Demir Kucukaydin Mihri Belli Uzerine Yazilar PDF

July 23, 2017 | Author: ramazanuzel | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Demir Kucukaydin Mihri Belli Uzerine Yazilar PDF...

Description

Demir Küçükaydın Mihri Belli Üzerine Yazılar Türkiye’nin Sosyalist ve Aydınlarıyla Polemikler

Yayınları

1

Mihri Belli Üzerine Yazılar (Türkiye’nin Sosyalist ve Ayarınlarıyla Polemikler)

Demir Küçükaydın

Dijital Yayınlar İndir – Oku – Okut - Çoğalt – Dağıt

Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır. Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak basmak ve dağıtmak serbesttir. Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.

Yayınları 2

İçindekiler

Gogol’ün Paltosu – Mihri Belli’nin 90 Yaşı Vesilesiyle ......................................................................... 4 "Vatan Partisi Program Eleştirisi"nin Eleştirisi ................................................................................. 11 Giriş: Türkiye İşçi Sınıfının Asgari Talepleri: V.P. Programı ........................................................... 11 Genel Eleştiri ................................................................................................................................. 12 Eleştirinin Analitik Eleştirisi: Amerika Konusu .............................................................................. 13 Demokrasi Konusu ........................................................................................................................ 20 “Ucuz Devlet” Konusu................................................................................................................... 22 “Şuurlu Ticaret” Konusu ............................................................................................................... 24 “Yurtseverliğin Derini” ya da “Milli Gurur İnsanı” Nereye “Götürür” (Mihri Belli’nin Günahı) ......... 27 “Millet Gerçeği” Üzerine ................................................................................................................... 34 Mihri Belli’ye Fax ............................................................................................................................... 43 Abdullah Öcalan'ın Yargılanması ve Gelişmeler ........................................................................... 43 Ekler................................................................................................................................................... 48 Mihri Belli’nin 1974 yılında Emekçi Dergisinde Yayınlanan Kıvılcımlı Eleştirisi ............................ 48

3

Gogol’ün Paltosu – Mihri Belli’nin 90 Yaşı Vesilesiyle “Hepimiz Gogol’ün paltosundan çıktık” Dostoyevski

Mihri Belli’yi ilk gördüğüm yıl 1968’dir. Yani 38 yıl geçmiş. Demek ki, o zamanlar 52 yaşındaymış. Yani benim şimdiki yaşımdan biraz daha gençmiş Mihri ağabey o zaman. Ben 19 yaşındaymışım. Cağaloğlu yokuşunun Nurosmaniye caddesiyle kesiştiği köşedeki binanın en üst katı Yapı İşçileri Sendikası’ydı. İsmet Demir, yer bulamayan Devrimci Öğrenci Birliği’ne Yapı İşçileri Sendikası’nda (YİS) yer vermişti. Alt katında da Türk Solu dergisi çıkıyordu. Mihri Belli Ankara’da yaşıyor ama sık sık İstanbul’a da geliyordu. Geldiğinde elbette Türk Solu’na da uğruyordu. Deniz, “Mihri Ağabey gelecek, oturup biraz sohbet edeceğiz, sen de katıl” demişti. Ben de kuşağımın birçok sosyalisti gibi daha lise çağlarında Türkiye İşçi Partisi içinde ilk politik ve örgütsel tecrübelerimi edinmiştim. Türkiye İşçi Partisi’nde eski komünistler hakkında genellikle küçümsemeyle konuşulurdu. Adeta onlar ve onlara ilişkin konular bir tabu gibiydi. Şimdi onların en bilinenlerinden birini yakından görmek ve dinlemek mümkün olacaktı. Hiç de öyle bizlere yansıtıldığı gibi değildi. Bizlerle bizlerden biri, ama tecrübeli bir ağabey gibi konuşmuştu. Çok okumak gerektiğinden, okulu asmamak gerektiğinden, Marksizmi iyi bilmek, Marksist klasikleri okumak gerektiğinden söz etmişti. (o sıra Aybar Prohudon okuyun diyordu. ) Faşistlerle iyi mücadele edebilmek, polisin işkencesine, hapishane hayatına dayanabilmek için spor yapmak ve sağlıklı yaşamak gerektiğinden ve şu an hatırlamadığım daha bir sürü şeyden söz etmişti. Soruları, daha doğrusu sohbeti Deniz ve Gürkan sürdürüyorlardı esas olarak, biz sessizce dinliyorduk. Doğrusu bu ilk karşılaşma beni çok etkilemişti. İşte nihayet bizim gibi, bizim dilimizden anlayan bir insan vardı. Haklarında estirilen o olumsuz havaya hiç de uymuyordu karşılaştığım insan. TİP’te Aybar’la ya da Aren’le oturup böyle, bu konularda bir sohbet etmek hayal bile edilemezdi. Karşımızdaki insan onlardan çok daha fazla çekmiş, çok daha eskilerden beri mücadele etmişti. Tam da bizlerin kafalarındaki sorunları rahatlıkla konuşabildiğimiz, bizden biri, bir ağabeyimiz vardı karşımızda. O zamana kadar TİP’te görüp alıştıklarımıza hiç benzemiyordu. Gerçi MDD’yi savunan DÖB’ün (Devrimci Öğrenci Birliği) bir üyesiydim ama ben hala kendimi bir TİP’li kabul ediyordum o ana kadar. Kafamda bir sürü sorular vardı. TİP’te eksik ve çürüyen bir şeyler vardı. Sosyalizm için mücadele etmiş, yıllarını hapislerde geçirmiş bu 4

eski sosyalistlere TİP’te cüzzzamlı muamelesi yapılıyordu. Bunun nasıl bir haksızlık olduğunu, Mihri Belli ile kanlı ve canlı olarak görmüştüm. Benim için TİP, orada bitti. TİP’li kabuğum, YİS’in o küçük odasında Mihri ağabey ile o sohbetten sonra kırıldı. Yıllar sonra, 1980’lerin başında, teorik evrimimi anlatan bir önsözde bu dönemi şöyle anlatmışım: “TİP genellikle burjuva aydınların, kasaba avukatlarının, aristokrat işçilerin – sendikacıların – egemen olduğu bir partiydi. Onların yapısı tüm partiye damgasını vuruyordu. TİP saflarından çıkmış, üniversitedeki militan eylemlere katılmış her devrimci genci TİP'in bu havası boğmaya başlamıştı. Bu gençler "eski"lerle karşılaşınca, tam psikolojilerine uygun bir havayı da onlarda buluyorlardı. Eskiler de uzun bir mücadelenin imbiğinden geçmiş dava adamlarıydılar. Onların güçlü kişilikleri, savaşçı nitelikleri, yaşlarından beklenmeyecek devrimci coşkunlukları, dünün TİP'te yetişmiş militanları üzerinde silinmez izler bırakıyordu. Bu etki TİP'in yanlış tanıtmaları ölçüsünde de artıyordu. TİP kendisinin Türkiye'nin ilk işçi partisi olduğunu iddia ediyordu. "Eski Tüfekler"i hor görüyor, kapısından içeri adım atmalarına bile müsaade etmiyordu. Eskiler için "Bir zamanlar bu işle uğraşmışlar ama hiç bir şey yapamamışlar; işte biz bir çıktık, pir çıktık. Türkiye'nin en ücra köyüne bile sosyalizmi duyurduk" anlamındaki böbürlenmelerinden geçilmiyordu. Bu yöndeki propagandayla yetişmiş genç, eskilerle karşılaşınca, TİP kurucuları kumda çomak oynarken sosyalizm uğrana mücadele vermiş, hapisler yatmış, işkenceler görmüş eskilerin inancı ve heyecanıyla; TİP'lilerle kıyaslanamayacak üstünlükteki Marksizm bilgisi, örgütlenme tecrübesi ile karşılaşınca, en azından, davayı yıllarca sırtlamış bu insanların gördüğü muamele karşısında isyan etmekten kendini alamıyordu. TİP'in silahı geri tepiyordu; nefret yerini saygıya bırakıyordu. Her şey, tarih nasıl anlatılmıştı ve gerçek nasıldı? Hele TİP'in eskileri kapısından içeri uğratmamasının gerçek sebebi olan, burjuva legalitesinden, hoşgörüsünden yararlanma kaygısı anlaşılınca, her devrimci genç, yerini ezilmiş ve ezilen eskilerin yanında belliyordu. ” (Kıvılcımlı Eleştirisine Önsöz) * Aklımda kalan karşılaşmalardan ikincisi, Teknik Üniversite’nin yemekhanesinde “Millet Gerçeği” başlığıyla yaptığı toplantıdır. Bir tür yarı legal bir toplantı sayılırdı bu, ilk kez açık açık Kürt sorunu söz konusu olmuş ve bir tabu kırılmıştı. En azından biz genç kuşaklar açısından. Marks, Gotha programını kastederek, Alman işçilerinin onda olmayan şeyleri ve kendi özlemlerini gördüklerini söyler. İdeolojik olarak Mihri Belli’nin o konuşması çok yanlış ve tartışmalı olabilirdi. Ama onu önemli yapan bizlerin onda gördüğü ve o dönemdeki nesnel anlamıydı kanımca. Bu da ilk kez Kürt sorunundan “doğu sorunu” olarak değil, adını koyarak, “Kürt sorunu” olarak söz edilmesiydi. * Ama Mihri ağabeyi daha yakından tanıma ve gözleme imkanını 1969’daki Dev-Genç kongresinden önceki günlerde bulmuştum. 5

FKF’nin Dev-Genç’e dönüşeceği kongreden önce, biz İstanbul ekibi olarak, daha doğrusu artık FKF üyesi olmuş DÖB’lüler olarak, daha sonra Beyaz Aydınlık adını alacak, şimdiki Doğu Perinçek’in o sıralar billurlaşmaya çıkmaya başlayan çizgisine karşı ideolojik mücadele vermek ve Kongre hazırlıklarına katılmak, Ankaralı arkadaşların havasını yoklamak için erkenden Ankara’ya gelmiştik. Siyasal kantininde ve koridorlarında, hemen hepsi de eli kalem tutan kişiler olan doğu Perinçek ekibiyle teorik tartışmalar oluyordu. Bizlerin ağzı laf yapmayı pek bilmezdi. Ağzı laf yapanların neredeyse tamamı Doğu’nun tarafındaydı ve bizleri sola sapmakla suçluyorlardı. Biz de onları sağa sapmakla, halk savaşından vazgeçmekle ve cuntacılıkla. Şimdi burjuva basınında her biri birer köşe yazarı olmuş, Şahin Alpay’lar, Cengiz Çandar’lar o zamanlar Doğu’nun teorik koçbaşları gibiydiler. Bizlerin içinde onlarla teorik aşık atacak tek kişi Mahir Çayan’dı. Kongre öncesinde akşamları İstanbul ve Ankara’nın bütün önde gelen militanları Mihri Ağabey’in evinde toplanıyorduk. Orada hem ayrılık noktalarımızı tartışıyorduk hem de Dev Genç kongresinde yönetimin kimlerden oluşacağını. Sevim Abla da bir yandan bizleri dinliyor bir yandan da Fransızca’dan yine bir klasiği çeviriyor, ara sıra da çok nadir olarak söze karışıyordu. Mihri ağabey, yıllardır MDD içinde tanınmış bilinen bir kişi olduğu, ayrıca terziler tevkifatından eski bir komünistin oğlu olduğu için Dev-Genç’in başkanlığına Atilla Sarp’ı önermişti. Bizlerin bir itirazı yoktu. Zaten böyle şeylere fazla önem de vermiyorduk. Bizim dikkatimiz şimdi Doğu’larla ayrılık konusuna yönelmişti. Kendimizi RSDİP İkinci kongresinde gibi görüyorduk. Onlar da yıllarca uğraşıp tam parti kongresi yaptıklarında Bolşevik-Menşevik diye bölünmemişler miydi? Şimdi aynısı bizlerin de başına geliyordu. Doğu ve diğer kalemşorlar da bizlerin Menşevikleriydi. Bölünmenin gerçekten, “sertler” ve “yumuşaklar”; “Kalemşorlar” ve “Silahşorlar” arasında olduğu söylenebilir. Bizlerin bu ayrılığını anlamakta zorlanan eski kuşaklar, biraz da tarafların ortalama özelliklerine göre saflarını seçtiler denebilir. Daha sonraları, Kıvılcımlı’nın, Beyaz aydınlıkçıları kastederek, hep kırmızı yanaklı, iyi beslenmiş çocuklar olduklarından söz ettiği söylenir. Mihri Belli de Doğu’larla ayrılıklar konusunda başlangıçta orta yolu bulmaya, uzlaştırmaya çalışan bir çaba içinde görünürken, sonra Ankara ve İstanbul’un, bütün militan ve dövüşçü takımının Doğu’lara karşı tavır aldığını gördükçe, giderek Doğu’lar karşısında bizleri desteklemeye başlamıştı. Mihri Belli’nin hayatının her döneminde militan ve radikal olana bir eğilim, ondan uzak düşmeme kaygısı sezilir. Bu içgüdüsü veya hayatın tecrübelerinden süzülmüş sezgisi, teorik ve ideolojik olarak çok yanlış ya da belirsiz olduğu durumlarda bile onun daima daha muhalif, daha radikal bir konumu sürdürmesini sağlamıştır. Bunu ilk kez Dev-Genç kongresi hazırlıklarında yakından gözlemiştim. Bu daha yakından ilk gözlemler sonucunda Mihri ağabeyin bizlerin ayrılıklarımıza nüfuz edemediği şeklinde bir izlenim edinmiştim. Bizim yolumuzu Mihri açmış, TİP kabuğunu kırmamızı o sağlamıştı, ama bizler, yirmi yılların yirmi günde yaşandığı zamanlarda yaşıyorduk ve çok hızlı bir şekilde değişiyorduk ve Mihri ağabeyin bu değişime ayak uyduramadığı hissediliyordu. 6

* Bir daha Mihri ile 1970 yılının son baharında karşılaştık sanırsam. Yazın Aliağa grevlerini yönetmiştik. Bu arada Kıvılcımlı’nın TİP, Beyaz Aydınlık ve Mihri’yi eleştirdiği “Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama” adlı kitabı çıkmıştı. Kitap artık Mihri Ağabey’in kabuğuna sığmayan bizler için bir tutamak olmuştu. Biz de bu arada Boğaz Köprüsü inşaatında da örgütlenme çalışmaları yürütüyorduk Bu çalışmalarda, eski TKP geleneğinden gelen ve Mihri Ağabey ile yakın ilişkileri olan Ekrem Şikak gibi Ortaköy’lü işçilerle de birlikte çalışıyorduk. Mihri’nin de muhakkak ki bu çalışmalardan haberi vardı. Dolayısıyla politik eğilimlerimizi de biliyordu sanırım. Mihri Ağabey örgütçü ve uyanık bir insandı. Kimin ne yaptığını izlerdi. İşte Kıvılcımlı’nın bu kitabının çıkışından kısa bir süre sonra, sanırım Yerebatan’ın oralarda Türkiye Solu binasında karşılaşmıştık. Kıvılcımlı’ya çok kızgındı. Bizlerin onun görüşlerini benimsediğimizi biliyordu. Ama bu politik ve teorik ayrılıklarımız bir yana, bizi yine de onore etmekten geri durmamıştı. Politik, teorik ayrılıklar olabilirdi, ama militanlara, dava insanlarına başka türlü yaklaşmak gerekir der gibiydi. Rus devrimcilerinin, Bolşeviklerin o tutkulu tartışmalarının ama aynı zamanda birer dava adamı ve devrimci olarak birbirlerine saygıda kusur etmeyen geleneklerini bizim kuşağa Mihri ve Kıvılcımlı gibiler aktardı denebilir. Kıvılcımlı, Kerim Sadi ile ilgili bir yazısında, eskilerin en sert tartışmalardan sonra birbirlerini gördüklerinde nasıl sevgiyle kucaklaştıkların ve yeni kuşakların bunu iyi öğrenmeleri gerektiğini yazmıştı. Kendisi de Mihri’yi en sert şekilde eleştirmesine rağmen, Mihri’ye insan ve devrimci olarak verdiği değer anılarda görülür. Mihri Belli de Kıvılcımlı’ya öyle davranmıştır. * Sonra 12 Mart döneminde, gizlendiği bir evde, görmedim ama öksürüğünü duydum sanırsam. Odada politik olmayan başkaları da olduğu için diğer odadan çıkmamıştı muhtemelen. Ama yan odadan duyduğum öksürük Mihri Ağabeyin öksürüğü gibiydi. Daha sonra oralarda gizlendiğin duymuştum. Belki de benzetmişimdir. * 1974-75 yılları. Toptaşı’nda yatıyorduk. Gençliğinde partizanlara yiyecek taşımış Yunanistanlı balıkçı ve yoksul köylü Nikolai Varvacikis, Yunanistan’da tutuklanmış bir Türk casusuyla değiştirmek için Türk devletince rehin alınmış ve casusluktan cezalandırılmıştı. Cezayı yedikten sonra da diğer “casus”larla birlikte Toptaşı Cezaevi’ne getirilmişti. Niko bizlerin sevgilisiydi. O emekçi insanlara has sağduyusuyla okuma yazma bile bilmeyen bir insan olmasına rağmen bizlere örnek oluyor, bizleri eğitiyordu. İşte bu Niko, iç savaş sırasında bir “Kaptan Kemal”den söz ediyordu partizanları anlatırken. Biz de olsa olsa bu bizim Mihri Ağabeydir diye akıl yürütüyorduk. O ara Beyaz Aydınlıkçılardan bir takım tutuklanıp geldi. Gün Zileli, Nuri Çolakoğlu gibi 7

bilinenler de vardı. Onlarla birlikte eski DÖB’lü Mustafa Gürkan da, yanlışlıkla düşmüştü cezaevine. Tabii o zaman Mihri ağabey de Gürkan’ı görmeye, ziyarete gelmişti. O zaman biz koşarak Niko’yu çağırdık ve Mihri ağabeye de burada kendisini tanıyan gençliğinde Partizanlara yemek taşımış bir Yunanlı köylü olduğundan söz ettik. Tanışmak istedi. Niko geldi ve Mihri Ağabey ile Yunanca epey konuştu. Evet, Niko’nun o duyup bildiği Kaptan Kemal, bizim Mihri Ağabey’di. * Mihri ağabey, çıkardığı Emekçi dergisinde Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi Program’nın eleştirisi biçiminde bir Kıvılcımlı eleştirisi yazmıştı. Biz sıradan genç bir militan olarak, o akademik eğitim de görmüş ve o sıralar “doktorcu” da olan TSİP yöneticilerinin bu tür eleştirilere cevap vermesini bekliyorduk. Kimseden ses çıkmıyordu. O zaman iş başa düştü deyip kaleme sarılmış Mihri Belli’nin eleştirisine bir cevap yazmıştık. Sonra da Murat Belge’nin eleştirisine cevap vermiş ve bunları bir kitapta yayınlamıştık. İşte yazdığım ilk teorik yazı Mihri Belli’nin bu eleştirisinin eleştirisiydi. Psikolojide “baba katli” diye bir kavram vardır. Bir insanın yetişkin ve bağımsız bir insan olması için, manevi bir “baba katili” olması gerektiğinden; bir “Baba katli” yapması gerektiğinden söz edilir. Bu ilk teorik yazım, belki benim için ilk “baba katli” oldu. Daha sonra birçok kereler “baba katili” oldum. Seksenlerin sonunda Kıvılcımlı’yı öldürdüm. Doksanların sonunda Troçki ve Mandel’i, İkibin dört ve beş yıllarında Mark ve Engels’i, Lenin’i. Mihri ağabey benim ilk cinayetim, ilk “baba katli”mdir. * Devlet 12 Mart’ın hapisteki bütün kılıç artıklarını Niğde Cezaevi’nde toplamıştı. Bir açık görüş gününde Mihri ağabey gelmişti ziyarete. Hepimiz Mihri Ağabey’in geldiği masanın etrafına oturmuştuk. Tıpkı eski günlerdeki gibiydik. İşte yine bir aradaydık. O hayatımızın en verimli, en güzel günlerindeki gibi. Hepimiz benzer şeyleri aklımızdan geçiriyorduk. Hatta bu güzel an kalsın diye resim bile çektirmiştik. O ara Mihri ağabey dayanamadı “İşte hep böyle olalım” dedi. Önce miydi sonra mıydı, hatırlamıyorum şimdi. Mihri Belli’ye suikast yapıldığını , ağır yaralandığını, hastanede yattığını duyduk. Hemen toplanıp bir telgraf yazdık ve yolladık. Mihri ağabeyin o ilk karşılaştığımda söyledikleri, spor yapmak, uyanıklık, savunmak konusunda söyledikleri geldi aklıma. Suikastten tam da o söyledikleri sayesinde ölmeden kurtulabilmişti onca yaşına rağmen. Bu sefer pratiğiyle kanıtlamıştı söylediklerinin nasıl işe yaradığını. * Yıllar sonra, bir vesileyle, Avrupa ülkelerine dağılmış, bazı sürgün eski 68’liler olarak biraz da rastlantıyla İsveç’e Stockholm’e gitmiştik. Orada yaşayan Orhan Savaşçı, Latife Fegan, Ersen Olgaç gibilerle de buluşmuştuk. Hoş bir atmosfer oluşmuştu. Mihri ağabey de aramızda 8

olsun, ona saygılarımızı sunalım, politik ve teorik ayrılıklardan azade olarak biraz oturup sohbet edelim diye düşünmüştük. Mihri ağabey geldi ama bizleri yanlış algıladı. Baktı ortada epey “troçkist” var sandı ki, kendisiyle teorik, ideolojik tartışma yapılmak isteniyor. Eski bir gerilla olarak ortalığı bir koloçan ettikten sonra, baskın basanındır diye, “Ben Pablo’ya dedim ki” diye başladı Troçkiyi ve Troçkistleri eleştirmeye. Bizlerin ise hiç böyle bir niyeti yoktu. Ne Mihri Ağabey ile tartışmak, ne de onun eleştirilerine cevap vermek istiyorduk. Biz bu davaya devam eden bir insan olduğu için ona olan hürmetimizi göstermek istemiştik. Her şeye rağmen yerinin ayrı olduğu göstermek istemiştik. Kimse tartışmaya girmedi tabii, ama bir yanlış anlama olmuş o düşünülen rahat sohbet ortamı oluşmamıştı. Baştan yanlış gitmişti bir şeyler, bir yanlış anlama olmuştu. Havanın değişmesi de mümkün olmuyordu. Herkes tedirgin olmuştu. Bir süre sonra, artık eve gideceğini evde işi olduğun söyledi. Eve bırakmak üzere Orhan Savaşçı’yla arabaya bindik. Yolda, “Mihri Ağabey” dedim “bir yanlış anlaşılma oldu. Dostoyevski, “biz hepimiz Gogol’ün paltosundan çıktık.”der. Bizleri de siz yetiştirdiniz. Biz bunu göz önüne alarak söyle eski günlerdeki gibi oturup sohbet etmek istemiştik. ” O zaman sanırım anladı kaçan fırsatı. Ama artık çok geçti. Eve yaklaşmıştık. * Bir sendikanın sunduğu bir olanağı bulunca, bari bununla bir Kıvılcımı Sempozyumu düzenleyelim demiştik. Ölümünün 30’uncu yılı geliyordu. Bu Sempozyuma en azından Kıvılcımlı’yı tanımış eski kuşak sosyalistlerden yaşayanların katılmasını sağlamak büyük önem taşıyordu. Ama bunun için birilerinin ilk başta hiç tereddüt etmeden ben katılırım demesinin büyük önemi vardı. İşte kendine doktorcu diyenlerin bile ya açıkça desteklemediği ya da sabote etmeye çalıştığı bu girişime daha ilk anda Mihri Belli ve Sevim Belli hiçbir tereddüt göstermeden katılacaklarını söylemişlerdi. Onların bu net tavrı olmasaydı bu Sempozyum gerçekleşmezdi. Onlar geldiği için Vedat Türkali, Rasih Nuri İleri, gibi diğer eski sosyalistler de gelmiş böylece çok başarılı Kıvılcımlı Sempozyumu gerçekleşebilmişti. Bunu Sempozyum’un açış konuşmasında söyle belirtmiştim: “Bu sempozyum fikrini ortaya attığımızda, insanlar büyük bir çekingenlik içinde bulunuyorlardı ve başlangıçta, internet gruplarında hiç kimse bir katkı sunmak yönünde bir girişimde bulunmuyordu. Bu kritik durumda, (Savaşta böyle kritik durumlar vardır, her iki tarafın da dengelerinin eşit olduğu. Böyle durumlarda bir tarafa koyacağınız bir gram bile bütün dengeyi alt üst edip, öbür tarafın yenilgisine yol açabilir. Bu noktada o bir gramın nispi ağırlığı, gerçek ağırlığıyla kıyaslanmaz bir büyüklük kazanır sonuçları bakımından. ) işte tam böyle kritik bir durumda, başlangıçta, herkesin ürkek ve çekingen olduğu, girişimin dana doğmadan ölebileceği veya ölü doğabileceği noktada, sayın Mihri Belli ve Eşi Sevim Belli, 9

hiçbir tereddüt göstermeden, “biz bu sempozyuma katılırız” dediler. Keza Ayşe Düzkan ve şimdi burada aramızda bulunan Ali Osman Alayoğlu da hemen başında, “Biz bu sempozyuma katılırız” diyerek başlangıçta insanların tereddütlerinin yıkılmasında büyük rol oynadılar. Bu arkadaşlar başlangıçta, kimseyi beklemeden böyle bir tavır göstermeselerdi, belki bu sempozyum hiç gerçekleşemeyebilirdi. ” Kıvılcımlı tarafından en sert biçimde eleştirilmişti, kendisi de Kıvılcımlı’yı en sert biçimde eleştirmişti, ama onun anısına yapılacak Sempozyumun yapılmasına en küçük bir tereddüt göstermeden “İlk saatin işçisi” olarak destek veriyordu Mihri ağabey. Artık böyle şövalyeliklerin bulunmadığı bir dünyada, bu davranışların değeri ölçülemez. * Sempozyum hazırlıklarında, Kıvılcımlı’nın zamanında Mihri’yi eleştirdiği söz konusu edilerek, Mihri Belli’nin sempozyuma katılmasına itiraz eden bir parya muamelesinden başka bir şeyi hak etmeyen çapsız cücelere karşı şunları yazmışız: “Mihri Belli’yi de eleştirmiş ona eletiri yazmış tek kişiyim. Ama yine ben Mihri Belli’nin eleştiri konusu olmuş yazısını, çok sınırlı zamanıma rağmen digitalize ettim ve sayfaya koydum. Sizler ise, onun davet edilmesine bile karşı çıkıyorsunuz. Diyorsunuz ki Mihri’nin fikirleri şöyledir, Tavrı böyledir. Buyurun baylar, Kıvılcımlı bağlamında o Sempozyumda kendisine söyleyin bu eleştirileri. (. . . ) Bu vesileyle Mihri’ye ilişkin bir söz. Ben kendisini son derece sert teorik olarak eleştirdiğim halde, kendisine saygıda kusur etmemeye çalışırım. Kıvılcımlı, Mihri, Şevki Akşit gibilerin üzerimizde emeği vardır. Yani örneğin ben Mihri’yi eleştirimi Mihri’nin bizzat kendisine de borçluyumdur. Ve de Hz. Ali’nin dediği gibi, “bana bir kelime öğretenin kulu olurum”. Ama sadece bu kadar da değil. Mihri bütün o Kemalizmle çok kaynaşmış sizlerinkine benzer ideolojik yaklaşımları ve yanlış görüşlerine rağmen, Kürt Ulusal Hareketini destekler durumda kalmış çok az solcudan biridir. Hangi gerekçeyle olursa olsun bu tavır benim açımdan büyük değer taşır. ” * Sanırım bu sözlere yeni bir şey eklemek gerekmiyor. Mihri Belli’yi eleştirsek de, bu eleştiriyi yine ona borçlu olduğumuzu hiç unutmayacağız. Ertuğrul Kürkçü’nün dediği gibi, “Mihri büyük adamdır” bu cücelerle dolu dünyada. Cüceler ülkesinde bir Gulluver’dir. O bizler için “Gogol’ün Paltosu”dur, o dev Rus Romanının içinden çıktığı.

Demir Küçükaydın 10 Mart 2006 Cuma 10

"Vatan Partisi Program Eleştirisi"nin Eleştirisi

Giriş: Türkiye İşçi Sınıfının Asgari Talepleri: V.P. Programı Emekçi Dergisinin Kasım 1974 tarihli 1. sayısında Vatan Partisi Programı'nın bir eleştirisi yayınlandı. Aşağıda okuyacağınız çalışma bu eleştiriye bir cevap olacaktır. Eleştirinin eleştirisine girmeden önce Programın bazı özelliklerinden söz etmek, okuyucuya program hakkında bir fikir vermesi bakımından yararlı olacaktır. V. P. Programı 1954 tarihini taşımakla birlikte, onun gelenekçil kökleri 1919'lara ve ilk taslakları 1930'lara kadar gider. Program "yarım asrı bulan geçmişimiz" dediğimi şeyin mantıki sonucudur. Bu olgu kavranılmadığı sürece olaylar kafamızda anarşiden kurtulup, sistemleşip, aydınlığa kavuşamaz. 1930'larda yayınlanan "Demokrasi: Bugünkü Türkiye Ekonomi Politikası" adlı etüt V. P. Programının ilk şeklidir denebilir. Şöyle bir soru akla gelebilir: "Şimdi 1976 yılındayız, kökleri 1930'lara giden bir program bu günün ihtiyaçlarına cevap verebilir mi?" Evet, verebilir. Çünkü, geçen yıllarda Türkiye'nin ekonomi, politika, sınıf ilişki ve çelişkilerinde köklü, nitel bir değişme olmamıştır. 40 yıldan beri hala demokratik bir devrimi, Kıvılcımlı'nın deyişiyle "İkinci Kuvayı Milliye"yi başaramamanın sancıları içindeyiz. Program; bir demokratik devrim programıdır. Bu programı okuyan pek çok kişi, özellikle kitle bağlarından yoksun aydınlar onun yumuşak diline bakıp "Bilimcil Sosyalizme uygun" bir program olduğunu kavrayamazlar. Bu görünüşe aldanmaktır. Gerçekte program: Bilimcil Sosyalizm'in Türkiye Toplumu'na yaratıcı bir şekilde uygulanmasıdır. Bu programın öz ve biçimce klasikleşmiş programlarda pek görülmeyen ya da az görülen katkıları da vardır. Bunların bir kaçından kısaca söz edelim. Klasikleşmiş programlarda çoğu kez sadece taleplerle yetinilir. V. P. Programında her talep, o talebi gerçekleştirebilecek ÖRGÜT BİÇİM ve PAROLALARI ile birlikte verilir. Program organik bir bütündür. Eklektik değildir. Biraz açalım. Örneğin Alt Yapı son duruşmada Üst Yapıyı belirler. Bu, işin alfabesi. Şimdi, bir programda üst yapıya ilişkin talepler, alt yapıya, kısaca ekonomiye ilişkin taleplerin üç katı yer tutuyorsa: en azından bu nicelik ve biçim programın toplumun organik bütünlüğünü gereğince yansıtmadığını gösterir. İşte V. P. Programında bu anlamda nicelik olarak, biçim olarak organik bir bütünlüğün yanı sıra, nitelik yani taleplerin özü bakımından da aynı bütünlüğü görebiliriz. Bunu da şöyle bir benzetmeyle açıklamaya çalışalım : Eski Divan Edebiyatında beyitlerle yazılan bir tür şiir vardır. Bu şiirlerde her beyit kendi başına bağımsız olarak bir anlam taşır, beyitlerden bir ikisini çakarsanız, ya da yerlerini 11

değiştirseniz şiirin bütün olarak anlamında bir eksiklik bir değişiklik fark edilemez bile. Ama, mesela modern şiirde bir tek sözcüğü değiştirmek, bir mısrayı atlamak şiire bütün anlamını kaybettirebilir. Her sözcük birbirine ve şiirin bütününe bağlıdır. Benzer şekilde V. P. Programından da bir talebi çıkarsanız ya da değiştirseniz hemen sırıtır, eğreti durur. V. P. Programı bir şiire benzer. V. P, Programındaki gerekçelerin de bazı özellikleri vardır. Ve gerekçeler şimdiye kadar yanlış değerlendirmelere uğramıştır... Türkiye'de yaygınlaşmış bir gerekçe yazış tarzı var. Bu da başlıca iki özellik gösteriyor: a) Genellikle bir partinin varlık gerekçesiyle, program gerekçesi birbirine karıştırılmaktadır. Program gerekçesi olarak yazılanların çoğu bir program gerekçesinden çok, parti gerekçesine benzemektedir. Fakat kesin olarak bir parti gerekçesi de denemez, ikisi arası bir metindir. b) Bu gerekçelerde programdan önce, ayrı bir bölüm halinde epey akademik bir dille yazılmış tahliller olur. Bu da ister istemez belli bir teorik düzeye ulaşmış kişilerin anlayacağı bir metin olur. Programı açıklayıcı, bölümler arasında bağlantı sağlayıcı bir fonksiyon yüklenmez. V. P. Programında ise: a) Programın gerekçesi, programa tabidir ve ayrı bir bölüm oluşturmaz. Bölümlerden veya taleplerden önce kısa metinler şeklinde yer alır. Bu biçim özelliği sayesinde program aynı zamanda bilinçlendirici aydınlatıcı eğitici bir fonksiyon da görür. b) Gerekçe, son derece somut örnekler ve alıntılara dayanır. En akademik konuları bile hayatın örnekleriyle politik sorunların pek yabancısı olmayan herhangi bir emekçinin anlayacağı bir şekilde koyar. Program hakkındaki bu kısa açıklamalardan sonra, "Eleştiri"nin eleştirisine girebiliriz.

Genel Eleştiri Bir programın ciddi bir eleştirisinin nasıl olması gerektiğini gösteren örnekler ustalarda var. Mars'ın Gotha Programı'nın eleştirisi, Engels'in Erfurt Programım eleştirisi, Lenin'in Iskra'yı çıkarırken kaleme aldığı R.S.D.I.P. Program Taslağı'na ilişkin eleştirileri klasik örneklerdir. Bütün bu eleştirilerde ortak olan yan: programın madde madde ve bütün olarak ele alınmasıdır. Eleştiriler oradan buradan seçilmiş bir iki maddeye değil de, her bir maddeye ayrı ayrı ve her maddenin bütün içindeki anlamı kollanarak yapılır. Emekçi'nin eleştirisinde ise: ne böyle bir metot, ne de böyle bir kaygı güdülmüyor. Eleştiri 13,5 sayfa kadar tutuyor. Bu 13,5 sayfanın hemen hemen yarısı gerekçelerin seçilmiş bir iki örneğine; geri kalan yarısı da, programın bütününden tecrit edilmiş taleplerin bazılarına veya Tüzüğün birinci maddesine (ki bu madde genel bir program özetidir) yöneliktir. Örneğin Programın 1. paragrafının eleştirisi 3,5 sayfa tutar, ama öte yandan işçilere, köylülere, eski devlet cihazının tasfiyesine yönelik taleplere bir kelime ile bile dokunulmaz. Yazar eleştirinin bu çürük biçim ve metoduna az çok mantıki bir görünüm kazandırmak için: 12

sanki programı önemsemiyormuş (ki bu onun önemini kavramadığını gösterir) gibi bir hava veriyor. Gerçekte ise, böyle yapmasaydı her talebi gerçek anlamı ile ele alsaydı ya da bu anlamı kavrama kaygısı gütseydi, taleplere demagojik anlamlar yüklemeseydi,. programın önü ardını tutar bir eleştirisini yapabileceği yerini bulamazdı. Eleştirinin bu özelliği ister istemez cevabı da etkileyecektir. Cevap eleştiriye bağlı olacağından konu programın somut taleplerinden epeyce uzaklaşacaktır.

Eleştirinin Analitik Eleştirisi: Amerika Konusu Eleştiri'nin ilk ve en uzun bölümü Programın birinci paragrafına yönelik. Önce bu paragrafı olduğu gibi aktaralım: "Vatanımızın 'Amerika' derecesinde yüksek teknikli medeniyet kurmasından bahsediliyor. Lakın, bir şey unutuluyor: Amerika'yı Amerika yapan hız, Amerikalıların 90 yıl önce köleliği kaldırmak uğruna vatandaş harbini göze alabilmeleriyle, yani, keskin hürriyet kavgası ile başlamıştır. Ve şu üç sebeple gelişmitir. l - Devletin kırtasiyeci ve askerci olmayışı, (Tam demokrasi) 2 - Derebey artıklarının yok edilmesi (Toprak reformu), 3 - Sanayi sermayesinin ötekilerden üstün olması (Teknik yaratıcılığı)." Bu paragrafta anlatılmak istenen nedir?.. Önce, şu gerilikten kurtulmamız; yüksek teknikli modern bir medeniyet seviyesine ulaşmamız mı isteniyor? Önce, derebey kalıntılarını kökünden kazımak için icabında sivil savaşı göze almak; bürokratik, askercil, baskıcı (Pahalı) devlet cihazını tasfiye etmek; toprak reformu yapmak, ve ağır sanayie öncelik vermek; bütün bunları başarabilmek için de başta işçi sınıfımız olmak üzere üretmen yığınlara dayanmak; onların girişim, örgüt ve kontrolleriyle hareket etmek zorunludur. Bu talebin sosyalist teorideki karşılığı "demokratik devrim"dir. Fakat, paragraftaki "Amerika" sözü kafaları çok karıştırıyor. İlerde görüleceği gibi Amerika benzetmesi özce teoriye uygun olmakla birlikte, biçimce başka bir benzetmeye baş vurulamaz mıydı? Evet vurulabilirdi. Fakat Amerika benzetmesine baş vurulmasının sebebini özellikle ellilerdeki politika edebiyatımızda aramak gerekir. İyi bilinir, 1950'lerde Türkiye'de bir Amerika demagojisi yaygındı, körü körüne bir Amerikan hayranlığı, Türkiye'yi "küçük Amerika" yapma hedefleri vardı. Bu benzetmeyle, .Amerika demagojisine baş vuran bezirgan politikacıların iç yüzleri onların demokrasi düşmanı oldukları, demokrasi demagojisi yaptıkları göze batırılmaya çalışılıyor. Öte yandan bu benzetmeden, Amerika gibi kapitalist yolu izleyip Amerika gibi emperyalist olalım şeklinde bir anlam da çıkmaz. Göze batırılmak istenen klasik burjuva anlamda bile bir demokrasiden ne kadar uzak olduğumuzdur. Emekçi'nin bu paragrafa ilişkin eleştirilerine gelince: "Amerika'yı Amerika yapan, yani bu ülkeyi dünyanın en" zengin; en güçlü emperyalist ülkesi yapan şey, burada iddia edildiği gibi ne "Tam demokrasi"dir, ne de "Toprak reformu" dur. Amerika'yı en zengin, en güçlü emperyalist ülke yapan şey, her şeyden önce bu ülkenin, tarihi 13

ve coğrafi şartlan gereği, dünya halklarını sömürmede öteki emperyalist ülkelerden baskın çıkmasıdır. Linç töresinin hüküm sürdüğü bir ülke olan Amerika, tarihi boyunca hiçbir zaman, burjuva anlamıyla dahil "tam" bir demokrasiyi, gerçek bir toprak reformunu tanımamıştır." Bu alıntıda, "Amerika'yı en zengin en güçlü emperyalist ülke yapan" sebep: "tarihi coğrafi şartlar" diye ne olduğu belirsiz, soyut olaylara bağlanıyor. "Tarihi" sözcüğüyle geçiştirilen sebepler somut tarihte hangi özelliklerdir?.. Olmadığı iddia edilen "burjuva anlamıyla dahi, tam bir demokrasi" ve "toprak reformu" dur. Elbette bütün bunlar 19. yüzyıl Amerika'sı için söz konusudur. Ayrıntılarıyla görelim: "(...) Amerika tarihi boyunca hiçbir zaman burjuva anlamıyla dahi "tam" bir demokrasiyi (...) tanımamıştır." Lenin, "Amerika Birleşik Devletlerinde Kapitalizm Ve Tarım" (Toprak Meseleleri s. 79) başlıklı yazısında aynen şöyle yazıyor: "Modern kapitalizmin önde gelen ülkesi, modern tarımın sosyal ekonomi yapısının ve evriminin incelenmesi bakımından özellikle ilgi çekicidir. Amerika Birleşik Devletleri, 19. yüzyılın başlarında, kapitalizmin gelişmesindeki hız bakımından, hali hazırda sağlanmış yüksek gelir düzeyi bakımından ve halk yığınlarının siyası özgürlük derecesi [biz çizdik] ve kültürel düzeyi bakımından en ileri ülkedir. Gerçekten bu ülke, birçok bakımlardan burjuva uygarlığının modeli ve idealidir." Aşağıdaki cümleler, Engels'in 1891 deki Erfurt Program Tasarısının Eleştirisi'nden alınmıştır: "Halk temsilcilerinin bütün iktidarı ellerinde topladıkları ülkelerde, anayasa gereğince, ulusun çoğunluğu seni destekledikçe, herşeyi yapabileceğin ülkelerde, Fransa ve Amerika gibi demokratik cumhuriyetlerde..." "Demek ki, tek bir cumhuriyet: Ama 1798'de kurulmuş olan imparatorluğun imparatorsuz şekli olan bu günün Fransız Cumhuriyeti anlamında değil. 1792'den 1798'e kadar her Fransız vilayeti, her belediye, Amerikan modeline uygun olarak kendi yönetimine sahip bulundu, bize de böyle bir şey lazım. Böyle bir özerklik nasıl örgütlenebilir ve bürokrasisiz nasıl edilebilir. Amerika ve Fransız Cumhuriyeti bunun nasıl olacağını bize gösterdi" (Gotha, Erfurt Programlarının Eleştirisi s. 110) Bu alıntılardan sonra ayrı bir yoruma gerek var mı?.. "(...) Amerika, tarihi boyunca, hiçbir zaman, burjuva anlamıyla dahi.(...) gerçek bir toprak reformu tanımamıştır." Bu iddia doğru mudur? "Burjuva anlamıyla toprak feromu" ne demeye gelir? Bu deyimin sınırlarını, ya da belirsizliğini kavramak gerekiyor.

14

Toprak Reformu, esasen, özü gereği burjuva demokratik bir taleptir. Derebeylik kalıntısı sınıfların ve üretim ilişkilerinin tasfiyesi için yapılır. Gerçekte burjuvazi soyut tarih bakımından toprağın hava gibi, su gibi millet malı olmasından yanadır. Ama somut tarihte toprak mülkiyetine yapılacak bir saldırı, burjuvazinin kendi egemenliğini de tehdit edeceğinden; burjuvazi en devrimci çağında bile, hiç bir zaman "burjuva anlamıyla dahi" köklü bir toprak reformunu yapamamıştır. "Burjuva anlamıyla" toprak reformlarını somut tarihte ancak proletarya yapabilmiştir. Burjuvazinin somut tarihte yaptığı en köklü toprak reformu belki de Fransa'da görülür. Kilise ve derebey toprakları köylülere verilmiş veya satılmıştır. Eğer "burjuva anlamıyla" toprak reformundan kasıt burjuvazinin tarihte yapabildiği en köklü toprak reformu ise, Amerika bu örnekler arasında sayılabilir. Sonuç olarak "burjuva anlamıyla toprak reformu" kesin sınırları olan, muhtevası belirli bir tanım değildir. Tarihte hiçbir ülkenin burjuvası, burjuva anlamıyla dahi bir toprak reformunu yapmamıştır, ya da her ülkenin kendi burjuvazisinin ayrı bir "burjuva anlamında toprak reformu" vardır. Amerikanın "tarihi boyunca" bir toprak reformu tanıyıp tanımadığına gelince: Amerika, tarihinde iki aşamalı burjuva devrimine tekabül eden iki toprak reformu tanımıştır. Birincisi Amerikan Bağımsızlık Savaşına, İkincisi İç Savaş'a denk gelir. Amerika, İngiltere tarafından sömürgeleştirildiği zaman, İngiltere kralları, Yeni Dünya'daki "sahipsiz" "toprakları" İngiliz Lordlarma bol bol bağışlıyordu, "İngiliz otoriteleri, Amerikan kolonilerini kapitalistleşen İngiltere'nin bir tarım uzantısı yapmak için burada feodal bir rejim kurmak istiyorlardı. Krallar, ellerinde hiçbir şey olmayan kolonları ("zorunlu uşaklar" ya da gerçekte beyaz köleler) kullanan İngiliz aristokratlanna çok geniş toprak parçaları verdiler. Ana ülke, kendisine ucuz hammadde sağlayan ve önemli vergiler ödeyen Amerikan kolonilerinin ekonomik gelişimini sınırlamayı hedefliyen yasalar empoze ediyordu." (Batı Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri ile Mukayeseli Olarak Rusya'da Kapitalizmin Doğuşunun özellikleri, Nikoiai DROUJİNINE: Social Sciences'ten Ürün'ün aralık 1974 sayısınca yapılan iktibas: s. 85) "Toprak spekülasyonu yapan ve topraklan kiraya veren zenginlerin elinde çok büyük toprakların oluşmasına paralel olarak, squatter hareketi de doğdu. Squatterler, elinde hiçbir şey olmayan kolonlar olup yasal bir mülkiyet unvanı olmaksızın keşfedilmemiş topraklar üzerine yerleşmekte ve böylece küçük tarım alanları açmaktaydılar." (a.y. s. 85-86) Bu hareketin yaptıklarına fiili ve tabandan bir toprak reformu da denebilir. "Bağımsızlık Savası, Kuzey Devletlerinde köleliği ortadan kaldıran, İngiliz aristokratlarının topraklarını ulusallaştıran, işgal edilmiş topraklan dağıtan ve satan bir burjuva devrimi olmuştur. Zengin tabakaların zorlu direncine rağmen, yeni devlet 1841 yılında "squatteizm"i resmen onaylamıştır" (s.y. s. 86). Görüldüğü gibi Bağımsızlık Savaşı sürecinde.

15

1) Kralın İngiliz derebeylerine bağışladığı topraklar millileştirilmiş, kolonlara dağıtılmış veya satılmıştır. 2) Kolonların, Kralların otoritesini tanımayarak bileğinin hakkına ele geçirdikleri topraklarda, hiçbir yasaya dayanmayan küçük çiftlikler kurmaları, bu fiili ve tabandan toprak reformu yasal olarak benimsenmiştir. Bütün bu tedbirler "burjuva anlamda" bir toprak reformundan başka nedir ki!.. İkinci toprak reformu sanayici Kuzey ile Köleci Güney arasındaki savaşın en kızgın anında kanunlaşır. "Fakat Amerikan kapitalizmi tarafından gerçekleştirilen ilerlemeler ne kadar büyükse, sanayici Kuzey ile Köleci Güney arasındaki ekonomik ilişkiler de o kadar keskindi. Kölecilik iç pazarın oluşmasına ayak bağı oluyor, plantasyonlar da emeğin üretkenliğini azaltıyor ve krizleri yaratıyordu. Zaman zaman köylüler özgürlük için ayaklanıyorlardı; onbinlerce zenci Kuzey ve Batı devletlerine kaçıyor ve buralarda ekilmemiş bölgelere yerleşiyordu. Köleciliğin ortadan kaldırılması sorunu birinci plana çıkmış ve bu durum 19. yüzyılın 60 yıllarında Kuzey ve Güney arasında iç savaşa yol açmıştı. Bu iç savaş, içeriği ve sonuçları ile ikinci bir burjuva devrimidir. Savaşın en kızgın olduğu dönemde Federal hükümet, yoksul çiftçilerin sömürgeleştirilen bölgelerde isletmeye açılmamış topraklara vergi ödemeksizin yerleşmelerini sağlayan "homestead" yasasını ilan etmiştir. Kuzeylilerin zaferi köleciliği ortadan kaldırdı, ve zencilerin hukuksal eşitliğini sağladı. Alınan tedbirler geçmişin bütün kalıntılarını ortadan kaldırmamakla beraber, Birleşik Devletlerin kapitalist gelişimine büyük etkide bulunmuştur. Güneyin yeniden inşaası sürecinde büyük topraklar parçalanmakla ve köleciliğin en gayretli taraftarları ortadan kaldırılmakla beraber, zenciler, gerçek eşitliğe kavuşmamışlardı; zencilerin büyük çoğunluğu aynı büyük plantasyon sahiplerinin topraklan üzerinde yarıcı olmuşlardı. Buna paralel olarak burjuva rekabeti, küçük çiftliklerin büyük kapitalist işletmeler oluşturmaları yönünde konsantrasyon sürecini başlatmıştı." (a.y. s. 87). Bu araştırmadan da anlaşılacağı gibi Amerika "burjuva anlamda" bir toprak reformu tanımıştır. Ve ileri kapitalist ülkeler içinde bile böyle bir toprak reformu tanıyan birkaç ülkeden biridir. Amerikan iç savaşı yıllarında faaliyete başlayan Birinci Enternasyonal, Kuzey'i desteklemiş; öte yandan Kuzeyin zaferini daha köklü tedbirlerle pekiştirmesi için propaganda yapmıştır. Kuzey Güney savaşında Kuzeyin zaferinin ilerici yönü unutulamaz. Emekçi Dergisi ise bugün Türkiye'deki Anti-emperyalizmle adeta içice olan Anti-Amerikan duyguları tahrik edip sömürerek, bu ilerici yönü unutturmaya es geçmeye çalışmaktadır. Eğer zaferi Güney kazansaydı bunun Amerika ve Avrupa'daki sonuçlarının ne kadar gerici olacağını gözden kaçırmaktadır. 1. Enternasyonal tarafından A. Lincoln'ün yeniden başkan seçilmesi dolayısıyla yollanan, Marx'ın kaleme aldığı şu metin Emekçi Dergisinin problemi nasıl çarpıttığını göze batırır. "Efendim; Büyük çoğunlukla yeniden seçilmenizden dolayı Amerikan halkını kutlarız. İlk seçilmenizin 16

ihtiyatlı parolası köleci iktidara direnme olduysa, yeniden seçilmenizin muzaffer savaş narası Köleciliğe Ölüm' dür. Muazzam Amerikan mücadelesinin başlamasıyla birlikte, Avrupa işçileri içgüdüsel olarak, yıldızlı bayrağın kendi . sınıflarının kaderini taşıdığını hissettiler. Topraklar uğruna girişilen ve korkunç destanı başlatan yarışma, muazzam bakir toprakların göçmenin emeğine karılık mı, yoksa kölecinin serserisine fahişelik mi edeceğini belirlemek için değil miydi?" Emekçi Dergisi Amerikan iç savaşının ilerici yönünü küçümsemekte onun anlamını çarpıtmaktadır. Bunu da şöyle bir "mantık"la yapmaya çalışmakta: 1) Amerika'nın tarihinde hiçbir zaman feodalizmi tanımadığı iddia edilmekte, 2) Bunun sonucu olarak da iç savaşın özünde derebeyliğe karşı niteliği görülmemekte, 3) Bütün bunlar inkar edilince de Amerika'yı dünyanın en ilerici en büyük ülkesi yapan şeyin ne olduğu izah edilmemekte, mecburen son derece belirsiz, "tarihi ve coğrafi özellikler" deyiminde mantıki bir tutamak aramakta. Şimdi, Emekçi Dergisinin bu işi nasıl yaptığını kendi dilinden somut olarak izleyelim: 1) "Kıvılcımlı, Amerikan iç savaşı sonucunun "derebey artıklarının yok edilmesi (Toprak reformu)" olduğunu söylerken tarihin herkesçe bilinmesi gereken bu gerçeklerinden habersiz görünüyor (...). Kuzey Amerika Kıtası hiçbir zaman bir feodalizm tanımamıştır ki, onun artıkları yok edilebilsin (...)" Emekçi'nin bu iddiası yeni değildir. Diyalektik ve metafizik mantıklar arasındaki mücadele sürdüğü sürece de benzer iddialarla sık sık karşılaşılacaktır. Çünkü metafizik mantık, olayları klişelere uydurmaya çalışır. Çünkü feodalizm deyince akla Batı ortaçağının senyörlü, serfli, şatolu klasik tipi gelmektedir. Bu demir yatağa sığmayan her olay anlaşılmaz kalmaya mahkumdur. Yarım asır kadar önce hemen hemen aynı sözcüklerle aynı iddiada bulunan liberal bir ekonomiste karşı Lenin şöyle diyor: "Bay Himmer şunları yazıyor: "Amerika Birleşik Devletleri feodalizmi hiç tanımamış onun hiçbir iktisadi kalıntısına sahip olmıyan bir ülkedir."(...) Bu iddia gerçekle taban tabana zıttır: Çünkü köleliğin kalıntıları, feodalizmin benzer kalıntılarından hiçbir şekilde farklı değildir." Emekci'nin iddialarına yarım asırdan fazla bir zaman önce Lenin gereken cevabı vermiş, fakat Emekçi bu iddiasını .Marx'tan aldığı bir paragrafla "kanıtlamaya" çalışıyor. Aşağıya aktarılacak olan Marx'tan yapılmış bu alıntı, bizi Amerika tarihinin daha eski devirlerine götüreceği, program konusundan epeyce uzaklaşacağımız gerçek olmakla birlikte yine de ele alınması gereken bir konudur. "Daha geçen yüzyılın ilk yansında Marks ve Engels, 'Kuzey Amerika toplumunun bir feodalite aşamasından geçmeyisinı şöyle açıklamaktadır: 17

"(...) gelişmiş bir tarihi döneme birden bire giren Kuzey Amerika gibi ülkelerde, gelişme hızlı olur. Böyle ülkelerde, oraya yerleşen ve eski ülkenin ihtiyaçlarına aykırı düşen değişim tarzları yüzünden yeni ülkeye gelmiş bulunan bireylerden gayrı doğal önkoşullar yoktur. Demek ki bu ülkeler, eski dünyanın en çok evrime uğramış bireyleriyle ve dolayısıyle de bu bireylere uyan en gelişmiş değişim tarzıyla, hatta bu değişim sistemi eski dünyaya egemen olmadan önce işe başlamaktadırlar." (K. Marks ve F. Engels, Feuerbach, L'opposıtion de Conception Materialiste et İdealiste.) Dikkat edilirse görülecektir. Emekci'nin Marx'tan yaptığı bu alıntıdan Amerika'da derebeylik kalıntılarının, etkilerinin olmıyacağı gibi bir anlam çıkmaz. Emekci'nin karıştırdığı, derebeylik aşamasının var olmasıyla, derebeylik etkileri ve bunların kalıntılarının var olmasıdır. Gerçekten Amerika egemen üretim ilişkileri olarak derebeyliği tanımamıştır ya da derebeylik egemenliği mevzii kalmıştır. Ama, Eski Dünya'nın gerçekliği "en çok evrime uğramış bireyler" ve bunlara uygun "gelişmiş değişim tarzı" kadar, geri değişim tarzını da içerir. Ve bu geri değişim tarzının etkileri en azından Kralın Lordlara verdiği büyük toprakların mülkiyet belgeleriyle Yeni Dünya'da görülmüştür. Özetlenirse, derebeylik aşamasının bulunmaması, derebeylik etkileri ve kalıntılarının bulunamıyacağı anlamını içermez. Bu nedenle Marx'tan yapılan alıntı Emekci'nin iddialarına bir kanıt teşkil etmez. Yukarıdaki alıntıda Marksın genel bir kanun şeklinde formüle ettiği prose: Somut tarihten çıkarılmıştır, ve bu proseyi somut tarihte kısaca ele almak, konumuzla doğrudan ilişkili olmasa da "Tarih Tezi" hakkındaki spekülasyonlara kısaca değinmek bakımından yararlı olacaktır. Biliyoruz, Latin (Orta - Güney) Amerika ile Kuzey Amerika çok ayrı bir gelişim göstermişlerdir. Her iki kıta da "Gelişmiş bir tarihi döneme birden bire" girmelerine rağmen, neden birisi sanayi ülkesi olabilmiş, diğeri hala onun sömürgesidir. Bunu Yeni Dünya'ya gelen bireylerin sosyal karakterlerinde aramamız gerekiyor. Çünkü: "Yeni ülkeye gelmiş bireylerden gayrı doğal önkoşul yoktur". Demek ki, Güney Amerika nasıl geri bir yarı sömürge, Kuzey Amerika nasıl bir Emperyalist olmuş?.. Bu gelişimin tarihi köklerini kavramak için o ülkelere gelen muhacir insanlara (bireylere) dayanmak gerekiyor. Somut Tarih'te "eski ülkenin ihtiyaçlarına aykırı düşen değişim tarzları yüzünden" yeni ülkeye gelenler kimlerdir?.. "Eski Dünya'nın en çok evrime uğramış bireyleri" kimlerdir. Kuzey Amerika'ya ilk gelenler İngiltere'de gericiliğin baskısından kaçan Püritenler ve Qaker'lerdir. Bunlar mezhep isimleri. O zaman bu mezheplerin neyi ifade ettiğini, hangi saiklerin etkisiyle ortaya çıktığını da anlamak gerekiyor. Mezhepler orta çağın siyasi partileridir. Ve burjuvazi derebeyliğe karşı çıkarken ilk muhalefetini bizzat derebeyliğin kurumları çerçevesinde tarikatlar şeklinde örgütlemişti. He:men hemen bütün halk muhalefeti tarikatlarda örgütlenmişti. İngiltere'de de Püritenlik, halk muhalefetinin, ilkel sosyalizm gelenekleri üzerinde dini bir biçim altında ortaya yıkmış şeklidir. 18

"Daha önceleri İskoçya'da (daha barbar bölgelerde H. K.) mutlak iktidar sahibi olan Calvinizm, hemen İngiltere' nin içine işledi. Kilisenin göbeğine demokrasiyi soktu; ne Kralın, ne piskoposların din otoritesini o tanımıyordu; ve nassların ta, içlerinde de ciddi değişiklikler yapıyordu. Rahipler Mechsi'nde (Prasbytare) herkes eşitti: Presbyter'ciler adı bundan geliyordu. Özelliği böyle belirtilen Kalvinistlere ve onların yanı başlarında yükselen öteki protestan tarikatlarına genel olarak puritain (tasfiyeci) adı verildi. Henry VIII. bu çeşit tarikatların yükseldiğini görünce hepsini sapıklar, diye koğuşturdu: (Halkı uyarmak değil, kapıkulu yetiştirmek isteyen iktidar H.K.); katolikleri asıyordu, ama püritenleri diri diri ateşte yakıyordu... Püriten uğradığı işkencelere karşı yiğitçe tahammül göstermekle uyandırdığı genel ilgiden başka, (halk gibi) hür ve fakir kalıyordu... (günümüz devrimcileri gibi)" "İngiltere'de modern kapitalist devrimi o püritenler yapacaklardı." (İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş: İngiltere, H.K. s. 103). Görüldüğü gibi Amerika'nın ilk göçmenleri henüz barbar geleneklerini yitirmemiş, kollektif aksiyon yetenekli sosyal devrim müjdecileriydiler. Öte yandan, Güney (Latin) Amerika'ya gelince: Oraya yerleşenler İspanyol ve Portekizlilerdi, İngiltere'de bu protestan tarikatlarda örgütlenen halk muhalefeti sosyal devrim yapar, Kuzey Amerika'da ilk kolonilerde bile ilerde Amerikan yasasına kaynaklık edecek ilk meclislerde demokrasiyi yaşarken, İberik yarımadasında, Engizisyon mahkemelerinde, cadı kazanlarında, Sen Bartelmi katliamlarında kurban edilmişler, bütün insancıl ve demokratik öz kazınmıştı. Buralarda "en çok evrime uğramış bireyler"in köküne kibrit suyu ekilmişti. Engels bir roman hakkında yazdığı bir yazıda (tahminen) şöyle der: "Bir Norveç küçük burjuvası hiçbir zaman serf (toprakbent) olmamıştır. Ve bir Alman küçük burjuvası (Filisteni) karşısında gerçek bir insandır." Bunun anlamı surdur: Norveçli barbarlıktan modern topluma geçebilmiş ve tarihinde şu veya bu şekliyle köleliğin yıkıcı etkilerine maruz kalmamıştır. Ama, Antika medeniyetlerin yüzlerce yıl damgasını vurdukları yerlerin halkına köleliğin izleri öyle sinmiştir ki, onları insanlıktan çıkarmıştır. Norveç veya Almanya yerine İngiltere ve İspanya'yı da koyabiliriz. Konu biraz dağılmış olmakla birlikte burada görülen nedir? Kıvılcımlı'ya son zamanlarda bir eleştiri yöneltiliyor. "Sübjektif idealist olduğu, Marksizmde insancıl üretici güçler diye bir şeyin olmadığı" iddia ediliyor. Gerek Marx gerek Engels'ten yapılan alıntılar, bu iddiaların ne kadar bayağılaştırılmış olduğunu yeterince kanıtlar. Marx, bireylerden bile söz etmekten çekinmiyor. Kuzey ve Güney Amerika'nın mukayeseli tarihi ayrı bir etüt konusu olabilir. Tekrar yazıya dönülürse: sonuç olarak; Amerika'da "feodalizm" olmadığına dair kanıt olarak öne sürülen paragrafın, somut tarihin bir yönünün genel bir formülasyonu olduğu, derebeyliğin, şu veya bu şekilde etki ve kalıntılarının bulunmadığı anlamına gelemeyeceği açıktır. Tarih sınıf mücadelelerinin tarihidir. Eğer Amerika'da derebeyliğin, kalıntı ve etkileri yok sayılırsa, bu, giderek: Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve İç Savaşının sınıfsal özünü, devrimci özünü şu veya bu şekilde çarpıtmaya karar. 19

Emekçi Dergisinde, birinci aşama "Amerikanın hiçbirzaman feodalizmi tanımadığı" iddiası, mantıki sonucunu izliyerek ikinci aşamada, Amerikan İç Savaşının ilerici özünü inkara, çarpıtmaya, küçümsemeye gidiyor. Bunu başta Amerikanın burjuva anlamıyla dahi toprak reformu ve demokrasiyi tanımadığı iddialarım eleştirirken görmüştük. Tekrara gerek yok. Yalnız, bugün genellikle burjuva devrimlerinin, özellikle Amerikan İç Savaşının ilerici yönünü unutturmak, onu çarpıtmak bizzat emperyalizmin ideolog ve tarihçilerinin yaptığı bir iştir. "16-18. yüzyıllar Avrupa'sında Burjuva Devrimlerinin evrelere ve Bölgelere Gönre İncelenmesi" başlıklı Ürün'de çıkan bir yazıda, Emperyalizmin tarihçilerinin "Burjuva devriminin tarihsel rolünü küçültmek ve sosyal ekonomik içeriğini inkar etmek" özlemlerinden, hatta bu özlemlere dikkati çeken bazı burjuva tarihçilerinin, bir yandan bu özlemleri eleştirirken, öte yandan "burjuvazinin devrimci geçmişinin parlaklığını silikleştirmek için gösterdiği eğilimlerden" söz edilir ve bir de örnek verilir: "Buna benzer bir eğilim de (inkara, küçültmeye), ülkesinin modern tarih bilimi yazarlığının, çok büyük kısmına Kon federal Güneyliler için az ya da çok açık ifade edilen bir sempatinin ve zenci halka karsı duyulan ırkçı önyargıların nüfuz ettiğini kaydeden Amerika'lı tarihçi H. Aphteker' in Birleşik Devletler iç savaşma karşı takındığı tavır da, (silikleştirme) gözlemlenmektedir." Emekçi'nin Amerikan tarihini ele alışı da bu liberal tarihçiden pek farklı değil. "Soldan" da olsa ister istemez aynı kapıya çıkıyor. Amerika üzerine bu kadar yeter. Herhalde okuyucu Amerika'yı Amerika yapan şeyin, Emekçi'nin dediği "tarihi ve coğrafi" özelliklerin, burjuva anlamda bir toprak reformu, bir demokrasi ve devrimci savaşlardan geldiğini ve Emekçi'nin demagojisini kavramıştır. . .

Demokrasi Konusu Emekçi'nin bu konudaki eleştirisi, Programın, biçimine ilişkin eleştirilere bağlı olmakla birlikte, biçime ilişkin eleştirilerine ilerde tekrar dönmek üzere, özellikle V. P. Programı'nın demokrasi tanımına karşı yönelttiği eleştiriyi ele almak gerekiyor. V.P. Programının birinci maddesi: "Hürriyetin hedefi: Fakir Halk" parolasıyla şu tanımı yapar: "Demokrasi: (iki asır evvel yaşamış, Frenk filozofu Condorcet'nin dediği gibi) en kalabalık, en fakir sınıfın maddi, manevi, ruhi, içtimai, bakımdan iyileşmesi olmalıdır'" Bu maddeye yöneltilen eleştiri şöyle: "Sınır dışına, hem de iki asır gerilere gitmenin gereği yoktu. Bizim sahte demokrasinin bütün gerici demagogları seçim nutuklarında buna benzer şeyler söylerler. Hem kimdir bu Condorcet? Burjuva devriminde bile (Büyük Fransız Devrimi söz konusudur) karşı devrimci bir tutuma sürüklenmiş ve devrimci terör döneminde atıldığı hapishanede, giyotne gitmemek için, intihar etmiş bir idealist felsefeci; hiç şüphe yok ki, Türkiye proletaryasının siyasi örgütü 20

olma iddiasında olan bir partinin programında adı hiç geçmeyecek biri." Görüldüğü gibi eleştiri demokrasi anlayışının özüne pek değinmemekle birlikte yine de bir takım ip uçları veriyor. Condorcet'in kişiliği hakkında, siyasi görüşleri hakkında biz pek birşey bilmiyoruz. Ve Emekçi'nin söylediklerini doğru kakül ediyoruz. Buna rağmen eğer bir söz konusu doğru bir fikri, bir gerçeği dile getiriyorsa onu ilk sarf edenin durumu ikinci planda kalır. Çünkü en gerici kişiler bile zaman zaman kendilerini methederken, mert kıpti misali hırsızlıklarını anlatırlar. Ve onların bu sözleri Marksistler için daima verimli bir kaynak ve delil olmuştur. Kaldı ki bu Fransız, filozofunda pek böyle bir durum da yok. Bizim bezirgan politikacıların seçim nutuklarında buna benzer tanımlara bol bol rastlıyabileceğimiz iddiasına gelince. Özellikle izledik ve bu tanıma yaklaşabilecek bir söze rastlayamadık. En demokrat geçinen Ecevit bile Demokrasiyi sadece seçim ve parlamenterizm olarak anlamaktan öteye gidebilmiş değil. Hatta sosyalist bilinen politikacılarımız bile, hatta bizzat Emekçi Dergisiyle adaş Emekçi Partisi bile demokrasi tanımında ne yazık ki bu Frenk filozofundan bile geridir. Emekçi Dergisinin, "Sosyalist Parti Sorunu" başlıklı yazısında şöyle bir demokrasi tanımı var: "Her sosyalist, her yurtsever demokrasi uğruna savaşmakla yükümlüdür. Sosyalistler için bu görev somut olarakf sosyalist partinin politika alanında yerini alma uğruna mücadeledir." Bu önermenin mantıki sonucu nedir? Sosyalist parti politika alanında yerini aldığı an demokrasi bir gerçeklik olur. Eh, bugün beş tane sosyalist parti var. Demokrasi de var!.. Doğru mu? Hayır. Çünkü en fakir, en kalabalık sınıf, gün geçtikçe her bakımdan daha fazla gerilemekte, ezilmekte. Görüldüğü gibi V. P. Programındaki tanım: Demokrasi için çok esaslı bir kriter getirmektedir. Yine aynı dergide şöyle bir demokrasi tanımı daha var: "DEMOKRASİ, ulusu oluşturan bütün sınıfların örgütlü biçimde ve bütün güçleriyle orantılı olarak ülkenin kaderini tayin edebilmesidir." Bu tanımda kullanılan tanıma muhtaç kavramları da açıklamak konuyu kısmen aydınlatacaktır. 1) "Ulusu oluşturan bütün sınıflar": Ulusu oluşturan sınıflar araslnda ezilen sınıf ve tabakalar kadar, ezen sınıf ve zümreler de vardır. Bu tanım hepsini eşit şartlarda eşit şanslarda imiş gibi ele alarak tamamen soyut, sınıf muhtevasından yoksun bir demokrasi anlayışını sınıflar üstü bir demokrasi anlayışını savunmaktadır. Çünkü somut hayatta iktidardaki sınıf su veya bu yolla ulusu meydana getiren diğer sınıfların örgütlenmesini engelliyecektir. Sınıf mücadelesi az çok eşit şartlarda hazırlanarak yapılan sportif bir yarışma değildir. "Güçleriyle orantılı olarak": Gücün ölçüsü nedir? Sayı mı Halk kitleleri sayı olarak büyük bir güçtür. Öte yandan küçük burjuvazi çoğu kez işçi sınıfından fazla sayıdadır. Eğer gücün ölçüsü sayı ise iktidarın küçük burjuva olması gerekir. Fakat biliyoruz ki küçük burjuvazi bir tabakalar yığını olduğu için modern sınıflardan birinin peşine takılır. Örgüt ve bilinç düzeyi mi? Hakim sınıflar çıkarlarının bilincinde ve çok iyi örgütlü. O halde güçlerine uygun olarak 21

ülkenin kaderini tayin ettikleri dolayısıyla da demokrasi olduğu savunulabilir... Ve nihayet bizzat iktidar bir güç kaynağı değil midir?.. Evet, bugün Türkiye'de sınıflar "güçleriyle orantılı olarak" ülke kaderini tayin etmektedirler... Bu tanıma göre Türkiye'de bugün demokrasi olduğu rahatlıkla iddia edilebilir. Ve bu iddia tanımın mantığına uygun olacaktır. Ama V. P. Programındaki tanıma göre bugün Türkiye'de demokrasi olduğu iddia edilemez. Çünkü halk işsizlik ve pahalılık cehenneminde yanmaktadır.

“Ucuz Devlet” Konusu V. P. Programı devlet cihazına ilişkin taleplerini "Ucuz Devlet" parolasıyla özetler. Emekçi'nin bu parolaya karşı eleştirilerini teker teker ele alalım. "(...)V. P. Programının yukarıya aktarılan ilk paragrafında "Amerika'yı Amerika yapan hız"ın devletin kırtasiyeci ve askeri olmayıp, (tam demokrasi)den ileri geldiği söylenmektedir.(...)" Amerikan toplumu bir bakıma en kırtasiyeci ve her bakımdan en askerci bir toplumdur." Evet, 20. yüzyılın Emperyalist Amerika'sı öyledir. Yalnız V. P. Programında bu günün Amerikası gibi olalım denmemektedir. İç savaş örnek olarak alındığına göre Türkiye iç savaş öncesi 19. yüzyılın ilk yarısının Amerika'sına benzetilmekte ve hedef olarak iç savaştaki gibi derebeyliğin tasfiyesi önerilmektedir. Gerçekten de 19. yüzyılın ilk üç çeyreğinde Amerika dünyanın en az askerci ve bürokratik, en ucuz devlet cihazına sahiptir. Sürekli bir ordusu yoktur. İç savaştaki ordu bile bir gönüllü milis ordusuydu. Devlet memurları seçilirdi. Hatta Marx - Engels Yunker Almanya'sında Amerikan devletini örnek olarak gösterirler. Amerikan devlet cihazını, devrim döneminin Fransa'sına benzetirler. Gerçekten de tarihte, Fransız devriminde görüldüğü gibi, burjuvazinin devrimci dönemde, derebeyliğe karşı emekçi kitlelerin inisiyatif ve yaratıcılığına ihtiyacı olduğu dönemlerde bürokratik ve askeri olmayan bir devlet cihazıyla yetindiğini gösterir. Burjuvazi derebeylerle ittifaka girdikçe, işçi sınıfı ve halk kitlelerinin devrimci muhalefeti arttıkça, devrimci dönemin bu demokratik devlet cihazını tasfiyeye, eski mutlakiyetçi devlet cihazını restore etmeye yönelir. Bunun en tipik örneği Fransa tarihinde görülür. Fransa böyle bir devleti ancak altı sene kadar tanıyabilmiştir. Amerika'da ise böyle bir devlet cihazı hemen hemen yüz yıl kadar sürmüş, yirminci yüzyılın arifesinde işçi sınıfı mücadelesinin artması, burjuvazinin büyük toprak sahipleriyle ittifaka girmesi, kapitalizmin rekabetçi aşamadan emperyalist aşamaya girmesiyle birlikte eski devlet cihazı yavaş yavaş değişmiş, bürokratik ve militer bir devlet cihazı haline gelmiştir. Amerika'da bu demokratik devlet cihazının hemen hemen yüz yıl kadar yaşayabilmesi bir özelliğidir. Sebepleri özel bir inceleme konusu olabilir. Kısaca, Amerika'da kapitalizmin gelişmesi ölçüsünde olgunlaşmış, burjuvaziyi tehdit edecek bir işçi hareketinin yok denecek kadar zayıf kalması, askeri bakımdan güçlü bir komşu devletin bulunmaması, muazzam bakir toprakların memnuniyetsizler için daima bir umut kapısı olması burjuvazinin uzun süre askerci ve bürokratik bir devlet cihazına gerek duymamasına sebep olmuştur denilebilir. Bu 22

istisnai durumdan dolayı Amerika uzun süre burjuva uygarlığının modeli ve ideali kalmıştır. Emekçi Dergisi bu örneğin kastettiğim anlamazlığa getirerek, sanki günümüzün Amerikası örnek veriliyormuş gibi ele alarak bir yığın gereksiz eleştiriler yöneltmektedir. Bu kadarla da kalmamakta, devlet sorununu hiç anlamadığı özellikle "ucuz devlet" parolasına yönelttiği eleştirilerde görülmektedir. "Tarih boyunca ucuz devlet burjuva liberalizminin sloganı olmuştur. Liberal burjuva bütün alanları özel teşebbüse devretme taraflısı olduğundan, hükümetin hükümet etme alanlarının alabildiğine kısılmasından yanadır. "En iyi hükümet hiç olmıyandır" sözü, liberalizmin bu tutumunu ifade eder. Tabiidir ki, eylem alanı alabildiğine sınırlanan bir devletin masrafları da az olacaktır, böyle bir devlet ucuz devlet olacaktır." "Ama buna karşılık, sosyalist devlet, ya da sosyalizme yönelmiş bir devlet ucuz devlet olamaz. Çünkü böyle bir devlet, devlet sektörünü mümkün olduğu kadar genişletme ve özel sektörü mümkün olduğu kadar daraltma politikasını uygular. Sosyalist Devlet, pahalı, hem çok pahalı devlettir; çünkü üretimi, hizmetleri o sağlıyacaktır ve bütün alanlarda yatırımları o yapacaktır." (s. 75) Bunları yazan bir Marksist!.. İşe alfabesinden başlamak gerekiyor. Devlet: bir sınıfın diğer sınıf üzerindeki baskı aracıdır. Tarih boyunca, Sosyalist devlet ortaya çıkıncaya kadar; bütün devletler çok küçük bir azınlığın muazzam yığınlar üzerinde bir baskı aracı olmuştur. Tarih boyunca hakim sınıfların küçük bir azınlık, ezilen sınıfların muazzam bir çoğunluk olmasına rağmen bu küçük azınlık ancak güçlü bir devlet cihazıyla hakimiyetini sürdürebilmiştir. Bu ise pahalı, bürokratik, militer bir devlet cihazını şart koşar. Çünkü baskı altına alınanlar geniş yığınlardır, çoğunluktur. Bunlara karşı yüzlerce, binlerce memur, asker, idareci beslemek, hapishaneler yapmak vs. ister istemez pahalı bir devlet mekanizmasını şart koşar. Hatta aynı sınıfın çıkarını koruyan farklı biçimlerdeki devletler bile baskı ve zulüm arttığı oranda daha pahalı bir mekanizma haline gelirler. Örneğin: 1860'larda Amerika'daki devlet de bir burjuva devletidir; Almanya, Fransa'daki devlet de bir burjuva devletidir. Ama birisi daha demokrat, daha ucuz bir devlettir; daha az baskıcı, daha az askerci, daha az bürokratik bir devlettir. Ama aynı yılların bir Bismark Almanya'sı, bir Bonapart Fransa'sındaki devlet baskıcı, pahalı, bürokratik, askerci bir devlettir. Bu sadece modern medeniyetler çağı için değil, antika medeniyetler çağında da böyledir. Örneğin Osmanlı Devleti ilk kurulduğu, ekonomi tabanında dirlik düzeni hakim olduğu sürece daha az baskıcı, daha az bürokratik, daha az pahalıdır. Ama tefeci-bezirgan ilişkiler geliştikçe, derebeylik arttıkça devlet daha fazla baskı yapmış, bu baskıyı yürütebilmek için daha fazla asker, memur vs. beslemiş, daha çok hapishane yapmış dolayısıyla da daha pahalı bir cihaz haline gelmiştir. Tufeyli, sömürücü azınlıkların devletleri bile, bu azınlığın ihtiyaçları geniş yığınların ihtiyaçlarıyla az çok bir paralellik, bir yakınlık gösterdiği sürece, kitlelere az çok daha genlikli bir hayat sağladığı, patlamaları nispeten amortize edebildiği sürece daha küçük bir baskı 23

mekanizmasıyla ihtiyacını karşılayabilmiş, buna bağlı olarak da devlet cihazı daha az masraflı, daha az pahalı olmuştur. Son örnek de Kurtuluş Savaşımızdır. Kurtuluş Savaşı birkaç bin memurla başarıldı. Masraflar, bütçenin % 5'ini (eğer hafızamız yanıltmıyorsa) geçmezdi. Çünkü hareket ilericiydi, halka dayanma durumundaydı, milletin sinmesinde değil başkaldırmasında çıkarı vardı. Ama bugün, milyonları aşan resmi yarı resmi kapıkulu yığınlarıyla, ordusuyla, polisiyle, her gün Ortaçağ kaleleri gibi yeni yeni yapılan hapishaneleriyle son derece baskıcı, pahalı bir devlet mekanizması vardır. Ve bu devletin masrafları bütçenin yarısından az değildir. Buraya kadar ele alınanlar azınlığın devletleridir. Ve gördük ki, bu azınlık devletleri bile halkın özgürlükleriyle ters orantılı olarak nispeten pahalı veya ucuz olabilirler. Sosyalist bir devlet pahalı olabilir mi? Buna ihtiyaç var mı? Yoktur. Çünkü o çoğunluğun devletidir ve küçük bir azınlık üzerinde baskı söz konusudur. İster istemez, böyle bir devletin daha az masraflı, daha ucuz olacağını bir çocuk bile kavrayabilir. Bugün, sosyalist ülkelerde askeri harcamalar emperyalistlerin tehdit ve provakasyonlarmı boş çıkarmak için biraz yüksek ise de, yine de emperyalistlerden çok daha az masraflıdır. Öte yandan, sosyalist devlet sosyalizm yerleştikçe, gittikçe daha ucuz, daha az bürokratik bir mekanizma haline gelir. Devletin sırtındaki bin bir işi emekçilerin tamamen aşağıdan gelme girişim, örgüt ve denetimlerine bırakır. Örneğin, Sovyetler Birliğinde çeşitli Sovyetlere seçilen yöneticilerin sayısı, 4 milyon civarındadır. Bu Sovyetlere bağlı çeşitli komisyonlarda çalışanlar 20 milyon kadardır. Ve bu milyonlarca insan aynı zamanda ya fabrikada, ya da kollektif çiftliklerde üretmen olarak çalışmaktadır. Bu milyonlarca insan hazır yiyiciler ordusu değildir. Böyle bir devlet cihazı pahalı olabilir mi? Devletin pahalılığı devletin üretime yatırdığı sermayeler ile ölçülmez. Çünkü burada üretim söz konusudur, devletin devlet olarak baskı fonksiyonu değil, Devletin pahalılığı derken her şeyden önce halkın sırtına yüklediği hadsiz -hesapsız kapıkullarını beslemek, teşkilatlandırmak, eğitmek için vergiler gelir. Devletin fabrikasında çalışan bir işçi ise bir üretmendir, üretmenler üzerinde baskıya yönelik bir kapıkulu değil. Emekçi dergisi, programdaki "ucuz devlet" parolasını liberal burjuva bir talep olarak nitelerken, bizzat, sosyalist devlete "pahalı" diyerek kendisi liberal burjuvalarla aynı yargıda birleşmiş oluyor.

“Şuurlu Ticaret” Konusu Emekçi dergisi, V.P. Programındaki "Şuurlu ticaret" parolasının da bir liberal burjuva talep olduğunu iddia ediyor. Gerçekte liberal burjuvazi tabiri caizse şuursuz ticaretten yanadır. "Bırak yapsın, bırak geçsin" nedir? Tam büyük balığın küçük balığı yuttuğu rekabet anarşisi değil midir? Kapitalist ekonomide anarşiden, orman kanunundan söz edilebilir, şuurdan değil. Kaldı ki, tekelcilik öncesi dönemde burjuvazi, rantiye, banker, diğer kapitalistler ve işçiyle mücadelesi yüzünden, onu kendi çıkarı açısından az çok "şuurlu" hareket etmeye zorlar. Ve 24

bu çıkar ister istemez yeni teknik gelişmelere yol acar. Bizde ise, bu anlamda bile "liberal" bir şuurdan söz etmek zordur. Bizde Kapitalizm vurguncudur, ticaret vurgunculuktur. İleri hiç bir ülkenin kapitalisti malını dışarıya ucuza satıp, dışardan pahalı almaz. Ama bu bizde olur. Dışarıya malımızı yarı yarıya ucuza satarız, dışardan iki misli pahalı alırız. Klasik burjuva şuuru buna müsade etmez. Ama bizim vurguncu bezirganlığımız için bu gayet olağandır. Kaldı ki, "şuurlu ticaret"de kastedilen sadece bu anlamda bir şuur değildir. Şuur deyince; "hangi sınıfın şuuru" diye sormak gerekir. V.P. programında ise azıcık okuduğunu anlayan birisi, işçi sınıfının şuurunun söz konusu edildiğini görür. Dış ticareti millileştirmek; herhalde işveren sınıfının şuuruna uygun düşmez. Reklamcılığı kaldırmak, üretim ve tüketim kooperatiflerini yaygınlaştırmak, spekülatörlüğü tasfiye etmek bütün bunlar içinde bulunduğumuz demokratik devrim aşamasında işçi sınıfı şuurunun gerektirdiği minima talepler değil midir? Okuyucu buraya kadar eleştirilerin nasıl yapıldığını her halde kavramıştır, bunun yanı sıra yer yer programda var olan talepleri yok gibi gösterme çabaları da var. Bir örnek yeter: "Sömürücü sınıflar vergilendirilerek 'milli istihsal mücadelemizin para maddesini' sağlamak yok." V.P. Programı, Pahalılık Bölümü: "Madde: 4 - DEVLET POLİTİKASI: a) Vasıtalı vergiler: Türkiye'de 13 senede bütçenin yansının üçte ikisine çıktığından, ilk hedef olarak bu nispet tersine çevrilecektir. b) Vasıtasız vergiler: Geçim endeksi derecesine kadar olan gelirlerden alınmayacak. Ondan yukarısında ilerleyici vergi. (1954 rayiciyle: 400 liradan % 5 600 liradan % 15,1000 liradan % 35,10.000 liradan % 75 ve ilh alınacak." Yüzleri kızarır mı dersiniz?

Biçime Elişkin Eleştiriler Yazının başında V.P. programının biçim özelliklerinden söz edilmişti. Emekçi dergisinde eleştiriyi yapan; bu biçim özelliklerine hiç dikkat etmiş değil. Programın gerekçe bölümlerinde konuyu popüler örneklerle açıklayabilmek için somut örneklere ve alıntılara baş vurulur. Bu özelliği sayesinde program eğitici bir broşür niteliğine de sahiptir. Emekçi, bu alıntıları göz önüne alarak, "aktarmaların parti programında yeri yoktur" diyor. Fakat aktarmaların program bölümlerinde değil gerekçe bölümlerinde olduğunu gözden kaçırıyor. Programda belli başlı aktarma Condorcet'in yukarıda tartışılan sözüdür. Emekçi bir de aktarmaların Falih Rıfkı gibi burjuva yazarlardan yapılmasını eleştiriyor. Örneğin Falih Rıfkı'nm şu sözü var: "Hürriyet eğitimi, ancak hürriyet içinde elde edilebilecek bir şeydir. Okullarda verilecek 25

diplomalı mezunlarla sağlanamaz. Bin yıl beklesek, gene başladığımız yerden yola çıkarız." Türkiye'de hala halkı sürü gibi gören, "sözü ayağa düşürmeme" gayreti içinde olanlar; "bize eli sopalı bir adam. lazım" diyenler, okuma yazma bilmeyenlerden oy hakkım almakla gericiliğin alt edileceğini söyleyen ve bunları büyük bir buluş gibi ortaya atanlar varken, kim söylerse söylesin söz doğrudur. Kaldı ki aynı özü Kıvılcımlı kendi üslubuyla, değişik bir ifade kullanarak da verebilirdi, ama o sözü başkaları etmişse hırsızlık gerekmez. Programa laf aktarılmaz doğmasına kapılınmaz. Emekci'deki eleştirinin her cümlesi aşağı yukarı yukarıda örnekleri görülen yanlışlarla dolu. Her yanlışı teker teker eleştirmek sonuçları pek değiştirmeyecektir. Okuyucu,, eğer üşenmezse, Emekci'deki yazıda bunu ayrıntılarıyla görebilir. Emekçi, eleştirisini hangi gayeyle yapmış olursa olsun, programı eleştirmek zorunda kaldığını itiraf etmesi programın her şeye rağmen susuş komplosundan kurtulmaya başladığını gösterir. Ve bu sevindirici bir gelişmedir. Emekçi, kendisini Dr. Şefik Hüsnü Değmer adına bağlı 1946'da kurulmuş T.S.E.K.P.'in ideolojik ve politik devamcısı saydığını ihsas ettiriyor. Bu, gelenekcil bağlara sahip çıkması bakımından sevindirici olmakla birlikte, gerçek durum oldukça farklıdır. Biz, onların bu gelenekcil bağlara hakkıyle sahip çıkmadığını düşünüyoruz. Bu elbette kanıtlanması gereken bir iddiadır. Bu iddianın kanıtı ise TSEKP ve TEP programlarının mukayeseli bir eleştirisi yapılarak kanıtlanabilir. Gerçekte TEP programı, TSEKP Programından çok daha geridir. Bunu Emekçi dergisinin kendi bile itiraf ediyor: Söyle yazıyor: "Ve eğer biz bugün programı (TSEKP Programı kastediliyor) olduğu gibi kabul edemiyorsak, bu Türkiye'nin, tezgahlanan karşıdevrim ile, 1946'ya kıyasla, bağımsızlık ve demokrasi bakımından çok daha gerilere sürüklenmiş olmasından ötürüdür." (Emekçi: Sayı: l sayfa. 80). Gösterilmek istediğinin tersine V.P. Programı, TSEKP programının daha gelişkin, onu aşmış bir devamı sayılabilir. Ve V.P. Programına en yakın program, bugün var olan sosyalist partilerinki de dahil, TSEKP'inkidir. Bütün bunlar henüz pek bilinmemekte. Programlar üzerine derin incelemeler gerekmekte. Bu tür bir çalışma sosyalist hareketin tarihi üzerine yayılmak istenen duman perdesini dağıtmak bakımından da yararlı olacaktır. Demir Küçükaydın (Bu yazı muhtemelen 1975 yılında yazılmış olmalı. 1976 Ekim ayında, Kıvılcım Yayınları arasında çıkan "Emekçi-Birikim'in Dr. Hikmet Kıvılcımlı Eleştirileri Üzerine" başlıklı kitabın 13 ve 41. sayfaları arasında, H. Yılmaz imzasıyla yayınlandı. 21 Aralık 2000 Perşembe günü dijitalize edilmesi tamamlandı.)

26

“Yurtseverliğin Derini” ya da “Milli Gurur İnsanı” Nereye “Götürür” (Mihri Belli’nin Günahı) “ “...Kemalizmle sosyalizm arasında aşılmaz duvarlar yoktur.” Bu “duvar” nedir? “Belli” değil. “Milli gurur insanı sosyalizme götürür”. Faşizme Götürmez mi? Gene: “Belli”.” (Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Devrim Zorlaması, Demokratik Zortlama) Bu gün Türkiye’deki sosyalistleri tümüyle sarmış ve onları Genel Kurmayın basit bir aracı haline dönüştüren milliyetçiliğin böyle yaygın ve etkili olmasında Mihri Belli’nin günahı herkesten fazladır. Açıktan Genel Kurmay solculuğu yapan bütün yayınlara bakın, hepsinde yurtseverliğin sosyalizmin ayrılmaz bir bileşeni olarak savunulduğu görülür. Yine hepsinde Atatürk’ün resmi sosyalizmin sembolü olmuş insanların resmiyle bir arada koyulur. Atatürk’ün resimleriyle, Che ve Deniz Gezmiş’in resimlerinin bir arada sunulur. Mihri Belli’nin “Kemalizm ile sosyalizm arasında aşımaz duvarlar olmadığı” tezi, ete kemiğe bürünmüş bir kanıt gibi dikilir. “Türkiye Komünist Partisi” “Yurtsever Cephe” kurar. “İşçi Partisi” “Ulusal Kanal” kurar. Irkçılar “Türk Solu” çıkarır ya da “Türk solu” ırkçılık yapar. Daha burada saymakla bitmeyecek gerici milliyetçiliğin bu görünümleri öylesine yaygınlaşmış bulunuyor ki, sosyalizm ile yurtseverliğin birbirinden ayrılmayacağı gibi bir anlayış neredeyse toplumdaki haksızlıklara tepki duyan, sosyalizme eğilim gösteren her genç insanın kanına işliyor. Sosyalizmin sadece milliyetçiliğe değil, milletlere de karşı olduğunu hatırlayan bile bulunmuyor. Yurtseverlik veya milliyetçiliğin sosyalizmden ayrılamayacağı yönündeki bu anlayışın Türk (ve Kürt) sosyalistleri arasında böylesine yaygınlaşmasında Mihri Belli’nin büyük günahı bulunmaktadır. Elimizde yazılı kaynaklar bulunmadığı için büyük ölçüde hafızamıza dayanarak, bu “ilk günah”ın nerede ve nasıl işlendiğini göstermeye çalışalım. * 1960’ların sonunda, Mihri Belli, İstanbul Teknik Üniversitesinde “Millet Gerçeği” isimli bir konferans vermişti. Bu konferans, bir bakıma ilk kez Kürt sorunun 68 kuşağı içinde açık tartışılmasının da başlangıcı olarak görülebilir. O günün koşullarında bu konuşma, içeriği bir yana, bu nesnel tarihsel anlamıyla, Kürtler 27

üzerindeki ulusal baskıya sosyalistlerin ve 68 gençliğinin karşı duruşunu; Kürtlerin demokratik özlemlerine sahip çıkışını ifade ediyordu. Zaten o dönemde sosyalistler toplumdaki demokratik özlemlerin savunucuları olduğundan, örneğin gerçek bir laikliği savunduklarından Aleviler; Ulusal baskıya karşı durduklarından ve Türk devletine karşı mücadele ettiklerinden Kürtler ve diğer ezilen halklardan insanların desteğini alıyorlardı. Bu demokratik özlemler kendilerini genel olarak sosyalizm bayrağı içinde ifade ettiğinden, Kürtler, Aleviler vs., hepsi kendine sosyalist diyorlardı. Bu nedenle, sosyalist hareketin ana kitlesini Kürtler ve Aleviler oluşturuyordu. Daha sonraki yıllarda, sosyalizmin bu devrimci demokratik özlemlerin ifadesi olmaktan çıkmasına paralel olarak, bu baskıya karşı demokratik özlemleri nedeniyle sosyalist olanların aynı şekilde bu baskıya karşı tekrar Alevi veya Kürt olduklarını keşfetmeleri aslında çoğu kez sosyalist hareketin devrimci demokratik karakterini yitirmesine, ulusçulaşmasına, Türkleşmesine karşı bir direniş anlamı taşımaktadır. Mihri Belli’nin “Millet Gerçeği” adlı bu konferansının o zamanki nesnel tarihsel anlamı üzerine bu kısa değinmeden sonra Konferans’ın içeriğine gelirsek, aslında Mihri Belli bu konferansında tıpkı bu günkü gibi, son derece geri bir fikri savunuyordu. (Bu gün bile, Mihri Belli’nin “Kaçak Yayın”, “Yeni Harman” gibi gençleri bir tür “Genel Kurmay Sosyalizmi” etrafında örgütleyen yayınların sürekli misafiri olması hiç de bir rastlantı değildir.) Mihri Belli, o konuşmasında, (sonra yanlış hatırlamıyorsam, “Millet Gerçeği”nin yayınlanan biçimine de alıntı olarak koymuştu) Fransız sosyalisti, pasifist ve humanist, Jean Jaures’in bir sözüne dayanarak fikrini geliştiriyordu. O söz şuydu: “Milliyetçiliğin azı seni enternasyonalizmden uzaklaştırır, milliyetçiliğin derini seni enternasyonalizme götürür. Enternasyonalizmin azı seni milliyetçilikten uzaklaştırır, Enternasyonalizmin derini seni milliyetçiliğe götürür.” (tam kelimesi kelimesine hatırlamıyor olabilirim ama aşağı yukarı böyle idi.) Yani Mihri Belli bu sözle şunu demiş olmak istiyordu: “Gerçek ya da “derin” Türk milliyetçiliği, Kürtlerin üzerindeki baskıya karşı çıkar; böylece enternasyonalizmin de gereğini yerine getirmiş olur; Gerçekten derin enternasyonalist görevlerini yerine getirip Kürtlerin üzerindeki ulusal baskıya karşı çıktığında da gerçek Türk milliyetçisi olarak devranmış olur”. Mihri Belli’nin yazılarını izleyenler bilirler, Mihri Belli’nin görüşleri bu gün değişmemiş olup hala aynı görüşler savunmaktadır. Mihri Belli, sorunu böyle koyup savunduğunda, (ilk kez Kürt sorununu gündeme taşımak; sosyalistlerin Kürtlerin üzerindeki ulusal baskıya karşı çıkışları gibi nesnel anlamlarından öte) o dönemin atmosferi içinde bu tarz koyuşun içerik olarak da o günün ideolojik atmosferinde ve dünyasında bunun az çok kabul edilebilir bir anlamı bulunuyordu. O zamanlar bütün dünyadaki İşçi hareketine ve ulusal hareketlere Stalinist parti ve hareketler egemendi. Stalinizm zaten “Tek Ülkede Sosyalizm” ile daha baştan enternasyonalizmi fiilen reddeden bir ulusal sosyalizm olarak doğmuştu. 28

Bu tek ülkede sosyalizm “teorisi” fiilen, Birinci ve Üçüncü enternasyonallerin “Emeğin kurtuluşu ne yerel ne de ulusal bir sorun olamaz” ilkesini, “Tek ülkede sosyalizm (yani emeğin kurtuluşu) olur” biçiminde revize ve inkar etmek anlamına geliyordu. Zaten özdeki bu reddediş bir süre sonra fiilen mantık sonuçlarına ulaşmış, efsanevi Üçüncü Enternasyonal bir süre diğer ülkelerdeki Komünist Partileri Sovyet dış politikasının araçları olarak kullanma işlevi gördükten sonra Stalin’in bir emriyle ortadan kaldırılmıştı. Hitler’e karşı savaşılırken, Enternasyonal Sovyetlerin marşı olmaktan çıkarılmış, savaşa “Büyük Vatan Savunması” adı verilmişti. Hitler’e karşı kazanılan zafer, Sovyetler’in ekonomik başarıları bu milliyetçiliğin nasıl bir yok oluşun tohumlarını içinde taşıdığının görülmesini engelliyordu. Keza, savaş sonrasının ulusal kurtuluş hareketleri de çoğu kez bu Stalinist Partilerce yürütülüyordu. İşçi hareketinin devrimci demokratik geleneklerinin sürdürücüsü Anarşist ve Troçkist akımlar ise, küçük grupların dünyasının dışına bir türlü çıkamıyorlardı. İşte böyle bir dünyada ve ideolojik iklimde, milliyetçiliğin derininin enternasyonalizme götürdüğü türünden önermelerin, ilk bakışta gözlemlerle de, olaylarla da doğrulanır gibi görünen bir yanı bulunuyordu. Diğer yandan sosyalizmin bu milliyetçiliğe kayışı, bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de bütünüyle milliyetçi kaygılarla kendine sosyalist demeyi de kolaylaştırmıştı. Yani Mihri Belli veya Şefik Hüsnü veya Mustafa Suphi’lerin sosyalizme gelişlerinin ardındaki gerçek motiv, aslında, Türkiye’nin neden geri olduğu gibi, milliyetçi bir motifti. Sosyalizm Türkiye’nin gelişmiş ve zengin bir ülke olması, modernleşmesi için bir yol olarak görüldüğünden dolayı sosyalist olmuşlardı, yer yüzündeki sınıfları ve ulusları yok etmenin, yani sosyalizmin özündeki gerçek motivin, pratik ve somut politika bakımından, bir Pazar vaazından öte fiili bir anlamı bulunmuyordu. Yani Mihri Belli gibiler de, neredeyse bütün diğer sosyalistler gibi, tamamen ulusal bir problematikle sosyalist olmuşlardı. Dolayısıyla Stalinizm milliyetçilerin kendilerine sosyalist demelerini kolaylaştırmış oluyordu. Aslında milliyetçilik artık sosyalizm biçiminde ortaya çıkıyordu. Yeni kuşak da bundan azade değildi. Yani aslında Mihri’nin kendisi gibi muhatapları da tamamen milliyetçi bir paradigma çerçevesinde düşünüp davranıyorlardı. Böyle bir bağlam içinde, milliyetçiliğin enternasyonalizm veya sosyalizmle ilişkisi üzerine söylenen bu tür sözler, bu milliyetçiliğe devrimci demokratik bir nitelik kazandırmanın da aracı sayılabilirdi. Yani bizler insanları kendi hakkındaki yargılarıyla değil, nesnel konumlarıyla değerlendirirsek, Marksist açıdan son derece yanlış olan bu sözler, söyleyenlerin ve dinleyenlerin gerçekte milliyetçi oldukları göz önüne getirilirse, milliyetçiliğin devrimci demokrasiye doğru bir eğilim göstermesi olarak da bir anlama sahip bulunuyordu. Bu bakımdan, bu günkü yurtseverlik ile sosyalizmi birleştirenlerinkinden tamamen farklı bir eğilimi yansıtıyordu aynı sözler. O zaman bu sözler, milliyetçilerin devrimci demokrasiye veya sosyalizme doğru bir eğilimini ifade ederken bu gün; milliyetçiliğin en gerici faşist bir 29

ırkçılığa doğru evrimini ifade etmektedir. O zaman Türk devletin karşı bir işleve sahiptiler, bu gün Türk devletinin Kürtleri baskı ve inkar politikasının bir aracıdırlar. * Ne var ki, bu formülasyon, gerek içerik, gerek köken bakımından klasik Marksist gelenekle kesin bir çelişki içindeydi. Birincisi, işçi hareketi ve Marksizmin geleneği, sadece milliyetçiliğe değil, milletlere de karşıydı. O ulusların ve ulusal sınırların, en azından üretimin sosyalleşmesiyle, üretim araçları üzerinde özel mülkiyet, arasındaki çelişki kadar temel önemde olduğu varsayımından yola çıkıyordu. Enternasyonalizm soyut bir şiar değil, maddi hayattaki bu çelişkiyi çözmenin somut bir programıydı. Ama unutulan bir yan daha vardı. Marks, Engels döneminde, dünyadaki ulusal devletler, Okyanus’un iki kıyısındaki, ABD Fransa, İngiltere, Hollanda gibi devletlerden ibaretti ve bu devletlerde hala, aydınlanma döneminin gelenekleri yaşadığından, ulusun bir dile, dine, etniye göre tanımlanmasına dayanan gerici bir ulusçuluk kural olmaktan ziyade istisnai bir karakter taşıyordu. Jaures bir Fransız sosyalisti olarak, bir humanist olarak, Fransız Devrimi’nin bu ulus ve ulusçuluk anlayışının geleneğindendi. Yani Jaures bir bakıma, Mihri Belli’nin aktardığı sözleri ederken, kendini dile, dine, etniye göre tanımlamış bir ulusçuluğu kastetmiyordu. “Vatanım yeryüzü, milletim insanlık” diyen bir ulusçuluğun geleneğini temsil ediyordu. Bunda dil, din, etni, ırk vs. hiçbir politik anlamı olmayan, ulusun tanımında yeri bulunmayan gerici bir özellik olarak görülüyordu. Mihri Belli ise Jaures’in bu sözlerini, kendini Türklükle tanımlamış bir devletin vatandaşı olarak, bir Türk olarak, Türk Solu’nu adlı derginin redaktörü olarak aktardığında, bu sözler ikinci bir çarpılmaya ve zıddına dönüşe uğruyor; kendini Türklükle tanımlamış gerici bir milliyetçiliğin ve devletin savunusu haline geliyordu. Tam da bu nedenle bu gün bütün genel kurmay solcuları bu sözlere fiilen sahip çıkmaktadırlar * Bir devlet kendini bir dille, dinle, etniyle, soyla, tarihle tanımladığında bir ezilen ulus ve ezilen ulus üzerindeki tahükküm ortaya çıkar. Ve bu ezilen ulus üzerindeki tahakküm iki şekilde ortadan kalkar. Ya o ezilme ilişkisini yaratan egemen ulus yok edilir, ulusun tanımından o ezme ezilme ilişkisini yaratan ayrımlar çıkarılır ya da ezilen ulus, yine kendisini tıpkı ezen ulus gibi tanımlayarak ayrı bir devlet kurar. Ama bu durumda da, dünyada hiçbir ulus saf olmadığından, ulusal baskı başka biçimlerde sürer. Mihri Belli aynı zamanda çözüm noktasında da devrimci demokratik değil, gerici milliyetçiliği destekler bir çözüm de öneriyordu. Mihri Belli, Türk Devletini yok etmeyi; bir ulus olarak Türklüğü yok etmeyi, yani ezen ulusu yok ederek ezilen ulusu yok etmeyi; yani bu devrimci demokratik programı, yani bu anlamda “milliyetçiliğin derinini” değil, Türklüğün ve Türk devletinin devamını; bunun Kürtlükle 30

ittifakını savunuyordu. Yani kendini Türklük ya da Kürtlükle tanımlamayan, hiçbir etnik., dilsel., dini, tarihsel göndermesi bulunmayan bir ulusu değil; her biri kendini Türklük ve Kürtlükle tanımlamış ulusların ve devletlerin ittifakını savunuyordu. Dolayısıyla Kürtlerin haklarını savunmak, Türklüğe göre tanımlanmış ulusu yaşatmanın bir aracı idi onun mantığında. Böylece somut aktarımda, sözler orijinalinde, yani Jaures’te olabilecek programatik ilericiliğini de yitirmiş bulunuyordu. * İşte ulusçuluğun sosyalizmle çelişmediği düşüncesi 68 sonrasında politize olan genç kuşakların kafasına ilk önce bu kanaldan ve böylesine gerici bir milliyetçilikle kirlenmiş; demokratik özünü yitirmiş bir biçimde girdi. Ama hikaye burada bitmedi. Yanlış hatırlamıyorsak, daha sonra, keskin sosyalist görünen doğu Perincek, Mihri’nin tahrifat yaptığını söyleyip, Jean Jaures’in milliyetçilikten (Nationalizm) değil, yurtseverlikten (Patriotizm) söz ettiğini, dolayısıyla Mihri’nin, enternasyonalizmden yüz çeviren bir milliyetçi olarak, Jaures’i kendi milliyetçi emellerine alet edip çeviri tahrifatı yaptığını söyledi. Perinçek’in buradaki hedefi, genç kuşaklardaki radikalleşmeyi kontrol altına almaya, kendi değirmenine akıtmaya yönelikti, yoksa, yurtseverliğe yüklediği anlam bakımından Mihri’den hiç de daha farklı bir şey söylemiyordu. Hatta daha gerici bir milliyetçiliğin savunusunu yapıyordu. O zamana kadar, somut pratikte herkes yurtseverlik ve milliyetçiliği aynı anlamda kullanırken, ya da en azından böyle bir ayrım gereği duyulmazken, ve sosyalistler ile milliyetçiler karşı saflarda bulunurken; sosyalistlerin milliyetçi değil ama yurtsever olacağı tarzında bir anlayış yerleşmeye başladı. Ne var ki, buradaki yurtseverlik, ulusu tanımlamakla ilgisi olmayan, insanların doğduğu ve büyüdüğü, yaşadığı yerleri sevmesi gibi bir anlamda kullanılmıyordu. Yurtseverlik denilerek tanımlananın kendisi tipik gerici milliyetçilikti. Yani Doğu Perinçek, Milliyetçilik zehirini Yurtseverlik şekerine bulayarak sosyalistlere aktarıyordu. Örneğin bir insanın içinde doğup büyüdüğü toprakları, dinlediği müziği, yemekleri sevmesi de yurtseverlik olarak tanımlanabilir. Bu anlamda yurtseverliğin, kanarya severlikten veya kuru fasulye severlikten veya bir takımın taraftarlığından farkı yoktur. Sosyalistler sadece bu anlamda bir yurtseverlikten söz ederler. Politik bir anlamı olmaması, daha doğrusu yurdun politik bir anlamı olmaması politik bir hedef olduğundan, bu devrimci demokratik karakterli yurtseverlikten söz edilebilir sosyalistlerde. Dolayısıyla bu anlamda yurtseverliğin kendisi değil, yurtseverliğin politik bir anlamının olmaması politik olarak devrimci demokratik bir anlama sahiptir. Bu anlamda gerçekten bir yurtseverliğin derininin enternasyonalizme götüreceğinden bile söz 31

edilebilir. Bugün insanların doğup büyüdüğü toprakların, oralardaki insanların gerçekten insanca yaşamaları için, yeryüzündeki bütün ulusların ve ulusal devletlerin parçalanması şartından hareket eden bir yurtseverlik anlamında yurtseverliğin derini enternasyonalizme götürür. Bu anlamda yurtseverlik, politik olanın, ulusun belli bir yurtla, toprak parçasıyla, belli bir din, dil, etni, soy ile tanımlanmasıyla bir arada bulunamaz. Bu anlamda, yurtsever olmak, ulusun ya da devletin belli bir yurt ile tanımlanmasına bile, yani ulusal devlet ve sınırlara karşı çıkmayı şart görür. Ama Doğu Perinçek’in yurtseverliği, bu anlamda ilk adım olarak kendi yurdu üzerindeki devleti yok etmeye yönelik bir yurtseverlik değildir. Aksine o Türklükle tanımlanmış bir devleti ulusu yaşatmaya yurtseverlik demektedir. Yani devletin Türklüğünü bile ortadan kaldırmayı, az çok demokratik denebilecek bir hedefi bile değil, Türk devletini yaşatıp savunmayı yurtseverlik olarak tanımlanmaktadır. Yani en alasından gerici milliyetçiliğe yurtseverlik demektedir. Bir şeyin adı değişmekle kendisi değişmiş olmaz. Böylece Milliyetçilik zehiri, yurtseverlik şekeriyle kabul edilebilir bir hale geldi sosyalistler arasında. * Şimdi o zamanları daha iyi göz önüne getirelim. O zamanlar, faşistler kendilerine milliyetçi, devrimci demokratlar kendilerine sosyalist diyorlardı. Dolayısıyla milliyetçilik sosyalistler arasında daha baştan netameli bir isimdi ve şovenizmle, faşizmle özdeşti. Ama bu müdahaleden sonra, onlar şöyle düşünmeye başladılar. Biz milliyetçi değiliz ama yurtseveriz. Yani ülkemizin kalkınmasını, zenginleşmesini, zengin ve yoksul farklarının azalmasını istemek, bunun için mücadele etmek yurtseverliktir. Böylece demokratlar önceleri kendilerine sosyalist derken, artık sosyalistler kendilerine yurtsever demeye başladılar. Yurt da Türk devletinin topraklarıyla tanımlanınca ve devletin Türklüğü ve Türklük sorgulanmak bir yana bir gurur vesilesi olarak görülünce, adı yurtseverlik kalsa da fiilen gerici bir milliyetçiliğe dönüştü o yurtseverlik. * Kavramın Kürt hareketinde ve Türkler arasında içeriği farklı bir evrim gösterdi. Kürt hareketi de, ulusal harekete destek verenleri, sempatizanları, koruculardan veya bu harekete ilgisizlerden ayırmak için, Yurtsever olarak tanımladı. Bu yurtseverlik devrimci demokratik özlem ve karakteri, tıpkı 68 gençliğinde olduğu gibi iyi kötü koruyordu. Bu nedenle Kürt ulusal hareketinde kadınlar, Ezidiler, yoksullar omurgayı oluşturdular. Kürt hareketi, milliyetçilikten farkını vurgulamak için her zaman, Türk Halkı’ndan değil, “TC Devleti”nden, onunla savaştığından, Kürtlükten ziyade “Kürdistan’lılık”tan söz etti. Bununla gerek egemen ulusun ezilenlerine, gerek Kürdistan’daki dini ve etnik azınlıklara mesaj vermiş, kendi demokratik karakterini vurgulamış oluyordu. Kürt hareketinde Yurtsever kavramı Kürtlükten ziyade Kürdistanlılık yüklü oldu. Yani bir etniyle, bir dille 32

tanımlamayışın; Kürt Milliyetçiliğinden farklılığın bir bayrağı veya ifadesiydi. Ne var ki, ABD’nin Irak’a girişinden sonra, Bu devrimci demokratik gücün konumunun zayıflamasıyla birlikte Kürdistanlılığın yerini Kürtlük; TC’nin yerini Türklük almaya başladı. Ama yine de, bu devrimci demokratik karakterli Milliyetçilik kendisini, bunlara “ilkel milliyetçi” diyerek, onlardan ayırmaya çalıştı ve çalışıyor. Buna karşılık egemen ulus arasında, yurtseverlik, en gerici milliyetçiliği gizleyen ve onu sol bir görünüm içinde sunan bir kavram haline geldi. Tıpkı sosyalizm, enternasyonalizm, işçicilik gibi daha fazla savunulur oldu. Yurtseverlik bütün devrimci demokratik vurgu ve kaygılarından arındırılarak fiiliyatta bütünüyle gerici bir milliyetçiliğe dönüşmesine rağmen ve tam da o nedenle, o ölçüde daha çok kullanılır oldu. Yurtseverlik, bizzat kendisi en gerici Türklükle tanımlanmış ülke ve devleti savunmanın ifadesi oldu. Artık en gerici milliyetçilik kendisine yurtseverlik demektedir. * Mihri Belli sadece enternasyonalizm ile milliyetçiliği birleştirmekten söz etmedi; bunun diğer görünümleri de Kemalizmle sosyalizmi birleştirmek; milli gururun insanı sosyalizme götürdüğünü söylemek oldu. Ağacı tohumundan tanıyamıyorsan meyvesinden tanı derler. O zaman Kıvılcımlı bu “Milli Gurur”un sosyalizme değil, faşizme de götüreceğinden söz etmişti. Yazının başındaki alıntı bu gün gerçekleşmiş bir kehanet olarak görülüyor. O alıntının yapıldığı bölümün başında da şöyle yazıyordu. Kemalize sosyalizmi birleştiren ve gururdan sosyalizm çıkaranlara karşı: “MDD’ciler Teorik yanılgılarını haklı çıkarmak için Küçükburjuvazi’yi “ileri sınıf” ve “Kemalizmle sosyalizmi” aşılır duvarlı sandılar. “Gurur”dan sosyalizm çıkardılar. Devrim gibi her şeylerini küçükburjuvalaştırdılar.” Bu gerici milliyetçiliğin kendisini de, o sanki bu satırları hiç yazmamışçasına, Che gibi, Deniz gibi gerici milliyetçiliği gizlemek ve genç kuşakları genel kurmay solculuğuna bağlamak için alet edeceğini tahmin bile edemezdi. 01 Mart 2006 Çarşamba

Demir Küçükaydın

33

“Millet Gerçeği” Üzerine Bu serinin ikinci yazısında Mihri Belli’nin “Millet Gerçeği” başlıklı konuşmasından söz etmiş ve o konuşmasında, Jaures’ten yaptığı “Milliyetçiliğin derini...” ile ilgili alıntıyı hafızamıza dayanarak aktarmıştık. Biz bu yazıyı yazdıktan sonra, tam yayınlamak üzereydik ki bir arkadaş o gün Mihri Belli’nin 90. doğum yıldönümü olduğunu söyledi. Bunu üzerine yazıyı yayınlamayı erteleyip, kısa zaman içinde Mihri Belli’nin doksanıncı doğum yılı için “Gogol’ün Paltosu” adlı yazıyı yazdık ve yayınladık. Bir süre sonra, doğum günü vesilesiyle yayınlamayı ertelediğimiz ikinci yazıyı (“Yurtseverliğin Derini” ya da “Milli Gurur” İnsanı Nereye Götürür) yayınladık. Tam bu sırada, Mihri Belli’nin doksanıncı yılı vesilesiyle ilgili olarak açılan sitenin yöneticisinden, “Gogol’ün Paltosu” adlı yazının siteye koyulduğuna dair bir bilgi notu aldık. Bunun üzerine uygun bir vakitte girip bu ilginç siteye bakınca, sitede bizim hafızamıza dayanarak aktardığımız sözlerin yer aldığı “Millet Gerçeği” adlı konuşmanın tam metninin sitede yer aldığını gördük. (http://mihribelli.org/content/view/22/54/ ) Tabii ilk önce hafızamızın bizi yanıltıp yanıltmadığına baktık. Neredeyse kelimesi kelimesine doğru hatırlıyormuşuz. Doğrusu yanlış hatırlıyor olmaktan çekiniyorduk. Bu vesileyle yıllar sonra “Millet Gerçeği” adlı bu konferansın metnini tekrar okuduk. Yıllar sonra yapılan bu okuma doğrusu bizim için gerçekten bir şok oldu. En gerici türden milliyetçiliğin savunulduğu ve olumlandığı bir metin karşısındaydık. Ve işin ilginci, bir kez daha, fikirlerin ve yazıların gerçek içerikleriyle onun somut tarihsel anlamları arasında neredeyse hiçbir doğrudan ilişki bulunmadığının yeni bir kanıtı daha karşımızdaydı. Gerçekten de Türkiye’de Kürt sorunun tartışılmasına ve sosyalist ve devrimcilerin Kürtlerin hakları için mücadeleyi bayraklarına yazmalarına doğru gidişe vesile olan ve o zaman ilerici bir işlev gören bu konuşma aslında en gerici biçimiyle milliyetçiliğin savunulduğu ve olumlandığı bir metindi. Bir zamanlar Marks’ın Gotha programıyla ilgili olarak dediği gibi, bizler bu konuşmalarda, gerçekte söylenenleri değil, kendi ideal ve özlemlerimizi görüyorduk. Mihri Belli’nin konferansı, aslında politik olarak, Kürt sorunu ve Kürtlerle ilgili olduğundan, biz bu konferansın başlığı olan “Millet Gerçeği” sözlerini, “Kürt Gerçeği” “Kürt Milleti Gerçeği” gibi anlıyorduk. Bu başlıkta “Kürt Ulusu Gerçeği” veya “Kürt Gerçeği”nden söz edilmemiş olmasını da, bir Ezop dili kullanışı; kanunların ve devletin şiddetini çekmekten kaçınma ama buna rağmen derdini anlatma olarak kavrıyorduk. Ve bu nedenle başlığı oluşturan sözlere eleştirel bir gözle bakmayı aklımızdan bile geçirmemiştik. Elbette “Millet Gerçeği”ni “Kürt Gerçeği” gibi anlama hiç de temelsiz değildi ve onun böyle bir yanı da vardı. Konu bir sosyolojik tartışma bağlamında, “Millet” denen olgunun ne 34

olduğu ve çözümlenmesi bağlamında değil, politik bir bağlamda, tartışılıyordu. “Doğu Sorunu” gibi sözlerle ifade edilmiş “Kürt Sorunu”nun adını konarak tartışılması bağlamında gündeme geliyordu. Dolayısıyla, “Millet Gerçeği” bilimsel bir sempozyumun değil, canlı ve yükselen politik bir hareketin gündemindeki sorunlarla ilgiliydi ve böyle anlaşılması son derece doğaldı. Ayrıca yazının kendisi de bu bağlantıyı bizzat ima ediyor ve vurguluyordu. Örneğin yazını ilk paragrafını ele alalım: “Türkiye'de hangi meselelerin tartışılacağını ve hangi konuların konuşulacağını, emperyalizmin işbirlikçisi statükocu güçler değil, devrimciler tayin edecektir. Halkımızın milli' demokratik devrim mücadelesinin zafere ulaşma-sı için, tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye için, gün ışığına çıkması gereken konular, Aydınlık'ta birbir ele alınacaktır. Buna engel olmaya çabalayan baskı ve yıldırma tedbirleri bizi yolumuzdan alıkoyamaz.” Bu satırlarda bir tek Kürt sözcüğü bile geçmemesine rağmen, yazan burada “Hangi konuların konuşulacağı” “gün ışığına çıkması gereken konular” derken “Kürt sorunu”nu kastediyordu; okuyan da “Konu” sözü geçen her yeri “Kürt sorunu” olarak anlıyordu. * Yazının nesnel anlamı ile içeriği arasındaki farka ilişkin bu kısa değinmeden sonra artık “Millet Gerçeği” adlı yazının içeriğine geçebiliriz. Mihri Belli konuşmasına şu çarpıcı ve dramatik sözlerle başlıyor. Aynen aktaralım: “İkinci Dünya Savaşında Doğu Cephesinde en çetin, en kanlı savaşlar verildiği, Sovyet topraklarına derinliğine giren Alman Nazi orduları Stalingrad'a dayandıkları bir sırada, Sovyetler Birliği resmi marşını değiştirmek gereğini duydu. 1943'e kadar Sovyetler Birliğinin marşı enternasyonal di. 1943'ten sonra bugünkü milli marş kabul edildi. Enternasyonalin sözleri ve müziği Fransızlarındı. Onu ilk söyleyen Fransız işçileri olmuştu. Adı üs-tünde bütün dünya proleterlerinin marşıydı. "Uyan! Dünyanın lanetle damgalanmış açları, köleleri!» diye başlıyordu enternasyonal. İkinci Dünya Savaşından bu yana SSCB marşı şöyle başlar: «Büyük Rus ulusunun perçinlediği Özgür Cumhuriyetlerin parçalanmaz birliği, Yaşasın halkların iradesiyle kurulmuş olan Yüce ve güçlü Sovyetler Birliği» 1917 Ekim İhtilalinin baş sloganı, "Bütün dünya işçileri birleşiniz!». sloganıydı. 1941-1945 savaşına Sovyetler «Anayurt savaşı» adım verdiler. Ve bu savaşta baş slogan, «Alman istilacılarına ölüm» sloganıydı. Bu savaşta 12. yüzyılda yaşamış aziz AIeksander Nevski'den sosyalist ihtilalin Çapayev'ine kadar Rus tarihinin kahramanlarını yücelten afişler, yazılar, cephede ve cephe gerisinde savaşanların bilinçlerini biledi.

35

Bütün bunlar neyi gösterir? Sosyalist ihtilalin koptuğu I917'den çey-rek yüzyıl sonra Sovyetler Birliğinin «Büyük Rus ulusu» diye başlayan bir marşı milli marş olarak kabul etmesi neyi gösterir? Avrupa'da tarih ve kültür bakımından Ruslara en yakın olan Bulgarların, sosyalizm yolunu tuttuktan sonra da Koburg hanedanından Kral Ferdinand zamanında kabul edilen milli marşlarını ve üç renkli milli bayraklarını muhafaza etmeleri neyin kanıtıdır? Sosyalist düzene geçen ulusların kendi ulusal değerlerine dört elle sarılmaları, ulusal kültürlerinin engelsiz açılıp gelişmesi için se-ferber olmaları neyi gösterir? Yalnız sosyalist ülkelerde değil, kapitalist dünya sistemi içindeki ülkelerde de yığınları harekete getiren en güçlü etkenin ulusçuluk olması neyi kanıtlar? Çağımızın en büyük gerçeğinin millet gerçeği olduğunu. Millet gerçeği çağımızın en büyük gerçeğidir. İçinde yaşadığımız tarihi dönem, halkların uluslaşma Sürecinin dünya ölçüsünde yer aldığı dönemdir.” Bu satırlar gerçekten ibretliktir. Bunları yazan, kendinin sosyalist ve enternasyonalist olduğunu söyleyen bir savaşçı. Bu savaşçı, bir gerici ve karşı devrimci anlayışı, kendisine karşı mücadele edilecek bir gerçek değil, olumlanacak ve kendisine teslim olunacak bir gerçek olarak anlamaktadır. Yani bizzat o karşı devrimin savunusunu yapmaktadır, “Millet Gerçeği” diyerek. Bu mantıkla, Hegel’in “Akli olan gerçektir” sözü, yani doğru olan bir gün gerçek olacaktır sözü, ters yüz olmakta, “Gerçek olan doğrudur” tutucu ve gericiliğine, statüko olumlayıcılığına varmaktadır. Mihri Belli’nin mantığıyla gidersek, örneğin, Muhammet’in ölümünden sonra yarım asır geçmeden bütün İslam devletlerinde yöneticilerin hanedanlara dayanması ve seçimle gelmemesi gerçeği, tıpkı millet gerçeği gibi “hanedanlık gerçeği” biçiminde tanımlanıp, hanedanlıkların olumlanmasına varılır. Mihri Belli, eleştirmek, karşı çıkmak ve kendisine karşı mücadele edilmesi gereken bir gidişi, örnek alınacak, savunulacak bir gidiş olarak ele alıyor. Ulusların kendisine karşı mücadele edilecek bir gerçek olarak tanımlanması başkadır; olumlanarak benimsenmesi başkadır. Örneğin biz “Orta Doğu İçin Demokrasi Manifestosu” adlı metnimize tıpkı Mihri Belli gibi, “Millet Gerçeği”nden hareketle başlarız Ama ulaştığımız sonuçlar ve çıkarsamalar tamamen tersidir “Bundan yüz elli altı yıl önce, Avrupa’yı kasıp kavuracak 1848 devrimlerinin arifesindeki günlerde, Marks ve Engels adlı, henüz otuzuna varmamış iki genç, daha sonra “Komünist Manifesto” adıyla ünlenecek bildirilerine “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor, Komünizm hayaleti” sözleriyle başlıyorlardı. Ama yirminci yüzyılın ve günümüzün hayaleti, Komünizm değil Milliyetçilik oldu. Bu gün yazılacak bir bildirinin ilk sözleri: “Dünyada bir hayalet dolaşıyor, Milliyetçilik Hayaleti” olabilir. Bu hayalet, bu gün göründüğü biçimiyle, tam da “Komünizm Hayaleti”nden söz ederek 36

başlayan bildirinin yazıldığı günlerde doğdu. Ve bu hayalet, içinde bulunduğumuz şu günlerde, yüz yıldan fazladır felç edip böldüğü Orta Doğu’yu, yeni kan deryalarına sokmaya hazırlanıyor.” (http://www.koxuz.org/koxuz/fusion_public/downloads/odm.rtf ) Mihri Belli, korkunç bir şekilde “Enternasyonal”in, dünya işçilerini marşının yerine “Büyük Rus Ulusu” sözleriyle başlayan bir “Milli marş” koyulmasında karşı çıkmak, eleştirmek gereken hiçbir şey görmemektedir. Gerçi bu bizi şaşırtmıyor. Çok önceleri Sovyetler’de bir bürokratik kastın iktidarı almasıyla birlikte, sosyalizmin milliyetçilik olduğu, bundan sonra milliyetçilerin kendilerini sosyalist olarak tanımlamaları için bir engel kalmadığını belirtmiştik defalarca. Örneğin “Tersinden Kemalizm” adlı kitabımızda aynen şöyle yazıyorduk. “Cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir. Her biri aslında ulusçuluğun her biçiminin gerçek düşmanları olan, Lenin, Luxemburg, Troçki gibi büyük Marksistler, bizzat bu gerici milliyetçiliğe teslimiyetin yolunu açanlar oldular. Özgür komünlerin biriliği olan, politik olanı her hangi bir din, dil, soy, kültür ile değil, haklarla tanımlayan “Demokratik Cumhuriyet” projesi, Fransız ve Amerikan devrimlerinin ulusçuluk anlayışı gitti, onun yerini, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” aldı. “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” deniyordu. Peki ulus neydi? Ulusu bütün orta ve doğu Avrupa’da burjuvazi, yani gerici ulusçuluk, bir dil, soy, kültür, tarih ortaklığına göre tanımlıyordu. Böylece ulusların kaderini tayin hakkı, aslında, gerici ulusçuluğu dayanan burjuvazinin ulus anlayışının kabulü ve desteklenmesi anlamına geliyordu. Eğer bu ilke geçerli olsaydı, Amerikan iç savaşında, ayrılan güney eyaletlerine karşı hiçbir şey denemeyeceği görülmüyordu. Bir ulusu bir dile veya bir soya göre tanımlamanın da bir ırka göre tanımlamakla aynı gericiliği başka bir biçimde üretmek anlamına geleceği düşünülmüyordu. Böylece gerici ulusçuluğun ulus tanımı da bilinçsizce benimsenmiş oluyordu. Bu gidiş, bizzat Lenin, Troçki ve Luxemburg gibi, büyük Marksistlerin eliyle gerçekleşti. Bunların hiç biri, ulusun dile, soya, tarihe göre tanımlanmasını sorgulamayı aklından bile geçirmedi. Elbette bunlar ölünceye kadar devrimci demokrasiyi savundular. O dile göre tanımlanmış ulusların, bütün dillere, kültürlere eşit davranacaklarını var sayıyorlardı. Ama eğer öyle ise de, ulusun niye bir etni, dil veya tarihe göre tanımlandığı sorusunu bile sormayı akıl edemiyorlardı. Örneğin, Balkanlar’da, her biri politik olanı, her hangi bir dile, soya, dine, etniye dayandırmayı reddeden, insan haklarıyla tanımlayan ulusların, yani devrimci döneme göre tanımlanmış ulusların ya da özgür komünlerin birliği değil; “Balkan Federasyonu” savunuluyordu. Yani dile, soya, dine dayanan gerici ulusçuluklara dayanan devletlerin ilerici bir federasyonunu istiyorlardı. III. Enternasyonal bile bunu savunuyordu. Ulusların birer etniye, ya da dile göre tanımlanmasını ise sorun bile etmiyorlardı. Çünkü, farkına varmadan, 37

burjuvazinin ulusçuluk anlayışını paylaşıyorlardı; ulusçuluğun nasıl tanımlanırsa tanımlansın, politik olanın ulusal olana göre tanımlanması olduğunu anlamıyorlar, ulusçuluğu, bu tanımlananın çıkarlarını önde tutmak olarak tanımlıyorlardı. Ulusçuluğun, dini özel olarak tanımlamak anlamına geldiğini anlamıyorlardı; ulusçuluğun ulusal ve özel ayrımı yapmanın kendisi olduğunu anlamıyorlardı. Tabi bu süreç öyle hemen bir anda gerçekleşmedi. Bu iki anlayış uzun süre bir arada ve çelişki içinde yaşadı. Örneğin Lenin, bir ulusu büyük ölçüde insanların sübjektif kabullerine bağlı olarak anlıyordu. Tüm dillerin ve kültürlerin eşitliğini, bir tek çocuk için bile ana dilde eğitimi savunuyordu. Ulusların kaderlerini tayin hakkını demokratik bir cumhuriyetin fiili sonucu olarak anlıyordu. Ama bunu savunduğu devletlerin kendilerini bir etni veya dile dayanarak bir ulus olarak tanımlamalarını da aynı şekilde olağan kabul ediyordu. Ne var ki, ulusların tanımının burjuvazinin gerici ulusçuluğuna veya ulusçulara bırakılması ve bunun dünyanın aslında artık sadece gerici ulusçulardan oluştuğu bir dönemde yapılması, fiilen gerici ulusçuğun ulus tanımlarını kabul etmek anlamına geliyordu. Sonunda bu fiili kabul, bir teorik kabul haline de dönüştü. Bu Lenin’in övdüğü Stalin’in tanımında veya Otto Bauer’in ulus tanımında açıkça görülür. Orada ulus tam da ulusçuların, hem de gerici ulusçuluğun ulusçularının anladığı biçimde tanımlanır. Ulusçuluğun aslında, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, politik olanı ulusal olana göre tanımlamak olduğu yönünde; ulusları ulusçuların yarattığı şeklinde bir kavrayışın izine bile rastlanmaz1. Troçki veya Luxemburg da farklı değildir. Örnek olarak Troçki’nin bir tanımını alalım: “Ulus insan kültürünün sürekli ve canlı bir faktörüdür. Ulus sadece şu andaki savaşı değil kapitalizmi de mezara gönderecektir. Ve sosyalist bir rejimde, politik ve ekonomik bağımlılık zincirlerinden kurtulan ulus, tarihi gelişmede uzun süre temel bir rol oynayacaktır.” (Troçki, Ulus ve Ekonomi, 1915, zikreden, Enzo Traverso, “Marksistler ve Yahudi Sorunu”, s.187) Troçki’nin bu satırlarının altına hangi gerici milliyetçi imza atmaz ki. Ulus hem tarihe hem de geleceğe ait bir “insan kültürünün sürekli ve canlı bir faktörü” olarak tanımlanmaktadır, milliyetçi hiçbir öznel güdüsü olmayan Troçki tarafından bile. Ulusun kapitalizmin üstyapısı, 1

Bugün de durum farklı değildir. Örneğin bu Lenin, Luxemburg, Troçki geleneğinden bir Michael Löwy bile, hala şöyle yazabilmektedir: “Böyle bir sınıflayıcı teorik çerçeve kurmak için yapılan en sistematik çaba, hiç kuşkusuz, Stalin'in 1913'ten beri ünlü Marksizm ve Ulusal Sorun adlı denemesidir. Bütün "nesnel" ölçütleri (dil, toprak, ekonomik yaşam ve "ruhsal biçimlenme" birliği) tek bir tanım içinde birleştirerek, Stalin, "bütün özelliklerin bir arada bulunması halinde bir ulus vardır" görüşünde ısrar etmiştir. Bu katı ve dogmatik çerçeve, tam bir ideolojik Procrustrean yatağıydı ve Yahudiler, Birleşik Devletler'deki Siyahlar vb. gibi "hetorodoks" ulusal toplulukları anlamanın önünde on yıllar boyunca dikilen büyük bir engel haline geldi. Bu tanım, Gümrük Birliği yoluyla ekonomik birliğini kurmadan çok önce de Almanların bir ulus haline nasıl geldiklerini, ya da Fransızca konuşan Belçikalı veya İsviçrelilerin Fransız ulusunun neden bir parçası olmadıklarını açıklayamaz.” (Löwy, Vatan mı Yeryüzü mü? http://f50.parsimony.net/forum202260/messages/49.htm ) Yani daha esnek bir ulusçuluk tanımını daha sert bir ulusçuluk tanımına karşı savunuyor. Böylece, esnek ya da katı bu tür ulus tanımlarının ulusçuların tanımları olduğunu,bunun kendisinin yanlışlığını görmüyor. 38

dini olduğunu anlamamaktadır. Onun tarihsizliğini anlamamaktadır. * Ama bu dönemde bile hala, bu gerici ulusçuluk, Marksizm içinde henüz bir hastalıktır ve bütün vücudu ele geçirmemiştir. Ama Rusya’da devrimin tecrit olması ve bir süre sonra bürokrasinin iktidarı ele geçirmesiyle birlikte, Stalinizm’in egemenliğiyle birlikte, gerici ulusçuluğun ulus tanımı ve anlayışı tüm dünya işçi ve sosyalist hareketine damgasını vuracak; demokratik cumhuriyet; özgür komünlerin birliği ve ulusal baskının ulusun tanımından her türlü etnik, dilsel, tarihsel, dinsel belirleyiciyi dışlayarak ortadan kaldırılması anlayışı terk edilecek ve unutulup gidilecektir. Böylece sosyalistler ve işçi hareketi gerici ulusçuluğun ulus anlayışlarının fiili bir savunucusuna dönüşecektir. Böylece, burjuvazinin dininin en gerici biçimi, sosyalizmi kendi içinden teslim almıştır artık. Bundan sonra dünyadaki, soya, dile, dine, etniye, tarihe yani gerici bir ulusçuluğa dayanan ulusların çoğunu bizzat Sosyalistler, Marksistler kuracaktır. Ulusları ve ulusçuluğu yok etmek için çıkmış bu öğretinin taraftarları gerici bir ulusçuluk anlayışına dayanan ulusların kurucuları olurlar. Bir rastlantı değildir, Sosyalistlerin kurdukları bütün uluslar, bir etniden ya da dilden kaynaklanan ada sahiptir. Amerika Birleşik Devletleri kadar olsun, yani burjuvazinin devrimci dönemindeki kadar olsun, demokratik isimler bile almamışlardır, savundukları gerici ulusçuluğa uygun olarak. Örneğin Doğu Avrupa veya Balkan Demokratik Cumhuriyetler Birliği gibi; Orta Asya ve Sibirya Demokratik Cumhuriyetler Birliği; Hindiçin Demokratik Cumhuriyetler Birliği gibi. Bir coğrafya adıyla sınırlı, hiçbir etnik, tarihsel göndermede bulunmayan uluslar kurmamışlardır. İster Vietnam, ister Özbekistan, ister Azerbaycan, ister Bulgaristan, ister Polonya veya Çekoslovakya, ister Slovenya, ister, Sırbistan olsun, hepsi bir etniye, bir dile, bir soya, bir tarihe gönderme yapan, devrimci demokratik karakteri olmayan gerici bir ulusçuluğa dayanan uluslardır bunlar. Bu nedenle bir rastlantı değildir, Tito ile Enver Hoca’nın, Çin ile Vietnam’ın; Kamboçya ile Vietnam’ın; savaşları ve buradaki ulusal nefretler. Marksistlerin hiçbiri hiçbir yerde, ne ulusu dile, soya, dine, tarihe göre tanımlayan devletlerde, ne de bu devletlere karşı başka dile, soya, dine, göre ulusu tanımlayarak çıkan ulusal hareketlerde, bu tanımlamaların kendisini sorun yapıp ona karşı çıkmamıştır. Siz hiç, Türk devletinin adının Türk, ülkenin Türkiye, tarihinin Türk tarihi, dilinin Türkçe olmasına karşı çıkan bunu gerici bir ırkçılık olarak tanımlayan; bu topraklarda yaşayan insanların, özgür yurttaşlar olarak bir ulus oluşturmalarını ve ulusun tanımından tüm bu göndermelerin atılmasını, bütün bunların hiçbir politik anlamı olmamasını talep eden bir sosyalist gördünüz mü? İşin kötüsü bu sadece Türkiye’de böyle değil, bütün dünyada sosyalist ve işçi hareketinde böyleydi. Aynı şey, bu devletlerin ulusal baskılarına karşı hareketleri içinde de yoktur. Böylece Marksistler sadece ulusçuluğun değil, gerici ulusçuluğun savunucuları ve bu ulusçuluğa dayanan ulusların kurucuları olunca, burjuvazinin, yani gerici ulusçuların 39

Marksist olmaması için bir neden de kalmaz. Böylece Marksizm veya sosyalist hareket bir süre sonra, gerici ulusçuluğun kendini ifadesinin ve gerici özünü gizlemesinin bir aracı olur. Ama Marksizm ulusçuluk haline dönüşünce, ona artık sadece o gerici ulusçuluğa hizmet etme dışında ihtiyaç da kalmaz. Böylece, Sovyetler’in yıkılışında ve sonrasında görüldüğü gibi, aslında gerici ulusçular olan sosyalistler böylece sosyalizm kabuğunu da atarak en gerici milliyetçiler olarak ortaya çıkarlar; asıllarına rücu ederler. Sadece bu Marksist ve sosyalist görünümün egemen ulusun çıkarlarını ve egemenliğini korumaya hizmet ettiği yerlerde, örneğin Türkiye, Sırbistan, Rusya gibi ülkelerde, bu ulusçular birer Marksist olduklarını iddia ederek varlıkların sürdürürler. Örneğin, Türkiye’deki bütün sosyalist hareketler, aslında Kürtlerin ezilmesi karşısında bir suskunluğun, egemen ulusun pozisyonunu korumanın bir örtüsü olduğu için hala Marksizm ya da sosyalizm sıfatına sahip çıkmaktadırlar. Türkiye’deki sosyalizmin hala bu kadar yaygın olmasının nedeni, sosyalizmin ya da Marksizm’in değil, gerici milliyetçiliğin yaygınlığının bir yansımasıdır. Eğer bunlar, bırakalım sosyalist olmayı bir yana, bir parça devrimci ve demokratik bir ulusçuluğu savunsalardı, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulusun, bir dilin, bir etninin adıyla tanımlanmasına; bir tarihin bir kültürün devamı olarak tanımlanmasına karşı mücadeleye girer, ulusun tanımından tüm etnik, dilsel, dinsel, kültürel ve tarihi göndermeleri dışlamak için mücadeleye girerlerdi. Yani dilsiz, dinsiz, tarihsiz, etnisiz, soysuz bir ulus tanımına geçmeye çalışırlar, bu yoldan ulusal baskıları ortadan kaldırmaya çalışırlardı. Bugün dünyada Marksist kalmamış bulunuyor. İleri ülkelerdeki Marksistler bile, ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini sorgulamadığı; nasıl tanımlanırsa tanımlansın ulusal olanın da, yani burjuvazinin dininin de, özel olan olarak tanımlanması, yani bütün ulusal sınırların ve devletlerin reddi gibi bir programa sahip olmadıkları için, yeryüzü ölçüsündeki artık ırkçılığa dönüşmüş, dünyanın yoksullarını bir Bantustan’da tutmanın aracı olmuş bir ulusçuluğun fiili savunucularıdırlar. Geri ülkelerdeki Marksistler fiilen etniye, dile, tarihe dayanan gerici ulusçuluğu savunmaktadırlar; böyle bir sorunun pek olmadığı Amerika ve Avrupa gibi ileri ülkelerdeki Marksistler ise, ulusal olanın politik olana göre tanımlanmasını sorgulamadıklarından, yeryüzü ölçüsündeki bir ırkçılığı savunur durumdadırlar. Düşüncelerin kendi mantığı vardır. Ve bu mantık kişilerin niyetlerinden bağımsız olarak işler. Eğer Marksizm doğuşunda, bir ulus ve din teorisine sahip olsaydı; daha doğarken, “bütün ülkelerin işçileri birleşin tarzındaki stratejik, güce ilişkin çağrısına; “ulusal olanla politik olanın çakışması ilkesini kaldırın; burjuvazinin dinini de diğer dinleri tıktığı yere tıkın” diye söze başlasaydı bu gün çok başka bir yerde olurdu dünya. Bu gün, ulusçuluk dini, modern toplumun dini, savunmada olur, milyonlarca insan bu dine karşı, bu dini diğer dinlerin yanına tıkmak için mücadele ediyor olurdu. Böyle bir dünyada belki faşizmler, ulusal katliamlar yaşanmazdı. Bu gidişin en büyük suçlusu, burjuvazinin dininin gerçek yüzünü göremeyen ve onu diğer dinlerin yanına atmak yönünde bir program geliştiremeyen sosyalistler, Marksistler olmuştur. Marksizm eski gücünü tekrar kazanabilmek için, modern toplumun dininin kabullerinden 40

kurtulmak, bunun için de çok köklü bir arınma ateşinden geçmek zorundadır.” (http://www.comlink.de/demir/kitaplar/besik2.doc ) * Sosyalist harekete nasıl bir gerilemenin damgasını vurduğu, Ekim devrimi kuşağından olan Kıvılcımlı ile Stalinizm çağının Mihri Belli’si arasındaki farkta görülebilir. Mihri Belli, Enternasyonal’in lağvında, (ki Enternasyonal yerine Büyük Rus Ulusu’ndan söz eden Marşın geçirilmesi bunun bir yansımasıdır sadece) kendisine karşı çıkılacak değil, savunulacak ve kendisine teslim olunacak bir gelişme görürken, Kıvılcımlı, Enternasyonal’in lağvını, kendisinin bütün Stalinizmine rağmen, hazmedemez ve eleştirir. Örneğin ölümünden az önce yazdığı “Brejnev’e Mektup”ta şöyle der: “Stalin’in bir emriyle III. Enternasyonal ortadan kaldırılalı beri, mahşer (Kaos) oldu. Bu istenilmiş anarşiden çıkan komplikasyonlar üzerinde durmak istemiyorum.” Burada Enternasyonal’in sadece kaldırılış biçimi ve kaldırılmasının örgütsel ve biçimsel işleyiş bakımından yarattığı sorunlara değinilmesine rağmen, bu çerçevede bile olsa bir kabullenmeme, bir eleştirme vardır. Bu Mihri Belli’de olmayan bir özelliktir. Çünkü o dünyada gericiliğin, Stalinizmin egemen olduğu; milliyetçiliğin en gerici biçiminin tüm sosyalist ve işçi harekete damgasını vurduğu dönemin bir sosyalistidir. Onu sosyalist yapan bizzat milliyetçiliğidir. Bu nedenle, Kıvılcımlı’ların, hala Ekim Devrimi döneminin geleneklerini bir ölçüde de olsa taşıyan kuşaklarından daha da geri ve gericidirler. Bu konuya geçenlerde yazdığımız “Geç Gelmek ve Geç Kalmak Üzerine” adlı yazıda değinmiştik. Mihri Belli’nin bu yazısında dile gelen görüşler bunun somut bir örneği olarak da okunabilir. O yazıda şöyle diyorduk: “Rus devriminin bir köylü ülkede tecrit olması ve iç savaşın yarattığı yıkımlar temelinde bürokrasi bir karşı devrimle iktidarı ele alır ve Fransız devriminden beri gelen yükselişin ürünü olan Rus aydın ve devrimcileri kuşağını 1930’lara gelindiğinde öldürüp tasfiye eder. Benzeri, Komünist Enternasyonal ve onun prestiji ve otoritesi aracılığıyla, dünyanın diğer ülkelerinde de yaşanır. Böylece geri ülkelerde, eşitsizliklere tepki ve/veya Ekim devrimi etkisiyle sosyalizme yönelen, toplumsal mücadeleye giren aydınların veya sürgünlerde yaşayanların, daha önceki Alman ve Rus devrimcilerinin aksine, çağın en ileri fikir akımlarıyla ve örgüt biçimleriyle bir ilişkiye geçip onları özümleme şansı kalmaz. Marks-Engels’ler Adam Smith, Ricardo; Hegel ve Feuerbach; Sen Simon, Owen, Fourier’lerin bıraktığı yerden başlıyorlardı; Lenin’ler ve Troçki’ler Marks-Engels’lerin bıraktığı yerden başlıyorlardı. Ama 1920’lerden sonra radikalleşen aydınlar, SBKP tarihleri, Kuusinen, Politzer, Stalin, Mao’ların skolastik kitaplarıyla.

Artık öğrenilen, burjuva aydınlanmasından bile geri, Marksizm görünümünde ama özünde 41

yöntemsel olarak bir skolastik ve eklektik Stalinizm’dir. Yani emperyalizme geçiş nedeniyle işçi sınıfının üretim ilişki ve tekniklerinde geriliğe mahkum olması gibi, Sosyalist düşünce ve davranış da, çağın en geri düşünce ve teorilerine mahkum olur. Sonradan gelenin artık, daha da gelişmiş fikir akımları ve örgütsel deneyleri tanıması ve özümlemesinin yolu tıkanmıştır. Böylece öznel olarak geç gelmenin faziletlerini yaşama sansı da ortadan kalkmış, sadece geç gelmenin reziletlerine mahkum olunmuştur. Gerek entelijansiyanın ve gerek işçi sınıfının bu geriliğe ve az gelişmişliğe; bu az gelişmenin gelişmesine mahkumluğu, birbirini karşılıklı olarak da beslemiştir. Böylece bir tersine seleksiyon dönemi başlamıştır. İşçi hareketinin yokluğu ve geriliği sosyalist teori, örgüt ve pratikleri kakırdatmış, bu kakırdamış örgüt, hareket ve düşünceler var olan sınırlı işçi hareketini demoralize etmiştir. Bunlar karşılıklı olarak birbirini beslemiştir. Bu geriye gidiş, o dönemin sosyalist kuşaklar arasındaki farklarda bile görülebilir. Örneğin, henüz 1920’ler öncesinde, yani bürokrasinin zaferi öncesinde sosyalizmle tanışmış az gelişmiş ülke aydın ve devrimcileri, sonraki bütün Stalinist engellemelere rağmen, yine de az çok orijinal, yaratıcı eserler verebilmişlerdir. Ama 1920’lerin ortalarından sonra sosyalist olanlarda hiçbir teorik yaratıcılık görülmez. Tipik örnek olarak, Meritegiu ve Kıvılcımlı zikredilebilir. Her ikisi de Stalinizmin zaferi öncesinin kuşaklarındandırlar. Bu ayarda devrimci ve teorisyenler sonraki kuşaklarda görülmez. Latin Amerika Stalinizmin etkilerine nispeten daha uzak olmasına rağmen, benzeri ayarda yeni teoriysen kuşakların ortaya çıkabilmesi için, ta 1960’ların yükselişlerini, Che’leri beklemek gerekmiştir. Che bile, teorik orijinalite ve genelleme yeteneği bakımından Maritegiu’ya hala uzaktır. Türkiye’deki sosyalist hareket açısından da bu görülebilir. Soın duruşmada bir Osmanlı aydnı olan ve ekim devrimi rüzgarıyla radikalleşmiş Kıvılcımlı’yı göz önüne getirelim. Bir de, 1930’ların Roosvelt’i ortaya çıkaran, Amerikan işçi hareketinden etkilenmiş Mihri Belli’yi göz önüne getirelim. Mihri Belli, Amerika gibi bir yerde radikalleşmiş, dünyayı görmüş olmanın bütün öznel avantajlarına rağmen, aslında Ekim devrimiyle radikalleşmiş bir Osmanlı Aydını olan Kıvılcımlı’dan, sadece teorik çap ve derinlik bakımından değil, politik bakımdan da son derece geridir. Biri Üçüncü Enternasyonal’in lağvında bir felaket görürken örneğin, diğeri, kendisine teslim olunacak “millet gerçeği”ni, kendisine öykünecek bir durumu görür.” (http://www.koxuz.biz/index.php?option=com_content&task=view&id=619&Itemid=5 ) 14 Nisan 2006 Cuma Demir Küçükaydın

42

Mihri Belli’ye Fax Selam Mihri Ağabey, Aşağıda son olarak yazdığım ve aynı zamanda bizim buradaki girişimin bildirisi olarak da kabul edilen metni yolluyorum. Fax numaranızı İrfan'dan almıştım. Sevim ablaya da selamlar. Demir Küçükaydın Nernstweg 33 22765 Hamburg tel: + 49 (040) 39 66 84 e-mail: [email protected]

Abdullah Öcalan'ın Yargılanması ve Gelişmeler Abdullah Öcalan'ın mahkemede hukuki veya siyasi bir savunma yapmaması; aksine savaş yürüten taraflardan birinin önderi olarak Türkiye'ye barış önermesi ve somut bir demokratikleşme planı sunması ve bunun gereği olarak yaptığı diplomatik jestler; savaş rantiyelerinin kontrolündeki medya tarafından psikolojik savaş yöntemlerine uygun olarak bir propaganda bombardımanı altında Öcalan'ın teslimiyeti, korktuğu ve canını kurtarmaya çalıştığı şeklinde yansıtıldı. Bir çok ciddi yayın organının bile benzer yayınlar yaptığı görüldü. Kürt Ulusal Hareketi'nin bir çok dostu bile bu bombardımanın da etkisi altında kalarak, Öcalan'ın tavrına kuşkuyla yaklaşmaktadır. Şimdi medyanın bombardımanının yol açtığı toz duman dağılırken, giderek Öcalan'ın teslim olmadığı; aksine bir stratejik geri çekiliş ve taktik esneklikle sorunun çözümü için yeni ufuklar açtığı görülmektedir. HADEP: bütün baskılara rağmen seçimlerde aldığı sonuçla Kürdistan'da birinci büyük parti olduğunu kanıtlamış ve bir çok yerleşim biriminde mahalli idarelerin yönetimini ele almış bir yasal partidir. PKK: binlerce gerillası, taraftarı, sempatizanı ile, dünyadaki en büyük ve etkili ordulardan biri olan Türk ordusuna karşı gerilla savaşı yürüten en etkili ve büyük gerilla örgütlerinden biridir. Şimdi bu iki örgüt de, en asgariye inmiş ve aslında Generallerin bile hayır diyemeyeceği, Öcalan'ın sunduğu programdan ve bunun için barıştan yana olduklarını belirtmiş bulunuyorlar. Türkiye'deki ve aynı zamanda dünyadaki en büyük ve etkili iki Kürt örgütü (HADEP ve PKK), Öcalan'ın tekliflerini desteklediklerini resmen ilan etmiş bulunuyorlar. Bu açık tavırlar, Öcalan'ın mahkemede sunduğu projeye ayrı bir ağırlık vermektedir.

43

Bu proje, anayasal bir vatandaşlık çerçevesinde, Kürt kültürünün ve kimliğinin tanınmasını, kültür ve dil farklılıklarının bir kazanç olarak görülmesini; mahalli seçilmiş yöneticilere daha büyük yetkiler verilmesini; demokratik reformları kapsamaktadır. Buna karşılık Kürtler de, silahlı savaşı durdurmayı ve var olan devletin ve ülkenin bütünlüğü içinde kalmayı önermektedirler. Şimdiye kadar Kürt ulusunun verdiği mücadeleyi, ayrı bir devlet kurma mücadelesi olarak görenler, bu projeyi kendi hedeflerine ihanet olarak görmektedirler. Ne var ki, bu değerlendirme ne doğrudur ne de gerçekçidir. Doğru değildir, çünkü, PKK bütün geçmişi boyunca, ayrılmaktan ziyade, ayrılabilme hakkının olduğu bir demokratik sistem için mücadele ettiği vurgusunu yapmıştır. Hatta sorunu ayrılıp ayrılmamak ve ayrı bir devlet kurmaktan öte, bir ulusun kimliğinin tanınması ve kendi kişiliğini geliştirmesi olarak anladığını vurgulamıştır. Gerçekçi değildir, çünkü, Kürtler ancak belli uluslar arası dengeler ortamında, çok elverişli tarihsel koşullarda, dünyadaki etkili güçlerin, güçlü Türk, İran ve Arap devletlerinin en azından bazılarını karşıya almayı göze alabilecekleri bir durumda ayrı bir devlet kurma olanağı edinebilirler. Bugün ise, buna olanak yoktur. Ne ABD'nin ne da Avrupa'nın ne de onlar karşısında etki alanı hızla gerileyen Rusya'nın böyle bir projeyi destekleyerek söz konusu ülkeleri karşıya alması beklenemez ve beklenemeyeceğini de, Öcalan'ın trajik bir sonuca ulaşan Odyssseusu esnasındaki dramatik gelişmeler göstermiş bulunmaktadır. Ayrıca Kürt ulusal hareketi, tarihte eşi benzeri olmayan bir şekilde, ABD'nin yeryüzü ölçeğindeki total kontrolü nedeniyle önderini savaştığı güçlerin eline esir vermiş ve lojistik desteğini büyük ölçüde yitirmiş, tayin edici olmasa da çok önemli bir yenilgi almış bulunmaktadır. Bizzat bu yenilgi ise, Türkiye'deki savaş rantiyelerine ve onların Kürtlerin varlığını inkara ve ezmeye yönelik politikalarına güç vermiş ve kısa zaman önce yapılan seçimlerde bu politikaların savunucusu partiler ezici bir çoğunluk kazanmışlardır. İşte, Abdullah Öcalan, Öcalan'ın şahsında da Kürt Ulusal Hareketi, ölüm ve yok olma tehdidi altında iken en zor koşullar altında bir salto mortale (ölüm parendesi) ile kendini kendisi olmaktan çıkarıp, yepyeni bir ulusun tohumu olarak yeniden ortaya koymaktadır. Belli uluslar arası dengeler el vermediği sürece, Kürt ulusal hareketi sadece bağımsız bir devlet için savaştığı takdirde başarıya ulaşamazdı. Kürt Ulusal hareketi, kendini ezen ulusların ezilenleri için de bir program geliştirdiği, yani sadece Kürtleri, kendini değil, kendini ezenlerin de ezilenlerini kurtarmaya kalktığı takdirde; yani bir ulusal kurtuluş hareketi olmaktan çıkıp bir sosyal kurtuluş hareketine dönüştüğü takdirde; yani bir salto mortale ile kendisi olmaktan çıktığı takdirde başarı kazanabilirdi. Kürt hareketleri içinde, plebiyen yapısıyla sadece PKK bu güne kadar böyle bir kendini aşma potansiyeli ve emareleri gösterebiliyordu. İşte, Öcalan'ın şahsında, en elverişsiz koşullarda, büyük ölçüde daha önceki evriminin de mantıki bir sonucu olarak, Kürt ulusal hareketi, kendini kurtarmak için ezenini de kurtarmaya; zafere ulaşabilmek için önüne daha büyük görevler koymaya; bir yandan kendisi olarak kalırken diğer yandan da kendisi olmaktan 44

çıkmaya girişmiş bulunuyor. Medyanın pişmanlık, korku gibi gösterdiği tavırların gerçek niteliği budur. Öcalan artık sadece Kürt Ulusal hareketinin bir önderi olarak davranmamakta, Kürtleri, Türkleri ve diğer halkları da anayasal bir vatandaşlık temelinde kapsayacak yeni bir ulusun tohumu ve kurucusu olarak davranmaktadır. Artık muhatabı sadece Kürtler değil, Türklerdir. Hatta Kürtler üzerindeki büyük prestiji nedeniyle esas kazanılması gerekenler Türklerdir. Kürtler Türklere başka bir ulus altında birleşelim diyor. Yani Kürt ulusal hareketi kendi olmaktan çıkıp, başka yepyeni bir ulusun tohumu oluyor. Kürt ulusal hareketi böylece, son yüzyılın etnik temizliklerle sonuçlanan ve benzeri Balkanlar ve Kafkaslar'da, Afrika'da büyük acılara ve ölümlere yol açan monolitik ulusçuluk dönemi yaşamadan, bugünün dünyasına uygun, örneğin, ABD, Avrupa ve İsviçre'de olduğu türden farklı kültür ve dilleri zenginlik olarak gören bir ulusçuluk projesine ulaşmış bulunuyor. Kürt ulusal hareketi, sadece geç gelmenin reziletleri içinde bunalmadı, bu projeyi geliştirebilmesi onun aynı zamanda geç gelmenin faziletlerinden de yararlanabileceğini göstermektedir. Biçimsel olarak bakıldığında, Türkçe'nin resmi dil olarak kabulü, Kürtçe'nin Kürtler arasında ikincil bir dil olarak tanınması; mahalli seçilmiş idareye daha geniş yetki; demokratik reformlar Kürt Ulusal hareketi için büyük bir gerileme gibi görülebilir. Kimi reformist, ya da silahlı mücadeleyi reddeden Kürt örgütleri, yıllardır bunları savunmuyorlar mıydı? Madem bu noktaya gelinecekti de niye bunca yıldır gerilla savaşı verildi? Bu varılan nokta onların haklılığını kanıtlamıyor mu? Bu yaklaşım da toplumsal bir dönüşümü sadece siyasi, idari, hukuksal ya da ekonomik bir takım dönüşümlerle sınırlayan yüzeysel bir anlayıştır. Bu yaklaşım, insandaki, Kürt'teki dönüşümü ve bunun önemini kavramamaktadır. Yirmi yıl öncesinin Kürdü ile bu günün Kürdü arasında dağlar kadar fark vardır. Yirmi yıllık gerilla savaşı, dünün köle ruhlu, kendinden utanan Kürd'ünün yerine bambaşka, kimliğinden utanmayan, ona güvenen, isyanın ateşinden geçmiş, aşiretler yerine modern partilerde ve derneklerde örgütlenmiş, kadınların açık ya da gizlice başını çektiği yepyeni bir Kürt ortaya çıkmış bulunuyor. Bu aşama yaşanmasaydı, bugün öcalan'ın sunduğu proje, kendine güvenen kişilikli bir ulusun teklifi değil, kölece yalvarmalar anlamına gelirdi ve benzer çizgileri eskiden savunanlarda bu anlamdaydı. En sağlam dostluklar, en sert kavgaların sonunda oluşabilir. İngilizler Norman ve Saksonların uzun ve sert savaşlarının potasında oluşmuşlardır. Bir insanın sağlıklı ruhsal gelişimi için bile ana babasına isyan edip, kendi kişiliğini geliştireceği bir dönem gerekir. Böyle bir isyanı yaşamayanlar, ruhça çocuk kalmaya ve olgunlaşamamaya mahkum kalırlar. Bu isyandan sonra ana babayla kurulan karşılıklı kabule dayanan saygı ilişkisi ile, isyandan önceki ilişki, dış görünüş bakımından bir birine benzerse de, bunlar kökten farklı ilişkileri ifade ederler. Kürt ulusunun sağlıklı bir gelişimi için bu isyan dönemi gerekliydi. Bu olmadan ancak bir kölenin efendisiyle ilişkisi olabilirdi. Buradan gerçek bir dostluk, saygıya dayanan bir dostluk ve kaynaşma çıkamazdı. Gerçek, eşit ve karşılıklı kabule dayanan bir barış ancak bir savaştan sonra olabilirdi. 45

Kürt Ulusal Hareketi, Öcalan'ın şahsında, kendisini aşarak bu yeniden doğuşunu olağan üstü elverişsiz koşullarda yaşamaktadır. Karşı cephe çok güçlüdür. Diğer yandan da zaman çok kısıtlıdır. Sunulan program ve teklif bu savaştan çıkarı olmayan bütün toplum katmanlarını kazanmaya yöneliktir. Kartlar karışmış ve yeniden dağıtılmış bulunmaktadır. Artık bölünme, Kürtler ve Türkler arasında değil, bunların kendi içinde olacaktır. Ancak bu safların yeniden şekillenmesi ve kristalize olması, yani toplumun bilincindeki bu değişmeler, olağan durumlarda, çoğu kez hızlandırılmış hukuki prosedürlerden çok daha yavaş gerçekleşirler. Öcalan'ın idamı, bu süreci geri döndürüp onlarca yıl geriye itebilir. İdam olmaması ve gecikmesi halinde, toplumdaki bu yeni bölünme gerçekleşip bir ağırlık kazanabilir ve savaş yanlısı inkarcılar tecrit olabilir. Bu aynı zamanda Öcalan'ın idamdan Kurtulması ve bir müzakere partneri olması demektir. Başlangıçta, gerilla savaşını ve Kürdistan'daki kitlesel ayaklanmayı bastırmak için kurulmuş, kanunlar üstü ve dışı gizli özel savaş aygıtı, bir süre sonra onu kullandıktan sonra basit bir araç gibi bir kenara atabileceğini düşünen kurucularının başını yedi. Bu aygıtı yaratanlar başına topladığı cinleri dağıtamayan büyücüye döndüler. Bu aygıtı ilk yaratanlar, yine Kürt sorununun şiddetle çözülemeyeceğini ilk görenler oldular. Bunların bir uzlaşma zemini arayışları, yarattıkları aygıtın şiddetini üzerlerine çekti ve yarattıkları canavarın kurbanı oldular. General Eşref Bitlis, Turgut Özal ve daha sonra niceleri... Bu cinayetler, bir uzlaşmanın yollarını tıkadı ve binlerce insanın ölümüne, Türk ulusunun giderek çürümesine yol açtı. Bu özel savaş aygıtı bugün Türkiye'nin gerçek egemenidir. Bu aygıtı zayıflatmaya yönelik, devletin diğer kanatlarından gelen girişimler (Susurluk) bu aygıtın gücünü sarsmaya yetmemiş, hatta bunlar seçimlerden daha da güçlü olarak çıkmıştır. Bu aygıt için, savaş artık politikanın başka araçlarla bir devamı değil, kendi başına bir amaçtır. Hiç de küçümsenmeyecek, hukuki, siyasi ve iktisadi imtiyazlarla ve güçlerle donanmış bu aygıt, bu günkü konumunu sürdürmek için elinden geleni yapacaktır. Varlığını sürdürmesi, Kürtlerin ezilmesine, inkarına bağlıdır. Kürtlerin ve Türklerin düşmanlığını kışkırtmak bu aygıtın varlığını sürdürmek için tek olanaktır. Bu durumda, bu savaş rantiyeleri kastı, Öcalan'ın bir an önce idam edilmesi; böylece Türkler içinde Kürtlerle birlikte barış içinde yaşama yanlılarıyla Kürtlerin varlığını inkar edenler arasında gerçek ve yeni bir bölünmenin olgunlaşma ve serpilme olanağı bulmadan yok olması; bunun yerine Kürt ve Türkler şeklinde bir bölünmenin güçlenmesi için elinden geleni yapacaktır. Buna karşılık Öcalan'ın yaşaması, barış isteyen güçlerin etkisinin ve onun güçlenmesinin bir ifadesi olacaktır. Kürt ve Türk halkları arasındaki barış ve Öcalan'ın yaşamı ayrılmazca birbirine bağlanmış bulunmaktadır. Dolayısıyla, bugün Öcalan'ın yaşamını savunmak, aynı zamanda barışı savunmaktır ve bu her zamankinden de daha acil ve önemli bir görev olarak ortaya çıkmaktadır. Öcalan'ın yaşamına savunmak, bu inkarcı savaşı sürdürmek isteyen savaş rantiyelerine karşı durmak demektir. Öcalan'ın yaşamını savunmak, şoven bulutların dağıtılması, sınıf farklılıklarının ve 46

gereklerinin yeniden berraklaşması, Türk halkının, değişik milliyetlerden işçi sınıfının sorunlarının başka her türlü sorundan daha önemli olduğu ve onun çizgisinin yaşanan sorunlara kalıcı çözüm getirme yeteneğine sahip olduğunun görülebilmesi olanağını verir. Öcalan'ın yaşamının savunulması belki de Kürtlerden fazla Türklerin; daha spesifik olarak da sınıf mücadelesinin savunucusu sosyalistlerin büyük bir ihtiyacıdır. Özellikle sosyalistler anın tek görevi olarak bunu benimsemek durumundadırlar. Sadece enternasyonalizm, insancıllık vb. adına değil, bizatihi sınıf mücadelesinin stratejik konumunu etkileyebilecek durumdaki,şu anki taktik çıkarı adına.

18 Haziran 1999 Cuma Öcalan'ın Yaşamanı Savunmak İçin Hamburg Türk Girişimi

E- Mail: [email protected] Homepage: http://home.t-online.de/home/apohki/ V.i.S.d.P. Avni Yolalan, Bartelstr. 2a, 20357 Hamburg

47

Ekler

Mihri Belli’nin 1974 yılında Emekçi Dergisinde Yayınlanan Kıvılcımlı Eleştirisi Aşağıdaki yazıyı yayınlamanın gereğini duyuyoruz. Kıvılcımlı arkadaşın Sosyalist hareket içinde 1930'lara kadar pek ciddiye alınmayan bazı görüşleri 12 Mart arifesinde ve sonraları bazı çevrelerde benimsendi. Bu durumun, yaratılan Faşist Terör havasının Türkiye solu üzerinde bir ölçüde etkisinin bir sonucu olduğu söylenebilir. Yazı 1971'de kaleme alınmış olmasına karşın aktualliğini korumaktadır. Yazının sonunda ayrıca iki belge de yayınlıyoruz. Birincisi Vatan Partisi Program gerekçesinin önsözüdür. İkincisi Kıvılcımlı arkadaşın Cemal Gürsel Paşaya çektiği 28 Mayıs 1960 tarihli telgraftır. Okurun iki belgeyi de ilginç bulacağını sanıyoruz. Vatan Partisi Programı Eleştirisi Vatan Partisi Programının eleştirisine girişmeden önce şunu belirtelim: 1954'te (MenderesBayar yönetimi sırasında) Vatan Partisi çıkışı, o dönemin şartları gözönünde tutularak değerlendirilmelidir. Nasıl ki, onu yeniden diriltme çabasını da bugünün (1971'in) şartları içinde değerlendirmek gerekirse. Siyasi çizgi ve kadro bakımından ne kadar kusurlu olursa olsun, o dönemde Vatan Partisi'ni kurma girişimi, gene de, sosyalist akımın bir kolunun demokrasi uğruna mücadelesini, bu yolda bir keşif hareketini temsil eder; ve bu anlamda olumlu karşılanmalıdır.. Bu yazıda sadece Kıvılcımlı tarafından kaleme alınmış olan Vatan Partisi Programının kısa bir eleştirisi sunulmakla yetinilecektir. V.P. Programı şu paragrafla başlar: "Vatanımızın 'Amerika' derecesinde yüksek teknikli medeniyet kurmasından bahsediliyor. Lakin bir şey unutuluyor. Amerika'yı, Amerika yapan hız,. Amerikalıların doksan yıl önce köleliği kaldırmak uğruna vatandaş harbini göze alabilmekleriyle, yani keskin hürriyet kavgasıyla başlamıştır. Ve şu üç sebeple gelişmiştir: l Devletin kırtasiyeci ve askerci olmayışı (Tam demokrasi), 2 Derebey artıklarının yokedilmesi (Toprak reformu). 3 Sanayi sermayesinin ötekilerden üstün olması (Teknik yaratıcılığı)." (V.P. Programı, 1954 baskısı, s. 9) Gerici politikacıların, "nurlu ufuklar" edebiyatında, kapitalist yoldan kalkınmanın örneği olarak Birleşik Amerika'yı göstermeleri olağandır. Politikacı aldatmacasına göre, Türkiye de emperyalist Amerika'nın yolundan yürüdüğü takdirde, onun gibi kalkınacak bir ikinci "Amerika" olacaktır. Ama bir sosyalist parti olma iddiasında bulunan Vatan Partisi'nin programında, tarihi şartları bambaşka olan Türkiye toplumunu emperyalist Amerika ile kıyaslayarak. Amerika örnek gösterilerek söze başlanması çok yadırganacak bir durumdur. 48

Burada "Amerika'yı Amerika yapan hızın" 90 yıl önceki "keskin hürriyet kavgasıyla başladığı" (altını biz çizdik) söylenmektedir. Yani bu hız 90 yıl ünce başlamış ve bugüne dek (1954'e dek) devam etmiştir. O halde, Amerikan emperyalizmi İkinci Dünya Savaşı yıllarında ve sonraki dönemde tarihinde en hızlı iktisadi kalkınmayı gördüğüne göre, söz konusu "hız"ın büsbütün arttığı, "geliştiği" dönem, emperyalist Amerika'nın öteki emperyalist ülkeleri gerilerde bırakarak başı çekmeye başladığı bu son dönemdir. Bu duruma göre, yukarıdaki pasajda sıralanan "üç sebep" bugünün Amerika'sını da kapsamaktadır. Yani bize kalkınma örneği olarak gösterilen Amerika sadece 1860'ların Lincoln Amerika'sı değildir, Yirminci Yüzyılın emperyalist ülkesi Amerika'dır. Amerika'yı Amerika yapan, yani bu ülkeyi dünyanın en zengin, en güçlü emperyalist ülkesi yapan şey, burada iddia edildiği gibi ne "Tam demokrasi" dir, ne de "Toprak reformu"dur. Amerika'yı, en zengin, en güçlü emperyalist ülke yapan şey, her şeyden önce bu ülkenin, tarihi ve coğrafi şartları gereği, dünya halklarını sömürmede öteki emperyalist ülkelerden baskın çıkmasıdır. Linç töresinin hüküm sürdüğü bir ülke olan Amerika, tarihi boyunca hiçbir zaman, burjuva anlamıyla dahi, "tam" bir demokrasiyi, gerçek bir toprak reformunu tanımamıştır. Amerikan iç - savaşı (18611865), özünde, feodalizmi değil, kapitalist pazar için hammadde üretiminde bulunan ve özellikle İngiltere'nin tekstil endüstrisi ile sıkı ekonomik bağları olan özel nitelikte bir kölelik düzenini ortadan kaldırmayı amaç edinen bir savaştır. Savaşın eninde sonunda vardığı hedefin, örneğin bir Abraham Lincoln ya da bir Thadeus Stevens gibi idealistlerin kafalarında yer alan yüksek ülkülerle bir ilgisi yoktur. Güney'in kapitalist kuzeye meydan okuyan resmi kölelik düzeni yıkıldı, yerine Kuzeye boyun eğen, resmi olmayan kölelik düzeni kuruldu; zenci köleye sadece kuzeyin sanayi merkezlerinin gettolarında barınıp, ücret kölesi olarak sömürülme özgürlüğü sağlandı. Güney'de demokratik dönüşüm (Reconstruction) baltalandı ve önlendi. Zenci toprak emekçisi hiç bir zaman özgür köylü durumuna gelemedi. Büyük plantasyonları parçalama yolunda çabalar başarısızlığa uğratıldı "20.000 doların üstünde değer taşıyan mülklerin sahiplerinden alınması" ya da "her özgürlüğe kavuşan köleye 40 akr toprak ve bir katır" sloganıyla ifadesini bulan toprak reformu hiçbir zaman gerçekleşmedi. Büyük plantasyon sahiplerinin terörist teşkilatı olan Ku Klu Klan zenci emekçinin demokratilk özgürlük özlemlerini kan içinde boğdu. Kıvılcımlı'nın "keskin hürriyet kavgası" dediği şey, işte bu sonucu verdi. Savaşın tek galibi Amerikan kapitalizmi, Kuzeyin ücret kölelerinin. Güneyin de savaştan öncekine kıyasla daha feci bir duruma düşürülmüş olan toprak emekçilerinin kanını eme eme azmanlaşma yolunu buldu. Kıvılcımlı, Amerikan iç - savaşı sonucunun "Derebey artıklarının yokedilmesi (Toprak reformu)" olduğunu söylerken tarihin herkesçe bilinmesi gereken bu gerçeklerinden habersiz görünüyor ve herhalde farkında olmadan "Amerikan hayat tarzı" propagandacılarının tahriflerine düşüyor. Kuzey Amerika kıtası hiçbir zaman bir feodalizm tanımamıştır ki, onun artıkları yok edilebilsin. Daha geçen yüzyılın ilk yarısında Marx ve Engels, Kuzey Amerika toplumunun bir feodalite aşamasından geçmeyisin! şöyle açıklamışlardır: 49

"(...) gelişmiş bir tarihi döneme birdenbire giren Kuzey Amerika gibi ülkelerde, gelişme hızlı olur. Böyle ülkelerde, oraya yerleşen ve eski ülkenin ihtiyaçlarına aykırı düşen değişim tarzları yüzünden yeni ülkeye gelmiş bulunan bireylerden gayri doğal önkoşullar yoktur. Demek ki, bu ülkeler, eski dünyanın en çok evrime uğramış bireyleriyle ve dolayısıyla da bu bireylere uyan en gelişmiş değişim tarzıyla, hatta bu değişim sistemi eski dünyaya egemen olmadan önce işe başlamaktadırlar." (Kari Marx ve Friedrich Engels. Feuerbach, L'opposition de Conception Materialiste et İdealiste), Ocuvres clıoisies, tome I, p. 71, Editions Progres, Moskova 1970.) Marx ve Engels'in burada söz konusu ettikleri "eski ülke", feodal ilişkileri hala barındırmakta olan o çağın Avrupa'sıdır. Kuzey Amerika'ya göçedenler genellikle "eski ülkenin ihtiyaçlarına aykırı düşen değişim tarzları yüzünden yeni ülkeye gelenlerdir." Bunlar eski dünyanın en gelişmiş bireyleri olarak feodal baskıya uğradıkları için Yeni Dünya'ya göçetmişlerdir. Vardıkları yeni ülkede feodal baskı yoktur. Çünkü Kuzey Amerika'da "eski dünyanın en çok "evrime uğramış olan", (yani kapitalist üretim ilişkileri ile bağdaşan) kendilerinden başka "doğal önkoşul" yoktur. Kuzey Amerika'nın bir feodalite aşamasından geçmeden, o çağın "en gelişmiş değişim tarzıyla" (kapitalist üretim tarzıyla) evrimine başlamış olması bu yüzdendir. Kuzey Amerika kıtası ve özellikle ABD, batı Avrupa'da görülen cinsten bir toprak reformu da tanımış değildir. İlk muhacirler geldiler ve aileleri ile birlikte işleyebilecekleri büyüklükte topraklara sahip çıktılar. Sonraları üzerinde yerleşmek ve çiftçilik yapmak şartıyla devlet toprakları, azami 160 - akr'lık çiftlikler halinde halka dağıtıldı (1862 Homestead Kanunu). Bu yoldan son iskan yüzyılımızın başlarında olmuştur. Ama buna rağmen, Amerikan tarımında gelişme, başından beri, küçük çiftliklerin büyük tarım işletmeleri tarafından yutulması, ya da ortakçılığın yaygın bir hal alması doğrultusunda olmuştur. Besbelli ki burada toprak reformu ile kastedilen, geçen yüzyılın ikinci yansından başlayarak beyaz adamın iskanına açılan Batı eyaletleri topraklarında çiftliklerin kurulmasıdır. Nitekim Programın "Köylüye Toprak" başlıklı bölümünde (Madde 16, sayfa 27) "Amerika'nın 1862 (Homestead Kanunu) usullerine göre, topraksız ve yarı göçebe nüfusumuz orta halli müstahsiller durumuna getirilecektir" denmektedir. Beyaz ırktan olanlara dağıtılan bu "devlet topraklarının, o toprakların asıl sahibi kızılderililerin toptan öldürülmesi ve kavim olarak yok edilmesiyle ele geçirildiğini de hatırda tutalım. V.P. Programının yukarıya aktarılan ilk paragrafında "Amerika'yı Amerika yapan hızın devletin kırtasiyeci ve askeri olmayıp, (tam demokrasi)den ileri geldiği söylenmektedir. Bu program 1954 yılında yazılmıştır. Yani dünyada en yüksek askeri bütçesiyle, beş kıtayı kaplayan askeri üsleriyle en askerci emperyalist ülke olan Birleşik Amerika'nın Türkiye'yi boyunduruğu altına aldığı bir dönemde. Bu şartlarda, birinci görevi, başta Amerika olmak üzere, emperyalizme karşı mücadele etmek oları bir "sosyalist" partinin programında saldırgan emperyalist Amerika'dan "tam demokrasi", "askerci olmayan devlet" diye söz edilmesine şaşmamak elden gelmiyor. Bir sosyalist yazarın legalite olanaklarını hesaba katarak ifade tarzını ayarlaması doğaldır. İlkelerden taviz vermeden politik esneklik göstermek de anlaşılır bir şey olabilir. Engels olsun, Lenin olsun, sansürün baltalamalarını önlemek için zaman zaman görüşlerini ılımlı bir dil ile ifade etme zorunluluğunu 50

duymuşlardır. Ama fikirden asla taviz vermeden. Ilımlı ifade ile meramı anlatmak belli koşullarda haklı ve yerinde bir davranıştır. Nitekim Türkiye'de sınırlı basın özgürlüğü şartlarında proleter devrimci yazarlar çok kez üslup cambazlıklarına başvurarak fikirlerini ifade etme zorunluluğunu duymuşlardır. Ama yazı üslubunda taviz başka şeydir, fikirden taviz başka şeydir; ve hele seni boyunduruğa almış olan saldırgan emperyalist devleti "askeri olmayan tam demokrasi" olarak, nitelendirmek bambaşka şeydir. Amerikan toplumu bir bakıma en kırtasiyeci ve her bakımdan en askerci bir toplumdur. Ve cumhurbaşkanlarının sokak ortasında egemen tröstlerin kiraladığı katiller tarafından köpek gibi öldürüldüğü bir toplumda, linç töresinin hüküm sürdüğü bir toplumda "Tam demokrasimden söz etmek gülünçtür. "Amerika'yı Amerika yapan hız"ın "sanayi sermayesinin ötekilerden üstün olması" nedeniyle geliştiği iddiasına gelince: Bu da tartışma götürür bir iddiadır. Dr. Kıvılcımlı'nm finans - kapital terimine büyük bir bağlılığı olduğunu biliyoruz. Kıvılcımlı genellikle finans - kapital terimini emperyalizm karşılığı olarak kullanmaktadır. Oysa, nasıl ki kapitalizmin en önemli unsuru olan kapital (sermaye) tek başına kapitalizmi ifade edemezse, kapitalizm, sermayeden başka daha birçok şeylerin bileşimi ise; aynı şekilde emperyalizmin en önemli unsuru olan finans - kapital de tek başına emperyalizmi ifade edemez. Kıvılcımlı'nm finans - kapital terimine düşkünlüğü ona bu terimi, emperyalist dünya sistemi içinde sömürülen geri bir ülkedeki egemen sınıfı ifade etmek için bile kullanmaya kadar götürmüştür. Ona göre, Türkiye'de egemen sınıf, yerli finans - kapitaldir. Oysa Leninist terminolojide finans - kapital, gelişmiş kapitalizm şartlarında teknolojik gelişmeler yüzünden üretimin ve sermayenin yoğunlaşması sonucu tekelleşmiş banka sermayesiyle tekelleşmiş sanayi sermayesinin kaynaşmasıyla meydana gelen egemen sermayedir. Türkiye gibi gerçek kapitalist gelişmeyi hiçbir zaman tanımamış, sömürülen geri bir tarım ülkesinde yerli bir finans - kapitalden egemen güç olarak sözetmek besbelli ki Leninist emperyalizm anlayışının inkarından başka bir şey değildir. Amerikan ekonomisinde, bugün sanayi tekellerinin öteki sermayeye üstünlüğünü iddia edenler, bu yolda kanıtlar ileri sürenler vardır; bu kanıtlar üzerinde tartışılabilir. Ama finans kapitalin kapsamını bu kadar yayan Kıvılcımlı'nın baş emperyalist ülke Amerika'da finans kapital'in hegemonyasından söz etmemesinin bir çelişki olduğu açıktır. Finans - kapital'den, egemen güç olarak söz edilecek birinci ülke emperyalist A.B.D.'dir. Vatan Partisi programının bu birinci paragrafı üzerinde belki gerektiğinden fazla durduk. Ama bu sekiz satırlık paragraf tek başına, 1950 - 1960 döneminde, işbirlikçi sermaye ve feodal mütegallibenin baş temsilcileri durumunda olan Demokrat Parti'nin (sahte parlamenter muhalefetin de desteğiyle) anti - kemalist karşı - devrimi gerçekleştirdiği, Türkiye'nin toprak altının, toprak üstünün ve göklerinin Amerikan emperyalizmine peşkeş çekildiği, proleter devrimcilerinin zindanlarda en ağır şartlar altında tutulduğu o dönemde, Hikmet Kıvılcımlı'nm nasıl bir şartlanma içinde bulunduğunu veciz göstermesi bakımından çok 51

anlamlıdır. Bu dönemde "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" zihniyetinin Kıvılcımlıyı, o yılanın eninde sonunda kendisini de sokacağını düşünmeden, tutum ve davranışlarında proleter devrimci siyasi çizgiye aykırı durumlara sürüklediği açıktır. Bu aykırı tutum, Vatan Partisi Programının Birinci Kısmında açık seçik bellidir. Bu kısım bir Hürriyet Kasidesi niteliğindedir. Burada millete ve dolayısıyle demokrasiye inanmadığı için "Kızıl Sultan" Abdülhamit yerilmekte, hürriyet düşmanlığının yakın tarihimiz boyunca nasıl süregeldiği belirtilmekte ve şöyle denilmektedir: "(...) Tek Parti Şefliği (İnönü kastedilmektedir), yumruğunu masaya vurarak, "idaremiz bütün manasıyla halk idaresidir" (Meclis 2.11.1944 nutku) tehdidiyle herkesi susturuyordu. Demokrasi, "Vatanda anarşi ve sözü ayağa düşürmek" (Meclis nutku 24.5.1945) sayılıyordu... Böylece Hamit saltanatı kadar uzun süren yıllarda, Anayasamız, kendine zıt kanunlarla muhasaraya alındı. DP iktidara gelmeden, mevzuatımızda binlerce antidemokratik kanun buldu. İktidara gelince, kendisinin "demokrat" olmasını yeter buldu." (Vatan Partisi Tüzük ve Programı sayfa 10, 11. 1954 baskısı, İstanbul). Bu satırlar, 1954 yılında yazılmaktadır. Bu sırada iktidardaki DP, kapitülasyonların hortlatılmasmdan başka şey olmayan Amerikan uzmanlarının hazırladığı yabancı sermaye ve petrol kanunlarını Meclis'ten geçirmiştir. Ve DP'nin kurucusu Bayar, Türkiye'nin Cumhurbaşkanı sıfatıyla Amerika Birleşik Devletlerine yaptığı bir ziyaret sırasında (25 Ocak 1954'te), "Washington'da düzenlediği bir basın toplantısında, Türkiye'yi bir tatlı karlar ülkesi olarak Amerikan emperyalistlerine şu sözlerle peşkeş çekmektedir: "Türkiye'ye yapılan iktisadi yardım zaten yükselmekte olan ekonomik bünyeye kuvvetli bir müzahir olarak gelmiştir. Türk milletinin satın alma kudretinin artması ve hayat standardının yükselmesiyle, memleket mamul maddeler, istihlak maddeleri için büyük bir pazar haline gelmiştir. Yeni kabul edilen bir kanun, yabancı sermayenin Türkiye'ye en müsait şartlar altında akmasını mümkün kılacaktır. Hülasa, denebilir ki, Türkiye'de sarfedilen her dolar, münbit toprağa ekilmiş refah ve bereket filizlerini verecek bir tohum gibidir." Bu durumdaki bir DP iktidarına Kıvılcımlı'nın yönelttiği eleştiri "iktidara geçince kendisinin 'demokrat' olmasını yeter bulmaktan" ibarettir. Ama o, DP'nin seçim demogojisine uygun bir şekilde, Kurtuluş Savaşımızdan bu yana "Hamit saltanatı kadar uzun süren yılları" kapsayan tüm Cumhuriyet yönetimini çok daha ağır bir dille yermektedir. Hamit saltanatı 32 yıl sürmüştür. 1954'ten 32 yıl gerilere gidersek 1922'ye varırız. Böylece Kıvılcımlı, siyasi bağımsızlığını, ilk başarılı milli kurtuluş savaşında kan pahasına elde etmiş bir Türkiye'yi, sinsice tezgahlanan karşı devrim sonucu emperyalizme bağımlı duruma düşürülmüş olan bir Türkiye ile aynı sepete koymaktadır. Dün DP'nin, bugün de AP'nin sözcüleri ve karşı - devrim cephesinin öteki demagogları irticaa taviz ve emperyalizme yaranma çabalarında kemalist reformlara karşı çıkarken hep bu dolambaçlı dili kullanmışlardır, "kırk yıllık zulüm idaresinden" sözetmişlerdir.

52

Besbelli ki bir marksist böyle bir dil kullanamaz. Cumhuriyetin Kemalist döneminin reformlarının yüzeyselliğini, küçük - burjuva radikallerin emekçi sınıflara karşı olumsuz tutumlarını eleştirmek başka şeydir, Kemalist Türkiye'yi, İkinci Dünya Savaşından bu yana tezgahlanan anti - Kemalist karşı - devrimin sonucu olan Amerikan emperyalizminin boyunduruğu altındaki Türkiye ile bir tutmak başka şeydir. Vatan Partisi Programının bu "Hürriyet" bölümünde yazar (tezini güçlendirmek için olacak) bir parti programında yeri olmayan, hele sosyalist parti programında çok yadırganması gereken bazı aktarmalar yapmaktadır Hem de Falih Rıfkı Atay gibi, ya da Ahmet Emin Yalman gibi hürriyet kahramanlarından (!) Şöyle deniyor: "Falih Rıfkı'nın yazdığı gibi, 'Hürriyet eğitimi, ancak hürriyet içinde elde edilebilecek bir şeydir. Okullarda verilecek diplomalı mezunlarla sağlanamaz. Bin yıl beklesek, gene başladığımız yerden yola çıkarız. Ulus, 3.2.1946)" AP'nin Babıali'deki en saldırgan kalemşoru olarak hayata gözlerini kapayan Falih Rıfkı Atay böyle parlak kelam etmiş.1946'da ve bizim Kıvılcımlı arkadaş bu yavan, beylik lafları, bir matahmış gibi, sekiz yıl saklamış ve Vatan Partisi Programına aktarmış. O dönemde Amerikan emperyalizminin Babıalideki bir numaralı sözcüsü olarak tanınan Ahmet Emin Yalman'dan yapılan aktarma da şöyle: "Bizzat Ahmet Emin Yalman'ın şu sözlerini asla unutmadık: 'Kendimiz gibi düşünmeyen adamı bir vatan haini, satılmış, bedbaht, acınacak bir gafil diye tahkir ederek üzerine saldırıyoruz. Hele siyasi parti münakaşaların da saygı ve tahammül kaide değil, istisna...' (Vatan, 5.10.1958)" Genel kural olarak aktarmaların parti programlarında yeri yoktur. Marksist partiler, sosyalizm düşmanlarının yavan hürriyetçi lafazanlıklarını değil, Marx'm, Engels'in ya da Lenin'in fikirlerini bile programlarına alırken bunları aktarmazlar, sadece özetlerler. Alman Sosyal Demokrat Partisinin Engels'in denetiminden geçen Erfurt Programında da bu böyledir. RSDİP'nin Lenin'in denetiminden geçen programında da böyle. Oysa V.P. Programında "Hürriyet" tezine dayanak olarak zikredilen Ataylar, Yalman'lar gibi emekçi halk düşmanlarının Filipin demokrasiciliği denen anti - demokratik düzeni tezgahlama çabasında söylenmiş laflarıdır. V.P. Programında yabancı kaynaklardan alınma aktarmalar da var. Örneğin, "Hürriyetin hedefi: Fakir Halk" başlıklı madde aynen şöyle: "Demokrasi, (iki asır evvel yaşamış Frenk filozofu Condarcet'nin dediği gibi) 'en kalabalık ve en fakir sınıfın maddi, manevi, ruhi, içtimai bakımından iyileşmesi olmalıdır.'" Sınırdışına, hem de iki asır gerilere gitmenin gereği yoktu. Bizim sahte demokrasinin bütün gerici demagogları seçim nutuklarında buna benzer şeyler söylerler. Hem kimdir bu Condorcet? Burjuva devriminde bile (Büyük Fransız Devrimi sözkonusudur) karşı - devrimci bir tutuma sürüklenmiş ve devrimin terör döneminde atıldığı hapishanede giyotine gitmemek için intihar etmiş bir idealist felsefeci; hiç şüphe yok ki, Türkiye proletaryasının siyasi örgütü olma iddiasında olan bir partinin programında adı hiç geçmeyecek biri. 53

Programda, O.İ.T. (Organisation Internationale du Travail - Uluslararası İş Teşkilatı) bildiri ve raporlarından pasajlar da, yabancı kaynak olarak gösterilmektedir (sayfa 18, 29, 30, 31). Bunlardan ilkinde şöyle deniyor: "Cihana, O.İ.T.'ın anatüzük mukaddimesini hatırlatacağız: 'Fukaralık nerede bulunursa bulunsun, herkesin refahı için bir tehlikedir.'" O.İ.T. Birinci Dünya Savaşından sonra emperyalist devletlerin kurdukları ve ilk sosyalist ülke Sovyetler Birliği ile ilk başarılı milli kurtuluş savaşı vermiş ülke Türkiye'yi uzun seneler üyeliğine kabul etmedikleri Cemiyeti Akvam'a bağlı kapitalist ülkelerin gerici sendikalarının desteklediği bir kuruluştur. Ve bu kuruluşun Anatüzük Önsözünden buraya aktarılan cümle de onun ne menem bir işçi kuruluşu olduğunu belli etmektedir. Bu aktarmada hitap, emekçilere değil; zenginlere, sömürücüleredir. Onlara "fukaralık senden uzaklarda olsa da, gene senin servetin için, refahın için tehlike teşkil eder, onun için o kadar katı yürekli olma, fakir fukaraya merhamet et" denmek istenmektedir. Ve Vatan Partisi bir tradeunioncuya, bir protestan papazına layık bu sözü bütün "cihana hatırlatacaktır". Ve (sosyalist ülkeler O.İ.T. çağrılarım ciddiye almayacaklarına göre) bu sözü duyan emperyalistler "ağır sanayi hamlemizi hakkıyla desteklemek üzere, en az faizle en uygun yardımı" (Madde, 26.) bize yapacaklardır. V.P. Anatüzüğünün Gaye ve Konu maddesi, bu partinin programının bir özeti niteliğindedir. Bu maddeyi buraya almanın gereği var: ANA TÜZÜK, madde 2: "GAYE ve KONU: Şahsi nüfuz yerine, mutlak surette kanun yolu ile, "a) Devleti milletten değil, milleti devletten üstün tutan gerçek hürriyeti fiilen kurmak ve antidemokratik kanunları ayıklamak. "b) Müzmin işsizlik ile hayat pahalılığı kanser haline gelmiştir. Bunları köklerinden kazımak için, ikinci bir kuvayımilliye seferberliği gerektir. Bu iktisadi seferberliğimizi, atom dahil en son sistem ağır sanayi temeline dayandırmak. "c) Milli istihsal mücadelemizin, para maddesini ne sadakayla, ne zorla ancak UCUZ DEVLET ve ŞUURLU TİCARET yolu ile sağlamak. "d) Bu mübarek iktisadi kuvayımilliye seferberliğimizin güdücü ruhunu başta işçi sınıfımız gelmek üzere cahil, alim, köylü, şehirli.. Bütün değer yaratan iyiniyetli vatandaşlar tamamiyle aşağıdan gelme ve tamamiyle serbest (TEŞEBBÜS - TEŞKİLÂT - KONTROL)larında bulmak; ve bu emelle, bütün organlarda bilfiil müstahsilleri çoğunlukta görmek, yarımız olan kadını ön safta bulmak, gençliğe sonsuz inanmak." "Milleti devletten üstün tutma", "gerçek hürriyet", "atom sanayii", "zora" başvurmama vaadleri, "Ucuz Devlet", "şuurlu ticaret", "bütün organlarda müstahsillerin (üreticilerin) çoğunluğu" özlemleri, bütün bunlar, hem ifade hem öz bakımından liberal burjuva taleplerdir ve proletarya partisinin asgari programında yadırganır. Bu Gaye ve Konu maddelerinde olsun, Vatan Partisi Programının geniş bölümlerinde olsun, bir Turhan Feyzioğlu'nun katılmayacağı fazla bir şey yoktur.

54

"Devleti milletten üstün değil, milleti devletten üstün tutan gerçek hürriyet" gibi, "organlarda üreticilerin çoğunluğu? (tabii bu sömürücülerin azınlıkta olsalar da organlarda yer almaları demektir), "değer yaratan iyi niyetli vatandaşlar", "kadına ön safta yer", "gençliğe sonsuz inanmak" gibi yuvarlak laflara bütün burjuva partilerin programlarında rastlanabilir. "Milli istihsal mücadelemizin para maddesi ne sadakayla (kastedilen dış yardım olsa gerek), ne de zorla" sağlanmayacakmış. Yani emperyalizmin işbirlikçisi sömürücü sınıfların sömürü ve tahakküm olanaklarının millileştirilmesi diye bir şey yok. Sömürücü sınıflar vergilendirilerek "milli istihsal mücadelemizin para maddesini" sağlamak yok. Bu para UCUZ DEVLET ve ŞUURLU TİCARET yolu ile sağlanacak! Neymiş ucuz devlet? Programın "Elverişli Sermaye" bahsinin 5. maddesinde bu açıklanıyor (s. 27): "Devlet, belediye vb. bütçelerinden resmi, yarı resmi iktisadi teşekküllerde lükse, israfa son verilmesi "DP iktidara gelirken 1,5 milyarlık bütçede 300 milyon lira (yani beşte bir) tasarruf imkanı bulduğuna göre, masraflar en az dörtte bir kısılacak. (...) müsrif bütçe usulü kaldırılacak." İşte böylece, proleter devrimci iktidar hiç kimsenin burnunu kanatmadan, yatırımlar için gerekli para maddesini sağlayacak ve "iktisadi seferberligimizi" gerçekleştirecek. Bu ciddiye alınamayacak gülünç bir iddiadır. Tarih boyunca Ucuz Devlet burjuva liberalizminin sloganı olmuştur. Liberal burjuva bütün alanları özel teşebbüse devretme taraflısı olduğundan, hükümetin hükümet etme alanlarının alabildiğine kısılmasından yanadır. "En - iyi hükümet hiç olmayandır" sözü, liberalizmin bu tutumunu ifade eder. Tabiidir ki, eylem alanı alabildiğine sınırlanan bir devletin masrafları da az olacaktır, böyle bir devlet ucuz devlet olacaktır. Ama buna karşılık, sosyalist devlet, ya da sosyalizme yönelmiş bir devlet ucuz devlet olamaz. Çünkü böyle bir devlet, devlet sektörünü mümkün olduğu kadar genişletme ve özel sektörü mümkün olduğu kadar daraltma politikasını uygular. Sosyalist devlet, pahalı, hem çok pahalı devlettir; çünkü, üretimi, hizmetleri o sağlayacaktır ve bütün alanlarda yatırımları o yapacaktır.. Ya "Şuurlu Ticaret. nedir? Programda aynı bahsin 3. maddesinde (s. 26) o da açıklanıyor: Dış ticarette: malımızı değeri ile alanın malı, münakasa (eksiltme) yoluyla alınacak; vurgunculuğa elverişli dış ticaret rejimleri uygulanmayacak, İthalat sanayileşme planına uygun şekilde yapılacak, fatura hilelerine meydan verilmeyecek; hilenin önüne geçilemeyen branşlar millileştirilecek; dış ödemeler ucuz dövizle yapılacak; döviz kaçakçılığını besleyen acentelikler millileştirilecek; demir, çelik ve makine ithalatı milletlerarası münakasa (eksiltme) yoluyla millileştirilecek (!); Devlet tekelindeki mahsullerin ihracatı devlet eliyle yapılacak; bütün bunlardan sağlanacak olan 3-4 yüz milyon millet kalkınmasına harcanacak. İç Ticarette de "Şuurlu Ticaret" şu (madde, 4): milli sermayenin israfı önlenecek, reklam masrafları önlenecek, kooperatifler kurulacak. Küçük tasarruflar büyük istihsale teşvik edilecek, değer yaratmaz tembel iratçılığa ağır vergiler konacak: Devlet Bankaları sanayileşme planını destekleyecek, şehir ve köy üreticilerini kooperatiflere çekecek tedbirler 55

alacak, "Özel Bankalardan her biri mevduatlarını, kendi seçecekleri istihsal branşlarında, para sahipleri için de daha istikrarlı bir verim sağlayacak olan istihsal seferberliğimize destek yapacaklar" (s. 27) (altını biz çizdik). Bu satırları yazan kimse sanki Türkiye'nin emperyalist dünya sistemi irinde sömürülen bir ülke olduğunun farkında değildir. Emperyalizmin, tahakküm ve sömürüsünü sürdürmek için ülke içinde asalak sınıflarla ittifaklar kurduğu ve bu emperyalizmin işbirlikçisi sınıfların dış ticaret gibi, bankacılık gibi, montaj, ambalaj sanayii gibi kaleleri olduğunu ve Türkiye'nin gerçek bir iktisadi kalkınma görebilmesi için bağımlılık durumuna son verilmesinin ve bu kalelerin millileştirilmesinin şart olduğunu sanki hiç bilmemektedir. Ve, fatura hilelerini önleyerek, ucuz dövizle ödemelerde bulunarak, tekel ürünlerinin devlet eliyle ihracını sağlayarak "Şuurlu dış ticaret" yapıp; ve iç ticarette de israfları önleyerek küçük tasarrufları büyük üretime iterek (yani gelişmiş kapitalist ülkelerde olduğu gibi anonim şirketler kurarak), emlak ve. arazi spekülasyonunu önleyerek "tembel iratçılığı" vergiye tabi tutarak, özel bankaları üretim seferberliğini desteklemeye davet ederek Türkiye'yi kalkındırmaya kalkmaktadır. Güven Partisi de, Yeni Türkiye Partisi de bundan daha sağ taleplerle ortaya çıkmıyor. Besbelli ki, Vatan Partisi Programının "Ucuz Devleti', "Şuurlu Ticaret" sloganları bilimsel sosyalist düşüncenin değil, liberal burjuva dünya anlayışını yansıtan sloganlardır ve bunların bir emekçi partisinin programında yeri olamaz. V.P. Anatüzüğünün "Gaye ve Konu" maddesinde "mübarek iktisadi kuvayımilliye seferberliğimizin güdücü ruhunun (...) bütün değer yaratan iyi niyetli vatandaşların (teşebbüs teşkilat - kontrol) larında" bulunulacağı ifade edilmektedir. Bu "değer yaratan iyi niyetli vatandaşlar" ifadesi üzerinde biraz duralım: Bu, proleter devrimci dünya anlayışının reddettiği, tamamen bireyciliğin ifadesinden başka bir şey değildir. Marx ve Engels, sosyal gelişmede iyi niyetin, kötü niyetin yeri olmadığını defalarca belirtmişlerdir. Bir proleter, genel ölçülerle kötü niyetli olabilir, ama o kendi sınıfı şartlanması içinde bir devrimci ya da potansiyel devrimcidir. 'Onun için, o, devrimci açıdan olumlu bir kimsedir. Bir kapitalist, genel ölçülerle çok iyi niyetli insan olabilir, ama, o, kendi sınıfı şartlanması içinde sömürü düzeninden yanadır, karşı - devrimcidir. Onun için, o, devrimci açıdan olumsuz bir kimsedir. Değer yaratıcıları safında yani emekçiler safında "iyi niyetliler", "kötü niyetliler" diye bir ayrım, ya da sömürücüler arasında "iyi niyetliler", "kötü niyetliler" diye bir ayrım marksizme aykırıdır. Vatan Partisi Programının meselelerin marksist ele alınışını reddeden yüzeyselliği özellikle İKTİSAT bölümünde (KISIM II) açık seçik görülmektedir. Bu bölümde yer alan işsizlik bahsi üzerinde, biraz duralım. Bu bahsin gerekçe kısmında (s. 20) işsizliğin "Ümmülhabais kötülüklerin anasın olduğu söylenerek konuya giriliyor. Azıcık marksist ekonomi politik okumuş olan bilir ki, "kötülüklerin anası" sıfatı kapitalizmin ayrılmaz bir unsuru olan işsizliğe uymaz. İşsizler ordusu, kapitalist düzenin yedekte tutmak zorunda bulunduğu bir kuvvettir. Kapitalizm olduğu sürece işsizlik olacaktır. Kapitalizmin buhran ya da refah dönemlerinde 56

işsizliğin nispeten daha çok ya da daha az oluşu bu genel kanunu değiştirmez. Onun için işsizlik, "kötülüklerin anası değildir; "kötülüklerin anası" kapitalizmdir; işsizlik de onun yavrusudnr. Ve işsizliğe karşı mücadele, toplumun bütün yaratıcı gücünü toplum yararına seferber eden sosyalist toplum uğruna mücadeledir. V.P. Programında önerilen işsizliğe karşı "mukaddes cihad" ise, kurulu sömürü düzeninin hep, devam edeceği varsayımını kabul eden bir "cihadadır. Bu "mukaddes cihad" şöyle verilecektir: "l - MUKADDES CİHAD İLÂNI: Bütün memleket radyoları ve bekçileri,. sabah, akşam ezanlarından sonra, şehir ve köy meydanlarında şu büyük milli hakikati her gün haykıracaklar: "'Tarlada, fabrikada, karada, denizde, havada çalışmak, masa başında, salonda, sarayda oturmaktan çok daha üstün ve şereflidir!'" Ve arkasından Kur'an'dan bir ayet: (Leyse lilinsane illa mesea) "İnsan, için işten gayrisi yalandır". "2 - İŞSİZE SES: En büyük şehirlerimizin en kıyı mahallelerinden en ücra köyümüzün dağ başına kadar, her nerede bir tek yurttaş işsiz kalırsa, orada, hususi, resmi bütün telefon, telgraf ve ulaştırma vasıtaları, derhal, bedavadan o yurttaşa açık tutulacak. Masraflar belediyece ödenecek. "3 - İŞSİZE İMDAT: (...) bir işsizin haberi geldi mi, tekmil devlet cihazı, ile halk, belediye teşekkülleri, işsiz vatandaşın imdadına, yangına koşarca, yıldırım süratiyle koşacak (...) "Hükümetin birinci vazifesi: Eşkıya bastırmaktan önce. issize iş bulmak olacak. "4 - İŞSİZE TAZMİNAT: (...) her işsize, iş bulamayan ilgili teşekkül ve makamlar (...) tazminat ödeyecek. Bu hususta ihmali görülenler, başta Cumhurbaşkanı ve bakanlar gelmek, bütün devlet erkanı da dahil olmak üzere zincirleme kendi ceplerinden işsizlik tazminatı ödemeye sembolik mahiyette olsun katılacaklardır. "5 - Memleketimizden her yıl ihraç edilen 65 milyon kilo üzüm, 30 - 40 milyon kilo incir, 40 50 milyon kilo tütün, hatta maden ve emsali gibi birçok ilk ve hammaddeler dış pazarlara gitmezden, kendi işçilerimizce azami derecede elden geçirilip işlenecek, standarize edilecek (...)" (sayfa 20, 21). Ve işte böylece 6 milyonu aşkın açık - gizli işsizimize iş bulunmuş olacak. İşsizliğin devası bu... Buraya bu kadar uzun bir pasajı niçin aktardığımız herhalde takdir edilir. Pasaj o kadar ilginçtir ki, okuyucu, uzunluğunu bize bağışlayacaktır. Böylece, işsizlik denen, kapitalizmin o devası olmayan derdi, V.P. Programına göre, milli demokratik devrimi gerçekleştirerek ve sosyalizm doğrultusunda yol alarak ortadan kaldırılacak değildir. İşsizlik derdine "sabah - akşam ezanlarından sonra" meydanlarda tellallara ayet okutarak, işsize bedava muhabere imkanı sağlayarak, cumhurbaşkanı dahil, yüksek görevlilere sembolik işsizlik tazminatı ödetilerek, ihraç ettiğimiz üzüm, incir ve tütünü kendimiz ayıklayıp ambalaj yapacak, "hatta" ihraç ettiğimiz madenleri bile kendimiz azami 57

ölçüde işleyerek deva bulacağız. Bağımlı kapitalizmden söz yok. Sınıf çıkarı Türkiye'yi emperyalizmin sömürü alanı olarak tutmakta olan işbirlikçi sermayenin ve feodal mütegallibenin gerçek sanayileşmeyi bilinçli olarak baltalamasından söz yok. Besbelli ki, V.P. Programının işsizliğe deva olarak bu örneklerine "hayır" diyecek Filipin demokrasiciliğinin unsuru tek bir parti yoktur. Kısacası, burjuva demokratik devrimini, burjuva devrimler çağından yapmış olan ABD (s. 9, 33, 37), Belçika (s. 33), Felemenk (s. 36), İsveç (s. 28) vb. gibi kapitalist ülkeleri, burjuva demokratik devrimlerin tarihe karıştığı bir çağda Türkiye için örnek olarak gösteren; Türkiye'de emperyalizmin vesayetinden, emperyalizmin işbirlikçisi sınıflardan, bunlara karşı devrimci sınıf zümrelerinin mücadelesinin zorunluluğundan, sosyalizm yolunda ilk adım olarak milli demokratik devrimden söz etmeyen "her içtimai sınıf, zümre ve tabakanın en vatansever, en namuslu, en canlı ve en ileri unsurlarını feragatle içine alan "umumi bir milli seferberlik" (s. 25) önererek, uzlaşmaz çelişki halindeki sınıf ve zümreler arasında uzlaşmayı öneren Vatan Partisi Programı liberal burjuva programıdır. Ve Türkiye işçi sınıfı ve yoksul köylülüğü bu programda kısa vadede gerçekleşecek olan kendi özlemlerini bulamaz. .. OYSA biliyoruz ki, bu programı kaleme alan Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın orijinallikleri, hataları ne olursa olsun, içtenlikle sosyalizmden yana olan bir kimsedir. Sömürü düzeninin Zindanlarında yirmi yıl yatmış olması buna tanıklık eder. Nasıl oluyor da böyle bir kimse 1950-60 DP döneminde bir liberal burjuva program kaleme alacak kadar bir sapmaya düşebiliyor? Bu sorunun cevabını Dr. Hikmet Kıvılcımlı'nın formasyonunda ve o formasyon sonucu 195060 dönemindeki şartlanmasında aramak gerekir. Kıvılcımlı 1929'a kadar bir gençlik militanı olarak örgütlü eylemin içindeydi. O noktaya kadar yolu proleter devrimcisinin tabii yolu idi. O tarihten sonra bazı sebeplerden ötürü örgütlü devrimci eylem ile bir ilişiği olmadı ve genellikle Babıali'de legal yayınla uğraştı. Kıvılcımlı'nın 1938'de Nazım Hikmet ve arkadaşlarıyla birlikte mahkumiyeti bu legal yayın faaliyetinden ötürüdür. Bu mahkumiyetinin bir adli hata olduğu bilinmektedir. Bu örgüt dışı durum bir proleter devrimcisi için olağan sayılamaz. Örgüt dışılık Kıvılcımlıdaki bireyci eğilimin kuvvetlenmesine sebep olmuştur. Kıvılcımlı, Demokrat Partinin 1950 affı ile hapishaneden çıkmıştır. DP, bu affın hemen ardından bir karşıdevrimci teröre girişti. 1951'de TKP tevkifatı başladı. Ve bu örgütle ilgisi bulunduğu iddia edilenler 10 yıllık DP dönemini genellikle zindanda ve sürgünde geçirdiler. DP'nin, ilkten örgüt dışında kalan sosyalistlere karşı tutumu ılımlı oldu. Bir yandan örgüt içindekiler görülmedik zulme uğratılırken örgüt dışındakilere pek ilişilmedi. Sosyalistler arasında bu ölçütte bir ayrım yapıldı. Daha önceki CHP iktidarları zamanında uzun yıllar hapis yatmış olan Kıvılcımlı'nın DP'nin bu özel muamelesinin etkisi altında kaldığı anlaşılmaktadır. VP Program ve Tüzüğünde olsun, Program gerekçesinde olsun, o dönemde yazdığı öteki yazılarda olsun., bu etki açıkça görülür. Bu yazının sonunda sunduğumuz 1957'de kalem: alınan "Vatan Partisi Programı gerekçesi önsözü" bu şartlanmanın yazan 58

nerelere vardığını gösteren bir belgedir. Bir sosyalistin sol kanatta yapılan bu akkoyunkarakoyun ayrımından işbirlikçi iktidarın güttüğü maksadı sezmemesi ve bela taşından bir süre için başını koruyabilmiş olmasını siyasi manevrada başkalarının acemiliğine ve kendi ustalığına hamletmesi, çok önemli hatalara sürüklenme tehlikesini taşıyan devrimci uyanıklığa aykırı bir tutumdur. Bu tutumun, devrimci dayanışma ile bağdaşmadığı da açıktır. DP iktidarının Kıvılcımlı'ya karşı ilgisiz ya da nispeten hayırhah tavrı, 1957 Vatan Partisi tevkifatına kadar sürdü. O tarihten sonra, o da kara koyunlar safına itildi. Evet, Kıvılcımlı'nın 1954'de marksist dünya görüşü ile kesinlikle çelişen bir liberal burjuva programı kaleme alması, onun örgüt dışı formasyonu ve 1950'den sonraki dönemde bu şekilde şartlanmasıyla açıklanabilir. Ve bu programın, bugün de, önümüze bir sosyalist parti programı olarak sürülmesi de olsa olsa, tükürdüğünü yalamama çabası olabilir. Kıvılcımlı, MDD'ci Küçükburjuva Zortlaması adlı kitabında yarım yüzyıllık sosyalist hareket tarihinde "adı duyulmuş" sosyalistleri çifter çifter, zaman sırasına Göre dört grupa ayırmakta ve kendisini Şefik Hüsnü Deymer arkadaş ile birlikte "en eski sosyalistler" kategorisi içinde sınıflandırmaktadır. İki adam arasında düzey farkını görebilmek için Vatan Partisi Programı ile Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi faaliyet Programını kıyaslamak yeter. TSEK Programı derin bir marksist formasyonu olan, bilimsel sosyalizmin metodunu iyi kavramış bir kimsenin, Türkiye gerçeklerini gözönünde tutarak kaleme aldığı bir asgari programdır. TSEKP, proleter devrimci hareketimiz için çok değerli bir ilham kaynağı olmuştur. Ve eğer biz bugün programı olduğu gibi kabul edemiyorsak, bu Türkiye'nin, tezgahlanan karşıdevrim ile, 1946'ya kıyasla, bağımsızlık ve demokrasi bakımından çok daha gerilere sürüklenmiş olmasından ötürüdür. Örneğin, TSEKP Programının Milletlerarası Anayasa ve Memleketin Dış Münasebetleri bölümünün 22. maddesi şöyledir: "Madde 22. - TSEKP Doğu Akdenizde milli çıkar ve amaçlarımıza yabancı ve hatta zararlı emperyalist manevralara sürüklenmekten ve alet olmaktan dikkatle kaçınmak zorunda bulunduğumuzu genel oya her fırsatta hatırlatmayı başlıca ödevleri arasında sayacaktır." (Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köyiü Partisi Programı, s. 31, İstanbul, 1946.) 1946'dan buyana Doğu Akdeniz'den epey sular akmıştır ve "Akdeniz'de emperyalist manevralarına sürüklenmekten" kaçınmaktan söz etmek, bugün, artık bize pek önemli gelmemektedir. Emperyalizm, bugün, saldırı üsleriyle, askeri birlikleriyle Anadolu toprağına yerleşmiştir. Amerikan emperyalizmi toplumsal hayatımızın bütün alanlarına hükmetmektedir. Bugün, milli bağımsızlığı hedef tutan talepler, bir sosyalist programda, çok değişik şekilde ifade edilmelidir. Peki bu kadar göze batan hatalar, hiç bir şekilde haklı gösterilemeyecek tavizler içeren, özü ve terminolojisi bakımından bir sosyalist parti programı değil, bir liberal burjuva programı olan Vatan Partisi Programı bugüne dek niçin eleştirilmedi?

59

Eleştirilmedi, çünkü bu programın birinci ve ikinci yayınlanışında (1954, 1957) zaten legal yayın olanağı yoktu ve programı bilimsel sosyalizm açısından hakkıyla eleştirebilecek olan arkadaşlar cezaevinde idiler. Ve zaten proleter devrimcileri, Vatan Partisini, sadece iyi niyetli bir keşif hareketi saymışlar, bu partiyi, hiçbir zaman sorumluluğunu taşıdıkları hareketin siyasi örgütü olarak kabul etmediler. 1960'tan sonraki dönemde mahkeme önünde beraat etmiş olan Vatan Partisi, hiç bir eylem göstermedi ve böylelikle kendi kendisini kapatmış oldu. Bizzat parti Genel Başkanı Hikmet Kıvılcımlı üye olabilmek için TİP'e başvurdu. TİP yönetimi talebini reddetti. Bu durumda da Vatan Partisi Programı ile uğraşmanın gereği yoktu. Bugün bunun gereği vardır. Çünkü, Vatan Partisini diriltme girişimi ile karşı karşıyayız. Ve bu girişim proleter devrimci hareketin siyasi örgütünü kurma yolunda çalışmaları baltalama niteliğine bürünmüştür. Bütün baltalamalar gibi, bu da, yenilgiye uğratılacaktır ve Türkiye işçi sınıfının ve yoksul köylülüğünün siyasi örgütü mutlaka kurulacaktır. MART 1971

İki Belge Vatan Partisi Program Gerekçesinin Önsözü Bu kitapçık 1954 yılı, pratik bir maksatla kaleme alındı. Maksat: Birin Kuvayimilliye hareketinden çıkacak derslerle, ikinci bir iktisadi Kuvayimilliye lüzumunu belirtmekti. Birinci Kuvayimilliye Seferi: Topluluğumuzu boğan ve dış tesirli TEFECİ-BEZİRGAN kabusuna karşı idi. İkinci Kuvayimilliye Seferi: Aynı kabusa karşı, toprak reformu ve ağır sanayi temelleri üzerinde modern halk teşebbüs, teşkilat ve kontrolü altında, iktisadi, içtimai kalkinmamızı millete mal etmekti... Eser, Vatan Partisine fikir zemini oldu. Vatan Partisi, en derebeğice tepkilere uğradı. Şaşmadık. Sabırla bekledik... Bu gün, Sayın Başvekilimiz Adnan Menderes aynen şöyle buyuruyor: "İçte ve dıştaki siyaset bezirganları, elele vermek suretile, Türk milletini bu itila yolundan saptırarak, onu iktisadi ve dolayısi ile siyasi istiklalinden Kısmen olsun mahrum etmek istemektedirler." (9 Ağustos 1957, İnebolu.) Demek, Birinci Kuvayımilliye savaşımızdan 38 yıl sonra, çok partili demokrasi denemelerimizden 12 yıl sonra, Vatan Partisi "GEREKÇE"sinden 4 yıl sonra "iktisadi ve dolayısiyle siyasi istiklalimize" kastedebilecek kuvvet vardır. Başvekil devam ediyor: "Memleketin iktisadi inkişafını önlemek suretile, onu dış pazarlara açık bir istismar sahası halinde teslim etmek ve siyasi istiklalimizi bu yoldan tazyiklere maruz bırakmak istikametinde içli, dışlı çalışanları, Türk milleti mutlaka mağlup edecektir." (İnebolu nutku). Vatan Partisi o tehlikeye karşı, bu ümitle kurulmuştu, O zaman, açtığımız kutsal milli davamızı feci bir telaş içinde lekelemeye çabalıyanların hangi iç ve dış millet düşmanları olduklarını çok iyi tanıyorduk. Bunlar gayet sinsice, D.P.'nin iyi niyetini "açık bir istismar"a

60

uğratmak istiyorlardı. Fakat, idealist ve gerçek vatansever D.P.lillerin er geç tepki gösterecekleri muhakkaktı. Menderesin son hamlesini, yaklaşan seçimlerin demagojisi zannedenlere hak verdirmeyecek sebepler var. Menderes Hükümetleri, (C.H.P.'nin hazırladığı ve öğünme vesilesi yaptığı) LİBERASYON tuzağını atlatır atlatmaz, her ne pahasına olursa olsun, sanayileşme gayreti güttü. Bu uğurda, TEFECİ-BEZİRGAN şebekelerine kaptırılan fırsatları herkesten iyi gördü. 1955'ten beri, müsbet ne yaptıysa, toptan hepsini çamura bulamak isteyenleri bizzat teşhis etti. Menderes'e göre; o tefeci bezirganlar şimdi: "Ne diye Anadolunun köylerine ve köylülerine su getiriyorsunuz, bent yapıyorsunuz, fabrika kuruyorsunuz, Ne diye bu işlere bu kadar masraf ediyorsunuz, demektedirler. "Onlar size yaptıklarınızı çok görüyorlar, çünkü onlar, sizin nafakanıza göz dikmişlerdir." Menderes: "Beynelmilel siyaset karaborsacılarının müseccel simsarlarını" teşhir ederken diyor ki: "Demokrat Parti köylünün ve halkın ve aziz Türk milletinin menfaatlerini en üstün tutan ve onu koruyan partidir." İnşallah, Köylünün kitlece teşkilatlanıp topraklandırılması ve cihazlandırılması, zirai kalkınmamıza temel yapılır. Menderes: "Ağır Sanayi İşçileri Sendikası Başkanı" seçiliyor. İnşallah, ağır sanayi maddesile, demokratik işçi ruhu sınai kalkınmamıza temel yapılır. Derebeği artığı tefecilerle et-tırnak olan komprador bezirganlar, inşallah, şuurlu ticaret ve ucuz devlet ihtiyacımız önünde imana getirilirler. İnşallah Menderes, köylülerin Başbakanı, işçilerin sendika Başkanı kalır. Her yiğidin bir yoğurt yeyişi olur. Vatan Partisine göre: Olayların kendiliğinden gelişimile, ikinci kuvayimilliye seferberliğimiz, istesek de, istemesek de günün meselesidir. Bu meseleyi bir köşeciğinden de "GEREKÇE" miz aydınlatacaktır, sanıyoruz. Sözlerin buruk ve ekşi tarafları, ilk hamlığına bağışlansın. Bir partinin klasik edebiyatı arasına girmiş ve ana çizgileri doğru çıkmış bir yazının kusurlarını rötuş etmiye kimsenin hakkı yoktur. Yalnız, 1954'ten sonra ele geçip de, açıklanmaya yarıyacak olayları sahife altlarına "Not" etmekten kendimizi alamadık. Mübarek iktisadi ve içtimai kuvayimilliye seferimiz, sevgili milletimize uğurlu olsun. 15 AĞUSTOS 1957, SULTANAHMET Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Kuvayimilliyeciliğimiz ve İkinci Kuvayimilliyeciliğimiz, Tarihsel Maddecilik Yayınları, İstanbul, 1965, (Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Kuvayimilliyeciliğimiz (Gerekçe), s. 34, Vatan Partisi Yayınları, Celikcilt Matbaasıjstanbul, 1957')

(Mihri Belli’nin Kıvılcımlı Eleştirisi burada bitiyor)

61

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF