Erdem - 001 - Ocak 1985.pdf

October 5, 2017 | Author: ergunpelit | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Erdem - 001 - Ocak 1985.pdf...

Description

Ci l t:1 Sayı:1

T. e . A T A T Ü R K K Ü L T Ü R , D İL V E T A R İH Y Ü K S E K K U R U M U A T A T Ü R K K Ü LT Ü R M ERKEZÎ

ERDEM ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ DERGİSİ

DÖRT AYDA BÎR ÇIKAR

Çüt I

T Ü R K

Ocak 1985

T A R İ H

K U R U M U

Aralık

B A S I M E V İ ,

1984

Sayı I

A N K A R A

İÇİNDEKİLER Sayfa A ydin S a y il i : Yaym a Başlarken

.......... .............................................................

Cumhurbaşkanımız Sayın K enan EvREN’in Konuşması (22 M art 1984)

...

Atatürk Kültür,

İl-

Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı sayın S uat

i 7

................................................

9

A y d in S a y i l i : Batılılaşma Hareketimizde Bilimin Yeri ve A t a t ü r k ............

ıı

HAN’m Konuşması

(22 M art 1984)

------------- : The Place of Science in the Turkish Movement of Westerniza­ tion, and A t a t ü r k ................................................................................

25

N e c a t İ Ö n e r : Zihniyet Farklılıkları ve Kültür ..............................................

83

A hmet U y s a l : Beliefs and Practices Regarding Hidden Treasure in Turkey ..

97

------------- : Türkiye’de Gizli Hazineler ile İlgili İnançlar ve Uygulamalar (Özet)

.............. ......................................................... ..........................

E m el DOĞRAMACI: Cumhuriyet Döneminde Türk Kadını

............................

u ı

................................................................

125

E r cü m en d B e r k e r : Türk Musikisinde D ö n e m le r ............................................

147

A ydin Sa y il i : Ortaçağ Bilim ve Tefekküründe Türklerin Yeri

E m el E sİn : Kotuz (Türkçe-îngilizce)

................

169

M üjgân C u n b u r : Û d î ve “ Mâcerâ-i M â h ” adlı Eseri ................................

187

S üleyman K azm az : Türk Halk Edebiyatında R üya ve Aşk Badesi M o tifi.......

199

------------- : The

Theme

of Initiation

Through

Dream

in Turkish Folk

L iteratu re............................................................................................... M ü bah at T ürker - Kü yel

(Çeviren) :

ile Yazılmış Kutadgu B ilig ’in

Bir

Türk

(1069-70)

Şairi:

îbn Sînâ’nm bir

Öğrencisi (Yazının Alm anca aslının yazarı: O tto Alberts) .......... İSMAİL S o y s a l : İletişim İnkılabı ve M illî Kültür

217

........................................

231

....................................................................................

245

........................................................................................................................

249

İNCİ E n g İn ü n : Osmancık H aberler

209

Lehçesi olan Uygurca

Atatürk Kültür,

Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Başkanı sayın S uat İ l -

HAN’ın Konuşması (18. ıo. 1984) .......................................................

253

E R D E M Cilt: I

ARALIK 1984

Sayı: I

YAYINA BAŞLARKEN Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek K urum unu n bir bağlı kuruluşu olan Atatürk K ültür M erkezim izin dergisi “ E R D E M ” ilk sayısı ile, bilim ve kültür yaym ailemizin bir üyesi olarak faali­ yetine başlamış oluyor. E R D E M ’in yılda üç sayı olarak çıkarılması öngörülmektedir. En geniş anlamıyla Türk kültürünü, millî kültürü­ müzü temsil etmeyi benimsemek suretiyle, E R D E M , hiç şüphesiz, büyük bir ülküyü, çok şerefli bir görevi üzerine almış olmaktadır. Hattâ, şerefli olmak ötesinde, burada aynı zamanda, kutsal bir gö­ revin de üstlenilmesi söz konusudur. Çünkü Atatürk Kültür Merke­ zinin dergisi olmak, Atatürk’e lâyık bir dergi olmayı amaçlamak de­ mektir. Atatürk “ Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür” demiştir. Gerek bu sözünde ve gerekse kültüre ilişkin diğer beyanlarında, Atatürk kültür kavramını çok yönlü ve geniş kapsamlı bir kavram olarak ele almaktadır. Atatürk K ültür Merkezimiz de, Atatürk’ün kültür anlayışına uygun olarak, kültürü en geniş anlamıyla temsil etmeyi amaçlamakta olması tabiîdir ve bir kanun gereğidir. Bununla paralel olarak, dergimizin adı E R D E M de, yine Merkezimiz dergi­ sinin adı olmak sıfatiyle, erdem sözcüğünün en geniş anlamı ile benim­ senmek ve dergimiz tarafından temsil edilmek durumundadır. Aşa­ ğıda kendisinden yapılmış olan bir alıntı, Atatürk’ün de erdem sözcü­ ğünü çok geniş anlamıyla kullandığına tanıklık etmek durumunda­ dır.

2

YAYINA BAŞLARKEN

Yine Atatürk, millî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesi­ nin, çağdaş uygarlık düzeyinin, üstüne çıkarmak idealinden söz et­ miş olduğuna göre, Atatürk millî kültürümüzü dinamik, devingen, bir kültür olarak düşünmüş, onun en ileri uygarlık kurma faaliyet­ lerinin daima ön safında yer alacak biçimde geliştirilmesini öngör­ müş, kendisinden sonraki kuşaklara bunu bir gâye olarak göstermiş­ tir. Demek ki, ister istemez, E R D E M de bu amaca hizmet etmek çabası içine girmek, girmeye yönelmek zorundadır. Bu amaca yönelinmesinde başarılı ve yararlı olabildiği oranda da, şüphesiz, kendisin­ den beklenen hizmeti vermiş olacaktır. Bu ise, kültürümüzü, kültürü­ müzün tefekkürü yakından ilgilendiren kesimlerini, sağlam bilgi ışığında, bilim ışığında, geliştirmekle mümkündür. Bu amacı gerçekleştirmeye katkıda bulunmak için, bunu gü­ vence altma almak için, ilk şartımız tamamiyle bilimsel bir çerçeve içinde çalışmak, E R D E M ’i ilk plânda bilimsel araştırma faaliyetini temsil eden bir dergi olarak yayın alanına sunmaktır. Kültürümüzün çağdaş uygarlık doğrultusunda tırmanışlar yapmasında yol göste­ ricimiz, Atatürk’ün vurguladığı gibi, bilim olmalıdır. Çünkü, A ta­ türk’ün dediği gibi, en gerçek yol göstericimiz, kılavuzumuz, en hakikî mürşidimiz bilimdir. Uygarlık yolunda ilerlerken “ elimizde ve kafamızda tuttuğumuz” , yolumuzu aydınlatmasını dileyip um­ duğumuz meşale bilim meşalesidir, bilim meşalesi olmalıdır. Dergimizi, böylece, herşeyden önce geçmişe ve geleceğe yönelik olmak üzere, Türk kültürü konusunda bilimsel araştırmaya adama­ mız, bilimsel araştırmaya hasretmemiz gerekecektir. Bilimsel olma vasfı ve bilim yolunda yürümenin şartı ise aynı zamanda mütevazı olmayı gerektirir. Bu sebeple, daima gerçekçilik çizgisinin içinde kalmaya özen göstermemiz zarurîdir. Dergimiz, ilk ağızda ulusumu­ zun aydın kesimine hitap edecektir. İyi anlaşılan, iyi tasarlanan düşünceler daima sarih ve açık biçimde ifadelerini bulacaklarından, ayrıca, kültür alanı geniş ve çok çeşitli dalları içerdiğinden, bu aydın okuyucu kesiminin oldukça büyük bir okuyucu kütlesi demek ola­ cağını, geniş bir okuyucu kütlesini oluşturacağını ummaktayız. Yazarlarım ızın, ister istemez en başta gelmek üzere, Merkezimizin üyelerinden oluşacağı tabiîdir. Fakat üyelerimiz dışında, çeşitli kültür alanlarının ve dallarının seçkin temsilcilerinin de E R D E M ’i değerli yazılarıyla zenginleştireceklerini, dergimize cömert katkılarını esirgemiyeceklerini ummaktayız.

YAYINA BAŞLARKEN

3

Bilimsel çalışmalar, ister istemez, temelde monografik araştır­ malar şeklinde gerçekleşmektedir, gerçekleşmek zorundadır. Fakat bu temel üzerinden ve bilimsellik vasıflarıyla tamamen bağdaşmak şartıyla, bu mevziî ve münferit sonuçlara dayanılarak terkiplere, geniş kapsamlı görüşlere ulaşılmasının asıl amaç olması gerekir. E R D E M bu yolda da hizmet getirdiği ölçüde, amacına, kendisinden beklenenlere, beklenmesi gereken hedef ve gâyelere, güzel ve etkili bir yaklaşmayı başarmış olacaktır. Teknolojinin insanoğluna sağladığı bunca olumlu hizmetlerin ve paha biçilmez faydaların yanı sıra insanın bu yoldan zararlar görmesi ve kendini donattığı bu bilgi ve becerileri kötüye kullanması tehlikesi de daima mevcuttur. Gerçekten bu olasılık büyük bir so­ run olarak karşımızda durmaktadır. Işte, ileri teknolojinin oluştur­ duğu bu tehlike ve sakıncaları erdem ölçülerinin ve fazilet mülâhaza­ larının daima geçerli, daima başatlı tutulmasiyle kontrol altında bu­ lundurmak mümkündür ki, bu da zengin bir kültürün yaygınlaştı­ rılması ile sağlanabilir. Yani zengin ve seviyeli bir kültür erdemli dav­ ranışların bir tür güvencesini, teminatını teşkil eder. Atatürk Kültür Merkezimizin dergi adı olarak Erdem adını benimsemesinin, böylece, kültür ve erdem kavramları arasındaki organik bir bağı dile getir­ mekte olduğu söylenebilir. Erdemin, faziletin, ne olduğunu, tanımını, kültürle, veya eski adıyla, harsla arasındaki münasebederi burada ayrıntılı biçimde söz konusu etmeye gerek duymuyorum. Erdemin ne olduğunu ve kültür kavramı içinde işgal ettiği yeri hepimiz, uzun uzadıya düşünmeden, az çok biliriz. Eskiden ilim ile fazilet ve âlim ile fâ zıl kelimeleri çok za­ man birbiri peşi sıra zikredilirdi. Gerçekten, bilgi ile erdem gibi kül­ türün iki ana öğesinin birbirlerine ne denli yakın oldukları noktası, yukarıda da işaret edildiği üzere, her zaman için vurgulanmak ihtiyacındadır. Ben burada bu kısa sunuş yazısını sona erdirirken okuyu­ cuyu Atatürk’ün bu konuya ışık tutan çok ilginç bir konuşmasının birkaç cümlelik bir kısmıyla başbaşa bırakmak istiyorum. Savaşların ve özellikle meydan savaşlarının amacı düşmanı ez­ mek, ona mümkün olduğu kadar ağır bir darbe indirmektir. Bu iti­ barla, burada ilk akla gelecek şey fiziksel güç üstünlüğüdür. Savaşa girildimi savaşı muhakkak kazanmaya bakmak, bunun gereklerini noksansız olarak yerine getirmek şarttır. Fakat, yine de, Atatürk’e

4

YAYINA BAŞLARKEN

göre, bu durumda dahi erdemli tarafın kârlı çıkacağı muhakkak­ tır. Tarihin en kalburüstü meydan muharebesi örnekleri arasında bulunan 30 Ağustos zaferimize ilişkin olarak 30 Ağustos 1924 günü Dumlupınar’da yaptığı konuşmada Atatürk şöyle söylüyor : “ Efendiler. Ağustos’un otuzbirinci günü tekrar zevalde idi ki, yine bu Çalköyü’nde, yıkık bir evin avlusu içinde ismet Paşa ve Fevzi Paşa ile buluştuk. K ırık kağnı arabalarının döşeme ve oklarına ili­ şerek, bundan sonraki vaziyeti mütalaa ettik. Kazandığım ız meydan muharebesinin bütün seferi hitama erdirebilecek bir azamet ve ehem­ miyette olduğunda ittifak ettik. Şimdi Bursa istikametinde çekilen düşman kuvvetlerini mahvetmekle beraber bütün ordu-yi aslî ile bilâ-ârâm İzm ir’e yürüyecektik. Efendiler. Bu günden sonra İzm ir’de Akdenizi, M udanya’da Marmarayı görmek için sekiz dokuz günlük bir zaman kâfi gelmiştir. Fakat hatırlatmalıyım ki, bu güne, bu üzerinde bulunduğumuz te­ peye, bu yanık Çalköyü’ne gelebilmek için yalnız Sakarya’dan iti­ baren sarfettiğimiz zaman tam bir senedir. Fakat bu tesbit ettiğimiz zaferi ihzâr edebilmek için bir seneyi çok bulmazsınız zannederim. Çünkü efendiler, harb, muharebe, nehayet, meydan muharebesi, yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir. M illet­ lerin çarpışmasıdır. M eydan muharebesi, milletlerin bütün mevcu­ diyetleriyle, ilim ve fen sahasındaki seviyeleriyle, ahlaklarıyla, harslarıyla, hülâsa, bütün maddî ve manevî kudret ve faziletleriyle ve her türlü vasıtala­ rıyla çarpıştığı bir imtihan sahasıdır. Bu sahada, çarpışan milletlerin hakikî kuvvet ve kıymetleri ölçülür. Netice yalnız kuvve-i cismâniyyenin değil, bütün kuvvetlerin, bilhassa ahlâkî ve karşi kuuvetlerin tefevvukunu mertebe-i sübûta vardırır. . . . ” *

*

*

E R D E M ’de çıkacak eski metin çevriyazılarında belli bazı kurallara uyulması tabiîdir. Bunun sınırlarını ve mahiyetini belir­ lemek her zaman kolay olmamaktadır. Fakat kuralımızı kısaca şu şekilde dile getirmek uygun görülüyor. Şöyle ki, çıkacak Türkçe yazılarda dilimize mal edilmemiş Arapça ve Farsça sözcüklerin çeviriyazısı için mutad yollara göre harf işaretlerinden yararlanıla­ caktır. Çeviriyazmm dilimize ve kulağımıza mümkün mertebe yabancı

YAYINA BAŞLARKEN

5

gelmemesi için, sesli harfler bakımından, aksi matlup bulunma­ dıkça, ses uyumu kuralımızın gereklerinin göz önünde bulundurul­ ması, kelimelerin birleştirme ve kısaltılmalarını göstermek üzere apostroftan yararlanılması, şemsî ve kamerî harflerle, harf-i tarifler arasında tire kullanılması tavsiye edilebilir. İmlâ bakımından özel­ likle ilâve işaretler isteyen harfler aşağıdaki çizelgede gösterilmiştir. g S

İ

h e h £

b e к sif к 3 s ^

s vi» Ş o * d z j

z ^ z i c £ »

Dipnotaki atıflar “ aynı eser55, “ aynı kitap” , “ aynı makale” , “ aynı yazı” , ya da b111un kısaltmaları gibi kolay anlaşılacak şekilde yapılmalıdır. Diğer ayrıntı noktalarında, yazarlarımızın çıkmış dergi sayılarına bakarak, onlarda yerleşen ya da yerleşme eğilimi gös­teren kurallara uymalarının en doğru yol olacağı düşünülmektedir. Ord. Prof. Dr. Aydın S A Y IL I, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu.. Atatürk Kültür Merkezi Başkanı.

CUMHURBAŞKANIMIZ SAYIN KENAN EVREN’İN 22 MART 1984 PERŞEMBE GÜNÜ ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİNİN DÜZENLEDİĞİ TOPLANTIDA YAPTIKLARI KONUŞMA METNİ* Ord. Prof. Dr. Aydın S A Y IL F y ı dikkatle dinledik. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurum u Atatürk Kültür Merkezi tertiplediği konferans dizisinin ilkini Atatürk’e hasretmekle, Atatürk­ çülüğü, Atatürk’ün inkılâplarını, Atatürk’ün fikirlerini, yurt sathında yaym a çalışmalarını da bu suretle başlatmış olmaktadır. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurum unu teşkil ederken, bunun kanu­ nunu çıkarırken esasen bir maksadımız da bu idi. Burada zevkle dinlediğimiz bu konferansın ve. buna benzer diğer konferansların diğer şehirlerimizde de tekrar edilmesini ve bu suretle Atatürkçülüğün bütün yurt sathında tanıtılmasını içtenlikle arzuluyoruz. Bu hususu Kurum Başkanı sayın Suat iL H A N ’la görüşürken de dile getirmiş­ tim. Bu konferansları yurt sathında yayacağız ve okullarımızdaki öğrencilerimizde, hattâ halkımızda Atatürk sevgisini yeniden ihya edeceğiz. Bugünkü konferans konusu hakikaten güzel seçilmiş bir konuydu. Atatürk’ün ilme ve fenne verdiği değeri bu suretle bir defa daha hatırlamış olduk. Türk milletinin açık fikirli olduğunu, ilme ve fenne kapalı olmadığını Atatürk çok iyi biliyordu. Am a halkımız arasında yayılmış birçok hurafeler ve tutucu çevrelerin menfî pro­ pagandaları, maalesef açık fikirli olan Türk milletinin zamanla ilme ve fenne uzak kalmasına yol açmıştır. Bir zamanlar İstanbul’da rasathane kuruluyor, arkasından bir yobaz çıkıyor ve Allah’ın ya­ rattığı kâinatla uğraşmak günahtır diyerek o rasathane yıktırılıyor. Bu hale gelmiş bir ülke elbette ki Batı medeniyeti ile boy ölçüşemezdi. İşte Atatürk bunlarla mücadele etti ve hakikaten zor bir mücadele vererek Türk milletini şu gün içersinde bulunduğumuz seviyeye getirdi. Dünyayı dolaştıkça, diğer ülkeleri gördükçe Atatürk’ün * Bu konuşma Atatürk Kültür Merkezi Başkanı Ord. Prof. Dr. Aydın Sa­ yılanın bunu takip eden sayfalarda (s. 11-24) metni sunulan konferansına şeref veren sayın Cumhurbaşkanımızın konferansı dinledikten sonra irticalen yaptığı konuşmadır.

8

CUMHURBAŞKANIMIZ SAYIN KENAN E V R E N İN KONUŞMASI

ne büyük insan olduğunu o zaman daha iyi anlamak imkânına sahip olabiliyoruz. Yakın tarihlerde de bize benzer bazı ülkelerde, radyonun günah olduğunu, televizyon seyretmenin günah olduğunu dile getirenler bulunabilmiştir. Halbuki dinimiz, ilme, bilgiye, irfana açık. Am a gelin görün ki, bundan fayda umanlar, fayda uman tutucu çevreler, ki biz onlara yobaz diyoruz, bu yobaz zümre, milleti bu hale getirebilmiştir. O milletleri de bu hale getirebilmişlerdir. O milletler de şimdi bu gibi çarpık fikirlerle mücadele etmektedirler. Atatürk’ün 1922’lerde başlattığı bu mücadeleler ancak şimdi o ülkelerde yapılabilmektedir. Atatürk için değerli hocamızın dile getirdikleri konular üzerinde benim söyleyeceğim başka bir şey yok. Ancak şunu tekrar belirtmek istiyorum ki, ilim ve fen sahasında diğer Batı medeniyetleri ile boy ölçüşebilmenin yolu millî eğitimden geçer. Eğer millî eğitimimizi o yönde yönlendirebilirsek işte o zaman bu millet çok daha çabuk olarak muasır medeniyet seviyesine ulaşa­ bilir ve hattâ o medeniyet seviyesinin üstüne de çıkabilir. Türk milletinin zekâsının, çalışkanlığının nelere muktedir olduğunu bugün Batı dünyası da öğrenmiştir. Bugün birçoklarımızın beğenmediği o köyden giden işçilerimiz dahi Batıda aranmakta, iftiharla “ çalışkan bir milletiniz var, zeki bir milletiniz var” denilmektedir. Onun için millî eğitime büyük önem vermek gerekir diyorum. M illî eğitime harcanacak her türlü emek yerindedir. Bize bu tatlı konferansı din­ lettiklerinden dolayı Sayın Sayılı’ya hepimiz namına teşekkür edi­ yorum ve bunların devam etmesini diliyorum. Hepinize teşekkürler.

ATATÜRK KÜLTÜR, DİL VE TARİH YÜKSEK KURUMU BAŞKANI SAYIN SUAT ILHAN’IN ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİNİN 1984/85 KONFERANSLARININ ILKÎNÎ AÇIŞ KONUŞMASI* Sayın Cumhurbaşkanım, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurum una gösterdiğiniz yakın ilgi ve destekler için bütün mensuplarımız adına şükranlarımı sunarım. Müsaadenizle Atatürk Yüksek Kurum unun kanunî sorum­ lulukları ve vereceği hizmetler içerisinde konferansların yeri hakkında kısa bilgi sunmak istiyorum. Kurum umuz, konularımızla ilgili bilimsel çalışmalar yapacak­ tır. Görevlerimizin bu bölümü akademik özelliğimizdir. Sorumlulu­ ğumuz yalnızca bilimsel çalışma yapmakla bitmemekte, elde etti­ ğimiz sonuçların uygulamaya intikalini sağlamamız ve milletimize maletmemiz gerekmektedir. Bu sonuca ulaşmak için gerçekleştireceğimiz belli başlı yayınlar ve faaliyetler şunlar olacaktır: K aynak eser niteliğindeki yayınlar. Bu faaliyet iki yönlü plan­ lanmaktadır. Birisi, her ana konuda kaynak değer taşıyan eserlerin basımı, gerekiyorsa tercümesi. Diğeri, özellikle boşluk olan konu­ larda duyulan ihtiyaçlara cevap verebilecek, kaynak olma niteli­ ğinde telif eserler hazırlanması ve araştırıcıların istifadesine sunul­ masıdır. Ayrıca, kaynak eserleri tamamlayacak diğer telif (monog­ r a fi^ eserler hazırlanması, vülgarize yayınlar, raporlar, dergiler, görsel yayınlar, seminer tipi toplantı, anma ve konferanslarla faali­ yetlerimize devam edilecektir. Çalışmaların bir bölümünü teşkil eden konferanslar, her yıl Kasım ayında başlayacak, müteakip yılın Mayıs ayı sonuna kadar devam edecektir. * Atatürk Kültür Merkezinin 1984 yılında tertiplediği bir dizi konferansın ilkini onurlandıran Sayın Cumhurbaşkanımızın huzurunda Sayın Suat Ilhan’ın yaptığı konuşma (22 Mart 1984).

SUAT ILHAN’IN AÇIŞ KONUŞMASI

IO

Dört Bağlı Kuruluşumuz tarafından hazırlanacak ve her hafta Perşembe günleri Türk Dil Kurumunun bu salonunda, Cuma günleri Türk Tarih Kurum u salonunda verilecek konferansların bir kısmı dergilerimizde de yayınlanacaktır. Bu konferans çalışmalarına yabancı bilim adamlarının konfe­ ransçı olarak davet edilmesi de öngörülmektedir. Konferanslarımızı yalnız Ankara’da vermekle yetinmek istemiyoruz. Bize verilen görev­ leri tam anlamıyla yerine getirmek üzere bu çalışmalarımızı yurt çapında yaygınlaştırmak düşüncesindeyiz. Bu bakımdan bazı konfe­ ranslarımız uygun görülecek diğer illerde de tekrar edilecektir. Konferans konularının yaptığımız çalışmaları yaym a, geniş aydın ve halk kitlelerine maletme amacına uygun olmasına ve bilimsel muhtevalarıyla diğer çalışmalarımıza dayanak teşkil et­ mesine özen gösterilmektedir. Yurt içinde ve yurt dışında bilimsel hüviyetimizi koruma ih­ tiyacı dikkate alınarak, konferans ve yayınlarımızda güncel konular da işlenecektir. Faaliyetlerimizde kendi üyelerimiz dışındaki kurum veya kuru­ luşların değerli üyeleri ile işbirliği kurulmasına ve çalışmalarımızda bütün millî kuruluşların katkısının sağlanmasına çalışılmaktadır. Bu yıl Türk Tarih Kurum u tarafından önceden planlanan Atatürk ve Tarih konularındaki konferanslara devam ediliyor. Bugün olacaktır.

Atatürk

K ültür

Merkezinin

ilk

konferansı

verilmiş

Sayın Cumhurbaşkanım, Onur verdiğiniz bu ilk konferans, çalışmalarımıza özel bir anlam ve ağırlık kazandıracaktır. İlginiz ve desteğiniz amaca ula­ şılmasında en büyük güven kaynağımızdır. Şimdi Prof. Necati Ö N E R , konferansı verecek olan Prof. Dr. Aydın S A Y IL I’nm kısa özgeçmişini sunacak, daha sonra da kon­ ferans sunulacaktır. Saygılarımı sunarım.

BATILILAŞMA HAREKETİMİZDE BİLİMİN YERİ VE ATATÜRK* A Y D IN S A Y I L I * * Bugün huzurlarınızda yapacağım konuşma Osmanlı İm para­ torluğunun gerileme dönemini, inhitat devrini, ilgilendiriyor. Şanlı bir kuruluş ve yükseliş sürecinden sonra, Osmanlı İmparatorluğu, özellikle Batının uygarlık ve kültür alanında kaydettiği göz kamaş­ tırıcı terakkiler sonucu olarak, ilkin bir duraklama devresine, sonra da bir inhitat dönemine girmiştir. Böyle gelişme ve inhitat devreleri misallerine tarihte pek de seyrek olmamak üzere, rastlanmaktadır. Aynı şeyi doğada da görmek mümkündür. Darwin’in evrim teorisi türlerin hayat mücadelesi sonucunda elenmeleri, kaybolup sönmeleri ve yenilerinin belirip gelişmeleri süreci ile temellenir. İnsan kendi kaderine egemen olabilen bir varlıktır. Ancak, toplumlar birbirleriyle amansız bir hayat mücadelesine girmek eğilimindedirler. Biz Osmanlı İmparatorluğunun son bulması üze­ rine, onun bir uzantısı olarak Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurabildik. Böylelikle de bu ölüm kalım mücadelesinde bu sona erme olayını telâfi ettik, önlemiş olduk. Fakat kazandığımız bu mücadele artık geçmişe aittir. Varlığım ızı sürdürmek için toplum­ lararası hayat mücadelesine devam etmek ve bunda başarılı olmayı güvence altma almak zorundayız. İşte bunu yaparken, Batılılaşma hareketimizde kazandığımız ve onu bilimsel incelemelere tabi tutmak suretiyle kazanabileceğimiz bilgi ve tecrübelerden yararlanabiliriz. Esasen Atatürk bunu gayet güzel bir şekilde yapmış ve parlak başa­ rılarını da bu gibi tecrübelerle temellendirmiştir. Atatürk Türkiye Cumhuriyeti için “ llelebed pâyidâr olacaktır” demiştir. Atatürk buna candan inanıyordu. Çünkü Atatürk Türk­ lüğün büyük medenî vasıflarının, bundan sonraki inkişâflarıyla, * Atatürk Kültür Merkezinde düzenlenen konferans dizisinin ilki olarak 22 Mart 1984 günü verilen konferans. * * Ord. Prof. Dr. Aydın Sayılı, Bilim Tarihi Profesörü, Atatürk Kültür Merkezi Başkanı.

12

AYDIN SAYILI

“ âtinin medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi” doğacağından emindi. Gerçekten bizim de bunu şiar edinmemiz, böyle bir ülküye dört elle sarılmamız gerekir. Şimdi Batılılaşma hareketimizi bu açıdan inceleyelim. * * * Batı Avrupa’da onaltıncı ve onyedinci asırlarda bilimde gerçek­ leştirilen atılım yanında, Rönesans ve Reformasyon hareketleri de Avrupa’da büyük bir manevî kalkınmaya önayak oldu. Onsekizinci asır Aydmlanma hareketi bu gelişmenin parlak bir uzantısını ve devamını teşkil eder. Batıdaki bu göz kamaştırıcı uygarlık ve kültür gelişmeleri karşısında Osmanlı İmparatorluğu, ister istemez, Avru­ pa’ya kıyasla az gelişmiş bir toplum durumuna düşmüş bulunuyordu. Neticede, birbiri ardı sıra askerî yenilgilerle karşılaşması dolayısıyle ve sanayi ve ticarette Avrupa’nın kazandığı ezici üstünlük karşısında, Osmanlı İmparatorluğu Batıyı üstün kılan hususları bulup ortaya çıkarmaya, bunları benimsemeye, kısaca, Batılılaşmaya karar verdi. Tarihte uygarlık kurmada önderliğin bir toplumdan bir baş­ kasına geçmesi ve bir toplum ya da kültür çevresinin bir başka kül­ tür ve uygarlık çevresini örnek alarak yoğun kültürel temas kurması misalleriyle aradabir karşılaşılmaktadır. Bu gibi durumlarda, örnek alman toplum bazan, Rönesans misalinde olduğu gibi, tarihe karışmış bir toplum olabilir. Birbirleriyle yaptıkları temaslar sonucunda, genellikle, çeşitli toplumların özel olarak bilim ve teknoloji kapsamı içine giren alanlarda birbirlerinden en büyük kolaylıkla etki aldıkları görülmektedir. Bu gerçekten akla yakın bir şeydir de. Çünkü bu tür insan faaliyetleri dil, din, ırk, ve milliyet sınırları tanımayan faali­ yetlerdir. Aynı suretle, bilim ile teknoloji ürünleri bütün insanların ortak malıdır, bütün insanlarca aynen benimsenmek durumunda­ dırlar. Yıldırım siperleri bir kiliseyi olduğu kadar, bir mescidi, bir musevi tapmağım korumak için aynı suretle kullanılırlar. Aşı ve se­ rumlarımızdan din, dil, ve milliyetleri ne olursa olsun bütün insanlar yararlanırlar. Tarihte karşılaşılan ve ağırlık noktasını bilim ile tefekkür ve teknolojinin teşkil ettiği kültürel temas misallerinin en kalburüstü olanları eskiçağda Yunan Dünyasının Mısır ve M ezopotamya bilim uygarlığından yararlanması, sekizinci ve dokuzuncu asırlarda İslâm Dünyasının yoğun tercümeler yoluyla Yunan ve Hint bilim, tıp,

BATILILAŞMA HAREKETİM İZDE BİLİM İN YERİ VE ATATÜRK

13

ve felsefe eserlerini kendi kültürüne maletmesi, onikinci asır içinde de Batı Avrupa’nın Arapça bilim, felsefe ve tıp eserlerini Latinceye çevirmesi faaliyetleridir. Böylece, tefekkür tarihinde uluslararası çapta önem taşıyan, verimlilik ve etkinliğini ispatlamış olan, yoğun kültür temaslarının hepsinde de bilimin temelde olduğu görülmek­ tedir. Işte bizim Batılılaşma hareketimiz de aşağı yukarı bu mahiyette, bu tabiatta, bir teşebbüstür, yahut da genel çizgileriyle böyle bir teşebbüs vasıflarını taşımaktadır. Başka bir ifade ile, bu girişim, biri sarih olarak üstünlüğünü ispatlamış iki uygarlığın birbirleriyle karşılaşması olayıdır. Onsekizinci asrın ortasından itibaren, Avrupa, sanayide ve teknolojide dev adımlarıyla ilerlemeye başladı. Ayrupa’ya ayak uydurmaya çalışmak bu sıralarda artık bir ölüm kalım meselesine, bir hayat memat sorununa dönüşmüştü. Üçüncü Selim zamanında, örneğin Beykoz’da, 1805’te, Avrupa örneği üzerinden bir kumaş fabrikası kuruldu. Oniki yıl sonra bu fabrikanın makineleri ve su kanalları tamire muhtaç durumdaydı. Gerekli onarım yapıldı. Fakat 1836’da fabrika âtıl ve harab durumdaydı. Oysa, zamanın hükümdarı İkinci Mahmud sınaî tesislere, bunların bakım ve onarımlarına büyük önem vermekteydi. Kendisi kurulmuş bu gibi fabrikaları sık sık ziyaret ederek ilgilenmekteydi. Hattâ Beykoz böl­ gesinde bu maksatla kendisine özel bir dinlenme yeri de hazırlat­ mıştı. 1841 ile 1853 yılları arasında Osmanlı İmparatorluğunda birçok yeni sınaî tesisler kuruldu. Bu Türkiye için bir rekordu ve Osmanlı İmparatorluğunda gerçek bir sınaî inkılâp yaratma ve gerçekleş­ tirme ümidini temsil etmekteydi. Bu tesisler içinde iplik ve kumaş fabrikaları, buharlı gemi tersanesi, demir izabe ve döküm fırını ve atölyeleri birimleri, çeşitli ihtiyaç maddeleri imalâthaneleri ve gerekli personeli yetiştirmek üzere teknik okul gibi birimler mevcuttu. Bütün bunların kuruluş ve bakımı ve hattâ kısmen de çalıştırılmaları yardımcı Avrupalı elemanların desteği ile mümkün olabilmek­ teydi. Fakat yine de bu teşebbüs büyük ölçüde başarısız kaldı. Bu başarısızlığın nedenleri arasında malî problemler, pazar­ lama sorunları, ham madde temini meselesi, nakliye, uluslararası iktisadî bunalım devrelerinin etkileri, zelzele ile yangm gibi doğal

14

AYDIN SAYILI

âfetler ve kazalar, ve bunlara benzer başka etmenler, faktörler, bulunmaktaydı. Fakat uzun vadeli olarak en önemli sorun Batı ile rekabet meselesiydi. Çünkü Batı mütemadiyen tesislerini modern­ leştirmekte, mükemmelleştirmekte idi. Bu modernleşmelerin temelinde ise, teknolojik icatlar yanında ve onlardan daha da önemli olarak, yeni bilimsel keşiflerin, arı bilim alanındaki elçin ve özgecil, yani hasbî, araştırmaların getirdiği yepyeni olanaklar, imkânlar, yat­ maktaydı. Sınaîleşme veya sınaî alanda Batılılaşma çabamızın en canalıcı yönü, ister istemez, bu noktada düğümlenmekteydi. Fakat acaba biz bu noktanın önemini ne dereceye kadar ve ne zaman kavradık, farkedebildik? Bu sorunun cevabını burada belirlemeye çalışalım. Batılılaşmamızın Batı endüstrisini memleketimize kazandırma sorunu dışında başka önemli yönleri, veçheleri, de vardı. Bunlardan oldukça geniş kapsamlı bir tanesi siyasî Batılılaşmamızdır. Devlet anlayışında ve idare mekanizmasında Batıyı örnek almak, kökleri derinlerde yatan birtakım zihniyetlerin değiştirilmesini gerektiri­ yordu. Bu itibarla, bu da zor bir işti. Bunu 1839’da Gülhane Hatt-ı Hümâyûnu ile başarmaya çalıştık. Bu iş herkesten çok Mustafa Reşid Paşa’nın eseriydi. Mustafa Reşid Paşa Batı üstünlüğünün sırrını, anahtarını, medeniyet veya uygarlık kavramıyla dile getirip özetlemenin mümkün olduğu kanısındaydı. O zaman dilimizde henüz bu kavramı ifade eden bir sözcük yoktu. Bu sebeple, Mustafa Reşid Paşa “ civilisation” kelimesini aynen kullanmış ve bunu “ terbiye-i nâs ve icrâ-i nizâmât” ibâresiyle açıklamıştı. Mustafa Reşid Paşa’ya göre Osmanlı Devle­ tinin vermesi gerekli önemli karar Batı uygarlığı sistemine dahil olmak, Batı milletleri ailesinin bir uzvu haline gelmek, Batı hayat felsefesini önemli ana çizgilerinde benimsemekti. Bir bakıma, bu anlamda bir kararın ilk izlerini, üçyüz yıla yakın bir gecikme ile matbaayı Avrupa’dan almaya nihayet razı gelmemizde görebiliriz. Bu karar Lâle Devrine rastlar ki, bu da olsa olsa Batılılaşma öncesi bir deneme olarak nitelendirilebilir. K ü l­ türel açıdan Avrupa’dan etkilenmemiz, çok daha somut olarak, 1773’te başlar. Bu yıl içinde Batı örneği üzerinden İstanbul’da bir deniz mühendisliği okulu açıldı. Bu, askerî bir okuldu. Bu yoldan deniz kuvvetlerimizi güçlendirmeyi amaçlıyorduk. 1789 ile 1795

BATILILAŞMA HAREKETİM İZDE BİLİM İN YERİ VE ATATÜRK

15

arasında geçen yıllar içinde de kara kuvvetlerimize ilişkin olarak Avrupa tipinde bir askerî mühendislik okulumuz faaliyete geçti. Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn ve Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn adlarını taşıyan bu iki okul bugünkü İstanbul Teknik Üniversitemizin kökenini oluşturur. Batı bilimini, modern bilimi biz ancak bu mühendis okullarıyla yurda sokmaya başlama işini başarabildik. Aslmda, Batı bilimi bu sıralarda henüz çok ilerlemiş değildi. Mekanik alanı bir yana, kim­ yada Lavoisier çağında bulunuluyordu. Bu o zamana göre önemli bir aşama oluşturuyor idiyse de, böylece o çağın kimyası bugünün ortaokul kimyası gibi bir şeydi. Henüz pi 1 ve elektrik akımı da Batı bilimine yabancı idi. Fakat gün geçmiyordu ki, Batı yeni bir bilimsel keşif yapmasın. Bunun bir sonucu olarak, örneğin 1850 Avrupası 1773 Avrupasını çok çok gerilerde bırakmıştı. Bizim yeni açılan mühendis okullarımız ise, Batı biliminin temeline ve araştırıcı zih­ niyetine ayak uyduramazdı. Çünkü bunların başka ana görevleri vardı ve amaçları biraz değişik doğrultulara yönelikti. Ayrıca, bu okulların mezunları, ister istemez, bizim aydın zümremizin ancak küçük bir kesimini oluşturmaktaydı. Fakat yine de silahlı kuvvet­ lerimiz mensuplarının, aralarındaki tabip, cerrah, ve veteriner gibi meslek sahipleri dahil, uzun süre bizim en seçkin münevver zümremizi, en geniş kültürlü insanlarımızı, teşkil etmiş olmaları bu durum ışığında bir izaha bağlanabilmektedir. Gerçekte, Batılılaşma hareketimize başladığımız sıralarda ve buna başladıktan sonra da, daha bir süre, biz, ortaçağlılıktan kopmamıştık ve bundan kolay kolay kopamadık. Oysa, Avrupa dönüşme üzerinde dönüşmeden geçerek yepyeni bir akılcı kültür havası içine girmişti. Buna ulaşmak, hattâ bunu hakkıyla takdir ederek gereği gibi değerlendirmek güçlüğü önümüzdeki en büyük engellerden birini oluşturuyordu. Değişmesi gerekli zihniyeti medresenin yetiştirdiği ulemâ, yani, eski hukukçularımız ve münevverlerimiz temsil ediyordu. Nitekim, önemli yenilikler için bu sınıf müntesibi ulemâmızın, hukukçuların, fetvası gerekli görülüyordu. Atatürk Ankara Hukuk Fakültesini açış nutkunda, 19254e şöyle konuşmuştur: “ Milletimizi inhitata mahkûm etmiş ve milletimizin feyyâz sinesinde devir devir eksik olmamış olan menfî ve kaahir kuvvet

i6

AYDIN SAYILI

şimdiye kadar elimizde bulunan hukuk ve onun muakkipleri olmuş­ tur. . . . Beynelmilel umumî tarihin cereyanında Türklerin 1453 zaferini, yani İstanbul’un fethini tasavvur buyurunuz. Bütün bir cihana karşı istanbul’u ebediyyen Türk camiasına maletmiş olan kuvvet ve kudret takriben aynı senelerde icad edilmiş olan matbaayı Türkiye’ye kabul için erbâb-ı hukukun meş’ûm kuvvetini ıktihâma muktedir olamamıştır. Köhne hukukun ve müntesiplerinin matbaa­ nın memleketimize girmesine müsaade etmeleri için üçyüz sene mü­ şahade ve tereddüt etmelerine ve leh ve aleyhte pek çok kuvvet ve kudret sarf etmelerine ıztırar hasıl olmuştur” . Batının uygarlıktaki yeni aşamaları birbiri peşi sıra gerçekleş­ tirebilmesinin nedenleri şüphesiz çok ve çeşitli idi. Fakat her şeyden önce ve her şeyden daha büyük ölçüde Batının asıl başarı sırrını, gözkamaştırıcı canlılık ve verimliliğinin candamarmı oluşturan şey bilimdi, bilimin dinamik gücü ve engin gelişme yeteneği idi. insanoğlunun bilim ve teknoloji yardımıyla doğayı kendi ih­ tiyaçları doğrultusunda etkilemesi sürecinin sonu gelmez. Fakat bu gibi süreçlerin iki yönünü veya boyutunu birbirlerinden açık seçik biçimde ayırt etmek icap eder. Çevrenin aktif bir tarzda insan ihtiyaçlarının gerek ve isteklerine göre dönüştürülmelere uğratılması statik olanakların etkili kılınmasıyla harekete getirilebileceği gibi, bunun çok çok üstünde ve ötesinde olmak üzere, yeni keşif ve icat­ larla ortaya çıkan yepyeni olanakların seferber edilmesi insan çabası veriminin kat kat artması sonucunu doğurabilir, insan faaliyetinin etkinliğini kat kat arttırabilir. Statik olanaklar yatay veya ufkî gelişmeleri, yani uygarlık sevi­ yesinde kökten değişikliği tazammun etmeyen sonuçları verir. Y ep ­ yeni olanaklara, yeni bilgi, teknik, ve araçlara dayanan insan faa­ liyetleri ise, evrensel tarih ölçüsünde çağların akışını ve birbirinden çıkışını belirleyen dönüşme ve değişmelere yol açabilir. Yeni bilgi, teknik ve araçlar insanın tarih yapm a çabasını belirginleştiren faa­ liyet tipleridir. Bu itibarla, bunlar yatay gelişimleri değil dikine tırmanışları, uygarlıktaki gelişimin bu doğrultularda tersinmez dü­ zey yükselişlerini b e lir te r e k tarihin özünü oluştururlar. Aslmda, insanoğlu, mecbur olmadıkça alışkanlık ve gelenek­ lerinden ayrılmama temayülündedir. Toplum lar da bununla paralel olarak, bununla koşut olarak, statikleşme eğinimindedirler. Bilim

BATILILAŞMA HAREKETİM İZDE BİLİM İN YERİ VE ATATÜRK

17

toplumların statikleşmeye, durağanlaşmaya istidatlı bünyelerine can­ lılık getiren etkin olanaklara sahip bir etmen, bir faktör olarak kar­ şımıza çıkmaktadır. Bilim toplumun özel güçleri dışında ve üstün­ de yeni kuvvetler yaratabilen önemli bir değişme ve gelişme âmilidir, etmenidir. Bilimsel ilerleme, genel çizgileriyle, gelişigüzel biçimlerde ol­ maz. Bilimsel bilgi sürecindeki zincirleme adımlar doğmakta olan yeni bilginin iç bünyesinde geçerli olan mantık bağlarının mahiye­ tine bağlıdır ve bu mantıksal bağların neler olduğu konusunda sağlam bir bilgiye sahip olabilmek ancak asıl konunun hakkıyla anlaşılması ve aydmlanmasiyle mümkündür. Ayrıca, bilimsel bilgi rasyonel ve sistemli olduğundan ve dolayısıyle kümeleşme ve bazen ağır, bazen de sıçrayışlar biçiminde gelişmeler gösterme kaabiliyetine sahip bulunduğundan, bilimin zenginleşme yeteneği teknolojininkine kıyasla çok daha üstün ve düzenlidir. Üstelik, saf bilim yeni bilgi üretir ve bundan dolayı gelişmede tırmanışları mümkün kılar. Halbuki, arı teknoloji esasen mevcut olan bilgiye dayanır. Bundan ötürü, saf teknoloji, daha karakteristik olarak, yatay doğrultulardaki gelişmelere yol açar. İşte biz Batıyı taklit ederken, Batının iyi vasıflarını alarak Ba­ tılılaşma gayretlerimizi sürdürürken, Batının en çok gıpta edilecek tarafının ve başarısının asıl anahtarının temel bilim araştırmalarında, arı bilimsel çalışmalara Batının verdiği büyük önemde aranması gerektiği sonucuna ulaştık mı? V e ulaştıksa ne zaman ulaştık? Bu sorunun cevabını bulmaya, belirlemeye çalışalım. 18704e İstanbul Üniversitesinin açılışında bir konuşma yapan eğitim bakanı Safvet Paşa, Osmanlı İmparatorluğunda iktisadî ve idarî işlerin aksamasının ve bilim ile fen bakımından geri kalınmış olmasının belki de en büyük nedeninin bu imparatorluğun Avrupa ile ilişki kurmamış olmasında aranması gerektiği düşüncesini birkaç kez tekrarlamıştır. Çünkü, Safvet Paşa’ya göre, bilim ve fennin gelişmesi kültürel temas sâyesinde gerçekleşmektedir. Kendi ifade­ siyle “ zîrâ ulûm-i akliyyenin ilerlemesi, onlarla meşgul olanlar bey­ ninde müdâvele-i ârâ ve mübâheseye manût olup milel-i mütemeddine-i Avrupa işte bu takrîb ile terakkî-i maarife kudredyâb olmuş­ lardır.” Yine, aynı söylevinde Safvet Paşa İstanbul Üniversitesinin açılmasiyle uygarlık temelinin pekişeceğine şöyle bir değinmekte,

,

Erdem C. 1 2

ı8

AYDIN SAYILI

çağın akıllara durgunluk getiren vapur ve telgraf gibi yeni icatlarının tamamiyle fizik bilimindeki ilerlemelere dayandığını söylemekte, alelâde gözlem sonucu yakınımızda sandığımız yıldızların milyon­ larca yıllık mesafede bulunduğunun bilimsel çalışmalarla saptanmış olduğunu, biraz müphem bir dille de olsa, ifade etmektedir. Bir de eskiden basit sanılan birtakım maddelerin bileşik olduklarının Avrupadaki kimya çalışmaları sonucunda anlaşılmış olduğuna işaret etmektedir. İktisadî bakımdan kullanılmaya elverişli ilk buharlı geminin 1810’da, okyanuslarda seyrüsefer yapabilecek bu tip vapurların ise 1840’h yıllarda inşasının mümkün olabildiği, ilk telgrafın 1830’lu yılların ilklerinde ortaya çıktığı, ilk kez sabit yıldız paralâksmm 1838’de Bessel tarafından ölçülmüş olduğu düşünülürse, Safvet Paşa’nın burada kendi gününden otuz kırk yıl öncesinin keşif ve icatlarından söz etmekte olduğu görülür. Özellikle, kalburüstü bazı teknolojik buluşların tamamen kuramsal fizik bilgisiyle temellen­ diğini ve bu gibi konulardaki terakkinin uluslararası işbirliğine dayan­ dığını dile getirmesi gerçekten ilginçtir. Fakat öte yandan da Safvet Paşa’mn bu işbirliğini “ fikir alışverişi” biçiminde düşünmüş olması ve aynı zamanda insan aklının doğanın sırlarına nüfuz etmeye yeterli olmadığını söylemesi gibi bazı hususlar, 1870’te, bizim için, Batıya bilim alanında yetişmenin henüz uzak bir rüya gibi bir şey olduğunu sarahatle göstermektedir. Gerçekten, ondokuzuncu asrın İstanbul Üniversitesi açılış yılına kadar uzanan kısmında çeşitli bilim dallarının birçok kollarında yapılan çalışmalar, sayıları kolayca yüzü aşan İngiliz, Fransız, Alman, Hollândalı, İtalyan, İsveçli, Norveçli, İsviçreli, Avustur­ yalı, Polonyalı, Rus, ve Danimarkalı bilim adamlarının kalburüstü keşiflerinden oluşmaktaydı. Oysa, maalesef, bu uluslararası bilimsel işbirliğinde bizim göz dolduracak herhangi bir katkımız olduğuna tanıklık edememekteyiz. M amafih, yine de Batılılaşma hareketimizde önemli bir eğilimin Avrupa tipi çeşitli okullar açılmasıyle yönlendiğini, Batı uygarlığına katılma ve ondan pay alma düşüncesinin belirdiğini, bunlara ilâve olarak ve bu perspektif içinde, ayrıca, Batının ileri teknolojisinin temelinde bilimin yatmakta olduğu düşüncesinin bizde de bir de­ receye kadar uyanmış olduğunu görmek, Batılılaşma akımımızın gereği kadar üzerinde durulmamış çok olumlu ve önemli bir kültürel

BATILILAŞMA HAREKETİM İZDE BİLİM İN Y ERİ VE ATATÜRK

19

kesiminin bulunduğunu göstermektedir. Ancak, arı ve temel bilim araştırmalarına gerekli önemin verilmesi durumuna ya da böyle bir zihniyetin kuramsal dahi olsa benimsenmesine Cumhuriyet dönemimizin başlamasına kadar pek şahit olamıyoruz. Y a da, bunun misalleri oldukça nadirdir. Böylece de Batılılaşma hareketimizin Atatürk aşamasına ulaşmış oluyoruz. Atatürk, 22 Eylül 19244e Samsun’da İstiklâl Ticaret Mek­ tebinde, öğretmenlere hitâb ederek yaptığı konuşmada şu ünlü sözlerini söylemiştir: “ Dünyada her şey için, maddiyât için, maneviyât için, hayat için, muvaffakiyet için en hakikî mürşit ilimdir, fendir; ilim ve fen­ nin haricinde mürşid aramak gaflettir, cehalettir, dalâlettir. Yalnız, ilim ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının tekâmülünü idrâk etmek ve tekâmülü zamanında takıybeylemek şarttır.” Burada Atatürk’ün bilimin gerek maddî hususlar ve gerekse manevî işler bakımından yolgösterici olduğunu söylemesi dikkati çekiyor. Ayrıca, burada fen sözcüğünün anlamını tam olarak be­ lirlemek sözkonusu edilebilir. Çünkü, Atatürk’ün burada saf bilim yanında, arı bilim yanında, teknolojiye de bir atıf yapmakta olup olmadığı bu vesile ile akla gelebilir. Fen sözcüğünü fen fakültesi ve lise fen kolu gibi kullanışlarında, bu bağlamlarda, özellikle matematik, astronomi, fizik, jeoloji ve kimya gibi arı bilim dalları için kullanıyoruz. Bizde üniversiteye elli yıl öncesine kadar dârülfünun, yani “ fen bilimleri evi” adı verilirdi. Demek ki, bu kullanılışı ile de fen sözcüğü teknoloji ve endüstriye bir kayma göstermemekteydi. Esasen Safvet Paşa’nın nutkunda da fen sözcüğü aynen Atatürk’teki gibi kullanılmaktadır, ö t e yandan da,* Türkiye Büyük M illet Meclisi çalışmalarım açış konuşmalarında, endüstriden söz ettiğinde, Atatürk’ün, bu maksatla, hiç bir zaman fen sözcüğünü kullanmadığı görülmektedir. Demek ki bu ünlü sözün­ de Atatürk fen sözcüğü ile arı bilim çalışmalarına, temel bilim ça­ lışmalarına, ve bunların en güvenilir ve gelişmiş bilgilerimizi temsil eden dallarına atıf yapmaktır. 27 Ekim 1922’de Bursa’da öğretmenler için yaptığı bir konuş­ mada Atatürk şunları söylüyor: “ . . . Memleketi, milleti kurtarmak isteyenler için hamiyet, hüsn-ü niyet, fedakârlık elzem olan evsaftandır. Fakat bir heyet-i

20

AYDIN SAYILI

içtimaiyyedeki marazı görmek, onu tedavi etmek, heyet-i içtimaiyyeyi asrın icabâtına göre terakki ettirebilmek için bu evsaf kâfi gelmez; bu evsaf yanında ilim ve fen lâzım dır.. . . “ Hanımlar, beyler; memleketimizin en mamur, en latif, en güzel yerlerini üçbuçuk yıl kirli ayaklarıyla çiğneyen düşmanı mağlûbeden zaferin sırrı nerededir, bilir misiniz? Orduların sevk ve idaresinde ilim ve fen düsturlarını rehber ittihaz etmektedir. M il­ letimizi yetiştirmek için asıl olan mekteplerimizin, dârülfünûnları­ mızın teessüsünde aynı mesleği takıyb edeceğiz. Evet, milletimizin siyasî ve içtimaî hayatında, milletimizin fikrî terbiyesinde de reh­ berimiz bilim ve fen olacaktır. Mektep sâyesinde, mektebin vereceği ilim ve fen sâyesindedir ki, Türk Milleti, Türk sanatı, iktisadiyâtı Türk şiir ve edebiyatı bütün bedâyii ile inkişaf eder. “ Memleketimiz içinde efkâr-ı medeniyyenin, terakkiyât-i asriyyenin bilâ ifâte-i ân intişar ve inkişâf etmesi lâzımdır. Bunun için bütün erbâb-ı ilim ve fennin bu hususta çalışmayı bir vecîbe-i nâmûs bilmesi iktiza eder . . . . “ Gözlerimizi kapayıp, mücerret yaşadığımızı farz edemeyiz. Memleketimizi bir çember içine alıp, cihan ile alâkasız yaşayama­ yız. . . . Bilâkis, müterakki, mütemeddin bir millet olarak medeniyet sahasının üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fen ile olur. İlim ve fen nerede ise, oradan alacağız ve her ferd-i milletin kafasına koyacağız. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.. . . Hiçbir delil-i mantıkî’ye istinat etmeyen birtakım ananelerin, akidelerin muha­ fazasında ısrar eden milletlerin terakkisi çok güç olur; belki de hiç olmaz. Terakkide kuyûd ve şurûtu aşamayan milletler hayatı mâkul ve amelî müşahade edemezler. H ayat felsefesini vâsi gören millet­ lerin taht-ı hâkimiyet ve esaretine girmeye mahkûmdurlar. . . . ” Burada, sondan bir önceki paragrafta Atatürk’ün uygarlığa ilişkin olarak gerek tefekkür ve gerekse somut terakkî adımlarının yurtta hem yaygınlaşmasından ve hem de geliştirilmesi lüzumundan söz edişi dikkate değer. Nitekim kendisi bu vesile ile yurdumuzda uygar düşüncelerin ve çağcıl ilerleyişlerin an sektirmeden yaygın­ laşması ve gelişmesi gereğine değinmektedir. 30 Ağustos 1924’te Dumlupınar’da Atatürk şunları söylemiştir: “ . . . Harb, muharebe, nihayet meydan muharebesi, yalnız karşıkarşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir; milletlerin çar­

BATILILAŞMA HAREKETİM İZDE BİLİM İN YERİ VE ATATÜRK

21

pışmasıdır. Meydan muharebesi milletlerin bütün mevcudiyetleriyle ilim ve fen sahasındaki seviyeleriyle, ahlâklariyle, harslarıyla, hülâsa, bütün maddî, manevî kudret ve faziletleriyle ve her türlü vasıta­ larıyla çarpıştığı bir imtihan sahasıdır. “ Efendiler, milletimizin hedefi, milletimizin mef küresi, bütün cihanda tam mânasiyle medenî bir hey’et-i içtimâiyye olmaktır. Bilirsiniz ki, dünyada her kavmin mevcudiyeti, kıymeti, hakk-ı hürriyet ve istiklâli malik olduğu ve yapacağı medenî eserlerle mü­ tenasiptir. Medenî eser vücuda getirmek kaabiliyetinden mahrum olan kavimler hürriyet ve istiklâllerinden tecrit olunmaya mahkûm­ durlar. Tarih-i beşeriyet baştan başa bu dediğimi teyit etmektedir. Medeniyet yolunda yürümek ve muvaffak olmak şart-ı hayattır. Bu yol üzerinde tevakkuf edenler ve yahut bu yol üzerinde ileri değil de geriye bakmak cehil ve gafletinde bulunanlar medeniyet-i umumiyyenin hurûşân seli altında boğulmaya mahkûmdurlar. . . . “ Efendiler, medeniyet yolunda muvaffakiyet teceddüde vâbestedir. içtim aî hayatta, iktisadî hayatta, ilim ve fen sahasında muvaffak olmak için yegâne tekâmül ve terakkî yolu budur. H ayat ve maîşete hakim olan ahkâmın zaman ile tegayyür ve teceddüdü zarurîdir. Medeniyetin ihtiraları, fennin harikaları cihanı tahavvülden ta h a v v ü l duçar ettiği bir devirde, asırlık köhne zihniyetlerle, maziperestlikle muhafaza-i mevcudiyet mümkün değildir.” Burada Atatürk dünyada ancak ileri uygarlığın yaratılması faaliyetine olumlu katkıları olanların ve bu yoldaki gelişmeleri günügününe takip edip onlara ayak uyduran toplumların kendilerine bir hayat hakkı güvencesi sağlamak durumunda olabileceklerini pek güzel bir şekilde dile getirmekte ve bu hususu gerçekten kuvvetli bir biçimde vurgulamaktadır. 1923 yılı O cak ayınm son haftasında Alaşehir’de halka hitaben yaptığı konuşmada Yunan işgali günlerinden söz ettikten sonra, Atatürk şu sözlere yer vermiştir: “ Arkadaşlar, bundan sonra pek mühim zaferlere kavuşacağız. Fakat bu zaferler süngü zaferleri değil, iktisad ve ilim ve irfan zafer­ leri olacaktır. Ordumuzun şimdiye kadar istihsal ettiği muzafferi­ y e t ^ memleketimizi halâs-i hakikîye şevketmiş sayılamaz. Bu zaferler ancak müstakbel zaferlerimiz için kıymetli bir zemin hazır­ lamıştır. Muzafferiyât-i askeriyyemizle mağrur olmayalım. Yeni ilim ve iktisat zaferlerine hazırlanalım.”

22

AYDIN SAYILI

26 O cak 19234e Salihli istasyonunu dolduran topluluğa hitap ederken, Atatürk kara günlerin artık gerilerde kaldığını söyledikten sonra sözlerine şöyle devam ediyor: “ Bundan sonra memleketimizi kat’ î halâsa îsâl için pek kuv­ vetli ve esaslı tedbirler ittihâz etmek icab eder. Bu tedbirlerin en mühimmi ve en birincisi ilim ve irfandır.”

I933 У1!1 Cumhuriyet Bayramını açış konuşmasında ise Atatürk şöyle diyor: “ Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yo­ lunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir.” Demek ki, Atatürk’e göre ileri uygarlığa katkılar yoluyla katıl­ manın ya da onunla tam uyum durumunda bulunmanın en etkin yolları bilimden geçmektedir. Uygarlığın yeni hamlelerinde aktif, yapıcı ve yaratıcı bir role sahip olmaksızın uygarlığın gelişmelerine pasif olarak ayak uydurmak çok güç ve hattâ imkânsız bir şeydir. Atatürk’e göre, bilgiye yeni yeni katkılarda bulunmak amacını güden an bilimsel çalışma uygarlığın en kalburüstü tırmanış ve hamlele­ rinin temelinde bulunmaktadır ve bu tip faaliyete şerefli bir hayat sürdürmek isteyen her toplumun büyük bir canlılıkla katılması gerekir. Büyük Nutkunun başlarında Atatürk Batı uygarlığından “ ilim ve fennin nurlara müstağrak kıldığı hakikî medeniyet âlemi” şeklinde söz etmektedir. “ Fransız yazarı M aurice Pernot ile 29 Ekim 1923’te yaptığı mülâkatta Atatürk ezcümle şunları söylemiştir: “ Memleketler muhteliftir. Fakat medeniyet birdir ve bir mille­ tin terakkisi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmesi lâzımdır. . . . Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Medeniyete girmek arzu edip de Garbe teveccüh etmemiş millet h a n g is id ir ? ...” Ankara’yı ilk ziyaretinde Ankara eşrafına hitaben yaptığı bir konuşmada Atatürk şunları söylemiştir: “ Ecnebiler kendi menâfi-i iktisadiyye ve siyasiyyelerini tatmin edebilmek için aleyhimizde icat ettikleri iki mütâlaayı yürütmeye başladılar. Bu mütâlâalardan . . . birincisi ile millete zulüm atıf ve isnat ediyorlar. İkincisi ile de kaabiliyetsizlik. . . . Zulüm medeni­ yetle kaabil-i te’lif değildir. İstidatsızlık da şâyân-i afv bir şey ola­ maz. Çünkü milletler işgal ettikleri arazinin hakikî sahibi olmakla

BATILILAŞMA HAREKETİM İZDE BİLİM İN YERİ VE ATATÜRK

23

beraber beşeriyetin vekilleri olarak da o arazide bulunurlar. O arazinin menâbi-i servetinden hem kendileri istifade eder ve dola­ yısıyle bütün beşeriyeti istifade ettirmekle mükelleftirler. Bu düstûra göre bundan âciz olan milletler hakk-ı bakaa ve istiklâle lâyık ol­ mamak lâzım gelir.” 1933 y^1 Cumhuriyet Bayramı nutkunda Atatürk’ün konumuzu ilgilendiren şu sözleriyle karşılaşıyoruz: “ Aslâ şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kaabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile âtînin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır. . . . ” “ Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını, güzel sanatlar sevgisini, millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür. Türk milletine çok yaraşan bu ülkü onu bütün beşeriyete hakikî huzurun temini yolunda kendine düşen medenî vazifeyi yapmakta muvaffak kılacaktır. . . ” “ Fakat yaptıklarımızı aslâ kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. M illî kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.” Atatürk, bu sözleriyle, uygarlık gelişme ve tırmanmalarına hakkıyla ayak uydurmak, uydurabilmek için yalnız onu pasif bir şekilde takip etmenin, etmeye çalışmanın yetersiz kalacağı, uygarlık gelişmelerine ve dinamizme intibak etmek için onun tırmanışlarına bizzat katkılarda bulunmanın, onu oluşturma sürecine katılıp onun yaratıcıları arasında yer almanın vazgeçilmez bir şart olduğunu, ve ayrıca uygarlık dinamizminin temelinde bilimin, arı bilimin yattığını, yer almakta olduğunu, ne kadar güzel ve veciz bir şekilde ifade etmekte, dile getirmektedir. Varlığım ızı, özgürlüğümüzü, şeref ve haysiyetimizi kendisine borçlu olduğumuz, asırların nadir yetiştirdiği büyük dâhi ve tarihin bize paha biçilmez armağanı, büyük Atatürk’ümüzün bu kadar ısrarla vurguladığı, bize gereği gibi anlatmak için, zihnimizde iyice

24

AYDIN SAYILI

yer etmesi için, âdetâ çirpindigi bu ışıklı görüşü, bilimin ve bilimsel araştırmanın insan hayatında ve uygarlık kurma çabasındaki köklü yeri sorunu, önemine candan inandığım bir konudur. V e Atatürk’ün millî kültürümüzü çağdaş medeniyet düzeyinin üstüne çıkarmak yolundaki idealinin gerçekleşmesinin herşeyden fazla bu yolda yürünmesine bağlı olduğu kanısındayım. Bundan dolayı bu konuş­ mam benim için sanki içimi dökme yerine de geçmiş bulunuyor. Başta Sayın Cumhurbaşkanımız olduğu halde, bu çok seçkin din­ leyici grubu önünde bu konuşmayı yapmış olmaktan, bu itibarla, büsbütün büyük bir zevk ve onur duydum. Hepinize buraya gelmek ve beni dinlemek lûtfunda bulunduğunuzdan dolayı teşekkürler eder, hepinizi saygıyla selâmlarım.

THE PLACE OF SCIENCE IN THE TURKİSH MOVEMENT OF WESTERNIZATION, AND ATATÜRK A Y D IN S A Y IL I * The Turkish movement of Westernization, in its maturer phase represented by the Gülhane Edict of 1839, involved quite a substan­ tial and heroic effort to contribute to the amelioration of human happiness and dignity and to the eradication of fanaticism and bigotry. In its genesis and initial phases this movement manifests itself as a general process beset with many difficulties and interrup­ tions. In its preliminary and less complex phases it may be said that it is not marked more clearly by any other single event than by the foundation, after European models, of a naval military engineering school in 1773 and of a ground forces military engineering school between 1789 and 1795, both in istanbul. These are the twin ancestors of our present Technical University of İstanbul. The first evidence of a Turkish decision to adopt Western ways was thus unmistakably discernible in institutions representing technology and education, and the foundation of these two engineering schools in the last quarter o f the eighteenth century constituted clear signs of a deep concern of the Ottoman Empire for self-defense and self-preservation. The first clear and substantial impulse for the Turkish movement of Westernization thus came from the need felt for the adoption o f European techniques in military training and from military tech­ nology. Technology, on the other hand, had, by the nineteenth century, come to involve, in an ever increasing measure, the har­ nessing of scientific knowledge to human needs. Hence the import­ ance, generally speaking, of the place occupied by science in the Turkish movement of Westernization. In his General Historie of the Ottoman Empire, written first in 1603, Richard Knolls wrote thus: * Aydın Sayılı, Professor of the History of Science, President of the Atatürk Culture Center, Atatürk Supreme Council for Culture, Language, and History.

26

AYDIN SAYILI

“ A t the present if you consider the beginning, progress and perpetual felicity of this the Ottoman Empire, there is in this world nothing more admirable and strange; if the greatness and lustre thereof, nothing more magnificent and glorious; if the power and strength thereof, nothing more dreadful and dangerous,. . . , prefixing into itself no other limits than the uttermost bounds of the earth, from the rising of the sun unto the going down of the same.” 1 Concerning the peace treaty of Carlowitz of 1699, Creasy, writing in 1878, says that the treaty of Carlowitz is memorable in particular on account of the magnitude of the territorial change which it ratified and also because it marks the period when men ceased to dread the Ottoman Empire as an aggressive power, and then he adds, “ A t the beginning of the war Austria trembled for the fate o f her capital and saw her very national existence seriously menaced; at the end of the confflict the empire of the House of the Habsburg was left not merely in security, but permanently streng­ thened and consolidated; while the House of the Othman saw many of its fairest dominions rent away. . . . ” 2 This was the second siege of Vienna, which took place in 1683, and the city could have fallen, had the Turkish commander-in-chief shown greater proficiency in the conduct of the war. But even that could hardly have changed the general situation. The Ottoman Empire had fallen behind Europe; she had already entered upon a period o f decline, especially when compared with the West. T o bring the idea more clearly home to us that the tables had already been turned on the Ottoman Empire, we may note that, after a considerable delay due especially to some diffculties he had in con­ nection with the orbit o f the moon, Newton had finally published his monumental work, the Principia, in 1687, only four years after the Turkish siege o f Vienna, while Ottoman men o f learning were not as yet quite ready even to give Copernicus the credit that was due to him; nay, they were not even duly aware o f his great work, nor of those forming its more immediate sequals, such as the masterworks of Galileo and Kepler. 1 Edward S. Creasy, History o f the Ottoman Turks, Beirut 1961, Introduction by Zeine N. Zeine, p. V. 2 Edward S. Creasy> History o f the Ottoman Turks, London 1878, pp. 319, 321.

THE PLACE OF SCİENCE

27

The naval and ground forces’ military engineering schools set up after the European models, in 1773 ancl I 7^9- I 795 respecti­ vely, represented official acknowledgement o f the superiority of Europe’s knowledge in general, its technology, its methods of training its armed forces and especially its engineers. It also constituted a solemn though partial commitment to a program of Westernization. These schools, after a short interruption, were continually deve­ loped, modified, and enlarged during the nineteenth century. The Naval Engineering School was instituted under the sultan Mustafa III ( 1 7 5 7 - 1 7 7 3 ) 3 and the Arm y Engineering School during the reign of Selim III (1789-1807), who was deposed by an insur­ rection of the Yeniçeri soldiery, that is, the old-style standing army, with the cooperation and instigation o f the ulemâ, i.e., the class of intellectuals who were the representatives and the custodians of the sherîat, the religious law, which was tantamount or equivalent to a veritable constitution. Selim III was profoundly attached to the reforms he had intro­ duced and was thoroughly convinced that they would be very bene­ ficial to his country, but he had to pay for it with his life. Mahmud II (1808-1839), however, who came to the throne after a brief inter­ regnum of Mustafa IV , reintroduced the reforms o f his ill-fated predecessor, acting with much greater energy and success, and during his reign Turkey’s adoption of European ways came to gain a deeper meaning and a more comprehensive scope. Mahmud II brought, from 1831 on, certain administrative and social reforms which were fundamental in the process of Western­ ization. These were culminated by the Gülhane Decree, the so­ -called Tanzimat-i Hayriye, i.e., the Edict or Proclamation of Bene­ ficial Adjustments (or Propitious Arrangements), which was pro­ mulgated by M ahmud I I ’s son and successor Abdülmecid I (18391861). This decree or edict was prepared by Mustafa Resid Paşa, the minister o f foreign affairs. It guaranteed the security of life, honor, and property o f all Ottoman subjects regardless of religion or sect, and it contained provisions and stipulations to the effect that taxation and consceription laws would be reformed. The pe­ riod from 1839 to 1876 thus inaugurated has been referred to as the Tanzim at Period. It was a period of enactment of various remedial legislations.

28

AYDIN SAYILI

With the advent of modern scientific revolution in Europe ushered in by men like Copernicus, Vesalius, Bacon, Descartes, Harvey, Galileo, Kepler, Huygens, and Newton, with the formid­ able achievements involved in the Humanism, Renaissance, and the Reformation movements and the eighteenth century’s so-called Enlightenment and the industrial revolution, Europe had gone through extremely important phases of development and had in­ creased its efficiency tremendously in all fields of human endeavor. It also had developed its military strength and prowess at a brisk pace. The upshot of all this was that Ottoman Turkey had thus na­ turally and automatically fallen behind Europe. But it had not only fallen behind due to its failure to keep abreast of the rapidly ad­ vancing European civilization; it had actually gone through a process of decline whereby its original social and administrative institutions had become transformed into more or less degenerate versions of the vigorous initial Ottoman institutions of the more glorious days during which they originated. A t any rate, Ottoman social and economic prosperity, and the financial and administrative machinery upon which it rested, had been geared up with Ottoman military superiority over its neighbors. The prodigious advances realized in Europe had made it peremp­ tory therefore for the Ottoman Empire to readjust its financial and administrative procedures. Furthermore, the opening up of the Oceanic trade routes and the discovery of new continents had re­ duced the importance the Ottoman lands occupied in international trade. In short, the causes of the decline of the Ottoman Empire were many and multifarious, although the fascinating advances in scien­ tific knowledge in Europe were undoubtedly among the most fun­ damental and trailblazing of these multitude of varied and diverg­ ent factors. And in the face o f humiliating defeats, and also of the undeniably superior knowledge, technology, and power of her Eu­ ropean rivals, Ottoman Turkey felt the need of modernization, of copying Europe in those respects that made Europe’s superiority patent and paramount. Considered in its totality, i.e., including its social and admin­ istrative aspects, the movement of Westernization embarked upon

THE PLACE OF SCİENCE

29

by Turkey during the eighteenth and nineteenth centuries was quite a major enterprise. For Turkey was leading a prolongation of the medieval theocentric way of life. She was ruled by the religious law considered basically sacrosanct and essentially unalterable. The sultan, being at the same time the caliph, possessed a de facto absolute power, and his secular authority was buttressed through the institu­ tion of the caliphacy. A thorough Westernization implying decisive change in the concepts of state and society as reflected by the teach­ ings of the guiding spirits of the Age of Enlightenment, as well as rising in science and technology to a footing equal to that of Europe, would be tantamount to changing at one fell-swoop from some sort of medieval backwardness to the modern European level of civili­ zation. In fact. Mustafa Reşid Paşa firmly embraced the opinion that the survival of the Ottoman state depended on a modernization of its administration which would make her a member of the Euro­ pean family of states. Nowadays Westernization is a very widespread movement. We speak of “ developing countries” , implying by this term that all underdeveloped countries are endeavoring to reach the level of more developed ones by adopting the latter as models. Renaissance was such an attempt and Classical Antiquity was the model chosen to be emulated. True, the Renaissance movement would have lost much of its greatness if it had limited itself to imi­ tating the past era it admired. But there was essentially much truth to what it claimed it was doing. Arnold Toynbee says, “ The encounter between the World and the West may well prove, in retrospect, to be the most important event in modern history. It is an outstanding instance of an historical phenomenon o f which there are other famous instance in the past, and the comparative study of the course and consequences of the encounters between civilizations that are one another’s contem­ poraries is one o f the keys to an understanding of the history oı man­ kind.” 3 These comments are seen not to be applicable to the sixteenth century Renaissance movement, however, except through a stretch o f imagination and by superadded interpretation. For the admi3 A. Toynbee, The World and the West, 1952, p. V.

AYDIN SAYILI

30

ration felt by sixteenth century Europe for classical Antiquity was not the result of the encounter of two contemporary civilizations. Speaking of the nineteenth century Turkish attempts of Western­ ization, on the other hand, the same author writes: “ The verdict of history on this old school of Turkish Westernizers is ‘Every time too little and too late’ . . . .T h e reason why this policy of a minimum dose of Westernization failed, and was bound to fail, was because it flew in the face of a truth to which these early Turkish military reformers were blind. .. . This truth was that any civilization, any way of life, is an indivisible whole in which all the parts hang together.” 4 This pronouncement is in need of some modification and re­ servation with respect to science and technology, however, and in fact Toynbee subsequently modifies this dictum of his by intro­ ducing the idea he calls “ the common psychology of encounters” . He says: “ We may begin by reminding ourselves of a general pheno­ menon which came to our notice in the last chapter when we were taking a comparative view of our Western civilization’s two success­ ive assaults upon China and Japan. We saw that, on the first occasion, the West tried to induce the Far Eastern peoples to adopt the Wes­ tern way of life in its entirety, including its religion and technology, and that this attempt did not succeed. And then we saw that, in the second act o f the play, the West offered to the same Far Eastern peoples a secularized excerpt from the Western civilization in which religion had been left out and technology instead of religion had been made the central feature; and we observed that this techno­ logical splinter, which had been flaked off from the religious core of our civilization towards the end of the seventeenth century, did succeed in pushing its way into the life o f a Far Eastern society. . . . “ Here we have an example of something that seems often to happen when the culture-ray o f a radio-active civilization hits a foreign body social. The assaulted foreign body’s resistance dif­ fracts the culture into its component strands, just as a light ray is diffracted (sic.) into a spectrum by the resistance o f a prism. In op­ tics we also know that some o f the light strands in the spectrum have 4 Ibid., pp. 25-26.

THE PLACE OF SCİENCE

31

a greater penetrative power than others, and we have already seen that it is the same with the component strands of a culture-ray. . . . ” 5 It should not be surpresing at all to see that different sociaties should appropriate and adopt from each other most easily and re­ adily things falling within the compass or scope of science and tech­ nology. For these are fields of human endeavor which overstep na­ tional, linguistic, and religious or racial boundaries. They represent matters in which human beings are of one mind, where they cannot easily fail to agree. Ulugh Bey (i 393-1449), Turkish astronomer prince, praises the secular or “ intellectual” sciences because they overstep religious and linguistic boundaries. This amounts to considering the universal validity and objectiveness of scientific truth as a criterion for its supe­ riority; a very interesting and keen observation, considering the fact that Islam was a thoroughly theocentric society and that in medieval Islam revealed knowledge was almost universally accorded a more elevated status among the various branches of knowledge and it was accepted as more exalted in dignity. Ulugh Bey’s view must have been rare, but it can be traced at least to M uayyaduddîn a 1 cU rdî in the thirteenth century. He says, “ Intellects are in agreement and minds are in accord as to the excellence of science and the worthiness of scientists. Through science happiness is obtained and ranks are elevated; it sharpens the intellect and strengthens it; it increases sagacity and augments perspicuity. It is by it that the indolent is embellished and the obscure is rendered illustrious, and it is with its help that the true is distinguished from the false. A ll this is especially true for those sciences whose object of investigation is demonstrative and whose principles are indisputable and self-evident. Indeed, this kind of science is common to people of different religions and does not show variation with the passage of time or change of location.” Ibn Tufayl, philosopher of the twelfth century had a similar notion in that he considered the truths susceptible o f independent discovery to constitute a superior brand of knowledge. According to his conception the branches of knowledge which satisfied this criterion were quite numerous, however, and apparently the exact 5 Ibid., pp. 66-68.

32

AYDIN SAYILI

sciences were not first and foremost in his mind. This was, very likely, part of a more widespread philosophical scheme of thought which was, in its widest form, connected with the conception of intellects ruling planetary spheres. 6 R .J . Forbes, who considered science and technology to be well-nigh undistinguishable in primitive cultures, says, “ Civilization in late Neolithic times shows strong local traits, but the cultures are knitted together by many common bonds notwithstanding the growing local experiences. But this local tradition is diffused and as Gordon Childe puts it rightly the subsequent history of science is more or less that of the diffusion of useful ideas beyond the pales of the tribe and the environment where they were born. They were diffused to foreign parts1where they were stripped of their traditional trappings and absorbed if they were found worthy when compared with local techniques. Thus human experience was pooled over the entire Ancient East.” 7 This shows that even writh primitive peoples the diffusion of objective knowledge is conducive to its enrichment and improve­ ment and that science and technology do not only constitute paths of least resistance in international contacts but that they also are bound to lead to some degree of cooperation and collaboration between different cultures. In fact, we meet in history periods of massive transfers of culture, and some of these happen to be or to constitute extremely important turning points in the intellectual history of mankind, in the general history of civilization. indeed, if we trace back in history the past developments of our present-day science, we will find ourselves in Mesopotamia and Egypt of some four or five thousand years ago. About the time of Homer, and, later on, Thales, we see the Greeks come to the forefront in the history of science and thought. But the Greeks learned much from the Egyptians and Mesopotamians. However, had not the Greeks appropriated that knowledge from those older civilizations, science would surely not have advanced ın its original homes to any degree 6 See, A. Sayılı, The Observatory in Islam, Ankara 1960, p. ıı, New York 1981, p. ıı. 7 R .J. Forbes, “ Man and Matter in the Ancient Near East” , Archives Inter­ nationales d'Histoire des Sciences, 1948, pp. 558, 558-559.

TH E PLAGE OF SCİENCE

33

comparable to that of the Greeks. After a number of centuries Greek scientific and intellectual work began to lose its vitality. In fact, a period of decline set in, and the Greco-Roman World sank into the depths of the so-called Dark Ages. In the eighth century the Islamic World decided to unearth the onetime glorious Greek knowledge; it appropriated the scientific, philosophical, and medical knowledge of the Greeks as a result o f about two centuries of systematic and intense translation activity and enriched that legacy of Greece through its own original contributions. This lifted the World o f Islam into the position of the most advanced civilization of its time, and this situation served to jo lt Western Europe from its deep slumber o f the Dark Ages. During the twelfth century Arabic works o f science, philosophy, and medicine were translated to Latin, and this so-called Twelfth Century Renaissance put Europe into the position of giving fresh impetus to scientific and intellectual work. These late medieval European efforts finally culminated in the sixteenth century scien­ tific revolution, which put science into a path of progress that continues still in our own day. Now what is remarkable for these periods o f transition is that they were all periods of rejuvenation or even regeneration. Had science not passed to the Greeks in the first instance, it would surely not have made the tremendous leap it actually did. But then science was dead, apparently for good, had it not been regenerated in the hands of the thinkers of Islam. Had it not passed from Islam to Eu­ rope, on the other hand, men such as Copernicus and Galileo would have never been produced in Islam by all appearances. For the World of Islam was hardly ready to appreciate their work for quite a considerable length o f time. A ll this creates the impression that the historic development of scientific knowledge, and, with it, o f civilization, ov/es much to these priods o f transition, these periods o f transmission of science from one cultural sector o f humanity to another. A simplified explanation o f this may be sought in the situation that science is progressive and will advance provided scientific work gains an intensity exceeding a certain minimum level. Now, if a society is willing to appropriate a certain body o f scientific knowledge, this means that it attaches sufficient value to it to cultivate it with a sufficient degree o f intensity. Science should therefore advance in Erdem C. I, 3

34

AYDIN SAYILI

such cultural environments until that intellectual climate has exer­ cised all its favorable influences. But a period of stagnation is likely to set in after these favorable factors have spent their force. And under such a circumstance the transfer of this body of scientific knowledge to a new cultural sphere likely to endow science with a new virility and supply it with fresh opportunities would be con­ ducive to its advancement and growth in new directions. After the utility of science reached such degrees as to make its dividends more manifest and tangible, and after the experimental method came to gain a relatively solid and formals status, on the other hand, the likelihood of the appearance of periods of stagnation must have been considerably reduced. Such periods of transition have obviously the important cha­ racteristic that the community entering into such an era chooses for itself a model it considers worthy of emulation and embarks upon a plan of transforming itself in conformity with that model. This is a very important characteristic or distinguishing trait for this type of periods of transition. There is some kind of a feeling of guarantee of the coming of the “ golden age” in this procedure. There is not much of a leap in the dark; the factor of risk or adventure is thus reduced to a minimum, though the launching of a major project is involved. Indeed established or traditional patterns may break down before new and satisfactory norms have become established, and such a situation does quite often obtain in history. The copper age, the iron age, the steam age, the machine age refer to such periods of transition and upheaval. Epochs of the latter type are likely of course to cause greater crises and to be accompanied with greater shocks. For the transformations taking place in the course o f such periods of change-over would be more unforeseeable because of not having planned in advance. But, on the one hand, although they involve more adventurous enterprises and greater epochal crises, such periods need not be necessarily of greater stature; they need not necessarily represent transformations of greater magnitude. It is undoubtedly not easy to find parallels in history to the Renaissances o f the twelfth and the sixteenth centuries and to the other examples referred to above. It would seem reasonable to think that as the ties between technology

TH E PLACE OF SCİENCE

35

and science become closer and more intimate and as our grasp of the nature of social change grows profounder and more rigorous the surprise element in the process of social change and cultural trans­ formations will diminish correspondingly. For it could reasonably be hoped that under such circumstances periods o f cultural inter­ lude or interregnum will be less critical or that the problems they involve will be more easily resolved and appraised, more easily assessed and evaluated. O n the other hand, even copying another society in some res­ pect, or following a certain model faithfully, is believed and esti­ mated not to be easy at all, strictly speaking. T o make a brand-new plan or program for future change and transformation of a compara­ tive magnitude should therefore be all the more difficult, to the point o f being well-nigh impossible, comparatively speaking and by the force of logical inference. There is, moreover, what may perhaps with good reason be called a point of fine distinction because not infrequently it is overlooked. This is the fact that really important changes can rarely be planned in advance; and conversely, that truly great transformations are bound to transcend all previously made programs and plans anyway. This point too serves to bring home to us the importance of eras o f transition owing to the endea­ vor of conforming to or adopting a certain chosen alien model. In fact, it could peremptorily be stated that the preparation o f plans of such importance without being inspired by ready models is out of the question. It would have been entirely impossible indeed for Ottoman Turkey, and for Europe itself for that matter, to con­ ceive and prepare, in one single installment, a plan equivalent to what it had found ready to adopt as a model in the West. Western Europe had arrived to that stage after some centuries of transfor­ mation. The same could be said for eighth century Islam and twelfth century Western Europe. W hat they had found ready to appropriate was the result and the product o f centuries of work. Moreover, it is notable that such pooling of excerience occurs in science and, perhaps also to nearly equal extent, in technology, and not so much in other types of human endeavor, as, e.g., in the fields o f fine arts. This is undoubtedly one reason why in the major periods of transition in history through foreign borrowings and cultural contacts, e.i., in the truly epoch-making ones, science has been, or should be con­ sidered, in the foreground.

AYDIN SAYILI

Furthermore, in the light of the examples gleaned from the whole range of history, it is clear that the process of picking an ap­ propriate model need not be tied up with the verbal connotation of the term Westernization. The Renaissance ot the Twelfth Century and the Greek Cultural contacts with, and borrowings from, Meso­ potamia and Egypt might as well be referred to as “ Easternizations” . The process of choosing a model in order to attain to the superior level represented by it is of course not necessarily tied up with Wes­ tern man. It so happens though that in modern times such movements of reform or trends of modernization have been inspired by the West. For in modern times the West has been the scene of the greatest achievements in the advancement o f civilization. Rudyard K ipling has said, “ East is East and West is West, and the twain shall never meet” . But this is belied not only by history but also by the widely endorsed and quite old aphorism ex oriente lux, ex occidente lex, referring to two major constituent elements of modern European civilization. Those referred to here are the Christian religion and the Roman law, the former being an Eastern and the latter a Western contribution. The twofold classification of humanity into the East and the West rests on prejudices arising from their being the seats or consti­ tuting the spheres o f competing religions. The Crusades represent one dramatic phase of this antagonism, the one that has undoubtedly made the most deep-seated impression. The Trojan and the Graeco-Persian wars o f Antiquity and the imperialistic exploits o f Western Europe invmodern times form the prologue and the epilogue, the prelude and the concluding version, of the conceptual scheme serv­ ing to keep this idea alive. Beynini, the great scientist and thinker o f medieval Islam (born in 973 A .D.), who solemnly stated that he was neither an Arab nor Persian and who was very likely Turkish, conceived of the W orld of Islam as a part of the West, according to Zeki Velidi Togan, and he considered India and China as the East, while he regarded Clas­ sical Greece as part of the West together with Islam. 8 This is a very 8 Zeki Velidi Togan, Umumî Türk Tarihine Giriş, Istanbul 1946, pp. 75-76, 88-90, 420 (99); Z. V. Togan, “ Bîrûnî” , Islam Ansiklopedisi, vol. 2, 1949, pp. 635637, 638, 643.

TH E PLAGE OF SCİENCE

37

broadminded and interesting outlook, indeed, as a result of trans­ lations the Islamic realm was in almost full possession of the intellect­ ual heritage of Greece, while the West had almost entirely lost con­ tact with it until the mid twelfth century, and even for the Greeks of the Byzantine Empire their ancient literature of science and phi­ losophy had fallen into the status of closed books relegated to dusty shelves. Under Peter the Great Russia went through a movement of Westernization. Hayes, Baldwin, and Cole write, Already eager to gain for Russia ‘windows’ on the Black and Baltic Seas, Peter in 1697 sent a special embassy to seek the aid o f Western pow­ ers against the Turks. . . . But Peter, who accompained the Em­ bassy in the guise of a sea captain, avidly absorbed useful knowledge about armies, navies, forts, ship building, industry, and trade in Prussia, Holland, England, and the other countries he visited. Every­ where he went he enlisted sailors, craftsmen, engineers, and tech­ nicians, and sent them back to Russia to work on his projects. “ Impressed by the superior culture and technology of Western Europe, the Tsar was determined to ‘Westernize’ Russia. . . . ” 9 There is no doubt, moreover, that Peter the Great (1672-1725) had considerable interest in science itself. He is known to have vi­ sited Antony van Leeuwenhoek in Holland in 1698. “ to inspect his misroscopes and their revelations.” 10 Concerning his relations with Leibniz (1646-1716), Martha Ornstein writes, “ Within the last five years o f Leibniz’ life he was seriously engaged in projects for two more scientific societies. Russia had always attracted him since it was as yet a tabula rasa, had not acquired the taste for studies, and could from the start be kept from the worst errors of the old system. Moreover, its hugeness and prox­ imity to Asia fired his imagination. In 1711 he met the Czar and outlined to him his program o f establishing learning in Russia; the study of the realia must be foremost; laboratories and observ9 Carlton J. H. Hayes, Marshall Withed Baldwin, and Charles Woolsey Cole, History o f Europe, MacMillan 1950, pp. 616-617. 10 William A. Locy, Biology and its Makers, Henry Holt 1936, p. 80; Roger Hahn, The Anatomy o f a Scientific Institution, The Paris Academy o f Sciences, 1666-1803, University of California Press, 19 71 p. 74

,

.

38

AYDIN SAYILI

atories must be founded; scientific expeditions to Siberia and China should be made; extensive magnetic observations be arranged; dictionaria technica devised, in which the terminology of arts and crafts should be explained in words and pictures. A ll this could be done if supervised by a learned society such as he had established in Berlin. In Peter the Great, Leibniz felt he had found that patron of science he sought for. Peter in turn gave him a pension of £ i ,000 — but no society was established. Y et the founding of the Academ y of St. Petersburg (1724) can clearly be traced to Leibniz’ suggestions.” 11 Toynbee, on the other hand, writes, “ W hat then, has been the world’s experience o f the West? Let us begin with Russia’s experience, for Russia is part of the W orld’s great non-Western majority. Though the Russians have been Christians and are, many of them, Chris­ tians still, they have never been Western Christians. Russia was converted not from Rome, as England was, but from Constanti­ nople; and, in spite of their common Christian origin, Eastern and Western Christendom have always been foreign to one another, and have often been mutually antipathetic and hostile, as Russia and the West unhappily still are today, when each of them is in what one might call a ‘post-Christian’ phase of its history.” And the same author adds, . . and a fifteenth-century Western attempt to impose Western Christianity on Russia had been a failure. In A .D . 1439, at an ecclesiastical council held at Florence, representatives of the Eastern Orthodox Church in what then still remained of the Byzantine Empire had unwillingly recognized the ecclesiastical superiority of the Roman See in the hope that, in return, the Western World would save Con­ stantinople from conquest by the Turks. The metropolitan archbishop of Moscow, who was a suffragan o f the Greek Patriarch of Constan­ tinople, had been attending the council, and he had voted the same way as his brethern who were representing the Greek Orthodox Church; but when he came home to Moscow, his recognition of the Pope’s supremacy was repudiated there and he himself was deposed.” 12

11 Martha Ornstein, The Role o f the Scientific Societies in the Seventeenth Century, University of Chicago Press 1938, pp. 195-196. 12 Arnold Toynbee, The World and the West, pp. 4, 12.

TH E PLACE OF SCİENCE

39

It is seen clearly that Peter the Great’s rather efficient Western­ ization of Russia too conforms to the pattern of transition and se­ cular cultural change referred to above, as Greek borrowings from Mesopotamia and Egypt, Islam’s contact with the remnants of Greek intellectual achievements, and the Renaissances of the Twelfth and Sixteenth Centuries. Christian missionary activity seems to be kept outside of the pale of the extensive Westernization movements that are in progress at present too, or they have at least receded much into the background. Russia’s movement of Westernization seems not to have escaped notice in Ottoman Turkey, where Europe’s spectacular success in establishing extensive colonies accross wide oceanic spaces was like­ wise being watched with great concern. This is discernible in particular in some of the books printed by Ibrahim Müteferrika in the newly established printing press o f the first half of the eight­ eenth century.13 It should be appropriate therefore to look at the Turkish Western­ ization also from this vantage point in particular. Indeed, a tenta­ tive attempt of this nature is seen to have begun in the so-called Tulip Period during Ahmed I l l ’s reign ( i 703-1730), at a time when many of the drastic reforms under Peter’s leadership had barely started. Though this period was abruptly closed with an insurrection and many luxurious mansions representing the Tulip Period were demolished by the insurgents, interestingly enough the printing press introduced from Europe in 1729 remained intact. This was perhaps because, though the introduction of the printing press had long been delayed, its establishment had finally been secured with a fetva, i.e., it had been duly backed by the formal sanction o f religious authority. The printing press with moving types may be regarded as the symbol of this growth of interest in Europe. Again, a weaving mill for the manufacture of woolen cloth was set up in 1703 and another one in 1777 in istanbul. Still other attempts of a similar 13 Ahmet Hamdi Tanpınar, X IX . Asır Edebiyatı Tarihi, Istanbul 1967, pp. 12-13; Aydın Sayılı, “ Üçüncü Murad’ın İstanbul Rasathanesindeki Mücessem Yer Küresi ve Avrupa ile Kültürel Temaslar” , Belleten (Turkish Historical Society), vol. 25, 1961, pp. 297-435.

40

AYDIN SAYILI

nature seem to have taken place in this period. But these enterprises were in general unsuccessful. In 1726 under the patronage of Ahmed III and the grand vizier Nevşehirli Ibrahim Pasha, Ibrahim M ü­ teferrika and Said Mehmed Efendi set up the first modern paper mill in Turkey in Yalova. This paper mill was not long-lived either. This is attested by the report prepared for the construction of a paper mill at Beykoz in istanbul in 1805. It is stated there that paper is not manufactured in Islamic countries. It was from Islam that Eu­ rope had learned paper and its manufacture back in the early Middle Ages. Both paper and textile industries in Ottoman lands had suffered heavily from European rivalry already before the industrial revo­ lution. The older methods and procedures current and prevalent in the workshops o f Ottoman Turkey had grown outmoded in the face of superior techniques developed in Western Europe. A cloth mill was also set up at Beykoz in 1805, during the reign oı Selim III (1789-1807). There is a report concerning urgent need for repairs in the water way and equipment of this mill already twelve years after its construction. The needed repairs were carried out. An eye-witness report reveals that the cloth mill lay in ruin in 1836, although Mahmud II (1808-1839) felt great interest in these in­ dustrial works. He in fact made frequent visits to these two milis. So much so that a mansion was built in the vicinity for him to take a rest when visiting these manufacturing establishments. It seems therefore that maintenance and upkeep were critical problems connected with these undertakings.14 Thus, we seem to have a meager attempt of industrial Western­ ization already in the first h alf o f the eighteenth century, indeed, this impression is corroborated by other relevant developments. The grand vizier Ibrahim Paşa gave instruction to Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi, his extraordinary ambassador to France during the reign of Louis X V , to “ duly become acquainted also with the mainsprings of prosperity and the system o f education (in France) and to report on those aspects that would be capable of utilization.’’ 15 11 See, Adnan Giz, “ istanbul’da ilk Sınaî Tesislerin Kuruluş Yılı: 1805” , İstanbul Sanayi Odası Dergisi, 15 January 1968, No. 23, pp. 25-26. 15 Enver Ziya Karal, “ Gülhane Hatt-ı Hümâyununda Batının Etkisi” , Belleten (Turkish Historical Society), vol. 28, 1964, p. 586.

TH E PLACE OF SCİENCE

41

M. Münir Aktepe says concerning the Grand Vizier, “ Ibrahim wanted Turkey to engage in no more foreign adventures, but applied himself to measures of economy and reconstruction; A t the same time, however, he and his master encouraged perhaps by the report o f Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi on his Embassy to Paris and his description of VersaiIIes and Fontainbleau, engaged in the building of romantically named köşks and palaces . . . along the Bosphorus . . . , at Eyyüb and at Kağıthane . . . which were scenes of elegant parties of pleasure, of music, and of poetry . . . This genu­ inely cultured but reckless and extravagant indulgence is epitomized in the ‘tulipmania’ which won for Ibrahim ’s grand vizieriate the name of ‘Lale Devri’ . One important reflection on this tendency to ‘Westernization’ is the introduction into Turkey of the printing of Islamic works. . . . ’’ 16 H. Bowen writes, “ . . . The gradual abandonment of the dewshirme during the seventeenth century had led, with the occupation of the chief government posts by free-born Muslims, to a growth of interest among the powerful in the arts and learning, side by side with a decline in military and administrative efficiency. Moreover, the Greek community of the Phanar quarter had at the same time acquired both a stronger influence than before in metropolitan society and some familiarity with contemporary Western thought. In con­ sequence the twelve years ensuing on the peace of Passarowitz wit­ nessed a remarkable change of taste in poetry, music and architecture and a new inclination to profit by European examples. During this short period . . . pavillions and gardens were more often built than mosques and mausoleums, and they were built to designs imported from the West. An ambassador accredited to Louis X V received specific instructions to study French institutions and report on those adaptable to Ottoman use; and in 1724 his son associated Ibrahim Müteferrika to establish the first printing press in Istanbul. A French officer of Engineers was invited by the Porte to prepare plans for the reform of the army on Western lines, while a French convert to Islam organized a fire service (the odjak of the tulumbadjis) ; and though the reform of the army came to nothing, the organization 16 M. Münir Aktepe, “ Ibrahim Paşa, Nevşehirli” , Encyclopedia o f Islam, vol. 3, 1971, p. 1002.

AYDIN SAYILI

42

of the Admiralty was overhauled and the building of three-decker men-o’-war was undertaken for the first time. Some of the ulemâ further founded a society for the translation of books (from Arabic and Persian); .. . and no less than five libraries were founded at the capital, including the Sultan’s own Enderun-i Hümâyûn K ütüp­ hanesi of which Nedim was made curator. China factories at K ütahya and İzmit were revived and a new one founded at Tekfur Sarayı at Istanbul; extensive repairs to the Byzantine walls were carried out from 1722 to 1724; and a barrage was built to provide water for the capital. . . . The most notable extant architectural monuments of the period are the mosque of Ahmad III for his mother at Üsküdar and his çeshme outside the Bâb-ı Hümâyûn of the Topkapı Sarayı, for which he composed a chronogram himself.” 17 In the year 1716, during the grand vizieriate of Nevşehirli İbrahim Paşa, a French officer by the name of De Rochefort, sub­ mitted to İbrahim Paşa a project recommending the establishment of a corps of foreign engineers in the service of the Subline Porte. It is not known whether İbrahim Paşa made any attempt to put this recommendation into effect. It may also be mentioned in this connection that at least one of İbrahim Müteferrika’s books which he printed in the new printing press contains references to the new techniques of the military a r t.18 In 1729, a veteran French officer, Claude Alexandre, Comte de Bonneval (i675-1747), took refuge in Turkey and offered to serve in the Ottoman army. He accepted the Moslem religion, was made a general and called Humbaracı Ahmed Paşa. He was appointed head of a newly instituted corps of bombardiers by Mahmud I (17301754) and was charged with the reorganization of the artillary class. Shortly thereafter, in 1734, a school o f military engineering (or geometricians, “ Hendesehane” ) was instituted under his direction. After the death of Humbaracı Ahmed Paşa, his adopted son Süley­ man Ağa became the director of the school. The school was not long-lived, or, at least, its activity subsided considerably after a

,

-

. , ,

17 H. Bowen, “ Ahmad III” , Encyclopedia o f Islam, vol. i, 1960 pp. 269 270 18 See, A. Adnan (Adıvar), La Science Chez les Turcs Ottomans Paris 1939 pp. 132 133 141 14 2 A. Adnan-Adıvar, Osmanlı Türklerinde İlim, istanbul 1943 pp. 148 160 16 1 istanbul 1982 p. 170 Ahmet Hamdi Tanpınar, X IX . Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara 1967 pp. 12 13

,

, -

;

;

,

,

; - .

,

THE PLACE OF SCİENCE

43

while. For the yeniçeri soldiery were opposed to military innovations and reforms. Humbaracı Ahmed Paşa was apparently not the sole instruct­ or of the school. For the name of its first teacher of geometry has come down to us on the occasion o f an invention he made. He is Muhammed Said Müftüzade of Beyşehir. He invented an artillary instrument and wrote a book on geometry, and he was intro­ duced by the learned Şeyhülislam Pirizade Muhammed to Mahmud I for these accomplishments of h is.19 It is therefore seen that if, as pointed out before, the year 1773, the date of the opening of the N aval Engineering School in istanbul, during the reign of Mustafa III ( i7 5 7 - 1 773), should be taken to represent the real beginning of the Turkish Westernization move­ ment, then, the reign o f Ahmed III and the vizieriate of Nevşehirli İbrahim Paşa would turn out to represent the period of preparation for that beginning. In fact, the M ilitary Engineering School insti­ tuted by Selim III (1789-1807) may be looked upon as a revival and expansion of the one started under Humbaracı Ahmed Paşa’s direction and leadership in 1734. Indeed, claims that the Turkish Westernization movement should be traced back into the eighteenth century have been made by several scholars.20 A Statement by Baron de Tott would seem to indicate that the school under Süleyman A ğa was not entirely disbanded, or, at least, had not long been interrupted when Baron de T ott started teaching in the Naval Engineering School. K oca Ragıp Paşa, poet and scholar grand vizier of Mustafa III, is said to have gathered the members o f the Humbaracı School and to have had them secretly trained in mathematics.21 Now, it has been suggested that the phenomenon of “ Wester­ nization” should be subsumed under the broader category o f major periods of transition in accordance with a previously conceived model or paragon and that it would be more in keeping with the examples 19 Adnan-Adıvar, 1939, pp. 142-143; Adnan-Adıvar, 1943, 1982, pp. 182-184. 20 See, Enver Ziya Karal, “ Tanzimattan Evvel Garplılaşma Tanzimat /, a Turkish Ministry of Education publication, 1940, 21 Adnan-Adıvar, 1939, pp. 152-153; Adnan-Adıvar, 1943, pp.

pp.

161-162;

Hareketleri” , pp. 13-30. 181, 182-183.

44

AYDIN SAYILI

of such trends in universal history to give prominence in cultural contacts of thiş type to science, technology, and the sectors of intel­ lectual endeavor that come more directly under the sphere of influ­ ence of scientific work. We should therefore try to ascertain whether there was also a noteworthy awakening of interest in European science in Ottoman Turkey during the eighteenth century. During the reign of M urad IV (1623-1640), Şemseadîn-i Îtâkî wrote an illustrated book on anatomy. 22 In the field of medicine, some influences, usually fragmentary, are seen to have been received from certain European physicians, the most important among them being Paracelsus and Girolamo Fracastoro.23 But the most sub­ stantial influence from European science and learning, in the seven­ teenth century, came from the field of geography, thanks to K âtip Çelebi, and this would seem quite natural in view of European ad­ vances in the field of navigation and the spectacular activities of Western European nations in the domains of geographical explo­ ration and colonization. K âtip Çelebi (Haji Khalifa) was helped in this work by a learned Frenchman who had embraced the Islamic religion, interest in geography in Ottoman Turkey was apparently quite intense and ıt went back to the sixteenth century, indeed, several books were written in this field and new European maps were eagerly sought in T u rk ey.24 K oçi Bey, in his memorandum presented to Murad IV , complains about an intellectual decline in the Ottoman Empire and about deterioration in the quality and efficiency o f its schools of higher education, the madrasas. He refers more specifically to the instruc­ tion and cultivation o f jurisprudence and the Islamic or revealed 22 Aydın Sayılı, “ Ortaçağ İslâm Dünyasındaki İlmî Çalışma Temposunun Ağırlaşmasının Bazı Temel Sebepleri” , Araştırma, vol. i, 1964, pp. 67-68; Esin Kâhya, “ Şemseddin-i Îtâkî’nin Resimli Anatomi Kitabı” , Araştırma, vol. 8, 1970, pp. 173-186. 23 Adnan-Adıvar, 1939, PP- 98-99; Adnan-Adıvar, 1943, pp. 110-114; 1982, PP- I31-I 3524 Adnan-Adıvar, 1939, PP* 107-117; Adnan-Adıvar, 1943, pp. 120-129; ^82, pp. 141-149; A. Sayılı, “ Üçüncü Murad'ın İstanbul Rasathanesindeki Mü­ cessem Yer Küresi ve Avrupa ile Kültürel Temaslar” , Belleten (T. H. S.), vol. 25, 1961, pp. 397-445 -

TH E PLACE OF SCİENCE

45

sciences in general, while his contemporary Kâtip Çelebi was bitterly grieved over the neglect suffered by secular or rational sciences such as mathematics, astronomy, and natural philosophy.25 K âtip Çelebi’s appreciation of European accomplishments in science and learning and his reiterated admonitions against the neglect of the secular sciences were probably not altogether ineffect­ ual. They may very well have contributed to the awakening of an interest, in the beginning of the eighteenth century, in science and learning in general and in European science and technology in particular, to which some reference has already been made. During Ahmed IIF s reign a committee of twenty five persons was charged with the translation of certain important books into Turkish. These were mostly Arabic and Persian books, as mentioned some pages back, but there were European ones among them also. A commentary of Aristotle’s physics by a Greek scholar who had apparently been professor at Padua University for a short time was among those translated but it was probably not completed. The physician Şifâî (d. 1742) translated one of Paracelsus’ books. He also wrote a book on chemistry which is an adaptation from European works. He was well acquainted with Paracelsus’ chemical medi­ caments, or more generally speaking, arcanas, and said they could be harmful unless prescribed judiciously by those fully competent to do so. European iatrochemistry probably showed signs of spreading rather fast in Turkey, and the need was felt to check this develop­ ment and keep charlatans out of the medical profession. Ömer Şifâî gives a good description o f syphilis which he accepts to be of American origin, and his knowledge of syphilis too reveals exposure to Euro­ pean influence. Some o f the books printed in the Ibrahim Müte­ ferrika printing house also served as vehicles o f cultural contact with Europe. In the first half of the eighteenth century there was a book on geography translated by an interpreter of the Embassy o f Netherlands to be added to our list. A book on trigonemetry of unknown authorship but based on two European books was presented to Mahmud I (1730-1754) and about this time a work on military art was translated. During the 25 Adnan-Adıvar, 1939, pp. 92, 105-106; Adnan-Adıvar, 1943, pp. 105-106, 119, 130-131; 1982, pp. 126-127, 140, 150-151.

46

AYDIN SAYILI

reign of Mustafa III, in medicine, Vesim Abbas was an important writer from the standpoint of introducing European medicine into Turkey, and a physician called Abdülaziz translated Boerhaave’s aphorisms into Turkish with the help of a certain interpreter. The European commentary on Dioscorides mentioned previously in connection with seventeenth century infiltration of European ideas into Turkey was also translated into Turkish a few years later. Mustafa III was interested in astrology, and he requested a good book on astronomy to be sent to him from France, whereupon the French Royal Academ y o f Sciences sent him a collection of works among which one was Lalande’s book with astronomical tables. In Ahmed I l l ’s time Cassini’s astronomical tables were brought to Turkey by Yirmisekiz Çelebi Mehmed. Mustafa III charged ismail Kalfazade Çinarî to translate this work into Turkish. Çinarî added to this translation as appendix, the first Turkish table of lo­ garithms (i 771). He also translated Lalande’s astronomical tables. According to Toderini, the grand vizier K oca Ragıp Paşa wished Voltaire’s book on Newton’s natural philosophy to be translated into Turkish, but it seems that this project was never materialized. Around these times, it may be noted, an increase in the number of European physicians in istanbul is observed to have taken p lace.26 Concerning Abdülhamid I (1774-1789), M. Cavid Baysun writes, “ Although Abdülhamid I, who succeeded to the throne at an ad­ vanced age after spending most of his life in the seclusion of the palace, cannot be considered an energetic and successful sovereign, he is noted for his zeal, humanity, and benevolence. He gave wide powers, for that time, to his grand viziers and left them free in their con­ duct of affairs. . . . “ The most important of the grandviziers of Abdülhamid I was K h a ­ lil Hâmid Pasha, who was a supporter o f reforms and who, in order to put them into effect, tried to dethrone the old Sultan and put the young prince Selim (afterwards Selim III) in his place. During the tenure of office of this enlightened grand vizier, who paid for his attempt with his life, the corps of Cannonneers, Bombardiers, and Mariners were reorganized. 26 Adnan-Adıvar, 1939, PP- 127-130, 134-136, 143-144, 146-157; Adnan-Adı var, 1943, pp. 139-145, 149- 153, 162-163, 169-175, 179-183, 185; I 982, PP159-165, 170-174* 183-184, 189-195, 199-203, 204-205.

THE PLAGE OF SCİENCE

“ The opening and the reopening had been allowed of Abdülhamid I.

47

of the im perial Naval Engineering School . . . of İbrahim Müteferrika^ printing house, which to fall into disuse, are among the achievements . . . ’ ’ 27

Abdülhamid I reorganized and enlarged the Naval School started in 1773. Selim III (1789-1807) started, just after his acces­ sion to the throne, an engineering school for artillary officers and enlarged it first in 1793. This school was reorganized and perfected in 1795 and given the name of the Imperial Arm y Engineering School Turkish, Arabic, and French were among the courses given in this school in addition to those in the basic sciences and technical sub­ jects. 28 Thus, if the infiltration of European science into Ottoman Turkey is qualified as not much more than a trickle up to the time of Selim III, from this time on the scientific borrowings from Europe gained considerably in volume, and this quickening of pace and increase in momentum continued throughout the nineteenth century. But the gap between these two worlds was enormous, and to plan to reach Europe’s level in science and learning meant to shoulder a formi­ dable task. This was an undertaking of far greater magnitude and stature than those ventured by Islam in the eighth and ninth centu­ ries and by Western Europe in the twelfth century. But the main difficulty was owing to the fact that Europe was increasingly mod­ ifying and improving itself. In science and technology especially the goal Turkey was striving for was not static. It was continuously in the process o f surpassing and transcending itself. In addition to the obvious difficulty of venturing a tremendous leap from a medieval level o f knowledge to a nineteenth century European level or stage of accomplishment, there were the retarding forces of fanaticism and the inertia of established tradition. It is of interest, e.g., that the introduction of the printing press was offi­ cially specified to be for the purpose o f printing books not pertaining 27 M. Cavid Baysun, “Abd al-Hamid I ” , Encyclopedia o f Islam, vol. 1, 1960, p. 63. 28 Adnan-Adıvar, 1943, pp. 186-188; 1982, pp. 206-209; Hamdi Peynircioglu, “ Türkiye’de Mühendislik öğretiminin Tarihçesi” , istanbul Teknik Üniversitesi 194&-1949 Ders Tılı Açılış Töreni Konuşması, istanbul 1967, pp. 1-4; A. H. Peynircioğlu, “A Comparative Study of the Engineering Education in Turkey” , C E N T O Conference on Engineering Education, 1967, p. 91.

48

AYDIN SAYILI

to religion and jurisprudence. For such was the opinion of the ulemâ, and the grand muftî issued a proclamation to this effect. And when in 1716 a grand vizier died in the battle with Austria he had left behind a sizeable collection of books. These books were to be but at the disposal o f readers at a public library, but the grand mufti declared that books on philosophy and the science of the stars should not be admitted into public libraries.29 Toderini says that the Turkish intellectuals have respect for the philosophical and scientific attitude or mentality that posits a cre­ ating principle as distinct and separate from matter but that they frown upon those who admit no other principle than nature and mat­ ter, considering them impious and blam eworthy.30 There was in general a whole system o f customs and prejudices to which outward conformity and lip service had to be given, and the mere pulling down o f the wall of prejudice and ignorance constituted a major problem. It was necessary therefore to countermand and compensate first of all various sorts and shades of bigotry through more liberal and enlightened enterprises, and this usually required and necessitated the prerogatives o f the sultans. T o compare Western Europe and Ottoman Turkey, or the World of Islam, with respect to scientific work, a small comparison o f scientific publications may be instructive. The first book published by İbrahim Müteferrika was printed in 1728. This printing house had remained idle for a while, and, as we have seen, it had been revived by Abdülhamid I. Selim III, on the other hand, set up a second printing house in Üsküdar. Now, the number of books printed in these two printing houses up to the year 1830, i.e., in about one hundered years, has been estimated to be 97, 17 of these having been printed by Ibrahim M üteferrika.31 I f we compare this with the scientific incunabula, i.e., books on science and philosophy printed in Europe up till the last day o f the year 1500, i.e., in a period o f about fifty years, their number is slightly bigger than one thousand, and if we count repeated editions or impressions of the same books 29 See, Adnan-Adivar, 1939, PP* x33> 125-126; Ahmet Refik, Hicrî X II. Asırda Osmanlı Hayatı, Istanbul 1930, p. 57. 30 Toderini, De la Literature des Turcs, 1788, French tr. by Cournand, vol. I, pp. 108-109. 31 Adnan-Adıvar, 1943, pp. 187, 15^l *982, p. 173, 207.

THE PLAGE OF SCİENCE

49

separately, then the number exceeds three thousand. And, chronolo­ gically, there is a difference of about three centuries between the two periods considered.32 Moreover, in none of the previous examples of borrowings from another culture or civilization was there an in­ volvement in a crucial and crying question of keeping abreast of a highly advanced and rapidly developing complex o f science and technology. All in all, Westernization in Turkey may most conveniently be started roughly with the reign of Selim III or, somewhat earlier, with the opening of the Naval Engineering School. The first three quarters of the eighteenth century may perhaps be regarded as a period of preparation for it. We should therefore try to ascertain what efforts were expended in the way of industrialization, and the adoption of the European activity of research in pure science, in Ottoman Turkey during the nineteenth century. There is no doubt indeed, because of the stiff rivalry she was subjected to, that Ottoman Turkey was aware of the emergence of a superior European industry especially with the advent of the industrial revolution of the second half of the eighteenth century and that she exerted a creditable and rather persistent effort during the nineteenth century to adopt Europe’s incipient revolutionary technology. And although, quite generally, these attempts largely failed in the long run, they clearly show that Turkey had a genuine appreciation of the fact that the opening of military engineering schools and close acquintance with new military techniques were not sufficient for coping with the formidable challenge emanating from the stupendous strides and the marvelous growth of the West­ ern civilization. The continuation of the policy of emphasizing the basic importance of education is evidenced by the opening, through­ out the nineteenth century, of mancy schools of higher education and the effort not only to develop and spread intermediate educa­ tion but also to make primary education compulsory early in the second quarter of the nineteenth century. Edward C. Clark points out that in the 1890s “ Selim III took an intense personal interest in improving the manufacture of mili32 See, Aydın Sayılı, “ Ortaçağ islâm Dünyasında İlmî Çalışma Temposun­ daki Ağırlaşmanın Temel Sebepleri” , Araştırma, vol. i, 1963, pp. 65-66. Erdem С.

/, 4

50

AYDIN SAYILI

tary goods. As early as 1793-1794 he introduced contemporary European processes and equipment for the production of cannon, rifles, mines, and gunpowder. Numerous difficulties prevented Selim from fully realizing his goals, but he persevered. As late as 1804, f°r example, he initiated the construction of elaborate buildings to house a woolen mill for uniforms and a paper factory near the Bos­ phorus at Hünkâr İskelesi. Following the overthrow of Selim III few if any industrial improvements seem to have been attempted in the first two decades of Sultan Mahmud I I ’s reign, but this hiatus was followed by a burst of activity. A spinning mill was built near Eyyup in Istanbul in 1827, a leather tannery and boot works at Beykoz was improved early in the 1830s, a part of the paper factory at Hünkâr İskelesi was converted to cloth manufacturing in the same years, a Feshane was established in 1835 to supplement hand manufacture of the new headgear, a woolspinning and weaving mill began oper­ ating south of the Balkan Mountains in Islimiye about 1836, a new saw mill and copper sheet-rolling mill were built also about then near Tophane, and in the late 1830s both the Tophane cannon foundary and Dolmabahçe musket works were converted from animal to steam power. “ With the partial exception of the Feshane, these early attempts to introduce European industrial methods were devoted exclusively to the manufacture of goods intended for governmental and military use. . . . “ . .. from 1841 or 1842 to the eve o f the Crimean W ar (1854^ 55) a great number of Ottoman state manufacturing facilities were built. In variety as well as in number, in planning, in invest­ ment, and in attention given to internal sources of raw materials these manufacturing enterprises far surpassed the scope of all previous efforts and mark this period as unique in Ottoman history. They constituted the main Ottoman hope for a true industrial revolution. “ . . . its manufacturing center on the shore near Zeytinburnu contained a foundary and machine works designed for the production of iron pipe, steel rails, plows, bits, stirrups, locks, lanceheads, can­ nons, swords, knives, razors, and other forgings and castings o f any desired complexity or quantity. . . . A technical school was estab­ lished nearby.

THE PLACE OF SCİENCE

51

“ Also in this istanbul complex was a second manufacturing unit built west of Zeytinburnu. . . . This included a factory to spin, weave, and print calicoes, another iron works with a furnace and two forges, and a boatyard equipped for the contsruction of small steamships. . . . “ An ambitious model farm project was established farther west toward Yeşilköy (San Stefano), still within the same complex. Based on French prototypes, it was supplied with new strains of livestock, various experimental crops, and thousands of seedling trees. Students were recruited from a new school of advanced agricultural tech­ niques that was located on the premises.” 33 A little further on we read, “ Nearly all the machinery for these industries had to be imported from Europe. . . . Some was bought piecemeal whereas some, like the Hereke silk works, were bought bag and baggage, including the shop steward and all hands. Most if not all foremen, master craftsmen, and skilled workers of necessity came from abroad to assemble, operate, and repair factories and equipment. . . 34 Thus, the nineteenth century industrialization program of the Ottoman Empire was extremely ambitious, but it was hampered by problems of raw materials, construction, transport, personnel, inefficient operation, maintenance, and distribution which required intricate planning and coordination. There were also problems of mismanagement, lack o f experience, political complications, Euro­ pean rivalries, periods of international depressions, introduction o f new developments and improved techniques in industrialized na­ tions and the obsolescence of old equipment. Undoubtedly, a weighty and fundamental factor was simply the inertia towards innovation and the difficulty of adaptation to a new situation sharply divergent from prevailing old traditions.35 The most crucial cause for this 33 Edward C. Clark, “ The Ottoman Industrial Revolution” , International Journal o f Middle East Studies, vol. 5, No. I, January 1974, Cambridge University Press, pp. 66-68. See also, ömer Celal Sarç, “ Tanzimat ve Sanayiimiz” , Tanzimat I, Millî Eğitim Bakanlığı publication, istanbul 1940, pp. 423-440. 34 Ibid., (Clark) p. 69. 35 E. C. Clark, op. çit., pp. 74-75. See also, Rifat önsoy, “ 19. Yüzyılda Os­ manlı İmparatorluğunda Sanayileşme Teşebbüsleri”, M illî Kültür, vol. 2, No. 3, 4, 5, August, September, and October 1980, Turkish Ministry of Culture publi­ cation, pp. 71-74.

52

AYDIN SAYILI

failure was undoubtedly the inability of the nascent Ottoman industry to compete with European industrial innovations, and the non­ existence in Turkey of a research activity in pure science anywhere near that of Europe lay at the heart of this problem and constituted its most crucial issue. Consequently, these attempts towards industrialization turned out to be ineffectual and unsuccessful. The trend ended up in failure and bankruptcy, with the exception of a few centers and varieties of textile industry. Edward C. Clark writes, “ Despite fire, earthquake, obsolescence and decay, four factories continued to produce wool, cotton, and silk goods during the remaining years of slow Ottoman decline. The İzm it wool mill finally was abandoned during World W ar I, but its looms were transferred at least in part to the Feshane, where wool cloth still is produced today by government agencies at the Defterdar Fabrikası. A t Bakırköy, cotton spindles and looms also continued to manufacture for the military, and in so doing established the rather unenviable record of undergoing absolutely no improvement for more than a half-century. Under the name Bakırköy Bez Fabrikası, or more popularly the Basmahane, this factory too still operates for the Turkish government. The last of the four is the Hereke mill, whose more luxurious silk and wool products are currently sold to the public through Sümerbank. “ It is this minor industrial continuity into the present which was the most influential outcome of the original plans. The several Ottoman factories, their machines, and their employees formed a nucleus of experience and precedence that were inherited by the Turkish Republic.” 36 In Europe, during the age of industrial revolution purely em­ pirical inventions generally loomed large in technological deve­ lopments and innovations. Such was clearly the situation in the textile industry, e.g., which within the space of about two generations was transformed out of all recognition. Before the industrial revo­ lution, i.e., before the last quarter of the eighteenth century, what­ ever machinery existed was run mostly by hand or foot and was operated in the houses of industrial workers. Then within a short span of time the factory system came with collective labor in newly 36 E. С. Clark, op. çit., pp. 75-76.

TH E PLACE OF SCİENCE

53

formed power plants and with machinery driven by water power or steam. This was the gist o f the industrial revolution which in­ creased the individual output and modified the very structure o f hu­ man society. In all branches of the textile industry in particular a large num­ ber of patents were issued for empirical innovations. Referring to such patents, President Lincoln of the United States said that they added the fuel of interest to the fire of genius’ . Again, it was reported that ‘in the metal industries of Birmingham and Sheffield, almost every master manufacturer hath a new invention of his own and is daily improving on those of others’ . Josiah Wedgewood, one o f the most outstanding figures o f the glass and pottery industries in En­ gland in the second h alf o f the eighteenth century, was a potter’s son who began to work on the potter’s wheel as an apprentice when still a child. He set up his own business later on, and up to his death in 1795 he used to mix experimental clays in secrecy, in the hope of improving on his own procedures and techniques in quality, useful­ ness, and efficiency.37 The following short passage can help us gain a good panoramic view o f the situation: “ . . . the use of water power began before the introduction o f steam, but the perfection o f the steam engine by W att . . . was powerfully aided by the scientific studies of his fellow countryman Black, on heat, steam, evaropation, and calorimetry, which greatly hastened, and soon made almost universal, the mighty change. Hence­ forth machinery was to become the handmaid of toil, and to bring with it not only factory industry in place of home industry but before long improved means of transportation, effecting a virtual shrinkage o f the world and a far closer contact of mankind. Almost coinciding with the introduction o f water power and steam power, came a great burst of invention. The spinning “jenny” and “ water frame” came almost hand in hand with the “ mule” and the “ power loom” ; while, as if to meet these on the cotton field, the cotton “ gin” (engine) was invented (by Eli W hitney of Connecticut) to replace the slow 37 Oxford

See, Т. К. Derry and Trevor I. Williams, A Short History o f Technology, 1960, pp. 557, 557-558, 279, 281, 586.

54

AYDIN SAYILI

and tedious process of separating the cotton fibre or staple from its seed — hitherto laboriously done by hand. . . . ’’ 38 Derry and Williams write, “ One other feature common to the industrial revolution of different countries is the increasingly signi­ ficant part played by the growth of scientific and mathematical theory. Broadly speaking, we may say that throughout the nine­ teenth century the role of the scientist as a pioneer of industrial changes was becoming more evident in each of the major countries concerned, though even in 1900 his was rarely that all important role which we associate with the research scientist of today. In general, the period in which British industries led the world coin­ cides with that in which the empirical was preferred to the purely scientific approach to industrial problems: certainly, that leadership was already waning before the doctrine that Ludwing Mond, a naturalized German, expounded to the Society of Chemical In­ dustry in 1889, became a commonplace even in Britain: ‘The slow methodical investigation of natural phenomena is the father of indus­ trial progress.539 Methods of production adopted by chemical industry are often the laboratory procedures of chemical research adapted to the prac­ tical requirements of large-scale production with the least possible costs. W olf sums up the birth of modern chemical industry in the tfollowing words: “ The eighteenth century witnessed the beginning of industrial chemistry, i.e., the comparatively large-scale manufacture of che­ micals for industrial use. In the main, this was not, at first, any real advance in chemical science, not did it immediately add anything to the practical knowledge of chemistry. The methods employed were the old traditional methods which had been discovered empi­ rically by the method of trial and error. The improvements intro­ duced related almost wholly to the greater convenience, rapidity, and cheapness of production. The chemicals in greatest demand for industrial use in the eighteenth century were sulfuric acid and alkali; and they were required chiefly for use in the metal, bleaching, and dyeing industries. 38 W. T. Sedgwick and W. H. Tyler, A Short History o f Science, 1935, pp. 320-321. 39 Derry and Williams, op. çit., p. 280.

THE PLACE OF SCİENCE

55

“ . . . During the Napoleonic wars France found herself cut off from her usual supplies of crude soda. The Paris Academy of Sciences tried to stimulate the inventiveness of French chemists by offering a prize for the best method of manufacturing soda. The prize was won, in 1790, by Nicolas Leblanc (1742-1806), who thus became the founder of the soda industry. . . . “ The manufacture of soda on an industrial scale was begun in 1791, and it developed rapidly. In England the manufacture of soda was not taken up till 1823, when Musprat erected a plant in Liverpool. . . . ’’ 40 The birth of the electrical industry and its development both were direct consequences of scientific research. The word “ birth” in this context means unequivocally the creation, the passage virtu­ ally from non-existence into existence. In addition, the transition from stage of laboratory experiments to that of profitable practical application was not long to follow, whether we think of the electric cell, the battery, or the magneto-electric generators, or things like the telegraph and the telephone. The technological field of optical instruments made certain specific demands on the glass industry. The most simple ones were the removal of all traces of cloudiness from glass and the elimination of bubbles and other flaws. The microscope objective, moreover, brought to the fore the question of chromatic abberration in parti­ cular. There were many technical as well as scientific difficulties to be surmounted. Cari Zeiss who combined a wide university training with ex­ tensive practical experience set up an optical-instrument workshop in Jena in 1846. In 1866 he took Ernst Abbe, mathematician and phy­ sicist at Jena University, into partnership. In 1883 Abbe carried out elaborate calculations on lenses which would be corrected for chromatic aberration for three different wavelengths and, in addi­ tion, for spherical aberration. The materialization of these theoretical conditions made necessary, however, the manufacture of glasses with entirely novel characteristics, i.e., with special optical properties envisaged and stipulated by the calculated results. At this juncture, 40 A. Wolf, A History of Science Technology and Philosophy, vol, 2, X V I 11th Cen­ tury, London 1938, pp. 641, 647-648.

56

AYDIN SAYILI

technical collaboration with Otto Schott, who had been experi­ menting with lithium glass proved extremely fruitful. He was per­ suaded to undertake new experiments which led to the development of borate and phosphate glasses, and thus the Zeiss Firm made great strides chiefly with the help of well-coordinated mathematical and experimental work.41 John W. Servas writes, “ The creation of institutions for the direct application of scientific theory and methods to industrial prob­ lems has been a prominent aspect of the development of science during the past century. From the 1870s business firms in Germany began to use significant numbers of scientists for more than such limited purposes as quality control: science became assential to the product and process innovation upon which entire industries depend­ ed. By 1900 in Germany and by 1920 in America, businessmen might turn to several institutions where science could be harnessed to meet their needs. . . . “ The university did not remain untouched by the expansion of science-based industry. Indeed, university laboratories came to join the ranks of those institutions that served as sites for the appli­ cation of science. German firms were pioneers in forging links be­ tween industry and university laboratories during the late nineteenth century. . . . ’’ 42 It would be appropriate undoubtedly to speak of an industry-based science by the side of a science-based industry as its correla­ tive, or as its match or counterpart. The optical industry just referred to briefly .constitutes a fine example of this interdependence. The technical difficulties of manufacturing achromatic lenses consisting of two or more tiny lenses with strongly curved surfaces and fit for use as microscope objectives remained unsolved up to the nineteenth century, at least if we disregard a few exceptional cases and patient experimenters. The opticians’ method of work was one of trial and error. Out of about one thousand simple lenses, 41 Maria Rooseboom, Microscopium, Leiden 1956; Trevor I. Williams (ed.), A Biographical Dictionary o f Scientists, pp. 1, 573. 42 John W. Servos, “ The Industrial Relations of Science: Chemical Engin­ eering at M İT , 1900-1939”, Isis, vol. 71, 1980, p. 531.

THE PLACE OF SCİENCE

57

e.g., they would succeed in composing one or two satisfactory ob­ jectives. 43 Arthur Hughes says, “ The invention of the microscope in the seventeenth century disclosed a new world, that of the hitherto in­ visibly small, and summoned the student of nature to explore it. Efforts to meet this challenge have continued ever since; though always the horizon of final comprehension steadily redeces with each new forward step. Robert Hooke, with his imperfect compound microscope, baffled in the search for nature’s ‘appropriated instru­ ments and contrivances to bring her designs and ends to pass’, stands here beside the contemporary electron microscopist still without sight of the physical gene.” 44 The same author says, “ Thus by the early 1880s cytologists were in command of a number of technical facilities which had been separately developed in the preceding years. Refined methods of staining, the new techniques of accurate section cutting, and the oil-immersion lens were all available much at the same time.” And, later on he adds, “ . . . It may be said that in few other branches of cytology has progress so closely followed on the heels of the everwidening technical capabilities of the instruments. . . . The history of citology, or of aynthing else, can by no means be deduced from the study of one single constituent factor; yet it is with the visual information presented to the eye of each investigator that our enqui­ ries must begin.” 45 Just as the microscope disclosed a new world which had even at the most primitive stages of the development of that instrument baffled imagination, so the telescope and spectroscope have widened the field of human vision beyond all expectations. Thanks to Chris­ tian Huygens (1629-1695), Newton (1642-1727), and Thomas Young (1773-1829) the wavelike aspects of light were detected. The wave theory of light then became a subject of detailed scientific research. Color thus changed its status of a so-called secondary qua­ lity and came to partake of the characteristics of “ primary qualities” amenable to quantitative treatment and investigation. The concept of 43 Rooseboom, op. çit., p. 17. 44 Arthur Hughes, A History of Cytology, 1959, P- IX. 45 Ibid., pp. 16, 24.

58

AYDIN SAYILI

color thus became susceptible of being envisaged within an incredibly wide perspective out of all proportion in scope to its ordinary common sense conceptual frame. The spectacular advances achieved in the fields of astronomy and spectroscopy have been largely owing to the constant enrichment and improvement of the equipments and instruments used by re­ searchers. But these very instruments have been essentially the out­ come of that scientific work itself. This is a good example of interdependence of science and tech­ nology. The relationship is one of give-and-take. This reciprocity of relations does in fact work on a much larger scale and in a much more general way. Sciences are both builders and products of growing and dynamic societies ever since the dawn of history. There are undoubtedly many other examples of fields of scien­ tific research which are highly dependent on advanced technology in general and on precision instruments in particular. But, in some very important cases, scientists do first class creative work with very modest equipment or tools and without necessarily having to spend much money. Henry C. King writes, “ When we think of the telescope we are at once reminded of its long and brilliant association with astronomy. But for this, our present knowledge of the heavens would be little in advance of that of the Renaissance astronomers, who thought that the solar system extended no further than Saturn’s orbit and stars just visible to the naked eye marked the outer limits of the sidereal universe. Modern astronomy, in fact, dates from 1610, when Galilei directed one of his first telescopes skywards and at once extended the frontiers of the observable domain nearly a hundred fold. Since then the process has continued, owing to the use of larger and more powerful instruments and to the rise of photography and spectroscopy in the last century.” 46 Photography was of service in astronomical research by increasing sensitiveness and precision in observational work. Another great advantage presented by photography was that it could see where the human eye is totally blind. This is true for both the ultraviolet 46 Henry C. King, The History of the Telescope, London 1955, p. IX.

THE PLACE OF SCİENCE

59

and the infrared regions of the spectrum. The part of the infrared sector which lay outside the range of the photographic plate was in­ vestigated painstakingly by researchers and the range of the detect­ able infrared radiation was extended by the end of the last century to more than one third of a milimeter wavelength. Similar work was done for the ultraviolet region of the spectrum by the physicists. In the meantime X-rays and the phenomenon of radioactivity was discoverd at the end of the last century, and the gamma rays were shown to be of electromagnetic nature with wavelengths shorter than X-rays. It was thus clearly established by the end of the first quarter of our century that the visual range of electromagnetic waves cover only a veritably small portion of the radiation which is emitted from physical bodies and is packed with rich information concerning the sources from which it proceeds.47 All this was the direct outcome of pure scientific research and laboratory work. It depended nevertheless on the continual supply of a rich variety of specialized equipment and precision in­ struments which were highly dependent on advanced technology. The fundamental supremacy of the contribution of science to technology lies in the systematic nature of scientific knowledge. Scientific progress, or the growth of scientific knowledge, has to take place along lines determined by its own nature or structure, by the logic inherent in the emerging systematic knowledge, while innovations made in technology unaided by science are prompted by the dictates of the needs and exigencies of the time and are con­ sequently apt to present themselves in the form of isolated disco­ veries or inventions. Pure technology therefore naturally lacks the cumulative and progressive characteristics of scientific know­ ledge whose growth takes place usually in a gradual manner and at times in the form of sudden leaps based upon the reorganization or overhaul of accumulated factual data or partial and isolated conclusions. Moreover, the very function of technology, its very aims and objective, is to meet, to gratify human needs. It is a type of behavior 47 See, Aydın Sayılı, “ Astronomy Yesterday and Today” , International Sym­ posium on the Observatories in Islam, 19-23 September, 1977, Proceedings of the Symposium, Istanbul 1980, pp. 11-13, and 9-17 passim.

6o

AYDIN SAYILI

whereby man acquires mastery over his environment and improves his efficiency in the conduct of his daily affairs. But human needs are generally not in a position to make apt suggestions as to the ways and means of meeting or fulfilling those needs. The urgent require­ ments or exigencies of the old Egyptians for moving heavy stones could not possibly have contained dues leading to the creation of the powerful cranes of different kinds of our day. Indeed, the many and diverse fields of science form the veri­ table sinews of effective technological progress. Technological re­ search can gain greatly in fruitfulness and efficiency if it can establish contact with a sector of scientific knowledge useful to it and acquire thereby the possibility of proceedings systematically and metho­ dically to its goal. A technological problem or complex of problems thus acquires or gains the chance or possibility of being treated or approached with the help of a certain scientific discipline, i.e., it gains the advant­ age of becoming absorbed into that field of science. As science has the tendency to develop along lines determined by its nature, social and economic concerns should therefore not be allowed to dictate or unduly inspire the topics and lines of scientific research lest tech­ nology defeat its own purpose by leading science into less product­ ive paths. No promptings of daily needs or social and economic consi­ derations would have led to the discovery of current electricity and the invention of the electric cell by Galvani and Volta about the end of eighteenth century and nor to the discovery in 1820 of the action of a current on a magnet free to move. But these have touched off a formidable array of elaborate researches that lie at the bottom of the gigantic electrical industry of our day. The repercussions of the discovery of the electron and the coming of the atomic age could not have been foreseen and neither could the discovery have been made except through work conducted in accordance with the requirements of pure disinterested scientific curiosity. Again, Roentgen’s chance discovery of X-rays in 1895, inaugurating a new era in physics and medicine, could not possibly have been planned in advance. Likewise, Henry Becquerel’s chance discovery, in 1896, of a mysterious new ray was seemingly not the

THE PLACE OF SCİENCE

61

sort of accident to occupy front pages in newspapers, but it had world-shaking consequences. It brought to light the phenomenon of radio-activity, and this meant a new world awaiting to be ex­ plored, with all its industrial and technological repercussions. Indeed, momentous discoveries can rarely be planned in advance and truly creative research will inevitably transcend previously made plans and projects. Scientific research should therefore not be diverted from the path of growth consistent with its internal structure and logic. It should not be forced to passively follow the dictates of practical needs, if technology is to enjoy fully from the advantages accruing from being based on or aided by the solid and reliable knowledge supplied and made available by pure science. Disinterested research in pure science thus has a very important part or role in improving man’s life and guiding him in all his de­ cisions. Indeed, sound and systematized knowledge can serve as a reliable and indispensable guide not only in matters pertaining to the material aspects of civilization but also in all sorts of social, ad­ ministrative, and moral questions. All this leads us to asking ourselves the following questions: Did such ideas possibly gain any appreciable validity, recognition, or importance in the course of time in the Turkish movement of Westernization? Or to what extent was the dynamic aspect of pure science and its value in the growth of civilization grasped; and did it gradually come to be regarded as a constituent part of the policy of Westernization? As we have seen, Russia in Peter’s time tried to appropriate Western European science together with its industry and technology. Toynbee writes: “ Peter launched Russia on a technological race with the West which Russia is still running. Russia has never yet been able to afford to rest, because the West has continually been making fresh spurts. . . . ’’ 48 We also know that Russia did not quite fall behind Western Europe in scientific work. E. T. Bell says e.g., “ ...Mathematics owes an undischargeable debt to Frederick the Great of Prussia and Catherine the Great of Russia for their broadminded liberality. They made possible a full century of 48 A. Toynbee, The World and the West, 1952, p. 9.

62

AYDIN SAYILI

mathematical progress in one of the most active periods in scientific history. In Euler’s case Berlin and St. Petersburg furnished the sinews of mathematical creation. . . . ” 49 Moreover, it is undoubtedly reasonable to think that in the international technological race Russia has managed not to fall much behind the rest of Europe, because she has always had the scientists that could help her catch up with any new technological revolution. The following passage from Bernard Jaffe concerning Mendeleef whose mother was a Tartar, i.e., Russian Turk, may serve as a good example: “ In 1876, Mendeleeff was commissioned by the government of Alexander II to visit the oil fields of Pennsylvania. These were the early days of the petroleum industry. In 1859, Colonel Edwin L. Drake and his partner “ Uncle Billy” Smith had gone to Titus­ ville, Pennsylvania, to drive a well sixty-nine feet deep—the first to produce oil on a commercial scale. Mendeleeff had already been of invaluable service to Russia by investigating and throwing open her extensive oil fields of Baku in the Caucasus. . . . “ On his return from America Mendeleeff was again sent to study the naphtha springs in the south of Russia. He did not con­ fine his work to the gathering of statistics and the enunciation of theories. He developed in his own laboratory a new method for the commercial distillation of these products and saved Russia vast sums of money. He studied the coal region on the banks and basin of the Donetz River and opened it to the world. He was an active pro­ pagandist for Russia’s industrial development and expansion, and was called upon to help frame a protective tariff for his country.” 50 It is clear, nevertheless, that Russia did experience certain difficulties in keeping abreast of Western Europe in science and technology, a situation which gave rise to a drive for self-sufficiency and independence of “ Russian science” . In as late as 1869 the f°l“ lowing words were pronounced in an address before a crowded Russian scientific congress: “ The traditional absence of concentrated scientific work in Russia once drove our scholars to Western European centers where 49 E. T. Bell, Men of Mathematics, New York 1937, p. 141. 50 Bernard Jaffe, Crucibles, New York 1936, pp. 214-215.

THE PLACE OF SCİENCE

science was highly developed; but the congresses have helped us mobilize our forces for a scientific study of Russia itself. The Wes­ tern centers should not loose all significance for us; however, they should serve only to supplement Russian science. . . . ” 51 On this question Vucinlch writes as follows: “ The nationalism of Russian scientific community was not nurtured by blind demands for a Russian science isolated from the broader world of science, but by a profound desire for more extens­ ive Russian participation in the world of scholarship, which could best be achieved through a more rational and effective mobilization of native talent. The popular pressure on scholars to write in the Russian language opened the gates of scientific scholarship to many young men from the middle and lower classes. However, the same pressure tended to reduce the value of science as a source of international prestige, since very few foreign scholars could read Russian. This was a serious problem, for Russian scientists were eager to reach the world of scholarship outside Russia as they were to ensure a wide circulation for their ideas at home. At the Fifth Congress of Russian Naturalists, Mendeleev . .. urged that summaries of the current works of Rus­ sian scientists be published in foreign languages. . . . ” 52 As we have seen, Western technology was highly appreciated in Ottoman Turkey. The adoption and establishment of European-type schools on military techniques and of western technology were also accorded precedence and priority in the Turkish movement of Westernization. It is of interest therefore to try to ascertain the nature and extent of the value accorded to basic science and scientific know­ ledge in general, but more particularly to the activity of research in pure science. Turks were quite aware that the genius of the Ottoman Empire had somehow started to slumber. They had also shown interest in discovering the crucial factors responsible for the superiority of the Western World. 51 Alexander Vucinich, Science in Russian Culture, 18 6 1-ig iy , Stanford Uni­ versity Press 1970, pp. 94-95. 52 Ibid., p. 98.

64

AYDIN SAYILI

As we have seen, Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi was sent as special ambassador to France for such a purpose. This was in 1721, and his son Said Mehmed Efendi who accompanied him in France, as well as such men as De Rochefort, Comte de Bonneval, or, Humbaracı Ahmed Paşa, and Baron de Tott performed this same sort of function quite beneficially. The latter was the son-in-law of the French ambassador, Vergenne, to the Sublime Porte, and he belonged to the Hungarian nobility. He was active in the initial phases of the Naval Engineering School of 1773 during Mustafa I l l ’s reign. Mustafa III was a patron of science and learning, and Toderini, e.g., speaks of his interest in European science.53 Mustafa III had sent Ahmed Resmi Efendi as ambassador to Prussia because he was much impressed especially by the successes the Prussian army had achieved during the Seven Years’ War (17561763) under Frederick the Great. During his reign contact was es­ tablished with the Vienna medical circles and certain students were sent there.54 Other references have already been made to Mustafa III and also to Abdülhamid I. More important than either one of them in the movement of Westernization is the latter’s successor Selim III (1789-1807). Concerning him Creasy has the following words to say: “ Sultan Selim III, the successor of Abdülhamid, ascended the throne on the 7th of April 1789, being then twenty-seven years old. He was a “young man of considerable abilities and high spirit; and his people gladly hailed the accession of a youthful prince, ac­ tive in person, and energetic in manner, under whom they hoped to see an auspicious turn given to the long-declining fortunes of the empire. Selim had been treated by his uncle, the late Sultan, with far greater kindness, and had been allowed much more freedom, both bodily and mental, than the non-reigning princes of the blood-royal were usually permitted to enjoy. One, of his intimate associ­ ates was an Italian physician named Lorenzo; and from him and other Franks, Selim eagerly sought and obtained information res­ pecting the nations of Western Europe, their civil and military in53 Toderini, De la Literature des Turcs, vol. i, pp. 127, J6ı. 54 Enver Ziya Karal, Nizam-i Cedit ve Tanzimat Devirleri, Osmanlı vol. 5, 1947, PP- 59-61; Tanpınar, op. çit., pp. 14-15.

Tarihi,

THE PLACE OF SCİENCE

65

stitutions, and the causes of that superiority which they had now indisputedly acquired over the Ottomans. Selim even opened (through a confidential agent, Isaac Bey) a correspondence with the French king and his ministers Vergennes and Montmorin, in which he sought political instruction from the chiefs of what he was taught to regard as the foremost nation of the Franks.” 55 Selim III had reached the conviction that Westernization was the only remedy for stopping the deterioration of the institutions of the Ottoman Empire that had ceased to work properly. But he did not feel he knew the West and understood the real causes of its efficiency and success. For this reason he sent Ebubekir Efendi with secret mission to Austria and this gentleman submitted to him a report of five hundred pages. Selim IIF s successor Mahmud II was also imbued with the same feelings, and his advisers in these matters were, from 1832 on, the British ambassador Lord Stratford Canning and Mustafa Reşit Paşa. There was also Sadık Rifat Paşa who was an intimate friend of Mustafa Reşid Paşa. Sadık Rifat Paşa was Turkish ambassador in Vienna in the years 1837-1839. Mustafa Reşid Paşa himself had been sent to Paris as ambassador in 18 33.56 But what was it that made Europe so prosperous and so success­ ful? What was Europe’s most potent source of success? The Gülhane Decree brought important reforms to which a short reference has already been made. Many schools were opened during the nine­ teenth century, and many books were translated. European teachers and professors were employed, and students were sent to Europe to be trained. As we have seen, considerable efforts were made to adopt Western industry and technology. But the result was never entirely satisfactory. For the West was continually renewing itself and making new spectacular advances especially in technology, and scientific progress was, as we have seen, at the bottom of all 55 Edward S. Creasy, History of the Ottoman Turks, 1878, pp. 4 33-434. For Selim Ill's relations with Louis X V I, see, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, “ Selim III.'ün Veliaht İken Fransa Kıralı Lui X V I. ile Muhabereleri” , Belleten (T. H. S.), vol. 2, *938, pp. 191-246; Tanpınar, op. çit, pp. 18-19. 56 Enver Ziya Karal, “ Gülhane Hatt-ı Hümâyununda Batının Etkisi” , Belleten (Turkish Historical Society), vol. 28, 1964, pp. 581-601; Ercümend Kuran, “ Os­ manlı İmparatorluğunda İnsan Hakları ve Sadık Rifat Paşa” , V lIIth Turkish Congress of History, Proceedings, vol. 2, Ankara 1981, pp. 1449-1453. Erdem С. I, 5

66

AYDIN SAYILI

this. How close did the Turkish movement of Westernization come to realizing this point? We see Mustafa Reşid Paşa’s attention fixed on the concept of “ civilization” for which there was not as yet a special word or term in Turkish. He believed Turkey should somehow manage to participate in the European way of life, should become a part of European civilization.57 This is symbolic of the groping after this European key to success, but it does not supply an answer to our question. The most important schools of higher education started in the nineteenth century are the Medical School of istanbul and the istanbul University. We may therefore look into the objectives and aims in founding these institutions, and especially the latter, for this purpose, i.e., in our attempt to find an answer to the question as to whether the Turkish movement of Westernization was aware of the fact that science was the moving force behind the dynamism of the Western civilization, or as to when and to what extent such an awareness came into existence. We would likewise want to know whether the enormous importance of research in pure science in particular was understood and appreciated in this connection, and, if so, to what extent and at what or which stage in the progress of the movement of Westernization. The comprehensive reform program of the Gülhane Decree and those that supplemented it brought to the fore an urgent need for civil servants trained so as to properly implement the newly established forms of institutions and to carry out the requirements of the administrative innovations. This meant a need for founding secular schools different from the existing madrasas. The High Council of Public Education was founded in 1845 by Mustafa Reşid Paşa for this purpose. The objective, in more concrete terms, was the creation a European type of university.58 But did this decision to adopt the Western-type institution of higher education entail also a component touching more substantial training and instruction 57 See, Reşat Kaynar, Mustafa Reşit Paşa ve Tanzimat, Ankara 1954, p. 69; Enver Ziya Karal, “ Gülhane Hatt-i Hümâyununda Batının Etkisi” , Belleten (Turk­ ish Historical Society), vol. 28, 1964, pp. 592-593. 58 Halil İnalcık, “ The Nature of Traditional Society, Turkey” , Political Modernization in Japan and Turkey, ed. Robert E. Ward and Dankwart A. Rustow, Princeton University Press, 1964, pp. 60 ff.

THE PLACE OF SCİENCE

67

in the field of the so-called intellectual or secular sciences? We may now look into this particular question. To sum up what we have ascertained so far, there was the de­ cision of bringing the army up to date on the basis of European standards, of adopting European technology and industry, of em­ bracing the ideas of human rights and the supremacy of law, and in particular, of accepting Western systems of education. All this, and especially the latter, meant closing the wide gap that existed with respect to knowledge, with respect to science and learning, between Ottoman Turkey and Europe. But Western Europe i.e., the model chosen, was not a static one. It kept outstripping itself, transcending and surpassing itself. It was dynamic, it kept making remarkable manifestations of new energy and vitality, and starting innovations. And the most potent source of this remarkable virtue of regeneration and renovation was, we have decided, a relentless pursuit of scientific research, especially disinterested research in pure science. Did this aspect of Western behavior enter the minds of Turkish Westernizers? In 1838 Mahmud II spoke at the inauguration ceremony of the Royal Medical School. The school had in fact started some years previously, and even this earlier school had a prehistory of its own. But it was decided that the school needed improvement, and this was brought about by taking certain appropriate measures. A pro­ fessor from Vienna was made director of the school, and an English physician also was on its new staff. Sultan Mahmud II opened the school with the following talk: “ Students, “ I have arranged and made available these exquisite buildings so that they may serve as medical school, and I have named this institution the Royal “ Adlî” Medical School. As the sacred work of sustaining human health shall be carried on in it, I have given preference and precedence to it over other schools. Here you shall study the art of medicine in French, I know that at this point a question comes to your minds, and I also know that it consists of asking “ can we not express, then, this art in our language and do we not possess our own books on medicine, since we chose to learn it by having recourse to a foreign tongue?” I agree with your concern,

68

AYDIN SAYILI

and I shall touch upon the inconveniences and difficulties we are confronted wit{ı as an answer on your behalf to your question, hoping and trusting at the same time that in the near future they will all be overcome. It is true that we are in possession of many books on the healing art and that in bygone times the Europeans acquired and obtained the knowledge of medicine through the translation and study of these books. The great majority of these books are in Arabic, however, and for some time scholars of Islam have not shown much inclination for their study and have not deemed them very useful for teaching and learning. Moreover, the number of men duly acquainted with the technical terms of this art have gradually diminished and these books have fallen into disuse. Consequently their translation to our tongue will require going through much unnecessary labor as well as a long period of time. As to the Europeans, after having translated the books on medicine from Arabic into their language, because they have been expending effort to advance and perfect their knowledge in the field for over a century now, they have become better versed in its rules and in the ways of mastering it and have lately made certain discoveries with which they have enriched their medical literature. Now, consequently, in comparison with them, the Arabic books on medicine would seem deficient to some extent. And even if we envision the compensation of this defi­ ciency with the help of the other works, their translation would not be possible in a short time. It would moreover, be necessary first to spend about ten years for learning Arabic and then at least five or six years for the study of medicine. For us, on the other hand, both for the imperial army and for our divinely protected dominion, it is imperative to train skilful physicians and employ them in the needed services, and it is likewise necessary to come into possession of a complete corpus of medical literature in our tongue and to forge ahead and to persevere in the task of composing the needed books in Turkish. It is not my desire in having you learn medicine in French to make you study the French language; it is my purpose to have proficiency gained in the art of medicine and to see that gradually that knowledge is carried over into Turkish and, after that has been accomplished, to have medicine taught in Turkish in all parts of my divinely guarded dominion.

THE PLACE OF SCİENCE

69

I have had this gentleman (pointing to Dr. Bernard) brought here especially for you. He is a very competent person and one of the foremost among European physicians. Now then, try to learn the art of medicine from this gentleman, and from the rest of your teachers, and endeavor to commit this art into writing in Turkish and to bring about and actualize its dissemination in our own tongue. For I am not pleased and contented by witnessing the arrival from foreign countries of certain people of unknown disposition to stay with us as physicians to be employed in various capacities. I feel certain that after the completion of your schooling and upon obtaining your diplomas, with God’s permission, you shall attain to high positions, and I have provided for the full satisfaction of all your needs during your education here. Your food shall range from roasted meat as hot dish to strawberry as cold meal, other things too having been arranged accordingly. I shall send in, this week, the tokens I have had specially made ready to serve as insignia for your distinction. Come then and work assiduously in conformity with my imperial intent and aim. It is for you to ask and for me to give. May God Almighty grant bounteous blessing and success. Amen” . 59 This is a very interesting talk. It is reminiscent of Louis Philippe’s attitude of condescention, of descending to an attitude less formal or stately than was usual for a king. Mahmud II was an energetic reformer, and he was at the same time a democratically-minded ruler. This was some years after the suppression and abolition of the Yeniçeri organization and on the eve of the promulgation of the epoch-making Gülhane Decree. But the outlook on the political and military scene was far from being heartening and encouraging. Mahmud II seems to be in quite good spirits and, generally speaking, optimistic in his inauguration speech, in his hopes of catching up with Europe in the domain of medicine at any rate. He makes references also to the decline of traditional Islamic medicine and its teaching and transmission, indicating that this was partly the result of rivalry by the newly emerging modern European medicine. 59 See, Galip Ata, Tıp Fakültesi, istanbul 1341 H., pp. 88-91; A. Süheyl Ünver, “ Osmanh Tababeti ve Tanzimat Hakkında Yeni Notlar” , Tanzimat, Millî Eğitim Bakanlığı publication, istanbul 1940, pp. 935-966.

7o

AYDIN SAYILI

This constitutes a revealing disclosure in connection with the factors underlying the origins of Westernization in Turkey, although the speech has a marked air of understatement in this respect which must have stemmed from lack of adequate familiarity. This talk also contains apt and lucid references to the question of the language of instruction and scientific terminology. It is seen that Mahmud II had an inkling of the achievements of scientific research in Europe, but, clearly, the topic of scientific research occupies no place of prominence in this speech of Mahmud II. He does not refer at all to scientific research as the key to the dynamic and progressive characteristics of the European civilization. We may therefore pass on and look into the circumstances sur­ rounding the birth of the Istanbul University. The so-called second enterprise is referred to as the official opening. The Sultan and the ministers were present at the inauguration ceremonies. The minister of education Safvet Paşa made a long talk on this occasion, and another one by Münif Efendi (later on, Paşa), head of the High Council of Public Education (Meclis-i Maarif-i Umumiye), follow­ ed. I shall give a partial translation of these talks now. This was in February 1870. After dwelling on the value attached to knowledge in Islam, praising science and learning at some length, and speaking of the strides achieved in science and technology in contemporary Europe, the minister proceeds as follows: “ If the advancement of the sciences and arts continues as inces­ santly as it does at present and if such developments go on at the same rate as they do in our day, those inventions to which we look now with great bewilderment and astonishment will after a while turn into modiocrities and commonplace things, and many fanices of our mind, the realizations of which are deemed impossible, will turn into realities. And on the basis of these we can easily imagine the future achievements of the human intellect. “ It is also manifest that just as the sciences can embellish the natural constitutions of individual human beings with a variety of virtues, likewise, the civilization and prosperity of a country are also dependent upon the sciences. Had the esteem felt for the various sciences and arts for a span of two hundred years during the initial

THE PLAGE OF SCİENCE

71

periods of the foundation of the Ottoman Empire and the encou­ ragement and veneration shown to talented persons and men of learn­ ing lasted for another two hundred years and had contact and inter­ course also been established with the progressive nations of Europe and the high road of progress traversed in conjunction with them, in these days our Ottoman lands too would have been in a different situation and the scientific and industrial advancements seen now in these other countries would also have been realized in our dominions. “ But whatever the cause, with us, with the intervention of certain obstacles and difficulties, the course of the sciences and arts became confined within limited bounds and could not keep abreast of the requirements of the time and attain to the desired level. One of the causes, and probably the major one, that have brought about this circumstance, i.e., the thing that has given rise to our lagging behind in the knowledge of an efficient conduct of our affairs is that we could not find the possibility of making any headway in intellect­ ual contact [with Europe] and that we thus remained as if in a state of isolation. For the development of the secular (“ intellectual” ) sciences depends upon exchange of opinion and intercourse in in­ vestigation and discussion among those who occupy themselves with these subjects, and the nations of advanced civilizations of Europe have been successful in gaining ground in the advancement of the branches of science through just this avenue of approach. It is well known that we are exhorted [by our Prophet] to go in search of knowledge and to obtain it even in far away China. . . . ” 60The minister refers here to such “ remarkable inventions” as the telegraph and the steamship and asserts that they have been made possible by progress achieved in pure science. Yet he also feels compelled to confess that human intellect will never prove equal to delving into the secrets of the universe. The achievements of science to which he specifically refers belong to thirty or more years before the year of the inaugu­ ration. 61 As to Münif Efendim address, I reproduce it here, again partly, from J . Lewis Farley’s translation of it. Farley writes, “ Münif Efendi 60 Takvim-i Vekayi, No. 1192, 20 Zilkade 1286, p. 2, column i. 61 The full text of Safvet Paşa’s speech is planned to be presented in the next issue of this journal.

72

AYDIN SAYILI

also delivered the inaugural address, of which the following is a condensed translation: “ To conquer a country, to be avenged upon an enemy, to accom­ plish other similar deeds which tend to satisfy the ambitions of man, are considered by nations as great causes for congratulation. Yet, in the eyes of enlightened men, none of these triumphs equal that of erecting such a monument as this institution, which is destined to revive science and diffuse the benefits of education. How can it be otherwise? Material conquests are invariably achieved at the expense of others, and the advantages obtained are always limited. But the benefits derived from moral conquests, those conquests that injure no one, are immense, for all humanity is the gainer. “ The efforts of our glorious master and sovereign have been crown­ ed with success in many enterprises destined to consolidate his empire and secure the happiness and prosperity of every class of his subjects. His Majesty has thus justly acquired a right to the thanks of every one; but, in my humble opinion, the reform of public in­ struction ought to be considered as the most important act of his reign. Those who are acquainted with the spirit and exigencies of our times know that education is today the basis of prosperity and strength. Without education, none of the measures adopted for the reform of the country would have the desired result, and even if a certain result were obtained it would be only ephemeral. The wealth of a country and the strength of its government are in direct ratio to the degree of capacity and knowledge which the people possess in their industrial and other pursuits. The better individuals per­ form their several duties, the more will the country be rich and its government powerful. But to arrive at this result we must have instruction, for it is evident that the difference existing at the present day in the wealth and power of nations is owing to no other cause. 62 These authoritative pronouncements, and other statements not quoted here, indicate that the new university was conceived as an institution created for the purpose of training the personnel needed for the new burocracy that had come into existence as a result of far-reaching administrative reforms. They also indicate that the Istanbul university was founded with the aim, or hope, of raising 62 J. Lewis Farley, Modern Turkey, London 1872, pp. 154-156.

THE PLACE OF SCİENCE

73

the cultural level of the country so that it could serve to bolster all kinds of activities for people belonging to all walks of life. The is­ tanbul University thus is expected to serve, as is pointed out by both speakers, as a basis for the power and prosperity of the Empire. The address delivered by Safvet Paşa, the minister of education, touches, as we have just seen, also the very important question of participation in the community of European nations, the question of becoming Europeanized, so to speak. This was, as we know, Reşid Paşa’s formula for saving the Ottoman Empire from ruin, and it was apparently a suggestion coming from European circles sympathetic to the Ottoman cause. The initial tendencies in inter­ preting such a formula must perhaps have been especially in the line of political Westernization. But the word civilization occurring in the formula is thought-inspiring and helps add to the complexity of the measure. It is of interest that in that period it was fashionable in Europe to speak of civilization and to analyze its contents and connotations. The word medeniyet for “ civilization” and mütemeddin or medenî for “ civilized” or “ highly civilized” are seen to have been coined by 1870. They are both freely used by Safvet Paşa in his address. Safvet Paşa interprets the participation in the community of European nations, presumably, also as maintaining close cultural contacts with Europe in the fields of science and technology. It is possible to take this to mean, by extention at least, as actual participa­ tion and cooperation in the endeavors to advance that civilization. But this is far from being realistic. Safvet Paşa himself speaks of “ consultation and discussion” only in this context, very generally, and it is hardly possible to construe this as an utterance referring to the intense research and laboratory work carried out individually by outstanding European scientists. It is extremely interesting, nevertheless, that these words of Safvet Paşa represent a movement of thought in the right direction. We have seen that the Turkish statesmen had been anxious, since over one hundred and fifty years before, to find the correct answer to the question as to what constituted the most potent and vital factor or factors responsible for the power of the West, as to what was the key to its efficiency and success. Safvet Paşa’s words mean

74

AYDIN SAYILI

at least that one of the answers which had been found for this question by 1870 was that Europe had adopted the policy of determining its courses of action with the help of considerations, or learned debates, based on acquisitions in the field of science and learning. But it is quite likely that what he is referring to is Europe’s power of achieving innovations in science and technology through cooperative research and investigation. The truth is probably that what he means to say involves both these senses, but the latter sense especially is only vaguely implied. That such an assertion has been made by a minister of education and on the occasion of the foundation of the first European-type university in Turkey, that such a diagnosis has been espoused offi­ cially, is of added significance. But, as just pointed out, what is exactly meant by research or “ investigation” is not sufficiently clear, and the intensity or rate of work of this kind is not referred to at all. And, moreover, a true appraisal of what constitutes scientific research was surely lacking in this assertion. This statement therefore sounds more like inauguration oratory or rhetorical manner of expression rather than a solemn and stout-limbed promise or forecast. At the most, the new Istanbul University could vaguely be hoped to serve as the beginning of a chain of developments that could lead in the future to the materialization of such goals. It was, in the first place, far from easy to create a European type of University in Turkey at that time, and a number of years had still to pass before the Istanbul university could start to function on a scale comparable to those of its kind in the West. It was ine­ vitable that it should have a modest beginning. It was about this time, moreover, that the universities of the West began to transform themselves gradually into veritable centers and strongholds of pure scientific research, especially by adding to their faculties special schools for graduate work. The Istanbul University was practically foredoomed to lag behind. In the period of about half a century extending between the ope­ ning of the Istanbul University and the foundation of the Turkish Republic in 1923 various professional schools of higher education came into being in Turkey, the Istanbul University and the Engin­ eering School whose origin went back to the naval and ground

THE PLACE OF SCİENCE

75

forces military engineering schools of the last quarter of the eight­ eenth century were further developed and enriched, many students were sent abroad to receive their education in European univers­ ities, guest professors and specialists were employed to bolster the teaching staffs of Turkish schools of higher education and other institutions, and a considerable number of books were translated from European tongues into Turkish. All this represents a remark­ able effort and a laudable deed. But the fact remains that in the matters of industrialization and scientific research Turkey lagged behind Europe and barely managed to follow new developments with some degree of success. We thus come therefore to the new era ushered in by the declar­ ation of republic in Turkey, and our story wends its way to Mustafa Kemal Atatürk, the Founder of the Turkish Republic. Concerning him Toynbee says: “ Kemal had the wit to see that half measures of Westernization, which had always been disastrous to Turkey, would be fatal for her now; and he also had the character to move his countrymen to follow his lead. Mustafa Kemal’s policy was to aim at nothing short of an out-and-out conversion of Turkey to the Western way of life; and in the nineteen twenties he put through in Turkey what was perhaps as revolutionary a programme as has ever been carried out in any country deliberately and systematically in so short a span of time. It was as if, in our Western world, the Renaissance, the Reformation, the secularist scientific mental revolution at the end of the seven­ teenth century, the French Revolution, and the industrial Revolution had all been telescoped into a single lifetime and been made com­ pulsory by law. In Turkey the emancipation of women, the dis­ establishment of the Islamic religion, and the substitution of the Latin alphabet for the Arabic alphabet as the script for conveying the Turkish language were all enacted between 1922 and 1928.” 63 Atatürk himself, says “ We are not appropriating the Western civilization in a spirit of imitation. We are espousing in the level of world civilization the things we deem to be good because we find them suitable to our characteristics and temperament.” 64 63 Arnold Tonybee, The World and the West, 1952, pp. 27-28. 64 Utkan Kocatürk, Atatürk1ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara 1971, p. 85.

76

AYDIN SAYILI

Atatürk had a deep interest in the university. He felt that the istanbul University, the only non-technical university of Turkey in the early years of the Republic, was in need of reform. An occasion arose already in the year 1923 for him to make an allusion to this, although the reform came only in 1933, at a ^т е when a large number of professors wished to leave Germany and central Europe. The importance Atatürk attached to the university reform may be inferred also from his statement to the effect that he envied the minister of education, Dr. Reşit Galip, to whom this work was entrusted, because it befell his lot to perform such an important work. Pro­ fessor Albert Malche of Switzerland was officially charged to act as consultant, and Dr. Philipp Schwartz, professor of pathological anatomy, who had come from Germany and settled down in istanbul, also was active in a somewhat similar capacity. The main objective of the reform was to make scientific research an integral part of the activity of the university as well as to raise the scientific and academic level of work in the university and enrich it with new departments, chairs, personnel, laboratories, and libraries. The Faculty of Language History and Geography (Faculty of Letters) of Ankara was founded in 1935 with the personal initi­ ative of Atatürk and with his instructions and guidance. Here in particular scientific research was clearly in the foreground. A number of foreign professors were invited to this faculty too which included disciplines such as sumerology, hittitology, sinology, hindology, and hungarology which were not represented in istanbul University. indeed, Ankara too was a scene of brisk activity in the growth and expansion of university life in Turkey. The Higher Institute of Agriculture set up in Ankara in J933 was virtually a section of a university, consisting of faculties of agriculture, forestry, and veterinary science and a school of basic sciences, transplanted from Germany with its rector and deans and numerous instructors. The Turkish Historical Society and the Turkish Language Society too were founded by Atatürk expressly for carrying out scientific research.65 Atatürk’s pithy words concerning the part played by science in human life has come to be widely known. In a speech delivered in the 65 See, Aydın Sayılı, “ Atatürk, Bilim, ve Üniversite” , Belleten (Turkish Histo­ rical Society), vol. 45, 1981, pp. 27-42.

THE PLACE OF SCİENCE

77

independence School of Commerce of Samsun in September 22, 1924, Atatürk said, “ Man’s truest guide for everything for the ma­ terial and moral aspects of the human life and for success in his un­ dertakings is science, science and learning, and to search for other guides to the exclusion of science is a sign of shallow-mindedness, of ignorance, and perversion” . The Turkish expression rendered here as “ is science, science and learning” is “ ilimdir, fendir” in Atatürk’s words. Her t, fen should mean “ basic sciences” and ilim “ science” in a more general and wider sense. The two words ilim and fen , coming in succession, serve to complete one another’s meanings, and this scheme also brings added emphasis to the statement as a whole, and, to the word fen , i.e., the basic sciences part of the more general term science, in particular. All in all, the translation of “ ilimdir, fendir” as “ is science, is science and learning” , although it involves in external form a transposition of words, has seemed the most appropriate choice to me. For in this expression the basic or exact and natural sciences are emphasized by the word science, and the expression “ science and learning” serves to broaden the denotation or extention, or connotation, of that word, i.e., of the term science. It may be noted here that the question as to whether Atatürk may also have meant to refer to technology or industry by the word fen may come to the mind. For this word, by the extension of its connotation, may possibly refer also to the applied sciences, to the application of the basic sciences. But a perusal of Atatürk’s various yearly or periodic opening speeches of the Grand National Assembly clearly shows that he never used the word fen in referring to techno­ logy and industry. Moreover, the context of this passage in which Atatürk speaks of “ the truest guide for man” pretty well excludes the connotation of technology and industry any way. It is amply clear therefore that Atatürk has in mind pure science and research in pure science when he speaks of science and extols its value to man and the conduct of his affairs, although by implication he refers of course also to all sorts of application of scientific knowledge. In an address delivered in Dumlupınar on August 30, 1924, Atatürk spoke as follows: The indispensable condition, the sine qua non, of keeping alive, of survival in this world, is to follow the course of civilization and to

78

AYDIN SAYILI

achieve success. Those who espouse the feeling of attachment to the past and do not tread the path of civilization, those who display such inadvertence and shallowmindedness, are bound to get drowned some day in the onruslıing torrent of universal civilization. . .. The existence and value of every community in the world and its right to lead a free and independent life is concordant with the products of advanced social culture it possesses and commands and with the contributions it makes to civilization.” In his speech on the occasion of the tenth anniversary of the declaration of the Turkish Republic, Atatürk said: “ It is our national goal to continually reinforce and develop through all kinds of means and measures the high character, the unremitting industriousness, the innate intelligence, the devotion to science, the love for the fine arts, and the national solidarity of our people. This ideal which befits and accords very well with the Turkish nation will enable her to do her share in securing free­ dom from anxiety to the whole of mankind.” And, again in the same speech Atatürk asserts: “ We shall raise our country to the level of those of the most well-to-do and the most civilized nations of the world. We shall equip our country with the most extensive means and sources of prosperity. We shall raise our national culture above the level of contemporary civilization.55 So, Atatürk wants to see the Turkish nation become a partner in the most advanced civilization of the day, the Western civilization, and he deems it necessary that Turkey should contribute to the future developments of this civilization and in this way “ do her share in securing freedom from anxiety to the whole of mankind” . And in fulfilling this noble task she should undoubtedly be aided and supported especially by pure science, and by partaking in the activity of scientific research in the endeavor to expand the foremost boundary of scientific knowledge. Indeed, there is ample justification for thinking so. We may now mention some typical examples. In October 27, 1922, in a talk he made to Bursa school teachers, Atatürk spoke as follows: “ Ladies and gentlemen; do you know what lies at the bottom of the victory we have won over the enemy who trampled with its filthy

THE PLACE OF SCİENCE

79

feet for three and a half years the most prosperous, the loveliest, the most beautiful parts of our country? It is the adoption of the precepts and mandates of science and systematized knowledge {ilim ve fen) as guide in the conduct of military affairs. . . . In the political and social life of the country and in the mental and intellectual culture (bringing up) of our nation too our guide is going to be science and systematized knowledge. . . . ” In January 26, 1923, addressing the crowd that had filled the Salihli railway station in order to welcome him, after saying that the dark days of enemy occupation had become a thing of the past, Atatürk spoke thus: “ We must take very energetic and fundamental measures in order to secure for our country its full liberation. The most important among these measures, and those of utmost priority, pertain to science and sagacity {ilim ve irfan). In the initial parts of his famed lengthy speech at the Grand National Assembly in 1927, Atatürk refers to the West as the World of veritable civilization which has been flooded by the light of science and learning (and technology) {ilim ve fen). In the last week of January 1923 Atatürk visited Alaşehir and delivered a public speech there, in which, after dwelling on the Greek occupation which had been relegated to the past, he makes the fol­ lowing assertion: “ We shall gain very important new victories also. But these shall not be bayonet victories. They shall be victories in the field of economics, in science and sagaciousness {ilim ve irfan). The vic­ tories which our armies have achieved thus far cannot be deemed to have brought our country to veritable liberation. These triumphs have merely served to lay the groundwork for future achievements. Let us therefore not be arrogant because of our military exploits. Let us get prepared for new victories of scientific and economic purport.” In 1933, on occasion of the tenth anniversary of the declara­ tion of the Republic, Atatürk said, “ The torch that the Turkish nation bears in her hand and in her head in pursuing the road of progress and advancement of civilization is that of science, of po­ sitive knowledge.”

8o

AYDIN SAYILI

Such examples of assertions by Atatürk bearing directly or indi­ rectly on the question of the place of science in the building up of civilization may be multiplied. But the ones already cited amply testify to the fact that Atatürk expended a truly valiant effort to place science at the foundation of the endeavors to transform Turkey into a land of veritably happy and prosperous people. We also know that he tried to make the Turkish university a center of scientific reserach as well as instruction just like its sister universities of the Western World. And he likewise gave examples of founding special institutions or societies specifically for carrying out scientific research. For he was convinced that it was through such work that a nation could manage to stay in the advancing front of world civil­ ization and that this circumstance in turn was necessary for gua­ ranteeing one’s survival as a nation in this world. Atatürk had a clear vision of civilization as a dynamic process and was convinced that the prosperity and the well-being of a nation depend on its keeping abreast of the advancements of civilization, on its not losing ground in international rivalry. He also clearly formulated the rate of activity and achievement that would guarantee such a circumstance or desideratum. According to Atatürk, in order not to lag behind the onrushing innovations of civilization, a nation should not only be in a position of learning and profiting from other nations, it should actively collaborate in and contribute to the ad­ vancement and growth of civilization, it should actually be active in the expanding boundary of science and technology, and, as he puts it in his own pithy and trenchant way, should surge ahead of the contemporaneous civilization, it should rise above the civilization, or intellectual culture, of his day. In this way Turkey would permanently secure for itself a place of honor and distinction among the torchbearers of civilization, whoever they may be, and this, it would seem, was the true meaning of Westernization in Atatürk’s mind. This should be the most correct interpretation of the course of “ unlimited Westernization under the leadership of Mustafa Kemal Atatürk” as Toynbee puts it.66 It is noteworthy that although Atatürk is realistic enough to duly emphasize the factor of self-perservation as a paramount reason ee Toynbee, The World and the West, p. 27.

THE PLAGE OF SCİENCE

81

for not lagging behind the advancing and onrushing civilization, he is equally emphatic in considering it the duty of every commu­ nity to contribute to the well-being of the rest of humanity» And he seems to emphasize peace of mind and freedom from anxiety as the most important constitueut of human happiness, and he appa­ rently deems it the major justification and goal of all this unremitting activity of forging ahead with the creation of better and better civi­ lizations.

Erdem С. I, 6

ZİHNİYET FARKLILIKLARI VE KÜLTÜR * NECATI Ö N E R * * Tam tanımı yapılabilen kavramlar dışındaki kavramlar bahis konusu olduğunda, çok defa aynı kelimeye farklı anlamlar verildiği için tartışmalarda uyuşma sağlanamaz. Aynı mantığı, aynı dili kullanıpta anlaşamamanın sebeplerinin başmda dilin bu özelliği gelir. Bir yazımda bu hali diyalogda özdeşlik ilkesine uymama diye adlandır­ mıştım. 1 Böyle bir sakıncayı önlemek için ele alacağım konunun esasını teşkileden zihniyet ve kültür kavramlarından ne anladığımı açıklayacağım: Zihniyet: Zihniyet insan zihninin bir hali, bir tavrıdır. Bu hal ferdin veya sosyal bir grubun düşüncesini sevk ve idare eder. İnsanların hadiseler karşısındaki tutumları bir akıl yürütme sonucu olur. İnsanların içgüdüye bağlı olan vaziyet alışlarının dı­ şındaki her türlü bilinçli tutumunu, gizli veya açık, dolaylı veya dolaysız akılyürütme veya akılyürütmeler tayineder. Akılyürütmeler tabiî olarak düşüncenin tutarlılığı içerisinde seyreder. Bu tarz düşünceye mantıkî düşünce de denir. İnsanların aynı mantığı kullandıkları halde herhangi bir konu karşısında farklı tutumlar alışları düşüncelerini yöneten zihniyetlerinin farklılığından ileri gelir. PascaPın “ Pirenelerin bir tarafında doğru olan diğer tarafında yanlıştır” sözü farklı zihniyetlerin mevcudiyetine işaret etmektedir. Kültür: Kültür terimine nekadar farklı anlamlar verildiği bilinmektedir. Çeşitli kültür tanımlarını burada sıralamıyacağım. Kabullendiğim tanımı alıp onu açıklayacağım. * 7 - 1 1 Mayıs 1984 tarihleri süresinde Erzurum Atatürk Üniversitesinde düzenlenen Birinci Felsefe ve Sosyal İlimler Kongresi’nde sunulan tebliğin geniş­ letilmiş şeklidir. * * Prof. Dr. Necati öner, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe Profesörü, Atatürk Kültür Merkezi Başkan Yardımcısı. 1 Necati öner, Mantığın Ana İlkeleri Ve Bu İlkelerin Varlıkla Olan İlişkileri, İlâ­ hiyat Fakültesi Dergisi, Yıl 1969, C. X V II s. 286.

84

NECATİ ÖNER

Kroeber kültürü şöyle tanımlıyor: “ Kültür bir toplumu oluş­ turan fertlerin içgüdüsel ve fizyolojik olmayan, öğrenme ve şartlanma yolu ile bir kuşaktan diğerine geçirilen faaliyetlerin bütünüdür” 2 Kazanılan şey temelde, insanın, varolan hakkında farklı yollarla elde ettiği bilgilerdir. Edinilen bilgi insanda pasif olarak kalmaz, insanın edindiği bilgi ile varolanlar karşısında vaziyet alır, yani davranış şekilleri kazanır. Ayrıca edindiği bilgiyi çeşitli gayeler için çeşitli yollarla dışarıya aktarır. Bu aktarma bilim eseri olabilir, felsefî eser olabilir, sanat eseri olabilir, folklor faaliyeti olabilir, dinî faaliyet olabilir, teknik faaliyet olabilir vs. . . . Öyle ise kültür insanın varolanları tanımak için sarfettiği gayret sonucu elde ettiği bilgilerdir. Bu bilgilerin farklı şekillerde farklı gayeler için dışarıya aktarılması, yani ifade edilmesi kültür faaliyet­ lerini meydana getirir. Çok defa bu ürünler kültür diye adlandırılır. Bir toplumun kültürü dendiğinde bunlar akla gelir. Meselâ Türk kültürü dendiğinde, mimarî eserlerimiz, müzik eserlerimiz, halk danslarımız, gelenek ve göreneklerimiz, fikir ve edebiyat eserlerimiz akla gelir. Aslmda bunlar, Türk kültürünü belirten, tanıtan unsurlar­ dır. Bunlara kültür faaliyetleri diyebiliriz. Asıl olan bunların teme­ linde yatan bilgidir. Bunların herbiri bir bilginin ifadesidir. Asıl kültür o bilgi yığınıdır. Kültür faaliyetleri diye adlandırılan, kültürün zihin dışında varlık kazanan unsurları, filozoflar ve kültür tarihçileri tarafından sınıflamaya tabi tutulmuştur. Maddî kültür - manevî kültür, millî kültür - üniversel kültür v s., gibi. Ben burada işleyeceğim konuyu açıklamaya yardımcı olacağı için ikinci sınıflanmayı esas alacağım. Bu sınıflamaya göre kültür unsurlarını şu şekilde gruplandırabiliriz: 1 - Üniversel Kültür: Burada üniverselden kastedilen, bir top­ luma has olmayan, genel geçerliği bulunandır. Bu niteliğe sahip kültür unsurları şunlardır: Bilim , teknik, felsefe ve din. 2 - Millî Kültür: Millî kültür, kültürün bir topluma has olan kültür unsurlarıdır. Bir toplumun yapısını teşkileden gelenekler, görenekler, başka ifade ile, bir toplumda yemek, giyinmek, barın­ mak, eğlenmek gibi ihtiyaçların elde edilmesi için kullanılan, bilgi, inanç, teknik, davranış, duyuş ve ifade biçimleridir. 2 Sevim Kantarcıoğlu, Çağdaş Kültür ve Medeniyet Kavramları Işığında Atatürk'ün Kültür Anlayışı, Birinci Kültür Şûrası içinde s. 173.

ZİHNİYET FARKLILIKLARI VE KÜLTÜR

85

Tabii her sınıflama gibi bu da sun’idir. Kültür unsurlarını kesin bir sınırla ikiye bölmek mümkün değildir, iki bölüm birbiri ile ilişkilidir. Bir de iki önemli kültür unsuru vardır ki tek başlarına yukarıdaki grupların herhangi birisinin içine sokulamaz. Bunların bir millî bir de üniversel yönleri vardır. Bahis konusu unsurlar sanat ve ahlâktır. Bu sınıflamayı şöyle şekillendirebiliriz: Üniversel Kültür Bilim Teknik Felsefe Din

Millî Kültür Gelenek ve Görenekler Dil v.s. Sanat Ahlâk

Bu açıklamadan sonra, farklı zihniyetler ve bu farklılıkların sebebleri üzerinde durup zihniyetin kültürle olan ilişkisini belirt­ meğe çalışacağım. Farklı zihniyetlerin varlığını görüp onlar üzerinde bilimsel ölçüler içerisinde durma, düşünce tarihinin çok sonralarına rastlar. Bu konuda ilk önemli teori 19, asırda August Comte’un felsefe ve sosyolojisinin temeli olan üç hal kanunu teorisidir. Comte gelişmekte olan insanlık tarihinin tekâmül ederek üç safhadan geçtiğini kabuledip bu safhaları nitelendiriyor. Bilindiği gibi bahis konusu safhalar şunlardır: Teolojik devir, metafizik devir ve pozitif devir. Şunu belirteyim ki “ insan zihninin her yöndeki, her çağdaki gelişmesini inceleyerek büyük bir kanun keşfettiğimi sanıyorum” 3 diyerek bu üç hali kasdeden Auguste Comte, bunu ilk defa kendisi bulmuş değildir. Üç hali ilk defa 18, asırda Fransız ekonomisti Turgot şöyle ifade etmiştir: “ İnsanlık tarihinde üç tefek­ kür tarzı çağı birbirini takibeder: teolojik, metafizik ve pozitif düşünce çağı” 4. Comte bu görüşü esas alıp onu çeşitli sahalara yaymış ve işlemiştir. Bilindiği gibi Auguste Comte bu üç devreyi şöyle açıklıyor: Teolojik devrede insanlar tabiat olaylarını tabiat üstü görünmez 3 Auguste Comte, Cours de Philosophic tome I, s. 2. 4 Hans Freyer, İçtimai Nazariyeler Tarihi, Tahir Çağatay Tercümesi, 2. Bas. s. 40.

86

NECATİ ÖNER

varlıklarla izah ederler. Metafizik devrede, görünmez tabiat üstü varlıklar, yerini kudret, kuvvet, prensip gibi soyut kavramlara bıra­ kırlar. Teolojik devrenin antromorfik tanrı fikrini cevher fikri alır. Son safha olan pozitif dönemde ise, âlem, tabiat üstü varlıklar veya soyut kavramlarla açıklanmaz. Bu devrede insan mutlaka, ilk sebep­ leri bilemiyeceğini anlar, tecrübe alanına giren olaylar arası ilişki­ leri bulmaya çalışır, yani bilim yapar. Bu insanlığın eriştiği son saf­ hadır. Üç hal kanunu tartışma konusudur. Eğer iddia edildiği gibi, bu bir tarihi gelişme içerisinde ise, tarihte, sınırları biribirinden ay­ rılan devirler gösterilemez. Bir devrin bittiği diğerinin başladığı fikri de gerçeğe uymaz. Bahis konusu üç zihniyete tarihin her devrinde her toplumda aynı zamanda rastlanmaktadır. Hatta insan hayatının bu üç zihniyeti yaşadığı anları vardır. Tabiî konumuz üç hal kanunu olmadığı için üzerinde fazla durmayacağım. Bu teoride bizim için önemli olan husus, birbirinden ayrı üç zihniyetin bulunduğuna işaret edilmiş olmasıdır. Zihniyetler üzerinde asıl bilimsel çalışmalar 20, asırda baş­ lamıştır. Şimdi zihniyet farklılıklarının nereden kaynaklandığını tesbit edebilmek için belirgin bir zihniyeti ele alıp, mahiyetini ortaya koyarak bir zihniyeti diğerinden ayıran farklılığın nereden kaynak­ landığını belirtmeğe çalışacağım. Ele alacağım zihniyet, ilkel toplumlara hakimolan ilkel veya mitik diye adlandırılan zihniyettir. Bu zihniyeti ele alışımın sebebi onun belirgin ve anlaşılması kolay olmasıdır. İnsanın zihniyeti içerisinde yaşadığı toplumdan ayrı düşünülemez. İlkel toplumun fertlerinin inançlarında, bilgilerinde tam bir tekçeşitlilik (homogeneite) vardır. Bu bakımdan o toplumun zihniyetinin anlaşılması kolaydır. İlkel toplumlar üzerinde ilk ciddi gözlemler 18, asırda başlamış­ tır. Afrika ve Asyadaki ilkel toplumlar üzerinde bu asırda inceleme­ lerde bulunan seyyah ve misyonerlerden Bougainville, Cook ve Laperouse’un adlarını zikredebiliriz. İlkel toplumlarda bu tür gözlem­ ler 19, asırda da devam eder. 20, asrın başından itibaren de bazı filozof, sosyolog ve etnologlar yapılan gözlemlere veya bizzat ken­ dilerinin ilkel toplumlarda yaptıkları gözlemlere dayanarak, ilkel toplumda yaşayan insanın zihin yapısı üzerine eğilmişlerdir.

ZİHNİYET FARKLILIKLARI VE KÜLTÜR

87

Asrımızın başmda Fransız Sosyoloji Ekolu mensupları Durkheim ve arkadaşları, Levy-Bruhl, İngiliz Antropoloji Ekolu mensup­ ları Frazer, Taylor vs., ile başlayan insanın zihin yapısı ile ilgili de­ ğerlendirmeler günümüze kadar devam etmektedir. İlkel toplumda yaşayan insanın zihin yapısı üzerinde incele­ me yapanların müşterek bir kanaatları vardır; o da ilkel toplumdaki insanın ilerlemiş toplumda yaşayan insandan farklı bir düşüme tarzına sahip olduğu fikridir. Bu farklılığın mantık farklılığı olduğunu söyleyenler bile çık­ mıştır. Durkheim ve arkadaşları ilkel toplumdaki insanların mantı­ ğım bizimkinin ilk şekli olarak görürler. . O, ilkel bir mantıktır. Tekâmül ederek bugünkü mantığımızı meydana getirmiştir, derler. Levy-Bruhl bu iki toplumdaki mantık farkının bir derece değil ma­ hiyet farkı olduğunu söylemiş, ilkelerin mantığına prelogique (mantık öncesi) demiştir. Levy-Bruhl eserlerinde bu fark üzerinde ısrar et­ mesine rağmen, bu fikirden sonradan vazgeçtiğini ölümünden sonra yayınlanan notlarından anlıyoruz. Levy-Bruhl hayatının sonlarında yazdığı notlarında, “ hata ettim, ilkel toplumda yaşayan insanın mantığı ile bizimki arasında fark yoktur” diyor. Frazer ve Taylor da aynı kanaatte idiler. Günümüz etnologlarından Bastide, Levi-Strauss da aynı fikri savunmaktadır. Mademki ilkel insanla aramızda mantık farkı yok, o halde ilkel insanın zihin faaliyetinde ilk bakışta bize mantıksız gibi gelen halin sebebi nedir? Bu fark mantıkda değil, zihniyette aranmalıdır. İlkel toplumda yaşayan insanın zihin yapısını belirtmek için o düşünme tarzı ile ilgili bir iki misal vereceğim: Kuzey Amerika yerlilerinin kampında bir akşam, Sagar, Fransada yaşayan tavşanları anlatmak istiyor. Ateş ışığında parmakları ile tavşan şekli yapıp, gölgeyi duvara aksettiriyor. Bir tesadüf, er­ tesi gün, bol miktarda balık avlanıyor. Bu balık bolluğunun sebebini, yerliler, akşam duvara aksettirilen gölgelerde görüyorlar5. Misyoner Grubb anlatıyor: Yerli rüyasında, 150 mil uzakta oturan Grubb5un, bahçesine girerek kabak çaldığını görüyor. Gelip tazminat istiyor. Grubb, o gece evinde olduğunu, hem 150 mil uzak­ taki bahçede olamıyacağını anlatıyor. Yerli, Grubb’un o gece evinde 5 Еёѵу-ВгиЫ, Les Fonctions Mentales Dans Les Societes Inferieurs, s. 72-73.

88

NECATİ ÖNER

bulunduğuna inanıyor, ama diyor “ bahçeme de girdin, çünkü ben gördüm” Bu ilk bakışta çelişik görünüyor ama bu hal mantıkî im­ kânsızlık değil, fiziki imkânsızlıktır, öyle ise burada mantık açısın­ dan bir çelişme yoktur6. Malezyada geçen bir olay: Salgın bir hastalık kırıp geçiriyor. Bundan kurtulmak için yerliler hastalığın sebebini araştırıyorlar. Bir kayığın sivri bir kayaya bağlandığını görüyorlar, dalgaların etkisi ile kayık kayaya çarpıp durmaktadır. Yaşlılardan biri bunun üzerine şöyle diyor. İşte hastalığın sebebi: “ hastalık var çünkü tanrı Rahrae muzdariptir. Görüyorsunuz kayık onun dişine dokunuyor” . Yerlilerin inancına göre, o kaya Rahrae’nin dişidir kayık kaldırı­ lıyor, tanrı Rahrae öfkesini salgın hastalık halinde belirtmekten vaz­ geçiyor. Burada yalnız hastalığın sebebini tabiat üstü bir varlıkla açıklamak yok, aynı zamanda tanrıların, dünyanın ve insanların aynı şekil içine girdiği görülüyor7. Trumailer kendilerini suda yaşayan hayvan addederler. Bororoiar ise papağan sayarlar kendilerini. Burada bir özdeşlik bahis konusudur 8. İlkel insan neden böyle düşünüyor? Bize garip gelen bu zihni­ yetin vasıfları nelerdir? Bu konuda seri halinde eserler yazan Levy-Bruhl, özellikle şu üç ana vasıf üzerinde duruyor: 1 - İlkel insanın düşünce tarzı mistiktir. Buradaki mistisizmin dinle ilgisi yoktur. Mistikten kasıt şudur: görünmeyen fakat gerçek olan kuvvetlere, tesirlere, fiillere inanç. İlkel toplumdaki insanlara göre objeler “ occulte” hassalar a sahiptir. Bunlarsız objeler tasavvur edilemez. Saf fizikî bir olay yoktur. Tabiat ile tabiat üstü farkı mev­ cut değildir. 2 - Bu düşünceye bir iştirak kategorisi hakimdir. “ Iştirak’m anlamı şudur: Cevher birliği, sempati bağlılığı, ikilik-birlik vs.” 9 6 L6vy-Bruhl, Les Camets, s. 6. 7 Leenhard, Do Kamo, s. 79. 8 Lövy-Bruhl, Les Fonctions Mentales... s. 76. 9 Ьёѵу-ВгиЫ, Les Camets, s. 77. Roget Bastide, iştiraki aklın bir kategorisi değil de aksiyonlu bir kategorisi olduğunu söylüyor. Yani sonradan kazanılmış bir şeydir. Bastide bu fikri Brezilya’da yaptığı müşahedelerle açıklıyor. Bak., R. Bastide, Contribution a VEtude de la Participation, Cahiers International de Sociologie 1953 içinde s. 32; Le Candomble de Bahia s. 237.

ZİHNİYET FARKLILIKLARI VE KÜLTÜR

09

Bunun sayesinde varlıklar hem kendileri, hem başka bir şey olabili­ yorlar. 3 - Nedensellik bağı hep görünmez dünyada aranır. İşte ilkel toplumda yaşayan insan bizimle aynı olan mantığını bu hava içerisinde kullanır. Akıl yürütmede kullandığı önermelerin muhtevaları bu inançlarla doludur. Toplumdaki kolektif tasavvur­ lar fertlerin zihinlerine hakimdir. ilkel toplumlara hakimolan zihniyete Levy-Bruhl ilkel zihniyet diyor. Bunun karşısına da modern zihniyeti koyuyor, İkincisine aklî de diyor, ilkel zihniyet terimine itiraz edilmiştir. Leenhardt bunlardan birisidir, ilkellik gelişmişliğin ilk halini ifade eder. . Halbuki aklî denen zihniyet ilkelin gelişmesi sonucu olmamıştır. İlerlemiş top­ lumlara hakim olan zihniyetin özelliği, akıl yürütmelerdeki öner­ meleri tahkik edilebilir muhtevalarla doldurmuş olmasıdır. Leen­ hardt diyor ki, “ Bizim de ilkel insan gibi düşündüğümüz anlar olduğu gibi, ilkel toplumda yaşayan insanın da bizim gibi düşündüğü anlar vardır. Öyle ise bu iki zihniyet insan zihninin iki ayrı tarzıdır. Biri­ sine ilkel yerine mitik, diğerine aklî demek uygun olur. Bunlar bir­ birlerine irca edilemezler, birbirlerini tamamlarlar” 10. Aklîlik mantıkilikle eşanlamlıdır. Bu bakımdan ilerlemiş top­ lumlara hakim olan zihniyete aklî demek yerinde olmasa gerektir; çünkü diğer düşünce tarzı da aklîdir. Bu bakımdan mitik düşünme tarzının karşısındaki düşünme tarzına, olgulara dayalı anlamına gelen pozitif demek daha uygun olsa gerektir. İlkel topluma hakim olan zihniyette akılyürütmede kullanılan önermelerin muhtevaları mistik karakterli kolektif tasavvurlarla doludur. İlerlemiş top­ lumlarda ise bu önermelerin çoğu tahkikedilebilir niteliktedir. Bu iki zihniyet, yani mitik ve pozitif zihniyetler insan zihninin iki ayrı tarzı (mode) dır. Bunlar toplumlarda devirlere veya fertlere göre kesin sınırlarla birbirinden ayrılamazlar. Bazan biri, bazan diğeri ağır basar. Her devirde her iki zihniyette mevcuttur. İlkel toplum­ larda mitik zihniyet, ilerlemiş toplumlarda pozitif zihniyet ağır basar u . 10 Leenhard, Do Kamo s. 242. 11 Daha geniş bilgi için bk. Necati Öner, Fransız Sosyoloji Okuluna Göre Mantığın Menşei Problemi.

90

NECATİ ÖNER

İlkel toplumlarda tek çeşitlilik hakim olduğu için farklı zihni­ yetlerin bulunmamasına rağmen, ilerlemiş toplumlarda durum değişiktir. Sonuncularda çeşitli bilgi ve inanç türleri olduğu gibi, çok farklı sosyal gruplar mevcuttur. Bu çeşitlilik, ilerlemiş toplum­ larda bahsettiğimiz iki ana zihniyet (mitik ve pozitif) altında, ikinci dereceden zihniyetler doğurur. Bilgi derecelerine, inanç güçlerine ve bağlı bulunulan sosyal gruplara göre farklı zihniyetler oluşur. Bir ferdin zihniyeti ile içinde yaşadığı toplum arasında sıkı bir bağ vardır. Bu açıdan bakınca zihniyetler şu özellikleri gösterirler: 1 - Ana zihniyet dediğimiz zihniyetlerin hakimiyeti aynı me­ deniyet üyelerinde ortaktır. İkinci dereceden dediğimiz zihniyet­ lerde bir grubu oluşturan fertler arasında ortaktır. 2 - Zihniyetler, ferdi mensup olduğu gruba bağlayan en sağlam en güvenilir bağdır. Bir kişiyi, bir medeniyete, bir millete, bir ideolo­ jiye bağlayan, onların telkin ettikleri zihniyetlerdir. Bir zihniyet ferde ne derecede hakim olursa, o ferdin, o zihniyeti telkin eden gruba bağlılığı o ölçüde olur. 3 - Zihniyetin diğer önemli bir karakteri de, kişinin benliği­ nin en sağlam elemanı olmasıdır. Zihniyet, ferdin kişiliğinin oluş­ masını sağlayan baş unsurdur12. Bir toplumda uygulanacak siyasî, ekonomik, ve eğitim sistem­ lerinin başarılı olması, o topluma hakim olan zihniyetle sıkıdan sıkıya ilgilidir. Ekonomik sistemlerle zihniyetlerin ilişkisine bizde dikkati çeken Profesör Sabri Ülgener olmuştur. Ülgener, Zihniyet, Aydınlar ve İzimler adlı eserinde şöyle diyor: “ Aynı usuller, aynı teknoloji bir yerde istenileni verirken başka yerde tam aksi sonuçlara varıyorsa farkın usul ve aletlerden çok onlan kullananın vasıflarından gelmiş olacağı bugün bile yeterince anlaşılmamıştır. . ve devam ediyor. O “ İktisadî yaşayış, hangi zamanda olursa olsun, yalnız mal ve eşya yığınlarının bir araya gelişinden ibaret bir madde dünyası değildir. Bütün o yığınların altında ve gerisinde kendine has tavır ve davra­ nışları ile insan gerçeği yatar13. İnsan gerçeği dediği o toplumun insanlarına hakim olan zihniyettir. 12 Zihniyetlerin özellikleri için bk. G. Bouthoul, Les Mentality s. 31 v d .. 13 Sabri Ülgener, Zihniyet, Aydınlar ve İzimler, s. 15.

ZİHNİYET FARKLILIKLARI VE KÜLTÜR

91

Zihniyetlerin temelinde kabuledilmiş değerler vardır. İnsan tabiatı gereği, olaylara, objelere, hep bu kabullendiği değerler açı­ sından bakar. Her şey bu değerlere göre anlam kazanır. Zihniyetler insanların fiillerinde, ifadelerinde ortaya çıkar. Her fiil, tabii bilinçli fiil ve ifadeler bir akılyürütme sonucudur. Öyle ise zihniyetle mantıkî düşünce arasında bir ilişki vardır. insan, tarihin her devrinde ve her toplumda şu üç yolla akıl yürütür. Dedüksiyon (talil), tümevarım ve analoji (temsil). Akıl bu yollarla yürürken zihnin tabii olarak uyduğu iki ilke vardır. Bunlar çe­ lişmezlik ve özdeşlik ilkeleridir, insan zihninin yapısı böyledir. Bu bizim mantığımızdır. Mademki bu mantık bütün insanlarda müşterektir, öyle ise nasıl oluyorda farklı zihniyetler doğuyor? Mantığımız bir şekil, bir kalıptır. Bu kalıbın içerisine koyacağımız muhtevaya göre anlam kazanır. Sürahiye süt konunca beyaz, şurup konunca kırmızı göründüğü gibi. Akıl yürütmede yapılan iş şudur: Temelde kabullenilmiş öner­ meler vardır? Bunlara dayanarak onlara bağlı olarak sonuç çıkarırız. Zihniyet farklılıkları temele konan önermelerin muhtevalarından ileri gelir. Bir örnekle bu hususu açıklamak istiyorum. Demokratik14 ve marksist iki zihniyeti sağlayan temelde kabullenilmiş değerleri ele alarak farklılığı göstermek istiyorum: Demokratik ideolojinin temelinde kabullenilmiş hükümlerin başlıcaları şunlardır: İnsanın, mülkiyet, inanma, fikrini açığa vurma, öğrenme vs. gibi tabiî hakları vardır. İnsan bu haklarla doğar ve bu haklarını elde etmek için de gereken hürriyete sahip olmalıdır. Devlet fertlerin bu haklarını teminat altma alan bir kurumdur. Sosyal olay­ ların açıklanması ve çözümünde tek değil farklı yollar vardır. Marksist ideolojinin temelinde ise başlıca şu hükümler bulunur: Sosyal ve ruhî hâdiselerin açıklanmasında ekonomi tek unsurdur. Ekonomi toplumun alt yapısını teşkileder. Diğer sosyal manevî değer ve kurumlar üst yapıdır. İkinciler, birincilere tabidir. Toplum­ lar tarihi ezenle ezilenlerin, yani sınıfların mücadelesidir. Ezenler üretim araçlarını elinde tutanlardır. Üretim araçları bunların elin­ 14 Burada demokratik teriminden Batı dünyasına hakim olan hürriyetçi de­ mokrasilerdeki zihniyeti kasdediyorum.

92

NECATİ ÖNER

den alınıp kolektifleştirildikçe sınıf egemenliği ortadan kalkar, sınıfsız toplum doğar ve insan hür olur. Toplumun tabiî gelişmesi bu istikamettedir, demokratik rejimlerde ileri sürülen insan hak ve hürriyetleri aslmda bu tabiî gelişmeği engellemek için ezenlerin uydurdukları şeylerdir. Görülüyor ki, bu iki zihniyette temelde kabuledilen hükümler birbirlerine karşıttır, insan ve toplum meselelerine farklı açılardan bakılmaktadır. Demokratik zihniyette, insanın tabii olan haklarının ve bu hakların sağlanması için gereken hürriyetler, ezen zümrenin hakimiyetini devam ettirmek için uydurduğu, ortaya attığı tuzak­ lardır. Demokratik zihniyette insanın en kutsal haklarının konusu olan din ve mülkiyet marksist zihniyette birer sömürü vasıtalarıdır. Akıl yürütmede temele, böyle birbirine karşıt kabullenişler konulursa, insanın herhangi bir problemi için, aynı mantık kullanılsa bile varılacak sonuçlar farklı olur. Bu farklılık zihniyet farklılığıdır. Kullanılan terimler ve onların delâlet ettikleri kavramlar zihniyet­ lere göre anlam kazanır. Daha önce de dediğim gibi zihniyetler, temelde kabul edilen değerlere göre oluşur. İşte bahis konusu kabullenmeleri sağlayan başlıca unsur kül­ türdür. Kültür dolaylı veya dolaysız, bilinçli veya bilinçsiz tesiri ile fertlerin zihniyetlerini oluşturur. Farklı kültürler ve farklı kültür unsurları bulunduğu içindir ki farklı zihniyetler vardır. Bir topluma herhangi bir zihniyetin hakimolması isteniyorsa onu sağlayacak kültürü o topluma maletmek lazımdır. Madem ki insanların her alandaki faaliyetlerini yönlendiren zihniyetleridir, varacakları sonuç buna bağlıdır. Toplumları yöne­ tenlerin başarıları, uygulayacakları kültür politikası ile sıkıdan sıkıya ilgilidir. Bir zihniyetin oluşmasında bütün kültür unsurlarının etkisi vardır ama asıl rolü üniversel kültür dediğimiz kültür unsurları oynar. Kültürün üniversel tarafı yalnız bir zihniyetin sağlanmasında başlıca rolü oynamaz, aynı zamanda, millî kültür unsurlarını da etkiler. Bu bakımdan bilim, teknik, felsefe ve din kültür unsurlarının en önemlileridir. Bunların diğer kültür unsurları üzerine olan etkileri açıkca görülmektedir. Tarih boyunca dinin ahlâk, sanat, gelenek ve görenekler üzerin­ deki etkisini müşahade etmek güç değildir. Millî kültürün hangi

ZİHNİYET FARKLILIKLARI VE KÜLTÜR

93

unsurunu alırsanız alınız, onda dinin izlerini görürsünüz. Millî kültürü en çok etkileyen üniversel kültür unsuru dindir. Bilim ve felsefenin de millî kültür üzerinde etkileri vardır. Bunların sağladığı zihniyetin millî kültüre tesirleri inkâr edilemez. Millî kültür ağır da olsa zaman içerisinde bir değişmeğe tabidir. Bu değişme sürekli gelişme içerisinde olan bilimin doğurduğu zihniyetin etkisi ile olur. Kültürün üniversel unsurlarının millî unsurlarla olan müna­ sebetine kısaca temas ettikten sonra, üniversel kültür unsurlarının zihniyetlerin oluşmasını hangi yolla sağladığını ele alabiliriz. Din, insanın çocukluğundan beri etkisi altında bulunduğu bir değerler sistemidir. Dinin toplumlar üzerindeki etkisi tarihi seyir içerisinde azalmıştır ama yok olmamıştır. Dini insanlar için bir afyon sayan marksist rejimin hakim olduğu ülkelerde bile, devlet mücadele­ sine rağmen sökülüp atılamamıştır. Hattâ ateist insanlarda bile, içinde yaşadığı toplumun etkisi ile, kullandıkları kavramlar, kabullen­ dikleri değer ve davranışlarında dinin izlerini görmek mümkündür. Teknik, insanların doğrudan doğruya etkilendikleri bilgi da­ lıdır. Bilim ve felsefenin zihniyetlerin oluşmasına tesirleri genellikle dolaylı yollardan olur. Bundan şunu kastediyorum. Büyük kitleler bilim ve felsefe eserleri ile doğrudan doğruya temas etmezler. Bu bilgi türleri mahiyetleri gereği az sayıda insana doğrudan doğruya hitabeder. Çünkü bu tür eserleri anlamak belli bir bilgi seviyesini, belli bir formasyonu gerekli kılar. Başka bir ifade ile bu eserleri an­ lamak genellikle bir ihtisas işidir. Bu tür eserler geniş kitlelere ya örgün eğitim, ya vülgarize eser veya başka bilgi kolları vasıtasiyle aktarılır. Yüksek öğretim ihtisaslaşma alanıdır. Burada bilim ve felsefe eserleri ile doğrudan doğruya temas edilir. Orta öğretimde, bu eserler, daha doğrusu bilim ve felsefenin verileri, belli bir seviyenin anlaya­ bileceği şekilde basitleştirilmiştir. Vülgarize eserler de bu türdendir. Gerek orta öğretim ders kitaplarında ve gerek vülgarize eserlerde basitleştirme yapılırken onların bilimsel niteliğine halel gelmez. Bilim ve felsefe verilerinin başka bilgi dalları vasıtasiyle kit­ leleri etkilemesinden şunu kasdediyorum: Bilim etkisini teknikle gösterir. Teknik herkesin faydalanabildiği bir bilgi dalıdır ve sunuşları elle tutulur gözle görülür tarzda somuttur. Tekniğin çok büyük

94

NECATİ ÖNER

bölümünün ardında saf bilim vardır. Teknik bilimin uygulama aracıdır. Tıp ve mühendisliğin bütün dalları ortaya koydukları ile, büyük kitleler üzerinde bilimin etkisini sağlarlar. Sanat, edebiyat ve politika da teknik gibi büyük kitlelere hita­ beden bilgi dallarıdır. Felsefî fikirler genellikle bunlar vasıtasiyle kitlenin mah olur. Resimle, şiirle, ro.manla, politik nutukla felsefî fikirler telkin edilir. Bugün dünya Batı, Doğu diye ikiye ayrılmış âdeta biribirlerine diş bilemektedirler. Bu iki grup arasında çıkacak bir savaşın insanlığı yok edeceği endişesi vardır. Aslında bu bölünmeyi yapan fikirlerdir. Bir tarafta Voltaire’ler, Rousseux’lar, diğer tarafta Engeller, Marx’larm fikirleridir. Büyük kitleler belki bu filozofların adlarını bile bilmeden onların fikirleri peşine sürüklenip gitmektedir. Bu gruplara hakim olan fikirler sanatla, edebiyatla, politika ile kitlelere maledilmiştir. İşte bütün bu kültür unsurlarının insana sağladığı görüş açısı onun zihniyetini oluşturan kabullenmeleri temin eder. Toplumların ileriliği kültürlerinin üstünlüğüne bağlıdır. Kül­ türlerin üstünlük derecesi, varlığa nüfuz etmenin derinliğine bağlıdır. Varlığa nüfuz ettiği ölçüde kültür üstünlük kazanır. Varlığa nüfuz etme, onu tanıma onun bilgisini edinmedir. İnsan varolanları tanıma cehdi içindedir; âdetâ buna mahkûm edilmiştir. Onun bu özelliğini akıl sahibi olması sağlar. Kendisini diğer canlılardan ayıran esas vasfı budur. Varlığa nüfuz etme küllî kültür unsurları dediğimiz yollarla mümkündür. O halde kültür üstünlüğü ancak üniversel kültür alanlarında olur. Zihniyetlerin fertleri mensup bulundukları gruba bağlayan en sağ­ lam unsur olduğunu ve fertlerin bir zihniyete bağlılığı ölçüsünde o grubun sağlıklı olduğunu evvelce söylemiştim. Geniş olarak düşünürsek mensup bulunduğumuz bir millet ve içinde olduğumuz bir medeniyet vardır. İnsanların milletler halinde gruplaştıkları sosyolojik bir gerçek­ tir. Fertler bu grup içerisinde değer kazanır. Millî birliklerini sağlayan ve kuvvetlendiren milletler varlıklarını devam ettirirler. Devletlerin varlığı da büyük ölçüde bu birliğin kuvvetine bağlıdır. Fertlerin millî kültür unsurlarına bağlılığı bahis konusu birliğin başlıca âmi­ lidir. Öyle ise millî kültür unsurlarının yaşaması ve fertlerin bu kültür­ le olan bağlarının kuvvetlenmesi, eğitimde dikkate alınmalıdır. Bu

ZİHNİYET FARKLILIKLARI VE KÜLTÜR

95

yolda da aile ve devlete düşen görevler vardır. Günümüzde sıcak harbin taraflara vereceği büyük tehlikeler karşısında, milletler ve devletler içten yıkılarak istenen amaca erişilmeğe çalışılmaktadır. Bu ise çeşitli yollarla, bir milletin fertlerinin millî kültürleri ile ilgili bağım zayıflatarak, o devletin millî birliğini sarsmak ve böylece o milleti istismar alanı haline getirmek istenmektedir. Kültür emperyalizmi denen şey budur. Sıcak harple yapılmak isteneni, kültür yolu ile yapmak. Bir millette millî kültür unsurlarını zayıf­ latarak bir boşluk yaratıp, başka bir milletin millî kültür unsurlarına oraya hâkim kılmak, başka bir ifade ile bir milletin kişiliğini kay­ bettirerek asıl amaç olan ekonomik istismarı sağlamaktır. Çağımızda sıcak harp yerini, sinsi fakat tehlikeli olan bu kültür emperyalizmine bırakmış görünmektedir. Şu hususu belirtmek isterim: Üniversel kültür unsurları ile kültür emperyalizmi olmaz. Üniversel kültür insanlığın malıdır. Bu kültür unsurlarının bir millete hakimiyeti başka bir milletin hakimiyetine yol açmaz; aksine, küllî kültür unsurlarının bir millete hakimolup geliştiği ölçüde başka milletlerin istismarı engellenmiş olur. Bir milletin fertlerinin, millî kültüre bağlılığı o milletin varlık şartı olarak gereklidir ama yeterli değildir. O fertlerin mensup olduk­ ları medeniyete bağlılıkları da şarttır. Bu ise üniversel kültüre olan bağlılıklarıdır. İnsanın insanca yaşaması, medeniyetin sağladığı nimetlerden faydalandığı ölçüde olur. Yalnız medeniyetin nimetle­ rinden faydalanmakla yetinmek de millet ve devletleri güçlü kılmak için yeterli değildir. Medeniyete katkıda bulunmak, yani varlığı tanımada daha ileri gitmek, böylece faydalanma alanının genişletmek de gereklidir. Bu ise üniversel kültür alanına yeni bilgiler, icatlar keşifler kazandırmaktır. Görülüyor ki, bir zihniyetin sağlanması için bir kültür gerek­ mektedir. Başka ifade ile belli bir bilgi seviyesine erişmek lazımdır. Böylece bilgi zihniyetin bir ön şartı olarak ortaya çıkıyor. Bunun aksi de düşünülebilir. Bilgi edinme aslmda bir kabullenmedir. Biz olaylar veya objelerin bilgisini edinirken, aslmda, belli bir açıdan bakarak, onlar hakkında hüküm veriyoruz. Bu açıyı zihniyeti­ miz sağlar. Böyle olunca da zihniyet, bilgiden önce imiş gibi anla­ şılır. Bu fikri açıkca savunanlar da vardır. “ Zihniyet, Kant’çı ifade ile bilgimizin a priori formudur.” 15 Bu durumda, ilk bakışta bilgi 15 G. Bouthoul, Aynı eser, s. 32 .

96

NECATİ ÖNER

mi önce, zihiyet mi önce meselesi bir çıkmaz karşısında bulundu­ ğumuz intibaı doğmaktadır. Her ne kadar büyük kitle bahis konusu olduğunda, bilgi edinmede zihniyetin önceliği bahis konusu olabilir­ se de, o zihniyeti sağlayan ve onu değiştirecek olanın bilgi olduğu tartışma götürmez. Mevcut zihniyeti aşarak, onu değiştirebilecek yeni bilgileri elde etme, yani Varlığa daha derinliğine nüfuz ederek üniversel kültür alanını genişletme az sayıda kişinin işidir. Bunlar bilim adamları ve mütefekkirlerdir. Büyük kitleler bir zihniyete sahip olmakla, o zihniyetin oluşmasında malzemeyi temin eden bu seçkin kişilerin peşinden gitmektedirler. Fertleri ve sosyal grupları belli hedeflere yönlendirmede, istenen gayeyi elde etmede onlara hakim olan zihniyetin rolü başta gelir. insan fiillerini yöneten zihin faaliyetleri bir zihniyetin sevk ve idaresi altındadır. Bu bakımdan herhangi bir organize toplumun varlığını ve canlılığını, olması gerektiği gibi sürdürebilmesi, o topluma ha­ kim olan zihniyete bağlıdır. Zihniyeti meydana getiren kültür oldu­ ğuna göre, bir toplumu istenen seviyeye eriştirmek için gereken zihniyeti sağlayacak bir kültür politikasını ön planda tutmak icabeder. Diğer taraftan farklı zihniyetlerin çarpışması bir toplumda büyük meseleler doğurabilir. Toplumsal kargaşalar ve sarsıntıların arkasında çok defa, farklı zihniyetlerin çarpışması yatar. Bu bakım­ dan bir toplumun huzur içinde bulunması da yine bir kültür mese­ lesidir. Zihniyetin oynadığı rol ve kültürle olan ilişkisi dikkate alınınca şu husus açıkca ortaya çıkar: Bir toplumun varlığının devamı ve her türlü gelişmesinin sağlanması için alman bütün sosyo-ekonomik tedbirlerin başarısı, bunların gerekli kıldığı bir kültür politikasına bağlıdır.

BELIEFS AND PRACTICES REGARDING HIDDEN TREASURE IN TURKEY* AH M ET EDİP U Y SA L ** Asia Minor, with a history going back at least ten-thousand years, a land of countless buried civilizations and proud cities with impressive monuments, has been for centuries a hunting ground of treasure-seekers as well as archaeologists. In spite of the extensive plundering of Turkey’s archaeological wealth by Europeans, and the smuggling out of the country of her priceless works of art revealed by hastyly and haphazardly carried out excavations in the 19th century, there are still many sites, tombs and buried cities to be explored. There are currently close to a hundred archaeological excavations in progress in Turkey. Parallel to this extensive digging at the official, academic and respectable level, we have in Turkey a far more extensive activity of digging at the unofficial, unacademic and unrespectable folk level, an activity, which has of late reached almost epidemic proportions. I once described this folk activity as “ Folk Archaeology” in the pre­ sence of some academic archaeologists, who took it as an insult on their sacred subject and were furious. One of them corrected me sa­ ying that what I was talking about was “ the lunatic fringe of Ar­ chaeology” and added that treasure folk continuously tore the pages of their book, i.e., the underground strata and layers of culture down below, and as such they were their greatest enemies. No matter what we may call it, and whether archaeologists like it or not, there has always been a deep folk interest in buried treasure in Turkey. It is illegal in Turkey to dig for treasure without a permit from the Department of Antiquities, but the bureaucratic formalities involved in obtaining a permit to dig are so complicated and frust* Talk given at the Atatürk Culture Center on May 3, 1984. * * Professor of English Language and Literature, Dean, Faculty of Education, Middle East Technical University; founder of the Archive of Turkish Folk Narrative, Ankara. Erdem C. I, 7

90

AHMET EDİP UYSAL

rating that, hundreds of thousands of treasure hunters —humorously called c hotoz22 was associated with the Turks, in both natural and fabulous aspects. The Kök-Türk dynastic tribe, considered as heirs of the Hsiung-nu, had lived, presumably for several centuries, before the fifth century, within the territory of the last Hsiung-nu (Chü-ch’ü) state,23 in Kansu, just north of the moun­ tain chains which were the abode of the yak.24 The striking revival of the kotuz (as yak-tail) theme, in the historical Turkish period, may be due to the circumstance of geographic vicinity. It is notable, also, that in the sixth century, the yak-tail, as standard, was known in India, throug a name, considered by Yule, to be derived from the Turkish tug. The Uyğurs who founded states in Kansu, in the ninth 13 14 15 (Bonn, 16 17 18 19 20 21

Bkz., not i sup. Eberhard (1942, a), 22/7. S. I. Rudenko, Die Kültür der Hsiung-nu m d die Hügelgraeber von Noin-ula 1969), pis. X X X V I/3 and X X X V II/3. A. N. Bernştam, Oçerk istorii Gunnov (Leningrad, 1951), 40, 224-25. Kiselev (1949), 268-72, 1., X L V I/i. Bkz. not. 54, 55, 62 infra. Clauson, s. V. Bazin (1970). P. Zieme, “ Ein Hochzeitssegen uigurischen Christen” , Scholia (W., 1981),

225. 22 Mahdi 23 24

Bkz. Xan, Liu, Bkz.,

Doerfer, “ Kutâs” ; Pelliot, 96-97; Radloff, s. v. Sanglax, by Muhammad G. Clauson (London, 1960), s. v. 40 (P’ing-liang). Yule not 1 supra.

136

EMEL ESİN

century, were to export the precious tails to China.25 The Turks may have been instrumental in transmitting some of the yak legends, if Pelliot’s reconstitution26 of the Chinese ku-tu and of the Arabic kutu (unicorn), into the Turkish kotuz is accepted. Eberhard27 links the Chinese ku-tu to the Turkish royal name or title Kutluğ,28 which meant auspicious and charismatic. He also remarked that the name of the land of Huttal, where Turkish populations were numerous, was similarly written by the Chinese. It will first be attempted, in this paper, to summarize the se­ mantic content of the kotuz theme in early Turkish literature and art, and then to turn to the tail-standard, finally reverting to the pictogram of the Kök-Türk tamga. I. The Symbolism of the Bovine, Among the Early Turks: The significance attributed by Turks to the bovine had remained almost the same as in the earlier age, except for some additional Indian influences brought by Buddhism. The symbolism will be summarized, moving from the east to the west. In what concerns mythology and astrology, an Uygur painting showed a giant person­ ification of the earth and water expanse, in the features of a bovine spirit (pi. I /b). 29 The figure could be one of the “ royal gods of the earth” (yir-tenri hanı), or “ the five earth-spirits” , mentioned in an Uygur text, adapted from the Chinese.30 Some of these spirits fol­ lowed the tradition of connection with the bovine, or the fcararığ*1 (yin) principle. Such were Saturn, here called “ Holder of the yellowbanner” and Erklig (the Powerful: Venus), symbol of warriors. The chthonic spirits were said to be led by Erklig Kan 32 the epithet given also by Turkish Buddhists to the bovine-headed Yam a33, the Indian 25 E. Pinks, Die Uiguren von Kan-chou (W., 1968), 96^ 26 B. Laufer, Sino-Iranica (Taipei, 1973) 265-67; Pelliot, 96-97. 27 Eberhard (1942, b), 70. 28 Clauson, s. V . 29 Griinwedel (1912), fig. 625. 30 W. Bang - A. von Gabain - G. R. Rachmati, satır 92-97. 31 T in : L. Ligeti, “ Autour du Sekiz - yükmek Yanık” , Studia Turcica dapest, 1971) 295, 3 *9 * Diğerleri: Bang - Gabain Rachmeti, indeks, s. v. 32 Clauson, s. V . 33 Dowson, s. V.

(Bu­

KOTUZ

137

deity of death and of the underground. Erklig-Yama was depicted on a bovine vehicle, in Uygur art.34 Amongst the souls of slaugh­ tered animals, said in literature to become infernal tormentors35, the anthropomorphous figure with bovine head was most often represented, in painting.36 Bovine spirits appeared twice, in another Uygur mürai, among the personifications of the twelve-animal calen­ dar,identified by Turkish inscriptions, and wearing their reş- pective zoomorphic masks on their headgears.37 All twelve were shown as youg dignitaries, amidst them the bovine constellation Ud (pi. V I /a), situated conventionally, in astrology, in the north.38 Another, simi­ larly clad, but older and bearded figure, on the opposite side, has also on his headgear, a bovine head, differentiated however from Ud’s mask, by long hair on its brow (pi. Vl/b). A pair of bovine hoofs appear on the figure’s breast and he holds a banner with horned pole and black and yellow yak-tails (The third white yak-tail belongs to an exorcist spirit). The figure’s proximity to major astral perso­ nifications, such as those of the luminaries and the yellow yak-tail standard, suggest the representation of either of the two deities with such emblems, Saturn, the “ holder of the yellow-banner” (sang orunuluğ), or Erklig-Yama. Mâha-Kâla had also in Uygur art, a bovine vehicle, shown in one instance, with a single horn (pi. IV /a),39 perhaps as the “ bovine with single horn” (jud körklügi bir mügüzlüg keyik), located in India, in an Uygur text.40 Other Indian influences were obvious in certain habits and beliefs of the Uyğurs such as the evocation of Nandi,41 the strewing of bovine dung on the ground of temples42 and the legend on blindness, cured through the licking of a bull. 43 34 35 36 37 38

Griinwedel (1905), Çağatay, VI/13. Griinwedel (1912), Le Goq (1922-28), Williams, “ Twelve

67, pi. 9. 247, fig- 629. IV, pi. 17. Terrestrial signs” .

39 Le Coq (1913), * 7* 40 J. P. C. Toalster, Die Uigurische Xuang-zang Bibliographic, 4. Kapitel (Gies­ sen, 1977), satır 25-26. 41 Griinwedel (1912), 244. 42 Clauson, “ U d” (Altun -yanık*a. atf). 43 J. R. Hamilton, Le Conte bouddhique du bon et du mauvais prince, en version ouighoure (Paris, 1971), y. X V I.

138

EMEL ESİN

The bovine emblem of earth deities continued to be, simul­ taneously, the symbol of the world-monarch and of rank in general. R. Dankoff44 remarked that the wise minister Tofıukuk, compared, in the eighth century, the Kök-Türk princes to bulls (buka). He was at a loss to choose the leader, the “ fat (strong) bull” , who would successfully oppose China. The bull, as emblem, or as effigy of a sacrificed beast, was shown, in the features of a statuette of a dappled yak (pi. V /a),45 with the unnatural feature of a tusk, found in the Astana cemetery. High officials were buried, in the Astana cemetery of Koço, in the seventh century, a period during which power passed from the Kök-Türk to the Chinese, who also employed Kök-Türk dignitaries. 46 Bulls may also have been harnessed to the Turkish monarchs5 golden chariot. 47 Among art works which evoke this possibility, a painting shows such as a scene, in fabulous context, the chariot being dragged by a bovine-headed demon (pi. I I I /b). 48 A similar image, with real bovines, appears on a silver-plate, thought to commemorate a Turkish ruler of western Türkistan (pi. III /а). 49 The repetition of the crescent motif, suggesting that the plate may represent a lunar deity is not opposed to the Western Turkish attri­ bution. The Turks indicated the west as “ dawn of the moon” 50 and depicted the crescent on some of the coins of western princes.51 Along the northern Eurasian tier of the earliy Turkish world, the bovine was occasionally revered and the yak seems to have been equally known. The Kırğız were said, by Gardizi, 52 to worship the bovine, which Chinese sources indicate as their maternal totem.53 The “ double-horn” was an epithet used for certain funerary steles (eki mügüz bengii) and may be seen in bovine variety, on the anthro44 Dankoff, “ Inner-Asian wisdom traditions in the pre-Mongol period,,) Journal of the American Oriental society, 101 (1981/1), 88 (bkz., Orkun, I, 100, 102). 45 Xingyangdin keziwelingan medenî yâdikârlıklar (Pekin, 1975), lev. 135. 46 A. Stein, Innermost Asia (Oxford, 1928), II, 659. 47 Chavannes (1903), 237. 48 Griinwedel (1912), reş. 455. 49 A. N. Belenitzkiy, Mittelasien, Die Kunst der Sogden (Leipzig, 1980), lev. 12. 50 Ay-toğsuk (batı): S. G. Klyaştornıy, “ Terxinskaya nadpis” , Sovetskaya Turkologiya (Baku, 1980/3), 90, 3. 51 Esin (1972) i. VA, reş. a, 1, 2, 3, 4. 52 Gardizi, 356. 53 Bazin (1953), 316-17.

KOTUZ

139

pomorphous heads, on a tombstone (pi. I/c)54 and on metallic plaques55 (pi. I/d) of the Yenisey Kırğız. Some of these may, as in the case of an Uygur painting (pi. I/b), represent an earth spirit, as they appear together with the celestial symbol of the dracontine arch. In confirmation of the derivation of the Chinese ku-tu, from the Turkish kotuz, 56 the Chinese located the unicorn in the Kırgız land.57 G raç58 observed, on Siberian petroglyphs, numerous pictograms of bovines, including one with plumy tail, which he iden­ tified as yak. Such figures were also observed on the rocks of the Altay mountains59 as well as a unicorn depiction, and of the Karatav chain, in the land of the offspring of Oğuz Kağan (pi. V /b).60 The epic of the legendary world-conqueror included the insignia of the bull (an azure yak with plumy tail: pi. V /Ь) and of the moon, parent of Oğuz (Ay H an).61 The yak depictions in the Noin-ula Hsiung-nu royal tomb have been related by some scholars to the Oğuz epic, as well as horned masks on metallic plaques, in occidental Oğuz burials (pi. I jt). 62 (Both the cosmic and epic significations of the bovine theme were to survive surprisingly, among the Oğuz, well

54 Orkun, III, ıo. 55 Troitskaya, lev. XX/6,10, ve diğerleri. Bu yazıda lev. I /d: Kiselev (1959), lev. LIX/9. Ejderli kemer: E. Esin, “ Evren” Selçuklu Araştırmaları Dergisi, I (A., 1970). 56 Bkz. not. 26 sup. 57 Eberhard (1942, b), 68-70. 58 A. D. Grac, “ Petroglifi Tuvi” , II, Sbornik Muzeya X V III, 372, pi. X L IX /i.

antropologii i etnografii,

59 A. P. Okladnikov, Petroglifi gornogo Altaya (N., 1980), lev. 21/2 (tek boynuzlu). 60 Kadırbaev-Mar’yaşev, reş. 109. ları, s. V.

dağlara

77/1; 1 1 / 4 4 ;

verilen Karaçuk adı:

61 W. Bang-G. Rachmati, “ Die Leğende von Oghuz Qaghan” , Phil. Hist. Kİ. (Berlin, 1937), satır 7, and 12 (bu yazıda lev. V/c).

Kaş­

A PAW ,

62 Hsiung-nu bağlantıları: A. Alföldi, “ Die geistigen Grundlagen des Hochasiatischen Tierstiles” , Forschungen und Fortschritte, V II /20 (Berlin, 1931), 278-80, A. N. Bernştam, “ Izobrajenie bıka iz Noin-ulinskix kurganov” , Problemi dokapitalistiçeskix obşçestv, no. 5-6 (1935), 127-30, Bazin (1953), 316-17. Batı Oğuz maskeleri (bu yazıda, lev. I/e): S. A. Pletneva, “ Pecenegi, Torki i Polovtzı Yujno russkix steppax” , M IA , L X II (М., 1958), 162, pi. 44/58-60.

140

EMEL ESİN

down to the Ottoman period).63 The unidentified “ Bjâ” Turks of the tenth century were also said, by Arabs, to worship bovines. 64 The bovine mây have been a heroic emblem, among their Peçeneg neighbours who blew bull-shaped bugles65. The epic symbolism of the bull was repeated in Turkish literature66 of the eleventh cen­ tury. The golden vessels, some with Turkish inscriptions, dated in the ninth century, found in Hungary, at Nagy-Szent-Miklos and attributed to the Peçeneg, display several bovine depictions (pis. I I /b, IV /b).67 The cup in which drank the Turkish prince who owned the treasury, was as that of the ancient Chou monarchs of the first millenary В. С .,68 in the shape of a hairy bull, a yak, al­ though with leonine paws (pi. IV/b). The motif of the bull, with anthropomorphous, unbearded, perhaps female human head, shown as vehicle of apotheosis, together with a similar but bearded leonine monster (pi. Il/b), suggests links with the Sohgdian Göpatshâh.69 In the Kök-Türk period, the Soghdian aquatic and bovine deity Göpatshâh, had been associated with the legendary Turanian king Afrâsiâb, then identified with the Kök-Türk dynasty, a branch of which also reigned in Soghdiana.70 However, the suggestion that the Turkish name Bularak of one of their capitals (Bukhara) is linked 83 Boğa ve boynuzlu insan başı resimlerini taşıyan Selçuklu sikkeleri: S. Hocaniyazov, Denejnoe obrasçenie gosudarstva velikix SeVçukov (Aşkabad, 1 9 7 7 ) , sikke 243, 294. (Balık ile birlikdt) dünyâyı taşıyan boğa: A. Gölpmarlı, Mevlam Celâleddin, Divân-ı Kebîr, I (istanbul, 1957), 1 1 1 j no* C X X V , satır 3-4. Kosmik boğayı gösteren Osmanlı resmi: Topkapı, yazma H. 415 (Birinci Ahmed’e ithâf edilmiş), varak 165. Boğa “giyim”li alp: ibid., varak 67. 84 Yâkût’ul-Hamavî, Mu'cam'ul-Buldân (Beyrut, H. 1367), “ Sin” maddesi. 65 Gardîzî, 271. 68 Kâşğârî, I, 347. Yûsuf, beyt 2311. 67 №meth, reş. 7 (bu yazıda lev. I I /b); 13 (bu yazıda, lev. IV/b), 14, 18. 68 Bkz. not i supra (Granet). 89 K. Trever, “ Gopatshah, pastux-tzar” , Trudı Otdela Vostoka Gös. Ermitaj, II (Leningrad, 1940) 77. Kök-Türk devri Iran destanlarında, Afrâsiyâb, Kök-Türk sülâlesinin atası sayılıyordu: F. Justi, Der Bundehesh (Hildesheim-New York, 1976), Glossary, 112; Dînavarî ve Taban de aynı bilgiyi verirler. 70 L. N. Gumilev, Drevnie Turki (M., 1967), indeks, A-po, Tardu, Ni-li. Başka kaynaklar: Esin (1980, a), 260 (not IV/32). Yine bkz., not 73 infra; Bularak: R. Frye, “ Tarxün-Türxün” , Harvard Journal of Asiatic Studies, no 14 (Cambridge, Mass., 1951), 113-14.

KOTUZ

141

with buka (bull), is generally rejected. The Göpatshâh iconography had even spread into northern Turkish areas and a seal bearing this motif (pi. II/a) was found in a tomb with Kök-Türk inscrip­ tions, on the lake Baykal.71 II. The Tuğ (Tail-Standard): In the historical Turkish period, the tail-standard is mainly known in its epic aspect. The Kagan’s tuğ was hoisted in war-time, together with or attached to the drum.72 This seems illustrated on a mürai of Samarkand, connected through historical and iconographic peculiarities to the Turks of the seventh to eighth centuries73 and, in our view, with the monarch called also with a Turkish leonine epithet, in Chinese sources, T ’aman Chulo Arslan (605-616). Simi­ larly to the episodes on the murals, he had married a Chinese princess and participated to a Chinese campaign to Corea.74 On the Samar­ kand murals, both the yak and the horse-tail standards are shown, the latter being distinguished through their length. One mural de­ picts eleven tail-standards, possibly those of the On-ok, the ten western Turkish tribes, together with the tuğ and red banner of their ruler, in the centre (pi. V II/a ).75 On the foreground are seen some drums, remarkably ornamented with horned masks. Another mural illustrates the feats of a rider, perhaps the leonine T ’amanChulo himself, hunting tigers, a red flag with attached white yak-tail, fixed on his saddle76 (pi. VH/b). Numerous depictions of the Turkish yak-tail are known, including a petroglyph of the ötüken land, the eastern centre of the Kök-Türk Empire (Khangay mountains of Mongolia) (pi. V I jh ) . 77 One may further mention78 the yak-tail standards held by the armoured riders, on a silver plate attributed 71 Okladnikov (1963). 72 Clauson “ T uğ” (Bayan Çor yazısı) ve Kâşğarî, I, 194-95; III, 127. 73 Al* baum, 27-32. 74 Bkz., Chavannes (1903). 75 Al* baum, reş. 22. 76 АГ baum, reş. 18. 77 E. Novgorodova, Die Alte Kunst der Mongolei (Leipzig, 1980), lev. 176. 78 B. I. Marşak - V. P. Darkeviç, “ O tak nazivaemom Siriskoy blyude iz Permskoy oblasti” , SA (1974/2). Türkiyede neşri: Esin (1980, a), lev. LXIV/d. Kabil Türk-şâhı’leri ve bu sikkeleri (Dowson’dan) hakkında, bkz., Esin (1980, a), 268-74, lev. XC/d.

142

EMEL ESİN

to the north-western areas of Türkistan in the Karluk period (766-840) (pi. VI/d) and on a coin of the Turk-shâhı Dynasty of Kabul (pi. V I/e). The Turkshâhı may have been among those who introduced the Turkish name of the tuğ to southern areas. Orkun has dwelt on the religious aspect of the horse-tail standard, as funerary banner.79 The Uygur paintings, on the other hand, illustrate the yak-taiPs ritual significance, in the aspects of the Buddhas5 white yak-tail fan and the banners of deities. Basaman, (pi. VII/c) the warrior deity with northern symbols (crescented aureole, black colour) as guardian king of the north, displays a black yak-tail. The figure with the yak masque and three yak-tail standards, in which one might see Saturn or Erklig-Yama, was already commented upon (pi. Vl/b). III. The Bovine Tamğa: In the tamğa group the bovine emblem is observed in two vari­ eties, that of the crescent or bow-like curved shape on single pivot which the numismats sometimes, alternatively, see as pictograms of horns.80 In this instance, many varieties occur among Turkish tamğas, a few of which were enumerated in a former work (pi. V lII/a, b, e).81 One may add the coin inscribed Kağan, found in Farğâna (Central Türkistan) (pi. V lII/d ),82 which judging from its two leg-like pivots, might be a deformation of the pictogram seen on Kök-Türk steles (pi. VIII/e). In what concerns the tamğa of the second Kök-Türk dynasty, its authentic form, drawn by the hand of the Kök-Türk prince Yolluğ Tigin,83 appears on the stele of his cousin Kol Tigin (died 732). (pi. V III /e). 84 It shows a horned animal, with a long raised tail, the tuft at the end of which has been particularly emphasized. Evidently this animal is not the short-tailed mountain goat, thought as is believed by some scholars and formerly also accepted by this author. The 79 Orkun, II, 135, I4 °‘ Burkan yelpazesi: bkz., Le Coq (1913), lev. 23. Ba­ saman tuğu (bu yazıda lev. IX ): ibid., lev. 42/b. 80 R. Göbl, Dokumente zur Geschichte der iranischen Hunnen (W., 1967), II, 206-207. 81 Bu yazıda lev. V lII/a, b. e: Esin (1972), lev. IIB/b; IIIA/7-10; IV/4. 82 O. I. Smirnova, Oçerk iz istorii Sogda (M., 1970), 178. 83 Orkun, I, 54. 84 Bkz., Inscriptions de VOrkhon (Helsingfors, 1982).

KOTUZ

143

difference between the two pictograms is however clearly illustrated, when both animals are together, by the length of the tails, on petroglyphs (pi. V /b).85 The Kök-Türk tamğa depicts, in our opinion, the kotuz, the traditional emblem of Eastern Asian great kings, which like all bovines,86 attacked >/hile raising its tail and whose horns çurve somewhat backward (pi. V/b). It has been remarked by Dr. O. Sertkaya that the tamğa could well symbolize the heroic ardour in combat, qualified in Kök-Türk steles with the term oplayu (bull-like). 87 The emphasis at the tail’s end was perhaps meant to distinguish the kotuz. Finally and conclusively this tamga which apparently was used also by the Oğuz dynasty, was incised on the tomb of the son of the Oğuz monarch Baz Kağan, accompanied with the inscription kotuz (yak)88 (pi. V lII/f).*

85 Bkz., not 6o supra. 86 Bkz., Firdevsî, Şahnâme, N. Lugal tercümesi (A., 1967), beyt 5217. 87 Bkz., Orkun, indeks, opla--------- . 88 S. G. Klyaştornıy, “ NaskaPnıe runiçeskie nadpisi Mongolii”, Turkologiçeskiy Sbornik, 1975 (M -> 1978)* i56, reş. i.

144

EMEL ESİN BİBLİYOGRAFYA VE KISALTMALAR

A .: Ankara A A .: Alma-ata. L . I. A L ’B A U M , Jivopis' Afrasiaba (Taşkent, 1975). A p a w : Abhandlungen der Preussischen Akademie der Wissenschaften. W . B a n g - A . v o n G a b a i n - G . R . R a c h m a t i : “ Türkische Turfan Texte V I ” , S E D T F , II. L. B a z i n : i ) “ Notes sur les mots Oğuz et Türk” , Öneriş, V I (19 53). 2) “ Le Nom du yak chez les peuples turcs et mongols” , Festschrift Altheim, II (Berlin, 1970). E. B i o t : Le Tcheou-li (.P ., 1 9 8 1 ) . S. Ç a ğ a t a y : Altun-Yanık'tan iki parça (A., 1945). E. C h a v a n n e s : i ) Documents sur les Turcs Occidentiaux (Petrograd, 1 9 0 3 ) . 2) Les Memoires historiques de Se-Ma-Ts'ien (P., 1 9 6 7 ) . G . C la u so n : An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth Century Turkish (O., 1972). G . D o e r f e r : Türkische m d mongolische Elemente in neu-persischen (W ., 19 6 3 -7 5 ). J . D ow so n : A Classical Dictionary o f Hindu Mythology (London, 19 6 1). W . E b e r h a r d : i ) “ Lokalkulturen in alten China” , T'oung-pao, suppl. to vol. X X X I I (Leiden, 1942, a). 2) Çin'in Şimdi Komşuları (A., 1942, b.) 3) Sternkunde md Weltbild in alten China (Taipei, 1976). E. E sİn : i ) “ K ü n -ay” , VII. Türk Tarih Kongresi Bildirileri (A., 19 72). 2) A History of pre-Islamic and early Islamic Turkish culture (I., 1980). G a r d î z î , ^ûin’ ul-Akhbar, Habibi b. (Teheran, H. 134 7).

M . G r a n e t : Danses et degendes de la Chine Ancienne (P., 1959). J . J . M . d e G r o o t : The Religious System of China (Taiwan, 1 9 6 4 ) . A . G r ü n w e d e l : i ) “ Berichte über archaeologischen Arbeiten in Idikutschahri in 19 0 2 -19 0 3 )” , AbhandL d. Bayerischen Akademie d. Wiss., X X I V / 2 (München, 1905). 2) Altbuddhistische Kultstaetten in chinesisch Turkestan (Berlin, 19 12 ). G. H e n t z e , Bronzegeraet, Kultbauten} Religion im aeltesten China (Antwerpen, 19 5 1). Н Т К : Handbook of Turkish Culture. I .: istanbul. M . K . K a d i r b a e v - A . N . M a r ’ y a s h e v : Naskal' nie izobrazeniya Xrebte Karatau (AA., 1977). Kaşgarî, (Mahmud): Ad-Divân-u Lügat’it-Turk, B. Atalay b., (A., 1941-43). S. P. K i s e l e v : i) Drevnyaya istoriyayujnov Sibiri (M ., 1959). “ Semantika ornamenta Karasukskix stei” , Sbomik Gös. Akad. istorii material' noy kulturi (M ., 19 33). A . von l e C oq,: Chotscho (Berlin, 19 13 ). Lıu M a u - T s a i : Die Chinessischen Nachrichten zur Geschichte der Ost-Türken (W ., 1958). M .: Moskova. M I A : Materiali i issledovaniya po arxeologii SSSR. M o r i ( M a s a o ) : “ Çin kaynaklarında Türk veya Türük adı” , T K E K I I, e. ı/b J . N e m e t h : “ The Runiform Inscriptions From Nagyszentmiklös” , Ada Orient. Acad. Scient. Hungaricae, 21 /1-2 (Budapest, 19 7 1). S. P. O k la d n ik o v : “ Novie dannie po istorii pri ВаукаГуа v turskoe vrem ya” , Turkologiçeskie issledovaniya (M ., 1963).

KOTUZ

45

O.: Oxford. N. O r k u n : Eski Türk Yazıtları (I., 1963-41). P.: Paris. P. P e l l i o t , Notes on Marco Polo (P., 1959). W. R a d l o f f : Versuch eines Worterbuches der Türk-Dialekten (&. Gravenhage, 1960). S A : Sovyetskaya Arxeologiya. SEDTF: Sprachliche Ergebnisse der deutschen Turfan Forschung (Leipzig, 1972). Slovak: Drevneturskiy Slovak (Leningrad, 1969). T K E K : Türk Kültürü E l-kitabi. E. V . V a d e t s k a y a : Drevnie idoli Eniseya (Leningrad, 1967). W .: Wiesbaden. С. A. S. W illia m s : Encyclopaedia of Chinese Symbolism (N. Y ., 1960). H. Y u l e : The Book of Ser Marco Polo (London, 1929). Y u s u f H ass H â c ib : Kutadğu-bilig, R . R . A r a t b. (I., 1947).

Erdem C.

/, îö

TÜRK MUSİKÎSİNDE DÖNEMLER ERCÜM END B E R K E R * GİRİŞ Türk Musikisinin tarih içinde seyrini ve gelişme safhalarım bilimsel ve sistematik bir disiplin içinde inceleyebilmek için dönem­ lere ayırarak ele almak gerekir. Bu yolda ilk tespit zarureti Meydan Larousse Ansiklopedisinin 9. cildinde Türk Musikisi maddesinin kaleme alınması sırasında ortaya çıkmış ve yapılan inceleme sonucunda bu musikiyi başlangıcın­ dan günümüze kadar altı döneme ayırarak incelemek uygun görül­ müştür. 1 Yetkili kişi ve kuruluşlardan da tasvip gören bu tasnife göre dönemler şöyle tesbit edilmiştir. 1. Dönem : Başlangıcından, Meragalı Abdülkaadir’e (1360?1435) kadar uzanan H A Z IR L IK veya OLUŞMA dönemi; 2. Dönem : Merâgalı Abdülkaadir’den (1360-1435) Itrî’ye (1640-1712) kadar uzanan K L Â S İK ÖNCESİ veya P R E K L Â SİK dönem; 3. Dönem : I trt’den (i640-1712) Dede Efendiye kadar uza­ nan K L Â S İK dönem; 4. Dönem : Dede Efendi’den (1778-1846) Hacı Arif Bey’e (1831-1884) kadar uzanan N EO K LÂ SİK dönem; 5. Dönem : Hacı Ârif Bey’den (1831-1884) Hüseyin Sadettin Ârel’e (1880-1955) kadar uzanan RO M AN TİK dönem; 6. Dönem : Hüseyin Sadettin Arel (1880-1955) ile başlayan ve devam eden R EFO R M dönemi; * Ercümend BERKER, Avukat, Türk Musikisi Koro Şefi, Müzikolog, Besteci. 1 Ercümend BERKER, Türk Musikisinde Dönemler, Meydan Larousse, cilt 9, s. 84-85.

148

ERCÜMEND BERKER

TARİHÇE Türk Musikisine ait elimizdeki belgeler X III. yüzyıldan baş­ lamaktadır. Bu bilgi ve belgeler bu musikinin daha önceki dönemdeki durumu ve gelişimi hakkında fikir vermektedir. Elimize ulaşan eserlerden, Türklerin yüzyıllar öncesinden belli kurallara ve bilimsel esaslara göre oluşmuş ve gelişmiş bir musikiye sahip oldukları anlaşılmaktadır. Orta Asya’dan gelen Türk Musikisi, eski İran (Sâsânî) ve eski Arap (Cahiliyye) musiki sistemleri yerine kaim olmuş ve bu oluşum X III. yüzyılda tekemmül etmiştir. Bu arada kültürler arasında karşılıklı etkileşimin tabiî bir sonucu olarak Türk Musikisi de İran ve Arap musikilerinden tesirler almış ancak bu safhadan sonra İslâm âleminin büyük kısmında Türk Musikisi etkin ve geçerli olmuştur. X III. yüzyıldan önceki Türk tarihinin genel tablosu içinde Türk Musikisinin akışını da izlemek mümkündür. Türkler bir Orta Asya kavmidir. Milâd öncesi yüzyıllarda açık denizlere erişmiş olmalarına rağmen X I. yüzyılın son çeyreğine kadar denizci bir kavim olmamışlardır. Proto-Türk ve Türk kavimlerinin tarihine ait izler ve pek az bilgiler milâd’tan bir iki bin yıl öncesine uzanmakla beraber gerçek Türk tarihinin belirli ve düzenli bir şekilde M. ö . III. yüzyılda Teoman (Tuman) ve oğlu Mete (Motun) Yabgu’lar (hakanlar) döneminde başladığı ve Türk hakanlarının adları ve saltanat dönem­ lerinin Çince transkripsiyonlar aracılığı ile kesintisiz tarihe malolduğu bilinmektedir. “ Büyük Türk Hakanlığı” denilen ötüken çevresinde üstlenmiş Orta Asya Türk İmparatorluğu, M. ö . III. yüzyıldan itibaren Asya’nın Kuzey yarısını, Karadeniz’le Japon Denizi ve Sibirya ile Himalaya’lar arasını, uzun zaman parçaları içinde elinde bulundur­ muştur. Bu devletin başına sırasile Hun, Tabgaç, Avar, Göktürk, Uygur, Karahanlı, Selçuklu Hanedanları geçmiş ve bu dönemlerin çoğun­ luğunda en kalabalık ve hakim Türk boyu Oğuz’lar olmuştur.

TÜRK MUSİKİSİNDE DÖNEMLER

49

840’ta Uygur Hanedanı zamanında Türkler, Ötüken çevresini bir başka Türk Kavmi olan Kırgızlar’a terketmek zorunda kaldılar ve Orta Asya’ya çekildiler. Karahanlılar, ağırlık merkezini Doğu Türkistan’dan Batı Tür­ kistan’a kaydırarak yakın Doğu’ya yaklaştılar. Karahanlılar 9244e Gök Tanrı dinini bırakarak resmen İslâmiyeti kabul ettiler. Böylece Türkler Uzak Doğu Medeniyeti çevresinden çıkıp İslâm Medeniyeti çevresine girmiş oldular. Selçuklular 1040’tan itibaren başına geçtikleri büyük Türk Hakanlığını yeniden 840’tan öncesi gibi Cihanşümul bir İmpara­ torluk haline getirdiler. Bu günkü İran’a inerek Yakın Doğu’ya gel­ diler. Bağdat’ı alarak İslâm hilâfetine hakim oldular. Anadolu’yu fethederek Türklere, Türkistan’dan sonra ikinci bir anayurt temin ettiler. Böylece X I. yüzyılın son çeyreğinde Türk Tarihi Batı (Ana­ dolu) ve Doğu (Türkistan) olarak iki büyük şube halinde incelene­ bilir. Ancak daha önceki dönemlerde Çin’de Türk devletleri, Hindistanda Türk devletleri, Doğu ve Orta Avrupa’da Türk devletleri, İslâmî devirde İran’da Türk Devletleri ve Mısır’da Türk devletleri de önemli şubeler olarak tarihte yer almıştır.2 1071 Malazgirt Zaferi ile Anadolu fethedilmiş ve 3 yıl geçmeden Anadolu fatihi Kutalmışoğlu Gazi I. Süleyman Şah Hakanlığında Türkiye (Anadolu Selçuklu) devleti kurulmuştur. Bu safhadan sonra Türk Musikisi zamanımıza kadar gösterdiği oluşma ve gelişme merhalelerine göre yukarıda belirttiğimiz 6 döneme ayrı­ larak incelenebilir. Bu dönemlerin özellikleri ve ayırıcı nitelikleri aşağıda açık­ lanmıştır. DÖNEMLER I. H A Z IR L IK V E Y A OLUŞM A DÖNEMİ Türklerin bir Orta Asya kavmi oldukları göz önünde tutula­ rak Türk Musikisi tarihine ait ilk bilgilerin eski Çin kaynaklarında aranması akla gelir. 2 Yılmaz Ö Z T U N A , Türk Musikisi Tarihi, T.M . Devlet Konservatuarı yayını, 1977, s. 2.

150

ERCÜMEND BERKER

Çin musikisini ilk defa esaslı şekilde inceleyip “ Klâsik Çin Musikisi Tarihi” isimli eserini 1912’de kaleme alan ve 1921 de Lavignak Musiki Ansiklopedisinde yayınlayan Maurice Courant incelemelerine göre Milâttan hiç olmazsa on asır evvel, yani Fisagorcular’dan yüzlerce yıl önce Çin’de incelmiş bir musiki nazariya­ tının gam tecrübeleri yapılmış bulunuyordu. Bu bilgilere dayanan bir başka müzik tarihçisi J . Combarieu Modern müzik bilgilerinin beşiği olarak tanımlanan Yunan Musi­ kisinin, Doğu Müziğinin bir kolu olduğu sonucuna varmıştır.3 Maurice Courant’ın, eski Çin yazmalarından toplayıp tercüme ettiği metinlere dayanarak kaleme aldığı eser, Orta Asya Türklerinin musikiye hizmetlerine ait bilgileri de ihtiva ettiği için Çin Kültür Tarihi açısından olduğu kadar Türk Musikisi tarihi açısından da önem taşımaktadır. Bu eserde, Han ve Hun devirlerinin Türk hanedanları saray­ larında ve hattâ Çin haricinde kalan Kâşgar, Buhâra gibi kültür merkezlerinde, İslâmiyetten önceki musiki kültürünün seviyesini gösteren belgelere de yer verilmiş olması sayesinde, Türk Musikisi tarihini milâttan önceki asırlardan başlatmanın ve Yüksek Orta Asya kültürünün oluşmasında Türklerin oynadığı rolü teşhis etmenin ve yine bu etnografik malzeme sayesinde İslâmiyetten önce Türk ve Çin saraylarındaki Türk Musikisi toplulukları, Türk askeri müzikası ve birçok eski Türk sazları hakkında fikir edinmenin mümkün olduğu ileri sürülmüştür. 4 Ancak zamanımızda hayatiyetini sürdüren geleneksel Türk Mûsikisinin X. yüzyılda Horasan-Türkistan Türklerinin İslâmiyeti kabullerinden sonra Batı Türkleri elinde oluşup geliştiği, geçtiği ve konduğu çevreler musikilerinden pek tabiî olarak etki alışveri­ şinde bulunduğu, İran, yukarı Hindistan ve bazı Arap şehirlerinde başlamış olan kültür alışverişinde önemli rol oynadığı, ancak bu musikinin çevre musikileri, özellikle İran ve Arap musikileri üzerinde aldığı etkilerden daha kapsamlı etkiler bıraktığı anlaşılmaktadır.5 3 Mahmut Ragıp K Ö SEM ÎH A L, Türk Musikisi Tarihi (Türk Tarihinin ana hatları, eserinin müsveddeleri) N. 26, s. 6. 4 Mahmut Ragıp K Ö SEM ÎH A L, A.g.e., s. 6-7-8-9. 5 Mahmut Ragıp K Ö SEM ÎH A L, A.g.e., s. 25.

TÜRK MUSİKÎSİNDE DÖNEMLER

151

Böylece oluşan Türk Musikisine ait elimize ulaşan belgeler X III. yüzyıldan başlamaktadır. Bu yüzyılda dünya Cengiz ve Moğol fenomeni ile büyük bir sarsıntı geçirmiş, bu yüzden Türk âlemi de dengesini kaybetmiştir. Geçici Moğol üstünlüğü başlamış, Cengiz ve halefleri, Asya’nın en büyük kısmı ile Doğu Avrupa’yı ellerine geçirmişlerdir. X III. yüzyılın ikinci yarısında Batı Türkleri yani TürkiyeAnadolu Selçuklu İmparatorluğu da Doğu Türkleri, yani Türkistan, Harzem-Şah’lar gibi Moğol sultasına düşmüşler, bu yüzyılın ilk yarısında Büyük Alâeddin Keykubat yönetimindeki güçlü ve mü­ reffeh Türkiye önemli maddî kayba uğramış, buna karşılık bu yüz­ yılda İslâm Türk edebiyatı gelişmeye başlamıştır. X III. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’da büyük YUNUS ile Mevlevî tarikatının temellerini atan Mevlânâ Celâleddin Rûmî (i2 0 7-1273) Türk Kültür hayatına, etkinlikleri zamanımıza kadar ulaşan hamle kazandırmışlar, yine Bektaşî tarikatı kurucusu Hacı Bektaş Veli (i 209-1271) Türk halk kültürüne büyük katkıda bu­ lunmuş, böylece Horasan’dan, doğudan gelen iki büyük Türk mu­ tasavvıfı Türkiye’nin manevî kalkınmasında önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Mevlevîliğin musikiye büyük önem vermesi ve Mevlânâ’nm oğlu Sultan Veled’in (i2 2 6 -13 1 2) muktedir bir bestekâr olması, bu dönemde Türk Musikisinin verimini ve etkinliğini arttıran faktörler olmuştur. Yine X III. yüzyılda Azerî Türklerinden büyük müzikolog ve san’atcı Urmiyeli Safiyüddîn’in, Türk müzikolojisinde ilk kaynak olarak kabul edilen ünlü Şerefiye6 isimli eserinde Türk Musikisi sistemini ve esaslarını tedvin etmesi büyük önem taşımaktadır. Sir C. Hubert Parry, Safiyüddîn’in fizik ve matematik esaslariyle açıkladığı Türk dizisini “ tahayyülü bile muhal derecede mükemmel ses dizisi” olarak değerlendirmiştir.7 Daha önce Safiyüddîn’in Şerefiyyesi’ni ve Kitâbü’l-Edvâr’ım inceleyen, tercüme eden Helmholtz, Kiesewetter, Baron Carra de 6 Risâletü1ş-Şerefiyye ffn -N isâ bi't- T e'lîf iyye. 7 Sir C. Hubert Parry, The Art of Music, I/29. Yılmaz Ö Z T U N A , Türk Mukişi Tarihi, Türk Mus. Dev. Kons. Yayınları, İst. 1977, s. 5.

152

ERCÜMEND BERKER

Vaux, Baron d’Erlanger, Rauf Yektâ, H. Sadettin Arel ve Dr. Sup­ hi Ezgi gibi müzikologların hükümleri de aynıdır.8 Safiyüddîn ile Fârâbî’nin kitaplarında görülen Yunan Musiki sistemini nakletmek gibi ölü nazariyeler son bulmuştur.9 Kutbüddîn Şîrâzî (12 36 -1311) Dürretü’t-Tac isimli eserinde Safiyyüddin’i takip etmiştir. Türk Musikisinde notaları elimize ulaşan en eski eserler olan Sâfiyyüddîn’in Remel usulündeki Nevruz bestesiyle Sultan Veled’in “ Acem Devri” denilen Devr-i Kebir usulündeki Acem Peşrevi ve Sengin-Semâî usulündeki 3 hanelik Irak Saz Semâîsi X III. yüzyılın ikinci yarısından gelmektedir.10 II. K L Â S İK ÖNCESİ veya P R E K L Â S İK DÖNEM X IV . yüzyılın sonlarından X V III, yüzyıl başlarına kadar uzanan bu dönem içinde Türk Musikisinin gelişimini etkileyen olaylar şöyle özetlenebilir. a) Ortaçağın son 50 yılında, Türk dünyasında Türkistan ve Türkiye hâkanları büyük Timur ile Yıldırım Bâyezid’i (1389-1402) karşı karşıya getiren olaylar Anadolu Birliğini, Bizansm alınmasını, yeniçağa ve Osmanh gelişmesini yarım yüzyılı aşkın bir süre ge­ ciktirmiştir. b) Sırasıyle I. Bâyezid (1389-1402), I. Süleyman (14 02-1411), Sultan Mûsâ (14 11-14 13 ), I. Mehmet (14 13-14 21) den sonra tahta geçen II. Murad (14 21-14 51) Osmanoğullarmdan çıkan ilk bilgin ve sanatkâr hâkan olarak büyük bir kültürel ve entelektüel faaliyet göstermiş, ilim edebiyat ve san’at çalışmalarını büyük ölçüde des­ teklemiştir. Türk Musikisi alanında kapital eserler olan Hıdır ibn Abdul­ lah’ın Edvar; Mercimek Ahmed’in Kaabûs-nâme, Bedr-i Dilşad’m Murad-nâme, Abdülkaadir’in Kenzü’l-elhan isimli eserleri, II. Mu­ rad’ın emir ve desteği ile yazılmış eserlerdir. 8-9 Yılmaz Ö ZT U N A , a.g.e., s. 5. 10 X. ve XI. yüzyılın ünlü müzik bilginleri Fârâbî ile Îbn-î Sinâ (Avicenne) gibi Safiyüddîn de Türk asıllı olduğu halde, eserlerini zamanının kültür dili olan Arapça ile kaleme aldığı için Batı kaynaklarında Arap teoricisi olarak gösterilmiştir.

TÜRK MUSİKİSİNDE DÖNEMLER

153

Yine bu devirde Şükrullâh’m Terceme-i Kitâbü’l-Edvârı da bu hakanın emriyle açık Türkçeye tercüme edilmiştir.11 II. Murat ayrıca yüzlerce makam yaptırıp her türlü terkibin denenmesini sağlamıştır. Böylesine bir faaliyete ve makam furyasına başka bir devirde tesadüf edilmemektedir. e) Yalnız devrinin değil bütün Klâsik dönemlerin büyük ismi Ibnü Gayb! diye anılan Hoca Hâfız Abdülkaadir Merâgî 1360’a doğru Merâgada doğmuş, 75 yaşlarında 1435 Mart’ında Herat’ta ölmüştür. Çok genç yaşında musiki alanında hânende, sâzende, bestekâr ve müzikolog olarak parlayan Abdülkaadir, Bağdat’ta hâkan Hüseyin Han Celâyir’in (1374-1382) nedimi oldu. Hüseyin Han’ın yerine tahta geçen bestekâr, ressam ve üç dilde şair оіац kardeşi Ahmet Han Celâyir (i 362-141 o) devrinde ünü artarak onun sarayında da bulundu. Zamanın büyük bestekârlarından Rızâüddin RıdvanŞân’ın idaresinde sarayda düzenlenen bir musiki yarışmasına girerek 100.000 dinâr (altın) tutarındaki büyük ödülü aldı. Sarayın başhanendesi oldu. Ünü bestekâr ve musikî bilgini olarak bütün yakın doğu’ya yayıldı. I 393 ’te Bağdat’ı zapteden Timur, diğer san’atçılarla birlikte onu da Semerkand’e götürdü. Timur’un sarayında da başhanende ve Nedim olarak kalan Abdülkadir Türkistan’da Doğu Türklerinin musikilerini de inceleyerek yararlanmak fırsatını buldu. Abdülkadir 1399’da, doğduğu ülkenin Tebriz şehrinde, Timur’un 3. oğlu Mirânşah Mirzâ’nm sarayında bulunduğu sırada kaçarak Bağdat’a geldi ve şehri geri almış olan Ahmed Celâyir’in sarayına yerleşti. Ancak 1401’de Timur’un Bağdat’ı ikinci kez alması üzerine Timur’un eline düşerek idama mahkûm edildi ise de Kumandan bir sure’yi fevkalâde bir ses ve üstün bir icra gücü ile okuması üzerine af edildi. Tekrar Semerkand sarayına döndü. Timur’un ölümü üze­ rine yerine geçen torunu Sultan Halil Mirza (i 405-141 o) ve onun halefi olan amcası Sultan Şahrûh’tan (i409-1447) aynı iltifatı gördü. Şâhruh taht şehrini Herat’a nakletmesi üzerine Abdülkadir de, zama­ nının en büyük kültür merkezi kabul edilen Herat’a yerleşti. 14 21’de 11 Bu eser, Safiyüddin’in ünlü eserinin Arapça’dan tercümesi olmakla beraber Şükrüllah buna kendi devrindeki Türk Musikisine ait önemli bilgiler ilâve etmiştir.

154

ERCÜMEND BERKER

izin alarak Bursa’ya geldi. Henüz tahta çıkmış olan hakandan büyük iltifat görmesine rağmen Osmanlı ülkesindeki karışıklık sebebiyle 1423’te Herat’a döndü ve 1435’de, hiç bir müzisyene nasib olmayan bir şan şeref, refah ve servet içinde bu şehirde öldü. Bestekâr, hanende sazende ve musiki bilgini olarak ölümsüz bir isim bırakan Abdülkaadir’in en ilgi çekici eserlerinden biri yüz­ lerce Türk Musikisi eserinin ebced notası ile kaleme alınmış notalarını ihtiva eden (Kenzü’l-Elhan) Nağmeler Hazinesi isimli nota mec­ muasıdır. Halen kayıp olan ve hiç bir nüshasına tesadüf edil­ meyen bu eser bulunduğu takdirde ortaçağın son yıllarındaki Türk Musikisi üzerinde bilgiler genişleyecek ve canlı örneklere kavuşulmuş olacaktır. Abdülkaadir’in diğer önemli eseri, diğerleri gibi Farsça kaleme alınmış olan Câmiu’l-Elhan’dır (Nağmeler külliyatı). Abdülkaadir’in el yazısı ile yazılmış iki nüshası İstanbul’da Nuruosmaniye Kütüp­ hanesinde (No: 3.644) ve Oxford Üniversitesindedir. (Bodleian, March, No. 232). İstanbul nüshası 14 15 ’de Sultan Şahruh için ya­ zılmış olup bir kopyası H. S. Arel Kütüphanesindedir. Makaasıdu’l-Elhân (Nağmelerin Maksatları) isimli eseri ise yukarıda değinildiği gibi II. Murad adına yazılmıştır. Müellifin el yazısiyle yazılmış olan 8 nüshadan biri Rauf Yektâ Bey Kütüpha­ nesinde (halen torunu Yavuz Yekta’da ve emaneten İsmail Baha Sürelsan’da), diğerleri Hollanda’da Leiden Üniversitesinde (Or. 270-71) ve (Oxford’da Bodleian, Ousalay, 385)dir. Abdülkaadir’in diğer bir eseri (Şerhü’l-edvâr), Safiyüddîn’in klâsik eserinin Şerhi niteliğindedir. (Nuruosmaniye Kütüphanesi, 3.651). Abdülkaadir’in Türkçe kaleme aldığı Kitâbü’l-Edvâr ise Leiden’dedir. (Or. 1175). Bu eserlerinde Abdülkaadir Türk Musikisi üzerinde çok değerli bilgiler vermiştir. Devrinde musiki cephesi yanında şâir, ressam ve hattat olarak da tanınmış olan Abdülkaadir’in üç doğu dilini çok iyi bildiği ve birtakım musiki aletlerini icat ve ıslah ettiği anlaşılmaktadır. Abdülkaadir’in küçük oğlu Abdülaziz Çelebi, II. Murad’ın oğlu Fatih Sultan Mehmet’e (1451-1481) bir musiki nazariyatı kitabı yazarak ithaf etmiş, Abdülaziz Çelebi’nin oğlu Mahmut Çelebi de Fatihin oğlu aynı zamanda bestekâr olan II. Bâyezid (14 81-1512)

TÜRK MUSİKİSİNDE DÖNEMLER

155

adına bir başka musiki kitabı yazmış, böylece aile müzikoloji gelene­ ğini sürdürmüştür. Sonradan yetişen bütün Osmanlı bestekarlarının meşk şeceresi Abdülkaadir’e dayanmakta ' re bu yüzden kendisine (büyük hoca) (ilk hoca) denilmektedir. Bir kısmı (nevbet-i mürettebe v.s.) gibi uzun olmak üzere yüz­ lerce eser besteleyen Abdülkaadir’den elimize ulaşabilenler, daha doğrusu ona ait olduğu tahmin edilenler 30 parçadan ibarettir. Abdülkaadir’in bütün eserleri, daha önceki dönemlerin Türk Musikisi seviyesi zenginlikleri, makamları, usulleri, formları ve çal­ gıları hakkında fikir vermesi bakımından büyük önem taşımaktadır. d) XV . yüzyılın ikinci yarısında, 14534e istanbul’un fethiyle başlayan yeniçağın musiki açısından önemli olayı Osmanlı taht şehrinin istanbul’a nakli ve bu şehrin aynı zamanda bir san’at merkezi haline gelmesidir. Fatih Sultan Mehmet (14 51-14 8 1), oğlu bestekâr II. Beyazid (14 8 1-1512), onun oğlu bestekâr Sultan Korkut Han ilmi, san’atı ve musikiyi büyük ölçüde himaye ettiklerinden Türk Musikisi hem san’at hem müzikoloji açısından gelişimini sürdürmüştür. Fatih’e, II. Bayezid’e ve Korkut Han’a birçok müzikoloji eseri sunulmuştur. Bu edvar’ların bir kısmı Arapça, bir kısmı Türkçe, az bir kısmı da Farsça kaleme alınmıştır. Müzikolojide Safiyüddin’in yolu takip edilmiştir. Fatih’e sunulmuş olan ve Fatih Anonimi denilen ünlü Arapça Edvâr ile II. Bayezid devrinde Türkçe kaleme alınmış Seydî’nin Matlâ’ı değerli müzikoloji eserleridir. Ancak devrin en büyük müzikologu Lâdik’li Mehmet Çelebi’dir. Fatih için Arapça kaleme aldığı Fethiyye, 1483’te II. Bayezid için yine Arapça kaleme aldığı daha sonra Türkçe’ye tercüme ettiği Zeynü’l-Elhan isimli eserleri Türk Müzikolojisinin yüksek seviyeli eserlerindendir. e) X V I. yüzyıl Türk dünyasının en büyük gücüne eriştiği yüzyıldır. Yavuz Selim (1512-1520), Kanunî II. Süleyman (15201566), II. Selim (1566-1574), III. Murad (1574-1595)? HI. Mehmed (J 595“ ^03) dönemlerindeki Osmanlı Cihan Devleti, iran’da Sa­ fevîlerin, Hindistan’da Timuroğullarınm, Türkistan’da Cengizoğul-

156

ERCÜMEND BERKER

larının, Cud ulusundan Şeybânîlerin imparatorlukları güçleri, servet­ leri ve köklü kültür hareketleriyle Türk âlemini bütünlemişlerdir. Hindistan Timuroğullarınm kurucusu Bâbur Şâh siyasî ve askerî dehasına ilâveten bestekâr, edip ve büyük şairdir. Bâbur-Nâme denilen hatıraları Türk nesrinin zirvesidir. İran’da Safevî hanedanın kurucusu Şâh İsmail “ Hatâî” mah­ lası ile yazdığı şiirlerle Türk dilinin büyük şairleri arasına girmiştir. Lirik Türk şiirinin zirvesi sayılan Füzûlî (i48o?-i566?), minyatür ressamlarının zirvesi Bihzâd (?-i537), Osmanlı lehçesinde Türk şiirini zirveye çıkaran Bâki (i5 26 -1600), mimari dehası ile bütün ülkeye ölümsüz eserler kazandıran Mimar Sinan (1489-1588), bu dönemi süsleyen büyük değerlerdir. Diğer san’at ve kültür alanlarındaki büyük gelişmelere karşılık bu asırda Türk müzikolojisinde aşama olmamıştır. Asrın sonlarında yetişen iki büyük bestekâr; sözlü eserlerde Şeyh Abdülali (?-i59o), saz eserlerinde Kırım Hanı II. Gazi Giray (15541607), bu dönemin ünlü isimleridir. Ayrıca 1560’a doğru ölen ve elimize ıı parça saz eseri ulaşan Nefîri Behram Ağa, Yavuz’un ünlü Nedîmi ve Şeyhülislâm Hoca Sadeddin Efendinin babası olan ve elimize 3 Hüseynî/Düyek peşrevi ulaşan Hasan Can Çelebi (14901567) zikredilebilir. “ Beste-i kadîm” denilen, Dügâh, Hüseynî ve Pençgâh makam­ larında üç adet anonim Mevlevî ayini bu asırdan elimize ulaşan en eski ayinlerdir. f) X V II. yüzyıl Türk Musikisinin büyük gelişme dönemidir. Bestekârlık ve icra alanında büyük aşama olmasına karşılık müzikolojide X V . yüzyıl seviyesine erişilmemiş ise de değerli edvârların yazımına devam olunmuştur. Bunların en ünlülerinden biri asrın ortalarında yüzlerce saz ve söz eserini eski batı notası ile tesbit eden Santûrî Ali Ufkî Bey mecmuası, diğeri asrın sonlarında genç bestekâr Buğdan prensi Demetrius Kantemiroğlu’nun edvârıdır. Böylece X V III, yüzyıldan zamanımıza ulaşan eserlerin sayısı geçen asırlara kıyasla çoğalmıştır. g) Klâsik öncesi (Preklâsik) dönemin X V II. yüzyıldaki belli başlı bestecileri olarak, bu dönemi sona erdirip müteakip klâsik dönemi başlatan büyük IT R Î (Buhûrîzade Mustafa Itrî Efendi), (1640?-! 712), dînî musikinin zirvelerinden Hatip Zâkiri Hasan Efendi

TÜRK MUSİKİSİNDE DÖNEMLER

157

(1545-1623), hanende ve bestekâr Recep Çelebi (P-ıyoı), Sultan II. Mustafa (1664-1703?), Solakzâde (? - i 658), Dînî musikisinin zirvelerinden Gülşenî Şeyhi Ali Şîr-u Ganî Efendi (1635-1714), Kü­ çük İmam olarak anılan Mehmed Efendi (?—1674), V I. Murad’ın musâhibi virtüoz-bestekâr Şeştârrî Murad Ağa (1610-1673), ünlü Bayatî Âyin-i Şerif’in bestecisi Köçek Mustafa Dede (Pı 684), güçlü saz eserleri bestecisi Eyyûbî Mehmet Çelebi (?-ı65o), Mehter bes­ tecilerinin ünlülerinden Zurnazenbaşı İbrahim Ağa Ç?—1715), Meh­ med Nûh Efendi (?—1774?) gösterilebilir. III. K L Â S İK DÖNEM: X V III, yüzyıl başlarında büyük Itrî (i640-1712) ile başlayıp Dede Efendi (Hammâmîzade İsmail Dede) (i 7 7 8 -1846)’ya kadar uzanan klâsik dönemde Türk dünyasındaki durgunluğun yüztutmasına, batının kesin üstünlüğü başlatmasına, medrese eğitiminin çok gerilemesine, kültür hayatının geçen asırlardaki parlaklığını kaybetmesine, klâsik şiirin Nedim ile hamle yapmasına ve Şeyh Galip’le son pırıltılarını göstermesine rağmen Türk Musikisi Itrî’den aldığı hamle ile, özellikle beste alanında büyük tırmanışa geçmiştir. a) Lâle devri: III. Ahmet’in (i673-1736) saltanatının ikinci devresinde, Damat Nevşehirli İbrahim Paşa’nın (i 660-1730) 9 .5 .17 18 -2 . ıo. 1730 arası 12 yıl, 4 ay, 23 gün süren sadaret döne­ minde Lâle devrinin açılması ve sanatçıların korunması bu tırmanışa etken olmuştur. b) San’at musikisiyle halk musikisinin ayrılması: X V II. yüzyılda olduğu gibi X V III, yüzyılın ilk yarısında Türk halk ve san’at mu­ sikileri birbirine yakın olmasına mukabil ikinci yarısında bilhassa son çeyreğinde III. Selim ekolündeki Türk Musikisinin tamamen klâsik geleneği takip etmesiyle bu iki tür arasındaki ayırım belirgin­ leşmeye başlamıştır. Halk musikisi klâsik musikiden çok unsurlar almış ve klâsik besteciler ayarında eser veren halk musikisi bestecileri ortaya çık­ mıştır. e) III. Selim Ekolu: III. Selim’in 18 yıllık (1789-1807) saltanat sınırlarını aşan dönem içinde Türk Musikisi yeni makamlar ve bir bestekârlık furyası içinde yeni ufuklar aramıştır.

158

ERCÜMEND BERKER

III. Selim Humparsum’a ve Şeyh Abdülbâkî Nâsır Dede’ye iki ayrı sistemde nota icad ettirmiş ve bu kişiler, padişahınkilerle birlikte bir çok eseri sistemlerinde notaya alarak bu eserlerin zama­ nımıza ulaşmasını sağlamışlardır. III. Selim’in, “ Nizâm-ı cedid — yeni düzen55 adını verdiği Türk İmparatorluğunu her alanda yenileştirmek hamlesi içinde, çok iyi bildiği Türk Musikisi di nasibini almıştır. ı82Ö5da “ Vak5a-i Hayriyye55 denilen büyük ıslahat hareketi ile klâsik değerler zayıflamaya başlamış, Şâkir Ağa, Dede Efendi, Emin Ağa gibi besteciler henüz tanidiklari batı musiki tesirinde eserler vermeye başlamışlardır. d) Klâsik dönemin seçkin bestecileri olarak büyük Itrî Çı 6401712), Şeyh Ali Şîr-u Ganî Ç1635-1714), Kantemiroğlu (1673-1721), Şâkir Ağa (1779-1840), Emin Ağa (i750?-ı8i4), Dellâlzâde Çı797— 1869), Hacı Sadullah Ağa (?-ı8oı?), Mehmed Ağa (?-ı8oo), elimize ulaşan Türk Musikisi eserlerinin en büyük ve uzunu Segâh Mîrâciye5nin bestekârı ney virtüözü ve musiki bilgini Kutb-ı Nâyi Şeyh Osman Dede (i652-1730), büyük şarkı bestekârı Tanbûrî Aşık Mustafa Çavuş (?—1745 ?), elimizdeki mecmuası ve henüz nüshasına tesadüf edilmemiş olan Edvâr5ı ile müzikolojiye de eğilmiş olan Eyyûbî Ebû-Bekir Ağa Çı685? 1759), Tab5î Mustafa Efendi (i 705-1765?), en tutulmuşları Evcârâ ve Şevkefzâ olarak 14 makam terkîb eden, dînî ve din dışı saz ve söz eseri olarak muktedir ve verimli bir bestekâr olan Sultan III. Selim (1761-1808), günümüze ulaşan 9 saz eserleriyle iyi bir bestekâr olduğu anlaşılan Sultan I. Mahmud Çı 696—1754), ken­ dine mahsus tanbur tavrı Dr. Suphi Ezgi aracılığı ile zamanımıza kadar ulaşan ünlü tanbûrî İshak Çı 745?-1814), Lâle devrinin ünlü bestecisi Kara İsmail Ağa (1674—1724), Rum asıllı büyük besteci Zaharya Ç?-i740?), dinî musiki bestecisi Tîz-nâm Hafız Yusuf Efendi veya Çelebi Çi Ö7o? - i 728?), III. Selim ekolünün seçkin bestekârı, III. Selim'in musahibi Vardakosta Ahmet Ağa Çı728-1794), aynı ekole mensup Abdülhalim Ağa Çi720?-ı802), ünlü tasavvuf musikisi bestecisi Şeyh Çolâk-zâde Mustafa Efendi Ç?~1770?), aynı zamanda büyük bir şair olan Nazîm ÇYahya-Çelebi) (1650?-! 727), Lâle devrinin bir diğer ünlüsü Enfî Hasan Ağa (1670?-!729), Türkiye tarihinin en ünlü ilmiye ailelerinden birine mensup olan, babası, ağabeyi, kayınpederi, oğlu, torunu hep Şeyhülislâm olan ve “ At-

TÜRK MUSİKİSİNDE DÖNEMLER

159

rabü’l-âsâr” isimli ilk bestekârlar tezkiresini kaleme alan Şeyhülislâm Es’ad Efendi (1685-1753), “ Hafız Şeyda5’ adiyle anılan Neyzen Hacı Hafız Abdürrahim Dede (1732-1800), III. Selim’in sevdiği bir bestekâr olan Kemânî Âmâ Cord (? - i 8o5?), ünlü kadın bestekârı Dilhayat Kalfa ( i750 ?-ı780?), X V III, yüzyılın sonlarında Yenikapı Mevlevîhanesini bir Konservatuar ve Akademi haline getiren Şeyh Ali Nutkî Dede (1762-1804), onun yerine geçen kardeşi tanınmış bilgin, müellif, mütercim ve müzikolog olup III. Selim’in emriyle ebced notasını en mükemmel hale getirerek bu nota ile “ Tahririyye” adlı nota mecmuasını kaleme alan, yine genç yaşında aynı hüküm­ darın emriyle “ Tedkıyk-u Tahkıyk” isimli Edvâr’ını telif eder. Ayrıca 7 makam terkib eden Abdülbâkî Nâsır Dede (1765-1821) ve nihayet Klâsik Dönemi sona erdirip Neo-Klâsik dönemi başlatan büyük bestekâr Dede Efendi (Hammamîzâde ismail Dede) (1778-1846) gösterilebilir. IV. N EO K LÂ SİK DÖNEM Dede Efendi’den (1778-1846) Hacı Arif Bey’e (1841-1884) kadar uzanan ve yaklaşık yarım asır süren bu dönemde, III. Selim ekolünün zorladığı klâsik kuralların sarsılmaya başladığı görülmek­ tedir. Ünlü bestecilerde, klâsik kurallara sıkı sıkıya bağlı ve büyük formda eserler verme geleneği gitgide zayıflamakta, yine klâsik kural­ lardan tam ayrılmamakla beraber halka dönük daha küçük formda eserlere yönelme görülmektedir. Bu dönemi başlatan dev besteci Dede Efendi (Hammâmizâde İsmail Dede) (1778-1846), Âyîn-i Şerîf’den, K âr’dan Köçekçeye kadar uzanan geniş bir yelpaze içinde her türden eser vermiş, 500’den fazla bestesinden 276’sı zamanımıza ulaşmıştır. Dede Efendi, büyük Itrî’den sonra klâsik dönemlerin en büyük bestecisi kabul edilmektedir. Neo-klâsik dönemin diğer seçkin bestecileri; Dede Efendi’nin güzide öğrencisi Dellâlzâde İsmail Efendi (1797-1869), yine Dede Efendinin bir başka öğrencisi Zekâi Dede Efendi (1825-1897), Tanbûrî Ali Efendi (1836-1902), musikiyi III. Selim’den öğrenen ve zamanımıza 23 şarkısı, bir marş’ı, bir dîvân’ı ve bir tavşanca’sı ula­

ERCÜMEND BERKER

şan II. Mahmûd (1785-1839), Musâhib-i Şehryârî12 (Tanbûrî Hacı Numan Ağa ( і 75 /4 Р /"/o-/ и 07 0 s A ^ А I 011

Ш KopJkı ■no'tız. ük к i?*-?1 И И 'г т / / 7oA'Z

(O

'h p v /V * к

i

v- Ş ts Öj 5 5

, ______ ъ & З '

4ı —

7ft* ПоЦХ.

-Jr *Г 7 о ? л о ч Ш ^ Г

01

ö-.

сжѵѵлетро .

4j

^

. л Л Ѵ ^ . / ')

CL

'N)

e Ûi V Л ‘ К '^ Л о А !* I к ''l

f < Ul ° ilg lii? / w5 °v f 1 ^ 1 v'îü? 5r

^#V

|^ t-T H * 5Otaj?, 5 ’ O-

&

.M

<

^ 'w

||j

TOAjoZ

e

Oo4r£

-&

Л

л '

^

'İ)AV! ЛАрМ

/^гГѵилГГАОИ7” Г 6©T I bA $ a ?)0^ BOO A ^ OpOZ

GЛ ^

Е^ОЛ

0

KWİP

« ■ © .

о poe ^o>o Г5 * ° f > 9ez Ae bı*.

e

o p o t M OPAI c>И

ftop/yovı /^ '^ Ч г Mo/0Alo и Л

LUM

F ig i - A tre a su re m a p w hich is su p p o sed to h av e found its w ay from G reece to T u rk e y .

Fig 2 - A treasure map in old Turkish script.

Fig з - Some of the so-called 366 treasure signs.

'o

Fig 4-A peasant carried this piece of paper in his pocket for 20 years believing that by means of the signs on it he would strike treasure-



5 ■ A treasure map claimed to belong to a treasure buried in 1658.

Fig 6 - A treasure map claimed

to have been copied from its original in the Museum

of Antiquities in Vienna.

JB, »-r/

про a

Fig 7 - Map showing the headquarters of Manol the Lame, a famous bandit who buried his treasures in various parts of Turkey.



с

Dr. E M E L E S ÎN ’ İN Makalesinin Resimleri (metin, sayfa 125-146)

I /с

II I/ b

IV/ b

V/a

VI / b

?•*»

V I/d

V I /с

V I /e

Vl l /b

/iф *

*yb

t s »o -f »'js* ? - 'o

i * '/ S İ I n s & U f> ti» n : f V

*

ч>Дн

I

1

'i

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF