Italo Svevo - Ko¦êtu¦ê Bir S¦ğaka

April 17, 2017 | Author: ramazanuzel | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Italo Svevo - Ko¦êtu¦ê Bir S¦ğaka...

Description

It a l o S v e v o

KÖTÜ BİR ŞAKA

TÜRKÇESİ

NİHAL ARAL

It a lo S v e v o

KÖTÜ BİR ŞAKA

ms Kırk yıl önce bir roman yazmışsınız, ama kırk yıldır yayınlatamamışsımz romanınızı. Birden biri gelse ve önemli bir yayınevinin kitabınızı yayınlamak istediğini söylese ne yapardınız? Bu­ nun “kötü bir şaka” olabileceğinden kuşkulanır mıydınız, yoksa hiç düşünmeden tuzağa mı düşerdiniz? James Joyce’un gözde yazarı Italo Svevo, kendi yazarlık yaşamının düşkırıklıklarmdan izler de taşıyan Kötü Bir Şaka ’da, yazar Mario Samigli’nin başına gelen trajikomik olaydan yola çıkarak görünüşte hafif ve eğlenceli, ama derin çağrışımlar içeren bir konuya el atıyor. Kötü Bir Şaka, ilk kez 1926’da, yazarın ünlü romanı Zeno ’nun Bilinci 'nden birkaç yıl sonra ya­ yınlandığında, Joyce tarafından büyük övgüyle karşılanmıştı. İtalyan psikolojik romanının öncüsü ve çağdaş İtalyan edebi­ yatının en seçkin adlarından biri olan Svevo’dan yalnızca okurlara değil, yazarlara da küçük, ama anlamlı bir armağan. KAPAK RESMİ: PABLO PİCASSO

ISBN 978-975-07-0750-6

KDV İÇİNDEDİR

6,00 YTL 9 789750 707506 http ://www. canyayinlari .com

Italo Svevo KÖTÜ BİR ŞAKA

&

Can Yayınları: 1608 Modern Klasikler: 127

Una Burla Riuscita, Italo Svevo © Nihal Aral © Can Sanat Yayınlan Ltd. Şti., 2005 1. basım: Mart 2007

Kapak Tasarımı: Erkal Yavi Kapak Düzeni: Semih Özcan Dizgi: Hayriye Kaymaz Düzelti: Rılya Tükel Kapak Baskı: Çetin Ofset İç Baskı ve Cilt: Özal Basımevi

ISBN 978-975-07-0750-6

CAN SANAT YAYINLARI YAPIM, DAĞITIM. TİCARET VE SANAYİ LTD. ŞTİ.

Hayriye Caddesi No. 2,34430 Galatasaray, İstanbul Telefon: (0212) 252 56 75 - 252 59 88 - 252 59 89 Fax: 252 72 33 http://www.canyayinlari.com e-posta: [email protected]

Italo Svevo KÖTÜ BİR ŞAKA

ROMAN

Türkçesi NİHAL ARAL

CAN YAYINLARI

ITALO SVEVO’NUN CAN YAYINLARI’NDAKİ ÖTEKİ KİTAPLARI SENİLİTA / roman ZENO’NUN BİLİNCİ / roman

Italo Svevo, 1861’de İtalya’nın TVieste kentinde doğdu. 12 ya­ şındayken Würzburg’da yatılı okula, ardından Trieste’deki bir ticaret okuluna gönderildi. Babasının işleri bozulunca öğren­ imini yarıda bırakıp bir bankada memur olarak çalışmaya başladı. 1892’de yayınlanan ilk romanı Bir Yaşam, içedönük, çözümleyici yapısı ve başarısızlığa mahkûm kahramanının acılarını betimleyişi bakımından roman türüne büyük yeni­ likler getirmesine karşın fazla ilgi görmedi. 1898’de yayınla­ nan ikinci romanı Seniîiid’nın (Yaşlılık) da okur ilgsinden yoksun kalması üzerine, Svevo yazmayı bıraktı ve kayınpe­ derinin işinde çalışmaya başladı. Ancak 1907’den sonra Trieste’de, geleceğin büyük yazarı James Joyce’la tanışması, Svevo’nun yazgısını değiştirdi. Daha sonra yazdığı iki romanı Joyce tarafından çok beğenilince, Svevo yeniden yazarlığa döndü. Bir hastanın psikiyatrına anlattıklarından oluşan Zerıo’nun Bilinci’ni (1923) öbür kitapları gibi kendi olanaklarıy­ la yayınladı. Birkaç yıl sonra Joyce romanı tanınmış iki Fran­ sız eleştirmene gönderince, Svevo bir anda üne kavuştu. Yine de, şair Eugenio Montale’nin övgü dolu eleştirilerine karşın, İtalya’da tanınması zaman alacaktı. Svevo, Zeno’nun Bilinci’nin devamı niteliğindeki bir roman üzerinde çalışırken, 13 Eylül 1928 günü bir araba kazasında öldü.

I Mario Samigli altmışına merdiven dayamış bir yazardı. Kırk yıl önce bir roman yayınlamıştı, şimdi ölü denebilecek bir roman - eğer hiç yaşamamış bir şeye ölü denebilirse. Mario, biraz çökmüş, eski gücü kuvveti kalmamış da olsa, sakin bir hayat sürüyor, pek fazla sorunla karşılaşmadığı küçük bir işte, az bir maaşla yuvarlanıp gidiyordu. Olaysız bir hayat sağlığa yararlıdır, ama ona lezzet katacak bir çeşni de gerekir; Mario’nun hayatına tat katan da gururu­ nu okşayan hayalleriydi: Kendisi için hâlâ parlak bir gelecek düşlüyordu, yaptığı ya da yapmayı umduğu bir şey olduğundan değil, miskinliğinden; çünkü onu yazgısına başkaldırmaktan alıkoyan miskinliği, nicedir içinde yaşattığı bir hayali yok etmek gibi sı­ kıntılı bir işten kurtarıyordu kendisini. Böylece ka­ derini yenmiş oluyordu bir anlamda. Hayat birkaç kemiğini kırmıştı kırmasına, ama çok önemli iki or­ ganına dokunmamıştı: kendine saygısı ve başkaları­ nın ne düşündüğüne duyduğu saygı. Bunlar olma­ dan da ün denen şeyin keyfi çıkarılamaz Bir doyum duygusu hep vardı içinde, hayatının sıkıcı tekdüze­ liğini hafifleten bir duygu. Onun böyle ustalıkla gizlediği bir ün tutkusu ol7

duğunu tahmin edecek pek az kimse çıkardı, çünkü Mario düş kuranların içgüdüsünü taşıyordu: düşünü hayatın katı gerçekleriyle karşı karşıya getirmeme içgüdüsü. Bu tutku bir yerde kendini belli etse de, dostlan onun masum gururunu incitmemeye özen gösterirlerdi. Onu tanımayanlarsa, yaşayan ya da öl­ müş yazarlar üstüne kesin yargılarına gülümsemekten kendilerini alamıyorlardı, hele kendisini çağdaş edebiyata etkisi olan bir yazar gibi gösterdiğinde, ya da altmışlık başarısız bir yazar olduğunu unutup kendi kendisinden övgüyle bahsederken kızarıp bo­ zardığında, yüzlerindeki gülümseme daha da büyü­ yordu. Ama hafif, nazik bir gülümsemenin kimseye zararı dokunmaz; dolayısıyla kimsenin huzuru kaç­ mıyor, bir arada güzel güzel geçinip gidiyorlardı. Mario çok seyrek yazıyordu, hatta uzun yıllardır yazarlığının tek belirtisi hep masasının üstünde du­ ran beyaz kâğıtlarla kalemdi. Hayatının en mutlu yıllarıydı bunlar, kendini hayallere bırakmıştı, iç ka­ rartıcı gündelik kaygılardan uzak yaşıyordu. Bir tür ikinci çocukluk. Ama başarılı bir yazarın olgunluk döneminden daha çok özlenecek bir dönem. Bpyle bir yazarın sözcükleri ufacık bir çabayla, kolayca dökülüverir kâğıda, kendilerini olgun bir meyve gibi sunan boş kabuklardan farkları yoktur bunların. Bu mutluluk dönemi, ancak ondan kaçış dürtü­ sü var oldukça sürebilirdi. Böyle bir dürtü de hep vardı içinde, rahatını kaçıracak güçte olmasa, onu mutluluk şatosundan çıkarmaya yetecek düzeye ulaşmasa da. Eski romanı gibi bir roman yazamazdı artık. O roman kendisinden mevkice, servetçe üstün olan ve yanlarına kolay kolay yaklaşılamayan kimselere duyduğu hayranlıktan doğmuştu. Romanına hâlâ 8

miskince bir sevgi besliyordu. Bir başı, bir gövdesi vardı romanın, canlı bir varlık gibi görüyordu onu. Ama iş bu gölge varlıkların yenilerini yaratmaya ve onları yalnız dil gücüyle yaşatmaya gelince, buna karşı bir türlü istek duymuyordu içinde. Kendisi farkında değildi, ama altmış yaşında oluşu böyle ya­ pıtlar yaratmasını olanaksız kılıyordu. Kendi hayatı gibi mütevazı bir hayatı anlatmak ise hiç aklına gel­ memişti. Bu hayata, mutlak teslimiyetin verdiği bir güç damgasını vurmuştu. Tüm varlığına işlemiş ve hiçbir zaman dikkate değer bulmadığı bir teslimi­ yet. Kendisine ilginçlikten bu denli yoksun gözüken bir konuya nasıl yaklaşacağını bilmiyordu. Sosyete hayatının kendileri için mühürlü bir kitap gibi kapa­ lı kaldığı kimseler arasında çok yaygın bir zaaf. Bu yüzden, sonunda, insanlar hakkmda, onların -göste­ rişli ya da sıradan- yaşam biçimleri hakkında yaz­ mayı bıraktı ve kendini tamamen hayvanlara adadı - ya da o böyle sandı. Fabllar yazmaya başladı. Mi­ nik, kaskatı mumyalar -kokudan bu denli yoksun­ dular ki, onlara ceset bile diyemezdiniz-; zamanın ölü odaları bunlarla dolup taşıyordu. Ama ona göre her biri mükemmellik yolunda atılmış bir adımdı; onlardan çocukça bir sevinç duyuyor, her zamankin­ den daha genç, daha mutlu hissediyordu kendini. İlkin gençlikte yaptığı hatayı tekrarladı, pek bi­ linmeyen hayvanlar üstüne yazdı; fablları hırlama­ larla, kükremelerle yankılanıp duruyordu. Sonraları deyim yerindeyse daha bir evcilleşti ve bildiği, tanı­ dığı hayvanlar hakkında yazmaya başladı. Örneğin sinek, çokluk sanıldığından daha yararlı bir hayvan olduğunu gösteren bir dizi fabla esin kaynağı oldu. Bunlardan birinde sineğin hızına hayranlık duyu­ yordu, ne var ki, boşa gidiyordu bu hız, çünkü ne 9

avım yakalamasına yarıyordu sineğin, ne de kendi güvenliğini sağlamasına. Aynı fablda, bir kaplumba­ ğanın serüveni anlatılıyordu, kıssadan hisse çıkarı­ lacak bir serüven. Bir başka fablda, sineğin pek sev­ diği pisliği yiyip yok edişini övüyordu. Bir üçüncüsünde, sineğin göz sayısı bakımından bütün hay­ vanlardan daha zengin olmasına karşın, görme du­ yusunun niye böyle zayıf olduğunu soruyordu. Bir başka fablda, kendisini rahatsız eden bir sineği öl­ düren adam ona şöyle sesleniyordu: “Sana iyilik yaptım, artık sinek olmaktan kurtuldun.” Böylece, her sabah kahvesini içerken bir fabl doğuveriyordu. Fabldan yararlanarak düşüncelerini, duygularını dışavurabileceğini akima getiren de savaş oldu: Kü­ çük kuklalarını hayat makinesine sokabilir, onlan yeni organlarla donatabilirdi. Aşağıda bunun nasıl olup bittiğinin öyküsü. İtalya savaşa girince, Mario, Avusturya polisinin ilk işinin, Trieste’de kalmış iki-üç İtalyan yazarından biri sayılan kendisini mahkeme önüne çıkarmak, belki de darağacma yollamak olacağından korktu. Bazen um ut kaplıyordu içini, bazen dehşete düşü­ yordu, bazen coşkudan yerinde duramıyor, bazen korkudan beti benzi atıyordu. Romamnı okuyan yar­ gıçları canlandırıyordu gözünde: generalinden en alt kademelere kadar askerî hiyerarşinin bütün temsil­ cilerinden kurulmuş bir divan-ı harp. Kitabın hakkı­ nı yememek için, onu titizlikle inceleyecekler, sonra korkulu karar ânı gelip çatacaktı... Eğer divan-ı harp barbarlardan kurulu değilse, romanı okuduktan son­ ra hayatını bağışlayacak, kitabın değerini teslim et­ tiklerini göstereceklerdi. Bu nedenle savaş boyunca pek çok şey yazdı. Kılı kırk yaran bir okuyucu kitle­ sinin yazdıklarını yiyip yutarcasma okumayı bekle10

diğini bilmek bile bu kadar büyük bir heyecanla dolduramazdı içini. Güvenliğini düşünerek, anlamlan pek açık olmayan fabllar çiziktirdi sadece. Küçük fabllan, korku ile um ut arasında dünyaya gözlerini açtılar. Bir bataklıkta kendisinden çok daha güçsüz hayvanlarla dövüşüp savaştan hep zaferle çıkan, ama kendisini taşıyacak sağlamlıktan yoksun olan çamura gömülüp kalan güçlü devle ilgili fabl yüzün­ den divan-ı harp onu mahkûm edemezdi. Bunun Al­ manya’yla ilgili olduğunu gösteren ne kanıt vardı ki? Büyük, rahat ininden pek uzaklaşmadığı için yenilgi yüzü görmeyen, ama günün birinde dumanla inin­ den çıkartılan aslanla da Almanya’nın ne ilişkisi ola­ bilirdi? Böylece Mario, bir cekete takılan cep gibi, haya­ tını fabllann eşliğinde sürdürmeye yavaş yavaş alış­ tı. Yerel bir edebiyatın varlığından tümüyle habersiz olan ve bütün savaş boyunca kendisini rahat bırakıp huzur içinde, ama düş kmklığına uğramış olarak ya­ şamasını mümkün kılan polise borçluydu yazarlıkta ilerleyişini. İleriye doğru attığı bir başka küçük adım da, fabllanna daha uygun kahramanlan seçmesi oldu. Egzotik fil ve boş boş bakan sinek kayboldu, yerleri­ ni, bahçesinde ekmek kınntılanyla beslediği -o zam anlann Trieste’sinde büyük bir lüks- küçük serçe­ ler aldı. Her gün belli bir süre serçelerin sıçrayıp zıp­ layarak sağda solda gezinmelerini seyrediyordu. Bunlar günlük yaşamının en parıltılı anlarıydı; bu anlarda yaratıcılık yetileri, fabllann yazılış ânında olduğundan daha etkindi. Fabllarda anlattığı yara­ tıklara karşı sevgiyle dolup taşıyordu bütün yüreği. Akşamleyin, serçelerin komşu damlarda ve bahçe­ deki küçücük ağaçta cıvıldaştıklannı duyuyor, kafa11

f larım kanatlannm altına sokup seslerini kesmeden önce o gün başlarından geçenleri birbirlerine anlat­ tıklarını hayal ediyordu. Sabahleyin aynı cıvıltılı seslerle hiç kuşkusuz rüyalarını anlatıyorlardı bir­ birlerine. Onların hayatı da, kendi hayatı gibi, iki dünya, gerçek dünya ile düşler arasında geçiyordu. O güzelim kafalarında düşüncelerin doğması işten bile değildi. Öyle zarif, öyle çekiciydiler, renkleri öy­ lesine büyüleyiciydi ki, insan bu kadar güçsüz olma­ larına üzülüyor, kanatlarına da imrenmeden dura­ mıyordu: Evet, bu yaratıklar kendisine çok benzi­ yorlardı. Eabllan ahlak ilkeleriyle örülüydü hâlâ, ge­ ne de onları yazmak kendisini eğlendiriyordu. Her şey bir araya geliyor, keyfinin yerinde olmasını sağ­ lıyordu. Bir gün şöyle yazdı: Bahçem küçük ama, or­ da insan günde on kilo ekmek tüketebilir kuşlar için. Doğrusu, bu olsa olsa şairane bir hayaldi, çün­ kü böyle bir zamanda, ekmek karnesi olmayan kuş­ lara on kilo ekmek nereden bulunurdu ki? Bir gün de şunları yazdı: Bahçemdeki küçük atkestanesinde serçelerin gece için en iyi yerleri kapma savaşma nasıl son verebileceğimi bilseydim keşke! İnsanlı­ ğın geleceği için iyi bir işaret olurdu bu. Mario zavallı serçeleri o kadar çok düşünceyle sarıp sarmalamıştı ki, serçeler iyiden iyiye görünmez olmuşlardı. Onunla birlikte yaşayan ve yazdıklarını sevmeye çalışan kardeşi Giulio, sevdikleri arasına kuşlan katamamıştı bir türlü. Kuşlar bize bir şey an­ latmıyor, demişti. Ama Mario, Doğa’mn bize kuşlar yoluyla bir şeyler anlattığını söylemişti. Doğa’daki belli yerlerde yaşamını sürdüren ya da sağda solda gezip dolaşan yaratıklan tamamlayan bir öğeydi kuş­ lar; bir sözcüğün üstündeki aksan ya da müzikteki bir işaret gibi onların üzerinde bulunuyorlardı. Onlar 12

Doğa’nın en neşe dolu dışavurumudur, diyordu Mario. İnsanların betini benzini attıran, onları sefilleşti­ ren korku bile, kuşların olağanüstü zarafetine zarar vermez; bunun nedeni de kanatlarının korkuyu sak­ laması değildir, çünkü her hareketlerinden anlaşılır korku. Küçücük beyinleri korkuyu kavrayamaz bel­ ki, göz ya da kulak tehlikeyi duyurur, bu da ânında kanatlara iletilir. Kaçış halinde bir kaçağın korkuyu algılayamayan bir beyni olması ne kadar güzel! Eğer minik yaratıklardan biri ürkerse, hepsi birden hava­ lanıp kaçarlar, sanki şöyle demek isterler: “İşte, korkmak için iyi bir fırsat!” Hiç duraksamazlar; ka­ natlar olduktan sonra, çok kolaydır kaçmak. Kaçıp kurtulacakları da kesindir. Engeller çıkar karşıları­ na, onlara çarpmadan sıynlıp geçerler yanlarından. Bir yere takılmadan, yara almadan en sık dallar ara­ sından geçip giderler. Ancak tehlikeden iyice uzak­ laştıktan sonra durup düşünürler, sonra da kaçışları­ nın nedenini bulmaya çalışır, etraflarına bakınırlar. Ufacık başlarım zarifçe bir o yana, bir bu yana çevi­ rirler ve kaçtıkları yere dönecekleri ânı gözlerler sa­ bırla. Duydukları korkunun bilincinde olsalardı, şimdiye kadar çoktan ölmüş olurdu hepsi. Mario öy­ le sanıyordu ki, kuşların telaşının gerçekle bir ilgisi yoktu. Verdiği ekmekleri tam bir gönül rahatlığı için­ de yiyebilirlerdi isteseler; ama böyle yapmıyor, o ha­ in bakışlı gözlerini yan yanya kapıyorlar, ağızlarına attıkları her ekmek parçasının bir hırsızlık olduğuna kendilerini inandırıyorlardı. Bu da yedikleri yavan ekmeği daha bir lezzetli kılıyordu. Gerçek hırsızlar gibi, ekmekleri önlerine atıldığı yerde yemiyor, ek­ mek kapmak için birbirleriyle dövüşmenin tehlikeli olabileceğini biliyor, kırıntılar uğruna kavga etmeyi kaçışlarının sonuna saklıyorlardı. 13

Bu gözlem şu fablı esinledi: Bir adam yıllarca kuşlara cömertçe yem saçıp durmuş hep, kuşların yüreklerinin de ona karşı minnet dolu olduğundan eminmiş. Ama gözlem gü­ cünden enikonu yoksun biriymiş; kuşların kendisi­ ne, onca yıl ekmeğini çalmalarına karşın, içlerinden hiçbirini yakalamayı beceremeyen şapşalın biri diye baktıklarını fark etmemiş hiç. Mario gibi iyi yürekli birinin böyle acımasız bir fabl yazması inanılmaz gibi geliyor insana. Doğa’nın kendisine verdiği bütün o neşe, derinlikten böylesine yoksun, böylesine sığ mıydı? Nasıl olmuştu da, Doğa’mn en neşe dolu dışavurumunda bunca fesat­ lık, bunca nankörlük görmeye başlamıştı? Doğa’nın dışavurumunu büsbütün yok etmekten ne farkı var­ dı bunun? Kaldı ki, kanatlı yaratıklara bu denli duyarsızlık yüklemek, insanlık için ağır bir hakaretti düpedüz; öyle ya, eğer konuşma yetisinden yoksun kuşların dili öyleyse, konuşma yetisiyle donanmış yaratıklar­ dan ne beklenebilirdi? Bütün kuklalarından hüzün taşıyordu aslında. Savaş sırasında, Trieste sokaklarında at arabalarının sayısı iyice azalmıştı; dahası, atlar yalnız samanla besleniyordu. Öyle ki, hiç sindirilmeden dışan atılan o lezzetli küçük tohumlardan artık hiç yoktu ortalık­ ta. Mario hayalinde minik dostlarına soruyordu: “Na­ sıl, yaşıyor musunuz hâlâ?” Kuşlar da cevap veriyor­ du: “Yaşıyoruz, yaşıyoruz, ama sayımız azaldı.” Mario kafasında bu söyleşiyi kurarken belki de şöyle düşünüyordu: Başarısızlığında, biraz da, dene­ timi dışındaki koşulların, içinde bulunduğu ortamın payı olduğuna kendini inandırabilse, buna daha ko­ lay katlanırdı. Az önce karşılaştığı ölüm tehlikesini, 14

sırf bu tehlikeden sağ salim kurtulduğu için tümüy­ le unutuveren sersem kuşun fablına güleriz. Ama, Doğa’nm canlılar üzerinde deneyler yaparken takın­ dığı kayıtsız yüz ifadesi aklımıza gelince, gülüşü­ müz yerini bir tedirginliğe bırakır. Mario’nun yazdığı fablların çoğu, insanın, bü­ tün eylemlerinin sonunda içine sürüklendiği düş kı­ rıklığım konu alıyordu. Yaşamının zavallılığı konu­ sunda şöyle söyleyerek kendini avutmaya çalışıyor­ du sanki: “Durumuma diyecek yok. Başarısızlık söz konusu olamaz benim için, nasıl olsa hiçbir eyleme kalkıştığım yok.” Zengin, soylu bir adam kuşlan o kadar çok seviyormuş ki, koskoca bir çiftliği onlara ayırmış, bura­ da kuşlara tuzak kurmak, hatta onlan korkutup ür­ kütmek yasakmış. Uzun kış aylannda bannabilecekleri sıcak güzel yuvalar kurmuş onlara, içlerini de yiyecekle doldurmuş. Bir zaman geçmiş, bir sürü yırtıcı kuş da yuva yapmış oraya. Ayrıca kediler ve başka yırtıcı hayvanlar da küçük kuşlara saldırmaya başlamış. Kuşlara kol kanat geren o iyi kalpli kişi ağlamış, yüreğinde kuşlara beslediği sevgi kolay ko­ lay bitip tükenir gibi değilmiş. Ne var ki, o kadar sevdiği minicik kuşlan, doğanlann ve diğer yırtıcılann da karnını doyurmadan beslemenin yolunu bir türlü bulamamış. İnsanın yaptığı iyilikler üstüne bu alaylı sözleri yazanla, dünyaya gülümseyerek bakan, şen şakrak Mario aynı adamdı. Nerede yaşam filizlenip boy ve­ riyorsa, orada az sonra ister istemez oluk oluk kan akacağını anlatmak istiyordu. Üstelik bu da onu hiç rahatsız etmiyordu sanki. Böylece Mario’nun mutluluğu gün geçtikçe art­ mış, sonunda doruk noktasına ulaşmıştı. Sanki için­ 15

deki bütün hüzün, acıyla yüklü fabllarında bir çıkış yolu bulup dağılmış, yüzündeki keder ifadesi tü­ müyle silinmişti. Ama rüyaları eski yumuşaklığını kaybetmişe benziyordu. Kardeşi Giulio bitişik oda­ da uyuyordu, horlamaları genellikle pek o kadar ra­ hatsız edici değildi; çünkü bir gut hastası, sindirim sisteminde bozukluk da olsa, yediği bütün yemekle­ ri gereği gibi sindirebilir. Giulio, yatağında uyanık yattığı, henüz uykuya dalmadığı bazı geceler, Mario’nun odasından garip sesler geldiğini duyardı. Acı yüklü, derin derin iç geçirmeler, sonra ara sıra yük­ sek perdeden isyan dolu bir feryat. Bu garip feryat­ lar bütün gece yankılanıp duruyordu, gün boyu yu­ muşak başlı ve neşeli olan bu adamın o feryattan ko­ pardığına inanmak hayli güçtü. Mario, rüyalannı hiç hatırlamazdı, derin bir uykudan dinçleşmiş ola­ rak uyanıp kalkınca, gecesinin de iş günü kadar sa­ kin geçtiğine kesinlikle inanırdı. Giulio, hayli endişeyle, kendisine uykusundaki garip halinden söz açınca, Mario yalnızca herhalde yeni bir horlama yöntemi geliştirmiş olduğunu söy­ lemişti. Ama bu durum o kadar düzenli tekrarlanı­ yordu ki, uyurken çıkardığı garip seslerin acılar içinde kıvranan ruhunun dışavurumu olduğunu dü­ şünüyordu insan ister istemez. Rüyaların birer sim­ ge olduğunu, rüyalarda bilinçdışındaki isteklerin gerçekleştiğini ileri süren çağdaş düş kuramı konu­ sunda adeta kuşku uyandınyordu bu durum. Mario, uykusunda, gönlündeki tutkuları gizlemek için gün boyu taşıdığı ağır maskeyi kaldmp atabiliyor, iç ge­ çirmelerle, haykırışlarla şöyle demek istiyordu san­ ki: “Ben sandıklan kadar değersiz değilim! Sandık­ lan kadar değersiz değilim!” Dolayısıyla uyku, gön­ lündeki dileklerin sığmağıydı. 16

Sabah olunca, Giulio, şaşırarak öğreniyordu ki, Mario için, huzursuz gece, ya yeni bir fablın eşliğin­ de ya da tam bir unutuş içinde geçmiş. Günlerce bir fabl üzerinde çalışıyordu. Savaş, bahçedeki serçele­ ri büyük bir sıkıntıyla karşı karşıya bırakmıştı, za­ vallı Mario da onlara vereceği bir-iki parça ekmeği tutumlu kullanacak bir yol bulmuştu. Zaman zaman bahçeye çıkıyor, onlan ürkütüp kaçırıyordu. Uçma­ dıkları zaman ağır hareket ediyorlar, ürkekliklerini yenip tekrar dönmeleri zaman alıyordu. Canları kü­ çük bir teraziydi, bir kefesinde korku vardı terazi­ nin, öbür kefesinde açlık. Açlıkları giderek büyüyor­ du, korku da aynı ölçüde büyürse, tek bir lokmaya lale dokunamazlardı. Bu yöntem sıkı bir biçimde «uygulansa, kuşlar, önlerinde ekmek açlıktan ölürdü. Ama Mario işi bu trajik noktaya kadar götürmüyor­ du. Bir fablda şöyle yazmıştı: ‘“Ekmeğin tadına do­ yum yok,’ dedi serçe adama, ‘ama sen başında du­ lunca...”’ Bu bir abartmaydı olsa olsa, çünkü savaş zamanında bile serçelerin zayıfladığı görülmüyordu. O zamanlar bile Trieste sokaklarında beslenebile­ cekleri bollukta pislik vardı.

Kötü Bir Şaka

17/2

II Mario’nun hayallerinin kimseye bir zararı do­ kunmuyordu, en iyisi onu hayalleriyle baş başa bı­ rakmaktı. Giulio, bu hayallerin yeşerip büyümesine öylesine sevecenlikle destek oluyordu ki, Mario, ağ­ zından kibirlice bir söz kaçırsa bile utanıp kızarmı­ yordu. Giulio, kardeşinin kendi kendine biçtiği de­ ğeri yürekten benimsemişti, hatta başkalarının ya­ nında kardeşinin dehasına duyduğu inancı açığa vurmaktan -Mario’nun isteği üzerine- vazgeçmişti. Mario, kardeşinin hayranlığını gülümseyerek karşı­ lıyordu, oysa ona hayranlık duymasını öğreten kendisiydi. Ne var ki, gülümseyerek karşılasa da, bu hay­ ranlıktan haz duyuyordu. Hasta kardeşinin zamanı­ nı yatakla kanepe arasında geçirdiği oda dünyada en çok sevdiği yerdi, huzuru orada buluyordu çün­ kü. Sanıyordu ki, odadaki sessizlik, herkesten uzak­ ta oluşudur orayı sevmesinin nedeni; ama gerçek neden, daha talihli kimselerin özellikle gürültülü yerlerde buldukları bir şeydi. Oda görkemliydi, ama içinde fazla bir şey de yoktu. Ortada öğle yemeklerinin yendiği küçük bir masa vardı, hastanın yatağının yanına taşınıyordu 19

akşam yemekleri için. Giulio’nun yatağı ancak kısa süre önce yemek odasına getirilmişti. Savaş zama­ nında yakıt pahalıydı, burası da evdeki en sıcak odaydı, bu yüzden kış boyu hasta bu odadan hiç çık­ mamıştı. Uzun kış akşamlarında, yazar, gut hastası kardeşine orada bakmış, kardeşi de onun gönlünü hoş tutmak için elinden geleni yapmıştı. Durumları körle topalın hikâyesini andırıyordu. Eskiden hep para sıkıntısı çeken bu iki ihtiyar adama savaş boyunca talih gülmüş, onları hemşerileri gibi fazla sıkıntıya sokmamıştı. Mario’ya büyük hayranlık besleyen Slav kökenli bir köylü, onlara meyve, yumurta, tavuk armağan ediyor, böylece ek­ siklerinin çoğunu gideriyordu. Mario’nun elde ettiği bu tek başarı, bir İtalyan yazarının kendi ülkesinden çok, başka ülkelerde hayranlık kazanma şansının yüksek olduğunu gösteriyor. Ne yazık ki, bunun Mario’ya bir yaran yoktu, çünkü bu başanya pek de­ ğer vermiyordu. Armağanlan memnuniyetle kabul etmiş, afiyetle yemişti; ama ona göre, köylünün cö­ mertliği cahilliğindendi, böyle birinin hayranlığını kazanma başansına da ancak bir şarlatan sevinirdi. Bu da onu kaygılandırdı, keyfini ve iştahını kaçır­ mamak için şu fablı uydurdu: Bir kuşun önüne, yiyemeyeceği büyüklükte ek­ mek parçalan atmışlar. Kuş, bir-iki gün bunlan ga­ galayıp durmuş canla başla, ama pek bir şey koparıp yiyememiş. Giderek durum iyice kötüleşmiş, çünkü ekmek gün geçtikçe kurumuş, zavallı minik kuşun da karnını doyurma umudu büsbütün kaybolmuş. Uçmuş gitmiş oradan, içinden de şöyle geçirmiş: Ap­ talın birinden yardım görmek bir felaket sayılır. Duruma uygun düşen yalnızca fabldan çıkarılan dersti. Olayın geri kalanı öylesine değiştirilmişti ki, 20

armağanlar getiren köylü bu fablda kendini asla ta­ nıyamazdı. Mario da bunu istemiyordu zaten. İçi ferahlamıştı, masum hayranını aşağılamak gibi bir ni­ yeti de kesinlikle yoktu. Kaldı ki, fablı dikkatlice okunursa, küçük de olsa bir parça şükran duygusu ifade ettiği görülür. İki kardeş çok düzenli bir yaşam sürdürüyordu. Bütün dünyayı alt üst eden savaş bile alışkanlıkları­ nı değiştirememişti. Giulio, kalbinde de bir rahatsız­ lığa yol açma tehlikesi gösteren gut hastalığına kar­ şı yıllardır başarıyla savaşıyordu. “Bir türlü anlaya­ madım gitti,” diyordu gülerek, “erken yatarak, yedi­ ğim her lokmaya dikkat ederek, aslında hayatı mı aldatıyorum, yoksa ölümü mü?” Giulio yazar değildi, ama şunu anlamıştı ki, bir kimse her gün aynı eylemlerde bulunursa, günün birinde bu eylemlerde kendisi için saklı olan küçük yararlan nasıl ele geçireceğini öğrenebilirdi. Bu yüzden, düzenli bir yaşam biçimi sıradan kişilere as­ la gönül rahatlığıyla tavsiye edilemez. Giulio kışın gün batarken yatardı yatağına, ya­ zınsa çok daha erkenden. Çektiği acılar, sıcak yata­ ğında biraz azalıyordu, günün yalnız birkaç saatinde çıkıyordu yataktan, o da doktorun tavsiyeleri uya­ rınca. Akşamleyin sofra, yatağının yanında kurulu­ yor, iki kardeş orada birlikte yemek yiyorlardı. Aralanndaki çocukluktan gelen güçlü sevgi bağı ye­ meklerine daha bir lezzet katıyordu. Giulio, Mario’ya hâlâ küçük bir çocuk gözüyle bakıyor, Mario da Giulio’yu başı ne zaman sıkışsa akıl danışabilece­ ği ağabeyi olarak görüyordu. Giulio, ihtiyatlı ve ağır davranma bakımından Mario’nun giderek kendisi­ ne daha çok benzediğinin hiç farkına varmamıştı. Ağabeyinin, kendisine verdiği hiçbir fikir yoktu ki, 21

Mario onu daha önceden düşünmemiş olsun. Ama bunun da böyle olması doğaldı; çünkü bir öğüt ya da uyan değildi söz konusu olan, yüreklendirme ve desteklemeydi. Hastanın kendisi de bu işi tahmin edebileceğinden daha kolay buluyordu aslında. Ma­ rio umutlarını ya da dileklerini dile getiren sözlerini “Sen de böyle düşünmüyor musun?” diye bitirince, Giulio hep öyle düşünüyor, ona tamamen katıldığını bildiriyordu. Dolayısıyla, edebiyat her ikisi için de iyi bir şeydi, bir görüş ayrılığıyla asla gölgelenme­ yen aralarındaki sevgi bağı, yedikleri bir-iki lokma­ yı olduğundan daha lezzetli kılıyordu. İki kardeş arasındaki tek küçük ayrılık, ekmek­ lerinin bir kısmını kapıp götüren sevimli küçük kuşlarla ilgiliydi. “O ekmekle bir insanın hayatını kurtarabilirsin!” diye karşı çıkıyordu Giulio. Mario cevap veriyordu: “Ama o ekmek elliden fazla kuşu mutlu ediyor.” Giulio da hemen onun bu görüşüne katılıyordu. Akşam yemeğinin ardından, Giulio takkesini kulaklarına, yanaklarına kadar indiriyordu; Mario da yanm saat yüksek sesle roman okuyordu. Karde­ şinin yumuşak sesi, Giulio’nun rahatlamasını sağlı­ yordu hep. Kalbi daha bir düzenli atıyor, akciğerleri daha rahat çalışıyordu; uyku pek uzaklarda değildi, çok geçmeden daha gürültüyle nefes alıp vermeye başlıyordu. O zaman Mario yavaş yavaş sesini alçal­ tıyor, en sonunda susuyor, ışığı söndürerek parmak uçlarına basa basa usulca odadan çıkıyordu. Dolayısıyla, edebiyat Giulio için de bir coşku kaynağıydı; yalnızca edebiyatın bir türü, eleştiri ca­ nını sıkıyor, sağlığı için tehlike oluşturuyordu. Ma­ rio da sık sık okuduğu romanı yarına kesip kitabın değeri hakkında hararetli bir konuşmaya girişiyor­ 22

du. Onun eleştirileri, başarısız bir yazann başka ya­ zarlara tepeden bakışından başka bir şey değildi. Görünürdeki bütün o gürültü patırtısına karşın, ger­ çekte içine bir ferahlık getiriyordu eleştiriler, düşle­ ri için birer sığmaktılar. Ne var ki, karşısındakine uykuyu haram ediyordu bunlar. Birden parlayarak söylediği öfkeli, etkileyici sözler, küçümseyici ün­ lemler, hayalî rakiplerle tartışmalar, birbirlerinin se­ sini bastırmaya çalışan çalgıları andırıyor ve insanı rahat uykusundan ediyordu. Giulio uyumayacak, her an fikri sorulduğunda “Ben de tıpkı senin gibi düşünüyorum,” diyecek kadar kibar bir kimseydi. Bu sözcükleri mırıldanmaya o denli alışmıştı ki, du­ daklarını büzüvermesi yetiyor artıyordu bunun için. Ama horul horul uyuyorsanız, bu kadarını yapmanız bile söz konusu değildir. Başında o kocaman takkesiyle pek masum gö­ züken ihtiyar tilkinin bir akşam aklına güzel bir fi­ kir geldi. Asıl düşüncesinin anlaşılmasından duydu­ ğu korkudan dolayı sesi titreyerek, Mario’dan kendi romanını okumasını istedi. Mario birdenbire kanı­ nın damarlarında daha bir hızlı akmaya başladığını hissetti. “Ama sen benim romanımı zaten çok iyi biliyorsun,” diye karşı çıktı, ama her zaman el altın­ da bulundurduğu kitabını hemen alıp açmıştı bile. Kardeşi şöyle cevap verdi: Mario kitabını ona okuya­ lı yıllar olmuştu, o romanı yeniden dinlemek çok se­ vindirecekti kendisini. Mario, yumuşak, ezgili sesiyle romanı Gençlik’i okumaya başladı. O saat gözkapaklan ağırlaşan, gözleri kapanmaya başlayan Giulio, okunanlara mı­ rıldanarak övgüler yağdırıyordu: “Harika, çok güzel, şahane!” Bu övücü sözler de Mario’nun sesine daha bir sıcaklık katmıştı. 23

Mario için de sürpriz olmuştu bu. Daha önce kendi yapıtım yüksek sesle okumamıştı hiç. Sesten, ritimden, iyi ayarlanmış duraklardan, tempoda zeki­ ce yapılan değişikliklerden neler neler kazanıyordu kitap! Besteciler ne kadar şanslıydılar; tek düşünce­ leri, onların yapıtlarını alabildiğine zarafetle ve usta­ lıkla sunmak olan yorumcuları vardı! Oysa, aceleci okurlar kitap okurken sözcükleri mırıldanmaya bile üşeniyorlardı, göremeyecekleri bir şey kalmasından telaş eden turistler gibi bir noktadan öbürüne hızla koşuşturuyorlardı. “Ne kadar güzel yazmışım!” diye düşünüyordu Mario kendi kendine hayran olarak. Başkalarının kitaplarını okurken bu denli özen ve il­ gi göstermemişti, kendi yapıtı ise böyle bir özeni hak edecek kadar pırıl pınldı. Birkaç sayfa okunduktan sonra Giulio daha bir gürültüyle nefes alıp vermeye başlıyor, bu da nefesinin kontrolünden çıktığını gös­ teriyordu. Mario kendi odasına çekiliyor, ama bir tür­ lü romanından ayrılamıyor, gecenin büyük bölümü­ nü romanını kendi kendine yüksek sesle okumakla geçiriyordu. İlk yayınlandığı zaman kitabı bir heye­ can dalgası yaratmıştı. Havada oluşan titreşim, en ince, en duyarlı organ olan kulak aracılığıyla kitabı kendisinin ve diğer insanların beyinlerine ulaştır­ mıştı. O zamanki duyguları, şimdi yeniden canlan­ mıştı içinde, üstelik bunlar kendisine eskisinden da­ ha güzel görünüyor, kalbine giden yeni yollar bulu­ yordu. Umutlar yeniden yeşermişti. Ertesi gün, “Başarıdaki Paradoks” diye bir fabl yazdı. Fabl şöyleydi: Zengin bir adam varmış, ekme­ ği çok mu çokmuş, ekmeği ufalayıp ufalayıp kuşla­ rın önüne atarak gönlünü eğliyormuş. Ama onun bu cömertçe armağanlarından yararlanan serçeler topu topu bir düzineymiş, ne artar, ne de eksilirlermiş, 24

verilen ekmeğin pek çoğu küflenip çürüyormuş. Za­ vallı adam çok üzülüyormuş buna; armağanlarına gereğince ilgi gösterilmediğini görmek kadar insanı üzen başka ne vardır bu dünyada? Günün birinde hastalanıp yatağa düşmüş adam; önlerinde görmeye alıştıkları ekmeği bulamayan kuşlar başlamışlar oracıkta cıvıldaşmaya: “Söyle bakalım, nerelere git­ ti ekmeğimiz? Bizi böyle oyuna getirmek, ha... Reva mı bu?” Derken, serçeler kaderin bu cilvesini görü­ şüp konuşmak üzere öbek öbek bahçeye akın etmiş­ ler. İyiliksever adam düzelip de yataktan kalkınca, o kadar kuşa yetecek kadar ekmek bulamamış. Bir fablın kökenlerini bulmak güçtür. Başlığın­ dan anlaşılıyor ki bu fabla, Mario’nun hasta odasın­ da elde ettiği başarı, oradaki mutluluğu esin kayna­ ğı olmuş. Esin denilen şeyin izlediği dolambaçlı yol­ ları bilen kimse, Mario’nun kardeşi karşısında ko­ layca elde ettiği zaferin, fablmdaki kahramanın za­ ferine dönüşmesine şaşmayacaktır; fabldaki kahra­ manın zafere ulaşmak için önce hasta düşmesi gere­ kiyordu. Ama, sıkıntılarını herkesin içinde açığa vu­ ran, şansın yüzlerine gülmesini ise kimselere du­ yurmayan o minik, fesat kuşların nereden çıktığına şaşmamak elde değildir doğrusu. Ya da insan şöyle düşünebilir: Yazar fablı yazarken içine bir şeyler doğmuş ve Mario zaferinin doruğundayken bile Giulio’nun kötü niyetli olduğunu seziyormuş içten içe. Bu da pek akla yakın bir şey olmadığına göre, şöyle düşünmek daha doğru olacaktır: Mario’nun durumundaki bir kişi başarının içyüzünü anlamaya çalıştı mı, herkese, kuşlara bile fesatlık, artniyet ya­ kıştırır. Ertesi akşam, Mario, kitabı okuması istenince, ilk anda yanaşmadı buna: “Dün hemencecik uyu­ 25

dun,” dedi. “Sen sıkılıyorsun diye korkuyorum.” Ama Giulio’nun, tüm eleştirilere kapalı tutulan tek yapıtı bir köşeye bırakmaya hiç de niyeti yoktu. Uyumasına neden olan sıkıntı değildi, tam tersine, gözleri, belirli sesleri ve düşünceleri dinlemenin verdiği hazdan kaynaklanan eşsiz bir rahatlama duygusundan kapanmıştı. Savaş devam ettiği sürece, her şey böyle, olduğu gibi sürüp gitti. Savaş da o kadar uzun sürdü ki, ro­ manın -onun hakkında yazı yazma zahmetine katla­ nan tek eleştirmenin söylediğinin tersine- çok kısa olduğu ortaya çıktı. Ama ne Giulio, ne de Mario bu sorunu fazla büyüttü gözünde. Giulio dedi ki: “Kula­ ğım senin yazdıklarına o kadar alıştı ki, başkaları­ nın yazdıklarını dinlemeye kolay kolay katlanamam artık.” Mario da, büyük bir keyifle, romanı baştan okumaya koyuldu. Bir kimsenin kendi yazdıkları, kendi sesine, her zaman başkalarının yazdıkların­ dan daha uyumludur. Ne de olsa, organizmanın bir parçası, başka bir parçasına destek olur, el uzatır. Başandan başanya koşan Mario, kendisi için hazırlanan tuzağa savunmasız adım adım yaklaşı­ yordu.

26

[

III Mario’nun iki eski dostu vardı, bunlardan biri sonradan en büyük düşmanı olacaktı. Ölümüne ka­ dar dostu kalan öteki, işyerinde şefiydi; adı Brauer’di, kendisinden birkaç yaş büyüktü. Aralarındaki eşitliğe dayanan ilişki, içgüdüsel yakınlıktan ya da demokrasiye besledikleri inançtan kaynaklanmı­ yordu. Bunun nedeni, yıllardır birlikte yürüttükleri işlerdi, bu işte de kimi zaman biri, kimi zaman öteki daha yararlı oluyordu. Brauer işle ilgili güç sorunla­ rı çok daha iyi kavrıyordu; ama yazışmalarda -ister tartışmalı konularda olsun, ister başka konulardaMario’nun üstünlüğüne boyun eğmek zorundaydı. Birlikte çalışmalarına o denli alışılmıştı ki, bu iki eleman işletmenin candanlarıydılar adeta. Brauer, karşı tarafa bildirilecek şeyin doğrudan değil, ima yollu ya da kendilerini herhangi bir yükümlülüğe sokmadan aktarıldığı bir mektup yazmasını Mario’ya söylediğinde, Mario, Brauer’in istediğini tas­ tamam anlıyordu. Brauer, asla tam olarak tatmin ol­ mayan bir kişiydi, çoğu zaman mektubu baştan aşa­ ğı yeniden yazardı, Mario’nun sözcüklerinin ve cümlelerinin sırasını değiştirir, yazara körükörüne duyduğu saygıdan ötürü onların kendilerine dokun­ 27

mazdı. Her zamankinden biraz daha nezaketle şöyle derdi: “Siz yazarlar, düşüncelerinizi özel bir tarzda ifade ediyorsunuz. Sıradan bir işadamı için fazla lüks sayılacak bir tarzda.” Mario böyle bir eleştiri­ den hiç mi hiç alınmaz, elinden geldiğince buna la­ yık olmaya çalışırdı. Mektuplarına, fabllarına gös­ termediği kadar titizlik gösterirdi. Hiç vakit kaybet­ mez, böyle netameli bir konudan kurtulmak için, Brauer’in yeniden yazdığı biçimiyle mektubun daha ticari nitelik taşıdığını söylerdi hemen. Elbirliğiyle yazılan böyle pek çok şaheser, ikisi arasında sıcak bir dostluğun doğmasına yol açmıştı. Her biri ötekinin meziyetlerini takdir ediyordu; her şeyden önemlisi, birbirlerini kıskanmıyorlardı. Brauer’e göre yazar doğmak bir talihsizlikti, hiç gü­ nahları olmadan kaderin böyle bir oyununa gelen kimseler, daha talihli kişiler tarafından her bakım­ dan desteklenmeyi, kollanıp gözetilmeyi hak et­ mekteydiler. Beri yandan, Mario’nun da en küçük bir ticari hırsı yoktu. Ne var ki, Mario, Brauer’in neden kendisinden daha çok maaş aldığını anlamıyordu. Bunun doğur­ duğu kıskançlık, bir fabl yazmasına yol açtı. Eablda, zavallı Brauer bir serçeye dönüşüyor, ama Mario’nun kendisi de bu başkalaşımda ona eşlik ediyordu. Ta­ bii iki serçeye de ekmek veriyorlardı, çünkü böyle­ likle insanlar hayırseverlik duygularına ucuz yoldan doyum sağlayabiliyorlardı. Alçaklarda uçan Brauer en kısa yoldan dosdoğru ekmeğe gidiyordu, Mario ise yükseklerde uçuyordu, dolayısıyla ekmeğe ulaş­ makta her zaman geç kalıyordu. Ama o yüksekler­ den baktığında gördüğü güzel manzarayı düşünüp avunuyor, payına daha az ekmek düşmesine aldır­ mıyordu. 28

Mario işine çok düşkün, çalışkan bir memurdu, görevini yapmak için kimsenin kendisini uyarması­ nı beklemezdi. Brauer’le birlikte yazdığı mektupla­ rın yanı sıra, birtakım kayıt işlerine bakar, diğer tat­ sız ayrıntılarla da ilgilenirdi. Bunlar, iş hayatmda, el­ lerinden başka şey gelmeyen yazarları bekleyen uğ­ raşlardı hep. Brauer, bütün bu sıkıcı işleri titizlikle yaptığı için Mario’ya minnettardı. Çünkü, böylece kendisi daha önemli işlerini kesintisiz sürdürebiliyordu. Brauer işinde gün geçtikçe ustalaşıyordu, Brauer’in ticari deneyiminin Mario için, Mario’nun edebi yeteneğinin Brauer için taşıdığından daha bü­ yük değer kazanacağı gün pek uzak değildi. Mario’nun öteki arkadaşı ve gelecekteki düşma­ nı Enrico Gaia adında bir pazarlamacıydı. Gençken, kısa bir süre şiir yazmaya çalışmış, o sırada da Mario’yla tanışmıştı. Ama daha sonra pazarlamacılık şairliğini öldürmüş, oysa ticari hırsı olmayan Mario düşler ve fabllar dünyasında yaşamayı sürdürmüştü. Pazarlamacılık, kendini yazarlık hevesine kaptırmış kişilere göre bir iş değildir. Her şeyden önce, düzya­ zının ve şiirin yazılması için zorunlu olan masanın uzağında yapılır bu iş. Ayrıca, pazarlamacı sürekli hareket halindedir. Çıkacağı iş gezileri vardır, onun­ la bununla konuşması gerekmektedir -evet, her şey­ den önemlisi konuşması-, hatta bitkin düşünceye kadar konuşması. Kim bilir, Gaia içindeki yazan bo­ ğup atmakta hiç zorlanmamıştı belki de. İnsanı ba­ zen acımasız bir yönetici kimliğine büründüren idea­ listlik dönemini geride bırakmıştı. Tırtılın kanatlı böceğe hiç benzememesi gibi, bu dönem de onda hiç­ bir iz bırakmamıştı. Organizması alınıp da incelense, içinde pazarlamacı ruhu taşımayan bir tek hücreye rastlanmazdı. Mario, haksız bir tutumla böyle bir 29

köklü değişimi bir türlü bağışlayamamış, kendi ken­ dine şöyle düşünmüştü: Kafesteki bir serçe hem acı­ ma duygusu uyandırır insanda hem de öfke. Serçe­ nin yakalanabilmesi, bir yerde, kafese duyduğu belli bir yakınlığın göstergesidir; tutsaklığa boyun eğişi ise, daha iyi bir yazgıyı hak etmediğinin kesin kanı­ tıdır kuşkusuz. Gaia mükemmel bir pazarlamacıydı, bu da hiç hor görülecek bir şey değildir, çünkü iyi bir pazarla­ macı yalnız kendisine değil, çalıştığı firmaya, hatta ülkesine de gelir sağlar. Ömrünü Istria ve Dalmatia kasabalarına iş gezileriyle geçirmişti. Bu küçük taş­ ra kasabalarından birine gelişinin, orada -en azın­ dan kendi müşterileri için- hayatm akışım hızlan­ dırdığını söyleyip övünürdü. Gittiği her yere bitmez tükenmez bir dedikodu malzemesi, kolay kolay dindirilemeyen bir susuzluk ve inanılmaz bir iştah da götürürdü. Bu üçü, toplumsal yaşamın en belirleyi­ ci öğeleridir. Bütün ihtiyar Toskanalılar gibi onu bu­ nu oyuna getirmeye bayılırdı Gaia; ama kendi oyun­ larının başkalarımnki kadar acımasız olmadığını söylerdi. Uğradığı hiçbir kale yoktu ki, şakalarının kurbanlarından oluşan haracını ödememiş olsun. Müşterilerine, kendisi kasabadan gittikten sonra da hatırladıkça kahkahalarla gülecekleri bir hatıra bı­ rakıyordu. Şaka yapmaya, başkalarını oyuna getirmeye duyduğu bu tutku belki de bastırılmış sanatçılık eği­ limlerinin bir yadigârıydı. İnsanları aldatan, oyuna getiren kimse bir sanatçıdır aslında, işi bayağı zor olan bir nevi karikatürist; öyle bir yalan uydurup dü­ zen kurmalıdır ki, kurbanı kendi kendinin karikatü­ rünü yapmış, kendisini küçük düşürmüş olsun. Biri­ ni oyuna getirmek için, dikkatle, hatta kılı kırk ya­ 30

rarcasına yapılacak bir hayli hazırlık gerekir. Karşı­ daki oyuna gelirse, artık o oyun ömür boyu unutul­ maz, çıkmaz akıldan. Tabii, şakayı anlatan Shakespeare diye biri olursa, o şakanın ünü dört bir yana ya­ yılır, ama derler ki, Othello yazılmadan önce bile, Iago’nun kötülüklerinden herkes söz eder dururmuş. Belki Gaia’nın öbür şakaları, anlatacağım şaka­ ya göre daha masumcaydı. Istria ile Dalmatia’da ser­ gilediği oyunlar, iş hayatına biraz renk katmak ama­ cına yönelikti. Mario’ya oynadığı oyun ise nefretten kaynaklanıyordu. Evet, eski dostundan nefret edi­ yordu. Duyduğu nefretin tam olarak bilincinde de­ ğildi; tersine, Mario’ya tüm içtenliğiyle acıdığım sa­ nıyordu. Ona göre, bu zavallı adam, bütün kendini beğenmişliğine karşın hiçbir şeye sahip değildi, hiç yükselme umudu içermeyen, küçük ve aşağılık bir işe koşulup bırakılmıştı. Mario hakkmda konuşur­ ken, yüzüne merhamet dolu bir ifade vermeye çalı­ şırdı Gaia, ama dudaklarını kıvırışında tehdit edici bir yan vardı. Mario’yu kıskanıyordu. O ne kadar idealistse, kendisi de o kadar haz düşkünüydü. Mario’nun dudaklarından hiçbir zaman gülümseme eksik olmazdı, Gaia’mn coşkun, gür kahkahası ise çokluk yanda kesilirdi. İdealist Mario, her zaman rüyasının ışıklı gölgesini taşırdı yanında, haz düş­ künü Gaia ise sevinçli dönemlerinin ardından kap­ kara kasvetli günler geçirirdi. Bedeniyle işlediği gü­ nahların kefaretini öderdi sonradan; hovardalığın peşi sıra, hele belli bir yaştan sonra, acı bir pişman­ lık duygusu gelir hep, kişi bütün insanlann aynı su­ çu işlediğini ileri sürerek, kendi suçunu mazur gös­ termeye, içindeki bu duyguyu hafifletmeye uğraşır. Ama Mario sessiz bir tanık olarak karşısında durur­ ken, Gaia, nasıl olur da, herkesin eline fırsat geçse 31

hovardalık etmekten geri durmayacağım içtenlikle savunabilirdi? Bir de Gaia’nın hâlâ canını sıkan o Allahın ceza­ sı edebiyat vardı... Gerçi Gaia’nın onu çoktan unut­ tuğu sanılabilirdi. Ama insan üne kavuşma düşünü bir kurmayagörsün, bu düş ne kadar kısa sürse de, ömür boyu unutamaz onu ve gerçekleşme umudunu hiç taşımasa da, o düşe sadakatle bağlı kalan herke­ si kıskanır. Mario’nun düşü ise her nefes alışında belli ediyordu kendini. Edebiyat dünyasında şimdi­ ye kadar üne kavuşamamış, belli bir yere geleme­ mişti, ama hak ettiğini düşündüğü bu yerde güven­ le, iç rahatlığıyla gizli gizli oturuyordu. Gerçi herke­ se yıllardır hiçbir şey yazmadığını söylüyordu (bu doğru değildi, fabllar yazıyordu çünkü); ama kimse inanmıyordu ona, ünü sayesinde konu komşusun­ dan, eşi dostundan çok daha üstün bir konumda ol­ duğu kanısındaydı herkes. Bu yüzden durumu kıskançlık uyandırabilir, hatta nefret edilebilirdi ondan. Enrico Gaia alayları­ nı eksik etmiyor, kimi zaman da, iş hayatından ve ekonomik durumundan bahsederken, onu sözleriyle yerin dibine batırıyordu. Ama bu ona yetmiyordu, çünkü Mario kendi durumuna gülmeye dünden ha­ zırdı. Gaia, Mario’nun gözlerinin içindeki ışıl ışıl dü­ şü, o gözleri kör etmek pahasına da olsa, yok etmek için elinden geleni ardına koymazdı. Mario’nun kah­ veye girdiğini, o sonsuz huzur havası içinde, dipdiri merakıyla etrafına bakındığım görünce, içi kinle, ga­ razla dolup taşarak “Dikkat! Büyük yazar geldi!” derdi. Mario’da da gerçekten bir büyük yazar edası, içinde saklı olan bir büyük yazarlık mutluluğu vardı. Hiçbir fablında Gaia’yı anlatmamıştı. Ama, gü­ nün birinde gördü ki, minik kuşlar gitgide doymak 32

bilmez oluyorlar, bir günde, kendi vücutlarının ağır­ lığınca ekmeği silip süpürüyorlardı. Gaia’yı aklına getirecek, öbürlerinden ayrı bir serçe kolay kolay bulamamasının nedeni işte buydu. Tabii, çünkü hepsinin Gaia’yla ortak bir özelliği vardı. Bu da Mario’nun bir çelişkiyi görmesini sağladı, günün bi­ rinde bu çelişkiden yola çıkarak bir fabl yazabilirdi: Bir serçe gibi yiyor, ama uçamıyor. Dahası: Uçamı­ yor ve korkudan beti benzi atıyor. Aklında Gaia var­ dı. Gaia, bir akşam bir arkadaşa iftiralar yağdırmış, sonra kahveden öyle bir çıkış çıkmıştı ki, tutabilene aşkolsun! Trieste tarihinde önemli bir gün olan 3 Kasım 1918’in, bir kimseyi oyuna getirmek için pek uygun bir tarih olmadığı düşünülebilirdi. İtalyanların Trieste’ye asker çıkarmasından sonra neler olup bittiğine ilişkin haberleri dört göz­ le bekleyen Giulio, akşam saat beşte, kardeşini yer­ li halkın kahve dediği, şeker yerine sakarinle tatlan­ dırılan o garip nesneyi içip sağa sola biraz kulak ka­ bartsın diye kahveye yolladı. Mario’nun kahvede tanıdığı bir tek Gaia vardı. Gaia saatlerce ayakta kalmaktan yorulmuş, bir sedi­ rin üstüne boylu boyunca uzanmıştı. Söylemeye de dilim varmıyor ama, itiraf etmeliyim ki, Gaia ete ke­ miğe bürünmüş şeytanın ta kendisiydi adeta. Gene de hiç çirkin değildi. Elli beş yaşındaydı, beyazlamış saçları madenî bir parlaklıkla ışığı yansıtıyor, ama ince dudaklarının üstündeki bıyığı hâlâ sanlığını yi­ tirmemiş duruyordu. Zayıftı, boyu epey kısaydı, kamburunu çıkarmasa, göbeği küçük gövdesine gö­ re bu kadar iri olmasa, çevik bir adam sayılabilirdi. Göbeği, iriliğinin çok bira içmekten kaynaklandığı söylenen normal bir Alman göbeğine benziyordu. Kötü Bir Şaka

33/3

Küçük siyah gözleri haince bir coşkuyla ve kendin­ den hoşnutlukla parlıyordu. Çok içki içen kimselerinki gibi, sesi boğuktu. Arada bir bağırmaya başlı­ yordu; çünkü ona göre her zaman konuştuğunuz kimseden biraz daha yüksek sesle konuşmak gere­ kirdi. Mefistofeles gibi topallıyordu, ama ondan farklı olarak, hep aynı bacağı değildi topallayan, çünkü romatizma ağrıları bir bu bacağında görülü­ yor, bir öbür bacağına sıçrıyordu. Mario Gaia’dan yaşlıydı, ama dingin, masum, al renkli yüzü ondan genç gösteriyordu kendisini, ne var ki saçları bembeyazdı. Gaia, o gün öğleden sonra içinde yer aldığı çeşit­ li olayları anlatırken heyecana kapılıyordu. Yurtse­ verliğini olduğundan büyük göstermek için tum tu­ raklı lakırdılar ediyordu, yurtseverlik de İtalyanla­ rın gelmesinden önce pek öyle övünülen bir şey de­ ğildi hani! Enflasyondan yararlanma konusunda bir uzmandı Gaia, alıcı bulacağına inandığı her şey her zaman büyük bir ilgi uyandırırdı içinde. Mario’nun o günkü sözleri bile, bugün onları hatırlasa, ötekinin tumturaklı, basmakalıp sözlerinden etkilenmiş gözükür. Ama şurası da gözden uzak tu­ tulmamalı: Böyle bir günde, hele almyazısı büyük olaya katkıda bulunmasını engelleyen bir kimseye kahramanca konuşmak bir ödev gibi görünebilir. Mario, olayın büyüklüğüne ayak uydurmaya çalışır­ ken, elbette yazar olduğunu unutamazdı. Kişiliğinin ince yanı, tarihte kendisinin de bir rol oynayabilece­ ğini düşündürtmüştü ona. Şöyle demişti: “Bugün neler hissettiğimi dile getirebilsem keşke!” Bir an duraksadıktan sonra da şöyle eklemişti: “Sözcükler parlak bir parşömen kâğıdına altın kalemle yazılma­ lı bugün.” 34

p ııııiik ıi:___________

Hemen bu fikri çıkardı attı aklından. O günlerin Trieste’sinde parşömeni, altın kalemi kim, nereden bulacaktı ki? Ama Gaia, bütün sarhoşlar gibi hemen öfkeye kaptırdı kendini, Samigli’nin tarihsel önem taşıyan bir olayla ilgili olarak kendi kaleminden söz açabilmesi karşısında kanı beynine sıçradı. Dilinin ucuna kadar gelen ağır bir küfrü tutmak istercesine ağzını sımsıkı kapamıştı; sonra, farkında olmadan sıkıverdiği yumruğunu gevşetti; bütün bu zaman boyunca da gözlerini Mario’nun zavallı pembe bur­ nundan bir an olsun ayırmadı. Bu arada da o kadar hayalini kurduğu, ama bir türlü eline geçiremediği öç alma fırsatını birdenbire karşısında buldu. Tesa­ düf eseri ateşle bir araya gelen bir patlayıcı madde gibi, Gaia’nm şakası zavallı Mario’nun tepesine dü­ şüverdi. Böylece Gaia, şakanın, oyunun da bütün di­ ğer sanat dallan gibi doğaçlama yapılabileceğini öğ­ renmiş oldu. Oyunun başarılı olacağına inanmıyor­ du aslında, Mario’nun haddini bilmezliği karşısında duyduğu küçümsemeyi açığa vurduktan sonra unu­ tup gidecekti bu oyunu. Ama Mario oltaya öyle bir yakalanış yakalandı ki, Gaia artık kolay kolay sıyrı­ lıp çıkamazdı işin içinden. O da olaylan gidişine bı­ raktı, Trieste’de, diye düşündü, insanlan oyalaya­ cak, eğlendirecek pek bir şey olduğu yok, bu kadar uzun bir kasvet döneminden sonra bir parça topar­ lanmaya ihtiyacı vardır insanlann. Hiç vakit geçirmeden oyununu tezgâhlamaya girişti: “Size söylemeyi unuttum. Böyle bir günde de insanın başında akıl mı kalıyor? Kutlama şenlikle­ rinde kalabalıkta kimi gördüm biliyor musunuz? Şu Viyanalı yayıncı Westermann’m temsilcisini. Yanına gittim, niyetim onu biraz kızdırmaktı; tek kelime İtalyanca bilmez, ama herkesle birlikte bağınyordu. 35

Olan biten umurunda bile değildi; birden sizin hak­ kınızda konuşmaya başladı. Şu sizin eski romanınız Gençlik’in yayıncısıyla ilişkinizi sordu. Aklımda kal­ dığına göre siz kitabın yayın haklarım satmıştınız, değil mi?” “Yok canım,” dedi Mario heyecanlanarak. “Bü­ tün yayın haklarına sahibim. Kitabın yayını için ge­ rekli bütün parayı ben ödedim, yayıncıdan bir kuruş bile almadım.” Pazarlamacı bu sözlerden şaşkına dönmüş gibi bir havaya büründü. Umulmadık bir anda, kârlı bir satış fırsatı doğduğunda, insanın kendine nasıl bir görünüm vermesi gerektiğini gayet iyi biliyordu. Bir hamle yapmaya hazırlanırcasma kendini şöyle bir toparladı. “Ne!” dedi. lcYani yayın haklarını satar mısın? Bunu bilmemem ne kötü olmuş. O barbarı smırdışma sepetledilerse, artık kitabı satma şansı da elden gitti demektir. Hele, adamın Trieste’ye sırf seninle bu işi görüşüp sonuca bağlamak için geldiği­ ni düşününce...” Mario öfkelenmişti. Şansının böyle beklenme­ dik bir biçimde iyiye döndüğünü duyunca, içinde uyanan ilk duygunun öfke olduğunu düşünmek tu­ haf doğrusu, çünkü boşu boşuna beklediği bütün o uzun yıllar boyunca en ufak bir öfkeye kapılmamış­ tı. Romanının haklarının kendisine ait olmadığını Gaia’ya düşündürten ne olabilirdi? Bunca zamandır kim çıkıp da onu satın almak istemişti? Birden bir öfke kabardı içinde, üstelik kimseye öfkesini göster­ memesi gerektiğini bildiğinden bu duygu daha da katlanılmaz oluyordu. Şunu anlamıştı: Kaderi tama­ men Gaia’nm ellerindeydi. Kaderinin, düşüncesizli­ ği yüzünden her şeyi berbat edebilecek birinin elin­ de olduğunu görmek kendisini kahrediyordu. 36

Unutmamalı ki o günler adeta dünyanın altının üstüne geldiği günlerdi. Yayınevi temsilcisi bir kay­ boldu mu, bir daha onu bulmanın olanağı yoktu; çünkü, romanı elde etme şansı olmadığını bildiği için, bu konuda yeni bir girişimde bulunmak aklının ucundan bile geçmeyecekti. O sırada Viyana ile Ttieste arasındaki gibi bir insan trafiği dünya kurul­ du kurulalı hiç görülmemişti. Bu hatta işleyen bir­ kaç tren insanla dolup taşıyordu. Bir insan seli uzun, kesintisiz bir ırmak gibi anayollar boyunca akıyordu. Bunlar, geri çekilen ordunun askerleri ile ya ülkeden ayrılan ya da yurduna dönmeye can atan orta sınıftan insanlardı. Yangından ya da kıtlıktan kaçan tarifi imkânsız bir hayvan sürüsünü andırı­ yordu bu kalabalık. Mario, bir an bile, Gaia’nın sözlerinin doğrulu­ ğundan kuşkuya düşmedi. Saflığı belki de romanını her akşam ağabeyinin odasında yüksek sesle okur­ ken elde ettiği başarılardan kaynaklanıyordu. Çok sonraları onu içine düşürmek üzere kurulan tuzak hakkında her şeyi öğrenince, saflığım kendi kendi­ ne mazur göstermek için bir fabl yazdı. Bu fablda bir sürü kuşun nasıl ölüp gittiği anlatılıyor, nedeni de şöyle açıklanıyordu: Aynı yerde iki adam bulunu­ yormuş. Bunlardan biri iyi yürekli, öbürü ise zalim­ miş. Uzunca bir zaman iyi yürekli adamın verdiği ekmekler kuşlan oraya çekmiş. Sonra öbür adam kuşların yüreklerine korku salmış, bunu yaparken de kuşlann nasıl tuzağa düşürüleceğini öğreten elkitaplanndan yararlanmış. Gaia, Mario’nun saflığını olağanüstü bir beceriy­ le kullanmayı bilmişti. Ne var ki, kendi kurnazlığına fazla güvenmişti. Avının alışkanlıklarını bilen pek sıradan bir avcımnkinden öteye geçmeyen bir kur­ 37

nazlıktı bu. Üstelik bir yerde oyunun sınırını aştı, çizginin dışına çıktı. Her şeyin kendisine bağlı oldu­ ğu kişinin peşine düşmeden önce, Mario’dan, yüzde beş komisyon ödeme yükümlülüğü altına sokan bir belge kopardı. Mario bu komisyonu normal bulmuş­ tu, ama biraz ağır davranan garson kâğıt kalem geti­ rene kadar beklemek zorunda kalacaklarım düşün­ dü, Gaia’mn bir an önce yola koyularak vakit kaza­ nabileceğini söyledi, bu arada kendisi de belgeyi ha­ zırlar, ertesi gün ona verebilirdi. Ancak Gaia bu öne­ riye kulak tıkadı. İş yapmanın bir tek güvenilir yolu vardı, o yoldan ayrılmamaları gerekirdi. Böylece, Mario’nun kendisini ve mirasçılarını, yayıncı Westermann’dan şu anda ya da gelecekte alacakları paranın yüzde beşini Gaia’ya komisyon olarak öde­ me yükümlülüğü altına sokan bir belge ciddiyetle hazırlandı. Mario bu belgeye kendiliğinden şükran sözleri ekledi, bu sözlerin içtenlikle hiçbir ilişkisi yoktu, gerçekte Gaia’ya duyduğu öfkeyi gizlemek kaygısıyla yapmıştı bunu. Öfke duymasının iki ne­ deni vardı: Birincisi, Gaia, uçan, hercai tavrıyla daha Westermann’ın temsilcisiyle ilk görüşmesinde her şeyi berbat ediyordu az kaldı; İkincisi, anlaşma ko­ nusunda kendisine güven duymadığını göstermişti. Gaia, duyduğu sevinci açığa vurmamak için kendini zor tutuyor, bir an önce sokağa çıkmaya can atıyordu. Mario da onunla gitmek, gerilim dolu bek­ leyiş süresini kısaltmak istedi, ne var ki Gaia olmaz deyip geri çevirdi bunu. İlk önce ofisine gitmesi ge­ rekiyordu, sonra Alman’m adresini bildiğini tahmin ettiği bir müşterisine gidecekti, eğer bir sonuç elde edemezse, o zaman, sofu Mario’nun kapısından içe­ ri ayak atmak istemeyeceği bir eve bakacaktı, avla­ rını orada bulacaklarından yüzde yüz emindi, tabii 38

adam hâlâ Trieste’de ise... Mario’dan ayrılmadan önce, işlediği hatanın as­ lında hiç önemli olmadığını ona kanıtlamaya çalıştı. Şimdi aklına geliyordu, Westermann’ın temsilcisi Istria’da doğmuştu, gerçi ana babası Alman’dı, ama İtalyan uyruğunda olabilirdi, dolayısıyla smırdışı edilmezdi. Söylediği bu sözler çok yerinde bir önlemdi.Mario’nun gücenikliği Gaia’nın gözünden kaçma­ mıştı, şimdi bu gücenikliği daha da büyütmenin za­ manı değildi. Mario nihayet kahveden çıktığında, kesin gö­ züyle baktığı zaferin ferahlık ve coşkusu içinde yü­ rüyordu sokakta. İçinde o Alman’ın TYieste’den sınırdışı edileceği korkusu olsaydı, bu duygulan taşı­ yamazdı elbette. Derin bir nefes aldı, temiz havada kendisini hiç böyle zinde hissetmemişti. İçindeki heyecanı yatıştırmaya çalıştı; yaşadığı olayda hiç de öyle olağanüstü bir taraf bulunmadığına kendini inandırmak istedi. Hak ettiği şeyi elde etmişti yal­ nızca, dünyadaki en doğal şeydi bu. Bu işin tek şa­ şırtıcı yanı daha erken gerçekleşmemiş olmasıydı. Edebiyat tarihi, herhalde anasının kam ından ünlü olarak doğmayan büyük yazarlarla doluydu. Bir an gelir, gerçekten büyük bir eleştirmen (ak sakallı, gür kaşlı, bakışlan insanın içine işleyen biri) ya da belki zeki bir işadamı -bir Gaia, örneğin- Brauer’in etkile­ yici özelliklerinden bir kısmını taşıyan biri çıkardı karşılarına, onlar da birden üne kavuşurlardı. Çün­ kü insanın üne kavuşması, yalnızca ünü hak etme­ siyle olmaz. Tembel okur yığınlarının, önce, onların okuyacakları kitapları seçen bir ya da birden çok üs­ tün beyinden etkilenmesi gereklidir. Saçma gibi ge­ liyor insana, ama başka yolu da yok bunun. Öte yan­ 39

dan eleştirmen yalnız kendi görevini yerine getir­ mesini biliyorsa, yayıncı (işadamı) ise kendi işini yapmasını bile bilmiyorsa, sonuç gene olumsuzdur. Bir kere bu ikisi bir araya geldi mi, hiç hak etmeyen bir yazar bile bir süre için ün kazanabilir. Mario’nun o anda böyle bir değerlendirme yapa­ bilmesi doğrusu kendi adına sevindiricidir. Ama sonra da şöyle demesi pek sevindirici sayılmaz: “Al­ lahtan, benim durumum çok farklı." Pekiyi, onu neden eleştirmen değil de, işadamı aramıştı? Westermann’m bir eleştirmenin uyarısıyla harekete geçmiş olacağı düşüncesiyle avuttu kendi­ ni. Oyun devam ettiği sürece de, o eleştirmeni kafa­ sında canlandırmaktan usanmadı. Dış görünüşünü, zevklerini kestirmeye çalışıyor, dev bir eleştirmen olmasına yetecek erdemler ve zaaflarla donatıyordu onu. Kendilerinin taşıdığı önemle şişinip duran ve okudukları her şeye büyük burunlarının gölgesini düşüren eleştirmenlerden değildi elbette. Yalnız ge­ vezelik eden biri değildi, tersine bir eylem adamıy­ dı; doğrusu bu, tek uğraşları başkalarının yazdıkları hakkında yargıda bulunmak olan kimseler arasmda az rastlanır bir niteliktir. Sıradan eleştirmenlerden daha güvenilirdi, çünkü bir hata yaparsa, bunun bü­ yük bir hata olacağının farkındaydı, bir sürü gazete sütununu dolduran yüzlerce küçük hatadan biri ol­ mazdı onunki. Bir otoriteydi; Westermann’ın estetik ruhuydu, onun bir an bile kapanmayan gözleriydi adeta; yoksa yayıncı gerçek sanıp sahte mücevherle­ ri satın alabilirdi, tıpkı saf Mario’nun, kuyumcuların bazen yanılıp sahte mücevherler aldıklarını sanma­ sı gibi. Bu eleştirmen soğuk biriydi ayrıca, yalnızca tek bir devinimi gerçekleştiren makineler gibi so­ ğuk. Onun ellerinde kitap ne eksik, ne fazla gerçek 40

değerini bulurdu. Geride yalnızca parasal değer bı­ rakarak bir aracının eline geçen eşyalar gibi, kitap da canlılığını büsbütün yitiriyordu. Kitap eleştirme­ nin ruhunda bir fırtına gibi esmiyor; ölçülüp tartılı­ yor, başka ellere devrediliyor ve unutuluyordu. Yeni­ den anımsanması için tekrar çalıştırılan makineye bir kez daha sokulması gerekiyordu. Samigli’nin ro­ manını okuduktan sonra eleştirmen Westermann’a gitmiş ve şöyle demiştir: “İşte arayıp da bulamadığı­ nız kitap. Size tavsiyem, Tdeste’deki temsilcinize hemen bir telgraf çekip ödenecek paraya hiç bakma­ dan yayın haklarım satın' almasını bildirmeniz.” Eleştirmenin işi işte o anda sona ermiştir. Ama onu yalnızca kendisinin yazabileceği birkaç satır çiziktirip Samigli’ye bir kart göndermekten alıkoyan ney­ di? Evet, dünyanın en iyi eleştirmeni böyleydi işte. Yalnızca dünyada böyle bir dev eleştirmen var diye, roman yazmanın bütün o zorluklarını göğüslemesi gerektiğini düşününce... Başlangıçta Gaia’nın oynadığı oyun, fazla önem kazanma tehlikesi gösterdi, çünkü bir anda hayatın anlamını değiştirmiş, bozmuştu. Mario kendisine oynanan oyunun farkına vardığı zaman, yarattığı eleştirmeni -ömrü boyunca sevdiği tek eleştirmenikonu alan bir fabl yazdı: Bir gün evcil bir serçe bir yığın ekmek kırıntısı bulmuş. O zamana kadar gör­ düğü en büyük hayvanın, yakındaki çayırda otlanan kocaman boğanın cömertliğine borçlu olduğunu sanmış bu ekmeği. Boğayı kesmişler, serçe de bir daha öyle bir ekmek yığınına rastlamamış ve velini­ metinin ardından yas tutmuş. Bu fabl duyduğu nefretin gerçek bir dışavuru­ muydu; kendisini o serçe gibi bir avanağa dönüştür­ mesinin tek nedeni, eleştirmeni çok daha büyük bir 41

avanağa dönüştürmekti. Mario başarısını gözünde o kadar büyütmüştü ki, oyunun etkisini azaltacak bir karar aldı: Talihin yüzüne gülüşünden henüz kimseye söz açmasına gerek yoktu. Kitabı Almanca yayınlanınca, şehirde ve tüm ülkede kopacak patırtı, böyle bir olayla kar­ şılaşılması beklenmediği için büyük olacaktı. Başa­ rı için bunca zaman beklemişti, biraz daha bekleye­ bilirdi pekâlâ. Çoktan yatağına yatmış bulunan ağabeyi, habe­ ri duyunca, Gaia’nm sözlerinin doğruluğundan duy­ duğu kuşkuyu dile getirdi, bu sözler ağzından nere­ deyse istemeden dökülmüştü, çok şaşırtıcı herhangi bir haber duyunca insan nasıl konuşursa öyle. Ama iradesini kullanarak, bu kuşkuyu çarçabuk aklından silip attı, kardeşinin sevincine gölge düşürebileceği­ ni sezmişti. Gaia’yı tanımadığı için, duyduğu kuşku­ nun hiçbir temeli yoktu. Takkesinin altından ışıl ışıl parlayan gözleri kardeşinin sevincine katılıyordu. Yeni olan her şey rahatım kaçırırdı onun, ama Mario’nun sevincini paylaşmak zorundaydı. Bütün yüreğiyle paylaştı o da, ama Mario ellerine geçecek servetten söz ederken, bunun kendilerine ne yarar getireceğini anlayamıyordu. Şimdikinden daha sı­ cak bir yatakta yatacak değildi; sağlığına zararlı olan pahalı yiyecekleri yeme isteği ise daha da büyüye­ cekti içinde. Giulio için daha o ilk akşam bile öncekilerden tatsız geçti. Romanı bir kez daha hayata gözlerini aç­ tığı için, Mario’nun eleştirmen yanı yeniden hareke­ te geçiyordu. Okumasını yanda kesip şu soruyu soru­ yordu ikide bir: “Bunu başka türlü söylesem, daha iyi olmaz mı?” Yeni sözcükler ortaya atıyordu, zavallı Giulio’nun da karar verirken kendisine yardımcı ol­ 42

masını istiyordu ısrarla. Bu gerçi pek ciddi bir sorun yaratmıyordu, ama okumanın uyku getirme özelliği­ ni de büsbütün ortadan kaldırıyordu. Giulio, Mario’nun sorularına karşılık vermek için, gözlerini iki-üç kere iri iri açıp ona bakıyordu uzun uzun, san­ ki kendisine yöneltilen sorulan gerçekten dinlediğini göstermek istiyordu. Derken bir yerden bir esin gel­ di, bir fikir uyandı kafasında, en azından o akşamlık uykuyu kurtanrdı: “Bana öyle geliyor ki,” dedi, “bir kez kabul edilmiş olan bir kitapta bir tek kelime bile değiştirilmemeli. Böyle bir şeye kalkışırsan, Westermann kitaptan eskisi kadar hoşlanmaz belki.” Bu fikir de, onun bu kadar yıldır rahat uyku uyumasını sağlayan öteki fikir kadar değerliydi. O' akşam da çok iyi işe yaradı bu. Mario odadan çıktı, ama her zamanki gibi dikkatli davranmadı bu kez, kapının çarpması zavallı hastanın kulaklannda yan­ kılandı. Mario, Giulio’nun elinden geldiğince yardımcı olmadığı kanısındaydı. Kitabının başansı karşısın­ da büyük bir heyecana kaptırmıştı kendini; bir fela­ ketle karşı karşıya kalmışçasma tedirginlik içindey­ di. Yatağına yattı, ama uykuya dalmadan önce, uy­ kuyla uyanıklık arasında yatarken acınacak haldey­ di. Westermann’ın temsilcisi kimliğine bürünmüş olan başarısının kentten dışarı, ta kuzeyde uzak bir yerlere sürüldüğü ve silahlı, acımasız bir güruh tara­ fından katledildiği gözünde canlanıyordu. Nasıl da dayanılmaz bir işkence! Işığı yaktı ve şunları aklın­ dan geçirdi: Temsilci ölse bile Westermann sağdı ve söz konusu işletme, bir elemanın ölümünden etki­ lenmeyen bir limited şirketti. Mario, sabah olunca, gene bir fabla sığındı. Yata­ ğına uzanıp keyifli keyifli talihinin yüzüne gülebile43

ceğini düşünmediği için kendini eleştirmesinden doğdu bu fabl. Şöyle diyordu serçelere: “Geleceğe yönelik hiçbir hazırlığınız yok, tek kaygınız içinde yaşadığınız an. Gelecekten hiçbir şey beklemezken, nasıl bu kadar mutlu olabiliyorsunuz?” Kendisini uykusundan eden şeyin içindeki aşın mutluluk ol­ duğunu sanıyordu gerçekten. Ama kuşlar işin aslını ondan daha iyi biliyorlardı: “Biz, içinde yaşadığımız andan başka bir şey değiliz,” dediler. “Sen hep gele­ ceği düşünerek yaşıyorsun, bizden mutlu musun peki?” Mario aptalca bir soru sorduğunu itiraf etti ve kuşlardan üstün olduğunu gösterecek şekilde fablı yeniden yazacağına kendi kendine söz verdi. Bir fablı istediğiniz yere yöneltebilirsiniz, yeter ki nereye varmak istediğinizi bilin. Ertesi gün, Brauer, Mario kendisine başından geçenleri anlatınca biraz şaşırdı, ama pek fazla de­ ğil. Yalnızca kırk yıl değil, yüzyıllar boyu unutulup bir köşede kaldıktan sonra birdenbire değeri yükse­ len başka ticari mallardan söz edildiğini duymuştu. Edebiyat hakkında pek bir bilgisi yoktu, ama öyle sanıyordu ki, seyrek de olsa, bu işten de para kazanılabiliyordu. Onu rahatsız eden bir tek şey vardı: “Yazarlıktan çok para kazanırsan, artık burada çalış­ mayı bırakırsın.” Mario, alçakgönüllülükle, kitabının geçimini sağlaması için yeterli olacağını sanmadığını söyledi. “Ama,” diye ekledi biraz gururla, “bana daha uygun, daha yüksek bir mevki verilmesini isteyeceğim doğ­ rusu.” Bürodaki bu kolay işini değiştirmeyi düşün­ müyordu gerçekte, ne var ki edebiyata bulaşmış kimseler konuşmalannda bazı ifadeleri kullanmaya bayılırlar. Gerçekten değer verdikleri ödül budur onlar için. 44

Tam o sırada Gaia’nın notunu getirdiler. Mario saat tam on birde Café Tommaso’da buluşmaya çağ­ rılıyordu. Gaia, Westermann’m temsilcisini bulmuş­ tu. Mario, Brauer’den haberi şimdilik etrafa yayma­ masını rica ettikten sonra hızla sokağa fırladı.

45

IV

Gaia, Mario ve Westermann’ın temsilcisi, hepsi, o kadar dakikti ki, üçü aynı anda kapıda karşılaştı­ lar. Birbirlerinin dilini anlamakta çektikleri güçlük nedeniyle bir süre kapının önünden ayrılıp içeri gi­ remediler. Mario’nun Almancası, böyle önemli bir firmanın temsilcisiyle tanışmaktan duyduğu mem­ nuniyeti dile getirmeye yetiyordu ancak. Alman ise yığınla söz söyledi, Gaia canla başla çevirmeye çalı­ şıyordu söylenenleri - şeref duydum... birlikte iş yapmaktan... patronun her ne pahasına olursa olsun ele geçirmek istediği eser... Derken Gaia birkaç söz söyledi; cesur biri gibi gözükmeye çalışmış, ama bu cesaretiyle bir kabada­ yılık izlenimi uyandırmıştı sadece. Ardından söyle­ diklerini çevirmeye koyuldu. Westermann’a demişti ki, parasım öder ödemez romanı alabilirdi. Bu bir iş anlaşmasıydı, edebiyatla hiçbir ilişkisi yoktu. Bu son sözleri çok küstah bir edayla söylemişti. Bu ka­ dar kârlı bir iş olduğu ortadayken, edebiyatı ne diye hor görüyordu? Gaia’nın edebiyata savurduğu yum­ ruklar aslında yazara yönelikti, oyunun gereğinin, yazan iyice bir şişirmek olduğunu unutmuştu Gaia. Söz arasında bir kere şöyle demişti Mario’ya: “Sen 47

sus; bir şeyden anladığın yok.” Mario’nun da hiç se­ si çıkmamıştı; Gaia kuşkusuz işin sadece ticari yö­ nünü kastetmişti. Derken Gaia kapının önünde di­ kilmekten yoruldu. Hafif bir sis çökmüştü sanki, o aydınlık günleri kederli bir karanlığa boğacak kasır­ ga bu sisi dağıtacaktı sonra. Gaia kahvenin kapısını işi merasime dökmeden açtı, bir kahkaha atarak topallaya topallaya girdi içeri. Diğer ikisi, birbirlerine “Buyurun... Siz buyu­ run...” demekten eşikten içeri bir adım atamamış­ lardı, Mario da, ilk kez karşılaştığı bu önemli kişiyi baştan aşağı iyice bir süzdü. Onu bir daha hiç gör­ meyecekti, ama hiçbir zaman da unutamayacaktı. İl­ kin çok gülünç biri gibi göründü gözüne, üstlendiği önemli görev onu daha da gülünçleştiriyordu. Son­ raları da belleğindeki görüntüsü pek değişmedi, gü­ lünç biri olarak kaldı adam. Ama onun küçüklüğü kendisine acı vererek yansımıştı belleğine, böyle bir kimsenin oyununa kanmıştı çünkü. Yaralan daha bir acıyordu, onda bu yaraları açan eli anımsadıkça. Mario çok dikkatli bir gözlemciydi, ama kolayca kar­ şısındakinin etkisi altında kalırdı, çünkü başka bir­ çok yazar gibi, karşılaştığı her şeyi kafasındaki hazır kalıplardan, önyargılardan oluşan, görünümleri çar­ pıtan bir aynada görmeye başlardı. Aynı çizgilerin, renklerin binbir farklı biçimde yorumlandığı bir dünyada da, sanatçı kolay kolay kurtulamaz bu ön­ yargılardan, kalıplardan. Yayınevi temsilcisi pohpohçu, boyuna yaltakla­ nan ufak tefek bir kimseydi, iriyan, kalıplı bir cüsse­ nin sağladığı vakardan büsbütün yoksundu. Paltosu­ nun düğmelerinin zar zor iliklenmesine yol açacak irilikte bir göbek, vücudunu iyice biçimsiz gösteri­ yordu. Bu haliyle Gaia’yı andırıyordu. Yakasında 48

gösterişli fok kürkü bulunan paltosu, üzerindeki en göz alıcı giysiydi, onun altından ara sıra görünen es­ ki püskü ceketinden, pantolonundan kat kat üstün­ dü. Paltosunu hiç çıkarmadı, iç cebinden bir şey al­ mak için düğmeleri çözmesiyle iliklemesi bir oluyor­ du. Kalın yaka; saçsız başma ve kısacık sakallarıyla ince kızıl bıyığının kapladığı küçük yüzüne bir tür hale oluşturuyordu. Mario’nun dikkatini çeken bir başka şey de şuydu: Alman büyük kürklü paltosu­ nun içine öyle bir gömülüş gömülmüştü ki, yaptığı her hareket esneklikten, yumuşaklıktan yoksundu. Gaia’dan daha çirkindi, birbirlerine benzemeleri doğaldı. Kitap ticareti yapan bir kimse, şarap ticareti yapan bir kimseye niye benzemesin ki? Piyasada sa­ tılan şarabın yapımında enfes şeyler kullanılmıyor muydu: üzüm ile güneş. Kürk paltosunu giyişindeki yumuşaklıktan yoksunluğa gelince; onun Gaia’ya ne kadar çok benzediğini göz önüne alarak, pek şaşırtı­ cı bulmadı Mario. Bunun, içlerinde kabaran gülme isteğini bastırmalarından kaynaklanabileceği aklına bile gelmedi. Pazarlamacılar gibi, olduklarından baş­ ka görünmek isteyen, gerçek kişiliklerini ele ver­ mekten sakınmak için her çareye başvuran kimseler için bunun normal bir davranış olduğunu düşünü­ yordu. Tezgâhlanan oyunun başarılı olması onun için bir gurur meselesiymişçesine bütün bunları kendi kendine söyleyip duruyordu. Bir de şunları ge­ çirdi akimdan: Yayınevinin eleştirmeni ve o büyük adam, Westermann, ülkelerinden kalkıp gelmedilerse, bunun nedeni tam o sıralarda yolculuk yapmamn kolay olmayışıydı, böyle bir işi Gaia’nın arkadaşı gi­ bi birine bırakmak zorunda kalabilirdi insan. O saatte kahve boştu, dil farklılığının yarattığı kargaşa nedeniyle masaları hayli gürültülüydü. Kötü Bir Şaka

49/4

Westermann’m temsilcisi İtalyanca bir şey açıkla­ maya çalıştı, ama derdini anlatmayı başaramadı. Gaia araya girdi: “Senin adına hareket etmeme izin verdiğini kesin olarak belirtmeni istiyor. Bu kadar kuşkucu olmasından burada alınacak bir kişi varsa o da benim, ama biliyorum iş iştir. Senin yanımızda olman iyiymiş de, söylediğine göre, dediklerini anlayamıyormuş.” Mario, Gaia’mn kabul ettiği her şeyi kendisinin de kabul edeceğini söyledi. Her he­ cenin üstüne basa basa söyledi bunu, Alman da söy­ leneni anladığını ve memnun olduğunu belirtti. Gaia kahve söyledi, Westermann’ın temsilcisi de ceketinin iç cebinden kocaman kâğıtlar çıkardı: iki kopya halinde sözleşme metni. Kâğıtları masaya yaydı ve göğsü neredeyse masaya değecek şekilde üzerlerine eğildi. Mario içinden “Bel ağrısı mı çeki­ yor acaba?” diye geçirdi. Gaia acele ediyordu. Sözleşmelerden birini diğe­ rinden ayırdı ve Mario’ya sözleşmede yazılı olanları çevirmeye başladı. Büyük yayınevinin bütün sözleş­ melerine koyduğu birtakım önemsiz maddeleri atla­ dı, Mario’ya sağladığı çeşitli avantajlar üzerinde dur­ du yalnız. Gerçek bir sözleşme olsa, Gaia’nın ağzın­ dan çıkan sözler bundan farklı olamazdı. “Aldığım paramn her kuruşunu hak ettiğimi göreceksin. Bü­ tün gece şu adamla uğraştım durdum.” Sonra bir-iki damla da zehir kattı konuşmasına: “Benim yardı­ mım olmasa, biliyorsun, hiçbir şey elde edemezdin.” Sözleşmeye göre, Westermann Mario’ya 200.000 kron ödeyecekti, bunun karşılığında da tüm yaban­ cı dillerde çeviri haklarını elde ediyordu. “İtalya’da ise kitabın yayın hakları sende kalacak. Sözleşmeye böyle bir koşulun konmasını önemli gördüm, her di­ le çevrildiği öğrenilince, kitap kim bilir İtalya’da ne 50

kadar büyük değer kazanacak!” Konuya iyice açıklık getirmek amacıyla tekrar­ ladı: “İtalya tamamen senin.” Gülümsemiyordu bile. Yüzü, alkış bekleyen birinin ifadesini takınmış, donmuş gibiydi. Mario hararetle teşekkür etti. Kendini sanki bir rüyadaymış gibi hissediyordu. Gaia’yı kucaklamak geliyordu içinden, ona kitabın İtalya’da sağlayacağı gelirleri kazandırmasından çok, kitabının İtalya’da bile büyük bir hayranlık uyandıracağını, olağanüstü değer kazanacağını söylemesiydi bunun nedeni. Gaia’yı her zaman içgüdülerine uyup sevimsiz bul­ duğu için kendine kızdı, ondan gerçekten hoşlandı­ ğına, aslında hiç de sevilmeyecek bir adam olmadı­ ğına kendini inandırmaya çalıştı. “İyi, çok iyi bir in­ san, elinden gelen hiçbir yardımı da esirgemiyor. Bundan bir kazancı var tabii, ama benim kazancı­ mın yanında hiç kalır onunki. Bu işten bu kadar memnun olması da, çok iyi kalpli biri olduğunu gös­ teriyor.” Birden, önceki gece yaşadığı sıkıntı geldi aklı­ na, sevecenlikle Gaia’nm kolundan tutup şöyle bir maddenin anlaşmaya konmasını istedi: Westermann, 1919 yılı sona ermeden romanını en azından Almanca yayınlama yükümlülüğünü üstlensin. Za­ vallı Mario’nun canı öyle tezdi ki, zaferine bir an ön­ ce kavuşabilmek için 200.000 kronun bir kısmım fe­ da etmeye razıydı. “Eskisi gibi genç değilim,” dedi özür dilercesine, “ölmeden romanımın çevrildiğini görmek istiyorum.” Gaia öfkelendi, Mario’yu küçümseyişi, Ma­ rio’nun kendisine duyduğu yakınlık ölçüsünde arttı. En küçük bir değeri olmayan zırva bir roman için böyle mükemmel bir öneriyi tartışmak, öneride dü­ 51

zeltmeler yapmak ne densizlikti! Önce neşesini gizlemeyi becermişti, şimdi de aynı beceriyi duyduğu küçümsemeyi saklamakta gösterdi. Mario’nun önerdiği maddeyi sözleşmeye koymaya bile yanaşabilirdi, ileride bir kahkaha da buna atardı. Ama kâğıtlarda bir tek satır bile boş yer yoktu yazı yazacak (aslında bu kâğıtlarda yük va­ gonlarıyla şarap taşınmasına ilişkin bir sözleşme ya­ zılıydı), kaldı ki, Mario oradayken, böyle bir madde üzerinde çalışmaları ya da çalışır gibi görünmeleri olacak şey değildi, gülmemek için kendilerini zor tutuyorlardı çünkü. Gaia, yalancıktan bir an durak­ sar göründü, kaşır gibi yapıp yüzünün önce bir, son­ ra öbür yansını kapattı eliyle, böylece yüzünün yal­ nızca kapalı kalan kısmıyla güldü. Sonra ciddiyetle Mario’nun önerisini değerlendirmeye girişti. İlkin, Westermann’m bütün bu isteklerden rahatsız olabi­ leceği kuşkusunu dile getirdi, sonra baktı ki, Mario, Westermann’a bir zararı dokunmayacak, kendisini ise büyük ölçüde ferahlatacak bir önerinin geri çev­ rilmesinden alınıyor, parlak bir fikir sürdü ortaya: “Ama bir işe 200.000 kron yatıran bir adam, yatırdığı parayı bir an önce çıkarmaya bakacaktır kuşku­ suz!” Mario, bu akıl yürütmeyi akla uygun buldu, ne var ki, duyduğu özlem hiçbir mantıksal akıl yürüt­ meyle bastırılacak gibi değildi. Hâlâ mı beklemek zorundaydı? Peki, onca zaman ne yapacaktı? Fabllar ancak pek çok sürprizle karşılaşılan günlerde gelir insanın aklına. Beklemek bir serü­ vendir, ama talihsiz bir serüven; bundan ancak bir fabl doğabilir, onu da yazmıştı eskiden: bir kez bıra­ kıldığı yerden hiç ayrılmayarak yiyecek bekleyen, dolayısıyla açlıktan ölen serçenin öyküsü. (Açgözlü­ 52

lüğün ve tembelliğin bir arada oluşuna bir örnek, buna fabllarda zaman zaman rastlanır.) Mario du­ raksıyordu. Önerisini yeniden nasıl en iyi biçimde ortaya atabileceğini düşünüyordu. Derken bir süre sustular. Gaia kahvesinden bir yudum aldı, Mario’nun ister istemez razı olacağını bekliyordu. Ma­ rio gözlerini Alman’m saçsız başına dikmiş oturu­ yordu, Alman ise dikkatle sözleşmeyi yeniden oku­ maya başlamıştı, üstünde gözlük camlarının titredi­ ği uzun, sivri burnunu kâğıtların içine gömmüştü neredeyse. Gözlük camları niye öyle kıpırdıyordu acaba? Belki de, Mario’nun isteklerini karşılayan koşulların sözleşmede zaten var olup olmadığını görmeye çalışırken, burnu bir sözcükten ötekine git­ tiği için, Mario’ya dönük duran dazlak başı, yalnızca burnun eksik olduğu dilsiz, kör bir yüze benziyordu, çok da ciddi görünüyordu bu baş, üzerinde gülecek uzuvlar bulunmadığı için belki de. Neredeyse trajik denecek bir görünüm, seyrek kızıl saçların yer yer örttüğü pembe deri bir yüzey. “Ne yapalım,” diye düşündü Mario, “sabretmekten başka çare yok. Pa­ ramı alır almaz, kazandığım başarıyı herkese duyu­ rurum. Kitap şimdi elimizde çevrilmiş olsaydı da, pek fazla bir şey sağlamazdı.” Böylece, Gaia’nm tü­ kenmez kalemini alıp daha fazla diretmeden sözleş­ meyi imzalayacak oldu. Gaia onu durdurdu. “Önce para, sonra imza!” Westermann’ın temsilcisiyle konuşmaya başladı he­ men, temsilci de ceketinin iç cebinden çarçabuk bir cüzdan çıkarmış, çeke benzeyen bir kâğıt parçası bulana kadar cüzdanın içini didik didik etmişti. Bul­ duğu kâğıt parçasını Gaia’ya uzattı hemen. Bunu yaparken gözlerini Gaia’nın yüzüne dikmişti. Birine oyun oynayan iki entrikacının gülmemek için ken­ 53

dilerini zor tutarlarken, birbirlerinin gözlerine bak­ maları hiç de akıllıca bir iş değildir. Biri diğerini ayartır, en sonunda bir kahkahadır kopar. Alman’ın izlediği ciddi görünme yöntemi oldukça güvenliydi; ama o âna kadar kendini tutma çabalarının başarı­ sından cesaret bulan Gaia, hemen ödeme yapılması­ nın zorunluluğu üstünde öfkeli öfkeli ısrar edişinde olduğu gibi, oyunu bir parça daha ileri götürmekte bir sakınca görmedi. İnsan organizması pek çok rol üstlenebilir, ama aynı anda birden çok rolü, hayır! Gaia yorgunluktan bütün direnme gücünü yitirip birden öyle bir gülme nöbetine tutuldu ki, az kalsın sandalyesinden düşecekti. Suç ortağı da, onun etki­ sinde kalarak koca kürk paltosunun içinde gülmek­ ten kıvranmaya başladı. Birbirlerine Almanca alaylı sözler söyleyerek gülmekten kırılıyorlardı. Mario, şaşkın şaşkın onlara bakıp duruyor, hoşgörüyle gü­ lümsemeye çalışıyordu boşu boşuna. Derken, böylesine önemli bir konuda bu şekilde davranmaların­ dan alındı. Bu kaba satıcıların saygısızlığı, şarap ve­ ya kitap gibi soylu konulara da yansıyordu. Nihayet Gaia kendini toparladı, hatasını onar­ maya çalıştı. Alman’ın cüzdanından çeke çok benze­ yen başka bir kâğıt çıkardı, şimdi gülmesinden ya­ rarlanarak bir mazeret uydurabilmek için zaman ka­ zanmaya çalışıyordu, gülmesinin arasında bir şeyler kekelemeye başladı: Alman ona çek vermemiş, çek yerine yanlışlıkla, hani dün sözünü ettiği, herifçioğ­ lunun her gün gittiği o malum eve giriş kartını ver­ mişti. Böyle kartlar yoktur, ama Gaia aklına ilk ge­ len şeyi söyleyivermişti, Samigli’nin buna inanması onu hayretler içinde bıraktı. “Bir geneleve adım ata­ mayacak kadar iffetli olmanın cezası,” diye geçirdi içinden Gaia. 54

Ancak Mario, ağırbaşlılığın masaya tekrar hâ­ kim olduğunu görmek ve sevimsiz olayı unutmak te­ laşı içinde kabul etmişti bu açıklamayı. Yazarın ho­ şuna gitmeyen bir cümlenin üstünü karalama alış­ kanlığı, başkalarının birtakım şeyleri geçersiz say­ malarını kabul etmeyi kolaylaştırır kendisi için. Ya­ zar gerçeği anlatır, ama kendi gerçeğine uymayan şeyleri eler. İşte bu olayda da Mario bu elemeyi yap­ mıştı. Gaia’nın hâlâ havada salladığı izin kartına ne­ zaket gereği bakar gibi yapmıştı; ama, insan sokakta bir an yoluna çıkan bir yabancıya nasıl bakarsa öyle. Böylece Mario sözleşmenin iki kopyasım da im­ zaladı. Bunlardan birini yayıncı tarafından imzalan­ mış olarak birkaç gün içinde geri alacaktı. Bu arada kendisine çeki verdiler, (Gaia’run dediğine bakılırsa) bu da nakit para almış olmaktan farksızdı. Westermann’m firmasından Mario adına düzenlen­ miş, istendiğinde paraya çevrilebilecek bir Viyana bankası çeki. Kahveden çıkınca, Mario Alman’a ayrılmadan önce tekrar teşekkür etmek istedi, aynı teşekkür sözlerini daha önce de söylemiş, Gaia’dan bunları Almanca’ya çevirmesini istemişti. Ama Gaia sözünü yanda kesti. “Sen onu dert etme kendine, o hissesi­ ni nasıl olsa kopanr.” Gaia Mario’yla birlikte arkada kaldı ve acelesi var gibi gözüken yayınevi temsilcisi­ ni yanlanndan uzaklaştırdı. “Şimdi,” dedi Gaia, “birlikte bankaya gideceğiz ve bu çeki hesaba geçireceğiz.” Mario itiraz etmedi, ama tam o sırada meydan­ daki saat on ikiyi vurdu. Gaia, on ikide kapanan bankaya gitmek için artık çok geç olduğunu söyle­ yerek hayıflandı. “Saat üçte tekrar buluşalım mı?” dedi duraksayarak. Çünkü öğleden sonra kaçırmak 55

istemediği bir başka randevusu vardı. Bu, şaka uğ­ runa insanın kendi çıkarlarını feda etmesi olurdu; şakadan kendisi zararlı çıkardı sonra. Mario, bankaya tek başına gidebileceğini ısrarla söyledi. Yıllardır iş hayatının içinde değil miydi? Gaia’nın komisyonu konusunda kaygı duyduğunu sandı ve onun içini rahatlatmaya çalıştı. “Parayı alır almaz, 10.000 kronunu ödeyeceğim.” “Mesele o değil,” dedi Gaia, hâlâ kararsız. Sonra bir açıklama yapmaya karar verdi: “Bu çeki hemen bozdurmamalısm. Westermann’ın temsilcisi bana öyle söyledi. Çeki imzaladı, ama postanın bugünkü haliyle gönderdiği bilgilerin merkeze ulaşıp ulaşma­ yacağı kesin değil.” Mario’nun yüzünde bir bulut­ lanma görür gibi oldu ve sözlerine şunları da ekledi: “Paniğe kapılma. Bak çeke, Westermann’m temsilci­ sinin imzasını görürsün. Bütün yapacağın iş, çeki bozdurmak ve bankaya ödeme konusunda güçlük çıkarmamalarını söylemek.” Sonra Gaia söyledikle­ rinden pişman olmuş gibi bir tavır takındı: “Sana bunları söylememin tek nedeni seni boşuna kaygı­ lardan kurtarmak. Banka bu çeki şu anda paraya çe­ virmez, ne kadar istersen iste, çünkü şimdi her şey altüst olmuş durumda. Ama sen gene de havale yap­ tırabilirsin. Benim komisyonu almak için acelem yok. Onu cebimde sayıyorum.” Mario talimatlarına uyacağına üstü kapalı söz verdi. Kaldı ki, doğrusu bu işi kendisinin yapmasıydı. Cebinde çek, işadamı damarı kabarmıştı. Gaia, oynadığı oyunun, kendisine ya da Mario’ya herhan­ gi bir hukukî sorun çıkarmaması için gerekli tüm önlemleri aldığını düşünüyordu. Ayrıca, içinin rahat olması bakımmdan daha sağlam bir neden vardı elinde. “Uygar ülkelerde bu tür şakalar hoşça vakit 56

geçirmenin kabul gören bir biçimidir,” dedi kendi kendine. Mario’nun gözü hâlâ açılmamıştı. Gaia’nm tedirginliği kolayca görülebiliyordu, ama bunu dik­ kate almıyordu Mario, içinde uyanan pişmanlık duygusuyla cebelleşiyordu çünkü. Her zaman hor gördüğü Gaia sayesinde çıkar elde ettiğini düşün­ mek, rahatsız ediyordu kendisini. Şimdiye kadar ar­ kadaşlıklarının bozulmamasına özen göstermişti. Bunun da tek nedeni, ikisinin bir zamanlar aynı uğ­ raşı sürdürmesi, o günlerin Mario için değerli bir anı niteliği taşımasıydı. Bir yolunu bulup gelecekte iliş­ kilerinin daha değişik bir biçim alacağını açığa vur­ ması gerekmez miydi? Öte yandan, eğer Gaia’ya karşı davranışını birden değiştirirse, yardımına kar­ şılık borcunu komisyonun yanı sıra dostluk göstere­ rek de ödemek istediği gibi bir izlenim uyanabilirdi. Ne var ki Gaia, içi şimdi tamamen rahat, karar vermeden önce uzun boylu düşünmeyi huy edinmiş Mario’nun en son ne diyeceğini beklemeden aceley­ le yanından ayrıldı. Mario ise, kafasındaki son kay­ gı bulutunu da uzaklaştırarak şöyle dedi kendi ken­ dine: “Ona komisyonunu verirken iki yanağından birden öpeceğim. Zorlama olacak ama, ona karşı gö­ revimi yerine getirmeliyim.” Sonra, Gaia’nm önceden kestiremediği bir şey oldu. Bankaya Mario’nun yerine Brauer gitti, Mario’nun büroda bir işi çıkmıştı. Brauer Mario’nun talimatlarını harfi harfine yerine getirdi; çeki Mario’nun hesabına geçirmelerini, Viyana şubesi çe­ kin karşılığını ödemeye yanaşmazsa herhangi bir iş­ lem yapmamalarını söyledi. Arkadaşı olan banka memuru önce cari döviz kurlarını öğrenmesini tav­ siye etti kendisine. O sıralar kurlarda ne büyük oy­ namalar olduğunu bilen Brauer de Mario’ya danış­ 57,

madan onun tavsiyesine uydu. Öyle ki, çek karşılı­ ğında alman makbuzun yanı sıra, Mario’nun eline bir de belge geçti, bu belgede banka, her 100 krona karşılık 75 liret, aralıkta ödenmek üzere 200.000 kronluk döviz satın aldığını bildiriyordu. İki adamın da aklından, gerçekte var olmayan bir şeyi sattıkları geçmemişti. Brauer, Westermann’m kararını iki hafta geciktirmesinin ne kadar üzücü olduğunu söyledi, yoksa Mario bir 50.000 liret daha kazanabilirdi. Ama Mario yalnız omuz silkti ve gülümsedi. Başarısı yerli yerinde durduktan sonra, birazcık daha az para kazanmasının ne önemi vardı? Gaia’nm önceden kestiremediği bir şey daha ol­ du. Birkaç gün sonra Brauer iki kardeşin birtakım mali sıkıntılar içinde olduğunu duydu, Mario’ya 3.000 kronluk bir borcu kabul etmesi için baskı yap­ tı, çünkü eline büyük bir miktarda para geçmek üzereyken parasızlık çekmesi haksızlık olurdu. Ma­ rio için bu para olduğundan bir kat daha değerliydi. Onunla aldığı her bir eşya, başarısının elle tutulur bir göstergesi oluyordu. Birkaç akşam iki kardeş kitap okumayı bir yana bıraktılar ve oturup yeni mobilyalarını hayran hay­ ran seyrettiler. Hani bu mobilyalar da, kendilerini bildiler bileli evlerinde gördükleri, zamanla sararıp solmuş örtüler arasında ışıl ışıl parıldıyordu adeta. Mario’nun parası geldi mi almayı planladıkları şey­ lerin bir listesini de çıkardılar. Gerçi o sıralarda her şey ateş pahasıydı, ama Mario zaten parayı kazan­ mak için çok büyük bir çaba harcamadığını düşünü­ yordu. Üne verdiği değer gibi, paraya da iyiden iyi­ ye büyük bir değer vermeye başlamıştı.

58

V

Evet, bekleyiş dönemi boyunca bir tek fabl yaz­ madı, ama olaysız geçen uzun günler pek de tekdü­ ze gelmedi ona, çünkü her günü bir öncekinden ayı­ racak bir şey oluyordu. Bunlardan birkaçını anlata­ cağım. Brauer defalarca bankaya gitti, hiçbirinde bir haber çıkmayınca, Mario’ya çekin akıbetini öğren­ mek üzere bir telgraf çekmesini söyledi. Ne var ki, Mario işadamının tavsiyesini dinlemedi, yazar oldu­ ğu için kendisinin daha iyi bildiğini düşünüyordu çünkü. Yayınevi patronlarını sürekli başvurularla rahatsız etmenin insana nelere mal olabileceğini acı tecrübeleriyle biliyordu. Bazen dayanamıyor, kalkıp kendisi bankaya gidiyordu, ama Westermann’m ür­ kütücü hayali öyle bir ateş püskürerek karşısına di­ kiliyordu ki, hani kitap falan yayınlamaktan büsbü­ tün vazgeçeceği geliyordu. Roman diğer ticari metalardan çok farklı bir maldır; Mario da düşünüyordu ki, bu alıcıyı elinden kaçırdı mı, başka bir alıcı bula­ na kadar bir kırk yıl daha beklemek zorunda kalabi­ lirdi. Üstelik, o nezakete pek yer vermeyen telgrafı yollamadan önce (telgrafta nezaket göstermek fazla 59

pahalıya patlar), Gaia’yla bir konuşması gerekirdi. Ama Gaia’yı bir türlü bulamıyordu. Artık yollar açıl­ dığı için seyahat etmek mümkündü. Istria’ya komşu kasabalardan birine gitmiş olabilirdi Gaia. Mario, Gaia’yı Trieste’de gören pek çok kimseyle karşılaştı, ama kendisi onu ne evinde bulabiliyordu, ne de ofi­ sinde. Mario için zor bir dönemdi. Viyana’dan tek ku­ ruş gelmemişti, Westermann’dan da, onun eserine hayran kalan müthiş eleştirmeninden de ses seda çıkmıyordu. Doğru, çek imzalanmıştı imzalanması­ na, ama kürk palto içindeki o tuhaf adamın gerçek­ ten Westermann’m isteklerini dile getirip getirmedi­ ğini kim bilebilirdi? Üstelik, herif tek kelime İtal­ yanca bilmiyordu, bu yüzden çevirmenlik görevini üstlenen Gaia’nın aracılığıyla konuşmuşlardı, onun çevirisine de pek güven olmazdı. Mario’nun belli bir ticaret deneyimi vardı, belli bir edebiyat deneyimi de olduğunu kabul etmek ge­ rekir. Ama edebiyat ürünlerinin pazarlanması konu­ sunda kapkara cahildi. Bu konudan anlasaydı, oyuna getirildiğini çoktan görürdü. Eğer işin içinde edebi­ yat olmasa, Westermann gibi büyük bir işadamının, çok daha az bir parayla, örneğin Mario’nun Brauer’den borç aldığı küçük miktarla elde edebileceği şey için büyük bir para ödeyeceğine asla inanmazdı. Ama Mario şimdi o küçük miktar borcun yükü altın­ daydı. Üstelik eskiden romanını aslında yok pahası­ na da olsa satmaya razı olduğunu artık kendine bile itiraf edemezdi. Önerilen miktarın büyüklüğüne ge­ lince; yayıncının sanatçıları koruyan varlıklı bir kişi olduğunu düşünmüştü. Giulio, o masum, hasta haliyle Mario’nun kuş­ kularının dağılmasına yardımcı oldu. Giulio’ya göre, 60

Westermann 200.000 kron fazlaymış, eksikmiş, pek umursamayan biri olmalıydı. Sonra, işin içinde bir hata olup olmadığını anlamaya çalışmanın yararı neydi? Eğer Gaia böyle bir anlaşmaya imza attıra­ cak kadar zeki bir adamsa, daha ne istesinlerdi? Giulio’nun etkileyici sözleri bir süre için Mario’nun içini rahatlattı. Sonra yeniden gerilimli bekle­ yişten kaynaklanan tedirginlikler, kaygılar kapladı yüreğini. Şimdiki ruh hali, romanı yayınlandıktan sonra hissettiklerine benziyordu. Şimdi Westermann’m sözleşmesini nasıl kesin, güvenilir bir şey gi­ bi görüyorsa, o zaman da romanının başarı kazanaca­ ğına kesin gözüyle bakmış, bunun beklentisi içinde delice bir coşkuya kaptırmıştı kendini, sonraları o coşkuyu anımsamak bile bir ölümdü. Ama o zaman­ lar, ne de olsa gençliğin verdiği dinçlik vardı üzerin­ de, beklentiden duyduğu gerilim uykusunu, iştahını pek kaçırmamıştı. Zavallı Mario, şimdi her ne kadar başan kazanacağından kuşku duymasa da, üzülerek görmüştü ki, insanın altmışından sonra edebiyatla uğraşması doğru değildir, sağlığı için çok zararlı ola­ bilir. Kendisine bir oyun oynandığından şüphelenmemişti hiç; ama beyninin dünya işlerine -ağlamak ve gülmekten başka- hiç karışmayan ince, yaratıcı bölümü bu olasılığı gözden kaçıramazdı. Aşağıdaki fabl bir anlamda kehanet ürünü sayılabilir: TYieste’nin dış mahallelerindeki sokaklardan birinde birkaç serçe yaşıyormuş, orada buldukları çöplerle güzel güzel karınlarım doyuruyorlarmış. O sokağa zengin bir adam taşınmış, serçelerin önüne ekmek atmayı, onları beslemeyi pek seviyormuş, öyle ki çöpler yol kenarında birikmeye başlamış. Birkaç ay sonra, kışın ortasında zengin adam ölmüş, mirasçı61

lan ise kuşlara bir tek lokma ekmek bile atmamış. Eski alışkanlıklanna dönemedikleri için çok kısa bir zaman içinde kuşlann hemen hepsi ölüp gitmiş. Giulio, kısa bir süre, çeşitli oyunlara başvurarak Mario tarafından uykusundan edilmemeyi becerdi. Ama bir akşam Mario ansızın okumasını kesti ve bir sözcüğün doğru olarak nasıl kullanılacağını öğren­ mek için sözlüğe koştu. Giulio, ağır ağır bilinçdışına doğru kaydığı o hafif meyilli bayırdan birden çekilip alındı, ama az sonra yine her zamanki zekâ kıvraklı­ ğına kavuşacak kadar kendini toparladı. Mmldanarak şöyle dedi: “Almanca çevirisi için bir önemi yok bu sözcüğün.” Ama kazanacağı başanyı kafasmda kurmaya çoktan başlamış olan Mario, İtalyanca ikinci basımı hazırlamaya koyulması gerektiğini dü­ şündü ve sözlükten başını kaldırmadı. Sözlüğün bü­ tün iyi İtalyan yazarlarında uyandırdığı saygıyı ken­ disi de duyuyordu, sözlüğü bir kere eline almıştı, he­ men bütün bir sayfayı okudu. Sözlük okumak di­ kenli bir çalılıktan içeri doğru araba sürmeye ben­ zer. Daha da kötüsü, Mario aynı sayfada öyle bir şe­ ye rastladı ki, bu, romanının bir yerinde yardımcı fiili yanlış kullandığını düşündürttü ona. Nasıl bir cehennem azabı! Gelecek kuşaklara kalacak bir ha­ ta! Mario’nun heyecandan gözü hiçbir şeyi görmü­ yordu, romanındaki o yeri bulamayınca Giulio’dan yardım istedi. Giulio anladı ki, bir yolunu bulup o korkunç ki­ tabı dinlemekten kendisini ustalıkla sıyırabileceği günler geride kalmıştı. Ama yıllann deneyimi ona bir şey öğretmişti: Ağabeyinin sağlığı için gerekli ol­ duğunu anlarsa, Mario’nun yapmaya razı olmayaca­ ğı hiçbir şey yoktu. Etkileyici bir içtenlikle, ama bel­ ki de düşlerinden sıkıcı gerçeğe acımasızca döndü62

rülmesinin yol açtığı biraz kırgın bir ses tonuyla Mario’ya, artık uyku saatinin geldiğini söyledi. Sa­ bahleyin ilacını içmesi, sonra da kahvaltı edene ka­ dar iki saat dinlenmesi gerekiyordu. Hemen şimdi uyumazsa, ertesi gün yemek saatleri karışacak, do­ layısıyla sağlığı bundan zarar görecekti. Mario birden Giulio’ya karşı bir küçümseme duydu içinde, daha bir hafta önce ondan gelecek herhangi bir sitemi dinlerken taşıdığı hoşgörüden, iyi yüreklilikten çok farklı bir duyguydu bu. Hiç al­ dırış etmiyormuş gibi görünmesi gerektiğini düşün­ dü, içerlediğini belli etmeyecekti. Kitabını, sözlüğü­ nü aldı ve kapıyı kapamayı unutarak odadan çıktı. Ama görünüşteki kayıtsızlığı, içinde büyüyen hıncını gizliyordu gerçekte. Odadan çıkarken, şöyle geçirdi içinden: Başarı kazandığım zaman, o bile şimdikinden daha çok saygı duyacak bana. Giulio ise, açık kalan kapının yanı başındaki ya­ tağında kötü bir gece geçirdi. Rüzgârda kapının ka­ natlan takırdıyor, koridordaki bütün kapılann men­ teşelerinin gıcırdadığını duyuyordu. Ona öyle geli­ yordu ki, sanki bütün geceyi konuşan bir sözlüğün içinde geçirmişti, bu sözlükte, art arda sıralanan sözcükler aynı harfle başladığı için bir düzen varmış izlenimi doğuyor, ama ansızın o konuşan sözlük yüksek sesle, irkiltici bir feryat kopanyordu. Ertesi akşam Mario sofra kaldırılıncaya kadar ağabeyiyle birlikte oturdu, sonra duyduğu kırgınlığı hiç belli etmeden onun yanından aynldı. Yemekte hayli dikkatli ve nazikti. Kendisinden beklenecek her şeyi yaptığına kendini inandırdı. Artık yeni bir girişimde bulunmama konusunda kesin bir karara vardı. Giulio, kendisi için bu kadar önem taşıyan söz­ lükle hiç ilgilenmemişti. İyi ya, o zaman kendi ken­ 63

dine okurdu, eğer Giulio’nun istediği buysa. İhtiyat­ sız sözleriyle ağabeyinin gecesini cehenneme çevir­ miş olmaktan ötürü hiçbir rahatsızlık duymuyordu içinde. Ne önemi vardı bunun? Sanki kendisi daha mı rahat uyumuştu? Westermann ve adamlarının ha­ yaletleriyle boğuşup durmamış mıydı bütün gece? Giulio ise kardeşiyle barışmaya can atıyordu. Mairo, yeni belirlediği sessizlik siyaseti yüzünden şehirde dolaşan dedikoduları bile akşamleyin anlat­ mamıştı ona. Oysa bu dedikoduları dinlemek, Giulio için hayatı yaşanmaya değer kılan çok az şeyden bi­ riydi. Büyük olan oydu, ama aradaki kırgınlığa ilk yol açan yine kendisi olmuştu, hastalık direncini epeyce azalttığı için barışmaya yönelik ilk adımı da o atmaya karar verdi. Tek başına geçirdiği uzun gün boyunca başka hiçbir şey düşünemedi, belki de bu yüzden barışma girişimlerini yüzüne gözüne bulaş­ tırdı. Belki şöyle demek daha doğru: İnsan uzun uzun düşündükten sonra kendi haklarının neler ol­ duğunu anlayabiliyor, başına gelen talihsizlikleri açık seçik görebiliyor, bu da etrafındaki gelişmeleri algılamasını biraz yavaşlatıyor. İnsan kardeşiyle na­ sıl konuşursa, kendisi de Mario’yla öyle konuşmak istedi. İyileşmesi için nelerin yapılması gerektiği konusunda düşündüklerini içtenlikle söyleyiverdi. Yapılmasını gerekli gördüğü başka şeylerin yanı sı­ ra, kendisine dinlendirici bir kitabın okunmasını da istiyordu. Kafasında boş hayaller uyandıracak, acıla­ rını yatıştıracak bir kitap! Eskiden sevdikleri yazar­ lara, De Amicis’e, Fogazzaro’ya neden dönmesinlerdi? Zavallı hastanın saflığı ne acayip bir sonuç do­ ğurmuştu! Geçen yıl De Amicis ve Fogazzaro’yu bir daha hiç okunmamak üzere bir kenara atıp kardeşi­ nin romanını okumaları önerisinin nasıl başarılı so­ 64

nuç verdiğini unutmuş muydu? İnsan serçelerden ne kadar farklı; hiçbir riziko yok ki, darda kalınca kendini bu rizikoya atmasın! O iki talihli yazarın, dünyada şimdiye kadar kendisinin gözüyle baktığı şu biricik yerden bile onu sürüp atacağını duyunca Mario’nun nevri dön­ dü neredeyse. Tam bütün dünyanın gözünü kamaş­ tırdığı sırada, düşmanlan ona son bir tekme daha atıyordu. Üstelik kullandıklan da, sersem ağabeyi­ nin sakat ayağıydı; evet, Giulio düşman safına geç­ mişti kesinkes. Olup bitenlere boş yere kayıtsız gö­ zükmeye çalıştı. Öfkesinden sesi titreyerek ağabeyi­ ne şöyle dedi: Kaç zamandır yüksek sesle okumak­ tan yorulmuştu, boğazı acıdığı için artık bu işi bıra­ kacaktı. Giulio’nun aklı başından gitti. Hemen hatasını gördü ve Mario’nun aklından geçenleri anladı. Yal­ nızlığın akşamleyin de yakasını bırakmayacağını düşünmek, korku veriyordu içine. Üstelik, uyuya­ bilmek için bir parça sevecenliğe böylesine gerek duyduğu bir zamanda... Kendisine kitap okunma­ sından bile önemliydi bu. Hemen hatasını düzelt­ meye çalıştı. “Canın istiyorsa, senin romanına döne­ riz. Ben çok isterim doğrusu. Ben yalnız sözlüğü sesli sesli okumanın rahatsızlığından kurtulmak is­ temiştim. Öylesine bıktınyor ki insanı.” Zavallı Giulio bilmiyordu ki, istenmeden yapı­ lan bir hakaretin etkisini silmenin tek yolu vardır: durumu hiç anlamamış görünmek ve hakaret anla­ mı çıkabilecek sözlerinin karşısındaki tarafından farkına vanlmadığını sanıyormuş gibi davranmak. Bu sözlerin acısı Mario’nun içine işledi, avazı çıktığı kadar bağırdı: “Ben sana boğazım ağrıyor de­ medim mi? Okunan De Amicis’in, Fogazzaro’nun kiKötü Bir Şaka

65/5

tabıymış, benim kitabımmış ne fark eder? Boğazım için hepsi bir!” Bunun yalan olduğu gün gibi ortadaydı ya, Giulio üzerinde durmadı. “Senin yazdıklarını, başkala­ rının bütün yazdıklarından daha çok sevdiğimi bili­ yorsun. Bunca yıldır her akşam kitabını dinleme­ dim mi? Artık neredeyse tümünü satır satır ezbere biliyorum. Bana sıkıcı gelen tek şey düzeltmeler. Biz edebiyattan bir şey anlamayan akılsızlar, ne okudu­ ğumuzu kesin olarak bilmek isteriz. Durmadan söz­ cükleri değiştirirken, sayfanın tümünden kuşku duymaya başlarız sonra.” Hasta adam belli bir eleştirel güce sahip olduğu­ nu göstermişti, ama aynı zamanda da aşın derecede saf biri olduğunu. Acaba, Giulio ezbere bildiği şeyle­ ri mi okutmuştu Mario’ya gerçekten? Giulio’nun kendisine yöneltebileceği en büyük suçlama bu de­ ğil miydi? Mario küplere bindi, bir kere öfkeye yenik düşmüştü ya, gittikçe daha çok kapılıyordu bu duy­ guya. Yazarlar çokluk böyledir, sözcükler onlar için dışavurum aracı olmakla kalmaz, duygulannı kamçı­ larlar aynı zamanda. Duyduğu olanca hıncı, küçüm­ semeyi sesinde yansıtmaya çalışarak, Giulio’nun su­ ratına haykırdı: “Ha! Demek edebiyat eseriyle karşı­ laşınca acı bir ilaç içer gibi suratını ekşitiyorsun. Dü­ pedüz hakarettir bu! İyileşmeye çalışmak iyi güzel ama, bunun da bir sının var. Bir insan hayatı, yeryüzündeki en soylu şeyleri kendisi için ilaç niyetine kullanacak kadar değerli değildir.” Edebiyata hakaret, hastalığa yöneltilen bir karşı saldırıyla karşılanmıştı. Giulio’nun aldığı yara o den­ li derindi ki, soluksuz kaldı, cevap veremedi. Mario bu kez odadan çıkarken kapıyı kapadı, ama hasta adam uykusuz bir gece geçirdi. Önce hastalığının ne­ 66

deninin kendisi olmadığı konusunda kendi kendini inandırmaya çalıştı. (Bu da hayli zor bir işti, doktoru hastalığının, kendi kendisiyle fazla meşgul olmasın­ dan kaynaklandığını söylüyordu hep.) Sonra Mario’ya veryansın etti: Mario perhizine karşı söylediği küçümseyici sözlerle açıkça onun ölmesini istediğini göstermişti. Ne var ki, bütün geceyi de hayalinde kardeşiyle konuşarak geçirmedi. Bu zamana kadar hiç ulaşamadığı bir kesinlikle hayatının ne denli boş olduğunu görmüştü. İlk kez anlıyordu ki, yaşayarak, canlı kalarak kandırdığı ölüm değil, hayattı; onun gi­ bi sefil, çaresiz bir yaratık için hiçbir yaran olmayan hayat. Dünyası kararmış, kolu kanadı kırılmıştı. Mario, daha o acı sözler ağzından çıkarken, için­ de bir rahatsızlık, tedirginlik duymuştu. Gene de, bu suçlamalanndan hiç geri kalmadı, hatta en sonunda ilaç sözcüğünü iyileşmesinin bir simgesi olarak kul­ lanmaktan da çekinmedi. Giulio’nun gözlerinde o ça­ resiz bakışlan görmese konuşmayı bırakmayacaktı. Giulio’nun bakışlan, zayıflığını, güçsüzlüğünü gö­ rüp ona acıması, içindeki bütün yaşam umudunu yok etmemesi için yalvanyordu adeta. Mario, sözleri­ ni daha önceden seçmiyor, konuşurken aklına geli­ yordu bunlar. O ilaç benzetmesinden, yeni bir fabl yazmış kadar keyiflendi. Ama az sonra, odasında tek başına kaldığında, duyduğu keyif iyice azalmıştı. Ya­ ratma sevinci çabucak kaybolur gider, işte o ilaç ben­ zetmesi de artık pek saçma gözüküyordu gözüne. Giulio’ya yaptığı hakaret konusunda, kızgın bir hü­ kümdar gibi kara kara düşünüyordu. Edebiyatın da kendi Napolyonlan vardır. İşinde kendisine yardım etmek Giulio’nun görevi değil miydi? Mario sonun­ da kendine acımaya başladı. Bir insanın başına gele­ bilecek ne kadar bela varsa, hepsi çullanmıştı üstü­ 67

ne; şimdi bir de Giulio’nun duyarsızlığı vardı, ayrıca onu incitmiş olmanın üzüntüsü. Yanlış yaptığını düşünmüyorsa da, hasta karşı­ sında kendini o denli üstün görüyordu ki, öfkesini bir kenara bırakarak gidip ondan özür dileyecekti. Ancak, sözlerin pek işe yaramayacağını anladı, çün­ kü onurunu koruma kaygısından dolayı ister iste­ mez bir parça sitem karışacaktı içlerine. Sözlerle açılan bir yarayı kapatmak için sözlerden çok daha fazlasına ihtiyaç vardı. Giulio’nun yaşadığı hayatın yaşanmaya değmez olduğu doğruydu; bunun için, bu doğru bir kere dile getirildikten sonra, artık gör­ mezden gelinemez, yok sayılamazdı. Dile getirilme­ miş doğrular, söze dökülmüş doğrular kadar somut değildir. Ama bir kere söze dökülmeyegörsünler, ar­ tık ne kadar çok söz de söylense silinip atılamazlar. Mario şu düşünceyle avuntu buldu: Bütün dünya başarısını duyunca, ağabeyiyle ilişkisi eski sıcaklığı­ na kavuşacaktı. O zaman söyleyeceği tek bir sözle onu istediği yönde etkileyebilirdi. Bu düşünceye de sıkı sıkıya bağlı kaldı. Hasta adamın ferahlamasını ağır hareket eden Westermann’ın girişimlerine bırakmamanın daha iyi olaca­ ğını düşünemedi. Oysa Giulio acı çekiyordu. Kardeşi yeniden sı­ cakkanlı ve konuşkan davrandığı zaman bile, onun kendisine nasıl hakaret ettiğini unutamıyordu bir türlü. Her şeyden önce, durmadan konuşmaya bayı­ lan hasta kimselerin, acil bir durumda dört gözle bekledikleri açıklamalardan hiçbirini yapmamıştı Mario. Ayrıca, akşamlan Giulio’nun rahatlamasını sağlayan okumalanna da başlamamışlardı. Ancak yeni bir açıklamaya girişmekten de korkuyordu, ön­ ceki girişiminde her şeyi berbat etmişti çünkü. Dola­ 68

yısıyla konuşma zorunluluğundan kurtulmak için, canlı ve enerjik görünmeye karar verdi. Dikkati çe­ kecek biçimde perhizi bir kenara bıraktı, Mario’nun bunu görüp yumuşayacağını umdu. Ama Mario hiç­ bir şeyin farkına varmadı, bunun nedeni belki de Giulio’nun girişiminin yeterince uzun süreli olmayı­ şıydı. Hasta adam birden kötüledi ve korkuyla eski yaşam biçimine döndü, ne var ki bu konuda başvur­ duğu önlemler artık etkili görünmüyordu gözüne. Bir kere böylesine hor görüldükten sonra, tedavi yöntemi eski etkisini bir daha nasıl gösterebilir? Bir şeyler yapma girişimi boşa çıkan Giulio ge­ ne sözlere sığındı, ama sözleri yalnızca başarısız ça­ balarıyla ilgili olarak kullandı. Bir akşam, sofradan kalkıp ilacını almaya giderken, dudaklarında tatlı bir gülümseme, Mario’nun yüzüne bakmadan dedi ki: “Görüyorsun, saçma bir şey ama, gene de iyileş­ meye çalışıyorum.” Mario, önemli bir kişiydi, dolayısıyla aralarında­ ki küçük tartışmayı unutabilirdi; o tartışmadan ge­ riye akşamleyin yüksek sesle kitap okuma zevkin­ den yoksun olması kalmıştı yalnız. Sağlığına özen göstermenin Giulio’nun görevi olduğunu söyledi ba­ ğırarak. Sanki birkaç gün önce tam tersini, sesini daha çok yükselterek söyleyen o değildi. Bu, Giulio’nun kaçan huzuruna yeniden kavuş­ ması için yeterli değildi; ama Mario ne olup bittiğin­ den büsbütün habersizdi. Giulio’nun çocuksu bir inatçılıkla toz halindeki ilacı suya karıştırmasını iz­ ledi neşe içinde. Giulio şöyle demek ister gibiydi: “Bir tedavi uyguluyorum. Böyle yapmak yüzde yüz hakkım, üstelik görevim.” Bir romancı, tek bir davranışından kalkarak, bir karakteri tümüyle çizebilir. Yarattığı karaktere ger­ 69

çekten pek inanmaz ya, gene de onun yeryüzünde herkesinki gibi bir hayat sürdürdüğünü düşünmeye bayılır. Gerçek dünyada onun bir eşinin bulunup bulunmaması hiç de ilgisini çekmez; kendi düşün­ celerine dalmıştır, onu görse de tanımaz. İşte Mario da sözlerinin Giulio üzerinde kalıcı bir etki bırakabi­ leceğini aklının ucundan bile geçilmemişti. Haya­ linde yarattığı kahramanı Giulio’nun çehresindeki şaşırtıcı, tuhaf ve inatçı ifadeyle donatmak istedi, böylece ağabeyinin yerine çok daha güçlü bir karak­ ter yaratıp ortaya koydu; gerçi bu kişi de aynı hasta­ lığı çekiyordu, ama, Giulio’nun sıcak, rahat yatağın­ da yaşamak istediği hayatın aynısını yaşamanın, onun gibi ilaç içmenin ve kendisine kitap okunma­ sının hakkı olduğunu bağıra çağıra öne sürmüyor­ du. Mario kendi yarattığı kişiyi seviyordu, zaaflarıy­ la, inatçılığı ve sabrıyla. Kafasında çizdiği kişi, çok acı çeken ve acılarını korkusuzca savunan zavallıla­ rın tipik bir örneğiydi. Karşısında hazır bir kişi varken, böyle birini ya­ ratmak uğruna niye bunca zahmete katlandığı soru­ labilir. Ama böyle yapması, ağabeyiyle ilişkileri ko­ nusunda gözünün açılmasında yararlı olmuştu. Çün­ kü hemen, yarattığı kahramana eşlik edecek, ona bir çeşit çevre oluşturacak başka kahramanlar aramaya başladı. Elbette, ağabeyinin düzeltilmiş kopyasının yanma koymak için aklına gelen ilk kişi kendisi ol­ du. Ne var ki insan, kendisi hakkında birazcık daha gerçekçi olmak zorundadır, çünkü çok geçmeden yontucunun keskisinin canlı gövdesini kestiğini his­ sedecektir. Mario da anladı ki, Giulio’nun onu yargı­ lama gücünü gösterememesi büyük bir şanstı kendi adına. Çünkü talihli olan kendisi olduğu halde yap­ tıkları utanç vericiydi. Ne kadar bayağıydı davranışı! 70

Kaderin kendi ellerine teslim ettiği zavallı hasta ağa­ beyini bile isteye üzmüş, incitmişti. Bunun tek nede­ ni de, hayatında bir kerecik, o da geçici olarak, kita­ bından yüz çevirmesiydi. İşte kendisi böyle biriydi. Başarılı bir adam, hırsı hırs olmaktan çıkmış, aşağı­ lık bir kibre dönüşmüş, artık, herkes için geçerli in­ sanca davranış kurallarım, insaf ölçülerini unutmuş biri. Çok kısa bir zaman öncesine dek sürdürdüğü eski hayatım özlemle, pişmanlıkla andı. O zamanlar bencillikten uzaktı; bir tek kaygısı vardı: kardeşine bakmak, yardım etmek. Bu yalnızca bir an sürdü, ama aynı düşünce ara sıra kafasında uyanıyordu gene, o anda da yüreği, tertemiz bir insan yüreğine dönüşüyordu. Bir dü­ şüncenin kafamızı ne kadar süre meşgul ettiğinin pek önemi yoktur; düşünce bir kere aklımızdan geçmeyegörsün, bir daha hiç unutmayız. Mario’nun ka­ fasındaki düşünce, her ne kadar kendisi farkında ol­ masa da, başarısının sağlayacağı mutluluk özlemince bastırılır bastırılmaz, serpilip gelişiyordu. Bir gün üzülerek gördü ki, kazandığı başarı fabllara duydu­ ğu sevgiyi yok etmiş. Haftalar geçmişti, ne bir tane fabl yazmış, ne de kafasında tasarlamıştı. Elde ede­ ceği başarıyı düşünerek, yeniden yazmak için üze­ rinde çalıştığı eski romanına takılıp kalmıştı. Roma­ nın şurasına burasına çekidüzen veriyor, içini yeni malzemelerle dolduruyor, onu taze hayallerle, üslup değişiklikleriyle süslüyordu. Başarı altın bir kafesti onun için. Westermann ondan ne beklendiğini söy­ lemişti, o da elinden geldiğince titiz bir çalışmayla bu beklentiyi karşılamaya uğraşıyordu. Sonradan, kendisine oynanan oyunun içyüzünü öğrenince, es­ ki hayatına dönüşünü bir fabl yazarak kutladı. Bu fabl kafese konmuş ötücü bir kuşla ilgiliydi. Bu kuş, 71

doğaya öykünen ötüşüyle gururlanırmış, ne var ki şimdi yalnız su kabındaki suyu, yemliğindeki danyı düşünerek ötebiliyormuş. Övgü ve hayranlığı hak ettiğine ilişkin o gülünç düşünceyi gerektiğinde ka­ fasından kovabilecek ve hiç yakınmadan mütevazı kaderini kabullenecek güce sahip olduğunu anla­ ması, içine büyük bir ferahlık veriyordu Mario’nun. Ama başlangıçta, her şeyin gözüne aydınlık gö­ ründüğü anlarda, kendisine göz kırpan başarıyı red­ dedecek gücü hiç toplayamayacağını sanmıştı. Uzaklardan belli belirsiz Epikuros’un boş yere ken­ disine öğüt veren sesini işitiyordu: Gözlerden uzak yaşa! Kendini gizle biraz!

Ün peşindeydi, ün kazanmanın elinde olduğunu sanan herkes gibi. Hiç gerçekleşmeyen bir şeyi bek­ lemekten hasta düşmüştü.

72

VI

Gaia, Mario’nun olan biteni ortalığa yaymaması­ na şaşırmış, kızmıştı. Kendisi de bu yönde bir çaba göstermiyordu, bunun bir nedeni ününe leke düşür­ mek istememesi, bir nedeni de gerekli olmadığını düşünmesiydi. En azından, Mario’nun arkadaşların­ dan birinin bir yerel gazetede konu hakkında bir şey­ ler yazarak haberi duyurmasını beklemişti. Mario ne tuhaf bir yazardı ki, şehri dolaşıp elde ettiği büyük başarıyı dört bir yana yaymıyordu. Kendisinin de işi başından aşkındı, eğlenmek için Mario’yu görmeye gidecek, konuşturacak vakti yoktu. Tezgâhladığı oyunun ürünlerini toplaması gecikmişti gerçi, ama bu oyunla gurur duyuyor, ileride bol bol güleceğine dair kendi kendine söz veriyordu. Bir akşam, Istria demiryolunun yavaş, rahatsız ve küçük trenlerinden birinde sıkıcı bir yolculuktan sonra, bir bara gitmiş, birkaç saat arkadaşlarıyla oturup içmişti. Şarap, sar­ sıntıyla yol alan treni ve işle ilgili sıkıntılarını unut­ turmuş, yavaş yavaş oyununu getirmişti aklına. Hikâyeyi anlattı, sonra da parlak bir fikir uyandı ka­ fasında. Şu öneriyi getirdi: Samigli kardeşleri tanı­ yanlardan biri, Mario’ya gitsin, başka bir Alman ya­ yıncısından çok daha avantajlı bir teklif getirdiğini, 73

söz konusu yayıncının kitabı derhal basacağına dair bir sözleşmenin de yanında bulunduğunu söylesin. Mario’nun daha önce Westermann’la sözleşme imza­ lamış olduğuna nasıl hayıflanacağını gözlerinin önünde canlandırıp bir kahkaha attı. Ötekiler, tezgâhlanan oyunu fazla acımasız bul­ muşlar, oyuna hiç karışmamayı yeğlemişlerdi. Gaia da ister istemez bundan vazgeçmiş, ama oradakiler­ den kendisini ele vermeyeceklerine dair söz almıştı. Sonra bütün bu olan biteni unuttu gitti, hani unutmak da kendisi için işten bile değildi. Oynadığı ilk oyunda bol bol eğlenmişti nasıl olsa. Mairo işin içyüzünü öğrenip de övünme hastalığından tama­ men kurtulunca daha da çok eğlenecekti. Bu iş do­ layısıyla kendisinin ne diye suçlanacağını anlayamıyordu bir türlü. Westermann’m temsilcisi bir pazar­ lamacıydı, tam Avusturya’nın yenilgiye uğratıldığı sırada boş boş dolaşıyordu, yapacak işi yoktu; zarar­ sız bir oyunda rol almamak için bir neden görme­ mişti. Ama artık Trieste’den kilometrelerce uzaktay­ dı, Gaia’nın kendisinin de oyuna getirilmediğini ka­ nıtlayacak kimse yoktu. Mario’nun oynanan oyuna gülecek kadar şakadan anlar biri olması da pekâlâ mümkündü. Ün kazanma hırsı ile şakadan anlamak çok zaman bir arada görülen özelliklerdir, bu neden­ le Mario’nun bu şakaya gülmesi pek de uzak bir ola­ sılık sayılamazdı, ne var ki, eğer Mario’da böyle yük­ sek erdemler olsa, her şeyden önce kendisine büyük bir saygı besler, onun can dostu olur, birlikte yer içerlerdi. Bu arada bir düşüncesizlik yapmıştı. Arkadaşla­ rından biri duyduğu sim ailesinden saklamayı gerek­ li görmemiş, ara sıra Samiglilere hal hatır sormaya gönderdikleri küçük oğlu da, duyduklarını Giulio’ya 74

karmakarışık biçimde anlatmış. Anlattıkları şuymuş: Gaia Mario’ya bir oyun oynamış, Giostermann adlı bir komedyenin Mario’yla ilgili bir komedi sahneye koymaya hazırlandığını söyleyerek onu kandırmış. Çocuk her şeyi öylesine birbirine karıştırmıştı ki, Giulio ilkin bunun Mario’yla hiç ilgisi olamayacağım düşündü. Mario da anlatılanlara güldü, yalnızca başlan­ gıçta. Birlikte akşam yemeği yiyorlardı, hiçbir kuş­ kuya kapılmadan birkaç lokma ağzına attıktan son­ ra, birden gerçeği olanca çıplaklığıyla gördü, bey­ ninden vurulmuşa döndü, hemen ardından gerçeği görmek için belirsiz bile olsa bir ipucuna gerek du­ yuşuna şaşırdı. Sanki bile isteye gerçeğe gözlerini kapamış, aklını kullanmaktan kaçınmıştı! Daha işin başında, görüşüp konuştuğu iki adamın nasıl kim­ seler olduğunu sezmişti. Yüzüne karşı küstah kah­ kahalar attıkları zaman, o anda onların maskesini düşürmesi işten bile değildi. Niye düşünmemişti? Niye gözünü açmamıştı? Başka bir şey daha aklına geliyordu: Alman’ın sivri burnunun üstündeki göz­ lüğün camlan gülüşünü bastırma çabasıyla sarsılı­ yordu, tıpkı motorlu bir makinenin sarsılışı gibi. Mario’nun olağanüstü bir hızla işleyen kafası, vak­ tiyle gözlerinin gördüğü, ama beynine iletemediği şeylerin de bilincine vanyordu: Alman’m cüzdanın­ dan düşen ve arsız kahkahalan için bir mazeret diye kullandıklan o kâğıt parçasında Gotik alfabesinin köşeli harfleriyle yazılmış bir yazı vardı. Kâğıdı eli­ ne alıp bakmış gibi emindi bundan. Demek Trieste’deki bir genelevle ilgisi yoktu o kâğıdın! O ya­ lancılar, kâğıdı saklamak zahmetine bile katlanma­ yarak kendisini nasıl küçük gördüklerini belli et­ mişlerdi yalnızca. 75

Onların kendisiyle böyle alay etmelerine izin ver­ diği için cezalandırılmayı hak ediyordu. Kendi kendi­ ni cezalandırmak ister gibi, dudaklarını sertçe ısırdı. Ama her şeyi bütün açıklığıyla görmesine karşın, hâlâ bir kuşku vardı içinde, bir de yakasını bir türlü kurtaramayacağı kalın kafalılığının kendini son kez gösterişi belki de. Zavallı Mario! Kesin kanıt, yede­ ğinde bunca acı olunca her şey öyle hemen kabul edi­ lemez, savuşturulmaya çalışılır daha önce. Hepimiz yazgıya karşı olanca gücümüzle direniriz, Mario da her şeyin bir oyun olamayacağına, çünkü bunun bir amacı bulunmadığına kendini inandırmaya çalıştı. Bol bol gülmenin vereceği haz mı? Ama bu hazzı, kendisine gülünen kişinin anlaması beklenemez. Mario, kuşkusundan kurtulmaya çalıştı, bunun nedeni kuşkusunun kendisine nedensiz görünmesi değil, daha çok acı çektirmesiydi. Anladı ki, her şe­ yi kesin olarak öğrenmedikçe gözüne uyku girmeye­ cek. Ama bu kesinliğe kavuşmanın tek yolu da sa­ kin kafayla düşünmektir. Dışarıda, fırtına kasıp ka­ vuruyordu ortalığı; fırtına kendisini dışan çıkmak­ tan alıkoyamayacak bile olsa, Gaia gibi yalancının tekini, hele geceleyin, bulmak olanaksızdı. Bu arada, küçük çocuğun tam olarak ne dediği­ ni öğrenmeliydi. Böylece zavallı Giulio’yu sorguya çekmeye başladı, Giulio çocuğun kullandığı kelime­ leri hatırlayamıyordu, onlara o kadar az önem ver­ mişti ki! Kardeşinin başına gelen talihsizlik karşı­ sında zaten yeterince acı çekmişti, şimdi de, hastalı­ ğının, hayır, varoluşunun kendisine suçlamalar yö­ neltilmesi için bir neden olarak kullanılacağından duyduğu korku ona daha da çok acı çektiriyordu. Yaşlar gözlerine dolmuş, avurdu çökmüş yanakla­ rından aşağı yuvarlanıyordu. 76

Mario kardeşinin üzüntüsünün gözyaşlarına dö­ nüştüğünü görünce, daha çok karamsarlığa kapıldı. İnsanın kendisine bir oyun oynanmasına bu kadar üzülmesi, yenilgiyi kabul ettiği ve olanlara fazla önem verdiği anlamına gelirdi. “Ne diye ağlıyor­ sun?” diye bağırdı. “Bak ben ağlamıyorum, oysa dert benim derdim, senin değil! Görürsün, bir dam­ la gözyaşı dökmeyeceğim. Gaia bana bir oyun oynadıysa, gözyaşı döken de kendisi olacak.” Giulio’nun güçsüzlüğünü görmeye dayanamı­ yordu. Sofradan kalktı, Giulio’ya şöyle bir iyi gece­ ler diledi (çocuğun ne söylediğini hatırlamadığı için Giulio’ya gerçekten kızgındı), odasına çekildi. Tek başına kalınca artık içinde en küçük bir kuşku kalmadı, her şey apaçık ortadaydı. Oyunun amacı, Gaia’mn Istria ve Dalmatia’da insanları eğ­ lendirmek için tezgâhladığı oyunlarla aynıydı. Mario da çokluk o oyunlara kahkahalarla gülmüştü. Birini oyuna getirmekte tek amaç insanları güldür­ mekti. Ağlaması için bir neden olmayan herkes gü­ lerdi. Mario da oyunun kurallarına uydu, birden göz­ yaşlarına boğuldu. Üstündekileri çıkarmadan kendini yatağa attı. O iki entrikacının kahkahaları hâlâ kulaklarındaydı. Kahkahalar fırtınanın uğultusuna karışıyor, kulak­ larını sağır edecekmiş gibi çınlıyordu. Hayatını gü­ zelleştiren bütün düşlerini yerle bir ediyordu bu kahkahalar. Gaia’nın istediği eğer buysa, bir an için hedefine ulaşmıştı. Mario kendi düşlerinden utanç duyuyordu. Ne kadar gelişigüzel kurulmuş olursa olsun, kurulan tezgâhın işe yaraması kaçınılmazdı. Yıllar boyu yapılan gözlemlerin payı vardı oyunun tezgâhlanmasında; kuşun ağa yakalanmaması ola­ naksızdı. Gaia kurbanını iyice incelemişti, ona ver­ 77

diği sözleşme hiç yoktan uydurulmuş değildi, kur­ banın kafasındakiler yazıya dökülmüştü aslında. Mario’nun neredeyse elli yıldır beklediği tastamam bu sözleşme değil miydi? İşte sözleşme eline gelmiş, ama o ne şaşırmış, ne de en küçük bir çekingenlik göstermişti. Sözleşmeyi ona kimlerin verdiğine bile pek dikkat etmemişti. İşte tam beklediği şey buydu, kimin aracılığıyla geldiğinin ne önemi vardı? Oyuna getirilmiş, aldatılmıştı, dünya kuruldu kurulalı pek çok saf, aptal kimse gibi bunu hak etmişti çünkü. Oyun konusunda kendisini çileden çıkaran şey buydu, yoksa elde edeceğini umduğu parayı yitir­ mesi değil. Brauer’e olan borcunu pek aklına getir­ diği yoktu. Aldığı bütün eşyalar el sürülmemiş, öyle­ ce duruyordu; kaldı ki, hiçbir kötü niyeti yoktu. Pa­ ra önemli değildi. İçindeki üzüntünün kaynağı, ya­ şamasının bütün nedenini bir daha eline geçirme­ mek üzere kesin olarak kaybetmiş olmasıydı. Artık bir daha eski mutlu haline dönemeyecek, yediği ya­ van ekmeğe içinde yaşattığı büyük düşlerle lezzet katamayacaktı. O düşlerden dudaklarında hiç eksik olmayan bir gülümseme kalmıştı yalnızca. Bir oyunun ideal kurbanının yaşadığı şehir öyle pek büyük olmamalı ki, sokakta dolaşırken kimse­ nin gözüne çarpmadan yürüyemesin! Belirli bir sı­ nıftan bir kimse o sınıftan olan herkesi tanır ve komşusunun yaralı bir tarafını gördü mü, oraya pen­ çelerini geçirmeye can atar. Yolda birine rastlama, gizli bir bakış ne büyük bir acı verir insana! O oyu­ nun izi ömür boyu üstünde kalabilir. Bir keresinde, evlenme teklifinde bulunduğu bir kadın, bir oyun oynamıştı ona. Bu oyunu Mario unuturdu belki, ama yaşı artık onunki gibi ilerlemiş olan o kadın, kendisini ne zaman görse, elinde olmadan alaylı bir 78

şekilde gülümseyiverirdi. Mario haksızlık etmemek için kendisinin de bu işte suçsuz sayılamayacağını düşündü. Şehirde onu görmeye katlanamayan biri de vardı. Mario yufka yürekli olduğu için ilişkilerini düzeltmeye çalışmış, ama başarı elde edememişti. Çünkü kimi durumlar vardır, açıklamalar yapmak her şeyi daha da kötüleştirmekten başka işe yara­ maz. Mario birini oyuna getirmeye kalkışmamıştı hiç, ama hayat kimi zaman Gaia’nınkinden bile da­ ha kötü bir oyun çıkarır insanın karşısına, yalnız o oyun hakkında bir şeyler bilmeniz bile, oyunun kur­ banının size ömür boyu düşman gözüyle bakmasına neden olabilir. Sığınacak fablları olmasaydı, gece büsbütün katlanılmaz olurdu. Fabllar, sanki Westermann olayı hiç yaşanmamış gibi geldiler ve layık oldukları ilgiy­ le karşılandılar. Çünkü o pis şakayla kirletilmemiş, tazeliklerini, diriliklerini yitirmemişlerdi. Fabllarını gözlerden uzak tutmayı başarmıştı. Mario için başka herhangi bir davranıştan farksızdılar, tıpkı gülüm­ semek ya da iç geçirmek gibi. Gaia, Mario’yu edebi­ yatın bütün türlerinden kurtarabileceğini sanmıştı, ama bir türünden kurtarabilmişti ancak. İşte şimdi, tam desteklerine, kılavuzluklarına en çok ihtiyaç duyduğu sırada üç fabl imdadına yetişti. Birinci fabl şöyle doğdu: Mario, Gaia’ya hak ettiği ce­ zayı verecek cesareti toplayamayacağım düşünüyor, tüyleri ürperiyordu. Bunun nedeni Gaia’dan kork­ ması değil, karşısına geçip yüzüne bakmaya, aşağıla­ yıcı bakışlarım görmeye tahammül edemeyecek ol­ masıydı. Bir kuşun şöyle diyerek iç geçirdiğini düş­ ledi: “Zayıflıkta bile bir rahatlık vardır.” Şu fablı uy­ durdu: Bir şahinin pençesine yakalanmış minik bir kuş son nefesini vermek üzereymiş, hıncım açığa 79

vurmak için tek bir çığlık atacak vakti varmış. Ama o kısacık çığlıkla benliğini bulduğunu hissetmiş. Kü­ çük ruhu huzura kavuşmuş, yaptığından gurur du­ yarak güneşe doğru yükselmiş ve mavi gökyüzünde kaybolmuş. Evet, gerçekten bir teselli kaynağıydı bu. Bizim ruhlarımız nasıl cennete aitse, kuşların ruhlarının da öylesine ait oldukları mavi gökyüzün­ de kanat çırpıyordu Mario’nun düşünceleri. İkinci fabl, Mario’nun yüksek sesle dile getirdi­ ği, artık edebiyatla uğraşmama kararına gülümseye­ rek bakan bir yorumdu. Epeyce gecikmiş bir karar­ dı bu. Mario, bu hatayı yanı başındaki zararsız bir böcek işlemiş gibi, rahat, kaygısız güldü. Bir kuş kurşun yarası almış. Kalan son kuvvetini, büyük bir patlamayla vurulduğu yerden uçarak uzaklaşmaya harcamış. Uça uça karanlık bir ormanın ta ortasına varmış, orada son nefesini verirken şöyle mırıldan­ mış: “Kurtuldum.” Üçüncü fabl, İkinciye açıklık getirdi. İnsanın yazdıklarını gizlemesi kolaydır, dalkavuklardan ve yayıncılardan sakınmak yeter. Ama yazmadan yaşa­ maya insan nasıl katlanır? Aşağıdaki trajedi, Mario’yu Gaia’nın isteklerine boyun eğmemesi için yü­ reklendirdi. Açlıktan nevri dönmüş bir kuş tuzağa yakalanmış ve öyle küçük bir kafese kapatılmış ki kanatlarını bile açamıyormuş. Çok acı çekmiş, ta ki bir gün kafesinin kapısı açık bırakılıp yeniden öz­ gürlüğüne kavuşuncaya kadar. Ama uzun sürmemiş özgürlüğü. Başına gelenler onu öylesine ürkek yap­ mış ki, nerede yiyecek görse bir tuzak olduğundan kuşkulanıp kaçıyormuş. Öyle ki, çok geçmeden aç­ lıktan ölmüş. Ölüp giden bu üç kuşu düşünerek ferahlayan Mario tam uykuya dalacaktı ki, odada bir şeyin ek­ 80

sikliğini fark etti, alışkın olduğu bir şeyin, ağabeyi­ nin horultusunun! Giulio o saatte, hâlâ uyanık ola­ mazdı. Yoksa ciddi bir sorun var demekti. Parmak uçlarına basa basa bitişik odanın kapı­ sına gitti. Lamba sönüktü, ama Giulio hâlâ uyumamıştı, kardeşinin geldiğini duydu ve içeri girmesini söyledi. Mario lambayı yakınca, Giulio çekine çekine yü­ züne baktı. Daha çok azarlanmaktan korkarak duy­ duğu tedirginliğin neden kaynaklandığını açığa vurdu: “Çocuğun ne dediğini tam olarak çıkarama­ dım, onun için kaygılarını bir kat daha artırdım, bu yüzden kendimi affedemiyorum.” “Hâlâ uyumamış olman bundan mı?” diye ba­ ğırdı Mario, epeyce canı sıkılarak. “Ne olur uyu he­ men, uyu. Şimdi anladım niye uyuyamadığımı. Se­ nin de uyuduğunu duymazsam uyuyamıyorum. Bı­ rak, düşünme artık. Yarın olsun hele, her şeyi bir da­ ha konuşuruz.” Böyle deyip ışığı söndürmeye dav­ randı. Giulio kulaklarına inanamıyordu. Mario’nun bu kadar nazik konuşması, gerçek olamayacak kadar iyi bir şey gibi görünüyordu ona. O konuşmanın da­ ha çok sürmesini istiyordu; Mario’yu ışığı söndür­ mekten alıkoydu. “Şimdi daha sakinsin, bana biraz­ cık kitap okumaz mısın? Boğazın iyileşti mi? Oku­ mayı bıraktık bırakalı, kolay kolay uyku tutmuyor beni.” Mario da, başarı kazanacağına kesin gözüyle, baktığı, hatta kendini başanya ulaşmış biri saydığı günlerdeki düşüncelerini çoktan unutmuş olarak, içtenlikle haykırdı: “Bunu bilmiyordum, yoksa her akşam sana istediğin kadar okurdum. Boğazımın bir şeyi yok. İyileşti artık. İstersen, De Amicis ve FoKötü Bir Şaka

81/6

gazzaro da okuruz. Böylece uyursun rahat rahat.” Son cümle, kendisine oynanan oyunun etkisi­ nin şimdiden geçtiğini duyurur gibiydi. Gaia orada olsaydı, hiç kuşkusuz bu adamın kendini beğenmiş­ liğine son vermenin bir yolu yok diye düşünürdü. Ama işin doğrusu şuydu ki, Mario için o anda edebi­ yat diye bir şey yoktu. Ağabeyinin hasta olduğunu görüyor, ne isterse onu okumaktan başka bir şey dü­ şünmüyordu. İster kendisinin olsun, ister başkaları­ nın, edebiyat ürünlerini bir ilaç düzeyine düşür­ mekten çekinmiyordu. Ama o akşam canı okumak istemiyordu. Vakit epey geç olmuştu, saatlerce uykuya ihtiyacı olduğu­ nu düşündü. Gaia’yı görmeye giderken dinlenmiş ve sakin olmalıydı. Giulio’ya bir şeyler okumak yeri­ ne, bol bol sevgi gösterdi. Ona karşı bir annenin se­ vecen otoritesiyle davranıyor, bir yandan sözler veri­ yor, bir yandan da yalandan tehditler yağdırıyordu. Artık kendisinin uyuması gerektiğini söyledi Giulio’ya, ertesi akşam eski alışkanlıklarına yeni­ den döneceklerdi. Ona başkalarının yapıtlarını oku­ yacaktı, ama aynı zamanda kendi yazdıklarını da, üstelik Giulio’nun hiç duymadığı şeylerdi bunlar: herkesten gizleyerek yazdığı, kimsenin hiçbir za­ man bilmesi gerekmeyen pek çok fabl; yalnızca ken­ dileri için yazılmış bir kitaptı bu, kendi bahçelerin­ de oluşmuştu ve sırf bulundukları oda düşünülerek yazılmıştı. Buna edebiyat denemezdi, çünkü edebi­ yat ürünü alınıp satılacak bir şeydi. “Bekle,” dedi Mario, “göreceksin çok kısalar, bu nedenle ninni ola­ rak işe yaramazlar. Ama okurken, her birinin neler üzerine yazıldığım tastamam anlatırım sana. Çünkü her fabl, belirli bir günde olanların kaydı ve bunlar üzerine bir yorum. Yaptığım hiçbir şey bir işe yara­ 82

madı, ama göreceksin, düşüncelerim eylemlerinden daha akıllıcadır.” Az sonra Giulio horlamaya başlamıştı, Mario da, onun gönlünü almaktan hoşnut, çok geçmeden uy­ kuya daldı. Giulio’nun horultularının ritmi, rüzgârın uğultularına ve Mario’nun arada bir koyverdiği tut­ ku dolu haykırışa karışıyordu. Mario, rüyalarında hâlâ, karşılaştığından daha iyi bir yazgıya layık ol­ duğu inanandaydı. Mario’nun rüyaları, kendisine oynanan oyundan daha güçlüydü.

83

VII

Ne var ki, sabahleyin erkenden uyanınca, bütün acılar yeniden çöktü yüreğine. Fırtına dinmemişti hâlâ ve dünya, içinde Westermann olmadan, kasvet­ li bir yer gibi gözüküyordu gözüne. Ağabeyi hâlâ uyanmamıştı. Mario onun kapısı­ na gitti, gürültülü soluk alıp verişinin kesildiğini ve artık sessiz, sakin uyuduğunu gördü, memnun gü­ lümsedi. Yüksek sesle şöyle düşündü: “Çok geçme­ den sana döneceğim, biliyorum beni can-ı gönülden seviyorsun...” Rüzgâra, yağmura aldırış etmeksizin, doğru Gaia’nm evinin yolunu tuttu. Gaia’nın evi kanala paralel sokaklardan birindeydi, sabahın bu saatinde in cin top oynuyordu sokaklarda. Mario bir ara evi­ ne, odasına dönmeyi geçirdi aklından, ama sonra vazgeçti ve yoluna devam etti. İstediği türden bir açıklama için tanığa gerek yoktu. Oynanan oyunun -eğer gerçekten bir oyun varsa- daha ileri gitmesini kesinlikle önlemek istiyordu. Gaia’yı sokakta bekle­ meye karar verdi, sonra onu cezalandırabileceği bir yere sürükleyecekti. Birinin ağzının burnunun kırıl­ madan cezalandırılabileceği yer neresi olabilirdi? Mario’nun kafasında berrak, kesin bir karar yoktu 85

aslında, ama her şeyi planladığını sanıyordu. Asıl iş Gaia’yı bulmaktı. Talih yüzüne güldü. Soğuk iliklerine işlemeye başlamıştı ki, pazarlamacı göründü, hızlı hızlı yürü­ yordu. Eve her zamanki gibi gece geç dönmüş, sa­ bahleyin son dakikaya kadar yataktan çıkmamış, şimdi de acele acele işe koşturuyordu. Mario, onun yanma giderken dişleri takırdıyor­ du (soğuktan mı, heyecandan mı kendisi de bilmi­ yordu), o sırada kafasında Gaia’dan bir açıklama is­ temek için söyleyeceği sözleri evirip çeviriyordu bo­ yuna. Niyeti de oldukça yumuşak bir dille konuş­ maktı. Ama Gaia’nm o kadar acelesi vardı ki, Ma­ rio’nun yüzüne hiç dönüp bakmadan, hatta onu se­ lamlamak için bile durmaksızın şöyle seslendi: “Westermann’dan bir haber var mı?” Mario’nun o kadar dikkatle hazırladığı sözler uçup gitti aklından, diyecek başka bir söz de bula­ mıyordu. Baştan ayağa bütün vücudu, bekleyerek geçirdiği o uzun saatler boyunca gerilebileceği ka­ dar gerilmiş bir yaya benziyordu. Gaia’nm suratına öyle bir yumruk indirdi ki, elinin, kolunun böylesine güçlü olduğuna kendisi de şaştı. Bunca yıldır, kimseye bir fiske bile vurmamıştı. Vurduğu yumruk yüzünden kendi kolu acımıştı, neredeyse dengesini kaybedip düşecekti. Rüzgâr Gaia’nm şapkasını kapmış sürüklüyordu. Şapka belli bir önem taşıyan bir eşyadır, hele buz gibi bir rüzgâr estiği zaman; Gaia bu duruma tepki gösterecek pek bir güç bulamadı kendinde, bütün yaptığı, gözleriyle şapkayı izlemekti. Bir yan­ dan da, şapkayı yakalamaya çalışması gerekip ge­ rekmediğini düşünüyordu. Bir an için bir kayıtsızlık havasına kaptırdı kendisini. Mario da bocaladı o an.

Hata mı yapmıştı? Sahiden Westermann diye biri var mıydı yoksa? Eğer öyleyse, artık Gaia’nın yüzü­ ne nasıl bakardı! Gerilim ve umut içinde kendi ken­ dini yiyip bitirdiği bir andı bu. Gözlerinden tehdit dolu bakışlar hâlâ gitmemişti, ama açıklamayı işi­ tince Gaia’nın ayaklarına kapanmak zorunda kalıp kalmayacağını düşündü. Bu arada, Gaia’nın şapkası yere düşmüş, bu kez kaldırımda rüzgârla sürüklenmeye başlamıştı. Ka­ nala yuvarlanmak üzereydi; artık şapkayı kurtarma şansı kalmadığını gören Gaia, Mario’ya doğru bir-iki adım attı. Yumruk yedikten sonra aralarında oluşan uzaklığı aştı. Mario, Gaia’nın yumruk atmak yerine konuşacağını anlamış, sapsan kesilmişti. Herkes bi­ lir ki, şiddetli fiziksel acı, bütün akıllı hayvanlarda bir tür kişisel suçluluk duygusu uyandınr. İşte Gaia da, olan bitene tepki göstermek isterken, itirafta bu­ lundu: “Niye bu?” diye haykırdı. “Böyle masum bir şakaya karşılık!” Böylece Mario, nihayet, Westermann diye biri­ nin var olmadığını öğrenmişti. Bir yandan umutsuz­ luk duymuştu, bir yandan da rahatlama. Ansızın ilk yumruğa bir İkincisi eklendi. Yumuşak mizacına bi­ razcık kulak verseydi, bu kadan yeterdi Mario’ya. Ama dayak atmada deneyimi yoksa insanın, bütün gücünü ortaya koyduktan sonra, kendini frenlemesi hayli güçtür. Böylece talihsiz pazarlamacının başına iki korkunç darbe daha indi. Mario aynı anda iki eliyle birlikte vuruyordu, sağ eli acıdan neredeyse büsbütün uyuşmuştu. Gaia artık bir şeyler yapması gerektiğini anladı, yoksa karşısındakinin ne zaman duracağını kestir­ mek bir hayli güçtü. Mario’nun üzerine yürüdü, ama suratına okkalı bir yumruk yemekten kurtulamadı. 87

Mario’nun çatallı, neredeyse insan sesine benzeme­ yen bir sesle attığı öfke dolu naradan da ürkmüştü. Aslında Mario kolunda dayanılmaz bir acı duydu­ ğundan avazı çıktığı kadar haykırmıştı. Gaia’nm burnu kanıyordu, mendilini burnuna götürmek ba­ hanesiyle düşmanından bir-iki adım uzaklaştı. Bulundukları yer, aslında Mario’nun Gaia’ya ce­ zasını vermek için daha önce aklına koyduğu yer de­ ğildi, ama Mario bunu unutmuş gitmişti. Soğuğa karşı iyice sarınıp sarmalanmış, kolunda bir sepet bulunan kısa boylu, şişman bir kadın durup onları izlemeye başladı. Gaia utandı, çünkü Mario nihayet konuşma gücünü yeniden kazanmış, yumrukların ardından sövgüler savuruyordu: “Sarhoş! Namus­ suz! Pis yalancı!” Gaia daha efendice sözler bulup söylemek isterdi, ama bir şey düşünemeyecek ölçü­ de bitkin hissediyordu kendini, kafasını toparlaya­ cak halde değildi. Yumruklar kafasına indiğine gö­ re, niye vücudunun yan tarafı acıyordu, anlayamıyordu bir türlü. Hani kafası acısa, şaşırmazdı hiç. Güçlükle nefes alarak, Mario’ya şöyle dedi: “Cahil köylüler gibi kavga etmeyelim. Ben ne istersen yap­ maya hazırım.” “Canın kavga mı istiyor!” diye bağırdı Mario. “Yediğin dayaktan ders almadın demek?” Nihayet başından beri söylemek istediği sözleri buldu: “Şu­ nu aklından çıkarma, bana oynadığın oyundan kim­ seye söz etmeye kalkma, yoksa ben de seni nasıl bir güzel ıslattığımı herkese anlatırım. Şimdi biraz da­ ha okşayayım seni, fazladan birkaç tekme ye de ak­ lın başına gelsin!” Böyle deyince, tekmelerin de var olduğu akima geldi ve ansızın Gaia’ya bir tekme sa­ vurdu. Gaia, durmadan Mario ne isterse yapacağım söylüyordu. Mendilini yüzüne götürüp evin yolunu 88

tuttu. Gözlerinde tehdit eden bir bakış vardı, ama zorla nefes alabiliyordu. Mario onun peşinden git­ medi, ona tiksintiyle bakarak arkasını döndü. Kendini daha iyi hissediyordu şimdi, çok daha iyi. İnsan ruhunun kazandığı zaferler kuşkusuz çok önemlidir, ama kimi zaman bedensel bir zafer de ay­ nı ölçüde sağlığa yararlıdır. Kalp, güven tazeler, yeni bir coşkuyla çarpar. Mario bürosuna doğru yürüdü. Öyle şiddetli bir rüzgâr esiyordu ki, Ponte del Canale’de bir an durup nefes almak zorunda kaldı. Orada gördüğü şey, ba­ yağı neşelendirdi onu: Gaia’nm şapkası denize doğ­ ru sürükleniyordu. Rüzgâra karşı yelken açmış iler­ liyordu sanki. Şapkanın kenarının bir parçası suyun üstünde rüzgârla havalanmış, yelkene dönüşmüştü. Mario, nasıl oyuna getirildiğini Brauer’e söyle­ yeceği ânı düşünerek dertlenip duruyordu. Söyle­ mesi çok kolay oldu oysa. Brauer onu kılını bile kı­ pırdatmadan dinledi. Zerrece şaşkınlık duymadı, bir romana böyle yüklü bir para önerildiğini öğre­ nince nasıl büyük bir şaşkınlığa kapıldığını henüz unutmamıştı çünkü. Mario Gaia’ya attığı ilk yumru­ ğu anlatınca Brauer coştu, sevindi, ikinci yumruğu anlatınca Mario’yu hararetle kucakladı. Ondan sonra şaşırtıcı bir keşifte bulundular. Ba­ zen en işbilir kimseler bile, başından beri yakından izledikleri ve içini dışını bilmekle övündükleri bir olayın önemini gözden kaçırabilirler; çünkü bazı olaylar yıldızlara benzer, kendi göklerindeki başka yıldızların parlaklığından görünmez olurlar. O za­ mana kadar roman tek ilgi odağı olmuştu, şimdiyse bir önemi kalmamıştı. İşte ancak şimdi Brauer, Ma­ rio adına, her 100 krona 75 liret ödenmek üzere 200.000 kronluk döviz sattığını hatırladı. Ama son 89

birkaç günde Avusturya parası değer kaybetmişti, bu yüzden Mario’nun 70.000 lireti olmuştu, Westermann’la sözleşme gerçek olsaydı, eline geçe­ cek paranın sadece yansı. Mario ilkin karşı çıktı: “Kirli parayı istemem ben!” dedi. Brauer ise buna şaşırdı ve üzüldü. İş dünyasında bir yazardan iyi bir mektup kaleme al­ ması beklenir, bir iş üzerine görüş bildirmesi değil. Mario bu parayı kabul etmezse, herhangi bir işte kendisine güven gösterilmeye layık olmadığını orta­ ya koyacaktı. Ama Mario bile, kendisine böyle yüklü bir para ödenmesinden garip bir haz duymuştu. Hemen hiç­ bir girişimde bulunmadan elde ettiği kâr, savaş son­ rasında yaşanan pek çok şaşırtıcı olaydan biriydi. Döviz piyasasındaki sürekli dalgalanmalar, birçok masum kişiye, masum olmalannm ödülünü kazan­ dırmış, başkalarını ise umutsuzluğa sürüklemişti. Olan şey dünya kuruldu kurulalı oluyordu; yenilik ise normalden sapmalann kural haline gelmiş olma­ sıydı. Mario, cebi para dolu, olan biteni şaşkın şaşkın izliyor, anlamaya çalışıyordu. Aklı kanşmış şöyle mınldandı: “Serçelerin hayatını anlamak bizimkini anlamaktan kolay. Kim bilir, belki bizim hayatımız da, serçelere bir fablda anlatılacak kadar basit görünüyordur.” Brauer de şöyle dedi: “O Gaia salağı, ille böyle bir oyun oynayacaksa, en azından şunu 500.000 kronluk yapsaydı. Geri kalan ömründe o parayla ge­ çinir giderdin.” Mario haykırdı: “Ama o zaman olan biteni anlar­ dım. Romanıma o kadar para vermeyeceklerini her­ halde düşünürdüm.” Brauer hiçbir şey demedi. 90

Mario’nun tek korkusu, kendisinin böyle zengin ol­ duğu görüldüğünde, olayın duyulması, yayılmasıy­ dı. Ama Brauer içini ferahlattı. Durum kesinlikle or­ taya çıkmayacaktı, çünkü her şeyden önce bankada kimse paranın nereden geldiğini bilmiyordu. Gaia bile durumdan habersizdi, yoksa gelir, yüzde beş ko­ misyonunu isterdi. Para iki kardeşin çok işine yaradı. Gösterişten uzak bir yaşam sürdürdüklerinden, bu parayla en azından pek çok yıl, belki de ömürlerinin sonuna dek hayli rahat bir hayat yaşamayı garantilediler. İş parayı harcamaya gelince, Mario parayı almadan ön­ ce açığa vurduğu tepkiyi göstermedi, yüzünü bile buruşturmadı. Hatta bazen bunun yazarlığının de­ ğerli bir ödülü olduğunu bile düşündü. Ne var ki, zekâsı, mutluluğuna yönelik bile olsa kendini aldat­ mayacak kadar somut ve eksiksiz sözlere alışmıştı. Aşağıdaki fablda bunu görebilirsiniz. Bu fablda pa­ rasını sahte bir göz kamaştıncılıkla donatmaya ça­ lışmıştı. Kırlangıç serçeye şöyle demiş: “Yerde bul­ duğun olanca pislikle beslenen aşağılık bir yaratık­ sın sen.” Serçe yanıt vermiş: “Uçmamı sağlayan pis­ lik benimle birlikte yükselir.” Mario, kendisiyle öz­ deşleştirdiği serçeyi savunmak üzere onun için baş­ ka bir yanıt daha uydurdu: “Yerde bulunan şeylerle beslenmesini bilmek de bir üstünlüktür. Bu üstün­ lükten yoksun bulunan sizler sürekli uçmaya mah­ kûmsunuz.” Bu fablın sonu yoktu. Çok sonraları, farklı bir mürekkeple yazarken, Mario serçeyi tek­ rar konuşturdu: “Uçarken besleniyorsunuz, çünkü yürüyemiyorsunuz.” Mario alçakgönüllülükle yarar­ lı yaya yaratıklar arasına koymuştu kendisini, bu ya­ ratıkların, yalnızca uçan ve uçmaktan duydukları haz nedeniyle başka bir devinim biçimine yanaşma­ 91

yan yaratıkları hor görmeye haklan vardı. Bu da son değildi. Ne zaman elinde fazlaca para­ sı olmasının rahatlığını duysa, hemen o fabla dönü­ yordu. Bir gün kırlangıca gerçekten kızdı, kuş bir kere de olsa gagasını açıp bir şey söylemişti. “Bir başka hayvanı sırf sana benzemiyor diye nasıl kı­ narsın?” Serçe küçücük beyniyle böyle diyordu. Ama dünyadaki bütün hayvanlar yalnızca kendi işlerini düşünseler, diğer hayvanlara kendi özelliklerini, hatta kendi organlarını mal etmekten kaçınsalar, fabllar olmazdı. Bu da, kuşkusuz Mario’nun hiç iste­ mediği bir şeydi.

92

ITALO SVEVO Zeno'nun Bilinci

İtalyan yazar Italo Svevo'nun başyapıtı sayılan, tüm deneyimlerini özetleyen, ulaşabildiği tüm ger­ çeği dile getiren Zerio'nun Bilinci, yarıda kalan bir ruhbilimsel çözümlemenin öyküsüdür; romanın başkişisi olan Zeno, psikanaliz seanslarına inancını yitirip doktorunu yüzüstü bırakınca doktor öç al­ mak için Zeno'nun kendi eliyle not ettiği özyaşamöyküsünü kamuoyuna sunar. Fazlasıyla kişiye özel, dolaylı, fazlasıyla ayrıntılı başlayan öyküde, yavaş yavaş Zeno'nun kişiliğinin, ruh yapısının ge­ lişmesi, olaylarla etkileşimi izlenir. Anlatım, öznel düzlemden yavaş yavaş insanoğlunun varoluş ko­ şullarını içeren evrensel düzleme kaydırılır. Yaşam düpedüz bir hastalık mıdır, yoksa hastalık sanılan şey yaşamın kendisi mi­ dir? Nedir Zeno'nun çözüm süz hastalığı? "Yaşama illeti" mi? Kendi ken­ disiyle amansız bir oyuna oturur Zeno; belleğini hırpalayarak anıları so­ ruşturur, sorguya çeker. Sonunda bilinçlenir; ama kimin, neyin bilincidir bu? Kendi derdine kapanmış bir hastanın mı, geleceği, bizim yaşadığımız bugünü çarpıcı bir berraklıkla gören yazarın mı? Bu soruların yanıtını kitap bittiğinde de açıklıkla bilemez okur.

ITALO SVEVO Senilitâ Senilitâ (Yaşlılık) İtalyan yaza r Italo Svevo'nun ikinci romanıdır. Adı "Yaşlılık" da olsa, bir gençlik rom anı olarak düşünülüp yazılmıştır. Bu ikinci ro­ m anı da hiçbir yankı uyandırm ayınca Italo Svevo, edebiyata küsm üş, tam çeyrek yüzyıl sus­ m uş, hiçbir şey yazm am ıştır. Ancak onu dünya çapında bir yazar yapan Zeno'nun Bilinci adlı üçüncü rom anını yayınladıktan sonra Senilitâ, ye­ niden gün ışığına çıkm ış, birçok eleştirm en bu ki­ tabı, yazarın başyapıtı saymıştır.

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF