlar ayrıca, hertürlü kam u hizm etinde çalışm ayı da reddederler... Savaş m aksadı ile konulan vergileri ödem eyi ve ahd iç­ meyi de kabul etm ezler. Hutterien cemaatleri tam anlamı ile kendi içine kapalı bir toplum dur. Bu toplumda dış dünya bir yana bırakılmış oldu­ ğundan yaşam a tarzları hakkında fazla birşey bilinm ez... H utterien’ler evlenm elerine ve özel ikam etgahlara sahip olm alarına rağm en, bazan çocuklarını toplu olarak yetiştirirler. Akşam yem eklerini, erkek ve k a­ dınlar, ayrı ayrı kendi aralarında sessizlik içinde yem ektedirler. Günlük hayatları, çiftlik hayatı gibidir. Y aşadıkları ü lkelerin ziraat hayatına intibak etm iş v aziyetted irler. H u ttérien cem aatın ın ııufus artış oranı bugün bile, dünyanın en ilgi çekici olayıdır. Bir cem aatın sayısı yüz elli kişiye ulaşınca, cemaatı bölme ve yeni bir koloni kurma düşünülmektedir. Böylece, bir koloninin doğuşu ile bölünm esine kadar aşağı yukarı yirmi yıllık bir zam an geçmektedir. Bu zaman zarfında koloni, iki bölünmeyi fi­ nansm an edecek şekilde gelirlerini artırır ve orada öncülük yapacak olan üyeleri için yeni bir arazi satın alır... H uftérien’ler, dışarıda h içb ir işe yatırım yapm azlar. Birçok kolonide, zor çalışma isteyen bazı faaliyet ta­ sarıları m uhafaza ed ilm iştir. Bu tarz bir çalışm a, m ezhep ü yeleri arasında onları işsizlikten koruyarak cem aat ruhunun devamına katkıda

72

bulunmaktadır. Çünkü işsizlik neticede onları eğlenceye sevkedebilİr." 38 Bu bilgilerden sonra W i ls o n , mezhebin politik ve sosyal teşkilat­ lanmasını açıklamaktadır. O nun verdiği açıklamaya göre, orada herşey seçim le ve kur'a ile olm aktad ır. İbadette, yem ekte, gün lü k hayatın işlerinde rütbe mevcut değildir. Orada sosyal sınıflarda yoktur. Orada herşey, herkese aittir. Muayyen bir grup içinde herkes, herkesi tanır ve hiç kimse belli bir sosyal durumla temayüz etmiş değildir. Hu tterien'ler, kendi aralarında eski T y ro lie n lehçesi ile konuşmaya d ev a m etm ektedirler. İbadet dilleri, klâsik A lm anca’dır. Almanca ile eğitim yapan ilk okulları vardır. İngilizce de bilmektedirler. Fakat onu sadece dış dünya ile ilişkilerinde kullanmaktadırlar. Sistemleri içinde, hiçbir ihtiyaca cevap verm ey en yüksek öğretimle ilgilenmemişlerdir. Özellikle kadınlarda dikkat çekici olan (k ad m başlığı, uzun köylü k a d ın entarisi, k o y u re n k li dokum alar) geleneksel elbise giymiş olmalarıdır. W ils o n 'u n bildirdiğine göre, modern hayati bu derece hakir gören bu er­ keklerin ve kadınların mutlu görünmeleri oldukça ilginçtir. Psikologların, onların üzerinde yaptıkları araştırm alar, onların istisnai şekilde bir zi­ hin düzensizliğine sahip olduklarını, kolonilerini terkedenlerın oldukça nadir olduğunu, terkedenlerin de hemen koloniye geri döndüğünü ortaya koymuştur. Eğer mezhep olmayı terketmeksizin bir mezhep başarı kazanmışsa; şüphesiz bu da onların mezhebidir. Onların, ne anlaşılmış olma, ne de bir­ takım müntesipler edinme kaygıları vardır. Onlar tüm insanlığı severler ve onlara saygı gösterirler. İnsanlarla ilişkilerinde her türlü şiddet hare­ ketlerinden uzaktırlar. Ancak, diğer insanların yanlış yolda olduğu kan aatm dad ırlar. Tekelcilik, garip kanaat, ideolojik haklılık gibi tavır içinde yer alan mezhebin tüm karakterlerini bunlar, en yüksek seviyede temsil etmektedirler.

MEZHEPLERİN ÖNÜNDE AKIL, ŞAŞKINLIĞA KAPILMIŞTIR Mezhebinki kadar, insan üzerinde mevcudiyetini ve bilinmeyen hu­ dutlara kadar esnekliğini devam ettiren çok az sosyal olay vardır. Mez­ hepler, her yerde vardır. Dünyada ne kadar mezhep vardır? Bu pek bilin­ miyor. Sadece güney Afrika'da binlerce mezhep vardır. Bir o kadar da lâtin Amerika'da olduğu söylenmektedir. Bazı sosyologlar, Amerika Z en­ cilerinin her mahallesinin ve hatta her sokağının bîr mezhep olarak telâkki edileceğini düşünmektedirler.

73

Her mezhep saiikİ, kendine dahi! olmayanı bir sapık olarak kabul etmektedir. Bu sâlik, sağduyu sahibi, eleştiri bir zekaya da sahip olan bir kişide olabilir. Buna güre, saîikler çok çeşitli olduğu için, bu mezhebi akılcı bir metodla inceleyen kişinin kafası kolayca dönmeye başlaya­ caktır. Salike gurur veren bu metod, ancak fanatik bir savunmadan başka bir şey değil midir? O halde o, güvenini hangi mihenk taşına bağlaya­ caktır? Bu konu, şüpheye ve soru sornmaya az eğilimli olan okuyucular ta­ rafından kabul edilm iyecektir. Ancak, objektif m etodun, müşahhas tecrübeye dayalı sonuçlan, ilmin diğer sahaları, tabiatın fethi, teknolo­

jiye kadar

uzatılacaktır. Nihayet denilecektir ki bir mezhep olmak şöyle dursun bilakis objektif metod, akim zaferini, dar kafalının aklı reddi ve onun aşılması üzerine tahsis edecektir. Bütün bunlar, su götürmez ger­ çeklerdir. Ancak ilmin en büyük yaratıcıları arasında olanların çokları, objektif metodu en büyük ayırıcı özellik olarak ileri sürmüş ve onun ya­ ratılmasında büyük emekleri geçmiş olanların, meşhur mezhepçiler olma­ ları, işin zor kısmını teşkil etmektedir. Meselâ, Pascal, Sw ed en borg , N ew­ to n boyledir... Belki bu noktada her büyük zekanın zaafiyetlerİ olduğu söylenecektir. Bunda şüphe yoktur. Ancak, buna "Z a a fiy e tle rin nerede olduğuna kim karar veriyor?" itirazı, yapılabilir. Sayılar mı? Acaba, izafiyetçüik veya termodinamik oya konuldu mu? Bunu yapmak mümkün mü? O halde? Sonuçlar mı değerlendirilecek? Fakat hangi sonuçlar? Hutterien'ler yine de deli değiller mi? Onlar, mutlu değiller mi? Eğer bu tartışma sonuna kadar götürülürse belki objektif metodun, hiçbir olayı istisna etmediği söylenecektir. Mezhep mensubu, kabul ettiği şeyi ve görmeyi reddettiği şeyi seçerken objektif metod, onların tamamını aynı şekilde serin kanlılıkla değerlendirecektir. Meselâ, M o r m o n , tarihi eleştiriyi kabul ederken; onun M elek Moroni'ye tatbik edilmesini kabul et­ mez, Huttérien ve A m ish telefonu kabul ederken, onun imal edilmesini ka­ bul etmezler. Hristiyanlar da Biyolojiyi kabul ettikleri halde onu İsa'nın dirilmesine uygulamazlar. Ancak objektif metodda bundan farklı değil­ dir. Göreceğimiz gibi o da, seçim ve redde haklı ve haksızlığa maruz kal­ m aktad ır.

MEZHEPLERİN TEMELİNDE BÎR TAKIM MUCİZELER VARDIR Bütün mezheplerin başlangıcında ve bazan uzun bir devre içinde mezhep sahibinin mucizelere başvurduğu görülmektedir. Oysa, mezhep mensubu için son derece önemli olan bu mucizelerden objektif tarihçi, asla bahsetmemiştir. Hemen belirtelim ki, mucizelerin mevcut olup olmadığını

74

inceleme yeri burası değildir. Burası, mucizelerin reddine nasıl karar v e ­ rildiğinin inceleme yeridir. Mucizeleri reddedenlerden kaç tanesi, onlar­ dan sadece birinin dosyasını incelemişlerdir? Genellikle bu soruya, onun İspatının, inanılm az iddiayı yapan kişiye ait olduğu şeklinde cevap verilmektedir. Fakat bu d e lilleri39 ge­ tirdiklerini ileri süren, bir yığm doküman vardır. Bu dokümanların değeri ne olursa olsun, onları reddedenler acaba onları incelediler mi? Genel ku­ rala göre hayır. Fakat belki onların objektif olarak onları redde hak lan vardır. Ancak onların haklı olsun veya olmasın red nedeni hiçbir zaman objektif bir incelemeye bağlı olmamış, sadece o red, kültürel olmuştur, işte M e l e k M o r o n i'y e " T a r ih i T e n k i d i " uygulamak istemeyen, fakat diğer bütün olaylara onu tatbik etmek isteyen M orm on'u n da seçimi, aynı karak­ teri ifade etmektedir. Mucizelerin delilleri de diğer ilmi metodlar gibi aynı metodlara baş vurmaktadırlar. Onlar da, diğer ilim adamlarından hiç farkı olmayan ilim adamları tarafından açıklanmışlardır. Fakat on­ lara aynı tabiatlı bir inceleme uygun gelm ektedir. B ir 'm e z h e p d o ğ ­ duğunda onun saiikleri, tedaviler, kehanetler ve fal gibi çok sayıda m u ­ cizenin meydana geldiğini müşahede etmektedirler. Böylece onlar, o mez­ hebe, hayatlarında ve düşüncelerinde çok önemli bir yer tahsis ederler, işte bunun içindir ki "G e rç e k olmayan bu m ucizelere" birçok kimse inan­ mıştır. Sağduyu sahibi kişilerin belki hakları var. Fakat onlardan biri, kendi kendine hiçbir zaman bu işin böyle olmadığını sormamıştır. işte bunun içindir ki bu muayyen sahada bizim güvenimiz, esas ola­ rak kültürel bir doyumun meyvesi olmuştur. Bizim kültürümüzün gerçek olup olmadığını ve dünyanın düz olduğunu söyleyen ifadeler kadar y a ­ nıltıcı olmadığı, bilinmeyen ifadelerden bahsetme veya haber verme ko­ nusunda bizi uyaran şeyin gerçek olup olmadığını nasıl bileceğiz?

ATEŞLİ DEVRE Eğer mucize gerçekten veya muhtemelen, ihtida zincirini karakterize eden psikolojik olaylarla beraber bulunuyorsa; o zaman, mezheplerin etüdü ve bilhassa doğan mezheplerin etüdü, insanın araştırmasına umut verici olduğu kadar orijinal bir takım yaklaştırın metodlar da sağla­ yacaktır. Şayet mezhebin "A te ş li D e v r e s i" olarak adlandırılan devre­ sinde İleri sürülen mucizeler (Normal insan hayatının dışında ve İnsanî ta s a v v u ru m u z u n h a ricin d e olan) gerçek olursa, bu, bazı hatlarını bil­ d iğimiz şartlar içinde bir takım özel olayların meydana gelebileceği an­ lam ına gelm ektedir. Yine teorik olarak bile olsa; bu fikirleri açıkla­ makla kabul edilen fikirlere saygısızlık yaptığımızı biliyoruz. Fakat

(F. : 6}

7 5

zararı yok. Çünkü b iz, burada tecrübe metodunun içinde olan İmandan başka birşey telkin etmiyoruz. Bu, tecrübe m etodunun reddi anlamına değil; gerçekten " A te ş li dev re"d e bu muçizelerin meydana gelip gelm e­ diğini öğrenmek anlamına gelmektedir. Aksine, böyle düşünmenin, objektif bilgiye zarar verici hurafi bir kalıntı olduğunu ve meselenin ortaya çıkmasını reddin, tecrübe metoduna aykırı olduğunu düşünüyoruz. Bunun için bir delil mi istiyorsunuz? işte 1969 Kasımında New York’ta "O la ğ a n üstü şeyler"' konulu mil­ letlerarası b ir psikiyatri kongresi to planm ıştı. Birçok bilgin, AngloSaxon'lar tarafından olağanüstü şeyler söyleme, haber verme v.s. (out of b o d y ) diye adlandırılan hallusinasyon olayları nakletmişlerdİ. Meselâ, birçok kimse, vucudunu dışardan gördüğüne inanıyordu. Yani, vücudunu yu­ karıda, bir yatakta, istirahat eden veya arkada bir koltukta oturmuş ola­ rak gördüğünü söylüyordu. Yine bir başkası, vucudundan uzaklaşabiliyor, diğer odalara geçebiliyor, duvarların üstünden atlayabiliyordu. Bazı bil­ ginler, bu konudaki araştırmalarını açıklamışlardı. Onların tecrübi ma­ haretleri kadar, merakları da gerçekti. Bununla beraber bir tanesi bile bu olağan dışı olayların gerçek veya hayal olup olmadığını bilmeye matuf başından geçen bir tecrübe nakletmemiştir. Bu hallusinasyon konusunda her çeşit şeyden bahsedilmesine karşın hiçbir araştırmacı vucudundan ayrıldığını iddia eden hastasından, arkasında açık duran kitabı oku­ masını veya öbür odadaki bir adamın hareketlerini takip etmesini ondan istememiştir. Oysa böyle bir tecrübe sadece birkaç dakika alacaktı. Fakat bu psikiyatriseler öyle b ir şeyi değeri olmayan bir saçmalık olarak düşünmekle veya kendileri bizzat denedikleri halde onları nakletmem e kültürü ile şartlanmışlardır40. Muhtemelen Batı Kültürü, bu çeşit deneylerin olumsuz sonucunu önceden tahmin etmekte haklıdır. Ama yine de bu konuda emin olmak için onu denemek icabeder. Aksi takdirde niçin reddedildiği daima sorula­ caktır. Bu durum, Hallusinasyonun bir hayal olmadığını kabul eden diğer bilginler için de geçerlidir. Çünkü bilginler anlaşmazlık içinde oldukları zaman onları sonuca götürecek tek şey deneydir. Oysa, ileri sürülen muci­ zeler, mezheplerde oldukça fazladır. Özellikle yukarıda belirttiğim gibi mezhebin "ateşli d evresind e" bu mucizeler üstün bir apolojetik rol oyna­ maktadır. İşte bizzat, M o n tfa v e t’in Tanrısı, memurlar içinde iki yüz ekzamahyı tedavi etmiştir. Bu olayın, onun meslektaşlarından biri tarafından nakledildiğini Peder C h ery n ak le tm e k te d ir41. Meslektaşının mucizeleri­ nin tanığı olan Avignon istasyonunun bu memuru, çok ilginç bir açıklama getirm ektedir... onun dediğine bakılırsa, tedavi ettiği meslektaşları arasında bazan da başarısız oluyordu... O vakit o, " H a s t a n ı n kurallara

76

u ym adığım veya resm î doktorlara gittiğini iddia ed iy o rd u 42. Böylece M o n tfa v et'in mesihi, o kurallara riayetin zaruretini ve mu­ cizenin ihtidaya bağlı olduğunu ispat etmişe benziyordu.

İHTİDANIN PSİKOLOJİSİ E ğer ihtidanın obje ktif bir analizini y apm ak m ü m k ün olsaydı, şüphesiz onun yeri burası olmayacaktı, incelememizin seyri içinde ihti­ dayı, köklü ve genellikle ani bir psikolojik değişim olarak ele alabiliriz. Böylece ihtida olayının dinle hiçbir alâkası olamaz. Bundan dolayı ihti­ da, ideolojik, politik, ahlâki olabilir. İşte böyle köklü ve ani bir değişiklikle harika şair R i m b a u d , ticaret macera peresti, K o e s t l e r ise çöken burjuva ortamından komünist43 bir militan haline geçmiştir. Dini çerçeve dışında K o e s tl e r ve diğerleri tarafından yaşanarr hal­ ler mistikler ve muhtediler tarafından tasvir edilen şeylere ne kadar b e n ­ zerse benzesin, onların batını benzerliklerini hiçbir zaman isbat edemez. Bu ikibatmî durumun benzerliğini ispat mümkün değildir, lsbatını farz et­ sek bile, bu çok şey ifade edecektir. Fakat bu iki olayın psikolojik ve psişik olan dış ilişkileri kontrol edilebilir. Bunlar N e u r o p h y s i o l o g i s t l e r 44, özellikle O h i o Ü n iv ersitesi Tıp Fak ü lte sin d e Psikofarm oloji Öğreten Amerikalı R oland Fischer tarafından N ö ro fiz y o lo jin in alışılmış tesisatıyla yürütülmüş olan deneyleri, merkezi sinir sisteminin uyanıklığı ile, en hafif uyanıklılık hali olan yogilerin s a m â d h is in d e n mistiklerin en y ük sek uyanıklılık f h y p e r e v e i l) hallerine kadar varan şuur hallerinin tasnifi arasında, bir paralellik tesis etmiştir. F i s c h e r , ihtidayı incelemek için m i s t i k veya p ara m is tik hallerle psikoloji arasında yeni bir yol olan laboratuvar yolunu açarak bunların arasında ilişki prensibini ispat etmiştir. Onun şuur olayları; hayaleti fiz­ yolojik, hissi ve zihnî olmak üzere üç bağlantılı bir bölüm önermektedir. Bu bölümlerden birinin her noktasına bir nokta ve diğer ikisine de sadece bir nokta uygun düşmektedir. Üç bağlantının detayında onun yanılması ih­ timal dahilindedir. Fakat bu bağlantılar prensibinin, içe bakışın müphemiyeti yerine, deneyin ve burada İlân edilen ted birin43 kaim olması için kurulmuş olması yetecektir. Gerçekte uyanış fizyolojisi insanda ve yük sek h a y v a n la r d a 46 esasta müşterek olduğundan, hayvan fizyolojisi­ nin, ihtida olayında müşahede edilenlere benzer somatik gelişmeler sunup sunmadığını (pek tabii ki farklı bir içe bakış metodu ile) araştırmak b i­ zim hakkımızdır.

77

ALLAH ÇARPMAK İSTEDİĞİ ZAMAN Curada görülmeyenlerin R a b e llu s adına üstadlarmdan birine isnad ettikleri çok derin bir prensibi hatırlatm ak gerekecektir. Görüldüğüne göre hiçbir din de bunu üstlenmeyi reddetm emektedir. R a b e l l u s ' u n dediğine göre Allah, çarpmak istediği zaman şimşekden yararlanmak­ tadır. Hüviyetini tam olarak bilemediğimiz R a b e l lu s bu sözde, ilâh! ak­ siyonun ortaya çıkması için yaratılış yollarını izlediğini kastediyor, çünkü şimşek tabii bir olaydır. Hayvanlar üzerinde yapılan deneylerde hidayete maruz kalan bir insanda gözlenebilen olaylara benzer bir takım hadiseleri araştırm ak hiçbir zaman, ruhdan maddeye veya insandan hayvana düşüşü ihtiva et­ mez. Aksine, bu müracaat, ihtida'da, basit fizyolojiye bağlı olan şey üzerinde bize bilgi vermektedir. Durum böyle olunca, bir haberleşme var demektir. İşte bundan dolayı, İngiliz psikiyatrisi W illiam Sargant bütün bir k ita b ı 4 7 bu haberleşmeye tahsis etmiştir. İngiliz ordusunun psikologu o la ra k 1944 H a z ira n ı ç ık artm a h a re k a tın a katılan S a rg a n t ateş altındaki askerde Tav 1ov'un, labora t uvarında köpekler üzerinde tecrübİ olarak haber verdiği şeylere benzer birçok kriz görünce şaşırmıştı. O orada fizikî ve ahlâkî karışıklığın ötesinde askerin, uzun süre çelişkili ve acılı tecrübelerle şaşırtılmış olan ra v lo v 'u n köpeğinin ısırdığı veya aksini yaptığı bekçisine beklenmedik bir bağlılık gösterdiği gibi, tüm psikolojik yapısının birden değiştiğini muşahade etmişti. İşte buradan Sargant " B e y in Y ık a m a " teorisini çıkarmıştır. Bu herne kadar, ihtidanın bir tak­ lidi de olsa, bizim araştırmamızı pek ilgilendirmemektedir. P a v îo v ’un köpeğinin fiziki değişimi hayvanın içgüdüsünde ve ze­ kasında şaşırtıcı anlayışsızlıklar ve çelişkili uyarmalar yapan açlık ve çeşitli şiddet olayları gibi, asla deneycinin hissiyatını tebcil etmeyen bir takım vasıtalarla elde ediliyor. Aslında bunlar, köpeğe uygun deney vasıtalarıdır. Sargant tarafından askerler üzerinde yapılan tecrübeler ise, kısmen insanda da olan köpeğe uygun deneylerdi. Kısmen de insana uygun deneylerdi. " G ö z le n e n ani d eğ işik lik le r" katlanılabilen düzeyde bulunuyordu. Sadece fizikî deney halinde asker az veya çok hayvansal nevrozlara maruz kalıyordu. Eğer manevi deneyleri, çok yüksek düzeyde yapmak tercih edilirse o zaman oldukça tipik ve derin İnsanî düzen­ sizliklere neden oluyordu. Böyîece görülüyor ki " i h t i d a " ona neden olan bir seviyede bulunuyor ve ona maruz olan varlık'da onu yaşamaya müsait bulunuyor. Bu açıklama bize mezhep olayının en son anahtarını sunmakta ve onu din olayı kadrosu içine koymaya İmkan veren denek taşı görevini yap­ m aktad ır. 78

MEZHEBİN FİZYOLOJİSİ Şimdi burada mezhep kurucusunun hidayeti üzerinde açıklamaları­ mızı hatırlayalım. Bilindiği gibi hidayet, hidayetin kapattığı veya te­ davi ettiği sıkıntı döneminden sonra meydana gelen bir haldir. îşte bunun içindir kİ annelikten mahrum olan A n n Lee, kurtuluşun Contience'da yani evlenmemekte olduğunu keşfediyor. W e sle y ise, doymak bilmeyen rasyo­ nalist işkenceye imanda bir ilaç buluyor. Yine Melek M o roni ise, J o s e p h S m ith 'e Amerika'nın temize çıkmasını sadece savaşta gösteriyordu. Yine insanlığın en zekilerinden biri olan Pascal, kendi ifadesine göre derûnî sukurîü " a p ta lla ş a ra k " bulabiliyordu. İşte sıkıntının hidayetle tedavisi, ihtida'nın aniliğini açıklam ak­ tadır. Y ine işte bu n d a n d olayı, ihtida, sıkıntıyı onu denkleştirerek çevirm ektedir. Bundan dolayı da sıkıntılar kadar ihtida olayı meydana gelm ektedir. Değişim melek veya hayvan seviyesinde tezahür edebilir. Sürekli çoğalan seks m ezhepleri, işsizlik gibi oldukça eski küçük bir kötülüğü tedavi ediyorlar. Uzağa gitmeye gerek yok. K ille , soğanla, et y e m e m ek le , şarap ve düz çizgi ile sağlıklı bir sıhhat vadeden tedavi edi­ ci birçok mezhep de aynıdır. Onlar sadece sabah aynadaki dile bakarak varlığımızın bir kısmını harekete geçirm ek istiyorlardı. O halde insan­ daki dramlar kadar, ihtida'da olması mümkündür. Yine intihar nedenle­ rini sayarak ve psıkosom atik doktorlarının istatistiklerini inceleyerek bütün mezheplerin tipolojisini önceden haber verebiliriz. Çağdaş tarihin gaddar olduğu yer olan Amerika zencilerinde ve güney Afrikada, güney Amerikada, Hindiçİni'de, yine Japonya gibi çok hızlı d eğişikliklerin hiçbir iz bırakm adan geleneksel yapıları yıktığı yerlerde, Lâtin memleketlerinde, G aller’de Ecossya'da, Doğu Avrupa’da olduğu gibi bir kültürün diğerinin yerine geçtiği yerlerde şu anda mezhep­ lerin çoğalması avnı şekilde açıklanmaktadır. İsterseniz, bu mantığı sonu­ na kadar götürelim: Şayet dünya tarihinde en yaralayıcı ve en yıkıcı ih­ tidayı gerektiren zamanı ve yeri belirtmek zorunda kalırsak; Yunan ve İbrani gibi iki büyük kültürün biribirlerine nufuz ettikten sonra, birden biribirlerini him aye ettikleri ve çaresiz olarak da bir üçüncü kültür olan Koma kültürü tarafından zayi fi atıldıkların da bu durum en iyi şekilde n e­ rede bulunuyordu? Şüphesiz bu yer küçük bir Romalı görevliye itaat etmiş olan Hele­ nistik Filistindi. Bu devirde milâdi birinci asırdı. Bu durum ya Hrıstiyanhk görünümünde akılcı bir açıklama ile ya da, incilin insanlara ha­ ber verildiği muayyen bir zamandaki ihtidanın yaratılması için topyekCin antik dünyaya yardım etmişe benzeyen tarihin beklenmedik karakterinin

79

ispatıyla açıklanabilir. Gözün görünümü içinde biyolojist gibi; tarihçi de, burada ja q u e s M onod'u n télénomie adını verdiği bir pardox bulmaktadır... Şöyle ki, herşey nedenlerle açıklandığında bile ne varki bu nedenler b a ­ zan bir projeyi gerçekleştirmektedirler. Böylece, görünen nedenler açısından Hristiyanlık incelendiğinde onun sadece başarılı olmuş bir mezhepten başka birşey olmadığı anlaşılır. Hem de çok iyi başarılı olmuş bîr mezheptir. Çünkü tarihin aktüel ifade­ siyle en çok müntesibi olan biridir o. F akat niçin bir mezhep başarılı olm aktadır? Z incirlem e ihtida mekanizması bu soruya cevap bulmaktadır. Ancak, mezhebin kurucusunun hidayeti başka sorular ortaya çıkarmaktadır. Bunun için verilen cevabın, örnek değer taşıması gerekmektedir. Eğer örnek, tüm İnsanlığa empoze edilirse; bu, hidayetin İnsanî esasına ulaşmış olduğundandır. Bir mezhe­ bin başarısı, onun evrenselliğini ortaya koymaktadır. Onun dinamizmi ise yaşayan insanda onun harekete getirdiği seviyeler derinliğini göster­ mektedir. Şayet, mucizeler üzerinde ileri sürdüğümüz hipotez gerçekleşmiş olursa o zaman doğan Hristiyanhğın sinesindeki sayısız ve parlak muci­ zeler üzerinde hiçbir şüpheye yer kalmayacaktır. Bu mucizeler en azından H ristiy an o lay ının insani d erin liğ in e yani, H ris tiy a n h ğ ın sonraki başarısı ile tasdik edilmiş derinliğe sahip olacaktır. Kısaca diyebiliriz ki mucizelerin büyüklüğü, gelecek başarılara ve Hristiyan mucizelerinin saptadığı başarılara şehadet etmektedir.

MEZHEPLER RUHUN YARARLANABÎLÎRLİĞİNE CEVAP VERMEKTEDİR Mezhepler, insanın ahlâkî, manevî ve psikolojik isteğini doğrula­ makta ve düzenlemektedir. Onların varlığına esef etmek demek, göğün rengine veya yerin yuvarlaklığına üzülmek gibi, varlığımızın en derin çizgilerinden birini tanımamak demektir. Aslında, insanın yararlanabil­ mesi olayı, insanı tarihin değişikliklerine açan bir adaptasyon evrimidir. Bizzat bu değişiklikler, teknik, ekonom ik, sosyal ve kültürel icadîanm ızm yaşayan çevremizde icra ettikleri değişikliklerden doğmaktadır. Hiçbir zaman icad yapmayan hayvanlar, yaşam muhitlerini sadece kendi biyolojik evrimlerinin hızıyla değiştirebilmektedirler. Yani, o n ­ ların hiçbir yararlanma ihtiyaçları da yoktur. O halde tarihleri de y ok ­ tur. Akılcı olmayan kabuller, akılcı davranışların zorunlu tamamîayıcısıdırlar. Çünkü, çevremizdeki günlük değişmeler derhal birtakım ceva­

80

plar gerektirmektedir. Ancak, aklın yavaş işleyişi onları elde edememek­ tedir. O halde doktrinel tercihlerde sezgi, daima akıldan önce gelmekte­ dir. İşte bunun içindir ki, dinî, politik veya başka türlü olsun mezhep, otom atik aklı tecrih düzenini sağlamaktadır. O, otorite yolu ile içte kar­ arsızlık halinde olan sıkıntı problemini çözmektedir. Böylece mezhep Bu­ rid a n problemini sistematik olarak bir takım ulvî realitelere, bizzat pro­ blem in kendisine ve her dış realiteye baş vurmakla çözmektedir. Bizim hipotezimizin bizzat bir tahmin olup olmadığını belirtmekte yarar vardır. O hiçbir şeyin temellendirmediği bir doktrin önermiyor mu? Bir hipotez ancak red ded ilm eye48 im kan veren birtakım tecrübeler öner­ meye başladığı zaman bir hayal olmaya başlar,tezini gozönünde tutmaz­ sak; d urum dendiği gibi olur. Bizim analizimiz içinde tecrübi kontroller­ den başka bir şey bulacağına inananlar aldanacaklardır. Bu kontrollerin en ümid vericileri, klinik ve patolojik sahada ara­ nabilecektir. Böylece hipotez, her türlü muhit dışında yan neticeleri için­ de kontrol edilebilecektir. Meselâ, psikosomatik karışıklıklar, onların psikolojik nedenlerinin ölçülü şekilde ağırlaştırılması ile, sonra maksimum bir karışıklık nokta­ sında, bu nedenin karşısında hastanın ihtidasını tahrik etmek, karışık­ lıkların tedavisi denenebilir. Şüp hesiz ihtida, irrasyoneldir ve hayali bir fikre bağlıdır. Sadece heyecanla beslenir. Bu konuda güçlük, sadece, tedavi edicinin inandırıcıhğındadır. Çünkü, keramete, kehanete kolayca inandığı halde, beyaz gömlekli prastisyene 4 9 çok zor inanılmaktadır. Diğer taraftan bilerek doruk noktasına çıkmış olan bir karışıklığın tehlikesi, son derece ihtiyatla incelenmelidir. O halde önce i h tid a tah­ rik edilecek sonra, elektroşok veya ensuünik şok tahrik edilecektir. Eğer bu son tedavi yolları normal olarak çok düzensiz bir takım sonuçlar mey­ dana getiriyorsa; meydana gelen tedavi belkide bizzat şoktan ileri gelme­ miş (zihinsel yapıların önceden tahribine uygun olarak) fakat onu takip etmesi gereken ihtida’dan ileri gelmiş ve onun tezahürü de tesadüfe kal­ mıştır. Freud'un biyografisini yazan Ernest Jones, Freud’un, akıl hastala­ rına, aslında mevcut olmayan sert şekilde "geri pü sk ü rtü len b ir takım s a r s ın tıla r " göstererek iyileştirdiğini nakleder. Fakat burada belirtmekte yarar vardır ki Freud’de hastasını ikna ettiğine inanıyordu ä Eğer takdim ettiğimiz deneyler bir takım potizif sonuçlar veriyorsa, o zaman; psikanalitik mitolojiler gerçeğine dayanan araştırmaların boş ve faydasız olduğuna hükmetmek gerekecektir. Bunlar boştur. Çünkü onları bulmak için araştırma yapmak yeterli olacaktır. Faydasızdır. Çünkü, bu mitolojiler, tedavi için hiçbir zam an gerçek olmamıştır. Hastanın ona

81

inanmaya başlaması yetecektir. İste o zaman psikanalitik kür, saf ve sade bir^htida'dır. Bu konuda Elienberger'in düşündüğü debudur. Bizim ise ulaştığımız sonuç şudur: Müspet sonuçlar, dinî problemi, isbat veya red etmeksizin olduğu gibi bırakacaktır. Şayet, "A lla h , çarpmak için yıldırımı k u lla n ıy o rs a "; mucizeler dahil, daima kendiliğinden olan olayların kozal yapıları, az bile olsa; onların kendiliğinden olma karak­ teri açıklanmaksızm, izah edilebilir. Çünkü o, bir hedef, bir gaye bir ni­ yet göstermektedir. Şayet eşya bir yere doğru gidiyorsa (Bütün m ü’minler buna İnanırlar) nasıl, onlar esas konusunda birşey öğretmeksizin oraya doğru gitmektedirler. İşte bunun İçin onların nereye gittiği ve niçin git­ tiğini bilmek daima problem olarak kalmaya devam edecektir.

DİPNOTLAR 1

Bu'yazı, Les Religions, Verviers, 1974, isimli kitabın, 566-602 sahifeierinden1 çevrilmiştir.

2

/-

1919 yılında doğm uş olan yazar, felsefe ve psikoloji tahsili yapm ıştır. Misti­ sizm konusunda birçok kitabı vardır. Sehndetin Metodolojisi üzerinde ince­ lemeleri bulunm aktadır.

3

Işık = İlâhi bir tezahür olarak ışık kelimesi, dinî ifadeye girmiştir. O, Allah'ın herşeyı bildiğine, g örd üğü ne, vicdanın gizlediği şeylere kadar b erseyi açıklığa kavu şturdu ğun a işaret etm ektedir. Bazı dinlerde Tanrılar, ışık aylâ'ları gibi görünm ektedir. Bunun için, bazı dinlerde ay ve güneş Tanrıdır ve Tanrının gözleridir. Yahut tanrı, ışıktır. H er ne kadar Kıtâb-ı Mukaddes, yıldızlara tapıcılığı kabul etmiyorsa da o, Tanrıyı, milletinin kurtuluşu için bir ışık olarak selâm lam aktadır. Tanrının, varlığından yaydığı ışık, vahiy ışığı, kurtuluş vaadi, inayet faaliyetidir. Tanrının sözü, ışıktır. Işık, ınü'mini karşılayan iman olacaktır. Allah'ın kanunu ışıktır. Işık kanuna, itaat o la­ caktır. Tan n, ışıktır, ışık, Isa aracılığı ile tanrının hayatına iştirak edendir. Bu aydınlık ilahiyatı, antitez olarak, zulmet ilahiyatını m eydana getirmiştir. Buna göre, m adde, d ünya, şeytanların faaliyetleridir. M azdeizm in düalizmine kadar gidilmese de yeni Ahid, özellikle, Azîz Yuhanna, kilise baba­ ları ve ilâhiyatçıları ile zulm et ilahiyatın! geliştirmiştir. Buna göre, inayet, günah, seçkinler ve m ahkum lan bu antitez ilahiyat kuşatmış, İsa kurtarıcı, şeytan ise, saptırıcı olmuştur.

4

M o n tfa v e t: Avignon garında, 25 Aralık 1950'ye kadar posta teşkilatında, müfettiş yardımcısı olarak çalışan Ceorge Roux, evli ve altı çocuk babasıdır. Bir Noel günü, İsa’nın kendisinde bedenleştiğm ı, Jolayısı ile Tanrı oldu­ ğunu ilân etm iştir. H astalıkları tedavi etmiş m üritlerine iyileştirm e ye-

82

teneğiru verm iştir. Ü ç sak ram ent ihdas etm iştir: Vaftiz, Evienm e ve kom m u n yan . D oktrini, old u k ça kapalıdır. Y aln ız G eorg e’un Tanrılığı hariç. G eorges'a ita a t v e tapınm ak gerek m ek ted ir. M on tfavet, G eorge Roux'un ikam et ettiği verin adıdır. 5

Le te'moin de la vie. No:,202, P .4, "Com m entdire divin delà quinzaine"

6

R,D eiorm e, Jesus - Christ, Paris, 1971.

7

A pocalypse: Milâdi ilk asırlarda Yahûdİ ve H ristiyan m uhitlerde, dünyanın sonu konusunda oldukça yaygın olan bir edebiyat türüdür. Bu vizyonlardan bazıları, korkunç sahneler tasvir etm ek ted ir. Bunları, Ezekiel’in, Zekeriyanm , Joel’in ve Daniel'in kehanetlerinde bulmak m üm kündür. A pokalips İsmini taşıyan yeni Ahidin son kitabı H avari Yuhanna'ya veya onun en y a ­ kın talebelerinden birine atfedilm ektedir. Bu bölüm 94-95 yılm a d oğru D om itien ’in saltanatının sonunda yazılm ıştır. N eron'a telm ih te bulunan bazı kısım lar ise bu tarihten önce yazılm ış olabilir. H er kitap, Rom a im ­ p aratorlu ğ u ’n un bir dönem inin zulüm leri üzerinde m erkezîleşm iştir. Bu zulüm ler, dünyanın sonunu ve İsa’nın Saltanatını’nin kesin tesisini haber veren işaretler olarak kabul edilmiştir.

8

C om p tes R endus de L ’ A cad e’mie de M édecine, 16 Kasım 1954.

9

Flou rn oy, De L' İnde â la planète Mars

İÜ

G. Adam ski, Flying Saucers Farew ell, New York, 1961

11

M orm on'lar hakkında geniş bilgi için bak: R. M ullen, Les Saints des D er­ niers jours, Paris, 1970; T.O. Dea, The M orm ons, Chikago, 1957; Faw n M. Brodie, No Man Know, N o Man Know s m y Story, N ew York, 1945.

12

Bu konuda geniş bilgi için bak: H istory of the church (Salt Lake City) 1902

13

M eselâ sonraki o n b e ş cüm le "M o rm o n ’un sözleri’1 diye adlandırılm ıştır.

14

R. Mullen, Les Saints des derniers - Jours, chapit. X X X. Paris, 1970.

15

Aima 27.9: Le livre de Mormon, Paris, 1962

16

H .C . Chéry, offensive des sectes, Paris, 1959

Bak: Le livre de M ormon, Paris, 1962.

17

F.B. Salisbury, Utah Üniversitesi Biyoloji Profesörü

İS

Dilci, Albert Dnuznt'a göre H ugu nen ot kelimesi, Sovoie düküne düşm an olan vatandaşların şefi olan H ugu es de savoie ism inden gelm ektedir. Bu isim, 1520-1524’de d oğru Cenevre vatandaşlarına verilecektir. 1532’ye doğru da reform e olm uşlara verilecektir.

19

Veedin Tarihi hakkında bakınız: M. E lıade, le cham anism e et les tech­ niques A rchaïques de L ’ extase, Paris, 1968; M. K eup, O ring And M echa­ nism es of Hallucinations, New york, 1970.

20

Antipschiatrie dive bilinen hareket konusunda bilgi için Bk: D. Cooper, P sy­ chiatrie et Antypsychiatrie, Paris, 1971; F. Basaglia, L' Institution en N éga­ tion, Paris, 1970; R. Laing, la Politique, de la l’expérience, Paris, 1969; M. Mannorti, le psychiatre, Son fou et la psychanalyse, paris, 1970.

21

B. Wilson, Les Sectes Religieuses, Paris, 1970

22

W. Sargant, Battle for the Mind, Londres, 1959; Fransızca çeviri: Physiologie de la conversion politique et Religieuse, paris, 1967, W esley’in kişiliği bu

83

41

küçük araştırıcıya çok büyük ilham kaynağı olmuştur R. A, Knox, Enthusiasm, a chapter in Religion His tory, Oxford, 1950. Eski yazarlar arasında şunları sayabiliriz: Murisier, Les Maladies du Senti­ ment Religieux, Paris, 1901; Leuba, Revue Philosophique (Nov. 1902); Mod­ em yazarlar arasında, Dictionaire Rationaliste, yazarlarını sayabiliriz. (Edi­ tion de F. Union Rationaliste, 1964) M. Henri Lecat’m makalelerine Bak: dictionnaire Rationaliste, Paris, 1964. H. C. Chéry, L' offensive des sectes, Paris, 1959. a.g.e. M. Simon, Les Sectes Juives au temps de Jésus, Paris, 1960. Ölü denizin meşhur yazmaları arasında bulunan Manuel du Discipline, 3, 20, 21; Bak: M. Simon, Les Sectes Juivesau Temps de Jésus, Paris, 1960, J. Monod, Le Hasard et la Nécessité, Paris, 1970. J. Labbens: "Sectes et Mouvement Religienx" İn chroniqne sociale de France, No:5 (1952) et "Eglises, Confessions, Sectes et Chapelle" in Chro­ nique sociale de France, No:6 E. Troeltsch, The Social Teaching of Christian Churches {New York, Mac milan, 1931); Die Sozialİehren der Christlichen Kirchen Und Gruppen (Tübingen, mehr, 1912) J. Michel et, Histoire de France (1833 - 1867) et la Sorcière, 1862. A. Michel et J.P. Clebert, la France Secrète, chap. IV, Paris, 1968, B. Wilson, Les Cectes Religieuses, Paris, 1970. L' Augustinus adlı eser, Jansénismizme’in temel kitabıdır. HollandalI pis­ kopos Cornélius Jansen (Jansenius) 1585-1683. D. Olivier, Le Procès Luther, Paris, 1971. B. Wilson Les Sectes religieuses, Paris, 1970. Mucizeler konusunda Bk: J. S. Mackenzie, Philosophicaj Transactions of the Royal Society, Vol. .LXVU, p.5; H. Thurston, Phénomènes physique du Mysticisme, Paris, 1961. K ongre raporları için Bak: Origin and M echanism of hallucinations, (71 ya­ zarın raporu), New York, 1970. H. C. Chéry, L'offensive des Sectes, Paris, 1959.

42

Bak: Aynı Eser

23 24

25 26 27 28 29 30 31

32

33 34 35 36 37 38 39

40

43

A . Koestler, la corde Raide, Paris, 1953; Le Dièu des Ténèbres, Paris, 1950; H iéroglyphes, Paris, 1955.

44

Bu konuda Bak: A . Kosamntsu et T. Hirai, An Electroencephaiic Stdy on the zen M éditation (Folia Pschiatre. Neuroi Japon. 20, 315, 1966) B. Anand, G. Chhina et B. Sinah, Some Aspects of Electro encephaloğrafhi, Studies in Yo­ gis, (electroenceph cl. Newrophysia!, 13, 452,1961)

45

Fischer'in çalışm aları aşağıdaki üç yayında toplanm ıştır: fon Creative, psyhotic and ecstatic St a t e s in p sychiatry and A rt; A rt Interprétation and A rt Therapy" Bale, Jacob, K arger, 1969); U eber da s Rythm isch om a metale im halluzinatorich schoepferischen (Linz-Vie Confgrés de la société internatio­ nale d'art et de psychopathologie, 1969) "D rug-induced Hallucination" in

84

origin And Mechanisms of hallucinations - New York, 1970) Y. Ruekebusch: le Sommeil et les Rêves chez les Animaux M. Jouvet et D. Jouvet "le Sommeil et le Rêve chez ranimai" Bu iki yazı için bak: Psychiatre Animale, Paris, 1964, Brain Development and Behavior, Nej York, 1971. 47 W. Sargant, Phsiologie de la Conversion Religieuse et Politique, Paris, 1967 48 İngiliz filozofu Karl R. Popper*in felsefî analizleri için özellikle bakılmalıdır: The logic of scientific Discover Londres, 1959; Conjectures and Refutations: The Growth of Scientific Knowledge, New York - Londres, 1962, M. Polanyi, The Growth of Science in Socienty in Minerva, V. Cilt, Londres, 1967 49 H.F. Ellenberger, The Discovery of the Unconscious, New York, 1970 50 Jones bu konuda şöyle yazar: iyi tanıdığım birini Freud, savaştan önce teda­ vi etmişti. Freud'un benim yanlış bildiğime inand:ğı ve başka olayları red­ dettiği birçok olayla karşılaştım... Bk: E, Jones, la vie et L’oevre de sigmund Freud, Paris, 1958.

46

85

III YAHUDİ KAYNAKLARINA GÖRE Y A H U D İL İK Yazanlar: Francine Kaufmann - Josy Eisenberg1

Bizzat "J u d a is m e " teriminin2, Yahudiİerin dini olarak, özel bir dinî anlamı vardır. Ayrıca onun, Yahudi nufusunun topyekün temsilcisi olarak sosyo-politik’de bir anlamı vardır, işte bundan dolayı, dünya yahudiliğinden veya sedece Fransız Yahudiliğinden bahsedilebilir. İşte bu iki­ lik, tam am en bir medeniyet ve din olan; veya sadece orijinal bir toplum olan Yahudi yaşamının kompleksliğini, gayet iyi bir şekilde ortaya kor. Böyle bir müphemiyet, bizzat, çağdaş Yahudiler arasında genel olarak " Y a h u d i H ü v i y e t i " olarak isimlendirilen şeyin etrafında, birçok tar­ tışmaya da neden olmuştur. Biz burada Yahudiliğin genel görünümünü tam olarak açıklayacak değiliz. Sadece bir doktrin olarak Yahudiliğin asıl tarifiyle meşgul ola­ cağız. Bu doktrinin, Yahudiİerin tarihinden hiçbir zaman ayrılmayan bir tarihi vardır. Bir insan grubu tarafından otuz asırdan daha fazla bir za­ mandan beri yaşanmış bir din olarak Yahudilik ve onun evrimi, bu insan g ru bu ile m aruz kalınm ış tarihî değişikliklere, kesin olarak bağlı kalmıştır, işte bunun için biz de, dinî düşüncenin evrimini, sürekli olarak bağlamaya gayret göstereceğiz. Yine, mükemmel bir araştırma içinde ele alınması gerekecek bazı konulan veya bir kısım şahısları da, onların çağdaş yahudiliğe olan az tesirleri nedeniyle bir kenara bırakacağız. Fa­ kat özellikle, yahudi düşüncesini hâlâ besleyen geçmişin doktrinlerini in­ celeyeceğiz. Konuyu daha iyi açıklayabilmek için, yahudi evrimini başlıca dört devreye ayıracağız. Dinî doktrini belirtmeden önce bu dört devreyi tarihî açıdan işleyeceğiz: 1- İbranilerin dini 2- H aham lık yahudiliği 3- Ortaçağ yahudiliği

89

4- M od em ve Çağdaş yahudilik

1-

İB R A N ÎL E R ÎN D İN İ (Hz. İbrahim'den birinci mabedin tahribine

kadar olan devre): Yahudilerin tarihinin k ökeninde M.Ö. XVIII. asır dolaylarında Kenan ülkesine yerleşmek üzere K aidey i terkeden bir Sümerli kabilenin göçü bulunur. Hz. İbrahim nesli olan "İb ra n ile r" kısa zaman sonra, Mısır’a yerleşen on iki kabileyi meydana getirmişlerdir. Orada köle durumuna düşen ibraniler, Hz. M u sa3 tarafından kurtarılmışlar ve birlik haline ge­ tirilm işle rd ir. Kenan ülkesinin fethinden sonra, İsrail kırailığıntn kurulmasından Önce îb raniler, rahipler, prensler, h a k im le r tarafından yönetilm iş olan yerleşik bir kavim haline gelmişlerdir. M .Ö . 936’da Kral Süleym an'ın4 ölümüyle kuzey ve güney topraklan arasında bir bölünme meydana gel­ miş, böylece M .Ö . 722’de yıkılan İsrail Krallığı kuzeyde; M.Ö. 586'ya ka­ dar yaşamış olan Yahuda Krallığı ise K u d ü s 5 çevresinde kurulmuştur, iste bu 586 tarihi Mabedin yıkıldığı tarihtir. Kutsal Kitap (Tevrat), bu toplu­ luğun tarihi ve inançlarını bize anlatmaktadır. Böylece Tevrat'ın ilk ki­ tabı (P entateuq ue) sayesinde, Yahudi durumunu, sadece Musa devrinde değil, ilk krallar olan D A V U D 6 ve Süleyman devirlerinde de tanıyabi­ liriz. Ayrıca İbranicİlikten başka bir şey olmayan Yahudiliğe " M u s e v i ­ l ik " de denmiştir. Yahudi milleti, İsrail'in ataları olan İb r a h im 'e , İshak'a ve Y a k u b 'a görünen bir tek Allah'a inanır. O Allah ki, Sina dağının eteğinde toplanmış olan İbranilerin önünde Musa'ya, ahlâk, din, ekonom i, hukuk v.s. kanunu olan T O R A /,yı vermeden önce, İsrail'in ataları ile ve onların torunları ile bir ittifak5 yapmıştır, işte bu Allah - İsrail - Torah üçlü bağı çözülmez bir bağdır.

İBRANİ DİNİ, İTTİFAKA DAYANIR Allah'ı tanıyan İbrahim'e, Allah görünüyor ve ona şöyle bir vaadde bükmüyor: Neslin, gökteki yıldızlar, denizin kumu kadar olacak, bu ülke bozulmuş sakinlerini dışarı attığı zaman kısa zamanda neslin Kenan ülkesine vâris olacaklardır. Bu ittifakın ifadesi, gerçek bîr tarih felsefe­ sini gösterir. Allah İbrahim’e şöyle der: İyi bil ki, senin zürriyetin k e n d i­ lerinin olmayan bir memlekette garip olacak ve onlara k ulluk edecekler. Kulluk edecekleri millete ben hükmedeceğim ve ondan sonra büyük malla çıkacaklardır. Ve dördüncü nesilde buraya (Kenan) döneceklerdir. Çünkü

90

Am orilerin fesadı henüz tam am olm am ıştır9. Bir tek, herşeye kadir, korkunç, dünyanın yaratıcısı, insanlık tari­ hinin h ü k üm d arı, İbrahim 'in zürriyetiyle ittifak yapmış olan Allah'a inanç. İşte bu inanç, ilk peygamberlerin hâlâ iyice anlaşılamamış dinî ka­ n a a tl e r id i r .

MONOTEİZM ORTAYA ÇIKIYOR îbraniîerin " a h l â k î m o n o te iz m in i " hazırlamak ve formüle etmek görevi Musa'ya düşm üştür. F iravun'u n sarayında yetişmiş olan Musa, şüphesiz; hayat ve ölümü, tabiatın zıd güçlerini birleştiren "Y ü ce Tanrı G ü n e ş y u v a r la ğ ın ın u fk u A T O N " etrafında m erkezileşm iş bir dini Mısır'da yerleştirmeye çalışan A k h en a to n 'u n geçici teşebbüsünden haber­ dard ı. Aslında bir tek AL L A H fikri yeni bir şey değildi. Babilliler, yüce bir Tanrı olarak A Y 'ı tanıyorlardı. Semİtik to plu m larm pantheonu (ilâhlar topluluğu), yüce Tanrı El'in etrafında teşkilâtlanmıştı. Fakat İbrani m onoteizm inin, nadir şekilde evrimleşmiş olan an­ lay ışlarla hiçbir ortak yanı y ok tu r. O rada Allah, hiçbir pu tperest Tanrı'ya benzemez. O, açık bir gaye İçin yarattığı kâinattan tam oiarak ayrılmıştır. Onun hâkim iyeti, m utlaktır, ebedîdir ve evrenseldir. O, "B ü y ü k b ir saatçi" bir " D ü z e n l e y i c i " (Demiurge) kaprisli ve gaddar bir tanrı değildir. Aksine o, tarihe müdahele etmiş, mazlumlar ve doğrular tarafını tutmuştur. Zaten o, kendisini sadece dünyanın yaratıcısı olarak takdim etmez, aynı zamanda tarihin hakimi olarak da takdim eder. İşte bunun İçindir ki, İbrahim'e "U r'd a n K alde'y e seni çıkartan ebedî T a n n n b e n i m " demiştir. îbranİlere de, " S e n i M ısır'dan çıkartan, Kızıl D eniz'i açan b e n im " demiştir. Tevrat'ta bir takım efsane kalıntıları görünse de, Allah'ın " T a ç g iy m esi" veya " d o ğ u m u " ile ilgili hiçbir efsane belirtisi yoktur. Putperest tanrılarının tersine orada Allah, hiçbir tabii veya aşkın (müteai) kanunu­ na boyun eğmiş değildir. Allah hiçbir büyüme dönemine, seksüel ihtiyaca, kâinatla ilgili düzene zorlanm aya tâbi değildir. Bilakis Allah, ahlâkî, kişisel, gayri maddi, görülmez, hakim, âdil ve iyi, kıskanç fakat m erha­ metli, tam olarak bilinm eyen, herşeye kaadir, ebedî, sadece bir millete aittir. O, iyiliği ve kötülüğü, aydınlık ve karanlığı yaratmıştır. O, gayri cîsmânidir. O, M u sa’ya " B e n , b e n o l a n ı m " 10 demiştir. Daha sonra, ha­ hamlık ve mistik gelenek içinde uzun bir şekilde etıid edilen on üç sıfatla kendini tanıtmıştır:

(E. : 7 )

91

"Y ehova, çok acıyan ve lütfeden, geç öfkelenen ve inayeti ve haki­ k ati çok olan, binlerce inayetini saklıyan, haksızlığı ve günahı, suçu bağışlayan ve suçluyu asla suçsuz çık arm ayan, b ab aların gü n ah ım oğullarda ve oğulların oğullarında üçüncü ve dördüncü nesilde an yan Al­ lah diye ilan e t t i ." 11 Yine Allah, kıskanç (Jaloux) bir Allah'tır. Putpe­ restliği (id o lâtrie) şiddetli bir şekilde y asak lam ıştır: " İ s r a il, K en a n lıla n n m ih rap ların ı y ık m alıd ırlar. D ikili taşların ı p arçalam alıdırlar. A şerelerinİ ¿e v irm e lid irle r. Çünkü başka ilâha secde k ılm a­ yacaklar. Çünkü ism i kıskanç olan Rab, kıskanç bir Allah'tır" 12 Bununla beraber, Allah herşeyden Önce bir aşk Allah'ı ve adalet Allah’tır. O, yaratıklarını, İsrail’i, garibi sever. O, hem kendinin sevil­ mesini hem de kendinden korkulmasını ister: "V e A llah’ın Rabbi bütün yüreğinle ve bütün canınla ve bütün kuvvetinle seveceksin. Allah’ın Rabden korkacaksın ve ona kulluk edeceksin..." 13

İSRAİL, ALLAH’IN İMTİYAZLI MİLLETİDİR İbrahim’e yapılmış olan vaatten beri, birtek ve mutlak olan Aiîah, İsrail m illetiyle im tiyazlı m ünasebetlere girişm iştir: "V e siz bana k âhinler m elekûtu ve m ukaddes m illet o la c a k s ın ız ."14 "B ü tü n İsrail oğullan cemaatine söyle, onlara de: Mukaddes olacaksınız. Çünkü ben Al­ lah ’ınız Rab m ukaddesim ." 15 Boylece anlaşılıyor ki, İsrail, ahit cem aatidir. Fakat bu Özel aşka, lâyık olabilmek için Allah taşıyıcısı (porteur de Dieu) millet, Tora’ya yani kanuna riayet etmesi gerekir. Musa'ya verilen, vahyedilen buyruk­ lar topluluğu olan bu kanun, ahlakî, politik, sosyal ve ekonomik hayatın tüm anlanları ile alâkalıdır. Bu kanunun hedefi, İsrail’i kutsal (Kadoch) bir millet haline getir­ mektir. Yani, aynı zamanda ayrı, değişik ve kutsal seçkin, fakat seçi­ miyle birçok mesuliyetlerle yükümlü bir millet haline getirmek... Mademki İsrail’in toprağı kutsaldır (Kadoch) öyleyse onun mahsul­ leri, özel kurallara tabidir. Torah tarafından konmuş olan kuralların çoğu, esas oîârak temiz İle pisi, kutsalla kutsai olm ayanı ayırma hedefini güder. Ölü pistir, ona yaklaşan, aybaşı olan ve bazı hastalıklar geçici de olsa bir pisliğe neden olur. Birtakım gıdaî kanunlar, eti yenen temiz ha y­ vanları

temiz olm ayan hay v a n la rd an (etoburlar, leş yiyenler, v.s.)

a y ırm ış tır. Her cins, tek olarak kalmalıdır ve bir başkasına benzeme me Iid ir. Bunun için, yünden ve ketenden karışık dokunmuş elbiseleri giymem ek,

92

Buğday ile bağ birlikte kesilmemeli, çift sürmek için eşek ile öküz beraber k o n u lm am alıd ır16. Yine erkek, kadın kıyafeti giymemeli, kadın da erkek k ıy a fe ti g iy m em eli d i r . 17 Aile namusu korunmalıdır. Seksolojİk kanunlar zinayı, İffetsizliği, hom oseksüelliği, âdet hallerinde cinsel ilişkiyi ve cinsel sapkınlıkları y a s a k la m ı ş t ır 18. Z arj^ n kutsallaşmıştır. Bir takım im tiyazlı vakitleri, haftaları ve m evsim leri göstermişlerdir. Y edinci gün, " C u m a rte s i"1 (Shabatt)dır. İnsan, karısı, çocufcian, köleleri, hayvan­ ları; o gün k e n d ile rin i istirahata ve rm e k için h iç b ir iş y apm ayacakl a r d ır ıy. Bayramlar, kâinatla ve tarihle ilgili büyük olayları ve mevsimleri kutlamaktadır. Böylece bayramlar, istirahat ve sevinç günleridir. Onlar, tamam layıcı birtakım kutsallıklara neden olmaktadır. Çünkü hergün, kâhinler (cohanim), İsrail'in hataları için, kefaret kurbanları takdim et­ m ek ted irler.

SOSYAL ADALET, FERDİ HİMAYE ÜZERİNDE TOPLANMIŞTIR Fakat bütün bu kanunların arasında en orijinali âdil bir cemiyet kur­ mayı hedef alan kanunlardır. Meselâ, Hammourabi yasasının aksine b u ­ rada ferd, mülkiyetten, daha iyi muhafaza edilmiştir. Burada vahyedil­ miş b ir ahlâk olarak ahlâk ve aşk, kişiler arası ilişkileri idare eder. Tora, elliye yakın yerde garibi sevmeyi tavsiye eder. Bu konuda şöyle de­ nir: "... Komşunu kendin g ibi seveceksin" 20, "S iz in le misafir olan garip, aranızda yerli gibi olacak ve onu kendin gibi seveceksin, çünkü M ısır di­ yarında g a r i p t i n i z " 21. Yine Tora’ya göre, b aşk asiyîe m ü nasebette İbraniye, tolerans, anlayış, cömertlik rehber olmalıdır. Ebeveynlere, ihtiyar­ lara, körlere, zayıflara, dul ve yetim lere saygılı olunmalıdır. Yine, tar­ lanın, b ağ ın b irk ö şesi terk edilm eli ve başak lar yoksu llar için b ıra k ıl­ malıdır. G ündelikçinin yevmiyesi akşamdan Önce ödenmelidir 22. Ayrıca zamanla oluşan sosyal dengesizlikleri düzeltmek için her yedi yılda bir borçların kaldırılması k a n u n u 23 ve eğer sahibi bir talihsiz­ lik sonucu satmaya mecbur kalmışsa, her elli senede bir toprakların eski sahiplerine dönderilmesi kanunu konmuştur,

HAHAMLAR, AHDİ GARANTİ EDİYORLAR Teorik olarak her İbrani b ir haham dır ve Allah'ın huzurunda ahîdden mesuldür. Fakat, özel olarak kutsallık, Levi k a b ilesine ve Harun'un

93

nesli olan Levilİlere, kâhinlere tevdi ediimişiir. Yahudilikte H aham lar, ta k d ım e le re b a ş k a n l ı k e d e rle r ve A h it s a n d ı ğ ı n ı n m u h a fa z a s ın ı sa ğ la rla r. Daha sonra Krallar devrinde, putperestliğin reddine bağlı olarak, kült yerlerinin birliği üzerinde durulacak, bunun için de, birçok kutsallık sahaları meydana gelecektir. İşte o zaman, mabed yapmak ve içine " A h i t s a nd ığ ını" koymak üzere K U D Ü S seçilecektir. Kısaca, Süleyman devrinde din duygusu, esas olarak KUDÜS mabedi etrafında ağırlaşan kuralların tatbiki ve muayyen sayıdaki yasakların uygulanışı içinde; müşterek bir geçmişte oluşan inanç üzerine kurulmuştu. Bununla beraber tbraniler, Kenaniılarm tesiri altında belirli bir dini senteze gitmekten de kendilerini kurtaramamışiardır. Politik ve sosyal durum daha da istikrarsızlaştıkça bu dini sentez, Museviliğin büyük tanrılarını tehlikeye düşürmüştür. İste bunun içindir ki, bu dini sentezcilikle M.Ö. VIÎI. asırdan itibaren muhtelif İsrail Nebileri, özellikle Eli (İîya) s a v a ş m ış tır24.

NEBİLER DEVRİ BAŞLIYOR işte o zaman, çok verimli spirituel bir hareketin doğumuna neden olan bir takım dini fikirlerin büyük gelişmesine şahit olunmuştur. H a k im le re (hem dini hem de savaş rehberi olan) halef olan N e b i ­ ler, önce büyük ilham sahibi kimselerdi. Haham lar sınıfı, takdimelerin ve mabed kültürünün, bir çeşit teknik, mekanik ve büyüleyici bir hal al­ ması için, tüm manevî anlamını kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıya bu­ lunduğu kuralcı, donmuş bir dini hayatı devam ettiriyorlardı. Aynı şekilde bir takım Hakimler de Orta-Şark'm hikmet edebi­ yatının hâzinelerin i naklediyorlardı. Allah ise, İtibara alınmıyordu. Devrin dini hayatını, İlham aydınlatıyor, o şekil veriyor, o yüceltiyordu, îlham, sosyo-politik hayatın ortadan kaldırma tehlikesiyle karşı kar­ şıya kaldığı değerler olan, adalet, kardeşlik, aşk üzerinde İsrar ediyor, komşu Kenanlıların tesiriyle alınmış olan Fetişist âdetlere, büyücülere, sihirbazlara, kâhinlere yardım için baş vurmayı kınıyordu. Yine o, ölüler kültünü, kutsal fahişelik, safahat, verimlilik, insan kurbanları gibi put­ perest tâyinleri eleştiriyordu. O, tüm dini sentezciliği reddediyor, İsrail'in, temiz bir dini uygulamak İçin, yüksek yerleri, putları, aşereleri yok etmeye davet ediyordu. Hakikatte askerî güç ve refah, İsraillilere ve Yahudi'lere daima güven vermiştir. Bunun için onlar, kendilerine uygun gelen, mağiub mîllet­ lerin putlarını benimsemişlerdir. Fakat Mika ve İşaya, Gazab gününde,

64

Allah'ın " A r a b a l a r ı ve k a l e l e r i" yıkacağı, İsrail’den; kâhinleri, b ü y ü ­ cüleri ve putları kökünden yok edeceğini itiraf ediyorlar.

SOSYAL ADALETSİZLİK BİR CEZAYI GEREKTİRİR Refah, aynı şekilde lüks zevkini ve vurd um duymazlığı doğurmuş­ tu r 25. Bir ta k ım sosyal ahlâksızlıkların, adaletsizliğin, sefahatin, b o­ zulmanın çirkinleştirdiği kutsal millete, Nebi; bir cezanın yakın olduğunu hab er veriyord u . İşte İŞAYA gayri menkul biriktiricilerine, bunun için şöyle karşı çıkar; " Y e r k alm ay ın ca y a k ad ar evi eve katan la rın , tarlayı tarlaya b ir le ş tir e n le r in vay başına! M e m le k e t içinde oturan ya lnız siz k a l d ı n ı z . " 26 Y ine o, sefahati ve adaletin tefessühünü şöylece kınar: "Ş a r a p içm ek te y iğ it olanların ve içkileri karıştırm akta zorlu olanların, rüşvet iç in kötüyü hak lı çıkaranların ve haklı adamların hak k ını elinden çekip a lanların vay b a şın a / ' 27 Bu inatçı ve gururlu milleti, Nebiler, " D i k başlı b ir m ille t olm aya" çağırıyorlar. Bu millet, aklı dinlem iyor ve " İ s r a i l y e n il m e z , m ab ed y ık ılm a z . Ç ü n k ü A lla h , İb ranilerle ebedî a kd ini y ap m ıştır" kuruntuîarıyle oyalanıyor. Bu akdin ifadesine göre, İsrail, T o ray a riayet edecek; tir. Fakat mesele sadece bundan ibaret değiidîr. Ayrıca İsrail, takdîmeler sunacak, C u m artesiye, bayramlara, oruçlara saygılı olacak, her türlü ■h a k s ız lık ta n sa k ın a c a k tır." 28 İşte Nebiler bu riyâkârhğı kınamışlardır. Onlara göre İsrail akdin : milletidir. Fakat yine d e cezadan kurtulamıyacaktır.

KURALCILIK, İBADETİ ZAYIFLATIYOR M usa tarafından İsrail'e emredilen âyinler ve tapınm alar, hiç : değilse belirli bir kesim için, mekanik ve kupkuru bir şekilcilik haline gelmişti; Çünkü üç asra yakın bir zaman Nebiler, bu tutumu yaymışlardır. Oysa yerli halkı aldatm ak ve onlara dolap çevirmek için iyi bir vasıta : olduktan sonra, Cumartesi ve bayram merasimlerine iştirakin anlamı ne : o l a c a k t ı ? 2y Çünkü samimiyetle İcra edilmeyen bayramların ve takdimeİerİn hiçbir anlamı yoktur: "Ö n ü m d e görünmeğe geldiğiniz zaman eliniz­ den bunu kim İstedi de, avlularıma ayak basıyorsunuz. Artık boş takdime getirmeyin... B irçok dualar ettiğiniz zaman da dinlemiyeceğim . Elleriniz kanla dolu... Yıkanın, temizlenin, gözümün önünden işlerinizin kötülüğünü ahn, kötü lü k etmekten vaz geçin." İşte İsrail'in bu riyakârlığı, haksızlığı, putperestliği onu helake

95

götürecektir. Bunun içindir ki Nebiler, onlar için hazırlanan savaş, kıtlık, tahrip, salgın hastalık, tenkil, sürgün gibi birtakım b üyük felâketlerle, İsrail'i daima uyarmışlardır.

GÜNAHKÂRI, SADECE NEDAMET KURTARABİLİR Tarihî peygamberlik felsefesine göre, günah-ceza dönemini Mı­ sır'da veya Hâkimler döneminde olduğu gibi sadece Allah'a yalvarma ile veya bazılarının inandığı gibi kefaret kurbanlariyle durdurmak mümkün değildir. Onun önüne, sadece bir tek faktör olan topyekün nedamet ve ihlasla geçilebilir. Bu, cem aatin kendi kendine İcra edeceği ve Allah’a karşı bir dönüşüdür. Çünkü Allah, İsrail’i seviyor, onu kaybetmek değil, kurtarmak istiyor. Bunun için de tehditten sonra, daima bir teselli geliyor, işte sadece bunun için tahribden az Önce (M.Ö. 722'de İsrail Kralîığı'nın tahribinden) Hosea, İsraillilere şöyle ricada bulunur: "E y İsrail, A llah'ın R abb e dön; çünkü kendi günahınla yıkıldın. Nedamet sözleriyle gelin ve R a b b e dönün. Ona deyin: H er fesadı bağışla ve bizi inayetle kabul et, o zaman boğalar yerine dudaklarımızın takdim eleriyle ödeyeceğiz... O nla­ rı gönülden seveceğim, İsrail'e çığ gibi olacağım. Z am bak gibi çiçeklenecek ve köklerin i Libnan gibi salacak."

YİNE DE AKD, GERİ DÖNDÜRÜLEMEZ H oşea’nm bu ikazları tesirsiz kalıyor. Yine de, İsrail’in körlüğü, onun alçalışı bir akd bozulmasıdır, şeklinde karar vermek biraz acelecilik olacaktır. Çünkü bütün Nebiler, "ak d in ebedî olduğunu, geri döndürülemez o l d u ğ u n u " tekrar etmişlerdir. Allah, İsrail’i seviyor, onu eski şanına ye­ niden iade edecektir. Böylece Allah, muhteşem bir şekilde akdini yeni­ leyecektir: " V e s en i e b e d iy y e n k e n d im e n iş a n la y a ca ğ ım , evet, seni doğrulukla ve hakla, inayetle, rahm etle k e n d im e nişanlayacağım ve o zaman R a b b i tan ıy aca k sın ."32 Yine bilhassa, yeryüzünün dört bir yanma sürgüne gönderilmiş mil­ letinden kalanları Allah, SÎON'a geri gönderecektir: " Ş e h i r d e n b ir aşiretten ilk olarak sizi alıp S Î O N ’a getireceğim ... O günlerde Yahuda evi, İsrail evi b erab er yürüyecekler ve şimal diyarından atalarınıza m i­ ras olarak vermiş olduğum diyara birlikte gelecekler... Beni baba diye çağıracaksınız ve ardımdan dönmiyeceksiniz..." 33

S6

BİR MESİHCİLİK İLÂN EDİLMİŞTİR Bu rüya devri (Mesİhcilik) İsrail'in Allah yolunu yeniden bulacağı M e s i h ' e 3^ ait bir devirdir. O halde M esih’e ait rüya, herşeyden önce çok kuvvetli bir milliyetçilik ümididir. Fakat Mesİhcilik, Evrensel bir ideal ve ahlâk olarak gelişmiştir. Gerçekten VIII. asırdan itibaren Nebiler, tüm insanlığı kendi tarih görüşlerinin içine sokmuşlardır. Onlara göre, Allah, m ademki kâinatın ve tarihin mutlak hükümdarıdır. Öyleyse O, aynı za­ m and a milletlerin de hâkim id ir. A llah ile İsrail'i birbirine bağhyan vazgeçilm ez, ihtiraslı özel münasebetleri inkâr etmeksizin Nebiler, Al­ lah'ın, tüm yaratıkları için olan sürekli endişesinden söz etmişlerdir. Yine Allah'ın İsrail'i cezalandırdığı ve kurtardığı gibi başka milletleri de kurtaracağı ve cezalandıracağına işaret edilmiştir, işte Allah'ın, başka milletlere peygamberlerini göndermesinin sebebi de budur. Bunun için Amos, Obadya, Yunus, Işaya, Yeremya; M ısır'ı, Asur'u, B abil'i, A ra bis­ tan'ı, T y r’i, Edom'u, M o ab'ı, A m m o n ’u v.s. korkutmuş ve kurtuluş yolunu göstermiştir. Yunus, Ninova halkını nedamet, gidişatlarını tebdil konu­ sunda, ikna etmiş ve böylece onları tehdit eden cezadan sakındırmıştır. Nihayet Nebiler, milletlerin iç ve dış politikalarını yönetecek ev­ rensel b ir ahlâkın zaruretine kanaat getirmişlerdir. Onlara göre, tek başına adalet bile b ir milletin mutlu olmasına ve hayatta kalmasına m ü saade edebilir. Her millet, başarılı veya başarısız hayat tarzından, Allah önünde mesuldür. Buna göre; kısaca, Evrensel tarihin yegâne hede­ fi, yer yüzünde " A ll a h 'ın K r a l l ığ ı m " kurmaktır. Âhir zamanda insanlık, adaleti icra etmeyi başaracak, böylece Allah’ı tanıma evrenselleşecektir. Artık o zaman şiddete gerek kalmayacaktır. Bunun neticesinde "İn s a n la r, k ı lı ç l a r ın ı saban d em irleri, m ız ra k la rın ı b ağ cı b ıç a k la rı yapacaklar. M ille t, m ille te ka rşı k ı lm ç k a ld ırm ay a cak ve artık cengi ö ğ renm ey e­ cek ler." 35 İşte bu evrensel ahenk içinde İsrail, rehberlik rolünü oynıyacaktır. O zam an, b ü tü n m illetler, A lla h’ın sözünü d in le m e k için SÎON'a çıkacaklar, İsrail de tüm insanlığa T O R A ’yı öğretecektir. " V e m ille tle r arasında h ü k m ed ecek ve çok kavim ler hakkında karar ve re ce k ..."00

2-

H A H A M L I K Y A H U D İL İ Ğ İ (Birinci mabedin yıkımından Tal-

m u d ’un tamamlanmasına kadar olan devre); M.Ö. 586 yılında Babıl’li Buhtunnasır (Nabuchodonosor), Yahuda Krallığını istilâ etmiş, Kudüs mabedini tahrip etmiş ve nüfusun büyük bir kısmını sürgün etmiştir. Bu yıkım, Yahudi milletinin tarihi için kesin bir dönüm noktasıdır.

97

BABÎL SÜRGÜNÜNDEN SONRA, DİASFORA OLUŞUR 70 yıl sonra, BabÜ, Pers ve Medie Kralı Cyrus tarafından feth edi­ lir ve sürgünde olan Yahudİlere dönüş izni verilir. Çok küçük bir azınlık Filistin'e dönmekle ve mabedi yeniden inşa etmekle beraber, Yahudilerden büyük bir çoğunluk B a b il'd e kalır ve Dİaspora'yı oluşturur. Bundan böyle ya Y ah u d a 'd a ikâmet ederek, mabed etrafında merkezileşen eski din! hayatı devam ettirerek, ya da, bir S i n a g o g etrafında teşkilâtlanmış Dİaspora cemaatına aid olunarak iki ayrı şekilde Yahudi olunacaktır, işte on asra yakın bir zaman bu iki din duygusu birlikte yaşayacak ve pa­ ralel olarak gelişecektir. İbranî akd anlayışı, millî yapılarla, dinî karakterleri birbirine bozuîmazcasma bağ lıyordu. Kutsal ve âdil bir toplum yaratm ak, sadece İsrail toprağı üzerinde düşünülebilirdi. Allah'a ise, sadece Kudüs m abe­ dinde tapımlabilirdi. Millî köklerinden kopmuş olmasına rağmen Diaspora, yeni bîr din geliştirmiştir, ibadet ve Kanun etüdünde onun çok önemli bir yeri vardır. Sinagogla ilgili kurallar kısmen, mabed kültürünün yerine geçmiştir. Yahuda bölgesi bizzat, bu değişiklikleri tescil etmiş, îbranicilik, Yahudilik haline gelmiştir. Neticede, çevre medeniyetlerle temas eden Yahudi düşüncesi, iyice belirginleşmiştir. O, Şark mefhumlarını, sonra Yunan te­ sirlerini ya kabul etmiş, benimsemiş veya şiddetle reddetmiştir. Ayrıca İskender’in fetihleriyle Diaspora, eşsiz bir gelişme kaydetmiştir. Yahudi hidayeti, egemen durumdadır. Tevrat Yunancaya tercüme edilmiş ve put­ perestler üzerinde derin bir tesir icra etmiştir. Fakat Filistin'de Grek baskısı, Asm oneensler (Makabi diye İâkaplanan rahipler ailesi) savaşı ile sonuçlanan şiddetli ve dinî bir reaksiyonu doğurmuştur. Makabiler, iki asra yakın bir süre bağımsız Yahuda bölgesi, Romanın eyâleti haline gel­ miştir. Ancak Y ah u d a’nm vatandaşları (Zeîotes) tarafından başlatılan kurtuluş savaşı, başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Neticede M.S. 70'de Titüs ordusu tarafından Kudüs tahrip edilmiş ve mabed yıkılmıştır. Simeon Bar Kochba tarafından başlatılan son bir isyan da M.S. 130’da bastırılmıştır. Artık, Diaspora, her geçen gün önem kazandıkça merkezî Filistin, batm aktan geri kalmayacaktır. Bu tarihlerde, Roma im paratorluğu içindeki Yahudîlerin nüfusu, genel nüfusun % 7 ile 10’unu teşkil ediyordu. Oysa en verimli manevî bir merkez olan Babil'de ise, bir milyona yakın bir Yahudi topluluğu politik bir şefin (Exilarque) veya (Rech Ga!outo)nun idaresinde yaşıyordu. Poumbediîa ve Sura'daki iki büyük Talmud akade­ misinin İdarecileri (Gaonim) ise o şefin yanında idiler. Ancak İslâm’ın

98

itişi, Yahudiliğin manevî merkezinin yerini batıya doğru değiştirecektir. Yine de Babiİ ve Fiiistin m erkezleri Yahudiliğe, ahlâkî ve hukukî bir yasa olan Talmud tatbikatına dayalı bir hayat stili kazandırmıştır.

İKİNCİ MABED YAHUDİLİĞİ M.Ö. 538'de Cyrus'un fermanından sonra Babil sürgünleri Filistin'e yerleşin ce: Yazıcı E z ra'n ın etrafında toplanmışlardı. Tarihin ilk ' ' H a ­ h a m ı " olan Ezra, gerçek anlamda bir dini restorasyona teşebbüs etmiştir. Talmud Ezra için şöyle der: "Eğer Musa, ondan önce gelmiş olmasaydı, Ezra T o r a 'n m vahyine muhatap o labilird i." Ezra, Yahudi ocağının kutsallığı üzerinde durmuş ve putperest eşlerini boşayan bir takım müntesipler elde etmiştir. Yine o, Mabed hiz­ metini yeniden tesis etmiş, İsrail ile Allah arasındaki ittifakı ciddî bir şekilde yenilemiştir. Bu ittifaka göre İsrail, yemin le Tora'ya itaati y ü k ­ leniyor; Cumartesi ve bayramlara, sosyal ve ziraî kanunlara titiz şekilde riayeti üstleniyordu. (İlk ürünler, yedi yılda bir toprağın dinlendirilmesi) Fakat Ezra’nın, özellikle Tora etüdüne önemli bir yer verdiğini görüyoruz. Bunun için o, Pazartesi, P erşe m b e (alış veriş günleri), C u m artesi günleri kutsal metni halka okumayı ihdas etmiştir. Aynı şekilde, o idare ettiği topluluğun (Kensseth Haguedola) yardımıyla âyin ve sinagogla ilgili Kuraî'ı da tespit etmiştir. O halde b u g ü n k ü şekliyle mevcud olan Y ahudilik, Ezra ile doğmuştur. Yahuda hükümeti, ilk defa, bir krala veya rahiplere değil, bilakis bilgin ve haham topluluğuna tevdî edilmiştir. Knesseth Haguedola’mn 120 üyesi (Bu Knesseth, İskender'in fethin­ d e n sonra S a n h e d r in 'e dönüşmüştür), Tevrat’a ait yasayı tesbip etmiş ■(İbranice Tevrat'ın içinde 24 Kitap kabul edilmiştir), günlük duaları ve kutlam a formüllerini kaleme almışlardır. Ayrıca onların, Tora öğretimi, m u h te lif emirlerin tatbiki gibi de görevleri vardı. Yine onlar, yüksek m a h k e m e y i oluşturuyorlar ve takvimi tesbit ediyorlardı. Vahyin kesil­ m e s in d e n sonra onlar H ayy olan A lla h’ın sözünün şârihleri olarak kalmışlardır. Aslında, son nebilerin tebliğleri uzun şerhlerin konusudur.

KİYÂMETLE İLGİLİ TASAVVURLAR N ebiler, Yahudi

felsefesi

tarihini

açıklam ışlardır. Buna göre,

:sürgün, kurtarıcı bir rol oynamış, Mesihî çağ yaklaşmıştır. "R a b b i n G ü n ü " hazırlanıyordu. Orada dürüstler, dinsizler, güçİtiler ve küçük Krallıklar lamellerinin mükâfaatını âdil şekilde alacaklardır. Kâinatın alt üst ol­ m a s ın d a n ve korkunç savaşlardan (Gog, Magog kralı Savaşları gibi) son ra,

9S

Allah'ın Krallığı yeryüzünde kurulmuş olacaktır. Ezekiel’in haber verdi­ ği gibi, kurum uş kemiklerin şaşılacak görünüm ü içinde, ölüler dirilecek­ t i r 37.

YAHUDİ DÜŞÜNCESİ BABÎL MİTOLOJİSİNİN ve YUNAN FELSEFESİNİN TESİRİNDE KALMIŞTIR Bütün bu kıyam etle ilgili tasavvurlar, İsrail milletindeki gerçek mistik ateşten söz ederler. Daniel kitabında olduğu gibi, Kıyametle ilgili y azılar oldukça ço k tu r. M elekler, iblisler, şeytan dikkate alınırsa; Allah'ın tüm yaratıkları kendi hedeflerine hizm et etmektedir. Öbür dünya, yani gelecek dünya üzerinde bir takım tasanlar yapıl­ mıştır. İşte devrin Yahudiliğine uygun gelen bu nazariyelerin gelişmesinde şark inançlarının ve Babil m itolojilerinin büyük tesiri inkâr edilem ez. Aynı şekilde Y un an etkisi de Y ahudiliği daha b elirgin leşm eye doğru y ö n eltm iştir. Yine de ne mitolojinin gayrı ahlâkî ve kaprisli tanrıları, ne de filozofların gayrî m üşahhas, soğuk, entellektüel tanrıları yahudilere cazip gelmiştir. Fakat genel fikirler çerçevesinde, en ortodoks yahudiler arasında bile, bedenleşmenin bir takım izlerini tesbit mümkündür. QuoheIet'in ki­ tabı bu fikirlerle doludur. Tevrat'ın Arâm ice tercümesi (Targoum), Antro­ pomorfizmi yum uşatm ıştır. Böylece, Sina üzerine inen Allah değil, " A l­ lah 'ın Ş ah siy etid ir." Hikmetin çok sayıdaki övgüleri, Taimid H a ’ham'a (H akimlerin Talebesi) olan hayranlık, öz değerlerin alt-üst olduğunu gösterir. Aynı şeyi, Yahudiliğin iç evriminde Yunan medeniyeti İçindeki filozofa verilen önemle, takviye edilmiş olarak görüyoruz. İşte bunun için, Ben Sira'nm H ikmet Kitabı, yahudi unsurları ile Y unan unsurlarını karıştırmıştır. Buna göre Hikmet, Allah'ın bir ihsanıdır. O halde o, yine bir bilgi ve araştırma konusudur. Fakat diğer taraftan hikmet, düşüncenin bir zihin yeteneğidir ve hayatı, mantık ve zihne göre düzenler. İlk Yahudi filozofu îskenderiyyeii Filon (Philon) bu fikirleri daha da ileri götürerek dîn ve felsefeyi, vahiy ve aklı, hikmet ve kelâmı (Lo­ gos) uzlaştırmaya teşebbüs etmiştir. Ona göre dini buyruklar ve kurallar da rasyoneldirler ve gerçekte S t o is y e n ve P la t o n is y e n doktrinin ahlâkî sonucuna varırlar. Fakat yine de Filon, geleneksel yahudiliğin kenarında kalır. O, önemli rolü, doğmuş hıristiyanhğm gelişmesinde oynamıştır. Gerçekten, Yunan düşüncesi hahamlara, zararlı görünmüş, bunun için hahamlar, kendi içlerine yani Tevrat kurallarının İçine kapanmışlardır.

100

YAHUDİ MEZHEPLERİ: Yine de Y ahudi düşüncesi donmamıştır. Aksine, fikirlerin kaynaş­ ması öylesine olmuştur ki, birçok küçük mezhep teşekkül etmiştir. Resmî : bir düşünce çizgisi veya doğma olmadığı için bu mezheplerin hiçbiri îti; : : ;

zal'da olmamıştır. Ancak onlardan herbiri, kendine göre kutsal kitapları yorum lam ış ve ondan dinî, ahlâkî, metafizik ve hatta politik bir davranış çıkarmıştır. Bu davranış, milliyetçi Yahudilerİn (Zelotes) aşın milliyetçiiiğinden, Sadukilerin uyguladıkları "o rta k çalışm a"y a, Ferisilerin eyyamcılığına kadar uzanmaktadır. Bu Yahudi mezheplerinden sadece dördü, Yahudiliğin tekâmülü için önem taşımaktadır. Bu mezhepler şunlardır:

1- E s s e n ile r (E s s e n ie n s ): K u m ran yazmaları, onların; Y ahud i: Hırİstiyanlarla akrabalıklarını bize göstermiştir. 2- Zelotlar (zelotes): Dindar ve milliyetçiler. 3- S a d u k i le r (saduceens): Bunların düşüncesi, Karailer itizalinde : yeniden ortaya çıkacaktır. 4- Ferisile r (Pharisiens): Büyük kitlelere sahip olan bir mezheptir. I. asır, Ferisilerin hâkim iyet çağıdır. Önce tarihî birtakım sebeplerden, sonra da mabedin tahribinden : sonra; Mabed kültü üzerinde merkezileşmiş olan klasik dini duyguyu de­ vam ettiren rahiplerin ve S a d u k i l e r i n varlıklarının artık nedeni kal­ m am ıştır. Millî bağımsızlığı koruma savaşı veren Z e l o t e s ’Iar ise Yahudi rö: nassansıntn son ümidi ile birlikte yok olmuşlardır. Zulüm lerin kırıp geçirdiği E s se n iie re gelince; onların mistik ve zâhidâne mezhepleri hiç bir zaman cemaatleri etkilememiştir. Ferisüer, şayet tahripten sonra yaşamışlarsa; bu onların uzun za: m andan beri bu ihtimale hazır olmalarından ve bilhassa orada cemaatı : hazırlamalarındandır. Çünkü onlar,uzun zamandan beri, Tora'nm, devlet; ten, İsrail toprağından daha önemli olduğunu ve Tora'nm ahid alâmeti bulunduğunu kabul ediyorlardı. Onlara göre, zulüm giderse şeriat yaşamak­ ta d ır .

FERİSİLER İÇİN TEVRAT, EN BÜYÜK DEĞERDİR Yahudiliği, yeni duruma (Diaspora) uygulamak için Tevrat'ı dik­ katli şekilde ok u m ak kâfidir. Çünkü "H e r ş e v ond a b u l u n m a k t a d ı r ."

1 01

Musa’dan, Knesseth Haguedola hahamlarına varıncaya dek, nakledilmiş olan şifahî gelenek, Yahudilere Allah aşkı ve hizmetine doğru rehber ol­ mak için çok titiz hayat çerçeveleri koyan yazılı kanunun yorumuna izin vermiştir. O halde şeriatin etüdü yüce bir değerdir. Dünya, sadece "T o ra okuyan çocukların nefesleriyle, onun em irlerinin tatb ikî ile ve menfaat karşılığı olmayan lutufla devam etm ektedir." İşte bunun için Hikmet, tevazu ve alçak gönüllülük, gerçek Yahudinin faziletleridir. O, sevaplarının mükafatım gelecek dünyada alacaktır. Çünkü bir amel, bu dünyada ve öbür dünyada mükâfatlandırılmıştır. Bu dünya, Öbür dünyamn giriş odasından başka bir şey değildir. Ferisi Yahudiliğinin kuvvet çizgileri, okullard a gelişmiş ve şerh edilmiştir. Fakat kısa bir zaman sonra, sözlü nakil şartlarının güveni­ lirliğinin olmadığı düşünülerek (Yahudi merkezlerinin dağılması, z u­ lümler, güvensizlik nedenleriyle) M ukaddes Haham Yuda, Filistin okul­ larında tedris edilen kanunların tümünü yazmaya karar vermiştir. İşte bu tedvinden de Mişna (Mıchna) doğmuştur. M işn a 'm n yorum ve derleme çalışması V. asra kadar T ib e ria a e ve özellikle SU R A ve Poumbediat'taki iki büyük Babil akademisinde devam etmiştir. İşte M işn a'm n şerhi olan Gemârâ (Guemârâ) buralarda kaleme alınmıştır. Böylece Mişna ve Gemârâ, Talmudu meydana getirmişlerdir.

TALMUD YAHUDİLİĞİ Talmud, zahit yahudilerce hâlâ yaşanılan özel bir hayat tarzı meydana getiren zengin bir eserdir. Talmud, doğumundan ölümüne, sabah kalkışından uyumasına, bayram ve mevsimlerin sırasına, Allah'la, insan­ larla, aileyle ve toplumla olan münasebetlerine kadar, her yahudinin hayatının her anını saran; hukuki, ahlâkî, dinî bir yasadır. Bu nehir-kîtap, (Talmudun tüm metni, dört sahifelik yirmi cildi doldurur) hazırlıksız bir şekilde okuyan kimsenin yolunu saptırır, öyleki ondan "T alm u d D e n iz i" diye bahsedebiliriz. İlk başta, onda dikkati çeken şeyin, farklılığı, sürekli konu dişiliği ve bilhassa T A N N A İ M L E R ta­ rafından açıklanan bir takım fikirlerin çeşitliliği (Bazan da çelişkiler) olduğu görülür.

102

HUKUKÎ, AHLÂKÎ ve DİNÎ YASA OLARAK TALMUD BİR BİRLİK FAKTÖRÜDÜR Ferisi yahu d iliği ne doğma ne de resmî bir düşünce empoze etme­ miştir. Talmud ise, oldukça farklı bir takım okuma şekillerine uygundu. Ç ü n k ü T a lm u d 'u n b ü tü n özelliği, on u n fa rk lılığ ın d a idi. Ta lm u d , " T O R A " n ı n yetmiş yüzü olduğunu söylemiştir. Fikir planında pluralist olan Ferisiler, amel sahasında katı b ir disiplin arzu su içindeydiler. Aslında, ihtilaf halindeki konular, çoğunluğa bir seçme imkanı veriyordu. İşte o gündür, bugündür tüm yahudiler, ittifakla şeriatı uygulamaya ken­ dilerini adamışlardır. Bunun içindir ki, birkaç iç savaş bir kenara bıra­ kılırsa; D ia s p o ra y a rağmen, yahudilik, dikkate değer bir birliği devam ettirm eyi başarmıştır. Yine de eğer tarihi durum gerekli kılarsa, hahamlar, geleneği y e ­ niden gözden geçirmede hiçbir tereddüt göstermezler. Talmud, hem en hemen bin yıllık bir tarihi kapsar ve çevre m ede­ n iy etin d eğişik lik le rin i tescil eder, işte bu da, d eğ işik liğ in , ikinci faktörüdür. Ekonomik (yoksulluk ve refah gibi) ve politik (tolerans veya zulüm gibi) duruma göre Talmud, dış medeniyete açılma iradesini gösterir (Evrensellik ve bizzat ihtida ile) veya aksine, kendi içine kapanır (parti­ cularisme).

TALMUD’UN TARİHÎ EVRİME AÇILMASI DA BİR FARKLILIK FAKTÖRÜDÜR Bu iki faktör (düşünce hürriyeti ve tarihi evrime uygun gelme) Tal­ mud'un "i ç tenak uzlarının" kaynağını teşkil eder, işte buna birkaç misal: 1. En temiz maneviyatın yanında, maddi ve günlük hayatın bir sev­ gisi ve aşkı dini gösterir. 2. Tevrat bize gece ve gündüz okumayı emrediyor. Shimean Bar Yohai "gece ve gündüzün haricinde bir an bulursan, çalış" der. Fakat bir başka haham da şövie der: "Eğer, sen b ir ağaç dikm ekte İk e n M e s ih gelirse, Önce ağaç dik m eyi tam am lay acak sın sonra mesİh'i k a r ş ı l a y a c a k s ı n ." İsrail toprağının ve sürgün yerinin yeri ve oynadığı rol da aynı şekilde h aham ları bölm üştür. Bazıları, "Ç o ğ u n lu ğ u y a h u d i olan b ir şehirde sürgünde olunmaktansa; çoğunluğu putperest olan İsrail'de oturmak daha i y i d i r . " 38 derken; diğerleri "İs ra il için, B a b iF i te rk e d e n kim se, m ü sb e t b ir emri ihlâl etmiş olur." demişlerdir. Çünkü onlara göre kitapta

103

şöyle yazılmıştır: " R a b dİyorkİ, onlar, B a b İ l’e 39 sürgün edileceklerdir ve orada, onlar hatırlay acağ ım kadar kala ca k la rd ır." Bu cü m led en açıkça, m ukaddes toprak aşkı ve oraya yenid en yerleştirme isteği anlaşılıyor. Fakat, sürgünden kurtarıcının rolü (A h ir z a m a n ı ç a b u k l a ş t ı r m a n ı n ) yasak edilmesi (y a n i ta r i h i n s e y r in i çabuklaştırmak) mesihi gönderme ve sürgündekiieri geri getirme hakkının sadece Allah'ın olması, siyonİst olmayanların tutumunu izah etmektedir. Aynı şekilde E v re n s e lcile rle , muhtarİyetciler de çatışmaktadırlar; onların bazıları, " T o r a , tüm insanlığ a g ö nd erilm iştir. Kutsal K itaplar h a k k ın d a derin b ilg is i olan b ir m uhtedi, cahil b ir rahipten büyüktür. Âdil m ille tle rin , g e le c e k dünyada n a s ip le ri vardır" derken; d iğ e rle r i, zulüm d üzenlerinin, m üşrik ahlâkının bozukluğu, Tanrısal seçimdeki hıristiyan iddialarının Önünde şöyle itirazda bulunurlar: "K i m İ s r a il ’e karşı b a şk ald ırırsa , takdis edilm iş b ir azize karşı başkaldırmış gibi olur." "H İçbİr putperestin, öbür dünyâda nasibi olmaya­ caktır." " A lla h İsrail’e şöyle demiştir: "Ben, dünyaya gelen herkesin A l­ lahıyım. Fakat ism im i sadece sana ortak ettim." Yine Talmud, büyük bir haya ile, bir takım fiziki ihtimallerin d e ­ rin anlayışı; zahitlik ile, ılımlı bir tarzda kullanılan zevklerden çıkan sevinç, kadeh düşmanlığı ile kadına karşı duyulan derin saygı, hurafe (şeytanlara ve kötü göze olan inanç) ile en temiz iman, müsamaha ile sof­ talık arasında taksim edilmiştir. Kısaca T a lm u d ’un, farklı görüşleri atması gerekirken, itidali ö v ­ mesi icabederken, mümkün olduğu kadar aşırı durumlardan uzaklaşması lazımken; aksine onun çok farklı kanaatleri biraraya getirdiği görül­ mektedir.

TORA'NİN ÜSTÜNLÜĞÜ . Yine de bütü n hahamlar, " T o r a 'm n temel ö n e m i" üzerinde İttifak etmişlerdir. Kutsal dille yazılmış, doğrudan Allah'tan vahyediîm iş olan Tora, herkes tarafından öğrenilmesi için "İn s a n ın dili ile " konuşmaktadır. Yine de o, birçok sembollerin h â z in e le rin i ve gizli manâları ortaya koy­ maktadır. Ayrıca, kutsal metnin her sahasının, her harfinin, her kelime­ sinin bir anlamı vardır ki o, hahamlara özgü yorumun açık metodları say­ esinde anlaşılabilir. Tora, "T an rısa l p ro je y i" ortaya koyar. Çünkü Allah, kainatı yaratm ak için, Tora'ya bakmıştır. Yani, dünya Tora'da belirtilen metafizik ve fizik kanunlara tabi olmaktadır. Yine insanın en önemli işi, gururlanmak için bilgi toplamak veya on-

104

dian fayd alanm ak değil (Böyle b ir etüd gü n a h a sevkeder), Allah'la birleşmek ve Tanrısal Kanunların sebebini anlamak için okumaktır. " T o ra , ona b ağ lananlar için b ir hayat ağacıdır." O, hayatta kabul edilmesi gereken hareket tarzını " H a l a ' h a " öğretiyor. O, ferdî eğitiyor ve selâmeti temin ediyor. "K a d ın la r, sev abı nasıl elde edecek? Çocuk­ la rım sin agog'a Tora okum aya g ö nd ererek ve kocaları, haham okulla­ rında b ilgi sahibi olarak öğreneceklerdir." 40

EMİRLER Okum a kısır kalmamalıdır. O, aksiyona sevketmelidir. Tora’mn emirlerine itaat ederek insan, "T a n rıs a l p ro je y i" gerçekleştirir. Neticede, dünyanın yaratılmasında Allah’ın ortağı haline gelir. Her hareket, es­ rarlı bir şekilde, evrensel dengeye, evrensel tarihe ve ferde tesir yapmak­ tadır. insanlar, dayanışma içindedirler ve birbirlerinden mesuldurlar. Fa­ kat herbiri, Allah’ın sözüne itaat edip etmemede serbesttirler. Bu hürri­ yet, yani cüz'i irade, zaten, sadece ahlâkî hayat için geçerlidir. Nitekim şöyle denmiştir: " A lla h korkusu hariç, herşey Allah'ın elindedir." İtaati ile yahudi, İsrail’in seçimini doğrulamıştır. Geleneğe göre İsrail'in seçimi, tüm milletlerden sadece onun şöyle diyerek şeriatı kabul etmesi olayına bağlıdır: "B İz itaat edeceğiz ve anlayacağız." Emirlerin sayısı 613'tür. (Bunlardan 365’i yasaklardır. 248'i ise dînî emirlerdir.) Bunu, Talm ud, Allah’a karşı ödevler ve başkasına karşı Ödevler olmak üzere iki büyük kategoriye ayırmıştır: 1) Allah'a Karsı Ö d ev len Bu ödevler, aşka ve saygılı korkuya day­ alı ödevlerdir. Bunlar, değişik kurallara riayetle kendilerini gösterirler: M abed kültü, dualar, kutlamalar, Cumartesiye ve bayramlara saygı, gıda kanunları v.s. gibi. 2) Başkasına Karşı Ödevler: Bunlar da başlıca şu iki grubu ilgilen­ dirir: a) K iş iler a ra s ı İlişk ile r: Başkasının kişiliğine ve liyakatine saygı, çıkar gütm em e, cömertlik, yardım severlik, mütecavizleri bağışlama, te­ sanüt, başkasına karşı m esuliyet gibi bir dizi davranışların temelini teşkil eder. b) S o s y o - E k o n o m ik Ödevler: Talmud Hukuku, doğum ve servet eşitsizliklerini, bilhassa ödevler kadar gerekli olan vergilerle ve muh­ telif bağışlarla düzeltm e yönünden, sosyo-ekonomik ilişkilerin tam bir m ekanizm asını ortaya kbyar. Muhtelif sosyal sınıflar arasındaki iliş­ kiler, liberal ve sosyalist bir karışımın içinde herkesin haklan muhafaza

edilmek üzere düzenlenmiştir. Böylece bütün mübadele ve borç proplemlerinde olduğu gibi, işverenin imtiyazları ve ücret haklan da dikkatlice ele alınm ıştır.

BAZI BÜYÜK FİKİRLER Talmud mütehassısları, ferdî ve sosyal hayatın bütün yönlerini in­ celemişlerdir. Zaten, mükem melliğe ulaşmak için, İnsanî faaliyetin tüm sahalarını gözden geçirmek gerekirdi. Biz bu konuda, bazı temel problem­ lere ışık tutmakla iktifa edeceğiz. Talmud'un günah anlayışı, orijinallik­ ten uzak değildir. Buna göre insan, iyi ve kötü iç güdülerin savaş alanıdır. Ancak ona, dînî kurallar, igvalardan sakınmada yardımcı olmaktadır. Fakat, İnsanî zaafiyetin farkında olan Talmud, Tora kanunlarının etra­ fında kuralları çoğaltmaktadır, işte bunun için, mademki Cumartesi günü belirli sayıdaki faaliyetler yasaktır, o halde bayrama girişten bir saat önce, yasaklanmış bütü n çalışmaları terketmeye itina edilmelidir. Yine Talmud, bir cahil tarafından ihlal olarak yorumlanabilen tüm faaliyet­ leri de İnsana yasak etmiştir. îşte bunun için, dindar bir yahudi, bir din kardeşinin bugün alış-veriş yapmaya izin verildiği zehabına kapılması veya bunu yapmanın ehemmiyetsizliğine inanmaya gitmesi korkusuyla, cumartesi günü bir mağazaya girmeyecektir. Şayet bütü n bu tedbirlere rağmen b ir yahudi günah işlerse; ona, dua ve nedamet etm ek düşmektedir, insan, duasının samimiyetiyle, Tanrısal yargının sertliğini yumuşatabilir. Mabed olduğu zaman, takdimeler; ferdî, millî, evrensel hataların bağışlanmasına im kân veriyordu. Şimdi ise, dua, takdimelerİn yerine geçmiştir. Nedamete gelince, o, gerçek bir ruhî arınmanın ifadesidir. Gü­ nahkâr, nedametle, hataya bir daha dönmeme haline girmiştir. Böylece günahkâr, hatadan önceki yüksek ahlâkî seviyeye tırmanır. Böyle bir kimse hakkında Talmud şöyle der: “Bilm eden işlenen günahlardan sonra, tövbe edenler, hayatında daima iyi h a re k e t e d e n lerd e n ü stü nd ür." Böylece Talmud'a göre günah, ferdin ahlâkî ilerleyişinde pozitif bir rol oynam aktadır.

BİR TARİH FELSEFESİ Talmud aynı şekilde, fakat gayr-i sistematik tarzda geniş bir tarih felsefesi teklif eder. Bu felsefe, bütün insanlığı ilgilendirmektedir. Buna göre tarihin hedefi, insanoğlu olan Mesih'in gelişidir, insanlığın, tanrısal irade kadar, kendi gayretleriyle de Mesih'in gelişini hazırlaması gerek­

106

mektedir. Ayrıca Talm ud, M esihin şahsından çok " M e s i h ! D ev ir" üzeirinde durmaktadır. Artık bu devirde İsrail’in görevi (seçilmiş millet olairak vahyi yayma görevi) sona erecektir. Çünkü o günden sonra, bütün mil­ letle r; A lla h’ın Krallığını tanım ak için Siyona (Sion) çıkacaklardır.

YİNE DE İSRAİL ALLAH’IN MUTLAK YÜCELİĞİNİ TASDİKTEN GERİ KALMAZ Şüphesiz, Talmud nutuklarının özünde, felsefî kategoriler içinde ¡hiçbir zaman tarif edilememiş b îr Allah olan " İ s r a i l 'i n A l l a h ı 'n ı n " de­ vamlı varlığı bulunur. Böyle bir A lla h ’ın varlığı orada sürekli belirtil­ miştir. Aynı şekilde, Hahamlar, bu Allah'a durm adan İnsanî duygular ısinat etmişler ve onu hiçbir ayırım gözetmeden "K ral Rab, Hakim, G öklerde ¡o lan B a b a " gibi adlarla isim len d irm işle rd ir. O nlara göre, A lla h ’ın ¡varlığı, herkes tarafından kavranabilir. Zaten, Allah’la insan arasında hiçbir aracı yoktur. Talm ud m uharrirleri olan H aham lar, kendilerini, sadece İlâhî kelâmın yorumcuları olarak takdim etmişlerdir. (Kısa zaman sonra kutsal ¡bir kitap gibi okunacak olan) onlara göre Talmud, birliği, sürgündeki yaihudi m illetinin özelliğini, basarı ¡yönelmiş bir yasadır.

ile y ük leneceği

rolü m uhafazaya

3- ORTA ÇAĞ YAHUDİLİĞİ (Talmud'un bitiminden özgürlüğe kadar [1791]): Aslında Talmud yahudi i İğ i, birkaç reaksiyondan sonra kendini, tüm D ia s p o r a topluluğuna kabul ettirmiştir. Önce, İslâm fetihleri, yahudiie¡rin işine yaramıştır. Artık, bundan böyle, Bağdat'a yerleşmiş olan politik ¡şeflerin (Hxilarques) ve G aon im le rin iktidarı, dört asırdan beri unutulmuş ¡bir parlaklığı yeniden ele geçirecektir. Gerçi, Batıda olduğu gibi Şark'ta ¡da yahudiler, İkinci sınıf vatandaş olarak telâkki edilmişlerdir. Ancak, yer yer görülen birtakım zulümlere ve çok küçük bir azınlığa dokunan ¡ayırımcılığa rağmen, Şark'ta, yahu dilerin hukukuna ve dinine çok saygılı : d a v ra n ılm ış tır.

BATI YAHUDlLERİ CEMİYETİN GÖZÜNDEN DÜŞMÜŞTÜR Batıda haçlı seferleri, yahudilere karşı Hıristiyan tutumunu kökten

(F.: 8) 1 o7

değiştirirken, XI. yüzyıla doğru Şark'ta Müslüman güç zayıflamış ve buna paralel olarak da Islâm topraklarında dinî m ü samahasızlık artmıştır. Haçtılar, geçtikleri yerlerde; yahudilerden İsa'nın ölümünün intikamını almak için, yüzlerce cemaatı kılıçtan geçirmişler (Fransa'da ve özellikle Almanya'da), şimdide İsa'nın mezarını kurtarmaya yönelmişlerdir. Artık yahudi, batı toplumundan sürülmüş, lanetlenmiş ve tiksinilmiştir. Yine yahudiler, batı toplumunda, kuyuları zehirlemekle, veba hastalığı getir­ mekle, hıristiyan mayasız ekm eğin e saygısızlıkla, boğazlanmış hıristiyan çocuklarının kanı ile mayasız ekmek yapmakla itham edilmişlerdir. Neticede, yahudiler, küçük düşürücü birtakım mesleklere sevkedilmişler, sarı elbise giymekle veya özel şapka giymekle toplumdan tecrid edil­ mişlerdir. Bu durumda yahudînin yegane destek kaynağı, içine kapanarak mistisizm olmuştur. Bunun için geçici veya kesin bir takım kovulmalar, yahudi dünya­ sının haritasını durm adan değiştirmiştir. Böylece, manevî merkez Ba~ b il'd e n (M.Ö. V. asır ve M.S. VI. asır) B a ğ d a t ’a, daha sonra da K a y r a v a n ’a doğru yer değiştirmiştir. Provence ve Alman yahudi cemaatleri pa­ ralel olarak gelişirken, bilhassa İspanya, olağan üstü bir şekilde altın çağı muşahade etmiştir (IX. asırdan XIV. asra kadar). 129G'da Ingilte­ re'den, 1394'de Fransa’dan, 1492’de Ispanya’dan kovulan yahudiler, Hol­ landa'ya, Doğu Avrupa'ya sığ ınmışlar veya Kuzey Afrika, Türkiye, İtalya, Filistin ve Polonya yahudi kolonilerini güçlendirmişlerdir. Polonya, yahudilere, sinagoglarını ve Talmud akademilerini geliş­ tirmeye imkan veren bir iç muhtariyet verirken, XVI. yüzyıl, SA FE D ’de (Filistin) mistik bir hareketin uyandığını m u şahade ediyor. Fakat, 1648'de Polonya üzerine dalga dalga yayılan C h e m i e ln i t s k i ve Kazak­ ların katliamları, bu geçici refahı tahrip etmiştir. Yahudilere karşı tec­ rid tedbirleri ise, durmadan artmıştır. Neticede yahudiler, tahsis edilmiş bölgelere sürülmüşlerdir. (Büyük şehirlerde Ghettos, Rusya'da "Y erleşim B ö l g e l e r i" Kuzey Afrika’da M e l la h ) . Böylece sefalet, yahudilere hürri­ yet veren Fransız ihtilalin e kadar durmadan devam etmiştir.

GAONİMLER ÇAĞI V. Asırda Taimud’un tamamlanması G aonim 'Ier (Talmud Akademi­ si Başkanlan) çağının başlangıcını gösterir. Artık yahudiler, kurallarla, medeni ve öze! hukukla veya yahudi olmayanlarla münasebetlerle ilgili tüm problemlerde kendilerine boyun eğmek İçin Gaonimlere başvurma alışkanlığına sahip olacaklardır. (Daha sonra da Hahamlara baş vuru­ lacağı gibi). Yahudi cemaatleriyle, manevi otoriteler arasındaki mektup­

108

laşma hâlâ bugüne kadar devam eden geniş bir "S o ru la r ve Cevap lar" (C heelote outechouvote) edebiyatının doğumuna vesile olmuştur. Gaon i m ’ler, m üntesiplerî niyetine b irtak ım dua kitapları, ahlâk kitapları veya Talmud hukuku kitapları kaleme almışlardır, işte yahudiliğin bir­ liği böylece devam etmiştir.

KURAL AYRILIKLARI YAHUDİ BİRLİĞİNİ SARSMIYOR Hıristiyan ve İslâm bloklarından zoraki ayrılmadan sonra, yine de b irtak ım kural ayrılıkları, kendini göstermiştir. Filistin Gaonim'lerine bağlı olan hıristiyan dünyanın yahudileri A S H K E N A Z Î M adını al­ mışlardır. Bağdat Gaonİm'leri tarafından yönetilen müsiüman dünyanın yahudileri ise, S E F A R A D Î N adını almışlardır. Hâla bugün bu iki kural (veya metod), herbiri Ö2 ei âdetlerine bağlı olarak, yahudiliğe hakimdir. Birtakım ayrılıklar olsa da önemi yoktur. Yine de gerçek yahudi birliğini Tevrat ve Talmud sağlamaktadır. T alm ud ’un tamamlanmasından sonra dinî düşünüş, üç İstikamette gelişme göstermiştir: 1. Yorum 2. Dîn Felsefesi 3. Mistisizm

_

Bu üç sahada da, yahudi orta çağı, belirli sayıda klasik eser mey­ dana getirmiştir.

1. YORUMUN GELİŞMESİ Yorum, doğrudan doğruya Taim ud’dan mülhemdir. Ayrıca yorum, hem kanunlarla hem de metinlerle ilgilidir. Fakat o, bazan bir İhtisas işi olmaktadır, işte İspanyol haham ibn Ezra, herşeyden önce, bir Tevrat yo­ rumcusudur. En büyiik karar verici Rabenou Cuershom ise, önce, h u ­ kukçudur. Yorumcuların en büyüğü olan RASHi (1040-1105), ti er iki sahada da eşsizdir. Böylece, kutsal kitapların geleneksel yahudi yorumunun hâlâ bugün temsilcileri olan birçok Tevrat tefsirleri ortaya çıkmıştır.

2. DİN FELSEFESİ Burada söz konusu olan, gerçek vahiydir. Aralarında büyük bir ya-

109

hudi çoğunluğun yaşadığı İslâm düşünürleri gibi Hahamlar da IX. asırdan itibaren, Y unan felsefesiyle ve özellikle akıl ve imanın münasebetleri problemleriyle karşı karşıya gelmişlerdir.

YAHUDİ DÜŞÜNCESİ HER TÜRLÜ RASYONALİST TEŞEBBÜSE MUHALEFET EDER Muhtelif felsefî eserler, kendi aralarındaki uyuşmazlıkları örtbas etmeksizin, Aristo düşüncesiyle, Musa'nın düşüncesi arasındaki yakınlık­ ları göstermeye teşebbüs etmişlerdir. Böylece yahudilik, yaratılış fikrin­ den vazgeçmemiştir. îbn Gabİrol gibi diğer düşünürler Yeni Eflatuncu ekole bağlanmışlar­ dır. Böylece, rasyonalizmin birtakım şekilleri, Özellikle felsefî bir b a ­ kış ile arasında orta çağ dinî felsefesi içinde, özel anlamda kendini gös­ termiştir. Bu dönemin belli başlı düşünürü olan Maimonid'in eseri, çok canlı bir polemiği ortaya koyar. Aslında yahudilerin çoğu, felsefî kate­ gorileri ve her türlü rasyonalizm teşebbüslerini reddederler. Yahudi düşüncesine en çok tesir eden yazarlardan biri, rasyonalizm­ den oldukça uzaklaşmış olan, ilâhiyatçı ve şair Jııda Ha L e v i'd iU L Belli başlı eserlerden biri olan " K U Z A R Î " d e , uzun şekilde, bir tarih felsefesini ve vahyin yorumunu geliştirmektedir. Onun köşe taşı, İsrail’in seçimiyle, Allah'ı, seçilmiş millete ve aynı şekilde seçim yeri olan Filistin'e bağ­ layan mistik münasebetle atılmıştır.

3. MİSTİSİZM VE KÀBBALA İlk çağlardan beri yahudilik, çok kuvvetli mistik bir cereyana sa­ hip olmuştur. Bu cereyanın, Talmud'da izleri görülmektedir. Bununla be­ raber, öb.ür âlem konusunda, klâsik bir takım nazariyeler yanında; evrenle ve teoloji ile ilgili bir takım konuların da ortaya çıktığı görülmüştür. Böylece Talmud şu iki büyük sırrı benimsemektedir: Dünyanın yaratılışı (Massé Beréchite), Tanrısal Beden (Massé Mercaua). İşte buna göre, Tanrı'nm özel hayatı ile, onun dünya ve yaratılış modelleri ile ilgili tüm problem leri, bu iki sır üzerinde kesafet ka­ zanmıştır. Ayrıca, orta çağın başlangıcı boyunca bu akımlar, G n o stik 42 ve Y e n i -E fl a tu n c u ilişkilerle zenginleşmiştir. Neticede bu akımlar, zengin kapalı bir ( é s o t e r i q u e ) edebiyatın, bilhassa Yaratılış Kitabının ( S e f e r Yetsİra), Bilgi Kitabının (Sefer Habahir) ve Tanrısal tedbirler konusunda

110

cesaretli faraziyelerin (Chiour Koma) doğmasına neden olmuştur. KABBALA'YA GÖRE TEVRAT'IN GİZLÎ MÂNÂSINI TANIMAK SADECE MİSTİK HAREKETLE MÜMKÜNDÜR Bu metinler, XII. asra doğru Provence'de doğmuş, daha sonra Ispan­ ya ’ya doğru yer değiştirmiş olan (Géron Ekolü) Kabbala hareketinin ilk temellerini oluşturur. XIII. Asırda bu edebiyatın çiçekciği olan S e fe r ha Z o h a r ortaya çıkar çıkm az, Tevrat ve T a lm u d ’dan sonra, yahudiligin üçüncü b ü y ü k kutsa) kitabı olarak telâkki edilir. Kabbala’ya, özellikle " Z o h a r " a göre Tevrat'ın geleneksel okunuşu ésotérique (batınî)dir: Bunun için geleneksel mistik hareketin amacı, kutsal kitapların daha do^ru bir okunuşuna imkân vermeye yöneliktir. Çünkü, tarihî olaylar ve kanunlar sadece, Tanrısal kelâmın elbisesi ve bedenidirler. Onların ruhunu anla­ maya sadece, mistik hareket imkân verir. B ü y ü k ilham sahibi N ahm anid (1194-1270) şöy le der: " T e v r a t aşağıdaki şeylerd en bahsediyor. Fakat gerçekte y u k arıdaki şeylere b a ş v u ru y o r." Kabbaia’m n üzerinde durduğu belli başlı sırlar; A l l a h ’ın sırrı özellikle, S e f i r o t e T a r 43 sisteminin doğmasına neden olan T o ra sistemi İsrail’in Seçim i ve M e sih 'in Sırrı gibi konulardır. Kabbala'nın işlediği bu büyük konular, yavaş yavaş bütün yahudi­ lerin yaşadığı bölgelere yayılmıştır. Bu konular, Alm anya'da, R h é n a n mistik ekolü olan " H a s s i d i m ' T e r 44 tarafından hazırlanan bir alan bul­ muşlardır. Ispanyol Yahudiliğinin kurbanı olduğu zulümler, XIV. ve XV yüzyıllar Ispanya'sında K a b b a l a ’nın en acıklı konularına dikkat edilme­ sine yardımcı olmuştur. Daha sonra ise bu konular, Filistin’de daha büyük b ir şansa sahip olacaktır. Neticede bu konular, XVI. asırda, büyük mistik İsaac Louria’nm te­ siri aitmda ve talebesi Haim V ita l’in önemli eseri sayesinde S afe d Ekolü tarafından yenileştirilmiştir. Daha çok popüler hale gelmiş olan bu konu­ lar, oldukça yeni manevî bir hareketin gelişmesi için de çok Önemli bir rol o y n ay a ca k tır. Bu ekollerin dışında ve bağımsızlıktan önce, özellikle Rönesans döneminde birkaç bağımsız düşünürün ortaya çıktığı görülür. Bu düşünürler, İsaac  b rahanel (1437-1509), Azaria dei Rossi (1513-1578), Goîem ’in ya­ ratıcısı M aharal de Prague (1525-1609)dır ki, onların çağdaşları üzerinde hiçbir tesiri olmamıştır. Aksine, "Z o h a r"d a n sonra en derin ve en sürekli tesir icra eden eser Jo se p h Caro (1565)’nun "Choulhane Arouh" isimli eseri

111

olmuştur. Talmud Kanunlarının tedvini oİanbu eser genel olarak benimsen­ miş ve Polonya'Iı Haham M o ise İsserle s’in düzeltmeleriyle yahudilerin dînî birliğinin devamında büyük ölçüde payı olmuştur. Bu kitap hâlâ, H a­ ham kanunlarının ilk kaynağını teşkil etmektedir. Aslında, ortaçağın sonu ile bağımsızlığın başlangıcı arasında yahudi düşüncesi, tam olarak smırlandırılamamıştır. Bu sadece bir G H E T T O zamanıydı. Yine bir takım şartlarla karşılaşmış olan dinî düşünce, XVIII. asrın sonunda, yahudîler çıkarken bu yeni şartlardan çıkmaya başlaya­ c a k tır.

4. MODERN ve ÇAĞDAŞ YAHUDİLİK (1791'den Günümüze) Aydınlanma çağı, her çeşit ekonom ik, politik, sosyal, entellektüel ve dinî peşin fikirleri yıkmaya yönelmiştir. Bunun için, Fransa'da, Al­ manya'da, filozoflar ve yazarlar, bir mutluluk, tolerans ve eşitlik çağını müjdeliyorlardı. Fransa'da Montescpıİeu ve Mirabeau, Almanya’da Lessing ve D o h m gibi bazı düşünürler, geleneksel olarak yahudilere atfedilen hataların, onlardan ayrılmaz olmadığını savunmuşlardır. Onlar bu hata­ ları, asırlık baskının neticesi olarak görüyorlardı. Bunun için onlara göre, yahttdileri kabul eden toplumlarda, yahudileri " m u tl u ve f a y d a lı" kılmak için, onlara medeni haklar vermek gereklidir.

GHETTO'DAN ÇIKARKEN YAHUDÎLER ANTİSEMİTÎZM'LE KARŞILAŞMIŞLARDIR Y uk arıd ak i

istekleri, y ahu diler lehine sad ece

Fransız

İhtilâli

gerçekleştirmişti. Çok ateşli tartışmalardan üç yıl sonra 28 Aralık 1791’de Fransız Millet Meclisi, Yahudileri Fransız vatandaşı olarak kabul edi­ yordu. Bu ise, işitilmemiş bîr kargaşalığa sebep olmuştu. Artık bundan böyle yahudiler, politika ve halk hizmetleri dahil bütü n mesleklere, üniversiteye girm e hakkına sahip olacaklardı. Yine de Napoleon, Y ahu­ dilerin haklarını biraz kısıntı ile açıklamıştır. O, yetmiş ik i ü y e lik bir S A N H E D R İ N ’in (üçte ikisi hahamlardan, üçte biri de lâiklerden oluşan) toplanm asını em retm işti. Bu üyeler, y ahu dilerle devlet arasındaki İlişkileri, yahudiliği özel bir dava haline getiren bir takım formüller içinde belirleyeceklerdi. Bundan böyle yahudiler, kendilerini " S ü r g ü n le r " olarak telâkki et­ meyeceklerdi. Çünkü yeniden bir vatan bulmuşlardı. Napoieonün fetih! e­

112

ri, ihtilâl fikirlerini em poze ettiği zaman bütün Avrupa’ya bu halet-i ruhiyye yayılmıştı. Fakat, imparatorluğun düşüşü ile şiddetli bir reaksiyon ortaya çıkmıştı. A n cak bu reaksiyon, çok yavaş olmuş ve yahudilerin bağım sızlıklarım elde ettikleri uzun harplerden sonra meydana gelmişti. Bu uzun harplerden sonra yahudiler, medenî haklarda eşitliğe, 1848'de A lm a n y a 'd a , 1858 ’de B ü y ü k B ritan y a ’da, 1863'de İsviçre'de, 1867'de  v ustu ry a-M acaristan’ında, 1870'c_1e İtalya’da, (Fransız kontrolü altında C ezayir’de), 1917'de Rusya'da, 1919’da Romanya'da, kavuşmuşlardır. Bütün bunlara rağmen, yahudilerin, cemiyetin bütün kademelerine nufüz etm elerine paralel olarak şiddetli bir red olayı, onları kenar ma­ hallelere İtiyordu. 1859’daki M o r t a r a 45 olayı, D oğu Avrupa'da ve R usy a’daki dinî cürüm ithamları, aydınlık çağından sonra, akıl almaz vahşilik ve şiddet programları, Antisemit birliklerin teşekkülü, 1895'deki D reyfus hâdisesi (insan haklarını resmen ilân eden ülkelerde bile), Rusya'daki (1911-1913) B e i l is O la y ı, kendilerine cazip gelen parlak medeniyetin, hâlâ yahudileri kabule hazır olmadığını, yahudilere inandırmıştı. İşte bunun içindir ki, birçok yahudi, kendilerini politik savaşın içine atmışlardı. îşte bundan dolayı bazıları, yahudi problemlerini otomatik olarak çözeceğine inandıkları eşit ve âdil bir cemiyetin kurulması ümidiyle yeni d oğan sosyalizm e katılmışlar, diğer bazıları da, Avrupa milliyetçilik hareketleri kadrosu içinde " M i l l î h a k " istemeyi tercih etmişlerdi. Bunla­ ra göre " k o v u lm u ş m ill e te " güvenliği ve ferahlığı sadece birtek yahudi devleti sağlayacaktı. İşte bu hareket, çok eski ve mistik bir hayal üzerine aşılanmış politik bir hareket olan siyonizmi doğurmuştur. N ihayet diğer bazıları da, ateşli bir yurtseverliğe kendilerini ver­ mişlerdi. Yahudi askerlerinin 1914-1918'de ne kadar fedakârane savaş­ tıkları ve kabul edilen vatanlarının sanatına, politikasına, düşüncesine ve ilmine ne kadar gururla hizmet ettikleri bilinen bir gerçektir. Bugün hâlâ bu temayüller yahudilikte yaşamaktadır. Fakat 1921’e doğru yahudi ente le k tü e lle rin in katliâmından, 1945-1952 arasında bir Yakım yiddiş (yîddishs) diliyle yazan yazarların kıyımından "B e y az Bul u z lu la r ın " davranışından ve üç milyona varan bir cemaatin kültürel im­ hasından sonra; komünizm, yahudi rnüntesiplerini sarsmıştır, Siyonizm'e gelince o, kayıtsız şartsız bir heyecanı ortaya çıkarmışsa da, bugün çok ciddi dış (Araplarla münasebet) ve iç (Devletin yapısının belirlenmesi) problemlerle karşı karşıyadır. Nihayet XX. yüzyılın en dikkat çekici olayları, yahudi dünyasını derinden sarsan Nazi jenosidi (1933-1945) ve İsrail devletinin kuruluşu

113

olmuştur (1948).

YAHUDİ NUFUSUNA BİR BAKIŞ İkinci dünya harbinden sonra yahudilik, yeniden kurulmak zorunda kalmıştır. Çünkü bir defa daha, yahudi d ünyasının haritası alt üst olmuştu. Üç asır boyunca seçkin Talmudçuları yetiştiren ve Hassid izm in, H a s k a la m n (K ü lt ü r Rönesansı), sosyalizmin ve siyonizmin gelişmesini gören Doğu Avrupa, bugün, gücünü kaybetmiş, nazizmle parçalanmış, XIX. asırdan beri yahudi gençliğinin büyük bir kısmını Filistin'e, Amerika’ya doğru sevk eden gizli göç hareketleriyle ıssızlaşmıştır. Israil-Arap anlaşmazlığı ve "P ra g u e İ l k b a h a r l a r ı " gibi birtakım olaylar içinde sosyalist politika, Polonya'nın, R o m an y a ’nın, M acaris­ tan'ın, Çekesiovakya'nın, yahudilerinden boşalm asını iyice tam a m la ­ mıştır. Uyguladığı politika neticesinde, yahudilerin kültürel şahsiyetleri­ ni eriterek onların ehem miyetsiz bir yapıya sahip olmalarını sağla­ makla birlikte bugün sadece Rusya kuvvetli bir yahudi cemaatini (3 mil­ yon yahudi) muhafaza etmektedir. Rusya yahudileri bir müddet sükutten sonra seslerini duyurmaya muvaffak olmuşlar ve bir kısmı ise İsrail'e yerleşmek istediklerini açıklamışlardır. Bugün İSR A İL 2.5 milyonluk yahudi nufusu ile dünyanın üçüncü toplumudur46. 120 ülkeden daha fazla yerdeki yahudi asıllıları toplayarak o, müthiş bir Örnek teşkil eder (M etting pot). Filistin, 1882’de 24000, 1914’de 85000, 1948'de 65000 yahudiye sahip olmuştur. Ayrıca, sürekli göç dalgalarıyla devamlı meskun hale gelmiştir. Aslında İsrail, esas olarak Avrupa yahudilerinden oluşan (A s h k e n a z im ) eski bir sınırı ihtiva eder. Bunlar, Rusyalı, AvusturyalI, Çekeslovakyah, daha sonra nazi k am p ­ larından kurtulan Avrupalı yahudilerdir. İsrail Devleti'nin ihtiva ettiği yeni sınıf vatandaşlar ki, bunlara bazan " İ k i n c i İ s r a il " denir. Bunlar, orta-şarktan (Irak - Yem en - Libya) ve Kuzey Afrika'dan gelenlerdir. Bun­ lara S EF A R A D Î M denir. İşte bugünkü İsrail Devletini oluşturan bu iki ayrı kültür sınıfı arasında problemler eksik değildir. Aslında 1954 ve 1967 arasındaki bağımsızlaşma gibi bir takım dış olaylar, yahudilerin Arap ülkelerini terketm e ve kaçma kararlarını çabuklaştırmiştir. Böylece büyük ölçüde Islâm dünyasında kökleşmiş olan doğu yahudîliği dağılmıştır. Bu dağılan Doğu Yahudiliği İsrail’e veya Fransa'ya yerleşmeyi tercih etmişlerdir. 1939'da 300000 yahudi nüfusuna ulaşan Fransız yahudi cemaatı, nazi katliamlarında, nüfusunun üçte birini

1 14

: kaybetm iştir. B ugün, 100000'i Avrupa'dan sağınmış, 200000'i de Kuzey A f r i k a ve M ısır asıllı yahudi toplu mu, F ra n sa’daki yahudi cemaatini i takviye etmiş ve böylece Fransız yahudilerinin sayısı 500000'e ulaşmıştır. ; B u ra d a y a h u d i cem aatini, onun hizm etlerini, dinî tedrisatını, et İhItiyaçlarmı yöneten bir Hahamlar Kurulu vardır. Bu kurul, (Consistoire) : ilk defa Napoléon tarafından kurulmuştur. Bugün de bu kurul, Fransız hükümeti nezdinde temsilci bir rol oynamaktadır. Fakat, en önemli yahudi cemaati 5,8 milyon yahudiyle Amerika : Y ahud i Cem aatid ir. Ta m olarak Am erika hayat tarzıyla bütünleşmiş ; olan yahudiler, yine de, yahudi özelliklerini muhafaza etmeyi, cemaat ve kültür yönünden çok kuvvetli bir alt yapı meydana getirmeyi, sürekli ; mülteci dalgalarını veya şanslarını denemeye gelmiş gözü pekleri kabul i etmeyi bilmiştir. Bugün, yahudi milletinin 14 milyonluk nüfusunun % 92’si şu altı ! büyük devlette yaşamaktadır: 1. Am erika 2. Rusya 3. İsrail 4. Fransa 5. Ingiltere 6. Arjantin Geri kalan yahudiler ise dünyanın dört bir yanma dağılmışlardır.

MODERN YAHUDİ DÜŞÜNCESİ XVIII. Asrın nihayetinde hâlâ yekpare görünen yahudilik, önce : batı Avrupayı etkileyen, sonra da XX. yüzyılda Afrika ve Asya cemaat­ lerinin k a rışm a sın d a n önce, doğu Avrupayı etkileyen muhtelif te­ mayüllere ve felsefî cereyanlara bölündü.

BATI YAHUDİLİĞİ REFORME OLUYOR ve MODERNLEŞİYOR ilk önemli değişim, Batı dünyasının değerlerine, yahudilerin gİri; şini kolaylaştırdı. Bu önemli mufasyonu sağlayan H A S K A L A ’nm babası, : Alman yahudisi M O S E S M E N D E L S S H O N 'u n ü eseri olmuştur. Mendeîsshon, M a i m o n id in ^ yaptığı gibi kültürle-din duygusu, : imanla-akıl arasında yeni bir senteze teşebbüs etmiştir. Musevî imanını

115

Almanca ifade etmiş, Kudüs'ün; manevî vatanı olduğunu söylemiş, " M e sih î Üm id in" Siona dönüşünün semboîdan başka bir şey olmadığını dile ge­ tirmiştir. Derin bir m ü m in ve zahit bir yahudi olan Mendeisshon, yine de; Batı'ya ayak uyduran ve reformist bir takım temayüllere neden olmuştur. Yahudinin " h e m özünde hem de dışarda b ir adam olm ası" lazım geldiği şeklîndeki tarifini yaptığı zaman, onu, bir kısım O rto d o k s H a­ h a m la r tasvip etmişlerdir. Ancak bir çok Alman yahudisi, Batı toplumu içinde bütünleşmenin kifayetsiz olduğu kanaatini izhâr etmişlerdir. O n ­ lar, yahudiiiği modernleştirm ek, onu daha az yabancı hale getirmek, tamamiyle ve sadece Alman vatandaşı olabilmek için kesin olarak yahudiliği Kudüs'ten ayırmayı düşünmektedirler, işte bu hareket daha sonra genişleyerek Reform ist Yahudiliği meydana getirecektir. (1808’den iti­ baren) Abraham Geİger (1810-1874), Ludwlng P hilipson (1811-1889) ve Sa­ muel Holdheİm (1806-1860) gibi etkin düşünürler Reformun tesirli fikirle­ rini belirtmeye teşebbüs etmişlerdir. Tefrika (Séparatisme) ithamlarını önlemek için, ılım lı re fo rm ist­ lere göre, yahudileri; yahudi olmayanlardan çok açık bir şeklide ayıran bütün kuralları (yiyeceklerle, Cumartesi ile, sünnet olma iie ilgili) yu­ muşatmak veya ortadan kaldırmak gerekir. Yine onlara göre sinagogla il­ gili hizmetlere org âdeti ve şarkı korosu sokulmalı, zaten kısa olan temel dualar îbranice olarak okunmalıdır, ibadetin büyük bir kısmı ve hahamın vaazı, konuşulan dille yapılmalıdır. Din konusunda kadınlarla erkekler mutlak eşitlik içinde olmalı ve sinagogta kadınlar, erkeklerin yanında yer almalıdır. Pekiştirme (confirmatian) ayini, hem erkek hem de kız çocuklarına empoze edilmelidir. Aynı şekilde Reformizm, kitabî yahudiîiğin kaynaklarına dönmeyi istemektedir. Bunun için Reform, peygamberler tarafından övülen evren­ sellik, kalb dini gibi bir takım değerler üzerinde durmaktadır. Yine Refor­ mistler, Talm ud’un modern hayata uygun düşmediğini düşünüyor ve ken­ dine eskimiş gibi görünen Talmud'un kaldırılmasını teklif ediyor. Bövlece onlar, Dînî Hukukun tamamını akıl süzgeçinden geçiriyor. Hatta aşın Re­ formistler, tüm Talmud dünyasını reddetm eyi, sünnet olmaktan vaz­ geçmeyi, Cumartesi tatilini pazara almayı, karma evlilikleri meşru görmeyi teklif etmektedirler. Ancak bu teklifler, sonuçsuz kalmıştır. Bugün sadece ılımlı modernizm'in varlığı sürüp gitmektedir. Liberal Yahudi cemaatleri ise, Londra'da Paris'te ve bilhassa Ame­ rika'da yaşamaktadırlar. Amerika'da Reform, muhafazakârlık ve O r t o ­ doksluktan önce bell i baş l ı üç Amerikan temayülünü meydana getirmekte­ dir.

116

Reform istlerin aşırılığı ve şiddetli yahudi düşmanlığı birçok Al­ man yahudisini sindirmiştir. Neticede Hıristiyanlığa güçlü bir geçiş ken­ dini gösterm iştir. Böylece 1823'de yahudilerin yarısı Hıristiyan olmuş, Y a h u d i - H ı r İ s t i y a n geçici kiliseleri ortaya çıkmıştır.

REFORMİSTLERİN AŞIRILIKLARI - MUHAFAZA­ KÂRLARIN ve ORTODOKSLARIN REAKSİYONUNU DOĞURUYOR Bu aşırılıkların belli başlı sonucu, bizzat Mendelsshon'un derslerin­ den yararlanmış olan g elenek sel y ahu diliğ in reaksiyonu olarak görülür. Böylece bu yeni cereyan, Yeni-Ortodoksluk olarak ortaya çıkar. Muhafa­ zakâr Y ahudiliğin belli başlı teorisyenleri, hem yahudiliğin emirlerini hem de modern hayatın gereklerini bir arada muhafaza etmeyi denemek­ ted irler. Sa m son Raphael Hirsch (1808-1888), Tora'nın ve Talmud’un demode olmadığını belirtir. Ona göre, her devrin çok önemli felsefî, hukukî, tek­ nik problemlerine uygun cevaplar bulmak için bu vahyedilmiş metinleri yeni bir gözle tekrar okumak yeterli olacaktır. Bugün, Batı Avrupa Yahudi Cemaatleri veya İsrail'in büyük bir ço­ ğunluğu ve Amerikan yahudi toplumunun üçte biri bu Muhafazakâr Yahu­ d il iğ e bağlıdırlar. Bu yahudiük, dış görünüşünü biraz batılılaştırmak konusunda tereddüt göstermemiştir. Bunun İçin de Hahamlık hiyerarşi­ sini, b üyük haham ları, hahamlar meclisini (consistoriale) benimsemiş; Sinagoglarda org çalınmasını ve vaazın konuşulan dilde yapılmasını ka­ bul etmiştir. Batıda yahudiler, modern toplum içinde bütünleşirken, Doğu Avru­ pa Yahudileri XX. yüzyılın başına kadar baskı ve bağımsızlık halinde devam edip gelmişlerdir. Elbette bu, geleneksel O r t o d o k s l u ğ u n yeniden g öz d e n geçiri ¡m em esinden ileri gelm iştir. Bununla b eraber, XVIII. y üzyıldan beri ciddi tartışma, Baal C h em Tov'u n zahitlik hareketinin ■müntesibierini (Hassidisme) ve titiz bir şekilde Taimudçu olan veya ■ M ithnag ued im (muhalifler) taraftarlarını karşı karşıya getirmiştir.

MİSTİK BİR HAREKET OLAN HASSİDİSME, İHTİRASLARI TAHRİK EDİYOR FAKAT ORTODOKSLUĞA YENİDEN GÜÇ VERİYOR "H a s s id im " I e r , bir "T a lm id H aham ", yani; Tora’ya, Talmud'a, ha­

11 7

hamlara has edebiyata vakıf b ir bilgin olmadan da iyi bir yahudi olu­ nabileceğini savunurlar. Bunlar, cahilleri hakir gören birtakım manevi otoritelerin soğuk, sert, ekseriya gayr-i insanı kuralcılığına karşı çıkar­ lar. Hassidimler, daha çok; niyet, Tanrısal hizmet sevinci, Allah ve kom­ şu aşkı gibi noktalar üzerinde dururlar. Onlara göre, en mütevazi bile olsa, her insan, kendi ölçüsünde dürüst olabilir. Hassidisme, yaşama zevkini kaybetmiş bir takım cemaatlere, Mesihin gelişi hakkındaki imanını, mis­ tik tefekkürünü, onun ateşini çok hızlı bir şekilde ulaştırarak; çok hızlı bir şekilde bütün doğu Avrupa'ya yayılmıştır. Bununla beraber, geleneksel k u ra lcılık , onun aşırılıklarını ve yozlaştırıcılığını kınayarak ona, şid­ detle hücum etmiştir. Gerçekten de mucizevî haham ların bulundukları her yerde, onların çevresinde bir takım ateşti ve saf cemaatler oluşmuştur. Böylece, hurafe ve cehalet en yüksek maneviyatla yanyana bulunmuştur. Sonuç olarak diyebiliriz ki, "H a ssid ism e " ve "m ith n a g u e d im ", Orto­ doksluğu tehdit eden müşterek düşman H A SK A L A 'ya karşı müşterek bir cephe oluşturmak için birleşmek zorundadırlar. Hassidik cemaatlerin % 90'ı nazi işkenceleri içinde kaybolmasına karşılık, hâlâ bugün dünyada yüzbinlerce müntesibi vardır. Onların çoğunluğu, Amerika'da, İsrail'de veya Anvers'de, Zürih'de, Montreux v.s.de kapalı cemaatler içinde yaşamaktadırlar. Bunlar, mucizevi h a ­ hamların ahfadı olan " T S A D İ K İ M " denilen üstadlara bağlıdırlar. Bugün Loubavitch, Belz veya Guer "H assidi" olunabilir 4T Gerçekte bu mezhepler, hanedanlığın kurucusunun yeri olan küçük şehirlerin ismini muhafaza etmişlerdir. Hassidimlerin pedogojik eseri hudutsuzdur. Onlar, Kuzey Afrika'ya kadar çok sayıda " Y E C H İ V O T E " (Talmud Akademisi) açmışlardır.

HASKALA İBRANÎ KÜLTÜR RÖN ESANSINA İMKAN VERİYOR ve SİYONİST TEKLİFLERİ DESTEKLİYOR Batıdan ithal edilmiş olan Yahudi Aydınlanma hareketi H A S K A ­ L A, doğu Avrupa’da yahudilerin eritilmelerini oldukça zorlaştıran bir takım ekonomik ve politik şartlar bulmuştur. İşte bunun içindir ki, Batı kültürü ve Ateizm küçük yahudi şehirlerine sızarken bile; bu kültürel ye­ nilik orada yahudiye has veçhesini muhafaza etmiştir. Mendelsshon’un çevresinde doğmuş olan "Y ahudi İlimleri", aydınları coşturmuştur. İşte bu­ nun neticesinde İbrani dili, yorumu, tarihi ve İbrani düşüncesi geleneksel ölçülere göre değil; İlmî ölçülere göre incelenmiştir.

118

N iha yet Avrupa m e d eniy etinin şaheserleri İbraniceye te rcüm e edilmiştir. Önce, küîtürle-gelenek, akıiia-iman arasında bir sentez kay­ gısı olan H A S K A L A , bağımsızlık savaşına girerek bütün dinî veçhelerini kaybetm iştir. Fakat, XIX. asrın sonundaki yahudi kıyımı dalgalarından sonra; bağımsızlığın etkinliğine olan imanını kaybeden Haskala, siyonist özlemleri desteklemeye başlamıştır. Ona göre, millî bir kültür ve dil y a ­ ratıldıktan sonra, yahudi milletinin huzur ve onurunu yeniden bulabi­ leceği bir devlet meydana getirmek gerekiyordu.

SİYONİZM ÖFKEYİ VEYA ORTODOKSLARIN HEYECANINI TAHRİK EDİYOR Esas olarak politik bir hareket olan S iy o n iz m , sağlam bir dinî te­ mele sahip olmadan hiçbir zaman muvaffak olamıyacaktır. îşte bunun içindir ki sürgünden beri yahudiler, merasimlerinde veya bayramlarında S İ O N Özlemini ifade etmişlerdir. Böylece her asır, Filistin, küçük mü'min cemaatlerin yerleştiğine şahit olmuştur. Netice itibariyle, milliyetçi b ir hareket doğunca bu hareketin " s i y o n i z m " ismini alması ve imtiyazlı yer olarak da Filistin'i seçmesi gayet normaldi. Ancak, ortodoks yahudiler buna derhal tepki göstermiş­ lerdir. Hatta onların bazılarına göre Siyonizm bir saygısızlıktı. Onlara göre, sürgündeki yahudileri S İ O N ’a sadece Allah ve Mesih geri döndü­ recekti. Vaktiyle C y r u s 'u n B abilonya’smda veya Romalılar tarafından işgal edilen Y ahuda'd a olduğu gibi, tarihin seyrini hızlandırmanın yasak olduğunu bir kısım hahamlar, itiraf etmişlerdir. Onların en müfritleri olan ve Kudüs'ün kalbi " M e a C h earim "d e yaşayan "N eto ure Karta "lar hâlâ b ug ün şiddetle İsrail Devleti’ni redde devam etmektedirler. Fakat, bunlar İkinci derecede bir öneme haiz oldukları için bunlan abartmak uy­ gun bir hareket olmaz. Yine de yahudi dinî kurum lanm a birçoğu uzun müddet Siyonizm problemlerine ilgisiz kalmıştır. Böyle bir hareketin öncüleri arasında, birçok hahamın bulunmasına neden olan şeyin; bazılarınca bu hareketin Mesih (incesi bir hareket ola­ rak telakki edilmesine bağlanmıştır. 1862'den beri, P o z n a n h

haham

H irsch K a lis ch e n " S i y o n Ö zlem i (D erichat S io n }" adlı kitabında Filis­ tin’de bir takım ziraat kolonileri yaratmayı teklif ediyordu. Ancak H a ­ h a m S a m u e l M o b ile v e r i n çevresinde A lm anya’da, R om anya’da, R us­ y a ’da, dindar siyonistlerin bir çekirdeği oluşurken; onların teorileri neti­ cede " S i o n Aşıkları {Hervé S io n )" hareketinin doğmasını sağlayacaktır. Bu çekirdek 1902’den itibaren D in ci Sosy alist bir partiye d önü şecektin Hâlâ bugün M İ Z R A H İ , İsrail’de çok önemli bir rol icra etmektedir. Bu

119

parti Din İle politikayı uzlaştırmaya kendini adamıştır. 1919’da kurulan Aşırı Dinci Parti A goudat Israel, kesin olarak,. İs­ raillinin hayatında Yahudi ahlâkının ve kanunlarının yeteri kadar yer etmediği kanaatindedir. İdealistler, Sosyalistler, dindarlar tarafından teşekkül ettirilen, sonra her taraftan gelen mültecilerle doldurulan İsrail, bugün bir ideoloji birliğinin olmayışının ızdırabmı çekiyor ve ciddi bir dinî probleme şahit oluyor. H em la ik hem de dinci olan Devlet, hiç kimseyi tam olarak mem­ nun etmeyen bir tutum içindedir.

BUĞÜNÜN DÎNÎ PROBLEMLERİ Bütün dinler gibi XX. yüzyıl yahudiliği de bir İman krizine düşmüş­ tür. Taheizm , saçm a felsefeler, materyalizm, gençlerin çoğunu baştan çıkarmıştır. Yine jenosid ve İsrail Devleti'nin rönesansı yahudi düşün­ cesini alt üst etmiştir.

"YAHUDİ HÜVİYETİ" YENİDEN BELİRLENMEYİ İSTİYOR Bulundukları topluma intibak etmiş olan yahudiler, bu durumlarına rağmen yine yahudi olarak kabul edilmişlerdir. Filozoflar, yazarlar, ha­ hamlar, Allah'ın gayr-i müdahil görünüşünün ve A u s c h w itz olayı için­ deki insanların suç ortaklığının tahlilini yapmışlardır. Sonra, İsrail Devleti’nin dirilişi, D ia s p o r a yahudisinî, İsrail'e göre tarif edilmeye zorla­ mıştır. Je n o s id ’den ve Altı G ü n H arb in d e n sonra daima, dinî hislerin çok önemli şekilde yeniden doğuşu saptanmıştır. Aynı şekilde, ılımlı veya bu­ lundukları topluma intibak etmiş olan yahudiler de, kendilerinin, yahudi toplumuna aidiyetlerini belirtmek İhtiyacını daima duymuşlardır. " Y a ­ hudi Hüviyeti (k im in yahudi olduğu)" üzerindeki önemli tartışmalar, periyodik olarak cemaatleri sarsmıştır. Yahudilik, hiçbir zaman bu ka­ dar az yekpare, bu kadar az biçimlenmeye maruz kalmamıştır. Bugün O r­ todoks Yahudiler - Reform ist Yahudiler - M u h afazakâr Yahudiler - Ate­ ist Yahud iler veya D ia s p o riq u e 'je r M is tik Yahud iler veya R a s y o n a l is t Y a h u d i l e r olmak üzere yahudi toplumu sınıflara ayrılmıştır. Titiz bîr adlî mekanizma sahası hariç, yüce bir dinî otoritenin olmayışı bugün, bu belli başlı temayüllerin birleştirilmesini oldukça zorlaştırmıştır. Herkes tarafından kabul edilen S A N H E D R İN , çözülecek birçok problemler or­ taya koym uştur. Ancak aşağıdaki bazı fiilî olaylar kısmen ve geçici

120

cevaplar bulmuştur: 1. Karm a e vliliklerin çoğalması Z Sadece yahudi anneden doğmuş çocuğun yahudİ olarak kabul edil­ mesi ve Sinagog’ta evlenebilmesi 3. İsrail'de dinin iki anlam lı yeri...

MODERN DÜNYANIN İSTEKLERİ KARŞISINDA KURALCILIK - CİDDÎ OLARAK UYUM PROBLEMLERİYLE KARŞILAŞIYOR G h e t t o gibi kapalı bir dünyada yaşadığı sürede gıda! kanunlara, Cumartesi istirahatına, bayramlara veya üç defa Sinagoga ibadete git­ m ek gibi şeylere saygı göstermek yahudiye, nisbeten kolay gelmişti. Fa­ kat, yahudinin de içinde bulunduğu bir endüstrileşmiş toplum içinde bu buyruklara saygı göstermek gittikçe zorlaşmıştır. Meselâ, Cumartesi günü elektrik k ullanm ak, yemek pişirmek, araba k ullanm ak , yazı yazmak, birşey satın alm ak veya birşey satmak v.s. ya­ s a k tır. Diaspora’da her yahudi, bu kuralların mistik ve ahlâkî değerine inanıp inanmadığına göre hayat tarzını inançlarına uydurmaya gayret sarfedebiiirdi. Fakat, İsrail'de Cumartesi günü; oto b ü s le r çalışmaz, ma­ ğazalar ve fab rik alar kapanır, kısaca ülke tam bir uykudadır. Şüphesiz y egane haftalık tatillerin den diledikleri gibi yararlanm alarına engel teşkil eden bu halden; dindar olmayanlar şiddetle şikayet etmektedirler. Üstelik, bazı fabrikalar ve bir kısım hizmetler (poîis-h astahane), yirmidört saat boyunca tam olarak durdurulamazlar. Birtakım çözüm yollan bulunmuştur. Fakat bunlar sadece özel bir takım problemleri çözmektedir. Bu karmaşık problemlere soğukkanlılıkla yanaşmak, Tora üzerine kurulmuş bir medeniyetin üzeli iğini ve bütü n­ lüğünü sadakatle muhafaza eden topyekün cevaplar getirmek ve yine de mânâyı lafza feda etmemek, Ortodoks yahudiliğe ait bir meseledir. An­ cak, aynı şekilde XX, yüzyıl insanını meşgul eden büyük meseleler de bir­ takım yahudi cevapları beklemektedir. Bununla beraber, bugıin arlık bağımsızlık için mücadele etmeyen ya­ hudi düşüncesi, yeniden gücünü elde etmiştir. Herm ann Cohen (1842-1918), ferdin olgunluğuna Önem veren bîr ya­ hudi monoteizmi üzerine oturan insan birliği üzerinde durmuştur. Martin B u b e r 3*1 (1878-1965), sevgi, Diyalogun aniûmı ve Allah'ı a­

121

ramak konularında Hassidisme'in kaynaklarına baş vurmuştur. Franz R osem veig (1886-1929), "L'Etoile de la Rédem ption" adlı te­ mel eserinde, insan ile Allah arasında gerçek diyalog olan, saçmalık ve acıklı halleri aşmaya imkân veren vahyin, orijinal karakterini tahlil etmiştir. A braham H e s c h e l ' e göre Batı, m e k a n d a y a ra ta r a k kendi şahsiyetini gösterirken; yahudi bizzat " Z a m a n ın M im a rı" ve " K u r t u lu ş İ ş in d e " Allah’ın ortağıdır. Sonuç olarak diyebiliriz ki, Emanuel Lévinas, André Néher, Eliane A m a d o le v i, V a le n s i ve bir takım yazarların, tarihçilerin, yahudiliğin özelliğini, geçmişini, geleceğini anlamaya çalışan birtakım bilginlerin etrafına Fransa'da verimli bir yahudi kültür ve düşünce hareketi durm a­ dan gelişmiştir. Diğer taraftan, hıristiyanlarca bir diyalog başlatılmış­ tır. Hiçbir yahudi, peşin fikirleri ve İsrail milletini bunaltan eski tanrı katili ithamlarını ortadan kaldırmak için XXIII. Jean’ın sarfettiği çaba­ ları unutamaz.

DİPNOTLAR 1

Francine Kaufmann, 1947'de doğm uştur. İbranice ve m odern dillerden li­ sans diplom ası almış ve Şark Dilleri Millî O ku lu nd an mezun olm uştur. Paris (III) ve (Censier) İbrani Dili ve Edebiyatı asistanıdır. O, aynı zamanda gazetecidir ve televizyon yayınlarında görevlidir. josy Eisenberg ise, 1933’de doğm uştur. "Etüde Rabbıniques"den diplomalı haham dır. Aynı zam anda yazar, televizyon fiim yapımcısıdır.

2

Bu makale 1974 yılında Verviers (Belçika'da) de neşredilen "Les Religions" adlı kitabın 286. snhifesinde neşredilmiştir.

3

M usa (M oise): Moise kelimesi ibranice M oshe’dir. Bu kelime, çıkarmak anlam ına gelen Mısır kökenli bir kelim eden teşekkül etm iştir. Çünkü Musa, Nil'in sularından Firavun'un kızları tarafından çıkarılmıştır. (Çıkış, II, 10). Yahudi inancına göre Musa, peygam berdir ve İsrail'in ilk başkamdir. (Tahminen M.Ö. XIII. yüzyıl). Geleneğe göre Musa, Sina dağında Turayı almış ve böylece İsrail'in dininin kurucusu olm uş!ur. Onun hayatı ve eseri­ ni esas olarak Tevrat'ın sah i releri arasından öğreniyoruz. Babası Amranı ve annesi Jo cab ed , Levi kabilesine mensup olan İbranî M usa, Firavun'un sa­ rayında yetiştirilmiştir. Delikanlılık yaşında bir İbraniye kötü muamele ya­ pan bir Mısırlı'yı öldürdükten sonra kaçmak zorunda kalm ış ve M idyana

122

iltica etm iştir. O rada çobanlık yapm ış ve rahip Jethro'nun kızı, Tsipora ile evlenm iştir. Vakta ki Allah ona, ataları İbrahim ’in, Yakub’un A llah’ı olarak görünm üş, o n u , İsrail m illetini kölelikten v e M ısır'ın zu lü m lerind en k urtarm aya gönderm iştir. Bir dizi m ûcizeler, yani on felâket sayesinde M usa, görevinde b aşarı k azanm ış, onları ayakları ıslanm adan Kızıl Deniz’den geçirdikten sonra çölde Ibranilere rehberlik yapm ıştır. Sinâ dağında M usa'nın, A llah adına onlara tebliğ ettiği k anu nu İsrail kabul etm iş, böylece kırk sene m üddetle, İsrail'i idare etmiştir. T am am en bir hâkim , kanun koyucu, ord u kum andanı d urum un da olan M u sa, İbranî klân inancını, millî sistem ve sosyo-politik bir şekle sok­ m u ştur. O, on iki kabileyi birleştirm e faktörü olarak, dini kanundan yarar­ lanm ıştır. O, âdil ve örnek bir devlet kurmak ve çevre putperestliğine karşı, m ızraktan kılıç olm ak için Kenan ülkesini fethetmek gibi bir ideal adına o r­ duları savaşa sevketm iştir. M usa, "Vadedılm iş Toprağı’1 seyrettiği (Tesniye, XXXIV , 4) Nebo tepesinde ölm eden önce, manevî halefi olarak Josue'yi tay ­ in etm iştir. Fakat bugüne k ad ar hiç kim se, onun kabrini bulam am ıştır. (Tesniye X X X V , 6). Ö lüm ünden son ra, M usa P eyg am b ere k arşı, hiçbir tapınm a olm am ıştır. "Artık İsrail'de M usa gibi bir p eygam ber görü lm e­ m iştir. Çünkü Rab onunla yüzyü ze konuşm uştur. (Tesniye: XXXIV, 11-12). Bu konu için Bkz. (Les Religions, Verviers, 1974, s.366). 4

D avu d 930

ve

B e th s a b e e 'n in

o ğ lu

o la n

S ü le y m a n

(S o lo m o n )

M .ö .

970-

civarlarında üçüncü İsrail Kralıdır. Onun saltanatı parlak ve sulh içinde

geçm iştir. Onun devrinde İsrail, Asya'yı Afrika'ya, M ezopotam ya’yı Mısır'a birleştiren belli başlı ticaret yollan üzerinde kontrol kuran büyük bir ekono­ mik güç haline gelmiş ve ülke m am urlaşm ış, üretim artm ıştır. Müttefiki ve ortağı olan Fenikelilerle ticarî tem aslarda bulunm uştur. Kral Süleyman'ın filosu oldukça m eşhurdur. Böylece altın, güm üş, fildişi, değerli ağaçlar, na­ dir h ayvan lar İsrail’e akmıştır. Netice olarak, lüks ve bolluk, İsrail toplum unun sinesinde belirgin hale gelmiştir. Oldukça pahalı ve zevkli yedi yıllık bir çalışm adan sonra Kral Süleyman, K udüs'te Sİ ON tepesine m uhteşem m a­ bedi inşa ettirm iştir. Monarşi, tanrısallığın bir yankısı olm uş, mutlak krallık (Askeri ve sivil hizm etler, krallık angaryaları, ağır vergiler) İsrail patriarkal v e kabilevî cem aatının h ür gelenekleriyle çatışm ıştır. Kral Süleym an'ın ölüm ü üzerine politik karışıklıklar. Krallığın bölünm esine neden olmuştur. A y rıca, Kral Süleym an, efsane karışm ış bir şahsiyete bürünm üştür. Bir­ takım mistik tarilüer, Süleyman'ın hikm etini, takvasını, adalet anlayışını ö v e rle r.

"N eşîd eler N eşid esi’ nin, ''Ecciesiaste"in , "P ro w erb "în , ”M az-

m uriarhn bir kısmının yazılması Süleyman'a atfedilmişim. Krş. (Les Religions, Verviers, 1974, s.560) 5

K u d ü s (Jerusalem ), D avud tarafından M.Ö. X. asırda Jeb u seens’!erden feth edilm iş v e İsrail Krallığının başkenti olm uştu r. Daha sonra oraya Süleym an, mabedi inşa ettirm iştir. Stratejik bir nokta olarak Kudüs, 70’den çok işgal görm üştür.

(F. : 9) 12 3

Sürgünden v e Yahudi bağım sizliğinin kaybedilm esinden itibaren v e m a­ nevî bir sembol olarak K udüs, tüm Mesihî ümitlerin kalbi olm uştur. Kutsal toprağa dönüşle ilgili birçok kitabî kehânet, hakikatte Kudüs'e dönüş (Sİon, Ariel, v.s. olarak da isim lendirilmiştir) ifadeleri içinde form ülleşm iştir. Bu ümit, dini m erasim içinde bir ana m otif olarak ortaya çıkar. (Bütün dünya yahudileri K udüs'e d oğru yönelerek dua ederler). P essah 'd a (Paque) ve Yom K ip p o u r'u n (M ağfiret günü) sonunda "g elecek sen e K u d ü s'te" ol­ m ayı dileyen ilahi okunur. Yine, "K u tsal şeh rin " hatırası, her evlilikte ve cen aze m erasim in d e h atırlan ır. N ih ay et sen ed e yapılan

üç p erh iz,

K udüs’ün tarihi olayının hatırasını canlandırır. Mistik d ü şü n ce "y e r y ü z ü n d e k i K u d ü s"ü göklerin m erkezin de olan "G öksel K u d ü s’üe aynı hizada kabul eder. Yine onlara göre, Ahirzam anda bütün milletler bir tek Allah’a ibadet için SİON'a çıkacaklardır. (Bk. Le L iv­ re de Jérusalem , Le trait d'Union (Dergisi), No: 150 (Paris-1968). İncillere g öre K ud üs, İsa’nın hayatının büyük dönem lerinin geçtiği yeri gösterir. Çünkü İsa da, doğum undan a z sonra m abede takdim edilmiştir. (Bk. L uk a, II, 22-39). Yine o, 12 yaşında T evrat hukuk m ütehassisleriyle konuşm ak için M abed'e gelm iştir. (Bk. Luka, II, 41*50). Aynı şekilde İsa, ölüm e "K u d ü s'te " m ahkum edilm iş, şehrin dışında bir tepe üzerinde Çarmıha gerilm iş, dirilme, görünm eler, yükselm e, Yahudi yortusu (pentecote) hep y er olarak K ud üs’te geçm iştir. Incil’in bütün milletlere yayılma emri de bu şehirde verilm iştir "R asu llerin İşleri" ve "M ek tu p lari'd an iti­ baren görünen göksel Kudüs imajı vahiyle son seklini almıştır. (Bk. Les Re­ ligions, s.281.) 6

D avu d

(D a v id ), İsrail’in İkinci kralıdır. (M.Ö, 1015-975), O, şövalyesi,

m üzisyeni, dam adı olduğu SAUL'un yerine geçm iştir. Dev Golinth'a olan zaferinden sonra Saul, Davud'a kızını vermiştir. Saul gibi o da, Samuel pey­ gam ber tarafından yağlanm ıştır. Savaşçı bir kral olarak, birçok bölgeler fe­ thetm iş, Filistinlilere boyun eğdirm iş, Kenan m ukavem etinin son kalın­ tılarını silip sü pü rm üştür. Böyiece, Jebuseennelerin (Kenan.hlardan Önce­ kiler) küçük şehri, K ud üs’ü kuşatm ış ve onu krallığın politik başkenti yapm ıştır. "A h it Sandığı"m oraya naklettirm iş, Allah’ın şanım tebcil etmek üzere de bîr mabed inşa ettirm eyi tahayyül etm iştir. O vakit İsrail, Mı­ sır’dan Babil’e kadar uzanıyor ve Kızıl Deniz’e kadar SİNA yarım adasını ve bugünkü Suriye’nin bir kısmım kontrolü altında tutuyordu. D avud, İsrail milletinin birliğini tam am lam ış, bir hüküm et, bir merkezî idare, mahalli bir takım vazifeler ihdas etm iştir. Onun mabed inşa etm e hayalini İse oğlu Süleyman gerçekleştirm iştir. (Bk. Les Religions, s.143). 7

T o ra h : Ö ğretm ek anlamına gelen İbranice kökenli bir kelime olan Torah, (dar anlam da ilk beş kitabı belirtir) Allah’ın insanlara verdiği bir öğretidir. Geleneğe g öre Torah, Sina dağında M usa’ya sözlü bir tefsirle yani (Torah eh eben İpe) olarak vahyedilm istir. (Sözlü Kanun daha sonra Talmud'dn to­ planmıştır). Geniş anlam da Tora, pratik ve bilgi açısından yazılı ve sözlü ka­ nunlar topluluğunu ve onların tefsirlerini ihtiva eder. (Bk. Les Religions, s.

124

9). 8

İttifak (Alliance): Yahudi geleneğine göredünyanın yaratılmasında ve düzeltilmesinde Allah ile İnsan ortaktır. Yine Allah ile bütün insanlık arasında "ittifak" denen bir sözleşme olmuştur. Buna göre Nuh'a yedi Ka­ nun tevdi edilmiştir {Putperestliği - zinayı - mahremle evlenmeyi - Hırsızlığı v,s. yasaklayan). Buna karşılık olarak Allah, bir daha tufan ile dünyayı yakmamayı taahhüd etmiştir. Bu ittifak'ın alâmeti ise, g ö k kuşağıdır. (Bk. Tekvin, IX, 13). Daha sonra, insanlığın manevî kaderi Allah'ı keşfeden İbrahim'e özel bîr şekilde tevdi edilmiştir.Artık ittifak, ebedî olarak onay­ lanmıştır. Allah'ın Kenanülkesini vereceği güçlü ve çok sayıda milletleri, İbrahim meydana getirecektir. Buna karşılık bu millet, Al­ lah'a tapacak, hakka ve ahlâka saygılı olacaktır. Bir başka ahid alâmeti ise, s ü n n e t o l m a k t ı r . (Tekvin, XII, 1-3, XV, 6-14). Allah bu ittifakı, İshak ve Yakub, daha sonra Sina dağının eteğinde toplamış olan bütün İbranî milleti ile yenilemiştir: "Eğer g e r ç e k t e n s ö z ü m ü d i n l e y e c e k v e a h d i m i t u t a ­ c a k s a n ız , b a n a bütün k a v l m l e r d e n h a s k a v i m o l a c a k s ı n ı z . Ç ü n k ü b ü tü n

9

dünya

b e n im d ir.

V e

s iz

bana

k â h in le r

m e le k u tu

ve

m u ­

olacaksınız." (Çıkış: XIX, 5-6). Neticede İsrail, yasa olarak Tora ya saygıyı üstleniyor ve ittifaka söz alıyor. Allah ise İsrail’i korumayı taahhüd ediyor. Peygamberlerin belirtecekleri bu ittifak, İsrail'in hatası ne olursa olsun geri döndürülemez. (Bk. Les Religions, s.9). Tekvin, XV, 13-16. kaddes

m ille t

10 11

Çıkış, ITT, 14. Çıkış, XXXIV, 6-7.

12

a.g.k., XXXIV, 13-14.

13

Tesniye, VI, 5,13.

14

Çıkış, XIX, 6.

15

Levililer, XIX, 2.

16

Tesniye, XXII, 9-11.

17

Tesniye, XXII, 5.

18

Levililer, XXIII ve XX.

19

Çıkış, XX, 10-11.

20

Levililer, XIX, 18.

21

a.g.k., XIX, 34

22

a.g.k., XIX, 13.

23

Tesniye, XV, 1-6.

24

25

Bu konuda Bk. I. Krallar, XVII; II. Krallar, II. Mika, V, 9-13; Amos, VI, 4-7.

26

İşaya, V, 8.

27

a.g.k., V, 22-23.

28

Amos, VTII, 4-6

29

a.g.k., VIII, 4-6

30

İşaya, 1 ,12-16. A ynca bak, Am os, 21-24 H oşea, VI, 6; Mika, VI, 6-18.

31

H oşea, XIV, 2, 6, yine bak. Yerem ya, ili, 1 2 , 13.

125

3 2

H o ş e a, II, 19-20.

33

Y erem ya, İÜ, 14-19

34

M essie (M essiah) kelimesi, "K u tsal yağ" anlam ına gelen lbranice Machiah kelimesinden alınmıştır. Yunanca bunun karşılığı yağ anlam ına gelen ch ristos'tur. T ev rat’ta Mesih kelimesi, önce İsrail Krallarını veya büyük kâhinleri belirtir. {Bk. I, Samuel, XXIV, 6; I. tarihler, XVI, 22). Aynı şekilde Pers İm paratoru C yrus da Allah'ın Mesihi olarak görülm üştür, (Bk. İşaya XLV , 1), Özellikle Mesih kelimesi, peygam berler içinde tecridi olarak, âhir zam anda Sion sürgünlerini bir araya getirecek olan Allah elçisine tahsis edilm iştir. H ıristiyan çağı dön em in de Filistin, Rom alıların egem enliği altında iken, Mesihî ümit ateşlenm iştir. N eticede âhir zam ana ait yazılar ço ğ a lm ıştır. A rtık , m illetini k u rtaracak , İsrail’in düşm anlarını ce z a ­ land ıracak, D iasporaya son verecek bir kurtarıcı iyice beklenir hale gel­ m iştir. Bütün Yahudi tarihi boyunca, özellikle zulum devirlerinde, Kitabî m etinlere d ayandırılm ış bilginlerin hesaplariyle M esih’in gelişi "D avud oğlunun (Isa'nın) gelişinin tarihiyle tesbit edilmeye teşebbüs edilmiştir. Bu arad a bîr takım sah te m esih ler de o rtay a çıkm ıştır. Bunların en tanınmışları şunlardır: Simeon Bar Kochba (II. asır), David Al Rohi (X, asır), David H areouveni (XVI. asır) ve Sabbaatniz Zvı (XVII. asır). Bununla beraber Mesih, sadece "Y ah u d ilerin K ralı" değildir. Peygam ber v e Talm ud, M esihî d evre; M esih'in şahsiyetinden daha çok önem v er­ mişlerdir. Onlara göre Allah, dünyayı, Mesihî devrin olacağını düşünerek yaratm ıştır. O halde Mesih veya "İnsan oğ!u" insanlık tarihinin bîr sonucu, bir ürünüdür. Yine Mesihî toplum, insanların gayretleriyle m eydana getiril­ miş ideal bir toplum dur. İnsanlık bunda başarı gösterem ezse bile Allah yine derhal Meşinini gönderecektir, Talm ud'un şu hikmetinin de anlamı budur: "M esih in san lık tam olarak iyi veya tam olarak kötü olduğu zam an g e le ce k tir." (Sanhedrin 98). Mesih, "Y argı gü n ü ", "ö lü le rin D i­ rilm esi", Allah'ın krallığının kurulması ve evrensel barış ile aynı zam ana rasthyan âhir zam anda görünecektir. Antik Yahudilik ise, Mesihî çağla gelecek dünya ve öbür âlem arasını biraz ayırm ıştır. Geleneğe göre Mesih, bu dünyaya gelm eye yönelm iş ruhlar dizisinin tükendiği veya İsrail ta­ rafından dökülen göz yaşlarının toplandığı bardağın dolmuş olduğu andan itibaren gelecektir. H aham lar devrinde Mesih inancı, Yahudiliğin temel inançlarından biri durum undadır. Fakat bazı dinî çevreler, İsrail devletinin yaratılm ası, sürgünlerin toplanması hâdisesini, Mesih devri öncesi bir olay olarak telâkki etm işlerdir. Hıristiyan toplum una göre Mesih, ahir zam an çağını başlatacak olan Îsâ-Mesih'tir. (Bk. Les Religions, s. 636).

35

İşaya, II, 1-5.

36

a.g.k., 11, 4.

37

Ezekiel, XXXVII.

38

K etoubat, XIII, İ 1 0 b - i n a

39

Bab ih Kitab-ı M ukaddes'te Babil, daima kötü bir güç olarak,

putperest bir

siteyi, insan gururunu, sem avî Kudüs'ün antitezi olarak tasvir edilmektedir.

126

Tekvin K itabının bahsettiği Babil Kulesi, çok yüksek bir zigurattır. Yanı, te­ raslar halinde yükselen bir kuledir. M erdivenlerle birbirine bağlanan bu te­ raslar yüz m etreye kadar yüksekliğe ulaşm aktadır. Babil Kulesİ'nin İnşası, insanın göğe yükselm e ve tanrılarla eşit olma çabasını temsil etm ektedir. İbranice B b l karıştırm ak anlam ına gelm ektedir. Dillerin karışım ı, sosyal iletişimin kopmasına denk olan Babil m egalom asinin bir sonucu olm uştur. 40

B era'hat, 17a

41

Şair, filozof ve doktor olan

Juda

H a

L evî, 1085'e d oğru Tole'de doğm uş,

1140'a doğru da Filistin’de ölm üştü r. Başlıca felsefî eseri olan "K U ZA RT, h ristiyanlann ve m üslüm anlann m ensuh olduğunu iddia ettikleri yahudiliği m üdafaa etm ektedir. Ona göre, İsrail'in gerilemesi, Ahdin bozulmasını İfade etm ez. Yine ona göre, yahu di ızdırabı cem iyetlerin fena fonksiyonu­ nun bir belirtisidir. Çünkü, kalp nasıl bedenle ise, İsrail de, tüm insanlığın kalbi durum un dad ır. Böylece bir çeşit "İk lim le r T eo risi'' geliştiren H a

Juda

L evi, Filistin'in tanrısal bir akışa sahip olduğunu izah eder. Neticede,

S a a d ia ’dan beri yahudi felsefesini besleyen akılcı cereyan a tepki g ö s­ tererek; im anın akla olan üstünlüğünü belirtir. Ona göre, topyekün bir yakını, sadece iman verm ektedir. Yine m ü ’min, sezgi ile Allah'a ulaşabilir. Akıl sadece, teşrih ediyor, d üşünm e konusunu tahrip ediyor ve birtakım hipotezler ileri sürüyor. N ihayet Ju d a H a Levi, Allah'ın, kendini tarihte izhar ettiğini ve fiilin, niy­ ete üstün olduğunu söylem iştir, işte yahudilikteki buyrukların önemi bura­ d an kaynaklanm aktadır. 42

G n o stik : Y u n an ca bilgi an lam ın a gelen G n o s İ s

kelim esinden gelen

G n o se bir doktrindir. Bu cereyan, Hıristiyanlığın ilk asırlarında, bntınî çev­ relerde gelişmiş ve m ükem m el bilgi ile insanın kurtuluşunu iddia etmiştir. İnsanırt derinleşm iş bilgisi, b izzat insanı, Allah'ın bilgisine götürecektir. Çünkü, Allah'tan gelen insan, gerçekte. Tanrısal Tabiat taşım aktadır. Çok sayıda gnostik ekoller v ard ır. H erb ir ekol, farklı bir kurtuluş kavram ı geliştirm iştir. Bütün gnostik ekollerde müşterek olan şey, insanın bizzat kendisinin en samimi bilinci ile Allah'a ulaşm asıdır. Allah'tan gelen insan, m adde ile temas sonucu kirlenmiştir. İnsan, kendisinde daha çok olan ma­ nevî şeylerle temasa geçince, A llah'la birlik olma durum una gelm ektedir. Böylece buradan donen bu "D ö n ü ş Ç em b eri" kapanm ış oluyor. Bu dok­ trin, Yeni-Efîatunculukla oldukça bütünleşm iştir. Hıristiyanlığın ilk asırla­ rının yazarları, özellikle A ziz İrenee (öl. 2H2), Gnostik teorilerle çok şiddetli m ü cad eleye girişm işlerdir. Çünkü bu teoriler, İsa realitesi yerine birtakım mitolojiler ve mecazlar koyarak yaratılış fikrini bozuyorlar ve İsa'nın kefare­ tini, aldatıcı bilgi seviyesine indiriyorlardı. 43

Sefirote: Tecrüm esi mümkün olm ayan bir terim dir. Tanrı'dan insana gid­ en cevherlerdir.

44

H assid ism e: T al. mu d dönem inden beri, yahudiliğin içinde görünen sofu v e mistik temayüllü bir ekoldür. M.Ö. II. yüzyılda H a ssid tsm e le r, M accab e e s ’lerin yanında m ücadele etm işlerdir.

127

X m . Yüzyılda Rhénanei'de, önem li bir H assidism cem aatı yaşıyordu. Sefer H assidim (sofular kitabı) bunların eseriydi. Bu kitap, Allah'ın büyüklüğü; sofuluğun, zabitliğin, ibadetin Önemi; Allah ve Kom şu aşkı gibi konulan işliyordu. M odem H assidim hareketi, Israël Baal Chem Tov (1700-1760) ile doğm uştu r. Bu zata kısaca Becht denilm iştir. M odem H assidim hareketi,

Safed kabbalistleri çizgisine yerleşerek, Isaac Lourİa’nm İşlediği konuların büyük bir kısmını ele alm aktadır. Becht, H aham lığın aşırılıklarına karşı re­ aksiyon göstererek, v asat bir yahudiye önem verm iştir. Çünkü ona göre, dünyanın dengesi, zengin, fakir, hakîm veya cahil herkese bağlı bulunm ak­ tadır. Yine ona göre, ihlaslı ibadetle yahudi, dünyanın temelindeki kopmayı tam ir (tikkoun) edebilir. E m irlere riayetle, yaratılışın ardından sürekli

"kınlan v a z o ’Tardan beri; yah u d i, herkesin gözün den , kabukların (klipotes) sakladığı, ışık kıvılcımlarını o rtaya çıkarabilir. Zahitlikle değil, se­ vinçle, şarkı ile insan vecd e ulaşabilir ve d irekt olarak A llah'la tem asa geçebilir, pekâlâ ondan, İsrail’i ve kurtuluş gününden beri beklenen Mesihi göndererek dünyayı kurtarm asını İsteyebilir. N ihayet, komşu sevgisi, iyilik, başkasına saygı ile bir H assidim mensubu, insanla diyalogu keşfedebilir, îşte çok çabuk p op ularize olan bu konular, H assidism i başarıya g ö tü r­ m üştür. Fakat, m üessese haline gelir gelm ez H assidism e, safiyetini kaybe­ diyor ve bozuluyor. Bugün dünyada bir haham ın etrafında toplanm ış çok sayıda H assidik hareketli m ezhep vard ır. Bu m ezhepler, oldukça ortodoksturlar v e bir elbise ile ayrılm aktadırlar. (Kaftan, beyaz çorap , kürk çapka, sırm alar gibi). Bu konuda bkz: G. G. Scholem, Les Grands Courants de la M ystique Juive et la Kabbale et sa Symbolique, Paris, 1962; A. Mandel, la Voie du Hassidis­ me, Paris, 1963; J. Gutwirth, Vie Ju ive Traditionelle. A nalyse Ethnologique d'U ne C om m unauté H assidique, P aris, 1970; E. Wiesseî, Célébration H assidique, Paris, 1972. 45

Bir Italyan yahudi çocuğu bir hizm etçi tarafından gizlice vaftiz edilmiş ve

46

Bkz, A. Elan, Les israéliens, Psychologie d 'u n Peuple, Paris, 1972.

kesin olarak ailesinden koparılmıştır. 47

M oses M en d elsso h n , Saxe bölgesinde D essau aa d oğm uştu r (1729-1786). Zahit bir yahudi olan M endeîsshon, yahudi kültürünü. Batı kültürü ile meczetmiş ve H. Frédéric tarafından him aye edilen yahudilerden biri olm uştur. Ünlü filozof arkadaşı L essin g'e "Nathan le Sage” için düşünce modeli v er­ miştir. 1761'de "Phédon" adlı eserinin yayınlanm asından sonra Alman Pla­ tonu olarak isim lendirilen M endelsshon, yahu dileri m edeniyete ulaş­ tırm aya kendini vakfetm iştir. O, T evrat’ın ilk beş kitabını (Pentateuque) ve N eşideler N eşidesi’ni (Le Cantique des Cantiques) sade bir A lm anca ile tercüm e etm iş ve îbranice bir tefsirini de yapm ıştır. Bu eser B İO U R adı ile 1783’de çıkmıştır. Yahudi özelliğinin devam ı ile Batı kültürünün meczı arasında bir uzlaşma sağlayan M endelsshon'un eseri, çoğu zam an birbirinden farklı m odern ya­ hudi düşüncesinin büyük fikri tem ayüllerine tesir etmiştir. Bu eseri, H as-

128

k a la

(İbrani K ültür Rön esansı) taraftarları, yahudi İlmî taraftarları. Reform

veya m uhafazakâr yahudilik taraftarları kendileri için rehber kabul etmek­ tedirler. M endelssohn'un üç oğlundan ikisi hıristiyan olm uş; üçüncüsü de kendi çocuklarını vaftiz ettirm iştir. İşte bu çocuklardan biri "M endelsshon BarthoîdyT'un ortaya koyucusudur. 48

Ram bam ismi İle de tanınan M o ıse ben M aim ón, 1135 tarihinde Kurtub a ’da doğm uştu r. Bazı nedenlerle F a s’a sığınmış, daha sonra da K ahire’y e yerleşm iştir. O rada Mısır yahudi cem aatinin manevi şefi olmuş ve sultanın tabibliğini yapm ıştır. !2 0 4 'd e ölm üştür. Talm udist, hukukçu ve akılcı filozof olan Moise ben Maimón, A ristocu fel­ sefe ile Tevrat'ın vahyini uzlaştırm aya kendini verm iştir. Maimonİde'in bel­ li başlı felsefî eseri " Y o l u n u Ş a şırm ışla rın R eh b e ri" (G uide des E g a­ rés )dir. Bu eserde o, felsefî düşüncenin vahyin karşısında olmaksızın iyi bir anlayışa imkân verdiğini gösterm eye çalışır. Maimonİde'in ünü o dereceye ulaşm ıştır ki, onun m ezar taşında şu yazı bulunm aktadır: "H z. M u sa'd an so n ra M u sa (M aim o n id e) g ib isi g elm e m iştir."

49

"Hassidim de Belz" için bkz. J. G utwirth, Vie Tradition elle, Paris, 1970.

50

M artín

B uben

Filozof, ilâhiyatçı, yahudi yoru m cu su olan M artin Buber

1878'de V iyana’da doğm uş 19 6 5 ’d e K udüs'te ölm üştür. O, K ierkegard’dan m ülhem E xistan siyalist tem ayülleri gelenekçi yahudi mistik konularıyla birleştirm iştir. Onun düşüncesi daha çok, iman problem leri üzerine top­ lanır. Ona göre hakikatın kaynağı Allah'ın vahyinden gelmiştir. İman bizzat vahyin yoludur. Fak at eğer İnsan, birşeye veya birine inanan olarak görü­ lürse acaba, dinamik bir araştırm aya m uhalif olarak sahip olduğu imanı alışkanlığının farkına v aram az mı? N etice olarak ölüm , onun imanının p ra­ tik hale gelişi değil midir? G erçekten de onda iman, kuralların, tasvirlerin şekli altında şekillenm iş olarak görü nm elidir. A ynı şekilde Sujet-objet ilişkisi bu dün yayı olu ştururken ; insanlar arası en canlı ilişki de bizim d ün yam ızı can lan dıran sujenin suje ile olan ilişkisini teşkil etm ektedir. İnsan gerçek varlığın a,tam olarak B E N 'îe BAŞKASI ve BEN ’Ie A LL A H arasındaki ilişkinin gerçekleştiği BİZ dünyasında ulaşabilir. Bu konuda bkz. M. Buber, Gog et M agog, Paris, 1959; Problèm e de L'hom m e, Paris, 1962; La vie en Dialogue, Paris, 1968.

129

IV H R ÎS T İY A N LIK

A ) K A T O L İK M E Z H E B İ 1 (İsa V asıtasiyle Kurtuluş)2

Yazan: Albert M, Besnard

Katolik mezhebi, gerek sayı ve gerek yayılma yönünden büyük dünya dinlerinden birini temsil eder. Aşağı yukarı 41 millete dağılmış 613 milyon müntesibi vardır, fakat katoliklerin dağılımı gayr-i müsavidir. Katolik m ezhebi m üntesiplerinin b ü y ü k bir çoğunluğu, Lâtin Ameri­ ka'dadır (226 milyon. Genel nüfusa göre % 90). Diğer büyük çoğunluk, Batı A vrupa’dadır. (250 milyon. Genel nüfusa göre % 56). Siyah afrika ve Ku­ zey Am erika'd a ise azınlıktadır. (Herbiri % 23,6 ve % 11,3 dür). Arab dünyasında (% 19) ve Asya'da (% 4) İle daha da azınlık durumundadır. Ş üp hesiz verd iğ im iz rakamları hatasız, kabul etm ek müm kün d e ğ ild ir 3. Bunlar çok farklı aidiyet dereceleri ihtiva etm ektedir3. Eğer Vaftizi (Bapteme = Baptism), Katolikliğin müntesiplerini, ke­ sin bir sosyolojik tesbite izin veren bir kriter olarak kabul edersek; bütün Vaftiz olanların, dinlerini uygulamaktan yani Kiliseleri tarafından em ­ redilen dinî işleri, yerine getirmekten uzak olduklarını göreceğiz. Çok­ ları, ancak, hayatlarının büyük olayları olan evlenme, çocukların vaftizi, cenaze merasimi gibi olaylar vesilesiyle Katolik görünürler. Üstelik bütün amel sahipleri de kelimenin tam anlamıyla Katolikliğe mensup olm ak­ tan uzaktırlar. Yani Katolikliğin, onlara verdiği yükümlülükleri ve ka­ naatkarı şahsen kendilerinin kanaati ve yükümlülüğü yapmaktan uzak­ tırlar.

133

Aslında sosyolojik mensubiyetle; samimi bağlılık arasındaki böyle b ir fark, bütü n dinlerde mevcuttur. Böyle bir fark, Katolikliğin geliştiği farklı ülkeler içinde, kesin bir istikrara ve oldukça sarih hatlara sahip olmasına mani olmamıştır. Katolikliğin bu durumu, yirmi asra yakın bir zaman sürdürmeye muvaffak olduğu sağlam bir birlikten kaynaklanmak­ tadır. Yine de bunun ileride bahsedeceğimiz gibi, dramsız da olmadığını söyleyemeyiz. Katoliklik, Budizm gibi sadece manevî bir yaşam yolu değildir. O bir Kilisedir5. Bizzat bu kelime, hıristiyanlarm icadıdır. Katolikler için, onun temsil ettiği herşeyi belirtmek lâzımdır. Bununla beraber, zaten herkes, onun, sosya-dinî yapının dayanıklı bir sistemini belirttiğini bil­ mektedir. Onda olan en açık şey, otorite ve idare yapısıdır. Katolik kili­ sesi, papa gibi açık bir birlik merkezine maliktir. P a p a 6, her piskoposlukdakı Katolik cemaatin gerçek mesulleri olan metropolitleri tayin eder. Bu hiyerarşi, bölgelere göre gayri müsavi taksim edilmiş o la n , bekâr ve kendini tamam en bu İşe vermiş olan papaz sınıfı ile desteklenm iştir. Dünyada 268.000 Séculier papaz sınıfı (ruhanî olmayan, yani dünyevî papazlar)'mn olduğu hesaplanmıştır. Fakat Fransa'da tahminen bir Katoliğe bir rahip düşerken bu oran Lâtin Amerika’da dört veya beş defa daha azdır. Dışardan birçok gözlemcilere göre, katolik kilisesi, hiyerarşisi ve papaz sınıfı ile dikkati çekmiştir. Onların durumları ve davranışları b a ­ sit olarak Katolik ifadede kendini göstermiştir. Aslında bu toplu bîr bakıştır. İtiraf edilebilir ki Katoliklik, herşeyd en önce lâikler to plu­ luğudur. Çağımızın fikir hareketleri ve özellikle II. V a tik a n 3 Konsili8, bu lâik kitleye sorumluluklarının ve icra edecekleri rollerinin bilincini yeniden kazandırmıştır.

KATOLİKLİK TARİHİ BİR DİNDİR Katoliklikte müşahede ettiğimiz değişiklikler ve gelişmeler; o l­ ması iddia edilen şeyin izahını güçleştiriyor. O, ahlâkçı, kültçü, ruh­ b a n a , otoriter, merkeziyetçi ve hiyerarşik bir dinle aynı tutulduğu an, bazılarına tiksinti verici, bir başkalarına da mutlu bir sığm ak gibi görünen bu yönü, daha karmaşık bir hale getiriyor. Fakat, bu noktada, Katolik m ezhebinin tarihi b ir dîn olduğuna dikkat edilirse, her şey açıklık kazanıyor. Bu, onun sadece tarihin belirli bir anında doğmuş ol­ ması anlamına gelmez. Çünkü bu sıfatla bütün dinler, tarihîdir. O halde Katolikliğin tarihî oluşu, onun tarihî bir şahıstan ve İsa Mesih'in m e­ sajından doğmuş olması anlamını ifade eder. Böylece Katoliklik kendisi­ ni, içten değişiklik projesi ile, insanlık tarihi içinde; Allah'ın varlığının aktif bir uzantısı olarak görür. O halde, tarihle estir ve onunla hususî

1 34

şekilde bir bağa sahiptir. Bu bağ, çoğu zaman müphem, bazan fırtınalıdır. Yeni nesil, önceki nesillerin davranış biçimin e itiraz ediyor. Bunlar/ dı­ şardan onda bütün rejimlerde ve Özel cemaatlerde takip edilecek tükenmiş bir yeterlilikten başka bir şey görmüyorlar. Yine onlara göre, ona getirile­ cek birkaç yeni yorum, Katolik olayının bu orijinalitesini ortadan kaldır­ m a y a c a k tır . O halde bir anlamda Katoliklik, tarihî çerçeveden uzak, saf bir din, manevi bir kurtuluş doktrini değildir. O, mazide birçok veçhelere sa­ hip olmuş ve daha başka veçhelere de sahip olacaktır. Onu anlamak için b irçok safhalarda girişim yapm ak, değişik anlatımlar altında yapılan lektürleri üst üste koymak, hiçbiri inhisarcı olmayan, hepsi de gerekli olan görüş noktalarını birleştirm ek gerekir. O halde Katolik kilisesini sırayla şu şekilde ele alacağız: 1- T op lu m un sinesinde özel cemaat olarak, (iki bin yıllık tarihi içinde) 2- Hayat ve doktrinin özü içinde, inananlar cemaati olarak, 3- İç yapısı ve teşkilâtı içinde, dinî bîr kurum olarak, 4- Mistik ve manevi bir çevre olarak.

TARİH Topyekün cemiyette, tüm tarihi boyunca, Katolikliğin münasebetle­ ri, o derece sıkı olmuş ki onlar, her iki anlamda da oldukça rol oyna­ mışlardır. Katolikliğin işgal ettiği yüz yıllık mevkiini bilmezlikten ge­ len hiçbir kimse, Batı kültürünün muayyen sonuçlarını anlamayacaktır. Aksine, cemiyetin evriminin onu almaya sevkettiği büyük dönemeçlere işaret etm eden, Katolikliği de kimse anlayamayacaktır. Böyle bir tarihî göz atış, Katolikliğin mazisini tasvir için sadece faydalı değil; sürekli olan özellikleri tesbit için b iî’akis zaruridir. Bu zaviyeden, Katolikliğin evrimi içinde dört büyük devreyi belirtebiliriz ve beşinci devreye de gir­ miş bulunduğumuzu söyleyebiliriz.

BÜYÜME VE YAYILMA DEVRESİ Bu devre, İsa'nın havarilerinin ilk vaazından (Milâdî 30 yılının pentecöte) 313 M ilan fermanına kadar uzanan devredir. Bu durumda üç asırlık bir büyüm e ve yayılma devresi vardır.

135

HIRİSTİYANLIK YAHUDİLİKTEN KURTULUYOR Önce Yahudiliğin bir mezhebi olarak görünen genç hristiyanlık, iki şeyin çok çabuk farkına varmıştır: B ir i n c i s i , İsa'nın sadece Yahudilikte beklenilen Mesih olarak tanınm am ış olması, aynı zamanda, İsrail’in A lla h’ına inananların ilişkileri içinde köklü b ir yeniliğe neden olan, Allah'ın oğlu olarak da tanınmış olmasıdır. İşte bu anlayış Allah'la - in­ sanlar arasında yeni bir sözleşmeyi meydana getirmişti. Bu yeni ahid, bütün Yahudi cemaatına, geçmiş tarihinin bir sonucu olarak görünebilirdi. Fakat d urum böyle olmadı. Yahudi muhitlerindeki sürekli muhalefet, doğan Hıristiyanlığın, ikinci şuurun bilincini elde etmesini çabuklaştırdı. Yani, Yahudi şeriatı ve sünnet olmakla belirtilen Yahudi hususiyetini, evrensel bir yönelim e açılmak için Hıristiyanlığın aşması gerekiyordu, îşte Evrensellik ve herşeyi içine alma fikrini çağrıştıran K ato lik k e lim e ­ s in in anlam ı, b u rad an k a y n ak la n m a k tad ır. (Katolik kelimesini ilk defa Antakyalı ignace, II. asrın başında bir mektubunda kullanmıştır). Matta İncilindeki "B ü tü n m ille tle ri ş ak irtler e d in in " şeklindeki İsa’nın son sözlerine verilen anlama göre, doğmuş olan bu din, bir dünya özlem i kazanm ıştı. (70 y ı lı n d a L K u d ü s’ün ve M abedin tahribi, 135 y ı l ı n d a 10 Yahudilerin kesin dağılımı) gibi bilinen dramlarla kaderi de­ va m edecek olan Yahudilikle; kaderi b aşlay acak olan H ıristiyanlık arasında, yüzyıllar boyunca, sert tartışma devam edecektir. îlk kırgınlık­ lara maruz kaldıktan sonra Hristiyanlar, isteyerek ve tabir caizse çoğu zaman iğrenç derecede (bizzat prensiplerine ters düşen ve ancak II. Vati­ kan konsilinde resmen bir karara varacakları) bir Antisemitizme kendile­ rini kaptırm ışlardır. Sinagogtan ayrılan Yahudilerle, ihtida eden müşrik çoğunluktan teşekkül eden Hristiyan cemaatleri, git gide Orta - Şark’ta ve Roma im paratorlu ğunun belli başlı şehirlerinde kaynaşmışlardı. Artık zemin Hristiyanlar için uygundu. Öte yandan resmi GrekoRomen politeizmi, gerçek bir dini endişeyle karşı karşıya kalan ruhları, artık tatmin etmiyordu... Sadece, Asya'dan gelmiş olan " s ı r d in le ri" iti­ barda idi ve birçoklarının gözlerinde hıristiyanlık, ancak onların ara­ sından biri olarak görünüyordu. Bu gün kim, Mİtra Kültünün muayyen bîr zaman Hıristiyanlığın en korkunç rakibi olduğunu bilir. Ancak, yine de Hıristiyanlık ona galebe çalmıştır. Hıristiyanlığın mesajı, muhtelif in­ sanlara hitap ediyordu: Yani, onun İlk müşterileri olan yoksullara, kardeşlik ve adalet; dindar ruhlara, Yahudi özelliğinden kurtulmuş bir monoteizmin safiyeti, kültürlü ruhlara logos doktrini sayesinde çabucak zihne yerleştirdiği ikna ile konuşuyordu.

136

ZULÜMLER'KİLİSEYİ SARSACAĞI YERDE KUVVETLENDİRİYOR Bizzat kilisenin başarılarını ona, zulüm sağlamıştır. H akikatte b irçok kültlere müsamaha eden Rom a İmparatoru, diğerleri ile yanyana yaşamakla iktifa etm eyen; R om a düzeninin İdeolojik olarak dayandığı politeizmin hiçliğini isbat eden ve İmparatordan tanrısal (rablık) sıfa­ tını kaldıran bir dini, asla kabul etmiyordu. Roma idaresi, çoğu defa ha­ reket tarzı üzerinde tereddüd etmiş, bunun için de zulümler, imparator­ lukta sürekli ve genel olmamıştır. Bundan dolayı, Alexandre Sévére (222235)’in saltanatı altında bir takım durgunluklar olmuş, Dèce ve Valèrien (250-26ö)'in saltanatlarında İse hıristiyanlığı kökünden kurutm a teşeb­ büsleri vuku bulmuştur. Böylece Kilise, sonuç itibariyle onu sarsmaktan daha çok, kendini kuvvetlendiren şehitler çağım müşahede etmiştir, işte b ü tü n bu zaman zarfında katoliklik, teşkilâtlanmıştı. Ana hücre, aynı şehrin mü'minîerini bir piskoposun otoritesi altında toplayan mahallî kilise İdi. Burada kilise, (Ekklesia) kelimesinin orijinal anlamı ortaya çıkıyor. Buna göre Kilise, A lla h 'ın çağrısı ile davet edilm iş m ü 'm inler topluluğu anlamına gelir. Öğretim ve Kült toplantıları özel evlerde yapılıyordu. Delegelerin k a r ş ılık lı. ziyareti, gezici vaizler, m ad d î yardımlaşm alar, önemli olay­ lar vesilesiyle birbirlerine gönderdikleri m ektu plar15 gibi birçok tesanüt işaretlerin i, m u htelif m ahallî kiliseler, kendi aralarında icra ediyor­ lardı. (Birçok şehit rivayetleri bize böylece intikal etmiştir). Bazı kiliselerin özel bir üstünlüğü vardı; İncil yazarı Markos'a bağlı olan Antakya ve Iskenderiyye Kiliseleri ile ilk havarilerden olan P İ e r r e 'ın 12 ve Fa u l’u n l? M.S. 60 yılliarında şehit edildikleri yer olan Rom a Kilisesi, Özellikle böyle idi.

MÎLAN FERMANI (M. 313) KONSTANTİN ÇAĞINI AÇIYOR M.S. 313'deki Milan Fermanı ile Konstantin, zulümlere son vermiş, ancak M.S. 380’de T h é o d o s u n saltanatında devlet dini haline gelebilecek olan H ıristiyanlığı, kayırmaya başlamıştı, işte bu durum değişikliği, Konstantin Çağı denen çağı başlatacak ve Katolikliği esaslı şekilde etki­ le y e cek tir. Böylece Katolik Hıristiyanlık, bir dizi mutlu sonuçlara sahip olur­ ken, ciddî anlaşm azlıklara da sürüklenecektir.-A rtık, açıktan yayılma hürriyeti ile Hıristiyan imanı, büyük manevî ve'entellektüel eserler mey­

137

dana getirecektir. Yine kendisine takdim edilen Kilise alanlarını işgal etm ek için Kült, gizliliği veya yarı gizliliği, terkedecektir. (özel evler veya mahzenleri terkedecektir). Şarkta, Aziz Basile ve Aziz Jean Chrysüstome'la olduğu kadar, Ba­ tıda da, Aziz Ambroise veya Aziz Leon'la, yoğun yaratıcılığı olan bu de­ vir, hem popüler hem de semboller yüzünden zengin ve dinî caniliği olan bir takım âyinlerle sonuçlanm ıştır. Bu liturjıler, Hıristiyan İmanındaki duygusal, kültürel, manevî bütünleşmenin en aktif faktörlerinden birini teşkil ediyordu. Çünkü Hristiyan imanı, bunlarla öğretilmiş ve nakledil­ miştir. Ayrıca çoğunluğu piskoposlardan olan büyük zekâlar, kutsal metin­ leri açıklamak ve m ü m in le rin hayatıyla ve imanlarıyla ilgili soruları açıkalamakla mem ur edilmişler, böylece de çok sayıda teolojik eser m ey­ dana getirmişlerdir- Kilise içinde ve hâlâ bugün bile maneviyat ve dok­ trin konusunda onlara tanınan özel otoriteyi belirtmek için; bu öncü Hıristiyan düşünürlerine " K il is e B a b a l a n " unvanı verilmişti. Onların rolleri oldukça önemli olduğundan dolayı, Konstantin devrinin sükûnetini Kilise için bir istirahat devri olarak düşünmek yanlış olur. Aksine, inanç ve zekâ plânında bu devir, karışıklıklar ve sürekli problemler devriydi. Aslında, ilk nesillerden itibaren Hıristiyan im am, ya Hıristiyan olmayanların (Les Gnoses) batınî ıgValarına ya da manayı bozan yorum­ ların tehditlerine (Les Heresİes)14 maruz kalmıştı. Böylece Konstantin'in sulhu, sonuç İtibariyle; çok sayıda itizallerin mayalanm asını kolay­ laştıran ikinci unsur olmuştu.

İ'TİZALLER KARŞISINDA İLK İZNİK KONSİLİ (325) İSA HARKINDAKİ DOKTRİNİ AÇIKLIYOR Allah'ın oğlunun bedenleşmesi olarak İsa'nın kabulü ve ü ç 15unsurlu bir tek Allah’ın tasdiki, rasyonel düşünceyi karıştırmış ve birçok yanlış anlamalara neden olmuştu. Meselâ, A r ia n i s m e , İsa’yı tanrısal güçlerle mücehhez, fakat özellikle tanrısal tabiatlı olmayan istisnaî bir yaratık olarak telakki ediyordu. Bu kanaat, önemli bir başarıya sahip oldu ve bir an Hristiyanlık dünyasına hakim olma tehlikesi gösterdi. Buna, Birinci Genel Konsil’in, yani muhtelif ülkelerin piskoposlarının toplanmasıyla çare bulunmuştu. Bu piskoposlar, inanç konusunda yüce bir davanın açık­ lanması ve belirlenmesinin bilincinde idiler. Bu Birinci Konsil, Milâdi 325'de İznik’te (Küçük Asya'da) toplanmış ve İsa'nın uluhiyetinin m uh­ teşem bir şekilde ilân edildiği ilk iman formülünün belirlenmesiyle so­ nuçlanmıştır. Böylece, modern çağa kadar Katoliklikte oldukça büyük rol

138

oynayacak olan dogmanın gelişmesi ve tarif edilmesi devri başlayacaktı. İşte bu açıdan II. Vatikan Konsiii, Katolik ilâhiyatçılar envanterinin ta­ rihi içinde 21. Genel Konsil olacaktı. Katolikliği daha iyi anlamamız için bu II. Vatikan Konsiii üzerin­ de biraz durm amız gerekecektir. Orada bütü n v a h y in 16 Isa - Mesih'e (bu geleneksel terminolojiye veya vahye göre iman deposudur.) bir defada ve­ rildiği kabul edildiği kadar; onun yorumlanmasının da hiçbir zaman ta­ mam lanmadığı da kabul edilmiştir. Böylece meselelere ve zamanla or­ taya çıkan güçlüklere bağlı olarak Katolik kilisesi; yeni açıklamalar ilâve etmeyi görevine uygun bulmuştur. Aslında Konstantin'in suihü, yine ciddi anlaşmazlıklara neden olmuştu. Çünkü resmî din olan Hıristiyanlık, daima samîmi bir hidayetin sebep olmadığı, çok sakıda kalabalıkların vaftize akın ettiklerine şahit olmuştu. Putperestliğin 356'da yasaklanmasından sonra, imparator Julien PApostat (361-363)'nın putperestlik kültürüne yeniden canlılık kazandır­ mak için çabalarına rağmen, genel fikir hareketleri, çabucak yeni bir passif tavır te hlikesin in tesirine giren Hıristiyanlığın, lehine olm uştu. Ateşli Hristiyanlarm bir çoğu, genel bir imanı yozlaşma tehlikesinin farkına varmışlardı. Buna reaksiyon olarak da bir zahidlik ve manastır hareketi, çöl kenarlarında özellikle Mısır'da, Suriye - Filistin'de ve Küçük Asya'da hızla gelişmeye başlamıştı.

SEZARO - PAFİZM, KİLİSE VE DEVLET GÜÇLERİNİ KARIŞTIRIYOR Ki l i s e d ü ş m a n l ı ğ ı n d a n , o n u n h a m i s i d u r u m u n a g e l e n İ m p a r a t o r , n e ­ tice iti bari yle pi s k o po s l a r ı n , poli tik d ü z e n i n d e v a m et ti ri l me si ne d i k k a t ­ l e r i ni ç e k m i ş v e i’t i z a l l e r l e k a r ı ş t ı r ı l m ı ş o l a n k i l i s e n i n b ü n y e s i n d e , d ü z e ­ ni y e n i d e n k u r m a y a ç a b a s a r f e t m i ş t i r . ( B ö y l e c e , i m p a r a t o r l u ğ u n b i r f a a ­ l iy et i yl e İ z n ik K onsi ii t opl a nm ış tı ) . N e t i c e d e D e v l e t v e Kilise m ü n a s e ­ b e t l e r i p r o b l e m o l m a y a b a ş l a mı ş t ı r , b i r ç o k p i s k o p o s l a r da b u n u n ş u u r u n d a idiler.

Ayrıca burada, birçok nazik d urum larda devletten

istenilmesi

v e y a i st eni l m e m e s i g e r e k e n d e s t e k l e ilgili b i r ç o k l a r ı n ı n t e r e d d ü t l e r i n i v e d a v ra n ı ş değişikliklerini de be lirtm ekte yarar vardır. Sez a ro - p a p iz m ( C e s a r o - p a p i s m e ) 17 v e y a K a t o l i k h i y e r a r ş i sin in, m u t l a k i k t i d a r ile g i z ­ li i t t i f a k ı , K a t o l i k l i ğ i n g e r i l e m e s i n i n a l ı ş ı l m ı ş b i r t e h d i d i o l m a y a b a ş ­ lamıştı. Aslın da,

Katolik

imanının

özellikle

orijinalitesi

i çi n b i r

tehdit

teşki l e d e n , s a d e c e m e r k e z î i k t i d a r ı n d i r e k t m ü d a h a l e l e r i d e ğ i l d i . B ü t ü n G r e k - L â t i n ( G r e c o - L a t î n ) mi r a s ı ile i n d i r e k t b u l u ş m a da iyi b i r ş e k i l d e

, M.Ö. IH. Asrın sonuna doğru Maurya hane­ danından kral A s h o k a ’nm Budizme girme olayına bağh kalmaktadır. Bu prensin askeri talihi ona, G anj ve H ind havzasını, bugünkü Afganistan'ı ve Dakkan bölgesinin büyük bir kısmını içine alan kocaman bir imparator­ luk kurma İmkanı vermiştir. Şüphesiz bu bölgeler daha önce onun saye­ sinde Budizm'i tanımış ve B h ik k u 'la rın vaazları sayesinde de imparato­ run dini olan bu yeni dini, yeni bir gözle müşahede etmişlerdir. Üstelik A sh o k a, sayısız kuruluşları desteklemiş, Budist mabedlerine para yardı­ mı yapmış, mezhep kavgalarına müdahale etmiş, kısaca Hıristiyanlık için Konstantin'in oynadığı rolü o, Budizm için oynamıştır. Ashoka'n m yönetimi altında ve hemen ondan sonra, Budizm, kuzey­ batı il yöneticilerinin yunan kültürü ile temasa geçmiştir. Neticede Hind ve Afganistan sınırlarında Grek-Budist san'atı, insanhğın san'at türle­ rinin en güzel tezahürlerinden biri olarak görülmüştür. Yine bu dönemde Budizmin, Seylan’a ulaştığı ve bu bölge sakinlerinin çok hızlı bir şekilde Budist oldukları görünürken; Hindistan'ın güney ucu, Budist misyonerle­ rine boyun eğmemiş t ir.

TEOLOJİK KAVGALAR VE SAPIK MEZHEPLER BUDİZMİ BÖLMÜŞTÜR Hıristiyan çağından önceki asıriar veya Hıristiyan çağının ilk yılları; Budizmin, bugün Rusya'nın ve Çin’in topraklarında bulunan Tür­ kistan'a kadar yayıldığına şahit olmuştur. Batıda, Iran topraklarında Mazd eizm in1*’ doğuşu ile engellenen Budizm, böyiece muhtemelen biraz tesire sahip olduğu Batıya ulaşamamıştır. Çünkü, Hz. Isa'dan 11. asır önce Yunan kralı M E N A N D R E 'ın penjabı fethettikten sonra, Budizme girdiğini gelenekler nakletmektedir. Yine bu devir, doktrininin büyük metinlerinin kaleme alınması sayesinde muhtelif ekollerin donuklaşmasına temayülü gösterdikleri bîr devirdir. Hinduizm tarafından yutulan sayısız İbzal fırkalarından bilhassa iki büyük doktrine) cereyan, net olarak kendini göstermiştin Bunlardan biri "G ü n e y G elen eğ i" veya " K ü ç ü k yol" HI'NAY Â N A 'Ç diğeri ise "K u z e y g e le n e ğ i" veya " B ü y ü k y o l" M A H Â Y Â N A i d i l s . Aradaki ihtilafları yatıştırmak için bir konsii toplamaya teşebbüs

356

eden kral K A N Î S H K A (M.Ö.: II. Asır), sadece bu ihtilafları tesbitten başka bir şeye muvaffak olamamıştır. Hatta tuhaftır ki kral tarafından bu teolojik kavgalara gösterilen ilgi, bu ihtilafların artmasına yardımcı olm uştur. Ç ü nk ü , m u htelif doktrine! cereyanların taraftarları, kendi görüşlerini savunmaya yönelik bir takım eserleri bu vesile ile yazm ış­ lardır, îşte Budist filozofların, en önemlilerinden birisi olan N Â G Â R J U N A ıy başlıca eserini böy lece yazmıştır. Milâdi IV ve V. asırlarda Grupta hanedanı, IV. asrın sonunda bütün kuzey Hindistan'ı kaplayan bir imparatorluk kuran M A U R Y A 'nm kine benzer bir rol oynamıştır. Şüphesiz Budizm, bundan yararlanıyordu. Çünkü imparatorlar Budizmi himaye ediyorlardı. Fakat yine, bizzat Hindde, Budist yayılmasının yeniden ola ­ bilmesi için, kilise içi kavgalarda çok ciddileşmişti. Dışarda ise Budizm, Çin'i elde etmiş ve güneydoğu Asya'da tutunmaya çalışıyordu. Bununla be­ raber Çinli H i n a n - T s a n g VTÎ. yüzyılda Budist ilâhiyatçılarına danışman için geldiğinde; vaktiyle gelişen manastırların bulunduğu terkedilmiş hali, rahiplerin cehaletini, s tü p a 'la rın terkini, onlard an birçoklarının harabeye döndüğünü tasvir edecektir. Yine o, Bhikkhu'ları büyü tacirliği veya ücretli meslekler icra eder görmekten de deli oluyordu. Yine bu esnada Budizm, Hindistan’ın dışında çok canlı bulunuyordu. Milâdi V n i. Asırdan itibaren Budizm, Kuzeyde azınlığa düşer ve onun orada kaderi tamamen yok olmaktan da kurtulamaz. Ancak, bu yok oluşun seyrinin yavaş ve aralıklı olduğunu tesbit için muayyen bir tarihçi tesbiti m üm kün değildir. XIV. yüzyılda Keşmirde ve Bengaldeş’de hâlâ birkaç Budist cemaatı mevcuttu. Fakat onlar sadece bir kalıntı teşkil ediyorlardı ve T antrism e'd en çok etkilenmişlerdi. Budizm, T ib e t, Seylan, Birmanya ve bütün uzak doğuda yayılırken X. miladi asırda artık Hind'de, Budizm mevcut değildi.

İKİ YOL B u d izm , H ind istan'ın dışında, iki şekilde ve iki farklı tarzda yayılm ıştır. Kuzey istikametinde M A H Â Y Â N A temayülü adı verilen " B ü y ü k y o l" Kara yolu ile Tibet ve Çin'e doğru, Türkistan, Moğolistan, Kare, Japonya arasında yayılmıştır, M a h â y â n â ’nm Çin'den tesiri altında kaldığı yegane yer Hindiçin'in V ie tn am 'ı olmuştur. Güneyde ise, deniz yolu ile Hinayânâ " k ü ç ü k y ol" ekolunun veya Theravâda "eskilerin. Doktrini'hv.n S e y la n ’dan başlayarak, B irmanya'ya, M a le z y a 'y a , T a y la n 'd a , Laos'a, K am b oçy a'y a, E ndenozye'ya d o ğ r u yayılmıştır. Vietnam'ın güney kısmında iki ,ikimin mKyunerlerinüen d oğ ­ muş olan iki temayül birlikte yaşamaktadır. 357 /

Aslında iki yol arasındaki fark, doktrin meselesidir. Fakat bu f a ik ­ lar, yayılma bölgelerinin farklılığı ile belirginleşmişlerdir. Bunun içindir ki bazan, güney Budizmine (H in ay h an â ) muhalif, kuzev Budîzminden (M a h â y â n a ) bahsedilmiştir. Genel olarak denilebilir ki bu iki temayül, Buda’nm öğretilerinin iki büyük yorumu olan " B i r kurtuluş dini" veya "zâhidane bir d is ip lin " şeklindeki açıklamaya uygun düşmektedir:

BÜYÜK YOL (MAHÂYÂNA) (Tam Bir Mitoloji Geliştirmektedir) M a h â y â n a 'n ı n müntesıpleri için tam olarak (tam bir Buda hali) N ÎR V A N A 'y a ulaşmak çok zordur. Çok nadir istisnalar hariç, İnsanlar o " m ü k e m m e l l i ğ e " ulaşmaya muvaffak olamazlar. Fakat B o d h i s a t t v a l a r ı n m evcudiyeti; olgunluk yolunda ilerlemeyi samimiyetle arzu edenlerin, normal insanların üstünde bir duruma ulaşabileceklerini garanti etm ektedir. Böylece onlar da B o d h i s a t v a olma tarzında, tanrıların arasında yeniden doğacaklar veya bizzat N Î R V A N A 'y a ulaşacaklardır. Böylece, sonuç itibariyle burada gerçek bir mitoloji gelişmektedir. Bu gelişmede varlıklar, sadece tenasühün normal seyrine boyun eğmemişler bilakis, sürekli hayat devrelerinde de ona tabi olarak ya cehennem de izdi rap çekmişler veya cennetin zevklerini tadmışlardır. Şüphesiz ızdırap mekanları çoktur ve onlar cennetteki İkametlere göre hiyerarşileşmiştir. (Yani bazıları sıcak, diğer bazıları ise soğuktur.) B o d h isa ttv a 'la ra gelince onlar ayrı yerlerde ikamet ederler ve kozmik görevlere göre görev taksimine iştirak ederler. Bunların en meşhurlarının arasında, geleceğin Bu d ası olacak olan Maİtreya'yı zikredebiliriz. Bugün o, bulunduğu TU SH İTAların göğünden insanların aşkı ile birtakım lutuflar dağıtıyor. Saİlklerin çok sevgilisi bir diğer B od hisattva ise A v a lo k ite s h vara'dır. O, ikametgahını mitolojik bir dağ üzerine kurmuştur. Elinde bir lotus çiçeği, b ir kitap, bir te şbih ve b ir ambrosie (mitolojik bir yemek) şişesi tutmaktadır. Yine o, dünyayı korumakta, hastalan İyileştirmekte ve ölümsüzlük sağlamaktadır. B od hisattva'lann altında insanlardan çok uzakta B u d d h a s denilenîer saltanat sürmektedir. Bunların arasında, tarh hi Bud a'd an başka, tüm diğerlerinin ilk örneği olan Buda A m itâ b h a 'v ı ayırd edebiliriz. Onun ışığı dünyayı aydınlatm aktadır. Nihayet b ir­ takım "aşağı tanrılara" sıra geliyorki bunlar, bir nevi insanların dünyası ile B o d h isattv a’ların dünyası arasında köprü vazifesi görmektedir.

358

KÜÇÜK YOL (HİNAYÂNÂ) ZAHİTLÎĞE VE DOKTRÎNEL SERTLİĞE ÖNEM VERİYOR H in a y â n a doktrinine gelince o, mitolojik çoğalmayı azaltmaya ve eski doktrinin safiyetini muhafazaya gayret göstermektedir. Aslında "k ü çü k y ol" ismi, "gü n e y e k o lu n a " Mahâyâna'nın saüklerİ tarafından is­ tihza ile verilmiş bir addır. Oysa Budİzmİn bu şeklinin sâiikleri, eskile­ rin doktrinini (T h e ra v â d a ) takip ettiklerini söylemeyi tercih ediyorlar­ dı. Burada manastır disiplininin sertliği dikkati çekmektedir. Öyle kİ lâ­ ikler hayatlarında hiç olmazsa bir defa b h i k k h u halinden geçmeye da­ vet edilmektedirler. Şüphesiz orada da "ce h e n n e m le rin ve cenn e tle rin " varlığı ve aynı şekilde ilâhların varlığı kabul edilmektedir. Yine B o d ­ hisattva ve eski b u d d h a s ’lar takdis edilmektedir. Fakat orada esas olan şey, sâlikin kişisel çabasıdır. Orada Bodhisattva'ların kültü henüz müsamaha görmüştür. Bunun­ la beraber, bedeni ve ruhi disiplinler sürekli öne sürülmektedir. Hindiçini ülkelerinde Budizmin yerleşmesi şüphesiz oraya yapılmış olan mabedlerde Buda'nın ve birkaç Bodhisattva'n m resimlerinde oralarda kurulmuş olan s tü p a ’larda kendini göstermiştir. Fakat Çin'de Japonya'da incelenen mabedlere nîsbetle, bu mabedler sâde kalmaktadır. Meselâ, Vietnamda birlikte olan her iki y o lu n mabedler i rahatça tanınmaktadır. " B ü y ü k yol"un mabedieri, kalvinist mabedlere benzerken, "k ü çü k yolun" mabedleri daha çok İtalyan kiliselerine benzemektedir.

ZEN BUDİZM, JAPONYA’DA BUDİST TEFEKKÜRÜN YENİ BİR EKOLUDUR Bununla beraber her iki Budist ekolun müntesipîeri, rakip dinlerle mukayese edildiklerinde görüldüğü gibi, tek ve aynı dine bağlı kalmış­ lardır. Böylece iki Budist ekolu ölçüsüzce ayırmak yanlış bir hareket ola­ caktır. Onlarda müşterek olan şey, mevsuk metinlerin ve onlardan kay­ naklanan teolojik eserleri okuma ihtirasıdır. Meselâ bugün, Japonya'da ve güney memleketlerinde, Japonya'nın maddi zenginliğinden ileri gelen Ja ­ pon üstünlüğünden temayüz eden, Budizm düşüncesi üzerinde yoğun araş­ tırma merkezleri kurulmuştur. Yine Japonya’da Zen adı verilen özel bir murakabe şekli geliştiği bilinmektedir. Zen kelimesi, sanskritçe m u ra ­ kabe anlamına gelen dyâna kelimesinin Japonca ifade edilişidir. Zen ke­ limesi, şimşek gibi bir " u y a n ı ş ı " hedef alan spiritualist birtakım ekzerSizlerin övüldüğü mahâyâna ekolunun damgasını taşımaktadır. " K ü ç ü k yol" yavaş ve dikkatli bir ilerleyişin gerekliliği üzerinde İsrar ederken;

359

z e n , bazı haberde sâlikin birden N Î R V A N A 'y a ulaşabildiği konusunu işlemektedir. Fakat, ekzersizlerin zorluğu, onlarla beraber olan disiplin­ ler, çevrenin sadeliği v.s. gibi şeylerden dolayı, Zen'in H inayânâ'y a ulaş­ tığı söylenebilir. Bu durum, aşırı bir ekol için hiç de tuhaflık arzetmez.

B U D İZ M İN G E L E C E Ğ İ

XX. yüzyılın sonunda "D o ğ u A sya'nın" içinde bulunduğu özel duru­ mundan dolayı, Budizmin geleceği hakkında büyük bir şey söylemek çok zordur. Fakat bizzat H in d d e , bazı düşünürler, Kastları yasaklayan ve J a ­ ponya misâii bir modern Batı medeniyetine geçişe uygun bir din olarak Budizme ilgi gösteriyorlar. Y ine M a h â r â s h t r a ’nın (Bombay bölgesi) bir kısmı p a ry a la rı politik liderleri Dr. A m bed kâr'ın idaresi altında Budizmi kabul etmişlerdir. Bundaki hedef, kast dışı bir durumdan dini bir ce­ maat statüsüne ulaşarak kaçmak ve gerilediğine hükmedilen B r a h m a ­ n i z m karşısında, bir ilericilik hareketi göstermekti. Ancak bu hareket, sadece Hindin, küçük bir bölgesine inhisar etmekte ve en çok da bir milyon kişiyi bulmaktadır. Bunların da Budizme geçişlerinin gerçek bir dini faa­ liyet olup olmadığını bilmek oldukça zordur. Bu özel durum bir yana bırakılırsa, bugün Budizmin yayılmakta olduğu söylenemez. Ancak Budiz­ min, hâlâ Asya'da, önemli bir din olduğu ve insan düşünüşünün en büyük boyutlarından birini temsil ettiği söylenebilir.

DİPNOTLAR 1

1926 d o ğ u m lu olan y a z a r, Hİnd g elen ek sel k ü ltü rü k o n u su n d a u z ­ m a n d ır. U zu n y ılla r H in d is ta n ’da k a lm ış tır. P ro v e n ce (a ix -M a rs e iile ) Ü ııiv e rs ite s i’nde H ind M e d e n iy e ti ve S a n sk ritç e p ro fe s ö ­ rü d ü r. E serleri a ra sın d a , Z A R A T H U S T R A , P aris, 1965 ve G R A M ­ M A IR E DU S A N S K R İT , p a ris, 1971 ile ço k sa y ıd a te rc ü m e le ri v ard ır.

2

Bu y a z ı, Les R elig io n s, v erv iers, 1S74, isim li kitabın 49-77 sa h ıfe le rtn den tercü m e e d ilm iştir. A S H O K A : M aıırya hanedanı im p aratoru olan A s h o k a , M .ö . 2 7 3 'den 2 3 2 y e kadar Doğu İran'dan, Bengal 'e, Hint a la y a ’d an Dekkan'a kadar uza­ nan h ud utsuz bir alanda saltanat sürm üştür. U zun zaman terörle saltanat süren doğunun bu zorba kralı, Hind .prenslerinin kendilerini Brahm anik düzenin koruyucuları olarak telâkki ettikleri bir devirde Budizmi kabul et­ memiş olsaydı, hiçbir şey ona engel olm ayacaktı. Ancak hidayetinden son-

3

360

4

5 6

ra, Budizm in gelişm esini sağlam ış, dışarıya m isyonerler gönderm eyi h i­ m aye etm iş, Brahm anizm in saliklerine zulm etm eyi reddetm iş, böylece de toleranslı bir m uhtedinin yegane örneğini verm iştir. Bununla beraber onun eseri ondan sonra varlığını devam etti rem em iş, birkaç asır sonra da Bu­ dizm Hind topraklarından pratik olarak kaybolmuştur. Z EN B U D İZ M : M ahâyana ekolundan çıkm ış ulan bir Budizm şeklidir. Milâdi VI. asırda H indli bir Budist rahibi olan Bodhidharm.a tarafından Çin’de yayılm ıştır. Sonra, Japon YosaY, onu, XII. yüzyılın nihayetinde Japon­ ya'ya sokm uştur. Z EN kelimesi, Japonca " z e n n a " kelimesinin kısaltılmış şeklidir. Bu sanskritçe, objesiz düşünce, tam konsantre olm a, tam bir zihni boşluk anlam ına gelen "d h y â n a " kelimesinden gelm ektedir. işte bu tefekkür Jap o n y a'd a, şekillerin, renklerin, seslerin ve unsurların çeşitliliği arasında, kozm ik bir birlik esrarı gösteren çok çeşitli sanatlar il­ ham etm iştir, işte çiçek sanatı, yay oyunu, çay merasimi, kukla tiyatro, m i­ m ari, bahçe, karate ve judo oyunları, sıkı bir şekilde konsantre olm uş bir şiiri (Haikai) ilham eder. Bu sanatların ve bu oyunların pratiği veya onların sessiz m urakabesi de aynı zam anda uyarıcıdır ve murakabenin meyvesidir. A ynı zam anda da birliği aram anın hareket noktasıdır ve herşeyi terke varış noktasıdır. Burada söz konusu olan, temel birliği ve görünürlerin ötesinde şekilsizi yeniden bulm aktır. Zeıı'in çağd aş m ü rşitlen, doktrinlerinin, her haklı savaşı, d ün yad an u zaklaştırarak dünya sulhunu otu rtm aya m üsait olduğunu itiraf etm ektedirler. Bu d üşü nü şün teknikleri oldukça serttir. O nlar, az kon uşurlar, saîiki, mantıkî olm aktan çıkarm aya ve onda yeni bir dünya görüşü m eydana ge­ tirm eye yönelik birtakım temel, irrasyonel, şaşttnoı sorular sorarlar. Bu so­ rular, daim a "z ih in d in a m itle rin e " benzetilmişlerdir. İste bu infilâk edici şeyler, zihnî m uhtevayı alt üst etm ektedir. Bütün bunlardan dolayı Zen'în üs t adları, cevap verm eyi reddederler ve onun yerine bir baston darbesi v u ­ rurlar. Böylece tek geçerli şey, kişisel keşif olm uştur. Ayrıca düşünce, ob­ jektif olm ak ister ve hedeften uzaklaştırır. Öyleyse, feragati esas alarak, imajsız, fikirsiz, kelimesiz; denge ve sulh halinde bir çeşit iç aydınlığa (sntori) ulaşmak gerekir. Zen düşü nü ş sistem i, Japonya'nın m odern m edeniyete açılışından sonra, ancak A m erika'da ve A vrupa'da tanınm ıştır. Onun Batıdaki başarısı, herşeyden çok, düşüncenin köklü bir eleştiri ihtiyacına ve saf aklın ve Endüstri m edeniyetinin çıkm azları önünde hayatın söz konusu edilm esine bağlı görülm ektedir. Çünkü ondaki hedef, yapm acıkların, âletlerin organize edil­ miş sistem lerin ö tesin d e "çıp la k b ir ad anın ü zerin d ek i çıp lak b ah ­ çenin k ay ası" gibi temel muşahhnshğı yeniden bulmaktır. Fakat bununla beraber ZEN , bir nihilizm ve bedbinlik değildir. Bilakis o, insana gizli bir hürriyet verm eyi ve bir sulh medeniyeti yaratm aya kabiliyetli olduğunu id­ dia etm ektedir. H. de Lubac: la Rencontre dıı Boudhİsrne et de l'occicient, Paris, 1955 D H A K M A : Sanskritçe dharm a, kozmik düzen veya m anevi kanun an­ lamına gelir. H induizm ve Budizm .m üştereken. Evrenin (canlı varlıklar d a­ hil) geçici olarak dengeli hür unsurların bir birleşmesi olduğu fikrindedir­ ler, H erşey düzenli ve herşey iyi çalışıyorsa, işte bu D'narma'dır. Bununla beraber, onu kötülük kuvvetleri (a-dharnıa) tehdit e t m e k t e d i r . Eğer d üzen ,

361

vakitsiz yani norm al devrinden önce tehdit edilm işse, H indular, Vishnıı’nun kötülüğü (Malin) mağlup etmek İçin cisimleştiğini kahul ederler (Ava tâ ra doktrini). Budistlere gelince, onlar, gerçek manevi kanunun (dharm a) yokluğa (N ir­ v ana) u laşm ak o ld u ğu fikri üzerind e d u ru y o rlar. Çünkü onlara g ö re yaşadığım ız dün ya, zıd güçlerin savaşına adanm ıştır. (Sevinç - acı, sıcak soğuk, vs. gibi). Nihayet d h arm a kelimesi, Budizmin temel doktrinini belir­ tir. Fakat H indular da, dinlerini, "S a n a ta n a D h a rm a " yani "E b e d î K a­ n u n " olarak isim lendirirler. Ö yleyse iki din arasındaki fark, onların koy­ duğu d eğerler sistem inde b ulunm aktadır. Bunun için Budizm , manevi kanunun iç veçh esin e önem vererek N irvana yi kazanm ak için dünyayı

terk ederken; Hinduizm, sosyal düzen mefhumu üzerinde İsrar eder. Bu­

7

X

362

nun için ilahlar yanında dharm a, ilâhlar p an th éon u h u n fonksiyonel o rg a­ n izasyonudur. İnsanlar yanında D h arm a, hazırlanan bir âyinle yönetilen kült oian kast sistemidir. Tabiatta ise D harm a, evrensel nhenktir. Yani ayın safhaları, güneşin dönüşü, gerekli zam anda, m ussonlarm gelişi v.s. gibi. Ve yine insanların m ecbur oldukları gibi davranm aları, N irv an a: Sanskritçe bir kelime oian N irvân a, yok olma anlam ına gelm ek­ tedir, pâli dilinde bu N ib b â n a dem ektir. Budizm bu kelime ile, yüce (Transcendantal) bir hâli belirtir. Ona göre bu hâle, ancak, fenomenlerin dünyasından tam olarak ayrılm a gerçekleştirildiği zam an ulaşılır. Böylece N irvâna, zihni faaliyetin yok olması (Nirodhn) olarak tasvir edilen yoga'm n kaivalya haline, çok benzemektedir. H in d u izm d e, Brahm an’a döndüğü za­ man, A tm an 'ın (Ruh) bulunduğu yeni durum u belirtmek için de N irv ân a kelimesi kullanılmıştır. Bununla beraber birçok Budist ekolu, metafizikle­ rine bir ikilik (dualité) dahil etmek korkusuyla bir ruhun varlığını İnkar etm işlerdir. Böylece kişi, bütün varlığı ile (Bedeni - Ruhu) norm al hayatın şartlarından kurtulduğunda yani artık, soğuk ve sıcaktan m uzdarip ol­ madığı zam an, bilhassa bedbahtlığın kökü ulan dünya isteklerinden kurtul­ duğu zam an, bu dünyada Nirvana ya ulaşır. Dünyevî şartlardan kurtulmuş olan şahıs artık K arm an ı kendinde biriktir­ m ez. Böylece, önceki hayatlarında kazandığı Karm an (önceki h ayatlard a ifa edilen işler) yıkılır. Ölüm anında da tam olarak N irv â n a ’yı gerçekleş­ tirir. Fakat çoğu defa bu makam, hayatın kötülüklerinin hiçbirinin hissedil­ mediği daimi bir ikametgâh olarak takdim edilmiştir. Böylece bu, okyanus­ ların ve samsârn (sürekli hayatların devri dnimi)nin ötesinde öbür kıyı ka­ zanıldığı zam an kavuşulan bir ö lü m sü zlü k tü r. C en net m efhum unu hatırlatan bu N irvana anlayışı, özellikle halk Bııdizıni içinde çok canlıdır. Pek tnbiiki oradaki Budizm , felsefî bir ekolden ziyad e bir kurtuluş dini özelliği taşım aktadır. P A L İ: Budizm in en eski metinlerinin yazıldığı d ile verilen addır, Pâli, aslında kuzey H indistan kökenlidir. Böylece pâli, bir p râk rittir. Yani doğrudan d oğruya, sanskritçe’den çıkan bir bölge dilidir. Buda'nm bu dille vaaz etmiş olması m üm kündür. Yine Budist metin yazarları tarafından bu dilin kullanılmış olm ası m uhtem eldir. Bu m etinler, B u da’nin ölüm ünden sonra, d ört asırdan fazla bir zaman, tarihini taşım aktadır. Pâli dili, bizzat, Buda’nm B én arès yakınlarında tebliğ yaptığı zam an kullanılan bir dilden tü rem iştir. Bu gün , S e y la n 'd a , B i r m a n y a 'd a , K a m b o ç y a 'd a , L a o s ’da

9 10 11

12

13

B u d ist pâli dili, Buda rahipleri tarafından âyinde kullanılmaktadır. Buda m etinlerinin antoîojik bir özeti İçin Bak: R.A. G ard, Le Boudhisme, Paris, 1970. P. Levy, Buddhism a m ystery Religion, Londres, 1957 U p a n is h a d : V eda esas olarak ayinle ilgili form ülleri ve yaygın talim at bütününü ihtiva etm ektedir. Buna, liturjinin yorum una hasredilen nesir ha­ lindeki dev eserler de ilâve edilebilir, Bunlar, "B R A H M A N A " diye isim ­ lendirilm işlerdir, Çünkü bunlar, Veda dininin metafizik esasını araştırm ak­ tadırlar. Bu eserler, kısa bölüm lerle sonuçlanm aktadırlar. Bu bölümlerde, İnsan varlığının sonu veya kozm ozun teşekkülü, Tanrının Tabiatı, v.s. konu­ ları üzerinde a k ıl, kendi kendim ize soru sorm ak için "A y in le ilg ili" y o ­ ru m lardan ayrılm ak tad ır. İşte B rahm anad an ayrılan bu bölüm lere U p anişadlar adı verilir. M ilâddan bin yıl öncesinin tarihini taşıyan Veda U panişad'îarınm sayısı o n b e şi geçm ez. A ncak, klâsik H induizm in belli başlı m ezhepleri oluştuğu zam an (Y an i m ilâ d î ilk a s ırla r b oy u n ca) bu topluluklar, biribirlerine m evsuk bir edebiyat verm ek istem işler ve yeni U pan ishad ’lar bu gaye ile m eyd ana gelm iştir. Bu olay, çağ d aş zam an lara k ad ar d evam etm iştir. Ç ünkü, m üslüm anların H indistan'a geldiklerinden sonra bir "A lla h U p ­ a n is h a d " vardı. "R â m a k ris h n a U p a n ish a d " ise bu asrın başında kaleme alınm ıştı. Bununla berab er, en değerli olanlan en eski U panishad'İardır. Çünkü onlar, V e d ân ta'm n kaynağını teşkil ederler. Gerçekten radikal bir­ lik ilk defa H înd edebiyatında ifade edilmiş ve bu ekolun büyük üstadîan S H A N K A R A , R Â M Â N U JA , isbatlannı Veda U pan ishad lan nd an aldık­ ları nakillerle desteklem işlerdir. Şüphesiz bu metinler, "B h a g a v a d -G ita " ile birlikte H ind felsefesinin gelişm esinin kaynağını teşkil ederler. A ncak onların temayüllerinin sadece metafizik olmadığı, onların yanında ayinle il­ gili buyrukların, dünya, ahlâk, tıpla ilgili m uşahadelerinde yer aldığına dik­ kat etmek gerekir... Felsefi açıklam alar ve ekollerin kavgaları bir yana bırakılırsa Budizm in, nisbeten basit bir esası; birkaç temel fikrin etrafında organize edilebilir. Bu­ nun da izahı, Buda'nin m aneviyatına girişi hatırlatm adan yapılam az. Bu konuda Bak: A . Bareau, Le Bouddha, Paris, 1953, VV. Rahula, L'Enseignem ent du Bouddha, P aris, 1961. K A R M A N : Sanskritçe bir kelime olan K arm an, iş, faaliyet, h areket an­ lam ına gelir. Brahm anist ilahiyatçılar tarafından ferdin, h ayatı boyunca değerli veya değersiz olarak biriktirdiği şeyler bütününü belirtmek için kul­ lanılm ıştır. Büyük H indu çoğunluğu tarafından kabul edilen bir anlayışa g öre insan, üç elem andan m eydana gelmiştir: Beden (Duyu ve hareket o r­ ganları), A k ıl (m anas: zihnî organ ). Ruh (A tm an). İşte bu sonuncusu, te­ sadüfen fenomen dünyasına inmiş olan bir özdür. Orada bu öz, kafesteki bir kuş gibi dünyanın sonuna kadar hapis olarak kalacaktır. Sözü edilen kuş, uçm ak istiyor. Fakat o, fertlerin ifâ ettiği hareketlerin herbiri vesilesiyle d ok uduğu ağlarla tutuklu bulunuyor. (İşte bedenle Ruhun misali). Çünkü iyi ve kötü her hareket, görülm eyen fakat gerçek olan bir sonucun nedeni­ dir. İşte buna karm an denm iştir. Bu, ruh üzerine tesir eder ve onu başka bir şartta veya sonsuz yeniden doğuşun bir devresinde ferdin ölüm üne sevk eder. Böylece aynı d eğişm ez ebedî ruh, zam an lar b oyu nca, h ayvan

(E : 24) 363

14

15 16

şartlarından, insan şartlarına geçen göçm en bir kuş gibi bedenden bedene geçer. Bu sürekli h ayatlar boyunca biriken karmanın değerine göre, kötü­ lük yok olu r. Böylece, yüce bir ermişlik hareketi ferdi, kutsal bir statüye ulaştırabilir. Fakat bu sadece başkalarına karşı yüksek olan bir haldir. O n­ ları aşam az. Bir m ü d det son ra, kendisinin o m evkiye ulaşm asına imkan veren liyakati tüketen ruh, ya bir insan bedeni ya da hayvan bedeni içinde kendini gösterir. Ancak yine, hareketsiz yaşanam az. Yeniden karm an depo edilir ve bu sonsuza dek böylece sürer gider. Böyle bir teorinin doğurabileceği m etafizik bir üm itsizliğe karşı, sayısız Hindu m ezhepleri böyle bir lanetten kaçmaya imkan veren bir kurtuluş yo­ lunun varlığını ifade etm işlerdir. Meselâ, B h a k ti’nin m ensupları. Tanrının {vishnu, shiva, krishna, tanrıça) inayetiyle mu mini, cennetinde sonsuzluğa dek tutabilir, derler. D iğer m ezhep salikleri, ferdin, karm anın birikim m e­ kanizm asının şuuruna vardığında, hareketi reddederek onu kırabileceğini ifade etm işlerdir. Böylece ruh, S am sâra (sonsuz yeniden doğu şlar d evr-i daim i) dan kesin olarak kurtulur ve hüviyetini m utlaka (Brahm an) gerçek ­ leştirir. Ancak ebediyyen fenomenler dünyasından kurtulur ve bir daha da bedenleşm ez. Yoga pratiği yapanları da ferdi, insani şartlardan çekip çıkar­ m ak ve ona karm an'dan kurtulm aya imkan verm ek için onu yap m ak ta­ dırlar. B u rad a çok sayıda m odern H indu'nun da gelecek hayatlarını Hıristiyan lar v e m üslüm anlar gibi cehennem veya cen net olarak tahayyül etm e m eylinde olduklarını da ilave edelim. Bununla beraber, K arm an mef­ hum u, geleneksel din ve felsefe içinde esas olarak kalm aktadır. Bu mehfum , H indu evrensel kültürünün içinde heryerde vardır. (Bak: L. Renou, Religion of A ncient India, Londres, 1953) Q u ie tism e : Lâtince istirahat anlam ına gelen q uies kelim esinden gelm ek­ tedir. Q uietism e, İspanyol rahip Miguel Molinos (1628 - 1696) tarafından h azırlan an ve "L a G uıde S p iritu el" adlı eserinde özetlenen bir Saf aşk doktrinidir. Bu doktrin, Fransa'da fe n e lo n ve M ad am G uyoıı üzerinde büyük bir tesir yapm ıştır. Bu doktrin, İlâhî iradeye mutlak teslimiyeti önerir. İnsanî çabaya büyük bir güven atfeden metodik m urakabelere ve manevî ekzersizlere karşı reaksiyonla bu doktrin, ilahi iradeye mutlak terki önerir ve ilâhî inayete mutlak güveni tercih eder. Şayet ruh, Allah'la samimi ve güvenilir bir birlik içinde ise, güçsüzlüğün ve bedensel igvalnrın ne önemi alabilir, işte bu pozitif durum , birçok yolsuzluklara götürebilirdi. Bunun için M olinos müebbet hapse mahkum olm uş ve 1696’da bîr h ücrede ölm üştür. Onun az veya çok deform e olm uş fikirleri, Fran sa’da B o ssu et ve F en elo n arasındaki q u ie tism e mücadelesini beslemiştir. (Bak: Miguel M olinos, Le Guide Spirituel, Fransızca'ya çeviren, Jeun C renier, Paris, 1971) E. Lnm otte, His toi re du Bouddhism e indien, Louvain, 1958 M a z d e ism e : A vestada takdim edildiği gibi İran dinine verilen bir isimdir. M nzdeizm , M.Ö. iki bin yıldan beri m evcuttur. Hâlâ bugün bile İran'da (Kemimi bölgesinde) G u eb re küçük cem aatı tarafından ve H indistan’da (Bom bay bölgesinde) parsî'ier tarafından bu inanç yaşam ak tadır. Başlan. gıçta yani, M.Ö. üçüncü bin yıl boyunca bugünkü Türkistan'da h ayv an ­ cılıkla geçinen, H indî - A vrupai bir dil konuşan bir kabileler konfederasyo­ nu vardı. Tedrici şekilde bu kabileler güneye doğru göç etmişler ve iki gru­ ba ayrılarak İran'ın kuzeyine ve penjnb'a yerleşm işlerdir. Sonra köklerinin

364

m üşterek old u ğu nu h atırlay arak biri birleri ne Aryen isi m ini verm eye d e­ v am etm işlerdir, işte Iran ismi, buradan gelm ektedir. H er iki yeni ülkede bu kabileler, orada daha önce yaşıyaıı cem aatlerle temas kurmuşlar ve dîn­ lerini tahrif ederek y aşam ay a d evam etm işlerdir. îşte İran’da AV ESTA , H in dd e d e V ED A böyle d o ğ m u ştu r. H er iki kitap da, iki ülkenin dini inançlarının ifade edildiği bir liturjik m etinler derlem esidir. A ncak ikisi arasında m üşterek esas daim a anlaşılsa da yine de yapılacak bir m ukayese H indou-K oush'un doğusu ile batısı arasındaki ideolojinin çok farklı olduğu d erh al açığa çak m ak tad ır. Ç ünkü, V eda’ya bağlı H indliler, politeist te­ m ayüle v e ibadete çok önem verm işlerdir. Oysa îranlılar, m onoteizm i be­ nim sem işler ve liturjiyi basitleştirm işlerdir. İran'da, Aryen ilahiyatının birtek v e iyilik isteyen Allah'ın vahyi anlam ı içinde değiştirilm esi Zerdüşte (zoro astre) atfedilm ektedir. (Bak; J. Varenne, Z arathustra et la tradition M azdeenne, Paris, 1965) Z A R A T H U S T R A : Şüphesiz zerd ü stü n vaazının başladığı devir, bize m eçhul kalm aktadır. Fakat kesin olan, mnzdeizm in İran'da büyük II. C yrus zam anında müşterek din olduğu hususudur. (M.Ö.: 559 - 530). Böylece mnz­ d eizm , M.S. VII. A sırd a İran 'd a, Islâm fethi oluncaya kadar yaşam ıştır. M nzdeizm A ryenlerden sayısız canlı türlerinin yasadığı hiyerarşileşm iş bir kainat m efhum u m uhafaza etm iştir. O rada hayvanlar, insanlar, tanrılar hiyerarşisi v ard ır. T anrılar dahil bütün bu türler, birtek yüce varlık olan A hu ram azdan ın (H akim Rab) otoritesine tabidirler. Bu, iktidarını icra et­ mek için, altı aziz ölüm süzden (Am esha Spenta) teşekkül eden bir konsey tarafından yardım görm ektedir. Bu konsey şunlardır: 1- Vohû M anah : Kutsal Ruh - iyi düşünce 2- Asha : Adalet 3 - Kshathra : im paratorluk 4- Armaiti : Sofuluk 5- H aurvatat : D oğruluk - Dürüstlük 6 - A m e re tâ t: Ölümsüzlük A v esta, M azdava v e onun altı m eleğine bağlı çok sayıda d iğer aşağı Tanrılar zikreder. Şüphesiz, cehennem de bu yönden zengindir. Çünkü her Tanrı, tam am en zıt bir hasımla belirlenmiştir. Meselâ, kötü düşünce, kötü ruh olan A aka M an ah, iyi düşünce, kutsal ruh olan Vohû Ma n ah'm karşısm dadır. H astalık, ölüm , ahlâksızlık gibi m uzdarip olduğum uz bütün fela­ ketlerden sorum lu olanlar çok sayıda şeytandırlar. Bunlara Özel isimler at­ fedilir. D aha genel tarzda şeytan dünyası, Druj dünyasıdır (Kötülük). Bu şeytanî veya T anrısal varlıkların m evcudiyeti, onların yardım cıları veya hasım ları olduğu yüce varlığın m evcudiyetine tabidir. Bütün bunlarla beraber, m azdeizm in ikinci büyük devresinde bir evrim oluşm uştur. Yani, sasânilerin hakimiyeti altında (miladi 111. Asırdan itiba­

ren). N eticede M A Z D A , gitgide yegane Tanrı olm uş, diğerleri ise onun yüce kudretinin tezahürleri olarak kabul edilmiştir. F akat o zam an d a kötülüğün hesabı nasıl verilecektir? İşte zaruri olarak ilâh iyatçılar A N G RA M A N YU (m erham etsiz Ruh) dedikleri bir hasım varlığı ortaya çıkarm aya ve undan da iyilik ruhu Abura Mazda (diğer adı sp enta M an uy) k ad ar güçiü bir varlık m eydana getirm eye sevkedilm islerdir. İste bu, saf haldeki dünlizm dir. Bundan bir iti/al hareketi olan

365

M anichéenne (M aniheizm ) hareketi doğacaktır. Mani'nin vaazı vesilesiyle H ıristiyan, m üslüm an basım lara cevap verm ek üzere m azdeenler, spenta m anuyu (A hura M azda) m azdaya bağlı bir çeşit melek haline getirerek bir m onoteizm kuracaklardır, işte o andan itibaren temel strüktür şöyle teşekkül edecektir: "Yegane hakim olan A hura M az­ d a", A ngra M anyu tarafından yönetilen, kötülük kuvvetleriyle, spenta m aunyu tarafından yönetilen iyilik kuvvetlerinin çarpıştıkları bir evrende saltanat sürm ektedirler. M üslüm an işgalinden sonra M azdeen teolojisi pehlevi dilinde açıklan­ m ıştır. O zam an A hu ra M azda O R M U Z D v e A n g ra M anyu ise A H RİM AN olm uştur.

17

366

G ünüm üzde ise, G uèb res ve parsîler, m üslüm an işgalinin arefesinde sasanilerin hakimiyeti altındaki mazdeizmin değerlerine oldukça sadık olan bir dinî, yaşam aktadırlar. Bu toplum . Hindin kastlarına benzeyen çok kapalı bir toplum dur, M azdeenler, her çeşit İslâm î ve H in du tesirinden uzak kalmışlardır. Ancak XIX. A srın sonunda, p arsî ilahiyatı,Hindistan'daki Anglikan m isyo­ nerlerinin takdim ettikleri hıristiyan değerlerine uym a teşebbüsü ile d am galanm ıştır. Bu teşebbüsde ahlâkçı bir edebiyatın geliştiği görülür. Orada zerdüşt, ilk tarzda Isa’yı temsil etmektedir. Diğer parsiler ise, theosophinin belli başlı prensiplerini kabul ed iyorlar ve H ıristiyanlıkla m azdeizm in arasm dak farkları aşmaya çalışıyorlar. Bugün ise bu m odeller aşılmıştır. Bugün daha çok H indde ve İran ’da milli­ y etçi d u y g u ların uyanışına yönelik bir k ayn ak lara d ön ü ş h areketi görülm ektedir, H İN A Y Â N Â : H inayânâ ismi (k ü çü k y o l), M ahâynrta'nm (Büyük Yol) düşm anları tarafından verilm işe benziyor. Gerçekten m ahâyâna'nın m en ­ suplarına takdim ettiği çok büyük yol karşısında, H inayâna oldukça dar ve katı bir yol fösterir. "K ü çük y o l" doktrininin esas bölümü "B ü y ü k yoI"d an oluşm aktadır. Onun en önemli metinleri ise sanskntçe değil, pâli dilindedır. Aslında bu "K ü çü k y o l" daha yeni bir m ahâyana'dan başka bir şey değildir. Şüphesiz bu iki akım başlangıçtan beri,m üştereken vardı. Çünkü bunlar, Budizm in iki tam am layıcı veçhesine uygun düşm ekteydi. Teşek­ külünden sonra H in ayâna, Hindistan'ın dışında güneye doğru yayılmıştır: S e y la n , B irm a n y a , M a le z y a , T a y la n d , K a m b o ç y a , L a o s . O ysa, M ah âyân â, T ib et, Çin, Viet-NTam 'a doğru yayılm ıştır. Genel olarak H in a y â n â , Buda'm n talimlerinin ahlâki veçhesi üzerinde İsrar etmektedir. Çünkü onlara göre, insanın bedbahtlığı, dünyevi arzularından ileri gelmek­ tedir. Bunun için tek kurtuluş yolu, uygun bir psycosom atik teknikle bu isteği yok etmektir. Şüphesiz ilâhiyatçılar, B u dan ın, "iy i y o lu " v aaz ederk­ en acıyı tadd ığm ı inkar etm iyorlar. Onların üzerind e durdukları konu, Buda'mn dindarlıkları karşısında insanları kurtaran'bir Tanrı olmadığı nok­ tasıdır. O nlara göre B u d a , katetmek isteyen insanlara yol gösteren bir üstaddır. Bunu gerçekleştirebilmek için ise insanın, doğru bir davranış, dai­ mi tefekkür, bir nevi zihni bir yoga ekzersizi gerekm ektedir. (Bu, zihni her çeşit arzudan temizlemek için yapılır.) H m ayânâ Ekolu, L â ik lerin , "Bhikku" (dilenci rahipîer)ların yaşadığı m anastırlara çekilerek hedefe yak ­ laşabileceklerini kabul etm ektedirler. Bu staj dönem inde lâ ik , bir rahip

18

19

gibi giym ekte ve onun gibi sad akalarla yasam ak ta, tavsiye edilen bütün ruhî ekzer sizi eri yapm aktadır. Bu ekolde kadınların görevi, daha az serttir. Fakat rahibeler için de m an astırlar vardır. M A H Â Y Â N A : Budizm , ilk asırlarda, kurucusunun vaazlarının ahlâkî yönü üzerinde d u rm aya ve n etice itibariyle N irvanaya ulaşm aya im kan veren benliğe hakim olm a tekniğini geliştirm eye önem verm iştir. Bununla bera­ ber, çok kuru olarak görülen bu akım a karşı bazı Budistler, vaazlarını; daha z iyad e B u d a n ın sözlerinin ıslah edici veçhelerine ve y ery ü zü n e gelen Buda'nın ve B u da'd an önce gelen B u d a s'la rm tecrübe ettiği m erh am et üzerine yöneltm işlerdir. (Veya b izzat insanları, kurtarm ak için d urm ad an bedenleşen y eg an e Buda üzerine) Buna karşılık olarak insanlar, sayısız B o d h is a tv a ’lann ve b izzat B u d an ın önünde tapınm a tecrübesini ifa ede­ bilirler. Böylece, B udizm in, tedrici şekilde, yeni bir görü nü m ü h azırlan­ mıştır. îşte bu görü şün salikîeri, d ar denilen H ın av ân â'y a nisbetle buna " B ü y ü k y o l" (M ahâyâna) adını verm işlerdir. M ah âyân a ek olu , kara yolu ile H in­ d istan'ın dışında y ayılm a alanı bulm u ş; böylece T ü rk ista n , T ib e t, Ç in , K o re, Ja p o n y a , V ie tn a m , M ahâyâna m ensuplarına v atan olm uştu r. M a­ h âyân a ekolu, B u d iz m e , m ito lo jik b ir renk v erm iştir. Çünkü o, B u d a s'la rı alabildiğine ço ğ altm ıştır. Buna g ö re, B u d a s ’lar, sad ece büyük sayılarla y ery ü zü n d e değil, u zayd a da otu rm aktad ırlar. Üstelik h er Bu dh as, tabiat üstü bir v u cu d d u r. (H atta onun birçok vucudu vardır. Birtakım harikalar'da icra edebilirler.) Yine bu B u d h as'lard an A m itâb h as (ölüm süz ışık), A k s h o b h y a (sabit), B h aish ajy a G uru (tabib) v.s. gibi bazıları Özel tapınm a konusu olm uştur. Yine M ahâyâna'nin salikîeri, birtakım tanrılara v e tanrıçalara tapm aktadırlar. Çünkü göksel dünyalar olduğu gibi, cehen­ nemi d ün yalar da v ard ır. Sâlikler, ibadetlerini özellikle B o d h is a ttv a 'y a , yani varlıkların aşkı ile N İR V A N A 'y a girişlerini erteleyen istikbalin B u d h a s ’lanna ad am ışlard ır. (Bak: F. H ou an g, Le Boudhism e, de Finde à la chine, Paris, 1963) N Â G Â R JU N A : Hindistan'ın kuzeyinde milâdi ilk asırda yaşayan çok bilgi­ li bîr B u dist d ok toru d u r. K im ya m etinlerine, m etafizik m etinlerin eşlik ettiği bir eser yazm ıştır. Bu metafizik m etinler onu şöhrete ulaştırm ış ve onu H induizm deki S h an k aray a eş, m ükem m el bir Budist filozofu y a p ­ mıştır. N â g â rju n a doktrini " B o ş lu k " (Vacuité) üzerinde tem erküz etm iş­ tir. Yâni ona göre fenom ene! dünya cevherden yoksundur. Onun özel bir varlığı yoktur. O, boş şeydir. Şüphesiz bu düşünüş, Brahm anizm in bir esası olan Brahm an üzerine d ayan m ak tadır. Aynı şekilde, H indularm gözünde insan, realitesini kendinde duran A T M A N 'd an alm aktadır. Bununla b era­ b er diğer birçok Budist filozofları gibi N â g â rju n a ’da insanı, ruhsuz (sanssoi-m em enn-A tm nn), yani realiteden bos olarak açıklam aktadır. (Bak: K. Jaspers, N âgârjuna, in Les Grandes philosophes, Paris, 1963)

367

J

VII İSLÂM DİNİ

Yazan: Prof. Dr. Mehmet A Y D IN 1

Bugün kuzey Afrika'dan Endonezya'ya, orta Asya'dan Güney-doğu Asya'ya kadar uzan an coğrafya parçası üzerinde bir milyara yakın müslüman yaşamaktadır. Bu durumda İslâmiyet, dünya nufusunun beşte bi­ rinin dini olarak görülmektedir. On beş asırlık bir zaman dilimi içinde ge­ ride, m ed eniy etin zirvesine ulaştıktan ve Batı medeniyetinin temelini oluşturacak Y unan klasiklerini batı insanının anlayacağı düzeye çıkar­ dıktan sonra İslâm dünyası, bugün, siyasî, ekonomik sosyal ve kültürel bir krizin içine düşmüş görünüyor. Biz burada on beş asırlık bir zaman dilimi­ nin Islâm açısından bir tahlilini yapacak değiliz. Bu, bizi konumuzun çok ötesine götürür. Bizim burada yapacağımız, bir kuş bakışı üe, din tarihi hudutları İçinde Islâm'ın genel bir panoramasını çizmektir. Bu plân dahi­ linde İslâm dinini, doğuşundan başlayarak İslâm’ın temel k a y n a k la n , itik ad, ibadet, ahlâk, sosyal ilişkiler ve çağdaş düşünce a k ım la n açısından kısaca incelemeye çalışacağız.

1- İS L Â M ’IN D O Ğ U Ş U V E TA RİH Î GELİŞİM İ: Milâdi VII. yüzyılın başlarında Islâm, yüzölçümü Avrupa’nın üçte biri kadar olan Arab yarımdasmda doğmuştur. Arap yarımadası, Bizans, Sâsâni, Iran ve Hristiyan Habeşistan arasında y e r i l i y o r d u . Islâm ’ın doğduğu asırda, Arapların göçebe bir toplum olduğunu pek söyleyemeyiz. En önemli yerleşim merkezleri Mekke, Taif, Medine gibi şehir ve panayır merkezleriydi. Çölde birçok yerleşim merkezi vardı. Geçim kaynakları, b üyük ölçüde ticaretle elde ediliyor; Şam'a, Yemen'e ve Habeşistan'a önemli ticaret kervanları gönderiliyordu. İran’da Sâsâni imparatorluğu Hindistan'a kadar uzanan bir bölgeden beslenen Iran kültürüne sahipti.

371

Bizans, Batı Roma toprakları üzerinde Doğu Roma imparatorluğunun ha­ kimiyetini sürdüren Judeo - Chrétien (Yahudi - Hıristiyan) kültürünü tem­ sil ediyordu. Bütün bunlara rağmen, Arabistan'da Islâm’ın doğduğu yıl­ larda hakim olan kültür ve ona dayalı din, putperestlik olarak yaygın halde bulunuyordu. Yahudi ve Hıristiyan azınlıkların Mekke'de ve M e ­ dine'de bulunmasına rağmen Araplar, putperest kültüre bağlı kalmışlardı. Arap putperestliği çok tanrıcılığa dayalı idi. Fakat yine de m üphem de olsa Araplarcia Tek Tanrı inancı da vardı. İslâm öncesi Mekke, bir ticaret ve din merkeziydi. Kabe bütün çevre kabileler ve yerieşim alanları için kutsal bir yerdi. Kabe'de bulunan Haceru’l-Esved (Kara taş) saygı görüyordu. Ama yine de Arap toplumu cahiliyye denilen bir kültür bataklığında idi. Yani, insanlar k e n d ilerin i, k e n ­ di sevk-i tabiilerine göre yönetiyorlardı. Kan bağı topluma yön veriyordu. Kız çocukları toplumda kötü karşılanıyordu. Hak güçlünündü. Güçlü kabi­ leler, topluma hakim olabiliyordu. Kadının toplumda değeri yoktu. An­ cak yine de Islâm öncesi Arap toplumunda ailenin yeri daima sağlam şekilde kalmıştır. Hitabet, yazıya üstün tutuluyordu. İcraat daima önemliydi. Misafir kutsaldı. Onu himaye çok önemli bir kabile göreviydi. Arap toplumunun dini hayatı putperestliğe dayanmasına rağmen, M ekke’de " h a n i f " denen Hz. İbrahim dininde olduklarım söyleyenler de vardı. Bunlar, birçok arap âdetlerine uymakla beraber, Tek Allah’a inanıyorlar ve putperestliğe il­ tifat etm iyorlardı. işte İslâm bu sosyal, kültürel ve dini muhitte ortaya çıkm ıştı; Islâm'ın doğduğu yılların huzurlu ve mutlu yıllar olduğu söylenemezdi. Bizans'da mezhep kavgaları aynı dinin mensuplarını kırıp geçiriyordu. İran hem siyasi hem de dini yönden huzursuzdu. Bizans ve İran rekabeti bölgede huzur ve güveni daima tehdit ediyordu. Toplumlar, bir ahlâkî çöküş içindeydi. Dünya bu ortam içinde iken Hz. Muhammed (A.S.) M. 570 yılında doğmuştu. Hz. Muhammed Mekke'nin en Önemli ailesinden olan Hâşimi boyuna mensuptu. Çok küçük yaşta yetim kalmıştı. Babası Abdul­ lah, annesi Amine İdi. Küçük yaşta havaim sıkıntılarına göğüs germeye başlamıştı. Ticaretle meşgul olmuş, amcası Ebu Talib'in himayesinde büyümüştü. Doğruluğu, dürüstlüğü küçük yaştan beri herkesin dilinde idi. Namuslu ve zekiydi. Bunun için Mekkeiîler onu "e l -E m in " (Doğru adam) diye adlandırıyordu. Onun bu dürüstlüğü zengin bîr tüccar kadın olan Hz. Hatice'nin çok hoşuna gidiyordu. Onun adına Şam'a yaptığı bir ticaret kervanında iyi bir kârla dönmüştü. Hz. Muhammed'deki bu inceliklerle, Hz. Hatice'deki zengin mal varlığı kurdukları aile yuvasında bir araya gelmişti. Hz. M u h a m m e d ’in yaşı 25, Hz. Hatice’nin yaşı ise 40 idi. Hz.

372

Muhammed günlü k hayatın meşgalelerinden zaman zaman kurtularak Hıra mağarasına gider, İnzivaya çekilir ve vaktini tefekkürle geçirirdi. Milâdi 610 yılının, Ramazan ayının 27. gecesi, kendisine Hira m ağara­ sında Cebrail, görünerek, kendisinin Cebrail olduğunu, yüce Allah'ın onu peygamber seçtiğini haber vermek üzere geldiğini bildirmişti. Ona " o k u " dedi. O, ise her defasında okuma bilmediğini söylüyordu. Cebrail Hz, Muh a m m e d ’i, kolları arasına alıp kuvvetli şekilde sıkarak bırakm ış ve şöyle demişti: "Y ara tan R a b b in in adıyla oku: O, insanı b ir k a n pıhtı­ sından yarattı. Oku, R a b b in n ihay etsiz kerem sahibidir. Kalem le yaz­ mayı öğreten odur. İnsan’a bilmediğin i o öğretti."2 Bu şekilde karşılaştığı ilk vahiy, onu derinden sarsmıştı. Cahil iye Arap toplumu bu mesajı nasıl anlayacaktı? Vahyin ilk haberini eşi Hz. Hatice'ye anlatm ıştı. Hatice onun peygamberliğine derhal inanmıştı. Çünkü o güne kadar ondan hiçbir şekilde yalan duymamıştı. Hatice ile birlikte ona inanan birkaç dostu daha çıkmıştı. Fakat Kureyş bunu duyun­ ca, Hz. Muhammed'e alaylı bir tavırla cevap vermişlerdi. Ancak, yine de bu ortamda Hz. M uhammed'in getirdiği mesaj, ilk müslümanlar olarak kabul ettiğimiz, zenginden fakire ve köleye kadar küçük bir gruba ruh sukûnu ve mutluluk vermişti. Onun getirdiği mesaj ise çok açıktı: Allah'ın birliği, Ahiret hayatı, Cennet, cehennem , Hz. Adem'den Hz. İsa'ya kadar gelen b ü tü n peygamberlere iman şeklinde özetlenen ve Hz. İbrahim di­ niyle bağ kurulan b ir inançlar dizişiydi. Bu inancın mensupları, her geçen gün M ekke'd e artm aya başlayınca, M ekke aristokrasisinin sahipleri endişelenmeye başlamışlardı. Onlar, cemiyetlerinin geleneksel yapısının, Evrensel İslâm vahyi ile tehdit edildiğini görüyorlardı. İslâm dininin dinamik veçhesi, Mekkeli zenginleri endişeye sevkedîyordu. Yeni din, Allah'ın huzurunda herkesi eşit görüyordu. Toplumun en alt kademesinde­ ki bir köle, İslâm'ı kabul ederek, şehrin en zengin müslümam olan Hz. Ebubekîr'te din kardeşi olabiliyor ve aynı sosyal seviyeye çıkabiliyordu. Bu­ nun İçin İslâm, Mekkeli müşrikleri korkutmuştu. Mekke sitesinin sahip­ leri, İslâm'a ve onun mensuplarına en amansız şekilde savaş açmışlardı. Hz. M uham m ed'i, Kureyş yöneticilerine karşı himaye eden amcası Ebu Talib'in ölümü üzerine, Kureyş, b a sk ılan daha da artırarak, müslümanları çok zor durumda bırakmıştı. Bu sosyal, ekonom ik ve idari baskı altında daha fazla yaşamak mümkün değildi. Bunun için Hz. Muhammed hicret için bir çıkış noktası a rıy ord u .

Taifİ d en em işti.

O lum lu

cevap

alam am ıştı.

Daha

sonra

Mekke'den 35i) km. uzaklıkta olan Yesrîb (Medine) halkı ile teması dene­ mişti. M e k k e ’ye, K a b e ’yi ziyarete gelen M edîneliler'Ie ilk teması Mekke'de kurmuştu. Onlara İslâm’ı tebliğ etmişti. Onlar İslâm'ı kabul

373

ederek kendi arkadaşları arasında yeni dinin iman esaslarını y aym ış­ lardı. Böylece Medine’de bir avuç müslüman teşekkül etmişti. Bu, Hz. Muhammed ve müslümanlar için çok önemli bir dönemi başlatıyordu. Gerekli tüm müzakereler ve hazırlıklar tamamlanarak Mekke, müslümanlar ta­ rafından terkedüecek ve Medine’ye hicret yapılacaktı. Birçok müslüman, daha önce Medine'ye intikal etmişti. Nihayet Hz. M u h a m m e d ’le, Hz. Ebu Bekir de 16 temmuz 622 yılında Mekke'den M edine’ye hicreti gerçek­ leştirmişler ve böylece Medine’de İslâm, emin bir yer bulmuştu. Bu tarih, hicri takvimin başlangıcı olacak ve müslü manlar için yeni bir dönem b a şla y a c a k tı. Medine döneminde, Medineli müslümanlar Ensar = yardım eden, Mekke'den gelen müslümanlar da Muhacir = Hicret eden, adını almışlar­ dı. Medineli müslümanlar, tarihte eşi görülmemiş bir dayanışma ile mu­ hacir kardeşlerini kucaklamışlar, İslâm'ın ilk kardeşlik dayanışmasını benzeri bir daha pek görülmeyecek şekilde sergilemişlerdir. İlk İslâm toplumunun şekillenmeye yüz tuttuğu Medine döneminde Müslümanlar, şehir merkezinde birkaç dar kafalı yahudi hariç pek bir muhalefetle karşı­ laşm amışlardı. Kararsız müslüm anlar olarak vasıflandırabileceğim ız " m ü n a f ı k l a r " da, Medine'de ilk Islâm cemaatine bazı zararlar ver­ mişlerse de Hz. Muhammed'in (A.S.) engin toleransı, zamanla onları za­ rarsız hale getirmiş ve topluma kazandırmıştır. Böylece, Medine Islâm toplumu, daha serbest bir hareket stratejisi çizme imkanım bulmuştur. Bu­ rada ifade etmek gerekirse Mekke'de tesis edilen kişilik yapısına dayalı, Medine'de yeni bir toplum ve düzen kurulmuştur. Artık Mekke’de küçük bir cemaat özelliği taşıyan müslümanlar, Medine’de siyasî, ekonomik ve sos­ yal bir toplum halinde kendini göstermeye başlamışlardır. Bunun için her geçen gün Medine İslâm cemaatı, sosyal kurumlan geliştirme çabası içine girmiş, bu amaçla da İslâm kardeşliği, Medine'de yaşayan diğer sosyal grupların sosyal sitatüleri belirlenmiş ve Medine Anayasası içinde herkes bir yere oturmuştur. Medine-lslâm devleti Hz. Peygam berin önderliğinde gelen vahiylerle her geçen gün daha da aksiyoner olmaya yönelmiştir. Artık İslâm'ın bir devleti vardır ve egemen olan da müslümanlardır. Otor­ ite Islâm'ın vahyi ile belirginleşmekte ve Islâm dini hem bir din hem de bir dünyevî sistem olarak kendini göstermektedir. Siyasi otorite ağırlığı ile dini otorite ağırlığı arasındaki fark kalkmıştır. İslâm hem bir din hem de bir devlet yapısı içinde Medine Islâm toplumunda şekillenmiştir. Islâm’ın, itikadı, amelî ve sosyal hükümlerinin Öze kadar sindirildiği bu dönemin cem iyet yapısı, saadet asrının temellerini atmıştır. Bu temel üzerine oturan İslâm toplumu öylesine güçlü, öylesine inançlı ki, savaşta cenneti önünde görmüş, herhangi bir yolsuzlukta Allah'ı kendine şah d a­ marından daha yakın hissetmiştir. Bu ortamda Medine Camiî, sadece bir

374

ibadet yeri değil; en önemli savaş kararlarının alındığı, toplumsal felâ­ ketlere çözüm arandığı, halka heyecan verilmesi İçin en hararetli nutuk­ ların atıldığı bir mekan olmuştur. Medine’de bu muhteva ve muhit içinde temellendirilen İslâm devletinin, toplumunun sosyal ve siyasi güvenliğini de sağlam a bağlaması gerekecekti. Bunun için de Mekke'deki putperest kültü rüne dayalı dini ve siyasi gücü tesirsiz haîe getirmek gerekiyordu. M ekke gibi siyasi ve dini bir muhalefetin; çevrede güvenliği tesis etmeden bertarafı mümkün değildi. Hz. Muhammed’in ilk işi bunun için, Medine ve çevresindeki kabilelerle iyi niyet ilişkilerini sağlamlaştırm ak olmuştu. Bir dizi siyasi ve askeri hareketlerd en sonra hicretin VIII. yılma doğru çevred e em n iy et sağlanm ıştı. 629 yılında müslüm anlar Kabe'yi hac etmişlerdi. 630 yılma doğru bütün Hicaz bölgesi müslümanlar tarafından kazanılmıştı. Kureyşin ticareti çökmüş, nüfuzu kırılmıştı. Kabeyi putlar­ dan te m izlem ek ve Mekke'd e Islâm hakimiyetini kurmak için Hz. Muham m ed (A.S.) Hicretin sekizinci yılında yani miladi 630 yılında İslâm ordusu İle M ekke'ye girmişti. Kabe'deki putlar yıkılmış, Islâm'ın hede­ fine uy gu n b ir m ab ed haline getirilmişti. Putperest M ekke halkını, İslâm'a çağırmıştı. Gelenler gelmiş, gelmeyenler affedilmişti. Daha son­ ra, bütün Meke halki İslâm'ı kabul etmiştir, iki yıl sonra, Hz. Muhammed yüzbin müslümanîa Mekke'ye veda haccına gitmiştir. Orada, meşhur veda hutbesini okumuştur. İnsan haklarına saygıyı esas alan bu hutbe, tarihin eh meşhur nutku sayılmaktadır. İslâm birliği üzerinde hassasiyetle dura­ rak Islâm ümmetinin vazfilerine dikkat çekilen veda hutbesinde; karı k o ­ canın karşılıklı vazifelerinden, haksız kazançların, kan dökmenin kötü­ lüklerinden bahsedilmiştir. Artık bu, Hz. Muhammeh'in son haccı olacak­ tı. Nitekim Medine'ye dönüşünde hastalanmış ve 8 Haziran 632 tarihinde de hayata gözlerini yummuştur. Hz. Peygam ber'in vefatı ile M edine-lsîâm topluluğunun dînî ve siyasi aktivitesi durmamıştır. Müslümanlar çok çabuk bir şekilde kendile­ rini toparlamışlar ve bırakılan yerden yeniden başlamışlardır. 632'den 661 yılm a kadar uzanan yirmi dokuz yılık dönem, dört halife dönemi olmuştur. Peygamberin vekili anlamına gelen H alife sözcüğü, hem siyasi hem de dîni vazifeleri üzerinde toplayan mü'minierin reisine, bir unvan olarak verilmiştir. Bu anlamda h a l i f e , dini ve siyasi liderdir. Namaz kıldırmakta, siy asi otoriteyi mü'mmier'le birlikte icra etmekte, Allah'ın kanunlarını tatbik etmektedir. Dört halife döneminde Islâm coğ rafy a­ sının hudutları, Suriye, Mısır, Mezopotamya, İran ve Hindistan'da İndüs ırmağına kadar uzanan bölgeyi içine alıyordu. D aha sonra İslâm hilâfetini ellerine geçiren Emeviler (661-250) İslâm devlet merkezini Şa m ’a naklederek, İslam'ın h u d u t la r ım , Çin'e,

375

Hindistan'a kadar uzatmışlar, Batıda ise Fransa’ya doğru ilerleyen Islâm ordularını Foitiers'de Batı zor durdurmuştu. îslâm devletinin yönetimini ellerine alan Abbasiler (750-1258) beş asra yakın bîr zam an B ağ d at’ta îslâm iyetin mudafiliğini yapm ışlar, Islâm bu dönem d e özellikle teolojik ve felsefi boyutu ile derinlik ka­ zanmıştır. Bağdat'ta kurulan "B e y tü 'l- H ik m e " Yunan düşüncesiyle İslâm düşüncesinin belli oranda karşılaşmasını sağlamış, İslâm düşüncesi bu ya­ bancı düşünce karşısında kendi şahsiyetini derinden bulmaya yönelmiştir. İslâm dünyasında fikri derinliğin en yoğun olduğu bu dönem, İslâm'ın altın çağı olarak geçmiştir. IX. Asırdan XI. kadar uzanan îslâmi döneme, klâsik hümanizm dönemi adı verilmiştir. Bu dönemlerde Bağdat'ta büyük bir fikri canlılık yaşanırken, Kahire'de Fatim iler, Ispanya’da Endülüs Emeviîeri emsalsiz bir parlaklıkta İslâm medeniyetini devam ettiriyorlardı. X. yüzyıldan itibaren ücretti Türk askerleri ağırlıklarını hissettirmeye başlamışlardı. Abbasiler, içten, Karmatiler gibi kom ünist hareketlerle sarsılmıştı. Dışardan ise, Haçlılar 1095 ve 1270 tarihleri arasında, sünnİ Islâm’ın birleşmesi için hedef olmuştu. Bu birleşmenin de belli başlı mi­ marı Salahaddin-ı Eyyubi olmuştu. Cezayir'de, Fas'da ve özellikle Kahire’de Abbasi İmparatorluğu bağımsız krallıklara bölünmüştü. 929-1031 yıllan arasında, hemen hemen bir asra yakın bir dönem, îslâm dünya­ sında birbirine muhalif iki halife olmuştu: Bağdat halifesi ve Endülüs Emevilerinİn Kıırtuba halifesi... İspanya m ü slüm anlan, Hıristiyan fetih darbeleriyle gittikçe ufalmış ve nihayet m ü slü m an İspanya 1492'de düşerek tarihe karışmıştır. XIII. yüzyılın ortalarında kendini gösteren Moğol istilası Doğu Müslü manlarriçin büyük bir felaket olmuştu. Bu dönem, Orta Asya s t e p ­ lerinden gelen g öçebe Bııdistlerin sahneye çıkış dönem idir. 125S'de B ağdat’ı kuşatm ışlar, halifeyi ve ailesini öldürm üşlerdir. Ancak daha sonra İslâm'ı yavaş yavaş kabul etmişlerdir. Ne varki Moğoliar, Anadolu Selçuklu devletinin de yıkılmasını sağlayarak, Anadolu Selçuklu Türk İmparatorluğu da XIII. yüzyılın sonuna doğru tarihe karışmıştır. Anadolu Selçuklu İmparatorluğunun parçalanmasıyla Bilecik bölge­ sinde uç beyliği olarak görev yapan Osman oğullan parlamaya başlamış ve XIV, yüzyılda bu bölgede güçlü bir beylik olarak, gelecekte kuracağı imaratorluğun temellerini atmıştır. Kısa bir zaman sonra Osmanlılar, Bursa'yı başkent yaparak, Avrupa'ya doğru ilerlemişler, Edirne'ye baş­ kenti taşıyarak Balkanlara açılmışlardır. Bulgaristan fethedilmiş Batı imparatorlukları tehdit altında tutulmaya başlamıştır. Kuruluşundan iki asır bile geçmeden Bizans’ı tarihten silen Osmanlı Türkleri yeni bir çağ başlatmışlardır. Altı yüz yıllık bir zaman, Islâm'ın savunuculuğu görevini

376

üstlenen Osmanlı İmparatorluğu 1918’de birinci dünya savacı ile tarihe . gömülmüştür. Ancak, Osmanlı Türklerinin öz torunları bugün Anadolu'da hâlâ Islâm’ın en sâdık bekçileri olarak ayakta durmaktadırlar. XVI. yüzyıldan bugüne kadar İslâm dünyasında müslüman devletle­ rin varlığını belli başlı dört İslâm devleti belirlemiştir: Osmanlı impara­ torluğu, medeniyetinin doruk noktasına Kanûnî Sultan Süleyman za- ; manında ulaşmıştır. Osmanlı imparatorluğu onun zamanında üç kıtada hüküm sürüyordu. Ancak XX. yüzyılın İlk çeyreğinde Rusya, Ingiltere, Fransa, İtalya tarafından " H a s t a A d a m " olarak ilân edilen Osmanlı, Batı devletleri tarafından parçalanmış ve Osmanlı'nın torunları Anado­ lu'da bugün bağımsız bir devlet olarak denge unsuru olmaya devam et­ mektedir. XV. yüzyıldan XVIII. yüzyıla kadar saltanat süren safeviler, XVII. yüzyılda şiiliği devlet dini olarak empoze etmişler ve kendilerine has bir kültür ve medeniyet meydana getirmişlerdir. Bugünkü Iran yönetimi de şii ağırlıklı bir İslâm devletini ayakta tutmaya çalışmaktadır. Hind kıtasında kurulan Hind-Moğol imparatorluğu ise Sünni Islâm çizgisinde iken, Sultan Akbar (1542-1605) şiiliği benimsemiş ve Hinduiz­ m e açılarak sanskretık bir dini atm osfere yol açmıştır. Bu imparator­ l u k l a 1857‘de îngilizîer tarafından sürgün edilen son Moğol sultanı İle yok olmuştur. Bugün bu kıtada Pakistan, Hindistan, Bengaldeş olmak üze­ re iiç ayrı devlet yaşamakta, müslümanlar sünni Islâm çizgisinde, Islâm dünyasında çok önemli bir rol oynamaktadırlar. Hindistan'da Hindular, Sikhier olmak üzere diğer din m e n su p la n ile birlikte yaşayan miisliimanlar, zaman zaman dini problemlerle karşılaşmaktadırlar. Fas ise, tarih boyunca bağımsızlığını korumasını bilmiş ve hane­ danlar şeklinde yaşamaya çalışmıştır. Kral Haşan bugün, Fas yönetiminin başında, İslâm ’la - Batı modernizmini belli bir senteze ulaştırmak için gayret göstermektedir. Bunların dışında diğer ülkelerde de İslâmiyet, varlığını sürdürmüş­ tür. Bugün bir milyara varan müslüman nüfus dünyada önemli bir dinî ve sosyal ünite olarak dikkatleri her zaman üzerine çekmektedir. Kuş bakışı ile buraya kadar çizmeye çalıştığım, İslâm’ın yayılm a konusunu ne üe izah edebiliriz? Bu konuda özellikle Batılı birçok yazar birçok sııpekı:latif görüşler İleri sürmüştür. Peygamberinden hemen sonra d oğd uğ u toprakların dışına çıkan İslâmiyetin, bu yıldırım hızı ile yayılışını, miislümanların dinî ve aklî melekelerinin güçlülüğü ile izah edebiliriz. Tepeden tırnağa, kendilerini Islâm’a teslim eden kadroların, dünya görüşleri, " A l l a h ’ın rız a s ın d a n " başka bir şeye dayanmıyordu.

377

Herşey Islâm için ve Allah için yapılıyordu. İslâm, adalet ve eşitlik esasına d ayanıyor, fethettiği bölgelerde insan haklarına saygı g öste­ riyordu. D ünyayı hiçe sayan, fakat buna rağmen de dünyadan n asibini un utm ay an b ir İs lâ m cem aatı, bu yıld ırım h ız lı fe tih le ri g e rç e k le ş ­ tirm iş tir . Yoksa İslâm'ın bu hızlı yayılışının nedeni, içten çöken Bizans değildi. Mezhep kavgaları ile yaralanmış da olsa o dönemde Bizans yine güçlü bir devletti. Yine Islâm'ın bu hızlı yayılışının nedeni alt tabakala­ ra (kölelere) üst tabakalara çıkma imkanını vermesi de olamazdı. Çünkü Islâm cemaatı "im tiy a z s ız ve s ın ıfsız bir to plu m " meydana getirmeye yöneliyor ve sadece imtiyazın Allah'ın yanında olduğunu ilân ediyordu. İslâm 'ın kısa zamanda bu kadar hızla yayılm asın ın ned eni, onun m e s a jla rın d a k i s a d elik ve a n la ş ılırh k olmuştur, in s a n h a k larına, din hürriyetine saygılı oluşu olmuştur. İslâm devletini yönetenlerin samimi­ yetleri, d ü rü stlü k leri; akan hayatın gidişine çare b u la n İslâm ay d ın­ larının kıvrak zekası olmuştur. Islâm ’ın zihinsel güçleri ile siyasi ve ida­ ri kadroların bütünleşmesi olmuştur. Islâm kısa zamanda bu kadar geniş bir coğrafya üzerinde yayılıp, medeniyetinin ışıklarını saçtıktan sonra niye bugünkü duruma düşmüştür? Her zaman sorulan bu sorunun cevabı pek kolay bulunamamıştır. İslâm ce­ maatlerinin, ilk başarı yıllarının gururu içine gömüldükleri şeklindeki ce­ vap, pek tatmin edici görülmemektedir. İslâm âleminin geriye kalışı olayının, tek yönlü bir cevapla çözülemeyeceği kanaatindeyiz. Her sosyal hadise gibi bu da kom pleks bir olaydır. Fakat çöküşün ve gerilemenin temelinde bizce yatan "z ih in s e l m ekan izm a n ın " istememesidir. Yan i, entellektüel tembelliktir. Gazali’den sonra (öl. 1111) durgunlaştığı kabul edilen İslâm ’ın zihin sel işleyişinin,bir türlü canlılık k azanam am ası Islâm aleminin gerilik nedenlerinin belki de en önemli sebeplerinden b i­ ridir. Islâm dünyasının geri kalma olayının vebalini İslâm dinine yük­ lemek son derece haksızlık olur. Abbasiler dönemindeki rnüslümanı dina­ mik hale getiren İslâmda aynı İslam'dı. Bunun için vebali İslâm'a değil; müslümanlara yüklemek gerekecektir, O dönemde X ’i bulan, saat aralık­ larındaki dakikaları bile hesap edebilen müsiümanm beslendiği dinde bugünkü müslümamn beslendiği din aynıdır. Kavnak değişmemiş, bakış­ lar, sezgiler, d inam izm değişmiştir. Bunun için o günün müslümanları birçok keşiflerin sahibi olmuştur. Hatta Batılı kaynaklar, İslâm dünya­ sının o zaman, Çin icadları için bir ara menzil görevi bile yapmadıklarını itiraf etmektedirler. Müslümanlar o dönemlerde kendi Ogörüşlerini ortava i j koymuşlar ve kendilerine başka yerlerden gelen şeyleri de olgunlaştır­ malardır. Ancak özellikle XII. yüzyıldan itibaren düşünce durgunlaşmış,

378

iç tih a d konusu İşletilmemiş, geçmişin eserleri şerhlerle yeniden ortaya konmaya başlanmıştır. İslâm topîumunun sosyal değişme dinamiklerine göre İslâm'ı ayarlayan mekanizması, İçtihad olduğu içinde yeni sosyal şartlara İslâm’ı adapte etmede güçlük çekilmiştir. Aslında değişen dünya şartlarına göre, Islâm'ın Kitap ve Sünnete bağlı yeniden yorumu, bugün de Islâm dünyasının aktüel bir problemidir. Bu reformist bir yeniliğe duyulan özlem değildir. Bu, İslâm topîumunun akışma engel olan maniaların gide­ rilmesi ve çağdaş müslümanm, hayatla bütünleştirilmesidir. Bunun için İslâm dünyasında çok geniş çap!: bir Islâm rönesansma ihtiyaç duyulmak­ tadır. Bunun için de İslâm dünyasının önce, bilim kadroları problemini halletm esi gerekm ektedir. Bütü n bunlardan dolayı, İslâm dünyasının çağdaş probleminin siyasi, ekonomik olduğu kadar entellektiieî olduğunu da söyleyebiliriz. Teorisyen kafalara her geçen gün duyulan ihtiyaç da bunu ispatlamaktadır.

2- İSLÂ M 'IN TE M E L K A YN A K L A R I Islâm dininin temel kaynağı Kur'ân-ı K erim ’dir. Sonra ikinci sırayı s ü n n e t almaktadır. Daha sonra ise icma ve k ıy a s gelmektedir. Islâm'ı ayakta tutan bu dört temel kaynak, İslâm'ın dayandığı temel esasları meydana getirmektedir. Şimdi biz bu başlık altında bu dört temel esası incelemeye çalışacağız: A) K İT A P I s lâ m ’ın

tem el

kaynağı

ola ra k

kabul

edilen

kitap,

Kur'ân-ı

Kerim’dir. Kur’ân-ı Kerim, Hz. Peygam ber’e vahy yolu ile nazil olmuştur. Vahy hadisesi, Allah'ın, buyruklarını peygamberlerine ulaştırmasıdır. Bunun için Kur’ân-ı Kerîmde yirmi üç yıl zarfında parça parça Allah resülüne nazil olmuş, gelen vahiyler hemen vahiy katiplerine yazdırıl­ mış ve ezberlenmiştir, Allah’ın peygamberine gelen bütün vahiyler, onun hafızasına olduğu gibi nakşedilmiş ve diğer miisüimanlar da gelen vahiy­ leri ezberlem işlerdir. Böylece Kur'ân-ı Kerîm, çift metodla muhafaza altına alınmıştır. Yani hem yazıyla hem de ezberleme ile... Bu metod o günden bugüne kadar da hiç değişmeden devam etmiştir. Bugün de İslâm dünyasında yüz binlerce hafız vardır. Böyle bir metoda dünyada hiç bir kitap sahip olamamıştır. Bu da K u r’ân-ı Kerîm’in vahiy karakterinden k a y n a k la n m a k ta d ır. Hz. P eyg a m be re vahyin nasıl geldiği konusu üzerinde İslâm bilgin­ leri detaylıca durm uşlardır. Vahyin bazıları, sâdık rüya şeklînde gelir­ ken; diğer bazdan da, doğrudan doğruya Hz. Peygamber’in kalbine gelmiş veya Cebrail bir insan seklinde görünerek Hz. Peygam ber’e vahyi tebliğ

(F. ; 25) 3 7 9

etmiştir. Kur'ân vahyi, bazı defalarda da çıngırak sesleri ve arı vızıltısı altında geliyordu. Vahyin en ağır şekli de buydu. Bunun dışında C e b rail kendi şekliyle Hz. Peygamber’e görünerek de vahyi tebliğ etmişti. İlk va­ hiy de ve Mıraç'da Hz. Peygam ber vahye bu şekilde mazhar olmuştur. Vahiy olayı, kolay ca anlaşılaca k b ir k o n u d eğild ir. Allah'la Peygam­ b e r '! arasınd a b ir i le t i ş i m d ir v ah iy . Bu iletişimde vahyin kaynağı Allah'tır. Peygam ber sadece vahye muhatap olan kişidir. V ahye sadece peygamberler muhatap olabilmektedirler. P ey g a m b e rin etrafındaki ce­ maat, vahyin meydana getirdiği fiziki değişiklikleri gözleme imkanına sahiptirler. Ancak, vahyin, nasıl peygamberlere geldiğini fiziksel metodlarla inceleme imkanına sahip değillerdir. Allah'ın kelâmı olan Kur'ân-ı Kerîm 114 sûreyi ve 6666 ayeti ihti­ va etmektedir. Bu sûrelerin bir kısmı hicretten önce Mekke'de nazil olmuş bunun için M e k k î S û r e le r adım almıştır. Bir kısmı da Medine'de nazil olmuştur ve Medeni sûre adım almıştır. Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber zamanında m u shaf şeklinde değildi. Yazılan Kur’ân ayetleri, muhtelif malzem elerin üzerine yazılmıştı. Allah'ın Resulünün ölümünden sonra, Kur'an'ın başına birşey gelmesinden korkan İlk halife Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in gayretleriyle dağınık halde yazılı olan K u r a n ayetlerinin toplanması ve bir araya getirilmesi düşünülmüştü. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'i ezberleyen hafızların Yem âme katlinde Öldürülerek sayılarının azalması İle Kur'ân'm kitap haline toplanması zorlanabilirdi. Bunun için derhal Zeyd bin Sâbit'e Kur'an'ın cem edilmesi vazifesi verilmişti. Böylece ilk Kur’ân-ı Kerim nüshası ortaya konmuştu. Zeyd bu işi yaparken sahabenin en iyi hafızlarından istifade etmişti. Bu şekilde ortaya çıkarılan Kur'ân nüshası, muhafaza altına alınmış ve içine beşer lafzının karıştırılmasının önüne geçilmişti. Hz. Ebu Bekir'in nezdinde muhafaza altına alman bu tek nüsha, K u r’an-ı ezberlem iş hafızların kafasındaki Kur’arila yazılmış olan Kur’anm aynısı olmuştu. Zaten Zeyd b. Sabit, Vahiy Katipliği de yapmıştı. Bu nüshayı ilk halife Hz. Ebu Bekir daha sonra Hz. Ömer, mu­ hafaza etmişlerdi. Hz. Osman zamanında Kur'ân nüshalarının çoğaltılma ihtiyacı ortaya çıkınca; Hz. Ömer'in kızı Hafsa'ya geçen bu ilk nüsha alınarak çoğaltma işlemi yapılmıştı. Hz. Osman, Zeyd b. Sâbit, A b d u l­ lah b. Zübeyr, Sa'id Îbnü'1-As, Abdurrahman İb n u l-H â ris b. Hişam’dan oluşan bir heyete Kur'ân-ı Kerim'i istinsah etmelerini emretmişti. Bu heyet, İstenilen nüshaları tamam ladıktan sonra, eski nüsha muhafaza altına almarak, yeni Kur'ân nüshaları dönemin belli başlı ilim merkezle­ rine gönderilmiştir. Bu nüshalar, Zeyd b in S a b itin derlediği ilk Kur’ân nüshasının aynıydı. Bunun için bu nüshalar üzerinde herhangi bir itiraz olmamıştı. Bu gönderilen Kur'ân nüshalarından da yeni nüshalar meyda­ na getirilmiştir. Bugün Islâm dünyasının muhtelif bölgelerindeki Kur'ân-ı

380

Kerim'lerin kaynağı bu nüshalar olmuştur. Kur’ân-ı Kerirriin bugüne ka­ dar herhangi bîr değişikliğe uğram am ış olması, Islâm'ın bidayetinden itibaren Kur’ân-ı K e r i m e karşı gösterilen aşırı titizliğe bağlı olmuştur. Hem yazı hem de hıfz yolu ile bugüne kadar gelen Kur’an-ı Kerim, her türlü itirazın üstünde sapa sağlam, Allah Resulünün tebliğ ettiği gibi m u ­ hafaza edilmiştir. Daha önce vah y ed üen Tevrat'ın, Z ebur’un, Incil'in aynı titizlikle korunamadığı, böylece asli nüshalarının kaybolduğu bugün tarihi ve ilmi bir vakıadır. Tevratın verdiği bilgilerin, şüphe götürdüğü üzerine, cilt­ lerle kitap yazılmıştır. İncil, Aramice, tebliğ edildiği halde bugün Aramice bir nüshası yoktur. K u ran-ı Kerim ise hem verdiği haberler hem de b u g ü n e ka d a r geliş şek liy le d iğ e r kitaplar üzerinde bîr üstü nlük s a ğ la m a k ta d ır . Kur an-ı Kerim birçok konuya temas etmiştir. Bu konuların hepsini burada ele almak mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim'in ele aldığı konuları temel olarak dört kategoride toplayabiliriz. Bu kategoriyi şöyle tasnif e deb iliriz : a) İtikadİ hükümler b) İbadetle ilgili hükümler c) Ahlâkî hükümler d) Sosyal ilişkilerle ilgili hükümler a)

İtik adı H ükümler: İslâm akaidinin temellerini bize Kur'ân-ı Ke­

rim vermektedir. İslâm'ın inanç esasları olarak kabul ettiğimiz altı esası bize, Kur'an-ı Kerim ve Allah resulünün hadisleri açıklamaktadır. Bu esasları şöyîece sıralayabiliriz: 1- Allah'a iman 2- Meleklere iman 3- Kitaplara iman 4- Peygamberlere İman 5- Ahiret gününe iman 6- Kaza ve Kadere iman İslâm akidesinin temelini Allah'ın birliğine iman teşkil etmekte­ dir. Allah, herşeyin sahibidir. Her türlü ortaklıktan münezzehtir. Rah­ m andır. Rahim d ir. Herşeye kadirdir, insan’a şah dam arınd an daha yakındır. Fakat fiziksel olarak Allah'ı görmek mümkün değildir, bunun için Allah’a şekil de v e r e m e y iz . Allah ı sadece sı fa t ¡arı ile b iliriz , -d lah’ı dost ve kendimize v ek il olarak kabul ederiz. Allaha güveniriz, o n ­

dan yardım bekleriz. Islâm akaidinin dtğer hükümlerini detaylı şekilde ele almamız burada mümkün görünmemektedir. Ancak burada şunu belirte­ biliriz ki, İslâm inançlarının temelini Allah’a imanın üstüne oturan, pegamberîere iman, kitaplara iman ve Ahiret gününe iman teşkil etmekte­ dir. Hz. Peygamber'd en Önce geçen bütün peygamberlerin tasdikini gerek­ tiren Islâm imanı, bu peygamberlerin Allah'tan getirdikleri kitaplara da imanı zaruri görmektedir. Peygam berin Allah'tan vahiy yolu ile getir­ dikleri kitaptan haber verdikleri Ahiret gününe imanda İslâm inancının ayrılmaz unsurunu teşkil etmekte ve İslâm'ın dünya görüşünü belirlemek­ tedir. Bu inanç, kodlarının dışında kalan meleklere iman ve kaza-kadere iman unsurları da, bu temel kodlardan sonra gelen iman prensiplerini teşkil etmektedir. b) İbadetle ilg ili hükümler: Kur'an-ı Kerim müslumanlara yapacak­ ları ibadetleri bildirmiştir. Bu ibadetleri üç grupta inceleyebiliriz: 1- Bedeni ibadetler: Namaz, oruç, 2- Mali İbadetler: Zekat, sadaka, her türlü hayır işleri 3- Hem maddi hem de bedenî ibadetler: Hac gibi. Yalnız İslâm ibadetlerini bunlarla sınırlandıranlayız. İslâm'da İbadet en geniş anlamda hayatın tüm faaliyetlerini içine almaktadır. M ü’minin Allah'ın rızasına uygun tü m‘ faaliyetleri, ibadet olarak kabul edilmiştir. İslâm'da ibadet konusu İslâm'ın şartları içinde belirtilen asli ibadetlerle sınırlı değildir. Şuurlu bir müslüman, hayatının tüm faaliyet­ lerini ibadet huzuru içinde geçirmeye çalışır ve ibadet sevabı elde edebi­ lir. İslâm ibadetlerinin hepsinin bir de sosyal yönünün olduğunu unutma­ mak gerekir. c) A h lâ k î H ü küm ler: Kur'an-ı Kerim bize ahlâki bir takım duştur­ lar da vermektedir. K u ranın bize bildirdiği ahlâki emirler; ferdi psiko­ lojik yönden temizlediği gibi toplumun da en dengeli insanı yapmaktadır. Kur'an'da verilen ahlâki emirlerin İslâm topîumunun sosyal huzuru ile yakinen ilişkisi vardır. Zaten İslâmî emirlerin ahlâki boyutunu ayırmak da pek mümkün görünmemektedir. Yani İslâm dini, itikacii ve ameli emir­ leriyle birlikte ahlâki de bir bütünlük arzeder. d) Sosyal iliş k ile rle İlgili Hüküm ler: Kur’an-ı Kerim sadece, itikad, İbadet ve ahlâk dini değildir. Kur’an-ı Kerim, huzurlu, dengeli bir toplum meydana getirmeyi hedef olarak seçmiştir. Bunun İçin de Kur'an-ı Kerim, insan-cem iyet, ferd-aile, halk-devlet gibi konularda da bir takına kaide ve prensipler koymuştur. Kur'an-ı Kerim'in koyduğu bütün bu prensi­ pler, dünyasını ve ahiretini unutmayan bir toplumun yaşama kurallarıdır. Bunun için İslâm'ın ortaya koyduğu sistemin, mevcut dünyevi sistemlerle

382

hiçbir alakası yoktur. İslâm'ın koyduğu sistemin kendine Özgü tabiatı ve bir hedefi vardır. Islâm! değer ölçüleri de ancak bu sistemin atmosferinde değer kazanmaktadır. B) S Ü N N E T

Islâm ’ın ikinci önemli kaynağını sünnet dediğimiz, Peygamberimiz'in sözleri, İşleri ve davranışları meydana getirmektedir. Bunun için Kur'ân-ı Kerim'den sonra müslümanlarm İslâm'ı öğrenmek için başvur­ dukları ikinci kaynak sünnet olmuştur. Hz. Peygamber'in sünneti genelde üç kısımda incelenir: a) K a v lî S ü n n et: Hz. Peygam ber’in söylediği sözlere kavi! (sözlü) sünn et denir. Allah R esu lü nün söylediği sözler, Kur'ân-ı K e rim ’den ay rılır. B unlar, va h iy d eğ e rin d e sözler değildir. P ey g a m be rim izin sünnetinin bu kısmına H A D Î S denir. Islâm'ın anlaşılmasında ve tatbi­ kinde hadislerin oldukça önemü b ir yeri vardır. b) F iilî Sü n n et: Hz. Peygamber'in yaptığı işlerin tümü fiti! siinnet hudutlarına girmektedir. Bu sünnete misal olarak peygamberimizin na­

mazı eda edişini ve hac edişini gösterebiliriz. Peygamberimizin fiilî sünnetini üç kısımda inceleyebiliriz: 1- İslâm ş er ia tım a çık la m a k için yaptığı işler: Dinî vecibeleri ye­ rine getirirken veya bazı sosyai konularda tavır koyarken yaptığı işler, buna örnek teşkil etmektedir. 2- Sadece k e n d in e özgü olarak yaptığı işler: Dörtten fazla kadınla izdivacın yalnız Allah Resulüne ait bir iş olduğu gibi. Çünkü, onun izdi­ vacının dinî, sosyal ve siyasi ve hatta ekonomik birçok hedefi vardı. 3- A llah R e su lü n ü n , içind e yaşadığı to plu m un geleneklerine ve örfüne göre yaptığı işler. Hz. Peygam ber'in giyinmesi, yemesi, alış-veriş yapması gibi işler. Allah Resulünün yaptığı bütün İşleri, m ü’minler için de yapılması zaruri işler olarak g ö r m em ek gerekir. Sadece Islâm kanunlarını tatbik veya açıklamak için gösterdiği işlerin şer’i kaynak olma özelliği vardır. Anlaşılıyor ki yemek, içmek gibi, yaşadığı tonlumun gereği, yaptığı bir­ takım işler, mutlak anlamda mü'minlerin yapmakla mükellef oldukları işler değildir. Bunun için bu gibi fiiller, mü'minleri bağlamam alıdır. Allah Resulü motorlu vasıtaya binmedi diye bugün motorlu taşıtlara bin­ memek, İslâm'ın dinamik veçhesiyle hiçbir zaman bağdaşmaz. 3-

T ak rîrî Sün net: Hz. Peygamber'in bulunduğu bir yerde, söylenen

bir söze veya icra edilen bîr işe karşı sükût etmesi, bir şey söylememesi; yapıldığını duyduğu bir iş hakkında ses çıkarmaması, Hz. Peygamber'in

takrîrî sünnetini teşkil eder. Allah Resulünün böyle bir iş karşısında sus­ ması, o yapılan işin, caiz veya mübah olduğunu göstermektedir.

c} ÎCMÂ Islâm'ın hukuk ve sosyal yapısını oluşturan üçüncü temel kaynağı icma'dır. Kelime anlamı ittifak , azm, kasd olan icm a ' teriminin Islâmi literatürde önemli bir yeri vardır. İcma’nırı tarifini şöyle yapabiliriz: Hz. P ey gam berin v e fatın d an sonra, herhangi b ir asırda, İslâ m mÜçtehidlerinİn dini b ir konuda aynı görüşü paylaşmalarıdır. İcm a’m n şartları: 1- Icma’nın geçerli olması için, icma'ı yapanların mutlaka müçtehid olması gerekir. Müçtehid, D in î hükümleri, sahip olduğu İlmî salâhiyetle, ciddî bir gayret göstererek delillerinden çıkaran kimsedir. 2- İcma', sadece dinin ferdî ve sosyal hayatla ilgili meselelerinde yapılabilir. İnançla ilg ili konularda icma'ya gerek yoktur. 3- k m a 'n m geçerli olabilmesi için aynı asırdaki müçtehidlerin bir konuda ihtilafsız ittifak etmeleri şarttır. Bazı İslâm bilginleri, müçtehidlerden bir iki şahsın muhalefetinin icma'nin sıhlıatına zarar verme­ yeceğini belirtmişlerdir. Böylece büyük bir müçtehid gru bunun ittifak ettiği bir konu icma mertebesinde kabul edilmektedir. Yine de icma'da aranan, b e lli b ir asırd aki İslâm m ü cte h id lerin in b ir k o n u üzerinde ayrılığa düşmeden ittifak etmeleridir. İslâm’ın aslî kaynaklarının arasında icm a’nm bulunması, İslâm dini için fevkalâde bir dinam izm konusudur. Bu, İslâm d ü n y a sın ın sosyal gelişmeye, dini y önd en i n tib a k ım İfade etmektedir. D iğer yandan, bu, İslâm m illetleri arasındaki b ilim sel dayanışmayı ortaya koym aktadır. Bütü n bunlardan, İslâm ü lk elerinin; daima, İslâm m illetleri düzeyinde müçtehid kurullarına sahip olması m eselesi çıkmaktadır. Bu da, İslâm dünyasının siyasi fikri istikrara kavuşması ile meydana gelebilir. D) KIYAS Islâm dininin hukuk kaynakları arasında yer alan kıyas, b ir şeyi başka b ir şeyle ölçm ek , k arşılaştırm ak anlamına g e lm ekted ir. Kıyas, Kur'an-ı Kerim ve Hadis'le belirtilmemiş olan bir konuyu, sebep yakın­ lığından dolayı, Kur'an-ı K e r i m ve hadislerle belirtilmiş olan başka bir konu ile mukayese ederek çözüme ulaştırmaktır. İslâmî delil kaynakları arasında olan k ı y a s , aslında bir içtihad işid ir. Kıyasın Islâm dinînde mevcut olması da İslâmî gelişmelere dinamizm vermesi açısından oldukça önemlidir. İçti had kapısının kapanmamış olması, İslâm'ın diğer dinler

384

arasındaki imtiyazlı mevkiini ortaya koymaktadır. İslâm’ın, sosyal ge­ lişme ve değişme içindeki yerini tayin eden kıyas ve dolayısıyle içtihad, m ü slü m a n la n n karşılaştıkları her türlü sosyal, ekonomik proplemlere çözüm bulma yoludur. Kısaca kıyas, İslâm'a çağlar ötesi bir sistem olma özelliği kazand ırm aktad ır. İslâm toplumunda herkes, kıyas ve içtihad yapamaz. Kıyası yapa­ cak kişinin müçtehid olması gerekir. M ü ç te h id ise, eksiksiz İslâm bilgi­ sine sahip olan, K u r’an ve hadisler konusunda detaylı şekilde bilgili olan, sezgi ve muhakeme gücü yerinde olan, iyi niyetli bilginlerdir. Bugün İslâm dünyasının ekonom ik ve teknolojik gelişmelere ihtiyacı olduğu ka­ dar müçtehid olacak kapasitede bilginlere de şiddetle ihtiyacı vardır. Bunun için çağdaş İslâm dünyasının krizinin ekonomik ve teknolojik olduğu kadar, düşünce adamı krizi olduğunu da söyleyebiliriz.

3) I s l â m d ü n y a s i n d a d ü ş ü n c e a k i m l a r i İslâm dini, yeryüzündeki dinler kadrosu içinde özel bir yer tutmak­ tadır. Her dinin itikad, ibadet, cemaat yönü olmakla birlikte; İslâm gibi, sosyal ve ekonom ik bir yapı oluşturamamaktadır. İslâm, dini sistemle, siyasi sistemi birleştiren, daha doğrusu dinle dünyayı biraraya getiren bir inanç sistemidir. Bunun için, "S e z a rın ha kk ı Sezara, Allah'ın hak k ı Al­ l a h 'a " formülü İslâm için geçerli bir formül değildir. İslâm dini, bir yanı ile ferdi ve toplumu akide, ibadet, sosyal davranış yönü ile kucaklarken; diğer yanı ile de mutlu ve dengeli bir toplum yapısı modeli sunmaktadır. Bu mutlu insanlar topluluğu sadece bir mü'mînler cemaatini değil, Yahudi, Hıristiyan gibi başka dini cemaatleri de bünyesine alarak oluşmakta ve başka din m ensuplarına kendilerine ait dini yapı içinde varlıklarını sürdürme imkanı vermektedir. İslâm’da düşünce daima canlı tutulmuştur. İmanla aksiyonu birleş­ tiren bir din olarak İslâm, insanın tefekkür dünyasına daima saygılı dav­ ranmıştır. Bunun içindir ki, İslâm tarihinde "B ir İslâm skolastik d önem i" yoktur. Kur'an-ı Kerlm'de düşünmeye, akü yürütmeye dair yüzlerce ayet vardır. Allah'tan en çok korkanların âlimler olduğu belirtilmiştir. Bilen­ ler, daima bilmeyenlere üstün tutulmuştur. Herhangi bir konuda aklı yürüterek sonuca varan bir müçtehid, isabetli karar verdiği takdirde iki, hatalı karara ulaşırsa bir sevap alacağını bildiren bir dinin, düşünceye ne kadar Önem verdiğini açıklamaya bile gerek yoktur. Bunun için İslam dünyasında düşünce akımları daima canlılığım ko­ rumuştur. İslâm'ın ruhuna uygun olmayan, kitap ve sünnetken destek al­ mayan rafızi hareketler daima İslâm ümmetinin vicdanında malı kum

385

olurken, ehl-i sünnet ruhuna uygun hareketler, müslümaniar tarafından daima kabul gürmüş ve tebcil edilmiştir. Bugün de İslâm dünyasının her tarafında birçok düşünce akımları vardır. Bu akımların bir kısmı, reformist ruhlu akımlardır. Bunların hiç­ bir Islâm toplumunda koklu şekilde kabul görmesi mümkün olmamıştır. Yarım asra yakın bir zaman dilimi içinde, Kuzey Afrika'dan, Sudan'a, Mısır'a Suriye ve Irak'a kadar uzanan, zaman zaman Endonezya'yı da içine alan "İ s lâ m s o s y a liz m i" akımı bugün artık İflas etmiş görünm ek­ tedir. Islâm dünyasında dikkatimizi çeken diğer bir entellektüel akım da "B a tı m odeli A y d ın tipi"dir. XX. yüzyılın başında başlayıp, asrın orta­ larına doğru bütün hızıyla yayılan Batı modeli avdın tipi, bugün bîraz Islâm dünyasında duraklamış görünmektedir. Bunun sebebi, artık İslâm dünyasının, kendi modeli olacak aydım yetiştirmeye başlamış olmasıdır. Asrın başında Batı, dünyanın en iyi düşünen, en iyi karar veren bölgesi ol­ arak düşünülürken, bugün Batı, İslâm dünyasının kendi öz aydınları tara­ fından tenkid ve tahlile tâbi tutulmuş ve süzgeçten geçirilmeye başlan­ mıştır. Ancak yine de özellikle sosyal demokrat, liberal olduklarını söy­ le y e n le rd e n tutun da, dem okrat ve lâik olduklarını söyleyenlere kadar birçok entellektüel'in hâlâ Batı modeli aydın tipini ve yaşama modelini arzu ettiklerini söyleyebiliriz. Fakat bu kadroların da, her geçen gün azaldığını, İslâm dünyasındaki uyanışın içinde kaybolmaya yüz tuttuğunu ifade edebiliriz. Bu Batı tipi modelin hayranlarının hemen karşısında taassup dere­ cesine varan bir tutumla her türlü yeniliğe cephe alan birtakım küçük grupların da İslâm dünyasının her yanında olduğunu da inkar edemeyiz. Geleneklere ve bilinçsiz bir şekilde öğrendikleri bazı şeylere bağlı kalan bu kadrolar da İslâm adına hareket ettiklerini söyleyerek İslâm dini için bir handikap oluşturmaktadırlar. Bu kadroların taassubu, dalın ziyade cehalete dayandığı İçin zamanla yok olma özelliği taşımaktadır. Bugün Islâm dünyasında köklü bir şekilde gelişene gösteren dinamik düşünce akımı, Batı teknolojisini İslâmî değerler sistemi içinde ifade etme gayretidir. Yani, İslâmî değerlerle şahsiyetini örgütleyen İslâm cemaati­ nin, Batı modeli sanayi tipine kavuşarak; ruhunu kaybetmeden modern hayata adaptasyonunu sağlamaktır. Bu tip kadroları temsil eden İslâm entellektüelleri her geçen gün İslâm dünyasında artış göstermektedir. Bir anlamda dinî düşüncenin radikalleşmesini ifade eden bu akım, diğer an­ lamda da Islâm dünyasının çağdaşlaşmasını ifade etmektedir. Bugün İs­ lâm dünyasında, Batı modeli hayat tarzını seçenlerle, radikal İslamcı­ ların arasında bazı yerlerde açık, bazı yerlerde de gizli rekabet ve müca­

386

dele devam etmektedir. Bu mücadelenin nerede, ne zaman ve nasıl bitece­ ğini kestirmek henüz zor görünüyor. Kesin olan Islâm dünyasında şuurlu bir uyanışın olduğudur. Bugün İslâm dünyası, dağınık bir manzara arzetmesine rağmen; halk nezdinde bütü n m ü slüm anlarm birbirlerini kucakladıkları da bir gerçektir, ülkeleri arasındaki siyasi gerginlik, halk kitlelerini etkileme­ mekte, dünyanın neresinde olursa olsun bir müsîüman, bir başka müslüman ülkede destek bulabilmektedir. Bu evrense! İslâm kardeşliğinin bir sonucu­ dur. İslâm ülkeleri arasındaki ümmet şuurunun canlanması için eğitim ve siyasal alanlarda büyük yatırımların yapılması gerekmektedir. Batıda dîn ve ırkları ayrı devletler, "A v ru p a Birliği"' adı altında sınırlarını ve paralarını ortadan kaldırmaya hazırlanırken, İslâm dünyasının " ü m m e t B i r l i ğ i n i " kurmak için çaba sarfetmemesi acı bir olaydır. Batı ittifakının, müslümanları uyanışa sevketmesi gerekir. XXI. yüzyılın bu uyanışa gebe olduğunu söyleyebiliriz. Yine bugün İslâm dünyasında hiç beklenmedik gelişmeler de olmuş­ tur. Nüfusları seksen milyona varan Rusya müslüman Türk Cumhuriyetle­ ri, İslâm'ın geleceği için fevkalade ümtd vermektedirler. Bölgede Türki­ ye'nin üstleneceği istikrar politikasıyla Türk-îslâm birliğinin temelleri­ nin atılması, gelecek asrın; müslüman Türk asrı olmasını da sağlayabi­ lecek bir potansiyel olarak görünmektedir. Tabiiki bu, Türkiye'nin bölgede üstleneceği pozisyona bağlı olarak gelişecektir,

4) D İN LE R A R A S IN D A İSLÂM 'IN YERİ Özellikle Batı dünyasındaki Dinler Tarihî çalışmaları, bugüne ka­ dar üzerinde ittifak edilebilen bir dinler tasnifine ulaşabilmiş değildin Şüphesiz bu, Batının dinlere bakışından kaynaklanmaktadır. Artık, Batı dünyasında tekâmüicü din tasniflerinin sonu gelmiş görünüyor. Bunun için dinlere, Batı'nm bakışında da bir değişme, görülmektedir. Artık her dinin kendi başına tarihi bir realite olduğu düşünülmekte ve kendi kültürel te­ melleri üzerinde incelenmesi gerektiği görüşü her geçen gün Batı dünya­ sında ağır basmaya başlamaktadır. Bu açıdan hareket edildiğinde de yine belli bir dînler tasnifine ulaşmak zor olmakla birlikte en azından hatadan belli oranda uzaklaşılmaktadır. Bunun için İslam dinini dinler arasında nereye koymak gerekir? B unun, b ir m ü slü m an gözüyle tartı­ şılm ası bile, doğru olmaz. İslâm Allah'ın nezdindeki dindir. İslâm'dan başka b ir din, Allah yanında m akbul değildir. Fakat bir Batılı için, bu es­ priyi kavramak kolay olmaz. Yine de Islâm dini, kendini hak dîn olarak görmekle birlikte, başka inanç mensuplarına da bayat hakkı tanımak-

387

tadır. A lla h 'ın R e su lü n ü n M e k k e ’de çizdiği inanç stratejisi her zam an îslâm dünyasında diğer din mensuplarına karşı kullanılm ıştır. Bu strateji iki temele dayanm aktad ır. Birisi " D i n d e z o rla m a yoktur""* ayetidir. Diğeri " S İ z i n dininiz size, ben im k i de b a n a " 4 ayetidir. İslâm dini, bu ayet­ ler istikametinde dini toleransın ve dolay isiyle vicdan hürriyetinin bek­ çisi durumundadır. Bütün, İslâm tarihi buna şahittir. Özellikle Türkler, İslâm’ın bu toleranslı bakışını en yüksek noktaya çıkarmışlar, Hristiyan krallıkların m üslümanîara göstermedikleri anlayışı, Türkler, Hristiyanlara, Yahu dilere ve diğer din mensuplarına karşı göstermişlerdir. Bu du­ rumu "T ü r k l e r in T a r ih i" adlı eserinde Jean Paul Roux şöyle diyerek dile getirmektedir: "T ü rk le r in evrensel medeniyete en b ü y ü k katkıları çok luk içinde b irlik te y aşam ak olmuştur." Gerçekten Yahudiler, Rumlar, Ermeniler ve diğer dini zümreler en büyük müsamahayı Osmanlı İmparatorluğu döneminde tadrmşlardır. Bugüne kadar Türk bölgelerinde varlığını sürdü­ rebilen bu dini cemaatler, bunu sadece Osmanh'nın dini toleransı ile açık­ layabilirler. Buradan çıkan sonuç şudur: İslâm dini, kendi dışındaki din mensuplarını zorla İslam'a getirmek için bir politika izlememiştir. Ancak Islâm Devleti, " S i y a s i h a k im iy e tin k e n d in e ait" olmasına dikkat e t­ miştir. Kur'an-J Kerim'de et-Tevbe sûresinin 29. ayetinde şöyle buyrulur: " E h l - i K ita p ta n , A llah'a ve ahiret gün üne i n a n m a y a n , A lla h 'ın ve Resulünün haram ettiklerini haram saymayan, Allah Resülünün getirdiği H akk dine tâbi olmayanlara karşı zillet ve meskenet içine düşüp kendi elleriyle cizye verinceye kadar s a v a ş ın ız "11 Bu ayet-i kerime, Kur'an-ı Kerim'in genel din politikası konusundaki " D i n i m ü s a m a h a s ın a " ters düşmez. Burada, İslâm’ın ve onun siyasi gücü olan İslâm devletinin, Islâm dışı toplulukları, özellikle ehl-i kitap hüviyetini taşıyan yahudi ve hristiyanları, İslâm'a davet ettiğine dair İşaret vardır. İslâm, kendini buna lâyık görür. Çünkü Allah indinde kabul edilen Hakk din, İslam'dır. îslâm, kendini böyle görmesine rağmen " m u tla k b ir zo rlam a" ile Islâm'a çağırmayı değil, tebliğ ve daveti esas kabul etmiştir. İşte, İslâm'­ ın bu tebliğ ve davetini kabul etmeyen ehl-i kitap, İslâm devletinin siya­ si otoritesini kabule zorlanır. Ayeti kerimede de istenen budur. İslâm dev­ letinin siyasi otoritesi ya sulh ile kabul edilir veya harp neticesinde ka­ bul edilir. Sulh neticesinde gayr-i müslim teh'a, İslâm devletine ciz y e verir. C izy e vermeyi kabul eden ehl-i kitap İse, omuzlarında İslâm ida­ resinin ağırlığını duyacaktır. Böyiece başkalarının himayesinde olduk­ larının farkına vararak, ayet-i kerimedeki " z ille t ve m e s k e n e t" ha!et-i ruhiyesi içîne düşeceklerdir. Bu durumda hile, gayr-i müslim teh’a dini yaşayışlarında serbesttirler. Böyiece tınlar, İslâm devletinin himayesine girmişlerdir. İslâm devleti, onların, verdikleri cizye karşılığında güven­ liklerini sağlar, her türlü tecavüzden onları korur.

388

Görülüyor ki İslâm her halükârda diğer dinlerle diyaloga açık bir dindir. Özellikle II. Vatikan konsilinden (1962-1965) sonra, Vatikan ta­ rafından başlatılan Dinlerarası Diyalogu, Islâm XV. asır önce başlatmış ve tüm tarihi içinde de bunu uygulamaya koymuştur. Dinler arasında Islâm'ın yerini, diyalog açısından ortaya koyd u k­ tan sonra; şimdi de sosyolojik ve teolojik yönden Islâm’ın pozisyonunu orta­ ya koym aya çalışalım. B ugü n bir milyara yaklaşan İslâm dünyasında müslüman sayısı, değişen dünya şartlarında İslâm dinînin istikrarını ha­ ber vermektedir. Modern çağda, sanayi ve dev şehirleşme ortamında bile Islâm, bu yeni durumlara göğüs gererek ayakta kalmasını bilmiştir. Çünkü Islâm ’ın teorik yapısı yani onun akide hayatı, hiçbir zaman sanayileş­ meye ve modernleşmeye karşı koymamakta/bilakis değişen dünya şartla­ rına, kendi özüne bağlı olarak çözüm getirmektedir. Bunun için de müslüm anlann sayısı, değişen dünya şartlan karşısında azalma yerine çoğal­ maktadır. Oysa bugün Hristîyanlığın nüfus artışını lâtin Amerika dengel­ emektedir. Batı dünyası azalan nüfus oranı ile birlikte, Hristiyanlığı da nüfus yönünden azaltmaktadır. Yaşayan dünya dinleri içinde Hinduizm ve Budizm ise, çağdaş gelişmelerden oldukça zarar görmektedirler. Dünyada en çok mensubu azalan din de Budizm'dir. Çünkü Budizmin bedbinci dünya görüşünün bugünkü dünyada kabul görmesi gittikçe zorlaşmaktadır. Hin­ duizm ise milli karakterli bir dindir. Yayılması ve çoğalması tamamen Hindu olmaya bağlıdır. Hindistan ise, Batı teknolojisiyle haşir neşir olmuş bir ülkedir. Batı kültürü modeli içinde gelişme gösteren Hindi­ stan'da dini yönden bir kaos yaşanmaktadır. Aynı dinden fışkıran mezhe­ pler, tarikatler; senkretik bir karakter gösteren dîni cereyanlar ülkesi ha­ line gelen Hindistan ve onun milli dini Hinduizm, çağdaş Batı medeni­ yetinden oldukça muzdanp görülmekte ve her geçen gün de dini kriz içine gömülmektedir. Dünya dinlerine, teorik yönden baktığımızda da birtakım çarpıcı durumlarla karşı karşıya geliyoruz. Bir dinin teorik veçhesi herşeyden önce onun amentüsünü oluşturmaktadır. Dinlerin itikadı yönüne genelde in anılır ve mü'miıı olunur. Ancak bu doktrine! veçhenin mantıki yönü de bu inancın sağlam temellere oturmasında önem taşımaktadır. Bugün, yahudilik, hristiyanhk monoteist dînler kadrosu içinde olmasına rağmen; yahudilik milli din hüviyetinden henüz kurtulmuş değildir. Tanrı Yahve, sa­ dece yahu dinin Tanrısıdır. H ristîyanlığın kredosunu teşkil eden esaslar ise, hâlâ Batı e n t e le k t ü e l l e r i n i n vicdanında mantıksal temellere otur­ muş görünmüyor. Trinité (teslis) problemi, Batının dini kriz içindeki yerini tayinde önemli rol oynam aktadır. Bu uğurda yapılan çok ağır felsefi y o­ rumlar, Batı enteilektüeiim daha da karamsarlığa götürüyor ve onların

389

ya dinsiz olmalarını veya dine karşı ilgisiz olmalarını sağlayarak duru­ mu daha da berbat b ir hale sokuyor. Teolojik yönden konuya yaklaşıp İslâm’ın teorik yapısını ele aldığımızda İslâm akidesinin rasyonel y apı­ sını derhal farkederiz. Metafizik bîr sahada rasyonalizmden bahsetmek tezad teşkil eder görünmektedir. Metafiziğin de mantıksal temellere otur­ ması söz konusudur. İslâm'ın, Allah anlayışının, peygamberler düşünce­ sinin, Ahiret telakkisinin Kur’arida mantıksal temellerle izah edildiğini görüyoruz. İnsan aklmm, îslâm akidelerine vardırılması için Kur’an-ı Kerîm’de büyük çaba sarfedildiği dikkati çekmektedir. Bu konuyu daha fazla uzatmadan, İslâm dininin insanın zihinsel ve bedeni yapısına uygun bir teolojik yapı sunduğunu ve dünya görüşünü bu yapının üzerine oturttuğunu söyleyebiliriz.

5) İS L Â M D İN İN İN ÖZELLİKLERİ Bu başlık altında İslâm dininin dikkat çekici bazı yönlerini ele ala­ cağız, Çünkü İslâm dinini, tepeden tırnağa taramak burada mümkün görülmemektedir. İslâm dininin, diğer dinlerle mukayesesi yapıldığında şu özellikleri dikkatimizi çekmektedir.: 1) İslâm dini bugünkü yaşayan dinlerin büyük bir çoğunluğuna naza­ ran çok yeni bir dindir. Yani, XV. asırlık bir mazisi vardır. M.Ö. XIII. yüzyılda doğan yahudilikie ve il bin yıllık mazisi olan hristiyanlıkla mukayese edildiğinde, Islâm dini oldukça yeni bir din sayılır. İslâm dini­ nin yeni bir din oluşu, onun hakkmdaki bilgilerin daha sağlam temellere dayandığını gösterir. 2- Son peygamber olan Hz. Muhammed hakkında yeterli bilgi ve malzeme toplanmıştır. Hayatı baştan aşağı tesbit edilmiştir. Bizim gibi bir insan olan ancak ona vahiy gelen peygamberdir. Hayatı yazı ve şifa­ hi olarak hafızalara nakşedilmiştir. Islâm mesajlarını getiren Hz. Muhammed'in hayatının böyiece tesbit edilmesi, onun getirdiği mesaja olan güveni artırmaktadır. Yahudilik veya Hristiyanhk bakındaki bilgilerin eksikliği, Hz. Musa'nın veya Hz. İsa'nın hayatı hakkmdaki kuşkular dikkate alındığında Hz. Peygamber'in çok berrak ve tarih sahnesinde açık ve seçik bir hayatı olduğu görülmektedir. 3- Hz. Peygamber hakkında birçok bilgilere sahip olan tarih, onun getirdiği mesajlar hakkında da berrak bilgilere sahiptir. Kur'an-ı Kerim, ilk nazil olduğu andan itibaren ezberlenm eye başlanm ış ve yazıya geçirilmiştir. Bu çift metod, onun günümüze kadar eksiksiz gelmesini sağlamıştır. Böyle bir koruma metoduna hiçbir kutsal kitap sahip ola­ mamıştır, Bunun için de, bugün ellerde ne Hz. Musa'nın tebliğ ettiği Tev-

390

r a f ı n Hk nüshası ne de Hz, îsa'nm tebîiğ ettiği inciiin ilk nüshası vardır. Bu yönden İslâm’ın kutsal kitabı Kur’ân-ı Kerim, daima üstünlüğe sahip olmuştur. 4- Islâm dini, sunduğu mesajlarda daima insan unsurunu göz önünde tutmuştur. Bunun için de mesajlarında hayali değil, gerçek hayatla uyuşan emirler verm iştir. Bu mesajları getiren peygamberin hayatında, tatbik edilmiştir. O peygam ber bir beşerdir, o da evlenmiştir. Çocuk sahibi ol­ muştur. Ticaret yapmıştır. Ancak kendisine vahiy gelmiştir. îslâm, insan tabiatını tahrip etmeyen her türlü eski kültüre dokunmamış bilakis onu

himaye etmiş ve geliştirmiştir. İnsan tabiatını tahrip eden herşeye karşı çıkmıştır. Bunun için İslâm yerel kültürlere yeni bir bakış açısı getirmiştir. Ölçü, insanın mutluluğu ve dolayısıyle cemiyetin mutluluğudur. Bundan dolayı Islâm'ın getirdiği mesajlar ütopik mesajlar değil, tatbiki kabil ve beşer tabiatına uygun mesajlardır. Yine bunun için İslâm dini ne dünya hayatının çekiciliğine aldanmayı ne de dünyadan el etek çekmeyi tavsiye etmez. İslâm bir ölçü dinidir. Ne dünyayı terk eder, nede dünyaya dört elle sarılıp ahireti inkar eder. İkisi arasında beşer tabiatına uygun bir denge kurmayı hedef alır. 5- İslâm dini sadece dini özellikler taşımaz. îslâm, hayatı bü tü ­ nüyle kavrar. İslâm dini, sırf ibadetlere, bazı ahlâki düstur ve birçok mu­ cize üzerine bina edilmiş bir din değildir. İslâm bir taraftan esas itiba­ riyle bir din iken, diğer taraftan kendine hakim bir kültür ve kendine ye ­ ten bir m edeniyettir. İslâm ’ın dışındaki birçok dinde bu özellikleri bulm ak oldukça zordur. Yahudiliğin kurmaya çalıştığı bencil ve sadece yahudi toplumuna hitap eden sistemi, anlamak oldukça zordur. H ristiy an lık teorik taban itibariyle dünyevi b ir sistem değil; tamam en uhrevî hayata dönük bir sistemdir. Onun, prensip İtibariyle dünyevi sistemlerle alâkası yoktur. Fakat tatbikat tamamen ters olmuştur. Budizm, d ünya’ya sırtım dönmüştür. Bunun için de sadece mistik bîr din olarak yaşamaya de­ vam etmektedir. Bu dinî sistemlerin yanında İslâm’ın dtinya-ahiret dengesi içindeki yeri oldukça dikkat çekicidir. İslâm tamamen yeni bir dünya kurmayı he­ d ef alır. Onun dünyasında din ile devlet birleşmiştir. Hedef, dünyadan is­ tifade eden, orada meşru olarak yeterince eğlenmesini bilen ve fakat uhrevİ hayatını unutmayan bir toplum kurmaktır. Bu toplumda hakka riayet vardır. Mazlum korunmaktadır. Beşeri tüm ilişkilerde sadece "A lla h k or­ k u su n u n " hakim olduğu görülmektedir. Medeniyetini sırf "Allah korkusu" üzerine kuran bir başka din bulmak oldukça zordur. 6- Yaşayan dünya dinleri arasında İslâm’ın dikkat çekici bir diğer yönü de onun her türlü fikir hareketlerine göğüs gerecek bir durumda ol­

331

masıdır. îslâm dini, Allah'a karşı ve onun gönderdiği mesajların doğrulu­ ğuna karşı inkar bayrağını açanları, mantıki yollarla imana çağırm ak­ tadır. Bunların delillerini en aklî şekilde yıkmaya yönelmekte ve o n l a r ı akıl ve kalb g ö zle rin d e n yakalayarak düşünm eye şev ketm ekted ir. Al­ lah'a İnanmayanlardan tutun da, Ahireti inkar edenlere kadar, Kur’an-ı Kerim ’de cevaplar verilmiştir. Düşünmeyi yasak etmeyen, bilakis d ü ­ şünmeye insanları davet eden Islâm dini, sürekli dinamik tuttuğu düşünce yapısıyla, diğer inanç sistemlerine karşı uyanık durumdadır. 7Dinler arasında Islâm'ın yerini belirgin şekilde gösteren diğer bir hadise de İslâm'ın iti’kadi mezhepler ve tarikatlerle parçalanmış olm a­ m asıdır, Y a h u d ilik le özellikle Hıristiyanlıkla m u k ay ese e d ildiğ ind e İslâm’ın bu konudaki mevkii oldukça Önem taşır. Hristiyanlıkta gerek iti­ kadı yönden ve gerekse pratik yönden ortaya çıkan her mezhep bir kilise etrafında to planarak ana Hristiyan yapıdan kopmuştur. Islâm'da ise, Sünni İslâm'ın karşısında belli başlı dikkat çeken mezhep Şii mezhepler­ dir. Çok erken d önem d e siyasi bir boyutla ortaya çıkan Şia hareketi, günümüze dek siyasi karakterini önde tutarak dini bir hareket olarak ken­ dini gösterm iştir. Ehl-i S ü n n e t le Şia arasında itikadi farklılıklar ve amel farklılıkları da vardır. Fakat yine de İslâm dininin mezheplerle bölünmesi olayı söz konusu değildir. Bu yönden İslâm dünyası, dini bir bütünlüğe sahiptir. Bu da dinler arasında ona çok Önemli bir mevkii ver­ mektedir.

D İPN O TLA R 1

1942

yılında

1 9 7 5 ’d e D inler da

Tarihi

birçok

tesinde,

doğm uş

ve

eseri

Felsefe

m aktadır.

2

el-A lak: (1-5)

3

el-Bakara:

4 5

e l-K a firu n : 6 e t-T e vb e: 29

352

olan M e h m e tA y d ın ,

ilahiyatdoktoru,

256

D in

Sosyolojisi

vardır. ve

198Û'ded o ç en t

D în

H alen

İlah iyattahsili

alanında Selçuk

bitim leri

Bölüm

yapm ış

1987'deprofesör çalışan

A y d m 'm

Üniversitesi Başkanı

bu

İlahiyat

olarak

ve

olm uştur. saha­ Fakül­

görev

yap­

KAYNAKLAR 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12

K u r'a n -ı K erfm Prof. D r. M eh m et A y d ın , İslâm D ini İlm ih ali, K onya, 1983 P ro f. D r, M u h am m ed H a m id u lta h , İslâm P e y g a m b e ri, I - II, İst. Î9S 0 P ro f. D r, M e h m e t A y d ın , M ü s lü m a n la r ın H ris tiy a n ia r a k arşı y azd ığ ı R e d d iy e le r ve T artışm a K o n u la n , K onya, 1989 P rof. D r. İsm ail C e rra h o ğ lu , T e fsir U sulu, A n k ara, 1979 P ro f. D r. M u h am m ed Ebu Z e h ra , îslâm H ukuku M e to d o lo jisi, çev. A b d u İk ad ir Ş en er, A n k ara, 1973 P ro f. D r. F a z lu rra h m a n , İslâm , çev . D oç. D r. M eh m et D a ğ - D oç. D r. M eh m et A y d ın , A n k ara, 19S1 L u is G ard et, La cité M u su lm an e, Vie Social et p olitiq u e, P aris, 1981 P ro f. D r. E rol G ü n g ö r, İslâm 'ın B u günkü M eseleleri, İst. 1983. P ro f. D r. Y u su f el-K ard av î, T em el N itelik leriy le İslâm , çev. İb rah im S arm ış, K o n y a, 1986 A b d u rre z z a k N ev fel, İslâm 'd a A y rılm azlık , Çev. M eh m et A y d ın , İst. 1985 D r. M u sta fa R a fii, İslâm 'd a S osyal D ü zen , Ç ev. A h sen B atu r, İst. 1975

393

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF