Daryush Shayegan-Yaralı Bilinç
May 8, 2017 | Author: Serdar Uluğ | Category: N/A
Short Description
Daryush Shayegan...
Description
DARYUSH SHAYEGAN
YARALI BILINÇ •
•
Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni
kutuphaneci - eskikitaplarim.com METİS YAYINLARI
Metis Yayınlan Başmusahip Sokak 3/2 Cağaloğlu/lstanbul Yaralı Bilinç, Daryush Shayegan Özgün Adı: Le Regard Mutile © 1989 Albin Michel, Paris © 1991 Metis Yayınları ©Bu çevirinin bütün yayı m hakları Metis Yayınlan'na aittir Birinci Basım: Ekim t991 Kapak Resmi: Erol Akyavaş Kapak Tasarımı: Semih Sökmen ISBN 975-7650-70-6
Dizgi: Metis Yayıncılık Ltd. Basım: Yaylacık Matbaası, Cilt: Örnek Mücellithanesi
Daryush Shayegan
YARALI •
•
BiLiNÇ Geleneksel Toplumlarda Kültürel Şizofreni Çeviren: Haldun Bayrı
METİS YAYINLARI
İçindekiler
1. Bölüm ÇATLAMA 1. Aynı zamanda bir başlangıç da olan bir sona ertelenmişlik 10 il. Tarihte "tatil" 20 III. iki örnek: Çin ve İslam dünyası 24 iV. Kimlik kaybı korkusu 30
2. Bölüm ONTOLOJİK UYUMSUZLUK 1. Gerçek hep başka yerde 40 il. Skolastik köhneleşme 45 IIL Paradigma değişimi 52 iV. İki paradigma arasında çelişki zamanı 58
3. Bölüm ÇARPIKLIKLARIN ALANI I. Fikre "geç kalmış" bir bilinç / 66 il. Yamanın iki yüzü: Batılılaşma ve İslamileşme
85 III. Mekan-dışı bir dünya
111
4. Bölüm ÇARPIKLIKLARIN TOPLUMSAL ZEMİNİ
1. Entelektüeller 134 il. İdeologlar 155 III. Teknolmıtlar
163 iV. Tanrı stratejisi uzmanları 172
Yaralı Bilinç, tarihte geride kalmış ve değişimler şenliğine katılmamış uygarlıklardaki zihin çarpıklıkları üzerine bir denemedir. Varlığını İra ni-İslami dünyadaki kişisel deneyime borçlu olmasına rağmen, bu kita bın menzilinin yalnız o dünyayla sınırlı olmadığını ve bir bakıma, zi hinsel yapıları hala Geleneğe bağlı olan ve modernliği sindirmekte güçlük çeken uygarlıkların çoğunu ilgilendirdiğini düşünüyorum. Biz periferi insanları, farklı bilgi blokları arasındaki çelişkilerin za manında yaşıyoruz. Birbirlerini iten ve karşılıklı olarak biçimsizleşti ren bağdaşmaz dünyalar araındaki çatlağa düşmüşüz. Zihin açıklığıyla ve hınç duymadan üstlenildiğinde bu ikiyanlılık bizi zenginleştirebilir, bilgi sicillerini geliştirebilir ve duyarlılık yelpazesini genişletebilir; oysa bilginin eleştirel alanından dışlandığında, aynı ikiyanlılık durakla malara neden olmakta, bakışı sakatlamakta ve tıpkı kırık bir aynada ol duğu gibi, dünya gerçekliğini ve tinsel imgeleri biçimsizleştirmek tedir. Günümüzdeki kritik aşamasında, bu deneyin gerçek kapsamı, Batı bilincinin gözünden büyük ölçüde kaçmaktadır. Zira aslına bakılırsa, Batı'nın sorunu değildir bu. Bu deneyin gerçek kapsamı ancak, bedelini mutsuz bilinçleriyle ödeyenler tarafından belirginleştirilebilir. Bu uyumsuzlukların ardında, çatışan iki varoluş tarzının, iki ayrı ta rihsel deneyin gölgeleri belirmektedir; açıkça görünmeyen aykırılıkla rına rağmen bu iki tart., yine de insanın dünyadaki biricik deneyinin iki yüzünü temsil etmektedir. Yeryüzü sakinleri arasmda bir diyalog ola nağı, gelecekte bu iki dünyanın eleştirel olarak yüzleşmelerine bağlı olacaktır.
Birinci Bölüm
ÇATLAMA*
* Le
Debat, G allim ard, No. 42, K asım-Aralık 1 986'd a yayıml an an m ak ale.
1
AYNI ZAMANDA BİR BAŞLANGIÇ DA OLAN BİR SONA ERTELEN MİŞLİK
Batı etkisi ve Batı'nın temeli olan modernlik, kah İslami toplumlarda acısı çekilen tüm toplumsal eşitsizlikleri ve ahlaksal çöküntiüei-r mu� Cizcvi bir şekilde çözmesi beklenen köken mitolojisine doğru bir geri _ıcıricye, ·kah gitgide daha tehlikelileşen maceralara doğru kaçışa, bazeıı de yeni zamanların meydan okumasına cevap vermenin koşulsuz red-, dCctlliŞine ·neden olarak, günümüz İslam dünyasında birçok direniş çev �c-si y�ratm.ik llidır. Az çok sapkın bütün bu kaçış bahaneleri, aynı ola yın farklı yüzlerin( dışa vurmaktadır ve gözlemlenen tepkilerin şu ya da bu biçimi almaları, bunların derin bir rahat-;ızlığın belirtileri olduk ları gerçeğini değiştirmemektedir. Bence bu rahatsızlık, büyük bir ta rihsel olayın -en geniş anlamıyla_rpodernliğin- anlaşılmaması ya da. başka bir deyişle sindirilmemesinden kaynaklanmaktadır; modernlik 'lifçbir zariian,"olduğu'hariylc, yani kendine özgü felsefi Kapsamı içinde nesnel olarak hesaba katılmamış; hep geleneklerimizde, yaşama ve dü şünme tarzlarımızda yaratl1ğı travmalı değişimlere bakılarak değerlendi rilmiştir. Bundan dolayı ilişkilerin başından beri modernliğe karşı her yargı ahlaksal bir değerlendirmeye bürünmüştür: İslam dünyası Batı' nın maddi gücüyle karşılaşmasının başlarında, kendi gecikmesini ve o nu Avrupa'dan ayıran uçurumu büyük bir şaşkınlıkla farkeuiği zaman bu gücü önce övgüyle karşılamış; Batı etkisine kapanıp en uçuk fan tazmları diriltmeye başladığındaysa uğursuz olarak değerlendirmiştir. İlk tepki alabildiğince coşkulu olmuş, ikincisiyse aksine, saplantılı bir reddedişin histerili dilini benimsemiştir. Her iki durumda da Batı, hiç bir zaman geçmişiyle bir kopma gerçekleştirmiş, kendine özgü yasaları
SONA ERTELENMlŞUK 1 1 ve kendine özgü bir hakimiyet mantığı olan yeni bir paradigma olarak ele alınmamış, maddi gücünün yardımıyla bizi ele geçiren, en derin da
yanaklarımızı sarsıp göreneklerimizi saptıran, faziletlerimizi bozarak bizi uzun vadede siyasal ve kültürel köleliğe düşürmekte olan gizli
güçlerin bir fesadı olarak görülmüştür.
Ncıluta (Yenilenme) döneminin ilk düşünürlerinin, Avrupa'daki siya
sal ve hukuksal sistemlere özel bir dikkat gösterme onuruna sahip ol
dukları doğrudur. Hukuk ve bireysel özgürlükler kavramlarını çekici
bulmuşlardı. Ne var ki bu ilk düşünürler de tıpkı bugünküler gibi te
mel bir şeyi gözden kaçırdılar: Faziletleri övülen bu temel kavramlar
mucizevi bir reçetenin ürünü değildiler; istisnai bir tarihsel sürecin -
neredeyse bir paradigma değişiminin- nihayetine erdirilmesinin ürü
nüydüler ve aşırı derecede bağlı olduğumuz, kamu alanımızı bütünüyle dolduran geleneksel değerleri tahliye etmeden, dolayısıyla marjinalleş
tirmcden bizim dünyamıza yerleştirilemezlcrdi.
Öte yandan, birçok açıdan devrimci olan bu yeni fikirler, gelenekle
rimizin kapalı dünyasında çoğu zaman bulunmayan başka gerçeklik
katmanlarına, başka toplumsal ilişkilere zemin hazırlıyorlardı. Zira, dünyaya bakışımızdaki toparlayıcı ve dinsel perspektifte, bu gerçeklik
ler -tabii bunların bilincine varıldığı zamanlar- ya yoktular, ya da
şeylerin maddi olanaklılığına bağlılarmış gibi değerlendiriliyorlardı.
Jacques Berque, Arap dilindeki ayırıcı niteliğe atıfta bulunurken haklı olarak şöyle der: "Her bir sözcüğünün sonu Tanrı'ya varan Arap dili,
gerçeği kavramak için değil, örtmek için doğmuştur".1 Yeni gerçeklik
katmanlarının ortaya çıkışıyla, bunları bilgi sahasının dışına ya da di
bine iten atadan kalma dirençler arasındaki gerilimlerin bilinçte birta
kım çatlamalara yol açması zorunluydu. Şeyler dışsal olarak değişmek teyken kafalardaki yansıtmalar hala eski tasavvur biçimleriyle kurul
maktaydı. Durum böyleyken bilinç içindeki bu çatlamalar nasıl yaşa nabilirdi? İstense 'de istenmese de bu sorun, dünyamızı kırıp geçiren
tüm zihinsel çarpıkhklardaki -ki bunlar çoktur- çözülmez sorun o larak önümüzde durmaktadır. Bu sorun ancak bu uygarlıkların savunu
cuları tarafından ortaya çıkarılabilir; çünkü nasıl kimse bir b_aşkasının yerine ölemezse, �izim içinde yaşadığımız uygarlığın dışındaki bir uy-
1 . Ak taran A. K. El Janabi, "Sur la culture arabe actuelle", Sou'al'da no. 3, Paris, 1 983, ss. 48-50.
12 YARALI BlLlNÇ
garlıktan gelen biri de, bu çatlama deneyini varlığının her zerresinde hissederek ruhunda yaşayamaz. Başka bir deyişle bu çatlama, bize özgü olan ve başkasına dcvredemcycccğimiz kaderimizdir. Daha açık olabilmek için burada biraz konu dışına çıkacağım. Bu çatlağın kenarları ara-;ında cendereye alınmış olan ve çelişki dolu ikili bir büyülenmeye karşı mücadele veren bir "ben" olduğunu farzedelim: Bu "ben", hala kolektif hafıza halesine bağlı olan bir dünyadaki büyülü görüntü ile, bundan aşağı kalmayan yeni ve luhaf olanın çekici görün ltisüne karşı mücadele elmektedir. Bu far.tzi "ben", hem etkisine maruz kaldığı radikal değişim karşısında; hem de aufta bulunduğu evren, eli kulağında bir yokoluşun yıkıntılarını her tarafa saçarak dünya sahne sinden azar azar çekildiği için daha da can yakan bir nostalji karşısında, kendini ilkin yabancılaşmış hisscdeceklir. İşle bu farazi "ben"in aşağı yukarı nasıl akıl yürüteceği: J'JL'!I derinliğiyle karşımda yayılan yeni nesneler ve beni hazırhksız yakalayan yeni fı�!rler bana yabancı. Bunları tanımak için zihnimde ne elverişli sözcükler ne de uygun tasvirler var. Bilgi alanımda apansız or taya çıkıveriyorlar ve ele �!!:iJm��Et!�n����L:�-Buôıail--göl-tinli Emile Habibi gibilerine göre din kişisel bir iş olarak kalma lıdır. Buna göre din,
ip.ının epeydir eskimiş ütopyacı çözümlere (İdeal Site) yönelmesi ve sürekli aynı çözülmemiş sorunları ortaya sürmesi bir şeylerin aksadığını, temel bir şeyin göz ö nünde tutulmamış olduğunu göstermektedir. Kitabın başında da belirt tiğimiz gibi, modernlikle uyuşmazlık belki de henüz boyutu ölçüleme m iş olan radikal bir uyumsuzluğu göstermektedir. Açıklayayım. İslam' ı, onunla bağdaşmaz· oıan bir şeyin üzerine oturtmak yerine kamu ala nının dışına, kendi yerine göndermek daha iyi olmaz mı? İslam'ın zen _gin bir kültür olduğu kesindir, ama yeryüzünden gelmiş geç�m!Ş büliln" kültürlerden farkı yoktur. lsıam'ink.au savunucuıariili_ii..cTfCrlnde tül tuklarını iddia ettikleri başcdilmesi mümkün olmayan o özgüllük ne dir? Hindular için Hinduluk'tan daha özgül bir şey yoktur, Budistler i çin B udizm, Japonlar için Ş intoizm keza. Ama bunun bilincine var mak için önce modem zamanların ortaya ç ıkışına damgasını vuran e pistemolojik kopmaları aydınlığa kavuşturmuş olmak gerekir; bu kop maların epistemoloji, psikoloji ve toplumsal bilim ler alanlarında ya rattığı birçok sonuç bence yeterince değerlendirilmemektedir. Yakamıza yapışıp bizi fclceden sıkışmaların nedeni, çoğu zaman dünya gerçekli ğiyle denk düşemememizdir. Gerçeklik karşısında bakışım ızın -,Ç(ik(ı/ kaldığını söylüyorum. Bizi içeriden özgürleştirebilecek ve şeyleri algı lama yeteneğimizde bir sicil değişikliğine neden olabilecek yegane a raç, hala eleştirel düşünce ve onun en sağır doğrulara acımadan saldıran temel sorgulamasının keskin yüzüdür. Uygarlığımız ve onun temeli o lan paradigmanın doğası üzerine düşünülmezse, bazı İslami düşünürle rinki gibi hep muğlak söylemlerle yetineceğiz demektir. M ısırlı Abdurrahman El Şarkavi, iktidarın güdümünde bir ulema kastı oluşturan bir İslam. ile, Peygamber'le yeğeni ve damadı Ali'nin
KIMLIK KAYBI KORKUSU 35
değerlerine sahip çıkan masum bir İslam arasında ayrım yapmaktadır. Bense aksine, devleti ve t�lumu örgütleyen bir yasa olarak belirdiği zaman her dinin gerici leştiğini düşünüyorum. Bunun nedeni iyi ya ruı: · kÖtÜ-brr--fslam'(fa-d"Cgl1ctir:-yafıli7.ca-TsTam:·1lir sosyopolitik bütünlük_ olarak zamanını doldurmuştur. B u olgu, dindeki mistik ve kültürel bo yutları !!! a budur: Modem çağın başlad!ğı �de bi zim de ayrılığımız baŞlar . "15---,--- --- - - ---- --------------- -
---·
. .
- - Modcmilktcn-ve mC>dCmıikte vücut bulan toplumsal gerçekliklerden
bu kopma, fikirlerin topll!msal gerçekliklerde hiçbir karşılık bulama
yıp maskelere, hatta ideolojilere dönüşmelerine yol açacakur. Fikirler,
hem özneyi hem
de öznenin gerçeğe bakışını gizleyen ekranlar olacak
lardır. B undan ötürü de fikir ile davranış arasında bir ayrılma olacaktır.
Fikirler siyasal modanın en son buluşundan gelse de, davran ışların
kökleri en inatçı atac 1 lıktadır. "Fikirler bugünün fikirleri, tavırlar dü nün tavırları. Bunların ataları Aziz Thomas adına yemin ediyorlardı,
kendileri de Marx adına yemin ediyorlar, ama hem eskiler hem yeniler için akıl, bir Doğru'nun hizmetinde olelliğindcn uzaklaştırırken bilimin dilini yeniden kut-;allaş tırmakla eşdeğerdedir bu. İslam'ın yeniden ortaya çıkışı, ilk biçimiyle gerçekleşebileceği mümkün kabul edilse bile, dört yüzyıldan da fazla bir süredir bilimsel devrime olanak veren bu epistemolojik altüst olu34. R. B runschvig, "Probleme de la decadence'', C/assicisme et declin cu/ıure/ dans /'histoire de /'lsla "da, G.P. Maisonneuve et Larose, Paris, 1 977, ss. 29-5 1 . 35. Emesi Renan 29 �an 1 88 3 'te Sorbonne"da, yankılar uyandıran bir konferans vermişti: "L'lslamisme et la Science", (Le Journal des debaıs"da yayınlanmıştı). Renan bu konferansta, l s lam·ın bilimsel kafaya zıt olduğunu kesin olarak belir. d cmafcJJlnTiı-ccvabı daha ziyade ılımlı olmuştu. ur'an, '.\uh Suresi, 1 4 : "Oysa O, sizi tavır tavır yaratmıştır"; lnşikak 36 Suresi, 19: "Siz, hiç lanışmasız tabakadan tabakaya bineceksiniz'".
m
ı·fJk �-C
62 YARALI BİLİNÇ şu elinin tersiyle silemeyecektir - dünyanın en büyük iyi niyetiyle bile yapılsa. Yeniden doğuş döneminden
(Nahda)
devrimler dönemine
lSevre)
geçild iğinde şeyler sicil değiştirir. Bu iki dönem arasında hem sürekli lik hem de süreksizlik vardır. Süreksizlik dildeki değişime bağlıdır, çünkü bu evre herşeyden önce ideolojiktir. Arkun'un yerinde tespitiyle: "Söz konusu olan, bilimsel düşüm:enin çaba gösterdiği gibi nesnel gerçeği kavramaktan ziyade, tahammül edilmez olduğu yargısına varı lan varoluş koşullarını daha arzu edilir �lküscl koşullara dönüştürmek tir."37 Başka bir deyişle, önceki dönemde özellikle kültürel uyuşukluğa karşı militanlaşan eleştirel düşünce evresi, epistemolojik görevinden u zaklaşıp kuru bir şekilde sosyolojikleşmektedir. İlk sorgulamalardaki tazeliğin yerini hazırlop cevaplar almakta, ilk zamanlardaki eleştirinin yerine kavga ideolojisi oturmaktadır. Ama bu iki dönem arasında sü reklilik de vardır, çünkü asliyet
(asala)
teması , örnek modeller (ilk
M üslümanlar), geri dönüş teması, Kur'an'daki herşeyi bilen mucizevi lik, kısacası zamanında Nahda düşünürlerinin muhayyilesinde kaynaşan bütün İslam "m itolojisi" akıl almaz boyutlara varır ve -"entegrizm" in de yardımıyla- bütün terörü ve sefaletiyle kolektif bilinçaltı patla masına tanık oluruz. Peki bu iki evre arasında ne olup bitti? Bence ikisi arasında yeni pa radigma içselleştirildi, ama yetersiz ve sapkın bir şekilde. Açıklaya yım. Nahda düşünürleri İslam'a olan sevgileri ve ikiyanlılıklarına rağ men yine de temel sorulan sorarlar. Karşılaştırırlar, uyumsuzluğun far kındadırlar, gerçek sorunlara parmak basarlar ve özellikle hınç duyan insanlar olmamaya çalışırlar. Mısırlı El Kasımi, Allah'a kayıtsız şart sız teslim olmaları nedeniyle doğa yasaları nın ve bilimsel nedenselli ğin üsltinlüğünü görmeyi reddeden Müslümanlar'daki kültürel aıavizme karşı dürüst bir saldın başlatır. Ama Batı'nın tüm etkisinin bilincinde olan bu insanlar iki kültürün arasındadırlar ve çatışmayı yeni gözlerle görme ayrıcalıkları vardır. Buna karşılık,
Sevre
ideologları "Batı lılaş
mış"lardır, yani hakim paradigma (güdük bir modernl i k anlayı Ş ı) bu
ideologların algılama aygıtı tarafından sapkın bir şekilde içselleştiril miştir. Peki söz konusu olan hangi modernl iktir? Düşünen, sorular so ran eleştirel evredeki modernl i k değildir; şeyler hakkında indirgeyici 37. La pensie arabe,
s.
1 07.
lKl PARADİGMA ARASINDA ÇELlŞKl ZAMANI 63 bilgi paketleri halinde kolaycı açıklamalar veren, kabalaştırılmış bir Marksizm'in yan-ürünlerinin son marifetleridir. Yeni bakışın bir bakı ma modem olduğu söylenebilir, ama bu, sakal bir bak ış t ır. Çünkü kendisinden önce gelen bilgi arkeolojisinden kopmuştur. Foucault tarzı bir deyişle, bilgisel l episıemique) kopmalar sonucunda ortaya çıkma mıştır, sakatlanm ış bir şecerenin hafızasız evladı olarak belirmiştir. Bun.dan sonra da hep kör olacaktır. Tarihsel olarak, bu evre ikisinin-a rası evresidir, psikolojik ve estetik olduğu kadar epistemolojik de olan her tür çarpıklıkların evresidir. Gerçekten de, paradigmalar (esk i ve ye ni) kesişe kesişe, sonunda birbirlerini biçimsizlcştirmcktedirler: Mo dernlik Geleneğin ölçüleriyle tartılmış, Gelenek de Modernliğin şiddet l i çclmelerini yemiştir. B undan ötürü sakat bak ış ile hu bak ışı koşullandıran ruhsal tavırlar arasında bir ayrılma başgöstermektedir. Bu tavırlar, yeni zamanlardaki epistemolojik dönüşümlere süreç içinde u yarlanmadıkları i�·in, kendisini şeylerle özdeşleştiren eski görüşe ba ğımlı kalmaktadırlar.· Artık birbirini iten iki paradigmanın zamanı yaşanacaktır; bunlardan biri, bakıştaki sakat algıyı yapılandırır, ötekiyse bu bakışı inançların fevri kapsam ıyla doldurur. Asli bir söylem tutturulduğu sanı lırken, aı, yeniden değerlere dönüş, eninde sonunda başka bir çarpıklığa varmaktadır. Çünkü tüm bu söylemlerin ardında büyük bir yanılsamanın gölgesi görünmektedir: tarihin çizgisel zama nının çevrimsel bir zamana dönüştürüldüğüne, geri dönüş noktasının yeniden ele geçirildiğine, bunu yaparken de modernliğin k ısadevreye uğrauldığına derinden kanaat getirilmiştir. Sanatçımız yeniden değerlere dönüşü yararhlıkta, bağlanmada, şehit lerin kanında ve halk sevgisinde buluyor gibi görünmektedir. Fakat görüşünü desteklemek için başvurduğu temalar, garip bir şekilde, 1 934 Moskova Yazarlar Kongresi'nde ilkeleri ilan edilen sosyalist gerçekçi lik kuramına benzemektedir. Kongre metnine göre sosyalizm , sanatın, "devrımci gelişme içindeki gerçekliği tarihsel olarak somut ve gerçeğe uygun bir şekilde temsil etmesini" istemektedir. "Ayrıca, emekçilerin eğitimine ve ideolojik dönüşümüne, sosyalizmin ruhu içinde katkıda bulunmalıdır." 1 967'de Moskova'da yayımlanan Felsefe Sözlüğü daha da ileriye gitmektedir: "Sosyalist gerçekçiliğin ideolojik ve estetik te mel ilkeleri şunlardır: komünist ideolojiye bağlılık; faaliyetini halkın ve parti ruhunun emrine tahsis etmek; emekçi kitle mücadeleleriyle sı kı sıkıya bağlı olmak; sosyalist hümanizm ve enternasyonalizm; bi-
MEKAN-DIŞI BiR DÜNYA 127 çimciliğin, öznelciliğin ve de natüralist ilkelciliğin reddi. "106 B urada bu benzerliklerin temelleri üzerinde uzun süre duramayaca ğım; Sovyet tezleriyle İslami İ ran'daki sanatın ideolojik işlevi arasın daki yöneşmelerin şaşırtıcı olduğunu söylemekle yetineceğim. Popü lizmi ve halk değerlerini fazla yüceltip, ideolojinin işlevini aşırı dere cede radikalleştirerek indirgemeci bir mantığa varılmakta ve sanat ile düşünce yararlı olana doğru kaydırılmaktadır; bu da kaçınılmaz olarak bir tür sosyalist gerçekçiliğe, ya da isteğe göre, " İslam i " gerçekçiliğe dönmektedir. B undan dolayı bana öyle görünüyor ki devrimci lran'ın halk sanatı, en azından popüler ve propagandacı yönleriyle, burada Sovyetleşme olarak nitelendireceğim bir sürece bilinçsizce ve sinsi bir şekilde maruz kalmaktadır. Zaten unsurların çoğu da burada toplu hal de bulunur: gitgide değersizleşen yaşanmış gerçekliğin yerine geçen devrimci gerçekliğin çağrıştırılması; birbirine uymayan iki ayrı geq,·ek l ik düzeyi, yani olduğu haliyle gündelik yaşam ile uzak bir umut vaat eden o yanılsamalı alan arasındaki boşluk; yabancılaşmış insanı -bu durumda İslami mahrumu- iyi leştirmekle yükümlü sanatın pedagojik işlevi; ve nihayet, e l üstünde tutulan ideolojinin kurtarıcı rol ü. Şahsiyetimiz'e gelince, o da dolambaçlı yollara sapmadan, Pehlevi hanedanının simgeleştirdiği Batılı Nihilizm'in İran versiyonu olarak gördüğü modernliğin kültürel kurumlarına saldırır öncelikle. Her şey elden geçmektedir: kurulduğu sırada, bir Fransız olan Andrc Godard ta rafından yönetilen Güzel Sanatlar Okulu, Şah Rıza döneminde yaratı lan Yeni-Ahameniş mimari, Zerdüşt'ün kutsal kitabının (A vesta) Mo dem Farsça'ya çevrilmesi. Böylelikle irancı l ık ile Batıcılık kol kola so kulmakta ve eskimiş aksesuarlar deposuna yerleştiri lmektedir. Bu has talığa karşı tek deva İmam'dır. Hakiki katalizör, yeniden değerlere dö nüşün kavşak noktası İmam'dır. Sokaklardaki kokuşmuş kültürü (far hang-e khiyabani) süpürüp, aile ocaklarındaki bastırılmış asli kültürü (jarhang-e khilnegf) yeniden ortaya çıkanın odur. Yeniden değerlere dö nüş sayesinde, bastırılmış olan yeniden ortaya ç ıkmakta, yüzeye ulaş makta, iğrenç Hayvan'ı kamu alanından kovup dinin saflığını yeniden kurmakta ve böylelikle dünya ile varlık üzerindeki bakışımızın kapsa mını değiştirmektedir. Peki böyle nereye varırız? Her tür yabancılaşma nın kaynağı olan uğursuz Batılılaşma'yı nihayet başımızdan atmaya. 1 06. "Reaisme socialiste", Encyclopaedia Universa/isıe, 1 3 . Cilt, ss. 1 01 4- 1 0 1 6.
128
YARALI BlLlNÇ
Yalnız, bir şey var! Şahsiyetimiz'in kullandığı dil -belki de o far kında olmadan-, mücadele ettiği dille aynı dildir; yani Batılılaşmışla rın dilidir; başka bir deyişle, Nietzsche'ci Nihilizm, yabancılaşma ve bilincin ikiye bölünmesi üzerine bayıla bayıla nutuklar atan Hegel sonrası'na ait bir söylemdir. Rejimin siyasal olarak yıkılışının, mo
dernliğin içselleşmiş yapısını değişikliğe uğratmadığını, sadece içeriğini değiştirdiğini farketmemektedir belki de. Başka terimlerle söy lersek, modernlik-öncesi bir söylemin episteme'sini, tarihsel olarak ondan sonra gelen bir toplumsal gerçeklik üzerine, İslamileşme saye sinde yamamaktadır. Burada, birbirlerini karşılıklı olarak biçimsizleş tiren iki paradigmanın çakışmasına yine tanık oluruz; paradigmaların yenisi (modernlik) diğerine yapısal olarak baskın çıkmayı başarmakta dır. Zira, ciddi olalım! İstense de istenmese de, dönüşsüz bir olgu, yer yüzünün kaderi ve dünyaya bakışımızın a priori biçimi haline gelen modernlikten kaçılabilir mi? Her şey bu modernliğin kapsamına girmektedir, öncelikle de ondan kaçuğını sananlar. Kendine dönüş -bunun kolektif düzeyde mümkün olduğunu varsaysak bile- hiçbir zaman modernlik-öncesi (İslami) aşa maya ulaşmamaktadır. Doğrusunu söylemek gerekirse bu dönüşteki kendi'nin nerede bulunduğu da zaten bilinmemektedir. Buna ulaşıldığı zannedilen anda, ne yazık ki 7.atcn çok geç olmaktadır: kendi başka kılıklar alunda, tarihin maskelerine bürünmüş olarak ortaya çıkmakta dır. Bunlar, İslami rejimin yararlandığı bütün araçlardır: medyalar, si lahlar, çok karmaşık aygıtlar ve kitlelerin bölüklere ayrılması, tek niğin özünü önceden benimsemiş bir varlık örgütlenmesinin altyapıla ndır. Heidegger'e göre teknik, "sadece bir amç değildir: bir kendini gös terme biçimidir, yani hakikattir" . ı o7 Bir tehlikeyse de, bizzat kurtaran bir tehlikedir. Yarayı, ancak o yarayı açan silah iyileştirir, der Wagner
Parsifafde. Filozofumuz'a gelince, ondaki geri dönüş görüşü Heidegger'ci bir hava yaymaktadır. Dünyanın, dinin ve sanatın kaderini, Varlığın Unu tuluşu'nun ontolojik şifre anahtarıyla görmektedir aslında. Batı sanatı şeytani bir sanattır, çünkü bu sanatta hakikat benlik, kibir ve alt-bi linç (nefs) biçimleri altında gizlenmektedir. Yeniden değerlere dönüş 1 07. "La Question de la technique", Essais et conferences'da, Gallimard, Paris, 1 958, s . 1 8.
MEKAN-DIŞI BlR DÜNYA 129
(rahmani) (dia-logue) ve
gerçekleştiğinde doğacak olan sanat ise aksine, bağtşlaytct bir sanauır. B u, sempati
(sym-paıhie) çağıdır,
diyalog
doğrudan iletişim çağıdır. Bumda sanatın rolü hakikatin parıltısı önün de silinmekte ve sanat yeniden anonimleşmektedir. Oysa din sürgün edildiğinde, İlahi Güç geri çekildiğinde sanatçılar, özellikle de şairler Bağlaşma'yı yeniden sağlamaya (lajdid-e 'ahd), dine yeniden can venne ye çalışmakta ve tüm sanatçılar bu kutsal davanın gerçekleştirilmesin de işbirliği yapmaktadırlar. B u yenilenme İslam Cumhuriyeli'nin kuru l uşudur. Ve Filozofumuz, bu yeni maneviyata layık büyük şair ve sa natçıların pek yakında gün ışığına çıkacağını ummaktadır, çünkü bu nun ön işaretleri şimdiden görülmektedir. Öle yandan İslami rejimin sanatlarla ilişkiyi kaybetmiş olmasının nedeni, a'>lına bakılırsa sanat ların bu rejime yabancı olmasının nedeni, çağdaş sanatın, modernliğin
nafsani (şeytani) yönüyle iliŞkili olmasıdır.
Filozofumuz'un yüce usavurumunun tamamı, hakikatin Heidegger'
ci yorumuna dayanmaktadtr. Netice itibariyle,
20. yüzytlda yaşamtş bir
Alman filozofunun, Batı felsefesinin "tarihsel" evreleri üzerine eğilme si, Batı felsefesini Varlığın Örtülmesi anlamında yorumlamast, bu fel sefenin zaman içindeki farklı söylemlerini kendi tarzında açığa vunnast gerekiyonnuş ki bu dünyanın karşı kutbunda yer alan bir İranlı bunu Fransızca çeviriler sayesinde öğrenip, kendi sorunu bile olmayan bir sorunun kendini ilgilendirdiğine hükmetsin; ve üstelik, bu yetmiyor muş gibi, Alman'ın pcygambcrvari açıklamalarında İslami yenilenme nin manevi hakikatinin ortaya çıktığına inansın. İşte etkiler haritacılığına bir örnek! Heidegger, yorumsamanın anah tarını vermeseydi bizim Filından ötürü bu kesim, bütün ideolojik biçimsizleşmelcrin coşkulu öncüsü dür. Aşın duygulu kimselere özgü kibirleri, onları hınçlı insanlar hali-
142 YARALI BlLlNÇ ne getirmektedir. Engellenmişlik özelliğiyle göze batan bu entelektüel kesimle ilgili olarak hınç fenomenolojisi üzerine bütün bir kitap yazı labilirdi. Hınç, birçok engellemeden ileri gelmektedir: pedagojik sis teme bağlı, yabancı dil bilgisine bağlı, öğrenimini yabancı bir ülkede yapmış olma olgusuna bağlı, göreneklerin laik bir biçimde Baulılaş masına (örneğin, dinsel olmayan, m üreffeh ve serbest bir ortamda ya şamış olmak, karşı cinsle köstek lenmeyen ilişk i ler yaşamış olmak, vb.) bağlı engellemeler. Çoktan beri süren bu acılık, tavırları şiddet lendinnekte, kendine hedef olarak günah k��ileri aradığı için de iyiden iyiye saldırganlaşmaktadır. Günah keçileri farklı biçimler alunda bulu nur: ya yabancılar hesabına çalışan baskı sistemidir, ya "yeryüzünün lanetlileri"ne karşı çıkan yerli sömürgeliler ve emperyalizmin uşakları, yani teknokratlardır, ya yabancı kelimelerle dolu bir dil konuşan -do layısıyla kendi kültürüne yabancılaşmış olan- ve ayrıcalıklı sınıfların çocukları olan sapık ve gösterişli gençliktir, ya da bütün yaratıcı ham leleri yutuveren o iğrenç Hayvan, zararlı ve her yerde mevcut sansür dür. Bütün bunlarda bir gerçekl ik payı olduğuna kuşku yok, ama sadece bunların üzerine içini boşaltıp, bu mekanizmaları üreten birçok etkeni incelemekten kaçınarak, başka bir düzeyde öneml i güdüleri, görünür nedenlerle gizleyen bir sorunu derinleştirmek reddedilmektedir. Zaten daha sonraları, lnmlılar'ın diasporası ve sürgün nedeniyle bu köstekle rin birçoğu kalktığında, dikkate değer hiçbir şey üretilememiştir. Siste min bu kadar sert bir şekilde yıkılmasından sonra bile aynı kösteklerin daha da ezici bir ölçekte yeniden ele alınarak ortaya çıkması, tavırlarda ki taklitçiliğin, kolektif ruhta derinlemesine kökleşmiş olan kültürel modellerden ileri geldiğini kanıtlamaktadır ve bütünsel bir açıklama bunu kesinlikle göz önünde bulundurmalıdır.
2. IK/Ll KLOSTROFOBi* Kuşkusuz en kalabalık grup olan vasat entelektüeller grubuna özelliği ni veren şey
kültürel klosırofobisi'dir.
Zira, toplumsal talepleri (ki ço
ğu zaman haklıdır) ve kültürel taleplerine (bunlar daha az haklıdır) rağ* Klostrofobi: Kapalı yer korkusu. (ç. n.)
ENTELEKTÜELLER 143
men bu entelektüeller genellikle kısırdırlar ve özgün hiçbir şey yarat mazlar. Bu klostrofobinin kökeni ikili bir çıkmazdadır. Bu entelektü eller bir yandan kendilerini halk kitlesinin üstünde hissederler, halktaki tarihsel gecikme ve taassuptan yakınırken, sinsice halkın bozulmamış lığını överler; öte yandan, kendilerini Batı karşısında aşağı bir konum da hissederler, Batı'nın ürünlerine hayrandırlar ve kulakları sağır edici patırtılarına rağmen modernliğin römorkunda olduklarını iyi bilirler. Bir yanda kazandıkları avantajı öte yanda kaybMerler. Çoğu zaman iti raf edemedikleri gizli hırsları, sözüm ona uygarlaşmış diinya tarafından tanınmak, evrenselliğe ulaşmak, boğucu ve güçsüzleştirici taşralılığı aşmaktır. İki boyutlu klosLrofobiyi yaratan rahatsızlık buradan doğ maktadır; kendini beğenmiş olunduğunda -çoğu 7..aman da öyledir ı.a ten- bir tür yıpratıcı kinizme vardıran anlaşılmamışlık duygusu da buradan doğmaktadır. "İlerisinde" oldukları bir kültür ile içine gireme dikleri ve sahne ışıkları gözlerini kamaştıran daha geniş bir dünya ara sında kıskaca alınan bu entelektüeller iki açıdan da yabancılaşmışlardır. İranlı büyük çağdaş yazar Sadık Hidayet ( 1 903-5 1), kendini "iki ucu yaldızlı değnek" diye nitelendirerek bu çelişkili durumu çok iyi özetle mektedir; Yusuf Ishaghpour'un8 dediğine göre burada yaldız sözcüğü, rüyalarda olduğu gibi bir dışkı görünümü olarak anlaşılmalıdır. "Ne burada, ne orada; birinden kovulmuş, ötekine varamamış." Entelektüeller varoluşsal olarak klostrofobi içinde boğulurken, top lumsal olarak, daha önce söylediğim gibi, iki çekim kutbu arasında bocalamaktadırlar: teknokratlar kutbu ve Ulema kutbu. Bu iki dünya tarafından çekiştirilen entelijensiya, ne teknokratlardaki kesin bilgiye sahiptir, ne de din adamlarındaki organik, homojen ve skolastik bilgi ye sahiptir; korkunç eleştiri silahını kullar.arak kendi özerk statüsünü kurmayı da başaramamıştır. Bu silahtan yoksun olduğunda savunmasız kalmaktadır: kaderi, her tür ideolojik saldırının ve her tür yargılama ha tasının eline kalmaktadır. Entelijensiya, ne kendini aşağılayan ve az gelişmiş olarak gören teknokratları etkileyebilmektedir, ne de kendi siyle taktik ittifaklar yapan ama kendi taraflarından olmadığı için red deden din adamlarını etkileyebilmektedir. Dolayısıyla rolü, cisimleştir diği karma dünyanın bir sureti olmaktadır; heterojen olan ama militan ların saldırgan ideolojilerinde birleşebilen -ki gerçekten birleşmiş8. H idayet, "L'Enterre vivant", La Quinzaine'de, 1 6-3 1 Ocak 1 987,
ss.
1 3- 14.
144 YARALI
B1L1NÇ
tir- iki söyleme kaulan iki fikirler dizgesi arasında bir aktarıcı duru mundadır. Entelijensiya eleştirel rolünü yerine getirebilseydi, bu iki dünyanın birleşme noktası olurdu kuşkusuz. İkisini birbirine bağlar ve kavram sal arka-planlarını zorunlu olarak ayıran kırılma çizgisine dokunmadan -ki bu çok önemlidir- diyaloglarını birbirine eklemleyebilirdi. Zira düşünce bu rolü, yan tutmadan ve bilinçli olarak yerine getirebilse, farklı bilgilerin a!unda yatan kavramsal katmanları, birinden diğerine geçilen durakları ve iki söyleme de .niteliğini veren algılama biçimlerini gözler önüne sererdi. Kısacası entelijensiya, kimseyi diğerine indirgemeden, bağdaşmazlıklar gibi verimli çakışmaları da gün ışığına kavuşturarak bu karşılaşmanın özgür alanını hazırlayabilirdi. Bu işlevi yerine getinnesinin tek koşulu, takınılan tavırların ve hizip çekişmelerinjn dışında kalmasıydı. lran'da altmışlı ve yetmişli yıllarda ortaya çıkan Geleneic-Modernlik ilişkileri ve Batılılaşma üzerinde ek senlenen büyük tartışma, tartışmanın başını çekenler iki söylemi bir birine karışurmaktan kaçınsalar ve yeni bir taassubun geliş ortamını bilinçsiz olarak hazırlamasaJar verimli olabilirdi. Ama kağnıyı öküzle rin önüne koşup, laikliğin temellerini çökerten İranlı entelijensiya, nostaljik bir arkaizmin yararına modernliği tasfiye etti ve bunu yapar ken hedefini şaşırdı. Zir.ı devrimden sonra, olaylar tarafından kelimenin tam anlamıyla kökü kazındı; fırUnaya karşı duramamasından ötürü pes edip bir tür yasadışılıkta kayboldu ve yeni sistemin kenarlarında elin den geldiğince tutunmaya çalıştı. Aslında bizim ülkemizde entelektüeller, çalışma masalarının ardında sükunetle düşünen bilge düşünürlerden ziyade, yel değirmenlerine karşı savaş açan haçlıları andırırlar. Bizim dünyamızda entelektüel olmak, herşeyden önce iktidara muhalif olmaktır. Gelip geçen rejimlerin çoğunun ya baskıcı, ya da düpedüz totaliter olduğu göz önünde bulun durulduğunda anlaşılır bir şeydir bu. Ama ne yazık ki bu muhalefet, yeteri kadar düşünülmemiş ve kaba kalmaktadır. Beraberinde ne bir eleştirel çözümleme, ne bir yeni perspektif, ne de mesafe koyma tavn gelmektedir. Muhalifin rejime başkaldırması, bir çocuğun babasına ya da annesine başkaldırması gibi olmaktadır. İktidarın kültürel bağlamını hiçbir zaman göz önünde bulundurmamaktadır. Neden bir diğeri değil de bu iktidar iş başındadır? Nasıl olur da hep aynı modeller, amansız
ENTELEKTÜELLER 145
bir geri dönüşlülük ve inatla kendilerini tekrarlarlar? Nasıl olur da en övgüye değer çabalar b�arısızlığa mahkum olurlar? Bu kadar yedi canlı olup, bitmek bilmeyen raydan çıkmalara yol açmaktan başka bir şey yapmayan ve hep yinelenen bu başarısızlık nereden gelmektedir? Top lumsal-ekonomik etkenlerin çözümlemesi -bir tür kaba Marksizm'in, bunun araç larını sağlamasından beri bu yaklaşım çok yaygınlaşmış tır- yeterli değildir. Eski düzeni devrimle alaşağı eunek, ne yazık ki, daha eşitlikçi bir düzenin kurulma-;ı anlamına gelmemektedir! Bununla da kalmaz. " Herşeyden önce," diyor Gaston Bachelard, "sorunları yerli yerine koymayı bi lmek gerekir. Ve ne denirse densin, bilimsel y�am da sorunlar kendiliklerinden yerli yerine oturmazlar. Hakiki bilimsel kafaya damgasını vuran da sorunu anlama gücü'dür. Bilimsel bir kafa için her bilgi bir sorunun cevabıdır. Soru olmasaydı, bilimsel bir ce vap da olamazdı. Hiçbir şey kendiliğinden olmaz. Hiçbir şey verili de ğildir. Her şey kuruludur."9 Ülkelerimizin kaderlerinin aydınlatılması için esas olan, sorunu an lama gücü entelektüellerimiz tarafından ender olarak hesaba katılmıştır; bunun nedeni kötü niyet değildir, atgözlükleri tarafından körleştirilen entelektüeller, bunu yapma yeteneğine sahip değildirler sadece. Ne me safeli bir bakışları vardı, ne de bilgi leri . Söyledikleri ve düşündükleri bağlam-dışı kalıyordu: ülkenin tarihsel koşullarının dışında; yönünü şaşırmış bir kültür sefaletinin dışında; kendi karikatürüne indirgenmiş bir halde, dünyayı sarsmış olan büyük hareketlerden muaf tutulmuş birkaç yüzyıllık bir tatilin dışında; ve nihayet, başka yerlerde karar laştırılan yeryüzü kaderinin dışında. B ütün bu sorular zeki bir şekilde ortaya çıkarılsaydı, yeni fikirleri doğurabilecek, ülkenin entelektüel to pografyasını dönüştürebilecek, tartışmaların siyasal perspektifini dcğiş tircbi l1Xek ve entelektüeli hakkı olan ayrıcalıklı yere yükseltecekti: toplumun nesnelleşmiş bilincinin uğrağı. Eserlerindeki dilin, maalesef yalıtı lmış bir dil haline gelmesi ve yeryüzünün büyük edebi eserleri üzerinde hiçbir iz bırakmayan nere deyse yerel bir dile dönüşmesinden ötürü, birçok açıdan dikkate değer olan eserleri dünyada tanınmayan şairleri, büyük yazarları ve özgün araştırmacıları tabii ki bu kesimin dışında tutuyorum. Yabancı dillere yapılan çeviriler çok enderdir ve şairlerin eserleri -İran dünyasının 9. La Formaıion de /'espriı scienıiflque, Vrin, Paris, 1965, s. 1 4.
146 YARALI BİLİNÇ
kuşkusuz en zengin yaratıcıları- söz konusu olduğunda sorun daha da kannaşıklllilmaktadır, çünkü şairlerin dili, özü gereği çevrilemezdir. B u uygarl ıklara niteliğini veren eleştirel kafa yoksunluğu ve türlü türlü çarpıklığın zararlı saldırısının elinden, büyük sanatçı ve şairler de sağ salim kurtulamamaktadır. Örneğin, toplumsal-felsefi konuları ele aldıklarında akıl almaz bayağılıkta konulara yayılmakta, ya da yarnrsız ve sonu gelmez gevezelikler içinde kaybolmaktadırlar. Yetenekle -bu insanlar herşeyden önce yaratıcıdırlar- eleştirel yeti ara.;ındaki bu ay rılma, bizzat varlığımızda oluşan kırılmanın içine kurnazca smm derin bir boşluktan ileri gelir. Bunun nedenCne sanatçının yeteneğine ne de ayırt etme yoksunluğuna bağlıdır, daha ciddi bir şeye bağlıdır: mevcut dünyaların metafizik bağdllilmazlığına. Sanatçının kendi dünyası, sü rekli mütasyon geçiren bir modernliğin ortaya çıkardığı acil ve değiş ken sorulara hiçbir uygun cevap verememektedir. Fikirleri istediği ka dar ustalıkla kullansın; istediği kadar gülünçleştirsin; istediği kadar a lay etsin, dalaşsın, ayak süri1sün; bildiğinden farklı bir şekilde rahatsız edici olan bir güncellikten kaynaklanan sorunların çiğ gerçekliğinin e linden kaçamaz. Nedenlerini bllilka bir yerde aramak zorundadır: herşe yin belli bir kesinlik içinde bağlantılandığı "modem" insan bilimleri bağlamında. Doğulu doktrinler tarafından öğütlenen önsezi, kendiliğin denlik ve büyük metafizik çözümler artık yetmemektedir - hiç değilse tarihsel sorunları çözmek için. Tanımak, haberli olmak, belirli bir pers pektife ve mesafeye sahip olmak, kısacası bilgilenmiş olmak gerek mektedir. Burada, neden söz edildiğini, neye atıfta bulunulduğunu, han gi bağlama bağlanıldığını bilmek gerekmektedir; burada, başka bir de yişle, bilgi haritalarına, entelektüel bagajlara, belirgin fikirlere, açık kavram lara ve önermelere sahip olmak gerekmektedir. Sonuç olarak, sağlam bir zemin, ontolojik bir temel gerekmektedir. Marksist olundu ğunda, bir dalga boyuna, felsefi evveliyatına organik olarak bağlı bir dünyaya dolaysız olarak geçiverilir. Marx, kendiliğinden bir kuşağın sonucu değildir. Aristoteles'ten sonraki tüm Batı ontolojisinin soy zin cirine bağlıdır. Gece gündüz Georges Politzer'in Felse/enin Temel llkeleri nin Farsça çevirisini okumakla Marksizm'in zihniyeti hakkında bir şeyler anlaşılamaz. Olunsa olunsa kırklı ve ellili yıllarda Hizb-i Tudeh'in yasadışı hücrelerinde yetiştirilenler gibi kudurmuş bir Stalin' ci olunur. İstenildiği kadar yetenekli bir yazar, dahi bir şair, baş döndü'
ENfELEKTOELLER 147 rücü bir keşifç i olunsun, başka bilgi araçları gerektiren sorunlar söz konusu oldukça bir adım bile ileriye gidemeyiz. Olguları ve toplumsal müı.a.,yonları çözümlemek için, fikir dünyasındaki kafa karışıklıklannı çözmek için, kültürel dayanak noktalarının izlerini bulmak için, ke limenin hümanist anlamında bir kültür adamı olmak gerekmektedir. Ye ne yazık ki bunun eksikliğini şiddetle hissetmekteyiz. Düşünürleri m iz hakkında Berdyayev'in Rus düşünürleri için dediklerini söyleyebi liriz - aklımdan yazıyorum: " Ya nihilisttirler, ya da kıyametçi. Kül türel değerlerin billurlaştığı ikisinin-arasından yoksundurlar."
3. KADERiN NEGATiF SELAMET/ En yaygın entelektüel tipine dönersek, bu entelektüellerin toplumsal siyasal eserlerinin büyük bir bölümünün yerel düzeyi aşamadığını be l i rtel i m . Ülkenin sosyolojik görünümünü kıran toplumsal-kültürel bölünmelerde enine bir kesit açmayı ender olarak başarırlar; bu görünümü oluşturan grupların psikolojik tutumlarından ve ente lektüellerin kendi şizofrenilerinden hiç söz etmeyelim. İran Devrimi' nin doğası hakkında neden yanıldıklarını sorun onlara, size bin bir ne den sayacaklardır; dokunmayacakları tek şey sorunun özüdür, yani ül kenin jeopol itik durumunu kendilerinin anlamamaları ve eninde sonun da bell i olduğu gibi, demokrasiyi hiç umursamayıp saf ve yalın haliyle iktidardan başka bir şey istemeyen din adamlarının kültürel katkıları ve fanatizmlerinin boyutları konusundaki anlayışsızlıkları. Felaket düzeyindeki boyutları göz önünde bulundurulduğunda, bu anlayışsızlığın belki de kaçınılmaz olduğu söylenebilir, çünkü eski re jimin aptalca korkak ve saçma sansürü, insanların zihinsel miyopluğa yakalanmalarının ön koşullarını hazırlıyordu. Bu sansür, gençlerin, el altından dağıtılan yıkıcı literatürün aptallaştırıcı yavanlığıyla temas kurmalarını engelledi, bu gerekçesiz yasadışılık da pireyi deve haline getiriyordu. Kah devrimci doktrinler biçimi ardına, kah iktidar mercile rine karşı küfürlü saldırı biçimleri ardına, kah peygambervari yergi ve taşlama biçimleri ardına gizlenen bu temelsiz saçmalıkların ortaya çıkarılması, zararlı etkilerini felce uğratıp, bağışıklıklı bir savunma mekanizmasının üremesini sağlardı kuşkusuz. Zira, bu abartmaların
148 YARALI BiLİNÇ ulaştığı endişe verici boyutlardan sarsılıp, hakikati savunmaya ve kao su andıran fikir kargaşasını biraz düzenlemeye aday olacak ente lektüellerin sayısı çok olurdu. Bununla birlikte, eski rejimin sıkı gözetim ağında birçok zayıf nokta ve kaçamak çaresi vardı, en kurnaz lar buraya sızıp sözlerini iletebiliyorlardı. Zaten o dönemin edebiyatı -çağdaş İran edebiyatının en zengin dönemlerinden biri- bu duruma kusursuz bir şekilde uyup, istiareli ve imalı bir dille mesajını iletmeyi başardı. Öte yandan İran entelijensiyası imparatorluk sisteminin antitezi ola rak kalıyordu ve organik olarak bu sisteme aitti. Entelijensiya da, sis tem de aynı ıakımyıldız'da yer alıyorlardı. Entelijensiya, eski rejimin çöküşüyle doğal rakibini, o kadar nefret ettiği alıer ego'sunu• kaybetti. Sesi çölde yitip gidiyordu aruk. Atış menzilinin dışında kalan bugün kü rejim, onu ciddiye bile almıyordu. İslami rejime göre bütün ente lektüeller ·eski rejimin kalıntıları, ya da daha beteri, ahlaksız Batı'nın düzelmez auklanydı. istense de istenmese de günlük nasibimiz haline gelen bütün bu yargı hataları, kafalarımızın çok .eski olmasındandır. Bachelard, kafa ların önyargılarla yaşıt olduğunu söylerdi. Düşünmek manevi olarak gençlcşmektir, "geçmişe ters düşmesi zorunlu olan ani bir dönüşümü kabul etmek"tir10 aynı zamanda. Entelektüellerimiz kültürel klostrofobi lerinden çıkmakta zorluk çekmektedirler. Düşüncenin arıtılmasını denemekte, sabit ve taşlaşmış bilgilerinin yerine açık, dinamik bir bilgi koymakta ve "nihayet akıla, i lerleme nedenleri sunmak"ta 1 1 zorluk çekmektedirler. Zira bu ente lektüellerin çoğu ikili bir yabancılaşma içindedirler: geçişim l osmose] yoluyla aldıkları -yani eleştirel düşünce yol uyla değil- yeni fikirler nazarında yabancılaşmışlardır ve özünü değil de -apaçık söyleyelim " akşamdan kalmalığı"nı muhafaza ettikleri halk kültürlerinin nazarında yabancılaşmışlardır. Dolayısıyla, bir eksikliği bir diğerine karşı koya rak, iyi tanımlanmamış bir kimliği onun kadar muğlak bir yabancılaş maya karşı çıkararak, bunların birini diğeriyle değiş-tokuş ederek, tari hin kenarlarında, yani bir no man's landde asılı kalmaktadırlar. Param* Alter ego: Bütünleyici benlik. (ç.n.)
10. a .g . e . 1 L a .g . e .
ENTELEKTÜELLER 149 parça düşünceleri, aktardıkları kültürün bir suretidir: Avazı çıktığınca bağının ama sağlam hiçbir şey yaratmayan, sağa sola çarpan ama kök salacağı bir yer bulamayan bir sahte-kültür. Siyasal veya varoluşsal terci he göre değişen iki aşırı tepki de buradan doğmakıadır: ya kızgınlık tepkisi ki bu sizi kinci bir ideolog yapar, ya da başarısızlık tepkisi ki bu da hınca ve büyübozumuna yol açar. B u son duygu yeri geldiğinde mistik bir havayla birleşip yüce bir yararsızlığın izini taşır. Ü l kenin kültüründe, bu duygunun derin kökleri vardır. Örneğin to plumsal muhayyilede çok yaygın olan sufizmin imtina yolunu düşüne lim. Gobincau'nun her zamanki keskin görüşüyle ima ettiği bu duygu dur: " Dünyanın hiçbir değeri olmadığını, hatıa varolmadığını; kadın ve çocuk sevgisinin sahte olduğunu; sağduyulu insan ın, içine kapanması, kendisiyle yetinmesi ve ihanet edecekleri kesin olan arkadaşlara güven memesi gerektiğini; ve mutluluğu, güvenliği, hatalarının kolay affını, en m üşfik hoşgörüyü ve nihayet Tanrı'yı kendi nde bulabileceğini din leye dinleye yetişen, böylesi derslerle büyüyen ve bu derslerin böylesi ne evrensel bir şek ilde kabul gördüğünü gören insanların çoğunun, en saf egoizmi ve bunun bütün sonuç larını, yani en basitinden aile içinde, şehi rlerinde ve vatanlarında etraflarında olup bitenlere tam bir kayıtsız lıkla yaklaşmayı bir fazilet olarak görmemeleri olağanüstü olurdu." 1 2
B u ul usların, hükümetleri karşısında h isseuikleri küçümseme duy
gusunun nedenleri de burada anınmalıdır, diyor Gobineau. Burada Gobi ncau, çok hassas bir noktaya parmak basmaktadır. Bu topl umların
başarısızl ığı
bir tek hükümetlere y ük lenilebi l i r m i , yoksa bu
başarısızlığın nedenleri, kolektif ruhun kendini tekrarlayan yapılarını mutlaka biçi mlendiren kültürel öncel lerde de aranmalı m ıdır? Asyalı yönetimlerin yeteneksizliği ve kokuşmuşluğu muazzam olsa bile, din den, örf ve adetlerden ileri gelen ağırlıklar daha da fclçleşti ricidirler, çünkü " iktidarın meşru eylemlerini bile her an durduran" 1 3 da bu kös tcklerdir. Yöneticiler arasında hem yetenekli hem iyi n iyetli kişi ler bu lunsa bile -bu durumla sanıldığından daha sık karşılaşı l ı r-, bu in sanlar ister istemez başarısızlığa uğrarlar. Zira "kamuoyunun, yönetici lerin başına en acı biçimde kakl!kları şey de reform girişim leridir; ka m uoyu bu denemeler karşısında, eski si steme bağ l ı , çoğu zaman 1 2. Religions et phi/osophies dans /'Asie cenlrale, 1 3 . a . g . e . , s . 76.
s.
75.
150 YARALI BIUNÇ mantıksız ve yıllanmış olan işleyişler karşısında gösterdiği tahammülü göstermez" .14 Yüzyıl önceden gelen bu belirleme hala güncel olmakla kalmayıp, birçok açıdan akla uygundur; başarısızlık nedenlerinden birini göster mektedir. Her tür refonn girişimi alışkanlıkları sarsar şeylere bakışta ,
ki sabitliği bozar, bir tavır değişimini ve zihn iyetin elden geçirilmesi ni gerektirir. Atadan kalma direnç ve kem ikleşmiş eski modellere sı ğınma buradan gelir; çünkü eski modellerin ba'ikı larına maruz kalmak, aşın cüretkar olabilen refonnların yaratabileceği düzensizliklere maruz kalmaktan daha kolaydır; çünkü eski sistemlerin "yıllanmış i şleyişle ri" , şeyler üzerinde ağırlık yapan ve şu ölümlü dünyadaki ikametimizi bir dizi aşı lacak yıkım haline getiren kaderin bir parçasıdır. Evcilleşti rilmiş bir umutsuzlukla beraber yaşamak, olmayacak vaatlerde bulunan belirsiz umutlarda tat bulmaktan daha kolaydır. "Peşin peşin", günü gününe yaşandıkça, geleceğin kredisine ve kaçınılmaz olardk içinde ba rındırdığı başarısızlığa daha az güvenilir. Zira temel bir başarısızlık her yerde vardır: şeylerin akışını değiştinnedeki yetersizlikte; dünyanın ka derinin başka yerlerde kararlaştırılması olgusunda; derimize yapışan, a yaklarım ızda ağır zincirler gibi sallanan o kösteklerde. İrade dışı geli şen ve kaçınılmaz olan varoluşsal başarısızlık, engellemeleri haklı gösterir ve başkalarının başarısızlığına sinsice sevinir; öyle k i , top lumsal ve siyasal bütün başarılar, iyi hazırlanmış ve hak edilmiş bile olsalar, eninde sonunda kuşkulu bir başarı, oyunun kurallarını bozan bir şey durumuna düşerler. Cioran bir yerde şöyle diyor: "Ezilen halklar, eyleme geçmekten kaçınmak için kendilerini 'kader'in eline b ı rakırlar; kader hem negatif bir selamet hem de olaylan yorumlama yöntemidir;
günlük-kullanımlı
bir tarih felsefesi, duygusal temell i determinist bir görüş, yeri gel diğinde kullanılan bir metafiziktir." 1 5 Zira eyleme geçmeden, kılımızı d a kıpırdatmadan başarısızlıklar çevrimine tahammül etmemizi, kaçınılmaz olana tevekkül etmemizi ve göründüğü kadarıyla hiçbir anlama gelmeyen bir varol uşu göze al mamızı sağlayan da bu negatif selamettir. Ve Cioran şöyle bağ l ıyor: "Harcadığım iyi niyet ne olursa olsun, o [negatif selamet] olmasa, ha1 4. a . g . e . 1 5. La Tenıaıion d'exisıer, Gallimard, Paris, 1 986. s. 58.
ENTELEKTÜELLER 151
yatımı bu kadar örnek bir şekilde heba edebilir m iydim? Bunun için bana yardım etti, itti, cesaretlendirdi. Hayatta başaramamak o kadar ko lay değildir, bunu çok çabuk unuturuz; bunun için köklü bir gelenek, uzun bir hazırlanma ve birkaç kuşağın emeği gerekir. Bu iş bitirildi ğinde her�ey çok güzel işler. Size miras olarak yararsızlığın kesinliği kalır: atalarınızın sizin için alınteriyle ve sayısız aşağılanmaya uğraya rak elde ettikleri bir m ülktür bu. Siz talihliler, bundan yararlanırsınız, bunu gözler önüne serersiniz."16 Fakat Cioran'daki zihin keskinliğine sahip olmak, sadece kadere ma ruz kalmak değildir; kaderin sakıncalı mekanizmasını açığa vurup ka derden kunulmaktır da; böylelikle kader neredeyse savılmakta, Bhaga _vad Giıa da, çamurun içine batırılmasına rağmen, çirkefin dışındayken el değmemiş kalabilen lotüs çiçeği gibi olunmaktadır. '
4.
YARI-FELÇLi BiR BAKIŞ
Kendilerini kaderin eline bırakan, bütün eylem hevesleri geçen, talih sizlik sonucu tüm değerlerin yer değiştirdiği heterojen bir dünyada yaşayan ezilen halklar sonunda yarı -felçli bir bakış edinmeye başlarlar. Bu bakış hep yarı yarıya felç lidir: ötekini eleştirdiğinde kendisini ülküleştirir; bir şeye saldırdığında başka bir şeyi de kuL'iar. Aynı anda iki sicil üzerinde kalamaz; hem soran hem de cevap veren olamaz, yani olumlu ve olumsuz nedenlerin üzerinde, her tür nesnelliğe bağlı eleşti rel bir tutumu yoktur. Bu herkesi ilgilendiren bir durumdur, sanatçılar ve büyük yazarlar da dahil. Gabriel Garcfa Marquez'i Fidel Castro'ya kur yapmakla suçlamasın dan ötürü kendini kınayan Günter Grass'a yazdığı bir açık mektupta Maria Vargas Llosa şöyle diyor: "Edebi yetenekle zihinsel ustal ığın, siyaset söz konusu olduğunda zihin keskinliğinin teminatı olmadıkla rını hep savundum; örneğin Latin Amerika'da, yazarların hatırı sayılır bir kesimi demokrasiyi küçümser ve sorunlarımızın çözümü için Marksizm-Leninizm 'e bağlı çözümler savunur. " 1 1 Askeri diktatörlüklerdeki adaletsizlikleri ve demokrasilerde mümkün 16. a . g . e . , s s . 59-60. 17. Le Nouvel Observaıeur, 1 8-24 Temmuz 1986, ss. 5 1 -53.
152 YARALI BlLlNÇ
olan suistimalleri mahkum edip, sosyalist rejimlerdeki gerçekliğe göz yumulan bu durumu, Vargas Llosa manevi yarı:felç olardk adlandırır. Peki neden? Çünkü devrim mitosu hala eskisi kadar etkindir ve top lumdaki bütün kötülüklerin devası gibi sunulmaktadır. Bu yanılsama Gulag'ın sert gerçekliğini, Prag İlkbaharı'nı, yüz binlerce Kübalı'nın ülkelerinden kaçışını görmeyi engellemektedir, özellikle de ente lektüellerin, bu ülkelerdeki güçsüz genç demokrasileri yarı-ölçülere başvurmadan desteklemesini engclleme.ktedir. Öte yandan demokrasi sözcüğü, kafaları karıştıran kullanımlardan ötürü değersizleşmiş bir sözcüktür. "Kaddafi'den Humeyni'ye, Kim lt Sung'dan General Stroess ner'e kadar"1 8 herkes demokrasiden yana olduğunu söylemektedir. De mokrasi ler entelektüellerin koşulsuz desteğine güvenebilselerdi belki de daha az kırılgan olurlardı, ama birçok entelektüel, gerici otardk "şey tanlaştırılma" korkusuyla pes etmekte ve demokr,uik girişimlere katıl mamaktadır. Örnek olar.ık 1980'de kurulan ve o zamandan beri şiddetin ve terörist tehl ikenin ayrıcalıklı hedefi haline gelen genç Peru demok rasisini alalım; bu örnek de gösteriyor ki terörü yaygınlaştıran örgüt, bu durum özelinde Aydınlık Yol, köylüler arasında ya da fabrikalarda değil, üniversite çevrelerinde ortaya çıkmıştır, yani öğretim üyeleri ve öğrenciler arasında; bu insanlar, "şiddeti 'tarihin ebesf olarak çılgınca haklı göstermelerinin, bugün Peru'da yaşanan kan gölüne yol açacağın dan hiçbir zaman kuşku duymamışlardır". 19 Vargas Llosa en kusurlu demokrasilerin bile, entelektüellere, en yumuşak sosyalist rejimden daha çok özgürlük bıraktığını belirtir. Bundan dolayı da, bir sürü siyasal tutuklu bulunan, hiçbir eleştiriye karşı hoşgörü gösterilmeyen ve entelektüellerin sürgüne gitmek zorun da kaldıkları bir rejimin şefine kur yapmasının, Garcfa Marquez için utanç verici olduğunu belirterek bitirir yazısını Llosa. Böylesi durum larda büyük yetenek sahibi olmak hafifletici deği l ağırlaştırıcı neden lere girir. "Garcia Marquez gibi bir yazarı, Küba rejimi karşısında aldığı tavra neyin ittiğini anlamıyorum. Zira onun katılımı ideolojik dayanışmayı aşmaktadır, çoğu zaman dalkavukluk ve dinsel yobazlık biçimlerini göze almaktadır. "20 1 8. a .g . e .
1 9. a . g . e . ,
20. a . g . e . ,
s. s.
52. 53.
ENTELEKTüELLER 153 Penılu yazarla birlikte ben de, eski rejime muhalif olup, sonra yeni rejime karşı da tavır alan bazı revaçta entelektüellerimizin yurtdışına çıkar çıkmaz, daha da hoşgörüsüz başka bir rehberin kollarına neden atıldıklarını anlamıyorum. Başka bir deyişle, ismini hak eden bir ente lektüel iıa'iıl olur da, Halkın Mücahitleri gibi, işleyişi en sapkın tari katlara benzeyen, karizmatik şefle karısının mistik evliliklerinin hem tarihsel bir olay hem de ideolojik bir devrim gibi kutlandığı bir siya
View more...
Comments