John Stuart Mill-Şiir Nedir.pdf
September 18, 2017 | Author: Ceyhun Dikici | Category: N/A
Short Description
Download John Stuart Mill-Şiir Nedir.pdf...
Description
JOHN STUART MILL
ŞİİR NEDİR? ÇEVİREN: CEYHUN DİKİCİ
John Stuart Mill (1806-1873), İngiliz filozof, politik aktivist. Yaşam süresi boyunca siyaset ve felsefe çalışmalarını sürdürmüştür. Mantık alanında çığır açan A System of Logic (1843) eseriyle ünlü filozof, Viktorya dönemi İngiltere'sinde saygın bir konum edinmiştir. 19. yüzyılda yaşayan en başarılı İngiliz dili konuşan filozof olan Mill, çalışmalarında bireyselliğin kurumlardan daha önemli bir konumu olduğunu savunmuştur. Bununla birlikte, 1859 yılında yazdığı On Liberty eseriyle diktatöryalara geleneksel özgürlükçü bir başkaldırıda bulunmuştur. Devlet sistemini sürekli eleştirmiş, tiranlığa ve despotizme karşı görüşlerde bulunmuştur. Bu tiranlığın bir koca hüviyetinde olduğunu iddia ederek Subjection of Women (1869) adlı makaleyi kaleme almıştır. Faydacı ahlak (utilitarianism) olarak bilinen düşünce akımının önde gelen temsilcilerindendir. Mill, insan eylemlerinin amacının mutluluk olduğunu, bu mutluluğa da hem bireysel hem de bütünleşik bir fayda gözetilerek ulaşılabileceğini öne sürmüştür. What is Poetry? isimli bu makalesini yazmaya 1833'te başlamış, 1859 yılında tamamlamıştır.
Önsöz
19. yüzyıl entelijansiyası arasında önemli bir yeri bulunan John Stuart Mill,, dile getirdiği bütünleşik fayda kavramıyla günlük yaşamın gerektirdiği zorlukları işaret etmiştir. Bireysel faydacılığı temel alan bu kavram, Mill'in bakış açısını anlamak için esastır. Mill'in düşünceleri Viktorya dönemi edebiyatını anlamak için yol gösterici olacaktır. Bu yüzden, What is Poetry? diye soran John Stuart Mill'in bu eserini Türk diline çevirmiş bulunmaktayım. Eserde, iç dünya ve dış dünya diye adlandırılan iki karşıt olgunun sanat eserlerine ne denli etki ettiğini görüyoruz. Mill, şiirin ne olduğunu sorgularken, şiirin uzaktan akrabası olan öykü, belagat, müzik, ressamlık ve heykeltıraşlık gibi sanatları içeren bir girişimde bulunmaktadır. Dönemin pozitivist yanını da şiir tanımı konusuna dahil eden Mill, öncelikle şiirin tanımını yapmayla uğraşır. His dünyasının bir aracısı olarak savunur şiiri. Öykü ile şiir arasındaki farklılıkları ortaya çıkarır. Bu noktada, betimlemenin dıştan gelen bir yorum olduğunu iddia eder ve belagate yani söz söyleme sanatına geçer. Şiiri iç sesin kendisini dışa vurması olarak algılar. Buradan müziğe geçer ve Rossini'den, Beethoven'dan örnekler sunar. Ressamlığa geldiğinde, eleştirdiği ne varsa tekrar süzgeçten geçirir ve şiiri istediği konuma yerleştirir.
Bu denli genel bir soru sorup bunun ardına etkileyici savlarla çıkmış olması Mill'in edebiyat dünyasını ne denli iyi okuduğunun bir kanıtıdır. Aradığı cevapları ince bir diyalektik üzerinden takip etmiştir. Getirdiği eleştiriler savunduğu fikirlerle örtüşme sağlamış, felsefi bağlamla edebiyatı başarılı bir şekilde harmanlamıştır. Yalnızca Viktorya dönemi edebiyatını kavramak için değil, günümüz edebiyatının da özellikle şiirin geldiği noktayı da anlamak için Mill bir fener görevi görmektedir. 2 Kasım 2014, Zonguldak Ceyhun Dikici
Şiir nedir?
Şiir nedir? sorusu sıkça sorulmuştur ve bu soruya çeşitli yanıtlar verilmiştir. Bunlardan en basiti, -şiirin kendini gösterdiği yetilere sahip olan kimselerin hiçbir zaman tatmin olmamış olmasından kaynaklanan- ölçü ile şiirin karıştırılması mefhumudur. Bir tanımın bu rezil rüsva hali, onların başka başka isimler altında öğrendikleri şiirin ne olduğunu açıklama girişimlerini suya düşürmüştür. Nitekim, şiir kelimesi kendi doğasında bulunan oldukça garip bir şeyi açığa vurur; nazımın yanı sıra nesirde de var olabilecek olan bir şeyi; bir şey ki kelimelerin aracılığına gerek duymayan, senfonik sesler olarak tanımlanan işitsel simgeler aracılığıyla konuşan; hatta mimarinin, ressamlığın ve heykeltıraşlığın diline ait görsel simgeler aracılığıyla konuşan bir şey. İnanıyoruz ki, tüm bunlar hayal meyal de olsa şiirin tüm biçimlerinin kulak okşayıcı bir etki üretmesinin devamıdır. Şiir ile şiir olmayan arasındaki fark, açıklanmış olsun ya da olmasın, temelde hissedilir; farkın olduğu noktada herkes farkı hisseder. Diğer tüm görünümler aldatıcı olabilir; lakin farkın görünümüdür asıl fark. Görünümlerin de, diğerleri gibi, illüzyon bile olsa bir realite yaratabilecek bir sebebi olmalıdır. Bunun içindir ki, kısmi felsefe popüler dilin işaret ettiği
sınıflandırmaları ve ayrılıkları küçümserken, doruk noktasındaki felsefe ona yeni yapılar bahşeder. Ancak nadiren de olsa, hatalarını düzeltmek ve düzenlemek için eski olanı bir kenara bırakır. Felsefe, düşünce için yeni kanallar açar, ancak bu kanalları bir anda doldurmaz. Tam tersine, kararlı bir şekilde bu kanalların izini sürer, onlar doğal akışını sürdürmekteyken daha geniş ve daha derin anlamlarına iner. Mütevazi araştırmamızın amacı, Tabiat'ı keyfi bir tanımın sınırları içine hapsetmek ya da onu buna mecbur etmek değildir. Daha ziyade, amacımız Tabiat'ın kendine çizdiği sınırları bulmak ve bu sınırları çevreleyecek bir set inşa etmektir. İnsanlığa yanlış kullanılan şiir sözcüğünü açıklama çağrısında bulunmuyoruz. Girişimimiz, şiire yapıştırılan o yaftayı söküp atmakta, müphem bir his olarak şiir terimini açıklama uğraşında bulunanlara yol gösterecek farklı bir ilke öne sürmektedir. İtiraf etmek gerekirse, şiirin nesnesi duygular üzerinde yer almaktadır. Yani, şiir sanatı, Wordsworth1'ün ileri sürdüğü mantıksal zıtlıktan, diğer bir deyişle, nesirden, nesnel meselden ya da bilimden oldukça ayrı bir konumdadır. Biri kendisini inanç formunda gösterirken, öteki duygu formunda gösterir. Biri işini akıl çelme ve ikna yoluyla yaparken, öteki hareket ederek yapar. Biri anlaşılması için bir sav ortaya
1
Samuel Taylor Coleridge ile beraber yazdığı Lyrical Ballads eseriyle Romantik dönemi başlatmış olan İngiliz şair. (1770-1850)
koyarken, öteki derin düşüncenin ilgi çekici nesnelerini duygusallığa sunmaktadır. Nitekim, bu bizi şiir tanımından çok öte yerlere getiriyor. Bu şiiri bir şeyden ayırıyor, ancak biz şiiri her şeyden ayrı tutmakla mükellefiz. Duygulara göre davranma amacı kapsamında, düşünceleri ve imgeleri akla getirmek yalnızca şiirde bulunmaz. Mesela, roman yazarının eylemi bu bağlamda eş değerdir; ama şairin yeteneği ile roman yazarının yeteneği, roman yazarıyla konuşmacının ya da şair ile metafizikçinin arasındaki fark gibidir. Birbirlerinden apayrı olsalar dahi, iki farklı özellik birleşebilir, ancak bu doğal bir birliktelik olmaz. Ünlü şiirlerin çoğu, kurmaca hikaye formundadır, ve neredeyse tüm dişe dokunur kurmacalarda şiir vardır. Ancak, bir hikayeye duyulan ilgi ile şiirin uyandırdığı heyecan arasında radikal bir fark bulunmaktadır. Birisi olaydan türetilirken, öteki duygu dünyasının resmedilişidir. Birisinde duygunun kaynağı bireyin iç dünyasının temsiliyken, diğerinde dış dünyanın meydana getirdiği olaylar serisidir. Şimdi, tüm zihinler ikinci türün temsilinden az ya da çok etkilenebilirler. Ama hepsi, ya da neredeyse hepsi, ilk türden etkilenmişlerdir. Alakanın bu iki kaynağı, zihnin iki ayrı ve ayrıcalıklı diyebileceğimiz (muhteşem değişimleri göz önünde bulundurularak) özelliğiyle uyuşmaktadır. Hangi dönem bir hikaye ya da ucundan kıyısından hikayeye benzeyen bir şey için tutkuludur? Çocukluk dönemi. Aynı zamanda, bu dönem şiire de, hatta en basit betimlemeye de az da olsa hoş görünmektedir. Çünkü,
özellikle tam gelişmemiş ve tecrübeyle sınanmamış olan duygular pek bir anlam ifade etmez. Toplumun hangi sürecinde hikaye anlatıcılığı değerli, ve hikayeci saygın bir statüye sahiptir? Günümüz Tatarlarının ve Araplarının oluşturduğu ilkel toplumları ve neredeyse eski çağlardaki tüm ulusları düşünün. Bu aşamadaki toplumlarda, yani olayların gebe kıldığı esas ilgiden kaynak bulan öykülerden, yani halk şarkılarından (ballad) başka pek şiir sanatı yoktur. Şiir olarak düşünüldüklerinde, halk şarkıları başlangıç düzeyindedir: insan doğasının sevinç ya da hüzün gibi en basit duyguları aktarılmış ya da ima edilmiştir. Bu duygular, bütünüyle dış dünyadaki ilişkilere gömülmüş ilkel beyinlerde heyecan uyandıran dışsal etkilerin ani bir baskı oluşturmasıyla meydana gelir. Ya seçenek sunulduğu için ya da kaldıramayacakları türden bir güç olduğu için kendi içlerine, dünyanın anlamını bulmaya yönelmişlerdir. Çocukluktan ayrılarak, toplumun çocukluğuna geçtik, buradan yetişkin erkeklerin ve kadınların en olgun ve çocuksu olmayan dönemlerine geçiyoruz. Kalbin ve aklın en derin noktasına, şiir sanatında en çok haz duyulan bu yüksekliğe çıkıyoruz. Tam tersine, en yüzeysel ve en boş olanlar roman okumalarına bağımlı olanlardır. Bu, insan doğasının tüm analojik deneyimiyle bağdaşmaktadır. Bu türden kimseleri bir tek kitaplarda değil, yaşamlarında da sürekli olarak dıştan gelen heyecanın peşinde koşarken görüyoruz. Bu türden kimseler, entelektüel güçlerinin varlığında ya da kendi duygularının derinliğinde, hiçbir zaman evlerine yakın olan o müthiş heyecanı yaşama
yetkinliğine sahip olamayacaklardır. En boş ve en uçarı kimseler, kurmaca hikayelerde doğal bir hazı yani dıştan gelen heyecanı bulurlar. Bu türden kimseler, kendilerini o şekilde hayal edebildiklerinden şiire aşıklardır, çünkü onlar nazım halinde yazılan romanlara bayılırlar. Ancak duygunun en derin, en gizli noktalarını tarif eden şiir yalnızca ne hissetmiş olabileceklerini anlamaları için hayal gücünü genişletmekle; ya da ne hissettiklerini ya da ne hissedebileceklerini hatırlatmakla ilgilenmektedir. Şiir ile birlikte dış dünyada meydana gelen şeyler farklı bir boyut kazanmıştır. Şiir, hakkı verilerek yapıldıysa, hakikattir. Ve kurmaca, eğer bir yararı dokunuyorsa, hakikattir. Ancak bunlar farklı hakikatlerdir. Şiirin hakikati insan ruhunu doğru bir biçimde resmetmektir. Kurmacanın hakikati ise hayata dair bir kesit sunmaktır. Farklı yollardan, farklı kişilerden gelen bilginin bu iki türü normal olarak birbirlerinden farklıdırlar. Ünlü şairler sıkça dile getirildiği gibi hayatı bilmemektedirler. Ne biliyorlarsa kendilerini gözlemleyerek edinmişlerdir. Ünlü şairler insan doğasının epey narin ve duygusal örneklerini kendilerinde bulmuşlardır. Duygu kanunları çok fazla üzerinde düşünülmeden okunsun diye büyük puntolarla yazılmıştır. İnsanoğluyla ilgili diğer bilgiler dış dünyanın insanlara sunduğu deneyimlerdir. Bu deneyimler, şairler için vazgeçilmez değildir. Ancak roman yazarı için bilgi denen şeyin bütünleşik halidir. Roman yazarı, insanın iç dünyasından ziyade, dış dünyada olup biteni anlatmak zorundadır. Eylemleri anlatmakla yükümlüdür, duyguları anlatmakla değil. Madam Roland'ın Brissot'ya
dediği gibi,2 insanları değil de insanı tanıyanlar arasında numaralandırılmış olanlar roman yazarının işine yaramayacaktır. Tüm bu söylediklerim, iki unsurun birleşebilme olasılığına engel değildir. Şiir ve öykü ya da olay, roman ya da şiir diye adlandırılan herhangi bir eserde birleşebilir. Lakin, kırmızı ve beyaz aynı tuvalde birleşebilir. Şiirle hikayeyi birleştiren tek bir yöntem vardır. Bu ikisinin de ulaşabilecekleri en uç nokta olan dramadır. Orada dahi, şiir ve hikaye kusursuz bir biçimde ayırt edilebilir durumdadırlar. Çeşitli niteliklerde, eşit olmayan bir eşitlikten söz edilebilir. Goethe'nin takdire şayan Torquato Tasso eserinde olduğu gibi, karakter ve tutkunun tarifi olabileceklerin en iyisi olmasına rağmen dramatik bir şiirdeki hikaye yetersiz ve etkisiz kalmaktadır. Ya da Minerva Press'ten3 çıkan beş para etmez ürünlerde olduğu gibi hikaye tek başınayken daha gelişmiş bir etki sağlayabilir. Doğru bir şekilde sergilenen duygu ya da basmakalıp bir davranış yetersiz kalmasına rağmen muhtemel olay örgüsü ile bir ahenk kurulabilir. Bu iki mükemmelliğin bileşimini kabul görüldüğü üzere Shakespeare bizlere sunmaktadır. Her türden okur, Shakespeare'de kendine ait bir şeyler bulmaktadır. Birçoğu Shakespeare'i öykücü olarak el üstünde tutarken, ufak bir kesim şair yönünü beğenmektedir.
2
Fransız Devrimi destekçilerinden Jeanne-Manon Roland'ın (1754-1793) Mémoires adlı eserinde devrime önderlik eden reformistlerden biri olan Jacques-Pierre Brissot arasında geçen konuşma. 3 19. yüzyılın başında duygusal romanlar basan bir yayınevi.
Şiiri duygunun tarif edilmesiyle sınırlayarak ve dış dünyadaki nesneleri tasvir eden ne varsa reddederek sakınacağımıza söz verdiğimiz şeyi yapmış olduğumuzu düşünebiliriz. Şiiri betimleyici olarak tanımlayan ortak rıza inşa edildiği için dil kullanımına karşı bir tanım bulmaktan kaçınıp o tanımı kendimiz oluşturduk. Bu savı reddediyoruz. Betimleme şiir değildir, sadece betimleyici şiir vardır. Açıklayacak olursak, bu, bilim şiirdir çünkü didaktik şiir vardır demeye benzemektedir.Ama betimlenmeyi kabul etmiş bir nesne, veya bilimsel incelemede yer alan bir hakikat şiiri bir bağlamda süsleyebilir. Buna da zaten didaktik veya betimleyici adını vermeyi seçiyoruz. Şiir nesnenin kendisi değildir. Şiir bilimsel gerçeğin de kendisi değildir. ancak zihinsel mekanizma ikisini birden tasarlayabilir. Dış dünyadaki nesnelerin renkleri ve boyutları tarif edilince şiirden ziyade, Aziz Petrus Bazilikası'nın geometrik zemin planı yada Westminster Abbey'deki resimler olabilir. Şurası kesin ki, betimleyici şiir betimlemeden oluşur. Ancak nesnelerin görünüşleri oldukları şeyi yansıtmaz. Betimleyici şiir, onların çıplak ve doğal hatlarını değil de, duygular yoluyla harekete geçirilmiş hayal gücünü süslemiştir. Betimleyici şiir nesneleri boyamıştır. Eğer bir şair bir aslanı betimliyorsa, onu büsbütün hakikat isteyen bir natüralistin veya bir gezgincinin yapacağı biçimde yapmaz. Şair aslanı imgeler yoluyla betimler.Yani, en çarpıcı benzerlikleri ve zıtlıkları kullanarak huşu, hayret ve korku içindeki bir zihinle aslanı tasarlar. Görüntü heyecan vericidir, veya heyecan uyandırmalıdır. Şimdi,
aslanı ustaca betimlemiştir ancak seyircinin heyecanlanma durumu esastır. Aslan yanlış ya da abartıyla betimlenmiş olabilir. Ve bu haliyle şiir daha iyidir. İnsan duygusu özen gösterilmiş bir hakikatle resmedilmemişse şiir kötü şiirdir. Hatta, şiir değildir, hayal kırıklığıdır. Şimdiye değin, şiirin esas özellikleri hakkında genel görüşün üzerinde ilerledik. Şimdi de şiiri tanımlama girişiminde bulunan iki dahi şairi ele almak üzereyiz. İlki Corn-Law Rhymes4 adlı eserin ve hala hayranlık uyandıran şiirlerin yazarı olan Ebenezer Elliott. Şiir, diyor Elliott, harekete geçirilmiş hakikattir. Öteki ise Blackwood dergisinde yazmakta olan bize göre kayda değer bir yazardır. Bu yazar, şiiri insanın duygularla renklendirilmiş düşünceleri olarak tanımlar. Bizim aradığımız tanım aşağı yukarı buna denk gelmektedir. Bir insanın dile getirebileceği tüm hakikatler, tüm fikirler, hatta bilincine nüfuz edebilecek tüm dışsal etkiler, harekete geçirilmiş bir vasıta yoluyla şiirleştirilebilir. Sevincin, hüznün, acıma duygusunun, sevginin, hayranlığın, hürmetin, korkunun, dehşetin renkleriyle donatılmadığı müddetçe şiir hiçbir şeydir. Bu iki tanım da belagat ile şiirin ayrılmasında hüsrana uğrarlar. Şiir gibi, belagat de harekete geçirilmiş bir hakikattir. Şiir gibi, belagat de duygulara boyanmış düşüncelerdir. Ancak ortak kaygı ve felsefi eleştiri iki tür arasında ayrım yapabilmektedir: Herkesin belagat olarak adlandırdığı çoğu şeyi hiç kimse şiir kategorisine 4
Fakir halka zor günler yaşatan ve açlık çekmelerine neden olan yasa. Burada, Mill'in aktivist yönünü görmekteyiz.
dahil etmemektedir. Bir yazar şair olarak kabul gördüğünde bir mesele ortaya çıkıyor. Bu durumu olumsuz bir biçimde ele alanlar bir yazarı şair olarak değil de belagati gelişmiş bir yazar olarak addediyorlar. Belagat ile şiir arasındaki fark bizler için şiir ile öykü arasındaki ya da şiir ile betimleme arasındaki fark kadar önemli görünmektedir. Bu yüzden, bu konuları aydınlatma gereği duyduk. Şiir ile belagat duyguları ifade etme ve dile getirme konusunda benzerdirler. Lakin, karşı sav üretirsek, dememiz gerekir ki belagat dinlenmektedir, şiire ise kulak misafiri olunmaktadır. Belagat seyirciye gereksinmektedir. Şiirin garipliği ise şairin dinleyici hususuna kayıtsız kalmasıdır. Şiir, yalnızlık anlarında duyguların itiraf edilmesidir. Şairin zihninde canlanan o eşsiz biçimde iç dünyanın olabilecek en iyi gösterimi simgeler aracılığıyla şiiri sarmalamaktadır. Belagat ise iç dünyayı başka zihinlere taşımaktadır. Bunu yaparken, o zihinlerin ilgisini çekmeye, inançlarını etkilemeye çalışmakta onları tutkuya, eylemde bulunmaya çağırmaktadır. Şiir bütünüyle iç sesimizin doğasından gelmektedir. Denilebilir ki yeni basılmış bir şiir kitapçıda satılmış, kostümlerini giyen iç sesimiz sahneye çıkmıştır. Böyledir, ancak kendi kendine konuşma yönteminden daha saçma başka bir düşünce yoktur. Kendimize söylediklerimizi yeri geldiğinde başkalarına da anlatabiliriz. Başka gözlerin üzerimize çevrildiğini öğrendiğimizde, yalnızken söylediklerimizi ya da
yaptıklarımızı istemli bir şekilde yeniden üretebiliriz. Ancak, bu aşamada üzerimize çevrilen gözler görünür durumdaysa bilinçten söz edemeyiz. Aktör, hali hazırda bir seyirci topluluğunun olduğunu bilir, ancak onların orada olduğunu biliyormuş gibi rol yaparsa çuvallar. Bir şair yalnızca şiiri yayımlansın diye değil, aynı zamanda şiirin hakkını vermek için de yazabilir. Böyle bir etki altında kalınarak yazılmalıdır şiir. Eğer şair eserini dışarıdan ve günlük yaşamdan gelen etkilerden soyutlamayı başarırsa, kendi duygularını ifade edebilir. Tıpkı yalnız kaldığı anlardaki gibi, tıpkı duygularını hissetmesi gerektiğinin bilincinde olduğundaki gibi, tıpkı başka kimselerin de yalnız kaldıklarında benzer duygular hissetmesinde olduğu gibi. Lakin şair etrafına bakındığında kendisini başka birisine göstermektedir. İfade etme eylemi, eylem gerçekleştirildikten sonra sona ermez. İfade etme eylemi sona ermek için bir hamledir. Yani, şair kendisini duygularıyla ifade etmektedir. Şair duygular ya da inanç ya da birisinin istenci üzerinde kafa yormaktadır. Duygularının aktarımı ve duygularının renk kattığı bireysel düşüncelerinin üzerinde kafa yormaktadır. Bunu başka zihinlerde hayranlık uyandırma arzusuyla yapmaktadır. Bu noktada, yazdığı şiir olmaktan çıkar, belagat olur. Şiir, yalnızlığın ve iç dünyanın verdiği meyvedir. Kendi iç dünyasını en iyi bilenler, eğer ki entelektüel kültür kendilerine dili kullanma imkanı tanırsa, şiir sanatının en yeteneklileri olurlar. Başka insanların iç dünyasını en iyi kavrayanlar da belagatte usta olurlar. Şiir sanatıyla ön plana çıkmış olan şahıslar ve ülkeler
alkışlanmaktan, takdir edilmekten, dünya üzerinde fikir birliği kurmaktan haz alırlar, onur duyarlar. Alkışlanan, takdir edilen her kimse genel olarak belagat hususunda, yani söz söyleme sanatında da sivrilmişlerdir. Bundan dolayı, entelektüel uluslardan biri olan Fransız ulusu şiir sanatında değil de belagatte daha etkilidir. Şurası kesin ki; en toplumcul, en boş, en çok kendisine bağımlı olan ulus Fransız ulusudur. İnanıyoruz ki, yukarıda söylenenler belagat ile şiir arasındaki o kabul görmüş ayrımı doğru bir şekilde açıklamıştır. Açıklayamamış olsa dahi, yukarıda bahsedilenler ile samimi diyebileceğimiz bir ayrımı gerçekleştirdik, şüphesiz ki. Bu ayrım, yalnızca kelimelerin dilinde değil, diğer tüm dillerde de bulunacak ve tüm sanat çevreleriyle ortak bir paydada buluşacaktır. Örneğin; müziği ele alalım. Müzikte sanatı, yani duyguların ifade edilmesini bulacağız. Müziğin iki farklı türü vardır; şiir ve hitabet. Bu farklılık keşfedildiğinde müzikteki mezhepleşmeyi sona erdirecektir. Günümüz İtalyan ekolünün, yani Rossini ve haleflerinin, müziği üzerinde heyecan uyandırıp uyandırmadığına dair tartışmalar vardır. Kuşkusuz, tutku kendisini Mozart'taki ya da Beethoven'daki hüzünle, duygusal yoğunlukla veyahut esinlenme ile açığa vurmaz. Ancak susmak bilmeyen tutku kendisini başka kulaklardan içeri dökmektedir. Ve o noktada, diyalog için doğal bir ortam sağlayarak daha iyi hesaplanmış dramatik etkiyi gözlerimizin önüne serer. Mozart müzikle hitap etme
hususunda muhteşemdir. Ancak en dokunaklı eserlerin tam tersi bir tarz olan iç ses aracılığıyla vermiştir. Kim hayal edebilir Neredeler?5 sorusunun duyulduğunu? Bir tek biz duyarız onu. Kuşkusuz, hüzünlü müzik iç sesin bir parçasıdır. Ruh, dertlere alışmıştır, daha fazlasını beklemesine karşın onlara pek aldırış etmez. Ne zaman zihin dışındakilere değil de kendi içine bakar, o zaman onların sayısını arttırmayı durdurur. Bu yüzden, bu kesintisiz akış, iyi bir okurun kelimelere yüklediği düşündürücü biçim ile iyi bir şarkıcının müzikte bulduğu melankolik yanı tam bir monotonluk haline getirmiştir. Lakin, hüzün denilen duygu bir dua veyahut yakarış halini aldıysa hitabete bulaşır. Daha vurgulu bir ritmin, daha yuvarlak bir aksanın eşliğine geçer. Yavaş ve eşit notalardan ziyade düzenli duraksamalarda birbirini takip ederek, notaları birbirinin üstüne çıkarır, ve genellikle bu iki ayağı bir pabuca sokma sonucunda hüzün sevince dönüşür. Bunun örneklerini Rossini'nin kayda değer eserlerinde bulabiliriz. Örneğin; Tancredi operasındaki Tu che i miseri conforti(Sen, sefile rahatlık veren) aryasında veyahut La Gazza Ladra operasındaki Ebben per mia memoria(Hatıralarıma göre) aryasında görüldüğü gibi. Bu eserlere bilenler demek istediğimizi hemen anlayacak ve hissedeceklerdir. Sunduğumuz iki örnek de oldukça trajik ve tutkuludur. Bu iki özellik şiirin değil, hitabetin ürünüdür. Beethoven'ın Fidelio
5
Mozart'ın The Marriage of Figaro operasının üçüncü bölümündeki arya. Dove Sono.
eserinde bunun en heyecanlandırıcı örneklerinden birini görmekteyiz:
"Gel, Umut, bitmiş tükenmiş şu çocuğun son yıldızı da sönüp gitmesin."6 Madam Schröder Devrient 7iç parçalayan bu aktarımı mükemmel bir şekilde göstermiştir. Peter Winter'ın Paga fui aryası ne kadar da farklıdır. Kelimenin tam anlamıyla, melankolinin tüm benliği yalnız kalınca ortaya çıkmaktadır! Bundandır ki, şiirsel olan bestelenen kelimelerden daha derinlere inmektedir. Şiir, yalnızca basit bir melankoliyi değil, vicdanı açıklar bizlere. Sesli müzikten enstrümantal müziğe geçersek, sağlam bir askeri senfonide ya da marşta müzikle hitabet için uygun örnekler bulabiliriz. Müziğin bu şiirselliğini, melankoli ve ihtişamın öyle harikulade bir biçimde birleştiğini Beethoven'ın Overture to Egmont eserinde açıkça görmekteyiz. Görsel sanatlarda, benzer farklılıklar mevcuttur. Bir tek şiir ile hitabet arasında değil; şiir, hitabet, öykü ve betimleme arasında da farklılar bulunmaktadır. Saf betimleme portrede ya da manzara resminde sanat eseri olarak örneklendirebilir. Ancak bu başarılı bir sanat eserinden ziyade mekanik bir sanat eseri olacaktır. Basit bir taklit ürünüdür çünkü, yaratım değildir. Portreyi ya da manzara resmini öne sürüyoruz çünkü saf betimleme bu türdekiler için olasıdır. Tıpkı 6 7
Beethoven'ın Fidelio adlı operasından bir arya. Tam adı Wilhelmine Schröder-Devrient olan soprano.
William Turner'ın manzara resimlerinde, Titian veyahut Van Dyck'in muhteşem portrelerinde görüldüğü gibi. Koşullar uygunsa, ressamlıkta ya da heykeltıraşlıkta ifade edilen duygu -ya da alışılmış duygusal form olan huy- şiir ya da ressamın belagati, ya da heykeltıraşın sanat eseri olarak adlandırılabilir. Bilinçsizce hareket ettiğimiz durumlarda şiir, iç dünyamızın kendisini bizden kaçmakta olan işaretlerle açığa vurmasına yaramaktadır. Hitabet ise istemli iletişimi sağlamak amacıyla kullandığımız işaretlerdir. İfade tarzı, genellikle uzmanlar arasında resim sanatının doruk noktası olarak ele alınan tarihi tabloyu yanıtlamaktadır. Sanatın en zor dalı, şüphesiz ki, budur. Çünkü, en kusursuz hali, diğer tüm sanat dallarının en kusursuz haline içermektedir. Tıpkı epik şiire yaklaşıldığı gibi. Çünkü epik şiir epiktir, şiir değil. Şiirsel dehanın muazzam bir ürünü olduğu için saygı duyulur, çünkü başka türler kendisine şiir sanatında daha uygun bir yer bulamamıştır. Lakin, bir tarihi tablo yani bir olayın resmedilmesi bize yetersiz ve kötü gözükmektedir. Ressamlığın ifade gücü sınırlıdır. Bir resmin, ya da resimler dizisinin bir yorumcunun katkısı olmadan kendini anlatması pek sık rastlanan bir olgu değildir. Tarihi bir tablonun bizim için en büyük etkisi biricik figürleridir. Bu figürler sayesinde sanatın gücü gerçek anlamda görülebilir. Anlatma girişiminde gözle görülür ve kalıcı olan işaretler birbirini kovalayan kısa ömürlü işitsel işaretlerin çok çok arkasında kalmaktadır. Bir resim anlatısında figürler ve yüzler Titian'da
gördüğümüz gibi hala orada durmaktadırlar. Kim Rafael'in Virgin and Child tablosunu Rubens'in çizdiği tüm resimlerden, özellikle pasaklı ve şişman Venüs çizimlerinden üstün tutmaz ki? Rubens'in resimlerinde neredeyse herkes Rubens'in sanatının mekanik bir parçası olarak ön plana çıkar. Rubens esas dehasını tarihi ressamlığın alışılmadık sorunuyla ve figürlerinin gruplandırılmasıyla göstermektedir. Öyleyse, ressamlık öğrenenler dışında kim bu figürleri bir kez daha inceler ki? Ressamlığın gücü şiirde gizlidir. Rubens'te buna dair en ufak bir iz bile görmemekteyiz. Tarihi bir resimdeki bu biricik figürler şiir olmaktan çok ressamlığın belagatidir. Bu figürler (resimden ayrılmadıkça) dış dünyanın biçim verdiği birisinin iç dünyasını açıklamaktadır. Bu nedenle, zihinler şiirden ziyade belagate ve tarih ressamlığına yoğunlaşmıştır. Örneğin; Fransız ressamlar nadiren bu işe kalkışırlar, bunun nedeni kafa çizmek dışında pek bir şey becerememeleridir. Çünkü, onlar gün aşırı Louvre'a gider, kendilerini İtalyan ustalarının eserlerine bakarak beslerler. Bu eserlerin hepsi tarihi olmak zorundadır ve bir insan kadar yapmacık davranmaktadırlar. Bizler, genç bir sanatçıya tiyatral sanattaki laf kalabalığına yakışan resmin kusurlarına karşı hayal gücümüzün tasarlayabileceği bir etkide bulunmak isteseydik, Lüksemburg Müzesi'nde bir iki tur atmasını salık verirdik. Fransız ressamlığındaki veyahut heykeltıraşlığındaki tüm figürler seyircilerine caka satmaktadır. Bunlar bozuk bir belagatin en kötü halidir, şiirsel değil.
View more...
Comments