Her Kalp Kendi Şarkısını Söyler

March 9, 2017 | Author: Semra Akkaya | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Her Kalp Kendi Şarkısını Söyler...

Description

Em ma l1

&P

^

&P

l1

Kendi Şarkısını Söyler

Başarılı ve ünlü bir avukat olan babası tam da Julia’nın fakülteden mezun olduğu günün ertesi sabahı ardında hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolur. Birkaç yıl sonra ise annesi şans eseri bulmacanın bir parçasını bulacaktır - Mi Mi adlı gizemli bir kadına 40 yıl önce yazılmış ama gönderilmemiş bir mektup.

Em ma

Babasının geçmişindeki gizemi çözme isteğiyle Julia kariyerini ve önünde onu bekleyen hayatı bir kenara koyar ve Mi M i’nin bir zamanlar yaşamış olduğu yere gider. Yolculuğu onu doğunun esrarengiz bir bölgesine, küçük bir dağ kasabasına götürür. Orada babasını tanıyan ve kendisi hakkında da inanılmaz şekilde bilgi sahibi olan bir adamla karşılaşır. Merakına teslim olarak onunla buluşup ondan babasının gençliği hakkında şaşırtıcı hikayeler dinler çocukken kör olmuş, manastırda yetiştirilmiş ve hepsinden öte oralı bir kıza delice bir tutku beslemiştir.

Amerika, Almanya, İtalya, İspanya, Hollanda, Japonya, Sırbistan, İsrail ve Hırvatistan ’da sadece, okuyanların birbirlerine tavsiyesiyle yüz binlerce sattı, en çok konuşulan kitaplardan biri oldu.

ilipp

Ph

Ja n-

Se ndk er H alp

er K K end iS

ını S

ark ıs

öyle r

ilipp

Ph

Ja n-

Se ndk er H alp

er K K end iS

ını S

ark ıs

öyle r

ilipp

Ph

Ja n-

Se ndk er H alp

er K

BİRİNCİ KISIM

K end iS

ını S

ark ıs

öyle r

öyle r ını S ark ıs K end iS

alp

İlk dikkatimi çeken, yaşlı adamın gözleri oldu. Çökmüş haldeydi ve bakışlarını benden alamıyordu

er K

sanki. Gerçi neredeyse çayevindeki herkes hiç utanmadan gözlerini bana dikmişti, ama en arsızı onunkilerdi. Sanki

H

daha önce hiç görmediği egzotik bir yaratıktım. Onu önemsemeyip, çayevine göz gezdirdim. Doğrudan

Se ndk er -

kuru, tozlu toprak zemine konmuş birkaç masayla sandal­ yenin üstüne kondurulmuş ahşap bir barakadan ibaretti. Dip duvarında, üstüne düzinelerce sineğin konduğu hamur işleri ve pirinç çöreklerin sergilendiği bir camekan vardı.

ilipp

Camekanın yanındaki bir gaz ocağında, kurumlu bir çay­

Ph

danlıkta çay kaynıyordu. Bir köşeye, tahta kasalar içinde

turuncu gazozlar istiflenmişti. Bu kadar berbat bir mezbele

Ja n-

görmemiştim. Hava cayır cayır yakıyordu. Şakaklarımdan

ve boynumdan ter akıyordu. Kotum bacaklarıma yapışmış­ tı. Ben oturmuş kafamı toplamaya çalışırken, yaşlı adam aniden kalkıp yanıma geldi. “Böyle aniden lafa girdiğim için senden binlerce özür

öyle r

dilerim, küçükhanım,” dedi masama otururken. “Biliyorum kibarlığa sığmıyor, hele de daha önce müşerref olmadığı­ mız, daha doğrusu senin beni, simaen dahi olsa tanımadı­

K end iS

ark ıs

ını S

ğın düşünülecek olursa. Adım U Ba. Küstahlık diyebilirsin buna ama hakkında önceden pek çok şey işittim. Yabancı bir memlekette, yabancı bir şehirde çayevinin birinde, yabancı bir adamın sana yanaşmasını pek tuhaf buluyor olmalısın. Durumunu çok iyi anlıyorum. Ancak sana bir soru sorma arzusundayım, daha doğrusu buna mecburum. Bu fırsatı o kadar çok bekledim ki, sen karşımdayken elim kolum bağlı oturamam.

er K

alp

“Seni tam dört yıl bekledim. Öğleden sonraları, otobü­ sün şehrimizde yolunu kaybeden birkaç turisti bıraktığı yer­ de, bir o yana bir bu yana dolandığım çok zaman oldu. Baş­ kentten bir uçağın geldiği o nadir günlerde, zorlanarak da

H

olsa, o küçük havaalanına kadar yürüdüm ama nafileymiş.

Se ndk er -

“Beni çok beklettin. “Niyetim seni azarlamak değil elbet. Lütfen beni yan­

ilipp

lış anlama. Fakat ben ihtiyar bir adamım. Daha kaç sene ömrüm kaldığını bilemiyorum. Bizim memlekette insanlar *çabuk yaşlanırlar ve erken ölürler. Ben de yolun sonuna yaklaşıyorum. Ancak henüz anlatmadığım bir hikayem var;

Ja n-

Ph

sana anlatmam gereken bir hikaye. “Gülümsedin. Aklımı yitirdiğimi mi düşündün yoksa? Birazcık deli veya epey tuhaf olduğumu. Hakkın var tabii. Ancak n’olur, benden kaçma. Dış görünüşümün seni yanılt­

masına izin verme. “Sabrını sınamakta olduğumu gözlerinden anlayabiliyo­ rum. Lütfen beni hoşgör. Seni bekleyen kimse yok, değil mi?

öyle r

Tahmin etmiş olduğum gibi yalnız geldin. Yalnızca birkaç dakika ayır bana. Birazcık daha otur benimle, Julia.

“Çok mu şaşkınsın? Güzel kahverengi gözlerin daha da

ını S

irileşti. Bana ilk defa, anlamak istermiş gibi bakıyorsun. Sarsılmış olmalısın. Buraya ilk defa geldiğin ve benim­

ark ıs

le daha evvel tanışmadığın halde adını nasıl bilebildiğimi

merak ediyorsun. Herhalde ceketinde, küçük sırt çantanda

K end iS

takılı bir etiketten falan okuduğumu düşünüyorsun. Hayır, okumadım. Adını bildiğim gibi, doğum gününü ve saatini de biliyorum. Babasının masallarını dinlemeyi her şeyden çok seven küçük Jule’u çok iyi tanıyorum. Hatta en sevdi­

er K

alp

ği masalı hemen buracıkta anlatabilirim: ‘Prens, Prenses ve Krokodilin Öyküsü’. “Julia Win. 28 Ağustos 1968, New York City’de doğ­ du. Annesi Amerikalı. Babası Burmalı. Soyadın benim öy­

H

kümün de bir parçası. Doğduğumdan beri hayatımda yeri

Se ndk er -

oldu. Geçtiğimiz dört yıl boyunca seni düşünmediğim bir gün bile geçmedi. Yeri geldikçe her şeyi açıklayacağım, ama önce bir soru sormalıyım: Sevgiye inanır mısın? “Gülüyorsun. Ne kadar da güzelsin! Fakat ben ciddiyim. Sevgiye inanır mısın, Julia?

ilipp

“Elbette sevgi derken; bizi sonradan pişmanlık duya­

Ph

cağımız şeyler söylemeye ve yapmaya iten, seçtiğimiz o kişi olmadan nefes alamayacağımızı düşündüren ve o ki­

Ja n-

şiyi kaybetme fikriyle bile sarsılmamıza neden olan, sahip

olunamayacak bir şeye sahip olmak ve elde tutulamaya­

cak bir şeyi elde tutmak istediğimiz için bizi zenginleşti­ receğine fakirleştiren o şiddetli tutku patlamalarından söz etmiyorum.

“Benim bahsettiğim; kör gözleri açan, korkuya bile bas­

öyle r

kın çıkan, hayata mana katan, doğanın yıkım kanunlarına kafa tutan, serpilmemizi sağlayan, sınır tanımayan sevgi.

ını S

İnsan ruhunun bencilliğe ve ölüme üstün gelmesinden bah­ sediyorum.

ark ıs

“Başını sallıyorsun. Belli ki böyle şeylere inanmıyorsun.

Neden bahsettiğimi bile bilmiyorsun. Şaşırmadım. Biraz

K end iS

beklemelisin. Son dört yıldır yüreğimde sakladığım bu hi­ kayeyi anlatınca ne demek istediğimi anlayacaksın. Vakit geç oldu. Yolculuğun uzun ve yorucu geçmiş olmalı. Arzu edersen, yarm yine aynı saatte, bu çayevinde, bu masada

alp

buluşabiliriz. Bu arada, babanla tanıştığımız yer de bura­

er K

sı. Hatta o da tam olarak senin oturduğun taburede oturup hikayesini anlatmaya başlamıştı. Ben de tam burada otu­

H

ruyordum ve hayretler içerisinde ancak itiraf etmeliyim ki pek de inanmayarak hatta kafam karışmış bir şekilde din­

Se ndk er -

ledim. Daha önce hiç kimsenin öyle hikaye anlatabildiğine şahit olmamıştım. Sözcükler kanatlanır mı? Havada ke­ lebek gibi süzülebilirler mi? Bizi kollarına alıp, başka bir dünyaya götürebilirler mi? Ruhlarımızın en derinlerindeki gizli kapılan açabilirler mi? Sırf kelimeler bunu başarabi­

ilipp

lir mi bilemiyorum, Julia, fakat babanda; insanın hayatında

Ph

belki bir kez duyabileceği bir ses vardı. “Sesi alçaktı ama, bu çayevinde duyup da sırf tınısından

Ja n-

gözleri nemlenmeyen olmadı. Cümlelerinden bir hikaye doğmuş ve o hikayeden çıkan hayat, tüm gücüyle büyüsünü ortaya sermişti. O gün dinlediklerimden sonra, artık ben de

baban kadar inançlı oldum.

“Ben dindar bir adam değilim, U Ba, demişti bana. İnan­

öyle r

dığım tek bir güç varsa, o da sevgidir.

ını S

U Ba ayağa kalktı. Açık avuçlarını göğsünde birleştirerek

ark ıs

azıcık eğildi ve ufak, hafif adımlarla çay evinden çıktı. Sokağın hengamesine karışıp kaybolana kadar gidişini

K end iS

seyrettim. Hayır, diye seslenmek istedim. Sevgiye inanır mıymışım? Ne biçim soruydu bu? Sanki sevmek insanın inanıp

er K

alp

inanmamayı seçebileceği bir dindi. Hayır, demek istedim yaşlı adama, korkudan daha güçlü bir şey yoktur. Ölüme galip gelinmez. Hayır. Alçak taburemde kambur vaziyette otururken, sesini hâlâ duyabiliyordum sanki. Dingin ve melodikti, babamın­

Se ndk er -

H

kine benziyordu. Benimle azıcık daha otur, Julia, Julia, Julia... Sevgiye inanır mısın, inanır mısın... Babanın sözleri, babanın... Başım ağrıyordu; çok yorgundum. Sonu gelmeyen, uyku bırakmayan bir kabustan uyanmış gibiydim. Her yerimde

ilipp

sinekler uçuşuyor; saçıma, alnıma, ellerime konuyordu.

Onları kovalayacak gücüm yoktu. Önümde üç tane kupku­

Ph

ru hamur tatlısı vardı. Masa, yapış yapış kahverengi şekerle

Ja n-

kaplıydı. Çayımı içmeye çalıştım. Soğumuştu, elim de titriyordu.

O yabancı adamı neden o kadar dinlemiştim ki? Susmasını isteyebilir, kalkıp gidebilirdim. Ama bir şey beni durdur­ muştu. Tam sırtımı dönecekken; Julia, Julia Win, demişti.

ını S

öyle r

Adımın söylenmesinin beni bu kadar ürküteceğini hayal bile edemezdim. Nereden biliyordu? Gerçekten babamı ta­ nıyor muydu? En son ne zaman görmüştü? Babamın hâlâ hayatta olup olmadığını, nerede saklandığını biliyor olabilir

Ja n-

Ph

ilipp

Se ndk er -

H

er K

alp

K end iS

ark ıs

miydi?

öyle r ını S ark ıs K end iS

Garson hesabı almak istemedi.

alp

Eğilerek, “U Ba’nın arkadaşları misafirimizdir,”

er K

dedi. Yine de, pantolon cebimden 1 kyatlık bir banknot çı­ kardım. Yıpranmış, leş gibi olmuştu. Tiksintiyle tabağın al­

H

tına sıkıştırdım. Garson masayı topladı ama parayı almadı.

Se ndk er -

Gösterdim. Gülümsedi.

Çok mu azdı? Çok mu kirlenmişti? Masaya daha büyük, daha temiz bir banknot koydum. Eğildi, yine gülümsedi ve onu da dokunmadan bıraktı.

ilipp

Dışarısı daha da sıcaktı. Felce uğramış gibiydim. Çayevinin

Ph

önünde kalakaldım, bir adım bile atamıyordum. Güneş de­

rimi kavuruyor, yoğun ışıklan gözümü alıyordu. Şapkamı

Ja n-

takıp siperliğini yüzüme iyice indirdim. Sokak insan doluydu, ama tuhaf bir şekilde sessizdi. Ne­

redeyse hiç motorlu taşıt yoktu. İnsanlar ya yürüyor, ya da

bisiklete biniyordu. Bir kavşakta üç at arabası, bir de kağ­ nı durmuştu. Yoldaki birkaç otomobil de kaportaları ezilip

öyle r

paslanmış; arkalan genç adamların can havliyle yapıştığı hasır sepetler ve çuvallarla tıka basa dolu, Japon yapımı

ını S

eski kamyonetlerdi. Sokağın iki yanında alçak tavanlı, tek katlı, oluklu sac çatılı, ahşaptan dükkanlar vardı. Pirinçten fıstığa, undan

ark ıs

şampuana, Coca Cola’dan biraya kadar her şey satılıyordu.

K end iS

Belirli bir düzenleri yoktu - en azından ben görememiştim. Her iki dükkandan biri; alçak tahta taburelere oturmuş müşterilerle dolu bir çayeviydi. Adamlar başlarına kırmızı ve yeşil havlular sarmış, pantolon yerine anvelop eteğe ben­ zer bir şeyler giyiyordu.

alp

Yanaklarına, alınlanna ve burunlarına san bir macun sürmüş olan iki kadın tam önümde uzun, koyu yeşil renk­

er K

te küçük purolardan içiyorlardı. İkisi de ince uzundu, ama cılız görünmüyorlardı. Babamda da hep hayran olduğum o

Se ndk er -

H

hafif, zarif hareketlerle ilerliyorlardı. Bir de bana apaçık bakışlan, gözlerini gözlerime dikip gülümseyişleri. Neden öyle gülümsediklerine anlam veremiyordum. Küçücük bir gülüş ne kadar da tehditkar görü­ nebiliyor.

Başlanyla selam verenler de vardı. Ne yani, beni tanı­

ilipp

yorlar mıydı? Hepsi de U Ba gibi gelişimi mi bekliyordu?

Ph

Onlara bakmamaya çalışıyordum. Gözlerimi uzaklarda ha­

yali bir noktaya dikerek, ana caddede elimden geldiğince

Ja n-

çabuk ilerledim.

New York’u, şehrin uğultusunu ve trafiğini, birbirleriyle ilgilenmeyen yayalann yaklaşma cesareti vermeyen yüzle­ rini özlemiştim. Nasıl hareket edeceğimi, nasıl davranaca­ ğımı bildiğim yere dönmek istiyordum.

ını S

öyle r

Yol, elli metre kadar sonra ikiye ayrılıyordu. Otelimin nerede olduğunu unutmuştum. Tek görebildiğim; gizledik­ leri kulübelerden bile daha uzun görünen begonvillerdi. Kavrulmuş tarlalar, tozlu kaldırımlar, yollarda içine basket topu sığacak kadar büyük çukurlar. Her baktığım, yabancı

ark ıs

ve uğursuz görünüyordu. Biri “Bayan Win, Bayan Win,” diye seslendi.

K end iS

Arkama dönmeye cesaret edemeyerek, omzumun üs­ tünden geriye baktım. Oteldeki komiye benzeyen genç bir adam duruyordu orada. Ya da Rangoon havaalanmdaki ha­ mala. Ya da taksiciye. Ya da belki çayevinin garsonuna.

er K

alp

“Bir şey mi aramıştınız, Bayan Win? Size yardım edebi­ lir miyim?”

Se ndk er -

H

Bu yabancıya bel bağlamak istemeyip “Hayır, teşekkür­ ler,” diye reddettim. Ama, o sabah giriş yaptığım otel odası bile olsa saklanabileceğim bir yer her şeyden daha cazip göründüğü için, “Evet... otelimi arıyorum,” dedim. “Yokuşun sonunda, sağda. Beş dakika bile sürmez,” diye açıkladı. “Teşekkür ederim.” “Umarım şehrimizi beğenirsiniz. Kalavv’a hoş geldi­

ilipp

niz,” dedi gülümseyerek. Ben dönerken o hâlâ arkamda

Ph

duruyordu.

Ja n-

Otele gittiğimde, gülümseyen resepsiyonistin yanından ses­ sizce, çabucak geçtim; devasa ahşap merdivenleri tırmana­

rak ikinci kata çıktım ve kendimi yatağıma attım. Ne w York’tan Rangoon’a gelmek, yetmiş iki saatten faz­ la sürmüştü. Sonra tüm geceyi ve ertesi günün yansını; kötü

öyle r

kokan insanlarla, kirli eteklerden, paspal tişörtlerden ve ka­ litesiz plastik terliklerden başka bir şey giymeyen insanlarla tıka basa dolu külüstür bir otobüste geçirmiştim. Tavuklar,

ını S

ciyaklayan domuz yavruları da vardı. Yirmi saat boyunca, yola benzer bir tarafı olmayan yollarda ilerlemiştik. Bana

ark ıs

sorarsanız, kurumuş nehir yatağına benziyorlardı daha çok.

Bütün bunlar başkentten, bu ufacık, ücra dağ köyüne var­

K end iS

mak içindi.

Uyumuş olmalıyım. Güneş yok olmuş, gece çökmüştü. Oda yarı karanlığa bürünmüştü. Karşıdaki yatakta, açıl­

alp

mamış valizim duruyordu. Sanki nerede olduğumu ha­

er K

tırlamaya çalışıyormuşçasma, gözlerimi etrafta gezdirip sağa-sola bakındım. Yüksek tavanda eski, ahşap bir van­

H

tilatör asılıydı. İçerisi genişti, sade ve süssüz görünümüy­ le bir keşiş odasını andırıyordu. Kapının yanında sade bir

Se ndk er -

dolap, pencerenin kenarında bir masayla sandalye ve ya­ takların arasında ufak bir komodin vardı. Duvarlar be­ yaza boyalı ve bomboştu, resim ya da ayna asılmamıştı. Eski ahşap parkeler aşınmaktan nerdeyse dümdüz hale gelmişti. Tek lüks, Kore malı ufacık bir buzdolabıydı, o

Ph

ilipp

da çalışmıyordu. Pencerelerden içeri, serin akşam havası giriyordu.

Ja n-

Alacakaranlıkta, üstünden birkaç saat geçtikten son­ ra, yaşlı adamla karşılaşmam, gündüz olduğundan daha anlamsız ve gizemli geliyordu. Hatırası bulanık ve be­ lirsizdi. Zihnimde anlam veremediğim, yorumu olmayan,

hayalet görüntüler geziniyordu. Hatırlamak için kendimi zorladım. Sararmış beyaz bir gömlek, yeşil bir longyi ve

K end iS

ark ıs

ını S

öyle r

lastik tokyolar giymişti. Beyaz, gür, iyice kısa kesilmiş saçları vardı. Yüzü kınş kırıştı. Yaşını tahmin edemiyor­ dum. Altmış, belki de yetmiş yaşındaydı. Dudaklarında yine, anlamını tahmin edemediğim bir gülümseme vardı. Alçaltıcı, alaycı mıydı? Merhametli miydi? Benden ne is­ tiyordu? Para istiyordu, başka ne olabilir ki. Açıkça sormamış­ tı ama, dişleri ve gömleği hakkmdaki sözleri yeterince barizdi. Lafı nereye getireceğini biliyordum. Adımı otel­

er K

alp

den öğrenmiş olabilirdi. Herhalde resepsiyondakilerle suç ortağıydı. Merakımı kabartıp gözüme girdikten sonra falcılık - yok yok, astrologluk - hizmetlerini sunmaya çalışacak bir dolandırıcıydı. Yutmamıştım. Vaktini boşa harcıyordu:

H

Babamı gerçekten tanıdığını gösterecek bir şey söyle­ miş miydi? Sözde babam ona “Ben dindar bir adam de­

Se ndk er -

ğilim, U Ba. İnandığım tek bir güç varsa, o da sevgidir.” demişti. Babam, bırak böyle bir şeyi dile getirmeyi, ak­ lından bile geçirmezdi. Hele bir yabancıya hiç söylemez­ di. Yoksa kendimi mi kandırıyordum? Babamın düşün­ düklerini, hissettiklerini anladığımı sanarak daha gülünç

ilipp

bir yanılgıya mı düşüyordum? Gerçekte onu ne kadar iyi

Ph

tanıyordum? Tanıdığımı sandığım babam, bir not bile bı­ rakmadan öylece kayboluverir miydi? Karısını, oğlunu

Ja n-

ve kızını açıklama yapmadan, bir haber bile gönderme­ den terk eder miydi? Polis, izini Bangkok’ta kaybettiklerini söylemişti.

Tayland’da soyulup öldürülmüş olabilirdi. Yoksa Siyam Körfezi’nde bir kazaya mı kurban git­

ını S

öyle r

mişti? Değişiklik olsun diye iki haftalığına kafasını mı dinlemeyi umuyordu? Belki deniz kıyısına gitmiş, yü­ zerken boğulmuştu. Ailedeki herkesin inandığı açıklama buydu, en azından resmi makamlara karşı. Cinayet masası onun ikili bir hayat sürdüğünden kuş­

ark ıs

kulanıyordu. Annemin, babamın hayatının ilk yirmi yılı

K end iS

hakkında hiçbir şey bilmediği yönündeki açıklamasını kabul etmemişlerdi. Bunun düşüncesini bile o kadar abes buluyorlardı ki, başta annemin onun kayboluşunda, suç ortağı ya da işbirlikçi olarak parmağı olduğundan şüphelenmişlerdi. Ancak işin içinde yüksek miktarda hayat

er K

alp

sigortası primleri bulunmadığı, sözümona ölümünden kimsenin mali çıkar sağlamayacağı kesinleşince bütün

Ja n-

Ph

ilipp

Se ndk er -

H

şüphelerini bir kenara bırakabilmişlerdi. O geçmişin sis­ leri arasında silinmiş ilk yirmi yılın gizemleri arasında babamın bizlere, ailesine hiç göstermemiş olduğu bir yönü olabilirdi pekala.

öyle r ını S ark ıs K end iS

alp

Babamı en son dört yıl önce görmüştüm. Hukuk fakültesinden mezun olduğum günün ertesi

er K

sabahıydı. Önceki akşam mezuniyetimi kutlamıştık, gece­ nin sonunda canım eve dönmek istememişti. Nedense güne,

H

çocukluk ritüellerimin güvenliği içinde başlamak, o güven­

Se ndk er -

lik hissini bir kerecik daha duymak istemiştim. İçime doğmuştu belki de. Babam beni erkenden uyandırmıştı. Üstünde eski moda gri pardesüsü, başında kahverengi Borsalino şapkasıyla ya­ tağımın ayakucunda duruyordu. Küçüklüğümde, bu giysi­

ilipp

leri giyip işe gidişini izlerdim. Her sabah pencerede durup

Ph

arkasından el sallar, gitmesini istemediğim için de bazen

ağlardım. Aradan yıllar geçtiği, artık şoförü onu beklediği

Ja n-

ve limuzinine binmek için sadece üç adım atıp kaldırımdan inmesinin yeterli olduğu halde, pardesüyle şapkayı yine de

giyiyordu. Bu kadar zamandır giyimini hiç değiştirmemişti; sadece düzenli olarak yeni pardesüler ve şapkalar almıştı. Sadece Borsalino şapka giyerdi. Altı şapkası vardı: İkisi si-

yah, ikisi kahverengi, ikisi de lacivert. Pardesüyü artık New

ark ıs

ını S

öyle r

York’un en tutucu mensucatçılannda bile bulamadığında, terziye diktirmeye başlamıştı. Borsalino şapkalar onun uğuruydu. İlk iş görüşmesinde o İtalyan şapkalardan takmış ve işe alınmıştı. O zamanlar şapka şık giyinmeyi bildiğinin ve zevkli olduğunun ka­ nıtıydı. Ama yıllar geçtikçe moda da değiştiği için tuhaf

K end iS

görünmeye başlamış; sonunda 50’lerde çekilen filmlerde­ ki figüranlara dönmüştü. Ergenliğimde babamın giysi se­ çimlerinden utanırdım. Zamanın tamamen gerisinde kalmış gibi görünür, arkadaşlarımın annelerini eğilerek selamlardı.

er K

alp

Beni okuldan almaya geldiğinde diğer çocuklar kıkırdama­ ya başlardı. Asla spor ayakkabı, kot ya da kazak giymezdi. Gündelik Amerikan giyimini küçümser, insanın en alçak dürtülerinden biri olan rahatlığa alıştırdığını söylerdi.

H

Babam yatağımın yanında durup adımı fısıldamıştı.

Se ndk er -

Boston’da bir randevusu olduğunu, ne zaman döneceğini kesin olarak bilmediğini söylemişti. Belki birkaç gün orada kalırdı. Bu gayet tuhaftı, çünkü randevu defteri kol saati ka­ dar kesin ve düzgün işlerdi. Ama nedense bunu fark edeme­ yecek kadar yorgundum. Beni alnımdan öpüp “Seni seviyo­

ilipp

rum, küçüğüm. Bunu sakın unutma, tamam mı?” demişti.

Ph

Uykulu uykulu başımı sallamıştım. “Ben de seni sevi­

Ja n-

yorum.” Arkamı dönüp yüzümü yastığıma gömmüş, yeniden uy­ kuya dalmıştım. Bu onu son görüşüm olmuştu. İşlerin yolunda gitmediğinin ilk işareti, hemen o sabah 10’da gelmişti. O saate kadar uyuduktan sonra kalkmış,

öyle r

mutfağın yolunu tutmuştum. Annem kahvaltı için beni bek­ liyordu. Kahvesiyle limonlukta oturmuş, Vogue dergisinin

ını S

sayfalarını karıştırıyordu. İkimiz de hâlâ sabahlık giyiyor­ duk. Masada sıcacık tarçınlı çöreklerle taze küçük açmalar >tordı. Eskiden de oturduğum yere oturmuş, sırtımı duvara

K end iS

ark ıs

yaslamış, kollanmı sıkıca dizlerime sarmıştım. Portakal su­ yumu içip anneme yaz planlarımdan bahsederken, telefon çaldı. Babamın sekreteri Susan, babamın hasta olup olma­ dığını soruyordu. Saat 10’a randevu verdiği kişi - üstelik hiç de önemsiz biri değildi - nerede kaldığını merak etmişti. Kimse ona Boston yolculuğundan bahsetmemiş olmalıydı.

alp

Annemle sekreter, son anda bir işi çıktığı konusunda

er K

hemfikir oldular. Telefon edecek vakti kalmamıştı, herhal­ de o anda çıkamayacağı bir toplantıdaydı. Bir iki saat içinde mutlaka arardı.

H

Annemle kahvaltımızı bitirdik. Ben biraz kaygılanmış-

Se ndk er -

tım ama annem o kadar sakindi ki endişelerim uçup git­ mişti. Kahvaltıdan sonra birlikte cilt bakımına gittik, sonra Central Park’m içinden geçip Bergdorf Goodman’a girdik. New York’un en hayat dolu olduğu o ılık yaz günlerinden biriydi. Parkta taze kesilmiş çimen kokusu vardı, insanlar

ilipp

uzanmış güneşleniyorlar, tişörtlerini çıkarmış birkaç deli­

Ja n-

Ph

kanlı frizbi oynuyordu. Paten kayan iki yaşlı adam el ele tutuşarak önümüzden geçti. Annem onlara bakıp kolumu dürttü. Bergdorf Good­

man’da bana sarı çiçekli yazlık bir elbise aldı, sonra da tah­ min edilebileceği gibi Plaza’da çay içmeye gittik.

O oteli pek sevmezdim. Fransız-Rönesansı stilini taklit eden dekorasyonu bana fazla cafcaflı, fazla kitsch gelirdi.

K end iS

ark ıs

ını S

öyle r

Ama annemle başka bir yerde çay içmeye çalışmanın beyhudeliğini uzun zaman önce anlamıştım. Yüksek tavanın­ da ve duvarlarında varaklı alçılarıyla, kremadan yapılmış gibi görünen ayrıntılı ve süslü sütunlarıyla lobiye bayılı­ yordu. Garsonların özentili tavırlarına, Fransız metrdote­ lin onu “Bonjour, Madam Win,” diye selamlamasına mest oluyordu. Ortalıkta gezinen iki kemancı Viyana valsleri çalıyordu. Annem havyarlı blini’yle iki kadeh şampanya

alp

sipariş etti. “Kutlanacak başka bir şey mi var?” diye sordum. “Mezuniyetini kutluyoruz, canım.” Blini’lerimizi tattık. Çok tuzluydu. Şampanya ılıktı. An­

er K

nem garsona işaret etti. “Boş ver anne,” diye itiraz ettim. “Her şey gayet iyi.” Ben böyle şeylerden hiç anlamazmışım gibi, yumuşak

Se ndk er -

H

bir sesle “Hiç de değil,” dedi bana. Garsonu azarladı, adam ısmarladıklarımızı binlerce özür eşliğinde geri aldı. Annem istediğinde o kadar soğuk ve sert bir sesle konuşabiliyordu ki. Bir zamanlar bundan korkar­ dım. Bugün sadece tatsız bulmuştum. Bana baktı. “Sen olsan yerdin, değil mi?

Ph

ilipp

Başımla onayladım. “Baban da yerdi. Bu gibi konularda çok benziyorsunuz

Ja n-

birbirinize.” “Nasıl yani?” diye sordum. İltifat ediyor gibi değildi pek. “Alçakgönüllülüğünüzden mi,” diye sordu, “pasifliği­ nizden mi, tartışmadan korktuğunuzdan mı? Yoksa ukala­ lığınızdan mı?” “Ukalalıkla ne alakası var?”

öyle r

“İkiniz de garsonlarla hiç muhatap olmuyorsunuz,” dedi. Neden öfkeden köpürdüğüne anlam veremiyordum. Ilık şampanyayla, tuzlu blini’yle alakası yoktu. “Uğraşmaya değ­

ını S

mediğini düşünüyorsanız eğer, ben buna ukalalık derim.”

“Sadece pek önemsemiyorum,” dedim. Bu yarı yarıya

ark ıs

doğruydu. Bir restoranda, otelde ya da mağazada bir şey­ den yakınmaya utanıyordum. Yine de böyle şeyler beni,

K end iS

belli ettiğimden daha çok etkiliyor, içimde uhde bırakı­ yordu, sonra da böyle ezik bir tip olduğum için kendime kızıyordum. Babamın durumu farklıydı. Böyle durumlar­ daki sessizliği samimiydi. Onun için gerçekten hiç önemi

alp

yoktu. Biri kuyrukta önüne geçtiğinde gülümserdi. Para­

er K

sının üstünü hiç saymazdı. Annemse her kuruşu sayardı. Babamın duruşuna imrenirdim. Annem onu çözemezdi. O hem kendine, hem başkalarına karşı katıydı, babamsa sa­

Se ndk er -

H

dece kendine karşı. “Verdiğin paranın karşılığını alıp almadığını nasıl önem­ semezsin, aklım almıyor.” Karşı çıkmaktan çok yalvarır bir tavırla “Bu konuyu kapatsak?” dedim. “Babamı merak etmiyor musun?” “Hayır, etmem mi gerek?”

ilipp

O günü düşündükçe, annemin soğukkanlılığının sahte

Ph

olup olmadığını merak ediyorum. İkimiz de, gidilmemiş

Ja n-

randevu hakkında tek bir söz bile etmemiştik. Annem, ba­ bamdan haber gelip gelmediğini öğrenmek için ofisini ara­

mamıştı hiç. Başına kötü bir şey gelmediğinden nasıl bu kadar emindi? Umursamıyor muydu? Yoksa yıllardır, so­ nunda bunun olacağından mı şüpheleniyordu? O gün görü­ nüşteki kaygısızlığında; çok önceden fark ettiği, önlenemez

öyle r

bir felaketin sonunda gerçekleştiğini gören birinin rahatlığı, hatta mutluluğu vardı.

ını S

Babamın kaybolmasından birkaç gün sonra New York Times gazetesinde “Meşhur Wall Street Avukatı İz Bırakmadan Kayboldu” diye bir haber çıktı. Sonraki birkaç gün boyun­

ark ıs

ca, gazeteler fikir yürütmelerle doldu. Cinayete mi kurban gitmişti, bir müşterisi intikamını mı almıştı? Dramatik bir

K end iS

şekilde kaçırılmış mıydı? Arada, bir Hollywood bağlantı­

Se ndk er -

H

er K

alp

sı mı vardı? Polisin ilk iki haftada ortaya çıkarabildiği her şey, vakayı daha da gizemli kılmıştı. Kaybolduğu gün, sa­ bah erken saatlerde, babam gerçekten de JFK Havaalanı’na gitmiş, ama Boston yerine Los Angeles uçağına binmişti. Biletini havaalanından almıştı, bagaja herhangi bir eşya vermemişti. Los Angeles’tan, United Airlines’ın 888 numa­ ralı uçuşuyla, birinci sınıfta, Hong Kong’a uçmuştu. Uçuş görevlilerinden biri, hiç şampanya içmediği ve gazete yeri­ ne Pablo Neruda’nın şiir kitabını okuduğu için hatırlamıştı onu. Görevli babamı çok sakin ve son derece kibar olarak tasvir etmişti. Çok fazla yemek yememiş, pek az uyumuş, hiç film izlememiş, çoğunlukla kitap okuyarak oyalanmıştı. Anlaşıldığı kadarıyla babam Hong Kong’daki Peninsu-

ilipp

la otelinde bir gece kalmış, oda servisinden körili tavukla

Ja n-

Ph

maden suyu istemiş ve personelin ifadesine göre odasından hiç çıkmamıştı. Ertesi gün Cathay Pacifıc’in 615 numara­ lı uçuşuyla Bangkok’a doğru yola çıkmış, orada Mandarin Oriental’da bir gece kalmıştı. İz bırakmamak için hiç uğ­ raşmamıştı. İş yolculuklarında hep kaldığı otellerde kalmış; sanki yolculuğunun burada - en azından kendisini arayan­ lar için - son bulacağını bilirmiş gibi tüm hesaplan kredi

K end iS

ark ıs

ını S

öyle r

kartıyla ödemişti. Dört gün sonra bir inşaat işçisi, pasapor­ tunu Bangkok Havaalanı yakınlarında bulmuştu. Tayland’dan hiç çıkmadığına işaret eden bazı durumlar vardı. Polis, Bangkok’tan kalkan tüm yolcu uçaklarının isim listelerini kontrol etmişti. Adı hiçbirinde yoktu. Bazı detektifler babamın Tayland’da sahte pasaport edinip, başka bir isim kullanarak farklı bir yere gittiğini ortaya atmışlardı. Bazı Thai Ainvays uçuş görevlileri onu gördüklerini iddia

er K

alp

etmişlerdi: Biri bir Londra uçuşunda, biri Paris uçuşunda, bir üçüncüsü ise Phnom Penh’e giderken. Bu ipuçlarının hiçbirinden bir şey çıkmadı. Göçmen ofisi yetkililerine göre babam, 1942’de öğrenci vizesiyle Burma’dan Amerika’ya gelmişti. New York’ta hu­ kuk okumuş, 1959’da Amerikan vatandaşı olmuştu. Doğum

Ja n-

Ph

ilipp

Se ndk er -

H

yeri olarak eski İngiliz sömürgesinin başkenti Rangoon’u vermişti. FBI’m ve Rangoon’daki Amerikan elçiliğinin yaptığı araştırmalar sonuç vermedi. Win, Burma’da çok yaygın bir soyadıydı ve kimsenin babamın ailesiyle ilgili bir bilgisi yoktu.

öyle r ını S ark ıs K end iS

alp

Nitekim, hayatta felaketlerle gelen bir dönüm nok­ tası; bildiğimiz dünyanın yok olduğu bir an olmalı­

er K

dır. İki kalp atışı arasında bizi farklı birine dönüştüren bir an. Sevgilinin başka birinden hoşlandığını itiraf edip ayrıl­

H

mak istediği an. Ya da annemizi, babamızı, en yakın dos­

Se ndk er -

tumuzu toprağa verdiğimiz an. Veya doktorun, kötü huylu beyin tümörümüz olduğunu söylediği an. Yoksa bu anlar aslında sadece; işaretlerini görmezden gelmezsek anlayabileceğimiz daha uzun süreçlerin drama­ tik sonuçlan mıdır?

ilipp

Bu dönüm noktalan gerçekse, gerçekleştikleri anda far­

Ph

kına vanr mıyız, yoksa sıçramayı çok sonradan, olaylan

Ja n-

yeniden hatırlarken mi fark ederiz? Bu sorular benim daha önce hiç dikkatimi çekmemiş­

ti, cevaplannı da bilmiyordum. En azından, babamın kay­

bolması böyle bir olay değild.. Babamı çok severdim, özlüyordum da, ama hâlâ yanımızda olması son dört yılımı yaşadığımdan farklı yaşamama neden olmaz, önemli karar-

lanmdan bir tekini bile etkilemezdi. En azından o zamanlar

ını S

öyle r

ben böyle düşünüyordum. Bir hafta kadar önce, saat sekiz civan, işten eve gelip asan­ söre binerken kapıcı arkamdan seslendi. Dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Ayakkabılarım ıslanmıştı.

ark ıs

Donuyordum, daireme girmeyi dört gözle bekliyordum.

K end iS

“Ne vardı?” diye sordum sabırsızlıkla. * “Paket,” dedi. Apartman girişinin devasa cam pencerelerinden soka­ ğa baktım. Arabaların arka farları ıslak asfalta yansıyordu.

er K

alp

Sıcak duş alıp çay içmek için canımı verebilirdim. Kapıcı bana, içinde ayakkabı kutusu büyüklüğünde kahverengi bir paket bulunan bir torba uzattı. Kolumun altına kıstırıp, 35. kattaki stüdyo daireme çıktım. Daireyi babam bana, hukuk fakültesinden mezun olmadan önce almıştı.

H

Telesekreterimi kontrol ettim: İki mesajım vardı. Masa­

Se ndk er -

da bir yığın fatura ve reklam mektubu duruyordu. Havada temizlik malzemelerinin kimyasal kokusu kalmıştı, gitsin diye balkon kapısını açtım. Hâlâ yağmur yağıyordu ve bu­ lutlar o kadar alçaktı ki, East River’m karşı kıyısını zor­

ilipp

lukla seçiyordum. Aşağıda, İkinci Cadde’de ve Queensboro Köprüsü’nde trafik tıkanıyordu.

Ph

Duş aldıktan sonra paketi torbadan çıkardım. Annemin

el yazısını hemen tanıdım. Bana ara sıra tebrik kartlan ve

Ja n-

ilgimi çekeceğini - ya da çekmesi gerektiğini - düşündüğü

gazete kupürleri yollardı. Telesekreterlerden nefret ederdi,

mesajlannı böyle bırakırdı. Ama bana epeydir paket yollamamıştı. Paketten babama ait bir deste eski fotoğraf, belge ve evrakla, annemin yazdığı bir iki satır çıktı:

ark ıs

ını S

Bu kutuyu, tavan arasını toparlarken buldum. Komodininin arkasına düşmüş. Belki senin ilgini çeker. Dördümüzün bir arada olduğu son resmi de içine ekledim. Artık hiçbiri bana lazım değil. Beni ara.

öyle r

Julia,

K end iS

Sevgiler, Judith

Se ndk er -

H

er K

alp

Ufak yığını masaya yaydım. En üstte, mezun olduğum gün çekilen aile fotoğrafımız duruyordu. Ben annemle ba­ bamın kollan arasına girmiş, otuz iki diş birden gülümsü­ yordum. Ağabeyim arkamda durmuş, ellerini omuzlanma koymuştu. Annem kameraya gururla gülümsüyor, babamsa sıntıyordu. Mesut bir aile tablosu. Halbuki fotoğraflar ba­ zen yalan da söyler. Bu fotoğrafta, son fotoğrafımız olaca­ ğım ya da daha kötüsü, içimizden birinin ortadan yok olma planlan yaptığını gösteren hiçbir şey yoktu. Annem kutuya tarihi geçmiş iki pasaportu, babamın Amerikan vatandaşlı­ ğına geçme sertifikasını ve kannca duası gibi notlarla dolu birkaç eski ajandayı da koymuştu. Boston. Washington. Los

Ph

ilipp

Angeles. Miami. London. Hong Kong. Paris. Babamın yer kürenin etrafında bir iki tur attığı yıllar olmuştu. Çalıştı­ ğı şirkette yükselmiş, şirketin sekiz ortağından biri haline

Ja n-

gelmişti. Avukatlık kariyerinin başından beri eğlence sek­ töründe uzmanlaşmıştı. Hollywood stüdyolanna film kont­ radan, şirket satın alma ve şirket birleşmeleri konusunda danışmanlık yapardı. En büyük film yıldızlanndan bazıları da müvekkilleri arasındaydı.

ını S

öyle r

îşinde neden o kadar başanlı olduğunu asla tam olarak anlayamamıştım. Çok çalışırdı ama hiç hırslı görünmezdi. Kendini beğenmiş değildi. Müvekkillerinin ününden fay­

dalanmaya çalışmazdı. Adı hiç dedikodu sütunlarında geç­ mezdi. Partilere, hatta annemle arkadaşlarının düzenlediği

ark ıs

hayırseverlik balolanna bile gitmezdi. Göçmenlerde çok

K end iS

sık görülen, bir şeylere ya da bir yere uyum sağlama ihti­ yacına tamamen yabancı görünürdü. Yalnız bir kurttu ve çoğu insanın zihnindeki “ünlülerin avukatı” imajının tam zıttmı yansıtıyordu. Belki de bu özelliği sayesinde güven

alp

uyandırıyor, arabulucu olarak o kadar aranıyordu: Süku­ neti ve kendine hakim olması, yapmacıksızlığı; dalgın,

er K

biraz safça davranışları. Ama, bazen iş ortaklarını ve az

Se ndk er -

H

sayıdaki arkadaşlarını huzursuz eden başka yöntemleri de vardı. Örneğin, hafızası fazla iyiydi ve tekinsiz denecek kadar isabetli bir insan sarrafıydı. Şöyle bir bakış attığı her şeyi ezberleyebilirdi. Yıllar önce gönderilmiş iş notlarını ve mektupları harfi harfine hatırlardı. Konuşmanın başın­ da, sanki bir şarkıyı kendisinden geçerek dinlermişçesine gözlerini kapayıp konuşanın sesine odaklanırdı. Böylece o kişinin zihinsel durumunu, kendisine ne kadar güven­

ilipp

diğini, doğruyu mu söylediğini blöf mü yaptığını anlardı.

Ph

İddiasına göre bu öğrenilebilir bir şeydi; ama kendisine

Ja n-

kimin, ne zaman, nerede öğrettiğini ne kadar yalvarsam da söylememişti. Hayatımda bir kere bile onu kandıramamıştım.

Kutudaki en eski ajanda 1960’dan kalmaydı. Sayfaları­ nı karıştırdım - iş randevularından, bilmediğim isimlerden, mekanlardan ve tarihlerden başka bir şey yoktu.

Ne kadar yaşar ki insan? Bin gün mü, tek bir gün mü? Bir hafta mı, yüzyıllar mı?

ark ıs

Ne kadar sürer insanın ölmesi? Ne demektir “sonsuza kadar”?

ını S

öyle r

Hepsinin ortasında, babamın el yazısıyla yazılmış bir not vardı:

K end iS

- Pablo Neruda

er K

alp

Sonra, en arka sayfada, düzgün bir dikdörtgen şeklinde katlanmış, ince mavi kağıttan bir uçak postası zarfı buldum. Çıkarıp açtım. Gönderici adresi şöyleydi:

Se ndk er -

H

Mi Mi Circular Yolu No: 38 Kalaw, Şan Eyaleti Burma

Tereddüt ettim. Bu mütevazı pelür kağıdı, babamın sırlarının anahtarı mıydı yoksa? Mektubu alıp ocağa git­ tim. Yakabilirdim. Alevler incecik kağıdı saniyesinde

ilipp

küle çevirirdi. Ocağı açtım. Gazın tıslamasını, otomatik

Ph

çakmağın çıtlamasını, alevin çıkışını duydum. Zarfı ate­ şe yaklaştırdım. Küçük bir hareketim ailemizi eski hu;

Ja n-

zuruna kavuşturmaya yeterdi. Ocağın önünde ne kadar durdum bilmiyorum. Nedense aniden ağlamaya başla­

dığımı biliyorum sadece. Yaşlar yanaklarımdan süzülü­ yordu. Neden ağladığımı bilmiyordum ama gözyaşlarını durmuyor, gitgide şiddetlenip artıyordu. Sonunda kendi­

mi, küçük bir kız gibi yatağımda bağıra bağıra, hıçkıra

ark ıs

ını S

öyle r

hıçkıra ağlarken buldum. Uyandığımda, başucu komodinimdeki saat 5.20’yi gös­ teriyordu. Kederi hâlâ iliklerimde hissedebiliyordum. Bir iki nefes alma süresince nedenini hatırlayamadım ve her şeyin rüya olduğunu umdum. Masaya gidip mektubu, sanki

ellerimde patlayıverecek bir sabun köpüğüymüş gibi yavaş­

K end iS

ça açtım.

alp

24 Nisan 1955 New York

Se ndk er -

H

er K

Sevgili Mi Mi’ciğim, Kalbinin atışını son duyuşumdan bu yana 5864 gün geçti. Bunun kaç saat, kaç dakika olduğunun farkında mısın? Şarkı söyleyemeyen bir kuşun, açamayan bir çi­ çeğin ne kadar yoksul olduğunu, sudan çıkan balığın se­ faletini bilir misin? Sana yazmak çok zor, Mi Mi. Sana, hiçbirini yolla­ madığım o kadar çok mektup yazdım ki. Bilmediğin ne söyleyecektim? Konuşmak için mürekkeple kağıda, harf­

Ja n-

Ph

ilipp

lerle kelimelere ihtiyacımız var sanki. Bu 140.736 saatin - evet, o kadar çok oldu - her birinde yanımda oldun, yeniden buluşana değin de olacaksın (malumu ilan etti­ ğim için beni bu seferlik affet). Vakit gelince, geri döne­ ceğim. En güzel sözler bile nasıl anlamsız, boş tınlayabi­ lir. Yakın olmak için kelimelere, dokunuşlara, birbirlerini görüp işitmeye ihtiyaç duyanların hayatı ne kadar dura­ ğan ve sıkıcıdır kim bilir. Sevgilerinden emin olmak için

öyle r

kanıt isteyenlerin ya da kanıtlamaya ihtiyaç duyanların

ını S

hayatlan ne kötüdür. Bu satırların da sana asla ulaşmaya­ cağını seziyorum. Benim yazabileceğim her şeyi çoktan

ark ıs

anladın sen. Bu mektupları aslında, arzumu az da olsa dizginleyebilmek için kendime yazıyorum.

K end iS

Mektubu iki üç kere daha okuyup katladım, zarfına geri koydum. Saate baktım. Cumartesi sabahıydı ve yediyi bi­ raz geçiyordu. Yağmur durmuştu. Aralanan bulutların ara­ sından görünen koyu mavi göğün altında Manhattan yavaş yavaş uyanıyordu. Güneş East River’m karşı kıyısından

Se ndk er -

H

er K

alp

yükseliyordu. Soğuk ve güzel bir gün olacaktı. İşyerinde yaptığım gibi bir iki not alarak durumu analiz etmek, strateji geliştirmek için kağıda uzandım. Ama kağıt boş kaldı. Dönüşü olmayan noktayı çoktan geçmişti. Kim vermişti bilemiyorum ama, karar benim adıma çoktan ve­ rilmişti. United Airlines’ın telefon numarasını ezbere biliyor­ dum. Rangoon’a bir sonraki uçak Pazar günü kalkıp, Hong Kong ve Bangkok üstünden gidecekti. Bangkok’ta, Çar­

ilipp

şamba günü Thai Air ile Burma’ya geçebilmek için vize almam gerekiyordu.

Ja n-

Ph

“Peki dönüş biletiniz?” Bir an düşündüm. “Açık bırakın.” Sonra annemi aradım.

öyle r ını S ark ıs K end iS

alp

Gittiğimde annem, kahvesini içip Times gazetesini

er K

okumaya başlamıştı bile.

“Yarın yola çıkıyorum.” Sesim, korktuğumdan daha da

H

ürkek gelmişti kulağıma. “Burma’ya gidiyorum.” Annem gazetesinden başını kaldırmadan “Saçmalama,”

Se ndk er -

dedi.

Hayatım boyunca beni bu tek sözcükle susturabilmişti. Sodamdan bir yudum içip anneme baktım. Gri saçları­ nı yeniden koyu sanya boyatıp kısa kestirmişti. Kısa saç

ilipp

onu daha genç, ama aynı zamanda daha sert gösteriyordu. Burnunun sivriliği, yıllar içinde daha da belirginleşmişti.

Ph

Üst dudağı neredeyse yok olmuştu ve ağzının sürekli aşa­

Ja n-

ğı meyleden uçları, yüzüne kinci bir hava veriyordu. Mavi gözlerinde çocukluğumdan hatırladığım ışık sönmüştü.

Yaşlılıktan mıydı, yoksa sevilmemiş - en azından, sevilmek istediği ya da ihtiyaç duyduğu şekilde sevilmemiş bir kadı­

nın bakışları mıydı bunlar? Mi M i’den haberi vardı da ço-

ını S

öyle r

cılklarından saklamış mıydı? Kahvesinden bir yudum aldı. Yüz ifadesinden bir anlam çıkaramıyordum. “Ne kadar kalacaksın?” “Bilmiyorum.” “İşin ne olacak?”

ark ıs

“Bilmiyorum.” “Kariyerini riske atıyorsun.”

K end iS

Haklıydı. Mi Mi’nin kim olduğunu, nerede olduğunu, babamın hayatındaki yerini, hatta hayatta olup olmadığını bile bilmiyordum. Tam yerini bile bilmediğim bir köye ait adresle bir isim vardı elimde. Düşünmeden hareket eden bir

er K

alp

insan değilim. İçgüdülerimden çok aklıma güvenirim. Ama yine de. “Orada ne bulacağını sanıyorsun ki?” diye sordu annem.

H

“Doğrulan,” dedim. Kesin cevap vermek istemiştim ama sesim soru sorar gibi çıkmıştı.

Se ndk er -

“Kimin doğrularını? Babanınkini mi? Şeninkini mi? Dinlemek istersen, sana kendiminkileri hemen buracıkta üç cümlede anlatabilirim.” Sesi yorgun ve duygusuz ge­ liyordu.

“Babamın başına ne geldiğini öğrenmek istiyorum.”

ilipp

“Ne önemi var ki artık?”

Ph

“Belki hâlâ hayattadır?” “Ne olacak hayattaysa? Bizimle ilişkisini devam ettir­

Ja n-

mek istese, arayıp sormaz mıydı sanıyorsun?” Afalladığımı fark etmişti, konuşmayı sürdürdü: “Dedek-

tifçilik mi oynamak istiyorsun yoksa?” Başımı iki yana sallayarak ona baktım. “Ne öğrenmek istiyorsun?”

ını S

öyle r

“Doğruları.” Gazeteyi yavaşça bırakıp, bana uzun uzun baktı. “Baban beni kaybolmadan çok önce terk etmişti. Beni aldattı. Bir, iki kere de değil. Evli olduğumuz otuz beş yılın her saati, her günü boyunca beni aldattı. Yolculuklannda ona eşlik

K end iS

ark ıs

eden, sözde geç vakitlere kadar çalıştığı akşamlarda birlikte olduğu başka biriyle değil. Evlilik dışı ilişkisi olup olma­ dığını bilmiyorum. Önemi de yok. Ama yalan yere yemin etti. Bana kendini vaadetmişti. Benim için Katolik olmuş­ tu. Nikahta papazın ettiği “İyi günde kötü günde” yeminini tekrarlamıştı benim için. İçten söylememiş. İnancı da sah­

er K

alp

teymiş, bana olan sevgisi de. Kendini hiç bana vermemiş, Julia, iyi günde bile.” Durakladı. “Ona geçmişini hiç sormadım mı sanıyorsun? Hayatı­

Se ndk er -

H

nın ilk yirmi yılını hiç mi umursamadım sanıyorsun? İlk sorduğumda beni avuttu, daha karşı koymayı öğrenme­ diğim o yumuşak, bilgece bakışlarla bakıp bir gün bana her şeyi anlatacağına söz verdi. Bu olay evlenmeden önce olmuştu. Ona inandım, güvendim. Sonra başının etini ye­ dim. Ağlayıp zırladım, boşanmakla tehdit ettim. Ondan

ilipp

ayrı eve çıkacağımı, ancak benden sır saklamayı bırakırsa yanma döneceğimi söyledim. Bana beni sevdiğini söyledi,

Ph

bu yetmez miymiş? İnsan biriyle geçmişi dahil her şeyi

Ja n-

paylaşmayı göze almadan, onu gerçekten sevdiğini nasıl iddia edebilir ki? “Sen doğduktan sonra kitaplarından birinin arasında eski bir mektup buldum. Düğünümüzden kısa süre önce yazmış­ tı. Burma’daki bir kadına ithaf ettiği bir aşk mektubuydu. Bana açıklamaya çalıştı ama, bir kelime bile duymak iste­

ark ıs

ını S

öyle r

medim. Ne tuhaftır ki Julia; itiraf, ifşaat, yanlış anda yapıl­ dığı zaman hiçbir değeri kalmıyor. Çok erkense, kaldıramıyoruz. Hazır olmadığımız için değerini anlayamıyoruz. Çok geç gelirse, o fırsat kaçmış oluyor. Güvensizlik ve ha­ yal kırıklığı çoktan büyümüş, kapı çoktan kapanmış olu­ yor. İki durumda da, samimiyeti artırması gereken şey sa­ dece aradaki mesafeyi artırıyor. Benim için çok geçti artık.

alp

K end iS

Anlatılacak hikayelerle ilgilenmiyordum. Bizi birbirimize yaklaştırmayacaklardı, yaralan derinleştireceklerdi sadece. Babana, bir daha öyle bir mektup bulursam ne kadar eski olduğuna bakmadan onu derhal terk edeceğimi ve bir daha ne beni, ne de çocuklarım göremeyeceğini söyledim. Bir­

er K

kaç haftada bir eşyalannı iyice arasam da, başka mektup bulamadım.”

H

Durdu, bir bardak suyu kafasına dikip bana bakakaldı. Elini tutmaya çalıştım ama çekip, başım iki yana salladı.

Se ndk er -

Bunun için de çok geç kalmıştık... “Kendimi nasıl savunacaktım? Bana yaptığının inti­ kamını nasıl alacaktım? Ben de sır tutmaya karar verdim. Onunla gitgide daha az şey paylaştım, düşüncelerimi ve

ilipp

hislerimi kendime sakladım. Hiç sormadı. Ona göre, ona bir şey anlatmak istesem anlatırdım, bir şey paylaşmak istesem

Ph

paylaşırdım. Böylece, kaybolduğu sabaha kadar yan yana,

Ja n-

birbirine değmeyen dünyalarda yaşamaya devam ettik.” Kalkıp bir bardak daha su koydu, mutfakta biraz daha

gezinip yine oturdu. Sessizliğimi bozmadım. “Tanıştığımızda çok gençtim daha, yirmi iki yaşında bile yoktum ve çok saftım. Arkadaşımın doğum günü partisine katılmıştım. Uzun boylu, zayıf, dolgun dudaklı, ağzı hep ha-

ını S

öyle r

fıfçe gülümser gibi duran bir adamın kapıdan girdiğini gör­ düm. Yakışıklıydı ve ilgileri hoş karşılansa da karşılanmasa da, kadınlar ona bayılıyordu. Belki farkında bile değildi. Ar­ kadaşlarımdan hangisi olsa onu elde ettiğine çok memnun

alp

K end iS

ark ıs

olurdu. O biçimli burnu, yüksek alm ve ince yüzü, ona bir derviş görünümü veriyor, bu da herkesi çekiyordu. Siyah, yuvarlak gözlükleri o güzel gözlerini belirginleştiriyordu. Hareketlerinde bir akıcılık, yüzünde ve sesinde bir zarafet, annemle babamı bile etkileyen bir havası vardı. Eğitimiyle, zekasıyla, kusursuz terbiyesiyle, azamet göstermeden ken­ dine güvenmesiyle onlara mükemmel bir damat olabilirdi, beyaz olsaydı tabii. Ölüm döşeklerinde bile beni “san derili

er K

adam”la evlendiğim için asla affetmediler. Babanla evlene­ rek onlara ilk ve son kez gerçekten başkaldırmıştım. “Bildiğin gibi,” dedi, “ben öyle bir insan değilim. Yol­

Se ndk er -

H

dan bir kere çıktım, bedelini de hayatımın geri kalanı bo­ yunca ödedim.” Babamın onunla evlenmek istemediğini söyledi. “Başta, birbirimizi yeterince tanımadığımız, iyice tanışana kadar beklememiz gerektiği konusunda ısrar etti. Sonra çok

ilipp

genç olduğumuzu, biraz beklememizin iyi olacağını söyledi. Düğünden kısa süre önce beni belki beklediğim ya da ihtiyaç

Ph

duyduğum şekilde sevemeyeceğini söyleyerek uyardı. “Ama ona kulak asmadım. İnanmadım. Gönülsüzlüğü,

Ja n-

tereddüdü kararlılığımı azaltacağına artırdı. Ondan başka kimseyi istemiyordum. İlk birkaç ay boyunca Burma’da

başka bir kansı olduğundan şüphelendim, ama evli olma­ dığını söyledi. Anavatanında geçirdiği yıllar hakkında bana tek söylediği de bu oldu, O aşamada çok da umrumda değil­

ını S

öyle r

di açıkçası. Uzun vadede bana ve aşkıma direnemeyeceğine emindim. Burma çok uzaklardaydı. “Uyuyakalıp onun yanında uyanan ben oldum,” dedi an­ nem. “Onu fethetmek istiyordum. Kibirim mi incinmişti?

ark ıs

Yoksa iyi ailenin uslu çocuğu ailesine baş mı kaldırıyor­ du? Babamın dünyasını protesto etmek için, esmer tenli bir adamla evlenmekten daha iyi yol mu olurdu? Bilmiyordum.

K end iS

Hala...

“Uzun yıllar boyu bu sorulara cevap aradım ancak bula­ madım. Belki de bu nedenlerin bir birleşimiydi. Babanı dile­

er K

alp

diğim şekilde değiştiremeyeceğimi fark ettiğimde, çok geç olmuştu bile. Önce senin ve ağabeyinin hatnna bir arada kal­ dık. Sonra, ayrılacak cesareti bulamadık. En azından ben bu­ lamadım. Babanı neyin yönlendirdiğini ise bilemeyeceğim.”

H

Tükenmişti. “Burma’ya gitmek istiyorsan git,” dedi. “Döndüğünde tek bir soru bile sormayacağım. Neler ol­

Se ndk er -

duğunu anlatmanı da istemiyorum. Orada ne bulursan bul, beni ilgilendirmiyor artık.” Ertesi sabah yola çıktım. Beni havaalanına bırakacak li­ muzin, apartmanın önünde bekliyordu. Soğuk, berrak bir

ilipp

sabahtı. Taksici arabanın önünde volta atarken, nefesi so­

Ph

ğuk havada buharlar çıkarıyordu. Kapıcı çantalarımı araba­

ya götürüp bagaja koydu. Hiç iyi değildim. Korkuyordum,

Ja n-

kaygılıydım, üzüntülüydüm. Annemin evliliğinde ne kadar mutsuz olduğunu hiç fark etmemiştim. Aklıma, önceki gün söylediği bir cümle geldi: “Baban beni kaybolmadan çok önce terk etmişti.” Peki ya ben, diye düşündüm. Babam beni ne zaman terk etmişti?

öyle r ını S ark ıs K end iS

alp

JjM IJ Yorgunluktan, halsizlikten kolumu kaldıramıyor olsam da, uykumun gelmesini uzun süre bekledim.

er K

Uyuduğumda da iyi uyuyamadım. Kafamdaki sorular bana rahat vermiyordu. Gece boyunca birkaç kere sıçrayarak

H

uyanıp yatağımda doğrularak oturmuş, başucumdaki küçük

Se ndk er -

yolculuk saatine bakmıştım. 2:30. 3:10. 3:40. Sabaha doğru hâlâ düzelememiştim. Uyku tutmuyordu, cin gibi uyanıktım. Başım ağrıyor, kalbim sanki göğsü­ me biri bastınyormuşçasma zorla atıyordu. Bu hissi New York’tan, önemli toplantıların ya da müzakerelerin önce­

ilipp

sinden tanıyordum.

Ph

Açık pencereden hafif bir meltem esti. Sabah serinliği

örtülerimin altına yavaş yavaş yayıldı. Adını tam çıkarama­

Ja n-

dığım taze, egzotik bir koku doldurdu odayı. Hava aydınlanmıştı. Kalkıp pencereye gittim. Gökyüzü

koyu mavi, bulutsuzdu. Otelin önündeki çimenlikte peri masallarından fırlamış ağaçlar, çiçekler ve çiçeğe durmuş çalılar vardı. Renkler daha önce gördüğüm her şeyden daha

ını S

öyle r

canlı ve yakıcıydı. Gelincikler bile kırmızıdan daha kırmızı görünüyordu. Duşta sıcak su yoktu. Kahvaltı odasının duvarları ve tavanı koyu renk, ne­

ark ıs

redeyse siyah ahşap panellerle kaplanmıştı. Kahvaltı için pencere kenarında tek bir masa hazırlanmıştı. Oteldeki tek müşteri bendim.

K end iS

Garson gelip yerlere kadar eğildi. Çay ya da kahve ve haşlanmış yumurta ya da omlet ister miyim, diye sordu.

er K

alp

Hayatında mısır gevreği diye bir şey duymamıştı. Sosis de yoktu, peynir de. “Haşlanmış yumurta mı istersiniz, omlet mi?” diye yi­ neledi. “Omlet,” dedim. “Ve kahve.” Geniş odanın öbür ucundaki iki tarafa da açılan bir ka­

Se ndk er -

H

pıdan çıkıp kayboluşunu izledim. Adımlan o kadar hafifti ki ayak seslerini duyamadım, sanki yerden bir iki santim yukanda durup havada süzülerek ilerliyormuş izlenimine kapıldım. Tek başımaydım. Sessizlikten huzursuz oldum. Boş ma­

ilipp

salar ve sandalyeler bana odaklanmış; her hareketimi, her nefesimi izliyormuş gibi geliyordu. Böylesi bir sükunete

Ph

alışık değildim. Kahve yapmak, omlet yapmak ne kadar sü­ rüyordu ki? Mutfaktan neden hiç insan sesi, şangırtılar filan

Ja n-

gelmiyordu? Salon üstüme üstüme geliyordu. Çok garipse­ miştim. Sesi açar gibi sessizliği de açmanın mümkün olup olmadığını sorgulamaya başladım. Sanki soruma cevap ol­ sun diye, sessizlik her geçen saniye daha da arttı. Sonunda kulaklanmı acıtmaya, katlanılmaz hale gelmeye başladı.

öyle r

Sırf bir ses duyayım diye boğazımı temizleyip bıçağımla

ını S

tabağıma vurdum. Kalkıp bahçeye açılan kapıya gittim. Açıp dışarı çıktım.

ark ıs

Dışansı rüzgarlıydı. Ağaç hışırtıları, an vızıltıları, çekirge sesleri daha önce hiç böylesine rahatlatmamıştı içimi. Kahvaltım nihayet geldiğinde kahve ılık, omlet yanık­

K end iS

tı. Ben yanık yumurtayı yiyip ılık kahveyi içerken garson bir köşede durmuş, gülümseyerek başını sallıyordu. Ben de ona gülümseyip başımı salladım. Bir fincan daha kah­ ve söyleyip gezi rehberimi açtım. Kalaw’a bir sayfa ancak

alp

ayrılmıştı.

Se ndk er -

H

er K

İngilizlerin yoğun rağbet ettiği dağlık ve turistik bir yöre olan Şan Platosu’nun batı ucunda yer alır. Günü­ müzde, sömürge döneminden kalma atmosferini pek kaybetmemiş, sessiz, sakin bir kasabadır. 1400 met­ relik rakımı ve şahane serin havasıyla çam ve bambu ormanlarında yürüyüşler yapmaya çok uygundur. Şan Eyaleti’nin dağlanndan ve vadilerinden etkileyici manzaralar sunar. Nüfusu Şanların, Burmalılann, çeşitli dağ kabile­

ilipp

lerinin, Burma ve Hindistan Müslümanlarının ve Ne-

Ja n-

Ph

pallilerin (geçmişte İngiliz ordusunda görev yapmış Gurkalar) kendine özgü bir karışımıdır. Çoğu, mis­

yoner okullarına gitmiştir. 1970’lere kadar okullarda Amerikalı misyonerler ders verirdi. Özellikle yaşı ilerlemiş kasaba sakinlerinin çoğu halen İngilizce ko­ nuşmaktadır.

öyle r

Görmeye değer yerler olarak üç pagoda*, bir de kasa­ ba pazan gösterilmişti. Görünüşe göre bir Burma, bir Çin, bir de Nepal restoranı; bir sinema ve pek çok çayevi vardı.

ark ıs

ını S

Kaldığım Tudor tarzı oteli bir İngiliz tasarlamıştı. Sömür­ ge döneminde bile yörenin başlıca işletmesiydi. Buna ek olarak, “en mütevazı ihtiyaçlan karşılayabilecek” bir dizi küçük otel ve konuk evi de vardı...

K end iS

Kahvaltıdan sonra bahçeye çıkıp bir çam ağacının altın­ daki tahta banka oturdum. Sabahın serinliğinden eser kal­ mamıştı. Güneşle beraber sıcaklık da yükselmişti. Havada ağır, tatlı bir koku asılıydı.

er K

alp

Aramaya nereden başlayacaktım? Tek referans noktam, ince mavi zarfın üstündeki adresti:

Se ndk er -

H

Circular Yolu No: 38 Kalaw, Şan Eyaleti Burma

Mektup da neredeyse kırk yıllıktı. Bir taşıta ve civan iyi bilen birine çok ihtiyacım vardı.

ilipp

Başka? Defterimi açıp bir liste çıkardım:

Ja n-

Ph

Araba kirala, şoför tut. Rehber bul. Telefon rehberi bul, tara. Harita al. Adresi bul.

* Budist tapmaklarına verilen ad. (Ed. N.)

öyle r

ını S

Komşularla ve/veya polisle konuş. Polise babamı sor. Belediye başkanına ya da yerel kadastro dairesine git. Başka Amerikalılar ya da İngilizler aranabilir.

K end iS

ark ıs

Babamın fotoğrafını çayevlerinde, otellerde ve restoran­ lardaki insanlara göster. Bütün otellere, kulüplere ve benzer yerlere bak. Konferanslara ve müşterilerle yaptığım görüşmelere hep böyle hazırlanırdım. Listeler, sistematik araştırmalar yapar­ dım. Tanıdık ve güven vericiydi bu.

Se ndk er -

H

er K

alp

Otel, rehberlik de yapabilecek bir şoför tavsiye etti. Şu anda iki DanimarkalI turistle birlikte geziyordu ama önü­ müzdeki günlerde boşa çıkacaktı. O akşam saat sekiz civa­ rında otele geleceğini söylemişlerdi. Arama çalışmalarımı bir gün ertelememe neden olsa bile, onu beklemek man­ tıklı olacaktı. Ayrıca, U Ba dolandırıcı bile olsa adresi ona da sormanın zararı olmazdı. Görünüşe göre tüm ömrünü Kalaw’da geçirmişti. Saat öğleyi biraz geçiyordu. Koşuya çıkmaya karar ver­ dim. Uzun yolculuktan sonra, vücudumu biraz çalıştırmak

ilipp

için yanıp tutuşuyordum. Evet hava sıcaktı ama, kuru dağ

Ph

havası ve rüzgar sayesinde katlanılabiliyordu. Bayağı form­

Ja n-

daydım, en sıcak ve nemli yaz akşamlarında bile Central Park’ta birkaç mil koşabiliyordum.

Fiziksel güç harcamak bana faydalı oldu. Özgürleştirdi. Bana bakanlar umrumda bile olmamaya başladı. Onlardan kaçınma ihtiyacı duymuyordum çünkü bacaklarıma kon­ santre olmakla meşguldüm. Sanki tuhaf ve uğursuz olan

ını S

öyle r

her şeyden kaçabilirmişim, kimseye görünmeden seyredip gözlemleyebilirmişim gibi hissediyordum kendimi. Ana yol boyunca köyün içine doğru koştum. Bir camiyle bir pa­ godanın yanından geçtim, pazann etrafında geniş bir yay çizdim; kağnıları, at arabalarını ve birkaç genç keşişi solla­

ark ıs

dım. Kasabanın yerlilerinin, hafif adımlar atmalarına karşın ne kadar acelesiz ve sallana sallana yürüdüklerini ancak ko­

alp

K end iS

şarken fark etmiştim. Artık onlarla başa çıkmaya hazırdım. Kendi hızımı belirleyebilirdim. Onlann tempolanna ayak uydurmama gerek yoktu. Duş aldıktan sonra yatağa yatıp dinlendim. Daha iyiy­ dim. Ama çayevine giderken, bacaklarıma yorgunluk çök­

er K

tü. Her adımı hissettim. Gergin ve heyecanlıydım. Beni nelerin beklediğini merak ediyordum. Sürpriz sevenlerden değilimdir. U Ba bana ne anlatacaktı? Anlattıklarının ne ka­

Se ndk er -

H

darına inanabilecektim? Ona ayrıntılı sorular sormayı plan­ lıyordum. Eğer çelişkilere dolanırsa oradan yıldırım gibi uzaklaşacaktım.

U Ba çoktan çayevindeydi. Kalkıp eğilerek selam verdi, el­ lerimi tuttu. Elleri yumuşaktı, avuçlarının hoş bir sıcaklığı

Ph

ilipp

vardı. İki bardak çay, iki de hamur tatlısı ısmarladı. Sonra gözlerini kapadı, derin bir nefes alıp yine hikayesine baş­

Ja n-

ladı.

öyle r ını S ark ıs K end iS

alp

JfMIC Kalaw’da Aralık ayı soğuk geçer. Gökyüzü mavi ve bulutsuzdur. Güneş göğün bir ucundan öbür ucuna

er K

gider, ama artık havayı gerçekten ısıtacak kadar yükselmez. Hava temiz ve tazedir. Ancak çok keskin burnu olanlar;

H

bulutların köyle vadinin üstünde iyice alçaldığı ve suyun gökten dünyanın susuzluğunu gidermek istercesine aktığı

Se ndk er -

tropik yağmur mevsiminin ağır, tatlı kokusunu alabilir. Yağ­ mur mevsimi sıcak ve buğuludur. Pazar et çürüğü kokar. Koyun ve sığır sakatatının ve kellelerinin üstüne koca koca karasinekler konar. Toprak bile terler sanki. Gözeneklerin­

ilipp

den solucanlar ve böcekler çıkar. Masum çaylar dikkatsiz domuz yavrularını, kuzulan ve çocuklan yutup, aşağıdaki

Ja n-

Ph

vadiye cansız kusan sellere dönüşür. Ama Aralık ayı Kalaw’lıları bütün bunlardan kurtanr.

Soğuk geceler ve dayanılabilir serinlikte günler vaadeder.

Aralık, dedi Mya Mya kendi kendine, ikiyüzlüdür. Evinin önündeki tahta bir tabureye oturmuş tarlalara, va­ diye ve uzaklardaki tepelerin zirvelerine bakıyordu. Hava

ını S

öyle r

o kadar berraktı ki, dürbünle dünyanın sonuna baktığını sanacaktı neredeyse. Havaya hiç güveni yoktu. Hayatında Aralık göğünde bulut görmemiş olduğu halde, ani bir sağa­ nak ihtimalini aklından çıkarmıyordu. Hatta, yaşayan kim­

ark ıs

se Bengal Körfezi’nden gelip Kalaw’ın etrafındaki dağlan aşabilen bir tayfun hatırlamasa bile, tayfun dahi bekliyor­ du. Olmayacak şey değildi. Bir yerde tayfun çıkabiliyorsa,

er K

alp

K end iS

Mya Mya’nın memleketini de yok etmeye gelebilirdi. Ya da deprem olabilirdi. Bir felaket olacağının hiçbir emaresi bulunmayan böyle bir günde bile. Hatta özellikle böyle bir günde. Rahatlık hissi aldatırdı, güven Mya Mya’nın erişe­ meyeceği bir lükstü. Bunlan derinden hissediyordu. O bu dünyada, hayatı boyunca ne huzur bulabilecek, ne de rahat edebilecekti. Dersini on yedi yıl önceki o kavurucu Ağustos gününde

Se ndk er -

H

almıştı. İkiz erkek kardeşiyle nehirde oynarlarken, kaygan kayalarda ikizinin ayağı kaymıştı. Dengesini kaybedip, ters çevrilmiş bardağın altındaki sinek gibi çaresizce kollannı sallayışı. Onu alıp götüren sulara düşüşü. Yola çıkışı. Son­ suz yolculuğuna. Mya Mya yardım edememiş, nehir kıyı­ sında öylece kalmıştı. Kardeşinin yüzünün bir kez daha su­

Ph

ilipp

dan çıkışını görmüştü. Bu onu son görüşüydü. Bir rahip buna Tann öyle istemiş, ailenizin inancını sına­ mak için size böyle bir üzüntü vermiş derdi. Tann’nın işine

Ja n-

akıl ermez. Budist rahipler trajediyi, çocuğun önceki hayatlanna bağlamışlardı. Bu hayatlardan birinde korkunç bir şey yap­ mış olmalıydı, bu yaşamındaki ölümü onun cezasıydı. Kazadan sonraki gün, civarda yaşayan astrolog da kendi

ark ıs

ını S

öyle r

açıklamasını getirdi: Çocuklar oynamaya kuzeye gitmişti. Ama doğum tarihleri göz önüne alınınca,. Ağustos ayında bir Cumartesi günü kuzeye gitmemeliydiler aslında. Başla­ rına bir şey gelmiş olmasına şaşmamak gerekirdi. Kendisi­ ne, astroloğa daha önceden danışılmış olsa, onlan uyarırdı. Hayat böylesine basit ve bir o kadar karmaşıktı.

K end iS

İçinden bir parça kardeşiyle beraber ölmüştü ama, cena­ zesi kalkmamıştı. Ailesi bu ikinci ölümü asla fark etmemiş­ ti. Annesiyle babası hasatla, ekinle ve dört kardeşiyle uğra­

er K

alp

şan, işleri başlarından aşkın insanlardı. Her akşam sofraya bir lokma pirinçle sebze koymak yeteri kadar zordu zaten. Yarı ölü Mya Mya yalnızdı. Sonraki yıllarda, denge­ si kaymış dünyasına düzen getirmek için çok uğraştı. Her akşamüstü su kenarına inip, kardeşini son gördüğü yerde

Se ndk er -

H

oturdu, yeniden suyun yüzüne çıkmasını bekledi. Nehir, kardeşinin vücudunu ganimet olarak almış, bir daha da geri vermemişti. Geceleri yatmadan önce, kardeşinin kendisini duyduğunu bildiği için o gün yaptıklarım anlatırdı ona. Bir­ likte yattıkları hasırın ona ait olan tarafında, onun battani­ yesiyle uyurdu ve yıllar sonra bile kokusu burnunda kaldı.

ilipp

Annesi nehirde çamaşır yıkarken, ona yardım etmek is­ temezdi. Hatta suyun yanma bile yaklaşmazdı ve sadece

Ph

ailesinden biri yanmdayken yıkanırdı. Sanki kovada boğu­

Ja n-

lacaktı. Belirli günlerde belirli giysiler giyerdi, on beş ya­ şma gelene kadar Cumartesi günleri ağzını bıçak açmaz ve Pazarlan daima oruç tutardı. Kendisine ritüellerden oluşan

çapraşık bir ağ örüp sadece onun içinde yaşadı. Ritüeller onu güvende tutuyordu. Kardeşinin ölümün­ den beri, ailesi astroloğa yılda bir kere değil neredeyse her

ark ıs

ını S

öyle r

hafta gider olmuştu. Yanında oturuyorlardı. Ağzının içine bakıyorlardı. Dünyanın verebileceği zararlan’n ne kadarın­ dan olursa olsun korunabilme umuduyla her dediğini yapı­ yorlardı. Mya Mya astroloğun her dediğini, ailesinden bile daha büyük bir titizlikle uyguluyordu. Kendisi de Perşembe günü doğduğu için, kötü talihin kol gezdiği Cumartesi gün­ leri, özellikle de Nisan, Ağustos ve Aralık aylarında dikkatli

K end iS

olmalıydı. Ne olur ne olmaz diye, Cumartesileri kesinlik­ le evden çıkmıyordu. Ama bir gün, hem de Nisan ayında, ocağa yakın duran bir battaniye tutuştu. Yükselen açgözlü

alp

alevler kulübeyi birkaç dakikada yiyip bitirmekle kalma­ mış, Mya Mya’nm bir gün bir yerlerde güvende olabilece­

er K

ğine dair son umut kırıntılarını da alıp götürdü. Şimdi o günleri hatırlarken, içini bir ürperti sarmıştı.

H

Mutfaktan ateş çıtırtıları geliyordu. Ayaklandı. Önündeki kovadaki suyun üstünde incecik, kırılgan bir buz tabakası

Se ndk er -

oluşmuştu. Kovayı tekmeledi, kınlan minicik buz zerreleri­ nin suda kayboluşunu izledi. Derin bir nefes aldı, kamını iki eliyle tutup vücuduna baktı. Kendini hiç güzel hissetmemiş, kimse ona güzel de­

ilipp

memiş olsa da, çok güzel, genç bir kadındı. Uzun siyah saç­ larını neredeyse kalçalarına değen bir örgüyle toplamıştı.

Ja n-

Ph

Siyah, iri, neredeyse yuvarlak gözleri ve dolgun dudaklan yüzüne şehvetli bir anlam katıyordu. Uzun, ince parmaklan vardı. Kollan ve bacakları ince ama kaslıydı. Kamı yus­ yuvarlak, kalın ve kocamandı - o kadar büyüktü ki geçen aylara rağmen hâlâ ona yabancı geliyordu. Bir tekme, bir darbe hissetti ve anladı: Yine başlıyorlar. Önceki akşam, birer saatlik aralıklarla başlamışlardı.

Şimdi birkaç dakikada bir geliyorlardı. Surlara çarpan dal­

öyle r

galar gibi her seferinde daha da artıp, yükselip, güçleni­

ını S

yorlardı. Bir şeye, bir kola, bir dala, taşa tutunmaya çalıştı. Yoktu. Çocuğu istemiyordu; bugün, Aralık ayında bir Cu­

ark ıs

martesi günü gelmesini istemiyordu.

K end iS

Dünyaya dört çocuk getirmiş olan komşusu Mya Mya’nın kolay bir doğum yaptığını düşünüyordu, özellikle de ilk ço­ cuk için. Mya Mya ise hatırlamıyordu. Saatlerce başka bir dünyada yaşamıştı. Bu dünyada elleri ve bacakları artık ona

er K

alp

itaat etmiyordu, bedeni kendisine ait değildi. Dev bir yara­ dan ibaretti. Şişkin, kara yağmur bulutlan görüyordu. Alnı­ na bir kelebek kondu. Dalgaların arasında kardeşini gördü. Son bir kerecik. Aklından, rüzgara kapılmış bir tavuk tüyü gibi bir düşünce geçti. Kendi çocuğu. Cumartesi günü. Bu

Se ndk er -

H

bir işaret miydi? Kardeşi yeniden mi doğmuştu? Bir bebek ağlaması duydu. Mızmızlanmıyordu, küstah ve öfkeliydi. Oğlan, dedi biri. Mya Mya gözlerini açıp kar­ deşini aradı. Hayır, bu buruşuk, kanla kaplı şey değildi. Bu çarpık kafalı ve suratlı, çaresiz topak değildi. Mya Mya bir çocuğun neye ihtiyaç duyabileceğini hiç

ilipp

bilmiyordu. Anneliğe eli boş gelmişti. İçindeki tüm sevgi,

Ja n-

Ph

kavurucu bir Ağustos günü sulara kapılıp gitmişti.

öyle r ını S ark ıs K end iS

er K

e

alp

Kimse Mya Mya’nın, oğlunun hayatının o ilk gün­ lerinde elinden geleni yapmadığını söyleyemezdi. Komşusu ne dediyse hepsini yapıyordu. Onu tombul göğ­ süne yatırıp sütle besliyordu. Sallayarak uyutuyor, huysuz-

H

landığında kucağına alıp dolaştırıyordu. Köye alışverişe in­ diğinde onu sıkıca sararak vücuduna bağlıyordu. Geceleri

Se ndk er -

kocasıyla oğlunun arasında uyanık yatıyor, küçüğün nefes

ilipp

alıp almadığını duymaya çalışıyor; kısa, kesik soluklarını takip ederken keşke bir şeyler hissedebilsem diyordu. Ço­ cuğunu emzirirken, bebek gamzeli küçücük eliyle parmağı­ nı kavradığında özellikle. Bir şeylerin gelip içindeki boşlu­

Ph

ğu doldurmasını istiyordu. Her şey olurdu. Yan dönüp oğlunu kucakladı. Baygınlıkla şiddet arası bir

Ja n-

sarılıştı. Biraz daha bastırdığında, iki koca kahverengi göz

ona şaşkınlık içinde baktı. Anneyle oğul birbirini iten mık­

natıslar gibiydi. Ne kadar bastırırsa bastırsın, birbirlerine hiç değmeyeceklerdi. Belki sadece zaman gerekiyordu. Belki başarma şansı vardı ve belki de çocuğa bakma içgüdüsü ona karşı yakın-

lığa, yakınlık da sevgi denen mucizeye dönüşecekti. Ama

ını S

öyle r

sonra, tavuklarla ilgili o olay yaşandı. Doğumdan iki hafta sonra bir cumartesiydi. Mya Mya gün doğumundan hemen sonra, ateşe atacak odun almak

K end iS

ark ıs

için bahçeye çıkmıştı. Sabah havası soğuktu, acele acele yürüyordu. Çalı çırpı ve birkaç tane de sağlam kütük alma­ ya evin arka tarafına geçti. Ölü tavuk, odun yığınının he­ men önünde yatıyordu. Neredeyse üstüne basacaktı. îkinci ölü tavuğu saat 12 civarında, yani doğum saatinde buldu. Üçüncüyü ondan kısa süre sonra, horozu da akşamüstü. Ko­ cası ölü hayvanlan gözden geçirdi ama hiçbir şey bulama­

alp

dı. Daha geçen akşam capcanlı gıdaklayarak evin etrafın­

er K

da geziniyorlardı. Değil kaplanın, bir köpek ya da kedinin saldırdığına dair hiçbir iz yoktu üstlerinde. Mya Mya’nın

H

ise hiçbir şüphesi kalmamıştı. Leşler en büyük korkulannı onaylıyordu. Onlar Aralık ayında aniden yağmaya başlayı-

Se ndk er -

veren yağmur; hatta daha da kötüsü, aniden çıkan tayfundu, hep korktuğu ve içten içe de istediği depremdi: Oğlunun üstünde bir lanet vardı. Çocuk, kötü talihin habercisiydi. Astrologun dedikleri çıkmıştı. Cumartesi günü doğum yap­ mamalıydı, hele de Aralık’ta.

ilipp

Sonraki günlerde mahallede en az on, on iki tavuğun

Ja n-

Ph

daha aynı gizemli şekilde ölmesi de Mya Mya’yı teselli et­ memişti. Tam tersine, en kötü ihtimal kanıtlanmıştı. Artık, olanlann sadece başlangıç olduğunu ve oğlanın getireceği kötü şansın ailesiyle sınırlı kalmayacağını biliyordu. Artık, bir sonraki felaketin korkusundan geceleri gözüne

uyku girmiyordu. Sadece azıcık zaman geçmesi gerektiğini biliyordu. Her öksürük, her iç çekme, her soluk, ufukta yan­

ını S

öyle r

kılanan gök gürültüsü gibi geliyordu kulağına. Çocuk her kımıldadığında, hareket etmeye cesaret edemeden kulak kabartıyordu. Sanki nefesleri, gizli gizli yaklaşan felaketin ayak sesleriydi.

ark ıs

Bir hafta sonra sütü kesildi. Göğüsleri vücudundan sön­ müş balonlar gibi sarkıyordu. Komşusunun kendisi de yeni doğum yapmış olan bir arkadaşı sütanne oldu. Mya Mya

K end iS

oğlunun evde olmadığı saatler boyunca sevinç içindeydi.

Ja n-

Ph

ilipp

Se ndk er -

H

er K

alp

Kocasıyla konuşmak istiyordu. Bu böyle gitmezdi. Bir şey­ ler yapmalıydılar.

öyle r ını S ark ıs K end iS

alp

JfMIf Khin Maung, kansının durumu abarttığı kanısmdaydı. Elbette o da yıldızların gücüne inanıyordu.

er K

Kişinin doğduğu günün, saatin, hatta dakikanın; hayatının akışı etkileyebileceğini herkes biliyordu, buna şüphe yoktu.

H

Ayrıca yerine getirilmesi gereken hassasiyetler, iş yapılma­ ması gereken günler, felaketlerden korunmak için uygulan­

Se ndk er -

ması gereken ritüeller de vardı. Khin Maung bu konuda da karısına hak veriyordu. Kimse Aralık ayında bir Cumartesi günü doğum olsun istemezdi elbette. Yıldızların o günlerde doğan çocuklara gülmediğini, zor bir hayat yaşadıklarını,

ilipp

ruhlarının nadiren kanatlandığını herkes bilirdi. Her aile­ de o talihsiz günlerden birinde doğup hayatını dayak yemiş

Ph

köpek gibi büzülerek geçiren, gölgede kalmış bitki gibi cı­

Ja n-

lız ve güdük kalmış bir amca, bir teyze, ya da en azından bir

komşu veya arkadaş bulunurdu. Oğlu zor bir hayat sürecek­ ti, Khin Maung bu konuda hiç boş hayallere kapılmıyordu. Ama kansı “lanetli bu” deyip işin içinden çıkarak biraz ileri gidiyordu (gerçi, karısına elbette asla itiraf etmese de tavuk

öyle r

olayı onu da biraz endişelendirmişti). Mya Mya astroloğa danışmalarını önerdiğinde, Khin Maung hemen kabul etti.

ını S

Sırf hayır demeyen bir insan olduğundan kabul etmemiş­ ti bunu. Aynı zamanda, ihtiyar adamın bilgeliğiyle karısını biraz teselli edebileceğini ya da yıldızlar korkularını hak­

ark ıs

lı çıkarırsa en azından çocuklannı tehdit eden felaketi tam durduramasalar bile nasıl hafifletebilecekleri konusunda

K end iS

tavsiye verebileceğini umuyordu. Astrolog, köyün sınırında, ahşaptan yapılma gösterişsiz bir kulübede yaşıyordu. Toplumdan gördüğü saygıyı bel­ li eden hiçbir işaret yoktu. Buralarda ona, arsanın yerinin

alp

iyi olup olmadığı ya da temel atma günü yıldızların hayır­

er K

lı bir konumda bulunup bulunmayacağı sorulmadan tek bir ev bile yapılmazdı. Her düğünden önce gelinle damat ya da ebeveynleri gelip, müstakbel çiftin horoskoplarının

Se ndk er -

H

birbirine iyice uyduğundan emin olmak isterdi. Astrolog ava çıkmak ya da başkent yoluna düşmek için en iyi tarihi yıldızlara danışırdı. Yıllar boyu baktığı fallar öyle isabetli çıkmıştı ki, eyaletin ücra köşelerinden bile gelenler olmaya başlamıştı. Şöhreti öyle iyiydi ki, söylentilere göre - kimse kesin bir şey bilmiyordu ama dedikoduların da ardı arkası

ilipp

kesilmiyordu - Kalaw’da yaşayan ve Burma astrolojisine

Ph

batıl inanç diye her yerde burun kıvıran İngilizlerin çoğu

Ja n-

bile düzenli olarak onu görmeye geliyordu. Yaşlı adam minicik odasının ortasında bağdaş kurmuş oturuyordu. Khin Maung, başı dolunay gibi yusyuvarlak, diye düşündü. Gözleri, burnu ve ağzı eşit derecede biçim­ liydi. Mükemmel orantılı yüzün görünümünü sadece iki kocaman kepçe kulak bozuyordu. Kimse yaşını bilmiyor­

ark ıs

ını S

öyle r

du. Köyün en yaşlıları bile genç halini hatırlamıyordu. Bu yüzden herkes seksen yaşını epey geçmiş olduğuna hük­ metmişti. Fakat kendisi bundan hiç bahsetmezdi. Müşfik ve düşünceli ruhu, yaşlılığın yıkımından etkilenmemiş gibiy­ di. Sesi fı tarihinden beri nazik ve alçak çıkardı. Görme ve işitme duyulan yirmi yaşında bir delikanlınmki kadar kes­ kindi. Yıllar yüzünü kınştırmıştı ama her yaşlı adamınkinin

Se ndk er -

H

er K

alp

K end iS

aksine derisi gevşeyip vücudundan sarkmamıştı. Khin Maung’la Mya Mya eğilerek selam verip kapı eşi­ ğinde duraladılar. Mya Mya çocukluğundan beri astroloğun karşısına o kadar sık oturmuştu ki, kaçıncı kere geldiğini saymayı çok uzun süre önce bırakmıştı. Ama yine de her seferinde, dizlerinde ve midesinde bir şey hissediyordu. Kanıksama yoktu, sadece saygı vardı. Hatta hayret. Khin Maung’un ilk gelişiydi. Saygısı merakla kanşıktı. Ebeveyni astroloğa onu almadan giderdi. Hatta Mya Mya’yla evlenmeden önce, oğullanna doğru eşi bulup bulmadıklannı sormaya da ailesi gelmişti. Khin Maung yeniden eğilmeden önce etrafına bakındı. Zemin ve duvarlar koyu renk tik ağacındandı. İki açık pen­ cereden giren ışık demetlerinde toz zerreleri dans ediyordu.

ilipp

Güneş yere dikdörtgenler çiziyor, aşınarak pürüzsüzleşmiş

Ph

ahşap üzerinde parlıyordu. Bu ışıkta, Khin Maung’u titreten bir güç vardı. Sonra, ahşaptan oyulmuş, pırıl pınl bir altın

Ja n-

Buda gördü. Hayatında hiç bu kadar güzelini görmemişti. Tek dizinin üstüne çöküp alm yere değene kadar eğildi.

Buda heykelinin önünde iki çiçek aranjmanı, bir de içi dolu bir tabak vardı. Biri dört portakalı özenle piramit şeklinde dizmişti. Yanında iki muz, bir papaya ve büyük beceriyle

ufak bir tepecik haline getirilmiş birkaç demlemelik çay

öyle r

duruyordu. Duvarlar, üstüne tıklım tıkış küçücük sayılar ve

rakamlar yazılmış beyaz kağıtlarla kaplıydı. Odanın dört

ını S

köşesinden her birinde, kum dolu vazolar içinde tütmekte olan tütsü çubukları vardı.

ark ıs

Yaşlı adam başıyla selam verdi. Khin Maung’la Mya

Mya önünde serili iki hasıra oturdu. Mya Mya kalbinin

K end iS

gümbür gümbür atması dışında hiçbir şey işitemiyor ve hissedemiyordu. Konuşmak, soru sormak kocasına düşü­ yordu. Bunu daha gelmeden önce açıkça söylemişti. Ev­ leneli ancak bir yıl olmuştu, ama kocasının pasifliğini çok

alp

iyi biliyordu. Bütün gece iki cümleden fazla konuşmadan

er K

durabilen, sessiz bir insandı. Darıldığını, öfkelendiğini, te­ laşlandığını hiç görmemişti. Hatta neşesi ve memnuniyeti

H

bile belli belirsiz anlaşılıyordu. Tek duygu belirtisi, arada sırada dudaklarında titreşen bir tebessümdü.

Se ndk er -

İşten kaçan biri değildi. Tam tersine, köyün en çalışkan çiftçilerindendi. Tarlasında çalışmaya sık sık şafak söker­ ken, herkesten çok daha önce başlardı. Ama hayat ona, rotası çoğunlukla önceden belirlenmiş olan, sakin bir ne­

ilipp

hir gibi geliyordu. Bu rotada büyük değişiklikler yapmaya çalışmak, başarısızlığa mahkumdu. Khin Maung çalışkan

Ph

ama hırssızdı. Merak eder ama soru sormazdı. Etrafa neşe

Ja n-

saçmazdı ama mutluydu. Uzun bir duraklamadan sonra, Mya Mya kocasının alçak

sesle “Sizden nasihat almaya gelmiştik, saygıdeğer usta,”

dediğini duydu. Yaşlı adam başını salladı.

alp

K end iS

ark ıs

ını S

öyle r

“Oğlumuz üç hafta önce Cumartesi günü doğdu. Başına bir felaket gelip gelmeyeceğini merak ediyoruz.” İhtiyar eline tebeşirle ufak bir yazı tahtası alıp, doğumun tam tarihini ve saatini sordu. Khin Maung “3 Kasım, sabah saat 11:40,” dedi. Astrolog sayıları küçük kutulara yazıp hesap yapmaya başladı. Başka rakamlar ve işaretler yazdı, bir kısmının üs­ tünü karaladı ve sanki hayatı notalara döküyormuşçasma çeşitli çizgilerin üstüne yarım ve tam daireler ekledi. Birkaç dakika sonra tahtayı bir kenara bıraktı. Başını kaldırıp Mya Mya’ya ve Khin Maung’a baktı. Yüzünde gü­ lümsemeden eser kalmamıştı.

er K

“Bu çocuk ailesine acı verecek,” dedi. “Çok acı verecek.” Mya Mya batağa saplanmış gibi hissetti. Bir şey onu dibe

Se ndk er -

H

çekiyordu ve yardım edecek kimse, tutunacak hiçbir şey yok­ tu. Ne bir el, ne bir dal vardı. Kocasıyla yaşlı adamın seslerini duyuyordu ama artık söylenenleri takip etmiyordu. Sesleri, başka bir odadaymışlar, başka bir yaşamdaymışlar gibi çok uzaklardan geliyordu. Çok acı verecek. Çok acı verecek. “Nasıl acı verecek?” diye sordu Khin Maung. İhtiyar “Pek çok yönden, özellikle tıbbi konularda,” dedi.

ilipp

Yazı tahtasını alıp, çiziktirmeye ve hesaplamaya devam

Ja n-

Ph

etti.

Sonunda “Kafasında,” dedi. Khin Maung tane tane, sanki her harfi parçalarını birleş­

tirerek yeniden oluşturuyormuşçasma dikkatle konuşarak “Kafasının hangi kısmında?” diye sordu. Sonradan düşü­ nünce, kişiliğine hiç uymayan bu meraklı ve ısrarcı haline şaşıracaktı.

öyle r

İhtiyar, evrenin tüm sırlarını gösteren yazı tahtasına bak­ tı. Bu, yaşamla ölümün, sevginin kitabıydı. Aileye diğer

ını S

gördüklerinden, bu çocuğun geliştireceği olağanüstü yete­ neklerden, içinde gizli yatan güçten ve sihirden, vereceği

sevgi hediyesinden bahsedebilirdi. Ama Mya Mya’nm din­

ark ıs

lemediğini, Khin Maung’un ise anlamayacağını biliyordu.

K end iS

“Gözlerinde,” dedi.

Mya Mya konuşmanın bu kısmını anlamamıştı. Eve döner­ ken, kocasının çenesi hiç görmediği bir şekilde düştüğünde söylediklerini de anlamadan, sendeleye sendeleye yürüyor­

alp

du. Kelimeler kafasında sinek gibi vızıldayarak dönüyordu.

er K

Çok acı verecek.

Sonraki aylarda, Khin Maung karısına astroloğun ger­

H

çekten de üzüntüden, hatta çok üzüntüden bahsettiğini, ama

Se ndk er -

bunun daha çok sağlık açısından olacağını, lanetten ya da felaket habercisinden falan bahsetmediğini birkaç defa an­ latmaya çalıştı. Mya Mya dinlemedi. Gözlerinden belliydi. Oğullarına davranışından, kucağına alıp da dokunmayışından, bakıp da görmeyişinden belliydi.

ilipp

Tin Win’in hayatı daha yirmi bir günü doldurmadan, en

Ph

azından annesine göre tüm yönüyle çizilmişti. Yaşanmıştı. Başlamadan bitmişti. Şimdi tek mesele, annesinin geri ka­

Ja n-

lanına metanetle katlanmasıydı. Katlanamayacaktı.

öyle r ını S ark ıs K end iS

alp

e

Artık yıldızlar konuştuğu ve çocuğun kaderi belir­ lendiği için, Mya Mya daha rahat uyuyordu. Başına

er K

geleceklerin farkındaydı adeta. Kaderin cilvelerine ve kötü

H

talihe çok alışıktı. Mutluluk ve neşe onu huzursuz ediyordu. Boş umutlara bel bağlamasına gerek yoktu. Ruhunu kemi­ ren hayaller, aklını başından alan rüyalar olmadığından içi

Se ndk er -

rahatlamıştı. Böylece, astroloğa gidişlerini takip eden günlerde ve haftalarda, artık aklında binbir türlü iğrenç düşünce cirit atarken eşinin yanında uyanık yatan, Khin Maung olmuş­

ilipp

tu. Belki yaşlı adam bir hata yapmıştı? Kaderden kaçılmaz mıydı gerçekten? Kendi yaşamımızı biz yönetmiyorsak kim

Ph

yönetiyordu? Yıldızlan dinlemek hiç içinden gelmiyordu. O ilk gece yatakta doğrulup oturarak “Mya Mya. Mya

Ja n-

Mya,” dedi. Karısı yanında uyuyordu. “Mya Mya.” Tekerleme söyler gibiydi. Genç kadın gözlerini açtı. Dolunay vardı, gece bulutsuzdu. Pencereden giren za­ yıf ışıkta kansımn yüzünün hatlannı, gözlerinin hareketini

öyle r

ve ince burnunu görüyordu. Ne kadar güzel olduğunu ve bunu daha önce hiç fark etmediğini düşündü. Mya Mya’yla,

ını S

ailesi onu seçtiği için evlenmişti. Sonradan seversin, diye garanti vermişlerdi, o da inanmıştı. Çünkü hem ailesinin

K end iS

ark ıs

her dediğini yapardı, hem de aşk hakkındaki fikirleri çok belirsizdi. Aşkı bir nimet, bazılarına bahşedilip bazılarına edilmeyen bir lütuf olarak görüyordu. Kimse layık değildi. “Mya Mya, bence biz, bunu yapmalıyız, yani mutlaka...” Ona söylemek istediği o kadar çok şey vardı ki. Mya Mya doğrulurken “Biliyorum, Khin Maung,” dedi.

er K

alp

“Biliyorum.” Kocasına yanaştı, başını kollarıyla sarıp göğsüne yasla­ dı. Şefkati sabahlan su ısıtmak ya da vedalaşırken gülümse­ mek kadar savurganca bir lüks olarak gören Mya Mya’dan nadir görülecek bir jestti bu. Hayalcilere ya da bol bol vakti,

H

kuvveti ya da duygulan olan insanlara göreydi. Kendisi iki

Se ndk er -

kategoriye de girmiyordu. Mya Mya kocasının içinde kopan fırtınalan anladığını düşünüyor, ona acıyordu. Kalp atışlarından, vücudunun kasılmalanndan, kollarını onun vücuduna dolay ışından za­

ilipp

mana ihtiyacı olacağını sezdi. Kocası hâlâ kendilerini ko­ ruyabileceklerine, artık değiştirilemeyecek olanı değiştirme

Ph

şansınm hâlâ olabileceğine inanıyordu. Khin Maung, karısının kollan arasında yatarak alçak

Ja n-

sesle konuşmaya başladı. Ama onunla konuşmuyordu. Mya

Mya, kocasının söylediği bir kelimeyi bile anlamıyordu. Khin Maung ara vermeden, hızlı hızlı, kendi kendine ko­ nuşuyordu. Fısıltılan talepkar, cüretkar, neredeyse tehditkarken yalvarmaya, yakarmaya, şüpheyle konuşmaya baş­

öyle r

lıyordu. Konuşmasının kaynağı kurumuyordu. Sanki ölüm döşeğinde birinin yanında oturuyordu da, hastayı hayatta

K end iS

ark ıs

ını S

tutan tek şey onun sesiydi. Oğlu için mücadele etmek istiyordu. Kendi kendine her hayat vaatler taşır diyordu ve Khin Maung bu vaatleri ger­ çekleştirmek için her olanağı araştıracağına söz veriyordu. Karısı yardım etmeden yapacaksa, öyle olsundu. Sabah ilk iş, kahvaltıdan bile önce, kansına bunu söyle­ mek istiyordu. Sonra uyudu. Ama ne kahvaltıdan önce, ne de bütün gün çalıştıktan sonra akşam yemeğinde konuşmaya fırsat bulabildi.

er K

alp

Ertesi gece, astroloğa gidişlerinin her detayını hatırladı. Ev gözlerinin önünde önce bulanık olarak belirdi, sonra üs­ tünden sis kalkan bir manzara gibi gittikçe berraklaştı. Oda­ yı, mumlan, tütsü çubuklarını, hayatın gizemlerini ortaya

H

koyan yazı tahtasını hatırladı. Yaşlı adamın söylediklerini

Se ndk er -

yeniden işitti; kelime kelime, yavaş yavaş zihninde gezin­

ilipp

meye bıraktı. Lanet falan dememişti. Karısıyla konuşacaktı. Yarın sabah erkenden. Ama konuşmaya fırsat bulamadı.

Böylece günler geçti, geceler geçti. Khin Maung başka türlü

Ph

bir insan olsa fırsat çıkmasını beklemez; fırsatı kendi arayıp

Ja n-

kullanırdı. Ama tabiatında yoktu. Sınırlan, kendi sınırlannı aşması gerekiyordu ama kahraman değildi ki. Sadece dü­

şünebiliyordu. Gücünün tükenmesi çok sürmedi. Şüpheler geri döndü ve direnci kınldığı için leşe üşüşen sıçanlarla akbabalar gibi çullandılar üstüne. Yıldızlar haklıydı. Aralık

öyle r

ayında bir Cumartesi günü. Pek çok yönden büyük acı ve­ recek. Durum daha net olamazdı. Tavuk olayından hemen sonra, büyük teyzelerinden biri

ını S

öldü. Çocuğun doğumunun üstünden tamı tamına sekiz

hafta geçmişti. Büyük teyze epey hasta ve yaşlıydı, yıllar­

K end iS

ark ıs

dır kulübesinden çıkmamıştı. Khin Maung bunları karısına söylemek istedi - anlık bir istekti bu. Sonra işareti o da gör­ dü ve karısına karşı çıkamadı. Böylece oğlunun hayatından çekildi ve bu çocuğun, Mya Mya ile yapacakları bir sürü çocuktan sadece ilki ol­ duğu, tüm çocuklarının Aralık, Nisan ya da Ağustos ayın­

er K

alp

da bir Cumartesi günü dünyaya gelmeyeceği düşüncesiyle avunmaya çalıştı. Tarlasını ortakçıya verip, İngilizlerin golf sahasında bahçıvan ve sopa taşıyıcısı olarak çalışmaya baş­ ladı. Bu işten hem çiftçilikten kazandığından daha çok para

H

kazanıyordu, hem de çiftçilerin tarlada yapacak pek iş bula­

Se ndk er -

madığı kurak mevsimde evinden uzak kalabiliyordu. Golf yıl boyu oynanıyordu.

Mya Mya kendini ev işlerine gömdü. Aile, Khin Maung’un “amca” dediği uzaktan bir akrabasına ait koca­

ilipp

man, iki katlı bir villanın arkasında, tahtadan ve çamurdan yapılma bir kulübede oturuyordu. Villa köye yukarıdan

Ph

bakan bir tepenin zirvesinde bulunuyordu ve Kalaw’daki sömürge beylerinin çoğunun evi gibi Tudor tarzında inşa

Ja n-

edilmişti. Kasaba özellikle kurak mevsimde çok popüler

olurdu. Başkent Rangoon’da ve Mandalay’da sıcaklıklar

40 dereceyi bulurken; denizden yüksekliği 1200 metreden fazla olan Kalaw, ovalarla deltanın sıcağından bunalanları rahatlatırdı. Emekli olduktan sonra ülkede kalıp Kalaw gibi

ını S

öyle r

dağ şehirlerine taşınmış İngiliz vatandaşları da vardı. Bu villayı bir İngiliz subay emekliliğinde oturmak için yaptır­ mış, ancak Majesteleri Kral’a hizmetini tamamladıktan iki

ark ıs

hafta sonra çıktığı bir kaplan avından dönmemişti. Adamın dul karısı evi, Khin Maung’un Rangoon’da pi­ rinç tüccarlığıyla etrafından saygı ve hatn sayılır bir servet

toplamış olan amcasına satmıştı. Adam, Hintli azınlığın yö­

K end iS

nettiği bu pazarda sağlam bir yer edinmeyi başarmış sayılı kişilerden biriydi, ayrıca ülkenin en zenginlerindendi. Vil­

alp

lanın ona pratikte bir faydası yoktu. Altı yıldır sahibi oldu­ ğu halde bir kere bile görmemişti. Aslında zenginliğinin bir nişanesi, başkentteki iş ortaklarını etkilemek için sözünü

er K

bile etmesi yeterli olan bir statü simgesiydi. Mülkü çekip çevirmek ve sanki evin beyi her an gelebilirmiş gibi bakım­ lı tutmak Mya Mya ile Khin Maung’un sorumluluğundaydı.

Se ndk er -

H

Mya Mya oğlunun doğumundan beri tüm eneıj isini bu işe adamıştı. Ahşap zemini, aynaya dönüştürmesi gerekiyor­ muş gibi her gün cilalıyordu. Sabahlan raflann tozunu alı­ yor, sonra araya giren 12 saatte üstlerine gözle görülebilir bir tek toz tanesi düşmediği halde akşam yine toz alıyordu.

ilipp

Her hafta camlan siliyor, çimenleri daha düzgün olsun diye çim biçiciyle değil, bahçe makasıyla kesiyordu. Coşan be-

Ph

gonvilleri kontrol altında tutuyor, çiçek tarhlanna tutkuyla

Ja n-

bakıyordu.

Mya Mya iki polisin tepeden yukan çıkmakta olduğunu gördü. Mutfağın yanında durmuş, havuçlann üstündeki

toprağı temizliyordu. Yine o soğuk, berrak Aralık günle­ rinden biriydi. Mya Mya’nın acelesi vardı. İkinci kattaki

öyle r

yerleri cilalarken fazla oyalanmıştı. Şimdi, akşamüstü mut­ fağın yerlerini bitiremeyeceğinden korkuyordu. Evin beyi

ını S

yarın gelse, evini pırıl pırıl, tertemiz bir halde bulamaya­ caktı. Böylece önceki yılların tüm çalışması boşa gidecekti, çünkü Mya Mya’nm evine bakmadığım düşünecekti. Mya

ark ıs

Mya vadiye doğru bakarak bir günlük dağınıklık bin günlük düzenden daha mühim olabilir, diye düşündü.

K end iS

Tertemiz mavi üniformalı polisler, kağnıların ve nadiren geçen arabaların kullandığı yoldan gelmemişlerdi. Kes­ kin virajlarla kıvrıla kıvrıla önce çam ormanından, sonra da tarlaların arasından geçerek tepeye çıkan dar patikayı

alp

kullanmışlardı. Mya Mya adamların yaklaştığım fark etti,

er K

yüzlerini gördü ve birdenbire telaşlandı. Tin Win’in altıncı

H

doğumgünüydü. Artık oğlunun doğum günlerinde her tür belaya hazırlıklı olması gerektiğine kesin kanaat getirmişti. İki nefes arasında dehşet ruhuna, zihnine, bedenine, tüm

Se ndk er -

benliğine yayılıvermişti. Midesi ve bağırsakları dev eller buruyormuş gibi kasılıyordu. Sıkıştıkça sıkışıyordu. Soluğu kesildi. İnildediğini duydu. Yalvardığını duydu. Yakardığı­ nı duydu. Doğru olmasın lütfen. Adamlar kapıyı açıp bahçeye girdiler, kapıyı arkaların­

ilipp

dan kapadılar. Yavaş yavaş Mya Mya’ya doğru yürüme­

Ph

ye başladılar. Genç kadın, polislerin hareketlerindeki gö­ nülsüzlüğü sezebiliyordu. Daha genç olan başını eğmişti,

Ja n-

kaldırmadı. Daha yaşlı olan Mya Mya’nın gözlerinin içine baktı. Mya Mya onu ara sıra köyde görürdü, tanımıştı. Ba­ kışları buluştu ve bir kalp atışı boyunca Mya Mya adamın bakışlarından ne diyeceğini anladı. Bu yeterdi. Her şeyi bi­ liyordu artık. Onu yiyip bitiren dehşet canavarı, belirdiği

öyle r

kadar hızlı yok oluvermişti. Başına feci bir felaketin geldi­ ğini, kimsenin bu durumu düzeltemeyeceğini, hayatının bir daha asla eskisi gibi olmayacağım, bununla üç ettiğini ve

ını S

artık dayanacak gücü kalmadığını biliyordu. Polisler önünde dikiliyordu. Genç olan hâlâ başını kal-

ark ıs

dıramıyordu. Yaşlı olan “Kocanızın başına bir kaza geldi,” dedi.

alp

K end iS

“Biliyorum,” dedi Mya Mya. “Öldü.” Mya Mya hiçbir şey demedi. Oturmadı. Ağlamadı. Ağıt yakmaya başlamadı. Hiçbir şey demedi. Adamların kazayla ilgili olarak, rüzgarın etkisiyle yö­

H

er K

nünü şaşırmış bir golf topu hakkında bir şeyler anlattığını işitti. Tam şakağından almıştı darbeyi. Oracıkta ölmüştü ve cenaze masraflarını o İngiliz üstlenecekti. Ufak bir tesel­ li olarak. Suçu kabul ettiği için değil. İnsaniyet göstermek

Se ndk er -

için. Başka bir sebep yoktu. Mya Mya başını salladı. Polisler gittiğinde arkasını dönüp oğluna bakındı. Evin arka tarafında tek başına oturmuş, oyun oynuyordu. Yanın­ da kocaman bir çam kozalağı yığını duruyordu. Kozalakla-" rı, birkaç metre ileride kazdığı bir çukura atmaya çalışıyor­

ilipp

du. Çoğu, hedeften çok ileriye düşmüştü. Mya Mya ona seslenmek, babasının öldüğünü söylemek

Ph

istedi. Ama neden? Herhalde zaten biliyordu. Sonuçta bu

Ja n-

felaketi başlarına o getirmişti. Mya Mya ilk defa olaydan oğlunu sorumlu tuttuğunu fark etti. Sorun yıldızların aksi konumunda değildi; kara saçlı, bakışlarından hiçbir şey an­ laşılamayan, talihsiz çocuk Tin Win’in suçuydu. Oğlunun kendisine bakıp bakmadığını hiçbir zaman anlayamıyordu.

ını S

kurar, saklambaç oynarsa o da üzüntü yaratıyordu.

öyle r

Gözlerinden hiçbir şey okuyamıyordu. Bu talihsizliği çe­ ken, üzüntüyü yaratan oydu. Diğer çocuklar nasıl kaleler

Mya Mya ne yapıp edip bütün bunları geride bırakmak

ark ıs

istiyordu. Bu çocuğu bir daha görmek istemiyordu. Sonraki otuz altı saat boyunca; aklında tek bir amacı

K end iS

olan, sadece o amaç doğrultusunda hareket eden, en önce o amaç için çaba gösteren kişiler nasıl çalışırsa öyle çalış­ tı. Yaslı dul rolünü oynadı, komşulannı ve arkadaşlarını ağırladı, ertesi günkü cenazeyi organize etti, kocasının açık mezarı başında durup tahta tabutun toprağın içinde yok olu­

er K

alp

şunu seyretti. Ertesi sabah birkaç parça eşyasını - bir iki bluzla longyi, yedek sandaletler, bir tarak, bir de saç tokası - kocasının bir ara kulüpten eve getirmiş olduğu bir golf topu torbasına

H

doldurdu. Tin Win annesinin yanında hiçbir şey demeden

Se ndk er -

durup seyretti. Mya Mya başını kaldırmadan “Birkaç günlüğüne bir yere gitmem gerekiyor,” dedi. Oğlu cevap vermedi. Mya Mya evden çıktı. Oğlu arkasından koştu. Mya Mya

ilipp

arkasını dönünce, çocuk yerinde durdu.

Ph

“Sen gelemezsin,” dedi Mya Mya.

Ja n-

Tin Win “Ne zaman döneceksin?” diye sordu.

“Yakında,” dedi Mya Mya. Arkasını dönüp bahçe kapısına gitti Arkasından oğlunun

hafif adımlarının sesi geldi. Döndü. Yüksek ve tiz bir sesle “Sana dediğimi duymadın mı?” dedi. Oğlu başını salladı.

öyle r

“Otur bakayım oraya.” Kesilmiş bir çam ağacından ka­ lan kütüğü gösterdi. “Orada otur, beni bekle.”

ını S

, Tin Win yaşlı ağacın kütüğüne koşup acele acele oturdu. Oradan, eve gelen patikayı rahatça görebiliyordu. Mya Mya

Ja n-

Ph

ilipp

Se ndk er -

H

er K

alp

K end iS

ark ıs

yine yürüdü, bahçe kapısını ardına bakmadan kapatıp açtı. Hızlı hızlı yürüyerek, aşağıdaki köye giden yola girdi. Tin Win annesinin gidişini seyretti. Tarlalardan geçip or­ mana girdiğini gördü. Burası iyi bir yerdi. Buradan annesi­ nin gelişini, çok uzakta olsa bile görebilirdi.

öyle r ını S ark ıs K end iS

Tin Win bekledi.

alp

O günün geri kalanı ve gece boyunca bekledi. Ağaç

er K

kütüğüne çömelip; açlığı da, susuzluğu da, akşam vakti dağlara ve vadilere çöken soğuğu da hissetmeden bekledi. gitti üstünden.

H

Soğuk, ormanda bir açıklığın üstünden geçen kuş gibi geçip

Se ndk er -

Ertesi gün de bekledi. Havanın kararmasını, sonra da çitin ve çalılıkların karanlıklar içinden yeniden belirme­ sini seyretti. Ağaçların göz ucunda kaldığı uzaklara baktı. Annesi oralardan gelecekti. Üstünde kırmızı ceketi olacağı

ilipp

için onu uzaklardan bile tanıyacaktı. Sonra kütükten paldır küldür inip, çitten atlayıp ona koşacaktı. Sevinçle bağıra­

Ph

caktı. Annesi de yere oturup onu kucaklayacak, göğsüne

Ja n-

bastıracaktı. Sımsıkı bastıracaktı. Annesiyle babasının önünde durup bacaklarına sarıldı­

ğında bile eğilip kucaklarına almamalarına rağmen, bu sah­

neyi, tek başına oynarken ve hayal kurarken sık sık böyle düşlerdi. Ona dokunmaya bile isteksiz olduklarını hissede-

öyle r

biliyordu. Kendi suçuydu, buna şüphe yoktu. Haklı olarak verilmiş bir cezaydı, sadece nedenini bilmiyordu. Suçu her neyse, kefaret döneminin yakında biteceğini umuyordu. Bu

ını S

umut babasının soğumuş, katılaşmış bedeninin tahta bir tabuta konup derin bir çukura gömülmesinden sonra iyice

ark ıs

artmıştı. Annesine ve annesinin sevgisine duyduğu özlemle

dişini sıkıp o ağaç kütüğünün üstünde kalarak, ufukta beli­

K end iS

recek kırmızı noktayı sabırla beklemeye başladı. Üçüncü gün, bir komşu ona suyla sebzeli pilav getirdi. Kendi evinde beklemek ister mi diye sordu. Tin Win şiddet­ le başını sallayarak itiraz etti. Oraya gitse, annesini kaçıra­

alp

caktı sanki. Yemeğe dokunmadı. Annesine saklamak, uzun yolculuğundan aç biilaç döndüğünde onunla paylaşmak is­

Se ndk er -

H

er K

tiyordu. Dördüncü gün suyu yudumladı. Beşinci gün komşunun kız kardeşi Su Kyi geldi, bir çay­ danlık çayla muzlu pilav getirdi. Tin Win’in aklı annesinde olduğu için ondan da yemedi. Gelmesine çok kalmamıştı herhalde. Yakında, demişti. Altıncı gün, ağaçlan tek tek seçememeye başladı. Or­ man, gözüne su kaçmış gibi bulanmıştı. Üstünde kırmızı

ilipp

lekeler olan, rüzgarda dalgalanan bir kumaşa benziyordu. Bu kırmızı noktalar ona yaklaşıp büyüyordu, ama ceket de­

Ph

ğillerdi. Ona doğru hızla savrulan kırmızı toplardı. Sağın­

Ja n-

dan, solundan ve başının üstünden öyle hızlı geçiyorlardı ki, çıkardıklan ıslık sesini duyup rüzgarlannı hissediyordu.

Bazılan da dosdoğru ona uçuyordu, ama son birkaç metre­ de ivmelerini kaybedip birkaç santim ilerisinde yere düşü­ yorlardı.

ını S

öyle r

Yedinci gün, nöbet yerinde kaskatı çöküp kaldı. Su Kyi onu görünce öldüğünü sandı. Çok soğuk Ocak günlerinde evlerin önündeki çimleri kaplayan kırağı gibi bembeyaz ol­ muştu. Yüzü çökmüştü. Vücudu boş bir kabuk, cansız bir koza halini almıştı. Yaşadığını, kemikli göğsünün gömleği

ark ıs

altında pazardan alıp mutfağa koyduğunda hava almak için çırpınan balıklar gibi titreştiğini ancak yaklaşınca görebildi.

K end iS

Tin Win kadını ne görebilmiş, ne duyabilmişti. Çevresin­ deki dünya, içine yavaş yavaş ama sürekli battığı süt beya­ zı bir sisle örtülmüştü. Kalbi güm güm atıyordu. Hâlâ canı vardı ama umudu tükenmiş, bu yüzden cesede dönmüştü.

alp

İki elin ona dokunduğunu, kaldırdığını, kucağına alıp

H

er K

götürdüğünü hissetti. Ona bakıp, onunla ilgilenen Su Kyi olmuştu. Yaşlıca, gür sesli, canlı bir kadındı. Hayatta çektiği sıkıntılar, kah­ kahasında iz bile bırakmadan geçip gitmişti. Tek çocuğu

Se ndk er -

doğumda ölmüştü. Ertesi yıl kocasını sıtmadan kaybet­ mişti. Kocasının ölümünden sonra, birlikte yapmayı daha yeni bitirdikleri kulübeyi satmak zorunda kalmıştı. O za­ mandan beri akrabalarla yaşıyordu. Varlığına sevinmiyor, katlanıyorlardı. Ailesi ona yaşam ve ölüm hakkında tuhaf

ilipp

görüşleri olan biraz sinir bozucu yaşlı, aksi bir kadın gö­

Ph

züyle bakıyordu. Kaderin kendisine uygun gördüğü talih­ sizliklerde, herkesin aksine daha derin bir anlam aramıyor­

Ja n-

du. Sevdiklerinin ölümüne, yıldızların talihsiz dizilimine

neden olduğuna da inanmıyordu. Ona göre bu kayıplar sa­ dece talihin değişkenliğini gösteriyordu. İnsan yaşamayı sevecekse, bu gerçeği kabul etmeliydi. Su Kyi de yaşamı çok seviyordu. Kaderin önceden belirlenmiş olmasına pek

kulak asmıyordu. Herkesin hayatında mutluluğa yer var­

öyle r

dı. Bunu yüksek sesle söylemeye cesaret edemiyordu ama

herkes bilirdi fikirlerini. Tin W in’in ilk müttefiki de, bu

ını S

fikirler olmuştu. Komşularının oğlunu yıllar içinde sık sık seyretmiş, çam

ark ıs

ya da okaliptüs ağaçlarından düşen kuru yapraklara benze­ yen açık kahverengi tenine şaşkınlıkla bakmıştı. Ten rengi

K end iS

annesiyle babasınınkinden çok daha açıktı. Büyüyüp uzun boylu, neredeyse sırık gibi bir oğlana dönüşmesini seyret­ mişti. Seslerini hep duyup kendilerini hiç göremediği bay­ kuşlar gibi çekingen bir oğlandı. Başka çocuklarla birlikte görmemişti hiç.

er K

alp

Bir keresinde onunla ormanda karşılaşmıştı. Kasabaya gidiyordu, Tin Win de bir çam ağacının altında oturmuş;

Se ndk er -

H

yeşil, ufak bir tırtılın elinde yürümesini seyrediyordu. Su Kyi “Tin Win, ne yapıyorsun sen ormanda tek başı­ na?” diye sormuştu. Çocuk başını kaldırmadan “Oynuyorum,” demişti. “Neden tek başına oynuyorsun?” “Tek başıma değilim ki.”

ilipp

“Arkadaşların nerede?” “Her yerde. Görmüyor musun?” Su Kyi etrafa bakındı. Kimseyi göremedi.

Ja n-

Ph

“Görmüyorum,” dedi. “Böcekler, bir de kelebekler, bir de tırtıllar hep benim

arkadaşım. Bir de ağaçlar. En iyi arkadaşım ağaçlar.” Su Kyi şaşkınlıkla “Ağaçlar mı?” diye sordu.

“Hiç kaçmıyorlar. Hep yanımdalar. Hem de çok güzel hikayeler anlatıyorlar. Senin hiç arkadaşın yok mu?”

öyle r

“Var tabii,” dedi Su Kyi. Bir an durakladıktan sonra “Mesela kız kardeşim,” diye ekledi.

ını S

“Hayır, gerçek arkadaşm yok mu?”

“Ağaç ya da hayvan arkadaşım yok, onları soruyorsan.”

Çocuk kafasını kaldırınca Su Kyi korktu. Acaba daha

ark ıs

önce ona hiç dikkatli bakmamış mıydı, yoksa ormanın

K end iS

ışığından mı değişmişti yüzü? Çok orantılıydı ama, aynı zamanda dehşet verecek kadar ifadesizdi. Taştan oyul­ muş gibiydi. Sonra bakışları karşılaştı ve oğlan ona bir

er K

alp

çocuktan beklenmeyecek kadar büyük bir sertlik ve ciddiyetle bakınca Su Kyi yine korktu. Hayat hakkında onun yaşında bir çocuktan beklenmeyecek kadar çok şey bildiğini sezmişti çünkü. Saniyeler geçmeden, o taş gibi

H

yüze ömründe görmediği kadar içli ve sıcak bir tebessüm yayıldı. Onu yakalayan da bu gülümseme oldu. Öylesine etkilenmişti ki unutması günler almıştı. Geceleri gözle­

Se ndk er -

rini kapadığında, sabahları uyandığında TinW in’in o ha­ lini görmüştü. Tam gidecekken Tin Win “Tırtıllar gerçekten kelebeğe mi dönüşüyor?” diye sormuştu. “Evet.”

ilipp

“Peki biz neye dönüşüyoruz?”

Ja n-

Ph

Su Kyi durup,-bir süre düşündü.

“Bilmem ki.” İkisi de konuşmadı. Çocuk “Hiç ağlayan hayvan gördün mü?” diye sordu.

Su Kyi “Hayır,” dedi. “Ben gördüm. Gözleri yaşarmadan ağlıyorlar.” “O zaman ağladıklarını nereden biliyorsun?”

“Görünüşlerinden belli oluyor. Dikkatli bakarsan an­

ark ıs

lıyor mu?” diye sordu. Su Kyi hayvanı bir süre inceledi. Sonunda “Ağlamıyor,” diye açıkladı kararını.

ını S

öyle r

larsın.” Ayağa kalkıp elindeki tırtılı Su Kyi’ye gösterdi. “Bu ağ­

“Doğru,” dedi Tin Win, “ama kafadan attın.”

K end iS

“Nereden anladın?” Tin Win yeniden gülümsedi, hiçbir şey demedi. Sanki cevap apaçık ortadaydı. Tin Win’in annesinin kayboluşundan sonraki haftalarda,

er K

alp

ona Su Kyi baktı. Bol bol ilgilendi, sağlığını yerine getirme­ ye uğraştı. Bir ay geçip de ne Rangoon’daki ne de Mandalay’daki akrabalarından haber çıkmayınca Tin Win’in evine taşındı ve annesi dönene kadar ona bakıp amcasının evini

H

de çekip çevirmeye söz verdi. Tin Win itiraz etmedi. Onun

Se ndk er -

yerine, daha çok içine kapandı. Öyle ki, Su Kyi gibi bir ka­ dının canlılığı ve iyimserliği bile içine işleyemedi. Ruh hali günden güne, hatta bazen saatten saate değişiyordu. Ağzın­ dan günler boyunca tek bir kelime bile çıkmadığı oluyordu. Vaktinin çoğunu bahçede ya da yakındaki ormanda tek ba­

Ph

ilipp

şına geçiriyordu. Böyle günlerde, akşamlan mutfakta ateşin başına oturmuş paylarına düşen pilavı yerlerken, gözlerini

yere dikip hiçbir şey söylemiyordu. Su Kyi ona ormanda ne

Ja n-

oyunlar oynadığını sorduğunda, ona boş gözlerle bakıyordu. Geceler tamamen başka bir hikayeydi. Uyurken Su Kyi’ye yaklaşıp onun yumuşak, yuvarlak vücuduna soku­ luyordu. Bazen kolunu üstüne atıp o kadar sıkı sanlıyordu ki, kadıncağızı uyandınyordu.

öyle r

Bazı günler de onu bahçeye ve ormana çıkarıyor, arka­ daşları olan ağaçların neler dediğini iletiyordu. Her birine bir isim vermişti. Bazen de Su Kyi’ye avuç avuç böcek,

ını S

salyangoz ya da gördüğü en güzel kelebekleri getiriyordu.

ark ıs

Kelebekler ellerine konup, kolunu havaya doğru uzattığın­ da kaçıyorlardı. Hayvanlar Tin Win’den korkmuyordu. Geceleri uyumadan önce, Su Kyi’den masal anlatması­

K end iS

nı istiyordu. Sonuna kadar kımıldamadan yatıp, sonra “Bir tane daha söyle,” diyordu. Su Kyi gülerek “Şarkı değil ki,

er K

alp

nasıl söyleyeyim?” diye soruyordu. Tin Win de “Söylüyorsun ya işte. Kulağıma şarkı gibi geliyor. N ’olur bir tane daha anlat,” diye cevap veriyordu. Su Kyi birbiri ardına masallar anlatıyor, Tin Win uyuya­ na kadar sürekli konuşuyordu.

H

Sözlerinin ancak bu şekilde gizlendiğinde ona ulaşabil­ diğini, Tin Win’in dikkatle ve saygıyla yaklaşması gereken,

Se ndk er -

ona kapalı bir dünyada yaşadığını düşünüyordu. Kendisi de hayatta o kadar çok üzülmüş, o kadar çok şey görüp geçir­ mişti ki, sığındığı yerlere girmek için ısrar etmeye çalışma­ ması gerektiğini çok iyi öğrenmişti. İnsanların bu kalelerde yalnızlıklarına nasıl esir olduğunu, ölene kadar tek başları­

ilipp

na hapis kaldıklarını bizzat görmüştü. Zamanın tüm yaralan

Ph

iyileştirmese de katlanılabilecek kadar küçülttüğünü, yıllar

Ja n-

içinde kendisi gibi Tin Win’in de öğreneceğini umuyordu.

öyle r ını S ark ıs K end iS

alp

İlk ne zaman fark ettiğini Su Kyi de hatırlamıyordu. Evin önünde durdukları o sabah mı? Tin Win

er K

çitin yanındaydı. Ona seslenmiş, çocuk da başını çevirip sanki Su Kyi’yi arar gibi sağa sola bakınmıştı. Ya da belki

H

birkaç gün sonra akşam yemeği vaktinde, mutfağın yanın­ daki tahta bir kirişin yanma oturmuş pilav yerlerken fark

Se ndk er -

etmişti. Birkaç metre ilerideki çimlere konmuş bir kuşu işaret etmişti.

Tin Win “Nerede?” diye sormuştu. “Orada, taşın yanında.”

ilipp

Tin Win yanlış yöne doğru bakarken “Hu,” demişti.

Ph

Bahçede, evde ve yakınlardaki çayırlarla tarlalarda

sanki hep önceden çizilmiş yolları takip ediyordu. Alıştığı

Ja n-

yoldan çıktığında sık sık dallara, taşlara takılıp düşüyordu. Su Kyi ona kase ya da fincan uzattığında elini uzatıp bir

saliseliğine aralarındaki boşluğu yokluyordu. Su Kyi’ye

göre bu salise geçmek bilmiyordu. Birkaç metreden daha uzakta duran bir şeye bakarken mutlaka gözlerini kısıyor-

öyle r

du. Sanki çoğu sabah vadiye çöken sisi aşarak görmeye çalışıyordu. Tin Win’in kendisi de bu durumun ne zaman başladığını

ını S

bilemiyordu. Ufuktaki dağlar ve bulutlar hep biraz bulanık görünmüyor muydu?

K end iS

ark ıs

Annesi kaybolduktan sonra durumu daha da kötüleşmiş­ ti sanki. Bir noktada bahçeden ormanı göremez olmuştu; her bir ağacın net, koyu renk hatları akıp bulanmış, uzak­

larda duran yeşil-kahve bir denize dönüşmüştü. Okulda­ ki öğretmen yavaş yavaş gri bir sise bürünüyordu. Sesini sanki yan yana oturuyorlarmışçasına net duyuyordu, ama

alp

görüntüsünü seçemiyordu - tıpkı artık ormanı, tarlalan, evi

er K

ya da bir kol boyundan daha uzakta durduğunda Su Kyi’yi seçemediği gibi. Böylece Tin Win, kendini nesnelere ve onların ayrıntıla­

H

rına göre ayarlamayı bıraktı. Bunun yerine, sadece renkler­

Se ndk er -

den oluşan bir dünyada yaşamaya başladı. Yeşil, ormandı; kırmızı, evdi; mavi, gökyüzüydü; kahverengi, yerdi; mor, begonvillerdi; siyah da bahçenin etrafındaki çitti. Ancak renkler pek güvenilir değildi. Onlar da zamanla solmaya

ilipp

başladılar. Sonunda üstüne, birkaç metreden uzaktaki her şeyi bulandıran süt beyazı bir örtü serildi. Böylece dünya,

Ph

sönerken ne ışık ne de sıcaklık veren bir ateş gibi gözleri­ nin önünden yitti. Tin Win aslında, bu durumdan pek de

Ja n-

rahatsız değildi. Daimi karanlıktan, ya da bir zamanlar göz­ lerinin gördüğü resimlerin yerine ne gelecekse ondan pek de korkmuyordu. Kendi kendine, kör doğmuş olsa bile ka­

çırdığı pek fazla bir şey olmadığını düşünüyordu. Hatta bir gün tamamen kör olsa dahi özleyeceği pek bir şey yoktu

öyle r

ona göre. Nitekim, tamamen kör oldu da. Onuncu doğum gününden üç gün sonra uyanıp gözlerini açtığında, sisin

ını S

dünyayı tamamen kapladığını gördü. Tin Win o sabah yatağında hareketsiz, sakin sakin nefes

ark ıs

alarak yattı. Nefes aldı, nefes verdi. Gözlerini kapayıp ye­ niden açtı. Hiçbir şey olmadı. Yakın zamana kadar tavanın

K end iS

durduğu yöne baktı, sadece beyaz bir delik gördü. Doğru­ lup etrafına bakındı. Paslı çivileri olan duvar neredeydi? Babasının yıllar önce ormanda bulduğu kaplan kemiğini

alp

koydukları eski masa neredeydi? Baktığı her yerde ne baş­ langıcı, ne sonu, ne de sının olan bembeyaz bir kubbe görü­ yordu. Sanki sonsuzluğa bakıyordu.

er K

Yanında Su Kyi’nin yattığını biliyordu. Uyuyordu ama yakında uyanacaktı. Bunu nefes alıp verişinden anlayabi­

H

liyordu. Dışansı aydınlanmıştı bile, kuş seslerinden belliydi.

Se ndk er -

Dikkatle doğruldu. Hasırın nerede bittiğini ayak parmaklanyla yoklayarak buldu. Su Kyi’nin bacaklannı hissedip üstünden atladı. Odanın ortasında dikilerek, mutfağın ne­ rede olması gerektiğini düşündü bir süre. Bir iki adım atıp, kapıyı hiçbir yere çarpmadan buldu. Mutfağa girdi, ocağın

ilipp

etrafından dolaştı, teneke kaselerin durduğu dolabın yanın­

Ja n-

Ph

dan geçip bahçeye çıktı. Bir kere bile takılmamış, hatta el­ leriyle etrafı bile yoklamamıştı. Kapıdan çıkınca durakladı, güneşi yüzünde hissetti, bu sahipsiz sisler ülkesinde nasıl da kendine güvenle ilerleyebildiğine şaştı. Ama tabii tahta tabureyi unutmuştu. Suratı sert toprağa çarptı. Kavalkemiğindeki acıdan bir an bağırdı. Yüzünü kan ve salyaya bulayan bir şey kesivermişti.

Hareket etmeden, kalkmaya çalışmadan yattı. Bir şey

öyle r

yanağında, burnunda ve alnında yürüyüp saçlarının arası­

ını S

na girerek kayboldu. Tırtıl olamazdı, çok hızlıydı. Kannca belki? Böcek? Bilmiyordu. Alçak sesle, gözyaşı dökmeden ağlamaya başladı. Tıpkı hayvanlar gibi. Bir daha kimsenin,

ark ıs

ağlâdığım görmesini istemiyordu. Ellerini toprağa dayadı. Engebeleri fark etti. Parmakla­

K end iS

rını, yeni bir yer keşfedermişçesine ufak çukurlarda ve ka­ bartılarda gezdirdi. Toprak ne kadar pürüzlüydü, üstünde ne kadar çok taş ve yemiş vardı. Bunları daha önce nasıl fark edememişti? Bir dalı baş ve işaret parmaklan arasına

alp

yuvarlayınca, sanki görmüş gibi oldu. Bu görüntü ve hafı­

er K

zasındaki tüm görsel izler zamanla yok mu olacaktı? Yoksa ileride dünyayı sadece hatıralann ve hayal gücünün pence­

H

resinden mi görecekti? Dikkatle dinledi. Toprak mmldanıyor, zor duyulan alçak

Se ndk er -

bir sesle şarkı söylüyordu.

Su Kyi Tin Win’i yerden kaldırdı. “Tabure tam önünde duruyordu,” dedi. Suçlamıyordu,

Ph

ilipp

gözlemini iletiyordu. Suyla bez getirdi. Tin Win ağzını çalkaladı, Su Kyi yü­ zünü temizledi. Ne kadar korkmuş olduğu, soluk soluğa

Ja n-

kalmasından anlaşılıyordu. “Çok acıdı mı?” diye sordu. Tin Win başıyla onayladı. Ağzında kanın ekşi tadı kal­

mıştı. Su Kyi “Mutfağa gel,” dedi, ayağa kalkıp önden gitmeye

başladı.

ını S

öyle r

Tin Win kımıldamadan oturdu. Ne yöne gideceğinden emin değildi. Biraz sonra Su Kyi evden çıkıp geri geldi. “Ne duruyorsun?” Haykırışı ta kasabadan işitildi. Kalaw halkı, yıllar sonra

er K

alp

K end iS

ark ıs

bile o çığlığı duyan herkesin ne kadar derinden korktuğunu anlatacaktı. Ana caddenin sonundaki ufak hastanenin doktoru hayret­ ler içindeydi. Bu yaşta, hiçbir darbe almadan, durduk yere kör oluvermek. Hiç böyle şey görmemişti. Sadece tahmin yürütebiliyordu. Hasta baş dönmesi ve baş ağnsı yaşamadı­ ğı için beyin tümörü olamazdı. Belki nöral ya da genetik bir bozukluktu. Tam sebebini bilmeden tedavi öneremiyordu. Çaresi yoktu. En iyi ihtimal, gözlerinin kör olduğu gibi bir­

Ja n-

Ph

ilipp

Se ndk er -

H

denbire yeniden görmeye başlamasını ummaktı.

öyle r ını S ark ıs K end iS

O ilk aylarda Tin Win dünyasını - evi, bahçeyi, ci-

er K

alp

SfaÂlr vardaki tarlaları - geri elde etmek için çok uğraştı. Bahçede, çitlerin yanında, çam ağacından kalan kütüğün

H

üstünde, avokado ağacının altında ve gelinciklerin önünde saatlerce oturarak her yerin, her ağacın tıpkı insanlar gibi

ilipp

Se ndk er -

kendisine özgü bir kokusu olup olmadığını öğrenmeye ça­ lıştı. Evin arkasındaki bahçe eskisinden farklı mı koku­ yordu? İzleyeceği yolları belirledi, mesafeleri hesaplayıp ayak­ larının ve ellerinin dokunduğu her şeyi; her bir ağacı, çalıyı, taşı içine alan zihinsel haritalar çizdi. Bunları aklına kazı­

Ja n-

Ph

mak istiyordu. Gözlerinin yerini alacaklardı. Onların yar­ dımıyla etrafını saran ışık geçirmez sise düzen getirecekti. Yapamadı.

Bir sonraki gün, hiçbir şey hatırladığı yerde olmuyor­ du. Sanki biri her gece eşyaların yerini değiştiriyordu. Bu dünyada hiçbir şeyin sabit bir yeri yoktu. Her şey hareket halindeydi.

öyle r

Doktor, Su Kyi’ye, diğer duyuların zamanla görme kay­ bını telafi edeceğini söylemişti. Kör kişiler kulaklarını,

ını S

burunlarını ve ellerini kullanmayı öğrenip; bir alışma ve yeniden ayarlama devresinden sonra çevrelerinde rahatça

ark ıs

gezinebilirlerdi. Ancak Tin Win için durum tam tersiydi. Yerini yıllardır

bildiği taşlara takılıp düşüyordu. Daha önce üstünde koş­

K end iS

turduğu ağaçlara, dallara tosluyordu. Evin içinde bile kapı çerçevelerine, duvarlara çarpıyordu. İki kere neredeyse yerdeki ocağa basacakken, Su Kyi’nin çığlıkları sayesinde

er K

alp

durmuştu. Birkaç hafta sonra, ilk defa kasabaya indiğinde, nere­ deyse bir arabanın altında kalacaktı. Yolun kenarında dur­ muş, yaklaşmakta olan motor sesini dinliyordu. Konuşma

Se ndk er -

H

ve ayak seslerini, bir atın sertçe nefes verişini duyuyordu. Kuşların cıvıltısını, tavukların gıdaklamasını, bir öküzün dışkılamasını duyuyordu. Bu seslerin hiçbiri, ona nereye gi­ deceği konusunda bir yol göstermiyordu. Kulakları ona, en azından ateş kokusunu alabilen burnundan ve engelleri fark etmesini sağlayan ellerinden çok daha az yardım ediyordu. Dizlerinin berelenmediği, bir yerlerinin morarmadığı, kafa­

ilipp

sında şişler çıkmadığı, ellerinin ve dirseklerinin çizilmediği bir gün bile geçmiyordu.

Ph

İtalya’dan gelmiş rahibelerle pederin ders verdiği okulda

Ja n-

işler iyice zordu. Artık en ön sıraya oturtmuş olmalarına ve

sık sık dersi takip edip edemediğini sormalarına rağmen, Tin Win gitgide anlatılanların daha azını anlıyordu. Onlar varken kendisini, her zamankinden de yalnız hissediyordu. Seslerini duyup nefeslerini hissediyordu ama onları göre-

öyle r

miyordu. Yanında, elini uzatsa dokunabileceği kadar ya­ kınında duruyorlardı ama sanki kilometrelerce uzaklarda, ulaşamayacağı yerlerdeydiler.

K end iS

ark ıs

ını S

-Diğer çocukların yakınlığı daha da katlanılmazdı. Sesle­ ri sinirini bozuyordu. Geceleri yatakta yattığında, kahkaha­ ları kulaklarında yankılanmaya devam ediyordu. Kilisenin yanındaki avluda gülüp söyleyerek koşup oynarlarken Tin Win kiraz ağacının altındaki bankta sanki oraya bağlıymış­ çasına oturuyor; duyduğu her adım sesiyle, her bağırışla, ne kadar önemsiz olursa olsun her neşe belirtisiyle, bağlarının daha da sıkılaştığmı hissediyordu.

er K

alp

Acaba dünya gerçekten Tin Win’in gözlerinin önün­ den eriyip gitmiş miydi, yoksa çocuk mu kendini derinle­ re gömmüştü? Su Kyi emin olamıyordu. Hem kendini gömebiliyorsa, ne kadar ileri gidebilirdi? Zamanla kulakları,

Se ndk er -

H

burnu da mı çalışmayacaktı? Narin, uzun parmakları artık hissedemez olup hissiz, faydasız uzantılara mı dönüşecek­ lerdi? Cılız bedeninden pek belli olmuyordu ama, Tin Win oldukça kuvvetliydi. Su Kyi bunu yıllar içinde anlamıştı. Gerekirse kendini dünyanın merkezine gömecek kadar da güçlüydü şüphesiz. İstese, gözlerinin görmez oluşu gibi,

ilipp

kalbini de irade gücüyle durdurabilirdi. Ruhunun en derin­ lerinde, bu çocuğun bir gün tam da bu şekilde kendi hayatı­

Ja n-

Ph

na son vereceğini hissetti.

öyle r ını S ark ıs K end iS

er K

alp

U Ba sustu. Kaç saattir konuşuyordu? Üç mü? Dört mü? Beş mi? Gözlerimi ondan ayırmamıştım. Şimdi aniden, her­

H

kesin kalkmış olduğunu görüyordum. Masalar boştu. Oda sessizdi. Hamur tatlılarının konulduğu vitrinin arkasında oturan bir adamın hafif horlamalanndan başka ses gelmi­

Se ndk er -

yordu. Nefesi, çaydanlıktan tüten su buharı gibi kesik kesik tıslıyordu. Masamızda, U Ba ile benim aramda yanmakta olan iki mum duruyordu. Titrediğimi fark ettim. Odanın geri kalanı karanlıktı. “Bana inanmadın mı, Julia?”

ilipp

“Masallara inanmam ben.”

Ja n-

Ph

“Anlattığım masal mı?” “Beni iddia ettiğin kadar iyi tanıyor olsaydın, bırak yıl­ dızlara, takımyıldızlara falan inanmak; sihre, büyüye, do­

ğaüstü güçlere, hatta Tanrı’ya bile inanmadığımı bilirdin. Doğumu esnasındaki yıldız dizilimi yüzünden çocuk terk mi edilirmiş? Ruh hastası mı bu insanlar?” Derin bir nefes aldım. Bir şey kanıma dokunmuştu. Ken-

öyle r

di kendime sakinleşmeye çalıştım. Öfkelendiğimi görmesi­ ni istemiyordum.

ını S

“Sen belli ki çok gezip çok yerler görmüşsün, Julia. Bense köyümden pek az çıktım. Çıktığımda ise, kağnıy­

ark ıs

la bir günlük mesafede olan eyalet başkentimizden daha uzak bir yere düşmedi yolum. Son gidişimin üstünden yıl­

K end iS

lar geçti. Ama sen dünyayı görmüşsün. Aksini nasıl iddia edebilirim ki?” Alçakgönüllülüğü beni iyice öfkelendirmişti. “Sen öyle diyorsan öyledir,” diye devam etti, “ne sebeple

Se ndk er -

H

er K

alp

olursa olsun çocuklarını sevemeyen hiçbir anne ya da baba olmadığını söylüyorsan buna seve seve inanırım. Belki de sadece aptal, cahil insanlar böyle davranıyordun Bu da ne kadar geri kalmış olduğumuzun bir başka kanıtıdır. Bunun için bağışlanmayı diliyorum senden.” “Öyle bir şey demek istemedim tabii. Ama bizde yıldız­ lar bahane edilmez.” Susup bana baktı.

“Yedi bin kilometre yolu masal dinlemeye gelmedim. Babam nerede?”

ilipp

“Lütfen biraz daha sabret. Bu anlattığım, babanın hika­ yesi.”

Ph

“Öyle diyorsunuz, ama hani kanıtı? Babam hayatının bir

döneminde kör olmuş olsa bizim, ailesinin, haberi olmaz

Ja n-

mıydı? Söylerdi bize.” “Bundan eminsin demek.”

Emin olmadığımı biliyordu. Geçmişi anmalara, ruhun derinliklerine bakmalara falan kulak asmadığımı söyledim. Terapiste hiç gitmemiş belki

ını S

öyle r

de bir avuç New Yorklu’dan biriydim. Tüm sorunlarının kökenini çocukluğunda arayan tiplerden değildim, öylele­ rine de hiç saygım yoktu. Babamın hayatının herhangi bir evresinde kör olduğuna inanmadığımı yineledim. Ama ne kadar çok konuşursam, U Ba’nın aklına o kadar az girebili­

ark ıs

yordum. O ise dinleyip kafasını sallıyordu. Sanki ne dedi­ ğimi çok iyi anlıyor ve bana hak veriyordu. Sustuğumda o

K end iS

terapist denen şeyin ne olduğunu sordu. Çayından bir yudum aldı.

“Maalesef şimdilik müsaadeni istemek durumundayım, Julia. Artık bu kadar uzun konuşmaya alışık değilim. Gün­

alp

lerimi tamamen sessizlik içinde geçirdiğim oluyor. Benim

er K

yaşımda, insanın söyleyeceği çok şey kalmıyor. Benden ba­ banın mektup yazdığı Mi Mi adlı kadın hakkında bir şeyler

Se ndk er -

H

öğrenmek istediğini biliyorum. Kim olduğunu ve nerede yaşadığını, babanın - ve belki de senin - hayatında nasıl bir rolü olduğunu bilmek istiyorsun.” Ayağa kalkıp eğilerek selam verdi. “Yola kadar sana eşlik edeyim.” Kapıya doğru yürüdük. U Ba’dan yaklaşık on beş santim uzundum, ama U Ba hiç ufak tefek görünmüyordu. Bilakis, ben çok iriydim. Hızlı, hafif adımlarını gördükçe kendimi

ilipp

sakar ve kasılmış hissediyordum.

Ph

“Otelini bulabilecek misin?”

Ja n-

Başımı evet anlamında salladım.

“Dilersen yarın kahvaltıdan sonra seninle orada buluşa­

lım. Sonra da sana evimi göstermek istiyorum. Orada rahat­ sız edilmeyiz. Görmeni istediğim fotoğraflar var.” Eğilip yanımdan ayrıldı. Dönüp aksi yönde ilerleyecekken, birdenbire yine ar­

öyle r

kamdan sesinin geldiğini duydum. “Baban burada Julia, çok yakında. Görebiliyor musun onu?” diye fısıldıyordu.

Ja n-

Ph

ilipp

Se ndk er -

H

er K

alp

K end iS

ark ıs

ını S

Arkamı döndüm, ama U Ba karanlığın içinde kaybol­ muştu bile.

öyle r ını S ark ıs K end iS

Otele döndüğümde kendimi yatağıma bırakıverdim.

alp

Yeniden dört, beş yaşındaydım. Babam yatağımın

er K

kenarında oturuyordu. Odamın duvarları açık pembe renkteydi. Yüksek tavandan, siyah beyaz çizgili anları olan bir

H

dönence sarkıyordu. Yatanımın yanında kitap, yapboz ve oyun dolu iki kutu duruyordu. Odanın öbür ucunda, içine

Se ndk er -

üç oyuncak bebek yatırdığım bir puset vardı. Yatağım pe­ lüş hayvanlarla doluydu: Yılda bir kere bana çikolatadan yumurtalar getiren san tavşan Hophop. Uzun boynuna ne­ dense imrendiğim zürafa Dodo. Odada başka kimse yokken

ilipp

yürüdüğünü çok iyi bildiğim şempanze Arika. İki Dalmaçyalı, bir kedi, bir fil, üç ayı ve Ayı Winnie.

Ph

En sevdiğim bebeğim olan taraz taraz siyah saçlı Do-

Ja n-

lores kollanmın arasında yatıyordu. Bir eli eksikti, karde­

şim bir şeyin hıncını almak için kesmişti onu. Hava sıcaktı,

New York’ta güzel bir yaz akşamıydı. Babam pencereyi açmış, içeri dolan hafif meltem tepemde asılı anlan dans ettiriyordu.

Babamın siyah saçları, koyu renk gözleri, tarçın rengi

ını S

öyle r

bir cildi ve kalın gözlüklerinin üstünde durduğu belirgin bir burnu vardı. Gözlükleri yuvarlak ve siyah çerçeveliydi; yıl­ lar sonra Gandhi’nin bir resmini görünce aradaki benzerliğe şaşıracaktım.

ark ıs

Babam bana doğru eğilip gülümsüyor ve derin derin ne­ fes alıyordu. Sesini; bir insan sesinden çok daha fazlası olan

K end iS

sesini duyuyordum. Bir müzik aleti gibi; bir keman, arp gibi sesi. Hiç ama hiç yüksek sesle konuşmazdı. Bir kere bile bağırdığını duymadım. Sesi beni alıp başka yerlere gö­

er K

alp

türür, içimi rahatlatırdı. Beni güvende tutar ve uyuturdu. Uyandırdığında ise, gülümseyerek uyanırdım. Bugün bile dünyada beni öyle sakinleştirebilen ne başka bir şey, ne de bir insan vardır.

H

Mesela Central Park’ta dengemi kaybedip yeni bisikle­ timden düştüğüm, kafamı kayaya çarptığım gün. Kafamdaki

Se ndk er -

iki kocaman kesikten şarıl şanl kan akıyordu. Bir ambulans beni 70. Cadde’deki hastaneye getirmişti. Sağlık görevlisi pansuman yapmıştı ama kan gazlı bezi geçip boynuma ve yüzüme akıyordu. Sirenleri, annemin endişeli ifadesini ve kapkalm kaşlı genç bir doktoru hatırlıyorum. Yaralan dik­

Ph

ilipp

mişti ama kanama yine de durmuyordu. Sonra bir baktım, babam yanıma gelmiş. Bekleme oda­ sındaydı, sesini duydum. Elimi tuttu, saçımı okşadı ve bana

Ja n-

bir hikaye anlattı. Kafamdan akan kızıl ırmağın kuruması bir dakika bile sürmedi. Sanki sesi yaralanmm üstüne seril­ miş, onları sarmalayıp akan kanı durdurmuştu. Babamın anlattığı masallar nadiren mutlu sonla biter­ di. Annem onlardan nefret ederdi. Çok zalimce, çok kanlı

öyle r

derdi. Babam, bütün masallar öyle değil midir diye sorar^ Evet derdi annem, ama seninkiler iyice tuhaf, aynca kafa

ını S

karıştırıcı. Kıssadan hisse vermiyor. Çocuklara kesinlikje uygun değil. Ama o masalları, sırf dinlediğim veya okuduğum diğer

ark ıs

tüm masallardan tamamıyla farklı olduğu için nasıl da se.

K end iS

verdim. Anlattığı tüm masallar Burma’dan alıyordu kayna­ ğını. Böylece eski hayatına ve gizemli geçmişine kaçamak bir bakış atmış olurdum. Belki de bu yüzden o kadar çok severdim.

er K

alp

En sevdiğim masal da “Prens, Prenses ve KrokodiP’di. O kadar çok anlattırmıştım ki her cümlesini, her kelimesini, her tonlamasını ezbere biliyordum. Bir zamanlar çok güzel bir prenses varmış. Prenses coş­

H

kun bir nehrin kıyısında yaşarmış. Annesi kraliçe ve babası kralla beraber, eski bir sarayda otururmuş. Sarayın duvar­

Se ndk er -

ları kalın ve yüksekmiş, içinde kalan her şey de karanlık, soğuk ve sessizmiş. Hiç kardeşi olmadığından, sarayda çok yalnızmış. Annesiyle babası kızlarıyla bir kelime bile ko­ nuşmazmış. Hizmetçileri sadece “Peki Majesteleri”, “Hayıf

Ja n-

Ph

ilipp

Majesteleri” dermiş. Koskoca sarayda konuşabileceği, of nayabileceği kimse yokmuş. Çok sıkılıyormuş. İçi özlemi* doluymuş. Zaman içinde çok yalnız ve mutsuz bir prense5 olmuş. Son güldüğü zamanı bile hatırlayamıyormuş. Hatt#

bazen, gülmeyi unuttuğunu düşünüyormuş. Sonra aynay3

bakıp gülümsemeye çalışıyormuş. Ama beceremiyor, yüzü' nü buruşturuyormuş. Hiç de komik değilmiş bu. Artık m^' suzluğa dayanamaz hale geldiğinde, nehir kıyısına inerini Orada bir incir ağacının gölgesinde oturur, akan suyu

öyle r

ler, kuşlarla cırcır böceklerine kulak verirmiş. Gün ışığının dalgalar saçtığı binlerce küçük yıldızı görmeye bayılırmış.

ını S

Keyfi biraz düzelir, kendisini güldürebilecek bir arkadaş düşlemeye başlarmış.

ark ıs

Aynı nehrin karşı kıyısında, ciddiliğiyle tanman bir kral yaşarmış. Tebaasından bir kişi bile boş durmaz, hatta hayal

bile kurmaya cesaret edemezmiş. Çiftçiler tarlalarında dur

K end iS

durak bilmeden çalışırmış. Ustalar atölyelerinde hani hani

er K

alp

iş yaparmış. Kral, tebaasının gerçekten çalışıp çalışmadığı­ nı görmek için tüm ülkeye müfettişler yollarmış. Çalışaca­ ğına otururken yakalanan olursa hemen bambu sopasıyla on değnek vurulurmuş. Kralın oğlu da bu muameleye bağışık değilmiş. Prens her gün, sabahtan akşama kadar ders çalı­ şırmış. Kral ülkenin en saygıdeğer bilim insanlannı, prensi eğitmeleri için saraya toplamış. Oğlunu dünyanın gelmiş

H

geçmiş en zeki prensi yapmak istiyormuş.

Se ndk er -

Ama bir gün genç prens, saraydan sıvışmayı başarmış. Savaş atma binip nehir kıyısına inmiş. Orada, karşı kıyıda oturmakta olan prensesi görmüş. Prenses uzun siyah saç­ larına san çiçekler takmış. Prensin hayatında gördüğü en güzel kızmış. Nehrin karşısına geçme arzusuyla yanıp tu­

Ph

ilipp

tuşmaya başlamış. Ama nehri geçebileceği ne bir köprü, ne de bir sal var­

mış. İki kral birbirinden o kadar nefret edermiş ki, tebaala-

Ja n-

nna da birbirlerinin topraklanna ayak basmayı yasaklamış­ lar. Bu yasağı görmezden gelen herkes, bedelini hayatıyla

ödermiş. Üstüne üstlük nehirde, balıkçılann ya da çiftçile­ rin bir adımcık atmasını hevesle bekleyen bir sürü krokodil kaynaşırmış.

öyle r

Prens önce karşıya yüzerek geçmeyi düşünmüş. Ama, suya ancak dizlerine kadar geçmişken, koskocaman ağız­

K end iS

ark ıs

ını S

larını sonuna kadar açmış olan krokodiller başına üşüşmüş. Prens kendini nehir kıyısına zor atmış. Prensesle konuşa­ mayacaksam, hiç değilse onu izlerim diye düşünmüş. Ondan sonra, her gün gizli gizli nehir kıyısına inmiş. Bir kayanın üstüne oturup, özlemle karşı kıyıdaki prensese bakmış. Aradan haftalar, aylar geçmiş. Sonunda bir gün, bir

krokodil yüze yüze yanma gelmiş. “Sizi uzun bir süredir izliyordum, sevgili prensim,” de
View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF