M-Es-ad-Coşan-Gayemiz
August 16, 2017 | Author: tunahan emin | Category: N/A
Short Description
Download M-Es-ad-Coşan-Gayemiz...
Description
1
GAYEMIİ Z Prof. Dr. M. Es’ad COŞAN
2
PROF. DR. MAHMUD ES'AD COŞAN (TERCEME-İ HAL)
1938 yılında Çanakkale'nin Ayvacık ilçesi, Ahmetçe köyünde doğdu. Babası Halil Necâti Efendi, annesi Şâdiye Hanım'dır. Anne ve baba tarafından soyu, Buhàra'dan Çanakkale'ye göç etmiş seyyidlere dayanır. Küçük yaşta iken ailesi İstanbul'a taşındı. 1950'de İstanbul Vezneciler İlkokulu'nu, 1956'da Vefa Lisesi'ni bitirdi. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Filolojisi Bölümü'ne girdi. Arap Dili ve Edebiyatı, İran Dili ve Edebiyatı, Ortaçağ Tarihi ile Türk-İslâm Sanatı sertifikalarını alarak, 1960 yılında Edebiyat Fakültesi'nden mezun oldu. Aynı yıl Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'nde açılan asistanlık imtihanını kazanarak, Klasik-Dinî Türkçe Metinler Kürsüsü'ne asistan olarak girdi. Fakülte yayın komisyonunda iki yıl sekreterlik yaptı. 1965 yılında, XV. Yüzyıl şairlerinden olan "Hatiboğlu Muhammed ve Eserleri" konusunda doktora tezi vererek ilâhiyat doktoru ünvanını aldı. 19671968 yıllarında Ankara Yükseliş Mühendislik ve Mimarlık Özel Yüksek Okulu'nda Türkçe ve Hümaniter Bilgiler dersini tedris etti. 1973 yılında ise, "Hacı Bektâş-ı Velî, Makàlât" adlı doçentlik tezi ile doçent ünvanını aldı ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Türk-İslâm Edebiyatı Kürsüsü'ne öğretim üyesi olarak tayin edildi. 1977-1980 yıllarında Sakarya Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi'nde Türk
Dili ve Edebiyatı dersleri verdi. 1982 yılında profesör oldu. Sosyal ve 3
kültürel faaliyetlere daha fazla zaman ayırabilmek düşüncesiyle, 1987 yılında emekliliğini isteyerek üniversiteden ayrıldı. İlk dînî eğitimini ailesinde gördü. Genç yaşta vefat eden annesi, zikir ehli bir hanımdı. Babası Necâti Efendi; Çırpılarlı Hacı Ali Efendi, Serezli Hasîb Efendi, Kazanlı Abdül'aziz Efendi, Mehmed Zâhid Kotku Efendi gibi âlim ve fâzıl şeyh efendilerin sohbetinde ve hizmetinde bulunmuş, hal ehli bir kimsedir. Mehmed Zâhid Kotku Efendi'nin yakın dostlarındandı. Bu münasebetle, küçük yaşta hocaefendilerin meclislerine devam etti, onların maddî ve manevî ilgilerine mazhar oldu. Mehmed Zâhid Kotku Efendi'nin bizzat elinden tutarak kürsüye oturtması ile İskenderpaşa Camii'nde hadis derslerine başladı (1977). Yine onun arzusu üzerine, 13 Kasım 1980 günü vefatından sonra, cemaatin eğitimiyle ve her türlü meselesiyle ilgilenme, tebliğ ve irşad görevini üstlendi. Tasavvufî nisbeti; hocası vasıtasıyla Nakşibendî Tarikatı'nın, Hàlidiyye kolunun, Gümüşhâneviyye şubesidir. Ayrıca Kàdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye,
Çeştiyye,
Mevleviyye,
Halvetiyye
ve
Bayrâmiyye
tarikatlarından da irşada me'zundur. Onun döneminde hadis derslerine ilgi daha da arttı. Cemaat yer bulamadığı için camiye ilâveler yapıldı; ders dinlenilecek yerler beş-altı kat genişletildi. Ayrıca Ankara, İzmir, Bursa, Sapanca, İzmit ve Eskişehir'de mutad hadis dersleri başlatıldı. Mehmed Zahid Kotku Efendi'nin emri üzerine kurduğu "Hakyol Vakfı"nın çalışmalarıyla bizzat ilgilendi, muhtelif yerlerde şubeler açtırdı. Eğitim ve yardımlaşma faaliyetini yaygınlaştırmak için çalışmalar yaptı. Sanat ve 4
kültürle ilgili çalışmalar yapmak üzere "İlim, Kültür ve Sanat Vakfı"nı, sağlık hizmetleri için "Sağlık Vakfı"nı kurdurdu. Hanımların eğitimiyle ilgili olarak "Hanım Dernekleri"nin; çevre ile ilgili çalışmalar yapmak üzere "İlim, Ahlâk, Kültür ve Çevre Dernekleri"nin kurulmasını ve yaygınlaştırılmasını teşvik etti. Bu çalışmalarla toplu-mun güzel amaçlar için bir araya gelmesini, organize olmasını sağlamaya çalıştı. Vakıflara ait, harabe haline gelmiş birtakım ecdad yadigârı eserlerin tamir ve tecdidiyle ilgilendi; onların gayesine uygun olarak tekrar faaliyete geçmesini temin etti: Ahmed Kâmil Tekkesi, Selâmi Mustafa Efendi Tekkesi, Şeyh Murad Efendi Dergâhı, Şadiye Hatun Şifâ Külliyesi... gibi. Eğitimin yaygınlaştırılması için basın ve yayın çalışmalarıyla ilgilendi. 1983 eylülünde İslâm dergisi, 1985 nisanında Kadın ve Aile ve İlim ve
Sanat dergisi
yayınlanmaya
başladı.
Daha
sonra Gülçocuk dergisi
çıkartıldı. Sağlık ve bilimle ilgili konularda ise Panzehir dergisi yayınlandı. Halen
Vefa
Yayıncılık
adına
yayınlanan
bu
dergilerle
yakından
ilgilenmekte ve makaleler yazmaktadır. Kitap yayıncılığı için Sehâ Neşriyat'ı kurdu; çeşitli dinî, edebî, tarihî, kültürel eserler neşredildi. Yayıncılığın geliştirilmesi, haftalık ve günlük yayınlara geçilebilmesi için çalışmalar başlattı. Onun gayretleriyle bir matbaa tesis edildi (Ahsen), dizgi tesisleri kuruldu (Dehâ). Sesli ve görüntülü yayıncılık alanında hizmet etmek, millî ve mânevî değerlerimize uygun yayınlar yapmak üzere, Ak-Radyo (AKRA) adı altında bir müessesenin kurulmasına öncülük etti (1992). Halen İstanbul, Ankara, İzmir ve Konya'dan radyo yayınları yapılmakta; bu 5
yayınlar Türkiye'nin her yerinden, Orta Asya'dan ve Avrupa'dan dinlenebilmektedir. Onun teşviki ile Ak-Televizyon> adı altında Marmara Bölgesine yönelik bölgesel
televizyon
yayını
başlatıldı
(1997).
Basın-yayın
alanında Sağduyu isimli günlük bir gazete yayınlanmaya başladı (1998). Kaliteli bir eğitimi temin etmek amacıyla, özel eğitim kurumlarının kurulmasını teşvik etti. Çeşitli illerde ilkokul öncesi, ilkokul ve orta öğrenime yönelik eğitim tesisleri, okullar ve dersaneler kurdurdu. Halka güvenilir bir sağlık hizmeti verilmesi için poliklinikler ve hastaneler açılmasını teşvik etti. Buna bağlı olarak başta İstanbul olmak üzere bir çok ilde sağlık kuruluşları hizmete açıldı. Yurtdışındaki
müslümanlarla
diyaloğu
sağlamak,
ziyaretleri
kolaylaştırmak amacıyla İskenderpaşa Turizm (İSPA) adı altında bir seyahat acentası kurulmasına öncülük etti. Bu şirket yardımıyla hac ve umre programları, çeşitli yurt içi ve yurt dışı geziler; aile ve eğitim kampları düzenlendi. İlmî seviyesi yüksek hocalar yetiştirmek amacıyla İstanbul'da, Ankara'da, Konya'da ve Bursa'da hadis ve fıkıh enstitüleri açtırdı. Buralarda ilâhiyat fakültelerinde okuyan veya mezun olan kimselere, özel hocalardan Arapça, hadis, tefsir ve fıkıh dersleri verdirilmesini temin etti. Sohbet ve vaazlarına yurt içinde ve yurt dışında büyük ilgi gösterilmesi ve çeşitli yerlere davet edilmesi, onun çok seyahat etmesine neden oldu. Avrupa'da, Kuzey Amerika'da, Afrika'da, Orta Asya'da ve Avustralya'da pek çok ziyaretler, vaazlar, sohbetler yaptı; eğitim programlarına katıldı. 6
Her yıl hac ve umre dolayısıyla değişik ülkelerden gelen müslümanlarla görüştü, diyalog kurdu. Hakkı ve hayrı, iyiyi ve güzeli tebliğ etme yönünde şumüllü ve verimli çalışmalar yapmaktan bir an bile geri kalmadı. Çevresini de daima bu tür çalışmalara teşvik etti. Cuma günleri radyoda yapmakta olduğu hadis sohbetlerine ilâve olarak 1998 Eylülünden beri salı günleri tefsir sohbetleri yapmaya başladı. Son yıllarda daha çok Avustralya'da bulunmakta, sohbetlerini Akra'dan telefonla, canlı olarak sürdürmektedir. Doğu dillerinden Arapça ve Farsça'yı, batı dillerinden Almanca ve İngilizce'yi bilmekte; yurt içinde ve yurt dışında çok yönlü sosyal faaliyetlerini, tebliğ ve irşad çalışmalarını el'an devam ettirmektedir. Yayınlanmış Eserleri: 01.
Matbaacı İbrâhîm-i Müteferrika ve Risâle-i İslâmiye (1982)
02.
Hacı Bektâş-ı Velî, Makàlât
03.
Gayemiz
04.
İslâm Çağrısı
05.
Yeni Ufuklar (1992)
06.
Çocuklarla Başbaşa
07.
Başarının Prensipleri
08.
Türk Dili ve Kültürü
09.
İslâm'da Nefis Terbiyesi ve Tasavvufa Giriş
10.
Avustralya Sohbetleri 1, 2, 3, 4 7
11.
Yeni Dönemde Yeni Görevler (1993)
12.
Haccın Fazîletleri ve İncelikleri (1994)
13.
Zaferin Yolu ve Şartları (1994)
14.
İslâm, Sevgi ve Tasavvuf (1994)
15.
Sosyal Çalışmalarda Organizasyon ve Başarı (1994)
16.
Güncel Meseleler 1, 2 (1995)
17.
Hazret-i Ali Efendimiz'den Vecîzeler (1995)
18.
Hacı Bektâş-ı Velî (1995)
19.
Yunus Emre ve Tasavvuf (1995)
20.
Başarı Yolunda Sevginin Gücü (1995)
21.
İslâmî Çalışma ve Hizmetlerde Metod (1995)
22.
Sosyal Hizmetlerde Hanımlar (1995)
23.
Ramazan ve Takvâ Eğitimi (1996)
24.
Tebliğ ve İrşad Çalışmaları (1996)
25.
İslâm, Tasavvuf ve Hayat (1996)
26.
Haydi Hizmete!.. (1997)
27.
İslâm'da Eğitimin İncelikleri (1997)
28.
Tasavvuf Yolu Nedir? (1997)
29.
İmanın ve İslâm'ın Korunması 1, 2 (1997)
30.
Allah'ın Gazabı ve Rızası (1997) 8
31.
Mi'rac Gecesi (1998)
32.
Doğru İnanç ve Güzel Kulluk (1998)
33.
Ramazan ve Güzel Ameller (1998)
9
GAYEMİZ İSLAM EYLÜL 83
Elhamdülillah Müslümanız; gayemizin kaynağı imanımızdır. Biliyoruz ki dünya bizim asıl yurdumuz, değil, muvakkat bir imtihan yeri. Ömrümüzün rüzgar gibi, süratle geçip gittiğini gördükçe, ahiretimiz için halisane ve yoğun salih ameller işlemek gerektiğini daha kuvvetle hissediyoruz. Fırsat kaçmadan insanlık için faydalı işler yapmak; dinimize ve din kardeşlerimize bütün imkânlarımız kullanarak hizmet etmeliyiz. Müslümanların eğitimi bizce en mühim mevzudur. Gördük ki bu sahada şimdiye
kadar
yaptığımız
türlü
çalışmalar:
Ders,
vaaz,
sohbet,
konferans, seminer, kurs... vs. faaliyetlerimiz yeterli değildir; istek ve ihtiyaçları tamamen karşılayamıyor; arzu ettiğimiz her yere, bizi davet eden her topluluğa ulaşıp yetişemiyoruz. Mecmuamızı, işte bunu sağlayabilmek için çıkarmağa karar verdik. Umuyoruz ki mecmua sayesinde öğretim ve eğitimimizi yaygınlaştırmış; ve sesimizi her yere duyurmuş olacağız; birlik ve beraberliğimiz, saygı ve sevgi bağlarımız güçlenecektir. Çağlarımızda dünya hızlı bir değişme ve ilerleme içindedir. Müslümanlar olarak bunları takip etmek ve gerekli tedbirleri alarak yeni gelişmelere ayak uydurmak zorundayız. Şerefle yaşamak ve yükselmek için bu şarttır. Hâlbuki pek çok kimse bu seviyede değildir. Değil halkımız, onları eğitmek ve yol göstermek durumunda olanlar dahi bu bakımdan yardım 10
ve desteğe muhtaçtırlar. Çünkü bu iş kaliteli eleman, kadro, mali güç, iyi vasıta, modern malzeme ve geniş zaman ister. Mecmuamız işte bu güçlükleri de yüklenmek; dünyadaki yenilik ve gelişmeleri -okuyucular namına takip ederek onlara duyurmak istemektedir. Onun için, muhtevası, inşaallah, hep ciddi, ilmi, emek mahsulü, orijinal ve doyurucu olacaktır. Çağımızda bütün dünyada ve özellikle Batı'da İslam'a Tasavvufa karşı büyük bir ilgi ve temayül görülmektedir. Bu durumda Müslümanlar olarak İslam'ı iyi temsil etmek, ilmi ve dini otoritenin varlığı ile mümkün olabilir. Türkiye’miz geniş bir ilim kadrosuna sahiptir. Bizim de bu ilim çevreleriyle bağlantımız vardır. Bizler pek çok kıymetli, sözü geçerli, tecrübeli, sahasında otorite, ilim adamı dost yardımı ile mecmuamızı bir kültür, ilim ve irfan mektebi haline getirmek istiyoruz. Bu gayemizi benimsiyorsanız bize yakın ilgi gösteriniz, her yönden destek olunuz, sevgili okuyucularımız!
11
EN ŞEREFLİ PAYE İSLAM, ARALIK 84
Günlük haberler üzerinde bir düşününüz: Hemen göreceksiniz ki maddî ve manevî, şahsî ve içtimaî, siyasî ve askerî tehlikelerle dolu bir zamanda; çok kritik bir bölgede yaşıyoruz. Çevremizde bin bir beynelmilel
entrika
dönmekte.
İmandan
ve
irfandan,
sevgi
ve
merhametten nasipsiz olan hâkim güçler, adî ve fâni çıkarları, sefil idealleri uğruna âlemi fesada vermiş, dünyamızı kana boğmuş ateşe bulamıştır.
İnsanlar
Yaratan'ı,
hesabı,
azabı unutmuş;
faziletten
adaletten geçmiş, kurtlar gibi birbirini parçalamakla meşgul. Peki, bu durumda biz mü'minler ne yapmalıyız?! Biz Müslümanlar Allah tarafından ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetiz, Kur'an-ı Kerim'de övülmüşüz. Kendimize geleceğiz, aslî vazifemizi bileceğiz: Bütün diğer insanlara hakkı ve hayrı göstermeye memur edildiğimizi idrak edeceğiz. Hz. Adem'den kardeşler olduğunu unutan beşere, yeniden sevmeyi, saymayı; ferâgati, fedakârlığı, hizmeti, merhameti, şefkati öğreteceğiz; cihana gül, sümbül, lale, ful ekeceğiz; emr-i ma'ruf ve nehy-i münker edeceğiz; istismarcıya ve zalime dur diyeceğiz...
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu İrtica'ın şu sizin lehçede mânası bu mu?!! 12
Ma'ruf, aklın ve dinin doğru ve güzel dediği, kabul ettiği iyi işler; Münker ise yine aklın ve dinin hoş görmediği, reddettiği hatta tahrîm eylediği çirkin ve kötü şeylerdir. Müslüman olarak biz, aklı ve mantığı, insaf ve adaleti, iyi ve güzeli seviyor ve istiyoruz; saçma sapanın, mânasızın, zorbalığın, zulmün, sömürünün, mübtezelliğin, edepsizliğin, hayasızlığın... hasmıyız. Allah c.c. için emr-i ma'ruf nehy-i münker yapacağız. Deylemi'nin Sevbân r.a.'dan rivayetine göre Peygamber Efendimiz s.a.s. buyurmuş ki: "Kim ma'rufu emreder ve münkerden nehy eyler ise, işte o kişi yeryüzünde Allah'ın halifesidir ve kitabının (Kur'an-ı Kerim’in) halifesidir ve resûlünün (Hz. Muhammed a.s.'ın) halifesidir." Bunlar ne yüksek rütbe, ne şerefli unvan! Yine Peygamberimiz s.a.s. buyurmuş ki: "Ümmetimden bir bölük halis insan, Allah'ın emrini icra etmeye devam edip duracaktır, tâ Allah'ın takdiri olan kıyamet kopuncaya kadar... kendilerini yardımsız bırakıp terk edenler ve muhalif çıkanlar onlara bir zarar vermeyecekler; ve onlar, insanlar üzerine hâkim ve galip olacaklardır." Ya Rabb, bizleri bu mübarek taifeden kıl; bize senin dinine has hâdim, sünnet-i nebeviyeye hakiki tâbi olmayı nasip buyur; bizi cahillerden, gafillerden, küçük hesap peşinde olanlardan, meselelerin özüne inmeyen bîhaber muhaliflerden, zalimlerden ve yardakçılarından koru.
13
Bize tevfikini refîk eyle; bizi mansur ve müeyyed ve muzaffer kıl; zikrinde, şükründe, hüsn-i ibadetinde bize daima yardım buyur!
14
YAPIMIZIN TEMEL TAŞLARI İSLAM, HAZİRAN 85
İnsanlığın dünkü, bugünkü, hatta yarınki problemlerine çözüm ve tüm müşkillerine çare İslâm'dadır. İki cihanın mutluluğu İslâm'la elde edilebilir. Dünyanın ideal nizamı O'dur. Geçmişi ve geleceği, hastalığı ve şifayı, ferdi ve cemiyeti, ruhu ve bedeni, insanın zaaf ve meziyetlerini en iyi bilen raûf, rahîm ve vedûd Rabbimiz, dünya ve ahirette huzur ve saadetimizi temin için lutf eylemiş, bize peygamber göndermiş, kitap indirmiş, kanun ve şeriat koymuş, yol göstermiştir. Bunalıma düşen asrımızı, çırpınan ruhsuz medeniyeti, şaşıran çılgın insanlığı, çalışarak bizler kurtarabiliriz, reçete bizim elimizdedir. Böyle hayırhah ve fedakâr ruh yapısı sadece propaganda, göz boyama, gösteriş, riya, aldatmaca ve istismar. O halde biz Müslümanlar, hem maddî-manevî faidemiz, hem de insanlığın huzur ve rahatı, salah ve felahı için, İslâm'a sımsıkı sarılmalıyız. Başka çıkar yol yoktur: İslâm'ı dosdoğru anlamağa, içimize iyice sindirmeğe, hayatımızı her yönüyle ona uydurmağa, emirlerini severek tutup, yasaklarından şiddetle kaçınmağa mecburuz. Aksi takdirde bu sorumsuz tutum ve frensiz gidişle tüm insanlık helak olacak. Ülkemizde 19. asrın inkârcılığı hükmünü yitirmiştir; bu gerçekleri artık birçok münevver görüp kabul ediyor. 15
İnsanlığa hizmet için, elhamdülillah her şeyimiz vardır; Müslümanlar olarak çok büyük imkânlara sahibiz: Nüfus, petrol, para, jeopolitik müstesna durum, hammadde, geniş arazi, birikmiş tecrübe, ilim adamı, teknik personel... vs. Diğer ülkelere el açmağa, boyun bükmeğe, medet dilenmeğe hiç de mecbur değiliz. En büyük eksikliğimiz kendi imkânlarımızdan
habersizliğimiz,
birbirimize
karşı
ilgisizliğimiz,
sevgisizliğimiz... Basiretli Müslümanlar olarak kolları, paçaları sıvamalı, bir eksikliği telafiye çalışmalıyız. Bunun için şunlar tavsiye edilebilir: 1-Siz grup, parti, zümre, meşrep, mektep, mezhep... taassubuna ve enaniyetine kapılmayınız. Bütün Müslümanları kardeş bilerek yaşayınız. Etrafınızdaki dargınları barıştırmağa, çekişen ve çatışanların arasında hakem
olup
onları
sevgiye,
kardeşliğe,
beraberliğe,
hizmete,
Müslümanlar aleyhinde bulunmamağa, gıybet ve dedikodu etmemeğe, tefrika çıkarmamağa davet ediniz. 2-İslamı, en saf ve muteber, ana kaynaklarından dosdoğru öğrenmeğe; Kur'an-ı kerimi, hadîs-i nebeviyi en iyi tarzda anlamağa daimi gayret gösteriniz. Bid'atten, hurafeden, temelsiz bilgiden, bâtılı hak veya hakkı batıl sanma tehlikesinden şiddetle sakınınız. 3-Çevrenizdeki tüm İslâmî faaliyetleri --hiçbir ter veya yönü ihmal etmeden--iyice tespit ediniz; grupları, şahısları, fikirleri tanıyınız, hatta bunların ciddi bir envanterini çıkarınız. Diğerleriyle tamamen kopmadan, sizin gönlünüze en salim ve sağlam görünen tarafa yaklaşıp, iyice destek olunuz.
16
4-Hizmetin tek bir sahasında yığılmak, böylece rakip ve hasım olarak çalışmak durumuna düşenler arasında mümkün mertebe vazife taksimi ve iş bölümü, plan ve program yapılmasını, kabiliyetlilerin ihmal edilmiş diğer önemli sahalara yönlendirilmesini sağlayınız. 5-Büyük gayeleri ana hedefleri, temel kaideleri esas edininiz. Teferruata boğulmayınız; detaylar ve farklılıklar değil, olumlu ve müşterek ve birleştirici noktalar üzerinde durunuz, "götürü pazar ediniz." 6-Bütün hüsnüniyetinize rağmen, anlayışsızlığa ve töhmete uğrarsanız; şahsınız için intikama kalkışmayınız, yapılan haksızlıkları Allah'a havale ediniz; bağışlayıcı, affedici olunuz, yaradılanı yaradandan ötürü hoş görünüz. 7-Bu yolda yapayalnız kalsanız, çok büyük güçlüklerle karşılaşsanız bile yılmayınız, "hasbünallahü ve ni'mel-vekil" deyiniz. O kâfi ve vâfidir.
17
SEVGİYE VE BİRLİĞE DAVET İslam, Nisan 85
Müslümanlar olarak, çok büyük problemlerle karşı karşıya bulunuyor, ciddi günler yaşıyoruz. Yunanistan'ın Türkiye aleyhinde ne entrikalar çevirdiği, ne çılgın maceralara heveslendiği gün gibi aşikâr. Ermenilerin küstahlık ve cüretkarlıkları ortada; Bulgaristan'da fecî olaylar cereyan ediyor; İranIrak savaşı çılgınlık derecesine vardı. Afganistan'da hükümet ve işgal kuvvetleri, mücahitlere karşı saldırıya geçti; İsrail Lübnan'da Müslüman köyleri basarak katliamlar yapıyor; Uzakdoğu'da ve Afrika'da nice zulümler-gadirler... Dünyanın her yerinde Müslümanlar dertli, esir, ezilmekte, çiğnenmekte... Bu niçin böyle? İdealleri o denli yüksek, ideolojileri o kadar canlı, sağlam ve dinamik olduğu halde... Nüfusları yüz milyonları, hatta bir milyarı bulduğu; işgücü ve bilgi ve teknoloji birikimi sağlandığı; üniversiteleri, fabrikaları, orduları var olduğu halde... Dünyanın en güzel iklimlerinde, bakir zenginliklere sahip, jeopolitik kıymeti haiz kıymetli topraklarda yaşadıkları halde...
18
Teknolojinin
can
damarı
madenlere,
medeniyetin
kanı
petrole,
finansmanlar için gerekli para gücüne, beslenme için lüzumlu zirai imkanlara ve sair gıpta edilecek varlıklara sahip oldukları halde... Nasıl oluyor da Müslümanlar bu kadar mağdur, bu kadar perişan, bu kadar yoksul, bu kadar makhur? Olur şey değil, doğrusu! Bu duruma akıl erdirmek ne kadar güç ya Rabbî! Bütün bu dertlerin bir tek ve kesin bir çaresi vardır: İTTİFAK İzzet ve şevketimiz, ihtilafa düşüp birbirimizle çekiştiğimiz için -ilahi bir ceza olarak--bizden alınmış, yerini zillet ve meşakkate terk etmiştir. Bizi te'dip için düşmana fırsat ve ruhsat çıkmıştır. Ey Müslüman dininin özüne dön, din kardeşinle barış, ihtilafı aradan kaldır, diğer kardeşlerinle birlik ve beraberliği sağla, sabr ü sebat at ki nihai zafer senindir.
Girmeden tefrika bir millete düşman giremez Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez.
19
İRŞAD ÇALIŞMALARININ ZARURETİ İSLAM, ŞUBAT 85
Türkiye'de Müslümanlığın tarihî seyri ve hâl-i hazır durumu nedir? Milletimiz uzun bir devre Müslümanların mümessilliğini ve geniş İslâm âleminin bayraktarlığını yapmış; büyük ve değerli şahsiyetler yetiştirmiş; İslâm medeniyetini geliştirmiş, dünyanın her yerindeki din kardeşlerine yardım elini uzatmış; onları mânen ve maddeten, fikren ve fiilen canla başla
savunup
korumuş;
üç
kıtada
asırlarca
hüküm
sürmüş;
hizmetleriyle ümmetten haklı bir baygı ve sevgi toplamış, lider bir millet idi. Ülkemiz, mazideki bu şanlı ve şerefli durumunu, çeşitli askerî ve sosyal sebepler yüzünden maalesef muhafaza edememiştir. O günlerin aziz hatırası ve tatlı yâdı hatırımızda capcanlı yaşıyor. Daha sonraki durumun acılığı ise hâlâ içimizde kanamakta olan bir yara hâlindedir. Düşmanlar İslâm nâmına bizi hedef almış, peş peşe asırlar boyu ve münavebe yoluyla sarınmış durmuş; dostlar bizi yardımsız bırakmış, hatta arkadan hançerlemiştir. Böylece sürekli geriledik, yıprandık, çöktük. Çok zor günler yaşadık, yüzbinlerce vatan evladı şehit düştü. Eskiye nisbetle çok küçük bir vatan parçasında üstün iman hasletlerimizle cansiperane çarpışarak istiklâlimizi kurtarabildik. Düşmanlarımızı tanımayan gafillerimiz, muvakkat bir nefes alma devresine ve korkunç tavizler vererek sağlanan aldatıcı rehavete 20
bakarak mücadelenin sona erdiğini sanıyor. Düşmanların zaman zaman düşen maskelerinden, bize karşı takındıkları hırçın tavırlardan, hırıltılı diş göstermelerden uyanıyor. Evet maddi savaş zahirde durakladı; fakat fikir, inanç, din ve kültür sahasındaki manevî mücadele, sinsi ve gizli çalışmalar bütün şiddetiyle devam ediyor. Buna karşılık aramızdaki gafil okumuşlar oyunun farkında değil; hatta düşman, onları eski devşirmeler gibi kullanıp kendi nâmına bize
saldırtıyor.
Onlar
münevverlik
iddiasında,
fakat
kendi
öz
mazisinden, mefahirinden, kültüründen kopmuş; millî idealini, ecdat şuurunu
yitirmiş;
ezelî
hasımlarımızın
safına
geçmiş;
eski
eyaletlerimizdeki masum Müslüman kitlelerin kanlı kâtillerini dost edinmiş; asıl dostlarına, soydaşlarına, dindaşlarına, kardeşlerine kan kusturuyor. Diğer yandan, geniş halk kitlelerimiz de -dinî eğitimdeki uzun fetret devresi ve millî eğitim politikasındaki sosyal gerçeklere aykırı prensip kararları sebebiyle-örf ve adetini, ahlâk ve adâbını, dinin ana emirlerini ve zarif inceliklerini unutmuş durumda; inanç, ibadet, davranış ve yaşayışında tashihe muhtaç hususlar, bâriz tezatlar, aşikâr tutarsızlıklar ve hazîn hatalar dolu. Ülkenin kâhir ekseriyeti Müslüman ama; kaç tanesi dört başı mâmur, ölçülü, dengeli, ihlaslı, bilgili, şuurlu, mücahit Müslüman?!! Bu durumda bizlere büyük mesuliyetler geliyor. Kolları ve paçaları sıvamalı; hasımlara, düşmanlara karşı toparlanmalı, birlik ve beraberliği mutlaka sağlamalı, müşterek hareket etmeli, bilhassa şuurlu Müslüman sayısını artırmak, tabanı ve daireyi genişletmek, cahilleri eğitmek, 21
gafilleri uyarmak üzere var gücümüzle irşad çalışmalarına yönelmeliyiz. Şahsî, içtimâî ve hatta millî necat ve felâhımız bu çalışmalara bağlıdır.
22
YEİS YOK! İslam, Mayıs 85
Müslümanların başına üşüşen sıkıntıları görüp üzülüyoruz. Düşmanların çokluğu ortada; ya anlayışsız dostlara(!) ne demeli? Bir de "ben Müslümanım" dediği halde, düşman safında yer alan, kardeşlerine onlarla birlikte silah çeken, onları arkadan hançerleyenler var. Şu fani dünyanın bir kaç günlük sefasına, muvakkat ikbaline, düşmanların onlara sağladığı bir kaç hasis menfaate aldanıp, ahiretlerini mahv ediyorlar. "Ticaretleri kendilerine hiç de kar getirmedi" (el-Bakara Sûresi 16. âyet)
Muin-i zâlimin dünyada: erbab-ı denâettir Köpektir zevk alan sayyâd-ı bî-insâfa hizmetten Yeis yok, oturup ağlayacak değiliz. Bu ilahi bir kanundur: Allah Teâlâ, kendisine inananları daima böyle sıkıntılarla denemiş, imanlarını olgunlaştırmıştır. Sıkıntılara uğrayanlar takdirin Allahtan olduğunu görüp sabır ve metanet göstermelidirler. Sabredenler sonunda başarıya ve zafere ulaşacaklardır. Mü'mini hiçbir şey yıldıramaz. Mü'min için hüsran yoktur, her türlü hal ve durumda kardadır. Ölse şehid, kalsa gazi, sabretse sevap, şükretse nimet ve bolluk... Hendek (veya Ahzab) harbinde Kureyş müşrikleri ile, müttefik oldukları bedevi ve Yahudi kabileleri, korkunç bir izdiham ve kalabalıkla Medine-i 23
Münevvere üzerine yürüyünce bazı kimseler müthiş korkmuş ve şiddetle sarsılmıştı; ama has ve halis Müslümanlar: --"İşte bu, Allah ve Rasûlünün bize va'dettiğidir, Allah ve Rasulü ne doğru
söylemiş!
dediler.
O
tehlikeli
durum
onların
iman
ve
teslimiyetlerini arttırmaktan başka bir şey yapamadı." (El-Ahzâb Sûresi, 22. ayet) Kâmil ve olgun mü'minlerden öyle erler ve bahadırlar vardır ki Rasulullah SAS ın yanında bulunamadıkları, katılamadıkları savaşlar için üzülmüşler de kendi kendilerine şöyle ahd ve nezretmişlerdi: "Eğer müteakip bir cihatta Rasulullah ile bulunursak sebat edip, şehit oluncaya kadar çarpışacağız" Bu kahramanlar arasında Hz. Hamza, Mus'ab bin Umeyr, Talha bin Ubeydullah, Said ibni Zeyd, Osman ibni Affan.. gibiler vardı. -Rıdvanullahi taala aleyhim ecmain--Onlardan biri olan Enes ibni'n-Nadr RA Uhud harbi sırasında savaş alanına doğru giderken Sa'd ibni Malik'le karşılaşmıştı. Sa'd: --Ey Ebu Amr nereye? diye sorunca: --Hey cennet kokusu hey; o kokuyu Uhud önlerinden geliyor gibi hissetmekteyim... diye cevap vermişti. Savaşa girdi şehid oldu, üzerinde seksen küsur ok ve mızrak yarası saydılar, tanınmayacak hale gelmiş de ancak kız kardeşi el parmaklarından teşhis edebilmişti. Onlar nefislerini ifa ettiler, geri kalan bazıları da hal-i intizardadırlar.
Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin Dönersek kahpeyiz millet yolunda bir azîmetten 24
Bilmeyen ne bilsin bizi? Bilenlere selâm olsun!
25
KULLANMADIĞIMIZ İMKANLAR İSLAM, OCAK 85
İnanan bir kimse olarak, sayıları yüz milyonlara ifade edilen şu dinkardeşlerimizin hallerine bir bakınız. O dinamik imanlarının gereği, kendilerinin nasıl olmaları gerekirdi? Bu kadar muazzam kalabalıklar, din ve imanlarına göre hareket edebilseler neler başaramazdık ki! Onlardan neler bekler, neler umardık. Halbuki her yerde, Asya'da, Afrika'da, Avrupa ve Amerika'da ne kadar hor ve menfur, mazlum ve mağdur durumdalar! Bakınız: Ekseriya ülkeleri çiğnenmiş, hürriyetleri gasp edilmiş; başlarına hain ve zâlimler çöreklenmiş, kıpırdamalarına bile fırsat vermiyorlar. Tabiî zenginlikleri yabancılar tarafından doymak bilmez bir iştiha ile sömürülürken, kendileri aç kalıyor, köle gibi yaşayıp, haşerat gibi ölüme terk ediliyorlar. Başına
çorap
örülmemiş,
dertsiz,
belasız,
kaç
İslâm
ülkesi
gösterebilirsiniz? Şevketli imparatorluklardan sonra bu perişan hale nasıl düştük? İleri sürülen bir yığın göstermelik sebep sakın bizi aldatmasın. İyi bilelim ki bu, İslâm ahlakından uzaklaşmamızın, asîl imanımızı hor görüp kendi elimizle moral kaynaklarımızı tıkamamızın, gafletle bindiğimiz dalı kesmemizin sonucudur; dünyanın zevk ve safasına dalmanın, maddî çekişmelerle tefrikaya düşmenin, birbirimize buğz edip sırt çevirmenin, gaflet ve tembelliğin ilâhî cezasıdır. 26
Bu ceza, ihlâsla tevbe edip tekrar Hakk'a dönmeden, İslâm ve ahlâk ve ahkâmına sımsıkı sarılmadan, üzerimizden asla kaldırılmaz. Kâinatın ilâhî kanunlarına ters tutumla muvaffakiyet mümkün değildir. Düşmanlar bizi bizden iyi tanır. Güç ve moral kaynaklarımız onlarca gayet net olarak bilinmektedir. Onun için dinimize saldırır, imanımızı sarsmağa çalışıp, bizi rûhen çökertmeye sa'y ederler. Aramızdan yardakçılar bulur, bize onları saldırtırlar. İslâm'a, gelişmeye manidir diye iftira eder, Müslümanları tutucu ve gerici gösterir, halkı birbirine düşürür, atı alıp Üsküdar'a geçerler. Hatta besledikleri kanı-bozuklara modern amentüler hazırlatmışlar, aramıza sapık fikir ve felsefeler sokuşturmuşlar, hainleri reklâm edip alkışlamış, putlaştırmışlar; dinsizlik, ahlâksızlık ve soysuzluğu alenen tervîc ve teşvik etmişlerdir. Bu bir gizil savaştır, korkunç bir kültür emperyalizmi mücadelesi sürmektedir de çokları farkına varmıyor. Düşmanın kısmî başarısı, işte bir eşsiz bönlüğe, derin gaflet ve cehaletimize dayanmaktadır. Bazı gafil Müslümanlar, neyi verip, niye aldıklarını; neler kaybedip neler kazandıklarını hâlâ anlayamamış, uyanamamışlardır.
Eyvah! Bu bâzîçede bizler yine yandık, Zirâ ki, zarar ortada, bilmem ne kazandık! Ye's ve ümitsizlik yok; bir büyük imtihan içindeyiz, çalışır, sabr-ü sebat gösterir, Allah'a dayanırsak zafer bizim olacaktır. Müslümanlar kendilerinde mevcut ve meknûz güçlerden, maddî ve manevî imkânlardan gafil ve bîhaber durumda; moralleri çökmüş, aşağılık
kompleksine
tutulmuş,
ümitsizliğe 27
düşmüştür.
Dostlarını
bilmemekte, düşmanlarını ise, gözünde fazla büyümektedir. Halbuki herkes bir bardak su dökse düşmanları sel alıp götürecek, biraz konuşsalar gök-gürültüsü olacak, doğrulup davransalar hasımların ödleri patlayıp yürekleri duracaktır. Bu vakıayı iyi görmeli, bilmeyen kardeşlere öğretmeli, âtıl imkânları harekete geçirmeli, safları sık ve düzgün tutmalıyız. "Gevşemeyiniz ve üzülmeyiniz, eğer gerçekten mü'minler iseniz mutlaka sizler üstün geleceksiniz..." "Yoksa sizler, Allah c.c., içinizdeki cihat edenleri sınayıp anlamadan, sabr-ü sebat edenleri bilmeden, hemen cennete girivereceğinizi mi sandınız!" (Al-i İmran 139 ve 142)
28
İMANI TAZELEMEK İSLAM, ARALIK 85
Geçenlerde, bir müddetten beri gitmediğim bir mahalleye uğradım, bir kaç gün kaldım. Camisini yatsı ve sabah namazlarında bile tenhaca buldum, mahzun oldum. Halbuki bir zamanlar ne şevkli cemaati vardı! Camisi yaşlılarla, gençlerle, çocuklarla cıvıl cıvıl idi. O mahalle ne güzel gayelerle
kurulmuştu.
Şimdi,
değil
sair
sakinlerinin,
idealist
yöneticilerinin bile bir kısmı diğer bir kısmına bigâne; herkes kendi âleminde suskun, küskün ve pasif... Ne oluyor? Üzerlerine ölü toprağı mı saçıldı? İslâm'ın cihad ahkâmı mı değişti, sa'y kanunu mu ilga oldu? yoksa o eski mücahidler tekaüde mi ayrıldı veyahut da Müslümanların artık her derdi bitti, her müşkili halloldu da hizmete, gayrete lüzum mu kalmadı?... hayır hiçbiri değil. Bu manevî bir hastalıktır. Bu hastalıktan kurtulmak için daima şu noktalara dikkat etmeliyiz: 1. Dünya hayatının fani zevkleri ve bitmez tükenmez meşgaleleri Müslümanı aldatmamalı. Şairin:
Râhat ister nefs, mihnettir ibadet serteser Terk-i râhat rağbet-i mihnet kılan mümtaz olur dediği gibi insan tabiatı rahatlığa meyyaldir, ibadetler ise hep meşakkatli zahmetli bir yapıya sahiptir, ama imanı için çalışan, çile çeken, 29
meşakkatlere göğüs geren, zorlukların üstüne yürüyen kimseler dünyada ve ahirette makbul olurlar 2. Nefse uymamalı; onun ekseriyetle insanlara dünya ve ahirette büyük zararlar verecek şeylere heves ettiği bilinerek, arzuları aklın süzgecinden geçirmeli, zararlarının karşısında direnilmelidir. Kanunî Süleyman bu gerçeği ne güzel dile getirmiş:
Nefs hazzın ey Muhibbî vermegil hayvan-sıfat, Zabt-ı nefs et, ârif ol, âlemde insanlık budur! 3. Şeytanın insanı daima aldatmağa çalıştığı da unutulmamalıdır; hatta bunun için bazen çok mâsum ve mantıkî görünen muhâkemeler de ileri sürdüğü suret-i haktan görünerek, salih kimseleri bile şaşırttığı, abidleri baştan çıkardığı iyi bilinmeli, daima uyanık ve tetikte bulunulmalı. Hizmetten geri kalmak hususunda hiçbir mazeret kabul edilmemelidir. En önemli prensibimiz gevşememek, gaflete düşmemek, "hûş der-dem: her nefes alış-verişte bile şuurlu ve ayık olmak"tır. 4. "İbadetin makbulü az da olsa devamlı yapılanadır" gerçeğini daima hatırda tutmalıyız; günden güne terakkî esas iken, bil-akis gerilememeli, sahip olduğumuz hal, mevki ve makamı kaybetmemeliyiz. Hayatın ömür boyunca süren sürekli bir mücadele ve çalışma olduğunu, duranın düşeceğini, hareketin hareket getirdiğini kendi kendimize tekrar tekrar hatırlatmalıyız. 5. Peygamber efendimiz s.a.s.:
30
"İman da sizden birinin içinde tıpkı -?elbisesinin eskiyip yıprandığı gibiyıpranır sönükleşir. O halde Allah c.c.'dan imanı kalbinizde yenilemesini, tazelemesini isteyiniz" buyurmuş (Râmûz s. 96/6) O halde dualarımızda Rabbimizden, bizi yolunda sabit kılmasını, imanımızı tazelemesini ısrarla ve daima istemeliyiz. 6. Diğer bir hadîs-i şerifte de (Râmuz s. 270/12) Efendimiz: - İmanınızı yenileyiniz, buyurdu. Denildi ki: - Ya Resulallah imanımızı nasıl yenileyebiliriz? Buyurdu ki: - Lâ ilâhe illallah sözünü çok söyleyiniz! Demek oluyor ki manevî fetretin, gevşekliğin en müessir ilacı kelime-i tevhid zikri imiş. Zikirden gafil olmamalı, manevî vazifelerimizi, derslerimizi ihmal etmemeliyiz. Asrımızda İslâm'ın iç ve dış düşmanı çok, derdi hadsiz hesapsızdır; Müslümanların problemlerine eğilmemek İslâm'a sığmaz, sırf kendi keyfi için yaşamak, çalışmak insanlığa yakışmaz. Gevşemeyiniz, ahireti, hesabı unutmayınız, hiç olmazsa düşmanların çalışmalarına bakıp gayrete geliniz, bu davanın bir ucundan da siz tutunuz, bu yükün bir miktarını da siz kaldırınız ki muvaffak olup iki cihanda felah bulasınız.
31
KESENİN AĞZINI AÇMAK Halil Necatioğlu
İSLAM, NİSAN 86
Asırlar boyu İslâm'ın bayraktarlığını yapmış, murabıt ve mücâhid bir milletiz; uzun zaman onu muvaffakıyetle temsil ettik. Bu güne gelinceye kadar çok hücumlara uğradık, nice badireler atlattık, büyük kayıplara ve köklü değişmelere mâruz kaldık; ama halkımızın kâhır ekseriyeti yine de dindardır. İnceliklerini unutmuş olsa da, âdeta insiyâkî olarak, imana ve İslâm'a bağlıdır; Allah taala hazretlerinin emirlerine, Resulullah s.a.s. efendimizin sünnet-i seniyyesine uygun yaşamayı özler; gaflet ve günahına
üzülür,
yapmadığı
hayırlara
ve
ibadetlere
hayıflanır,
yapabilenlere gıpta eder, iyi olmağa özenir; samimi, takva ehli kimselere saygı duyar ve bağlanır; çocuklarını dindar ve edepli yetiştirmeğe çalışır; hayırla yâdına sebep olsun diye cami, medrese, köprü, yol, çeşme... yaptırır; fi sebilillah milyonlarını sarf etmekten kaçınmaz. Sözümüzü teyid eden, münakaşa götürmez kesin deliller: Yaptırılan binlerce yeni cami ve kuran kursu, sayısız hayır dernekleri ve vakıflar; yüzlercesi halk tarafından yapılmış olan ve bir o kadarı da yapılma izni ve işareti bekleyen imam-hatip okulları; her sene hacca ve umreye bin bir engeli aşarak gitmeğe çalışan insan selleri; kandillerde, cumalarda,
32
bayramlarda camilerden sokaklara taşan cemaatler, ramazandaki coşkun ve nuranî faaliyetler... gibi tezahürlerdir. *** Bu milyonlarca vatandaş yanlış yolda mıdır; hain ve kasıtlı kimseler mi ki; çağın dışında veya gerisinde mi kalmışlardır; yirminci asrın modern gelişmelerine ayak uyduramamış saf alt tabaka mensupları; modern ilimden, teknolojik gelişmelerden bî-haber cahiller midir....? Hayır! Asla ve kat'â! Onlar milletin ta kendisi olup, tarihin normal ve tabiî seyrinin tezahürleridirler; doğru yol üzerinde bulunuyorlar. Şaşırtıcı bir gerçektir ki: Uzun bir fetret denemesinden sonra Türkiye'deki bu yeni ve coşkun İslâmî dirilişi; bazı meşhur edip ve yüksek mütefekkirler; Ciddî din, ilim ve fikir adamları; Şark'ı da Garb'ı tanıyan üniversite hocaları; şahsiyetli gerçek münevver, Avrupa ve Amerika'da tahsil ve doktora yapmış teknik elemanlar desteklemiş ve geliştirmişlerdir. *** Bazı yarı-münevverler bu gerçekleri göremiyor, asıllarını unutmuş, yabancı ideolojilere kul olmuşlar. Üstelik, kendilerinin haklı olduğu vehimdeler. Kökü dışarda derneklere giriyor, sessizce teşkilatlanıyor, din ve millet aleyhine dilleri ve kalemleri, malları ve canları ile şer ve fesad üretip duruyorlar. Bizler
ise,
ekseriyette
olmamıza
rağmen,
düzensiz
ve
dağınık
durumdayız. İrşad ve tebliğ vasıtaları bakımından bir hayli gerideyiz. Keselerimizin ağzını açmalı, saflarımızı sık ve muntazam tutmalıyız. 33
Bize fayda yine bizlerden gelecektir; dışardan hasımlar, müşrikler, münkirler gelip de yardım edecek değil ki!
34
MALİ İBADETLER İSLAM, EKİM 86
Mükemmel ve şahane İslâm nizamı, mü'minlere, ibadet çeşidi olarak bazı mâlî yükümlülük ve sorumluluklar da koymuştur. Çünkü dinimiz tek yanlı, sadece ruhanî ve uhrevî bir hayat tarzından ibaret değil; aynı zamanda dünyevî ve ictimaîdir. Yaşamak için gerekli ve yapılması dinen zorunlu birçok ödev ve görev maddeye ve finans gücüne de bağlı bulunuyor. Bu bakımdan zekat, malî bir ibadet olarak üzerimize farz kılınmış; ve İslâm'ın beş temel şartından biri sayılmış, ehemmiyetine binaen Kur'an'ı Kerim’in 34 kadar yerinde tekrar tekrar zikredilmiştir. Cüz'î bir tefekkürle hemen anlarız ki, Müslümanların toplu refahı, ilerleme ve yükselmesi, savunulması ve korunması, mütecavizin ve düşmanın kovulması, imanın öğretilmesi ve yayılması, İslâm'ın gelişmesi ve yücelmesi... hep paraya ve mâlî fedakârlıklara bağlıdır. Bu Hz. Peygamber s.a.s. zamanında da böyle idi. İslâm'ın gelişmesi için Hz. Ebubekir, Hz. Osman... gibi yüce sahabîlerin bütün maddî varlıklarını nasıl hizmete tahsis ettiklerini tarihlerden takdir ve ibretle okuyoruz. Çağımızda da mazlum ve mağdur Müslümanların kurtuluşu yine bir yönüyle paraya bağlı olup, büyük zahmet ve masraflarla başarılacak bir iştir. O halde din için para sarfı ve maddî yardım konusunda ihmal ve tembellik gösteren Müslümanlara çok sert ve acı bir şekilde ihtar eder: 35
"Altın ve gümüşü biriktiren ve onları Allah yolunda saf etmeyenleri, elim bir azaba uğramakla tekdir ve tehdit eyle (ey resûlüm); öyle bir günde ki, o paralar cehennem ateşinde kızdırılacak ve; alınları, yanları ve sırtları o paralarla dağlanacak da kendilerine: Dünyada
biriktirip
kendilerinize
sakladığınız
işte
budur,
tadın
biriktirdiklerinizin azabını!...denilecek." Diğer bir ayette de Peygamberimiz şöyle buyuruyor: "... onlara de ki: Eğer oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretleriniz, elde ettiğiniz mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşlandığınız meskenler, size Allah'tan ve resulünden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli geliyorsa, artık Allah'ın başınıza getireceği felaketi bekleyedurun..." Naçiz bir kardeşiniz olarak, Müslümanların problemlerine bakıyor, çoğunun çözümünü maddî fedakârlığa bağlı görüyorum. Bu problemlerin çözümünü incelemek ve ilmî usullerle araştırmalar yapmak üzere el ele müesseseler kurduk; eğitim, yardımlaşma ve dostluk için. Aksiyon ve teşebbüslerimiz başarıyla gelişip yayılıyor. İstiyoruz ki bu müesseseler vasıtasıyla aramızdaki köklü kardeşlik bağlarını canlı tutalım, el ele verelim, maddî ve mâlî güçlerimizi birleştirelim, canla başla çalışalım ki dünyada huzur ve refaha, ahirette fevz-ü felahâ ermek müyesser olsun.
36
EY MÜMİNLER, ALLAH'IN DİNİNE YARDIMCI OLUNUZ! İSLAM AĞUSTOS 84
Rabbimiz c.c. Saf suresinin son ayetinde, biz müminlere şöyle buyuruyor: "Ey İman edenler! Allah'ın yardımcıları olunuz! Nitekim Meryem oğlu İsa havarilere: -Kimler Allah'a doğru giden yolda benim yardımcılarım olmak ister? Demişti; Havariler de: -Bizleriz, Allah'ın yardımcıları demişlerdi... Demek oluyor ki -istisnasız-iman ehli olan herkes, tıpkı Hz. İsa a.s.'ın ashabı olan Havariler gibi, din-i İslâm'a hizmetle vazifelidir; O halde her mümin, i'lâ-yı kelimetillâh'a çalışmalı; dini hakikatleri yaymalı, tebliğ etmeli, savunmalı; emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmalı, İslâm'ın hasım ve düşmanlarına karşı maddeten ve ma'nen canla başla cihad etmeli; malını Allah yoluna hayırlara sarf eylemeli; Müslümanlara her yönden yardım etmeli, onların dertleriyle dertlenmeli, elemlerinden muzdarip olmalıdır.. Ama Müslümanlar bu şuurda mıdır? Maalesef hayır! Müslümanların bir kısmı fakirdir; geçim derdine düşmüş, ahiretini unutmuş, dünya telâşına dalmış, feleğini şaşırmıştır. Allah'ın vermeyi 37
va'd buyurduğu, tekeffül ettiği rızkının peşinden koşup durmaktadır; garantilinin peşinden koşmakta, istenilen hizmetleri ihmal etmektedir. Halbuki Hz. Peygamber şöyle buyurmuş: "Her kimin ki niyeti (hedefi, gayesi) ahiret olur; Allah onun dağınığını toparlar; gönlüne zenginlik verir; dünyalık da peşinden burnu sürte sürte (mecburen) gelir, ulaşır. Aksine, her kimin ki niyeti dünya olur; Allah onun işlerini dağıtır, fakirliği iki közü arasına getirir; dünyalıktan da ona ezelde ne takdir edilmişse ancak o gelir (fazlası değil.)" Diğer bir kısım Müslümanlar ise varlık, içinde yüzmektedir zengindir, dertsizdir keyfi peşinde koşar, şatafata yönelmiş; vazifelerini, borçlarını, ahireti, hesabı unutturmuştur; hasta olmaz, zora gelmezse Allah'ı anmaz. Malını hak yola harcamaz, dindaşlarının ızdırabını duymaz, fakir, mazlum Müslümanların perişanlığından duygulanmaz; ölenden ölümden ibret almaz. Hak sözden, öğütten sıkılır; dindardan, alimden kaçar.. Halbuki Mevla’mız böylelerini şiddetle tehdid eylemiş ve "Altını, gümüşü istifleyerek biriktiren, onları Allah yolunda (cihada, hizmete, hayra) sarf etmeyenleri elim bir azap ile müjdele! Buyurmuştur. Diğer bir grup Müslüman ise güya hak yolda gayrettedir, ama asıl din düşmanlarını bırakmış Müslümanlarla cenge girişmiştir. Müslümanın Müslümana kanı, canı, malı, ırzı, şerefi haram iken; birbirlerine üç günden fazla dargın kalması bile caiz değilken; gözünü kırpmadan canına kıyar, kanını döker, yuvasını yıkar.. Buna da şer'i bir mesned bulur, dini bir gerekçe uydurup yakıştırır. 38
Ele silah alıp karşı karşıya gelenler kadar olmasa da yine aynı zihniyetle çalışan bir başka grup daha var; gayretli ama ters doğrultuda; bir hizmet yapmak istiyor ama yön sapık, bilgi sathi; karşısındaki Müslümana hüsn-i zannı, sevgisi, müsamahası, şefkati, acıması yok. İşleri kıyasıya tenkid, müminleri tekfir edip kafirlikle suçlamak; ulemayı, selef-i sâlihini beğenmemek, dinimizin üzerine titrediğimiz ahkâmını kendi
kısa
reyleriyle
tağyire
kalkışmak,
mezhebimize
ve
itikad
esaslarımıza laubali hücum etmek; asılsız, temelsiz, mantıksız, hikmetsiz reformlar peşine düşmek; felsefeye, fikre, ilme doyamıyor gibi görünüp ictihadlar ortaya atmak, ortalığı ve zihinleri teşviş etmek.. Ama bütün bu sakametlerine rağmen kendilerini doğru yolda sanıp bütün diğer Müslümanları hatada görür, 1400 yıllık ulemayı hiçe sayar, tasavvufa çatarlar. Bu kardeşler, kardeş olduğumuzu ne zaman anlayacaklar; eskilerin, yenilerin hukukuna riayeti ne zaman öğrenecekler; zaten bin bir maddi manevi derdi olan dindaşlarına ezayı, hücumu ne zaman bırakacaklar? O halde değerli Müslümanlar size asli vazifenizi unutmayınız. Allah'ın dinine gerçek yardımcılar olunuz, dünya hayatının zenginliği veya fakirliği, telaşı ve tasası sizi iyi kulluktan, salih amelden, güzel hizmetten alıkoymayın.
Gayretlerinizin
Allah'ın
kitabı
ve
Resulün
sünneti
istikametinde olup olmadığını sık sık inceleyip, irdeleyip kontrol ediniz, Müslüman kardeşlerinizle uğraşmayınız, onları incitmeyiniz ki onların zaten yeterince dertleri ve düşmanları var. Ya Rab, bize hakkı hak olarak gösterip ona uymayı nasib eyle, batılı batıl olarak tanıyıp ondan uzak olmayı müyesser kıl ve bizi bir göz yumup açıncaya kadar bile kendi nefs-i emmareleremizin eline bırakma! 39
İŞ İŞTEN GEÇMEDEN İSLAM, ARALIK 86
İslâm dini bizden ne istiyor, düşünelim: Temizliğin her türlüsü, intizam, çalışkanlık, vazife şuuru, hizmet aşkı, ilim, feraset, tedbirlilik, fedakârlık, sevgi, saygı, kardeşlik, yardımlaşma, işbirliği, tebliğ, irşâd, cihad, izzet, şeref, hürriyet... vs. İşin aslı, yazıda, kağıtta ve kitapta; veya sözde ve dilde böyle olduğu halde İslâm âleminin bugünkü manzarası ve Müslümanların ekseriyetinin durumu maalesef böyle değildir. Bilhassa Osmanlıların gerilemesi ve yıkılmasından sonra daha çok barizleşen görünüm: İlmî ve fennî gerilik, derbederlik, tembellik, gaflet, rehavet, cehalet, sorumsuzluk,
bîganelik,
vurdumduymazlık,
keyfe
düşkünlük,
zevkperestlik, bencillik, hodbinlik, rekabet, tefrika, husûmet, adâvet, kendi başına buyrukluk, âsîlik, takvâsızlık, itaatsizlik, hubb-ı dünya, hubb-ı câh, hubb-ı riyaset, nefse kul olmak, şeytana uymak, düşmana boyun eğmek, zillet, esaret, zulüm, gadir... gibi bin bir türlü manevî âfet ve felâket. Allah Teala, bu âsî Müslümanları, mücrim ve günahkâr kulları cezalandırmaz mı? Elbette. Cezayı çoktan hak ettik. Üzerimize gökten taş yağsa yeridir. Rabbimizden bizi lütf-u keremiyle ıslah eylemesini, günahlarımızı bağışlamasını, tekrar rahmetine mazhar buyurmasını dilemekten başka elimizden ne gelir! 40
Aciz kanaatime göre bugün İslâm âleminin çektiği sıkıntılar, İslâm'dan ayrılmalarının,
Allah'ın
emirlerini
tutmamalarının
cezasıdır.
Müslümanların asırlardır süren gaflet, ihmal, kusur ve günahları bugün çok acı sonuçlar doğurmuş durumdadır. Halen çok büyük tehlikelere mâruz durumdayız; maddî ve manevî, dünyevî ve uhrevî helâkin uçurum kenarındayız. Bu belâ ve ceza Allah'tan olduğuna göre çare de yine O'ndan gelecektir. Onun için evvelâ hepimiz dinimize dönmeli, tevbe-i nasûh ile tevbe etmeli, hak yola girmeli, hayatımıza Allah Teala hazretlerinin sevdiği ve razı olduğu çeki-düzeni vermeliyiz. Çünkü dört bir yanımızda sıcak savaş rüzgarları esip durmaktadır. İslâm'ın kalesi olarak birkaç ülke ayakta kalabilmiştir. Üzerimizde kara bulutlar dolaşıyor, çok hareketli günler yaşıyor, çok ciddî tehlikelerle karşı karşıya bulunuyoruz. Her şey alt üst olabilir, savaş çıkabilir, Kaderi değiştiremeyiz. Savaş, ölüm, çok önemli hâdiselerdir ama daha beteri vardır. Ölümden asla korkmamalıyız, çünkü nasıl olsa bürgün başa gelip çatacaktır. Yeter ki hak yolda, kâmil bir iman ile, Allah'ın sevdiği bir kul olarak ölebilelim. Asıl tehlike gafletle yaşayıp, yanlış yolda, ters bir cephede, Allah'ın kahır ve gazabıyla, murdar olarak su-i hâtime ile ahirete göçmektir. Aklımızı başımıza derhal toplayarak tedbir almalı, böyle bir sonuçtan şiddetle kaçınmalı ve sakınmalıyız. Bunun için geliniz şu ciddî günlerde, her hatanın başı ve her günahın kaynağı olan dünya sevgisini ve gafleti içimizden atalım. Dünyanın fâni ve dipsiz meşgaleleri asırlar boyu pek çok kimseyi oyaladı, zevk-ü sefası 41
pek çok kimseyi yoldan çıkarttı, zinetleri pek çok kimseyi aldattı, ama bu dünya kimseye kalmadı, kimseye râm olmadı. Bu bin kocadan arta kalan boyalı, acûze gelin gaddardır, sana da yâr olmayacaktır. Bakî hayata ve ahiret mutluluğuna talip ol ki vefâ ondadır. Bugüne kadar hep dünyalık için çalıştın, gel bundan sonra da ahiret için çalış, hazırlan; Cenneti kazanmak, Allah'ın rızasına ermek, cemâlini görmek için gayret et. İş işten geçmeden tüm müktesebâtını, malını, bilgini, görgünü, enerjini İslâm'a tahsis eyle, şu mazlum ve mağdur insanlığa yardıma yönel! Ferdî olarak değil, topluca, el ele, omuz omuza, sevgi ve saygıyla, birlik ve beraberlikle hareket et ki şu şartlar altında tek çıkar yol, ancak bu görünmektedir.
42
ALLAH ISLAH EYLESİN! İSLAM ŞUBAT 87
Her zamankinden daha çok sevgi ve hoşgörüye, birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz halde maalesef çok kavgalı, gürültülü, hareketli bir ay geçirdik. Hâlâ bazı büyük tirajlı gazeteler irtica konusunu devamlı gündemde tutmağa özel bir gayret gösteriyor. Laiklik ilkesi adeta din düşmanlığına dönüştürülmek isteniyor. Başörtülü, tesettürlü hanımlar; sakallı, şalvarlı beyler neredeyse vatan haini ilân edilecek, Kur'an kursları ve imam-hatip liseleri üzerine gölge düşürülüyor.. Her gün İslâm'a ve Müslümanlara bir başka sataşma.. Bu gelişmelere fevkalade üzülen, suskun ve kırgın halkımızın hissiyatına bir nebze tercüman olabilmek üzere deriz ki: Şanlı tarihimizi ve üzerinde yaşadığımız şu güzel yurdumuzu, eşsiz fazilet ve kahramanlıklarına borçlu bulunduğumuz ecdadımız da son derece dindar kimselerdi. Biz şehid torunları da aynı şuur ve inanç üzerindeyiz; emaneti onlardan devraldık, onların temiz kültürü ile yoğrulmuş, onların ahlâk ve âdâbı ile edeplenmiş, aynı yola baş koymuşuz. Onlar bu topraklara hangi görev duygusuyla gelmişlerse biz de o ideale bağlıyız. Bize başka boş ve bâtıl yollar göstermeyin, sakat ideolojiler telkin etmeyin! Onların dâvâsına hiyanet etmeyiz, aziz hatıralarına sonsuz bir sadakatle saygı besleriz.
43
Belki siz farkında değilsiniz amma biz tarihi düşmanlarımızın şimdi de şiddetli bir kültür emperyalizmi saldırısına maruz kaldığımızın derin şuurundayız. Bizi cihanın en asil insanları yapan manevi değerlerimizin kıymetini çok iyi biliyor, onlar tahrip edildiği takdirde milletimizin ne kadar büyük felaketlere uğrayacaklarını görüyoruz. Bu konulara eğilmiş bir üniversite profesörü olarak kesinlikle görüyoruz ki tüm manevi ve moral değerlerimizin ana kaynağı, Allah'ın razı olduğu, bozulmamış tek doğru yol olan İslâm dinidir. Halkımızın kahir ekseriyeti de Müslümandır ve bununla gurur duyar. O halde biz elbette evlatlarımızı bu dine göre yetiştireceğiz ve elbette Anayasa gereği devlet bu yolda bize hizmet edecek. Çünkü bu yurdun tarihi ve efendileri bizleriz; vergiyi biz veriyoruz. Verdiğimiz vergilerle hür demokratik nizam içinde Kur'an kursları, İmam-hatip liseleri, İlâhiyat fakülteleri açtıracak, ecdadımızın ülküsünü sürdüreceğiz. Başkalarından iane istemiyoruz ki! Bazı İslam düşmanı dış güçlerin ve bunların ülkemizdeki uzantılarının, ülkemizde barınıp, nimetlerimizden yararlanıp şu insani ve kanuni isteklerimizi ve bunlar doğrultusunda yaptığımız faaliyetleri suç gibi göstermeğe çalışmaları ne büyük cür'et ve şamata! Ayrıca elbette başkalarının da yüce İslam dinini tanımasını, kabul etmesini, hidayete ermesini ve böylece iki cihan saadetine kavuşmasını istiyoruz. Bu uğurda var gücümüz, malımız ve canımızla çalışmak da, hem de tabii hakkımız, hem de en şerefli dini görevimizdir. Ne kadar gariptir ki biz, Müslümanlık ilerledikçe ve tüm dünyada beğenilip kabul gördükçe seviniyoruz da siz hem Müslüman olduğunuzu söylüyor hem de bu gelişmelerden korkup üzülüyorsunuz. Biz, gençler havailiğe, sefahate, hippiliğe iltifat etmeyip İslâm'a ilgi gösterdikçe 44
memnun oluyor, rahat ve huzur duyup istikbalimize güvenle bakıyoruz, siz ise kara kara düşüncelere dalıp, telaşlanıp efkarlanıyorsunuz! Ne istiyorsunuz yani? Kızlarımız namus yoksulu, bar ve pavyon kadını; erkeklerimiz sorumsuz, parazit, dans ve diskotek müdavimi, içki, kumar ve zina müptelası mı olsunlar? Birçok ülkelerdeki modern gençliğin dejenerasyonundan, uyuşturucu iptilasından, fahişeliğin korkunç yayılma hızından, yuvaların yıkılmasından, boşanmaların endişe verici boyutlara uzanmasından, anarşi ve terörün gençler arasında yayılmasından dehşet duymuyor musunuz? Kuzum sizin kendi çoluk çocuğunuz yok mu Allah aşkına! Yılların tecrübesinden sonra sayılan tüm sosyal hastalık ve bunalımların tedavisi için deriz ki: Evlatlarımızı modern ve ileri çağlara göre, ama özellikle manevi değerlerimize bağlı olarak yetiştirmekten başka doğru ve çıkar yolumuz yoktur. Benliğini kaybeden, mefahirini unutan milletler ayakta duramaz, başkalarının kölesi olur, sömürülür, eğilir ve hatta yok olurlar. Kültürel meselelerle ciddi olarak ilgilenen herkesin çok iyi bildiği bu gerçekleri bürgün elbet siz de anlayacaksınız. Dileriz ki bu gün, yakın olsun!
45
İSLAMI DOĞRU ANLAMAK EKSİKSİZ VE DEVAMLI YAŞAMAK Halil Necatioğlu
İslam, Temmuz 1985
İslâm hayat nizamıdır, hayatın her hâdisesiyle ilgilenir, her safhasında devam eder; belli bir zamana, belli tip hareketlere ve ibadetlere münhasır değildir. O halde camide namaz kılıp, çıkınca İslâm’ın emirlerini çiğnemek hacca, umreye gidip, gelince dini vazifeleri unutmak; veya "Şimdi gençliğimin sefasını süreyim, keyfimce yaşayayım, ihtiyarlayınca nasıl olsa tevbe eder ibadete yönelirim" zihniyetliyle hareket temek...vs. yanlıştır, İslâm'ı bilmeyen, doğru anlamayan cahillerin işidir. Bunlar gibi: Ramazanda oruç tutmak; içkiyi, sigarayı bırakmak; gafleti tembelliği terk eylemek; namaza, camiye, mukabeleye, hatme, teravihe devam etmek; sabra tevekküle, nefse muhalefete, zikre, tesbihe, ruhani lezzetlere yönelmek... derken bayramdan sonra tekrar günâhlara, isyanlara bulaşmak eski hamam-eski tas haline dönüvermek aklamantığa sığan, dine imana uyan bir hal değildir. Sağlam ve hakiki Müslümana asla yaraşmaz.
46
O halde ramazanda sağladığınız ruhi gelişmenizi, ulaştığınız manevi makam ve mertebeleri bayramdan sonra da muhafaza etmeli, dergah-ı izzetten
kovulmamağa,
tenzil-i
rütbe
ile
cezalanmamağa,
mahrumiyetlere uğramamağa canla-başla çalışmalısınız. Zaten -hadis-i şeriflerde belirtildiğine göre-Ramazan'da, o kadar zahmetlerle
yapılan
ibadetlerin
Allah
tarafından
kabul
edilip
edilmediğinin alâmeti de budur: Eğer güzel hal ve durumumuz devam etmekte ise gayretlerimiz kabul görmüş; durumumuz menfiye dönmüş ve gerilemişse, ibadet ve taatlerimiz makbul olmamış, reddedilmiş demektir. Allah taala cümlemizi bu kötü neticeden korusun. İslâm dini, itikad ve ibadetleri emir ve yasakları ilmi ve ameli, teori ve pratiği ile bölünmez bir bütün; tam ve sağlam, olgun ve kâmil, muazzez bir ilahi nizamdır. Sayılan unsurların her biri diğerine bağlıdır, onu destekler ve tamamlar. Yani bu nizamın yürümesi, sistemin arızasız çalışması için tüm parçalarının tamam olması şarttır. Motorunda veya sair aktarma organlarında eksiklik olan bir otomobil hareket eder mi? Hastanın iyi olması için doktorun söylediği her türlü tedbirin ve ilâcın birlikte yürütülmesi ve söylenen müddetle kullanılması şart değildir midir? Bazı Müslümanların iyi anlayamadığı mühim incelik burada: Sistemin sadece bazı parçasını alarak veya kısa bir zaman çalışarak sonuca varmağa, maksuda ermeğe çalışıyorlar. Sıkıntıların ve başarısızlıkların kaynağı budur. Kendileri, İslâm reçetesini devamlı ve doğru tatbik etmiyor, tavsiyelerin birçoğunu ihmal ediyor, ondan sonra da Allah'tan şifa bekliyor, çalışan ve kâmil Müslümanlara va'd edilen semere ve mükâfatları umuyorlar. Halbuki: 47
Kem âlât ile kemâlât olmaz ki!
48
HİMMETİ YÜCE TUTMAK İSLAM, KASIM 84
İNSANIN KIYMETİ HİMMETİYLE MÜTENASİPTİR, yani: Gayesi ne kadar yüksek, tasarladığı hayrı ne kadar geniş ve şümullü ise; makbul ve muteber bir hedefe müteveccih mesaisi, çalışma ve gayreti ne kadar çok ise, değeri de o kadar fazla olur. Hz. Ali k.v. efendimiz: “Uluvvu'lhimmeti mine'l-îmân” buyurmuş. Demek ki bütün gücümüzle hayra yönelmeli, tembellik ve lâkaytlıktan şiddetle sakınmalıyız, bu bizim imanımızın vazgeçilmez gereğidir. Asîl dinimizin emirlerinden pek çoğu bizi, diğer insanlara faydalı olmağa, muhtaçlara yardım etmeğe, halka halka muhitimizdekilere yakın alaka göstermeğe sevk eder, vurdumduymazlığı men' ve red eder. Ecdad-ı izanımız asırlar boyu yüksek himmet ve gayretle çalışmış, İslâm için emsalsiz fedakârlıklarda bulunmuş, malını ümmete hizmet için bezletmiş; yeri gelince imanı için canını seve seve vermiştir. Muhitinize bakınız:
Ulu
camiler,
tekkeler,
mektep
ve
medreseler,
hanlar,
kervansaraylar, su yolları, çeşmeler, köprüler, kütüphaneler, hastaneler ve daha nice hayır eserleri ve vakıflar... ki ecdat bize emanet bırakmış. Şimdi nevbet bize geldi, sıra bizde muhterem kardeşlerim. Hepimiz ciddî ve ağır bir mes'uliyet altında bulunuyoruz. Büyüklü küçüklü düşman devletlerinin, mütecaviz hasım ideolojilerin tehdidi karşısındayız; bin bir sinsi tuzak ve desiseye mâruz ve ateş çemberiyle çevrili durumdayız. 49
Allah c.c.'dan gayri dostumuz yok. Üzerimizde soğuk, yanı başımızda sıcak harp devam edip duruyor. Bunca hayatî ve elîm hadise karşısında yan gelip yatmak nefsanî ve şeytanî zevklere dalmak, aheste aheste geviş getirmek insanlığa, İslâmlığa yakışmaz. Birlik ve beraberliği mutlaka sağlamalı, olağanüstü bir gayretle çalışmalıyız. İçinde bulunduğumuz çetin ve zor şartlardan, büyük bir aşk ve şevk ile, tarihî bir hamle yaparak sıyrılabiliriz. Cimri, bencil, zevkperest ve gafil olmayın. Himmetinizi yüce tutun, Mesainizin bir kısmını dine hizmete ayırmanın çok mühim bir vecibe olduğunu asla hatırdan çıkarmayınız ki iki cihanda yüzünüz ak alnınız açık olsun.
50
ÜLKENİZE SAHİP ÇIKINIZ NESİLLERİNİZİ KORUYUNUZ İSLAM, KASIM 85
İslâm, insanlığa her sahada olduğu gibi inançta da sağlam ölçüler, düzenlemeler, yenilikler, güzellikler getirmiş, istismarcı, sömürüyü önlemiş bâtılı yıkmış, şirki mahv etmiştir. Hakiki Müslümanlar Allah'ın c.c. varlığını, birliğini bilir ancak O'na itaat ve ibadet eder; sadece ve sadece ondan yardım dilerler; kula kul olmaz; canileri putlaştırmaz, bâtılı önler, zulmün karşısında durur, hakkı tutar; iyilik ve güzelliğe yönelirler. Allah c.c., her günahı dilerse afv eder, ama şirk müstesna, müşriklik hariç. Şirk büyük bir zulümdür. Şirkin çeşitleri vardır; âşikâresi-gizlisi, celîsi-hafîsi vardır: meselâ riyakârlık da bir cins şirktir; Müslüman ibadet ve tâatını gösteriş için; şöhret için, dünya menfaati sağlamak niyetiyle yapmaz, ihlâslı olmağa itina gösterir... Bu asîl inanç milletimizin özüne, iliğine işlemiştir. Asırlardır süren saldırılar,
haçlı
seferleri,
misyoner
faaliyetleri,
gizli
telkin
ve
propagandalar, kültür emperyalizmi faaliyetleri milletimizin kalbinden bu imanı tamamen sökememiştir. Bunun yakın bir misalini geçen ay gazetelerde intikal eden çok enteresan bir hadisede gördük: 51
Beynelmilel şöhrete sahip ve yüksek sosyeteye ait bir cemiyetin toplantısı yapılıyor, bazı meşhurlar, büyük iş adamları, sanayiciler, eşleriyle
gelmişler.
Cemiyetin
Fransız
uyruklu
takdimcisi
takdir
göreceğini sanarak söze şöyle başlamak istiyor: "Atatürk'e çok şükür ki havalar üç gündür güzel, günlük güneşlik gidiyor..." Atatürk'le hava güzelliğinin şükrün ne ilgisi var. Toplantıda derhal soğuk bir hava esmeğe başlıyor. Bu acayip mantık ve üsluba itirazlar yükseliyor, konuşmacının dinleyenlerden özür dilemesi isteniyor, unutturulmak ve geçiştirilmek istendiği halde ısrarla özür dilenmesinde diretiliyor... Sonunda şükrün sadece Allah'a yapılacağını bilmeyen veyahut da Türklerin Atatürk'e taptığını sanan o garip yabancı bayan, topluluktan özür dilemek zorunda kalıyor. Bu hadise tevhid inancının birçok Müslümanın gözden çıkardığı ve gönülden
sildiği
bazı
cemiyet
tabakalarında
bile
hâlâ
kuvvetle
yaşadığının emaresidir. Buna mukabil, diğer enteresan vak'ayı da anlatmak istiyorum: Bursa'daydık. Bir akraba ziyareti için ara sokaklardan geçiyorduk, koşup oynarken eliyle mütemadiyen istavroz çıkaran 8-9 yaşlarında bir erkek çocuk gördüm. Yaptığı hareketin manasını sordum, ne olduğunu bilmiyordu. "Amca, hani filmlerde var yâ!" dedi. Anlaşılıyordu ki Müslüman çocuğu idi ama gördüğü bir filmden etkilenmiş, beğendiği artistin hareketini ve jestini taklid yoluyla yapıyordu. Bu şüphesiz ki tek ve münferid bir vak'a değildi. Sezdirmeden. en gizli metodları kullanarak yapılan Hristiyanlık propagandaları beni endişelendirdi. 52
O halde yaşadığınız muhîti, mensup olduğunuz cemiyeti dikkatle inceleyiniz, etrafınızda cereyan eden hadiseleri iyi değerlendiriniz sevgili okuyucular! Asîl gençliğimiz bozulmağa, milletimiz güçlü manevî kaynaklarından mahrum edilmeye çalışılıyor. Sizler mesuliyet fikrine sahip olur, cemiyetinize karşı vazifelerinizi idrak eder, şevkle ve onurla çalışırsanız Allah'ın izniyle başarıya ulaşırsınız; çünkü halkımızın mayası müsaittir, aslı bozulmamıştır. Eğer lâkayt ve tembel durursanız; sinsi düşmanlar, güçlü gizli teşkilatları ve geniş propaganda imkânlarıyla maneviyatımızı tahrip eder, ülkemizi ele geçirir; milletimizi köle haline getirirler. Dünyamız da ahiretimiz de mahv olur.
53
BİZ VE DİĞER İNSANLAR İSLAM MAYIS 84
Biz, bütün insanlara en içten, en halis, en ilâhi duygular besliyoruz. Kimseye kasdımız, garazımız yok. İnsanlığın iyiliğini istemekte, hayrını murad etmekteyiz. Yunus Emre gibi, götürü Pazar eylemiş, 'yaradılanı Yaradan'dan ötürü' hoş görmüşüz. Düşünce tarzımız ve kafa yapımız şöyle: Cihan halkı iki ana bölüktür: Mü'minler, Müslümanlar; 2) İnanmayanlar, gayr-i Müslimler... Bunlardan mü'minler, kardeşlerimizdir. Onlara dostluk elimizi uzatmış, kucak açmışız. Bazıları henüz bizi tanımasalar, hatta yanlış yorumlasalar, aleyhimizde bulunsalar, husumet besleseler bile biz onları sevmekteyiz. Bir gün gelip birbirlerimizi daha iyi anlayacağımızı temenni ederek ve ümitle bekleyerek.. diyoruz ki:
Yıkanlar hâtır-ı nâ-şâdımı yâ Rabbi şâd olsun Benim-çün nâ-murâd olsun diyenler ber-murâd olsun. Biz, ilâhi bir kardeşliğe sahip Müslümanların, birbirlerine zulmetmemesi, kardeşini düşmanın pençesine teslim eylememesi, terk etmemesi, yardımsız, yardımcısız bırakmaması, hor-hakir görmemesi; bilakis her 54
vesileyle, her zaman, her yerde, malıyla, canıyla, gönülden desteklemesi gerektiğinin idraki içindeyiz. Bir Müslümanın, diğer Müslümana canı, kanı, malı, ırzı, şerefi.. haramdır; yani onlara el uzatamaz, su-i kasd edemez; tam aksine, koruyup kollaması gerekir. Başkaları gibi, soy-sop, ırk, milliyet, bölge, hâkimiyet, üstünlük, maddi menfaat, dil, tarih ve mazi daiyesi ve taassubuyla hareket etmiyoruz. O merhaleyi aşmışız, bu konulardaki kısır çekişmeleri yanlış, ters, zararlı ve hüsranlı görüyoruz. Eğer zaman zaman ülkemizi, insanımızı, milletimizi, tarihimizi, kültür ve medeniyetimizi sevgiyle anıyorsak, bu şovenliğimizden değildir; vefa duygumuzdandır, aslımızı-neslimizi inkâr etmediğimizdendir, ecdadın çoğunlukla-gerçekten has, halis, temiz, pak, asil kimseler olduğunu mukayese ederek görüp anlamış olduğumuzdandır; başka insanlara karşı ayrılık, gayrılık, üstünlük, büyüklük iddiası güttüğümüzden değil. Hele Osmanlı'yı -hatası, sevabıyla- sevmiş, savunmuşsak bu, onların İslâm'a bağlılıklarından ve dinimize hizmetlerinden dolayıdır. Gayr-i Müslimlere ve inanmayanlara gelince; biz onları da Hz. Adem aleyhisselâmdan kardeş biliyoruz:
Beni Adem a'zâ-yı yek-digerend Ki der âferîniş zi yek gevherend (Mânâsı: Adem oğulları bir vücudun parçaları gibi, birbirlerinin uzuvlarıdır: Çünkü yaradılışta aynı cevherden oluşmuşlardır.) 55
Ayrıca onları, sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed'in bir başka tür ümmeti "Ümmet-i Da'vet"i olarak görüyoruz. Çünkü hakikatte Efendimiz (s.a.s.)'ın davetine ve risalet hitabına onlar da muhatapdır. İman, içlerinde, -imkân olarak-bil-kuvve mevcuttur, belki ilerde fiilen zuhura gelecektir. Bazıları din kardeşlerimiz olacaklardır ve olmaktadırlar. Bize düşen görev, onların da Hakk'ı bulmasına ve gerçekleri görmesine yardımcı olmaktadır. Onlara şimdi acıyor, şefkat besliyoruz. İki cihanın saadetine ermeleri için onlara İslâm'ı iyi anlatmalı, ilâhî sorumluluklarını tebliğ etmeli, iman telkin eyleyerek, ebedi hüsrana uğramaktan kurtarmaya çalışmalıyız. Şu kadar var ki bu asil duygularımızı ve müsamahamızı istismar ettirmeyiz. Zulmü, kaba kuvveti, barbarlığı, tecavüzü hoş görmez; zalime yardakçı, yardımcı ve alkışçı olamayız, masumların hakkını çiğnetmeyiz.
Zulmü alkışlayamam, zâlimi asla sevemem, Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. Zâlimin hasmıyım amma, severim mazlumu, İrticâın şu sizin lehçede mânâsı bu mu?! Çünkü Allah (c.c.) bizi, emr-i mâruf, nehy-i münker yapmak ve fi sebilillah cihad ederek cihanda sulh u sükûnu sağlamak üzere vazifeli en hayırlı ümmet kılmıştır. Çeşitli haksızlıklara, âdi tecavüzlere ve kışkırtmalara, ümmet ve millet olarak hemen sert karşılık vermiyorsak bu, derya-dil (deniz gibi engin 56
gönüllü) olduğumuzdan ve karşımızdakine, hatasından dönme fırsatı vermek istediğimizdendir. Kalktığımız zaman sillemiz sert olur, karşıdaki kurunun yanında yaş da yanar diye titizlenir, vebalden kaçarız o kadar.. Tarih boyunca kazandığımız başarı ve zaferleri, ülke ve gönül fetihlerini işte bu iman, idrak ve iz'anımıza borçluyuz.
57
ENDÜLÜS VE 20. ASIR İSLAM, MART 85
Seven
ve
acıyan
bir
kimse
olarak
bizler
dahil,
tüm
dünya
Müslümanlarının haline bakıyorum: Büyük sıkıntı ve tehlikelerle karşı karşıya, iç içe bulunuyorlar; bu ciddî duruma rağmen, bilhassa münevver tabakada olmak üzere, geniş bir vurdum duymazlık, akıbetin vehamet ve fecaatinden gaflet ve bîhaberlik hâkim. İyi niyetli has, halis olanlar da , tesirli ve müsmir bir yardımlaşma ve iş-birliğinden çok uzakta.
Atılmış iki "lâ-vefhem"in miyanesine: Zemin'e anlatamam, Asuman'a anlatamam Şu durumda aklımızı başımıza devşirmemiz için, bizden önceki ve eski Müslümanların ahvâl ve akıbetlerini iyi bilmeye; ve onlardan ibret almaya şiddetle ihtiyacımız vardır. Ola ki bu yolla, meselelerimizi daha derinden kavrar, dost ve düşmanı daha isabetli tespit eder, hatt-ı harekâtımızı daha iyi çizer, tedbirleri daha iyi düşünür, dertlerimizin tedavisini daha çabuk sağlarız. Balkanları, Kırım'ı, Kafkasya'yı, Orta Asya'yı nasıl kaybettik; fütûhatı ne ruhla yapmıştık, hezimetimiz hangi sebeplerden doğdu; yenilmez bir güç ve satvet sahibiyken daha sonraki perişanlığa derece derece niye
58
düştük?... Bunları çok ciddî araştırmalı, hatalarımızı düzeltmeli ve "telâfii mâ fâte" girişmeliyiz. Hele şu Endülüs kıtası Müslümanlarının macerası bugünkü dünya Müslümanları için ne kadar îkaz edici ve ibret vericidir! İslâm, İspanya yarımadasına 91 hicrî/710 milâdî yılında Tarîf b. Zür'a'nın gaza ve cihad hamlesiyle girmeye başladı. Hemen ertesi yıl 12.000 askeriyle Cebel-i Târık diye anılan boğazı geçen Târık b. Ziyad kısa zamanda kıtaya hakim olmuş; Kurtuba şehri fethedilmiş, gırnata alınmış, Tuleytula (Toledo)'ya varılmış, kuzey sınıra dayanılmıştı. daha sonraki yıllarda İslâm ordularının Fransa ortalarına ulaştığını görüyoruz. Bu parlak başarı Hristiyan ahalilerin sayı azlığından, âlet eksikliğinden veya
yüreksizliğinden
değildi;
bilakis
fatihlerin
emsalsiz
halet-i
ruhiyesinden, cihad aşkından, şehit fethedilmiş, gırnata alınmış, şehit olma
iştiyakından, dine hizmet duygusundan, îla-yı
fikrinden...
kısacası
sağlam
imanından,
kelimetullah
birbirlerine
sımsıkı
sarılmalarından ve idealleri uğrundaki feragat ve fedakârlıklarından doğuyordu. Yoksa Hristiyan tarihçilerin bile itiraf ettikleri üzere, Târık b. Ziyad'la çarpışan Roderick'ın ordusu onlardan 5-6 misli kadar fazla ve takriben 70.000 civarında idi. Müslümanlar İspanya'ya iman ve insanlık, sanat ve medeniyet, zarafet ve ilim götürdüler; karanlık Ortaçağ Avrupa'sına ışık tuttular. Endülüs'e rüya âlemleri yaşattılar; şaşaalı, mükemmel şehirler kurdular; âbideler yaptılar. Sadece Kurtuba'da 800 medrese 1700 cami vardı. Endülüs'ten çok büyük din ve dünya âlimleri, feylesoflar yetişti. O zamanın Avrupa üniversitelerinde Arapça dersi mecburen okutuluyordu. Hatta krallar, 59
Endülüs'e, iyi yetişmeleri için yüzlerce kız ve erkek talebe gönderip, onların iyi eğitilmelerini Müslümanlardan rica ediyorlar. Tarihin bildiği bir gerçektir ki Avrupa, Endülüs sayesinde uyanmış; aradaki yüksek seviyeli ilim ve sanattan kaynaklanan Rönesans’ı ve dinlerinin tenkidi mahiyetindeki Reform'u gerçekleştirmişti. Müslümanlık Endülüs'te sekiz asır payidar olmuş, orayı hakiki bir Dâr-ı İslâm haline getirmiş idi. Bu zaman, biz Türklerin Anadolu ve Rumeli'deki tarihleri kadar uzun ve derindir. Ama bugün İspanya'da, Kurtuba camii gibi-o da kilise yapılmıştır-birkaç tarihî eserden başka İslâm'ın hiç izi kalmamıştır. Endülüs'te Katolik Hristiyan hıncı ve taassubu emsalsiz bir barbarlık ve korkunç bir tahribat yapmış, şahane sanat eserlerine kıymış, kitapları yakmış, Müslümanları katl-i am etmiş, müstesna zarafetteki ve velinimetleri durumundaki yüksek bir medeniyeti yerle bir etmiş, izlerini bile
kazımıştır.
Yapılan
hunharlıkların
anlatılması
tüyler
ürpertir,
gençlerin saçını ağartır, belini büker, yürekler parçalar. Endülüs Müslümanları sayı azlığından veya fakirlik ve yoksulluktan, âletedevat eksikliğinden, hatta aciz ve korkaklıklarından mağlup olmuş değillerdir. Onları dinlerine bağlılıktaki kusur ve zaaf yıkmıştır. Ne zaman dinlerine sarılmış, birlikte hareket etmişlerse zafer kazanmışlar, aksine kısır çekişmelerle parçalandıkları zaman hezimete uğramışlardır. Onları düşmanlar değil, kendi ahlâk zaafları, affedilmez idarî ve siyasî basiretsizlikleri mahv etmiştir.
60
Durum bu asırda da, daha farklı değildir. Acaba Müslümanlar, tarihte başlarına gelen felaketlerden hiç olmazsa günümüzde ibret alamazlar mı???
Tarihi: "Tekerrür" diye târif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi!?
61
HRISTİYANLIKTAN MÜSLÜMANLIĞA İSLAM OCAK 84
Halil Necatioğlu
İslam cihanşümul bir dindir. Onun mesajı bütün insanlaradır. Kur'an-ı Kerim'in muhtevası ve Hz. Peygamberin sünnet-i seniyyesi her çağdaki ve her yerdeki insanlara en güzel yol göstericidir. İslam dini, ırk, renk, din, cins farkı gözetmeksizin topyekûn insanlığa hitap eder; onun ahkamı her asırda en mantıki, realist ve en güzel hususları getirmiştir. Kendinden önceki semavi dinler ise, Kur'an-ın nüzulü ile hükmünü kaybetmiş, hepsi de İslam dini ile birleşmiştir. Bu dinlerin kitapları da yine geçersiz olmuş tahrif edilmeden önceki hükümleri de Kur'an'da toplanmıştır. Nitekim bu hususta Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: "Allah katında din, şüphesiz İslamiyet’tir. Ancak, kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtiras yüzünden ayrılığa düştüler. Allah'ın ayetlerini kim inkar ederse bilsin ki, Allah hesabı çabuk görür." (Al-i İmran: 85) Böylece geçerliliği ortadan kalkan semavi dinlerin mensuplarından bir kısmı ise İslam dininin ve onun Peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) in davetine icabet etmiş, bir kısmı ise sırf inatlarından veya yeni nizamı merak edip araştırmadıklarından bu günkü tahrif edilmiş ve batıl 62
şekliyle eski dinlerinde ısrar etmektedirler. Bu şekilde batıl olmuş dinlerden biri de Hristiyanlık dinidir. Halen bu din mensupları kendi aralarında birtakım mezheplere ayrılmışlar, her biri sadece kendilerince doğru kabul ettikleri; ilme, tekniğe, medeniyete ve uygar insan düşüncesine muhalif, kâsır görüşlerle oyalanmaktadırlar. Ancak bu mezhepler arasında İslam düşüncesine yakın görüşleri olan biri vardır ki, buna "Unitarianism" denilir. Bu yazımızda biz, "Unitarianism" mezhebi hakkında bilgi vereceğiz. Daha önce matbaacı İbrahim-i Müteferrika ve Risale-i İslamiye adlı eserimizde izah ettiğimiz bu hususa bir kez de burada temas etmek istiyoruz. Unitarianism, biz Müslümanların, hakkında bilgi sahibi olması gereken ilginç bir Hristiyan mezhebidir. Bu akide papalığın çok şiddetli bir şekilde takip ettiği ve mensuplarına Muhammedîlik fikirlerini kabul etmekle suçlandığı Unitarian mezhebi idi. Şiddetli takibata rağmen Avrupa'dan İngiltere'ye,
Amerika'ya
geçmiş
aralarında
Amerika
Reis-i
Cumhurlarından Thomas Jefferson (17431826) ve Filozof Ralph Waldo Emerson (1803-1882) gibi büyük simalar bulunan seçkin kişiler bu akideyi benimsemiştir. Bu önemine rağmen varlığı bilinmezliğe vurulur, mümkün olduğu kadar hakkında söz edilmeyerek gizlemeye çalışılır. Bu akidenin temel fikirleri: Teslis aleyhtarlığı (yani, tanrıyı üç üknûm ekânim-i selase-Baba, oğul ve Ruhu’l-Kudüs'ten mürekkep sayarak uluhiyyete Hz. İsa'yı ve Cebrail-Ruhu'l-Kudüs'ü de dahil etmek şeklinde ki itikada karşı olmak) Tanrı'nın tek olduğu, Hz. İsa'nın Tanrı değil, insan olduğu, Teslis itikadının İncil'de mevcut bulunmadığı, Katolik kilisesinin İncil'i tahrif ve tağyir ettiği, papalığın yanlış ve sapık yolda bulunduğu... tarzında idi.(1) 63
Unitarianism'in fikir babası, İspanyol Michael Servetus (Michal Servet de Vileneuve, 1511-1553) adlı hekim ve ilahiyatçı idi. Kan deveranını Harrvey'den önce söylemesi, coğrafyacılığı ve teslis aleyhtarlığı onun, yakın komşuları olan Müslümanların eserlerinden faydalandığını ve fikren onların tesiri altında kaldığını gösterir. Kalvin tarafından Enginizyon'a ihbar edilerek yakalanmış, Cenevre'de 28 Ekim 1553 de diri diri yakılmış ve yazdığı eserleri imhaya çalışmıştır. (2) Unitarianism takibata rağmen İtalya, Polonya, Hollanda, İngiltere ve Amerika'da yayılmaya devam etti. 1570 yılında Macaristan'ın Pecs (Peçuy: Fünf Kirchen) şehrinde resmen tanındı. Basılan mezhebe ait resimler Macaristan'a ve Erdel'e yayılıyordu. Aynı zamanlarda Erdel'de Kalvinist bir ilahiyatçı olan David Ferencz de bu akideyi benimsedi; Papalığı Kitab-ı Mukaddes'i tahrifle itham etti, Hz. İsa'ya tanrı olarak tapılmamasını söyledi. Bunun üzerine yakalanıp hapsedildi; hapiste 1579 da öldü. Taraftarları kaçarak Türk Hakimiyeti bölgesine sığındılar; 1588 de Budin Paşası huzurunda dini münazaralara katıldılar. David Ferencz'in eseri Anti-krist yani deccal diye adlandırıldığı "Papalığın gerçek tanrı bilgisini nasıl tahrif ettiği" konusunda idi. Ölümünden sonra onun fikirlerini Jacob Paleologus sürdürdü. Bu şahıs önce Dominiken keşişi iken fikirleri dolayısıyla takibata uğrayınca, Engizisyon'dan Almanya'ya kaçmış; Lehistan'a ve oradan da Erdel'e gelmiş ve Unitarisanism'i benimsemişti. 157374 de Kolozsvar dini kolejine rektör oldu. Fakat 1582 de Moravya da yakalandı. Roma'da bir müddet hapsedildi; 1585 te diri diri yakıldı. 64
Servetus'un
yakılan
Chrisetianismi
Restitutio
(Yeniden
Kurulan
Hristiyanlık) adlı eserinin bir kopyası, Szentivanyi Daniel adlı bir Erdelli tarafından İngiltere'den sağlanarak Kolozsvar'a getirilmişti. Bu Daniel, Kolozsvar dini kolejinde bir müddet müdürlük yapmış, 1681-1684 yılları arasında piskopos muavini, 1688-89 yıllarda da piskopos sıfatıyla başkanlıkta bulunmuştu. Bu şahıs Batlamius Coğrafyasını da beraberinde getirmiş idi. İbrahim'in coğrafya merakı bu eseri okumasıyla doğmuş olabilir. Ayrıca David Ferencz ve Servetus'un eserlerini de muhakkak okumuş olmalıdır.(3) Aslında İslam tarihi boyunca batıl dinlerde iken ihtida ederek İslam'a gelmiş sayısız insan vardır. Bunlar arasında çok değişik meslek erbabı, ilim adamı, araştırıcı, film ve ses sanatçıları, papazlar, hahamlar vs. bulunmaktadır. Bu meyanda bir de, yukarıda hakkında bilgi verdiğimiz Hristiyan mezhebine mensub olup da sonraları Müslüman olanları vardır. Bunlardan en meşhuru Türkiye'de matbaanın kurucusu olarak tanınan İbrahim-i
Müteferrika'dır.
Ancak
onun
Müslüman
olması
yanlış
yorumlanmış; Osmanlıların Macaristan'a yaptıkları akınlar neticesinde esir alınarak İstanbul'a getirildikten
sonra,
hürriyeti
seçmek
için
Müslüman
olduğu
zannedilmiştir. Kanaatimizce onun İslam'ı seçmesi nisbeten de olsa tevhid akidesine yakın fikirleri olan "Unitarianism" mezhebinde olması, her şeyden öncede Allah'ın inayetidir. Bu kişilerin samimi olarak İslam'ı araştırmaları onların hidayetine vesile olmuştur.
65
İSLAM'A GELSİNLER DİYE.. İSLAM KASIM 83
Halil Necatioğlu
Allah Teala HÂDÎ'dir, hidayet vericidir; layık olan kullarını hak yola iletir. Şefkat ve rahmetinden dolayı Peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiş ve her çağ her beldede insanlara iyiyi, doğruyu, faydalıyı, güzeli bildirmiştir. O'nun, kullarına gönderdiği deliller, peygamberleriyle izhar ettiği mucizeler, zamanına ve mekanına göre muhteliftir; muhatap olan ümmetlerin bilgi ve idrak seviyelerine münasip tarzda zuhura gelmiştir; ta ki halklar hakikatleri açıkça görsün, anlatılanı kolaylıkla kavrasın, imanları sağlam olsun ve kimsenin kıyamet günü bahane bulmağa ve itiraz etmeğe hakkı ve mecali olmasın. Mesela: Hz. Musa a.s. zamanında kahinlik ve sihir çok gelişmiş olduğundan Allah-u Teala onu, sihir oyunlarını bozacak, sihirbazları mebdut edecek mucizelerle teyid buyurdu; hatta ona herkesten önce sihirbazlar iman getirdiler. Hz. İsa (a.s.) zamanında tıp revaçta idi. Cenab-ı Hak ona, tabiblerin tedavisinden aciz kaldıkları cüzzam ve baras illetlerini iyileştirme hatta, ölüleri diriltme mucizesi verdi. 66
Efendimiz Hz. Muhammed ona, sonsuz salat ve selam olsun zamanında Araplar arasında fesahat ve belagat rağbette idi; Rabbimiz onu herkesten daha fasih kıldı, ona cevamiü’l-kelim verdi, özlü ve hikmetli söz söyleme kabiliyeti bahşetti, Kur'an-ı hâkimi vahyetti; o Kur'an ki her asırda herkes ona hayran, şairler ve edipler mislini söylemekten aciz, zamanla her kitap, her doktrin eskiyor, fakat o dipdiri ayakta... Yüce Allah bugün de aynı ilahi kanun ile kullarına lütfediyor; zamane insanının yanında en değerli ve en geçerli olan yönden ışık tutarak, ipuçları vererek yol gösteriyor. Şöyle ki: Maddi ilimlerin fevkalade geliştiği çoğaldığı, teknolojinin baş döndürücü bir hızla ilerlediği bir çağda: Atom, füze ve uzay çağında yaşıyoruz. Asırlar süren üstünlükten sonra Batı'ya yenilmiş, aşağılık kompleksi ile kültürümüzden kopmuş, genellikle inancımızı yitirmişiz. Dinimizi çağdışı buluyor,
orasını
burasını
kırpıştırmağa,
reforme
etmeğe,
asra
uydurmağa (!) çalışıyoruz. Buna karşılık Batı'ya körü körüne hayranız, iyi-kötü ne yaparlarsa beğeniyor, şuursuzca taklid ediyor, ne söylerlerse hikmet sayıyoruz. Bu şaşkınlık Tanzimat'lardan başlamıştı. Hatta şair Tevfik Fikret, Batı hayranlığıyla, daha sonra işi papaz olmaya kadar götüren oğlu Haluk'a, yeni bir "amentü" bile tanzim etmişti. Yağlı ve karyı bir model olduğundan, onun propagandası da, yeni nesiller üzerinde günümüze kadar sürdürülmüş durmuştur. İşte bizim cemiyetimiz, hatta genellikle çağımızın insanı, İslam karşısında bu halde ve bu yolda iken birden Batılı münevverlerin, araştırıcı ve mütefekkirlerin Müslüman olmağa başladıklarını hayret ve 67
şaşkınlıkla duyar ve görür oluyoruz. Her yeni gün, yeni ve muhteşem bir ihtida haberi ile moralimiz yükseliyor. Acaba güneş Batıdan mı doğmağa başladı?!.. Amerikalı meşhur matematik alimi Prof. Dr. Matrix Abdullah, Fransız ilimler Akademisi üyesi Tıp alimi Prof. Dr. Maurice Bucaile aya ilk ayak basan meşhur astronot Nelly Armstrong. Deniz ilimleri araştırıcısı Kaptan Cousteau "Çağımızın filozofu"
diye
tanınan
dünya
çapında
tanınmış
büyük
sosyalist
mütefekkir Roger Garaudy ve daha nice meşhur şahsiyet işte çemberi kırabilenler. Zorba rejimler, sinsi entrikalar, hain rakipler olmasa daha nicelerini göreceğiz! Ey Batının maddi üstünlüğü ve teknolojik gelişmesi karşısında gözleri kamaşıp gerçekleri görmeyenler! Ey elindeki imanın kadrini bilmeyenler! Ey İslam ülkelerinin, biraz okuyunca inancından kopan vefasız yarıaydınları! Ey insanlığın dertlerine İslam'dan, Kur'an’dan başka devalar çareler arayan ve yarım yamalak beşeri ideoloji ve doktrinlerden medet umanlar! Allah Teala size, sizin anlayacağınız tarzda yol gösteriyor, artık gerçeği görsünler de koşarak İSLAM'A GELSİNLER DİYE...
68
BATIDA İSLAM LEHİNE YENİ GELİŞMELER Halil Necatioğlu
İSLAM ŞUBAT 84
Köln Express Gazetesi'nin, Aralık 1983 sonu nüshalarından birinde, çok enteresan bir haber yazılmış; buna göre: Federal Almanya'nın sabık başbakanı ve SDP (Sosyal Demokrat Parti) Genel Kurulu üyesi Helmut SCHMIDT, kendisinin son doğum günü kutlama toplantısında yaptığı konuşmada, "İslam dinine yakın ilgi duyduğunu ve onu tedkik edeceğini" bildirmiş. Haberi okuyan ve bize nakleden dostumuz, Schmidt'in partisi SPD'nin de bir fikir çalkantısı içinde olduğunu, yeni ve sağlam bir ideoloji aradığını ilave etmişti. Yine Federal Almanya'daki, "Die Grünen: Yeşiller" diye bilinen ve Mecliste 27 sandalye kazanmış bulunan gençler partisinde de aynı arayıştan söz ediliyor. Menfaatperest, istismarcı ve samimiyetsiz Batı düzenlerine ve riyakar idarecilere isyan bayrağını açan bu genç grup. İnsanlığın kurtuluşuna formül arıyor, Blokların silahlanmasının aleyhinde gösteriler düzenliyor, tabiatın (doğanın)korunmasını istiyor, yerleşik düzene ve yardakçılarına karşı zaman zaman sert ve cesur tepkiler gösteriyor. İşte bu yeşiller içinden, Tina Gfanzil adlı 30 yaşlarında olan bir kadın liderin Müslüman olduğunu gazeteler büyük manşetlerle ilan 69
ettiler. Zehra adını alan Tina Gfanzil, Müslüman olmadan önce defalarca Hamburg camiine gitmiş, vaaz, sohbet ve hutbeler dinlemiş. İslam'la ilgili kitaplar okumuş, hem Arapça öğrenmeğe başlamış.. Şu sözlerini lütfen dikkatle okuyunuz: -Silahlanma yarışının ve savaşın, yürüyüş yapmak ve sokaklarda slogan atmakla
gerçekleşemeyeceğini
düşünmeğe
başladım.
Bu
vahim
sürüklenişe son vermek için YENİ BİR TOPLUM VE YENİ BİR AHLAK DEVRİMİ gerekli idi. Avrupa ve ABD insani bir ahlaka muhtaç bu da İSLAM AHLAKIDIR. Kendisinin Müslüman oluş macerasını, "BÜYÜK CİHAD" adlı bir eser hazırlayarak anlatmak istediğini söyleyen bu Batılı hanım mebus başını örttüğünü, ibadetlerini yaptığını, Yeşiller grubu içinde daha şimdiden 60 kadar Müslüman oluştuğunu da bildiriyor. Geçen ay Türkiye'yi ziyaret eden büyük Fransız sosyalist mütefekkiri Roger Garaudy (Recâ Cârûdî)’nin, diğer dinler, kapitalizm, sosyalizm ve İslam konusundaki mukayeseleri ve Müslümanlık hakkındaki tedkik mahsulü sitayişleri, cesur ve net beyanları hafızalarımızda taptaze duruyor. Bütün bu emarelerden çıkan sonuç şudur sevgili okuyucular: Dünya İslam'a geliyor, hem de en kaliteli şahsiyetlerin önderliğinde! Çağın fikir liderliğini yapan Batı'da, akıl ve vicdan sahibi mütefekkirler, Kilise'ye ve kurulu iktisadi ve içtimai düzene başkaldırmış; kapitalizmden kaçıp sosyalizme, hatta Komünizme; batıl dinden kaçıp inkara ve dinsizliğe düşmüş ama yine tatmin olmamış, köklü bir ahlak ve maneviyat olmadan, yani Cenab-ı Hakk'ın pak dini İslam olmadan, 70
insanlığın dertlerine deva bulunamayacağını yavaş yavaş kavramağa başlamıştır. Bize gelince; kültür politikamız hala, köhneye ve çöken Batı'nın, tek yanlı, hilekar, göz boyayıcı, sömürücü sağ veya sol ideolojilerine bağlı. Hala kendi özümüze dönemedik, aslımızı inkardan vaz geçemedik. Eğitim ve öğretimimizde aziz dinimize, şanlı mazimize ve olgun kültürümüze ters tatbikatlar câri. Ülkemizin ne tam Batılılar gibi insan haklarına saygıyı öğrenebilmiş, ne de özüne bağlı olarak Doğulu ve milli kalabilmiş olan yarı-münevverleri insafa gelip artık şu hakikatleri kabul etmezler mi: İslam, devrini tamamlamış, tükenmiş, tarihe gömülmüş, çağ dışı bir çöl kanunu ve köhne bir inanç sistemi değildir. Bilakis, kendine tutunanları bataklıktan çekip çıkaran bir kurtuluş ipi; dipdiri, pırıl pırıl, çağlar üstü bir hayat nizamı; söndürmek için üflendikçe kuvvetlenen bir alev bir ilahi aşk ve sevk membaı, cana can katan bir âb-ı hayat pınarıdır. Milli ve dini, ruhi ve bedeni, maddi ve manevi, ferdi ve içtimai, dünyevi ve uhrevi kurtuluş ve yükselişimiz İslam’dadır. Bunu daima söylüyorduk, şimdi dış dünya da bizi teyid ediyor.
71
HAKKA DAVET İSLAM TEMMUZ 84
Yaratan'ımız Allah c.c. hazretleri bütün Müslümanlara, doğruluğu, hakkaniyeti,
adaleti
emreder,
kendilerinin
veya
ana-baba
ve
akrabalarının aleyhine bile olsa! Resulullah efendimiz de s.a.s. bir hadis-i şerifinde: zül maal-hakkı haysü zâle: "Gerçek neredeyse sen de orada ol, onun peşi sıra git, haktan hiç ayrılma..." buyurmuş. Demek ki bütün mü'minler hakkı istemeli, gerçeği aramalı, onu sevmeli ve saymalı, her işlerinin doğru, her sözlerinin hak olmasına büyük dikkat ve itina göstermelidir. Hiç unutmayalım ki bütün yanlış ve sapık yolların da bir mantığı, muhakeme tarzı, felsefesi vardır; onlar da kendilerini doğru yolda sanır, haklı bulur. Hiç kimse "ayranım ekşi" demiyor, kusur ve kabahatini kabul etmiyor. İyi bilinsin ki insana gerçeği Allah c.c. gösterir, hakkı o buldurur, doğru yola o hidayet eyler. O halde daima Allah'tan tevfikini refik etmesini; hakkı, doğruyu buldurmasını; hayrı işletmesini istemek; dikkatli, ihtiyatlı, edepli, saygılı olmak gerekiyor. Müslümanların her meselede, ama özellikle din, iman ve itikad mevzularında daha titiz olması icap eder; çünkü bu sahalardaki hataların 72
cezası küçük ve basit değildir, ahiretinin mahvına yol açar, ebedi hüsrana sebep olur. Bu ikazın sebebi şudur ki, günümüzde bazı ehliyetsiz ve salahiyetsiz kişiler, mahzurlu görüşler ortaya atmaktan, tehlikeli münakaşalara girmekten bir türlü kendilerini alamıyorlar; kısa akıllarına, dar ve mahdut bilginlerine dayanarak büyük din âlimlerimizi, mezhep imamlarımızı tenkide, şeriatımızın ahkamını tebdile, dini ilimleri ve manevi gerçekleri inkara, insanları yanlış yollara sürüklemeye yelteniyorlar. Bunların bir kısmını "cahilin cesur olması" vakıasına bağlasak bile, diğer bir kısmının ise kasıtlı olduğu aşikar. Bazı dış mihraklar, bizim din, iman ve aksiyon bütünlüğümüzü parçalamaya, derlenip toparlanmamızı önlemeye,
kuvvetimizi
kısmaya,
azmimizi
ve
şevkimizi
kırmaya,
çalışmalarımızı asıl hedeften saptırmaya, şaşırtmaya ve boş şeylerle oyalamaya hevesleniyor. Onları dikkatle takip etmekteyiz. Batıla hizmet edenleri hakka, hak yolun yolcusu kardeşlerimizi uyanık bulunmaya, erbab-ı ilmi ise hizmete, himmet ve gayrete davet eyleriz.
73
İLME VE İHTİSASA SAYGI Halil Necatioğlu
İSLAM, ŞUBAT 86
Ülkemizde herkes, istediği konuda yazıp çizmekte hürdür; kendisinin arzusuna, insafına ve iz'anına kalmıştır: Dilerse ihtisası dairesinde, iyi bildiği sahada, vukuf ve salahiyetle yazar, konuşur, ikaz eder, doğruyu gösterir, tenkîd eder, yanlışları düzeltir, çevresini aydınlatır; halkımıza, ülkemize, dinimize faydalı olur. Böylelerine şükranlarımızı sunarız. ... yine canı isterse ihtisas sahası dışında fikirlerini beyan eder; ama burada, büyük hatalara düşme, gaf yapma, koca koca çamları devirme, gülünç duruma düşme, günaha girme... hatta tehlikeli ve muzır olma ihtimali vardır. Bu, haddi aşarak, çizmeden yukarı çıkarak, kendi cahilliğine bakmadan, cür'et ederek bilmediği sahalara girme işi zamanımızda -maalesef-din ve inanç konusunda çokça görülüyor. Meselâ biri çıkıyor, eski büyük âlimlerimize çatıyor, suçluyor, kendi orijinal içtihadını (!?) şatafatla beyan ediyor, bakıyorsunuz: Asılsız, delilsiz, abuk-sabuk şeyler. Bir diğeri çıkıyor, tam hakikî mücahit (!?) ve müçtehit edasıyla farzları inkar ediyor, dinî ilimleri reddediyor, sünnetlere bid'at diyor, yüce mezhebimizi suçluyor, sapık akideleri öne sürüyor. 74
Birisi Arapça bilmeden Kur'an-ı kerim tercümesine kalkıyor; diğeri fıkıh bilmeden ahkâm kesiyor, bir başkası yarım-yamalak Türkçesiyle, ibaresini bile doğru anlayamadığı dev eserleri çevirmeye girişiyor; anlayamadığı yerleri atlaya atlaya canım eseri kuşa çeviriyor; bir başkası alıyor eline kalemi, imlâsı bile düzgün değil, cahilliği apaçık ortada, küstah bir eda ile en yüksek mertebedeki bilginleri irşada! ve îkaza yelteniyor, nasihate kalkışıyor... vs. İlim sahasındaki bu keşmekeş -eğer kasıtlı değilse- büyük bir edep noksanlığından ve haddini bilmezlikten doğmaktadır. Buna karşı ciddî bir tavır takınmalıyız. Onun için: a) Bu tip kimselere ihtisasını, tahsilini, salahiyetini sorunuz; ileri attığı saçmalıklarına delil getirmesini, getiremezse susmasını söyleyiniz; yine bildiğini okumağa devam etmek isterse, kitabını, dergisini, makalesini... almayınız, okumayınız; sözünü dinlemeyiniz; maddî ve manevî prim vermeyiniz ki cehalet ve istismar yaygınlaşmadan durdurulabilsin. b) En önemlisi: Eski ve yeni gerçek âlimleri biliniz ve bulunuz; en salahiyetli, en âlim, en takva ehli, en fazıl, en edîp ve en kâmil kimselerin eserlerine itibar gösteriniz. c) Okuduğunuz beğendiğiniz eserleri, kitapları, dergileri, tanıtınız, tavsiye ediniz ve yayınız ki "hayra delâlet eden onu yapmışçasına sevap alır". d) Piyasadan bir yayın (kitap, dergi vs.) alırken, sorarak, danışarak, istişare ederek, seçerek alınız ki sonra aldanıp pişman olmayasınız. Çünkü zamanınız kalitesiz yayınlara, iddialara, fikirlere ayıramayacak 75
kadar az ve değerli; ortaya çıkan eserler, cereyanlar ve sözler ise yardımlaşmasız takibi ve ihatası imkânsız derecede bol ve çeşitli ve üstelik pahalıdır.
76
İKİ ZIT MANZARA Halil Necatioğlu
İSLAM, OCAK 86
Yılın sonuna yaklaştığımız şu günlerde etrafımıza baktığımızda zaman içte ve dışta iki ayrı manzara ile karşılaşıyoruz: Birincisi, komşularımızın ve yakın çevremiz olan Ortadoğu'nun durumu ve görünümüdür: İran-ırak savaşı zirveye doğru tırmanıyor. İran sınıra 500.000 kadar kuvvet yığmış, büyük bir hücum için fırsat ve şartları gözetmekte,
Saddam,
yardım
ve
destek
sağlamak
için
aniden
Moskova'ya gitmiş. Rusya Suriye'ye, yeni ve güçlü silâhlar, savaş gemileri vermiş. İsrail korkuyla tetikte. Amerika Suriye'den Lübnan'daki füzelerini sökmesini ısrarla istiyor; Libya güçlü silahlarla, tepeden tırnağa mücehhez; Yunanistan Türkiye'ye karşı hava üstünlüğü sağlanmış ve Kayseri-Erkilet
hava
üssünü
bile
vuracak
imkânlara
kavuşmuş.
Bulgaristan'la aramızda büyük gerginlik sürüyor. Rusya bu ülkeye de büyük askeri güçler yığmış… vs. yani çevremiz patlamaya hazır bir cephanelik durumunda. Büyük boyutlu yeni bir çatışma süratle gelişip, şiddetle birçok ülkeye sirayet edebilir. Biz ülke olarak, istesek de istemesek de gelişmelerden etkilenir, hatta kendimizi birdenbire hadiselerin içinde buluverebiliriz. Fert ve millet olarak her türlü tedbiri almak zorundayız. İhmal ve gecikme çok vahim sonuçlar doğurabilir... 77
*** Çevremizde ve içimizde bu kadar büyük boyutlu tehlikeler gelişmekte iken bizler milletçe ve bölge halkları olarak ne yapıyoruz?!! Burada görünen ikinci manzara şöyle: Göründüğü kadarıyla son derece rahat ve lâkaydız. Hiçbir ikaz işareti bizi gafletimizden uyandırmıyor. Birbirimize düşmüş, küçük meseleler ve hesaplar yüzünden kıyasıya dövüşüp, çekişiyoruz. Birlik ve beraberlik şuurundan uzak, sevgi ve saygı bağlarından mahrum, menfaat ve yaşam kavgasındayız. Lükse
ve
israfa
sapmış,
gösterişe
yönelmiş,
paralarımızı
saçıp
savurmuşuz. Tevbe etmeye yanaşmıyor, dünyalık peşinde, ahiret hesabı unutup koşuyor, nefse, şeytana esir yaşıyoruz. İmam, ibadeti, taatı, insafı, iz'ânı, ahlâk ve âdâbı terk etmiş, doludizgin zevk-ü sefaya dalmış durumdayız. Düşmanların ciddi hazırlıklarını görmüyor, hile ve tuzaklarını bilmiyor, sözlerine kanıyor, hatta onları dost sanıyoruz. Hakikî dostları düşman, hain ve sinsi düşmanları dost bellemişiz. Başımız dara düşünce, işler sarpa sarınca ne yapacağız, diyenlere kulak asan yok; savunmaya, korumaya, kurtulmaya kuvvetlenmeye önemle eğilen az, aciz ve çaresiz... Şu günlerde çoğu şaşkının en mühim derdi yılbaşı eğlencesi hazırlığı: Tebrik kartları, Noel hediyeleri, vitrin süslemeleri, çam katliamı, içki tedariki, eğlence yeri tespiti, içkili yılbaşı masası donatımı, milyarlık piyango bileti alım-satımı... vs. 78
Bu iki manzara karşısında, doyunca, patlayınca, tıksırıncaya kadar yiyip içmeğe, çalıp oynamağa hazırlanan gafil insanlara hatırlatırız ki:
Her rind bu bezmin nedir encamı bilir: Dünyamızı nâ-gâh zalâm örtebilir! Bir bitmeyecek zevk verirken beste... Bir tel kopar âheng ebediyyen kesilir! "Fani dünya hoştur amma, âkibet mevt olmasa."
79
YA SİZİN FİKRİNİZ NEDİR, BEYLER! İSLAM, EKİM 85
İslâm dini lehine-aleyhinde münakaşa ve mücadeleler bakımından çok hareketli günlerdeyiz. Bizce mâlum bazı odaklar ve bazı basın organları gizli bir ittifak yapmış gibi görünüyor. Türk ve Müslüman adı taşıyan bazı sözde-aydınları gizli bir ittifak yapmış gibi hücum halindeler. Kur'an-ı Kerîm’in sarîh emirlerini, dinimizin değişmez ve asîl hükümlerini hedef almış, yoğun bir sataşma ve saldırı. Ahlâk-dışı müstehcen neşriyat rekor seviyede. Bir yandan sapık reformist düşünceler ile dindarlar yoldan çıkartılmağa
çalışırken,
diğer
yönden
dinin
temelleri
sökülmeğe
uğraşılıyor. Kimi çıkmış, halkımızı domuz beslemeğe, haram olan domuz etini yemeğe teşvik ediyor; kimi kadınların aybaşı durumlarında, o hasta ailevî münasebet yasağımızı çiğnetmeye uğraşıyor; kimi bizim adab-ı muaşeretimize dil uzatıyor; kimi de sevgili peygamberimizin hikmet dolu hadîs-i şeriflerini, karikatürleriyle güya tezyife yelteniyor... Ne büyük cür'et ve kalabalık. Bizim şanlı tarihimiz, şerefli ve zarif bir kültürümüz, eşsiz bir maddî ve manevî medeniyetimiz vardır. Aramızdan türeyen bazıları, sanki ezelden beri Avrupalı, frengî meşrepli, kâfir asıllı imişler gibi kendi öz benliğine ters bir yol tutturmuş gidiyor. Aşağılık kompleksi ile, kontrolsüz, münakaşasız, tefekkürsüz, tereddütsüz... alafrangayı kendine esas kabul etmiş, sosyal ve kültürel kanunlardan habersiz, bize özgü zevklere, asîl örf ve âdetlerimize, İslâmî törelerimize, inancımıza, ibadetlerimize 80
sataşıyor. Kör bir inat ve bayat bir alafranga modası, 3garp daima iyidir, şark hep fena" gibi bir hasta zihniyet... Artık iyice anlaşılıyor ki, üstelik halka yol gösterme iddiasında olan birtakım kalemşörlerimiz hiç de iyi yetiştirilmemişler. Yarım asırlık laik millî
eğitim,
halkımıza
şahsiyet
vermemiş,
kendi
öz
kültür
ve
medeniyetini benimsetememiş. Bu korkunç bir netice. Bu hastalıktan kendini ancak dinine sarılanlar kurtarabilmiştir. Bu yarım yamalak saldırgan kişiler hiç medenî ve centilmen değildir; çünkü velinimeti olan halkının zihniyetine, kanaatine, inancına, kültürel şahsiyetine gerçek saygılar yok; kendi menfaatleri bahis konusu olunca dillerinden düşürmedikleri "din ve vicdan hürriyeti"ne içten inanıp onu benimseyememiş; dindarlara karşı baskı unsuru olarak kullanmaya alıştıkları demokrasi ve laiklik sadece lafta ve nazariyatta kalıyor. İkincisi: Bu beyzadeler, dinî konularda fevkalade cahil kalmış, çağdışı duruma düşmüşler. Dünyanın modern ülkelerinde yapılan yeni İslâmî araştırmaları, fikir tarihindeki yeni gelişmeleri bilmiyorlar. Yakınlarda İslâm'ı seçen büyük çağdaş mütefekkirleri duymamışlar galiba. İntisap ettikleri Batı medeniyetinde bira, içki, faiz, sigara, domuz eti... aleyhinde modern çalışmalar var. Batı günden güne İslâm'a yaklaşırken bizimkiler neden tersine tersine giderler bilmem! İslâmî görüşümüzü açıklamaktan bir an bile geri durmayalım. Gelelim biz Müslümanlara! Artık şu koparılan yaygaralar, çıkartılan şirret şamatalar, döndürülen dolaplardan ibret almalı, uyanmalıyız. Eğitimin, telkinin, propagandanın, 81
basının, gazetenin, mecmuanın önemini, hükümetleri sarsan, bakanları düşüren gücünü görmek, sesimizi duyurmak için, bu sahaya gereken önemi vermek zorundayız. Bir avuç insan: halkına, milliyetine, ecdadına, inancına ters düşmüş bir avuç iz'ansız yarı-münevver, bir kaşık suda fırtına koparıp, büyük gerçekleri çarpıtıp efkâr-ı umumiyeyi şaşırtabiliyor. Bazı tröstlerin ellerinde büyük mâlî imkânlar, geniş propaganda vasıtaları var; doğruyu eğri, eğriyi doğru; iyiyi kötü, kötüyü iyi gösterebiliyorlar. Bilimsellik ve modernlik maskesi kullandıkları için büyük kitle bunlara kapılıyor, gerçeği görenler ise biraz hayret, biraz da ibretle onları seyrediyor, akıbetlerini gözlüyor, küskün ve suskun duruyor. Biz işin iç yüzünü bilen, gerçeği gören vatan evlatları susmamalıyız. Hakkın ve hayrın söylenmesi gerektiği zaman susmak büyük günahtır; emr-i mâruf ve nehy-i münker dinimizin en önemli farzlarından, bizim en mühim görevlerimizden biridir. Bir de biz konuşmağa başlasak, herkes hangi fikrin ekseriyette olduğunu anlayacak; kötü niyetli ve çarpık zihniyetliler, bu muhteşem kalabalıktan ürkecek, korkup sinecek; olaylardan üzgün ve milletin kendini savunma azminden ye'se düşmüş hayırhah kişilerin yüzü gülecek, canlarına can katılacak. İçinde bulunduğumuz hiçbir ortam ve toplantıda kendi öz İslâmî görünüşünüzü açıklamaktan, saldırganlara ilmin, mantığın, imanın yolunu göstermekten-ALLAH AŞKINA-bir an bile geri durmayınız sevgili okuyucularım, çünkü bu da İslâmî cihadın en asîl cephelerinden biridir.
82
LAİKLİK DEMOKRASİ VE BİZ Halil Necatioğlu
İslam, Mart 1987
Hıristiyanlık Garp halkları üzerinde tarih boyu, koyu ve mutlak bir hakimiyet kurmuş, millet hayatının her safha ve faaliyetine el koyarak günümüze kadar devam etmiştir. Bitip tükenmeyen Haçlı seferlerinin biz Şark ülkelerindeki tahribat ve katliamları tarihin sayfalarını doldurur. Papazlık, kendi ülkelerindeki insanlara da, sırf inancından dolayı sonsuz zulümler yapmış, aforozlarla kralları tahtından düşürmüş, engizisyonlarla işkence etmiş, ilim adamlarını susturmuş, değişik mezhep mensuplarını, kâh saman yığınları üstünde yakarak sindirmiştir. Bu, hepsine müşahhas misaller verebileceğimiz akla hayale sığmayan korkunç, ama gerçek olan baskılar,
yeni
yeni
mezheplerin,
karşı
gizli
teşkilatların,
içtimaı
gruplaşmaların doğmasına sebep olmuşsa da kilisenin tesir ve nüfuzunu tamamen kıramamıştır. Kilise bugün dahî, hâkim ve güçlü bir teşkilâttır. Bir kere müstakil siyasî bir şahsiyeti yani Papazlık devleti vardır. Ayrıca bütün ülkelerde geniş kadrolara, zengin vakıflara sahiptir. Siyasî, iktisadî, kültürel ve içtimaî nüfuzu son derece yüksektir. Sırf papazlar tarafından idare edilen üniversiteler, hastaneler, yurtlar, gazeteler, yayınevleri, ticarî şirketler, hayır kurumları... vs., toplumları kıskıvrak avuçlarında tutar, istedikleri 83
gibi yönetir, toplumları kıskıvrak avuçlarında tutar, istedikleri gibi yönetir, yönlendirebilirler. Laiklik işte bu amansız teşkilât karşısında garp aydınlarının uzun yıllar mücadele ederek kazanabildiği kısmî bir inanç ve fikir serbestliğinden ibarettir. Kısmîdir; çünkü bugün dahi her garplı, her istediği fikir ve inancı kolaylıkla benimseyip, ülkesinde rahatça yaşayamaz, bin bir sinsi entrikaya, baskıya, mağduriyete mâruz kalır; meselâ işinden atılır, muhitinden tecrid olunur, evi toplanır, dinî teşkilatın devamlı tâcizine uğrar... Ama devlet gücü ve kanunlar, yılların hatta asırların mücadelesi sonunda çeşitli mezhepler ve karşı görüşler arasında kurulmuş olan dengeyi
ve
sağlanan
fikir
ve
inanç
hürriyetini
-o
ülkenin
demokratiklikteki samimiyet ve ileriliği ölçüsünde-sağlamağa yöneliktir. Böylece Garpta bugün herkes dilediği tarzda yaşar, giyinir, eğlenir, düşünür, tapınır hale gelebilmiştir. Bize gelince; iş tersine dönmüştür. Ülkemizde laikliğin yönü, tarifi ve sınırları konusunda ta baştan beri garip bir kargaşa hâkimdir. Cumhuriyet kurulduktan sonra ilk anayasada "devletin dini İslâm'dır" diye yazılmışken, sonra bu hüküm kaldırılmış, resmen bastırılan bazı kitaplarda "Türkiye İslam dini ve medeniyetinin her türlü hüküm ve eserini bertaraf ederek garp medeniyetine iltihak etme kararındadır" dahi denilebilmiştir. Tâ 1937'lerde kabul edilen laiklik ilkesi, İslâm dinine karşı ters işletilmiş, din eğitimi okulları kapatılmış, Kur'an-ı Kerim’ler ve eski eserler toplatılıp yakılmış veya toprağa gömülmüş, hocalar jandarma ile takip edilmiş, asırlık vakıflar ve dinî yapılar tahrip olunmuş, tarihî eser kitabeleri "eski yazıdır" diye kazıtılmış, camilerde kiliseler gibi org çalınması, sıra konulması istenmiş, gazetelerin dinî konulu tefrikalar 84
yayınlamaları yasaklanmış, ezan değiştirilmiş, hac ibadeti yıllar boyu engellenmiştir... Laiklik, din düşmanlığı mı demektir; yoksa halkın yüzde doksan dokuzu Müslüman olan ülkemizde azınlıklar, Yahudilik, Hristiyanlık, dinsizlik, imansızlık, edepsizlik dıştan destekli olduğu için serbesttir de, sadece İslâm mı himayesiz olduğundan, şamar oğlanı durumundadır ki her gelen İslâm'a darbe vurur? Müslümanın mevcut kanunlar çerçevesinde dahi olsa inancına göre yaşamağa, dinini yaymağa, çalışmağa, Kur'an-ı Kerim'in ahkâmına uymağa, gönlünce ibadet etmeğe; istediği mezhebi, meşrebi, yolu seçmeğe hakkı yok mudur? Kendisine yapılan iftiralara, haksız hücumlara, yalanlara cevap vermek için ağzını açsa, kalemi ele alsa suç mudur ki dergisinin kapatılması, gazetesinin susturulması -hem de televizyonda-teklif olunabilmektedir? Resmen fuşuh yuvaları dahi açılmış iken; bar, pavyon, gazino ve diskoteklerde her türlü zararlı ve müstehcen faaliyet çılgınca işlenip dururken; bütün kötülüklerin anası içkinin her türlüsü üretilir, haksız kazançlar sağlanır, faizler yenilir, gençlik dejenere olur, nesiller çürür, yuvalar yıkılır, kızlar artist olmağa kaçar, içtimaî değer hükümleri çözülür; haramlar, rüşvetler, haksızlıklar başını almış giderken... bu gidişin vahametini gören vatan evlâdına bir îkaz ve nasihat hakkı dahî çok mu görülüyor? Cinsî sapıkların, ayyaş ve serserilerin, fahişe ve metreslerin haklarını (!) savunanların o engin hoşgörüleri, Müslüman halkın hak ve hürriyetlerine gelince nerelere kayboluyor? Halkımız câhil ve sefil paryâ veya hissiz ve şuursuz robot mudur ki vicdan ve inanç yönünden de katı yasaklar ve kaprisli komutanlarla idare edilmek isteniyor? 85
Hayır... hayır! Sadece, çok bilmiş aydınımız (!) henüz reşid olamamış, garptan çilesi çekilmeden ithal edilen demokrasi ve laikliği anlayamamış, evrensel insan hak ve hürriyetlerini hazmedememiş, gerçek mânasıyla yobaz ve çağdışı kalmıştır. Türkiye'de
mutlakıyetten,
diktatörlükten
demokrasiye,
"kanun
devleti"nden "hukuk devleti"ne sosyal devlet seviyesine ulaşılmışken, halâ diktatörlüğe, zorbalık ve zulme dönmeğe heves edenler, bunu kışkırtanlar; tam donkişotvâri değirmenlerle savaşa kalkışanlar, halkı ve hakkı karşısına almış, muhayyel düşmanlarla savaş çığlıkları atan devrimbaz yaygaracılar vardır... o kadar! Hak ve halk elbette bunları hizaya sokacak hakkından geleciktir. Ülkemizde hırçın bir azınlık, halka karşı fevkalâde kuvvetli organize olmuştur; gereğinde hükümete çatar, orduya ihtilal davetiyesi çıkartırlar; üyesiz, kuru kalabalık derneklerle, mahdut grupların yüksek tirajlı müstehcen dergi ve gazeteleriyle "zinde güçler" edebiyatı yapar, efkâr-ı umumiyyeyi şartlandırıp, yönlendirmeğe, halkı baskıya alıp sindirmeğe çalışırlar. Artık halkımız da bu zorba takım karşısında uyanmalı, şuurlanmalı; hür ve demokratik yolda kendi öz yayın, eğitim, reklâm ve propaganda müesseselerini kurup, kendi varlık, benlik ve hukukunu koruyup kollamayı öğrenmelidir.
86
VAH LAİKLİK VAH! Halil Necatioğlu
İSLAM, NİSAN 87
Türkiye'mizdeki bazı kesim, parti ve basın mensuplarının, birbirleriyle gizliden irtibatlı müşterek bir cephe halinde, planlı ve sistemli bir şekilde sürdükleri kesif "irtica var" kampanyasıyla; Müslümanlara karşı çeşitli yayın organlarında görülen sinsi sataşma hücumlar, artık "anayasal hürriyetler"i ihlâl edecek ve ülkemizde gerçek demokrasinin varlığında ve sıhhatinde şüpheye düşürecek boyutlara ulaşmıştır. Konunun İran-Irak savaşının sonuçlanmak üzere olması; ayrıca TürkiyeAmerika, Türkiye-AET ilişkileri ile ilgili yönleri bulunduğu muhakkaktır. Düşmanlarımız hiçbir zaman Türkiye Müslümanlarının gelişmesini, şuurlanmasını istemediler; ama muhtemel müstakbel gelişmelere, dolayısıyla Ortadoğu'nun tabii efendisi Müslümanlardan şimdi daha çok korkmaktadırlar.
Çareyi
Müslümanları
ezmekte
görüyorlar.
Tüm
Ortadoğu ve diğer İslâm ülkelerinde görünen hava budur. Ülkemizde bu emele bilerek veya bilmeyerek alet olanlar vardır; üniversiteler dindar öğrencilere, değişik dini ekollere, mâruf din liderlerine açık baskı ve takip görülmektedir; dinî ahkâma, inançlara, Allah'a, Peygamber'e hücum ve sataşma çok artmıştır. Müslüman halk haksız ve asılsız, mevhum şüphelerle karalanmakta ve şaibe altına 87
sokulmaktadır. Bazı yazar ve düşünürler laikliği kasten din düşmanlığı olarak anlamak ve empoze etmek çabasındalar. Müşahhas misal verelim: Haftalık bir derginin son sayılarının birinde ateist, yani Allah'a inanmayan, dinsiz ve münkir bir yazarın şöyle dediği yazılıyor: "Toplumu etkileyecek konumdaki herkese sesleniyorum: En iyi savunma saldırıdır. Ateistler (yani dinsiz münkirler) artık saldırıya geçmelidir... ATEİSTLERİN ve LAİKLERİN bu saldırısı yengiyle (yani zaferle) sonuçlanacaktır. (!!!)" Görülüyor ki, burada yazar laikliği dinsizliğe eşit veya paralel bir anlamda kabul etmektedir. Aynı yazının devamında dinsiz olduğunu söyleyen bir hukuk fakültesi doçenti, cumhuriyetin ilk yıllarında da LAİKLİĞİN DİNSİZLİK olarak anlaşıldığını ve TATBİK edildiğini ve kendisinin de bunu gayet olumlu (!) bulduğunu-hukukçu
(!)
olmasına
rağmen-üzerine
basa
basa
belirtmekten çekinmiyor. Diğer yandan, sakat görüşlü bazı kadın dernekleri ile, onlarla aynı yolda olan bazı muhalefet partisi mensuplarının kendileri gibi düşünmeyen kişilere ve yayınlara tahammül edemedikleri; işin daha garibi-kelle isteyen âsî yeniçeri zorbaları edası ile -bazı dinî dergilerin kapatılmasını dahî teklif edebildikleri esefle duyulmaktadır. Bu katılaşmış yobaz zihniyetten sevgi, saygı, hoşgörü, insaf ve adalet beklemek
beyhûdedir;
ağlamak ve sızlamakta, zulmü yapandan
merhamet dilemekte asla fayda yoktur. Hak , eğer verilmek istenmezse 88
cebren alınır; edepsize gereken ders, hak ettiği cevap usulüyle verilir. haklının aynı zamanda güçlü ve kuvvetli de olması şarttır. O halde samimi dindarlar ile, hakiki fikir ve vicdan hürriyeti taraftarları da en az münkirler kadar gayretli olmalı; olumlu, verimli, köklü ve devamlı çalışmalara girişmelidir. Sayın okuyucular! Tembellik, lâkaytlık ve gevşeklik vebal veya zararının çok büyük olacağını bilmelisiniz. İrşad
ve
tebliğ
çalışmalarına
önem
vermeli,
çeşitli
toplantılar,
konferanslar ve ev sohbetleri ile çevremizi aydınlatmalı, gerçekleri anlatmalısınız. Fikirlerinizi duyurmak ve yapılan saldırılara karşı savunmak için her türlü araç ve gereçleri kullanmalı, kurulmuş müesseseleri maddeten, manen, kalben, fikren ve lisânen kuvvetle desteklemelisiniz. Bulunduğunuz çevrede hak ve hürriyetlerimizi korumak için kadın-erkek tedbirler almalı, dernekler kurmalı, var olanlara üye olmalı, doğru yönde çalışmalarını sağlamalısınız. Kahır ekseriyet bizimdir; şartlar lehimizedir; korkmadan, çekinmeden fikirlerinizi söyleyiniz! Nihaî zafer Allah'a dayanan ve inanan; O'nun yolunda, O'nun rızası için zevk ve şevkle çalışanların olacaktır.
89
"BAL! BAL!.." DEMEKLE AĞIZ TATLANMAZ! İSLAM, MART 86
İnsanlığa karşı görevleri ve sorumlulukları olduğunu hisseden, olayların akışını İslâmcı bir açıdan dikkatle inceleyen ve gereken tedbirleri almak durumunda olan kişiler olarak toplumumuza baktığımızda son aylarda bir manzara ile karşılaşıyoruz: Yazın, tatil, sayfiye, içki, eğlence, plaj ve çıplaklık keyfiyle azan ve azıtan din düşmanları tesettüre, baş örtmeye, domuz eti yasağına... vs. Kur'an emirlerine ve şeriat hükümlerine çatmışlardı. Bu kere kış aylarında da pornografi rezaletine sımsıkı sarıldılar. Bilindiği üzere porno, Yunancada kahpe ve fahişe demek olup pornografik yayınlar da -bugüne göre fuhşu konu alan, şehveti tahrik eden yazı, resim, bant ve kasetlerden ibaret bulunmaktadır. Bu tip çeşitli neşriyatın, birdenbire ve beraberce ortaya çıkması üzerine bazı idarecilerce hareketin "bir merkezden idare edildiği" belirtilmişti. Tabii o şirret basın buna şiddetle karşı çıktı ve bu isnadı hararetle reddetti. Ama kimseyi inandıramamışa benzemiyorlar. Nitekim solcu bir derginin bu konuda yazdıkları bir hayli önemli ve manidardır. "Aralık ve ocak aylarında 'erkek dergileri' piyasasında da derin bir ideolojik mücadele (!) yaşandı. Bu alana yeni girenlerden, İtalyan 90
kökenli Pm dergisi, kendisini bir sayı arayla izleyen pb dergisini, Amerikan emperyalizminin güzellik anlayışını ülkemize empoze etmeye kalkışmakla
suçlayıp
bir
'Akdeniz
güzelliği'
kavramını
gündeme
getirirken, piyasanın eskilerinden E... dergisi, millî güzellik ölçülerimize sahip çıkarak, gerek Pm...'i ve gerekse Pb'u İşbirlikçi ve Kökü Dışarda olarak ilan etti." "Kişi hayat ve haklarının, sağlık sorunlarının, kadının, cinsel sevginin Metâlaştırılması; böylece en olmayacak şeyle; Aslında hepsi birbirleriyle danışıklı ilişkiler içinde olan dergi yöneticilerinin yapay 'Kayıkçı Dövüşleri' aracılığıyla
devrimci
düşüncenin
de
karikatürize
edilmesi
ve
metâlaştırılmasıyla tamamlandı." Bizim gördüğümüz kadarıyla iş halen de bütün şiddet ve vahametiyle devam ediyor. Müstehcen neşriyatçılar yapılan ikaz ve tenkitlerden, halktan gelen tepkilerden, afişlerinin yırtılmasından, haklarında dava açılmasından, hiç uslanmamışa benziyorlar. Şurası muhakkak ki bu hayatî konuda çok daha müessir müeyyideler ve tedbirler almak, çareler bulmak gerekiyor. Çünkü kötülüğü sözle tenkit yeterli değildir, fiilî önlemlere ihtiyaç vardır; bal bal demekle ağız tatlı olmaz, iyi şeyleri temenni etmek yeterli değildir, pratik ve sonuç alıcı hamlelere girişmek, iyi çözümü her ne pahasına olursa olsun şart olmaktır. O halde sevgili okuyucular: 1.
Müstehcen ve muzır neşriyatı boykot ediniz, her ne sebeple
olursa olsun, asla almayız, içinde müstehcen tek bir resim bile olsa. Unutmayınız ki onlar sizin paranızla yaşayıp gelişiyorlar. 91
2.
Kendinizin, çevrenizin, evladınızın irade eğitimine ve nefis
terbiyesine çok önem veriniz. Çünkü her türlü muzır işi nefsine düşkün ve şeytana esir insanlar üretmekte ve beslemektedir. Kanunî yasaklar bu konuda kıyafetsiz kalmaktadır. İşin asıl kaynağı: Hakikî imanın, güzel ahlâkın, tasavvuf hayatının, nefis mücahedesinin, Allah korkusunun, mes'uliyet duygusunun yokluğudur. 3.
Sizi ve aile efradınızı, çocuklarınızı idealinize uygun tarzda eğiten
neşriyatı biliniz, bulunuz, seviniz ve gelişmesine maddeten ve manen yardımcı olunuz; çünkü Allah yolunda cihadın en mühim dallarından biri de budur.
92
ANLAYAMADIKLARIM İSLAM, KASIM 86
Türkiye'nin kahır ekseriyeti Müslümanlardır. Ayrıca milletimiz çağlar boyunca, bugüne gelinceye kadar İslâm âleminin savunmasını ve liderliğini yapmıştır. Şehirlerimizin minareli, kubbeli siluetlerinden örf ve âdetlerimize, davranışlarımızdan
zevklerimize,
hatta
günlük
konuşmalarımızdaki
"inşallah, maşallah, allahaısmarladık..." gibi sözlere kadar her şeyimizde İslâm'ın damgası, simgesi, kokusu, ruhu sergilenmektedir; yani kısacası kültürümüz İslâm kültürüdür ve şahsen biz bununla övünüp gurur duyar, iftihar ederiz. Ayrıca demokratik, hür ve açık bir rejimle idare ediliyoruz. Birçok haklarımız anayasada teminat altına alınmıştır: Din ve vicdan hürriyeti, fikir ve düşünce hürriyeti, eğitim hürriyeti... vs. sahibiyiz. Yüzümüz ak; anlımız açık istediğimiz gibi inanır, gönlümüzce ibadet eder, yazar, çizer, konuşuruz. Peki ama neden bunlara rağmen ortada sanki Müslümanlık suçmuş gibi bir hava estirilip durduruluyor, millet ilerici-gerici diye iki kampa bölünüyor, dince kutsal tanınan şeyler karalanıp lekelenmek isteniyor. Bu hürriyet çağında neden hala pek çok kimse Müslümanlığını korkarak veya utanarak, saklı saklı yapmakta veya aleni yaptığı takdirde hücuma uğramakta hatta fiilen zarar görmekte?!! 93
Halkımız dini konularda neden hâlâ meselâ hür Avrupa ülkelerindeki işçi kardeşlerimiz kadar bile serbest hareket edemiyor, fikrini açıkça söyleyemiyor, inancına uygun yaşayamıyor, yaptığını ise gizlemek mecburiyeti hissediyor? Bu soruya pek çok cevap, sosyal veya politik veya psikolojik tahlil olabilir. Ama en başta gelen sebeblerden biri: Müslüman halkımızın sesini duyuracak, savunmasını yapacak, meşru haklarını koruyacak müessir yayın organlarının az ve dolayısıyla etkisiz olmasıdır. Bu hür ve demokratik rejimde, matbuat âleminde İslâm'a karşı disiplinli ve organize bir cephe teşekkül etmiş olup, bunlar fırsat buldukça İslâm'a,
Müslümanlara
alenen
ve
öfkeyle
karşı
çıkmaktan
geri
durmamaktadırlar. Mesela: Kâh Müslümanlara ille de haram olan domuz eti yedirmeğe çalışır; kâh mesture hanımların başörtüsüne, çarşafına sataşır; kâh iffet ve nâmus anlayışına saldırır; kâh erkeğin sakalına, şalvarına, gömlek yakasına karışır, boynuna yazda kışta, mantıklı mantıksız kravat dolamayı ilericilik sayar; kâh bakan Kur'an kursu açıyor diye yaygara basar; kâh vali dini hizmetlere önem veriyor diye tenkid eder; kâh "yobazlık yayılıyor, irtica hortlayacak, halk gitgide daha Müslümanlaşıyor, oda ki rejime kastederler" diye devlet güçlerine, hukukçulara millet aleyhine ihbar ve tahrikte bulunur, namus milletimizi en tabii haklarını kullanıyor diye âdeta dış güçlere jurnal ederler. Antrparantez onlara: "Kuzum sen kimin malını kime karşı koruyorsun ki usta hırsız misali ev sahibinden de baskın çıkmaktasın. Yoksa ülkenin asıl sahibi olanlar uyanıyor, yaptığımız zulümler, oyunlar anlaşılacak, hıyanetimizin sorgusu yapılacak diye mi telaştasın" demek lazım değil mi? 94
Evet onlar halkın gözünün içine baka baka, kızdığını, üzüldüğünü bile bile böyle yapar giderler; çünkü ülkemizin has ve cefâkeş evladı basın ve yayın âlemine maalesef çok geç girmiştir. Çünkü bizde bu sahayı ve diğer kültürel hizmeti, propaganda gücü olan dalları çok önceleri Yahudi, Ermeni,
Rum,
gayrimüslim
azınlıklar
yetiştirmeleridir. Zengin imkânlara
tutmuştu.
sahip,
Bunlar
emperyalist
onların
dış
güçler
tarafından destekli, organize bir azınlık; zevkleri, gayeleri, inançları, tahsilleri, yaşamları, kültürleri bizden çok farklı. Bu yüzden ne kadar bîtaraf ve bilimsel olmaya özenseler de yapamazlar, bizi tanımaz ve anlamazlar, bize ters düşerler, bizi üzerler. Ben onları anlıyor ve hareketlerini normal karşılıyorum, elbette bu hürriyet ortamında tabiatlarının gereğini yapacaklar. Su insanı boğar, ateş yakar... Benim anlayamadığım memleketin gerçek sahipleri, suskun ve durgun büyük kalabalıklar, kendisine hizmet etmeyen, bilakis ters düşen, hakaret eden, hor gören kimseleri istese bir küskün bakışıyla, bir kırgın jestiyle yola getirmesi mümkün, muazzam yığınlar. Neye kendini, şahsiyetini,
tarihini,
kültürünü,
inancını,
fikrini
-dolayısıyla
tüm
menfaatlarını ve istikbalini-müessir vasıtalarla savunmaz; veya bu konuda dostu kederinden kahreder... hiç anlayamıyorum. Bir de bu asil halkın içinden çıkıp ta ona yâr olmayan; onun ekmeğiyle beslenip yetişince, rahat ve konfora dalan, halktan ve öz kültüründen kopan yabancı ideolojilere angaje olan faydasız, vefasız ve nankör aydınları anlayamıyorum.
95
ÜÇ AYLAR YENİ BİR MANEVİ HAMLE DEVRESİ İSLAM NİSAN 84
3 Nisan 1984 de 1404 Hicri yılının Receb ayı hülûl ediyor; ÜÇ AYLAR (Receb, Şa'ban, Ramazan) denilen bir nurlu devre, bir manevi hayr-ü bereket, feyz-ü fazilet mevsimi başlıyor. Bizler bu yeni fırsatta kendimize yeniden çekidüzen vermeli; günden güne safileşip yüksele yüksele, Şa'ban'dan, Ramazan'a arifane geçmeli; en sonunda da maddi, manevi ve ruhi bakımdan gerçek bir bayrama ermeliyiz. Abdül-Kadir-i Gilani (k.s.) (Hayatı; Hicri 470-561/Miladi 1077-1166) Günyetü't-talibin adlı eserinde şöyle yazıyor: "Receb: tevbe; Şa'ban muhabbet; Ramazan da Hakk'a kurbiyet ve vuslat ayıdır." "Receb: Günahı, zulm ü cevri terk etme; Şa'ban: Salih amel işleyip vefa gösterme; Ramazan ise Sıdk u safaya erme ayıdır." "Receb'de şevkle girişilen tevbe ve hasenat, kabule mazhar olur; Şa'ban'da işlenmiş eski seyyiat, afv ü mağfiret kılınır; Ramazan'da ise kula, ilahi ihsan ve ikramlar bahşedilir." Bu sebepten, baş tacımız, göz nurumuz ve gönül sürurumuz, sevgili Peygamberimiz, bu ÜÇ AYLAR hakkında: 96
"Receb Allah'ın, Şa'ban benim, Ramazan da ümmetimin ayıdır." Buyurmuş. Zünnun-ı Mısri rh.a. (vefatı: Hicri 245/Miladi 859) diyor ki: "Receb ekme, Şa'ban sulama ve tımar, Ramazan ise hasad ve biçim ayıdır." "sene bir ağaca benzetilse Receb, o ağacın yapraklanma; Şa'ban, çiçeklenip meyvalanma; Ramazan ise olgunlaşan mahsulün devşirilip toplama zamanıdır." Hülasa: Günahkar, asi, mücrim, gafil kulların, eğriyi bırakıp doğruya, batılı bırakıp Hakk’a kötüyü bırakıp iyiye, yönelmesi, yani tevbe-i nasuh eylemesi: .... Yaratılışı gayesini sezip, görevini idrake başlaması, sorumluluğunu hissetmesi, aziz ve celil rabbimiz olan Allah'a mahbub ve makbul kul olmaya yönelmesi; ... Numune-i imtisalimiz, rehberimiz, Rasulullah efendimize s.a.s., efendimize has halis ümmet olmaya çalışması.. .... için ÜÇ AYLAR her yıl tekerrür eden büyük bir imkan, kıymetli bir fırsat, uygun bir zaman ve vasattır. Aziz kardeş! Bu büyük lütfun kadrini bil! Acaba bir dahaki tevbe mevsimine erebilecek misin? Fırsat geçirme, tembellik ve gafleti kov, gayrete gel, Hakk'a dön! O'nun engin rahmetine tâlip ol, yolunda kaimzikrinde daim ol ki cümle felah bundadır.
97
TASAVVUF VE RAMAZAN Halil Necatioğlu
İSLAM, MAYIS 87
İslâmcı bir gazetede yazıldığına göre, Ankara'da iki genç, tahsili Müslüman, ama caddede yürüyorlarken biri diğerine birdenbire sormuş: -Üç gün sonra öleceğini bildirselerdi, ne yapardın? Diğeri de gayr-i ihtiyarî şu cevabı vermiş: -Gider mutasavvıf olurdum. Bu cevap, hele modern bir gençten gelince, çok büyük önem ve anlam kazanmaktadır; kısa ama doğrudur. Ölüm bahis konusu olunca iş ciddiye binmekte, işin şakası kalmamakla, gönlü tatmin edecek tam garantili yolun seçilmesi gerekmektedir. Çünkü İslâm tasavvufu, Peygamber s.a.s. efendimizin hayatını yaşama çabası,
Şeriat'ın
hayata
uygulanma
özlemedir;
dinî
vecîbelerin
samimiyetle edası, iman esaslarının sineye sindirilmesidir; İslâm'ın aslı, ruhu ve özüdür; ibadette ihsân makamıdır; lâf değil iş, kâl değil haldir; gaflet, cehalet ve hurâfe değil, ilim-irfan ve âgâhlıktır; çünkü büyük din âlimlerimizin ekseriyeti aynı zamanda bir velî ve tasavvuf lideri idiler. ¤Tasavvuf da, tefsir, hadis, kelâm, akaid ve fıkıh gibi "şer-î" bir ilimdir, 98
Kur'an'dan ve hadisten alınmıştır, "fıkh-ı zâhir"e mukabil fıkh-ı bâtın ve ilm-i ahvâl-ı kalp ve tezkiye-i nefstir. Tasavvuf nefsi terbiyedir, sağlam iradedir, güzel ahlâktır, salih ameldir; tembellik, miskinlik ve âtıllık değildir; çünkü İslâm âleminde en büyük liderler, aksiyonerler ve mücahidler bu mutasavvıflar içinden çıkmıştır. Emperyalistler hâlâ en çok mutasavvıflardan korkarlar. Ehl-i Sünnet tasavvufu, bazı bâtıl yol ve sapık tarikatlardaki zındıklık ve safsatalardan âlî, berî ve pâktır; onlar İslâm âleminin ilimden uzak, geri yörelerine sonralardan girmiş, komşu yabancı kültürlerden sokulmuştur. Papaza kızıp oruç bozmağa, sapıklara bakıp asîl tasavvufa kızmağa lüzum yoktur. Zaten zındıklarla, sapıklarla en güzel mücadeleyi gene mutasavvıflar vermiş ve vermektedir. Sâfî tasavvuf hâlâtı, zühd-ü takva hayatı, ta "Asr-ı saadet"ten beri vardı ve kıyamete kadar da, inşallah-var kalacaktır. Çünkü tasavvuf, Allah'ın rızasını kazanma yoludur ve mutasavvıf da, iyi Müslüman, gerçek mü'min, has ve hâlis kul demektir. Ramazan da -ilim ve irfanla, basîret gözüyle bakılırsa-gerçekten bir Tasavvuf ayıdır. Bu ayda âyet ve hadîslerin gereği olarak yaptığımız ibadet ve taatlerle, topluca "dervişleşmekte", derûnî sûfiyane bir hayat sürmeğe başlamaktayız. Kur'an-ı kerim ve sünnet-i seniyyede açıkça görüldüğüne göre ramazan orucunun maksadı ve nihaî hedefi, nefsin terbiyesi, takva ve güzel ahlakın husulüdür. Dervişin gayesi de bunlar değil midir? O halde bu dervişlik ve tasavvuf ayınız, hakkınızda hayırlı ve mübarek olsun. Allah cümlemize Yunus, Mevlana, Hacı Bayram, Eşrefoğlu, 99
İbrahim Hakkı, Üftade, Hüdaî... misali ârif ve kâmil kişi olmayı ve saadet-i dareyni bulmayı nasib eylesin değerli okuyucular!
100
BU SENENİN ŞEVVAL HİLALİ VE RAMAZAN BAYRAMININ ZAMANI ÜZERE Halil Necatioğlu
İSLAM, TEMMUZ 86
Peygamber Efendimizin, -sallallahu aleyhi ve sellem-: "Ramazan hilâlini görünce oruca başlayın; şevval hilâlini görünce de orucu bırakın (yani: bayram edin); eğer hava bulutlu olur da hilâli göremezseniz, içinde bulunduğunuz ayı 30 güne tamamlayıverirsiniz" tarzındaki tavsiyesi sebebiyle, asırlar boyu ramazan ayının başlaması ve bitmesi, yeni-hilâli görmekle tesbit olunagelmiştir. Bu konuda önce şu iyice bilinmelidir ki, bir eski-hilâl, bir de yeni-hilâl vardır. Eski-hilâl, ayın son günlerdeki şeklidir; yani dolunaydan son dördüne (yarım-aya) doğru küçülmeye başlayan ayın, son hafta günden güne daha da incelerek vardığı durumdur. Bu, sabahları güneş doğmadan önce (ve biraz daha sonra) görülebilir. Bu günlerde ay her sabah doğuya doğru açı olarak 12 kadar kaymış bulunur; böylece güneşin ufuktan doğma yerine ve zamanına günden güne yaklaşır, nihayet fi'len yok olur. Ayın bu sıralarda, gündüzün veya gecenin bir saatinde, dünya ve güneşle bir hizaya gelmesi hadisesi vuku bulur ki, buna "kavuşum: içtima hali" derler. İçtimadan sonra güneş gökyüzünde aydan öne geçer. (Halbuki içtimadan önce ay güneşten önde idi.); ay 101
her gün yine 12 kadar geri kalmaya devam eder ve tabii artık gökyüzünde güneş batmasından sonra, yani akşamleyin görünmeğe başlar. İşte bu devrede ilk görünen ince aya yeni-hilâl denilir. Eski hilâl ile yeni görünen hilâl arasında büyük bir zaman aralığı bulunur (en aşağı bir buçuk gün). İçtima zamanını tesbitte kesinlik vardır, dakika ve saniyesine varıncaya kadar ince bir şekilde bilinebilir; nitekim, güneş tutulması hadiseleri de gözle görülebilen "özel içtima" durumlarıdır ki, herkes zamanını önceden bilip, gözleyebilir. Buna mukabil, yeni-hilâlin görünme yeri ve zamanı konusunda ise kesinlik yoktur; konuda bazı belirsizlikler olduğunu, yani görünmenin ihtimal halinde kaldığı bölgeler bulunduğunu belirtiyorlar. Ayrıca eski ve yeni tarihlerde, dış ülkelerde ve yurdumuzda hesap yanılmalarının vuku bulduğu da bir gerçektir. Bu bakımdan ru'yet-i hilâl esastır ve müneccim, muvakkit ve hesap uzmanının hesabına uymak fıkıh kitaplarımızda muteber sayılmamıştır. Buna rağmen ülkemizde bu tesbit işi Cumhuriyet devresinde çıkarılan bir kanun ile rasathaneye bırakılmış, o da hesap ile bu işi tespit edegelmiş; artık Osmanlı devresinde adet olduğu gibi bir ru'yet-i hilâl çalışması yapmağa halk için lüzum ve imkân kalmamıştır. Son zamanlarda ise, dış ülkelerde çalışma, diğer Müslüman halklarla birlikte yaşama, geniş seyahat imkanları ve gelişen mükemmel haberleşme vasıtaları dolayısıyla Müslümanlar farklı zamanlarda oruca başlayıp, farklı zamanlarda bayram ettiklerinin hayretle farkına varmışlar ve bundan şiddetle huzursuz olmağa da başlamışlardır. 102
Artık her sene, Ramazan başlangıcı ve bitiminde büyük münakaşalar ve tatsız olaylar çıkmakta; kimi oruca devam ederken, kimi özel olarak bayram yapmakta veya birkaç arkadaş birleşip, özel yerlerde bayram namazları kılmakta; oruç tutanları da "Bayram günü oruç tutmak haramdır, günaha giriyorsun" diye oruç bozmağa zorlamakta, idare de böyle hareket edenleri cezalandırmağa çalışmaktadır. Fakat bilhassa Avrupa ülkelerinde çalışan takva ehli ve mücahid kardeşlerimiz serbest olduklarından, fi'len, hesabı esas alan ülkemize değil de, ru'yet-i esas alan ülkelerin ilan ve açıklamalarına tabi olmaktadır. Biz İslâm Mecmuası olarak bütün dünya Müslümanlarının birlik ve beraberlik içinde aynı günde oruç tutup, bayram yapmasını candan temenni ediyor ve bunu böylece arzu edenleri takdir ve şükranla karşılıyoruz. Ama bu iş nasıl hallolacak, hangi tarafa uyulacak? İş günden güne çetrefilleştiği ve Müslümanlar arasında yeni ve ayrı bir ihtilaf meselesi olma istidadı gösterdiği için meselenin üstüne eğildik, ilmî araştırma ve gözlemlere giriştik; karşı görüşlü tarafların fikirlerini ve delillerini inceledik; dünyanın çeşitli ülkelerindeki değerli ilim ve din otoriteleriyle ilişki kurduk, görüşlerimizi sunduk, kanaatlerini aldık, ciddiyet ve bî-taraflıkla çalışmalarımızı sürdürdük. Bu inceleme ve çalışmaların sonucu olarak Dr. Mahmut Kaleli, İlim ve Sanat Dergisi’nin TemmuzAğustos 85 tarihli 2. sayısında geniş yankılar uyandıran bir makale yayınladı. Konunun Türkiye'deki en salahiyetli mütehassıslarından olan Matematik ve Astronomi Profesörü Dr. Ali Nihat Eskioğlu da aynı derginin yedinci sayısında ikinci bir makale yazdı; yeni bir makale de 8. sayıda şu sıralarda çıkmış olacak. Temennimiz Müslümanların, sözü ayağa düşürmeden kavga ve kırgınlıklara yol 103
açmadan, şu veya bu şekilde günaha girmeden, ibadetleri eksiksiz ve kusursuz yapmayı başarmaları, sağduyu ile hareket etmeleri, ifrata gitmemeleridir. Bu Ramazan bayramının zamanı hakkındaki çalışma ve gözlemlerimiz ile vardığımız sonuçlar ise şöyledir: 1. Mecmuamız bu bayram hilâlini gözlemek için yurt içi ve yurt dışında 40 kadar yere mektup yazarak merkezimizle sıkı bir haberleşme içinde olmasını istedi. Böylece hem Ramazanın gittikçe küçülmekte olan eskihilâli, hem de Şevvalin yeni-hilâli dikkatle izlendi. Türkiye'de hilâlin ilk günde zor görüleceği iddia ve kanaati yaygın olduğundan gözlemler Suudi Arabistan'da da gruplar halinde yapıldı. 2. Ramazanın günden güne küçülen-incelen hilâli 6 Haziran Cuma sabahı dâhil, hem Türkiye’de hem de Suudi Arabistan'da net olarak müşahede olundu. Hilâl bir hayli de yüksekte idi. 3. Suudi Arabistan ilgilileri 6 Haziran Cuma akşamı hilâlin görüldüğünü iddia ederek, 7 Haziran Cumartesi günü bayram yaptılar, onlara komşu Körfez ülkeleri de tabi oldu. Bizler ise, Türkiye ve Suudi Arabistan'da o gün akşamı yeni-hilâli asla göremedik. 4. Bizler Türkiye'de ve Suudi Arabistan'da (Arafat Cebelürrahme'de ve Taif Dağlarında) onlara göre 2. gün olan 7 Haziran Cumartesi akşamı da yeni hilâli gözlemeğe kalabalık bir grup halinde çıktık; aramızda mühendisler, profesörler, din bilginleri vardı; hava açık ve berrak olduğu ve yıldızlar görüldüğü halde hilâl gene yoktu. Halbuki eğer Cuma gününden ay görülmüş olsaydı, Cumartesi günü daha yüksekte ve daha kalın olup, ufukta çok daha uzun kalacağından mutlaka görülürdü. 104
5. Aslında yeni-hilâlin Cuma gecesi görülmesi hem gözle müşahedeye, hem de hesaba göre imkânsızdır. Çünkü Cuma sabahı herkesçe görülen Ramazanın eski-hilâli yok olup, sonra ay kavuşum halinde gelip, onu geçtikten sonra tekrar Şevval'in yeni-hilâlinin teşekkülü o akşama kadar asla vâki olamaz. Çünkü aydan çok sonra doğan güneşin, ayı geçip ondan önce batması gerekir ki, bu ayın ve güneşin birdenbire seyir hızlarına aykırı düşer; güneşin birdenbire seyir hızını iki üç misline çıkarması gibi olmayacak bir şeyi gerektirir. Demek ki Cuma akşamı ayı gördük diyenler (ki ay, aslında o sırada güneşten çok önce batmış bulunuyordu), Ramazan eski hilâlini sabah görmüş kimseler olabilir!? Eski hilâl ile yeni hilâli ayırt edememek ise bir zamanlar astronomide dünyada en ileri olan Müslümanların şimdi ne kadar geri kaldıklarını gösteren çok acı bir cahillik tablosudur. 6. İlmî hesaplara göre ise; yanlışlık ihtimali olmayan ve rasat aletleriyle de gözlenerek, doğruluğu teyid edilen ayın kavuşum hadisesi GTM ile 1402'de yani bizim ve Suudi Arabistan'ın mahallî saati ile Cumartesi ikindi vakti olan 17.02'dir. Daha kavuşum haline bile gelmeyen ayı cuma günü akşamı yeni-hilâl halinde görmek akla, ilme, mantığa ve müşahedeye göre imkânsız ve muhâldir. Demek oluyor ki o ülkelerin ilgili makamları bu hakikati bilmiyorlar ki, ayı gördük diyen şahidlerin şehadetlerini, ilmin ve gözlemin aksi şehadetine rağmen kabul edebiliyorlar. 7. Şevvâl'in yeni-hilâli hem Türkiye'de (Mesela Gemlik'te) hem de Suudi Arabistan'da gerçekten ancak 8 Haziran Pazar günü akşamı müşahede olundu ki buna göre hakiki bayram günü Pazartesi sabahı olmaktadır. Bu duruma göre Cumartesi veya Pazar günü orucu terk edip bayram yapan 105
kardeşlerimizin (Türkiye, Ortadoğu ve Avrupa'da olanlar) tutmadıkları o günlerin oruçlarını kaza etmelerini sevgi ve saygıyla hatırlatırız.
8. Bizler gerçek gözlem ve kanaatlerimizi, vakit geçirmeden Ankara, İstanbul, Münih gibi merkezlere bildirerek ihtar ve ikaz vazifemizi yaptık; fakat pek çok kardeşimizin orucu bozmakta acele ettiğini sonradan üzülerek öğrendik.
Bunca
ders
mevzuunda
ve
acı
bilgilerini
tecrübeden
sonra,
derinleştireceğini
Müslümanların
umar
ve
tavsiye
yeni-hilâl ederiz.
Kardeşlerimizin önemli ibadetlerini ve bayramlarını hissi davranışlara, sempati ve antipatilere dayandırmaması, hakikati iyi görmesi, haklıyıhaksızdan iyi ayırması, gayri-ilmî davranışlara katılmaması gerekiyor. Geliniz senenin öbür aylarını da dikkatle takip ederek, bir dahaki bayramlara kadar bu konuda bilgi ve tecrübe sahibi olmağa çalışalım ve sonunda hak ve hakikatte birlik ve beraberliğe erişelim!
106
İSLAM'I ANLA VE YAŞA İSLAM MAYIS 86
İslâm, Ademoğlu'nu esfel-i sâfilinden çıkarıp a'la-yı illiyyin'e ulaştırmak, behimiyyetten kurtarıp insan-ı kâmil haline getirmek için gelmiştir. İçinde her türlü maddi ve manevi, ferdi ve içtimaı derde deva, her türlü ruhî ve bedenî hastalığa şifa vardır. Ama İslâm parçalanmaz bir bütündür; bir kısmı alınıp, diğer bir kısmı konulursa müsbet sonuç alınmaz; gayri müntazam alınan ilaçların, bir uyulan bir bırakılan tedavilerin fayda vermediği, bil-akis hastalığı müzminleştirdiği, mikroba direnç ve bağışıklık sağladığı gibi.. Bugünün Müslümanları ise çoğunlukla bu gerçekten bî-haberdir: Ya inanır ama tatbik etmez, ibadete yanaşmaz; ya İslâm'ın bir yönüne taassupla bağlanır, öbür yönlerini ihmal eder; ya Müslümanım der, ama Avrupa'nın, Rusya'nın Amerika'nın sapık veya kafir felsefelerini beğenir benimser; ya din konusundaki sathi bilgisine bakmadan, derin konulara bilmediği meselelere dalar, sapar ve saptırır; ya Allah'ın rahmetine güvenir, azabına ve gazabına aldırmaz; ya dinin şekli tarafına özenir, özünü anlamını sezmez; ya kalıbını süsler, kalbini ihmal eder.. hasılı bir yanını eksik bırakır, Şair'in dediği gibi:
İslâm'ın kendisinde hiçbir ayıp yoktur: Gördüğün her ayıp, bizim şahsi Müslümanlığımızdadır.
107
Dört yandan mâ'mur bir Müslüman görme hasretinden çatlar ölürsünüz. İslâm âleminin bugünkü perişanlığının ana sebebi budur; dünyada çektiklerimiz ve âhirette çekeceklerimiz bu yüzdendir. Önünde büyük bir fırsat, feyizli bir ay, onun ardında da geniş bir tatil devresi var sevgili okuyucu! Bu ramazanı sonuncu Ramazan'ın bil, ne olur bu fırsatı iyi değerlendir. Kendin ve çevren, aile efradın veya diğer yakınlarınla, İslâm'ı, Kur'an'ı, Resulullahı, dini ahkamı; ön yargılardan, peşin fikir ve kanaatlerden sıyrılmış olarak, dosdoğru anlamağa çalış! Onlara başka felsefe ve ideolojilerin,
hasım
inanç
gruplarının,
misyonerlerin,
papazların,
münkirlerin gözlüğü ile bakma! İslâm 15 asırlıktır, tarihi bir antika gibi üzerine saygıyla sevgiyle ihtimamla eğil, onun doğduğu çağa giderek, geliştiği
muhitin
şartlarına
bakarak
değerlendirilmesini
yap,
ana
kaynaklarına in, özünü iyi kavra, mesajını doğru al! Çevrede, cehalet veya menfaat, garez veya antipati sâikasıyla onu sana çarpıtarak, ezerek, eğip bükerek anlatmağa çalışacak kimseler çoktur. Ama Allah'a sığın, O'ndan sana doğruyu göstermesini iste, araştır. 20. Yüzyılın mukayeseli fikir ortamı sana gerçeği bulma şartlarını çok şükür ki, sağlamıştır. Doğruyu anladıktan sonra bil ki: İslâm ütopya veya faraziye, hayal veya nazariye değildir; İslâm hayat nizamıdır, aklın delili, kalbin cilâsı ve ruhun gıdasıdır. İlminle âmil ol, öğrendiğin İslâm'ı yaşa, şahsi hayatındaki ikilikleri, tezatları kaldır, kendini ruhen ve bedenen, kalben ve ahlaken düzene sok! Her şeyin İsâm'ca olsun: Görünüşün, düşünüşün, davranışın, yaşayışın, tercihin, 108
sevmen veya kızman, desteklemen veya engellemen, emrin veya nehyin, konuşman veya susman imani bir hakikate dayansın. Ulvî bir gayeye yönelik olsun. Aktif ve enerjik Müslüman ol! Yıllar, ramazanlar, tatiller, fırsatlar geçer gider de sen hâlâ ham, hâlâ bihaber, hâlâ bifaide kalırsan halin nereye varacak, huzur-ı Rabbi'l izzete ne yüzle çıkacaksın?
"Ne yatarsın göçtü gitti kârvân!" "Uyan ey yâreli şîr-i jiyan bu hâb-ı gafletten"
109
EN MÜHİMİ Halil Necatioğlu
İslam, Haziran 1984
İçinde, İslam’ın en mühim farzlarından biri olan Oruç’un bulunduğu RAMAZAN AYI, dinî hayatımızda çok ehemmiyetli, müstesna bir mevkie sahiptir. Her Müslümanın onun kadrini bilmesi, feyiz ve bereketinden istifade etmesi, akıl, zekâ ve inancının gereği olup, manevî yönden yücelmesinin de en önde gelen şartlarından biridir. İngiliz Müslümanlardan Habibullah Lovegrove, What is İslâm adlı eserinde, İslâm dininin, tahakkuk ettirmek istediği her gaye ve amacı, sadece öğüt ve tavsiyede bırakmadığına; aksine, onun nazariyattan tatbikata, teoriden pratiğe intikal şeklini de gösterdiğine dikkat çeker ve bu meziyetini çok takdir ettiğini belirtir. Durum gerçekten de öyledir, meselâ: Allah c.c. kullara, kendisini hiç unutmamayı ve asla gafillerden olmamayı emretmiş; bunu sağlamanın pratik çaresi olarak da, Kur'an-ı Kerimin 80 kadar yerinde kendisini zikr-ü tesbih etmelerini; ve yine pek çok âyet-i kerîmede namaz kılmalarını tavsiye buyurmuştur. Neticeyi düşününüz: Günde en aşağı 5 vakit farz namaz kılan ve gece gündüz Hakk'ın zikr-ü tesbihinde olan kimse, artık gaflette, nisyanda kalır mı? Allah'ı unutup isyana dalar mı? 110
Yine İslâm, Müslümanları kardeş eylemiş, birbirlerini sevmelerini istemiş, bunu sağlamak için de, selamlaşmayı, ziyaretleşmeyi, sıla-ı rahimi ayrıca cemaate katılmayı, cumayı, bayramı, haccı ve maddî yardımlaşmayı, hediyeleşmeyi, sadakayı, zekâtı emreylemiştir. Şimdi söyleyiniz, bunlar yapılırsa sevgi, kardeşlik ve dostluk otomatik olarak tahakkuk etmez mi? Aynı şekilde İslâm temizliği tavsiye etmiş, bunu temin için; de namaz için abdest almayı, cünüplükten kurtulmak için gusülü, hadesten ve necasetten arınmayı, misvak kullanmayı, tırnak kesmeyi, fazla kılları gidermeyi, evin içini ve sokağı süpürmeyi... emir buyurmuştur. Bu misalleri çoğaltabiliriz. İşte bunlar gibi Ramazan ayı da, Kur'an'ın emri olan NEFSİ, TEZKİYE, AHLAKI TEZBİH, REZAİLİ TAVSİYE ve FAZAİLİ TEKMİL'in pratikteki yolu ve çaresidir. Nitekim Ramazan orucunu emreden âyetin sonunda, bunun gayesinin manevî, ruhî ve ahlâkî olduğuna işaretle "tâ ki ittika edesiniz, yani takvâ sahibi olasınız" buyrulmaktadır. Ramazan ayında, oruç tutarken, Müslümanların hiç hatırlarından çıkarmamaları gereken başlıca hakikat işte budur. Oruç asla, sadece yeme-içmeden.. kesilmeden ibaret değildir; bilakis her Müslüman, orucun nefs-i emmareyi yenme, iradeyi kuvvetlendirme ve neticede takvâyı kendine hâl edinme ANA GAYE sine hizmet eden bir idman ve egzersiz olduğunu daima göz önünde tutmalıdır. Demek ki oruçtan hedef takvadır. Allah c.c. Kur'an-ı Kerîm’in 150 kadar yerinde takvâyı zikredip övmüştür. O bizim gibi, eski ümmetlere de emrolunmuştur. Allah indinde en makbul kimse en takvalı olandır; Allah'ın evliyası müttekilerden başkası değildir; onlar dünya ve âhiretin 111
gerçek ulularıdır; Allah tarafından sevilmek, büyük maddî manevi nimetlere ermek, ilâhi yardıma mazhar olmak, hüsn-i âkibet, eşsiz ve ebedî
saadet,
müjde
ve
büşra,
cennet
ve
cemal...
Onların
mükâfatlarıdır. Takvâ, Peygamberimizin gerçek yoludur; Ashab-ı kirâmın, evliyaullah'ın, Sâdât ve meşayihimizin hâli; âbid ve zâhidlerin yol azığı; zâkir ve şâkirlerin göz nuru, gönül süruru; ahiret tâliplerinin maksat ve arzusudur. Takvâ ve ittika lügatte, korunmak, sakınmak, çekinmek, korkmak demektir; müttekîler de Allah'tan korkan; işledikleri amellerin kabulünü engelleyen hâl ve şartlardan sakınan; cehenneme düşmekten veya Allah'ın sevgisini kaybetmekten çekinen; yaptığı işleri titizlenerek, özenerek yapmaya ihtimam gösteren Müslümanlar demektir. Şeriate göre takvâ üç mertebedir: Bu mertebelerin en aşağısı, -iman ve İslam’ın asgari şartı olan küfürden sakınmaktır. En alâsı ise, gönlü, Allah c.c. hazretlerinden -ve lev bir an bile olsa- alıkoyan her şeyden sakınmak ve cümle ma'siva'dan i'raz eylemektir. Takva'nın orta derecesi ise -ki çok kere takva denilince bu anlaşılırinsanın kendisine ceza, azap ve ikap getirecek işlerden sakınması, kalbini ve niyetini dürüst ve pak tutmasıdır. Her işin, amelin ve uzvun kendine göre bir takvası vardır: Meselâ orucu ifsad edecek hâl ve davranışlardan uzak durmak, namazı, zekâtı, haccı ve sair amelleri ifsad ve iptal edecek şeylerden korunmak; imanı elfaz-ı küfürden ve bozuk itikatlardan korunmak; fena huylardan kurtulmak: kalbi kötü niyetlerden korumak; her a'zâ ve cevarihi, her çeşit günahlardan ve yasaklardan korumak.. gibi Hemen anlaşılır ki bunun 112
için de, yasakları, haramları, helalleri, mübahları, sevapları, günahları iyice bilmek, yani fıkıh ilmine ve tasavvufa vukuf şarttır. Denmiştir ki: "İbadet ve iyi kulluk, ince bir sanattır; ki onun dükkanı halvet (tenhalık) ana sermayesi ilim ve takva, kazancı da cennettir." Rabbimiz, bizi Ramazan âdâbına riayet eden, takvâya eren ve neticede rızana nail olanlardan eyle! İlâhî, cennet evine, Girenlerden eyle bizi; Cennet içre cemalini, Görenlerden eyle bizi.
113
RAMAZANDAN SONRAKİ EN MÜHİM İŞİMİZ İSLAM HAZİRAN 86
Bizi Müslüman yaratan ve yaşatan Rabbimize hamd olsun. İslâm mükemmel, eşsiz ve emsalsiz bir hayat nizamıdır. Bunu, ilimde yükseldikçe, ufku genişledikçe, başka beşeri sistemlerle vi bâtıl dinlerle mukayese ettikçe herkes daha iyi anlıyor, İslâm'a daha fazla hayranlık duyuyor. Artık iyice anlaşılıyor ki İslâm mutlak doğrudur, çağlar üstü güzeldir, zaman boyu yeni ve diridir, insanlığın karşılaştığı her derde, her müşkile, hayatın her dalında en iyi, en isabetli, en âdil çözümü o vermiştir, o verecektir. İslâm münevver veya câhil, herkese aynı anda hitap eder, her seviyedeki ruhu aynı zamanda tatmin edecek harikulade bir yapıya sahiptir. Ondan herkes şuur ve kavrayış kabiliyeti nisbetinde hazzını alır. Dağdaki çoban, eline aldığı bir çiçeğe bakarken ılık gözyaşı döker, Yaradan’ının san'at ve kudretini müşahede eyler; gökteki sayısız yıldızlara bakar ürperir: "Ne büyüksün ya Rabbi!" diye mâ'rifetin en yüksek mertebelerine vâsıl olur. Diğer yandan, ak saçlı, olgun, bir âlim veya şöhretin şahikasına çıkmış engin, hakim bir mütefekkir de kainat nizamının
akıllara
durgunluk
veren
mükemmelliğini,
kanunlarının
şahaneliğini derinden derine sezip, makro-kozmos ile mikrokozmosun yani yeryüzü-gökyüzü âlemlerinden, hücreye ve atoma kadar her merhaledeki intizamın sâni-i hakîm ve mûcid-i kerimi Rabbü'l-aleminin 114
önünde saygıyla secdeye kapanır, imanın eşsiz zevk ve lezzeti ile erir, mest olur, irfanın doruğuna erişir. İslâm dini her yönüyle sağlam, her haliyle güzeldir; ölçülüdür, dengelidir, sistemlidir. O, insanlığı hedef aldığı yüce gayelere ulaştırmak için ortaya koyduğu efkâr ve nazariyatı (teoriyi) sözle, hayalde bırakmamış; bil-akis her gayeye vusûlun maddi vasıta ve yollarını göstermiş, mâkul ve tatbiki kolay çareye (pratiğe) bağlanmıştır. Meselâ: Müslümanların sevgi ve yardımlaşmasını zamanı, miktarı, muhatabı belli olan "zekât"a; sadaka'ya; gafletten kurtuluş ve daimi uyanıklığı "zikr"e; günün belli zamanlardaki oto-kontrol ve tazelenmeyi "namaz"a; cemiyet düzeninin temin ve idamesini "emr-i mâruf ve nehy-i münker"e...vs. hayale buyurmuştur. Hele, her kemâlâtın temeli olan ruhi ve vicdani olgunluğun, nefis tezkiye ve terbiyesinin, ahlâk tasfiyesinin pratiği olan şu Ramazan ayına ve oruç ibadetine bir bakınız; değil sadece imâni, maddi materyalist bakışla bile ramazan, Müslümanın yıllık askerlik mevsimi, manevi eğitim kampı, ruhî idman fırsatı, sıhhî tedavi zamanı, yaygın öğretim imkanı demektir. Çünkü ramazanda mide dinlenir, beden incelir, fazla yağlar erir, stoklar tüketilir, akıl berraklaşır, irade güçlenir, insan şeytanı ve nefsi yenmeyi öğrenir, ahlâk düzelir, merhamet gelişir, yardımseverlik artar, şeytan yenilir, nefsi yenmeyi
öğrenir, ahlak düzelir, merhamet gelişir,
yardımseverlik artar, şeytan yenilir, nefis üzülür, kalp nurlanır, ruh yükselir, niyetler halisleşir, yüzler aklanır, günahlar paklanır, manevi engeller aşılır, perdeler açılır, merhaleler geçilir, sonsuz ilâhi lezzetler sezilir, manevi zevkler tadılır.. 115
Değerli Müslümanlar! İslâm'ın yüceliğini, muhteşem güzelliğini seziniz. Başka nizamlarla arasındaki mukayese kabul etmez farkı görünüz, sizi Müslüman kıldığı için Allah'a şükrediniz ve Ramazanda kazandıklarınızı, ramazandan sonra da idame ettirmenin, elden kaçınmamanın, her şeyi tekrar berbat etmemenin en büyük işiniz olduğunu hiç aklınızdan çıkarmayanız!
116
RAMAZANDAN SONRA NE OLACAK?! İSLAM, HAZİRAN 87
İbadetlerin bir "zâhir"i, yani dış görünüşü, şekli, zarfı, kalıbı, maddesi, merasim yönü, kabuğu... vardır; bir de "bâtın"ı, yani içyüzü, mazrufu, özü, mânâsı, hakikati, aslı ve ruhu. Eğer bâtını bozuk, çürük, hasta, sakat, çarpık, eğri, yanlış, çirkin olursa, o ibadetin değeri sıfıra kadar düşebilir; hatta sevap değil, günah ve vebal hadîs-i şeriflerinde buyurmuşlar: "Nice Kur'an okuyanlar vardır ki Kur'an ona lânet eder". "Nice oruç tutan insan vardır ki (hiç sevap kazanmaz) akşamleyin kârı aç susuz kalmaktan ibaret olur"? "Nice namaz kılan insan vardır ki, kıldığı namaz o kişiyi (Allah'a -celle celalüh- yaklaştırmaz, bilakis) ancak Allah'tan uzaklaştırmağa yarar" "Nice bilgi hamalı insan vardır ki aslında hakiki âlim ve fakîh kişi değildir. Eğer bir kimseye, bilgisi manevî fayda sağlamıyor ise, onun bu gabî hali ve
cahilliği
elbette
ona
zarar
verecektir.
Kur'an-ı
kerimi
seni
kötülüklerden alıkoyacak şekilde (etkilenerek) oku; çünkü eğer o seni haramları irtikap etmekten alıkoymuyorsa, sen onu gerçekten okuyor sayılmazsın"...vs. Ramazan gibi nurlu ve feyizli bir ay geçirdik; oruçlar tuttuk, teravihler kıldık, ibadetler ve hayırlar işlemeğe çalıştık. Acaba bunlar kabul oldu 117
mu? Bunun en bariz ve sağlam alâmeti, hadîs-i şeriflerde bildirdiğine göre, güzel hâl ve hareketlerimizin ramazandan sonra kesilivermesi, devam etmesidir. O halde ramazandan sonra ibadetlerimize daha çok itina gösterelim, gerilememeğe çalışalım, sevgili okuyucular. İyi bilelim ki, Allah-celle celalüh-ancak, müttekîlerin, yani takva ehli kişilerin, ihlaslı, iyi niyetli, temiz kalpli kulların hayr-ü hasenâtını, ibadetü taatını kabul buyurur; riyakâr, mütekebbir, lâubalî, pervasız, dikkatsiz, kötü maksatlı, fesat fikirli, maddeci, dünyaperest kimselerinkini ise reddeyler, hatta meleklerine; "götürün bu perişan ibadetleri o kötü kulların yüzlerine çarpın" diye emreder. O halde Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanan her akıllı kişinin, yaptığı ibadetlerinin kabulü için gerekli şartlar öğrenmesi; bilakis reddine yol açan manevî kusurları bilip onlardan sakınması en önemli işi olmaktadır. Aksi halde emekleri zayi olmuş, boşa yorulmuş, yerinde saymış, akıntıya kürek çekmiş olur. Ramazan orucunun en büyük hedefi kula TAKVA'yı öğretmek, onu nefsi yenmeğe alıştırmak idi. İnşallah hepimiz bu manevî eğitimi başarı ile tamamlamış, müttekîler safına katılmışızdır. Yüce Rabbimiz bize takva yolunda, sırat-müstakîmde, sebilürreşadda, doğru çizgide, kendi rızası istikametinde, resulünün izinde, müteşerri, mütebahhir, muhakkik, kâmil, arif, salih, edip ulemâ ve sâdâtımızın -rahmetullahi aleyhim ecmaîn- peşinde gidenlerden eylesin; Ramazanda kesbettiğimiz iyi hâlât ve kemâlâtı kaybettirmesin;
118
Nice mutlu ve kutlu ramazanlara, gerçek bayramlara sevdiklerimizle birlikte afiyet ve saadetle erdirsin. Amin bi hürmeti seyyidil-mürselîn sallallahu aleyhi ve âlihî ve selleme ecmaîn.
119
BİR MADALYONUN İKİ YÜZÜ İSLAM, AĞUSTOS 85
Bu
sene
ramazanda,
halkımızın
İslâm'a
rağbetinden,
ibadetlere
gayretinden göğsümüz kabardı. Ne nurani ve muhteşem günler yaşadık! Sürur ve şevk ile, cami cami dolaştık. Minareler, kandiller ve mahyalarla süslenmiş, yer-gök nurlanmış, camiler lebaleb cemaatle dolmuş, avlulara taşmış, mü'minler kadın-erkek, çoluk-çocuk çimenlere yayılmış sabahlara kadar ibadetler etmişlerdi. Resmi ve özel iftarlar, vaazlar, hatimler, mevlidler, itikaflar, zikirler... toplumca şahane İslâmî bir canlılık... Anlaşılıyor
ki
ülkemizde,
19.
asırdan
kalma
köhne
materyalist
felsefelerin, dinsizliğin ve inkârın saltanatı sona eriyor; halkımız ve münevverimiz hatalarını anlayıp, maneviyata dönüyor. Şehidlerin, gazilerin, fatihlerin evlatları, tekrar atalarının dinamik ve pâk imanına geliyor, asil ve necip aslına rücu ve avdet eyliyor. Bu gelişmelerden fevkalâde memnun ve mesruruz. Bu oluş ve uyanışa yardımcı olmak, onu hızlandırmak her şuurlu derecesini sağlam tesbit etmeliyiz. Esefle söyleyelim ki şimdi de büyük ölçüde bir anti-ramazan hali, bir gaflet mevsimi yaşanıyor. Herkes tatile çıkmış, deniz kenarlarını, dağ zirvelerini, su başlarını istila etmiş vur patlasın-çal oynasın eğlenmekte. Gazete ve mecmuaların sayfaları halkı baştan çıkarıcı, tahrik edici müstehcen resimlerle dolu; en hayasız-en utanmaz gazeteler en büyük tirajı sağlıyor, bayilerden kapışılıyor, mevcutlar çabucak tükeniyor. Afyon 120
iptilası gibi korkunç ve yaygın bir hastalık. Su gibi içki içiliyor. Başımıza gökten taş yağacak diye korkuyorum. Bu bize Allah'tan korkan imanlı, edepli Müslümanlara yabancı, apayrı bir hayat tarzı. Bu kültür ve kafa yapısındaki insanlarla bağdaşmak da mümkün olamıyor. Elleri kalem tutanlar neşriyata, diğerleri de dilleri ile fiiliyatta harıl harıl iman, İslâm, ahlâk ve adap aleyhtarı malzeme üretmekle, etrafa küfür saçmakta meşguller (müstehcen neşriyat, domuz eti edebiyatı, hayızlı kadın rezaleti vs.) Bunlarla çok işimiz var. Anlaşılıyor ki: Müslümanlar için dünya hayatı büyük bir imtihandır. Üzerimizde ağır yükler vardır. Ülke bizimdir, hayâsızlar sebebiyle bir felâkete uğrarsak hepimiz zarar görürüz; çok çalışan, çok uyanık, çok fedakâr ve çok sabırlı olmalıyız. Nefse, şeytana, hubb-ı dünyaya şiddetle muhalefet etmeli; akla, mantığa, imana, şeriata uymalı, ahiret sevabına rağbet eylemeliyiz. Günahların her çeşidinden ve günah yerlerinden hem kendimizi, hem de çoluk çocuğumuzu uzak tutmalıyız. Zamaneye uygun, nefsine düşkün, sathi ve zayıf Müslümanları uyarmalı, şuurlandırmalıyız. İslâmî dejenere edenlere yüz, hanımlara tâviz vermemeli, onları palazlandıracak en küçük destekten bile şuur ve basiretle uzak durmalıyız.
121
İslâmî hizmet saflarında yerimizi almalı, dinimiz ve Müslümanları her çeşit maddi-manevi tehlikeden korumak ve kurtarmak için malla, canla çalışmalı, cihad eylemeliyiz.
122
KUR'AN-I KERİM'İN ÖĞRENİLMESİNDE DİNAMİZM Halil Necatioğlu
İSLAM MART 84
Kur'an-ı Kerim, hiç şüphesiz, hepimizin baş tacıdır; çünkü yüce rabbimizin bize gönderdiği kitabıdır. Ne büyük şeref, ne tatlı bir iltifat ve mazhariyet! Bizim o padişahlar padişahının bu şahane fermanını, defalarca öpüp, başımıza koymamız, yüzümüze, gözümüze sürmemiz, ona en büyük saygıyı göstermemiz icab eder. Onda eski ümmetlerin ibretleri, geleceklerin haberi vardır. Onun içinde bize yöneltilmiş emirler, yasaklar bulunuyor. Biz ancak onları en iyi tarzda öğrenip, tam tamına uyguladığımız zaman Hakk'ın rızasına erişebiliriz. Hiç bir kaçamak imkanı yoktur, tembelliğin hiç bir mazereti olamaz. Ruhumuzun, bedenimizin, maddi ve manevi rahatsızlıklarımızın devası, çaresi Kur'an'dır. Fert, aile, cemiyet, ümmet ve nihayet bütün insanlık ona uyulduğu zaman huzura ve mutluluğa kavuşabilecektir; çağımızın buhranlarına reçete Kur'an'dır. Bu kadar kıymetli, dünya ve ahiretimiz bakımından bu derece ehemmiyetli bir kitabı acaba bu mevki ile mütenasip öğretip öğreniyor muyuz? Maalesef hayır. Kur'an evlerimizde garip garip, boynu bükük durur;
yeni
nesillerin
anlayacağı 123
doyurucu
tefsirler
yoktur,
kütüphanemizin rafların da tefsir kitapları toz tutmuştur. Birçok Müslüman O'nu yüzünden bile okunmasını beceremez; okuyanların çoğu tertil ve tecvide, tazim ve tebcile riayet etmez; veya iyi okursa da içindeki ahkamı bilmez, çoğumuz ise İslami emirlere uymaz, Kur'an-ı Kerim’e zıt bir hayat tarzı sürdürürüz. Büyük âlim Hasan-ı Basri rahmetullahi aleyh diyor ki: "Kur'an-ı kerim, ahkâmına uyulsun, kendisiyle amel olunsun diye indirilmiştir. Halbuki şimdi halk onun sırf kıraat ve tilavetini amel edinmiş." Meşhur sahabi Abdullah İbni Mes'ud’dan da böyle bir ifade rivayet edilir. Demek ki söze takılıp kalmak, öze inmemek, ana gayeyi unutup detayla oyalanmak, lafa dalıp icraata, çalışmaya, emrin gereğini ifaya, eyleme geçmemek eski, yaygın çirkin ve çok tehlikeli bir hastalık. Bu hastalıktan kendimizi kurtarmak zorundayız sevgili okuyucular. Meşhur mutasavvıf âlim Ebu Abdirrahman es-Sülemi (ölümü 481 hicri) bu mevzuda çok dinamik çok değerli bir metod zikrediyor, diyor ki: "Bize ilim öğreten üstadlarımız rivayet ettiler ki: Onlar, 10 ayet-i kerime (veya bir aşr-ı şerif) öğrendiler mi, asla daha öteye geçmez, önce o 10 ayet ile amel ederler sonra öğrenmeye devam ederlermiş. Biz de o usulü takip ettik. Bu yolla Kur'an-ı kerimi ve onunla ameli (ahkamına ittibayı) birlikte yan yana öğrendik." Cehalet felakettir, amelsiz ilim ise vebal, sayın okuyucular! Silkinelim, atalet ve cehaleti yenelim; Allah Teala’nın aziz kitabını yeni bir şevkle, aşir aşir, deste deste, sözünü belleyip, ahkâmını tatbik ede ede bağrımıza basalım, başımıza taç, hayatımıza rehber eyleyelim. Salahımız, felâhımız, nusretimiz, izzetimiz, saadetimiz Kur'an'ı iyi anlayıp, iyi uygulamaktadır. 124
İKİ BAYRAM İSLAM, EYLÜL 85
Kurban bayramınız mutlu ve mübarek olsun, değerli okuyucularımız! Kurbanın aslı, mânâ ve mahiyeti esrar ve ibreti nedir? İşin bu yönüne kaç Müslüman eğiliyor? Kurbandan kaç kişi ders ve ibret alıyor? Bir ârif zat " İbret ton ton ama ibret alanlar gram gram" buyurmuş. Rabbimiz bizi boş ve batılla uğraşmaktan kurtarsın; eşyanın ve hâdisatın esrar ve hakaikına âşina eylesin; bizlere ibretle bakacak göz, gerçeği bulacak gönül nasib buyursun. Biz Hz. Muhammed a.s. ümmetinden, Hz. İbrahim a.s. milletindeniz. Kurban Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail a.s.'ın hatıralarıyla doludur. O İbrahim a.s. ki: Gayret ve fedakarlıklarıyla halîlullah (Allah'ın has dostu) sıfatını kazanmıştı. İçinde yaşadığı topluma inancı uğruna tek başına çıkma cesaret ve kahramanlığını göstermişti. Muhitinin put edindiği tüm batılları reddetmiş, akl-ı selîm ve fıtrat-ı mustekîmi ile ma'bud-ı hakikiye ermişti. Arifane ve zarifane bir tarzda putları kırmış, kavmine yanlış yolda olduklarını ispatlamış, ilahlık iddia edenleri sağlam muhakemesi ile kıskıvrak bağlayıp merbut etmişti. 125
İmanı uğruna ateşe atılmaktan yılmamıştı. Göz bebeği en sevgili varlığını, Rabbine itaat ve inkiyad ile kurban etmekten çekinmemişti. Sen de bu yolda olabilir, öyle hareket edebilir misin? Bizim ikinci bayramımız ise mecmualarımızla ilgilidir: Mecmuamız elinizdeki bu 25. sayı ile ikinci yılını tamamlayıp üçüncü yayın yılına başlıyor. Geçen zaman ve ulaştığımız yüksek tiraj, basın tarihinde Müslümanlar için emsalsiz bir rekor, üstün bir başarıdır.
Mecmuamız değil sadece Türkiye'nin, İslâm âleminin dahî sayılı yayın organları arasına girmiş; emeğin, kalitenin, ciddiyet ve istikrarın sembolü haline gelmiştir. Mecmuamız net ve kesin bir şekilde âmme-i ümmetin takdir ve teveccühüne mazhar olmuş, tam bir destek ve hüsn-i kabul görmüş, yurt içinde ve dışında tutulmuş ve yayılmıştır. Biz naçiz kullarına, geçen iki tam yıl boyunca bu şerefli hizmeti aksatmadan yürütme imkanı bahşeden Rabbimize hamd-ü senâ eder, sonsuz şükürlerimizi arz eyleriz; bizi candan destekleyen vefakâr okuyucularımıza en derin hürmetlerimizi ve teşekkürlerimizi sunarız. Gurur ve iftihar yok, her şeyimiz gibi, muvaffakiyetimizde Allah'tandır. Şükrü edilen nimetlerin arttırılacağına yürekten inanmışız. O'ndan hizmetteki başarımızın büyüyerek devamını niyaz ediyoruz.
Gaye Sen'sin, başarımız Sen’den 126
Gurur verme Ya Rab, gurur verme bize Sana kulluk ve halka hizmette Fütûr verme Ya Rab, Fütûr verme bize.
127
TASAVVUFUN ASLI İSLAM Halil Necatioğlu
ARALIK 83
Tasavvuf, ahlak ilmidir; nefsi terbiye ilmidir; Allah Teâlâ’yı dosdoğru bilip (ki buna mârifetullah denir), O'na rızasına uygun, halisane kulluk etme ilmidir. Binaenaleyh ilimlerin en şereflisi ve İslam'ın özü, hakikatidir. Zaten de bu sebepten sevilmiş, saygı görmüş, yayılmış ve günümüze kadar dipdiri gelmiştir. Bugün içte ve dışta birçok tasavvuf muhibbi, derviş ve sofi görüyor, çeşit çeşit tarikat ve meşrepler tanıyoruz. Avrupa ve Amerika’da da tasavvufa karşı büyük ilgi duyuluyor. Müslüman olan bazı garplıların, bir tarikata bağlanmayı da ihmal etmediğini, hatta ismine "sufi" lakabını eklediğini ve bununla iftihar eylediğini duyuyoruz. Acaba bu kadar çeşidi görülen tasavvufun en doğrusu hangisidir; aslı, kökü esası nedir? Sık sık sorulan ve cidden merak edilen bu hususu açıklığa kavuşturmak için ana kaynağına başvurmalıyız: Doğru cevabı, İslam'ın özünün unutulduğu,
dini
ve
manevi
konulardaki
cehaletin
yaygınlaştığı,
istismarcı ve sahtekarların çoğaldığı, bilen-bilmeyen herkesin ileri-geri konuştuğu, buhranlarla dolu çağımızdan değil; İslami ilimlerin zirvede olduğu, TAKLİD'in değil, TAHKİK'in hâkim bulunduğu, BÂTIL'ın sinip silindiği, HAKİKAT güneşinin pırıl pırıl parladığı ilk devirlerden çıkarmağa 128
çalışmalıyız. Bu konuda, gerçek mutasavvıfları, büyük mürşidleri, herkesin saydığı, dini ilimleri hakkıyla bilen ciddi âlimleri delil getirmeliyiz. Biz bu yazımızda, işte böyle yüksek şahsiyetlerden birinin: Ebû'l-Kâsım İbrahim-i
Nasr-âbâdi'nin,
bu
mevzu
üzerindeki
görüşlerini
okuyucularımıza arz etmek istiyoruz: Mezkûr Ebû'l-Kasım İbrahim en-Nasr-âbâdi, tasavvuf sahasının meşhur ve maruf simalarından biri olup, hicri 367 (milâdi 978/979) senesinde Mekke-i Mükerreme’de mücavir iken vefat eylemişti. Aslında Horasan'ın Nişâpûr şehirde doğmuş ve yetişmişti ki bu şehir çok önemli bir dini kültür merkeziydi, birçok büyük mutasavvıf oradan neş'et etmiştir: Tabakâtu’s-sufiyye yazarı Ebû Abdi'r-Rahman es-Sülemi, Tezkiretü'levliyâ müellifi Feridü'd-din el-Attâr ve daha nice değerli zat.. Bizim Hacı Bektaş-ı Veli'miz de orada doğup, sonra Anadolu'ya gelmiştir. Nasr-âbâdî, zamanın -ilim ve hal yönünden-en gözde meşayihinden idi; çeşitli dini ilimlerde engin bilgisi ile temayüz etmişti. Siyer, Tarih ve Tasavvuf ilimlerine vakıf idi; ayrıca çok hadis-i şerif yazmış ve riyayet etmiş sika-güvenilir bir hadis alimi olarak tanınmıştır. Tasavvufun aslı, esasları hakkındaki sözlerini, daha net anlaşılmasını sağlayacağı için Arapça metnini de kaydederek sunuyoruz: 1) Tasavvufun aslı Kur'an-ı Kerim'e ve Resulullah (s.a.s.)'in sünnetine sımsıkı sarılmaktır.. 2) ve nefsani arzuları ve bid'atleri terk etmek..
129
3) ve Mürşid ve mürebbi olan şeyhlere hürmet itina etmek.. (Bu sevgi ve
saygınını
manevi
ilerlemede
taşıdığı
ehemmiyeti
kavramak;
edepsizliğe düşüp feyz ve terakkiden mahrum kalmamağa büyük önem vermek) 4) ve halkın cahilliğini mazur olduğunu görüp, kusurlarına bakmamak (hatalarını bağışlamak, onlara acıyıp şefkatli davranmak) 5) ve dostlar ve ihvan ile hoşça geçinmek (usulünce, edep dairesinde, fedakarlıkla, sabırla dostluk ve muaşeret eylemek) 6) ..: ve o dostların hizmetini görmek (onlara her hususta, malca, bedence yardımda gayretli olmak) 7) ve güzel huylulukla, iyi ahlak ile amil olmağa çalışmak (Huylarını düzeltmek, kötülükleri bırakmak, iyileri tatbik etmek) 8) ve tarikatının günlük evradına müdavim olmak... (virdlerini, zikir ve tesbihlerini çekmeğe devam etmek, ihmal ve tembellik yapmamak) 9) ve RUHSATLARLA amel etmeyi, dini ahkamı tevillerle çığırından çıkarmayı bırakmaktır. Çünkü dindeki ruhsatlar zayıf Müslümanlara gösterilen kolaylık ve hafifletmelerdir, yüksek himmetli olması şart koşulan dervişlere o gibi kolaylıklara temayül yakışmaz, dinin ahkamını sabır ve tahakkümle yerine getirmek, himmetli ve gayretli kimselerin şiarı olmak gerekir. Yüce Rabbimiz bizleri de sayılan bu güzel hasletlere sahip, özü sözüne uygun, himmetli, gayretli, şuurlu, sevimli, samimi, sabırlı, vefalı Müslümanlardan eylesin, âmîn, bi-hürmeti Seyyidi'l-mürselin ve âlihi ve sahbihi ve men tebiahû bi-ihsânin ecmain. 130
ALLAH YOLUNDA CİHAD İSLAM EKİM 83
Bu hadisi şerif Allah yolunda cihad edenlerle ilgili bir hadis-i şeriftir. Peygamber (s.a.s.) hazretleri Ebu Said el-Hudr (r.a.)’dan rivayet edilen bu hadis-i şerifinde buyurmuşlar ki: "Cennet'te yüz derece vardır ki, her bir derecenin arası yer ile göğün arası kadar geniştir, daha uzaktır, araları o kadar mesafelidir. Bu hadis-i şeriften her muhakeme sahibinin hemen çıkartacağı gibi; Allah yolunda cihad eden insan cennete girecek ve onlara mahsus yüz derece verilecektir. Bu derecelerin arası da kolay ve merdiven çıkar gibi çıkıp ta ulaşılabilecek dereceler değil, yer ile gök arası gibi büyük mesafelerdir. Bu derecelere ancak Allah yolunda cihad edenler nail olur. "Allah yolunda cihad etmek" sözünün, biraz açıklanması gerekmektedir. Cihad: Arapça cehd sözünden gelir. Cehd et; gayret göster, çalış çabala, sabret demek. Cehd et hadi bakalım sınıfını geç, cehd et şu işi başar, cehd et biraz daha sabret, şunu elde et şeklinde biz de kullanırız. Cihad o kökten geliyor. Ama onun manasında karşılıklı cehd etmek, müşareket manasında karşılıklı cehd etmek, müşareket manası vardır. Yani, karşısında birisi var, o cehd sarf edecek, bir de sen varsın sen de ona karşı cehd sarf edeceksin. Karşındaki kim olabilir? Düşman.. bir düşmanın var. O seni İslâm’dan uzaklaştırmaya cehd edecek, para sarf edecek; kuvvet sarf edeceksin, karşı koyacaksın, koruyacaksın kendini.. 131
Bu düşman kim olabilir?.. Birincisi ve ilk hatıra geleni; İşte Yunanlı, daha başkaları. Yani memleketimize kasteden, malımıza kasteden! Bu topraklardan bunlar gitsin, ben almalıyım, buralar gitsin, ben almalıyım, buralar bizim olsun diyen insanlar. İlk hatıra gelen bu ve hepsi birbirine benzer. Küfür tek millettir. Hepsinin gözü bizim topraklarımızdadır. Bizim topraklarımız ta Viyana'ya kadar dayanıyordu. Basra, Bağdat bizim eyaletimizdi. Vali tayin ederdik. Mısır bizim, Libya bizimdi. Tunus, Cezayir Fas bizimdi. Hepsi elden gitti. Başkaları aldı ve istismar ediyor. Amerika istismar ediyor. Fransız istismar ediyor. Zahirde bir başka şey görünüyor ama, İsrail istismar ediyor. Başkaları sömürüyorlar netice itibariyle. Düşmanlarla uğraşmak çeşitli şekillerde olur. Saldırırsa sen de karşı koyarsın. İşte İstiklal harbi! Yunanlı asker çıkarttı, biz de uğraştık, didindik, paramız yoktu, harplerden çıkmış, yorgunduk. Babalarımız, dedelerimiz, yiğitler harplerden şehit olmuşlardı. Kimisi Yemen'de kimisi Galiçya'da kimisi başka yerde. Bizi işte böyle güçsüz gördüler, artık bunlarda savaşacak adam kalmadı dediler.. Ama nenelerimiz çarpıştı, çocuklar çarpıştı, Ahalinin yaşlısı, genci aksakallısı Allah'ın yardımıyla zafere ulaştı. Bu sonucu kendinden bilirsen yazıklar olsun sana. O, gene bize acıdı da bize buraları ihsan etti. Bazen de düşman içerden çökertmeye çalışır bizleri. Kolaydır o zaman kendisinin canı yanmaz. Bunlar asker millettir, bunlar masada devirelim veyahut usul olarak bir şeyler yapalım ve onları içerden çökertelim derler. İçlerinden dönmeleri para vererek kandıralım ve bu memleketi içten çökertip hâkim olalım, bunları İslam’dan ayıralım, kafalarını bozalım, zihniyetlerini şuurlarını ifsad edelim de bize düşmanlık etmesinler
derler.
Gazeteyle
mecmuayla, 132
müstehcen
yayınla,
eğlenceyle, zevkle, afyonla, içkiyle bu milleti çürütüp kendilerine kul köle yapmak isterler. Bunlara karşı koyacağız, bunlarla uğraşacağız. Bizim nüfusumuzun artmasından bile korkuyor. Korkusu bu kırk beş milyonun şuurlanmasından. O zaman halinin nice olacağından korkuyor. Kendisi çocuk yapmaktan ve büyütmekten tiksinmiş. Çocuğa bakmak köpek beslemekten daha zor geliyor. Köpeğe bir tasma takıp yanına alıyor, simidi bir ona ısırtıyor, bir kendi ısırıyor, dondurmayı bir ona yalattırıyor, bir kendisi yalıyor. Yatağına alıyor, odada gezdiriyor. Çocuk yetiştirmiyor, nüfusu artmıyor. Bizim nüfusumuzun arttığını görünce de bunun önüne geçmek için çare düşünmeye başlıyor. Düşmanın her hilesine bir tedbir lazım;! O da cehd etmek, cihat etmektir. Cihat sadece hudutta bekleyip de kurşun sıkmak değil, düşman sana nerden, nasıl zarar vermek istiyorsa onun karşılığını vermektir. Seni İslam’dan ayırmak isteyene karşı İslam’ı öğreteceksin. Kafirin burnunu sürtmek için inadına iyi Müslüman olacaksın. Kafir senin sadece kendi kendine ibadet etmeni istiyor. Evinde namaz kıl, evinde tesbih çek, bak hürriyet var! Daha ne istiyorsun? Başka hiç bir şeye karışma, bende burayı istediğim gibi sömüreyim diyor. Sen terleye terleye orakla buğdayı biç, harman yap çuvallara doldur, gemiler dolusu çuvalla buğdayı bana gönder. Ben onu yiyeyim. Ben de sana üç tane elektronik cihaz göndereyim, bir tane de uçak.. hepsinin parasını telafi etsin (!) İşte düşman böyle istiyor, bizim gelişmemizi istemiyor. Hiç düşündünüz mü bir savaş uçağı kaç para? Milyarlar.. Konya ovasının buğdayı kadar mala bir uçak veriyor, bir tıbbi cihaz veriyor. Uğraşacaksın, sabredeceksin o aleti kendin yapacaksın. Cihadın bir çeşidi budur. Düşmanın oyununa oyunla mukabele.. Geçenlerde bir 133
arkadaşın radyoda ki şu sözü çok hoşuma gitti. Arkadaş diyor ki; "Biz İslam'ı yükseltmeğe çalıştıkça Allah (cc) bizi yükseltti." Ne güzel bir söz. Biz İslam’ı yükseltmeğe, Allah'ın dinini, kelimesini yaymaya çalıştıkça Allah bizi yükseltti. Bizi üç kıtaya hakim kıldı. Biz o arzudan vazgeçip, keyfe, sefaya, zevke düşünce, Allah (cc) bize yardım etmeyi bıraktı ve bu feci duruma düştük. Dünkü vilayetlerimize eyaletlerimize gidemez olduk. Adam müsaade etmiyor, gelemezsin diyor. İbadet etmeye bile gidemiyorsun. Gelme diyor, istemem diyor, kulağımla duydum. Arabayla Riyad'dan çıktık. Yolda biri bağırıyor bize! "Ne arıyorsunuz burada?!. Gidin memleketinize" diyor. Ben ibadet etmeye gidiyorum. Allah'a ibadet etmeye gidiyorum. Bak! Ne hallere düştük. İkinci cihad; Şeytanla uğraşmak. Şeytan da büyük düşmandır. Şeytan seni kandırmaya çalışır. Senin damarına girer, damarlarının içinde dolaşır. Aldatmaya çalışır. Şeytana uyma, onunla uğraş. Nefis insanın en büyük düşmanıdır. Nefisle uğraş. Allah (cc) senenin bir ayında bize nefsi yenmeyi öğretiyor. Başının üstünde güneş, karşın da karpuz var, kesmişler, kıpkırmızı, simsiyah çekirdekleri var, kan gibi bir karpuz. Alamıyor, yiyemiyorsunuz. Neden? "oruçluyum" diyorsun. Böyle böyle nefsimizi yenmeyi öğreniyoruz. Öğrenirsek ne mutlu... Cihadın bir şekli de Allah yolunda "Fi sebilillah" haccetmektir der kitaplarımız. Allah rızası için zahmetlere katlanıyorsun, tozlara topraklara bulanıyorsun. Allah yolunda baş açık, yalın ayak oraları ziyarete gidiyorsun. Allah (cc) bize şuur versin de İslam’ı benimseyelim. Öyle ucundan tutmak değil, İslam benim dinim, imanım, inancım, her şeyim, dünya ahiret sermayem, varım, her şeyim o diyerek.. Biz İslam’ı benimseyelim ve İslam’a nasıl yardım edilecekse öyle yardım edelim. 134
İslam’ı küçük bir eşyamız kadar bile tutmuyoruz. İslam’a arabamıza baktığımız kadar bile baktığımız yok. Onu sadece yemeğimizin üzerindeki biber gibi, tarçın gibi tuz gibi, ağzımızın tadı daha iyi olsun diye tutuyoruz. Kendimize göre bir yaşayış yolu tutturmuşuz. Müslüman olmasak içimiz rahat etmeyecek, vicdanımız bizi içerden dürtecek, rahatsız edecek. Onun için birazcık ta Müslümanız. Ama aslında yirminci yüzyılın dünyaya tapan, maddeye tapan insanlarıyız. Aman vicdanımız ikide bir bizi dürtmesin, uykumuzu kaçırmasın diye hafif hafif ucundan kenarından Müslümanlık yapıyoruz. Öyle şey olmaz! İslam kale gibi sağlam bir şeydir. İçine girersin, her şeyinle Müslüman olursun. Ucundan kenarından yarım yamalak tutmakla olmaz. Ama işte fiilen böyledir. Müslüman diyarı mı, gör; dolaş bakalım dışarıyı?.. Bu zavallıcıkların hepsi bizim akrabamız, kardeşimiz. Bak Avrupalı Müslüman oluyor. Biz eski ecdadımız gibi, temiz, pak, ciddi vakur, İslam’ı bilen, cevabı verebilen Müslümanlar olsak adam Müslüman olacak. Arıyor kendisi. Bizi görünce yaklaşacak etrafımıza, Müslüman olacak. Niceleri Müslüman oluyor. İyi Müslüman olun. Başkasına da İslam’ı öğretin. Artık kendisine tedavi yapılan, uğraşılan insan olmaktan çıkın da başkalarına faydanız olsun. Başkalarını hak yola çekin başkalarına öğretin, kendiniz öğrenin başkalarını da Müslüman edin. Allah'ın dininin yardımcıları olun. Allah yolunda cihad edenlere bak cennet te ne dereceler var. Cehd sarf edin terleyin biraz. Para kazanmak için sabahtan akşama kadar dolaşıyoruz, dağ taş demeden hepsini biliyoruz. Allah için de tamamen öyle yapmamız lazım. Böylece nazlı Müslüman olmamak lazım. Sağlam, kavi Müslüman olmak lazım.
135
EN MÜHİM HASTALIĞIMIZ İSLAM, EKİM 84
Süfyan b. Hüseyin der ki: "Bir gün İyâs hazretlerinin meclisinde bir adamı çekiştirerek bazı kötü fiillerini beyan ettim. İyâs hazretleri bana: _ Sen cihad ve gazâ kasdıyle Rum (Yani Anadolu) cihetine gittin mi? dedi. _ Sind, yahut da Hint taraflarında cihâda azîmet ettin mi? _ Oralara da gitmedim, diye mukabele ettim. _ Senin elinde Rum, Sind ve Hind ahalisi olan kâfirler selâmet bulmuşlar iken, mü'min kardeşin niçin selâmet bulmuyor? Bundan sonra bir daha bu
şekilde
sözler
söyleme,
diyerek
bana
hayatım
boyunca
unutamayacağım bir ders verdi. Şahısların
gıyabında,
aleyhlerinde
konuşmamaya
azmedip
karar
verdiğimiz olmuşsa, bunu tatbik etmenin zorluğunu çok iyi bilirsiniz. Hazır olmayan bazı zevattan bahsedilen nice toplantılarda hem prensibimizi bozmamak, hem de mecliste nâhoş, sıkıntılı ve muhtemelen kalb kırıcı bir hava husule getirmemek için olanca gayretinizi sarf etmiş, bizzat
kendiniz
sıkıntıya
düşmüşsünüzdür.
Bazen
de
böyle
bir
muhavereye farkında olmadan, gayr-i ihtiyari kendimizi kaptırır, konuşmanızın
ta
ortasında
durumumuzu 136
idrak
eder,
gafletinize
şaşarsınız. Bu nedenle böyledir? Bu fena fiile neden bu kadar tutkunuz? Çünkü
insan
ruhunda,
şahısların
bilinmeyen
taraflarını
bilmek,
hareketlerindeki asıl niyeti keşfetmek, saklamaya çalıştığı kusurları ortaya dökmek, binaenaleyh o zatın o kadar melek, o kadar hürmete layık, o kadar kıymetli kimse olmadığını (!) isabet etmek hususunda dayanılmaz bir temayül saklıdır. Biz insanlar "en temiz vicdanda gizli bir leke" fark etmek isteriz. Halbuki bunun içtimaî zararları çok büyüktür. Çok muhtaç olduğumuz tesanüdü yıkar, şahısları birbirinden soğutur, itimadları zedeler, darılmalara yol açar. Bazen aksi tesir de yaparak, kusur işlemiş olan şahısların bunlar üzerinde ısrarına ve hatta kötü insanlar safına kaymasına sebep olur. İtiraf edelim ki hepimiz, güzel yazı yazıyorsak, resme hevesimiz varsa, herhangi bir sahada kendimizi yetkili hissediyorsak... bu, muhitimizden bize karşı bu yolda bir kanaat beslendiği ve izhar edildiği içindir. Yine bunun gibi eğer hakikaten iyi insan isek bunu biraz da etrafımızdakilerin bizi iyi bilmesine, iyi zannetmesine borçluyuz. İşte bütün bu sebeplerden İslâm dini, bir şahsın üzerinde olmayan bir kötülüğü söylemeyi yasak ettiği gibi --çünkü bu apaçık bir iftira olur-hakikaten sahip olduğu kötü vasıfları veya işlediği bir hatayı söylemeyi, yazmayı da yasak etmiştir. Mü'minler hakkında hüsn-i zan beslemek, varsa kusurlarını örtmek, gizlemek içtimaî ve bilhassa manevî kazancı çok yüksek olan amellerdendir Yukarıdaki fıkra, bir kimsenin gıyabında, onun, duyunca üzüleceği kusurlarını söylemek hatasına düşenlere verilecek cevapların, yapılacak ikazların en mükemmeli, en nezih ve en zarif numûnelerinden biridir. 137
YENİ UFUKLAR İSLAM, EYLÜL 84
Bu sefer size, dünyanın uzak bir köşesinden sesleniyoruz sevgili okuyucular! 5. kıta Avustralya'dan; renk renk çiçekli süs bitkilerinin, okaliptus ağaçlarının; kanguru, merinos, posum, kuala gibi hayvanların; tek katlı bahçeli evlerin, yeşilliklerin, çiftliklerin yanı sıra, çöllerin, korkunç kuraklıkların, hortumlu fırtınaların ülkesinden. Buradan sizlere gönüller dolusu hasretli sevgiler, içten selamlar... Elhamdülillah kuşlar gibi havada uçtuk; ülkeler, denizler, okyanuslar aştık, buradaki Müslüman kardeşlerimize ulaştık. Müjdeler olsun ki..., çok şükür ki... Dünyamızın hiç bir diyarı ezan sesinden, iman şulesinden mahrum değil. Fakat bizler dışımızdaki dünyayı, geniş ülkeleri, kıymetli imkanları çok ihmal etmişiz. Din kardeşlerimizden,
dostlarımızdan,
hayranlarımızdan
uzak
ve
gafil
kalmışız. Halbuki ecdadın, Müslüman Türklerin buralarda ne kadar büyük itibarı var bilesiniz! Eski Müslümanlar buralara nice asırlar önce Avrupalı seyyah ve kaşiflerden çok evvel gelmişler, İslam’ı yer yer tebliğ ve talim etmişler; hatta Avustralya'nın siyahî yerlileri olan Aboriginle (vahi'ler) arasında bile %10 kadar Müslüman tesbit edilmiş. Bugün 16 milyon nüfuslu Avustralya'da çok çeşitli milletlerden 250 bin kadar Müslüman yaşıyor; bu Arnavut, Boşnak, Arap, Türk, Pakistan, 138
Malezyalı, Hintli, Çinli, İngiliz, Avustralyalı... kardeşler camiler yapmış, İslâm dernekleri kurmuş, Federasyon tesis etmiş, okullar açmış. Bunların içinde Kıbrıslı ve Batı Trakyalılarla birlikte 80 bin kadar Türk bulunuyor. Yabancı diyarlardaki bu kardeşlerimizi tetik ettiğimiz zaman görüyoruz ki: İSLAM DİNİ bizim benliğimizin, şahsiyetimizin ana mayası; varlığımızın ve bekamızın temel şartı. İslam’ca yaşamayanlar bir nesil içinde benliğini kaybediyor, o yabancı kültürün içinde eriyip yok oluyor. İslâm'dan yoksun kalınca faziletlerini, faziletten yoksun kalınca da bütün itibarlarını yitirip milletimiz için yüz karası haline düşürüyorlar. İslâm'ın en asîl, en dinamik, en mükemmel ve en modern din olduğu artık gün gibi aşikâr. Asrımızın ilimde, teknolojide en ileri olan ülkelerinde yetişmiş bilginler ve araştırıcılar, derin incelemeler ve köklü mukayeseler sonunda fevç fevç İslâm'a koşarlarken, bizim sahip olduğumuz bu hazineyi elden kaçırmamız dünya ve ahirette en büyük hüsrana sebep olacaktır. Hem vefalı ve sadık, şuurlu ve idealist Müslümanlar olmalı, dinimizi çok iyi öğrenmeli; hem de artık kabuğu kırarak dış dünyaya açılmalı, bizi seven ve sayanlarla sağlam alâkalar kurmalıyız; varlığımızı sürdürme ve üstün başarılara ulaşmamız bunlara bağlı görünüyor.
Allah'a dayan, sa'ye sarıl, hikmete râm ol! Yol varsa budur bilmiyorum, başka çıkar yol.
139
BAŞARILARIMIZA HAMDOLSUN! İSLAM, EYLÜL 86
Elhamdülillah, dergimizin gelişmesi sevgili okuyucuların teveccühleri ile, fevkalade memnuniyet vericidir. Bunu Allah'ın sonsuz nimetleri arasında müstesna bir lütuf ve büyük bir şeref olarak görüyor, hamd ediyor, şükran duyuyoruz. Elhamdülillah okuyucularımıza
yeni sevip
cildimize
başlarken
beğenecekleri
yaptığımız
yenilikler
hamlelerle,
sunacağız,
onların
teveccühüne lâyık olmak için daha çok hizmet etmeğe gayret edeceğiz. Şüphesiz ülkemizde bizden farklı düşünen gruplar, ekipler, hizipler ve rakipler vardır. Tenkitler mâkul olursa teşekkürle kabul ederiz; rekabete, hasede, cehalete, husumete dayanırsa güler geçer; hizmet yarışımıza devam ederiz. Çünkü küçük hesaplar peşinde değiliz, yüzümüz ak, alnımız açık. Yolumuz ayan-beyan belli Ehl-i sünnet ve Cemaat yoludur. Eski ve yeni âlimlerimize, din büyüklerimize, mezhep imamlarımıza sevgi ve saygı duyuyoruz. İlmi kendimize rehber edindik, şer'i şerifin ahkâmına her yönüyle bağlıyız. Karşı bazı gruplar tasavvufa, mürşide, keramete, zikre... karşıdır, ulûm-ı diniye'de yetkili olmadıkları, halde akılcı, reformist bir tutum içindedirler; dinî kavramları kendi dar bilgileriyle yeniden tarif etmeğe kalkıyor, bilgisizlikleri sebebiyle gülünç durumlara düşüyor; dinî bakımdan da hem kendileri saptıkları, hem de başkalarını şaşırtıp saptırdıkları için140
büyük veballer yükleniyorlar. Tabii herkes istediğini yapmakta serbest; biz sadece îkaz vazifemizi yapıyoruz, onlara katılmıyoruz. Yetişkin ulemamızın emrine, fetvasına uygun hareket etmeğe azimliyiz. O fetvaları ve ilmî araştırmaları da dergilerimizde neşrederek dosta, düşmana gerçekleri duyurma gayretini güdüyoruz. Bu çalışmalarımız ve Allah'ın izniyle başarılarımız dolayısıyla bazıları bize kızıyor veya hased ediyor. Hatta içlerinden çok aşırıları, çok seviyesiz hücumlara da yelteniyor. Ne yapalım? Her devirde, her iyi kişiye bile bazı hasımlar çıkagelmiştir. Nerde kaldı ki biz; âciz ve nâçiz ve pür kusurlar sâlim olabilelim. Hatta Allah'ın hak peygamberine bile dudak büken; "peygamberlik ona değil şu iki şehirdeki iki meşhur filozoftan birine verilmeli idi"; "bu ne biçim peygamber ki çarşı pazarda dolaşıyor?" "yanında melekler gezmeli, çevresinde meyveli bahçeler olmalıydı"... vs. diye; O'na "büyücü, kâhin, şair" gibi sıfatları revâ gören, O'nun doğduğu şehirde ablukaya alan, işkenceye mâruz tutan, öldürmeğe kalkışan, hicrete mecbur eden... kimseler; çöllerde mübarek torununu, aileleri, çocukları ile katl-i amm eden câniler gelip geçmedi mi? Şeyh Sâdî merhum: "Ömrümde herkesi hoşnut ve razı ettim, hasetçi müstesnâ; çünkü o hiçbir şeyle tatmin olmuyor. İlle de bendeki nimetin zevalini ve benim perişanlığımı istiyor” der. Allah bizi yolunda, şükründe, zikrinde, hüsn-i ibadetinde daim, din-i mübînine hizmette kaim eylesin! Ancak O'na dayanırız; ancak O'dan yardım dileriz. Amellerin seyyiâtından, nefislerin şerlerinden, her kötünün her türlü kasd ve kötülüğünden O'na sığınırız. O bize Kâfidir. Hasbunallahu ve ni'mel-vekil, ni'mel-mevlâ ve ni'mennasîr, gufraneke rabbenâ ve ileykel masîr. 141
View more...
Comments