Elif Cagli Buyuyen Isci Sinifi
September 27, 2017 | Author: sosyalizmkutuphanesi | Category: N/A
Short Description
Download Elif Cagli Buyuyen Isci Sinifi...
Description
Elif Çağlı Büyüyen İşçi Sınıfı “Elveda Proletarya” Diyenlere Yanıt --------------------------------------------------------------------------------
Önsöz Yaklaşık 150 yıl önce Marx ve Engels tarafından kaleme alınan Komünist Manifesto, “Avrupa’nın üzerinde bir heyulâ dolaşıyor: Komünizm” diye başliyordu. Işçi sinifinin kapitalist sömürü düzenini ortadan kaldiracak tarihsel eylemi demek olan bu komünizm heyulasi, Manifesto’nun yazılışından sonra geçen uzun yıllar içinde yalnızca Avrupa’da değil, neredeyse tüm kıtalarda varlığını hissettirdi. İşçi sınıfının eylem grafiğinde, 1917 Ekim Devrimi yükselişin tepe noktasını temsil etmekteydi. Gerçekten proletaryanın katıldığı ve doğrudan onun inisiyatifinde gelişip, onun iktidarıyla taçlanan bir işçi devrimiydi 1917 Ekimi.
Ne var ki, bu büyük işçi devrimi ve onun ürünü olarak tarih sahnesine çıkan işçi devleti (işçi sovyetleri iktidarı), çok kısa bir zaman sonra, içten yürüyen bürokratik bir karşı-devrimle tasfiye edildi. Nice proleter devrimci önder ve militan bu karşı-devrim sürecinde yok edildi. Ulusal ölçekte “sosyalist” bir toplum kurmak adına, despotik-bürokratik bir devlet düzeni egemen kılındı. Stalinizm (resmî komünizm), ideolojik düzeyde ve pratik politikada uzun bir zaman dilimine damgasını vurdu. Sosyalist mücadele tarihinin bu karanlık döneminin en başta gelen aktörü Stalin’in adıyla özdeşleşmiş bulunan bürokratik egemenlik, dünya işçi hareketine ve komünist mücadeleye büyük zararlar verdi. Dünya burjuvazisi, Batı’daki işçi hareketini engellemek ve zayiflatabilmek için, Sovyetler Birligi’nde Stalinizmin sosyalizm karşiti tüm uygulamalarini, kendi çikarlari dogrultusunda propaganda malzemesi yapti. Marksizmin üzerine bir karabasan gibi çöken Stalinizm, böylece hem ideolojik bakimdan burjuvazinin elini güçlendirdi hem de sundugu olumsuz örnekle, dünyadaki sosyalizm mücadelesinin önünde fiilî engel oluşturdu. Stalinizmin yarattigi tahribatin yani sira, aslinda işi Marksizm düşmanligina kadar vardiran sözde Marksist entelektüellerin oluşturdugu ideolojik atmosfer de, komünist mücadeleyi gözden düşürme çabasinda dünya burjuvazisine zengin bir malzeme sunmaktaydi. Derken, despotik-bürokratik diktatörlüklerin birer birer çöktügü ve eski resmî komünist partilerin tarihe kariştigi bir siyasi kaos ortami çikageldi. Stalinizmin uzun yillar boyunca Marksizmde yaratmiş oldugu tahribati ikinci plana itercesine, Marksist düşünceye yönelik çok daha açik bir saldiri dönemi başlatildi. Bu dönemde, burjuva kampin ideolojik saldiri kampanyasi daha önce görülmemiş boyutlara ulaşti. “Marksizmin öldüğü” nakaratını her fırsatta yineleyen burjuva ideologlarının sosyalizme karşı başlattıkları bu haçlı seferi döneminde, nihayet bir sınıf olarak “proletaryanın da öldüğü”nün ilânı moda oldu. Böylece, bir zamanlar burjuvalara şu ya da bu ölçüde korkulu günler ve dönemler yaşatmış olan işçi sınıfından topyekûn kurtuluşun yolu açılıyordu sanki!.. Ama yürütülen propagandanın tüm şiddetine, yaygınlığına ve etkisine rağmen, burjuvazinin bu hevesi gerçekte bir seraptan ibaretti. Çünkü, sosyalist denilen rejimlerin çöküşünü takip eden yıllarla birlikte, yavaş biçimde de olsa yine belini doğrultmaya başlayan işçi hareketi, dünya burjuvazisinin tarihsel huzursuzluk kaynağının kurumadığını ve kurumayacağını gözler önüne seriyordu. Buna rağmen, “artık ideolojilerin devri geçti” diyerek, gerçekte burjuva ideolojisinin egemenliğini pekiştirmeye soyunan Fukuyama benzeri uyanık ideologlar, kapitalizmin sonunda ölümsüzlük iksirini bulduğu masallarıyla kafa ütülediler. Tarihin Sonu makalesiyle ünlenen Francis Fukuyama, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki çöküşü ve Çin’deki liberalleşmeyi, artik tarihin bitmekte oldugu şeklinde yorumladi. Ona göre, komünizmin bunalimiyla birlikte liberalizmin önündeki tüm engeller kalkmişti ve böylece artik ideolojilerin yerini kapitalizmin ekonomik gelişme çabasi alacakti. Kendi bunalimlarina çözüm bulamadigi ve hiçbir zaman da bulamayacagi için, Stalinist rejimlerin çöküşünü tarihsel bir firsat olarak degerlendirmeye çalişan dünya kapitalist sisteminin boş propaganda balonu böylece bir süre havada dalgalandi durdu. Fakat işin gerçeginde, bu balon, içten içe mayalanan bir ekonomik ve siyasal krizin su yüzüne çikip zehirli ignesiyle kendini patlativerecegi günleri beklemeye yazgilidir. Sonunda bu balon patlayacaktir. Kapitalist ekonominin yükseliş kaydettigi bir dönem boyunca, kendi sistemine güven tazeleyen burjuvazinin görmezden gelmeye, yok saymaya çaliştigi işçi sinifi, şimdi çeşitli ülkelerde tekrar yavaş yavaş ataga geçmeye hazirlanan hareketiyle dünyaya şöyle sesleniyor: Son gülen, iyi güler! Kapitalist gelişme, kiri çözerek, emekçiyi proleterleştirerek, eski üretim tarzlarini ve ilişkilerini tarihe gömerek, tek bir kapitalist dünya sistemi yaratti. Böyle bir dünyada, işçi sinifinin gücünü görmezden gelmeye ya da gölgelemeye
çalişan yaklaşimlar artik tamamen kendilerini kandiriyorlar. Çünkü gerçekte bugün tüm dünya nüfusu içinde agirligini hissettiren sinif proletaryadir. Bu nedenle, Türkiye sol hareketinin yakin geçmişinde oldugu gibi, köylülügün agir bastigi gerekçesiyle egemen kilinmaya çalişilan, Stalinist “aşamali devrim” benzeri anlayışların üzerine basabileceği bir zemin de kalmadı. Globalleşen kapitalist sömürü düzeninin tehlike çanlarını, küçük-burjuvazinin ağır bastığı “halk ittifakları” değil, globalleşen proletarya çalıyor. İşte bu kitapta amacımız, Marksizmin parıldayan bilimsel ışığı altında, işçi sınıfı gerçeğini çeşitli yönleriyle aydınlatabilmektir. Burjuva istatistiklerinin çarpıtmalarına aldanmaksızın ve okuyucuyu rakamlara boğmaksızın, Marksist teorinin çözümlemeleri temelinde yürütülen bu çalışmanın ortaya koyduğu yalın gerçek şudur: Ona veda etmek isteyenlere ya da olduğundan küçük göstermeye çalışanlara inat, işçi sınıfı büyüyor. Ekim 1999 Elif Çağlı Büyüyen İşçi Sınıfı
“Elveda Proletarya” Diyenlere Yanıt
--------------------------------------------------------------------------------
Proletaryaya Veda Eden Akademik Marksizm İşçi sınıfı mücadelesinin başarısı açısından iki temel unsurun, yani Marksist dünya görüşüyle işçi sınıfının militan eyleminin birlikteliği elzemdir. Bu birliktelik, Batı Avrupa’da devrim dalgasının geri çekilmesiyle başlayan ve özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında gerek Stalinizmin egemenliği, gerekse kapitalist sistemin yeniden güç toplamasıyla karakterize olan olumsuz koşullar nedeniyle derin bir biçimde parçalandı. İşçi sınıfının devrimci eyleminden uzun bir süre boyunca yoksun kalan “teori” yozlaşti ve gerçek Marksist köklerinden koptu. Böylece, dogrudan dogruya bu yenilgi koşullarinin ürünü olan bir sözde Marksizm akimi, özellikle Bati Avrupa ülkelerinin üniversite kürsülerinden yayilarak ortaligi kaplamaya başladi. Birazcik Marksizm yagina bulanmiş görünen sol entelektüeller için, yaşamin temel gerçegi, burjuva düzene ayak uydurma çabasindan öte bir şey degildi. Bu kumaştan dokunmuş olan kişiler, bir yandan çalişma odalarinin kapilarini burjuva düşüncesine, idealist felsefe çeşitlemelerine sonuna dek açarlarken, diger yandan da yalnizca akademik araştirmalarinin “bilimsel” cilâsı olacak bir yöntem düzeyine indirgemek koşuluyla Marksizmi kabul etmekteydiler. İşçi sınıfının kapitalist düzen karşıtı mücadelesine sırtını dönerek, Marksizm konusunda ahkâm kesen sol entelektüalizmin, aslolanın dünyayı yorumlamak değil onu değiştirmek olduğunu söyleyen Marx’ı ne anlamak ne de kabul etmek gibi bir derdi vardı. Sahte söylem bulutlarının üzerinde gezinmeyip, ayaklarını yere basan ve dünyadaki sınıflı toplum gerçekliğini kavrayarak, açıkça sömürülenlerden yana militan tutum alan bir kimliği banal bulan
“düşünürler”in derdi, kendilerini tatmin edecek “yüksek” düşünceleri arayip bulmak oldu hep! Böyle bir arayiş içinde, gerçek politikadan neredeyse tamamen uzaklaşarak Marksist politik mücadele üzerine fetva vermeye, kendilerine yarattiklari akademik âlemde birbirleriyle yarişmaya koyuldular. Çalişmalari, gün geçtikçe daha da anlaşilmaz bir dille kaleme alinan felsefe yazmalarina veya son tahlilde köhnemiş burjuva düzenin savunusundan başka bir şeye hizmet etmeyen sosyolojik araştirmalara vb. kayip durdu. Marksist geçinen bu türden sol entelektüellerin siginagi genelde Bati üniversiteleri oldu. Stalinizme karşi sözde eleştirel bir tavir sergileyen bu “Marksizm”, aslında hiçbir zaman onunla ciddi bir hesaplaşmaya girişmemiş, tam tersine, işine geldiğinde uzlaşmıştı bile. Çünkü bu tür bir akım kendini var edebilmek için, bir yandan işçi hareketi içinde gerçek Marksist düşüncenin etkisinin zayıflamasından doğan boşluklara göz dikerken, öte yandan dünyada var olan güç odaklarını hesaba katmak zorundaydı. O nedenle, Marksizmin tutarlı bir savunusu söz konusu olduğunda, tam da kendi meşrebinden beklenileceği üzere yan çizen akademik Marksizmin, işine geldiğinde Stalinizmle bozuşup, işine geldiğinde barışmasında yadırganacak bir taraf bulunmuyordu. Bu gerçekliğin bir uzantısı olarak, en katı ortodoks geçinen Stalinistler bile, genelde örtük bir biçimde, bu sözde Marksizmin etkisine her daim açık olageldiler. Ekonomik gelişme düzeyi, sosyal yapısı ve siyasi tarihinin taşıdığı özellikler nedeniyle Türkiye’de sosyalist hareket, resmî komünizmin yani Stalinizmin fazlasıyla etkisi altında biçimlenmişti. Bu yüzden, üzerinde yaşadığımız topraklarda genel olarak sosyalist çevreler, akademik Marksizme görece mesafeli bir duruşa sahipmiş gibi görünmekteydiler. Oysa gerçekte, onun ortaya saçtığı fikirler, Türkiye’de de eklektik bir tarzda mevcut siyasi düşünceler dagarcigina serpiştirilegelmişti. Fakat kuşkusuz ki, emperyalist-kapitalist sistemin dünyayi tam da Marx’ı doğrular biçimde tek bir dünya olarak alabildiğine yaygın ve derin bir biçimde kucaklayışının doruğa çıktığı ve bu arada “sosyalist” bloğun çökmeye başladığı 80’ler sonrasında, sözde Marksizmin ideolojik etkileri de daha global bir karakter kazandı. Akademik Marksizmden kaynaklanan düşünce dalgaları, Türkiye gibi ülkelerdeki sosyalistlerin kıyılarına daha çok vurmaya ve bu toprak parçalarını eskiye oranla daha fazla istilâ etmeye başladı. Özellikle, gençlik yıllarında Marksist oldukları zehabına kapılıp, ilerleyen yaşlarında liberalizmin faziletlerini keşfeden eski sosyalist “kadrolar”ın, yenilenme adı altında yürüttükleri düşünsel ve yazınsal çabaların, bu istilâda rolü büyük oldu. Oysa güneşin altında hiçbir şey yeni değildi. Türkiye’de biraz gecikmeli de olsa, dönek Kautsky’lerin, liberal sosyalizmin fikir babası Bernstein’ların vb. kıymeti ve önemi keşfedilmeye başlandı. Gençliklerinin bir dönemini devrimci mücadelenin “dikenli” yollarında “örseleyip”, orta yaşlarinda geçmişlerine vah edenler, çocuklarina o “kaka” yollara sapmamalarını öğütleyen masalcı amca ve teyzelere dönüşmüşlerdi. Eski revizyonistlerin ve döneklerin bayatlamış fikirleriyle bilimsel komünizmin defterini dürebilme tutkusu, ülkemize de akademik Marksizmin açtığı yoldan yürümeyi artık bir onur sayan nice “yetişkin” sosyalist kazandırdı! Bernstein ve benzeri revizyonistlerin izini süren “Marksistler”, özellikle 80’li yılların sonlarından itibaren seslerini yükseltmeye başlayarak, kapitalizmin artık istikrarlı bir şekilde büyüdüğünü, burjuva devletin demokratik baskılara daha duyarlı hale geldiğini, işçi sınıfının yaşam standartlarının yükseldiğini ve böylece yeni bir orta sınıfın oluştuğunu iddia ettiler. Bu türden “Marksistler”in asıl derdi, Marx’ın şu ya da bu konuda yanıldığı doğrultusunda geviş getirerek, artık Marksizmin devrimci fikirlerinin geçerli olamayacağını genç kuşakların beynine kazımaktı. Yaşadığımız dönemin sorunlarını yeni gelişmelerin ışığında çözümleme iddiasıyla çıkışlar yapan sol entelektüellerin siyasal oturakları, aslında hiç de yeni düşüncelerin renklendirdiği bir parlaklığa sahip değildi. Marksizmi dünyayı değiştirmenin aracı olan bir eylem felsefesi olmaktan çıkartıp, liberal muhalefet derekesine indirgemeye çalışan kürsü sosyalistleri, sistematik ve ince vuruşlarla onun “çıkıntılı” yönlerini tıraşlayarak, kendi doktora tezlerinin
rekabet konusu haline getirdiler. Kalkış noktası Marx’ın görüşlerinin incelenmesi olan, fakat aslında onu artık “çağdışı” olmuş bir düşünür olarak tanitmaya kafa yoran bu türden çalişmalar, kimi okumuş aptallarin cazibesine kapildiklari bir teorik “zenginlik” kaynağı oluşturdu! Üstelik, ortaya konulan çalışma ne denli anlaşılmaz ise ve ne denli çapraşık bir özel felsefe diline sahipse itibarı da o ölçüde arttı! “Post-Marksist”, “yapısalcı”, “post-yapısalcı” vb. etiketleriyle piyasaya sürülen felsefe safsataları, ne anlama geldiği bilinemediği ölçüde prim yapmaya başladı. Marx’ın çeşitli sorunların ayrı ayrı tanımlanmasını eksik bıraktığını iddia ederek, birbirinden kopuk tanımsal yaklaşımlar peşinde koşan “Marksist” akademisyenlerin marifetiyle, boş lâflardan oluşan sözümona bir düşünce dünyasi yaratildi. Toplumsal yaşamin çeşitli olgulari, bütünden soyutlanarak, kendi başina bir anlam ifade eden varliklar haline getirildi. Böylece, ancak birbirleriyle karşilikli ilişkileri içinde ele alindiginda gerçeklige yaklaşabilecek olan kavramlarin da içi boşaltildi. Marksizmden ve onun diyalektik ve tarihsel materyalist yönteminden bu kopuş sonucunda, akademik Marksizme, deneyin rolünü metafizik bir tutumla mutlaklaştiran ampirizm, nesnel gerçeklikten kaçiş içindeki sözde bilimi yücelten pozitivizm, kisacasi Marksizm öncesi dönemin felsefi spekülasyon tarzi damgasini basti. “İcat edilen” teoriler, gerçek toplumsal gelişme egilimlerini aydinlatabilir olmaktan çikti. Araştirdigi nesneden kopuk ve salt söylem düzeyine indirgenmiş soyut bir metodoloji tartişmasi akademik piyasada egemenligini ilân etti. Tarihsel ve toplumsal olgularin kabaca ortaya çikan yaniltici görüntülerine aldanmayip, bunlarin derinine inmeye çalişan ve iç bagintilarini, karşilikli etkileşimlerini açiga çikartan Marksist yöntemin bilimsel yaklaşimi yetersiz bulundu! Karşiliginda ise ortaligi, akademik Marksizmin o “engin” yöntemsel incelemelerinin sonucu olarak birbirleriyle rekabet halinde havada uçuşan içi boş tanimlamalar, genellemeler kaplayiverdi. Her düşünce akimi için geçerli oldugu gibi, Marksizmin de, günün gereklerine yanit getirmek üzere gözden geçirilmesi ve zenginleştirilmesi vazgeçilmez bir görevdir. Ne var ki, bu türden bir gerekliligin ardina siginarak zihinleri bulandiran ve önemli tahribatlara neden olan revizyonizm sevdalilari karşisinda da uyanikligi elden birakmamali. Marksizmi revize eden düşünürleri rahatsiz eden temel unsur, düşünsel ve siyasi çalişmalarda tercihin net bir biçimde proletaryadan yana yapilmasi olmuştur. Bu rahatsizliklarini siniflararasi uzlaşma egilimini her alanda öne çikararak hafifletme ugraşi içindedirler. Gerçek toplumsal yaşamda var olmayan siniflararasi birlik unsurunu, kendi “felsefi” dünyasında tesis etme cambazlığı içindeki revizyonizm, burjuva ideolojisine hayat veren eklektik bir niteliğe sahiptir. Sınıf mücadelesinin gerçek çelişkilerini kavramayı sağlayan diyalektik materyalizmden duyduğu endişe nedeniyle, fikir jimnastiğini bilinçli olarak gerçekliğin bütünselliğinden kopartılmış ve çarpıtılmış tarzda sürdürür. Bu nedenle “yeni çözümlemeler” etiketi altında piyasaya sürülen revizyonist görüşler, daha önceleri Marksizm tarafından defalarca çürütülmüş bölük pörçük fikir kırıntılarıdır. Revizyonizm bağlamında sanat icra eden “Marksizm” profesörlerinin, devrimci işçi hareketinin önemli bir gerileyiş içine girdigi tüm konjonktürlerde, işçi sinifinin devrimci misyonundan hepten umut kesilmesi gerektigi yolunda ahkâm kesmeleri boşuna degildir. Zira kapitalist toplumda siniflarüstü bir entelektüel aktivite gerçekten de olanaksizdir. Toplumsal olgulari “salt” işçi sinifinin bakiş açisindan ele almaktan utanç duyan aydinlarin, bastirilmiş tüm duygulari, öfkeleri, özlemleri, işçi sinifi hareketinin yükseliş döneminde üzerlerine bindirdigi basincin öcünü alircasina, gerileme dönemlerinde dişa vurmaktadir. Bu nedenle, bir dönem Marksizm yagina bulanmiş görünen ve güya işçi sinifi mücadelesinden yana çikan aydinlarin, dönem degiştiginde açik birer Marksizm karşiti olarak belirivermeleri şaşirtici degildir.
Inceledigimiz konuyla ilgili somut bir örnek vermek gerekirse, Fransiz yazar André Gorz’un 1980 tarihinde yayınlanan ve daha sonra burjuvazinin işçi sınıfına ideolojik saldırısını yükseltmesiyle birlikte ünlenen Elveda Proletarya adlı kitabını hatırlatabiliriz. Adının neredeyse bir simge haline gelmesi nedeniyle, işçi sınıfının varlığını ve önemini gözlerden gizlemeye yönelik tutumu bu kitabın adıyla anmaktayız. Aslında Gorz’un değerlendirmeleri bütünsellikten ve iç tutarlılıktan yoksundur ve bilimsel ciddiyetten uzaktır. Bu nedenle de onun görüşleri bizce doğrudan bir önem taşımıyor. Ne var ki, genel çerçevesini çizmeye çalıştığımız akademik Marksizmin piyasasında cereyan eden arz ve talep faaliyetleri bakımından onun kitabı, konumuz açısından ilginç bir örnek oluşturuyor. Ayrıca, bilimsel açıdan bir değer taşımasalar dahi bu türden kitaplar, burjuvazinin, gerek bir bütün olarak işçi sınıfının, gerekse sınıfın sendikalı ve örgütlü kesimlerinin önemini gözden düşürmeye yönelik sinsi ideolojik kampanyalarında bilinç bulandırmaya hizmet ediyorlar. Örneğin, diğer bazı yazarların utangaç bir biçimde, taksit taksit gözden düşürmeye çalıştıkları işçi sınıfı olgusunu Gorz, kökünden halletmeye girişmiştir. Bir “bilim adamı”nın kararlılığıyla kılıcını çekivermiş ve Marksizmin yarattığı “proletarya illüzyonu”na neden olan perdeyi paramparça edivermiştir! Gorz’a göre, kapitalizmin ortaya çıkardığı işçi sınıfı, kendisini sermayenin üretimci mantığıyla özdeşleştirmiştir; sermayenin bir kopyasıdır ve bu niteliği gereği toplumsal dönüşümü o sağlayamaz. Ona göre, geleneksel işçi sınıfı artık ayrıcalıklı bir azınlıktan başka bir şey değildir. Marx’ın ortaya koyduğu tarihsel özne (sanayi proletaryası) ölmüştür ve yeni bir tarihsel özne ortaya çıkmıştır: sanayi sonrası proleterlerin “olmayan-sınıfı”. Gorz’a göre dönüşümü saglayacak itici güç, işte bu olmayan-siniftir; yeni bir toplumun taslagi gibi görünen yeni bir lumpen proletaryadir.[1] Kapitalist gelişmenin dünya ölçeginde aktif ve yedek sanayi ordulari yaratarak büyütmekte oldugu işçi sinifi karşisinda Gorz gibiler büyük bir iç rahatsizligi geçirmektedirler. Marksizme ve proletaryaya öfke duymaktadirlar. Gerçekler dünyasindan kaçiş egilimi içindedirler. Örnegin Gorz’un düşünsel dünyasinda, Marksizmin tanimladigi gibi bir işçi sinifi gerçegi, ne geçmişe ne de kendi dönemine ilişkin olarak yer almaktadir. Ve onun ruhu, yaşadigi âlemden diş dünyaya seslenirken, geçmişe ve gelecege yönelik ikili bir uyari misyonuyla dopdoludur: Geçmişi düşünecek olursaniz, şunu bilin ki (çünkü bay Gorz gibi otoriteler buyuruyor!) proletarya diye bir şey yoktu; o bir mitostan ibaretti! Şayet gelecegi kavramak istiyorsaniz, o takdirde de bilmelisiniz ki işçi sinifi denen şey, kapitalist gelişme sonucunda üretim sürecinden işçinin kovulmasiyla artik tarihe karişmiştir! Geçmişin üretken kolektif işçi sinifinin yerini, artik “olmayan-işçilerin olmayan-sinifi” almıştır! Kapitalizmin sayılarını durmadan arttırdığı özel bir vasıf gerektirmeyen işlerde çalışan işçileri ve kocaman bir işsizler ordusunu (işçi sınıfının bu parçasını!), sınıfın tümüne “elveda” demenin “bilimsel” gerekçesi olarak sunabilmek için en azından Gorz kadar “cüretkâr” olmak gerekiyordu. Ya da Marksizmden tamamen bihaber olmak... Gorz’a göre, insanın özgürleşmesinin önündeki engel sanki kapitalist sömürü sistemi değil de üretim araçlarıdır (!). Ve dolayısıyla, proletarya bir sınıf olarak Marksizmin aydınlattığı yoldan iktidara yürürse, sermayenin bir kopyası olur ve kapitalist üretim ilişkilerinin bir benzerini yaratır (!). Gorz, kapitalizmin mülksüzleştirdiği işçinin kurtuluşunu sağlayacak işçi iktidarını, onu birey olarak yok edecek bir sistem olarak sunmaktadır. Bu nedenle de ona göre işçilere gerekli olan Marksist düşünce değil, “bireyselleşme, özerkleşme”dir (!). Kısacası, Gorz benzeri aydınlar, ya sözde sosyalist ülkelerin yarattığı ideolojiyi Marksizm kabul ederek ya da istedikleri gibi kötüleyebilecekleri bir “Marksizm” icat ederek, proletaryanın devrimci hedeflerine eleştiri oklarını yöneltmektedirler. Bu türden aydın gevezelikleri için Stalinist diktatörlükler yeterince fırsat vermiş olsa da, bunların asıl derdi bürokratik diktatörlükler değil, bunları bahane ederek Marksizme saldırabilmektir.
Proletaryanın devrimci misyonuna yönelik ideolojik saldırının “hümanist” ambalajlara sarılmış çeşitlemelerini savunanlar, insanın özgürleşmesi hedefini gerçekleştirebilecek yegâne yolun işçi sınıfının örgütlü devrimci mücadelesinden geçtiği düşüncesinden nefret ediyorlar. Bunlar “bireyselleşme” vurgusunu, özgürlük cennetinin kapılarını açacak sihirli bir anahtar gibi sunuyorlar. Tuzu kuru aydınlar, Marksizmi insan özgürlüğüne ters bir kolektivizm biçiminde tanımlayıp, özgürlük konusunda geveledikleri boş sözlerle burjuva egemenliğinin can yakan gerçekliklerini ısrarla göz ardı ediyorlar. Marksizmi sözde benimser görünüp de, onun yeterli ölçüde hümanizm içermediğini ve bu nedenle biraz burjuva ideolojisinin bireysel özgürlük sosuna bulanmış bir “Marksizmin” kitlelere daha cazip geleceğini düşünen sözümona sosyalistler ise, ideolojik bağlamda açık anti-Marksistlerden daha büyük bir tehlike kaynağı oluşturuyor. Çünkü Marksist geçindikleri halde, aslında ileri sürdükleri savlarla gerçekten de antipatik bir Marksizm icat etmektedirler. İnsanın gerçek kurtuluşunun, insanlığın gerçek özgürlük döneminin nasıl sağlanabileceğinin yolunu gösteren Marksizm, insan unsurunu önemsemeyen, ekonomik gelişme uğruna bireyin özgürlüğünü feda eden bir ideoloji gibi sunulmaktadır. Böyle bir sonuca hizmet edenlerin iddialarını dayandırabilecekleri gerçek veriler de olmadığından, akla gelebilecek türlü çeşitli safsatalar, sözde bilimsel kanıt olarak ileri sürülmekte, kimi zaman iş artık gülünçlük derecesine vardırılmaktadır. Kendi ayrıcalıklı konumları sayesinde burjuva egemenlik sisteminden gerçek bir rahatsızlık duymayan burjuva aydınlar, aslında burjuva ideolojisiyle pekâlâ da barış içinde bir arada yaşarlar. Geniş emekçi kitleleri ilgilendiren özgürlüğün, ancak bu kitlelerin kolektif mücadelesiyle kazanılabileceği gerçeğine sırtlarını dönerler. Böyle bir mücadele verilmeksizin de bireyin özgürleşmesinin mümkün olabileceği yalanına sarılırlar. Kapitalist egemenlik altında bireysel özgürlüğü olanaksız kılan üretim ilişkilerinin özünü anlamamazlıktan gelerek ve sınıflı toplumlara ait olan birey-toplum çelişkisinin üzerinden atlayarak, toplumsal sistemden soyutlanmış sözümona bir bireyselleşme-özerkleşme düşü icat ederler. Oysa, birey-toplum çelişkisinin aşılarak, gerçekte toplumsal bir varlık olan insan türünün, bireyin özgürlüğünü mümkün kılacak sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumsal düzen içinde yaşamasının yolunu gösteren biricik dünya görüşü Marksizmdir. Gorz, modern kapitalizmde üretim işinin, artık özerkliği ve teknik gücü olmayan atomlaşmış bir işçi kitlesi tarafından sağlandığını belirterek, bu görüşünü proletaryaya veda etmenin gerekçesi olarak ileri sürüyordu. Ona göre, manüfaktür döneminde vasıflı işçilerin ya da eski işçi aristokrasinin bilinçlenme ve iktidar olabilmesinin maddi temeli varmış. Ama daha sonra modern fabrika üretiminde sıradan binlerce işçinin bilinçlenme ve iktidar olabilme olanağı ortadan kalkmış. Artık işçi fabrikada egemen olamazmış. Artık fabrika ekonomik birim değilmiş. O nedenle de “fabrikalar işçilerindir” düşüncesi ya da “işçi konseyleri iktidari” bir hayal olmuş.[2] Gorz, büyük ölçekli fabrikalara baktiginda yalnizca kişla disiplinini görmek istemekte, kapitalist gelişmenin binlerce işçiyi siradanlaştirarak büyük işletmelerde bir araya getirmesini Marksizmin fos çiktiginin bir kanitiymiş gibi ele alabilmekteydi. Dogrusu, kapitalist sürecin gelişimine ve bu süreç içinde işçi sinifinin kapsami ve rolüne ilişkin Marksist çözümlemeler olmasaydi, Gorz gibilerin dünyamiza serpiştirdikleri düşünceleri “bilim” adına sahiplenmek belki de mümkün olacaktı! Tıpkı, bu tür saçmalıkların, Marksizmi kendi kaynaklarından okumamaya ve incelememeye yeminli kimi “eğitimli” kişilere oldukça cazip gelmesi gibi. Sonuç olarak, Gorz ve benzerleri, bizzat Marksizmin işaret ettigi olgulari onun kestiremedigi gelişmeler diye sunmakta, Marx’ın merhaba proletarya diyerek karşıladığı modern sanayinin sonuçlarını birer “elveda” gerekçesi kılığına sokmaktadırlar. Aslında, işçi sınıfı hareketinin önemli bir gerileme içine girdiği dönemlerde, tam bir yenilgi psikolojisiyle siyasal açıdan düzene teslim olanların, kendilerini haklı çıkartma çabasıyla, sınıfın yok olmakta olduğunu söylemeleri daha önceleri de defalarca görülmüştür. İşte bu nedenle diyoruz ki, proletaryaya yöneltilen
“elveda” mesajları ne bir yenilik taşımaktadır, ne ilktir ne de son olacaktır. Fakat bereket ki, Marksizmin kapitalist gelişme sürecini ve geçmişten geleceğe ilerleyişi içinde işçi sınıfı gerçeğini aydınlatan ışığı parıldamayı sürdürüyor...
--------------------------------------------------------------------------------
[1] André Gorz, Elveda Proletarya, Afa Yay., Mart 1986, s.74 [2] bkz. A. Gorz, age, s.45-47 Bir Bütün Olarak İşçi Sınıfı İşçi Sınıfının Kapsamı Pek çok sorunda olduğu gibi sınıf sorununda da, bu olgunun temel unsurlarının gerçek yaşamdaki bağlantıları, karşılıklı varoluşları içinde aydınlatılması ve kavranmasına ağırlık vermeyip, burjuva sosyolojisinin ders notlarına benzer tanımlamalar arayanlar, Marksizmin kurucularının eserlerinde böyle şeyler bulamazlar. Marx’ın, Kapital’in üçüncü cildinde yer alan Sınıflar bölümünü tamamlayamadan öldüğü bir gerçektir. Fakat tüm bölümleriyle Kapital, kapitalist toplumda sınıfların hangi nesnel ölçütlere göre birbirinden ayrıldığı ve işçi sınıfından ne anlaşılması gerektiği konusunda yeterince açıklayıcı veri sunmaktadır. Üstelik, salt kapitalist toplum yapısını anlayabilmek bakımından değil, genel olarak sınıflı toplumlarda sömüren ve sömürülen sınıfları ayırt edebilmek için, farklı üretim ilişkilerinin tahliline çarpıcı ve zengin bir biçimde değinilmiştir. Kişilerin verili üretim tarzı içindeki konumunu ve dolayısıyla toplumsal ürünün paylaşılmasındaki durumunu belirleyen temel unsur, üretim araçlarıyla kurulan ilişkidir. Bu yaklaşım, nesnel kategoriler olarak sınıfların tanımlanmasını mümkün kılar. Bu temel husus, üretim ilişkilerinin hukuksal ifadesi olan mülkiyet ilişkilerinde yansımasını bulur. Bu açıdan, kapitalist toplumda üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip bulunan kapitalist sınıfın karşısında, bu mülkiyetten yoksun işçi sınıfı yer alır. Öte yandan, çeşitli insan gruplarının sınıfsal pozisyonlarını belirleyebilmek için, kapitalist üretim sürecini teknik bir iş süreci olarak değil, toplumsal bir işbölümü sistemi olarak ele almak gerekir. Çünkü, teknolojik değişime bağlı olarak sınıfın iç yapılanmasında, bileşiminde değişiklikler gerçekleşse de, kapitalist mülkiyet ilişkileri egemen olduğu sürece, burjuvazi ve proletarya, sınıf çıkarları uzlaşmayan iki temel sınıf olarak varlıklarını sürdüreceklerdir. Kapitalizm çağında ücretli işçiyi tanımlamakta kullanılan proletarya kavramının tarihsel kökü çok eskilere uzanmaktadır. Bu kavram, antik Roma’da orduya katılabilecek düzeyde mülkü olmadığı için, topluma tek katkısı çocuk doğurarak nüfusu arttırmaktan ibaret olan proletarii kelimesinden gelmektedir. Marx da, modern çağın proletaryasını tanımlarken, kapitalist birikimin genel yasasından hareket etmiş ve sermayenin kendisini genişletmesi için sermaye ile durmadan kaynaşmak zorunda kalan, sermayeden kopup ayrılması mümkün olmayan işgücü kitlesine dikkat çekmiştir. Bu kitlenin sermayeye köleliği, kendi işgücünü sattığı bireysel kapitalistlerin başka başka olmaları sayesinde gözden gizlenmektedir ve onun yeniden üretimi, bizzat sermayenin yeniden üretiminin kökü ve esasıdır. İşte bu bağlamda, sermaye birikiminin proletaryanın çoğalması anlamına geldiğini vurgulayan Marx, “Bizim «proletarya» ekonomik bakımdan, sermayeyi üreten ve artıran, ve Pecqueur’un taktığı adla «Mösyö
Kapital»in genişleme ihtiyacı için fazlalık haline gelir gelmez sokağa atılan ücretli-işçiden başkası değildir” demektedir.[3] Komünist Manifesto’daki ifadesiyle modern işçi sinifi, iş bulduklari sürece yaşayan ve emekleri sermayeyi arttirdigi sürece iş bulan bir emekçiler sinifidir. Öte yandan Engels, Manifesto’nun 1888 İngilizce baskısına, proletarya sözcüğünün genel olarak ücretli işçi anlamına geldiğini netleştiren bir not koymuştur. “Burjuvazi ile, modern kapitalistler sınıfı, toplumsal üretim araçlarının sahipleri ve ücretli emek kullananlar kastediliyor. Proletarya ile ise, kendilerine ait hiçbir üretim aracına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgüçlerini satmak durumunda kalan modern ücretli emekçiler sınıfı.”[4] Marx ve Engels’in sınıf olgusu hakkındaki değerlendirmelerinden hareketle toparlayıcı bir tanıma varan Lenin ise, genel olarak sınıfların hangi kriterlere göre ayırt edileceklerine dikkat çeker.
“Sınıflar, birbirlerinden, tarihsel olarak belirlenmiş bir toplumsal üretim sisteminde tuttukları yere, üretim araçlarıyla olan (çoğu durumda yasalarla saptanan ve formüle edilen) ilişkilerine, emeğin toplumsal örgütlenişindeki rollerine ve bunun sonucu olarak, toplumsal zenginlikten aldıkları payın boyutlarına ve bunu elde etme tarzına göre ayrılan büyük insan gruplarıdırlar.”[5] Sınıf mücadelesinde burjuvazinin işçi sınıfı karşısında ideolojik üstünlük sağlamasına hizmet eden burjuva sosyolojisi ise, sınıf ve benzeri olgularda bilimsellik adına yaptığı “katkılarla” dikkatleri asıl olandan uzaklaştırmaktadır. İleri kapitalist ülkelerde akademik eğitim kurumları, Marksist çözümlemeleri de sözde dışlamayan fakat aslında onu “zenginleştirerek” öldüren beyinler üretmektedir. Bunun en çarpıcı örneğini, kapitalizmde işçi sınıfı gerçeğini üretim ilişkileri temelinden uzaklaştırarak, meslekî ayrımlar, gelir düzeyleri, şu ya da bu yaşam tarzına arzu duymak, üretim sürecinde gözetim ve denetim benzeri işlevler üstlenmek gibi noktalara kaydıran yaklaşımlar oluşturuyor. Eğer sorun bu türden ayrımlar açısından ele alınırsa, işçi sınıfının kapsamının ne olduğu konusunda hiç de gerçeklikle bağdaşmayan ve sonucu netleştireceğine alabildiğine bulanıklaştıran yollara sapılmış olunur. Zira, bu türden yolları döşeyen Max Weber ve onun izinden giden Anthony Giddens gibi burjuva sosyologlarının ortaya attıkları tezler, birbirinden farklı sınıfsal konumlara sahip olanları “maaşlilar”, “hizmet sınıfı”, “orta sınıf” gibi kategorilerin içine doluşturan sosyoloji ögretileridir. Bu türden ögretiler, işçi sinifinin kapsami konusunda Marksizmin getirmiş oldugu nesnel ölçütleri gözden düşürmeye yöneliktir. Gerçekte, kapitalist gelişmeyle birlikte üretim araci sahipliginden kopan emekçiler, yaşamlarini sürdürebilmek için kendi işgüçlerini satmak zorunda kalarak işçi sinifini oluştururlar. Bu durum kapitalist toplumun nesnel ve temel bir gerçegidir. Kişi bunun bilincinde olsa da olmasa da sonuç degişmez ve söz konusu bu nesnel ölçüt, işçi sinifinin genel kapsamini belirler. Oysaki, soruna diyelim meslekî ayrimlar açisindan yaklaşildiginda, örnegin genel olarak mühendislerin hangi sinif içinde yer aldigini yanitlayabilmek ya da gerçekten dogru bir yanit verebilmek olanakli degildir. Çünkü mesele bu biçimde ortaya konulursa, her şeyden önce soru tamamen yanliş bir biçimde sorulmuş olur. Genel olarak mühendislik ya da bir başka meslek grubu, sinifsal ayrim konusunda bir fikir veremez. Zira, üretim araci sahibi olup yaninda işçi çaliştiran ve onlarin yarattigi arti-degere el koyan burjuva mühendisler oldugu gibi, sahip oldugu üretim araci düzeyi arti-deger sömürüsüne firsat vermedigi için kendi yagiyla kavrulan küçük-burjuva diyebilecegimiz mühendisler de vardir. Fakat asil önemlisi, meslek grubu açisindan örnegin vasifsiz işçilere oranla bir hayli ayricalikli görünen mühendislerin, işgücünden başka satacak mallarinin bulunmamasi durumunda, işçiden başka bir şey olmadiklari gerçegidir. Işte Marksizm, elimize sinif ayrimlari konusunda sonuca ulaşabilecegimiz nesnel ölçütler verirken, burjuva sosyolojisi ise işçi sinifinin kapsamini keyfince daraltmaktadir.
Mühendis örneginden hareketle, burjuva sosyolojisinin ileri sürdügü diger ölçütleri düşündügümüzde de benzer bir sonuçla yüz yüze geliriz. Örnegin, soruna gelir düzeyindeki farkliliklar açisindan yaklaşsak, ortalama işçiye oranla yalnizca mühendis ve benzeri egitilmiş işgücünün daha yüksek bir gelir elde etmedigini, genel olarak işçi sinifi içinde gelir düzeyi bakimindan önemli farkliliklarin bulundugunu görürüz. Kaldi ki, bilimsel ve teknik ilerleme sonucunda, üretim sürecinde giderek kafa emegi daha çok yer alsa da, bu ayni kapitalist gelişme vasifli emegin ücretini ortalamaya dogru düşürme egilimindedir. Bu nedenle, örnegin kidemli bir kol işçisinin, fabrikalarda işe başlayan genç mühendislerden daha fazla ücret elde etmesi pekâlâ mümkündür. Demek ki, aydinlatici Marksist kriterler göz ardi edildiginde, tek başina gelir düzeyi farkliligi da sinifsal konumun belirlenmesinde bir işe yaramamaktadir. Eger gelir düzeyi sorununa işçi sinifinin kendi içindeki farkliliklar bakimindan degil de, esas olarak burjuvaziyle ayrimini belirlemek açisindan yaklaşirsak, bu noktada vurgulanmasi gereken en önemli husus, bölüşüm ilişkilerinin aslinda üretim ilişkilerinin bir sonucu oldugudur. Marx’ın belirttiği gibi, bölüşüm, ürünlerin bölüşümü olmazdan önce, “1) Üretim araçlarının bölüşümü, ve 2) aynı ilişkinin bir sonucu olarak, toplum üyelerinin farklı üretim çeşitlerini bölüşmesidir. (Bireylerin belirli bir üretim ilişkileri çerçevesine oturtulması.)”[6] Böylece bireyler, belirli üretim ilişkileri çerçevesinde farkli siniflara bölünür ve genel bölüşümden paylarina düşecek olan gelir dilimleri buna göre belirlenir. Gelir düzeyleri arasindaki farkliliklar, bir başka deyişle ürünlerin bölüşümü, bizzat üretim sürecinde içerilmiş olan ve üretimin yapisini belirleyen bu bölüşümün sadece bir sonucudur. Bazi sözde Marksistler ise, Marx’ın, Engels’in ya da onların izinden giden Lenin’in sınıf tanımı konusundaki açılımlarını eksik bularak konuyu “derinleştirmektedirler”. Kafa emekçilerini işçi sinifinin kapsami dişina atan ve kol işçilerine oranla burjuva ideolojisinden etkilenmeye daha açik olduklari gerekçesiyle, bunlari bir “orta sınıf” kategorisi içine tıkıştıran Poulantzas ve benzerlerinin bu türden “katkı”ları, genel bir gevezelikten öteye gitmemektedir. Kabaca bir sorgulama bile, salt işçi olmakla kimsenin burjuva ideolojisinin hegemonyasından ve ondan etkilenmeye açık bulunmaktan yakasını kurtaramadığını ortaya koyacaktır. Sınıf bilincine sahip olunmadığı sürece, sıradan bir kol işçisinin eğitim görmüş bir işçiye, bir beyaz yakalıya oranla burjuva ideolojisinden etkilenmeye daha az açık olacağını iddia etmek, gerçeklerle alay etmek demektir. Hatta kapitalizmin gelişme seyri, beyaz yakalı işçilerin bir bölümüne, bu düzende işçi olmak dışında başka bir şanslarının bulunmadığını kavrattığı ölçüde, eğitim düzeyi yüksek işçiler burjuva ideolojisinin etkisinden kurtulmaya daha açık hale de gelebilmektedirler. Sonuç olarak, üretim aracı sahibi olmayan ve bu nedenle de yaşamını sürdürebilmek için işgücünü kapitaliste satmak dışında bir seçeneği bulunmayan (yani ücret gelirleri sınıf atlamalarına olanak vermeyen) ücretlilerin tümü, meslek, gelir düzeyi, üretimdeki gözetim ve denetim işlevlerini sürdürüyor oluşu gibi ayrımlara bakmaksızın genel olarak işçi sınıfının kapsamı içindedir. Önce bu netlikle sınıf kapsamı ortaya konduktan sonradır ki, söz konusu ayrım noktalarının işçi sınıfı içinde ne gibi bölünmelere neden olduğu, örneğin bazı kesimlerin küçük-burjuva yaşam tarzını sürdürmeye daha yatkın bulunduğu vb. gibi hususlar ayrıca incelenebilir. Fakat bu ayrıntılar genel tabloyu pek de etkilemez. Kendiliğinden Sınıf ve Kendisi İçin Sınıf Marx, işçilerin ancak örgütlendiklerinde ve bir sınıf olarak kendi varlıklarının bilincine vardıklarında devrimci bir rol oynayabileceklerini, bunun dışında tek tek işçilerin hiçbir şey olduklarını söyleyerek, sınıfın nesnel varlığıyla
öznel durumunu birbirinden ayırt etmiştir. Kendiliğinden sınıf ve kendisi için sınıf tanımlamalarıyla hatırlanan bu ayrıma Marx şu sözlerle değinir:
“Ekonomik koşullar ülkenin halk yiginlarini ilkin işçi haline getirir. Sermayenin dayanişmasi, bu yigin için ortak bir durum, ortak çikarlar yaratmiştir. Bu yigin, böylece, daha şimdiden sermaye karşisinda bir siniftir, ama henüz kendisi için degil. Ancak birkaç evresini belirtmiş bulundugumuz bu savaşim içinde, bu yigin birleşir, ve kendisini kendisi için bir sinif olarak oluşturur. Savundugu çikarlar, sinif çikarlari olur. Ama sinifin sinifa karşi savaşimi, politik bir savaşimdir.”[7] Demek ki, işçiler henüz ortak bir sinifin üyeleri olduklarinin bilincine varmiş olmasalar da, nesnel açidan, yani kapitalist üretim ilişkileri temelinde, burjuvazi karşisinda ayri bir sinif oluşturmaktadirlar. Kendiliginden sinif konumu, işçi sinifinin bilinç ve örgütlenme düzeyinden bagimsiz olarak ve bu düzey henüz ne denli geri olursa olsun, nesnel bir olgu olan sinif varligini ifade etmektedir. Ancak, sinif bilincinden yoksun ve örgütsüz işçiler, sermayenin güdümündeki bir ücretli emek sürüsü gibidir. Dolayisiyla tek tek işçilerin burjuvazi ile çelişki içinde bulunan bir sinifa mensup oluşlari gerçegi kendi başina siyasi bir önem taşimaz. Sinif mücadelesinde şu ya da bu düzeyde taraf olacak bir proletaryadan söz edebilmemiz için, işçiler arasinda mutlaka şu ya da bu düzeyde bir bilincin ve örgütlülügün dogmasi zorunludur. Bu nedenle, Marksizmin dünyayi degiştirme baglaminda asil üzerinde yogunlaştigi sorun sinifin öznel konumuna ilişkindir. Bu husus Marx ve Engels tarafindan Alman Ideolojisi’nde açıkça dile getirilmiştir. “Tek tek bireyler, ancak başka bir sinifa karşi ortak mücadele yürütmek zorunda oldukça bir sinif meydana getirirler; bunun dişinda rekabet içinde birbirlerine düşmandirlar.”[8] Görüldüğü gibi Marksizm, yaşamda var olan sınıf gerçekliğini derinden kavramaktadır. Bu gerçekliğin farklı yönlerini diyalektik ilişki ve çelişkileri içinde açıklamaktadır. Oysa, Marksizme sözümona eleştiriler yöneltip onu gözden düşürmeye çalışanların ileri sürdükleri argümanlar, genellikle Marksizmin işçi sınıfına ilişkin çözümlemeleriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan ve kerameti kendinden menkul saptamalardır. Örneğin Gorz, “Marx, yaşami boyunca, proleterlerin, yalniz sinif olarak degil, her birinin kişisel olarak da, her şey olabilme ve her şeyi yapabilme egilimine degindi durdu” demektedir.[9] Yukarıda Marx ve Engels’ten aktarmış olduğumuz açıklamadan sonra, Gorz’un bu satırları, akılları sıra Marksizmin yetersizliğini sergilemeye niyetlenenlerin düşünce fukaralıklarını ve sahtekârlıklarını çok açık biçimde ele vermektedir. Devrimci proletaryadan duydukları rahatsızlık nedeniyle, bu gerçeklikten en azından kendi dar dünyalarında kurtulmaya çalışan Gorz gibiler, aslında kendileri idealizmin batağına saplanmış durumdayken, Marx’ı yanılgılar içindeki bir idealist olarak yansıtmaya çalışmaktadırlar. Gorz’un, “aslında devrimci proletarya diye bir şey yok, Marx onu böyle düşündüğü için böyle bir şeyin var olduğu sanıldı” biçimindeki sayıklaması buna örnektir. Bu sayıklamalarının dikkate alınabilmesi için onları “felsefi” bir ambalaj içinde ortaya koyan bay Gorz, “ufak” bir sihirbazlıkla Marx’ı Hegel ile özdeşleştirmektedir. Ona göre, nasıl ki Hegel’de “mutlak akıl” “kutsal ruh”un bir yansıması olarak kavranmışsa, Marx’ta da proletaryanın benzer bir yansıma olduğunu söylemek mümkündür! Oysaki Marksizmin diyalektik yöntemi, Hegelci yöntemden sadece farklı değil, onun tam karşıtıdır da. İdealist Hegel için, düşünme süreci gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarıyken, gerçek dünya ise düşüncenin yansımasıdır. Hegel’in deyişiyle “idea”nın yani “fikir”in dışsal biçimidir. Böyle bir yaklaşım, gerçekliğin tepetaklak edilmesinden başka bir anlama gelemez. Bu nedenle Marx, “Benim için ise tersine, fikir maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir” der.[10]
Marx ve Engels, materyalist tarih anlayışının özünü vurgularlarken, toplumsal varlık ile toplumsal bilinç arasındaki gerçek ilişkiye dikkat çekmişlerdir. Fikirlerin, tasarımların ve bilincin üretimi, insanların maddi faaliyetine ve maddi alışverişine bağlıdır ve gerçek hayatın dilidir. Bir başka deyişle, bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz. Ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir. Ahlâk, din, ideoloji, bilinç vb. gerçek yaşamın düşünsel yansımalarıdır. Bunların maddi yaşam olmaksızın kendi başına bir tarihleri ya da varlıkları yoktur. Tam tersine, “maddi üretimlerini ve maddi ilişkilerini geliştirerek, kendilerine özgü olan bu gerçek ile birlikte hem düşüncelerini, hem de düşüncelerinin ürünlerini degişiklige ugratan insanlarin kendileridir. Yaşami belirleyen bilinç degildir, ama bilinci belirleyen yaşamdir.”[11] Çapsız çarpıtmalarıyla Marksizmle hesaplaşmaya kalkışan entelektüellerin bir eksiklik ya da yanlışlık olarak saptadığı hususların hemen hepsi, bizzat Marx’ın ve Engels’in eserlerinde kapsamlı ve doğru biçimleriyle yer almakta ve yıllara meydan okumaktadır. İnsan toplumunun yaşamında genelde sınıflar olgusunun ne anlama geldiği ve özel olarak proletaryanın yeri, kapsamı, tarihsel rolü gibi konularda Marx’ın çalışmaları incelenecek olursa, Gorz gibilerin gerçekler dünyasındaki Karl Marx’tan değil de, kendi hayal âlemlerinde yarattıkları bir mösyö Karl’dan söz ettikleri anlaşilacaktir. Karl Marx’ın sınıf gerçeğini kavrayışı, yaşamın içerdiği çok yönlülüğü yansıtan bir derinliğe sahiptir. Proletaryanın devrimci misyonu ve dolayısıyla devrimci proletarya konusundaki çözümlemeler, Marksizmin kurucularının zihinlerinden fırlayan birer fantezi değildi. Bu düşünceler, gerçek kapitalist yaşamda nesnel olarak var olan temel sınıfların ve bunlar arasında kaçınılmazlıkla patlak veren sınıf çatışmalarının sonuçlarının doğru tarzda kavranmasından ibarettir. Gerçek yaşamda nesnel olarak var olan bir karşıtlık, birdenbire ve kendiliğinden çözümlenmez. Bir olgunlaşma sürecinden geçer. Sınıflar söz konusu olduğunda bu süreç, çeşitli biçimlere bürünen ve alçalışlar yükselişler arz eden bir sınıf mücadelesi sürecidir. Bu nedenle, sınıf mücadelesi karşıt sınıfların nesnel varlığının ürünüyse de, aynı zamanda sınıfın üyelerinin kapitalist düzen içinde kendi varoluşlarının bilincine varmaları koşuluna bağlıdır. Dolayısıyla, işçi sınıfının kendiliğinden sınıf ve kendisi için sınıf pozisyonları, kapitalist düzende işçi sınıfı gerçeğinin olgunlaşma sürecinin farklı uğraklarıdır. İşte, bizzat maddi yaşamdan kaynaklanan devrimci proletarya fikrinin, dünyayı fiilen değiştirecek bir gerçekliğe dönüşmesi, burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf karşıtlığının ve bunun ifadesi olan sınıf mücadelesinin olgunlaşmasına bağlıdır. Marx ve Engels, tarihte devirli olarak meydana gelen devrimci sarsıntının, mevcut her şeyin temellerini devirmeye yetecek güçte olup olmayacağını belirleyen şeyin, çeşitli kuşakların hazır olarak buldukları yaşam koşulları olduğunu belirtirler. Ve onlar, tarihsel ilerleyişin yalnızca nesnel anlamda egemen sınıfla karşıtlık içindeki bir yığını yaratmakla kalmadığını, ama aynı zamanda mevcut düzene karşı, devrimci bir yığın yarattığını açıklarlar. Devrimci fikirler ancak bu temelde maddi bir güce dönüşebilir.
“Tam bir altüst oluşun maddi unsurlari, bir yandan mevcut üretici güçler, ve öte yandan da, devrimi, sadece geçmiş toplumun özel koşullarina karşi degil, ama daha önceki «yaşamin üretimi»nin kendisine karşi, bu üretimin temeli olan «tüm eylemler toplamina» karşi yapan devrimci bir yiginin oluşmasidir; eger bu koşullar mevcut degilse, pratik gelişme için, bu altüst oluş Fikir’inin daha önce binlerce kez ifade edilmiş olmasi, komünizm tarihinin tanitladigi gibi, hiçbir önem taşimaz.”[12] Nesnel ve öznel sınıf konumu arasında kuşkusuz ki diyalektik bir ilişki vardır. Kapitalist gelişmenin giderek daha çok sayıda işçiyi sermayenin sömürüsü altında bir araya getirmesiyle birlikte, işçiler arasında ilk birleşme çabaları
da filizlenmeye başlamıştır. Yani sınıf çatışmalarının temelinde, sömürenin ve sömürülenin nesnel sınıf çıkarları arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın bilincine varılması süreci yatar. Kapitalizmin ilerleyişi içinde, ücretlerin korunması temelinde biçimlenen ortak çıkar, işçilerde bir dayanışma duygusunu geliştirmiş ve ekonomik mücadele kapsamındaki dayanışma sandıklarının, giderek sendikal birliklerin kurulmasıyla birlikte işçilerin sınıf bilinci kazanması süreci başlamıştır. Yalnızca ekonomik mücadele gerekliliğine denk düşen ilksel bir sınıf bilinci düzeyinden, patronlara karşı siyasal mücadele yürütme zorunluluğunun kavranmasına sıçrayan süreçler yaşanmıştır. Bu türden tarihsel kesitler, proletaryanın öznel sınıf pozisyonunda, yani kendisi için sınıf oluşunda çok önemli ilerlemelere yol açmıştır. Öte yandan, fiilen işçilerin mücadeleleriyle ilerleyen elverişli tarihsel konjonktürlerde, siyasal açıdan en üst dereceyi oluşturan devrimci siyasal bilincin sınıf hareketine taşınması ve sınıf içinde devrimci bir örgütlenmenin gerçekleştirilmesi gereği yaşama geçirilebilmiştir. O halde, ekonomik mücadele sınıfın daha büyük bir kitlesini sermaye ile çatışma içine sürükler ve bu türden çatışmalı süreçler işçi sınıfının bir kısmını öne fırlatırken, bu durum, öncü işçiler arasında siyasi mücadele yönünde bir istek doğurur. Ve bu nesnellik, sınıfa devrimci bilincin taşınabilmesi, öncü unsurların örgütlenebilmesi için eşsiz bir fırsat sunar; böylece de devrimci önderlerin görevlerini lâyıkıyla yerine getirmeleri ölçüsünde, işçilerin siyasi mücadelesini ilerletici bir öznellik oluşabilir. Kısacası, nesnel ve öznel arasındaki karşılıklı etkileşimi hesaba katmaksızın, sınıf mücadelesine ilişkin sorunları doğru biçimde çözümlemek mümkün değildir. Geniş yığınların esasen kendi deneyimleri temelinde öğrendikleri bilinen bir gerçektir. İşçi sınıfının kitlesinin çeşitli türden deneyleri biriktirebileceği yol fiilî sınıf mücadelesidir. Bu nedenle, sınıfın bilinci, fiilî mücadeleye katılan devrimci bir öncü örgütün yol göstericiliği ve müdahaleleri eşliğinde bizzat mücadeleler içinde gelişir. Demek ki, böyle bir müdahale olmaksızın proletaryanın bilinci en iyi ihtimalle sendikal mücadele bilincini aşamaz. Burada iki uç vardır. Birincisi, kitlenin mevcut bilincini yetersiz ve ekonomist, reformist bularak burun kıvırmak ve onun içinde yer almamak. O takdirde işçi sınıfının mücadelesi hep aynı seviyede ve ilksel düzeyde kalmaya mahkûm olurdu. Çünkü kitleler, fiilî eylemler temelinde denemedikleri ve güvenmedikleri bir örgütlülüğe, o örgüt isterse söz düzeyinde çok da doğru şeyler söylesin, güvenmezler. Diğer uç, kitle mücadelesine katılım adına kuyrukçuluk yapmak ve sınıf hareketine sendikal düzeyi aşan daha ileri bir bilinci taşımamaktır. Eğer müdahale, sınıf hareketinin mevcut düzeyine uyarlanmak, ona tâbi olmak, onun kuyruğundan gitmek biçiminde algılanır ve uygulanırsa, işçi sınıfı yalnızca sendikal hareketin insafına ve salınımlarına terk edilmiş olur. Kısacası, sınıf bilincinin ve kendisi için sınıf konumunun düzeyi, işçilerin patronlara karşı yürütmüş oldukları ekonomik mücadele temelinde kendiliğinden yükselebilecek basit bir karaktere sahip değildir. Kimi yazarlar nesnel ve öznel arasındaki ilişkiyi tam doğru kavramamakta ve kendisi için sınıf konumunu, bir kez ulaşıldı mı bir daha geriye gitmenin mümkün olmadığı bir mutlak tarihsel basamak biçiminde yorumlamaktadırlar. Oysaki, işçi sınıfı hareketinin büyük yükselişlerini takip eden derin inişler ve dibe vuruşlar döneminde, daha önce ulaşılmış devrimci örgütlülük düzeyini yitirmek bir yana, kendisi için sınıf konumunda da genel bir gerileme yaşanabilir. İşçi hareketinin tarih öncesine geri dönmek, mutlak bir bilinç yitimi pek söz konusu olmasa bile, önceki dönemlerde kitlesel olarak ulaşılan ekonomik bilinç basamaklarından gerilere sürüklenmek pekâlâ mümkündür. Örneğin, işçi sınıfının farklı işyerleri ve işkolları arasındaki sendikal birlik ve dayanışma düzeyinin alabildiğine gerilemesi, ekonomik mücadelenin neredeyse tek tek işyerlerinde işçilerle patronlar arasındaki bir kavga gibi algılanması, sendikaların sınıfın genel mücadele örgütü olduğu bilincinin zayıflaması gibi.
Öte yandan, öznel sınıf konumunun önemini durağan ve abartılı bir tarzda yorumlayarak, işçi sınıfının tarihsel rolünün reddini, işçi hareketindeki mevcut gerileme koşullarının ardına gizlemeye çalışan eğilimler ve çevreler de vardır. Bu türden çevreler, sınıfın kapitalist toplumdaki nesnel konumunu açıkça yadsıyamasalar bile, içinden geçilen tarihsel kesitte sınıfın öznel konumundaki gerilemeyi mutlaklaştırmakta ve böylece üzerlerindeki Marksizm yağından kurtulmaya çabalamaktadırlar. Bunlara göre, hemen şimdi gücünü kanıtlayan bir proletarya hareketi yoksa, proletaryanın devrimci gizil gücünün yine mutlaka fiilî bir güce dönüşeceğine inanmak ve bu uğurda çabalamak beyhude bir uğraştır. Bu mantaliteyle, kapitalizme karşı işçi sınıfının yerine ikame edebilecekleri alternatif hareketler (çevrecilik, kadın hareketi vb.) arayışına giren, Marksizmin sahte dostlarının sonu, genelde artık bir bütün olarak Marksizme sırt çevirmek olmaktadır. Gerek çeşitli Avrupa ülkelerinde gerekse de diğer ülkelerde, daha önceleri Marksist geçinenler arasında sıklıkla yaşandığı üzere, reformizme ve sağa kayış furyasına kapılan ve başlangıçta yalnızca işçi sınıfının öznel açıdan gerileyişini sorgular görünürken, ilerleyen yıllar içinde işçi sınıfı perspektifini hepten yitiren çevreler buna örnektir. Sınıfın Devrimci Potansiyeli Üzerine İnsanlığın bugünü ve geleceği açısından büyük bir tehdit oluşturan kapitalist sömürü düzenine son verebilme potansiyelini taşıyan yegâne devrimci sınıfın proletarya olduğu, Marksizm tarafından ortaya konulmuş bilimsel bir gerçektir. Bununla birlikte Marksizm, bu potansiyelin kendiliğinden gerçek güce dönüşmeyeceğini de kapsamlı bir biçimde açıklamıştır. Tıpkı, insanlığın kapitalizm belâsından kurtulup sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumsal düzen içinde yaşayabilme olanağının nesnel olarak var olması gerçeğindeki gibi, bu düzeni sona erdirebilecek nesnel güç de işçi sınıfının bağrında yatmaktadır. Ama ne kapitalizm tarih sahnesinden kendiliğinden çekip gidecektir, ne de işçi sınıfının potansiyel devrimci gücü kendiliğinden bir biçimde kapitalist düzene noktayı koyacaktır. Devrimci sınıf, ancak dünyayı değiştirme doğrultusunda siyasal bilinçle donanıp örgütlendiğinde, tarihsel misyonunu yerine getirebilir. Proletarya taşıdığı potansiyel bakımından, insanlık tarihi içinde özel bir devrimci niteliğe sahip olan, evrensel bir sınıftır. Marx proletaryanın bu özel konumunu şu sözlerle dile getirir:
“Köklü zincirleri olan, sivil toplumun içinde bir sınıf olduğu halde sivil toplumun bir sınıfı olmayan, bütün sınıfların çözülüşünü simgeleyen, acıları evrensel olduğu için evrensel bir nitelik taşıyan, kendisine yapılan haksızlık özel olmayıp genel bir haksızlık olduğu için yalnız kendisinin kurtuluşunu değil tüm toplumun kurtuluşunu amaçlayan bir sınıf... Geleneksel bir statü değil sadece insanca bir statü isteyen, siyasal düzenin kimi sonuçlarına değil bütün sonuçlarına karşı olan ve kendisini bütün alanlardan kurtarmadıkça kurtulmasına olanak bulunmayan, kısacası insanlığın toptan yitirilmesi demek olan ve ancak insanlığın toptan kurtulması hâlinde kendisini kurtarabilecek olan bir sınıf... İşte bu özel sınıf proletaryadır.”[13] İşçi sınıfı, kendinden önce gelen sömürülen sınıflardan farklı olarak, kendi çıkarlarını tüm insanlığın çıkarları olarak evrenselleştirme niteliğine sahip bulunan tek sınıftır; potansiyel olarak devrimci bir sınıftır. İşçi sınıfının tarihsel açıdan devrimci bir misyona sahip olduğunu söylemek, öznel bir tercihi ya da bir temenniyi dile getirmek değildir. Tersine bu saptama, bizzat sınıflı toplumların tarihsel seyri içinde bir nesnelliği ifade etmektedir. Şöyle ki, kapitalist topluma can veren özel mülkiyet sistemi devam ettiği sürece, proletarya sömürülen bir sınıf olmaktan kurtulamayacaktır. Diğer taraftan, onun kendisini sömürüden kurtarmak üzere girişeceği tarihsel eylem de üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son vermesini gerektirecektir. Kapitalizm bir yandan üretici güçleri muazzam ölçüde toplumsallaştırırken, öte yandan özel mülkiyete dayanan üretim ilişkilerini de katlanılmaz hale getirmekte ve bu ilerleyişi içinde, zaten daha doğumu itibarıyla üretim araçlarından kopmuş ve mülksüzleşmiş bulunan bir sınıfı, proletaryayı büyütmektedir. İşte bu bakımdan, işçi sınıfı
iktidara geldiğinde, kendisi özel mülkiyet sahibi bireylerden oluşan bir sınıf haline gelmeyecek, tersine, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirerek, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete tümden son verecektir. Proletarya, sınıflı toplumların sömürü sistemine noktayı koyabilecek ve tüm sınıfların varlığını ortadan kaldırabilecek bu tarihsel potansiyele sahiptir. O nedenle işçi sınıfının devrimci misyonu, birtakım düşünürlerin işçi sınıfına biçtikleri rolden değil, bizzat kapitalist gelişmenin hazırladığı ve giderek daha da zorunlu hale getirdiği tarihsel ilerleyişten kaynaklanmaktadır. Proletaryanın devrimci misyonu başka bir sınıf tarafından devralınamaz mı? Hayır. Çünkü, örneğin küçük-burjuvazinin kapitalist gelişme karşısındaki nesnel konumu, onu yitirmekte olduğu küçük mülkiyetini korumak için çırpınmaya iter. Bu ara sınıf, hem kapitalist gelişmeye karşı çıktığı, hem de proleterleşmeye karşı direndiği için tarihsel konumu itibarıyla gerici bir sınıftır. Oysa işçiler açısından bakıldığında, kapitalizmin gelişmesi, işçilerin kendi aralarındaki rekabetten kaynaklanan parçalanmayı ortadan kaldırır ve işçilerin örgütlenme olanaklarını arttırarak, onların devrimci birliğinin yolunu döşer. O nedenle bu tarihsel süreçte proletaryanın yüzü geleceğe dönükken, küçük-burjuvazi daima geçmiş dönemlerin özlemini çeker.
“Burjuvazinin çöküşü ve proletaryanin zaferi, ayni derecede kaçinilmazdir. ... Bugün, burjuvazi ile karşi karşiya bulunan bütün siniflar arasinda yalnizca proletarya, gerçekten devrimci bir siniftir. Öteki siniflar modern sanayi karşisinda tükenmekte ve sonunda yok olup gitmektedirler; proletarya ise, tam tersine, modern sanayiin özel ve esas ürünüdür. ... Aşagi orta siniflar, küçük imalâtçilar, dükkâncilar, zanaatçilar, köylüler, hepsi orta sinifin parçalari olarak varliklarinin ortadan kalkmasini önlemek için, burjuvaziye karşi savaşirlar ... bunlar gericidirler, çünkü, tarihin tekerlegini geri çevirmek istemektedirler.”[14] Kısacası, proletaryanın devrimci mücadele potansiyelinin nesnel bir temeli vardır ve bu da onun kapitalist üretim süreci içindeki konumundan kaynaklanır. Bir başka deyişle, kapitalizm var oldukça kendi mezar kazıcısını üretmekten, kapitalist sömürü düzenine son verebilecek bir sınıfı var etmekten kaçınamayacaktır. O halde, işçi sınıfının örgütlü gücünün hissedilmediği konjonktürlere teslim olup, proletaryadan umut kesmenin, ona veda etmenin bilimsel bir temeli bulunmamaktadır. Sistematik baskı politikalarıyla düzen sınırlarına hapsedilmiş ya da bu sınırlar içinde en iyi ihtimalle reform umutlarıyla yatıştırılmış kitleler, devrimci bir alternatif olmadığı sürece, bir burjuva partisinden umut keserken bir başka burjuva partisinin kuyruğuna takılmaktan öte ne yapabilirler? Sonra da bu kitlelere bakıp, “görüyorsunuz bunlar bu kısır döngüden çıkamıyorlar; işçi sınıfının devrim falan isteyeceği yok; durduk yere neden devrim düşleri görüyorsunuz vb.” biçiminde sayıklamak, büyük bir sahtekârlık değildir de nedir? Sınıf hareketindeki geçici gerilemelere teslim olmayıp, sabırlı, planlı ve uzun soluklu bir mücadele anlayışıyla yola devam edenler, bu çabaların asla boşa gitmediğini ve gitmeyeceğini, kapitalizm var oldukça işçi sınıfının mücadelesinin yine yükselişe geçeceğini bilirler. Sınıfa devrimci bilinç taşıma vurgusuna karşı çıkanlar, kendiliğindenliğin sihrine tapanlar, yaşamın boşluk tanımadığını, birilerinin sınıfa her an başka türden bir bilinç taşıdığını göz ardı etmek isteyenlerdir. Nihai hedefe bağlı propaganda, ajitasyon ve örgütlenme olmaksızın, devrim kendiliğinden bir gün yeryüzüne iniverecek “mesih” değildir. Diğer yandan, içinden geçmekte olduğumuz türden siyasi gerileme dönemleri, aslında sınıf hareketinden kopuk olan, fakat devrimci edalı soyut bir lâfazanlık aktivitesini “devrimci” siyaset olarak sunanların sayısını da yükseltir. İlk bakışta reformizmin zıddı gibi görünen bu eğilim, gerçekte işçi sınıfının devrimci eyleminin pratik eleştirisinden azade kalan aydın oportünizminin farklı bir tezahürüdür. Siyasal gerilemenin oluşturduğu gerçekliği kabule yanaşmayan ve her şeye yeniden başlamayı göze alamayan entelektüel solculuk, kaçış eğilimini, kendi aşırı
sloganlarının yarattığı sözel fırtına ile örtmeye çabalar. Bu nedenle, gerileme dönemlerinde aşırı sol lâf üretenlerin, canlanma dönemlerinde kitleselleşme adına tekrar reformist dalgaya ayak uydurdukları sıkça görülen bir durumdur. İşçi sınıfının devrimci potansiyeli konusunda genel bir değerlendirme yaparken, temel kalkış noktasını, sınıfın kendi içindeki bölünmelere odaklanmış bir bakış açısı oluşturmamalı. Örneğin vasıf ve gelir düzeyleri bakımından işçiler arasında farklıklar olsa da, kapitalist düzende işçi sınıfının bir bütün olarak burjuvaziyle çıkarları çatışmaktadır. Önce sorunun bu temel ve objektif yönü kavrandıktan sonra, içinde bulunulan somut tarihsel-toplumsal koşullara göre, siyasal mücadeleyi ilgilendiren farklılıklar üzerinde ayrıca durulabilir. Tarihsel-toplumsal diyoruz, çünkü örneğin günümüzde, kapitalizmin ilk gelişme dönemlerindekine benzer biçimde bir işçi aristokrasisi gerçeği yer almamaktadır. Bugün işçi sınıfının sendikal hareketi, o dönemlerde olduğu şekilde, diyelim yalnızca vasıflı işçilerin üye olabileceği ve tam anlamıyla bir meslek şovenizmini yansıtan, tamamen ayrıcalıklı işçilerin sendikaları temelinde bölünmüş değildir. Bizzat kapitalist gelişmenin kendisi, gerek vasıflı işçiyi eskiye oranla sıradanlaştırarak, gerekse genelde vasıflı işçinin ücretini ortalamaya doğru çekerek, geçmiş dönemin işçi aristokrasisini ortadan kaldırmıştır. Ama, kapitalizmin farklı gelişme konjonktürlerinde işlerinin cinsi değişmek üzere, bazı vasıflı işçilerin günümüzde de ortalama işçi ücretlerinin üzerinde bir gelir elde edebilmeleri mümkündür. Bu nedenle, işçi sınıfının yüksek ücret alan kesimi bir “işçi aristokrasisi” olarak adlandırılsa bile, böyle bir nitelendirme bunların işçi sınıfından koptukları anlamına gelmez. Çünkü nihayetinde bu durum, sınıfın kendi içindeki bölünmelere ilişkin bir sorundur. Bu tür işçilerin sınıfın geneli içinde tuttukları yer çok büyük olmadığı gibi, yarattığı siyasal sonuçlar da düz bir mantıkla çözümlenemez. Tarihsel deneyim, farklı tarihsel kesitlerde o dönemin ölçülerine göre iyi ücret alan vasıflı işçi gruplarının, sınıf mücadelesinde öncü işlevler üstlenebildiklerini ortaya koymaktadır. Genel olarak işçi aristokrasisi ve bürokrasisi, işçi hareketine oportünizmin, reformizmin taşıyıcısı olarak bilinir. Bu türden saptamalar, hem günümüzün somut koşulları çerçevesinde irdelenerek ele alınmalı, hem de içerdiği farklı yönler dikkatlice hesaba katılmalıdır. Örneğin, kapitalizmin ilerleyişi içinde ortaya çıkan tarihsel değişimi hesaba katmayıp, emperyalist ülkelerdeki işçi sınıfını bir bütün olarak “aristokrat” olarak damgalayıp bir kenara atmak son derece yanlış bir siyasal tutumdur. Ya da, genelde tüm kapitalist ülkeler için geçerli olmak üzere, burjuva iktidar aygıtlarıyla içiçe geçmiş üst sendikal bürokrasi ile alt kademelerde yer alan işyeri sendika temsilcilerini aynı bürokrasi çuvalının içine tıkıştırmak asla doğru değildir. İşçi hareketi içinde egemen olan ve çeşitli ayrıcalıklarla donatılmış sendikal bürokrasi, fiilen işinin başında olup diğer işçilere nazaran daha yüksek ücret alan işçilerin oluşturduğu katmandan farklıdır. Sendikal bürokrasi köken olarak işçi sınıfının içinden çıkmış olsa bile, onun sınıf hareketi içinde asıl sorun oluşturan yönü, gerek gelir düzeyi ve yaşam tarzı ve gerekse sosyal ilişkileri bakımından sınıftan kopup uzaklaşan bir realite oluşturmasıdır. İşçi hareketi içinde, burjuva politikasının taşıyıcısı olarak işlev gören bu kesimin yarattığı sorunlar, işçi sınıfının ücret farklılıklarından kaynaklanan iç sürtüşmeleri düzeyine asla indirgenemez. Çünkü işçi hareketinin başına musallat olan bu kesim, sınıf içi bir sorun olmanın ötesinde, çok ciddi bir siyasal sorundur.
--------------------------------------------------------------------------------
[3] Marx, Kapital, C.1, Sol Yay., Temmuz 1975, s.652 [4] Marx ve Engels, “Komünist Manifesto”, Seçme Yapıtlar, C.1, Sol Yay., Aralık 1976, s.132 [5] Lenin, Collected Works, Vol. 29, s.421 (“Büyük Bir Başlangiç”, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü içinde, Sol Yay., Kasım 1992, s.150) [6] Marx, Grundrisse, Birikim Yay., Ekim 1979, s.161. [7] Marx, Felsefenin Sefaleti, Sol Yay., Ocak 1979, s.184 [8] Marx ve Engels, Seçme Yapıtlar, C.1, s.77 [9] A. Gorz, Elveda Proletarya, s.22 [10] Marx, “Almanca İkinci Baskıya Sonsöz”, Kapital, C.1, s.26 [11] Marx ve Engels, “Alman İdeolojisi”, Seçme Yapıtlar, C.1, s.26 [12] Marx ve Engels, age, s.49 [13] 1844 Elyazmaları’ndan aktaran: Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, Ocak 1979, s.113 [14] “Komünist Manifesto”dan aktaran: Marx, Kapital, C.1, s.805 İşçi Sınıfının Yapısı Kapitalizmin genişletilmiş yeniden üretim sistemi, içerdiği çelişkileri ortadan kaldırmaksızın, yalnızca daha da derinleştirmek ve dünya ölçeğinde yaygınlaştırmak pahasına ilerleyen bir yapıya sahiptir. Kapitalist sanayi, belirli periyotlarla birbirini takip eden döngüler temelinde nefes alıp verir. Böylece, ekonomi bir kriz dönemini atlatarak yeni bir genişleme dönemine varabilir. Kapitalist sanayi döngüsünün kriz evresinden yeni bir yükseliş evresine geçiş, teknolojik yenilenme ve emeğin üretkenliğini arttıran yöntemlerin uygulamaya konması sayesinde mümkün olabilmekte ve sonra, bu ekonomik döngü yine aynı temelde işlemeye devam etmektedir. Bu süreç aynı zamanda, işçi sınıfının yapısında da değişimin yaşandığı bir süreçtir. Önemli olan, bu değişimin ne anlama geldiğinin doğru bir biçimde yorumlanabilmesidir. Teknolojik gelişmelere bağlı olarak işçi sınıfının teknik bileşiminde, yani kafa ve kol emeğinin ağırlığında, sınıfın iç yapılanmasında, üretim dalları itibarıyla dağılımında, vasıf düzeyi ve çeşitlerinde değişim sürekli olarak vardır. Bu anlamda işçi sınıfı teknik gereklere ve değişime bağlı olarak, tıpkı üretim araçlarının yenilendiği-değiştiği gibi bir değişim geçirmektedir. Fakat öte yandan işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki temel konumu, yani toplumsal işbölümünde, kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yer değişmemektedir. Zaten işçi sınıfının bizi asıl ilgilendiren yönü, taşıdığı devrimci potansiyel, sınıfın tarihsel anlamdaki devrimci misyonu buradan kaynaklanmaktadır. Ancak burjuva ideolojisi, sınıfları üretim ilişkileri temelinde tanımlamaktan kaçınan argümanlar ürettiği gibi, işçi sınıfının yapısının kavranması noktasında da dikkatleri asıl özelliklerden uzaklaştıracak ve teknik yapı değişikliğine çekecek görüşler üretmektedir.
Kapitalist gelişmenin genel eğilimlerinin, işçi sınıfının yapısı bakımından ne tür değişimlere işaret ettiğine ilişkin hususlar, bizzat Marx’ın incelemelerinde yer almaktadır. Ne var ki, Marksist açılımlara yönelik açık ya da sinsi, çeşitli düşünsel saldırı ve revizyonlar nedeniyle, onca yıl önce kapsamlı bir biçimde ortaya konmuş çözümlemeleri yeniden ve yeniden gün ışığına çıkarmak gerekiyor. İşçi sınıfına ilişkin Batı kaynaklı pek çok “eser” kütüphane raflarını doldurmaktayken, sahip çıkmamız gereken doğrular yine Kapital’in, Grundrisse’nin, Artı-Değer Teorileri’nin vb. sayfalarında yer almayı sürdürüyor. Kaynak budur; incelenmesi ve hatırlanması gereken düşünceler, Marksizmin kurucularının bıraktığı mirasın eskimeyen ve değerinden bir şey yitirmeyen parçalarıdır. Görevimiz, işçi sınıfının kapsamını olduğundan daha dar göstermeye, sınıfın içinde yer alan bazı kesimleri sınıf kapsamının dışında tutmaya, sınıfın bütünsel devrimci potansiyelini ıskartaya çıkartarak içindeki şu ya da bu kesimle yetinmeye yönelen her türden tırtıklamalar karşısında, günümüz gerçekliğine hâlâ ışık tutan Marksist çözümlemeleri hatırlamak ve hatırlatmaktır. Benzer kaygılar güden çalışmalarda da rastlayabileceğimiz gibi, Marksizmin doğrularını, bu doğrulara yönelik başlıca saldırı temalarını çürüten yönleriyle sistematize ederek konuyu bir kez daha gözler önüne sermeyi amaçlıyoruz. Sorunun incelenmesine geçmeden önce, Marx’ın toparlayıcı ve açıcı bir değerlendirmesine yer verelim. Aktaracağımız satırlar, kapitalizmin teknik temelinin devrimci yapısıyla, onun toplumsal karakterinin tutuculuğunu ve bu ikisi arasındaki çelişkiyi çarpıcı bir biçimde ifade etmektedir.
“Modern sanayi, mevcut üretim sürecini hiçbir zaman son ve değişmez bir şekil olarak görmez ve ele almaz. Bunun için de, bu sanayiin teknik temeli devrimcidir, oysa daha önceki üretim biçimleri özünde tutucuydu. ... Bu nedenle, modern sanayi, mahiyeti gereği bir yandan, işte değişmeyi, görevde akıcılığı, işçide genel bir hareketliliği zorunlu kılarken, öte yandan da, eski işbölümünü o katılaşmış özellik ve ayrıntılarıyla yeniden canlandırmıştır. ... Bu uzlaşmaz karşıtlığı, daima sermayenin emrinde olması için sefalet içinde yaşayan yedek sanayi ordusu gibi bir canavarın yaratılmasında; işçi sınıfı içinde durup dinlenmeden verilen kurbanlarda; işgücünü harvurup harman savurmasında ve, her ekonomik gelişmeyi toplumsal bir rekabet haline dönüştüren toplumsal anarşinin yol açtığı yıkımlarda olanca çılgınlığı ile görmüş bulunuyoruz. Bu, olumsuz yandır.”[15] Marx ayrıca, modern sanayinin kapitalist biçim altında, bir yandan emekçi kitlelerin üzerine çeşitli afetler yağdırırken diğer yandan nasıl da kendi sonunu hazırlamaya koyulduğunu, kafa ve kol emeği arasındaki ayrılığın aşılmasını topluma dayattığını gözler önüne sermektedir:
“Ama bir yandan şimdi işteki çeşitlilik, karşi konulmaz dogal bir yasa şeklinde ve her yerde direnmeyle yüz yüze gelen dogal bir yasanin gözü kapali yikiciligi ile kendisini gösterirken, öte yandan da, modern sanayi, getirdigi felâketler araciligi ile, üretimin temel yasasi olarak, işin çeşitliliginin kabul edilmesi zorunlulugunu ortaya koyarak, işçilerin bu çeşitli işler için yatkin hale gelmesini ve bu yeteneklerinin en geniş ölçüde gelişmesini saglamiştir. Üretim biçimini, bu yasanin normal olarak işlemesine uydurmak, toplum için bir ölüm-kalim sorunu oluyor. Modern sanayi, gerçekte, toplumu, bütün hayati boyunca bir ve ayni işi tekrarlayarak güdükleşen ve böylece bir “parça-insan” haline gelen bugünün parça-işçisinin yerini, çeşitli işlere yatkin, üretimdeki herhangi bir degişmeyi karşilamaya hazir ve yerine getirdigi çeşitli toplumsal görevleri, kendi dogal ve sonradan kazanilmiş yeteneklerine serbestçe uygulama alani saglayan bir şey olarak benimseyen tam anlamiyla gelişmiş bir bireyi koymayi, bir ölüm-kalim sorunu halinde zorlamaktadir.”[16] Ekonomik gelişmenin komünizmin maddi temelini döşemesi, kafa ve kol emegi arasindaki ayrimin ortadan kalkacagi yolu açmasi bakimindan Marx’ın işaret etmiş olduğu eğilim, benzeri tüm hususlarda olduğu gibi, kapitalizm altında yalnızca geleceğe yönelik önemli işaretlerdir. Kapitalizm yıkılmadıkça, özel mülkiyete dayanan
üretim ilişkileri nedeniyle, toplumsal işbölümü temelindeki kafa ve kol emeği ayrımı ortadan kalkmaz. Ancak, üretim sürecinde sürekli yeniliklere neden olan muazzam teknolojik gelişme, işçi sınıfı içindeki kafa ve kol emeği farklılıklarını silikleştirme eğilimindedir. Kapitalizmin gelişmesi, bir yandan üretim sürecinde kol emeğinin önemini azaltıp kafa emeğinin önemini arttırırken, diğer yandan belirli bir toplumsal üretim miktarı için gereken toplumsal emek zamanını da aşağıya çekmektedir. Böylece üretimin, farklı emek türlerinin tek bir üreticinin şahsında birleşmesi temelinde ve çok daha kısa çalışma saatleri içinde sürdürülmesi olanaklı hale gelmektedir. Fakat bu “olanak”, kapitalist üretimin sınırlayıcı doğasının diktiği duvarlara toslayarak yamulmakta ve böylelikle üretim süreci eski biçimlerle yeni olanakların çarpık bir bileşimini oluşturarak, tarihsel anlamda kör topal ilerleyen bir niteliğe bürünmektedir. İşte bugün geldiği noktada kapitalist sistemin asla hatırdan çıkartılmaması gereken temel gerçekliği budur. Kapitalist Üretim Alanı ve Üretken Emek Kafa ve Kol İşçileri Eğer kapitalist üretim tarzından bağımsız olarak, genel anlamda üretken emekten söz edecek olsaydık, kullanım değerlerini yani insanların çeşitli ihtiyaçlarını karşılayan mal ve hizmetleri üreten emeğin üretken olduğunu söylemek mümkün olabilirdi. Ne var ki, üretken emeği yalnızca genel anlamda kullanım değerlerinin üretimi açısından ele alan bu tür bir yaklaşım, hiçbir zaman kapitalist üretim sürecine doğrudan doğruya uygulanamaz. Çünkü, değişim değerleri üretimine dayanan ve genelleşmiş meta üretimi anlamına gelen kapitalist üretim tarzı, bu özelliği nedeniyle üretken emek ve üretken olmayan emek kavramlarını da değişikliğe uğratmıştır. Demek ki, kapitalist üretim tarzında üretken emekten söz ettiğimizde, soruna genel olarak çeşitli kullanım değerlerinin üretildiği bir emek süreci olarak yaklaşmak doğru olmayacaktır. Üretken emeğin özel olarak kapitalist üretim sistemi açısından taşıdığı anlamı ortaya koymak gerekir. Kapitalist üretim sürecinin amacı, sermaye için artı-değer yaratılması, paranın ve metanın sermayeye dönüştürülmesidir. Bilindiği gibi, kapitalist üretim sürecinde, satın alınandan daha fazla emek emilir. Bu süreçte kapitalistler, işçinin karşılığı ödenmemiş emeğini sahiplenirler. Sermayenin ihtiyacı, yalnızca üretim sürecine giren değeri korumak değil, onu arttırmak, artı-değer elde etmektir. Sermaye bunu, üretim sürecinde üretken emekle değişime girerek başarır. O nedenle, kapitalizmde yalnızca doğrudan sermayeye dönüştürülebilen emek üretkendir. En genel anlamda, “Sermayenin üretkenliği, sermayenin emekle, ücretli-emek olarak karşı karşıya gelmesi olgusuna, emeğin üretkenliği de emeğin, emek araçlarıyla sermaye olarak karşı karşıya gelmesi olgusuna dayanır.”[17] Kapitalist üretim sistemi içinde üretken emek yalnızca kendi işgücünün değerini değil, ayrıca buna ek olarak kapitalist için bir artı-değer üreten ücretli emektir. Böylece, emeğin nesnel koşullarını sermayeye ve onların sahibini de kapitaliste dönüştüren emektir; yani kendi ürününü sermaye olarak üreten emektir. Demek ki, soruna genel anlamda “bir şey üretmek” açısından değil de, kapitalist üretim sürecinin niteliği açısından yaklaşıldığında, kendisine ait üretim araçlarıyla kullanım değerleri üreten ve ancak ihtiyaç fazlası ürünü değişerek kendisi için metalaştıran üretici, kapitalist anlamda üretken emekçi kapsamının dışında kalacaktır. Ancak hemen şunu belirtmek gerekir ki, kapitalizm geliştikçe üretim sürecini genelde kapitalist meta üretimine dönüştürdüğünden, sermaye için değil de kendi bireysel ihtiyacı için üretim yapan emekçiyi tarihe karıştırır. Eski dönemlerin üreticisini (küçük meta üreticisini) üretim araçlarından kopartarak işçiye dönüştüren kapitalist gelişme süreci, genelleşmiş meta üretiminin egemenliğini tesis eder.
Oysa, kapitalizmden önceki dönemlerde bu mümkün olamazdı. Çünkü, yalnız başına para ve meta dolaşımı, sermayenin varoluşunun tarihi koşullarının doğmasına yetmemekteydi. Onun doğabilmesi için, üretim ve tüketim araçlarını elinde bulunduran kimse ile, kendi işgücünü satan özgür emekçinin pazarda karşı karşıya gelmesi gerekmekteydi. Ve işte bu tek tarihî koşul, bir dünya tarihini kapsamaktadır. “Demek ki, kapitalist döneme niteliğini kazandıran şey, işgücünün, işçinin kendi gözünde, kendi malı olan bir meta şeklini alması ve dolayısıyla emeğinin, ücretli emeğe dönüşmesidir. Öte yandan, emek ürününün genel olarak meta halini alması ancak bu andan sonra olur.”[18] Kapitalist üretim tarzı, daha önceleri küçük köylü ekonomisinin ya da zanaatkârlığın uzantısı olan ev içi üretimi (eski moda domestik sanayii), sermaye için üretimin uzantısı durumuna getirerek, bu biçimde çalışan emekçileri de işçi sınıfının kapsamı içine katar. Sermaye böylece, aslında kendisinin yüklenmesi gereken pek çok maliyet unsurunu da üreticinin sırtına yükler. Alabildiğine düşük ücretlerle ve sosyal güvenlik haklarından yoksun bir tarzda çalışan ve çoğunluğunu kadın ve çocuk emeğinin oluşturduğu bir orduyu daha kendi hizmetine koşmuş olur. Artı-değer üretimine katıldığı ölçüde üretken emekçi niteliğini taşıyan bu işçilerle ilgili olarak Marx şöyle demektedir:
“Manüfaktür döneminin tersine, bundan böyle işbölümü, mümkün olan her yerde, kadinlarin, her yaştan çocuklarin, düz işçilerin çaliştirilmalarina, yani Ingiltere’de karakteristik bir deyimle ifade edildiği gibi, tek sözcükle ucuz emeğe dayanır. Bu, yalnız, makine kullanılsın kullanılmasın geniş boyutlu üretim kolları için değil, ister çalışan kimselerin evlerinde, isterse küçük işyerlerinde yapılsın, ev sanayileri denilen üretim biçimleri için de geçerliydi. Modern ev sanayii denilen bu sanayiin varlığı, bağımsız kent el zanaatlarını, bağımsız köylü tarım işletmelerini ve her şeyden önce de işçi ile ailesinin içinde yaşadıkları bir evin varlığını önkoşul olarak gerektiren eski tarz ev sanayii ile ad benzerliği dışında ortak bir yanları yoktur. Bu eski tarz sanayi, şimdi, fabrikanın, manüfaktürün ya da eşya deposunun, bir dış bölümü halini almıştır. Sermaye, tek bir yerde geniş kitleler halinde topladığı ve doğrudan doğruya komuta ettiği fabrika işçilerinden, manüfaktür işçilerinden ve el zanaatçılarından başka, şimdi, gözle görünmeyen iplerle, diğer bir orduyu da harekete getirmiştir: bunlar, büyük kentlerde oturanlarla birlikte bütün ülke yüzeyine yayılmış bulunan ev sanayii işçileridir.”[19] Kapitalist üretim tarzının üretken emekçinin kapsamında yarattığı bir başka değişiklik, kafa emeğinin rolüne ilişkindir. Kapitalizm öncesi dönemlerde, örneğin ilk çağ köleci toplumunda ve orta çağın feodal toplumlarında, kafa emeği üretim sürecinin dışında, bilim, sanat ve yönetim işlerinde yer alıyorken, kapitalist gelişme yalnızca kol emeğiyle değil kafa emeğiyle de üretim sürecine doğrudan katılan işçiyi yaratmıştır. Öte yandan kapitalizm bilimi de sermayenin üretici gücüne dönüştürmüştür. Bilim işçinin karşısına sermaye olarak dikilmektedir. Aslında, gelişen teknoloji, üretim sürecinde kol emeğinin yoğunluğunu düşüren makineler, bilimsel buluşlar vb. hepsi toplumsal emeğin ürünüdürler. Ne var ki kapitalist gelişme, işçilerin emeklerinin ürününü sermayeye dönüştürdüğü için, toplumsal emeğin güçleri işçilerin karşısına, onlara yabancı bir güç, sermayenin biçimleri olarak dikilmektedir. Marx’ın dediği gibi, makinede gerçekleşen bilim, işçiler için sermaye biçiminde ortaya çıkar.[20] O nedenle, bilimin toplumsal emeğe, doğa güçlerine ve büyük ölçekli üretime uygulanışı, emeğin güçlerini emekten ayırarak sermayeyle bütünleşmiş gibi gösterir. İşte, kapitalizm geliştikçe, dolaysız üretim sürecinde daha ağırlıklı olarak yer almaya başlayan kafa emeğinin, işçi sınıfının bir bileşeni olarak değil de onun karşısında yer alan sermayenin gücü gibi algılanması bu konudaki yanılsamaların tipik bir örneğidir. O halde, kapitalizm çağında üretkenlik kavramı doğru bir temelde, yani artı-değer üretimi açısından kavranıldığında, “kol emekçisi üretkendir, kafa emekçisi değildir” biçimindeki bir yaklaşimin ne derece yanliş oldugu görülecektir.
Üretken emekçi kapsamina giren kafa işçisi olabildigi gibi, bu kapsamin dişinda kalan kol işçisi de bulunmaktadir. Ayrica, kapitalizm emek sürecini kooperatif bir nitelige yükselttiginden, üretkenlik sorununa bireysel degil ancak kolektif emek açisindan yaklaşilmasi gerekir. Degişik emek türlerini, kafa emegiyle kol emegini birbirinden ayirmak ve farkli insanlar arasinda dagitmak, kapitalist üretim tarzinin ayirt edici bir özelligidir. Fakat bu durum, maddi ürünün bu insanlarin ortak ürünü olmasi anlamina gelir. “Tüm bu insanlar, yalnızca maddi zenginliğin üretilmesine doğrudan katılmakla kalmazlar, üstelik emeklerini doğrudan, sermaye olan parayla değişirler ve dolayısıyla, ücretlerine ek olarak kapitalist için bir artı-değeri yeniden üretirler. Emekleri, ödenmiş emeği artı ödenmemiş artı-emeği içerir.”[21] Üretim sürecinin kapitalist gelişmeyle birlikte kazandigi kolektif nitelik göz önünde bulunduruldugunda, üretken emegin kapsami geçmiş dönemlere oranla genişlemektedir. Çünkü üretilen ürün, artik bireysel üreticinin dolaysiz ürünü olmaktan çikmakta ve kolektif işçinin ürettigi toplumsal bir nitelik kazanmaktadir. Kapitalizmde, üretilen ürünlerin her biri, iş konusu üzerindeki işlemlerin az ya da çok bir parçasini yapan bir işçi toplulugunun ortak ürünü halini alir. Kapitalizm altinda iş sürecinin kolektif içerigi gitgide daha da belirli bir hale geldikçe, bunun zorunlu sonucu olarak, üretken emek ve bunu saglayan üretken işçi kavrami da daha geniş bir boyuta ulaşmaktadir. Artik üretken biçimde çalişiyor olmak için mutlaka el ile çalişmak gerekmez. Kolektif işçinin bir parçasini oluşturmak ve onun yerine getirecegi alt işlevlerden bir tanesini yapmak yeterlidir. Fakat diger yandan, üretken emegin kapitalist üretim tarzindaki gerçek kapsamini ortaya koymak için, bu kez de alani biraz daraltmak ve soruna yalnizca arti-deger üretimi açisindan yaklaşmak gereklidir. Zira kapitalizmde, yalnizca bir şey üretmek yetmez, işçinin emeginin üretken emek olarak kabul edilebilmesi için, onun arti-deger üretip üretmedigine bakilmalidir. Marx, kapitalizmde üretken işçi kavraminin, sadece iş ile işin yararliligi, emekle emek ürünü arasindaki bir ilişkiyi anlatmakla kalmadigini, asil olarak tarihsel gelişmeden dogan ve işçiye, bir arti-deger yaratma araci damgasini vuran özgül bir toplumsal üretim ilişkisini anlattigini belirtir. Bu özgül ilişki, kapitalist üretimin alâmet-i farikasi olan ücretli emek-sermaye ilişkisidir. Tam da burada unutulmamasi gereken başlica husus şudur ki, kapitalist üretim sürecine özgü olan arti-deger, ücretlerin ödenmesine ayrilan degişen sermayenin[22] yalnizca üretken emekle degişilen kisminin ürünüdür. Bu nedenle, ilerleyen bölümlerde üzerinde duracagimiz gibi, örnegin ticaret alaninda çalişan işçinin ücreti de sermaye tarafindan ödendigi halde, bu işçiler arti-deger üretmezler ve üretken işçi kapsaminda degildirler. Demek ki, işçi sinifinin üretken emek kapsamina giren kismini ayirt edebilmek için kafa ve kol işi ayrimina degil, arti-degerin üretildigi alanlara ve bu alanlarda çalişan kolektif emek güçlerine bakmak gerekecektir. Marx’ın dediği gibi, bazıları elleriyle daha iyi çalışır, bazıları kafalarıyla; birisi yönetici, mühendis, teknoloji uzmanı vb. olarak, birisi ustabaşı olarak, birisi en ağır işlerde kol emekçisi olarak daha iyi çalışır. Kapitalist gelişmeyle birlikte, her gün artan sayıda iş çeşidi üretken emek kavramına dahil olmaktadır ve bu işleri yapan işçiler, ister kol isterse kafa emeği ağır bassın, üretken işçidirler. Netleştirilmesi gereken diğer bir önemli tartışma konusu, kapitalizmde değişim değeri üretiminin kapsamıyla ilgilidir. Üretkenlik kavramını gelişigüzel biçimde algılamak isteyenler, genelde soruna tüm değişim değerlerinin yaratılması açısından değil, akıllarına ilk elden gelebilecek kullanım değerlerinin üretimi açısından yaklaşırlar. Bu yaklaşım yanlıştır ve kapitalizmin aslında değişim değerleri üretimi olduğu, yalnızca değer değil artı-değer üretimi olduğu gerçeğiyle çelişir. Oysaki, verili bir dönemde insan ihtiyaçlarını karşılamak bakımından akla ters gelebilecek tüm metalar; örneğin silah, uzay araçları ya da insan sağlığını tehdit eden kimyasal ürünlerin vb. üretiminde yer alan ücretli işgücü
üretken emeğe dahildir. “İçinde üretken işçi emeğinin yer aldığı bir metanın kullanım-değeri, en yararsız türden olabilir. Metanın maddi özellikleri, hiçbir biçimde, emeğin doğasıyla bağlantılı değildir; tam tersine, yalnızca belli bir toplumsal üretim ilişkisinin ifadesidir. Bu emeğin içeriğinden ya da sonucundan değil, ama belirli bir toplumsal biçiminden çıkarılmış bir tanımdır.”[23] Kapitalist açısından işgücünün kullanım değeri, harcanan emeğin somut yararlılığına, örneğin kunduracı emeği mi ya da dokumacı emeği mi, yoksa maddi olmayan türden bir hizmet-meta üreten emek mi vb. olduğuna bağlı değildir. Emeğin üretken emek olarak tanımlanmasının, onun belirli içeriğiyle, özgül yararıyla ya da kendini ifade ettiği belli kullanım değeriyle kesin olarak hiçbir ilgisi yoktur. Bu metada kapitalisti ilgilendiren şey, ödediğinden daha fazla değişim değerinin yer almış olmasıdır. Bu nedenle, kapitalist açısından işgücünün kullanım değeri, bir başka deyişle kapitaliste özel yararı, ona ücret olarak ödediği emek zamanını daha fazla miktarda geri alıyor olmasından ibarettir. Yani üretken emeğin sermayeye faydası, şu ya da bu türden somut bir kullanım değeri üretmesi değil, ne türden olursa olsun, kârlı bir değişim değeri üretmesidir; kısacası onun artı-değer yaratma yeteneğidir. Artı-değer üretimi salt geleneksel maddi nesneler üretimi ile sınırlı değildir. Günümüzde büyük bir önem kazanmış bulunan hizmet sektöründe çalışıp maddi olmayan bir meta üreten işçiler de, beyaz ve mavi yakalı ayrımına bakmaksızın, şayet artı-değer üretiyorlarsa üretken işçi kapsamı içindedirler. Marx’tan vereceğimiz örnek, onun döneminde ekonominin bütünü içinde henüz büyük bir yer tutmamasına karşın, hizmet sektöründe de artı-değer üretilebileceğini ve örneğin bir öğretmenin de pekâlâ üretken işçi sayılabileceğini gözler önüne sermektedir. “Maddi nesneler üretiminin dışında kalan bir alandan örnek alırsak, bir öğretmen, öğrencilerin kafaları üzerinde emek harcamasının yanı sıra eğer okul sahibini zenginleştirmek için de eşek gibi çalışıyorsa, üretken bir işçi sayılır. Okul sahibinin, sermayesini, sosis fabrikası yerine öğretim fabrikasına yatırmış olması hiçbir şeyi değiştirmez.”[24] İşgücünü satın alan kapitaliste bir değişim değeri üreten işçi, ister palto biçiminde gözle görülebilir bir meta, isterse öğretmenin verdiği ders örneğinde olduğu gibi maddi olmayan bir meta üretsin, kapitalizm açısından üretken işçi sayılır. Böylece kapitalist gelişme, geçmiş dönemlerde meta üretimi kapsamına girmeyen pek çok kullanım değeri üretimini, artık kapitalist meta üretimi kapsamına dahil ederken, hizmet üretimini de kapitalist sanayinin çok önemli bir koluna dönüştürmektedir. Ancak, hizmet üreten işgücünün sermaye ya da gelirle değişilmesi durumunda ortaya çıkacak sonucun farklı olması nedeniyle, konunun mukayeseli olarak incelenmesi daha yararlı olacağından, kapitalist hizmet üretimini değişik yönler içeren hizmet olgusu bölümünde ele alacağız. Günümüzde pek çok yazar tarafından, kol işçisi mavi yakalı, kafa işçisi beyaz yakalı diye adlandırılıyor. Yerleşen nitelemeler olduğu için ve çağrıştırıcı bir işlevi olması bakımından bu kavramları kullanmakta çok fazla bir sakınca yok. Ancak yine de, karıştırılmaması gereken bir noktaya dikkat çekelim. Kol işçisini sanayide çalışan işçiyle ve kafa işçisini de hizmet kesiminde çalışan işçiyle özdeşlemek tamamen yanlıştır. Bir kere, sağlık, posta, temizlik, toplu taşıma gibi pek çok hizmet işi önemli bölümüyle kol emeğine dayanmaktadır. İkincisi, pek çok üretken kafa işçisinin yer aldığı hizmet kesimi kapitalist sanayinin bir koludur. 20. yüzyılda seyreden kapitalist gelişmeyle birlikte işçi sınıfının toplam bileşimi içinde kafa emekçisinin ağırlığı arttı. Önemli olan bu gelişimin irdelenmesinden çıkartılacak sonuçlardır. Tam da bu noktada gerçek Marksistlerle burjuva ideologlarının yaklaşımları arasındaki fark sınıfsal çatışmayı yansıtıyor. Burjuva ideologları ve onların izinden giden sözde Marksistler, bu gelişmeden, işçi sınıfının yapısının çok değişmiş olduğu ve bu nedenle onun artık Marx’ın ele aldığı anlamda devrimin öznesi olamayacağı yolunda sonuçlar çıkartıyorlar. Kuşkusuz ki onların bu türden saptamaları, yaşanan gerçeklikleri kavramaya yönelik bilimsel incelemeler neticesinde vardıkları sonuçları yansıtmıyor. Tam tersine, aslında kendi sınıfsal meşrepleri gereği, işçi sınıfının artık önemini yitirmekte olduğunu,
giderek yok olduğunu kanıtlama çabası içindeler. Bu iddialarına taraftar toplayabilmek amacıyla, gerçekleri arzuladıkları yönde tahrif ederek sözde bilimsel sonuçlar türetip, Marksizme böylece darbeler indirmeyi tasarlıyorlar. Öte yanda ise, bu türden değişimlerin sınıf mücadelesi açısından ne anlama geldiğini bıkmadan usanmadan savunagelen Marksizm yer alıyor. Burjuvazinin Marksizme yönelttiği ideolojik saldırıda kullandığı “işçi sinifi ortadan kalkiyor” benzeri argümanların kofluğunu, gülünçlüğünü deşifre edebilmek için, elbette ki bu konudaki Marksist açılımların direkt kendi kaynaklarından öğrenilmesi ve burjuva “bilim adamları”na duyulan beyhude hayranlıkla felçleşmemiş kafalar gerekiyor. Marksizmin yıllar öncesinden işaret ettiği önemli bir husus var. Kapitalist gelişme sürecinin ana eğilimlerinden biri olarak, üretim sürecinde giderek kafa emeğinin ağırlığı artacak ve kafa-kol emeği arasındaki ayrılığın aşılması olanağını bizzat kapitalizmin kendisi hazırlayacaktır. Kuşkusuz ki, kapitalist gelişme bu ayrımın ortadan kalkması için gereken maddi koşulları yaratsa da, bu çelişkinin çözülmesi ancak kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür ve izlerinin silinmesi de belirli bir tarihsel zaman sorunudur. Şimdilik önemli olan şudur ki, günümüzde kapitalist üretim sürecinde kafa emeğinin ağırlık kazanması, ne işçi sınıfının yok olduğu ne de Marx’ın yanıldığı anlamına gelir. Oysa gerçekliği keyfî bir tarzda çarpıtan sözde Marksistlerin, önemli taraftar kazanmış bulunan savlarından birisi, beyaz yakalı işçilerin maddi üretim yapmadığı ve dolayısıyla işçi sınıfının içinde yer almadığı yolundadır. İşçi sınıfını yalnızca üretken işçi ile sınırlayan yazarlar (örneğin Poulantzas ve onun gibi Althusserci kuramcılar), kapitalist üretim tarzının özünü üretim ilişkilerinde değil de teknik bir süreç olan çalışma sürecinde arıyorlar. Bu yaklaşım, yalnızca kol emeğiyle çalışan sanayi işçilerini kapsayan bir “işçi sinifi” anlayışıyla sonuçlanmaktadır. Poulantzas ve benzerleri, hizmet sektöründe ağır kol işçiliği yapan temizlik işçilerini ya da hastabakıcı ve benzerlerini “yeni küçük-burjuvazi” olarak adlandırarak, işçi sınıfının dışına atıveriyorlar.[25] Bu türden yazarlar, beyaz yakalıların tümünü “yeni küçük-burjuvazi” kavramının içine tıkıştırarak, hem onların büyük bir bölümünün işçi olduğunu hem de bunlardan bir kısmının üretken emekçi kapsamına girdiğini göz ardı ediyorlar. Kuşkusuz ki bu türden çıkarsamalar yanlıştır. Çünkü birincisi, kapitalist üretimden ne anlaşılması gerektiği ve ikincisi, işçi sınıfının yalnızca üretken işçilerden oluşmadığı hususlarında Marksizmin bilimsel sonuçlarıyla tamamen çelişiyor. Bu nedenle, sözde Marksistlerin bilimdışı safsatalarını fazladan ciddiye alarak uzun boylu aktarmalarla vakit kaybetmek yerine, konuya ilişkin Marksist açılımları dikkatlice incelemek ve gözler önüne sermek bizce daha yararlı olacaktır. Ulaştırma Sanayii Üretken emekten söz ettiğimizde, genelde hem mal hem de hizmet biçiminde metaların üretildiği üretim sürecini göz önünde bulundururuz. Fakat kapitalist üretim süreci, yalnızca metaların kelimenin alışılageldik anlamında üretildiği üretim alanını değil, dolaşım alanının bir kısmını da kapsamaktadır. Bu nedenle, dolaşım alanının bir parçası gibi görünse de, gerçekte üretim sürecinin uzantısı durumunda bulunan ulaştırma sanayii konusunu burada ele alacağız. Aslında çok açıktır ki, metaların taşınması nedeniyle var olan ürün miktarında bir artış sağlanmaz. Ama bir metanın üretiminin gerçekten tamamlanması, tüketicinin kullanımına sunulacak duruma gelebilmesi için yer değiştirmesi de gerekir. Bu nedenle, metaların mekân içerisindeki fiilî hareketini içeren ulaştırma sanayiinde geçen süre, ek bir üretim süreci gibidir. Marx, maden sanayiine, tarıma ve imalata ek olarak maddi üretimin dördüncü bir alanının ulaştırma sanayii olduğunu ve burada da üretken emeğin sermayeyle ilişkisinin, maddi üretimin diğer alanlarındakiyle tıpatıp aynı olduğunu belirtir.
Ulaştırma sanayiine yatırılmış olan üretim sermayesinin, ulaştırma araçları vb. gibi değişmeyen sermayeye ait yıpranan bölümünün maliyeti metanın değişim değerine yansır. Ulaştırma işinde kullanılan değişen sermaye tutarı ve ayrıca da bu sanayi kolundaki üretken emeğin yarattığı artı-değer gerçek üretim maliyetinin içinde yerini alır. Böylece meta gideceği yere ulaştığında, yer değişikliğinden kaynaklanan değişim, ifadesini metanın yükselmiş değişim değerinde bulur. Marx’ın deyişiyle, “Gerçi bu durumda gerçek emek, gerisinde, kullanım-değerinde herhangi bir iz bırakmamıştır ama, gene de bu maddi ürünün değişim-değerinde somutlaşır; ve maddi üretimin öteki alanları gibi bu sanayi dalında da emek … metanın içinde yerini alır.”[26] Ulaştirma sanayii, üretimin bagimsiz bir kolunu ve böylece de üretken sermayenin ayri bir yatirim alanini oluşturmaktadir. Onun ayirici özelligi, dolaşim süreci içerisinde üretim sürecinin bir devami olarak görünmesidir. Ancak, ulaştirma sanayiine ilişkin bu genel yaklaşimin yani sira, metalarin taşinmasi ile halkin taşinmasi hususlari, içerdikleri farkli özellikler nedeniyle birbirinden ayirt edilmelidir. Halkin taşinmasinda, ulaştirma sanayiindeki faaliyet, girişimcinin bir hizmeti olarak belirmektedir ve bu durumda taşimaya konu olan nesne meta degildir. Burada taşinan nesne yani insan, kapitalist girişimcinin sundugu hizmeti satin alan bir tüketici konumundadir. O nedenle şimdi olaya, kapitalist girişimcinin sermayesini arttiran bir hizmet üretimi açisindan yaklaşmamiz dogru olur. Marx, insan ya da eşya taşinmiş olsun, sonucun bunlarin bulunduklari yerdeki degişiklik oldugunu belirtir ve şöyle devam eder:
“Bununla birlikte, ulaştirma sanayiinin sattigi şey, yer degiştirmedir. Yararli etki, ulaştirma süreci ile, yani, ulaştirma sanayiinin üretken süreci ile simsiki baglidir. Insanlar ve mallar ulaştirma araçlariyla birlikte yolculuk ederler ve bu yolculuk, bu hareket, bu araçlar ile gerçekleştirilen üretim sürecini oluşturur. Bu yararli etki, ancak bu üretim süreci sirasinda tüketilebilir. Bu süreçten farkli, yararli bir şey gibi bir varliga sahip degildir. … Ama bu yararlı etkinin değişim değeri, diğer herhangi bir meta gibi, kendisinde tüketilen üretim ögelerinin (işgücü ile üretim aracı) değeri ve ulaştırma işinde çalıştırılan işçilerin artı-emeğinin yarattığı artı-değerin toplamı ile belirlenir.”[27] Marx, bu yararlı etkinin diğer metalar gibi aynı tüketim ilişkilerine tâbi olduğunu hatırlatır. Eğer yolcu tarafından bireysel olarak tüketilecek olursa, değişim değeri bu hizmetin tüketimi sırasında ortadan kaybolacaktır. Yok eğer, taşımadan kaynaklanan yararlı etki, taşınan metaların üretiminde bir aşama teşkil edecek biçimde üretken olarak tüketilirlerse, içerdiği değişim değeri bir ek değer olarak metanın değerine eklenecektir. Böylece, üretken emeğin özellikleri ve farklı sanayi alanlarındaki görünümlerine dair açıklamalardan sonra konuyu toparlayacak olursak, üretken işçilerin, imalat, madencilik, tarım, hayvancılık, ulaştırma, enerji, inşaat, haberleşme ve eğitim, sanat, eğlence, vb. gibi mal ve hizmet üretilen çeşitli alanlarda çalışan ve artı-değer üretimine katılan kafa ve kol işçilerinden oluştuğunu söyleyebiliriz. Aslında işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin taşıdığı tarihsel önem bakımından, sınıfın kendi içinde üretken olan ve olmayan işçiler diye ayırt edilmesi ikincil bir husus oluşturuyor. Önemli olan gerçek, insanlığın bugününü ve geleceğini tehdit eden kapitalist düzenin, kendi mezar kazıcısını, yani işçi sınıfını büyütmeksizin var olamayacağı. Ne var ki, büyüyen işçi sınıfının iç bileşimindeki değişikliklerin, sınıfın kapsamının daraldığı ya da devrimci potansiyelinin azaldığı doğrultusunda anti-Marksist iddiaların kanıtı olarak kullanılmak istenmesi karşısında, ikincil hususların üzerinde de durmak zorunlu hale gelmektedir. Yoksa örneğin, işçi sınıfının kapitalist kriterler bakımından üretken olan ve olmayan kesimlerini ayırt edebilmek, işçi sınıfının mücadelesi bakımından kendi başına pek de büyük bir önem taşımıyor. Çünkü, işçi sınıfının yalnızca üretken emek kapsamına giren kısmının daha önemli olduğu ya da daha militan bir nitelik taşıyacağı vb. söylenemez.
Kapitalist yeniden üretim süreci, gerek üretim gerekse dolaşım alanı itibarıyla bir bütündür. Kapitalistlerin çıkarları bakımından, artı-değerin üretildiği üretim alanı kadar, artı-değerin realize olduğu dolaşım alanı da önemlidir. Dolayısıyla, her iki alanda da kilit sektörlerde çalışan işçilerin organize edecekleri büyük direnişler ve grevler kapitalistlerin canını aynı derecede yakacaktır. Bu nedenle, örneğin enerji sektöründeki üretken işçilerin mücadelesi işçi sınıfının bütünü açısından nasıl stratejik bir önem taşıyorsa, aynı şeyi üretken olmayan işçilerin çalıştığı bankacılık sektörü için de söyleyebiliriz. Ayrıca da, üretken işçiyi ayırt eden temel husus, kapitalistler için artı-değer üretmek, yani onları zenginleştirmek olduğuna göre, üretken işçilik esasen sermaye açısından bir şans, işçi açısından ise bir ayrıcalık değil tersine bir talihsizliktir. Sonuçta, işçi sınıfının kapitalist sisteme karşı mücadelesi açısından, bizi yalnızca üretken kesimlerinin değil, onun bir bütün olarak büyümesi ilgilendiriyor. Dolaşım Alanı ve Üretken Olmayan Emek Bir bütün olarak ele alındığında, kapitalist yeniden üretim süreci, sermayenin üretim ve dolaşım zamanının toplamıdır. Bu nedenle, piyasada alım satım işlemleri için geçen süre, genel olarak sermayenin iş saatlerinin bir kısmıdır. Buradan anlaşılır ki, dolaşım zamanı ile üretim zamanı birbirlerini karşılıklı olarak dışlarlar. Kısacası, saf biçimiyle düşünüldüğünde, dolaşım sırasında sermaye üretken sermaye işlevini yerine getiremediği için, ne meta ne de artı-değer üretebilir. Sermayenin meta biçiminden para biçimine ya da para biçiminden meta biçimine dönüştürüldüğü dolaşım sürecinde, sermayenin varlık durumunda bir biçimden bir başka biçime değişim olursa da, yeni bir değer yaratılmış olmaz. Fakat üretim sürecinde yaratılmış bulunan artı-değer, ancak dolaşım sürecinde realize olabilir. Böylece, bir yandan sanayici kapitalist artı-değeri piyasada kâra dönüştürürken, diğer yandan da dolaşım alanına alıcı ve satıcı kimlikleriyle çıkan bir dizi ticari kapitalist, artı-değerin realizasyonuna katılarak kardan pay kapıp zenginleşebilir. Sermayenin hem üretim hem de dolaşım işlevini kapsayan kapitalist yeniden üretim süreci, ya dolaşım işlevinin de doğrudan sanayici kapitalist tarafından ya da onun yerine başka kapitalist girişimciler veya tuttuğu ücretli çalışanlar tarafından yerine getirilmesini şart koşar. Ancak Marx’ın uyardığı gibi, “bu hiçbir zaman dolaşimi yerine getiren kimselerle üretimi yerine getiren kimselerin birbirine kariştirilmasi için bir neden olamayacagi gibi, meta-sermaye ile para-sermayenin işlevlerinin, üretken sermayenin işlevleri ile kariştirilmasi için de bir neden degildir.”[28] Üretim işlevini yürütenlerin dolaşim işlevini yürütenlere bir ödemede bulunmak zorunda olduklarini belirten Marx, birbirlerine satan ve birbirlerinden satin alan kapitalistlerin, bu hareketleri ile ne deger ne de ürün yarattiklarina dikkat çeker. Bir sanayici kapitalist, dolaşim alanindaki işleri fiilen yürütmüş olsaydi yine kendisine kalacak olan kâr payindan feragat ederek, işin ticari kismini tüccara devredebilir. Meta üretimi sisteminde, dolaşimin tipki üretimin kendisi kadar zorunlu olmasi nedeniyle, kapitalizmin, üretim ögelerine duydugu kadar dolaşim ögelerine de ihtiyaç duyacagi açiktir. Örnegin, dolaşim alaninda işlev görecek işgücünün satin alinmasi için, dolaşim sermayesinin bir kisminin buraya yatirilmasi gerekmektedir. Ancak sermayenin bu kismi saf biçimiyle düşünüldügünde, ne yeni bir ürün ne de arti-deger yaratmaktadir. Zira fiilen üretken sürece katilmamakta ve kapitalizmin mantigi çerçevesinde akilli ve verimli kullanildiginda, dolaşim alani için harcanacak emek zamaninda bir tasarruf saglayarak, olsa olsa dolaşim maliyetlerinin düşürülmesine hizmet etmektedir. Bu da, dolaşim işlevi nedeniyle kârdan indirilmek zorunda kalinacak dolaşim maliyetinin daha az bir miktar tutmasi nedeniyle, kapitalistler açisindan kâr kaybinin azaltilmasi anlamina gelir. Çünkü, gerçek yani saf dolaşim maliyetleri, üretilen metanin degişim degerine yansimayan ve sermaye açisindan üretken olmayan maliyettir. Marx’ın aydınlattığı üzere, işçinin üretken sayılabilmesi için, yalnızca kendisine ödenen sermaye parçasını yerine koyması yetmemekte, bunun üzerinde bir artı-değer yaratması gerekmektedir. Bu husus, örneğin
ticari işler, defter tutma vb. gibi üretken olmayan alanlarda çalıştırılan işçilerin niteliğinin belirlenmesi bakımından akılda tutulmalıdır. Dolaşım maliyetlerini incelerken, Marx, konunun kendi içinde taşıdığı kimi farklı yönleri ayırt edebilmek amacıyla bu maliyetleri, taşıma maliyetleri, depolama maliyetleri ve gerçek (saf) dolaşım maliyetleri olarak üç ana bölüme ayırmıştır. Üretken emek bölümünde üzerinde durduğumuz gibi, taşıma maliyetleri tamamen farklı bir niteliktedir ve ulaşım sanayiinde çalışan işçiler genelde üretken emek kapsamına girmektedirler. Bu nedenle, dolaşım alanının bir unsuruymuş gibi görünse de, aslında üretim alanının uzantısı olan ve daha önce değinilen taşıma maliyetlerini artık burada konu dışında tutuyoruz. Gerçek dolaşım maliyetlerine geçmeden önce, içerdiği kimi farklı yönleri belirterek, depolama maliyetlerini de bir kenara ayırmakta yarar vardır. Zira, üretimin dolaşım sürecinde devam edebilecek kısmı taşımacılık ile; ürünün korunması, saklanması için ek maliyet gerektiren depolamanın özelliğinin ayrı tutulması sayesinde, dolaşım alanının üretim sürecinden farklı olan kendine özgü yönü, yani saf biçimiyle kendi karakteri kavranabilecektir. Bu konuda Marx’ın dikkat çektiği husus şöyledir:
“Biz, burada, dolaşim sürecinde devam edebilecek ve ticarî işin kendisinden tamamiyla ayrilabilecegi her türlü olasi üretim sürecini bütünüyle inceleme dişi birakiyoruz; gerçekten de, örnegin, asil ulaştirma sanayii ile gönderme işi, ticaretten tamamen ayri sanayi kollari olabilir ve böyledir de; ve alinip satilabilir metalar, doklarda ve başka genel binalarda depolanarak depolama giderleri üçüncü kişiler tarafindan, kendisine düştügü ölçüde tüccardan talep edilebilir. ... Taşima şirketi sahibi, demiryollari yöneticisi, armatör «tüccar» degildir. Bizim burada dikkate aldigimiz giderler, satin alma ve satiş giderleridir. … bunlar, muhasebe, defter tutma, pazarlama, yazışma, vb. gibi kısımlara ayrılırlar.”[29] Piyasada tüketime hazır meta bulundurabilmek, binaları, depoları, ardiyeleri, ambarları, yani belirli bir miktarda değişmeyen sermaye harcamasını gerektirir. Metaların buralara yerleştirilmesi için de işgücünün bir kısmı bu işe tahsis edilecektir. Ayrıca, metaları bozulmalara ve hava koşullarının zararlı etkilerine karşı koruyabilmek için de, gerek malzeme biçiminde iş araçlarına gerekse işgücüne ek sermaye yatırımına ihtiyaç duyulacaktır. Bunlar yeni bir değer yaratmayan, bu nedenle üretken olmayan maliyetlerdir ve depolama benzeri işlerde çalışan işçiler de üretken olmayan işçiler arasında sayılır. Fakat metanın kullanım değerine yeni bir şey katmasa da, onu korumaya yönelik ek sermaye gerektiren bu tür harcamalar, ticaret, defter tutma, reklâm gibi gerçek dolaşım maliyetlerinden farklı olarak, metanın değişim değerine yansıyıp onu yükseltebilir. Çünkü gerçek dolaşım maliyeti olarak sınıflandırılanlar, üretimi tamamen bitmiş, tüketiciye tam hazır hale getirilmiş meta-değerlerin içinde bulundukları kullanım-değerlerini artık hiç etkilemezken, depolama faaliyeti, kullanım değerinin dolaşım alanının içinde korunması amacıyla ek bir emek daha harcanmasını gerektirmektedir. Gerçek dolaşım maliyetlerinin özelliklerini inceleyebilmek için Marx, bunları kendi içinde satın alma ve satış zamanı, defter tutma ve para basımı olarak alt başlıklara ayırmıştır. Genelde bu maliyetlerle, dolaşım sürecinde mal ve para şeklindeki biçim değişikliğinden kaynaklanan giderler kastedilir ve bunlar ideal olarak düşünüldüğünde metaların değerine yansımaz. Özel bir meta olması bakımından, para basımı için katlanılması gereken maliyetin mahiyetini de diğerlerinden ayırt ederek belirtelim. Dolaşım aracı olan para-metanın üretimi, sermayeye yeni bir artı-değer eklemez. Para işlevini yerine getiren metalar, Marx’ın deyişiyle, “ne bireysel ve ne de üretken tüketime girerler. Bunlar salt dolaşim mekanizmasi olarak hizmet ettikleri bir şekil içinde sabitleşen toplumsal emegi temsil
ederler.”[30] Para basımı alanı, paranın üretimi için toplumsal emeğin bir kısmının harcanmasını gerektirir. Fakat bu kısım, toplum için doğrudan doğruya bir dolaşım maliyetidir; toplumsal servetin, dolaşım sürecine feda edilmesi gereken bir kısmıdır. Şimdi gerçek dolaşım maliyetleri içinde yer alan diğer kalemlerin niteliği üzerinde durabiliriz. Satın alma ve satış giderleri, ticari işler için katlanılan maliyetleri içerir. Ticaret işlerinde çalışanlar, işgüçleri tüccarın değişen sermayesi ile satın alınmış ücretli işçilerdir. Bu işgücünün değeri de, kuşkusuz ki tıpkı üretken işçilerde olduğu gibi, onun üretimi ve yeniden üretiminin maliyeti ile belirlenir. “Her şeyden önce, bunlarin emek-gücü, gelir olarak harcanan parayla degil, tüccarin degişen sermayesi ile satin alinmiştir ve dolayisiyla bu güç, özel hizmetler için degil, kendisine yatirilan sermayenin degerinin genişletilmesi amaciyla satin alinmiştir. Sonra, onun da emek-gücünün degeri ve şu halde ücreti, diger işçilerinki gibi belirlenmiştir, yani emeginin ürünü ile degil, onun özgül emek-gücünün üretim ve yeniden-üretiminin maliyeti ile belirlenmiştir.”[31] Marx, sanayici kapitalist ile tüccar arasında var olan ayrımın, bu iki farklı alanda çalışan işçiler arasında da yapılması gerektiğini söyler. Ticari sermaye, sırf bir dolaşım aracı olarak değer ya da artı-değer üretmediğine göre, tüccar tarafından bu aynı işlerde çalıştırılan ticaret işçilerinin de, onun için doğrudan doğruya artı-değer üretmeyecekleri sonucu çıkar. Dolayısıyla, tüccar sermayesi ile artı-değer arasındaki bağıntı, sanayi sermayesiyle artı-değer arasındaki bağıntıdan farklıdır. Sanayi sermayesi, işçinin karşılığı ödenmeyen emeğine doğrudan el koyup bizzat artı-değer üretirken, tüccar sermayesi üretilen bu artı-değerin bir kısmına sahip çıkmaktadır. İşte bu nedenle, tüccarın işgücüne harcadığı değişen sermaye doğrudan artı-değer yaratmazken, yine de tüccar için sermayesini büyütme ve zenginleşme kaynağı olabilmektedir. Bunun nedenini şöyle açıklar Marx:
“Bireysel tüccarın elde edeceği kâr kitlesi, bu süreçte kullanabileceği sermayenin kitlesine bağlı olup, çalıştırdığı kimselerin karşılığı ödenmeyen emeği ne kadar fazla olursa o kadar fazla sermayeyi satın alma ve satma işinde kullanabilir. Tüccarın parasını sermaye haline getiren işlev, büyük ölçüde, bu işte çalıştırılanlar tarafından yerine getirilir. Çalıştırdığı kimselerin karşılığı ödenmeyen emeği artı-değer yaratmamakla birlikte, onun bu artı-değere el koymasını sağlar ve bu da, sonuçta, sermayesi bakımından aynı şey demektir. Bu nedenle de o, tüccar için bir kâr kaynağıdır. Aksi halde ticaret hiçbir zaman büyük ölçekte ya da kapitalist biçimde yürütülemezdi.”[32] Kapitalist yeniden üretim süreci, çeşitli fiilî işlemlerin yani sira, çeşitli türden kayit ve muhasebe işlemlerini de gerekli kilar. Bu türden işlerin yürütümü için de belirli bir iş zamani harcanir. Dolaşim maliyetlerinin bir bölümünü oluşturan defter tutma faaliyeti, hem kirtasiye, büro malzemesi türünden iş araçlarini hem de işi yürütecek canli emegi tüketir. Kapitalist iş hacminin genişlemesiyle birlikte, bu türden faaliyetler de yeni organizasyonlari gerektirir. Işte bu temelde, giderek daha büyük işyerlerinde daha fazla ücretli işgücü istihdam edilir. Ama, görünümdeki bu gibi degişimlere ragmen işin özü degişmez ve tipki alim satim faaliyetinde oldugu gibi, muhasebe ve kayit bürolarinda çalişan işçiler de üretken olmayan emek kapsami içinde yer alirlar. Kapitalist gelişme, eski dönemlerde ayricalikli bir konuma sahip bulunan büro işini bir yandan siradanlaştirirken diger yandan alabildigine çeşitlendirmiş, büyütmüş ve yayginlaştirmiştir. Günümüzde onlarca işçinin çaliştigi büyük büro-işletmeler ortaya çikmiştir. Ancak, bir mal ya da hizmet biçiminde meta üretilmeyen, yalnizca üretilmiş metalarla ilgili çok çeşitli büro işlemlerinin (muhasebe, kayit, reklâm, sigorta vb.) yürütüldügü işletmelerde çalişan işçiler, Marx’ın belirttiği gibi üretken olmayan işçilerdir. Salt büro işlerinin büyümesi ve buralarda çok sayıda işçinin çalıştırılması nedeniyle, bu türden işletmeleri “büro sanayii” olarak adlandıran değerlendirmeler bizce doğru değildir.[33] Marx, bu tür işlevlerin bizzat sanayici kapitalistin yerine getirdiği bir iş olmaktan çıkıp, özel olarak sırf bu işle uğraşan kimselerin eliyle büyük çapta örgütlenmesi durumunda nitelik değiştirmiş olmayacağı gerçeğini
hatırlatır. Yani, işin yapıldığı mekânın değişmesi ya da büyümesi vb., üretken olmayan bir faaliyeti üretken hale getirmiş olmaz. Hangi biçimde ve ölçekte yerine getirilirse getirilsinler, bir ürün ve değer yaratmayan bu türden işlevler için yapılan harcama tutarının niteliği şudur: Kapitalistin sermayesinin bu kısmı üretim sürecinden çekilmiştir, dolaşım maliyetleri ve toplam üründen yapılan indirimler arasına katılmıştır.[34] Bu nedenle, defterini kendisi tutan ya da reklâmını kendisi yapan bir kapitalistin bu işlevleri nasıl ki üretken değilse, büyük muhasebe ya da reklâm vb. bürolarında çalışan işçilerin işlevi de üretken sayılamaz. Bu tür işçiler, sattıkları işgüçlerinin karşılığında muhasebe bürosunun sahibine bir hizmet vermekte, tıpkı tüccarın çalıştırdığı işçinin durumunda olduğu gibi patronu zenginleştirmekte, fakat bir değişim değeri olarak hizmet üretmemektedirler. Bir de bu gibi işlerde ayırt edici kriter, işin nerede yapıldığı değil yapılan işin niteliğidir. Örneğin, üretimi tamamlanmış bir metanın değerine herhangi bir ek değer katmayan hesap ve kayıt işlerinin, bizzat metaların üretildiği bir fabrika bünyesinde organize ediliyor oluşu, o fabrikada muhasebe işlerinde çalışan işçileri üretken işçi kılmaz. Marx, kendi döneminde vasıflı sayılan büro ve ticari alan işlerinin, giderek nasıl sıradanlaşacağını vurguluyordu; dediği aynen oldu:
“Sözcüğün gerçek anlamında ticarî işçi, emeği vasıflı emek olarak sınıflandırılan ve ortalama emeğin üzerinde sayılan, daha yüksek ücret alan ücretli işçiler sınıfına girer. Gene de bu ücret, kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle, ortalama emeğe göre bile bir düşme eğilimi gösterir. … gerekli eğitim, ticari bilgi, yabancı dil vb., bilim ve halk eğitimindeki gelişmeyle birlikte gitgide daha hızlı, kolay, yaygın ve ucuz bir biçimde yeniden üretildikçe, kapitalist üretim tarzı da öğretim yöntemlerini, vb., pratik amaçlara doğru yöneltmeye başlar. Halk eğitiminin yaygınlaşması, kapitalistleri, bu gibi işçileri, eskiden bu işlere giremeyen ve daha düşük bir yaşam düzeyinde bulunan sınıflardan sağlama olanağına kavuşturur. Üstelik bu, arzı artırdığı için rekabeti de artırır. Pek az istisna ile bu kimselerin emek-gücü, bu yüzden, kapitalist üretimdeki gelişmeyle değer kaybına uğrar. Emeğin kapasitesi arttığı halde bu işçilerin ücretleri düşer. Kapitalist, gerçekleştirilecek değer ve kârı arttıkça, bu işçilerin sayılarını çoğaltır. Bu emekteki artış hiçbir zaman artı-değerdeki artışın nedeni değil, daima onun bir sonucudur.”[35] Kimilerinin işçi sinifinin dişina kovmaya, kimilerininse düzenli bir işleri oldugu gerekçesiyle “işçi aristokrasisi” ilân etmeye pek meraklı olduğu bu türden işçiler konusunda Marx’ın tahminine Engels daha sonra bir dipnot düşmüştür: “Ticaret proletaryasının kaderi konusunda, 1865’te yazılmış bulunan bu tahminin, zaman içersinde nasıl doğrulandığı, bütün ticarî işlemlerde eğitim görmüş, üç dört dil bilen yüzlerce Alman büro işçisinin, haftada 25 şilin ücretle –ki bu ücret, iyi bir tornacının ücretinin çok altındadır– Londan City’de boşuboşuna iş aramalariyla görülmektedir.”[36] Böylece vardığımız sonucu toparlayacak olursak, depolama, ticaret, bankacılık, sigortacılık, reklâmcılık, muhasebe, para basımı, pazarlama, sekreterlik, vb. işinde yer alan emeğin üretken olmadığını söyleyebiliriz. Bu alanlarda istihdam edilen işgücü, işgücünün niteliği nedeniyle değil, o alanda artı-değer üretilmediği için sermaye açısından yalnızca bir maliyet unsurudur. Ancak bu işçilerin üretken emek kapsamı içinde yer almaması, onların sömürülmediği anlamına gelmez. Fakat her iki kategori arasında temel bir fark vardır. Üretken emek kapsamına giren işçilerin, karşılığı ödenmemiş emek zamanına doğrudan doğruya artı-değer olarak el konulurken, üretken olmayan emek kapsamındaki işçilerin karşılığı ödenmeyen emek zamanı ise, bu işçileri çalıştıran kapitalistlerin bu sayede birinci kategorinin ürettiği artı-değerin bir kısmına el koymalarını sağlar.
Örneğin ticaret sermayesinin sahibi, çalıştırdığı işçilere harcadıkları emeğin karşılığını ödemiş olsaydı, yatırdığı sermayeyi genişletmesi ya da artı-değerden pay alması mümkün olmazdı. Marx, “Tıpkı, işçinin karşılığı ödenmeyen emeğinin, üretken sermaye için doğrudan doğruya artı-değer yaratması gibi, ticari ücretlilerin karşılığı ödenmeyen emeği de, tüccar sermayesi için bu artı-değerden bir pay sağlar” der.[37] Başka bir deyişle, dolaşim alanindaki işler büyük bürolarda da örgütlense, bu tür faaliyetler dogrudan dogruya arti-deger yaratmamakta, fakat bu bürolardaki işçilerin karşiligi ödenmeyen emekleri ölçüsünde arti-degeri gerçekleştirme giderlerini azaltmakta ve böylece kapitalistin gelirini arttirmaktadirlar. *** Üretken olmayan emek kapsaminda, ayri bir başlik altinda incelemeyi gerekli görmedigimiz, ama hatirlanmasi gereken bir konu da bakim ve onarim faaliyetlerinin niteligiyle ilgilidir. Kapitalist üretim tarzi, gelişme ve yayginlaşma süreci içinde çeşitli iş türlerini kendi egemenlik alani içinde örgütlemiş, örnegin geçmiş dönemlerde zanaatçi emeginin konusu olan bakim ve onarim işlerini de genelde ücretli emegin konusu haline getirmiştir. Modern kapitalist toplumda, eski dönemlere ait çeşitli tamirat işleri tarihe karişirken, bakim ve onarim genelde kapitalist üretim sürecinin bir parçasi durumuna gelmiştir. Kapitalist üretim sürecinde yer alan makineler, araçlar vb. gibi sabit sermaye unsurlarinin zamanindan önce iskartaya çikmamasi için, fabrikalarda ve işliklerde düzenli olarak bakiminin yapilmasi gerekmektedir. Sabit sermayenin bu normal ve düzenli bakimi, genelde bizzat iş süreci içinde makinelerin işçiler tarafindan işler vaziyette tutulmasi sayesinde, ek bir masraf gerektirmeksizin saglanir. Bunun dişinda bir de zaman zaman ortaya çikan sorunlar yüzünden gerekli hale gelen, fiilî onarim, parça degiştirme vb. gibi işler söz konusudur. Bu nedenle büyük fabrikalarda, normal işgücüne ek olarak, mühendis, mekanikçi gibi onarim işçileri çaliştirilmaktadir. Bu işçiler arti-deger yaratilmasi sürecine katilmamaktadir. Işçilik ücretleri degişen sermayenin bir parçasi gibi görünse bile, aslinda bu tür işçilik maliyetleri sabit sermaye masraflarina eklenmektedir. Böylece, nasil ki sabit sermayenin amortisman masraflari dagitilarak üretilen ürünlerin maliyetine giriyorsa, bakim ve onarim işçilerinin maliyeti de ürünlere öyle dagitilir. Makinelerin ve çeşitli iş araçlarinin onarimi işinde çalişan işçiler, çogunlukla üretken kol işçilerinden farkli olmayan birtakim agir işler yapiyor olsalar bile, bu işler için harcanan zaman, tipki çeşitli makineler ve iş aletleri için yapilan sabit sermaye masraflarinda oldugu gibi, sermaye için yalnizca bir maliyet unsurudur. Yeni bir deger yaratmaz. Ayni şekilde, degişen sermayenin, yani işgücünün bakim ve onarimi ya da kalitesinin yükseltilmesi için hizmet veren ögretmenler, doktorlar salt bu işlevleri nedeniyle üretken işçi sayilamazlar. Eger kapitalist hizmet üretimi alaninda çalişip egitim ya da saglik biçiminde bir degişim degeri üretmiyorlar ve örnegin devlet gelirlerinden karşilanan kamusal alanda çalişiyorlarsa, o takdirde bunlar kendi ücretlerinin ödendigi fonu dogrudan yaratmamaktadirlar. Biliyoruz ki, kapitalist üretim tarzinda, yalnizca dogrudan kendine ödenen fonu ve arti-degeri yaratan emek üretkendir. Bunun dişinda, sirf üretken emegin maliyetine giriyor diye bir doktorun ya da ögretmenin emegi üretken emek niteligine bürünemez. Bir doktor, işçiye bakti diye üretken, kapitaliste bakti diye de üretken olmayan emek kapsamina girmez. Ama bir krali bile tedavi etse, eger salt bir ücretli çalişan ise ve ücretinin karşiligi sermayeden ödeniyorsa, o doktor üretken bir işçi sayilir. Kapitalizmde ölçüt bir şey üretilmesi degil, sermaye ile kurulan ilişkinin nasil bir ilişki oldugudur. Bu nedenle, örnegin bir doktoru “sağlık” üretmesi değil, ancak sermaye üretmesi üretici kılabilir.
Değişik Yönler İçeren Hizmet Üretimi Kapitalist üretim tarzında üretken emeğin ne olup ne olmadığının tartışılması temelinde, Marx’ın burjuva iktisatçılarının görüşlerine getirdiği eleştiriler, farklı özellikler taşıyan hizmet üreten emek konusuna ışık tutmaktadır. Marx’a göre, örneğin Adam Smith üretken emek konusuna yönelik açıklamalarında biri doğru diğeri yanlış olan ikili bir ayrım getirmiştir. Doğru olan birinci ayrıma göre, sermaye karşılığı değişilen emek üretkendir; gelire karşı değişilen emek ise üretken değildir. Yanlış olan ikinci ayrımda ise Smith, kendini maddi satılabilir bir metada sabitleştiren emek ve kendini böyle sabitleştirmeyen emek itibarıyla üretken olan ve olmayan emeği tanımlamaya çalışmaktadır. Oysa, bu ayrım üretken olan ve olmayan emeği ayırt etmeye değil, olsa olsa genel olarak emeğin ürünü olan kullanım-değerlerinin kendini ortaya koyduğu iki farklı biçimi birbirinden ayırt etmeye yarayabilir. Bu noktada hizmet konusuna açıklık getiren Marx, “genelde hizmeti, emeğin kullanım-değerinin kendisini maddi bir ürün biçiminde değil, yararlı bir etkinlik biçiminde ortaya koyduğu özel bir dışavurumu olarak tanımlayabiliriz” der.[38] Smith bu noktada sorunu bulanıklaştırmıştır. Fakat yine de, neredeyse her türlü emekçiyi üretken işçi kapsamında değerlendiren kimi iktisatçılardan farklı olarak, hiç değilse bazı incelemelerinde sermayeyle değiştirilen emek ile gelirle değiştirilen emek arasında ayrım yapabilmiştir. Bu nedenle, Smith’in doğru olan yaklaşımı hakkında Marx, “Burada üretken emek, kapitalist üretim açısından tanımlanıyor; ve A. Smith bu konuda işin tam özüne dokunuyor, tam on ikiden vuruyor. Üretken emeği, sermayeyle doğrudan değişilen emek olarak tanımlaması, A. Smith’in en büyük bilimsel başarilarindan biridir” demektedir.[39] Bu temel ayrımdan anlaşılacağı üzere, sermayenin daha fazla değişim değeri yaratmak amacıyla satın aldığı hizmet üreten emeğin, üretken emek kapsamına gireceği hususu açıktır. Buna karşılık, doğrudan tüketicinin geliriyle –ister işçinin ücret geliriyle isterse kapitalistin kişisel geliriyle olsun– değişilen hizmet emeği, üretken olmayan bir emek türüdür. O halde, genel olarak hizmetler bağlamında yer alan emeğin bir kısmı üretken emek kapsamına girerken, diğer bir kısmı üretken olmayan emek niteliği taşıyacaktır. Bireysel kullanım değeri olarak tüketilmek üzere doğrudan doğruya üreticisinden satın alınan hizmet emeği, kapitalizm açısından üretken değildir; çünkü bir kapitalistin el koyacağı bir artı-değer yaratmaz. Eğer hizmet biçimindeki bir emek ürünü, satın alan tarafından doğrudan tüketilirse kişi zaten kapitalist rolü içinde görülmez. Unutmayalım ki, bir hizmet işi organize eden kapitalist, satın aldığı işgücünün ürettiği emek ürününü ya da etkinliği doğrudan tüketmemekte, onu diğer bir tüketiciye satmaktadır. Burada dikkat çekmek istediğimiz doğrudan hizmet biçiminde tüketme kriteri, aslında ancak gelirle değişilen hizmet olgusuna denk düşmektedir. Çünkü bir kapitalist girişimcinin, diyelim ki bir grup müzisyeni, bunların müşteriye sunacakları hizmeti organize ederek kâr elde etmek üzere çalıştırması, bu müzisyenlerin müzik etkinliğinin bizzat kapitalist tarafından tüketilmesi anlamına gelmemektedir. Kapitalist için kullanım değeri müzisyenin işgücüdür. Kapitalist, müzisyenin işgücünü tüketerek sermayesini büyütmektedir. Bir başka deyişle, kapitalist girişimcinin müzisyenden istediği, kendisine bir müzik ziyafeti çekmesi değil, müziksel etkinlik biçimindeki hizmet üretimi sayesinde gazinoya çok daha fazla sayıda müşteri çekebilmesidir. Böylece kapitalist girişimci, gerek çeşitli sabit masraflar ve gerekse ücretler için ödediği sermayeden daha fazlasını kasasına sokmuş olacaktır. Üzerinde durduğumuz konuya ilişkin olarak bir de Marx’tan önemli bazı satırları aktaralım:
“Her üretken işçi bir ücretli-emekçidir, ama her ücretli-emekçi bir üretken işçi degildir. Eger emek, kapitalist üretim sürecine katilip, degişen sermayenin degerini kendi canli etkinligiyle yenilemek için degil de, bir kullanim-degeri, bir hizmet olarak tüketiliyorsa, o durumda emek üretken degildir ve ücretli emekçi de üretken işçi degildir. Onun
yaptigi iş, degişim-degeri yaratmak için degil, yaptigi işin kullanim degerinden faydalanmak için tüketilmiştir; dolayisiyla üretken biçimde degil, üretken olmayan biçimde tüketilmiştir. Bundan dolayi, kapitalist, bu emekçinin karşisina kapitalist rolüyle, sermayenin bir temsilcisi olarak çikmaz. Bu emegin karşiliginda ödedigi para, sermaye degil, gelirdir.”[40] Günümüz dünyasında önem kazanmış bulunan kapitalist hizmet üretimini, karşılığı sermayeden değil gelirden ödenen bireysel hizmetten ayırt etmek gerekir. Bu gelirin ücret geliri ya da kâr geliri oluşu sonucu değiştirmez. Yani, ister bir kapitalistin evinde çalıştırdığı hizmetçi olsun, isterse de bir ücretli işçinin çocuğunun bakımı için tuttuğu bir bakıcı olsun, bunların her ikisi de bireysel hizmet kapsamındadır. Çeşitli hizmetlerin bizzat sermaye tarafından örgütlenmediği koşullarda, özel hizmetçi kendisini çalıştıranla doğrudan bir sömürü ilişkisi içinde değildir. Ne üretimdeki işçinin konumunda olduğu gibi artı-değer yaratması, ne de ticaret sektörü örneğindeki gibi patronunun daha önce yaratılmış bir artı-değere el koymasını sağlaması söz konusudur. Fakat bu türden bireysel hizmet kullanımının tarihi aslında çok eskidir ve kalıntıları da günümüze kadar uzanmaktadır. Eskiden hizmet meta değil, yalnızca kullanım değeri niteliği taşıyordu ve kapitalist pazarda alınıp satılan bir değişim değeri boyutuna ulaşmamıştı. Marx’ın tartıştığımız hususlara açıklık getiren bazı örneklerine bakalım:
“Emeğin (örneğin serflerin tarımsal emeği gibi) kendini kısmen ödediği ve kısmen (Asya kentlerindeki zanaatçı emek gibi) doğrudan gelir karşılığı değişildiği durumlarda burjuva ekonomi politiğin kastettiği anlamda sermaye ve ücretli-emek yoktur. Bu çerçevede, bu tanımlar, emeğin maddi özelliklerinden (ne emek ürününün maddi doğasından ne emeğin somut emek olarak belirlenmesinden) değil, ama belli bir toplumsal biçimden, emeğin içinde gerçekleştirildiği toplumsal üretim ilişkilerinden çıkmaktadır. Örneğin bir aktör, hatta bir palyaço, ücret olarak aldığından daha fazla emeği geri döndürdüğü bir kapitalistin (girişimcinin) hizmetinde çalışıyorsa, bu tanıma göre, üretken bir emekçidir; ama buna karşılık kapitalistin evine giden ve pantolonunu onaran gündelikçi bir terzi, kapitalist için yalnızca basit bir kullanım-değeri ürettiği için üretken-olmayan bir emektir. Birincinin emeği sermayeyle değişilmiştir, ikincininki gelirle. Birincinin emeği bir artı-değer üretir; ikincisinde gelir harcanır.”[41] Önemli olan işgücünün ve onun ürününün degişim biçimidir. Sorunun bu püf noktasini anlamak istemeyip, örnegin bir kapitalist sermaye kuruluşu için palto üreten emekle, bir kişinin kendisine palto diktirmek üzere kiraladigi gündelikçi terzinin emegi arasinda bir ayrim olamayacagini ileri süren burjuva iktisatçilari Marx alayli bir üslupla eleştirmiştir. Iktisatçinin degişim biçimlerine kayitsiz kalmasi, tipki bir fizyologun, hepsi organik maddenin biçimleridir gerekçesiyle, farkli yaşam biçimlerine kayitsiz kalmasina benzer. Bir toplumsal üretim tarzinin özgül niteligini anlamak söz konusu oldugunda, önem taşiyan tek şey tam da bu farkli biçimlerdir. Şöyle der Marx, “Palto paltodur. Ama onu birinci değişim biçiminde yaptırtırsanız, kapitalist üretim ve modern burjuva toplum vardır; ikincisinde ise, asyatik ilişkilere ya da ortaçağ ilişkilerine vb. bile uygun düşen bir zanaatçı biçimi vardır. Ve bu biçimler, maddi zenginliğin kendisi için de belirleyicidir.”[42] Emeğin maddi bir kullanım değerinde, örneğin bir pantolonda somutlanması durumunda, üretilme biçiminin farklı oluşuna göre ortaya çıkacak sonucun farklılığını irdeleyelim. Bir pantolon, eve çağrılan bir terzi tarafından da dikilebilir, terzi işçileri çalıştıran bir kapitalistin fabrikasında da üretilebilir. Bu örnekte üretilen nesne değişmediği halde, o nesnenin üretilme biçiminin farklılığı, farklı üretim ilişkilerine işaret etmektedir. Birinci durumda para, doğrudan doğruya bir kullanım değerine, terzinin hizmetinin bireysel olarak tüketilmesine harcanmaktadır. Yani para, sermaye haline gelmemekte, tersine kullanım değeri karşılığında tüketilerek varlığını yitirmektedir. Demek ki, bu örnekte olduğu gibi, paranın terzi emeğiyle basit değişimi, ne parayı sermayeye, ne de emeği kapitalist anlamda üretken emeğe dönüştürmektedir. Peki diğer durumda, yani terzi işçinin bir kapitalist girişimci tarafından
çalıştırılması durumunda değişen nedir? Diyelim bir terzi işçinin, bir pantolonda maddeleşen emek zamanı 12 saat, aldığı ücretin karşılığı ise 6 saatse, bu işçinin kapitaliste verdiği hizmet yalnızca kumaşı pantolona çevirmesinden ibaret kalmamakta, ayrıca kapitaliste altı saatlik bedava bir hizmet de sunmaktadır. Ve kapitalist, üretilen pantolonları yeniden paraya çevirdiğinde, terzi işçinin kendisine sunduğu bedava hizmet, sermayeye dönüşmüş olacaktır. Böylece bir terzi işçinin emeği, kapitalizm açısından bir durumda üretken, diğer durumda ise değildir. Marx kimi değinmelerinde, kendi döneminin gerçekliği nedeniyle ev hizmetçilerinden “küçük-burjuva” diye söz etmekteydi. Burada hizmeti sunanla satın alan arasındaki ilişkide belirleyici ölçüt, henüz ücretli işgücü kapsamına dahil olmayan ve hizmet biçiminde kullanım değeri yaratan emek-gücünün gelirle satın alınmasıydı. Kişisel hizmet ilişkilerinin ücretli emekten farkını ortaya koyarken, Marx, bunu tarihsel gelişme seyri içinde ele alıyor ve Basit Dolaşım İlişkisi kapsamında değerlendiriyordu. Gelir niteliğindeki paranın canlı emek ile mübadelesinin hiçbir zaman parayı sermayeye, emeği de ekonomik anlamıyla ücretli emeğe çeviremeyeceğini belirtiyordu. Burjuva öncesi ilişkilerin çözülme çağlarında, hizmetleri tüketim değil, üretim amacıyla satın alınan özgür işçilere seyrek olarak rastlanmaktaydı. Artı-değer üretiminde yer almayan ve yalnızca bireysel hizmetinden yararlanılan eski hizmetçiler, kapitalizmin ücretli emek örgütlenmesi genelleştikçe, üretken işçi kapsamına girmeseler dahi genel anlamda işçi sınıfının kapsamına dahil olmaya başladılar.
“Nihayet modern sanayiin olağanüstü üretkenliği, diğer bütün üretim alanlarında işgücünün daha geniş ve yoğun bir şekilde sömürülmesiyle elele vererek, işçi sınıfının büyük bir kesiminin üretken olmayan bir biçimde çalıştırılmasına ve, böylece eskiden ev işlerini yapan kölelerin şimdi de, erkek ve kadın hizmetçi, uşak vb. gibi adlar altında bir hizmetkârlar sınıfı olarak tekrar ortaya çıkmasına izin vermiş olur.”[43] Bu nedenle, hizmet olgusuna ilişkin degerlendirmelerin, hangi dönemdeki ne türden bir gerçekligi ifade ettigini ayirt etmek, bu alana ilişkin sorunlari karmakarişik etmemek bakimindan zorunludur. Eger ki biz bugünkü gerçeklikten, artik hizmet üretiminin kapitalist ekonominin önemli bir unsuru düzeyine yükseldigi ve genelleşmiş meta ekonomisinin çeşitli hizmet konularini (ev temizligi, çocuk bakimi, eglence, spor, saglik, egitim vb.) kapitalist tarzda örgütleyip metalaştirdigi bir dünyadan söz ediyorsak, durum eskisinden degişiktir. Şimdi bu etkinlikler, tipki maddi olan metalar gibi pazarda alinip satilan çeşitli aktivite mallarina dönüşmüştür. Artik hizmet sektöründe çalişan ücretli işgücü, yalnizca işçi sinifinin kapsamina dahil olmakla kalmamakta, onun giderek artan bir bölümü üretken emek kapsamina girmektedir. Ancak, hizmeti sermaye ile degil de gelirle degiştirilen emekçi, artik genel olarak işçi sinifi içinde yer aliyor olsa bile üretken işçi degildir. Geçmiş dönemlerle günümüz gerçekligini karşilaştirirken vurgulanmasi gereken temel nokta şudur: Eskiden hizmeti sunan kişi, genelde işgücünü kapitalist bir girişimciye satmiyor, kendi aktivitesinin sonucu olan bir hizmeti az ya da çok bir karşilikla bireysel bir tüketiciye sunuyordu. Fakat artik çeşitli aktiviteler çogunlukla bireysel hizmet kapsaminda olmayip, çeşitli büyüklük ve çaptaki kapitalist organizasyonlar (çeşitli türden işletmeler, eglence şirketleri, oteller, lokantalar zinciri, vb.) tarafindan çaliştirilan işçilerce üretilmektedir. Hizmet biçiminde meta üretiminin genelleşip yayginlaşmasinin sonucunda, bugün bir sermaye kuruluşuna (örnegin bir temizlik şirketine) bagli olmaksizin tüketiciye bireysel hizmet sunan bir temizlik işçisi dahi, artik eski dönemlerdeki gibi görece bagimsiz bir konumda bulunmamaktadir. Çünkü, benzer işi sermaye hizmetinde gören işçilerin ücreti onun da işgücünün fiyatini belirlemektedir. Temizlik işçisinin hizmeti gelir karşiligi degişilse de ve hizmeti satin alanla dogrudan dogruya bir sömürü ilişkisi içinde olmasa da, artik kapitalist düzenin genel emek sömürüsü üretken olmayan hizmet işçisini de etkilemekte, onu yoksulluga sürüklemektedir.
Bu duruma Marx’ın satırlarından bir örnek verelim: “Gündelikçi terzinin harcadığı emek miktarı, benden aldığı fiyatın içerdiğinden daha büyük olabilir. Ve hatta bu büyük olasılıktır, çünkü onun emeğinin fiyatı, üretken terzinin elde ettiği fiyatla belirlenir.”[44] Görülüyor ki, bir kapitalist şirket hesabina degil de kendi hesabina çalişan bir hizmet işçisi, bu hizmetini geliriyle satin alan tüketiciyle arti-deger sömürüsü temelinde bir çelişki içinde degildir. Dolayisiyla bu türden hizmet işçilerinin temel çelişkisi, kapitalist bir hizmet organizasyonunda çalişan işçilerin durumunda oldugu gibi, somut olarak karşi karşiya gelebilecekleri bir patronla degil, genel olarak kapitalist sömürü düzeniyledir. Bilindigi gibi meta, şu ya da bu türden insan gereksinmelerini gideren bir şeydir; ve bu gereksinmelerin mideden ya da hayalden çikmiş olmasi fark etmez. Söz konusu “şey”in yararlılığı onu bir kullanım değeri haline getirir; kullanım değerleri aynı zamanda değişim değerlerinin taşıyıcılarıdır. Meta üretmek, kişinin kendi ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla kullanım değerleri üretmesi değil, başkaları için kullanım değerleri üretmesi, yani toplumsal kullanım değerleri üretmesi demektir. Ve bir ürünün meta olabilmesi için, kullanım değeri olacağı başka bir kimseye değişim yoluyla devredilmesi gerekir. Böylece şu sonuca varabiliriz: Genelleşmiş meta üretimi kapsamında, piyasa için yani değişim için üretilen hizmetler, taşıdıkları kullanım değerleri ister çok somut bir ihtiyaçtan (insan taşımacılığı gibi), isterse bir hayalden (sanat ürünleri gibi) kaynaklansın, meta üretimi kapsamına girerler. Ve işte bu anlamda kapitalist hizmet üretiminden söz edebiliriz. Marx’ın yaşadığı dönemde henüz ekonomi içinde bir ağırlık oluşturmadığından, onun yalnızca gereken yerlerde değinip geçtiği, maddi olmayan meta üretimi niteliğindeki hizmet üretimi, işçi sınıfının büyüyen kapsamını doğru değerlendirebilmek bakımından günümüzde önem taşımaktadır. Hizmet üretimi konusunu açıklığa kavuşturabilmek için, konuyu hizmetlerin farklılığı bakımından da ele almak uygun olur. Marx, belirli hizmetler ya da kullanım değerlerinin metalarda cisimleşirlerken, diğer bir kısmının ise geride o hizmeti görenlerin kişisel varoluşlarından gayri, elle tutulur bir sonuç bırakmayacaklarını belirtir. İşte bu ikinci tür hizmetlerin sonucu, piyasada vitrinlere konulan cinsten bir meta değildir. Örnek olarak da Marx, “bir şarkicinin hizmeti, benim estetik gereksinimimi giderir; ama hazzini tattigim şey, şarkicidan ayrilmayan bir etkinlik içinde var olur ve emegi, şarki söylemesi sona erdigi anda benim haz almam da sona erer” demektedir.[45] Böylece Marx, maddi olmayan kapitalist meta üretiminin iki türlü olabileceğini belirtmiştir. Birinci tür, üreticilerden ve tüketicilerden bağımsız ve ayrı bir biçime sahip olabilen metalarda ortaya çıkabilir. Örneğin, kitaplar, resimler gibi satımlık metalar olarak var olabilir. Yani, sanatçının sanatsal performansından ayrılabilen çeşitli sanat ürünleri biçiminde dolaşımda kalabilir. İkinci türde ise, ürün, üretim eyleminden ayrılamaz. Tüm gösteri sanatçılarının, konferansçıların, aktörlerin, öğretmenlerin, doktorların vb. etkinlikleri için durum budur.[46] Kendi döneminin gerçekliği içinde, bu iki alanda da kapitalist üretim tarzıyla ancak sınırlı bir dereceye kadar karşılaşılabileceğini söyleyen Marx, yine de var olduğu kadarından hareketle konuya ışık tuttu. Kapitalizmin henüz zanaat işini ortadan kaldıracak derecede gelişmediği bir durumda, birinci türde kapitalist üretim çok sınırlı bir çerçevede mevcuttu. Buna örnek olarak, ortak bir yapıtın, diyelim bir ansiklopedinin asıl yazarının, başka kişileri kiralık yazar olarak kullanmasını gösteriyordu. Ve bu durumda, patronunun sermayesini büyüten fikir emekçisi yazar, üretken emek kapsamına giriyordu. “Bir yazar, fikir ürettiği ölçüde değil, ama onun çalışmalarını yayınlayan yayıncıyı zengin ettiği ölçüde ya da bir kapitalistin ücretli-işçisiyse üretken emektir.”[47] Marx’ın ikinci türe verdiği örnek ise şuydu:
“Örneğin eğitim kurumlarındaki öğretmenler, kurumun girişimcisi için yalnızca birer ücretli-emekçi olabilirler, İngiltere’de bu tür birçok eğitsel fabrika vardır. Gerçi öğrenciler söz konusu olunca, bu öğretmenler üretken emekçi değildirler; ancak kendi işverenleri söz konusu olduğunda üretken emekçidirler. O, kendi sermayesini onların emek-gücüyle değişir ve bu süreç aracılığıyla kendisini zenginleştirir. Tiyatrolar, eğlence yerleri, vb. için de durum aynıdır. Bu durumlarda, aktör, kamu karşısında bir sanatçı olarak davranır, ama kendi işvereni karşısında o bir üretken emekçidir.”[48] Kapitalist üretimin bu görünümlerinin üretimin içinde tuttuğu payın henüz çok küçük oluşu nedeniyle, Marx’ın “hesap dışı tutulabilir” diye nitelendirdiği bu maddi olmayan üretim alanı zamanla o denli genişledi ki, başlı başına bir sektör olup çıktı. Zaten Marx da, kapitalizmin amacının, maddi zenginlik üretiminin tüm alanlarını kapitalist üretim tarzına tâbi kılmak olduğunu ve geçmişe oranla emeğin üretken güçlerinin en yüksek gelişmesine ancak bu durumda ulaşacağını belirtmişti. Hizmet veren emeğin üretken olan ve olmayan çeşitlerini ayırt edebilmek bakımından, emeğin özelliklerine takılıp kalmanın bir yararı yoktur. Emeğin ve dolayısıyla ürünün özelliklerinin, örneğin satımlık bir metada mı cisimleştiği, yoksa hizmetleri görüldüğü anda sona eriveren bir sanatsal etkinlik biçiminde mi olduğu, üretken emek ve üretken olmayan emek ayrımı bakımından tek başına hiçbir anlam taşımaz. Aynı cins bir emek ürünü, sermayeyle mi yoksa gelirle mi değişildiğine bağlı olarak o hizmeti üreten işçinin niteliğini belirler. İlk bakışta biraz karışık gibi görünen hizmet üretimi konusundaki bu tür sorunların içinden çıkabilmek için, çözümlemeye karşımızda bir ücretli emek-sermaye ilişkisinin olup olmaması açısından yaklaşmak gerekir. Marx’ın belirttiği gibi, “Şarkisini kendi hesabina satan bir şarkici üretken-olmayan emekçidir. Ama bir girişimci tarafindan, kendisine para kazandirmasi için tutulan şarkiciya üretken emekçi denir; çünkü sermaye üretir.”[49] Kapitalist hizmet üretiminin ne anlama geldiğini böylece netleştirdikten sonra, bir de bu kapitalist hizmet üretiminin pazarlanması, hesaplarının tutulması vb. gibi üretken olmayan işlevler nedeniyle çalıştırılan işçilerin durumuna bakabiliriz. Fakat hatırlatalım ki, daha önceki bölümlerde üzerinde durduğumuz üretim ve dolaşım alanındaki işçilerin farklılığı, özünde aynen hizmet sektöründeki işçiler için de geçerlidir. Örneğin, otomobil üretiminde çalışan işçinin ücreti değişen sermayeden ödenmekte ve bu işçi sermaye sahibine artı-değer ürettiği için üretken işçi kapsamına girmektedir. Oysa, otomobil ticareti alanında çalışan işçinin ücreti de değişen sermayeden ödenmekle birlikte, bu işçi artı-değer üretmediği için üretken işçi sayılmamaktadır. Benzer şekilde, sağlık sektöründe kâr getirici herhangi bir işletme olarak örgütlenmiş bir hastanede, işgücü sermaye tarafından satın alınan ve fiilen artı-değer üreten bir hemşire üretken işçidir. Öte yandan, aynı hastanenin örneğin muhasebe servisinde çalışan işçi ise artı-değer üretmediği için üretken işçi kapsamına girmeyecektir. Sonuç olarak tüm bu sorunların çözümünde kapitalist ekonominin gerçekliklerinden hareket etmeli ve kapitalist anlamda üretkenliğin asıl olarak değişim değeri üretimi, artı-değer üretimi demek olduğunu asla unutmamalıyız. Aksi halde, örneğin sağlık sektöründe kullanılan bir enjektörün üretiminde yer alan işçiyi kolaylıkla üretken işçi olarak kabul ederken, sağlık alanında yatırım yapmış sermayedara artı-değer üreten bir hemşireyi, bırakın üretken emek kapsamına sokmayı, işçi kapsamına sokmakta zorlanırız! Hizmet sunan üretken emeğin kapsamını belirlerken, burjuva iktisadının önemli bir çarpıtması üzerinde durmak da yararlı olacaktır. Kapitalizmi kutsama gayreti içinde, neredeyse akıllarına gelebilecek herkesi (politikacılar, yargıçlar, vb.) üretken emek kapsamı içine sokuşturmaya çalışan kimi iktisatçılar, “üretime dolaylı katılma” kavramını icat etmişlerdir. İşgücünü bir hizmet biçiminde sunan kişiyle, hizmet satın alan arasındaki ekonomik
ilişkinin niteliğine bakmaksızın, resmî devlet hizmetlerini “üretken” bir iş olarak gösterme gayreti içinde olmuşlardir. Hizmetler, yalnizca tüketicinin satin almaya kendi iradesiyle karar verdigi cinsten de olmayabilir. Asker, polis, yargiç vb. gibi pek çok resmî görevlinin hizmeti tüketicinin iradesi ve istegi dişinda otomatikman ona dayatilir. Adam Smith’in dolaylı üretimi hesaba katmadığını, örneğin bir yargıcı üretken kabul etmediğini ve bunun yanlış olduğunu düşünen bir iktisatçı olan Rossi, “eğer üretim yargıcın emeği olmaksızın olanaksızsa, bu emeğin üretime katkı yaptığı, eğer doğrudan ve maddi katkı değilse bile, dolaylı yoldan bir katkı yaptığı açık değil midir?” diye sorar. Bu hafif düşünce tarzina Marx’ın yanıtı çarpıcıdır. “İşte bizim de üretken-olmayan emek dediğimiz, üretime dolaylı olarak katılan (ve üretken-olmayan emeğin bir parçasını oluşturan) bu emeğin ta kendisidir. Yoksa, köylü olmaksızın yargıç yaşayamayacağına göre köylü adaletin dolaylı üreticisidir dememiz gerekirdi! Vb.. Saçmanın dikalası!.”[50] Devlet Memurlarının Konumu Öncelikle önemli bir noktayı belirterek başlayalım. Türkiye’de burjuva yasaları, işçi sınıfının kapsamını daraltmak, sendikalaşma hakkını kısıtlamak gibi nedenlerle, bazen devlet fabrikalarının ve işletmelerinin işçilerinin bir kısmını “memur” statüsünün içine tıkıştırmaktadır. Oysa kapitalist düzende, devletin ekonomik yaşamın çeşitli alanlarında kolektif kapitalist rolüyle yer aldığı iktisadi işletmelerde ücret karşılığı çalışan emekçiler zaten işçi sınıfının kapsamı içindedirler. Bu işçilerin karşısında patron olarak kapitalist devletin yer alması hususu, onları, özel sermaye sahiplerinin mülkiyetindeki çeşitli işletmelerde çalışan işçilerden farklı kılmaz. Çünkü, kapitalizm altında sermayenin sahibinin özel mi yoksa devlet mi olduğu, işçinin konumu açısından hiçbir değişiklik yaratmaz. Bu nedenle, sermayesi şu ya da bu ölçüde devlete ait olan ve kapitalist devletin ekonomik alandaki faaliyetlerinin somutlandığı fabrikalarda, ulaşım sanayiinde, ticarî işletmelerde, bankalarda vb. çalışıp da salt işgücünün satışından elde ettiği ücret geliri temelinde yaşamını sürdürmek durumunda olanlar, burjuva hukuku açısından hangi statüye sokulurlarsa sokulsunlar, aslında zaten işçidirler. Bu tür kuruluşlarda çalıştırılan işçilerin işgüçlerinin karşılığı sermayeden ödenmektedir. Dolayısıyla, bu işçilerin hangi bölümünün üretken emek kapsamında olduğu, hangilerinin üretken olmayan işçi addedilmesi gerektiği, daha önceki bölümlerde açıklamaya çalıştığımız kriterler temelinde kolayca belirlenebilir. Devlet çalışanları içinde, özellikle aydınlatmamız gereken başka bir kesim bulunmaktadır. Bu, özellikle Türkiye gibi Asyatik devlet geleneğinin mirasını taşıyan bir ülkede, yaşamın her alanında karşımıza çıkan devlet örgütlenmesinin merkezi ve yerel düzeydeki bürokratik aygıtında çalışan devlet memurlarının konumudur. İdari, adli, mali, belediye hizmetleri vb. gibi çeşitli kamusal hizmet işlerinde çalışan devlet memurlarının, vatandaşlara sundukları hizmetler, genel anlamda resmî hizmetler grubuna girer. Bu tür resmî hizmetlerin çoğunluğu, tüketicinin gönüllü olarak satın almayı düşündüğü hizmetlerden farklı olarak, devletin kamu alanına ilişkin düzenlemeleri çerçevesinde satın almaya mecbur kılındığı hizmetlerdir. Maaşları devlet gelirlerinden ödenen ve genel olarak devlet memuru olarak adlandırılan devlet görevlilerinin kendi içinde taşıdığı ayrımlar vardır. O nedenle, devlet üst bürokrasisiyle, sıradan bir yığın işin (çeşitli devlet dairelerinde yürütülen hesap, kayıt işleri, genel eğitim, kamu sağlığı vb.) yürütülmesi için istihdam edilen ve nicelik açısından devlet memurlarının asıl ağırlıklı bölümünü oluşturan emekçileri birbirinden ayırt etmek lâzımdır. Bu küçük “memurlar”, tüketicilere devlet geliri karşiliginda resmî hizmet sunan işçilerdir. Kapitalist ilişkiler açisindan konumlari, hizmet biçiminde meta üreten üretken işçilerden farklidir. Çünkü ücretleri sermayeden degil, vatandaşlarin bu hizmetlerin karşiligi olarak ödedigi vergilerden, yani “devlet geliri” biçimine girmiş gelirden
ödenmektedir. Ne var ki, işin örgütlenme koşullari bakimindan durumlari, gelir karşiligi bireysel tüketiciye dogrudan bireysel hizmet sunan işçiyle de benzeşmez. Zira devlet hizmeti yürütmeye “memur” işçiler, kendi hesabina çalişan bir hizmetkardan tamamen farkli olarak, işgüçlerini büyük bir işverenin emrine amade kilmişlardir. O nedenle, “memur” işçiler, işgüçlerini üretken olmayan bir alanda devlet kiligindaki bir işverene satan üretken olmayan işçilerdir. Resmî hizmetlerin yerine getirilmesi, kâr getirici bir hizmet üretimi degildir. Devletin kâr getirici sermaye organizasyonlariyla karişmamiş durumuyla, resmî hizmetlerin yürütüldügü devlet daireleri, bu hizmetlerin yerine getirilmesi nedeniyle devlet gelirlerini arttirmaz. Fakat bu durum, resmî hizmet işçilerinin ücretlerinin de ortalama işçi ücretlerine göre düzenlendigi ve bu işçilerin de genel kapitalist sömürü düzeniyle yüz yüze bulunduklari gerçegini degiştirmez. Devlet memurlarini kendi içindeki sinifsal bölünme bakimindan inceledigimizde, kuşkusuz ki en büyük bölümünü işçi diyebilecegimiz kisim oluşturur. Kapitalist devlet altinda, hâlâ eski dönemlerdeki ayricalikli konumunu sürdüren üst düzey ideolojik hizmetkârlarin genel memur toplami içinde tuttugu yer ise küçüktür. Günümüzde, kapitalist gelişmenin siradanlaştirdigi ve ayricaliksiz kildigi çeşitli devlet görevleri için “memur” adı altında çok sayıda üretken olmayan işçi çalıştırılır. Marx, sanayide üretkenlik geliştikçe, nüfusun doğrudan maddi üretimde çalışan kısmının oransal olarak azalacağını, buna karşılık hizmet kesiminde eskiye oranla çok daha fazla miktarda üretken olmayan işçi istihdam edileceğini belirtmiştir. Öyle de olmuştur ve işte bunların bir kısmı devlet hizmetlerinde çalışan işçilerdir. Genel gelişme ve ortalama eğitim düzeyindeki artış nedeniyle, eski üretken olmayan işçilere oranla daha kültürlüdürler. Fakat okumuş işsizlerin sayısındaki artıştan kaynaklanan rekabet yüzünden de ücretleri genelde düşüş eğilimi sergilemektedir. Üretken olan ve olmayan emek çeşitlerini ayırt etmede belirleyici ölçütün sermayeyle kurulan ilişki olduğuna ve aynı cins emek ürününün bu ilişkinin farklı oluşuna göre farklı şekilde değerlendirilebileceğine devlet kuruluşlarından da örnek verebiliriz. Diyelim ki, devletin sermaye kazancına konu olmayan ve yalnızca genel eğitim ya da genel sağlık hizmeti verilmesi bağlamında, devlet geliri karşılığında istihdam edilen bir öğretmen ya da bir hemşire, üretken olmayan bir işçidir. Burada devlet gelirinden eğitim, sağlık vb. için yapılan harcamalar, kamusal planda toplam işgücünün üretim maliyeti açısından zorunlu geliştirme ve onarım gibi hizmetlerin kapitalist devlet tarafından organize edilmesinin ifadesidir. Oysaki, devlet makamlarından onaylı bir özel okulda çalışan öğretmen, ya da sözde devlet hastanesi statüsünde görünse bile aslında “döner sermaye” ile iş gören ve kâr amaçli bir saglik kuruluşunun hemşiresi, işgüçlerini sermayeyle degiştikleri ve ona arti-deger ekledikleri için üretken işçidirler. Hemen belirtelim ki, bazi kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi ve bunlarin devlet gelirleri karşiliginda organize edilmesi yerine, sermayenin arti-deger üreten kuruluşlarina devredilmesi durumunda, ayni işçiler artik üretken işçi sayilacaklardir. Örnegin, Milli Egitime bagli devlet okullarini ele alalim. Bu okullarda çalişan ögretmenlerin ve diger personelin ücretleri bütçe gelirleriyle karşilanir, yani ögretmenin işgücü devlet geliriyle degişilir. Bu durumdaki bir ögretmen, herhangi bir arti-deger yaratmadigi için, kapitalist sistem için üretken emek sayilmaz. Ama ayni devlet okullari, özel kapitalist şirketlere devredildiginde, yani özelleştirildiginde durum degişir. Özel kapitalist işletme haline gelen bu okullarda, ögretmenin yaptigi iş degişmemekle birlikte, onun emeginin koşullari farklilaşmaktadir. Ögretmen, emek-gücüyle şimdi sermayeye arti-deger kazandirmakta ve böylece emegi üretken emege dönüşmüş bulunmaktadir. Zaten hizmet üretimi kapitalizm açisindan kârli ve cazip hale geldikçe, sermaye eskiden devlet gelirleri karşiliginda organize edilen egitim, saglik, vb. gibi kamusal alanlara göz dikmektedir. Özel
kapitalist işletmeler, bu işlevleri artik kendi bünyelerine dahil etmek için, tüm kapitalist ülkelerde hararetli bir biçimde özelleştirme operasyonu yürütmekteler. Kapitalist devlete gerçekten ideolojik hizmet sunan ve memur sifatini tam manasiyla hak eden devlet görevlileri de bulunmaktadir. Marx, burjuvazinin henüz toplumun tümünü, devleti vb. kendine tâbi kilamamiş oldugu dönemlerde, eskinin şatafatli makamlarina –hükümdar, yargıç, subay, rahip, vb.–, bütün ideolojik mesleklerine küçümseyici bir tutum içinde yaklaştigini belirtir. O zamanlar, eski pahali devlet aygitini ideolojik bombardimana tutarak ucuz devleti savunan burjuvazi, mahiyetleri geregi üretken olmayan giderlerin mümkün olan en alt düzeye indirilmesini istemekteydi. Fakat kendisi egemen olunca, devletin eski sahipleriyle uzlaşarak, eskinin ideolojik meslek mensuplarini kendi memurlari, hizmetkârlari haline dönüştürdü. Ve bir zamanlar “hizmetkâr” diyerek küçümsediği bu tür meslek sahiplerini, “üretken emek” katına yükseltip kutsamaya yeltendi. Burjuva ekonomisinin mazeret bulucularının, devlet gelirlerini cebe indirerek yaşamlarını sürdürenleri bile maddi zenginlik üreten emek içinde saymalarını eleştirmekteydi Marx:
“Sözümona «daha üst derece» emekçiler denen büyük kitle –devlet görevlileri, asker kişiler, sanatçilar, doktorlar, rahipler, yargiçlar, avukatlar, vb.– ki bunların bazıları üretken olmamakla kalmaz hatta özünde yıkıcıdır, ne var ki, bir yandan «maddi olmayan» metalarını satarak bir yandan da halka zorla kabul ettirerek «maddi» zenginliğin çok büyük bir kısmını nasıl ele geçireceklerini çok iyi bilirler; işte bu kitle, ekonomik yönden ... (panayır cambazları) ve ... (hizmetçiler) ile aynı sınıfa sürgün edilmeyi ve yalnızca tüketimden pay alan ve gerçek üreticilerin ... sırtından geçinen asalaklar olarak görünmeyi çok tatsız buldular. Bu, o zamana dek, başında bir hale taşıyan ve boşinana dayalı bir saygı gören işlevlere küfür etmekle birdi. Burjuvazinin ... (sonradan-görme) döneminde olduğu gibi, ekonomi politik de kendi klasik döneminde devlet mekanizmasına karşı, son derece haşin eleştirel bir tutum benimsemişti. Daha sonraki aşamada ... bizzat kendi örgütlenişinin gereği olduğunu, ondan kaynaklandığını idrak etti ve öğrendi.”[51] Üst düzey bürokratların konumunu incelerken, öncelikle kapitalist düzende bürokrasi olgusunu hatırlayarak soruna yaklaşmak doğru olacaktır. Hatırlanacağı gibi, üst düzey bürokrasi, egemen sınıf içindeki işbölümü temelinde zihinsel iş yürütücüleri kısmına denk düşmektedir ve doğrudan doğruya burjuva sınıfın içinde yer almaktadır. Devlet görevlisi statüsündeki parlamenterler, bakanlar, üst düzey idareciler, müsteşarlar vb. bu konumdadırlar. Bunlar aylıkçı gibi görünseler de, gerçekte hiç de salt işgücü geliriyle yaşam sürdürmeyen, örtülü ödeneklerle, devlet arpalıklarından tırtıkladıkları ek gelirlerle ayırt edilen bürokratlardır. Eklenmesi gereken önemli bir nokta da şudur ki, bu açıklamalarımız sivil-asker devlet bürokrasisinin tümünü kapsamaktadır ve kapitalist devletin ordusunda ya da polis teşkilâtında da, sivil bürokrasi içindekine denk düşen sınıfsal ayrım noktaları bulunmaktadır. Bu ayrım noktaları, yine Marksist çözümlemenin gereği olarak, yapılan işin niteliğine ve söz konusu kesimlerin ideolojik yapılanmasına bakmaksızın, kapitalist toplum içindeki nesnel sınıfsal farklılıklar açısından anlam taşımaktadır. Daha önce Asyatik devlet geleneğinden söz etmiştik. Evet, böyle bir geleneğe sahip olan Osmanlı İmparatorluğu ve Çarlık Rusya’sı gibi ülkelerde devlet memuru olmak, devletlû sınıfın bir mensubu olmak anlamına geliyordu. Ancak ilerleyen süreçte kapitalist gelişme eski Asyatik yapıları çözdüğünde bu durum değişmiştir. Kapitalist dönemin binlerce sıradan devlet memuru, eski dönemlerdekinden tamamen farklı olarak, artık resmî devlet hizmetinde çalışan ayrıcalıksız işçilerdir. Ne var ki, Batı tipi gelişme çizgisinden farklı yönler içeren ve toplumsal-siyasal-kültürel yapıya yıllar boyunca damgasını basan Asyatik geleneğe sahip ülkelerde, memurların büyük çoğunluğunun aslında birer işçi olduğunun kabulü yine de kolay olmamaktadır. Bu durum, hem egemen güçler tarafından hem de bir
bölümüyle bizzat çalışanların kendileri tarafından kolayına kabul edilmemektedir. Oysaki, pek çok kapitalist ülkede “memur”lar sendikalıdır, grev hakları vardır ve onların devlet görevlerinde çalışan sıradan ücretliler olduğu anlayışı, Türkiye benzeri ülkelerdekinden çok fazlasıyla toplumda yer etmiş bulunmaktadır. İşsiz İşçiler İşçi sınıfının kapsamını belirlerken nesnel hareket noktasını oluşturan işgücünü satmak kriterinin, işçinin kapitalist emek pazarında mutlaka bir alıcı bulacağı anlamına gelmediğini biliyoruz. İşsizlik sorunu, burjuva iktisatçıların suçu kapitalist düzenin sırtından başka yerlere yıkmak amacıyla kasıtlı olarak gösterdikleri gibi, yanlış ekonomik politikaların ya da işçi sendikalarının yükselen ücret taleplerinin vb. ürünü değildir. Gerçekte, işsiz bırakılmış bir emekçi nüfusu üretmeyen, aktif işçi ordusunun yanı sıra bir de yedek işçi ordusu yaratmayan bir kapitalizm düşünülemez. Çünkü kapitalizmin hizmetindeki makineleşme, bir taraftan kapitalistlere, işçi sınıfının daha önce el atamadıkları –örneğin kadın işçiler gibi– yeni tabakalarını çalıştırma olanağı sağlarken, diğer taraftan da kendi yerlerini makinelerin aldığı işçilerin açıkta kalmalarına neden olarak bir artı-işçi nüfusu yaratır. Ek işçi istihdamını mümkün kılmak ve de çalışmakta olanları muhafaza edebilmek için, artan oranda sermayeye ihtiyaç vardır. Oysa rekabet ve merkezileşme koşullarında sermayenin büyümesi, daha çok makineleşme ve sonuç olarak toplam sermaye içinde işçi ücretlerine ayrılan değişen sermayenin görece küçülmesi sonucunu doğurur. Böylece, çalışan işçiler kendi ürettikleri sermaye birikimiyle birlikte, bir artı-nüfusu da üretmiş olurlar; bu durum kapitalist birikim sürecinin bir yasasıdır.
“Fazla işçi nüfusu, birikimin ya da kapitalist temele dayanan zenginligin gelişmesinin zorunlu bir ürünü oldugu gibi, tersine olarak da, bu arti-nüfus, kapitalist birikimin kaldiraci ve hatta bu üretim biçiminin varlik koşulu halini de alir. Bu arti-nüfus, her an el altinda bulunan yedek bir sanayi ordusu teşkil eder ve bu ordu, tipki bütün masraflari sermaye tarafindan karşilanarak beslenen bir ordu gibi bütünüyle sermayeye aittir. Fiilî nüfus artişinin sinirlarindan bagimsiz olarak bu arti-nüfus, sermayenin kendisini genişletme konusunda degişen gereksinmelerini karşilamak üzere, daima sömürülmeye hazir, bir insan malzemesi kitlesi yaratir.”[52] Önemle vurgulanması gerekir ki, işçi sınıfının bu iki kesiminin kaderleri doğrudan doğruya birbirlerine bağlıdır ve birbirlerinin yaşam ve çalışma koşulları üzerinde etkide bulunur. Örneğin, çalışan işçilerin fazla mesai düzenini sürdürmeleri sınıfın işsiz kesimini büyütür. Fakat yedek sanayi ordusunun yarattığı basınç da hem ücretleri aşağı çekerek işçileri daha çok çalışmak ve hem de sermayenin dayatmalarına boyun eğmek zorunda bırakır. Yedek bir sanayi ordusunun varlığı, kapitalist ekonominin duraklama ve ortalama refah dönemlerinde, faal işçi ordusunun kapitalistlere karşı yükselttiği istemleri baskılar. Aşırı-üretim ve coşkunluk dönemlerinde bindirdiği basınç biraz azalsa da, yine de dizginleyici bir faktör oluşturur. İşte bu nedenle Marx, “nispî artı-nüfus, emeğin arz ve talep yasasının üzerinde döndüğü eksendir. Nispî artı-nüfus, bu yasanın geçerlik alanını, sermayenin sömürü ve egemenlik faaliyetlerine mutlak şekilde uyan sınırlar içerisinde tutar” demektedir.[53] Marksizm proletaryanın işsiz kesimini, yani yedek sanayi ordusunu göz ardı ederek, işçi sınıfını yalnızca onun aktif bölümünden ibaretmiş gibi ele almaz. Büyük işletmelerde çalışan, sendikalı vb. işçilerin örgütlenmesinin önem taşıması, sınıfın diğer kesimleri ve işsizler arasında çalışılmasını küçümsemek anlamına gelmez ve gelmemelidir. Tam tersine, işçi sınıfının aktif ve yedek ordularının birlikte örgütlenmesi, kapitalist düzenin işli ve işsiz işçi kitlelerine yönelttiği sürekli tehdidin sermaye güçlerine doğru çevrilmesi demektir. Marx bu önemli hususa dikkat çekmiştir:
“İşçiler ... aralarındaki rekabetin yoğunluk derecesinin tamamıyla nispi artı-nüfusun baskısından ileri geldiğini anlar anlamaz; ve, kapitalist üretim ile ilgili bu doğal yasanın kendi sınıfları üzerindeki yıkıcı etkilerini ortadan kaldırmak ya da azaltmak için, çalışanlarla işsiz kalanlar arasında düzenli bir işbirliği kurmak üzere işçi sendikaları ve benzeri yollara başvurur vurmaz, sermaye ile, kendisine dalkavukluk eden ekonomi politik, «ebedi» ve sözde «kutsal» arz ve talep yasası çiğneniyor diye feryadı basar. Çalışanlar ile işsizler arasındaki her yakınlaşma, bu yasanın «uyumlu» çalışmasını bozar.”[54] Özetle, iş güvencesi olmayan küçük atölyelerde son derece elverişsiz koşullarda çalişan ya da evlerde fason iş yapan işçilerle, işsiz yiginlarin aslinda işçi sinifinin kapsami içinde oldugunu ve bu kesimlerin de mutlaka önemsenmesi ve örgütlenmesi gerektigini belirten eleştirilerin muhatabi Marksizm olamaz. Ancak, sinif içinde devrimci bir örgütlenmenin başini çekebilecek unsurlarla, sinif hareketinin düzene karşi yönelebilecek kitlesel yikici potansiyeli arasindaki ayrim da önemsiz degildir. Devrimci bir önderlikten yoksun olarak patlayan kitle hareketleri, en yoksul ve en ayricaliksiz kesimlerin içinde birikmiş hakli öfkeyi dişa vuruyor olsa da, başariya ulaşma şansina sahip degildir. Bu husus çeşitli deneyimlerle kanitlanmiş ve Marksist teori tarafindan ifade edilmiştir. Bu nedenle işçi sinifi içindeki farkliliklari, bir cins “işçici” popülizm akımının gerekçesi olacak biçimde kullanan eğilimler Marksizme yabancıdır. İşçi sınıfının işsiz kesiminin kapitalist düzen açısından bir tehlike kaynağı olduğu doğrudur. Ne var ki, sınıfın bu kesimi, içinde bulunduğu nesnel koşullar nedeniyle siyasal örgütlenmelerin başını çekmeye hiç de yatkın değildir. Üstelik işsizler homojen bir bütün olmayıp, siyasi bakımdan önemli sonuçlara yol açacak şekilde kendi içinde farklı özelliklere sahip kesimlerden oluşur. Örneğin, daha önce büyük fabrika deneyiminden geçip işsiz kalmış olanlarla; küçük atölye deneyimine sahip işsizler; ya da kırsal kesimden göçüp ilk kez işçiliğe adım atmaya hazırlanan işsizler arasında önemli farklılıklar vardır. Katı bir kural olarak algılamamak koşuluyla, genelde birincilerin işçi sınıfını esas alan bir devrimci faaliyete, diğerlerinin küçük-burjuva popülizmine yatkınlık duyduğu söylenebilir. Öte yandan, büyük sanayi merkezlerine yığılmış işsizlerle, küçük yerleşim bölgelerindeki ve kırsal kesimdeki işsizler arasındaki ayrımlar da göz ardı edilemez. Keza, gözünü modern sanayi proletaryası arasında yer almaya dikmiş unsurlarla, kırsal kesimde egemen gerici düşüncelerin esaretinden kurtulamamış unsurlar arasındaki farklılıkların siyasi mücadeledeki yansımaları hiç de önemsiz değildir. Marx nispî artı-nüfusun farklı biçimlerini ayırt ederken, bu nüfusun mümkün olan her biçimde var olduğunu belirtiyordu. “Her işçi, ancak burada, yari ya da tam işsiz oldugu zaman yer alir. Sinaî çevrimin degişen evrelerinin zorladigi, bunalim sirasinda had, durgun zamanlarda tekrar kronik bir durum alan büyük devresel biçimler dikkate alinmazsa – daima üç biçimi vardır: akıcı, saklı ve durgun.”[55] Akıcı biçimle geçici süre işsiz kalan işçiler; saklı ile kentin ihtiyacı olan yeni işçi talebini karşılayacak kırsal kesimin gizli işsizleri ve durgun biçimleyse, ev sanayii ve küçük atölyelerdekiler gibi bir işte çalışmalarının son derece düzensizlik gösterdiği işçiler kastedilmektedir. Bunun dışındaysa, lumpen proletarya olarak nitelenen en dipteki tortu ve Marx’ın yine üçe ayırdığı bir işsizler topluluğu vardır.
“Nispî artı-nüfusun en dipteki tortusu, nihayet, sefalet alanında bulunur. Serseriler, suçlular, orospular, tek sözcükle «tehlikeli» sınıflar dışında, bu toplum katı, üç kategoriyi kapsar, önce, çalışabilecek durumda olanlar. ... İkincisi, yetim ve öksüz çocuklarla, fakir fukara çocuklar. ... Üçüncüsü ahlâk düşkünleri, zavallılar, çalışamayacak durumda olanlar, işbölümü nedeniyle uyum yeteneğinden yoksun kalmış çaresizler; normal işçi yaşını aşan kimseler; sayıları ... artan sanayi kurbanları, sakatlar, hastalıklılar, dullar. Yoksulluk, faal işçi ordusunun hastanesi, yedek sanayi
ordusunun safrasıdır. Sefalet, nispî artı nüfusla birlikte ürer ve biri diğerinin zorunlu koşuludur; artı-nüfusun yanı sıra yoksulluk, kapitalist üretimin ve zenginlik artışının bir koşulunu teşkil eder.”[56] Görülüyor ki, işsizler toplulugu homojen olmayip, onun farkli kategorileri sinif mücadelesi içinde tutabilecegi yerler bakimindan birbirinden oldukça farkli özellikler taşimaktadir. Örnegin, işçi sinifinin devrimci siyasal örgütlenmesinde elbette ki Marx’ın “akıcı” diye nitelediği geçici işsizlerle, “tehlikeli” diye adlandırdığı tortuyu aynı kapsamda değerlendirmek yanlıştır. Büyük işletme deneyiminden geçmiş işsiz işçinin devrimci örgütlenme bağlamında çok önemli bir potansiyel taşıdığını asla unutmamak, öte yandan yedek sanayi ordusunun en dipteki tortusuna ise ihtiyatla yaklaşmak doğru bir tutum olacaktır. Bu gibi noktalardan hareketle, siyasi mücadeleye ilişkin sonuçlar çıkartırken, hangi işsiz kesiminden söz edildiği önem taşır. Belirtilmesi gereken bir başka husus da, işçi sınıfının sınıf bilinci düzeyi bakımından ileri olan kesimlerini ikinci plana iterek, birinci plana yedek sanayi ordusunun şu ya da bu kesimini çıkartan ve bu kesimlerin üzerine özel stratejiler inşa eden yaklaşımların yanlışlığıdır.
“Üçüncü Dünya” ülkelerine özel bir ilgi ve sempati besleyen “Marksistler” olduğu gibi, emperyalist ülkelerin “alt proletarya”sına birincil derecede devrimci misyonlar yüklemiş olan “Marksistler” de mevcut. Bunların yazılarında, bizce Marx’ta genel hatlarıyla aydınlatılmış bulunan bir bütünün keyfî biçimde kopartılmış bir parçasına, üstelik de yanlış temellerde gösterilen ilgi, neredeyse bir uzmanlık alanına dönüştürülüyor. Bu gibi yaklaşımları onaylamadığımızdan, kimi Batılı Marksistlerin çok özel bir yer ayırdıkları “alt proletarya” benzeri konular üzerinde uzun boylu durmuyoruz. Yalnızca, tartıştığımız sorunları ilgilendirdiği kadarıyla belirtecek olursak, aslında bu “alt proletarya” kavramının içeriği ve siyasi niteliği konusunda çeşitli yorumlar söz konusudur. Fakat genel hatlarıyla bu kavram temelinde yürütülen tartışmalar, geri kalmış ülkelerden kapitalist metropollere göç eden ve böylece emperyalist ülkelerdeki gettolarda, sürekli bir işe sahip olmaksızın, eğitimsiz, yoksul ve siyasi anlamda marjinal nüfusun olası tutumları etrafında dönmektedir. Bu gibi kesimler, kapitalist toplumun içerdiği önemli bir realitedir; asla göz ardı edilemez. Fakat, işçi sınıfının nesnel ve öznel açıdan bütünsel kavranışının parçalanmasıyla öne fırlatılmak istenen ve hiçbir bakımdan öncü nitelik taşımayan şu ya da bu kesim üzerine teoriler inşa etmek de doğru bir tutum değildir. Öte yandan, işçi sınıfının işsiz kesiminin en dibinde yer alan ve aslında insanların bir bölümünü uçuruma iten kapitalizmin insanlık dışı yüzünün sergilendiği lumpen proletarya olgusu, sosyal bir gerçeklik olarak asla küçümsenemez. İşçi sınıfının tortusu, parlak ışıklar altında görünen kısmıyla cicili bicili vitrinler sergileyen kapitalist sistemin, karanlıklara boğulmuş dipteki gerçekliğinden başka bir şey değildir. Tıpkı Marx’ın “Bu yüzden, bir kutupta servet birikimi, diğer kutupta, yani kendi emeğinin ürününü sermaye şeklinde üreten sınıfın tarafında, sefaletin, yorgunluk ve bezginliğin, köleliğin, cahilliğin, zalimliğin, aklî yozlaşmanın birikimi ile aynı anda olur” diyerek dile getirdiği gibi.[57] Kapitalizmin yarattığı sefaletin boyutları karşısında duyarlı olmak ve bunu ifade etmek devrimci tutumun doğal harcıysa da, insanlığın yakasını bu belâlı düzenden kurtarabilmesi için yürütülen mücadele, siyasi gerçeklerin hafife alınmasını affetmeyecek ciddi bir iştir. İşçi sınıfının sendikalı kesimini ya da işli kesimini ayrıcalıklı kabul ederek, bu kesimin devrimci potansiyelini yitirdiğini iddia edenlerin ileri sürdüğü sav, bu işçilerin zincirlerinden başka kaybedecek şeylerinin de olduğu yolunda. Küçük-burjuvaca bir yaklaşım olmaktan öteye gidemeyen bu düşünce tarzı Marksizmi kavramış olmaktan uzaktır. Sınıfın devrimci misyonunu, paçavralar içinde yaşayan işçi olgusuna bağlayanlar yanılıyorlar. Bu anlamda Marx’tan bu yana biçimsel bir değişim olmuştur, fakat özde pek bir şey değişmemiştir.
Dün olduğu gibi bugün de, yoksulluk içindeki yığınlar, derin bir siyasal bilinçlendirme faaliyetine gerek kalmaksızın, bizzat yaşamın zorluğu nedeniyle, öfkelerini zaman zaman kendiliğinden patlamalarla dışa vururlar. Yoksulluğun ve ezilmişliğin yarattığı öfkenin, düzene karşı patlayıcı bir madde deposuna dönüşmesi, kuşkusuz ki çok önemli bir durumdur. Ne var ki, işçi sınıfının öncü rolünü oynayabilmesini mümkün kılacak bir örgütlülüğün bulunmadığı koşullarda, yoksul ve işsiz kitlelerin öfkesi ve bu öfkenin dışavurumları tek başına sonuç getiremez. Sermaye düzeni, bu öfkeyi bastıracak veya istediği bir doğrultuya kanalize edecek yolları bulmakta hüner sahibidir. İşçi sınıfının büyük işletmelerde çalışan kesiminin ya da genelde sendikalı işçilerin büyük bir atalet içine sürüklenmiş olmaları ise, sınıfın devrimci potansiyelinin yok oluşuna değil, bilinç ve örgütlülük unsurunun öneminin kat be kat artmakta olduğuna işaret ediyor. Bu gibi sorunların üzerinden atlayarak, artık işçi sınıfını devrimci bir özne olarak kabul etmeyenler ve yerine sözümona başka kesimleri ikame etmeye çalışanlar, gerçek yaşamda var olan yakıcı gerçeklerin duvarına toslamaya mahkûmdurlar. İşçi sınıfının işsizler bölümüne, yalnızca çalışabilir durumdaki işsizler girmez. İşçi sınıfının iş kazası ve çeşitli meslek hastalıkları sonucunda işgüçleri sakatlanmış olan bir bölümü, defolu mallar misali yedek sanayi ordusunun en aşağılarına fırlatılıp atılırken, daha şanslı olanları ise sosyal güvence kapsamından yararlanabilmektedir. Kuşkusuz ki, bu durum sermayenin işçilere bir lütfu olmayıp, emek ve sermaye arasındaki çetin mücadelelerin sonucunda işçilerin elde ettikleri bir sosyal haktır. Kapitalizm altında bu hakkın ne denli güdük olduğu tartışma götürmez. Burjuva devletler getirdikleri hukuksal düzenlemelerle, işçilerin çalışabildikleri süre boyunca ödedikleri sigorta primlerinden oluşan fonların yönetimini kendi egemenlikleri altında tutmaktadırlar. Bu nedenle, iş kazası, vb. sonucu çalışamaz duruma düşen işçilerin ancak belirli koşullara uyan bölümü malûlen emekli aylığına hak kazanabilmektedir. Keza, sosyal sigorta yasalarında belirlenen genel emekli aylıkları açısından da, kapitalist devletlerin getirdiği pek çok kurallar ve sınırlamalar söz konusudur. O halde, ister doğrudan işsizler kapsamında yer alsın isterse emekli statüsünde olsun, işgücü satıcılarının iş bulamayanları ve artık çalışamaz duruma düşenleri de işçi sınıfına dahildir. Ayrıca işçiler yalnızca kendi varlıklarını değil, yeni kuşaklarıyla birlikte ücretli işgücü kitlelerini de üretmek durumundadırlar. Bu nedenle, işgücünü satarak yaşamını sürdürme statüsü yalnızca “aile reisi”ni ilgilendirmemekte, işçi sinifi işçi aileleriyle birlikte bir gerçeklik oluşturmaktadir. Kisacasi, kapitalist devletlerin “iktisaden faal nüfus” ve “işsizlik”le ilgili istatistiklerinin gösterdiği rakamlar her ne olursa olsun, tüm kapitalist ülkelerde, fabrikalarda, bürolarda, çeşitli işletmelerde, atölyelerde, modern ev sanayiinde vb. çalışan tüm işçilerin yanı sıra, işsizleri ve işçi ailelerini (ki yaşlılar ve küçük çocuklar dışında çoğunluğuyla sınıfın gerçekten işsiz bölümünü oluştururlar!) hesaba kattığımızda, muazzam büyüklükte bir işgücü ordusu gerçekliğiyle yüz yüze gelmiş oluruz.
--------------------------------------------------------------------------------
[15] Marx, Kapital, C.1, s.514-515 [16] Marx, age, s.515-516 [17] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, Sol Yay., Kasım 1998, s.369 [18] Marx, Kapital, C.1, s.194
[19] Marx, age, s.489-490 [20] Marx, Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, Ceylan Yay., Ağustos 1999, s.125 [21] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.385 [22] Değişen sermaye ve değişmeyen sermaye kavramlarıyla Marx’ın kastettiği şudur:
“Sermayenin üretim araçları, hammadde, yardımcı malzemeler ve iş aletlerince temsil edilen kısmı, üretim süreci sırasında nicel bakımdan bir değer değişimine uğramaz. Bu nedenle, bu kısma, ben, sermayenin değişmeyen kısmı, ya da kısaca değişmeyen sermaye adını veriyorum. Öte yandan, sermayenin işgücü tarafından temsil edilen kısmı, üretim sürecinde bir değer değişimine uğrar. Bu, kendi değerinin eşdeğerini yeniden ürettiği gibi, bir fazlalığı da, değişen koşullara göre az ya da çok olabilen bir artı-değeri de üretir. ... Bu nedenle ben, buna, sermayenin değişen kısmı, ya da kısaca değişen sermaye diyorum.” (Kapital, C.1, s.233-234) Ayrıca, iktisatçıların bu ayrımla özdeşleyerek yanlış tarzda kullandıkları sabit sermaye ve döner sermaye kavramları ile ilgili olarak da Marx’ın getirdiği açıklamalar dikkate alınmalıdır. Değişmeyen sermayenin sınai binalara, makineler, vb. gibi iş araçlarına ait bölümü ile ilgili olarak şöyle der Marx: “İşlev yaptığı bütün süre boyunca değerinin bir kısmı daima, üretilmesine yardımcı olduğu metalardan bağımsız olarak kendisinde sabit kalır. Değişmeyen sermayenin bu kısmına sabit sermaye biçimini veren özellik işte budur. Üretim sürecine yatırılmış sermayenin diğer bütün maddi kısımları, bunun karşıtı olarak, döner, ya da akıcı sermayeyi oluşturur.” (Kapital, C.2, s.182) O halde, sabit sermaye olarak adlandırdığımız bölümün dışında kalan değişmeyen sermaye (yardımcı madde ve hammadde biçimindeki üretim araçları) ile işgücüne yatırılan değişen sermayenin toplamı döner sermaye diye adlandırılır. [23] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.148 [24] Marx, Kapital, C.1, s.538 [25] Böylece Poulantzas ve onun gibi düşünenler, Batılı proletaryanın toplumsal yapılanmada tuttuğu yeri bir azınlık düzeyine indirgemekteydiler. Başlangıçta daha solda görünen biçimde FKP’nin çizgisini eleştiren Poulantzas, giderek geliştirdigi görüşlerle aslinda Avrupa komünizminin kuramcilarinin yolunu döşemişti. O ve benzerleri, işçi sinifinin nesnel varligini küçümsemekte ve proletaryanin devrimci misyonu fikrini gerçekçi bulmamaktadirlar. Fakat böylece siyasal alanda dogan boşlugu, bulanik bir “halk ittifakları” anlayışıyla doldurmaktan öte de bir şey söylemiş olmamaktadırlar. [26] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.386 [27] Marx, Kapital, C.2, Sol Yay., Ağustos 1976, s.67-68 [28] Marx, age, s.145
[29] Marx, Kapital, C.3, Sol Yay., Şubat 1990, s.255 [30] Marx, Kapital, C.2, s.155 [31] Marx, Kapital, C.3, s.258 [32] Marx, age, s.259 [33] Örneğin Alex Callinicos, Amerikalı Marksist Harry Braverman’ın “büro işinin sanayileşmesi” nitelemesine değinmekte ve bu sürecin, en aşırı noktasında, çok büyük “büro fabrikalar”ı ortaya çıkardığını belirtmektedir. (Bkz. A. Callinicos ve C. Harman, Değişen İşçi Sınıfı, Z Yay., Şubat 1994, s.31) [34] Marx, Kapital, C.2, s.154 [35] Marx, Kapital, C.3, s.264-265 [36] Marx, age, s.265 [37] Marx, age, s.259 [38] Marx, Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, s.115 [39] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.147 [40] Marx, Dolaysız Üretim Sürecinin Sonuçları, s.108 [41] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.147 [42] Marx, age, s.280 [43] Marx, Kapital, C.1, s.474 [44] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.376 [45] Marx, age, s.379 [46] Marx, age, s.383-384 [47] Marx, age, s.148 [48] Marx, age, s.384 [49] Marx, age, s.376 [50] Marx, age, s.278
[51] Marx, age, s.163-164 [52] Marx, Kapital, C.1, s.670 [53] Marx, age, s.676 [54] Marx, age, s.677-678 [55] Marx, age, s.678 [56] Marx, age, s.681 [57] Marx, age, s.683
“Orta Sınıf” mı, Yoksa İşçi Sınıfı mı Büyüyor? Marksizmin kurucularının kapitalizmin genel gelişme eğilimlerini çözümleyerek işaret ettikleri temel gerçeklerden birisi, dünya nüfusunun giderek daha büyük oranlarda proleterleşeceği idi. Şöyle diyorlardı: “Görmüş oldugumuz gibi, kapitalist üretim tarzinin sürekli egilimi ve gelişme yasasi, üretim araçlarini gitgide emekten ayirarak, daginik üretim araçlarini büyük kitleler halinde bir araya toplar ve böylece, emegi ücretli-emege, üretim araçlarini sermayeye dönüştürür.”[58] Aradan geçen yıllar içinde, eşitsiz ve bileşik gelişme yasası temelinde tüm uluslar açısından geçerli olmak üzere, proleterleşme yolunda muazzam mesafeler katedildi. Zaman içinde çeşitlenen ihtiyaçlara, teknik gelişmelere bağlı olarak yaşanan değişimlerle birlikte, işçi sınıfının daralmadığı tam tersine büyüdüğü gözlemlendi. İleri kapitalist ülkelerde diğer ülkelere oranla çok daha önceden ve daha büyük çapta olmak üzere, eski sanayi kollarında makineleşmenin dev boyutlara ulaşmasıyla işçi sayısı düşerken, yeni alanların (enerji, inşaat, ulaştırma, iletişim sanayii ve büyük işletmeler halinde örgütlenen büro işleri, hizmet sektörü gibi) büyümesine ve bu tür sektörlerdeki işçi sayısının yükselişine tanık olundu. Böylece, sınıfın iç bileşimindeki teknik değişime rağmen sonuçta Marksizmin işaret ettiği proleterleşme yasası hükmünü icra etmekteydi. İşçi sınıfının kapsamı konusunda yürütülen tartışmalar ise, yaşanan gelişmelerin farklı gözlerle değerlendirilmesinden kaynaklanmaktaydı. Marksizmin kurucularının döneminde henüz yaşanmamış her bir olguyu, Marksizmin eskidiğine bir kanıt olarak sunma gayretkeşliği içindeki burjuva ideolojisi, zaman içinde işçi sınıfının iç yapısındaki değişimleri de benzer bir malzeme olarak kullanabilmek üzere yırtındı. Gittikçe sayıları artan beyaz yakalı işçiler, devlet memuru statüsündeki kamu işçileri, teknik gelişmenin sonucu makine kullanımının yoğunlaşmasıyla artan işsizler, vb. Bunların tümü burjuva ideologlarınca işçi sınıfının kapsamı dışına kovalanınca, ortalığı, “Marx yanıldı”, “işçi sinifi aslinda büyümüyor, küçülüyor” benzeri yavan iddialar sarıverdi. Öte yandan kapitalist gelişmenin doğal bir sonucu olarak, işgücünün kendini yeniden üretebilmesi için gerekli ihtiyaç maddelerinin kapsamı genişledi. Böylece proletaryanın tüketim kalıpları da kapitalizmin ilk dönemlerine oranla büyüdü. Fakat kapitalist düzenin eşitsizliğinin ve adaletsizliğinin somutlandığı göreli (nispî) yoksullaşma ortadan kalkmadı. Tersine kapitalizm geliştikçe işçi sınıfının nispî yoksullaşması da arttı. Çünkü işgücünün değerini yalnızca fiziksel ihtiyaçlar değil, toplumsal ihtiyaçlar da belirler. Kapitalist gelişme emeğin üretkenlik gücünü
arttırıp artı-değer sömürüsünü yoğunlaştırırken, toplumsal ihtiyaçları da çeşitlendirmektedir. İşçiler kendilerinden önce gelen işçi kuşaklarına oranla daha iyi bir durumda olsalar da (ve kimi dönemler bunun tersi de pekâlâ mümkündür), içinde yaşadıkları dönem itibarıyla gerçeklik kazanmış bulunan toplumsal ihtiyaçlarını karşılamak bakımından göreli bir yoksullaşma içindedirler.
“Ücrette hissedilir bir artış, üretken sermayede hızlı bir büyümeyi öngörür. Üretken sermayenin bu hızlı büyümesi, zenginliğin, lüksün, toplumsal gereksinme ve zevklerin de eşit hızda büyümesine yol açar. Demek ki, her ne kadar işçinin zevk konuları artmışsa da, bu zevklerin sağladığı toplumsal doyum, kapitalistin artmış bulunan ve işçi için erişilmez olan zevklerine oranla, ve genellikle toplumun gelişme aşamasına oranla, düşmüştür. Bizim isteklerimiz ve zevklerimiz toplumdan kaynaklanır; bu bakımdan, biz de bunları, toplum ölçüsüne vururuz; yoksa bize doyum veren nesnelerle ölçmeyiz. Bunlar toplumsal bir nitelik taşıdıklarından görelidirler.”[59] Marx, emeğin zenginler için harikalar üretirken, işçiler için yalnızca yoksunluk ürettiğini ne de güzel anlatmıştır: “Saraylar, ama işçi için inler üretir. Güzellik, ama işçi için solup sararma üretir. Emegin yerine makineleri geçirir, ama işçilerin bir bölümünü barbar bir çalişma içine atar ve öbür bölümünü de makine durumuna getirir. Us, ama işçi için budalalik, aptallik üretir.”[60] Genel esprisi itibarıyla bu saptama günümüzde de geçerlidir. Yani kapitalizm altında işçi, bir ücretli köle olmayı sürdürür ve tıpkı kendinden önce gelen işçi kuşakları gibi bu ücretli kölelik zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi yoktur. İşçinin verili tarihsel-toplumsal koşullara göre değişen oranda fiziksel ve toplumsal ihtiyaçlarını karşılama zorunluluğu bu gerçeği değiştirmez. Bu bakımdan, küçük-burjuvaca bir öfke, daha doğrusu küçümseme eğilimi içinde, bugünün işçisinin dünün işçisine oranla daha fazla tüketim olanağına sahip olmasını, “artık kaybedecek şeyleri var!” biçiminde yorumlamak yanlıştır. Bu tür bir iddia, kapitalist gelişmenin işçiyi artık zincirlerinden, yani ücretli kölelik koşullarından kurtarmış bulunduğunu söylemek anlamına gelir. Yani, “elveda proletarya” demenin bir başka biçimidir bu da. Unutulmamali ki, Marksizmin karşi çiktigi şey genel olarak mülkiyet degil, üretim araçlarinin özel mülkiyetidir. Bu konudaki çarpitmalara karşi Marx ve Engels daha Komünist Manifesto’da gereken yanıtı vermişlerdir.
“Demek ki, ücretli emekçinin kendi emeği aracılığı ile mülk edindiği şey, yalnızca salt kendi varlığını sürdürmeye ve yeniden üretmeye yeter. Biz emek ürünlerinin bu kişisel mülk edinilmesini, insan yaşamının devamı ve yeniden-üretimi için yapılan ve geriye başkalarının emeğine komuta edecek hiçbir fazlalık bırakmayan bu mülk edinmeyi hiçbir biçimde kaldırmak niyetinde değiliz.”[61] Marx’ın köle emeğiyle ücretli emeği karşılaştırarak dikkat çektiği çok önemli bir gerçeklik var. Şöyle ki; aslında kapitalist ücret biçimi büyük bir yanılsama yaratır. İşçinin aldığı ücret, sanki çalışma saatlerinin toplamı için yapılan bir ödeme gibi algılanır. Böylelikle, bir işgününün gerekli-emek ve artı-emek olarak, yani karşılığı ödenmiş emek ve karşılığı ödenmemiş-emek olarak bölünmüş olması gizlenir. Halbuki, köle emeğinde tersi bir durum söz konusuydu. Köle emeğine bir ücret ödenmediğinden, işgününün, kölenin yaşaması için gerekli tüketim maddelerini yerine koyduğu kısmı, yani aslında kendisi için çalıştığı kısmı bile, efendisi için harcadığı emek sanılır. “Kölenin bütün emeği, karşılığı ödenmemiş emek olarak görünür. Ücretli-emekte ise, tersine, artı-emek ya da karşılığı ödenmemiş emek bile, karşılığı ödenmiş emek gibi görünür. Birinde, kölenin kendisi için harcadığı emeği, mülkiyet ilişkisi gözlerden saklar, diğerinde, ücretli işçinin karşılığı ödenmeyen emeğini, para ilişkisi gözlerden gizler.”[62] Marx ve Engels’in kapitalizmin genel işleyiş yasalarina yönelik çözümlemeleri, yaşadiklari döneme ait gözlem raporlari degildir. Zaten öyle olsaydi, Marksizm olarak adlandirilan bir işçi sinifi biliminden ve bilimsel komünizmden söz etmek mümkün olmazdi. Aslinda burjuva ideologlarinin da hinogluhin gibi bildikleri, fakat ideolojik savaş kurallari geregince tersini savunduklari üzere, Marksizm yalnizca dogdugu yüzyilin ya da onu takip
eden yüzyilin degil, tüm bir proleter devrimler çaginin bilimidir. Ve tüm bu zamanlar boyunca kapitalist gelişmenin yapisal egilimine, genel hatlariyla nasil bir seyir izleyecegine ve bu gelişmeler karşisinda alinacak siyasi tutuma dair bilimsel ipuçlarini sunmuş bulunmaktadir. Örnegin, toplam işgücü içinde üretken emegin gerileyen yüzdesini işçi sinifinin yok oldugu, Marksizmin öldügü yolunda bir kanit olarak kullanmak isteyenlerle alay edercesine Marx, gelişmenin bu yönde olacagini yillar öncesinden çözümlüyordu. “Ürün miktarı aynı kalmak üzere, üretken nüfus, üretken olmayan nüfusa göre ne kadar küçük olursa, o ülke o kadar daha zengindir. Çünkü üretken nüfusun rakam olarak göreli azlığı, emeğin üretkenliğinin göreli derecesini bir başka biçimde ifade etmektedir.”[63] Fakat dikkat edilmesi gerekir ki, burada sözü edilen azalma mutlak değil, göreli bir azalmadır. Geleneksel ya da yeni, hangi biçimde olursa olsun, üretken emek alanı olmaksızın kapitalizm var olamaz. Bu sistem başkalarının mümkün olan en çok miktardaki emeğini sahiplenme ve kâra dönüştürme eğilimini içinde taşır. Bu nedenle, kapitalizm bir yandan belirli bir ürün miktarı için gerekli üretken emek miktarını indirirken, diğer yandan toplam üretimin artışıyla birlikte, olabilecek en çok sayıdaki üretken emeği çalıştırmaya gayret etmektedir. Yani, birim başına daha az üretken emekle giderek büyüyen bir üretim söz konusudur. Bu da emekçi nüfusun toplam nüfusa oranla sürekli büyümesi demektir. Eskinin üretken sınıflarının giderek proletaryanın saflarına katılması demektir. Marksizmin Gorz gibiler tarafından karikatürize edilerek eleştiri konusu yapılmasına çarpıcı bir örnek, nitelikli işgücünün gelişme seyrinden verilebilir. Gorz, Marx’ın eserlerini anlamak için değil de gülünç savlarla suçlamak amacıyla ele aldığından, kendi iddialarını Marx’ın öngörüleriymiş gibi sunmaktadır. Örneğin, sanki Marx böyle bir saptama yapmış gibi, bay Gorz, nitelikli işçinin niteliksiz işçiyi sahneden kovacağını söyleyen Marx’ın yanıldığını buyurmaktadır. Ve bu sayın bay sanki bir keşif yapıyormuşçasına, aslında kapitalist gelişme seyrinin emeği vasıfsızlaştırdığını belirtmektedir.[64] Gorz, Marksizmi çürütme adına, aslında Marksizmin çözümlediği bir eğilimi vurgulamış olmaktadır. Çünkü Marx’ın daha 1848’de yaptığı değerlendirme şöyledir: “Üretken sermayenin büyümesi, sermaye birikimi ve yoğunlaşması demektir. Sermayenin merkezileşmesi daha büyük bir işbölümü ve daha çok makine kullanımını gerektirir. Daha büyük işbölümü, işçinin özel hünerini yok eder ve bu hünerli işin yerine herkesin yapabileceği emeği koyarak işçiler arasındaki rekabeti artırır.”[65] Marksizmin günümüzde de pırıltısından hiçbir şey yitirmemiş bulunan çözümlemeleri ortadayken, burjuva sosyologların, iktisatçıların ve sözde Marksistlerin, Marksizme yönelik saldırılarında cesaret aldıkları temel faktör ne olabilir? Bu sorunun yanıtı aslında oldukça kolaydır. Onlar, Marksizmi bir nebze olsun öğrenme zahmetine katlanmaksızın, Marksizm konusunda kulaktan dolma, sade suya tirit düşünce kırıntılarıyla yetinmeye eğilimli “okumuş” insan sayısının yüksek oluşundan cesaret alıyorlar. İşte, kapitalist gelişmeye bağlı olarak, aslında işçi sınıfının değil de bir orta sınıfın büyümekte olduğu iddiası da, bilimsel ciddiyetten tamamen uzak ve palavradan argümanlar üzerine oturtulmuş bir ideolojik icattır. Bu tür icatlarda bir hayli önde koşan İngiliz “düşünürleri”, örneğin II. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere’de kol işçilerinin reel gelirlerinde önemli yükselişler görüldügü gerekçesiyle sinif tanimini tüketim ölçüsüne göre yapma “uyanıklığını” göstermişlerdi. “Eskiye göre daha çok tüketiyorlar, o halde işçi olamazlar” bahanesiyle kol işçileri dahil işçi sinifinin büyük bölümünü kendi devşirmeleri olan bir “orta sınıf” tanımının içine tıkıştırıverdiler. Böylece, işçi sınıfının çok daha düşük ücret düzeyiyle yaşamını sürdüren kesimlerine oranla, görece daha fazla ücret elde eden ve daha çok tüketen kesimleri, “orta sınıf” diye bir kategoriye terfi ettiriliverdi. Burjuva “âlimleri”, bilimsel
kanıt olarak yaldızladıkları bol rakamlı tüketim istatistikleriyle, işçi sınıfını ayırt etmeyi sağlayan nesnel ölçütleri geçersiz ilân ettiler. Burjuva ideolojisinin egemenliği ölçüsünde toplumda kabul gören bu türden düşünceler bir yandan muazzam proleterleşme gerçeğini gözlerden gizlemeye hizmet ederken, diğer yandan bu türden palavralara kanan bir kısım işçilerin kendilerini “orta sınıf”tan hissetmeleri sonucunu da doğurdu. Böylece, beyaz yakalı işçilerin (örneğin mühendisler, öğretmenler, hemşireler, memur statüsünde çalıştırılan kamu emekçileri, büro elemanları vb.) bir kısmı, kendilerini aslında ait oldukları işçi sınıfının genel mücadelesinden soyutladılar. Bilinci çarpılmış bu tür işçiler, işçi sendikalarında örgütlenmekten uzak durmayı, toplumsal yaşamda daha yüksek bir statü sahibi olmanın bir göstergesi olarak benimseyebildiler. Kapitalist düzen içinde kendi konumları hakkında yanılan ve yaşam tarzı itibarıyla gözü biraz yükseklerde olan işçileri küçük-burjuva olarak nitelemek siyasal açıdan bir şey ifade etse de, böyle bir niteleme onların sosyal ve sınıfsal açıdan işçi sınıfının parçası oldukları gerçeğini değiştirmez. Bir de unutulmamalı ki, gerçekler acımasızdır. Kapitalizmin gerçek yüzü krizlerle, işçilerin düşen yaşam standartlarıyla ve kaybolan sosyal haklarla vb. kendini açığa vurdukça, acı ilacı yutan daha pek çok işçinin aklı başına gelecektir. Bu yüzden, asıl üzerinde durulması gereken nokta, çarpılmış bilinçleri düzeltmek ve işçi sınıfının tüm kesimlerini kapitalizme karşı ortak kitlesel mücadeleye seferber edebilmektir. Her şeyi yerli yerine oturtmak koşuluyla, modern kapitalist toplumlarda “orta sınıf” (ya da “ara sınıf”, “orta tabakalar” vb.) kavramı bir gerçekliğe denk düşmektedir. Soruna bu açıdan yaklaştığımızda, bunun, Marksizmin çözümlediği küçük-burjuvaziden başkası olmadığını görürüz. Tarihin daha eski dönemlerinde, örneğin toplumsal kesimlerin ayırt edilmesinde burjuvalar için kullanılan “orta kesim” benzeri bir kavramı, modern kapitalist toplumlarda ne burjuvazinin orta büyüklükte olanları için kullanmanın bir mantığı vardır, ne de işçi sınıfının daha yüksek gelir düzeyine sahip bazı kesimleri için. Fakat kapitalist toplumda iki temel sınıf arasına sıkışıp kalmış unsurlar, burjuvaziyle proletarya arasında yer alan bir “orta sınıf” gerçekten vardır. Geleneksel biçimiyle küçük-burjuvazi, bir yandan mülk sahibi olması nedeniyle kapitaliste, ama öte yandan, esas olarak kendi işgücünü sarfederek varlığını sürdürmesi nedeniyle de işçiye benzer. Marx’ın geleneksel küçük-burjuvaziye dair değerlendirmesi, kapitalist toplumda bir ara sınıf özelliği taşıyan unsurların, işçiden farklı bir konumda olduklarını vurgulaması bakımından aydınlatıcıdır. Marx, kapitalistler gibi emekçi çalıştırmayan bağımsız zanaatçılar ve köylülerle ilgili olarak şöyle der:
“Kendi üretim araçlarıyla çalışan bu üreticilerin, yalnızca kendi emek güçlerini yeniden-üretmekle kalmayıp bir artı-değer yaratıyor olmaları olasıdır; konumları, onların kendi artı-değerlerini ya da (bir bölümü, vergi vb. ile onlardan alındığı için) artı-değerlerinin bir bölümünü kendilerinin sahiplenmelerine olanak verir. ... Bağımsız köylü ve zanaatçı iki kişiye bölünmüştür. Üretim araçlarının sahibi olarak kapitalisttir; emekçi olarak ise kendisinin ücretli işçisidir. Bu nedenle, kapitalist olarak kendisine ücret öder ve sermayesinden kâr elde eder; yani ücretli işçi olarak kendini sömürür ve artı-değeri, emekçinin sermayeye borçlu olduğu haracı, kendine öder.”[66] Temel özellikleri itibarıyla bu ara sınıf aslında modern sanayinin ürünü olmayıp, tam tersine kapitalist topluma geçmişin mirasıdır. Bu nedenle de esas itibarıyla geleneksel küçük mülk sahibine (küçük toprak sahibi köylüyle, kendi tezgâhının ya da dükkânının mülkiyetine sahip esnaf ve zanaatkâra) denk düşer. Hatırlanacağı gibi, bu türden üreticiler ancak kendi hesabına meta üretebilir ve satabilir. Dolayısıyla, ne bunların durumu sermaye-ücretli emek ilişkisi kapsamındadır, ne de bu kişilerin üretimi modern kapitalist üretim çerçevesinde değerlendirilebilir. Bu
nedenle bu türden üreticilerin harcadığı emeğin, kapitalizm çerçevesindeki üretken emek ve üretken olmayan emek ayrımıyla da bir ilgisi yoktur. Aslında geleneksel küçük-burjuvazi kapitalist gelişme karşısında genelde yok olmaya mahkûmdur. Onun çok küçük bir kesimi burjuvazi katına yükselme fırsatını yakalarken, çoğunluğu proletaryanın saflarına katılır. Marx, emeğin giderek artan üretkenliği ve sermayenin yoğunlaşması temelinde nüfusun proleterleşmesinden söz ederken, “üretken sınıfları oluşturanların eski parçaları giderek proletaryanın saflarına katılır. Küçük bir kısmı da orta sınıfa yükselir” demektedir.[67] Marx’ın döneminde “burjuvalaşma” anlamına gelen bu “orta sınıfa katılma” tespiti, günümüzde yine çalışanların küçük bir kısmını oluşturmak kaydıyla, kapitalizmin yeni biçimleriyle bir ara sınıf konumunu üretmeyi sürdürmesi biçiminde yorumlanabilir. Kapitalist gelişme geçmişte büyük ayrıcalıklara sahip serbest meslekleri (doktor, avukat, muhasebeci, mühendis gibi) sıradanlaştırıp, bu mesleklere mensup olanların önemli bir bölümünü proletaryanın saflarına iter. Bu nedenle de meslek ayrımı açısından ele alındığında, yanıltıcı biçimde serbest meslek sahibi kategorisinde görünseler bile, gerçekte işgüçlerini çeşitli şirketlere, işletmelere satarak yaşamlarını işgücü geliriyle sürdüren doktor, mühendis, avukat, vb. gibi kişiler işçi sınıfının içindedirler. Bu serbest meslek sahiplerinin küçük bir bölümü, kendilerine sermaye birikimi fırsatı sağlayan büyük çaplı büro ve benzeri organizasyonların mülkiyetine sahip olup, yanlarında çok sayıda işçi çalıştırdıklarından ve artı-değer sömürüsüne katıldıklarından burjuvadırlar. Öte yandan, bu türden meslek gruplarına mensup olup, kendi bürosunun sahibi bulunanların bir kısmı ise, kapitalistler gibi artı-değer sömürüsüne katılacak çapta sermayeye sahip olmadıklarından, esas olarak kendi emekleriyle varlıklarını sürdürürler. Bu durumdaki kişi, şu ya da bu şekilde hizmet veren kendi emeğinin ve bu emeğinin nesnel koşullarının (büro, çeşitli araç gereçler, vb.) sahibidir. Dolayısıyla, bu konumda olanlar geleneksel küçük-burjuvazi tanımının pek de dışına taşmazlar. Ayrıca, kapitalist gelişmenin çeşitlendirip yaygınlaştırdığı profesyonel meslekler kapsamında, bağımsız sözleşmeler temelinde çeşitli sermaye kuruluşlarında ve şirketlerde çalışan, genellikle yönetici konumunda bulunan ve işgücünün maliyetinin üzerinde gelir elde eden sözde ücretlileri de işçi sınıfının kapsamı dışında tutmak gerekir. Karar mekanizmasında belirli yetkilerle donatılmış bu yönetici ve teknokratlar, kapitalist işletmelerde sıradan gözetim ve denetim işleriyle görevlendirilmiş mühendis ve küçük şeflerle karıştırılmamalıdır. Ustabaşı, postabaşı vb. sıfatıyla işçilerin başına getirilen küçük rütbeli yöneticiler genelde işçi sınıfının içindedir. Marx’ın dediği gibi, “Bir kapitalistin komutası altında sanayi işçilerinden kurulmuş ordu, gerçek bir ordu gibi subaylara (yöneticilere) ve astsubaylara (ustabaşı, postabaşı) ihtiyaç gösterir, ve bunlar, işin yapılması sırasında, kapitalist adına bu orduya komuta ederler. Denetim ve gözetim işi, bunların yerleşmiş ve özel görevleri olur.”[68] Vasıflı emek için ödenen yönetim ve denetim giderleri genelde üretken emeğin ücreti kapsamındadır. Bu durum, kapitalizmin ilerleyişi içinde bir yandan zorunlu hale gelen ve diğer yandan sıradanlaşıp yaygınlaşan yönetim ve denetim emeğinin varlığından kaynaklanır. Bu konuya Marx dikkat çekmektedir:
“Denetim ve yönetim işi, sermaye ile emek arasindaki zitliktan, sermayenin emek üzerindeki egemenliginden dogduguna, ve bu nedenle, kapitalist üretim tarzi gibi, sinif çelişkilerine dayanan bütün üretim tarzlarinda ortak olduguna göre, kapitalist düzen altinda da, bütün bileşik toplumsal emegin bireylere kendi özel görevleri olarak verdigi üretken işlevler ile dogrudan dogruya ve ayrilmaz bir biçimde bagli bulunur. Feodal Fransa’daki adıyla bir epitropos (Eski Yunan’da: «sürveyan») ya da regisseur’ün (yönetmen yardımcısı) ücreti, yapılan iş, böyle bir yöneticiye bir ücret ödemeye elveren boyutlara ulaştığı zaman, kârdan tamamen ayrılır ve vasıflı emek için ödenen ücret biçimine girer.”[69]
Proletaryanın büyümesinden korkuya kapılmak gibi bir derdi olmayanlar için, ücretliler başlığı altındaki devasa işçi sınıfı kitlesini ayırt ettikten sonra, ücretli gibi görünüp de gerçekte hiç de işçi sınıfının kapsamına girmeyecek olan istisnaları ayıklamak zor bir iş değildir. Bizzat işçi sınıfının içinde yer alan vasıflı emek için ödenen gözetim ve denetim giderlerini işçi ücretleri bağlamında bir kenara bırakmak koşuluyla, ücretli gibi görünen üst ve orta düzey menajerlerin, teknokratların farklı konumu göz ardı edilmemelidir. Düzenli ve dolgun bir ücret gelirinin dışında, kârdan hisse, primler vb. gibi çeşitli yan ödemelerle beslenen üst düzey yöneticilerin işçi sınıfının içinde yeri yoktur. Anonim şirket olgusunun ortaya çıkışıyla birlikte, Marx henüz başlangıcında olan bir gelişmenin gideceği yönü göstermiş ve sermaye sahipliğiyle yöneticiliğin nasıl birbirinden ayrıldığına işaret etmiştir.
“Hisse senetli şirketlerde –bunlar, kredi sistemi ile gelişmişlerdir– genellikle bu yönetim işini, ister kendilerine ait olsun, ister borç alinsin, sermaye sahipliginden bir işlev olarak ayirma konusunda gitgide artan bir egilim vardir. ... Ne var ki, bir yandan, ... para-kapitalist, işlev yapan kapitalistin karşisina çikmak zorunda oldugu halde, para-sermayenin kendisi, kredi sisteminin gelişmesiyle toplumsal bir nitelige bürünür, bankalarda toplanarak, ilk sahipleri yerine artik buralardan borç verilir, öte yandan da, ister borç alinmiş olsun ister olmasin, sermaye üzerinde herhangi bir hakki bulunmayan bir yönetici, işlev yapan kapitaliste ... ait bulunan bütün gerçek işlevleri yerine getirir, ve böylece, yalnizca görev yapan yönetici kalarak, kapitalist, bir fazlalik gibi üretim sürecinde ortadan kalkar.”[70] Sermaye sahipliğiyle profesyonel yöneticiliğin birbirinden ayrılmasının bir sonucu olarak, bir zamanlar üretim sürecinde sanayi kapitalistinin yaptığı işlevleri yerine getiren üst düzey yöneticilerin, konumları itibarıyla, orta düzeydeki yöneticilerden farklı olacağı açıktır. Kendilerine ait bazı işlevleri orta düzey yöneticilere devreden üst düzey menajerler, daha çok malî kaynakların temini ve dağılımı konusunda stratejik kararların alınması ve denetlenmesiyle ilgilenirler. Bunlar, (özel ya da kamu) şirket bütçelerinden aylık ücret alıyor gibi görünseler de, asıl olarak kârdan aldıkları pay ve sahip oldukları hisse senedi ve benzeri değerli kâğıtlarla birlikte halisinden burjuvadırlar. Gerçek nitelikleri Marx’ın satırlarında dile gelmektedir: “Kapitalist üretim temeli üzerinde, hisse senetli girişimlerde, yönetim ücretleri ile ilgili yeni bir üçkâgitçilik yöntemi gelişti ve fiilî yöneticinin üzerinde bir yigin yönetim ve denetim kurullari peydahlandi; bunlar için denetim ve yönetim yalnizca ortaklari soymanin ve keselerini doldurmanin bir bahanesi oldu.”[71] Orta düzey menajerler, karar mekanizmasının işleyişinde ve parasal kaynakların dağılımında üst düzey menajerler kadar büyük yetkilere ve avantajlara sahip değildirler. Fakat işgücünün yeniden üretilmesi maliyetini bir hayli aşan dolgun ücretleri, ek primleri vb. ile vasıflı işçi durumundaki gözetim ve denetim işçilerinden de farklı bir konumda bulunmaktadırlar. Üst düzey yöneticilerin onayladığı stratejik planlar temelinde, uygulama alanına ilişkin kararların alınmasında söz sahibidirler. Taşıdıkları özellikler itibarıyla ne burjuvaziye ne de proletaryaya dahil edemeyeceğimiz ve başlı başına da bir sınıf oluşturmayan, tıpkı geleneksel küçük-burjuvazide olduğu gibi ara konumda bulunan böyle bir tabakayı, olsa olsa “orta sınıf” kapsamında değerlendirebiliriz. Ancak, geleneksel küçük-burjuvaziye kendi küçük toprağına ya da tezgâhına, bürosuna vb. sahip oluşu damgasını basarken, bu ele aldığımız tabakanın durumu biraz farklıdır. Yine de, salt işgücünün yeniden üretilmesini sağlayan bir gelir düzeyini aşan kazançları nedeniyle, tıpkı küçük-burjuva kategorisinde olduğu gibi sanki kendi emeğinin karşılığını alıyor diyebileceğimiz bir durum söz konusudur. Marx’ın, kapitalizmin ilk dönemlerinde henüz genel ücretli emek kapsamında yer almayan ve işçilere oranla ayrıcalıklı bir gelir elde edebilen bazı ev hizmetçileri için, “Gerçekte, hiçbir sınıf küçük-burjuvaziye onlardan daha değersiz bir devşirmeler kesimi sağlayamaz”[72] dediği gibi, günümüzde de çeşitli şirket ve holdinglerde, finans kuruluşlarında görev yapan ve işçilere göre kimi
ayrıcalıklara sahip olan orta düzey teknokrat, yönetici vb. gibiler için, hiç kimse günümüzün orta sınıf gerçeğine bunlardan daha fazla denk düşemez diyebiliriz. Bu açıklamalardan sonra bir noktanın altını önemle çizmek istiyoruz. Bizce asıl sorun, en incesinden hesaplamalar da yapsak, sonuç olarak beyaz yakalılar arasında düşük oranda bir yer tuttuğunu bildiğimiz burjuva idarecilerin, ya da küçük-burjuva konumdaki menajerlerin gerçek yüzdesini bulmaya çalışmak değil. Ağaçlara bakmaktan ormanı fark edemeyen kişinin durumuna düşmemek için, malûm burjuva ve küçük-burjuva idarecileri bir yana bırakalım. Ve, kimilerinin beyaz yakalılar diyerek dışladıkları, kimilerinin “orta sınıf” diye yutturmaya çalıştığı asıl büyük gerçekliği, örneğin hizmet sektörü büyüdükçe kapsamı genişleyen proletaryayı, sayıları durmadan artan işçileri görelim. Kaldı ki, hizmet sektörünün büyümesi yalnızca kafa işçilerinin sayısındaki artışa değil, bu sektörde çalışan kol işçilerinin sayısının da arttığına işaret ediyor. Marx’ın deyişiyle ifade edecek olursak: “Demek oluyor ki, kapitalist üretim, birbirine bağlı sürekli bir süreç, yani bir yeniden-üretim süreci olması nedeniyle, sadece meta ve artı-değer üretmekle kalmıyor, aynı zamanda, bir yanda kapitalist, öte yanda ücretli işçi olmak üzere, kapitalist ilişkiyi de üretiyor ve yeniden üretiyor.”[73] Kısacası, sermaye ve ücretli-emek karşılıklı çelişkileri içinde diyalektik bir bütündür. Sermayenin üretimi, aynı zamanda ücretli-emeğin üretimi demektir. Daha önce değindiğimiz üzere, sınıfsal çözümleme yaparken, geçersiz ve keyfî birtakım ölçütlere aldanmayıp, Marksizmin bizlere sunduğu nesnel ölçütlerden hareket etmiş bulunuyoruz. Farklı sınıfların birbirinden ayırt edilmesinde bu nesnel ölçütlere başvurulduğunda, sorun çok büyük ölçüde netleştirilmiş olsa da, sosyal kategoriler iki kere iki dört eder misali katı bir çerçeveye sahip değildirler. Aralarındaki kimi hareket noktalarında birbirlerine yaklaşabilmektedirler. Marx, Kapital’in üçüncü cildinde yarım kalan Sınıflar başlıklı bölümde, sınıf ayrımlarının bulanıklaştığı sınır çizgilerine değinmektedir. “İngiltere’de modern toplumun ekonomik yapısı, hiç kuşkusuz en üst düzeyde ve en klâsik biçimde gelişmiştir. Ne var ki, burada bile, … orta ve ara tabakalar, … her yerde sınır çizgilerini silikleştirmiştir. Ama bunun bizim incelememiz için önemi yoktur. Görmüş olduğumuz gibi, kapitalist üretim tarzının sürekli eğilimi ve gelişme yasası, üretim araçlarını gitgide emekten ayırarak, dağınık üretim araçlarını büyük kitleler halinde bir araya toplar ve böylece, emeği ücretli-emeğe, üretim araçlarını sermayeye dönüştürür.”[74] Bu nedenle incelenen sorun bazı ayrıntısal tartışmalarda bulanıklaşmaya ve dolayısıyla istismara açık hale gelse de, önemli olan istisnaî durumlar üzerinde kılı kırk yarmak değil, genel kuralları netleştirebilmek, genel eğilimleri görebilmek, genel ayrımları yapabilmektir. Oysa burjuva ideologları, sosyologları ve bunların izinden gidenler, dikkatleri asıl olana değil, istismara açık noktaları yakalayıp meseleyi bulanıklaştıracak gereksiz ayrıntılara çekiyorlar.
--------------------------------------------------------------------------------
[58] Marx, Kapital, C.3, s.775 [59] Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, Sol Yay., Kasım 1979, s.46
[60] Marx, 1844 Elyazmaları, Sol Yay., Temmuz 1976, s.156 [61] Marx ve Engels, Seçme Yapıtlar, C.1, s.147 [62] Marx, Kapital, C.1, s.572 [63] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.214-215 [64] Bkz. A. Gorz, age, s.25-26 [65] Marx, Felsefenin Sefaleti, s.230 [66] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.381-382 [67] Marx, age, s.215-216 [68] Marx, Kapital, C.1, s.359 [69] Marx, Kapital, C.3, s.339-340 [70] Marx, age, s.341 [71] Marx, age, s.342 [72] Marx, Artı-Değer Teorileri, C.1, s.190 [73] Marx, Kapital, C.1, s.616 [74] Marx, Kapital, C.3, s.775
“Sanayisizleşme” mi, “Robotlaşma” mı, Yoksa Kapitalist Gelişme Yasaları mı? İşçi hareketinin gerilediği ve Marksizmin gözden düşürülmek istendiği dönemlerde, kapitalist düzenin Marksist tahlilinin sonuçlarına ve proletaryanın gün geçtikçe önem kazanan rolüne yönelik çeşitli iddiaların ortalığı kapladığını biliyoruz. Bu tür iddiaların dikkat çeken birkaç versiyonuna daha değineceğiz.
“Sanayisizleşme” mi? İşçi sınıfının büyüyen varlığını yadsıma doğrultusundaki ilginç girişimlerden biri de, sanayileşmiş Batı ülkelerinin 1970’lerin ortalarından itibaren artık sürekli olarak bir durgunluk içine girdiği ve bunun bir “sanayisizleşme” süreci anlamına geleceği yolundaki iddialardır. Kapitalist sanayi çevriminin, durgunluk, canlanma, yükseliş, bunalım gibi evrelerine bağlı olarak, bazı dönemlerde genişletilmiş yeniden üretim sürecinin büyüme hızında duraklama ve gerileme kaydedildiği bellidir. Ayrıca, 1970’lerin ortalarından itibaren özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde, canlanma ve yükseliş dönemlerinin artık 1948-1974 döneminde olduğu gibi keyifli bir biçimde yaşanmadığı bir uzun trende girilmiş olduğu da doğrudur. Ne var ki, hem bu türden dalgalanmalar zaten kapitalizmin bir işleyiş yasasıdır, hem de yaşanan daralma ve gerilemeler genelde sanayi yatırımlarındaki mutlak bir azalışa değil, büyüme
oranlarındaki görece düşüşlere işaret eder. O halde bu türden ekonomik gerçeklerden hareketle, kapitalizmin sanayileşme kapasitesinde artık mutlak bir gerileme yaşanmakta olduğu tarzında “düşünceler” üretmek, pek çok açıdan bir saçmalıklar komedyasına dönüşmektedir. Çünkü, bir kere kapitalizm bir dünya sistemidir. Ve Marksizmin işaret ettiği gibi, kapitalist sistem açısından önemli olan, dünya ölçüsündeki gelişme eğiliminin tezahürüdür. Batılı ülkelerde sanayi yatırımlarının büyüme oranlarındaki görece düşüşe, diğer ülkelerdeki yükseliş eşlik edebilir. İkincisi, sanayi kavramı gerçekte, imalât, tarım, enerji, taşımacılık, hizmet üretimi gibi, akla gelebilecek bütün değişim değerlerinin üretildiği sektörlerin tümünü kucaklar. Dünya kapitalist sistemi içindeki toplam artı-değerin kaynağını oluşturan bu toplam alan (yani üretim) olmaksızın, ne kapitalist kârın oluşumundan ve ne de artı-değerin faiz, rant vb. biçiminde bölüşümünden söz etmek mümkündür. Üçüncüsü, sanayi sektörünün kendi iç yapılanmasında zamanla kimi kalemlerin üretimi önemini yitirip yenileri öne çıkmakta, eski dönemlerde kapitalist üretime konu olmayan bazı hizmetler (turizm, eğlence, vb.) bizzat yeni sanayi kolları düzeyine yükselmektedir. Sanayi sektörünü bu ağırlığıyla birlikte düşünmek ve değişim değerleri üretimi olmaksızın kapitalizmin var olmayacağını unutmamak gerekir. Bilindiği gibi, hem tüketicilerin ihtiyaç duyacağı mal ve hizmetler, hem de ortalama yaşam düzeyi, tarihsel-toplumsal bir olgudur. Yaşam düzeyi, yalnızca fiziksel yaşamın sürdürülmesinden ibaret olmayıp, insanların içinde yaşadıkları toplumsal koşullardan doğan gereksinimlerin de doyurulmasıdır. Yaşamın kapitalist tarzda örgütlenmesi, eski dönemlerde tüketime konu olmayan nice kalemi, artık karşılanması gereken bir ihtiyaç durumuna getirmektedir. Yani kapitalizm “ihtiyaç”ları çeşitlendirmekte, yeni ihtiyaçları kitlelerin yaşamına sokmakta, aslında adeta dayatmaktadır. Örneğin geçmişte ücretli emeğin kapitalist örgütlenmesine dayanmaksızın bizzat ev halkı tarafından karşılanabilen nice ev işi, artık kapitalizmin hizmet üretimi içinde yer almaktadır. Ayrıca üretkenlik arttıkça, toplam toplumsal üretim zamanı içinde geleneksel tüketim maddelerinin ya da temel fiziksel ihtiyaçların üretimi için gereken zaman azalmakta, karşılığında ise yeni ihtiyaçların üretim zamanı artmaktadır. Bu nedenle toplam sanayi içinde geleneksel sanayi kollarının yüzdesinin düşmesi ve örneğin yeni sanayilerin ya da hizmet sanayiinin oranının yükselmesi gayet doğaldır. Dolayısıyla bu durumun, sanayinin küçülmesi biçiminde yorumlanması bir yanılgıdır. Kapitalizm, her gün yeni ihtiyaçlar yaratarak tüketim pazarını genişletmeye çalışırken, öte yandan azalan kâr oranlarının basıncını hafifletmek için de, sermayeyi sanayinin yeni dallarına ve yeni üretim kalemlerine kaydırmaya çalışır. Çünkü bu sistem, sanayi sayesinde artı-değer üretimini büyütebildiği ve sürdürebildiği sürece vardır. Marx sanayi sermayesi ile ilgili olarak şöyle der:
“Sanayi sermayesi, artı-değerin ya da artı-ürünün sadece ele geçirildiği değil, aynı zamanda yaratılması sermayenin bir işlevi olan, sermayenin biricik varlık biçimidir. … Toplumsal üretim koşullari arasinda, sanayi sermayesinden önce görülen ve geçmişe karişan ya da cançekişmekte olan diger sermaye türleri, yalniz ona tâbi olmakla ve işleyiş biçimleri ona uyacak biçimde degişmekle kalmayip ancak ona dayanarak hareket etmekte ve bu temelle birlikte yaşayip ölmekte, ayakta durmakta ya da çökmektedir. Belli iş kollarinda para-sermaye ile meta sermaye, sanayi sermayesiyle yanyana işlevlerini yaptiklari sürece, dolaşim alaninda sanayi sermayesinin bazan büründügü bazan siyrildigi farkli işlevsel şekillerin varlik biçimlerinden başka bir şey degillerdir.”[75] Kapitalist üretim sürecinde karşiligi ödenmemiş emegi dogrudan dogruya işçiden kopartip alan ve bunu metalarda somutlaştiran sanayici kapitalist, aslinda teorik olarak bu arti-degerin ilk sahibi olmakla birlikte, hiçbir zaman onun son sahibi degildir. O bunu, toplumsal üretim sürecinin bütünü içinde başka görevleri yerine getiren diger kapitalistlerle paylaşmak durumundadir. Dolaşim sürecinde realize olan arti-deger çeşitli kisimlara ayrilir. “Bu
parçalar, çeşitli kategorilere ayrilan kimselere gider ve, kâr, faiz, tüccar kâri, toprak ranti vb. gibi birbirinden bagimsiz farkli şekiller alir.”[76] Bu nedenle, kârın ya da faizin vb. kaynağının artı-değer üretimi olduğu gerçekliğini göz ardı edip, sanayinin artık önemini yitirdiğini ve günümüzde asıl olarak para ve değerli kâğıtlar spekülasyonunun revaçta bulunduğunu söylemek ne derece ciddi bir iddia olabilir? Eğer böyle bir şey doğru olsaydı, bu durumda, aslında kapitalist sistemde yaratılan toplam artı-değer sayesinde, o artı-değerin bölüşümü üzerine finans oyunlarıyla gerçek paylar kapan para sahipleri, artık hiçbir değer ifade etmemeye başlayan birtakım kâğıt parçacıklarıyla oynayıp duran bir deliler kervanına katılmış olurlardı. Oysaki kapitalist sistem, bu türden çocuksu şakaları kaldıramayacak kadar gerçek kaynaklara göz dikmiş bulunan bir dünya sistemidir. Tüm finans dünyası, borsa oyunları, kâğıtlar üzerinden yürüyen spekülasyonlar vb., işçi sınıfının yarattığı artı-değer kitlesine el koyma sayesinde varlığını sürdürebilmektedir. Özetle, toplam toplumsal emeğin yarattığı artı-değer kitlesi var olmadıkça, bölüşüm alanında sürüp giden bu görüntülerin hiçbirisi var olamaz. Fakat artı-değerin kıyasıya bir rekabet temelinde piyasada bölüşümü ve bu rekabet sırasında ortaya çıkan spekülasyon, bu bölüşülenin kaynağının aslında üretim alanı olduğu gerçeğini soldurur. Bu nedenle, sermaye sahipleri arasındaki bölüşüme sanki borsalardaki şans oyunları, para piyasalarındaki kumar vb. hükmediyormuş gibi bir yanılsama oluşur. Oysaki rekabet denen şey, durduğu yerde artı-değer yumurtlayan bir kaz değildir. Aslında rekabet, zaten gerçeklikte farklı finansal güçlere sahip bulunan sermaye gruplarının arasındaki kapitalist işleyiş kurallarının gerçekleşmesinin ifadesidir. Şöyle ki; güçlü bir sermaye grubu ortalamanın üzerinde bir kâr oranı tutturuyorsa, bu, ondan daha güçsüz olanların kaybı pahasınadır. İşte tekellerin “süper kâr”ı denen şey de, yaratılan toplam artı-değerin üzerindeki bir fazlalığı değil, ekonomik güç sayesinde artı-değerin bölüşümünde aslan payının kapılmasını, bu anlamda ortalamanın üzerindeki bir kâr oranını anlatır. Kapitalistlerin üretim faktörlerini satın alması, üretim safhası ve üretilenin satılması yoluyla sermayelerini büyütmelerini ifade eden “para-mal-daha çok para (P-M-P')” şeklindeki deger dolaşimi, faiz getiren sermaye söz konusu oldugunda kisaltilmiş olarak belirir. Bu durumda, sanki bir ara aşama olmaksizin (yani üretim safhasini görmeksizin!) P-P' biçiminde bir sonuca ulaşiriz. Para durduk yerde büyüyor, daha dogrusu para parayi çekiyor gibidir. Böylece, dogrudan sanayi yatirimlariyla ilgilenmeyip yalnizca parasini çaliştirmak isteyen, yani P-P' gibi kisa yoldan arti-degerden pay kapma peşindeki bir kisim sermaye, faiz geliri elde eder. Fakat bunun kaynagi elbette ki üretimde, arti-degerdedir. Bir kisim sermayenin dogrudan sanayi yatirimindan kaçarak faiz geliri peşinde koşmasi aslinda para sahibi kapitalistin, sanayici kapitaliste faiz karşiligi borç vermesi anlamina gelmektedir.
“Parasını faiz getiren sermaye olarak değerlendirmek isteyen para sahibi, bunu bir üçüncü kişiye devreder, onu dolaşıma sokar ve sermaye olarak meta haline getirir; sırf kendisi için değil başkaları için de sermaye haline getirir. Para, yalnızca onu veren kimse için sermaye olmayıp, daha başlangıçta bir üçüncü kişiye sermaye olarak artı-değer yaratan, kâr yaratan bir kullanım-değeri ile yüklü bir değer olarak verilmiştir; bu, kendi hareketinde kendisini devam ettiren ve işlevini yerine getirdikten sonra, ilk sahibine, bu örnekte paranın sahibine dönen bir değerdir. Şu halde para, ondan, yalnızca belirli bir süre için ayrılmakta, geçici bir süre için sahibinin zilyetliğinden çıkıp, iş yapmakta olan kapitalistin zilyetliğine geçmekte ve böylece ne ödeme şeklinde elden çıkartılmakta ne satılmakta, ama yalnızca ödünç verilmekte, ve önce, belli bir zaman aralığından sonra çıkış noktasına dönmek ve ikinci olarak da, gerçekleşmiş sermaye olarak –kullanım değerini, artı-değer yaratma gücünü gerçekleştirmiş bir sermaye olarak– geri dönmek koşuluna bagli olarak elden çikarilmaktadir.”[77]
Sanayide kârlılık oranının düşmeye başladığı bazı konjonktürlerde, kapitalistlerin sermayelerinin önemli bir bölümünü doğrudan sanayi yatırımlarından çekerek, dünya piyasalarında para oyunları temelinde döndürmeye başlamaları ve faizlerin spekülatif biçimde yükselmesi, sonuçta dünya piyasalarını sarsan bir krizle kendini açığa vurur. Paranın kendi kendine para getirmediği açığa çıkar. Açıkçası, gerçek kaynağın ötesine taşan spekülatif hareketlerle aşırı hararetlendirilen borsa ve para piyasalarının eninde sonunda toslayacağı bir duvar vardır. O da, kâr, faiz ve rant gelirlerinin dağılımını yeniden düzenleyerek, bu gelirlerin mevcut artı-değerin bölüşümünden başka bir şey olamayacağını gösteren büyük krizlerdir. Yaşanan krizlerle birlikte gerçek ve sanal değerler ayrışırken, piyasadaki oyuncuların bir kısmının sıfırı tüketmesi pahasına başkaları kazanır. Diğer yandan da krizlerin ekonomik gerçekleri hatırlatan sert tokatları sayesinde burjuva iktisatçıların aklı yeniden başına gelir (!). Böylece burjuva dünyasında yeniden sanayi yatırımlarının önemi üzerine vurgular yapılmaya başlanır. Rekabet temelinde kârlılığın ortalamaya doğru meyletmesinin, kapitalist yatırımcıyı verimliliği daha büyük çapta arttırmaya, yani daha yoğun bir makineleşmeye sürüklediği, Marksizmin yıllar öncesinden gözler önüne serdiği bir eğilimdir. Dolayısıyla, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde daha yoğun olmak üzere, belirli büyüklükteki bir üretimin daha az sayıda işçiyle gerçekleştirilmesinde, ne yeni olan bir taraf vardır ne de bu eğilim Marx’ın çözümlemeleriyle çelişmektedir. Öte yandan kapitalistlerin sürekli olarak kâr maksimizasyonu peşinde ince maliyet hesapları yaparak, işlerine geldiğinde sabit sermaye yatırımlarını ana ülkede arttırmak yerine, yatırımları işgücünün ucuz olduğu ülkelere kaydırdığını da unutmamak gerekir. Böylece, dünya ölçüsünde sermayenin farklı hareketleri bir bütün olarak değerlendirildiğinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde bazı sanayi kollarındaki yatırımların azalması (eğer farklı alanlardaki yeni yatırımlarla ikame edilmiyorsa) işsizliğin büyümesine yol açar. Az gelişmiş denilen ülkelere yapılan yatırımlar ise, nüfusun büyük kesimlerinin proleterleşmesi anlamına gelir. Demek ki, dünya kapitalist sisteminin, işli ya da işsiz, işçi sınıfının kitlesini büyütmek dışında bir seçeneği yoktur. “İşçi sınıfının yaşamaya devam etmesi ve yeniden üretilmesi, sermayenin yeniden üretilmesinin her zaman için zorunlu bir koşuludur.”[78] Kısacası, işçi sınıfı yoksa sermaye de yoktur; sanayi yoksa artı-değer yoktur, dolayısıyla kâr yoktur, faiz yoktur, borsa oyunları yoktur.
“Para şeklindeki nispeten küçük bir kisim dişinda kalan ve toplam sermayeyi oluşturan üretim araçlarini satin alacak ve bunlardan yararlanacak kimseler olmaksizin, bütün sermayeyi para-sermayeye çevirme fikri, hiç kuşkusuz düpedüz saçmaliktir. Hele, sermayenin, herhangi bir üretken işlevi yerine getirmeksizin, yani faizin ancak bir kismini teşkil ettigi arti-degeri yaratmaksizin, kapitalist üretim temeli üzerinde faiz saglayabilecegini; kapitalist üretim tarzinin, kapitalist üretim olmaksizin da yoluna devam edebilecegini düşünmek daha da büyük bir saçmalik olur. Eger kapitalistlerin çok büyük bir kismi, sermayelerini para-sermayeye çevirecek olsaydi, para-sermayede korkunç bir deger kaybi, faiz oraninda müthiş bir düşme olur, pek çogu hemen, faizle yaşamlarini sürdüremeyecek hale gelir ve tekrar sanayi kapitalisti haline gelmek zorunda kalirlardi.”[79] Bu nedenle, sanki genişletilmiş yeniden üretim süreci (yani sanayi) olmaksizin da salt para oyunlarina dayanan yeni bir cins kapitalizm olabilirmiş türünden saçmaliklari; “sanayisizleşme” türünden gevezelikleri bir tarafa bırakıp, dikkatleri kapitalist üretim tarzının işleyiş yasalarına çevirmek gerekir. Kapitalist üretim tarzının bizzat kendi içinde taşıdığı özellikler nedeniyle, zaman zaman sanayide parlak atılım dönemlerinin yaşanması ve ardından aşırı üretim krizlerinin gelmesi tesadüfî değildir. Bu bağlamda, Marx’ın kapitalizmin bunalımlı yapısına ilişkin açıklamaları, tartıştığımız konuyu doğrudan ilgilendirmesi nedeniyle çok kısaca da olsa üzerinde durmamızı gerektiriyor.
Kapitalist üretimin gelişmesiyle birlikte, toplam sermaye içinde değişen sermayenin oranının azalması kapitalist üretim tarzının bir yasasıdır. Bunun nedeni, emeğin üretken gücünün artması sayesinde, aynı süre içinde aynı emek gücünün giderek artan miktarda sabit sermayeyi (her türden makine, iş aracı ,vb.) ve hammaddeyi, yardımcı maddeyi işleyebilmesi, yeni değerlere katabilmesidir. Değişen sermayede toplumsal sermayeye oranla gerçekleşen bu sürekli azalma, toplam sermaye içinde değişmeyen sermayenin giderek daha ağır basması, sermayenin daha yüksek bir organik bileşime ulaşmasını ifade eder. Diğer yandan, tüm bu gelişmelere eşlik eden bir diğer olgu ise, aynı ya da hatta artan bir emek sömürüsüyle birlikte artı-değerin kitlesi yükseliyor olsa da, kâr oranının düşme eğilimi göstermesidir. Bu husus önemlidir, çünkü sermaye cephesini ilgilendiren kıstas, kâr kitlesinin toplam sermayeye bölünmesiyle elde edilen kârlılık oranıdır. Ve yaratılan daha büyük miktarda artı-değer realize olup kâr kitlesi yükselse bile, eğer toplam sermayede daha da büyük bir artış olmuşsa, bunun anlamı kâr oranının düşmesidir. “Sermaye tarafından çalıştırılan emekçi sayısı, şu halde, sermayenin harekete geçirdiği emeğin mutlak kitlesi ve bu nedenle, emmiş olduğu artı-emeğin mutlak kitlesi ve dolayısıyla ürettiği kârın mutlak kitlesi sonuçta artabilir ve kâr oranındaki gitgide artan düşmeye karşın gitgide artabilir. Ve bu, yalnız böyle olabilir değil, kapitalist üretim esasına göre, geçici dalgalanmalar dışında, böyle olmak zorundadır.”[80] Bazı dönemlerde kâr oranında bir artış gerçekleşse de, genelde sermayenin organik bileşiminin yükselişi nedeniyle uzun dönem içinde kâr oranı düşme eğilimi gösterir. Marx, mutlak bir düşüşten söz edilemeyeceğini ve düşüşü frenleyen bazı zıt yönlü etkilerin mevcut bulunduğunu belirtir. Zıt yönde etki yapan güçlerin en genel olanlarını sıralar: 1. Emeğin sömürü yoğunluğundaki artış, 2. Ücretlerin, emek-gücünün değerinin altına düşmesi, 3. Değişmeyen sermaye ögelerinin ucuzlaması, 4. Nispî aşırı-nüfus, 5. Dış ticaret. Bunlar söz konusu yasayı ortadan kaldırmamakta fakat etkisini azaltmaktadırlar. “Demek ki, yasa, yalnızca bir eğilim olarak işlemektedir. Ve ancak, bazı koşullar altında ve uzun süren dönemlerden sonra etkileri göze çarpar hale gelmektedir.”[81] Kâr oranlarındaki düşüş eğilimi ile bunu frenleyen zıt yöndeki etkenler kimi dönemlerde bir denge durumu sağlasalar da, zaman zaman düşüş eğiliminin ağır basması sonucunda bunalımlar patlak verir. Bunalımlar daima, mevcut çelişkilerin geçici ve zora dayanan çözümleridir ve bir süre için bozulmuş dengeyi tekrar kuran şiddetli patlamalardır. İşte bu nedenle de kapitalizm asla üretici güçleri muntazam bir büyüme temelinde geliştiren bir sistem değildir. Kısacası, “Kapitalist üretim, sürekli olarak, kendi niteliğinden gelen bu engellerin üstesinden gelmeye çalışır, ama bunu ancak, bu engelleri tekrar kendi yoluna ve hem de daha heybetli ölçekte koyarak becerir.”[82] Kapitalizmin kaçınılmaz sonuçlarından biri olan aşırı-üretim krizleri, somut görünümü itibarıyla bir eksik tüketimle, yani mevcut talebin toplam arzı yutamamasıyla kendisini hissettirmektedir. Burjuva iktisatçılar, kapitalizmin kaçınılması mümkün olmayan temel zaafını (yani aşırı üretim krizlerini) gözlerden gizleyebilmek için, başka gerekçeler ileri sürerler. Hastalığın sistemin kendisinde değil de, uygulanan “yanlış” ekonomik politikalarda olduğunu vazederler. Örneğin, eğer kapitalizm krizde ise, onlara göre bu durum borsalardaki dalgalanmaların, faiz oranlarındaki düşüş ya da çıkışların veya talepte arzulanmayan ya da beklenmeyen bir daralmanın (ne hikmetse!) sonucudur. Oysa bunalımın kaynağında, aslında kapitalist üretim tarzının anarşik doğası yatmaktadır. Çünkü, metaların üretilmesi ile onların satılması ve böylece içerdikleri artı-değerin piyasada realize olması, kapitalist sürecin iki ayrı perdesidir. Ve bu iki perdenin akılcı bir koordinasyonu, kelimenin gerçek anlamında planlanması mümkün değildir. Kendi işleyiş yasaları içinde sermayenin amacı, mümkün olduğu kadar çok karşılığı ödenmeyen emeğe el koymak, artı-değer kitlesini muazzam boyutlara ulaştırmaktır. Bunu gerçekleştirir, fakat böylece sürecin ikinci perdesine sıra
gelir. Tüm metalar kitlesinin, yani değişmeyen ve değişen sermayeyi yerine koyan ve artı-değeri de içeren toplam ürünün satılması gerekir. “Eğer bu yapılmaz ise, ya da kısmen veya üretim-fiyatlarının altında kalan fiyatlarla yapılırsa, işçi aslında sömürülmüştür, ama bu sömürü, kapitalist için sömürü olarak gerçekleşmemiştir ve bu durum, işçiden sızdırılan artı-değerin, hiç gerçekleştirilmemesi ya da kısmen gerçekleştirilmesi, ve hatta, sermayenin kısmen ya da bütünüyle kaybedilmesi ile sonuçlanabilir. Doğrudan doğruya sömürü koşulları ile, bu sömürünün gerçekleştirilmesi koşulları özdeş değildir.”[83] Piyasa ilişkilerini düzenleyen koşullarin, üretime ilişkin öngörülerden ya da tüketicilerin taleplerinden bagimsiz bir doga yasasi haline gelerek her geçen gün daha da denetlenemez oluşu, kapitalistlerin kaçip kurtulamayacagi bir çelişkidir. Sermaye bu çelişkiyi, üretimin yeni alanlara dogru yayilmasi ve yeni pazarlar yaratilmasi ile çözümlemeye çalişmaktadir. Fakat Marx, üretkenlik geliştikçe kapitalist sistemin kendisini tüketim koşullarinin dayandigi dar temeller ile o denli çatişir bulacagini vurgulamiştir. Kâr orani, işçi daha az sömürüldügü için degil, üretkenlik artişi sonucunda yatirilan toplam sermayeye oranla giderek daha az emek kullanildigi için düşmektedir. Düşen kâr oranina karşi durma çabasi ise, yine yeni tekniklerin bulunup uygulamaya sokulmasini, böylece daha da büyük ölçekte sermaye kullanilmasini gerektirmektedir. Bu işleyiş içinde daha küçük sermayeler büyükler tarafindan yutulmaktadir. Piyasa yasalarinin zoru karşisinda boyun egip iflâs eden kapitalistler sahip olduklari sermayeden yoksun birakilmaktadir. Sermayenin uluslararasi ölçekte belirli ellerde yogunlaşmasi ve merkezileşmesiyle birlikte, rekabet temelinde tekelleşme olgusu daha da çarpici hale gelmektedir. Rekabet içinde birlik egilimi, işlerin yolunda gittigi dönemlerde kapitalist sinif arasinda bir kardeşlik havasi estirse ve böylece her birinin ortak yagmadan kendi yatirimi oraninda pay almasini saglasa da, sira zararin paylaşilmasina geldiginde durum degişir. Her kapitalistin bu zararin ne kadarini yüklenmek zorunda kalacagi, var olan gücüne ve gösterecegi kurnazliga bagli oldugundan, böylesi dönemlerde rekabet düşman kardeşler arasindaki savaşa dönüşür. Bunalimlarin patlak verdigi dönemlerde toplam sermayenin bir bölümü deger kaybina ugrar, paranin ödeme araci işlevi felç geçirir. “Belirli tarihlerde vadeleri dolan ödemeler zinciri, yüzlerce yerinden kopar. Karışıklık, sermaye ile birlikte gelişen kredi sistemindeki çökmeyle daha da büyür ve, şiddetli, ağır bunalımlara, ani ve zoraki değer kayıplarına, yeniden-üretim sürecinde fiilî durgunluklara ve kesintilere ve böylece de yeniden üretimde gerçek bir düşmeye yol açarlar.”[84] Rekabet savaşimi temelinde gelişecek yeni arayişlarla yeni tekniklerin bulunmasi, yeni çalişma yöntemlerinin uygulamaya konulmasi vb. sayesinde üretimde bir sonraki genişleme dönemi hazirlanmiş olacaktir. Ve böylece de, ayni ekonomik döngü, öncekine oranla genişlemiş bir piyasa ve artmiş üretici güçlerle birlikte, yani daha yikici bir biçimde işlemeye başlayacaktir. Öte yandan şurasi çok önemlidir ki, kapitalizmin aşiri üretimi, asla insan ihtiyacini aşan bir üretim fazlasi anlamina gelmez. Bu aşiri üretim, kitlelerin gerçek ihtiyaçlarini karşilayamadiklari, böylece aslinda madalyonun diger yüzünde eksik tüketimin yer aldigi cinsten bir “aşiri üretim”dir. Yani kapitalistlerin elinde satılamayan mallar birikirken, emekçi kitlelerin yoksunluk içinde kıvrandığı türden bir “aşiri üretim”! O nedenle Marx, “Mevcut nüfusa oranla, çok fazla yaşam gereksinmesi üretilmemiştir. Tam tersine. Büyük kitlelerin gereksinmelerinin dogru dürüst ve insanca karşilanmasi için pek az üretim yapilmiştir” der.[85] Özetlemeye çalıştığımız bu kapitalist işleyiş yasaları, bildiğimiz üzere kendilerini malî piyasalardaki sarsıntılar, aşırı üretim krizleri, iflâslar, artan işsizlik gibi somut sonuçlarıyla ortaya koymaktadır. Bu nedenle de üzerinde durduğumuz hususlar, birtakım soyut eğilimler olmayıp kapitalizmin can yakıcı gerçekleridir. Kâr oranındaki düşme eğilimi sonucunda gerçekleşen bunalımlar, aslında kapitalist sistemi bizzat kendi içinden sarsan ve sorgulayan çok önemli bir olgudur. Toplam sermayenin kendini genişletme oranı ya da kâr oranı, kapitalist üretimin dürtüsü olduğu
için, Marx, ondaki düşmenin yeni bağımsız sermayelerin oluşumunu yavaşlattığını ve böylece kapitalist üretim sürecinin gelişmesi için bir tehdit olarak göründüğünü söyler.
“Bu düşme, aşiri üretimi, spekülasyonu, bunalimlari ve arti-nüfusla birlikte arti-sermayeyi besleyip büyütür. ... ve bu kendine özgü engel, kapitalist üretim tarzinin sinirliligini ve ancak tarihsel ve geçici bir nitelige sahip bulundugunu dogrular; servet üretimi için, bunun mutlak bir biçim olmadigina, üstelik belli bir aşamada, kendi gelişmesiyle çatişma haline girdigine taniklik eder.”[86]
“Robotlaşma” mı? Makineleşmenin artışı, aynı iş saati içinde daha fazla üretim yapılmasını mümkün kılarak emeğin üretkenliğini arttırmakta, böylece metaların ucuzlamasına neden olmaktadır. Bu, verili iş saatleri içinde işçinin kendisi için çalıştığı gerekli emek zamanının kısalması, kapitalistin el koyduğu artı-emek zamanının ise uzaması anlamına gelir. İşte makine bu nedenle, işçiden sızdırılan artı-değeri büyütme aracıdır. Makinenin kendisi, yani ölü emek artı-değer yaratmaz, fakat canlı emeğin daha fazla artı-değer yaratmasını mümkün kılar. Marx, iş araçlarının makine biçimine girmekle, işçiden bağımsız hareket eden ve çalışan otomatik nesneler halini aldığını ve böylece kapitalist üretim sürecine insan tabiatının koyduğu doğal engelleri en aza indirecek muazzam olanaklar sağladığını belirtir. Çok daha az sayıda işçiyle daha büyük ölçekte üretimi sürdürmeyi mümkün kılan muazzam teknolojik gelişme, sermayenin gücüne ilişkin bir yanılsamanın giderek daha geniş boyutlarda üretilmesine de neden olmaktadır. Bu yanılsama, üretken emeğin gücünün sermayenin bir niteliği gibi algılanmasından kaynaklanır. Canlı emeğin özelliği, yeni bir değer yaratırken geçmiş değeri, yani ölü emeği de ona aktarmaktır. Böylece canlı emek, durmadan artan bir sermaye değerini sürekli yenilenen bir şekil içinde korur ve ebedileştirir. “Emeğin bu doğal gücü, sanki, kendisiyle kaynaştığı sermayenin bir niteliği ve özelliği imiş gibi görünür; tıpkı, toplumsal emeğin üretken gücünün, sermayeye özgü nitelikler görünüşüne bürünmesi, ve gene tıpkı kapitalistlerin artı-emeğe durmadan el koymalarının, sermayenin devamlı olarak kendi kendisini genişletmesi şeklinde görünmesi gibi.”[87] Üretkenlikteki gelişme, işgücünün yeniden üretimi için gerekli emek zamanini azalttigindan, bir yandan arti-emek miktari yükselirken diger yandan ayni düzeyde üretim için kullanilacak işçi sayisinda düşüş gerçekleşebilir. Bu açidan bakildiginda, alabildigine yükselen makineleşme düzeyiyle birlikte, mantiken kapitalistlerin de gerçekten giderek son derece az sayida işçi çaliştirarak düzenlerini sürdürecekleri düşünülebilir. Ama genelde öyle olmamaktadir. Çünkü kapitalist düzen, insanlara çok da mantikli görünen bazi kurallara göre degil, işçiden olabildigince fazla arti-degeri emme kuralina göre işler. Artan üretkenlik sayesinde sömürü derecesini yogunlaştirip, çok daha az sayida işçi çaliştirarak arti-deger kitlesini büyütebilmenin karşilaşacagi bazi dogal engeller vardir. Marx, “Her ikisi de günde 12 saat çalışan iki işçi, hava ile yaşasalar, yani kendileri için hiç çalışma zorunda bulunmasalar bile, günde yalnız 2 saat çalışan 24 işçinin ürettikleri kadar artı-değer üretemezler” der.[88] Kapitalizmin tarihi, farklı ülkeler ve farklı sektörler bakımından eşitsiz bir biçimde de olsa, giderek düşen çalışma saatleriyle artan sayıda işçinin istihdam edildiğini gözler önüne sermektedir. İnsanların ihtiyacını karşılayabilecek daha çok üretimin, çok daha kısa çalışma saatleri içinde yapılabilmesini mümkün kılacak bir gelişme eğiliminin kapitalizmin mantığıyla nasıl çeliştiğini ve kapitalist sistemin tarihsel açıdan çıkışsızlığını nasıl da sergilediğini anlatır Marx:
“Ne var ki, ücretli emekçi sayısındaki nispî azalmaya karşın, mutlak olarak artış, zaten kapitalist üretim tarzının bir gereksinmesidir. Emek gücünü günde 12-15 saat çalıştırmak artık zorunlu olmaktan çıkar çıkmaz, bu üretim tarzı için emek-gücü artık bollaşmış demektir. Üretici güçlerde mutlak işçi sayısının azalmasına yol açabilecek, yani
bütün ulusun kendi toplam üretimini daha kısa zamanda yapabilmesini sağlayacak bir gelişme, nüfusun büyük bir kısmını işsiz bıraktığı için, bir devrime neden olabilir. Bu, kapitalist üretimin özgül sınırının bir başka belirtisidir ve bu üretim tarzının, üretici güçlerin gelişmesi ve servet yaratılması için hiçbir zaman mutlak bir biçim olmadığını, daha çok, belli bir noktada bu gelişmeyle çatışma haline geldiğini de gösterir. Çalışan nüfusun bazen şu, bazen bu kısmının eski istihdam biçimi altında fazlalık haline gelmesinden doğan devresel bunalımlarda bu çatışma kısmen görünür duruma gelir. Kapitalist üretimin sınırı, işçilerin fazla zamanıdır. Toplumun kazandığı mutlak fazla zaman onu ilgilendirmez. Üretkenlikteki gelişme, onu, sadece işçi sınıfının artı-emek zamanını artırdığı ölçüde ilgilendirir, yoksa, genellikle maddi üretim için gerekli emek zamanını azalttığı için değil. Böylece bir çelişki içersinde hareket eder.”[89] Günümüzde “esnek çalıştırma” vb. gibi değişim olanaklarına sahip büyük sermaye grupları, daha kısa çalışma saatleriyle daha çok sayıda işçi çalıştırmayı gündeme getirmişlerdir. Örneğin Almanya’da çelik ve metal işkollarinda 1995 yilinda 35 saat uygulamasina geçilmiştir. Avrupa 1997’de “part-time” çalıştırma uygulamalarına başlamıştır. Bu türden uygulamalar genellikle işçilerin ücretlerinin düşürülmesiyle birlikte yürürlüğe sokulmakta ve ancak sendikaların toplu sözleşmelere geçirtebilmesi durumunda, ücretten herhangi bir indirim yapılmaksızın gerçekleşebilmektedir. Bu sayede ücret indirimine gidilmese bile, yine de bu çalışma koşulları, aslında emek-gücünün sömürüsünün azaldığını değil, emeğin üretken gücündeki artış sayesinde kısalan çalışma saatleri içine isabet eden artı-emek zamanının yükseldiğini gösterir. Öte yandan, kapitalistler bu türden uygulamaları, işsizliği azaltmak, yeni istihdam olanakları yaratmak propagandasıyla yaldızlasalar da, onların asıl derdi işçilik maliyetlerini düşürerek kârlarını yükseltebilmektir. Teknolojik gelişmenin sıçramalar kaydettiği günümüz koşullarında yapılan “robotlaşma” tartışmaları, makineleşmenin bu hızla gitmesi durumunda, üretim sürecinde insanın işgücünü neredeyse tamamen devre dışı bırakacağına işaret ediyor. Üretimin yalnızca robotlarla sürdürülüp sürdürülmeyeceği konusunda akıl yürütülüyor. Gelinen bu noktada bir Marksist, kapitalizmin günümüzde insanlığı içine sürüklediği felâket bir yana, ekonomik açıdan da artık saçmalık düzeyine varan bir sistem haline geldiğini ve nesnel olarak komünizmin kapıya dayandığını düşünür. Marksizmi çürütme sevdasında olanlar ise, bu gerçekliği sanki mal bulmuş Mağribi gibi “bakın artık kapitalizmin işçi sınıfına bile ihtiyacı yok, demek ki Marksizm hepten öldü” teraneleriyle karşilamaktadirlar. Böyle düşünenlerin bir kismi, gerçekten de çikarlari kapitalist düzenin devamindan yana olanlardir ve sanki mezarliktan geçmeye hazirlanirlarken islik çalmaya başlar gibidirler. Çünkü bunlar, şayet kapitalizm hiç işçi çaliştirmaksizin üretim çarklarini döndürmek durumunda kalsaydi, kapitalist düzende işgücünü satarak varligini sürdürmekten başka bir seçenegi olmayan milyonlarca kadin ve erkegin, evet milyonlarca işsizin, sistemin başina ne işler açacagini düşünmek bile istememektedirler. Ya da bunlarla ayni durumda olmasalar da, burjuva ideolojisinin sinsi dolduruşlarina gelenler, teknolojik gelişmenin kapitalizmin barişçi bir dönemini (reformlar çagini) yaklaştirmakta oldugunu düşünebilmektedirler. Bunlar da kendi düşünsel fukaraliklari içinde, Marksizmin bu türden sorunlara yanit getirmedigini geveleyip, kendilerini burjuva ideolojisinin “yeni” çözümlerinin kollarına atmaktadırlar. Oysa Marx yıllar önce bu sorunu nasıl da güzel aydınlatmıştır: “Makine yüzünden tüm ücretli-işçiler sinifi ortadan kalkacak olsaydi, ücretli emek olmadikça, sermaye olmaktan çikan sermaye için bu ne korkunç bir şey olurdu!”[90] Kapitalizmin olmazsa olmaz koşulu arti-deger üretimi olduguna ve bunun kaynagi da canli emek sömürüsüne dayandigina göre, salt robot kullanimi, artik degişim degeri degil kullanim degeri üretilen yeni bir sistem anlamina gelir. Bu da zaten kapitalizmin inkâri demektir. Fakat çok ama çok önemli olan husus şudur ki, bugünkü teknolojik gelişme düzeyiyle birlikte, aslinda insan emeginin giderek üretim sürecinden uzaklaşmasi olanagi yaratilmiş
olmaktadir. Bu durum, kapitalist zenginligin temelinde yatan canli emek sömürüsü sisteminin sonunu hazirlamakta, onu tehdit etmektedir. Harcanan daha az canli emek süresiyle çok daha fazla ürün elde edilmesi biçiminde dişa vuran orantisizlik, giderek kapitalist sistemin işleyişini açik bir mantiksizlik noktasina sürüklemektedir. Işçi üretim sürecinin başlica faktörü olacak yerde, sürecin kenarinda duran bir bakici haline gelmektedir.
“Günümüzde zenginliğin temelinde yatan yabancı emek süresi hırsızlığı, bizzat büyük sanayi tarafından yaratılan bu yeni temel karşısında pek zavallı bir dayanak görünümündedir” der Marx. Ve bu gelişme egiliminin, giderek mantiksizlik sinirina dayanan kapitalist sistemin aşilmasi sayesinde, bireyin özgürce gelişebilecegi yeni bir düzeni müjdeledigini gösterir. “Dolaysız biçimiyle emek zenginliğin ana kaynağı olmaktan çıkınca, emek süresi zenginliğin ve dolayısıyla mübadele değeri kullanım değerinin ölçüsü olmaktan çıkar ve çıkmak zorundadır. ... Bununla, mübadele değerine dayalı olan üretim çöker ve dolaysız maddi üretim süreci sefalet ve antitez biçimlerinden kendini kurtarır. Bireysellik özgürce gelişir.” Fakat kapitalizm devam ettiği sürece mantıksızlık da devam edecek ve kimileri “robotlaşma” benzeri tartışmalarla “işçisiz kapitalizm” tasarlayıp vakit öldüredursunlar, sermaye gün geçtikçe çelişkiler içinde kıvranmaktan kendini kurtaramayacaktır. “Bir yandan emek süresinin minimuma indirgenmesi için bastıran, öte yandan emek süresini zenginliğin tek ölçüsü ve kaynağı olarak vazeden sermaye, süregiden çelişkinin ta kendisidir. Sermaye zorunlu emeğe harcanan süreyi azaltır, ama sadece fazlalık emeğe harcanan süreyi artırabilmek üzere azaltır; dolayısıyla fazlalık emeği, giderek artan bir ölçüde, zorunlu emeğin koşulu -ölüm kalım meselesi- haline getirir.”[91] Modern sanayinin gelişimi, makinenin başinda birkaç saat dikilen ve emegi önemsizleşen işçiyi yaratmaktadir. Kapitalist gelişme süreci içinde birikmiş muazzam miktardaki ölü emek, giderek canli emege duyulan ihtiyaci azaltmaktadir. Modern yaşamin tüm bu gerçekleri aslinda “işçisiz kapitalizme” değil, komünizmin maddi temelini hazırlayan bir gelişmeye işaret etmektedir. Teknolojik gelişme sayesinde, işçinin üretim sürecinde örneğin birkaç saat denetçi olarak yer alması yetecektir. Fakat kapitalizm altında bu yalnızca bir eğilimdir ve bu tür bir olanak ancak kapitalist sömürü sistemine son verilmesiyle gerçekliğe dönüşebilir. Dünya genelinde üretici güçlerin bugün geldiği düzey dikkate alındığında, aslında gerçekten de çalışma saatlerinin kısaltılmasının koşulları hazırlanmış demektir. Ne var ki kapitalizm altında bu olanak, dünya üzerinde henüz varlığını sürdüren büyük bir eşitsizlikle birlikte gitmektedir. Bu nedenle bir yandan ileri kapitalist ülkelerde ve örneğin Japonya’da neredeyse tamamen robotlarla üretim yapan fabrikalar reklâm (ama yalnızca reklâm!) konusu olurken, az gelişmiş ülkelerde boğaz tokluğuna ücretlerle ve son derece ilkel koşullarda meta üreten fabrikalar varlığını sürdürmektedir. Üretici güçler, burjuvaların son dönemlerde çok hoşlandıkları kavramla dile getirecek olursak, global açıdan düşünüldüğünde insanlığın artık son derece düşük çalışma saatleriyle yaşamlarını örgütlemelerini olanaklı kılabilecekken, ne olanaklar gerçekliğe dönüşebilmekte ne de eşit bir biçimde dağılmaktadır. Ancak kapitalist üretim tarzının işleyiş yasalarını kavrayamayan ya da kavramak istemeyen bir mantalite, makineleşmenin ilerleyişine ve teknolojik gelişmelere, salt onların içerdiği genel teknik potansiyel bakımından yaklaşır. Oysaki, örneğin potansiyel olarak iş saatlerini kısaltma olanağı sağlayan makineleşme, sermayenin hizmetindeyken, bunun uzamasına bile neden olabilmektedir. Keza çalışmayı hafifletebilecekken, sermayenin emrine koşulduğunda, kapitaliste işin yoğunluğunu alabildiğine arttırma fırsatı sunmaktadır. Marx’ın deyişiyle, “kendi başina, o, insanin doga üzerindeki zaferi oldugu halde, sermayenin elinde, insanlari bu kuvvetlerin kölesi haline getirmektedir.”[92]
Makineli üretim düzeyindeki müthiş ilerleme karşisinda kapitalizmin işleyiş yasalarini göz ardi edip, “işçisiz kapitalizm” gibi abes tartışmaları kışkırtanları gerçekler dünyasına davet eden en önemli olgu, yine bizzat kapitalizmin uzun dönemli kriz eğilimi olmaktadır. “Robotlaşma” benzeri tartışmalar, hep kapitalizmin kendi iç çelişkilerinin büyük bir krizle dışa vurmasıyla kesintiye uğramaktadır. Tıpkı, 20. yüzyılın başlarında yürüyen ve artık kapitalist bunalımların aşılacağı ve yeni bir “örgütlü kapitalizm” dönemine girileceğini ileri süren tartışmaların bir dünya savaşı ile kesintiye uğraması örneğinde olduğu gibi. Ya da günümüzde, globalleşen kapitalist düzenin faziletlerini göklere çıkartan liberal yazarların geleceğe dair çizdikleri pembe tabloların, birbiri ardı sıra patlayan krizlerin etkisi ve yeniden paylaşım savaşlarının bombalarıyla paramparça olması örneğindeki gibi... Emperyalist kapitalist sistemin temel işleyiş yasası olan rekabet ve tekelleşme eğilimi, yeni pazar alanlarının egemenlik altına alınması mücadelesini kızıştırmakta ve bu da emperyalist güçlerin kışkırttığı bölgesel savaşların tırmanmasıyla sonuçlanmaktadır. Bu savaşlar, en başta insan olmak üzere üretici güçlerin tahribine neden olmakta ve sermayeye savaşlarla düzlediği alanlara yeniden yatırım yapma fırsatını (daha doğrusu, insanlığı felâketlere sürükleyen bir çeşit yap-boz oyununun sürdürülmesi imkânını!) sunmaktadır. Kısacası, kapitalizm ekonomik ve teknik açıdan ileriye doğru yürüyüşünü sürdürüyor olsa da, bu durum üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki müthiş gerilim pahasına gerçekleşmektedir. Ve kapitalist üretim ilişkileri, üretici güçleri, özel mülkiyet engelinden kurtuldukları takdirde ulaşabilecekleri düzeyin gerisinde tutmaktadır. Onlara ket vurmaktadır. Kapitalizmin günümüzdeki gerçek yüzü budur. O nedenle de, dünya üzerinde yaşamını sürdürebilmek için işgüçlerini kapitalistlere satmak dışında bir yaşam seçeneği bulunmayan milyonlarca insanın bugünü ve geleceği, üretici güçlerin gelişimi önünde akıldışı ve canavarca bir engele dönüşmüş bulunan kapitalist özel mülkiyet engelinin yıkılıp atılmasına bağlıdır. Özetle, kapitalizm altında ekonomik gelişme, yaşamın her alanında eşitsizliklerin varlığını sürdürmesi ve çelişkilerin derinleşmesi pahasına gerçekleşir. O halde, teknik yeniliklerin cazibesine kapılıp bu eşitsizlikler düzeninde daha pırıltılı bir gelecek düşlemek, gerçekte insan yaşamının artık ya sosyalizm ya toptan yok oluş benzeri bir ikilemle yüz yüze bulunduğu günümüzde aklını yitirmiş olmak anlamına gelmektedir. Tüm teknolojik albenisine rağmen çağdaş kapitalist yaşam, milyonlarca insana sunduğu açlık ve ölüm tehdidiyle, daha iyi çalışma ve yaşam koşullarını engelleyen işleyiş tarzıyla, emekçi kitlelerin boş zamanlarını bile metalaştırarak onları zihinsel bir çöküntüye sürüklemesiyle artık katlanılması olanaksız bir düzene dönüşmüş bulunmaktadır. Bütün mesele, bu nesnel gerçekliğin işçi sınıfının bilincine kazınması ve kapitalist üretim ilişkilerini kırıp geçecek büyük bir hareketin örgütleyicisi olacak önderliğin yaratılabilmesidir. Serbest Zaman Yaratma Sorunu Marx, kapitalist toplumda üretken emeğin artı-değer üretimi bakımından taşıdığı önemi gözler önüne sererken, yalnızca kapitalizmin bir gerçekliğine işaret etmekteydi. Ve hatırlanacağı gibi, bu durumu işçi açısından bir talihsizlik olarak değerlendiriyordu. Marx, toplumsal ilerlemenin asıl ölçütünü serbest zamanın artışında görüyordu. Marx’ın bununla kastettiği, kapitalist toplumda yaşandığı biçimiyle bir “çalışma zamanı-boş zaman” ayrımına denk düşmez. Çalışma süresinin yaşam açısından zorunlu, geri kalanının ise boş olarak görülmesi, özel mülkiyete dayanan sınıflı toplumun yarattığı bir değer yargısıdır. Oysa üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet engelinin aşılması, çalışmayı da değişikliğe uğratacak ve onu bu değişmiş özüyle bir zorunluluk olmaktan çıkartıp bir zevk haline dönüştürecektir. Kapitalizmin aşılması, kapitalist kâr mantığının sonucunda ortaya çıkmış olan sözde ihtiyaçların ayıklanarak üretilecek nesnelerin gerçek insan ihtiyaçları temelinde sadeleştirilmesini, insan sağlığı, mutluluğu ve doğayla uyumlu hale getirilmesini sağlayacaktır. Bunların üretilebilmesi için gereken süre azalacak,
sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumsal düzen içinde toplam üretim zamanı toplumun bütün sağlıklı üyeleri arasında paylaştırılacaktır. Böylece bu yeni düzen, bireyin toplumla uyum içinde her türden yaratıcılığını geliştirebileceği serbest zaman kullanımını mümkün kılacaktır. Bu güzelliklerin gerçekleşebilmesi için üretici güçlerin gelişimi ve insanlığın ihtiyaçlarını karşılayabilecek toplumsal üretim zamanının kısaltılması zorunlu bir önkoşuldur. İşte bu nedenle Marx, bir yandan kapitalizm altında ekonomik gelişmenin neler pahasına gerçekleştiğini sergilerken, diğer yandan daha güzel bir gelecek umudunu bir idealist gibi birtakım ütopyalara değil, somut gerçeklere bağladı. Marx otomasyonun özgürleştirici yanına dikkat çekerken, ekonomik gelişmeyi serbest zamanın artışını olanaklı kılması bakımından önemsediğini gözler önüne sermekteydi. Sermayenin zenginliğinin, daha fazla artı-emek süresi elde edilmesine bağlı olduğunu belirtiyordu. Çünkü kapitalist sistemin hedefi, ihtiyaçlar ölçüsünde kullanım değeri yaratılması değil, daha çok kâr elde etmek üzere daha çok değişim değeri yaratmaktı. Fakat sermayenin bu hedefe ulaşabilmek amacıyla üretkenliği arttırması, aynı zamanda toplumsal serbest zamanın artışının da temellerini döşemekteydi. “Dolayısıyla sermaye, bilmeden ve istemeden, toplumsal serbest-zamanın koşullarının yaratılmasına, emek süresinin toplumun tümü için giderek azalan bir minimuma indirgenmesine ve böylece herkesin zamanının kendi kişisel gelişimi için serbest bırakılmasına hizmet etmek durumundadır. Ama sermayenin dinamiği, her zaman için, bir yandan serbest-zaman yaratırken, bir yandan da bunu artık-emeğe dönüştürmektir.”[93] Çalışma zamanının kısaltılması olanağı bizzat kapitalist gelişmenin yarattığı bir sonuç olsa da, diğer tüm olanaklarda olduğu gibi, kapitalizm altında hiç de tüm insanlığın yararına dönüşememektedir. Tersine, milyonlarca insana acı çektiren ve onlara daha çok işsizlik ve yoksulluk getiren bir sürece işaret etmektedir. Öte yandan kapitalizm altında çalışma saatleri kısalsa bile, bu durum hiç de insanın gerçek zenginleşmesi anlamına gelebilecek bir serbest zaman artışı olmayacaktır. Çünkü kapitalist düzen, iş saatleri dışında kalan zamanı, gerçek insanî zenginliğin artışına fırsat verecek biçimde “serbest” bıraktırmamaktadır. Tam tersine, zamanın tüketimini de kapitalist sistemi ayakta tutacak tarzda kendisi örgütlemektedir. O halde serbest zaman sorununu, ekonomik gelişme ve teknik ilerlemenin işçi sınıfına kendiliğinden bahşettiği bir avantaj olarak algılamak yanlış olacaktır. Son tahlilde maddi zeminini elbette ki ekonomik gelişmenin döşediği serbest zaman, aslında pasif değil aktif konum içindeki, yani kapitalist düzene karşı çok çeşitli alanlarda mücadele yürüten bir işçi sınıfı tarafından kazanıma dönüştürülebilir. Çünkü günümüz koşullarında sermaye, işçileri bilinçsiz ve aptal birer tüketici haline getirmeye çabalamaktadır. İşçiye düşüneceği ve düzeni sorgulayacağı bir serbest zaman bırakmamak için, onun boş zamanını da kapitalizmin ideolojik propaganda araçları sayesinde çalıp götürmektedir. Marx yıllar önce ne diyordu?
“Zaman, insanın gelişmesinin mekânıdır. Kullanacak boş zamanı olmayan, uyku, yemek vb. gibi salt fiziksel kesintiler dışında tüm yaşamı kapitalist hesabına çalışmaya giden bir adam, bir yük hayvanından daha beterdir. O, fizik olarak ezilmiş, kafaca alıklaşmış, başkası için servet üreten basit bir makinedir. Ama bununla birlikte, bütün modern sanayi tarihi gösterir ki, sermaye, eğer önüne set çekilmezse, bütün işçi sınıfını, umursamadan, acımasızca bu en aşağı düzeye düşürmek için çalışır.”[94] Liberaller, Marksizmi gözden düşürme çabasi içinde, bizzat Marksist dünya görüşünün içerdigi ve aslinda ancak komünist bir toplumda gerçekleşecek olan özgür bir yaşam tarzinin bazi unsurlarini, sanki bunlar kendi keşifleriymiş ve Marksizm bunlari içermiyormuş gibi ileri sürerler. Gerçek sahiplerinin elinde birer mücadele araci olan insan özgürlügüne ilişkin düşünceler, liberal yazarlarin elinde, Marksizme “ekonomizm”, “nesnel gereklilikler fetişizmi”, “insanı yok sayan maddecilik” vb. suçlamalarıyla kara çalmak üzere yoğrulup çamur haline getirilir. Bu tür suçlamaların bilimsel açıdan bir kıymeti harbiyesi yoktur. Marx daima, kapitalizm altında özgürlük ve gereklilik
arasındaki çelişkinin varlığı noktasından hareket etmiş, özgürlük konusunda boş ve kurgusal kelâmdan kaçınmıştır. Marksizm, özgürlük alanının vaatlerle, ahlâki kurallarla, ütopyalarla vb. değil, meta fetişizmine dayanan kapitalist toplumun aşılması ve herkesin dilediğince kullanabileceği serbest zamanın arttırılması sayesinde yaratılabileceğinin ve genişletilebileceğinin bilincindedir.
“Merkez” ve “Periferi” Tartışması Siyasal sonuçları bakımından işçi sınıfının bütünsel gücünü zayıflatmaktan başka bir işe yaramayan yanlış değerlendirmelerden birisi de, yine Batılı “üstadlar”ınortaya attıkları “merkez” ve “periferi” işgücü ayrimiyla ilgilidir. Buna göre işçi sinifi, genellikle büyük işletmeleri kapsayan üretim sektörlerindeki kalifiye, sürekli ve ayricalikli işçilerden oluşan bir “merkez” ile; küçük işletmelerdeki, yan sanayi sitelerindeki, fason dagitilan ev işlerindeki sendikasiz, geçici, vb. işçilerin meydana getirdigi bir “periferi” itibarıyla bölünmüştür. Bu türden açılımlar, eğer yalnızca işçi sınıfının içindeki bazı ayrımları tespit etmekle sınırlı olsaydı, bu kadarıyla pek de bir sorun yaratmayabilirdi. Fakat genelde bu kadarıyla sınırlı kalmamaktadır. İşçi sınıfının “merkez” ve “periferi” olarak adlandırılan bölümleri arasına sanki aşılmaz duvarlar çekerek, sendikalı ve vasıflı işçileri toptan “işçi aristokrasisi” olarak adlandıranlar, sınıfın bu kesimine karşı hiç de hoş olmayan bir yaklaşım sergiliyorlar. Ekonomik kriz dönemlerinde sermayenin saldırıları sanki yalnızca “periferi” denilen kesime yöneliyor ve “merkez” olarak adlandırılan kesim, güya yüksek ücretleri ve iş güvencesiyle ayrıcalıklarını koruyormuşçasına, yaşanan gerçeklikle çelişen görüşler sınıfın mücadele perspektifini bulandırmaktadır. “Periferi”yi “en devrimci” ilân eden çevreler, kapitalizmin konjonktürel salınımlarını genelleştirmekte ve sendikal mücadelenin gerilemesini, ayrıcalıklı diye küçümsedikleri “merkez” işçilerinin artik mücadeleci olmamasina baglamaktadirlar. Bu gibi yaklaşimlar, sinifin öncü kesiminin önemini ve bütünsel gücünü göz ardi eder. “Merkez” ve “periferi” türünden ayrımlar üzerine teoriler icat eden Batılı aydınlar, tıpkı bir dönemin revaçta olan Üçüncü Dünyacılığı benzeri çeşitlemeler yaratmaktadırlar. Fabrika işçisiyle atölye işçisini karşı karşıya getirerek, ikincisinin daha az ücret alıyor oluşunun suçunu birincisine yükleyen mantalite, işçi sınıfına duyulan inancı değil, inançsızlığı ve içten içe kabaran, mayalanan küçük-burjuva öfkesini dışa vurmaktadır. Bu tür bir mayalanma, Marksist temellerden ne kadar da uzaktır. Artı-değer sömürüsünün nasıl işlediği konusunda bilgi sahibi olan kişinin, fabrika işçisinin daha az sömürüldüğünü iddia edip durmak gibi bir derdi olamaz. Sömürü derecesi aslında emeğin üretkenliğine bağlıdır ve daha modern tekniklerle üretim yapılan büyük fabrikalarda, sermaye daha çok artı-değer üretimi gerçekleştirmekte, yani sömürü oranı daha geri tekniklerle üretim yapılan atölyelere oranla daha yüksek olmaktadır. Fabrika işçilerinin diğerlerinden daha yüksek ücret alması bu gerçeği değiştirmez. Zira gerçek ücretler hiçbir zaman emeğin üretkenliği ile aynı oranda yükselmez. Emeğin üretkenliğini arttıran ileri teknik kullanımıyla birlikte gerçek ücretler yükseldiğinde dahi artı-değer oranı büyümektedir. Küçük-burjuvaca bir ahlâk anlayışıyla kapitalizmin yarattığı sorunların üstesinden gelinebileceğini sanan günümüz Proudhon’ları, modern sanayi proletaryası karşısında kapıldıkları alerjide atalarını aratmamaktadırlar. Uyguladıkları yönteme varıncaya kadar, ne denli sadık birer küçük-burjuva ahlâkçısı olduklarını kanıtlama uğraşı içindedirler. Örneğin, işçi sınıfının homojen bir bütün olmadığı ve büyük fabrika işçilerinin toplu sözleşme dönemlerinde, atölye işçilerine oranla daha büyük bir pazarlık gücüne sahip bulundukları bir gerçektir. Bir Marksist bu gerçeklikten hareketle, atölye işçilerinin de sınıfın ekonomik örgütlülüğünün başını çekme kapasitesine sahip bulunan büyük fabrika işçilerini izlemeleri gerektiği sonucunu çıkartır. Oysa bir küçük-burjuva ahlâkçısı, Proudhonvari bir yaklaşımla, işçi sınıfını iyi ve kötü yanlardan oluşan bir çelişki olarak görür. Ve kendince kötü bellediği yönü, yani modern sanayi proletaryasını görüş alanı dışına kovarak, böylece iyiliğe kavuşulacağını vazeder.
Bunlar Marx’ın dediği gibi, sentez olmayı arzularken birleşik bir yanılgıdan öte bir varlık sergileyemeyen Proudhon’lardır. Bir taraftan geçmiş tarihin henüz çözüme kavuşturmamış bulunduğu sorunlar nedeniyle bir öfke krizine tutulurlarken, diğer taraftan yaşanan günün çözümü zor sorunları karşısında da, geçmişte kalmaya yüz tutan unsurlardan medet ummaktadırlar. Örneğin, sendikal bürokrasinin gücü nedeniyle sendikalar düzen örgütleri haline mi gelmiş, o halde işçi sandıkları dönemine geri dönelim!... Bu mantaliteye göre, modern sanayinin yarattığı fabrika işçileri sendika bürokrasisinin etkisi altında uyuklayıp aristokratlığın keyfini çıkarırlarken (!), atölye işçileri kendi sandıklarını kurup kendi devrimlerini yapacaklardır (!). İşçilerin büyük fabrikalarda bir araya gelmesi gerçeğinde devrimci bir potansiyel gören Marksizm, küçük-burjuva eğilimler tarafından “ekonomizm”, “bürokratizm” vb. gibi mesnetsiz iddialarla suçlanmaktadır. Oysa bu olguyu Marx hiç de tek yönlü değerlendirmemiştir. Örneğin Marx, büyük fabrikaların kapitalizm altında ne anlama geldiğini açıklarken, “bir kışla disiplini” benzetmesine başvurur. “İşçinin, iş araçlarının tek düze hareketlerine teknik bakımdan tâbi oluşu ile, her iki cinsiyetten ve her yaştan bireyleri içerisinde toplayan işçi topluluğunun kendine özgü yapısı, fabrikada tam bir sistem halini alan bir kışla disiplini yaratarak daha önce de sözü edilen kontrol ve gözcülük işini ayrı bir uğraş haline getirir; ve böylece, çalışanları, işçiler ve gözcüler ya da sanayi ordusunun erleri ve çavuşları diye sınıflara bölmüş olur.”[95] Marx’ın değerlendirmesi açıktır. Peki niye buna rağmen, büyük fabrika düzenine toptan karşı çıkmıyoruz? Çünkü, bu olgunun bir başka yönü de bulunmaktadır. Ordunun erleri nasıl ki kendilerine eziyet eden çavuş ve üst rütbeli subaylar karşısında doğal bir ittifak içine girebiliyorlarsa, yani kışla disiplini yaratan ordu düzeni, madalyonun diğer yüzünde bizzat bu disiplini parçalayacak patlayıcı maddeleri, kader birliği yapmış binlerce eri bir araya getiriyorsa, büyük fabrikalar da işçiler açısından işte öyledir. Ufak çaplı bir başıbozuklar ordusunda ise böyle bir kışla disiplini bulunmazken, ezilenleri ezenlere karşı birleştirecek o büyük potansiyel de mevcut değildir. Tıpkı küçük işletmelerde, dağınık atölyelerde çalışan işçilerin, büyük işletme ve fabrika işçilerini gerektiğinde birbirine kenetleyebilen o nesnel ortamdan yoksun olmaları gibi. Henüz geri basamaklarda duranları bozulmamış ve daha devrimci bulan bu küçük-burjuva anlayışı (arada Marksist geçindiğine bakmayın!), aslında modern sanayinin ürünü olan işçi sınıfına ve onun bilimi Marksizme sıcak bakmamaktadır. İleri kapitalist ülkelerin işçi sınıfından umudunu kesmiştir. Ona göre devrimcilik, Üçüncü Dünyacılık ve varoşçuluktur. Kapitalist sistemin gerçeklerini kavramamış ve devrimci lâfazanlıkla gözü boyanmış tüm küçük-burjuva sosyalistleri, “ileri olan bozulup yozlaşmiştir, geri olan en devrimcidir” benzeri formülasyonlarla, dünyanın yada sınıfın çeperlerine dikkat kesildiklerini sanırlar. Gerçekte ise, bu da yalnızca aldatıcı bir görünümden ibaret. Çünkü ister merkezde isterse periferideyer alsınlar, modern dünyada tüm ezilenlerin kurtuluşunun yolu Marksizmden geçiyor.
--------------------------------------------------------------------------------
[75] Marx, Kapital, C.2, s.68 [76] Marx, Kapital, C.1, s.602
[77] Marx, Kapital, C.3, s.302 [78] Marx, Kapital, C.1, s.610 [79] Marx, Kapital, C.3, s.332 [80] Marx, age, s.193-194 [81] Marx, age, s.212 [82] Marx, age, s.221 [83] Marx, age, s.217 [84] Marx, age, s.225 [85] Marx, age, s.228 [86] Marx, age, s.215 [87] Marx, Kapital, C.1, s.644-645 [88] Marx, age, s.219 [89] Marx, age, s.233 [90] Marx, Ücretli Emek ve Sermaye, s.59 [91] Marx, Grundrisse, s.651, 652 ve 653 [92] Marx, Kapital, C.1, s.470 [93] Marx, Grundrisse, s.656-657 [94] Marx, Ücret, Fiyat ve Kâr, “Ücretli Emek ve Sermaye” içinde, s.143 [95] Marx, Kapital, C.1, s.452 İşçi Sendikalarının Önemi İşçi sınıfının devrimci gücünün üretim sürecinden kaynaklanmadığı, büyük ölçekli fabrikalar ve işletmelerde bir araya gelen proletaryanın artık öneminin kalmadığı, ya da sendikalı işçilerin hepten aristokrat kesildiği ve onlardan devrimci militanlık beklenemeyeceği vb. yolundaki iddialar, devrimci bir lâfazanlıkla süslense bile, aslında akademik Marksizmin estirdiği rüzgârlara yelken açmak anlamına geliyor.
Evet, bugün içinde bulunduğumuz koşullarda sendikaların her açıdan bir gerileme içinde olduğu doğrudur. Ancak tarihe şöyle bir göz atacak olursak, işçi sınıfının bağımsız siyasi örgütlülükten yoksun kaldığı, ekonomik örgütlülüğüne Marksist temellerde bir devrimci siyasal parti örgütlenmesinin yol göstermediği koşullarda, sınıfın ekonomik mücadelesinin de bir gerileme içine girdiği ya da daha geri düzeyde kaldığı görülecektir. Tarihsel süreçten çıkartılabilecek bu türden dersleri unutup ya da unutturmak isteyip, yalnızca konjonktürel olgulardan hareketle genellemelere gidenler, o dönem için doğruları yakalıyorlarmış gibi görünseler de, bu türden siyasi perspektifler son derece sınırlı bir geçerliliğe sahip bulunmaktadır. Ve zamanla değişen koşulların böylesi çevreleri sağa ya da sola savuracağını da unutmamak gerekir. Böylesi yanlış eğilimler, işçi sınıfının yapısının değiştiği, artık Marksizmin tanımladığı bir işçi sınıfının yok olmaya yüz tuttuğu benzeri savlarla, sınıfın devrimci misyonu fikrini hafızalardan silmek isteyen ideolojik saldırıyı güçlendirmektedir. İşçi sendikalarının içinde bulunduğu durumu sabit bir veri kabul ederek, sendikaların geri dönüşsüz biçimde burjuva düzenle tamamen bütünleştiğini, işçi sınıfının kitlesel mücadelesinin aracı olma vasfını yitirdiğini ve dolayısıyla artık mevcut sendikalarda çalışmanın bir anlamının kalmadığını söyleyen siyasal tutum, aslında sınıftan kaçış eğilimidir. Daha eski dönemlerde bir “sol” eğilim olarak belirginleşen bu yaklaşım, günümüzde, işçi sınıfı içinde çalışmaya sırtını dönen çeşitli sağ ve sol eğilimler tarafından benimsenmektedir. Genel olarak işçi sendikalarının artık bir mücadele örgütü olma vasfını yitirdiğini söylemek, işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin artık hiçbir devrimci potansiyel ve dönüşüm olanağının kalmadığını iddia etmek anlamına gelir. Eğer bu iddialar doğru olsaydı, o takdirde sendikalar yerine başında parlak devrimci sıfatların yer aldığı birtakım birliklerin kurulması halinde de durum değişmezdi. Temel sorun, işçi sendikalarını sanki işçi sınıfından tamamen kopuk, durağan kurumlarmış gibi ele alma eğiliminde yatıyor. Oysaki, sendikaların içinde bulunulan konjonktürün özelliklerine göre değişiklikler arzetmesi yeni bir olgu değildir. Kapitalizmin tarihi, mücadelenin geri çekildiği bir dönem boyunca düzenle bütünleşen sendikal hareketin, mücadelenin tekrar yükselişe geçtiği yeni bir dönemde savaşkan bir nitelik kazandığının örnekleriyle doludur. Bugünün gerçekliklerini geçmişle kıyasladığımızda, şimdi sendikal mücadelede pek çok tıkanıklık noktası bulunmakla birlikte, sorunun özü bir anlamda değişmemiştir. Eğer işçi sınıfı, şu ya da bu nedenle henüz kendi örgütlerine sahip çıkamıyor, bu örgütleri burjuva düzenle işbirliği içinde tutan ve felçleştiren sendika bürokrasisine karşı anlamlı bir mücadele yürütmekte yetersiz kalıyorsa, kendi gücüne güvenini çok yaygın ve derin bir biçimde yitirmiş demektir. Bu durumun, bu güvensiz ruh halinin değişikliğe uğratılması için çaba sarfetmeden, mevcut sendikalara alternatif yeni sendikaların ya da “derneklerin” kurulması çağrısı da havada kalır. Çok açıktır ki, mevcut koşulların ve ruh halinin değiştiğini gösteren türden bir olgunluk düzeyi gökten zembille hazırlop inmez. Sınıfın halihazırdaki kitle örgütlerini görmezden gelerek ve bu örgütlerin içinde toplanan kitleyi kendi kaderiyle başbaşa bırakarak, “kirlenmemiş” küçük dünyalara kapanmakla, işçi sinifi daha ileri bir noktaya çekilemez. Günümüzde sendikalarin içinde bulundugu gerçekligi sergilemek bakimindan hiç de haksiz olmayan, fakat mevcut durumu degişiklige ugratmak üzere uzun vadeli ve sabirli bir çalişmayi göze alamayan küçük-burjuva solculugu, zor ve başarilmasi gereken görevlerin yerine devrimci bir lâfazanligi ikame etmektedir. Oysaki, söz konusu gerçeklik karşisinda temel görev, işçi sendikalarinin içine düşürüldügü durumdan yilginliga kapilmaksizin ve dogru bir kitle çalişmasinin öncüleri olarak sendikalar içinde çalişma yürütmektir. Uzun yillar boyunca yaşanmiş olan olumsuz örneklerden hareketle, akillarina yalnizca sendika bürokrasisi ile yapilan uzlaşmalari getirerek sendikalarda çalişma geregine karşi çikanlarin, sendika bürokrasisine karşi yürütülecek mücadeleye bir yarari dokunmayacaktir. Işçileri ilgilendiren çok önemli sorunlara, siradan bir tepkisellik ve cahilâne
bir dar görüşlülükle yaklaşanlarin, sendikal alanda dogru tarzda çalişmanin ne anlama geldigini ve nasil yürütülmesi gerektigini bilmedikleri de çok açiktir. Geçmiş deneyimlerden ders çikartirken, söz konusu olaylarin içinde yer aldigi somut koşullarin hatirlanmasi, işçi sinifinin devrimci mücadelesine işik tutan önemli uyari, öneri ve kararlarin nasil bir ortamda alindiginin, hangi yanliş egilimlere karşi çiktiginin, hangi dogrulara işaret ettiginin bilinmesi elzemdir. Aksi halde, çok ama çok önemli ipuçlarini sunan tarihsel deneyimin ögeleri, bilinçsiz ve özensiz yaklaşimlarla agizlarda çignene çignene çürütülen sakiza dönüştürülür. Örnegin ekonomizm eleştirisi dogru kavranildiginda ve yerli yerinde kullanildiginda mücadelede çok önemli bir silâh olabilir. Ama bu eleştirinin özü kavranilmaz, işçi sinifinin burjuva düzene karşi mücadelesinin gerektirdigi görevlerin sorumlulugu hesaba katilmaz ve siyasal çevrelerin rekabetine eşlik eden bir lâkirdi “silâhı” düzeyine düşürülürse, kayba ugrayacak olan işçi sinifi olacaktir. Aslinda, işçi sinifinin dogru temellerde örgütlenmesi görevinden kaçiş, yani işçi sinifinin öncüsüyle kitlesini fiilî mücadele içinde bir araya getirecek ana halkayi yakalamaktan kaçiş, genellikle sinifin sendikal mücadelesine önderlik etmekten kaçiş biçiminde somutlaniyor. Bu türden bir kaçiş egilimi içinde olanlar, hep ekonomizm eleştirisinin ardina siginiyorlar. Oysa sendikal bürokrasi, sendikalara gereken ilgi gösterildiginde degil, tam tersine gösterilmediginde güçlenir ve tamamen başiboş kalan sendikalar elbette ki düzenin kurumlarina dönüşür. Sendikalari bu durumdan kurtarmak yerine, onlari toptan küçümsemek ve göz ardi etmek, burjuvazinin işçi sinifini atomize etme planlarina bilerek ya da bilmeyerek yardimci olmak demektir. Kendi zihinlerinde ya da sektleri içinde gerçek yaşamin yasalarini göz ardi ederek, keyfî salinimlarla bir uçtan diger uca koşuşturanlar bir mücadele yürüttüklerini varsaysalar da, sinif mücadelesinin kişilerin keyfine bagli olmayan yasalari hükmünü icra etmeyi sürdürecektir. Marx’ın dediği gibi, “Eğer işçi sınıfı, sermaye ile olan günlük çatışmasında gerileyecek olsaydı, daha büyük çapta şu ya da bu harekete girişme olanağından kendi kendini yoksun bırakmış olurdu elbette.”[96] Fakat, bu günlük ekonomik savaşimin abartilmasi, yani diger uca savrulunmasi durumunda dogacak tehlike de asla küçümsenemez. Işçilerin ekonomik mücadelesi, sermaye egemenliginin işçi ücretlerini aşagi çekme yönündeki işleyiş yasasina karşi koymaktan ibarettir. Böylece işçiler bir dönemde ücretlerinde meydana gelen düşmeyi, başka bir dönemde telâfi etmek için mücadele etmek zorundadirlar. Evet zorundadirlar; çünkü işçi, kapitalistin iradesini, diktasini, degişmez bir iktisat yasasi olarak kabul ettigi takdirde, kölenin sahip oldugu güvenceye bile sahip olmaksizin onun bütün sefaletini paylaşacaktir. Marx, sendikalari bekleyen bir tehlikeye işaret etmiş ve ücretli kölelik sisteminin kaldirilmasi için savaşacak yerde, yalnizca kapitalist düzenin yarattigi sonuçlara karşi kismi ve geçici iyileştirmeler mücadelesiyle yetindikleri anda hedeflerini büsbütün yitireceklerini belirtmişti. Bugün sendikalarin içine düştükleri durum bu uyarinin sinirlarini aşacak ölçüde vahim olsa da, sendika dedigimizde kuşkusuz duragan kurumlari ya da baş belâsi sendikal bürokrasiyi degil, düzene karşi mücadeleye atilmasi gereken işçi kitlelerinin ekonomik örgütlülügünü kastediyoruz. Bu gerçegin üzerinde durmak, işçilerin dikkatini sorunun bu yönüne çekmek, işçiler arasinda bu dogrultuda bir bilinç siçramasinin yaşanmasi için çalişmak vb. elbette ki mevcut sendika yönetimlerinden beklenemez. Tüm bunlar işçi sinifinin gerçek öncülerinin görevidir. Kapitalist gelişmenin günümüzde işçi sinifinin önüne çikardigi yeni sorunlari çözümlemeye ve sinifin sendikal mücadelesini güçlendirmeye ihtiyaç var. Örnegin, kapitalistlerin günümüzde bazi işletmelerde sürekli işçi istihdam etmek yerine, geçici ve part-time işçi çaliştirmayi tercih etmeye başlamalari, üzerinde durulmasi gereken bir husustur. Sermayenin işçi sinifina dayattigi bu yeni tür çalişma koşullari, hazirliksiz olundugunda var olan sendikal
örgütlülügü derinden yaralayan bir gelişmedir. Bu tür gelişmeler, somutta bir sendikasizlaştirma operasyonu olarak görünse de, temelde kapitalist sistemin ekonomik gereklerinin bir ürünü ve sonucudur. Bir kere, kapitalist gelişmenin daha kisa çalişma saatleri içinde, daha düşük ücretlerle sendikasiz ve güvencesiz biçimde çok sayida işçi çaliştirarak daha yogun emek-gücü sömürüsünü gerçekleştirme egilimi işlemektedir. Ayrica da, ekonomik gerileme ve canlanma periyotlarina bagli olarak, sermayenin ihtiyaç duydugu aktif sanayi ordusu daralmakta ve genişlemektedir. Gerileme dönemlerinde, sermayenin çalişmakta olan işçilerin kendisine fazla gelen kismindan ve genel olarak işçi sinifinin ücret pazarligi yükünden kurtulmaya yönelik, “esnek çalışma” yöntemlerini geçerli kılmaya uğraştığı bir gerçektir. Stokların biriktiği, piyasanın durgunlaştığı kriz dönemlerinde sermaye, sendikalı ve sürekli işçilerin bindirdiği ücret basıncını hafifletebilmek için çeşitli yöntemleri denemektedir. Örneğin, part-time ve geçici işçi çalıştırmanın yanı sıra, üretim maliyetlerini düşürebilmek amacıyla işleri bölerek bir kısmını taşeronlara devretmeyi, ya da küçük işletmelere dağıttığı fason üretim siparişlerini arttırmayı vb. gündeme getirmektedir. Diğer yandan, kapitalist kriz mekanizmasının sonucu olarak böylesi dönemlerde sermayenin tekelleşmesi yoğunlaşmakta, büyük sermaye evlilikleriyle birlikte büyük iflâslar gündeme gelmektedir. Bu da işçi tensikatı ve işsizliğin büyümesi anlamına gelir. İşçi sınıfının işli ve işsiz kesimlerinin mücadele birliğinin sağlanamadığı koşullarda, bu türden gelişmeler, yedek sanayi ordusunun aktif sanayi ordusu açısından önemli bir tehdit oluşturmasına yol açar. Çünkü işten çıkartmaların yoğunlaştığı, ücretlerin gerilediği dönemlerde çok daha düşük ücretlerle patronların dayattığı koşullarda çalışmaya hazır nice işçi bulunur. Böylece kapitalistler, “esnek çalışma” benzeri uygulamaları işçilerin kazanılmış haklarını tırpanlayan bir biçimde dayatabilmektedirler. Kapitalist gelişmenin ortaya çıkardığı her bir sorun karşısında, burjuvazi kendi kârlılık hesabıyla yeni yeni uygulamaları gündeme getirirken, işçi sınıfına ve onun örgütlü güçlerine de karşı-saldırıyı örgütleme görevi düşüyor. Günümüzde çokça tartışılan sendikasızlaştırma ve taşeronlaştırma, ücretlerin düşürülmesi temelinde part-time ve geçici işçi statüsünde çalıştırılma tehdidine, işçilerin kendi bütünsel sınıf çıkarları doğrultusunda bir karşı taleple cevap verilebilmeli. Örneğin, ücretler düşürülmeden ve çalıştırılan herkesin yararlanacağı sosyal, sendikal haklar, iş güvencesi temelinde, mevcut çalışma saatlerinin çok daha fazla sayıda işçi arasında bölüştürülmesi gibi. İşçi sendikalarının, sınıfın işsiz kesiminin sorunlarını göz ardı ederek, salt şu an istihdam edilen işçilerle ve hâlâ uzun iş saatleri pahasına mevcut ücret düzeyini koruma çabası, ne işçi sınıfının bütünsel çıkarlarıyla uyum içindedir ne de kapitalist gelişmenin önümüze çıkardığı yeni durumlara denk düşmektedir. Ayrıca, sermayenin uluslararasılaştığı, dünya ölçeğinde büyük bir akışkanlık kazandığı günümüz koşullarında, bütün dünyada işçi sınıfının kaderi daha önceki dönemlerdekinden çok daha fazlasıyla bir bütün oluşturmaktadır. Bu nedenle, yalnızca siyasal mücadele cephesinde değil, sendikal mücadele cephesinde de gerek karşılaşılan sorunlar gerekse çözüm yolları, eskiye oranla misliyle enternasyonalist bir nitelik kazanmış bulunuyor. *** Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki sözde sosyalist rejimlerin birbiri ardı sıra çöküşünü tarihsel bir fırsat olarak değerlendirmeye çalışan dünya burjuvazisi, bir dönem boyunca attığı sahte zafer naralarıyla ortalığı inletti. Komünizmin artık korkulmaması gereken bir ölüden başka bir şey olmadığını iddia ederek, Marksizmden öcünü almaya koyuldu. Burjuvazinin bu ideolojik kampanyasında resmî ya da fahrî görev üstlenmiş tüm “aydınlar”ın ve de
döneklerin, fırsat bu fırsattır hesabıyla Marksizmi, işçi sınıfı gerçeğini ve onun tarihsel rolünü dünya sahnesinden silme çabaları, genel olarak işçi hareketinde büyük bir gerilemenin ve kaosun yaşanmasına neden oldu. Bugün yaşamlarını işçi sınıfının birer unsuru olarak sürdüren milyonlarca insan, kapitalist sistemin tehlike çanlarını çalmaya henüz başlamış değiller. Ama, sözde sosyalist sistemin çöküşüyle birlikte artık tek başına kalan kapitalizmin pisliklerinin olanca çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor oluşu, burjuvazinin “ileri görüşlü” ideologlarını daha şimdiden rahatsız etmeye başlamıştır bile. O nedenle, dünya burjuvazisinin “Marksizm öldü” nağmeleriyle çalıp oynadığı “cicim ayları”nın artık gerilerde kalmaya başladığını söyleyebiliriz. Bugünlerde sermaye çevreleri, kendi canlarını yakan başka sorunlarla, (hani o öldüğünü söyledikleri Marksizmin çok çarpıcı bir biçimde gözler önüne serdiği ekonomik krizler, yeniden paylaşım savaşları gibi sorunlarla!) haşır neşir olmaktalar. Bu arada, dünya borsalarını sarsan ve Asya’nın “kaplanlar”ı hapşırdığında, Wall Street’in “aslanlar”ının kara griplere yakalandığı, Rusya’nın ayyaş şefleriyle ABD’nin çapkın başkanlarının kafa kafaya verip dertlerine çare aradığı bir dünyada, ekonomik krizle derinden sarsılan o “olmayan” işçi sinifi da çeşitli ülkelerde patlak veren grevlerle, direnişlerle, işyeri işgalleriyle yeniden “Ben buradayım!” demektedir. Öte yandan, yine tarihin bir cilvesi mi desek, “tarihin sonu”, “ideolojilerin sonu” diyerek gönül eğlendiren burjuva yazarlar, şimdi kapitalist sistemi tehdit edecek birtakım tehlikelerin sinyallerini vermekle iştigal etmekteler. Belki de iklimlerin değiştiğine ilişkin haberlerin yoğunlaştığı dünyamızda, siyasal iklim değişikliklerini önceden kestirebilme hünerine sahip bazı Batı Marksistlerinin sözlerine kulak vermenin zamanıdır. “Marksizm öldü” çığlıklarının pek revaçta olduğu bir dönemde rotasını o yana doğru çevirmiş bulunan Eric Hobsbawm, daha sonra Komünist Manifesto’nun 150. yıldönümü vesilesiyle kaleme aldığı yazıda şu değerlendirmeyi yaptı: “Bu şaşirtici başyapitin 21. yüzyilin arifesinde hâlâ dünyaya söyleyecek çok şeyi var.”[97] Hobsbawm’ın bu sözlerine yürekten katılıyoruz; evet, yalnızca Avrupa için değil, tüm dünya için Komünist Manifesto’nun o ünlü sözlerinin gerçekleşecegi günler de gelecektir. Şimdilik şu kadarini belirtmekle yetinelim: “Dünyada bir heyulâ dolaşiyor: Proletarya!” O var oldukça burjuvazinin korkusu da varlığını sürdürecek.
--------------------------------------------------------------------------------
[96] Marx, Ücret, Fiyat ve Kar, s.152 [97] The Guardian, 28 Şubat 1998
www.solplatform.org
View more...
Comments