Louis Althusser - Montesquieu Siyaset Ve Tarih

March 20, 2017 | Author: muammer66 | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Louis Althusser - Montesquieu Siyaset Ve Tarih...

Description

Ithaki Yayınlan - 343 Tarih-Toplum-Kuram - 41 ISBN 975-8725-43-2

Montesauieu - La poliüque et Ihıstoire Montesquieu - Siyaset ve Tanh Louıs Althusser

Fransızcadan çeviren: Alp Tümertekin Yayına Hazırlayan: Ahmet Öz

© Ithaki, 2005 © Presses Universitaires de France, 1959

1. Baskı İstanbul, Mayıs 2 0 0 5 Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.

Yayın Koordinatörü: Füsun Taş Kapak Tasanmı: ibrahim Çeşmecioglu Sayfa Düzeni ve Baskıya Hazırlık: Yeşim Ercan Kapak ve İç Baskı: İdil Matbaacılık (Penguen Kuap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.) Gilt: Yıldız Mücellit Ithaki Yayınlan M ü h ü r d a r Cad. Ilter E r t ü z ü n Sok. 4/6 34710 K a d ı k ö y istanbul

Tel: (0216) 330 93 08 - 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 w w w ilhakı c o m . t r [email protected] tr Dağıtım: Ç a t a l ç e ş m e Sok. Yavuz H a n N o : 26 Cagaloglu-Istanbul

Tel: (0212) 512 76 00 Faks: (0212) 519 56 56

Scanned By Nirvana13

"Yaşadığımız çağın t ü m düşüncelerini, geride kalmış yüzyıllara taşımak, bizi yanlışlara sürükleyecek kaynakların en bereketlisidir. T ü m eski çağları modernleştirmek isteyenlere diyeceğim, Mısırlı rahiplerin Solon'a dedikleridir: "Ey Atinalılar, sizler çocuktan başka bir şey değilsiniz!"* Yasaların Ruhu, XXX,

14

"Momesquieu'nün görmemizi sağladığı..." Mme DE STAEL

"Fransa soyluluk unvanlannı yitirmişti; Montesquieu b u n l a n geri verdi." VOLTAİRE

*) Eflatun, Timaios. (ç.n.)

Montesquieu ile ilgili yeni hiçbir şey s ö y l e m e k iddiasında değilim. Yeni gibi g ö r ü n e c e k olan, bilinen metinler ya da orta­ ya k o n u l m u ş düşünceler üstüne d ü ş ü n m e k t e n ibaret yalnızca. M e r m e r yontularda görülen bu kişiye biraz daha canlı bir görüntü k a z a n d ı r m a k istiyorum. Brede'li senyörün, h i ç ina­ n ı p inanmadığına, yurduna g e n d ö n d ü ğ ü n d e karısını sevip sevmediğine, otuz b e ş i n d e n sonra bile, yirmi yaşındaki tutku­ lara sahip olup olmadığına, hâlâ tartışılacak kadar gizli kalmış iç yaşamına da kafa yormayacağım. K e n d i n i topraklarına ver­ m i ş senyörün, şarapları ve şaraplarının satışıyla uğraşan bağ­ c ı n ı n , Parlamento'dan b ı k m ı ş P a r l a m e n t o b a ş k a n ı n ı n günde­ lik yaşamına da d e ğ i n m e y e c e ğ i m . B u n u başkaları yaptı, onla­ rı o k u m a k gerek. B e n , z a m a n ı n gölgeleriyle, yorumların da parlaklıklarıyla örtülü b a ş k a b i r yaşamla ilgileneceğim. H u k u k a ve siyasete duyduğu tutku nedeniyle son g ü n ü n e kadar s o l u k soluğa kalan ve ö l ü m l e giriştiği biricik yarışı ale­ lacele k a z a n m a k , yani yapıtını t a m a m l a m ı ş o l m a k uğruna g ö r m e yetisini yitiren b i r d ü ş ü n ü r ü n yaşamı bu h e r şeyden ö n c e . Yine de şu yanlışa d ü ş m e m e k gerekir: Montesquıeu'yü M o n t e s q u i e u y a p a n özellik, ele aldığı k o n u y a duyduğu merak değil, sahip olduğu zekadır. Anlamaktan b a ş k a b i r şey istemi-

y o r d u . Bu yolda gösterdiği çabayı ve d u y d u ğ u g u r u r u açığa v u r a n bazı g ö r ü n t ü l e r e de sahibiz zaten. M o n t e s q u i e u ' n ü n g ü n c e l e r d e n , tarihlerden, derleme ve anlatılardan, m e t i n ve belgelerden oluşan u ç s u z bucaksız mirasa d a l m a s ı n ı n tek amacı, b u n l a r ı n arkasında yatan mantığı kavramak, n e d e n i açığa çıkartmaktı. Yüzyılların karıştırdığı bu y u m a ğ ı çözecek "ipliği" t u t m a k , h e r şeyin k e n d i n e doğru gelmesi için bu ipli­ ği ç e k m e k ister, çektiğinde de h e r şey gelirdi. Bazen de k ü ç ü ­ c ü k verilerden oluşan bu devasa evrende k e n d i n i kıyışız bir denizin ortasında k a y b o l m u ş gibi hissederdi. Denizin kıyısı olmasını ister, denize kıyılar k a z a n d ı r m a k ve bu kıyılara ya­ n a ş m a k isterdi. Yanaşırdı da. O n d a n önce bu maceraya kim­ se atılmamıştı. Gemileri, gövdelerinin çizimi, direklerinin yüksekliği ve seyir hızları üzerine fikir yürütebilecek k a d a r seven, ilk deniz yolculuklarına, Kanacakları Afrika kıyıları b o y u n c a , İspanyolları da Hindistan'a d e k izleyecek ö l ç ü d e il­ g i d u y a n b u a d a m ı n b ü t ü n k o r k u s u z denizcilere k e n d i n i ya­ kın hissettiğine i n a n m a k gerekir

Ele aldığı k o n u n u n uçsuz

bucaksızlığı ile karşı karşıya kaldığında kıyıdan söz etmesi b o ş u n a değil: kitabının s o n t ü m c e s i n d e , e n s o n u n d a yakın­ larda bir yerde bir kıyı o l d u ğ u n a seviniyordu. Meçhule yel­ k e n açtığı d o ğ r u y d u . Ancak bu gemici için de, m e ç h u l d e n i ­ len yeni t o p r a k l a r d a n başka bir şey değildi. Bu y ü z d e n de M o n t e s q u i e u ' d e keşfeden bir i n s a n ı n d e r i n sevinci g ö r ü l ü y o r d u . B u n u kendisi de biliyordu. Eşi b e n z e r i o l m a y a n bir yapıt verdiğini, yeni d ü ş ü n c e l e r getirdiğini bili­ y o r d u ve s o n sözlerini, nihayet fethettiği t o p r a k l a n selamla­ m a k için söylemişse, ilk s ö z ü n ü de, k e n d i n e yol gösteren k i m s e o l m a d a n tek başına yola çıktığını, d ü ş ü n c e s i n i n de

k i m s e d e n k a y n a k l a n m a d ı ğ ı n ı b e l i r t m e k için söylemişti. Yeni gerçekler söylediği için yeni bir dil kullanması gerektiğini söylüyordu. Miras aldığı o r t a k sözcükleri, keşfettiği yeni a n ­ lamlarla aydınlatan bir y a z a n n g u r u r u , dili k u l l a n m a biçimin­ d e bile hissediliyordu. M o n t e s q u i e u d ü ş ü n c e s i n i n d a h a d ü n ­ yaya gelir gelmez, kendisini teslim alır almaz ve de meslek ya­ ş a m ı n ı o l u ş t u r a n otuz yıllık çalışma süresi b o y u n c a , yeni bir dünyanın kapısını açtığını gayet iyi hissetmektedir. keşfe alıştık.

Biz bu

Öyle ki, o n u n b ü y ü k l ü ğ ü n ü ö v d ü ğ ü m ü z d e ,

M o n t e s q u i e u ' y ü k e n d i k ü l t ü r ü m ü z ü n gereklerinden biri ola­ rak s a p t a m a d a n e d e m i y o r u z ; M o n t e s q u i e u g ö k y ü z ü n e çakılı bir yıldız gibidir; ne yazık ki, k e n d i s i n i çaktığımız gökyüzü­ nü bizlere açabilmesi için nasıl da yürekli ve t u t k u l u olması gerektiğini t a m anlamıyla kavrayamıyoruz. Ama b e n başka bir yaşamı d ü ş ü n m e d e n e d e m i y o r u m gene de. Kendisine borçlu o l d u ğ u m u z keşiflerin çoklukla gizlediği bir yaşam b u . M o n t e s q u i e u ' n ü n tercihlerini, yatkınlıklarını, kısacası çağının m ü c a d e l e l e r i n d e

taraf tuttuğunu

düşünüyo­

r u m . Biraz fazla itidal yanlısı geleneğe göre, Montesquieu d ü n ­ yaya çıkar g ü t m e y e n ve tarafsız bir kişi olarak bakmıştı. Hiç­ bir hizipleşmede yer a l m a d ı ğ ı n d a n , iktidardan ve i k t i d a n n yol açtığı hırslardan bağımsız o l d u ğ u n u , mucizevi bir rastlantı sa­ yesinde hiçbir bağımlılığı b u l u n m a d ı ğ ı için, tarihçi o l d u ğ u n u kendisi söylememiş miydi? Hiçbir bağımlılığı b u l u n m a d ı ğ ı için h e r şeyi anlayabildiğini kendisi söylememiş miydi? Her tarihçinin üstlenmesi gereken bu görevi verelim o n a ve de söz­ lerine değil de yapıtına b a k a r a k i n a n a l ı m kendisine. S u n d u ğ u b u imge b a n a bir mitos gibi geldi, b u n u n böyle o l d u ğ u n u d a göstermeyi u m u t e d i y o r u m . Ancak b u n u yaparken, Montes-

quieu'nün, çağının siyasal mücadelelerinde tutkulu b i ç i m d e taraf t u t m u ş olmasının, yapıtını kendi dileklerinin katıksız yo­ r u m u düzeyine indirgediğinin sanılmasını istemiyorum.

O n d a n ö n c e Doğuya gidenler oldu - b i z i m için Batıda, Hindistan'ı keşfettiler.

M o n t e s q u i e u ' n ü n siyaset bilimin kurucusu o l d u ğ u herkesçe k a b u l edilen bir gerçektir. Auguste C o m t e ' u n bu k o n u y l a il­ gili söylediklerini D u r k h e ı m da yinelemiş, kimse de bu yargı­ ya c i d d i bir itirazda b u l u n m a m ı ş t ı . Ancak M o n t e s q u i e u ' y ü a t a l a r ı n d a n ayırmak ve o n l a r d a n n e r e d e ayrıldığını k a v r a m a k için belki de biraz d a h a gerilere gitmek gerekir. Ç ü n k ü Eflatun bile siyasetin bir bilim nesnesi o l d u ğ u n u ile­ ri s ü r ü y o r d u ; Devlet, Politika ve Yasalar adlı yapıtları da b u n u n kanıtıydı. T ü m Antikçag d ü ş ü n c e s i bir siyaset biliminin yapı­ labileceği inancına değil, ( ç ü n k ü bu eleştirel bir inançtı) bu bi­ limi y a p m a n ı n yeterli olacağı inancına dayanmaktaydı. Bodin, H o b b e s , Spinoza ve Grotius'da da g ö r ü l d ü ğ ü gibi, m o d e r n d ü ­ ş ü n ü r l e r de bu tezi benimsemişlerdi. Eskilerin, siyaset k o n u ­ s u n d a iddialarda b u l u n d u k t a n için değil, siyasetin bilimini yapmış oldukları yanılsamasına düştükleri için dikkate alın­ m a m a l a r ı n ı ö n e r i y o r u m . Ç ü n k ü bilim k o n u s u n d a k i d ü ş ü n c e ­ lerini, o a n k i bilgilerinden devralmışlardı. Euklides'e gelinceye k a d a r matematiğin tek bir çatı altında birleştirilememiş bazı bölgeleri dışında bu bilgiler de, dolaysız görüşlerden ya da çev­ relerindeki şeylere yansıtılan k e n d i felsefelerinden başka bir şey o l m a d ı k l a n için, kendilerine ö r n e k olabilecek kimse b u ­ l u n m a d ı ğ ı n d a n b i z i m bilim d ü ş ü n c e m i z e t ü m ü y l e yabancıydı-

Louis Althusser lar. Peki, a m a ya modernlere ne demeli! Matematik ve fizik ala­ nında zaferler kazanan ve daha o zamandan kesinliğe ulaşmış disiplinlerin çağdaşı olan bir Bodin'in, bir Machiavellının, bir Hobbes'un ya da bir Spinoza'nın zihninin, miras aldığımız bi­ limsel bilgi modeline ilgisiz kaldığı nasıl savunulabilir? G e r ç e k t e n de, 1 6 . yüzyıldan itibaren ö n c e matematiksel fi­ ziğe, ardından da gene aynı derecede kesinlik peşinde koşan ve kısa surede ahlaki fizik ya da siyasal fizik adını vereceğimiz b i r disipline dayanan b i r fiziğin, tek bir hareket içinde doğup geliştiği görüldü. H e n ü z doğa bilimleriyle insan bilimleri ara­ sındaki ç a t ı ş m a n ı n z a m a n ı değildi. En metafizikçi olanlar, kendilerine yazgının rastlantılarıyla, insanın özgürlüklerinin birleşimi gibi g ö r ü n e n bu siyaset ya da tarih bilimini Tanrıya havale ediyorlardı: Leıbniz b u n a ö r n e k t i r Ancak, insan elin­ den ç ı k m a kusurlar T a n r ı n ı n eline verilmeden olmazdı, dola­ yısıyla, Leibniz de insanca b i r d ü ş ü n c e olan insan b i l i m i n i T a n n n ı n ellerine e m a n e t ediyordu

Pozitivistler, ahlakçılar,

h u k u k felsefecileri, siyasetçiler, hatta Spinoza'nın kendisi bi­ le, insan ilişkilerinin fizikteki ilişkiler gibi incelenebileceğin­ den en ufak bir kuşku duymuyorlardı. H o b b e s m a t e m a t i k bi­ limlerle, toplumsal bilimler arasında tek b i r fark görüyordu: birinciler insanları birleştirirken, ikinciler bölüyordu, işte, b i r tek bu n e d e n d e n dolayıdır ki, m a t e m a t i k t e insanın çıkarı ile hakikat birbirine karşıt değilken, t o p l u m s a l bilimlerde aklın in­ sana ters düştüğü her defasında,

insan da akıla ters düşmektey­

di. Spinoza da, o da, insan ilişkilerinin, doğa olaylarını i n c e ­ ler gibi, aynı yollardan i n c e l e n m e s i n i istiyordu. Traite politique adlı çalışmasının giriş sayfalarını okuyalım: bu sayfalarda Spinoza, k e n d i kavramlarının ya da k e n d i ideallerinin imge-

lemini siyasetin üzerine düşüren katıksız filozofları, kendi ay­ kırı kavramlarının ya da kendi ideallerinin i m g e l e m i n i doğa­ nın üstüne düşüren Aristotelesçilere benzetiyor ve suçluyor­ du; ve k u r d u k t a n düşlerinin yerine gerçek tarih b i l i m i n i koy­ mayı öneriyordu. Bu d u r u m d a , kendisinden ç o k ö n c e defa­ larca arşınlanmış bu yollan bize M o n t e s q u i e u ' n ü n açtığı nasıl ileri sürülebilir ki? G e r ç e k şu ki, ö n c e d e n bilinen yolları izlermiş görünse de, M o n t e s q u i e u aynı hedefe y ö n e l m i y o r d u . Helvetius, M o n t e s quieu'den söz ederken, o n u n Montaigne'in " d ü ş ü n m e tarzı­ n a " sahip o l d u ğ u n u belirtmişti

M o n t e s q u i e u de M o n t a i g n e

ile aynı m e r a k a sahipti, aynı m a l z e m e y i ele alıp d ü ş ü n m e k ­ teydi. T ı p k ı M o n t a i g n e ve b ü t ü n tilmizleri gibi, o da h e r yer­ den ve h e r çağdan ö r n e k l e r toplayıp bugüne kadar yaşamış tüm insanların eksiksiz tarihini yazmayı amaçlıyordu.

Üstelik,

bu d ü ş ü n c e y e rastgele de sahip olmamıştı. G e r ç e k t e n de, 1 5 . yüzyıl s o n u ile 1 6 . yüzyıl başında dünyanın çifte b i r devrim­ le sarsıldığını u n u t m a m a k gerekir. D ü n y a n ı n uzamı devrim yaşadı. D ü n y a n ı n yapısı devrim yaşadı. D ü n y a n ı n keşfedil­ mesi, Büyük Keşifler çağı başladı, Avrupa Doğu ve Batı Hin­ distan'ı, Afrika'yı tanıdı ve s ö m ü r d ü . Gezginler, sandıkları al­ tın ve baharatla, bellekleri de b i l i n e n t ü m gerçekleri altüst e d e n g ö r e n e k ve k u r u m l a r ı n öyküsüyle tıka basa dolu olarak geri geldiler. Ne var ki, gemilerini yeni t o p r a k l a n n keşfine g ö n d e r e n ülkelerde, b a ş k a olaylar nedeniyle inançlar temeli sarsılmamış olsa da, bu şaşırtıcı rezalet, söz k o n u s u ülkelerde b ü y ü k b i r m e r a k uyandırmazdı. Iç savaşlar, Reform hareketi­ nin din alanında yol açtığı devrim, din savaşlan, devletin ge­ leneksel yapısında yaşanan d ö n ü ş ü m , s o n r a d a n görmelerin

yükselişi, zadeganın 1 ç ö k ü ş ü gibi yankıları o d ö n e m i n b ü t ü n yapıtlarında k e n d i n i d u y u r a n altüst oluşlar, deniz aşırı ülke­ lerden getirilen şaşırtıcı anlatılara gerçek olguların, a n l a m yüklü o l g u l a n n bulaşıcı saygınlığını k a z a n d ı r ı y o r d u . Bir za­ manlar, d e r l e n i p bir araya getirilmesi gereken izleklerden, de­ rin bilgiye s a h i p kişilerin t u t k u l a r ı n ı giderebilecek gariplik­ lerden öteye geçmeyen k o n u l a r , var olan kaygıların aynası ve b u n a l ı m içindeki b u d ü n y a n ı n düşsel yankısı o l u p çıkıyordu, işte 16.yüzyıldan b e n d ü ş ü n c e d ü n y a s ı n a e g e m e n olan siya­ sal egzotizmin temeli (bilinen tarihin kendisi, yani Yunan ve Roma tarihi bile, şu anki d ü n y a n ı n k e n d i imgesini aradığı öte­ ki dünya o l u y o r d u ) bu olaylara d a y a n ı y o r d u İşte, M o n t e s q u i e u ' n ü n ele aldığı k o n u b u y d u . Yasaların R u h u n d a n söz e d e r k e n , şöyle d i y o r d u : dünyada âdetleridir,

yaşayan

tüm

insanların

halkların benimsediği

yasaları,

Bu yapıtın çeşitli

kurumların

itiyatları

tümünü

ğı için bunun devasa bir konu olduğu söylenebilir.

konusu ve

kapsadı­

1

işte, Montesquieu'yu siyaseti bilim haline g e t ı n n e k isteyen k e n d i n d e n ö n c e k i t ü m yazarlardan ayıran d a b u y d u . Ç ü n k ü d a h a ö n c e hiç kimse dünyadaki tüm halkların itiyatlarının ve yasalarının

tümünü

düşünmeye

cüret

edememişti.

Bossu-

et'nin tarihi evrensel o l m a k iddiasındaydı: a n c a k evrenselliği, incil'in h e r şeyi bildirdiğini ve b ü t ü n tarihin, koskoca meşe­ n i n tek bir p a l a m u t a sığması gibi, incil'de yer aldığını söyle­ m e k t e n ileri gitmiyordu. H o b b e s , Spinoza ve Grotius gibi teorisyenler ise, uygulamadıkları bir bilim d ü ş ü n c e s i n i dile ge­ tiriyorlardı d a h a çok. S o m u t olguları b ü t ü n s e l l i k içinde ele al1) Zadegan: Soylular (y.h.n.). DDefense de l'EL, ile Partie: Idee generale.

m a d a n , ya bu olguların bazılarını (Spinoza'nın Traite theologico-politique adlı çalışmasında olduğu gibi Yahudilik ve o n u n ideolojisini), ya da genel olarak toplumu ( H o b b e s ' u n De cive ve Leviatharida, Spinoza'nın da Traite politique adlı yapılında ol­ d u ğ u gibi) inceliyorlardı. Gerçek tarihin teorisini yapacakları yerde, t o p l u m u n ö z ü n ü n teorisini yapıyorlardı. Ne tikel bir t o p l u m u , ne tikel bir tarihsel d ö n e m i , dolayısıyla ne de tari­ h i n v e t o p l u m u n t ü m ü n ü açıklamıyorlardı. T o p l u m u n ö z ü n ü inceliyor, s o n u ç t a ideal ve soyut bir m o d e l oluşturuyorlardı. Şöyle denebilir: Descartes'ın spekülatif fiziği, N e w t o n ' u n de­ neysel fiziğinden nasıl ayrılıyorsa, onların bilimi de Montesq u i e u ' n ü n b i l i m i n d e n aynı ölçüde ayrılıyordu. Bunlardan bi­ ri, olabilecek t ü m fizik olguların a pıion hakikatini basit özler ya da doğalarda b u l u r k e n , ötekisi olgulardan yola çıkıp, olgu­ ların

değişimlerini gözlemleyerek yasalar çıkartmaya çalışı­

y o r d u , inceleme nesnesi açısından var olan bu fark, y ö n t e m ­ de bir d e v r i m yapılmasını gerektiriyordu. T o p l u m s a l fizik d ü ­ şüncesi ilk M o n t e s q u i e u ' n ü n aklına gelmiş olmasa da, özler­ d e n değil de olgulardan hareket e d i p , bu olgulardan onları y ö n e t e n yasaları çıkartarak, yeni bir fizik anlayışı getirmek is­ teyen ilk kişi M o n t e s q u i e u ' d ü r . Böylece, Montesquieu'yü k e n d i n d e n önce gelen teorisyenlerle birleştirdiği k a d a r ayıran şeyin ne o l d u ğ u n u da g ö r m ü ş b u l u n u y o r u z . K e n d i n d e n ö n c e k i teorisyenlerle ortak yanı, ay­ nı tasarıyı paylaşmasıdır; söz k o n u s u tasan ise, siyaset bilimi­ ni k u r m a k t ı r . Ancak, k e n d i n d e n ö n c e k i teorisyenlerle aynı nesneyi paylaşmaz: genelde t o p l u m u n değil de, tarihteki t ü m s o m u t t o p l u m l a r m bilimini y a p m a k istiyordu. Dolayısıyla, öz-

leri ele geçirmeyi değil de, yasaları keşfetmeyi istediği için, ay­ nı yönteme de sahip değildi. Aynı tasarıya sahip o l m a k y a n ı n d a n e s n e ve y ö n t e m açısından s u n d u ğ u fark nedeniyle, Montesquieu öncellerinin bilimsel gerekliklerine en kesin biçimi verer kişi olurken, bir y a n d a n da onların soyutlamalarının en karar lı karşıtı o l u p çıkıyordu Bir siyaset ve tarih bilimi o l u ş t u r m a tasarısı, once siyaset İh tarihin bir bilimin nesnesi olabilmesini varsayar, yanı sıyaseı ile tarihin bir bilimin keşfetmek isteyeceği bir gerekliliği kap­ samalarını varsayar. Bu d u r u m d a , insanlık tarihinin, insanlı­ ğın d ü ş t ü ğ ü yanlışlık ve başıboşluklar tarihi o l d u ğ u y o l u n d a ­ ki k u ş k u c u d ü ş ü n c e y i y ı k m a k gerekir; aynı şekilde, örflerin s u n d u ğ u m ü t h i ş ve cesaret kırıcı çeşitliliğinin tek bir ilke ile, yanı insanın zayıflığı ile bir araya getirilebileceği, s o n u gelme­ y e n bu düzensizliğin tek bir n e d e n l e yani insanın n e d e n l e r e uymazlıgıyla aydınlatılabilecegi y o l u n d a k i k u ş k u c u d ü ş ü n c e ­ yi y ı k m a k gerekir. Ş u n u d e m e k gerekir: " Ö n c e insanları ince­ ledim ve yasalar ile örflerin s u n d u ğ u bu sonsuz çeşitlilik için­ de bir tek hevesleri tarafından yönlendirilmediklerine inan­ d ı m " (Y.R., Ö n s ö z ) , her z a m a n p e k aklı başında olmasa da, en a z ı n d a n h e p akla u y g u n ve d a h a derinlerde yatan bir n e d e n tarafından yönlendirilmekteydiler; y ü r ü r l ü k t e kalan son dere­ ce tuhaf k u r u m l a r bir yana, h e r h a n g i bir m u h a r e b e y i kazanıp kaybetmeye yol açan ve bir anlık karşılaşmaya d a y a n a n rast­ lantıyı da kapsayacak k a d a r h e r şeyi sımsıkı kucaklayan bir gereklilik tarafından yönlendirilmekteydiler. 3 işte, bu akla uy­ g u n gereklilik ve de b u n a b a h a n e olan k u ş k u c u l u k sayesinde, insanın akıldışılığında tanrısal bir aklın k e n d i n i ortaya k o y d u 3)EL, X. 13 (Pultava). Consıderatıons, XVIII

g u n u söylemek için hazır bekleyen h e r tür Pascal'ci s a v u n m a ­ n ı n aklımızı çelmesi de engellenmiş olur; aynı şekilde, d i n gi­ bi i n s a n d a insanı aşan ya da ahlak gibi insana amaçlar yükle­ y e n ilkelere yapılabilecek başvurular da r e d d e d i l m i ş olur. Ta­ rihi y ö n e t e n gerekliliğin bilimsel olmaya başlaması için, k e n ­ di n e d e n i n i tarihe aşkın d ü z e n l e r d e aramaya son vermesi ge­ rekir. Öyleyse, k e n d i yasalarını zorla kabul e t t i r m e k isteyen bir tanrıbilim ile bir ahlakın k e n d i n i beğenmişliğini bilimin y o l u n d a n çekip a t m a k gerekir. Siyasal olguların hakikati k o n u s u n d a karar v e r m e k tanrıbılıme d ü ş m e z . Eski bir tartışma b u , a n c a k kilise buyrukları­ n ı n tarihin ü s t ü n d e nasıl bir y ü k o l u ş t u r d u ğ u n u canlandır­ m a k güç b u g ü n , incil ile Yahudi halkının tarihine ilişkin tas­ lak nitelikli bir çalışma y a p m a k l a suçlanan Spinoza'ya ya da aynı tasarıyı bu kez Kilisenin b a ğ r ı n d a gerçekleştirmeye yel­ t e n e n Rıchard Simon'a savaş açan Bossuet'yi o k u m a k , tarih ile tanrıbilim arasındaki çatışmayı, bu çatışmanın şiddetini can­ l a n d ı r m a y a yeterli olacaktır. Bu çatışma Def ense de VEsprit des Lois'nın 4 her y a n ı n ı kaplar. M o n t e s q u i e u tanrıtanımazlıkla da, tanrıcılıkla da suçlanır; ilk g ü n a h t a n söz e t m e m e k l e , ço­ keşliliği s a v u n m a k l a , vb. suçlanır, kısacası yasaları t ü m ü y l e insanca nedenlere indirgemekle suçlanır. Montesquieu buna şu karşılığı verir: tanrıbilimi tarihin içine s o k m a k , d ü z e n l e r i ve bilimleri birbirine karıştırmak d e m e k t i r , bu da onların ç o ­ c u k kalmasını s a ğ l a m a n ı n en kesin y o l u d u r . Hayır, Montesq u i e u tanrıbılımcı gibi g ö r ü n m e k istemiyordu, tanrıbilımci değil, h u k u k ç u ve siyasetçiydi. Siyaset biliminin t ü m n e s n e ­ lerinin aynı zamanda dinsel bir a n l a m a s a h i p olabileceğini, DYasaların

Ruhu'nun

Savunması,

(ç.n )

bekarlık, çokeşlilik ve tefecilik k o n u l a r ı n d a karar verebilece­ ğini kabul eder. Ancak t ü m bu olgular tanrıbilime yabancı bir düzenden, k e n d i n e özgü ilkeleri olan özerk bir düzenden, h e r şeyden ö n c e de bu düzenden kaynaklanmaktadır. Dola­ yısıyla, o n u k e n d i halinde rahat b ı r a k m a k gerekirdi. Tanrıbilimci olarak yargılanmaya karşı değildi. Buna karşılık, o da, si­ yasetçi olarak yargılama h a k k ı n ı n tanınmasını istiyordu ken­ dine. Ve de siyasetinde tanrıbilim aramaya çalışılmamasını is­ tiyordu. Bir papaza Ay'ı g ö s t e r m e k için kullanılan d ü r b ü n d e k ö y kilisesinin çan kulesi ne kadar varsa, o n u n siyasetinde de tanrıbilim o kadar vardı/ Tarihi i n c e l e m e k söz k o n u s u olduğunda din, bilimin ye­ rini tutamazdı öyleyse. Ahlak da tutamazdı. M o n t e s q u i e u baş­ tan beri son derece temkinli davranarak, siyaset dediğinde b u n u ahlak olarak a n l a m a m a k gerektiği uyarısında b u l u n u ­ yordu. Erdem için de aynı şey geçerliydi. Bu ne ahlaki ne de Hıristiyanca

bir

(Y.R.,Uyarı).

erdemdi,

bu

yalnızca

siyasa/

bir

erdemdi.

Dünyanın bütün ülkelerinde ahlak peşinde koşulu­

yordu (Y.R.,Uyarı) yolundaki şu son derece yaygın önyargıyla karşı karşıya kaldığı için, bu uyarıyı defalarca yinelemesi ge­ rekmişti. H o b b e s ve Spinoza da aynı şeyi söylüyorlardı: dün­ yadaki b ü t ü n ödevler tek bir bilginin başlangıcı olmuyorlardı; insanı, olmadığı türden insan k ı l m a k isteyen ahlak içinde, in­ san, k e n d i n i y ö n e t e n yasaların ahlaki olmadığını ç o k açık bi­ ç i m d e dile getiriyordu. Bu yasaları kavrayabilmek için ahlakı bir kenara atmaya karar v e r m e k gerekir. Çinlilerin ve T ü r k l e ­ rin utanç verici itiyatlarını anlamaya çalışan M o n t e s q u i e u ' n ü n karşısına, insanca ve Hıristiyanca e r d e m l e r çıkartılıyordu! An5)Dtjcnse de İEL, ler Partie, II: Reponse â la 9e objection.

cak hukuk, siyaset ve

fizik

kitapları bu sorunlarla yaratılmaz ki6

Bu k o n u d a da farklı düzenleri ayırt e t m e k gerekiyordu: T ü m siyasal kusurlar ahlaki kusurlar değildi, t ü m ahlaki kusurlar da siyasal kusur olamazdı (Y.R., X I X , II.) Her düzenin kendi yasaları olduğu için, bu yasaların haklı olduğunu iddia edi­ yor, t a n n b i l i m c i l e r e ve ahlakçılara, şeylerin insanca düzenin­ den insan olarak, siyasal d ü z e n d e n ise siyasetçi olarak söz et­ m e k istediğini bildiriyordu. Bir siyaset biliminin bir tek ken­ di n e s n e s i n e , siyasetin kesin özerkliğine dayanması gerektiği­ ni söylerken, en derin i n a n c ı n ı da dile getiriyordu. A n c a k M o n t e s q u i e u ' n ü n neyi savunduğu hâlâ anlaşılama­ mıştı. Ç ü n k ü bilimleri ve düzenlerini ayırt e t m e k yeterli de­ ğildi: sözü edilen düzenler yaşamda, iç içe geçmişlerdi. Haki­ ki dinin, h a k i k i ahlakın, açıklayıcı birer ilke olarak, siyasal d ü z e n dışında tutulduğunu varsaysak bile, esinledikleri dav­ ranış ve kuruntular nedeniyle bu düzene aittiler! İşte, çatışma­ nın sertleştiği n o k t a da burasıydı. Ç ü n k ü ahlakı ahlaka bıra­ kıp, katıksız siyasetçi olarak da yargılayabiliriz. J a p o n l a r ı n tüyler ürperten ahlakı ya da T ü r k l e r i n ürkütücü dini üzerine yazdıkça h e r şey yolunda gidiyordu. Dünyanın t ü m tanrıbilimcileri bu konuları kolayca gözden çıkartıp bırakabiliyorlar­ dı. Ama ya h a k i k i ahlakla karşılaştığımızda! Hakiki dinle kar­ şılaştığımızda! Bunları da insani şeyler olarak "insani açıdan" ele alacak m ı y ı z ? ' Ç o k t a n n l ı dinlere inananlar söz k o n u s u old u g u n d a k i gibi, Hıristiyan dini ve a h l a k m m siyasal düzen, iki derecelik b i r e n l e m farkı, ç o k sert bir iklim, tüccarların ve ba­ lıkçıların örflerıyle açıklandığını mı göstereceğiz? Katolikliğin Avrupa'nın güneyinde, Protestanlığın da kuzeyinde yaygınlaş6)Dtfense de l'EL, ile Partie: Climat.

masının iklim farkından kaynaklandığının basılmasına izin verilecek mi? Böylece ahlakın ve dinin siyasal toplumbilim açı­ sından ele alınmasına göz y u m u l a c a k mı? Kötülük bulaşıcı ol­ duğu için, kökenlere geri d ö n m e k gerekti ve M u h a m m e d ' e ya da Çinlilere reva görülen kader karşısında yırtınıp dövünen tanrıbilimciler ortaya çıktı. Ç ü n k ü yanlış dinlerin insani ol­ ması ve bir bilimin kutsal nedir b i l m e y e n pençesine düşmele­ ri kabul edilmesine edilebilirdi ama, bu nüfuz alanının hakiki dinleri kapsaması nasıl önlenebilirdi? Dolayısıyla, yanlış dinle­ rin fazlaca insani bir teori çerçevesinde ele alınmasında peşi­ n e n sapkınlık kokuları alan tanrıbilimci de böylece ortaya çık­ m ı ş olur. Montesquieu de b i l i m a d a m ı olmasından kaynakla­ nan zorunluluklar ile dinsel inançlarını (ya da kötü ruha kar­ şı aldığı ö n l e m l e r i ) birbirinden ayıran daracık alanda m ü c a d e ­ le eder ve kendini savunur. Ç ü n k ü M o n t e s q u i e u ' n ü n verdiği örneklerde,

ahlakı

ve

dinsel

inançlan gerçekten

toplumbilimsel

açıdan ele alacak bir teoriye ilişkin t ü m kanıtları ortaya koydu­ ğu kuşkusuzdu. Din ile ahlakın tarihi yargılamasını haklı ola­ rak reddediyordu; ç ü n k ü , din ve ahlak, verili toplumların k e n d i biçimlerini ve doğalarını y ö n e t e n ıç öğelerden başka bir şey değildir. Verili bir t o p l u m u açıklayan ilke, bu t o p l u m u n inançlarını da açıklar. Bu durumda, düzenlerin ayırt edilme­ sinden geriye ne kalır ki? Ama, bu ayırımdan v a z g e ç m e k iste­ mezsek, zaten v a z g e ç m e m e k de gerekir, dinsel ve ahlaki dü­ zen içinde yapmalıyız ayırımı. D i n i n insani rolü ve anlamı (ki b u n l a r bir t o p l u m b i l i m k o n u s u olabilir) açısından ya da din­ sel anlamıyla ( o n u n gözden kaçırdığı bir anlamdır b u ) ele alındığı söylenebilir. İşte, ö n ü n d e açılan yangın ü s t ü n d e n at­ layıp g e ç m e k istemeyen M o n t e s q u i e u de geri adım atar.

T a n n t a n ı m a z l ı k suçlaması da M o n t e s q u i e u ' n ü n kendini savunmasının zayıflığı da b u n d a n kaynaklanıyordu. Kendisi­ ne yöneltilen suçlamalara sağlam yanıtlar vermiş olsa bile, ile­ ri sürdüğü nedenlerde aynı derecede güçlü olamıyordu. O n u tanrıtanımaz olduğuna ikna e t m e k mi istiyorlardı? Buna kar­ şı ç ı k m a k için yeterli kanıt vardı elinde: kendi yasalarına uya­ rak seyrini sürdüren bu dünyanın bir zeka tarafından yaratıl­ dığını y a z m a k bir tanrıtanımaza düşmezdi. K e n d i n i S p m o za'cılığa, doğal din anlayışına kaptırdığı mı ilen sürülüyordu? Buna verecek tek bir yanıt vardı: doğal din anlayışı, tanrıtanı­ mazlık değildi, zaten doğal din anlayışına da katılmıyordu. Geriye çekilirken yaptığı b ü t ü n bu savuşturma hamleleri, ra­ kiplerini ve dostlarını ikna etmeye yetmedi. Zaten dini en güçlü b i ç i m d e savunduğu satırların, yanı Yasaların R u h u n u n 2. B ö l ü m ü n d e yaptığı açık övgünün, b i r m ü m i n kadar kinik biri tarafından da yapıldığı söylenebilirdi. Bayie ile girdiği po­ lemiğe (Y.R., X X I V . 2, 6) b a k a l ı m Bayie dinin topluma aykı­ rı o l d u ğ u n u (tanrıtanımazlar k o n u s u n d a k i paradoks b u y d u işte) söylüyordu. M o n t e s q u i e u ise Bayle'e karşı ç ı k ı p , dinin t o p l u m a gerekli ve yararlı o l d u ğ u n u o n e sürüyordu. A n c a k b u n u yaparken, Bayle'in b e n i m s e d i ğ i ilkeye, yani dinin top­ lumsal işlevi, t o p l u m ve siyasel açısından yararı ilkesine bağ­ lı kalıyordu. Duyduğu b ü t ü n hayranlık ise, bir tek göklerde­ ki c e n n e t i hedefleyen şu Hıristiyan dininin yeryüzüne de uy­ gun düştüğünü göstermeye çalışmakla özetlenebilirdi. A n c a k Machiavelli başta o l m a k üzere, t ü m "siyasiler" de aynı dili kullanmıştı. Bu s o n derece "insani" dilde, i m a n pek rahat ede­ m i y o r d u . Bir tanrıbilimciyi y e n i d e n saflarına k a t m a k için da­ h a b a ş k a n e d e n l e r b u l m a k gerekliydi.

Tarihin, dinsel ya da ahlaki ölçütlerle yargılanmaması ge­ rektiği, tersine dini ve ahlakı, tarihsel olgular araşma katmak ve bunları aynı bilimin egemenliğine s o k m a k gerektiği yolundaki iki ilke, her siyaset bilimin ön koşulu olan bu iki ilke Montesquieu'yü öncellerinden köklü biçimde ayırmıyordu. Hobbes ile Spinoza da aynı dili konuşuyorlardı ve tıpkı o n u n gibi tanrıta­ nımazlıkla

suçlanmışlardı.

Montesquieu'yü

benzersiz

kılan

yan, mirasçısı olduğu bu teorisyenlerin söylediklerinin tersini savunarak, içlerinden pek çoğunun benimsediği doğal hukuk teorisy'enlerine belirleyici bir noktada karşı ç ı k m a k olmuştu. Hangi noktada karşı çıktığını kesinleştirelim şimdi. Vaughan 7 siyaset teorisi üzerine yaptığı çalışmada Vico ve Montesquieu dışında, t ü m 17. ve 1 8 . yüzyıl siyaset teorisyenlerının toplumsal sözleşme teorısyenlen olduğunu gösterdi. Bu kural­ dışı d u r u m ne anlama geliyordu? Buna karar verebilmek için toplumsal sözleşme ve doğal h u k u k teorisini hızlı b i ç i m d e gözden geçirmek gerekir. Doğal

hukuku

savunan

felsefecileri birleştiren

özellik,

h e m aynı sorunu {Toplumun kökeni nedir?) ortaya koymaları, h e m de bu sorunu aynı araçlan (doğal durum ve toplumsal söz­ leşme) kullanarak çözmeleriydi. G ü n ü m ü z d e böyle bir köken sorununun ortaya atılması, varoluşu, fiziksel varoluşu bile ol­ sa, asgari bir toplumsal varoluş gerektiren insanoğlunun, top­ l u m u n hiç bulunmadığı bir durumdan, örgütlü toplumsal iliş­ kilere nasıl ulaştığının ve bu k ö k e n s e l ve kesin eşiği nasıl aş­ tığının sorulması o l d u k ç a garip karşılanabilir. Yine de b u , o d ö n e m i n siyasal düşüncesine e g e m e n olan s o r u n d u ve b i ç i m i açısından garip görünse de, derin bir mantığa sahipti. T o p l u 7) VAUGHAN, Hıstoty oj Pohtıcal Philosophy. II, pp

2 5 3 sq.

m u n k ö k e n l e r i n i kesin olarak ("nesnelerin kökenlerini kesin olarak" d e ş m e k isteyen Leibniz gelir akla) g ö s t e r m e k için in­ sanları t o p l u m d a n ö n c e k i durumlarında, doğuş halinde ele a l m a k gerekir. H o b b e s ' u n sözleri uyarınca, topraktan biten balkabakları gibi. R o u s s e a u n u n çırılçıplak dediği gibi. Yalnız her türlü zanaat aracından değil, en önemlisi t ü m insani iliş­ kilerden de y o k s u n durumda, insanları, toplumun eser miktar­ da9, bile var olmadığı bir d u r u m d a ele g e ç i r m e k

İşte, bu do­

ğ u m d u r u m u , doğal durumdu. Yazarlar bu k ö k e n s e l duruma birbirinden farklı özellikler yakıştırıyorlardı. H o b b e s ve Spinoza, o d ö n e m d e dünyaya savaşın e g e m e n olduğunu, güçlü­ n ü n zayıfa galebe çaldığını belirtirken, L o c k e , insanların ba­ rış içinde yaşadıklarına i n a n m a k istiyor, Rousseau ise insan­ ların mutlak anlamda yalnızlık içinde olduklarını öne sürü­ yordu. Doğal d u r u m u n birbirinden farklı özellikleri, bazen insanların bu d u r u m d a n çıkmalarını gerektiren nedenleri sı­ ralarken, bazen de geleceğin toplumsal düzenine yol a ç a c a k itkilerin ve insan ilişkilerinin ideal d u r u m u n u n taslağmı oluş­ turuyordu. Paradoksal olsa da, her t o p l u m d a var olan bu bil­ gisizlik

d u r u m u , yaratılacak

önceden

göstermekteydi.

bir

Tarihin

toplum sonu,

idealini kökenin

içermekte

ve

kendisinde

vardı zaten. H o b b e s , S p i n o z a ve L o c k e ' ı a k i bireyin "özgürlü­ ğü" b u y d u işte. Rousseau'daki insanın eşitliği ve bağımsızlığı da buydu. Ancak, b ü t ü n bu yazarlar aynı anlayışı ve aynı so­ runu paylaşıyorlardı: o l u ş u m u n u b e t i m l e m e k istedikleri top­ l u m u n k ö k e n i n d e n başka bir şey değildi doğal durum. T o p l u m u n b u l u n m a d ı ğ ı bir d u r u m d a n var olan topluma 8) Eser miktarda: ö z e l l i k l e kimya ve biyolojide kullanılan ve taşıyan deyiş, (y.h.n.)

'çok az" anlamı

geçişi, toplumsal sözleşme sağlar. Bu n o k t a d a da, h e r tür anlaş­ ma zaten kurulu bir t o p l u m u varsaymıyormuş gibi, bir toplu­ m u n a n c a k genel bir sözleşme s o n u n d a kurulabileceğini ta­ sarlamak garip gelebilir. G e n e de, gerekli sayıldığı için bu so­ runsalı kabul e t m e k ve basit bir h u k u k i hile o l m a k l a kalma­ yıp, ç o k daha derinlerde yatan nedenlerin dışavurumu olan bu sözleşmenin ne anlam taşıdığını kendi kendimize sorma­ mız gerekir, insan t o p l u m u n u n bir sözleşmeden d o ğ d u ğ u n u söylemek, aslında t ü m toplumsal kurumların k ö k e n i n i n tü­ müyle insan elinden çıkma ve yapay olduğunu ilan etmektir. T o p l u m u n ne tanrısal bir k u r u m u n , ne de doğal b i r düzenin s o n u c u olmadığını söylemektir. D e m e k ki, bu, h e r şeyden ö n c e , toplumsal düzenin temeli k o n u s u n d a k i eski b i r düşün­ ceyi reddedip yerine yenisini ö n e r m e k t i r . S ö z l e ş m e teorisinin ardında hangi rakiplerin gölgelerinin görüldüğü seziliyor ar­ tık. T ü m toplumsal düzenlerin T a n r ı k ö k e n l i olduğunu ileri süren teorisyenler değil bir tek (ki b u n l a r ç o k l u k l a yerleşik düzene hizmet etmiş olmakla birlikte, daha başka p e k ç o k a m a c a da hizmet edebilir), t o p l u m u n "doğal" (yapay olma­ y a n ) niteliğini savunanlar da vardı: bunlar, insan ilişkilerinin var olan toplumsal d ü z e m yansıtan ve insanların ö n c e d e n b e ­ lirli z ü m r e ve tabakalara yerleştirildiği bir doğada ö n c e d e n çi­ zili olduğunu düşünüyorlardı. T e k sözcükle b e l i r t m e k gere­ kirse, toplumsal sözleşme teorisi, jeodal düzene özgü inançları, insanların "doğal" nedenlerle eşit olmadıkları gibi i n a n ç l a n , z ü m r e ve tabakaların gerekliğine olan inançları altüst ediyor­ du

Feodal teorisyenlerin "doğaya" ve insanın doğal toplumsal-

lasabilmesine yakıştırdıkları her şeyin yerine, insan elinden ç ı k m a bir yapıt olan bu eşitler arası sözleşmeyi koyuyordu.

Böylece, düsü

doğal

toplumsallaşabilme ya da

öğretisinin, feodal

yapıdan

toplumsallaşabilme

esinlenen

bir

teori,

içgü­

toplumsal

sözleşme öğretisinin ise, m u t l a k m o n a r ş i n i n hizmetinde olsa bi­ le ( H o b b e s örneğindeki gibi) "burjuvaziden esinlenen bir teori olduğunu kabul e t m e k , eğilimleri birbirinden ayırmaya yara­ yan genelde yeterince sağlam bir belirti oluyordu. G e r ç e k t e n de, bazen bir birleşme anlaşması ( m e d e n i ) ve e g e m e n l i k (si­ yasal) anlaşması olarak ikiye b ö l u n s e de, insanların k o k e n s e l bir anlaşmayla kendi toplumlarını kurdukları düşüncesi, ya­ radılış halindeki bir d ü n y a n ı n toplumsal ve siyasal çatışmala­ rında, katıksız teori d ü z l e m i n d e , yankılar uyandıran devrim­ ci bir düşünceydi. Eski d ü z e n e karşı çıkış anlamı taşıyan bu d ü ş ü n c e , b i r yandan da yeni bir düzenin programıydı. Bu dü­ ş ü n c e , yerleşik toplumsal düzeni ve o zamanlar tartışılan t ü m siyasal sorunları "doğaya" ( e n azından şu "eşitlik tanımayan" doğaya) başvurma olanağından y o k s u n kılmakta, b u n d a bir sahtekarlık olduğunu açıklamakta, feodallere karşı mücadele veren m u t l a k m o n a r ş i de dahil o l m a k üzere, yaratıcılarının savunduğu

kurumları

insan

elinden

çıkma

uzlaşmaya

dayan­

dırmaktaydı. Böylece, insanlara eski k u r u m l a n bir kenara at­ m a , yenilerini k u r m a ve gerekirse yeni bir uzlaşma sayesinde bunları da geçersiz kılma ya da yeniden b i ç i m l e n d i r m e gücü veriyordu. Katıksız b i r kurguyu andıran bu doğal d u r u m ve toplumsal sözleşme teorisinde, bir toplumsal ve siyasal düze­ n i n ç ö k ü ş ü n ü n yanı sıra, insanların, s a v u n m a k ya da k u r m a k istedikleri yeni düzenin temellerini, ustaca oluşturulmuş ilke­ lere dayanarak attıkları görülüyordu. Ne var ki, doğal h u k u k teorisinin bu tartışmacı ve talephar kimliği söz k o n u s u teorinin, soyutluk ve idealizmini de açık-

lar. D a h a ö n c e k i t ü m c e l e r i m d e bu teorisyenlerin, ideal özler­ den başka b i r şey bilmeyen Descartes'çı fizik m o d e l i n e takılıp kaldığını söylemiştim. Oysa, gerçekte, bir tek fizik değildi söz k o n u s u olan. Öyle ki, Montesquieu'yü daha ö n c e yapıldığı gi­ bi, Descartes'la 9 ya da Newton'la ılintilendirerek değerlendir­ m e k , o n u dolayımsız ama soyut bir görüntüye indirgemekti. Bu fizik modeli, epistemolojık b i r m o d e l d e n başka b i r şey de­ ğil burada: gerçek nedenleri ise b i r ölçüde k e n d i dışında b u ­ lunuyor.

Sözünü

ettiğim

teorisyenler,

Montesquıeu'nün

amaçladığı, h e r yerde ve h e r çağda insan elinden ç ı k m a ku­ rumların sunduğu sonsuz çeşitliliği anlamayı kendi konuları olarak b e n i m s e m c d i l e r s e , bu d u r u m Descartes'çı bir fizik m o ­ delinden e s i n l e n m i ş bir y ö n t e m i n yol açtığı basit bir çarpıtma olmakla kalmayıp, b a m b a ş k a e n m e sahip n e d e n l e r d e n kay­ naklanmaktaydı. Akıllarında olan şey, dünyadaki t ü m halkla­ rın benimsediği k u r u m l a n a ç ı k l a m a k değil, hâlâ yerleşik bu­ lunan b i r düzene karşı k o y m a k ya da doğacak ya da d o ğ m a k ­ ta olan b i r düzeni doğrulamaktı. Tüm olguları anlamak değil, yeni bir düzeni

temellendirmek, yani

önermek ve doğrulamak

is­

tiyorlardı, işte bu nedenle de, H o b b e s ya da Spinoza'da R o m a ' n ı n ç ö k ü ş ü n ü n ya da feodal yasaların ortaya çıkışının ger­ ç e k b i r tarihini aramak, onların a m a c ı n ı ç a r p ı t m a k olacaktır. Olgularla ilgilenmiyorlardı. Rousseau a ç ı k yüreklilikle olgula­ rı bir kenara bırakarak işe b a ş l a m a k gerektiğini söyleyecek­ ti.

10

Bir tek hukukla, yani olması gerekenle ilgileniyorlardı. O l ­

gular onlar için bu h u k u k u n varlığının yansısı ve vesilesi gi­ biydi, uygulandığı alanlardan başka bir şey değildi. Ne var ki 9) LANSON, Revue de metaphysıque el de morale, 1 8 9 6 . 10) ROUSSEAU, Discours sur l'oriğne de Imtgalıte, Introduction.

böylece, tartışmacı ve ideolojik d e m e k gereken bir t u t u m be­ n i m s e m i ş oluyorlardı. Tuttukları tarafı, tarihi yönlendiren ne­ den kılıyorlardı. Bilim diye k a b u l ettikleri ilkeler de, yaşadık­ tan çağın mücadelelerinde taraf tutan ve de seçmiş oldukları değerlerden başka b i r şey değildi. Bu devasa girişim için gösterilen t ü m çabaların b o ş oldu­ ğunu söylemiyorum; b u n l a n n , ö n e m l i sonuçları olduğunu b e l i r t m e k gerekir. Ancak M o n t e s q u i e u ' n ü n sözlerinin bu gi­ rişimi ilk başta benimsediği bakış açısından ne kadar uzaklaş­ tırdığı görülebilir; araya böyle bir mesafe girince de b u n a yol açan n e d e n l e r daha iyi seçilebilir. Bunlar, sıkı sıkıya iç içe g e ç m i ş siyasal ve y ö n t e m s e l nedenlerdir. Öyleyse, M o n t e s q u ı e u d e n e d e n h i ç b i r toplumsal sözleşme b u l u n m a d ı ğ ı n ı dü­ ş ü n m e k gerekir. Yasaların R u h u n u n ilk kitabında doğal du­ rum k o n u s u n d a alelacele kısa bir bilgi verilse de, toplumsal s ö z l e ş m e d e n h i ç söz edilmiyordu Mektuplarinm

Oysa, tam tersine, han

kırkdördüncüsünde

Montesquieu

şöyle

di­

yordu: her işe, t o p l u m u n kökenini titizlikle araştırmayla başla­ mak,

bana

oldukça gülünç geliyordu,

söz edildiğini

hiç duymadım.

kamu

hukukunda

bundan

İnsanlar toplum oluşturmuyor,

birlerinden kaçıyor ya da birbirlerini

terk ediyorlarsa,

bir­

bunun ne­

den böyle olduğunu sormak ve neden birbirlennden uzak durduk­ larını

araştırmak gerekir.

tüm

insanlar;

yanı

başında

babasının kalmayı

Ancak eline

birbirlerine doğan

sürdürürse,

bağlı

çocuk,

toplum

da

olarak

doğar

babasının

hemen

toplumun

amacı

da ortaya çıfcmtş olur. Her şey var burada. K ö k e n s o r u n u n u m a h k u m ediyor, s a ç m a b u l u y o r d u . T o p l u m kendi öncelleri­ ni h e p k e n d i içinde barındırır. Böyle b i r durumla hiç karşıla-

şılmamasına rağmen, ille de bir sorun yaratmak gerekiyorsa, insanların n e d e n toplumlarının olmadığı sorulabilirdi. Hiçbir sözleşme yoktu. T o p l u m d a n söz e t m e k için bir a d a m ile oğ­ lunun olması yeterliydi. Bu d u r u m d a I. Kitabın doğal durum­ la ilgili b ö l ü m l e r i hızla gözden geçirildiğinde, burada bulun­ mayan s ö z l e ş m e n i n yerini d ö r d ü n c ü bir yasanın, toplumsal­ laşma içgüdüsünün aldığını g ö r m e k şaşırtıcı olmayacaktır. İşte bu ilk belirti, feodal türden bir taraf tutmadan kaynaklanan n e ­ denler dolayısıyla, Montesquieu'yu doğal h u k u k teorisinin muhalifi olarak yargılamak isteyenlerin yolunu açıyordu. Ya­ saların R u h u n d a k i siyaset teorisi de bu inancı pekiştirecekti. Ancak,

doğal h u k u k

teorisi s o r u n u n u ve kavramlarını

böyle bilinçli b i ç i m d e reddedişi, beraberinde bu kez siyasal olmayıp, yöntemle ilgili olan ikinci bir belirtiyi de getiriyordu M o n t e s q u i e u n ü n getirdiği k ö k l ü yenilik de işte burada ken­ dini gösteriyordu. Doğal d u r u m ve sözleşme teorisini redde­ den M o n t e s q u i e u , bu teorinin sorunsalından kaynaklanan fel­ sefi çıkarsamaları da reddediyordu: en başta da doğal h u k u k teorisinin y o r d a m ı n d a k i idealizmi reddediyordu. "Yaşanan ol­ guyu, en azından k e n d i açık vicdanı açısından, h u k u k yoluy­ la yargılamaya ve insan toplumlarına, ideal bir oluş kisvesi al­ tında, b i r erek göstermeye karşıydı. Olguların dışında h i ç b i r şeyi tanımıyordu.

Olanı,

olması gerekenle yargılamayı kendi­

ne yasakladıysa, b u n u n nedeni, ilkelerini önyargılarından de­ ğil, olanların

doğasından ç e k i p çıkartmasıydı (Yasaların Ru­

hu, Ö n s ö z ) . Önyargılar: dinin ve ahlakın tarihi yargılayabile­ cekleri düşüncesi. Bu önyargı, doğal h u k u k öğretisini b e n i m ­ semiş düşünürlerle ilkece u y u m içindeydi. Ancak, siyasal b i r

idealin soyutlamasının, bilimsel ilkelere b ü r ü n m ü ş olsa dahi, tarihin yerini tutabileceği de bir önyargıydı. Böylece, M o n t e s quieu doğal h u k u k teorisyenleriyle t ü m b a g l a n n ı k o p a r t m ı ş oluyordu. Rousseau yanılmamıştı: Siyaset hukuku henüz doğu­ yordu...Bu

büyük ve yararsız bilimi yaratacak durumda olan

modern düşünür ise ünlü Montesquieu'ydü. Ancak,

tek

siyaset huku­

ku ilkelerini ele almaya o da niyetli değildi: yerleşik yönetimlerin pozitif hukukunu

incelemekle yetiniyordu;

oysa birbirine bu

kadar

benzemeyen iki inceleme konusu daha yoktu dünyada. Yönetim­ leri var oldukları gibi

sağlıklı

biçimde yargılamak isteyen

kişi,

şu iki incelemeyi bir araya getirmek zorundadır: olanı iyi yargı­ layabilmek için, olması gerekeni iyi bilmek gerekir.

(Emile, V)

T a r i h i n g e r ç e k gerekliğine, olguların çeşitlilik ve farklar s u n m a yasasından yararlanarak hazırladığı yasanın b i ç i m i n i v e r m e k isteyen, yerinde bir kararla, olanı, olması gerekenle yargılamayı bu görevde.

reddeden

Montesquıeu yapayalnızdı

üstlendiği

Siyasal olgular k o n u s u n u n din ve ahlak ilkelerine b o y u n eğmesini, kılık değiştirmiş değer yargılarından başka bir şey olmayan doğal h u k u k u n soyut kavramlarına b o y u n eğmesini reddetme sayesinde önyargılar kenara itilip bilimin ilerleyece­ ği kral yolu açılmış oldu. Böylece, M o n t e s q u i e u ' n ü n teorik alanda gerçekleştireceği b ü y ü k devrimlerin de ö n ü açılıyordu. Bu devrimlerin en ö n e m l i s i ise, yasaları tanımlayan şu iki satıra

sığıyordu:

Yasalar...

nesnelerin

doğasından

kaynaklanan

zorunlu ilişkilerdir (Y.R., I, 1) Savunma'nın M o n t e s q u i e u n ü n bahsettiği kadar saf yürekli olmayan tanrıbilimcisı ise gözleri­ ne i n a n a m ı y o r d u . Yasalar, ilişki olur mu hiç! Akıl havsala alır mı b u n u ? ..Ne var ki, bu sözleri k a l e m e alan yazar, bildik ya­ sa t a n ı m ı n ı b i l e r e k değiştirmişti. 1 1 Doğru görmüştü. K i m ne derse desin, M o n t e s q u i e u n ü n niyeti, devralınmış t a n ı m d a bir değişiklik yapmaktı. Yasa kavramının u z u n hikayesini h e r k e s bilir. Bu kavram, çağdaş anlamıyla (bilimsel yasa a n l a m ı ) a n c a k 1 6 . ve 1 7 . yüz­ yıl filozof ve fizikçilerinin çalışmalarında görülse de, g e ç m i ­ ş i n d e n k a y n a k l a n a n izleri o z a m a n bile sürdürüyordu. G ö rüngüsel değişkenler arasındaki sabit b i r ilişki olan yeni anla­ m ı n a b ü r ü n m e d e n , yani m o d e r n deneysel bilimlerin pratigi11) Dejense de l'EL, 1er Partıe, 1: 1er objecııon.

ne girmeden ö n c e , yasa, dinin, ahlakın ve siyasetin dünyasın­ da yer alıyordu. Anlam açısından, insan ilişkilerinden kay­ naklanan zorunluluklar taşıyordu D e m e k ki, yasa, insanları ya da insanı aşmış olsalar bile, insan g ö r ü n ü m l ü varlıkları varsayıyordu. Yasa, buyruktu. D e m e k ki, buyuracak bir irade­ ye ve de itaat e d e c e k iradelere gerek duyuyordu... Bir yasakoyucuya ve uyruklarına gerek duyuyordu. B u n d a n dolayı, ya­ sa insanın bilinçli eyleminin yapısına sahipti, bir ereği vardı, b i r h e d e f gösteriyordu ve aynı anda da b u n a ulaşılmasını ge­ rektiriyordu.

Yasasının hükmü altında yaşayanlara, zorlama­

nın ve idealin iç içe geçen anlamlarını sunuyordu. İşte, Azız A u g u s t i n u s t a n Aziz T h o m a s ' a kadar tüm Ortaçağ d ü ş ü n c e ­ sinde, bu a n l a m ve o n a bağlı olan ikinci anlamlar, tek başla­ rına egemenlik kurmuşlardı. Yasa, tek bir yapıya sahip oldu­ ğu için, tanrısal yasa, doğal yasalar ve " p o z i t i f (insan elinden ç ı k m a ) yasalar aynı anlamda kullanılabiliyordu. Ne olursa ol­ sun, aynı b u y r u k ve erek biçimiyle karşılaşılıyordu h e p . T a n ­ rısal yasa b ü t ü n yasalara e g e m e n d i . T a n n insanlara da doğa­ nın t ü m ü n e de buyruklarını bildirmiş, böylece insanların ereklerini de belirlemişti. B ü t ü n öteki yasalar ise, her şeyin kö­ keninde yatan bu buyruğu evrenin t ü m ü n e yineleyen, yinelendıkçe hafifleyen yankılardan, meleklerin bir araya gelme­ sinden, insan toplumlarından, doğadan b a ş k a bir şey değildi. En azından bazı bünyelerde, b u y r u k verenlerin, buyrukların y i n e l e n m e s i n d e n hoşlandıkları bilinir. Doğanın b u y r u k niteliği taşımayan yasalara sahip olabile­ ceği düşüncesinin böyle bir mirastan ç e k i p çıkartılabilmesi ise u z u n sürmüştü. Bu miras Descartes'ta görülür, öyle ki, Descartes yalnızca cisimlerde gördüğü hareketin k o r u n u m u ,

d ü ş m e , çarpışma gibi yasalan, T a n r ı n ı n buyruğu olarak k a b u l ediyordu. S p i n o z a y l a birlikte k ü ç ü k bir farkın bilinci de dog­ maya başlar. Ne olursa olsun, yasa sözcüğünün doğal şeylere uygıdanması sıradan

ancak bir eğretileme olarak anlamıyla yasa

dendiğinde

kabul

bir buyruk

edilmelidir,

çünkü

anlaşılır yalnız­

c a . 1 2 Bu uzun ç a b a s o n u n d a yasanın yeni anlamı, 17. yüzyıl­ da k e n d i n e özgü b i r alanda, doğa alanında, fizik alanında or­ taya ç ı k m a y a başlıyordu. Yasanın b ü r u n d ü g ü eski b i ç i m i , gö­ rünüşü kurtararak, yukarılardan koruyan T a n r ı b u y r u ğ u n u n gözetimi altında yeni bir yasa anlayışı gelişmekteydi; bu anla­ yış,

Descartes'tan Nevvtona

doğru

uzanırken

Montesqu-

ieu'nün söz ettiği b i ç i m e kavuştu: her çeşitliliğin tekbiçimlilik, her değişikliğin de kalıcılık olduğu, değişken terimler arasında durmadan yeniden kundan bir ilişki (Yasaların Ruhu, 1,1). Çar­ pışan ya da d ü ş e n cisimlerin, yörüngelerinde dolanan geze­ genlerin evrensel bir m o d e l oluşturabileceği tasarlanamıyordu. Bir efendi tarafından bildirilen erek ve b u y r u k t a n b a ş k a b i r şey o l m a y a n yasanın eski anlamı, tanrısal yasa, ahlaki (ya da doğal) yasa ve insan elinden ç ı k m a yasalar alanında ilk baştaki k o n u m u n u sürdürüyordu. İlk bakışta paradoksal gibi görünse de, sözü edilen doğal h u k u k teorisyenlerinin, k e n d i ­ ne göre haklı n e d e n l e r d e n dolayı, yasanın eski a n l a m ı n a , k e n d i kavramlarıyla destek oldukları bile gözlemlenebiliyor­ du. Şurası kesin ki, onlar da "laikleştirmişlerdi" "doğa yasası"nı, bu yasayı dile getiren ya da h ü k m ü n ü bildirir bildirmez "doğa yasası"nın y a n ı n d a n ö b e t tutmaya başlayan, dolayısıyla Descartes'ın T a n n s ı k a d a r yararsız olan (olsa olsa, hırsız gir­ m e s i n diye dikilip d u r a n gece b e k ç i s i ) T a n n y ı da "laikleştir12) SPİNOZA. Traite thtologico-politique, IV.

mislerdi"

Ancak eski anlayışın erekbilimsel yapısını, doğanın

dolayımsız görünüşleri ardında gizlenen ideal kimliğini sak­ lamayı sürdürmüşlerdi. O n l a r için doğa yasası b i r gereklilik kadar, b i r ödevdi de. T ü m talepleri ise, yeni tanıma hâlâ ya­ b a n c ı kalan bir yasa tanımına sığınmakta, sırtını b u n a daya­ maktaydı Oysa, M o n t e s q u i e u , yasa s ö z c ü ğ ü n ü n eski anlamını, sığın­ dığı alanlardan, h e m e n iki satırla, kapı dışarı etmeyi öneriyor­ du. M o d e r n yasa t a n ı m ı n ı n , yani ilişki olarak yasa tanımının k a p s a m ı n ı da, T a n r ı d a n başlayıp ufacık taşa varıncaya kadar t ü m varlıkları kucaklayacak b i ç i m d e genişletmeyi düşünü­ yordu. rı

Bu

vardı:

açıdan

bakıldığında,

tanrısallığın

kendi yasaları

vardı,

kendi insandan

tüm varlıkların

yasaları üstün

vardı,

kendi yasala­

maddi

tüm zekaların

dünyanın

kendi yasa­

ları vardı, insanın kendi yasaları vardı (Y.R., I, 1 ) . H i ç b i r ek­ sik yok. Bu kez yasaklanmış olduğu için s ö y l e n m e m e s i gere­ k e n h e r şey açık seçik dile getirilmişti. B u n u n nasıl b i r reza­ lete yol açtığı kestirilebilir. Şurası kesin ki, değişimi değilse de, ilk adımın atılmasını sağlamak için T a n r ı oralardaydı hâ­ lâ Ne de olsa dünyayı yaratmıştı. Ne var ki, ilişkinin terimle­ rinden biriydi a n c a k . İlk neden oydu, a n c a k yasalar o n u ö t e k i varlıklarla aynı kefeye koyuyordu le, yani

Yasalar, onunla (ilk neden­

Tanrıyla) çeşitli varlıklar arasında ve bu çeşitli varlık­

ların kendi aralarında bulunan ilişkidir (Y.R., I, 1 ) . B u n a varlık­ ları yaratırken bu yasaları k o y a n T a n r ı n ı n h e r şeyin k ö k e n i n deki kendi h ü k m ü de, söz k o n u s u d o ğ a n ı n gerekliliğine b o ­ yun eğerse, bu d u r u m d a , her şeye b u l a ş a n yasanın Tanrıyı da içerden ele geçirdiği söylenebilir! Dünyayı y ö n e t e n yasaları yapmışsa, bu y a s a l a n n o n u n gücü ve bilgeliğiyle ilişkili olduğu

da kesindi. T a n r ı n ı n hesabı dürulmeye görsün, geriye kalan h e r şey de devrilip giderdi. Rakibi zayıflatmanın en iyi yolu, o n u k e n d i tarafına ç e k m e k t i r . T a n r ı eski yetki alanlarının üs­ tüne titriyordu, işte şimdi, b ü t ü n bu alanlar, a m a en başta da kentlerinde ve tarihlerinde varlıklarını sürdüren insanların dünyası, Montesquieu'ye kapılarını açmıştı. S o n u n d a onlara kendi yasasını k a b u l ettirebilecekti T e o r i k alanda yaşanan bu devrimin ne gibi s o n u ç l a r doğu­ racağını a ç ı k ç a g ö r m e k gerekir Bu devrim, N e w t o n ' c u bir ya­ sa kategorisinin, siyaset ve tarih alanlarına da uygulanabilece­ ğini varsayar. Bu devrim, insan elinden ç ı k m a kurumlardan, bu kurumların sunduğu çeşitliliği bir birlik, yaşadıkları deği­ şikliği de kalıcılık ç e r ç e v e s i n d e d ü ş ü n m e y e olanak verecek özelliğin, yani ç e ş i t l e n m e yasalarının, o l u ş u m yasalarının ç e ­ kip çıkartılabileceğini varsayar. Bu yasa ideal bir düzen değil, görüngülere içkin bir ilişki o l a c a k t ı I J Özlerin sezilmesinden k a y n a k l a n m a y a c a k , ö n c e d e n edinilmiş düşüncelere dayan­ m a d a n , araştırma ve karşılaştırma yoluyla, yoklaya yoklaya olguların ta k e n d i l e r i n d e n çıkartılacaktı. Bu yasa keşfedildi­ ğinde bir varsayımdan öteye g i t m e y e c e k , s o n derece çeşitli ol­ guların t ü m ü tarafından d o ğ r u l a n m a d ı k ç a da ilke halini al­ mayacaktı: Ele aldığım nesnenin peşine, hiçbir niyet beslemeden takılmıştım;

durumlardan

habe­

rim vardı: gerçeği bulduğum an yitiriyordum: ancak kendi

ilkele­

rimi di.

ne kurallardan

keşfettikten sonra, (Y.R.,

ne de

aradığım

Ö n s ö z ) İlkelerimi

kuraldışı

her şey kendiliğinden bana gelkoyduğumda, özel durumların söz

13) Montesquieu'un bu anlatımlarda Newton'dan etkilendiği açıktır: kendinden söz ederken, "yazar", diye başlar ve şöyle devam eder: "nedenlerden hiç söz et­ miyor, karşılaştırmıyor da nedenleri; sonuçlardan söz edip. sonuçlan karşılaş­ tırıyor" (De/ense de l'EL. 1er Partie. I; Reponse â la 3e obligation). Aynı zaman­ da bkz. Çokeşlilik k o n u s u n a ilişkin uyan.

konusu rın

ilkelere

tarihi

ise

kendilinden bu

ilkelerin

boyun

eğdiğim gördüm,

sonuçlanndan

başka

tüm ulusla­

bir şey

değildi

(Y.R., Ö n s ö z ) D o ğ r u d a n d e n e y l e m e o l m a m a s ı bir k e n a r a bıra­ kıldığında, b u n u n , k e n d i nesnesini bağlayan yasayı araştıran a m p i r i k bir bilimin çevrimi o l d u ğ u söylenebilirdi. Ancak teorik alanda yaşanan bu devrim, bir y a n d a n da bi­ limsel s o r u ş t u r m a n ı n nesnesiyle ( b u r a d a , insan t o p l u m l a r ı n ı n m e d e n i ve siyasal yasaları) s o r u ş t u r m a n ı n s o n u ç l a r ı n ı birbiri­ ne karıştırmamayı varsayıyordu: başka deyişle, yasa sözcüğü­ n ü n anlamıyla o y n a m a m a y ı varsayıyordu aldığı t ü m nesnelerde, olguların yasalarım

Bu da, bilginin ele olgulardan çekip

çıkartan M o n t e s q u i e u ' n ü n , insan t o p l u m l a r ı n ı n pozitif yasa­ ları olan bu tikel nesneyi tanımaya çalışmasından kaynakla­ n a n bir karışıklıktır. Oysa 5. yüzyılda Yunanistan'da ya da İlk F r a n k Krallar S o y u n d a görülen yasaların, s ö z c ü ğ ü n ilk anla­ m ı n ı taşımadıkları, yani bilimsel yasalar olmadıkları açıktı. Bunlar, M o n t e s q u i e u ' n ü n t o p l u l a ş m a ya da evrim yasasını (bilimsel yasasını) açıklamak istediği h u k u k i k u r u m l a r d ı . Ya­ saları ve yasaların ruhunu b i r b i r i n d e n ayırırken açıkça şöyle diyordu:

Yasaları değil, yasaların

ruhunu inceliyorum...

bu ruh

ise, yasaların çeşitli şeylerle kurabileceği çeşitli ilişkilerden başka bir şey değildir. (Y.R., 1, 3) D e m e k ki, M o n t e s q u i e u ele aldığı n e s n e n i n yasalarını (yasaların ruhunu) ele aldığı nesneyle (ya­ salar) karıştırmıyordu. Yanlış a d ı m a t m a m a k için böyle basit bir ayırım getirmek, sanırım, z o r u n l u y d u . M o n t e s q u i e u gene I. Kitapta, e v r e n d e k i t ü m varlıkların, hatta T a n r ı n ı n bile ilişki-yasalara bağlı o l d u ğ u n u gösterdikten sonra, b u n l a r ı n kiplik açısından sunduğu farkları ele alır.

Böylece, en ufak bir sap-

maya dahi yer vermeyen, cansız maddeleri y ö n e t e n yasalarla, insanları ve hayvanları y ö n e t e n yasaları birbirinden ayırmış oluyordu. Varlık basamaklarında yükseldikçe, yasaların de­ ğişmezliği de azalıyordu, en azından yaptıkları gözlemlerin kesinliği azalıyordu.

Zeka sahibi

varlıkların dünyası

dünya kadar iyi yönetilmeliydi (Y.R., 1,

da, fizik

1 ) . Dolayısıyla, diğer

varlıklar karşısında bilgi sahibi olma ayrıcalığı b u l u n a n insan, yanlışa düşebilir, k e n d i n i tutkulara kaptırabılır. insanın ser­ gilediği sapmalar da b u n d a n kaynaklanır: varlık

olarak,

hiç

durmadan

Tanrının

insan zeka sahibi

koyduğu yasaları

çiğner,

kendi koyduklarını da değiştirir (Y.R.,1, 1 ) . D a h a da k ö t ü s ü , in­ san k e n d i koyduğu yasaları da gözetmiyordu her z a m a n ! Oy­ sa, M o n t e s q u i e u ' n ü n soruşturmalarının nesnesi, k e n d i tarihi içinde, bu başıboş varlıktı zaten: davranışları, kendisine geti­ rilen yasalara h e p b o y u n eğmeyen, üstelik kendisi tarafından yapılmış tikel yasaları da olabilen bir varlık; bunlar, pozitif yasalardı, a m a b u n l a r a da uyması g e r e k m e z d i kuşkusuz. Bu d ü ş ü n c e l e r e b a k ı p , M o n t e s q u ı e u ' n ü n i n s a n o ğ l u n u n za­ yıflığından y a k m a n b i r ahlakçı olduğu sanılabılır.

Bense,

M o n t e s q u i e u n ü n b u n o k t a d a b i r teorisyen olarak, aşılması güç b i r ikirciklikle karşı karşıya kaldığı kanısındayım. Ger­ ç e k t e n de, yasaların kipliğini böyle ayırmak, farklı ıkı yoruma yol açabilir; bu yorumların h e r biri ise, M o n t e s q u i e u ' d e bile iki ayrı eğilim belirtir İlk eğilim konusunda, şöyle denilebilir: insan elinden ç ı k m a yasalardan ç e k i p çıkartılabilecek bağıntı ve ç e ş i t l e n m e yasala­ rının, insan elinden ç ı k m a yasalardan farklı olduğu yolunda­ ki y ö n t e m s e l ilkeye sıkı sıkıya bağlı k a l m a k koşuluyla, insan­ ların k e n d i koydukları yasalar k o n u s u n d a k i başıboşlukları ve

bu yasalardan sapmaları h i ç b i r şeyi g ü n d e m e getirmez. Bir t o p l u m b i l i m c i , b i r fizikçi gibi basit bir gerekirciliğe uyan ve h i ç s a p m a d a n çizgisini izleyen bir nesneyle ( b e d e n ) değil, ç o k tikel bir nesne türüyle ilgiliydi: k e n d i k o y d u k l a n yasalardan kendileri ayrılan şu insanlarla ilgiliydi. Bu durumda, insanlar­ la kendi yasaları arasındaki ilişki k o n u s u n d a ne söylenebilir­ di? Bu yasaları değiştirdikleri, tersine çevirdikleri, ya da çiğ­ nedikleri söylenebilirdi ancak. Ne var ki, insanların b o y u n e gen ya da başkaldıran davranışlarına bağlı olmaksızın, bilme­ den uydukları bir yasa olduğu, düştükleri yanlışlardan da bu yasanın gerçek olduğunun çıkartılabileceği düşüncesi en ufak b i ç i m d e bile etkilenmez. İnsanların davranışlarını y ö n e t e n ya­ saları ortaya çıkartmakta umutsuzluğa k a p ı l m a k için, insanla­ rın benimsediği yasaları, insanları y ö n e t e n zorunluğun yerme k o y m a k gibi bir saflık içinde o l m a k gerekir! Gerçekteyse, düştükleri yanlışlar, mizaçlarının çarpıklığı, yasaları ç i ğ n e m e ­ leri ve

değiştirmeleri,

o n l a n n davranışlarının

parçası zaten.

Yapılacak tek şey yasaları, yasaların ç i g n e n m e s i n d e n ya da de­ ğiştirilmesinden çıkartmaktı. M o n t e s q u i e u ' n ü n Yasaların Ruhu'nun neredeyse h e r b ö l ü m ü n d e yaptığı da b u y d u zaten Herhangi bir tarih kitabını (Romalılarda veraset, feodalitenin ilk d ö n e m l e r i n d e adalet v b . ) alıp açalım: i n c e l e n e n k o n u l a r ı n t a m a m ı n ı n i n s a n l a n n sergilediği değişiklikler ve başıboşluk­ lar olduğunu görürüz. Bu tutum, ç o k verimli y ö n t e m s e l b i r il­ keyi varsayar; bu ilke ise, insan eyleminin gerekçelerini bu ey­ lemin güdüleri saymama, insanların bilinçli b i ç i m d e ileri sür­ dükleri erek ve nedenleri, insanları eyleme geçiren, ç o k l u k l a bılınçdışı, g e r ç e k nedenler saymamaktır. Dolayısıyla, M o n t e s quieu

insanların

haberdar olmadığı nedenlere

dayanıyordu

çoklukla: insan elinden ç ı k m a yasaları a ç ı k l a m a k yanında, in­ sanların davranışlarının "ilkel" (ahlakın doğal yasaları o l a n ) yasalar kadar pozitif yasalara göre sunduğu sapmayı açıkla­ m a k için de iklime, araziye, geleneklere, k u r u m l a r d a n oluşan bir b ü t ü n ü n iç mantığına v.b. dayanıyordu. Bütün bu belirti­ lerden a ç ı k ç a anlaşıldığı üzere, M o n t e s q u i e u yasaların "ruhu­ n u " , yani yasaların yasasını, yasaların insan kaynaklı kötü ru­ h u n u , başka deyişle, yasaların ç i ğ n e n m e yasasını da gene ay­ nı ilke u y a n n c a dile getirmeden a ç ı k l a m a k istemiyordu. Bu y o r u m , M o n t e s q u i e u n ü n ara vermeksizin ele aldığı ve yasanın "ödevleriyle" ilgili gibi g ö r ü n e n b i r ızlege daha uygun b i r a n l a m da kazandırabilirdi belki. G e r ç e k t e n de, M o n t e s q u ı e u ' n u n insan elinden ç ı k m a yasalardan söz ederken, var olan yasaları, daha iyi yasalara yeğlediği sıkça gözlemleniyordu. Olanı, olması gerekenle yargılamayı reddeden ve ilan ettiği k ü ç ü k b i r k u s u r u n o y u n u n a gelip aynı kusura düşen biri için, garip bir paradokstu b u ! timlediği tüm

akıldan

yoksun

Örneğin Montesquieu

tüm

halklarını yöneten yasanın

(kitabında be­

yasalarla

ters

düşen)

dünyanın

genelde

akıl

olduğunu

söyler

(Y.R., I, 1 ) . Ayrıca yasaların, halkla ilintili olması gerektiğini, doğayla ve y ö n e t i m ilkesiyle ilintili olması gerektiğini, ü l k e n i n fizik özelliklerine uygun olması gerektiğini de belirtiyordu. B ü t ü n bu gereklilikleri saymaya kalksak s o n u gelmez. M o n t e s q u i e u ' n ü n doğayı ve ilkeyi t a n ı m l a r k e n , y ö n e t i m i n ö z ü n ü iyi yakaladığına inananlar, şu sözleri o k u d u k l a n n d a şaşırıyorlardı:

Bu söylediklerimden, bir cumhuriyette erdemli olunduğu değil,

erdemli

olunması

gerektiği...

yoksa,

yönetimin yetkin

olmayacağı

a n l a ş ı l m a l ı d ı r (Y.R., I I I , I I ) . "Yetkin" o l m a k için, b u n u n n e

türden b i r yetkinlik olduğunu da Tanrı bilir artık, despotiz­ m i n de gözeteceği gereklilikler var kuşkusuz! Bu metinlerden genelde şu s o n u ç çıkartılır: bilimadamının yerini, idealin teorısyeni ya da yasakoyucu alıyordu. Bilimadamı olgulardan başka bir şeyle ilgilenmezken, idealin teorisyeni ya da yasako­ yucu k e n d i n e bazı erekler koyuyordu. Ancak buradaki yanlış anlaşılma da, bir ölçüde yasa s ö z c ü ğ ü n ü n iki ayrı a n l a m ı n d a n kaynaklanıyordu: insanların eylemlerini gerçekten düzenle­ yen yasalar (bilimadamının araştırdığı yasalar) ve i n s a n l a n n düzenlediği yasalar

M o n t e s q u i e u yasalara ödevler yükledi­

ğinde, b u n u yalnız insanların kendi kendilerine koydukları yasalar için yapıyordu. Bu "ödev" de, insanları haberleri ol­ m a d a n yöneten yasalarla, yaptıkları ve bildikleri yasalar ara­ sındaki mesafeyi kapatma çağrısından başka bir şey değildi. Yasakoyucuya yönelik bir çağrıydı bu, a m a ortak bilincin ka­ pıldığı yanılsamalardan haberdar olan ve bu k ö r bilinci eleş­ tiren yasakoyucuya, b i l i m a d a m ı n ı n aydınlık bilincini, yani bilimi ö r n e k alması ve insanlara koyduğu bilinçli yasaları, in­ sanları yöneten bılmçdışı yasalara elden geldiğince uygun kıl­ ması için yapılan bir çağrıydı. D e m e k ki, güçsüz ve b a ş ı b o ş oldukları için insanların üstlenmesi gerekecek sonsuz bir gö­ rev, soyut b i r ideal söz k o n u s u değil. Başıboş bir bilincin, edi­ nilmiş bilimin kesinliğiyle, bilinçsiz bir bilincin, bilimsel bir bi­ linçle düzeltilmesi söz k o n u s u y d u d e m e k ki. Öyleyse, bilimin kazanımlarını siyasal pratiğe aktarmak, bu pratiğin yanlışları­ nı ve bilinçsizliğini düzeltmek söz k o n u s u . M o n t e s q u i e u ' n ü n verdiği örneklerin ç o k b ü y ü k ç o ğ u n l u ­ ğunu aydınlatabilecek ilk yorum buydu. Bu açıdan ele alındı­ ğında, M o n t e s q u i e u ' n ü n tüm m o d e r n siyaset biliminin b i l i n ç -

li ö n c ü s ü olduğu açıktır; b i l i m d e n , eleştiriden başka bir şey b e k l e m e y e n , insan davranışlarının gerçek yasalarını, yalnızca eleştirmek ve değiştirmek istediği görünür yasalardan, yani i n s a n l a n n k e n d i kendilerine koydukları g ö r ü n ü r yasalardan çıkartan, b ö y l e c e tarihe ilişkin bilgi k o n u s u n d a edinilmiş so­ nuçlara g e n d ö n e n ö n c ü d ü r M o n t e s q u i e u . Tarihe oranla ya­ şanan bu bilimsel gerileme ve tarihe bu bilinçli geri d ö n ü ş do­ ğaldır ki, bilimin nesnesi, b i l i m diye kabul edilirse, siyasal idealizm suçlamasına b a h a n e olabilir ( P o i n c a r e : "Bilim h a b e r kipinde; eylem, e m i r k i p i n d e ! " ) A n c a k var olan d u r u m ile bu d u r u m u yeniden b i ç i m l e n d i r m e tasarısı arasında ideal olduğu k a b u l edilen mesafenin, bu tür t ü m suçlamaları boşa çıkart­ m a k için bilimin, kendi nesnesine ve ortak bilince göre gerileme­ sinden başka bir şey olmadığını görmeye yeterliydi. Bilimin nesnesine önerdiği ideal görünürde, b i l i m n e s n e s i n d e n aldığı­ nı, geriye doğru attığı adımlar kadarını geri verir ki bilgi de b u d u r zaten, geri v e r m e k t e n b a ş k a b i r şey yapmaz. Ancak yorumladığım bu metinlere ilişkin, başka bir yo­ rum daha olduğunu, b u n u n M o n t e s q u i e u ' d e bile görüldüğü­ nü de eklemeliyim. Ş i m d i de, insan elinden ç ı k m a yasaları, genel yasalar b ü t ü n ü n e nasıl kattığına bakalım: Zeki, tikehvarlıklar kendi yaptıkları yasalara sahip olabilirler: lerinden

çıkmamış

yasalara

sahipler.

önce de olanaklıydı bunlar: bu kileri

vardı,

salardan

önce,

yurduğu ya şey

dolayısıyla yasaları adalet

ilişkileri

da yasakladığı

olmadığını

söylemek,

varlıkların da

varlıklar

kendi

adil ya

çemberi

el­

olmadan

aralarında iliş­

olabiliyordu.

olanaklıydı.

dışında daha

Zeki

ancak kendi

Yapılmış

ya­

PozitiJyasaların

bu­

da gayriadil

çizmeden

bütün

hiçbir yarı-

çapların hakkaniyet

birbirine

eşit

ilişkilerinin,

olmadığını bu

ilişkileri

söylemektir. yerleştiren

Bu

durumda,

pozitif yasadan

önce geldiğini itiraf etmek gerekir... (Y.R., I, 1 ) . Ve de bu "ilkel" yasalar Tanrıya bağlanmıştı. Tarihin t ü m s o m u t koşulların­ dan bağımsız olan ve her şeyden ö n c e gelen bu adaletin yasa­ ları, bu kez de eski yasa türüne, yani buyruk-yasaya, ödev-yasaya g ö n d e r m e yapıyordu. Bu yasanın kutsal olması ve din aracılığıyla uygulanması, doğal ya da ahlaki olması ve babalar ve ö ğ r e t m e n l e r ya da Rousseau'dan ö n c e M o n t e s q u i e u n ü n de söylediği seslerin en yumuşağı olan doğanın sesi aracılığıyla ya da siyaset aracılığıyla uygulanması ö n e m l i değildir. Bilimada­ m ı n ı n yasasını doğru b i ç i m d e ç e k i p çıkartması gereken, so­ mut varoluş k o ş u l l a n n a bağlı olan, insan elinden ç ı k m a pozi­ tif yasalar söz k o n u s u değil artık. Doğa ya da T a n r ı tarafın­ dan, ki b u n l a r ı n t ü m ü de bir zaten, insanlar için belirlenmiş b i r ödevdi. Bu özellik, doğaldır ki, buyrukların birbirine ka­ rışmasına yol açıyordu: bilimsel yasa, buyruk-yasanın ardın­ da kayboluyordu. Bu eğilim 1. Kitabın ilk b ö l ü m ü n ü n s o n u n ­ da ç o k açık seçik b i ç i m d e görülebiliyordu, ilk y o r u m u n orta­ ya ç ı k m a s ı n a yol açan metinler, yepyeni bir a n l a m a b ü r ü n ü yordu. Artık h e r şey, insan davranışlarının ayrılmaz bir par­ çası olan şu insanlara özgü başıboşluğun, bilimin k o n u s u de­ ğil de, yasaların yani ödevlerin varoluşunu doğrulayan t e m e l n e d e n olmasından kaynaklanır gibiydi.

Çeşitli bünyelerin

(pozitif) yasalannın o l m a m a n e d e n i n i , bu bünyelerin kendi yasalarına karşı ç ı k a c a k anlayışa sahip o l m a m a l a r ı n a bağla­ m a k o l d u k ç a çarpıcıdır! Ç ü n k ü insanların böylesi yasalara sa­ hip olmaları, yetkinlikten uzak olmalarından ç o k ( k i m bir in­ san ıçm, dünyanın t ü m mücevherlerini vermez ki?) b o y u n

e g m e z h k yetilerinden kaynaklanıyordu. İnsan: zekası bir varlık

olduğu

halde,

kendi yolunda

ilerlemesi

gerekir;

sınırlı tüm

sonlu zekalar gibi, o da bilgisizlik ve yanlışın kurbanıdır; sahip olduğu tek tük bilgileri de yitiıir.

Duyarlı bir yaratık olduğu için,

binlerce tutkunun pençesine düşer. Böyle bir varlık her an unuta­ bilirdi

yaratıcısını:

Tanrı

din

yasaları

yoluyla

nu; böyle bir varlık her an kendini unutabilirdi: yasalarıyla

uyardılar

dığı

toplum

için,

onu;

toplum

içindeyken

anımsattı filozoflar

içinde yaşamak

başkalarını

bu­ ahlak

için yaratıl­

unutabilirdi: yasakoyu-

cular siyasal ve medeni yasalarla ona üstlenmesi gereken ödevleri anımsattılar (Y.R., I, 1 ) . Bu kez gerisin geri atıldık, h e m de adamakıllı geriye. Bu yasalar b i r e r b u y r u k t u . U n u t m a m a y ı sağlayan yasalardı, insanın belleğini c a n l a n d ı r a n , yani insan olarak yazgısını gerçekleştirmeye niyetliyse, istese de isteme­ se de, insanı u l a ş m a k istediği ereğe y ö n l e n d i r e n anımsatma nitelikli yasalardı. Bu yasalar, insanla o n u n varoluş koşulları arasındaki ilişkiyle değil, insan doğasıyla ilgileniyorlardı. Bu yasaların var o l m a s ı n ı n taşıdığı z o r u n l u l u k payı, ö n c e d e n ol­ duğu gibi insanın bilinçsiz ligiyle, yasaların bilinci arasındaki mesafeyle ilgili değildi, insanlık durumuyla ilgiliydi bir tek. İ n ­ san doğası, insanlık d u r u m u , işte t ü m bağları kopardığımızı sandığımız b i r d ü n y a n ı n içine gerisin geriye atılmış b u l d u k kendimizi, insanların gözleri takılsın diye g ö k k u b b e y e çivi­ l e n m i ş değerler dünyasına atılmış b u l d u k kendimizi. M o n t e s q u i e u burada, e b e d i değerler vardır diyen en yavan geleneğe uslu uslu b o y u n eğiyordu. B u n u n için, I. K i t a b m 1. B ö l ü m ü n d e k i ö n e r m e y i o k u m a k yeter: yasalara u y m a k gere­ kir; insan, v e l i n i m e t i n e m i n n e t duymalıdır; yaratıcıya b o y u n

e ğ m e k gerekir; yapılan k ö t ü l ü k cezalandırılmalıdır. T u h a f b i r sıralama! Bu sıralamada eksik kalan yanı t a m a m l a m a k için ikinci bir sıralama yapalım: 1. Kitabın 2. B ö l ü m ü n e bakarsak ş u n l a n da ö ğ r e n m i ş oluruz: "doğa" bize bir yaratıcı olduğu d ü ş ü n c e s i n i verir ve bizi bu yaratıcıya yöneltir; doğa bizim barış içinde yaşamamızı ister; yiyip i ç m e m i z i ister; karşı cin­ se y ö n e l m e m i z i ister; t o p l u m içinde yaşama isteği b e s l e m e m i ­ zi bekler. Geri kalanlar ise, dağınık b i ç i m d e , daha ileriki m e ­ tinlerde b u l u n u r : bir baba oğluna yiyecek sağlamak zorun­ daydı, ama miras o l u ş t u r m a k zorunda değildi; babası sokak­ ta kaldığında, bir oğul babasına destek olmalıydı; kadın evde eşine ayak u y d u r m a k zorundaydı; en önemlisi de, insanın yo­ lunu h e r şeyden ö n c e edeple ilgili davranışlara özen göster­ m e k belirlerdi (edimlerin ç o ğ u n d a kadın için de geçerliydi b u , evlilik ilişkilerinin d ü z e n l e n m e s i n d e de, her iki cins kor­ k u n ç b i ç i m d e karşı karşıya geldiğinde de geçerliydi b u ) ; des­ potizm, i ş k e n c e insan doğasına aykırıydı h e p , kölelik de ç o k ­ lukla aykırı düşerdi insan doğasına. Kısacası, başka siyasetçi­ lerin b i r k a ç liberal talebinden, yerleşik âdetlere hizmet e d e n sıradan yavanlıktan başka bir şey yoktu. Aynı derecede utan­ ma duygusuna sahip, kararlı ya da saf yürekli olan başka teorisyenlerin, "insan doğasına" atfettiği ya da atfedeceği, öz­ gürlük, eşitlik, hatta kardeşlik gibi y ü k s e k değerleri andıran h i ç b i r şey y o k t u . B a m b a ş k a bir dünyadaydık. M o n t e s q u i e u n ü n bu özelliğinin h i ç de k a n ı k s a n a m a y a c a gı i n a n c ı n d a y ı m . B u n u n , ç o k ağır zorunluluklardan oluşan b i r b ü t ü n içinde verilen tavizden öteye geçmeyeceği, dünya­ da geçerli önyargılarla ıbralaşmak, bu önyargıları b a ş ı n d a n at­ m a k amacıyla ö d e n e n bir bedel olamayacağı kanısındayım.

T ı p k ı en acımasız rakiplerini alt e t m e k için k e n d i yasa kavra­ m ı n ı n çifte anlamlıgına gerek duyduğu gibi, bu kaçamak yola başvurmaya,

bu

barınağa

sığınmaya

da gerek

duyuyordu.

Te­

tikte b e k l e y e n tanrıbilimciye verdiği yanıtı o k u m a k yeter. Kendilerini ö n c e l e y e n b ü t ü n bu yasalar, T a n r ı ya da herhan­ gi biri, dünyada h i ç ç e m b e r ç i z m e d e n ö n c e , ezelden beri var olan b ü t ü n bu birbirine eşit yarıçaplar, olabilecek t ü m pozitif yasalardan ö n c e gelen bu hakkaniyet ilişkileri, H o b b e s ' u n s u n d u ğ u tehlikeye karşı kullanabileceği kanıtları sunuyordu ona. surları

Yazarın da

tüm

yerleştirilmesine

amacı,

Hobbes'un

erdemleri bağlayarak,

de,

sistemine

insanların

tıpkı

Spinoza 14

tersine çeviren korkunç bir sistemdi bu. lebilir.

saldırmaktı: elinden gibi

tüm

ku­

çıkma yasaların ahlakı

ve

dini

Din ve ahlak kabul edi­

T a n r ı b i l i m c i n i n g ö n l ü n d e yatana

karşılık verebilir

bunlar. Ne var ki, b a m b a ş k a b i r davanın peşindeydi. Dini ve ahlakı y ö n e t e n yasalar değil, siyaseti y ö n e t e n yasalar, yani M o n t e s q u i e u açısından bile sonsozü söyleyen yasalar söz k o ­ nusuydu. Sözleşme ile H o b b e s ' t a işte bu yasaların temeli söz k o n u s u y d u . M o n t e s q u i e u ' n ü n şu insanların t ü m yasalarından ö n c e var olan ezeli yasalan, r a k i b i n d e n k o r u n m a k için sakla­ nacağı sığınaktı. Yasalardan ö n c e yasalar varsa, artık sözleşme namına hiçbir şey olmadığı da, bir tek böyle bir sözleşme ol­ ması d ü ş ü n c e s i n i n bile insanları ve y ö n e t i m l e r i y ü k ü m l ü l ü k altına s o k m a s ı n a yeten şu siyasal tehlikelerin olmadığı da an­ laşılır. Eşitlikçi olmayan b i r doğanın ezeli yasalarının ulaşa­ madığı b i r k o n u m a yerleşip, uzaktan uzağa m ü c a d e l e edilebi­ lir rakiple. Doğanın alanına yerleşip rakibin gelmesi beklenir, uygun düşen silahlar kuşanılır ve rakipten ö n c e yerleşilinir 14) Dtfense de l'EL, lere Partie, I: R£ponse a la Iere objection

araziye. K e n d i davamızdan b a ş k a bir davayı s a v u n m a k için hazırlanır h e r şey. sarsıntılar geçirmiş bir dünyayı yeniden ayakları üstüne d i k m e k davasıdır bu. M o n t e s q u i e u ' n ü n sunduğu paradoksların en hafifi, en ye­ ni düşüncelerle (üstelik b u n l a r en güçlü d ü ş ü n c e l e r ) eski da­ valara hizmet e t m e k değildi. Ne var ki, en bildik düşüncele­ rine b a k ı p M o n t e s q u i e u ' n ü n peşine d ü ş m e n i n z a m a n ı geldi artık; üstelik b u n l a r M o n t e s q u i e u ' n ü n en gizli d ü ş ü n c e l e n .

Şimdiye kadar, yalnızca M o n t e s q u i e u ' n ü n y ö n t e m i n d e n ve y ö n t e m i n i n ön varsayımları ve a n l a m ı n d a n söz edildi. Nes­ nesini i n c e l e r k e n uyguladığı bu y ö n t e m i n yeni olduğu kuş­ kusuz. A n c a k yeni olsa da, yeni hiçbir şey üretmiyorsa bir yön­ t e m i n gereksiz

olduğu

söylenebilir.

Öyleyse,

Montesqu-

i e u ' n ü n o l u m l u keşifleri neydi? Önce, insanları inceledim ve son derece çeşitli yasa ve gelenek­ lerin

insanların

anladım.

İlkeler

kendiliklerinden

gelip

geçici

koydum boyun

ve

eğdiğini

heveslerinden tikel

kaynaklanmadığını

dummların

gördüm,

tüm

buna

neredeyse

ulusların

tarihleri

bu ilkelerin peşi sıra gelir gibiydi ve her tikel yasa da başka bir yasaya bağlı ya da daha genel bir yasaya bağımlı gibiydi.

Mon-

tesquıeu, ayrıntı düzeyinde ustalıklar yapmayı değil, t ü m in­ sanlık tarihinin ve de bu tarihin tüm ayrıntılarının kavranıl­ m a s ı n ı olanaklı kılan evrensel ilkeler keşfetmişti. İlkelerimi keşfettiğimde, aradığım her şey bana doğru geldi. (Y.R., Ö n s ö z ) Peki, tarihi kavranılabılır kılan bu ilkeler neydi? Bu soru, Yasaların Ruhu'nun âüzenlenişiyle doğrudan ilgili p e k ç o k zor­ luğa yol açar. G e r ç e k t e n de, M o n t e s q u i e u n ü n az ö n c e yo­ r u m l a d ı ğ ı m sayfalarla başlayan bu b ü y ü k yapıtı, b e k l e n e n d ü z e n e sahip değildir. En başta, II. Kitaptan X I I I . Kitaba dek, değişik y ö n e t i m b i ç i m l e n ve bu y ö n e t i m b i ç i m l e r i n i n ya d o -

galanna ya da ilkelerine bağlı b u l u n a n yasaların teorisi çıkar karşımıza: bu da, tarihsel örneklerle zenginleştirilmiş olsa da s o n derece soyut gelen ve geriye kalandan yalıtık b i r b ü t ü n , " t a m a m l a n m a m ı ş bir yapıtta, t a m a m l a n m ı ş bir başyapıt" ( J - J Chevallıer) gibi görünen bir tıpolojiden başka bir şey değildir. X I I I . Kitaba gelindiğinde ise, insan k e n d i n i b a m b a ş k a bir dünyada sanır. Hangi tipe ait oldukları bilindiğinde y ö n e t i m biçimleri k o n u s u n d a h e r şeyin söylenip bittiği sanılıyordu, ama iklim ( X I V , XV., XVI. ve XVII. Kitaplar), arazinin niteli­ ği (XVIII. Kitap), örfler ( X I X . Kitap), ticaret ( X X . ve X X I . K i tap), para ( X X I I . Kitap), nüfus ( X X I I I . Kitap), en s o n u n d a ise din ( X X I V . ve XXV. K i t a p ) , peş peşe gelip, sırrına vakıf oldu­ ğ u m u z u sandığımız bu yasaları belirlemeye başlar

Aklımız

iyice karışsın diye dört kitap daha gelir sırasıyla: miras hakla­ rını düzenleyen R o m a yasalarının evrimini inceleyen b i r kitap ( X X V I I . Kitap), feodal yasaların k ö k e n l e r i n i gözler ö n ü n e ser­ meye ayrılmış üç kitap ( X X V I I I , X X X , X X X I Kitaplar) b i r de b u n l a n n ortasında yer alan ve "yasaları d ü z e n l e m e tarzı"nı in­ celeyen başka bir kitap ( X X I X . Kitap). T a r i h e b i r düzen getir­ me iddiasındaki ilkelerin, en azından bu ilkeleri gözler önü­ ne seren kitapta yer almaları gerekiyordu. G e r ç e k t e n de, nerede bulabilirdik ki bu ilkeleri? Yasaların Ruhu peş peşe e k l e n m i ş üç b ö l ü m d e n oluşuyordu; daha doğ­ rusu, apansız akla geliveren, u n u t u l m a m a s ı gereken d ü ş ü n c e ­ lerden oluşur gibiydi.

Beklenen o güzel birlik neredeydi?

M o n t e s q u i e u ' n ü n ilkelerini ilk on üç kitapta a r a m a k ve o n d a n yönetim biçimlerinin

katıksız tipolojisini

sunması b e k l e m e k , söz

k o n u s u y ö n e t i m biçimlerinin kendilerine özgü dinamiklerini betimlemesini, doğalarına ve ilkelerine göre yasaları çıkartma-

sim b e k l e m e k gerekmez mi? Kabul. Ancak, o zaman iklim ve değişik etkenlerle, sonra da tarihle ilgili h e r şey, ilginç olmak­ la birlikte, sonradan e k l e n m i ş gibi görünür. Yoksa tam tersi­ ne gerçek ilkeler, 2. Bölümde mi, yani yasaların bazıları maddi (iklim, arazi, nüfus, e k o n o m i ) bazılanysa manevi (örfler, din) çeşitli etkenler tarafından belirlendiği düşüncesinde miydi? Peki, ama o zaman, bu belirleyici ilkeleri, ilk baştaki ideal il­ kelere ve en sondaki tarihsel incelemelere hangi gizli n e d e n bağlıyordu? Tiplerin idealligini, maddi ya da manevi ortamın belirleyiciliğini ve de tarihi, yani h e r şeyi sağlanması olanak­ sız bir b ü t ü n l ü k içinde bir arada tutmak, içinden çıkılmaz bir çelişkiler yumağına

gömülmek

olacaktı.

Montesquieu'nün

m e k a n i k ç i bir maddecilik ile ahlaki bir idealizm arasında, za­ m a n a bağlı olmayan yapılarla, tarihsel bir oluşum, vb. arasın­ da gidip geldiği söylenir. Bunu s ö y l e m e k ise, keşiflerde bulun­ duysa bile, bu keşifler arasındaki biricik bağın kitabın sundu­ ğu düzensizlik olduğunu s ö y l e m e n i n başka bir biçimidir; bu da, yaptığına inandığı keşfi yapmadığını kanıtlar. Bu izlenimle mücadele etmeye yelteneceğim; buna karşı koyarak Yasaların R u h u n u n sergilediği çeşitli "hakikatler" ara­ sında, Û n s ö z ' d e söz edilen ve bu "hakikatleri" daha başka "ha­ kikatlere" bakayan zinciri gözler ö n ü n e koymaya çalışacağım. M o n t e s q u i e u , yeni ilkelerine ilk kez, b i r y ö n e t i m i n ilkesi­ ni ve doğasını ayırtettigi b i r k a ç satırda yer vermişti. Buna gö­ re, h e r y ö n e t i m ( c u m h u r i y e t , monarşi, d e s p o t i z m ) kendi doğa­ sına ve kendi ilkesine sahip bulunmaktaydı.

Doğası o n u n ol­

duğu gibi olmasını sağlar, ilkesi de onu harekete geçiren tutku­ dur. (Yasaların Ruhu, I I I , 1)

Y ö n e t i m i n doğası dendiğinde, b u n d a n ne a n l a m a k gere­ kir? Y ö n e t i m i n doğası şu sorulara yanıt verir: elindedir?

iktidarı

elinde

bulunduran

bu

iktidarı

iktidar kimin nasıl

kullanır?

Buna göre, c u m h u r i y e t ç i y ö n e t i m i n doğası bir b ü n y e olarak halkın (ya da halkın bir b ö l ü m ü n ü n ) iktidarı h ü k ü m r a n ola­ rak elinde b u l u n d u r m a s m ı ister. Monarşi y ö n e t i m i n i n doğası ise tek bir kişinin, sabit ve yerleşik yasalar u y a n n c a , y ö n e t m e ­ sini gerektirir. Despotik y ö n e t i m i n doğası ise bir kişinin h i ç ­ bir yasaya ve de h i ç b i r kurala bağlı o l m a d a n y ö n e t m e s i n i ge­ rektirir

iktidarın elde b u l u n d u r u l m a s ı ve yürütülme tarzı tü­

müyle h u k u k i , daha doğrusu biçimsel kalır. îlke sayesinde, yaşama adım atabildik. Ç ü n k ü bir y ö n e t i m katıksız bir yapı değildir. Bir insan t o p l u m u n u n varoluşunun s o m u t biçimidir. T i k e l bir tür y ö n e t i m e tabi insanların, söz k o n u s u yönetim b i ç i m i n e tam anlamıyla ve kalıcı b i ç i m d e b o y u n eğmeleri için, siyasal bir b i ç i m i n (doğa) zorla b e n i m s e ­ tilmesi yeterli değildi, insanların bu b i ç i m e yatkın olmaları, bu b i ç i m i desteklercesine davranmaları ve tepki vermeleri de gerekliydi

M o n t e s q u i e u b u n u n için özgül bir tutkunun ge­

rekli olduğunu söyler. Zorunlu olarak, h e r y ö n e t i m b i ç i m i k e n d i n e özgü tutkuyu gerektirir. C u m h u r i y e t erdemi, m o ­ narşi şerefi, despotizm ise korkuyu gerektirir. Y ö n e t i m ilkesi k e n d i b i ç i m i n d e n kaynaklanır, ç ü n k ü k e n d i b i ç i m i n d e n "do­ ğal olarak" türer

Ancak bu türemeyle ortaya ç ı k a n ilke, b i r

sonuçtan ç o k bir koşuldu

C u m h u r i y e t örneğini ele alalım.

C u m h u r i y e t e özgü ilke olan e r d e m , şu soruya yanıt veriyor­ du:

iktidarı halka veren ve iktidarı yasalar ile uygulatan bir yö­

netim, hangi koşulda var olabilir? Yurttaşlann erdemli olmaları,

yani kendilerini kamu yararına adamaları ve her koşulda va­ tanlarını k e n d i t u t k u l a n n d a n üstün tutmaları koşuluyla var olabilir ancak. M o n a r ş i ve d e s p o t i z m için de geçerliydi b u . Yönetimin

ilkesi,

y ö n e t i m i n zembereği

ise, yönetimi

harekete

geçirense, b u n u n n e d e n i y ö n e t i m i n yaşamı, varoluş koşulu ol­ masıydı. C u m h u r i y e t , b e n z e t m e hoşgörülürse elbet, bazı m o ­ torların benzinle çalışması gibi, bir tek erdemle çalışırdı. E r ­ d e m olmadığında c u m h u r i y e t ç ö k e r d i , şeref olmadığında m o ­ narşi, k o r k u olmadığında da d e s p o t i z m çökerdi. Yönetimi, doğası ile tanımladığı için biçimcilikle suçlan­ mıştı M o n t e s q u i e u ; bu doga ise, katıksız anayasal h u k u k a iliş­ kin b i r k a ç s ö z c ü k t e n öteye g e ç m e z . Ancak, doğası kendi ilke­ sinden

ayrılır

ayrılmaz,

bir

yönetimin

doğasını

Montesqu-

ieu'nün de biçimsel saydığı unutuluyor. Şöyle d e m e k gerekir: bir y ö n e t i m açısından bakıldığında, ilkesi olmayan doga akıl­ da canlandırılabılecek bir şey değildir ve var olamaz. Akılda canlandırılabilecek biricik şey, ki o da gerçek olduğundan, doğa-ilke bütünselliğidir. Söz k o n u s u bütünsellik, katıksız h u k u ­ ki bir b i ç i m i değil, k e n d i yaşamına, k e n d i varoluş ve sürekli­ lik koşullarına bağlı siyasal bir b i ç i m i gösterdiği için, biçimsel değildi artık E r d e m , şeref, k o r k u gibi tek bir sözcükle tanımlansalar da, bu koşullar son derece s o m u t t u . G e n e l a n l a m d a tutku olarak ele alındığında, tutku soyut gelebilir, a n c a k ilke olarak,

yurttaşların

gerçek

yaşamını

siyasal

açıdan

açıklar.

Yurttaşın e r d e m i , t ü m yaşamının k a m u yararına b o y u n egmesıdır: devlete e g e m e n olan bu tutku, insan söz k o n u s u oldu­ ğunda, i ç i n d e k i t ü m tutkuların dizginlenmesi anlamına geli­ yordu. İlkeyle birlikte, insanların t ü m s o m u t yaşamı, k a m u ­ sal, hatta özel yaşamı bile, y ö n e t i m e adım atıyordu. D e m e k ki,

ilke, y ö n e t i m i n doğasıyla (siyasal b i ç i m ) ve insanların gerçek yaşamıyla buluşuyordu. Böylece, ilke, bir yönetim biçimine bürünebilmesi

için,

insanların

gerçek yaşamını,

siyasal

anlamda

özetlemesi gereken figür ve nokta oluyordu. İlke, doğa denilen şu soyutun somutudur, ilke ile doğanın birleşmesi, onların bütünselliğidir gerçek olan. Biçimcilik b u n u n neresinde? Kabul edilecek bu. A n c a k M o n t e s q u i e u ' n ü n yaptığı keşfin t ü m k a p s a m ı n ı kavramak için elzem b u n u n k a b u l edilmesi. Gerçekten de, yönetimin doğası

ve ilkesinin bütünselliği düşünce­

siyle Montesquieu, kendisine b i r ç o k b i l m e c e n i n anahtarını su­ n a n yeni bir teorik kategori öneriyordu. O n d a n ö n c e siyaset teorisyenleri, verili bir y ö n e t i m i n yasalannın çeşitliğini ve ç o k ­ luğunu açıklamaya çalışmışlardı. A n c a k ç o k l u k l a olduğu üze­ re, iç birlikten yoksun öğelerin basit betimlemesiyle y e t i n m e ­ diklerinde, yönetimlerin doğasının mantığına ilişkin b i r tas­ lak s u n m a k t a n öteye gidememişlerdi. Eğitimi, toprakların paylaşımını, mülkiyet derecesini, adaletin uygulanmasını, c e ­ zaları ve ödülleri, zenginliği, kadınların yaşam koşullarını, sa­ vaşın yürütülmesini, vb. düzenleyen ç o k sayıda yasa (Yasala­ rın Ruhu, IV-V1I), gereklilikleri kavranılmadıgı için bu m a n t ı ­ ğın dışında bırakılmıştı. Burada, devletin gerçek bir bütünsellik olduğu

ve yasalarının,

ayrıntıların,

onun

ka bir şey

olmadığı yolundaki

dip doğrulayan



kurumlarının birliğinin

ve

sonucu

örflerinin ve

sunduğa

tüm

dışavurumundan

baş­

varsayımı gerçek olgularda keşfe­

M o n t e s q u i e u bu eski tartışmayı kesip atar.

Rastlantısal ve nedensiz gibi g ö r ü n e n bu yasaları, derin bir mantığa b o y u n eğdirir ve tek b i r m e r k e z çevresinde toplar. Devletin, k e n d i içinde b i r bütünsellik oluşturması gerektiği

d ü ş ü n c e s i n i ilk M o n t e s q u ı e u ' n ü n ortaya attığını ileri s ü r m ü ­ y o r u m . E f l a t u n u n t u m ç a b a l a n n a musallat olan bu d ü ş ü n c e ­ ye, t ü m doğal h u k u k teorisyenlerinde, ama en azından Hobbes'da, rastlanıyordu. A n c a k M o n t e s q u i e u ' d e n ö n c e bu dü­ ş ü n c e , somut tarihin anlaşılmasını sağlamak üzere alçalmaksızın, ideal bir d u r u m u n k u r u l m a s ı n d a n öteye geçmiyordu. Bir düşünce olan bütünsellik, M o n t e s q u i e u ile birlikte, olguları açıklamayı amaçlayan bilimsel bir varsayım olup çıkar.

İde­

al b i r devletin gerçekliğini değil, insanlık tarihindeki kurumla­ rın s o m u t ve o z a m a n a kadar kavranılamamış çeşitliliğini dü­ ş ü n m e y e o l a n a k veren t e m e l kategori olur. Tarih, düş ve rast­ lantı ü r ü n ü sayısız ç a l ı ş m a n ı n , düzensiz b i ç i m d e atıldığı son­ suz b i r u z a m değildi; insan zekasının, cesaretini kıran b ü t ü n bu çalışmalardan çıkartabildiği s o n u ç ise, insanın k ü ç ü k l ü ğ ü ile T a n r ı n ı n b ü y ü k l ü ğ ü idi. Bu u z a m ı n bir yapısı vardı. Olgu ve

kurumların

yerel

devletlere sahipti.

ufkunu

belirleyen

somut

merkezlere,

yani

Canlı birer birey gibi olan bu bütünselliklerin

tam ortasında ise, içsel bir neden, bir iç birlik, temel bir kökensel merkez, yani

ilke ile doğanın birliği

bulunuyordu.

Kendi tarih

felsefesinde, b ü t ü n s e l l i k kategorisinin k a p s a m ı n ı m ü t h i ş de­ recede genişleten Hegel, ustasının k i m olduğunu iyi biliyor, bu b ü y ü k keşiften dolayı Montesquieu'nün dehasına minnet duyuyordu. A n c a k , b i ç i m c i l i k b u r a d a da pusu k u r m u ş bekli­ yordu. S ö z k o n u s u b ü t ü n s e l l i k kategorisinin, Yasaların Ruhu'nun ilk kitaplarındaki birliği sağladığı k a b u l ediliyordu A n c a k , baştaki kitaplarla sınırlı kaldığı ve bu kitapların kusu­ runu

taşıdığı

da

söyleniyordu:

katıksız

modeller için,

yani

g e r ç e k t e n c u m h u r i y e t ç i b i r c u m h u r i y e t , gerçekten m o n a r ş i k

bir m o n a r ş i , gerçekten despotık bir despotizm için geçerli ol­ duğu söyleniyordu.

Bütün bunları

düşünmek,

diyordu

Mon-

tesquieu (Y.R., I I I , I I ) , üç yönetimin ilkeleri şunlardır: belirli bir cumhuriyette tiğini

erdemli

kanıtlamaz bu.

olunduğunu

değil,

erdemli

olunması gerek­

Belirli bir monarşide şerefli olunduğunu ya

da belirli bir despotik devlette korku duyulduğunu değil, duyulma­ sı

gerektiğini,

nıtlamaz bu.

yoksa yönetimin

yetkinlikten

uzak

düşeceğini

ka­

Bir tek katıksız modeller ve kusursuz siyasal biçim­

ler için geçerli bir düşüncenin, var olan t ü m yönetimlere uygu­ lanabilir bir kategori olarak kabul edilmesi b u n u göstermiyor muydu? Bir özler teorisine d ü ş m e k değil miydi b u ? T a m da kaçınılması gereken ideal yanlışa ve de özler teorisine düş­ m e k değil mıydı bu? Tarihçi olarak, katıksız bir c u m h u r i y e t ve katıksız bir monarşi yerine, yetkinlikten uzak olması zorun­ lu, belirli bir c u m h u r i y e t i ve de belirli bir monarşiyi açıklama­ sı gerekmiyor muydu? Bütünsellik bir tek katıksızlık için ge­ çerliyse, katışıklığın ta kendisi olan tarihte nasıl kullanılabilir bütünsellik? Ya da, ki bu da aynı ç ö z ü m s ü z l ü k t ü zaten, doğa­ sı gereği tarihin de zamandışı katıksız modellere bağlı bir ka­ tegoride yer almadığı nasıl ileri sürülebilirdi? Yasaların Ruhu'nun sunduğu dağınıklık s o r u n u n u n burada yeniden o n a ­ ya çıktığı görülür: yapıtın başıyla s o n u , katıksız tipoloji ile ta­ rih nasıl bir araya getirilebilecekti? Bizi, yapıtını şurada dediği ile orada yaptığını birbirinden ayırmadan, yapıtını bir b ü t ü n olarak ele almamız gerektiği yolunda uyaran Montesquıeu'yü tek b i r t ü m c e d e n yola ç ı k a ­ rak yargılamamamız gerektiğine inanıyorum. G e r ç e k t e n de, bu katıksız modeller teorısyeninin yapıtında h e p (ya da n e r e -

deyse h e p ) katışıklı örneklere yer verdiğini g ö r m e k ilginçtir. Kendisi için en yetkin deney k o n u s u ve tarihsel deneylemele­ rin "katıksız nesnesi" olan R o m a tarihinde bile, ideal katıksız lık yalnızca başlangıçta var o l m u ş t u ; geriye kalan b ü t ü n za­ m a n d a ise, R o m a siyasal karışıklık içinde yaşamıştı. M o n t e s q u i e u ' n ü n böyle bir çelişkiye

duyarsız kalması inanılmaz

olurdu. Böyle yapmakla, kendi ilkelerinin tersini söylemeyi dü­ ş ü n m ü y o r , bunlara y ü k l e n e n a n l a m ı daha da derinleştiriyordu. Bütünsellik kategorisinin (ve de bu kategorinin yüreğinin ta kendisi olan doğa-ilke birliğinin) evrensel bir kategori oldu­ ğuna ve b i r tek yetkin upuygunlukları, yani cumhuriyet-erdemi, monarşi-şerefi ve despotizm-korkuyu ilişkilendirmekle kalmadığına inanıyorum. Besbelli ki M o n t e s q u ı e u . bütünsellik yasasının

ve

bu yasanın

birliğinin,

ister katışıklı

ister

sız olsun, her devlette egemen olduğu düşüncesindeydi

katışık­ Devlet

katışıksız olduğunda, birlik upuygun olacak, ama katışıklıysa çelişkili olacaktır. M o n t e s q u i e u ' n ü n ç o k sıkça verdiği katışıklı tarihsel örnekler, işte bu çelişik birliğin ö r n e k l e n d i r . Sözgeli­ mi, kurulduğu ilk zamanlar g e n d e kalıp b ü y ü k fetihler çağı başladığında, R o m a da k e n d i ilkesini, yani e r d e m i yitirecek, yitiren ve yitirmiş b i r c u m h u r i y e t olarak g ö r m ü ş t ü devleti. Öyleyse, doğa-ilke birliğinin varlığını sürdürdüğünü, ama ç e ­ lişkili olup çıktığını s ö y l e m e k , yönetimin siyasal biçimiyle, bu biçimin içeriğ} olarak iş görenn tutku arasında var olan ilişkinin, bu devletin kaderini, yaşamını,.varlığını sürdürmesini, gelece­ ğini, yani tarihsel ö z ü n ü belirlediğini ileri s ü r m e k t e n başka b i r şey değildi. Bu ilişki çelişkili değilse, yani c u m h u r i y e t ç i bi­ ç i m , yönettiği insanlarda e r d e m buluyorsa,

bu

durumda

c u m h u r i y e t de varlığını sürdürür. Ama bu c u m h u r i y e t ç i bi­ ç i m , t ü m erdemlerini yitirerek, kendilerini kişisel çıkar ve tutkulara, vb. kaptırmış insanlara uygulanıyorsa, söz k o n u s u ilişki de çelişkili olacaktı. İşte b i r c u m h u r i y e t i n kaderini de, ilişkideki bu çelişki, yani var olan çelişkili ilişki belirleyecektir: cumhuriyet, yıkılıp gidecektir. M o n t e s q u i e u ' n ü n yaptığı tarih i n c e l e m e l e r i n d e n , özellikle de Romalıların Büyüklüğü Ve Çö­ küşü Üzerine Düşünceler adlı yapıtından çıkarılabilecek b ü t ü n bunlar, Yasaların Ruhu'nun yönetimlerin k o k u ş m a süreçlerini incelediği 8. B ö l ü m ü n d e a ç ı k ç a yer almaktaydı. Montesquieu gibi, ilkesini yitiren bir y ö n e t i m i n bitik bir y ö n e t i m olduğu­ nu söylemek,

doğa-ilke birliğinin

katı şıklı

durumlarda da

e g e m e n olduğu anlamına geliyordu açıkça. Yok, eger söz k o ­ nusu birlik kat ışıklı durumlarda da e g e m e n olmasaydı, par­ ç a l a n m ı ş bu birliğin, nasıl olup da kendi yönetimini parçala­ yabildiği de a n l a ş ı l m a y a c a k t ı . Dolayısıyla, M o n t e s q u i e u ' n ü n tarih bilincine sahip oldu­ ğundan ya da benimsediği tipolojinin kendisini b i r tarih te­ orisi oluşturma yolundan saptırdığından ya da eğlence niye­ tine tarih kitaplan yazdığından, bu hevesi nedeniyle b e n i m ­ sediği ilkelerden u z a k l a ş m a k zorunda kaldığından kuşkulan­ m a k tuhaf bir yanlışa d ü ş m e k olur. Kuşkusuz bu yanlış h e r şeyden ö n c e , M o n t e s q u i e u n ü n daha o z a m a n bile yaygın olan, sonra da egemenlik kuran ideolojiyi, yani tarihin b i r ereği olduğu inancını b e n i m s e m e m e s i n d e n , aklın, özgürlü­ ğün ve "aydınlanmanın" saltanatına b o y u n e ğ m e s i n d e n kay­ naklanıyordu.

Tarihi bir erek yüklemeden, yani i n s a n l a n n bi­

lincini ve insanların umutlarını tarihin z a m a n m a y ü k l e m e d e n

Marx'tan önce düşünmeye girişen ilk kişi hiç kuşkusuz Montesqu-

ieu'ydü. Dolayısıyla kendisine yapılan bu serzeniş s o n u ç t a her şeyi o n u n lehine çevirmişti.

Tarihi evrensel çapta açıklamaya

yönelik bir ilke öneren ilk kişiydi; yalnızca durağan bir ilke de­ ğildi bu: bütünsellik, verili bir y ö n e t i m i n k u r u m ve yasaları­ nın sunduğu çeşitliliği açıklar; devingen bir ilkeydi: doga ile il­ k e n i n birliği yasası, öyle ki bu yasa, kurumların gerçek tarih içindeki o l u ş u m ve d ö n ü ş ü m ü n ü d ü ş ü n m e y e o l a n a k verir. Butun bu gelip geçen ve değişen, sayılamayacak kadar ç o k ya­ sanın derinlerinde bir yerde, b i r y ö n e t i m i n doğasını ilkesine birleştiren değişmez bir bağıntı keşfedilir; bu değişmez bağın­ tının bağrında ise, ilişkinin iç değişiklik yaşadığı açıklanır, öyle ki, birlik u p u y g u n o l m a k t a n upuygun olmamaya, özdeş­ likten çelişkiye d ö n ü ş e r e k , tarihin s o m u t bütünselliklerinde yaşanan değişikliklerin ve devrimlerin anlaşılmasını sağlar Öte yandan, M o n t e s q u i e u , tarihin devindirici gücü sorunu­ nu yanıtlayan ilk kişiydi de. Tarihsel o l u ş u m yasasına yeniden bakalım. Her şey, k e n d i birlikleri içinde o l m a k koşuluyla, do­ ga ve ilke arasında var olan ilişki tarafından belirlenmektedir. Eger bu iki öğe u y u m içindelerse ( C u m h u r i y e t ç i R o m a ve er­ demli Romalılar) devletin bütünselliği de huzur içindedir, in­ sanlar bunalımsız bir tarih içinde yaşarlar. Yok, eger bu iki öğe çelişki içindeyse (Cumhuriyetçi Roma ve erdemlerini yi­ tirmiş Romalılar), b u n a l ı m patlak verir, ilke de, y ö n e t i m i n do­ ğasının istediği ilke olmaz artık. B u n u n üzerine bir zincirleme t e p k i m e ortaya çıkar: y ö n e t i m i n b i ç i m i gözü hiçbir şey görm e z c e s i n e bu çelişkiyi indirgemeye yeltenir ve değişir, uğradı­ ğı değişiklikse, peşine ilkesini de katıp sürükler ve bu da, k o ­ şullar sayesinde, ya yeni bir u y u m ( D e s p o t R o m a imparator­ luğu ve k o r k u i ç i n d e k i Romalılar) sağlanana ya da bu s o l u k

kesen takip (barbarların istilası) bir felaketle son bulana kadar sürüp gider. Bu sürecin en uç ugraklan ya bu ikilinin terimle­ ri arasında huzurlu bir ilişkinin sürmesi ya da çatışma yaşanmasıdır; dolayısıyla, bu süreçteki diyalektik ilişki de açıkça görülebilir: çatışma söz k o n u s u olduğunda, bu iki terimin na­ sıl etkileşim içinde bulundukları, terimlerden biri b i r değişim yaşadığında b u n u n kaçınılmaz olarak öteki terimi de nasıl de­ ğişime uğrattığı kolayca görülebilir. Dolayısıyla, devletin devin­ gen olduğa

kadar olasılıklara gebe bütünselliğ

içinde doğa ile il­

kenin mutlak biçimde birbirlerine bağımlı oldukları da görülebi­ lir A n c a k zamanların değil, nedenlerin sıralamasında, ne ilk ne de s o n değişikliğin n e r e d e n kaynaklandığı görülmüyor. Kendi bütünselliklerinin yazgısı içinde birbirlerine bağlı olan bu iki terimden hangisinin daha baskın olduğu görülmüyor. Cassirer

Die

Philosophie

der

Aufklarung

adlı

yapıtında,

"kapsamlı" ve baştan aşağı m o d e r n bir tarih teorisinin temel­ lerini attığı için, yani tarihi bütünsellik kategorisiyle düşündü­ ğü gibi, bu bütünselliğin öğelerini de özgül bir birlik içinde düşündüğü

için,

herhangi

bir

öğenin

öteki

öğeler

ağır basabileceği, yani tarihin devindirici bir gücü

karşısında

olabileceği

d ü ş ü n c e s i n d e n vazgeçtiği için Montesquıeu'yu övüyordu. T a ­ rih, birliği anlaşılabilen, iç devinimlerinin a n l a m ı kavranılabilen, a m a asla açıklanamayan, yani etkileşim devinimleri, tek b i r belirleyici öğeye atfedilemeyen devingen bir bütünsellik­ ten b a ş k a b i r şey değildi. G e r ç e k t e n de bu görüş, y ö n e t i m i n b i ç i m i n i y ö n e t i m i n ilkesiyle, y ö n e t i m i n ilkesini de y ö n e t i m i n biçimiyle ilişkilendiren M o n t e s q u i e u ' n ü n k a l e m i n d e n ç ı k m a p e k ç o k b ö l ü m e uygun düşüyordu.

C u m h u r i y e t ç i yasalar,

c u m h u r i y e t ç i olmalarını sağlayan e r d e m i üretirler; m o n a r ş i ­ n i n kurumları da kendilerini ayakta tutan şerefi yaratırlar. T ı p k ı şerefin, soyluluğun hem babası hem de çocuğu olması gi­ b i , ilke de y ö n e t i m b i ç i m i n i n hem babası hem de çocuğuydu, işte bu yüzden, her tikel b i ç i m , ilkesinde k e n d i varoluş k o ­ şullarını da üretir ve z a m a n içinde, ilke k e n d i n i bu b i ç i m d e dile getirse bile, b i ç i m k e n d i n d e n ö n c e gelir h e p . Her b ö l ü ­ mü b ü t ü n gibi olan, yani pars totalis,1* dışavurumcu döngüsel bir bütünsellikleyiz.

Bir n e d e n e bağlı olarak devindiğini dü­

ş ü n d ü ğ ü m ü z bu küre, k e n d i etrafında yer değiştirmesinden b a ş k a bir şey değildir. Yuvarlanan bir topu getirelim g ö z ü m ü ­ zün ö n ü n e , oluşturduğu k ü r e n i n h e r noktası, aşağıdan yuka­ rı doğru çıkar, sonra yeniden aşağı doğru iner ve de bu son­ suza kadar böyle sürüp gider. Bütün noktaları yaşar b u n u . Küre, noktalarının h e r birinde b ü t ü n olarak toplaşmıştır, do­ layısıyla bir kürede ne aşağısı ne de yukarısı vardır. B u n u n l a birlikte, biraz fazla m o d e r n düşen bu sezinin M o n t e s q u i e u ' n ü n d ü ş ü n c e s i n i o l a n c a dermlıgıyle yansıttığını s a n m ı y o ­ rum. Ç ü n k ü son kertede M o n t e s q u i e u , belirleyici bir terim, ya­ ni ilke peşindedir. İlkelerin gücü, her şeyi peşine katıp süriıkler. ilk sözleri "her yönetimin

kokuşması

neredeyse

hep

ilkelerin

kokuşmasıyla

baş­

lar," o l a n V I I I . Kitaptan çıkarılacak en ö n e m l i ders buydu iş­ te. Kokuşma ( s ö z ü n ü ettiğim katışıklık d u r u m u ) şu b ö l ü n m e z doğa-ilke birliğine sızmayı ve bu çiftin belirleyici öğesinin han­ gisi olduğuna karar verilmesini sağlayan bir tür deneysel du­ r u m d u . İlkenin doğanın dizginlerini elinde tuttuğu ve doğa­ ya a n l a m kazandırdığı da işte bu n o k t a d a keşfediliyordu. Yö15) Pars totalıs: Bütünün, tum özelliklerini taşıyan parçası (y.h.n).

netim

ilkeleri

bozulduğunda,

en

iyi yasalar kötüleşir ve

devlete

cephe alırlar; ilkeler sağlıklıysa en kötü yasalar bile en iyi yasa­ lar gibi etkide bulunur (Y.R., V I I I , I I ) . Bir devlet ya kendi kurulu­ şunu düzelterek ya da kokuşarak değişebilir.

İlkelerini korumuşsa,

kuruluşu da değişiyorsa, bu onun kendini düzelttiğini gösterir, yok eğer,

ilkelerini

kaybetmişse,

kuruluşu

da değişmiyorsa,

bu onun

kokuştuğunu gösterir (Y.R., X I , 1 3 ) . Burada k o k u ş m a y a ilişkin deneysel d u r u m d a n , devletin doğasının (kötüye doğru oldu­ ğu gibi iyiye doğru da) değişim yaşadığı genel d u r u m a geçil­ diği a ç ı k b i ç i m d e görülüyordu. Dolayısıyla, biçimlerin oluşu­ m u n u n ve a n l a m kazanmalarının nedeni,son kertede, ilkenin kendisiydi. Bu d u r u m d a , b i ç i m ve içeriğe ( b i ç i m , bilgi verdi­ ği, hatta etkili olduğu i ç i n ) ilişkin klasik i m g e n i n de altüst edilmesi gerekiyordu. Bu açıdan bakıldığında, ilke, bir y ö n e ­ timin doğası dediğimiz g ö r ü n ü r b i ç i m i n gerçek biçimiydi. Devlet ilkelerini

kaybetmemişse iyi

olmayan pek az yasa vardır;

tıpkı Epiküros'un değerli şeylerden söz ederken dediği gibi: Bozu­ lan içki değil, kaptır (Y.R., V I I I , II) Kuşku y o k ki, bu d u r u m , doğanın ilke üzerindeki etkililiği­ ni ortadan kaldırmaz, a n c a k belirli sınırlar koyar. Yoksa, M o n t e s q u i e u ' n ü n ilkeyi k o r u m a k ya da g ü ç l e n d i r m e k için yasalar tasarlayabildiği anlaşılamayacaktır. Bu yasaların sun­ duğu ivedilik, bağımlı olmalarının itirafıydı yalnız: bu yasa­ ların uygulandığı alan, b i n l e r c e ilineksel ve dış n e d e n d e n do­ layı avuçlarının i ç i n d e n kaçabilir, b u n u n yanında ve de özel­ likle temel bir n e d e n var ki, o da söz k o n u s u alanın bu yasa­ lara e g e m e n olması ve anlamlarına varıncaya kadar b e l i r l e m e ­ sidir. Öyle s m ı r d u r u m l a r vardır ki, yeni örfler g e t i r m e k iste-

yen yasalar var olan örfler karşısında güçsüz kalır ve hizmet e t m e k istedikleri a m a c ı n aleyhine dönerler; var olan örfler ya­ saları a m a ç l a r ı n ı n tam karşı y ö n ü n e savurup atar. E l i m d e n geldiği kadar ihtiyatlı davranıp bir karşılaştırma yapacağım: y ö n e t i m i n doğasına bağımlı b i r etkililik alanını düzenleyen b e l i r l e m e , yani son kertede ilke tarafından belirlenme türüyle, Marx'ın son kertede ekonomi tarafından belirlenme, yani siyase­ te bağımlı bir etkililik alanı düzenleyen belirleme türü arasın­ da yakınlık kurulabilir. Her iki d u r u m d a da, u y u m ya da ç e ­ lişki içindeki b i r b ı d ı k soz k o n u s u d u r ; her iki d u r u m d a da son kertede belirleyen bir öğe vardır; h e r iki d u r u m d a da bu b e l i r l e m e , belirlenen öğeye bağımlı b i r etkililik alanı tanır. Bu y o r u m Yasaların Ruhunun ilk ve son b o l ü m ü , yani tipoloji ve tarih arasında gerçek bir birlik sağlayabilirdi. A n c a k b i r zorluk daha vardı: iklimi, araziyi, ticareti ve dini işe katan, dolayısıyla son derece çeşitlilik s u n a n 2. B ö l ü m , b e n i m oluş­ t u r m a k istediğim birlik ile uyuşmayan, d a r m a d a ğ ı n ı k yeni il­ kelerin göstergesi değil mi? Ö n c e bize önerilen yeni belirleyici etmenleri gözden geçi­ relim, i k l i m d e n ö n c e ( X I V . Kitap) başta VIII Kitap o l m a k üzere p e k ç o k kez dile getirilen başka bir ö n e m l i öğeden, dev­ letin boyutundan söz etmek gerekir. Yönetimin doğası, ege­ menliği altındaki t o p r a k l a n n coğrafi b ü y ü k l ü ğ ü n e bağlıdır. K ü ç ü k b i r devlet c u m h u r i y e t ç i , orta b ü y ü k l ü k t e k i bir devlet m o n a r ş i k , b ü y ü k bir devlet ise despotik olacaktır. Coğrafya, tarihin b ü r ü n d ü g ü b i ç i m l e r i n yazgısını doğrudan belirlediğine göre, bu saptama, tarihin yasalarmı altüst e d e c e k gibiydi. Ha­ va sıcaklığı, sert hava koşullarına despotizmi, y u m u ş a k hava koşullarına ise ılımlı y ö n e t i m l e r i layık görmesi, imparatorluk-

lan b u n a göre dağıtması ve hangi insanların özgür, hangileri­ nin köle olacağına ö n c e d e n karar vermesi nedeniyle, söz k o ­ nusu iddiayı güçlendiriyordu. Böylece, iklimin imparatorluğu­ nun, imparatorlukların en önemlisi olduğu (Y.R., X I X ,

1 4 ) bu­

n u n l a birlikte, i n s a n l a n bu imparatorluğun aşırılıklarından k o r u m a k için iyi b i ç i m d e d ü z e n l e n e c e k yasalarla, bu impara­ torluğun alt edilebileceği de öğreniliyordu. B u n u n ardından, yeni bir n e d e n daha ortaya çıkıyordu: bir h a l k ı n yerleştiği arazinin doğası. Arazinin verimli ya da kurak olmasına göre, ya tek bir kişinin ya da ç o k kişinin yönetimi, arazinin dağlık ya da ovalık, ada ya da anakara olmasına göre, özgürlük ya da kölelik zafer kazanacaktır Ancak, söz edilen nedensellik bu­ rada

da

alt

edilebilir:

ülkeler

topraklarının

verimliliğine

değil, özgürlüklerine göre ekilirler (Y.R., X V I I I , 3)

göre

Ancak, he­

m e n ardından bir ulusun örfleri ya da genel ruhu sahip oldu­ ğu etkililiği eski örflerin etkililigiyle birleştirir, daha s o n r a ti­ caret ile para, nüfus ve s o n olarak da din, sahip oldukları et­ kililikleri öncekilerle birleştirirler. İnsan ister istemez bir dü­ zensizlik izlenimine kapılıyor; M o n t e s q u ı e u sanki birer birer keşfettiği ilkeler dizisini t ü k e t m e k , sonra da ne yapacağını bilemeyıp, üst üste yığmak ister gibiydi. İnsanları birçok şey yö­ netir: iklim,

din, yasalar, yönetimin

benimsediği özdeyişler, geç­

mişten devralınan örnekler, örfler, âdetler... (Y.R., X I X , 4 ) . D e ­ rin bir yasanın birliği, n e d e n l e r i n sayısını arttırır. Bütünsellik de sıralamanın içinde yitip gider. Montesquieuyü kendi kendisinden kurtarmaya ve bu dü­ zensizliği ne pahasına olursa olsun bir düzen diye tanımlamaya niyetlendiğim izlenimi uyandırmamalıyım. Yine de, bu düzen­ sizliğin bağrında, kurulu olana pek de uzak düşmeyen bir dü-

zenin belli belirsiz kendini gösterdiğini kısaca bildirmek isterim. G e r ç e k t e n de, k i m i z a m a n y ö n e t i m i n doğasını (örneğin, coğrafi büyüklük, iklim, arazı) kimi z a m a n da y ö n e t i m i n ya­ salarının bir b ö l ü m ü n ü belirleyen bu etkenlerin pek ç o ğ u n u n dikkat ç e k e n yanı, nesnelerini yalnızca dolaylı yoldan etkile­ meleriydi. Ö r n e k olarak iklimi ele alalım. Kavurucu b i r iklim doğrudan doğruya despot yaratmadığı gibi, ılıman iklim de m o n a r k yaratmıyordu. İklim bir tek insanların mizacını etki­ ler doğrudan doğruya, b u n u da uç bölgelerdeki kasların bü­ züşmesi ya da gevşemesi ile bireyin genel duyarlığını düzenle­ yerek, bireye özgü ihtiyaçlar ve eğilimler, hatta belirli bir dav­ ranış tarzı b e n i m s e t e n ince bir fizyoloji sağlayarak yapar. işte. bu biçimde yetiştirilen ve koşullanan insanlar, böylesi yasalara ve böylesi yönetimlere farklı

özgü

ihtiyaçlar, farklı yaşam

olup

çıkarlar.

biçimlerini

Farklı

oluşturur,

iklimlerdeki

işte bu yaşam

biçimleri de farklı tur yasaları oluşturdular. (Y.R., XIV, 1 0 ) . D e ­ m e k ki, iklimin ürettiği yasalar, zincirin son halkasıydı, sondan bir önceki halkada ise, iklimin ürünü ve yasaların n e d e n i örfle­ rin dış görünüşü olan söz k o n u s u yaşama biçimi b u l u n u y o r d u . (Y.R., X I X , 1 6 ) . Araziyi ele alın: verimli topraklar tek bir kişi­ n i n y ö n e t i m i n e uygunsa, b u n u n n e d e n i k ö y l ü n ü n başını kaşı­ yacak vakti olmadığı ve emeğinin karşılığında iyi kazandığı için b u r n u n u topraktan ve de paracıklarından kaldıramamasıdır. Ticareti ele alın: ticaret, yasaları doğrudan değil, örfler ara­ cılığıyla etkiler: ticaretin olduğu h e r yerde, örfler de yumuşak­ tır...(Y.R., X X , I) - t i c a r e t i n barışçıl r u h u n u n , bazı yönetimlere uygun, bazılarınaysa itici gelmesi de bundandır. Baştan aşağı m a d d i bu e t k e n l e r arasında, ayrı b i r dünyaya aitmiş gibi du-

ran din de, aynı b i ç i m d e etkilidir: bir halka h u k u k u yaşama ve ahlakı uygulama biçimleri sunar; din, y ö n e t i m i yalnızca yurt­ taşların ve uyrukların davranışlarıyla etkiler. M u h a m m e d ' i n dini k o r k u tarafından yönetildiği için despotizme uygun dü­ şer: M u h a m m e d ' i n dini despotizme, yeterince olgunlaşmış köleler sağlar. Ahlaklılık tarafından yönetilen Hıristiyanlık ise ılımlı yönetime pek uygun düşer: hem yönetimdeki belirli bir si­ yasal hukuku hem de savaşta belirli bir kişi hukukunu Hıristiyan­ lığa borçluyuz (Y.R., X X I V , 3 ) . Birbirlerinden k ö k l ü b i ç i m d e farklı gibi görünen bu etkenler, y ö n e t i m i etkileme ve yöneti­ m i n bazı özsel yasalarmı belirleme anı geldiğinde, ortak bir noktada buluşurlar; söz k o n u s u ortak n o k t a ise, bu nedenlerin kendi egemenlikleri altında yaşayan insanlara aktardıkları örf­ ler, var olma, hissetme ve eyleme biçimleridir. Bu etkenler buluştuğundaysa, M o n t e s q u i e u ' n ü n bir ulusun ruhu dediği şey çıkar ortaya. M o n t e s q u i e u şöyle yazıyordu: insanları yöneten pek çok şey var: iklim, din, vb., a n c a k şöyle so­ n u c a bağlıyordu: bunlardan s o n u ç olarak genel ruh ortaya çı­ kar ( Y . R . , X I X , 4 ) . Yani şu sonuca varılmıştı: töreler, sonra da bir ulusun ge­ nel ruhu, ki bu da ya y ö n e t i m b i ç i m i n i , ya da y ö n e t i m i n bazı yasalarını belirler. Bu durumda, herkesçe bilinen bir belirlemey­ le karşı karşıya olup olmadığımızı sorabiliriz. İşte bu noktada, yönetimin ilkesi ve bu ilkenin dile getirdiği insanların s o m u t yaşamlarının derinlikleri k o n u s u n d a söylenenleri a n ı m s a m a ­ mız gerekir. Y ö n e t i m i n biçimi, yani y ö n e t i m i n siyasal gerekli­ likleri değil, içeriği, yani k ö k e n l e r i açısıyla ele alındığında, ti­ kenin insanların somut davranışının, yani örflerinin ve ruhla-

rının siyasa! anlatımı olduğu görülür. M o n t e s q u ı e u bir ulu­ sun örflerinin ya da r u h u n u n , bu ulusun y ö n e t i m i/fcestnin ö z ü n ü oluşturduğunu söylemez kesin bir dille. Y ö n e t i m i n ka­ tıksız b i ç i m l e r i için geçerli olanlar, ilkeler için de geçerliydi: taşıdıkları hakikat, k o k u ş t u k l a r ı n d a ortaya çıkıyordu tip gittiğinde,

örflerin

ilkelerin yerini

îlke yi­

aldığı görülüyordu:

ilke­

lerin yitip gitmesine ya da kurtarılmasına yol açmaları ö n e m ­ li değildi. E r d e m i n terk ettiği C u m h u r ı y e t ' e bakalım: ne m e ­ murlara, ne yaşlılara, hatta ne de... kocalara saygı duyulur. Ne örj namına bir şey, ne düzen sevgisi ne de erdem namına hiçbir şey olmaz böyle bir Cumhuriyet'te. (Y.R., V I I I , 2 ) . J/feenin (erde­ m i n ) örflerin anlatımı o l d u ğ u n u b u n d a n daha açık b i ç i m d e s ö y l e m e k zordur. R o m a yi ele alalım: yaşadığı güçlükler, ya­ şadığı yenilgiler ortasında, b ü t ü n b i ç i m l e r i sarsan olayların ortasında, yakalandığı fırtınada birini

dine birini

de örflere at­

tığı iki demirle sapasağlam duran bir gemi gibiydi.

(Y.R., V I I I ,

1 3 ) . S o n olarak da, m o d e r n devletleri ele alalım: Avrupa dev­ letlerinin

birçoğu

hâlâ

örflere

dayanarak yönetilmekte...

(Y.R.,

Vlll.8); b ö y l e c e , yasalarına bir ö l ç ü d e e g e m e n olan despo­ t i z m d e n de k o r u m u ş oluyorlar kendilerini. Bir y ö n e t i m i n do­ ğası ve ilkesi arasında var olan diyalektiğin aynısının örfler ve yasalar arasında da bulunduğu görüldüğünde, ilkeden daha yaygın ve daha geniş kapsamlı olan örflerin, ilkenin g e r ç e k te­ m e l i ve dayanağı o l d u ğ u n d a n nasıl kuşku edilebilir ki? Yasa­ lar yerleştirilmiş,

örfler ise esinlenmiştir;

naklanır daha çok, yasalar ise

tikel

örfler genel

bir kurumdan

ruhtan

kay­

kaynaklanır­

lar daha çok, oysa genel ruhu altüst etmek, tikel bir kurumu de­ ğiştirmek kadar, hatta daha da çok tehlikelidir. (Y.R., X I X , 1 2 ) .

T ı p k ı ilkenin doğa karşısında üstün olması gibi, örfler de ya­ salar karşısında üstün olmasaydı, yani son kertede yasaları belirlemeselerdi örfleri değiştirmenin n e d e n daha tehlikeli oldu­ ğu kolayca anlaşılamazdı. 1 6 Sık sık söylenen, örflerin bir tür il­ kel e r d e m e sahip olduğu düşüncesi de işte b u n d a n kaynakla­ nır. Bir halk kendi örflerini yasalarından daha çok biliyor, sevi­ yor ve savunuyorsa (Y.R., X . , 1 1 ) b u n u n n e d e n i örflerin daha derinlere k ö k salmış ve daha k ö k e n s e l olmasıdır. Ö r n e ğ i n , R o m a n ı n ilk d ö n e m l e r i n d e , kölelerin sadık kalması için örfler yeterli oluyordu; yasalara hiç de gerek duyulmuyordu

(Y.R., XV,

1 6 ) . Daha sonraları, örf diye bir şey kalmadığı için, yasalara ge­ rek duyuldu, ilkel toplumlarda da, örfler yasalardan ö n c e orta­ ya çıkıyor ve yasaların yerini tutuyorlarsa (Y.R., X V I I I , 1 3 ) bu­ nun

nedeni,

kökenlerinin

bir bakıma

doğada

bulunmasıydı

(Y.R., XVI, 5 ) . İlkede siyasal açıdan kendilerini dile getiren dav­ ranış b i ç i m i ve üslubu, işte bu t e m e l d e n kaynaklanmaktadır. M o n t e s q u i e u ' n ü n başlıca bileşenleri olarak iklimi, araziyi, di­ n i , vb. saydığı en derinde yatan t e m e l d e n k a y n a k l a n m a k t a d ı r B e n c e , örfler ile ilke arasındaki bu tözsel b e n z e ş i m , ö n c e ­ leri tümüyle m e k a n i k gibi gelen bu etkenlerin, şu t u h a f döngüsel nedenselliğinin anlaşılmasını da sağlar. İklimin, arazi­ n i n , vb. yasaları belirlediği doğrudur. A n c a k yasalar bu et­ kenleri alt edebilir. Bilgili b i r y a s a k o y u c u n u n ustalığı ise bu gerekliliği, alt e t m e k amacıyla, iyi k u l l a n m a k t a n ibarettir. Bu-

1 6 ) "Tum toplumlarda ortak bir kişilik oluşur; toplumlar da zihinlerin birliğinden başka bir şey değildir zaten Bu evrensel ruh çağdan çağa giderek anan ve düzenleşen sonsuz nedenler zincirinin sonucu olan bir düşünme biçimine dönü­ şür Kendi varlığını duyurup kabul ettirdi mi, artık bir tek o yönetir ve de hükümdarlann. memurlann, halkların ona ayak uydurur ya da ters düşer gibi gö­ rünse bile yapabilecekleri ya da düşleyebilecekleri herşey hep ona ilişkindir ve de nihai yıkıma kadar sürdürür egemenliğini." (Pensees {Düşünceler, ç.n.l)

n u n o l a n a k kazanması ise, söz k o n u s u b e l i r l e m e n i n doğrudan değil,

dolaylı olmasından ve bir ulusun örflerine ve

ruhuna

girmesi ve tümüyle yogunlaşmasmdandır; söz k o n u s u belirle­ m e , örflerin siyasal soyutlaması ve anlatımı olan ilke aracılı­ ğıyla devletin bütünselliğine girer.

Oysa, bu bütünselliğin

bağrında olduğu gibi, doğanın ilke üzerinde belirli b i r etkisi, dolayısıyla yasaların da örfler ve de dolayısıyla örflerin bile­ şenleri ve n e d e n l e r i üzerinde belirli bir etkisi olabilir, bu n e ­ denle,

iklimin yasalara

boyun

eğebümesı

şaşırtmamalı.

Bazı metinleri kanıt olarak göstererek bana karşı çıkılabile­ ceğini ve Montesquieu'yü gereğinden fazla onaylamakla suçlanabilecegimi biliyorum. Ancak ilen sürülebilecek t ü m çekin­ celerin tek bir noktada, ilke kavramı ve örfler kavramının taşı­ dığı çifte anlamlılıkta toplandığı kanısındayım. Bu çifte anlam­ lılığın Montesquieu'de gerçek olduğu düşüncesindeyim. Bu­ n u n , M o n t e s q u i e u ' n ü n açıklık ve gereklilik kavramlarını tari­ he iyiden iyiye k a t m a k isteği yanında, yaptığı seçimi bir kena­ ra bırakırsak, k e n d i güçsüzlüğünü de dile getirdiğini söyleye­ ceğim. Ç ü n k ü , y ö n e t i m i n doğasına ayırdığı bölgenin sınırları s o n derece açık-seçik b i ç i m d e tanımlanabiliyorsa, doga-ılke çelişkisi ve birliğinin diyalektiği ve de ilkenin önceliği tezi ver­ diği ö r n e k l e r d e n açık-seçık b i ç i m d e çıkartılabılıyorsa da, ilke kavramı ve örfler kavramı belirsizliklerini sürdürüyorlardı. Daha ö n c e söylediğim gibi, bir y ö n e t i m i n varoluş koşulu­ nu ilke dile getirir ve de ilke söz k o n u s u yönetimin s o m u t te­ meli olarak i n s a n l a n n gerçek yaşamına g ö n d e r m e yapar. Yasa­ ların Ruhu'nun 2. B ö l ü m ü n d e yer alan birbirine koşut neden­ sellikler, işte bu gerçek yaşamın bileşenlerini, yani bu yöneti­ m i n varoluşunun gerçek, maddi ve manevi koşullarını gayet

iyi b i ç i m d e açığa vuruyor ve bu koşulları, ilkede kendilerini gösteren örflerde toparlıyordu. Ne var ki, örflerden ilkeye, gerçek koşullardan bir yönetimin b i ç i m i n i n uyması gereken siyasal zorunluluklara (bunlar da ilkenin bağrında karşı karşı­ ya gelirler) nasıl geçildiği p e k açık-seçik görülememektedir. İl­ kede kendilerini siyasal açıdan dile getiren örflerden söz eder­ k e n kullandığım terimler bile bu güçlüğü ele veriyordu, ç ü n ­ kü bu dile getiriş kendi kökenıyle (örfler) ereğinin zorunluluk­ ları (yönetimin b i ç i m i ) arasında parçalanmış gibiydi. M o n t e s q u i e u d e k ı çifte anlamlılık, işte bu iki arada kalmaktan kay­ naklanıyordu Tarihin gerekliliğinin, a n c a k tarihin b ü r ü n d ü g ü biçimlerin ve bu biçimlerin varoluş koşullarının birliği ve bu birliğin diyalektiği içinde düşünülebileceğini hissetmişti. An­ c a k b ü t ü n bu koşulları, bir yandan, gerçek koşullar tarafından üretilen, ama belirsiz bir kavram olarak kalan ( b ü t ü n bu k o ­ şulların örfler içinde oluşturduğu bireşim birikimseldi yalnız­ c a ) örflerde; öte yandan gerçek kökenleri ve c a n l a n d ı r m a k zo­ runda olduğu siyasal b i ç i m i n gerekleri arasında kaldığı için, çoklukla bir tek bu gereklere yönelen ilkede bir araya getirmişti. Kendi çağının kavramlarıyla düşünen, edindiği bilgilerin sınırını aşamayan, öğrendiklerini birbiriyle ilişkilendirmekten öteye geçmeyen ve betimlediği koşullarda, t ü m siyasal iktisa­ dı

17

varsayacak, daha derin bir birlik aramayan kişide, bu ç e ­

lişki ve çifte anlamlılığın kaçınılmaz olduğu söylenebilir. Hak­ lı da olunur. Ve M o n t e s q u i e u n ü n belirsiz bir kavramın a n c a k aydınlatır gibi olduğu, hâlâ karanlıklara gömülü kalan bu ala17) Voltaire şöyle demekteydi: "Montesquıeu zenginliğe, manüfaktüre. mali ilişki­ lere, ticarete ilişkin siyasal ilkeler konusunda hiçbir şey bilmemekteydi. Bu il­ keler henüz hiç keşfedilmemişti... Dolayısıyla, Nevvton'un matematik ilkeleri gibi, Smith'ın zenginlikler görüşünü ele alması da olanaksızdı."

nı, dâhice bir tarih anlayışı çerçevesinde ö n c e d e n tanımlamış ve belirtmiş olması da hayranlık uyandırmalıdır. Sözünü etti­ ğimiz alan, örfler alanı ile h e m e n arkasındaki, insani an n doğa ve

kendi geçmişleriyle

ilintilendirilen

somut

davranışlar alanıdır.

Ancak kendi içindeki başka biri, bilgin olmayan başka bi­ ri yararlanıyordu bu çifte anlamlılıktan. B i ç i m l e n n , b e n i m s e ­ diği ilkeler karşısında üstün olmasına gerek duyan bir siyasal parti adamıydı b u ; iklimin, örflerin ve dinin g e r e k l e n n e sığı­ nıp, dilediğini tercih etmek için, üç für yönetim olmasını iste­ yen biriydi b u .

D e m e k ki, üç tür yönetim vardır: cumhuriyet, monarşi ve despotizm. Bu bütünsellikleri yakından incelemek gerekir.

I. - CUMHURİYET C u m h u r i y e t k o n u s u n d a sözü u z a t m a k istemiyorum. F a guet, M o n t e s q u i e u ' n ü n c u m h u r i y e t ç i olduğunu ne kadar söy­ lerse söylesin, M o n t e s q u i e u , C u m h u r i y e t ' e inanmaz; b u n u n da ç o k basit bir n e d e n i var: mıştı.

Cumhuriyetler çağı geçmişte kal­

C u m h u r i y e t l e r b i r tek k ü ç ü k devletlerde ayakta kala­

bilirdi. Oysa artık orta ve b ü y ü k b o y İmparatorluklar çağın­ dayız. C u m h u r i y e t l e r erdemli ve idareli olmakla kendilerini sürdürürler, s ö z c ü ğ ü n k ö k e n s e l a n l a m ı n d a genelde orta hallilikle, yani m u t l u o l m a k için azla yetinmekle ayakta durur­ lar. Oysa, lüks ve alış-verış ç a g m d a y d ı k artık. E r d e m öyle kat­ lanılmaz derecede ağırlaşmıştı ki, daha hafif kurallar getiril­ m e d i k ç e sağlayacağı s o n u ç l a r k o n u s u n d a umutsuzluğa kapıl­ m a k gerekecekti. İşte, b ü t ü n b u n e d e n l e r d e n dolayı, C u m h u ­ riyet de tarihin artık ç o k uzakta k a l m ı ş noktalarına doğru, ya­ ni Yunanistan ve Roma'ya doğru gerilemek zorunda kalıyor­ du. Bu kadar güzel o l m a s ı n ı n n e d e n i de b u y d u kuşkusuz. E r ­ d e m b u kadar nadir o l d u ğ u n a göre, R i c h e l i e u ' n ü n b i r mele-

gin kral o l m a s ı n ı isteme iddiasını saçma b u l d u ğ u n u söyle­ m e k t e duraksamayan M o n t e s q u i e u , Yunanistan ve R o m a yi, bazı çağlarda, birer site haline s o k m a y a yetecek kadar m e l e k b u l u n d u ğ u n u kabul eder Siyaset alanında meleklere g ü v e n m e k l e , d e m o k r a s i de (de­ m o k r a s i ve m o n a r ş i n i n istikrarsız b i r karışımı olan aristokra­ siyi burada bir kenara b ı r a k ı y o r u m ) siyasetin t ü m gerekleri­ nin bireşimi olan, kuraldışı bir rejim haline getiriliyordu. H e r şeyden ö n c e , gerçekten siyasal b i r rejimdir, yani istikrar ve evrensellik alanına, siyasetin gerçek alanına ulaşmış bir rejim­ dir. D e m o k r a s i d e , insanlar "her şey"dir, a m a gene de k e n d i heveslerine terk edilmezler. B u n a rağmen, despot değildir yurttaşlar. Her şeye-kâdir oldukları için, kabul ettikleri ve de tekil insanlar olarak kendilerini aşan siyasal bir düzen ve ya­ pıya, yasaların düzenine b o y u n eğerler; bunlar, temel yani re­ j i m i k u r a n yasalar olabileceği gibi, rastlantısal, yani herhangi b i r olaya karşılık v e r e b i l m e k için çıkartılmış yasalar da olabi­ lir. A n c a k onları yurttaş kılan bu düzen, feodal d ü z e n gibi, m o n a r ş i d e toplumsal k a t m a n l a r arasında yer alan "doğal" eşitsizlik gibi dışarıdan alınmış bir d ü z e n değildir. D e m o k r a ­ side yurttaşlar, kendilerini y ö n e t e n bu düzeni bilinçli b i ç i m ­ de ve gönüllü olarak yasalar koyarak ü r e t m e n i n benzersiz ay­ rıcalığını yaşarlar. Yasaların h e m ç o c u ğ u h e m de babasıdırlar. H ü k ü m d a r oldukları için uyrukturlar. Rousseau'nun üstüne b i r k a b u s gibi ç ö k e n , uyruklu ile h ü k ü m d a r d a n oluşan bu yurttaş bireşimi, insanı insandan daha fazla bir şey olmaya ve t a m anlamıyla b i r m e l e k değilse de, k a m u yaşamının g e r ç e k meleği olan yurttaş olmaya zorladı. Bu yurttaş kategorisi, devlet bireşimini insanın ta kendisin-

de gerçekleştirir: yurttaş, özel insandaki devletti. G e r e k M o n ­ tesguieu gerekse Rousseau'da eğitimin bu rejimin e k o n o m i ­ sinde (Y.R., IV, 5) bu denli ö n e m l i yer tutması da b u n d a n d ı r M o n t e s q u i e u , d e m o k r a s i n i n m o d e m rejimleri niteleyen, b ö ­ l ü n m ü ş eğitime katlanamayacağını belirtiyordu. G e r ç e k t e n de, m o d e r n insan, b i r yandan b a b a l a n ve öğretmenlerinin verdiği eğitim, öte yandan da dünyanın verdiği eğitim arasın­ da parçalanmış durumdadır. Bunlardan biri o n a dini ve ahla­ kı vaaz eder. Ötekiyse, şerefli olmayı öğretir. Biri ona, h e p k e n d i n i unutmayı, ötekiyse, h i ç u n u t m a m a y ı öğretir. Ve Hegel'in insanlar arasındaki gerçek ilişkileri düzenleyen dünya yasası dediği yasa, kiliseye ve aile ocağına dayanan gönül ya­ sasını alt ediyordu (Y.R., IV, 4, 5 ) . D e m o k r a s i d e ise yoktu böyle b i r şey: aile, okul ve yaşam h e p aynı dili konuşuyorlar­ dı. T ü m yaşam sonsuz bir eğitimden başka bir şey değildi. D e m o k r a s i özü gereği, k e n d i zamansal g ö r ü n ü m ü olan s o n u gelmeyen bu terbiye ve bilgilendirmenin altında, özel insanın kamu

insanına gerçek anlamda

dönüştürülmesini

varsayıyordu.

D e m o k r a s i d e t ü m özel suçlar k a m u suçu sayılıyorsa, ki bu da s a n s ö r ü n 1 8 varlığını doğrular, m e d e n i h u k u k siyaset h u k u ­ k u n d a n aynlmıyorsa, b u n u n n e d e n i insanın t ü m özel yaşamı­ nın bir kamusal insan olmaktan öteye geçmediğidir; yasalar da bu zorunluluğu durmaksızın "anımsatırlar". D e m o k r a s i n i n kesintisiz eğitiminden b a ş k a bir şey olmayan bu d e m o k r a s i alanı, k e n d i varoluşunu k e n d i n e sonsuz bir görev olarak yük­ leyen b i r rejimin sunduğu bu benzersiz alan, yurttaşların öz­ gül ödevini gerçekleştirir; bu ö d e v de, şimdiki gibi devlet içinde " h e r şey" o l m a k için, devletin içinde oldukları gibi her 18) Censeur: Eski Roma'da nüfus, mülk ve töre işlerine bakan görevli ( y . h . n ) .

şey o l a b i l m e k için, kişi olarak kendilerinde de devletin "her şeyi" olmalarını gerektiriyordu. Ahlaki d ö n ü ş ü m m ü ? M o n t e s q u i e u tümüyle siyasal olan erdemi, k a m u yararını kişisel çıkara y e ğ l e m e k (Y.R., I I I , 5; IV, 5 ) , k e n d i k e n d i n i u n u t m a k ve aklın tutkuya galebe çalması olarak tanımlarken işte b u n u öneriyordu

A n c a k bu ahlaki

d ö n ü ş ü m , yalıtık bir bilincin d ö n ü ş ü m ü değildir, yasalarla dile gelen bu ödevi tümüyle b e n i m s e m i ş bir devletin d ö n ü ş ü ­ müdür. K e n d i n e yurttaş arayan cumhuriyet de işte bu yasalar aracılığıyla onları e r d e m e y ö n e l m e y e zorluyordu. Ancak bu er­ d e m ne pahasına dayatılabilıyordu? Kendi geçmişine hapsedi­ len, eskimiş b i r e k o n o m i pahasına, yasalar, yaşlılar ve sansörler tarafından özenle gözetilen örfler pahasına; son olarak ki, en önemlisi de bu zaten, halkı yalnızca önemli kişilerin ege­ menliği altında tutabilmek amacıyla eğitmek isteyen iyi düşü­ n ü l m ü ş siyasal ö n l e m l e r pahasına dayatılabiliyordu. G e r ç e k t e n de adına d e m o k r a s i (aristokrasi, söylemeye c e ­ saret edebilirsem, daha en baştan halkın b ö l ü n m e s i n e dayan­ dığı için, ö r n e k gösterilmeye bu kadar elverişli değildir) deni­ len bu halk y ö n e t i m i n i n geriye d ö n ü k savunulmasında dik­ kati ç e k e n en ö n e m l i n o k t a , halkın iki ayrı halka ayrılması­ na gösterilen özendi. M o n t e s q u i e u n ü n c u m h u r i y e t i ile Rousseau'nun c u m h u r i y e t i , M o n t e s q u i e u ' n ü n c u m h u r i y e t i n i n erdemiyle R o u s s e a u ' n u n c u m h u r i y e t i n i n e r d e m i karşılaştırıldığın­ da, ilkinin geçmişle, ikincisinin ise gelecekle ilgili o l d u ğ u n u ve i k i n c i n i n c u m h u r i y e t i n i n b i r halk c u m h u r i y e t ; ilkinin cumhuriyetinin

ise

önemli

kişilerin

cumhuriyeti

olduğunu

gözden k a ç ı r m a m a k gerekir. Bu karşılaştırma s o n u n d a , hal-

kın temsili s o r u n u n u n ne denli ö n e m l i olduğu ortaya çıkar. Rousseau e g e m e n halkın temsilcileri aracılığıyla yasalar koy­ masını istemiyordu. Egemenlik hakkı kimseye devredilemeyece­ ği için kimse tarafından da temsil edilemez, özünde genel irade­ den ibarettir ve bu irade de hiçbir şekilde temsil edilemez (Top­ lum Sözleşmesi, I I I , 1 5 ) K e n d i n e temsilciler seçen bir d e m o k ­ rasinin s o n u gelmiş demektir. M o n t e s q u i e u ise tam tersine temsilcisiz bir d e m o k r a s i n i n kısa sürede halka dayalı bir des­ p o t i z m e dönüşeceğini savunur. B u n u n n e d e n i , halk k o n u ­ sunda ç o k tikel bir düşünceye sahip olmasıydı; bu d ü ş ü n c e ­ si, s a h n e n i n ö n ü

"özgür insanlar"ın özgürlüğü

tarafından

kaplanan, sayısız zanaatçı ve k ö l e n i n ise gölgede kaldığı Eski­ çağ demokrasileri tarafından teyit ediliyordu. M o n t e s q u i e u bu ayak t a k ı m ı n ı n iktidarı ele geçirmesini istemiyordu. 1 9 En derinlerde yatan ve II. Kitaptaki ( 2 . B ö l ü m ) t ü m sakınımlari aydınlatan d ü ş ü n c e s i b u d u r işte. Halk (ayak takımı) k e n d i haline bırakıldığında tutkuların esiri olurdu. Ö n g ö r e m e z , dü­ ş ü n e m e z , yargılayamaz T u t k u , akla yer v e r m e m e n i n ta ken­ disi olduğuna göre, nasıl yargılayabilir ki? Dolayısıyla, en iyi­ si, h a l k ı n elinde h i ç b i r doğrudan iktidar b u l u n m a m a s ı , bu­ n u n yerine k e n d i temsilcilerini seçmesi. İnsanların nasıl dav­ randıklarım yakından gördüğü ve de iyi olanlarla vasat olan­ ları h e m e n birbirinden ayırdığı için, seçicilikte üstüne yoktur. K o m u t a n ı n iyisini, zenginin iyisini, yargıcın iyisini s e ç m e y i bilir: b i r i n i yaptığı savaşlarda, ö t e k i n i verilen şölenlerde, so­ n u n c u s u n u da tevkif edildiğinde görür. Liyakati ayırt etmede doğal bir yetiye sahiptir; liyakati görür g ö r m e z tanıdığının ka19) 'Dünyada cumhuriyetler kadar küstah daha başka hiç bırşey yoktur tiran ayaktakımı kadar küstah olamaz" (Voyages).

Hiç bir

nıtı ise, hakkı

Roma

vardı

halkının,

ama,

pleblerin

kamu görevlerinde yer alma

kamu görevlilerini seçmeye karar veremiyor­

du; Atina'da Aristides yasası sayesinde, m e m u r l a r h e r sınıftan gelebiliyordu, ama X e n o p h o n ' u n da belirttiği gibi a y a k takımı hiçbir z a m a n kendi selameti ya da şerefiyle ilgili görevlerden birini istemiyordu! (Y.R., II, 2) Halkın bu harika doğal yete­ neği, sınıf ve servet açısından k e n d i n d e n daha üstün olanları efendi saymak ve asla k e n d i k e n d i n i n efendisi olamayacağım itiraf e t m e k zorunda bırakıyordu.

Eskiçağ demokrasisi de

ö n e m l i kişilerinin yanında yer alıyordu d e m e k kı Bu akla uygun eğilim demokrasiyi de güçlendirebilirdi öy­ leyse, bu yapılamadıgındaysa,

d e m o k r a s i önceden uyarılabi-

lir ve söz k o n u s u eğilime doğru çekilebilirdi Sıradan insanla­ rı oy verme h a k k ı n d a n y o k s u n b ı r a k m a k için, halkı yeterince açık seçik b i ç i m d e sınıflara b ö l e n yasalar olması gerekiyordu. Büyük yasakoyucular, lerini göstermişlerdi. lıca yurttaşların

bu

bölünmeyi

sağlama

biçimleriyle

kendi­

Ö r n e ğ i n , Servius Tullius oy hakkını baş­

elinde

toplamayı

akıl

etti,

servet ve olanaklar verir oldu oy hakkım.

böylece kişiler değil Romalı yasakoyucu­

lar ise ö n e m l i kişilerin, sıradan halka ö n c ü l ü k ederek, onları egemenlikleri altında tutmaları gerekliliğini göz önüne alarak, halk o y u n u n d e m o k r a s i n i n t e m e l yasası olduğunu ileri sürü­ yorlardı (Y.R., II, 2 ) . O y u n gizli verilmesi, aristokrasideki senyörlerın ayrıcalığı olduğu için, onlar da k e n d i kendilerinin büyüğü oluyorlardı! Kesin olan bir şey var ki, o da, bu denli doğal bir yatkınlığı ayakta t u t m a n ı n en e m i n y o l u n u n , bu yat­ kınlığı iyi ü r e t m e k olduğudur M o d e r n devletlerin b ü y ü m e s i ve e r d e m i insanlar arasında

geçersiz kılan dünyanın gidişatı nedeniyle geçmişe hapsolan d e m o k r a s i , g ü n ü m ü z d e d e n e y i m s o n u n d a edinilmiş şu özde­

yişle anılır bir tek: yönetim, halk yönetimi bile olsa, iktidar asla ayaktahmın eline düşmemeli. (Y.R., XV, 1 8 ) .

II. - MONARŞİ M o n a r ş i ve o n u n y ü z ü n ü n tersi ve iç kışkırtısı gibi olan despotizme geçtiğimizde ise, şimdiki zamana adım a t m ı ş olu­ ruz. M o n t e s q u i e u m o d e r n çağların feodal monarşiye, feodal m o n a r ş i n i n de m o d e r n çağlara ait olduğuna inanır. Eskiçağ­ da, iki n e d e n d e n ( b u n l a r , karşı karşıya gelmeleri ile birbirle­ rini açıklarlar zaten) dolayı g e r ç e k m o n a r ş i (bilindiği gibi R o ma'da bile, öyle g ö r ü n m e s e de c u m h u r i y e t vardı) görülme­ mişti: E s k i ç a ğ güçlerin dağılımından haberdar değildi ve soy­ luluk yoluyla y ö n e t i m k o n u s u n d a h i ç b i r şey bilmiyordu. Monarşi nedir? Doğası gereği, devleti sabit ve yerleşik yasalar­ la yöneten tek kişinin iktidandır. ilkesi gereği, şerefin saltanatıdır. T e k kişi yönetir: kral. A n c a k sabit ve yerleşik olma ayncalıgındaki bu yasalar nelerdir? S ö z ü edilen sabit ve yerleşik olma ne demektir? M o n t e ş q u i e u burada, h u k u k ç u l a n n üç yüz yıldır krallığın

temel yasaları

dedikleri yasaları göz ö n ü n d e b u l u n ­

duruyordu. Yasaların R u h u n d a , temel yasa deyişi sıkça karşı­ mıza çıkar. H e r y ö n e t i m i n k e n d i temel yasaları vardır C u m ­ huriyet söz k o n u s u olduğunda, oy vermeye ilişkin yasalar, te­ m e l yasalardandır. D e s p o t i z m d e , despotun vezir atamasıdır. Hatta başka bir k o n u y u a ç ı m l a r k e n öğrendiğimize göre, sö­ mürgeler sözleşmesi, deniz-aşın topraklar söz k o n u s u oldugun-

da Avrupa'nın temel yasalarından biridir (Y.R., X X I , 2 1 ) . Montesquieu bu deyişi ç o k geniş bir anlamda kullanıyordu d e m e k ki: herhangi bir y ö n e t i m i n "doğası'nı tanımlayan ve temellendiren ( m o d e r n anlamda: anayasa) yasalar için kullanıyor ve bu yasaları, y ö n e t i m i n yönetirken kullandığı yasalardan ayırıyor­ du. Ancak monarşi söz k o n u s u olduğunda, temel yasalar deyi­ şinin, geçmişteki tartışmaların yankılarını da barındıracağı açıktır. Bu tartışmaların k o n u s u mutlak hükümdarın elindeki ıktidann tanımlanmasıydı

Krallığın temel yasalar kavramı,

kralın iddialarına sınırlama getirmek için araya giriyordu. T a n n n ı n lütfü sayesinde h ü k ü m d a r olduğu kesindi ama, ken­ dinden daha eski ve de tahta çıkarken örtük b i ç i m d e kabul­ lendiği yasalar sayesinde de h ü k ü m d a r olduğu canlandırılı­ yordu aklında: işte, kendi bilmese bile, bu yasalann erdemi sa­ yesinde tahta oturuyordu. Krallığın verasetle aktarılması yasa­ sının ardından, h u k u k ç u l a r genellikle soylular, rahipler, par­ lamentolar, vb. gibi var olan kurumların tanınmasını sağlayan bir dizi düzenleyici h ü k ü m sıralıyorlardı. Kralı tahta çıkartan temel yasalar, b u n a karşılık kraldan kendilerine saygı göster­ mesini istiyordu. M o n t e s q u ı e u m o n a r ş i d e n söz ederken, daha genel bir anlam yükleyerek, işte bu anlamı kullanıyordu. II. Kitabm 4. B ö l ü m ü dikkatlice o k u n d u ğ u n d a , daha ilk tümcede, monarşi yönetiminin doğasının, temel yasalarla yöne­ timin ve aracılık eden, bağımlı olan ve buyruk altında bulunan güçlerin

tanımlandığı

görülür.

Aracılık eden güçler,

soyluluk

ve ruhban sınıfı o l m a k üzere iki tanedir; soyluluk ise ikisinin en doğal olanıdır. Bu "ara kurumları" yasalar oluşturacaktı de­ m e k ki. Montesquieu, monarşinin temel yasalarından biri olan ve yalnızca ö l ü m halinde değil, h ü k ü m d a r ı n yaşadığı süre b o -

yunca da iktidann parçalanmasını ve entrikalara girişilmesini yasaklayan veraset yasasmdan da söz ediyordu. Bu tam anla­ mıyla bir yasaydı. Krallık yetkesinden bağımsız olarak yasa ge­ tirilmesi gerekliliğini de belirtir; bir siyasal k u r u m u saptayan b i r "yasaydı" bu. A n c a k bu yasa soyluluk ve ruhban sınıfı tara­ fından saptanıyordu! Siyasal kurumlar vardı aklımızda, ama toplumsal sınıflar girdi araya. Gerçekte, yasa sözcüğü burada, kralın a n c a k soyluluk ve ruhban sınıfının varoluşu sayesinde kral olduğunu ve de b u n a karşılık onları tanıması ve ayrıcalık­ larını koruması gerektiğini belirtmek için kullanılmıştı. Hiç b e k l e m e d e n söylenmişti her şey: en doğal ara güç, soy­ luluğun

gücüydü.

soyluluk

da yoktur,

monarşinin

özünde

Dayandığı

temel

soyluluk yoksa, şu ya

da

bu

özdeyiş

"Hükümdar yoksa,

hükümdar

da yoktur" olan

biçimde yer alıyordu

soyluluk

(Y.R., I I , 4 ) . M o n t e s q u i e u n ü n s u n d u ğ u siyasal tipolojinin en azından bir b ö l ü m ü n ü n soyut kimliğini burada görebileceği­ miz kanısındayım. Devletin s o m u t yaşamını keşfetmek için il­ keyi b e k l e m e y e gerek y o k artık: doğasına bakıldığında t ü m toplumsal ve siyasal d ü z e n görülebiliyordu. Bu

temel yasalar içinde gücün

aktığı

ara

kanalları

zorunlu

olarak varsaymaktaydı (Y.R., II, 4 ) . Bu "kanallar" ise, soyluluk ve r u h b a n sınıfıydı. A n c a k sözcüklerin kurnazca kullanılması s o n u c u n d a , su katılmamış h u k u k i bir sorunla karşı karşıya kaldık. Zorunlu olarak sözcükleri ("bu temel yasalar... zorunlu olarak varsayıyordu") saf altın pahasmdaydı.

Buraya kadar

soyluluğun ve r u h b a n sınıfının zorunluluğundan hiç söz edil­ memişti! Bu h i ç de işin k ö k e n i n d e n kaynaklanan bir zorunlu­ luk değildi. Belirli bir ereğe u l a ş m a k istendiği varsayıldığında,

belirli bir aracı kabul e t m e k zorunda olunduğundan söz edildi­ ği anlamdaki bir zorunluluktur b u . Kralın bir despot olup çık­ maması isteniyorsa, ara sınıflar olmasını gerektiren zorunlu­ luktu bu. Ç ü n k ü monarşide kral, tüm siyasal ve medeni iktida­ rın

kaynağıdır, oysa devlette tek bir kişinin anlık ve gelip geçici

iradesinden başka bir şey yoksa,

hiçbir şey sabit olamaz, dolayı­

sıyla hiçbir temel yasa da bulunamazdı. (Y.R., I I , 4) Her şey bu dört satıra sıgmıştı. D e m e k ki, temel yasa bir rejimin sabitliği ve kalıcılığıydı. T a m a m . H u k u k alanındaydık. Ama, ayrıcalık­ lı zümreler de vardı. Öyleyse, toplumsal alandaydık

Bu akıl

yürütmeden, bu zümrelerin sabitlik ve kalıcılıktan ayrılamaya­ cakları s o n u c u çıkar. Bu kadar tuhaf bir özdeşliğin nedeni, soyluluktan ve de zümrelerinden yoksun bir m o n a r k ı n akla havsalaya sığamayacagıdır, ç ü n k ü bu durumda despot çıkar ortaya. İktidar makinesinin gerekçeleri (yani, kanalları) züm­ relerin davasına hizmet eder, ama despotun, yani soylu sınıf­ tan vazgeçmiş her h ü k ü m d a n n davasına karşı koyar. Özetler­ sek, söz k o n u s u sabit ve yerleşik yasalar, özünde, ruhban ve soy­ lu sınıfın yerleşikliğinin sabitliğinden başka bir şey değildir. Ne var ki, b u n d a n sonra, h u k u k i kanıt yeniden ağır basar ve

Montesquieu sanki

iktidarın

siyasal

dağılımının

katıksız

biçimi söz konusuymuş gibi, bu ara kurumlar rejiminin k e n d i n e özgü dinamiğini keyifle b e t i m l e m e y e koyulur. Despotizmi tanımlarken aklından çıkmayan eğretilemeyi çarpışan cisimlerden ö d ü n ç alması, monarşiyi tanımlarken de etkisini çevresine yayan bir kaynak eğretilemesinden kendini kurtaramaması dikkat çekicidir. Yüksek bir kaynaktan dökü­ len su, akışını denetleyen ve hızını yavaşlatan kanallardan geç-

tikten sonra, yeşilliklerini kendisine borçlu olan toprakların derinlerine ulaşır. Çarpışan toplar imgesi, zaman ve uzam için­ deki dolayımsızlıgı ve çarpışma nedeniyle aktanlan " k u w e t " i varsayar. Despotizmde iktidar bu biçimde edinilir ya da uygu­ lanır. Oysa, tam tersine sulayan kaynak imgesi ise uzamı ve sü­ reyi varsayar, suyun akışı aktığı yatağın ta kendisidir, dolayısıy­ la akması için zaman gerekir. Su asla tamamıyla akıp gitmez: bir kaynak havuz gibi boşalmaz, saldığından daha fazla su sak­ lar hep kendinde. Çarptığı topun tam da karşıt yönde sekebilen topun tersine, dolayımsız çarpışmaları nedeniyle birbirle­ rinden açık seçik ayrılan bu iki topun tersine, akan su asla ken­ dinden k o p u p kesintiye uğramaz. Çıktığı kaymaktan suladığı en uzak topraklara kadar hep aynı sudur kesintisizce akan. H ü k ü m d a r ı n elindeki iktidar da böyledir işte. Despotun yaptığı gibi, t ü m iktidarını asla başka birinin eline bırakmaz. Bakanlarına, yöneticilerine, üst rütbeli subaylanna ne kadar iktidar verirse versin, elinde h e p daha fazla bir iktidar tutar. Ve de iktidannı uyguladığı dünya, iktidarının yayılımı, iktidarını dolaşmak zorunda bıraktığı "kanallar", h ü k ü m d a n n yavaşla­ masını gerektirir, kı bu da kendi iktidarının süresidir zaten. Monarşinin doğası, gerçek bir u z a m ve süreyi varsayar. Uzam: Kralın tek başına doldurmadığı bir uzamdır bu, h e r biri kendi yerine sahip devletler ve zümrelerden oluşan, farklılaşmış ol­ duğu için de yayılıma sahip toplumsal bir yapıyla karşı karşı­ ya kaldığı bir uzamdır bu. Kraliyet iktidarınm yayılımının öl­ çüsü olan uzam, k e n d i g ü c ü n ü n sınırıdır da. U z a m engeldir. Despotizmin uçsuz bucaksız ovası, insanlar arasında kurulan eşitsizlikler dediğimiz şu engebelere yer vermediği için, despo­ tun ö n ü n d e i n c e b i r ufuk çizgisi gibi uzanır: tesviyesi yapıl-

mıştır bu ovanın. Uzama siyasal derinliğini veren engeller soy­ luluk ve ruhban sınıfıdır; uzama görsel derinliği veren engel­ ler ise, çitler, damlar ve çan kuleleridir. Kraliyet iktidarının za­ m a n ı da, bu sınanmış uzamdan başka bir şey değildir. En yü­ ce iktidarla d o n a n m ı ş biri olarak her şeyi b u y r u k gibi gören kral, aceleci davranmak zorundadır. Yavaş davranmayı yönet­ tiği dünyanın ta kendisinden, ayrıcalıklı zümrelerden ve her iyi monarşide söz k o n u s u yavaşlığı öğretmek için oluşturul­ m u ş şu kurumdan, yasalar topluluğundan öğrenir. Bu yavaş­ lık h ü k ü m d a r ı n siyasal aklının, kendisini uyruklarından ayı­ ran gerçek ve elle tutulabilir mesafe tarafından zorla eğitilme­ si gibi olacaktır

işte, bu mesafe sayesinde edinecekti aklını.

Melek olmadığı su götürmeyen bu h ü k ü m d a r , kendi iktidarı­ nın gereği nedeniyle akla uygun düşecektir: kendi uzamı ve süresi, doğuştan bilge değilse de, yaşadığı deneyimler sonun­ da bilge o l m a k zorunda kalan kralın pratik aklı olup çıkacak­ lardır. Aynı şekilde, demokraside de ö n e m l i kişiler, gerek mevkilen gerekse servetleri nedeniyle halkın aklının yerini tu­ tarlar; soyluluğun engeli de kralın bilgeliğinin yerini tutar. A n c a k demokrasi ile monarşi arasında özsel bir fark vardır. Demokraside erdemle aklın bir yerlerde b u l u n m a s ı gerekir ve de kendilerine rağmen akla uygun düşme u m u d u olmayan in­ sanların kendi başlarına akla uygun düşmeleri gerekir. C u m ­ huriyetin demokratik olması isteniyorsa, söz k o n u s u ö n e m l i kişilerin erdemlerini yitirmelerine göz yumulamaz. Böylece, akim yazgısı da, ö n e m l i kişilerin ellerine teslim edilmiş olur; birkaç seçilmişin eline, hatta insanların eline teslim edilse bi­ le böyledir bu. Monarşide ise işler b a m b a ş k a yürüyordu. Kra­ lın bilgeliğinin yerini tutan soyluluk bilgeliğe b o y u n eğmiyor-

du. Doğası, tam tersine, akıldışıydı. D ü ş ü n m e yetisinden yok­ sundur, h e m de öyle y o k s u n d u r ki, yitirmek istemediği yasa­ ların belleğini h u k u k ç u l a r d a aramak zorunda kalır! Hiçbir şe­ yi akla uygun olmayan monarşiye bu akıl da nereden geliyor­ du? Akla sahip olmasa da, bu işte hiçbir dahlı olmasa da, iste­ m e d e n ve b i l m e d e n aklı üreten soyluluktan. D e m e k ki, h e r şey m o n a r ş i n i n kendi özelindeki akıldışılıkların s o n u c u olarak si­ yasal aklı üretmesinden ibaretti. Hiçbir başlık altında yer al­ mayan bu akıl, gene de b ü t ü n ü n içinde, oradaydı. Şurası ke­ sin ki, m o n a r ş i n i n en köklü yasası, kendine rağmen kendi so­ n u n u üretmektir. Bu temel yasalan, aslında en başta yer alma­ sı gereken son bir yasayla t a m a m l a m a k söz k o n u s u olsaydı, m o n a r ş i n i n k ö k e n i n d e yatan yasanın işte tam da aklın böylesi kurnazca kullanılması olduğu söylenmeliydi. Monarşinin ilkesi olan şerefin özünü bu yasa oluştururdu. Şerefin hakikiliği düzmece olmasından kaynaklanır

Felsefi açı­

dan düzmece, diyordu Montesquieu (Y.R., III, 7). Söz konusu düzmeceligi iki anlamda ele almak gerekir. Bunların ilki, şere­ fin hakikiliğinin hakikatle en ufak bir ilgisi bile olmadığıdır. İkincisi ise, bu yalanın kendine rağmen bir hakikat üretmesidır Şerefin hakikatle de ahlakla da en ufak bir ilişkisi bile yok­ tur. Bu da, şeref, dürüstlük, itaatkarlık, terbiye ve c ö m e r t l i k gerektirdiğine göre, şerefin b ü t ü n görünür yanlarına ters dü­ şer. Dürüstlük m ü ? Ş e r e f bütün söylemlerde hakiki olunmasını gerektirir. Ama bunu

hakikat sevdasına mı ister? - Asla!

(Y.R.,

IV, 2 ) . Bu hakikat ve basitlik sevdası, şereften nasibini en ufak b i ç i m d e bile alamamış halkta b u l u n u r , yoksa şereften söz et­ meye alışmış biri gözüpek ve özgür göründüğü için hakikat pe-

sinde koşan şerefte değil, haatkarlık mı? Şeref itaatkarlıga kendisi için razı olur, itaatkarlık iyi ya da erdemli olduğu için değil, itaat etmeyi yeğlediği için edindiği yücelik nedeniyle razı olur. B u n u n kanıtıysa, tam anlamıyla itaat eden şerefin, kendisine verilen buyruklardan edindiği unvanları o n u n ha­ kemliğine sunmasıdır: kendi yasalarına ve kurallarına ters düşen herkese, şerefsiz saydığı herkese karşı itaatsizlik göste­ rir. Terbiye ve cömertlik, gönül yüceliği mi? Bunlar, birlikte ve huzur içinde yaşamaları gerekiyorsa, herkesin öteki insan­ lar için yerine getirmek zorunda olduğu birer ödevdir. Ancak şerefte, terbiyenin alışık olduğu derecede saj suya sahip bir kay­ nak yoktu. yordu.

Kibirimiz yüzünden

dığımızı hiç

Terbiye insanın kendini fark ettirme isteğinden doğu­

ve

birlikte

terbiyeliyiz:

Aşağı

her çağda bir kenara terk edilen yaşamadığımızı

kanıtlayan

tabakadan türden

davranışlara

olma­

insanlarla sahip

ol­

duğumuz için gururumuzun okşandığını hissediyorduk (Y.R., IV, 2 ) . iyilikten kaynaklanır gibi görünen c ö m e r t l i k bile, soylu bir ruhun, yadsımak zevkine ulaşabilmek için ö n c e sahip ol­ ması gereken mertebeyi yadsıyabilirmiş gibi, servetini dağıta­ rak servetinden daha yukarılara ulaşabilmek, servetini unuta­ rak da b u l u n d u ğ u m e r t e b e d e n daha yukanlara ç ı k a b i l m e k is­ teğinin, kanıtından başka bir şey değildir. E r d e m i n t ü m görü­ nüşleri altüst olmuştu d e m e k ki. Şeref, erdemin uyruğuna girmekten ç o k , erdemi kendi uyruğu kılmıştı. Bu tuhaf şeref, erdemleri bir tek kendi istediği gibi kılar; bize salık verilmiş her şeye

kendi

kafasına göre

kurallar getirir;

kaynağını gerek

den, gerek siyasetten, gerekse ahlaktan alan ödevlerimizi göre sınırlar ya da genişletir (Y.R., IV, 2).

din­

keyfine

Yoksa şeref, teorik ve ahlaki değil de, tümüyle pratik ve kutsaldışı bir hakikatle mi ilintiliydi? M o n t e s q u i e u ' n ü n şere­ fin k ö k e n i n i , yargıçların kararlarını çarpışmayla sınayan bar­ b a r kavimlerin yasalarında,

yani şerefi

ilgilendiren

konularda

aradığını gördüğümüzde inanabilirdik b u n a . Burada akla, in­ sanların yazgısının savaşa bağlı olduğunu olağanüstü bir tab­ loda resmeden H o b b e s gelir. Yaşamımız olan bu b i t m e y e n ya­ rışta, birlikte çıkış yaptığımız bir pistte gibiyiz. Yarışı terk et­ m e k anlamına gelen ö l ü m e kadar, dur durak b i l m e d e n birbi­ rimizi geride bırakmaya çabalarız. Şeref, dönüp bakmak ve baş­ kalarının

arkamızda

kaldığını

görmektir.

H o b b e s u n şeref anlayışı, h e m insanın insanı altetme iste­ ğini h e m de insanları arkada b ı r a k m ı ş olmaktan kaynaklanan o gerçek ve bilinçli başarıyı dile getirir. Ancak M o n t e s q u ieu'nün şeref anlayışı bu değildi. M o n t e s q u i e u için şeref, say­ gınlıkla minnettarlık arasındaki evrensel mücadeleyi tetikleyen evrensel tutku, insanlık d u r u m u n u n zembereği değildir; oysa Hegel b u n u , efendi ile k ö l e n i n ve de kendi bilincinin k ö ­ keni sayar. Montesquieu'de efendilerle köleler h e p şereften ö n c e gelirler; zafer diye kutladığı asla gerçek zafer değildir. Yarış daha başlama işareti verilmeden bile bitmişti zaten, ama gene de yarıştan söz edelim denirse, Pascal'ın belirttiği gibi, bu.yarışa birileri yirmi yıl ö n d e n başlamışlardı ve b ü t ü n yarış da bu girişimin kendisiydi. G e r ç e k t e n de, şeref "şerefler ve farklılıklar" gerektiriyorsa,

bu

d u r u m d a söz

konusu

"şerefler

ve farklılıkların varlığının k a b u l ü n ü ve de kimlere layık gö­ r ü l d ü ğ ü n ü n de d ü z e n l e n m i ş olmasını varsayar, yani kısacası üstünlüklerin ve mertebelerin (Y.R., I I I , 7) e g e m e n olduğu bir devleti varsayar. Şeref m ü c a d e l e s o n u n d a elde edilmiş bir ba-

ş a n d a n değil, doğuştan gelen b i r üstünlükten kaynaklanır Bu durumda,

şeref de

bir

toplumsal

sınıfın

tutkusudur b i r

tek.

K ö k e n i Frankların Galyalıları yendiği, dolayısıyla barbar ya­ salarının oluştuğu o ç o k uzak geçmişte yattığı ve söz k o n u s u sınıfın ü s t ü n l ü k i n a n c ı n ı pekiştirdiği için babası gibi görünse de, soyluluk var olmadığında akla bile getirilemeyeceği için, aslında soyluluğun çocuğudur. Ve sahteliğinin t ü m ü de, b i r sı­ nıfın kendini gösterme m e r a k ı n a bağlı nedenleri, ahlak ya da saygınlık gibi göstermesinden kaynaklanır. Şeref, hakikatle kurnazca oynandığı için sahte değildir b i r tek; bu yalan bir hakikat ürettiği için de sahtedir. G e r ç e k t e n de, k e n d i tuhaflıklarının bile yasaları b u l u n a c a k kadar kural­ lı olan, düzene ve t o p l u m a duyduğu tiksintiyle toplumsal dü­ zeni altüst e t m e k ister gibi duran, devletin t ü m ü n e e g e m e n olan bir düzen s u n a n bu garip tutku tam da akıidışılıgıyla hizmet eder bu devlete. B u n u n l a birlikle, bu önyargı, hakika­ te ne kadar yabancı olursa olsun, siyasal gerçekliğin hanesine yazılır. Hakikat ve ahlakla kurnazca oynayarak onlardan ya­ rarlanan, şeref, aslında k e n d i o y u n u n a geliyordu. K e n d i n e karşı yerine getirmesi gereken ödevlerden başka h i ç b i r ödevi d ü ş ü n m e z gibiydi: bu ödev, k e n d i n i göstermek, k e n d i b ü ­ yüklüğünü s ü r d ü r m e k , kendisini yaşamının ve aldığı emirle­ rin üstüne ç ı k a r t a c a k belirli bir imge sağlamaktı. Aslında, her­ kesin

kendi

çıkarına

davrandığını

sanırken,

ortak yarar uğru­

na çalıştığı açıkça görülüyordu (Y.R., I I I , 7 ) . Doğrusu, bu sah­ te şeref halka,

en azından özel kişilerin sahip olabileceği gerçek

şeref kadar yararlıydı.

Peşinde oldukları dava açısından sah­

te olan bu erdemler, itaatkarlık, dürüstlük, terbiye ve c ö m e r t ­ lik gibi sonuçlara yol açtıkları için hakikidirler. B u n l a n ahlak-

tan ya da hakikatten ya da k e n d i n i b e ğ e n m i ş l i k ve önyargıdan elde etmiş olması h ü k ü m d a r açısından ö n e m l i mi? G e n e aynı s o n u ç vardı elde, üstelik e r d e m i n aynı dava uğruna beklediği şu insanüstü çabaya da gerek yoktu. Şeref, e r d e m d e n yapılan tasarruftur. Erdemli o l m a k t a n bağışık tutar insanı ve de daha d ü ş ü k bir bedele gene aynı s o n u c u verir. A n c a k şerefin, hesabı tutan ve de b u n d a n kazanç e d i n e n h ü k ü m d a r ı ilgilendiren başka övülesi bir yanı daha vardı: h i ç ­ bir şeye, hatta en yüce iktidarın tanıyacağı saygınlığa bile tes­ lim olmazdı. Şeref yalnız din ve ahlak değil, aynı z a m a n d a si­ yaset yasalannın da üstünde olduğu için, kralın kaprislerinin ö n ü n e set çekiyordu. Şerefin gücü, kendisini harekete geçirenle s ı n ı r l ı y s a (Y.R., III, 1 0 ) , zadeganın aklında şereften başka bir şey yoksa, bu yeterlilik onlara yeter. Yüreklerinde başka hiç­ bir tutkuya yer yoktu, ne kazanılacak b i r servet ne de ele ge­ çirilecek b i r iktidar tutkusu vardı; şeref, yüksek mertebedekilerin dünyanın gerçek yararlarını görmezlikleri ise, bu delilik de h ü k ü m d a r ı insan olarak sergilediği zaaflardan korur. Ç ü n ­ kü zadegan kendi benimsediği n e d e n l e r dışında başka h i ç b i r n e d e n l e , yani şu t u h a f şerefin bilmediği nedenlerle k e n d i hiz­ m e t i n e gireceğini asla u m u t e d e m e z d i . O n l a r d a n h e r tür hiz­ m e t i alacağını ileri sürebilir, a m a ruhlarının t ü m ü n e sahip olabileceğini asla ileri süremez. Aklın ötesine g e ç m e k ve de meşru iktidar kapsamı dışında kalan girişimlere atılmak ister­ se, k e n d i s o y l u l a n n ı n şerefi b u n a engel olur; işte bu şeref, ya­ salarıyla kendi zümrelerini karşı karşıya getirir ve soylulan asi sayar. Böylece akıl, iki deliliğin iktidarsızlığı, hakikat de bir­ b i r i n e ters düşen iki sahtelik gibi e g e m e n olur devlette. Bu yö­ n e t i m d e , soylulukla ara k u r u m l a r ı n âoga olarak oynadıkları

rolü, şerefin ilke olarak oynayıp oynamadığına işte b u n a ba­ karak karar v e r m e k gerekir. Aynı b i ç i m d e , tıpkı cumhuriyet­ te e r d e m i n genel bir tutku olması gerekmesi gibi, genel bir tutku olmayan şerefin de, içinde bulunulan duruma bağlı b i r tutku olup olmadığına gene b u n a bakarak karar v e r m e k gere­ kir; bazı örneklerde görüldüğü üzere bu tutku bulaşıcıysa da paylaşılmaz. Ceza hukukuyla ilgili bir b ö l ü m e gizlenmiş kü­ ç ü k bir t ü m c e d e , soylu olmayanın, rezilin tekinin şerefinin de ol­ mayacağı söyleniyordu (Y.R., VI, 1 0 ) Bu da o n u n suçlarının karşılığı olan acıyı bedeniyle ç e k m e s i n i gerektiriyordu. Zade­ gandan birinin a n c a k ruhuna işkence edilebilir; şerefi ruhu­ dur o n u n U t a n ç ise o n u n için çark işkencesinin yerini tutar İşte, b u d u r monarşi. Ayrıcalıklı zümreler h ü k ü m d a r ı n aşı­ rılıklara kapılmasına engel olurlar Şeref ise zümreleri h ü k ü m ­ dardan korur. Bu zümreler sayesinde h ü k ü m d a r halktan, halk da h ü k ü m d a r d a n korunur. Her şey soylu sınıfına bağlıdır. Bu iktidar, katıksız özü ya da k i m e verildiğinden ç o k , uygulandı­ ğı kurulu ve değişmez toplumsal koşullar tarafından ılımlı kı­ lınmıştır; söz k o n u s u koşullar ise, o n a aklının t ü m ü n d e n iba­ ret olan şu mizacı ve şu dinginliği, h e m bir olanak h e m de b i r engel olarak kazandırırlar. Herkes, kafasında k e n d i mutlağı olduğu için, k e n d i n e ç e k e r b u n u ve de birbirine ters düşen b ü t ü n bu aşırılıklar, kimse farkında değilmiş gibi, b i r denge kurarlar. Monarşinin aklının birbirine ters düşen çılgınlıklar­ dan oluştuğu söylenebilir. M o n t e s q u i e u bu düzeni tercih etti­ ğine göre, bu düzenin yapısı da, Montesquieu n ü n bazı tercih­ lerini aydmlatmaya yarayabilir

En başta da insanlar ve akıl

k o n u s u n d a ne düşündüğünü açıklayabilir. Ç ü n k ü ideal akıl k o n u s u n d a en ufak bir tutku bile duymazken, zeka b a n n d ı -

nasıl bir korkuluğa dönüşeceğini göstererek, yalnızca yeni­ den seçilmesine değil, gerçek temelleri üstünde yeniden kurul­ masına da yol a ç a c a k yeni nedenler sağlamaktı Despotizm nedir? C u m h u r i y e t t e n değişik, monarşiye de b e n z e r yanıyla, var olan bir y ö n e t i m d i r b u . Türklerin, Farisilerin, J a p o n l a r ı n , Çin'in ve de p e k ç o k Asya ülkesinin yöne­ tim biçimidir. Ç o k sert iklime sahip uçsuz bucaksız ülkelerin yönetimidir. D e s p o t i k yönetimlerin durumları, ne denli ö l ç ü ­ süz olduklarını da gösterir. Zorlu iklim koşullarındaki uçsuz bucaksız alanların, uçsuz b u c a k s ı z toprakların yönetimidir. Sınır-durum-yönetimdir, y ö n e t i m i n de sınırıdır. Kolayca se­ zinlenebildiği gibi gerçek ülkeleri ö r n e k olarak vermeyi ken­ di lehine bir b a h a n e olarak kullanmıştı M o n t e s q u i e u . 1 9 4 8 yılında toplanan k o n g r e d e , Türklerin y ö n e t i m b i ç i m i n i n des­ potizm olduğunu belirten ünlü sözün anımsatıldıgını duyan T ü r k dinleyiciler, bu d u r u m a "son derece sert ve son derece haklı olarak karşı çıkmışlardı" 2 0 M. Prelot ç o k ciddi b i ç i m d e aktarır bu olayı. A n c a k T ü r k olmasa da, Venedık'in ve Avus­ turya sınırının ötesine g e ç m e m i ş , Doğuyu da işine gelen yan­ ları seçip aldığı anlatıların dışında tanımayan bir adamın siya­ set alanında egzotizme düştüğünden kuşkulanılabilirdi. D a h a 11

1 7 7 8 ' d e Legislation orientale

k o n u l u dikkate değer bir çalış­

ma hazırlayan Anquetil-Duperron, M o n t e s q u ı e u n ü n yarattı­ ğı Dogu m i t o s u n u n karşısına gerçek Doğuyu çıkarmıştı bile. A n c a k despotizmin coğrafi a n l a m d a serap olduğu ortaya k o ­ nulsa da, ne kadar karşı çıkarlarsa çıksınlar T ü r k l e r i n asla ç ü rütemeyecekleri b i r despotizm düşüncesi

kalıyordu

gene

de.

2 0 ) M. PRELOT, Montesquieu et les jonnes de gouvernement, Recueıl Sırey: Bi-centenaire de İEsprit des Lois, p. 127. 2 1 ) Doğudaki Yasalar (ç.n.)

Eğer söz k o n u s u Farisi var olmasa, XIV. Louis d ö n e m i n d e dünyaya gelmiş bir Fransız beyefendisi, böyle bir düşünceye nasıl kapılırdı ki? D e s p o t i z m g e r ç e k b i r siyasal düşünce, m u t l a k k ö t ü l ü k dü­ şüncesi, siyasetin siyaset olarak s ı n ı n düşüncesidir.

Gerçekten de, despotizmi, tek bir kişinin hiçbir yasa hiçbir kural tanımadan, h e r şeyi k e n d i iradesi ve kaprisleri doğrul­ tusunda y ö n e t m e s i olarak t a n ı m l a m a k yeterli değildir. Böyle b i r rejimin somut yaşamı akılda c a n l a n d ı r ı l m a d ı k ç a , bu ta­ n ı m l a m a yüzeysel kalır. Tek bir kişi k e n d i buyruğu altında ya­ şayan halkların ve toprakların oluşturduğu bu uçsuz b u c a k ­ sız imparatorluğu nasıl olur da kaprisleriyle g e r ç e k t e n y ö n e ­ tebilir? işte, bu d ü ş ü n c e n i n ne a n l a t m a k istediğini keşfetmek için bu paradoksu açıklığa k a v u ş t u r m a k gerekir.

D e s p o t i z m i n ilk özelliği, deyim yerindeyse hiçbir yapısı ol­ mayan siyasal b i r rejim olmasıdır. Ne siyasal-hukuki ne de t o p l u m s a l b i r yapısı vardır. M o n t e s q u i e u despotizmin yasala­

rının olmadığını yineler pek ç o k kez; bu da en başta temel yasalarının olmadığı a n l a m ı n a gelir.

M o n t e s q u i e u ' n ü n , tira­

n ı n t ü m iktidarı veziri azama devretmesini gerektiren bir ya­ sadan söz ettiğini b i l i y o r u m (Y.R., I I , 5 ) , a m a bu yasa b i r tek g ö r ü n ü ş ü açısından siyasal b i r yasaydı. Aslında bu b i r tutku yasasından b a ş k a bir şey değildi, tiranın alıklaşmasını açığa vuran ve M o n t e s q u i e u ' n ü n de belirttiği üzere, tıpkı devletle­ rinin y ö n e t i m i n i yeğenine bırakan Papa'nın da uyguladığı gi­ b i (Y.R., I I , 5 ) , tembelliğinin derinliklerinde, ilahi b i r şaşkın­ lıkla, i n s a n l a n y ö n e t m e n i n ç o c u k işi o l d u ğ u n u keşfetmesini

sağlayan psikolojik bir yasaydı: insanları ü ç ü n c ü bir kişiyle y ö n e t m e k yeterdi! T u t k u y u h i ç de yakışık a l m a y a c a k b i ç i m ­ de siyaset yapıp ç ı k a n bu sahte yasa b ü t ü n bu iddialı tavrıy­

la, despotizmde siyasetin asla tümüyle tutkulara indirgenmeyece­ ğini bildirir. Hâlâ h i ç b i r yapı y o k t u elimizde. D e s p o t i z m d e te­ m e l yasanın yerini tutan bir şey vardı gene de: dindi b u . G e r ­ ç e k t e n de, yetkenin üzerinde olan ve bazı durumlarda hü­ k ü m d a r ı n zalimlikte vardığı aşırılıkları ve uyruklarının kor­ k u s u n u hafifletebilen biricik yetkedir. A n c a k o n u n özü de tutkusaldır, ç ü n k ü d e s p o t i z m d e din de despotçadır: korkuya

eklenmiş bir korkudur (Y.R., V, 1 4 ) . Dolayısıyla, ne vezirlikte, ne de dinde insanca tutkulara aşkın h u k u k i ve siyasal koşullar düzenine b e n z e r bir şey yok­ tur d e m e k ki. Ve gerçek şu ki, despotizmde veraset yasaları­ na da yer yoktur. D ü n k ü uyruklara yarın k i m i n despot olaca­ ğını gösteren h i ç b i r şey de yoktur. Saray çerçevesinde gerçek­ leşen bir devrimin, sarayda d ü z e n l e n e n b i r fesat tezgahının ya da bir halk ayaklanmasının silip atamayacağı h i ç b i r keyfi des­ pot kararı yoktur. Veziri azamdan, valilerden, paşalardan ge­ çerek, h ü k ü m d a r d a n ailenin s o n üyesine varıncaya kadar yaygınlaşan, bir yanda tembellik, bir yandaysa başkasını ege­ m e n l i k altında tutma zevki olarak, t u t k u n u n mantığını kral­ lığın bir u c u n d a n öteki u c u n a varıncaya dek şaşmazca yinele­ yen, h e p de m u t l a k kalan bu t u h a f iktidar a k t a n m ı n ı y ö n e t e n siyasal yasalardan b a ş k a yasa tanımaz. Adli yasa diye b i r şey de tanımaz. Kadı kendi keyfinden b a ş k a yasa tanımaz, yargı­ lama usulü diye de sabrının taşmasından b a ş k a kural tanı­ maz. Tarafları dinler d i n l e m e z h e m e n kesip atar, k i m i n e değ­ n e k cezası, k i m i n e de kellesinin u ç u r u l m a s ı n ı reva görürdü.

S o n olarak söylenmesi gereken de, bu tuhaf rejimin, m ü b a d e ­ le ve ticareti düzenleyebilecek asgari ö n l e m l e r k o n u s u n d a en ufak bir kaygısının bile olmamasıdır. "İhtiyaçlar t o p l u m u " b i r pazan, b i r e k o n o m i k düzeni insanlarm pratik yaşamına aşkın kılan bilinçdışı yasalar tarafından bile yönetilmez: y o k böyle bir şey, e k o n o m i n i n mantığı mantığın e k o n o m i s i olup çıkar, e k o n o m i n i n mantığı insanların katıksız t u t k u l a n n a indirge­ nir. T ü c c a r içinde b u l u n d u ğ u gun fazladan kazanabileceğini ertesi gün yitırebilecegi korkusuyla günü gününe yaşar; bu açı­ dan da, Rousseau'nun söz ettiği, sabah kalktığı yatağı a k ş a m gene karanlık ç ö k t ü ğ ü n d e ne yapacağını d ü ş ü n m e d e n satan Amerikalı yerliye benzer. . Siyasal ve h u k u k i aşkınlıga, dola­ yısıyla ne geçmişe ne de geleceğe yer v e r m e y e n despotizm, içinde b u l u n u l a n anın rejimidir. Bu güvensizlik h e r tür toplumsal yapının ortadan k a l k m ı ş olmasıyla sağlama alınmıştır. D e m o k r a s i d e görevlilerin belir­ li b i r k o n u m u vardır; mülkiyet, hatta görece b i r zenginlik de yasayla güvence altına alınmıştır. Monarşide soyluluk ve ruh­ b a n sınıfı, kendi ayrıcalıklarının tanınmasıyla k o r u n m a k t a y ­ dı

D e s p o t i z m d e ise insanları birbirinden farklı kılan h i ç b i r

şey yoktu: bu t ü m uyrukları aynı tekbiçimlilige indiren, uç de­ recedeki bir eşitliğin iktidarıydı (Y.R, V, 1 4 ) . Burada, der M o n tesquieu, insanlar d e m o k r a s i d e k i gibi, h e r şey o l d u k l a n için değil, hiçbir şey olmadıkları için eşittirler (Y.R., VI, 2 ) . G e n e l b i r tesviyeye girişerek zümrelerin ortadan kaldırılmasıydı b u . Miras yoluyla devralınan h i ç b i r z ü m r e yoktu, h i ç b i r soyluluk yoktu: bu kanlı rejime, k a n a dayalı zadegan gerekmiyordu. M ü l k e dayalı zadegana da gerek yoktu: tiran, z a m a n l a zen­ ginleşen "ailelerin" sürekliliğine ve çalışıp çabalamakla top-

l u m içinde yükselen kuşaklara katlanamazdı. Dahası, bazı uy­ ruklarına k e n d i verdiği unvanlara bile göz yummazdı. Ne de olsa bir vezir ve de valiler ve de paşalar ve de kadılar gereki­ yordu! A n c a k bu unvanlar rastlantısaldı, verilir verilmez h e ­ m e n geri alınabilirdi, buharlaşıp g i d e c e k gibiydi. Verildiği an­ da sıfıra inerdi. Her m e m u r despotun iktidarını elinde bulundursa da, görevden alınması ya da kellesinin vurulması erte­ lenmişti yalnız: b ü t ü n özgürlüğü, b ü t ü n güvencesi de b u y d u işte! M o n t e s q u i e u ' n ü n dediği gibi h ö d ü ğ ü n teki h ü k ü m d a r a , h ü k ü m d a r da h ö d ü ğ ü n tekine dönüştürülebilirdi (Y.R., V, 1 9 ) . Herkesi birbirine eşit kılan bu çölde ortaya ç ı k a n top­ lumsal ayırımlar, evrensel çaplı bir ayırımsızlığın g ö r ü n ü r ya­ n ı n d a n başka bir şey değildi. D ü z e n i sağlamak ya da dehşet salmak için bu denli gerekli olan, ordu dediğimiz şu k u r u m a bile yer yoktu bu rejimde: ç ü n k ü ordu, genel istikrarsızlık açısından, son derece istikrarlı ve son derece tehlikeli bir ku­ r u m olacaktır. H ü k ü m d a r a doğrudan bağlı bir yeniçeri m u ­ hafız birliği gerekirdi olsa olsa; öyle ki h ü k ü m d a r Sarayın ka­ ranlık o d a l a n n a tıkacağı b i r kelle peşine h e m e n satabilirdi bu muhafızları. İnsanları birbirinden farklı kılan h i ç b i r şey yok­ tu, toplumsal bir hiyerarşi ya da toplumsal bir serüvene b e n ­ zer en ufak b i r şey yoktu, peşinen, ö m ü r b o y u ve kuşaklar b o y u n c a geleceğin yollarını ö n ü m ü z e s e r e c e k toplumsal bir dünyayı andıran, soylu d o ğ u n c a ö m ü r b o y u soylu kalmayı ya da çalışıp çabalayarak burjuva o l u n m u ş s a ö m ü r b o y u burju­ va kalmayı sağlama alabilecek t o p l u m s a l b i r dünyayı andıran en ufak b i r şey bile yoktu. D e s p o t i z m , siyasal ve h u k u k i aşkınlık ve yapı tanımadığı gibi, toplumsal yapı diye bir şey de tanımaz.

Sunduğu bu yatkınlık, bu rejimin yaşamına tuhaf bir hava kazandırır. Uçsuz bucaksız mekanlarda saltanat süren bu yö­ netim, toplumsal mekandan yoksun gibidir. Çin'i ö r n e k alırsak, binlerce yıl sürmüş olan bu rejim her tür süreden arınmış gibi­ dir. T o p l u m s a l mekanı ve siyasal zamanı tarafsız ve tekbiçımlidir. M e k a n yersiz, zaman da süresizdir. Montesquieu, krallar kendi eyaletleri arasmdaki farkları bilir ve bu farklara saygılı davranırlar, der.

Despotlar bu farkları b i l m e m e k l e kalmaz,

bunları y o k da ederler. Boş bir tekbiçimlikte, yarının belirsizli­ ğinin, terkedilmiş topraklann, doğduğu anda ölen bir ticaretin oluşturduğu boşlukta, çöllerde h ü k ü m sürerler. Ve despotizm, kendini dünyadan yalıtmak için, başka hiçbir biçimde ö n ü n ü alamayacağı bulaşma ve istilalardan k o r u n m a k için, kendi top­ raklarını bile yakarak, sınırlarında işte böyle bir ç ö l oluşturur (Y.R., IX, 4, 6 ) . Boşluğa hiçbir şey karşı koyamazdı: yabancı bir ordu imparatorluk topraklarına girdiğinde, bu orduyu ne be­ lirli bir yer ne de güç durduramazdı, ç ü n k ü ne böyle bir yer ne de böyle bir güç vardı; dolayısıyla, daha sınırlara varmadan ön­ ce gücünü t ü k e t m e k gerekirdi, işte b u n u n için de, yitip gide­ ceği bir çölle karşısına ç ı k m a k gerekirdi. Despotizmin m e k a n ı boşluktan başka bir şey değildir: bir imparatorluk yönettiğini sanan despot, aslında bir çölde h ü k ü m sürmektedir. D e s p o t i z m i n zamanı ise, s ü r e n i n t a m tersidir, andır. Des­ p o t i z m süregiden h i ç b i r k u r u m , h i ç b i r z ü m r e , h i ç b i r aile tanı­ m a m a k l a kalmaz, d e s p o t i z m i n edimleri an içinde ortaya çıkar­ lar. Halkın t ü m ü de d e s p o t u n tıpatıp aynısıdır. Despot, h e ­ m e n o an karar verir. D ü ş ü n m e d e n , nedenleri kıyaslamadan, kanıtları tartmadan, düzensiz ve dengesiz b i ç i m d e karar verir (Y.R., I I I , 1 0 ) . D ü ş ü n m e k için z a m a n gerektiği gibi, bir de, ge-

lecek k o n u s u n d a düşünceye sahip o l m a k gerekir. Oysa, des­ pot, karnını d o y u r m a k için kâr e d e n t ü c c a r kadar düşünür geleceği, işte bu kadar. Bütün düşüncesi ise karar vermeye in­ dirgenir; m e m u r l a n n d a n oluşan o gelip geçici topluluk ise k ö r ü k ö r ü n e yapılmış aynı hareketi en ücra eyaletlere kadar yineler. Ne karar verebilirler ki? Elinde yasa diye b i r şey olma­ yan yargıçlara benzerler. Tiranın hangi nedenlere dayanarak karar verdiğini bilmezler; tiran da h i ç b i r n e d e n e dayanmaz zaten Ama gene de bir karar vermeleri gerekir! Bu durumda,

onlar da, tıpkı onun gibi hemen bir anda karar verirler (Y.R., VI, 1 6 ) . T ı p k ı bir anda görevden alındıkları ya da boğazlan­ dıkları gibi

Geleceğini a n c a k öldüğünde ö ğ r e n e c e k olan

efendilerinin yazgısını s o n u n a d e k paylaşırlardı H e g e l ı n bazı eleştirel izleklerini olağandışı b i ç i m d e sezdi­ ren bu soyut dolayımsızlıgın mantığı, gene de bir hakikat ve içerik barındırıyordu. Ç ü n k ü varlığını, deyim yerindeyse, si­ yasa! ve toplumsal alanın altında, bu alanların genellik ve ka­ lıcılıklarının bir b a s a m a k aşağısında sürdüren bu rejim, en azından bu aşağı basamağın yaşamını sürüyordu. Ve bu ya­ şam yalnızca dolayımsız t u t k u n u n yaşamıydı. Değişik yönetimlerin ilkelerini oluşturan ü n l ü t u t k u l a n n aynı öze sahip olmadıkları k o n u s u n d a b e l k i de yeterince dü­ şünülmemişti. Örneğin, şeref basit ya da deyim yerindeyse, "psikolojik" bir tutku değildir. Şeref t ü m tutkular gibi kapris­ lidir, a n c a k kaprisleri

kurallara bağlanmıştır,

k e n d i yasaları

ve kuralları vardır. M o n a r ş i n i n ö z ü n ü n itaatsizlik ama kural­ lara bağlanmış bir itaatsizlik olduğunu kabul e t t i r m e k için Montesquieu'ye fazla y ü k l e n m e k gerekmez. D e m e k ki, şeref uzlaşmazlığı içinde bile iyice d ü ş ü n ü l m ü ş bir tutkuydu. Ş e r e f

ne kadar dolayımsız, ne kadar "psikolojik" olursa olsun, eği­ timi t o p l u m tarafından verilen bir tutkudur, t o p l u m tarafın­ dan ekilen b i r tutkudur, hatta doğurabileceği s o n u ç l a n hesa­ ba katar da söylersek, kültürel ve toplumsal bir tutkudur. C u m h u r i y e t y ö n e t i m i n d e e r d e m için de aynı şeyler söyle­ nebilir. E r d e m de t u h a f bir tutkudur, en ufak bir dolayımsızlık sunmaz, kendi isteklerini insanın bağrında feda eder, böy­ lece genel anlamda iyiyi n e s n e kılıp insana sunar. T u t k u , ge­ nele duyulan tutku olarak tanımlanır. M o n t e s q u i e u bu keşiş­ lerin kendi içlerinde bastırdıklan tikel tutkuların ateşini, ken­ di tarikatlannın genelliğine nasıl taşıdıklarını h o ş bir b i ç i m d e gösteriyordu. E r d e m i n de şeref gibi kendi kuralları ve yasala­ rı vardı d e m e k ki. Daha doğrusu, kendi yasası, tek bir yasası vardı, ki o da vatan sevgisiydi. Evrensel olana duyulan bu tut­ k u n u n , evrensel bir okulu olması gerekirdi, ki o da, yaşam okuluydu. Kökleri Sokrates'e kadar uzanan, e r d e m i n eğitimi­ n i n verilip verilemeyeceği sorusunu, M o n t e s q u i e u e r d e m i n eğitiminin verilmesi gerektiğini, e r d e m i n t ü m yazgısının da eğitiminin verilmesi o l d u ğ u n u söyleyerek yanıtlar. D e s p o t i z m i ayakta tutan tutku bu ödevi bilmez. Korku­ n u n , " artık doğru sözcüğü söyleme sırası geldi, eğitiminin ve­ rilmesine gerek yoktur, despotizmde nerdeyse hiç eğitimi veril­ mez zaten (Y.R., IV, 3 ) . Bileşik ya da eğitimi verilen b i r tutku değildir, toplumsal bir tutku da değildir. Kuralları ve yasaları yoktur. Ne ö n ü n d e u z a n a n b i r ö m ü r ne de arkasında bıraktı­ ğı b i r unvanı vardır: h e n ü z d o ğ m a k t a olan bir tutkudur, do­ ğ u m u n u h i ç b i r şey asla engelleyemeyecektir. K e n d i n i yinele 2 2 ) Montesquieu'nün, mutlakiyetin teorisyeni Hobbes'un tüm toplumlann bağrın­ da bulup çıkardığı korkunun bir tek despotizmde olduğunu söylemesi çok önemlidir

m e k t e n başka bir şey yapmayan anlık bir tutkudur. Siyasal tutkular arasında siyasal olmayan tek tutkudur, dolayımsızlıgı nedeniyle "psikolojik" bir tutkudur. G e n e de bu t u h a f reji­ m i n yaşam kaynağıdır. Tiran tembellik ya da sıkıntı nedeniyle y ö n e t m e k t e n vazge­ çerse, b u n u n nedeni kamusal insan olmayı kabul etmemesi­ dir. Başka deyişle, insanı devlet adamı kılan ağırbaşlı kişiliksiz­ likte gözü olmamasıdır. Bir an keyfi öyle istediği için ya da tö­ ren hazırlıklarının verdiği bezginlik nedeniyle, tıpkı bir kralın m a n t o s u n u uşağına uzatması gibi, kamusal kişiliğini sırtından çıkartıp başka birine devreder ve kendini özel tutkuların zevk­ lerine teslim eder Despot zevklerden başka bir şey değildir ar­ tık. Haremin var olması da b u n d a n d ı r zaten. Despotun iktidar­

dan vazgeçmesi, kendini bir tek tutkuların yazgısına teslim etmek için siyasetten vazgeçen bu rejimin genel görünümüydü. Dolayısıy­ la, imparatorluğu oluşturan t ü m insanlarda aynı itkilerin dur­ maksızın yinelendiğini g ö r m e k şaşırtıcı olmayacaktı. Uyrukla­ rın en s o n u n c u s u bile despotun ta kendisiydi, en azından ka­ dınlarının başmdaki despottu ama esirdi de, t u t k u l a n n ı n esi­ riydi. Evinden dışarı adım attığında bile gene istekleri uyarın­ ca hareket ediyordu. Böylece, despotizmde varlığını sürdüren tek isteğin yaşamın

rahat yanlarını" ele geçirme isteği oldu­

ğunu öğrenmiş bulunuyoruz. A n c a k arkası gelen bir istek de­ ğildi bu: k e n d i n e bir gelecek oluşturacak kadar zamanı yoktu. Despotizmin tutkuları birbirlerine yol açar d e m e k ki. Korku­ n u n da istek kadar despotizmin itici gücü olduğu söylenebilir­ di. Ç ü n k ü , birbirine sırt sırta bağlanmış, zincire vurulmuş iki a d a m açısından mekan diye bir şey yoksa, birbirlerinin tersiy2 3 ) Y.R., V, 17, 18; VII, 4. Bkz. IX, 6: "Despotizm, tikel çıkarların dünyasıdır".

le yüzü olan istekle korku açısından da gelecek diye bir şey yoktur. Despotizmin k e n d i n e özgü üslubunu da işte bu tutku modeli oluşturuyordu. Sürenin yokluğu, b ü t ü n bu ani ve ge­ rileyip hız almadan yapılan hareketler, tıpkı ç o c u k l a n n göğe fırlatmak istedikleri taşlar gibi, kendi üstlerine kapanan bu an­ lık ve dolayımsız tutkuların yüklemleridir. Marx'ın gençlik dö­ n e m i n d e b i r imgeyle söylemeye çalıştığı gibi, siyasetin özel in­ sanların g ö k k u b b e s i olduğu doğruysa, despotizmin gökkubbesiz bir dünya olduğu rahatlıkla söylenebilir. M o n t e s q u i e u ' n ü n bu d e s p o t i z m betimlemesiyle, Doğu re­ j i m l e r i n i n devletinden b a m b a ş k a b i r şeyi, siyasetin kendisinin görevden vazgeçtiğini belirttiği ç o k açıktı. Bu değer yargısı içi­ ne düştüğü paradoksu da açıklar. G e r ç e k t e n de, despotizmi, k o k u ş m a y a yüz tutan b a ş k a rejimlerin karşı karşıya kalacağı b i r tehlike ve günaha s a p m a olarak, dolayısıyla var olmayan b i r rejim olarak görür; bir yandan da var olan, hatta kokuşabilen, özü gereği k o k u ş s a bile, k o k u ş m a d a n daha aşağı bir mer­ tebeye d ü ş e m e y e c e k bir rejim olarak görür. O n a y l a n m a y a n h e r tür uç d u r u m u n yazgısı b u y d u kuşkusuz: tiksintiye yol a ç m a k için, söz k o n u s u d u r u m u g e r ç e k olarak tasarımlamak gerekirdi. E r d e m i n varlığını sürdürebilmesi için şeytana iliş­ kin imgelere gerek vardı. A n c a k bu uç d u r u m a , olanaksızın ve hiçliğin t ü m özelliklerini de y ü k l e m e k , iddia ettiği gibi ol­ madığını g ö s t e r m e k ve de o n u n tuzağına düşüldüğünde, yiti­ r i l m e k z o r u n d a k a l ı n a c a k iyiliklerin g ö r ü n t ü s ü n ü y ı k m a k da o l d u k ç a önemliydi.

D e s p o t i z m i n imgesinin, düşünce olarak

k e n d i n i k a b u l ettirdiği ve çürütüldüğü çağlardaki Doğu re­ j i m l e r i n i ö r n e k olarak kullanması b u n d a n d ı r . Öyleyse, T ü r k ­ lerle Çinlileri rahat b ı r a k a l ı m ve bu tehlikenin korkuluğu gi-

bı duran o l u m l u imgeyi saptamaya çalışalım. Elimizde, despotizmin tarihsel bir anıştırma olduğu için coğrafi bir yanılsamadan başka bir şey olmadığını ileri sürme­ mize olanak veren M o n t e s q u i e u ' n ü n ve çağdaşlarının kale­ m i n d e n ç ı k m a ve de yeterince kesin epey metin var. M o n t e s quieu belirli bir m u t l a k monarşiye olmasa da, mutlak monarşi­ ye, en azından o n u pusuda b e k l e y e n günah eğilimlerine tepki gösteriyordu. 2 4

İnanç

soz

konusu

olduğunda

Montesqu-

ieu'nün, k e n d i sınıflarının siyasal ç ö k ü ş ü n ü kabul etmeyen ve XIV. yüzyıldan b e n gelişerek, eskilerin yerini alan yeni siyasal b i ç i m l e r d e n yakınan feodal temelli sağcı muhalefet partisine bağlı olduğu bilinir. F e n e l o n , Boulainvilliers ve S a i n t - S i m o n da bu partinin yandaşıydı; söz k o n u s u parti, t ü m u m u d u n u , M o n t e s q u i e u ' n ü n de k a h r a m a n saydığı Bourgogne d ü k ü n e b a ğ l a m ı ş t ı . " İşte, XIV. L o u i s n i n saltanatı sırasmda sergilenen aşırılıklarına karşı en ö n e m l i itirazları bu partiye borçluyuz. Köylülerin sefaletinin, savaşın k o r k u n ç yanlarının, b a k a n l a r ı n ve müfettişlerin yolsuzluklarının, saray erkanı tarafından dü­ zenlenen e n t n k a ve suistimallerin gün ışığına çıkartılıp, m a h 2 4 ) Bkz La KKKVlle UttTt persane Portraıt de LoiilS A'JV {Iran Mektupları, XXXVII. Bölüm XIV. Louis'mn Portresi, ç.n.) Usbek: "Doğu siyasetine önem verdiğine gö­ re, dünyadaki yönetimler içinde en çok Türklennki ya da yüce sultanımızınkı hoşuna gidecektir." 2 5 ) "Son veliahtın ölümü, krallık için büyük bir yıkım olmuştu. Yönetiminin han­ gi taşanlara dayandığı tam olarak bilinmese de. dünyanın en yüce düşüncele­ rine sahip olduğu kesindi. Dünyada despotizm kadar nefret ettiği başka hiçbir şey yoktu. Krallığın çeşitli eyaletlerini tıpkı Bretagne ve Languedoc gibi birer devlet haline getirmek istiyordu. Bunların kendi meclislerinin olmasını ve nazırlann da bu meclislerin nazın olmasını istiyordu. Soyluluk vergilerini en ge­ rekli düzeye indirmekten yanaydı. İngiltere'de olduğu gibi. krala sarayın ve kendi konutunun ihtiyaçlannın karşılanması üzere bir hükümdar ödeneği aynlmasını ve savaş durumunda tıpkı dıger kaynaklar gibi bu ödeneğin de vergi­ lendirilmesini istiyordu, çünkü ona göre uyruklan sıkıntı çekerken, hükumdann bu sıkıntılardan bağışık olması doğru değildi. Kendi sarayının bazı örflere sahip olmasını istiyordu" (Spicilf'ge, p. 7 6 7 . Alıntı yapan BARRIERE. Monfescjuifu. p. 3 9 2 ) .

k u m edilmesini hep bu partiye borçluyuz. Bu ünlü metinler­ de sergilenen muhalefet "liberal" bir yankıyı da beraberinde getiriyor;

bu

metinlerin

"özgürlük"

konulu

derlemelerde

M o n t e s q u i e u ' n ü n k a l e m i n d e n ç ı k m a yazılarla pek sık yanyana yer aldığını s a n m ı y o r u m , görünürde ç o k da sağlam bir ne­ deni var b u n u n , ç ü n k ü söz k o n u s u muhalefet m u t l a k m o n a r ­ şi tarafmdan cisimleştirilen feodal iktidara karşı m ü c a d e l e d e gerçekten benzersiz bir yere sahipti; a n c a k bu yazılara esin kaynağı olan sözlerle özgürlük arasındaki ilişki, Restorasyon ve T e m m u z Monarşisi d ö n e m i n d e aşırıların kapitalist t o p l u m a yönelttiği suçlamaların sosyalizmle olan ilişkisine benziyordu. Montesquieu "despotizmi" m a h k u m ederken, mutlakiyetin si­ yasetine karşı, ne genel a n l a m d a özgürlüğü, ne de feodal sını­ fa özgü özgürlükleri, bu sınıfın k e n d i güvenliğini, sürekliliği­ nin koşullarını ve tarihin o n u y o k s u n bıraktığı yeri, yeni ikti­ dar organlarında, yeniden alma iddiasını savunuyordu. " D e s p o t i z m i n " bir karikatür olduğu kesindi. Ancak a m a c ı k o r k u t m a k ve saldığı korkuyla k u r u c u olmaktı. İşte, kendini kadın tutkusuna ve saray e r k a n ı n ı n entrikalarına teslim etmiş, sarayından hiç ç ı k m a y a n bir adamın, tek bir kişinin y ö n e t i m i buydu. Versailles'ın ve saray e r k a n ı n ı n karikatürüydü bu. Ve­ ziri azamvyla yöneten bir tirandı bu. H ü k ü m d a r lütfetmesc, doğduğu sınıf başta o l m a k üzere, bu mevkide b u l u n m a y ı h a k e d e c e k hiçbir özelliği olmayan bir nazırın 2 6 karikatürüydü bu. Ve de eyaletlere gönderilen h e r şeye-kâdir valilerin yüzünde, s o r u m l u l u k alanlarında kralın h e r şeye-kâdir gücüyle donan­ mış müfettişlerin tuhaf maskesi görülmüyor mu? Heveslere dayanan bu rejimde, "keyfe" dayanan bir rejiminin zoraki ka2 6 ) "Richelieu ile Louvois Fransa'nın en acımasız yurttaşlanydı" (Pensees)

rikatürünün, söylemese bile, "devletin t ü m ü " olan tiranda, he­ nüz tümüyle böyle olmasa bile olduğunu söyleyen h ü k ü m d a ­ rın b i ç i m i b o z u l m u ş yankısının yattığından nasıl olur da kuş­ ku duymayız? Ne var ki, bir dava ancak yol açtığı sonuçlara bakarak yargılanır. Bu rejimin yol açabileceği tehlikeler konu­ sunda bilgi sahibi olabilmek için, halk ile zadeganın despo­ tizmde ne durumda bulunduklarmı d ü ş ü n m e m i z gerekir. D e s p o t i z m i n düştüğü paradoks şuydu: despotizm, k ö k e n i ne olursa olsun (bu durumda, insanın aklına ister istemez, za­ degan sınıfının en zor görevden alınabilir üyeleri olan soylu­ lar geliyor) zadeganın üzerine öyle hışımla giderdi ki, 2 7 halk neredeyse hiç e t k i l e n m e z gibi olurdu b u n d a n

D e s p o t u n za­

deganın h a k k ı n d a n g e l m e k ve yeniden bir güç olarak ortaya çıkışlarının yol açacağı tehdidi bertaraf e t m e k için yapacak o kadar işi vardı ki, bu d u r u m d a n habersiz olan halk, başının üzerinde sürüp giden bu zorlu m ü c a d e l e n i n uzağında sakin­ ce yaşamını sürdürürdü. D e s p o t i z m bir b a k ı m a , yerle yeksan edilmiş zadegan ile işine ya da tutkularına rahatça g ö m ü l e n halk demekti. M o n t e s q u ı e u bazen fırtınalarla kabaran sel su­ larının dağlan aşıp, ö n ü n e ç ı k a n h e r şeyi yerle bir ettiğini söy­ ler. Ama h e m e n yakında yeşil çayırlar uzanır, sürüler sakin sakın otlarlar. Dolayısıyla, despot zadeganı silip süpürürken, halk, yoksul da olsa, bir b a k ı m a huzurlu bir yaşam sürer. Bu­ n u n sükunetten, M o n t e s q u i e u de düzeltmede b u l u n u r k e n bu sözleri kullandığına göre (Y.R., V, 1 4 ) , kuşatma altındaki kentlerde kol gezen s ü k u n e t t e n b a ş k a bir şey o l m a m a s ı n ı b e n de isterim; bu s ü k u n e t i a m a ö l ü m ü olmasa da tepesine i n e c e k 2 7 ) "Zadeganın istikrarsızlığının despotik yönetimin doğasında olması gibi, güven­ liği de monarşinin dogasındaydı" (V R , VI, 2 1 ) .

darbeleri "solgun bir çehreyle" bekleyen zadeganın salacağı dehşete tercih e t m e y e c e k var mı? M o n t e s q u i e u ' n ü n gözün­ den kaçmışa benzeyen bu bölümlere (Y.R., X I I I , 1 2 , 1 5 , 1 9 ; I I I , 9 ) bakıldığında, b u n u n aslında dikkatsizlikten kaynaklan­ madığı kolayca görülür. Bu bir uyarıdır, a m a a n ı m s a t m a an­ lamı da taşır. Çıkarılacak ders ç o k a ç ı k seçikti: zadeganın, sergilenen dehşetten yıkıma varıncaya d e k despotizmin h e r yanından korkmaları gerekirdi. Ne kadar yoksul olursa olsun halk güven içindeydi. Güven içindeydi. Ama halk da kendi tarzında, aynı dere­ cede tehdit oluşturuyordu. Ç ü n k ü despotizmin ikinci bir ay­ rıcalığı vardı ki, o da, halk devrimlerinin rejimi olmaktı. 2 8 Baş­ ka h i ç b i r y ö n e t i m , halkın k e n d i tutkularına teslim olmasına izin vermez, gene de halkın bu tutkuları yaşayıp yaşamadığı­ nı T a n r ı bilir! Halkın bu tutkularının, düşünceyle frenlenme­ si gerekir: bu görevi c u m h u r i y e t t e seçilen ö n e m l i kişiler, m o ­ narşide ise bu iş için b u l u n a n ara kurumlar yerine getirir. An­ c a k t u t k u n u n h ü k ü m sürdüğü despotizmde, h i ç b i r toplumsal ya da yasal d ü z e n l e m e olmaksızın halkın içgüdüleri nasıl zin­ cire vurulabilir? T u t k u l a r e g e m e n l i k kurduğunda, t u t k u n u n ta kendisi olan halk, s o n u n d a h e p galebe çalar. T e k bir gün bile sürebilir, a m a işte o tek b i r gün bile yeter h e r şeyi yerle b i r etmesine. Devrimin yol açtığı sarsıntılar içinde tiranı yere çalmaya yeter nasılsa.

Bütün b u n l a r Yasaların

Kitabının 2. B ö l ü m ü n d e açıkça okunabilir

29

Ruhunun V.

Bu kez zadegana

2 8 ) Y R , V, 11; Bkz. V, 2. Despotizmde "herşey ve de ö n c e d e n kestiremeden dev­ rimlere yol açar." 2 9 ) Y R . V, 11: "Monarşi yönetiminin despot yönetime göre büyük bir üstünlüğü vardı. Monarşi yönetiminin doğası gereği, hükümdarın altında Anayasaya bağ­ lı birçok zümre olduğu için, devlet daha sağlamdır. Anayasa daha sarsılmazdır,

değil de, tiranlara ya da k a p s a m ı biraz daha genişletirsek, des­

potizme imrenen modern monarklara yönelik ikinci bir dersin söz k o n u s u olduğu kolayca görülebilir. Bu ders a ç ı k ç a şuydu: d e s p o t i z m h a l k devrimlerine açılan en güvenli yoldu. Hüküm­

darlar tahtınızı

halkın

şiddetinden

korumak

istiyorsanız,

des­

potizmden uzak durun! Birbirine yakın düşen bu iki dersten üçüncü bir ders çıkartılabilir: h ü k ü m d a r zadeganın üzerine giderse, zadegan k e n d i k o n u m u n d a n ya da yaşamından olur; a n c a k h ü k ü m d a r da böylelikle halkın yolunu açmış olur, a m a halk da h e m e n hü­ k ü m d a r ı n aleyhine d ö n e r , öyle ki h a l k ı n indireceği darbeler­ den h ü k ü m d a r ı k i m s e koruyamaz artık: h ü k ü m d a r , h e m ta­ c ı n d a n h e m de y a ş a m ı n d a n olur. Öyleyse, hükümdar tacını ve

yaşamını halktan

korumak için zadeganın

oluşturduğu surlara

ihtiyacı olduğunu anlamalıydı! işte karşılıklı yarar sağlamaya ve akla dayanan iyi b i r ittifakın temeli buydu. T a h t ı n ı sağla­ ma almak için soyluluğu tanımaktan başka çaresi yoktu. işte, böyledir despotizm. Var olan bir rejim kuşkusuz, ama daha da ö n e m l i s i bu çağın öteki rejimini, yani monarşiyi puy ö n e t e n de kişi olarak daha güvendedir. "Cicero Roma'da friimn'lann bulunmasının cumhuriyeti kurtardığını sanır. 'Ger­ çekten de,' der, 'tepesinde hiçbir başkan olmayan halkın gücü de son derece korkunçtur Başkan bütün işlerin kendi sırtına yüklendiğini bilir, b u n l a r ı dü­ şünmesi gerektiğini bilir; ama kaynaşma içinde bulunan halk, nasıl bir tehlike­ ye atıldığını bilmez.' Bu düşünce, tribun'u bulunmayan bir halk olan bir despot devlete de, halkın belirli biçimde fribun'u olan bir monarşiye de uygulanabilir. "Gerçekten de, despot yönetimlerde o n a y a çıkan hareketlerde, halk işleri ola­ bildiğince ileri götürür; h e p aşırılığa varan karışıklıklara yol açar, oysa monar­ şilerde işlerin böyle aşırıya kaçtığı durumlar pek enderdir Devletin başındaki­ ler kendileri için korkarlar; terk edilmekten korkarlar; devletin başındakilere bağımlı durumdaki aracı güçler halkın öyle fazla üste çıkmasını istemezler... "işte b u n u n içindir ki tarihlerimiz iç savaşlarla doludur, ama devrim yoktur... "... Kendi devletlerinin temel yasalarına bağlı olarak yaşayan monarklar... gerek kendi yüreklerini gerekse halklannın yüreğini d ü z e n e koyacak hiçbir şeyleri olmayan despot hükümdarlardan daha mutludurlar."

suda b e k l e y e n var olan bir tehdittir de. Var olan bir rejim kuş­ kusuz, ama daha da önemlisi, m u t l a k iktidara gözdiken kra­ la verilen bir siyaset dersi, yapılan açık b i r uyarıdır. İlk başta yapılan sıralamanın, birbirinden ılgısizmiş gibi duran b ü t ü n bu görünüşlerin ardında, gizli bir tercihi sakladığı görülüyor artık. Elbette ki, üç yönetim türü var. A n c a k b u n l a r d a n biri, yani c u m h u r i y e t , tarihin belleği dışında y o k t u r artık. Geriye m o n a r ş i ile despotizm kalır. A n c a k despotizm, g ü c ü n ü kötü­ ye kullanan ve doğası b o z u l m u ş m o n a r ş i d e n başka bir şey de­ ğildir. Bu d u r u m d a geriye bir tek m o n a r ş i kalıyordu; b u n u n da yıkılıp gitmemesi için çaba sarfetmek gerekiyordu, işte, z a m a n ı m ı z ı n yönetim biçimi buydu. Peki, a m a gelecekte ne olacak, d e n e c e k bize. Bu d u r u m d a , X I . Kitabın ü n l ü 6. B ö l ü m ü n d e , M o n t e s q u i e u ' n ü n ideal ola­ rak kabul ettiği İngiliz Anayasası'm ne yapacağız? Bu, daha ö n c e k i b ü t ü n dersleri boşa çıkartan yeni bir m o d e l değil mi? B u n u n böyle olmadığını ve m o n a r ş i ile d e s p o t i z m teorisinin m a n t ı ğ ı n ı n , güçlerin

ayrılıp

konusundaki

ünlü

tartışmanın

t ü m a n l a m ı n ı değilse de, en ö n e m l i a n l a m ı n ı oluşturduğunu göstermeye çalışacağım.

Ç o k bilinen bir b ö l ü m d ü r bu nın, yürütmenin ve yargının

Her iyi yönetimde, yasama­

birbirinden kesinlikle ayrılması

gerektiği yolundaki teoriyi bilmeyen var mı? Bu ayrılığın ilimlilik! güvenlik ve özgürlük gibi nimetlerinden yararlanmak için h e r g ü c ü n bağımsızlığını

sağlama almak gerektiğini bil­

m e y e n var mı? İlk on kitaptan sonra tasarlanan ve M o n t e s q u ieu'nün 2 9 - 3 0 ' d a ziyaret ettiği ingiltere'de keşfettiği, a m a c ı yalnızca özgürlük olan temelden yeni bir rejimden esinlenen X I . Kitabın gizemi de buydu. Montesquieu X I . Kitaptan ö n c e , farklı siyasal biçimleri birbirinden ayırarak, b u n l a n n e k o n o ­ milerini ve kendilerine özgü dinamiklerini betimleyerek, kla­ sik bir teori sunuyordu. A n c a k b u n d a n sonra, tutkusuz tarih­ çi maskesini, hatta b u n a inanılabılirse, taraf tutan beyefendi kimliğini bir kenara atacak ve insanlara, seçilmiş yargıçlardan oluşan bir meclis ile ü ç ü n c ü tabakanın meclisinden, iki ayrı meclisten oluşan bir halk idealini b e n i m s e t m e y e çalışacaktı. B u n d a n böyle M o n t e s q u i e u , bazılarına göre, siyasal alanı ele alacak ve iktidarın bizatihi kendi sınırı olabileceği kadar iyi d ü z e n l e n m i ş b i r güçler dengesi teorisi oluşturacak, böylece dehasını sergileyecek ve iktidarın kullanılması ve kötüye kul­ l a n ı l m a s ı n d a n kaynaklanan siyasal sorunu da kesin b i ç i m d e ç ö z ü m e kavuşturmuş olacaktır; bazılarına göreyse, genel ola-

rak m o n a r ş i d e n ç o k , temsili ve parlamenter yönetimin sorun­ ları olan geleceğin

10

s o r u n l a n n a eğilecektir. G e l e c e k çağlar da

h e p bu y o r u m u n teminatı gibi olacaktır. B ü t ü n bu yüzyıl b o ­ yunca, Montesquieu'de, monarşik düzeni sarsmak, parlamen­ toların

varlığını,

Etats

il

Generaux

meclislerinin

toplanması

çağrısını doğrulamak için kanıtlar a r a n m a m ı ş mıydı? 1 7 9 5 ve 1 8 4 8 anayasalarından söz e t m e s e k bile, yüzyıl s o n u n d a b e ­ n i m s e n e n Amerikan Anayasasının ve 1 7 9 1 Anayasasının ge­ rekçeleri ve h ü k ü m l e r i M o n t e s q u i e u ' n ü n istediği güçler ayrı­ lığı ilkelerine yer vermemiş miydi? İ k t i d a n n özü ve güçler dengesi izlekleri, hâlâ M o n t e s q u i e u ' n ü n belirlediği sözcükler­ le ele alınan ve de hâlâ tartışılan güncel k o n u l a r değil mi? Burada b ü y ü k ölçüde tarihsel b i r yanılsamanın söz k o n u ­ su olduğunu belirtmeye ve bu yanılsamanın nedenlerini dü­ ş ü n m e y e çalışacağım. Bu anlayışa bağlı kalarak da, en başta h u k u k ç u Charles Eisenmann'ın*1 çalışmalarma neler b o r ç l u ol­ d u ğ u m u b e l i r t m e k isterim. Charles E i s e n m a n n ' ı n çalışmaları­ nın n e gibi s o n u ç l a n olabileceğini g ö s t e r m e d e n ö n c e , b u ç a ­ lışma l a n n ö z ü n ü aktaracağım. E i s e n m a n n ' ı n tezi, M o n t e s q u ı e u n u n teorisinin, özellikle de ingiliz Anayasası'yla ilgili ünlü b ö l ü m ü n g e r ç e k b i r mitos, g ü ç l e r ayrılığı

mitosu

doğurduğuydu.

Özellikle X I X .

yüzyıl

s o n u ile X X . yüzyıl başı o l m a k üzere, M o n t e s q u i e u ' n ü n bağ­ l a m ı n d a n kopartılmış bazı anlatımlarını b a h a n e edip, o n a tü­ müyle düşsel teorik b i r m o d e l yakıştıran b i r h u k u k ç u l a r o k u 30) PRELOT, agy, pp 123. 129 ve devamı 3 1 ) Genel Tabakalar, (ç.n.) 3 2 ) özellikle bakınız: E1SENMANN. L'Esprit de Lois et la separation des pouvoirs (Yasaların Ruhu Ve Güçler Ayrılığı, ç.n.) (Mtlanges Carrt de Malberg, Paris, 1 9 3 3 ) pp 1 9 0 ve devamı. La penste constitutionnelle de Montesquieu (Montesauieu'nün Anayasa Düşüncesi, ç.n.) Recuetl Sirey, pp. 1 3 3 - 1 6 0 .

lu ortaya ç ı k m ı ş t ı . Bu h u k u k ç u l a r a göre, M o n t e s q u i e u ' n ü n siyasal ideali, güçler ayrılığının titizlikle uygulandığı b i r reji­ me d e n k d ü ş m e k t e y d i . Üç g ü c ü n var olması gerekiyordu: yü­ rütme (kral, b a k a n l a r ) , yasama (ayan meclisi ve m e b u s a n m e c l i s i ) ve yargı (yargıçlar). H e r g ü c ü n kesinlikle k e n d i n e özgü bir alanı, yani k e n d i n e özgü bir işlevi olacaktı, güçler h i ç b i r b i ç i m d e birbirinin alanına girmeyecekti. H e r alandaki h e r iktidar, öteki organlardan özenle ayrılmış bir organ tara­ fından sağlama alınacaktı. Yürütme g ü c ü n ü n , yasama ya da yargı g ü c ü n ü n alanına ya da h e r h a n g i b i r g ü c ü n b a ş k a bir g ü c ü n alanına girmesi hayal bile edilemeyeceği gibi, bir orga­ nı oluşturan h i ç b i r üye de b a ş k a bir organda yer alamayacak­ tı. Ö r n e ğ i n , y ü r ü t m e gücü yasa önerilerinde b u l u n a r a k , yasa­ ma g ü c ü n ü n ya da çeşitli baskılarla, vb. yargı g ü c ü n ü n alanı­ na girmeyeceği gibi, h i ç b i r b a k a n yasama gücü karşısında so­ rumlu tutulamayacağı gibi, yasama g ü c ü n ü n h i ç b i r üyesi de, kişi olarak, yargı ve y ü r ü t m e işlevleri de yerine getiremeye­ cekti, yani b a k a n ya da yargıç, vb. olamayacaktı. Bazı zihin­ lerde hâlâ canlılığını k o r u y a n bu mantığın ayrıntılarını b i r kenara b ı r a k ı y o r u m . Eisenmann'ın cesaret ettiği ilk şey, bu ünlü teorinin Montes-

quieu'de en ufak biçimde bile bulunmadığım göstermek olmuştu. Gerçekten de, bu gerçeği açığa çıkarmak için, Montesquieu'nün kaleme aldığı yazılan dikkatlice o k u m a k yeterliydi: 1. Kral, veto hakkına sahip olduğu için yürütme yasama­ n ı n alanına g i r i y o r d u . " 2. Yasama gücü, oya sunduğu yasaların uygulanmasını de3 3 ) "Yürütme gücü... yasama g ü c ü n ü n parçası olduğu için., yetkisiyle..." (Y.R.,X1.6).

elindeki engelleme

netledigi için bir ölçüde yürütmeyi gözetme hakkına sahip ol­ manın yanında, parlamento önünde "bakanlık sorumluluğu" söz konusu olmaksızın bakanlardan hesap sorabilmeliydi.

14

3. Yasama gücü, üç özel d u r u m d a yargı organı olarak dav­ randığı için ciddi b i ç i m d e yargı g ü c ü n ü n alanına giriyordu; söz k o n u s u üç özel d u r u m şunlardı: onurlarını, h a l k yargıç­ larının önyargılarından k o r u n m a s ı amacıyla, h e r k o n u d a , ayan meclisindeki derebeyleri tarafından yargılanması gere­ k e n soylular söz k o n u s u olduğunda; 3 5 af söz k o n u s u oldu­ ğunda; 5 6 m e b u s a n meclisinin s u ç bildirimi s o n u n d a ortaya ç ı ­ k a n ve ayan meclisi m a h k e m e s i n d e ele alınması gereken siya­ sal nitelikli d a v a l a r " söz k o n u s u olduğunda G ü ç l e r i n böylesine ve bu denli ö n e m l i b i ç i m d e iç içe geç­ mesini, bu güçlerin ayrılıklarının

sözde saflığıyla bağdaştır­

m a k o l d u k ç a güçtü. E ı s e n m a n n ' ı n attığı i k i n c i c e s u r adım, M o n t e s q u i e u ' d e 34) Yasama g ü c ü n ü n "yaptığı yasaların nasıl uygulandığını inceleme hakkı vardır ve de olmalıdır "; bakanlar "yönetimleriyle ilgili olarak hesap vermelıdirler' , (Y.R., XI, 6 ) . 35) "Zadegana hep haset edilir, halk tarafından yargılansalar, tehlikeli bir durumla kar­ şı karşıya kalabilir ve özgür bir devlette en sıradan bir yurttaşın dahi sahip oldu­ ğu, kendi derebeyi tarafından yargılanma ayrıcalığından yararlanmazlardı. Dolayı­ sıyla, soylulann ulusun sıradan mahkemelerinde değil de. yasama kurumunun soylulardan oluşan bolumu tarafından yargılanmalan gerekmektedir." (Y.R. XI, 6). 36) "Yasanın... çok ağır olduğu bazı durumlarla karşılaşılabilir... Yasama kurumu­ nun, başka bir vesileyle... gerekli bir m a h k e m e olduğunu söylediğimiz b ö l ü m ü bu konuda da gerekli olmaktadır; yasayı bizatihi yasanın lehine ılımlı kılmak da gene o n u n kendi yüce yetkisi dahilindedir..." (Y.R, XI. 6 ) . 37) "Bazı yurttaşların, kamuyla ilgili işlerde, halkın haklannı çiğnedikleri durum­ larla karşılaşılabilir genelde yasama g ü c ü n ü n yargılama hakkı yoktur, hele temsil ettıgı ilgili tarafın halk olduğu bu özel durumda hiç yoktur. Yasama gucu suçlayıcı olmaktan öteye gidemez. Ancak bu suçlamayı kimin ö n ü n d e yapa­ caktır? Kendinden aşağı seviyede bulunan ve kendisi gibi halktan kişilerden oluştuğu için, böyle büyük bir suçlayıcının yetkisinin peşine takılacak mahke­ melerin ö n ü n d e eğilecek miydi? Hayır, halkın gururunu ve bireyin güvenliğini korumak için, halkın yasama gücüne sahip bölümü, kendisiyle ne aynı çıkar­ lara ve ne de tutkulara sahip olmayan, soylulann yasama gücüne sahip b ö l ü m ü ö n ü n d e suçlamada bulunması gerekir (Y.R, XI. 6).

gerçekte

güçlerin

ayrılığının

değil,

kaynaşması ve ilintilendirilmesinin söz termesiydi.

w

güçlerin

konusu

düzenlenişi,

olduğunu

gös­

Bu t a n ı t l a m a n ı n asıl ö n e m l i noktası, yargının

g e r ç e k a n l a m d a b i r güç o l m a d ı ğ ı n ı n en başta iyice anlaşılma-

sıydı. Bu güç göze görünmez ve yok gabidir, der M o n t e s q u i e u 3 9 G e r ç e k t e n de, yargıç o n u n için, görmek ve söylemekten b a ş k a b i r şey değildi. T ü m işlevi, yasayı o k u m a k ve s ö y l e m e k t e n b a ş k a b i r şey o l m a y a n b i r a d a m d ı . 4 0 Bu y o r u m tartışılabilir a n c a k en azından yargıcın c a n l ı bir yasadan başka bir şey ol­ mama

tehlikesiyle

karşı

karşıya

bulunduğu

durumlarda,

M o n t e s q u ı e u ' n ü n h u k u k i değil siyasal g ü v e n c e l e r b i l d i r m e y e ö z e n gösterdiğini k a b u l e t m e k gerekir: ö r n e ğ i n , soyluların işledikleri c ü r ü m l e r ve soylulara isnat edilen suçlarda ve si­ yasal davalarda k i m i n karar verdiğine b a k m a k yeterliydi! Yargının t a m anlamıyla siyasal organlar ü s t ü n d e yaratabile­ ceği siyasal etkileri aktaran bu ö n l e m l e r alındıktan sonra, yargı gücü yok gibidir. Öyleyse, iki güç, yani yasama ve yürüt­ m e güçleriyle karşı karşıya b u l u n u y o r u z . M o n t e s q u ı e u n ü n deyişiyle, iki güç a m a üç güç odağı vardı 4 1 Bu üç odak, kral, ayan m e c l i s i ve m e b u s a n meclisi, yani kral, soyluluk ve "halktı", işte, E ı s e n m a n n burada, M o n t e s q u i e u ' n ü n inceledi­ ği g e r ç e k k o n u n u n , bu üç g ü ç o d a ğ ı n ı n düzenlenişi, birbiriy­ le ilintilendirilmesi

olduğunu

inandırıcı biçimde

gösteriyor-

3 8 ) "Yasama gücü... iki b ö l ü m d e n oluştuğu için, bunlardan biri ötekinin ayağına zincir vuracaktır... bunların her ikisinin eli kolu da yürütme gücü tarafından bağlanmış olacaktır, yürütme g ü c ü n ü n eli kolu ise yargı gücü tarafından bağ­ lanmış olacaktır" (XI, 6). "Sözünü ettiğim üç güç... h e m birbirlerinden a y n h e m de birbirleriyle kaynaşmıştır" (XI, 7). 3 9 ) "Sözünü ettiğimiz üç güçten biri olan yargı, nerdeyse hiçtir..." (XI, 6 ) . 4 0 ) "Ulusun yargıçları... yasanın sözlerini seslendiren ağızdan başka bir şey değil­ dirler, yasanın ne g ü c ü n ü ne de kesinliğini yumuşatamayan cansız varlıklardır" (XI. 6). 4 1 ) Bkz. Venedik konulu bölüm, XI, 6.

du.

42

H e r şeyden ö n c e yasallıgın ve alanlarının t a n ı m l a n m a ­

sına ilişkin hukuki b i r s o r u n u n değil de, güçler ilişkisine iliş­ kin siyasal b i r s o r u n u n söz k o n u s u o l d u ğ u n u gösteriyordu Eisenmann. Böylece ı l ı m l ı yönetim konusundaki unlu sorun da aydın­ lanmış oluyordu. G e r ç e k ılımlılık ne güçlerin kesin ayrılığı ne de yasallıga hukuki anlamda saygılı davranma ve özen göster­ medir Örneğin, Venedik'te birbirinden ayrı üç güç ve üç ayrı

organ vardı: ancak işin kötü yanı, bu üç organ da aynı kurumdan kaynaklanan memurlar tarafmdan oluşturulmuştu; neredeyse tek bir güç odağı vardı (Y.R., X I , 6). Dolayısıyla, despotizmin tek bir kişinin yasa ve kural tanımaksızın yönettiği bir rejim olduğunu ya da despotun yasalan bir kenara iten ve iktidarını kötü kulla­ nan her h ü k ü m d a r ya da bakanda ortaya çıktığını söylemek boştur. Asıl sorun bu değildir, ç ü n k ü despotizmin yasalann gölgesine sığınıp h ü k ü m sürdüğü rejimler olduğunu biliyoruz ve de b u , Montesquıeu'nün deyişiyle, uranlıkların en kötüsüdür. 4 3 I l ı m l ı l ı k b a m b a ş k a bir şeydir: yasallıga saygılı olmak de­ ğildir yalnız, güçler arası dengedir, yani güçlerin güç odakları

arasında paylaşılması ve bir güç

odağının iddialarının, öteki

odaklann gücü tarafmdan sınırlandırılması ya da ılımlılaştınlmasıdır. D e m e k ki, ünlü güçlerin ayrılığı, gücün belirli güç o d a k l a n arasında, yani kral, soyluluk ve "halk" arasında denge­ li biçimde paylaştınlmasından başka bir şey değildi. Despotizm konusuyla ilgili olarak yaptığım u y a n l a n n , ç ı ­ kartılan önemli sonuçlardan daha öteye gitmeye olanak verdiği kanısındayım. Ç ü n k ü getirdiğim açıklama, kendi içinde bir so4 2 ) EİSENMANN, agy, pp 154 ve devamı. 4 3 ) "Yasalann gölgesi ve adaletin renkleri altında uygulanan uranlıktan daha acı­ masızı yoktur" (Considerations, XIV).

ru banndırır: paylaşım kimin lehineydi? Bana kalırsa, güçler ay­ rılığının bütün bu mitos görüntüsünün altında, farklı siyasal güçler arasında iktidar paylaşımına yönelik gerçek bir hareka­ tın sürdüğünü açıklamakla, kendiliğinden gelişen ve apaçık or­ tada bulunan bir hakkaniyete uygun düşen, doğal bir paylaşım yanılsamasını besleme tehlikesiyle karşı karşıya kalınır. Güçler­ den, güç odaklarına geçildi. Terimler değişti mi? Ne olursa ol­ sun, sorun aynı: denge ve paylaşımdan başka hiçbir şey değil sorun. Peçesini sıyırmak istediğim son mitos da bu zaten. Bu paylaşımın ve ardında yatan düşüncelerin a n l a m ı n ı açıklığa kavuşturmak için dikkat e t m e m i z gereken nokta, M o n t e s q u ı e u ' d e güçlerin

ayrılığının

değil de, güç

odakları­

nın düzenlenişinin söz k o n u s u olduğunu ve güçlerden birinin başka bir gücün alanına girme olanakları, güçlerin kendi arala­ rındaki

olanaklı

dışlandığını

düzenlenişleri

incelemektir.

Bu

arasında tür

iki

hangilerinin durum

kesinlikle

gördüm

ben;

bunların h e r ikisi de son d e r e c e ö n e m l i . Dışlanan ilk düzenleniş, yasamanın yürütme gücünü gasp et­ mesidir: bu durum monarşinin h e m e n ve de kendiliğinden halk demokrasisinde yok olup gitmesine yol açar 4 4 Oysa b u n u n tersi geçerli değildi. Montesquieu, kralın yürütmenin yanında, yasa­ ma gücünü de elinde bulundurması durumunda, monarşinin varlığını sürdürebileceğini, hatta ı l ı m l ı l ı ğ ı n ı koruyabileceğini kabul eder. 4 5 Ancak halk h ü k ü m d a r olursa, her şey biterdi. 4 4 ) "Yargı yürütme gücünde yer edinirse, yürütme gücü... ortadan kalkacaktır" (XI, 6). "Hiçbir monark olmasa ve de yürütme, yasama kurumundan seçilen belirli sa­ yıda kişiye verilmiş olsa, özgürlük ortadan kalkar" (XI, 6). 4 5 ) "Bildiğimiz monarşilerde, hükümdar yürütme ve yasamayı, en azından yasama­ nın bir b ö l ü m ü n ü elinde bulundurur, ama yargılamaz" (XI, 11). "Avrupa'dakı krallıkların çoğunda, ılımlı bir yönetim vardır, bunun nedeni de, her iki gücü de elinde bulunduran hükümdarın ü ç ü n c ü gücün kullanılmasını uyruklarına bırakmış olmasıdır" (XI, 6).

Urheberrechtlich geschütz

Dışlanan ikinci düzenleniş daha ünlüdür, ama b e n c e , s o n derece apaçık sayıldığı için, yeterince kavranılmamıştı. Yargı­ nın, y ü r ü t m e n i n yani kralın elinde bulunmasıyla ilgiliydi. Bu k o n u d a Montesquieu kesin k o n u ş u y o r d u : bu durum, monarşi­

nin despotizm batağına saplanması için yeterliydi. Yargılamayı kral kendi yaparsa...

Anayasa paramparça olacak, anayasaya

bağımlı olan aracı güçler de yıkılıp gidecekti... (Y.R., VI, 5 ) . M o n t e s q u i e u ilerki sayfalarda, bu d u r u m a ö r n e k olarak X I I I . Louis'nin bir b e y e f e n d i ) ! kendisinin yargılamak istemesini

gösterir (Y.R., VI, 5 ) . Kralı yargılama gücünden yoksun bıra­ kan bu özel hükmün en başta soyluları hükümdarın siyasal ve hukuki

keyfiliğinden

koruduğunu ve

M o n t e s q u i e u ' n ü n bizi

tehdit ettiği despotizmin, h e r şeyden ö n c e soyluluk aleyhine bir siyaset olduğunu bir kez daha g ö r m e k için, sözü edilen dışlamayı ve gerekçesini (yargılamayı kral kendisi yaparsa, aracı güçler yıkılıp gidecektir), bir yandan soylulann yalnızca kendi derebeyleri tarafından oluşturulan m a h k e m e d e yargı­ lanma hakkıyla, bir yandan da despotun zadegana b i r ayrıca­ lık olarak tanıdığı felaketlerle birlikte d ü ş ü n m e k yeterliydi. Şimdi ünlü güçler dengesine g e n dönersek, bu paylaşım ki­ min lehine gerçekleşiyor? sorusuna, sanırım, bir yanıt getirebili­ riz. Montesquieu'nün söz ettiği düzenlenişte yer alan güçleri değil de, yaşadığı çağda var olan gerçek güçleri göz ö n ü n e alır­

sak, soyluluğun kendi tasarısı lehine çok önemli iki avantaj elde ettiğini de saptamak gerekir: doğrudan doğruya, sınıf olması ne­ deniyle, ayan meclisi tarafından kabul edilen siyasal bir güç olup çıkar; yargmın yürütülmesini kralın eline vermeyen hü­ k ü m kadar, soylular söz k o n u s u olduğunda, bu gücü ayan

meclisine veren başka bir h ü k ü m nedeniyle de, geleceği, top­ lumsal k o n u m u , ayrıcalık ve farklılıkları, krahn ve halkın giri­ şimlerine karşı güvence altına alınmış bir sınıf olup çıkar. Böy­ lece, soyluların gerek yaşamları, gerek aileleri, gerekse malla­ rı, yaşamları, kraldan olduğu kadar halktan da k o r u n m u ş olu­ yordu. Tarihin, eski ayrıcalıklarını tartışmaya başladığı, elin­ den k o p a n p almaya çalıştığı, ç ö k e n bir sınıfın sürekliliğini sağlayacak koşullar b u n d a n daha iyi sağlama alınamazdı. Bu güvencelerin ö t e k i yüzü ise, bu kez kralın kullanacağı b a ş k a bir güvenceydi. Bu da, m o n a r k ı n soyluluğun, halk dev­ rimlerine karşı, toplumsal ve siyasal siperi tarafından k o r u n a c a ­ ğı y o l u n d a k i güvenceydi. Halkının ve tutkularının karşısında, terk edilmiş ve yalnız başına kalmayacağı y o l u n d a k i güven­ ceydi. Kral, despotizmin a n l a t m a k istediği derse kulak verir­

se, kendi geleceğinin bedeli olarak soyluluğu ödemesinin öyle pek de fazla olmadığını anlayacaktır. Bu soyluluk, b ü y ü k çoğunluğun çıkarları ve sayısıyla karşı­ laştırılamayacak kadar ağırlıkla temsil edildiği için, halkın ya­ sama gücünde temsil edilmesini dengeleyeceği, yani "halk"m karşı-agırlıgını oluşturacağı gibi, varoluşu, ayrıcalıkları, gösteri­ şi ve lüksüyle, hatta cömertligiyle, s o m u t yaşamda, gün be gün, zadegana saygı duyulması gerektiğini, bu devlette başka bir ya­ pı olduğunu, bu devletin iktidar tutkusuyla yanıp tutuşmadığı­ nı, monarşilerin şu alçakgönüllü m e k a n ı n d a toplumsal koşul­ ların uzaklığı ile siyasal eylemin süresinin h e p uzun soluklu ol­ duğunu da öğretecektir halka: kısacası, düzeni yıkmaya yöne­ lik her türlü d ü ş ü n c e n i n cesaretini sonsuza dek kıracaktır. B ü t ü n bunların, monarşi ve d e s p o t i z m i n teorisyeninin asıl esin kaynağına uzak düştüğünü s a n m ı y o r u m . Geleceğin reji-

41

mi * b i r ç o k b a k ı m d a n çağdaş Avrupa monarşilerinden farklı­ dır kuşkusuz. Bu monarşiler hâlâ köklerinin etkisi altında bu­ lunmaktadır; ç o k kaba b i ç i m d e k i anayasalan ise ilkel durum­ daydı: kendilerine yönelik despotizm tehlikesiyle mücadele e t m e k ve m o d e r n dünyanın karmaşık sorunlarını ç ö z ü m l e ­ m e k için yeterince d o n a n ı m l ı değildiler. A n c a k siyasal ve top­ lumsal yapılarında, bu gerekliği yerine getirecek her şeyi içer­ dikleri söylenebilirdi. T ü m geçmişiyle u y u ş m a z m ı ş gibi görü­ n e n ve M o n t e s q u ı e u ' n ü n yürekten i n a n m ı ş bir c u m h u r i y e t ç i olduğunun, Ü ç ü n c ü T a b a k a ' n ı n yanında yer aldığının düşü­ nülmesini sağlayan halkın temsil edilmesi ilkesi monarşinin ruhunda zaten vardı. X I . Kitabın 6. Başlığı, özellikle de ingiliz Anayasasından söz eden 8. Başlığı o k u n d u ğ u n d a , bir m o n a r ­ şide bir ulusun temsilcileri ilkesinin, soylular k u r u m u n a ilişkin bir ilke olan ve eskilerin h i ç b i r b i ç i m d e bilmediği bu ilkenin,

insanların düşleyebildigi düşünebileceği en iyi yönetim türü olan gotik yönetimin (Y.R., X I , 8) k ö k e n i n d e yer aldığı görülecektir, işte bu yüzdendir ki, Montesquieu ingilizlerin, gözünü gele­ ceğe dikmiş gibi g ö r ü n e n bu yönetimi, k e n d i geçmişlerinin ormanında bulduklarını (Y.R., X I , 6) söyleyebilmişti. İngiliz Anayasasının ç ö z ü m l e n m e s i , monarşi ile despotiz­ min çözümlenmesiyle özünde aynı yere götürüyor öyleyse; toplum sözleşmesi öğretisi oluşturanlara karşı çıkanlar tarafın­ dan b e n i m s e n e n teorik ilkelerin dayandığı bazı nedenlerle ay­ nı yere, yani Montesquieu'nün siyasal tercihiyle aynı yere varıyor. Bu siyasal tercihi iki n e d e n gizleyebilirdi. B u n l a n n ilki M o n t e s q u i e u ' n ü n d ü ş ü n m e tarzı, yaptığı siyasal ç ö z ü m l e m e ­ lerin h u k u k i soyutlaması ve arılığıdır. Biraz dikkatlice yaptı4 6 ) PRELOT. agy. p. 123.

gım bir i n c e l e m e sayesinde, M o n t e s q u i e u n u n h u k u k a bağlı­ lığının, tuttuğu tarafı da, ama kendine özgü b i r tarzda, belirt­ tiğini gösterdiğim kanısındayım. Ancak bu tercih, tarih tara­ fından, h e m Montesquieu ile bizim aramızdaki tarih, h e m de M o n t e s q u i e u ' n ü n yaşadığı tarih tarafından da gizlenmiş ola­ bilirdi. Bu tercihi iyi anlamak için, kendi içinde ele geçirme­ ye çalışmak gerekir, M o n t e s q u i e u ' n ü n içinde yaşadığı, içinde yaşadığını sandığı, ama ötekiler gibi, gene h e m e n arkasında yaşanan tarihte ele geçirmeye çalışmak gerekir.

Güçler ayrılığından, gücü paylaşan güç odaklarının denge­ sine, sonra da bu görünür dengeden, güçlerden birinin, yani soyluluğun yeniden saygınlığını elde etmesi ve yerleşmesi ama­ cına doğru birkaç adım daha ilerledik, b u n a hiç kuşku yok. Ama gene de Montesquieu'nün anlayışı çerçevesindeyiz hâlâ. Bu i n c e l e m e sayesinde, s a h n e n i n ö n ü n d e n arkasına, görü­ n ü r n e d e n l e r d e n yazarın gerçek nedenlerine g e ç m e olanağı b u l d u k . A n c a k b u n u yaparken, ö n e sürdüğü nedenleri b e ­ n i m s e d i k , h i ç b i r d ü z e n l e m e yapmaksızın bize önerdiği rol paylaşımını kabul ettik. E i s e n m a n n a d ö n e l i m : s o r u n u n hu­ kuki değil de, siyasal ve toplumsal o l d u ğ u n u sezmişti. Ancak, hangi t o p l u m s a l güçlerle karşı karşıya b u l u n u l d u ğ u n u sırala­ m a k gerektiğinde, E i s e n m a n n gene M o n t e s q u i e u ' n ü n saydığı üç gücün, yani kral, soyluluk ve burjuvazinin adını verir ve daha öteye de gitmez. Ne var ki, bu ü ç e b ö l ü n m e , yalnız M o n t e s q u i e u ' d e g ö r ü l m e k l e k a l m a m ı ş , t ü m bir yüzyılın, Voltaire'in, Helvetius'un, D i d e r o t ' n u n , C o n d o r c e t ' n i n de b e n i m ­ sediği, X I X . yüzyıla d e k süren, belki de hâlâ tam anlamıyla ö m r ü n ü t a m a m l a m a m ı ş u z u n bir gelenekte yer alır. Bu öyle­ sine k u ş k u duyulmayan bir i n a n ç , öyle genel kabul gören bir apaçıklıktı ki, b u n u sorgulamak, XVIII. yüzyılda, Devrim'in başlangıcı da dahil o l m a k üzere, h i ç b i r partinin aklının u c u n -

dan bile geçmemişti; peki, biz de mi sorgulamadan k a b u l edeceğiz? M o n t e s q u i e u ve yaşadığı yüzyıl tarafından b e n i m ­ s e n m i ş kategorileri aynı içtenlikle k a b u l l e n m e m i z i n ve güçle­ ri düzenlenişleri değil de,

tanımlanmaları açısından a y t r d ı -

ğını, "doğal e k l e m l e n m e l e r e " göre ayırdığını h i ç tartışmadan onaylamamıza olanak var mı? Bundan çıkarttığım s o n u ç basit ama her şeyi altüst edebi­ lecek bir soru yöneltmemiz gerektiğidir; şunu sormalıyız: XVI-

II

yüzyıl

insanlarının yaşadıkları

ları kategoriler,

tarihi

düşünürken

kullandık­

tarihsel gerçekliği karşılıyorlar mı? Özellikle üç

güç odağının bu kadar kesin biçimde birbirinden ayrılmasının temeli var mıydı? Kral da, soyluluk ve burjuvazi gibi bir güç odağı mıydı? Kral, öteki güç odaklarıyla birlikte kantara vuru­ labilecek, aldatılabilecek ya da uyuşulabilecek kadar, kişiliği ya da elinde bulundurduğu güçler değil, oynadığı rol ve yeri­ ne getirdiği işlev açısından, öteki güç o d a k l a n n d a n yeterince ayrı, özerk, kendine özgü müydü? "Burjuvazi"nin kendisi, ya­ ni b ü t ü n bu önde gelen memurlar, ticaret ve finans alanında ileri gelenler, o çağda, M o n t e s q u i e u ' n ü n kendilerine ayırdığı m e b u s a n meclisinde, Devrim'de 4 7 zafere ulaşacak bir m ü c a d e ­ lenin teorik alandaki ilk zaferini görebileceğimiz kadar rakibi ve karşıtı mıydı soyluluğun? Bu soruları y ö n e l t m e k , XVIII. yüzyıl insanının inançlarına kuşkuyla yaklaşmak ve M o n t e s q u i e u n ü n yaşadığı ve düşündüğü tarihsel d ö n e m d e , bir yan­ dan mutlak monarşinin, öte yandan da burjuvazinin doğasına ilişkin, ç ö z ü m ü zor bir sorunu ortaya k o y m a k demekti. Oysa, XVIII. yüzyılın t ü m siyasal yazınına tek bir düşünce­ nin e g e m e n olduğunu s a p t a m a k gerekir; bu d ü ş ü n c e , m u t l a k 4 7 ) Fransız Devnmi'nde. (ç.n.)

m o n a r ş i n i n soyluluğa karşı kurulduğu ve kralın, feodal rakip­ lerinin g ü c ü n ü d e n g e l e m e k ve onları k e n d i n e bağlı k ı l m a k için soylu olmayanlardan destek aldığıydı.

Cermen y a n l ı l a r ı ile

Roma y a n l ı l a r ı n ı n , feodalitenin ve mutlak m o n a r ş i n i n k ö k e niyle ilgili b ü y ü k çatışması işte bu genel inanış temelinde ger­ çekleşir.

B u n u n yankısı,

Yasaların

Ruhunun birçok bölü­

m ü n d e 4 8 duyulabileceği gibi, hiç o k u n m a y a n , a n c a k tümüyle bu k o n u y a ayrılmış olan ve M o n t e s q u i e u ' n ü n hangi yanda yer aldığının iyice görülmesi için o k u n m a s ı gereken s o n üç kitap­ ta da duyulur. Bir yanda, Cermen yanlıları ( S a i n t - S i m o n , B o ulaınvılliers ve daha bilgili ve ince ayrımlar yapsa da, aynı derecede kararlı da olan M o n t e s q u i e u ) m o n a r ş i n i n ilkel d ö n e m ­ lerini özlemle anarlar: tıpkı bir zamanlar C e r m a n y a "ormanl a r m d a ' k ı gibi soylular arasından seçilmiş ve derebeylerinden biri olan b i r kralı, m e m u r ve müttefiklerini soylu olmayanlar arasından s e ç m e k için zadeganla çatışan ve h e b a eden bir kra­ lın 4 9 , yani mutlaklaşan bir m o n a r ş i n i n karşısına çıkartıyorlar­ dı. Û t e yandaysa, burjuvaziden esinlenen mutlakiyetçi parti,

Roma yanlıları

[soyluluğa karşı jesat hazırlayan (Y.R., X X X ,

1 0 ) ve Yasaların Ruhunun s o n kitaplarında h e d e f tahtası ha­ line gelen rahip D u b o s ] ve ansiklopediciler, çalışkan b i r bur­ juvazinin unvan ve başarılarını, feodallerin miadı d o l m u ş id­ dialarına tercih etmeyi bilen ideal b i r h ü k ü m d a r olarak ya X I V . L o u i s y i ya da aydın bir despotu b e n i m s e m e k t e y d i l e r . Tarafların birbirleriyle uzlaşmasına o l a n a k yoktu, ama aynı kanıtlamaya dayanıyorlardı. Ne var ki, kralla soyluluğu karşı 4 8 ) V R, VI 18; X. 3; XI, 7, 9; XIV. 14; XVII. 5, XVIII. 2 2 ; vb. 4 9 ) Y.R., XXXI. 2 1 . Louis le Dibonnaire: "Kendi soylu sınıfına olan tüm güvenini yitirdiğinden, kendine yoktan adam yaratmaya çalıştı. Kendi soylu sınıfını gö­ revden uzaklaştırdı, saraydan kovdu, yerine yabancıları çağırdı..."

karşıya getiren bu temel ç a t ı ş m a n ı n ve m u t l a k monarşiyle burjuvazinin, feodallere karşı kurduğu bu sözde ittifakının,

tarihsel

güçler

arasındaki

gerçek

ilişkiyi

gizleyip gizlemediğini

k e n d i k e n d i m i z e sormakta haklıydık.

M o n t e s q u ı e u n ü n çağdaşlarının kendi tarihlerini düşüne­ rek yaşadıklarını, düşüncelerinin de hâlâ bilimsel ölçütler ara­ yışında olduğunu, dolayısıyla d ü ş ü n c e n i n yaşamın eleştirisi ol­ masını

sağlayan

gerekli

uzaklıktan

yoksun

bulunduğunu

k e n d i m i z d e n gizlememeliyiz. Derin nedenlerini kavrayama­ dıkları bir tarihi düşünürken, düşüncelerini sık sık tarihsel ya­ şamlarının dolayımsız kategorileriyle sınırlıyor, siyasal a m a ç ­ ları gerçekliğin ta kendisi, yüzeydeki çatışmaları da temel ne­ denler sayıyorlardı. Tarih ve algılanan dünya için de d u r u m ç o k farklı değil. Herkes tarihte dolayımsız ve a p a ç ı k ç a , "bi­ çimler", "yapılar", insan toplulukları, eğilimler ve çatışmalar "görebilirdi"

M o n t e s q u i e u yapıtının "üç yönetim türü vardır:

bu yönetim türlerinin doğasını keşfetmek için, en eğitimsiz insan­ ların bu konuda ne düşündüklerine bakmak yeterlidir" (Y.R., II, 1) dediği ünlü b ö l ü m ü n d e işte bu apaçıklığa g ö n d e r m e yapar. Kralın sahip olduğu her şeye-kâdir gücü, sarayın kölesi ya da kendi topraklarında güç bela geçinebilecek siyasal bir kesim d u r u m u n a indirgenen soyluları, her şeye-kâdir c a n sıkıcı m ü ­ fettişleri, sonradan görme soysuzlan işte bu tür bir apaçıklık gözler ö n ü n e seriyordu. Dünyadaki biçimleri, nesneleri, top­ lulukları ve devinimleri dolayımsızca algılayabilmek için gö­ z ü m ü z ü a ç m a m ı z ı n yetmesi gibi, bu olguları algılayabilmek için de gözlerimizi a ç m a m ı z yeterliydi: bilgiye ö n e m verme­ yen bu apaçıklık, bilgiye sahip olduğunu ileri sürebilir ve al-

gılamaktan

öteye

geçmediği

şeyi

anladığını

düşünebilirdi.

Oysa, bu apaçıklıkların derinlerde yatan doğasını gerçekten anlamak, derinlere k ö k salmış çatışma ve y a p ı l a n yüzeysel olanlardan, g e r ç e k devinimleri görünürdeki devinimlerden ayırt e t m e k için, en azından bir bilimin öğelerinin olması gere­ kirdi. Butun bir d ö n e m i n , yaşadığı tarihi d ü ş ü n ü r k e n kullan­ dığı bu dolayımsız kavramların eleştirisi olmaksızın, tarihe iliş­ kin gerçek bir bilginin eşiğinde kalındığı gibi, tarihi yaşayan insanlarda yarattığı yanılsamanın da tutsağı olunur. O çağın ideolojik sorunlarını aydınlığa k a v u ş t u r m a k için, tarihsel araştırmaların elde ettiği yeni bilgilerden yararlana­ rak, m u t l a k monarşi, " o n u n burjuvaziyle ittifakı" ve söz k o ­ nusu burjuvazinin doğasına ilişkin yerleşik d ü ş ü n c e y i yeni­ den ele a l m a n ı n uygun olacağı kanısındayım. Ç o k kısa uyanlarda b u l u n m a k l a y e t i n m e m gerektiğini bi­ liyorum. A n c a k şu k a d a n n ı söyleyeyim ki, daha ıleriki çağın burjuvazisinin, devrimi yapan ve devrimden ç ı k a n burjuvazi­ n i n g ö r ü n t ü s ü n ü , o çağın " b u r j u v a z i s f n e yansıtmanın XVII. yüzyıl hatta XVIII. yüzyılla, en azından ilk yarısıyla ilgilenen tarihçiyi pusuda b e k l e y e n en ciddi tehlike olduğu g ü n ü m ü z ­ de kesinleşmiş gibidir. Ö n c e k i e k o n o m i k ve toplumsal düze­ ni tümüyle altüst eden g e r ç e k m o d e r n burjuvazi, edinilen kâ­ rın daha sonra yeniden üretime y a t ı n l m a s ı n d a n başka bir şey d ü ş ü n m e y e n , kitlesel ü r e t i m e k o n o m i s i y l e sanayi burjuvazisidir. Oysa bu burjuvazi X V I I I . yüzyılda genelde bilinmezdi. O' çağın burjuvazisi b a m b a ş k a y d ı : en ileri öğeleri, ö z ü n d e meta ekonomisine

dayanıyordu.

Meta

ekonomisinin

bir

uğrağını

oluşturduğu b i r i k i m d e n , verili bir anda, sanayi e k o n o m i s i n i n ortaya çıkması, sıklıkla m e t a e k o n o m i s i n i n , ilkesi gereği, fe-

odal topluma yabancı olduğu s o n u c u n u n çıkartılmasına yol açıyordu. Oysa, bu ç o k kuşku götürür. G e r ç e k t e n de, meta e k o n o m i s i n i n feodal sistemle oldukça iyi tümleştigini g ö r m e k için, nasıl bir yere sahip olduğunu g ö r m e k yeter: merkanti­ lizm tam da bu t ü m l e ş m e n i n siyaseti ve teorisiydi zaten. O çağda ö n c ü gibi görünen t ü m e k o n o m i k etkinlikler (ticaret, manüfaktürler) devlet aygıtı üstünde yoğunlaşmıştı, devlet ay­ gıtının ihtiyaçlanna olduğu kadar sunduğu kârlara da bağım­ lıydı. 5 0 Manüfaktürlerm öncelikli kuruluş amacı, sarayın lüks eşya ihtiyacının, o r d u n u n silah d o n a n ı m ı n ı n ve krallığın ihraç edeceği malların (ki bunların kârı da hazineye geri d ö n e r d i ) sağlanmasıydı. Büyük denizcilik işletmelerinin kurulmasının n e d e n i de, h e r şeyden ö n c e deniz aşırı topraklarda b u l u n a n baharat ve değerli madenlerin, az ya da ç o k kraliyet yönetimi­ n i n yararına ülkeye getirilmesiydi. Demek ki, o çağın ekonomik

dolaşımı, yapısı açısından, kendi ereği olan devlet aygıtına yö­ neliyordu. Bu yönelimin bedeli ise, söz k o n u s u e k o n o m i k iş­ lemleri, şu ya da bu anda, gerçekleştiren "burjuvaların", eko­

nomik ve kişisel açıdan, bu devlet aygıtının hizmet ettiği feodal düzenin dışında başka bir ufku bulunmamasıydı: Çok ender bir­ kaç istisna dışında, zenginleşen tüccar kârını özel üretime de­ ğil, unvan sahibi olarak soylu sınıfına katılabilmek için satın aldığı topraklara, sağlayacakları gelirlerden rant gibi yararlan­ m a k için satın aldığı yönetim görevlerine ve kendisine b ü y ü k kârlar sağlayan devlet tahviline y a t m y o r d u . Bu d u r u m d a tica­ retle zenginleşen "burjuvanın" hedefi, kah toprak satın alarak ya da yoksullaşmış bir soylu ailesinin kızıyla evlenerek doğru5 0 ) "(Monarşide) Yasalann, uyrukların batıp gitmeden, hükümdarın ve sarayının bitik tükenmek bilmeyen ihtiyaçlarını karşılamaları için, bu yönetimin Anaya­ sasının sağlayabileceği ticaretin t ü m ü n ü kolaylaştırması gerekir" (YR., V, 9).

dan doğruya soylu sınıj üyesi olmak, kah y ö n e t i m görevleri üst­ lenerek doğrudan doğruya devlet aygıtına girmek, kah edindiği rant

sayesinde

devlet

aygıtının

kârına

katılmaktı.

Feodal

devlette, bu sonradan g ö r m e "burjuvaziye" bu kadar tikel bir yer kazandıran da buydu: çatıştığı soylulukta yerini alır ve ça­ tışır gibi göründüğü bir düzene girmek istediğini ileri sürerek, en azından sarstığı kadar da destek olur bu düzene: dolayısıy­ la, e k o n o m i k etkinliğinin t ü m dolaşımı ile k e n d i tarihi de fe­

odal

devletin

sınırları

ve yapıları

kapsamında

kalıyordu.

Ulaştığımız bu s o n u ç nedeniyle, m u t l a k m o n a r ş i ile burju­ vazinin ittifak k u r d u ğ u n a ilişkin klasik ş e m a yanında mutlak monarşi konusunda b e n i m s e n m i ş görüşler de altüst oluyordu Bu d u r u m d a , o zamanlar, o n u soylulukla karşı karşıya getiren çatışmalar da dahil o l m a k üzere, mutlak monarşinin doğasını ve işlevini s o r g u l a m a k gerekir. Bugüne dek, bu soruya verilen iki yanıt vardı. Her ikisi de kralı, kaba saba, gülünç bir despot karikatürü sayan ve feodal­ lerin azılı d ü ş m a n ı olduğunu söyleyen düşünceyi bir kenara bırakır, b u n u n yerine söz k o n u s u tarihsel d ö n e m i n temel ça­ tışmasının kralla feodaller arasında değil, feodaller ile yükse­ len "burjuvazi" ya da halk arasında yaşandığı düşüncesini b e ­ nimser. Ne var ki, başka hiçbir ortak yanı yok bu iki yanıtın. Ç ü n k ü ilk y o r u m , b u çatışmayı m u t l a k m o n a r ş i n i n k ö k e ­ ni ve varoluş n e d e n i olarak k a b u l ediyordu. Birbirlerini alt et­ m e y e güçleri y e t m e y e n , var olan bu iki uzlaşmaz sınıfın çatış­ m a s ı ve z o r a k i dengesi yanında, m ü c a d e l e l e r i n i n t ü m toplu­ ma yayılması tehlikesi sayesinde de, g ü c ü n ü , bu sınıfların ça­ tışma h a l i n d e k i ya da rakip g ü c ü n tehdidi altında b u l u n a n g ü ç l e r i n d e n alan kral, bu sınıflar arasındaki h u s u m e t i n ara-

b u l u c u s u olarak çıkıyordu ortaya

51

İşte bu olağandışı d u r u m

sayesinde, kralın nasıl olup da sınıfları birbirine karşı kulla­ nabildiği, birinin e k m e ğ i n e yag sürerken, ötekine de u m u t dağıtabildiği anlaşılıyordu.

Kralın, kurumlarının köklerine

geri d ö n e r e k , soyluluğun haklarını teslim etmesini isteyenler­ den, ayrıcalıklara ve keyfi davranışlara karşı, yaydığı aydın­ lıkla burjuvazinin aklını zafere ulaştırmasını isteyenlere dek, XVIII yüzyılın tüm partilerinin bir türlü kralı paylaşamaması da gene böyle açıklanacaktı. Sağ muhalefet (feodaller) ile sol muhalefetin (burjuvazi) ortak d ü ş ü n c e zemini, herkesçe pay­ laşılan ve e g e m e n olan yanılsamalarla değil, çıkışı olmayan bir güçler arası d u r u m sayesinde, düşman iki sınıf arasında gerçek bir arabulucu haline gelen mutlak m o n a r k ı n gerçekligiyle ilişkiliydi. Ancak bu y o r u m u n zayıf yanı, sanırım daha ö n c e söylediğim gibi, gerçekliğe d e n k düşmeyen b i r burjuva­ zi d ü ş ü n c e s i n e saplanıp kalmasıydı.

Porchnev'in La Fronde et les Revoltes populaires dans la France du XVUe et du XVÎUe siede 5 2 53 k o n u s u n d a yaptığı çalışmalar sayesinde bilgi açısından ç o k daha yetki sahibi olup çıkan ikin­ ci yanıt ise daha aydınlatıcıydı. Bu görüşe göre, güçte ve güç­ süzlükte eşit olan iki düşman sınıf arasındaki arabulucu-kral tezi, h e m zamana ters düşmekte h e m de devletin doğası k o n u ­ sunda mitos nitelikli bir düşünceye dayanmaktaydı. Bilindiği gibi, zamana ters düşmek, mutlak monarşi çağı burjuvazisine 51) Montesquıeu üstüne ( 1 8 4 5 yılında) kaleme aldığı bir bölümde (Ideologie allemande, Ed COSTES, t VI, p 194 |Afman /(teolojisi, ç n ] ) Marx bile bu yönde düşünmekteydi: "Kraliyet gücünün, aristokrasinin ve burjuvazinin iktidar için çekiştikleri, yani egemenliğin paylaşılmış durumda bulunduğu bir çağda ve bir ülkede, güçler ayrılığı öğretisi e g e m e n düşünce olarak çıkar onaya; dolayısıyla, bunun ebedi bir yasa olduğu söylenir." 52) La Fronde Hareketi VeXVII VeXVIII Yüzyıl Fransa'sında Halk isyanları (ç n ) . 53) Bkz. Kaynakça.

daha ileriki çağın burjuvazisinin niteliklerini atfetmek demek­ ti; bundaki amaç ise, monarşi çağı burjuvazisini, daha o çağdan başlayarak, feodal sınıfa köklü biçimde karşıt bir sınıf olarak dü­ şünebilmekti.

B u n u n ne olduğunu biliyoruz.

Devletin doğası

k o n u s u n d a mitos nitelikli düşünce ise, t o p l u m u n genel çıkarı için, siyasal bir iktidarın, sınıfların dışında ve üstünde kurula­ bileceği düşünü kurmaktı. Bu çifte eleştiri şöyle bir bakış açı­ sına yol açar: mutlak monarşi bir erek olmadığı gibi, feodal sö­ mürü rejiminin ereğinin peşinde de değildi. T a m tersine, sözü edilen d ö n e m d e , feodal sömürü rejiminin vazgeçilmez siyasal aygıtıydı. Mutlak monarşinin ortaya çıkışıyla değişen şey, fe­ odal s ö m ü r ü rejimi değil, bu rejimin siyasal egemenlik biçimiy­ di.

Cermen yanlıları tarafından yüceltilen ve siyasal ayrıcalık­

lara sahip feodal beylerin, k e n d i l e n n ı kralın derebeyleri haline getiren bu bağımsızlıktan yararlandıkları ilkel monarşinin ye­ rini, merkezıleşmış, egemen ve m u t l a k bir monarşi almıştı. Bu siyasal d ö n ü ş ü m , feodal rejimin bağrında filizlenen e k o n o m i k etkinliğin koşullarının değişime, a m a özellikle de, meta e k o n o ­ misinin gelişimine, ilk ulusal p a z a n n ortaya çıkışına, vb. d e n k düşüyordu. Söz edilen d ö n e m d e bu değişimler, feodal s ö m ü ­ rüye zarar vermiyordu. Mutlak m o n a r ş i n i n siyasal rejimi de, meta e k o n o m i s i n i n geliştiği d ö n e m d e , feodal egemenlik ve sö­ mürüyü s ü r d ü r m e k için gereken yeni siyasal biçimdi. G ü ç d e dahil o l m a k üzere pek ç o k y ö n t e m l e , eski kişisel siyasal ayrıcalıklarından y o k s u n b ı r a k ı l m ı ş bireysel feodalle­ rin g ö z ü n d e , m u t l a k m o n a r ş i n i n yükselişi, merkezileşmesi ve b u n a bağlı b ü t ü n o yan-görüngülerin (Versailles denilen yal­ dızlı siyasal yalıtma k a m p ı n a v a n n c a y a d e k ) k e n d i sınıflarına y ö n e l m i ş b i r şiddet, adaletsizlik ve gasp olarak görülmesine

ş a ş m a m a k gerekir. Ancak, bunun gerçeği görmelerini engelle­ yen, onlara özgü bir sabit fikir olduğunu, sınıflarının genel çı­ karlarıyla

eski

kişisel

siyasal

ayrıcalıklarını

birbirine

karıştır­

malarına yol açan tarihsel bir yanlış anlama olduğunu ifade et­ m e d e n duramayız da. Ç ü n k ü m u t l a k m o n a r ş i n i n kralının, fe­

odal sınıfın genel çıkarlarını, geçmişe duydukları özleme ve körlüklerine takılıp k a l m ı ş bireysel feodallerin itirazlannı gö­ ğüsleyecek kadar temsil ettiği ortadaydı. Kral hakemlik göre­ vini, soyluluk ve burjuvazi arasındaki çatışmada değil, k e n d i çıkarları doğrultusunda ç ö z ü m e

kavuşturduğu feodalitenin iç

çatışmalarında yerine getiriyordu.

Bu çatışmaları z a m a n za­

man k e n d i üyeleri aleyhine kesip atsa da, h e p k e n d i sınıfının ve egemenliğinin geleceğini sağlama almayı amaçlıyordu. Oysa, burada M o n t e s q u i e u ' n ü n g ü c ü n paylaşımında sıra­ ladıklarının, siyaset teorisinde yer alma o n u r u n u taşıyanların dışında, başka b i r güç odağı devreye girer: bu güç odağı ise, m u t l a k m o n a r ş i n i n devlet aygıtının sağlamak ve s ü r d ü r m e k ­ le y ü k ü m l ü o l d u ğ u feodal s ö m ü r ü n ü n uygulandığı h a l k kit­ lelerinin "gücüdür". P o r c h n e v s o r u n u n bu yanını b i r ö l ç ü d e de olsa yenilemiş, b i r ö l ç ü d e ortaya k o y m u ş t u : t e m e l uzlaş­ mazlık, mutlak m o n a r ş i ile feodalleri değil, soylulukla, feodal s ö m ü r ü rejimiyle bütünleşmiş olan ve b u n d a n yararlanan bur­ juvaziyi değil, feodal düzenle, rejimle bu rejim tarafından sö­

mürülen kitleleri karşı karşıya getirmekteydi.

Bu temel çatış­

m a n ı n , ikincil çatışmalar gibi ne cüssesi ne de teorisyenleri vardı. Aynı b i ç i m l e r e de b ü r ü n m e z . Kral, soyluluk ve burju­ vazi arasındaki h e r şey, siyasal ve ideolojik kimlikli, kesintisiz bir çatışma çerçevesinde olup bitiyordu. S ö m ü r ü l e n l e r , feodal

vergilere b o y u n eğen köylüler, k ü ç ü k zanaatkarlar ve esnaf­ tan oluşan kitle ile feodal düzen ve o n u n siyasal iktidan ara­ sında teorik tartışma yapılması söz k o n u s u bile değildi, ya suskunluk ya da şiddet vardı g ü n d e m d e

İktidarla yoksulluk

arasında yaşanan bir mücadeleydi; ç o k l u k l a b o y u n e ğ m e ve kısa aralıklı silahlı ayaklanmalarla sonuçlanırdı. Öyle ki, sö­ z ü n ü ettiğimiz açlık temelli ayaklanmalar, XVII. yüzyıl b o ­ yunca Fransa'nın kent ve kırlarında sık sık patlak vermişti; XVII. yüzyıl Fransa'sı XVI. yüzyıl Almanya'sı gibi bir tek köy­ lü ayaklanmaları ve savaşları yaşamamış, kentlerde de ayak­ lanmalara tanık olmuştu; bu isyanlar acımasız b i r şekilde bas­ tırılmıştı. Böylece, kralın ve de mutlak iktidarın ve de devlet aygıtının ne işe yaradığı, s a h n e n i n o n u n d e b u l u n a n bu

'güç­

lerin" hangi tarafta yer aldıkları da anlaşıldı. Devrim süresin­ ce "halkın ortaya çıktığı bazı günlere", zaferle s o n u ç l a n a n ilk günlere, yani teorilerin ve iktidarların düzenini belirli ö l ç ü d e b o z a n günlere kadar böyle sürüp gitti işte. Ötekilerin bu kadar düşündüğü bu d ö r d ü n c ü "gücün" ay­ rıcalığı, o çağın siyasal yazınında, deyim yerindeyse, temsil e d i l m e m i ş olmasıydı. B u n u n için, Voltaire'in, siyasal açıdan göz alıcı b ü t ü n y a n l a n n ı özenle ayıkladığı Vasiyet'in yazarı C h a m p a g n e ' l ı yoksul b i r papaz olan Meslier'yi 5 4 arkasından da bu "halkın", bu "ayaktakımının" b i r güç olarak, ö n c e yer­ gilerinde, s o n r a da siyaset teorisi tarafından kullanılan kav­ ramlarda yer alabilmesi için Rousseau'yu b e k l e m e k gereki­ yordu. O z a m a n a kadar, teori alanındaki varlığı anıştırma yol­ luydu yalnız: "halkı", "ayaktakımını" ö n e m l i kişilerden ayrı 5 4 ) Jcan Meslier; 1 6 6 4 - 1 7 2 9 : "...yeryüzündeki s o n kral, en son rahibin bagırsaklanyla asıldığında..." (ç.n.)

tutmaya özen gösteren Montesquieu'de bile böyleydi. Voltaire ve Ansiklopediciler'in ç o ğ u n d a da. A n c a k cehaletin, tut­ k u n u n , şiddetin nesnesi olan bu d ö r d ü n c ü güç, sansürle bas­ tırıldığı için, öteki güçlerin kendi aralarında k u r d u k l a n ittifa­ kın üstüne u n u t u l m a k istenen bir anı olarak ç ö k e r . Bu gücün kendisiyle ilgili sözleşmelerde yer almamasının nedeni, bu sözleşmelerin a m a c ı n ı n böyle b i r gücü ortadan kaldırmak ol­ masıydı ya da (ki bu da aynı şeydir) köleleştirilmesinin onaylanmasıydı. M o n t e s q u i e u ' n ü n söz ettıgı güçlerin, yani kralın, soylulu­ ğun, "burjuvazinin" ve "ayaktakımımn", gerçek doğası akılda tutulursa, yaptığı siyasal tercih kadar yarattığı etkinin yorum­ lanmasının da aydınlanacağı kanısındayım. Yaptığımız b u gerçek ç ö z ü m l e m e , geçmişe d ö n ü k tarihin ortaya koyduğu görünüşlerden k e n d i m i z i kurtarmamızı sağ­ ladı.

En ö n e m l i s i ise, Montesquieu'yü burjuvazinin Dev-

r i m ' d e " zafere ulaşacak davasının, kılık değiştirmiş olsa da, k a h r a m a n ı sayan yanılsamasına i n a n m a k t a n kurtardık kendi­ mizi, ingiliz anayasa taslağına 5 6 gayet güzel b i ç i m d e katılmış olan bu ünlü m e b u s a n meclisinin, feodal düzen içinde kendi­ ne bir yer arayan, bu yeri b u l d u ğ u n d a da söz k o n u s u düzeni 5 5 ) Fransız Devrimi'nde (ç.n.) 5 6 ) "İngiltere şu anda dünyanın en özgür ülkesidir ..ancak mebusan meclisi yöne­ timi ele geçirirse, iktidarı da tehlikeli ve sınırsız olacaktır, ç ü n k ü yürütme gü­ cünü de ele geçirmiş olacaktır; oysa, bu sınırsız iktidar şu an için kralın ve par­ lamentonun elindedir ve yürütme g ü c ü iktidan sınırlı olan kralın elindedir." (İçinde: Notes sur l'Angleterre. DEDİEU, Montesauıeu, p. 31 Jlngiltere Özerine Notlar, Montesauıeu, ç.n.l) Bkz. ilkel monarşiler konusunda verilen örnek de aynı derecede öğreticidir: "Halk yasama g ü c ü n ü elinde bulundurmaktaydı" (XI, 11). Oysa "yasama gücünü elinde bulunduran halk her yerde yaptığı gibi, ufa­ cık bir hevese kapılıp krallığı yok edebilirdi". Kahramanlar çağı Yunanistan'ındaki bu monarşilerde hiçbir "soyluluk kurumu" yoktu (XI, 8 ) . Bu durumda, ileri gelen kişilerle de olsa. halkın temsil edilmesi, ancak soyluluğun yasama gücünde temsil edilmesiyle dengelenebilirdi.

tehdit etmeyi aklından bile geçirmeyen bir burjuvaziye veril­ m i ş payı temsil ettiği anlaşılıyordu Ote yandan, bu b a k ı ş açı­ sı, M o n t e s q u i e u ' n ü n sözcülüğünü üstlendiği, ceza h u k u k u reformu, savaş eleştirisi ve b u n a b e n z e r reformların gerçek ta­ rihsel değerleri k o n u s u n d a karar verme olanağı da sağlıyor­ du. Söz k o n u s u "liberal" reformlar burjuvaziye zafer tattıra­ c a k gelecek üstünde o kadar az etkiliydi ki, işkenceyi insanlıkdışı sayan M o n t e s q u i e u bile soyluların h e r koşulda k e n d i sınıflarının m a h k e m e s i n d e , ayan m e c l i s i n d e yargılanmalarını istiyordu

M o n t e s q u i e u ' n ü n " b u r j u v a z i n i n yanında yer alışı­

nın, b i r ö l ç ü d e herkese a ç ı k l a m a k yürekliliğini gösterdiği sağ­ duyulu düşüncelerle, bir ö l ç ü d e de yeterince ustaca davranıp, "burjuvaziyi" k e n d i davasının saflarına k a t m a k ve bu "burju­ v a z i n i n h o ş n u t s u z l u k l a n n ı n desteğini de alarak feodal m u ­ halefeti b ü y ü t m e k l e kendisi tarafından tasarlandığı kanısın­ dayım. Bu d u r u m ise, söz k o n u s u burjuvazinin neleri a m a ç ­ ladığına ilişkin, bir görüşe değilse de, yeterince gerçek bir duyguya sahip olmasını varsayar. Ö t e yandan b u ç ö z ü m l e m e , M o n t e s q u i e u ' n ü n k e n d i n d e n sonra sergilediği paradoksu da anlamayı sağlıyordu. Ç ü n k ü bu sağcı muhalif, gelecekte gericilerin ellerini güçlendirme­ den o n c e , yaşadığı yüzyıldaki t ü m solcu muhalefete de hiz­ m e t etmişti. Devrim'in en şiddetli günlerinde, M o n t e s q u i e u ortadan kayboldu elbette. R o b e s p i e n e güçler ayrılığı ilkesine ç o k şiddetli eleştiriler getiriyordu: Rousseau'nun tilmizinin teorilerin yargılanabileceği bir d u r u m l a karşı karşıya olduğu hissediliyordu. A n c a k , t ü m Devrim ö n c e s i d ö n e m i n b ü y ü k ölçüde

Montesquieu'nün

izlekkrine bağlı

kaldığı ve

despotiz­

m i n bu feodal d ü ş m a n ı n ı n yerleşik d ü z e n karşıtlarının t ü m ü -

n ü n k a h r a m a n ı olduğu görülüyordu. Tarih tuhaf b i ç i m d e yi­ n e l e n d i ve gözlerini geçmişe d i k e n bu adam, geleceğin kapı­ larını açmış gibi göründü

Bu paradoks M o n t e s q u i e u ' n ü n za­

mana ters düşmesinden kaynaklanıyordu sanırım. Miadını dol­ durmuş bir düzeni savunduğu içindir ki, başkalarının geride bırakmak

zorunda

kaldığı

bugünkü

düzenin

rakibi

oldu.

M o n t e s q u i e u ' n ü n düşüncesinin, aradaki farklan hesaba kat­ m a k koşuluyla, Devrim'den h e m e n ö n c e patlak veren ve de Mathiez'ın Devrim'i hızlandırdığını ileri sürdüğü, soylu isya­ nına benzediği söylenebilir. T e h d i t altındaki bir soyluluğun miadını d o l d u r m u ş haklarını yeniden yürürlüğe k o y m a k isti­ yordu. Ne var ki, tehdidin kraldan geldiğine inanıyordu. Ger­ ç e k t e n de, kralın mutlak iktidarına karşı çıkarak, soyluluğun tek siperi olan feodal devlet aygıtının sarsılmasına el veriyor­ du. Çağdaşları görünüşe aldanmamışlardı; örneğin, Helvetius Montesquieu'nün

"fazla

feodalci" 5 7

olduğunu

söylüyordu,

ama verdikleri mücadeleye o n u da katmışlardı yine de. Kim vurursa vursun, yeter ki aynı yere vursun. M o n t e s q u i e u ' n ü n gelecek kuşaklar üzerindeki "devrimci" etkisi bir yanlış anlaşılmaysa, yine de bu yanlış anlaşılmanın h a k k ı n ı v e r m e k ve b u n u n aslında en baştaki başka b i r yanlış anlaşılmanın haki­ katinden başka bir şey olmadığını s ö y l e m e k gerekir; ç ü n k ü ilk baştaki yanlış anlaşılma, Montesquieu'yü bir d ö n e m , böyle b i r muhalefetin artık h i ç b i r a n l a m taşımadığı sırada, sağcı muhalefete sürükleyip atmıştı.

57) Rtjlexions morales, CXLV11 Aynı konuyla ilgili olarak bkz. Montesquieu'ye yaz­ dığı mektup ve Saurine yazdığı mektup.

SONUÇ S o n bir şeyler söylemek gerekirse, en başla söylediklerime geri d ö n ü p , tek başına yola ç ı k a n ve gerçekten de tarihin yeni topraklarını keşfeden bu adamın kafasmda, evine geri dön­ m e k t e n başka bir şey olmadığını söyleyeceğim. Ele geçirdiği ülkeyi, yapıtının son sayfasında selamlar, ama b e n b u n u n geri döndüğü topraklar olduğunu söylemeyi u n u t t u m sanki, insa­ nın yurduna geri d ö n m e s i için nasıl da uzun bir yol bu Bu ka­ dar yeni düşünceden sonra eski düşüncelere. Bu kadar gele­ cekten sonra bu kadar geçmişe. Bir gün uzak ülkelere doğru yola çıkan bu gezgin bilinmeyen yerlerde yıllarca dolaştıktan sonra, yurduna d ö n m ü ş de zamanın durduğunu sanmış sanki. Yolları a ç m ı ş ama.

KAYNAKÇA P. BARRIERE, Montesquieu ( D e l m a s , Bordeaux, 1 9 4 6 ) . H. BARKHAUSEN, Montesquieu: ses idees et ses oeuvres d'apres les papiers de La Brede (Paris, 1 9 0 7 ) . E. CARCASSONNE, Montesquieu et le probleme de la Constitution française au XV7JJe sitde (Paris,

1927).

E. CASSIRER, Die Philosophie der Aujklarung (Tübingen, 1932).

S. COTTA, Montesquieu e la scienza della societâ (Turin, 1953).

J. DEDIEU, Montesquieu et la tradition politique anglaise en France. Les sources anglaises de l'Esprit des Lois (Paris, 1 9 0 9 ) . J . DEDIEU, Montesquieu (Paris, 1 9 1 3 ) .

D. DEL BO, Montesquieu, le dottrine poliüche e ğuridiche (Milan, 1 9 4 3 ) . E. DURKHEIM, En quo\ Montesquieu a contribue â lajondation de la science politique (these latine, traduite dans:

Revoıe

d'hıstoire politique et constitutionnelle, juillet - s e p t e m b r e 1 9 3 7 , pp. 4 0 8 s q ) . E. DURKHEIM, Montesquieu et Rousseau precurseurs de la sociologie, Preface de G. DAVY (Paris, Riviere, 1 9 5 3 ) . C.

EISENMANN, L'Esprit des Lois et la separation des

pouvoirs (Melanges Carre de Malberg, Paris, 1 9 3 3 , pp. 1 9 0 s q ) — La pensee constitutionnelle de Montesquieu (Recueil Sirey du bi-centenaire de l'Esprit des Lois, pp. 1 3 3 , 1 6 0 ) . B. GROETHUYSEN, Montesquieu ( I n t r o d u c t i o n â un c h o ix de textes, coll. "Les classiques de la liberte", Geneve, Troıs Collines, 1 9 4 7 ) . P.

HAZARD,

La pensee europeenne au KVllle siecle.

De

Montesquieu a Lessing (Paris, Boivin, 1 9 4 6 ) . M. LEROY, Hıstoıre des idees sociales en France A. De Montesquieu â Robespierre (Paris, Gallimard, 1 9 4 6 ) . B.

F.

PORCHNEV, Les soulevements populaires avant la

Fronde. - Les soulevements populaires du temps de Colbert. - Les buts et les revendications des paysans pendant Vinsurrection bretonne de 1675. - însurrection â Bordeaux en 1675. ( M o s c o u , 1 9 4 0 - 1 9 4 8 ) ( e n n ı s s e ) Jean Meslier et les sources populaires de

ses idees (Rapport au Congres de R o m e , 1 9 5 5 , Ed. de L'Academie des S c i e n c e s de L'U. R. S. S.) (en français) Sur Porchnev, voir L a Pensee, n ° 3 2 , 4 0 e t 4 1 . C. SE1GNOBOS, La separaüon des pouvoirs ( E t u d e s de politique et d'histoire, Paris, 1 9 3 4 ) . J.

STAROBINSKY,

Montesauieu

par

lui-meme

(Le

Seuil,

Paris, 1 9 5 3 ) . C. VAUGHAN, Studies in the history oj pohtical philosophy, t. 1 (Manchester, 1 9 3 9 ) .

ORTAK YAYİNLAR Revue

de

metaphysique

et

de

morale,

numero

d'octobre

1 9 3 9 , consacre â Montesquieu.

Montesquieu:

sa pensee

politique

et

constitutionnelle

(Recueil

Sirey, bi-centenaire de l'Esprit des Lois, Paris, 1 9 5 2 ) ,

Bulletin de droit tchecoslovaque. Bi-centenaire de la mort de Montesauieu, Prague, 1 9 5 5 . U n e edition en français.

Actes du Congres Montesquieu ( D e l m a s , Bordeaux, 1 9 5 6 ) .

Louis Althusser Louis

Althusser,

Guitton'un, si'nden

mezun

lunun nı

Jean

(Etole

yılın

esir

Birmandreisde

Lacroix olduktan

ayında

kampında

beş

Esirlikten

geri

devam

de

Nosyonu"

geçti

ENS'de ve

felsefe

doçent

Elisabeth

1948

doçenti

de

göre.

başlar.

en

Yayımlanan Marx

İçin,

gitmekledir. ölür.

çok

etkisiyle ve

yaratıcı

atandı

Oku­

ve

geçti.

Ay­

Almanya'daki

bir

ENS'dekı "Hegel

aldı

ve

Partisine

(daha

mevkide

Rene

sonra

aralıksız görev sekreter

1965

acilen

ameliyata

da

Fiziksel

geçirdiği

yirminci

bir

Diatkine'le ilgilenecektir.

alınır,

La

Verriere'deki

ve

moral

belki

yeni

en

sürekli

22

vuran de

bir

(Yvelines)

durumu

sonucu

damgasını

biri,

1950'den

onunla

zatürree

yüzyıla

filozoflarından

başasistan

yaptı

Ren£

sonucu

yıl,

ısistan,

Dr

yılında

sına­

Aynı

çalıştı.

kadar

oradan

doçentlik

olarak

yılına

felsefe

Felsefesin­

katıldı.

1987

nakledilir.

Yazın

krizinden

özgün

Öğretmen

arasında

diplomasını

bölümünde

kaldırılır,

Enstitüsü'ne

Yapıtlanndan

Lise­

yönetiminde.

Komünist

bu

tıkanması

Soisy'ye

Marksizmin

teziyle

borusu

Psikiyatri

kalp

Jean

Lyon

düştü

1945-1948

Althusser

Dr.

geçirerek

1990'da

doğdu.

olduğu

giriş sınavından

esir

Bachelard'ın

olarak

l'Ecole

MGEN'in

kötüye

1918de

Yüksek

ENS]

bozgunda

Fransız

kadar

depresyon

olarak

Sokağı),

yazdığı

yılında

Roudinesco'ya

yemek

Temmuzunda

sonra,

Gaston

1980'e

Lettres

tedaviye

yılında,

(Ulm alındı,

üzenne

yardımcı

ayrıca

psikanalitik 1987

ve

olacaktır).

itibaren,

Ekim öğrencisi

geçirdi.

etti

Ve

16

Hours'un

1939

dönüşünden

öğrenimine

vından

sonra,

askere

yıl

(Cezayir)

Joseph

normale suptrıeure

eylül

İçerik

ve

Ekim

Althusser, onemlisidir.

kitaplan: Felsefe

Devletin

ideolojik Aygıtları,

Yazılar,

Yeniden-Üretim

Ve

Bilımadamlannm

Güncel

Kendiliğinden

Müdahaleler, John

Felsefesi,

btv/is'e Cevap,

Üzerine T h l s

On©

İdeoloji Sanat

Ve

Üzerine

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF