Hüseyin Çelik - Ali Suavi

April 6, 2017 | Author: Selim Karlitekin | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Hüseyin Çelik - Ali Suavi...

Description

Ali Suavi •

Hüseyin ÇELiK



�'�

�J;

T.C.

-ÜL TÜR BAKANLIGI T

Ü

R

K

B

Ü

y

u

K

L

E

R

© T.C. KÜLTÜR BAKANLIÔI -ANKARA ISBN 975-17-1373-0

Birinci Baskı,

3.000

Adet

Keçiören Açık Cezaevi Matbaası Tel:

338 83 23 - 24

Fax:

339 40 70

-1993

/990'lı yıllar yalnız Türkiye toplumunda değil, tüm dünya ı·ııjlrcıfyasında da ilginç oluşumların ve onlara bağlı gelişmelerin l'tı�·cmdığı bir dönemdir. Bu dönemde Bakanlığımın politikasının IJzlJnü, demokratikleşme çabalarının toplumumuzda yaygınlaştırılması oluşturmaktadır. Çoğulcu, katılımcı, çağı yakalamış insanların ürünleri ile

bütünleşmiş bir kültür politikası temellendirilmesi

amaçlanmıştır. insanlığın

geçirdiği büyük

dönüşümlerin

ve değerlerin

arkasındaki kavramlar "Kitap" ve "Okumak"tır. Ne görselliğin gücü, ne de iletişimin durmak bilmeyen teknolojik gelişmeleri, bu iki kav­ ramın insanlara özgü haz duygusu nedeniyle hiçbir zaman önemini yi­ tirtemeyecek, özelliği ve önemi dünya durdukça sürüp gidecektir. insanlar günlük yaşama biçimleri, dünyadaki olumlu olumsuz gelişmeler, etkileşimler, olaylar, üzüntüler ve sevinçler içinde düşünce üretip kendilerini yenileyecekler ve bu çabadan da hiçbir zaman vazgeçemeyeceklerdir. Bütün bu somut gerçeklerin yanında, karşımızda fazla değiştiğini söyleyemeyeceğimiz diğer bir somut gerçek var. O da az okuyan bir

toplum oluşumuz. 1992'yi KiTAP VE OKUMA yılı ilan ederek bu

sorunun altında yatan nedenleri araştırmak, çözüm yolları aramak, et­ kinlikler yapmak, okuma konusunu gündemde tutmak çabası içinde geçirdik. Kampanyalar yaptık, yarışmalar düzenledik, kitaplarımızı ücretsiz verdik, tüm bu etkinliklerimizi yine sürdüreceğiz. 1993 yılında "KiTAP SATIN ALIN. .. AYD/NLANJN" diyerek ikinci adımımızı atıyoruz. Yine kampanyalar, yarışmalar yoluyla insanımızı kitaba ve kitap satın almaya yönlendirmek amacındayız. Geniş ufukları olan, düşünen, düşündüğünü açıklayan, görsel iletişim araçlarının verdikleriyle yetinmeyen, kültürlü insanların yaşadığı özgür ve demokratik ortamı olan, geleceğin, 2000'li yılların Türkiyesi için bu kavramların yerleştirilmesi çok önemli. Bunun so­ nunda kitabı isteme, sahip olma ve bundan haz duyma duygusunun yaygınlaştığı

insanların

Türkiyesi,

okuyan,

yazan

Türkiye,

düşlenenlerin gerçekleştiği Türkiye olacaktır.

v

Bakanlığımız

1993'te

gerek

çalışmaları

sırasındaki

değerlendirmeleri gerek Türkiye'nin her köşesinden gelen istemin yoğunlaşması nedeniyle baskı sayılannı yükseltti. Toplumsal düşünce birikimimizi oluşturan, bu arada da ulusal kültürümüze

katkıda bulunmuş olan ve fakat özel yayınevleri

tarafından yayınlanmasında bilinen güçlükleri yaşayan kitapları yayınlamaya devam edeceğiz. Böylece, ulusal kültür birikimimizi yalnızca bir koruma mantığıyla değil, günümüz gereksinimlerini karşılayacak bir yaklaŞJmla ele almış olacağız. Okumak ve yazmak, insanlann insanca duygularının, kendi ken­ disiyle yalnız kalabildiği tad alma ve haz duyma anlarının yaşandığı tek alandır. fnsanlar yaşanan bu anlarının sonucunda dünyamızı süsleyen fikir ürünlerini ortaya koyuyor, yetenekli kişiler ortaya çıkıyor, hepimizin, ülkemizin, giderek dünyamızın malı oluyor. Bu gerçek ve bilinç içinde kitap ve okumak somutunda başlattığımız girişimlerimizi 1993'te yine

gündeme getiriyor

"KiTAP SATIN ALJN...AYDINLANIN " diyoruz. Çoğulcu, katılımcı, demokratik yapılı, çağını yakalamış, ona içerden bakan kuşaklar olarak yetişmemizin gerçeği bu diyorum ve buna içtenlikle inanıyorum.

D.Fikri

SAGLAR

Kültür Bakanı

VI

iÇiNDEKİLEK ÖNSÖZ / XI 1.

BÖLÜM: HAYATI

Çocukluğu ve Aile Çevresi / 1 Eğitimi ilk Seyahatleri ve Memuriyetleri / 1 Şehzade Camiindekl Vaazlan / 7 Gazeteciliğe Başlaması / 8 Kastamonu'ya Sürfılmesi / 1 O Avrupa'ya Kaçması / 1 1 Londra Hayatı / 1 5 Paris Hayatı / 23 lstanbul'a Dönüşü Galatarasay Mekteb-i Sultanisi Müdürlüğü / 3 1 Mektebi Sultani Müdürlüğünden alınması / 37 işsiz ve Karanlık Günleri / 38 Ölümünden Sonra Ali Suavi / 45 Ali Suavi Hakkında Ne Dediler / 48 U.

BÖLÜM: ESEKLEKi

A. KiTAP RiSALELERi / 52 -

Ehemmiyet-i Hıfz-ı Mal / 52 Santorin Risalesi / 53 Hukuku'ş-Şevari / 53 Defter-i Amal-ı Ali Paşa / 53 Salnameler (Yıllıklar) / 54 Hive Fi Muharrem 1 290 / 55 Nasıreddin Chah D'IRAN / 55 A Propos de L'Herzegovine / 56 Vll

-

A Propos de L'Nerzegovine (il) / 57 A Propos de L'Nezregovine - MONTENEGRO (ili) / 58 Question of The Day. Turk or Christian / 59 Tacryr ou Relation de Mohammed Effendi / 59 Le Tableau de Sebes (Lugaz-ı Kabis) / 60 Takvimü't-Tevarih Zeyli / 6 1 Giyotiyos'un Ahlaka A!d Risalesinin Tercümesi / 6 1 Arabi İbare Usulu'l-fıkıh tercümesi / 62 David Urquhart'ın New Castle foreign Affairs Com­ mittee'nin Başkanı Mr. Crawshay'e Osmanlı Dış Borçları lle ilgili Olarak Yazdığı Mektubun Tercümesi / 62 foreign Affairs Committee'lerin Sultan Abdülaziz'e Yazdıkları Bir Mektubun Tercümesi / 64 - Bizzat Suavi veya Başka Kaynaklar Tarafından sözü Edildiği Nalde Rastlayamadığımız Eserleri / 67 B-

SÜRELi YAYINLAR: / 69

-

Muhbir Gazetesi (İstanbul) / 69 Muhbir Gazetesi (Londra) / 7 0 Ulüm Gazetesi / 7 2 Muvakkaten Ulüm Müşterilerine / 7 2 Bir Ansiklopedi Teşebbüsü: Kamüsu'l-Ulüm ve'l­ Ma'arif / 7 2 Yazarın Yayınladığını Veya Yayınlayacağını Söylediği fakat Bulamadığımız Gazeteler / 7 4 m.

BÖLÜM: FİKİRLERİ

- Sosyal ve Siyasi fikirleri / 7 5 Laiklik / 7 8 - Nilafet / 7 8 - Osmanlı Devletinin Manevi Rahatsızlıkları / 80 Milliyetçilik İslamcılık / 83 VIll

·

·

Türk Dili ve Edebiyatı Üzerine Düşünceleri / 1 03 EQltim Üzerine Görüşleri / 1 20 Fen Bilimlerine Bakış / 1 29 Ekonomik Görüşleri / 1 32 iV. BÖLÜM: YAZILARINDAN ÖRNEKLER

· ilim / 1 38 Serbestlik / 1 45 · Gazete / 1 47 · Taklit / 1 49 · Müslümanlann Padişah Hakkındaki Zannı / 1 54 · Müslümanlık Kalkınmaya Engel Değildir / 1 60 - Türk / 1 62 · Osman / 1 64 · Sanayi Der Memalik·i Osmaniye / 1 69 - Yeni Osmanlılar Tarihi'nden / 1 73 Avrupa'nın ve Amerika'nın Neşr-i Nasrariyet Ce­ miyetleri / 1 75 Fransız Kaypaklığı Tenbih lslam Askerliği Fransız Askerliği / 1 7 7 Terakki / ı 80 - Osmanlıların lstanbul'u Fethinden Dolayı Avrupa ve insanlık Onlara Neler Borçludur? / 1 83 - Mukaddime / 1 86 - Hatime / 1 90 - Varaka / 1 9 1 - 1 87 7-7 8 Osmanlı Rus Savaşı Üzerine / 1 93 - Teşekkümame / 203 - El Hakimu Huvallah / 204 - Demokrasi. Hükümet-i Halk, Müsavat / 232 -SONUÇ / 247 ·



BiBLiYOGRAFYA / 257

lX

ÖNSÖZ Ali Suavi, Batı/Jlaşma dönemi Türk fikir ve kültür tari­ hinde önemli bir yere sahip olan yazarlardandır. Tarihi­ mizde, Ali Suavi kadar, ölümünden sonra kendisi ile ilgi­ // biribirine çok zıt fikirler ileri sürülen aydın çok azdır. Onun için cahil diyenler olduğu gibi, dahi diyen­ ler de vardır; kahraman diyenlerin sayısı hain diyenler kadar çoktur. Çok çeşitli yönleri olan Ali Suavi Efendi üzerinde bugüne kadar yazılanlar ya onu mahkum etmeyi veya yüceltmeyi hedeflemiştir. Biz b u kitapta Ali Suaviyi hatıralardan, şahsi yorumlardan yola çıkarak değil, arşiv belgelerine ve bizzat kendi eserlerine dayanarak değerlendirmeye çalıştık. B u eserin uzun bir hazırlık dönemi olmuştur. /stanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde hazırladığımız "Ali Suavi, Hayatı, Eserleri ve Fikirleri" konulu doktora tezi b u kitaba başlıca kay­ nak ·o/m uştur. Kitabın hacminin sınırlı olmasından dolayı, doktora tezinde ele alman yüzlerce yerli ve ya­ bancı arşiv belgelerine b urada yer verilememiş ancak kaynaklan verilmiştir. Ali Suavi gibi hayatı, mücadele ile sürekli bir faaliyet ile geçen, hem din adamı, hem ga­ zeteci, hem öğretmen, hem bürokrat hem de komitacı olan bir insanın bütün yönlerini böyle küçük bir esere sığdırmak imkansız değilse de zordur. Okuyucular b u ki­ tapta ·belki her yönüyle Ali Suaviyi bulamayacaklardır ama, bulacak/an Suavi belgelerin bize anlattığı bir Ali Suavi olacaktır. Kitapta, Suavi ile ilgili bugüne kadar yazılanlara pek yer verilmemiş, ancak b unlar bibliyografyada gösterilmiştir. Yazarın eserleri tanıtılırken, elimizde olanlar kısaca tanıtılmış, olmayanların ise sadece isimle­ ri ve hangi kaynaklarda bunlardan söz edildiği belirtil­ miştir.

XI

Fikirleri kısmmda, yazann üzerinde çelişkili yorum­ lar yapılan görüşlerine daha ağırlıklı olarak yer veril­ miştir. Eserin son bölümünde, onun yazılanna örnek olarak sunduğumuz makalelere ya da çeşitli eserlerinden alman parçalara yer verilmiştir. Bu yazılar seçilirken özellikle şimdiye kadar yeni harflerle yaymlanmamış olmalarına ve yazann gerek üs/übun u gerekse fikirlerini çarpıcı şekilde yansıtmış olma/arma dikkat edilmiştir. Yazarın her biri bir kitapçık ebadmda ve son derece önemli, U/üm gazetesinde yaymlanmış ola& "Türk" ve "Lisan ve ffatt-ı Türki" başlıklı yazılara hacim endişesiyle yer ve­ rilememiştir. Ancak fikirleri ele alınırken bu makaleler­ den bolca almtılar yapılmıştır. Sözkonusu makalelerin Prof. Dr. Mehmed Kaplan başkan/ığmda hazırlanan Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi'nin 2. cildinde yeni harflerle yayınlanmış olmaları, bu makaleleri b ura da yaymlayamadığımız üzüntüsünü gidermektedir. Yazarm lstanbul ve Londra 'da çıkardığı iki ayn Muh­ bir gazetesinin biribirine karıştırılmaması için Lond­ ra 'da yaymlanan Muhbir, dipnotlarda Fransızca başlığı olan Le Mukhbir, .38. sayıdan sonraki sayılar ise lngilizce başlığı olan The Mukhbir şeklinde verilmiştir. Geniş okuyucu kitlesi gözön ünde b ulundurularak doktora tezimizden kısaltılarak ve yer yer dilde sade­ leştirmelere yer verilerek hazırlanan bu eserde, doktora tez danışmanım Prof. Dr. Birol Bmil'in ve her fırsatta geniş bilgi ve tecrübesinden yararlandığım Sayın Ziyad Bbuziyya Beyefendi'nin katkıları büyüktür. Kendilerine ve bu eserin yayınlanmasmda katkılan olan bütün şahıs ve kuruluşlara teşekkür ederim.

llüseyin Çellk /stanbul, 1991

Xll

1 . B ÖL Ü M

HAYATI Çocukluğu ve Aile Çevresi Ali Suavi, 1 7 Aralık 1 838 tarihinde lstanbul'da Cerrah­ paşa semtinde dünyaya geldi. 1 Kendisi Çankırı'nın Çerkeş kazasının Viranşehir nahiyesine bağlı bir köyden gelerek lstanbul'a yerleşen Cepkenoğlu ailesine men­ suptur.2 Babası Hüseyin Ağa, okuma yazmayı lstanbullu olan annesinden öğrenmiş bir kağıtçı esnafıdır. Hesabı dört işlem seviyesinde öğrenen Hüseyin Ağa'nın şahsiyetini Ali Suavi şöyle tarif eder: "Ehl-i ilme (alimlere) gayet hürmet eder, idare-i beytiyesini (evinin geçimini) pek iyi bilir, meşreben (karakter olarak) sıdk ve tahareti (te­ mizliği) sever, haksızlık gördüğü zaman sabn yanar, ateş kesilir; hatta haksızlık eden bazı ehibbasına (dostlarına) tokat atmış ve bazısının kafasını yarmış. '3

Eğitimi bk Seyahatleri ve Memuriyetleri Ali Suavi, Davutpaşa iskele Rüştiye mektebinden mezun olduktan sonra çok genç yaşta memuriyete başladı. Bab-ı Seraskeri Dersa'adet yoklama kaleminde (İstanbul Askerlik Şubesi) çalışmaya başladığı zaman 1 31 4 yaşlarındadır. Bu arada kendisi cami derslerine devam (1)

(2) {.3)

Ali Suavi, 1869 temmuz ayından itibaren Parls'te yayınladıgı Ulum gazetesinde ilk gençlik yıllanna alt hayatını yazmışl:r. Biz burada, genelllkle yazann kendi kaleminden olan hayat hikayesi­ ne dayandık (Ulum gazetesi n. 15, s. 892-9.32 ). Tercüman-ı Şark, 24 Mayıs 1878, nr. 44. Ulum, nr. ı 5, s. 89.3.

ederek kendisini yetiştirmektedir. Yazar, l 6- l 7 yaşlarına kadar geçen hayatının tamamen ilimle iç içe geçtiğini s ö y l e r . 4 Bab-ı Seraskeri yoklama kalemindeki görevinden ayrılıp hacca gitmek üzere lstanbul'dan ayrılan Suavi bu sırada l 7-1 8 yaşlarındadır. lstanbul'dan ayrılmadan önce o ilk eserini yazmıştır. 5 Bu, dini bir eserdir. 'Nesayih-i Ebu Hanife Üzerine Şerh' isimli bu eser günümüze kadar ya ulaşamamış veya henüz buluna­ mamıştır. Ali Suavi, çıktığı hac yolculuğunda ülkesini tanıma fırsatı bulmuş, kendi ifadesiyle dinleri, insanları, hayat şekillerini yerinde görüp i nceleme fırsatı elde 6 etmiştir. Bu yolculuk boyunca kendisi lslami ilimlerin temellerinden biri olan Hadis ilmi ile yakından ilgilen­ miş ve hac dönüşü lzmir'e çıktığı zaman binlerce hadis ezberlemiştir. Özellikle, Hz. Muhammed'in zulüm aley­ hinde söylediği hadisler genç Suavi'nin özelllkle ezber­ lediği hadislerdir. 7 lzmir'den Bursa'ya geçen Suavi, o zamanın Bursa valisi Süleyman Paşa'nın gönlünü fethet­ miştir. Süleyman Paşa'ya, yazdığı 'Şibbaku'l-Ulf.ım' isimli eserini sunan Ali Suavi, çok genç yaşta ilmi seviyesini ispatlamıştır. 8 Bursa'da Haraçcıoğlu Kütüphanesi kendi­ sine teslim edilmiştir. Bu arada Bursa Ulu Camli'nde Arapça ve lslami ilimler okutmaktadır. 9 Bursa'dan sonra Simav'a giden yazar, orada Koşulu Medresesi'nde hocalık yapmıştır. Ancak simav'da gôrdüf}ü bazı haksızlıklardan dolayı, bu haksızhklara rüşvet veya diğer yollarla göz yuman yetkililere karşı (4} (51 «>! (7) � (9)

2

Uüm. nr. 15. s. 893. Uüm, nr. 15, s. 894. A Propos de L'Herzegovine, Parls 1875, s. ı. Ulum, nr. ı5, s. 896. Ulıim nr. 15, s. 894. Le Mukhbir, nr. 47, 3 1 August 1868, s. 2. ..

mücadeleye girişmiş, ezilen insanların hakkını savun­ muştur. Osmanlı Devleti'nin bu hale gelmesine çok üzülen Suavi, Simav'da uzun süre kalmaz, tekrar Bursa'ya döner. 1 858 yılının sonlarında Simav'dan ayrılan Ali Suavi bu sırada yirmi yaşını aşkındır. ı o Dönemin Ma'arif Nazırı (Milli Eğitim Bakanı) Sami Paşa, bu sıralarda Rüştiye mekteplerini yaygınlaştırma çabası içerisindedir. Açılan yeni Rüştiye mekteplerine tayin edilen Darü'l-Muallimin (öğretmen okulu) mezun­ larının yeterli olmaması ve bunlardan bazılarının bilgi seviyesi olarak da yeterli görülmemesinden dolayı, Sami Paşa Rüştiyelerde öğretmen olarak görevlendirilmek üzere dışardan, yani öğretmen okulu mezunlarının dışında, öğretmen almak üzere bir imtihan açar. Bu imti­ hana Ali Suavi de girer. imtihanda olağanıistü bir başarı gösterdiği için Bursa Rüştiyesi'ne Muallim-i Evvel ( Başöğretmen) olarak tayin e�ilir. Tayini ile ilgili padişah iradesi (oluru) Başbakanlık arşivinde bulunmak­ tadır. ı ı Aynca, Milli Eğitim Bakanı Sami Paşa, Başbakanlığa Rüştiye mekteplerinin yaygınlaştırılması ile ilgili verdiği teklifte Ali Suavi'nin başarısını övmıiş ve dışarıdan öğretmen alma uygulamasına gıizel bir örnek olarak göstermiştir. Gerek Ali Suavi'nin Bursa Rıiştiyesi'ne tayin kararnamesinde, gerek Sami Paşa'nın sôzkonusu yazısında kendisinden Ali Efendi veya Hacı Ali Efendi olarak söz edilmektedir. Çünkü takma bir isim olan Suavi adını henüz almamıştır. Sami Paşa Suavi'nin imtihanda gösterdiği başarıyı şöyle dfle getirmektedir: "Sıileyman Paşa'nın inha'larıyla ( tavsiyesiyle) Dersa'adet'e ( lstanbul'a) gelmiş olan Ali Efendi daileri (10) Ulüm, nr. 15, s. 896-905. (1 1 l Başbakanlık Devlet Arşivi irade no. 2976 1 .

(sizin duacınız) Meclis-i Ma'arif'te (Eğitim Meclisi'nde) ledi'l-imtihan (imtihan olunarak) fazilet-i fevkal'adesi (olağanüstü başarısı) hüzzara (orada bulunanlara) hayret . .'12 verecek surette ledü'l-müşahade (gözlenerek) . Atama kararnamesindeki tarihe göre Suavi, 1 6 Ocak 1 860 yılında Bursa Rüştiyesi Muallim-i Evvelliği'ne tayin edilmiştir. Kendisi de bu imtihana girdiği zaman yirmi yaşından geçkin oldugunu söylemektedir. 13 Atama tarihine göre bu sırada 2 1 -22 yaşlarındadır. "Suavi" lakabını almadan önce lakabının 'Küçük Hoca' olduğunu söyleyen yazar, genç yaşına rağmen gittiği yerlerdeki kaymakam, vali gibi idarecilerden saygı gördüğünü be­ lirtmektedir. 14 Bursalı Mehmed Tahir'e göre, Ali Suavi, Bursa'da bu­ lunduğu sıralarda Bursalılara ilk defa konferanslar vermiştir. ilim adamları ile çeşitli konularda tartışmayı seven Suavi, münazaralarından bazılarını da Tahir Bey'in babası Rif'at Bey'in konağında yapmıştır. Bu tartışmalarda onun üstün zekası birçok kimsenin kıskançlığına sebep olmuştur. 15 Bursa Rüştiyesi'nde bir yıl süren öğretmenliğinden ayrılma sebebi kesin olarak bilinmemektedir. Ölümünden sonra çeşitli iddialar ileri sürülmüşse de bunların pek dayanağı yoktur. Osmanlı yıllıklanna göre Bursa valisi müşir Süleyman Paşa 1 27 6 ( 1 860) yılında bu vazifeden ayrılmıştır. Yerine gelen va­ linin Suavi'yi muhaliflerine karşı korumadığı düşünülebilir. Onun Simav Rüştiyesi'nde de öğretmenlik yaptığı ( 1 2) Başbakanlık Devlet Arşivi, i rade no. 2976 1 . ( 13) Fransa'da Paris şehrinde mlsafıreten Mukim Elhac Ali Suavi Efen­ di Tarafından Yine Parls'te Kanipaşazade Ahmet Rifat Bey'e yazılan mektubun sureti, Paris l 670, s. 7. ( 14) Ulüm, nr. 1 5, s. 905. ( 1 5) Bursalı Mehmed Tahir, "Ali Suavi" Hadisat-ı H ukukiye, ı2. Cüz İ stanbul, l 923, Kasım, s. l 7 1 - l 72.

4

birçok yazar tarafından iddia edilmişse de bunun aslı yoktur. Çünkü sözü edilen dönemde Simav'da Rüştiye yoktur. 1 86 l yılı başlarında, kendisine göre Ali Paşa'nın da­ vetiyle 1 6 , Bursa'dan İstanbul'a dönen Ali Suavi, gerek seyahatleri gerekse memuriyetleri münasebetiyle bu­ lunduğu yerlerde devlet çarkının artık eski günlerde olduğu gibi adaletle işlemediğini görmüştür. Askerlik şubelerindeki görevinde askeri teşkilatı, Bursa Rüştiyesi öğretmenliğinde Eğitim teşkilatını tanıdığı gibL girişken yapısıyla gittiği yerlerde idari amirlerle olan yakınlığı neticesinde mülki ve mali problemleri yakından görmüştür. Avrupa karşısında geri kalmanın ve keyfi idarenin getirdiği çözülüşü daha ilk gençlik yıllarında hisseden, yaşayan genç Suavi, her gittiği yerde haksızlıklarla mücadele ettiği için hep başını be­ laya sokmuştur. 1 86 l yılında istanbul'a dönen Suavi'yi Sami Paşa hi­ mayesine almıştır. 17 Paşa'nın konağında kendisine bir oda verilen Suavi, ilmi sohbetlerden hoşlanan Sami PaŞa'ri·ın - konağın_da bizzat Paşa'nın idaresinde_ toplan� _ n _ Ifitlimüz�kere me-clislerine- kafıirmŞ tır. fStanby!'� kaidıgi bu süre içerisinde devlet büyükleri ile içli dışlı olduğunu, onları yakından tanıma fırsatı bulduğunu söyleyen 1 6 yazar, muhtemelen 1 864 yılı başlarında Ru­ meli'ye gitmiştir. Kendisi "Bir aralık Sofya'da Mahkeme-i Ticaret (Ticaret Mahkemesi) reisliği ettim." 19 demekte­ dir. 1 28 1 Salnamesinde (yıllık) de Ali Suavi Sofya Ticaret Mahkemesi reisi olarak görünmektedir. 2° Kısa süren bu görevden sonra Filibe kaymakamı Ata Bey'le yine Filibe ( 1 6) Ulüm, nr. 1 5. s. 905. ( 1 7) 'Ali Suavi" Hadisat-ı Hukukiye, Cüz: 1 ı. İ stanbul 1 923. (Eylül) s. 143. (18) Ulüm, nr. 1 5, s. 905. ( 1 9) Ulüm, nr. 1 5, 895. (20) ı 28 1 , Salname. s. 92.

5

Kadısı

Cemalettin Efendi'nin ısrarları üzerine

ı 865

yılında Filibe'de Tahrirat Müdürlüğü'ne 21 atanır. 22 Fili­ be'de kaldığı yıllarda Dabbakhane Medresesi'nde de hocalık yapan yazar23 vatandaşlara vergi konusunda

yapılan bir haksızlıktan dolayı Ata Bey'le bozuşmuş ve

1 866 yılında Filibe'den ayrılmıştır.

Bazı yazarlar Suavi'nin Filibe'de Rüştiye öğretmenliği

yaptığını yazmışlarsada ne kendisi bundan söz eder, ne de

salnamelerde

bu

rastlıyoruz.

iddiayı doğrulayan

bir

kayda

Filibe'de bulunduğu sıralarda 'Suavi" takma adını alan

"Küçük Hoca· artık bundan sonra hep Suavi olarak

anılacaktır. 'Gece yolculuğuna ve uykusuzluğa karşı dayanaklı' anlamına gelen 'Suavi' kelimesi Arapça olup, tam

Ali

Suavi'nin

karakterine

uymuş

bir

lakaptır.

Gerçekten o, çok hareketli. yerinde duramayan, kendin­ ce haksızlık kabul ettiği şeylerle mücadelede yorul­

mayan bir tiptir. Bu ismi sonradan kabullendiğini bir mektubunda belirtmiştir. 24

Kendi hayat hikayesinde, kendisi bize Rumeli'deki

Suavi'yi. adeta gezgin, her zulüme müdahale eden, üst

kademe memurlarının danıştığı ve onlan her fırsatta en

acı şekilde uyaran bir tip olarak çizer. 25 Ama şu var ki

Suavi Filibe'de hangi görevlerle kalmışsa kalsın. Filibe­ Iilerin

kendisini

çok

sevdiklerini ve hiçbir

zaman

yalnız bırakmadıklarını hayatının sonraki dönemlerinde de görüyoruz.

(2 1 ) Osmanlılarda devlet dairelerinde yazışmalardan sorumlu kimsele· re verilen ünvan. Günümüzdeki "Genel Sekreterlik" Tahrirat Müdürlü�üne karşılık olarak kullanılabilir. (22) Ulüm, nr. ı 5, s. 895. (2.3) Ulüm, nr. 7, s. 4 1 9. (24) (25) Ulüm, nr. 1 5, s. 906.

6

Şehzade camii'ndeki Vaazları 1 866 yılında lstanbul'a dönen Suavi Efendi, Şehzade

Camii'nde ders vermeye, vaazlar etmeye başlamıştır.

Namık Kemal onun Şehzade Camii'ndeki vaazlannı takip

etmiş ve bir dostuna yazdığı bir mektubunda Suavi'ye hayranlığını ifade etmiştir.

Namık

Kemal.

bugünkü

Türkçe ile "Bu zat. irfanın doğurmuş olduğu yeni bir ziy­

nettir. Hafıza kuvveti, çabuk kavrama, hitabet, kalem

gücü gibi bir çok özelilği şahsında toplamış, daha yaşı otuz civannda iken İslami ilimlerin hemen hemen her

konusunda bilgi sahibi olmakla beraber Fransızca ve

Rumca da öğrenmiştir. Şehzade Camii'nde i kindiden

sonra Bür'e'nin Kaside-i Hemze'iye'sini ders veriyor.

Dersi çok renkli ve yüksek tabakadan oldukça bol din­

leyicisi vardır. Görmüş olsanız tariften daha üstün bulur­ sunuz. "26 demektedir. Kendisi, Şehzade Camii'ndeki derslerine Paşa'nın da katıldığını söylemektedir.27

Fuad

Yukarıdaki ifadelerin sahibi Namık Kemal ile Suavi.

henüz çok yakın ilişki içerisinde değildirler.

Namık

Kemal, Suavi adını Filibe telgraf memuru Rüştü Efen­ di'nin bir mektubundan öğrenmiştir. Rüştü Efendi Tas­ vir-i

Efkar

gazetesini

çı karan

Namık

Kemal'e

Ali

Suavi'nin eserlerinin bir listesini göndermiş, yazma olan bu eserlerin basılması için yardımını ve maliyetleri sormuştur. Bunun üzerine Namık Kemal, kabank sayıdaki bu eserlerin basılmasının oldukça yüklü bir maliyeti olduğunu, bütün eserlerinin basılması için yeni bir Q6l Metnin orijinali için Bkz. F.A. Tansel, Namık Kemal'in Hususi Mektuplan, Cilt: ı, Ankara, 1 967, s. 75. (27) Ulum, nr. 1 5, s. 906.

7

şirket kurulması gerektiğini belirten bir cevap yazar. Namık

Kemal,

Rüştü

Efendi'nin

Tasvir-i

28

Efkar'da

yayınlanması için gönderdiği, Suavi'ye ait "Ehemmiyet-i Hıfz-ı Mal' isimli kitapçığı Tasvir-i Efkar'da tefrika ha­

linde yayınlamıştır. 29

Yazann kendisi, Rumeli'den lstanbul'a döndüğü zaman

eserlerinin sayısının 127 olduğunu, bunların çoğunun el

yazması ve küçük kitapçıklar olduğunu belirtir.Cs (Lugaz-ı Kabıs) (Paris- 1873) l b n-i M i skeveyh 1 7 4 ' i n G iyotiyos 'tan Ara p ça'ya tercüme ettiği 'pinakis" ya da 'Sebes'in Tablosu" isimli eseri S uavi, Paris'te 1 87 3 yılında ilavelerle, aslı ile karşılaştırarak yeniden basmıştır. Eserin kendisi ve Suavi'nin düştüğü dipnotlar Arapça olmakla beraber, eserin kapağı Fransızca'dır. l bn-i Mis­ keveyh adı geçen eseri "Cavidan-ı H i red" adı i l e yayı n l a m ıştır. S u avi b u eseri İ s panya Kraliyet Kütü phanesi'nde b u l m u ş , Yun anca olan aslı i l e karşılaştırmış v e İ bn-i Miskeveyh'in bazı yanlış anlama­ lannı dipnotlarla düzeltmiştir. Bu eser ahlak ile ilgilidir. Suavi 1 863 yılında bu eseri Türkçeye tercüme etmiştir. Aşağıda bu tercümeden ( 1 74) Esas adı Abu Ali Ahmed Bin Muhammed Bin Ya'kup'tur. Hayatı hakkında fazla birşey bilinmemektedir. 1 030 yılında vefat etmiştir. Kendisi ahlakçı, tarihçi ve filozoftur (Ahmed Ateş, l slam Ansiklopedisi, Cilt 5/2, 1 968, s. 7 75). 60

söz edilecektir.

Takvimü't-Tevarih (Faris- 1874) Kati p Çele b i ' n i n Takvi m ü 't-Tevarih isimli eserı n ı 1 29 1 ( 1 874) tarihinde Paris'te el yazısıyla taşbasması olarak ilavelerle yeniden yayınlamaya başlamıştır. Eserin girişinde Katip Çelebi'nin adı geçen eseri hakkı nda bilgi verilmiştir. Kati p Çele bi'nin eseri ne Şeyh Mehmed Efendi. İ brahim Mütefferrika'nın yaptığı ilavelerden sonra kendisinin de ı 1 46 ( 1 733) ile 1 266 ( 1 849) tarihleri arasındaki olayları esere ilave ettiğini söyleyen Suavi, bu eseri tamamlayamamıştır. Elimizde bu eserin Suavi'ye ait sadece 4 7 sayfalık bir bölümü vardır.

Giyotiyos'un Ahlaka Aid Risalesi'nin Tercümesi

(htanbuı- 1867) Bu eser Sokrat'ın öğrencisi olan G iyotiyos'un "Pina­ kis' isimli eserinin tercümesidir. Eser 1 863 yılında tercüme edilmiştir. Eser el yazması olarak kitap haline getirildiği gibi, Ruzname-i Ceride-i Havadis gazetesinde ayrıca tefrika edilmiştir. ı 1 s Eserin baş tarafında Suavi'nin insanların terbiye edil­ mesi ve genel ahlak kuralları ile ilgili bir mektu bu vardır. Giyotiyos'un eseri sembolik imajlarla dolu olan bir tablo karşısı nda yapı lan yoru m l a r ve ka rş ı l ı kl ı ko n u ş m a l ardan o l u ş m aktad ı r . B i l ge b i r ş a h ı s etrafı ndakilere tablodaki sırları açıklamaktadır. Suavi'nin bu tercümesi, kendi vefatından çok sonra hikmet mecmuasında da tefrika edilmiştir. 1 76 ( l 75) Rüzname-i Ceride-i Havadis, nr. 583, 23 Ramazan l 283 (29 Ocak

1 867), s. 2332'den itibaren.

( l 76) Hikmet Mecmuası, nr. 64-74, 23 Haziran 1 327 ( 1 9 1 1 ), 1 Eylül 1 327 ( 1 9 1 l ).

61

Arabi İbare Usiilu'I f'ıkdı Tercümesi (Londra- 1868) Bu tercüme, El lşbahü'l-Nezair isimli eserin birinci bölümünün tercümesidir. Tercümeden önce Suavi'ye ait bir giriş vardır. Sadece 9 sayfalık bir kitapçık olan bu tercüme, önce Londra'da yazarın çıkardığı Muhbir gaze­ tesinde yayınlanmış • 77 daha sonra İngilizce-Türkçe bir kapakla 1 868 yılında Londra'da yayınlanmıştır. Bu kitapçığı yazmaktaki amaç, İslam hukukunun çağın gerisinde olmadığı ve olmasının da mümkün olmayacağını ispat etmektir. Suavi bunu girişte açıkça belirtir. (s: 2 ) O'na göre lslam hukuku, değişen dünya şartlarına, değişik örf ve adetlere her zaman ve zemine uymaktadır ve yeter­ lidir. lslam hukukunun çağdışı kaldığını söyleyenleri Suavi, Allah'a isyan etmiş olmakla yargılar. (s: 2-3)

David Urquhart'ın New CasUe Foreign Affairs Commit­ tee'nin Başkanı Mister Crawshay'e Osmanb Dış Borçlan

ile bglll Olarak Yazdığı �eldubun Tercümesi (� 1875) Urquhart'ın sözkonusu mektu bunu Suavi 1 1 Zilka'de 1 292 ( 1 1 Kasım 1 875) yılında Paris'te tercüme ederek kitapçık olarak yayınlan mıştır. Kitapçığın kapağında "Letter, From M . D . Urquhart to The New Castle Commit­ tee on the Subject of The Turkish Debt. Translated i n Turkish 1 1 December 1 875' yazılıdır. Kitapçığın iç sayfasında ise Osmanlı harfleri ile şu başlık yer almaktadır: " lngiliz hükemasın dan (fikir adamları ndan) vakıf-ı umür-ı alem (bütün dünyanın işlerinden haberli olan) ve hayırhah-ı ümem (herkesin iyiliğini isteyen) David Urqu­ hart Efendi'nin bu kere umür-ı Ecnebiye komitelerinden (Dış işler Komiteleri-Foreign Affairs Committee) New Castle Cemiyetinin Reisi Mister Crawshay'e yazdığı tah( l 77l The Mukhbir. nr. 40-4 1 , June (Haziran 25. 1 868. July (Temmuz) 2, 1868.

62

rirat-ı mesayih-ayatın ( N asi hatlerle dolu mekt u b u n ) ke n d i kalem iyle olan İ ngilizc e asl ı ndan Lisan-ı Osmaniye tercümesi' Sözkonusu mektupta Urquhart, Osmanlı Devleti'nin 1 838 yılından itibaren dışa bağımlı ekonomisinin bir özetini yapmakta ve l 853'te alınmaya başlanan dış borçların devleti nasıl çıkmaza ve çöküşe götürdüğünü çok güzel bir şekilde tahlil eder. Urq u hart, lngiliz hükumetinin görevlisi olarak ilk b o rc u kendisi l 836 y ı l ı n d a , ı s rarla O s m a n l ı yöneticilerine kab u l ettirmeye çalışmıştır. Ancak o zaman Akif Paşa kendisine, dine ve töreye aykın olduğu için kabul edemeyecekleri n i söylemiştir. Akif Paşa'nın sonraki nesillerin boynuna binecek böyle bir borca gir­ mesinden kaçınmasına karşılık, sonraki idareciler içerisine girdikleri israf ve yolsuzluk yüzünden yatının yapmak için değil, idarenin günlük işleyişini sağlamak için hesapsız dış borç almışlardır. Urquhart, mektu bunda Osmanlı Devleti'nin ekonomisi ile ilgili tahlil ve yorumlarda bulunduktan sonra New Castle Foreign Affairs Committee'nin Osmanlı'nın dış borçlarının en azından haksız katlanmalarla kabartılmış faizl erinin silinmesi için faaliyet göste rmesini iste­ miştir. Bu mektu bun İ ngilizcesi, S uavi'nin tercümesinden s o n ra D i plomatic Review'de i ki böl ü m h al i n d e yayınlanmıştır. 1 78 "These Ietters have been already pu b­ lished in Turkish" notu konarak Suavi'nin tercümesine atıfta bulunulmuştur. 1 79 Suavi, Avrupa'dan döndükten sonra bu tercümeyi Sa­ dakat gazetesinde yayınlamıştır. ı sa Suavi'nin tercümesi ile mektubun aslı karşılaştınldığı zaman, tercümenin mükemmel olduğu görülür. ( 1 78) Diplomatic Review, Januray 1 876. s. 7-25. ( 1 79) Bu mektuplar halihazırda Türkçe olarak yayınlanmıştır. ( l 80) 5adakat, nr. 73. 2 Şubat 1 877. nr. 74, 3 Şubat 1 877.

63

Foreign Affairs Committe'e lerln Sultan Abdulaziz'e Yazdıklan Bir Mektubun Tercümesi (Pmis- 1876) Sözkonusu tercüme 1 876 yılının Ocak ayında Paris'te basılmıştır. Bu mektuptan, Butler Johnstone'nin lstanbul'a birinci gelişinden bahsederken söz etmiştik. Her ne kadar Foreign Affairs committee'Ier tarafından imzalanmışsa da fikirler tamamen Urquhart'a aittir. Johnstone mektubu Sul­ tan'a ulaştıramayınca lngiltere'ye döndüğünü ve Suavi'nin mektubu Paris'te tercüme ederek kitapçık olarak bastığını da daha önce belirttik. Bu mektubun İ ngilizce orijinalini basılmış olarak bula­ madık. Ancak mektubun bir kopyası lngiltere büyükelçisi H e n ry E l l iot t a r a fı n d a n Foreign O ffi c e ' e gönderilmiştir. 1 8 1 Suavi'nin tercümesinin başlığı şöyledir: ' H u z u r-ı Şevket-MevfU r-ı Padişah iye (Şanı Yüce Padişaha) lngiltere Umür-ı Ecnebiye Komiteleri Canibin­ den (tarafından) Seksen Dört Buçuk Milyon Liralık Hakk-ı Duyün (borçların silinmesi) Layihasını Kabul Niyazıyla Ar­ zuhal (Dilekçe)' Mektupta 2 1 Foreign Affairs Committee'nin temsilcile­ rinin imzalan vardır. Sultan'a son derecede saygılı bir dille hitab edilmiştir. ö n c e l i kle Komiteler, k u r u l u ş am açl arı n ı n ken d i ülkelerindeki insanların Türklerle ilgili yanlış kanaatleri­ ni düzeltmek olduğunu belirterek söze başlamışlardır. Mektupta yer yer "üstadımız Urquhart bize öğretti ki, gösterdi ki' gibi ifadelerle karşılaşıyoruz. Zaten mektu­ bun baş tarafındaki fikirler Urquhart'ın bir önceki mektup­ taki fikirlerinin bir tekrarı mahiyetindedir. Komitelere göre, kendi ülkelerinde Osmanlı Devleti, dolayısıyla Türklerle ilgili düzeltmek istedikleri üç ( 1 8 1 ) P.R.O. F.O: 2454, From Elllot to Lord Derby, nr. 56. Suavl'nln tercümesinde mektubun aslın �a olmayan bazı ilaveler vardır.

64

büyük ve yanlış zan vardır: 1 - Osmanlı Devleti Rusya'dan zaiftir. Avrupalıların yardımı olmazsa Rusya'ya mukavemet edemez. 2- Osmanlı Devleti, din ve inanç hürriyetine saygılı değildir. Hristiyanlar işkence ediliyor, dolayısıyla Avru­ palı din kardeşlerinin himayesine muhtaçtırlar. 3- Devlet-i Osmaniyye Avrupa nizamatına taklit ile Kur'an-ı Kerim'i Napolyon'un kanunlarıyla değiştirmeli. Komiteler bu üç yanlış zannı reddederek kendilerince doğru olan şu fikirleri ileri sürüyorlar: 1 - Rusya aslında Osmanlı'dan daha zayıftır. Ancak Avru­ palılara dost yüzü göstererek onları Osmanlı Devleti aley­ hinde kullanarak bulunduğu mevki'i koruyor. 2- Osmanlı devleti din ve vicdan hürriyetine saygılıdır. O kadar saygılıdır ki, Avrupa'da d i nlere karşı en müsamahakar olan l ngilizlerin kendi mezhebinden ol­ mayan (Katolikler) insanlara gösterdiği müsamahadan çok çok daha fazla müsamahakardır. 3- Osmanlı Devleti'nin selameti ancak Kur'an-ı Kerim'in hükümlerine bağlı kalmasındadır. (s. 2) Mektu bun daha sonraki kısımlarında Osmanlı Devle­ ti'nin Rusya'ya karşı pozisyonu, Osmanlı Devleti'ne karşı Avrupalı Devletlerin tutumu ve dış borçlar ile bunlardan Osmanlı Devleti'nin nasıl kurtulacağına dair görüşler ileri sürülmüştür. S u l ta n ' d a n , hiç kimsenin uymadığı Paris Antlaşmasından kendilerinin de çekilmeleri, yabancı se­ fi rlerin ü l kesinin iç işlerine mü dahale etmelerinin önlenmesi istenir. Suavi'nin tercüme ettiği mektup şu paragrafla sona eriyor: Zat-ı hakkaniyet-simat-ı mülükanelerinden (Adalet örneği siz padişahtan) hülasa-i niyaz-ı esdakaları (size sadık olan bizlerin özetle ricası) şudur ki. memalik-i mah­ rusaları nın imareti (Yüce ·ülke n izin kal kınması) ve bilcümle Müslim ve gayr-ı müslim (müslüman olmayan) 65

teb'a-i şahenelerinin (vatandaşlarınızın) refah ve himaye­ sini müte keffi l (garanti altına alan) bulunan Kur'an-ı Azimü'ş-Şan (Şanı Yüce Kur'an-ı Kerim) ahkam-ı şerifesine (Yüce hü kü mlerine) itimad buyuru p, Avrupalıların hürriyet-i ticaretine (ticaret hürriyetine) mani ve tarh ve tevz-i'i tekalüfde (vergilerin toplanma ve harcamasında) sa­ del iğe m u halif olan mecnünane (delicesine) ve müteadiyane (haksız) nizamları nı memalik-i adl iye-i şahanelerine (adaletle idare edilen ülkenize) idhale (so­ kulmasına) müsaade verilmeye ve Devlet-i Aliye'lerinin iyiliğine dair deyü tasni' (taklit) edilip mahz-ı hatadan (sade hatadan) ibaret olan 'Paris muahedesi' kaydından 'bağından) saltanat-ı sen iyyelerinin halası (kurtarılması) bir irade-i katiyye-i şahaneleriyle (kesin bir fermanınızla) Har. buyurula.' 182 (s: ı 3) Suavi, kitapçığa, aynca David Urquhart'ın şeyhülislam'a yazdığı bir mektubu da tercüme ederek koymuştur. Urquhart, bu mektupta kendisi ve arkadaşlarının Os­ manlının dış borçlarının faizlerini sildirmek için gayret gösteriyorken hatta lngiliz parlamentosu'ndan bir karar çıkarmaya muvaffak olmuşken Babıali'nin yeni yeni senet­ ler basıp borçları arttırmasından dolayı teessüflerini bil­ dirir. Urquhart, bunun önüne geçilmesi gerektiğini belirt­ tiği mektu bunda Şeyhülislam'a devletin kurtarılması hakkında görüşlerini bildirir. Bu mektubu Suavi, Avrupa'dan döndükten sonra Vakit gazetesinde aynca yayınlamıştır. 1 83 ( 1 82) Mektubun, İ ngilizcesinde ise bu son paragraf aşagıdakl gibidir: "Flnally we beseech Your Majesty to restore your Emplre to hap­ piness and prosperlty by followlng those maxims of the Koran whlch while protect te Christian Rayah, do not permlt the abuses and follow of Europe, but which enjoin llberty of commerce and simpllclty of taxation and we further lntreat that your majesty will declare yourself llberated from ali the obligation, whlch have been foundamentally imposed on Turkey by a compact which has never been observed when in her favor, the so called Treaty of Paris'. ( 1 8.3) Vakit. nr. 44.3, 22 Kanün-1 sani 1 877. 66

BİZZAT SUAVİ VEYA BAŞKA KAYNAKLAR TARAFIN­ DAN SÖZÜ EDİLDİÖİ HALDE RASTLAY AMADIÖIMIZ EŞEKLERİ Eserin Adı Adının Eserin Geçtiği Kaynak 1 - Nesayih-i Ebu Hanife Şerhi Ulum, N: 1 5. s. 894 2- l raki'nin Siyer-i Elfıyesi

Üzerine i ki Cilt Şerh Ulum N: 1 5, s . 894.

3- Şibbaku'I Ulum

Ulum N: 8, s. 43-1 ' N: 1 5, s. 895.

4- Mektuplar

Ulum N: 1 5, s. 893.

5- Makamat Tarzında Yazılmış Kendi Hayat Hikayesi Ulüm, N: 1 5, s. 893. 6- Tarih-i Fars Ulum N: 8, s. 473. 7- Sahih-i Buhari'nin Usul-ı Cedide Üzere Tanzimi Ulum N: 1 5, s. 896. 8- Fazı ve Hesabü't-Tamam ve't-Tefazül Ulum N: 7, s. 4 1 9. 9- Mevzuatü'l-Ulum Tercümesi Ulum N: 8, s. 440. 1 O- Cevami'-i l lmü'r-Riyazi Tercümesi birleşik O, s. 6 1 6 .

Ulum N : 1

1 1 - Uhdi'nin Terci-i Bendi Ulum N: 8, s . 473. 1 2- Sen de Gemidesin Ulum N: 1 5, s. 9 I 4. 1 3- Ahval-ı Hazırayı Tarif Eden Münşiyane Bir risale Ulum N: 1 5, s. 9 1 5. 1 4- Müslümanlık Terakkiye Mani Değildir Le Mukh­ bir, N: L s. 3 1 5- Kayde'I Mevcud, Sayde'l-Mefkud Muhbir, N: 47-4952, s. 1-2 Le Mukhbir, N: 1 , s. 1 67

1 6- Ulema Ali Suavi. Tacryr Ou Relation de Moham­ med Efendi, Paris. 1 872, s. 4 Ali Suavi, Türkiye 1 290, Paris 1 873. s. 1 02. Bursalı Mehmed Tahir. Osmanlı Müellifleri, ist. 1 334. s. 329 Ali Suavi. Le Khiva. Paris, 1 873, Arka kapak 1 7- Almanak (Politik ve istatistik) -El Münakkah Ulum N: 8, s. 487-488 l 8- Dört Yüz H ikmet Ali Suavi. Türkiye 1 290, Paris. 1 873, s. 1 02. 1 9- Dendere Hikayesi Ali Suavi. Türkiye 1 290, Paris, 1 873, s. 1 02. 20- Maliyeye Dair Yedi Cüz Eser Ulum N : 1 2. s. 7 1 4. 2 1 - Şerh-i Hadis-i Mirac-EI Hekim İ bn-i Sina Ulüm N : l ı . s . 652. 22- Fransızların ( 1 8 7 0 Fransız-Alman Savaşında) Mağlubiyetlerinin Sebeplerine Dair Bir Risale Muvakkaten Ulum Müşterilerine N: 3, s. 48. 23- Harita-ı Kevakib-i Seyyare Ulüm N: 5, s. 278-279. 24- Heredot Tarihi Ulum N : 23. s. l 340. 25- Fenn-i Tanzim-i Defter Ulüm N: 8, s. 4 78-4 79. 26- Preuve de L'Existence de Dieu (Allah'ın Varlığının isbatı) Ali Suavi. Le Khiva, Paris, 1 873 (Arka kapak) 2 7 - Tarik-i Necat Kuntay, M ithat Cemal, Sarıklı İhtilalci Ali Suavi, lst. 1 946, s. 7 1 28- Tarih-i Efkar Memalik-i Mahrusa-i Şahaneye Duhul ve intişarı Memnu' Bulunan Kütüp ve Resail-i Muzırranın Esamisini Mabeyyin Cedveldir (Darü 'l-Hi lafetü'I Aliye) ist. 1 3 1 7 , s. 92. 29- Muhtasar lhya-yı Ulüm Tercümesi Ülken, Hilmi Ziya "Tanzimattan Sonra fikir hareketleri" Tanzimat 1 , 1 940 ist. s . 773 Bursalı Mehmed Tahir. Osmanlı Müellifleri, ist. 1 334, 68

s. .329. .30- Bulgaristan M eselesi Üzerine Yazılıp Poujade Adına Yayınlanan Fransızca Bir Eser Vakit Gazetesi, N: .3.3.3, .30 Eylül 1 87 6 .3 1 - Devlet 1 1 6 .5 Milyon Borçtan Kurtuluyor

Özege

Seyfettin Eski Harnerle Basılmış Türkçe Eserler Kataloğu Kayıt No: .39 1 7 .32- M u harrerat-ı Nadire

Unat, Fail Reşit, Gerçek

Selim "Tanzimat Devri İçin Bir Bibliografya" Tanzimat L lst. 1 940, s. 979 . .3.3- Tarifatü'I Suavi

M uhbir, N: 1 , 2, .3, 4, 2 L 22, 2.3

(Tefrika)

Yazarın Telif veya Tercümeye Başladığı Halde Yanın Kalan Esel1eri 1 - Muhakemetü'l-Lugateyn Tercümesi

Ulum, N : 22,

2.3, s. 1 .305- 1 .309 1 .342- 1 .346 2- Yaylalar (Piyes) Ulum N: 1 .3, s. 78 1 -785

Yazarın Telif veya Tercümeye Niyetlendiği Eserler 1 - Keşşaf-ı lstılahat-ı Fünun Ulum, N: .3, s. 1 65. 2- Fetava-yı Alemgiriye Le Mu khbir, N: 2, s. 4 .3- Asi atic Society'lerin Faydalı Yayı nları ile ilgili kılavuz Ulum N : 9, s. 5.37.

B. Süreli Yayınlar a) Kolleksiyonlan Elde Mevcut Olanlar I · Muhbir Gazetesi (İstanbul) Sahibi Filip Efendi olan gazetenin ilk sayısı 25 şaban

69

1 283 ( 1 Ocak l 867 )'te çıkmıştır. Her ne kadar bazı yazar­ lar Muhbir'deki bütün yazıların Suavi'ye ait olduğunu söylemişlerse de 1 84 kendisi gazetenin ı . sayısının tama­ men kendisi tarafından yazıldığını arada bir de bendler yazdığın ı söyler 1 85 • Muh bir'in 3 2 . sayıda h ü kumetçe bir ay süreyle kapatıldığı ve Suavi'nin Kastamonu ·ya sürüldüğünü yukarıda söylemiştik. Gazete 33. sayıdan itibaren yorum ağı rlıklı yazıları p e k yayı nlamam ıştır. Bu devrede Suavi'nin gazetede yazmadığı hemen hissediliyor. Ancak 4 7. sayıdan itibaren bir seri yazısı yayınlanmıştır. Muhbirin son sayısı olan 55. sayı 22 Muharrem 1 254/ 26 Mayıs 1 867 tarihlidir. Yazann biyografisi ve fikirleri bölümlerinde çıkardığı gazetelerin muhtevası üzerinde durduğumuzdan burada bu konuya tekrar yer vermeyeceğiz.

2- Muhbir (Londra) M ustafa Fazıl Paşa'nın parasıyla Londra'da çıkarılan Muhbir gazetesinin ilk sayısı 3 1 Ağustos 1 86 7 tarihlidir.

Gazetede her ne kadar, Yeni Osmanlılardan, Suavi'nin dışında kimsenin

i mzası yoksa da

Namık Kemal,

Kanipaşazade Rifat Bey ve Ziya Bey'in de bazı yazılar yazdıklarını tespit ediyoruz. Namık Kemal'in Suavi'ye yazdığı bir mektuptan 1 86 1 ı . sayıdaki,

' lsta n b u l 'dan

28

Teşri n ievve l-i

Firengi'

başlıklı yazıyı Namık Kemal'in yazdığını anlıyoruz. ( 1 64) Ebuzzlya, Yeni Osmanlılar Tarihi, Cilt: 1, s. 45, Ahmed Rasim, Şinasi 1 922, s. 1 5. ( 1 85) Ulüm, nr. 1 5, s. 909-9 1 0, Le Mukhbir, nr. 5, 28 Septembre 1 867, s. 2

( 1 86) Tansel Namık Kemal'ln Hususi Mektupları, Cilt: t, s. 1 .38- 1 .39. Bu yazının tam metni için Bkz. Akün, Prof. Dr. Ömer Faruk, Namık Kemal'in Mektupları, l st., 1 972, s. 2 1 1 -2 1 .3.

70

Öte yandan Suavi'nin Kanipaşazade'ye yazdığı bir mektuptan da aşağıdaki yazılann Kanipaşazade tarafından yazıldığı anlaşılıyor: N: 2 2 , 6 February 1 868, Maliye ile ilgili bir yazı s.2 (Şeyhülislamın aleyhinde) N: 2 2 , 6 February 1 868, 'İstan bul M uhabirimizden' baş l ı kl ı yazı ( Paris Sefiri Cemil Bey ve Elçi l i k Görevlilerinin aleyhinde) s . 1 1 2, 3 N: 26, 7 Mars 1 868, Sultan ve Fuad Paşa Aleyhinde bir yazı, s. 2-3 N : 34, 1 3 Mai 1 868, Mahsüsat (Şeyhülislam Hasan Efendi aleyhinde) s. 3-4. N: 36, 27 Mai 1 868, Dış borçlan protesto ile ilgili ilan, s. 1 N: 3 7 , 3 J une 1 868, Dış borçlan protesto ile ilgili ilan, s. 1 •

Ayrıca Muh bir'in 36. sayısında 'Bir zat tarafından' başlığı ile yayınlanan Tebdil-i veraset meselesinin Ziya Bey tarafından yazılmış olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü sözkonusu, yazı Ziya Bey'in yayınladığı veraset m e ktupları ile gerek fikren gerekse üslup olarak aynıdır. ı 5 7 Suavi Kanipaşazade'ye yazdığı mektupta, özellikle Ali Paşa ve Vükela aleyhinde yazılıp Muhbir'de yayınlanan bir çok yazının Kanipaşazade tarafından yazıldığını iddia etmektedir. 188 Gazetenin 5- 1 2. sayılarının Fransızca özetleri, 37-50. say ı l a rı n ı n ise İ ng i l i zce özetleri yay ı n l anmıştır. Fransızca özetler Kanipaşazade Rif'at Bey tarafından yapılmıştır. ı 59 ( 1 87) Le Mukhbir, nr. .36, l 7 Mai 1 868, s. .3-4. ( 1 88) Ali Suavi, Fransa'da Paris şehrinde misafireten mukim Elhac Ali Suavi Efendi tarafından yine Paris'te Kanipaşazade Ahmet Rifat Bey'e yazılan mektubun sureti, 15 Kanün-i sanı. 1 870, Paris, s. 2-.3 ( 1 89) Aynı mektup, s. 2.

71

Muhbir1n son sayısı olan 50 . sayı, .3 Kasım 1 868 tarih­ lidir.

3· Ulüm Gazetesi Suavi'nin 1 869 yılı temmuzunda Paris'te çıkarmaya başladığı Ulüm gazetesinin ilk yirmi sayısı yazarının el yazısı ile litografya baskısıyla yayınlanmıştır. 2 1 -25. sayıları matbu olan Ulüm aslında adı gazete, kendisi dergi olan bir periyodiktir. Ali Suavi'nin gerçek fikri şahsiyetini Ulüm 'da buluyo­ ruz. Çünkü gazete tamamen kendi kontrolu altındadır. U l ü m ' u n son sayısı (25. sayı) 1 Eyl ül 1 8 7 0 ' te çıkmıştır. Fransız Alman Savaşı'nın başlaması üzerine Suavi Paris'i terk etmiş, dönüşte de Ulüm 'a devam etme­ miştir. 4- Muvakkaten Ulüm Müşterilerine Alman-Fransız Savaşının başlaması üzerine evini ve matbaasını Paris'te bırakan Suavi, posta hizmetlerinin devam ettiği bir yere gidip Ulüm 'u çıkarmaya devam etmek üzere şehri terketmiştir. Lyon'da M uvakkaten'in ilk i ki sayısını Marsilya'da da geri kalan sekiz sayısını çıkarmıştır. Muvakkaten , Ulüm'dan çok Muhbir havasındadır. Siya­ si haber, yorum ve tenkitler derginin tamamını doldur­ maktadır. Her sayısı 1 forma olan Muvakkaten'in ilk sayısı .30 Eylül 1 870, son sayısı Kasım 1 870 tarihlerini taşır. 5- Kamusu'l-Ulüm Ve'l·Ma'arif Matbu olarak çıkmaya başlayan Ulüm 'un eki olarak çıkarılan bu ansiklopedi, Osmanlı sahasında, Batılı tarz72

da ve alfabetik ilk ansiklopedi teşebbüsüdür. Ulüm 'un 2 1 -25 sayılarıyla beraber ancak 5 fasikül

çıkarılabi l e n bu ansiklopedi 'Atabek' maddesinde kalmıştır. Ansiklopedinin dönemi içerisindeki diğer bir önemi resimli olmasıdır. Beş fasikülde toplam 9 tane resim vardır. Ansiklopedinin yayınlanan fasiküllerinde bazı önemli maddelere yer verilmişken, yer yer çok önemsiz madde­ ler de ansiklopediye alınmıştır. Ancak tek şahıs tarafından çıkarıldığı göz önünde bulundurulursa yazarın gayreti küçümsenemez. Ayrıca yazar, geçen fasiküllerde şu veya bu sebeple yer almamış, önemli maddelerin sonda zeyl olarak yayınlanacağını Ulum'un 24. sayısında ilan etmiştir. 1 90 1 . Fasi külde , ansikloped i n i n i l i m ve ma'ari fi n yayılması açısından faydaları üzerinde durulmuş ve Şark'ta ilk defa Seyyid Şerif ve M uhammed A'la-et­ Tehevani tarafından ansi klopediye benzer alfabetik eserlerin yayınlandığı bildirilmiştir. 1 . Fasikülde ayrıca, Türkçeye alı nacak ıstılah lar üzerinde ısrarla d urulmuş ve bu konuda uyulması gere­ ken esaslar ortaya konmuştur. Aslında bu ansiklopediye · ıstılah lugatı" (Terimler Sözlüğü) da denilebilir. Çünkü bu ansiklopedi, tamamen isimler, eserler, olaylar ansiklopedisi değildir. Özel isimler dışındaki maddelerde önce madde olarak alınan kelime veya terkibin sözlük manası daha sonra ıstılah manası ve türevleri verilmiştir. 5 Fasikülde şahıs olarak Apakoğlu lsmail, Abaza Meh­ med Paşa, Abaza Hasan, Abaza Paşa, Abağa Han, Abakhan Abbas. Atlı Beyzade maddelerine yer verilmiştir. ( 1 90) Ulüm, nr. 24, s. 1 383.

73

b) Yazarın Yayınladığını veya Yayınlayacağını Söylediği Fakat Bulamadığumz Gazeteler I Mehdi Gazetesi: Ulum'un 2 3 . sayısın daki bir ilanın 2 . maddesi şöyledir: 'Her kim 24 Frank verip Ulüm gazetesine bir senelik müşteri olursa ona ' Mehdi' ismiyle çıkacak ga­ zetenin her nüshasından meccanen (parasız) verilir. Bu gazete idare-i devletten (devlet idaresinden) bahseder, haftalıktır. Bir yılda 52. n üsha çı kar. Çıkacak Mehdi ancak Ulüm gazetesi müşterileri için olduğundan para ile satılmaz ve nüshü nüsha iştira (satın alanlar) edenler ona sahip olamaz." 1 9 1 Ulum'un 2 5 sayısı ile kapanmış olmasından dolayı b u gazetenin d e çıkmamış olması kuvvetle muhtemeldir. ·

2· Babıill Gazetesi:

Ulüm'un 23. sayısındaki sözkonusu ilanın 3. maddesi ise şöyledir: 'Her kim 24 Frank verir de Ulüm gazetesinden bir se­ neliğine müşteri olursa 'Babıali' ismiyle çıkacak gaze­ temizin her nüshası bad-ı heva (bedava) verilir. Bu gaze­ te kitap şeklinde olup ayda bir kere çıkar. Bir ay içinde Babıali hafi (gizli) ve celi (açık) ne yaptıysa onlan hava­ dis olarak tarih gibi kayd eder ve tedkik ve muhakeme için bendler dahi yazar. Havadis ve vukuat'ın (olaylann) kesret (çokluk) ve killetine (azlığına) göre gah büyük olur, gah küçük.' 1 92

3· La'netullahi ala'z.zalimin

Ulüm'un 1 2. sayısında Suavi, 'Londra'da bastırıp me­ malik-i Osmaniye'de neşr etmekte olduğum ' La'netullahi ala'z-Zalimin' (Zalimlere lanet olsu n) nam gazetenin bi­ rinci nüshasındaki bir meselenin sureti" şeklinde bir giriş yaparak, h akimeyetin ancak Allah'a mahsus olduğuna dair bir yazı yayınlamıştır. 1 93 ( 1 9 1 ) Ulüm, nr. 23, s. 1 337. ( 1 92) Ulüm, nr. 23, s. ı 337. ( 1 93) Ulüm, nr. ı 2, s. 722.

74

i l i . B ÖL Ü M

FİKİRLERİ Sosyal ve Siyasi Fikirleri Ali Suavi de diğer Yeni Osmanlılar gibi sosyal ve siyasi fikirlerinin kaynağın ı İslam dininden alır. O, siyasi bir rejim olarak monarşiyi kabul eder; ancak monarşi'nin des­ potizm olarak anlaşılıp, liderlerin kendilerini kanunlann üzerine görmelerine şiddetle karşı çıkar. Suavi'ye göre padişah, halife kim olursa olsun, mutlak hakim yani her konuda dediği dedik ve sorumsuz olamaz. Devlet başkanını ve hükümetleri sorumlu tutan kontrol mekanizmaları nın varlığın ı savunan yazar, Allah'tan başka hiç ki msenin m utlak hakim olamayacağı nı söyler. 1 94 Bundan dolayıdır ki O, "Halk Hakimiyeti" tabi­ rine de karşı çıkar, " El Hakimu H üvallah" (Hakim Allah'tır) makalesinde bu tabiri tahlil eder ve İslam dini­ ne göre hakimiyetin şeri'atte olduğunu ve şeri'atın da Allah'tan geldiğini vurgular. ı 95 Siyasi rejim konusundaki fikirlerini islamiyetin i l k yıllarındaki uygulamalardan örnekler verere k ortaya koyan yazar, keyfi idare ile İslam dininin taban tabana zıt olduğu, esasen müslüman bir toplumda meşveret (danışma) kavramının her seviyede uygulanması gerek­ tiğini savunur. ı 9 6 İstanbul Muhbir'deki yazılarında siyasi rej i m konu­ sunda çok açık fikirler ileri sürmeyen, zaman zaman bir mil let mecl isinden söz eden S uavi 1 9 7 Avrupa'ya ( 1 94) Ulüm, "Kudret-i Siyasiye Der Düvel-i İ slamiye· nr. ı 6, s. 998.

( 1 95) Ulüm, 'El Hakimu Hıivellah', nr. 1 , s. ı 8. ( 1 96) Le Mukhblr, "Emraz-ı Dahiliye' nr. ı 9, ı O Janvier (Ocak) ı 868, s. 3. ( 1 97) Muhbir, nr. 1 6, 9 Şewal I 283, s. 3, nr. 23, 2 1 Şewal 1 283, s. I , nr. 28, 27 Şewal I 283, s. 3.

75

kaçtıktan sonra özellikle Londra'da çıkardığı Muhbir ga­ zetesinde Osmanlı hükümeti n i n adaletli bir idare sağlaması için bütün milletin temsil edildiği bir Parla­ mento fikrini ısrarla ileri sürer. ı 98 S u avi, idare n i n keyfi olmaması, danışma ve dayanışmaya dayalı olması ve idarecilerin yaptıklanndan dolayı soru m l u ol ması gere ktiğine dair fi ki rlerini hayatının sonuna kadar devam ettirmekle beraber, 1 869 yılının temmuz ayından iti baren çıkardığı Ulüm gazete­ sinde Osmanlı Devleti'nin ol uşturduğu dinler, milletler mozayiğini göz önünde bulundurarak modem anlamda bir parlamenter sistemin devletin derdine çare olamaya­ cağını yazıyordu. Yani bir anlamda o, Londra'da çıkardığı Muhbir gazetesinde ileri sürdüğü popüler demokrasi isteğinden vazgeçiyordu. Osmanlı tari hinde ilk defa demokrasiyi siyasi bir sis­ tem olarak uzunca bir yazısına konu ederek inceleyen Suavi'dir. O, demokrasinin ideal bir rejim olduğuna inan­ maktadır, ancak Osmanlı Devleti'nin sınırları içerisinde bulunan Avrupa'daki Sırplarla, Afrika'daki Mısır'ın Avru­ pa'daki Bulgar'la Afrika'daki Tunus' un vs. nin demokratik yollarla bir araya gelmelerini. gönül birliği etmelerini hayali buluyordu. ı 99 Ancak bütün bunlarla beraber o, yine de bir millet meclisinin varlığına taraftardır. Yalnız onun düşündüğü bu meclis herkes tarafından seçilen ve herkesin girebil­ diği bir meclis değil, islami idarenin öngördüğü "ehl-i hali ve'l-akd" yani bilen, kalburüstü i nsanların seçtiği ve seçildiği bir meclis olacaktır.20 0 ı

ı98J Le Mukhbir, nr. 20, 1 8 Janvier (Ocak 1 868, s. 1 -2, nr. 22. 6 Fevrier

(Şubat) 1 868, s. 1 -2, 4. nr. 27, 1 4 Mars (Mart) 1 868, s. 2. nr. 26, 7 Mars (Mart) 1 868, s. 1 -2. nr. 36. 27 Mai (Mayıs) 1 868, s. 2 v.s. ı l 99) Ulüm. nr. 1 8, 'Demokrasi. Hükümet-1 Halk. Müsavat'. s. 1 1 0 1 1 1 02. (200) Ulüm. nr. 1 8 aynı makale, s. 1 1 05.

76

O, yurda dönmeden önce Paris'ten Vakit gazetesine gönderdiği bir yazıda Batı'da demokrasi adı altında biri­ birine rakip ve mu halif olan partilerin biribirleri ni yıpratmak için başka insanlara veya kendi cemiyetlerine zarar vermek pahasına her yola başvurduklarını belirtir ve bunun çirkin olduğu n u söyler. Aynı makalede Batı'nın kapitalist yapısını da tenkid eden yazar2 0 1 yurda dönmek üzere iken tam bir muhafazakardır. Suavi. Londra Muhbir1nde "Niçinci' diye bir kavram getirir. Bu demokrasilerdeki kamuoyu ve muhalefetin karşılığı idi. M u h b i r 'i n 1 4 . sayı s ı n dan iti bare n yayınlanan bir dizi. "niçinci mektub u'nda o, ü l ke insanının idarenin yaptığı yan lışlıklara seyirci olma­ masını, ne hesabına olursa olsun kendi meşru haklarıyla beraber, ülkesinin de haysiyetine sahib çıkması gerek­ tiği n i v urguluyord u . Niçinci mektuplarında Babıali h ü kümetinin bütün bir icraatının ten kid edildiğini görüyoruz. Suavi, zalim olan idarecilere karşı halkın topyekün isyan etmesi gerektiğinin ısrarlı bir savun ucusudur. Hele hele Londra Muhbir1nde zalim, keyfi. haksız olarak nitelendirdiği Babıali hükümetini zaman zaman açıkça tehdit eder. 202 Haksız, zalim idarecilere karşı gerektiği zaman kuv­ vet kullanılabileceğine dair Hz. Ebubekir, Hz. Ömer dönemindeki bazı uygulamalardan örn e kler veren yazar2°3 , zaman zaman o derece isyancı ve ihtilalcıdır ki, olup bitenler karşısında sesini çıkarmayanları miskinlik­ le, "karı" olmakla itham eder. 20 4 icraatını beğenmediği Ali Paşa'ya ölüm fetvası veren2 os , zalimin katlinin helal (20 1 ) Vakit, nr. .32.3, ı 9 Eylül l 876. (202) Le Mukhbir, nr. 1 4 'Islahat' 28 Novembre (Kasım) 1 867, 26, 7 Mars (Mart) l 868, s. 2. (20.3) Le Mukhblr, nr. 1 4, 28 Novembre l 867, s . .3. (204) Le Mukhbir, nr. ı 7 , 25 Decembre (Aralık) ı 867, s. 4. (205) Hürriyet. nr. 78, 20 Decembre (Aralık) J 869, s. l ·2.

s.

ı . nr.

77

olduğuna dair hüküm veren Suavi206 işte bu isyancı, ihti­ lalcı Suavi'dir. Urquhart ve Le Play'in tesiriyle ihtilalci tarafı büyük çapta törpülenen veya geçici de olsa şuur altına itilen Ali Suavi, kendisinin yurda dönmesine izin veren Sultan Abdülhamid'in haksızlık yaptığına inandığı anda, şuur altındaki asi karakteri tekrar canlanmış, belki de başaramayacağını bile bile, etrafına topladığı bir avuç insanla bir darbe, bir başkaldınna teşebbüsünde bulun­ muştur. Sünni lslam fıkhının da farz-ı kifaye olarak kabul ettiği zalime başkaldırma, zulmü önleme kon ularında Suavi'nin okuyuculardan başarıyla kaçırdığı bir diğer nokta vardır ki, o da bu görevin kim tarafından, nasıl ye­ rine getirileceğidir. Hz. Peygam berin "insanlar zalimi gördükleri vakit ellerini tutmazlarsa, zorla engellemez­ lerse , Allah azabını o top l u m için gen e lleştiri r . " ş e kl i n d e k i h ad i s i n i . h e rk e s i n görd ü ğ ü bütün kötülüklere anında müdahele etmesi gerektiği şeklinde yorumlarken2 07 lslami bir devlette mahkemelerin, huku­ kun, polisin infaz sisteminin ne işe yaradığından söz etmez. Gerçekte Su avi Şii inancına şiddetle karşı olduğu halde, devlete, idareye başkaldınna konusundaki fikirlerinde daha çok Şii inancına yaklaşmaktadır.

Laiklik Yeni Osmanlılar arasında, yazılarında dini kon u ve kavramlara en fazla yer veren yazar Ali Suavi'dir. O, dinin Osmanlı toplumu için ifade ettiği mananın şuurundadır. Söylenenlerin aksine, Suavi islam dinini bütün hayata ve müesseselere hakim olması gereken bir (206l Ulüm, nr.9, s. 552. (207l Le Mukhbir, nr. 1 4, 28 Novembre 1 867, s. 3.

78

faktör olarak kabul eder. Bir yazısında 'Şeriat dünya u m ü r u n a ( i ş l e ri n e ) karışırsa devlet i ç i n terakki (kalkınma) yoktur, sözünü işittik. Hristiyan şeriatı ve devleti üzerine bu kalem söylense pek doğrudur. Zira elyevm (bugün) bile Avrupa'da bulunan Tevrat ve incit içinde ahkam-ı muamelat (dünya işleri ile igili hükümler) yoktur. Fakat İslam şeriatı üzerine bu kelamı (sözü) te­ fevvühte n (ağza almaktan) garaz nedir?" diyen Suavi, laikl i k kelimesini kullanmamakla beraber lai kliğin dayandığı prensipleri red eder.20° Aynı fikirlerini "Arabi ibare Usül-ı Fıkıh Tercümesi' isimli kitapçığında da dile getirmiştir. 209 Onun bazı ifadelerine dayanan kimi yazarlar Suavi'nin laiklik taraftan olduğunu iddia etmişlerse de210 bizce bu doğru değildir. Sözkonusu yazarları böyle bir h ükme götüren şey, Suavi'nin hükümet şeklinin Allah tarafından belirlenmeyi p siyaset ilmi tarafı ndan belirlen diğini söylemesidir. Kaldı ki bu fi kir kendisine ait değil , Seyyid Şerif Cürcani'den alınmıştır. 2 1 1 Bu fikri açan yazar, Allah'ın insanlara ülkeyi şu kadar vilayetlere, san­ caklara ayırmalarını, şöyle şöyle daireler kurmalarını vs. vs. e m retmediğini ancak esasları, temel prensipleri bil­ dirdiğini i nsanların bunlara dayanıp dünyevi işleri ile ilgili düzenle m e l e ri yapmaları gerektiği ni söyl er. Ancak, onun kabul ettiği esaslar dini esaslardır, yani Kur'an-ı Kerim'dir. 2 1 2

Hilafet Hilafetle ilgi l i fikirlerinde çelişkiler olan yazar, Londra M u h bir'indeki bir yazısında padişah için " Ezcümle padişahımız kırk milyon nüfusun cismani ve (208) L e Mukhbir, n r . 2 5 , ' E l Nazar Fi'l-Mezalim·. 29 Fevrler (Şubat) 1 868, s. 2. (209) Ali Suavi, Arabi İ bare Usül-ı Fıkıh Tercümesi. Londra, 1 868, s. 2. (210) l . N . Danişmend, Ali Suavi'nln Türkçülüğü, Ankara 1 942, s. 2.3. (21 1 ) Ulüm, nr. 1 'El Naklmu Nüvellah', s. 29. (2 l 2) Ulüm, nr. 1 7 "Yanm Fakih Din Yıkar' s. l 047- 1 048.

79

ruhani hakimidir" 2 1 3 derken yine Muhbir'deki bir başka yazısında lslam halifesinin bu özelliği üzerinde uzun uzadıya dururken, 2 1 4 Ulüm'daki bir yazısında ise halife­ nin müslümanların sadece cismani, yani dünyevi reisi olduğunu söylemektedir. Ona göre Halife, Papa'nın Hris­ tiyanların ruhani l ideri olduğu gibi, Müslü manların ruhani lideri değildir. Halife dahil, hiç kimsenin ttz. Peygamber'in vekili olamayacağını, onun postunda otur­ ması gibi bir şeyin de lslam dinine göre yanlış olduğunu söyler. 2 1 5

Osmanb Devleti'nin Manevi Rahat.sulıldan Suavi, yazılarında sık sık Osmanlı Devleti'nin manevi rahatsızlıklarından da söz etmiştir. Ona göre Devlet'in gerilemesinin temel sebeplerinden biri dine karşı olan saygısızlık ve ilgisizlikdir. Londra Muhbir'de başladığı ' Emraz-ı Dahiliye" ( Ül kenin iç rahatsızlıkları ) başlı kl ı yazı serisinin girişinde "Hükümet-ı lslamiyenin (lslami Devletin-Osmanlı Devleti'nin) zaiflaşmasına sebep ve göründüğü derecede hastalığına bais (sebep) maraz (has­ talık) nedir?' diye bir soru sorar ve cevabını yine kendi­ si verir: 'lcmalen (özetle) cevap veririz ki dinsizlik­ tir." 2 1 6 'Adem-i Tesahüb-i Din' (Dine Sahip çıkmamak)'ın ülkenin içinde bulunduğu sıkıntının sebeplerinden biri olduğun u söyleyen yazar, ülkede alabildiğine devam eden misyonerlik faaliyetlerine dikkat çeker. Misyoner­ l i k faal iyetle r i n i ' m e de n iyet n a m ı n a ' g i b i b i r kandırmaca i l e yürüten Batılılann' 2 1 7 batıl olan dinleri­ ni yaymak için bir yığın gayret içinde olmalarına karşı Müslüman ların seyirci olmalarını Suavi sert bir dille eleştirir. 2 1 8 (213) Le Mukhbir, nr. 27, 1 4 Mart 1 868, s. 4. (214) 1..e Mukhbir, nr. 1 3 , 2 1 Novembre 1 867, s. 1 . (215) Uliım, nr. 1 6, 'Kudret-i Siyasiye Der Düvel-1 l sıamlye', s. 984-985. (2 1 6) Le Mukhblr, nr. 1 9, 1 0 Janvler (Ocak) 1 868, s. 3. (2 ı 7) Le Mukhbir, nr. 20 'Adem-i Terahüb-i Din' 1 8 Janvler (Ocak) 1 868, s. 3. (2 1 81 Uliım, nr. 22, s. 1 3 1 5.

80

S u avi'ye göre Osmanl ı ' n ı n l 8 6 0 ' l ı yıl lardaki sıkıntılarından biri de alimlerin yani ülkedeki medrese hocalarının, din bilgi nl e rinin bürokratlar tarafından devre dışı bırakılmasıdır. 2 1 9 Ulema denen sınıf, Suavi'ye göre, susturul makla yetinilmemiş vakıfların devlet­ l eştiri l mesiyle üstelik sefalete iti l m işlerdir. 2 2 0 Bir yığın cahil, yetersiz kimsenin alim diye medreselerde görevlendirilmesine yani ulema'yı Rusüm'a da tepki gösteren yazar Şura-yı Devlet (Danıştay) 'ın kurulmasıyla ulema'nın hakkı olan kanun yapma yetkisinin ellerinden alındığını söyler. 2 2 1 Ali Suavi'nin e n çok eleştirdiği hastalıklardan biri de taklitçiliktir. 'Taklit' başlıklı bir yazısında, taklidin Osmanlı Devleti'nin manevi yapısını tehdit eder boyutla­ ra ulaştığını ve buna da yüksek seviyedeki devlet adam­ larının öncül ü k ettiğini söyler: "Hazır olan vezirlerimiz Avrupa'yı taklit ettiklerinden beri milletimizin ahlak, adat (adetler) ve ayin (tören) ve rüsümu ( merasimi) başkalaştı. Şiar-ı Milliyet (dini karakter) bütün bütün unutulmaya yüz tuttu. ·222 ' Medeniyet denen şey bizim Osmanlı memalikine (ülkesine) ters tarafından girmiş" diyen Suavi, Avru­ palıların kendi dinlerine olan saygılarını örnek verdik­ ten sonra "Bizde ise adab-ı diniye (dini usulleri) ve adat­ ı atikayı (eski adetleri) tahkir etmek (hor görmek) mede­ niyet addolunuyor. Bu ne ters mana.· diye tepkisini dile geti riyor. Osmanlı'nın özellikle istanbul'da sergilenen, kozmo­ polit hayatından örnekler veren yazar, son uç olarak, "Hülasa-i kelam (son söz olarak) şu taklid marazı (derdi, hastalığı) bizi bitirmezden evvel bize anı bitirmek (2 ı 9) Le Mukhblr, nr. 9, 26 Octobre (Ekim) ı 867, s .3, nr. 1 9, 'Mevt·ı Ulema· (Alimlerin Ö lümü, 1 0 Janvier (Ocak) 1 868, s . .3. (220) Le Mukhblr, nr. 96, 1 2 December (Aralık) 1 867, s. 4. (22 ı ) Le Mukhblr, nr. .37 'Mühllkat" .3 Juln (Haziran) 1 868, s. 2. (222) Le Mukhblr, nr. 20 "Taklid' 18 Janvler (Ocak) 1 868, s . .3. .

81

farzdır. Şimdiye dek dinimizi, adetimizi, milliyetimizi bu zatların artık ettikleri tecavüz (saldırma) yeter oldu, illallah . ' 223 1 9. asırda rüşvet ve yolsuzluk, Tanzimat Fermanı met­ ninin içerisinde yer alacak kadar Osmanlı toplumunu ra­ hatsız eder hale gelmiştir. Yani Osmanlılar'ın Babıali hükümetine karşı olan muhalefetlerinde rüşvet ve yol­ suzluk iddialan önemli bir yer tutar. Suavi, Londra Muh­ bir'de süre kl i 1 86 6 yılında meydana gelen büyük lstan bul yangınında zarar gören halka dağıtılmak üzere yine halktan toplanan büyük miktardaki yardım para­ larının felaketzede lere h ü kümetçe ulaştırılmadığını, çar-çur edildiğini iddia etmektedir. 22 4 Üst kademe devlet memurlarının, adını ihsan koyduk1arı rüşvetl e r al madı kça d e v l e t i n işlerini b i l e görmediklerini iddia eden yazar, b i r grup Avrupalı ban­ kerin bazı ticari ayrıcalıklar koparmak için lstanbul'a görevli göndererek 2 2 milyon Frank rüşvet dağıttıklarını müstakil makale konusu yapmıştır.22 5 Sözkonusu rüşvet iddiası Avrupa basınında da yer almıştı r. Rüşveti dağıtanlar kendi aralarında anlaşmazlığa düşünce konu mahkemelik olmuş, Paris ticaret mahkemesinde olay bütün açıklığı ile ortaya çıkmıştır. 226 S u avi, i nsanın i nsana ku l l u k derecesinde saygı göstermesini onaylamaz, bunu dalkavukluk olarak kabul eder. 'Kul un uz', ' köleniz', 'hak-ı payınız' (ayağınızın tozu ) gibi tabirleri onaylamayan yazar, bütün 2 2 7 padişahları aşırı laflarla övmeye, on ların eteklerini öpmeye de karşı çıkar. 22a (223) Le Mukhbir, nr. 20 "Taklid" 1 8 Janvier 1 868, s. 3-4. (224) Le Mukhblr, nr. 7, 1 2 Octobre (Ekim) 1 867, s. 1 , nr. 1 O, 2 Novembre

(Kasım) 1 867, s. 2.

(225) Le Mukhbir, nr. 27, 1 4 Mars (Mart) 1 868, s. 3.

(226) Tlıe Economist, 22 Fabruary (Şubat) 1 868, s. 2 1 3. (227) Le Mukhbir. nr. 22. 6 Fevrier (Şubat) 1 868, s.4. (228) Ulüm, nr. 1 6 "Teşrirat ve Mülüka Tahiyyat', s. 976-980.

82

Sultan Abdülmecid'in kul. köle gi bi bazı tabirleri resmi yazışmalardan çıkarmış olmasını da yazar, son de­ rece olumlu bir karar olarak değerlendirir.229

Milliyetçilik-İslamcıhk Yeni Osmanlılar'ın kullandıkları bir çok kavram gibi, milliyetçilik kavramı etrafında kullandıkları 'mi llet", "ümmet", ' kavim " , 'nation · , " kavmiyet", 'cins', "race' gibi kelimeler de çoğu zaman bugün bizim anladığımız manadan çok değişik manalar ifade ederler. Bunun en önemli sebebi, bu kelimelerin Avrupa dil­ lerinde kullanılan bazı ıstılahların tercümesi olmaları veya Avrupa Dillerindeki şekilleri ile kullanılmış olma­ larıdır. Aynca zaten Arapça'da 'millet' kelimesinin bir dinin mensupları anlamına geldiğini ve Osmanlıca'da da XX. asra kadar bu anlamıyla kullanıldığını biliyoruz. Millet kelimesinin XIX. asırda i fade ettiği anlamı bugün 'ümmet' kelimesi karşılamaktadır. Halbuki Suavi, ümmeti, teb'a, vatandaş karşılığında kullanmaktadır. Gayr-ı müslimler Osmanlı ümmetinden idi ama İslam mil­ letinden değillerdi. Bu dönemde, kavramların net olduğu söylenemez. Bunun sebebi de yukarıda ifade ettiğimiz gibi Yeni Os­ manlılar' ı n Batılı kavramlara Arapça, Farsça veya Türkçe'den karşılık bulma çabalandır. "Türk' kelimesini bile Suavi, zaman zaman müslüman karşılığında kullanır. Suavi'nin yetiştiği dönemin devlet politikası 'Os­ manlıcılık" esasına dayanır. Her ne kadar Osmanlı Devle­ ti'nin kurucuları ve hanedan Türk idiyse de devlet, bir milli devlet olmadığı gi bi, esasında bir imparatorluk da değildi. Osmanlıların kendileri için son zamanlara kadar asla kullan mad ı kları bu 'imparatorl uk' yakıştırması (229) Ulum, nr. ı ı , s. 667.

Batı ' n ı n o n a taktığı b i r isimdi. Devl et-i Al iyye-i Osmaniye'de Britanya lmparatorl uğu'nda olduğu gibi hakim bir ırkın diğer milletleri yönetmesi veya onlar üzerinde maddi ve manevi hakimiyet kurması sözkonusu deği l d i . Dolayısıyla Osmanlı devlet i . bünyesinde barındırdığı bütün din ve ırk mensuplannı 'devlet' kav­ ramı etrafında bütünleştirmiştir. Bu yapı belli bir zamana kadar pürüzsüz veya çok az pürüzle gelmiş ol masına rağmen , sürdürülememiştir. Büyük Fransız i htilali ile yayılan ve XIX. asırda artan milliyetçilik hareketleri Osmanlı devleti' n i de büyü k çapta etkilemiştir. Çeşitli güçlerin bu milliyetçilik un­ suru n u Osmanl ı'ya karşı bir silah olarak kullanmaya başlamaları ile de iyice alevlenmiştir. Tanzimat Ferman ı'nda 'Teb'a-i Osmaniye' gibi bir i fade kulan ı lmayıp; 'ahali-i lslam' yan ında ' M ilel-i Saire"nin daha önce hukuk, can, ırz, mal ve namustan em­ n iyet altı n d a ol madığı ka b u l e d i l i rc e s i n e , b u değerlerinin emniyet altına alınacağı ifade edilmiştir. ıslahat Fermanı'nda ise ' Milel-i Saire'nin yerini bu sefer 'Memalik-i mahrusa-i şahanede bulunan Hristiyan, vesair teba'a-i gayr-ı müslime" ifadesi alıyordu. Yukarıda geçen millet kelimesi, millet'in çoğul u olup 'dinler' karşılığında kullanıl mıştır. o halde X I X . asrın 2 . yarısında Osmanlı toplumu i ki millete ayrılıyordu : Müslim ve Gayr-ı Müslim . . . Tanzimat Fermanı'nı ilan etmiş Osmanlı Devleti'nin kimliği daha da çıkmaza girmiştir. Bir taraftan devlet. Şer'i şerife bağl ı ve baştaki h ü kümdar bütün M üslümanların halifesi iken, diğer taraftan gayr-ı Müslimlerin her konuda eşitliği söz konusu olunca, dev­ let kendi etnik yapısını ve huku ki statüsünü izah etmek­ te zorluk çekiyordu . İşte bu etapta "Osmanlıcılık" sun'i 84

bir resmi ideoloji olarak yeşerdi. Bir çok resmi ideolo­ jiye inanılmadığı gibi. buna da ne müslümanlar ne de gayr-ı müslimler hiç bir zaman yürekten inanmadılar. Bu kaynak o kadar tutmuyordu ki, Tanzimat ve Islahat fermanlarına rağmen, 1 . Meşrutiyet'in ilanını Beyrut'ta Vali Paşa bir Şeyh Efendi'nin duası ile ilan ederken, Şeyh Efendi duaya başlarken "Allah'ım Müslüman ların d ü şmanı olan kafi rleri h e l a k et" d iyere k söze başlamıştır. 230 Suavi de, diğer Osmanlı aydınları gibi yukarıda ifade etmeye çalıştığımız atmosferden şu veya bu şekilde et­ kilenmiştir. Diğer Yeni Osmanlılar hem Osmanlıcılık hem 'ittihad-ı islam'ı savunurlarken, Suavi'de bu ikisi ile beraber bir de "Türklük" meselesi vardı. O, Osman lı Devleti'nin bütünlüğünden söz ettiği zaman "Osmanlıcı", 'Şark Meselesi' adı altı nda Avru­ pa'nın ve Rusya'n ın Müslümanları ezme gayretleriyle mu­ hatab olduğu zaman ittihad-ı islamcı, kendisinin de men­ subu bulunduğu Türk milletinin değerleri ve varlığı inkar edildiği zaman da bu haksızlığın karşısında idi ve Türk'ün ne olduğunu, kim olduğunu izah etme durumunda idi. İstan bul Muh bir'inde "Türk" kelimesine ç o k n adir rastlarız. Londra Muhbir1nde ise Türk kelimesi bazen müslüman bazen de gerçek anlamında kullanılmıştır: Osmanlı devleti'nin adı ilk olarak Londra Muhbirinde "Türkistan" şeklinde geçmektedir. 2 3 1 Bunun sebeplerin­ den biri de Batılıların o günlerde de Osmanlı Devleti'ne "Turkey", "Turquie' demiş olmalarıdır. Yeni Osmanlılar kendilerine "Yeni Osmanlı" derken, Fransızlar onlara (2.30) Roderic N. Davison, Reform in the Ottoman Empire, 1 963, New

Jersey, s. 384. (23 1 ) Le Mukhbir, nr. 1 , 3 1 Aoüt (A!'.ıustos) 1 867. s. 3.

85

"Je une Turque", l ngili zle r ise "Young Turkey Party" d iyorlard ı . B u n u n tesiriyle olmalı ki öze l l i kle H ü rriyet'te zaman zaman Yen i Osmanlılar yerine 'Türkistan 'ın Erbab-ı Şebabı" terki binin kullanıldığı nı görüyoruz. Ayrıca Batılılar da çok zaman, özel kullanışların dışında, "Türk" kelimesi ile . içinde Türklerin de bulun­ duğu Osman lı Müslüman larını kastediyorlardı . Çünkü 800 yıl boyunca Batı yani Haçlılar Türkleri n bayrak­ tarlığını yaptığı İslam orduları ile Türkler olarak muha­ tab olmuşlardı. Osmanlı Türkleri bu misyona kendilerini öyle kaptırmışlardı ki Türklüklerini adeta bir kenara bırakmışlardı. Mücadelelerini Avrupa'da sürdüren Yeni Osmanlılar, özellikle siyasi konulardaki fikirlerini ortaya koyarlark:en Batı lı kavramlara İslami kıyafetler giydiriyorlardı. Young Turkey party yerine "Türkistan'ın Erbab-ı Sebabı" Turkey yerine Türkistan da bu tercüme gayretinin sonucu idi. M u hbir'de, birkaç satır yukarıda Osmanlı toprak­ larında gözü olan ve bir buçuk milyon nüfusa sahip olan Yunanlıların 2 1 milyon Müslüman Osmanlı için bir şey ifade etmediği söylenirken sadece üç satır altta " bir arpa kadar yer vermemek için Türklerin bihakkı n müdafaa edeceklerini hatırlarına getirmiyorlar. " 232 deni­ l iyor. Buradaki "Tü rkler" kelimesi i l e 2 1 m i lyon Müslümanın kastedildiği muhakkaktır. Yine aynı şekilde, Osmanlı ülkesinde Müslümanlarla Hristiyanlar arası nda birbirine alışılmışlık, yakınlık olduğu konusu işlenirken "Biz ki Türkleriz, bunca sene­ lerden beri Hristiyanlarla karışık ve menafi'imiz (men­ faatlerimiz) birbirine merbüt (bağlı) olarak . . . "233 denil­ mektedir. Üste l i k kon u , İslam H i lafet sistemi n i n (232ı Le Mukhbir, nr. 2, 7 Semtembre (Eylül) 1 867, s . 3 . (233 l Le Mukhbir, nr. 1 3, 2 1 Novembre (Kasım) 1 867, s . 2. 86

Papalığa benzemediği konusudur. Bir diğer yazıda da 'Türk' ezilen, devletin yükünü çeken masum köylü tabaka karşılığında kullanılmaktadır. Babıali'ye hitaben, "Tırnakları ile toprak kazarak senin zevk ve sefana para yetiştiren Türkçağızların bir kerecik enin"i hazinini (hüzünlü sızlanmaların ı ) dinle'234 de­ niyor. Suavi, İ ngiliz parlamentosu 'nun çalışma sezon una başlaması münasebetiyle hızlanan "Türk" aleyhtarı Rum lobisine karşı bir lobi kurulması için yaptığı çağrıda "Zira Türkler, eski Türkler değildir. Türklerden öyle fırkalar (gruplar) zuhur etti ki (ortaya çıktı ) . Rusya ve Yunan entrikalarına ve bunlara karşı koymayan idareye m u kabele (karşı gelme) ve m üsademe (çatışma) üzeredirler, "235 diyor. Burada "Türkler' kelimesi gerçek a n l a m ı d a k u l l a n ı l m ı ş o l a b i l e ceği gibi " O s m a n l ı M ü slü manları' karşılığında kullanılmış olduğu da düşün ülebilir. Rus tehdidine karşı Osmanlı idaresinin tavizkar tavrına karşı Suavi, 'acaba bizim milletimizde vatanını ve dinini ve evlat ve iyalini (çoluk çocuğunu) ve men­ faatını sever insan kalmadı mı. Hani vaktiyle cihanı tit­ reten Türk milleti, şimdi polisten korkup Moskofun esa­ retine razı mı olacak?"diyor. Aynı yazıda bu ifadelerden bir kaç paragraf yukarıda 'Ya rabü'I-alemin, yirmi otuz milyon nüfus-ı İslamiye ki saltanat-ı Osmaniyye'nin bekası (devamı) sayesinde du­ ruyorlar. Ya bunların hali ne olacak?'2.36 deniyor. Suavi, Londra Muh bir'inin l . sayısında "Türkistan" başlığı altında Osmanlı Devleti'ni tanıtırken Türk ırkının evlilik ve kaynaşmalar sonucu eridiği ni iddia eder. (2.34) Le Mukhbir, nr. 1 4, 28 Novembre (Kasım) 1 867, s. 1 .

(235) Le Mukhbir, nr. 2 1 , 27 Janvier (Ocak) 1 868, s . .3. (236) Le Mukhbir, nr. 2 1 , 27 Janvier (Ocak) 1 868, s . .3.

87

Üstelik Türkleri, Tatar olarak kabul eder. 'Türkler, yani Tatarlar sair cinslere karışıp kaybolmuş gibidir. Çerkezler ve sair cinslerle vuku bulan izdivaçtan (evli­ likten) aşılanıp soy-sop başkalaşmıştır. Ecnası muhtelife (çeşitli ırklar) içinde Arap ve Rum ve Ermeni ve Memle­ keteyn ahalisinde Roman ve lslav bellidir.' 2 37 diyen Suavi, bir lngiliz gazetesinin benzer bir iddiasına ise şiddetle tepki gösterir ve Muhbir'deki 'Türk' makalesini yazar. M u h b i r ' i n 3 8 . sayısı n d a ki Türk makalesi n i n yazılmasına Londra'da yayınlanan haftalık Saturday Re· view isimli gazetenin bir yazısı sebep olmuştur. Gazete, Anadolu'da tahmin edildiği kadar Türk nüfusu bulun­ madığı, Ertuğrul Gazi ile Anadolu'ya gelen ailelerin de zamanla asimile olduğu iddiasında bulunmuştur. 23 8 Suavi, aynı iddianın bazı Avrupalı tarihçiler tarafından da ortaya atıldığını belirtir ve bunları çürütmek için "Türk" makalesini yazar. 2 39 Makalesinde yazar, Türk tari h i n i n b i r özeti n i yaptıktan sonra, Osmanlı tabirinin Türk tarihi içerisinde ne ifade ettiği konusuna geçer. Sözkonusu makalede Türklerin geçmişi hakkında veri­ len bilgiler temel olarak Heredot Tarihi'ne ve Ebu'l-Gazi Bahadır Han'ın Şerere-i Terakime'sine dayandınlmıştır. Yazıya, "Türk, Türkmen, Moğol. Tatar, Özbek, Yakut hepsi bir familyadandır' diye söze başlanmış ve yazar bu kelimelerin etimoloj i k izahını yapmıştır. Türkmen'in Türklerin lslamiyeti kabul etmesiyle "Türk' ve "iman" kel i m e lerin i n birleşip kayn aşması n d a n ; Moğo l ' u n birleşik bir Türkçe kelime olduğu, Moğ'un saf, sade, (237) Le Mukhblr, nr. L 'Türkistan', 3 1 Aoüt (Agustos) 1 867, s. 3. (238) Saturday Revlew, 30 May 1 868. (239) The Mukhblr, nr. 38, 'Türk' ı 2 June (Haziran) 1 868, s. l . 88

sondaki ol'un da gönül anlamına geldiği. Moğol'un sade­ dil anlamına geldiği gibi izahlarda bulunmuştur. Suavi, Türklerin soyu n u Özhan'a dayandırır: Özhan , Oğuz Han, Goz Han hep birdir. Oğuz, Uygur, Ur, Hungur (Macar) bu familyadandır (ailedendir) . lbrahim Aleyhisse­ Iam'a muasır idi. (çağdaş idi). 240 Makalesinde H unlar ile ilgili övücü sözlere yer veren Suavi, ileride belirteceğiz ki Hunlara ' kan dökücü, bar­ bar· diyecektir. Şöyle diyor Hunlarla ilgili olarak: 'Milad-i lsa (Hz. lsa'nın doğumundan) Aleyhisselamdan 4. asırda Avrupa'da bulunan ve lstan bul kralını haraca kesen ve Edim e ve Yanya taraflarına hücum eden 'H uns' Türklerdendir. Eski Yunanilerin "Huns Ephtalites" dedikleri yani me­ deniyetlerine ve h üsn-i ahlaklarına mebni beyaz Hunlar diye tesmiye eyledikleri kavim Türklerdir . · Yazısının devamında Navarin kaleleri n i i nşa eden Avarlar'ın da Türk olduğunu, 562 yılında Avrupa'ya kral J ustinye n ' e elçi gönderen devletin de Türklerden olduğunu söyleyen Suavi, bütün bunları ·osman'ın kim olduğunu anlatmak ve Anadolu'da Türk olmadığı tezini red etmek için yazdığını söyler. Türklerin Anadolu'daki varlığı ve Osman lı Hane­ danının Türk tarih i içerisindeki yeri ile ilgili olarak yazar şöyle diyor: "Türkleri n Anadolu'ya kerraren geçtikleri Heredot'tan anlaşılır ve Acemistan ve Suriye ve Anadol u'da hüküm süren Selçuki Türkler Özhan neslindendirler. Şimdi Türkistan padişahı Abdulaziz Han dahi o familyadandır. Bu bir büyük fam i lyad ır ki l b rahim Aleyh isselam asrından beri yani üç bin i ki yüz seneden beri rü-yı arzda (yeryüzünde) saltanatı malumdur.' (240) The Mukhbir, nr. 38, 'Türk' 1 2 June (Haziran) 1 868, s. 1 .

89

Türk makelesinin ikinci bölümü olan "Osman" 2 4 1 başlığı altında da Avrupalıların Osmanlılar hakkındaki yanlış iddialarına cevaplar verilmiştir. Saturday Review'nun Osmanlılarla Selçuklulann akra­ balıkları olmadığı iddiasına karşı Suavi, Selçuklu Sul­ tanı Alaaddin'in Osman Gazi'ye Farsça olarak verdiği ima­ ret fermanını gösterir. Ona göre, Selçuklu Sultanıyla Anadolu'ya gelen Türkmenler, Osmanlı'nın ecdadıdır. Bunlar "Büyük Türkistan" (Orta Asya)dan hicretin 450. yı lı ndan iti baren ( 1 07 1 - 1 0 7 2 ) kitleler halinde Anado­ l u 'ya göçmüşlerdir. Dolayısıyla An ado l u ' daki Türk nüfusunu Anadolu'ya gelip yerleşen ve Osmanlı devle­ ti'nin özünü oluşturan birkaç yüz kişilik aileden ibaret görmek yanlıştır. 'Osman" makalesinde Yazar'ın üzerinde durduğu diğer bir konu da 'Yeniçeri ' meselesidir. Saturday Review, sözkonusu yazısında Yeniçerileri n Hristiyan lardan, öze l l i kl e d e R u m l ardan teşkil e d i l d iği n i , tarih te Yeniçerilere verilecek bir iftihar payı varsa onunla Rum­ ların övünebileceklerini iddia etmiştir. Suavi, gazetenin iddialarının doğru olmadığına dair açıklamalarından sonra, ayrıca Osmanlı askeri n i n yalnızca Yeniçerilerden oluştuğu şekl indeki yanlış ka­ naate cevap verir. Aynı makalenin lngillzce özetinde ise Osman lı ordu teşkilatı nı merak edenlerin i l . Selim dönemi kaptan-ı Deryası Müezzinzade'nin konu ile ilgili eserini okumalan tavsiye edilmiştir. 'Vuku' bulmuş (meydana gelmiş) olan eski büyük mu­ harebelerin haritalarına nazar olunsun, düşman ile kav­ gayı Türkler ederler ve Yeniçeriler ta geride padişahı muh afazada bulunurlardı." diyen Suavi, Avrupa'ya korku ı;,alan ların yeniçeriler olmayıp bu korkunun daha eski •

24 1 l The Mukhbir, nr. 38, "Osman· 1 2 June 1 868, s. 1-2. 90

olduğu iddiasındadır: "Heyhat. bu korku eski bir şey olup ta 4. asr-ı mi ladide Türkler (H uns) İstan b u l kralından haraç aldılar v e Avrupa'yı ğaret (yağma) etti­ ler. Avru palı Tarihçi ve yazarlardan M i klovich, Boye, Schuvartz ve Hammer'in Türk Tarihi üzerine yazdıkları bazı yanlışlıklara değinen Suavi, Hammer'in şahsında Av­ rupalı Türkologlara sert tenkitler yöneltir: "Hele Hammer o derece cahil idi ki, Halil Paşa' nın Arapça söylediği bazı kelamı Kur'an zannederek tefsir etti. işte Avrupa'ya Şark ahvalini (durumunu) neşr eden­ lerin en alimini anlamalı. "242 "Türk" ve "Osman" makalele rinden sonra, S uavi yayınladığı bir değerlendirmede, herşeye rağmen Os­ manlı Devleti'nde ırkın esas olmadığını ve insanların mensup oldu kları ırklara göre, sosyal mevki ve statülere kavuşmadıkları vurgulanır. Değerlendirmesine, Avrupalıların şarkta olup bitenle­ ri kendi memleketlerindeki değerler sistemine göre mu­ kayese ettikleri gibi büyük bir yanlışlığa temas ederek başlayan yazar, bu iki dünya arasındaki zihniyet farkını şöyle ifade eder. "Bilmek lazımdır, şark ile garb beyninde bir mesele­ de büyük fark vardır. Şöyle ki Avrupa'da cinsl ik davası vardır. Mesela şimdi İngiliz hükümetinde bir Fransız vezir olamaz. Kezalik Cezayir Arabı Fransız imtiyazına nail olamaz." İşte bu cinslik davası (ırkçılık davası) Şarkla yoktur." Burada cinslik, ırkçı lık karşılığında kullanıl mıştır. Şark'tan amaç ise Osman lı D e v l e ti ' d i r. Yazar, söylediklerinin isbatı olarak Osmanlı tarihinde önemli mevkilere getirilmiş Hırvat Paşalardan, Mahmud Paşa, (242) The Mukhbir, nr. 3, 38, ·osman· 1 2 June 1 868, s.

2. 91

Siyavuş Paşa ve Rüstem Paşalan, (Rum) Mahmud Paşa, (Frenk) İbrahim Paşa, Arnavud Paşalardan Ferhad, Ayaz, Lütfü ve Sinan Paşalan gösterir. Suavi'ye göre Şarkla Türklük diye bir dava yok Tev­ h id davası vardır. Bu konudaki fikirlerini bütün olarak vermek meseleyi daha da aydınlatacaktır: "Türk devleti zuhur etti ama cinslik davasına itibar etmeyip her cinsten bulduğu ehliyetlileri istihdam ey­ ledi. (Çalıştırdı). Evet, Şarkla cinslik davasına bedel tevhid davası vardır. Yani Türklük hakim değildir, Müslümanlık hakim­ dir. Avrupa'da ise din hakim değil, cinslik hakimdir. İşte Şark ile Garb'ın farkı budur. Nafile yere Avrupa kitaptan ve gazeteleri "Tü rk kalmadı' fi lan gi bi bahislerle uğraşmasınlar. Zira Şark'ta 'Türklük' davası yok. Kaldı ki Garbın cinslik davası mı daha ziyade bekaya medardır (kalıcılığa sebeptir. ) Yoksa Şark'ın Müslümanlık davası mı? Bu meselenin muhakemesine gelince elbette Şarkın hali daha iyidir. Zira mesela Fransız Fransızlık davasıyla otuz m i lyon kadardır. Lakin Türkler müslümanlık davasıyla i kiyüz m i lyo n d u r . Cins m a h vol a b i l i r, müslümanlık mahvolmaz. Binaenaleyh hiçbir Türk mah­ volmayacaktır. İşte mesele budur. Bahisimiz, cins ve millet meselesidir. "243 Burada Suavi'nin Türk'ü de müslüman karşılığında kul­ landığı açıkça görülmektedir. O, kavmiyeti kabul etmek­ le kendisinin de mensubu olduğu Türk ırkının faziletle­ rine sahi p çı kmakla beraber kavmiyetçiliği, ırkçıl ığı red eder. Gerçek şu ki Suavi, hayatının sonuna kadar itti­ had-ı İslam davasını bir siyasi ideoloji olarak müdafaa eder. Türkçülük o tarihte henüz ne kavram olarak ne de (243\ The �tuk.h bir, nr. 3, 36, 1 2 June 1 668, s. 2.

92

muhteva olarak mevcut değildir. Yen i Osman lılar arasında Türk ve Türklük kavramlarını en çok kullanan Suavi olmakla beraber onun siyasi bir ideoloji olarak Türkçülük davasına sahip çıktığına dair bir ipucu bile yoktur. Ancak Türk kelimesinin bile olumsuz anlamlarda kullanılabildiği bir zamanda onun 'Türk' başlıklı maka­ leler yazdığını göz önüne alarak, onun bu konudaki gay­ retini görmezlikten gelemeyiz. Kendisini mücadeleden vazgeçmeye çağıran bir dos­ tuna yazdığı cevapta da Suavi davasını açıkça beyan eder: "Öyle bir cemiyet içinde bulunmakla iftiharımı ilan ederim ki, cemiyetin muradı (arzusu) dünyada mev­ cut olan bilcümle ikiyüz milyon Müslümanı birleştirmek cihetine masruftur (yöneliktir)" 2 44. Yazar, sözkonusu tahlilinde ayrıca ümmet kavramını izah etmiştir. Meseleye gayr-ı müslimler de dahil olunca Suavi bu sefer devletin resmi ideoloj isi "Osmanlıcılık"ı öne çıkanr. Gerçi burada da bütün ırk ve mezheplere, ülkenin çeşitli hi zmetlerinde yer veren, onlara tole­ ransın en iyisini gösteren Türklerin ırkçı olmayan siyasi yapılan işlenmiştir ama yine de "Osmanlı Nation'u gi bi bir kavram pek de doğru olmayan bir tarzda müdafaa edil­ miştir. S uavi ' n i n bu kon udaki , yine Saturday Review'ya cevap olan fikirleri şöyledir: "Ama siyasete gelince, orada mesele ümmete (nation)a nakleder. Ümmet demek Webster, der ki: ('Memlekette sakin ol makla, yah u t kendi h ü kümdarı n ı n veya hükümetinin idaresi altında birleşmeye tecemmu etmiş (bir araya gelmiş) halk demektir. Velev ki ecnas-ı muhte­ Iifeden mürekkep imiş (değişik ırklardan oluşsa bile) ümmettir. ) İşte siyasetçe memal ik-i ma' lume (Osmanlı (244) The Mukhbir, nr. 47, 3 1 August 1 868, s. 2.

93

ülkesi) sekenesine (oturanlarına) ümmet-i Osman iye ta' bir olunur. Yoksa Saturday Review'nun "Osmanlı Na­ tion ' u demek sahih (doğru) deği ldir. · dediği lakırdı ıstılah-ı siyasete (siyasi teri me) muvafı k (uygu n ) değildir. İ mdi her ümmetin hukuku. idare-i hakimesinin (hakim olan idaresinin) himayesi altındadır. Buna binaen Memalik-i Osmaniye'de sakin hangi cinsten ve hangi mezhepten olursa olsun eski ve yeni memurlar ve vezir­ ler bile bulunur . z45 Muhbir'd eki "Osman" makalesinde temas edilip tefer­ ruatı na girilmeyen bir diğer konu da Türklerin ilim dü nyasına katkılarıdır. Kon u ile ilgili şöyle deniyor: "Bazı Avrupa m uh arrirleri (yazarları) Türk'de zuhur ulemmayı (Türklerden olan alimleri) Arap uleması zanne­ diyorlar. Boye, lugatinde Türklerin ulüma (ilimlere) isti­ dadı (kabiliyeti) olmadığını dava eder. Halbuki Avru­ palılar zaman-ı cehalette (cahillik dönemlerinde) iken Türklerin Nişabur'da Darü'I-fününları (Üniversiteleri) var idi. " 2 4 6 Muhbir'de sadece birkaç cümle ile deği nilip geçilen bu konuya Suavi Ulüm 'un ilk sayısında yazdığı "Türk' makalesi'247 ile dönmüştür. Nitekim bu makalenin ikinci cümlesi "Bu ehl-i nazar­ dan (gözlemci) bazı meşahir (meşhurlar) Türkleri mesai-yi zihniyyeden (zihinsel çalışmalardan) ari (yoksun) yalnız bir kaba kahraman gibi mütelaa ediyorlar. Bu mütalaanın yanlış olduğunu göstermek isterim.· Makalenin sonunda da Boye'nin Muhbir'de yer verdiği iddiasını tekrar ettikten sonra red eder. Makales i n i n girişinde " Evvel emirde (öncelikle) ..

(245) The Mukhbir, nr. 38, 1 2 June 1 868, s . 2. (2461 The Mukhbir, nr. 38, 'Osman· 1 2 June 1 868, s. 1 -2 . (247\ Ulüm, nr. l . "Türk', s. 1 - 1 7 .

94

Türk'ü icmalen (kısaca) tarif edeyim" diyen Suavi, yi ne Heredot eksenli olmak üzere Türklerin soyundan, uzak ve yakın boylarından söz eder. Bu açıklamalar M u h ­ bir'deki Türk makalesi i l e paralellik arz eder. "Türk" makalesinin esas kon usu ve amacı bu kısa açı klamalardan sonra gelir. "Türkl erin Mesai-yi Zih­ niyyeleri" alt başlığı ile sun ulan bölümde, Türklerin müslüman olduktan sonra ilim dünyasına, maddi ve mane­ vi alanlarda getirdikleri yenilikler ve katkılar incelen­ miştir. Yazıda, Türk bilginleri Osmanlı sahası ve bu sahanın dışındakiler olarak ikiye ayrılmıştır. Buna Doğu ve Batı sahaları da diyebiliriz. Osmanlı sahası dışında Farabi, lbni Sina, Ebu Mansur, Maturüdi (İmamü'l-Muhaddisin) Buhari, (Şeyhü'l-Fukaha) Mergivani, Cevheri, İshak, Kazvini, Uluğ Bey, İlhani gibi bilgi nlerin çalıştı kları alanlar ve bazı eserleri kısaca tanıtılmıştır. Hemen hemen her bilginin adından sonra • . . . dahi Türk'dendir" şeklinde bir i fade kul­ lanılmıştır. " 248 Yazar ayrıca, Gazali, Tusi, Zemahşeri, Taftazani ve Cürcani gibi alimlerin Türk olduklarını ispat etmenin zor olduğunu ancak bunların da Türk hükümdarlarının himaye ve teşviki altında eser verdiklerini belirtir. 249 Osmanlı sahasından ise, Şemsettin fenari, Kadızade, Ali Kuşçu, Hocazade, lbni Müeyyed, Mirim Çelebi, İ bni Kemal, Kınalızade, Şahabeddin Haracı, Hacı Halife, Ge­ len bevi, Şerif Rıza, Ali Aydemir gibi bilginlerden söz edi lmiştir. 2 so Makalede, Osmanlı padişahları nın Fati h'ten beri Batı'dan yaptırdıkları tercümeler ve Batılıların kendi (248) Ulüm, nr. I , "Türk", (249) a.g.e, s. 6. (250) a.g.e, s. 6- 1 1 .

s.

.3-6.

95

dillerine tercüme ettikleri Türkçe kitaplara da yer veren Suavi, edebiyat sahasında ise 'Türk'te bir asırda nice Shakespeare'ler bulunur' iddiasının da sahibidir. 2 5 ı Bu arada Türklerin ne kadar 'şehri (medeni) ve edip ve nazik' oldukları konusu Mösyo Galand'ın kitabına havale edilmiştir. 2 5 2 Su avi Türklerin camilerinde de eğitim öğretim yapıldığını, bu nların kiliseler gibi Allah'a şirk (ortak) koşulan yerler olmadıklarını hem ibadethane hem okul fonksiyonu icra ettiklerini söyler: 'Asar-ı Osmaniyan (Os­ manlı eserleri) olarak lstanbul'da dokuz yüz kadar cami vardır ki bun lar kilise gibi l b n ullah (Allah'ın oğl u ) va'zına mevkuf olmayıp (ait olmayıp) bedava utum (ilim­ ler) tedris (ders verme) ve tederrüsüne (ders almaya) mef­ tuhtur (açıktır) . " 2 5:3 Yazar Lamartine'nin Türkler için 'Politikadan bi-haber (habersiz) , fakat insan ve şarkın bir büyük mi lleti" şekli ndeki değerle ndirmesine itiraz e d e r: 'Türkler büyük millet oldukları gibi hem de ehl-i siyasettirler (siyasetten anlarlar) . ' der ve buna da altı asırlık Osmanlı hanedanını örnek gösterir. Suavi, makalesini üç madde ile özetleyerek bitir­ miştir. 3. maddede şarktaki ilimlerin ve Arapça yazılmış bütün eserlerin Avrupalılarca Araplara mal edilmesinin yanlışlığına değinilir ve bu eserler için 'Türklerin ve bil-cümle ( b ütün) e h l-i şarkındır (müslümanlarıdır)" hükmüne varılmıştır. Ona göre Arap'ta "haki (rivayetçi, nakleden) zuhur etti ancak alim nadirdir' Bunun sebeple­ rini öğrenmek isteyenlere de Suavi, l bn-i Haldun'un M u­ kaddime'si ile K.eşfü'z-Zünun'un mukaddimesini okuma(25 ı ) a.g.e. s. 9. (252) a.g.e. s. 9. (253) a.g.e. s. 1 4 . 96

tarını tavsiye eder. 2 54 Başka bir makalesinde ise Suavi Arapça'nın sadece Arapların dili olmayıp İslam lisanı olduğunu dolayısıyla Türklerin eserlerin i Arapça yazmış olmalarının garipsen­ memesi gerektiğin i söyler. Arapça'nın İslam birliği n i sağlama gibi b i r fonksiyona sahip bulunduğunu; Arapça, Türkçe, Osmanlıca tartışmasının tefrika yaratacağı konu­ sundaki endişeleri n i beli rtir: "Yine tekrar ederim ki şu lisan Arap lisanı olmayıp, İslam lisanıdır. Şu ulüm (ilimler) Arap ulümu olmayıp İslam ulümudur. Be birader şu Arapçadır bu Türkçedir, bu da Osmanlıcadır gibi bahisleri islamı kavmiyet ve cinsiyet davasına düşürmek isteyenler çıkardı. Biz de politika imiş zann ıyla tervic ettik (aldık, önem ver­ dik). 255 "Sakın zannolunmasın ki fil-asi (aslında) Arabi olan şu lisanın amme-i İslam a ( bütün M üslümanlara) l isan olmasına Kur'an'ın Arabi olu.ş u ve adem-i tercümesi (tercüme edilmemesi) cebr etmiştir (zorlamıştır) . işte bu da böyle değildir. Zira lmam-ı Azam Ebu Hanife değil midir ki Arab olmayanlar için Kur'an-ı kendi lisanına tercüme ile namazda bu tercümeyi okumaya fetva verdi. Halbuki lmam-ı Müşarünileyh mezhebi üzre gelen ulema fetvayı ma'mülün-bih tutmayıp (uygulamayıp) hatta nice müftiler şu Arabi'yi bilcümle islama umum lisanı ve ulüm lisanı yapmaya çalışan sır ve hikmet Kur'an ve din kaziyyesi (meselesi) olmayıp, elbette başka bir şeydir. Bu şey ise lstam akvam (kavimler) ve ecnasından (ırklarından) kavmiyyet ve cinsiyyet ve ihtilaf-ı efkar (fikir ayrıl ığı) fitneleri n i kaldırıp, cümlesini keli me-i v a h i deye ( V a h d e t ke l i m e s i n d e ) c e m ' eyl e m e k (254) a.g.e, s. 1 6. (255) Ulum, nr. 3, "Lisan ve Hatt-ı Türki'. s. 1 26.

97

(birleştirmek) fikridir. Başka bir şey değildir. Vakıa Ma­ rekeş'den Pekin'e kadar gitmiş olsan her yerde hutbeleri bir lisanda bulduğun gi bi, her cinsi dahi asl-ı mes'elede (temel meselelerde) bir hayal üzre bulursun. Ama diyecekmişsiniz ki Avrupa'nın politika-fürüşları (politika satıcıları) bizi bu babda (konuda) dahi tağlid edip (yanıltıp) lslam'dan her kavmin kendi lisanına bak­ mayarak bu vechile Arapça'ya düşmeleri siyaseten (poli­ tikaca) haklarında muzırdır (zararlıdır)' diyorlar. Fesübhanallah . . . Bizde bu lakırdıyı söyleyenler kim­ lerdir? Onlar, şunlar değil midir ki, şu Arapça'nın İslama münasebetini latince'nin eski Fransızlara nisbeti (oranı) mikdarınca bir şey zu'm ettiler (zannettiler) Aya (acaba) bunca ecnas-ı m u htelifeyi (değişik ırkları) no kta-yı vahideye cem'eden (aynı noktaya toplayan ) Kelime-i Vahideyi (bir kelimesini) ittihaz (almak, kabul etmek) Ci­ hangirlerin, sahipkıranlann, papaların bunca kanlarla ka­ zanamadık.lan bir tedbir ve siyaseten iksir gibi mütala'a ol un maktan niçin gaflet olun ur? İ kiyüz elli mi lyon nüfus-ı islamiyyenin bir sınaat-ı lisaniyye (dil sanatı) cami'asıyla edeb ve mazmun ve hayal ve fikir ve akide (inanç) ve ahlaklarını bir müştak-ı mu'ayyeneden (belirli bir kökten ) alarak birleşmeleri şu kavmiyyet ve cin­ siyyet davasıyla şöyle küçük küçük parçalara müteferrik ve perişan olanların usulünden daha ala değil midir? Şu bahis malum olduysa, artık bizden edeb ve inşa ve ilim sual edenlere bizim İslam ve ilim lisan ında olan asarımızı (eserlerimizi) ibraz ederiz (gösteririz) . Zira bun ları biz yazdık. Ama bizi Arap zannederler imiş. Müslüman zannetseler hata etmemiş olurlar. "256 Suavi, 'Türk" makalesini yazmakla hakkı teslim etmiş oluyordu. Kuvvetle muhtemeldir ki onun bu makaleyi (256) Ulüm, nr .3, "Lisan ve Hatt-ı Türki", s. 1 26- 1 27 . .

98

yazmasında Türklerin aleyhinde yazanlar kadar, Türklerin İslam dini çizgisinde kurmuş oldukları medeniyete hay­ ranlıklarını gizleyemeyen Ubicini, G aland, Lamartine, Walmy, Waillant, Poujade, Johstone, Wells ve Urquhart'ın lehteki hakperest yazıları da tesirli olmuştur. Şüphesiz ki Suavi, bir tarih uzmanı değildi. Bize göre, onun Türk Tarihi üzerine, Heredot ve kendi çağdaşı olan oryantalistlerden, özellikle, Arth ur Lumley Davids ve Bailly'e, İbn-i haldun ve diğer şark kaynaklarına dayana­ rak verdiği bilgilerin ne derece doğru ve önemli olduğundan çok onun bu bilgiler etrafında yaptığı yo­ rumlar önemlidir. Ulüm'da "Türk" makalesi dışında Türk ırkı ve Tarihi i l e ilgi l i müstakil makale yoktur. Ancak M esele-i Mütefferrika başlığı altında bir kaç satırda o günkü Türk devletleri, daha doğrusu Türklerin idare ettiği devletler sıralanmıştır. 257 . Hive fı M uharrem 1 290, isimli eserde de Suavi'yi Orta Asya'ya çeken hakim duygun u n milliyetçil i kten çok islam kardeşliği olduğunu da belirtelim. Yazarın , A p ropos de L' Herzeqovine serisinin 1 . kitabında da siyasi birlik için "Osmanlı Nation"u (mille­ ti) ileri sürülmüştür. "258 Adı geçen kitaptaki "din-mil liyet' başlıklı böl ümde Türlerle ilgili, Muhbir ve Ulüm'deki 'Türk, makaleleriy­ le çelişen fikirler ileri sürülmüştür. Kitapta Türklerin Hazar Denizi'nin kuzeyinde oturan Sariler'den geldikleri, bunların Anadolu'ya gelmeden de zengin ve medeni ol­ dukları belirtildikten sonra "Onlar hiç bir zaman kendi­ lerinin gayr-ı medeni anlamına gelen "Turks' adıyla anılmalarına tahammül etmediler. Bu onlar için en büyük hakaretti . Bu halk Anadolu 'ya geldikten ve Bursa Os­ (257) Ulüm, nr. 1 9, s. 1 1 92. (258) A Propose de L'Herzegovine (1), 1 87 5, Paris s. 2 1 . 99

manlılar tarafından hükümet merkezi olduktan sonra ken­ dilerine milli ad olarak Osmanlı dediler. İstanbul'un fet­ hinden sonra, barbarlarla ilgilerini kesmek için kendile­ rine has bir şive (idiome) yarattılar. Bu şiveye bugün Osmanlı lisanı deniyor. Osmanlıların Türk kökenli olduk­ larını inkar edecek değiliz ancak bunlan, Osmanlı tarih­ lerinde Türk ismine niçin hakaret edildiğini ve Os­ manlıların bugün kendilerine niçin Türk demedi klerini izah etmek için yazıyoruz."259 Yukarıdaki ifadelerden birkaç satır sonra Suavi, Os­ manlının ırk gerçeğin i n e n iyi Waillant tarafı ndan anlaşıldığını, adı geçe nin H ungur ve H unlar'ın Türk olmayıp Macar oldukları, Macarların ise halihazırda Os­ manlılarla medeni olma noktasında beraber olduk.lan yo­ lundaki görüşlerine katılır. Halbuki aynı Suavi, Muh bir'deki Türk makalesinde Hunların ısrarla Türk olduklarını iddia ettiğin i gördük. Yazar, propaganda amaçlı bu kitabında bütün gayretiyle 'Türk" adının Avrupalılarda çağrıştırdığı barbar imajını silme, en azından Osmanlıları bu yaftadan kurtarma gay­ retinde görünüyor. Yine aynı eserde Suavi, "Biz İslam birliği ile meşgul olalım. islamlarda ne ırkçılık meselesi ne de başka türlü tefrika vardır. Bir müslümana Türk, Bulgar yahut Arnavut demek ona ağır surette hakaret etmek demektir." 2 60 diyor. Suavi'nin ölümünden önce milliyet ve milliyetçilikle ilgili en son fikirleri, Galatasaray'daki bir nutkunda or­ taya konmuştur. Sözkonusu nutuk, Macaristan 'a gidip ge len Osmanlı-Macaristan Dostluk Heyeti nin şerefine (2591 A Propose de L'Herzegovine (1), 1 875, Paris s. 34. (2601 ag.e., s. 29.

100

milletvekilleri tarafından Galatasaray Sultanisi'nde veri­ len bir yemek esnasında irad edilmiştir. Yemekte millet­ vekilleri ve devlet büyükleri vardır. Bu sırada okulun müdürü olan Suavi, yemekten sonra topluluğa Osmanlı, Macar münasebetleri ve tarihi geçmişleri üzerine bir konuşma yapmıştır. Bu konuşmada ileri sürülen fikirler de Muh bir ve Ulum'daki "Türk" makaleleriyle çelişmektedir.

Muh­

bir'deki 'Türk' makalesinde 'Hungur' dediği Macarların da Öz Han soyundan Türk olduğunu söylerken" 2 6 1 yine Ulum'daki 'Türk" makalesinde 'Macarlar" dahi Osmanlılar gibi Uygur'dandır.262 derken, buradaki nutkunda ise söze 'Hungarian-Engeruslar, Macarlar değildir. H ungarianlar o kavimdir ki Farisiler bunlara 'Hunhor" tesmiye eylediler (ismini verdiler) . Bakınız bir kere Macarlara ne güzeller, vechelerinde (yüzlerinde) öyle huhar ve ifrit siması var mı? Macarlar Hungarian değildir. Engeruslar o kıtada ancak Atilla'nın halaketine dek yan i kırk altı yıl h ü kmettiler. O tarihte Cifid kavmi kalktı memleketlerini ellerinden aldı.· Buradaki açıklamalara göre, Macarların Macaristan'a gelişi Engerus'tan yani Atilla'dan 436 yıl sonradır. Os­ manlılann Macarlarla münasebeti sadece aynı vatandan gelmiş olmaları da deği ldir, Osman Gazi'nin ceddi Süleyman Şah kan dökücü Cengiz'den kaçarken Orta Asya'da Macarların orada kalmış ve Müslüman olmuş kısmını da beraberinde getirmiştir. Hal böyle i ken Ma­ carlara niçin "Engerus-ı hunhar" densin. "Macarlara Hun(26 l ) The Mukhbir, nr .38, ı 2 June (Haziran) l 868, s. ı . (262) Ulüm, nr. l , s. 2. .

101

garian demek bize Türk denmiş gi bi de değildir." 2 6 3 diyen yazar bu sefer Osmanlılara geçer. 'Avrupalılar bize Türk diyorlar biz de onlardan alarak söylüyoruz, h i ç düşünmüyoruz . · cümlesinden sonra Suavi, Muhbir'deki Türk makalesinde Osman Gazi'nin Anadolu'daki diğer Türkleri de kendisine katarak Os­ manlı Devleti'ni kurduğunu söylemişken, burada şöyle diyor: "Osman Gazi öyle göçebe gibi birkaç yüz çadırla kıtalar feth etti değil. Çoktan yerleşmiş lslam devletleri yıkılırken enkazını başına topladı. Türk değil, lslam devleti oldu . · Suavi, n utku n u n bir yerinde "Türk" kel imesi için şun ları söylemektedir: 'Türk kelimesi gere k Çin lisanında köpek manasına olsun, gerek ism-i şahıs (kişi adı) olsun yahud ism-i nehir (nehir adı) olsun ne olursa olsun; bize lazım şudur ki, Al-i Osman'ın ecdadı daha Asya'da iken bile kendilerine "Türk" tabiri n i kabul et­ mezlerdi. işte bundan gelir ki "Türk" dedikleri, bizim ta­ rihimizde ' Etnik" kelimesi yazıldıkça "Etrak-ı napak' ve 'Etrak-ı bi idrak' zemlerini (yergilerini) görüyoruz. Al-i Osman, ecdadı cengizilerden kaçarken 'Utruku't­ Turke kema terekukum" 264 mealinde ehadisi şerifeye isnad eyledikleri kadime-i Osmanide okunmaktadır. (263) Suavl'nin nutku ilk defa Basiret gazetesinin 2 ı Mayıs 1 293 tarihli

sayısında 'Nutk-ı Suavi' başlıgı ile yayınlanmıştır. Ancak 23 M ayıs ı 293 tarihli sayıda önceki yayında dizgi hatalan oldugu bildirilerek bu sayıda nutkun metni yeniden yayınlanmıştır. Yukarıdaki cümle ilk yayında 'Macarlara Hungarla demek bize Türk deniş gibidir" şeklindedir. 2 1 Mayıs tarihli sayıda olmayıp da 23 Mayıs tarihli sayıda yeralan bir d�er görüş de, Molla Caml'nln Osman Gazi neslinin Şerefıl'dan (Seyyft ) oldugu şeklindeki iddiasıdır. Basiret nr. 2 l 1 1 , "Nutk-ı Suavi. 2 1 Mayıs 1 293 (20 Cemaziyelev­ vel 1 294). Basiret, nr. 2 l 1 3, 'Nutk-ı Suavi, 23 Mayıs ı 293 (22 Cemaziyelev­ vel 1 294). (264) "Sizi terkettlkleri gibi siz de Türkleri Terkedin" anlamında olan bu Arapça ibare sahih hadis kitaplannda olmayan, büyük bir ihti­ malle, uydurma bir hadistir.

102

Onun için bundan gelir ki bugün sana bana birisi Türk dese adeta barbar, vahşi demek gibi tahkir hisse­ diyoruz.' N utkun sonunda mesele yine Macaristan'a getirilmiş Macaristan ' a ' H u ngaria' denmesin i n

tıpkı Anadolu'ya

'Rum ili' denmesine benzediği, bu ismin orada, Macar­ lardan önce hakim olan Engerus (Hun lar) tan geldiği iddia edilmiştir. Suavi nutuğunu şu cümlelerle bitirmiştir: " işte ben size isbat ettim ki barbar Hungarian yok, barbar Türk yok. Medeni Macar, Medeni Osmanlı . . . iki kardeş var. " 265 Suav i'yi

bir

bütün

olarak ele

almayıp,

ya

onun

Ulüm 'daki 'Türk' makalesine yahut Türk D i l i i l e ilgili bazı görüşlerine veyahut onun Orta Asya'daki Türklerle ilgilendiğini gösteren

H ive isimli

eserine

dayanarak

onun tam manasıyla bir Türkçü olduğuna hükmeden o kadar çok Türk yazar var ki burada bunlardan sadece 6.

bazıları nın ismini vermekle yetineceğiz. 2 6

Türk yazarların eserlerinden yararlanan bazı yabancı

yazarlar da Suavi'nin Türkçü olduğunu yazmışlardır. 2 67

Türk Dili ve Edebiyab Üzerine Düşünceleri Türk DiU Suavi'nin Türk Dili üzerine görüşlerini, yazarın bu ko­ n u da ki

fikri

gelişim

veya

deği ş i m i n i

belirlemek

amacıyla kronolojik olarak vermeyi uygun buluyoruz. (265) Baslret. nr. 2 1 1 1 'Nutk-ı Suavi" 2 1 Mayıs 1 29.3 (Rumi). (266) Abdurrahman Adll, Bursalı Mehmed Tahir. 1 . Hami Danlşmend, lsmall Hakkı Uzunçarşılı, I hsan Sungu, Ali canib, Behçet Necatl­ gll, Falih Rıfkı Atay, Cemal Kutay, Ercüment Kuran, Süheyl Ünver, Agah Sırrı Levent, Fahrettln Kırzıoglu, Fethi Gözler ve daha bir yıgın isim. (267) - The Encyclopedla of lslam, Vol: il, s. 47.3. - Mitler, Louis, Ottoman Turkish Writers, Vol: 1 5, New York 1 989, s. 29-.30.

10.3

a) Dilde Sadelik Meselesi lstanbul Muhbir'in ilk sayısında gazetenin yayın poli­ tikasından söz edilirken kullanılacak dille ilgili şöyle deniyor: 'Tasrihi caiz (açıkça yazılması uygun) olan her şeyi Asitane (lstanbul)'de kullanılan adi lisan ile yani herke­ sin anlayabileceği i bare ile yazacaktır. · 25a G e rçi

h e rkes i n

a n layab i l eceği

dilden

yazmak

düşüncesi Suavi ile doğmuş bir düşünce deği l . Daha 1 860'ta Şinasi Tercüman-ı Ahval'in mukaddimesinde 'Umum

halkın

kolaylıkla anlayabileceği

merte bede,

işbu gazeteyi kaleme almak mültezem (gerekli) olduğu dahi makam münasebeti ile şimdiden ihtar olunur, " 2 6

9

diyordu. Bu teşebbüs Şinasi ile başlayan 'Gazete dili" dir. Ancak şunu da kabul etmek gerekir ki ne Şinasi, ne "Şiir ve inşa' makalesinin sahibi Ziya Paşa, ne de birçok vesile ile Osmanlı lisanının ıslahından söz eden Namık Kemal, Ali Suavi gibi konuşma diline yakın bir yazı dili ile yazmışlardır. Suavi, istanbul Muhbir'deki yazılanndan itibaren son derece kısa ve Türkçe sentaksına tam uygun bir Türkçe ile yazmaya başladı. Gazetenin 28. sayısında ise dilde sadeleştirme meselesi somut örneklere indirgenmiştir. Yabancı

dilde yayınlanan gazeteleri okuyamayan ve

dolayısıyla

olup

bitenden

haberi

olmayan

halkın

aydınlatılması i çi n , Türkçe çıkan gazetelere el birliği ile sade yazma çağnsında bulunulmuştur: ' Mesele 'şarap' diyecek yerde 'ab-ı ateş-renk' de­ meyelim, d üzce 'şarap " diyelim. Vesselam. M uradımız mesele anlatmak iken niçin halkı bir de i bare için (268) Muhbir, nr. 1 , 'Mukaddime' 25 Şa'ban ı 29.3 ( 1 Ocak 1 867). (269) Yeni Türk Edebiyatı Antoloj isi. Cilt 1- l 9 7 4, l st. s.

(Hazırlayan: Mehmed Kaplan, i nci Enginün, Birol Emil).

1 04

5ı 1

düşündürelim. Gazeteleri avam lisanı olan Türkçe ile

yazalım. " 27 0

Muhbir1n 3 7 . sayısında, gazetenin yayın politikasını

beğenen, öven bir okuyucu mektubu yayınlanmıştır. 27 1 Bu

s ı rada

Su avi

Kastamon u ' d a

t e ş e k k ü rn a m e n i n

ke n d i s i

s ü rgü ndedir.

t a r a fı n d a n

Bu

g a z e teye

gönderilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü bura­ daki fikirler ve üslup tamamen kendisine aittir. Teşekkürnamede

Muhbir'in

editörlüğüne

hitaben

Tuttuğunuz meslek vatanımızın lisan-ı milliyesidir. Her­ kese

kolaylıkla

tefhim-i

e fkar

( fi ki rleri

anlatma)

açtığından asıl burası teşekküre şayandır. · deniyor. Teşekkürname dolayısıyla yapılan değerlendirmede ise, halkın cahil kalmasının sebebi olarak, gazete ve ki­ taplardaki yazıların bir şeyi doğrudan anlatma yolu n a gitmeyip sanat oyunlann·a başvunnalan gösterilir. Çiftçiler için yazılan bir ziraat kitabı örnek verilerek " n e olur· "talkih" yerine 'aşı"

"yazılsa' denir. Yazıda,

akşam yerine ahşam, yoksa yerine yohsa yazılmasına da karşı çıkılır. Gazetelerin ancak elbirliği ile halkın dili ile eğitimin kalkınmasına büyük çapta katkıda bulunabi­ lecekleri vurgulanır. Muh bir'de başlatılan sade dil hareketi ile ilgili ola­ rak Suavi üç yıl sonra Ulüm'da şunlan yazıyordu: 'Bu işe pannak sokmaktan asıl muradım vatanımız ga­ zetelerinin köhne inşa'lannı (nesir yazılarını) ve mutad-ı kadim

( alışılagel miş)

üzre

bi-ma ' n a

(an lamsız)

si­

tayişlerini (övgülerini) bozmak idi. Hem lisanı bozdum hem de memlekete hürriyet-i aklanı (yazma hürriyeti) soktum.'272

(270) Muhbir, nr. 28, 27 Şevval 1 28.3. (27 1 ) Muhbir, nr. .37, 29 Zilhicce 1 28.3. (272) Ulüm, nr. 1 5, s. 909.

105

Londra'da yayınlanan Muhbirin ülkeye sokulmasının yasaklanması üzerine Suavi, zararlı fikirler neşreden Rus ve Rum gazetelerin i n ülkeye serbestçe sokulduğu n u söyler v e sorar: " B u halde ümmet v e devlete nasihat va­ zifesini tahammül eden (üstlenen) Muhbir gazetesinin kabahati Tü rkçe

nedir. ile

Evet

yazılışı

kabahatı

ve

herkesin

h ususan

yazan

anlayacağı m u harri rin

(yazarının) müslümanlığıdır. • 2 7 3 Ulüm 'da, yayınlanacağı ilan edilen · renn-i Tanzim-i Defter" isimli eser münasebetiyle Suavi. Batıdaki ilimle­ rin Türkçeye tercüme edilmesi gerektiğinden söz ediyor ve şöyle devam ediyor: "Bizim vaMiyle Türkçe yazmak demekten muradımız kaba kelimeler ve gün görmedik lafızlar kullanmak demek olmayıp ancak Mir Ali Şir gibi eski Türklerin Üslu b-ı inşası (düzyazısı) üzere yazmak manasına idi. Eski Türklerin Uslub-ı inşası, kelamı kısa kısa kesmek yani müpteda (özne) ile haber (yüklem) beyninde (ara­ larında) zaruret olmadıkça fasletmemek (ayırmamak) tari­ ki (yolu) idi. Bu tari� ile yazılan meram pek açık ifade ve istifade olunur. Bununla beraber manası açık kelimeleri kullanmak dahi lazımdır. • 2 7 4 Dilde sadelik taraftan olan Suavi, hiç bir zaman tas­ fiyeci olmamıştır. O herhangi bir dilin diğer dillerden kelime lngili zce

almasını ve

tabii

hatta

Fransızca'nın

gerekli

yapıları n ı

bulur.

Arapça,

örnek gösteren

yazar, saf dil olmadığı görüşünde ısrar eder. H atta o Türkçe'ye Arapça'dan kelime girmesini Türkçe adına bir şeref kabul eder: 'fakat içinde elfaz-ı Arabiye

(Arapça sözler) dahi

duhül (dahil olma) bahsine gelince bu duhül ona ziynett273l The Mukhblr. nr. 38, ı 2 June 1 868, s. 2. 1274) Ulum. nr. 8. s. 479.

106

tir, belki şereftir. Çünkü lugat-ı arabiye, hep lugatların eşrefi (en şereflisi) ve etba'ı (diğer dillerin ona uyduğu) siga (kip) ve üslüpça ebde'dir. (en bedi'tir). Bunu kimse inkar edemez. Meğer ki cahil ve muannid (inatçı) ola. " 275 Bu arada aynı yazıda, ihtiyaçtan kaynaklanması halin­ de Batı dillerinden de Türkçe'ye kelime gire bileceği ve bunun da mahsurlu olmadığı ifade edilmiştir. Ancak Suavi, kelime alımlarında seçmeci bir tavırdan yanadır: "Mesela Arabi'den alim ve katip. luğatlarını alıp sigalan gibi zaptetmişiz. Amma cem'inde (çoğulunda) ke­ tebe ve küttab ve ulema demeye mecbur değiliz. 'Alim­ ler,

katipler' diye biliriz.

Dünyada her lisanın tabiatı

dahi böyle bizim lisan gibidir. "276 Suavi'nin bu sözlerinde kırk küsur yıl sonra Sela­ nik'te Genç Kalemler Mecmuası

ile

başlatılan

'Yeni

lisan· hareketinin varmak istediği nokta, Suavi'nin var­ mak istediği noktadan pek ötede değildi . 277 Suavi'nin çağdışı olan ve dilin sadeleşmesi gerek­ tiğin d e n

söz

eden

yazarlardan

en

büyük

farkı ,

söylediklerini büyük çapta uygulamasıdır. Gerçekten de onun gerek iki Muhbir'de ve gerekse Ulüm 'daki dili bazı kelime ve terkiplerin dışında günümüz Türkçesine çok yakındır. Yazılarından yaptığımız alıntılar bunu yeteri kadar göstermektedir. Bize göre. onun sade bir dil ile yazmayı tercih etme­ si, süslü bir dil kullanamadığından değildir. Çünkü, Ehemmiyet-i Hıfz-ı Mal ve Hukuku 'ş-Şevari isimli risale­ leri ile Riyaz Paşa'ya yazdığı mektuplardaki dil son dere­ ce ağır ve süslü bir dildir. Bu da onun istediği zaman, (275) Muhbir, nr. 1 0, 25 Ramazan 1 283, s. 2. (276) Ulum, nr. 3 "Lisan ve Hatt-ı Türki" s. 1 23 , Dillerin kelime alışverişi için bknz. aynı sayı, s. 1 20- ı 24. (277) Genç Kalemler ve Yeni Lisan Hareketi için Bkz. Hüseyin Çelik, "Genç Kalemler Mecmuasının Sistematik Tetkiki" Yüzüncü Yıl Ü n iv. Sos. Bil. Enst. ı 987 (Basılmış Yüksek Lisans Tezi).

1 07

klasik

Osmanl ıca'yı

da

rahatlı kla

kullan a b i d iği n i

göstermektedir. Aynı sade dille yazmaya, Avrupa'dan döndükten sonra Basiret, Vakit, lmran, Sadakat ve Müsavat gazetelerinde­ ki makaleleri ile devam etmiştir. b) Yazı ve imlanın Jslahı-Alfabe Değişikliği Tansel, Suavi'nin de Arap alfabesinin değiştirilip ye­ ri n e

Latin

a l fa b es i n i n

a l ı n m as ı n ı

tekl i f

ettiğ i n i

söylemektedir2 7 8 • O n u n hiç b i r yazısında Arap alfabesi­ nin terkedilerek yerine lalin alfabesinin alınması gerek­ tiğine dair bir ifadeye rastlamıyoruz. Arap harfli Türk hattı için İstanbul Muhbir'de: " Mil­ let-i lslamiye'nin ilerletmiş olduğ ta'lik ve nesih gi bi hatları görenler san'at-ı insani (kul sanatı) olduğuna ta'accüb ederler (hayret ederler) .'2 7 9 diye başlayan bir methiye vardır. Yazının ıslahı ile iligili olarak İstan bul Muhbir'de şu görüşlere yer verilmiştir: " Eğer imlamız, çapraşıklıktan kurtulmak ihtimali yoktur, derseniz, yine bu usülümüzü bozmayarak, işaret gibi yeni bir iş daha çıkarmayarak şu elimizde

b u l u n an ı

ıslah

mümkündür.

Haydi

ıslaha

çalışalım ve bunun için bahis açalım. Nihayet bir yere baş bağlayalım. " 2 80 Londra Muh bir'de bu konu ile ilgili olarak kaleme alınan müstakil yazıda, o güne kadar, alfabe değişikliği dahil, yazının ıslahı ile ilgili öne sürülmüş dört görüş (276) F.A. Tansel. "Arap Harflerinin Islahı ve Degiştirllmesi Hakkında i lk Teşebbüsler ve Netlceiert" ( l 662- 1 664 ), Belleten XVII, 1 95:3, s. 2:30-:3 1 . (279) Muhbir, nr. 2 , 27 Şa'ban 1 29:3 ( 1 667), s. 2. Tansel, " Londra Muhblr'ln kolleksiyonunu görmedigini ancak Suavi'nin adı geçen gazetenin 46. sayısında böyle bir teklifte bu­ lundugunu söyler. Muhbir'ln 46. sayısı elimizde mevcut degil ancak 4 7. sayıda "Hattımızın Islahı" başlıklı bir yazı vardır. Bura­ da ise Suavi, aksine bu fikre şiddetle karşı çıkar. Muhbir, nr. 2, 27 Şa ban 1 28:3, s. ı . (280) Muhbir. nr. 26, 27 Şewal 1 26:3, s. 2. 108

tahlil edilmiştir. Yazar, dördüncü görüş olan alfabenin aynen muhafa­ zası, ancak okumada kolaylık sağlayacak bazı vokallerin ilavesi ve okumaya yeni başlayacaklar için metinlerin harekeli verilmesi şıkkını tercih eder. Suavi,

ıslah

ederken

geçmiş

ile

olan

köprülerin

yıkılmaması konusunda şu uyarıda bulunur: ' Ma'ahaza (böyle iken) biz hattımızı ıslaha kalktığımız vakitte öyle ma'ruf (bilinen) yolda ıslah etmeliyiz ki o yeni hatta i l işenler

nice yüz senelerd e n beri yazılmış veya basılmış kitaplarımızı okumaktan mahrum olmamalı. " 28 ı Aynı

fikrini

Ulüm'da Türk

Dili

ve yazısı

üzeri ne

yazdığı old u kça gen i ş muhtevalı yazısında da tekrar eder. Ona göre alfabenin muhafaza edilmesi 'vacibü'l­ hıfz' (mutlaka koru malı)dır. Hatta alfabe değişikliğinin lafı bile edilmemelidir. Arap harfli Türk yazısının, Latin harfli Avrupa yazılarına göre daha hızlı yazıldığı, ayakta, oturarak

yazı labildiği,

daha

az

yer

kapladığı

gi b i

üstünlüklerinden söz eder. 282 Suavi'ye göre alfabenin korunmasın ı gerektiren bir diğer ve çok önemli bir sebep de yazının Müslümanlar arası ndaki birliği sağlamasıdır. 28 3 Ancak o, burada da harflerin korunmasının, ıslaha ihtiyaç olmadığı anlamına gelmediği n i söyler ve ıslahın üzerinde durur. 2 84

nasıl olması gerektiği

c) Din İle Dil Münasebeti Suavi, imam Ebu Hanife'nin her milletin namazda su­ releri kendi dillerindeki tercümeleriyle okuyabilecek­ lerine dair bir fetvasına rağmen kendi mezhebindeki imamların bile bu fetvayı, İslam kavimleri arasında bir(28 l ) The Mukhblr, nr 47, 3 1 August 1 868, s. 1 . (282) Ulum, nr. 4, "Lisan ve Hatt-ı Türki", s. 2 1 7-2 1 8. (283) a.g.e., s. 2 1 4. (284) a.g.m., s. 2 18-228.

1 09

tik sağlamak için uygulamadıklarını beyan eder ve bu birliğin olması gerektiğine kendisi de inanır. 2 as Onun bu konudaki görüşlerini yukarıda aktardık. O, bir kimsenin dinini öğrenmek için ille de Arapça yazılmış eserler okumak zorunda olmadığını, Türkçede de en az Arapçadaki kadar muhtevalı ve güzel tefsirler yazıldığını ve yazılabileceğin i iddia eder. "Zemane

N utbesi"

b aş l ı kl ı

yazı s ı n d a .

h u tben i n

amacının cematı çeşitli konularda bilgilendirme, emir ve yasaklan bildirme, zaman ve zeminin durumuna göre müminleri aydınlatma olduğu halde, onun musiki makam­ larıyla süslendirilip cemaate sun ulmasına karşı çıkan Suavi, böylesine ciddi bir konuyu mizahi bir üslupla ele almıştır. Yazıda,

Nz.

Peygamber ve Dört halife döneminde

yaşamış, hutbe dinlemiş bir sahabi hayalen Ayasofya ca­ miine getirilir. N utbeyi okuyacak Noca Efendi süslü cübbesi ve imamesiyle huşu içinde diz çöken cemaate h utbesini Arapça olarak irad eder.

Namazdan sonra

sahabi lmam Efendi'ye okuduklarının manasını sorar. Noca Efendi "Arabani'den oradan

da

' lsfahan'a

başlayıp 'Aceme' geçtiğini

geçtiğin i

söyler.

Sahabi

bu

söylenenlerden hiç bir şey anlamaz, sorusunu tekrarlar. Bu sefer Noca Efendi onu musiki makamlarını bilme­ diğinden cehaletle suçlar. Sahabi'nin Noca'ya h utbeyi okurken neler hissettiğini sorması üzerine de, o düm tek tutturduğunu, manayı düşünüp makamları karıştırıp rezil olmak istemediğini

söyler.

Üstel i k N oca

Efendi'nin

okuduğu hutbe kimbilir hangi tarihten kalma bi hutbe­ dir ve ezberlenmiştir. Sahabi mülakat sonunda, Arapça olarak, "Bu adamlar dinlerini eğlence şekline çevirmişler" der. (285) Ulum. nr. 3. "Lisan ve Hatt-ı Türki". s. ı 28- l 29.

ı ıo

Bu

konuda hakem olarak bir sahabinin seçilmiş

olması da Suavi'nin pek çok konuda olduğu gibi, ölçüyü asr-ı saadette yaşanan islamiyetten alma temayülü ile açıklanabilir. Bu yazıdan anlaşılıyor ki o, hutbenin hitap edilen ce­ maatın dilinden olmasını istemekte ve dinin tören, mera­ sim havasından çıkarılarak hayata mal edilmesini savun­ maktadır. d) Türkçenin Üstünlükleri 'Lisan ve Hatt-ı Türki " makalesinde Suavi Türkçe'nin b i rçok

yönleriyle

diğer

d i l l e rd e n

üstün

olduğuna

inandığını ifade eder. "Türkçe lisan sair lisanlar üzerinde vücüh-ı adide ( birçok yönüyle)

ile

tercih

olunmak

meselesinden

ta'accüp etmemelidir (hayret etmemelidir)' diyen yazar, Türkçeyi

fonetik,

morfoloj i k,

etimoloj i k ve sentaks

özellikleri ile Batı dilleri ile Arapça ve Farsça ile mu­ kayese etmiştir. O'nun Türkçede diğer dillere göre

üstün

bulduğu

özellikleri mealen şöyle özetleyebiliriz. 1 - Türkçenin eklemeli bir dil olmasından dolayı bir kısa kelime ile çok mana ifade edilebildiği ve bir ses veya hece ilavesi ile mananın çok daha genişletilebilme özelliğinin olması. M akalede özellikleri

ö z e l l i kl e

İ ngilizce

karşı laştırılmıştır.

ile

Tü rkç e ' n i n

bu

Örnekler Arthur Lumley

Davids'in Türkçe G rammer286 kitabından alınmıştır.

· S e viştirm e m e k · İ ngili z c e ' d e

ancak

ke l i m es i n i n on

ke l i m e

ile

verdiği te m i n

an lamı etmek

mümkündür: to cause that we do not Jove one another

(286) Arthur Lumley Davids, A Grammer of the Turkish Language, Lon­

don, 1 8.32.

111

m u t u a lly.

Sadece

bir e

sesının

ilavesi

ile yani

"seviştirememek" kelimesi ise İngilizcede on iki kelime

ile karşılanabilir: to cause that it be impossible for us to love another mutually.281 2- Türkçenin zengin ve kuvvetli vurgu sistemi dile tatlı bir ahenk vermektedir. 3- Türkçen i n gramerinin fazla kompleks olmaması öğrenmede kolaylıklar sağlamaktadır. Bu kolaylıklar ise şunlardır: - Arapça ve Fransızcadaki gibi harf-ı tarif yoktur. - Türkçede çokluklar çokl u k eki ile yapılır. Fransızca ve Arapça'da çokluk yapma yollan çoktur ve kaidesizdir. Türkçede erkeklik ve dişilik için özel kullanışlar yoktur. - Bütün mastarlar mek, mak ekleri ile yapılır. Hele yazar, Türkçenin Farsçaya karşı üstünlüğüne Ali Ş i r N evai ' n i n M u hakametü 'l-Lugateyn isimli eseri n i örnek vermekle yetinmez, daha önce belirttiğimiz gibi, bu eseri Ulüm'un 22. sayısından itibaren sadeleştirerek yayınlamaya başlar, ancak tamamlayamaz. e) Resmi Dil Meselesi S uavi'nin resmi dil ile ilgili fikirlerin e daha çok Londra Muhbir'de rastlıyoruz. G irit'teki isyandan sonra Ada'ya giden Ali Paşa, orası için bir reform planı uygulamaya koymuştur. Bu plana göre, Ada'da resmi muameleler hem Türkçe hem de Rumca yapılacaktır. Bu uygulama Muhbir'deki bir yazıda tepkiyle karşılanır, başka eyaletlerde olmayan bu uygu­ lama yanlış bulunur.288 Türkçen i n ülkede tek resmi dil ol ması gerektiği hakkında Charles Wells'in yazdığı 'Terk-i Lisan• 2 8 9 (287) Ulüm, nr. 3 , ·usan v e Hatt-ı Türki", s. ı ı 7 . (288) Le Mukhbir, nr. 1 8, 2 Janvler 1 868, s. 3. (289) Le Mukhbir, nr. 20, 1 8 Janvier 1 868, s. 4.

1 12

başlıklı makaleyi ise Suavi ' Emraz-ı Dahiliye' serisinde yayın l amıştır. Yani ü l ke n i n içerisinde b u l u n d uğu sıkıntının sebepleri olan yedi büyük faktörden birisi, herkesin üzerinde anlaştığı, yazarın ifadesiyle, "lisan-ı umumi'nin olmamasıdır. Ortak bir dilin olmaması üç büyük problem doğurmaktadır. Birincisi eğitimdeki ko­ laylıktan mahrumiyet, ikincisi hükümet işlerinde zorluk, üçüncüsü aralannda ortak bir dil olmayan kavimlerin kaynaşmasındaki zorluk. Sözü Wells'e bırakmadan önce bu açı klamalara yer veren Suavi gazetesinde yayınlamakla da Wells'in fikir­ lerine katıldığını belirtmiş oluyordu. Wells, makalesinde bir ülkede resmi bir dilin hangi faydaları temin ettiğini ve Osmanlı'nın herkesçe kabul edilip kullanılan resmi bir dile sahip olmamasının nele­ re mal olduğunu örnekler vererek izah eder. Wells, Osmanlı Devleti'nin vatandaşlarına Türkçe öğretmemekle birliği sağlayamadığına, birçok dış tem­ s i l c i l i ki e r i n d e konsolos ve büyükelçi olarak görevlendirdiği kimselerin Türkçe bilmediğine işaretle bizzat devletin kendi diline önem vermediğini söyler. Wells'e göre; Osmanlı yönetimi, Türkçe bilmeyeni dış temsi lciliklerde görevlendirmemeli ve aynı zamanda dışarıdan kendi ülkelerine gelen sefaret mensuplannın Türkçe bilmelerin i şart koşmalıdır. Türkçe bilmeyen Fransız, lngiliz vs. Batılı sefirler ancak yanın yamalak yabancı dil bilen gayr-ı müslimlerle ilişki kuruyorlar. Türkçe bilmedikleri için Türkleri tan ıyamayan ancak gayr-ı müslimlerden aldıkları yalan yanlış bilgilerle ülkelerine döndükleri vakit ileri geri konuşuyorlar. Umumi bir dilin olması ve bu dili bimeyenlerin bazı avantajlardan mahrum olması durumunda ülkede resmi dilin yaygın laşacağı görüşünde olan Wells, ülkesin i n ı 13

konu ile ilgili tecrü belerinden örnekler verir.290 M u h b ir ' i n 2 2 . sayısında ise ·va kıa her yerde elçilerimiz Osmanlı hükumetinin huku kunu değil, lisan-ı resmisini bile bilmez . · denir ki bu sırada Londra büyükelçimiz aslen Rum olan Musurus Paşa'dır. f) Istılahlar (Terimler) Meselesi Suavi'nin yazı hayatına başladığı ilk zamanlardan iti­ baren ıstılahlar kon usu üzerinde önemle durd uğu görülür. lstanbul Muhbir'de tefrika edilip ancak yarım kalan "Ta'rifatü'l-Suavi' siyasi ıstılahlar sözlüğüdür. Bu konunun devletçe ele alınıp yoluna konması için 'Daire-i llmiyye"ye tavsiyelerde bulunan yazar, konunun önemini ve yapılması gereken şeyi şöyle dile getiriyor: 'Kitaplar tercüme ettirilmek üzere ·oaire-i llmiyye' (Bilim Kurumu) tertip olunup i ki bin kese senevi tahsis edilmiş. Bu Daire-i ilmiyye ricaline (ilim kurumu yetkilileri­ ne) acizane ihtar ederiz ki telif edecekleri birinci kitap 'ıstılahat-ı ulüm" olsun. Ve evvel be evvel bu kitap tab' olunup her mütercim (tercüman) bundan hariç ıstılahat kullanamasın. Zira ulümu ancak ıstılahat zapt eder. Fakat şu ıstılahat kitabı, lslam meslek-i ulümuna muvafık olmalı (uygun olmalı),. Yani Avrupalıların ıstılahatı olan Mitolojik ta'birat-ı büt-perestiyi (putperestliği) memle­ kete sokmamaya dikkat buyurmalı. Bunun tariki ise bizde mevcud ıstılahat-ı ulümu (ilmi terimleri) istimal etmeli (kullanmalı). Bulunamayan ta'birat (tabirler) için bu müsta'mellerden (kullanılanlardan) terkip kabildir (oluşturma mümkündür). 29 1 O, terimlerin , yaşayan dilden ayrı olarak ilmin dili (290) Le Mukhblr, nr. 20, 'Terk-i Lisan· 18 Janvier 1 868, s. 4.

(29 l ) Ulüm, nr. 7 , s. 4 1 1 -4 1 2.

ı 14

olduğunun şuurundadır. Ulüm 'un 3 . sayısında tanıttığı "Keşşaf-ı Istılahat-ı Fünün' isimli eser dolayısıyla 'Ma­ lumdur ki müdevven (kitap haline gelmiş) olan her ilmin kendine mahsus ıstılahatı vardır. işte ekseriya erbab-ı mütalaa'yı (ince leyicileri) fehm (anlama) ve idrakten (kavramadan) mahrum kılan bu ıstılaha cehalettir." 292 der ve Avrupa'da ilim öğrenmedeki kolaylıklardan birinin de bolca ıstılah kitaplarının olmasına bağlar. Onun Keşşaf-ı ıstılahat-ı Ulumu tercümeye teşebbüs etmesi de bizdeki bu eksikliğin giderilmesine yöneliktir. Suavi'nin terimlerle ilgili en net görüşleri Kamüsu'l­ Ulüm ve'l-Ma'arif ile ilgili ilanda yer amıştır: Ansiklopedisine alacağı terimleri n h angi ölçülere göre alınacağın a dair görüşlerini açıklarken, fenlerle il­ gili terimlerin tercüme edilemeyeceğini veya yeni te­ rimler üretme yoluna gidilemeyeceğini, diğer dillerde ortak olarak kullanılan terimlerin aynen alınacağın ı söyler. Ona göre fen bilimlerinde kullanılan terimler 'Yunan­ ca, ya Fransızca ya lngilizce olmaktan çıkmış ilim lisanı, umumun lisanı olmuştur.· örnek olarak oksijene oksijen d iyeceğin i belirten S uavi, b u n u n yerine · um m ü 'l­ humüza· veya 'hava-i hayati" demeyeceğini ·ıstılah tev­ lidi (terim üretmek) gibi abese iştigal (boşuna uğraşma)­ etmeyeceğin i söyleyere k özelli kle fen bilimlerinde ortak bir terminoloji fikrini savunur. 29-'

Türk Edebiyab Üzerine Görüşleri Suavi'nin kendisine ait edebi bir eseri yoktur. Onun yazılarında sanat ve süse rastlanmaz . Üsl ubu oldukça yavan ve nettir. O'nda esas olan şey meramını okuyucuya (292) Ulüm, nr. 2 1 , 'Lisan-ı Kamüsu'I. . . . . . . . . . . . . . . . s. 1 27.3. (29.3) Ulüm, nr. 2 1 . s. 1 277.

1 15

aktarmaktır. Ancak zaman zaman cemaatı coşturan bir vaiz edasıyla konuştuğu da görülür. Bu durumda fikirle his beraber yürümektedir. M u h bir'de bazı parçalar var ki, M ü ftüoğlu ' n u n Çağlayanlar'daki ruh halini andırmaktadır. Bunlar onun yerin e göre h i ssi bir dil k u l l a n a b i l d iğ i n i göstermektedir. Örnek olması için b u parçalardan birini aşağıya alıyoruz: "Ey millet bakınız şu deniz kenarlanndaki memleket­ lerimize nedir o minare kınklan, nedir o cami ve mektep parçaları, nedir o eski biçim Türk konakları, asarı. Bakınız oralarda biz oturuyormuşuz. Oralar bizim imiş. Şimdi oralarda şapkalılar, süslü konaklar yapmışlar, biz içerilere doğru çekilmişiz ve hala çekilmekteyiz. Daha öte yanı n e kaldı, biz böyle m ü l kümüzü, malımızı elden çıkararak içerilere doğru çekile çekile altı yüz evvelki Türklerin geldikleri yerlere mi gidelim. Vah biçere arslan Osmanlı vah . Dişin tırnağın yerinde olup, gösterdiğin kadar i htiyar değil i ke n ya niçin kulağını ve bumunu farelere yediriyorsun. Seni muhafazaya kafi ve etrafı avlamaya m u ktedir bunca şirpençe (aslan pençeli) yetiştirmişsin, farelerden kurtarsın diye kedi zuhüruna (ortaya çıkmasını) mı mun­ tazır buluyorsun (bekl iyorsun ) . A h vatanım! b e n i doğurdun, hem bana beşik oldun hem daye (anne). Besledin büyüttün. Bunca seneler aba u ecdadım (atalarım) gibi beni dahi sırtında taşıdın. Kurusun o ayaklar ki senin h izmetinde rencide ol­ maya. Çürüsün o kollar ki seni sıkı sıkı kucaklamaya. Ah anam babam beşiğim, dayem, mürekkebim. Memle­ ketim, kör olsun o gözler ki sana ihanet nazarı ile baka. Kurusun o diller ki seni yağmaya va'd ede. Ah Mahfaza-i dima'ı ecdadım (ecdadımın kanlarının saklandığı yer) . . . 1 16

ah . . . Makbere-i ecsad-ı eslafım (geçmiş nesillerimin ce­ sedlerinin makberi), toprağım. Yok olsun o akıllar ki senin h u ku kunu anlamaya, kör olsun o gözler ki sana çektiğim şu ahları okuyup da ağlamaya. " 294 Suavi de 'mey ü mahbüb (içki ve sevgili)" türü ede­ biyattan hoşlanmaz. Namık Kemal'in tabiata aykırı ve hayatın gerçekleri ile ilgisi olmadığını iddia ettiği Eski Türk Edebiyatı hakkında Suavi de olumlu düşünmez. İstanbul M u h bir'de h ayali bir medrese maz u n u n a söylettiği sözler o n u n edebiyata da dini v e ahlaki bir yaklaşımla baktığını gösterir: "Daha fenası var orasını söylemeyecektim ama artık halk ne derse desin bakmayacağım söyleyeceğim. Şu ki okuduğum bir takım divanlardan ve e byat (beyitler) ve eş'ardan (şiirlerden) ve mesellerden hayalat (hayaller) ve evhamdan (vehimler) başka ne belleyebil­ dim. Su-i ahlaktan (kötü ahlaktan) ve işret (içki) ve aşk gibi şehavattan ve nefsani telezzüzattan (zevk almadan) gayrı bunlardan ne kazandım. En fenası şurası değil mi ki bir­ takım bekri (sarhoş), mahbCtb, dost ve zenpare (zampara) heriflerin çapkınlık lakırtılarını güya ilim ve zerafet ve ma'rifetmiş itikadıyla okudum. Yazıklar olsun ki bir daha ele geçmeyecek aziz ömrümü telef ve sarf ettim. · 295 S uavi, tasavvufa karşı olduğu için tasavv uf ede­ biyatına da iltifat ettiğini zannetmiyoruz. ' Ehemmiyet-i H ı fz-ı Mal' risalesinde S uavi, te kke ve zaviyelere çalışmadan kapanmayı tembellik ve islamiyete aykırı bir davranış o l arak değerl e n d i rirke n 2 9 6 Ulüm'da ise dervişl iği ruhbanlık ol arak ka b u l eder. S ü ri ' n i n (294) Le Mukhbir, nr. 1 7, 2 5 Decembre 1 867, s . 4. (295) Muhbir, nr. 8, 21 Ramazan 1 283, s. 2. (296) Tasvir-i Efkar, nr. 338, 23 Cemaziyelevvel 1 282 ( ı 4 Ekim 1 965)

1 17

Gülistan 'ında tekke ve zaviyelerin lslama Hristiyanlar­ dan geçtiğini nakleden Suavi kendisi de bu görüşe katılır. 297 Böyle olmasa bile, S uavi' nin sükunet ve halvet üzerine kuru l u tasavvu f ede biyatı ndan hoşlanması, mizacı gereği , çok zordur. Çünkü ke ndi hayatında sükünet yoktur. O, en muhafazakar olduğu zamanlar bile yapısından kaynaklanan bir galeyan içindedir. Onun istediği edebiyat, idealizmin emri ndeki ede­ biyattır. Buna tezli veya sosyal muhtevalı edebiyat da diye b i l iriz . Ulüm'da "t1er Müslümanın virdi (tekran) farz olan Kasi­ d e ' başlığı i l e yayı n l an a n Yahya e l -Kurt ü b i ' n i n Müslümanların gafleti sonucu yıkılan Endülüs'e bir nevi mersiye olan kasidesinin metninden önce Suavi'nin kaside ile ilgili bir değerlendirmesi vardır. Burada millete hita­ ben : ' Ey millet hata sakiname mi okuyalım. Daha nice bir Şehrengiz ile tarab edelim. (Zevk alalım) Geliniz Kadise-i Yahya'yı vird edelim (te krar ede­ lim)298 diyor. Yukarıdaki fikirlerin sahibi S uavi diğer taraftan: "Türklerin, edebiyat bahsine gelince, işte bu babda on­ larla aşık atışmaya hiç bir mi lletin mecali yoktur. lngiltere bir Shakespeare'i n ice kurunda (asırlarda) yetiştirirken Türk'de bir karnda nice Shakespeare'ler bu­ lunur. "299 sözlerinin de sahibidir. Ancak o bu Shakespea­ re'lerin kimler olduğunu açıklamaz. 'Eş'ar-ı Türk" makalesinde ise istan bul'da asırlarca Fars şairlerine itibar edilip "hemcinsimiz" dediği Türk (297) Ulum nr. ı 7 . "Ruhbaniyet- Riyazet.· s. 1 062- 1 06.3 (2981 Ulüm, nr. 1 2, s. 684-585. (299) Ulüm, nr. 1 , s. 9.

118

şairlerine itibar edilmediğinden yakınır. Bununla bera­ ber Fars şairlerini çok geride bırakan bazı Türk şairlerinin yetiştiğini söyler. Ancak dikkate değer olan şey, büyük Türk şairleri olarak verdiği şairlerin hepsi Doğu Türkçesi sahasında eser veren şairlerdir. Yazıda şu şairlere yer verilmiştir: Sekkaki, Haydar, Atayi, Mukimi, Yakini, Emiri, Gadayi, Sultan Babür, Su ltan Bahadır, Nevai ve Mevlana Lütfi. Daha sonra Lütfi ve Nevai'den bazı örnekler verilmiştir. 300 Ancak " Eş'ar-ı Türk" yazısı Namık Kemal'in Ali Paşa aleyhindeki dörtlüğünün yayınlanması için bir bahane olduğu intibamı vermektedir. Çünkü yazının sonunda "ki ayrıca ders edilmeye şayan üslub-ı nazım (şiir uslubu) Türklerindir.' denip Namık Kemal'in sahiplenmediği "Ali acaba ahire ermez mi zamanın" diye başlayan dörtlüğü yayınlanmıştır.3o ı

11yatro Suavi, Ulüm 'da yeni Osmanlıların macerasını konu alan "Yayalar" adında bir piyes yazacağını ilan ederken bir de dipnot düşmüştür. Dipnotta şunlar yazılıdır: 'Avru­ palıların tiyatroları bizim şark lisan ve adat (adetler) ve ahlakına münasip olmayıp ancak Çin tiyatroları bizce muvafık (uygun) ve m ünasip olacağına dair gelecek nüshada bir bend yazarız. •302 Ancak vadedilen bend yazılmamıştır. Avrupa tiyatro­ suna hayran olan Reşad ve Nuri Beylerin o tiyatro senin bu tiyatro benim dolaşmalarından sonra Suavi ' n i n Reşad'a verdiği ünvan "Tiyatro Sürtüğü'dür.303 (300) Ulüm, nr. 20, "Eş'ar-ı Türk" s. 1 24.3- 1 245.

(.30 1 ) Ulüm, nr. 20, 'Eş'ar-ı Türk" s. l 246. (.302) Ulüm, nr. 1 .3, s. 78 1 -782. (.30.3) Ulüm, nr. 14, s. 802.

1 19

Namık Kemal'in de Batı tiyatrosuna hayran olduğunu bi liyoruz. 3 0 4 Bütün bunlar Suavi ile Avrupa'daki arka­ daşlannın bir çok konuda ayrı dünyalarda yaşadıklarını göstermektedir.

EÖİTİMLE İLGİLİ FİKİRLERİ İstan bul Muh bir'i n i n m u kaddimeden sonraki i l k yazısı, 'Ma'arif" başlı klıdır. Adı geçen gazetede Ma'arif başlığı altında yayınlanan yazılar gazetenin .:32 . sayıda 1 ay süre ile kapatılıp Suavi'nin Kastamonu'ya sürülmesine kadar ge n e l l i kl e gazete n i n başmakaleleri olarak yayın lanmıştır. Bu yazıların Suavi tarafından yazıldığı muhakkaktır. Sözkonusu yazılar gazetenin .32. sayısından sonra kesil­ miştir. Ne zaman ki Suavi'nin Kayde'l-Mevcud, sayde'l­ Mefkud isimli eserinden bir bölüm Kastamonu'dan geti­ rilerek gazeteye kon mu şsa " M a'arif" başlığı te krar görülmeye başlamıştır. Ayrıca sözkonusu yazılardaki dil ve fikirlerin Suavi'ye ait olduğunu anlamak pek de zor deği ldir. Aslında lstan bul'da yayınlanan Muh bir'de yer alaiı yazılar arasında en kayda değer olanları 'Maarir başlığı altında yayınlanan yazılardır. Bunlar arasında da medre­ selerin bozulması ve ıslahı konusunu ele alan yazılar özel bir öneme haizdir. Suavi'nin yazılarında eğitim çok büyük bir yer tutar. Gerek yazdığı süreli yayınlarda gerekse kitaplarında bu önemli konuya hep değinilmiştir.

Medreselerin Bozulması ve lslahı

Muhbir1n 1 . sayısındaki ma'arif yazısında, saadet için

(.304) F.A. Tansel, Namık Kemal'in Hususi Mektupları, Cilt: L s.

159.

120

1 1 9,

medeniyetin gerekli olduğu, medeniyet için çalışmanın ve usülüne göre çalışma için ise ilmin yani eğitimin ge­ rekli olduğu kon usu işlenmiştir.3 0 5 2. sayıda, geçmiş asırlarda eğitim vasıtalarının azlığına ve ilim tahsil et­ menin zorluklanna rağmen Homeros gibi şairlerin İbn i 3 Sina gibi ilim adamlarının yetiştiği belirtilmiştir.3 06 . sayıda, geçmiş as ırlarla kıyaslanmayacak eğitim vasıtalann ı n artmasına rağmen İbni sina gibi alimlerin neden yetişmediği sorusu gündeme getirilmiştir. 30 7 Yazar, 3 . sayıdaki sorusuna 4. sayıda cevap verir. Bu cevapta "Ta'lim San'atı"nın eksikliğinden söz edilir ki , bu gün ümüzdeki Modem Eğitim Bilimi'nin ta kendisidir. O'na göre, " İnsan yine o insandır, ilim vahiddir (tektir) ama ta'lim san'attır." yazıda bundan sonraki fikirler bu esas etrafında örülmüştür. "Hal ka okuyu n u z diye teşv i k ediyoruz . Ama 'ne okuyalım, nasıl okuyalım, neler okuyalım' diye bir sual etmiş olsalar buna kafi ve şafı (şifa veren) bir cevap vere­ miyoruz. Çünkü, usül-ı medrese üzere okuyunuz demiş olsak bu türlü okumak ile tahsil en aşağı on beş seneye te­ vakkuf ediyor (karşılık gelir) . Bu müddet ise elbette her­ kesin gözüne çok görünür.' diyen Suavi, bu sürede tahsil edilen ilmin dört beş senede tahsil edilebileceğini ve onbeş yıllık eğitime rağmen geçmişte olduğu gibi büyük alimlerin yetişmemesini eğitim metoduna bağlar: Demek olur ki bizi ilimden mahrum koyan sebeplerin başlıcası talim (ders verme) ve taallüm (ders alma) usülünde vuku bulan kusurdur. İşte bu aciz şu itikad­ dayım.'308 Yazar, bu fikrinde yalnız olmadığını geçmişte bir çok (305) Muhbir, nr. l , "Ma'arir, 25 Şa'ban ı 283, s. 2-3. (306) Muhbir, nr. 2, "Ma'arir, 27 Şa'ban 1 283, s. 1 -2 .

(307) Muhbir, nr. 3, "Ma'arir, Şa'ban Selh (son gün: 2 9 ) 1 283, s . 1 -2. (308) Muhbir, nr. 4, "Ma'arir, 3 Ramazan 1 283, s. ı .

121

alimin aynı yaraya parmak bastığını söyler. Gazetenin daha sonraki sayılarında M edrese ile ilgili ten kitler Saçaklızade'nin 'Tertibü 'J-Ulüm " isimli eserinin mukad­ dimesindeki fikirler etrafında döner. Saçaklızade'nin mukaddimesinde üzerinde durulan ve Suavi'nin de katıldığı temel mesele, geçmişte medrese­ lerde temel bilimlerin okutuld uğu ve bu nlarla ilgili esas metinler talim edilirken daha sonra bunlann yerle\ rini lüzumsuz bir yığın teferruata, şerh ve haşiyelere ' \terk ettiğidir. Saçaklızade'ye göre şerh ve haşiyelerin flrlması eğitimi daha da zorlaştırmış ve haliyle süreyi uzatmıştır. Bunun için de en kolayından bir yolla bir f;Ok faydalı ilim ya tamamen ya yan yanya ya da önemli 'bir oranda terk edilmiştir. 309 Suavi'ye göre, şerh ve haşiyelerin ayıklanıp esas ilim­ lerin tahsil edilmesi halinde 1 5 yıllık süre 4 yıla bile indirilebilir. Tenkit edilen b i r diğer konu d a medreselerde uygula­ nan müfredattır. Katip, tüccar, asker şu veya bu sanat dalını seçecek birinin "emsile' den başlayıp, 'Kadı Mir' de icazet alıncaya kadar medreseye devam etmesinin ge­ rekli olmadığı ifade edilmiştir.3 1 0 Muh bir'in bir sonraki sayısında Suavi, "Manavzade" lakabıyla hayali bir medrese mezununu konuşturur. Bu !medrese mezunu, beş yaşından beri tahsil ettiği ilimle­ rin kendisine bazı dini bilgiler vermenin dışında bir faydası olmadığını söylemektedir. Medreseden çıkacak , herkes hoca olmayacağına göre, bir sanat veya maharete sahip olamayan mezun, bunca yıl herbirinden sathi ola­ rak öğrendiği ilimlerle uğraşıp ömrünü telef ettiğine esef eder, neticede babasının manav dü kkanına da döne mez. Suavi, bu hayali veya gerçek medrese mezunu (309 '1 u h bir. nr. 5, 'Ma'arir, 9 Ramazan 1 283, s. 1 . : 3 l ü ı '1 u h bir. nr. 7 , 'Ma'arir, 1 8 Ramazan 1 283, s. 1 -2.

1 22

ile yaptığı sorulu cevaplı konuşmadan sonra ikisi de eğitimin ne old uğu , ne için yapıldığı n ı n bili nme­ diğinden şikayet ederler. Suavi, tahsil yapan kimselerin baba mesleğini ilmiyle birleştirip, "daha düzgün bir yolda yürütmek hususunu hatırına bile getirmediğinden" yakınır ve mevcut zihniyeti şöyle tarif eder: " Kezalik ma'arif bi rtakım marifetler ki o n l arı öğrenmek sanat icrası ve imal için olmayıp hazine-i dev­ letten (devlet hazinesinden) boş yere maaşa nail olmak içindir itikad olunursa (inanıl ırsa) terakki (kalkınma) mümkün olmaz.":3 1 ı Suavi, bu görüşleri ile üretime dönük bir eğitim poli­ ti kasının gerekliliğinden söz ederken, daha sonraki yazılarında da hep üzerinde duracağı gibi, mühim bir ra­ hatsızlığa parmak basıyordu. Böylece o, prens Sabahat­ tin'in yıllar sonra ortaya attığı "Teşebbüsi Şahsi' fikrini ilk defa etraflıca ele alan kişi olacaktır. Muhbir'deki "Arabiye" başlıklı yazıda, on üç ayn ilim olarak sunulan Arapça'nın aslında Fransızların bütün dil kaidelerini "G ramer" adı altında birleştirmeleri gibi te k kitap ve ilim halinde birleştirilmesi gerektiği, böylece yıllarca şerh, bab ve haşiyelerle ömür tü ketmenin önüne geçilebileceği görüşü ileri sürülmüştür. Yazar, yazı nın sonunda, bütün zorluklara rağmen gençlere bir an önce Arapçayı öğrenip kütüphanelerdeki faydalı eserleri "her­ kesin anlayacağı Türkçe ile tercüme edip neşreden i z . " çağrısında bulunur.3 ı 2 M edresede geçen sürenin çoğu , yazarın yukarıda sözünü ettiği on üç ilim (gramer) ile geçtiği gözönüne alınırsa Suavi'nin günümüzde uygulanan hızlı dil öğretim metodların ı n peşinde olduğu anlaşılır. Suavi'ye göre medreselerin iyice bozulmasına sebep (31 ! ) Muhbir, nr. 8, 'Ma'arir, 2 1 Ramazan 1 283, s. 3. (3 1 2) Muhbir, nr. 29, 'Arabiye·, 1 8 Şevval 1 283, s. 3.

1 23

olan bir diğer faktör "Beşik Uleması' (Ulema ailelerin­ den oldukları için müderris tayin edilenler)dir. Londra Muhbir'deki ' Mevt-i ulema" başlıklı yazısında bu uygu­ lamanın medreseyi dolayısıyla ilim hayatın ı mahvet­ tiğini ileri sürer: "Ehil ve erbabına itibar etmeyerek ve Ceheleyi ve ta­ raftarlarını tarik içine sokarak ilm-i fı kıh ve cedeli (tartışmayı) öldüren ve bunca hazineler dolusu kitapları mu'attal (boş) kılan ve bunca medreseleri yalnız nasara, yensür'e hasr edip harap eden . . . vükela-yı devlet (bakan­ lar) için artık hiç bir ihtiraz edecek (sığınılacak) nokta kalmadı:3 ı 3 Vakıfların çoğuna, devletin el koyması nı da Suavi, medreselerin ve ulemanın maddi olarak çökertilmesi ola­ rak değerlendirir. Medresenin özet bir tarihi ile başlayan ve Osmanlı'nın bütün eğitim sistemini tahlil eden bir yazısında3 ı 4 Mukrizi'ye dayanarak ilk düzenli medresenin Türkler tarafından Nişabur'da kurulduğunu söyler. Aynı yazıda, 1 86 7 yılı Osmanlı Devleti'nin eğitim bütçesinin genel bütçe içerisinde aldığı payın 252'de bir olmasına karşılık bazı Avrupa devletlerinin eğitime ayırdıkları dili­ min çok daha büyük olduğuna dikkat çekilerek eğitime bu derece az önem veren yöneticiler ve politikalar kınanır. Yazarın i fade ettiğine göre aynı tarihte Belçi ka' n ı n eğitime ayırdığı pay bütçesinin dörtte biridir. Suavi eğitimdeki bu korkunç geri kalmışlık için iki teklif önerir. Devlet, Ermeni ve Rumlara müsaade ettiği gi bi, Müslümanlara kendi okulunu yapma, işletme izni verecek vayahut özel olarak ma'arif vergisi koyup, maarif bütçesini sefaletten kurtaracaktır. 3 1 s (.3 1 .3) Le M ukh bir, nr. 1 9 "Mevt-i Ulema· 1 0 Fevrier (Şubat) 1 868, s. 4. (.31 4) Le Mukhbir, nr. 22, 22 Fevrier (Şubat) 1 868, s. 1 -2. (.31 5) Le M u khbir. nr. 22, 22 fevrier (Şubat) 1 868, s. 2.

124

Ulüm gazetesinde politik konuların dışındaki makale­ lerin büyük çoğunl uğu ya doğrudan veya dolayısıyla eğitimle ilgilidir. Ul ü m ' u n 7 . sayısında yayınlanan "Ma'arif-i umumiye· başlıklı yazıda Suavi, hem l 869 yılına kadar olan eğitim faaliyetlerinin bir tarihçesini yazmış hem de alt başlıklar altında Osmanlı eğitiminin temel meselelerine değinmiştir. Ancak bu yazıda da aslan payı yine medreseye aittir. 3 1 ö Bu makalede, İstanbul ve Londra Muhbir'de medrese­ lerle ilgili olarak ortaya konan eksiklikler, yanlışlıklar maddeler halinde sıralanmış ve yine maddeler halinde çözümler önerilmiştir. 3 ı 7 G örülen yanlışlık ve noksanlıklara yukarıda temas ettik. Burada Suavi'nin medreseler, dolayısıyla ülkenin genel olarak yüksek öğretimi için öne sürdüğü ıslahatın esaslarını mealen sıralamakla yetineceğiz. 1 - M eşihat dairesi (şeyh ülislamlık), mülazımlıktan Meşihat'a kadar olan ilmiyye kadrolarına yetecek kadar elemanı yetiştirmek üzere irade ile (padişah oluruyla) kurulmuş m e d re s e l e ri b ı ra k ı p , diğerleri n i , Müslü man lardan , "Mekatib-i H ususiye" açmak isteyen şahıs veya cemaatlere devretmelidir. Bu sayede hem 'il­ miyye" sınıfı korunmuş olur, hem de ahaliye bir çok hazır okul temin edilmiş olur. 2- Vakfiyelerinde özellikle tıp, mühendislik vs. ilim­ lere tahsis edilmesi açıkça belirtilen medreseleri n (Süleymaniye, Şehzade medreseleri gibi) belirtilen dal­ larda fen okull arına dön üştü rül mek üzere ahal iye bırakılması. 3- Medreseler kademelere ayrılmalı ve birinci kade­ mede, Türkçe de kabul edilmeli, geometri, coğrafya, ast(.3 ı 6) Ulüm, nr. 7 "Ma'aıif·i Umümiye·, (.3 1 7) Ulüm, nr. 7 aynı mak., s. .396.

s.

.390-4 1 5.

1 25

ronomi, Tarih ve faydalı diğer fenler okutulmalıdır. 4- ikinci kademede, Arapça zaten okutulacak, bu arada farsça da okutulmalıdır. Bu kademede aynca meşihatın ara eleman ihtiyacını karşılayacak şahıslara yönelik bir eğitim verilmelidir. 5- Üçüncü kademede, devlet kan unlannın fıkha uygu­ lanması, kelam ilmi ve felsefeyi tetkik eden incelikler olmalı. Çünkü Avrupa ilimleri iyi verilmediği takdirde girdiği yerde dini manadaki inkarcılığa sebep oluyor. Bu tehlikenin önüne ancak bu konuların incelenip cevap­ landırılması ile geçile bilir. 6- Meşihat Dairesi de bir tercüme ve telif kurulu kurup gerekli kitaplan tercüme, ilave veya yeniden telif ettirmeli. 7- Meşihat Dairesi, medreselerde okutulacak kitap­ ların basılacağı bir matbaa kurmalı. 8- Kurulacak bir yazar kadros u, bel irli sürelerde çıkacak bir ulema gazetesi çıkartmaiı . 3 1 8 Diğer taraftan Sarıklı-fesli kavgasının esassız ve yer­ s i z o l d uğ u ka n aa t i n d e o l a n S u avi , " M a' arifi-i Umümiye'nin kurulmasından sonra eğitimi "Usül-ı Atika" ve " Usü l-ı cedide" diye ayrılması n ı ya nlış b u l ur. Gerekçe olarak da, İslam dininin Hristiyanlık gi bi fen i l i mlerine karşı ol mayıp b i l a kis teşv i k etmesini gösterir. Kendisi filibe'de iken geometri, tabiat bilgisi, astronomi ve matematik öğrettiğini ve medreselerden akın akın talebelerin dersini dinlemeye geldiklerini söyler. Ayrıca Derviş Paşa'nın istanbul'da verdiği fen derslerine medreselilerin gösterdikleri aşırı ilginin de medreselilerin fen ilimlerine karşı olmadıklarının birer göstergesi olduğunu belirtir. 3 1 9 (.3 ı 8) Ulum. nr. 7 . "Ma'arif-i Umumiye·, s. 4 ı 4-4 ı 5. (.3 ı 91 Ulum. nr. 7, aynı mak., s. 4 ı 2-4 ı .3.

1 26

Prof Akyüz, lstan bul Muhbir'inin l . sayısında on beş ilkokula bedava gazete verileceği ve daha çok okula ga­ zete vermek için hayırsever vatandaşların bağışlarının kabul edileceği şeklindeki haberi , "Ali Suavi okula ga­ zeteyi sokmakla medreseye karşı da eyleme girişmiş o l uyord u . " ·32 0 şeklinde yoru mlarken yine bir diğer yazısında Suavi için "Medreseyi toplumun ileri gitmesi­ ne en büyük engel görüyordu."32 1 demektedir. Prof. Akyüz'ün yorumlarına katılmak mümkün değildir. Suavi'nin medrese ile ilgili düşüncelerini yu karıda ver­ meye çalıştığımız için burada bu iddiaların yan lış olduğunu ispatlamaya çalışmayacağız. Ancak şunu belirt­ meliyiz ki, bir m üessesenin işleyişinde birtakım ak­ saklıklar, eksiklikler görüp o müessesenin ıslahını iste­ mekl e , o müesseseye karşı eyleme girişmek veya varlığını, kalkınmaya engel görmek tamamen başka şeylerdir. Bu mantıkla hareket edildiği zaman, günümüz Üni versite l e ri n d e ki bazı aksakl ı kları veya onl arın müfredatları nı ten kit eden kimseleri n , üniversiteye karşı eyleme girişmiş, onun varlığını kalkınmaya engel gören şahıslar olarak damgalanması gerekir ki bu mantık kendi içerisinde bile yanlıştır. Diğer Okullar Suavi, medreselerle beraber diğer okulların mesele­ leri ile de ilgilen m iştir. Ona göre "Ma'arifin mebdei (başlangıcı) sı byan mektepleridir. Eğer bu nlar yoluna girerse, ol vakt herkes ma'arifın ne demek olduğunu ve ne i ç i n tahsi l o l u n acağı n ı , i btida-i neş'et i n d e n (başından) anlamaya başlar. "322 (.320) Pror Dr. Yahya Akyüz, 'Okula Gazete Sokan ô gretmen Ali Suavi 1 Erendi' Belleten 1 978, Sayı: 1 67 c s. 4.39. (.32 1 ) ProL Dr. Yahya Akyüz, Türkiye'de Ogretmenlerin Toplumsal Degişmelere Etkileri, Ankara 1 978, s. 49. (.322) Muhbir, nr. 8, 2 1 Ramazan ı 28.3, s. 2.

1 27

lstan bul'daki ilkokulların sayısını l l 97 ( l 782) tarihli resmi kaynaklara göre 1 255 olarak veren yazar, 1 267 ( l 850 ) 'de bu sayının 396 'ya düştüğün ü bildirir. Bu düşüşün sebebi ise ona göre, yananın yapılmadığı, harap olana bakılmadığı ve bazılarının da değişik amaçlarla kullanılmasıdır. Bu gidişi hayra yormayan Suavi. devleti aradaki açığa kapatmaya çağınr. 323 " M a' arif-i Umumiye" başlı klı yazısında Rüşdiyeler, ld adiyeler M e kteb-i Tı bbiye , Ha rbiye ve Mekteb-i Ma'arifler hakkında da görüşlerini açıklayan yazar, bu okulların kuruluşunu, varlığını bazı endişelerle beraber onaylar. Yazısında bu okulların ders kitabı, hoca temini. müfredat gibi meseleleri üzerinde durur. 3 24 H ristiyanların cemal olarak kurup işlettikleri okul­ ların devletin kontrolünde olmadıkları görüşünde olan Suavi. ülkeye zararlı olacak fi kirlerin sözkonusu okullar­ da yeşertildiğine dair endişelerini belirtir. .3 2 5 " İstan bul'da H ristiyan Mektepleri" başlıklı yazısında, Osmanlı Hıristiyanlarının eski cehaletlerine nazaran, Av­ rupa fenlerine ilgi gösterip modern okullar açmalarını olumlu bir gelişme olarak değerlendiren yazar, l 283 Şevvalinde ( l 867) hazırlanmış bir istatistiğe dayanarak, lstanbul'da H ristiyanlara ait 20 modern okul bul un­ duğunu ve burada 3 l 30 öğrencinin bulunduğunu bildir­ miş ve bu okulların isim adres, müfredat ve diğer özelliklerini gösteren bir tablo yayınlanmıştır. Aslında, yazıda kullanılan ifade tarzı bu durumun Müslümanlara i bret için yazıldığı nı göstermekted ir. Yazının son unda ima etmekten vazgeçerek doğrudan, devletin Müslüman ahaliye de kendi okulları nı kurup idare etme hakkını vermesi gerektiğini söyler: .326 1323) Ulüm, t324) Ulüm. 1325) Ulüm, 226

Kavakib-i Seyyare (Seyyar yıldızlar)

5

277-282

Kesirli sayılar matematiği)

7

4 1 6-4 1 9

Sıklet-i Kürre-i Hava (Hava Basıncı)

8

466

sıcaklık)

8

467

İlm-i Tabaka-i Arz (Jeoloji)

8

468

Hey'et (Astronomi)

8

470-47 1

İlm-i Teşrih (Anatomi)

il

654-662

Yeni Mürekkeb

12

73.>734

Hesabü't-Tamam Ve't-Tefazül (Tam ve

Tahte'l-Süle Hararet (Karın altında

Keşfıyat-ı Der Sal-ı Sabık (Geçen yılki (33 ı ı Muhbir. nr. 28, 27 Şevval 1 283, s. 2 .

130

bul uşlar)

13

745-746

Seyyarat-ı Cedide (Yeni Gezegenler)

13

747

Gökten Düşen Taş (Meteor)

13

748

(Gözlem) Dürbünü

13

752

İlm-i Mekanik (Mekanik ilmi)

13

754-760

Bizar-Uzaktan Resim Alan

13

76 1

Havada Araba (Teleferik)

13

762

Süveyş Cedvelinde Elektrik Lambalan

13

769

Telgraf Pillerinin i kmali

14

82 1

Neft ile gemi yürütme (Diesel Motor)

16

952

Balon)

16

953

Der Tarih-i Mevalid (Yaratılış Tarihi)

19

ı 1 64-

Şemste Su Buharı ve Girob'un Rasat

Londra'da Murahhas Balon (Kontrollu

1 1 68 Kamere Seyahat (Aya Seyahat)

21

1 2791283

Fıkıhta Arzın Küreviyatı (İslam'da Dünya'nın yuvarlaklığı)

1 3391340

İslam dini ile bilimin çatışmadığı fi krinde olan S u avi33 2 , bilimi dine aykırı zannederek red edenlere acır. Dünyada gazeteciliğin ülkelere göre durumunu izah eden 'Jurnal' başlıklı yazısında söz Fas'a gelince 'Gafil Fas, coğrafya okutmak isteyen hocayı beş sene müddetle içerilere nefy etti(sürdü)." der. 333

(332) Ulum, nr. 7, s. 4 ı 2. (333) Ulum, nr. ı 5 •Jurnal', s. 885.

131

EKONOMİK. FİKİRLERİ Terakki (Kalkınma) fikri: Fen ilimleri ile manevi ilimlerin bir arada okutulması gerektiği düşün cesinde olan Al i Su avi , manevi değerlerden taviz veril meden kalkın mak gerektiği n i , taviz verilmesi halinde devletin, maddeten güçlü olsa bile, yıkıma uğrayacağını söyler. Londra 1'1uhbir'inde bu düşüncelerini topladığını söylediği "Müslümanlık Terak­ kiye Mani Deği ldir" isimli bir risale yazdığı nı ve basılacağını ilan eder. 334 Aynı gazetenin elimizde olmayan 30. sayısından Pub­ lic Opinion gazetesi tarafından "Mohammedanism not Op­ posed to Civilizatio n . "335 ( M üslümanlık Medeniyete ( kalkınmaya) Mani Değildir) başlığı ile tercüme edilip yayınlanan bir makalesinde Suavi, Allah'a inandığı, İslam dinine mensup olduğu için binlerce defa şü krettiği ni söyleyerek başlar. Ardından daha 8. asırda İslam mede­ niyetinin ulaştığı seviye ile İspanya'daki Tagus nehrin­ den Hindistan'ın Ganj nehrine kadar uzanan İslam fetih­ leri övülür. Yazar, Endülüs medeniyetini uzun uzadıya tanıttıktan sonra, İslamiyetin ilk asırları ndan beri Müslümanların Kurtuba, Gırnata, Mısır, Şam, Bağdat, Basra, Isfahan ve Semerkant'ı sanat ve bilim merkezleri haline getirdikle­ rini ve Avrupa'ya bu konuda örnek olduklarını söyler. O'na göre, ilk defa Fran sız dini lider i l . Sylvester Endülüs'e bilim öğrenmeye gidere k Avrupa Hristiyan­ larına bilimin kapısını açm ıştır. İlk defa Endül üs'te kağıt modern tarzda üretilerek kitapların yayı lması sağl anmış, dünyanı n ilk üniversitesi de Endülüs'te ku3� Le '1 u khbir, nr. 1 "'Türkistan"', 3 1 Aout (Ağustos) 1 867, s. 4.

,335. Public

1 32

Opinion nr.

23 1 ,

April

1 8, 1 867,

s.

399-400.

rulmuş. burada Logaritmik Aritmetik dersleri okutul­ m uştur. Avru pa'ya pusula ve barut kullanı lması nı öğretenler de Endülüs'teki Müslümanlardır. 'Müslümanlar daha o günlerde modern tıbba ulaşma yol unda i d i l e r . O n lar bir çok ü l ke i n s a n ı i l e münasebetlerini sürdürdükleri halde karakterlerini yitir­ meyerek aksine fethettikleri topraklarda insanlara sanat ve bilim öğrettiler. Onlar, ticaret ve üretimde öyle bir noktaya ulaşmışlardı ki insaflı Avrupalılar, bulundukları seviyeyi onlara borçl u old u kları n ı itiraf ediyorlar" diyen Suavi, Fransız ttalk Eğitimi Bakanı ile bazı Fransız bilim adamlarının aynı konudaki itiraflarını nakleder. O, Müslümanların bu durumlarına karşı aynı dönemde Avrupa'nın cehalet karanlığı içerisinde yüzdüğünü, ipek ve i pek ürünleri, deri ve deri ürünleri ile daha birçok malı almak için Kurtuba'ya gittiklerini söyler. Ancak o da daha sonra değişen gerçeği itiraf eder. Avrupalılar Endülüs'ten ve diğer Müslümanlardan öğrendiklerini çok ıyı kavray ı p g e l i ş t i r m i ş l e r ve d e nge g i t t i kçe Müslümanların aleyhinde değişmiştir. Sanat. ticaret ve üretim onların ellerine geçmiş ve bu avantajları kullana­ rak Müslümanlara hakim olmaya başlamışlardır. Yazısının devamında, İslam aleminin başlangıçtaki temposunu sürdürmeyip gerilemesini sanat ve bilimin terkedilmesi ile izah eden Suavi, sanat ve bilimin terke­ dilme sebebini ise bir mantık zinciri kurarak açıklar. Bu mantık zincirine göre: Refah sanattan gelir (Burada sanat; sanayi. teknoloji anlamındadır). Sanat. bilimle elde edilir. Bilim, arama ve öğrenim ile elde edilir. - Öğrenme ve araştırma, güven ortamında olur. Ümit ve güveni. iyi idare sağlar. 1 33



iyi idare, devletin adil olmasıyla olur.

· Adalet; kanuna, şeriate bağlı kalınarak sağlanır. •

Kanuna saygı, yönetim mekanizmalarının kendi so­

rumluluklarını bilmesi demektir. Yönetime sorumluluğunu hatırlatan şey ise halkın kendi meşru, haklarına sahip çıkmasıdır.336 Ona göre, bu zincirin kopmasıyla İslam alemi geri kalmıştır. Öyle ki ellerindeki hammaddeyi Avrupalılara yok fiyatına satarak on ların üretti klerini birkaç katı fiyatla almak zorunda kalmışlardır. Suavi, makalesinin sonunda Müslümanların hamiyet ve gayret duygularına seslenmektedir: 'Müslümanlar el­ birliği ile çalışıp eskiden sahip olduk.lan mevkiye tek­ rar gelmelidir. '337 S uavi, yazılarında söz terakkiden açıldıkça, Hris­ tiyanlığın terakkiye engel, İslamiyetin ise taraftar ve teşvikçi olduğun u belirtir. Papa ile lslam halifesi arasında benzerlikler kuran bazı Fransız gazetelerinin lslam dinini de kalkınmaya engel görmelerine karşılık olarak 'İşte bu haksızlıktır. Zira bu ikisinin beyninde (arasında) terakkiye mümana'at (engelleme) ve istidatça (müsait olma açısından) çok fark vardır.

.o

Yah u !

terakki

dediği n i z n edir? Bir kere gelmiş

geçmiş M üslüman padişahları na bakalım ve millet-i lslamiyenin su'ud eylemiş (yükselmiş) olduğu evc-ı te­ rakkiye

( ka l kı n m a

doru kları n a )

nazar

eyleye l i m

(bakalım) . . ." diyerek tarih boyunca Müslümanların mede(.336) ag.e . s. 399. (337) a.g.e s. 400. .

..

1 34

'.""J:. ete yaptıkları katkıları sıralar. Avrupa'da birçok kral imzasını atmasını bile beceremezken, okuma yazmanın papazlara has bir imtiyaz olduğu çağlarda Müslümanların tıp , hendese (geometri) , tabiat bilim leri gi bi m üstakil medreselere sahip olduklarını söyler. 338 İngiltere'de teleferik icadını kon u alan bir yazısı nın sonunda " Frenkler havada araba yapıyorlar. Ali Paşa'nın elinde görende öküz arabasi ile terakki ilan ediyor. "33 9 diyen Suavi bir taraftan Ali Paşa'ya çatarken diğer taraf­ tan da fen ve teknolojiyi yakalamadan kalkınmanın ola­ mayacağı yolundaki fikrini tekrarlıyordu . Gerçekten de daha o gün Doğu ile Batı arasındaki fark kağnı ile telefe­ rik arasındaki fark kadar büyüktü. Suavi matbaanın geç kabul edilişini hep tenkit eder­ ken , diğer yandan gerek İstan bul'da gerekse Mısır'da basılan kitap

çeşitl i

sayısını

eserlerin tanıtı m ı n ı kal kı n manın

yapar ve

bir ölçüsü

bası l an

olarak kabul

eder.340 İslam aleminde fen bilimlerinin kısmen veya tamamen terkedi l mesi n den

sonra

sanat

ve

ticaretin

de

yok

olduğu, kaynakların kullanıl madığı ve tarımın da Hz. Adem usulünde yapılmaya devam edildiği fikrinde olan Suavi, kalkınma modelinde Avrupa'ya bağımlı olmadan yana değildir. Onun için Reşid Paşa'ya kadar başarıl ı yöneticilerin gayreti i l e , Reşid Paşa'dan sonra i s e Avru­ pal ı l arın

tesiriyle

y ü rütülen

ı s l a h at

p rogramları n ı n ,

kalkı nma hamlelerinin ikisine de karşıdır.

O n a göre

kalkınma milletin içinden, topyekün olmalıdır: (338) Le Mukhbir, nr. 1 3, 2 1 Septembre (Eylül) 1 867 , (339) Ulüm, nr. 8, s. 458-460. (340) Ulüm, nr. 9, s. 530-534, 549. Ulüm, nr. 1 5, s. 873-875.

s.

l.

1 35

'Burada bir mühim söz ilave ederek hatm-ı maka! ede­ lim (yazıyı bitirelim). O şu ki Reşid Paşa'dan akdem (önce) icra olunagelen ıslahat başta olan Fazıl zatların (faziletli kişilerin) mücerret (sadece) hikmet ve fazilet­ leri sayesinde idi . Reşid Paşa'dan sonra bugüne dek vu kua gelen ıslahat Avrupa hükümetlerinin te'sir-i nüfuzuyla (etkileriyle) olmuş ve olmakta. Lakin bugünkü ümmet-i Osmaniye ne eskisi gibi yalnız bir kafanın fazi­ letiyle ve ne de Avrupa'nın nüfuzuyla ilerlemek istemez. Ancak kendi hey'et-i mecmuasının (hal kının) kuvvetiyle dahilden (içten) terakki etmek istiyor. "34 1

Sanat ve 'ficaretin Terkedil.mesi Ulüm'un l 2 . sayısındaki 'Sanayi Der Memalik-i Osma­ niyye ' 34 2 makalesinde Osmanlı ülkesinde sanatın ve üreticiliğin, yerini devlet memurl uğu ve tüketiciliğe terk etmesi çok güzel bir şekilde tespit edilmiştir. Yazının girişinde, bizzat peygamberlerin ve İslam büyüklerinin hemen hepsinin birer sanat koluna mensup olmakla insanlığa örnek olduk.lan belirtilmiş, daha sonra insanların devlet kapılanna çöreklenip sanat ve ticareti kenara ittikleri bir fotoğraf netliği ile tasvir edilmiştir. " Memalik-Osmaniyye'de Ticaret" başlıklı yazısında da, Osmanlı ülkesinde özellikle Müslümanların ticaretle uğraşmadıkları, bu karlı kazanç yolunu ya yerli Hristiyan ve Yahudilere kaptırdıkları ya da Avrupalı tüccarların el­ lerine terkettikleri işlenmiştir. Devletin ticarette kendi vatandaşlarına getirdiği zor1 u klarla, Avrupalılara getirdiği kolaylıklara da temas (34 1 ı i ttihad gazetesi, nr. ı . "Terakki., 1 5 Mayıs 1 869 (Paıis). (342) Ulum. nr. 1 2. s. 727-732.

1 36

� Suavi, Osmanlı devleti'nin İ ngiltere ve Fransa'ya 1 266 ( 1 849) yılında ihraç ettiği malların bir dökümünü �aparak, bu malların büyük bir kısmının ham madde olduğunu, orada işlendikten sonra

fahiş fiyatlarla

ülkeye döndüğünü göstermiştir. Aynı yazıda Gazali'den sanat ve ticaret ile ilgili bir bölümü

tercüme edip yayınlayan yazar, altına şu

değerlendirmeyi ilave etmiştir: Süphanallah şimdi Avrupa'da sanayi'i tarif ve taksim eden kitaplar dahi tıpkı Gazali gibi yazıyorlar. Şu kadar ki ben imam Gazali'den tercüme ettiğim için 'Suavi sekiz yüz yılık eski şeyler yazıyor' diyeceklerdir. Eğer Mösyo Louis Fiygyer böyle diyor diye yazmış olsaydım 'Suavi Ulum deryasına dalmış' diyeceklerdi."343 1 288 ( 1 87 1 ) yılı için hazırlayıp Paris'te yayınladığı Salname'de de Sanayi'nin gerileme sebeplerini: Kendini yenilememesi, yüksek el emeğinin maliyete getirdiği yük ve ihracat vergisinin ağır olmasına bağlar.3 44 Aynı sal namenin "Ticaret" bahsinde ise "Ticaret-i hariciye (dış ticaret) hemen bütün bütün eyadi-yi ecne biyede (yabancı ellerde) gibidir.34 5 deniyor. 1 288

ve

1 29 0 salnamelerinde

Suavi,

o günkü

Türkiye'nin zirai, ticari sanai vs. durumu ile ilgili tefer­ ruatlı istatistiki bilgiler vermiştir.

(343) Ulüm. nr. 1 2, s. 742-743. (344) Türflye f1 1 288, Pris, 1 87 1 . s. 1 2. (345) a.g.e., s. 47.

137

i V

B ÖL Ü M

ALİ SUAVİ'NİN YAZILARDAN BAZI ÖRNEKLER binı Cevaib gazetenizin bir kaç nüshalarını mütalaa ettim

ki, ahz u istifadesi (anlaşılması) pek kolay i bare-i beliga ile (açık ifade ile) ulum ve maarifin (eğitimin) fazilet ve faidesi n i beyan edip lügat-ı Arabiyyeyi (Arapçayı) ve ona mübteni olan (dayanan) edebiyyeyi" medh ediyor idi. Ol derece nafi (faydalı) gördüm ki, mütalaasından mahrum olanlar merhum olmaya ve müdavelesinden (elden ele gezdirilmesinde n ) teba'üd edenler (kaçınanlar) şefakat ol u nmağa sezadır (acın mağa m üstahaktır) . Şurası acaibdendir ki -halbuki acaib çok ya- lstanbul'da çok kişiler bunca senelerdir şu Arabi gazeteyi bilmiyorlar. Fesü bhanallah!Yazık ol kimselere ki, ulüm-ı Arabiyye iddia ediyor­ lar. Ama, halbuki onlara kadılığa dair fetva veya diğerini mahçup edebilmek için mugalata (yanıltma) ve cedel (mücadele) yahut avam-ı nası (cahil insanları) aldatmak için tumturaklı seci (düzyazıdaki ses benzerliği) (akıcı) ve kafiyeden başka bir ilim yok gibi hayal ilka olunmuş (aşılanmış). Hemen cümlemiz yanlış yola sapmaktan ve aldatıcı dü nya oy uncaklarıyla aldanmaktan ve b i r şeyin kabuğuna kanaat edip de içindeki özüne agah olmamak­ tan Cenab-ı Hakk'a sığınalım. Bu türlü hallerden gayret ve hamiyet beni rahatsız et­ mekl e , niyet ettiğim bir hayrı bir mukaddime ile işte hazretinize yazıp gönderdim. Mukaddime (başlangıç) budur: Kalıbın gıdası ta'am olduğu gibi kalbin gıdası dahi 1 38

.Jlİmdir. Ve kal bin hayatı ilimledir. Bu se bepten ilmi olmayan herifin kalb i hastadır. Ve

helaki

muhakkaktır.

Laki n

ke ndi

farkın d a

d eğildir.

Çünkü korku geldiği anda, yaranın acısını un utturduğu gi bi cehalet dahi onun hisleri ni i btal ettiğinden, has­ talığını anlayamaz. Sahih böyledir. Bu sebeptendir ki Fethu 'l-mavsıli rahmetullah "has­ taya yiyecek ve içecek ve ilaç verilmezse ölmez mi?" diye müridanından (müritlerinden) sual etmiş, onlar dahi ·evet, helak olur", dediklerinde, " kalb dahi böyledir. Üç gün kadar ilim ve hikmet verilmezse helak olur", demiş . Bi hakk-ı H üda (Allah hakkı için) pek doğru söylemiş. Daha

ileri s i n i

söyleyi nce

insan

sair

hayvandan

mümtaz olduğu bir şey vardır ki , mücerred onunla in­ sandır. Bu

ise

değildir.

şahs-ı

i nsan ı n

(insan ı n

şahsi)

M esela deve daha kuvvetlidir.

kuvvetiyle

Cesametiyle

(büyüklüğüyle) dahi değildir. Zira fil daha büyüktür. Eki ü şürb üyle (yiyip içmesiyle) dahi değildir. Çün kü öküz daha çok yer. Velhasıl insanın insan olması hiç bir şeyle değil, ancak ilimledir. Belki yaratılması bile mücerred ilim içindir.

Haki kat öyledir.

Bu se beptendir ki

İbni

Mu barek rahmetullah Hazretinden "insan kimd ir?" diye sual olunduğu vakit, "ulema" (alimler) der imiş. Bak ki, ilmi ol mayan ları insandan saymamış, hele insanı başka hayvandan ayırt edecek ilimden gayri bir şey yoktur. •

Fe kefa (li)'l-alim en yeküne insanen 346 Lakin kazanılacak ilimler içinde memdüh (medhedil­

miş)

ve

mezm ü m

ayı rmak lazımdır.

(yeri l m i ş ) Bundan

olan lann ı

murad ı m ı z

b i rb i ri n d en

aslı

yok yere

ammenin memdüh veya mezmüm sayd ığı ilim demek (346) Alim için şeref aranırsa insan olması kafidir.

1.39

deği ldir. ihtimaldir ki, bir sail (soru soran ) zuhur edip diye ki, "ilim bir şeyi mahiyeti üzere bilmektir. Bu ise ilim iken nasıl mezmüm olabilir?" Evet. bu sual varid olur. (Sorulur) ilim dediğimiz, ki bilmektir, bizzat mezmüm olamaz. Ancak insan hakkında bazı arızi (geçici) sebep için zemme şayestesi vardır (müstahaktır) . Bu sebep anzi ise sahibini veya gayrisini bir zarara götürmek, yahut nice seneler meşgul olanlara bir faide-i mutebere (hatırı sayılır bir fayda) ifadesi şanından olmamak (taşımamak) gibi hallerdir. işte burası da böyledir. Ulüm-ı memdühadan bazısı ruha ve bazısı merkeb-i ruh (ruhun taşıyıcısı) olan bedene müte'alliktir (aittir). Kısm-ı saniye nazaran (ikinci kısımla ilgili) deriz ki , h e r ilim k i ondan murad mesalih-i bedeniyyedir, (bede­ nin selameti) içindir tıb gibi, elbette memdühtur. Şimdi politika denilen siyaset, yani idare-i mülk ü millet dahi böyledir. insan yalnız başlı başına yaşamak mümkün olamaya­ cak surette yaratıldığından, çünkü tahsil-i ta'am (rızık elde etmek) için ziraat ve tabh (pişirme) ve bunların fürü'atını (dallarını) ve tahsil-i libas (giyinme) ve sükna (barınma) için lazım gelen atat ve edevatı tedarikte müstakil olamayacağından, el bet i htilat (karşılıklı ilişki) ve istianeye (yardımlaşmaya) muhtaçtır. Ve birçok insan bir mahalde toplanıp i htilat ettiklerinden arzular muhte; lif olmakla, herkes esbab-ı şehveti (nefis vasıtalarını) kendi tarafına çekmeye çalışacağından, beyinlerinde (aralarında) münazaa (anlaşmazlık) ve kıtal (öldürme) zuhur eder. Öyleyse dahil-i bedenden (vücudun içinden) ahlatın (unsurların) tezadı i ktizasıyla (gereği ile) hasta­ lanıp, helak husule geldiği gibi, bu kıtal ile dahi haric-i 1 40

::ı.edenden helak mukarrerdir (kaçınılmazdır)ya. Elbette, Demek oldu ki, kendisini helaktan muhafaza ile me'mur olan insan için, üç türlü esbab-ı helak (yok olma sebep­ leri) vardır. Peki bunları sayalım: l ) Dahilden ahlat-ı mütenazi'a (içteki unsurların uyumsuzl uğu), 2) Hariçten tenafüsle ( ç e ke m e meyle) peyda olan m u kate l e (öldürmeler), 3) Mat'am (yeme yeri) v e melbes (giyecek) ve mesken için ihtiyaç. Şimdi b u n ların ilaçlarını söyleyeli m : Birinci sebebin i'tidali (ölçülülüğü ) ilm-i tıb ve ikinci sebebin i'tidali i lm-i siyaset ile hıfz ve üçüncü sebep ki, ihtiyaç idi, sanayi ile def olunur. Zan­ nederim ki şu üç ilmin lüzumunu isbat ettim. Şimdi sanayi'i ele alalım: Sanayi'-i lazime (gerekli sa­ natlar) üç kısma münhasırdır. (üç kısımla sınırlıdır) : Kısm-ı evvel (birinci kısım) usuldür ki, fı kdanıyla (yokluğu ile) dünyanın kıvamına halel gelir (dünyanın düzeni bozulur). Bu da dört nev'idir: l ) Ziraattir ki ta'am içindir, 2) Hiyaket ki (nesic, tomak (dokumak)) libas içindir, 3) Binadır ki mesken içindir, 4) Siyaset ki te'lif-i kul ü b (kalben yakınlık) ve ictima'ı (biraraya gelme) ve esbab-ı maişete (geçim vasıtalarına) teavün ve tenasür (yardımlaşma) içindir. Kısm-ı sani hadimedir ki, şu usül-ı erba'ayı (dört kai­ deyi) her birine hizmetle tehyi'e ve istihzar edecek (hazırlayacak) fen lerdir. Mesela, hidadet (demircilik) gibi ki ziraata alat ve edevat ihzanyla (hazırlamasıyla) sair sanatlara hizmet eder. Ve hallaclık (tathir-i kettan (pamuğu temizlemek)) ve gazi (örme) san'atlan gibi ki hiyakete (tekstile) hizmet eyler. Kısm-ı salis, mükemmildir (tamamlayıcı) ki, şu usul-ı erba'ayı veya hadimeyi (yardımcıları) ikmal eder (tamam­ lar) ve tezyin ile (süsleyerek) hüsn-i terbiete (kıvamına) koyar. Mesela, tahn (un öğütmek) ve hubz (ekmek yap141

mak) gibi ki ta'am için olan mezrü'atı (eki nleri ) ikmal eyler. Ve kesaret (came-şuyi ki çamaşırcılıktır) ve hıyatet (terzilik) misillü ki bunlar da libas için olan san'atlan itmam eder (tamamlar). işte şu aksam-ı selase (üç kısım) bu alem-i süflinin ( d ü nyan ı n ) kıvam ına nisbetle, bir şahsın cümle vücuduna izafetle (göre) olan eczasına (cüzlerine) ben­ zer. Çünki ecza-yı beden (bedenin kısımları) dahil üç türlüdür: l ) Usuldür, kalb ve kebed (karaciğer) ve dimağ (beyin) gibi, 2 ) Hadimedir, mide ve urük (barsaklar) ve a'sab (sinirler) gibi, 3 ) Mükemmiledir, tırnak ve kaş gibi. Bak ki, tırnak ve kaş ve erkek memesi gibi ihtiyaçtan fazla olan ecza, abes olamayınca, ef'al-i ilah iyyede (Allah'ın fiilleri) dahi ziynetler (süsler) varmış. işte me­ deniyetle husüle gelen ihtiyaçtan fazla ziynetler dahi, mu kteza-yı hikmet-i baliga-i samedaniyyedir (Allah'ın hikmetinin gereğidir) . Şu üç kısım beyan olunan sanayi ' i n en eşrefi (şereflisi) usul-i erba'adır. Zira hangi şeye ihtiyaç daha z iyade ise, o şey daha eşref ve makbuldür. Bu şüphesizdir. Ve usul-i erba'anı n en eşrefi te'lif ve ıslah için siyasettir. Bu sebeptendir ki siyaset, yani idare-i hükümet için tasaddi edecek zat, birtakım fünun (fenler) ve maarifle (eğitimle) istikmal-i nefs etmek (kendisini yetiştirmek) lazım gelir ki, sına'at-ı sairede (diğer sanat­ larda) onların o kadar iktizası (gereği) yoktur. Bu da böyledir. Madem ki siyaset en nazik iştir, elbette ehl-i siyaset, en nazik insan olmak lazım gelir ve madem ki ehl-i siyaset en nazik insan ola, elbette kendinden aşağı olan insanlara reis olmağa selahiyeti vardır. İşte sebep budur, ki ehl-i siyaset olanlar sanayi'-i saire erbabına ta­ kaddüm edip (önlerine geçip) istihdam ederler. Hele burası pek düşünülecek iştir.

1 42

Bu takdirimizle zahir oldu ki . ilm-i tıb ve ilm-i fıkıh siyase ttir) ve sanayi' (ki fü n ü n d ur) c ü mlesi memdühtur. Lakırdıyı uzattık ama, elhamdülillah şunlann memdül olduklannı meydana çıkardık. Ya nasıl memdüh olmasın? Maahaza halkın makasıdı (amaçları) din ve dünya kaziyelerinde (meselelerinde) mecmu'dur (top­ lanmıştır). Kaldı ki dinin nizamı dünyanın nizamıyladır. Evet, buna hiç şüphe yoktur. (Ed'dünya mezra'atü'l-ahire) 347 ki

değil midir? Ve b u vechile (açıdan) lüzum görünen nizam-ı dünya (dünya düzeni) ise, ancak i nsanların sa'y ve amelleriyle (çalışma ve işleyişiyle ) d ü rüst olur. insanlann a'mal-i hiref ü sanayi'i (meslek ve sanat işleri) ise yukarıda beyan ettiğimiz u s u l ve hadime ve mükemmele aksamına (kısımlanna) dair olan işlerdir. İşte bu sebeptendir ki. (el-ilmu ilmanı ilmu'l-ebdan ve ilmu'l-edyan)34 8 buyurulmuştur ki . ilm-i ebdan (be­ denle ilgili ilmler) bedene müteallik (ait) tıb ve sair fün u nd ur. Hele şu h ad isi dahi pek güzel mevki 'ine yerleştirdim. Şu riayeti vacib olan mesalih-i bedeniyye yok mu? işte bunların tahsil ve i kmalini teshil (kolaylaştırma) için mukaddema (önce) bir takım ulum ve fünun tedvin olunmuş (derli toplu hale getirilmiş) ve yakın zamanlarda dahi tehzib kılınmıştır (ıslah edilmiştir) Bunlar da hesap (matematik) ve hendese (geometri) ve hikmet-i tabiiyye (tabiat bilgisi) gibi fenlerdir. Aman bunlar ne güzel ilimlerdir! Hele dünyayı ne acaib hale getirm işlerdir! Sakın h i kmet-i tabiiyyeden m u radım eski yunan vesair akvamın kitaplarındaki faraziyat (teoriler) demek (347) Dünya ahiretin tarlasıdır. (348) (Gerçek) ilim ancak (şu) iki ilimdir: Beden (ile ilgili) ilim ve din· ler (ile ilgili) ilim.

1 43

değildir. Ancak maksadım, ecsamın (cisimleri n ) ha­ vassından (özelliklerinden) ve bazısının bazı ahira (son­ rakilere) te'sirinden ve terkib ve tah l i l i n d e n ve mevcüdatın (yaratıkların) esbab-ı müsebbibatından (icad edici sebeplerden) bahs eden ilimdir. H i kmet-i tabiiyyeyi bu vechile tarif etmeye mecbu­ riyet şunu ifade etmektedir ki, bu zamanımızda frenkle­ rin beyninde tedris olunan tabiiyye (biyoloji) kütüb-i mütekaddiminde (öncekilerin kitaplarında) mezkür olan (sözü edilen) hikmet-i tabiyye değildir. Bütün bütün başka bir hale girmiştir. Hakikat buracığına tenbih lazım gelir. Zira çok kimseler bu farktan gafildirler. Hatta onları görüyorum ki, bu gaflet sebebiyle şu asr-ı maarifte (eğitim çağında) mesela ilm-i hesaptan hala hülasa ve mesahadan (ölçmeden) el'an (şimdi) Nuhbe ve h i kmetten Kadı Mir usul-i atika (eski usul) üzre te'lif olunmuş eski Rumların kütüb-i kadimesini okuyorlar. ( Felyedhakü kalilen ve'lyebkü kesiren) 349 M u'terize (itirazcıya)Buracıkta bir mes'eleciğim var. Artık göz yumup geçmeğe kadir olamayacağım . Elbette söyleyeceğim. O da şudur ki, rıza-ı ilahiye (Allah'ın rızasına) nail olmak için sa'y eden kimdir? Elbette kalbdir, kalıb değildir. Kalbden muradım lisan-ı şer'i (şeriat lisanı) üzre ruh­ tur. Fi'l-misl (aynen öyle de) bedenin tarik-i saadette (saadet yolunda) ruha nisbeti tarik-i hacda (hac yolunda) nakanın (devenin) bedene nisbeti gibidir. Binaenaleyh, yalnız kalıba aid olan tıb ve fıkıh ve bunların emsali ulüma tevaggul eden (devamlı uğraşan) kimse nefsiyle mücahede (savaşma) ve kalbini ahlak-ı hamide (güzel ahlak) ve hasail-i cemile ile (güzel huylar\�9) Az gülsünler, çok aglasınlar.

1 44

ı.a

ıslah etmediği halde, deve tedarik edip tarik-i hacca

sülük

etmeyerek (yola çıkmayarak) yalnız otuna suyuna bakmakla vakit geçiren hacı gibidir. Ve bütün ömr-i azi­ zini (aziz ömrünü) mücadelat u (mücadeleler) mübahesat-ı il miyyenin dekayiki ne (ilmi tartışmaların i ncel iklerine) gark eden (boğan) kimse, devesini teyzin edecek (süsleyecek) esbabın (sebeplerin) dekayıkıyla (incelik­ leri ile) hatm-ı eyyam eden (gününü tamamlayan) humeka (ahmaklar) gibidir. Velhasıl kalıp erenlerinin ehl-i dile (gönül ehline) nisbeti zikr olunan deve budalalarının bil-fi'il (fiili ola­ rak) veya bi'n-nisbe (nisbeten) tarik-i hacca sülük eden huccac-ı zevi'l-ibtihaca (çok ihtiyaçları olan hacılara) nisbeti gibidir. Demek isterim ki , gönül uyandırmaktan gaflet etmemelidir. (Muhbir, nr. 25, 23 Şevval 1 283/27 Şubat 1 867).

Serbestlik Başı bir şeye bağlı demektir. Istılahta (terim olarak) bir memlekette hakim olan zat hiç bir kimseye, her ne kadar edna (alt sınıftan ) ise de, zulm etmeyerek herkesi hukukta müsavat (eşitlik) üzre tutmak ve şeriat ve kanun mücibi nce (gereğince) hakkı ihkak edip (teslim edip) herhalde kan unu hakim yapmak ve kendisi icracı ol­ maktır. Demek oldu ki serbaz (başıboş) olmayan Frenkle­ ri n serbestli k dedi kleri sıfat bir fena şey olmayıp, şeriat-ı lslamiyyede ayn-ı adalet (adaletin kendisidir. ) ve sırf insaftan i barettir. Evet öyledir. Hatta kitaplarında 'Serbestlik bais-i mamüriyettir' (bayındırlığa sebep) ya­ zarlar. Bu bir büyük kelamdır. Kadrini bilmelidir. Elbet­ te nerede adalet varsa orada mamuriyet olur. Çünkü adalet olan memlekette herkes rahat edeceğinden hariçten pek çok i nsan gelip, çoğalmalarıyla sa'y 1 45

(çalışma) ve amel (iş) dahi çoğalıp, memleket mamur olur. Zahir oldu ki, serbestlik (ki edna (alt tabaka) ve al'a (üst tabaka) herkesin başı kanuna bağlı olmak) pek ala şeydir ama Avrupa milletlerinden her biri bunu tahsil için nice yollar tutmuşlar ve her yolda ifrat veya tefrit­ ten (aşın uçlardan) kurtulamamışlar. Avrupalılar isterler ki, bu adalet aşağıdan yu karı gider kuvvetle icra olun­ sun . Bunun için söz millet meclislerine ve nihayet bilir bilmezin ağzına düşüp görülen karışıklıklar ol uyor. Yazık! Halbuki adalet yukardan aşağı bir kuvvetle gelmeli­ dir. Çünkü adalet bir kocaman taş gibidir ki, yukardan bir tek kişinin dokunmasıyla düşebilir. Aşağıdan yukarı atılması pek çok kuvvetlere muhtaçtır. Takriben üç bin sene evvel geçmiş olan Homeros bile (Llı. hayre fi kesre­ t i ' r-ru esa35 0 dediğin Şehristani tercüme etmiştir. Türkçesi "nerde çokluk, orda bokluk' demektir. Adaletin yukardan aşağı gelmesi iş başında ehliyetli bir memur bulunmakla olur. Çünkü memur ehliyetli olunca kendisi­ ni dahi kanuna sokup kanunu hıfz eder (korur). işte bu hıfzla müsavat (eşitlik) ve serbestlik yani adalet daim olur. Hakikat, serbestlik için bu yol iyidir. Çünkü bir yerde ki, iş başında bir tek ehliyetli adam olsa, iş yolu­ na girecek ola! Artık öyle yerde işi muhtelifü'l-agraz (çeşitli amaçlı) nice bin kişinin eline verip örseletmek akıl karı mıdır? Ama bir yerde ki, ehliyetli adam yok zannolunursa aransın, bulunsun. Ve bulunmaz da ümit kesilirse, yahut halkta ehliyetliye itaat kalmayıp, bedeviyet ve vahşiyet sıfatı olan serbazlığı ( başıboşluğu) isterlerse, artık ne (350) Başkanlann çoklugundan hayır gelmez.

1 46

;Me , tabiatıyla söz ayağa d üşer. İşte korkulacak şey, �üz mü budur . . . t !"tuh bir, nr. 28, 27 Şevval 1 283/3 Mart 1 867)

Gazete Bir devlet ve miletin ihyası (canlandırı lması) gazete­ lerle olur. Çü n kü herkes başkasına zarar vermeyecek re 'yini

(görüşü n ü ) ve malu matını

(bilgisini) gazeteye

yazıp bastıracağından, ulemanın (alimlerin) malumatı ve bazı zevatın (şahısları n ) yeniden mu hteri' atı (icatları ) herkese bildirilir. Ve muhtaç veya mazl ümların halleri ilan olunup, herkesin gayret ve ianesi (yardımı) celb olu­ nur. İşte b u sebepten, gazetesi çok olan memleketlerde bir şey mektüm (sakl ı ) tutulmaz. İlim kimseden diriğ olunmaz (esirgenmez) . Ve muhtaçlar oldukça pek zaruret­ te kalmaz. G azeteler devlet ve miletin umür-ı dahi liyyesini (iç işleri n i ) ve mesalih-i v akı'asını (halihazırdaki işleri n i ) ve

ecne b i l erin

n iyet

ve

adet

ve

esrar

(sı rlar)

ve

tedariklerini (hazırl ı kları n ı ) yazıp neşr eder. Bu cihetle vuku bulan (meydana gelen) ve zuhur edecek olan (or­ taya çıkacak olan) hallere herkes aşina olup (bilip) , ona göre hareket eder. G ü zel

edebler

ve

iyi

hal ler ve

devlet

ve

m i l let

hakkında memurlann icra ettikleri kanuna uygun hizmet­ ler basılır. Bundan herkes ders alır ve ferahlanır. Ve çirkin h uylar ve fena haller ve devlet ve millet hakkı nda edilen h ıyanetl i kler takbih

(kötüleme) için

beyan olunur. Herkes bundan teneffür eder (nefret eder) ve i b ret alır. Bir kimse başkasından zulüm görse, gaze­ teye bası lıp, zalimle mazl ümun kıssası (hi kayesi ) adalet ve insafa muhalif bir iş olduğu ed na (alt tabaka) ve al'an ın (üst tabakanın) kulağına erişir. Ve herkes

zem

1 47

ede ede (kötülüye kötülüye) hükümet dahi duyup zalimle mazlüm muhakemeye celb olunur. Ve bu vasıta ile davaları kanunca görülüp, hak yerini bulur. H ü kümetin te n b ih l e ri ve u l e m a (al i m l e r ) ve hükemanın (bilgelerin) nasihatları, herkese lazım olan satılık şeyler ve gösterilecek marifetler ve h ünerler ga­ zetelerle i'lan olunur. Bunda dahi pek çok faydalar vardır. Ve şeriatın ve devletçe muteber olan kanunun huku­ kuna dokunmamak şartıyla politikadan, yani tedbir-i mülk (siyaset) ve idare-i hükümetten (hükümet idaresin­ den) dahi bahsol unup, hükümet ve millete hayırlı ve nice mütalaalar ve re'yler (görüşler) ihtar kılınır. Hemşehriler! Anlıyor musunuz gazete ne güzel mek­ teptir! O mektepte ne güzel ilimler okun uyor! Ve orada okuyanlar nasıl uyanıyor! Fakat şimdiye dek lstanbul'da vazifesini bilir ve halimizi tanır ve ahval-i alemi (alemin halini) anlar ve anladığını anlatmak ister ve sağlam söyler bir gazeteye rast gelemediğimizden gazete kadri­ ni, haşa anlayamadığınız değil, lakin size anlatan bulun­ madı. Sakın her memleketin gazeteleri lstanbul'dakiler gibi olur san mayı n ı z . M e ' m u l d ü r (ümid e d i l i r) ki lstanbul'dakiler dahi ilerler. Ey gazeteciler, görüyorsunuz ki , çok kimseler işe vakıf olmak (ne olup bittiğini öğrenmek) niyetiyle lisan öğre n i p e c n e b i gazete l e ri n e mü racaat e diyorlar. Şimdilerde Fransızca bilenler ve hiç olmazsa Ermeni h u rü fatın ı öğrenenler devlet ve m il lete dair neler öğreniyorlar! Sade Türkçe bilenleri n o işlere malumatı olamıyor. Bunun çaresi, her yerde ne oluyorsa, doğruca yazıp herkese malumat verelim. Ey gazete muharrirleri ! Pekala biliyorsunuz ve biz de biliyoruz ki , Osmanlılar umür-ı mül kiye (idari işler) ve 1 48

.mnür-1 hariciye (dışişler) esranna (sularına) vaklf olmaya

öğre n meye)

ç a h ş ıyor.

Ve

bunun

için

gazete l e r

mütalaasma heves ediyorlar ve para harcıyorlar. Tutulan

eski yollar daha ne vakte dek terk olunmasm? Haydi itti­ fak edel i m . re ng·

Mesela "şarap" diyecek yerde " ab-ı ateş­

demeye l i m .

D ü zce

"şarap·

deyelim

vesse l a m .

!'1 u radımız mese le anlatmak i ke n , n i ç i n h a l k ı bir de i bare için düşündürelim? G azeteleri istan bul'da avam lisam olan Türkçe ile yazahm. Eğer "imlamız çapraşıkhktan kurtulmak ihtimali yok­ tur" derseniz, yine bu usülümüzü bozmayarak, işaret gibi yeni bir iş daha çıkarmayarak şu elimizde bulunam ıslah mümkündür. Haydi ıslaha çahşahm ve bunun için bahis açahm. Nihayet bir yere baş bağlayahm. ( M uhbir, nr: 28, 27 Şevval 1 8.3/.3 Mart 1 867)

Taklit Bu günkü za'fiyete (zayıflamaya) bir sebep dahi taklit­ tir. Şu taklit marazı (hastahğı) Osmanhların anasu-ı mil­ liyetini (dini unsurlanm ) tebdil edecek dereceye dek tesir etti. "Ennasu ala dini mülükihim ve'l-mülük ala dini 51 kelamı (sözü) meşh urdur ki teba'a (hal k)

yel uku h um" 3

daima metbulann m (devlet başkanlarm m ) siretlerine (ahlaklarına) ve metbu olan (kendilerine halkln bağh b u­ lunduğu) padişahlar dahi v ükelanm (bakanların) siretine iktida ederler (uyarlar) demektir. H az1r olan (şimdiki ) vezirlerimiz Avrupa'ya taklit ede­ linden beri milletimizin ahlak ve adatl (adetleri) ve ayin (tören) ve rüsümu (merasımleri ) başkalaştl. Şiar-ı millet (milletin ayırdedici özellikleri) bütün bütün unutulmaya (35 1 ) i n san l ar

re i s l e ri n i n üzeredirler.

dini

üzeri n e ,

re i s l e r

v e ki l l e ri n i n

dini

149

yüz tuttu. Malum ola ki bir kavim (millet) diğerlerde gördüğü menfaatlı bir şeyi kendine yakışır surette (tarzda) isti­ mal ile (kullanmakla) istifade etmek zararlı değildir. Hisam Hazreti, Nevadır'de der ki Ebu Yusuf (r.a) hazre­ tinin ayağında demir çivili nalın gördüm, bu bidat'atta (sonradan görülen şeyde) beis (sakınca) görmüyor musun? dedim. Görmem dedi. Bu gibi nalını papazlar giyiyor onlara müşabehet ( benzerlik) lazım geldiği için süfyan Süri Hazreti bunu kerih (mekruh) görüyor, dedim. Buyurdu ki Peygamber Aleyhisselatü ve's-selam hazreti tüylü nalınlar giyerdi . Halbuki bu türlü nalınlar evvel papazların ayakkabı idi, ne zaran var. Fetava-yı Alemgiriye'de Ebu Yusuf Hazreti'nden bu ri­ vayeti nakilden sonra der ki, imam-ı müşarünileyh (adı geçen imam) bu rivayetle beyan eyledi ki , mesali h-i i badı (halkın meseleleri n i ) m u tazammin (içine alan) umürda (işlerde) başka milletlere müşabehet (benzeme) muzir değildir. O maküle (onun gibi) nalınlar ise kavi ve muhkem (sağlam) olduğu için menfaatı mutazammindir (yaran vardır), beis yoktur (zaran yoktur). Sahih böyledir. "Men teşebbehe kavmen fe huve min­ h u m " 352 hadis-i şerifi dahi bunu tasdi k eder. Meali bir kavme benzemek kasd eden (bir kavme benzemeye çalışan) ve benzemek için tekellüf eyleyen, (çabalayan) onlardandır. Zira bu hadisdeki teşebbeh ( benzemek) yani tefe'ül sigasının kipinin binası (yapısı) iş'ar eder ki (işaret eder ki) mücerred (sadece) benzemek kasdıyla olmayıp da o şeyin menfaatı kasdıyla müşabehat zarar vermez. Devlet dahi fert gibidir. Niteki m meşveret danışma, (meşruti idare şekli) bahsinde Hazret-i Ömer (r.a) maliye tertibini ve asker tanzimini Rum krallarında (.352) Hangi millete benzemek isterseniz ondansınız.

150

nraıc:ud olan usul üzere icra etti diye rivayet etmiştik.

falwlt her bir milletin dinine ve d ü nyasına müteallik .M 1 bir takım şe'airi (ayırd edici özellikler, prensipler)

"l ardır ki o millet diğerlerinden onlarla tefri k o l u n u r Cl)Ti lır) , Eğer o alametleri terk ederse milliyetin i terk etmiş hükmündedir. Veya diğer kavmin şe'airine benze­

tip taklit eylerse o dahi onlardandır. Bu ise müsellemdir (Kabul edilmektedir) Çünkü zaru­ ret-i ma'lumdur ki (mutlaka bilinmelidir ki ) mesela bir frenk'in Frenk milletinden olduğuna alamet, lisanı, kaya­ feti ve ikrarı (ifade tarzı) ve ayin ve adetidir. Eğer Frenk bu alametleri kaybederse milliyetin i kaybetmiş o l u r, sonra d ünyadan Fre n k kaybolur.

i şte Fre n k milletini

batırmak, mahv etmek istemediğinden mesela lisanını muhafaza eder. Kıyafetinin usulünü vikaye eder ( korur) . Se b e p

b u d u r ki

Frenkler e l bisel e ri n i

türl ü

ren klere

türl ü biçimlere sokarak daima tebdil ederler ise de asıl ve esasını asla tağyir etmezler (değiştirmezler) Mesela elli türlü biçimde şapkaları vardır, ama yine hepsi .bir asıl üzere kurulmuş şapkalardır, başka şey değildir. Biz

tevarih-i

ü me m i

( m i l letlerin

tari h l e ri n i )

i b ret

nazarıyla mütalaa ettiğimizde görürüz ki dünyada namları kalm ayan

m i l letl e r

bütün

d iğer

m i l l etle re

taklit

ile

mahv oldular. Taklit etmeyenler velev (hatta) devletini dahi kaybetmiş olsa yine baki kaldılar. Ezcümle (mesela) Yah udiler 3400 seneden beri hata eskisi gibi daimdirler. Vakı a (her ne kadar) devlet ve memleketleri kalmamış lakin

diğerl e re takl it etmeyip şe' airlerini

(adetle ri n i )

muhafaza ettiklerinden nerde olsa bellidirler. Evet Avru pa'da b u lunan Yah udiler taklit sebebiyle aki bet (sonunda) mahvolsalar gerektir. H ası lı (netice olarak) bu taklit marazı Osmanlıya pek tesir etmiştir. Aya (acaba) biz ki mlerdeniz, diyeceği z .

151

Kendimizi hangi kavimden sayacağız. Osmanlıyız der isek hani lisanımız, hani kıyafetimiz, hani aba u ecdadımızdan (dedelerimizden) kalan ayin ve rüsümumuz (merasimlerimiz), eyvah eyvah unutulmaya başladı. ldare­ i devletimizi (devletimizin idaresini) ellerine alanlar şe'airi kaybedeliden beri efradımız (fertlerimiz) dahi bo­ zulmaya başladı. Bir kere başımızda bulunanlara nazar-ı ibretle (ibret gözüyle ) bakalım. Bunların lisanı Osmanlı lisanına, kıyafeti Osmanlı kıyafetine, meşrebi Osmanlı meşrebine benzer mi? H aşa itikadlan bile benzemez ve Osmanlıyız ve Türküz diye ikrar etmeye (söylemeye) bile muhabbet etmezler. Bir de d üşman ayi n es i n d e n k e n d i m i z i nasıl göre biliyoru z . Ona im'an-ı nazar edelim (dikkatle bakalım). Ezcümle (mesela) Londra'da l ngilizce basılan Star gazetesi ağzıyla Yunaniler diyorlar ki : " H a n i o kitapl arda o k u d u ğu m u z ve bazısını çocukluğumuzda gördüğümüz Türkler? Onlar kalmadı. Şimdi Türk dediğimiz o takım kavim olmayıp bunlar başka şeylerdir. Bir kere lisanlarına, kıyafetlerine ve bi­ nalarına ve adetlerine dikkat olunsun. Bunlar yeni çıkma bir kavimdir. Eski Türkler camie giderdi bu yeni çıkmaların en büyük vüzerasına (vezirlerine) bakılsın; cami'e, mescide gittikleri var mı? Eski Türkler işreti (içki içmeyi) haram iti kad ederlerdi. (haram olduğuna inanırlardı) Bir kere bu yeni çıkmaların en büyüklerine bakılsın arak (içki) meclisinden hiç baş kaldırdıkları ve sarhoş olmadıkları var mı? Hasılı bunlar yeni türemiş bir takım acaibdir. Yoksa Avrupalıların tarihlerde okudukları Türkler değildirler. işte bu nlar dahilden ken d i ke ndileri n i n din lerini, adetlerini bozup mahv etmektedirler. Bunlara hariçten

1 52

tasallut olunmak (bela olmak) ne mucibdir (gerekmez). Hususan şu arak (içki) sarhoşluğu yok mu Türklerin en büyük aduvv-ı dahilidir ki vücudlarını ve ziynetleri n i mahv etmektedir. Fakat tahrir-i nüfus (nüfus sayımı) fen­ nini ihmal ettiklerinden sene be sene (yıl yıl) ne miktar nüfusları e ksiliyor, bilemezler.· Hatta lstanbul'da bir Rum meyhaneci dedi ki, "bütün Yunaniler el birliği ile ittifak edip Türklere zarar etmek isteseler, benim ettiğim zarar hizmetine muktedir ola­ mazlar. · Mezkur (adı geçen ) demek ister ki ben lstanbul'da arak (içki) satıyorum. Bu arak vasıtasıyla o miktar Müslüman katlediyorum ki bir büyük muharebe bu derece katle muktedir değildir. işte bu yazılan lakırdılar o gazeteden tercüme olun­ muştur. Vakıa (her ne kadar) bu kelamlar bizim aleyhi­ mizde söylendiği için hoşumuza gitmez ve tarafımızdan cerh olunur (red edilir) lakin insaf ettiğimiz halde kusu­ rumuzu görebiliriz. Ve düşmanlarımızın bizden ne ümide düşmüş olduklarını anlarız. Yazık yazık, Osmanlılar taklitte bir dereceye vardılar ki Fransız kanunnamesinden dört lakırdı tercüme edip işte bu kanun ile amel edi n iz diye haber ettiler. Sanki altı yüz şu kadar seneden beri bu koca devlet ve millet şeriatsız kanunsuz imiş de şimdiki vükela (bakanlar) on­ lara şeriat (kanun) yapmaya kalkışmış. Hatta Avrupalılar d i yorlar ki , Osman l ı devleti yaşamaz; zira şeriatsız hiç bir devlet baki olamaz. Os­ manlı hükümeti ise şeriatını terk etmiş Fransız kanundan dört lakırdı tercümesiyle kırk m ilyon n ü fusu idare etmek kabil midir (mümkün müdür). Bir kere gözümüzü açalım, sair ümmetlere bakıp ibret alalım. lngilizler komşuları olan Fransızların sikkelerine (paralarına) bile itimad etmezler. Ta'amları (yiyecekleri) 1 53

adab-ı ek.ileri (yemek yeme tarzlan) ve arabalan ve ara­ bacılan, elhasıl (sonuç olarak) hiç bir adat (adetleri) ve rüsümlan (merasimleri) Fransızlara benzemez. Ve indlerinde (onlara göre) Fransızlara ve sairlere benzemek kadar büyük kabahat yoktur. Eski millet adatını terk etmek kadar büyük günah yoktur. Bunlar eski kitaplara ve aşar-ı atıka (eski sanat eserlerine) dik­ kat edip eski lngiliz adetleri kaldıkça ihya ederler (can­ landırırlar) . Vaktiyle böyle imişiz, şimdi niçin bozalım diye kalkışırlar, eskisi gibi icra ederler. Medeniyet denilen şey bizim Osmanlı memalikine ters tarafindan Qirm�i:_�n ziyade medeniyetli sayılan me­ selaLOn cfra'da kiliseye gitmemek ve pazar günü dükkan açmak, yahut alışveriş etmek veya dikiş dikm e k pek büyük günah sayılır; Ve en serbest l ngil izler, irtikab edemezler. (Sayılan işleri yapamazlar). Bizde ise adab-ı diniye (dini kurallara) ve adat-ı atik�yı J�bJ�fr (eski u_n_e__ters

ıTiana

-- - ---- -

-

.

H Ütasa-i kelam (uzun sözün kısası) şu taklit marazı bizi bitirmezden evvel biz onu bitirmek farzdır ( bizim onu bitirmemiz farzdır) Şimdiye dek dinimizi. adetimizi. milliyetimizi bozanların artık ettikleri tecavüz (saldırı) yeter oldu. illallah. (Le Mukhbir, nr: 20, 18 Janvier (Ocak) 1 868 S. 3-4

Müslümanlann Fadişab Haldmıda Z.anm Müslümanlar padişahı bir kral gi bi itikad etmezler (düşünmezler). Kraldan çok büyük itikad ederler. Şöyle ki peygamber postunda oturuyor, peygamber vekilidir. derler. Halife, imam, emirü'l-mü'minin (müminlerin reisi) hami-i din (dinin koruyucusu) tesmiye ederler (diye isim

154

\·erirter) . Padişah Müslümanların nazarlarında o derece­ der ki Müslümanlığı padişah muhafaza ediyor bilirler. Bu cihetle şimdi bizim padişahımız camilere gelse, minber­ lere çıksa Müslümanları muharebeye davet etse ve bu daveti ilan eylese, değil yalnız tebası, bütün dünyada Arabistan ve Türkistan ve Hindistan ve Çin'de hasılı (özetle) şark'a (doğuda) ve garbda (batıda) tahmin olunan iki yüz milyon Müslüman silah lan ır, hepsi padişahın başına toplanır. Çünkü kendilerini cemaat ve padişahı imam bilirler. Padişah Londra'ya geldiği vakit, Hintli bir Müslüman, lmamü'l-Müsliminin (M üslümanların imanının) cemalini (yüzünü) gördüm diye sevincinden ağlamıştı.

Hıristiyanlann Padişah Hakkında Zannı Hıristiyan teba'a padişahı bir kral kadar itikad eder­ ler. Fakat kendi cinslerinden (ırklarından) ve mezheple­ rinden (dinlerinden) olan bir kral kadar büyük kral itikad edemezler. (Sual) Müslaman padişahı acaba Müslüman milletinin kendi hakkında müsellem olan (kabul edilen) zannından mı daha ziyade istifade eder; yoksa teba'a-i muhtelifenin (diğer dinlere mensup vatandaşlarının) zannından mı? (Sual) Padişah tarafından teba'a-i muhtelifeye (diğer Vatan­ daşlarına) müsavat (eşitlik) üzere muamele olunmayıp da Hıristiyanlara ziyade taltif ve riayetler (gözetmeler) olu­ nur ve mahsus (özel) imtiyazlar (ayrılacaklar) verilir ve M üslü manlara hakaret ve zülmedilirse ondan sonra Müslümanların padişah hakkında eski itikadı kalır mı? Padişah halifedir, imamdır, Müslüman hamisidir (koruyu­ cusudur) derler mi?

1 55

(Sual) Müslümaların padişah hakkındaki itikadı ve zannı bo­ zulduktan sonra bu padişah Müslümanları himaye et­ miyor diye J>ellendikten sonra, acaba Hıristiyanların padişah hakkında bir kral derecesinde olan zannı Müslüman padişahını senedinde (dayanağında) ibkaya (daim kılmaya) kafi olabilir mi? ve ba'dema (ardından) Müslüman devleti yaşayabilir mi? (Sual) Padişah memurlarından biri 353 Hıristayanlara ziyade riayet edip (uyup) Müslümanları tahkir ve zülmederse, Müslümanların padişah hakkında olan zannını bozmuş

olmaz mı? Ve padişahı hilafet derecesinden tenzil edip (indirip) bir m ütegallip (di ktatör) kral mertebesine indirmiş olmaz mı? (Sual) Hilafet ve Müslümanlığı himaye esaslarını hedm eden (yok eden) bir memur devletin, milletin, dinin hukukunu zayi etti, demek olmaz mı? (Sual) Devleti ve milleti ve dini mahv eden bir memuru mah­ keme-i adalete (adalet mahkemesine) çek.ip kısas etmek (öldürmek) lazım gelmez mi? Böyle bir mahi (aylıkçı) me­ murdan padişah hakkını istemez mi, din hakkını istemez mi? (Sual) Eğer bu kısas icra olunmazsa hilafet ve millet, dünya ve ahirette mes'ul tutulmaz mı? kıyamete kadar kitaplar­ da lanet olunmaz mı?

(35.3) Metinde sözü edilen memur, dönemin Sadrazamı Ali Paşa'dır.

1 56

ı5ua/) G i rit'te bazı H ıristiyan, devletin itaati nden çıkı p vatan sahibi Müslüman sekenenin (oturanların) malına, ırzına, canına hıyanet ettiler. Bunun üzerine padişah tarafından Sadrazam memuren gönderildi. (görevlendirildi) Sadrazam Girit'e geliyor diye Müslümanlar işitince, biz Müslümanız dinimiz var bu topraklarda hükümetimiz var devletimiz var. Bu dini­ mizi bu hükümetimizi bu devletimizi muhafazaya memur Peygamber vekili, emiri'l-mü'minin, imam-ı müslimin, hami-i din-i mübin (yüce dinin koruyucusu) padişahımız var. işte bize olan zulüm ve gadırlan (hainlikleri) rer ve izale etmek (ortadan kaldırmak) ve bizi himaye ve muha­ faza eylemek için sadrazamını gönderdi, zannetmediler mi? Bir de sadrazam Girit'e varıp da asi ve gaddar ve zalim Hıristiyanlara hediyeler ihsanlar, ianeler (yardımlar) tal­ tifler, riayetler edip gözetip nihayet h ü kümetin hakkı olan teklifleri (vergileri) bağışlayıp, devletin milletin hakkı olan hükümeti dahi ellerine teslim ettikten sonra ve buna mukabil (karşılık) mağdur ve mazlum ve hilafetten adalete muntazır (bekleyen) Müslümanlara hakaret ve zul­ medip hatta Müslüman, Hıristiyan kıyafetine girmedikçe ve Hıristiyanlann arasına karışıp Müslümanlığını setr et­ medikçe (gizlemedikçe) devletin vermiş olduğu ianeden (yardımdan) mahrum bırakıp ve beyan-ı hal (durumunu bil­ dirmek için) arzuhal (dilekçe) tertip eden (yazan) mu'teberan-ı İslama (ileri gelen Müslümanlara) işkenceler edip nihayet, ya Hıristiyan hükümetine esir olmak yahut milletini ve vatanını terk edip hicret eylemekten başka, Müslü man için bir çare bırakmadıktan sonra acaba Müslümanların padişah hakkında Halife ve Hami (koruyu­ cu) itikadı (inancı) kalır mı?

1 57

(Sual) G irit M üslümanları hakkı nda bu işlerin vuku'unu (olduğunu) her yerdeki Müslümanlar işitmediler mi? M ü s l ü m a n l ı k M ü sl üman h ü kü me ti n azarı n d a (hükümetçe) bir kabahat gibi medar-ı tahkir (hakaret se­ bebi) addol unduğunu anlamadılar mı? Herkesin padişah hakkında zannı bozulmadı mı? Hilafet mahvolmak dere­ cesine gelmedi mi? (Sual) Müslamanlann rabıta-i kulüp (kalp bağlan) ve medar-ı ictima (bir araya gelmelerine sebep) olan hilafetin ve hi­ maye itikadını mahv eden ve bu cihetle Müslüman dev­ letini imale eyleyen (öldüren) Sadrazam Ali Paşa'dan biz­ zat padişah hakkını istemeyecek mi? Ali Paşa'yı bir mahkemeye göndermeyecek mi? 'Ben halifeyim benim medar-i h ilafetim (halifeliğime sebep, dayanak) muta' (itaat olunan) ve mündat (bağlı olunan) ve mahbüb (sevi­ len) ve hami ( koruyuc u ) olmaklığı mdır. Ben seni teba'amın (vatandaşlarımın) bir asi sınıfını itaate celb etmek (çağırmak) için G irit'e memur ettim. Sen bunca can, bunca mal teleften sonra diğer sınıfı (Müslamanlan) dahi bana buğz ettirdin (nefret etmelerin i sağladın). Zulmün ile gücendirdin. Hilafetime iman eden ve devle­ timi tesir ve beka eyleyen milletimi bana asi ettin. Hila­ fetim h u ku kuna dokundun. Esas devletimi yıktın.· diye dava etmeyecek midir? Padişah Ali Paşa'yı bilmuhakeme (mahkeme ile) kısas ederek h ilafeti, mesuliyetten ve kıyamete kadar lanetten kurtarmayacak mı? (Sual) Ali Paşa kimlerdendir. Hangi sıfatlı hükümetin memu­ rudur. Yani Ali Paşa'nın hareket ve efali hakikatte bizim harekat ve ef alimiz (fiillerimiz, davranışlarımız) demek değil midir? Fransız müverrihleri, (tarihçileri) o cihan1 58

girlik o kanaatsizl i k öteden beri istiklal efaline Büyük Napolyon'un ef alidir nazarıyla (gözüyle) mi bakıyorlar? Yoksa Fransız ef'alidir itikadıyla mı nazar ediyorlar? Müverrih-i meşhur Teyr, tarihinin ahirinde (sonunda) 'Ey Fransızlar, geliniz şu Birinci Napolyon'un efaline im'an-ı n azar ediniz ki (dikkatle bakınız) h akikatte bizim efalimiz demektir' diyor. Ey m illet filan memurumuz şöyle yaptı demek biz yaptık demek değil midir? (Sual) G irit Müslümanları vatanını mecburen terk edecek. G irit'te mal ve mülk sahibi olanlar Sahum'lular Belg­ rad'lılar gibi lstanbul ve diğer memleket sokaklarında dilenecek. Buna hangi yürek dayanacak? Bundan sonra hangi Müslüman, Müslümanı himaye eden Halife var zan­ nedecek? iş bitecek, nokta-i içtima (birleşilen nokta) hakkolunacak (silinecek) Bu meseleyi dost ve düşman kitapları yazdığı vakit bu işi hangi h ükümet, hangi mil­ let yaptı diye yazacak. Şüphe yok lslam hükümeti yaptı, lslam milleti yaptı diyecek. Bu cihetle, bu ef'alden hami-i lslam (lslamın koruyucusu) olan hilafet mesut olduğu gibi millet dahi mes'ul değil mi? (Sual) Millet bu mes'u liyetten ve kıyamete kadar teveccüh edecek (yönelecek) lanetten nasıl kurtulacak? (Sual) Millet, bu mes'u l iyetten ve şu lanetten kurtulmak için Ali Paşa'dan dava etmeyecek mi? Paşa'yı mahkemeye kaldırmayacak mı? Hilafetin, milletin, dinin, huku kunu takip etmeyecek mi? Şer'an ve nizamen (şeriat ve usul gereği) Paşa'yı kısas eylemeyecek mi? (Le M ukhbir, nr: 2 7 1 4 Mars (Mart), 1 868 S.4)

1 59

Müslümanbk Kalkınmaya Engel DeğlldJr'554 Allah'ım, bizi Hz. M u hammed'in dini ile şereflendirdiğin için sana şükürler olsun . B u din saye­ sinde yarı çıplak bedeviler, seksen yıl içerisinde, 800 yılında, Roma lmparatorluğu'nu fethedecek kadar fetihle­ rini genişlettiler. Onların hakimiyeti lspanya'nın Tagus nehirinden Hindistan'ın Ganj nehrine kadar uzanıyordu . B u müminler Kurtuba, Gırnata, Mısır, Şam, Bağdat, Basra, Isfahan ve Semerkant'ı ilim ve sanat merkezleri yaptılar ve buralardan dünyanın bir başından bir başına ilim yaydılar. Fransız Papaz il. Sylvester, bu müminlerden ilim öğrenmek için Endülüs'e gitti. Onlardan öğrendiği cebir, astronomi ve diğer bilimlerle Hıristiyan Avrupa'ya bili­ min kapısını açtı . il. Sylvester, oradan getirdiği kitaplar­ la bir kütüphane kurdu. Onun yaptığı model yer küresi ve uzayı gösteren temsili resimler, şekiller Avrupa'yı hayrette bıraktı. Ayn ı bu M üs l ü man lar, şu anda dü nyaya i l m in yayılmasını, kitapların çokça basılmasını mümkün kılan kağıdı icad ettiler. Fethettikleri diyarlar sayesinde öyle coğrafya kitaptan yazdılar, öyle ülkeleri tanıttılar ki Av­ rupalılar ismini ve varlığını bile bilmiyordu. Bu ülkeler Müslümanların gemilerine, yaptıkları seferlere karşı koyamadılar. Onlar tarih ilmini dünyaya takdim ettiler. Dünyada ilk defa, kurdu kları üniversitede cebir ve arit­ metik okuttular. Avrupa'ya pusula kullanmasını ve barutu (354) Bu

yazı M u h b i r' in 7 N isan 1 868 tarihli .3 0 . sayısında yayınlanmıştır .30 sayılı Muhbir'i hiçbir yerde bulamadıgımızdan bu yazıyı aslından veremiyoruz. Bu yazı Londra'da yay ınlanan Public Opinlon gazetesi tarafından Muhbirden alınarak l ngllizce olarak yayınlanmıştır. Biz yazıyı Public Oplnlon'dan alarak tercüme ettik. Amacımız yazarın bu konudaki fikirlerini aktar­ maktır. .

160

onlar öğrettiler. Onlar tıp ilmini geliştirerek modern tı bbı kurdular. Girdikleri her ülkeye kendi dinlerini, sa­ natlarını, ilimleri n i ve dilleri n i de takdim ettiler. Bu Müslümanlar bütün ülkelerle ilişkilerini sürdürmekle be­ raber, karakterlerinden taviz vermediler. Bu müminler, tanın, ticaret ve üretimde o kadar mükemmel bir seviyeye ulaştılar ki başka hiç bir ülkenin onlarla aynı seviyede olması sözkonusu bile değildi. Öyle ki şu andaki Fransız Eğitim Bakanı yazdığı tarih kitabında "Valenciennes (Fran­ sa'nın bir şehri) halkının Müslümanlardan öğrendiği ziraat örnek alınmalıdır.· demektedir. Durum böyle olunca, şimdiki neslin ecdadının kabi­ liyetini, kültürün ü ve büyü klüğü n ü un utmaları doğru mudur? Fransız Bilimler Akademisi üyelerinden bir tarih profesörü, tarih kitabında diyor ki : ' M üslüman lar, özellikl e Araplar o derece bizim üstadlarımızdır ki, bugün başkasına ait olduğunu zannederek okuduğumuz bir çok kitap gördüğümüz bir çok icad onlara aittir." M üslümanlar d ünyan ı n fati h l e r i . i nsanlığın öğretmenleri iken Asya v e Afrika'nın gözleri onların bil­ gileri karşısında kamaşıyor i ken Avrupa'nın içerisinde bulunduğu durum ne idi. Tarih bize, bu tarihte Avrupalıların karanlık ve ceha­ let içerisinde gömülü oldu kları n ı anlatır. Avrupalılar, Gırnata'da Müslümanlar tarafından üretilen ipek ve ipek ürünlerini almaya gelirlerdi. Kurtuba'dan atlarına eğer ve işlenmiş deri alırlardı. Bunları, nefret ettikleri İslam ülkelerine getirir onların bin bir zorlukla bir araya ge­ tirdikleri paralarına karşılık satarlardı. Asya'dan, daha sonra ü l kelerinde özellikle aranan kıymetli şeyler alırlardı. Avrupalıların sanatkarları gözlerini dört açtılar. Müslümanlar ise ulaştık.lan yüksek noktanın rahatlığı ile sanatlarını ihmal ettiler. Ta ki öyle bir hale düştüler ki

161

ellerindeki yünlerini, i peklerini, pamu kları n ı Avru­ palılara yok fiyatına satıp daha sonra onların bunlarla ürettikleri ürünleri elli kat fiyatına geri alır oldular. Bu demektir ki , M üslümanlar arasında bilim ve sanat yok olunca refah da yok oldu. Niçin sanat ve bilim, dolayısıyla refah, M üslümanları terketti . Biz bunun sebebini düşünmek, bulmak zorun­ dayız. Refah sanattan doğar, sanat bilimden doğar, bilim bilgi birikiminden doğar, bilim güvenli bir ortamda olur, güven ancak iyi bir hükümet tarafından, adil bir idare tarafından sağlanır. Adalet ise kanunlara saygılı ol­ makla sağlanabilir. Kanunlara saygılı olunması için yönetimin sorumlu tutulması ve halkın kanuni haklarına sahip olması ile olabilir. Peki, biz meşru haklarımızı koruyor muyuz? Şu andaki idaremiz icraatından dolayı sorumlu mudur? Peki şeiata saygı diye bir şey kalmış mıdır? Adalet nerede, adalet­ siz bir idare yaşayabilir mi? G üven diye bir şey var mıdır? Geleceğinden emin kimse var mıdır ki canını dişine takarak tahsil yapsın? Kimin bir şey ü retecek kadar biri kim i , bilgisi vard ı r? Kim kendi i peği n i , pamuğun u kendisi işleyecek tekniğe sahiptir k i , bu sayede karın büyüğünü elinde tutsun? Gelin ey hamiyet­ li dindaşlar, vazife mizde başarısız olmayalım, geli n dünyada var olmamızı sağlayacak iyi bir idarenin kurul­ ması için halkın meşru olan haklarını koruyalım. (Public Opinion, nr. 3 1 April (Nisan) 1 8, 1 868 S: 399-400)

TÜRK Türk, Türkmen, Moğol. Tatar, Özbek, Yakut hepsi bir familyadandır. Heredot tarih inde görülen Ta uriq u e Türk' dür:

1 62

H icretin 350 tarihinde Dağ H an ile 2000 familya Müslüman olmuşlar idi. iptida onlara Türkmen (Türk iman) denildi. Moğol Türkçe mürekkeb (birleşik) kelime­ dir. Ahirindeki ·oı· gönül ma'nasınadır ki Moğol Sade-dil demektir. Oğul ve Ertuğrul ve bunlar gibi kelimelerin ahirindeki ol lahikalan hep bu kabildendir. Özbek (Öz­ bey) Türklerdir. Özhan, evladına imaret eden ümeraya denir idi. Öz Han, Oğuz Han , Goz Han hep birdir. Oğuz, Uygur, Ur, Hungur (Macar bu familyadandır) hep bir famil­ yadandır. Türklerin bani-i medeniyeti işbu Öz Han'dır. lbrahim Aleyhisselama muasır idi. (Çağdaştı) Heredot'u n Dejoces dediği Cemşid ile n ice muha­ beratı vardır. Heredot'un zikrettiği Leipoxain Arpoğuz Han, Arpo­ xaı n , Koloğuz Han Koloxain isimlerinin layihaları olan Oxain, Oğuz Han'a benzer. Bir de Oğhouzly-Bey olduğu gibi isimlerin iptidalanna bulunan (Lipowetz) (Aparka) kolu (Kolomna) şubelerinin Oğuz Han'a n isbeti (ilgisi) anlaşılır. Heredot'un Yurk (lurque) diye zikrettiği kavim dahi Türklerdendir. Ve (yeteas) dediği evladı Yafes'dir ki Türklerdir. Milad-ı lsa aleyhisselamdan (Hz. lsa'nın doğumundan) sonra 4 . asırda Avrupa'da bulunan ve İstanbul kral\nı ha­ raca kesen ve Edime ve Yanya taraflanna hücum eden Huns Türklerdir. Eski Yunanilerin Huns Ephtalites dedikleri yani me­ deniyetlerine ve hüsn-ı ahlaklarına mebni beyaz, temiz H u n lar diye tesmiye eyledi kleri (isimlendird i kleri ) kavim Türklerdir. Navarin Kal'asını bina eden Avar kavmi Türklerdendir. Miladın 5 6 2 tarihinde Avrupa'ya Custin­ yen Krala sefir gönderen devlet Türklerden idi. Türklerin bani-i medeniyeti (medeniyetinin koruyu-

1 63

cusu) olan Öz Han llham-ı ilahi ile muvahhid olduğu (Tek tannya inandığı), şecere-i Türki nam kitabda mezkürdur. Hammer dahi yazmıştır. Türklerin Anadolu'ya defalarca geçtikleri Heredot'tan anlaşılır ve Acemistan ve Suriye ve Anadolu'da hükümet süren Selç u ki Türkler Özhan neslindendirler. Şimdi Türklerin padişahı Abdülaziz Han dahi o familyadandır. Bu bir büyük familyad ır ki l brahim Aleyh isselam asrından beri yani üç bin ikiyüz seneden beri rüy-ı arzda (yeryüzünde) saltanatı malumdur.

OSMAN Bazı Avrupa müverri hleri (tarihçileri) derler ki, Osman'ın babası Ertuğrul, ((Merd-i Sadık (sadık adam) de­ mektir)) Anadolu'ya dört yüz hayme (çadır) ile gelmişti. Şimdiye dek bunlar dahi mahvoldu . Türk kalmadı. Halbu­ ki tefekkür etmezler ki Konya'da h ü kümet eden Selçukilerin 223 sene m üddetleri esnasında Anadolu Büyük Türkistan'a açık bir hane hükmünde idi. Nice bin­ lerce familyalar (aileler) nakl etmişlerdi. Tarihler dikkat­ lice okununca hicretin dört yüz elli tarihinden bugüne gelinceye kadar sekiz yüz otuz beş seneden beri bütün Türkistan'dan Anadolu'ya ve Avrupa'ya her gün gelmekte ve gittikçe çoğalmaktadırlar. Geçenlerde Rusya'dan pek çok Tatar geldi. işte şimdi Rusya Buhara'yı zapt etti. O taraflarda bulunan Türkler dahi memalik-i Osmaniye'ye (Osmanlı ülkesine) gelseler gerektir. Hasılı (kısaca) : Osman Anadolu'ya gelip Türk devletini tam ir ve tevsi etmiştir (genişletmiştir) . Bu s u retle Müslüman Türk devleti dendiği· vakit, Osman'dan itibar etmeyip (başlatmayıp) ta Selçukilerin ibtida-yı zuhurun-

1 64

dan (Selçukluların Anadolu'da görünmesinden) itibar et­ melidir. Londra'da basılan Saturday Review 30 mayıs ta­ rihli nüshasında, 'Selçukiler başka idi, Osman ile o famil­ ya (aile) beyninde (aralarında) bir münasebeti karibe (yakın i l iş k i , akra b a l ı k) yokt u r" d ed i . H a l b u ki mü nase bet pek çoktur. Zira Kutalmış Bin lsrail Bin Selçuk Alp Arslan ( (Şedid (sert)] arslan demektir) vaktin­ de Anadolu 'ya geldiği vakit beraberinde getirdiği Türkmenler, Osman'ın ab u ecdadı idi (Dedeleri, nineleri idi ) . Bu davayı (iddiayı) bizzat Sultan Alaaddin Selçuki dahi tasdik eder. Şöyle ki: Hicretin 688 ( 1 299) tarihinde Sultan Alaaddin, Osman G azi'ye verdiği imaret Fer­ manında, Farisi i bare ile ( Farsça olarak) demişti ki 'Osman Gazi, ezcümle bahadıran-ı asr ve pehlevaniyan-i dehrest. Ve n isbet hukuk-ı sabıka ba silsile-i aliye dared. Hemrah-ı ecdad azam-ı ma aba u ecdad u ez Turan ba-yaran ve ez lran be ahlat ve Azerbeycan amedend ita ahir. •355 H ususan m üverrih i n (tarihçiler) Osman Gazi'yi Selçuk Silsilesine (ailesine, hanedanına) idhal ederler (dahil ederler) . Ezcümle (bu cümleden olarak) Ahmet Kazvini Cihan-ara'da Osman G azi'yi lsrail bin Selçuk evladından addeder (sayar) ve Şerefnamede "Be­ ittifak agah ber afak nist al-i işan bi-silsile-i Selaçukiye mü ntehi m işeved" Buna göre devlet-i Osman iyye Selçükiye'den başka bir şey olmayıp ancak müceddedtir (yenilenmiştir) . Bazı Avrupa müverri h l e ri Tü rk'te z u h u r e d e n (yetişmiş) ulemayı (alimleri) Arap uleması zannediyorlar. (.355) Osman Gazi zamanın bahadırlarından ve pehlivanlanndandır. Eski hukuk gereglnce bıiyıik bir aileye mensuptur. Bizim yıice ata­ larımızla onun dedeleri Turan'dan (Orta Asya'dan) t ran·a, i ran'dan da Azerbaycan·a ve Ahlat'a gelmişlerdir (Ve devam ediyor).

1 65

Boye 'nin Arap diye yazdığı l bn-i Sina ki Avrupa ulümunun (ilimlerinin) menba-ı azimi (büyük kaynağı) idi. Kezalik (bunun gi bi) Farabi, Zemahşeri ve diğer ,Şark'ta görülen kitapların ekser müelliflerin Türk ve bazısı Fars olduğunu bilmek isteyenler l bn-i Haldun'un Mukaddimesi'nden Ulüm bahsini mütalaa ederler. Boye lugatı nda (sözl üğünde) Türklerin ulüma istidatları olmadığını dava eder (iddia eder) halbuki Avrupalılar zaman-ı cehalette (cahillik döneminde) i ken Türklerin Nişabur'da darü'l-fünunlan (üniversiteleri) vardı. Saturday Review der ki , S u ltan Orhan, biraderi Alaaddin kanu nuyla Hıristiyanlardan hums (beşte bir) esir alarak Yeniçeri askerini tertip etti. Vaktiyle Avru­ pa'yı korkutan Yeniçeri askerinin aslı ve kanı Rum olduğundan Rumlar fahr etse (övünse) sezadır (yerinde­ dir). Bunda ğalatlar (yanlışlar) vardır. Birincisi, yeniçeri ocağını tertip eden Sultan Orhan olduğu pek de sabit değildir. Micloch l ügatinde birinci Sultan Murad ihdas etti ( ku rd u ) dedi. Şeref Han dahi tarihinde der ki i kinci galat Alaaddin re'yiyle (teklifi ile) tertip olun­ du dediğidir. Zira müttefik aleyhdir (bu konuda herkes aynı görüştedir) ki Kara Halil Paşa re'yiyle (teklifiyle) tertip olundu. Fakat Kara Halil Paşa sebeb-i teşkili için (kuruluş amacı) şöyle böyle dedi, diyen Shorach'ın ve Hammer'in tercümeleri bütün yanlıştır. Hele Hammer o derece cahil idi ki Halil Paşa'nın Arapça söylediği bazı kelamı Kur'an zannederek tefsir etti. İşte Avrupa'ya şark ahvalini neşr edenlerin en alimini anlamalı. M icloch dahi 'iptida Yeniçeriler Hıristiyandan on iki bin kimse tertip olundu' demesiyle galat etmiştir (yanlış demiştir). Hammer 'bin kimse idi" demiştir. Fakat bunun dediği bin kimse h u mstan ( beşte birden) alınan Hris•

Çok silik oldu9undan okunamadı.

1 66

tiyan değil idi. Orhan vaktinde teşkil olunan bir sınıf asker idi. Üçüncü galat vaktiyle Avrupa'yı korkutan Yeniçeriler Rum idi, demesidir. Heyhat bu korku eski bir şey olup ta dörd ü ncü asr-ı miladide Türkler ( H u n s ) l stan b u l kıralından haraç aldılar Avrupa'yı garet ettiler (yağma et­ tiler) . Malumdur ki devlet-i Osmaniyye'nin eski tertibindeki asker yalnız Yeniçerilerden ibaret değildi. Ertuğrul ve Osman Gazi'nin askerleri Türkmen süvarisi idi. Sultan Orhan on alay piyade teşkil etti. Zabitleri o n başı, yüzbaşı, bin başı idi. M uahhiren (sonradan) bu piyade yirmi bin nefere kadar baliğ oldu (vardı). Yine müşarünileyh (Orhan Gazi) Süvari'den başka mu­ vazzaf iki bin beşyüz süvari tertip etti ki bazı kere dört bine baliğ olur idi. Halbuki akıncı ızb (denizci) ve sair sınıf askerler başka. Yeniçerileri Müslümanlar evlat edi­ nip kendisine haris (koruyucu) ve muhafız asker addeyle­ diğini müverrih (tarihçi) G ibon dahi tasdik eder. Vuku­ bulmuş olan eski büyük muharebeler (in) haritalarına nazar olunsun ( bakılsın) düşman ile kavgayı Türkler ederler, yeniçeriler ta geride padişahı mu hafazada bulu­ nurlar idi. Avrupalılar Şarka dair bir hal keşfine tasaddi ettikçe (karşılaştıkça) o hali her halde Garp haline kıyas ederek bahs edegeldiklerinden hala şarkı anlamadılar. Bilmek lazımdır. Şark ile Garp beyninde (arasında) bir1 mes'elede büyük fark vardır. Şöyle ki Avrupa'da Cinsli� davası ( l rkçı l ı k) vard ı r . M e s e l a ş i m d i l n gi l i z hükü metinde bir Fransız vezir olamaz. Kezalik (ayne onun gibi) Cezayir Arabı Fransız imtiyazına nail olamaz. işte bu cinslik davası Şarkla yoktur. Tarihlere dikkat-



1 67

le nazar olunsun mesela meşhur Mahmud Paşa Türk değil Hırvat idi. Mahmud Paşa Rum idi. Fatih'e sadrazam oldu­ lar. lbrahim Paşa Frenk idi Sultan Selim'e sadrazam oldu. Ferhad Paşa ve Ayaz Paşa ve Lütfü Paşa ve Sinan Paşa Ar­ navud idi. Siyavuş Paşa ve Rüstem Paşa H ırvat ve diğerleri . Türk devleti zuhur etti ama cinslik davasına itibar et­ meyip her cinsten bulduğu ehliyetlileri istihdam eyledi (çalıştırd ı ) . Evet Şark'ta cinslik davasına bedel tevhid davası vardır. Yani Türklük hakim değildir. Müslümanlık hakim­ dir. Avrupa'da ise din hakim değil. cinslik hakimdir. işte Şark ile Garbın farkı budur. Nafile yere Avrupa kitaptan ve gazeteleri 'Türk kalmadı, filan gibi bahslar­ la uğraşmasınlar. Zira Şarkla 'Türklük' davası yok. Kaldı ki Garb'ın cinslik davası mı daha ziyade bekaya medardır (kalıcıdır), yoksa Şarkın Müslümanlık davası mı? Bu meselenin muhake11.1esine gelince el bette Şarkın hali daha iyidir. Zira mesela Fransız fransızlık davasıyla otuz m i lyon kadardır. Lakin Türkler M üslümanlık davasıyla iki y ü z m ilyo n d u r . Cins mahvolabili r, Müslüman l ı k mahvolmaz. Binaenaleyh hiçbir vakitte · Türkler mahv olmayacaktır. işte mesele budur. Bahsimiz cins ve millet meselesidir. Ama siyasete gelince orada mesele ümmete (nation) a nakleder. Ümmet demek, Webter der ki, (memlekette sakin olmakla, yah u d ke n d i h ü kümdarı n ı n veya hükümetin idaresi altında birleşmeye tecemmü etmiş (biraraya gelmiş) halk demektir. Velev ki (hatta) ecnas-ı muhtelifeden (çeşitli ırklardan) m ü re kkep (meydana ge lmiş) imiş, ü m metti r. ) i şte siyasetçe memal i k-i ma' lume sekenesine ümmet-i Osmaniyye ta'bir olunur. Yoksa Saturday Review'in 'Osmanlı Nation'u demek sahih 1 68

değildir' dediği lakırdı ıstılah-ı siyasete (siyasi termino­ loj iye) muvafık değildir. imdi her ü mmetin h ukuku, idare-i hakimesinin (hakim olan idaresinin) h imayesi altındadır. Buna binaen Memalik-i Osmaniyye'de sakin hangi cinsten ve hangi mezhepten olursa olsun eski ve yeni memurlar ve vezirler bile bulunur. The Mukhbir, nr.38 June (Haziran) 1 869 s. 1 -2

SANAİ DER MEMALİK·İ OSMANİYE (Osmanb Ülkesinde Sanayi) lslam'da enfa' (hor görme) vardır, sanayi'den taazzüz eder (tenezzül etmez) dedikleri laf sahih olamaz (doğru olamaz). Zira lslam diyanetçe dahi sanayi'i makbul ve muazzez (aziz) tutar. Her büyük zatı bir sanatla kesb ede­ gelmiş itikad eyler ( inanır) Hadis-i Şerifte Hz. Adem çiftçi ve Nuh neccar (Marangoz) ve lbrahim nessac (do­ kumacı) Davud zırh yapardı. Süleyman zenbil örerdi. Ze­ keriya dülgerlik ederdi (Salavatellahi aleyhim ecme'in­ Allah'ın selamı hepsinin üzerine olsun) buyurulduktan sonra 'bizzat peygamberimiz dahi deve gütmedi mi?' varid olmuştur. (söylenegelmiştir) lslam her sanatı bir büyük zata yani dince b üyük bir azize isnad eder (dayandırır). Ve dükkan kapısı üzerine celi (büyük) hat ile 'El Kasibu Habibu llah' (kazananlar Allah'ın sevgili kullandır) yazar. Ve hep kibar (ileri gelenler) ulema (alimler) ve evliya birer sanata müntesiptir (mensuptur). Yahut bir sani'in (sanatkarın) zürriyetinden (soyundan) geldiği için müftehirdir (iftihar eder) ve hala herbirinin nam ve şanı bir sanata nisbetle (bağlanarak) bakidir. Me­ sela imam Hüccetü'l-lslam Gazali ve Şeyh Attar ve İmam helva'i ve hakeza, Bu n isbetlerden zahirdir (açıktır) ki İslamın büyüklerinden hiç biri sanayiden taazzüz etmedi 1 69

(geri durmadı) ve sanata nisbetle yad olunuşundan ar et­ medi (utanmadı). Belki iftihar etti. Evet şimdi lstanbul lslamında san'attan istinkaf (geri durma) görülüyor. Şu derecede ki pek fakir ve meskene­ te düşmüş (miskin hale gelmiş) birine nasihat olarak bir sanat tarif edilse, o san'ata teşebbüsü kendisine münasip görmez, düzce ar eder. Bu ar mukteza-yı islamiyetten (islamın gereğinden) yahut bazılarının zu'mu (zannı) gibi minel-kadim (önceleri) politikaca hakimiyet icabından neş'et etmeyip (doğmayıp) yakın vakitte diğer sebepler­ den zuhura gelmiştir (meydana gelmiştir) Bu sebeplerin halli ise müşkilatta değildir (zor değildir) Şöyle ki Reşid Paşa idaresi, lstanb u l ahalisini hazine-i devlete ağız açacak bir halete koymuştur. Hele o rütbeler o nişanlar (in) bezli (çokluğu) çok kimsenin sanayiden istinkafına bais o l m u ş t u r ( s e b e p o l m u şt u r) . H e ri fi n b i r kapıcıbaşılık ya bir diğer rütbe alınca yahut bir n işan takınca nefsini erbab-ı h ükümetten (hükü met adam­ larından) addedip, eğer kitabeti (yazısı) var ise bir daha pirinç tüccarına yazıcılık etmeye ya arzuhalcılığa te­ nezzül etmez ve dülger ise sinesindeki nişan ile icra-yı san'attan ar eder, ve hakeza. . . . H ele o aklam (kalemler) v e mecalisin (meclislerin) kesreti (çokluğu) pek çok esnafın zürriyetini hademe-i hükümet etmiştir. Türk'te öteden beri "bir paşa bir maşa• darb-ı meseli (atasözü) zebanzed idi (dillerde idi ) . Şimdiki Türkçe "paşa çok yaşa" demektedir. Ya ağalık ya paşalık mesleği ma'azallah . . . . (Allah korusun). Merhumdan sonra Ali Paşa idaresi, o yolda idareyi daha tevsi (genişletmiş) ve hazineye ağız açanları teksir eylemiştir (çoğaltmıştır). Bundan yirmi otuz sene akdem (önce ) "zaleme (zalimleri n ) kapısına ayak basmak g ü n a h t ır· diyen M üslümanlar şimdi b e ş i kte ki 1 70

çocuklanna 'katip olur maşallah. paşa olur inşallah' diye dua etmekteler. Artı k lstan bul ahlakı bir reddeye te­ nezzül etmiştir ki (inmiştir ki) ahalide erbab-ı hükümete (devlet adamlanna) takarrüpten (yakın olmaktan) başka e fkar ( fi ki r) yokt u r . Ç ü n kü bu tari kle (yol l a ) geçinebilirler. H a n i o batn-ı sabıkda (geçen nesilde) sadrazamlara dayatan Trabzonlu Hacı Ahmed Ağa gibi otuz kırk gemi sahibi tüccarlar, hani o mezalime itiraz ile kıyam eden (isyan eden) , daha doğrusu esnafın hukük­ ı mahsusa (özel h u kuku) ve imtiyazat-ı muhakkakasını (elde edilmiş haklarını) mezalimden vikayeye (almaya) müttefik (bir araya gelmiş) olan esnaf kahyaları ve yiğit başıları. Hatta bu ten bih ettiğimiz nazarla lstanbul'a bakan öyle görecektir ki idare-i meşru ha (sözünü ettiğimiz idare) eseri olarak lslamın hazineye ağız açtığından beri memleketçe muhtaç olunan sanayi ve esnaflık Hıristiyan eline geçmiş ise de çend (birkaç) seneden beri onlar için dahi hazineye medhal (kapı) açılıvermiş olduğundan şimdilerde bu açılan meskenet (miskinlik) Hıristiyanlara dahi müstevli olmuştur (işgal etmiştir) . Onlar dahi erbab­ ı hükümete çatmak ve hazineden doyunmağa, ağız açmak mesleğine girmeye başlamışlardır. işte bu gidişten bir doğru hesap yaptığımız halde, bugün elde kalmış olan manavlık, bakkallık dahi bir batın (nesil) daha geçer geçmez ecnebiler ellerine geçecektir. Zira yerliler hep Efe n d i , Bey, Ağa olacak. (Aci b t e rakki ! ) = (Acaib Kalkınma) Avrupa masnuatını (ürettiklerini) atat vasıtasıyla ucuz ç ı kardığından ve adetçe zerafet başka biçimlere g i rd i ği n d e n h u s u s a n (ö z e l l i kl e ) n a kl-ı eşyada (taşımacıl kta) suh ület (kolayl ık) vesaitini (vasıtalarını) tedarik eylediğinden diğer kıtalara nisbetle ilerlediler. 171

Lakin Osmanlılar acaba eski halinde mi kaldı? . . . . Malum ola ki 1 228 ( 1 8 1 .3) tarihinde lşkodra'da, Tur­ noy'da tülbent, sakankur (bir çeşit ince tül) tezgahlan iki bin adet iken 1 257 ( 1 84 1 )'de ikiyüzden ibaret kalmış ve şimdi ta'dada (sayılmaya) layık olmayacak raddelerde tenezzül etmiştir (sayısı azalmıştır) . 1 264 ( 1 847) Selanik ipek tezgahlan 28 olduğu halde 1 279 ( 1 862)'de 1 8 idi. Hani o Diyarbakır ve Bursa'nın kadife ve atlas ve ipek kumaşları. Şimdi bu memleketler otuz sene akdemki (önce ki ) hasılatları n ı n ( ü reti m leri n i n ) onda birini yapmıyorlar. Bağdad bir zaman merkez-i sanayi idi. (Sanayi merkezi i d i ) Basmacı l ı k , yazmac ı l ı k, dabbakl ı k (deri c i l i k) çömlekçilik, kuyumculukta ve diğer bazı sanayide başka memleketlere faik idi (üstündü). Hani Haleb'in kırk bini mütecaviz (aşan) tezgahları, hani bu tezgahların çıkardığı bez ve kumaş ve zor-baft (altın sırmalı kumaş) ve sim-baft (gümüş sırmalı kumaş) ve engine (bir çeşit kumaş) fi sene 1 27.3 ( 1 856 senesin­ de) Halep tezgahlan 55-60 adetten i baret kalmıştı. lstan bul'un sırmakeşli oyacılığı, kuyumculuğu mukad­ dema (önceleri) dahile yetişir (içerde yeterli olur) ve Şark'a ve G arb'ın bazı kıtalarına nefais (güzellikler) ihrac ederdi. Üsküdar çatmaları ve Bilecik döşemeleri ne ala (güzel) idi . Kıbrıs'ın ipek boyası ve altın işi ve iğne işleri. Ankara sofu, Tokat basması, Selanik ve Bursa bürdenliği (ci binlik) ve tülü ve havluları ve hamam takı mları ve kumaşları,

Derame çorapları, Samaku

şeyyaklan, İzmir ve Uşak ve Gördes ve Kula halı ve sec­ cade ve kilimleri dahile kafi olduktan başka harice dahi 1 72

çıkardı. Bunlar bakılmadığından, devletin inhisar lağv etmek (tekelciliği yok etmek) zu'muyla (amacıyla) n ufuz-ı sunna'ı (sanatkarların nüfüzunu) mahv ettiğinden eski hallerinden keyfiyet (nitelik) ve kemiyetçe (sayıca) çok tenezzül etti (azaldı). Öyle ise 'Avrupa terakki etmiş" kaziyyesi (meselesi) doğru olup, 'biz eski halde kalmışız' kaziyyesi doğru değildir. Yahu biz tenezzül ve teehhür eylemişiz (geriye gitmişiz) teehhür! (Ulüm gazetesi, nr: 1 2 1 5 Şevval 1 286 ( 1 8 Ocak 1 870) S: 727 - 7.32)

YENİ OSMANLILAR TARİllİ'NI>Ert Muharremin on yedinci gecesi hava açık nur-ı kamer (ay ışığı) boğazı gümüş varaklamış, kürekten su fışıltısı kulağıma hazin

hazin

dokun maya başlad ı .

Düşünmeye başladım ki 'benim b u yerde toprağım olsun, ben bu yerin en namusluları adadında (arasında) bulun­ mak iddiasında olayım, ya ben neden bu yerden mehcür oluyorum (ayrılıyorum) Acaba ömrüm vefa edip de ben bu yerleri bir daha görebilecek miyim? Haydi bakalım, taklibat-ı dehr (dünyanın değişik halleri) çoktur. Kastamonu'ya gönderilirken Anadolu'da elsineye (dil­ lere) düşürmek kaydıyla (şartıyla) söylemiş olduğum bazı eş'ar

(şiirler)

ki

Bol u'da Türa bi,

Serseri gibi

saz

aşıklarına tanzir ettirmiştim (benzeri n i söyletmiştim ) . Kayıkta onları okurdum. Aman ş u beyitim o gece bana ne kadar hoş gelirdi. 1 7.3

Çekerler tir-i cevri 356 sine-i gayretkeşe357 lakin Bu yolda tir-i cevre sine germek kabnunanlıkbr. Ağzıma geleni de vezne sokardım. Azan-ı cümle (sözün kısası) o gece kayıkta 'olmaktadır' 'olmaktadır' diye uzun birşeyler söyledim başı şöyledir:

Dembedem terldb-i mlllet358 tar u mar359 olmaktadır Tir u mar ettikçe hain neşvooar olmaktadır 360 Şimdi millet bir nefes şad olmağa canlar verir Böyle bir demde ihanet berkarar olmaktadır.36 1 .

(ita Ahir -devam ediyor-) Bunları söylemekten muradım ne seyahat-ı mecbu­ riyelerden (mecburi seyahatler-sürgünler) ne de o gece kayıkta titreşmeden hasılı (kısaca) hiç bir şeyden renci­ de-i hatır ( küskün ) olmayıp bilakis halim ve fikrim ile mütelezziz idim. (lezzet alıyordum) Sa'adet dedikleri de rahat-ı balden (gönül rahatlığından) ibaret değil mi? Elbette o gece Ali Paşa' nın kal binden Londra'da çıkacak Muhbir'in ruhu ve üç sene sonra gelecek Ulüm gazetesinin n üfuz u (tesiri) selb-i rahat etmişti. (rahatı kaçırmıştı) (Ulüm, nr: 1 5, 923-925)

(356) Cefa okunu. (.357) Gayretli insanın sinesine. (.358) Milletin birlik bagları. (.359) Darrnadagın. (360) Sevinmektedir. (.36 1 l Devamlı olmaktadır.

1 74

AVRUPA'NIN VE Al'IBRİKA'NIN NEŞR·İ rtASRANİYET CEMİYETLERİ (Avrupa ve Amerika'nın Hıristiyanbğl Yayma Cemiyet­ leri-Misyonerlik) Avrupa'nın her memlekette neşr-i nasraniyet cemiyet­ leri var. Yalnız Amerika'da tam l 000 cemiyet var ki her c e m iyet m i lyon milyon i nc i t ve akaid-i Ne ssari (Hıristiyanlık inancı) ve mevaiz (vaaz kitapları) tab edip (basıp) dünyanın her tarafında neşr ediyorlar. Bu fiile en evvel mübaşeret eden (öncülük eden) 1 649 sal-ı miladide (miladi yılda) lngiltere parlamentosu, yani devleti idi. 1 698 Londra'da neşr-ı akaid-i nasara (Hıristiyanlık inancını yayma) namıyla bir ve l 70 1 M e­ mal i k-i Saireye N eşr-i incit (Diğer ü l kele rde incili yayma) ünvanıyla diğer ve 1 7 50 Fukaraya Neşr-i Ulüm-ı Nasraniyet (Fakirlere Hırıstiyanlık ilmini yayma) ismiyle bir başka ve 1 7 80 Cemiyet-i incit (incit Cemiyeti) ve 1 785 yine başka bir ve 1 7 92 bu yolda bir Fransız ce­ miyeti teşkil olunmuş. Fi 1 8.34 sal-ı miladi (miladi yıl) Hall nam (Hall isimli ) mevkideki Cemiyet-i Nasraniyetin m at baasında ç ı kan aded-i Tevrat: (Tevrat Sayısı ) 2 . 754 . .350 v e aded-i incit (incit sayısı) 2.000 . 000 imiş. Memalik-i saireye (diğer ülkelere) neşr-i İncil (İncil yay­ mak) kasdıyla Londra'da mevcut cemiyet fi 1 804 tarih-i m iladi bütün dünyaya neşr-i Nasraniyet (Hıristiyanlığı yaymak) maksadıyla büyüyüp her tarafta şubeler, hatta bu cemiyet yedi bin şube açmış ve ita 1 855 (e kadar) yani elli bir sene zarfında 28.000 . 000 kütüb-i diniye-i Nasraniye (Hıristiyanlığa ait dini kitapları) tab" ve neşr etmiş (basıp yaymış) ve bunun için 1 00 . 000.000 Frank sarfeylemiş (harcamış) ve cemiyetin senevi (yıllık) vari­ datı (geliri) .3 milyon Franka baliğ olmuş (ulaşmış) ita 1 75

1 850 (e kadar) Miladi, Tevrat ve l ncil'i 1 66 lisana tercüme etmiş ve bu lisanlar üzere tab ve neşr eylemiş. Edinburg'daki Cemiyet-i Nasraniye dahi büyük şey olup mesaisi Londra cemiyetinden pek az değil. Rusya'nın Petersburg'da olan Cemiyet-i Nasraniyesi şimdiye dek Tevrat ve lncil'i 3 1 lisanda tab' eylemiş ve bir milyon kadar nüsha neşr etmiş. Almanya'da mevcut cemiyetlerin en büyüğü Ber­ lin 'deki Prusya Cemiyet-i Nasraniyesi'dir. 1 805 te'sis (kurulmuş) ve 1 8 1 4 tedid ve te'yid olunmuş (yenilenip kabul edilmiştir) Şimdiye kadar bir milyon Tevrat ve yanın milyon incit tab ve neşr etmiş, Almanya'da neşr-i Nasraniyet cemiyetleri hesapsızdır. Hamburg ( 1 8 1 7 ) , Dresden ( 1 8 1 3), Nürnberg ( 1 823) Lübeck v e Schleswig ( 1 836) Frankfurt, Bremen, Stuttgart- Marburg ve diğer memalik ve cemahirde (ülke ve cumhuriyetlerde) ce­ miyetler bu güne dek çok mesai göstermişler. lsviçre Cumhuriyetinde cemiyet-i Nasraniye Biel şehrindedir. lsveç'te bu yolda i ki cemiyet var. Danimarka'da bir. Paris'te 1 8 1 8 ve 1 833 tarihleriyle beda' etmiş (kurulmuş) iki cemiyet ma'ruf (bilinir) . Amerika Memalik-i Müttefikasında (ABD) 1 000 ce­ miyet olup, lngiliz ve Alman ve Portugal ve Arap ve Os­ manlı lisanlarında milyon milyon kütü.b-ı diniyelerini (dini kitaplarını) tab ve neşr etmekteler. Ve dünyanın her tarafına papaslar ba's edip (gönderilip) türlü vesait ile halkı Nasrani (Hıristiyan) yapmaya çalıştıktan malum. Hatta Fuad Paşa'nın sadaretinde (Başbakanlığı esnasında) lstanbul'da Protestanların vuku bulan (meydana gelen) tuğyanları (taşkınlıkları) üzerine zuhür eden (meydana ge l e n ) vekayi-i resmiye ( resmi olaylar) cümlenin meşhüdu oldu (Herkesçe gözlendi). Bugün dünyada Hıristiyan n üfusu 260 milyona baliğ olmuş (varmış). Çünkü cemiyetler şimdiye dek Tevrat ve 1 76

lncillerini 450 ve daha ziyade lisanlara tercüme birle (ile) tab ve neşr ettiler. Amerika'yı bütün bütün Hıristiyan yaptılar. Afrika'da, Hint'te çok nüfusu Nasrani yaptılar. Halbuki şimdi teshil-i vesait ve (vasıtalann ko­ laylaştırması) ihtilat ile (görüşme, kanşma ile) her yere burunlarını soktular, çalışıyorlar. İ bret yahu ibret. Hıristiyanlar ellerinde gayr-ı makul ( m a k u l olmayan) b i r d i n leri var, b u n u tervice (yüceltmeye) ne kadar çalışıyorlar. lslam makul olan dinini neşre dair hiç bir sebebe teşebbüs etmedi. Zaruriyet-i diniyyeyi (m utlaka bilin­ mesi gereken dini bilgileri) bildiren akaid kitaplarımız camilerde edebiyat tarzında müntehi (mezun olmuş) tale­ beye mükafat ile tedris olunuyor (ders veriliyor) . (Ulüm, nr:22, 1 5 Temmuz 1 870. S. 1 3 1. 3- 1 3 1 5) FRANSIZIN

KAYPAKLIÖI*

Fransız gazeteleri üç senedir Prusya aleyh i n de söylemedik lakırdı bırakmadılar. Prusya aleyhinde ilan-ı harbe (savaş ilanına) davetten geri durmadılar. Bunların nazarında Napolyon'un en büyük kabahatı Prusya'ya şükut eylemesi idi. Nihayet bu kere ilan-ı harb oldu ki o gün millet meclisinde "muharebe muhare be' (savaş savaş) diye bağrışmaktan m üzakereye vakit yoktu . Paris'te ahali sokaklarda bayraklar açıp 'Berlin'e gide­ lim, Prusya'yı yıkalım' diye bar bar bağrıştı kların ı gördüm. V e gazetelerinde bu muharebenin derece-i lüzumuna (gereklilik derecesine) dair bahsları (konuları) okudum. 'Gare fatal' (ölüme di kkat) namında risaleleri mütalaa eyledim. Şimdi Prusyalı galebe edip de (galip olup da) Napol•

1 870- 1 87 1 Fransız-Alman savaşı dolayısıyla.

1 77

yon' u esir alınca güya muharebeden hiç bir Fransız'ın ve bir gazetenin haberi ve re'yi (taraftarlığı) yokmuş gibi hep kabahat Napolyon'a yüklendi.

Tenbih Şu muharebeden akdem (önce) Fransız bir mertebe-i kemale

(bir

y ü kselme

dere c e s i n e )

erişmişti

ki

lngilizden Arap ve Türk ve Acem ve Moskofa varınca her millet Fransız nizamına ve usülüne taklid birle (ile) memleketlerini mamur ve zengin ve güzel etmek sev­ dasına düştüler. işte bunca milelin (milletlerin) taklide heves ettiği Fransız n izam ve idaresi

Fransızların

nazarında fena bir şey gibi görünerek yıkıldı. Bu nizamı muharebe yıkmadı fakat Napolyon'un esaretiyle 4 Eylül-ı Frengi Paris zorbalarının devleti hadm edişleri (harap edişleri) yıktı. Ne acep kavm imiş ki nizamın ırka' ettiği (sağladığı) derece-i kemalin kadrini bilemediler. Bu nüshada ve gerek birinci n üshada Fransızların ahlakı ve bu defa müşahade olunan harekatı aleyhine yazdığım

meseleler

gayet

halisane

olarak

hemşehrilerime nasihat içindir. Şöyle ki şimdi Fransız evrak-ı h avadisi

(gazetel eri )

c u m h u riyet ve iştirak

(katılım) ve ibahet (bir şeyi meşrulaştırma) namlarıyla a h la k-ı

ümemi

(gen e l

ahlakı)

i fsada

( b o zmaya)

çalıştıklarından bizim memlekete mücerred Fransızca (sadece kitaptan öğrenilen) okuyup da bu mezahib ve aranın (gruplar ve görüşlerin) hakikatın ı (gerçeğini) bil­ meyenler aldanırlar, diye korkarım. Bizim memleketimi­ zin millet meclisinden başka usüle ihtiyacı yoktur.

1 78

İslam Askerliği ve Fransız Askerliği İslam itikadı şudur ki, eğer memleket-i islamiyye üzerine düşman zuhur ederse, muharebe ve mukabele farz-ı kifayedir, yani muharebe için beslenen fırka-i as­ k�riye (askeri fırka) düşmana m u kabele eder, diğer müslümanlardan farz sakıt olur (üzerinden kalkar) ve eğer düşman memleket-i islamiyyeye bir hatve (adım) atacak olursa o halde muharebe farz-ı ayn (herkesin yapması ge­ reken farz) olur. Yani silah tutmaya muktedir olan (gücü yete n ) ne kadar Müslüman var ise herkesin üzerine farzdır ki silahını kapıp düşmana mukabele ede (karşı koya) işte bizimki budur. Biz bunu hükm-i ilahi (Allah'ın emri) ki farz biliriz. Mesel kitaplarında okuduk ki, Fransızlarca böyle farz filan olmayıp 'Amour de la Patery" var imiş yani hubb-ı vatan (vatan sevgisi) şöyle ki Patery (vatan) diye bir nida olunsa bütün Fransızlar ayaklanıp vatan-ı azizi hıfz eder­ lermiş. (korurlarmış) Ne ala, rakib olsun da ne nam ile olursa olsun. Lakin bu kere Fransa'ya Prusya askeri girdi. Eski masallar fehvasınca (kavramınca) gerek memurin (memurlar) ve gerek gazeteler hubb-ı vatan (vatan sevgi­ si) diye iki aydır bağnştılar ve halkı vatan namına davet ettiler. Hani Fransa ayaklanmadı. Paris muhasarasından beri ben Fransa'da iki yüz elli fersah mesafe dolaştım . Gözüm ile gördüm ki seyahate muktedir olan her Fransız kaçıyor. Yakinen bilmiş olunuz ki Fransa'dan çıkıp da yaşamaya serveti kafi olan bir Frenk kalmadı. H eman (yi n e de) lslam itikadı zeval b u l masın (yaşasın). M uvakkaten Ulüm Müşterilerine nr: 26 Teşrin-i evvel (Ekim) 1 870 s. 26-29

1 79

mRAKKi Tarih-i Osmaniyye bize gösterir ki Devlet-i Osma­ niyye'nin Onbirinci kurün-ı hicrete (Hicretin 1 1 . asrına kadar) dek idaresi hakimiyet-mah kümiyet esası üzre nebni (dayalı) idi. 1 1 02 ( 1 690) senesinde idi ki idarede birinci ıslahat icra olundu. Islahatın temelini kuran zat Köprülü-zade fazıl M ustafa Paşa idi. Bu Fazıl'ın şu ıslahata teşebbüsüne bais olan (sebep olan) hal mahkum­ ları bulundukları halet-i gayr-ı meşrü'adan (meşru ol­ mayan durumlardan) halas eylemek (kurtarmak) idi. Bu ıslahat üç esas üzre bina kılındı. Bi'l-cümle teba'anın (vatandaşların) can ve namus ve mal emn iyeti. tarh-ı tekalifin (vergi toplamanın) her sınıf üzerine müsavat (eşitlik) üzre icrası, askerlik hizmetine da'ir. Islahat n amıyle yadettiğimiz şu nizam adeta dine gelen ıslahat kabilinden zannolunmamalıdır. Hakikat-i halde bu bir büyük inkılab-ı hükümet (revolüsyon) (inki­ lap) idi. Bu in kilab, cumhür-ı müverrihin asarında (tari hçilerin eserleri n d e ) N i zam-ı c e d i d n amıyla mezkürdur (ifade edilmiştir). fakat bu ıslahatın bekasını muhafazada vezir-i m üşarünileyhin (adı geçen vezirin) hikmet ve faziletinden başka bir kefil konamadı. Çünkü Fazıl Paşa lüzumu kadar vakit bulamadı. Bir kurun sonra (bir asır sonra) Sultan Selim-i salis'in ( I I I . Selim'in) ihyaya çalıştığı "Nizam-ı cedid" bahset­ tiğimiz ıshalat mevadd-i esasiyyesini (esas maddelerini) tecdidden (yenilemeden) i baret idi. Fakat, kurduğun u ikmale (tamamlamaya) fırsat-ı tamme (tam fırsat) bula­ madı. Ba'de (sonra) Sultan Mahmüd'dur ki bu Nizam-ı Ce­ didi ihya içün (canlandırmak için) yalnız bir re'isin elin­ den gelebilmesi mümkün olanı sarfetti . Hasılı Fazıl'ın rahm-i madere (anne kamına) düşürdüğü şu Nizam ki 1 53

1 80

yıl ağrısı çekildi sultan Abdülmecid merhümun eva'il-i cülüsunda (tahta çıktığı ilk zamanlarda) doğdu . Şöyle ki 1 255'de G ül hane'de kıra'et olunan Hatt-ı Hümayün ile mevadd-ı esasiyye-i selase (üç esas madde) neşr ü işhad buyuruldu (yayınlandı) . 1 27 2'de ( 1 856) i'lan olunan Islahat Fermanı ki o l vakti m u ' avin (yard ı mc ı ) müttefikimiz b u l u nan İngiliz ve Fransız devletleri n i n i h taratı ( uyarmas ı ) üzerine Hıristiyanlar hakkında Bab-ı ali'nin l 2 Mart 1 854 olan va'd ve ta'ahhüdünü icradan ibaret id i . İşte bu ferman dahi eski N i zam-ı cedid ve Tan zi mat m evadd-ı esasiyyesinden (esas maddelerinden) emniyyet da'iresini tafsilden (detaylandırmaktan) ibaret idi. 1 27 7 cülüs-ı Hümayün'da halen padişahımız Abdülaziz Han'ın hatt-ı humüyünu dahi "kaffe-i sekene-i Memalik-i mahrüsamızın (ülkemizde oturan herkesin) te'min-i can ü ırz ü malları zımnında (amacıyla) te'sis olunmuş olan kaffe-i kavanin-i esasiyye-i adliyye (bütün esas adli ka­ nunlar) tarafımızdan tamamen te'kid ü'te'yid kılındığını (Kabul edildiğini) cümleye i'lan ederi m , i baresiyle Tan­ zimat'ı tasdik eyledi. l 282'de taksim-i idare-i memleket (ülke idaresinin vi­ layetlere ayrılması) tebdil olunup (değiştirilip) malüm vilayet nizamı kabul olunarak taşralar ahalisine ıntihab (Seçme) hakkı verildi. l 285 Şüra-yı Devlet (Danıştay) ve Divanı-ı ahkam-ı adliyye (Yargıtay) meclisleri teşkil kıl ı n d ı . Ş ü ra-yı Devlet h i n-i küşadında (açılışı esnasında) sadır olan (verilen) nutk-ı Hümayün (padişahın nutuku) saltanat-ı teşri'i (kanun yapma yetkisini) Şura-yı Devlete ve saltanat-ı tenfizi (infaz yetkisini) Divan-ı Ah kama tefri k ve havale eyl e d i . Bu n utkun ba'zı cümlesini iradımız (okumamız) fa'ideden hali değildir. Ez an-cümle (sözün sonunda)

buyuru r ki (çünkü bir 181

hükümetin vazifesi her bir ahvatde (durumda) ahalisinin hukuk-ı hürriyetini (hürriyet hakkını) muhafaza emrinden ibaret ol up keza kaffe-i aciz (bütün aciz) ve mazlüminin (mazl u mların) mercii (yeri) ve zahiri (yardımcısı) ve medar-ı istinadı (dayanağı) olan mahal ancak bab-ı ma'deletdir (adalet kapı sıdı r) . Yoksa yal n ı z bab-ı hükümet değildir ve keza (. . . . . . ve Divan-ı ahkam-ı ad­ liyye namıyla bir meclis-i müstakil (ayrı bir meclis) daha icad olu narak anınla dahi h ü kü met-i şer' iyye ve kanüniyyenin (kan un yapıcı ile) hü kümet-i icraiyyeden (icra makamından) tefriki (ayrılması) esas vaz'edilmiştir. Şüra-yı Devletin kanunlar vaz'etmek ve muvazene (gelir­ gider) defterini ted kik eylemek ve diğer veza'ifi (görevleri) ve münkasim olduğu (ayrıldığı) beş daire ma'lumdur. Fakat şurası cay-i dikkattir (dikkate değerdir) ki a'zalan (üyeleri) belde-i mahsüsadan (özel yerlerden) zat-ı Şahane'nin ihtiyarıyle (tercihiyl e ) nasbol unmuş (seçilmiş) zevatdan ibaret olmayıp bir kısmı eyaletler­ den intihab edilmiş (seçilmiş) m u'teberandır (ileri ge­ lenlerdir) . Bi'l-cümle (bütün) a'zası lslam'dan ve diğer edyandan (dinlerden) elli neferdir. Divan-ı ahkam h u kuk ve cinayete nazar (bakar) ve icra eder ki veza'ifi (görevleri) ma'lumdur. • Şu hulasa (özet) tarikiyle (yoluyla) kaydeylediğimiz vakayi-i tarihiyyeye (tarih i olaylara) burada hıtam ver­ dikten (son verdikten) sonra istintac ederek (sonuca va­ rarak) derim ki Devlet-i Osmaniyye hükümet-i meşrüta ve mukayyededir (sorumlu ve meşrutidir) . Ve Şüra-yı Devlet hin-i küşadında (açılışında) sadır olan (verilen) nutk-ı Hü mayun bizim hürriyetimizi m u hafazaca İngilizlerin (Magna Charta)sı kabilinden bir senetdir. Ve bugün memleketimizde ahlak ve efkarca (fikirlerde) görülen te­ rakki K..ı nn ızı Kitab'da iddia olunduğu gibi heman onbeş 182

yirmi senelik h immet-i mahsüsa (özel gayret) eseri ol­ mayup belki Nizam-ı cedid vaz'ından berü beslenegelen terakkinin eseridir. Yani l 82 senelik himmetlerin neti­ cesidir. Burada bir mühim söz ilave ederek hatm-ı makal ederim. O şu ki Reşid Paşa'dan akdem icra oluna gelen ıslahat başta olan fazıl zatların mücerret (sadece) hikmet ve faziletleri sayesinde di. Reşid Paşa'dan sonra bugüne dek vuku'a gelen ıslahat Avrupa hükümetlerinin te'sir-i nüfüziyle olmuş ve olmakda. Lakin bugünki ümmet-i Os­ maniyye ne eskisi gibi yalnız bir kafanın faziletiyle ve ne de Avrupa'nın nüfuziyle ilerlemek istemez. Ancak kendi hey'et-i mecmü'asının (bütün halkının) kuvvetiyle dahilden terakki etmek (ilerlemek) istiyor.· ittihad, nr: L l 5 Mayıs l 869. S: l -3

OSMANLD.ıAR'IN İSTANBUL'U FETHİNDEN DOLAYI AVRUPA VE İNSANLIK ONLARA NELER BORÇLUDUK?362 Sultan Osman Gazi'nin torunlarından Sultan i l . Meh­ med Hazretleri Avrupa'nın bir tarafını ıslah etmek için Allah tarafından seçilip tayin edilmiştir, denilebilir. Allah, Sultan i l . Mehmed'i görevlendi rerek Osmanlı'nın lstanbul'a yerleşmesini ve birçok ırktan meydana gelen Avrupa'nın bir millet idaresi altında toplanmasını ve böylece Avrupa'da barış ve huzurun sağlanmasını nasi b etti . Bunun ispatını mı istersiniz? Eski Bizans imparatorluğunun düzeni i ncelendiği zaman, bu imparatorluğun başına geçen imparatorların hepsinin kayıtsız şartsız tahta geçtikleri görü l ür. Öncekinin yerine geçen yeni imparator da eskisi gi bi (.362) Bu yazı Fransızca'dan tercüme edilmiştir. Voyage en Orlent, Cilt: 1, s .356. •

.

183

haksızlık ve zulmünü devam ettirmeyi bir vazife kabul ederdi. Bugün gibi. o zaman da Tuna, Boğaziçi. Sultan Kalesi ve Mesina Boğazı Avru pa'n ı n en büyük giriş ç ı kış kapılan ve hayat kaynakları idi. Bu kaynaklar, Bizansın sürekli savaşları ve çeşitli m illetlerin sürekli saldırıları neticesinde adeta kurumuş kal mıştı. Bundan başka Ortaçağın Avrupa'daki soylu sı nıflar kendi isim ve şöhretlerini korumak ve daha çok menfaat temin etmek amacıyla kendi halklarının huzurunu kaçıran uygulama­ larda bulunur ya da onların daha çok sefil ve telef olma­ larından başka işe yaramayan Haçlı orduları tertip eder­ lerd i . B u arada cehalet v e taassuptan doğan mezhepler arası çatışmaları hatta savaşları unutmayalım. işte bu fenalıklar devam ederken Fatih Sultan Meh­ med Hazretleri. büyük toprak sahibi olup kendi kurduk­ ları kuvvetlerle sağa sola saldırmanın (derebeylik­ sipahiliğin) gelecekte yok olacağını gösterdi. Evet. Sultan Fatih dünyanın küçük küçük kabileler halinde değil, büyük devletler arası nda bölüşülerek ra­ hata kavuşacağını, medeniyetin yerleşeceğini isbat etti. Açıkça söyleye l i m ki . Arnavud, H ırvat, Bulgar, Boşnak, Rumlar ve sair ırklar arasında barışın sağlanması ve çeşitli din ve mezheplere mensup insanlar arasında huzurun temin edilmesi Fatih Sultan Mehmed sayesinde olmuştur. Çünkü hala bu toplumlar Fatih'in torunu olan Sultan'a itaat etmektedirler. Osman l ı l ar, A v r u p a ' d a h ü kü me t l e r i n s ı k s ı k değişmesin i n sebebini bilir. Osmanlı Devleti'nde ise altı yüz yıldan beri seçkin olan bir hanedan h üküm sürmektedir. Hıristiyanlar arasında mezhep ayrılı kları yüzünden 184

olan uçu rum, her türlü saldırı ve tecav üzü meşru kılabilir. Eğer Hıristiyanlar t1z. lsa'nın mezannı ziyaret ettikleri zaman hükümetin müdahalesi olmaksızın kendi hallerine bırakılırlarsa orada bile hiç akla gelmedik taşkınlıklar yapabilirler. Kırım savaşı, t1azret-i lsa'nın mezannın anahtarları (t1ıristiyan inancına göre) kimde kalması lazım geleceği meselesinden meydana ge ldi. Büyü k devletlerin belki de istemeyerek gird ikleri bu anlaşmazlıkta nerelere vardıkları görüldü. Eğer Osmanlı S u ltanlarının bir çatı altı nda topladı kları t1ıristiyan ırkların dağıtılıp, her birinin başına bir kral tayin edil­ mesi düşünülürse iş nereye varır? Herşeyden önce insanlığa hizmet etmek isteyen gaze­ teciler Hıristiyanlara Osmanlı'nın şuyunu buyunu anlata­ caklarına Lamartine'nin şu ifadelerini aktarsınlar: "islam dini insanlar için i ki görev tayin etmiştir. biri i badet, ikincisi merhamettir. · B u i ki büyük fi kir h e r m e z h e b i n i ki b üyü k gerçeğidir. lslamiyet bu i ki prensibi hayata h akim kılmıştır. Kutsal beldenin (Kudüs' ün) koruyucusu olan Türkler onu harap etmez külünü havaya savurmazlar. Hal­ b u ki orayı kutsal kabu l eden t1 ı ristiyanlar h u z u run sağlanmasına yardımcı olmaz, ihlal ederler. Müslümanlar her mezhepten olan t1ırıstiyanların ser­ bestçe gelip Hz. lsa'nın mezarını ziyaret etmelerini ko­ laylaştırırlar. Eğer Kudüs'ü Müslümanlar değil de herhan­ gi bir t1ıristiyan mezhebi ele geçirseydi, imkanı yok diğerlerinin gelip orayı ziyaret etmelerine izin vermez­ lerdi. Bazılarının, Müslümanlann diğer dinlere mensup kimselere i badet hürriyeti tanımadıklarını iddia etmele­ rini aklım almıyor. Halbuki Müslümanlar kim olursa, hangi dinden olursa olsun herkesin ibadetine izin verir ve Allah'a ibadet eden herkesi severler. Onlardan daha 185

müsamahakar din mensubu olamaz. Allah korusun şayet H ı ristiyan lar M e kke ve Medine'yi ele geçirmiş ol­ saydılar acaba oradaki kutsal yerleri olduğu gibi bırakır ve dünyanın her yerinden Müslümanların oraya gelmele­ rine müsaade ederler miydi?' Ancak Osmanlı Devleti'nin Avrupa'ya yaptığı hizmet­ ler sadece bu nlar da değildi. Sultan i l . Mehmed lstan bu l'da oturan Papa Schismatiq u e ' ı Rusya' n ı n içlerine göndererek Avrupa'yı Roma İmparatorluğu'nun akıbetine uğramaktan kurtardı. Bir gün adı geçen Papa ve bütün Avrupa, Müslümanları mahvetmek için ayağa kalkmışlardı. Bunların bu Ortaçağ taassubundan dolayı insanlık ne kadar zarar görmüş ne kadar kan akmıştır. Tabii ki ben Haçlı savaşlarını kastediyorum. Bu Haçlı Savaşları hakkında en çok bilgi sahibi olan bir Osmanlı alimine sorunuz kendisinden teferruat ala­ mazs ı n ı z . Osman l ı l arın kitaplarında da bu Haçlı savaşlarının teferruatına rastlayamazsınız. Öğrenenler de Avrupa kitaplarından öğrenmişlerdir. Avrupalıların bu kanlı olayları sürekli ifade etmekten bıkmamış olma­ larına teessüf ederiz. Ama ümid ederiz ki bir gün Avru­ p a l ı l ar O rtaçağ savaşları n ı n l n c i l ' e uym a d ı ğ ı n ı öğrenirler. Çünkü h e r dinde Allah asayişi ve merhameti emr eder. (A Propos de L'Herzegovine, Paris, 1 875 s. 37-42)

MUKADDİME (BAŞLANGIÇ) Vakla ki bildim, Şeriat-ı İslamiyye (lslam şeriatı) şu gibi asırda mesalih ve siyasetten kasırdır (işleri yoluna koyma ve devlet idaresinde yetersizdir) tevehhüm olu­ nuyor (zannediliyor) Usül-ı ahkamı cami (kanun yapma 186

metodunu içine alan) bir kitap telifini (yazmayı) m urad ettim (istedim ) . Hatta (ta ki) o kitap ile tebeyyün ede ki (ortaya çıksın ki) şu tevehhümle (zanla) şeriata muhalefet etmeye cür'et eden her kimse siyasette (devlet idaresin­ de) hudud-ı İlahi'den (Allah'ın gösterdiği çizgiden) enva­ ı zülüm ve bid'ata huruc etmiş olur. (Çeşitli zulüm ve dindışı şeylere düşmüş olur) Evet benim cem edeceğim (bir araya getireceğim) Usül ulemamız (alimlerimiz) bey­ ninde (arasında) ma'lum olmuş (bilinen) kavaiddir (kaide­ lerdir) . Lakin bu teliften garaz (amaç) Türkçeye ve Avrupa li­ sanlarına tercüme olunmayı kabil (mümkün olan) bir muhtasar (öz) kitap neşr etmektedir. Hatta onunla Avru­ pa'da dahi zahir ola ki (açıklık kazansın ki) Memalik-i Osmaniye'de (Osmanlı ülkesinde) siyaset-i hamide (iyi siyaset) icrasına bazı ecnebilerin (yabancıların) ve bazı cahil memurlann tenfırlerinden başka (nefret etmelerin­ den başka) mani (engel) yoktur. Teslim ederiz ki (itiraf ederiz ki) Avrupa ulemasından (ilim adamlarından) bazılan bizden ilm-i fıkıh (h ukuk) tercüme edip Avrupa'ya neşr etmiştir. Lakin M u'tezile ve lmamiyye kitaplannı tercümesine me'haz (kaynak) ittihaz ettiği (aldığı) için kitabı kitaptan fark etmemiş (ayırmamış) ve işin doğrusunu bildirememiştir. Fıkhımızı (hukukumuzu) kendi fıkıhlarına yalnız zan ile kıyas edip, istima (duyma) ve bahisle yakin tahsiline (inanmaya) mu­ habbet etmeyen Avrupa cehelesine (cahillerine) ise Hayreddin Paşa'nın Akvemü'l-Mesalik'te yazdığı maka­ leyi irad birle (okumakla) iktifa ederek (yetinerek) ce­ vaptan sükut ederiz. Mümaileyh (adıgeçen) der ki, şu asırda görülen Avru­ pa terakkisi, eski zamanda mevcud olmayıp yakın vakit­ lerde zuhur eyledi. Çünkü 4 76 sene-i miladisinde şimal 1 87

(kuzey) barbarların ı n h üc u m ve Roma devleti n i n sükutundan (yıkılışından) sonra Avrupa tab'en (tabiat ola­ rak) terakki (kalkınma) hareketinden ısrar (daha hızlı) olan tenezzül (gerileme) yolunu tutarak vahşilik ve zulüm ve cevrce pek fena hal üzere idi. Ta Fransa kralını 768 tarihinde Avrupa krallarının a'zamı (en büyüğü ) Şarlman zamanına dek ahaliyi Krallar ve Noblesse (soylu­ lar) denilen kibar-ı zaleme'nin (soylu zalimlerin) esare­ tinde kaldı. Şarlman serir-i devlete (devlet tahtına) cülusunda (çıkışında) ma'arif (eğitim) ve sair esbab-ı medeniyetçe (medeniyet vasıtaları ile) terakki (kalkınma) hususunda nasın (halkı n ) ahval i n i (d u ru m u n u ) ıslah için sa'y-ı mahsüs ile (özel gayretle) bezl-ı cehd eylemişti (gayreti­ ni arttırmıştı ) . Onun vefatından sonra yine Avrupa aşağıda tafsili (detayları) geleceği vecihle cehalete ve zulüm-i idareye ric'at ve kema fi's-sabık (önceden olduğu gibi) avdet etti (döndü). Avrupa ahalisinin şimdi vasıl ol­ dukları (ulaştıkları) zirve-i terakki (kalkınma zirvesi) mem leketlerinde her şeyin mebzul iyeti nden (bolluğundan ) veya b u l undukları iklimin itidalinden (yumuşaklığından) yahut da diyanetleri asarındandır (so­ nucudur) gibi bir tevehhüm (zan) varid-i hatır olamaz (hatıra bile gelmez) . Zira kürre-i arzın (dünyanın) sair kıtalarında hısb ( bo l l u k ) ve itidalca (yu m u şaklığı yönüyle) o iklime mümasil (benzer) ve daha ala yerler bu­ lunur ki oralarda şu terakki yoktur. Dinleri bahsine gelin­ ce filvaki Nasrani dini (bilindiği gibi Hıristiyanlık) dahi adalete ve Iedü'I hükrn (hükmen) müsavata (eşitliğe) tergib eder (rağbet gösterir) laki n o din tasarrufat-ı hükümete (hü kümetin icraatına) müdahale eylemez. Zira din-i i seviye ' n i n ( H ı ristiya n l ı ğ ı n ) esası uzlet ve z ü h d (Dünyadan e l etek çekme) üzerine kurulmuştur. Hatta Hz. 188

İsa Aleyhisselam " benim dü nyada hükümetim yoktur. Şeriatım (kanunum) rühaniyete (manevi işlere) karışır, cismaniyata (dünya işlerine) karışmaz . · diyerek dünya siyasetine müteal l i k (ilgili) um ürda (işlerde) krallara taarruzdan (saldırmaktan) eshabını (kendine yakın olan­ ları) nehy eder idi (yasaklardı). Roma'daki papa, Avrupa memalikinde (ülkelerinde) elyevm (bugü n) cari olan (yürürlükte olan) terakkiyat-ı cedideye (yeni gelişmelere) iktidadan (uymaktan ) imtina ettiği (kaçındığı) için elyevm (bugün) memleketin girif­ tar olduğu (içine girdiği) halel (bozulma) şu dince irad ettiğimiz (ifade ettiğimiz) müddeaya (iddiaya) pek açık delildir. Ancak Avru palıların şu gayete (dereceye) ve ulü m-ı sanayi'ce (teknolojik olarak) ta bu merte beye vasıl oluşları adl-i siyasi (idari adalet) ve tarik-i serveti (kazanç yolunu) teshil (kolaylaştırma) ve ilim ve ziraat ve ticaretle defain-i arziyyeyi (yer altı zenginliklerini) istihraç (çıkarma) üzere müesses (kurulu) olan tanzimat (düzenleme) sebe biyledir. Bunların kaffesini (hepsini) tutan, hıfz eden (koruyan) usül ise memleketlerinde artık tabiat olmuş (huy olmuş) olan emniyet de adalettir. Mülk-i ilahi de (Allah'ın mülkünde) Adet-i hakime-i Sub­ haniye'nin (Allah'ın hakim olan yüce kan unu) şu kaide üzerinedir ki adalet ve hüsn-i tedbir (iyi idare) ve terti­ bat-i mahfuza (koruma tertibatı) el bette emval (mallar) ve enfas (nüfus) ve semeratın (ürünün) terakkisi (büyümesi) esbabındandır (se bepleri n d e n d i r) . Adal etin zıddı zülümle eşya-i mezkürede (yukarıda sayılan şeylerde) te­ nezzül (düşüş) ve noksaniyet vukü'bulur (olur) . Nitekim mesele bizim şeriatımızdan ve tevari h-i İslamiyeden (İslam tarihlerinden ) ve kütub-ı saireden (diğer kitaplar­ dan) ma'lumdur (bilinir) . Hakikat (sallallahi aleyhi vesel­ lem) Efendimiz buyurmuştur "Adalet dinin izzetidir (hay1 89

siyetidir) Devletin selahi (kurtuluşu) ve havas ve avamın (zengin ve fakirin) kuvveti ve reayanın (vatandaşın) em­ niyet ve menfaatı adaletledir. (Arabi İbare Usul'ül-Fıkıh Tercümesi, Londra, 1 868, s. 2-3)

HİVE'DErt Hatime (Sonuç) Fransızlar fi 1 2 8 8 ( 1 8 7 1 ) S u riye ' d e Kato l i k kardeşlerine gadr (haksızlık) olacakmış diye ayaklandılar ve " Partır· (sefer) nağmesini çalarak Beyrut'a asker çıkardılar. İngiliz fi 1 285 ( 1 868) bir iki nüfus teba'asını Habeş hapsinden kurtarmak için asker sevk etti. Bir vakit Müslümanlar da öyle yapmışlardı. Amu­ riye'de (Ankara'da) esir düşüp 've mu'tesima" (imdad) diye figan eden bir Müslümanın feryadı Bağdat'tan işitildi ve seksen bin süvan onu halas için (kurtarmak için) Anado­ lu'ya girdi. Al-ı Osman (Osmanlı hanedanı) dahi Kı n ın M uharebesi­ ne dek hep din kardaşlarının nalesini (feryadını) işitirdi. Hatta öyle bir muharebenin gaileli zamanında bile Kan­ dehar ve Kabil karışıklığına kuvve-i harbiye (savaş gücü) ile müdahele eyledi. Lakin o zamanlardan beri iş değişti . Haliya (şimdi) ca­ milerd e ve medreselerde kitapları n ı okuyup iki sözlerini bellemekte iftihar edegeldiğimiz ulema (alim­ ler) ve hükemanın (bilgelerin, felsefecileri n ) vatanları olan Maveraünnehir' i Rusyalı istila etti (işgal etti ) . İstan bul, rüy-ı teessüf (teessüf yüzü) bile göstermedi. İşte Asya-yı vasati'de (Orta Asya'da) yalnız bir Hive Hanlığı kalmıştı . Ona da Rusya asker gönderdi. Bizim di­ ni mizden, kavmimizden (ırkımızdan) ve familyamızdan 190

(ailemizden) olan Tük Müslümanlar acaba ne haldedir. . . Kimse işitmek bile istemiyor. Benim gibi acizin elinden ne gelir. Bari tarih leri ve bizimle geçen ve mevcud olan alakalan unutulmamak için bildiğimi yazdım. Bu yazdığımdan fazla Hive'nin başına ne gelirse okuyanlar bu kitabın ahirine (sonuna) ilhak etsinler (ilave etsinler) . (Hive Fi Muharrem 1 290, Paris, 1 87.3 s: 1 27- 1 29

VARAKA (Yan)363 En büyük hüzn-ı ibtila (üzüntü) ve en azim (büyük) matem-i bela ( be l a mate m i ) ile i lan ederim ki Müneccimbaşı Efendi'nin i btida-yı senede (yılbaşında) haber vermiş olduğu büyük adam dünyadan göçtü. O büyük adam ki bir gün İ ngiltere'de konağında büyük bir oda açıp tabandan tavana kadar doldurmuş to­ marlan bana göstererek 'bu evrak millet-i Osmaniye için yazdığım kitapların, gazetelerin, bendlerin (makalelerin) müsveddeleridir' (karalamalandır) demişti. Elimi uzatıp rastgele aldığım bir paketin ibtidasında (başında) 'Avrupa'da namuslu bir adam için sarf-ı fikir (363) Davld Urquhaıt'ın ölümü üzerine.

David Urquhaıt. Buradaki kısaltmalar: Ve man-nasru illa mln indlllah (Zafer Ancak Allah'tandır) ve l ntensurullahe yensurukum (Siz Allah Yolunda olursanız Allah da size yardım eder) şeklindeki ayetlerden alınmıştır. Yazann Türk gazetelerinde yayınlanan yazılan büyük çogunlukla başlıksız oldugundan sadece bu makalelerin yayınlandıklan gazetele­ rin tarih ve sayılan belirtilmiştir. Giyotlyos'un Ahlaka dair 'Pinakıs· isimli eserinin Ali Suavi tarafından yapılan tercümesi de Ruzname-i Ceride-i Havadisle yayınlanmıştır. Bu Tefrika'nın yayınlandıgı sayılar burada belirtil­ miştir. Yazann "Ehemmiyet-! Hıfz-ı Mal' isimli eseri de bu gazetede tefrika edilmiştir. Tefrikanın yayınlandıgı sayılar burada belirtilmedi. • •





• •

191

(fikir yormaya) değecek yalnız bir haklı iş vardır. O dahi Rusya'ya karşı Osmanlı padişahına hizmet etmektedir. ' meali nde görd üğüm fatiha (giriş) hal e n gözümün önündedir. O büyük adam ki İngiliz doğduğu ve Avrupa'nın büyük diplomatlanndan bulunduğu halde her ameli (davranışı) Sünnet-i Seniyye-i İslamiyye (İslam dinince emr edilen, Hz. Muhammed'in yaşama tarzına) kamilen (tamamen) mu vafı k ve mutabı k (uygu n ) idi. Ke ndisi nden h in-i veda'da (ayrılık sırasında) işittiğim en son kelam şu idi "en halis (samimi) ve en edip (edepli) Müslüman iti­ kadıyla (inancıyla) ve terbiyesiyle büyüttüğüm oğlumu yalnız Al-i pak-ı Osmaniyye (Yüce Osmanoğullarına) hiz­ met eylemek için yetiştirdim. Mühendis yapışım, mede­ niyet ve ahlaka zirve-i terakkiyata (yükselişin zirvesine) vasıl olmuş (u laşmış) olan Osma n l ı n ı n yol gibi, şimendifer gibi bazı maddiyatta (maddi konularda) geri kaldığı içindir. Hele haremi hanım (eşi) öyle katip (yazıp-çizen) öyle fazıl (faziletli) öyle hayırhah (herkesin iyiliğini isteyen) kadın, kıymeti tasavvur olunamaz (biçilemez) Al-i Osman (Osmanlı Hanedanı) hayrına yazılan kütup (kitaplar) ve evrakta zevciyle hem-kalem idi (beraber yazıyorlardı). Ne meclis idi, ne halet idi ol dem ve hengam ki Mont­ reux'da sabahtan gece yarısına kadar zevci (kocası) bir köşede, zevcesi (hanımı) diğer köşede bu aciz dahi bir köşede yazı yazardık. Hersek ve sonra da Bulgar vekayi'i (olayları) üzerine Osmanlıyı müdafaa için benim onlara refaketle yazdığım beş kitap ve on dört mah (ay) aleddevam (devamlı olarak) beş büyük gazeteye bendler, onların yazdıklarına nis­ betle pek azdır. Bir gün haremi hanım bana bakıp dedi ki ·şu yatan adamı kim zannediyorsun" baktım hala o ih­ tiyar, kuru kemik, bal mumu gibi sapsarı gözlerini

192

açamaz hasta-i bimecal (mecalsız hasta) ve bihaber (ha­ bersiz) gözümün önündedir. Hanım dedi ki, "Bu gördüğün adam Urquhart* değildir, ehlu'llah'tır. Evet evliyadandır. Zira H üda-yı lemyezele (Baki olan Allah'a) kasem (yemin) ederim kL benim kocam bugüne dek Padişah-ı lslamın (İslam padişahının) selametinden başka bir fikir etmedi. Meyyit (ölü) görünen Urquhart, bir hareket-i gayr-i ih­ tiyari (kendinde olmayan bir hareket) ile kalktı ve hare­ mine (eşine) bakarak "Çünkü yalnız o fikir hak idi" dedi. Kuvveti kesildi, düştü. Biz öksüzler gibi ağalaya kaldık. Yine ağlarım ölünceye dek ağlarım. Evet Urquhart vefat etti. Vefat eden büyük adam Urquhart'tır. Haremi hanıma şu mealde bir telgraf çektim. Tercüme-i telgraf (telgrafın tercümesi) lsviçre'de Montrö'da Madam Urquhart'a Madam, Urquhart familyasından (ailesinden) ve ehibbasından (dostlarından) müfarakat etti (ayrıldı) . Urquhart ölmedi. Zira Urquhart olan ölmez. Madam, Şevketlü padişahımız efendimiz h azretlerinin sa'd içre (en yücesinden) Urquhart'a selam irsal buyurduğunu derhatır ediniz ( hatırlayınız). Millet-i Osman iyye ' n i n padişahından hamalına kadar Urquhart ma'lumdur (bili­ niyor). Ne kendi, ne eseri, ne familyası (ailesi) ne yadi­ garları (hatıraları) unutulmaz. (Basiret, 23 Cemaziyelewel 1 294 (6 Haziran 1 877 nr:2 l l 4)

( 1 877-78 OSMANLl-RUS SAVAŞI ÜZERİNE) Vakit Müdürü Efendi'ye Elma'ruz, Dünkü Pazartesi Vakitle "yine sulh (barış) lakırdıları··

193

ünvanıyla Ajans Havas telegramı üzerine bir mütala'a (değerlendirme) okudum. Bir vakitte ki yüz yirmi beş bin ve belki şimdiye dek yüz . elli bin Moskof Tuna vilayetinde lslamın malına ve yeni mahsulata çekirge gibi düşmüş, üşüşmüş, asf-ı me'kul etmiş (haksızca yemiş) ve Osmanlı leşkeri (askeri) ise asakir-i muavene (yedek askerler) ve çerakeseyi (Çerkesleri) çarhalaştırıp (birleştirip) haliya (şimdiye kadar) başlıca bir muharebeye tutuşmamış ve talib-i cenk ve kavga (savaşa gönüllü) ve teşne-i hCm-i a'da bu­ lunmuş (düşmanın kanına susadıkları) böyle bir vakitte müsalahaya (barışmaya) imkan olamayacağı cümlenin (herkesin) malumudur. Bir de Rusya bugüne dek iki milyar altı yüz i ki mil­ yon dört yüz bin frank Umür-ı harbiye (savaş işleri) se­ bebiyle sarf ettiğini (harcadığını) hesap edip bunu Os­ manlılara tazminat olarak yükleteceğini neşr eyleyip du­ rurken Devlet-i Osmaniyye musalaha (barış) kelimesini telaffuz bile etmeyeceği, bina ve nabinaya (görene ve görmeyene) düşen bir manadır. Avrupa'da i ke n Gladstone'nun risalesin e yazdığım Reddiye'de maliyece tehlike meselesine verdiğim ce­ vapta demiştim ki, "Devlet-i Osmaniye'nin maliyesinde ızdırap vardır, tehlike yoktur. Bir memleket ki lngiltere gibi menabi-i serveti (zenginlik kaynakları) açılmış, işlenmiş, tükenmiş, o memleketin maliyesi tehlikededir. M e m l e ket-i Osman iyye ise menabi-i s e rveti d eğil işlenmiş, tükenmiş, daha açılmamış bile.· Şimdi de derim ki Devlet-i Aliyye'nin Rusya'ya karşı çıkardığı asker kavgaya tutuşmuş bozulmuş da perişan olmuş değil ki na-ümid olalım. Şimdi bize lazım odur ki, Rusya nasıl mesarif-i har­ biyesini (savaş harcamalarını) ve teba'asınca zayiatını 194

(halkının kayıplarını) hesab ediyorsa biz dahi onun gibi ve bilcümle (bütün) Avrupalılar misüllü (gibi) bir mec­ lis-i tazminat (tazminat meclisi) teşkil edip Rusya'dan is­ teyeceğimiz milyarların hesap defterini tutalım. Unutulmamalıdır ki Edirne muahedesinde Rusya biz­ den yüz yirmi beş milyon istediği gibi teba'asının (va­ tandaşlarının) zayiatı nı (kayı pları n ı ) tazmin için bir buçuk milyar düka talep eylemiş ve dört takside rabt etmiş idi (bağlamıştı) . Ve hatta bu zayi'atı yirmi dört sal (yıl) mukaddeminden (öncesinden) beri tutturup hesap kılmış idi. Şimdi Rusya ettiği isti krazatı ( borçları) çıkardığı ve çıkarmakta olduğu evrak-ı nakdiyeyi (tahvil­ leri) hesap eylediginden fazla mesela bir köye attığımız gülleler zararından dolayı, bir köyde iki milyon dört yüz bin frank tahribat ve zayiat kayd ediyor. Tazminat talebi için defter lazım. Hani bizim defteri­ miz. Defterimiz olmalı. Hersek meselesinin bidayetin­ den (başlangıcından) beri hesap tutmalı. Ettiğimiz istik­ razlar. (borçlar), çıkardığımız kaimeler (devlet tahvilleri) topladığımız ianeler (yardımlar) hep kayd olunmalı. Bu kere Tuna vilayetinde Moskofun yıktığı memleketlerin ve hanelerin ve lslamdan gasb eylediği emlak ve emval (mallar) ve mevaşinin (meyve bahçelerinin) kıymeti ve kestiği rical (erkekler) ve anas ( kadın lar) ve sıbyan (çocuk) kanlarının bahası hep yazılmalı. Varidat-ı devle­ te (devletin gelirine) ve ticarete ve zira'ate ve san 'ata sinin-i adideden beri ( belirtilen yıllardan beri) Rusya entri kası yüzünden gelen sekte hep hesaba girmeli. Teşkilini arz eylediğim meclis-i tazminat (tazminat meclisi) bu kere hanesi, malı, mül kü, evlad ve ıyalı (çol u k çocuğu) Moskof' un paymalı olmuş ( Moskofça çiğnenmiş) ve yalnız canını kurtarabilerek kaçabilmiş olan Müslim ve gayr-ı Müslim vatandaşlarımızın arz ede1 95

cekleri defterlere şimdiden açık olmalı. i şte Devlet-i Osmaniye ' n i n musalahaya ( barışa) girişmesi Rusya'nın bu ziyanlar mecmu'unu (bütün bu kayıptan) tazmin eylemesine tevakkuf eder (bağlıdır) . (Vakit, nr:6 1 9, 1 7 Temmuz 1 877)

( 1 877-78 OSl'IANLl-RUS SAVAŞI ÜZERİNE) Vakit Müdürü Efendi'ye H a rp üzerine M ü tala' at-ı Düşüncelerim)

Mahsüsam

(Şahsi

Bilcümle (bütün) ehl-i ihtira'dan (icad edicilerden) in­ saniyete (insanlığa) en ziyade müstahak olacak kimse muharebeyi muhal kılmaya (savaşı ortadan kaldırmaya) vasıl olabilecek (ulaşacak) kişidir. Mu harebeye imkan bırakmamak için birden helak edecek ihrak-ı ordu (ordunun yakılması, mahvedilmesi) ve tesmim-i hava (havanın zehirlenmesi) gibi mühlikatın (öldürücülerin) terakkisine (yok edilmeleri konusunda gelişme) i ntizaren (bekleyerek) şimdilik ben bir fenn-i harb-ı ma'kiıl (kurallarına göre yapılan savaş ilmi) üzere bazı mütalaatımı beyan edeyim. Anahtar c e b i n d e olan k i m s e n i n kapıyı açık bırakışından o kapının iyi kapatılması mümkün olmadığı sanki intac olunabilirmiş (son ucuna varılırmış) gibi bir kurum bir çalım ile " İşte çaylar, işte dağlar dahi düşmanın tecavüzüne mani olamıyor" deniliyor. İyi müdafaa, şiddetli tecavüzden (saldırıdan) ibarettir.

196

Düşman üzerine hakiki ya tasavvuri (kabul edilen) rüçhaniyet (üstünlük) bahş eden (sunan) itikad (inanç), şecaat-ı mevcüdeyi (mevcut cesareti) tezyid etmez (arttırmaz) ama eser gösterir (tesir eder). Çünkü muhatara (korku) vehmini zaiflaştırır. Ve galebe (galip gelme) ve­ saitine (vasıtalarına) haki kat, ilave-i vasıta-i kaviyye ider (kuvvetli vasıtalar ilave eder) . Rüçhaniyet (üstünlük) itikadını (inancını) tevlid eder (doğuran) esbab-ı kesire (çok sebepler) vardır. Bazen ik­ l i m in ve dağl ı k mahall-ı ta b i a t ı n (yerle r i n ) müsebbebidir (sonucudur) . Bazen dahi idman edilen san'at icabındandır. Lakin iman hususan (özellikle) iman­ ı lslam (islam imanı) her vakitte en büyük itikad-ı rüchaniyet (üstünlük inancı) bahş eyler (sunar) . Binaenaleyh elh-i islam (Müslümanlar) en muntazam askerlere mukavemetten (karşı koymaktan) korkmaz. fevkalade itikad-ı rüçhan tevlid eden (doğuran) sebep cenge galebedir. (Galip olma duygusudur). Galibin kuv­ vetini mağl ü bun kuvvetinden tenkis ettiği (çıkardığı) nisbetle tezyid eder (arttırır). işte bu h i kmete m e b n i d i r ki bu muavenetin (yardımlaşmanın) kıymetini takdir etmeye müstaid olan (edebilen) serdar (komutan) bir cengin hemen ipti­ dasında (başında) ne yaparsa yapar ve bir şey esirge­ meyerek birinci galebeyi çalmak için çarpar. Madem ki Avrupa'da muntazam kavimlerden (milletler­ den) filanın kırk bin leşkesi (askeri) filan kavmin on bin askerine dayanamadığı vardır ve emr-i sabittir (kesindir). Artık Beriyye (karacı asker), Bah riyye (denizci), Süvari ve topçu adedi ve alay ve tabur taksimleri ve daha ister197

seniz üniforma renkleri beyhude işgal-ı ezhan (zihinleri meşgul) eder ve tehdid-i akvamda (milletleri tehditte) yanlış tarifler verir. Size derlerse ki 'hep ışı gören ta'lim-i fennidir (tek­ nik talimdir). Cevap veriniz ki, bu dava ikisi bir derece-i müsavatta (eşit oranda) idman-ı harp (savaş talimi) eyle­ miş askerin (askerler) hakkında sahihtir (doğrudur). Fenn-i harpte mesele var ki fenn-i hesap (matematik) meselesine benzer. Adedler kıymet-i müsaviyede (eşit değerde) olmadıkça nisbet vaz' olunamaz (bir araya geti­ rilemez) kaldı ki yeni azad Moskof memlüklarından (kölelerinden) ibaret asker var ki aded-i sahih (gerçek rakam) değildir, küsürat hanesine konmak lazım gelir. Kılıç ve bıçak ile cenge cesaret, işte asıl cenkçilik bundan ibarettir. Çerkese ve Zeybeğe kumanda etmek şerefine nail olan bir zabit tüfenk denilen şeyi süngünün kabzası imiş gibi addetmelidir. Top, ateşi atanlara daha muzır (zararlı) olabilir. Topun sahih (gerçek) faydası iyi yapılmış istihkamı m üdafaa eder. Bir de Süvari hücumunu tevkif eyler (kapatır) onda dahi bir lahza (an) fırsat vardır, onu kaybetmemek şartıyla atılırsa. Avrupa'nın mevcut nizam-ı cedid (yenidüzen) aske­ riyesi, insan ı min e kserü'l-vücuh ( bütün yönleriyle ) cen k makinesi yapmıştır. V e askeri bi-irade (iradesiz) is­ tihdam eyler (çalıştırır, kullanır). Binaenaleyh asker taburlarına mahpusları ve bulgar­ lan dere (atmak) ve meze eylemekte (katıştırmakta) beis 1 98

yoktur (zarar yok) . Cen k etmek Arnavudlar ve Çerkezler. Swissler için bir sanattır. Bunların nazannda istimal-ı silah (silah kul­ lanmak) sair sanayi gibi (sanatlar gibi) bir alet-i kesbdir. (Bir kazanç aracıdır) Her ordugah onlar için bir vatandır ki tabiatlannı, onda mevcut üniforma resm ve tayin eder. iyi bakı l ı r, iyi para verilirse haymegahta (çadırda) temükkün ve temeskün ederler (yerleşirler, yaşarlar) kim gelirse, hususan (özellikle) Çerkezler, hürriyetlerinin düşmanına karşı iyi cenk ederler. " i nsanın vatanı doğduğu yer değil, doyduğu yerdir' diyen böyle elh-i arzdan (dünyalı) seksenbin dilaverin başında bir Osmanlı Moskof şehrine kadar gider girer. Bilmek Lazımdır ki düşmanın girdiği yerlerde talep edeceği cerimelerin (ödemelerin) ve galip geldiği halde vaz edeceği (isteyeceği) tazminatın kıymeti öyle seksen bin kozmopolit ile tecavüz (saldın) masrafından pek çok ağırdır. Gambita eğer yanın milyar Frank istikraz (borç) ede idi ve kullanmasını daha bile idi. Fransa beş milyar tazminat vermezdi. Devlet-i Osmaniyye Rusya için üç milyar Frank düyün (borç) konsolide etmesini asla kabul etmeyecektir. As­ keri velev (isterse) dahilde meşgul bulunsun, yevmiye on frank ücret altı ay, eğer uzaması lazım gelirse, Rusya'ya muharebe devlet-i Aliyye'ye şu kadara mal olur: 72.000.000 Frank 40.000 Amavuda 36.000.000 Frank 20.000 Çerkeze 36 .000 .000 Frank 20.000 lsviçre ve lngiliz ve Ameri­ kan Cenkçilere. 199

Yüz kırk dört milyon Frank işte bütün Rusya. Böyle bir günde dahi lngiltere'ye yalnız ormanlarını gösterse 30 milyon istikraz etmeye muktedir bulunan bir devlet-i azime (büyük devlet) için o kadarcık para te­ dariki bir şey değildir. Büyük kumandanlar ölür Lakin makamları kalır/ fi 2 1 Temmuz (Vakit nr: 637 4 Ağustos 1 877)

Vakit Müdürü Efendiye. Elma'nız

Bir takım kimseler Mekteb-i Sultani (Galatasaray Sul­ tanisi) bozu l muş, alafranga alt üst olmuş, kapının üstündeki koca saat bile Osmanlı'ya dönmüş şayi'alarıyla aleme velvele verdikleri, hele dersler azalmış, Fransızca kalmamış, Mekteb-i sultani, mekteb-i rüşdiye olmuş gibi sözlerle kimlerin ve ne makule hazelenin (yüzsüzlerin) garazlarına hizmet eylemek istedikleri hep işitildi. Aceptir (acaibtir) hal-ı alem (alemin halini) bilmeyen söyler, bilen söyler. M ekteb-i Sultani ne idi, nedir? Mekteb-i Sultani'de elli yedi Bulgar, beş Moskof ve otuz iki ecnebi (yabancı) mevcut idi (vardı) . Moskoflar yüzdürüldü (atıldı ) . Diğerlerinden nizamı vechile (nor­ mal düzeninde) ücret istenildi. Mektebi hazele (alçaklar) imareti ittihaz edip de (zannedip de) para vermek iste­ m eye n l e r, ç ü n kü hazine-i celileden (devlet bütçesinden) ücretçe muavenet (yardım) teba'a-i sadıka-i devlet-i Osmaniye ' n i n (Osman l ı ' n ı n itaatkar vatan­ daşları n ı n ) bi-i ktidarl a r ı n a ( faki rleri n e ) m a h s u s olduğundan o makuleler (gibiler) mündefi oldular (kovul­ dular).

200

işte şu yüz kadar nüfus (şahıs) bana rahmet okuyacak değil ya. Elbette cümlesi ve onların aşinaları (dostları) Moskof u ve ecanibi (yabancıları) seven en aşağı dört beş yüz kimse aleyhimde bulunacaklar. Mekteb-i Sultani'yi öteden beri çürütmeye çalışan ve her sal (yıl) bu mevsimde türlü neşriyat ile rekabet eden Saint Banua Papaz mektebi ve mukaddema (daha önce) Sırp Mekte bi denirken şimdi Acem Mektebi ü nvan ını almış üşgule sahipleri (iş sahipleri) ve taraftarları en az beş yüz itibar olunmalıdır (kabul edilmelidir). Mektebin saatı alafranga idi. Şimdi değiştirildi. Bir mecma'da (toplanılacak yer) namaz vaktini kaybetme­ dikçe işler alafranga saatle tavkit (vakit tayin etme) mümkün olmadığından ve namazı iza'e (zayi etmek) ise caiz olamayacağından saat ber-vech-ı adet (adete göre) gruptan (gün batımından) itibar olundu (başlatıldı). lstanbul'da namazı hiç hesaba katmayıp da alafranga olmalı zanneden alafrangacılar on bin kadar tahminle mezkur (adı geçen) güruha ilhak ediniz (katınız). Öteden beri her nasılsa ve her ne sebeple ise nahoşnudlar (hoşnud olmayanlar) var. UIUm ve M a ' ar i f (eği t i m ) t e r a k ki s i n d e n ( kalkın m asından ) nahoşnud, m e kteb-i sultan i ' n i n şereflenmesinden nahoşnud, lslam usul v e ahlakının devamın dan n a h o ş n u d , devl et-i Aliyye ' n i n adam yetiştirmesinden nahoşnud, cebel-i terakkinin (kalkınma dağının) İslam idaresi eline geçmesinden nahoşnudları dahi ilhak ve ilave eyleyiniz. Mektep nedir, ta'lim-i sani (ikinci kademe) derecesin­ deki mekteplerde ne okunmalıdır? Mektepten murad (amaç) yalnız okumak, yazmak mıdır? Buralardan bihaber bazı ahmak, Frangistan'da (Avrupa'da) şöyle olurmuş, böyle olurmuş diyen bazı evrak-ı perişana, (sıradan

20 1

yayın organlarına) kasır nazarla (dar görüşlülükle) bir şapkalı çağınp işi teslim etmeli. mektep olur, herşey yo­ luna girer zu'meden (zanneden) cühela-yi ahlat-ı erbaayı (kan, salya, sağra ve dalaktan meydana gelmiş cahilleri (sadece fiziki organları olup muhakemesi olmayanları) dahi yukarikilere zam ediniz (ekleyiniz) . Daha neler var inşaallahu ta'ala (Allah isterse) herşey meydana çıkacaktır. Neler zuhur edecektir? Şimdilik bu mallar dursun. Hasıl-ı kelam (sözün kısası) Mekteb-i Sultani'den memnun edemediğimiz on bin, on beş bin, haydi yirmi bin hane farz ediniz. Ne halt ederlerse etsinler. Cenab-ı Hak

s a i r l e re

( d i ğe rleri n e )

zeval

vermesin .

O

nahoşnudların (hoşnut olmayanların) dört misli yalnız lstanbul'da mevcuttur. Bir de o makule (gibi) hazele (al çaklar)

şimd iye

kadar

ne yaptılar?

Ne

ma' rifet

gösterdiler? Pederane (babaca) iaşe ve ta'lim (besleme ve eğitim ) ve terbiye eden mat b u-i m u fahhamine ( h ü kü mdarlara) n e hizmet eylediler. Şimdiye kadar şehadetname (diploma) alıp çıkanları elyevm ( bugün) Rusya ve Yunan askerliklerindeler. Bunların isimleriyle ve kimlerl e münasebet ve karabetleri (yakı n l ı kları) vardır, şöhretleriyle (ünvanlarıyla) ispat ve ilama (bildir­ meye) muktediriz (gücümüz var) . Hasılı (sonuç olarak) Mekteb-i Sultani'de bir şey bozulmadı. Şu kadar ki bazı eşrar (şerler) ahyar (hayırlar) ile tebdil olundu (yer değiştirildi) . Emsalinin darısı başına. (Vakit, nr:676, 1 2 Eylül 1 87 7 )

202

TEŞEKKÜRNAME İstanbul ve etrafı mahalatından (yerlerden) bu hak.iri hey'et-i mebusan (millet meclisi) azalığına (üyel iğine) min gayre'l-liyakat (layık olmadığım halde) müstahak (layık) görüp, intihap (seçim) nizamnamesinin yirmi bi­ rinci bendi (maddesi) mucibince (gereğince) imzalanan ve şehremanet-i celilesine (yüce Belediyeye) takdim olunan mahzarları (dilekçeleri) takdimlerinden akdem ( ö n c e ) taraf-ı aci ziye leffen ( kapalı ol arak) v e mürüvveten (nezaketen) iraz buyurmanızla (bildirmeniz­ le) görmüştüm ve birer suretini teberrüken (uğur saya­ rak) almıştım. Üç dört bin eshab-ı mühür (mühür sah ibi) ve imza müşiran-ı a'zam (en büyük mareşaller) ve müvella-i kiram (saygıdeğer hakimler) ve müderrisin-i benam (ünlü med­ rese hocalan) ve me'murin (memurlar) ve esnaf ve amele­ i zevil-ihtimam (dikkatli, şuurl u işçiler) cümleye (hepsi­ n e ) ala m e rat i b i h i m ( hadd i n d e n fazla) h a k k-ı çakeranemde (benim hakkı mda) izhar buyurdu kları (gösterdikleri) hüsn-i zandan (güzel düşünceden) dolayı teşekkür ederim. Derece-i şükranımı (teşekkürümün derecesini) beyan­ da şu kadar diyebilirim ki bu imzaları gördükçe ve sandıklara nam-ı aciziyi (ismimi) alanlan işittikçe vahda­ n iyet (Allah'ın b i rl iği) hakkı i ç i n ağları m . Nasıl ağlamayayım. Kırk milyon teba'-i Osmaniyye'nin ve belki iki yüz mil­ yon islamın menfaatini veya mazarratını (zarannı) müntic (netice verecek) re'y verecek olan bir hey'ete intihap ediyorsunuz (seçiyorsunuz). Müntehibiniz (seçtiğiniz şahıs) aciz-i naciz (elinden bir şey gelmeyen zavallı) hüsn-i zannınızdan başka ser-

203

mayesi ma'dum (yok). Teveccühünüzden gayrı istinadı (dayanağı) mefkud (yok) iş büyük, yük ağır, vakit dar, zaman yaman, düşman biiman (imansız) biaman (amansız). N usret-i ilahiyye (Allah'ın yardımı) kendi kendilerine nusret edenlere (yardım edenlere) mev'üd (va'dedilmiş) Ve man-nasru ita ahire in tensurukum iıa aheri. (Vakit, nr:746, 2 1 Teşrin-i simi (Kasım) 1 87 7 ) •

EL llAKİMU HUVALLAH (HAKİM ALLAH'TIR.) Şimdi şöhret bulmuş bir ta' bir var. Hakimiyet-i halk ( h a l k h a ki m i yet i) d iyorlar. Bu kaziyye (tabir) Fransızca'dan tercüme. Aslı "Souverainete du peuple" Şimdi biz şu Fransızca kelimenin manasını taharri ede­ lim (araştıralım) . "Souverainete" ne demek? Bu kelime fil-asi (köken olarak) Latince "suprenus' lafzından mehüz (türemiş) ki manası dilediğini yapar, hakim-i binnefs (kendine hakim), amir-i mutlak (mutlak amir), fail-i muhtar (istediğini yapmakta serbest) Peki kendiliğinden hükm eden ve bil-cümle (bütün) eşya üzerine kudret-i kamilesini (mükemmel gücünü) vaz' eden (koyan, yürüten) kimdir? Cenab-ı Allah'dan gayri (başka) bu sıfatla muttasıf (bu sıfata sahip) yoktur. işte bu manaca insandan hiç ferd yoktur ki "Souverainete'si olsun . Zira kimse ne idrakinde ve ne iradesinde kendi­ liğinden değildir. Tabiatın taharriden (araştırmaktan) fariğ olamadığı (vazgeçemediği) usül ve kava.idin (kural­ ların) ezeliyetini (eskiden beri var olduğunu) kim inkar edebilir ki onda şüphe eden dahi onu aramaktadır. Bize derlerse ki şu şerh olunan (açıklanan) mana 'souverai­ nete. biz-zattır (kendisidir). insanın bin-nisbe (nisbeten) 204

'souverainetesi' vardır. Evet öyledir. İ nsan ne akılca ve ne iradece ve ne de bunların semeratı (ürünü) olan ef alce (fillerce) diğer insanın tabi (bağlısı) ve mahkümu değildir. İşte insanı n , ebna-yı cinsi (kendi türünden olan) insana nisbetle "souverainete"si vardır. Yani fil-asi (esasen) muhtar-ı kamildir (hür irade sahibidir). İ nsan yalnız yaşayamaz. Onun yapısı cemaat iktiza eder. (gerektirir) . Cemaatı-ı insaniyye (insan topluluğu) i kidir: Biri ehil (yakınlar) ki familya. Diğeri cemaat-i siyasiyyedir (siyasi to p l u l uk) ki ümmet. Familya cemaatin i n te'essüsüne (oluşmasına) ne usül (tarz) lazımsa cemaat-i siyasiyyeye dahi bu usüldur. Ve filhaki­ ka (gerçekten) familyayı tesis eden (oluşturan) usül ve kavaid (kurallar) başka, cemaat-ı siyasiyyeyi te'sis eden başka olmayıp bunlar bir şeydir. Daha doğrusu şahs-ı vahid (tek bir şahıs) farz olunsun (kabul edilsin) onda dahi muhafaza-i nefs (korunma) ve ıslah-ı hal (durumu düzeltme) ve terakkinin (ilerlemenin) esas usülü mevcüt değil mi? Bunlarsız insan mefh ü m u (kavramı) nasıl mülahaza olunur? Cemaat-i siyasiyyenin esas usülü dahi bunlardan başka değildir. Öyle ise bu esaslar nereden geliyor? Beyne'nas (insanlar arasında) menafı-i maddiyye (maddi menfaat) münasebatından (ilişkilerinden) mı te­ vell üd ediyor (doğuyor)? Yok, yok. Bu esaslar cümleden ala (herşeyden yüce) vacibü'l-huzü (herkesin ön ünde eğilmesi gereken) bir menba'dan (kaynaktan) gel iyor. Yani bir ahkemü'l-hakimin (hakimlerin hakimi) var ki onun kavanin-i ezeliyyesine (ezeli kanunlarından ) insan­ lar mazhar-ı ilham oluyor (ilham alıyor) . İşte sebep bu hükm·i meşrühtur (açıklanan hükümdür) ki İslam uleması (alimleri) ahlak ve tedbir-i menzil (ev ekonomisi) ve siyaseti n birbirine i rtibatını (il işkis i n i ) iz'an edip (kabul edip) , üçünü birden hikmet-i ameliyye (pratik 205

bi lgi ) tesmiye eylediler (isimlendirdiler) . Musi bdirler (isabet etmişler). Zira insanın ameli (davran ışı ) ya şahsına müte'alliktir (şahsıyla ilgilidir) ki ondan bahse­ den ilme, ahlak derler, yahut ehl-i menzile mütealliktir. (ev halkıyla ilgilidir) ki buna tedbir-i menzil (ev ekono­ misi ) veya cemaat-ı siyasiyyeye dairdir ki buna siyaset ismi verilir. H erhalde, ul üm-ı selase nin (üç ilmin) mevzu'u (konusu) ef'al-i ihtiyariyye (insanın iradesiyle yaptığı işler) ta'biriyle i fade olunabi lir. Yani ahlak ve melekat (huylar) ile muttasıf olan (sahip olan) insanın ef'al-i ih tiyariyyesidir. Beyne's-selase (üçü arasında görülen ihtilaf-ı mevzu'u (konu ayrılığı ), tagayyür-i haki­ kat-ı mevzu'dan (konunun gerçeğinin ayrı olmasından) etmeyip tevessü'ündendir neş'et b e l ki (genişliğindendir) . Biz yine cemaatten bahsedel i m . El bette familya c e maati n d e h u k u k-ı tabi iyye (tabii h u ku k ) var. Binaenaleyh (bu ndan dolayı ) ah kam-ı ilahiyye (ilahi hükümler) var. familyanın babası evladını elbette bir­ takım kavanin (kanunlar) ile idare eder ki o kanunlann aslı adalet-i mutlakaya (Allah'ın adaletine) raci'dir. (ait­ tir) . Şu kadar ki familya cemaatı m üstemir (daimi) değildir. Babanın reis ve hakim ismi, akibet bir kuru n amdan v e p e rv erdigarlı ktan (ai l e n i n geçı m ı n ı sağlamadan) ibaret kalır. Yani her çocuk büyür, kendi is­ tiklalini ( bağımsızlığını) alır. Cemaat-i siyasiyye, famil­ yada olan zaruret-i tabiiyye (tabii zaruretler) kavaidiyle (kurallarıyla) te'essüs eder (oluşur), fakat nas (insanlar) mevcüd oldukça mevcuddur. Daimi bir zarurettir. Bu za­ ruret ise Kadir-i Hadi'nin (Allah'ın) alem için yaptığı tan­ zimatın (düzenlemenin) m u ktezasından (gereğinden) başka bir şey değildir. işte şimdi 'souverainete" kelime­ si bir üçüncü mana alır ki, o dahi cemaat-ı siyasiyyeyi 206

terkib eden eşhasın hepsine hükumetten (idare etmek­ ten ) ibarettir. Hasılı 'souveraiete'nin üç manası çıktı : Biri bizzat; diğeri bin-nisbe ki insanın insana nis betle 'souverainete si; üçüncü mana ise tamamıyle siyaset istılahıdır (terimidir). Şimdi bunu alalım. Peki şu mana-yı siyasi üzre (siyasi manada) 'souverainete' dediğimiz hükumet ne iş yapacak? Üç şey: l ) Kavanin (yasama), 2) O kavanini icraya takayyüd (kanunlan icraya koyma) 3) O kavanini (kanunlan) bozmak isteyenleri men' (alıkoymak) ve te'dib (cezalandırmak) . Kanun yapmak ne demek? Emir ve nehy etmekten ibaret değil mi? Amir (emreden) ve nahi (yasaklayan) olan me'mur (emredilen) ve menhiden (alıkonan) büyük ve a'la (yüce) olmak zaruret-i labüd (kaçınılmaz zaruret) değil mi? Pekala. işte ben insanım, insanlara nisbetle "souverainete"' m var. Yani müstakil ve muhtarım (hürüm) . Sen de öylesin. Ebna-yı cins beynin­ de (insanlar arasında) . Fil- asi (temelde) müsavat (eşitlik) vardır. Bu surette hangi insandır ki senden benden a'la (yüce) imiş de bize emir ve neyh edecekmiş. Eğer biz amir ve nahi farz etmedikçe yaşamayacak isek, o amir ve nahi el bette insan değildir. insan ise bizimle müsavi olduğundan elbette amir ve nahi değildir. Acaba cemaat­ i siyasiyyeye emir ve nehy eden kimdir? Bir meclis midir? M utad (alışılmış) meclislerden çok kere büyük bir cümle midir? (bütün müdür) Haydi öyle bir cümle diyelim. O cümle bu bildiğimiz eczadan (cüzlerden) yani fil-asi (asl ında) h e r biri mu htar olan i nsan lardan m ü re kkeb (oluşmuş) deği l mi? Peki eczan ı n hin-i ictima'ında (cüzlerin bir araya gelmesiyle) ne hasıl ola­ bilir (meydana gelebilir). Evet ulüm-ı tabi'yye (tabi ilim­ ler) bize gösterir ki, bu hasıl (meydana çıkan sonuç) üç nev'idir (çeşittir): Nev'-i evvel (birinci kısım), ictima'-ı eczadan (cüzlerin birleşmesinden), fakat bir ictima' hasıl

207

olur. Mesela ahaddan (teklerden) hasıl (meydana gelmiş) aşerede (on'da) yalnız bir ictima· (birlik) vardır. Bu nev'e kelamda şey-i ma-şey (şeyin şeyi ) derler. Nev'-i sani (iki nci kısım), ictima'la beraber bir hey'et ve ictima'a müte'allik (heyet ve bir bütünlükle ilgili) bir vaziyet hasıl olur (meydana gelir). Cüdran (d uvar) ve sakf (tavan ) ictima'ından (birleşmesinden) hasıl olan (meydana gelen) Şekl-i beyt (ev şekli) gi bi. Buna şey-i şey-i ma-şey (şeyin şeyin şeyi) denir. Nev-i salis, (üçüncü kısım) ba'de'l-ictima' (bir araya geldikten sonra) mebde' ( başlangç) ve fı'I (fiil) ve istidat (kabiliyet) bir mizac hasıl olur. Müvellidül humu­ za (hidrojen) ile müvellidü'I- ma'nın (oksijenin) icti­ ma'ından (birleşmesinden) ve sair (diğer) besaıt (basit maddelerin) terekkübünden (birleşmesinden) hasıl olan (meydana gelen) emzice (kanşımlar) gibi. Buna da şey'-i min şey'i ma' (sudan olan şeyin şeyi) ismini verdiler. Şimdi bakalım, fil-asi (aslında) ihtiyarca (iradece) müsavi (eşit) olan ahad-ı nasdan (insanlardan) ictima' eden (topla­ nan) bir cümle, hangi nev'idendir (kısımdandır)? Şüphe yok nev'i evveldendir (Birinci kısımdandır) . Sen bir kere mevcüdatın mümkinat (var olabilen) olduğunu bildikten sonra ahad-ı mümkineden (olabilir birlerden) zihninde yaptığın cümleyi (bütünü) vacibu'I-vücüd (Allah) tasav­ v u r ede bilir misin? işte bu da böyledir. Her ferdi me'mur (emredilen) ve menhi (yasaklanan) bildikten sonra, böyle eftraddan (fertlerden) hasıl olan (meydana gelen) cümleye ( bütüne) el bette amir (emredici) ve nahidir (yasaklayıcıdır), diyemezsin. Demek ki bu mec­ lisler insan namına olarak bize emir ve nehy etmek kabil değildir. Halbuki amir ve nahi olmazsa cemaat-ı siya­ siyye olmayacak. Öyle ise bize emir ve nehy eden kim­ dir? insan yine kendisi kendisine kan un yapıyor mu 208

diye l i m? lşte b u öte ki n d e n ziyade hezeya n d ı r (saçmadır). lnsan dedik; onun manası me'mur (emredilen) ve menhi (alıkonan) demekti. Şimdi insanı bir anda hem amir-i a'la (yüce emreden), hem de me'mur-ı edna (sıradan emre d i l e n ) tasavv u r etm e k (kabul etmek) h i laf-ı mantıktır (mantığa aykırıdır) . Yani mecnünanedir (delice­ sinedir). Bir kere cemaat-ı siyasiyyenin tabiatına bak. Hem de tarih ine bak. insan kendi kendine doğrudan doğruya kanu n yapmak ve ceza etmek hakkına nasıl malik (sahip) olabilir? Bunu tasavvur, cemiyetin birinci esasının hedmini (harap olmasın ı ) tasavvur demektir. lmdi. insan insana emir ve nehy ve ceza etmek tasavvuru mümkün olmayınca şu insanların böyle toplanıp cemaat-i siyasiyye şekline girmesi acaba n asıl vuku bul abil­ miştir (gerçekleştirilmiştir)? Yani bize emir ve nehy eden k i m d i r? Ha, c e m aati t e r ki b e d e n l e ri n (oluşturanların) kaffesine (hepsine) h ü kümetten i baret olan "souverainete" edecek (hükmedecek) demiştik öyle ise bu souverainete" nedir ve kimindir? Elbette insanın olmayıp bir hakimindir ki o hakim insan değildir. Cümleden alidir (yücedir). alimdir (bilgi­ lidir), hakimdir (hikmet sahibidir), Adildir, garazsızdır, demek ki Allah'tır. Fransa' nın siyaset ulemasından (alimlerinden); meşhur G uizot'un ta'rif ettiği hakim-i hak (gerçek hakim) dahi işte budur. Tabiiyyün (materyalist­ ler) dahi böyle bir hakimden gayrisinin hükmü altında yaşamak ihtimali olmadığını yine kendi tabiatlarında hissederler. Kaldı ki . biz siyasetten bahs ediyoruz. Bu ilmin mevzu'u efal-i ihtiyarıyyedir (hür irade ile işlenen fi illerdir) . İhtiyarı (iradeyi) münker olan (inkar eden) fı rkal arı n b u i l i m d e n b e h re s i yok ki . h a tta mugalatalarına (yanıltmacalarına) es'ile-i varide (sorul­ muş soru) hükmü verilsin de, cevap ile iştigal olunsun •

209

(uğraşılsın). işte şeriat-ı Muhammediyye'nin ala sahibiha ekmelu't tahiyyat (sahibine en güzel selam ve tebrikler) El hakimu huvallah (Hakim Allahtır) haberi dahi bu maz­ mundur (anlamındadır). Fıkh-ı İslam (İslam hukuku) tama­ miyle bu esas üzerinedir. Kütüb-i usulden (usul kitap­ ları ndan ) "Telvih' de ve Keşşaf-ı lstilahatü' l-Fünu n'da şöyle masturd u r ( kaydedilmiştir) : Hakim, usuliyyun (fıkıh usulü ile uğraşanlar) ve fukaha (fıkıhçılar) indinde (göre) Allah ü Taala'dır. Mahkumun aleyh (hükmedilen) kendine hitap vaki' olan (olmuş olan) mükelleftir (sorum­ l u d u r ) . Mah ku m u n bih (on u n l a mahkum) h itaben müte'allikün-bih (onunla ilgili)- ki fi'l-i mükellefti r (so­ rumluluk fiilidir) . . . . ' İşte böyle bir hakime insanlar hul­ ken (tabiatları gereği) ve aklen itaat eder. Zira kendile­ rinin aramaktan vaz geçemedikleri adalet ve hüsnün menba'ı (kaynağı) kendilerinde olmayıp, o mahkeme-i ad­ liyyeden (adil mahkemeden) gelir. işte ancak böyle bir hakimin emir ve nehyine insanlar icabında can verirler. Çünkü kendi meksübları (kazandık.lan) olmayıp mücerred (soyut) onun cani' b-i alisinden (yüce katından) veril­ miştir. Bu esas-ı meşruha mebnidir ( bu açıklanan kural­ dan dolayıdır) ki insanlar her zamanda ve her mekanda adaletin ezeli olduğunu hissettiler. Kaldı ki hükümet Al­ lahu Teala'nındır, kaziyyesinden (meselesinden) fiilen (fiili olarak) hükumet nizamatı (hükümet düzeni) Allahu Taala'nın tesbih dizer gibi tertibiyle tanzim olu n mak lazımdır, diye iddia eden papaların kavli (sözü) sahih (doğru) olmak lazım gelmez. Yani tertibat-ı imamet (dev­ let reisliğin i n oluşturulması) mavera-yı akılda (aklın ötesinde) fevkalade usul ve kavaid (kurallar) üzerine değildir. H ükümet-i ilahiyye ( İlahi hükümleri) tabiat-ı eşyaya (eşyanın tabiatına) tamamıyla uygun olan vech (şe kil) üzre düzgündür ki tabiat-ı eşyayı (eşyanın ta210

biatı nı) taharriden (araştırmaktan) ulumun varabildiği te rti bat (düzen ) ç ı kage l m i ş t i r . Evet, k u v v e t-i hükümetten (h ükümetin kuvvetinden ) bil-fiil (fiili ola­ rak) imamete aklen ve tab'en (tabiatiyle) bir güzer-gah (yol) vardır. Demek ki terekküb eden (bir araya gelen) bir cemaat, akıl ve ihtiyarıyla tertib-i imamet etmeğe mükelleftir. Bu mükellefler kendilerinin zımni (gizli) ve sarihi (açık) ihtiyarlarıyla (iradeleriyle) imameti (devlet başkanlığını) bir zata ya ba'zına (bir heyete) tevcih eder­ ler (veri rler) , yah u t kudret-i imametin ( i mametin gücünün) cümle (herkes) üzerinde icra olunmasıyçün o cemaatin azası (üyeleri) nezaret eder (kontrol eder). Yani riyaset-i vahit (monarşi) ve riyaset-i ba'z (aristokrasi) ve cumhuriyet suretlerinden biriyle idare olunurlar. Bu beyandan iki netice çıkar: Biri cemaat-i siyasiyye üzerindeki hükümet-i fi 'liyye (fiili h ükümet) h ü kümet-i ilahiyyenin mazharıdır (ilahi hükümetten çıkmadır), yani adalet-i ezeliyyenin (ezeli adaletin) mahall-i zuhurudur (ortaya çıktığı yerdir) . Öyle ise imamet dediğimiz hilafettir. Madem ki hükümetin menba' ı (kaynağı ezeli­ dir, elbette şu imamet-i hadise (söz konusu başkanlık) mertebe-i hilafettir (halife l i k merte besidir). Hilafet olduğuyiçündur ki asl-ı ezeli kavaidine (Allahın ezeli kuralları na) tatbi k olunarak cevaz (ol u m l u l uğu) ve meşru ' iyeti (ge çe rl i l iği) aran ı r . Öyl e ise i m am, zılluhlahdır (Allahın gölgesidir) . Evet, adalet-i ilahiyye­ nin (Allahın adaletinin) teşahh usu (kişide görünmesi) gibi bir şeydur. Padişaha "zıllullah' ta'biri halkı aldat­ mak için telkin olunmuş (aşılanmış) manasız bir lakırdı zannolunmasın. Bunu tabiat-ı insan (İnsan tabiatı) vech-i meşrüh (açıklandığı şekilde) üzre bulup, lisan-ı kasırıyle (kusurlu diliyle) öylece zıllullah tercüme ve ifade ede­ bil miştir.

21 1

Bu mese'leyi Mösyö Guizot dahi böylece tabii bilir ve şerh eder. ikinci netice: Madem ki cemaat ale'l-ıtlak (kesin ola­ rak) bu mazhariyettedir (özelliklere sahiptir) ve bazı insanın fi-nefsi'I emr (kendiliğinden olarak) bazı ahar (diğerler) üzerine rüchaniyeti (üstü nlüğü) yoktur, öyle ise teşhis olunacak imamet, cemaatin sarihi (açığı) ya zımni (gizli) ihtiyar ve tasdikiyle olmak labüddür (kaçınılmazdır) . Sarıhi ve zımni ihtiyar mes'elesi nin tafsili (teferruatı) Maverdi'de me bsuttur (isbat edil­ miştir). Şimdi bize işte bir h ülasa çıktı. Şu ki cemiyet vaz'-ı ilahidir (Allah tarafından ortaya konulmuştur) . H ü kümet i lahidir. i n sanlar m üsavat (eşitlik) ü zre mükelleftir (sorumlud ur) . Öyle ise bir cemaat üzre hükümet de, eğer cemaatın re'yleri (görüşleri) mesmü' (dinlenmiş) değilse o h ükümet meşru' değildir. Hilafetin meşru'iyeti ara-yı cema'atın (toplumun oylarının) zımnen (dolayısıyla) olsun kabulüne vabestedir (bağlıdır) . Biz­ zat Peygamber Aleyhisselam dahi ara-yı cemaati kazan­ mak ile me'mur (görevli) idi. 'Velev Kunte Fazzan galiza' 1-kalbi lenfaddu min hevlike' (Eğer kalbi katı biri ol­ saydın, etrafından ayrı lırlardı) ayet-i kerimesi amik (derin) m ü talaa o l un malıdır. H utbeler, m e c l isler, meşveretler hep kaziyye-i ara (oy meselesi) içindir. İşbu ara (oylar) mes'elesi ise hakimiyet-i halktan (halkın haki­ miyetinden) yani menba'ı h ükümet (hükümetin kökeni) cemaatta olmasından neş'et etmeyip (kaynaklanmayıp) ancak hadis-i mevkufta (kayıtlı h adiste ) ' Ma reahü ' I m u ' m i n ü n e hasen e n feh uve i n d e ' l l a h i h ase n u n " (mümin lerin güzel gördüğü şey Allah katı nda da güzeldir) ve eserde " El sinetül- Hakk aklamü'I Hakk" (hakkın dilleri onun kalemleridir)ve latince "vox populi vox Dei" ve Fransızca "La Voix dul peuple est la voix de 212

Dieu" (Halkın sesi hakkın sesidir) ve her akıl ve lisanda mevcüd h i kmet-i ma' l ü meye ( b i l i n e n sebeplere ) mebnidir (dayanır) . Cemaatıarin suret-i idarelerini (idare şeki llerini) icabında tebdile (değiştirmeye) selahiyetleri (yetkileri) v e bu hususa müte'allik (ait) me­ seleler hep bu h i kmetten çı kagelmiştir. Kaldı ki cemaatten muradımız cemaat-i siyasiyyedir ki Avru­ palı l arın "soci ete politique" dedikleridir. Akademi azasından ve Rouen mektebinin tarih ve coğrafya hocası Mösyö Bachelet işbu l 869'da, "Istılahat-ı Siyasiyye" de şu i fadeyi yazmıştır. " Bir h ü kümetin fil-asi cevazı (meşruluğu) 'Societe politique" zımni (dolayısıyla) veya sarihi (doğrudan) i htiyarıyledir (iradesiyledir) . Yoksa ihtiyar-ı pöpl ( p e u p l e ) d e n m e k meşru d eği l d i r. " Mumaileyhin bundan muradı şudur ki "Peuple,, kelimesi kavim ve mellit ve diğer mevkilerde müsta'mel olup (kullanılıp), ancak şimdi yeni çıkma bir alay erbab- ı ih­ tilafın (ayrılıkçıların) lisanında amele takımı murad olu­ nuyor. Bazı gazete muharriri ve millet meclisi azası " Peuple"e isnad ederek (dayanarak) söylediği kelam istizah olunsa (açıklansa) ve " Peuple" ta' biri istifsar kılınsa (sorulsa) ayak takımı ile tefsir ediyor. Filvaki amele takım ı dahi cemaat-i siyasiyyedendir. Lakin cemaat-i siyasiyye değildir. Kabul ve ih tiyar meselesi ise cemaat-i siyasiyyeye aittir. Yoksa bir takıma değil. Bir cemaat-i siyasiyyede tertib ol unan imametin hak ve s e l a h iyeti acaba ne derecelere dek vas i ' d i r (geniştir)? B u mes'eleye cevabın nazariyatı (teorisi) i ki türlüdür. Birbirine mütekabil (karşılık) görünür, ama iki­ sinden bir netice çıkar. Şu netice ki imam mutlaktır. Demek ki hak ve selahiyeti (sorumluluğu) gayr-i mahdud­ dur (sınırsızdır) . Bu mes'ele n i n tafsili (açıklaması) şöyledir ki, Avrupa'nın mütekaddimini (Avrupa'nın eski

2 13

aydınları) derler idi ki, siyasetin mebadisi (çıkış nok­ tası) ahkam-ı ilahiyyedir (ilahi hükümlerdir) . Bundan hariç bir şey yoktur. Bu re'y (görüş) İslam uleması indin­ de ( İslam alimlerine göre) merduddur (red edilir) . İşte Seyyid-i şerif Cürcani (R. A . ) "Şerh-i H i kmetü ' I -Ayn" haşiyesinde der ki" Hikmet-i medeniyenin mülk (idare) ve saltanata müteallik (ait) kısmı ki ilm'i siyasettir (siya­ set bilimidir) , şeri'at-ı ilahiyye tarafından değildir. Yani bu kısmı b i l m e k şeri' at-ı rab baniyeden (Allahın şeriatında) ahz (alma) ve te'ellüme (öğrenmeyle) tevakkuf etmez (sınırlı değildir)" . Demek ki hikmet-i ameliyyenin ( uygu lamalı fe lsefe n i n ) mevz u ' u ( ko n u s u ) ef"al-i ihtiyariyyedir (hür davranışlardır) . Cenab-ı Hakk'ın insa­ na vermiş olduğu akıl ve ihtiyar adalet-i mutlaka (mutlak adalete) usul ve kavaidini (kurallarını) taharri etmek (araştırmak) ve usül üzre tefri ve tertib-i nizam eylemek (kısımlara ayırarak düzeni tertib etmek) ile mükelleftir (sorumludur) . Yoksa ilmi siyaset dediğimiz insanların aklı ermiyeceği kavaid-i fevkalade (olağanüstü kurallar) üzre mucizat (mucizeler) ile tertib olunmuş gibi bir şey değildir. Avrupa'nın müteahhirini (son zamanlarda gelen aydınları) dediler ki, h ükümet cemaatindir. Hak ve selahiyeti namahduddur. (sınırsızdır). Her iki nazara göre fert ve şahıs h ukukunun bıçağıyla kurban oluyor. Aya (acaba) bu alem- insanide (insanlık aleminde) bir imamet-i fi'liyye (fiili bir devlet başkanlığı) ki onun hak ve selahiyeti (sorumlulukları) na-mahdüd (sınırsız) olsun! Bu olur mu? Her ne n ama, (isme) isnad olun ursa (dayandırılırsa) olunsun selahiyeti tahdid (sınırlama) ge­ re kir. Selah iyet-i gayr-i mahdüde (sın ı rsız yetkiye ) düşmez, kalkmaz, yanılmaz, şaşırmaz, garaz etmez bir kudret-i kamileden (Allahtan) başka yerde nasıl tasavvur o l u n abilir (düşü nü lebilir)? İşte bu kudret-i kam ile

214

hü kümet-i ulühiyyetdir. Eşhas-ı beyne'l-cemaat (toplumdaki kişiler) bir takım ma'dud (sayılı ve muayyen (belirli) h u ku k hıfz edegel­ mişlerdir. Bir kere bakalım ki i l m-i siyasetin esası nedir? ttükema-yı mütekaddimin (eski felsefeciler) Efla­ t u n ve gayre h u (diğerleri) dediler ki . adalettir. Müte'ahhirinden (sonradan ge len lerden) ttobbes ve emsali (benzerleri) tabiiyyün (materyalistler) derler ki , menfaat-i halktır (halkın menfaatidir), hatta menfaate isal etmek (ulaşmak) şartıyla her türlü vesileyi (vasıtayı) tec­ viz eylediler (meşru gördüler). lslam uleması Seyyid ve gayrehu derler ki, siyasetin esası min haysi'l-kaide (ku­ raldan dolayı) adalettir ve min haysi'I -maksad (amaçtan dolayı) menfaat-i cemaaattir. Pek doğrudur. Buna göre mesela kanunda olan te'dib (edeplendirme) ve mücazat (ceza verme) elbette bazıların zu'mu gibi (zannı gibi) in­ tikam almak veya istifade kılmak gibi bir esastan neş'et etmeyip, mücerred, (sadece) adalet-i mutlakanın (mutlak adaletin) icrasından (yerine getirilmesinden) zuhür eder. Bu icradan gaye ise mürte ki b i n (suçu işleyen i n ) emsaline (benzerlerine) i brettir. Şimdi ş u esas-ı meşruh (açıklanan esas) üzre deriz ki , cemiyet-i siyasiyyenin imamet-i fi'l iyyesi (fiili Devlet başkanlığı ) . Adalet-i ezeliyye-i gayr-i mütegayyirenin (değişmeyen ezeli ada­ leti n ) kavaidi (kuralları) ü zre tesis o l u n u p onlarla teşe bbüs ve takayyude (çalışmaya) me'murlar ta'yin kalındıkta, bu teşeb büs ne içindir? Elbette cemaatın bir takım hukük-i mu'ayyene ve ma'düdesi (bel irli ve sayılı hakları) içindir. Bu h u ku k şun lard ır: Eşhasın (kişileri n ) can ve ırz ve malını te'min ve on ları n s e l a h i y e t l e ri n i n tevessü ' ü n ü ( y e t k i l e ri n i n ) (gen işletilmesini) himaye ve fesad ve ihtilali men' ve caiz olan menafi ' i n (menfaatleri n ) ki fayet derecede

215

istifası (yararlanılması ) . ttülasa-i kelam (özetle) cümlenin ve her ferdin iyiliğine çalışmak içindir ki fi l-asi (aslında) tecemmü' (bir arada olman ın) ve idarenin meşrüiyetini tahkim eden (kuvvetlendiren) dahi budur. işte şundan dahi bir mes'ele çıkar. Şu ki idarenin caiz ve meşru ' olmasıyçün mahall inin (bulunduğu yerin) ih­ tiyacatına (ihtiyaçlarına) ve ahlakına ve derece-i kabi­ liyetine (kabiliyetinin derecesine) muvaffakatten (uy­ gunluktan) başka şart yoktur. Süret-i hükumet (hükümet şe,kli) ister vahid (monarşi), ister ba'z (aristokrasi), yahut cumhuriyet olsun, bunların hepsi meşrüiyetçe müsavidir (eşittir) . Kezalik (bunun gi bi) bir h ü kü meti yıkmak suver-i selaseden (üç şekilden) her hangi surette olursa olsun cinayetçe müsavidir. Nasılı insanlara amir ve hakim gibi vasıflar hakiki olmayıp hasbe'l hilafet (hilafetten dolayı) tebliğ-i emr ü hükme (hüküm ve emirlerin bildirilmesine) şiddet-i itti­ salleri (aşırı bağl ılıkları) alakasıyla mücazdır (uygu n görülmüştür) Amir ü hakim-i hakiki ancak kadir-i M ut­ lak'tır (gerçek hükmeden ve emreden ancak mutlak güç sahibi Allah 'tır) . Tarif olunan 'souveanete" ki h ükümettir, üç şey yapa­ cak: Kanun ve onu kaza ve kanuna muhalefet edeni men' (alı koyma) ve te'dib (yola getirme) demiştik. Bunun bizim fıkıhda misali (örneği) müfti ve kadı ve validir. Yani bir kimse mütfiden meselenin fetvasını alır, götürüp kadıya mucibince (gereği gibi) hükm ettirir ve o hükmü valiye yani icra memuruna götürüp icra ettirir. Bunlar hin-i fiilde (yapıldığı anda) birbiri nden ayrı üç tanka (yola) münkasım (ayrılmış) iktidarlardır ki bir tarik diğerinin vazifesine müdahale edemeyecektir. Mesela vali fetva veremeyecektir. Bizzat Sultan dahi iki hasım (düşmanı beyninde (arasında) kaza (uygulamaya) ve

216

hüküm etmeğe şer'an (şeriatça) me'zun (yetkili) değildir. Yanı etse hükmü sahih olmaz (doğru olmaz) . Maahaza (bu­ nunla beraber) merci'-i vahide (tek yere) dayan mak üzre bu üç iktidar birbirine merbüttur (bağlıdır) Yani fil-asi icra hükme, hükm dahi fetvaya, fetva ise şer' (şeriat) ve kanuna, Şer' ve kanun dahi adalet-i ezeliyye kavadine (Allahın ezeli adaletinin kurallarına) bağlıdır. Ve bu rabıtaya mebnidir ki (bu bağdan dolayıdır ki) kütüb-i şer'iyyede (şeriat kitaplarında) "Elumera hükkamun ale'n­ nası va'I- ulemau h ü kkam un alel ' u merai va'l-il m u hakimun alel ulemai" (Emirler halkın hakimleri, alimler emirlerin hakimleri, ilim ise alimlerin hakimidir) kaidesi mastü rdur (yazı lıdır) . Nitekim bediheten (başlangıçtan beri) mebsüttur (sabittir) . Her zaman ve her mekanda bu kaideden ayrı lmak ta'addi , i hudüd'i şer' iyye (şeriatın sınırlarını zorlamak) addolunur. işte vahdet-i imamet (devlet başkanlığın ı n tekliği ) kaidesi, bu takrir ettiğimiz (ifade ettiğimiz) rabıtadan (bağdan) çıkar gelir. Buna göre velev cumhuriyet olsun, yine vahdet-i i mamet kaidesine teşebbüs etmedikçe meşru' değildir. Yine bu takrirden anlaşılır ki bir devlet­ te müteaddid (birden fazla) meclisler terti bi ve o mec­ lislerin hukukunun birbirinden tefriki (ayrılmaları ) ve birbirlerini müdahaleden men'i kazayası (meselesi) vah­ det-i imamete münafı (aykırı) değildir. Bir h ü kümet teşhis eylediğimizde onun hizmetleri nedi r? Üçtür: l ) Dahilden te'min ve muh afaza (iç güvenlik) 2) Haricten te'min ve muhafaza (dış güvenlik) 3) Bu muhafazalardan makasıd (amaç) olan menafi' (men­ faatleri) yal nız bir kimseye veya bir takıma ait olmaya­ cak ammeye ve cumhur-i nasa (herkese) raci' olacak (ulaşacak) surette tanzim-i idare (idareyi düzenleme). Her hükümetin hi zmetleri bu üç şeydir. Ne süret olur-

2 17

sa olsun, imdi bir hü kümet ki, onun idaresi menafi-i ammeye (kamunun menfaatlerine aittir) . Öyle hükümet adildir. Ve filhakika (gerçek şu ki) cumhuriyet demektir. Suret-i idare ıstılahta (terim olarak) ne olursa olsun, yani riyaset-i vahid (monarşi) ve ba'z (Aristokrasi) ve Cumhuriyet, hasılı tarihlerin gösterebildiği ve insan­ ların hayal edeceği suretlerin hangisinden olursa olsun, işte bu mütalaaya göre dünyada cumhuriyetten başka hükümet-i meşru'a olamaz denebilir ki, menfaat-i amme ve cumh ura nazar olunacak demektir. Bizde ümeraya (amirlere) müdebbir-i umür-i cumhur (kamunun işlerini idare eden ler) ve emsali ( be nzeri) vasıflar, fil-asi (aslında) hep bu mütalaaya mebni (dayalı olarak) itlak olunmuştur (konmuştur), zannolunur. Demektir ki zalim hükümet dendikte menfaat-i ammeye nazar etmeyen de­ mektir. Yoksa zalim dediğimiz yed-i vahid (monarşi) ve ba'ze (aristokrasiye) mahsus bir sıfat değildir. Ve filhaki­ ka (gerçek şu ki) "Hükümet-i vahid yalnız hükümdara ve hü kümet-i ba'z yalnız zenginlere ve h ü kümet-i avam yalnız fukaraya hizmet eder ve onlara mahsus ve müsellem olursa (teslim olursa) müstefid olan (yararla­ nan ) taraf cebabireden olur. Keza fı't- tercüme (tercüme ile) . . . Huku k-ı umümiyye (genel hukuk) bir hükümetin ya usül ve kavaidi (kaideleri) üzeri nedir, yahut usül ve kavaidden mücerreddir (yoksundur) Eğer mücerred ise ona tasallut (sataşma) ve istibdat derler ki despotizm de­ nilen işte budur. Bu türlü istibdad ya tasallut ve kahr ile (zorlama) , yahut imamı ma'sum (kusursuz) itikad eden bir cemaat içinde olur. Kur'an-ı azime göre caiz değildir. incil'ce dahi meşru' değildir. Zira böyle istibdat efrad-ı cemaatı (topl umun bireylerini) kul ve köle addeylemek kaidesine mebni (dayalı) bir kahırdır. Yani ara-yı cemaat ı topl u m un tercihi) tasallutun semtine uğramamıştır. Ve 218

eğer eraı-i hükümet (hükümetin icraatı) usul ve kavaid üzerine olursa, bu halde ikiye taksim olunur. Şöyle ki: Bu türlü hükümette hükümdar olan zatın usül ü kavaid-i mevcüdeden (mevcut kurallardan ) haric fi 'iline yan i ta'addisine (tecavüzüne) ya mani yoktur, yahut vardır. Mani olmamak tasavvuru, usül ve kavaidin muhik (haklı) olmadığını tasavvur demektir. Zira öyle bir usül-i muhik­ ka (haklı) tasavvur olunamaz ki sultanları, kralları, muaf ve azade tutmuş olsun. Binaberin (bundan dolayı) hükm ederiz ki, her hangi hükümette ki usul ü kavaid-i muhik­ ka vardır, öyle hükümette ta'addiye mani vardır. İmdi bu mani nedir? İkiden hali (boş) değildir. Ya manevidir, yah ut maddi. Mani'-i manevi indal'llah (Allahın yanında) yani inde'l-insaf (insafça) mesuliyettir. Mani'-i maddi inde'n-nas dahi maddeten mesuliyettir. Her i ki halde dahi bu türlü hükümet adem-i ta'addi ile meşrüt (şartlı) ve mukayettir (sınırlıdır) . Birinci mani'e bakarak yani hükümdarın insafça ve inda'llah mesuliyetine nazaran (göre) deriz ki, böyle hükümette reis olan zat hakikatte hükümdar ol mayıp mürebbi (terbiye edici) ve peder (baba) menzilesindedir (yerindedir) . Yani kendisi güya baba ve teba'a denilen halk onun evladı menzilesinde­ dir. Bu sebepten imam ve emir ve papa isimlerini alır. Sultan ve hükümdar ve kral gibi ünvanları kabul etmez. Böyle babalar hülefa-yı islamiyye arasında geçmiştir. Ve Hıristiyanlarda ve diğer milletlere dahi gelmiştir. Ez an cümle (bu cümleden olarak) papalardan yedinci Gregoire kavaid-i hüsn-i ahlak (güzel ahlak kuralları) üzre icra-yı terbiye edip (terbiye verip) temeddün (medenileşme) ve tehezzübde (ıslah etmede) çok terakki eylemiştir. Fransa krallarından dahi nice zevat, bu kavaid üzre millet ve memleketi büyütmüş ve halkı refah içre yaşamağa saik (itici güç) olmuştur. Böyle ümeranın (amirlerin) hikmet 2 19

ve takvası (dindarlıkları) ta'addisine (haksızlıklarına) mani'dir. Ve fi'l-vaki (gerçekten) öyle bir hakim (bilge) ve müttakiye (dindara) tabi' olan ümmet kadar bahtiyar yoktur. Paris akademi azasından Mösyö Renan dahi en ala (yüce) ve mahzuru az hükumet böyle bir hakim idaresin­ den ibaret olduğunu yazmıştır. Lakin bu imamette imam olacak zat veraset (babadan agula) ya intihab (seçim) ile olacak değil mi? Her halef (sonradan gelen) olanın selefi (öncesi) gi bi hakim ve mü ttaki zuhür etmesi nereden tesadüf edecektir? Bu alem-i şehvet (çekici atem) öyle perhiz -karlan (kendine hakim olanları) yetiştirir, durur mu? İşte bu mütalaaya (düşünceye) mebni (dayanarak) , usül ve kavaide ittiba (tabi olma) kaziyesi (konusu) (hükümdara nisbetle) yalnız insaf ve ind-Allah (Allahın yanında) mes'uliyet mani'iyle (engeliyle) takyid olunmak (sınırlanmak) kafi görülemez. Emirin meznün olan ta'addisine maddeten karşı koyacak bir kuvvet gerekir. Fakat bu kuvvet nedir? Şüphe yok ki cemaat-i siyasiyye içindedir. Yani her akil ve mükellef üzerine zalimin yed-i ta'addisini (haksızlık yapanın elini) tutmak farzdır. Fakat cemaat-ı siyasiyye işi gücü bırakıp bu farzı eda ile meşgul bulunamayacağı derkar (belli) zahir (açık) olduğundan farzı kifaye denilmiştir. Kur'an-ı Kerim'de "ve' l-tekn u minkum ummeten" (sizden bir ümmet olsun) ilh . min-i teb'id (kısımlara ayırmadan) dahi bunu ifade eder. Cemaatten bir fırka bunu icra ederse, diğerlerden farz sakıttır (kal kar) . Peki bu fırka kimdir? Şüphe yok ki usül ü kavaid-i hükumet nedir ve bu usüle riayet olunuyor mu (uyuluyor mu)? olunmuyor mu ve olun madığı ne derecelerdedir ve bu derecede adem-i riayete (uyulmamaya) ne mertebede karşı konmak fan olur ve bu farzı edadan (yerine getirmeden) tekasül (geri kalın dığı) olunduğu halde cümleye ait olacak

220

mühlike (helak olma) ne raddelerde büyüktür ve emr-i bi'lma'ruf ve nehy-i an'i l-münker (iyil iği emretmek, kötülüğü menetmek) yalnız cümlenin (herkesin) selameti niyetiyle olup garaz ve ivaz (karşılık bekleme) ve heves ve şehvetten şu yolda ne mertebe (derece) tenezzüh olunmak (kaçınmak) lazımdır? İşte buraları bilen zevat (kişiler) demektir. Bu halde fukaha (fıkıh alimleri) demek olur. Filvaki (gerçekten) İslamda bu kuvveti fukaha ha­ mildi (taşıyordu). Sebep dahi bu idi ki, padişahlar bir iş icadıyçün cevaz (uygun) fetvasını almağa mecbur idiler. Katl-i ye n i c e ri v a k' a s ı (ye n i ç e r i l e r i n o rt a d a n kaldırılması) d a h i fetva ile icra olundu . Cümlenin malumudur ki bizde fukaha resmen tasdik olunmuş bir tarik (yol) erbabı (mensupları) idi ki, o tarikin ibtidası (başlangıcı) mü lazemet (stajiyer din görevlisi) ve intihası (sonu) meşihattır. (şeyhülislamlı ktır) . Bazı kitap­ larda görüldüğüne göre Sultan Süleyman merhum şu bah­ settiğimiz kuvveti vüzera (vezirler) ve ulema (alimler) meclisleri n i n ittifakına (oy birliği ne) tevdi' eylemiş (vermiş). Avrupa eh l-i siyasetinden (siyasetçilerinden) bazıları dediler ki "bu kuvvet suver-i h ü ku metten (hükümet şeklinden ) riyaset-i vahid (monarşi) ve ba' z (aristokrasi) ve cumhuriyet usul ve kavaidinin birbirine meze ve haltı (birleşip kaynaşması) ile olmalıdır. Şöyle ki: Bu üç sureti birbirine meze ile (birleştirerek) suret-i zahirede (görünüşte) bir h ükumet ve nefsi'I- emrde (aslında) birbiri içinde üç hü kumet yapmalı . Yan i bir h ü kü mdar olmal ı . Bunun eline icrayı verme l i . Ve a h al i n i n b i l - i n t i h a b ( s eç i m l e ) n a s b e d e c e kl e ri (seçecekleri) vekiller meclisini bu hü kümetin karşısına koymalı ve şu iki suret beyninde (arasında) muvazene (denge) ve muadeleyi (adaleti) hıfz için (korumak içi n) ekabir (ileri gelenler) ve ayandan (senatörlerden) bir

221

meclis-i has (özel meclis) teşkil etmeli. işte böyle bir s u re t-i mahl üte ( k a r ı ş t ı rı l m ı ş ) vü memzüce (birleştirilmiş) i l e idare olunan hükumetin selahiyeti maddeten takyıd (sınırlandırılmış) olur. Ve hükümetin icrasına bu üç kuvvetin b i rden ittifakı l a b ü d (kaçınılmaz) olunca istifade kaziyyesi (kon usu) yalnız bir şahsa, ya fırkaya münhasır (has) kalmayıp ammeye ait olur', derler ve bu türlü suret-i hükümete' constitution­ nel" (anayasal ) tesmiye ederler (ismini verirler) ki mürekkebe ve memzüce (karıştırılmış) demektir. "Gou­ vernemert mixte" dahi denir. Böyle halt ve mezci tahsin edenlerden (övenlerden) bazısı, o derece mü balağa eyle­ diler (ileri gittiler) ki, mukayyed olan hükümet ancak bu suretten ibaret olup, böyle olmayan mutlaktır, zu'm etti­ l e r (gör ü ş ü n d e o l d u lar) . Tah s i n etmeye n l e rd e n (beğenmeyenlerden) bazıları dahi p e k aleyhinde bulu­ nup ifrat eylediler (zıt yönde, ileri gittiler) . Nasıl ki lngiltere'de bu müfritlerden (ileri gidenlerden) cemiyet­ i mahsusa (özel cemiyet) vardır? ifrat ve tefritten (iki uçtaki aşırılıktan) kat'-ı nazarla (kaçınıp) bu suretin bir çok mahzurları şayan-ı mütalaa vü tedkiktir (araştırılmaya ve incelemeye değer) . Mösyö Pradriye Fodre tt u ku k-ı Umumiye'de yazdı ki "Bu usulün (constitutionnel) mahzurları, pek karışık oluşu ve i mametin vahdet (tek) ve adem-i inkisamı (bölün mezliği) gibi kaide-i esasiyesini (esas kurallarını) nakz edişidir (bozmasıdır) . Bundan başka iradeleri bir derecede mutlak ve kavi (kuvvetli olan) ve menafi'-i muhtelifeleri (çeşitli menfaatleri) olduğundan hükümete birbirine zıd kuvvetler vermesi lazım gelen, muhtelif üç şahsiyet beyninde (arasında) daima ittifak bulunması müşkil görünür. Derler ki suret-i meşrütada (meşruti sis­ temde) Yani "constitutionnel" suret-i mahlutasında idare olu nan ümmet için vahdet yoktur. Güya içinde birkaç devlet vardır ki daima birbirini mahv etmeğe ve iğfal 222

eylemeğe çalışır. Bu ise hem devletin za'fına sebep olur, hem ahlakı bitirir. Hal böyle olunca Aristotales'in dediği gibi kavaid-i hüsn-i ahlak üzerine müesses olan­ dan başka haddizatında bahtiyar devlet yoktur. , i l h . "Keza fıt-terceme (tercüme ile) "Constitution n e l ' , yeni h ü k ümet-i m a h l ü t a n ı n (birleşik hükümetin) haki katı ş u d u r k i onda şe kl-i hü kümeti ve hukuk-ı ahaliyi (halkın hukukunu) cami' olan (içine alan) kavaid-i esasiyyeyi (esas kuralları) bozmağa ne hükümdar, ne vükela, ne de meclis-i kanun muktedir olamayacak (gücü yetmeyecek) Ahalinin hukuk­ i zatiyyesi (kendi h u kuku) ki şahıs ve efkar (fikirler) ve izhar-ı e fkar (fi kri açı klama) ve tasarruf-i emlak (mül künde istediği gibi işleme) ve kisb (kazanma) ve mesai, (çalışma) hürriyet ve i htiyar üzere bırakılmak kaza.yasından i barettir. İşte kavaid-i esasiyye bun ları cami' ve hafız olacak (koruyacak) . Acaba bu suret-i mahlüta Eflatun'un tasavvur ettiği cumhuriyet kabilinden şairane bir hayal midir, yoksa dünyanın bir tarafında icra olunduğu var mıdır? Hele Fransa'da fi 24 teşrin-i sani (kasım) 1 860 ilan namesiyle politikaca ve ekonomice nokta-i nazar (bakış açısı, imparatorun ayn-i istiklaline tevfiz olunmuştur (imparatorun hür olması ile eşdeğer görülmüştür. ) Biz birinci ve ikinci nüshalanmızda yazılan nabzeler­ den (parçalardan) bil istintaç (sonuç çıkararak) deriz ki, meşrü 'olan hükümet ancak od ur ki, memleketin hacat (ihtiyaçları) ve ahlak ve derece-i temeddününe münasib (kalkınma derecelerine uygun) buluna ve onda amir ve mübaşir (işleri yapan) mes'ul tutula. Ne nev' (çeşit) ve ne surette olursa olsun, işte kaideten (kural olarak) bundan başka mes'ele yoktur.

223

Kaldı ki nazariyat-ı um umiyyeyi (genel teorileri) bırakıp bit-tahsis (özellikle) mesela Amerika'da yah ut l ngiltere'de veya memleket-i Osman iye 'de s uret-i h ükümet nasıl olmak lazım gelir, denirse, evet kaide-i mezküreye (sözünü ettiğimiz kaideye) nazar ederek (ba­ karak) o mevki'-i mahsüsun (özel yerin) coğrafya ve tari hçe hacat ve ahlak ve derece-i temed d ü n ü ( ka l k ı n m ı ş l ı k dereces i ) kam i l e n (en iyi şekilde) bilmü talaa (incelenirse) kab il-i i cra (uygu lan ması mümkün) bir şekl-i hükümetin an-asi (esasında) terti bine, (yani aralarda usul ve kavaid (kurallar) üzre hükümet olmadığı farz kılındığı surette) yahut oralarda mevcut ve m üretteb (tert i p edilmiş) olan eşkal-i h ü kümetin (hükümet şekilleri nin) mürür-i ezmine ile (zaman ın geçmesiyle) hangi tertipleri ne vechi le ıslaha muhtac olduğu na dair bahsetmek pek de müşkil bir mes'ele değildir. Ancak mevki'-i mahsüsun (özel yerin) tarih ve coğrafya ve ahlak ve adatını (adetlerini) layıkıyla bil­ meyenlerin yalnız nazariyat-ı umümiyyeden (genel teori­ lerden ) bilkiyas (karşılaştırma ile) bahse karışmaları dahi, izhar-ı cehaletten (cahilliklerini sergilemekten) başka bir şeyi netice vermez.

HATİME Mütalaa-yı kütüb-i siyasiyata (siyasi kitapları incele­ meye) rağbet eden zevatın ezhanında (zihinlerinde) siya­ set-i İslamiyyenin nazariyatına (teorisine) dai r bir ilm-i icmali (özet bir bilgi) hasıl olsun. Evve len (ilk olarak) : Şurası nı bilmek lazımdır ki ·suver-i hü kümetten cumhuriyet, hükümet-i ba'z (aristok-

224

rasi) suretlerine dair efkar (fikirler) Garb'a mahsus olup, şark mine'l-evvel (önceleri de) i le'I

yevm (bugü n de)

hükümet-i vahid (monark) fikriyle yaşardı' diye Avru­ pa'da mevcud olan bahis yanlış bir mes'eledir. Şark'da mine'l-kadim (önceleri) bu efkar (fikirler) mal um idi (bi­ liniyordu) Eski Fars'da yani Kayaniyan'da h ü kema-yı Fars'ın ( Fars filozoflarının) cumhuriyete ve hükümet-i ba'za (Aristokrasiye) dair nice efkar ve mü bahasatı (ba­ hisleri) vardır. Bu hükemanın (filozofların) uzun uzadı mü bahasatı (bahisleri) ve cumhuriyete dair hutbeleri Heredot'da tamamıyle mukayyeddir (yazılıdır) . Ama eski Yunaniler inanmazlarmış. Onlar bu yolda efkar şerefini kendilerine vermek isterler. Şark'da bu efkar mevcüd ve mebhüs (konuşul uyor) idi. lbn-i Sina'nın l isan-ı peh­ leviden Farsiye tercüme ettiği "Zafer-name" ve eski Fars kitaplarından 'Yadigar-name' gibi asar (eserler) dahi şahidimizdir. Saniyen (ikinci olarak): Mütenebbih olmak (uyanmak) lazımdır ki lslamın hilafet eyyamında (günlerinde) yani otuz sene (ber fehvay-ı 'el- hilafetu ba'di selasune sene­ ten.,) (hilafet benden sonra otuz yıl devam eder) zarfında medeniyet, h ususen Hazret-i Ömer (radiyallahu anhu) eyyamında (zamanında) idare-i medeniyye (medeni idare) Avru pa kitapları nda bahs olunan (anlatı lan) suver-i hüku metin (idare şekillerinin) hiç birisinden değildir, belki hiç hükümet değildir. Hüsn-i ahlak (güzel ahlak) kaidesi üzere m üsavat-ı mutlakadan (mutlak eşitlikten) ibaret bir nezaret (bakma) ve vasayettir (emirdir) . Binaberin (bundan dolayı) ibtida­ yı hükhumet-i İslamiyye (islami hükümetin başlangıcı) M u aviye ' n i n

(R. A . )

saltanat

tari h i n d e n

i b tidaen

225

(başlatarak) mütalaa (incelemek) lazımdır. Salisen (üçüncü olarak): Vakıf olmalıdır (bilinmelidir) ki lslam uleması (alimleri) hükümet-i ba'z (Aristokrasi hükümet şekli) yani ta'addüd-i rüesa (reislerin birden fazla olması) usülünü mehalik (zararlarına) ve mah­ zuratına (mahzurlanndan) mebni (dolayı) bütün bütün vera-yı zahr-ı bahse (kulak arkasına) attılar. Cumhuriyet bahsini dahi yalnız bir süret-i idare (idare şekli) zımnında (şeklinde) tasavvur etmediler. Ancak her hükümetin borcu menfaat-i amme (kamunun menfaati) ve cumhur-ı cemaate (bütün topluma) nezaret (bakmak) olduğundan, böyle nezaret ne suretle olursa olsun cum­ huriyet demektir, mütalaa eylediler. Binaberin (bundan dolayı)

Yu nan

ve

Rom a'nın

m ü kız-ı

fitne

(fitneyi

uyandıran) ve mevki-i ihtilal (ihtilalin yeri ) olagelen suret-i cumh uriyetleri (cumhuriyet şeki lleri ) lslam'da meydan-ı bahse açılarak (konuşularak) tesvid-i evrak edilmedi (hakkında bir şey yazılmadı) . Evet, tesvid-i evrak edilmeğe değmediğindendir. Yoksa Avrupalı bazı siyasiyünun (siyasetçilerin) zannı gibi selatın (sultanlar) ve mütegallibenin (hakim gücün) ceza ve zülmü korku­ sundan mesküt-i anh (suskunlukla) geçilmiş değildir. Ve bazı ahann (sonradan gelenlerin) şark'a isnad eylediği görenek muhafazasından dahi değildir. Şol mollalar ki hulefa (halifeler) ve selatini (sultanları) mehakime (mah­ kemelere) çektiler ve en şedid zalime en şedid nasihat­ lar yazdılar. Ve en zorlu mütegalliblerin yüzlerine karşı zalimin

hal'in

(tahttan

indirilmesi)

ya

kat l i n

(öldürülmesi) lazım gelir, derneğe korkmadılar. Bunlar mı imiş ki cumhuriyet suret-i mes'elesinden bahs etmeğe korkm uşlar? Şol ukala (aydınlar) ki ammen in i'tikad ve 226

adetine karşı tezyif ve cerh (küçük düşürücü şeyler) yazdılar, türlü bid'atlar ve mezhepler icad ettiler. Bunlar mıdır ki adet ve görenek muhafazasıyçün suret-i cumhu­ riyetten dem vurmamışlar? Rabian (dördüncü olarak) : Dikkat gerekir ki İslamda hükumetin suver-i muhtelife-i muhtemelesi (ihtimal da­ hilinde olan çeşitli şekilleri) mevki-i mütaalaya konarak (incelemeye açıp) inkılabat (inkılaplar) ve ihtilalata (ih­ tilallere) sebebiyet vermekle iştigal olunmayıp (meşgul olunmayıp) ancak "en muntazam hükumet,, mes'elesine hasr-ı

bahs edildi

(ağırlık verildi).

Diğer suretlerin

muhakeme-i vekayi'i (olaylarını muhakeme etmek) tarihe bırakı l d ı . H amisen (beşinci olarak): iyice anlamak vacibdir ki (gereklidir) yalnız salah-ı ma'aşe (geçimin düzene girme­ sine) nazar eden kavanin (kanunlar) kemal-i intizam üzre (mükemmel) bir hükumet yapamaz. Salah-ı ma'aşın dahi kemali (mükemelliği) el bette kavanin-i esasiyenin (esas kanunların) salah-ı mi'ad (vadedilenleri yoluna koyma) nazarın ı dahi cami' olmasına m ütevakkıftır (bağlıdır) . Hülasa (özetle) ahlaksız hükümet-i muntazama (muntazam hükümet) olmaz, dediler. Yani adalet menafı'-i cemaatin (topl umun menfaatlerinin) münasebat ve irtibatı ndan mütevellid olmuş (doğmuş) bir hülasa (öz) kabilinden değildir, ancak, bil-cümle ezmine (zamanlar) ve emki­ neyi (mekanları) muhit (içine alan) bir sıfat-ı ezeliyye (ezeli olan) menba'ındandır (kaynağındandır) . Şöyle ki ömrünü rahat ve lezzetle hadd-i kemale (olgunluk yaşına) isal etmiş (vardırmış) olan bir adam bir nefsi bi -gayr-i hakkın (hakkı olmadan) kati edip de der-akab (hemen) eceliyle vefat eylese hükümetten bir ceza görmemiş 227

olur. Halbuki katilin adaletten ceza görmesi kaideten lazımdır. Demektir ki, eğer adalet varsa Allah vardır, ahiret vardır. Polis cezasından kurtulmağa fırsat bulanlar adalet cezasından kurtulmayacaktır. Binaberin (bundan dolayı) ictima'-ı medeniyet (medeni topl uluğun) mua­ melatını (dünya muamelelerini) ada.Jet üzre bağlayacak kavanin-i esasiyyenin (esas kanunların) salah-ı ma'aş u mi"ada (geçim ve beklentilerin düzeni) nazaran vaz, olunmuş (ortaya konulmuş) olması yine maişet (geçim) ve medeniyet salahiyçün (selameti için) dahi labüddür (ge­ reklidir), derler.

Ve

bu m ütalaadan "en m untazam

hükumet salah-ı ma'aş u miada nazır kavanin-i esasiyyeye malik (sahip) olandır." kaidesini çıkardılar. Şu beş ka­ ziye (mesele) malum olduysa va'd-ı sabık üzre (vadedil­ diği gibi) lslam'ın ahlak ve h i kmet-i ameliyye (pratik bilgi) ve fı kıh ve siyaset kitaplarından ç ı kabilecek usul-i siyaseti (siyaset metodunu) işte şimdi yazalım. Bu usulü muhtaç olunacak kadar tarifle şerh ederek yazıp üsulün üstlerini çizdim. ı ) insan bittab' (tabiatı gereği) medenidir. 2) Mede­ niyet m uamele ve adle (adalete) m ütevakkıf olup (bağlanıp) muamele ve adi kavanin-i külliye-i esasiyyeye (her ihtiyaca cevap verecek esas kanunlara) muhtaçtır. "Constitution" (anayasa) ki bu kavanin-i şeriat (şeriat ka­ nunları) tesmiye kılınır (adı verilir) .

Şeriat, l ugatte

müverrid-i şariye (takip edilecek kanun) demek olmakla cemaatın müsavat üzre müntefi olacağı (yararlanacağı) kanuna şeriat tesmiye kılınmşıtır (adı verilmiştir) . Bu kavanin-i külliyyeyi (kapsamlı kanunları) layıkı vechile vaz ı taknin edecek (kanun koyacak) şari' (kanun koyucu) lazım ge lip, eğer bu şari, cemaat- siyasiyyenin adeta 228

efradından (fertlerinden) olacak olsa hadim-i meden iyet (medeniyeti mahvedecek) olan here ü merc (kanşıklık) zuhüra gelir (meydana gelir), öyle ise şari'in (kanun koyucunun) nübüvvet ( peygam berlik) ve mu'cize ile mü mtaz (imtiyazlı) ve imtiyazıyla münkad (imtiyazına boyun eğilen) olması labüddür (lazımdır) . Binaenaleyh (bundan dolayı) 3) Şeriat Hazret-i Allah'dan olup onu nebi-i zi-mu'cize (mucize sahibi peygamber) tebliğ eder. Şeriat adalet-i ezeliyyenin (ezeli adaletin) icrasıayla nev'i (i nsanları) muhafaza için olup eşhasın (kişilerin) istila-yı şevkıyle (keyiflerinin istilasıyla) muhakkar ol­ mamak (hakarete uğramış olmamak için) musib ve muti'e (doğru ve uydurma) ve musi ve asiye (isyan edene) dünyevi ve uhrevi mükafat ve mücazat (ceza) va'd ü vaidi (caydırıcı şeyler va'dedilmesi) gerektir. Ve bu va'd ü vaidi tezkar (hatırlaması) için şeair (adetler) lazımdır, ki taat (ibadet) ve a'mal (ameller) tesmiye kılınır (ad veri­ lir) . Bu halde 4) Peygamber halkı hakka ve taat ve inkıyada davetçi olmak lazımdır. Şu usul-i erba'a (dört usul) "İşarat"da bu vechile mezkürdur (ifade edilmiştir). Tüsi " İşarat" şerhinde dedi ki ' M usannıfın (yazarın) şeriat ve nü büvvet (Peygamberlik) umüruna (işlerine) dair beyan ettiği zevabıt (kayıtlar) kavaid-i tabiiyye ve zaruriyyeden (tabii ve zaruri kaidelerden) olmayıp salah­ ı maaş ve mi'ad-ı umumi (genelin geçimi, beklentilerin düzeni) nizamının kemali (en iyi olması) için kaidelerdir. Bu salahın (dirilişin) kemal-i intizamı (mükemmel olması) kavaid-i mezbüreye (ifade edilen kaidelere) muhtaçtır. Yoksa insan için ictima'ı zarurisini (zaruri beraberliği n) hıfz edecek bir nev'-i siyasetle (bir çeşit siyasetle)

229

yaşamak zaruretine kafidir. Bir nev'-i siyaset dediğimiz velev ki tegallüb (zorbalık) ve istibdat ile olsun . Bu ma­ kalemize bürhan (delil) ise, işte etraf-ı ma'müre sekene­ sinin (kalkınmış çevrelerde yaşayan) siyasat-ı zaruriyye (siyasi beraberl i k mecburiyeti ) ile yaşamakta olup gittiği d i r . .

. •

Demek oldu ki 5) siyaset-i kamile (mükemmel siyaset) hüsn-i ahlak (güzel ahlak) ve iman-i mi'ad (va'dedilen iman) ile olur. Öyle ise 6) Siyaset-i medeniyyenin esası mücerred (sadece) halkın menfaat-i maddiyesinden (maddi menfaatinden) ibaret olmayıp, min haysi'I- kaide (kaide olarak) adalet-i mutlaka (mutlak adalete) ve min haysi'I -farz (farz olması bakımından) menfaat-i halktır (halkın faydasıdır). Kavanin-i külliye (kapsamlı kanunlar) halkın ictima' ve teayyüşte (beraberliklerinde ve geçimlerinde) salah-ı ma'aş u mi'adına (maddi ve manevi selametlerine) kefil-i mebna (kefil olan yapı) olup, bunu icraya müsil olacak, (koyacak) 7) Tedabir (tedbirler) ve teratib (düzenler) akıl ve tecrübe ile bulunur. Buna mebni (dayanarak) siyaset-i medeniyyenin (medeni siyasettin) mülk ve saltanata müte'allik (ilgili) kısmının mebadisi (prensipleri) akıl ve tecrübedendir, denilmiştir. (Keza kale t:s-seyyid eş-şerif fi Havaşi şerhi hikmet'/- ayn) (Es-seyyid eş-şerif 'Hikme­ tu'I

Ayn

Şerhi

i çi n

yaptığı

h aşiyelerde

ayn ı

şeyi

söylemiştir. ) Hak bir, hüküm bir, şari '(kanun koyucu) bir olması 8) Vahdet-i imamet (tek bir devlet reisi) kaidesini intac eder (sonucunu verir) 9) Şeriat Allah'dandır. Nebi onu te bliğ etmiştir.

Makam-ı imamet (devlet başkanlığı)

nezarettir (bakanlıktır). Madem ki imamdır, nazırdır (ba230

kandır), tabi'dir (kanunlara tabidir), mükelleftir (sorumlu­ dur) mes'uldür. Öyle ise vahdet-i imamet ve mes'uliyet için en münasib olan suret-i idare ı O) Hükümet-i vahid (Monark) kaidesi üzre olandır. Medeniyetin muamele ve adi (adalet) cüz'iyatını (te­ ferruatını) zabt eden kavanin-i külliyye-i esasiyyenin (kapsamlı esas kanu nların) daima mazbüt (yazılı) ve mahfüz (saklı ) kalabil mesi havadis-i yevmiyye olan (günlük olarak meydana gelen) cüz'iyattan (ufak-tefek) her bir hadisenin bu kavanine (kanunlara) tatbik ve tev­ fik olunduktan (uygulandıktan) sonra kaza ve badeh u (sonra) icra kılın masına m ütevakkıf bulunduğundan ( bağlı bulunduğundan) cemaat-i siyasette (siyasi toplum­ da) müfti ve kadı ve mübaşir (icra eden) bulunmak lazım gelmişti r. Bu sebepten 1 1 ) Siyaset-i medeniyye ifta (fetva verme) ve kaza (tatbik etme) ve mübaşeretten (icra etmeden) ibaret denilmiştir. M übaşeret (icra) kazanın (uygulayanın) aleti. kaza ise iftanın (fetva makamının) yed-i tevfikinde (elinde) müsahhar (uyumlu) kabilinden olduğundan mübaşir ve kadıya (ıstılah-ı fıkhı üzre) edep ve iftaya usül ve kavaid (kaideler) ve zevabıt (kayıtlar) vaz'olunmak (ortaya ko­ nulmak) vacib olmuş, hatta usül ve furü' (şık.lan) tedvin olunup (düzenlenip) bil cümle ulüm (diğer ilimler) gibi kavaid ü ıstılahat-ı mahsüsa (özel kaideler ve terimler) üzere ta'allüm ve talime (öğrenilme ve öğretilmeye) muhtaç sınaattan (sanatlardan) olmuştur. Binaberin (bun­ dan dolayı) l 2) Siyaset-i meden iyye (medeni siyaset). usül ü fürü' -ı fıkha (ortaya konulmuş fıkhı prensiplere) muhtaç denilir. (Ulum, s. 1 8-30, 79-89, 1 35- 1 43)

231

DEMOKRASİ. HÜKÜMET-i HALK (HALK HÜKÜMETi), MÜSAVAT (Eşitlik) Malüm ki, suret-i hükümet (hükümet şekli) ya monarşi (padişahlık), ya aristokrasi (hükümet-i ayan ), yahut de­ mokrasi (hükümet-i halk, müsavat) olur. Evail-i İslamda (islamın ilk yıllarında) şekl-i hükümet demokrasi idi. Yani padişah sultan, melik yok. Müsavat var idi. İslam hükümetini izah için Halid Bin Velid (R. A. ) hazretinin şu kelamı kafidir. Vakla ki Hıraklit tarafından altıyüz, diğer rivayette yediyüz bin asker ile Bahan nam serdar-ı Rüm, Yermük'da Ashab-ı Kiram (sahabiler) ile muharebeye tutuştular. (R. H . )

Bahan

müsalahaya

( barışa)

dair m ü kaleme

(konuşma) için ve hakikatte hile ile der-dest eylemek (yakalamak) için Halid Bin Velid'i otağına da'vet etti. Halid

yüz

kadar

di laverler

ile

Bahan ' ı n

çadırı n a

vürüdanda (vardığında) Bahan Arabi ibare i l e hutbeye ağaz edip (başlayıp) dedi ki ' Elhamdülillahi'l-lezi ce'ele seyyidina El-Mesiha Efzele'l-En biyai ve melikena efze­ le'l-mülüki ve ümmetena hayre'l-ümemi" yani hamd ve şükür Allah'a ki seyyidimiz lsa'yı efzal-i en biya (peygam­ berlerin en faziletlisi) ve melikimizi efzal-ı mülük (me­ l i klerin en faziletlisi) ve ümmet-i lseviyyemizi ( H ris­ tiyanları) hayrü'I ümem (ümmetlerin hayırlısı) kıldı . . . Bahan

böyle

başl ayı n c a

Halid

sabredemeyip

merkümun (adı geçenin) nutkunu kesti . Ve reddiye ola­ rak şöyle bir hutbeye ağaz etti (başladı). ' Elh amdül illah i ' l-lezi ce'elena nu'minu bine biyyina ve bine biyyukum ve bicemi'ül 232

enbiyayı ve ce'ele emi-

rena ellezi velleynahu umürena reculen kesba'dina levza'eme ennehu melikün aleyna ezelnahu umürena re­ culen kesba'dina levza'eme ennehu melikün aleyna ezel­ nahu feselna nera enne lehu aleyna fadlen illa enyukune etkemina ve kad ce'elelahu ta'ala ümmetena te'muru bil­ marufı ve tenha an'I- münkeri ve takarru bi'zzenbi ve tes­ tegfiru

minhu

ve

ta' b ud u l l ah e

ta'ale

vahd e h u

la

şeri kelehu' Yani şükür Allah'a ki bizi Muhammed Aleyhisselema ve sizin peygamberiniz isa'ya ve cem'-i enbiyaya (bütün peygamberlere) mü'min (inanan) kıldı. Ve bizim emirimi­ zi, ki biz onu ihtiyarım ızla (irademizle) umüru muza (işlerimize) vali yaptık, bizim gibi bir adam kıldı . Şu raddede (derecede) ki eğer emirimiz kendini bizim üzerimize melik zu'm etse (zannetse) derhal azlederiz. Emirimizin bizim üzerimize asla bir meziyeti olduğun u zannetmeyiz. Meğer ki bizden ziyade muttaki olan (Al­ lahtan korkan) ya'ni inne ekremekum indellahi etkakum (en

değerliniz,

en takva olan ı nızdır)

m u ktezasın ca

(gereğince) takva faziletine sahip ola) . . . . ilaahire (ve devam ediyor) . i şte

Rumlar

ve

Erm e n i l e r

ve

Fre n kl e r

melik

tanıdıkları eyyamda (günlerde) Allah adanılan ya'ni Halid ve

As h a b-ı

kiram

( s a h a b i l e r)

e m i rü ' l-m ü m i n i n

(müminlerin emiri) (R.A. ) hakkında böyle itikad ederler­ di. (RH Olvakt emir Ömer b. el-Hattab idi. Demek ki ol­ vakt hükümet-i İslamiye (İslam hükümeti) demokrasi idi. Müsavat (eşitlik) vardı. Şu vak'a (olay) meseleyi izah eder. Yemen'den gelen kumaşlar

as haba

(sah a b e l e re )

taks i m

o l u n d u kta

(paylaşılınca) her birinin hissesine ne miktar isabet et233

tiyse, emirü'l müminin Ömer'e dahi o kadar düşmüştü . Bir gün Ömer arkasında o kumaştan bir entari olduğu halde minbere çıkıp ashabı cihada teşviken nutkederken saha­ beden biri kıyam edip (ayağa kalkıp) dedi ki: 'Ey Ömer, bundan sonra biz seni dinlemeyiz. · Ömer: 'niçin' dedi. Sahabi: 'Zira sen kendini bizimle müsavi tutmayıp, im­ tiyazlandırdın. Çünkü Yemen kumaşın hin-i taksimde (bölüşme esnasında) sen dahi bizimle beraber hissene düşen

parçayı

a l m ıştı n .

Ş i mdi

senin

üzerinde

gördüğümüz rüba, o parçadan çıkmaz. Demek ki sen ol­ vakt bizden ziyade almışsın ki rüba yaptın. işte bu ci­ hetle imtiyazlandın' dedikte, (deyince) Ömer, oğlu Ab­ dullah'a bakıp 'Abdullah kalk bu adama cevap ver' dedi. Abdullah kıyam edip (ayağa kalkıp) o adama cevap verdi ki: ' Emirü'l müminin Ömer, h issesine isabet eden parçadan

kendisine

rüba

yapmak

iste d i .

kumaş

yetişmedi. Ol vakt ben kendi hisseme isabet etmiş olan parçayı Ömer'e verdim. ikisi bir yere gelince böyle bir rüba çıktı ·o halde mu'teruz sahabi (itirazcı) : 'Öyle ise biz Ömer'i dinleriz' deyip oturd u . (RAH) ( Rıdvanul lahi te'ala aleyhim ecme'in) (Allah'ın rızası onların üstüne olsun). Demokrasi. hükümet-i halk ve müsavat ne demek olduğu anlaşıldıysa, şimdi biz deriz ki o türlü şekl-i hükümet öyle bir mevki'de öyle bir kavimde idi ki onlar yekdil, (tek gönül) yekcihet. (tekyönlü) sadık (doğru) ve abid (kul) ve muttaki (Allah'tan korkan) ümmet-i vahide­ den (tek ümmetten) ibaret idiler. Onlarda Allah korku­ sundan başka korku yok, onlarda Allah yoluna hizmetten başka iş yok, onlarda hüsn-i ahlaktan (güzel ahlaktan) başka tanzimat (düzen) yok, hasılı (özetle) onlar Allah

adamları idiler.

Eflatu n ' u n hayalatı (hayalleri) olan

müsavat usülü, onlarda fiil ve amele (pratiğe) çıktı . Şimdi Fransızlardan h ürriyet ve müsavat namıyla hergün artmakta olan bir fırka (grup), krallığı mahvedip, demokrasi usülünde müsavat yapmak istiyorlar. Fakat içlerinde Allah adamları yok, yani kulüpta (kalplerde) havf-i ilahi (Allah korkusu) gibi bir kuvve-i kahire (ezici bir kuvvet) yok. Bunlarca hürriyet demek, aklına geleni söylemek ve intifa'a isal edecek (menfaatine gelecek)

isteğini bila­

mani (engelsiz) icra etmek. işte birtakım Fransızların akılların a geldi, canları istedi, işbu 1 87 0 Mayıs i bti­ dasında Allah'ı i n kar etmek üzere bir gazete çıkardılar. (Paris'te) Allah'a iman edenlere karşı kullandıkları lisan ne derece layıksız, edepsiz olduğu mütala'a edenlerin malümu. Bu kavmin ki h ü rriyetlerini cemaat içre (toplum içinde) tahdid edecek (sınırlandıracak) ahlak yok. Eğer böyle bir terbiyesiz memlekette hü rriyet ve ihtiyarı (iradeyi) tahdid eder (sınırlandırır) bir kuvve-i kahire (ezici bir kuvvet) bulun mazsa hat neye müncer olur? Şüphe yok şu güzel Paris, şu alemin taklide çalıştığı mamür (bayındır) Fransa bir iki senede harab olur. Demokrasi, müsavat bir andeliptir ( bü l büldür) ki gü l istan-ı

a h l a k- ı

hasenede

(güzel

a h l a k ı ry

gülbahçesinde) nağmesaz olur (öter) . Böyle mezbele- 1

kulübda (kalp çöpl üğünde) böyle andeli bi-i mahbü � (sevgili bir bülbül) öter mi?

Fransızların demokrasi efkarı (fikirleri) kendi mev kl ­

lerinde mahsur (hapsedilmiş) kalmayıp, matbuat (bası � )

vasıtasıyla şark (doğu) ve garba (batıya) ve şimal (kuzey) 235

ve cenuba (güneye) münteşir olmakta (yayımlanmakta) bulunduğundan, istanbul'da ve Kahire'de ve Tahran'da ve Buhara'da ve Kabil'de dahi bir gün olacak ki bu efkar fitne engiz olacaktır. (fitneye sebep olacaktır) Binaena­ leyh (durum böyle olunca) bir de bizim taraflara doğru bakalım. Bizim

b üy ü k

ş e h i rl e r i m i z d e

ahlak,

Avru­

palılarınkinden daha kötüdür. Biz bir hale gelmişiz ki, bir kan ile iki saat beraber oturup da nefsini zapt edebi­ len adam, bizde parmakla gösterilir ve sahib-i keramet (keramet sahibi) addolunur (kabul edilir). Kitaplarımızda ve ağızlarımızda nevadir-i fevkalade (olağanüstü nadir görülen birşey) gibi söylenmez mi ki: "Ebussuud Efendi bir kız ile bir gece bir odada bulunmuşken nefsini zap· tetmiş de kıza dokunmamış' Avrupa'da bir erkek bir karı ile üç gün üç gece hal­ vet-nişin olur (yalnız kalır) ve belki hatırına bile gel· mez. Mahaza (böyle iken) bu fiili adi (sıradan) addolunur. Medhe sezavar (övülmeye değer) bir amel görünmez. Bizim memlekette şu tugyan (bozulma) gerek mevkiin ha· raretiyle (sıcaklığı ile) hararet-i şehvete hami olunsun (şehvetin taşkın lığına yüklensin), gerek yörüklerde ve köyl ü l e rde

böy l e

sabırsızlık

görü nme diği

c i h etle

şehirlerde setrin (örtünmenin) verdiği h ırsa hami olun­ sun, (yüklenilsin), her ne türlü te'vil (yorumlama) kabil ise (mümkün ise) edilsin ahlak-ı hamide ile teskin olun­ mak kabil mi, değil mi? işte bahis burada. Her amelimiz her halimiz ki bu şehvet meselesine mukayyestir (ben­ zerdir). Tezhib-i ahlak (ahlak süsü) ile terbiye ol unmak elzemdir. Bizim memleketler halkının istidad-ı hazırı, (şu anda236

ki eğilimi) h ü kümetten yal n ız ihtiyacat-ı cisman iye­ lerinin (maddi ihtiyaçlarının) tesviyesine (yoluna kon­ masına) muntazır değildir (bakmıyor). Bizim memleketle­ rin istidadı (eğilimi) bir hükümet bekler ki , ihtiyacatı maneviyelerini (manevi ihtiyaçlarını) dahi istifa etsin (yerine getirsin ) . Hasılı yed-i fevkani ile (hakim bir el) halkı hüsn-i ahlaka (güzel ahlaka) bais eylesin (bağlasın ) . B u yed-i fevkani (hakim, üstte olan e l ) monarşidir, yani padişahlık. Şimdi bize Ömer dahi gelse ne yapar? Mesela, biri kalkıp da: "Karılar dahi insandır. Erkek­ lerle ihtilat (karışma) haklarıdır. Hatta sen karılan erkek­ lerle beraber muharebeye bile gönderdin

. . .

• diyecek

olsa, Ömer: "O erkekler, o karılar siz değilsiniz, onlar insan idi, siz değilsiniz' der. Ve dürresini (incisini) gösterir. Yani hürriyet ve müsavatı (eşitliği) kısacak ni­ zamlar vaz'ına (koymaya) muhtaç olur. Kim bilmez ki demokrasi, müsavat usül ünün en şer'i (şeriata uygun) en ala hükümet olduğunu? Ne çare ki, lstanbul halkı hep G ümüşhaneli Şeyh değil . Öyle bir halk ki koca Cezayır gibi bir uzvu (organ ı) koptu da hiç h issetmedi .

S e m e rkend

ve

Taşkent

ve

Bu hara

gürültülerini sivrisinek vızıltısı gibi işitti . Üzerinden otuz dokuz Ali Paşa aşıracak derekelerde domaldı. Biz

öyle

bir

kavim

olmuşuz

ki,

dört

mektep

çocuğumuz bir yere gelse biri padişah olup diğerlere menasip (rütbeler) tevcihiyle (vermeyle) oyun oynarlar. Dört saçlı sakallı umür-dide (güngörmüş) ve sal-horde (yaşlı) ricalimiz (erke klerimiz) himmet namıyla (adı altında) tecemmü etse (bir araya gelse) herbiri riyasetini (başkanlığını) ilan ile kumandan olmaya kalkışır.

237

Şöyle bir ahlakta olan halkta uhuvvet (kardeşlik) ve müsavat (eşitlik) kaziyelerini, (meselelerini) kim satar kim alır. Daha geçen güne

kadar h ü rriyet ve hammiyyet

namıyle bunca nüfusun önüne düşen Fazıl Paşa'nın Karün kadar da zengin ve mansıp (rütbe) ve iltifat·ı aliye (hükümetin iltifatına) gayri muhtaç olduğu halde, canına bir meclis-i has azalığı (devlet bakanlığı) ot tıkadı. Ham­ (cesaretlendirip)

miyyet ve hürriyet namıyla teşçi edip

Kıbrıs ve Rodos ve Akka Kal'alarına esir ettiği bunca elh-i

imanın

ah

(olduğuetkilendiği)

u

enininden

zerre ce

m ü teessir

görülmedi.

Böyle miskin, böyle ahlaksız halkın yalnız ihtiyacat-i cismaniyelerini (maddi ihtiyaçlarını) değil.

ihtiyacat-ı

hulkiyelerini (ahlaki ihtiyaçlarını) dahi tesviye edecek hükumet lazım. Ömer gibi emir istenirse, Osman ve Ali ve Halid gibi Allah adamlan olmalı. Demokrasi usülünü vaktiyle Haccac'a teklif ettiler. Haccac dedi ki, Tebazerü ete'ammeru lekum, yani "Siz Ebu Zerr olun uz, ben de size Ömer olayım . · Bu kelamı yal nız Haccac söylemiyor. Yeni Avru pa' n ı n siyaset müellifleri dahi böyle diyor. Jean Jacques Rousseau der ki: 'Eğer Allah adamlan varsa, bunlar demokrasi suretiy­ le hükümet olunurlar.' işbu

sal-i

cedid

(ye n i

yıl)

m ü e l l e fatı n d a n ,

(yayınlarından olan) Usül-i İlmü's - Siyaset (siyaset ilmin­ de usul) nam (adlı) kitapta (Mösyö Pario) der ki: "Cemaat-i mütemeddineden

e kserin

(medeni

topl u mlarının

çogunun) rahatı için demokrasi sureti-i hükümeti me­ ziyellidir. Fakat bu suret, ezminenin (zamanların) ve mevaninin ( engellerin ) terbiye-i kamilesi (olgun ter238

biyesi) ile pişmiş ve kifayet derecede (yeter derecede) erimiş ve pek yolunda tanzim olunmuş olmalı .. ." (s. 382). Swil: Hürriyet ve müsavat hukük-ı beşeriyeden (insan huku­ kundan) olmakla, sahih olan (doğru) suret-i hükümet bu h u ku ku kafil olandır (garanti altına alandır. ) Bu süret-i hükümet ise demokrasidir.

Cevap: Ne güzel nazar. (bakış) Ne sahih (doğru) netice. Şüphe yok bu böyledir. Lakin bir kere de nazardan (teoriden) amele (uygulamaya) geçelim. Bakalım demokrasi teşkili (kurulması) şu yerde mümkün mü, değil mi? işte bahis burada. Çünkü ilm-i fıkıhta, (fıkıh ilminde), ilm-i siyaset­ te (siyaset ilminde) sahih (doğru) , dendiğinde bunun manası imkan-ı icra ve amel (yerine getirilmesi mümkün) ve nafi (faydalı) manalanndan aynlmaz. Mösyö Pario (s.386) der ki: "İddia olunan sıhhat (doğruluk) ki, pişmiş erimiş değildir, sıhhat değildir. Zira siyasette sah ih imkan ve amel ve nafı'den ayrılmaz ..

. "

Bizim fıkıhlardaki 'La yecüzu'I -ifta'u bi'l-ekvalis

sa­

hihati'I -mahcureti'I -amel' (Uygu lanması terk edilmiş ancak doğru olan sözlerle fetva vermek caiz olmaz) kai­ desi dahi buna racidir. Memleket-i Osmaniye'de (Osmanlı ülkesinde) demok­ rasinin adem-i imkan-ı icrasına (icra edilmesinin im­ kansızlığı na) vech (sebep) yaln ız ahlak bozukluğu mudur? Biz bir misal olmaz üzere ahlaktan bahsetmiştik. Memleketin kıta'at-ı muhtelifede (çeşitli kıtal arında) parça parça olması ve vüs'atı (genişliği) ve elsine (diller) ve adat ve edyan-ı muhtelife (çeşitli dinler) ashabı (men­ subu) akvam-ı kesire (bir yığın kavim) ile meskun (iskan 239

edilmiş) bulunması, hep demokrasi ve müsavat önünde birer seddir. Hala dünyada amele gelmiş (uygulamaya geçmiş) ne kadar cumhuriyetler görünürse, mesela memleket-i Osma­ niye gibi yerlerde müsavat icrası imkanına misal ola­ madı ktan başka, belki adem-i imkanını (imkansızlığını) gösteri r. Şimdi, nerede demokrasi var: Saint Marino'da değil mi? O cumhur, millet-i vahideden (tek milletten) ibaret olduğu halde, topu topu sekiz bin nüfustan ibaret. And­ rew Cumhuru on sekiz bin n üfus, Birem memalik-i müttefıkası (birleşik ülkeleri) nihayet doksan bin nüfus, Lübek, otuz bin. Bunlar ve bunlara benzer, bizim kasabalar kabilinden memleketlerde öyle cumh uriyetle idareye mevkii ve hallerince istidad cay-i bahs midir? (söze değer mi?) Maahaza ( böyleyken ) bunlar devletler himayelerinde yaşamaktalar. Avrupa'da en büyük cumhuriyet İsviçre ki, bizim Tuna vilayeti kadarca bir yerdir. i ki buçuk milyon müfustan ibaret. Halbuki mevkii ve halce şimdiki usül-i idareye ne kadar müstaid (uygun). Orada cumhuriyet, memalik-i müteaddidenin (birden fazla memleketin) birbiriyle ahd ü vifakından (anlaşmasından) ibaret. Yani lsviçre'de her memleket kendi imtiyaz ve idaresini muhafaza etmek şartıyla ittifak etmişler. Yoksa bild iğimiz demokratik değil. Orası bir memalik-i müttefıka (birleşik memleket­ ler) ki, iki lisandan başka yok (Alman, Fransız). iki buçuk milyon n üfus içinde, fakat üç dört bin Yah udi var, Hıristiyanlıktan başka din yok. Maahaza (böyle olunca) memleketler Hıristiyan mezahi b-i mu htelifesine (çeşitli 240

mezheplerine) münkasım (bölünmüş). Mesela Katolik ile Protestan muhtelit (kanşık) değil. Dokuz kanton sırf Kato­ lik, yedi kanton Protestana mahsus. Yirmi iki kantondan, fakat altı mahal var ki, orada Katolik ve Protestanet muhte­ lit (kanşık) bulunuyor. lsviçre'de Hıristiyanlar pek dindar, sofu, demek ki orada ahlak var, Fransa gibi değil. Kaldı ki lsviçre'nin tarifimiz gibi yirmi iki kantona taksim kı lınarak memalik-i müttefika (birleşik devlet) haline girmesi, külliyata (hepsine) nazar (bakmak) için. Bem'de hükümet-i müttefika (birleşik hükümetler) tayin etmesi, ancak şu sinin-i ahirededir (son yıllardadır). Ak­ demce (önceleri) orada cumhuriyet bir nam-ı bimanadan (anlamsız bir isimden) ibaret idi. Çünkü suret-i hükümet bir olmayıp üç kanton kişizadelerle (derebeyleriyle) idare olunur; aristokrasi, altı kanton demokrasi . . . Baki memleketler bi-parti (partisiz) hani nerede müsavat? Evet, Yeni Dünyada (Amerika) bir büyük cumhuriyet işitil mektedir (A. B . D . dir).

ki

Memalik-i

m üttefi ka-i

Amerika'dır

Bu ise bizim dünyamıza hiçbir misal

göstermez. Amerika'da idare-i mezbüre (adı geçen idare) birçok eyalat-ı müstakilenin (müstakil eyaletin) ittifak ve ittihadıyla (birlik ve beraberliğiyle) mün 'akid olmuş, (oluşmuş) o mevkie ve o mevkiin terbiye ve haline münasib (uygun) bir suret-i hükümettir. idaresi City, Ter­ ritory ve District namlarıyla memleket, kaza ve nahiyeye münkasim (ayrılmış) . Altı yüz bin nüfus olan mahalle memleket denir. Her memle ket idaresinde müstakil ve imtiyaz-ı mahsüsu hafızdır (özel imtiyazlarını korumak­ tadır) . Otuz beş memleket olup. herbiri istiklal-i idare (idari bağımsızlık) ve imtiyazını muhafaza şartıyla ittifak etmişler. Bu ittifakın Washington şehrinde bir h ükümet

24 1

var. Bu hükümet-i ittifakiye (birleşik hükümet) senato ve ş u ra' ü n n ü vvab'dan

(millet

meclisinden)

m ü re kkep

(oluşmuş). H ü kümet-i ittifakiye (birleşik hükümet) reisi dört sal için (yıl) intihab olunur (seçilir). Bir de reis ve­ kili bulunur. H ü kümet-i ittifakiye altı yüz bin nüfusu olan yerin, yani memleketin idaresine karışmaz. Ancak kazaların idaresine bakar. Nahiyeler ise yakın olduğu yerden idare olunur. Şu meseleden dahi süküt olunamaz ki, demokrasi fil­ hakika (gerçekte) bir hayalden ibarettir. Çünkü, manası hükümet-i Halk demek değil mi (Yunan'dan me'huzdur'ki demos: halk ahali; kratos h ükümet) Asıl hükümet-i halk odur ki, ne nizam ve ne karar yapılacaksa halk tecemmü edip ( bir araya gelip) bi'l-istişare (danışma ile) karar ve­ rirler. Nasıl ki eyyam-ı hilafette (hilafet günlerinde) ca­ miye toplanırlardı. Nüfüs-ı kalileden (azıcık nüfustan) ibaret bir küçük yerde öyle halkın bi 't-tecemmü (bir araya gelerek) istişaresiyle hükümet mümkün ise de, büyücek yerlerde nasıl olur? Efrad-ı ahali (topl umun fertleri) daima nasıl içtima edebilir? Herkesin işi gücü yok mu? i htiyaçlarına nasıl ve ne vakit sa'y ederler (çalışırlar) . işte bu nazara (teoriye) binaen, (göre) katiyyen h ü kmolunabilir ki sahih (gerçek) bir demokrasi tesisi mümkün değildir. Bu

adem-i

i m kana

(imkansızl ı ktan )

mebnidir

(dolayıdır) ki, şimdi dünyada görülen cumhuriyetlerde halkın ictimaindan, (toplanmasından) mebusan (milletve­ killerinin) içtimaına (toplanması na) udül olunmuştur (dönülmüştür). M e bü san 242

meclislerinin

(millet

meclisleri n i n )

en

düzgünü lsviçre'nindir. Orada her yirmi bin n üfus bir vekil intihab ile (seçerek) meclise ba's eder (uzanır) . Demek değil mi ki, yirmi binin nüfusu re'y-i vahide (tek oya) raci oluyor (dönüyor) . Mahaza ( böyle i ke n ) bu mebusandan (vekillerden) mürekkep (oluşmuş) meclisler­ de

ittifak

( birlik)

muİı al

( i m kansız)

derecesinde

olduğundan ekseriyet-araya (çoğunluğa) itibar lazım ge­ leceği her yerde bi'ttecrübe (tecrübe ile) hissolunmuş bir kaziyedir (meseledir). Bunlarla beraber fakat, meclis­ te hazır olan mebusanın ekseriyet-arasına (çoğunluğuna) itibar kaide-i cariyedir (geçerli kuraldır) . Bu halde, huzzar-ı mebusanın (hazır bulunan milletve­ killerinin) ekseriyet-arası ammeten (genel olarak) halkın reyi ve hükumeti denilmek manasız kalmaz mı? Ne çare ki imkan ile amel (uygulanan) işte bu raddelerde (dere­ celerde) olabi liyor. Şimdi bu mesele ile sıhhat ve hakikat-ı siyasiye (siya­ setin doğruluğu ve gerçeği) bahsi (konusu) nazarıyatta (teoriye) ve amaliyatta (pratiğe) tefrik olundu (ayrıldı) gitti . Fakat bu takrirden (anlatıştan) bir mesele çıktı. Şayan-ı h ı fzdır (kaydedilmeye değerdir). Ş u ki "Bir h ükumet ki şura-ün-nüvvab (milletvekilleri ) meclisini kabul eder, mümkünü'l-amel (uygulanması mümkün) cum­ huriyet suretinin ruhuna sahib olmuş olur. · Demokrasi üzerine geçen şu bahisler fehm olunduysa (anlaşıldıysa) şimdi bakalım gene mesela memleket-i Os­ maniye'de demokrasi, müsavat nasıl mümkün olur. Bunca ecnas (ırklar) ve edyan (dinler) mezahib (mezhepler) ve elsine-i mu htelifeyi ( bir çok dilleri) cem (bir araya ge­ tirmek)

ve tevhid

( birleştirmek)

ne

keyfiyetle

(ne

243

şekilde müyesser olur (mümkün olur). Acaba Amerika ve İsviçre gibi, usül-i ittifak (birleşik usul) teşkil olunabilir mi? Bu teşkilin imkanına zehab (inanmak) Avrupa'daki Sırbın, Afrika'daki Mısır ile Avrupa'da ve Şarktaki Bul­ gar'ın Afrika'da ve garptaki Tunus ile akd-i ittifak (birlik kurması) imkanına zehab (inanmak) demek ne hayaldır. Bizim anlayabileceğimiz mesele, mesela devlet-i Os­ maniye bulunduğu mevkiine ve haline ve cemaline salih bir devlet ki padişahlık olmalı. Fransa'da İngiltere'de nerde olursa olsun cumhuriyet efkan (fikirleri) her ne kadar kabarsa ne yapabilir? Ame­ liyata (uygulamaya) bakmalı. Vaktiyle lngiltere'de ve Fransa'da Cumhuriyetler yaptılar. Menba-i fesad-ı ümem (ümmetlerin fesat kaynağı) muhill-i nizam-ı atem (alemin nizamını bozan) oldu. Fransa cumhuriyetidir ki i btida (ilk önce) şarka tasallut etti (sataştı) ve devlet-i Osma­ niye'yi lngiltere ile ve Rusya ile pek muzır (zararlı) itti­ faklara pa-pend olmağa (bağlanmaya) mecbür kıldı . Maahaza ( böyleyken) cumhuriyetleri ne kadar payıdar (kalıcı) olabildi. Ne gariptir ki, İngiltere'de, Fransa'da cumhuriyet ta­ rafdaranı

(taraftarları)

h ü rriyetten

demokrasiden,

bahsederle r.

Laki n

mü savattan ,

Kan ada'yı

Hind'i,

Cezayır'i Kaçan Çin'ini elden bırakmak istemezler. Hele şu Fransızlar hürriyet ve müsavattan dem vururlar da hem de Sezar gibi (Kayser) sahibkıranlık (üstünlük) isterler. Mademki hürriyet ve m üsavat olacak, ne ci nsce (ırkta), ne dince, ne adetce, ne mevkiice kendilerine ka­ tiyyen münasebeti olmayan Cezayır Araplarına sual et­ sinler 244

(sors u n lar)

bakalım,

onlar kendi

emirleri n i

(hükümdarlarını) velev zalim olsun Fransız cumhuruna tercih ederler mi etmezler mi? Suali istanbul'da şimdiki idare-i hazıra (mevcut idare) böylece kalsın mı?

Cevap: Kalmasın . -Ne yapılsın? Parlamento sureti, yani usül-ı meşveret üzere hükümet-i muhtelite (karma hükümet) sureti ki işbu l 870 sal-i hazır-ı miladide (mila­ di olan bu yılda) Fransa dahi bu usülü kabul etti. -Bu usulün bize aid ciheti nedir? -Hulasa (özetle) Bizdeki Meslis-i Ali tevsii olunur (genişletilir). Bir de ahalinin intihabıyla (seçimiyle) şüraü'n-nüvvab (milletvekilleri) meclisi açılır, vü zera (bakanlar) mes'u l tutulur. Vüzeranın mesuliyeti demek şudur ki, vüzeranın siret-i siyaseti (siyasi tavrı) şüra'ün­ nüvvabda ma'rez-i bahse konur (tartışmaya açılır). Orada aza, ( üyeler) mü bahase ve mutaraha eder (üzerinde konuşur ve ayrıntılarına ayırır), vüzera (bakanlar) cevap verirler. Nihayet eğer siret-i vüzera (bakanların tavrı) ekseriyet-ara ile (çoğunlukla) tahsin olunursa (iyi bulu­ nursa) vüzera mansıblarında (görevlerinde) kalırlar. Ve ekseriyet-ara (çoğunluk) siret-i vüzeranın ( bakanların tavrı n ı n )

a l eyh i n e

çı karsa

vüze ra

mansıblarından

(görevlerinden) düşerler. Swil: Bu tedabir (tedbirler) ile maliye derhal para buluverir mi? Devlet memalik-i vasıasına (geniş eyaletlerine) ve emaretlere (emirliklere) hükmünü yürütebilir mi?

Cevcib: Bu meseleler bütün bütün başka meselelerdir. Bizim söylediğimiz tedbir ile devlet-i Osmaniye, Rumeli'de ve

245

Anadolu'da a'ni (yani) bugünkü gün doğrudan doğruya asker ve vergi almakta olduğu memalik-i ma'dude ve m uayyenesinde ( belli başlı eyaletlerde) devletini bir esas-ı kavi (sağlam bir esas) üzere tesis etmiş (kurmuş) olur. işte bu kadar, Maliyeye çareyi uzun uzun zaman­ ların tedbir-i serveti (ekonomisi) bulur. Emaretlere (emirliklere) tasallut (üstünlük) kuvvet-i kahire (büyük güç) mes'elesidir. Öyle kuvvet-i kahireyi (büyük gücü) lstanbul devleti iktisab etmek (elde etmek) (benim zü'm­ ı mahsüsuma göre ) (benim kişisel görüş üme göre) geçmiştir. Buna ihtimal yoktur. Afrika'ya bakınca, Tunus, Trablusgarp, ve Mısır, üçü birleşip

(eğer a kılları n ı

başlarına toplayabil irlerse)

dünyada en a'la ve en payidar (kalıcı) bir devlet-i lslamiye

( İ slam

Devleti)

teşkil

edeceklerdir.

Bu

olmadığı halde Avrupa'nın kuvve-i kahiresi (büyük gücü) Afrikayı zaptedecektir.

O h alde lstanbuL

Cezayire

yaptığı kadarca bir protesto yapabilecektir. işte o kadar. Bizim nazanmızda olanlarca (olup bitenlere göre) bu emir mukadderdir. Ya'ni çaresizdir. Ama lstanbul devleti Afrika memalik-i müteaddidesini (çeşitli eyaletleri) tev­ hid (birleştirme) politikasını tutup da, bir Afrika devleti tevl idine (doğurmasına şimdiden göz açarsa kendi bekasına (kalıcılığına) bir büyük yardımcı bulmuş olur. Ve elyevme'l-kıyam (kıyamet gününe kadar) hanedan-ı Osmani (Osmanlı hanedanı) tarihlerde bu şeref ile yad olunur. Vellahu a'lemu bi's-sevab (Allah muhakkak ki en doğrusunu bilir) (Ulüm, nr. 1 8 s. 1 083- 1 1 07)

246

SONUÇ Ali Suavi, Batılılaşma dönemi Türk aydınlan arasında önemli bir yere sahiptir. Rüşdiye mezunu olan yazar, aynı zamanda klasik islami ilimleri de tahsil etmiştir. Bir taraftan medreselerde başında sank ders verirken diğer taraftan rüşdiye ' m uall i m-i evveli" olmuştur. yaşında

Arapça

ve

Farsça'yı

öğre n m e kl e

Genç

beraber

Fransızca lngilizce ve Yunanca da b ildiği anlaşılıyor. M edresede matemat i k dersleri okutan

Suavi

hem

öğrenirken, hem de öğretirken modem eğitim ile klasik medrese eğitimini bir arada yürütmüş ve bu iki eğitim tarzını kendi şahsında birleştirmiştir. Suavi, yaşadığı dönemin sosyal ve siyasi olaylan ile yakından ilgilenen bir çeşit din adamı kimliğiyle de görünür. Cami kürsülerinde halk kalabalıklannı ülkenin gidişatı konusunda uyaran, aydınlatan Suavi, aynı anda dili ile beraber kalemini de konuşturrnuştur. lstan bul'da Muhbirle başlayan gazetecilik faaliyeti dönemin keyfi idarelerine karşı bir muhalefettir. Suavi Yeni Osmanlılar hareketinin öncesinde, hareke­ tin içinde ve sonrasında çok atak, fevri her an galeyen halindeki "impulstr karakteriyle bir çok devlet, siyaset ve kültür adamı ile boğuşmuş ve bu yüzden pek çok düşman kazanmıştır. Medrese hocalığı, rüşdiye muallim-i evvelliği, ticaret mahkemesi reisliği, tahrirat müdürlüğü, vaizlik, gazete­ cilik, okul müdürlüğü yapan yazann diplomat olması son anda lngiliz elçiliğince engellenmiştir. Nihayet Suavi, son çağ Türk tari h inde, Çırağan Vak'asının tertipçisi ve kurbanı olmak gibi daha baştan ümitsiz ve sonuçsuz bir siyasi isyan hareketinin "sanklı

247

ihtilalci"sidir. Ali Suavi, İstanbul Muhbir'inde meşrutiyetle ilgili net bir tavır ortaya koymazken, Londra Muhbir' i n d e ateşli b i r meşrutiyet savunmasıydır. Bununla beraber o n u n istediği

meşruti

monarşi

rej i minde

Padişah ,

İ ngiltere kral ve kraliçeleri gibi sembolik değil, aksine lslam hukukunun kendisine verdiği on görevi yerine ge­ tirmekle sorumludur. Suavi, İslami olan bir idare siste­ minde despotizmin yeri olmadığını her fırsatta belirt­ miş,

bu

sistem

i çerisinde

devlet

başkanını

hem

sınırlayan, hem de murakabe eden kontrol sistemlerine dikkati çekmiştir. Ancak o, 1 869'dan itibaren gelişen olaylar, David Urguhart ve Le Play'in de tesiriyle çok değişik ırk, din ve dillerden oluşan Osmanlı Devleti'ne Avrupai anlamda bir meşruti idarenin faydadan çok zarar getireceğine inanmış ve bu inancını makaleleriyle dile getirmiştir. 1 867 yılında Avrupa'ya kaçan Suavi tam anlamıyla ihtilalcidir. Londra Muhbir' i n de ki yazıları nda "zalim" olarak nitelediği Babıali'yi çok sert bir üslupla tenkit etmekle kalmaz. , aynı zamanda muhtemel bir isyanla da tehdit eder. Zalim olan idarecilere itaat edilmemesi ge­ rektiği yolundaki tezini İslami kaynaklardan getirdiği delillerle besler. Onun bu davranışı l 8 7 2 yılında Ali Paşa'nın bir nevi günah defteri olan 'Defter-i Amal-ı Ali Paşa' isimli eseri yayınlayıncaya kadar devam eder. Bu tarihten sonra Suavi'nin daha ılımlı bir tavır sergile­ diğini ve kendisini daha çok kültür ağırlıklı konulara verdiğini görüyoruz. l 875- 1 87 6 yılları arasında ise o, tam anlamıyla Osmanlı devleti'nin yurt dışındaki savunu­ cusudur. Bu dönemde yazdığı eserleri ele alırken belirt-

248

ligimiz gibi o, gerçekten kendisinden önce ihmal edil­ miş

bir

vazi feyi

i m kanları ,

birikimi

ve

kabiliyeti

oranında yerine getirmiştir. l 876 yılında yurda dönen yazar, tam manasıyla muhafazakar ve saltanatçıdır. Os­ manlı-Rus savaşının getirdiği milli felaket. onun "Mek­ teb-i Sultani"deki müdürlü kten alınmasından kaynakla­ nan ferdi felaketiyle birleşince o, şuur altında yatışmış olarak d uran ihtilalci tavrını tekrar takınmış ve Çıragan Sarayı'nı bu ruh hali içerisinde iken basmıştır. Suavi de, diğer yeni Osmanlılar gibi lslam h u kukunu savunmuştur. Ona göre Osmanlı Devleti'nin sıkıntıları ka­ nunlanndan değil, bu kanunlan icra eden devlet memur­ larından kaynaklanıyordu. O, Batı'dan tercüme yoluyla "kanun ithali'ne karşı olduğu gibi. Fıkıhın Arapça keli­ me oyunlan üzerine bina edilmesine de karşıdır. Ona göre, lslam h u ku ku her zaman ve zeminin ihtiyacına cevap verecek esnekliğe sahiptir. S uavi'nin, özellikle dünyevi işlerle ilgili ve tefer­ ruatı ilgilendiren h ü kümleri n şer'i olmadığı, bunların siyaset ilminin konusu olduğu yolu ndaki Seyyit Şerif Cürcan i'den naklettiği bir cümle, onun laikliği savun­ duğu şeklinde yorumlanmıştır. Gerçekte Suavi'nin ne doğrudan, ne de ima yoluyla laik bir idare istediğine dair bir ifadesine rastlanmaz. Öte yandan o, Hilafet müessesesi ile ilgili biribiriyle çelişen fikirler ileri sürmüştür. Londra Muhbiri devre­ sinde ve U/ ü m 'daki

bazı

makale l erinde

padişahın

Allah'ın adaletini yeryüzünde temin ve temsil eden şahıs olduğunu söylerken, U/üm'daki bir diğer yazısında İslam halifesine sadece dünyevi bir lider olarak bakılması ge­ rektiğini. İslamiyette, Hristiyanlı kta olduğu gi bi. ruhani

249

reislik bulunmadığını belirtir. Ancak onun, her dönemde hilafeti siyasi bir makam olarak gördüğü açıktır. Suavi'nin kitaplannda ve makalelerinde en çok ele alınan bir diğer husus, milli ve dini kimliği olumsuz yönde etkileyen manevi rahatsızlıklardır. Kendisi bun­ ları "Emraz-ı Dahiliyye" olarak nitelemektedir. Yazara göre,

dahili

rahats ı z l ı kların

birincisi,

Ulema'nın

nüfüzunun kırılmasıdır. Ulema'nın uyarıcı görevini yapa­ maması, idarenin başıboş olmasına sebep olmuştur. Öte yandan geçim derdine düşen u lema, ilmi bir tarafa bırakmış, baştakiler kendilerine itiraz etmeyecek olan Ulema-yı Rusüm'u icat etmişlerdir. lslam dininden uzaklaşmayı, üstelik Batılı misyoner­ ler harıl hani çalışırken Müslümanların kendi dinlerine sahip çıkmamalarını Suavi bir diğer " Maraz' olarak nite­ ler. M edeniyet zannıyla Batı görgü kuralları nın taklid edilmesini, ülkede herkesin üzerinde anlaşıp yazıştığı bir resmi dilin olmamasını, dalkavukluğu, rüşveti de birer manevi rahatsızlık olarak gören yazar, Batının Fen ve

teknoloj i s i n i n

dışında

M ü s l ü manlardan

üstün

tarafının bulunmadığına inanmaktadır. Yeni Osmanlılar arasında milli kavramlar üzerinde en çok d u ran Ali S uavi'dir. O, Avrupa'da kaldığı süre içerisinde çevresinde bulunduğu Türk dostlarının da te­ siriyle Türk milletine yönelik ithamları 'Türk' başlıklı makalelerle red etmiş, Türklerin eski, asit ilme ve me­ deniyete katkıları büyük bir millet olduklarını isbat et­ meye çalışmıştır. Ancak Ali Suavi'nin fikriyatında o devir için bir ideoloji olarak Türkçülükten söz etmek mümkün 250

d eği ldir.

O,

Türk

m i l letin i n

lslamiyeti

kabulünden sonra vücuda getirdiği medeniyete hay­ randır. İslamiyetten önceki Türklerin Osmanlılarla ırk bağını kabul etmekle beraber onlardan zaman zaman "Cengiziler" diye söz eder. Suavi, Osmanlı Hıristiyanları sözkonusu olunca Os­ man lıcı, Türk M illetinin horlan ması karşısında milli değerlerin savunucusu, haçlı zihniyetine muhatab olun­ ca ittihad-ı İslamcıdır ve meseleleri bu bakış açılarıyla tahlil eder. Ancak o islamın manevi birliği ideali ne so­ nuna kadar bağlı kalmıştır. Türkçe'yi diğer birçok dilden üstün bulan Suavi, sa­ dece dilde sadelik taraftarı olmakla kalmamış, bunun bizzat pratiğini yapmıştır. Onun eserlerindeki dil. bazı terkiplerin dışında günümüz Türkçesinden pek farklı değildir. Yazılarında, gerekli olmadıkça uzun terkipler kullanmayan Suavi'nin kendisine has bir üslüb ve sen­ taksa sahip olduğu muhakkaktır. Bizde 'terim' meselesi­ nin önemini ilk defa kavrayan Ali Suavi'dir. O sadece me­ selenin ehemmiyetini belirtmemiş, aynı zamanda gere k sosyal ilimler, gerekse fen ilimleriyle ilgili teri mleri n Türkçe'ye mal edilmesinde uyulması gereken esaslan da belirlemiştir. Bunların başında fen bilimleri terminolo­ jisinde Avrupa teri mlerinin aynen alınması fikri vardır. Arap alfabesin i n Türk imlası ve telaffuzuna daha uygun hale getirilerek muhafaza edilmesi gerektiğin i söyleyen Suavi, yeni okuma yazmaya başlayanlar için yazı ve imlanın kolaylaşt ırılması gerektiğini belirtir. Dilde tasfiyeci düşünceyi red eden Suavi, Arapça ve Farsça'dan kelime alınmasını tabii bulduğu gibi vaktiyle Arapça'n ı n ilim dili olarak kullanılmış olmasını da yadırgamaz. Nitekim imam-ı A zam ·ın her kavmin kendi

25 1

dilinde i badete cevaz verdiği n i, ancak haleflerinin lslam

birliği n i zedeler düşüncesiyle

bunu

uygulat­

madıklannı söyleyen Suavi, onlann bu davranışını doğru bulur. Fakat bir kimsenin dinini öğrenmek için ille de Arapça yazılmış eserler okumak zoru nda ol mad ığı, Türkçe yazılmış pek çok değerli tefsirin bulunduğu fikri de ona aittir. Suavi'nin üslubu edebi bir üslüp değildir. Kendisinin edebi bir eseri de yoktur. O Divan Edebiyatı'nı tabiat, hakikat ve ahlak dışı bulur. Onun istediği edebiyat "sakiname"

ede biyatı deği l ,

cem iyete yön e l i k ede­

biyattır. Tanzimat döneminde "Ma'arir kelimesini en çok kul­ lananlardan biri Suavi'dir denilebilir. O, gerek lstanbul Muhbir'indeki doğrudan "Maarif' başlıklı yazılarında, ge­

rekse Londra Muhbiri ve Ulüm'da eğitimin, ilmin bir milletin hayatındaki ehemmiyeti üzerinde ısrarla durur. Ul üm'da Osmanlı Devleti' n deki Eğitim faaliyetlerinin tarihçesini kaleme alan yazar, sıbyan Mekteplerinden Medreselere kadar Osmanl ı Eğitiminin pro blemleri, çıkmazları ve ıslah imkanları üzerinde durur. ilkokullara dahi gazete sokulmasını söyleyen o olduğu gibi medrese hocalarını kapandıkları dar dünyanın dışına çıkarmak için

' Ulema"

gazetesi n i n

ç ı karı l m ası

gere kti ğini

söyleyen de odur. Suavi sadece din ilimleri okutulmasının taassup, sa­ dece fen ilimleri okutulmasın ı n ise şüphecilik, in­ karcılık yaratacağı düşüncesindedir. Fen ilimlerinin her çeşidini

zaruri gören

yazar,

b u n u n yaratabil eceği

'tuğyan'a da dikkat çeker. Suav i , dinin kal kı nmaya engel olduğu düşüncesine 252

karşıdır.

O,

lslam

dininin,

kal kınmayı, ilerlemeyi, M ü sl ü m a n l a r ı n

Batı

H ı ristiyan l ığın

zıttına

üretmeyi emrettiğini söyler. aleminden

ileride

o l d uğu

dönemlerden örnekler veren yazar, lslam dünyasının geri kalmışlığını özünden uzaklaşmasıyla izah eder. Sanat ve ticaretin

terkedilip,

devlet

kapısından

m e m u riyet

arayışına çıkmayı bir nevi dilencilik kabul eden Suavi, dışarıdan alınma borçlarla kalkınmanın mümkün olamaya­ cağı düşüncesinden hareketle dış borçlanmaya da şiddetle karşıdır. Türkiye'nin kaynaklarının el değmeden d u rduğu n u , tarafı ndan

b u nları orga n ize

işletecek edil mesi

sefe rberl iği n

devlet

gere ktiğin i ,

israfı n

önlen mesini söyleyen Suavi, tevekkül diye sığı n ılan tembelliğe de saldırır. Osmanlı Devleti'nin Tarızimat'tan beri dış politikasını tavizci bulan Suavi, özellikle Ali ve Fuad Paşalarla tavi­ zin teslimiyete dön üştüğü kanaatindedir. Islahat Fer­ manının Hristiyanları üstün duruma getirdiğine inanan yazar, bunun Müslü manları kendi ülkelerinde ikinci sınıf vatandaş durumuna soktuğunu sık sık tekrar eder. Batı'ya karşı politikalarını Rus fo bisinin tesiriyle tayin eden Vükela'yı Suavi zaman zaman "korkak", "kan· gibi sözlerle vasıflandırır. Ona göre, Osmanlı dış politikası, dünya dengeleri de hesaba katılarak haysiyetli bir şekilde yürütülmelidir. Aslında Osmanlı devleti herşeye rağmen çok güçl üdür, elinde yığınla avan taj vardır, ancak kendisine olan güvenini kaybetmiştir. Zulmetme­ melidir, fakat kendisine zulmedilmesine de müsaade et­ memelidir. Sosyal ve siyasi meselelerin hemen hemen hepsinde Suavi'nin çıkış noktası İslam dinidir. Ancak o bazı konu253

larda zamanında şimşekleri üzerine çekecek kadar Orto­ doks lslam'dan, başka bir ifade ile, Ehl-i sün netten ayrı l m a ktad ı r .

Kendisi

resi m l i

bir

ansiklopedi

yayınladığı gibi, resme hatta heykele de cevaz vermek­ tedir. Faiz, ri ba, bey', ine gi bi kavramları ele alan Suavi lslam fakihlerinin "muamele-i şer' iyye" dedikleri hadi­ seyi faizin helal olduğu şeklinde yorumlamış ve ta­ biatıyla büyük tepki uyandırmıştır. Fevkalade zekası, geniş bilgisi, mücadele azmi ve ce­ saretiyle beraber Suavi'nin bazı zaafları vardır. Övünme ve kendisini övdürme onun hiç de hoş olmayan bir özelliğidir. Midhat Paşa'nın sürülmesi üzerine, fikirleri­ ni ve icraatını beğen mese bile, onun Paşa'ya karşı takındığı tavır bir 'zebünküşlük" örneğidir. İslami konu­ larda zaman zaman bir müçtehid edasıyla içtihadlara var­ ması, fetvalar, vermesi zamanında da tenkit konusu olmuştur. Suavi de Batılılaşma dönemindeki bir çok aydın gibi eksik gördüğü herşeyi adeta bir anda yakala­ ma, elde etme acelesi ve telaşı vardır. Bu yüzden o, de­ rinleşmeden sık sık değişik kon u lara atlar, yazmaya teşebbüs ettiği bir çok konuyu yarıda bırakıp diğerine geçer. Ulüm gazetesinde yanın kalmış onlarca tefrika ancak böyle izah edilebilir. Onun daha 1 866 yılının son­ larında

1 27 eseri olduğu ndan sözetmesi kendisi n in

geniş bir kültür ve birikime sahip olduğunu gösterdiği kadar bu aceleciliğini ve birçok şeye birden el atma tarafın ı da ortaya koyar. Zaten kendisi de bunların çoğunun küçük risaleler olduğunu söyler. The Times mu­ habirinin ondan "Author of Pamphlets' (kitapçık yazarı) diye 254

bahsetmesi

se bepsiz

değildir.

Gerçekten

de

Suavi'nin kitaplanndan çok kitapçıkları vardır. Bununla beraber bütün bu derinleştirilmeyen acelecilik ve çok yönlülüğün Türk kültür tarihinde bir anlamı vardır. Tan1 zimat aydını her şeyi bilmek ve pek çok şeyi bilmeyen, Batı'ya ve dünyaya yeni açılmaya başlayan topluma ayni anda her şeyi öğretmek zorundaydı. Hülasa e klektikti . Ali Suavi Tanzimat'ın bu eklektizmini en geniş şekilde temsil eder. Kanaati mizce,

bütün

kusurlarına

rağme n

Su avi

·şarlatan' damgasın ı hakketmemiştir. Özellikle sonradan muhalifi olan Namık Kemal ve onun hayranlarının kendi­ siyle ilgili olarak ileri sürdükleri fikirler son derece hissi ve haksızdır. Hele onun lngiliz ve Rus ajanı olduğu yolundaki id­ d i aların

hiç

bir

dayanağı

yokt u r.

Bunu

tezimize

koyd uğumuz arşiv belgeleri açı kça gösterme ktedir. Onun hiçbir dönemde ve hiç bir yazısında devletini ve m i l letini küçük düşürücü fi kirler ileri sürdüğü ne, ü l kesini yabancılara şi kayet ettiği ne rastlamıyoruz. Suavi'nin samimi old uğu , eserlerinde fi kirlerine yer verdiği Avrupalı dostlan vardır. Ancak bunların hepsi aynı zamanda Türk milletinin dostlan olan, Türk'ün ve lslamın faziletlerini inkar etmeyen Batılı aydınlardır. Bazı yayınlarda olduğu gi bi. Suavinin adeta bir aziz, kusursuz ve çelişkisiz bir insan olarak tanıtılmasını, peşin bazı yargılara göre değerlendirilmesini de objek­ tif bulmak mümkün değildir. Ali Suavi de bütün fan iler gi bi ardından bazı izler, bazı hükü mler bırakarak gitti. Şüphesiz ki bütün bun­ ların müsbet ve isabetli olduğunu söylemek mümkün değildir. Mümkün değildir, zira Ali Suavi de bir insandı.

255

BİBLİYOORAFYA Ali Suavi'nin Eserleri 1 - Giyotiyos'un Ahlaka Aid Risalesi'nin Türcümesi. lstanbul 1 864. 2- Ehemmiyet-i Hıfz-ı Mal (Tasvir-i Efkar'da tefrika ha­ linde) 1 865. 3- Santorin Risalesi (Rüzname-i Ceride-i Havadis'de tefrika halinde) 1 866. 4- Arabi İ bare Usülu'I Fıkh Tercümesi. Londra 1 868. 5- Türkiye Fi 1 288 (Salname), Paris 1 87 1 . 6- Mısır Fi 1 288 (Salname), Paris 1 87 1 . 7- Tacryr Ou Relation de Mohammed Efendi (ilavelerle), Paris 1 872. 8- Defter-i Amal-ı Ali Paşa, Paris 1 87 1 -7 2 . 9 - Türkiye Fi ı 290 (Salname), Paris 1 873. 1 0- Hive fi Muharrem 1 290, Paris 1 873. 1 1 - Le Khiva (Hive'nin Fransızcası), Paris 1 873. 1 2- Nasır-ed-Din Chah D'IRAN, Paris 1 873. 1 3- Le Tableau de 5ebes (ilavelerle), Paris 1 873. 1 4- Takvimü't-Tevarih (ilavelerle), Paris 1 87 4. 1 5- A Propos de L'Herzegovine, Paris 1 875. 1 6- David Urq uhart Efendi'nin Bu Kere Umur-ı Ecne­ biye Komitelerinden New Castle Cemiyetinin Reisi Mis­ ter Crawshay'e Yazdığı Tahrirat-ı Nesayih-ayatın Kendi Kal emiyle olan lngilizce Aslından Lisan-ı Osmaniye Türcümesi, Paris 1 875.

1 7- H u z ü r-ı Şevket- Mevfü r-ı Padişah iye, lngi ltere Umür-ı Ecne biye Komiteleri Canibinden Seksen Dört Buçuk Milyon Liralık Hakk-ı Düyün Layi hasını Kabul Niyazıyla Arzuhal, Paris, 1 876.

257

1 8- il me A Propos de l'Herzegovine, Paris 1 876. 1 9- il me A Propos de l'Herzegovine-Montenegro, Paris 1 876. 20- Queastion of The Day-Turk or Christian, Landon 1 876. 2 1 - Huküku'ş-Şevari, İstanbul 1 908.

Ali Suavi'nin Kendi Çıkardığı Gazetelerin Dışında Türk ve Yabancı �ınca Yayınlanmış Makaleleri Yabancı Basın 1be Diplomatic Keview (London) "The Bulgarian lnsurrection, The New Report of No­ tables of Philippopoli" Vol: 24/4, October 1 876, s. 244248.

- "Revolutionary Documents Found Upon The Leaders of The l nsurrection in Bulgaria" Yol: 24/4, October

1 876, s. 248-258. "Letters By Ali Suavi Effendi No: 1 , To Yiscountess Strangford", Vol: 24/4, October 1 876, s. 270-272. "The Report of Mr. Schuyler, To The Editor of The "Memorial Diplomatique' Yol: 24/4, Octoüber 1 876, s.

273-276. Extrait du bulletin de La Sociate de Geographie

(P'.wis)

'A Propos de La Mer D'Aral" Novembre 1 873, s. 528-

536.

258

La Memorial Diplomatique (Faris) " Insurrection L'de Bulgarie, Piece Revoıl utionairers Treuvees sur Les Chefs Des Insurges en Bulgarie' nr. 35,

1 876, s. 56 1 -562. - "Affaires de Bulgaria Lettre a lady Strangford" nr. 37,

1 876, s. 59 1 -592. "M. Schuyler A. M. Le Directeur du Memorial Diplo­ matique" nr. 38, 1 876, s. 607-608. " Parallele

Politique

En tre

L'Angletterre

et

Le

Comite de Moscou. A Monsieur Le Directeur du Memorial Diplomatique" nr. 39, 1 876, s. 623-625. "Klerck et Suttorina A Monsieur Le Directuer de Memorial Diplomituqe" nr. 39, 1 876, s. 702. nıe Moming Post (London) - 'Turkey and The Powers" 9 September 1 876, s.5.

Suavi'nin Makalelerinin Yayınlandığı Türk Gazetelerinin Tarih ve Sayılan ( • ) Basiret (/stanbul)

No 21 1 1 2 1 14 2384

20 Cemaziyelevvel 1 294 (3 Haziran 1 877) 24 Cemaziyelevvel 1 294 (7 Haziran 1 972) 8 Mart ı 294 (Rumi) (20 Mart 259

1 877) 1 l Mart l 294 (Rumi) (2.3 Mart 1877) 7 Cemaziyelevvel l 295 ( 1 9 Mayıs 1 878)

2387 2444

El

Cevalb (İstanbul)

No

Tarih

275

1 4 Şevval 1 28.3 ( 1 9 Şubat 1 867) 2 1 Şevval l 28.3 (26 Şubat 1 867)

276

ttÜJTiyet (Londra-Cenevre) No

Tarih

28

4 Sanvier (Ocak) 1 869 1 2 Avril (Nisan) 1 869 20 Decembre (Aralık) 1 869

42 78

İtUhat (Paris) No

Tarih

1 1 5 Mayıs 1 869 Müsavat (/stanbul) No

Tarih

86

l 7 Şubat l 877 25 Şubat 1 877 2 Mart 1 877 14 Mart 1 877

9.3

97 106 260

1 10 l l7

1 8 Mart 1 877 26 M art 1 877 Rüzname-i Ceride-i Havadis (İstanbul) •

No

tarih

351 7

27 Ramazan 1 294 (5 Ekim 1 877)

Sadakat No

Tarih

63

1 2 Kanün-ı Sani (Ocak) 1 877 27 Kanün-ı Sani 1 87 7 2 Şubat 1 877 3 Şubat 1 877 4 Şubat 1 877 5 Şubat 1 877 7 Şubat 1 877 8 Şubat 1 877 9 Şubat 1 877 1 0 Şubat 1 887 i l Şubat 1 877 12 Şubat 1 877

68

73 74 75 76 77 78 79 80

81 82

Tasvir-i Elkal" (İstanbul) . . No

Tarih

452

1 l Ramazan ı 283/ 1 7 Şubat 1 867 23 Ramazan 1 283/29 Şubat 1867

455

261

Ümran No

(lstanbul)

Tarih

1 6 Teşrin-i evvel 1 294 (30 Ekim 1 877) Vakit No

Tarih

30 1

28 Ağustos 1 876

323

19 Eylül 1 876

327

23 Eylül 1 876

328

24 Eylül 1 876

337

5 Teşrin-i evvel (Ekim) 1 87 6

344

1 4 Teşrin-i evvel 1 87 6

345

1 5 Teşrin-i evvel 1 876

347

1 6 Teşrin-i evvel 1 876

382

22 Teşrin-i sani (Kasım) 1 87 6

389

2 8 Teşrin-i sani (Kasım) 1 876

432

28 Kanün-ı sani (Ocak) 1 8 1 7

433

1 2 Kanün-ı sani 1 87 7

445

2 5 Kanün-ı sani 1 877

45 1

30 Kanün-ı sani 1 877

453

1 Şubat 1 87 7

460

8 Şubat 1 87 7

462

1 0 Şubat 1 877

463

1 1 Şubat 1 877

467

1 6 Şubat 1 877

474

22 Şubat 1 877

482

30 Şubat 1 877

262

549

20 Mayıs 1 87 7

552

1 Mayıs 1 87 7

597

25 Haziran 1 877

60 1

30 Haziran 1 87 7

617

1 5 Temmuz 1 877

619

1 7 Temmuz 1 877

6.30

28 Temmuz 1 877

6.37

4 Ağustos 1 87 7

644

1 1 Ağustos 1 877

676

1 2 Eylül 1 87 7

679

1 5 Eylül 1 87 7

68 1

l 7 Eylül 1 87 7

684

20 Eylül 1 87 7

685

2 1 Eylül 1 87 7

686

22 Eylül 1 87 7

7.30

5 Teşrin-i sani 1 87 7

7.32

7 Teşrin-i stmi (Kasım) l 877

7.34

9 Teşrin-i sani 1 87 7

744

20 Teşrin-i sani 1 87 7

746

22 Teşrin-i sani 1 87 7

762

7 Kanün-i evvel (Aralık) 1 877

76.3

8 Kanün-i evvel 1 877

26.3

ALİ SUAVİ'DEN BAHSEDEN ESERLER

A. Kitaplar Abdu/hak ffamid, Mektuplar, lstanbul, 1 .3.35. Abdullah Cevdet, Kahriyat, Paris, 1 899 Abdurrahman Şeref, Tarih M usahebeleri, lstanbul,

1 .3.39. Ahmed Midhat, Üss-i lnkılab (1-11) lstanbul, 1 294-

1 295. Ahmed Rasim, isti bdattan Hakimiyet-i Milliyeye (1-11)

lstanbul, 1 .342. ilk Büyük Muharrirlerden Şinasi, lstanbul,

1 928. Ahmed Saib, Tarih-i Sultan Murad-ı Hamis, Kahire,

1 90 1 . Ali (Basiretçi), lstanbul'da Yarım Asırlık Vekayi'-i

Mühimme, lstanbul, 1 .325. Ali Fuad, Rical-ı Mühimme-i Siyasiye, lstanbul, 1 928. Ali Haydar, Beyan-ı Hakikat, lstanbul. 1 293.

Midhat Paşa'nın Hayat-ı Siyasiyesi, Hide­ matı, Şehadeti, İstanbul. 1 322. Aksüt, Ali Kemali, Abdülaziz'in M ısır ve Avrupa Seya­

hatı, lstanbul, 1 944. Akün, Prof. Dr. ômer Faruk, Namık kemal'in Mektup-

265

lan, lstanbul. l 972. Akyüz, Prof. Dr. Yahya Türkiye'de Öğretmenlerin Top-

lumsal Değişmelere Etkileri, Ankara, l 988. Arnold, Thomas W. , The Caliphate, Oxford, l 924. Atay, f'alik Rıfkı, Başveren inkılapçı, lstanbul. l 95 l . Berkes, Niyazi, Türkiye'de Çağdaşlaşma, lstanbul.

1978. Bilgegil, Prof. Dr. Kaya, Türkiye'de Bazı Yeni Os­

manlılarla Yeni Osmanlı Taraftarlannın Bir Millet Mecli­ si

Ku rma

Teşe b b ü s ü ,

Erz u r u m ,

ı 97 4

(Atatürk

Üniversitesi 50. Yıl Armağanı, Sayı 2'den Ayn Basım). Yakınçağ Türk Kültür ve Edebiyatı Üzerinde Araştırmalar, Cilt: ı. Ankara l 976, Cilt il, Erzurum 1 980. - Ziya Paşa Üzerinde Bir Araştırma, Ankara,

1 979. Çay, Doç. Dr. Abdülhaluk, Ali Suavi'nin Hive Hanlığı

ve Türkistan'da Rus Yayılması, lstanbul. l 972. Danişmend, /. Hami, Ali Suavi'nin Türkçülüğü, Ankara,

1 942. Davison, Roderic H., Reform in The Ottoman Empire

ı 856- ı 878, Princepton, New Jersey, l 963. Derviş Hüma, Makber-i Ahrar, Cenevre, 1 90 1 . Doğan, Yrd. Doç Dr. /smail, Tanzimatın iki ucu, Müm'f Paşa ve Ali Suavi Jstanbul- l 99 1

266

Dorys, Oeorges, Abdulhamid'in Time, Paris, 1 90 1

.

Ebuzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar Tarihi, (ilavelerle

Yayınlayan: Ziyad Ebuzziya), Cilt: 1-11; lstanbul 1 97 3, Cilt: ili, lstanbul, 1 97 4. - Salname-i Hadika, lstanbul, ı 290. - Salname-i Ebuzziya, lstanbul, 1 296. Emil, Doç. Dr. Birol, Mizancı Murad Bey, Hayatı ve

Eserleri, lstanbul, 1 979. The Encyclopedia of lslam, Vol: il, London, 1 954. Ertaylan, lsmail Hikmet, Türk Edebiyatı Tarihi, Cilt: L

Bakü, 1 925. Fazlı Necib, Külhani Edipler, İstanbul, 1 930. Oövsa, /. Alaattin, Türk Meşhurlan Ansiklopedisi,

lstanbul, 1 946.

Halil Halid, A Diary of A Turk, London, 1 903. Hanioğlu, Şükrü, Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi,

lstanbul, 1 98 1 . - Osmanlı lttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük, Cilt: L lstan bul, 1 989. inal, lbnülemin M.K. , Son Şairler, 1 . Cüz, İstanbul,

1 930. - Son Sadrazamlar, Cilt: il İstanbul, 1 982. İskit Server R

. .

(Dergah Yay.),

Türkiye'de Neşriyat Hareketlerine Bir

Bakış, lstanbul, 1 939.

267

Kanipaşazade Ahmed Rifat, Hakikat-ı Hal Der Der-i

İhtiyat Paris. 1 870. Kaplan, Dr. Mehmet, Namık Kemal, Hayatı v e Eserleri.

İstanbul, 1 948. Kaplan, Mehmet, İnci Engin ün, Birol Emil, Yeni Türk

Edebiyatı Antolojisi. Cilt L İstanbul, 1 97 4, Cilt: il,

1 978. Kara/, Enver Ziya. Osmanlı Tarihi. c: Vll, Islahat fer­

manı Devri, 1 86 1 - 1 876. Ankara, 1 956. Kocabaş, Hüseyin, Ali Suavi Vak'ası Üzerine Verilmiş

Olan Fetva, Bursa, 1 949. Köprülü, Fuad, Milli Edebiyatın ilk Mübeşşirleri.

lstanbuL 1 928. Kuntay, Midhat Cemal, Sarıklı lhtilalcı Ali Suavi.

İstanbul, 1 946. - Namık Kemal: Devrin Olaylan ve İnsanları Arasında, Cilt: L lstanbuL 1 949. Cilt: il, lstanbuL 1 957. Kuran, Ahmed Bedevi, Osmanlı İmparatorluğunda

inkılap Hareketleri ve Milli Mücadele, İstanbul, 1 956. Kutay, Cemal, Örtülü Tarihimiz. Cilt: 11-111. lstanbul,

1 979. Levent, Agah Sım, Türk Dilinin Gelişme ve Sade­

leşme Evreleri. T. D . K. Yayınevi. Ankara, 1 972. Lewis, Bernard, The Emergency o f The Modem Tur­

key. London 1 962 (Tercümesi: Modern Türkiye'nin Doğuşu. İstanbul 1 984, Tercüme Ed: Prof. Dr. Metin 268

Kıratlı) . Mahmud Celalettin Paşa, Mir'at-ı Hakikat, Cilt: 111,

lstanbul, 1 327 . Mardin, Şerif, The Genesis of Young Ottoman Thought,

Princepton, New Jersey, 1 962. Mehmed Tahir (Bursalı), Osmanlı Müellifleri. lstan bul,

1 334. Melek ffamm, Six Years in Europe, London, 1 872.

Mekteb-i Sultani (Mekteb-i Sultani'nin 50. sene-i dev­ riye'yi tesisi münase betiyle yayınlanmıştır), lstanbul, 1 9 1 5. Memalik-i Mahrüsayi Şahane'ye Dühül ve intişarı Memnu' Bulunan Kütüp ve Resail-ı Muzirranın Esasmisini Mübeyyin Cedveldir, Darü'l­ Hilafetu'l-Aliyye, lstan bul, 1 3 1 7 . Meriç, Cemil, Mağaradakiler, lstanbul, 1 978. Millman, Richard, Britain and The Eastem Question,

Oxford, 1 979. Mitler, Louis, Ottoman Turkish Writers, Vol: 1 5, New

York, 1 989. Moralizade Vassal Sultan Murad (Piyes), İstanbul,

1 327. Mütüoğlu, Mustafa, Yakın Tarihimizde Siyasi Cinayet­

ler, Tanzimat Devri, İstanbul, 1 987. Nursi, Bediüzzümün Said. İki mekteb-i Müsibetin

Şehadetnamesi veya Divan-ı Harb-i Örfi, İstanbul, 1 960.

269

Pakalın,

Mehmed Zeki, Son Sadrazamlar ve Baş­

vekiller, lstan bul, 1 940- 1 948, 5 Cilt. - Tanzimat Maliye Nazırları, Cilt: 2, İstanbul,

1 940. Pears, Edwin, Fourty Years in Constantinople, New

York., 1 9 1 6. Redhouse Dictionary, Second Edition (Yay: Charles Wells), London, 1 880. Reşad, Suavi'ye Ta'ziye, Paris, 1 870.

Saffet Nezihi, Müsebbib (Roman) lstanbul, 1 326. Salname (Osmanlı Devlet Salnamesi) 1 28 1 . Sandıkoğlu, Muhittin, Semendaroğlu, Fera, Galatasa-

ray Lisesi, İstanbul, 1 974. Seton, Watson, Disraeli, Gladstone and Eastem Ques­

tion, London, 1 935. Sevük, İsmail Habib, Türk Teceddüt Edebiyatı Tarihi,

İstanbul, 1 340. Soku, Ziya Şakir, V. Murad'ın Hayatı, İstanbul, 1 943. Süleyman Midhat, Ali Suavi Efendi (Piyes), Cenevre,

1 3 1 6. Süleymanpaşazade Sami, Süleyman Paşa Mahkemesi,

Cilt: 1, İstanbul, 1 328. Tansel, Fevziye Abdullah, Namık Kemal'in Hususi

Mektuplan, Cilt: 1-11, T.T. Kurumu Yayınevi, Ankara,

1967- 1 969. Tanpınar, Ahmed Hamdi, XIX. Asır Türk Edebiyatı Ta-

270

rihi, lstan bul, 1 976. Tarus, ilhan, Suavi Efendi (Piyes), Ankara, 1 962. Tarsusizade Münil Zafer (Şiirler), İstanbul, 19 ı 4. Tunaya, Tarık Zafer, Türkiye'de Siyasi Partiler, Cilt: L

İstan bul. 1 984. Türköne Mümtaz'er, Siyasi İdeoloji olarak islamcılığm Doğuşu, lstanbul 1 99 1 Tütengil, Orhan Cahit. Yeni Osmanlılardan Bu Yana

lngiltere'de Türk Gazeteciliği, İstanbul, 1 969. Ülken, Hilmi Ziya, Türkiye'de Çağdaş Düşünce Tarihi,

lstanbul. 1 979. Vambery, Anninius, Westem Culture in Eastem Lands,

London, 1 906. Washburn, Oeorge, Fifty Years in Constantinople and

Recollection of Robert Collage, New York, 1 909. Wells Charles, The Literature of The Turks, London,

1 89 1 .

B. Makaleler

Abdurrahman Adil, " Hakimiyet-i Halk ve Ali Suavi',

Hadisat-ı Hukukiye, Cüz 6, İstanbul, 1 923, s. 73-74. Osmanlı Türklerinde lnkılabat-ı Fikriye' Hadisat-ı Hukukiye, Cüz: 1 0, İstan bul, Tem­ muz 1 923, s. 1 29- 1 32.

27 1

- 'Ali Suavi' Hadisat-ı H ukukiye, Cüz: 1 1 , İstanbul, Eylül 1 923, s. 1 43- 1 47 . 'Ali Suavi ve Efkar-ı Siyasiyesi" Hadisat-ı Hukukiye, İstanbul, Teşrin-i sani 1 923, s. 1 67- 1 70. Abdullah Cevdet, "İnfılak-ı Subh-ı lnkılab' lçtihad,

No: 1 0, 3 Ağustos 1 9 ı o. - "Ali Suavi et Gapone' İçtihad, No: 3, Şubat 1 905, s. 1 1 - 1 2. Abdurrahman Hasan (Samipaşazade) 'Ayetullah Bey ve

Yeni Osmanlılar" Hadisatı H ukukiye ve Tarihiye, Cüz: 2, ı Mayıs 1 34 ı . Ahmed Kemal, 'Doğrusöz" Doğrusöz, No: 1 , Kahire

1 324, s. 1-3. Aksoy, Mehmet, 'Mekteb-i Sultani ve Ali Suavi", Türk

Kültürü, Yıl: XIII, Sayı: 1 50- 1 5 1 - 1 52, s. 225-228. Akyüz, Prof. Dr. Yahya, 'Galatsaray Lisesi'nin Islahına

ilişkin Ali Suavi'nin G irişimlerini Gösteren Bir Belge", Belleten, C: XLVI, Ocak 1 982, s. 1 22- 1 29. - 'Okula Gazete Sokan

Öğretmen Ali Suavi ve

G ünümüz Eğitiminde Benzer Örnekler' Belle­ ten, C: XLII, No: 1 67, 1 97 8,s.437-444. Ali Ekrem, 'Sehayif-i Hatırat', Yeni Gün, No: 304, Tef:

1 2,24 Kanun-ı Sani ı 920. ·Ali Suavi Sultan Abdülhamid'i Nasıl İskat Edecekti" Haftada Bir Gün, No: 1 2- 1 6, (Tefrika). Atay, Neşet Halil, "Ali Suavi Kendine Göre" İstanbul 272

Mecmuası, Sayı: 25-33, 1 944 (8 sayılık Tefrika). Baykal, Bekir Sıtkı, ' 1 877-78 Harbi ve Bununla ilgili

Meselelere Ait Vesikalar' Tarih Vesikaları, Cilt: il, No: 8, s. 1 48. -"93 Meşrutiyeti" Belleten VI, No: 2 1 -22, Ocak-Nisan 1 942, s.45-83. Oövsa, lbrahim Alaattin, "Ali Suavi" Yedigün, Cilt:

Xll, No: 300, 1 938, 1 2. Gözler, Fethi, ·Ali Suavi'yi Tanımalıyız' Türk Kültürü,

No: 64, 1 968,s.2-4. /rtem, Süleyman Kani, 'Saray ve Babıali'nin lçyüzü'

Akşam Gazetesi, 8 Nisan 1 934, No: 260-268, (Tefrika). lskit, Servet Rifat, 'Kaynar Bir Adam' Resimli Tarih

Mecmuası, Cilt: 4, Sayı: 42, s. 2374-2376. Karahan, Prof. Dr. Abdülkadir, 'Bilinmeyen Bir Mektu­

buna Göre Ali Suavi'nin Mısır Yönetiminde Bir Afrika Devleti Kurma Hayali', VII. Türk Tarih Kongresine Sunu­ lan Bildiriler, T.T.K. Yay. Cilt: il, 1 973, s.586-590. -'Ziya Paşa'nın Avrupa Mektupları ve Yeni Os­ manlılar" Yeni Sabah, 23 Mayıs 1 96 1 . Klrzıoğlu, Fahrettin, 'Ali Suavi'nin Hıyva Kitabı'

Orkun Dergisi, 1 95 L No:25, s.4-6. Kuran, �rcüment, 'Ali Suavi'nin Hive Fi Muharrem

1 290 Başlıklı Kitabı ve Osmanlı Devleti 'nde Türkçü­ lüğün Doğuşu· Turkestan Als Historischer Factor und Po­ litische ldee Ferstschrif Für Baymirza Hayı tzu , Köln 1 988, s.97- 1 0 1 .

273

Mehmed Tahir (Bursalı), 'Ali Suavi Efendi' Hadisat-ı

Hukukiye, Cüz: 1 2, Teşrinisani 1 923, s. l 7 l - 1 7 2 . Murad Bey (Mizancı) 'Ali Suavi Merhum' Mizan, 28

Haziran 1 897, Cenevre, s. l -2 . Stratfor de Redcliffe 'Turkey' Nineteeth Century, No:

1 -4, June 1 877, s.707-728 ve No: 5, July 1 877, 729-752. Sungu, Ihsan, 'Galatasaray Lisesi'nin Kuruluşu' Belle­

ten: C: Vll, No: 28, Ekim 1 943, s.3 1 5-347 . -"Tanzimat v e Yeni Osmanlılar" Tanzimat L 1 940 İstan bul. s.77 7-857 . Tansel, Fevziye Abdullah, "Arap Harflerinin ıslahı ve

Değiştirilmesi Hakkında ilk Teşebbüsler ve Neticeleri' Belleten, C: XVll, 1 953 s.223-249. Uçman, Abdullah, 'Ali Suavi', T. Diyanet Vakfı lslam

Ansiklopedisi, Cilt: il, s. 445-448. Urquhart, David, 'Conversation at Constantinople'

Diplomatic Review January 1 876, s. 32-34. Uzunçarşıll, /smail Nakkı, · ı ı . Abdülhamid'in lngiliz

Siyasetine Dair M uhtıraları", l.ü. Edeb. Fak. Tarih Dergi­ si, Cilt: Vll, No: 1 0 , 1 954. -'Ali Suavi ve Çırağan Vak'ası' Belleten, C:VIII, 1 944, No: 29, s.7 1 - 1 1 8. -·v.

liyeri ı 944,

Murad'ı Tekrar Padişah Yapmak isteyen K. Ska­ Aziz Bey Komitesi', Belleten, Cilt VIII, No: 30,

s. 245-340.

Ülken, Nilmi Ziya, "Tanzimat'tan Sonra Fikir Hare ket­

leri" Tanzimat L lstanbul 1 940, s. 757-775. 274

Ünver, Ord. Prof.Dr. Sühel, 'Ali Suavi'nin Görüşü ile

Türkler Ve Türklük' Hayat-Tarih, nr.4, 1 974, s. 7-9. Yöntem, Ali Canib, 'Ali Suavi Nasıl Bir Adamdı' Yakın

Tarihimiz, Cilt iV, nr. 5 1 , 1 962, s.353-355.

Yayınlanmamış Tezler

Akgün, Adnan, Hürriyet Gazetesi'nin Sistematik Tahli­

li, Marmara Üniv. Sos. Bil . Enst. lstanbul 1 990. (Doktora Tezi) Çelik Hüseyin, 'Genç Kalemler Mecmuası'nın Siste­

matik Tetkiki', Yüzüncü Yıl Ünivesitesi Sos. Bil. Ens., 1 987 Yük. Lis. Tezi.

Kaplan, Behice, 'Ali Suavi' Türkiyat Enstitüsü, 1 944

Mezuniyet tezi . Sevük, Gülen, 'Ali Suavi'nin Hive Adlı Kitabının Tet­

kik ve M uasır Seyyahlann Malumatları ile Mukayesesi, l. Ü. Ed. Fak. Tarih Bölümü Bitirme Tezi, 1 94 l .

Kolleksiyolan Taranan Yabancl Gazete ve Dergiler Gazetenin Adı

Çıktığı Yer

Pall Mail Gazette

Londra

275

The Standart

Londra

L'lnternational

Londra

The Times

Londra

The Economist

Londra

The Diplomatic Review

Londra

The Free Press

Londra

The Morming Advertisor

Londra

The Public Opinion

Londra

The Moming Past

Londra

The Portfolio

Londra

The Newyork Times

N ewyork

Le Memorial Diplomatique

Paris

Le Temps

Paris

The N ineteenth Century

Londra

Kolleksiyonlan Taranan Türk veya Tiirtdye'de Yayınlanan Gazete ve Dergiler

Gazetenin Adı

Çıkbğı Yer

Ceride-i Havadis

İstanbul

Rüzname-i Ceride-i Havadis

İstan bul

Tasvir-i Efkar

İstan bul

Muhbir

İstanbul

Le Mukhbir- The M ukh bir

Londra

276

H ü rriyet

Londra-Cenevre

Ulüm gazetesi

Paris

M uvakkaten Ulüm Müşterilerine

Lyon-Marsilya

İnkilab-L'Rovu lation

Cenevre

itti had

Paris

Mümeyyiz

İstan bul

Kevkeb-i Şarki

İstanbul

Çaylak

İstan bul

İstan bul-Ayine-i Vatan

İstan bul

Vakit

İstanbul

Basiret

İstan bul

Sadakat

İstanbul

Müsavat

İstan bul

Sabah

İstan bul

Tercüman-i Şark

İstan bul

La

İstanbul

Turquie ( Fransızca)

The Levam Herald (Fransızca-İng.)

İstan bul

Mizan

Cenevre-Kahire­ istan bul

Doğru söz

Kahire

Şüra-yı Ümmet

Kahire

Yeni Tasvir-i Efkar

İstan bul

Tevhid-i Efkar

İstanbul

277

Yeni Gün

lstan bul

Akşam (Yeni Harfli)

lstan bul

Ulus (Yeni Harfli)

Ankara

Yeni Sabah (Yeni Harfli)

lstanbul

Derginin Adı

İilDDlandığJ

içti had

Kahire-lstan bul

Bahçe

Selanik

Donanma

lstanbul

Mehtap

lstanbul

Hikmet

lstan bul

Genç Kalemler

Selanik

278

lil:

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF