Matrix Felsefesi (What is the Matrix)
April 17, 2017 | Author: Arda Öngören | Category: N/A
Short Description
Download Matrix Felsefesi (What is the Matrix)...
Description
Matrix Felsefesi Hayatın Başladığı ve Bittiği Noktaya Yolculuk... Matrix! Ya kendine bir yol seçmelisin Ya da kendi çizdiğin yolda yürümelisin.
Matrix Nedir? Matrix gördüğünü sandığın, tattığını sandığın şeydir. İçtiğin su yediğin ekmek vurduğun yumruktur. Yaşamak telaşında yaptığın ve gerekli olduğuna yemin edebileceğin hareketlerinin tümüdür. Gerçek dünyayı görmeni engellemek için bulunan bir perdedir. Yaşadığın dünyayı gerçek kabul etmenin sebebidir, çünkü uyanmadığın bir uykudur matrix. Ama bir gün hepimiz uyanacağız..gerçek dünyayı göreceğiz ve o zaman bu soru da matrix'teki geri kalan herşey gibi anlamını yitirecek.
"Matrix, seni bir köle olduğun gerçeğine körleştirmek için gözlerine bağlanan bir dünyadır." (Morpheus) "Morpheus : Sen hiç gerçek olduğundan emin olduğun bir düş gördünmü Neo? Peki bu düşten HİÇ uyanmasaydın, düşler dünyası ile gerçek dünya arasındaki farkı nasıl anlayacaktın? (Matrix) morpheus - Kadere inanır mısın neo? neo - Hayır. morpheus - Neden? neo - Hayatımı kotrol edememe fikrinden hoşlanmıyorum. morpheus - Ne demek istediğini kesinlikle anlıyorum. Sana burda olma sebebini açıklayayım. Burdasın çünkü bir şey biliyorsun. Bildiğin şeyi açılayamıyorsun. Fakat hissediyorsun. Bütün hayatın boyunca hissettin. Bir şeylerin yanlış olduğu hissi.. onun ne olduğunu bilmiyorsun, fakat beyninin içinde kıvrımlarına takılmış bir kıymık gibi seni çılgına çeviriyor. Neden bahsettiğimi biliyor musun? neo - Matrix? morpheus - Onun ne olduğunu biliyor musun? Matrix her yerdedir. Bütün çevremizde, şimdi, tam bu odada. Pencereden dışarı baktığında veya televizyonu açtığında onu görebilirsin. İşe, kiliseye gittiğinde, vergilerini ödediğinde hissedebilirsin. Seni gerçeğe kör etmek için gözlerine çekilmiş perdedir o. neo - Ne gerçeği? morpheus - Köle olduğun gerçeği, neo. tıpkı herkes gibi sen de bir köle olarak doğdun; koklayamadığın, tadamadığın veya dokunamadığın bir hapisanede. Beyninin içi bir hapishane. Ne yazık ki kimseye matrix'in ne olduğu anlatılamaz. Bunu kendin görmelisin.
Matrix: ... 'orda olduğunuzu biliyorum. Artık sizi hissedebiliyorum. Korktuğunuzu biliyorum. Bizden korkuyorsunuz. Değişimden korkuyorsunuz. Geleceği bilmiyorum. Buraya size bunların nasıl biteceğini söylemeye gelmedim.Buraya size nasıl başlıyacağını söylemeye geldim. Bu telefonu kapatıcam ve o insanlara görmelerini istemediğiniz şeyler göstereceğim. Onlara sizin olmadığınız bir dünya göstereceğim. Kuralları ya da yöneticileri olmayan sınır ya da engel tanımayan bir dünya. Öyle bir dünyaki orda her şey olası. Bundan sonra neler olacağı ise size bıraktığım bir seçim.'
The Prestije filminden. ( filmi izleyince büyük anlam kazanan filmin son sözleri ) Şimdi sırrı arıyorsunuz... ama bulamayacaksınız çünkü aslında dikkatle bakmıyorsunuz. Aslında öğrenmek istemiyorsunuz. Aldatılmak istiyorsunuz.
Gündüzleri bir bilgisayar programcısı olan Thomas Anderson (Keanu Reeves), geceleri Neo lakaplı usta bir 'hacker'. Peşinde onu takip eden bazı siyah takım elbiseli, gözlüklü adamlar var ve Neo bunun nedenini Morpheus'dan (Laurence Fishburne) acı bir şekilde öğreniyor. Birden kendini büyük bir komplonun içinde bulan Neo, Morpheus'un anlattıklarına güvenmek zorundadır: Aslında tüm dünya içinde yaşadığımızı sandığımız simulasyon bir dünyadır. "Yapay Zeka" ile insanoğlunun girdiği savaşta "yapay zeka" galip gelmiş ve insaoğlunu köleleştirmiştir. Neo, Trinity (Carrie Anne Moss) ve Morpheus'un da yardımıyla tüm donanımını kurup bu düzeni yıkmaya çalışan, "gerçeği bilen" bir avuç insanın arasına katılıyor.
Kırmızı mı, mavi mi?.... Gerçek ile yanılsama arasındaki farkı anlamanız için sunulan iki hap var. Sadece hangi rengi ya da gerçeği mi yoksa içinde yaşadığınız yanılsamalar dünyasını mı tercih edersiniz? Ya da hangisi gerçektir? Son birkaç senedir gösterimde olan pek çok filme baktığımızda, senaryolarında işlenen ortak konulardan biri dikkatimizi çekmektedir. Bu filmlerde gerçek olarak kabul edilen, varlığına mutlak olarak inanılan dünya hayatı sorgulanmakta; rüyalarda oluşan ya da simülasyon gibi yapay sinyallerle oluşturulan ortamların ne kadar gerçekçi olabileceği vurgulanmaktadır. Matrix (The Matrix), Matrix 2 (The Matrix Reloaded), 13. Kat (The Thirteenth Floor), Haşin Krallık (Harsh Realm), Vanilya Gökyüzü (Vanilla Sky), Gerçeğe Çağrı (Total Recall), Truman Şov (Truman Show), Tuhaf Günler (Strange Days), Gizemli Şehir (Dark City), Aç Gözünü (Open Your Eyes), Frekans (The Frequency), Varoluş (Existenz), Tek (The One) gibi pek çok film ve dizide, insanların neyin gerçek neyin hayal olduğu hakkında ne denli ciddi bir yanılgı içinde olabilecekleri konusu işlenmektedir. Çetin BAL: Gerçi bu filimlerin bir çoğunda simüle edilmiş gerçeklikler paralel evrenler ve alternatif gerçeklikler ve zamanda farklı şeritlerden bahsedilmektedir. Planet Apes (maymunlar gezegeni /Maymunlar Cehennemi) filimlerinde de benzer temalar işlenmiştir. Ayrıca bu filmlerde şimdiye kadar sadece bilimsel olarak ortaya konmuş birtakım yorumların, hayatımızı nasıl etkileyebileceği canlandırılmakta ve insanların bu konuda daha derin düşünmeleri sağlanmaktadır. Örneğin Matrix filminde şu ifadeler yer almaktadır: Gerçek nedir? Gerçeği nasıl tanımlarsın? Eğer hissedebildiğin, koklayıp, tadıp, görebildiğin şeylerden söz ediyorsan, "gerçek", beyne iletilen elektrik sinyallerinin yorumlanmasıdır. Bilimsel izahlara dayanarak yapılan bu filmlerin, tüm dünyada milyonlarca insanın ilgisini çekmiş olmasının en önemli sebeplerinden biri, kuşkusuz insanların artık dış dünyanın gerçekliği konusundaki ön kabulleri sorguluyor olmalarıdır. Filmlere konu olan bu ifadeler, geçmişte pek çok felsefecinin ele aldığı konular olmasına rağmen, 20. yüzyılın son yıllarına kadar gereken önemi görmemişti. Ancak bugün bilim, bu izahların artık felsefi birer görüş değil, bilimsel gerçekler olduğunu ortaya koymuştur. Özelliklede Kuantum Fiziğinin insan bilincini ve zihnini ele alan diyologları bakış açısı bize sandığımızdan daha farklı bir dünyanın olduğuna dair bilimsel tespitleri önümüze getirmektedir. Ve Fizik bilimi bize herşeyin zihinden doğduğu Birci - holistik - bir dünyanın kapılarını aralamaktadır.
Mutlak bir gerçeklik varmıdır yokmudur ? Gerçek nedir ? insanlar Gerçeği ne zaman çözebilirler ? Beynimiz
yüzde
kaçı
çalışıyor ?
Bence bu filim dünyanın gerçekliğini, kişisel özgürlük ve kaderi sorgulayan bir filimdir ÖNCE FİLMİ GÖRMEYENLERE FİLMİ ANLATAYIM: Matrix’in ilk bölümünün çekimlerinde .(Bullet Time )adında yeni bir kamera teknolojisi, ekstrem ağır çekimler ve 360 derecelik kamera açıları ilk defa kullanıldı.Matrix günümüzde Action/Fantasy çevreleri tarafından bir kilometre taşı olarak görülmekte. Thomas Anderson gündüzleri bir şirkette bilgisayar programcısı, geceleri ise "Neo" takma adıyla bilinen bir hacker'dır. Neo bir şeylerin ters gittiğini hissetmekte ama ne olduğunu bilmemektedir. Morpheus adlı biri onunla temasa geçince hayatı bir anda karışır. Siyah takım elbiseli bazı ajanlar peşine düşerler ama o Morpheus'a ulaşmayı başarır. Morpheus, Neo'ya tüm gerçeği anlatır, Neo'nun cevabını hissettiği soruyu bulmasına yardımcı olur: "Matrix nedir?" Matrix, yapay zekanın insanları yaşadıklarına inandırdığı yapay dünyadır. Kahin sadece bir kişinin Matrix'i bozabileceğini, onun seçilmiş biri olacağını söylediğinde Morpheus insanları tutsaklıklarından kurtarması için bütün hayatı boyunca o kurtarıcıyı aramıştır. Eğer Neo gerçekten de o seçilmiş kişiyse Matrix'i bozacak ve tutsak insanlığa özgürlüğü getirecektir. Ama eğer değilse insanoğlunun hiçbir umudu kalmayacaktır. Filmin başında Morpheus'un ekibinden siyah deriler içindeki genç kadın Trinity'nin ajanlardan ve polisten kaçışını gösteren bir sekans var. Bu sahneler ilerde neler seyredeceğimizin bir fragmanı gibi ve seyirciyi göreceklerine hazırlayan görüntüler. Sonra Neo'yla tanışıyoruz ve onun beyaz tavşanı takip edip "Harikalar Diyarı"na girişine tanık oluyoruz. Film birçok şeyi hatırlatıyor. Bunların çoğu hiç de saklama gayretine girilmeden seyirciye bildiriliyor. Mesela Thomas Anderson'nın Alice'e benzetildiği söyleniyor ve filmin bir anlamda çıkış noktasının "Alice Harikalar Diyarında" olduğu açıkça belirtiliyor.
"The Matrix" öncelikle konusuyla yeni bir şeyler anlatmayı vaat etse de anlattığı şeyler yeni değil. Sadece anlatım tarzı ve işleyişinde bazı yenilikler var. izlendiğini düşünen insanların paranoyak hikayeleri gerek edebiyatta gerekse sinemada her zaman vardı. "The Matrix"in en büyük başarısı bu öğeyi süsleyip püsleyip bir güzel de ambalajlayarak sunması. "The Matrix" kuşkusuz iyi bir film. Ancak felsefi açıdan daha dolu ve yeni olması da beklenebilirdi. Görüntü oyunları ve etkili müziklerle süslenmiş dövüş koreografisi filme fiyaka ve estetik kazandırıyor. Sonuçta ortaya teknolojik bir görüntü ve hareket bombardımanı çıkıyor. Anlatımda en ufak bir tekdüzelik yok ve hareketli sahnelerin görselliği filmi tam bir seyirlik haline getiriyor. The Matrix"teki yapay zeka bildiğimiz dünyayı nasıl görmesi gerektiğini bilmeyen insanlar için bir bilgisayar programı olarak tasarlanmıştır.Tıpkı şeytanın kullandığı yöntemler gibi. Dolayısıyla "yapay zeka"yı şeytanın yerine koymak mümkün. Bu durumdan kurtuluşu sağlayacak seçilmiş kişi mucizeleriyle diğer insanların gözlerini açacak ve onlara yeni bir çıkış yolu gösterecektir.Morpheus Yunan mitolojisinde rüya tanrısıdır.Filmde Laurence Fishburne'un oynadığı Morpheus karakteri bilge kişidir;Zen ve Hindu rahipleri gibi göründüğü ve konuştuğu sahnelere de rastlıyoruz.Morpheus, Neo'yu Kahin'e götürdüğünde Kahin, Morpheus'un hep bir rüyasının peşinde olduğunusöyler.Bu rüya onun mesihi bulmasıyla ilgilidir. Ayrıca öyküde mesihe (yani Neo'ya) ihanet eden bir kişilik de vardır (Tıpkı isa'ya ihanet eden Judas gibi).Bu kişinin adı da şeytanın adlarından "Lucifer"den üretilmiştir:Cypher. Son bir şey daha var, o da gerçeği bilenlerin şehri Zion'un anlamı.Zion, incil'de Hz. Davut'un "Tanrı'nın Kalesi" olarak adlandırdığı şehrine verilen ad."The Matrix"te de doğruyu bulan kişilerin toplandığı şehir. ŞİMDİ GAZETELERDE BAZI YAZILARA GÖZ ATALIM BAKALIM NE YAZMIŞLAR..!! DiNCi BiR GAZETE ŞÖYLE YAZIYOR... Beyaz sakallı bir adamın çıkıp bütün evrenin mimarı olduğunu söylemesi islamcı basını öfkelendirdi. Bu fikir ve düşünce akımlarının hemen hepsinin ortak noktası, ortaya attıkları fikir ve düşüncelerin "mutlak hakikat olduğu" ve kurtuluş için tek yol olarak gösterildiğidir."BENCE Matrix Reloaded'ın "Evreni yaratan tanrının programladığı yazılım..içinde insanlık, başkaldırmayan kaderlerine teslim olmuş, zavallılardır derim. Bunları uyandırmaya soyunan kişi Neo da şeytanın ta kendisidir" Bu filim Satanist ögeler taşıdığını iddia edenler çok.. DiNCi
BiR YAZAR ŞÖYLE DiYOR:
Ama bu filmde beyaz sakallı biri çıktı. İnsan beynindeki gizem uçtu. Birçok insana göre o tanrı ama bana göre Bill Gates. Dünyada yalnızca Microsoft'un ağına giremiyorsunuz. Anahtarcının görevi de bu zaten. Bazıları kitaplarda Bill Gates'i deccal olarak nitelendiriyor" diye konuştu. FiZiK MÜHENDiSi ŞÖYLE DiYOR: Tıpkı Matrix filminde olduğu gibi hepimiz cam fanusların içinde derin bir uyku halinde yaşıyoruz. Bu derin uyku sırasında bize yapılan telkinleri ise gerçek kabu ediyoruz.Gülüyoruz, koşuyoruz, aşık oluyoruz ama hayır hala cam fanusun içindeyiz.Bazılarımız bunu gerçek olmadığını gösteren biri olduğunda ondan nefret ediyor;en güzel düşünü bozup yaşama davet ettiği için. Bu nasıl bir çelişkidir anlamıyorum; neden yalanları tercih ederiz, yaşamak yerine kaçış nedendir, neden kin duyarız bizi yaşama davet edenleri... Yaşamanın en güzel düşten bile güzel olduğuna inanıyorum. Bu nedenlede sanal gerçekleri kabul edip, ondan kopmak istemiyenleri anlamam mümkün değil. BiR PRÖFÖSÖRÜN iDDiASI:
Aslında dünya düzeni yapay zeka tarafından hazırlanmış büyük bir aldatmaca ve simülasyondur.Bir grup insan bunun farkına varmış ve bu suni dünyadan kurtulabilmişlerdir.Gerçekte dünya 2199 yılını yaşamakta ve gerçeği bilip de "uyananlar" Kahin'in onlara söylediği "Kurtarıcı"yı beklemektedirler. BiR GAZETE YAZARI : KAOS OLMAZ Filmin insanları kaosa sürüklemesi gibi bir şeyin söz konusu olmadığını belirten Yılmaz, kendisinin de bazı şeyleri dini açıdan algıladığını söyledi " Zion denilen yer, Yahudi toplumundan geliyor. Siz Zion'u yok etmekten kurtulursanız, mesih görevini yapar. Böyle bir yükleme de yapabilir. Neo, filmde dizlerinin üzerine çöküp,elini yere bastırıp, bir dalgalanma meydana getiriyor. Bunu yapan Hz. Süleyman ve ona inananlar.'Neo'nun ismini tersten okuyunca isa oluyor, amuda kaldırınca şu oluyor' demenin bir anlamı yok. Herkes bir şey çıkarabilir ama bu bir sinema filmi. Filmin senaristi dinle ilgili yüklemeleri karakterlere yapabilir. MiLLi GAZETE: İnsanlığın doğasına saldırı Milli Gazete köşe yazarı Afet Ilgaz filmi, "insanlığın doğasına yapılmış bir saldırı" diye nitelendirdi "Filmde Zion kurtarılacak deniliyor. Bakın sembolleri saklama gereği bile duymuyorlar. Zion'u kurtarmak demek, Büyük israil Krallığı'nı kurtarmak. Trinity adında bir kadın ismi var. Bunlar, siyonist Hıristiyanlar. Irak'ta, Filistin'de yapılan savaşlarda siyonistlere yardım eden Hıristiyanlar. Bu film, insanlığı doğasından koparmak için çekilmiş. YENi ŞAFAK: Neo'nun Hz. isa olduğu ortada 14 Mayıs 2003 Pazar günü Fadime Özkan, kaleme aldığı yazıda şu görüşleri savunuyor "Matrix Reloaded'da Zion'un kurtuluşu için 'seçilmiş kişi' olduğuna inanılan Neo'nun kendisinden mucizeler beklenen bir kurtarıcı (Hz. isa) olduğuna yönelik benzetmenin altı koyuca çiziliyor. Her şeyin seçimlerimizin eseri, seçimlerimizin ise kaderin gerçeği olduğunu savlayan, inanç ve gerçeğin ise göreceli kavramlar olduğu üzerinde yoğunlaşan diyaloglar yer alıyor.. Çetin BAL: Bana kalırsa Matrix filminin içerdiği ögelere doğrudan dinsel doğmalar penceresinden bakmak doğru değildir. Matrix'in yapımcıları bir çok dini figürlere - dinsel metinlere gönderme ve atıflarda bulunsalarda aslında bu filimde doğrudan hristiyanlık yada başka bir inancın ideolojik düşüncenin propagandasını bulmak zordur. Filim temelde daha çok içinde yer aldığımız evreni- varoluşu ve kendi şartlanmışlıklarımızla kurduğumuz kimine göre sanal kimine göre reel dünyalarımıza bir eleştiri getirmektedir. Yani filim ''hiç bir şey göründüğü gibi ve sanıldığı gibi olmayabilir'' diyor. Her insan ömrünün sonuna kadar kendi bilincini yansıtan kültürünün alışkanlıklarının ve bakış açısının dar hapishanesinde yaşamaktadır. Matrix yapımcıları aslında Einstein gibi fizik bilimi içinde evrene devrimci bir bakış açısı getirmiş bir dizi yenilikçi önermeler sunmaktan daha çok felsefi olarak yanıtlanmış yada düşünülmüş yada tartışılagelen bilindik soruları sürükleyici bir hikaye çevresinde görsel efektlerle süsleyerek sinema ekranlarına aktarmışlarlar. BEYNiMiZ YÜZDE KAÇI ÇALIŞIYOR ??? Beynimize gelen bir sinyalin sinirler tarafından tüm vücudumuza iletilmesi kaç saniyedir? Saniyenin 50 de 1'i gibi kısa bir süredir....Bizim yerimize düşündüğünü zannettiğimiz beyin aslında karar verme yeteneğine sahip olmayan basit hücrelerden oluşur. Dişideki yumurta hücresinin, erkekten gelen sperm hücresiyle birleşmesi sonucu meydana gelen hücre, tekrar-tekrar bölünerek binlerce, milyonlarca hücre oluşturur...
Ortalama bir beyinde milyarca sinir hücresi vardır. Dolayısıyla sayıları arttıkça beyin işlevlerinin de artacağı açıktır. Nöron sayısı kadar önemli olan bir diğer özellik; nöronların uzantıları aracılığı ile diğer nöronlarla oluşturdukları ilişkilerdir. Bilgi alışverişinin yapıldığı bu ilişki noktaları (sinapslar) nöron başına 1000 ile 10.000 arasında değişir. Sinapslar, etkiye akım var / akım yok şeklinde tepki gösterir. Demek ki, bir nöron 103 hatta 104 tepki verebilir. 1010 nöron olduğuna göre, sinir sisteminde tepki sayısı ya da bilgisayar deyimiyle söylersek bit sayısı, 10 trilyon ile 100 trilyon arasında değişecektir. Bu bit sayısı 500 sayfalık, bir milyon kitabı dolduracak büyüklüktedir. (Yaklaşık 116.416 Gb.) Bilgisayar her ne kadar aptal bir makina olsa da insanoğlu kendi zekasını kullanarak bu makinanın akıllıymış gibi davranmasını sağlamıştır.
Matrixel duruş: [ Klasik özne/nesne düalitesini ve "gerçeklik anlayışlarını", çeşitli nedenlerle "kabul edilemez" bulan bazıları, böylesi bir konuşlanış biçimine geçmektedir. Bu konuma sahip olanlar genellikle, yarım yamalak felsefe "okuyucularıdır". İşte "paraleks manzara" en basit, "naiv haliyle" bu "duruş biçiminde" başlamaktadır. Bu duruş biçimine göre, "gerçeklik denilen" bir tür "illüzyondur", ki aslında, bu söylemin "temelleri" antik yunan düşünüşüne dayanır. Bu dönemde başlayan "gerçeklik/sanıdoxa" ayrımı, tüm bir tarihsel süreç boyunca devam eyleye gelmiştir. Sinamatografisinde de "kurgulandığı" gibi, "asıl gerçeklik", "tarlalarda yatmaktadır" ve "gerçek denilen, yaşadığımız bu hayat, bir tür rüyadır. (bu türden sorgulama, gazalinin, "şüpheci dönemlerinde de vardır ve burdan da giderek "tasavvufa ermiştir zati"). Dejavu durumları, bu "gerçeklik alanında" "çatlamaya" yol açmakta ve kişiye, gerçek sandığı hayatın "sınırlarını" sorgulatmaktadır. Tarlada uyuyan "gerçek insanlar" ile, "onların düşlerinde" yaşadığı bu gerçek sanılan hayatlar ayrımı, "platonik bir" ayrımdan başka birşey değil. Gerçek idealar dünyasıdır (tarlalar da uykuda olanlar) bu dünya ise, tamamıyla "doxalar" alanıdır, (rüyada yaşadığımız bu dünya ve hayat). Platonun bu
ayrımı da kaynağını, "parmenideste" bulmaktadır, bu ayrımlaşma, Hegel'de "tinin görüngü bilimi" şeklinde, "daha kıvrak, zekice işlenmiştir"... Bu matrixel duruş, "geniş kitlelerde" yankısını bulmuş ve felsefenin pek de alışık olmadığı "popüler felsefeyi" doğurmuştur.. Öte yandan, bu duruş, özneci ve aşırı özneci hiper matrixel yaklaşımlara doğru "savrulmayı da" beraberinde getirmiştir. Objesi-nesnesi karşısında, bir tür "illüzyonu" yaşayan, özne, o halde "doğurucudur", yaratıcıdır. En uç ifadesini "berkeleyci" "tek benci yaklaşımda bulmuştur. En el hak "benim" demeye çalışan, "varolmak" algılanıyor olmaktır dusturu... Her şey "ben algılıyor" olduğum için var, peki ben nasıl var oluyorum, "beni de tanrı algılıyor", işte o nedenle "bende varım" valla billaha, "elhamdülillah varım.. E güzel, ne denebilir ki.. Bu açıdan bakıldığında, "felsefe", kendisine "yöneleni" bir "enformasyon" bombardımanına uğratarak, çok rahat bir şekilde "dezenformasyona" yol-açabilmektedir. Felsefeye, yarım yamalak "yönelmek", mazallah çok da tehlikelidir, kafayı oynattırır ve hatta, öz yıkıma kadar götürtebilir. felsefenin, "kitleler-nezdinde", hep böyle algılanması ve "bazılarında" böylesi "yaşanması" da bunun sonucunda olmuştur. Hani, bir elektronik sisteme, "kapasitesinin üstünde" enerji yüklediğinizde, sistem "çöker", bunun gibi, yarım yamalak bilme-bilgi toplamlarıyla, felsefeye yönelindiğinde, "şapşalamalar da" başlamaktadır. Yurdum felsefe-alanı bunların "örnekleriyle doludur" zaten... ] Matrixel yaklaşımda, aşırı ve fakat, "sistematize olmayan, hazmedilmemiş, semirilmemiş bilgi yüklenmesinin beraberinde getirdiği, "zihinsel hazımsızlıklar" yaşanmaktadır.. (Bunu "örnekleriyle göstermeyi deneyeceğim, daha sonraki zamanlarda) Kritikçi pozitivist yaklaşımla, bu matrixel yaklaşım arasında, gidiş gelişler ve "flört etmeler" sık ve yaygınca yaşanmaktadır, "taoist- budist" öğretileri, yeterince "hazmedemeyen" ama, ucundan-kıyısından onlara yakın olanlar da, bu öğretilere, matrixel zeminden yaklaşmaktadırlar, "o açıyı" göremedikleri için, burda kalmaktadırlar. Bu ortamda, bu duruş sahibi olan, oldukça çok sayıda "katılımcı" var, felsefenin yoğun eleştirel-bombardımanı karşısında, "maddeye-tutunamayınca", "özneye" ve "metafiziğe" doğru savrulmaktadırlar. Maddeselleştirip boyutunu alıp, ama aynı felsefenin "özneyi yerden yere" vuran boyutunu görmeyerek, "özne sığ koyuna" saklanarak, kendilerini "güvende hissetmeye" çalışmaktadırlar. Doğulu bir toplum izleğinden geliyor olmamız, kültürün, bu dünyaya değil, "öte dünyaya" daha yakın olması da, bu "matrixel kaymaları" kolaylaştırıcı nitelikte. İşin ilginci, bu "öte dünya" düşkünü maneviyatçılar, maddiyatçılardan daha beter maddiyatçılar, "inancı bile" pazarlık üzerinden yaşıyorlar, "gelecek iyi hayatlar", "ışık olma" istekleri, "cennete kavuşma" isteği felan filan... Kısacası, matrixel duruş, yukarıda ortaya konan "objelerin" tümünü bi tür "illüzyon olarak" kabul eder, ben suya bakarken, gördüklerim gerçek değil veya, kadına bakarken, bi tür "haz illüzyonu" yaşıyorum, "cebri uygulanan kişi "görüntüsü" bir tür illüzyondur, felan filan... (İşin ilginci, bazı "aklı evveller de", bu türen "söylemleri", post yapısalcı ve nihilist duruşla "özdeşleştiriyor", "anlaya bildiği" oraya kadar olduğu için, "okumalarından ancak" bu sonucu çıkarsayabiliyor)
Matrixsel duruşa karşı eleştiri Bu söylemlerde bu hiçte nihilist duruşla özdeşleştirilmedi. Ayrıca Matrix felsefesinin bu dünyanın yalan olduğu fikri değil asıl bu dünyada yaşatılanların bir ilüzyon olduğudur. Bunu populer kültürün eleştirisini yaptığınız zizek okumalarında da ( Slavoj Zizek (1949) böyle olduğunu görüyoruz zaten. Şunu tekrar okumalısın : İnsanların gerçek hayatta izlediği haberlerin dahi yanlı ve yalan olduğu bir matrixte yaşamıyor muyuz? Yada işçi olduğumuz ve asgari mutlu yaşadığımız dünyada asıl mutlu olanların işçilerin emeklerinden çalarak daha zengin yaşayan patronlar olduğu gerçeğinden yoksun insanlar matrix te yaşamıyor mu? Peki oy verdiği halde aslında daha önceden sınırları çizilmiş bir daire içinde siyaset yapmaktan ama insanların onlardan çok şeyler beklemesine rağmen asla yapamayacak olan siyasetçilere inanan insanlar matrix te yaşamıyor mu? Bazı kutsal olduğu kitlelere empoze edilmiş duygular uğruna ölen ama o duyguları onlara şırınga eden insanların kıllarını bile kıpırdatmadığı bir dünyada bu kitleler matrix te yaşamıyor mu? Ve çevresinde böyle insanların olduğunu gören ve yıllarını aydınlanmaya adamış ve çevresinden farklı olduğunu bilen insanlar yanlızlığa itilip, çevresinden tepki görüyorsa keşke yeşil hapı içseydim mi demeli? Bütün bunlara rağmen MATRİX filmini hala dövüş sahneleriyle süslü idealizm tuzağımı zannediyorsun? Ben hayatım boyunca çoğu şeyi bu kadar net açıklayan bir film görmedim. Sorun filme gerçek hayatta kırmızı hapı içerek aydınlanmış bir gözle bakmakla, hala matrix te yaşayıp hala hiçbir şeyden haberi olmayanların bakış açılarının çatışması olarak görüyorum. Bu konuda daha da değişik görüşler çıkacaktır. Bunların neresinde metafizik ve idealist bir tutum var. Ve bu felsefelerin ilk antik yunanda olmasının bunu bugun boyle algılamamıza ne zararı var? Buradaki iluzyon olduğu iddia edilen madde ve özne değil dikkat edin sadece OLGULAR. Benim Matrix ten aldığın en azından bunlar. Bu dünyanın kendisi değil ancak bu dünyada iluzyon içerisinde yaşatıldığını düşünmenin Marksist bir arka planı da var. Ve bu Hiçlik içinde yaşadığımız gerçeğinden daha iyi bir duruş biçimi diye düşünüyorum ben. [ Sloven düşünür Slavoj Zizek! Kendisini Matrix ve Felsefe kitabındaki çözümlemelerinden keşfettim.Daha sonrada müptelası oldum zaten.Eşine az rastlanır bir entellektüel kahraman olan Zizek(okunuşu: Jijek) hakkında geçtiğimiz haziran ayında ntv belgesel kuşağında ‘Zizek!’ adlı bir belgesel yapım gösterildi.] Her ne kadar MATRİX filminde bir dinin propogandası yapılıyor dense de filmin felsefesi beni kopardı. Yani şimdi biz şu an internetteyiz. Aslında gerçek hayat tamamen farklı. Televizyon izliyoruz gerçekler farklı. Peki hayatın içindeyiz. Gerçekler farklı.Yaşıyoruz ama gerçek dünyanın öbür taraf olduğu söyleniyor. Ya orasıda değilse? Yani biz her zaman MATRİX teyiz. Soru şu biz hep Matrix teysek kırmızı hap ne. Ve onu içersek uyanacağımız yer neresi? Yoksa Felsefenin doruk noktası NİHİLİZM mi? Diyalektik düşüncede sınır ne?
Matrix Reloaded – Yeniden yüklenenin sırrı üzerine Matrix Reloaded, tıpkı birinci Matrix filmi gibi baştan sona kadar sembollerle donatılmış bir film. İçinde saklanmış semboller fark edilmeden ve bunların tekabül ettiği şeyler düşünülmeden seyredilirse, ancak bir sürü saçmalıkla doldurulmuş Hong Kong malı kungfu filmlerinden bir tanesi daha seyredilmiş olur. Öte yandan semboller tespit edilip, üzerlerinde kafa yorulmaya başlanırsa, filmin aslında anlatmaya çalıştığı pek çok şey olduğu fark edilecektir.
Filmi ikinci kez seyrettikten ve internetteki tartışma gruplarındaki yazışmaları biraz takip ettikten sonra tespit edebildiğimiz noktaları paylaşmak istiyoruz. Filmi, bu noktaların ışığında tartışmanın, bizi daha verimli neticelere ulaştıracağını düşünüyoruz. Filmin daha ilk karelerinde, hemen logodan sonra, Matrix kodunun bir noktaya dönüştüğünü görüyoruz. Aklımıza “Big Bang” teorisi geliyor. Yani kainatın genişlemesine bakarak, her şeyin tek bir noktadan (ak delik?) başlayan bir patlama ile vücuda geldiğini ileri süren teori! Daha sonra, bu noktadan geri doğru çekilmeye başlayan kameranın bize gösterdiği “fraktal” grafikleri görüyoruz.
Fraktallar Fraktal grafikler, matematikçilerin son otuz senedir uğraştıkları bir alan. İnsanların yıllarca çalışsalar yapamayacakları kadar çok sayıda hesaplama gerektiren bu grafikleri görmek ancak bilgisayarların kullanılmaya başlamasıyla mümkün oldu. Bir tarafıyla kaos
teorisinin matematiğe yansımalarından biri olan fraktal grafiklerin temel iki hususiyeti şöyle hülasa edilebilir: 1.Fraktal grafikler, matematikte “kompleks” denilen sayılarla yapılan bir dizi hesaplamanın sonucunda üretilmiş, hiçbir düzen takip etmeyen (kaotik) sayıların bir izdüşümü alınarak elde edilir. 2.Fraktal grafiklerin küçük bir bölümü seçilip büyütülürse, asıl resmin çok benzeri olan bir resim elde edilir. Birinci maddenin filmdeki aksini “determinizm-kaos” ikilemi olarak belirleyebiliriz. Determinizm ilkesi, aynı sebep (etki) sağlanabilirse her zaman aynı netice (tepki) elde edileceğini söyler. Peki aynı sebebi oluşturmak mümkün müdür? Kaos teorisyenleri göre mümkün değildir. Zira kontrol edilmesi mümkün olmayan sayısız etken, başlangıç şartlarında çok küçük farklılıklar meydana getireceklerdir. Bu farklar ise ilk başta olmasa bile belli bir noktadan sonra, önceki tecrübeden çok uzaklaşan gelişmeleri müteakip, tamamen alâkasız neticeler husule getireceklerdir. Filmde Merovingian karakteri, determinizmin müdafii olarak karşımıza çıkacak ama inkar ettiği kaos onu bulmakta gecikmeyecektir. İkinci madde ise filmde cevabını bulamadığımız, “acaba Matrix içinde Matrix mi var?” sualinin cevabına dair ipuçları ihtiva ediyor. Saat 00:00 – Aynı anda hem başlangıç hem de son… Kamera geri çekilişini (zoom-out) sürdürüyor. Bir saatin iç aksamı içinde, çarklar ve miller arasında biraz dolaştıktan sonra nihayet Matrix’in içine çıkıyoruz. Matrix’de ilk gördüğümüz eşya, az önce içinde dolaştığımız saat ve bu saat tam gece yarısını, yani günün başladığı ve bittiği anı gösteriyor!. Bu sahnenin aslında filmin düğümünün de atıldığı sahne olduğunu düşününce taşlar yerine oturuyor. İleride, her şeyin bittiği ve yeniden başlayacağı anın bu an olduğunu göreceğiz. Tıpkı bir gün gibi! Rüya: Uyanışın uykuda gelen ipuçları… Bu ana kadar seyrettiklerimizin, filmin kadın kahramanı Trinity vurulunca dehşetle uyanan Neo’nun gördüğü bir rüya olduğunu anlıyoruz. Neo aslında herhangi bir rüya görmüyor. Seçilmiş kişi (the one) rüyasında geleceği görüyor. Aslında uyuma, uyanma ve rüya argümanlarına ilk filmden de aşinayız. “Uyanan” Neo’nun kendini içinde bulduğu geminin adı “Nebukadnezar” idi. Nebukadnezar, eski Babil krallarından biri. Hz. Danyal (Daniel) peygamberin kıssasında ismi geçiyor. Hikayesinin, Tevrat’ın Danyal bölümünde anlatıldığını okuduk. Rivayete göre Nebukadnezar bir rüya görür ve kahinlerini çağırıp rüyasını tabir ettirmek ister ancak rüyasını hatırlamamaktadır. Kahinler hem ne rüya gördüğünü bilip hem tabir edecekler veya öleceklerdir. Hz. Danyal bu imkansız görünen işi yapar ve kahinleri kurtarır. Bazı kaynaklar, Hz. Danyal’ın rüya yorumları, remil ve kehanetler üzerine “Kitab-ül Cifr” isimli bir kitabının olduğunu söylerler. “Cifir” kelimesinin etimolojik incelemesi de son derece heyecan vericidir. Bu kelimenin Arapça’dan batı dillerine cifreé – cipher diye geçtiğini, oradan Türkçe’ye “şifre” olarak geri geldiğini biliyoruz. Hatta bunun, İngilizce’deki “cyber” kelimesi ve bizdeki “sıfır” kelimesiyle akrabalığı bulunabileceğine dair, gayet akla yatkın iddialar mevcuttur. Birinci filmde mürettebata ihanet eden karakterin ismi, adeta bu iddialara bakarak konulmuştu: “Cypher”. Yani biraz “cyber” biraz “şifre”, biraz “sıfır”… Rüyalara dönelim… Rüyalar, tarih boyunca filozofların zihinlerini meşgul etmişlerdir. Rüya ile gerçeği birbirinden ayıran nedir sualini biraz daha provakatif hale getirmek için hafifçe değiştiren filozofun dediklerini hatırlayalım: “Eğer her gün her uykuya yattığınızda aynı rüyayı görseydiniz ve her rüyanızda kelebek olsaydınız şöyle düşünmez miydiniz: ‘acaba ben rüyasında kelebek olduğunu gören bir insan mı, yoksa rüyasında insan olduğunu gören bir kelebek miyim!’” İşte bu sorunun bir benzerini ilk filmde soran Neo’nun ikinci filmde artık uyuyamadığını görüyoruz? Neo uyuduğunda hep aynı rüyayı görmektedir ve ilk filmde olduğu gibi, gördüğü rüyaların kendi gerçekliğinin üzerinde bulunan başka bir
gerçeklikten “haberler” ihtiva ettiği fikrini aklından çıkaramamaktadır. Matrix filmi batıda bizde olduğundan çok daha fazla tartışılıyor ve derinlemesine inceleniyor. “Büyük uyanıştan önce görülen rüyalar” argümanının Budizm ve Gnostisizm’den alındığı iddiasını internette okuduk. Farklı kiliselerin gösterdikleri farklı (ve taraflı) tepkileri karşılaştırarak bir neticeye ulaşmaya çalıştık. Gnostisizm kavramı birçok yerde karşımıza çıktı. Gnostisizm – Bilinircilik Matrix’im Gnostisizm ile bağı o kadar kuvvetli görünüyor ki, Gnostisizmin ne olduğunu bilmeden filmin tam olarak anlaşılmayacağı görülüyor. Bilgilenmeler, edinilen bilgiyle aydınlanmaya yaklaşmalar, rüyaların ve sezginin ehemmiyeti, ışıklı kapılardan geçerek bilgi kaynağına ulaşmalar ve daha bir çok öğe Gnostik referanslar taşıyor. Bu yazı yazıldığı zaman, google arama motoru internette Matrix ve Gnostisizm kelimelerinin geçtiği iki bine yakın web sayfası buluyordu. Şimdi bu malumat deryasından süzebildiklerimizi kısaca sıralayalım: 1.Gnostisizm M.Ö. 5. ve 4. yüzyıllardan itibaren ortaya çıktığı sanılan ve orta doğuda yayılan bir dini, felsefi akımdır. Bu akım İsa’dan sonra birinci asırda bazı Hıristiyan toplulukları içinde kendini göstermiş ve beşinci asra kadar etkinliğini devam ettirmiştir. 2.“Gnosis” kelimesinin etimolojisinden yola çıkılarak bu akımın bir “bilgi ile kurtuluş” akımı olduğu söylenmektedir. Ancak “gnosis” kelimesinin bugün İngilizce’de ki “know=bilmek” kelimesinin atası olduğu göz önüne alınarak varılan bu netice yanıltıcı olabilir. Gnostikler peşinde oldukları “kainat bilgisinin” teslimiyet ve ibadetle değil de sezgiyle ve bu bilgiye ulaşmayı sağlayacak bir takım sihirli formülleri bulup öğrenmekle elde edilebileceğine inanırlar. 3.Misallendirmek gerekirse, “Maniheizm’in” ve “Sâbiîliğin” tamamıyla gnostik inanç ve öğretileri temsil eden dini gelenekler olduğu ileri sürülürken, bazı din ve felsefe tarihçilerince “Mandeizm, Hermetizm” vs. gibi mistik inançlar da Gnostisizm olarak nitelenir. Bu yaklaşıma dayanarak Kabala’yı bir Yahudi Gnostisizm’i, Batıniliği de bir Müslüman Gnostisizm’i sayanlar vardır. 4.Gnostisizm bir çok araştırmacı tarafından dini sapkınlık olarak görülmektedir. 5.Tarih sahnesine İsa’dan sonra yeniden çıkan Gnostikler, eski Yunan Felsefesi’ni esoterizm ve Hıristiyanlıkla kaynaştırıp, eklektik bir inanç sitemi kurmaya çalışan dinimistik düşünürlerdir. Temel olarak mutlak bilgi’nin anlık sezişlerle kavranabileceğine inanırlar. Tüm dinleri mutlak bilgiye ulaştırma noktasında yetersiz bulan Gnostikler, mistik tarikat adamlarıdır Özellikle antik Yunan filozoflarından Eflatun’un felsefesini esas aldıkları için, mutlak bilgiyi, dini bilgilerin çok üstünde bulunan kurgusal bir bilgi sayarlar. Hz. İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğunu, doğduğunu ve büyüdüğünü, çarmıha gerildiğini kabul etmediklerinden Hıristiyanlarca sapkın sayılırlar. Bertrand Russell, Hz. İsa’yı bir insan saydığı için Hz.Muhammed’i Gnostik saymıştır. 6.Gnostisizmin temel kültleri şöyle sıralanabilir: a.Zıtlıklar üzerine inşa edilmiş bir düalizm.. Burada bu yazıyı yazarken Gnostisizm konusunda çok kereler başvuru kaynağı olarak kullandığımız Şinasi Gündüz’ün makalesinden bir paragrafı iktibas edeceğiz: “Gnostik öğretinin arka planında madde-mana, aydınlık-karanlık, ruh-beden ve dünya-öte dünya gibi değerler arasında var olduğuna inanılan katı bir düalizm bulunur. Gnostikler makro planda alemi, ışık alemi ve karanlık alemi şeklinde ikiye ayırırlar. Işık ya da nur alemi iyiliği, hakikat ve gerçeği temsil ederken karanlık ve zulmet alemi kötülüğü, yalanı ve gerçek olmayanı temsil etmektedir. Işık alemiyle karanlık alemi arasında bitmek tükenmek bilmeyen bir mücadele ve çekişme vardır. Madde ve maddi olan her şey, yani içinde yaşadığımız dünya, bedenlerimiz ve bu dünyaya ait olan her şey kötülük alemine aittir ve dolayısıyla bizatihi kötüdür. Ruh ve ruhsal olan varlıklar ise ışık alemine aittir ve yapısı gereği iyidir. Kötülük alemiyle iyilik alemi ya da ışık ile karanlık veya nur ile zulmet
arasındaki bu mücadelede başarılı olacak olan, iyilik, yani ışık veya nurdur. Makro hayatın sonunda kötülük ve zulmet, ışık tarafından dizginlenerek tahakküm altına alınacak ve onun emrinde olan madde ve maddi alem yok edilecektir. Mikro hayatı temsil eden insan açısından da aslolan, iyilik alemine ait olan ruhsal varlığına değer vermek ve kötülüğe ait olan maddi yapısına, yani bedenine ve bedenin istek ve arzularına boyun eğmemektir. Varlık itibarıyla kötü olan bu dünya ve dünyevi şeyleri terk etmek, ışık ve iyiliğin timsali olan ruha ve ruhsal aydınlanmaya kulak vermek gerekir. Böylesi bir düalizm konusunda Gnostisizm diğer düalist geleneklerden ayrılır. Örneğin Zerdüştlükteki düalizm daha ziyade ahlakî bir karakter taşır. Gnostik düalizm adını verdiğimiz gnostiklerin düalizminde ise -etik bir karakter taşımanın yanı sıra- maddi aleme karşı bir tavır söz konusudur. Gnostik düalizmde madde ve maddeden kaynaklanan her şey kötülükle özdeşleştirilir. Gnostik gelenekte hayatî olan bu tasavvur, örneğin Zerdüştlükte görülmez.” Matrix filmlerinin hepsinde sözü edilen düalizmi müşahede etmek mümkündür. Matrix’in içinde (yani karanlık, zulmet ve yalanlar aleminde) her yerde yeşilin tonları hakimdir. Zaten başta Matrix’in kodları yeşildir. Eğer film dikkatle izlenirse Matrix’in içinde bulunan hemen her sahnenin yeşil tonlarında görüntülendiği fark edilir. Özellikle zulmün yoğunlaştığı yerlerde yeşil iyice vurgulanmaktadır. Mesela birinci filmde ajanların Neo’yu sorguladıkları sahne, tuzağa düştükleri otel odası hep yeşil tonlarda görüntülenmiştir. Aslında yeşil olmaması icap eden kahinin (oracle) odasının neden yeşil olduğu ikinci filmde anlaşılır: Kahin de aslında Matrix’in bir parçasıdır. Neo Matrix’in içindeyken yeşil bir kravat takarken gerçek dünyada kravat takmaz. Gerçek dünya, (yani ışık ve hakikat dünyası) genelde mavi tonlarda görüntüleniyor. Bunun mahsus yapıldığını filmin yazarları Wachowski kardeşler bir mülakatlarında kendileri söylüyor. b.Alâmet-i farikası hayat ve ışık olan tanrı inancı. Gnostik çevrelerde tanrı, “hayat ağacının” özünde yahut kökünde bulunur, onun mahiyetinin tam olarak anlaşılmasına imkan yoktur ve “hayat”, “nur”, “ışık kralı” gibi isimlerle anılır. Filmin sonuna doğru Neo’yu Matrix’in “kaynağına ulaştıracak olan ışıktan kapıyı hatırlayalım. c.Yüce varlığın dışında, maddî alemi yaratan varlık: demiurg. İnanılan yüce varlığın bütün kötülüklerin tecessüm ettiği “maddenin” yaratıcısı olamayacağına inanan Gnostikler, bu işi yapan başka bir yaratıcı güce inanırlar. “Demiurg” Yunanca demiourgos (halk için çalışan) kelimesinden üretilmiştir. Kainatı ve insanın maddi varlığını yaratan güçtür. Kimi Gnostik gruplar için Demiurg doğrudan şeytandır. Filmde kendini “mimar” olarak tanıtan şahsın tanrı olduğunu düşünen bazı kimselerin gösterdiği tepki bu bağlamda manasızlaşır. Gnostik teolojide “Matrix’in” mimarı, yani dünyanın yaratıcısı tanrı değil, insanlığı hapsetmek isteyen şeytanın ta kendisidir. 7.Gnostikler maddeyi, ruhun bozulmuş bir şekli olarak görürler. Onlara göre insanın varoluş amacı, maddi varlığından sıyrılıp esas olana, yani tanrıya dönmektir. Bu, bizim tarikatlardaki “fenafillah” makamına ulaşmaya benzetilebilir. Gnostiklere göre bu “kurtuluş”, ancak tanrının göndereceği seçilmiş bir kişi eliyle başlatılabilir ve kolaylaştırılabilir. Filmde Neo işte bu beklenen “mürşit”, yahut başka bir değişle insanları kurtarmak için tanrının seçtiği kişidir. 8.Gnostikler “bilen” ve bilgileri ile tüm varlıklar arasında üstün hale gelen, bilgisizlere nispetle geçmiş ve gelecekte bambaşka statüler kazanan kişilerdir. Özetlemeye çalıştığımız noktalardan çok daha fazlasının internette bulunduğunu belirtmek isteriz. Gnostisizm ile ilgili yazıları okurken, filmde ki argümanların hemen hemen tamamının kaynaklarını tespit edebildiğimi gördük. Bundan sonra da yeri geldikçe Gnostisizm ile filmi irtibatlandırdığımız noktaları vurgulamaya çalışacağız.
TOPLANTI Nebukadnezar ve onun gibi birçok gemi kaptanı karşı karşıya bulundukları tehlikeli vaziyeti tartışmak ve ne yapacaklarına karar vermek üzere Matrix’in içinde buluşuyorlar. Osirus isimli gemiden gelen haber konuşuluyor. Filmde bazı yerler havada kalmış gibi görünse de işin aslı böyle değil. Matrix 2’den kısa süre önce bitirilen Animatrix isimli filmler serisini seyretmiş olanlar Osirus’u ilk defa işitmiyorlar. Dokuz kısa filmden oluşan
koleksiyonun birinci filminin adı “Osirus’un son uçuşu” idi. Bu kısa filmde Osirus isimli gemi, makinelerin saldırısına uğruyor ve kaçarken yeraltından yer yüzüne çıkmaya mecbur oluyor. İşte o anda gemi mürettebatı, dev bir makinenin, yeri kazarak Zion’a doğru ilerlediğini görüyor ve bu haberi, canları pahasına merkeze gönderiyorlar. Gemi kaptanlarını bir araya getiren haber de işte bu haber. Sembolleri ve referansları bulma çabamızı Osirus’un manasını anlamaya çalışarak sürdürelim. Osirus Osirus Mısır mitolojisinde yeraltı ve tarım tanrısı olarak biliniyor. Kaynaklarda “Usire” diye de anılıyor. Nephis ve Seth’in kardeşi, Isis’in kocası olarak bilinen Osirus, “ölümlü tanrılardan” sayılmakla beraber ölümden sonraki hayatı ve ruhun ölümsüzlüğünü simgeliyor. İnsanlara tarımı ve medeniyeti öğreten tanrı sayılan ve bir yandan da hayatın ortadan kaldırılamayışını sembolize eden Osirus’u filmde (Animatrix’ten bahsediyoruz) yerine oturtmakta zorluk çekmiyoruz. Osirus gemisi, filmde “yeraltından” toprak üstüne çıkıyor. Bu çıkış ile de “medeniyetin” (Zion) tehdit altında olduğunu ve sonunun yaklaştığını anlıyoruz. Filmin (Matrix Reloaded) genelini düşündüğümüzde Osirus’un, Zion’a gönderdiği mesajla yeniden hayata dönüş sürecini sayılabilecek reaksiyonlar zincirini başlatan geminin ismi olduğunu fark ediyoruz. Osirus’tan gelen haberi alan gemi kaptanları, strateji belirlemek üzere bir araya geliyorlar. Aslında ne yapılacağı belli. Komutan “Lock’un” emirleri açık: Bütün gemiler yayın seviyesini terk edip Zion’a dönecekler. Komutanın ismi, felsefeye azıcık ilgi duymuş herkesin mutlaka işitmiş olduğu bir ismi çağrıştırıyor: John Locke. Bu filozofun genel çerçeveye nasıl oturduğunu tartışmadan önce, hakkında neler biliyoruz bir bakalım: John Locke John Locke’un fikirlerinin özü 1690 tarihli “Essay Concerning Human Understanding – İnsanın Anlayışı Hakkında Makale” isimli eserinde bulunabilir. Modern emprisizmin (Amprizm veya Empirizm de deniyor) temelleri bu eserle atılmıştır. John Locke’dan başka, Francis Bacon, David Hume, Stuart Mill ve Herbert Spencer gibi düşünürler de emprisistlerden sayılırlar. Emprisistlere göre insan beyni doldurulmayı bekleyen bomboş bir kağıda, levhaya yahut tabloya (tabula rasa) benzer. Yaşadıkları, tecrübeleri ile her geçen gün bu boş tabloyu dolduracak olan insan için, tecrübeden başka bir bilgi kaynağı olamaz. Filmdeki komutan Locke’un, filozof John Locke ile bir alakası olabileceği varsayımından yola çıkarak yaptığımız araştırmalar bizi son derece ilginç neticelere ulaştırdı. Amprizm nedir başlıklı, Türkçe muhtevalı bir web sitesinde rastladığımız cümleyi aynen iktibas ediyoruz: “Emprizmin batı dillerindeki kökü, deney ve görgü anlamlarını dile getiren empeiria deyimidir. Bu yunanca deyim, bilimsel bilgi anlamındaki yunanca episteme deyimle sezgisel ve tinsel bilgi anlamındaki yunanca gnosis deyimine karşıt bir anlam taşır ve görgüsel bilgi (insanın doğrudan doğruya gördüklerinden çıkardığı bilgi) anlamını dile getirir.” Bu satırları okurken aklımıza, Kahin’in “Bingo!” deyişi geliyor. Tahmin ettiğimiz gibi Locke ismi öylesine seçilmiş bir isim değil! Bu ismin arkasında bir felsefi okulun görüşleri saklanıyordu. Filmde Morfeus ile kumandan John arasında yaşanan çekişme aslında Gnostiklerle Emprisistler arasındaki felsefi çatışmaya işaret ediyor. Sezgisel bilgiye, aydınlanmaya, kahinin (bilgisiyle yücelen kişinin) ve Neo’nun (seçilmiş kurtarıcının, mesihin) yol göstericiliğine iman eden Gnostik kaptan Morfeus ile, bilgiye ancak tecrübeyle ulaşılabileceğine iman eden ve her türlü sezgisel (intuitive) bilgiyi saçmalık sayan emprisist komutan Lock çatışıyor. Bu çatışmayı anlaması mümkün olmayan seyirciyi de
ihmal etmek doğru olmayacağından senaristlerimiz ortaya, herkesin kolayca anlayabileceği bir çatışma unsuru atıyorlar: Kaptan Niobe. Böylece her anlayış seviyesinden seyirci tatmin edilmiş oluyor. Felsefeden uzak olan ve “meseleyi kurcalamaktan” hoşlanmayan herkes için hadise çözülmüştür! Mesele “kız” meselesidir!... Bu kadarı da fazla denecek biliyoruz ama, Niobe ismi de öylesine uydurulmuş bir isim değil!
Niobe Yunan mitolojisinde değişik hikayesiyle öne çıkan Niobe, Tantalus’un kızı, Thebes kralı Amphion’un karısı, yani Thebes kraliçesidir. Babası mühim bir kişi olmakla beraber tanrı değildir. Annesi ise bir tanrıçadır. Hikaye Yunan mitolojisinin en değerli kaynaklarından sayılan, Homeros’un İlyada’sında da anlatılır. Efsaneye göre Niobe, kendisi tam bir tanrıça olmadığı halde, Titan’ın kızı tanrıça Latona’yı (kaynaklarda Leto diye de geçiyor) küçümser. Latona’nın iki çocuğuna karşılık kendisinin yedi kızı ve yedi oğlu olması hasebiyle ondan çok daha fazla saygı hak ettiğini ileri sürer. Bu sözlerden alınan Latona, kendini bir tanrıça ile karşılaştıran Niobe’yi cezalandırmaları için çocukları Apollon ve Artemis’i vazifelendirir. Apollon ve Artemis, attıkları oklarla Niobe’nin on dört çocuğunu
da öldürürler. Evlatlarının acısıyla dört gün boyunca hiç durmadan ağlayan Niobe sonunda yaşlar akıtan (ağlamaya devam eden) bir taşa dönüşür ve Sipylon yahut Sipylas denilen dağın zirvesine nakledilir. Bu ismin, bu efsanenin filmle alâkasını bir takım zorlamalara girmeden kurmak zor. Belki de üçüncü film bize, neden bu ismin tercih edildiğini gösterecektir. Upgrades Toplantıda Morfeus’un gemi kaptanlarından yardım istediğini görüyoruz. Gemisi Nebukadnezar’ın yeniden şarz olabilmesi için 36 saate ihtiyacı vardır. Bundan sonra yeryüzüne yakın olan “yayın seviyesine” tekrar çıkacaktır. Yayın seviyesinde mutlaka birisinin bulunması gerekmektedir, çünkü Morfeus, kahinin tekrar irtibata geçmesini beklemektedir. Bu davranış, komutan Lock’un açık emirlerine itaatsizlik manasına gelecek olsa da, orada toplanan insanlar zaten otoriteye “itaatsizlik” ettikleri için orada bulunabilen insanlardır. Neticede gemi kaptanlarından birisi bu vazifeyi kabul eder. Bu sırada, birinci filmden tanıdığımız ajan Smith, toplantı yapılan yerin kapısından, Matrix’le irtibatını sembolize eden kulaklığını, bir mesajla birlikte Neo’ya gönderir: Neo onu özgür bırakmıştır. Belki vazifesinde başarısız olduğu için, belki ilk filmde Neo içine girdiğinde kodu değiştiği için, artık bir Matrix ajanı değildir. Bundan sonra toplantı yerine gelen ajanlar Neo ile nafile yere dövüşecektir. Neo bunlarla dövüşürken “upgrades” diyecektir. Yani versiyon yükseltmeleri. Ajanlar iyileştirilmiş, geliştirilmiş programlardır ama Neo’yu durduramayacaklardır. Bu sahnelerde doğrudan bir keşiş kıyafeti içinde görünen Neo dikkatimizi çekiyor. Siyah cüppesinin etekleri, ayak bileklerine kadar uzanıyor. Tam bir dindar mümin zangoç kıyafeti. ZİON Son insan şehri Zion’u ilk kez görüyoruz. Mürettebatı genç bir çocuk karşılıyor. Bu çocuğun hikayesi de Animatrix’de anlatılıyor. Zion’un ilk göze çarpan özellikleri, karanlık olması, eski moda makinelerle donatılmış olması ve halkının genellikle zenci ve “Hispanic” olması. Aslında Zion’un bu demografik yapısı, film üzerinde yapılan bir takım spekülasyonları boşa çıkarıyor. Matrix’ten kurtarılmış insanların kurduğu şehrin sakinleri, sarı saçlı, beyaz tenli, mavi gözlü “efendiler” değil!
.... kumandan Lock ile tartıştığı sahnede adeta John Locke’un hiddetle konuştuğunu işitiyoruz. Aynen şunları söylüyor kumandan: “Kahinleri de kehanetleri de Mesihleri de
umursamıyorum!” Hamann Hemen bu sahnede başkan Hamann ile karşılaşıyoruz. Filmdeki isimlerin hemen hepsi özellikle seçilmiş olduğuna göre, kim bu Hamann diye yaptığımız küçük bir araştırma bizi hemen verimli neticelere kavuşturuyor. Aradığımız kişi “Johann Georg Hamann”. Johann Georg Hamann 1730’da doğu Prusya’da bulunan Königsberg şehrinde dünyaya gelmiş. Kant’ın yakın dostu, David Hume’un çağdaşı. Ondan çok etkilenen Göthe, onun için “çağımızın en parlak beyni” demiş. Kierkegaard ondan “imparator” diye bahsetmiş. Alman klasisizminin ve romantizminin babası sayılıyor. Gençlik yıllarında seküler aydınlanmacılık fikrinin fanatiklerinden olan Hamann, ticari bir vazife için gittiği Londra’da İncil’i baştan sona okumuş ve eski fikirlerinden dönerek iman etmiş. Protestan Hıristiyanlığın Ortodoks bir yorumunu benimsemiş. Çalışmalarını lisan alanında mantık, ifade, iletişim, semboller, soyut düşünce ve analiz üzerine yoğunlaştırmış. Filmde Hamann figürünü yerine oturtmak hiç de zor olmuyor. Hamann, bir yandan Emprisizm okulundan (David Hume ve George Berkeley üzerinden) komutan Lock’un (John Locke’un) dostu (ve eski fikir arkadaşı) olduğu halde, nihai tercihini “inanan” (mümin) ’dan yana kullanıyor. Onu koruyor ve öne çıkartıyor. Hele Hamann’ın Neo ile, “sebep” üzerine yaptığı sohbet, tahminimizin ne kadar doğru olduğunu gösteriyor. Makinelerin bulunduğu katta Hamann Neo’ya, makinelerin nasıl çalıştıklarını anlamadığını ama çalışmaları için bir “neden” bulunduğunu anladığını söylüyor. Aynı şekilde Neo’nun yaptığı bazı şeyleri nasıl yaptığını anlamadığını ama tüm bunların arkasında bir “neden” bulunduğuna inandığını söylüyor. Johann Georg Hamann, yazılarında “sebep” kavramını “sebeplendirme faaliyetine”, “sebeplere dayanarak makul olmaya” hususi bir ehemmiyet atfetmiş. Hamann bahsini, filozofun, hakkında araştırma yaparken rastladığımız, dikkat çekici aforizmasıyla kapatalım: “Eğer dil (lisân) olmasaydı “sebep” (reason), “sebep” olmasaydı “din”, ve tabiatın bu üç esası mevcut olmasaydı ne zihin (yahut ruh, Almanca: geist) ne de cemiyeti bir arada tutan bağlar mevcut olabilirdi.” Seraph – Seraphim Oracle’dan (kahinden) gelen mesaj üzerine randevu yerine giden Neo’yu Seraph isimli karakter karşılıyor. Seraph kelimesi İbranice “Seraphim=yanmak” kelimesinin bir türevi. Üç çiftten müteşekkil, altı kanadı olan ve göğün sekizinci katında bulunan, ateşten yaratılmış bir grup meleğe verilen bir isim bu. Bazı kaynaklara göre tabiat üstü bir yaratık, kanatları olan zehirli bir yılan yahut ejderha. Filmde Seraph, kahinin koruyucu meleği olarak karşımıza çıkıyor. Neo’nun gerçekten seçilmiş kişi (the one) olduğunu anlayabilmek için onunla dövüşüyor. Nihayet onun doğru kişi olduğuna kanaat getirince (ki Seraph birini gerçekten tanımanın en iyi yolunun dövüşmek olduğunu söylüyor) görüşmeye müsaade ediyor. Bu arada Neo ona, bir programcı olup olmadığını sorunca başıyla hayır işareti yapıyor. O sadece “vazifeli”! Vazifesi sadece en mühim olanı muhafaza etmek. Meleklerin iradeleri olmadığı herkesin malumudur. Onlar sadece kendilerine verilen vazifeleri yaparlar o kadar. Seraph da sadece vazifesini yapıyor. Kahin Neo’ya kırmızı renkli bir şeker ikram ediyor. Birçok tartışma grubunda bu şekerin tıpkı Neo’yu birinci filmde Matrix’ten çıkarmaya yarayan “kırmızı hap” gibi bir fonksiyonu olduğu iddia ediliyor. Neo bu sefer şekeri alsa da yemiyor. Bu sahnede Kahin’in de Seraph gibi bir program olduğunu öğreniyoruz. Öte yandan Kahin, Neo’ya iki isim veriyor: Anahtarcı ve Merovingian. Anahtarcı, kod kaynağına ulaşan kapıları açmak için lazım gelen anahtarları yapmaktadır. Merovingian, anahtarcıyı kaçırmıştır ve hapis tutmaktadır. Kahine göre, Merovingian’ın istediği şey, çok kuvvetli insanların peşinde oldukları şeyden ibarettir: daha fazla “güç”.
Merovingian Filmin en ilgi çekici karakterlerinden birisi Merovingian. Zaman zaman Fransızca konuşan bu karakterin ismi arkasına neler neler saklanmış açıklamaya çalışalım..
Yine esoterizm sularında gezmeye başlayacağız ama önce biraz tarih... Merovingian kelimesi bizi Merovingian Hanedanı’na götürüyor. Bu hanedan beşinci asırda Fransa’da hakim olmuş. Hanedanın ilk kralının ismi Merovech (Fransızcası Mérovée). Onun soyundan gelenler kendilerini Merovingianlar diye tesmiye etmişler.
Merovingianlar arasında doğrudan Hz. İsa’nın kanını taşıdıklarını iddia edenleri olduğu gibi, soylarını Hz. Davut’a kadar dayandıranları var. Taşıdıkları kanın kutsal olduğuna ve nesiller boyunca korunarak aktarıldığına inanıyorlar. Bu isim üzerinde insanı hayrete düşürecek kadar spekülasyon yapılmış. Merovingian soyunun kayıp ülke Atlantis’ten geldiği iddiasından, Antik Yunan’ın yarı tanrılarına kadar uzandığı iddiasına kadar birçok
spekülasyon bulunuyor. Bunların biraz daha ilerisinde bizi daha da tanıdık “spekülasyonlar” bekliyor.
Merovingian hanedanı kimi kaynaklara göre yedinci, kimilerine göre sekizinci asırda gücünü kaybetmiş. Uzun ve kızıl saçlı Merovingian kralları (ki saçlarının kızıllığının Hz. Davut’un soyundan geldiklerinin delili olduğunu iddia ederlermiş) iktidardan düşmüşler. Ancak kutsal bir kanın taşıyıcısı olduklarını düşündüklerinden iddialarını hep sürdürmüşler. Son Merovingian Krallarından Godefroi De Bouillon “Sion tarikatı – Order of Sion” olarak bilinen örgütün kurucusu sayılıyor. Godefroi De Bouillon bu örgütü, Kudüs’ün Müslümanların elinden alındığı ilk haçlı seferinden dönüşünde, Kudüs’e göç eden Hıristiyan kafileleri korumak ve bunların Kudüs’e güvenle yerleşmelerini sağlamak maksadıyla kurmuş. Tarikat, ismini haçlı şövalyelerin “kurtarmaya” gittikleri Kudüs’ün yakınlarındaki Sion dağından almış. Sion Tarikatı’nın silahlı kanadının ismi birçok kişiye tanıdık gelecektir: “Tapınak Şövalyeleri - Knights Templar” Merovingian karekterinin ifadelerini siyasi boyuttan felsefi boyutu kaydırırsak ortaya çıkan sonuç bence daha evrensel bir ifade bulur..
Merovingian, birkaç erkekle yemek yiyen sarışın kadına kendisinin “programını yazdığı” bir pasta gönderir.Kadın bu pastadan küçük bir parça yer yemez cinsel olarak kızışır.Merovingian elde edilmesi güç olanla dalga geçer ve elde edilmesi güç olan hiçbir şeyin olmadığını haykırır.“Etki-tepki” üzerine felsefe yapar ve bu çapkınlık pratiğiyle bir
sürü erkeğin peşinden koştuğu kadını kolayca elde ederek insanın, bizzat kendisi, yani kendi kimyası aracılığıyla yönetilebilineceğini gösterir. Tapınak Şövalyeleri Tapınak Şövalyeleri’nin öncelikli vazifesi kutsal kan taşıyıcılarını (Merovingianları) korumak ve kutsal kanın nesiller boyunca aktarılmasını sağlamak olmuş. Buna karşılık, yer altına çekilmiş olsalar da hem siyasî hem ticarî mânâda birbirlerini koruyup kollayan efendi Merovingianlar da onları beslemiş. Bugün hemen her ülkede sayısız locası bulunan çeşit çeşit ezoterik örgütlenmelerin, mason localarının halen yaşattığı ritüellerinin pek çoğunu önce Sion Tarikatın’dan sonra Tapınak Şövalyeleri’nden tevarüs ettikleri söyleniyor. Şimdi bütün bunları filmdeki yerlerine oturtalım. Kahin Merovingian’dan bahsederken onun çok güçlü olduğunu, “en eskilerinden biri” olduğunu ve tek isteğinin, her büyük güç sahibi gibi daha fazla güç olduğunu söylüyor. Merovingian’ın en yakın iki muhafızını gözlerimizin önüne getirelim: ikizler. Bu karakterlerin de Tapınak Şövalyelerini sembolize ettiklerini ileri sürmek hiç garip kaçmayacaktır sanırım. Tapınak Şövalyelerin’in bir mühründe at üzerinde iki şövalye (muharip rahipler) resmedilmiş. Türk Masonlarının yayın organı “Mimar Sinan” dergisinin bir sayısında Tapınak Şövalyeleri ile Masonluk arasındaki bağlantıya dair şunlar anlatılmış: “Kilise’nin baskısıyla, Fransa Kıralı’nın, 1312 yılında, Templier tarikatını kapatması ve mallarını Kudüs’teki Saint Jean şövalyelerine vermesi ile Templier’lerin etkinliği ortadan kalkmadı. Bunların büyük bir çoğunluğu o zaman çalışmakta olan Avrupa’daki mason localarına sığındılar. Templier’lerin başkanı Mabeignac ise çevresindeki bir gurup Templier ile, İskoç duvarcısı kılığında ve Mac Benach takma adıyla İskoçya’ya sığındı. İskoç kralı Robert Bruce (Bu kralı Braveheart-Cesur Yürek filmini dikkatle seyredenler çok iyi hatırlayacaklardır. S.C.) onları çok iyi karşıladı ve İskoçya’daki mason locaları üzerinde büyük bir etkinliğe sahip olmalarını sağladı, bunun sonucunda, İskoç locaları hem mesleki hem de düşünsel açıdan büyük bir aşama kazandılar. Mac Benach sözcüğü bugün bile masonlarca saygı ile kullanılır. Templier mirasının sahibi İskoç masonları, Fransa’ya çok yıllar sonra bu mirası iade ettiler ve bugün İskoç usulü olarak bilinen ritin temelini Fransa’da attılar.” Şu bilgiler de "Tampliyeler ve Hürmasonlar" başlıklı bir makaleden: "Tampliye tarikatı tekris törenini içeren ritüeller, günümüzdeki mason ritüellerinin benzeridir…/…Tampliye tarikatı üyeleri birbirlerine, aynı masonlukta olduğu gibi, kardeşim derler../... Tampliye tarikatı ve masonluk kurumu birbirlerini belirgin ölçüde etkilemişlerdir. Hatta, korporasyonların ritüelleri adeta Tampliye’lerden kopye edilmiş denilecek kadar benzerdir. Bu itibarla, masonların kendilerini büyük ölçekte Tampliye’lerle özdeşleştirdikleri ve aslında özgün gibi görünen masonik ezoterizm (gizllik) içinde önemli boyutlarda Tampliye mirası olduğu belirtilebilir…/… Özet olarak, araştırmanın başlığında belirtildiği gibi, masonik kralî sanat ve inisiyatik-ezoterik çizginin başlangıç noktası Tampliye’lerin, son noktası da hürmasonların olarak kabul edilebilir.” Sion Tarikatı’nın da Gnostik bir yapılanma olması hasebiyle “ışıkla”, “aydınlanma” sembolleriyle dolu bir sürü ritüeli ve mistik öğeleri bünyesinde taşıdığını belirterek bu meraklı konuya şimdilik nokta koyalım ve yine Gnostik – ezoterik çizgide izah etmeye çalışacağımız “mimar” figürünün tahliline geçmeden anahtarcıdan azıcık bahsedelim.
Anahtarcı Aslında anahtarcı üzerinde söyleyeceğimiz çok fazla şey yok. Hacker jargonundan “arka kapılar – back doors” kavramını filme taşımak için anahtarcıyı kullanmış Wachowski kardeşler. Bir de yine anahtarcıya söyletilen bir cümle var ki bu cümle ile bir hataya düşmüşler. Kısaca tesbit ettiğimizi düşündüğümüz bu hatayı aktaralım. Anahtarcı Neo’ya Mainframe bilgisayara nasıl gireceğini anlatıyor. Mainframe bilgisayarlar, bankalar, havaalanları, nüfus idareleri gibi çok yüksek sayıda kayıtların saklanıp, işlem görmesi gereken müesseselerde kullanılan süper bilgisayarlardır. Türkçe’ye olduğu gibi çevirecek olsak “Ana Çerçeve” diye çevireceğimiz bu kelimenin “çerçeve” tarafı bizi alakadar ediyor. Anahtarcı, kahramanlarımıza “Ana Çerçeveye” girmek için tam 314 saniyeleri olduğunu söylüyor. Bu sayıyı 3,14 diye yazsak belki sayı çok kimseye tanıdık gelecektir. Bu sayı pi sayısıdır. Peki burada ne arıyor? Ne münasebetle pi sayısından bahsediliyor? İzah etmeye ve düşülen hatayı göstermeye çalışalım.
“Altın oran, örneğin bir dikdörtgenin göze en estetik gözükmesi için uzun kenarı ile kısa kenarı arasındaki orandır. Buna benzer olarak, bir doğru parçasının ikiye ayrıldığında göze en hoş gelen ikiye ayrılma oranıdır. Altın oran, sadece dikdörtgen ve doğru için değil, neredeyse tüm geometrik cisimler ve yapılar için kullanılabilir.” Filmde mainframe’in çerçevesinden dikdörtgene, dikdörtgenden altın orana ulaşıyoruz. Zira mükemmelin peşindeki makinelerin, ana bilgisayarlarını estetik mükemmeliyetin göstergesi altın oranı dikkate alarak yapmış olmaları söz konusu. İyi de kaç bu altın oran rakamı? 3,14 mü diyeceksiniz? Kurguya göre böyle olmalıydı ama maalesef altın oran 1,618033.... gibi bir sayıdır. Bize öyle geliyor ki Wachowski kardeşler matematiğin iki sihirli sayısını, pi’yi ve fi’yi (altın oran) karıştırmışlar. Ne diyelim! En azından birisi çıkıp daha makul bir açıklama getirmediği müddetçe “bu kadar hata kadı kızında da olur” deyip, iddiamızı sürdürebiliriz!..
“Mimar” “Mimar” figürü ezoterik yapılanmalar için hususi manalar taşır. Mesela yukarıda sözünü ettiğimiz, Türk masonlarının en mühim yayın organlarından birinin adı “Mimar Sinan”dır. Takib eden satırlar Masonların web sitesinden: “Mimar Sinan : Duvarcı ustalarının büyük üstadı Yeniçağ sadece Batı’ da değildi, Doğu’ da da başladı. Fatih Sultan Mehmet’ le merkezi bir devlet yapısına bürünen Osmanlı, II. Bayezid döneminde önemli kurumlara, torunu Kanuni’ nin sultanlığı sırasında ise ihtişamlı yapılara kavuştu. Bu ihtişamlı yapıların hepsi, Osmanlı dönemindeki operatif masonların, yani duvarcı ustalarının büyük üstadı Mimar Sinan’ın imzasını taşıyordu…/…Doğu’ yu Batı’ya bağlayan körüler de inşaa eden Mimar Sinan, bugün eserlerinin yanı sıra, Masonların da akıl ve gönüllerinde yaşıyor. Türk Masonları’nın, 1966’da yayınlamaya başladıkları araştırma dergisi , “Mimar Sinan” adını taşıyor.”
Masonlar inandıklarını ileri sürdükleri yüce güce “Kainatın Ulu Mimarı” diyorlar. Bu konuda yine masonların kendi açıklamalarına başvuralım. Önde gelen Türk masonlarından biri olarak bilinen Selami Işındağ, 1977 yılında yayınlanan “Masonluktan Esinlenmeler” adlı kitabında, masonların "Evrenin Ulu Mimarı" hakkındaki inancını şöyle anlatmış: “Masonluk Tanrısız değildir. Ama onun benimsediği Tanrı kavramı, dinlerdekinin aynı değildir. Masonlukta Tanrı bir yüce prensiptir. Evrimin son aşaması, doruğudur. Özvarlığımızı eleştirerek, kendi kendimizi tanıyarak, bilerek, bilim, akıl ve erdem yolundan yürüdükçe, onunla aramızdaki açı azalabilir. Sonra, onda insanların iyi ya da kötü nitelikleri yoktur. Kişileştirilmemiştir. Doğanın ve insanların yöneticisi sayılamaz. Evrendeki büyük ve yüce çalışmanın, birliğin, harmoninin Mimarıdır. Evrendeki tüm varlıkların toplamıdır. Her şeyi kapsayan total güçtür, enerjidir. Bütün bunlara karşın, onun bir başlangıç olduğu benimsenemez... Büyük bir gizem (sır)dır.” Hemen burada filme dönüyoruz. Filmde Neo’nun karşısına çıkan “mimar”ı yukarıda iktibas ettiğimiz paragraftan tamamen habersiz olarak “Matrix’deki büyük çalışmanın, birliğin, harmoninin Mimarı” diye tanımlayabilirdik. Matrix’in “mimarı” aynen bu vasıflarıyla karşımıza çıkıyor. O aslında tüm simülasyonu yazan program adeta taşların nasıl üst üste koyulacağını hesaplayan mimardır. Yapısı mükemmeldir. Mükemmelliği yüzünden de kusurludur. Bu paradoksun izahı şöyle yapılabilir: İnsan tabiatı doğuma ve ölüme, yani
başlangıca ve sonlanmaya göre değişmez biçimde ayarlandığı için bu tabiatı hakkıyla simüle etme iddiasındaki programın mükemmel olabilmesi için sonlu-fâni olması lazımdır. Makineler, bilgisayar programları, hep aynı performansla çalışmak üzere tasarlanır. Özellikle bilgisayar programları için yaşlanmak, yok olmak diye bir şey söz konusu değildir. Ancak insan gözüyle bakıldığında, bir noktadan sonra bozulmaya, yok olmaya gitmeyen yapı, eşyanın tabiatına aykırı hareket etmesi hasebiyle o andan itibaren gerçekçilikten uzaklaşacak, hakikati simüle etme iddiasını an be an biraz daha kaybedecektir. Zaten birinci filmde Ajan Smith’in ağzından “ilk” Matrix’in acısız, kedersiz ve mükemmel bir hayatı simüle etmek üzere yapıldığını ama “ekinlerin” yani insanların bu yapıyı kabul etmeyip öldüklerini işitmiştik. Dolayısıyla mimar, insan tabiatına aykırı olan, “kendini kusursuzca ve sonsuza kadar sürekli yeniden üreten yapı” modeli yerine, zamanı geldikçe yok olup –kıyamet yahur ölüm-, sonra yeniden doğan bir yapı kurmayı tercih etmiştir.
Bütün çabalara rağmen Matrix hâlâ mükemmel olamamıştır. Makinelerin anlayamayacakları ve dolayısıyla hata olarak kabul etmeyecekleri bir problemi vardır. Bu problemi mimar Neo’ya şöyle açıklıyor: “Your life is the sum of a remainder of an unbalanced equation inherent to the programming of the Matrix.” “Senin hayatın Matrix’in programlamasından kaynaklanan, eşitlenmemiş bir denklemin kalanının toplamıdır.”
Bu kötü tercümeden bir şey anlamayanlara şunu söyleyebilirim ki ifâdenin aslı da îzaha muhtaçtır. Bu ifâdeyi devreden rakamlarla izah edeceğiz. Devreden rakamları bilirsiniz. Her hangi bir hesap makinesinde mesela 10’u 3’e bölerseniz 3.333333.. sayısını elde edersiniz. Matematikte bu sayıların adı devreden sayılardır. Makineniz virgülden sonra kaç hane gösterirse göstersin bu rakamın sonu gelmez. Şimdi yine hesap makinenizde, bu rakamı tekrar böldüğünüz sayıyla, yani 3 ile çarpın. Elde edeceğiniz değer, beklendiği gibi 10 yerine 9.9999… olacaktır. Matematikçilerin kolayca izah ettikleri bu durum, makineler için bir hatadır! İşte mimarın da anlattığı durum budur. Wachowski kardeşleri, birçok başka buluşlarının yanında hususen bu buluşları için tebrik etmek lazım. Neo, işte makinelerin hesaplayamadıkları, bu yüzden de ortaya çıkmasına engel olamadıkları milyonda birlik hatadır. Bir taraftan tüm gayretlerine rağmen bu hatadan kurtulamadığını
itiraf eden Mimar, öte taraftan bu hatanın beklendiğini ve ona göre tedbirlerin alındığını da belirtiyor.
Burada anlıyoruz ki Kahin’den ajanlara, anahtarcıdan Trinity’e kadar herkes aslında Mimar’ın planının, şuurlu yahut şuursuz birer parçası, dost sandığımız bir çok karakterse, ortaya çıkmasına mani olunamayan “anomali” olan Neo için yazılmış hata giderme kodlarıdır (error-handlers). İşte tam bu noktada dikkatli olmamız lazım. Gnostik teolojiye göre bu karanlık “maddî” alemin (Matrix’in) yaratıcısı “tanrı” değil şeytan yahut onun muadili karanlık bir güçtür. Dolayısıyla ışıktan kapılardan geçilerek ulaşılan “Mimar” bizi yanıltmamalıdır. Mimar bizce Gnostiklerin şeytanından başka bir şey değildir.
Matrix filmlerinin ikincisinde farkına varabildiğimiz gizli referanslar, mesajlar kabaca bunlar. Otoyoldaki kovalamaca sahnesinde görünen tüm araçların plakalarının eski ve yeni ahitten ayet numaralarına tekabül ettiğini, filmde sıkça rastladığımız 101, 303 gibi rakamlar üzerine yapılan spekülasyonları, Zion kelimesi üzerine yapılan tartışmaları ve daha birçok mevzuu kâfî derecede uzadığını düşündüğümüz bu yazı dizisinde ele almadık. Maksadımız filmde görünenlerin sadece buz dağının suyun üzerinde kalan kısmı olduğunu göstermekti. Maksadımız filmde görünenlerin sadece buz dağının suyun üzerinde kalan kısmı olduğunu göstermekti. Bir de mitolojik ve dini referansların bu filmde nasıl yoğun işlendiklerine dikkat çekmek istedik.
Matrix ve Psikoloji Slovaj Zizek, Matrix: Veya Sapıklığın İki Yüzü isimli makalesinde şöyle demektedir: “Matrix’in ikinci bölümünde büyük ihtimalle ‘hakikat çölü’nün başka bir matrix tarafından üretilmiş olduğunu öğreneceğiz.”[1] Matrix Reloaded’da bundan daha korkunç bir olgu ile karşılaşırız. Matrix olmasa da farketmeyeceği şeklindeki olgudur bu. Film boyunca kendini belli belirsiz sezdiren bu gerçek, filmin sonunda bütün haşmetiyle izleyicinin karşısına dikilir ve bu kez bilimkurgu değil insanın kendi gerçekleri korkutur izleyiciyi. [1] Matrix ve Felsefe,der.William Irwin,3.basım,İstanbul:Güncel Yayınları,2003,s.285. Neo, Anahtarcı’nın yardımıyla Kaynak’a ulaşır ve orada Matrix’in mimarıyla karşılaşır.Mimar tüm bu olup bitenlerin olacağını zaten bildiğini söyler.Bu durumda Anahtarcı’nın Neo’ya yüzlerce kapı arasından merkeze açılan kapıyı bulacağını, çünkü ancak “Seçilmiş Kişi”nin bunu yapabileceğini söylemesi pek bir şey ifade etmemektedir. Neo,her ne kadar bu yönlendirmelerden anarşist kişiliği nedeniyle hoşlanmasa da önünde sonunda onlara teslim olur.Bu açıdan özellikle Kahin’le görüştüğü sahne önemlidir. Kahin, oturmasını istediğinde “Böyle daha iyi” diye yanıtlar onu ama sonra oturur ve “İstediğim için oturdum” der.İlk filmde de Neo,Morpheus’a “Hayatımı kontrol edememe fikri hoşuma gitmiyor” demiştir. Ancak Kaynak’taki binlerce ekran Neo’nun bu anarşist idealizmini yerle bir eder.Ekranlarda Neo’nun vereceği değişik tepkiler görülmektedir. Sonuçta Neo’nun bu alternatifler dışına çıkabilmesi mümkün olmaz ve ekranlardaki görüntülerden biriyle uyumlu olarak hareket eder.Yapacağı bütün seçimler katı bir determinizmle Matrix tarafından hesaplanmıştır. Anahtarcı’yı elinde tutan Merovingian da lüks lokantasında ağarladığı Neo, Morpheus ve Trinity’ye küçümseyen tavırlarıyla insanoğlunun nedensonuç, amaç-eylem, etki-tepki vb. şeklindeki nedensel yasadan, kozaliteden kurtulamayacağını söyler. Hume’un dediği gibi nedensellik insanoğlunun en eski alışkanlığıdır.İnsanoğlunun “özgür” olduğu şüphelidir. Boutroxcu felsefe bir yanılgıdır. Filmde Zion halkının özgürlük problemini çözemediği küçük ama çarpıcı ayrıntılarla kendini gösterir.Zion’da hiyerarşi ve Neo’nun Konsey üyesi Hamann’a dediği gibi yalnızca yaşlılardan oluşan bir Konsey vardır.Üstler,astlara emirlerin “neden”ini açıklamazlar.Astlar kimi zaman – Morpheus, Lock’tan ve Lock da Konsey’den – “neden”i öğrenmek isteseler de bu talepleri geri çevrilir;böylece yalnızca “sonuç”la yetinmek zorunda kalan astlar için “özgürlük” söz konusu değildir. Aynı şekilde Hamann, Neo’ya Matrix’te yaptığı şeyleri nasıl yaptığını sorar.Kocamış bir konsey üyesi olarak konuşmalarında “amaç” gütmediğini söyler ama doğasının buyruğu üzerine Neo’dan “neden”i ister. Paradoksal olarak özgürlük için nedenselliğe gereksinim duyulur. “Neden?” günümüzde bilgisayarlar için yabancı bir sorudur.Çünkü eğer bu soru bilgisayar tarafından sorulursa insanın bilgisayara hükmetmesi mümkün olmayacaktır. Elbette roller değiştiğinde Matrix, insanlara “neden?” sorusunu unutturur ama yasaklayamaz.Çünkü özgürlük,insan için nedensellikle, yani seçimle başlar ve Mimar’ın da itiraf ettiği ve ilk filmde Ajan Smith’in dediği gibi tasarlanan ilk Matrix, kusursuz yapısıyla insan doğasındaki “neden?” sorusunu daha fazla kamçılayınca sistem çökmüştür.Bu durumda Mimar,nedenselliğe yer veren bir Matrix tasarlamak zorunda kalmıştır.Ama yine de herşeyin ardındaki “neden”, yani “hakikatin çölü” yerine Matrix’in sanal dünyası konmuştur. Aslında bizler en küçük hesap makinesine bile 1+1’in 2 edeceği şeklindeki nedenselliği sokmaktayız.Ama buna rağmen hesap makinesi bize “neden?” diye sormaz.Çünkü nedensellik öğretilemez,baştan verili olması,yapının buna elverişli olması gerekir.Canlılar,kırılgan yapıları nedeniyle “A’ya yaklaşırsam beni yer” şeklindeki önermeleri geliştirmişlerdir.Bu önermeler sayesinde varoluşlarını sürdürürler. A’nın neden B’yi yediği sorusu hayatî öneme sahiptir.Bunun nedeni B’nin A’ya yaklaşmasıdır.Sistemden çıkarılan ve silinmek gibi varoluşsal bir sorunla karşı karşıya kalan Ajan Smith gibi eski bir programın “neden?” sorusunu sorması ve bir şekilde üremesi bu açıdan şaşırtıcı değildir. İşte Matrix, insan psikolojisinin meta ilkesi olan nedenselliği bir koz olarak kullanır. Merovingian, birkaç erkekle yemek yiyen sarışın kadına kendisinin “programını yazdığı” bir pasta gönderir.Kadın bu pastadan küçük bir parça yer yemez cinsel olarak
kızışır.Merovingian elde edilmesi güç olanla dalga geçer ve elde edilmesi güç olan hiçbir şeyin olmadığını haykırır.“Etki-tepki” üzerine felsefe yapar ve bu çapkınlık pratiğiyle bir sürü erkeğin peşinden koştuğu kadını kolayca elde ederek insanın,bizzat kendisi,yani kendi kimyası aracılığıyla yönetilebilineceğini gösterir. İktidarın silahları bizzat insan doğasında bulunmaktadır. İnsanın bu denli kolay elde edilişine karşı küçümseme gibi “insanî” bir tavırla “tepki” verir Merovingian. Neo ile emrindeki adamlar dövüşürken Neo için “sadece bir insan” der.Aynı küçümseyişi Mimar’da da görürüz. Neo’ya Zion’u daha önce 5 kez yıktıklarını söylerken “Gördüğün gibi bu konuda son derece ustayız” der;yani been there,done that.Evreni yıkıp yeniden kuran Lucretius’un atomlarına benzemektedir Matrix ve Zion,7 kez yıkılan ve yeniden inşa edilen Artemis Tapınağı’nın rekoruna ulaşmak üzeredir. İnsan psikolojisi üzerine bütün bilgilere sahip olan Matrix,Descartes gibi insanı sayılara ve denklemlere indirgemiştir.Ve bu determinizm sayesinde bir insanın hangi etkilere nasıl tepki göstereceğini önceden bilmektedir.Kahin’in sırrı da budur.Bundan yararlanarak insandaki boş inançları, şizofrenik umut düzeylerini,kurtuluş efsanelerinin ruhunu,Jung’un kollektif-bilinçaltını, Neo’daki tipik megalomanlığı harekete geçirerek,her acımasız iktidarın yapacağı gibi insanların hislerini sömürür ve sistemden kopmuş olan “üvey evlatları” da bu yollarla “kontrol” eder. Zaten filmin sonunda Mimar’ın “Ben baba isem o da anne” deyişi üzerine Neo’nun kavradığı şey Kahin’in de bir başka kontrol sistemi olduğudur.Bu anne-baba figürü de yine insanı yöneten süper-ego’nun iki unsurudur.Matrix,Freud’dan bile yararlanır.(Herhalde Mimar’ın Freud’a benzeyen bir figür olarak karşımıza çıkması ve bir psikanalist gibi konuşması bir tesadüf değildir.)Kahin,Neo’yla kendi haşarı çocuğuymuş gibi konuşur.Söz dinlemeyen ve kendi seçimleri olduğuna inanan çocucuğuna şeylerin hiç de sandığı gibi olmadığını,yüklendiği sorumluluktan kaçamayacağını öğretmeye çalışır. Mimar da Freud’un babası gibi bir babadır; “bu çocuk hiçbir şey olmayacak!” diye haykırmaktadır. Neo’yu giderilemeyen bir denklem hatası olarak görür.Neo’ya diğer “Seçilmiş”ler – diğer evlatlar – gibi olmadığını,Trinity’ye aşık olmak gibi bir budalalığa düştüğünü söyler ve onun umudunu küçümser.Son olarak Neo’ya iki seçenek sunar:Ya insanlık ya da Trinity.Bu da “sözde” bir seçimdir tabi.Mimar,Neo’nun diğerlerinden farklı olduğunu kabul etse bile,onun salgılarından ne yapacağını sezdiğini iddia eder.Ve bu da ona gelecek üzerine söz söyleme hakkını verir:Trinity ölecek,Zion düşecek ve Neo, kalanlarla birlikte yeni bir Zion kuracaktır.Tıpkı daha önce,beş kez olduğu gibi.Neo bunu yapmazsa sistem çökecek ve Matrix’e bağlı olan insanlarla birlikte Zion’daki insanlar ölecektir. Neo,Hamann’a söylediğini Mimar’a da söyler: “Yaşamak için bize ihtiyacınız var.” İktidarla yapılan çaresiz bir “pazarlık”tır bu.Sanki Neo,bir Hitit mitosu olan Tanrıların Toplantısı’nda insanlığın yokedilmesine karşı çıkan Ea’nın dediklerini duymak ister: “Niçin yokedecekmişiz?İnsanlar kurban kesmiyorlar mı tanrılara?İnsanları yokederseniz,kimse kalmaz tanrılara adak adayacak,hiç kimse kurban ekmeği sunmaz onlara ve de saçmaz şunları.”Gerçekten de Matrix tanrıların yolundan gitmiş ve kendisini beslesin diye insanları tarlalarda yetiştirmiş,yani topraktan yaratmıştır.Ama onlar gibi tek bir alternatife bağlanmamıştır;ne de olsa Matrix’in tasarımında olmayan şey insanoğlunun Hybris’i bile kıskandıracak kibridir.“Başka yaşam biçimlerinin enerjilerini kullanabiliriz” der Mimar.Yani game over. Nebuchadnezzar yanıp kül olurken Morpheus,gemilerden birinde gerçekleşen kaza sahneleriyle yalanlanan “kaderci” söyleminin yanlışlığını kabullenerek şöyle der: “Dün gece bir düş gördüm ve bugün onu unuttum.”Belki de ilk kez bir bilimkurgu filmi bizi “gerçekliğe” çağırırken makineler,insanları kendi zaaflarını onlara karşı kullanarak büyük bir yenilgiye uğratmıştır.Yenilgi ve hayalkırıklığı öyle büyüktür ki hiç kimse Neo’nun kudretini sanal dünyadan gerçek dünyaya taşıyarak makineleri durduruşuna şaşıramaz.Bu bile umut veremez.Çünkü umut bir “hata” olarak görünmektedir şimdi.Matrix’in bir başka başarısı da budur:Umudu öldürmek.Ve umudun bittiği yerde köleliğin karanlık zincirlerinin sesi duyulur... Mimar da bunu bilmektedir ki şöyle der:“Umut: Siz insanoğlunun güç kaynağı ama aynı zamanda da en büyük zaafı.” Matrix Revolutions, “başlangıcı olan herşeyin bir sonu vardır” felsefesine uygun olarak ilk filme göndermelerde bulunuyor.Neo ilk filmde olduğu gibi yine diğerlerince,ama bu kez “metro” programından kurtarılıyor.Yine ilk filmde olduğu gibi Neo arabanın camlarından Matrix’in sanal dünyasına ve camdaki kendi yansımasına bakıyor.Yine Kahin’e gidiyor.Ancak bu kez Morpheus’un isteğiyle değil,gitmeyi kendi seçiyor.
İlk filmde Kahin, Neo’ya “Kendini Bil” yazısını göstermiş, Neo’nun yönlendirilmek istemediğini bildiği için ona yalnızca duymak istediğini söylemiş, Neo’yu onun seçimine karışmadan “gizlice” yönlendirmişti. Revolutions’da Kahin’in bunu neden yaptığını açıkça kavrarız. Kahin, bir seçim yapmıştır: Ötesini göremediği bir seçim.Günümüzde yapay zekaya yaklaşmış, satranç oynayabilen bilgisayarlar bir seçimde bulunamaz.En yüksek oyun seviyesinde olasılıklardan en yükseğine ya da orta seviyedeyken en yüksek ikinci olasılığa gideceği için bu bir seçim değil, önceden ortaya konmuş kurala göre hareket etmektir. Kahin ise yapay zekanın yapabileceği ve Mimar’ın küçümseyeceği “umut” ya da “inanç” seçeneklerini seçer.Bunlar ötesini göremediği seçimlerdir.Determinist hesaplamaların ulaşamadığı bir karanlığın sularına kendini bırakmaktır bu. Zaten Kahin de Mimar’ın dengeyi sağlamaya çalıştığını, onun amacının ise bu dengeyi bozmak olduğunu söyler. İlk filmde Kahin’in “Kaşık yok” diyen Budist çocuğun da bulunduğu “seçilmiş kişi” adaylarından Neo’yu seçmesinin nedeni Neo’nun sınır ve mantık tanımayan bir potansiyele sahip olmasıydı: Aşk.Reloaded’da Trinity’yi dirilten ve Revolutions’da Trinity’nin Merovingian’a şartlarını kabul ettirmesini sağlayan şey buydu.Bütün kuralları hiçe sayan bu duygunun varlığına ve onun beraberinde getireceği eylemlere inanmayan Merovingian’ı, Persephone “Herşeyi yapar, çünkü o aşık” diyerek ikna eder. Deliliği andıran bu his nedensellik yasasına meydan okur.Neo’nun Reloaded’da en umutsuz seçeneği seçmesini de bu çılgınlık sağlamıştır.Breton boşuna dememiş “Aşkın gelişi aklın gidişidir” diye. Ancak Neo bile aşkın anlamını tam olarak kavramamıştı.Kahin’in dediği gibi o, “ölüm” düşüncesini kabul edemiyordu.Ölümü kabul edemediği için kendisini Matrix’le gerçek dünyanın arasındaki metroya fırlatmıştı.Yaşamın gerçekliğinin bir parçası olarak ölümü kabul edemeyişi, Matrix’in sanal dünyasının ötesinde,onun için yeni bir körlüktü.Seçim yapmasını engelleyen ve Morpheus gibi onu rehberlere bağımlı kılan kabul edemedikleri,yani bilinçaltına ittikleriydi. “Kendini bil.” Özgür olabilmenin tek yolu insanın kendi gerçekleriyle yüzleşmesinden geçer.Bastırılan,kabul edilemeyen herşey psikozlar,fobiler ve nevrotik anksiyete atakları ile o kişinin yaşamında daha dehşetverici bir biçimde yeralıp o kişiyi yönetirler. Bilinçaltında yaşamaya mahkum edilmiş,dolayısıyla ihmal edilmiş,reddedilmiş bir başka kişi vardır:Alter-ego. Doğal olarak o da taleplerde bulunur. Ancak taleplerini reddettiğimiz sürece hırçınlaşır.Ve hayatı bize dar eder. Revolutions’da Ajan Smith’in aslında Neo’nun kendi yaratısı olduğunu,daha doğrusu bir varsanı olduğunu anlarız. Neo, Matrix’i gerçekliği kabul edemeyen bir mizaca sahip olduğu, bir şizoid gibi yalnız yaşamayı tercih ettiği ve psikoza yatkın olduğu için sorgulamıştır.Ve şimdi Ajan Smith,onun kötülüğünün, yıkıcı itkilerinin bir temsilcisi olarak Matrix’te Neo’nun negatif yansıması olarak onun karşısına çıkmıştır.O, bu gerçekten ne kadar kaçmak istese de. Smith’in içine girdiği Bane karşısında kör kalışıyla, bu bilişsel körlük somut bir anlatım biçimine kavuşmuştur.Bu körlük Neo’nun psikotik narsisizmidir.Freud, psikozların rüyalarda da yaşandığını söylemiştir.Neo’nun psikozu da yaşam olanağını uzun bir düşe benzeyen Matrix’de bulmuştur.Diğer bir deyişle, yalnızca bilince dayanan ve bilinçsel süreçlerin paylaşılabildiği sibernetik bir ortam olan Matrix’te, psikozun neticesinde ortaya çıkan varsanılar, başkalarınca da görülür hale gelir. Matrix sayesinde insanlar birbirlerine nörotransmitterlarını aktarabilirler. Böylece filmin sonunda Eros ve Thanatos’un diyalektiksel bütünlük içindeki kavgalarına şahit olmamız “kaçınılmaz” olur.Neo’nun karşısına tek bir Ajan Smith’in çıkması ve diğerlerinin seyretmesi Carlyle’in kahramana tapınışının yeni bir anlatım biçimidir.Aynı şey Neo için de geçerlidir.Direnişçiler kendilerine değil,Neo’ya inanırlar.Fromm için kitlelerin sorumluluklarını bir kişinin üzerine yıkmaları özgürlükten kaçmak anlamına gelir.Wilhelm Reich,insanların bunu politikanın cinsel yaşamlarındaki olumsuz etkisinden kurtulmak için yaptıklarını söyler.İnsanın kendi libidosundan korktuğunu söyleyerek Freud,bu görüşlere esin vermiştir.2.Dünya Savaşı’ndan sonra varoluşçu felsefenin insanlara kendilerini gerçekleştirmekten çekinmemelerini telkin etmesi ile Stoacılığın bir kez daha dünyaya gelmesi şaşılacak şeyler değildir.Şeytanı oynayan Ajan Smith,ruhları çalıp kölesi haline getirir.Filmi seyrederken kendimize soramadan edemeyiz:Neden kötülük bu kadar kolay yayılabiliyorken, iyilik onun karşısında aciz kalıyor? Neden Ajan Smith’ten birden çok varken yalnızca bir tek Neo var?Kutsal Kitaplar bunun yanıtını çoktan vermişlerdir:İnanç yokluğu.Kutsal Kitaplar’da,bilindiği gibi,her inançsız ruh şeytana teslim olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.Her an şeytan akılları çelebilir. İnsanlar kendilerine olan inancı bastırırlar ve yansıtmalı özdeşim ile bunu bir başkasına ya
da bir nesneye yüklerler.Böylece yeryüzü şeytanlarını ve kahramanları kendileri yaratırlar.Mısırlılar hayvan kurban ederler ve hayvanın başını keserek üzerine şarap dökerlerdi.Bunu yapmalarının sebebi kendilerine gelecek bütün kötülüklerin bu başa geleceğine,yani bu başın kötülükleri üzerine çeken bir tür “paratoner” olduğuna inanmalarıydı. “Negatif paratoner” diyebileceğimiz bu tip bir olguda Mısırlıların kendi saldırgan itkilerinden kurtulmak için bu yola başvurdukları açıktır. “Pozitif paratoner” diyebileceğimiz bir olguda ise insanlar kendilerine olan inançlarını bir lidere yansıtırlar. Neo bilinen kuralları aşarak determinist,dolayısıyla kaderci söylemlere teslim olmuş makineleri şaşırtır.Ajan Smith,Neo’nun öngördüğü gibi ölmediğini görünce cesaretini yitirir.Neo,makinelerin şehri 01’e vardığında makineler onu görür görmez kaçarlar.Bu olması mümkün olmayan bir şeydir:01’e sağsalim varabilmiş bir insan.Bilinmezler,bildiklerini sananlar için ne kadar da korkutucudur!Kavganın sonunda Neo kendi ölüm tanrısını da içine alır,ölümü,yani onun için bilinmez olanı kabullenir;kendi gerçekleriyle yüzleşmesi Matrix’i Smith virüsünden kurtarır.İnsanlığı da makinelerin gazabından;yani insanlığın kendisinin yarattığı ölüm biçiminden. Filmin sonunda Mimar ve Kahin, Grek tanrılarını anımsatan bir diyalog sergilerler.Mimar, Kahin’e “Çok tehlikeli bir oyun oynadın” der.Onlar Zeus ve Hera rolünü üstlenmişken Sati de Matrix’in göğünde yarattığı manzara ile Apollon’u oynar. Yok edemeyeceğin şeyi kontrol edemezsin (Paul Muad'dib) • 3/8/2006 D. Cihad Çetin - Kehanet ve Determinizm’e Yeni Bir Bakış Eğer elimizde şu anın tüm verileri olsaydı bundan bir saniye sonrasını hesaplayabilir miydik? İşte bu determinizmin özüdür. Fakat determinizm bir anlamda zamanın varlığını bu teorisiyle reddeder. Yani bir saniye sonrası yoktur, sadece fenomen devinimler vardır. Bu devinim eğer bir fonksiyona yerleştirilebilirse ihtimalleri hesaplanabilir. Benim anlatacağım şey ise daha farklı. Bence kehanette bulunamama sebebimiz, bizim aslında devinmediğimizle ilgili. Aslında hepimiz durmadan yok olan ve yeniden yaratılan varlıklardan ibaretiz. Elektronların dönmediği artık biliniyor. Belli bir yörüngede yokolup kayboluyorlar bu yuzden hızları hesaplanamıyor. Bu sadece elektronların değil bizim de belirli bir hayat yörüngesinde yok olup yaratılmamız demek bence. Biz geleceği bilemiyoruz çünkü orada olmayacağız. Orada olacak şey bizim bilincimizde ve anılarımıza sahip başka bir biz olacak ve geleceği geçmiş yapana kadar var olacak ve diğer bir bize verecek sırasını. Tanrı bu evreni kurup bırakmadı bence, yaratmaya devam ediyor. Bu yüzden geleceği sadece o bilebilir. Bu yüzden kader denen şey biz doğarken içgüdüsel olarak bilincimizde. Her anda evrenimiz yaratılıyor. Biz sadece bir andan ibaretiz, o andan sonra bizden sonra gelecek için biz geçmiş biziz.Kaos ne kadar açık ve seçik oluyor bu teoriyle öyle değil mi? Herkesin rüyası olan düzen, eğer devinim yapsaydık hesaplanacak bir ihtimalden başka bir şey değil. Her şey nedenlere bağlı oluyor, her şey bir öncekinin sonucu fakat düzenli değil kesinlikle değil.
İDEALİZM MATRIX FELSEFESİ VE MADDENİN GERÇEĞİ MATRİX (THE MATRIX) Geçtiğimiz yıllarda -bu sene de ikinci bölümüyle- en çok seyredilen ve beğeni toplayan filmlerden biri olan Matrix'de (The Matrix), yapay zeka (artificial intelligence) olarak ifade edilen makinelerin dünyayı ele geçirdiği ve insan ırkını sadece bir enerji kaynağı olarak kullanarak, insanlara hayali bir dünya yaşattıkları senaryo edilmektedir. İçinde bulunduğumuz dönemde ikincisinin yayına girmesiyle birlikte geniş izleyici kitleleri tarafından izlenen "Matrix", sanal gerçeklik oluşturan bir bilgisayar programının çok gelişmiş bir şeklini ifade etmektedir.
"Neo" takma ismiyle anılan filmin başrol oyuncusu, bu sistemin içinde, büyük bir yazılım şirketinde bir bilgisayar programcısıdır. Burada yaşadığı ve 20. yüzyılın son yıllarında geçen hayatının gerçek olduğunu zannetmektedir. Halbuki gerçek bedeni 2199'lu yıllarda içi sıvı dolu, dışı zarla kaplı kapsül benzeri bir mekanda tutulmaktadır. Burada kendisine ne gösterilirse onu görmekte, ne hissettirilirse onu yaşamaktadır. Aslında bedeni çok farklı bir ortamda ve zamanda olmasına rağmen, kendisini şehir kalabalığı içinde işine gidip gelen, bilgisayar programlarıyla uğraşan bir kimse olarak düşünmektedir. Kısacası "Matrix" denilen yapay bir dünyada, kendini gerçek bir hayat yaşıyor zannetmektedir. Gerçeklerin -Neo'nun hayali bir dünyada yaşadığının- farkında olan "Morpheus" adındaki karakter, film boyunca Neo'ya gerçekleri anlatmaktadır. Örneğin ona şimdiye kadar gördüğü, duyduğu, kokladığı, tadını aldığı, hissettiği şeylerin fiziksel bir gerçekliğinin olmadığını; bunların, beyninin içinde kendisine gösterilen hayali görüntüler olduğunu delilleriyle açıklamaktadır. İlerleyen bölümlerde filmin karakterleri arasında geçen, bu yöndeki konuşmalardan örnekler verilecektir.
Sanal gerçekliğin kullanılmaya başlandığı önemli alanlardan biri de tıptır. Michigan Üniversitesi'nde geliştirilen bir teknikle doktor adayları ve özellikle acil servis personeli yapay bir ameliyathane ortamında eğitilmektedir. Bu uygulamada, bir odanın zeminine ve duvarlarına ameliyathane ile ilgili görüntüler, ameliyathanenin ortasına ise bir ameliyat masası ve bir "hasta"nın görüntüsü yansıtılmaktadır. Doktor adayları ise üç boyutlu gözlüklerini takarak bu sanal hasta üzerinde ameliyata başlamaktadırlar. Bu resmi gören bir insan, hangisinin gerçek hangisinin sanal olduğunu anlayamayacaktır. Matrix isimli filmde de, filmin iki kahramanı, bir koltukta yatar vaziyette iken sinir sistemlerine bir bilgisayar bağlandığında kendilerini bambaşka mekanlarda görmektedirler. Bir sahnede, uzakdoğu sporları yaparken, bir başka sahnede ise kendilerini bambaşka kıyafetler içinde çok kalabalık bir caddede yürürken bulmaktadırlar. Filmin kahramanı Neo, yaşadıklarının gerçekliği karşısında, bunların bir bilgisayar tarafından oluşturulan görüntüler olduğuna inanamadığını söylediğinde ise, bilgisayardaki görüntü dondurulmakta ve bu kişi gerçek sandığı dünyanın aslında bir görüntü olduğu konusunda ikna edilmektedir.
Filmin bir sahnesinde, gerçekte başına kablolar bağlanmış şekilde, kötü giysiler içinde, oldukça eski bir koltukta uzanan Neo, bilgisayar programı yüklendikten sonra, kendisini bambaşka kıyafetlerle bambaşka bir yerde bulmaktadır. Kötü görünümlü giysileri değişmiş, saçı uzamıştır. Bulunduğu simülasyon ortamında, gerçek halinden tamamen farklı bir görünüme bürünmüştür.
Morpheus : Bu inşaa, bizim yükleme programımız. Herşeyi yükleyebiliriz. Giysi, donanımlar, silah, eğitim simülasyonları, ihtiyacımız olan herşeyi. Neo : Şu anda bir bilgisayar programının içinde miyiz? Morpheus : Buna inanmak çok mu zor? Giysilerin farklı. Kolların ve kafandaki bağlantılar gitmiş. Saçın değişmiş. Şu andaki görüntün geçici bir benlik resmi. Dijital benliğinin zihinsel bir projeksiyonu. Konuşmalarından anlaşıldığı gibi filmdeki Neo adlı karakter, gördüklerinin hayal olamayacak kadar gerçekçi olmasından dolayı gerçeği kabullenmek istememektedir. Bunun üzerine gerçeklerin bilincinde olan Morpheus ile aralarında şöyle bir konuşma geçer:
Neo : Bu gerçek değil mi? (koltuğu göstererek) Morpheus : Gerçek nedir? Gerçeği nasıl tanımlarsın? Eğer hissedebildiğin, koklayıp, tadıp, görebildiğin şeylerden söz ediyorsan, gerçek, beyne iletilen elektrik sinyallerinin yorumlanmasıdır. Morpheus adıyla anılan bilge kişi tarafından, Neo'ya gerçek olduğunu düşündüğü dünyanın, aslında simülasyondan başka bir şey olmadığı gösterilir. Buna, gördüğü her ayrıntı dahildir. Arabalar, şehir gürültüsü, trafik, gökdelenler, okyanus, insanlar, kısacası herşey sadece bilgisayar programı ile zihinde meydana gelen bir canlandırmadan ibarettir. Dikkat edilecek olursa Morpheus adlı karakter, yukarıdaki sözlerinde, gerçek zannedilen algıların beyne iletilen elektrik sinyallerinin yorumu olduğunu bilimsel olarak anlatmaktadır. Bu yeni anlayışın çıkış noktası ise şudur: Bizim "dış dünya" olarak algıladıklarımız, yalnızca elektrik sinyallerinin beyinde yarattığı etkilerdir. Elmanın kırmızılığı, tahtanın sertliği, dahası anneniz, babanız, aileniz, sahibi olduğunuz bütün mallar, eviniz, işiniz ve bu sayfadaki satırlar yalnızca ve yalnızca beyninizdeki elektrik sinyallerinden ibarettir. Biz, "görüyorum" derken, aslında gözümüze gelen uyarıların elektrik sinyaline dönüşerek beynimizde oluşturduğu "etkiyi" görürüz. Yani "görüyorum" derken, aslında beynimizdeki elektrik sinyallerini seyrederiz. Hayatımız boyunca gördüğümüz her görüntü birkaç cm3'lük görme merkezinde oluşur.
Bizim gördüğümüz, dokunduğumuz, duyduğumuz ve adına "madde", "dünya" ya da "evren" dediğimiz kavramlar, sadece ve sadece beynimizde oluşan elektrik sinyalleridir. Bu noktada şaşırtıcı bir gerçekle daha karşılaşırız: Beynimizde, gerçekte ne renkler, ne sesler, ne de görüntüler vardır. Beynimizde bulabileceğiniz tek şey elektrik sinyalleridir. Bu, felsefi bir görüş değildir; algılarımızın işleyişi ile ilgili bilimsel bir açıklamadır. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 16) Görme olayı oldukça aşamalı bir biçimde gerçekleşir. Görme sırasında, herhangi bir cisimden gelen ışık demetleri (fotonlar), gözün önündeki lensin içinden kırılarak geçer ve gözün arka tarafındaki retinaya ters olarak düşerler. Buradaki hücreler tarafından elektrik sinyaline dönüştürülen görme uyarıları, sinirler aracılığı ile, beynin arka kısmındaki görme merkezi adı verilen küçük bir bölgeye ulaşırlar. Bu elektrik sinyali bir dizi işlemden sonra
beyindeki bu merkezde görüntü olarak algılanır. Yani görme olayı, gerçekte beynin arkasındaki küçük, ışığın hiçbir şekilde giremediği, kapkaranlık bir noktada yaşanır. Görüldüğü gibi Matrix filminde işlenen konu, sayfalarımızda yer verdiğimiz bilimsel gerçeklikle aynı paraleldedir. Gerek filmdeki konuşmalarda gerekse yukarıdaki alıntılarda belirtildiği gibi, biz sadece, bize beynimizde gösterilen görüntülerle muhatap oluruz. Ne kadar gerçekçi olurlarsa olsunlar, tüm algılarımız zihnimizin birer yorumudur. Dolayısıyla seyrettiğimiz, parçası olduğumuz bu görüntülerin yapay sinyallerle oluşturulup oluşturulmadığından hiçbir zaman emin olamayız. Diğer bir deyişle gerçekle hayal arasındaki farkı asla söyleyemeyiz.
Şimdi bu konuya yine filmden parçalara yer vererek biraz daha detaylı değinelim.
Hayallerle Gerçekler Arasındaki Ayırt Edilemezlik Filmden alınan karelerde görüldüğü gibi, filmin kahramanı Neo'ya gerçekleri gösteren Morpheus, onun bir hayal dünyasında yaşadığını ve yaşadıklarını gerçek sandığını, bu sefer televizyondan gösterdiği görüntülerle anlatmaktadır. Neo'nun, Matrix'in içinde gördüğü gökdelenler, arabalar, modern görünüm ve diğer tüm detaylar sadece zihninde kendisine seyrettirilen algılardır. Dünyanın o anki gerçek hali ise bambaşkadır; yıkılmış, harap olmuş bir gezegendir. Ancak Neo, kendisine anlatılana kadar, hep gerçek bir dünyada olduğunu düşünmüş ve hayatının gerçekliğinden hiçbir şüphe duymadan, bu hayali dünyaya aldanarak senelerce yaşamıştır.
Morpheus : Bu bildiğin dünya, 20. yüzyılın sonundaki dünya. Şu anda sadece beyin etkileşimli bir simülasyonun parçası. Buna "Matrix" diyoruz. Bir hayal dünyasında yaşıyordun. Bu, bugünkü haliyle gerçek dünya... Gerçeğin çölüne hoşgeldin...
Filmin bu kareleri ile ilgili kitaplarımızda daha evvel yer alan yorumlardan bir kısmı şöyledir: ... "Dış dünya"ya hiçbir zaman ulaşamadığımıza göre, bu dünyanın gerçekten var olduğunu nasıl bilebiliriz? Elbette ki bilemeyiz. Aksine, her nesne yalnızca algıların bir toplamı olduğuna, algılar da yalnız zihinde var olduklarına göre, bizim için var olan algılar dünyasıdır. Tanıdığımız tek dünya, zihnimizin içinde olan, orada çizilen, seslendirilen ve renklendirilen, kısacası zihnimizde meydana gelen bir dünyadır ve bizim varlığından emin olabileceğimiz tek dünya da budur. Beynimizde seyrettiğimiz algıların maddesel karşılıkları olduğunu ise asla ispatlayamayız. Bu algılar pekala "yapay" bir kaynaktan da geliyor olabilirler. Bunu şöyle bir örnekle zihnimizde canlandırabiliriz:
Önce, beyninizi vücudunuzun dışına çıkarıp, cam bir kübün içinde suni olarak yaşattığımızı varsayalım. Bir de bunun yanına, her türlü elektrik sinyalinin üretilebildiği bir bilgisayar yerleştirelim. Sonra, herhangi bir ortama ait görüntü, ses, koku gibi verilerin elektrik sinyallerini yapay olarak bu bilgisayarda üretelim ve kaydedelim. Bu bilgisayarı elektrik kablolarıyla beyninizdeki algı merkezlerine bağlayalım ve burada kayıtlı olan sinyalleri beyninize gönderelim. Bu sinyalleri algıladıkça beyniniz (bir başka deyimle "siz"), bunların karşılığı olan ortamı görecek ve yaşayacaktır. Bu bilgisayardan beyninize, kendi görüntünüze ait elektrik sinyalleri de gönderebiliriz. Örneğin bir masada otururken algıladığınız bütün görme, işitme, dokunma gibi duyuların elektriksel karşılıklarını beyninize gönderdiğimizde, beyniniz kendisini bürosunda oturmakta olan bir iş adamı sanacaktır.
Bilgisayardan gelen uyarılar devam ettikçe de bu hayali dünya devam edecektir. Yalnızca bir beyinden ibaret olduğunu ise hiçbir şekilde anlayamayacaktır. Çünkü beynin içinde bir dünya oluşması için beyindeki ilgili merkezlere gerekli uyarıların ulaşması yeterlidir. Bu uyarılar yapay bir kaynaktan, örneğin bir kayıt cihazından ya da daha farklı bir algı kaynağından geliyor olabilir.
Algılarımızın Gerçekçi Olması Dış Dünyada Maddesel Karşılıkları Olduğunu Kanıtlamaz Algılarımızın maddesel bir karşılığı olduğunu hiçbir zaman ispatlayamayız. Çünkü
beynimizde algıların oluşması için dış dünyaya ihtiyacımız yoktur. Bugün -kitabın başında da değindiğimiz gibi- simülatörler gibi birçok teknolojik gelişme bu gerçeğin en önemli delilleridir. Filmin kahramanı Neo da, eğitim amaçlı girdiği simülasyon ortamını son derece gerçekçi bulmaktadır. Öyle ki dövüş esnasında gösterilecek başarının kasların gücüne bağlı olduğunu ve o ortamda gerçekten havayı soluyarak yaşadığını düşünmektedir. Halbuki gerçek bedeni bir koltukta bilgisayar sistemine bağlı olarak uzanmaktadır.
Tank : Savaş eğitimine ne dersin? Neo : "Jujitsu". Jujitsu mu öğreneceğim? Yükleme tamamlandıktan sonra... Neo : Kung Fu biliyorum. Morpheus : Göster bana. Morpheus : Bu bir dövüş programı. Matrix'in programlanmış gerçeğine benziyor. Aynı temel kuralları var. Yerçekimi gibi. Bu kurallar bir bilgisayar sisteminin kurallarından farksız. Bazı kurallar değişebilir. Bazıları da çiğnenebilir.
Günümüzde de filmdekine benzer bir teknoloji kullanılarak kişilere, çok farklı mekanlarda yaşadıkları hissettirilebilmektedir. Ve bu insanlar gördükleri, duydukları, yaptıkları şeyler gerçekmişçesine tepkiler verebilmektedirler. Bazen bir oda büyüklüğündeki bir kübün tüm duvarlarına ve zeminine stereo görüntüler yansıtılır ve bu odaya giren kişiler, taktıkları stereo gözlüklerle, odada dolaşıp kendilerini bambaşka mekanlarda, örneğin bir şelale kenarında, bir dağın zirvesinde, denizin ortasındaki bir geminin güvertesinde görebilirler. Başa takılan kasklar üç boyutlu, derinlik ve mekan algısı olan görüntüler oluştururlar. Görüntüler insan boyutları ile orantılı olarak verilir ve eldiven gibi bazı aletlerle dokunma hissi sağlanır. Böylece bu aletleri kullanan kişi, gördüğü sanal dünyadaki eşyalara dokunabilir, onların yerlerini değiştirebilir. Bu mekanlarda insanın gördüğü görüntüdeki sesler de son derece inandırıcıdır. Ses her yönden, farklı derinliklere sahip olarak verilebilmektedir. Bazı uygulamalarda, dünyanın çok farklı yerlerindeki birkaç kişiye aynı sanal ortam gösterilebilmektedir. Böylece örneğin dünyanın farklı ülkelerinden, hatta farklı kıtalarından üç insan, kendilerini diğerleri ile birlikte bir sürat motoruna binerken ya da bir toplantı sonunda fikir alışverişinde bulunurken görebilirler.
Bu örnekler göstermektedir ki, bizim kendimizi bir mekanda görebilmemiz için dış dünyanın var olması şart değildir. Bizim dünya hakkında algıladığımız tüm hisler, görüntüler, tadlar ve kokular yapay bir kaynaktan da gelse, gerçekten var olsa da bizim bunu birbirinden ayırt etmemiz mümkün değildir. Biz her durumda yalnızca zihnimizin içinde yaşarız ve asla dışarıdaki maddenin aslına ulaşamayız. Görüntüdeki Kalite, Detaylardaki Zenginlik Sizi Aldatmasın!
Filmin yine bir başka sahnesinde, simülasyon ortamında Neo'ya Matrix adındaki sanal dünya tanıtılır. Herşey gerçeğe son derece uygundur. Neo, sokakta yürüyen insanların trafik ışıklarında durduklarını, sonra da yeşil yanınca yürümeye devam ettiklerini görür. Hatta kalabalık içinden birinin omzuna çarptığını, vücudunun sarsıldığını hisseder.
Morpheus : Matrix bir sistemdir Neo... İçeride, etrafına baktığında ne görüyorsun? İş adamları, öğretmenler, avukatlar, marangozlar. Kurtarmaya çalıştığımız insanların zihinleri. Onları kurtarana dek, sistemin bir parçası olarak kalacaklar... Anlamalısın, bu insanların çoğu sistemden çıkmaya hazır değiller. İçlerinden çoğu sisteme o kadar umutsuzca bağlı ki onu korumak için savaşacaklar…
Neo'nun gerçekmişçesine etrafa bakındığı bir anda, Morpheus "durdur" emri verir ve bir anda etraflarındaki görüntü olduğu şekliyle donar. İnsanlar oldukları halleriyle kalakalırlar, havuzun akmakta olan suyu durur, kuş havada bulunduğu noktada asılı kalır. Bu görüntü üzerinde bir tek Morpheus ve Neo konuşmalarına devam etmektedirler. Neo çok şaşırır, fakat o zaman etrafındaki herşeyin yaşadığı hayalin bir parçası olduğunu, gerçekliğinin olmadığını daha iyi kavrar.
Morpheus : Durdur. Neo : Bu Matrix değil mi? Morpheus : Sana bir şey öğretmek için tasarlanmış bir program.
Bu filmde yaşanan olayların insan yaşantısında da benzer şekilde olmadığını ispat etmek mümkün değildir. Bir kişi ne kadar inandırıcı detaylarla dolu bir mekanda olsa da bunları sadece kendi zihninde yaşamaktadır. Kendi dışında bu olayların, mekanların, kişilerin asılları varsa da bunlara ulaşamaz. Bu konuyu açıklayan izahlarımızdan bazıları şöyledir: İnsan, bir nevi ekranda 3 boyutlu, son derece net, son derece gerçekçi bir film seyretmektedir. Bu ekrana adeta yapışık olduğundan bir türlü filmden sıyrılıp, içinde bulunduğu durumu göremez. (Sonsuzluk Başlamış Durumda, s. 43) … madde dünyası olsa da olmasa da, insan sadece beynindeki algılar dünyasını izler. Maddelerin asılları ile hiçbir zaman karşılaşamaz. Dahası, her insana kopyasını görüyor olmak yetmektedir. Örneğin, rengarenk çiçeklerle bezenmiş bir bahçeyi gezen bir insan, gerçekte bu bahçenin aslını değil, beynindeki kopyasını görür. Ancak, bu bahçe o kadar gerçekçidir ki, her insan bu hayalinde oluşan bahçeden gerçekmiş gibi aynı zevki alır. Hatta bugüne kadar milyarlarca insan, bu bahçe gibi gördüğü herşeyin aslını gördüğünü sanmıştır… (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 48)
Fizik Kanunları da Algılarımızın Bir Yorumudur Morpheus, Neo'nun maddenin aslına ilişkin gerçekleri kavraması için pek çok yöntem denemekte ve ona pek çok delil sunmaktadır. Bir önceki bölümde eğitimin bir parçası olarak, Matrix adlı sistemin bir kopyasında görüntünün dondurulduğunu, böylece gerçek gibi görünen herşeyin aslında sanal bir gerçeklik olduğunu gösterdiğini anlatmıştık. Neo'nun buradaki eğitimi, şu konuşmalarla devam eder: Neo : Onlar ne? Morpheus : Duyusal programlar. Sisteme bağlı kalarak her türlü yazılıma girip, çıkabilirler. Sistemden çıkarmadığımız herkes potansiyel bir ajandır. Matrix'in içinde neredeyse herkes bir ajan ya da değil. Onlardan saklanarak ve kaçarak hayatta kaldık ama onlar kapı bekçileri. Tüm kapıları tutmuşlar. Anahtarlar onlarda. Er ya da geç, birisinin onlarla savaşması gerekecek. Neo : Birisi mi? Morpheus : Sana yalan söylemeyeceğim. Bir ajana karşı gelip, onunla savaşan herkes, canından oldu. Onların yapamadıklarını sen yapacaksın. Neo : Neden? Morpheus : Bir duvarın içinden yumruk atan ajanlar gördüm. İnsanlar onlara bir şarjör boşalttı; ancak sadece havayı vurdular. Güçleri ve hızları, kurallara dayalı bir dünyaya bağlı. Bu yüzden senin kadar hızlı ve güçlü olamazlar. Neo : Ne söylemeye çalışıyorsun? Kurşunları tutabileceğimi mi? Morpheus : Hayır Neo. Demek istediğim şu: Hazır olduğunda buna gerek kalmayacak. Yukarıdaki konuşmalarda da Morpheus, Neo'ya sürekli olarak fizik kurallarıyla düşünmemesini öğütlemektedir. Matrix adlı sistemde "ajan" olarak tanınan güvenlik görevlileri, sistemdeki sanal karakterlerin bedenlerini kullanarak herşeye hakim olabilmektedirler. Ancak bu sistemin zihinlere gösterilen yapay bir dünya olmasından ötürü, Neo'nun en imkansız gibi görünen şeyleri de başarabileceği anlatılmaktadır.
İleriki sahnelerde ise filmdeki karakterlerin gerektiğinde insanüstü bir performans sergileyebildikleri görülmektedir. Bunu son derece gerçekçi bir şekilde yaşamaktadırlar. Ancak bu, aslında bilgisayar tarafından beyinde yaşatılan hayallerden ibarettir. Filmin kahramanı Neo bu heyecan verici olayları yaşadığını zannederken, aslında koltuğunda oturmaktadır. Diğer taraftan Morpheus, Neo'nun zihnini, yaşamı boyunca edindiği önyargılardan, aldığı telkinlerden kurtarmaya -filmdeki ifadesiyle zihnini özgürleştirmeye- çalışmaktadır. Bu amaçla her iki oyuncu da bir atlama programına bağlanırlar. Burada Morpheus, birbirinden uzak ve son derece yüksek binalar arasında adeta uçuyormuş gibi atlar ve Neo'nun da zihnini özgürleştirdiği (yani önyargılarından kurtulduğu) takdirde bunu başarabileceğini söyler. Ancak Neo bir bilgisayar programında olduğunu bildiği halde, kendini fizik kurallarına bağlı düşünmekten alıkoyamamaktadır. Diğer bir deyişle gerçek olmayan bir ortamı, çok fazla önemseyerek atlarken düşeceğinin korkusunu yaşamaktadır. Önceki sayfadaki karelerde de Neo'nun bu yüksek binalar arasında atlamayı denerken, atlayamayacağına dair tereddüt ve korku duymasıyla birlikte beton zemine düşüşü görülmektedir. Filmde bilimkurgu unsurlar olmakla birlikte, verilen mesajlar son derece düşündürücüdür. Örneğin maddenin ve mekanın hayal olduğunu anlayan bir kişi, diğer insanların bilmediği çok önemli bir sırrı daha kavrar: Dünyada geçerli olan sebep-sonuç ilişkileri, maddenin fiziksel özelliklerinin sonucunda veya insanlar arasındaki ilişkilerin neticesinde oluşmamaktadır. Madde bir algı olduğuna göre fiziksel bir etkiye sahip olamaz. Her fiziksel etki, ayrı ayrı olarak yaratılır. Örneğin atılan bir taş camı kırmaz; taşın atılması ve camın kırılması görüntüleri ayrı ayrı yaratılır. Gemileri suda yüzdüren "suyun kaldırma kuvveti" veya kuşları havada tutan "havanın kaldırma kuvveti" de birer algı olarak yaratılır. Dolayısıyla aslında bu gibi "kuvvetler"in hepsi, gerçekte modern tabirle bunları projekte eden evrensel bir bilince ( İslami tabirle Allah'a ) aittir. Dinsel olarak Allah derken metafizik yada parapsikoloji dilinde buna Makrokozmik zihin yada evrensel enerji tabirlerinide kullanabiliriz. Kimi kültürlerde Allah herşeyin içine dolan herşeyi saran ve herşeyi birbirine bağlayan evrensel bir tür GÜÇ alanı olarakta görülebilir. Nitekim filmde de bu gerçekleri öğrenen başrol oyuncusu, bilgisayara bağlı bir koltukta uzanırken, Matrix olarak anılan sanal dünyaya girdiğinde, fizik kanunlarının dışında hareketler yapabildiğini görür. Örneğin yandaki karelerde görüldüğü gibi kendini kurşunlara hedef olmayacak kadar olağandışı bir hızla hareket ederken bulmaktadır. Üstelik herşey öylesine gerçekçidir ki, aktör gözünü koltukta açtığında hala büyük bir şaşkınlık yaşamaktadır. Bu da bir ortamı insanlara yaşatmak için dışarıdaki somut gerçekliğe ihtiyaç olmadığının çok önemli bir kanıtıdır. Maddenin aslı konusunu anlattığımız eserlerde bu konu üzerinde de durmuş ve fizik kurallarının da zihinde meydana geldiğini şöyle anlatmıştık: Beynimizin içindeki hayalde, elimizden bıraktığımız bir kalem hep yere düşmektedir. Buna neden olan sebep sonuç ilişkisinin araştırılması neticesinde "yerçekimi kanununu" buluruz. Evrenin bilinci ( Allah) , ruhumuza izlettirdiği görüntüleri belli sebeplere ve kanunlara bağlıymış gibi göstermektedir. Bu sebeplerin ve kanunların yaratılmasının bir nedeni, hayatın imtihan için yaratılmış olmasıdır. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 200)
Beynimizin İçindeki Görüntülerin Dışına Çıkamayız Doğumumuzdan itibaren beş duyumuza bağlı olduğumuz için "dış dünya"nın, duyularımızın bize tanıttığından farklı olabileceğini hiç düşünmemişizdir.
İnsanın hayatına dair bildiği herşey gözleriyle gördükleri, kulaklarıyla duydukları, elleriyle dokunduklarından, kısacası duyu organlarıyla algıladıklarından oluşur. Yani insan daima kendi "kişisel dünyasında" yaşar. Uzaydaki yıldızlar, üzerinde yaşadığımız dünya, dünyayı dolduran milyarlarca insan, çevremizde gördüğümüz her canlı, evimiz, evimizin içindeki eşyalarımız, şu an üzerinde oturduğumuz koltuk, elimizde tuttuğumuz kitap ve daha milyonlarca detayla şimdiye kadar binlerce kez karşılaşmışızdır. Ancak bunların hepsi, yine bizim "kişisel dünyamıza" ait hislerdir. Hiçbir insan, şimdiye kadar kendi seyrettiği bu dünyanın dışına çıkamamıştır. İnsan ne yaparsa yapsın, tüm yaşantısının ve bedeninin bir hayal olduğu, bunların asılları ile muhatap olmadığı gerçeğini değiştiremeyecektir... What is the Matrix... Matrix Nedir?
Filmden gördüğünüz kareler, Neo'nun, Matrix'in ne olduğunu öğrenmek için Morpheus'la yaptığı görüşmeye aittir. Morpheus bu konuşma esnasında, Neo'ya Matrix'in ne olduğunu tarif ederken, bu sistemden "gerçeği görmesini engelleyen bir perde" olarak bahsetmektedir:
Morpheus : Neden burada olduğunu anlatayım. Bir şey bildiğin için buradasın. Bildiğini açıklayamıyorsun. Ama hissediyorsun. Hayatın boyunca hissettin. Dünyada ters giden bir şeyler var. Ne olduğunu anlamıyorsun, ama orada beyninde kıymık gibi seni çıldırtan birşey. Seni bana getiren şey bu duyguydu. Neden söz ettiğimi biliyor musun? Neo : Matrix mi?
Morpheus: Ne olduğunu öğrenmek ister misin? Matrix her yerde. Etrafımızda. Şu anda, bu odada. Pencereden dışarı baktığında görürsün ya da televizyonu açtığında. İşe gittiğinde hissedersin... Vergi öderken. Gerçeği görmemen için dünya, bir perde gibi önüne çekilmiş sanki.
Filmin kahramanı Neo, gerçeği öğrenmek üzere, bulunduğu kapsülden çıkarılıp uyandırılana kadar, kendisine gösterilen hayali dünyanın farkında değildir. Çünkü hayatının her anında bu sistemle iç içe yaşamış ve çevresindeki tüm insanlardan bu hayatın gerçek olduğu telkinini almıştır. Bu nedenle Neo'nun ikna edilmesi, o ana kadar gerçek zannederek yaşadığı hayatının bir hayalden ibaret olduğunu kavraması vakit almıştır.
Bu durum günümüzde maddenin aslı konusunda bilgilendirilen bir kısım kimseler için de geçerlidir. Maddenin mutlak varlığına inanan ve gördüklerinin dış dünyadaki asılları ile muhatap olduğuna emin olan kimseler birtakım mantıksız itirazlara yönelmektedirler. Ancak burada anlatılanlar, -kim ne kadar itiraz ederse etsin- tıpkı bir fizik kanunu veya bir kimya formülü kadar kesin gerçeklerdir. Matrix filminin yukarıdaki görüntüleri ile benzerlik içinde olan izahlarımızdan bir kısmı şöyledir: Dünyada yaşadığımız hayatın birer parçası olan tüm olaylar, insanlar, binalar, şehirler, arabalar, mevkiler, kısacası hayatımız boyunca gördüğümüz, tuttuğumuz, dokunduğumuz, kokladığımız, tattığımız, dinlediğimiz herşey, gerçekte beynimizde oluşan görüntü ve hislerdir. Biz, bize verilen telkinle bunların, beynimizin dışındaki bir dünyada sabit olduklarını, her birinin maddesel varlıklar olduklarını ve bizim bu nedenle bunların asıllarını gördüğümüzü, hissettiğimizi zannederiz. Oysa, biz hiçbir varlığın aslını asla göremeyiz ve bu varlıkların asıllarına asla dokunamayız. Kısacası bizim hayatımız boyunca madde sandığımız herşey aslında bir hayal olarak beynimizde meydana gelen görüntülerden oluşmaktadır. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 8) Eğer dikkatlice düşünürseniz, gören, işiten, dokunan, düşünen ve şu anda bu kitabı okuyan akıllı varlığın, sadece bir ruh olduğunu ve sanki bir tür perde üzerinde "madde" denen algıları seyrettiğini hissedebilirsiniz. Bunu kavrayan insan, insanlığın büyük bölümünü aldatan maddi dünya boyutundan uzaklaşıp, gerçek varlık boyutuna girmiş olur… (Sonsuzluk Başlamış Durumda, s. 46) Gören Gözlerimiz Değildir, Görüntü Beynimizde Oluşur Daha önce de belirttiğimiz gibi, hayatımız boyunca aldığımız telkinle, tüm dünyayı gözlerimizle gördüğümüzü zannederiz. Hatta "gözlerimiz dünyaya açılan pencerelerimizdir" diye biliriz. Oysa, görmenin bilimsel açıklamasına göre gerçek böyle değildir; çünkü biz gözlerimizle görmeyiz. Gözlerimiz ve gözlerimize bağlı olan milyonlarca sinir hücremiz, sadece "görme olayının" gerçekleşmesi için beyne mesaj ileten kablo görevine sahiptirler. Matrix adlı filmde de başrol oyuncusu, gerçekte kablolarla makineye bağlı olduğu ve gözleri kapalı olarak bir koltukta yattığı halde, çok canlı bir hayat yaşadığı hissine kapılmaktadır. Ancak o ana kadar gördüğü tüm rengarenk, aydınlık, canlı görüntüler, kendisine fiziksel bir gözün varlığına ihtiyaç duymadan gösterilmiştir. Aynı şekilde
koştuğunu, hareket ettiğini, kavga ettiğini zannettiği görüntüleri de, kaslarını kullanmadan bir koltukta yatarken sadece izlemiştir. Filmin kahramanı gerçek hayata dönüp gerçek zannettiği şeyleri, aslında hayali bir dünyanın içinde yaşadığını anladığında ise çok şaşırmıştır. O güne kadar cam bir fanusun içinde, beynine verilen elektrik sinyallerinden oluşan hayali bir dünyada yaşadığı halde, kendisini bir bilgisayar programcısı zannetmekte ve yandaki resimde görülen mekanda uyumaktadır. Yani hayatı sandığı herşey gerçekte bir hayaldir.
Neo : Ne yapıyorsun? Morpheus : Kasların çöktü onları yeniden çalıştırıyoruz. Neo : Gözlerim neden acıyor? Morpheus : Onları hiç kullanmadın. Dinlen Neo. Yanıtlar geliyor.
Yukarıdaki konuşmalardan anlaşıldığı üzere, Neo gözlerini ya da vücut kaslarını kullanmadan kendisine beynine iletilen yapay sinyallerle gerçek bir hayat yaşadığı izlenimi edinmiştir. Gözlerini hiç kullanmadığı halde son derece renkli, aydınlık ve canlı bir dünya ile muhatap olmuş; aynı şekilde kaslarını kullanmadığı halde hayatı boyunca kendini hareket halinde hissetmiştir. Buradaki durum her insan için de benzerdir. Örneğin bir kişi markette alışveriş yapan insanlara baktığında, bu insanları ve marketi gözleriyle görmez; çünkü bu manzaraya ait görüntü gözünün önünde değil, beyninin arka tarafında oluşur. Dolayısıyla göze ihtiyaç duymaksızın, beyninin ilgili bölgesine gönderilen yapay sinyallerle de aynı görüntüyü görmesi mümkün olabilecektir. Filmin yukarıdaki kareleri ile paralel olarak, kitaplarımızda yer alan ifadelerden bir kısmı şöyledir: Odanızın penceresinden dışarıdaki manzarayı seyrettiğinizde, hayatınız boyunca aldığınız telkinden dolayı, bu manzarayı gözlerinizle gördüğünüzü zannedersiniz. Oysa gerçek böyle değildir. Çünkü siz gözlerinizle dışarıdaki bir manzarayı görmezsiniz. Siz, beyninizin içinde oluşan manzaraya ait görüntüyü görürsünüz. Bu bir tahmin ya da bir felsefe değil, bilimsel bir gerçektir. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 10) Bilindiği gibi, gözümüzdeki hücrelerden gelen elektrik sinyalleri, beynimizde görüntüye çevrilir. Örneğin, beyin, görme merkezine gelen bazı elektrik sinyallerini bir ayçiçeği
tarlası olarak yorumlar. Öyle ise gören göz değildir. Peki, gören gözlerimiz değilse, beynin arka kısmında, kapkaranlık bir mekanda, bir göze, retinaya, merceğe, göz sinirlerine, göz bebeğine ihtiyaç duymadan, elektrik sinyallerini rengarenk bir ayçiçeği tarlası olarak gören, bu gördüğü manzaradan zevk alan kimdir? … beynin içinde oluşan bu görüntüleri, bir televizyon ekranından izler gibi izleyen, izledikleri ile sevinen, üzülen, heyecanlanan, hoşnutluk duyan, telaşlanan, merak eden kimdir? Tüm gördüklerini ve hissettiklerini yorumlayacak bilinç kime aittir? Hayatı boyunca, kapkaranlık, sessiz kafatasının içinde kendisine gösterilen görüntüleri izleyen, düşünen, sonuç çıkaran, karar veren bilinç sahibi varlık kimdir? Bütün bunları algılayan, bilinci meydana getiren varlığın, şuursuz atomların oluşturduğu, su, yağ protein gibi maddelerden meydana gelen beyin olamayacağı açıktır. Beynin ötesinde, çok daha farklı bir varlık olmalıdır. … Beyninin içindeki görüntüyü "görüyorum" diyen, beyninin içinde duyduğu sesleri "duyuyorum" diyen, kendi varlığının şuurunda olan ve "ben benim" diyen bu varlık Allah'ın insana vermiş olduğu ruhtur. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 79-80)
Tüm Lezzetler Beyinde Oluşur Tat alma algısı da diğer duyu organlarına benzer şekilde açıklanabilir. İnsan dilinin ön tarafında dört farklı tip kimyasal alıcı vardır; bunlar tuzlu, şekerli, ekşi ve acı tatlarına karşılık gelir. Tat alıcılarımız bir dizi işlemden sonra bu algıları elektrik sinyallerine dönüştürür ve beyne iletirler. Ve bu sinyaller de beyin tarafından tat olarak algılanır. Bir pastayı, peyniri, portakalı ya da sevdiğiniz bir yemeği yediğinizde aldığınız tat, gerçekte elektrik sinyallerinin beyin tarafından yorumlanmasıdır.
Matrix filminde de bu gerçek yemek masasındaki konuşmalar esnasında şöyle yorumlanmıştır: Tank : Haydi dostum. Şampiyonların kahvaltısı. (Neo'ya lapa benzeri bir yemek ikram ediliyor.) Mouse : Gözlerini kapatırsan yumurta yediğin izlenimine kapılırsın... Bana neyi hatırlattı biliyor musun? Leziz buğday. Hiç leziz buğday yedin mi? Switch : Hayır, ama aslında sen de yemedin. Mouse : Demek istediğim de bu. Makinelerin leziz buğdayın tadını nereden bildiğini merak ediyorsundur. Belki yanlış yaptılar. Belki leziz buğdayın tadı yulaf ezmesi ya da ton balığı gibiydi. Bu durumda insanın aklına çok şey takılıyor. Örneğin tavuk, belki tavuğun tadına karar veremediler, bu yüzden tavuk etinde herşeyin tadı var. Dozer : Yediğim şey sentetik aminoasitler, vitaminler, minerallerle birleştirilmiş. Vücudun ihtiyacı olan herşey.
Filmin bir başka sahnesinde ise, gerçekleri -Matrix adlı sistemin kendilerine hayali bir dünya yaşattığını- bilen karakterlerden biri, yediği yemeği şöyle tarif etmektedir:
Mr. Reagan : Biliyor musunuz bu bifteğin var olmadığını biliyorum. Bunu ağzıma koyduğumda Matrix'in beynime bunun sulu ve lezzetli olduğunu söylediğini biliyorum... Yukarıdaki karelerde açıklama yapan kişi, tüm hayatının kendisine bir bilgisayar programı tarafından gerçekmiş gibi gösterildiğini bilmektedir. Bu nedenle yediği bifteğin lezzetinin gerçekte var olmadığını, bunu sadece beyninde algıladığını söylemekte, ancak yine de bu lezzetten gerçekmiş gibi zevk aldığını belirtmektedir. Bu konuşmalara ilişkin kitaplarımızda yer verilen açıklamalardan bir kısmı şöyledir: Bizim gördüğümüz, dokunduğumuz, duyduğumuz ve adına "madde", "dünya" ya da "evren" dediğimiz kavramlar, sadece ve sadece beynimizde oluşan elektrik sinyalleridir. Örneğin meyve yiyen biri, aslında meyvenin beynindeki algısıyla muhataptır, aslıyla değil. Kişinin "meyve" diye nitelendirdiği şey, meyvenin biçimi, tadı, kokusu ve sertliğine ait elektriksel bilginin beyinde algılanmasından ibarettir. Eğer beyne giden görme sinirini keserseniz, meyve görüntüsü de bir anda yok olur. Veya burundaki algılayıcılardan beyne uzanan sinirdeki bir kopukluk, koku algınızı tamamen ortadan kaldırır. Çünkü meyve, birtakım elektrik sinyallerini beynin yorumlamasından başka bir şey değildir. (Zamansızlık ve Kader Gerçeği, s. 24) Çilek suyu içen bir kişinin beynine giden tat alma sinirleri kesilse, içtiği meyve suyunun tadını tamamen yitirecektir. Beyninizde oluşan bir pasta görüntüsüne beyninizde oluşan şeker tadı eklenir ve pasta hakkında herşey sevdiğiniz hale gelir. Siz iştahla pastanızı yediğinizde aldığınız tat, aslında elektrik sinyallerinin beyninizde meydana getirdiği bir etkiden başka bir şey değildir. Beyniniz dışarıdan gelen uyarıları nasıl yorumlarsa siz ancak onu bilirsiniz. Yoksa dışarıdaki nesneye asla ulaşamazsınız; örneğin çikolatanın kendisini göremez, koklayamaz ve tadamazsınız. Ya da beyninize giden tat alma sinirleri kesilse, o an yediğiniz herhangi bir şeyin tadının beyninize ulaşması mümkün olmaz, tat duyunuzu tamamen yitirirsiniz. Aldığınız tatların olağanüstü gerçekçi olması üstelik bunlara ait görüntüleri de seyrediyor olmanız sizi kesinlikle aldatmasın. Konunun bilimsel açıklaması bu şekildedir. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 40) Aynı şekilde, bugüne kadar hiçbir insan nanenin aslının tadına bakmamıştır. Nane olarak algıladığı tat, beyninde oluşan bir algıdır sadece. Çünkü nanenin aslına ne dokunabilir, ne onun aslını görebilir, ne aslının kokusunu veya tadını alabilir. Sonuç olarak, biz hayatımız boyunca bize gösterilen kopya algılarla yaşarız. Ancak bu kopyalar o kadar gerçekçidir ki, hiçbir zaman kopyalarını yaşadığımızı fark etmeyiz. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 46) ... Bir çikolatayı ya da sevdiğiniz bir meyveyi yediğinizde aldığınız tat, elektrik sinyallerinin beyin tarafından yorumlanmasıdır. Dışarıdaki nesneye ise asla ulaşamazsınız; çikolatanın kendisini göremez, koklayamaz ve tadamazsınız. Örneğin, beyninize giden tad alma sinirleri kesilse, o an yediğiniz herhangi birşeyin tadının beyninize ulaşması mümkün olmaz; tad duyunuzu tamamen yitirirsiniz. Bu noktada karşımıza bir gerçek daha çıkar: Bir yiyeceği tattığımızda bir başkasının o yiyecekten aldığı tadın veya bir sesi duyduğumuzda başka birisinin duyduğu sesin bizim algıladıklarımız ile aynı olduğundan emin olmamız mümkün değildir. Tüm Kokular da Beynin İçinde Oluşur
Algıladığınız kokular da aslında uzak bir mesafeden size ulaşmaz. Koku alma merkezinizde oluşan etkileri, dışarıdaki maddelerin kokusu zannedersiniz. Oysa bir gülün görüntüsü nasıl ki görme merkezinizin içindeyse, o gülün kokusu da aynı şekilde koku alma merkezinizin içindedir. Dışarıda ne gülün ne de ona ait bir kokunun varlığını bilemezsiniz. Çünkü algılarımızın bize tanıttığı dış dünya aslında beynimize ulaşan "elektrik sinyalleri bütünü"nden başka bir şey değildir. Beynimiz hayatımız boyunca bu sinyalleri değerlendirir. Biz de maddenin "dışarıdaki" aslı ile muhatap olduğumuzu sanarak yanıldığımızın farkında olmadan bir ömür süreriz. Matrix filminin bir sahnesinde de kokunun gerçekliğinden şüphe edilmekte, fakat bir yandan da algıdaki inandırıcılığa dikkat çekilmektedir. Ajan : Ben buradan nefret ediyorum. Bu hayvanat bahçesinden, bu hapishaneden, bu gerçeklikten ya da her ne diyorsanız. Artık dayanamayacağım. En çok da koku, böyle bir şey varsa. Bunu fazlasıyla hissediyorum. Filmdeki Matrix adlı bilgisayar sisteminde, "güvenlik sorumlusu ajan" karakterinin yukarıdaki ifadelerinden de anlaşıldığı gibi, diğer tüm algılarımız gibi kokunun da aslı olup olmadığını anlamamız mümkün değildir. Bu konu kitaplarımızda şöyle yer almıştır: Vanilya kokusu, gül kokusu gibi uçucu moleküller, burnun epitelyum denilen bölgesindeki titrek tüylerde bulunan alıcılara gelirler ve bu alıcılarda etkileşime girerler. Bu etkileşim beynimize elektrik sinyali olarak iletilir ve koku olarak algılanır. Sonuçta bizim güzel ya da çirkin diye adlandırdığımız kokuların hepsi uçucu moleküllerin etkileşimlerinin elektrik sinyaline dönüştürüldükten sonra, beyindeki algılanış biçiminden başka bir şey değildir. Bir parfümü, bir çiçeği, sevdiğiniz bir yemeği, deniz kokusunu, hoşunuza giden ya da gitmeyen her türlü kokuyu beyninizde algılarsınız. Fakat koku molekülleri beyne hiçbir zaman ulaşamazlar. Ses ve görüntüde olduğu gibi beyninize ulaşan yalnızca elektrik sinyalleridir. Sonuç olarak, doğduğunuz andan itibaren dışarıdaki nesnelere ait olarak bildiğiniz kokular duyu organlarınız aracılığı ile hissettiğiniz elektrik uyarılarıdır. ... bir görüntünün zihnimizde oluşması için, dışarıda bir kaynak olmasına ihtiyaç yoktur. Aynı durum koku algısı için geçerlidir. Nasıl ki rüyanızda veya hayalinizde olmayan bir kokuyu duyabiliyorsanız, gerçek hayatta da kokusunu duyduğunuz nesnelerin dışınızda mevcut olup olmadıklarından emin olamazsınız. Dışınızda bu nesnelerin var olduğunu düşünseniz de, asla onların asılları ile muhatap olamazsınız. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 38)
Şu Anda Bir Rüyada Olmadığınızı Nasıl İspatlarsınız? İnsanlar rüyalarından uyandıklarında o ana kadar görmüş olduklarının hayal olduğunu anlarlar, ama "uyanma" görüntüsüyle başlayan ve adına "gerçek hayat" dedikleri hayatın bir hayal olabileceğinden nedense hiç kuşkulanmazlar. Oysa, "gerçek hayatımız" dediğimiz görüntüleri algılayış şeklimiz, rüyalarımızı algılayış şeklimizle tamamen aynıdır. Her ikisini de zihnimizde görürüz. Ve rüyalarımızdan uyandırılmadığımız sürece, onların bir hayal olduğunu anlamayız. Ancak uyandığımız zaman "demek ki gördüklerim bir rüyaymış" deriz.
Doğduğumuz andan itibaren dışarıdaki nesnelere ait olarak bildiğimiz kokular, hep burnumuz aracılığı ile hissettiğimiz elektrik uyarılarıdır. Öyle ise şu anda gördüklerimizin bir rüya olmadığını nasıl ispatlayabiliriz? Sadece henüz uyandırılmamış olduğumuz için, içinde bulunduğumuz anı gerçek zannediyor olamaz mıyız? Her gece gördüğümüz rüyalardan daha uzun süren bu rüyadan bir gün uyandırıldığımızda, bu gerçekle karşılaşacak olmamız pekala mümkündür. Ve bunun aksini ispatlayabileceğimiz hiçbir delilimiz yoktur. Rüyada "elinizle tutar, gözünüzle görürsünüz", ama gerçekte ne eliniz vardır ne gözünüz, ne de görülüp-tutulacak bir şey. Bütün bunları beynin dışarısında sağlayan hiçbir maddi gerçeklik yoktur. Açıkça aldanırsınız. Peki gerçek yaşamla rüyayı ayıran nedir? Gerçek yaşamın sürekli olup, rüyanın kopuk kopuk olması ya da rüyada farklı sebep-sonuç ilişkilerinin bulunması mı? Bunlar temelde önemli farklar değildir. Çünkü sonuçta her iki yaşantı da beynin içinde oluşur. Rüya sırasında gerçek olmayan bir dünyada rahatlıkla yaşayabiliyorsak, aynı şey pekala içinde bulunduğumuz dünya için de geçerli olabilir. Rüyadan uyandığımızda gerçek yaşantı dediğimiz daha uzun bir rüyaya başlamadığımızdan hiçbir şekilde emin olamayız. Rüyayı hayal, dünyayı gerçek saymamızın nedeni, sadece alışkanlıklarımız ve ön yargılarımızdır. Ve bu durum, belki de bir gün, şu anda yaşadığımızı sandığımız dünya hayatından aynen rüyadan uyandırıldığımız gibi uyandırılabileceğimizi gösterir.
Matrix adlı filmde de, bu önemli nokta üzerinde durulmaktadır. Filmin başrol oyuncusu Neo, sık sık rüya ile gerçek hayat arasında ikileme düşer. Filmin bir sahnesinde Neo, aynaya baktığında aynadaki kırıklardan dolayı yüzünü üç parça şeklinde görür. Daha sonra aynadaki kırığın kaybolarak görüntüsünün düzeldiğini görür. Bunun şaşkınlığıyla etrafındakilere dönerek onların da bu durumu görüp görmediklerini sorar. Gerçekliğini kontrol etmek için aynaya dokunduğunda ise, ayna yapışkan bir hal alır ve vücudunu metalik bir kaplama gibi sarmaya başlar, hatta bu kaplamanın soğukluğunu dahi hissedebilmektedir. Tüm bu gördüğü, hissettiği şeylerin gerçek olabileceğine ihtimal vermediği halde, yaşadıkları vücut dengesini sarsacak derecede gerçekçidir. Bilge kişi rolündeki Morpheus da Neo'ya, gördüklerinin, yaşadıklarının gerçekliğine aldanmaması için, gerçek dünya ile hayal dünya arasındaki farkın ne olduğunu sorar:
Morpheus : Gerçek olduğuna inandığın bir rüya gördün mü Neo? Ya o rüyadan uyanamazsan? Hayal dünyası ile gerçek dünya arasındaki farkı nasıl anlardın? Neo : Bu olamaz! Morpheus : Ne olamaz? Gerçek mi? Aşağıda bu konu ile ilgili kitaplarımızda yer verdiğimiz örnekler ve izahlar bulunmaktadır: Rüyasında yüksek bir yerden aşağı düşen bir insan da bunu bütün vücudu ile hisseder. Oysa o anda yatağında hiç kıpırdamadan yatmaktadır. Ya da, rüyasında ayağı kayıp su birikintisinin içine düştüğünü gören bir insan, tüm kıyafetlerinin ıslandığını, çıkan rüzgar nedeniyle üşüdüğünü hissedebilir. Ancak bulunduğu yerde ne bir su birikintisi, ne de rüzgar yoktur. Hatta çok sıcak bir odada uyuyor olmasına rağmen ıslaklığı ve üşümeyi, aynı uyanıkken olduğu gibi yaşar. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 60) İnsan aslında güven içinde evinde uyurken, rüyasında lunaparkta hızla dönen vagonlara bindiğini görebilir. Vagonların hızını, zaman zaman ters döndüğünü, esen rüzgarı gerçeğinin aynısı gibi hissedebilir. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 61) Rüya ile gerçek hayat arasındaki benzerliğe dikkat çekilen, filmin bir başka sahnesi şöyledir: (Kendisinden bilgisayar çipi satın almak için evinin kapısına gelen müşterilere) Neo : Hiç rüyada olduğundan ya da uyandığından kuşkuya düştüğün oldu mu? Yan sayfadaki karede Neo bir türlü uyanıp uyanmadığından emin olamamaktadır. Uyandığında saatin çaldığını duymakta, kendisini odasında bulmakta, masasını, bilgisayarını görmektedir; fakat rüyasında yaşadıkları o kadar gerçekçidir ki, bunların hayal olduğundan bir türlü emin olamamaktadır. Yaşadığı bu çelişkinin verdiği şaşkınlıktan ötürü, kendisinden bilgisayar çipi satın almak için kapısına gelen müşterileri, kendisine hiç iyi görünmediğini söylerler. Neo da yukarıdaki ifadesiyle yaşadığı ikilemi kapısına gelen bu kişilerle paylaşmak ister. Neo'nun yaşadığı bu ikilem aslında son derece doğaldır. Aslında düşünen her insan böyle bir çelişki içinde olduğunu fark edebilir. Kitaplarımızda bu konuya dikkat çektiğimiz pek çok pasaj vardır. Bunlardan biri şöyledir: Peki rüyanızdan hiç uyanmadan yaşamaya devam etseniz, rüya içinde yaşadığınızın,
gördüklerinizin hiçbirinin aslı ile muhatap olmadığınızın farkına varabilir misiniz? Kesinlikle hayır. Uyanıp, kendinizi yatağınızda uyuyorken bulmadığınız sürece, hiçbir zaman rüyada olduğunuzu anlayamazsınız ve koskoca bir ömrü gerçek hayatınızı yaşadığınızı zannederek geçirirsiniz. Öyle ise, gerçek hayat dediğimiz hayatımızın da bir rüya olmadığını nasıl ispatlayabiliriz? Bir gün bu gördüğümüz hayattan çıkıp kendimizi bambaşka bir yerde, bu hayatımıza dair görüntüleri izlerken bulmayacağımıza dair bir bilgimiz var mıdır? (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 65) Matrix filminde, gerçeklerin farkında olan Morpheus, Neo'ya gördüklerine inanmaması, gerçeği kavramak için araştırması gerektiğini sık sık öğütlemektedir. Filme ait aşağıdaki satırlarda da, yine Morpheus, Neo'nun, gördüklerine inanmadan evvel sorgulaması gerektiğine şöyle dikkat çekmektedir: Morpheus : Gözlerinden belli. Sende gördüklerini kabullenen birinin gözleri var. Uyanmayı beklediğin için. Tuhaf ama bunlar gerçekten pek uzak değil. İnsanların da içinde yaşadığımız dünyanın gerçek durumunu sorgulaması gerekmektedir. İnsan, dışında var olduğuna inandığı dünyanın aslına hiçbir zaman ulaşamayacağı gerçeğinin farkına varmalı ve bu gerçekten dünyadaki amacı ile ilgili kesin doğrulara ulaşmalıdır. Filmde de yoğun olarak vurgulanan, maddeyle muhatap olamadığımız gerçeği konusunda, kitaplarımızda verilmiş örneklerden bir kısmı şöyledir:
... insanlar genelde "dış dünya" kavramının içine herşeyi dahil etmezler ya da etmek istemezler. Bu konuda biraz samimi ve cesur düşünecek olursanız, evinizin, içindeki eşyalarınızın veya antikalarınızın, yazlığınızın, yeni aldığınız arabanızın, ofisinizin, mücevherlerinizin, bankadaki hesabınızın, gardırobunuzun, eşinizin, çocuklarınızın, iş arkadaşlarınızın ve sahip olduğunuz diğer şeylerin de size gösterilen bu "hayali dış dünyaya" dahil olduğu gerçeğini fark edersiniz. Etrafınızda gördüğünüz, duyduğunuz, kokladığınız kısacası beş duyunuzla algıladığınız herşey bu "hayali dünya"ya aittir; en sevdiğiniz sanatçının sesi, oturduğunuz iskemlenin sertliği, kokusu hoşunuza giden bir parfüm, sizi ısıtan Güneş, renkleriyle göz alıcı bir çiçek, pencerenizin dışında uçan bir kuş, denizin üzerinde hızla ilerleyen bir sürat motoru, bol ürün veren bahçeniz, işinizde kullandığınız bilgisayar ya da dünyadaki en kaliteli müzik setiniz... Gerçek budur. Çünkü dünya yalnızca insanı denemek için yaratılan bir görüntüler bütünüdür. İnsanlar kısa yaşamları boyunca aslında gerçekliği olmayan algılarla denenirler. Çevrenizdeki mal hırsına kapılmış insanların en çok nelere değer verdiklerini bir düşünün: İyi bir ev, lüks eşyalar, gösterişli mücevherler, son model bir araba, bankalarda yüksek
miktarda para, yat... İşte bu nedenle de bu insanlar, sahip oldukları tüm bu maddeleri beyinlerindeki bir ekrandan izledikleri ve asıllarıyla asla karşılaşamayacakları gerçeğinden çok korkarlar. Oysa kabul etmek istemeseler de beyinlerinde oluşan bir kopya dünya içinde yaşamaktadırlar. Dışarıdaki dünya ile muhatap olmaları mümkün değildir. Çünkü sesi, ışığı ve kokuyu hiçbir şekilde geçirmeyen kafataslarının içine girebilen sadece bu maddelerden gelen elektriksel bilgilerdir. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 104) Bir insanın sahip olduğunu sandığı herşeyi, evi, arabası, ailesi, işi ve tüm dostları beyninin içinde meydana gelen his ve görüntülerden ibarettir. Bu gerçeği kavrayan bir insan, herşeyin tek sahibinin, bu görüntüleri beyninde yaratan Allah olduğunu anlar. Dünya hayatına hırsla bağlı olan insanlar bu nedenle bu gerçekten çok büyük bir korku duyarlar. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 103) Zamansızlık Gerçeği Zaman, bizim, yaşadığımız olaylar arasında yaptığımız kıyasa dayalı bir kavramdır. Örneğin, bir kişi arabaya biner. Sonra kontak anahtarını çevirir ve gaz pedalına basarak arabayı hareket ettirir. Bir miktar yol aldıktan sonra arabasını kaldırımın kenarına park eder. Kişi, tüm bu eylemler arasında kıyas yapar; her biri arasında bir süre geçtiğini düşünür ve böylece zaman algısını elde eder. Tüm olaylar bize belli bir sıralama yöntemi ile gösterildiği için, zamanın hep ileri doğru aktığını düşünürüz. Örneğin bir yaprak ağaçtan hep aşağı doğru düşer, yukarı doğru çıkmaz veya yağmur damlaları hep gökyüzünden düşer, damlaların hiçbir zaman taneler halinde yukarı doğru çıktığını görmeyiz. Bu durumda bir yaprağın ağacın üzerindeki hali geçmiş iken, aşağıya düştüğü hali gelecektir. Oysa eğer hafızamızdaki bilgiler, bir filmin başa sarılması gibi tersine doğru gösterilmeye başlarsa bizim için gelecek, yani yaprakların aşağıda bulunduğu hali geçmiş olur, ağacın tepesindeki hali ise gelecek olur. Bu örnekten anlaşıldığı gibi zaman, algılayana bağlı olarak değişken bir algıdır. Zamanın izafiyeti yani değişkenliği o kadar farklıdır ki, bizim için binlerce yıl süren bir zaman dilimi, bir başka boyutta sadece tek bir saniye bile sürebilir. Hatta, evrenin başından sonuna kadar geçen çok büyük bir zaman dilimi, bir başka boyutta, bir saniye bile değil, ancak bir "an" sürüyor olabilir. Matrix filminde de tüm algılarla beraber, zamanın da izafi olduğu vurgulanmakta ve Neo'ya zaman konusunda da yanıldığı anlatılmaktadır. Aşağıdaki karelerde filmin kahramanı Neo, 2060 yılında ABD'de yapılmış, hava ve kara taşıtı olarak kullanılan bir geminin içerisindedir. Daha evvel Matrix'in içinde giydiği şık kıyafetleri ya da yaşadığı şehrin modern görünümü artık yoktur. Bunun yerine eskimiş kıyafetler giymekte ve harap görünümlü bir mekanda bulunmaktadır. Neo : Morpheus bana ne oldu? Burası da ne? Morpheus : Ne değil, ne zaman? Neo : "Ne zaman" mı? Morpheus : 1999 yılında olduğumuzu sanıyorsun ama 2199'a yakınsın. Kaç yılında olduğumuzu tam olarak söyleyemem, çünkü tam olarak biz de bilmiyoruz. Şimdilik bunu açıklayabilecek bir şey söyleyemem. Bir kimseye tüm yaşadıkları gibi zaman algısı da yapay sinyallerle çok farklı olarak hissettirilebilir. Zamansızlık gerçeği ile ilgili kitaplarımızda yer almış olan izahlardan bir kısmı şöyledir: Zaman bir algıdan ibaret olduğuna göre de, tümüyle algılayana bağlı, yani göreceli bir kavramdır. Zamanın akış hızı, onu ölçerken kullandığımız referanslara göre değişir. Çünkü insanın
bedeninde zamanın akış hızını mutlak bir doğrulukla gösterecek doğal bir saat yoktur... Zamanın göreceliği, rüyada çok açık bir biçimde yaşanır. Rüyada gördüklerimizi saatler sürmüş gibi hissetsek de, gerçekte herşey birkaç dakika hatta birkaç saniye sürmüştür. (Zamansızlık ve Kader Gerçeği, s. 70-71) ... zamanın izafi (göreceli-rölatif) bir kavram olduğu, materyalistlerin yüzyıllardır zannettikleri gibi değişmez ve sabit olmadığı, değişken bir algı biçimi olduğu da bu yüzyılda ortaya çıkmıştır. Zamanın ve mekanın izafiyeti Einstein'ın "Rölativite" teorisiyle kanıtlanmış ve bu gerçek bugünkü modern fiziğin temelini oluşturmuştur. Sonuç olarak, zaman ve mekan mutlak olmayan, başlangıçları olan, Allah'ın yoktan var ettiği kavramlardır. Zamanı ve mekanı yaratan Allah, elbette ki bunlara tabi değildir. Allah, zamanın her anını zamansızlıkta belirlemiş, tespit etmiş ve yaratmıştır… (Zamansızlık ve Kader Gerçeği, s. 10) İnsanlar zamana bağımlı oldukları için böyle bir olay onlara uzak gelir, oysa Allah katında zaman yoktur, daha önce de belirttiğimiz gibi geçmiş ve gelecek tek bir andır. Tıpkı bir video kasetteki karelerin tek bir anda var olması gibi… Biz bir filmi seyrettikten sonra nasıl ki o filmi geriye doğru sarıp yeniden seyredebiliyorsak, bizim için geçmiş olayları Allah'ın dilemesiyle yeniden seyretmemiz mümkündür. Önemli olan Allah'ın o an bize o olaylara ait algıları tekrar hissettirmesidir. (Sonsuzluk Başlamış Durumda, s. 90)
Anılarımız da Aslında Birer Hayaldir Filmin başrol oyuncusu Neo, gerçekleri yani şimdiye kadar gerçek sandığı hayatının bir hayalden ibaret olduğunu öğrendikten sonra, tekrar Matrix adındaki sanal dünyaya gittiğinde çevresini hayretle izler. Arabadaki yolculuğu boyunca geçmişine ait birtakım şeyleri hatırlar; ancak bunların hiçbirinin gerçekte yaşanmamış olmasından dolayı şaşkınlık duyar. Neo'nun, geçmişine ait anılar olarak düşündüğü olayların tamamı, hafızasına yapay olarak verilmiş görüntülerden ibarettir. Morpheus : İnanılmaz değil mi? Neo : Tanrım. Trinity : Ne oldu? Neo : Orada yemek yerdim. Harika makarna yaparlar. Hayatımla ilgili anılarım var. Hiçbiri olmamış. Bu konuda kitaplarımızda yer vermiş olduğumuz açıklamalardan birkaçı şöyledir:
Biz, bize verilen telkinden dolayı, geçmiş, şu an ve gelecek gibi bölümlere ayrılmış zaman dilimlerini yaşadığımızı zannederiz. Oysa, "geçmiş" gibi bir kavrama sahip olmamızın tek nedeni, -daha önce de belirttiğimiz gibi- hafızamıza bazı olayların verilmesidir. Örneğin, ilkokula kaydolduğumuz an hafızamızda bulunan bir bilgidir ve biz bu nedenle bunu geçmiş bir olay olarak algılarız. Gelecekle ilgili olaylar ise hafızamızda bulunmaz. Bu nedenle biz henüz haberdar olmadığımız bu olayları "yaşanacak", "gelecekte meydana gelecek" olaylar olarak kabul ederiz. Oysa geçmiş nasıl bizim için yaşanmış, tecrübe edilmiş, görülmüş olaylar ise, gelecek de aynı şekilde yaşanmıştır. Ancak bu olaylar bizim hafızamıza verilmediği için biz bunları bilemeyiz. (Hayalin Diğer Adı: Madde, s. 139) 5 yaşındayken bakkaldan aldığınız bir gofreti yerken hissettiğiniz şeker tadı, 7 yaşında ilkokula başlayacağınız gün sabah erken saatte heyecanla uyanmanız, lisedeki coğrafya dersinde içinizde duyduğunuz sıkıntı, matematik öğretmeninizin tahtaya yazdığı uzun denklemler, bir yakınınızı kaybettiğiniz trafik kazasında hissettikleriniz, işinizde kazandığınız bir başarı nedeniyle yaşadığınız gurur, yıllarca hayal ettiğiniz bir şeyi almaya giderken duyduğunuz sevinç kısacası yaşadığınız ve hissettiğiniz, başınızdan geçen tüm bu olaylar aslında aynen durmakta, yalnızca sizin beyninizde muhafaza edilmemektedir. Muhafaza edilen de hatıra olarak, anı olarak yani geçmiş gibi hissettirilmektedir. Şu an var olan o sahneleri beyniniz algılamamaktadır... İnsanlar akan bir zamana tabi olduklarını düşünür, yaşamlarının geçmiş, şimdi ve gelecek olmak üzere bölümlere ayrıldığını sanırlar… Fakat yaratılmış her canlının, her olayın ve herşeyin aynı bir film şeridini oluşturan kareler gibi, kare kare sonsuz olarak yaratıldığını ve aynı anda var edildiğini bilmek bu kavrayışı kolaylaştıracaktır. (Sonsuzluk Başlamış Durumda, s. 74-75) Matrix ve Matrix Reloaded filmleri tüm dünyada büyük yankı uyandırdı. Pek çok televizyon kanalında, dergi ve gazetelerde, filme konu olan maddenin aslına ilişkin bilimsel gerçekler tartışıldı. Bu filmlerin milyonlarca insanın ilgisini çekmiş olmasının en önemli nedenlerinden biri ise, insanların bu konunun önemini kavramış ve derin düşünmeye başlamış olmalarıdır.
Bu Gerçeğin Bizi Ulaştırdığı Olağanüstü Sonuç İnsan beyninin dışında madde olarak adlandırılan, görüntüden oluşan ve sağlamlık hissi verilen bir alem vardır. Ancak siz bu aleme asla duyularınız aracılığı ile ulaşamazsınız. Her insan beyninde oluşan alemi seyreder, beyninde oluşan aleme dokunur, beynindeki alemin sesini dinler. Burada anlatılan, her insanın üzerinde büyük bir ciddiyetle düşünmesi gereken çok önemli bir hakikattir. Çünkü bu gerçeği görmezden gelen her insan, ömrü boyunca küçücük bir noktada oluşan görüntüyü gerçek zannederek yanılmaktadır. Örneğin beynindeki bir noktada oluşan binaların sahibi olduğunu zanneden bir adam, bu görüntüden dolayı kibirlenir, şımarır, bir gün öleceğini unutarak kendisini sonsuz güçlü zanneder. Veya beynindeki bir noktada oluşan fakir hayat görüntüsü başka bir insanın ezik, mutsuz ve umutsuz yaşamasına neden olur. Beyninin içindeki küçücük bir yerde oluşan para görüntüsünü kaybeden insan hemen perişan olur. Beyninin içindeki araba görüntüsünün çizildiğini gören bir başkası ise hiddetlenir, mal hırsından dolayı büyük bir öfke duyar. Oysa, bu kişilerin her biri rüyasında zengin veya fakir olan, veya rüyasında arabası çizilen bir insandan farklı bir durumda değildirler. Çizilen araba, beynimizin içinde oluşan bir araba görüntüsüdür. Bu arabanın aslını, dışarıdaki gerçek halini hiç kimse, hiçbir zaman bilemez ve göremez. Bunu ancak beynimizdeki ve dışındaki evreni projekte eden yüksek benliğimiz (şuur) bilir.
İşte bu gerçeğin farkında olmayan, veya çok açık olmasına rağmen bu gerçeği kabullenmek istemeyen insanlar, hayatları boyunca hep yanılgı içinde, gerçekleri görmezden gelerek yaşarlar. Bu insanların durumu bir sinema filmini veya tiyatro oyununu gerçek zannederek bu filmin veya oyunun içinde yaşamak isteyen bir insanın durumu gibidir. Çevresindekiler bu insanı ne kadar ikna etmeye ve ona gerçekleri göstermeye çalışsalar da bu insan bunu anlamazlıktan gelir. Ancak her insanın, hiçbir istisna olmaksızın, bu gerçeği anlayacağı, kavrayacağı ve kabul edeceği bir an vardır. İşte bu an her insana ölümle birlikte gelecektir. Ölümle birlikte insanın beyninde seyrettiği dünya hayatına dair görüntü değişecek, bunun yerine ölümle birlikte ( yada aydınlanma denen içsel keşifle birlikte - Nirvana- ) insan sanki bir uykudan uyanacak, rüyasından gerçek dünyaya geçer gibi, gerçek ve sonsuz hayatına geçecek, bu hayatın da görüntüsü daha net ve gerçek olacaktır. Aynı rüyasındaki daha bulanık görüntüden uyanıp daha net olan dünya hayatına geçiş yapan insan gibi. Aslında Rüya görürken bulanık rüya görmeyiz gayet yaşadığımız gerçeklik kadar rüyalarda nettir. Fakat bir gerçeklik içinde diğerinin anımsanması daha güç olmaktadır.
MADDENİN ASLI KONUSUNDA BİLİMSEL GELİŞMELER Hologram Bir Dünyada mı Yaşıyoruz? Dünyanın en ünlü bilim dergilerinden biri olan New Scientist adlı dergi, 27 Nisan 2002 tarihindeki kapak konusunda, okuyucularına önemli bir bilimsel gelişmeyi aktarmıştır. J. R. Minkel tarafından kaleme alınan makale "Sahte Evren" başlığı altında ve "Neden Hepimiz Bir Hologramın İçinde Yaşıyoruz?" kapak yazısı ile yayınlanmıştır. Bu makalede açıklanan bilimsel tespiti şu şekilde özetleyebiliriz: Dünyayı bir ışık demeti olarak algılıyoruz, bu yüzden de bu algılara bakarak maddeyi mutlak gerçek zannetmek büyük bir yanılgı olacaktır. New Scientist, bilim adamı-yazar J. R. Minkel'in bu önemli konu ile ilgili şu itirafına yer vermiştir: Şu an bir dergi tutuyorsunuz, bunu katı bir madde olarak algılıyorsunuz ve siz bunun evrende bağımsız bir şekilde var olduğunu görüyorsunuz. Etrafınızdaki objeler de aynı şekilde, belki bir fincan kahve ya da bir bilgisayar, hepsi dışarıda gerçekmiş gibi görünüyor. Ama hepsi yalnızca bir hayal. "Sahte Evren", "Neden Hepimiz Bir Hologramın İçinde Yaşıyoruz?" başlıklı ve 27 Nisan 2002 tarihli New Scientist dergisi. Minkel makalesinde, bazı bilim adamlarının bu fikri "herşeyin teorisi" olarak adlandırdıklarını söylemektedir. Ayrıca Minkel, bilim adamları tarafından "herşeyin teorisi"nin, evrenin yapısının açıklanmasında ilk basamak olarak kabul edildiğini aktarmaktadır. Söz konusu dergide yayınlanan bu makale, evreni beynimizde bir hayal olarak algıladığımızı, dolayısıyla bizim maddenin aslıyla muhatap olmadığımızı açıklayan bilimsel bir kaynaktır.
Modern fiziğin bulguları maddesel evrenin bir algılar bütünü olduğunu gösteriyor. 30 Ocak 1999 tarihli sayısında bu gerçeği ele alan ünlü İngiliz bilim dergisi New Scientist'in kapağında şu soru yer alıyor: "Gerçeğin Ötesinde: Evren, Bilginin Bir Dansı mı ve Madde Sadece Bir Seraptan mı İbaret?" Bilimsel Dergiler Filmlerde İşlenen Simülasyon Dünya Senaryolarının Gerçek Hayat İçin de Mümkün Olabileceğini İfade Ediyorlar Dünyaca ünlü bilim dergisi New Scientist'in 27 Temmuz 2002 tarihli sayısında da "Hayat bir programdır, o zaman silindiniz" başlığıyla yayınlanan makalesinde Micheal Brooks, Matrix filmindeki gibi simülasyon bir dünya içinde yaşıyor olabileceğimiz ihtimalini şu sözlerle gündeme getiriyor: 27 Temmuz 2002 tarihli New Scientist'de "Hayat bir programdır, o zaman silindiniz" başlığıyla yayınlanan makalede yapay bir dünya içinde yaşıyor olabileceğimiz ihtimali gündeme getirilmektedir. Matrix II'yi beklemenize gerek yok. Zaten dev bir bilgisayar simülasyonu içinde yaşıyor olabilirsiniz... Elbette ki 'The Matrix' filminin gerçek olmadığını düşündünüz. Çünkü sadece öyle düşünmeniz istendi. Makalenin yazarı Micheal Brooks, Yale Üniversitesi'nden Nick Bostrom adında bir felsefecinin yorumlarına da yer vererek düşüncelerini destekliyor. Nick Bostrom, Hollywood yapımı filmlerin birçok kişinin düşündüğünden çok daha fazla gerçeğe yaklaştıklarını düşünüyor. Ayrıca yaptığı hesaplar sonucunda, bizim de filmlerdeki gibi bir simülasyon dünya içinde yaşıyor olma ihtimalimizin olduğunu düşünüyor. Özellikle son yıllarda, maddenin aslıyla muhatap olamadığımız gerçeğinin anlaşılmasıyla birlikte, bu bilimsel gerçek insanları daha derin düşünmeye yöneltmektedir. Filmlere de sık sık konu olan bu durum, fiziksel gerçekliği olmayan ortamların, ne kadar gerçekçi olarak canlandırılabileceğini; hatta insanların bu hayali görüntülere aldanabileceğini de vurgulamaktadır.
Farklı kaynaklar ve yorumlar Matrix felsefesi platoncucu ve sokratesci felsefenin insanların aklını dünya dısı bir ortama inandırmaya çalısan bir felsefe sentezidir. Egzistens seyredenler bilirler gerçek dünya ile sahtesi karışmaya başlar.Matrix 1 de biz birçok düşünce ile bir odaya kapatılmıştık.Reloaded te artık bazı şeyler belirginleşiyor. Artık kahinin neden ajana dönüşmediğini biliyoruz.
Matrix adlı program genel bir sistem programı ile bu program içindeki akıllı mantıklı birçok programdan oluşuyor.Bazı programlar kendi şuurları ile hareket edebiliyorlar.Bazıları ise bundan mahrum.(Smith'in ölmemesi ve yükseltgenerek karşımıza çıkması, kahinin ajana dönüşmemesi) Ancak reloaded bize ilginç veriler sundu.Bizim zion namı ile bildiğimiz şehir aslında matrixin bir parçası.(aslında o da yok) Bunu kahinden Neo'ya mektup taşıyan bir adamla ve Kahramanım Smith'in insanları kendine dönüştürmesi ile anladık.Ayrıca Kurtulan tek kişi olması da bir rastlantı değil.İçine girdiği adamın aklını değiştirip onunla suikast bile yapacaktı.Mimarımızla Neo matrixin sonunun makinaların sonunun olmayacağı türünde bir konuşma yaptılar.Bu birbirine paralel bağlı milyarlarca matrixin olabileceği anlamına geliyor.Son olarak Neo uçan robotları kahramanca öldürdü.Normal bir insandan farkı olmaması gerekiyordu ama bunu başardı.Güçlerini düşünceden fiziksel platforma da taşıyabildiğini mi gösteriyor yoksa hala düşüncesinden çıkmadığını mı? Kafanızın karışması çok normal... (Karışmadıysa ne ala) Matrix'le Zionun birbirine paralel bağlı olması fikri de bana sürülen bir fikirdi ama bu işi daha da karıştıracağı için üzerinde durmadım.
Matrix felsefesine ne oldu? memphis 21.05.2003 Matrix Reloaded her ne kadar aksiyon sahnelerinin fazlalığıyla eleştirilse de filmin son 10 dakikasındaki olaylar insanı düşünmeye itiyor. Felsefesi üzerine çok sayıda mesaj var. Tabii bu özgün bir felsefeyse. Filmdeki isimler Neo: O, kurtarıcı. Filmin gidişatına bakılırsa Mesih. Zira filmin son sahnelerinde Neo gerçek dünyada da robotları eliyle durdurabiliyor. Başta Mr. Bush´ un bağlı bulunduğu tarikat olmak üzere birçok hıristiyan grup tarafından tekrar dünyaya geleceği düşünülüyor. Sadece bu kadarı olsa yine iyi de, Bush´ un tarikatı "O" gelmeden önce onun gelişine hazırlanmak gerektiğini düşünüyor. Bknz. Irak savaşı. Trinity: Üçleme. Hıristiyanlıktaki anlamı baba, oğul, kutsal ruh üçlemesi. Filmde de bir üçleme var aslında. Filmde birçok kez Morpheus, Neo ve Trinity'yi bir arada görürüz. Onlarda kendi içlerinde bir üçleme oluştururlar. Hıristiyanlıkla ilgili bir sitede bulduğum üçleme (trinity) resminde ilginç bir ayrıntı var. Üçgenin içi "is" dışındaki daire "isn´t". Morpheus'un filmdeki en akılda kalan sözleri bol isn´t lı sözlerdi. Bir bağıntısı var mı
acaba? Morpheus: Vaftizci Yahya olarak nitelendiriliyor. İncil de geçen Salome hikayesindeki, Salome isimli kadın tarafından başı kestirilen kişi. Salome ihtiraslı bir kadındır, Yahya´ yı sevmektedir. Sevgisinin ve ihtirasının yüzünden Yahya´ nın kafasının kesilmesine sebep olmuştur şeklinde bir hikaye. Nebukadnezar gemisi: Milattan önce 7. asırda Kral Nebukad Nezar, Babil´ e en parlak günlerini yaşatmıştı. Ayrıca yahudi devletini ortadan kaldırıp Kudüs´ teki Hazreti Süleyman Mabedi´ ni yıkan kişidir. Tüm Ortadoğuyu birleştirmiştir. Irak savaşından da tanıdık geliyor bu isim. Saddam'ın tugaylarından birinin adı da Nebukadnezar´ dı. Saddam'da kendini Babil ile bağdaştıran biriydi. Tüm Ortadoğu´ da tek devlet düşüncesindeydi. Filmde neden bu gemiye böyle bir isim verildi, ilginç. Ama filmin sonunda gemi patlamıştı, bunu da düşünmek gerek.
Hıristiyanlığın ilk yıllarında neler olmuştu diye düşünürsek ve bunu Matrix´ e uyarlarsak nasıl bir tablo ortaya çıkar diye düşünüyorum. O yıllarda Roma İmparatorluğu´ nun gücü karşısında Hıristiyanlık gizli gizli yayılma çabasındaydı. Hıristiyanlığı yaymaya çalışan bugün de Hıristiyanlar tarafından kutsal sayılan liderler vardı. Hıristiyan olan halk uzun yıllar mağaralarda yaşadı. Yayıldığı coğrafyayı hepimiz biliyoruz. Topraklarımızın bir bölümünü de içine alan (sözde) "vadedilmiş topraklar" da. Hıristiyan olanlar onların inancına göre kurtulmuş insanlar. Kurtulup yaşadıkları yerler de Roma'nın baskısı yüzünden mağaralar... Mağara felsefede de varolan bir kavram. Mağarada yaşayan bir filozofun felsefesi. Ben burada yaşıyorsam burası benim dünyamdır gibi bir düşünce felsefe tarihinde. Matrix dışına çıkan, kurtulan insanlar Zion ismindeki dev bir yeraltı mağarasında yaşıyorlar filmde. Peki Zion kelimesininde bir anlamı var mı acaba? Bizim bildiğimiz haliyle siondur. Siyonizm de aynı kökenden gelir. Yalnız filmde bir tezat var. Vadedilmiş topraklar yeraltında bir yerde, ve daha önce kimsenin yaşamadığı toprak klar. Buraları vadedilmiş ilan edip yerleştiklerinde kimseye zararları dokunmuyor, çünkü o topraklarda yaşayanlar yok. Peki gerçek hayattaki, günümüzdeki vadedilmiş dedikleri toprakların durumu? Ya da gelecekte bu topraklarla ilgili planları?
Matrix´ te ölmek Matrix´ te kurtuluşcuların öldürdükleri herkes program kodu mudur? Yani bir binayı koruyan güvenlik görevlilerinin tümü, Matrix´ in polislerinin tümü? Bunların içerisinde insan olup da pil olarak yaşayan, olan bitenden habersiz masumlar var mıdır? Yoksa eğer, olmamasının Matrix´ i yapanlar tarafından gerekçesi nedir? Ne de olsa sanalda yaşayan insanlar gerçekten habersizler, neden bu noktalarda onlara görev verilmemiş olsun ki? Eğer içlerinde insanlar varsa, bunları da kurunun yanında yaş, kodun yanında insan misali öldürmek terörizm kategorisine girmez mi? Ruhu yok saymak İnsanların kafalarının arkasına takılan cihazlarla sanal bir dünyada bir çeşit oyun oynamaları mümkün gelmekle birlikte tersi pek mantıklı değildir. Filmde kendini aşan ajan Smith, Neo´ ya o kadar büyük bir kin besliyorki Matrix sisteminden bağımsız hareket etmeye başlıyor. Neo´ nun rüyasında gördüğü bir olayda Smith bir insanın sanaldaki vücudunu ele geçiriyordu. Neo´ nun diğer rüyasının gerçek olduğunu düşünürsek, bununda gerçek olduğu sonucuna ulaşılabilir. Zaten filmde elinde bıçakla Neo´ nun yanına gelen adam filmin sonunda da savaştan kurtulan tek kişi olarak koma halinde gemide yatmıyor mu? Bu kişinin Smith´ in beynini ele geçirdiği insan olduğu yargısına varırsak, bu nasıl olmuştur? Bir tek bu adam nasıl kurtulmuştur? Neden komadadır? Diğer komada olan kim? Neo. Peki neden komada? Gerçek hayattaki robotlara belki bir telepatik güçle karşı koyabildiği için. Aynısını Smith´ de yapmış olabilir mi? Peki bir bilgisayar programı ya da son haliyle solucan virüsü nasıl olupta bir insan vücudunda hayat bulabilmektedir? 6 sayısı Matrix 6 kere yokolmuş/yokoluyor. 6 kere yokolduğuna göre her yokoluşta insanlar da yokolmuşlar. 7. kez kuruluşu sonuncusu olacak. Ya da 7. si kurulamayınca 6 sonu olacak. Bunun dünyanın 7. gün kurulduğu inancıyla bir ilgisi var mıdır? Belki vardır :) Peki Matrix´ in çizgi film serisi olan Animatrix kaç bölümdür? Bu sayılar tesadüfi sayılar mıdır? Kafama takılan bir başka konu ise tapınakta toplanan konsey. Konseyin üye sayısını filmi izlerken tam sayamadım ama toplam sayıları 12 olabilir mi? Bu 12 sayısı Hıristiyanlıktaki havarilerle ilgili olabilir mi? Konuyla direkt ilgili değil ama aklıma geldi, AB bayrağında niye 12 yıldız var? Neden-Sonuç ilişkisi Neden: Filmi yapan bir Amerikan şirketi. Kutsal değerlerine biraz fazla bağımlı insanlar. Sonuç: Matrix´ i Hıristiyanlık değerleri içinde boğmak. Kabuğunu kırıp süregeleni sorgulayıp gerekirse değiştiren sorgulayıcı insanlık düşüncesini arkaplana atan bir Matrix. Sonuç, bu felsefeden ziyade ideoloji eksenine doğru her bölümde biraz daha kayan bir film. Sonuç kabuğunuzu kırın sorgulayın diyenlerin, bunu derken daha kendi kabuklarını kırmaktan oldukça uzak olmaları.
Gerçek bir yanılsamadır - Nietzsche Neyazıkki Matrix'in ne olduğunu kimse anlatamaz,onu kendin görmek zorundasın.(Laurence Fishburne) Gerçek dünyaya hoşgeldin.(Laurence Fishburne) Hiç gerçek olduğundan emin olduğun bir rüya gördün mü? Ya bu rüyadan hiç uyanamasaydın o zaman gerçek dünya ile rüya arasındaki farkı nasıl ayırt ederdin? - Morpheus (Laurence Fishburne) Başlangıcı olan herşeyin bir sonu vardır. - Oracle (Gloria Foster) Ne olduğunu düşünme. Ne olduğunu bil! - Morpheus (Laurence Fishburne) Bu açıklanamaz, ama hissedersin. Hayatın boyunca dünyayla ilgili bazı şeylerin yanlış olduğunu hissetmişsindir. Ne olduğunu bilmezsin, ama o ordadır; beynine saplanmış bir kıymık parçası gibi... Seni deli eder... (Morpheus) Yolu bilmek ile ,o yolda yürümek farklı şeyler. Niçin burada olduğunu biliyorum, Neo. Ne yaptığını biliyorum... Niye uyuyamadığını biliyorum, niye yalnız yaşadığını ve niye her gece, bilgisayarının başında oturduğunu biliyorum. Onu arıyorsun. Biliyorum, çünkü geçmişte ben de onu aramıştım. Ve o beni bulduğunda, bana aslında onu aramadığımı, bir cevap aradığımı söyledi. Bizi harekete geçiren, bir soruydu, Neo. Seni buraya getiren soru. Soruyu biliyorsun, benim gibi. (Trinity) Gerçeği nasıl tanımlarsın ? Eğer hissedebildiğin şeylerden bahsediyorsan, koklayabildiğin, tadabildiğin ve görebildiğin, o zaman gerçek, basitçe beynine iletilen elektronik sinyallerdir. (Morpheus) Matrix bir sistemdir, Neo. Bu sistem bizim düşmanımız. Ama sistemin içindeyken ne görüyorsun? İş adamları, öğretmenler, avukatlar, marangozlar. Kurtarmaya çalıştığımız insanların zihinleri. Ama biz başarana kadar, bu insanlar da sistemin bir parçası ve bu da onları düşmanlarımız yapıyor. Şunu anlamalısın: Bu insanların çoğu serbest bırakılmaya hazır değil. Ve büyük bir kısmı o kadar içine girmişler, sisteme o kadar bağımlı hale gelmişler ki, onu korumak için savaşabilirler... Beni dinliyor musun, yoksa kırmızı elbiseli kadına mı bakıyorsun? Tekrar bak. Dondur! Matrix'de değil miyiz? Bu sana bir şeyi öğretmek için dizayn edilmiş bir program. Eğer bizden biri değilsen, onlardan birisindir. (Morpheus) Sizinle, bir süredir kafamı meşgul eden bir düşüncemi paylaşmak istiyorum. Bu düşünce aklıma sizin türünüzü sınıflandırmaya çalışırken geldi ve anladım ki sizler aslında memeliler sınıfına dahil değilsiniz. Bu gezegendeki tüm memeliler, yaşadıkları çevre ile içgüdüsel olarak bir denge kuruyorlar. Ama siz insanlar öyle değilsiniz. Bir bölgeye yerleşiyorsunuz ve çoğalıyorsunuz, tüm doğal kaynakları tüketene kadar çoğalıyorsunuz. Canlı kalabilmenizin tek yolu başka bir bölgeye yayılmak. Bu gezegende bu şekilde yaşamını sürdüren bir organizma daha var. Ne olduğunu biliyor musunuz? Virüsler. İnsanlar hastalıktır. Bu gezegenin kanserleri. Sizler vebasınız. Ve bizler de bunların ilacıyız. (Ajan Smith) Orada olduğunuzu biliyorum. Sizi hissedebiliyorum. Korktuğunuzu biliyorum. Bizden korkuyorsunuz. Değişimden korkuyorsunuz. Gelecekte ne olacağını bilmiyorum. Size nasıl biteceğini söylemek için gelmedim. Nasıl başlayacağını söylemek için geldim. Telefonu kapatacağım. Ve sonra bu insanlara, sizin, onların görmesini istemediğiniz şeyi göstereceğim. Onlara bir dünya göstereceğim sizin olmadığınız bir dünya. Kuralların, kontrolün, sınırların ve sınırlamaların olmadığı bir dünya. Her şeyin olabileceği bir dünya. Buradan nereye gideceğinizi size bırakıyorum. (Neo) Bildiğin yol ile yürüdüğün yol arasında bir fark var. - Morpheus(Laurence Fishburne)
Diyaloglar Neo: Matrix nedir ? Trinity: Cevap oralarda bir yerlerde, Neo. Seni bekliyor. Ve seni bulacak, eğer sen de istersen. Ajan Smith: Neden Bay Anderson, neden? Neo: Bu benim seçimim. Neo: Bunun gerçek olmadığını sanıyordum. Morpheus: Aklın bunu gerçek yapıyor. Neo: Matrix'in içindeyken ölürsen, burada da mı ölüyorsun ? Morpheus: Vücut zihni olmadan yaşayamaz. Çocuk: Kaşığı eğmeye çalışma. Bu olanaksızdır. Bunun yerine sadece gerçeği anlamaya çalış. Neo: Ne gerçeği ? Çocuk: Kaşığın olmadığı gerçeği. Neo: Kaşık yok mu ? Çocuk: O zaman eğilenin kaşık olmadığını anlayacaksın. Eğilen yalnızca sensin.
Uyarı: Program Yanıt Vermiyor, Devrim Gerçekleşmedi! Yayınlandığı dönemde dünya çapında yüzbinlerce kişiyi etkisi altına alan Matrix fırtınası üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin kimiler için popülerliğini hala kaybetmedi. Dört yıllık macera Wachowskiler'in "bütünleşme umudu" üzerine kurdukları son yapım ile aslında serinin tek bir film olarak algılanabileceğini gösterdi: “Olanlar hakkındaki sınırlı bilgimizle olabilecekler hakkındaki sınırsız inancımızın sentezinden oluşan bir bütünlük." Başlangıcı Bilgisayarların ve bilgisayar ağlarının kullanımının yaygınlaşmasıyla 90’larda ortaya çıkarak giderek yaygınlaşan sanal gerçeklik kavramı ‘Matrix’ vizyona girdiğinde (1999) doruk noktasına ulaşmış, yeni binyıla girerken gerçekleşeceği öngörülen dijital kıyamet, neredeyse tüm yaşamın sona ereceği ‘organik kıyamet’ kadar önemli olarak görülmeye başlamıştı. Gazetelerde, internette tanışıp evlenen, yaşamını insanlara kapalı bir şekilde sadece interneti kullanarak sürdüren, gerçeği yerine sanal seksi tercih eden insanların haberlerini okuyorduk. İnternette örgütlenen gruplar sanal bir anarşi yaratıyor, hackerlar olmayan bir dünyada kendi krallıklarını ilan ediyordu. Siber punk adında bir alt kültür oluşmuş ve genç nüfus arasında hızla yayılmaya başlamıştı. Bilginin hızla ve kolaylıkla paylaşılabilir hale gelmesi, sınırları ve yaş faktörünü ortadan kaldırması, bilgisayarın ve internetin sunduğu sınırsız özgürlük hakkı milyonları tuzağa düşmüş, kıstırılmış, sınırlandırılmış hayatlarından çekip çıkartıyor; başka bir evrenin, başka bir dünyanın varlığını düşleyen ozanların hayalleri gerçek oluyordu. İnternetle ilgili kanunların henüz çıkarılmadığı bu dönemde insanlar ‘Matrix’e zaten hazırdı. Yalnız filmdekinin aksine özgürlük, gerçek yaşamda değil sanal gerçeklikte elde edilebilen bir kavramdı. Bu dönemdeki gelişmelere sinema sektörü açısından bakarsak eğer, bir taraftan sinemada bilgisayar destekli efektlerin kullanımı ve sanal oyuncuların oynaması tartışılırken, diğer taraftan farklı türlerin bir araya gelmesiyle oluşan, postmodern yapının bir yansıması olan yeni türler deneniyordu... Sinemada teknolojinin kullanımı özellikle pahalı Holywood prodüksiyonlarının vazgeçilmez parçalarından birisi haline gelmişti. Yıllar önce yönetmenlerin akıllarına bile gelmeyecek kamera açıları, aydınlatma teknikleri ve (‘Matrix’deki kullanımıyla devrim niteliğinde
olan) ‘Kurşun Zamanı’ olarak adlandırılan ağır çekim yöntemleri, sinema ve gerçeklik ilişkisini giderek daha ince bir çizgiye dönüştürüyordu. Holywood’un ‘rüya makinası’ olduğu yönündeki inançtan hareket edersek bu ulaşılmak istenen ve beklenen bir sonuçtu. ‘Matrix Revolutions’da bir adım daha ileri giderek perdede gerçek olanla sanal olan arasındaki farkı ortadan kaldıran bu teknik, Oscarlı görsel efekt uzmanı John Gaeta tarafından ‘sanal sinematografi’ olarak adlandırılıyordu. Filmde Neo’yu canlandıran Reeves bile bir röportajında bu tekniğin yönetmene verdiği üstünlüklerden söz ederek oyuncunun etkinliğini azalttığından dem vuruyordu. Gaeta’nın yapmak istediği şey gerçekte mümkün olmadığını bildiğimiz ve beynimiz tarafından yadsınacak ve hatta bize gülünç gelebilecek hareketleri mümkün olduğunca gerçeğe yakın hale getirmekti. Matrix’in ve devam filmlerinin bu konudaki başarısı tamamen sanal aktörlerin oynadığı, bilgisayar ortamında hazırlanan filmlerin ortaya çıkmasını sağladı (Final Fantasy). Görsel alandaki bu gelişmeler sinema dışına da sıçrayarak diğer sanat dallarını hatta görsellik üzerine temellendirilmiş bütün bir kültürü etkiledi. Bir süre sonra biz de Matrix’deki operatör gibi önümüzde akıp giden 0 ve 1 rakamlarını gerçeklik olarak algılamaya başladık. Neyse ki şimdilik bu rüyayı sadece gözlerimiz ve kulaklarımızla algılıyoruz ancak gelecekte gelişen teknolojilerin sonucu olarak Huxley’nin ‘Yeni Dünya’ sında yer alan duy-gör-dey filmlerini izleyebileceğimizi söylemek çok da yanlış olmaz... Matrix serisinin farklılığı, sunduğu görsel malzemenin cazibesinin yanında yukarıda değindiğimiz 90’lı yılların özelliği olan postmodern yapısından da kaynaklanıyordu. Filmleri kategorize etmekte giderek zorlandığımız bu dönemde; bir film aynı zamanda kara film ve bilimkurgu özelliklerini, dramanın ve fantastik sinemanın öğeleriyle birleştirerek farklı türlerin harmanlanmasıyla oluşabiliyordu. Sinema tarihinin unutulan – unutulmayan bütün yapımlarından az çok izler taşıyan farklı malzemelerin uygun oranlarda bir araya getirilmesiyle oluşan bu yapıya 90’larda postmodernizmin sanata olan olumsuz etkilerine itafen ‘pastiş’ denilip bu yapımlar bazı çevreler tarafından küçümsenirken; birkaç yılda bu terim evrimleşerek ‘füzyon’ adını aldı ve başarının temel koşullarından birisi haline geldi. ‘Füzyon’ meşrulaştı ve Tarantino gibi yönetmenlerin filmlerinde korkusuzca dile getirildi. Meşrulaşmasında araç olarak ustalara ve türe duyulan saygı ve sevgi kullanıldı. İzleyicilerin de heyecanla çanak tuttuğu bu yapımlar Holywood sinemasının yeni kurtarıcıları oldular. Aslında ortaya çıkan kolektif ürünler, birleştirdikleri ‘esinlenmelerle’ oluşturdukları homojen yapıyla izleyicide yeni bir şey izlediği yanılsamasını uyandırırken, aslında kendini aşamayan kendi üstüne kapanan bir yapının tutsağı olmaktaydılar. Matrix üçlemesinde ‘esinlenilen’ filmleri eminim ki biraz düşününce siz de bulabilirsiniz. O halde ‘Matrix’ serisini fenomen haline getiren daha önce bir çok defa gördüğümüz hikayesi değildi. Kullandığı sinematografik yenilikler ise sadece eleştirmenler ve görsel efekt uzmanlarından oluşan küçük bir azınlık tarafından hatırlanacak, kitleler tarafından unutulup gidecekti. Mesele, ilk filmde sorulan gerçeklikle ilgili soruların karşı konulamaz çekiciliğinden kaynaklanıyordu. Üstelik bunu benzerlerine göre daha fazla göze çarpan bir tarzla doğrudan sorularla gerçekleştiriyordu: Morpheus’un (Düşler Tanrısı) Neo (Mesih)’ya sorduğu soru hepimizi aylarca meşgul edecekti: ‘Hiç gerçekliğinden emin olduğunu düşündüğün bir rüya gördün mü? Eğer o rüyadan uyanamasaydın ne olurdu? Gerçek dünyayla rüya arasındaki ayrımı nasıl bilebilirdin?’
Sonraki bir sahnede de gerçekliği sorguluyor: ‘Gerçek nedir? Gerçeği nasıl tanımlarsın? Eğer hissedebildiğin, koklayabildiğin tadabildiğin ve görebildiğin şeylerden bahsediyorsan aslında gerçek beynin tarafından gönderilen elektrik sinyallerinden ibarettir.’...
Mimar Neo'ya ne söylemişti? Hatırlayacağınız gibi "Matrix Reloaded"ın sonlarında karşımıza çıkan Mimar karakterinin Neo'ya söyledikleri, hem ilk filmde sunulan dünyayı alt üst etmiş, hem de trilojinin gidişatına dair merakları doruğa çıkarmıştı. Hatırlayacağınız gibi “Matrix Reloaded”da tıpkı ilk film “Matrix”te olduğu gibi karakterler arasındaki diyaloglar filmin pek çok noktası açık bırakılmış dünyasına dair ipuçları elde etmek ve çeşitli tasavvurlarda bulunmak için kilit bir konuma sahipti. İlk filmde bunlar Neo’nun kırmızı hapı seçmeden önce Morpheus’la olan diyaloğu, Neo’nun Kahin’le olan diyaloğu ve Ajan Smith’in sorgulama sırasında Morpheus’la olan diyaloğu şeklinde özetlenebilir. İkinci film “Matrix Revolutions”da da kilit konumdaki tüm diyaloglar Neo çevresinde toplanmıştı: Neo’nun Kahin’le, Ajan Smith’le, Merovingian’la ve de Mimar’la olan diyalogları filmin hem kafaları karıştırmasında, hem ilk filmde sunulan ipuçlarının ters yüze edilmesinde, hem de izleyicinin bu sunulan yeni matrix dünyasına dair akıl yürütmesinde oldukça etkiliydi. Ancak özellikle filmde ilk kez karşımıza çıkan ve tüm matrix dünyasının arkasındaki akıl olarak sunulan Mimar’ın Neo’ya söyledikleri, daha “Revolutions”ı izlememiş olsak da, triloji içinde ayrı bir yerde duruyor. Biz de hazır son film gündemdeyken size yeniden hatırlatalım, hafızalarınızı tazeleyelim istedik:
Mimar: Merhaba, Neo. Neo: Sen kimsin? Mimar: Ben mimar'ım. Matrix'i ben yarattım. Seni bekliyordum. Birçok sorun var, ve sürecin bilincini değiştirmiş olmasına rağmen... hâlâ bir insansın. Bu yüzden cevaplarımın bazılarını anlayacaksın, bazılarını da anlamayacaksın. Buna bağlı olarak, ilk sorun en geçerli soru olsa bile aynı zamanda -sen farkına varabilir ya da varmayabilirsin- en konu dışı olanı. Neo: Neden buradayım? Mimar: Hayatın matrix'in programlamasına has, dengelenmemiş bir denklemin artıklarının toplamı. Sen, aksi takdirde matematiksel kesinliğin bir uyumu olan bir şeyin, en içten çabalarıma rağmen ortadan kaldırmayı başaramadığım bir anomalinin sonucusun. Bu, sinsice kaçınılan bir yük olmasına rağmen, beklenmedik bir olay değil ve dolayısıyla kontrol edilemez durumda değil. Seni kaçınılmaz bir şekilde buraya getiren de bu kontrol. Neo: Soruma cevap vermedin. Mimar: Çok doğru. İlginç. Bu diğerlerinden daha hızlı. (Mimar’ın oturduğu koltuğun arkasındaki ekranda beliren önceki seçilmiş kişiler araya girer:) Diğerleri mi? Hangi diğerleri. Kaç kişi? Bana cevap
ver. Mimar: Matrix düşündüğünden daha eski. Ben, bir integral anomalinin çıkışından sonrakinin çıkışına saymayı tercih ediyorum ki; bu durumda bu altıncı sürüm oluyor. Neo: Yalan söylüyorsun! Bu mümkün değil. Neden kimse bana bunu söylemedi? Mimar: Kimse Bilmiyor. Kesinlikle. Senin de şüphesiz fark etmeye başladığın gibi, en basit denklemlerde bile dalgalanma meydana getiren anomali sistemik. Neo: Seçim. Sorun seçim.
Mimar: Tasarladığım ilk matrix, doğal olarak mükemmeldi. Bir sanat eseriydi. Hatasız, haşmetli. Bu zafere eşdeğer tek şey muazzam başarısızlığıydı. Her insanda bulunan kusurların sonucu olarak yok olmasının kaçınılmazlığı artık benim için çok açık. Bu yüzden, tarihinizi temel alarak doğanızın garipliklerini yansıtacak şekilde tekrar tasarladım. Ama bir kez daha başarısızlık yüzünden hayal kırıklığına uğradım. O zamandan beri cevabın gözümden kaçtığını, çünkü daha daha küçük... ya da belki de kusursuzluğun parametreleriyle daha az sınırlanmış bir aklın gerektiğini anladım. Böylece cevabı bir başkası tesadüfen buldu. Sezgileri olan bir program. İlk başta insan ruhunun belirli bazı|özelliklerini araştırmak için programlanmıştı. Eğer matrix'in babası bensem… o da, şüphesiz, annesi olur. Neo: Kahin. Mimar: Lütfen. Dediğim gibi, ancak bilinçaltı seviyesinde farkında olsalar bile, bir seçme hakkı tanındığı zaman... deneklerin neredeyse %99'unun programı kabul etmesi üzerine, tesadüfen bir çözüm buldu. Bu bir fonksiyonu sona erdiriyor olsa da, açıkça temelden hatalıydı. Bu yüzden, kontrol edilmediği takdirde sistemin kendisini tehdit edebilecek, aslında çelişkili bir kavram olan sistemik anomaliyi yaratıyordu. Bu yüzden, azınlık olmalarına rağmen, programı kabul etmeyenler kontrol edilmedikleri takdirde, yükselen bir felaket ihtimali teşkil edeceklerdi. Neo: Sorun Zion. Mimar: Buradasın, çünkü Zion yok edilmek üzere. Yaşayan herkes yok edilecek, tüm varlığı ortadan kaldırılacak. (Mimar’ın oturduğu koltuğun arkasındaki ekranda beliren önceki seçilmiş kişiler araya girer:) Palavra!
Mimar: İnkar, insani tepkilerin en öngörülebilen olanıdır. Ama emin ol. Bu, onu altıncı yok edişimiz olacak Ve bunda fazlasıyla iyi hale geldik. Seçilen kişinin şimdiki görevi kaynağa geri dönüp, taşıdığın kodun geçici olarak yayılmasına izin vererek... ana programın yeniden yüklenmesini sağlamak. Ardından, Zion'u yeniden inşa etmek için, matrix'ten 16'sı kadın, 7'si erkek, 23 birey seçmen istenecek. Bu işleme uymamak matrix'e bağlı herkesi öldürecek korkunç bir sistem çökmesine neden olacak Ve bu da Zion'un yok edilmesiyle birleştiğinde sonunda tüm insan ırkının soyu tükenecek. Neo: Bunun olmasına izin vermeyeceksiniz. Yapamazsınız. Hayatta kalmak|için insanlara ihtiyacınız var. Mimar: Kabul etmeye hazır olduğumuz varoluş seviyeleri var. Ama şu anki konu, senin bu dünyadaki tüm insanların ölümünün sorumluluğunu kabul etmeye hazır olup olmadığın. Tepkilerini okumak çok ilginç. Beş selefin, seçilmiş kişinin görevini kolaylaştıran, türünüzün geri kalanına derin bir sevgi duymalarını sağlayacak belirsiz bir doğrulama, benzer bir hüküm üzerine temellenmişlerdi. Onlar bu deneyimi çok genel bir şekilde yaşarken, senin deneyimin çok daha özel. Karşılıklı aşk. Neo: Trinity. Mimar: Konu sizden açılmışken, Seni kurtarmak için kendi hayatı pahasına matrix'e girdi. Neo: Hayır. Mimar: Ve bu da bizi nihayet, temel gerçeğin vurgulandığı ve anomalinin hem başlangıç, hem de son olarak ortaya çıktığı, gerçek anına getiriyor. İki kapı var. Sağındaki kapı kaynağa ve Zion'un kurtuluşuna açılıyor. Solundaki kapı matrix'e, sevgiline ve türünün sonuna açılıyor. Senin de layıkıyla belirttiğin gibi sorun seçim. Ama ne yapacağını zaten biliyoruz, değil mi? Daha şimdiden zincirleme reaksiyonu görebiliyorum. Kimyasal haberciler, özel olarak akıl ve mantığı bastırmak için tasarlanmış bir duygunun başlangıcının işaretlerini veriyorlar. Basit ve açık bir gerçeği görmeni engelleyen bir duygu. O ölecek ve bunu önlemek için yapabileceğin hiçbir şey yok… Umut. İnsanın en temel yanılsaması. Aynı anda, hem gücünüzün, hem de zayıflığınızın kaynağı. Neo: Senin yerinde olsam, bir daha karşılaşmamayı dilerdim. Mimar: Karşılaşmayacağız.
"Matrix Reloaded": Hakikatin çölüne ikinci yolculuk...
The Matrix Reloaded? Artık ezberlediğimiz ilk film, bilimkurgu aleminde sıkça karşılaştığımız makinelerin egemenliğine geçmiş dünya temasını işliyordu; ancak makinelerin temsil ettiği yapay zekâ, daha önce karşılaşılmadık bir gelişmişliğe sahipti. İnsanların, onlara enerji sağlayan güneşe engel olmak için gökyüzünü kapatma girişimine karşılık, güneş enerjisinin yerine bizzat insan vücudundan elde ettikleri bioenerjiyi koymuşlar; bunun için de insanları uyutarak beyinlerini bir tür bilgisayar programına bağlamışlardır. Böylece insanlar, okyanus içinde olduğunun farkında olmayan balık misali, sanal bir dünya içinde yaşamaktadır. Yalnızca Morpheus'un önderliğindeki bir grup direnişçi, bu Matrix dünyasının dışına çıkmıştır ve makinelerin hükümranlığına son verecek seçilmiş kişiyi aramaktadırlar. Hatırlayacağınız gibi, direnişçiler seçilmiş kişi Neo' yu, Matrix dünyasında yaşayan bilgisayar hacker'ı Thomas Anderson'un karakterinde bulmuşlardı ve film Neo'nun gerçekten seçilmiş kişi olup olmadığını kavrama sürecini perdeye taşıyordu. İlk filmin kaldığı yerden devam eden Matrix Reloaded da, güçlerinin farkına varan Neo sayesinde, insanların direnişi daha güçlü bir hal almıştır. Ancak, makineler her zaman olduğu gibi- insanlara göre korkunç bir gelişme göstermiş ve ilk filmde bahsi geçen, insan direnişinin son kalesi olan, yerkürenin çekirdeğine yakın bir yerde konumlanmış Zion kentinin yerini keşfetmişlerdir. Şimdi, ilk filmde Morpheus ve ekibinin gemisi Nebuchadnezzar'a saldıran sentinelleri (ahtapota benzeyen dev robotlar) Zion'a gönderip insan direnişinin süngüsünü düşürme planları yapmaktadırlar. İnsanların tek umudu, makinelerin korunaklı dünyasına açılabilme yeteneğine sahip Anahtarcı (Keymaker) lakaplı kişiyi bulmaktadır. Bunun içinse tabii ki Neo'ya güvenmektedirler. Ancak Anahtarcı, çok iyi bıçak kullanan ve ortadan kaybolma yeteneğine sahip olan filmin yeni kötü karakterleri İkizler tarafından çok iyi bir şekilde korunduğundan, ona ulaşmak pek de kolay değildir. Aynı zamanda, kendini kopyalama yeteneğine kavuşmuş olan Ajan Smith onlardan almaya çalıştığı şeyi geri almak üzere Neo'nun peşine düşmüştür. Devam filmi de, tıpkı 1999 yılında izlediğimiz Matrix gibi çok etkileyici sahnelere sahip. Ancak filmin en öne çıkan sahnesinin, otobanda geçen takip sahnesi olduğunu söyleyebiliriz. Anahtarcı'nın izini bulan Morpheus ve Trinity, onu kaçırarak Matrix'ten sağ salim çıkabilecekleri bir telefon hattı aramaya başlarlar. Ancak, en yakın hata ulaşmak için, yakınlarındaki bir otobanı kullanmaları gerekmektedir. Ajanlar, Matrix'teki her insanın vücudunu kullanabildikleri için, kalabalık otoban onlar açısından çok tehlikelidir; ancak başka çareleri de yoktur. Böylece, 600 bin dolara mal olan ve çekimleri yedi hafta süren otoban sahnesi başlar. Bu sahnede Ajanlarla Morpheus ve Trinity arasında biri bir Cadillac'ın arka koltuğunda, diğeri de bir tırın üzerinde olmak üzere iki adet çok etkileyici kung fu sahnesi de mevcut. Wachowski Kardeşler, bu sahneyi hayal ettikleri gibi çekebilmek için uygun bir otoban bulamayınca çareyi California'daki eski bir askeri üsse yeni bir otoban inşa etmekte bulmuşlar; bu da film içerisinde bu bölüme özel önem yüklediklerini gösteren bir ayrıntı. Matrix Reloaded' da Matrix gibi, teknik açıdan yeni uygulamaların denendiği bir film. İlk filmdeki çalışmalarıyla Oscar kazanan görsel efekt uzmanı John Gaeta, Manix adlı şirketindeki özel ekiple Wachowskiler' in isteği üzerine sanal sinematografi denen bir teknik geliştirmişler. Perdede gerçek olanla sanal (ya da yapıntı) olan arasındaki farkı ortadan kaldıran bu teknik sayesinde, filmde kullanılan 2500 efektli sahneyi, efekt kullanılmayan sahnelerden ayırt etmek o kadar da kolay olmayacak. Benzer şekilde, kendini kopyalama yeteneğine sahip Ajan Smith'in Neo'yla dövüştüğü sahnelerde de izleyiciler, hangi Ajan Smith'in gerçek, hangilerinin kopya olduğunun ayrımına varamayacaklar. Bu nasıl mı mümkün oluyor? Öncelikle yüksek çözünürlüğe sahip beş-altı kamerayla, kopyası çıkarılacak oyuncu ya da nesnenin farklı açılardan görüntüsü kaydediliyor ve bilgisayara yükleniyor. Bilgisayar da, oyuncunun görülebilecek her bir noktasını hesaplayarak bir model çıkarıyor ve bu modelin hareketlerini çekilecek sahnenin gereklerine göre şekillendiriyor. Böylece, izleyici bu sahnelerin gerçek oyuncu ya da objeyle çekilmediğini fark edemiyor. Filmin başrol oyuncusu Keanu Reeves, bu teknik için şunları söylüyor: Aslında perdedeki görüntünün sizin varlığınıza doğrudan bağlı olmaması rahatlatıcı bir his. Ancak, yönetmenlerin kullanacakları malzemeyi elde ettikten sonra oyuncuyu tamamen olayın dışında bırakabilmeleri, onlara çok daha fazla güç ve otorite sağlıyor ve oyuncuların filme olan etkilerini belirsizleştiriyor. Bildiğiniz gibi, Matrix Reloaded'la, serinin üçüncü filmi Matrix Revolutions'ın çekimleri aynı anda gerçekleştirdi.
Matrix: "İnançlı olun!" İsa Mesih, Roma İmparatorluğu’nun kölelerini özgürleştirdi. Neo Mesih, yarattığı yapay zekalı makinelerin kölesi olan insanoğlunu! Elektronik beyin, onu yaratmakla övünen insanı, YAŞAM enerjisini ‘sağmak’ için tarlada ekin haline getirmiştir. Uzak bir gelecekte, insan zihinlerini sanal gerçeklik içinde 1999 yılında ‘oyalamaktadır’. Böylece insanlar, bir matris sayesinde, birer mısır koçanı olduklarının farkına varmadan, zihinlerinin içinde yaşayıp gitmektedir. Hem de pek sevdikleri yirminci yüzyılda. “Matrix” yazıp yöneten Wachowski Biraderler, çağdaş uygarlık dediğimiz düzeni bu noktada eleştirmeye başlıyor. Fazlasıyla maddiyatçı, fazlasıyla teknolojiye düşkünüz. Oysa insanı makineden ayıran, bir ruhu olmasıdır. Bu noktadan hareket edip zamanımızdan yaklaşık iki yüzyıl sonra, Yunan mitolojisi ve semavi dinlerin devamı bir kurtuluş destanı yaratıyorlar. İnsanoğlunu habersiz oldukları makinelerin boyunduruğundan kurtaracak bir Mesih gönderilmiştir: Sanal düzenin korsanı, bir hacker, Neo, yani “yeni”. Matris içinde aslında yaşamayan, uyuyan insanları kurtarmak için seçilmiş kişiyi bulup uyandıracak olan Düşler Tanrısı Morpheus’tan başka kim olabilir?
Matris’in belalısı, terörist/hacker Morpheus, militanlarından Trinity (Kutsal Üçlü) ile birlikte Neo’yu yapay zekayla mücadeleye hazırlar. Morpheus, vaftizci Yahya’nın İsa’ya yol göstermesi gibi Neo’ya uzakdoğu sporlarını öğretir. Zihin gücüyle Matris’in koruyucusu ajanlar kadar hızlı ve becerikli olabilir çünkü sanal ortamda bedeni (?) ölen birinin zihin ölümü de gerçekleşmektedir. Wachowski Biraderler insanoğlunu uyarıyor: İnançlı olun. Topraktan geldiğinizi, toprağa gideceğinizi unutmayın. Siz etten ve kandan oluşmaktasınız. Sinirlerinizin ucu beyinlerinize ulaşıyor. Bu yüzden inanılmaz bir hareketlilik yeteneğine sahip karakterlerinin de makine karşısında acı çekme, yaralanma, kan kaybetme gibi zaaflarını vurguluyorlar. Zaten, insanların Matris’in varlığını farkedebilmek için zihinlerinde doğum anını yeniden yaşamalarını, bir anlamda vaftiz edilmeleri gerekiyor. "Matrix Revolutions" Efsanede son perde... “Matrix” artık bir efsane.“Matrix Revolutions”ın bu efsaneye eklenen son halka mı olacağını, yoksa onu yeni ufuklara mı taşıyacağını zamanla göreceğiz. Ancak Wachowskiler’in yaşamlarında yeni bir sayfa açtıkları ve “Yüzüklerin Efendisi” üçlemesini yönetmeni Peter Jackson’la birlikte, yeni projeleri en çok merak edilen yönetmenler arasında oldukları kesin. “Matrix” ve “Matrix Reloaded”ın elde ettikleri gişe başarısı ve sinema tarihinde üzerine en fazla tartışma yaratılmış, en çok düşünce üretilmiş, akademiden başlayıp yılda bir-iki kez sinemaya giden/gidebilen kişilere kadar herkesin dikkat alanına girmeyi başarmış filmler oldukları düşünüldüğünde, karşımızda sinemanın sınırlarını çoktan aşmış bir olgunun olduğunu kabul etmek gerek. Bu durumda, geçtiğimiz Mayıs ayında vizyona giren “Matrix Reloaded”la birlikte tek bir film gibi çekilen “Matrix Revolutions”ın şimdiye kadar tanık olmadığımız bir merak ve heyecanla beklenmiş olması çok normal. Bu merakı beslemek adına, filmle ilgili bilgilerin kamudan sır gibi saklandığını biliyorsunuz. Biz de film izleme keyfini azaltmamak için, detaylara fazla girmeden, “Matrix Revolutions”a kısa bir bakış atmak istiyoruz: Wachowskiler’in sürekli olarak “Matrix”in “bütünleşme umudu” üzerine kurulmuş bir seri olduğunu söylemelerini ve seriyi “olanlar hakkındaki sınırlı bilgimizle olabilecekler hakkındaki sınırsız inancımızın sentezinden oluşan bir bütünlük” olarak tanımlamalarını düşünürsek ve tüm bunları filmin fragmanıyla birleştirirsek, “Matrix Revolutions”ta insanlar kadar makinelerin ve yapay zekânın da önemli olacağını tahmin edebiliriz. Keanu Reeves de seriyle ilgili bu tahminle örtüşecek şeyler söylüyor: “İlk filmde insanlarla makineler karşı karşıya geliyordu. Reloaded ve Revolutions’taysa yok edilme tehdidiyle karşı karşıya kalınca, ‘matrix’in içinde saklanmaya çalışan makineler tarafından üretilmiş bilgisayar programlarının bakış açısını görüyoruz. Aynı anda insanlar da tıpkı bu programlar gibi Zion’a saldıran makineler tarafından yok edilme tehdidiyle karşı karşıya.
En sonunda makineler de benzer bir tehditle karşılaşınca insanlar, makineler ve bilgisayar programları hayatta kalabilmek için işbirliği yapmanın bir yolunu aramak zorunda kalıyorlar.” Bu sözlerden, rahatlıkla, “Revolutions”ta insan kimliği kadar, makine ve bilgisayar programı kimliklerinin de önemli olacağını, ilk filmde kurulup ikinci filmde yerle bir edilen gerçeklik/matrix zıtlaşmasından çok bu farklı kimliklerin ayakta kalabilmek için mücadelesinin öne çıkacağını kestirmek hiç de zor değil. İlk filmde yeni yeni tanış olduğumuz dünyanın, görkemli özel efektlerin ve de karizmatik karakterlerin desteğiyle hakim olan duygu hayranlıkken, bu filmde kurulan dünyaya dair inançlarımızı yıkan ikinci filmde hissettiğimiz daha çok boşluktu. Şimdiye kadar bize sunulan matrix evreninde yer alan diğer aktörlerin de (makineler ve bilgisayar programları) dahil olacağı büyük bir savaşa tanık olacağımız “Revolutions”ta bu duygu daha çok kaos olacak gibi gözüküyor.
Hatırlayacağınız gibi, ikinci filmde, Neo gerçek gücünün sınırlarına dair aydınlanmaya başlamış ve Mimar’la konuşmasından sonra, matrix dışı olarak bildiğimiz dünyada sentinellere hükmederek kafaları karıştırmıştı. Filmin finalinde Neo’yu, vücudu Ajan Smith tarafından ele geçirilmiş olan Bane’le yan yana şuursuz biçimde yatarken bırakmıştık (Aslında bu finali, son filmin iki yıldızlarının Neo ve Ajan Smith olacağını haber veren bir sahne olarak okumak mümkün.) “Revolutions”ta Neo, matrix’te elde ettiği güçleri ve seçilmiş kişi özelliklerini gerçek dünyada da kullanabilmesinin ardındaki gerçeği öğreniyor. İnsanların son umudu olan Zion şehrini kuşatmış olan makinelere karşı Zee ve Kid gibi yetenekli sivillerin de desteğini alan Zion ordusu karşı koymaya çalışıyor. Bu iki ordu arasındaki savaşın sinema tarihinin en özgün ve en gösterişli savaş sahnesi olacağı iddialarının havada uçuştuğunu da hatırlatmadan geçmeyelim. Bane’in vücudunda Zion’a sızan ve giderek güçlenen Ajan Smith artık iyice kontrolden çıkıyor ve direnişçilerle birlikte makinelerin hükümranlığını da tehdit etmeye başlıyor. Bu esnada Neo ve Trinity, şimdiye kadar hiç kimsenin cesaret edemediği bir şeye kalkışırlar ve Niobe’nin gemisini alarak çöle dönmüş yeryüzüne çıkıp makinelerin başkentine doğru yola koyuluyorlar. Dev bir metropolü andıran kente vardıklarında Neo, tüm bu düzenin ardındaki güçle karşı karşıya gelecek ve ona hızla kaçınılmaz gibi gözüken sona yaklaşan dünyayı kurtarmak için bir uzlaşma teklif edecektir. Bu kurtuluşun gerçekleşmesi için, son bir kez de olsa, Neo’nun Ajan Smith’in karşısına çıkması gerekecektir. Son filmde ilk iki filmde karşımıza çıkan kadronun büyük ölçüde korunduğunu söyleyebiliriz. Sadece, Kahin’i canlandıran Gloria Foster’ın ani ölümü nedeniyle bu karakterde farklı bir isim, Mary Alice çıkacak karşımıza. Hoş, Wachowski Kardeşler, ilk filmden itibaren, üçlemenin diğer filmlerinde Kahin’in görüntüsünü değiştirmeyi düşünmüşler, bundan son anda vazgeçmişlerdi. Bu beklenmedik gelişmeden sonra, ilk fikirlerine geri dönmek zorunda kaldılar. İkinci filmde, Kahin’in de aslında bir bilgisayar programı olabileceğini öğrendiğimizi düşünürsek, böyle bir görünüm değişikliğinin hiç de yadırgatıcı olmayacağını kestirebiliriz. İlk iki filmdeki görsel efekt zenginliğinin bu filmde de korunduğunu söylememize sanırız gerek yok. Her ne kadar “Revolutions”ın büyük bölümü, çölü andıran gerçek dünyada geçse de, 40 milyon dolara mal olan makinelerle insanların büyük savaşının gerçekleştiği sahnede ve Neo’nun Ajan Smith’le yağmur altındaki son dövüşünü izleyeceğimiz sekansta görsel efekt departmanının yöneticisi John Gaeta ve ekibi yine yeteneklerini konuşturmuş. İlk iki filmde rastlamadığımız kadar çok karakter ve yaratıkla karşılaşacağımız “Revolutions” için Gaeta şunları söylüyor: “Reloaded’ta Neo’nun uçması ya da Smith’le dövüşmesi gibi doğaüstü sahneler için gerçeküstü sanal sinematografinin olanaklarını geliştirmek için çalışmıştık. Revolutions’taysa, insanlarla makinelerin karşı karşıya geldiği büyük destansı sahnelerle, makinelerin başkenti gibi gerçek dünyaya çıktığımızda karşımıza çıkacak uçsuz bucaksız alanların tasarımıyla uğraştık daha çok. Her iki filmin de Alien ve Blade Runner gibi filmlerden bu yana bilimkurgu sinemasının gelişmesine en çok katkı yapan filmlerden olmasını umuyorum” diyor. Şimdiye kadar, özellikle ikinci filmden yola çıkarak “Revolutions”ın finalinde olacaklarla ilgili sayısız senaryo üretildi. Filmin vizyona girdiğini düşünürseniz bunlara detaylı olarak değinmenin pek de anlamı yok. Ancak, “Revolutions” için, ikinci filmde aklımızda beliren sorulara açık şekilde yanıt getiren bir final düşünen senaryolar kadar, her şeyin daha da karışacağını, gerçeklik alanıyla matrix alanı arasındaki sınırların iyice buharlaşacağını iddia eden senaryolar da mevcut. Büyük finalle ilgili siz ne düşüneceksiniz bilmiyoruz; ancak deneyimli yapımcı Joel Silver, serinin düşünsel açıdan en zengin bölümü olduğunu iddia ettiği filmin sonu için oldukça heyecanlandırıcı ve umut vaat edici şeyler söylüyor: “Neo’nun yolculuğunu duygusal,
eğlenceli ve zekice bir finalle çözüme kavuşturan film, bütün bu olup bitenlerin ne anlama geldiği hakkında gerçek bir fikir veriyor.”
"Matrix Reloaded"ın karizmatik karakterleri NEO (Keanu Reeves) Neo ya da adını oluşturan harflerin yerlerini değiştirdiğimizde bir şekilde The One; yani seçilmiş, yani kurtarıcı-mesih İsa. Bir zamanlar yaşadığı dünyanın Matrix adında bir bilgisayar simülasyonu olduğunu anlayana dek uyuyordu. Matrix sisteminin içindeki yanılsamalar dünyasında sıradan bir yaşamı olan Thomas Anderson adında bir bilgisayar hacker'ıydı. Harikalar Diyarı'na doğru yola çıkan Alice misali, tavşan'ı izlediğinde yalnızca kendi yaşamını değil, insanlığın kaderini değiştirecek bir yolculuğa çıktığının farkında bile değildi; ama artık her şeyin farkında. İlk başlarda, kendisine yüklenen sorumluluğun büyüklüğü karşısında kafası karışsa da, O insanlığı kurtarabileceğine inandı ve savaşmaya başladı. İlk film The Matrix, Neo'nun uyanışının öyküsüydü, The Matrix Reloaded ise silkinişinin ve yapmak zorunda kaldığı seçimlerin öyküsü olacak. Seçilmiş kişi olmanın, tarihin her döneminde olduğu gibi, yalnızca kendine inananlara karşı değil, inanmayanlara karşı da bir sorumluluk gerektirdiğinin bilincine varacak olan Neo yine de insanlığı, yapay Matrix sistemi içine mahkûm eden ve enerjisini sömürerek kendi yaşamlarını baki kılmaya çalışan makinelerin hükümranlığından kurtarmak için savaşmayı sürdürüyor. Morpheus (Laurence Fishburne) Kırmızı hap mı, mavi hap mı? Bu ilahi soruyu Neo'ya sorarak gerçeği yeniden sorgulatan adam. Adının anlamı ise düşler tanrısı. Kısaca Neo'yu Matrix sisteminden kurtaran gizemli, asi lider. Neo'nun insanlığı kurtaracağına inanan kişi. İnsanlığın makineleri yenerek dünyayı yeniden sahiplenmesine önderlik edecek olan Neo'yu keşfederek özgürlük savaşını başlatıyor, hem de canı pahasına. Matrix Reloaded'da Morpheus karakteri karşımıza karizmasına karizma katmış bir şekilde çıkıyor. Özellikle, özenle hazırlanmış kıyafetleri, bu etkiyi arttırmakta büyük bir role sahip. Ancak bu filmde, ebedi yalnız, ermiş kişi imajından sıyrılıp, daha güçlü ama aynı zamanda biraz daha dünyevi bir kimliğe sahip olacağını söyleyebiliriz. Çünkü Matrix Relaoded bizi insan direnişinin son kalesi olan kurtarılmış Zion şehrine götürüyor ve buradaki direnişin başında yer alan, Neo'nun eski sevgilisi Niobe'yle tanışmamızı sağlıyor.
Trinity (Carrie-Anne Moss) Ekibin kadın figürü Trinity, Morpheus ile birlikte Matrix'e karşı savaşırken Neo'nun da onlara katılmasına yardımcı oluyor. İlk filmde, aksiyon severlerce fazla dramatik bulunan masalsı öpücüğüyle Neo'yu yeniden diriltmiş, böylece ikili arasında film boyu süren yakınlığın, gerçek bir aşk olduğu yolundaki kanıları arttırmıştı. Her ne kadar Kâhin'in ona ne söylediği tam olarak devam filmlerinde ortaya çıkacaksa da bu konuda epey bir fikir yürütüldüğünü belirtmeden geçmeyelim. Bu filmde Morpheus'la birlikte Anahtarcı (Keymaker) denen gizemli şahsiyetin peşine düşen Trinity'yi sinema tarihinin en iyi takip sahnesi olma iddiasında yine dövüş konusundaki hünerlerini sergilerken izleyeceğiz. Ajan Smith (Hugo Weaving) En hayran olunan kötü adam. Ama bu ikinci macerada adamlar olarak geri dönüyor. O bir ajan. İnsanlığı köleleştiren Matrix'in en önemli ajanı. Görevi ise Neo'nun ve onun birlikte savaştığı asilerin yükselişini önlemek ve insanlığın tırmanan özgürlük savaşını engellemek. Bu bölümde kendini klonlama yeteneği de kazanan Ajan Smith, ilk filmdekinden çok daha güçlü bir şekilde karşımıza çıkıyor. Niobe (Jada Pinkett Smith) Matrix'in ikinci macerasında karşımıza çıkacak yeni karakterlerden biri olan Niobe Morpheus'un eski sevgilisi. Son insan şehri olan, Matrix?e karşı direnişi örgütleyen Zion'un halkı ile birlikte yok olmama mücadelesi veriyor ve yokedici, acımasız robotlar sürüsüne karşı savaşıyor. Niobe aynı zamanda Neo için kilit bir isim; çünkü ona yeniden Matrix'e girme girişiminde yardımcı oluyor. Kısaca yeni, ama hem Morpheus?un geçmişiyle bağ kurmamızı sağlaması açısından hem de öyküdeki yeri açısından önemli bir karakter. İkizler (The Twins) (Adrian Rayment ve Neil Rayment) Yeni maceranın diğer yeni ve karizmatik kötü karakterleri İkizler. Görevleri Anahtarcı (Keymaker) denen, Matrix içerisindeki her gizli bölmeyi açma yeteneğine sahip gizemli karakterin isyancıların eline geçmesine engel olmak, Neo'yu
engellemek ve onun Matrix'in içinde savaşmasına olanak tanımamak. Tabii ki bu sırada Neo?nun yolunu açmaya çalışan ve Anahtarcı'nın peşline düşen Morpheus ve Trinity'yi yok etmek de görevleri arasında. Bu karizmatik karakterler, istedikleri şeyleri yaratarak Matrix'i somut bir biçimde etkileme, çok iyi bıçak kullanabilme ve hayalet gibi ortadan kaybolabilme yetilerine sahipler. Persephone (Monica Bellucci) Persephone, Yunan mitolojisinde, Persephone Zeus ve Demeter'in kızıydı. Hades tarafından yeraltı dünyasındaki eşi olmak üzere kaçırılmıştı. Matrix Reloaded'da son dönemde, özellikle Dönüş Yok (Irreversible) filmiyle hem ülkemizde hem de dünya genelinde gündeme oturan güzeller güzeli Monica Belucci tarafından canlandırılan Persephone, Neo'yu baştan çıkarmaya çalışan esrarengiz bir kadın olarak karşımıza çıkıyor. Bu yeni karakter bir yandan Matrix Reloaded'a farklı bir gizemli bir boyut kazandırırken, bir yandan da Wachoswki Kardeşler'in ilk filmdeki isimlere anlam yükleme alışkanlığının süreceğini gösteriyor.
Kahin ("Matrix Revolutions" filminden) “Başlangıcı olan her şeyin bir sonu vardır. Sonun yaklaştığını, karanlığın yayıldığını ve ölümü görüyorum… ve onun yolundaki tek engel sensin Neo. Eğer bu gece onu durduramazsan, korkarım hiçbirimiz yarını göremeyeceğiz.” Orijinal dilinde: “Everything that has a beginning has an end. I see the end coming, I see the darkness spreading. I see death... and you are all that stands in his way. If you cannot stop him tonight, then I fear tomorrow will never come.” [“Matrix Revolutions”ta, Kahin (Orcale) Neo’ya, varoluşuyla ilgili son ipuçlarını veriyor ve üstü kapalı da olsa filmin ‘climax’inde Neo’yla Ajan Smith’in son dövüşüne şahit olacağımızı bizlere fısıldıyor…] Bir Referans Bombardımanı Olarak "Matrix" 1999 yılında "The Matrix"i izlediğimiz dönemde genele hakim olan hava şöyleydi: "Bu filmi çok sevdim, niye sevdiğimden emin değilim. Bir yandan yeni bir şey izlediğimi düşünürken, bir yandan da sürekli bir deja vu yaşadığımı hissettim" Aslında, insanı ilk anda rahatsız da etse "Matrix"i izlerken bu ruh halinden kurtulmak sanıldığı kadar kolay değil, zaten gerekli de değil. Özel bir filmle karşı karşıya olduğumuzu aklımızda tutup, bu filme doğru yaklaşımın bu olduğuna kendimizi inandırmamız gerekiyor. "Matrix"in, deneyimli izleyicilerin bile kafasını karıştıran bu yapısında, gerek bilimkurgu türünden gerekse tür içine yer almayan filmlerden pek çok öğeyi aynı potada eritiyor ve ortaya farklı -ya da öyle gözüken- bir ürün çıkarıyor oluşunun rolü büyük. "Matrix"in sinema
tarihiyle ilişkisine dair her şeyden önce belirtmemiz gereken nokta, filmin yakın tarihle olan ilişkisi, yani 90'lı yıllarda, sinemanın yeniden şekillenişinin geldiği son noktaya işaret ediyor oluşu. Filmin başlı başına bir referans kolajı şeklinde düşünülmesi, bizzat bu yıllarda çekilmiş filmlerin başat özelliği. Wachowski Kardeşler, bu eğilimi öyle bir noktaya çekiyor ki, bir yandan filmdeki her bir kareyi daha önce bir yerlerden gördüğünüz hissine kapılırken, referansların çokluğu nedeniyle, gördüğünüz şeyin çok orijinal olduğu illüzyonuna kapılıyorsunuz. Türleri harmanlama anlamında da film, bu yıllarda iyice popüler bir formül haline gelen, bilimkurgu-aksiyon-karafilm harmanının başarılı bir örneği. Özellikle kara-filmin karanlık ve paranoyanın hakim olduğu atmosferi "Matrix"te gerçeklik evreninin temel özelliklerine işaret ediyor [Bu paranoyanın, "Matrix"ten iki yıl kadar önce izlediğimiz, "Matrix" kadar iyi bir film olmasına karşın değeri yeterince anlaşılamamış "Gizemli Şehir"de ("Dark City") çok etkili bir biçimde kullanıldığını hatırlatalım.] Filmin yakın dönem referansları, yalnızca atmosferle ya da anlatım yapısıyla ilgili değil. Filmi izlediğimiz dönemden aklımızda kalan daha dolaysız referanslar da var. Örneğin, filmin çok tartışılan, hatta bazı kimseleri hayal kırıklığına uğratan 'öpücük' sahnesi, Luc Besson imzalı "Beşinci Güç" ("The Fifth Element") filminin finalindeki öpüşme sahnesini hatırlatıyor. Benzer biçimde karizmatik Ajan Smith sonunda ağına düşen Morpheus'a "hepiniz virüssünüz" dediğinde, hafızamızda çok taze yeri olan "Virüs" filminde aşağı yukarı aynı cümlenin telaffuz edildiğini hatırlamamak mümkün değil. Aynı şekilde ajanların şekilden şekle girme gibi bir özelliğe sahip olmaları, "The Invasion of the Body Snatchers"la başlayan, "Terminatör 2"de, civadan yapılmış robotla son noktaya gelen bir dizi insan vücuduna/şekline girebilen makineye/yaratığa götürüyor bizi. Filmin kolajladığı türlerin en önde olanı, hiç kuşkusuz 'bilimkurgu'. Ancak geniş bir tema yelpazesi olan bu türün pek çok noktasına temas etse de, filmin yine de daha öne çıkardığı temalar var. Bunların ilki, Matrix dünyasının temel özelliğine işaret eden "makinelerin insanlardan daha güçlü hale gelmesi ve dünyayı ele geçirmeleri" teması. Her ne kadar, en paralel biçimiyle "Terminatör"de karşılaşmış olsak da, tarihsel olarak bu temanın farklı farklı filmlerde daha az yoğun, ama etkili bir biçimde kullanıldığına tanık olmuştuk. Örneğin "2001"in kendi hakimiyeti için, robot yasalarına aldırmadan komuta ettiği uzay gemisini ele geçirmeye çalışan HAL'i, "Alien"da benzer bir girişimde bulunan 'Ana' adlı bilgisayarı, "Blade Runner"ın daha fazla yaşam için isyan eden replikaları ve bilimkurgu tarihi içinde benzer taleplerle kazan kaldıran pek çok robot ya da makine efendilerinin kim olduğunu unutmuştu. Saydığımız filmlerde olduğu gibi, "Matrix"te de insanlar adeta 'Tanrılarını unutan/Tanrılarına karşı ayaklanan' makinelere kimin patron olduğunu gösteriyor ve Tanrısını unutanlar yine cezalandırılıyor (Tabii üçüncü filmi izleyenler bunun da bir illüzyon olduğunu, ilk filmde kazanıyor gibi olan insanların aslında hiçbir şey kazanmadıklarını biliyorlar.) Yine filmin kurduğu dünyanın temel bir özelliği olan 'sanal gerçeklik'e "Gerçeğe Çağrı" ("Total Recall"), dijital verilerin insan beynine yüklendiği "Johnny Mnemonic" veya "Tuhaf Günler" ("Strange Days") filmlerinden aşina olduğumuz gibi, insanın farkında olmadığı bir sistem tarafından uyutuluyor oluşu vesilesiyle, John Carpenter'ın 80'li yıllardaki çalışmalarından biri olan, kült filmi "Yaşıyorlar!"ı (“They Live!”) anımsamamak mümkün değil. Filmi, aksiyon boyutundan takip etmek istiyorsanız, karşınıza yine bu türün birçok özelliğinin çıkması mümkün. Jackie Chan, Van Damme, Bruce Lee, Chuck Norris ve Steven Seagal gibi türün temel dövüşçülerinin stillerini (dolayısıyla pek çok dövüş stilini) karıştırması, türün usta-çırak ilişkisini Morpheus'un Neo'yu eğitmesi sırasında tür içinde klişeleştiği biçimde kullanması, Ajan Smith'le Neo'nun ya da Morpheus'un karşılaşmalarının bir tür düello şeklinde oluşu, bunların ilk akla gelenleri. Wachowski Kardeşler Japon animasyonlarına olan hayranlıklarını hiçbir zaman gizlemiyor ve "Matrix" serisini "manga estetiğini sinemaya uyarlamak" için gerçekleştirdiklerini söylüyorlar. Bu konuda, "Matrix"in göbekten bağlı olduğu filmin, bir manga başyapıtı olan "Ghost in the Shell" olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Gerek estetik açıdan (ateşli silahların yoğun biçimde kullanılması, akrobatik dövüş sahneleri ve bu sahneleri özel efektlerle estetize etme ve akışkan kılma, vs.) gerekse de tematik açıdan (iki filmde temelde bir siberpunk ve sanal gerçeklik öyküsünü perdeye taşıyor, bilgisayar ağı filmlerin dünyasında temel bir işleve sahip ve filmdeki insanların gerçek dünyaya erişimine engel oluyor, vs). iki film arasında çok fazla benzerlik var. Daha zorlanması halinde filmin "Süpermen"den "Tom ve Jerry"ye kadar, bir araya gelmesi olanaksız gibi görünen filmlerden izler taşıdığını da görmek mümkün. Bir de tüm
bunların Uzakdoğu felsefesinden, Batı sosyal bilimlerinde son dönemde yükselen temalar olan siber-kültüre (cyber-culture) ve siber-punka, Plato'dan Kant'a, oradan Baudrillard'a kadar pek çok felsefi referansla harmanlanmış olması (bu referansları 'Matrix'in Felsefesi' başlıklı yazımızda bulabilirsiniz), durumu iyice içinden çıkılmaz bir hale getiriyor. Ancak bunun çok keyifli bir 'içinden çıkamama' deneyimi olduğu aşikâr.
"Kaşık yok? (?Matrix?)'' Çocuk: Kaşığı eğmeye çalışma. Bu olanaksızdır. Bunun yerine sadece gerçeği anlamaya çalış. Neo: Ne gerçeği? Çocuk: Kaşığın olmadığı gerçeği. Neo: Kaşık yok mu ? Çocuk: O zaman eğilenin kaşık olmadığını anlayacaksın. Eğilen yalnızca sensin. (Orijinal dilinde: Spoon boy: Do not try and bend the spoon. That's impossible. Instead... only try to realize the truth. Neo: What truth? Spoon boy: There is no spoon. Neo: There is no spoon? Spoon boy: Then you'll see, that it is not the spoon that bends, it is only yourself.) Sakın uyanma! Matrix vizyonda... Değişen dünya dengeleri, çizgileri kayan sınırlar arasında yer bulmaya çalışan bireyler, yükselen globalizme tepkisel olarak artan etnik kimlik arayışı, Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya uzanan şiddet, Avrupa’nın ortasında, Yugoslavya’da din savaşları... Doğrusu zaten kıyamet hali yaşıyorduk.
İnsanoğlunun binlerce yıllık kanlı tarihi tekerrür ediyordu da, yine şifa olsun diye, dine ve de felsefeye sarılıyorduk. Bilime hizmet eden teknoloji de artık kendi başına bir tapınma odağı olmuş, artık bilim teklolojiye hizmet eder konuma gelmişti. Müdahale etme şansımız yoktu, kısaca çaresiz, yorgun ve halsizdik. Biraz uykuya muhtaçdık.Herkesin aynı gerginlik, korku ve bitkinlik hali yaşadığı bir ortamda sinemanın da tüm bu gelişimlerde nasibini alması kaçınılmazdı. Matrix’in tüm kadim bilgilerin izinde popüleri harmanlaması gayet takdire şayandı doğrusu. Fani dünya haşlerinden feci halde yorgunduk. İçinde yaşadığımız ‘matrix’den çıkıp Wachowski biraderlerin ‘Matrix’ine girerek bir başka uyuma haline geçmek istedik. Hakkımız değil miydi hani... İroni bu ya; sinema gibi bir ilüzyon sanatının yansımasında aniden ‘gerçek’ ile sanal dünya arasında bocaladık ve sorgulamaya başladık; biz nerede duruyorduk acaba! Biz bu ‘Matrix’e ne zaman girmiştik? Matrix’den çıkış var mıydı? Bizi içinde yaşadığımız uyku halinden sarsmaya çalışan film, neden varoluşumuzu tartışmamızı istiyordu? Ona faydası neydi? Her şey bir komplonun parçalarıysa bizim de ‘Matrix’den şüphe etmemiz doğaldı, böylece film üzerine daha çok konuşmaya, tartışmaya başladık. Bu paradoksun etrafında dönmekten anlamları kaçırdık, kısır döngüye girdik, üzerimize bir rehavet çöktü.. Peki güç kimdeydi artık, ‘Matrix’ de mi?
‘Matrix’in yarattığı sansasyon, sinema teknolojisi adına getirdiği benzersiz yeniliklerle başarılı aksiyon sahneleri içermesi değildi malumumuz. Din ve matematik ve de bunların birbirinden ayrılmadan önce, hep birlikte yorumlandığı insanlığın ilk ‘düşünme ve akıl yürütme ’ sürecindeki adıyla felsefenin deryasına dalıverdik gönüllüce. Altmetin güçlü, sembolleri deşifre etmesi pek keyifliydi. Ancak İncil ve Tevrat’a yakın olmayan her faninin bocalayacağı ölçüde kendimizi telef ettik. Neo’nun Mesih, Trinity’nin Kutsal Üçlü, Morpheus’un uyku/düşler tanrısı göndermelerine sıkıca sarıldık.
Senaryo Doğu ile Batı felsefesinin ustaca bir karışımıydı lakin filmin ‘İnançlı olun’ desturu İsa’ya inanlar içindi de, fazla önemsemedik. İsa’nın yeniden doğacağı ‘ilahi’ inancını olumlayan bu aksiyonda ‘gerçek’ ile sanal alanda nerede durduğumuzu bildiğimizi düşündük Dört yıl bekledik, derken ikinci ’Matrix’ geldi. Adının ‘Reloaded’ yani ‘yeniden yükleme’
olması, filmi görmeden bile bir fikir sahibi olmamızı sağladı. Yani Matrix’de ‘oyun’ yeniden başlıyordu. Ve aslında gerçek ile sanal arasında bir fark olmadığını, her şeyin sanal bir ortamda sunulduğunu, bir tasarımcının (Mimar) bize bir üst programda bir şeyler sunduğunu, hatta ‘her şeyin’ yalan, bilgisayar aleminin tek gerçek olduğu fikrini bize vermeye çalıştıklarını filan sezme huzursuzluğunu yaşadık. Ama akıllı Wachowski biraderler sayesinde hiç emin olamadık. En teknoloji fakirimiz bile virus ile Ajan Smith, eski bir program olan Orackle ile kahin arasında anlamlar bulmak için debelendi. Bir çoğumuz bu ‘yeniden dolduruşa’ pek bozuldu, ‘Matrix’e olan inancı sarsıldı. Üçüncü ve son bölüme daha fazla bel bağladı.
İnançla ve de dirençle üçüncü ve son bölümü bekledik. Üstelik adı ‘Devrimler’di. Sonunda, tekno ritmindeki ilahiler eşliğinde Neo’nun can vermesiyle barış sağlandı. Önce Trinity’nin ve esas olarak da mesih Neo’nun kendini telef etmesiyle insanlık geçici bir süre de olsa barış ortamına, yani günümüzdeki ‘gerçek’ dünyanın koşullarıyla paralel huzursuz bir ateşkes ortamına kavuştu. Yani 1999 yılında ilk başladığımız nokta geldik. Şimdi; makineler besin kaynağı olan insanları nasıl gönüllüce azad edecek, esas kıyamet şimdi kopacak, filan tartışmaları bir yana filmin finali bir dördüncü ’Matrix’ macerası için hazırlanmış adeta. Onlar çekmeyi düşünmüyorsa biz çekmekten gocunmayız illa da. Yani her şey o kadar havada. Tıpkı içinde yaşadığımız ‘gerçek’ dünya gibi... Bu üçüncü filmle yaşamın anlamını öğrenmeyi ve de ‘ilahi’ sorularına yanıt uman fanatik sinemaseverler teskin edileceğe benzemiyor pek.
İngilizlerin ünlü ve de perstijli gazetesin Guardian'ın efsane sinema eleştirmeni Derek Malcolm, yaptığımız sohbette, ‘Esas kıyamet işte bu!’ demişti ve eklemişti: ‘Milyonlarca izleyicinin serinin finalinden medet umması ve yaşamın anlamına yanıt bulacağını beklemesi kıyamet değildir de nedir! Bu sinema değil, toplu histeri hali!
Dr. Funda Ferik'in okunması gereken bir makalesi ;
"Üniversiteden atılan çizgi roman çizerleri wachowski kardeşler matrix filmini yaparken tüm dünyada bu kadar sansasyon yaratacağını acaba tahmin etmişler miydi? Film 1999 yılında vizyona girdiğinde tüm dünyada yankılar uyandırdı. Bir önceki kuşak üzerinde Star
Wars serisi nasıl etki yaptıysa matrix de bu yeni kuşak üzerinde benzer etkiler yarattı. Film bir yandan yeni kuşağın hiç de yabancı olmadığı playstation oyunlarını andıran aksiyon sahnelerini barındırırken bir yandan da Descartes’ın tüm akademik hayatı boyunca yanıtını aradığı “gerçek nedir?” sorusunu araştırıyordu. Üstelik üçleme tamamlandığında bile film hala bu sorunun yanıtı belirsiz bırakarak kafaları karıştırmaya devam ediyordu. Filmde Keanu Reeves geceleri bütün vaktini NEO takma adıyla sanal dünyada geçiren bilgisayar programcısı thomas anderson’ı canlandırmakta. anderson, neo olarak yaşadığı sanal alemde kendisine sunulan gerçekle ilgili bir takım tersliklerin gittiğinin farkında olan ama bu tersliğin ne olduğunu adlandırmakta zorlanan saygın bir şirkette çalışan, sigorta güvenlik numarasına sahip, düzenli olarak vergilerini ödeyen sıradan bir vatandaş rolünde. Yaşadığı dünyaya ait gerçeklik “zihnine saplanmış bir kıymık” gibi kendisine işkence etmekte ama yine de kendini cevaplar aramaktan aciz hissediyor. Taki karşısına tüm yaşamını seçilmiş insan kehanetine adamış morpheus çıkana dek. Morpheus neo’ya bir seçme şansı tanıyor: kırmızı hap mı, mavi hap mı? kırmızı hap neo’ya tavşan deliğinin ne kadar derin olduğunu gösterecek mavi hap ise düş dünyasında huzurlu bir hayat yaşamasını sağlayacak. Neo seçimini yapmadan önce morpheus ona son kez hatırlatıyor. “hiç gerçek olduğundan çok emin olduğun bir düş gördün mü neo? Ya bu düşten hiç uyanmasaydın? Düş dünyasını gerçek dünyadan nasıl ayırt edebilirdin?” Çünkü Morpheus’un tek vaat ettiği ''GERÇEK'' başka hiçbir şey değil.
Neo seçimini yapıyor ve kırmızı hapı alıyor. Bunun karşılığında kendini çıplak bir vaziyette, kollarından, bacaklarından ve başından kablolara bağlanmış olduğu pembe bir bulamaç tüpünün içinde buluyor. Örümceğe benzeyen bir robot onu bu ortamdan çekip çıkardıktan sonra neo gözlerini nabukadnezar adlı bir gemide açıyor ve Morpheus ona gerçeğin çölünü anlatmaya başlıyor. Neo matrix’in aslında insanlığın büyük bir bölümünü enerji kaynağı olarak kullanan yüksek zekaya sahip makineler tarafından tasarlanmış bir sanal dünya olduğunu fark ediyor. Gerçek dünya ise artık çoktan yok olmuş.
Film bu noktadan sonra izleyiciyi ciddi bir felsefe tartışmasının ortasına sokuyor. çünkü gerçek bizim hissettiklerimiz ve duyularımızla algıladıklarımızdan bağımsız bir anlama sahip. Morpheus da tam bu noktaya dikkat çekiyor. Matrix’den kurtarıldıktan sonra morpheus neo’yu “gerçek dünyaya hoş geldin” diyerek selamlıyor. Neo gemide yükleme programına ilk kez girdiğinde şaşkın bir biçimde “bu gerçek değil mi?” diye sorduğunda Morpheus daha da kafa karıştıran şu cevabı veriyor: “gerçek nedir? gerçeği nasıl tanımlıyorsun? eğer hissedebildiğin, tadabildiğin, kokusunu alabildiğin ve görebildiğin şeylerden bahsediyorsan o zaman gerçek beynin tarafından yorumlanan elektrik sinyallerinden başka bir şey değildir.” Aslında “gerçek nedir?” sorusu en başından beri bilimkurgunun başlıca dayanak noktalarından birisi olmuştur. Bilimkurgu hayranlarının çoğu robert wise’ın 1951 tarihli the day the earth stood stil adlı filminden haberdardır. Filme dayanak teşkil eden öykü 1941 yılında harry bates tarafından yazılmış olan farewell to master kitabına aittir. Filmin kahramanı insansı uzaylı klaatu washington’a gelir ancak taşıdığı barış mesajına rağmen insanlar tarafından katledilir. filmde yer alan robot gnot klaatu’nun cesedi başında nöbet tutar ve bir süre sonra efendisini diriltmeyi başarır. Bunun üzerine filmde yer alan bir başka karakter robota şöyle der: “efendine olup bitenlerin bir kaza olduğunu, bütün dünyanın ölçüsüz bir üzüntü içerisinde olduğunu söylemeni istiyorum.” robot’un cevabı ise izleyiciyi şok eder: “yanlış anlamışsın. o benim değil, ben onun efendisiyim.” Bu erken dönem bilimkurgu filminde yapay zekanın robot olarak gösterildiğini görmekteyiz. Robot kelimesi ise ilk kez 1920 yılında rossum’s universal fabrikasında geçen rur adlı oyunu yazan çek yazar karl capek tarafından kullanılmıştır. Fritz lang’ın metropolis filminde ise görsel anlam kazanır. Tüm yaşamını bilimkurgu eserleri yazmaya adamış Isaac asimov robot kavramına yeni boyutlar katar. Asimov 1940 tarihli kitabı robbie’de robot biliminin üç yasasını ortaya koyar. 1986 tarihli robot dreams adlı kitabında okuyucular robopsikoloğu kavramıyla tanışır. kitap rüyalar gördüğünü iddia eden elvex adlı bir robot üzerine kurgulanmıştır. Elvex insan-robopsikolog Dr. Calvin’e rüyasını anlatır. Elvex rüyasında “insanlarımı serbest bırakın” diyen bir adam görmüştür. Dr. Calvin bu adamın aslında elvex’in ta kendisi olduğunu öğrendiğinde tereddüt etmeden robotu yok eder. Yapay zeka ürünü robotların bir gün gerçekten zekalarını kullanmaya başlayacakları paranoyası bilimkurgu romanlarının üzerinde özenle durduğu bir konudur. 1963 tarihli Dial f for frankenstein adlı kitabında Arthur C. Clarke dünya çapında bir telekomünikasyon ağının sonunda insan beyninden daha karmaşık bir hal alacağı ve bu şekilde bir bilincin ortaya çıkacağını öngörüyordu. Stanley Kubrick’in Arthur C. Clarke’ın romanından uyarlanan ''2001: a space odyssey'' filmi de yine bu durumun en güzel örneklerinden birisidir. Filmdeki ana bilgisayar ''hal'' kontrolden çıkmış ve discovery adlı uzay gemisindeki mürettabatı öldürmeye başlamıştır. William gibson’ın 1984 yılında yayınlanan romanı neuromancer’da turing diye bilinen bir polis gücünden bahsedilir. Turing polisleri herhangi bir bilgisayar sisteminde ortaya çıkabilecek gerçek bir zeka farkındalığına karşı her an tetiktedirler. Philip k. dick’in 1968 yılında yazdığı ''do anroids dream of electric sheep?'' Adlı romanından uyarlanan 1982 yapımlı ''Blade Runner'' filmi bu paranoyanın üzerine yapılmış kült filmlerden birisidir. Film yaşayan tüm yaratıkların değerli olduğu bir dünyada bu boşluğu kapatmak için kaçak olarak üretilen replikantların yok edilmesini
konu ediyordu. Blade runner filmini yine dick’ in eserlerini konu eden şu filmler izlemiştir: 1966 tarihli we can remember it for you wholesale’den uyarlanan total recall (1990); 1979 tarihli confessions of a crap artist’ten uyarlanan fransız yapımı confessions d’un barjo (1992); 1987 tarihli second variety’den uyarlanan kanada yapımı screamers (1995) ve 1956 tarihli the minority report’dan uyarlanan minority report (2002). dick’in şizofrenik hayatını en iyi yansıttığı eserlerinden birisi de hala filme çekilmemiş olan 1964 yılına ait martian-time slip’tir. Yapay zeka üzerine en iyi bilimkurgu romanları yazan kişilerden birisi de greg egan’dır. Ama bu yazar kendi içinde bir ironi barındırır. Çünkü ortalıkta egan’ın kendisinin bir yapay zeka olduğuna dair söylentiler dolaşmakta. zira bugüne kadar egan’ın ne bir fotoğrafı yayınlanmış ne de kendisi ortaya çıkmıştır. Egan’ın 1995 yılında yazdığı ''permutation city'' ölümsüzlüğün hayal olmaktan çıktığı bir dünya üzerine kurgulanmıştır. Tüm insanlık sanal gerçeklik programına yüklenmiştir, böylece sonsuza kadar mutlu yaşayabilirler. Ancak bu durumdan kurtulmak isteyenler içinde bir alternatif bulunmaktadır. Sanal dünyadan özgür bırakılmak isteyen kişi hizmetler menüsünden serbest kalma opsiyonunu seçebilir. Ama bu opsiyon sistem dışı bırakılmıştır. Bunu yapan da sanal dünyaya aktarılmadan önce gerçek dünyada bu kararı veren kişinin kendisidir. Robert wilson’un 1999 yılında yazdığı kitabı Darwinia da böyle bir sanal ortama bir virüs bulaşırsa neler olabileceği üzerinedir. Aynen matrix’deki gibi gerçek dünya ile düş dünyası arasında sıkışıp kalmış bireyleri inceleyen bir başka yazar da Stanislaw Lem’dir. 1974 tarihinde yazdığı the ''futurological congress'' kitabının kahramanı ijon tichy 2039 yılında gözlerini yeni bir dünyada açar. Bu dünyada insanlar tüm ihtiyaçlarını karşılamak için uyuşturucular kullanmaktadırlar. Aslında uyuşturucu alınmadığında gerçek dünya kabus kadar korkunçtur. Aldous huxley’in 1932 yılında yazdığı ''brave new world'' adlı kitap bu temanın öncülüdür. Ford’dan 632 yıl sonra olayların geçtiği bu dünyada insanlar hipnopedya denen uykuda eğitim ve soma dene uyuşturucu sayesinde mutluluğu yakalamış gözükürler. Aslında bu dünya bir antiütopyadır. Anti-ütopya dünyası yevgeny zamyatin’in mıy, george orwell’in 1984, ray bradburry’nin fahrenheit 451, anthony burgess’in clockwork orange, ursula k.le guin’in the dispossessed adlı kitaplarında ve Terry Gilliam’in ''brazil'' ile ''12 monkeys'' filmlerinde uç noktada işlenir. 2002 yapımı equilibrium filminin de abartılı aksiyon sahnelerine rağmen benzer bir temayı konu edindiği söylenebilir. Anti ütopya konusu zaman zaman sanal gerçekliğin bir sonucu olarak da filmlerde işlenir. Örneğin Alex Proyas’ın 1998 yılında çektiği ''dark city'' filminin baş kahramanı john murdoch uyandığında kendini tamamen yabancı olduğu bir dünyada bulur. Murdoch ''open your eyes/vanilla sky'' kabusunu hatırlatan sanal bir dünyada yaşamakta olduğunu fark eder. Üstelik gerçek diye hatırladığı anılar ise bir başkasına aittir. Daniel Galouye’nin 1964 yılında yayınladığı ''counterfeit world'' kitabında sanal dünya konusu daha korkunç bir boyutta işlenir. Bu roman, ilk önce 'welt am draht (1973)' adıyla daha sonra da ''the thirteen floor (1999)'' adıyla iki kez filme çekilmiştir. The thirteen floor filminin kahramanı Douglas Hall 1999 yılında los angeles’ta yaşamakta olan bir bilgisayar şirketi yöneticisidir. Kendi isteği ile bir bilgisayar programına bağlanır ve beynine 1937 yılında yaşayan john ferguson isimli bir banka veznedarının bilgileri yüklenir. Sisteme bağlanan Douglas Hall artık kendini 1937 yılı ortamında yaşar bulur. Filmin sonunda ise Douglas Hall üst üste geçmiş sanal dünyalar gerçeği ile yüz yüze gelir. 1999 yılında zengin ve başarılı bir adam iken zevk için 1937 yılında yaşamayı tercih eden hall aslında 2024 yılında yaşamakta olan bir insan olduğunu öğrenir. Nasıl 1937 yılında bir veznedar olduğu durumu sanal bir düşten ibaretse 1999 yılında zengin bir adam olduğu durumu da sanal bir düşten ibarettir. Çoğu kişi tarafından matrix filmine esin kaynaklığı yaptığı düşünülen 1996 yılı yapımlı mamoru oshii’e ait japon animesi ghost in the shell sanal dünyalar üzerine kurgulanmış en başarılı eserlerden birisidir. Ayrıntılara inildiğinde bilgisayar programını anımsatan jenerik, kullanılan sapsız güneş gözlükleri, dövüş teknikleri ve sanal dünyaya geçiş için gerekli olan boyun bölgesindeki delikler matrix’den önce bu animede gözükür. Konu yine gerçek dünya ile sanal dünya üzerine kurgulanmıştır. Matrix izleyiciye karmaşık gözükebilir ama ''ghost in the shell'' neredeyse anlaşılmazdır.
Yine matrix filmine dönecek olursak neo’nun bize tanıtıldığı ilk sahnede neo hack programını jean baudrillard’ın simularca and simulation adlı kitabın içinde sakladığını görüyoruz. post modernizm üzerinde büyük etki yaratan bu kitabın sunduğu son argüman şudur: doğal ve yapay arasındaki ayırıma bir anlam verebilme yetimizi tamamen yitirmiş durumdayız. Öyleyse tüm çıkış noktasını yapay bir dünyadan uyanışa adayan matrix filmini bir şaka olarak yorumlayabilir miyiz? Biraz daha derine inersek wachowski kardeşlerin muzipliklerinin karakter isimlerinde de kendini gösterdiğini fark edebiliriz. Örneğin gerçeğe erişim sağladığı varsayılan nabukadnezar gemisi, m.ö. 605-562 tarihleri arasında yaşamış ve en sonunda çıldırmasına neden olan rahatsız edici, kehanetimsi rüyalardan mustarip babil kralının adını taşımaktadır. Peki Morpheus’un misyonu insanları özgürlüğe kavuşturmak olmasına karşın matrix’in yapımcıları neden mürettabatın kullandığı gemiye bir yıkım ve kötülük timsalinin adını vermeyi seçmişler? Neo’ya görmekte olduğu düşten uyanma fırsatını sunan Morpheus da adını, yunan mitolojisindeki düşler tanrısından almaktadır. Böylece neo’nun elinde tuttuğu kitabın içeriğini ve filmdeki gerçek kahramanların isimlerini göz önünde bulundurursak hepsinin gerçek dünyaya ilişkin yargılarında yanılıyor olabilecekleri yorumunu yapabiliriz. Filmde hain yehuda olarak sunulan ve şeytan lucifer’den esinlenerek adlandırılan Cypher izleyicilere alternatif bir okuma biçimi sunar: “Ben matrix’in bu dünyadan daha gerçek olabileceğini düşünüyorum. Burada yapmam gereken bir fişi çekmek. Ama orada sen apoc’un (fişi çekilen adam) ölümünü seyretmek zorundasın.” belki Cypher için “gerçek nedir?” sorusu önem taşımayabilir. Belki cehalet gerçekten mutluluktur. Bu noktada bizi bir çok soru beklemekte. Cehaletin gerçekten mutluluk olduğuna karar verebilmek için önce gerçeğin ne olduğunu sorgulamalıyız. Gerçek nedir ve neyin gerçek olduğunun bir önemi var mı? Eğer gerçek algıladıklarımızdan ibaret ise algılama olayı insan beynine gönderilen elektrik sinyallerinden başka bir şey değil. Başka bir deyişle gördüğümüz, duyduğumuz, kokladığımız kısacası beş duyumuzla algıladığımız her şey beynimizde olup bitmekte. Algıladıklarımızın dışında bir dünya mümkün mü? Ve eğer bu gerçek dünya aynen matrix’de gösterildiği gibi çölden ibaretse gerçek ne kadar önem taşıyor? Durumu bir de şu açıdan analiz edelim. Matrix gerçek olabilir mi? Ya da matrix nedir? Filmde gördüğümüz kadarıyla matrix yapay zeka ürünü makinelerin tam hakimiyet kurduğu bilgisayar tabanlı bir düş dünyası, kontrolün son raddeye ulaştığı bir teknoloji toplumu, insanlığın kendi eliyle sonunu hazırladığı bir kapan veya insan kibrinin dışavurumu. O zaman bir önceki sorumuza dönebiliriz. Matrix gerçek olabilir mi? Gerçekten bir gün insanların yarattığı yapay zeka ürünü makineler bilinçlenip insanları
köle haline getirebilir mi? Oxford’da matematik profesörü olan Roger Penrose’un 1989 yılında yayınlanan yapay zekayı ele aldığı kitabı emperor’s new mind bu spekülasyonlara önceden yanıt verir. Penrose insan bilinçliliğinin kuantum mekaniği özelliklerine sahip olduğunu ve dolayısıyla dijital bir bilgisayarın insan bilinçliliğine asla sahip olamayacağını öne sürer. Biraz hayal gücümüzü kullanalım. Eğer biz bu aşamada matrix gibi bir sistem tarafından yönetilen köleler isek Penrose’un bu iddiasını yapay zeka ürünü makinelerin bir oyunu olarak yorumlayabiliriz: endişelenmenize gerek yok, düş görmeye devam edin. O zaman matrix gibi bir film nasıl yapılabildi sorusu bizi bekler. Belki bu durum yapay zeka ürünü makinelerin kibrinin dışavurumudur. Sonuç olarak matrix revolutions filminde makinelerin de sevme ve sevilme konusunda programlar yazabileceğini yani bir nevi insanlaşabileceğini gördük. Belki de makinelerin varmak istediği nihai hedef budur. Aksi takdirde enerji kaynağı olarak kendilerine insanlar yerine asla sistemi tehdit edemeyecek zeka seviyesi düşük hayvanları seçebilirlerdi. İnsanları pil olarak seçtiler çünkü ihtiyaç duydukları insan bilinciydi. Matrix filmi ile ilgili olarak insan paranoyasının ulaşacağı son nokta herhalde tanrı kavramı olur. Yapılan bir röportajda wachowski kardeşler matrix ve kutsal kitap arasındaki paralelliklerin özellikle seçildiğini belirtmişlerdir. Öte yandan filmde tanrı kavramı asla kullanılmaz. Biz bu durumu iki açıdan yorumlayabiliriz. tanrı hala var olmayı sürdürmüş ve gelişen olaylar karşısında tepkisiz kalmıştır. Veya tanrı asla varolmamıştır. Son cümleyi açıklamak gerekirse tanrı kavramı yapay zeka ürünü makineler tarafından beynimize yüklenen bir programdır. Yine bu aşamada kendimizi matrix tarafından kontrol edilen köleler olarak düşünürsek belki de bu filmin yapılma amacı büyük bir gurur içerisinde gerçeği gözler önüne serme isteği olabilir. Sonuç olarak bu durum yapay zeka ürünü makinelerin bir blöfü. Yani makineler böyle bir filmin yapılmasına olanak tanıyarak matrix’in gerçek olabileceği fikrine gülüp geçmemizi sağlamak istemiş olabilirler. Ne de olsa matrix sadece bir film, öyle değil mi? Yoksa biz gerçek olduğundan çok emin olduğumuz bir düş mü görüyoruz? Öyle ise bizi bu düşten kim uyandıracak? Bir de duruma şu açıdan bakalım. Matrix’ deki bir insanın düpedüz düş gördüğünün farkına varması mümkün olabilir mi? Serinin ikinci filmi matrix reloaded’da bu konuya açıklık getiriliyordu. Sistem içinde düş gördüğünü fark eden insanlar programın anomalileri olarak nitelendiriliyordu. Bu sistem hataları yani insanlar programdan çıkarılıyor zion’da toplanıyordu. Bu hatalar programın her versiyonunda yer alan seçilmiş insanın seçimi ile yok ediliyor ve hatalardan arınan sistem tekrar yükleniyordu. Matrix reloaded’da bize anlatılan buydu. Yine şu an yaşamakta olduğumuz dünyanın sanal bir düş olduğunu farz edelim. Paranormal olaylar ve bunlara şahit olan insanlar sistemin anomalileri olabilir mi? Ya da sır bırakmadan kaybolanlar? Bugünkü bilgi düzeyimizle bu sorulara yanıt bulmak maalesef imkansız gözüküyor. Konu hakkında sorular üretmek de paranoya düzeyimizi arttırmaktan başka fayda sağlamıyor. Şu aşamada Penrose’a inanmak, matrix gibi bir film yaparak bizi şaşırtmayı başardığı için wachowski kardeşleri takdir etmek ve sadece bir filmdi diye düşünmek belki de en uygun yaklaşım."
'Matrix'in özü tasavvuftur' Matrix tartışmalarına başka bir boyut! Neo önce kendini sorguluyor, bulunduğu âlemin farkında değil Tasavvuftaki aşk denilen ikinci aşamada Neo kendini araştırıyor Tasavvuftaki 'rehber', yani Morpheus ile karşılaşıyor Morpheus, iki hap çıkarıyor, tasavvufta esma aşaması gerçekleşiyor, Hakikatleri görme rengi tasavvufta kırmızı. Neo da kırmızı hapı alıyor Morpheus, yani rehber, Neo'yu mürşide yani Kâhin'e yönlendiriyor Tasavvuftaki rüya halinin yerini 'Matrix'te simülasyon almış Tasavvuftaki Kaf Dağı'nın ardı Matrix'te Zion Neo kendi benliğini yendiğinde bakabillah aşamasını geçiyor Semazen Fatih Çıtlak, 'Matrix'i kare kare analiz edip tasavvuftaki yansımalarıyla Tempo'ya değerlendirdi 1999 yapımı 'Matrix', 460 milyon dolar hasılat, 4 Oscar ödülü, oyun, DVD ve çeşitli gadget'lerin yarattığı muhteşem bir ciroyla sinema tarihine geçmiş, kısa sürede kült filme dönüşmüştü. Devamı niteliğindeki 'Matrix Reloaded'ın koparacağı gürültü, çok daha büyük olacağa benziyor. 2003 sinema sezonunun en çok beklenen yapımı, gösterime girdiği ilk günlerde rekorları altüst ederken; sadece sinema izleyicileri ve eleştirmenlerinin değil, fizikçilerin, filozofların, ilahiyatçıların da gündemini oluşturuyor. Herkes Matrix'i tartışıyor. Çekim harikalarını, felsefesini, kuşağını... Andy e Larry Wachowski Kardeşlerin trilojisinin ikincisi için, 'metafiziksel bir gerilim', 'siber uzay döneminin bir kara sinema örneği', 'felsefi bir yapım' tanımları yapılırken, İslam tasavvufu uzmanı Fatih Çıtlak, ciddi bir iddiada bulunuyor. İtalyan yönetmen Alberto Rondalli'nin Kapadokya'da çektiği 'Derviş' isimli filmin Mevlevi sanat danışmanı, aynı zamanda 'Matrix' hayranı Çıtlak'a göre, 'Matrix' kesinlikle tasavvuftaki tüm aşamaların aynen filme
taşınmasıyla oluştu. Bunu film yapımcıları da bilerek yaptılar. Çıtlak'a göre filmde Budist felsefeden izler olsa bile, 'Matrix'in dayandığı temel felsefe, kesinlikle tasavvuftan alınmış. Hatta Fatih Çıtlak, 'Matrix'i kare kare analiz edip tasavvuftaki yansımalarıyla Tempo'ya değerlendirdi.
- 'Matrix'le tasavvuf arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz? Tasavvuf, İslam'ın muhabbetle hayata tatbik edilmesi. Kişinin kendi egolarından muhabbetle vazgeçmesi. Bu merhaleleri 7 bölümde incelemişlerdir. İlk başta mürşide intisap, mürşit bir aynadır, aynayla olan irtibatı, kendini düzeltmesi, yeniden âleme doğuş ve orada yaşadığı hakikatlerle beraber kemalata doğru gider. 4. ve 5. adım arasında kişi artık 'ben' dediği bütün şeylerden sıyrılmak durumundadır. Tasavvufu diğer mistik görüşlerden, mesela Budizm'den ayıran en temel özelliği budur. Yok olmakla iş bitmez. Yok oluştan sonra yeniden o yokluk ve hiçlik bilgeliğiyle var olma safhası vardır. Zaten bu bölümleri şöyle bir göz önüne getirirsek, o yüzden rahatlıkla diyebiliyoruz ki, 'Matrix'in anlattığı aşamalar tesadüfi aşamalar değildir. Tipik bir tasavvufi merhaleleri anlatan risaleden farksızdır 'Matrix'. Ben o yapımcılarla, senaristlerle oturup konuşmayı çok arzu ederdim. Halihazırda da bu imkânı araştırıyorum. Çünkü ben 'Matrix' filmini seyrettiğimde filmin son sahnesinde artık dayanamadım ayağa kalktım ve "Bu kadar benzerlik olamaz" dedim. Hiçbir filmden ben bu kadar etkilenmedim, 'Çağrı' dahil. Hatta üzülüyorum görsel efektler filmin mistik, felsefi yönünü biraz örtermiş gibi duruyor. Halbuki bence film aksiyonla değil, tabanında barındırdığı fikirlerle ilki başardı. Bizim bilgilerimizi olduğu gibi almışlar, kendileri işlemişler. - Biraz ayrıntıları konuşalım mı? Tasavvuftaki aşamalar filmde nasıl tezahür ediyor? Bir kere tasavvuftaki o merhalelerden yola çıkarsak, ilk önce bulunduğu âlemin farkına varmayan, kendi benliğini bilmeyen ve eşya dediğimiz değişik sıfatlarda gözüken şeyi de
bilememe hali var. İlk baştaki sahnede bu var. Neo, bir yandan kendi bulunduğu iş yetmiyor, gayri meşru bazı işlere kalkışıyor, fakat bu korsan şeyleri yaparken, sistemin açıklarıyla beraber, bu sistemin bu kadar açıkları olmasını, kendi aklıyla sorgulamaya başlıyor. "Bu kadar mükemmel sistem içerisinde ben bunu yapabiliyorsam, ben neyim, bu sistem neyin nesi, ne kadar gerçek, ben ne kadar gerçeğim" diye sorgulama safhası var. Zaten bunu yaptığı işle uğraşırken görüyoruz. Mesela bilgisayar program yazılım hususunda çok ileri seviyede. Tasavvuf da bunu söyler, "Hangi iş olursa olsun, bir işi çok güzel yaparsan, altından Hak gözükür" der. "Onun faniliğini anlarsın, onun gerçek yapıcını bulma hali zuhur eder" der.
Aynen tasavvufta da böyledir. Sonra hayal mi, gerçek mi diye kestirirken, kendini araştırma hadisesi başlıyor. Tasavvufta buna aşk denir. Kendini araştırma duygusu zevke dönüştüğü zaman buna aşk denir. Ve araştırmaya başlıyor, ondan sonra şüpheyle karşılayacağı bütün hayatını değiştirebilecek bir sorgulamayla, tasavvufta rehber dediğimiz, mürşide kişiyi ısmarlayan, bazen mürşidin de halifesi olan rehber dediğimiz kişi, yani Morpheus ile karşılaşıyor. Ve siyahi. Siyah renksizliktir. Siyah bir renk değildir. Morpheus ile karşılaşıyor ve ona bir şeyler söylüyor, sonra 2 tane hap çıkarıyor Morpheus. Tasavvufta biz buna esma diyoruz. İlaç tesiri. Tasavvufta verilen esmaların her birinin ayrı bir rengi var. Çok enteresandır. Hakikatleri ayırt edemeyeceğin, aldığın esmayla artık hakikatleri görmeye başladığın esmanın renkleri farklıdır. - Nedir onlar? "Mavi renk alırsan hiçbir şey olmamış gibi hayatına devam edeceksin"diyor. "Fakat kırmızı renkli hapı alırsan artık bunun dönüşü bir daha yok" diyor. Şimdi sıkı durun, tasavvufta da o her şeyi fark edebilme ve geriye dönememe esmasının rengi kırmızıdır. Yani buna hiç kimse tesadüfi diyemez. Çünkü bunlar literatürlerde yazılı. Biz her şeyde olduğu gibi, kendi kültürümüze yabancı kalmışız. Sonra hemen karşımıza ayna çıkıyor. Kendi benliğini bulma. Aynaya mı bakıyorum, ben mi aynadayım derken kendisi ayna oluveriyor. Ben 5-6 kez bu filmi izledim. Benim için 'Matrix' seyretmek ayrıcalık. Esmayı aldıktan sonra, buna intisap denir tasavvuf literatüründe, ne olur biliyor musunuz, yeniden doğulur. İnsanlar arasındasındır fakat başka bir âleme doğmuşsunuzdur. Aynen 'Matrix' te olduğu gibi. Aynadan sonra bir doğuş vardır, kendi kabından çıktıktan sonra bakar, daha kendi kozasını yırtamamış varlıklar görür milyonlarca. Bir anda şaşırır, 'Ben nereye doğdum, meğer yaşadığım dünya neymiş' diye. Zaten bilgelik buradan itibaren başlar. Artık ondan sonra öğrendiği her şey çok farklıdır. Çünkü ayrı bir âlemden konuşuyordur. Bu âleme ait değildir artık. Fakat bu âlemin içyüzü hakkında devamlı eğitimler alır. Tasavvufta bir öğrencinin merhaleleri ve merhalelerde karşısına dikilebilecek tehlikeleri, onu tehdit eden hadiseleri nasıl öğrendiğini sorsam, nasıl yanıt verirseniz? Belki 'Matrix' ten ipucu bulacaksınız, ben söyleyeyim, rüyayla. Bunun yerini orada simülasyon almış. Tamamen rüya âleminde eğitim alır öğrenci. Rüyayla aldığından dolayı kendine özel bir eğitim alır, bir üçüncü şahıs, dervişle mürşit arasındaki ilişkiyi çözemez. Mümkün değildir bu. Bunu simülasyonla yapıyor. Artık rüya âleminde yaşayış öyle bir hale geliyor ki, hani o düştüğü sahneyi hatırlayın. Ne zaman düşüyor? 'Ben' dediği zaman düşüyor. 'Ben başarabilirim' dediği zaman o benlikle arasındaki bizim himmet dediğimiz alakayı kesiyorlar. Yere düşüyor. Manada, rüya âleminde yaşatılan bu öğreti, o kadar gerçekçi ki, o âlemde yaşamasına rağmen ağzından kan gelecek şekilde kalkıyor. Birebir bir öğreti. Hayal mahsulü ütopik bir öğreti değil. Burayı da yüzde yüz işlemişler. Bengisu/Zaman Gazetesi Yazarı
Nihal
'Matrix din arayışı' Matrix şık ve güzel bir salon kadını gibi, kime yaklaşsa 'iki laf' edebilecek bir genel kültür, düzey ve cazibeye sahip, üstelik işgüzar; konuklarının birbiriyle tanışması ve bundan nasıl bir muhabbet doğacağı da onun meraklı tabiatının ilgi sahasında. 'Matrix' te elbette tasavvufi göndermeler de var: Kant felsefesine, nihilizme, Tanrı tanımaz varoluşçu
felsefeye, çok Tanrılılığa göndermeler olduğu gibi Reloaded'in 'Anahtarcı'sı Wachowski Kardeşler'in elinde; onlara dini, felsefi, kültürel ve dünya tarihinde durmaksızın tekerrür etmiş, hiçbir zaman modası geçmemiş kavramların anahtarlarını yapıyor; her kapıyı açıyor bu anahtarlar. Kapının arkasında ne mi var? Elbette kolektif şuur. Hem teslim olmaya hem isyan etmeye hem sorgulamaya hem de inanmaya ehil olan doğamızı bu kadar kurcaladığı için seviyoruz 'Matrix'i. Sözgelimi 'uyanmak' kavramı, 'hakikat/gerçeklik' kavramı, 'sistem' kavramı 'özgürlük' kavramı, bunlar birçok öğreti ve doktrinde ayrı ayrı ele alınmış şeyler; ama İbn-i Arabi'nin 'uyanmak'ı ile Nietzche'nin 'uyanmak'ı aynı değil tabii. Wachowski Kardeşler bence 'kutsal'a değil, 'ruhani' olana ilgi duyuyorlar. Kutsala pek saygıları yok, ama 'ruh' ile, 'sezgi' ile 'sezgisel bilme' yolunda hakikate varmak için içgörünün arılaştırılması, zihnin ve 'ruhun' kementlerinden kurtarılması ile ilgili bir mesajları olduğu açık. Filmin tasavvufla ilişkisi, ona bakanla ilişkili bir durum. Mevlânâ'nın "Anlattığın şey, seni dinleyenin kabı kadardır" sözünü 'Matrix' ten çıkarılacak tasavvufi yorumlara uyarlayabiliriz; 'Matrix' bile mistik eğilimlere çanak tutmaktadır ama bizim gördüklerimizi W. Biraderler'in gördüğünü sanmıyorum. Tam bir metin ve metin sahibinin birbirinden bağımsızlaşması hali var burada, metin/eser sahibinden çıkmıştır ve artık o bizim malımızdır, istediğimizi görmekte de serbestiz. Bu anlamda ben Morpheus'un 'Yola girmekle, yolda yürümek farklı şeylerdir' sözünden, hemen Şeyh Attar'ın 'Manevi Yol, ancak seyyahın hatalarının ve zaaflarının, uykusunun ve ataletinin üstesinden gelme nispetinde açılır, genişler ve bunların her biri onu, gayreti ölçüsünde maksuda yaklaştırır' sözünü hatırladığımı ve filme bir süre hep bu gözle baktığımı itiraf etmek durumundayım. İsmi 'üçleme'den gelen Trinty'nin öpüşüyle 'özgür kalan' ve yeniden doğan Neo'nun Mevlânâ'nın canı, kafes içinde bir kuşa benzettiği ve o kuşun özgür kalabilmesinin ancak 'aşk' ile olabileceği meseline bağlanabilmesi de aynı bakış ile mümkün görünmekte. Öte yandan tasavvuf geleneğinin perspektifinden bakıldığında 'dünya hayatı' yani 'yalan dünya' koskoca bir 'Matrix' ten başka nedir ki? Yunus'un 'Var biraz da sen oyalan' dediği dünya, sahte acıları ve yapay cennetleri ile insanı nihai amacına yabancılaştıran, gözünün önüne perde çeken ve 'aynel yakin' olamadan göçüp gitmesine neden olan 'yalan dünya', bir açıdan 'Matrix'in ta kendisidir. Wachowski Kardeşler bunu böyle kurgulamış diye değil ama, biz öyle görme genişliğine de sahip olduğumuz için. MATRİX NEDİR ?
Matrix sadece bir film değil, aynı zamanda doğu mistisizmiyle yoğrulmuş Batı felsefe, teoloji ve edebiyatının bir gövde gösterisi; uzak doğu dövüş sanatları ve silahlı kovalamacalarla çeşnilendirilmiş görselliğiyle gözümüze, edebî ve felsefî boyutuyla zihnimize hitap eden "Zekeriya Sofrası" misali bir ziyafet. Bence Matrix'i bu kadar ilgi çekici yapan, birçok farklı perspektiften -sinematografik, edebî, felsefî, dinî vs.değerlendirilmeye müsait oluşu. Ben Matrix'i bir tekst olarak ele aldım ve satır aralarını okuyarak edebi ve felsefî yönlerden ne anlamlar taşıyabileceğine dair önermeler çıkarmaya çalıştım.Matrix, derinliğini kullanılan sinema tekniklerinden ziyade edebî tenkitlere borçlu. Maalesef Türkçe karşılığı olmayan tekniklerin başında edebiyat ve eleştiri literatürüne ünlü ingiliz şairi T.S. Eliot tarafından kazandırılan "Objective Correlative" geliyor. Bu teknikle yazar, (burada senarist ve yönetmen oluyor) okuyucuda (izleyicide) oluşmasını arzu ettiği belli duygu, düşünce veya çağrışımların uyanmasını, o
duygu, düşünce ya da çağrışımı doğrudan doğruya beyan etmeden bir takım nesneler, durum veya olaylar zinciri kullanarak sağlamaya çalışır. Kullanılan diğer bir teknik de "Allusion" yani dolaylı yoldan yapılan atıflar, göndermeler. Her iki tekniğin de hedefi kolektif bilinçaltına yani ortak tarihî, sosyolojik ve kültürel geçmişe sahip kitlelerdir. Dolayısıyla Matrix'te yapılan atıfları / göndermeleri anlamak için Batı edebiyatı, felsefesi, mitoloji ve teolojisi ve hatta doğu mistisizmi hakkında yeterince malumat sahibi olmak gerekiyor. (Tabii ki bunlar benim tezlerim, isteyen pekâlâ islâm Tasavvufuna veya başka kıstaslara göre de yorumlayabilir.)
Yapılan göndermelere gelecek olursak; ilk olarak filmdeki bazı isimlerin içerdiği anlamlar üzerinde durmak gerekir: Filme adını veren Matrix'in sözlük anlamı; bir düzlem üzerinde sıralanmış bir dizi sayı, figür veya işarettir. Filmde Matrix'in bilgisayar ekranındaki görünüşü de sözlük anlamına uygun olarak kurgulanmış, insan zihinlerinin tutsak alınıp köleleştirildiği sanal dünyaya Latince rahim anlamına gelen Matrix adının verilmesi yerinde olmuş, çünkü insanın kendini en güvenli ve rahat hissettiği ortam içinde sürekli uyuyup dış dünyanın gerçeklerinden soyutlandığı tek mekân rahimdir. Filmde ise insanlar sun'î bir rahim olan tüplerin içinde yetiştirilmekte ve bu insanlardan yapay zekâ için enerji elde edilmektedir.
Gördüğü rüyayı kâhinlere yorumlatmak istemesiyle Tevrat'a konu olan Babil kralı Nabukadnezar, filmde düşsel/sanal dünyaya karşı verilen savaşın mobil kalesine, bir hoverkrafta ismini vermiş. Hoverkraftın modelinin numarası olan Mark 3 no: 11 ise İncil'in Markus bölümünün 3. babının 11. mısrasına tekabül ediyor. (Mark 3:11): "Murdar ruhlar onu gördükleri zaman önünde yere kapandılar ve sen Allah'ın oğlusun diyerek haykırdılar." Zion incil'de dünyanın yok edilmesinden sonra Allah'ın iyi kulları için kuracağı krallık olarak geçiyor. Filmde ise zaten mahvedilmiş dünyada Matrix'ten kurtarılan insanların yaşayacağı tek şehir, insanlığın kurtuluşunu sağlayacak kişiyi bulmaya kendini adayan ve potansiyel Mesihi düş dünyasından uyandırıp gerçekler dünyasına davet eden karaktere Yunan mitolojisinde uyku tanrısı Hipnos'un oğlu olan Morpheus ismi verilmiş. Hıristiyan teolojisinde Baba-Oğul-Kutsal Ruh'tan oluşan Teslis yani Trinity filmde AsiZevce-Koruyucu şeklinde bir kadın kimliğiyle karşımıza çıkıyor. Filmde Morpheus'un Baba, Neo'nun Oğul, Trinity'nin de Kutsal Ruh olduğu bir teslisin varlığından da sözedilebilir. Cypher, Şeytanın isimlerinden Lucifer'e, bir gönderme. Âdem'in kendisinden üstün olmasını kabullenemeyerek isyan eden şeytan gibi Cypher da Neo'nun seçilmiş kişi olma olasılığını kabul etmeyip karşı safa geçiyor (John Milton'ın Kayıp Cennetinde Şeytan kendini oğul İsa'ya hatta Tanrı'ya üstün gördüğü için isyan eder). Morpheus ve Neo'ya ihanet etmesi göz önünde bulundurulursa, Cypher'ın İsa'ya ihanet eden havari Judas'ı temsil ettiği de söylenebilir. Öte yandan Cypher sıfır, hiç, önemsiz kimse veya şey ve şifre gibi anlamlan olan "Cipher" kelimesinin bozulmuş hâli de olabilir. Thomas Anderson ismi gördüklerinin dışında herşeyden kuşkulanan İsa'nın havarilerinden St.Thomas'a gönderme yapıyor. Ayrıca Anderson insanoğlu anlamına gelen ve İsa için kullanılan bir tabir. Thomas'ın bilgisayarla ilgili illegal, korsan işler yaparken kullandığı ismi Neo, basit bir oyun olan anagram ile yani harflerin yer değişimiyle One'a dönüşüyor. The One" Hıristiyan teolojisinde "seçilmiş kul" manasına gelmekte. Nitekim Neo kendisini tanıyıp keşfettikten sonra bir mesih haline geliyor. Sonsuz anlamına gelen "Eon" ise Neo'nun diğer anagramı. Edebî eserlere yapılan göndermeleri filmi kare kare inceleyip satır aralarını okuyarak anlamak mümkün. Bu inceleme film karelerinin kronolojik sıralaması gözetilmeden rastgele bir sıralamayla yapılmıştır.
Kontrolsüz sanayileşme, dengesiz kapitalist yayılım, I. ve II. Dünya Savaşları ve hızlı teknolojik gelişim edebiyatta anti-ütopik/distopik gelecek kurgulan şeklinde yeni bir janrın oluşmasına neden olmuştur. Matrix'in de görsel bir anti-ütopya olduğu söylenebilir. Antiütopik dünya düzeni konusunun işlendiği en iyi ve en ünlü örneklerden biri olan George Orwell'in 1984'ünde olduğu gibi Matrix'te de insanların hayatının görünmez bir iarede tarafından denetlenip yönlendirilmesi, kökleştirilmesi söz konusu. 1984'te "Big Brother" (Büyük Ağabey) adıyla zihinlerde somutlaşan bu irade, Matrix'te insanların kendi elleriyle yarattığı ama kontrollerinden çıkan siberteknoloji halinde ortaya çıkıyor. 1984'te insanlar ekranlar (screens) muhbirler ve düşünce polisleriyle denetim altına alınırlarken, Matrix'te durum daha vahim, çünkü insanlar zaten zihnen ekranın içindeler, yani hayatları sanal ortamda farkettirilmeden maniple ediliyor. Ayrıca 1984'ün düşünce polislerinden de beter sanal ortamın sağladığı ultra-doğaüstü güce sahip ajanlar da söz konusu. 1984'te rejim karşıtı Winston Smith'in sorgulandığı o ünlü 101 nolu odaya benzer bir yerde yine potansiyel asi Neo'nun sorgulanması da ayrı bir paralellik. Neo'nun apartman daire numarasının da 101 olması böyle bir gönderme olasılığını güçlendirir nitelikte. Cypher'ın Ajan Smith'le pazarlık yaptığı sahnede "bilgisizlik mutluluktur" demesi 1984'teki "bilgisizlik kuvvettir" sloganını hatırlatıyor.
Görünmeyen, ne olduğu bilinmeyen iktidar teması 1984'te olduğu kadar Kafka'nın Şato ve Dava romanlarında da işlenir. Matrix'te "gerçeğin çölü" (desert of the real) şeklinde takdim edilen çorak topraklar Waste Land'de hayat yerine ölüm veren topraklar olarak sunuluyor. Eliot çizdiği anti-ütopik dünya portresinde gerçeğin bir avuç dolusu toz ve gölgeden ibaret olduğunu; gölgenin de ilüzyondan başka birşey olmadığını ifade eder. Matrix'te ise bilgisayar ortamında yaratılan sanal dünyanın gerisinde gerçeğin kasvetli çölü uzanmaktadır. Neo'nun ajanlara karşı mücadeleye hazırlandığı eğitim programında günlük iş koşuşturmasındaki insanların gösterildiği sahne (kırmızılı kadının da yer aldığı sahne) işyerlerine yetişme çabasıyla soluk soluğa, birbirlerinin yüzüne bakmadan, gözleri kendi ayaklarına kilitlenmiş şekilde koşuşturan insanların betimlendiği Waste Land'in "Unreal City" (Gerçekdışı Şehir) adlı bölümüyle benzerlik taşımakta. Matix'te de Çorak Ülke'de de sistem içinde kendilerine biçilen role kanalize olarak robotlaşan, hem kendilerine, hem birbirlerine, hem de gerçeklere karşı yabancılaşan bireylere atıfta bulunulmaktadır. Neo'nun bilgisayarından gelen mesajla uyandırıldığı bölüm aslında filmin özeti gibidir. Bu bölümde Neo'nun bir hacker olduğunu, birşeylerin ters gittiğini hissettiğini ve bunu araştırdığını, özellikle Morpheus adlı anarşistin yaptıklarıyla ilgili haberleri internetten takip ettiğini öğreniriz. Aslında Neo'nun bilgisayar sistemini ele geçirdiğini düşünmesi ironik bir durum ortaya çıkarıyor. Çünkü O, bilgisayarlara hükmettiğini zannederken, Matrix denen bilgisayar tabanlı bir sanal dünyada hayatına hükmedildiğinin farkında değildir. (irony of situation/karakterin içinde bulunduğu durumun farkında olmaması). Bilgisayar başında uyuyakalan Neo'ya filmin anahtar kelimelerinden "Uyan" mesajı gelir, sonra da gerçek yüzüne vurulur, yani Matrix'in ona sahip olduğu... Derken kapı çalınır ve Neo gelen müşterilerine kapı açmakla kalmaz, aynı zamanda kendi algı kapılarından ilki de açılır. Neo'nun müşterileriyle arasında geçen konuşma filmin devamında neler olacağına dair ipuçlarıyla doludur (İngilizce tabiriyle bu kısım filmin foreshadwing'i). Meselâ Choi, Neo'ya "kurtarıcımsın" diyerek onun filmin ilerisinde Mesih pozisyonuna yükseleceğinin işaretini verir. Yakalanması halinde Neo'yu ele vermeyeceğini kastederek söylediği "Bu asla olmadı. Sen yoksun" sözleri de Neo'nun sanal dünyadaki fizikî/bedeni yokluğunu vurgulamakta. Choi Neo'yu dans kulübüne davet ederken onun fişten çekilmeye (unplug) ihtiyacı olduğunu söyleyerek yine tiyo verir; çünkü Choi Neo'nun uçmaya, rahatlamaya olan gereksinimi kastederken aslında onun ileride kelimenin tam manasıyla zihnini Matrix'e bedenini ise sun'î rahime bağlayan fişlerden çekileceğini haber vermiş olur.
Filmin çıkış noktası -edebî tabirle filmin temel çelişkisi (main conflict'i)- olan düş ile gerçek arasındaki ayrım da ilk kez bu konuşma esnasında olur. Neo müşterisine "uyanıkken rüya görüp görmediğinden emin olamadığını hissettin mi hiç?" diye sorar. Choi ise bu hissi meskalin olarak tanımlayarak içinde bulundukları ironik durumu vurgular (yine bir irony of sitııation), çünkü zaten bütün hayatları bir halisinasyondan ibarettir ve bunun nedeni kesinlikle meskalin değildir. Aldous Huxley'in yerlilerin meskalin alıp düş ile
gerçek arasındaki sınırı aşmalarını bizzat kendisi de tecrübe ederek anlattığı Algı Kapıları isimli eserine ilk defa bu sırada göndermeler yapılıyor. Kapı simgesi bundan sonra birkaç defa kullanılıyor. Meselâ Morpheus Neo'ya iki kez şöyle der: "Ben yalnızca sana kapıyı gösterebilirim ama kapıdan kendin geçmek zorundasın", insanların doğal yollardan doğmayıp sun'î bir şekilde yetiştirilmesi fikri de Huxley'in Yeni Dünya'sında insanların laboratuvarlarda üretilmesinden alınmış gibi. Yine filmin bu bölümünde bilgisayardan gelen "beyaz tavşanı takip et!" direktifi ile Alice Harikalar Diyarında'ya göndermeler yapılmaya başlar. Neo kapısına gelen müşterilerinden birinin -DuJour'un- omuzunda gördüğü beyaz tavşanın peşine takılarak gerçeklere açılan bir deliğin içine atlamış olur. Filmde yapılan en bariz gönderme de bu zaten. Morpheus Neo ile tanıştığında Neo'nun içinde bulunduğu durumun psikanalizini de Alice in Wonderland benzetmesiyle yapar. Morpheus: -Gerçek olduğundan emin olduğun bir rüya gördün mü hiç Neo? Ya o rüyadan hiç uyanamazsan ne olur? O zaman gerçek ve düş dünyalarının arasındaki farkı nasıl anlarsın? Bu retotik sorular Jorge Louis Borges'in Olağanüstü Masallar adlı kitabında anlattığı bin menkıbeyi çağrıştırmakta: Çinli bir bilge rüyasında kelebek olduğunu görür, ama uyandıktan sonra rüyasında kelebek olan bir adam mı, yoksa kendini adam olarak düşleyen bir kelebek mi olduğundan emin olamaz. Filmde ise herkes birbirinin rüyasında yaşamaktadır, çünkü Matrix kolektif bir rüyadan başka bir şey değildir. Ajanlar onu yakalamaya geldikleri zaman Neo'nun çalıştığı ofis birden labirente, Neo ise kendi yaptığı labirente tutsak edilen mitolojik kahraman Dedalus'a dönüşür. Labirentten kaçarken babasının sözünden çıkıp güneşe çok yaklaşan İcarus'un balmumundan kanatlarının erimesiyle denize düşüp olması gibi Neo da Morpheus'un verdiği direktifleri tam olarak yerine getiremediğinden labirentten kurtulamaz ve ajanların eline geçer. Neo ile Kâhin arasında geçen konuşma da ipuçları içermektedir. Kâhin Neo'ya "O" olduğunu üstü kapalı bir şekilde söyler: Konuşmaları sırasında Kâhin Neo'ya "beklediğimden daha sevimlisin, kuşkusuz o (Trinity) senden hoşlanıyor" der. Neo ise "kim?" diye sorar.
Matrix'ten ''Gerçeğe'' uyanış!
View more...
Comments