Daniel-Goleman-Duygusal-Zeka.pdf

March 22, 2018 | Author: yigitilgaz | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Daniel-Goleman-Duygusal-Zeka.pdf...

Description

Dr. D aniel G o lem an , y ıllarca N e w York T im es’d a b ey in ve d a v ra n ış b i­ lim leri k o n u lu m ak a le le r yazm ış ve H arv ard Ü n iv e ıs ite sı’nde d ers v er­ m iştir. M erk ezi R u tg ers Ü n iv e rsite si’nin P ro fesy o n el ve U y g u lam alı P sik oloji O k u lu ’n da b u lu n an ve d u y g u sal z ek â b ecerile rin i g e liştirm e ­ n in en iyi y ö n tem lerin i b u lm ay ı am açlay an Ö rg ü tle rd e D u y g u sal Z ekâ K o n so ıs iy u m u ’nun eş-b aşk an lığ ın ı y apan G o le m a n , p ro fe sy o n e l g ru p ­ lara ve ü n iv ersite k am piislerin d e ö ğ ren c ile re k o n fe ra n sla r v erm ek ted ir. T ım es’&dki m a k a leleriy le iki k ez P u litzer Ö d ü lü ’nü k a z an an y a z arın la­ y ık g ö rü ld ü ğ ü d iğ e r ö d ü ller arasın d a, A m erik an P sik o lo ji D e m e ğ i’nin K a riy er B aşarı Ö d ü lü d e bulun m ak tad ır. Vital Lies, S im p le Truths (H ayati Y alanlar, B asit G e rç e k le r), The M e d ita tiv e M in d (D ü şü n en Z ih in ), The C rea tive S p irit (Y aratıcı R uh), W orking w ith E m o tio n a l In tellig e n c e (İşb a şın d a D u y g u sal Z ek â , V arlık Y ayınları), P rim a l L ea d e rsh ip (Y eni L iderler, Varlık Y ayınları) ve S o c ia l In te llig e n c e (S o sy al Z ek â, V arlık Y ayınları) adlı k itap ların yazarıd ır.

Varlık Yayınlan, Sayı: 1097 Sertifika No: 10644 Otuz Üçüncü Basım; 2010

Emotional Intelligence (W hy it can matter more than IQ) © 1995, Daniel Goleman / 1996, Varlık Yayınları A.Ş.

ISBN 978-975-434-196-6

Kapak düzeni ve ofset hazırlık: Varlık Yayınlan A.Ş. Baskı: Kurtiş Matbaacılık Topkapı Fatih İş Merkezi, İstanbul - Matbaa Sertifika No: 12992

VARLIK YAYINLARI A.Ş. Piyerlotı Cad. Ayberk Apt. No. 7-9 Çemberlitaş 34440 İstanbul Tel: 212-516 20 04 - Faks: 212-516 20 05 E-posta: varlik@ isbank.net.tr www.varlik.com.tr

DANIEL GOLEM AN

DUYGUSAL ZEKÂ Neden IQ ’dan daha önemlidir?

Çeviren:

Klinik Psikolog Banu Seçkin Yüksel Redaksiyon:

Osman Deniztekin

VA R LIK

İçindekiler

10. Yıl Baskısına Ö nsöz A risto’nun Çağrısı

7 19

Birinci Bölüm DUYGUSAL BEYİN 1. D uygular Neye Yarar? 2. Duygusal K orsanlığın Anatom isi

29 40

İkinci Bölüm DUYGUSAL ZEKÂNIN DOĞASI 3. 4. 5. 6. 7. 8.

Akıllı Kişi Aptallık Yaptığında Kendini Bil Tutkunun Köleleri Temel Beceri Em patinin Kökleri Sosyal Sanatlar

61 77 89 116 137 155

Üçüncü Bölüm DUYGUSAL ZEKÂ 9. Yakın D üşm anlar 10. K albiyle Y önetm ek 11. Zihin ve Tıp

177 201 221

5

Dördüncü Bölüm FIRSATLARA AÇILAN PENCERELER 12. A ilenin Potasında 13. Travma ve Yeniden Alınan Duygusal D ersler 14. M izaç K ader D eğildir

251 264 283

Beşinci Bölüm DUYGUSAL OKURYAZARLIK 15. Duygusal Cehaletin Bedeli 16. Duyguların Eğitilmesi

6

303 340

EK A: Duygu N edir

374

EK B: D uygusal Zihin Özellikleri

377

EK C: Korkunun Sinir D evreleri

384

EK D: W.T. Grant Konsorsiyum u: Ö nlem e Program larının Etkin Öğeleri

388

EK E: Öz B ilim M üfredatı

390

EK F: Sosyal ve D uygusal Öğrenme: Sonuçlar

392

K aynakça N otlar

400 404

10. Yıl Baskısına ÖNSÖZ

İ 9 9 0 ’da, N ew York Times'da. bilim m uhabirliği yaparken, küçük bir akadem ik dergide bir m akale çarptı gözüme. Biri şu anda New H am pshire Ü niversitesi’nde, diğeri de Y ale’de bulunan John M ayer ve Peter Salovey adlı iki psikolog, bu m akalede “duygusal zekâ” diye adlandırdıkları bir kavram ı ilk kez dile getiriyorlardı. O dönemde, hayatta m ükem m ellik standardı olarak IQ ’nun üs­ tünlüğü sorgulanam azdı; bu zekânın genlerimize mi işlendiği, yoksa deneyim e mi bağlı olduğu konusunda bir tartışm a almış başını gidi­ yordu. A m a işte, birdenbire, hayattaki başarının unsurları hakkında yeni bir düşünm e şekli belirm işti. Beni heyecanlandıran o kavramı, 1995’te bu kitaba başlık yaptım. M ayer ve Salovey gibi, ben de budeyim i çok çeşitli bilimsel bulgulardan bir sentez üretm ek, eskiden ayrı araştırm a dallan olan şeyleri bir araya getirm ek -yalnızca onla­ rın kuram ını değil, daha pek çok heyecan verici bilim sel gelişmeyi de, sözgelim i duyguların beyinde nasıl düzene sokulduğunu ince­ leyen yeni bir alanın, etkileyici sinirbilim in ilk m eyvelerini gözden geçirm ek - am acıyla kullandım. On yıl önce bu kitap yayım lanm ak üzereyken, günün birinde iki yabancının duygusal zekâ deyim ini kullandıkları ve ne anlam a gel­ diğini her ikisinin de anladığı b ir konuşm aya kulak verecek olursam, bu kavram ı kültüre daha yaygın b ir biçim de yerleştirm ekte başarıya ulaşm ış sayılırım , diye düşündüğüm ü anımsıyorum. Pek az şey biliyorm uşum . D uygusal zekâ deyimi, ya da onun kısaltması olan EQ her yere yayılarak, hiç beklenm edik biçim de D ilbert ve the P inhead Zippy gibi çizgi bantlarda ve Roz C h ast’in N ew Yorker’daki çizim dizisinde bile ortaya çıktı. Çocukların E Q ’sunu güçlendirm e iddiasını taşıyan 7

oyuncak kutulan gördüm; sevgilisi tarafından terk edilm işlerin kişi­ sel ilanları, bazen eş bulm ayı um anların gözüne sokuyor bu kavramı. Bir keresinde otel odamdaki şam puan şişesinin üzerine basılmış, EQ hakkında bir espriyle bile karşılaştım . Bu kavram gezegenim izin uzak köşelerine kadar yayıldı. E Q 'm n Almanca, Portekizce, Çince, Korece ve M alezce gibi farklı diller­ de bilinen bir sözcük olduğunu söylüyorlardı bana. (Yine de ben, emotional intelligence'm İngilizce kısaltm ası olan E l 'y i tercih edi­ yorum.) Elektronik posta kutum da çoğu zaman, örneğin B ulgaris­ tan’daki bir doktora öğrencisinden, P olonya’daki bir öğretmenden, Endonezya’daki bir üniversite öğrencisinden, Güney A frika’daki bir iş danışm anından, U m m an’daki bir yönetim uzm anından, Şangay’daki bir üst düzey yöneticiden gelen sorular bulunuyor. H indis­ tan’daki işletm e öğrencileri D uygusal Z ekâ’yı ve liderliği okuyorlar; A rjantin’deki bir CEO, o konuda sonradan yazm ış olduğum kitabı öneriyor. Ayrıca Hıristiyan, Yahudi, M üslüm an, Hindu ve Budist din bilginlerinden, duygusal zekâ kavram ının kendi inançlarındaki gö­ rüşlere uyduğunu duydum. Beni en çok mem nun eden şey de, bu kavram ın eğitim ciler ta­ rafından “sosyal ve duygusal öğrenim ” (SELIsocial a n d em otional leam ing) program larına dahil edilerek benim senm esi oldu. 1995 yı­ lında, duygusal zekâ becerilerini çocuklara öğreten bu tür program ­ lardan ancak bir avuç kadar bulabilm iştim . On yıl sonrasında bugün, dünyanın dört bir yanındaki on binlerce okul, çocuklara sosyal ve duygusal öğrenim sunuyor. A B D ’de pek çok bölge, hatta eyaletlerin tamamı, SEL’i şim dilerde m üfredatın bir parçası haline getiriyor ve öğrencilerin m atem atik ve dilde belirli bir yeterlik düzeyine erişm e­ leri gerektiği gibi, bu önemli yaşam becerilerinde de ustalaşm alarını zorunlu kılıyor. Örneğin Illinois’te, SEL konusundaki belirli öğrenm e standartla­ rı, anaokulundan lise sona kadar her sınıfta yerleşm iş bulunuyor. Son derece ayrıntılı ve kapsamlı bir m üfredat örneği olarak, ilköğrenim in ilk yıllarında öğrencilerin duygularını tanıyıp doğru adlandırabilm eleri ve bu duyguların kendilerini nasıl harekete geçirdiğini tanımlayabilmeleri gerekiyor. İlköğrenim in son yıllarına doğru empati

derslerinde çocuklardan bir başkasının ne hissettiğine dair sözsüz ipuçlarını belirlem eleri, lise son sınıftaysa neyin stres yarattığını ve ne gibi saiklerle en iyi perform anslarını çıkardıklarını analiz etm e­ leri isteniyor. Ayrıca lisede öğretilen SEL becerileri, anlaşmazlıkları tırm andıracak yerde çözecek şekillerde dinlemeyi ve konuşmayı, kazan-kazan çözümlerini müzakere etmeyi de içeriyor. Dünyaya baktığım ızda, Singapur SEL konusunda etkin bir ini­ siyatif üstlenm iş durumda; M alezya, Hong Kong, Japonya ve K o­ re ’deki bazı okullar da öyle. A vrupa’da İngiltere öncülük ederken, bir düzineden fazla ülkede, ayrıca A vustralya’da, Yeni Z elanda’da ve Latin A m erika ile A frika’daki birkaç ülkede de duygusal zekâ­ yı benim seyen okullar var. 2002’de UNESCO, SEL’i tanıtm ak için dünya çapında bir inisiyatif başlatıp, 140 ülkenin eğitim bakanlık­ larına SEL’i uygulam aları için on temel ilkeden oluşan bir bildirge gönderdi. Bazı ülkelerde ve devletlerde SEL, karakter eğitimi, şiddeti en­ gelleme, uyuşturucuya karşı önlem alma ve okul disiplini gibi prog­ ramları bir araya getiren, örgütleyici bir şem siye haline geldi. Amaç, okul çocukları arasında bu sorunları azaltm anın yanı sıra, okul ha­ vasını ve sonuç olarak da öğrencilerin akadem ik perform ansını iyi­ leştirmek. 1995’te, SEL’in şiddet gibi sorunları önlerken çocukların daha iyi öğrenm esini de sağlayan program lardaki o etkin unsur olduğu­ nu gösteren ön delillerin altım çizdim. Şimdi ise bu, bilimsel olarak kanıtlanabilir durumda: çocukların özbilincini ve özgüvenini yük­ seltmek, rahatsız edici duygu ve dürtülerini kontrol altına almak, em-' patilerini artırm ak için yapılan yardım , yalnızca daha iyi davranışlar değil, ölçülebilir akadem ik başarı açısından da yararlı oluyor. Bu, anaokuldan lise sona kadar okul öğrencilerine yönelik SEL program ları ile ilgili 668 değerlendirm enin yakınlarda tam am lan­ mış bir üst-analizinin içerdiği büyük haber.1 Bu kitlesel araştırma, C hicago’da Illinois Ü niversitesi’nin Akademik, Sosyal ve Duygusal Öğrenim İşbirliği’ni -S E L ’in dünyanın dört bir yanındaki okullara girm esinde öncülük yapan kuru lu şu - yönlendiren Roger W eissberg tarafından yürütüldü. 9

Veriler, başarı test sonuçlan ve not ortalam alarında görüldüğü gibi, SEL program larının akadem ik başarı açısından büyük bir ya­ rar sağladığını gösteriyor. K atılan okullarda, öğrencilerin yaklaşık % 50’si başarı derecesini artırmış, % 30 kadarı da not ortalamasını yükseltm iş görünüyor. SEL program ları ayrıca okulları daha güvenli hale getirdi: kötü davranışlar ortalam a % 28, okuldan uzaklaştırm a­ lar % 44 ve disiplin gerektiren diğer eylem ler %27 oranında azaldı. Aynı zamanda, öğrencilerin %63 ’ü çok daha olumlu davranışlar ser­ gilerken, okula devam oranları da artıyor. Sosyal bilim araştırm ala­ rı dünyasında, bunlar davranışsal değişimi teşvik eden herhangi bir program için kayda değer sonuçlardır. SEL sözünü yerine getirmiş bulunuyor. 1995’te, SEL’in verim liliğinin büyük oranda çocukların geliş­ mekte olan sinir devrelerinin; özellikle de işleyen belleği -ö ğ re ­ nirken aklım ızda tuttuğum uz şey leri- yöneten ve aksatıcı duygusal itkileri bastıran prefrontal korteksin yönetim işlevlerinin biçim len­ m esindeki etkisine bağlı olduğunu öne sürüyordum. Şimdi o görüşün ilk bilim sel delilleri de geldi. Pennsylvania Eyalet Ü niversitesi’nde görev yapan ve SEL’in PATHS m üfredatını geliştirenlerden biri olan M ark Greenberg, ilköğrenim öğrencilerine yönelik bu program ın akadem ik başarıyı pekiştirm ekle kalm adığını; daha da önem lisi, öğ­ renm edeki artışın büyük bir kısm ının, prefrontal korteksin ana işlev­ leri olan dikkat ve işleyen bellekteki iyileşmelere atfedilebileceğini belirtiyor.2 Bu ise nöroplastisitenin, yani beynin tekrarlanan dene­ yim ler aracılığıyla biçim lenişinin, SEL’den alman yararlarda ana rolü oynadığını güçlü bir biçim de gösteriyor. Benim için en büyük sürpriz, cjuygusal zekânın iş dünyasında, özellikle de liderlik ve çalışanların gelişimi gibi alanlardaki etkisiydi belki de (bir çeşit yetişkin eğitim i). H arvard Business Review, duygusal zekâyı “çığır açan, paradigm aları param parça eden bir fi­ kir”, son on yılın iş dünyasına en çok etki eden fikirlerden biri olarak karşıladı. İş dünyasında bu tür iddialar çoğu zaman temelsiz, gelip geçi­ ci bir hevesten bir ibaret kalır. A m a burada, duygusal zekâ uygula­ masının sağlam verilere bağlı olm asını sağlayan çok geniş bir araş10

turnacılar ağı devreye girmişti. M erkezi Rutgers Ü niversitesi’nde olan, K uruluşlarda Duygusal Zekâ Araştırm aları K onsorsiyum ’u (C REIRO -C onsortium fo r Research on Em otional Intelligence in Organizations), federal hüküm etteki Personel Yönetim Bürosu’ndan Am erican E xpress’e kadar uzanan kuruluşlarla işbirliği yaparak bu bilim sel çalışm anın kotarılm ası için yolu açtı. B ugün dünyanın dört bir yanındaki şirketler, çalışanları işe alır­ ken, terfi ettirirken ve geliştirirken duygusal zekâ m erceğinden ba­ kıyorlar. Örneğin, (yine bir CREIO üyesi olan) Johnson & Johnson, dünyanın her yerindeki bölüm lerinde m eslek yaşam larının ortasın­ da yüksek liderlik potansiyeline sahip oldukları belirlenen kişilerin, duygusal zekâ becerileri açısından daha az um ut vaat eden akran­ larına kıyasla çok daha güçlü olduklarını bulguladı. CREIRO, iş hedeflerine ulaşm a ya da bir m isyonu yerine getirme yeteneklerini artırm ak isteyen kuruluşlara kanıtlara dayalı kılavuzlar sunabilecek bu tür araştırm aları desteklem eyi sürdürüyor. Salovey ile M ayer 1990 yılında ufuk açan m akalelerini yayım ­ ladıkları sırada, tem elini onların attığı bu akadem ik alanın tam on beş yıl sonra ne kadar başarılı olacağını kimse hayal edememişti. Bu alandaki araştırm alar geliştikçe gelişti; 1995’te bilim sel literatürde duygusal zekâ üzerine neredeyse hiçbir şey yoktu, oysa bugün aynı alanda sürüyle araştırmacı var. Duygusal zekânın özelliklerini araş­ tıran doktora tezleriyle ilgili bir veritabanı taraması - o veritabanında hesaba katılm ayan, profesörler ve başkaları tarafından yapılmış çalışm alar bir y a n a - bugüne kadar tam am lanm ış yedi yüzün üstün­ de tez bulunduğunu, daha pek çoğunun da hazırlanm akta olduğunu gösteriyor.3 Bu akadem ik alan, gelişm esini büyük ölçüde, duygusal zekânın kabul görm esi için bir iş danışm anı olan meslektaşları David Caruso ’yla birlikte bıkıp usanm aksızın uğraş veren M ayer ve Salovey’e borçlu. Bu insanlar, duygusal zekânın bilimsel açıdan savunulabilir bir kuram ını oluşturm ak ve etkili bir yaşam sürmeye yarayan bu ye­ teneğin şaşm az bir ölçüm ünü sunm ak yoluyla, o alan için m ükem ­ mel bir araştırm a standardı oluşturdular.

11

D uygusal zekâ alanında filiz veren akadem ik bulguların bir diğer büyük kaynağı da, şu anda H ouston’daki Texas Ü niversitesi’nin Tıp D alı’nda görev yapan Reuven Bar-O n oldu. O nun kendi duygusal zekâ kuramı ve yüksek enerjili coşkusu, bizzat tasarladığı bir ölçü­ m ü kullanan birçok incelem eye esin verdi. Bar-On, bu alanın büyük ölçüde büyüm esine yardım cı olan, The H andbook o f E m otional In ­ telligence (Duygusal Zekâ Elkitabı) gibi akadem ik kitapların yazılıp derlenm esine de aracılık etti. Yayılmakta olan duygusal zekâ çalışm aları, zekâ alim lerinin yalı­ tılmış dünyasında, özellikle de insani becerilerin tek kabul edilebilir ölçümü olarak IQ ’yu benim seyenler arasında köklü bir m uhalefet­ le karşılaştı. Bununla birlikte, söz konusu incelem e alanı canlı bir paradigm a olarak ortaya çıktı. Bilim felsefecisi Thom as K uhn’un gözlemine göre, herhangi bir önemli kuram sal m odel, aşam a aşama gözden geçirilm eli ve öncülleri daha sıkı testlerden geçirildikçe arıtılmalıydı. Bu süreç duygusal zekâ konusunda da epey yol alm ış gibi görünüyor. Şu anda düzinelerce çeşitlem esi olan üç ana duygusal zekâ modeli var. Bunların her biri farklı bir bakış açısını temsil ediyor. Salovey ile M ayer’inki, bir yüzyıl önce IQ üzerine ilk çalışm ayla biçim lendiril­ miş olan zekâ geleneğine sıkı sıkıya bağlı. Reuven Bar-On tarafından öne sürülen model, duygusal sağlık konusundaki kendi araştırm asına dayanıyor. Benim kendi m odelim ise iş başındaki perform ansa ve kurumsal liderliğe odaklanıyor ve duygusal zekâ kuram ını, yıldızları ortalama perform ans gösteren kişilerden ayırt eden yeterlikleri ör­ neklem e konusundaki onlarca yıllık araştırm alarla birleştiriyor. Ne yazık ki bu kitapla ilgili yanlış yorum lar bazı m itler doğurdu ve bunları hem en şimdi silip atm ak istiyorum. Bunlardan bir tanesi, şu tuhaf -a m a sık tekrarlanan- “Başarının % 80’i E Q ’ya bağlıdır” safsatası. Bu saçma sapan bir iddiadır. Bu yanlış yorum , mesleki başarının % 20’sinin IQ ’ya bağlı ol­ duğunu öne süren verilerden kaynaklanm aktadır. O tahmin -e v et, yalnızca bir tah m in - başarının büyük bir kısm ının neye bağlı oldu­ ğunu belirtm ediğinden, geriye kalanı açıklam ak için başka etkenler aramamız gerekir. A ncak bu, duygusal zekânın başarıdaki etkenlerin geri kalanını temsil ettiği anlam ına gelm ez: bu etkenler kesinlikle, 12

duygusal zekânın yanı sıra -ailem izin zenginlik ve eğitim düzeyin­ den mizaca, kör talihe ve benzerlerine k a d a r- çok çeşitli güçleri de içerir. John M ayer ile ortaklarının işaret ettikleri gibi: “İnceliklere vâkıf olm ayan okurun önüne ’sapm a olasılığı hesaba katılm am ış % 80 ora­ n ın ı’ koym ak, hayattaki başarının büyük bir kısm ını önceden belirle­ yebilecek, gözden kaçm ış bir değişkenin gerçekten olabileceğini ima eder. Bu arzu edilir bir şey olsa da, b ir yüzyıldır psikoloji alanında incelenen hiçbir değişken böylesi bir katkı sağlam am ıştır.”4 Bir diğer yanlış yorum lam a, bu kitabın alt başlığını - “Neden IQ ’dan daha önem lidir?”- dikkatlice nitelenm ediği sürece geçersiz olduğu, akadem ik başarı gibi alanlara pervasızca uygulam a şeklini almaktadır. Bu yanlış yorum lam anın aşırı şekli ise, duygusal zekânın takip edilen h er işte “IQ ’dan daha önemli olduğu” efsanesidir. Duygusal zekâ, akim başarıyla nispeten ilgisiz olduğu; örneğin duygusal özdenetim ve em patinin katıksız bilişsel yeteneklerden daha fazla göze çarpabileceği o “soyut” alanlarda IQ ’nun önüne geç­ mektedir. Bu sınırları çizilm iş alanların hayatım ızda daha büyük önem ta­ şıdığı b ir gerçektir. B unlar arasında hem en akla gelenlerden biri (11. B ölüm ’de ayrıntılarıyla ele alınan) sağlıktır; rahatsız edici duygular ve zehirli ilişkilerin, hastalığa yol açan risk faktörleri olduğu belir­ lenmiştir. Duygusal yaşam larını daha sakin ve özbilinçli bir şekilde idare edebilenler kesin ve ölçülebilir bir sağlık avantajına sahip gö­ rünürler; bu artık pek çok araştırm a tarafından doğrulanmıştır. Bu tür alanlardan bir diğeri de, çok akıllı insanların çok aptalca şeyler yapabildiği rom antik aşk ve kişisel ilişkilerdir (bkz. 9. B ö­ lüm). Ü çüncüsü -b u rad a o konudan söz etm em iş olsam d a - dünya çapında karşılaşm alar gibi rekabete dayalı çabaların en üst düzeyinde ortaya çıkar. A m erikan O lim piyat takım larına koçluk yapan bir spor psikologunun bana belirttiği gibi, o düzeyde herkes antrenm anlara gerekli olan on bin küsur saatini verdiğinden, başarı atletin zihinsel oyununa bağlıdır. İş yaşam ında liderlik ve m eslekler hakkındaki araştırm a bulgu­ larının çizdiği resim ise daha karm aşıktır (10. Bölüm). IQ puanları, belirli bir konum un karşım ıza çıkardığı bilişsel zorlukların üstesin­ 13

den gelip gelemeyeceğimizin kestirim ini gayet iyi verir. Yüzlerce, belki binlerce inceleme, bir kişinin hangi kariyer sorunlarıyla baş edebileceğinin kestirimini lQ ’nun verdiğini göstermiştir. Bu, tartış­ masızdır. Ancak sıra, entelektüel açıdan zorlayıcı bir m eslek içerisindeki yetenekli adaylar havuzundan kim in en güçlü lider olacağım kes­ tirm eye geldiğinde, IQ yetersiz kalmaktadır. Bunun nedeni kısmen “taban etkisi”dir: Belirli bir m esleğin üst kadem elerinde ya da büyük bir kuruluşun üst düzeylerinde yer alan herkes, zaten zekâ ve uzm an­ lık kalburundan geçirilmiştir. O görkemli düzeylerde yüksek 1Q sa­ dece, kişinin oyuna girip yerini koruyabilm ek için ihtiyaç duyduğu, “eşik niteliğinde” bir yetenektir. 1998’de yayımlanan İşbaşında D uygusal Zekâ adlı kitabımda Öne sürdüğüm gibi, çok akıllı bir grup insan arasından kim in en ye­ tenekli biçimde liderlik yapabileceğine ilişkin en iyi kestirim i IQ ya da teknik beceriler değil, duygusal zekâ yetileri vermektedir. D ünya­ nın dört bir yanındaki kuruluşların yıldız liderlerini bağım sız olarak belirleyen yeterlikleri gözden geçirirseniz, konum yükseldikçe IQ ve teknik beceri göstergelerinin listede en alt sıralara indiğini görürsü­ nüz. (IQ ve teknik uzmanlık, alt düzey görevlerdeki m ükem m elliğin kestirim ini daha iyi verir.) Bu husus 2002’de yayımlanan, Richard Boyatzis ve Annie McKee ile birlikte kaleme aldığım Yeni Liderler adlı kitapta daha etraflıca ele alınmıştır. Çok yüksek düzeylerde, liderliğin yeterlik modelleri duygusal zekâya dayalı yetilerin % 80 ila % 100’ünden oluşur. K ü­ resel bir yönetici arama firmasının araştırm a bölüm ünün başındaki kişinin de belirttiği gibi, “C E O ’lar zekâlarına ve iş konusundaki uz­ m anlıklarına bakılarak işe alınm akta ve duygusal zekâ yoksunluğu nedeniyle işten atılmaktadırlar.” D uygusal Zekâ'y ı yazdığım sıralarda, rolüm ü psikoloji alanında kayda değer bir yeni akım hakkında, özellikle de duyguların ince­ lenm esiyle sinirbilimin kaynaşm ası üzerine haber yazan bir bilim m uhabiri olarak görüyordum. Ancak bu alanla daha derinlemesine ilgilendikçe, duygusal zekâ m odellerine ilişkin içgörülerimi sunmak 14

üzere psikolog rolüm e geri döndüm . Sonuç olarak, bu sayfaları yaz­ dıktan sonra duygusal zekâyı daha iyi tanım lam aya başladım. İşbaşında D uygusal Zekâ'da, D Z ’nin temel unsurlarının -ö zb ilinç, özdenetim , sosyal bilinç ve ilişkileri yönetm e y e tisi- işbaşındaki b aşan y a nasıl aktarıldığını yansıtan genişletilm iş bir çerçeve sundum . Bunu yaparken de, üniversitede akıl hocam olan H arvard’lı psikolog D avid M cC lelland’dan bir kavramı ödünç aldım: yeterli­ lik. Duygusal zekâm ız özdenetim ve benzeri yetilerin temellerini öğrenm e potansiyelim izi belirlerken, duygusal yeterliğim iz bu po­ tansiyelin ne kadarını işbaşında gösterdiğim iz becerilere aktaracak şekilde kullandığım ızı gösterir. M üşteri hizm etleri ya da ekip çalış­ m ası gibi bir duygusal yeterlikte ustalaşm ak, duygusal zekânın temel unsurlarında, özellikle de sosyal bilinç, ilişki yönetim i konusunda bir yetenek gerektirir. A ncak duygusal zekâ yeterlikleri öğrenilmiş yeteneklerdir: sosyal bilince ya da ilişkileri yönetm e becerisine sa­ hip olm ak, bir müşteriyle ustaca başa çıkm ak ya da bir anlaşmazlığı çözm ek için gerekli olan ek öğrenim de uzm anlaşm ış olmayı garanti etmez. Kişi sadece o yeterliklerde becerikli hale gelm e potansiyeline sahiptir. B ir kez daha, tem el bir duygusal zekâ yeterliği, belirli bir yeterliği ya da iş becerisini ortaya koyabilm ek açısından gerekli olmakla bir­ likte, yeterli değildir. M ükem m el uzam sal yeteneklere sahip olduğu halde, m im ar olm ak bir yana, geometriyi bile öğrenem eyen öğrenci bunun bilişsel bir örneğini oluşturur. Ayrıca kişi, son derece empatik olduğu halde -m üşteri hizm etleri yeterliğini öğrenm edikçe- m üşte­ rilerle başa çıkm akta zay ıf kalabilir. (Kendini tüm üyle bu konuya adamış olup da yeni m odelim in yirm i kadar duygusal yeterliği dört duygusal zekâ küm esinin içine nasıl oturttuğunu öğrenm ek isteyen­ ler, Yeni L iderlerim ek bölüm üne bakabilirler.) 1995’te, yedi ila on altı yaş arası üç binin üzerindeki çocuktan oluşan ve Am erikan nüfusunu temsil eden bir örneklem eden gelen verileri aktardım. Bu veriler, 1970’lerle 1980’ler arasındaki on yıl boyunca, anne-babaları ve öğretmenleri tarafından derecelendirilen Am erikalı çocukların duygusal sağlığında belirgin bir düşüş olduğu­ 15

nu gösteriyordu. Bu çocuklar daha dertliydi; yalnızlık ve anksiyeteden itaatsizlik ve sızlanm aya kadar uzanan daha fazla sorunları var­ dı. (Kuşkusuz, genel rakam lar ne gösterirse göstersin, tekil istisnalar -büyüdüklerinde olağanüstü insanlar haline gelen çocuklar- her za­ man vardır.) A ncak daha sonra, 1999’da derecelendirilen bir grup çocuk, 1970’lerin ortasında kaydedilen düzeylere tam dönm emiş olsalar da, 1980 sonlarındakine oranla çok daha iyi durum daydı5. Evet, anne b a­ balar hâlâ genelde çocuklarından yakınm aya yatkın, onların dışarıda “kötü etkiler” altında kalm asından endişeleniyorlar; sızlanm alar da her zam ankinden beter görünüyor. A m a genelde bir yükseliş var. Doğrusu, bu durum beni çok şaşırttı. Günüm üz çocuklarının ekonom ik ve teknolojik ilerlem enin kasıtsız kurbanları oldukları­ nı; anne-babaları önceki kuşaklara göre işyerinde daha fazla zaman geçirdikleri, giderek artan yer değiştirm eler geniş ailelerle bağlarını kopardığı ve “serbest” zam an fazlasıyla yapılandırılm ış ve aşın ör­ gütlenmiş hale geldiği için, duygusal zekâ becerilerini yitirdiklerini sanıyordum . N e de olsa, duygusal zekâ geleneksel olarak -an n ebaba ve akrabalarla birlikte, serbestçe oynanan oyunların hayhuyu için d e- günlük yaşam da aktarılan bir özellikti; günüm üz gençleriyse bu olanakları artık bulamıyorlar. Bir de teknoloji faktörü var. Bugünün çocukları, bir video ekra­ nına bakarak, insanlık tarihinde daha önce hiç olm adığı kadar yal­ nız vakit geçiriyorlar. Bu ise benzeri görülm em iş ölçekte doğal bir deney anlam ına geliyor. Teknolojiyle haşır neşir olan bu çocuklar, yetişkinlik dönem lerinde başka insanların yanında kendilerini bilgi­ sayar başındaki kadar rahat hissedecekler m i acaba? B en daha çok, sanal dünyayla ilgilenerek geçen bir çocukluğun, genç insanlarım ızı kişiler arası ilişkiler konusunda beceriksiz hale getireceği kanısındaydım. İddialarım da bu yöndeydi. Son on yıl içinde bu trendleri tersine çevirecek bir şey olmadı. A m a çok şükür, çocuklarım ız daha iyi du­ rum da görünüyor. Bu incelemeleri yapmış olan, Vermont Ü niversitesi’nden psiko­ log Thomas A chenbach’ın varsayım ına göre, 1990’lardaki ekonom ik patlam a yetişkinler kadar çocukların da yararına olmuştu; iş bulma

16

oranlarının artması ve işlenen suçların azalm ası, çocukların daha iyi yetiştirilm esi anlam ına geliyordu. Achenbach, ekonom ide tekrar büyük bir gerilem e olursa, çocukların yaşam becerilerinin bu ölçü­ m ünde bir düşüş daha görürüz, diyor. Bu da m ümkün; ne olacağını zam an gösterecek. D uygusal zekânın aşırı bir hızla pek çok alanda önemli bir konu haline gelm esi tahm inde bulunm ayı zorlaştırıyor, ama yakın gele­ cekte bu alanda neler um duğum a ilişkin bazı düşüncelerim i sunm ak isterim. D uygusal zekâ yetilerinin geliştirilm esinden, üst düzey yönetici­ ler ve özel okullarda okuyan çocuklar gibi ayrıcalıklı kişiler pek çok yarar sağladı. Kuşkusuz, yoksul mahallelerde yaşayan birçok çocuk da -örn eğ in , okulları SEL program ını yürürlüğe k o y m uşsa- bundan yararlandı. A m a ben, insani becerileri geliştiren bu tür program la­ rın daha dem okratikleştirilm esini; (çocukların zor durum larını iyice çetrefilleştiren duygusal yaralara m aruz kaldığı) yoksul aileler ve (özellikle öfke yönetim i, özbilinç ve empati gibi becerilerin güçlen­ dirilm esinden büyük bir yarar görebilecek genç suçluların bulundu­ ğu) cezaevleri gibi, genelde ihm al edilen alanlara uzanm asını teşvik ediyorum . Bu yetenekler konusunda gereken yardım verilirse, o in­ sanlar hem daha iyi bir yaşam sürerler hem de çevreleri daha güvenli olur. Ayrıca duygusal zekâyla ilgili düşünce m enzilinin de genişlediği­ ni, bireyin içindeki yeteneklere odaklanmaktan, insanlar bire bir ya da geniş gruplar halinde etkileştiğinde ortaya çıkan şeylere odaklan­ m aya geçildiğini görm ek isterim. Bazı araştırmalar, özellikle de New Ham pshire Ü niversitesi’nden psikolog Vanessa D ruskat’ın, ekiplerin duygusal zekâya sahip hale nasıl gelebileceğine ilişkin çalışm ası, bu geçişi çoktan pürüzsüz bir biçim de yapm ış durumda. Ama çok daha fazlası yapılabilir. Son olarak, duygusal zekânın çok iyi kavranacağı, yaşam larım ız­ la bütünleştiği için adını anm am ıza bile gerek kalm ayacağı bir gü­ nün hayalini kuruyorum. Böylesi bir gelecekte SEL, dört bir yandaki okullarda standart uygulam a haline gelecektir. Aynı şekilde, özbilinç, yıkıcı duyguları denetlem e ve em pati gibi duygusal zekâ nitelikleri 17

işyerinde zorunlu olacak; istihdam ve terfilerde, özellikle de liderlik­ te “şart” koşulacaktır. D uygusal zekâ IQ kadar yaygınlaşıp insani ni­ teliklerin bir ölçütü olarak toplum a kök salacak olursa, ailelerimizin, okulların, işyerlerinin ve toplulukların da çok daha insancıl ve bireyi geliştiren ortam lar haline geleceğine inanıyorum.

18

A ris to ’nun Çağrısı

Herkes kızabilir, bu kolaydır. Ancak doğru insana, doğru ölçüde, doğru zamanda, doğru nedenle ve doğru şekilde kızmak, işte bu kolay değildir. ARİSTO, Nikomakus Etiği

N e w Y ork’ta ağustos ayında kavurucu bir akşam üstüydü, hani o in­ sana terlem enin verdiği sıkıntıdan surat astıran türden. Otele döner­ ken M adison C addesi’nden bir otobüse bindiğim de orta yaşlı zenci şoförün sıcak bir gülüm sem e eşliğinde nazikçe, “Merhaba! N asılsı­ nız?” dem esiyle irkildim. Bu selam, şehrin yoğun trafiğinde yolunu bulm aya çalışırken otobüse binen herkese verdiği türdendi. Günün m arazi ruh haline girmiş bütün yolcular benim gibi irkildi ve pek azı bu selam a karşılık verdi. A ncak otobüs kilitlenm iş trafikte yoluna devam ettikçe yavaş, hatta sihirli denebilecek bir değişim m eydana geldi. Şoför bir m o­ nolog halinde bizlere geçtiğim iz yerlerde neler olup bittiğinin bir döküm ünü veriyordu: “O dükkânda m üthiş bir ucuzluk, şu müzede harika b ir sergi vardı, bir alt sokaktaki sinem ada başlayan yeni filmi duydunuz m u?“ gibi. Şehrin zengin seçeneklerini anlatırken duydu­ ğu zevk sanki bulaşıcıydı. O tobüsten inerken hem en herkes bindiği andaki sert kabuğunu kırmıştı. Şoför “Hoşçakalın, iyi günler!” diye bağırırken hepsi ona gülümsedi. Bu olayın anısı yirm i yıldır bende yaşıyor. M adison C addesi’nde o otobüse bindiğim de, psikoloji doktoramı yeni tam amlamıştım. A n­ cak o günün psikoloji öğretisinde böylesi bir değişim in nasıl olabile­ ceğine pek değinilm iyordu. Psikoloji bilim inin duygu m ekanizması hakkında bildikleri hiçe yakındı. Kendini iyi hissetm enin otobüs yol­ cularından başlam ak üzere tüm şehre bir virüs gibi dalgalar halinde yayıldığını hayal ettiğimde, yolcuları üstlerine çökmüş som urtkan­ lıktan arındırabilen, kalplerini yum uşatan, bir parça da olsa içlerini 19

açan sanki sihirli bir güce sahip bu otobüs şoförünün kentin bir tür barış elçisi olduğunu düşündüm. Bu haftaki gazeteden bunun tam tersi bazı başlıklar: • Yerel bir okulda 9 yaşındaki bir çocuk öfkeden kudurarak sıra­ lara, bilgisayarlara, yazıcılara boya döktü, okulun park yerindeki bir arabaya da zarar verdi. N edeni ise üçüncü sınıftaki arkadaşlarının ona “bebek” demesi üzerine onlara kendini “kanıtlam ak” istem esiy­ di. • M anhattan’da bir rap kulübünün dışında kasıtsız bir çarpışm a­ nın itiş kakışa dönüşm esi sonucunda kızgın gençlerden birinin 38’lik otom atik silahıyla kalabalığa ateş açması sekiz gencin yaralanm ası­ na yol açtı. Haberde bu tür silahlı saldırıların önem senm ediği, say­ gısız bir hareket olarak nitelendirilm ekten öteye gitm ediği ve ülke çapında son yıllarda bu tür hareketlerin sıradanlaşacak kadar arttığı belirtiliyor. • Bir haberde, cinayete kurban giden 12 yaş altındaki çocukların % 57’sinin, öz ya da üvey ana-babaları tarafından katledildiği belir­ tiliyor. • Genç bir Alman, beş Türk kadın ve kızını, uyurlarken yangın çıkararak öldürm ekten mahkem ede. N eo N azi bir gruba bağlı oldu­ ğunu söyleyen genç sürekli bir işi olm adığını, içtiğini ve kötü şan­ sının yabancılardan kaynaklandığını belirtiyor. Zorlukla duyulacak bir sesle yalvarırcasına, “yine de yaptıklarım a üzülm ekten kendimi alam ıyorum ve çok utanıyorum ” diyor. Haberler her gün nezaket ve güven duygusunun yok olup gitti­ ği, cinnete dönüşen alçakça eğilim lerin saldırganlıkla sonuçlandığı bu tür olaylarla dolu. Ancak bu haberler bize yalnızca, kendimizin ve çevrem izdeki kişilerin duygular üzerindeki denetimi yavaş yavaş kaybettiğini hatırlatıyor. Kimse bu rasgele taşkınlık ve pişm anlık dalgasından yalıtılmış değil; şu veya bu şekilde bu durum hepim izin hayatında bir yerlere uzanıyor. Son on yıl ailemizde, çevrem izde ve toplum hayatım ızda duygu­ larla baş edemem e, um utsuzluk ve taham m ülsüzlüğün arttığını göste­ ren bu tür sayısız saptamalarla dolu. Bu yıllar bir bakıcı niyetine TV ile baş başa bırakılm ış çocukların sessiz yalnızlığında, terk edilmiş, 20

ihm al edilm iş ya da tacize uğram ış çocukların acısında veya çirkin bir yakınlığa dönüşen evlilik içi şiddet olaylarında kendini gösteren öfke ve um utsuzluk artışını belgeliyor. Gittikçe yayılan bu duygusal rahatsızlık sayılardan da okunabiliyor. D ünyadaki depresyon vakala­ rındaki ani artış, okulda silah taşıyan gençler, çevre yolundaki silahlı vuruşm aya dönüşen kazalar, işten çıkarılm ış canı sıkkın işçilerin eski iş arkadaşlarını katletm esi gibi, yükselen öfke dalgasının izleri bu olaylarda görülebiliyor. Duygusal taciz, durup dururken ateş açma, travm a sonrası stres gibi deyim lerin tüm ü son on yıldır günlük ko­ nuşm am ıza girdi ve gündelik selam laşm a neşeli bir “İyi G ünler”den, m eydan okuyan bir “Gel de boyunun ölçüsünü al”a dönüştü. Elinizdeki kitap bu anlaşılm azlığı anlaşılır kılm aya çalışan bir rehber niteliğinde. Bir psikolog ve son on yıldır The New York Ti­ m es' da gazetecilik yapan biri olarak, akıldışı olanın bilim sel açık­ lamasında kaydedilen ilerlemeyi izliyorum. Kuş bakışı bakıldığında iki karşıt gidişat görülüyor; biri paylaşılan duygusal yaşantıda gide­ rek büyüyen bir felaket, diğeri de bunu telafi edebilecek bazı umut verici şeyler.

BU ARAŞTIRMA NEDEN ŞİMDİ YAPILIYOR? İçerdiği kötü haberlere karşın, son on yılda duygular üzerine ya­ pılan bilim sel çalışm alarda benzersiz bir patlam a görüldü. Bunların en önem lisi, yeni geliştirilen beyin görüntülem e tekniği sayesinde beyni kısıtlı bir zaman içinde de olsa görüntüleyebilm ekti. Böylece insanlık tarihinde hep esrarengiz bir yan, bir sır olarak kalm ış olan bu karm aşık hücre kütlesinin, biz düşünürken, hissederken, hayal ku­ rarken ve rüya görürken nasıl çalıştığı görünür kılındı. Bu nörobiyolojik veri birikim i, beyindeki duygu m erkezlerinin bizi öfkeye ya da gözyaşlarına nasıl ittiğini ve beynin bizi savaşm aya ya da sevmeye iten daha kadim bölüm lerinin daha iyiye ya da kötüye nasıl yönlen­ dirilebileceğini gösteriyor. D uyguların nasıl çalıştığı ve eksiklikleri konusunda, şim diye dek görülm em iş açıklıktaki bilgiler, toplu olarak yaşanan duygusal krizi nasıl atlatabileceğim ize ilişkin taze fikirleri de gündem e getiriyor. 21

Bu kitabı yazm ak için, bilim sel konudaki birikim in bu noktaya varm asını bekledim. Bunun bu kadar geç olm asının en önemli ne­ denlerinden biri, zihinsel yaşam da duyguların yıllar süren araştırm a­ lar süresince şaşırtıcı bir biçim de atlanm ası ve duyguların bilimsel psikolojide büyük ölçüde araştırılm am ış bir bölge olarak kalmasıdır. Bu boşluğu bir dizi ‘kendi kendine yardım ’ (self help) kitapları dol­ durm ak için yarıştı, ancak bunlar klinik görüşü tem el alan iyi niyetli çalışm alar olsa da, bilimsel bir tem elden yoksundu. Şimdi bilim bir otorite olarak, ruh dünyasının akıl ötesi bu en uç noktasının acil ve karm aşık sorularına cevap verebilecek ve insan yüreğinin haritasını daha kesin bir biçim de çizebilecek konumda. Bu harita çizine çalışm ası bir anlamda, IQ yani zekâ katsayısının genetik, deneyim ler sonucu değişm eyen niteliğini ve adeta kaderin yaşam süresince bize verilen bu m utlak değerle sabit olduğunu öne sürerek zekâyı dar bir açıdan tanım layanlara da bir m eydan okuma niteliğinde. Bu yaklaşım daha zorlayıcı bir soruyu dikkate almıyor: Biz çocuklarım ızın hayatın üstesinden daha iyi gelebilmeleri için neyi değiştireb ilirizl Sözgelimi yüksek IQ ’lu birinin çuvallamasmda ve vasat lQ ’iu bir diğerinin şaşırtıcı derecede başarılı olmasında acaba hangi etkenler rol oynuyor? K anım ca bu fark kitapta duygusal zekâ denilen yeteneklerde yatıyor ve özdenetim, azim, sebat ve kendi kendini harekete geçirebilm eyi kapsıyor. Bunlar, ileride de görece­ ğimiz gibi, çocuklukta öğretilebilir ve bu sayede genetik piyangoda kişiye çıkan entelektüel potansiyeli daha iyi kullanabilm e şansı elde edilebilir. Bu olasılığın ardında acil bir ahlaki zorunluluk beliriyor. Bazı dönem lerde, toplum da diğer dönem lere kıyasla daha da belirgin bir çözülm e görülür. Bencillik, şiddet, alçaklık, toplumsal hayatın güzel­ liklerini bozm aya başlar. Burada duygusal zekânın önem ini savunan tez, duyarlılık, kişilik, ahlaki güdüler arasındaki bağlantıya dayanır. Gitgide artan sayıdaki bulgular, hayattaki etik tavrın, temelindeki duygusal yetilerin bir ürünü olduğunu gösteriyor. Dürtü, duygunun ifade ortam ıdır; tüm dürtülerin özü kendini bir eylem le ifade etm ek isteyen hislerdir. D ürtülerine teslim olan kişilerin, ahlaki anlayışları yetersizdir. D ürtü kontrolü, irade ve kişiliğin özüdür. Aynı şekilde fedakârlığın tem elinde em pati, yani başkalarının hissettiklerini anla­ 22

ma yeteneği yatar. Başkalarının ihtiyaç ya da umutsuzluğu aıılaşılam ıyorsa, ilgi ve şefkat de olmaz. Günüm üzde en azından iki ahlaki tavra ihtiyacım ız var: K endine hâkim olm ak ve şefkat göstermek.

YOLCULUĞUMUZ B u kitapta, duygu dünyasını bilim sel bulgular ışığında değerlen­ direceğim iz bir yolculukta size rehberlik yapıyorum. Yolculuğumu­ zun amacı, hayatın en karm aşık anlarını ve çevrem izdeki dünyayı anlaşılır kılmak. H edefim iz ise, duyguları zekâyla birleştirm enin ne anlam a geldiğini ve nasıl olabileceğini anlamak. Bu anlayış, kendi başına, bize bir ölçüde yardım cı olabilir; his dünyasını kavramayı sağlam anın etkisi, kuantum fiziğinde gözlem cinin yarattığı etki gibi, gözlenen olguyu değiştirmektir. Yolculuğun birinci bölüm ünde anlatılan beynin duygusal m im a­ risi hakkındaki yeni keşifler, hayatta hislerin m antığa karşı üstün geldiği en şaşırtıcı anlara bir açıklam a getiriyor. Beynin öfke ve kor­ ku ya da tutku ve sevinç anlarını yöneten yapılarının arasındaki ilişki, duygusal alışkanlıklarım ızın nasıl öğrenildiğini, bu alışkanlıkların bazen en iyi niyetlerim ize nasıl engel olabileceğini ve aynı zam an­ da, daha yıkıcı veya kendim ize zarar verici dürtülere nasıl hâkim olabileceğim izi açıklıyor. En önem lisi, nörolojik bulguların ışığında, çocuklarım ızın duygusal alışkanlıklarını şekillendirebilm e fırsatına sahip olduğum uzu gösteriyor. Yolculuğun ikinci önem li durağı olan kitabın ikinci bölümünde, nörolojik verilerin duygusal zekâ denilen temel yaşam becerisi üze­ rinde nasıl bir etki yarattığı gösteriliyor. Örneğin duygusal dürtülere hâkim olabilm e, diğerinin ne hissettiğini anlayabilme, ilişkileri düz­ gün yürütebilm e ve A risto’nun dediği gibi doğru kişiye, doğru ölçü­ de, doğru zam anda, doğru nedenle ve doğru şekilde kızabilm ek gibi önem li bir beceriye de sahip olabilm e gibi. (Nörolojik ayrıntılarla il­ gilenm eyen okuyucular, doğrudan doğruya bu bölüm e geçebilirler.) “Zekâ”nın ne anlam a geldiğini açıklayan bu genişletilm iş m o­ del, duyguları yaşam sal yetenekler içinde merkezi bir yere oturtuyor. Ü çüncü bölüm , bu yeteneklerin en değerli ilişkilerim izi koruyabil­ 23

meleri ya da olm ayışlarının yarattığı yıkım, iş yaşantısını yeniden şekillendiren pazar güçlerinin iş başarısında başlıca etken olarak duygusal zekâyı ön plana çıkarm ası ve zehirli duyguların fiziksel sağlığım ızı en az sigara içm ek kadar riske atm ası, hatta duygusal dengenin sağlığım ızı ve refahım ızı korum akta rol oynam ası gibi, çok önemli etkilerine değiniyor. Genetik m irasım ız her birim ize m izacımızı belirleyen bir dizi duygusal kıstas bağışlamıştır. A ncak beyin devreleri olağanüstü esnektir; m izaç, kader değildir. D ördüncü bölüm de görüleceği gibi duygusal zekânın temelinde, çocukken evde ve okulda öğrendiğimiz duygusal derslerin duygu devrelerini şekillendirerek bizi daha yeterli ya da yetersiz kılması yatar. Bu, çocukluk ve ergenliğin yaşam boyu varlığını hissedeceğim iz tem el duygusal alışkanlıkların oluşmasında kritik dönem ler olduğu anlam ına gelir. Beşinci bölüm ise yetişm e dönem i içinde duygusal dünyayla başa çıkm ayı becerem eyenleri bekleyen tehlikeleri araştırıyor. Duygusal zekâdaki eksikliklerin; depresyon ya da şiddetle dolu bir hayattan, yem e bozukluklarına ve uyuşturucu bağım lılığına uzanan bir yelpa­ zedeki riskleri nasıl artırdığını gösteriyor. Ayrıca öncü okullarda ço­ cuklara, yoldan çıkm adan yaşam aları için gerekli duygusal ve sosyal becerilerin nasıl öğretildiği de belgeleniyor. Belki kitaptaki bulguların tek başına en rahatsız edici olanı, ai­ leler ve öğretm enlerle yapılan araştırm alar sonucunda ortaya çıkan dünya çapında yaygın bir eğilimdir. Bu da, şimdiki kuşağın bir önce­ kine oranla duygusal açıdan daha fazla zorluk çektiği, daha yalnız ve depresif, daha kızgın ve asi, daha sinirli ve kaygıya yatkın, daha fevri ve saldırgan olm asıyla ilgilidir. Eğer bir çözüm varsa, bunun gençlerim izi hayata hazırlam a tarzım ızda yattığını sanıyorum. Günüm üzde çocuklarım ızın duygus­ al eğitim ini şansa bırakıyoruz ve bunun sonuçları çok yıkıcı oluyor. Çözüm lerden biri, okulların öğrenciyi sınıfta bir bütün olarak, aklı ve kalbi birleştirerek nasıl eğitebileceğine dair bir vizyon geliştirmektir. Yolculuğumuz duygusal zekânın tem ellerini çocuklara vermeyi am açlayan yenilikçi sınıflara bir göz atm akla sona erecek. Yakın ge­ lecekte okullardaki eğitim in düzenli olarak özbilinç, özdenetim ve 24

em patiyle dinlem e, anlaşm azlık çözm e ve işbirliği gibi temel insan becerilerini kapsayacağına inanıyorum. Aristo, N ikom akus 'un Etiği başlıklı erdem, kişilik ve iyi bir yaşam hakkındaki felsefi incelem esinde, duygusal hayatım ızı akıllıca yönet­ m eye çağırıyor bizi. Tutkularım ız; düşüncelerim izi, değerlerimizi, yaşam m ücadelem izi yönlendirir ve iyi kullanıldığında bir bilgelik içerirler. A ncak kolayca yoldan çıkabilirler, çoğu zam an olan da budur. A risto’nun da gözlem lediği gibi, sorun duygusallıkta değil, duyguların ve ifadelerinin uygunluğundadır. Sorulm ası gereken soru ise şudur; D uygularım ızı akılla nasıl birleştirebiliriz? Sokaklarım ıza nezaketi, toplum sal yaşam ım ıza şefkati nasıl taşıyabiliriz?

25

b ir in c i b o l u m

DUYGUSAL BEYİN

1

Duygular Neye Yarar?

Kişi gerçeği kalbiyle görür; esas olan gözle görülemeyendir. Antoine De Saint-Exupéry, Küçük Prens

B e y in felci yüzünden tekerlekli sandalyeye m ahkûm olmuş on bir yaşındaki kızları A ndrea’ya hayatlarını adayan Gary ve M ary Jane Chauncey çiftinin son dakikalarına bir göz atalım. Chauncey ailesi L ouisiana’nın nehir bölgesinde bir çarpm a sonucu hasar gören de­ m iryolu köprüsünden nehre yuvarlanan A m trak treninin yolcularm dandı. K arı-koca öncelikle kızlarını düşünerek, A ndrea’yı su alarak gittikçe batan trenden kurtarm ak için ellerinden geleni yapıp bir şe­ kilde onu cam dan iterek kurtarm a ekibine ulaştırdılar. Kendileri ise sulara göm ülen vagonun içinde can verdiler.' A ndrea’nın hikâyesi, son dakikalarında çocuklarının hayatta kalm asını sağlam ak için kahram anca çabalayan bir anneyle babanın neredeyse efsanevi cesaretini anlatıyor. Kuşkusuz insanlık tarihiyle tarih öncesi ve en az bir o kadar da türüm üzün evrim süreci, çocukları uğruna kendini feda eden ailelerle ilgili bu tür sayısız örnekle dolu.2 Evrim biyologlarına göre bir anneyle babanın kendilerini feda et­ m esi, genlerin bir sonraki kuşağa geçm esine yani “üreme başarısına” hizm et eder. B ir kriz anında bu korkunç kararı veren aile açısından ise, bu sevgiden başka bir şey değildir. D uyguların amaç ve gücünü anlatan bu kahram anlık örneği, insa­ na kendini feda ettiren sevginin ve aslında hissedilen her duygunun insan hayatındaki m erkezi yerine tanıklık ediyor.3 Bu durum en de­ rin hislerim izin, tutkularım ızın, özlem lerim izin tem el rehberlerim iz olduğunu gösteriyor. Türüm üz var oluşunu büyük ölçüde duyguların insan ilişkilerindeki gücüne borçludur. Bu güç olağanüstüdür: Sa­ dece kuvvetli bir sevgi, -b ağ rın a bastığı çocuğunu acilen kurtarm a 29

g ereği- bir anneyle babanın kendi yaşam larını devam ettirme dür­ tüsünü bastırabilir. Zihin gözüyle bakıldığında, kendini bu şekilde feda etm ek akıl dışı olarak değerlendirilebilir, ancak kalbin gözüyle bundan başka seçenek yoktur. Sosyobiyologlar evrim in insan ruhunda duyguya neden böy­ le merkezi bir yer verdiğini tartışırken, kritik anlarda kalbin akla üstünlüğüne işaret etmektedirler. O nlara göre duygularım ız tehli­ ke, acı bir kayıp, zorluklara karşın bir hedefe doğru ilerleme, eşine bağlanm a ve bir aile kurm a gibi yalnızca akla bırakılam ayacak du­ rum ve görevlerde yol göstericidir. H er duygu bizi bir şekilde hareket etmeye hazırlar; her biri insan hayatında tekrarlanan güçlüklerle baş edebilecek şekilde bizi yönlendirir.4 Bu durum lar evrimsel tarihimiz boyunca defalarca tekrarlandıkça, duygusal repertuarım ızın yaşamın sürdürülebilm esi açısından değeri, kalbim izin doğuştan, otomatik eğilimleri olarak sinir sistem im ize işlenm esiyle kanıtlanmıştır. İnsan doğasını duyguların gücünden soyutlayarak anlamaya çalışmak, üzücü bir dar görüşlülüktür. H om o Sapiens, yani Düşünen Tür adı bile, duyguların hayatım ızdaki yeri hakkında bilim in bize sunduğu yeni görüş ve vizyona göre yanıltıcıdır. H epim izin kendi deneyim lerinden bildiği üzere, kararlarım ızı ve hareketlerim izi şekillendirirken hislerim iz çoğu zaman düşüncelerim ize baskın çıkar. Salt zekâya, yani lQ ’nun ölçtüğü şeye verdiğim iz değer ve önemde çok aşırıya gitmişiz. D uygular bize hâkim olduğu sürece, zekâ -iy i ya da k ö tü - hiçbir yere varamaz.

TUTKULAR MANTIĞI BASTIRDIĞINDA Yanılgılar büyük bir trajediye yol açmıştı. On dört yaşındaki M atilda Crabtree, babasına sadece şaka yapm ak istemişti. Annesiyle ba­ bası bir arkadaş ziyaretinden sabaha karşı saat birde döndüklerinde, saklandığı dolaptan fırlayıp “b öö” diye bağırdı. Ancak Bobby Crabtree ve karısı, M atilda’nın o gece arkadaşlarıy­ la kaldığını sanıyorlardı. Eve girdiğinde sesler duyan Crabtree .357 kalibrelik silahına sarıldı ve etrafı kolaçan etm ek için M atilda’nın 30

odasına girdi. K ızı dolaptan fırladığında Crabtree onu boynundan vurdu. M atilda Crabtree on iki saat sonra öldü.5 Evrim in bize bıraktığı duygusal m iraslardan biri, ailemizi tehli­ keden korum aya yönelten korkudur; Bobby C rabtree’yi silahına dav­ ranıp evinde sinsice dolandığım düşündüğü kişiyi aramaya yönelten dürtü buydu. Korku, Crabtree’nin daha neye ateş ettiğini anlayama­ dan, kızının sesini bile tanıyam adan silahını ateşlem esini sağlamıştı. Böylesi otom atik tepkiler sinir sistem im ize yerleşmiştir. Evrim bi­ yologlarının tahm inlerine göre bunun nedeni insanın tarihöncesindeki uzun ve önemli bir zam an dilim inde bu tepkilerin yaşam ve ölüm durum larının belirleyicisi olm ası, ayrıca bundan da önemlisi, evrim in esas amacı olan genetik verileri taşıyarak soyun devamını sağlam asındaki payıdır; tabii bu, C rabtree’lerin evindeki trajediyi düşündüğüm üzde, üzücü bir ironi olarak görülebilir. Evrim sürecinde duygular yol gösterici olduysa da, uygarlığın getirdiği yeni gerçeklikler öyle hızlı gelişti ki evrim in yavaş iler­ leyişi bunu yakalayam adı. İlk etik yasaları ve bildirileri -H am m urabi Kanunu, Yahudilerin O n Emri, İm parator A şoka’nın Ferm anla­ r ı - duygusal yaşam ı yum uşatm a, ehlileştirm e, evcilleştirm e çabalan olarak görülebilir. F reud’un Uygarlık ve H oşnutsuzları adlı yapıtında belirttiği gibi, toplum , içinde serbestçe kabaran aşırı duygusallık dal­ galarını yatıştırm ak için dışarıdan bazı kuralları uygulam ak zorunda kalmıştır. Sosyal kısıtlam alara karşın, tutkular m antığı çoğu kez bastırır. İnsan doğasının bu yönü zihinsel yaşam ın temel m im arisinden kay­ naklanır. D uygunun temel sinir devrelerinin biyolojik tasarımı açı­ sından, dünyaya birlikte geldiğim iz tasarım , son 5 ya da 500 değil, son 50.000 insan kuşağı boyunca en çok işe yarayan şeydir. Evrimin, duygularım ızı şekillendirm iş olan yavaş ve kararlı güçleri, bir milyon yıl boyunca görevlerini yerine getirm iştir; so r 10.000 yıl-u y g arlığ ın hızla gelişm esine ve insan nüfusunun 5 milyondan 5 milyara sıçra­ m asına k a rşın - duygusal yaşam larım ızın biyolojik kalıpları üzerinde küçük bir iz bırakmıştır. İyi ve kötü yanlarıyla her yaşananı ve ona karşı tepkilerim izi salt rasyonel yargılarım ız ve kişisel geçm işim izle değil, aynı zamanda atalarım ızdan gelen uzak geçm işim izle de değerlendiriyoruz. Bu da 31

bizi Crabtree’lerin evinde yaşanan üzücü olaylara tanık olm ak gibi korkunç durum larla yüz yüze getiriyor. K ısacası, Pleistosen dönem i­ nin acil durum larına göre ayarlanm ış bir duygusal repertuar, sık sık m odem ikilem lerle karşılaşm am ıza neden oluyor. K onum uzun özü de bu zor durumla ilgili.

Harekete Yönelten Dürtüler Bir ilkbahar gününün erken saatlerinde C olorado’da bir dağ ge­ çidi üzerindeki otoyolda ilerken başlayan kar yağışı, biraz önümdeki arabayı ansızın gözden yitirm em e neden oldu. Tipi kör bir beyazlığa dönüştüğünden göz gözü görm üyordu. Frene bastığımda, bedenime yayılan kaygıyı hissedebiliyor ve güm bürdeyen kalp atışlarım ı du­ yabiliyordum. K aygının yerini korkuya bırakm asıyla birlikte arabayı kenara çekip yağışın dinm esini beklem eye başladım . Yarım saat içinde kar durdu, görüş mesafesi normale döndü ve yolum a devam ettim. A n­ cak, birkaç yüz m etre sonra bu kez, önde daha yavaş giden bir ara­ baya arkadan çarpan araçtaki yolcuyu kurtarm aya çalışan ambulans ekibi yüzünden durm ak zorunda kaldım; çarpışm a nedeniyle otoyol kapanmıştı. Göz gözü görm eyen yağış esnasında yola devam etsey­ dim, büyük olasılıkla ben de onlara çarpacaktım. O gün hayatımı kurtaran, beni dikkatli olmaya zorlayan o korku oldu. Yanından bir tilki geçerken dehşetten donup kalan bir tavşana -y a da etrafta dolanan bir yağm acı dinozordan saklanan ilk m emeli türlerinden b irin e - olduğu gibi, içsel bir duyum beni durmaya, dik­ katli olmaya ve yaklaşan tehlikeyi önem sem eye zorlamıştı. A slında tüm duygular harekete geçmemizi sağlayan dürtülerdir; evrim, yaşam la baş edebilm em iz için bizi acil plan yapabilecek şe­ kilde programlamıştır. D uygu (em otion) sözcüğünün kökü moîeredir. Latince hareket etmek anlam ına gelen fiile “e-” ön eki getirildiğinde anlam uzaklaşm ak olur ki bu, her duygunun bir harekete yönelttiği fikrini vermektedir. D uyguların harekete dönüştüğünü en açık şek­ liyle hayvan ve çocukları izlerken gözlem leyebiliriz. H areket güdü­ sünün kökeni olan duyguların belirgin tepkiden annm ış olması gibi 32

son derece garip bir duruma, hayvanlar alem inde yalnızca “uygar” yetişkinlerde sık sık rastlıyoruz.6 Kendine has biyolojik izlerinden de belli olduğu üzere, duygusal repertuarım ızdaki her duygunun özgün bir rolü vardır (“tem el” duy­ gularla ilgili ayrıntıları Ek A’da bulabilirsiniz). Beden ve beynin yeni yöntem lerle incelenm esiyle birlikte araştırm acılar, her duygunun be­ deni birbirinden farklı tepkilere nasıl hazırladığına ilişkin, sayısı git­ gide artan fizyolojik ayrıntılar keşfetm ekteler:7 • ÖJke hissedildiğinde, kan akışı bir silahı tutm ayı ya da düşmana vurm ayı kolaylaştırıcı şekilde ellere yönelir; kalp atışı hızlanır, adre­ nalin gibi horm onların hızla salgılanmaSıyla birlikte çevikçe hareket etm eye yetecek güçte enerji m eydana gelir. • Korku hissedildiğinde ise, kan kaçm ayı kolaylaştırm ak için ba­ caklardaki gibi büyük iskelet kaslarına yönelir ve sanki yüzdeki kan çekilir, bu da kanın “donduğu” hissini verir. Bu arada saklanmanın daha iyi bir alternatif olup olm adığının anlaşılm ası için beden bir anlık donar. Beynin duygusal m erkezlerindeki devreler onu alarma geçirip harekete hazırlam ak üzere horm on salgılam asını başlatır. Dikkat, nasıl tepki verilm esi gerektiğini değerlendirm ek için yakla­ şan tehlikeye odaklanır. • M utluluğun oluşturduğu başlıca biyolojik değişiklikler arasın­ da, beyin m erkezinde olum suz duyguları engelleyip bir enerji artışı­ na yol açarak kaygı verici düşünceleri durduran bir etkinlik yer alır. A ncak bedeni rahatsız edici duyguların yarattığı biyolojik uyarılm a­ dan kurtaran sükûnet hali dışında, belirli bir fizyolojik değişim gö­ rülmez. Bu konfıgürasyon bedene genel bir dinlenm e sağlar, ayrıca kişiyi elindeki işi yapm aya, çeşitli hedeflere doğru ilerlem eye hazır ve istekli hale getirir. • Sevgi, sevecen duygular ve cinsel tatmin, parasem patik uyarıl­ mayı sağlar, bu ise korku ve öfkede görülen “savaş ya da kaç” duru­ m unun fizyolojik karşıtıdır. “Gevşem e tepkisi” denen parasem patik m odel, işbirliğini kolaylaştıran, genel bir huzur ve tatm in hali yara­ tan bedenin her yerine yayılm ış tepkileri kapsar. • Şaşkınlıkla kalkan kaşlar, görüş alanının büyüyüp retinaya daha fazla ışık girm esini sağlar. Bu, beklenm edik durum hakkında daha 33

fazla bilgi edinip çevrede neler olup bittiği anlayarak en uygun hare­ ketin yapdm asına olanak verir. • Tiksinme tüm dünyada aynı şekilde ifade edilm ektedir ve aynı mesajı gönderir: bir şeyin kendisi ya da fikri tat veya koku olarak iğrenç gelmektedir. Tiksintinin yüz ifadesi olarak üst dudağı yana doğru kıvırıp burnu hafifçe kırıştırm ak, D arw in’in de gözlemlediği üzere kötü kokuya karşı burun deliklerini kapam a veya zehirli yiye­ ceği tükürm eye yönelik ilk çabadır. ■ Üzüntünün esas işlevi, yakın birinin ölüm ü veya büyük bir hayal kırıklığı gibi önemli kayıplara uyum sağlam aya yardım cı ol­ maktır. Üzüntü enerjiyi azaltır, derinleşip depresyona yaklaştıkça da m etabolizm ayı yavaşlatıp hayatta zevk alınan şeylerden uzaklaşm a­ ya yol açar. Bu içe dönüklük, kaybın veya kırgınlığın yasını tutup sonuçlarını değerlendirm eyi, sonra da artan enerjiyle birlikte yeni başlangıçlar planlam ayı sağlar. Bu enerji kaybı, üzüntüye kapılan ve hassaslaşan ilk insanları, daha güvende oldukları yuvalarına yakın tutmuş olabilir. Bizi eylem e geçiren bu biyolojik eğilimler, deneyim ler ve kül­ tür tarafından şekillendirilir. Örneğin sevilen birinin kaybı evrensel olarak üzüntüye ve yas tutm aya neden olur. Ancak bu yası yaşama tarzımız, yani duyguların nasıl gösterildiği veya özel anlara saklan­ dığı, tıpkı kim lerin yas tutulacak kadar “sevilen kişiler” olduğu gibi, kültür tarafından belirlenir. Duygusal tepkilerin deneyim lerle bu halini aldığı uzun evrim sü­ reci, çoğu insanın yazılı tarihin başlangıcından sonra yaşadıkların­ dan daha zor bir gerçeklikti kuşkusuz. O zam anlarda pek az bebek çocukluk yıllarına, pek az yetişkin otuzlu yaşlarına kadar yaşayabili­ yordu. Av hayvanları her an saldırabiliyor, kuraklık ve seller hayatta kalm akla açlıktan ölm ek arası farkı belirleyebiliyordu. Tarımla bir­ likte en ilkel insan toplulukları için bile yaşam şartları çok değişti. Son on bin yılda dünyadaki gelişm elere paralel olarak, insan nüfusu­ nu azaltan bu tehditkâr baskılar azaldı. Aynı baskılar, hayatta kalabilm ek için duygusal tepkilerim izi son derece gerekli kılmıştı. A ncak bu baskılar azaldıkça duygusal reper­ tuarım ızın bir kısm ının durum lara uygunluğu da azaldı. Eski çağ­ 34

larda anında parlayan bir öfke hayatta kalm ak açısından çok kritik bir avantaj sağlarken, bugün otom atik silahların on üç yaşındakilerin elinde olması, bunu çoğu kez felakete yol açan bir tepkiye dönüştür­ müştür.

İki Zihnimiz Bir arkadaşım acı bir ayrılık olan boşanm asından söz ediyordu. Kocası iş yerinden daha genç bir kadına âşık olm uş ve ansızın karısı­ na artık o kadınla yaşam ak istediğini söylemişti. Ev, para, çocukların velayeti konusundaki tartışm alar aylarca sürmüştü. Şimdi, olaydan birkaç ay sonra, arkadaşım bağım sız olmanın çekiciliğinden ve kendi başına yaşam aktan duyduğu hoşnutluktan söz ediyordu. “Onu artık düşünm üyorum . U m urum da bile değil,” diyebiliyordu. Ancak bunu söylerken b ir an için de olsa gözleri doluyordu. Birisinin yaşaran gözlerinden, söylediği sözlere karşın üzüntü­ lü olduğunu anlam ak, tıpkı basılı bir sayfadaki sözcüklerden anlam süzm ek gibi, bir kavram a edimidir. Birisi duygusal zihinden, diğeri ise akılcı zihinden kaynaklanır. A slında biz iki zihne sahibiz; birisi düşünüyor, diğeri ise hissediyor. Birbirinden tam am en farklı bu iki kavram a tarzı, zihinsel yaşan­ tım ızı oluşturm ak için etkileşim halindedir. Akılcı zihin, çoğunlukla farkında olduğum uz bir kavram a tarzıdır; bilincim ize daha yakındır, düşüncelidir ve tartıp yansıtabilir. Bunun yanı sıra fevri ve güçlü, bazen de m antıksız olan bir kavram a sistemi daha vardır; bu da duy­ gusal zihindir (duygusal zihnin daha ayrıntılı tarifini B Ekinde bu­ labilirsiniz). Bu duygusal/akılcı ikililiğin halk arasındaki izdüşümü “kalp” ile “kafa”dır. Bir şeyin doğru olduğunu “kalpten” bilm ek, akılcı zihin­ le düşünm ekten farklı b u inanç şeklidir; bir biçim de daha derinden emin olmaktır. Zihnin akılcı-duygusal dengesinin belirli bir orantısı vardır; hisler yoğunlaştıkça duygusal zihin devreye girer ve akılcı zi­ hin etkisini yitirir. Yaşamımızın tehlikede olduğu -v e durup ne yapa­ bileceğini düşünm enin hayatım ıza mal o lacağı- durum larda duygu ve sezgilerim izin anlık tepkilerim ize rehberlik etmesi, çağlar boyu süren bir üstünlük sayılır. 35

Biri duygusal, biri akılcı olan bu iki zihin, çoğunlukla bir uyum içinde ve farklı bilinç biçim lerini birbiriyle kaynaştırarak hayatta yol almamıza yardım cı olurlar. G enelde duygusal ve akılcı zihinler bir denge halindedir. Duygu, akılcı zihnin işleyişine katkıda bulunur, akılcı zihin ise duygusal verileri şekillendirir ve bazen reddeder. A n­ cak yine de duygusal ve akılcı zihinler yarı bağım sız melekelerdir, her ikisi de, göreceğim iz gibi, beyindeki farklı ama birbiriyle bağlan­ tılı devrelerin işleyişini yansıtır. Çoğu zaman bu iki zihin olağanüstü bir işbirliği içerisindedir; duygu düşünceler için, düşünceler ise duygular için vazgeçilmezdir. A ncak tutkular bu dengeyi sarstığında duygusal zihin üstünlük sağ­ lar ve akılcı zihni etkisiz bırakır. On altıncı yüzyıl hüm anisti Rotterdamlı Erasmus, akıl ve duygu arasındaki bu çok eskilere dayanan gerginliği şöyle hicvetm iştir:9 Jüpiter akıldan çok tutku bahşetmiştir. Bunun oranı hesaplandı­ ğında 24 ‘e 1 olduğu görülür. A klın m utlak gücüne karşı koyması için de iki hiddetli asi yaratm ıştır; bunlar öfke ve şehvettir. İnsan haya­ tındaki y eri kolayca fa r k edilebilen bu iki gücün birlikteliğine A kıl ne kadar karşı koyabilir ki! D iğer ikisi gittikçe seslerini yükseltir, karşı koyar, A klı y o k etmeye çabalar, Aklın tek yapabildiği ise bağıra çağıra erdemli olmanın yollarını tekrarlamaktır, ta ki tükenene, vaz­ geçene ve boyun eğene kadar

BEYİN NASIL GELİŞTİ Akılcı zihin üzerinde duyguların nasıl bu kadar güçlü olduğunu ve duygu ile aklın neden sık sık çatıştığını daha iyi anlayabilm ek için beynin gelişim ine bakm am ız gerekir. İnsan beyni, yaklaşık iki kiloluk hücre ve sinir özüyle, evrimsel anlamda kendine en yakın m em elininkinin üç katı büyüklüğündedir. M ilyonlarca yıllık evrim süresince beyin aşağıdan yukarıya doğru gelişm iş, yani en donanım lı merkezleri daha aşağı düzeydeki kadim bölüm lerinin gelişmesiyle oluşmuştur. (Beynin insan ceninindeki gelişmesi, bu evrimsel süreci tekrarlar.) 36

Basit bir sinir sistem inden fazlasına sahip her türde, beynin en ilkel kısm ı om uriliğin tepesini çevreleyen beyin sapıdır. Bu kök be­ yin, nefes almak, vücudun diğer organlarının m etabolik işleyişlerini ayarlam ak, kalıplaşm ış tepki ve hareketleri kontrol etm ek gibi temel hayati işlevleri düzenler. Bu ilkel beynin düşündüğü ya da öğrendiği söylenem ez; vücudun gereğince işlem esini ve yaşam ak için gerekli olan tepkileri idare eden önceden program lanm ış bir düzenleyicidir. B u beyin Sürüngenler Çağı için idealdi: B ir saldırı tehdidinin işareti olarak tıslayan yılanı düşünün. B eyin sapı denilen bu ilkel kökten, duygu m erkezleri gelişmiştir. Evrim süresince, m ilyonlarca yıl sonra, bu duygu alanlarından, üst katm anları m eydana getiren karm aşık kıvrımlı dokuların soğan şek­ lindeki oluşum uyla düşünen beyin, yani “neokorteks” (yeni kabuk) evrilmiştir. Düşünen beynin duygu m erkezlerinden gelişm iş olması, ikisi arasındaki ilişkiyi aydınlatm aktadır: D uygusal beyin akılcı be­ yinden çok daha önce var olmuştur. Duygusal hayatım ızın en eski kökü, koklama duyusudur ya da di­ ğer bir deyişle kokuyu alan ve inceleyen koku lobudur. Yaşayan her varlığın -besleyici, zehirli, cinsel eş, av, avcı, ya da y ırtıc ı- rüzgârla taşınan m oleküler bir imzası vardır. İlkel çağlarda koku hayati önem taşıyan bir duyuydu. K oku lobundan, duyguya yol açan eski m erkezler gelişm eye baş­ layıp, beyin sapının baş kısm ını çevreleyecek kadar genişledi. G e­ lişmemiş koku m erkezi, o haliyle kokuyu incelem ek için bir araya gelmiş ince bir nöron (sinir hücresi) tabakasından oluşmuştu. Birin­ ci hücre tabakası koklam aya ve alm an kokuyu yenilebilir, zehirli, cinsel açıdan elde edilebilir, düşm an ya da yiyecek olarak ayırmaya yarıyordu. İkinci bir hücre tabakası ise sinir sistemi yoluyla vücuda ısır, tükür, yaklaş, kaç, kovala gibi m esajlar veriyordu.10 İlk m em elilerin gelişiyle birlikte duygusal beynin temel katm an­ ları oluştu. Beyin sapını saran bu katmanlar, alt tarafında sapın içle­ rine yuvalandığı yerden ısırılm ış bir çöreğe benziyordu. Beynin bu kısmına, beyin sapını çevreleyip sınırlarını belirlediği için, “yüzük” anlam ına gelen Latince “ lim bus”tan türetilerek “lim bik” sistem de­ nildi. Bu yeni sinir bölgesi beynin repertuarına d u y g u la n e k le d i.” 37

M idem iz kazındığında, öfkelendiğim izde, sırılsıklam âşık olduğu­ muzda, ya da kederlendiğim izde lim bik sistem in eline düşeriz. Lim bik sistem zam an içinde iki önemli beceri geliştirmiştir: öğ­ renme ve hatırlam a. Bu devrim niteliğindeki gelişm eler bir hayvana yaşam ak için daha akıllıca seçim ler yapm a ve değişm ez otom atik tepkiler yerine çevrenin taleplerine uyan ince ayarlı tepkiler verme olanağını tanıdı. Bir yiyecek hastalanm aya yol açıyorsa bir dahaki sefere ondan kaçınılabilirdi. Neyin yenilip neyin yenilemeyeceği yine büyük ölçüde koku yoluyla belirleniyordu. Koku bölgesiyle lim bik sistem arasındaki bağlantı sayesinde kokular tanınıp seçile­ biliyor, o anki koku geçm iştekiyle karşılaştırılabiliyor ve böylece iyi kötüden ayırt edilebiliyordu. Bu, “rinensefalon” yani “burun beyni” anlam ına gelen, limbik devrelerin bir parçası ve aynı zam anda düşü­ nen beyin olan neokorteksin tam gelişm em iş tem elini oluşturan bir kısım tarafından yapılıyordu. Yaklaşık yüz m ilyon yıl önce m em elilerin beyni büyük bir hız­ la gelişti. İnce iki tabakadan oluşan planlama, hissedileni anlama, hareketi koordine etme gibi işlevleri olan korteksin üzerine yeni be­ yin hücreleri eklenerek neokorteks oluştu. Eski beynin iki katmanlı korteksiyle kıyaslandığındı., neokorteks olağanüstü bir entelektüel üstünlük sağladı. Tüm türlerinkinden çok daha büyük olan H omo sapiens neokorteksi, insana özgü tüm özellikleri barındırm aktadır. Neokorteks dü­ şüncenin beşiğidir; duyular aracılığıyla algılananları bir araya getirip anlaşılır kılan m erkezlerden oluşur. Hissettiklerimize düşünceyi ka­ tar ve fikirler, sanat, simgeler, hayaller hakkında bir şeyler hissetm e­ mizi sağlar. Evrim süresince neokorteks, bir organizm anın olum suz koşulların üstesinden gelm esinde hiç kuşkusuz büyük üstünlük sağlayan sağgö­ rülü bir ince ayar sundu; bu da, aynı sinir devresine sahip olanların genlerini aktarm ak suretiyle soyu devam ettirm elerini daha olanaklı kıldı. H ayatta kalabilm e üstünlüğünü neokorteksin strateji geliştir­ me, uzun vadeli plan yapm a gibi zihinsel kurnazlıklarına borçluyuz. Bunun ötesinde, sanat, m edeniyet ve kültürün zaferi de neokorteksin m eyveleri olarak görülebilir. 38

B eyne yapılan bu yeni katkı duygusal yaşam a da bir nüans ek­ lemiş oldu. Aşkı ele alalım. Lim bik yapılar haz ve cinsel arzuyu, yani tutkuları besleyen duyguları oluştururlar. A ncak neokorteksin ve bunun bağlantılarının lim bik sistem e eklenmesi, aile birliğini ve uzun vadede çocuk yetiştirm e kararlılığının temeli olan anne-çocuk arasındaki bağın oluşm asını sağladı; bu da insan gelişimini olanaklı kıldı. (Sürüngenler gibi neokorteksi olm ayan türlerde anne şefkati yoktur; yavrular yum urtadan çıktıklarında, yem olm amak için sak­ lanm ak durum undadır.) İnsanlarda ise ebeveynle çocuk arasındaki koruyucu bağ, olgunlaşm anın uzun çocukluk dönem i boyunca sür­ m esini sağlar; bu süre içinde beyin de gelişm esini sürdürür. G elişim tarihi boyunca sürüngenden m aym una ve insana doğru ilerlediğim izde, neokorteks kütlesinin fazlalaştığını ve buna paralel olarak beyin devreleri arasındaki bağlantıların arttığını görüyoruz. Bu bağlantıların sayısı fazlalaştıkça, olası tepkilerin kapsam ı da bü­ yür. N eokorteks, duygusal yaşam ım ızda hissettiklerim iz hakkında b ir şeyler hissedebilm e gibi bir incelik ve karm aşıklığa olanak tanır. D iğer türlerle kıyaslandığında, prim atlarda ve özellikle de insanda neokorteksle lim bik sistem in ilişkisi daha yoğundur. Bu da daha ge­ niş bir yelpazede çok daha çeşitli tepkiler verme yeteneğim izi açıkla­ maktadır. B ir tavşan ya da m aym un korkuya belli türde tepkiler ver­ diği halde, insanların daha büyük neokorteksi, Polis İm dat’ı aramak dahil, daha geniş bir tepki repertuarına olanak tanır. Sosyal sistem karm aşıklaştıkça, bu esnekliğin önemi de artar. İnsanınkinden daha karm aşık bir sosyal sistem de yoktur.12 Ancak bu gelişm iş m erkezler duygusal yaşam a tam am en egemen değildir; özellikle de duygusal bakım dan acil durum larda yapılması gerekenler için lim bik sisteme dönülür. Beynin birçok merkezi lim ­ bik sistem den geliştiği veya onun uzantısı olduğu için, sinir sistem i­ nin m im arisinde duygusal beyin önem li bir rol oynar. Yeni beynin kökü burası olduğundan, duygusal alanlar devreler yoluyla neokor­ teksin her yanıyla bağlantılıdır. Bu da duygusal m erkezlere, düşünce m erkezleri dahil olm ak üzere, beynin diğer kısım larının işleyişini etkileyen büyük bir güç verir.

39

2

Duygusal Korsanlığın Anatomisi

Yaşam düşünenler için bir komedi, hissedenler içinse bir trajedidir. Horace Walpole

1963 yılında, Rahip M artin Luther K ing Jr.’ın W ashington’daki in­ san haklan yürüyüşünde “B ir H ayalim Var” diye başlayan konuş­ masını yaptığı sıcak bir ağustos gününün akşamıydı. Aynı gün eroin parası bulm ak için yüzden fazla ev soym uş ve üç yıllık mahkûmiyet­ ten sonra şartlı tahliye edilmiş olan kaşarlanm ış hırsız Richard Rob­ les bir eve daha girmeye karar verdi. Robles sonradan, suç işlemeyi bırakm ak istediğini, ancak kız arkadaşı ve üç yaşındaki kızları için paraya ihtiyacı olduğunu söyleyecekti. O gün girdiği evde iki genç kadın, New sw eek dergisinde araştır­ macı olarak çalışan 21 yaşındaki Janice Wylie ve ilkokul öğretme­ ni 23 yaşındaki Em ily Hoffert yaşıyordu. Robles, soymak için New York’un fiyakalı kuzey doğu yakasından bir ev seçerken içeride kim ­ se olmadığını sanıyordu, ancak Wylie evdeydi. Robles kızı bıçakla tehdit ederek bağladı. Evden çıkarken Hoffert eve geldi. Rahatça ka­ çabilm ek için Robles onu da bağladı. R obles’in yıllar sonra anlattığına göre, H offert’ı bağlarken, Jani­ ce Wylie bu suçtan yakayı sıyıram ayacağını, yüzünü hatırlayıp ken­ disini polise yakalatacağını söyleyerek onu tehdit etmişti. Bunun son işi olacağına dair kendi kendine verdiği sözü unutup paniğe kapılan Robles, kontrolünü tamam en kaybetm işti. B ir gazoz şişesini yakala­ yıp bayıltıncaya kadar çılgınca kafalarına vurmuş, sonra bir öfke ve korku nöbetine kapılarak eline geçirdiği m utfak bıçağını tekrar tek­ rar vücutlarına saplamıştı. 25 yıl sonra bu olaya dönüp bakan Robles ağlamaklı bir halde, “A klımı kaçırm ıştım . Adeta beynim patlam ıştı,” diyordu.

40

B ugüne kadar R obles’in, dizginleyem ediği o birkaç dakikalık öf­ kesinden pişm anlık duym ak için çok zam anı oldu. Bu satırlar yazıl­ dığı sırada kendisi son otuz yıldır “M eslek Sahibi K ızlar Cinayeti” diye bilinen suç yüzünden hâlâ hapiste bulunuyor. Böylesi duygusal patlam alar sinirlerin korsanlığıdır. Bulgulara göre, o anlarda limbik beyindeki bir m erkez acil durum mesajı ve­ rip beynin geri kalan kısım larını da o durum a odaklar. Korsanlık bir anda oluşan bir durum dur ve düşünen beyin, yani neokorteks, yapı­ lanın doğru bir hareket olup olm adığı bir yana, daha ne olup bittiğini kestirem eden bir dizi tepkilerin başlam ası demektir. Bu korsanlık anlarının en önemli özelliği, kişinin o anı atlattıktan sonra kendisinin de neye uğradığını bilememesidir. Sinirlerin korsanlığı “M eslek Sahibi Kızlar C inayeti”ndeki gibi münferit, hunharca cinayetlerle sonuçlanan korkunç olaylar olmak zorunda değildir. Bu kadar trajik sonuçlara yol açm asa da, hem en he­ m en aynı şiddetteki olayları sık sık yaşıyoruz. Kendinizi kaybettiği­ niz son durum u, örneğin karınıza, kızınıza ya da başka bir aracın şo­ förüne vurduğunuz ve sonradan düşündüğünüzde aslında o kadarına gerek olm adığını hissettiğiniz anı düşünün. Büyük olasılıkla o da bir korsanlıktı, yani sinirlerin hâkim iyeti ele aldığı ve lim bik beyindeki am igdala denilen bir m erkezden kaynaklanan bir durumdu. Bütün lim bik korsanlıklar böyle sıkıntı vermez. Bir şakanın bir kahkaha tufanına yol açm ası da lim bik bir tepkidir. Yoğun m utlu­ luk anlarında da aynı tepkiyi görebiliriz. Örneğin, Olim piyatlarda altın m adalya için yarıştığı buz pateni sürat dalında üst üste m o­ ral bozucu başarısızlıklara uğrayan Dan Jansen’ın, 1994 Norveç Kış O lim piyatları’nın 1000 m etre yarışında ölm ek üzere olan kız kardeşine söz verdiği altın m adalyayı kazanm ası üzerine, karısı heye­ can ve m utluluktan fenalaşıp pist kenarındaki doktorlar tarafından acilen m üdahale altına alınmıştı.

HER TÜRLÜ TUTKUNUN BEŞİĞİ A m igdala (Yunancada “badem ” anlam ına gelen sözcükten), in­ sanlarda lim bik halkanın altına yakın, beyin sapının üzerinde bu­ 41

lunan ve birbiriyle bağlantılı yapılardan oluşan badem şeklinde bir kütledir. Her biri beynin bir tarafında olmak üzere, başın yan kısmına yakın iki am igdala vardır. İnsan am igdalası evrimsel kuzenlerim iz prim atlara kıyasla daha büyüktür. Hipokam pus ile am igdala, ilkel “burun beynin” iki ana parçasıdır ve evrim boyunca önce korteksin daha sonra da neokorteksin oluşum una yol açmıştır. Limbik yapılar o günden bu­ güne beynin öğrenm e ve hatırlam a süreçlerinin büyük kısmını gerçekleştirm ektedir; am igdala ise duygusal durum ların uzmanıdır. A m igdala beynin geri kalan kısm ından ayrılsa, olayların duygusal anlam ını değerlendirm ekte inanılm az bir yetersizlik, hatta “duygusal körlük” denilen durum ortaya çıkar. Duygusal ağırlığı kaybolm uş ilişkiler, etkisini yitirir. Yoğun nöbetleri kontrol altına alm ak için am eliyatla amigdalası alınmış genç bir adam insanlarla ilgisini tam amen kesmiş, herkesten uzak, yapayalnız yaşam ayı tercih etmişti. Çok iyi konuşabildiği halde yakın arkadaşlarını, ailesini, annesini bile tanıyam az hale geldi ve bu kayıtsızlığı karşısında onların çektiği acıya da duyarsız kaldı. Amigdalası olm adığı için hissetm eyi, hissettikleri hakkında bir şeyler hissetm eyi unutm uş gibiydi.1 Am igdala, duygusal belleğin ve başlı başına anlam ın deposudur; am igdalasız yaşam, kişisel anlamlarından soyutlanm ış bir yaşamdır. Yalnız şefkat değil, tüm tutkular am igdalaya bağlıdır. Am igdalası alınmış ya da hasar görmüş hayvanlar korkuyu ve öfkeyi, yarışm a ya da işbirliği güdüsünü yitirirler ve sosyal düzendeki yerleri hakkında fikirleri kalm az; duygu körelm iş ya da yok olmuştur. İnsanlara özgü bir duygusal işaret olan gözyaşı, am igdala ve yakınındaki cingulate gyrus denilen yapı tarafından başlatılır; kucaklanm a, okşanm a ve te­ selli, beynin bu m erkezlerini etkileyerek hıçkırıkları durdurur. A m i­ gdala yoksa, dindirilecek üzüntü gözyaşları da yoktur. New York Sinir Bilim leri M erkezi’nde çalışan Joseph LeDoux adlı bir nörolog, duygusal beyinde am igdalanın ana rolünü ilk keşfeden kişidir.2 LeDoux, çalışm akta olan beynin haritasını daha önce bilin­ meyen bir kesinlikte çıkaran yenilikçi yöntem ve teknolojileri geti­ ren ve böylece önceki nesil bilim adam larının çözülem ez sandıkları gizemleri açığa çıkaran son kuşak nörologlardan biridir. Duygusal 42

beynin devreleriyle ilgili bulgulan, limbik sistem hakkında uzun zam andır beslenen bir kanıyı çürütüp am igdalayı eylem in merkezine yerleştirm iş, diğer limbik yapılara da çok farklı roller vermiştir.3 L eD oux’nun araştırması, düşünen beyin yani neokorteks henüz karar aşam asındayken, am igdalanın yaptığım ız şeyi nasıl dene­ tim altına aldığını açıklıyor. B irazdan da göreceğimiz gibi, duygu­ sal zekânın m erkezinde am igdalanın işleyişi ve neokorteksle olan ilişkisi yatmaktadır.

SİNİRSEL ALARM D uyguların zihinsel yaşam içindeki gücünü anlam aya çalışırken en fazla m erak konusu olan, hırsla harekete geçip her şey yatıştıktan sonra pişm anlık duyduğum uz o anlardır; buradaki soru nasıl bu ka­ dar kolayca m antıksız olabildiğim izdir. Örneğin, erkek arkadaşıyla öğle yem eği yiyip gününü onunla geçirm ek üzere arabasıyla iki saat yol kat ederek B oston’a giden genç bir kadını düşünelim. Yemek esnasında erkek ona aylardır beklediği hediyeyi, Ispanya’dan gelen zor bulunur bir sanat eserini verir. Ancak genç kadının mutluluğu, yem ekten sonra görm ek istediği bir filme gitme önerisine karşılık adam ın antrenm anından dolayı günün geri kalan kısmını onunla geç irem eyeceğini söylem esi üzerine yıkılır. Genç kadın şaşkınlık ve acı içinde ağlayarak kafeyi terk eder, giderken de düşünm eden he­ diyeyi çöp kutusuna atar. Aylar sonra olayı düşündüğünde pişmanlık duyduğu şey çekip gitmesi değil, o baskıyı yitirmiş olmasıdır. İşte bu tür fevri duyguların akla üstün geldiği anlar am igdalanın yeni keşfedilen esas rolünü gözler önüne seriyor. D uyu organlarından gelen sinyaller, am igdalanın her türlü sıkıntılı deneyimi taramasını sağlar. Bu da am igdalayı, psikolojik gözcü konum uyla ruh dünyam ızda m erkezi bir yere yerleştirir. Am igdala her durumu, her algıyı sorgular, ancak bunu en ilkel bir soru biçim iyle, “Bu benim nefret ettiğim bir şey mi? B ana zarar verir mi? Benim korktuğum bir şey m i?” şeklinde yapar. E ğer bu soruların cevabı bir şekilde “evet” ise, am igdala adeta bir sinirsel alarm gibi anında tepki verir ve bir kriz var m esajını beynin geri kalan kısım larına iletir. 43

Beyin m im arisinde am igdalanın yeri, bir evdeki güvenlik siste­ mi alarm verm eye başladığı anda itfaiyeye, polise, kom şuya haber vererek acil durum çağrılarına cevap veren operatörlerden oluşan güvenlik şirketine benzetebilir. Örneğin bir korku sinyali alındığında beynin her yerine acil m esa­ jlar iletilir: ‘savaş ya da kaç’ horm onları salgılanm aya başlar, hareket m erkezleri uyarılır, kardiovasküler sistem, kaslar ve hazım sistemi çalışm aya başlar.4Am igdalanın diğer devreleri ise acil durum horm o­ nu olan norepinefrin salgılayarak, duyuları daha fazla uyarm ak dahil, beynin anahtar bölgelerindeki tepkiselliği artırır, yani beyni tam am en hassaslaştırır. A m igdaladan gelen ek sinyaller, beyin sapm a yüze kor­ kulu bir ifade vermesini, kasların gereksiz hareketleri dondurmasını, nabzı ve tansiyonu yükseltm esini, nefes alm ayı ise yavaşlatm asını emreder. D iğer sinyaller ise dikkati korkunun kaynağında toplar ve kasları uygun bir biçim de tepki verm eye hazırlar. Aynı anda korteksin bellek sistemleri bir düşünce oluşturm adan önce, böylesi bir acil durum la daha önce karşılaşıp karşılaşılm adığını araştırır. Bunlar, am igdalanın beyinde yönettiği alanlarda oluşan dikkat­ le koordine edilmiş bir dizi değişikliğin yalnızca bir kısm ıdır (daha detaylı bilgi için C ekine bakınız). Amigdala, yaygın sinir bağlantıları ağı sayesinde duygusal bir aciliyet durumunda, akılcı zihin dahil ol­ mak üzere, beynin büyük bir bölüm ünü kontrol eder ve yönlendirir.

DUYGUSAL GÖZCÜ Bir arkadaş, tatilde İngiltere’ye gittiğini ve kanal kıyısındaki bir kafede öğle yem eği yediğini anlatıyor. Daha sonra kanala inen taş m erdivenlerde dolaşırken aniden korkudan donm uş bir şekilde suya bakan bir kız görmüş. Nedenini anlayam adan, paltosu ve kravatıyla suya atlamış. A ncak suya girdiği anda, kızın şok olmuş bir halde suya düşmüş küçük bir çocuğa bakakaldığını anlayıp çocuğu kurtarmış. Nedenini anlayam adan onu suya atlam aya iten neydi? Büyük olasılıkla, amigdalasıydı. Son on yılın duygularla ilgili en önemli keşiflerinden biri olan LeD oux’nun çalışması, beyin m im arisinin am igdalaya duygusal bir 44

gözcü olarak, beyne korsanlık yaptırabilecek ayrıcalıklı bir konumu nasıl verdiğini ortaya çıkardı.5 Yaptığı araştırm a, göz ya da kulaktan gelen duyu sinyallerinin beyinde önce talam usa, oradan da, tek bir sinapsla, am igdalaya ulaştığını gösterdi. Talam ustan bir ikinci sinyal ise düşünen beyin neokortekse gidiyordu. Bu dallanm a, amigdalanın, bilgiyi beyin devrelerinin çeşitli düzeylerinde değerlendirdikten sonra tam am en algılayan, son olarak da daha ince ayarlı tepkisini başlatan neokorteksten önce tepki verebilm esini sağlar. L eD oux’nun araştırm ası duygusal yaşam ı anlam ak açısından de­ vrim niteliğinde bir önem taşır, çünkü bu, duyguların neokorteksi atlayan sinir yollarını irdeleyen ilk çalışmadır. D oğrudan amigdalaya ulaşan bu duygular bizim en ilkel ve en güçlü hislerim izi kapsıyor; işte bu devre, duyguların gücünü ve akla olan üstünlüğünü çok iyi açıklıyor. Nörolojide geleneksel görüşe göre göz, kulak ve diğer duyu organları, sinyalleri talam usa gönderir, buradan neokorteksin duyulan işleyen duyarlı alanlarına ulaşan sinyaller birleşir ve algıladığım ız şekliyle cisimleri oluşturur. Beynin her bir cism in ne olduğunu ve varlığının ne anlam a geldiğini kavrayabilm esi için, si­ nyaller anlam larına göre sınıflandırılır. Eski kuram a göre sinyaller neokorteksten lim bik beyne gönderiliyor, oradan da uygun tepki beyne ve bedenin geri kalan kısm ına yayılıyordu. Bu çoğunlukla böyledir; ancak LeDoux, kortekse giden büyük nöron topluluğunun yanı sıra küçük bir nöron dem etinin talam ustan dosdoğru am igda­ laya yöneldiğini bulguladı. Bu küçük ve daha kısa yol —adeta bir sinirsel arka y o l- am igdalanın duyulardan gelen sinyalleri doğrudan alm asını ve neokorteks tarafından tam am en kaydedilm eden önce bir tepki başlatm asını sağlıyor. Bu buluş am igdalanın tam am en neokorteksten gelen sinyalle­ re dayanarak duygusal tepkiler geliştirdiği inancını çürütmektedir. Am igdala ile neokorteks arasında paralel bir yansıtıcı devre oluşsa bile, bu kestirm e yol sayesinde am igdala duygusal bir tepkiyi başlatabiliyor. N eokorteks yavaşça, ancak donanımlı bir biçim de daha ince bir tepki üretm e planını oluştururken, am igdala bizi hem en harekete geçirebiliyor. 45

LeDoux, hayvanların korku tepkisi üzerine yaptığı araştırma sayesinde duyguların geçtiği yollar hakkındaki bilinen görüşü te­ petaklak etmiştir. Önemli bir deneyinde, farelerin işitsel korteksini işlevsiz kıldıktan sonra onları elektrik şokla birlikte gelen bir sese maruz bırakmıştır. Neokortekslerine kaydedilemediği halde, fareler sesten korkmayı çabucak öğrenmiştir. Ses kulaktan dosdoğru talamusa, oradan da amigdalaya ulaşarak daha üst yolları atlamıştır. Kısacası fareler üst düzey bir korteks faaliyeti olmadan duygusal bir tepki vermeyi öğrenmişlerdir. Amigdala kendi başına farelerdeki korkuyu algılamış, anımsamış ve sergilemiştir. LeD oux bana, “Anatomik olarak, duygusal sistem neokorteksten bağım sız işleyebilir,” demişti. “Bazı duygusal tepkiler ve duygusal anılar bilinçli ve bilişsel hiçbir katkı olmadan oluşabilir.” Talamusla neokorteks arasındaki kestirme yol neokorteksi tam am en atladığı için, am igdala nedenini pek kavrayamadan harekete geçirdiğimiz anıları ve tepki repertuarım barındırabiliyor. Bu atlama, am igdalanm tam farkında olmadığımız bazı duygusal izlenimleri ve anıları sakla­ yabilm esini sağlıyor. Sözgelimi, şaşırtıcı bir deneyde insanların, ken­ dilerine bir an gösterildiği için gördüklerinin bilincine varam adıkları garip geom etrik şekilleri sonradan seçebilmelerini açıklayan, L eD oux’ya göre, amigdalanm bellek üzerindeki bu gizli gücüdür.6 D iğer araştırm alar şunu göstenniştir: Bir şeyi algıladığım ız ilk birkaç m ilisaniye içinde bilinçsizce onun ne olduğunu anlamakla kalm ayıp ondan hoşlanıp hoşlanmadığımıza da karar verebiliyoruz; bu “bilişsel bilinçsizlik” sadece gördüğümüzün kim liğini fark et­ m em izi değil, onun hakkında bir fikir edinmemizi de sağlıyor.7 D uygularım ızın akılcı zihinden bağımsız olarak görüş edinebilen kendilerine özgü bir zihinleri var.

46

Talamus

Nabız ve tansiyon yükselir. Geniş kaslar çabuk hareket için hazırlanır.

G örsel sinyal öncelikle retinadan talamusa ulaşır ve orada beyin diline çevrilir. M esajın biiyük bir kısmı buradan görsel kortekse ula­ şır, anlam ı analiz edilir ve uygun tepki belirlenir; tepki duygusalsa, duygu m erkezlerini harekele geçirm ek için am igdalaya sinyal gön­ derilir. Ancak ilk sinyalin daha ufak bir bölümü, daha hızlı bir ak­ tarım la talam ustan dosdoğru amigdalaya gidip daha çabuk (ancak daha az kesin) bir tepkiye y o l açar. Böylece kortikal m erkezler ne olup bittiğini daha tam anlayamadan, am igdala duygusal bir tepkiyi başlatabilir. 47

DUYGUSAL BELLEK UZMANI Bu bilinçsiz izlenim ler duygusal anılardır; biriktikleri yer ise amigdaladır. L eD oux’nun ve diğer nörologların araştırm aları, uzun za­ m andır lim bik sistem in tem el yapısı olarak bilinen hipokam pusun duygusal tepkilerden çok, algılanan biçim lerin kaydedilip anlamlandırılm asıyla ilgili olduğunu öne sürüyor. H ipokam pusun esas katkısı, duygusal anlam açısından hayati olan yoğun b ir bağlam belleği sağ­ lamaktır; sözgelim i hayvanat bahçesindekiyle arka bahçenizdeki ayı arasındaki farkı algılayan, hipokampustur. H ipokam pus kuru gerçekleri hatırlarken, am igdala o gerçeklerle bağlantılı olan duygusal çeşniyi kaydedip saklar. İki şeritli bir yolda öndeki arabayı geçmeye çalışırken kıl payı bir çarpışm adan kurtu­ lursak, hipokam pus yolun hangi kısm ında bulunduğum uz, kiminle olduğum uz, diğer arabanın neye benzediği gibi olayla ilgili ayrın­ tıları kaydeder. A ncak sonradan ne zam an aynı şekilde bir arab ay ı' geçm eye çalışsak, tedirginliğe kapılm am ızı sağlayacak olan amigdaladır. L eD oux’nun bana dediği gibi, “B ir yüzün kuzenim izin olup olmadığını ayırt eden hipokampustur. Ondan pek hoşlanm adığınızı ekleyen ise amigdaladır.” Beyin, duygusal anıların kaydedilm esini sağlam ak için basit ama kurnazca bir yöntem kullanır: Bedenle ilgili hayati tehlikeler kar­ şısında savaşm aya ya da kaçm aya yönelten nörokim yasal uyarıcı sistem o anı tüm canlılığıyla belleğe işler.8 Stres altındayken (veya kaygı, hatta m utluluğun getirdiği yoğun heyecan hissedildiğinde) be­ yinden böbrek üstündeki adrenal bezlerine uzanan bir sinir, bedeni acil durum a hazırlayan epinefrin ve norepinefrin salgılanm asına yol açar. Bu horm onlar vagus sinirindeki alıcıları harekete geçirir; vagus siniri kalp atışlarını düzenlem ek için beyinden mesaj taşırken, aynı zam anda epinefrin ve norepinefrinden gelen sinyalleri de beyne geri taşır. Bu sinyallerin beyinde gittiği ana nokta am igdaladır; bunlar olayın anısını güçlendirm ek için beyindeki diğer alanları uyarm ak am acıyla am igdaladaki nöronları harekete geçirir. Am igdalanın uyarılm ası, diğer duygusal uyarılm a anlarının bel­ lekte daha da kuvvetli bir şekilde yer etm esini sağlar. Bu nedenle de, örneğin ilk kez biriyle çıktığım ızda nereye gittiğim izi, ya da uzay 48

mekiği C hallenger infilak ettiğinde ne yapıyor olduğum uzu hatır­ lamaya daha yatkın oluruz. A m igdala ne kadar şiddetli uyarılırsa, olay o kadar güçlü bir biçim de yer eder; yaşam ım ızda bizi en fazla heyecanlandıran ya da korkutan olaylar, en silinm ez anılarım ız ara­ sında yer alır. Bu da aslında, beyinde iki bellek sistemi bulunduğu anlam ına gelir; biri sıradan olaylar, diğeri ise duygusal açıdan yüklü olanlar için. D uygusal anılar için özel bir sistem olm ası evrim açı­ sından son derece anlamlıdır, hayvanların kendilerini tehdit eden ya da hoşlarına giden olaylar hakkında canlı anılara sahip olmalarını sağlar. A ncak duygusal anılar şimdiki zam anı yanlış yönlendirebilir.

GEÇERSİZ SİNİRSEL ALARMLAR Böylesi sinirsel alarm ların bir dezavantajı, am igdalanın gönder­ diği acil m esajın -özellikle de insanların yaşadığı bu değişken sos­ yal d ü n y ad a- sık sık değilse de zam an zam an geçersiz olmasıdır. Duygusal belleğin saklandığı yer olan am igdala, deneyim leri tarar ve şimdi olanı geçm iştekiyle karşılaştırır. K arşılaştırm a yöntem i ise bağlantı kurm aktır: şim diki durum un ana unsurlarından biri geçmiştekine benziyorsa, buna “aynısı” diyebilir; işte bu yüzden bu dev­ re oldukça dikkatsizdir: Bir şey tam olarak kesinleşm eden harekete geçer. Bugün olup bitenlere, uzun süre önce geçerli olan bir tarzda; bugünkine çok az benzeyen, am a amigdalayı uyaracak kadar yakın olaylardan öğrenilm iş düşünceler, duygular, tepkilerle karşılık ver­ m em iz için çılgınca talim atlar yağdırır. Savaş zam anı sardığı korkunç yaralardan dolayı sarsılm ış olan eski bir ordu hem şiresi, dolapta çocuğunun sakladığı pis bezden ge­ len kötü kokuyu duyduğunda, aniden savaş alanında yaşadığı korku, iğrenme ve panik karışım ını yıllar sonra tekrar yaşam ıştı. Amigdalamn acil durum ilan etmesi için olayın birkaç yanının geçmişteki tehlikeye benzem esi yeterlidir. Buradaki sorun, kriz tepkisini başla­ tacak güçteki duygu yüklü anıların geçersiz tepkileri de beraberinde getirebilmesidir. Yaşamın ilk yıllarında, bebekle bakıcıları arasında­ ki ilişkiden kaynaklanan birçok güçlü duygusal anı da, bu tür anlarda duygusal beynin şaşm asına katkıda bulunur. Bu, özellikle dayak ya 49

da aşırı ihmal gibi sarsıcı olaylar için geçerlidir. Yaşamın bu erken dönem lerinde, anlatılabilir anılardan sorumlu olan hipokam pus ve akılcı düşüncenin kaynağı neokorteks gibi diğer beyin yapıları henüz tam olarak gelişmemiştir. Bellek işinde, am igdalayla hipokampus birlikte çalışırlar; her biri kendi özel bilgisini bağım sız olarak depo­ lar ve bulup çıkarır. H ipokam pus bilgiyi ortaya çıkarırken, amigdala o bilginin duygusal bir değerinin olup olm adığını belirler. Bebeğin beyninde hızla olgunlaşan am igdala, doğum anında son şekline çok yakın durumdadır. LeDoux am igdalanın rolüne dönerek, psikanalitik düşüncenin uzun süredir temeli olan bir ilkeyi destekliyor. Bu ilkeye göre yaşa­ mın ilk yıllarındaki etkileşimler, bebekle bakıcıları arasındaki uyum ve uyum suzlardan kaynaklanan bir dizi duygusal ders çıkarır ortaya.9 LeD oux’ya göre bu duygusal dersler son derece güçlü ve yetişkinli­ ğin bakış açısından da anlaşılm ası bir o kadar zordur, çünkü bunlar duygusal yaşam ın sözsüz, kaba taslakları gibi, am igdalanın içinde depolanmıştır. Bu ilk duygusal anılar bebeğin yaşadıklarını henüz dile getirem ediği bir dönem de yerleştikleri için, ileride çağrıştırıldıklarında bize hâkim olan tepkiyi ifade edecek geçm iştekine benzeyen bir düşünce küm esi yoktur. D uygusal patlam alarım ızın bizi o kadar şaşırtabilm esinin bir nedeni de, çoğu zaman, her şeyin karm akarışık olduğu ve olayları anlayabilm em izi sağlayacak sözcüklerden henüz yoksun olduğum uz erken bir dönem den kaynaklanm alarıdır. O kar­ m aşık duygulara sahip olabiliriz, ama onları oluşturan anıları ifade edecek sözcüklerim iz yoktur.

HIZLI VE DAĞINIK DUYGULAR Kocam an bir şey yatak odam ın uzak bir köşesinden tavanı delip geçerek tavan arasındaki eşyaları odaya döktüğünde, saat sabahın üçü gibiydi. Tüm tavanın çökebileceği korkusuyla bir saniye içinde yataktan fırlayıp koşarak dışarı çıktım. Kendimi güvende hissedip bu hasara neyin sebep olduğunu anlam ak için yatak odam a bir göz attığım da, tavan çökmesi sandığım gürültünün, karım ın dolabını dü­ zelttikten sonra odanın bir köşesine üst üste yığdığı kutuların düş50

meşinden geldiğini anladım. Tavan arasından düşen bir şey yoktu, aslında tavan arası da yoktu. Tavan da, ben de gayet sağlamdık. Tavan gerçekten çökseydi beni yaralanm aktan koruyabilecek olan yarı uykulu bir halde yataktan fırlayışım , daha neokorteks olayın ne olduğunu tam olarak kaydedem eden önceki hayati anlarda, amigdalanın acil durum larda bizi hem en harekete geçiren gücünü sergiliyor. Gözden ya da kulaktan talam usa, oradan da am igdalaya uzanan acil durum hattı büyük önem taşır; anında tepki verilm esi gereken acil durum larda zam an kazandırır. A ncak talam ustan am igdalaya uzanan bu devre, duyulardan gelen m esajların ancak küçük bir bölümünü ta­ şır ve çoğunluk esas yoldan neokortekse ulaşır. Bu ekspres yol aracı­ lığıyla am igdalaya kaydedilen, sadece uyarı niteliğinde bir sinyaldir. LeD oux’nun dediği gibi, “Bir şeyin tehlikeli olabileceğini anlam a­ mız için, tam olarak ne olduğunu bilm em iz gerekm ez.” 10 Saniyenin birkaç binde biri olarak hesaplanan beyin zamanında, bu dolaysız yol çok büyük bir avantaj sağlar. Farelerdeki amigdala on iki mili saniye, yani saniyenin binde on ikisi gibi kısa bir zaman içinde bir algıya tepki verm eye başlayabilir. Talamustan neokortekse, oradan da am igdalaya ulaşan yol ise bunun yaklaşık iki katı uzunluk­ tadır. Benzeri ölçüm ler insan beyninde henüz yapılm adı, ama aşağı yukarı aynı oranın çıkacağı düşünülüyor. Evrim sel bağlam da, bu dolaysız yolun hayatta kalmak açısından değeri çok büyüktü; çünkü tehlikeye tepki gösterm e süresini birkaç kritik m ilisaniye azaltan bir hızlı cevap seçeneği sunuyordu. Bu m i­ lisaniyeler ilk memeli atalarım ızın öyle çoğunun hayatını kurtarmış olmalı ki, şim di benim ki ve sizinki de dahil olm ak üzere her m em e­ linin beyninde yer etmiş. İnsanlar için bu devrenin önemi duygusal krizlerle sınırlıdır; oysa hayatta kalm aları sürekli av peşinde koşm a­ ya ya da avcıdan korunm aya bağlı olan kuşlar, balıklar ve sürüngen­ lerin neredeyse tüm zihinsel yaşam ı, bunun etrafında dönmektedir. LeD oux’nun dediğine göre, “M em elilerdeki bu ilkel, gelişm em iş be­ yin sistemi, m em esiz hayvanlarda esas beyin sistemidir. Duygulara çok çabuk tepki vermeyi sağlar. Bu hızlı ama kaba bir süreçtir, çünkü hücreler çabuk ama hassas olm ayan bir biçim de çalışmaktadır.” Bu hassasiyet eksikliği bir sincap için fazla önemli olmayabilir, çünkü güvenliğini tehlikeye atm ayacak yönde işler. Yaklaşan bir 51

düşman belirtisi olabilecek en ufak bir işareti alır almaz kaçarken, yenilebilir gibi görünen en ufak bir şeyin üstüne atlayacaktır. Ancak insanın duygusal yaşam ında bu hassasiyet eksikliği ilişkilerimizin feci şekilde sonuçlanm asına yol açabilir, çünkü m ecazi anlam da yan­ lış şeyin - y a da insanın- üstüne atlayabilir veya ondan kaçabiliriz. (Örneğin, eski kocasının kendisini terk etmesine neden olan kıvırcık kızıl saçlı kadım gördüğünü sanıp, üstünde altı kişinin yem eği bulu­ nan tepsiyi düşüren garson kızın halini bir düşünün.) Böylesi gelişm em iş duygusal hataların tem elinde, duygunun düşünceden önce gelmesi yatar. LeD oux buna “biliş öncesi duygu” diyor ki bu, tam olarak sınıflandırılıp tanınan bir nesne olarak bütünleştirilm em iş duyusal bilgi parçacıklarına dayanan bir tepki­ dir. Duyusal bilginin çok ham bir biçimidir. Sinirsel bağlam da, “Bu parçanın adını söyleyin” oyunu gibidir; yalnızca birkaç notadan m e­ lodiyi pat diye çıkarm ak yerine, bütün bir algılayış ilk birkaç be­ lirsiz parçaya dayanarak oluşmaktadır. Amigdala, önem li bir duy­ usal m odelin ortaya çıktığını hissederse hem en sonuca atlar ve onu destekleyecek bulgulara bakm aksızın ya da hiçbir teyit olm aksızın tepkilerini başlatır. Daha fevri duygularım ızın derinliklerine çok az nüfuz edebil­ m emize şaşmam alıyız; özellikle de onlara esir olduğum uz anlarda. Amigdala, korkunç bir öfke ya da korku nöbeti sırasında daha korteks ne olduğunu anlayam adan tepki verebilir; çünkü bu ham duygu­ lar, düşünceden önce ve bağım sız bir şekilde harekete geçirilir.

DUYGUSAL YÖNETİCİ Bir dostum un altı yaşındaki kızı Jessica ilk defa bir oyun arkadaşının evinde kalıyordu ve annenin mi, yoksa kızının mı daha sinirli olduğu belli değildi. H issettiği yoğun kaygıyı Jessica’ya belli etmem eye çalışan annenin gerginliği, gece yarısı yatm aya hazırlanırken çalan telefon sesiyle doruğa ulaştı. Diş fırçasını elin­ den düşürerek telefona koştu; kalbi gümbürdüyor, gözünün önüne Jessica’nm korkunç sıkıntılar içinde olduğu görüntüler geliyordu. 52

Anne ahizeyi kapar kapmaz, “Jessica!” diye bağırdı. Karşılığında, “ Sanırım yanlış num ara...” diyen bir kadın sesi duydu. O anda anne kendini toparladı ve kibar, ölçülü bir şekilde, “Hangi numarayı aram ıştınız?” dedi. Am igdala, kaygılı, fevri b ir tepkiyi başlatırken, beynin diğer bir kısm ı daha uygun bir tepkiye olanak verir. Beynin, amigdalanın ani ham lelerine karşı bir tam pon vazifesi gören şalteri, neokortekse giden ana devrenin diğer ucunda, alnın tam arkasındaki prefrontal loblarda bulunur. Prefrontal korteks korku veya öfke anlarında de­ vreye girer; ancak, karşılaşılan durum u daha etkili bir şekilde idare edebilm ek için, ya da telefondaki kaygılı anne örneğinde olduğu gibi, durum un yeniden değerlendirilm esi sonucu tam am en farklı bir tepki gerektiğinde, hisleri bastırır ya da kontrol eder. B eynin neokortekse ait bu alanı, am igdala ve diğer lim bik alanları yum uşatarak duygusal dürtülerim ize daha analitik ya da uygun tepkiler getirir. Norm al hallerde, başlangıçtan itibaren prefrontal bölgeler duygu­ sal tepkilerim izi yönetir. H atırlayacağınız gibi, duyusal bilgilerin büyük b ir kısmı talam ustan sonra am igdalaya değil, bu bilgileri alıp bir anlam çıkarm ası için neokorteks ve onun birçok m erkezi­ ne ulaşır; bu bilgi ve bizim buna tepkimiz, duygusal hareketlerim izi bir hedefe yönelik olarak planlam a ve örgütleme yeri olan prefrontal loblar tarafından koordine edilir. Kadem eli bir devreler zinciri bil­ giyi neokortekse kaydeder, analiz eder ve anlayarak prefrontal loblar aracılığıyla bir tepkiyi düzenler. Eğer duygusal bir tepki gerekiyorsa, prefrontal loblar, am igdala ve duygusal beyindeki diğer devrelerle el ele çalışarak bu tepkiyi oluşturur. Bu işlem dizisi, acil duygusal durum lar hariç, duygusal tep­ kilerde basireti devreye sokan standart düzenlemedir. Bir duygu uyarıldığında, bir an içinde prefrontal loblar sayısız olası tepkinin yarar-zarar hesabını yaparak en iyi tepkiye karar verir." H ayvanlar için bu, ne zam an saldırıp ne zaman kaçacaklarını belirleyen bir tep­ kidir. İnsanlar için ise ne zam an saldırıp ne zaman kaçacağı -ayrıca ne zam an yatıştıracağı, ikna edeceği, sempati arayacağı, araya du­ var öreceği, suçluluk hissi uyandıracağı, sızlanacağı, hava atacağı, tepeden bakacağı, vb. gibi duygusal oyunlar repertuarının tüm ünü kapsar. 53

Daha çok sinirsel devre işin içine girdiğinde, neokorteksin tep­ kileri korsan m ekanizm adan beyin zamanı olarak daha yavaştır. Duygunun önüne daha çok düşünce geçtiği için, aynı zamanda daha basiretli ve anlayışlıdır. B ir kayba uğrayıp üzüldüğüm üzde, bir başarıya sevindiğimizde, birinin dediği, yaptığı bir şeye kafayı takıp incindiğimiz ya da kızdığımızda, neokorteks iş başında demektir. Tıpkı am igdala gibi, prefrontal loblar da olm asaydı duygu­ sal hayatın büyük kısmı olmazdı; bir durumun duygusal bir tepki gerektirdiği anlaşılamayınca, öyle bir tepki de olmazdı. Prefrontal lobların duygular üzerindeki bu rolü, aslında, nörologların 1940’ların başında vahim ve yanlış yönlendirilmiş bir am eliyat olan prefron­ tal lobotom iyle ruh hastalıklarını (çoğu zam an özensiz bir biçim ­ de) tedavi etm eye başlam asından beri tahmin ediliyordu. Prefron­ tal lobların alınması veya prefrontal korteks ile alt beyin arasındaki bağlantıların kesilm esi dem ek olan bu cerrahi tedavi yöntem i, ruhsal rahatsızlıklara karşı etkili ilaçların ortaya çıkm asından önce cid­ di duygusal sıkıntıların tek çözüm ü olarak görülüyordu; prefrontal loblar ile beynin geri kalan kısm ının bağlantıları kesilince, hastalar “rahatlıyordu” . N e yazık ki bunun bedeli birçok hastanın duygusal yaşam ının da yok olup gitmesiydi. Ana devre, yok ediliyordu. Duygusal korsanlıkların iki dinamiği olması gerekir: bunlar­ dan biri, atnigdalanın harekete geçirilmesi ve genellikle duygusal tepkileri dengede tutan neokorteks süreçlerinin başlatılam am ası, ya da acil duygusal durum larda neokorteks bölgelerinin devreye sokulm am asıdır.12 Böyle anlarda duygusal zihin akılcı zihni bastırır. Prefrontal korteksin eylem den önce tepkileri tartarak duyguları ve­ rimli bir biçim de yönetebilm esi, aynen bir annenin fevri çocuğuna bir şeyi kapıp alm ak yerine usulünce istemeyi (ya da beklemeyi) öğretm esi gibi, am igdalanın ve diğer limbik m erkezlerin gönderdiği sinyalleri hafifletmesiyle m üm kün olur.13 Sıkıntı veren duygular için kapam a şalteri, sol prefrontal lobdur. Frontal lobları kısm en hasar görmüş hastaların ruh halini inceleyen nörologların bulgulan, sol frontal lobun bir sinirsel term ostat gibi çalışıp hoş olm ayan duyguları düzenlediğini göstermektedir. Sağ prefrontal loblar ise korku ve öfke gibi olumsuz duyguların yeridir. Sol loblar, sağ lobları bastırarak bu kaba duyguları kontrol eder.14 54

Ö rneğin b ir grup inm eli hasta içinde sol prefrontal korteksi hasarlı olanlar feci kaygı ve korkularla uğraşırken, hasarı sağ tarafta olan­ lar “beklenm edik ölçüde m utlu”ydular. Bunlar nörolojik muayeneler sırasında şaka yapıp, testlerdeki başarı düzeylerini um ursam ayacak kadar rahat olabiliyorlardı.'5 Bir de mutlu koca vakası vardı. Bey­ in anorm alleşm esi yüzünden sağ prefrontal lobunun bir kısm ı am e­ liyatla alınm ış olan bu adam ın karısı; am eliyat sonrasında kocasının kişiliğinde büyük değişiklikler olduğunu, daha zor sinirlenen -v e m em nuniyetle ekleyerek- çok daha şefkatli birisi haline geldiğini doktorlara anlattı.16 Kısacası, sol prefrontal lob, çok güçlü olm adıkları sürece olum ­ suz duygu akım larını kesebilen ya da en azından hafifletebilen bir sinir devresinin parçası gibi gözüküyor. Am igdala acil durumlarda devreye girer dediğim iz gibi, sol prefrontal lobun da, beyindeki rahatsız edici duyguları kapam a şalteri olduğunu söyleyebiliriz: Yani am igdala öneri gönderir, prefrontal lob tasfiye eder. Bu prefrontallim bik bağlantıların rolü duygulara ince ayar yapm anın çok ötesinde, zihinsel yaşam ım ız açısından da hayati bir önem e sahiptir; hayatta ilerlerken vereceğim iz en önem li kararlarda yönüm üzü belirlem em iz için bunlar mutlaka gereklidir.

DUYGU VE DÜŞÜNCENİN UYUMU A m igdala (ve ilgili lim bik yapılar) ile neokorteks arasındaki bağlantılar, zihin ve kalp, düşünce ve duygu arasındaki savaşların ya da işbirlikçi antlaşm aların ana terminalidir. Bu devreler bize, et­ kili düşünm ede, hem akıllıca kararlar verm ek hem de zihin açıklığı bakım ından, duygunun önem ini gösterir. D uyguların düşünm eyi engelleyen gücünü düşünün. Nörologlar, satın alacağınız bir evde aradığınız ideal özellikler ya da bir sınavdaki m uhakem e problem inin unsurları gibi, bir işi ya da sorunu halledebilm ek için gerekli verileri akılda tutm a yeteneğine “işleyen bellek” diyorlar. Prefrontal korteks işleyen bellekten sorum lu beyin bölgesidir.17 A ncak limbik beyinden prefrontal loblara giden devrel­ er, kaygı, öfke ve benzeri kuvvetli duygu sinyallerinin sinirsel statik 55

yaratabilm esine olanak verir; bu da prefrontal lobun işleyen belleği korum a yeteneğini^ köreltir. Bu yüzden duygusal bakım dan altüst olduğum uzda, “doğru dürüst düşünem iyorum ” deriz; ve duygusal sıkıntıların sürüp gitmesi çocuğun entelektüel yeteneklerini azal­ tarak, öğrenm e yetisini felce uğratır. Bu entelektüel eksiklik, eğer belirgin değilse, IQ testlerinde or­ taya çıkmayabilir, ancak daha hassas nöropsikolojik ölçüm lerde ya da çocuğun devamlı aşırı tedirgin olm asından ve fevri hareket etm es­ inden anlaşılabilir. Örneğin bir çalışm ada, ortalam anın üstünde bir IQ puanı almış, ancak okul durum u iyi olm ayan ilkokul çağındaki erkek çocuklara yapılan nöropsikolojik testler sonucunda, frontal kortekslerinde işlev bozukluğu saptanm ıştır.18 Bu çocuklar aynı zamanda fe­ vri ve kaygılıydı; çoğu zam an bozgunculuk yapıyor ve başları derde giriyordu. Bu da, lim bik dürtülere karşı prefrontal kontrolün eksik olduğunu gösteriyordu. Entelektüel potansiyellerine rağm en bu tür çocuklar akadem ik başarısızlık, alkolizm ve suç işlem e gibi sorun­ lar açısından yüksek risk grubundadır. Bunun nedeni zekâlarındaki bir eksiklik değil, duygusal yaşam larını kontrol etme yeteneklerinin bozulm uş olmasıdır. IQ testlerinde erişilen korteks bölgelerinden çok ayn bir noktada olan duygusal beyin, hem öfkeyi hem de şefkati kontrol eder. Bu duygusal devreleri çocukluk dönem i boyunca ed­ inilen deneyim ler şekillendirir; biz ise bu deneyim leri tam am en olu­ runa bırakarak kendim izi riske atıyoruz. En “akılcı” kararlarda bile duyguların rolünü bir düşünün. Çalışm alarıyla zihinsel yaşam ın anlaşılm asına çok büyük katkılarda bulunan Dr. Antonio Damasio,* prefrontal-am igdala devresi hasar görm üş hastalarda neyin bozulduğunu inceleyen özenli araştırm alar yapm ıştır.19 Bu kişilerin karar verm e yetileri büyük ölçüde yetersizleşm iş olsa da, zekâ katsayılarında ya da diğer herhangi bir bilişsel yetilerinde hiçbir bozulm a görülmüyor. Bunlar sağlam bir zekâya sahip olm alarına rağm en iş ve kişisel hayatlarında çok kötü (*) Iowa Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde nörolog. Çığır açan “Descartes Error” (Descartes’m Yanılgısı - Varlık Yayınları, 1998, İstanbul) başlıklı kitabın yazan.

56

seçim ler yapabiliyor ve hatta bir randevu için tarih saptam a gibi basit bir kararda bile sonsuza dek takılıp kalabiliyorlar. Dr. Damasio, bu kadar kötü karar verm elerini, duygusal bilgi haznelerine erişim lerinin kaybolm asına bağlıyor. D üşünce ve duy­ gunun buluştuğu nokta olan prefrontal-am igdala devresi, yaşam ım ız boyunca hoşlandığım ız ve hoşlanm adığım ız şeylere ilişkin bilgi­ lerin haznesini açan tek anahtardır. Am igdaladaki duygusal bellekle bağ kopuksa, neokorteks neyin üzerinde düşünüp taşınırsa taşınsın, geçm işte onunla bağlantılı olan duygusal tepkileri başlatamaz; her şey belirsiz bir tarafsızlığa bürünür. İster sevilen bir hayvan, ister hiç hoşlanılm ayan bir tanıdık olsun, dürtüler artık ne yakınlaşma ne de uzaklaşm aya yol açar; bu hastalar bu tür duygusal derslerin hepsini “unutm uştur” , çünkü am igdalada depolandıkları yere artık erişemem ektedir. Bu tür bulgular Dr. D am asio’yu, sezgilerim ize ters gelse de, his­ lerin akıllıca kararlar alabilm ek için vazgeçilm ez olduğu kanısına götürm üştür; hisler bize doğru yönü gösterir, ondan sonra kuru m antık işe yarar. Yaşam bizi çok çeşitli seçim lerle baş başa bırakır (Em eklilik tazm inatını nereye yatırm alısın? Kiminle evlenmelisin? gibi) ve hayat boyunca duygusal öğrenim le edinilenler (felaketle sonuçlanan bir yatırım ın anısı veya acı bir ayrılık), başlangıçta bazı seçenekleri eleyip bazılarını öne çıkararak kararı şekillendirecek sin­ yaller verdirir. Dr. D am asio’ya göre, bu şekilde duygusal beyin, m u­ hakem e alanında düşünen beyin kadar işe karışır. Dem ek ki, duygular m antıklı olm ak için gereklidir. D uygu ile düşüncenin dansında, duygusal yetenek akılcı zihinle el ele verip düşüncenin kendisini devreye sokarak -v e y a devreden çıkararakkararlarım ızı her an yönlendirir. B enzer şekilde, düşünen beyin, duyguların kontrolden çıkıp duygusal beynin dolu dizgin gittiği an­ lar hariç, duyguları idare eder. B ir bakım a, akılcı ve duygusal olm ak üzere, iki beynimiz, iki zihnim iz ve iki farklı türden zekâm ız vâr demektir. Hayatı nasıl yaşadığım ız her ikisi tarafından belirlenir - sadece IQ değil, duy­ gusal zekâ da önemlidir. A slında akıl, duygusal zekâ olmadan tam verim li çalışamaz. N orm al koşullarda, lim bik sistem le neokorteksin, am igdalayla prefrontal lobların birbirini tam am lam ası, zihinsel 57

yaşam da her birinin ötekine eşlik etmesi anlam ına gelir. Bu eşler iyi bir etkileşim içerisinde oldukları sürece duygusal zekâ entelektüel yetenekle birlikte yükselir. B u/ eskiden beri akıl ile duygular arasında varolduğuna inanı­ lan çelişki kavramını baş aşağı ediyor: Biz, Erasm us gibi duygunun yerine aklı koym aya değil, ikisi arasındaki akıllı dengeyi bulmaya çalışıyoruz. Eski paradigma, duyguların çekim inden bağım sız bir akıl idealini içeriyordu. Yeni paradigm a ise zihinle kalbin uyum unu sağlam aya zorluyor bizi. Yaşamımızda bunu iyi yapm ak için, önce­ likle duyguları zekice kullanm anın ne dem ek olduğunu daha iyi an­ lamamız gerekiyor.

58

ik in c i b o l u m

DUYGUSAL ZEKÂNIN DOĞASI

3 Akıllı Kişi Aptallık Yaptığında

L ise fizik hocası David P ologruto’nun, yıldız öğrencilerinden biri tarafından neden bıçaklandığı hâlâ tam olarak açıklığa kavuşmadı. Anlatıldığı kadarıyla, olay şöyle olmuştu: H. Jason, Florida’nın Coral Springs kentindeki bir lisenin, sürekli tam not alan 3. sın ıf öğrencilerinden biriydi ve tıp okuluna gitmeyi aklına koym uştu. Öyle herhangi bir tıp okulu değil, H arvard’ın haya­ lini kurm aktaydı. Fakat fizik hocası Pologruto, bir sınavda kendisine 80 verdi. Jason, “B ” düzeyindeki notun hayallerini tehlikeye attığı düşüncesiyle okula bir et bıçağı getirerek fizik laboratuarında Po­ logruto’yla yaptığı tartışm a sırasında hocasını köprücük kem iğinden bıçakladıktan sonra, etkisiz hale getirildi. Onun olay anında geçici bir çılgınlık geçirdiğine inanan bir yar­ gıç, Jason’ı suçsuz buldu. D ört psikolog ve psikiyatrdan oluşan bir heyet ise kavga esnasında Jason’ın ruhsal açıdan dengesiz olduğuna dair yem inli ifade verdi. Jason, bu sınav notu yüzünden kendini öl­ dürm eyi planladığını ve Pologruto’nun yanm a da bunu söylem ek için gittiğini söyledi. Pologruto’nun ifadesiyse tamamen farklıydı: Kötü not yüzünden deliye dönen Jason, resmen işini bitirm ek istemişti. Özel bir okula geçen Jason iki yıl içerisinde sın ıf birinciliğiyle mezun oldu. Norm al sınıflarda 4.0 ortalam asıyla tam not A’dır, an­ cak Jason yeterli sayıda ileri düzeyde ders alıp ortalam asını 4.614 yaparak ’A + ’yı da geçti. Jason okulunu şeref listesinin en başında bitirm iş olsa da, eski fizik hocası David Pologruto, saldırıdan dolayı Jason’ın hiçbir zam an kendisinden özür dilem ediğini veya saldırının sorum luluğunu üstlenm ediğini söyleyerek yakınıyordu.1 Soru: Nasıl olur da, zekâ düzeyi bu kadar yüksek birisi böylesi akıl dışı - b u kadar ap talca- b ir şey yapabilm iştir? Yanıt: Akademik zekânın, duygusal yaşam la pek ilgisi yoktur. Aram ızdaki en zeki in61

sanlar gem vuram adıkları tutkuların, söz geçirem edikleri dürtülerin esiri olabiliyor; yüksek IQ ’lu kişiler özel yaşam larını hayret edilecek ölçüde kötü yönetebiliyor. Psikolojinin açık sırlarından biri de, yaygın efsaneye karşın not­ ların, IQ ’nun ya da üniversite giriş sınavı puanlarının hayatta kimin başarılı olacağına dair kusursuz bir tahmin sağlayamamasıdır. Bir bütün olarak büyük gruplar açısından 1Q ve yaşam koşulları arasında bir bağ bulunduğuna emin olabiliriz: çok düşük IQ ’lu birçok kişi iş­ çilik ve benzeri işler yaparken, yüksek IQ ’lular iyi para kazandıkları işlere -h e r zam an olm asa d a - giriyorlar. Ancak IQ ’nun kişinin gelecekteki başarısını belirlediğine ilişkin kuralın çok sayıda istisnası var; hatta istisnaların sayısı kurala uyan­ lardan fazla da olabilir. IQ ’nun hayattaki başarıya katkısı en fazla yüzde yirm idir; geri kalan yüzde sekseni belirleyen başka etkenler vardır. B ir gözlem cinin de dediği gibi, “Bir kişinin toplum da edin­ diği yeri, sonuçta IQ dışında kalan ve sosyal sınıftan şansa kadar uzanan etkenler belirler.”2 Richard H erm stein ve Charles Murray, B ell Curve (Çan Eğrisi) başlıklı kitaplarında IQ ’ya birinci derecede bir önem atfetseler de, onlar bile durum u kabul edip şöyle diyorlar; “SAT* üniversite giriş sınavı m atem atik puanı 500 olan bir üniversite birinci sın ıf öğrencisi, m atem atikçi olma hevesinden vazgeçmelidir, ancak kendi işini kur­ mak, senatör olm ak, m ilyonlarca dolar kazanm ak istiyorsa, vazgeç­ mesi için hiçbir sebep yoktur... Test puanıyla bu başarılar arasındaki ilişki, kişinin hayatta ortaya koyacağı diğer özelliklerinin yanında çok önem siz kalır.”5 Benim ilgilendiğim , bu “diğer özellikler”in önem li bir kümesi olan duygusal zekâdır: K endini harekete geçirebilm e, aksiliklere rağm en yoluna devam edebilme, dürtüleri kontrol ederek tatmini erteleyebilm e, ruh halini düzenleyebilm e, sıkıntıların düşünm eyi en­ gellem esine izin verm eme, kendini başkasının yerine koyabilm e ve (*) SAT (Scholastic Achievement Test): Amerikan üniversite sisteminin öğren­ ci adaylarını lise son sınıfta tabi tuttuğu standart akademik başarı testi. En yüksek puan 800’dür. Sözel ve sayısal bölümleri zorunlu; ileri fizik, kimya, matematik gibi bölümleri seçmelidir. (YN)

62

«mut beslem e... N eredeyse yüz yıldır, yüz binlerce kişi üzerinde ya­ pılm ış araştırm alara dayanan IQ ’nun aksine, duygusal zekâ yeni bir kavramdır. H ayat yolunda, kişiler arası farklılığın ne ölçüde bundan kaynaklandığı hakkında kesin bir şey söylem ek henüz zor. Ancak eldeki veriler, oldukça güçlü hatta zam an zaman IQ ’dan da güçlü bir belirleyici olduğunu gösteriyor. IQ ’nun eğitim ve yaşam dene­ yim leriyle değişm eyeceğini öne sürenler de var; ancak ben, hayati duygusal yetilerin -öğretm eye zahm et ed ersek - çocukken öğrenilip ve geliştirilebileceğini Beşinci B ölüm ’de göstereceğim.

DUYGUSAL ZEKÂ VE YAZGI A m herst Ü niversitesi’ndeki kendi arkadaşlarım dan birini hatırlı­ yorum . O kula girm eden önce başarı testlerinden ve SAT’ta beş ayrı bölüm den tam puan (800) almıştı. A ncak m üthiş zekâsına rağmen gününün büyük bir bölüm ünü orada burada takılarak, geç saatlere kadar dışarda kalarak, öğleye kadar uyuyup dersleri kaçırarak geçi­ rirdi. O kulu ancak on yılda bitirebildi. Kabaca eşit um ut vaat eden, eşit eğitim e ve im kânlara sahip ki­ şilerin farklı yazgılarını açıklam akta da IQ ’nun pek yardımı olduğu söylenem ez. 1940’larda H arvard’tan m ezun olan 95 öğrenci - o za­ m anlar daha farklı düzeyde IQ ’lara sahip kişiler bu tür Ivy League* okullarına girebiliyordu- orta yaşlarına kadar takip edildiğinde, okul sınavlarında en yüksek puanlan tutturan kişilerin, daha düşük puanlı arkadaşlarına oranla maaş, verim lilik ve kendi alanlarındaki konum ­ ları açısından çok daha başarılı olm adıkları gözlenmiştir. Üstelik, ne hayatlarından daha hoşnut, ne de arkadaş, aile ve aşk ilişkilerinde daha m utluydular.4 Orta yaşa kadar benzeri bir takip çalışm ası, M assachusetts’in Som erville kentinde yaşayan ve birçoğu göçmen ailelerden olan 450 erkek çocuğuyla yapıldı. Bunların üçte ikisinin ailesi devletten (*) Ivy League: A B D ’nin kuzeydoğu bölgesinde, Harvard, Yale, Princeton, Dartmouth, Cornell, Brown, U niversity o f Pennsylvania ve Columbia yüksek okullarının oluşturduğu, çok itibarlı bir kolej ve üniversite grubu (YN).

63

yardım alıyor ve Harvard’tan birkaç blok ötede sefil bir gecekondu mahallesinde yaşıyordu. Üçte birinin lQ ’su 9 0 ’m altındaydı. Ancak yine iş ve özel hayatlarındaki başarıları ile IQ ’larınm pek az ilintisi vardı; örneğin IQ ’su 80’in altında olan erkeklerin yüzde 7 ’si on veya daha fazla yıl işsiz kalmıştı; ancak aynı durum , lQ ’su 100’den fazla olan erkeklerin yüzde 7 ’si için de geçerliydi. Gerçi 47 yaşında IQ ve sosyo ekonomik düzey arasında genel bir bağ olduğu doğrudur ve bu her zaman böyledir. Ancak sıkıntılarla baş edebilm e, duyguları kontrol edebilme, insanlarla anlaşabilme gibi, çocukluk çağlarında elde edilen beceriler bu kişilerin hayatında daha etkiliydi.5 Illinois eyaletindeki liselerden 1981’de m ezun olan 81 sınıf bi­ rincisi ile sürdürülmekte olan çalışmanın verilerine bir göz atalım. Tabii ki hem en hepsi okullarında en yüksek not ortalam alarına sahip­ ti. Başarılarını ve mükemmel notlar alm ayı üniversitede de sürdür­ m ekle beraber, yirmili yaşların sonlarında ancak ortalam a bir başarı düzeyine erişmişlerdi. Liseden mezun olduktan on yıl sonra ancak dördünden biri, aynı yaştan gençlerle kıyaslandığında, kendi seçtiği dalda en yüksek başarı düzeyine ulaşmış, birçoğu çok daha az başa­ rılı olmuştu. Okul birincilerini izleyen araştırm acılardan biri olan, Boston Ü ni­ versitesi’nde eğitim veren Profesör K aren A m old ise durum u şöyle açıklıyor: “ Sanıyorum ’itaatkârları’, yani sistem içinde nasıl başa­ rılı olunacağını bilenleri keşfettik. Okul birincileri de hepim iz gibi hayatta bir m ücadele içindedir. Bir insanın okul birincisi olduğunu bilmek, onun ancak notlarla ölçülen akadem ik alanda çok başarılı ol­ duğunu bilm ek demektir. Hayatta karşılaşacakları şeylerle nasıl baş edebileceklerini hiç bilem ezsiniz.”6 İşte sorun da burada: Akadem ik zekâ yaşam ın getirebileceği değişiklikler veya imkânlara hazırlıklı olmayı neredeyse hiç sağla­ yamıyor. Oysa yüksek IQ zenginliğin, saygının, ya da mutluluğun bir garantisi olm adığı halde, okullarım ız ve kültürüm üz akadem ik becerilere takılıp kalarak, kişinin geleceğini belirlem ekte çok önemli rolü olan duygusal zekâ dediğim iz -b azıları karakter de diyebilir- bir grup özelliği göz ardı ediyor. Duygusal yaşam , m atem atik ve okum a gibi daha çok ya da az beceriyle yapılabilen ve kendine özgü yetenek gerektiren bir alandır. Eşit zekâya sahip iki kişiden biri hayatta başa­ 64

rılı olurken, diğerinin nasıl çıkm aza girdiğini anlam ak için, kişinin bu alanlarda ne kadar yetenekli olduğunu bilm ek çok önemlidir. D uygu­ sal yetenek, bir m eta-yetenektir, yani, ham zekâ dahil, var olan diğer yeteneklerim izi ne kadar iyi kullanabileceğim izin belirleyicisidir. Tabii hayatta başarıya ulaşm anın pek çok yolu ve değişik yete­ nekler gerektiren pek çok alan bulunm aktadır. Bilgiye gitgide daha fazla dayanan toplum um uzda, teknik beceri bunlardan birisidir. Bir çocuk şakası vardır: “Bir gerzek 15 yıl sonra ne olur?” Cevap: “Pat­ ron.” Ü çüncü B ölüm ’de de göreceğim iz gibi iş yerinde gerzeklerin bile duygusal zekâya sahip olm aları onlara bir avantaj kazandır­ maktadır. Birçok bulgu gösteriyor ki, duygusal yetenek sahibi -k e n ­ di duygularını tanıyan ve idare edebilen, başkalarının duygularını okuyup onlarla etkili bir şekilde başa çıkabilen- kişiler, hayatın her alanında -g e re k rom antik, yakın ilişkilerde, gerekse kuruluş içi po­ litik ilişkilerde başarıyı belirleyen sözsüz kuralları kavram a beceri­ sin d e- avantajlıdırlar. İyi gelişm iş duygusal becerilere sahip kişiler yaşam larını daha doyum lu ve etkili bir şekilde sürdürerek, kendi verim liliklerini besleyecek zihinsel alışkanlıkları edinebilir; duy­ gusal hayatını bir şekilde kontrol altına alam ayan kişiler ise, kendi içlerinde, işe odaklanıp açıkça düşünm elerini sağlayacak yetenekleri baltalayan savaşlar verir.

BAŞKA TÜR BİR ZEKÂ D ört yaşındaki Judy rasgele gözlem yapan birisine, daha hareket­ li arkadaşları arasında köşede kalm ış gibi görünebilir. O yun zamanı olayın dışında kalır; kendini ortaya atmaz, kenardadır. Ancak Judy aslında okul öncesi sınıfındaki çocuklar arasındaki politik ilişkilerin çok keskin bir gözlem cisi, belki de diğerlerinin duygusal dalgalan­ malarını sezm ek açısından arkadaşları arasında en ileride olanıdır. Öğretm en, dört yaşındaki grubu Sınıf O yunu denen ve sosyal al­ gılam a yeteneğini sınayan bir oyunu oynatm ak için bir araya getire­ ne dek, Ju d y ’nin bilgiçliği ortaya çıkmaz. Bu oyunda, Judy’nin ken­ di okul öncesi sınıfının bir m inyatür kopyası içinde, başları öğrenci ve öğretm enlerin fotoğraflarından oluşan çöp figürler yer almaktadır. 65

Judy’nin hocası ondan, kız ve erkekleri oda içinde oynam ayı e sevdikleri yere -resim köşesi, kutu oyunları köşesi gı ı , istediğinde, Judy bunu hiç hatasız yapabilmektedir. Ve yine u y kızları ve erkekleri birlikte oynamayı en çok sevdikleri ar a aş la eşleştirmesi istendiğinde, tüm sınıftaki en iyi arkadaş arı eş eş ı bildiğini göstermektedir. _ .., Judy’nin isabetliliği, sınıfındaki sosyal ilişkiler ağının mel bir haritasını çıkarmış olduğunu gösteriyor. Bu ört y a?ın birisi için olağandışı bir algılama yeteneğidir. G elecekteki hayatında Judy’yi satış, yöneticilik, diplomasi gibi “ insan ilişki e n ecerısı önemli olduğu alanlarda yıldızlaştırabilecek bir yetene tır. ^ Judy, Tufts Üniversitesi kampusunda Spektrum Pr0J®al . liştirildiği Eliot-Pearson Ana Okulu’nun bir öğrencisi o uğu ı , parlak sosyal zekâsı bu kadar erken bir yaşta saptanabilm işim bu proje değişik türlerde zekâyı bilinçli olarak geliştirm e ama hazırlanmış bir müfredatı kapsamaktadır. Spektrum ro je sı,ı yetenek repertuarının okulların geleneksel olarak üstün e belirli birtakım sözel-sayısal becerilerinin çok ötesm e o kabul etmektedir. Dolayısıyla, sosyal algılama ustalığı gı ı y, . lerin eğitim süresince görmezlikten gelinmesi ya a enge değil, beslenmesi gereken yetenekler olduğunun bı incin e m cuklarm (hayatta) başarılı olmak için fiiliyatta y a la n a c a k l a r ı y _ yaptıkları şeyden tatmin olmak için kullanacakları çeşit ı ye e rin tümünü geliştirmeye teşvik eden öğrenim, yaşam a ece ı öğretildiği bir süreçtir. , n vnSpektrum Projesi’nin temelindeki vizyon, Harvar ğ lu’ndan psikolog Howard G ardner’a aittir.1 Gardner ana şoy ® lemişti: “Artık yetenekler yelpazesi hakkm daki görüşümüzü letm enin zamanı geldi. Okulun, çocuğun gelişimine yaPa 1 e en büyük katkı, onu yetenekleri doğrultusunda en m u u v olabileceği bir alana yönlendirmektir. B iz bunu tam am en u Bunun yerine herkesi, başarılı olursa en çok üniversite oc uygun düşecek bir eğitime tabi tutup bu kısıtlı başarı s uyup uym adığına göre değerlendiriyoruz. Artık çocu arı göre sıralam aya daha az; onların kendilerine özgü ye . liklerini keşfetmelerine yardım cı olmaya ve bunları ge ış ı

66

daha çok zam an ayırm alıyız. Başarılı olm anın yüzlerce, binlerce yolu var ve hedefe ulaşm aya yardım cı olacak bir sürü değişik yete­ nek bulunuyor.”8 Zekâ hakkındaki eski görüşlerin sınırlarını en iyi gören kişi olan Gardner, IQ testlerinin parlak dönem inin Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte başladığını söylüyor. O zam anlar iki milyon Amerikalı er­ kek, IQ testinin Stanford’lu bir psikolog olan Lewis Terman tara­ fından yeni geliştirilmiş, kurşun kalem ve kâğıtla uygulanan kitlesel biçimiyle sınıflandırılmıştı. Bu durum senelerce, G ardner’ın deyişiy­ le “IQ tarzı düşünm e”ye yol açtı. “İnsanlar ya zekidir ya değildir, o şekilde doğm uşlardır, bunu değiştirm ek için yapılacak pek fazla bir şey yoktur ve testler de size zeki kişiler arasında olup olmadığınızı söyler. Ü niversite girişlerinde kullanılan SAT testi de, tek bir yetenek türünün geleceğinizi belirlediğini öne süren anlayışa dayalıdır. Bu tarz düşünce toplum içinde yaygındır.” G ardner’m 1983 tarihli önemli kitabı Fram es o f M ind (Zihin Çerçeveleri), IQ görüşüne karşı çıkan bir bildiri niteliğindeydi ve hayatta başarılı olm ak için tek tip bir zekânın şart olm adığı, yedi temel çeşitlem esi olan geniş bir yetenekler yelpazesi bulunduğunu öne sürüyordu. G ardner’ın listesi sözel ve m atem atiksel-mantıksal yatkınlık olm ak üzere iki standart akadem ik zekâ türünün yanı sıra, olağanüstü ressam ve m im arlarda görülen uzam sal kavram a kapasi­ tesini; M artha G raham veya M agic Johnson’da olduğu gibi fiziksel akıcılık ve zarafette kendini gösteren kinestetik dehayı; M ozart veya Yo Yo M a gibi müzikal yetenekleri de kapsıyor. Bu listeyi, Gardn e r’ın “kişisel zekâlar” dediği şeyin iki yönü tam amlıyor: Örneğin Carl Rogers gibi büyük terapistlerde veya M artin Luther King Jr. gibi dünya liderlerinde kişiler arası ilişki becerileri; bir de Sigmund Freud’un dahice sezgilerinde olduğu gibi ortaya çıkan veya daha yalın bir biçim de bir kişinin hayatını gerçek hisleri doğrultusunda yaşam aktan aldığı hazda görülen türden psişik yetenekler. Zekâ hakkındaki bu görüşte anahtar deyim "ço ğ ul”dur; Gardn er’in modeli IQ ’nun tek ve değişm ez belirleyici olduğu standart kavram ı çok aşar. Okula giderken bize zulm eden testlerin, hayatta IQ ’nun çok üstünde ve ötesinde önem taşıyan asıl beceri ve yete­ neklerden kopuk, sınırlı bir zekâ kavram ına dayandığını kabul eder. 67

Kimlerin teknik okullara, kim lerin üniversiteye gönderileceğini b e­ lirleyen yetenek ve başarı testlerinden, bir yüksek okula kabul edilip edilmeyeceğim izi, edilirsek hangisine girebileceğim izi belirleyen SAT testlerine kadar çeşitli sınavlar bu tür ölçütlerdir. Gardner, yedi rakam ının zekâ türlerini tespitte rasgele bir sayı olduğunu kabul ediyor; insan yeteneklerinin çokluğunu ifade edecek herhangi sihirli b ir sayı yok gibidir. Bir noktada G ardner ve çalışma arkadaşları, değişik türde zekâları yediden yirm iye çıkardılar. Ö rne­ ğin, kişiler arası zekâyı dört ana yetenek altında topladılar; Liderlik, ilişkileri geliştirip arkadaşlıkları koruyabilme, anlaşm azlıkları çöze­ bilme ve dört yaşındaki Judy’nin mükemmel becerdiği türden sosyal ilişkilerin analizini yapabilme. Bu çok yönlü zekâ tanım lam ası bir çocuğun yetenekleri ve notansiyeli açısından IQ ’dan çok daha zengin bir tablo sunuyor. Spektrum öğrencileri, bir zam anlar IQ testlerinin altın standardı olan StanfordBinet Zekâ Ölçeği ile ve G ardner’in yelpazesindeki zekâ türlerini ölçm eye yönelik bir dizi testle değerlendirildiklerinde, çocukların bu iki testten aldıkları puanlar arasında anlamlı bir ilişki bulunam adı.9 En yüksek IQ ’lu (125-133 arası) beş çocuk Spektrum testiyle ölçülen on kuvvetli alanda değişik profiller sergilediler. Örneğin 1Q testine göre en “akıllı” beş çocuktan biri üç alanda, üçü iki alanda ve biri de sadece bir alanda Spektrum ölçeğine göre kuvvetli bir yön ser­ gileyebildi. Ayrıca bu kuvvetli yönler dağınıktı; Bu çocukların biri m üzik, ikisi görsel sanatlar, biri sosyal kavrama, biri m antık, ikisi dil konusunda kuvvetliydi. Y üksek IQTu beş çocuktan hiçbirisi hareket, sayılar, veya m ekanik alanlarında kuvvetli çıkmadı; hatta hareket ve sayılar bu beş çocuktan ikisinin zay ıf yanlarıydı. G ardner’ın çıkardığı sonuç “Stanford-Binet Zekâ Ölçeği, Spekt­ rum faaliyetlerinin tümünde, ya da tutarlı bir küm esi içinde başarılı bir perform ans tahmin etm edi,” şeklinde. D iğer taraftan Spektrum puanları, ailelere ve öğretm enlere, çocuğun hangi alanlara kendi­ liğinden ilgi duyacağı ve bir gün hangi alanda yeterliliğin ötesine geçip ustalaşacak kadar başarılı olacağı konusunda açıkça yol gös­ teriyor.

68

G ardner’ın çok yönlü zekâ tanım lam asının evrim i devam ediyor. K uramını yayınladıktan on yıl sonra, G ardner kişisel zekâların şu özlü tanım ını yaptı: K işiler arası ilişkilerde zekâ, diğer insanları anlam aktır: O n lan ne ha­ rekete geçirir, nasıl çalışırlar, onlarla nasıl işbirliği yapılabilir? Başarılı satıcılar, politikacılar, öğretm enler, klinik doktorlar ve dini liderler bü­ yük olasılıkla yüksek düzeyde kişiler arası zekâya sahiptir. B irey için­ deki zekâ... içe dönük, karşılıklı b ir yetenektir. K işinin kendisi hakkında dikkatli, doğru bir m odel oluşturup bunu etkili b ir yaşam sürebilm ek için k ullanm a becerisidir.10

G ardner bir başka konuşm asında kişiler arası zekânın temelinde “diğerinin ruh halini, m izacını, güdülerini, arzularını anlayıp ona uy­ gun tepkiler verm e yeteneği”nin olduğunu; kişisel zekânınsa, özbilincin anahtarı olan “kendi duygularına ulaşabilm e, bunları ayırt edip davranışını buna göre yönlendirm e”yi de içerdiğini söylem iştir.11

SPOCK, UZAY YOLCULUĞU KAHRAMANLARINDAN DATA’YA KARŞI: BİLİŞ YETMEDİĞİ ZAMAN G ardner’ın incelem elerinde kişisel zekânın kabaca değinilen, ancak çok az araştırılm ış bir boyutu var: Duyguların rolü. Belki de bunun nedeni, G ardner’ın bana söylediği gibi, çalışm asının, zihnin bilişsel-bilim m odelinden oldukça etkilenm iş olmasıdır. Bundan ötü­ rü bu zekâlar hakkındaki görüşlerinde biliş -k endinin ve diğerlerinin güdülerini, çalışm a alışkanlıklarını anlam a ve bunları hayata geçirip ilişkilerinde kullanabilm e- vurgulanmıştır. Ancak fiziksel parlaklı­ ğın kendini sözsüz ifade ettiği kinestetik duyguların dünyası da dil ve bilişin ötesine uzanır. G ardner’ın kişisel zekâ betim lem elerinde duyguların rolüne ve ustaca yönetilm esine oldukça yer verilm iş olsa da, G ardner ve ça­ lışm a arkadaşları duygunun zekâ üzerindeki rolüne ayrıntılı bir bi­ çim de bakm ayıp, duygu hakkındaki bilişler üzerinde durmuşlardır. Bu odak, belki de istemeden, iç dünyam ızı ve ilişkilerim izi böylesine karm aşıklaştıran, ama aynı zam anda da çekici ve şaşırtıcı kılan 69

zengin duygu deryasını araştırılm adan bırakıyor. Şimdi ele alınması gereken konu ise, duyguların içinde zekânın nasıl yer aldığı ve duy­ gularım ızın içine zekâyı nasıl yerleştirebileceğim izdir. G ardner’ın kişisel zekâlardaki bilişsel unsurlar üzerinde bu kadar durması, görüşlerini biçim lendiren zam anın psikolojik modelini yan­ sıtıyor. Psikolojinin biliş, hatta duygu alanı üzerinde aşırı durması, bu bilim in tarihindeki bir tuhaflığa bağlıdır. Bu yüzyılın ortalarında akadem ik psikoloji, B.F. Skinner’in biçim lendirdiği davranışçıların egem enliğindeydi; Skinner ancak, nesnel olarak dışarıdan görüle­ bilen davranışların bilim sel kesinlikle incelenebileceği düşüncesindeydi. Davranışçılar, duygular dahil insanın tüm iç dünyasını bilim dışı ilan etmişlerdi. Sonra, 1960’ların sonlarında baş gösteren “bilişsel devrim ” saye­ sinde psikoloji bilim inin odağı zihnin bilgiyi nasıl kaydedip sakladı­ ğına ve zekânın doğasına yöneldi. A ncak duygular hâlâ sınır dışıydı. Bilişsel bilim ciler arasında hâkim olan geleneksel görüşe göre zekâ, verilerin duygusuzca, m esafeli olarak işlenm esini içeriyordu. Bu, Uzay Yolu dizisindeki, duygunun karışm adığı kuru bilgi parçacıkla­ rını tem sil eden Mr. Spock gibi, duygunun zekâda hiç yeri olmadığı ve yalnızca zihinsel yaşam ı bulandırdığı düşüncesini tem sil eden bir aşırı akılcılıktı. Bu görüşü benim seyen bilişsel bilimciler, beyin yazılım ının ger­ çekte; zihin benzetm esini doğuran arındırılmış, düzenli bir silikon ortam a hiç benzem eyen nörokim yasal m addelerden oluşan karm a­ karışık, nabız gibi atan b ir sıvıya bulanm ış halde olduğunu unuta­ rak, zihnin fiili modeli olarak bilgisayardan etkilenmişlerdir. Bilişsel bilim cilerin zihnin bilgiyi nasıl işlediğine dair modelleri, ussallığın hisler tarafından yönlendirildiğini - y a da hisler tarafından silinip süpürüldüğünü gözden kaçırmaktadır. Böyle bakıldığında bilişsel model, fakirleştirilm iş bir zihin modelidir, hislerin coşku ve baskı­ sının zekâya kattığı tadın gücünü açıklayamam aktadır. Bu görüşte diretm ek için, bilişsel bilim ciler kendi um ut ve korkularının, evlilik çalkantılarının, m esleki kıskançlıklarının zihin m odelleriyle ilgisini yaşam a çeşni katan ve aciliyetleri yaratan, bilginin tam olarak nasıl (ne kadar iyi ya da kötü) işlendiğini etkileyen duygu selini yadsım ak zorunda kalm ış olmalılar. 70

Son seksen yıldır zekâ üzerindeki araştırm aları yönlendirm iş olan ve duygusal bakım dan yeknesak bir zihinsel yaşam hayal eden bu çarpık bilim sel görüş, psikolojinin duyguların düşünmedeki önemli rolünü keşfetm esiyle yavaş yavaş değişm eye başlamıştır. Uzay Yolu: G elecek N e sil'deki Spock benzeri D ata karakteri gibi, psikoloji ve duyguların zihinsel hayat üzerindeki gücünü, erdemlerini ve tehli­ kelerini takdir etm eye başlamıştır. Sonuçta D ata da, kuru m antığının doğru insani çözüm ü bulm akta yetersiz kaldığını (yılgınlık içinde, tabii yılgınlık hissedebildiyse) görür. İnsanlığım ız en çok duygu­ larım ızdan belli olur; D ata çok önem li bir eksik olduğunun bilin­ ciyle, hissetm eye çalışır. A rkadaşlık, sadakat arayışmdadır, tıpkı Oz Ülkesinin Büyücüsü ’ndeki Teneke A dam gibi, onun da kalbi yoktur. D uyguların getirdiği şiirsellikten yoksun olan Data, m ükem m el bir teknikle m üzik parçaları çalabilm ekte, şiir yazabilm ektedir, ancak bunların tutkusunu hissedem ez. D ata’nın özlem e özlem duym asın­ dan çıkan ders, insan kalbinin inanç, um ut, bağlılık, aşk gibi yüksek değerlerine soğuk bilişsel görüşte hiç yer verilmediğidir. Duygular zenginleştirir; onları dışarda bırakan zihin modeli fakirleşmiştir. G ardner’a neden duygularla ilgili düşünceler ya da bilişüstü üze­ rinde duyguların kendisinden daha fazla durduğunu sorduğumda, zekâyı bilişsel açıdan ele aldığını kabul ederken, şunları da söyledi: “K işisel zekâlar hakkında yazm aya başladığım da, duygulardan söz ediyordum; özellikle de kişisel zekâ anlayışım da bunun bir parçası, kendi duygularına kulak verebilm ektir. Kişilerarası zekâ açısından, içten gelen duygu sinyallerine m utlaka ihtiyaç vardır. Ancak pratik­ te çoğul zekâ kuram ı, tüm duygusal yetenekler yelpazesi ’bilişüstü’ -y an i, kendi zihinsel süreçlerinin farkında olm ak - üzerinde odaklaşacak şekilde gelişti.” Yine de, G ardner duygusal yeteneklerin ve ilişki becerilerinin ha­ yat m ücadelesi içinde ne kadar önem li olduklarının farkında. G ard­ ner bunu, “K işisel zekâsı zay ıf olan 160 IQ ’lu birçok kişi, bu yönü kuvvetli olan 100 IQ Tu kişilerin altında çalışıyor. G ünlük hayatta kişiler arası zekâdan daha önem li bir zekâ türü yok. Eğer bu eksikse, kim inle evleneceğinize, nerede çalışacağınıza vb. dair kötü kararlar verebilirsiniz. Kişisel zekâ alanında çocuklarımızı okullarda eğitm e­ liyiz,” diyerek belirtiyor. 71

DUYGULAR ZEKİ OLABİLİR Mİ? Böylesi bir eğitimin nasıl olabileceğini daha iyi anlam ak için G ardner’in görüşüne katılan diğer kuram cılara; en başta duygulara zekânın nasıl katılabileceğini ayrıntılı olarak açıklam ış olan psikolog Peter Salovey ve John M eyer’e bakm ak gerekiyor.’2 Bu girişim yeni değildir; yıllar boyunca en ateşli IQ kuram cıları bile “duygu" ve “ze­ kâyı” birbirleriyle bağdaşm ayan terim ler olarak görm ek yerine, za­ man zam an duyguları zekâyla buluşturm aya çalışmıştır. 1920 ve 1930’lu yıllarda IQ kavram ının popülerleşm esinde etkili olan tanınmış psikolog E.L. Thom dike, H a rp e r’s M agazine'deki bir makalesinde duygusal zekânın bir yönü olan “sosyal” zekânın -başkasını anlaya­ bilme ve “insan ilişkilerinde akıllıca davranabilm e”n in - IQ ’nun baş­ lı başına bir parçası olduğunu öne sürmüştür. O dönem in diğer psi­ kologları sosyal zekâya karşı daha kuşkucu bir tavır takınarak, bunu başkalarını istediği gibi yönlendirebilm e -isteseler de istem eseler de, kendi istediklerini onlara yaptırabilene- olarak algılamışlardır. Ancak sosyal zekâ hakkındaki bu görüşler IQ kuram cıları tarafından fazla tutulm am ış, hatta zekâ testleri üzerine 1960’larda yazılm ış önemli bir ders kitabı, sosyal zekânın “işe yaram az” bir kavram olduğunu belirtmiştir. Ancak kişisel zekâ kavramı görm ezlikten gelinem ezdi, çünkü sezgilere ve sağduyuya uygundu. Örneğin Yale Ü niversitesi’nden psikolog R obert Stemberg, insanlardan “zeki kişiyi” tarif etm eleri­ ni istediğinde, pratik insan ilişkileri becerileri ana özellikler olarak sıralandı. D aha sistemli bir çalışm a, Stem berg’i T hom dike’ın var­ dığı sonuca götürdü: Sosyal zekâ akadem ik başarılardan bağım sız ve kişinin hayatın pratik yanıyla başa çıkabilm esi için son derece önemlidir. Sözgelim i, iş yerinde büyük değer verilen pratik zekânın bir türüdür. Son yıllarda sayıları gittikçe artan bir grup psikolog da benzer sonuçlara varmıştır. G ardner gibi onlar da, eski IQ tanım ının kısıtlı dil ve m atem atik becerileri alanında kaldığını ve IQ testlerinde ba­ şarılı olm anın en dolaysız biçim de, kişinin ancak bir öğrenci ya da bir öğretim üyesi olarak başarısını gösterdiğini, ancak hayat yolları akademik dünyadan ayrıldıkça bu tahm in yeteneğinin de zayıfladı72

ğtm kabul etmişlerdir. Stem berg ve Salovey’in de aralarında bulun­ duğu bu psikologlar, zekâyı daha geniş bir açıdan ele alarak, hayat­ ta başarılı olm ak için gereken şeyler ışığında yeniden tanımlamaya çalışmışlardır. Bu yöndeki araştırm alar da, “kişisel” ya da duygusal zekânın ne denli hayati önem e sahip olduğunun yeniden kabulüne yol açmaktadır. Salovey m eslektaşı G ardner ile birlikte, duygusal zekânın ayrın­ tılı bir tanım ını sunarak, bu yetenekleri beş ana başlık altında topla­ mıştır: 14 1. Özbilinç. Kendini tanım a - b ir duyguyu oluşurken fark edebil­ m e - duygusal zekânın temelidir. 4. K ısım ’da da göreceğim iz gibi, duyguların her an farkında olm a yeteneği psikolojik sezgi ve kendini anlam ak bakım ından şarttır. G erçek duygularım ızı fark edememek bizi onların insafına bırakır. D uygularını tanıyan kişiler, hayatlarını daha iyi idare ederler; kim inle evleneceğinden hangi işe gireceğine kadar kişisel karar gerektiren konularda ne düşündüklerinden çok daha emindirler. 2. D uyguları idare edebilmek. D uyguları uygun biçim de idare yeteneği, özbilinç temeli üstünde gelişir. 5. Kısım, kendini yatıştır­ ma, yoğun kaygılardan, karam sarlıktan, alınganlıklardan kurtulm a yeteneğini ve bu tem el duygusal beceride başarısız olm anın sonuç­ larını ele alıyor. Bu yeteneği zay ıf olan kişiler sürekli huzursuzlukla m ücadele ederken, kuvvetli olanlar ise hayatın tatsız sürprizleri ve terslikleriyle karşılaştıktan sonra kendilerini daha kolay toparlayabilmektedir. 3. K endini harekete geçirm ek. 6. K ısım ’da değinileceği gibi, duyguları bir am aç doğrultusunda toparlayabilm ek, dikkat edebilme, kendini harekete geçirebilm e, kendine hâkim olabilm e ve yaratıcılık için gereklidir. Duygusal özdenetim -d o y u m u erteleyebilm e ve fevri davranışları zaptedebilm e- her başarının altında yatan özelliktir. T ı­ kanıp kalm am ak (akış haline girebilm ek) her tür yüksek performansı m üm kün kılar. Bu beceriye sahip kişiler, yaptıkları her işte daha üret­ ken ve etkili olabilmektedir. 4. Başkalarının duygularını anlamak. Duygusal özbilinç tem e­ li üzerinde gelişen diğer b ir yetenek olan empati, insanlarla ilişki­ 73

de temel beceridir. 7. Kısım, em patinin köklerini, duygusal tonlara sağırlığın sosyal bedelini ve empatinin neden hayırseverlik hissim canlandırdığını inceliyor. Em patik kişiler başkalarının neye ihtiyacı olduğunu, ne istediğini gösteren belli belirsiz sosyal sinyallere karşı daha duyarlıdır. Bu da onları insan bakım ıyla ilgili mesleklerde, öğ­ retmenlik, satıcılık ve idarecilikte başarılı kılar. 5. İlişkileri yü rü te b ilm e k . İlişki sanatı, büyük ölçüde, başkala­ rının duygularını idare etme becerisidir. 8. K ısım , sosyal yeterlilik ve yetersizliği, ayrıca hangi özgül becerilerin söz konusu olduğunu incelemektedir. Bu beceriler popüler olmanın, liderliğin, kişiler arası etkililiğin altında yatan unsurlardır. Bu becerilerini çok geliştirmiş kişiler, insanlarla sürtüşmesiz bir etkileşim sürdürmeye dayalı her alanda başarılı olur ve parlak bir sosyal yaşam sürdürürler. Kuşkusuz, insanlar bu beş alandaki yetenekleri açısından farklı­ lık gösterirler; örneğin bazılarım ız kolaylıkla kendi kaygılarını yatıştırabilirken, başkalarını yatıştırm a konusunda oldukça beceriksiz olabilir. Yetenek düzeyimizin tem elinde hiç kuşkusuz sinir sistem i­ m iz bulunur; ancak ileride de göreceğim iz gibi, beyin olağanüstü bir esneklikte, sürekli öğrenen bir organdır. Duygusal becerilerdeki aksaklıklar telafi edilebilir. Bu alanlardan her biri büyük ölçüde bir alışkanlıklar ve tepkiler bütününü temsil eder; doğru yönde çaba har­ cayarak ıslah edilebilir.

1Q VE DUYGUSAL ZEKÂ; SAF TÜRLER IQ ve duygusal zekâ birbirlerine karşıt değil, birbirinden ayrı yetilerdir. Hepimizde akıl ve duygusal hassasiyet karışıktır; IQ ’su yüksek ancak duygusal zekâsı düşük (veya lQ ’su düşük ve duygusal zekâsı yüksek) kişiler, kalıplaşm ış inanışlara karşın görece enderdir. Aslında IQ ve duygusal zekânın bazı yönleri arasında az da olsa bir bağlantı vardır, ancak bu o kadar ufaktır ki, IQ ile duygusal zekânın birbirinden bağım sız olgular olduğunu açıkça ortaya koyar. B ildik IQ testlerinin aksine, “duygusal zekâ puanı nı çıkaran tek bir kalem kâğıt testi yoktur ve hiçbir zam an da olmayabilir. D uygu­ sal zekânın, her türlü unsuru hakkında çok fazla araştırm a bulunm a­ 74

sına rağm en em pati gibi bazı yetileri sınam anın en iyi yolu, kişinin o işte gösterdiği fiili yeteneği örneklem ektir; -sözgelim i deneklere bir kişinin duygularını o kişinin videoya çekilm iş yüz ifadelerinden okutturm ak gibi. B erkeley’deki Califorııia Ü niversitesi’nden psiko­ log Jack Block, “Benliğin dayanıklılığı” diye adlandırdığı duygusal zekâya oldukça benzeyen (temel sosyal ve duygusal yeterlilikleri içeren) bir ölçüt kullanarak, kuram sal açıdan sa f iki türün karşılaş­ tırm asını yapm ıştır: Yani, yüksek IQ ’lu kişilerle, gelişmiş duygusal yetenekleri olanları karşılaştırm ıştır.15 B ulduğu farklar oldukça ay­ dınlatıcıdır. S a f yüksek IQ tipi (yani, duygusal zekâdan ayrı tutulmuş olan), adeta, zihin dünyasında uzm an, ancak kişisel dünyada yetersiz bir entelektüelin karikatürüdür. Profiller kadın ve erkeklerde hafif fark­ lılık göstermektedir. Y üksek IQ ’lu erkek, bekleneceği gibi, geniş bir entelektüel ilgi ve yetenekler dizisine sahiptir. Hırslı, üretken, istikrarlı, sebatkâr ve kendi sorunlarını dert etm eyen birisidir. Ayrıca eleştirici, tepeden bakan, titiz, duygularına gem vuran, cinsellik ve duygusal deneyim ler konusunda tutuk, kendini açm ayan, mesafeli, duygusallık açısından ise kayıtsız ve soğuktur. Buna karşılık, duygusal zekâsı yüksek erkekler, sosyal açıdan dengeli, dışa dönük ve neşeli, korkaklığa veya derin düşünmeye yat­ kınlığı olm ayan kimselerdir. İnsanlara ve davalara bağlanm a, sorum ­ luluk alma, etik bir görüşe sahip olm a özellikleri dikkat çeker. İliş­ kilerinde başkalarına karşı sevecen ve ilgilidirler. Zengin, ama yerli yerinde bir duygusal yaşam ları vardır. Kendileriyle, başkalarıyla ve yaşadıkları sosyal dünyayla barışıktırlar. Salt yüksek IQ ’lu kadınlar kendilerinden beklenen entelektüel güvene sahiptir. D üşüncelerini akıcı bir şekilde ifade edebilir, en­ telektüel konulara değer verir ve geniş bir entelektüel ve estetik ilgi alanına sahiptirler. Bu tip kadınlar aynı zam anda kendi kendilerini tahlil edebilen, kaygıya, derin düşünm eye, suçluluk duymaya yatkın, ayrıca öfkelerini açıkça belli etm ekten kaçm an (dolaylı yoldan bunu yapan) kişilerdir. D uygusal zekâsı yüksek kadınlar ise, aksine kendini ortaya koyabilen, duygularını doğrudan dile getiren, kendi kendilerine olum ­ lu bakan, hayatta bir anlam bulan insanlardır. Ayrıca, erkekler gibi 75

onlar da dışa dönük, neşeli, duygularını uygun bir biçim de ifade edebilen (örneğin, sonradan pişm anlık duyulan patlam alar halinde değil) strese kolay uyarlanabilen kim selerdir. Sosyal tavırları, yeni insanlara kolayca ulaşmalarını sağlar. K endileriyle barışık olmaları, oynak, içtenlikli ve duygusal deneyime açık olm alarına yol açar. S af IQ kadınlarının aksine, ender olarak kaygı ya da suçluluk hisseder veya derin düşüncelere dalarlar. Bu portreler tabii ki uç örneklerdir; hepim izde, 1Q ve duygusal zekânın farklı bir karışımı vardır. A ncak, her bir boyutun kişiye ayrı ayrı ne gibi özellikler kattığını görm emizi sağlayan bir bakış açısı sunmaktadırlar. Bir kişide hem bilişsel hem duygusal zekâ olduğu ölçüde, bu portreler örtüşür. Yine de, insanı insan yapan niteliklerin çoğu, duygusal zekâdan gelmektedir.

4 Kendini Bil

E sk i bir Japon m asalına göre, kavgacı bir sam uray günün birinde bir Zen ustasını cennet ve cehennem kavram larını açıklam aya davet eder. A ncak rahip onu küçüm seyen bir tavırla, “ Sen eşeğin tekisin. Senin gibilerine zam an harcayam am ,” der. O nuru zedelenen samuray, öfkeden köpürerek kılıcını kınından çıkarıp, “ Seni bu küstahlığın için öldürebilirim ,” diye bağırır. “İşte,” der Zen rahibi sakince, “bu cehennem dir.” Samuray, kapıldığı öfkeyi ima eden ustanın doğru sözle­ ri karşısında irkilir ve sakinleşerek kılıcını yerine koyar. Sonra da eğilip, kendisine kazandırdığı içgörü için rahibe teşekkür eder. “İşte bu da cennettir,” der rahip. Sam uraym nasıl bir sinire kapıldığını birden fark etmesi, duygunun rüzgârına kapılıp gitm ekle bunun bilincinde olmak arasındaki önemli farkı sergiliyor. Sokrates’in “Kendini bil” öğüdü, duygusal zekânın bu temel taşına, yani kişinin duygularının farkında olabilm esine değinir. İlk bakışta duygularım ızın zaten ortada olduğu düşünülebilir, ancak üzerinde daha dikkatlice durduğum uzda, çoğu kez bir şey hakkında ne hissettiğim izi pek hatırlayam adığım ızı, ya da hissettiğim iz şeyi olup bitenden sonra fark ettiğim izi görürüz. Psi­ kologlar biraz süslü terim ler kullanarak bu tür durum ları üstbiliş (m etacognition), yani düşünce süreçlerinin farkında olmak; ve üsthal (m etam ood), yani kişinin duygularının farkında olabilmesi, diye adlandırırlar. Benim tercihim ise, kişinin iç dünyasında olup bitenin sürekli farkında olması anlam ındaki özbilinçtir. 1 Bu kendine yönelik bilince sahip olan zihin, duygular da dahil olm ak üzere, yaşananları gözlem ler ve inceler.2 77

Bu nitelikteki bir bilinç, Freud’un psikanalize gireceklere tav­ siye ettiği “eşit dağılm ış dikkat” kavram ına benzetilebilir. Böylesi bir dikkat, farkında olunan her şeyi ilgili ancak tepkisiz bir tanık gibi tarafsız bir biçim de kaydeder. Bazı psikanalistler buna, hastanın söylediklerine kendisinin verdiği tepkileri ve yine hastada serbest çağrışım sürecinde ortaya çıkanları gözden geçirm esini sağlayan özbilince sahip olma yeteneği anlamında, “gözleyen benlik” de dem ektedirler.3 Bu tarz bir özbilinç, özellikle de uyandırılan duygulan tanım layıp adlandırm ayı sağlayan dil alanlarını ve uyarılm ış bir neokorteksi ge­ rektirir. Özbilinç, duyguların yoğunluyla dağılabilecek abartılı bir tepki verm eye ya da algılananı abartmaya açık bir dikkat hali değildir. Tam tersine, fırtınalı duygular içinde bile kendine yönelik olabilmeyi sürdüren tarafsız bir haldir. W illiam Styron derin depresyon halini yazarken, “ikinci bir b en ’in-dublörünün çılgınlığını paylaşm adan onun m ücadelesini sakin bir m erak içinde izleyen hayalet benzeri bir gözlem cinin- kendisine eşlik ettiği” hissinden söz ederek zilinin tam da bu özelliğine değinm ektedir.4 Kendini gözlem leyebilm e, en iyi yanıyla, tutkulu ya da çalkantılı duyguların böylesine bir kayıtsızlık içinde bilincine varılmasını sağlar. En azından, deneyim den biraz geri çekilme, “m eta” düzeyde paralel bir bilinç akışı şeklinde kendini gösterir: Ana akım ın üzerin­ de veya yanında kalarak, olayların içine karışıp kaybolm ak yerine, farkında olunur. Bu, örneğin birine ölümcül bir öfke beslem ekle, o öfke sırasında “Şimdi öfkeye kapıldım ,” gibi kendine yönelik bir düşünceyi aklından geçirebilm ek arasındaki fark gibidir. Bilincin sinirsel m ekaniği açısından, zihinsel faaliyetteki bu ince değişim büyük olasılıkla neokorteks devrelerinin duyguyu etkin bir biçimde takip ederek, onun üzerinde bir kontrol sağlam aya yönelik ilk adımı attığına ilişkin bir işarettir. D uyguların farkında olma, duygusal öz­ denetim gibi diğer yetilerin üzerine inşa edildiği temel duygusal ye­ terliliktir. Y ale’den Peter Salovey’le birlikte duygusal zekâ kuramını geliştiren N ew H am pshire Ü niversitesi’nden psikolog John M ay er’in deyim iyle, özbilinç kısaca, “kişinin ruh halinin ve o ruh hali hakkındaki düşüncelerinin farkında olabilm esi” demektir.5 Öz78

bilinç, iç dünyaya karşı tepkisiz ve yargısız bir dikkat olabilir. Ancak Mayer, bu duyarlılığın her zam an bu denli kayıtsız olm adığına işaret etm ektedir; duygusal özbilincin içerdiği tipik düşüncelerden bazıları, “böyle hissetm eliyim ” , “neşelenm ek için iyi şeyler düşünüyorum ” gibi, ya da daha kısıtlı bir özbilinç hali olarak, çok moral bozucu bir şeye tepki verirken zihninden geçiveren “bunu düşünm e” düşüncesi olabilir. H islerin farkında olm akla, onları değiştirm ek için harekete geç­ mek arasında mantıksal bir fark olsa da, M ayer uygulam ada bu ikisi­ nin el ele gittiğini görmüştür: Berbat bir ruh halinin farkında olmak, aynı zam anda ondan kurtulm ayı istem ek anlam ına gelir. Ancak bu farkında olm a durum u, duygusal bir dürtü yüzünden fevri hareket­ lerde bulunm ayı engellem eye çalışm aktan farklıdır. Öfkelendiği için oyun arkadaşına vuran bir çocuğa “D ur!” diyerek, vurm a hareketini durdurabiliriz am a öfkesinin için için kaynam asını engelleyemeyiz. Çocuğun düşünceleri halen öfkeyi başlatan şeye odaklıdır - “Ama o benim oyuncağım ı çaldı!”- ve öfke kesintisiz devam eder. Özbilin­ cin güçlü ve hoş olm ayan duygular üzerinde daha kuvvetli bir etkisi vardır: “Öfkeye kapıldım ” düşüncesi daha büyük bir özgürlük sağlar; salt hissedilen duyguya kapılarak harekete geçme seçeneğini değil, aynı zam anda bu duygudan kendini kurtarm ayı deneme seçeneğini de sunar. M ayer, kişilerin duygularını birbirlerinden farklı şekillerde ele alıp baş ettiğini görm üştür:6 • Özbilinçli. Ruh hallerinin farkında olan bu kişiler, duygusal hayatları hakkında belli bir anlayışa sahiptir. Duygularının bilincinde olmaları, diğer bazı kişilik özelliklerini destekleyebilir: Özerk, ken­ di sınırlarından emin, psikolojik açıdan sağlıkları yerinde ve hayata olum lu bir gözle bakan insanlardır. Kötü bir ruh haline girdiklerinde, bunu dert edinip kafalarına takm az ve daha kısa bir süre içinde ken­ dilerini bu durum dan kurtarırlar. K ısacası, özbilinçleri duygularını idare etm ekte kolaylık sağlar. • K endini kaptırmış. Bunlar, genelde duygularına kapılıp giden ve bu durum dan kendilerini kurtaram ayan, adeta duyguların hükmü altında yaşayan kişilerdir. Değişken, duygularının pek farkında ol­ 79

mayan, bir perspektiften bakm ak yerine duyguların içinde kaybo­ lan insanlardır. Sonuçta kendilerini kötü ruh halinden kurtarm ak içjn pek çaba harcam az ve duygusal yaşam larını kesinlikle denetleyem ediklerini düşünürler. Çoğu kez duygularının kontrolden çıkıp kendi­ lerine baskı yaptığım hissederler. • Kabullenmiş. Bu kişiler genelde ne hissettiklerini bilseler de, bu durum larım kabul eder ve değiştirm eyi denemezler. Bu tesli­ miyetçi kişiler ikiye ayrılır: Genelde kendini iyi hissedip bu durumu değiştirm eye pek az çaba harcayanlar ve bir de ruh hallerinin açıkça farkında oldukları halde, kendilerini arada bir kötü hissettiklerinde, ne olacaksa olsun şeklinde, bunu kabul edip değiştirm ek için bir şey yapm adan sızlananlar; yılgınlığa teslim olm uş depresif kişilerde gördüğüm üz budur.

TUTKULU VE UMURSAMAZ B ir an için, N ew York’tan San Francisco’ya giden bir uçak­ ta bulunduğunuzu düşünün. H er şey yolunda giderken, K ayalık D ağlar’a yaklaşıldığında pilotun şu anonsunu duyuyorsunuz: “Bayanlar ve Baylar, birazdan bir hava akım ına gireceğiz. Lütfen koltuklarınıza dönüp em niyet kem erlerinizi bağlayınız.” Bir süre sonra uçak, düşündüğünüzden çok daha kuvvetli bir hava akımına giriyor, dalgalara kapılm ış bir sandal gibi, aşağı yukarı ve sağa sola yalpalanıp duruyor. Soru şu: Ne yaparsınız? Siz, kendini okum akta olduğu kitaba ya da dergiye veren, ya da film izlem eyi sürdürüp dışarıdaki anaforu zihninizden atanlardan mısınız? Yoksa acil durum kartını çıkarıp alınabilecek önlem leri okuyan, personelde herhangi bir panik işareti olup olm adığına bakan, ya da m otorları dinleyip ters giden bir şey olup olm adığını anlam aya çalışanlardan mısınız? Bu tepkilerden hangisini yaşıyorsanız, o sizin acil durum lar kar­ şısında dikkatinizin nereye yöneldiğinin işaretidir. Bu uçak senar­ yosu Temple Ü niversitesi’nden psikolog Suzanne M iller tarafından, kişilerin stres karşısında tüm ayrıntıları değerlendirip her an tetik­ te bulunm ayı mı, yoksa bu kaygılı dakikaları kendilerini başka bir 80

işe vererek atlatm ayı m ı tercih ettiğini anlam ak üzere geliştirilmiş psikolojik testin bir m addesidir. Stres karşısında ortaya çıkan bu iki farklı dikkat hali, kişilerin duygusal tepkilerini nasıl değerlendirdik­ leri açısından da farklı sonuçlara yol açar. Stres karşısında her şeye fazlasıyla dikkat eden kişi, özellikle de b u yoğunlaşm a özbilinçten kaynaklanan sükûnetten yoksunsa, istem eden tepkisinin şiddetini ar­ tırır. Sonuçta duyguları daha da yoğunlaşm ış görünür. Kendini başka şeylere vererek olayın dışında tutanlar ise, tepkilerinin pek az farkın­ dadır ve duygusal tepkilerinin boyutunu olm asa da, deneyimini en aza indirgerler. Bu uç noktalarda kişilerin duygusal bilinci, ya baş edem eyecek­ leri kadar büyür ya da neredeyse yok olup gider. Gece yatakhane­ de çıkan yangım görünce söndürücüyü bulup alevleri söndüren bir üniversite öğrencisini düşünün. Bu durum da hiçbir anorm allik yok, ancak söndürücüyü alm aya giderken ve geri dönerken koşmuyor, yürüyor. N eden mi? Durum da herhangi bir aciliyet olduğunu hisset­ mediği için. Bu öyküyü bana, kişilerin duygularını ne yoğunlukta hissettikleri konusunda bir çalışm a yapan Illinois Üniversitesi ’nden psikolog Ed­ ward D iener anlatm ıştı.7 Vaka çalışm aları arasında D iener’in o ana dek karşılaştığı duygusal yoğunluğu en az yaşayan kişi, bu üniversite öğrencisiydi. Bu genç, yangın gibi durum lar da dahil olm ak üzere, olayları çok az ya da hiç hissetm eyerek yaşayan, tem elde tutkusuz biriydi. Şimdi de, D iener’in yelpazesinin diğer ucundaki bir kadına ba­ kalım . En sevdiği kalem ini kaybettiğinde günlerce bunun etkisinden kurtulam am ış. B ir başka gün, pahalı bir m ağazanın kadın ayakka­ bılarında büyük ucuzluk ilanım gördüğünde öyle heyecanlanm ış ki, yapm ası gereken işleri bırakıp arabasına atlayarak, C hicago’daki bu dükkâna ulaşm ak için üç saat araba sürmüş. D ien er’e göre kadınlar genelde hem olum lu hem de olumsuz duygulan erkeklerden daha yoğun hissediyor. Cinsiyet farkını bir yana koyduğum uzda da, duygusal yaşam ın daha çok şeyin farkın­ da olanlar için daha zengin olduğu söylenebilir. Duygusal açıdan bu denli hassas olan kişiler en ufak b ir kışkırtm ayla bile, iyi ya da kötü 81

anlam da, duygusal fırtınalara kapılır; diğer uçta olanlar ise, en kor­ kunç durum larda bile pek bir şey hissetm ez.

HİSSİZ ADAM Gary, nişanlısı E llen’i öfkeden çıldırtıyordu, çünkü akıllı, düşün­ celi, başarılı bir cerrah olm asına rağm en duygusal açıdan donuktu, yani her türlü duygu gösterisine karşı tam am en tepkisizdi. Bilim ve sanat hakkında mükem m el konuşm alar yapabilen Gary, sıra Ellen’a karşı hissettikleri de dahil olm ak üzere duygularına geldiğinde, su­ suyordu. Ellen elinden geldiğince onun tutkularını uyandırm aya ça­ lışsa da, Gary tepkisiz ve kayıtsız kalıyordu. Gary, E llen’m zoruyla gittiği terapiste, “Genelde hislerini dışa vuran biri değilim ,” diyordu. D uygusal yaşam söz konusu olduğunda, “Ne söyleyeceğim i bilem i­ yorum , olum lu ya da olum suz hiçbir güçlü duygu hissetm iyorum ,” diye ekliyordu. Ellen, G ary’nin kayıtsızlığı karşısında kendini çıkm azda hisse­ den tek kişi değildi. Gary, terapiste aktardığına göre, hayatında hiç kim seyle duygulan hakkında açıkça konuşam ıyordu. Nedeni, ne his­ settiğini bile tanım layam am asıydı. Söylediğine göre, hiç öfke, üzün­ tü ya da neşe duym uyordu.8 Terapistin gözlem lediğine göre bu duygusal boşluk Gary ve onun gibileri renksiz, donuk yapmaktadır: “H erkese sıkıntı verirler. Bu yüzden eşleri onları terapiste gönderir.” G ary’nin duygusal donuk­ luğu, psikiyatrların alexithym ia diye adlandırdıkları bir durumun örneği. Bu Yunanca deyim, a (yoksunluk), lexis (sözcük), thymos (duygu) sözcüklerinin birleşim inden oluşmakta. Bu tür kişiler duy­ gularını dile getirem ez. H atta hiçbir şey hissetm ezler; bu, doğal duy­ gu eksikliğinden çok, duyguları ifade edememekten kaynaklanan bir durumdur. B u tür kişiler ilk kez psikanalistler tarafından, kullan­ dıkları yöntem le tedavi edilem eyen; his, fantezi dile getiremeyen, renksiz rüyaları olan, kısacası konuşulacak bir duygusal yaşam ları olm ayan bir hasta grubu olarak fark edildiler.9 Aleksitim ya halinin teşhisine yardım cı olan klinik özelliklerin, kendisinin ve başkaları­ nın duygularını betim lem e zorluğu ve oldukça kısıtlı bir duygusal 82

sözcük dağarcığı olduğu söylenebilir.10 B undan da öte, duyguları­ nı ve duygularla bedensel duyum lar arasındaki farkı ayırt etmekte güçlük çekerler. Sözgelim i, içlerinin pır pır ettiğinden, çarpıntıdan, terlem eden, baş dönm esinden söz edebilir, ancak bunu kaygı diye adlandıramazlar. 1972’de aleksitim ya kavram ım ortaya atan H arvardlı psikiyatr Dr. Peter Sifneos, bu durum u “D uyguların m erkezi bir yere sahip olduğu toplum um uzda, bu insanlar farklı, yabancı, hatta başka bir dünyadan gelm iş izlenimi verirler,” şeklinde tanım lıyor." Aleksitimikler ender olarak ağlar, ağladıklarında ise bol gözyaşı dökerler. Ancak neden ağladıkları sorulduğunda, yanıt veremezler. Aleksitimik bir hasta, kanserden ölen sekiz çocuklu bir anneyi konu alan filmi izledikten sonra kendini kötü hissederek uyuyup kalana kadar ağlamış. Terapisti ona, bunun belki de o sırada kanserden ölm ek üze­ re olan annesini hatırlattığını söylediğinde ise hareketsiz, suskun ve şaşkın bir ifadeye bürünmüş. O andaki duygulan sorulduğunda ise, kendini “berbat” hissettiğini söylem iş, ama bunun ötesinde bir açık­ lama yapm am ış. Zam an zam an nedenini hiç bilm eden kendini ağlar bir halde bulduğunu da eklem iş.12 Sorunun özü de budur. A leksitim iklerin hiçbir şey hissetm edik­ leri söylenem ez, duygularını tam olarak adlandıram az, en önemlisi, sözcüklere dökemezler. D uygusal zekânın temel becerisi olan özbilinçten yoksundurlar, yani içimizi altüst eden duyguların bize ne hissettirdiğini bilemezler. A leksitim iklerin durumu, ne hissettiğim i­ zin kendiliğinden belli olduğu yolundaki sağduyusal kavramı yalan­ lıyor: O nların, ne hissettiklerine ilişkin en ufak bir fikirleri yoktur. Bir şey, ya da birisi onlara bir şey hissettirdiğinde, bunun üstesinden gelemez, ne pahasına olursa olsun kendilerini aşan, kaçınılm ası ge­ reken bir şey olarak görürler. B ir şey hissedecek olurlarsa, sinemada ağlayan hastanın dediği gibi, bunu “berbat” bir sıkıntı yum ağı olarak yaşarlar; ancak ne tür b ir berbatlık olduğunu tam olarak ifade ede­ mezler. Duygular hakkındaki bu tem el karışıklık, çoğu zaman onları duy­ gusal bir sıkıntı yaşarken belirsiz tıbbi soranlardan yakınm aya iter. Bu, psikiyatride som atize etm ek olarak bilinen, duygusal acıyı fi­ ziksel acı sanm a olgusudur (ve psikosom atik rah atsızlık lard an , yani 83

duygusal soranların gerçekten tıbbi soranlara yol açması durum un­ dan farklıdır). Aslında psikiyatrinin aleksitim iklere ilgisinin asıl ne­ deni, onları doktora gelen esas hastalardan ayırt edebilmektir, çünkü ortada duygusal bir soran varken, uzun ve sonuçsuz teşhis ve tedavi süreçlerine girebilmektedirler. Şu ana dek aleksitim yanın nedeni bilinm em ekle birlikte, Dr. Sifn eos’a göre lim bik sistem ve neokorteks, özellikle de neokorteksin sözel m erkezleri arasında bir kopukluk söz konusudur. Bu da duy­ gusal beyin hakkında öğrendiklerim ize uyuyor. Şiddetli nöbetler ge­ çirdiği için sem ptomları giderm ek üzere bu bağı am eliyatla kesilmiş kişiler, Sifneos’a göre, aleksitim iklerde olduğu gibi duygusal açıdan donuklaşıyor, hislerini dile getirem iyor ve hayal kurm a yeteneğini aniden kaybediyorlar. Kısacası, duygusal beynin devreleri duygusal tepkiler verebilse de, neokorteks bunları ayırt edip dillendirm e özel­ liğini ekleyemiyor. H enry Roth, Cali İt Sleep (Buna Uyku De) adlı rom anında dilin bu gücüne şöyle değiniyor: “A ncak ne hissettiğini kelim elere dökebilirsen o senin olur.” Bunun doğal sonucu, aleksitim iklerin çıkmazıdır: Hisleri ifade edememek, onları kendine mal edem em ek demektir.

İÇTEN GEÇEN HİSLERE ÖVGÜ E lliot’un alnının tam arkasında büyüyen tüm örü küçük bir por­ takal boyundaydı; am eliyatla tam am ı alındı. O perasyonun başarılı geçtiği bildirildi ama, E lliot’u tanıyanlar onun artık eski Elliot ol­ m adığını söylüyordu: K işiliği tam am en değişm işti. Bir zam anların başarılı şirket avukatı, artık hiçbir işte dikiş tutturam ıyordu. Karısı onu terk etti. Birikmiş parasını sonuç verm eyen yatırım larda kaybe­ dince, erkek kardeşinin evindeki kullanılm ayan odada yaşayan bir sığıntı durum una düştü. Elliot’un sorunu bilm ece gibiydi: Entelektüel açıdan, her zam an­ kinden daha zekiydi, ancak zam anını çok kötü kullanıyor, ufak ay­ rıntılar içinde kayboluyordu; önceliklerini tam am en yitirm iş bir hal­ deydi. Uyarılar işe yaram ıyordu; bir dizi avukatlık işinden kovuldu. Kapsam lı zekâ testleri E lliot’un zihinsel becerilerinde bir eksiklik 84

bulamayınca, sinirsel bir sorunu çıkarsa işsizlik sigortasından yarar­ lanabileceği um uduyla bir nörologa gitti. Aksi takdirde herkes onun hasta num arası yaptığım sanacaktı. Elliot’un gittiği nörolog Antonio Dam asio, E lliot’un zihinsel re­ pertuarında bir şeyin eksik olduğunu fark etti: M antık, bellek, dik­ kat, ya da diğer bilişsel yetilerinde sorun yoktu, ancak Elliot başına gelenler konusunda ne hissettiğini bilem iyordu.13 En çarpıcı şey, El­ liot’un hayatındaki trajik olayları, sanki geçmişteki kayıplarının ve başarısızlıklarının salt bir gözlem cisiym iş gibi, tam bir kayıtsızlıkla, pişm anlık ya da üzüntü, hayatın adaletsizliği karşısında öfke ya da engellenm işlik belirtisi gösterm eksizin anlatabilm esiydi. Yaşadığı felaket ona acı verm iyordu. Dam asio, E lliot’un hikâyesinden, ken­ disinden daha fazla etkilenmişti. D am asio’ya göre bu duygusal özbilinçsizliğin kaynağı, beyin tü­ m örüyle birlikte E lliot’un prefontal loblarının bir kısm ının da alın­ mış olmasıydı. A slında bu am eliyatla duygusal beynin aşağı m erkez­ leri, özellikle de am igdala ve ilgili devrelerle neokorteksin düşünme yetenekleri arasındaki bağ kesilm işti. E lliot’un düşünm e yeteneği bir bilgisayarınki gibi olmuştu; bir kararın aritm etiğinde her işlemi ya­ pabiliyor, ancak farklı olasılıklara farklı değerler verem iyordu. Her olasılık onun gözünde aynı değeri taşıyordu. Bu aşırı duygusuz dü­ şünme tarzı da, D am asio’ya göre E lliot’un sorununun özüydü: H is­ lerinin farkında olm am ası, E lliot’un m uhakem esinde bir bozukluğa yol açmıştı. Bu aksaklık sıradan kararları bile etkiliyordu. Dam asio, E lliot’la bir sonraki randevu gününü ve saatini kararlaştırm ak istediğinde, so­ nuç kararsızlığın yol açtığı bir kargaşa oluyordu: Elliot, D am asio’nun önerdiği her gün, her saat için lehte ve aleyhte gerekçeler buluyor, am a aralarından birini seçemiyordu. M antıksal açıdan bakıldığında, her bir randevu saatini kabul ya da reddetm ek için bir neden bulm ak mümkündü. A ncak Elliot önerilen randevu saatlerinin hiçbiri hak­ kında ne hissettiğinin farkında değildi. Kendi duygularının farkında olm adığı için, herhangi bir tercihi de olamıyordu. Elliot’un kararsızlığından çıkarılacak derslerden biri, hayatın akı­ şı içinde alınabilecek sonsuz sayıda kişisel karar arasından yapılan seçim konusunda duyguların hayati bir rol oynadığıdır. G üçlü duy­ 85

gular m uhakem e sürecinde kaos yaratabilse de, duyguların farkında olmam ak, özellikle geleceğim izi belirleyen kararları tartmakta yıkıcı sonuçlar doğurabilir: Hangi m esleğin seçileceği, iş güvencesi yüksek bir yerde mi, yoksa daha riskli ama ilginç bir işte mi çalışılacağı, kim inle flört edileceği, ya da evlenileceği, nerede yaşanacağı, han­ gi evin kiralanacağı ya da satın alınacağı gibi. Bu tür kararlar salt m antığa dayanarak alınamaz; kişinin güdülerine ve geçmiş deneyim ­ lerden derlenm iş duygusal bilgeliğe ihtiyaç vardır. Kim inle evleni­ leceği, kim e güven duyulabileceği, ya da hangi m esleğin seçileceği gibi konularda salt biçim sel m antık işe yaram az; bunlar duygular olm adığında aklın kdreldiği alanlardır. Bu anlarda bize yol gösteren sezgisel işaretler iç organlarım ızdan limbik sistem ce güdülenm iş dalgalar şeklinde gelir; D am asio’nun “som atik işaretleyiciler” dediği, kelim enin tam anlam ıyla içimizden geçen hislerdir. Som atik işaretleyici bir çeşit otom atik alarm dır ve tipik olarak b ir hareketin doğurabileceği olası tehlikeye dikkat çeker. G enellikle bu işaretleyiciler, deneyim lerim izin tem kinli olm ayı öğ­ rettiği bazı seçeneklerden bizi uzaklaştırır, aynı zam anda altın değe­ rinde bazı fırsatları görebilm em izi de sağlar. Biz çoğunlukla o anda hangi deneyim im izin böylesi olum suz bir hisse yol açtığını hatırla­ mayız; ihtiyacım ız olan tek şey, bir sinyalin, belirli bir olası davra­ nıştan kaynaklanan sonucun yıkıcı olacağını bildirmesidir. N e zaman içim izden bu tür bir his geçse, ya o işi bırakırız, ya da daha büyük bir güvenlik duygusuyla o düşünce yolunda devam ederek seçenekleri eler ve önüm üzdeki seçenekler dizisini daha kolay karar verebilece­ ğim iz b ir kalıba sokarız. K işisel açıdan doğru kararlar verebilm enin anahtarı, özetle hislerine kulak vermektir.

BİLİNÇALTINA İNERKEN E lliot’un duygusal boşluğu, yaşanan duygulan kavram a yetene­ ğinin insanlarda farklı olabileceğini gösteriyor. Nöroloji mantığına göre, bir sinir devresinin işlem eyişi herhangi bir yetenekte bozuklu­ ğa yol açıyorsa, beyinlerinde herhangi bir araz olm ayan kişilerde o devrenin görece daha kuvvetli ya da zayıf oluşu, kişilerin o yetene­

86

ğinin birbirinden farklı derecelerde olmasını gerektirir. Duygularla uyum açısından prefontal devrelerin oynadığı role bakacak olursak, nörolojik nedenlerden dolayı bazıları içlerinde gelişen korku ya da coşkuyu diğerlerinden daha kolay algılayabilmekte, dolayısıyla da duygularının daha fazla farkında olabilmektedir. Psikolojik içgörü yeteneği de bu devreyle bağlantılı olabilir. Ba­ zılarım ız duygusal zihnin özel sim gesel biçim lerini yakalam aya daha yatkındır: Şiirler, şarkılar ve m asalların yanı sıra m ecaz ve benzetme de hep gönül dilinde seslenir. A nlatının akışını birbiriyle bağlantısız gözüken çağrışım ların belirlediği düşler ve m itler de duygusal zih­ nin kurallarına uyarak aynı dilden konuşur. İster rom an, ister şarkı sözü yazarı ya da psikoterapist olsun, kalbinin sesini, yani duygula­ rın dilini dinlem eye yatkın olanların, oradan gelen m esajları daha iyi anlayabilecekleri kesindir. Bu iç uyum lulukları onlara “bilinçaltının bilgeliğini”, yani en derin dileklerim izi içeren sim geler olan düş ve hayallerim izin saklı anlam larını dillendirm e becerisini verir. Psikolojik içgörünün temeli özbilinçtir; psikoterapinin çoğun­ lukla güçlendirm eyi am açladığı yeti de budur. Aslında Howard G ardner’ın içsel zekâ için örnek aldığı kişi de, ruh dünyasının gizli dinam iklerinin haritasını çıkarabilm iş olan Sigmund Freud’tur. Freu d ’un dediği gibi, duygusal hayatın büyük bir kısm ı bilinçaltındadır; içimizde hissettiklerim iz çoğu kez bilinç düzeyine erişmez. Bu psi­ kolojik olgunun gözlemsel olarak doğrulanması, sözgelimi kişilerin daha önce gördüklerinin farkında bile olmadıkları şeylere karşı kesin bir hoşlanm a duygusu beslem eye başlamaları gibi, dikkate değer bir bulgunun ortaya çıktığı bilinçaltı duygularla ilgili deneylerle m üm ­ kündür. H er duygu bilinçaltında olabilir, zaten çoğu zam an da öyle­ dir. Fizyolojik açıdan duygu, genellikle kişi onu fark etm eden önce, başlar. Ö rneğin, yılandan korkan kişilere yılan resim leri gösterildi­ ğinde, deri üzerindeki algılayıcılar bir kaygı işareti olan terlem enin başlangıcını tespit etse de, onlar henüz bir korku hissetm ediklerini belirtirler. K aygılanm aya başlam aları bir yana, yılan resmi ne oldu­ ğunu algılayam ayacakları bir hızda gösterilse bile, bu terlem e görül­ mektedir. Bu tür bilinç öncesi duygusal kıpırtılar biriktikçe, sonunda bilince ulaşacak kadar güçlenirler. Dem ek ki duyguların, bilinçaltı ve 87

bilinçli olarak iki düzeyi vardır. D uygunun bilince ulaştığı an, onun aynı zam anda frontal kortekse b ir duygu olarak kaydedildiği andır.’4 Bilincin eşiğinde kıpırdayan duygular, faaliyetleri hakkında bir fikir sahibi olm asak da, algı ve tepkilerim izi yönlendirm ekte oldukça etkindir. Günün erken saatlerinde karşılaştığı bir kalabalıktan rahat­ sız olan birini ele alalım; hırçınlığı saatlerce devam eder, karşısm dakilerin davranışlarından, hiçbir kasıt olmasa da alınır ve durup du­ rurken insanlan tersler. Devam eden rahatsızlığının farkında değildir ve birisi buna dikkatini çekerse şaşırabilir, oysa bir şey bilincinden kaçarak sert tepkiler verm esini emretmektedir. A ncak verdiği tepki­ ler konusunda bilinçlenince, yani bunlar neokortekse kaydedilince, olayları yeniden değerlendirip sabahın erken saatlerinde üstüne çö­ ken hislerden kurtulup hayata bakış açısını ve ruh halini değiştire­ bilmektedir. Bu şekilde duygusal özbilinç, duygusal zekânın ikinci ana öğesi olan kötü bir ruh halini üzerinden atm a yeteneğinin temel taşını oluşturur.

5 Tutkunun Köleleri

Sen... Kaderin sillesini de, ödüllerini de Aynı şükranla karşılamış birisin... Tutkularının kölesi olmayan bir adam göster bana, Kalbimin içinde, hatta kalbimin kalbinde taşıyayım onu, Tıpkı seni taşıdığım gibi...

Hamlet’ten arkadaşı Horatio’ya

B ir çeşit özdenetim, yani “tutkunun kölesi” olm aktansa kaderin sillesinin kopardığı duygusal fırtınalara dayanabilm e, Eflatun’dan beri yüceltilen bir erdemdir. Bunun eski Yunanca’daki karşılığı olan sophrosyne, Yunanca uzm anı Page D uB ois’nın yorum uyla, “kişinin hayatını özenle ve akıllıca yaşam ası; ahenkli bir denge ve bilgelik” anlam ına gelir. R om alılar ve eski H ıristiyan kilisesiyse buna temperantia, yani dengelem e, duygusal aşırılıkları sınırlam a demiş. Amaç, duyguları bastırm ak değil, dengedir: H er duygunun kendine özgü bir değeri ve önem i vardır. Tutkusuz bir hayat, yaşam ın kendi zengin­ liklerinden kopuk ve yalıtılm ış, donuk, çorak bir kayıtsızlık alemine dönüşebilir. A ncak A risto’nun tespit ettiği gibi, makbul olan uygun duygudur, yani koşullarla orantılı biçim de hissedebilmektir. D uygu­ lar fazlasıyla bastırıldığında donukluk ve uzaklık yaratır; kontrolden çıktığında, aşırı ve ısrarlı, patolojik bir hale gelir. Kişiyi felç eden baskın kaygılanm ada, öfkeye dönüşen kızgınlıkta ve m anik ajitasyonda olan da budur. Aslında, bize sıkıntı veren duygulara hâkim olabilme, duygusal sağlığım ızın anahtarıdır; aşırılık -fa z la yoğun ya da uzun süreli duy­ g u lar- dengem izi bozar. D oğal olarak bu, tek tip duygu hissetm em iz gerektiği anlam ına gelmez; her zam an mutlu olmak, bir bakım a 197 0 ’lerde m oda olan gülen yüz rozetlerinin kişiliksizliğine bürünm ek 89

demektir. Acı çekm enin yaratıcılığa ve ruhsal hayata katkıları lehin­ de söylenebilecek çok şey vardır; acılar nıhu olgunlaştırabilir. D üşüşler en az çıkışlar kadar hayata bir tat katar, ancak bunların dengede olm ası gerekir. K albin m atem atiğinde kişinin kendini iyi hissetm esi olumlu ve olum suz duyguların oranına bağlıdır - e n azın­ dan ruh hali konusunda yüzlerce kadın ve erkek üzerinde yapılan araştırm alarda, deneklerden rasgele anlarda yanlarında taşıdıkları çağrı cihazlarının hatırlatm asıyla o anki ruh hallerini kaydetmeleri istendiğinde çıkan sonuç budur.1 İnsanın kendini iyi hissetmesi için tatsız duygulardan kaçınm ası gerekm ez; ancak fırtınalı duyguların tüm olum lu ruh hallerinin yerini alacak kadar kontrolden çıkmaması gerekir. Yoğun öfke ya da depresyon halleri yaşayanlar, bunları den­ geleyen bir dizi eşit yoğunlukta neşeli ve mutlu anları oluyorsa, hâlâ kendilerini iyi hissedebilirler. Bu incelemeler, ders notları veya IQ ile kişinin duygusal sağlığı arasında çok az hatta sıfır ilinti olduğunu bulgulayarak, duygusal zekânın akadem ik zekâdan bağımsızlığını da ortaya koyuyor. N asıl zihnin arka planında düşüncelerin dinm eyen uğultusu var­ sa, sürekli bir duygusal m ırıldanm a da vardır; birini çağrı cihazıyla önce sabahın altısında, sonra da akşam ın yedisinde ararsanız, her seferinde farklı bir ruh halinde bulursunuz. K işinin ruh hali bir gü­ nün sabahından ertesi güne elbette farklılık gösterebilir; ancak ruh hallerinin haftalık ya da aylık ortalam ası, onun genelde kendini na­ sıl hissettiğini gösterir. A nlaşılan, çoğu insan aşırı yoğun duyguları ender yaşıyor; duygusal iniş çıkışlarım ız arasında küçük tümseklere çarpsak da, çoğum uz ortalarda bir yerde oluyoruz. Yine de, duyguları idare etm ek tam günlük bir iştir, özellikte boş zam anlarım ızda, çoğunlukla ruh halim ize hâkim olma çabası har­ carız. Rom an okum aktan TV seyretm eye kadar, seçtiğim iz tüm fa­ aliyetlerim izi ve arkadaşlarım ızı kendim izi iyi hissetm ek am acıyla seçiyor olabiliriz. Kendini yatıştırm a sanatı, temel bir hayat becerisi­ dir. John B ow lby ve D.W. W innicott gibi bazı psikanalitik düşünür­ ler bunu en en önem li psişik araçlardan biri olarak görürler. Teoriye göre, duygusal açıdan sağlıklı bebekler bakıcılarının kendilerini ya­ tıştırm a tarzlarını kendilerine aynen uygulam ayı öğrenir ve duygusal beynin iniş çıkışlarından daha az zarar görürler. 90

G ördüğüm üz gibi beynin düzeni, ne zam an ve hangi duygunun rüzgârına kapılacağım ızı kontrol etm em izi çoğu kez zor ya da ola­ naksız kılıyor. A m a bir duygunun ne kadar süreciğini belirlememiz bir ölçüde olanaklıdır. Söz konusu olan, ıvır zıvır türünden üzüntü, kaygı, kızgınlıklar değildir; bu tür haller zam anla ve sabırla atlatılabilir. A ncak bu duyguların yoğunluğu ve süresi uygun ölçüyü aşıyor­ sa, o zam an rahatsızlık veren uçlara, yani kronik kaygı, kontrolsüz öfke ve depresyona doğru kayarlar. Başa çıkılm az bir yoğunluk ka­ zandıklarında da, kurtulabilm ek için ilaç tedavisi, psikoterapi ya da her ikisi birden gerekli olur. Bu tür durum larda duygusal açıdan kendini ayarlama yeteneği­ nin bir belirtisi, duygusal beyindeki kronik ajitasyonun farmakolojik bir yardım görm eden giderilem ez halç ne zam an geldiğinin farkında olabilmektir. Örneğin, m anik depresif vakaların üçte ikisi, bu rahat­ sızlığa karşı hiçbir tedavi görmem iştir. Ancak lityum ve bazı yeni ilaçlar, kişiyi felç eden depresyonun yarattığı hırçınlık ve öfkeyle, m anik durum ların coşku ve yücelik halini birbirine karıştıran tipik döngüyü kırabilir. M anik depresiflerde görülen bir sorun da, maninin verdiği coşkuyla kişinin felaketle sonuçlanabilecek kararlar verme­ sine rağm en, yardım ihtiyacını hissetm eyecek kadar kendinden emin olmasıdır. Böylesi ciddi duygusal bozukluklarda, psikiyatrik ilaç te­ davisi, hayatı düzenlem eye yarayan bir araçtır. K endim izi kötü hissettiğim iz daha sıradan ruh hallerini ise kendi olanaklarım ızla aşm am ız gerekir. Ne yazık ki bunu her zam an kendi kendim ize başaram ıyoruz; en azından Case W estern Reserve Ü ni­ versitesi’nden psikolog D iane T ice’ın, dört yüzü aşkın kadın ve er­ keğe kötü ruh halinden kurtulabilm ek için hangi stratejileri kullanıp bunların ne kadar faydasını gördüklerini sorduğu araştırmadan çıkan sonuç budur.2 Kendini kötü hissetm e halinin giderilm esi gerektiği yolundaki felsefi önerm eye herkes katılm ıyor; T ice’a göre “s a f ruh hali”ni sa­ vunan yüzde beşlik bir grup, tüm duyguların “doğal” olduğunu öne sürerek, ne kadar kötü olursa olsun duyguları olduğu gibi yaşam ak­ tan yanaydı. B ir de pragm atik nedenlerden ötürü kendini özellikle tatsız ruh hallerine sokanlar vardı: Bunların arasında hastalarına kötü haberi verm eye hazırlanan doktorlar, adaletsizliğe karşı daha iyi sa91

yaşabilm ek için Öfke besleyen toplum sal eylem ciler, hatta oyun ala­ nındaki kabadayılara karşı kardeşine yardım edebilm ek için kendini öfkelendirdiğini söyleyen genç bir adam bulunuyordu. Bazıları ise ruh halleriyle oynam akta tam am en M akyavelci bir tavır takınıyordu; faturalarını ödemeyenlere karşı iyice kararlı görünm ek için kendile­ rini bilerek öfkelendiren tahsildarlar gibi.3 A ncak hoşnutsuzluğunu kasten pekiştiren az sayıdaki örnek bir yana bırakılırsa, birçok kişi ruh hallerine yenik düşmekten şikâyetçiydi. İnsanların ruh hallerini atlatm akta gösterdikleri başarı ise belirgin bir şekilde farklıydı.

HİDDETİN ANATOMİSİ O toyolda giderken bir arabanın aniden önünüze çıkarak sizi teh­ likeli biçim de sıkıştırdığını düşünün. A klınızdan geçen ilk düşünce “ Şu orospu çocuğuna bak!” ise, buna daha yoğun öfke ve intikam hislerini içeren “Bana çarpabilirdi! Piç herif, bunu onun yanına kâr bırakırsam adam değilim !” düşüncelerini izleyip izlem ediği, öfkenin alacağı yön açısından son derece önemlidir. Siz, onun boğazını sıkarcasına direksiyonu sıktıkça, parm aklarınızın eklem yerleri beyaz­ laşmaya başlar. V ücudunuz kaçm aya değil, kavgaya hazır hale gelir; titrem eye başlarsınız, alnınızda boncuk boncuk ter birikir, kalbiniz güm güm atar, yüz kaslarınız tehditkâr bir ifadeyle gerilir. O adamı öldürm ek gelir içinizden. Sonra, bu durum sizi yavaşlattığı için arka­ nızdaki arabanın sürücüsü kom a çalacak olursa, ona karşı da öfkey­ le patlam aya hazır hissedersiniz. İşte yüksek tansiyonun, gözü kara araba sürm enin, hatta otoyolda silah çekip ona buna ateş etmenin özünde yatan bunlardır. Öfkenin oluşm asına yol açan bu bir dizi düşünceyi, sizi sıkıştıran sürücü hakkında daha iyi niyetli bir düşünce tarzıyla karşılaştıralım : “Belki beni görmedi, belki de bu kadar dikkatsiz kullanm ası için iyi bir nedeni vardır, birini hastaneye yetiştiriyor olabilir.” Bu olasılık­ ları düşünm ek, öfkeyi acım a histeriyle ya da en azından hoşgörüyle yum uşatarak, öfke oluşum unun önünü keser. Sorun, bizi orantılı bir derecede ve gerektiğinde öfkelenm eye davet eden A risto’nun da ha­ tırlattığı gibi, çoğu kez öfkeyi kontrol altına alam ayışımızdır. Ben92

jam in F ranklin’in güzel bir şekilde dile getirdiği gibi; “Öfke hiçbir zam an nedensiz değildir, ama ender olarak iyi bir nedeni vardır.” Öfkenin çeşitleri vardır. D ikkatsizce davranarak bizi tehlikeye sokan sürücüye duyduğum uz türden ani öfkenin ana kaynaklarında biri am igdala olabilir. A ncak duygusal devrenin diğer ucu olan neokorteks, büyük olasılıkla soğukkanlı bir intikam ya da adaletsizliğe veya haksızlığa karşı duyulan öfke gibi, daha hesaplı öfkeleri ortaya çıkarır. B u tür iyi düşünülm üş öfkeler, Franklin’in dediği gibi “iyi bir nedeni” olanlardır, ya da öyle görünürler. İnsanların kaçınm ak istedikleri duygular arasında en uzlaşılm az gözükeni, öfkedir; Tice, kişilerin en zor kontrol ettikleri duygunun öfke olduğunu bulgulam ıştır. G erçekten de öfke, olum suz duygula­ rın en baştan çıkarıcı olanıdır; kendini haklı çıkaran sürekli bir iç m onolog, öfkeyi serbest bırakm ası için zihni en ikna edici fikirlerle doldurur. Ü züntünün aksine, öfke enerji verir, hatta coşturur. Ö fke­ nin baştan çıkarıcılığı, ikna gücü, belki de kendi başına öfke hakkındaki şu tür görüşlerin neden bu kadar yaygın olduğunu açıklayabilir: Öfke kontrol edilem ez, ya da ne olursa olsun kontrol edilmemelidir, öfkesini kusm ak, psikolojik rahatlam a açısından daha da iyidir. Bel­ ki bu iki görüşün çizdiği kasvetli görüntüye tepki niteliğindeki bir karşı görüş ise, öfkenin tam am en engellenebileceğini öne sürer. An­ cak araştırm a bulguları dikkatle incelendiğinde, öfke konusundaki bu bildik tutum ların yanlış yönde ve belki de baştan aşağı uydurm a olduğu görülür.4 Öfkeyi alevlendiren öfkeli düşünceler silsilesi, aynı zam anda kişinin öfkesini dağıtm akta kullandığı en kuvvetli yöntem lerden birinin de olası anahtarıdır: En başta öfkeyi alevlendiren inançları zayıflatır. N eden öfkelendiğim iz hakkında ne kadar uzun düşünür­ sek, öfkem izi haklı çıkaracak o kadar çok “iyi neden” icat edebiliriz. Kafayı takm ak, öfkeyi körükler. Ancak olaylara değişik bir açıdan bakm ak, öfkenin alevlerini söndürür. Tice da, bir durum u olum lu bir çerçevede yeniden düşünebilm enin, öfkeyi engelleyen en güçlü yön­ tem lerden biri olduğunu bulgulam ıştır. 93

Hiddet “Dalgası” Bu bulgu, uzun ve titiz deneylerle öfkeyi ve hiddetin anatomisini hassas bir şekilde çözüm leyen A labam a Ü niversitesi’nden psikolog D o lf Z illm ann’ın vardığı sonuçlarla örtüşm ektedir.5 Öfkenin kökeni, ’savaş ya da kaç’ tepkisinin ’savaş’ yanında olduğundan, Zillm ann’ın öfkeyi körükleyen genel nedenlerden birinin tehlike hissi olduğunu saptam ası pek de şaşırtıcı değildir. Tehlike işaretini veren şey; ada­ letsiz ya da kaba davranışlara m aruz kalm ak, hakarete uğram ak veya aşağılanm ak, önemli bir hedefe doğru ilerlerken engellenm ek gibi, yalnızca bariz b ir fiziksel tehdit de olabilir. Bu algılam alar beyin üzerinde iki tür etkisi olan bir lim bik dalganın başlatıcısı olur. Bu dalganın bir bölüm ü, çabuk, anlık bir enerji dalgası yaratan katekolam inlerin serbest bırakılm asıdır; ve bu, Z illm ann’m deyişiyle “savaş ya da kaç durum larında görüldüğü gibi, canlı bir eylem süreci” sağ­ lam aya yeterlidir. Bu enerji dalgasının öm rü dakikalarla sınırlıdır ve duygusal beynin düşmanı nasıl tarttığına bağlı olarak, o süre içinde bedeni ya sıkı bir savaşa ya da hızlı bir kaçışa hazırlar. Bu sırada, am igdaladan hareket alan bir başka akım, sinir siste­ minin adrenokortikal kesim inden geçerek, kişiyi eylem e hazırlayan güçlendirici bir genel zem in yaratır; katekolam in enerji dalgasından çok daha uzun süren bu genelleştirilm iş adrenal ve kortikal uyanm saatlerce hatta günlerce devam ederek, duygusal beyni uyarılm aya özellikle hazır bir durum a sokar ve bunu izleyebilecek tepkilerin çabuk oluşabilm esi için bir temel oluşturur. Genelde, adrenokorti­ kal uyarılm anın yarattığı bu “tetikte olm a” durum u, zaten bir miktar tahrik edilm iş veya bir şeyden biraz rahatsız olmuş insanların neden öfkelenm eye çok daha yatkın hale geldiklerini açıklamaktadır. Her türlü stres, adrenokortikal uyarılm a yaratır ve öfkelenm e eşiğini aşa­ ğıya çeker. Böylece, işte zor bir gün geçirm iş birisi, akşam üstü evde, herhangi bir şey yüzünden -ço cu k ların gürültüsü ya da dağınıklığı g ib i- aslında başka bir zam anda böylesi bir duygusal korsanlığa yol açacak şiddette algılanm ayacak şeylere hiddetlenm eye daha yatkın olur. Zillm ann, öfke hakkındaki bu içgörülere titiz deneylerin sonu­ cunda varmıştır. Örneğin bir incelem esinde, gönüllü kadın ve erkek 94

denekleri yardım cısı aracılığıyla ima yoluyla kışkırtır. Arkasından gönüllü deneklere hoş veya sinir bozucu bir film gösterilir. Daha sonra gönüllülerden, aynı zam anda Z illm ann’ın yardım cısına karşı­ lık verm e olanağını tanıyacak şekilde, o kişinin işe alınm asında rol oynayacağını sandıkları bir değerlendirm e yapm aları istenir. D enek­ lerin verdiği karşılığın yoğunluğu, izledikleri film in onları ne kadar uyardığıyla doğru orantılı olmuştur; sinir bozucu filmi seyretmek onları daha da öfkeli yapm ış ve o kişi hakkında en kötü değerlendir­ meleri yapm ışlardır.

Öfke Öfkeyi Besler Z illm ann’ın çalışmaları, bir gün alışveriş ederken tanık olduğum aile dram larından birine açıklam a getiriyor. Süperm arketin koridor­ larından birinde, üç yaşındaki oğluna em patiyle, ölçülü bir biçimde seslenen genç bir annenin sesi duyuldu: “Onu... yerine... koy!” “A m a istiyorum !” diye m ızm ızlanan çocuk, N inja K aplumbağalı m ısır gevreği kutusuna sım sıkı sarıldı. “O nu yerine koy!” Kadının yükselen sesine öfke hâkim oluyor­ du. O anda alışveriş arabasına oturtm uş olduğu bebeği, yum ulduğu reçel kavanozunu yere düşürdü. Şangırtı duyulunca, “Bir bu eksikti!” diye bağıran anne, öfkeyle bebeği tokatladı, üç yaşındakinin elinden de kutuyu kaptığı gibi en yakın rafa koyup onu belinden kavrayarak kucağına aldı ve arabayı yan yatacak kadar tehlikeli bir şekilde hızla koridordan aşağı sürdü. Bebek ağlam aya başladı, çocuk ise ayakları­ nı sallayarak, “Beni indir, beni indirV' diye karşı koydu. Z illm ann’a göre, beden bu anneninki gibi zaten eşikteyse ve bir şey duyguların kontrolden çıkm asına yol açarsa, bunu takip eden duygu ister öfke ister kaygı olsun, özellikle yoğun yaşanır. H iddet­ lenm enin dinam iği de budur. Zillm ann yükselen öfkeyi “her biri ya­ vaşça yayılarak uyarıcı bir tepki başlatan bir kışkırtm a dizisi” olarak görüyor. Bu dizide her ardışık düşünce veya algı, am igdala güdümlü katekolam in dalgalarının küçük çapta bir başlatıcısıdır ve her biri öncekilerin horm onal ivm esinin üzerine kurulur. İkincisi, birincinin yatışm asından hem en önce, üçüncüsü de onların üstüne gelir ve böy95

lece, her dalga bir öncekinin kuyruğuna takılıp bedenin fizyolojik uyanlm a düzeyini çabucak yükseltir. Bu yapılanm ada, sonradan ge­ len bir düşünce en baştakinden çok daha şiddetli bir öfke başlatır. Öfke öfkeyi besler, duygusal beyin kızışır. Bu arada aklın frenlem e­ diği hiddet, patlayarak şiddete dönüşür. Bu noktada insanlar, bağışlam ayan ve m antık sınırlarını aşmış, intikam ve m isillem eden başka bir şey düşünm eyen, neticenin ne olabileceğine kayıtsız kalan kişilerdir. Z illm ann’a göre bu yüksek düzeydeki uyarılm a, “bir kudret ve dokunulm azlık sanrısı yaratarak saldırganlığı teşvik edip kolaylaştırırken,” hiddetlenm iş kişi “bilişsel bir rehberden yoksun kalarak” en ilkel tepkilere başvurur. Limbik güdü yükselm ektedir; hayatın gaddarlığından alınan en kaba dersler, hareket tarzım belirler.

Öfkenin Merhemi Hiddet anatom isi hakktndaki bu analize dayanan Zillm ann, iki ana m üdahale yolu öneriyor. Öfkeyi dağıtm anın bir yolu, öfke dal­ gasını başlatan düşünceleri yakalayıp bunlara m eydan okumaktır. Çünkü ilk öfke patlam asını onaylayıp teşvik eden, bir etkileşim in başlangıçtaki değerlendirilm esidir; alevleri körükleyen ise bunu izle­ yen değerlendirmelerdir. Zam anlam a önemlidir; öfke döngüsüne ne kadar erken aşam ada m üdahale edilirse o kadar etkili olur. Aslında yatıştırıcı bilgiler öfke devreye girm eden önce gelirse, öfkenin önü tam am en kesilebilir. Anlam anın öfkeyi yatıştırm a gücü, Z illm ann’ın diğer yardım ­ cısının yaptığı deneyde de görülüyor. Birlikte çalıştığı yardım cısı, egzersiz bisikletine binen gönüllü deneklere hakaret edip onları kış­ kırtır. Bu kabalığına karşılık verm e olanağı (yine yardım cının işe alınmasını etkileyecek olum suz bir değerlendirm e yapm a fırsatı) tanındığında, gönüllüler bunu öfkeli bir coşkuyla yapar. Ancak bir başka deneyde, yine bir başka yardım cı, denekler kışkırtıldıktan son­ ra deneye katılır ve onlara m isillem e fırsatı verilm eden hem en önce, kışkırtıcı yardım cıya bir telefon geldiğini söyler. Kışkırtıcı yardım cı dışarı çıkarken, yeni gelene de imalı bir söz söyler. A ncak yeni ge­ len yardım cı buna ters tepki verm ez ve gönüllü deneklere, odadan

96

çıkmış bulunan kişinin, yaklaşan yüksek lisans sözlü sınavlarından dolayı ne denli yoğun baskılar altında olduğunu anlatır. Bundan son­ ra kızgın denekler adam a misillem e yapm a fırsatım yakaladıklarında bunu kullanm az, hatta çektiği sıkıntılardan dolayı ona anlayış gös­ terirler. Bu tür yatıştırıcı bir bilgi, öfkeyi körükleyen durumları yeniden değerlendirm eye yol açar. Ancak, öfkeyi hafifletm e fırsatının belirli bir m enzili vardır; Zillm ann bunun ılımlı öfke düzeyinde işe yaradı­ ğım, hiddete varan yüksek düzeylerde ise, “bilişsel yeti kaybı” oldu­ ğunu, yani aklın yitirildiği durum larda yatıştırm a fırsatlarının hiç işe yaram adığım bulgulam ıştı. İnsanlar hiddetlendiklerinde, yatıştırıcı bilgiyi “Vah vah, çok yazık!” diyerek, ya da Z illm ann’ın nazik de­ yişiyle, “İngilizcenin içerdiği en kaba tabirleri kullanm ak suretiyle” geçiştiriyorlardı.

Yatışma On üç yaşım dayken, geçirdiğim b ir öfke nöbeti sonucunda b ir daha geri dönm em eye yem in ederek evden ayrılm ıştım . G üzel b ir yaz günüydü, o tatlı sükûnet ve güzellik beni yatıştırıp teselli edene kadar sevim li sokaklarda yürüdüm . B irkaç saat sonra pişm an olm uş, h atta tam am en yum uşam ış b ir şekilde geri döndüm . O zam andan beri ne zam an öfkelensem , im kân varsa aynı şeyi yapıyorum . Bu tedavi bana iyi geliyor.

Bu alıntı, 1899 yılında öfke konusunda yapılm ış ilk bilim sel ça­ lışm alardan birinde rol alan bir deneğin ifadesidir6 ve bugün bile, öfkeyi hafifletm enin ikinci bir yöntem ine; hiddetlenm eye yol açacak başka kışkırtıcı unsurların bulunm adığı bir ortam da, adrenal dalga­ sının yatışm asını bekleyerek fizyolojik açıdan sakinleşm eye örnek teşkil ediyor: Sözgelim i, bir çatışm a yaşandığında, o kişiden bir süre boyunca uzak durm ak gibi. Yatışma süreci boyunca, öfkelenm iş kişi düşm anca düşüncelerin tırm anışını frenlem ek için dikkatini başka yöne çekecek, oyalanacak bir şeyler arayabilir. İlgisini başka bir noktaya yöneltm ek, Z illm ann’a göre oldukça basit bir nedenle, ruh halini değiştirm ek açısından son derece güçlü bir yöntemdir. H oşça vakit geçirirken öfkeli kalm ak zordur. Tabii işin p ü f noktası, önce öfkeyi hoşça vakit geçirebilecek kadar yatıştırmaktır. 97

Zillm ann’ın öfkenin tırm anış ve azalış yollarını çözümleyişi, ki­ şilerin öfkelerini hafifletm ek için kullandıklarını söyledikleri strateji­ lerle ilgili D iane T ice’ın bulgularının birçoğuna da açıklama getiriyor. Bunlar arasında oldukça etkili bir strateji, kendini yatıştırırken yalnız kalm ak için çekip gitmektir. Erkeklerin büyük bir kısm ı, arabayla dolaşm ayı tercih eder ve bu, araba kullanırken bir ara verilmesini sağlar. (Tice da bana, araba kullanırken bu yüzden artık daha dikkatli olduğunu söyledi). Belki daha güvenli bir seçenek, uzun bir yürüyü­ şe çıkm ak olabilir; etkin egzersizler de öfkeyi dağıtm aya yardım cı olur. D erin nefes alma ve kasları gevşetm e gibi alıştırmalar, bedeni öfkenin yarattığı yüksek uyarılm a düzeyinden rahatlam a düzeyine çektiği ve öfkeyi başlatan şeyden uzaklaştırdığı için yararlıdır. Et­ kin egzersiz, benzeri nedenlerden ötürü öfkeyi yatıştırm aya yardım ­ cı olabilir. Egzersiz sırasında yüksek bir fizyolojik düzeye çıktıktan sonra durunca, beden daha düşük bir etkinlik düzeyine döner. A ncak öfke uyandıran düşünceler zihni m eşgul etmeyi sürdürür­ se, yatıştırm a süreci işe yaram az, çünkü bu tarz her düşünce yeni öfke dalgalarına yol açabilecek küçük bir vesiledir. îlgi odağını de­ ğiştirm e, öfkeli düşünce silsilesini durdurma gücüne sahiptir. Tice, öfkeyi kontrol etm ek için izlenen stratejilerle ilgili araştırm asın­ da, odak değiştirm enin öfkeyi yatıştırm aya büyük ölçüde yardımcı olduğunu saptamıştır. TV, sinem a izlem e, kitap okum a ve benzeri şeyler hiddeti körükleyen öfkeli düşüncelere m üdahale eder. Ancak Tice, kendisi için alışveriş yapm ak ya da yem ek yem ek gibi zevklere teslim olm anın fazla etkili olm adığını da ortaya koym uştur; kişinin alışveriş için dolaşırken ya da bir parça çikolatalı keki mideye indi­ rirken, öfkeli düşünceleri zihninde taşımaya devam etm esi hiç de zor değildir. Bu stratejilere, D uke Ü niversitesi’nden psikiyatr Redford William s’ın, yüksek kalp hastalığı riski taşıyan saldırgan kişilerin si­ nirlenm e eğilim lerini kontrol etmeleri için geliştirdiği stratejiler de eklenebilir.7 Tavsiyelerinden biri, özbilinci kullanarak, kuşkucu ya da düşm anca düşünceler zihinde uyanır uyanm az farkına varıp bunları yazmaktır. Öfkeli düşüncelerin böylece farkına varıldıktan sonra bunlara karşı çıkılabilir, yeniden değerlendirilebilir. Ancak 98

Z illm ann’ın bulguladığı gibi, bu yaklaşım öfke hiddete dönüşmeden önce daha fazla işe yaramaktadır.

Dışavurum Yanılgısı N ew York kentinde bir taksiye yerleştiğim de, genç bir adam taksinin önünde durmuş, karşıya geçm ek için trafiğin rahatlam ası­ nı bekliyordu. Sabırsız sürücü kom a çalarak onu yürüm eye zorladı. Genç adam ın buna tepkisi ise, kaşlarını çatarak m üstehcen bir hare­ ket yapm ak oldu. Sürücü, “ Seni gidi orospu çocuğu!” diye bağırırken, bir gaza bir frene basarak taksiye tehlikeli ham leler yaptırıyordu. Bu ölümcül olabilecek tehdit karşısında genç adam som urtarak azıcık kenara çe­ kildi ve taksi adım adım trafiğe karışm ak üzereyken, araca bir yum ­ ruk indirdi. Buna karşılık sürücü, adama ağzına geleni söyledi. Yola devam ederken her halinden sinirinin geçm em iş olduğu belli olan sürücü, “ Kim seye pabuç bırakm ayacaksın. Sen de bağıracaksın, en azından insan kendini iyi hissediyor!” dedi. İçini boşaltarak rahatlam a -h id d eti dışa v u rm a- bazen öfkeyle baş etm enin en yüceltilen yöntemidir. Halk arasında yaygın kurama göre, böylece “insan kendini daha iyi hisseder”. A ncak Zillm ann’ın bulgularına göre, öfkesini kusarak rahatlam a tezine karşıt bir görüş var. Bu görüş, dışavurum un etkilerini deneysel olarak araştıran psi­ kologların, 1950’lerde, öfkeyi kusm anın ondan kurtulm aya pek az yaradığım (tabii öfkenin baştan çıkaran bir yanı olduğundan, kişiler tatm in olduklarını hissedebilir)8 bulgulam asından beri savunulm ak­ tadır. Öfkeyi kusm anın işe yaradığı durum lar da olabilir; hedef kişi­ ye doğrudan yönelik olduğunda, durum un kontrol altına alındığı ya da adaletsizliğin giderildiği hissini verdiğinde, veya diğerine “hak ettiği kadar zarar” verilip m isillem ede bulunm adan, hoşa gitmeyen bir davranışını değiştirm esini sağladığında olduğu gibi. A ncak öfke­ nin tahrik edici doğasından dolayı bunları söylem ek, yapm aktan çok daha kolay olabilir.9 Tice, öfke kusm ayı, yatışm anın en kötü yollarından biri olarak görüyor: Hiddetli patlam alar beyni iyice uyarır ve insanı daha az de­ ğil, daha çok öfkelendirir. T ice’a göre, insanlar kendilerini kızdıran

99

kişiden öfkelerinin acısını çıkardıklarını anlattıklarında, bunun etki­ si o ruh halini giderm ek değil, uzatm ak oluyordu. Çok daha etkili olan yöntem se, önce yatışıp sonra daha yapıcı veya kendini ortaya koyacak bir biçim de, o kişiyle yüzleşerek anlaşm azlığı gidermekti. Öfkeyle nasıl baş edilebilir sorusuna, Tibetli bir hoca olan Chogyam Tringpa bir zam anlar şu yanıtı verm işti: “Öfkeni içine atma. Ancak öfkeyle hareket de etm e.”

KAYGIYI YATIŞTIRMA: NE, BEN Mİ TASALANIYORUM? Eyvah! Egzozdan kötü bir gürültü geliyor... Yine servise m i götürm eli, ne? M asrafını karşılayam am .,. Ja m ie ’nin üniversitesi için ayırdığım pa­ radan çekm em gerekir... Ya okul taksitini ödeyem ezsem ? G eçen haftaki okul karnesi kötüydü... Ya n otlan daha da düşer ve üniversiteye gire­ m ezse? Egzoz da fena halde patırtı çıkarıyor...

Kaygılı bir zihin ucuz bir m elodram ın kısır döngüsüne böylesine kapılmışken, bir dizi tasa birbirini kovalar ve yine en başa dönülür. Yukarıdaki öm ek, Pennsylvania State Ü niversitesi’nden psikolog Lizabeth Roem er ve Thomas B orkovec’ten alınmıştır. K aygının temeli olan tasalam na hakkındaki araştırm aları, bu konuyu nörotiğin sanatı olm aktan bilim düzeyine yükseltm iştir.10 Tasalanma işe yaradığı sü­ rece bir aksaklık yoktur; bir sorun üzerinde kafa yorm ak -tasalanm a gibi görünse de, yapıcı bir şekilde zihninde evirip çevirm ek- bir çö­ züm getirebilir. Aslında tasalanm anın tem elinde yatan, evrim süre­ cinde hayati önem taşımış olan potansiyel tehlikelere karşı tetikte olmaktır. K orku duygusal beyni uyardığı zaman, bunun sonucunda ortaya çıkan kaygının bir kısm ı dikkati yakındaki tehlikeye odak­ lar ve başka şeyleri o an için bir kenara bıraktırarak, zihni tam am en bununla m eşgul eder. Bir anlam da tasalanm a, olası aksaklıkların ve bunlara karşı alınacak önlemlerin b ir provasıdır; tasalanm anın işlevi, hayatın tehlikelerine karşı olum lu çözümleri önceden üretmektir. En zoru, tekrarlana tekrarlana bir kısır döngü halini alan, fakat hiçbir zam an herhangi bir olum lu çözüme daha fazla yaklaşam ayan kronik tasalanmalardır. Kronik tasalanm a yakından incelenirse, dü­ şük düzeyde bir duygusal korsanlığın tüm özelliklerini taşıdığı gö­ 100

rülür. Tasaların belli bir kaynağı yoktur, kontrol edilemezler, sürekli bir kaygı duygusu yaratır, m antıktan etkilenm ezler ve kişi tasalan­ m aya tek ve katı bir bakış açısından bakar. Aynı tasalanm a döngüsü yoğunlaşıp kalıcı bir hal alırsa, çizgiyi aşarak tam am en sinirsel bir korsanlığa, kaygı bozukluklarına dönüşür: fobiler, saplantılar - kont­ rolsüz güdüler ve panik nöbetleri gibi. Bu bozuklukların her birinde tasalanm a odağı belirgin bir tarzda sabitleşir. Kaygı, fobisi olanlarda korkulan durum üzerinde; saplantılı kişilerde korkulan bir felaketi önleme sabit fikri üzerinde; panik nöbetine tutulanlarda ise ölüm korkusu ya da o paniğe kapılm a olasılığı üzerinde yoğunlaşır. Bütün bu durum ların ortak noktası tasaların çığnndan çıkm ası­ dır. Örneğin saplantı ve kontrolsüz dürtü bozukluklarından dolayı tedavi görm ekte olan bir hanım , gününün büyük bir bölüm ünü hep aynı şeyleri yaparak geçiriyordu: Günde birkaç kez kırk beş dakika­ lık duşlar alıyor, yirm i kez ya da daha sık olarak, beş dakika ellerini yıkıyordu. Ayrıca tuvalet ispirtosuyla ovarak sterilize etm ediği hiçbir yere oturam ıyordu. “Çok kirli” oldukları gerekçesiyle ne bir çocuğu ne de bir hayvanı elleyebiliyordu. Bu dürtülerin tüm ünün tem elinde ürkütücü boyutlardaki m ikrop korkusu vardı; her şeyi sık sık yıkayıp sterilize etm ezse, b ir hastalığa yakalanıp öleceği düşüncesiyle tasa­ lanıyordu. Psikiyatrik literatürde sürekli tasalanm a hali anlam ına gelen “ge­ nelleşm iş kaygı bozukluğu” dolayısıyla tedavi gören bir kadından, bir dakika boyunca tasalarını yüksek sesle dile getirm esi istendiğin­ de şöyle bir tepki verdi: B unu doğru yapam ayabilirim . O kadar yapm acık olur ki, asıl sorunu gösterm eyebilir, oysa bizim asıl sorunu bulm am ız gerekiyor... Çünkü asıl sorunu bulam azsak, iyileşem em . İyileşem ezsem de, hiçbir zam an m utlu o lam am .12

Tasalanma konusunda tasalanm anın bu ustaca gösterisinde, hasta bir dakika süreyle tasalarını dile getirm esi talebine bile, birkaç sani­ ye içinde hayat boyu sürecek bir felaketi düşünm eye başlayarak tep­ ki vermiştir: “H içbir zaman m utlu olam am .” Tasalar genelde bu tür bir çizgi izler, kişi kendi kendine bir tasadan diğerine atlayan ve çoğu kez korkunç bir trajedinin hayaliyle her şeyin felaketle sonuçlandığı 101

bir öykü yaratır. Tasalar genelde zihnin gözünde değil, kulağında, yani görüntüler yerine sözcüklerle ifade bulur. Bu gerçek, tasalan­ mayı kontrol etmek bakım ından önemlidir. Berkovec ve m eslektaşları, tasalanm a üzerinde çalışmaya, uyku­ suzluğa bir tedavi yöntem i ararken başladılar. D iğer araştırm acıla­ rın da gözlem lediği üzere, kaygı iki biçim de kendisini ortaya ko­ yar: B ilişsel olarak, yani tasalı düşüncelerle, ya da som aiik olarak, yani terlem e, kalp çarpıntısı, kas gerginliği gibi kaygının fizyolojik sem ptom larıyla. B erkovec’e göre uykusuzluk çekenlerin asıl sorunu bedensel uyanıklık değildi. Onları uyanık tutan şey, araya giren dü­ şüncelerdi. B unlar kronik tasalı kişilerdi ve ne kadar uykuları olursa olsun tasalanm ayı durduram ıyorlardı. Uykuya dalm alarına yardım ­ cı olan tek şey, zihinlerini tasalardan arındırm aları ve bir gevşeme yöntem inin yarattığı duyum lara odaklanm alarıydı. Kısacası, tasalar ancak dikkati başka noktaya çevirerek durdurulabiliyordu. A ncak tasalı kişilerin çoğu bunu yapamaz. B erkovec’e göre bu­ nun nedeni, tasalanm adan elde edilen kısm i bir ödülün bu alışkanlı­ ğı kuvvetlendirici etkisidir. Tasaların olum lu bir yanı olduğu sanılır. Tasalar, olası tehditlerle, kişinin yoluna çıkabilecek tehlikelerle baş etm enin yollarıdır. Tasalanm a -b aşarılı olduğunda- bu tehlikelerin bir provasını yaptırıp onlarla başa çıkma yöntem leri üzerinde düşün­ dürür. Ancak tasalanm a her zam an bu kadar işe yaramaz. B ir soru­ nun çözüm ü için yeni seçenekler ve bakış açıları, genelde tasadan, özellikle de kronik tasadan doğm az. Tasalanan kişiler, olası sorunla­ ra çözüm üretm ek yerine genelde tehlike üzerinde düşünür ve kendi­ lerini bununla bağlantılı h a fif bir korkuya gömerek, aynı düşüncenin etrafında dönüp dururlar. Sürekli tasalanan kişiler tam am en olasılık dışı olan bir sürü şey hakkında tasalanırken; hayatta başkalarının hiç farkında olm adığı tehlikeler görürler. Yine de, B erkovec’e tasalanm anın kendilerine yararlı olduğunu, kendi kendini beslediğini ve korku dolu düşüncelerin sonsuz dön­ güsünde dönüp durduklarını anlatmışlardır. Tasalanma neden adeta zihinsel bir bağım lılık yapm aktadır? B erkovec’in de değindiği gibi, batıl inançlarda da olduğu gibi, tasalanm a alışkanlığının tu haf bir şe­ kilde pekiştirici bir yanı vardır. İnsanlar gerçekleşm e olasılığı düşük pek çok şey için tasalandıklarından -sev ilen birinin bir uçak kaza­

102

sında ölmesi, iflas etm ek g ib i- bunda en azından ilkel lim bik beyin açısından sihirli bir şey var gibidir. Beklenen bir kötülüğü uzak tutan muska gibi, tasalanm a psikolojik açıdan, saplantı halini alan tehlike­ yi önleyen şey olarak görülür.

Tasalanma İşi K adın, bir yayıncının yaptığı iş teklifinin cazibesine kapılarak O rta Batı’dan Los A ngeles’a taşınm ıştı. Fakat daha sonra yayınevi başka biri tarafından satın alındığı için, işsiz kalm ıştı. Ç ok oynak b ir pazarı olan serbest yazarlığa girişti; bu k ez de, ya kendini işe boğulm uş, ya da ki­ rasını ödeyem eyecek durum da buluyordu. Sık sık telefonlarını sınırla­ m ak zorunda kalıyordu ve ilk k ez sağlık sigortasından yoksun kalm ıştı. B u güvencesinin olm am ası özellikle sıkıntı vericiydi: S ağlığının başına felaketler açacağını düşünm eye başlam ıştı. H er baş ağrısını b ir beyin tüm örünün habercisi olarak görüyor, araba kullanırken hep kaza geçi­ receği gözünün önüne geliyordu. K endisini çoğu kez tasalı, hayallere dalm ış, karm akarışık sıkıntılar içinde buluyordu. D ediğine göre, tasala­ rının neredeyse bağım lılık yaptığının farkındaydı.

Berkovec tasalanm anın beklenm edik bir yararını daha keşfetm iş­ ti. İnsanlar tasalı düşüncelerine göm ülüyken, tasaların ağırlığı kay­ gının öznel durum larını -n ab zın hızlanm ası, boncuk boncuk terleme, titrem e g ib i- pek fark etm iyor ve tasalanm a sürdükçe, en azından nabızdan görüldüğü kadarıyla, bu kaygıyı kısm en batırıyordu. An­ laşılan, olaylar şu sırayla gelişiyordu: Tasalı kişi olası bir tehdit ya da tehlike im gesini canlandıran bir şeyin farkına varıyor; kurgulanan felaket de h afif bir kaygı nöbeti başlatıyordu. A rdından tasalanan kişi sıkıntı veren bir dizi düşünceye dalıyor ve bunların her biri ta­ salanılacak bir başka konuyu ortaya çıkarıyor; kişinin dikkati bu bir dizi tasayla sürüklenirken, tam da bu düşüncelere odaklandığı için, zihni ilk başta kaygıyı uyandıran felaket im gesinden uzaklaştırıyor­ du. B erkovec’e göre, im geler düşüncelere nazaran daha çok fizyolo­ jik kaygı uyandırdığından, düşüncelere gömülmek felaket imgelerini uzaklaştırarak kaygılanmayı bir m iktar azaltıyordu. Tasa da, kendi yarattığı kaygının kısm en ilacı olarak, aynı ölçüde pekiştirilm iş olu­ yordu. 103

A ncak kronik tasalar gerçekten çözüm e götüren yaratıcı yenilik­ ler yerine, kalıplaşmış, katı fikirler haline dönüştüklerinden, kişiye zarar verirler. Bu katılık sadece tasalandıran düşüncenin hem en he­ m en aynı fikirleri tekrarlayıp duran aşikâr içeriğinde kendini gös­ termez. Aynca nörolojik bir düzeyde de, kortikal b ir katılıktan söz edilebilir; duygusal beynin değişen koşullara göre esnek tepkiler gösterebilmesinde bir eksiklik ortaya çıkmaktadır. Özetle, kronik tasalanm a bazı durum larda işe yarasa da, getireceği sonuçlar açısın­ dan bazı durumlarda işe yaram az: K aygıyı biraz azaltır, ama hiçbir zam an sorunu çözmez. Sürekli tasalanan kişilerin yapm adığı başlıca şey, kendilerine en sıkça verilen öğütlere uymaktır: “Tasalanm a artık” (ya da daha kötü­ sü “Tasalanma - Keyfine bak”). K ronik tasalar, düşük düzeyli amigdala oluşum ları olduğundan, davetsiz misafirlerdir. D oğaları gereği, zihinde bir kez uyandıklarında ise, kalıcı olurlar. B irçok deneyden sonra Berkovec, en tasalı kişilerin bile bu alışkanlığı denetim altına alm asına yardım cı olacak bazı basit adım lar keşfetmiştir. İlk adım özbilinçtir; tasalandıran düşünceleri olabildiğince baş­ langıçta, en iyisi o belirsiz felaket im gesi tasa-kaygı döngüsünü baş­ latır başlatm az ya da hem en sonra yakalamaktır. Bu yaklaşım dan yola çıkan Berkovec, öncelikle kişilere kaygının işaretlerini izlem e­ yi, özellikle de tasa uyandıran durum ları ya da tasayı başlatan belir­ siz düşünce ve imgeleri, bunlarla birlikte de, bedende oluşan kaygı duyum larını tanım lamayı öğretiyor. Uygulam ayla, insanlar tasalarını her seferinde kaygı döngüsünün b ir öncekinden daha erken bir evre­ sinde tanım layabilecek hale geliyorlar. Tasalanm aya başladıklarının farkına vardıklarında uygulayacakları gevşem e yöntem lerini öğre­ nerek ve her gün tekrarlayarak, en çok ihtiyaç duydukları anda kul­ lanabiliyorlar. Gevşem e yöntem i tek başına yeterli değildir. Tasalı kişi, tasa uyandırabilecek düşüncelere etkili bir biçim de m eydan okum ak durumundadır, eğer bu yapılm azsa tasa döngüsü her seferinde geri dönecektir. Dolayısıyla bundan sonraki adım, insanın kendi var­ sayım larına eleştirel bir biçim de yaklaşm asıdır: K orkulan olayın gerçekleşm e olasılığı yüksek midir? Bunu durduracak yalnızca tek bir seçenek olduğu ya da hiçbir seçeneğin olm adığı doğru m udur? 104

G erçekten y aran var m ıdır? Yapıcı önlem ler alınabilir mi? Bu kay­ gı verici düşüncelere tekrar tekrar kapılm anın gerçekten yararı var mıdır? Bu düşüncelilik ve sağlıklı kuşkuculuk, büyük olasılıkla alt dü­ zey kaygının tem elindeki sinirsel uyarılm ayı frenleyecektir. Bu tür düşüncelerin etkin bir biçim de üretilm esi, tasanın limbik güdüsünü kısıtlayabilecek devreyi harekete geçirebilir; aynı zam anda, etkin bir gevşem e hali yaratm ak, duygusal beynin bedenin her yanına gönder­ mekte olduğu kaygı işaretlerini dengeler. Berkovec bu stratejilerin tasalanm ayla bağdaşm ayan bir dizi zi­ hinsel etkinlik oluşturduğuna işaret ediyor. Tasaya engel olunm adan tekrar tekrar oluşm asına izin verilirse, ikna gücü artar; onunla eşit derecede akla yakın bir dizi görüş karşısına konulabilirse, tasa içeren o düşüncenin safça doğru olarak algılanm ası engellenir. Psikiyatrik teşhis gerektirecek kadar ciddi boyutlarda tasalanan kişiler bile bu yolla tasalanm a alışkanlıklarından kurtarılmıştır. Öte yandan, tasaları çok ciddi boyutlara ulaşıp fobi, saplantı, kontrolsüz dürtü bozukluğu, ya da panik nöbetleri haline dönüşmüş kişilerin -a slın d a bir özbilinç işareti o la ra k - bu döngüyü kırm ak için ilaç tedavisine başvurm ası sağduyulu bir yaklaşım olabilir. Yine de, ilaç tedavisi bittiğinde kaygı bozukluklarının tekrarlanm asını önle­ m ek için duygusal devreyi terapi yoluyla yeniden eğitm ek gerekir.13

MELANKOLİYLE BAŞ EDEBİLME İnsanların kurtulm ak için en fazla çaba harcadıkları ruh hallerinin başında üzüntü gelir; D iane Tice, insanların kederden kurtulm aya çalıştıkları sırada, çok daha yaratıcı olduklarını bulgulamıştır. Tabii tüm üzüntülerden kaçm ak gerekm ez; her türlü ruh hali gibi, m elan­ kolinin de bazı yararlan vardır. B ir kaybın verdiği üzüntünün değiş­ tirilem eyen belli etkileri vardır: Eğlenceye, zevk alman şeylere karşı ilgimizi keser, dikkati kaybedilen şeye odaklar, en azından bir süre­ liğine yeni girişim ler için gereksindiğim iz enerjiyi tüketir. Özetle, bu durum kişiyi hayatın m eşgalelerinden uzaklaştırıp derin düşüncelere yöneltir. K aybım ızın yasını tutabilm em iz, anlamını derinlem esine 105

düşünebilm em iz ve sonuçta hayatım ızı devam ettirm emizi sağlaya­ cak gerekli psikolojik ayarlam alarla yeni planlar yapabilm em iz için, bizi adeta askıya alır. M ahrum iyet yararlıdır; depresyona göm ülm ek ise değildir. W illi­ am Styron, “hastalığın birçok korkunç belirtisini” kendine özgü üs­ lubuyla şöyle sıralıyor: K endinden nefret, değersizlik hissi, “küflü bir neşesizlik” ile “kasvet çökm esi, ürkm e ve yabancılaşm a duygusu ve hepsinden beteri, insanı boğan bir kaygı” .14 Bir de zihinsel belir­ tiler var: “Zihin karışıklığı, dikkatini toplayam am ak ve bellek kay­ bı”; daha sonraki aşamada ise, kişinin zihnine “anarşik çarpıtm alar” ve “düşünsel süreçleri yutan zehirli ve adlandırılam ayaıı bir dalga­ nın, yaşayan dünyaya keyifli bir tepki verme olanağını öldürdüğü hissi” egem en oluyor. Fiziksel etkileri şöyle sıralıyor: Uykusuzluk, yaşayan bir ölüdeki kayıtsızlık hissi, “bir tür uyuşukluk, halsizlik, özellikle de tu h af bir kırılganlık” ve bununla birlikte “kıpır kıpır bir huzursuzluk”. Sonra zevk alma yeteneği yitirilir: “Yiyecekler, duyu­ ların kapsam ında olan her şey gibi, tüm üyle tatsız gelir”. Nihayet, “gri renkte çiseleyen dehşet” fiziksel acıyı andıracak kadar hissedilir bir yılgınlığa dönüşürken, um ut yok olur. Bu o kadar dayanılm az bir acıdır ki, intihar bir çözüm gibi gözükür. Böylesi derin depresyonlarda hayat felç olur; yeni bir başlangıç yapılam az. D epresyonun sadece belirtileri bile hayatı dondurmaya yeter. S ytron’a hiçbir ilaç tedavisi ya da terapi yardım cı olamadı; ancak zam anla ve bir hastaneye sığınm ası sonucu bu yılgınlığını gi­ derebildi. Çoğu insan için, özellikle de daha h afif vakalarda, psiko­ terapi ve ilaç tedavisi işe yarıyor. Günüm üzde çok kullanılan Prozac gibi, bir düzineden fazla ilaç, özellikle derin depresyon durum larında etkili olabiliyor. Benim burada üzerinde durm ak istediğim, en üst düzeyinde, tek­ nik dille “klinikaltı depresyon” denilen sıradan m elankoliye dönüşen bildiğim iz üzüntü halidir. Bu, insanların iç kaynakları varsa, kendi kendilerine baş edebilecekleri düzeyde bir kederdir. Ne yazık ki, en sık başvurulan bazı stratejiler geri tepebilm ekte ve insanları öncesin­ den daha kötü bir durum da bırakabilm ektedir. Bunlardan biri, yalnız kalmaktır; morali bozuk olanlara genellikle çekici gelen bu strateji, çoğunlukla üzüntüye bir de yalnızlık hissi katm aktan başka işe yara­ 106

maz. Bu, T ice’ın depresyonla savaşm anın en popüler taktiklerinden birinin sosyalleşm e -y em eğ e çıkm ak, m aça ya da sinemaya gitmek; kısaca arkadaşlar ya da aileyle birlikte bir şeyler y apm ak- olduğu bulgusunu bir ölçüde açıklayabilir. Bu taktik sonuçta üzüntüyü kişi­ nin kafasından çıkarabiliyorsa, işe yarar. A m a kişi o anları kendisini bu hale sokanın ne olduğunu düşünerek geçiriyorsa, söz konusu tak­ tik ruh halini uzatm aktan başka işe yaram az. Aslında depresyon halinin kalıcı ya da geçici oluşunun en önem ­ li belirleyicisi, kişilerin derin düşüncelere ne derece daldığıdır. Bizi bunaltan şey yüzünden tasalanm ak, depresyonu daha da yoğunlaştı­ rıp uzatır. D epresyonda tasalar değişik şekillere bürünür ve bunların her biri bizzat depresyonun bir yanına odaklanır: kendimizi ne kadar yorgun hissettiğim iz, enerji ya da m otivasyonum uzun ne kadar az olduğu ya da ne kadar az iş çıkarabildiğim iz gibi. Genelde bu dü­ şüncelere sorunu hafifletebilecek som ut bir hareket tarzı eşlik etmez. Stanford Ü niversitesi’nde depresyondaki kişilerin derin düşünceleri üzerinde çalışan psikolog Susan N olen-H oeksm a, sık rastlanan diğer tasalar arasında, “kendini tecrit etm e ve moralinin ne kadar bozuk olduğu düşüncesi, eşinin depresyon yüzünden kendisini istem eyece­ ği endişesi ve uykusuz bir gece daha geçirip geçirm eyeceği m erakı”, sayılabilir diyor.ıs Depresyondaki kişiler bazen bu derin düşüncelerini “kendilerini daha iyi anlam aya çalıştıklarını” söyleyerek haklı çıkarmaya çalı­ şırlar; oysa aslında üzüntü hislerini, ruh hallerini iyileştirecek her­ hangi bir çabaya girm eden, beslem iş olurlar. Bu yüzden, terapide depresyonun nedenlerinin derinlem esine incelenmesi, eğer içgörüye ya da bu depresyona neden olan koşulları değiştirecek eylem lere yol açıyorsa, çok yararlı olabilir. A ncak edilgen bir biçim de üzüntüye boğulm ak, durum u sadece daha da kötüleştirir. Derin düşünceler ayrıca daha da bunaltıcı koşullar yaratarak depresyonu kuvvetlendirebilir. Nolen H oeksm a’nın verdiği örnek­ te, depresyonda olan bir bayan satış elemanı zamanını bu durum u­ na endişelenm ekle geçirdiğinden, önem li müşterilere ayıracak vakti kalmaz. Satışlar düşünce de, kadın kendini başarısız hisseder ve bu da depresyonu besler. Am a depresyona ilgi odağını değiştirm eye ça­ lışarak tepki verseydi, kendini m üşteri ziyaretine vererek kafasından 107

üzüntüyü uzaklaştırabılirdi. Satışların düşmesi ihtimali azalır ve sırf satış yapm ası bile kendine güvenini artırarak depresyonunu bir m ik­ tar azaltabilirdi. N olen-H oeksm an’a göre kadınlar depresyondayken derin düşün­ celere dalm aya erkeklerden daha yatkındır. O na göre bu, kadınlarda depresyon teşhisinin erkeklere oranla iki kat daha fazla olmasını en azından kısm en açıklamaktadır. Tabii, işin içinde kadınların sıkıntı­ larını daha kolay dile getirebilm eleri veya hayatlarında depresyona yol açacak daha fazla şey olması gibi, başka etkenler de bulunuyor. Erkekler ise depresyonlarım alkolde boğm ayı tercih ediyor olabilir; alkolik erkeklerin oram kadınların iki katı kadardır. Bazı çalışmalar, bu düşünce m odellerini değiştirm eyi hedefleyen bilişsel terapinin, h afif klinik depresyon tedavisinde ilaç tedavisine eşit, hatta h afif depresyonun tekrarını önlem ekte daha üstün oldu­ ğunu göstermektedir. Bu m ücadelede özellikle etkili olan iki strateji vardır.16 Biri, tasaların m erkezindeki düşüncelere m eydan okumayı -geçerliliklerini sorgulam ayı ve daha olumlu alternatifleri düşünm e­ y i- öğrenmektir. Diğeri ise, zihnin odağını değiştirecek hoş faaliyet­ leri bilinçli olarak program ına almaktır. Odak değiştirm enin işe yaram asının bir nedeni de, depresif dü­ şüncelerin otom atik niteliğidir: kişinin zihnine beklenm edik biçim de girerler. D epresyondaki kişiler bunaltıcı düşünceleri bastırm aya ça­ lışsalar bile, çoğu kez daha iyi seçenekler bulam azlar; bunaltıcı dü­ şünceler zihni işgal eder etmez, beynin kurduğu bağlantılar üzerinde güçlü bir m ıknatıs etkisi yapar. Örneğin depresyondaki kişilerden, karışık bir biçim de verilm iş beş kelim eden oluşan cüm leleri düzelt­ meleri istendiğinde, bunaltıcı içeriği olanları (“G elecek çok karanlık görünüyor”) iyim ser olanlardan (“G elecek çok parlak görünüyor”) çok daha rahatça bir araya getirmişlerdir. Depresyonun kendi kendini beslem e eğilimi, insanların seçtik­ leri başka ilgi alanlarını bile gölgeleyebilm ektedir. D epresyondaki kişilere, dikkatlerini bir arkadaşın cenaze töreni gibi üzücü bir şey­ den uzaklaştırabilm ek için, neşelendirici, veya düşünm e gerektiren etkinlikleri içeren bir liste verildiğinde, daha çok hüzünlü olanları seçmişlerdir. Bu çalışm ayı yapan, Texas Ü niversitesi’nden psikolog Richard W enzlaff’a göre, depresyona girm iş kişilerin tam am en can108

liindırıcı, neşeli bir şeye dikkatlerini verebilm eleri ve farkında ol­ madan -m en d il ıslatan bir film, trajik b ir rom an g ib i- içlerini yine karartacak bir şeyi seçm em eleri için, özel b ir çaba gösterm eleri ge­ rekir.

Depresyona Karşı Moral Yükselticiler Sisli bir günde bilm ediğiniz dik ve virajlı b ir yolda araba kullandığınızı düşünün. A niden, bir yan yoldan -z a m a n ın d a fren yapm anıza im kân verm eyecek şe k ild e - b ir iki m etre önünüze b ir araba çıkıveriyor. T üm gücünüzle frene basınca savrulan arabanız, diğer arabaya yandan çarpı­ yor. C am ların patlam asından ve m etallerin iç içe geçm esinden hem en önce, arabanın içinde ana okuluna gitm ekte olan b ir grup küçük çocu­ ğun olduğunu görüyorsunuz. Ç arpışm a sonrasındaki ani sessizliğin ar­ dından ağlam aları duyuyorsunuz. T oparlanıp öbür arabaya koştuğunuz­ da bir çocuğun hareketsiz yattığını görüyorsunuz. Bu trajedi yüzünden kendinizi pişm anlık ve üzüntü duygularına boğulm uş hissediyorsunuz.

Bu tür iç parçalayıcı senaryolar W enzlaff’ın deneylerine katılan gönüllülerin sinirlerini altüst etm ek için kullanılm ıştı. Gönüllülerden bu sahneyi zihinlerinden uzaklaştırm aya çalışarak dokuz dakika bo­ yunca akıllarından geçenleri yazm aları ve rahatsız edici sahne akıl­ larına geldikçe bir işaret koym aları istendi. Zam an geçtikçe çoğu kişi bu sinir bozucu sahneyi daha az düşünm eye başlasa da, daha depresif olanların aklına bu sahne daha sık gelm eye başladı ve hatta dikkat­ lerini başka yere çekm eye yönelik düşüncelerde bile buna dolaylı gönderm eler yaptılar. Dahası, depresyona eğilim li denekler, odak değiştirm ek için baş­ ka sıkıntı verici düşüncelere başvurdular. W enzlaff’ın bana söyledi­ ğine göre, “Zihindeki düşünceler birbirlerine salt içerik bakım ından değil, taşıdıkları ruh haliyle de bağlantılıdır. K işiler kendilerini kötü hissettiklerinde, kötü bir ruh haliyle bağlantılı düşünceler dizisi daha kolay akıllarına gelir. D epresyona girm eye yatkın olanlar, bu düşün­ celer arasında çok kuvvetli bağlantı ağları yaratabilir ve böylece bir kez kötü b ir ruh haline girildi mi, bunları bastırabilm ek daha da zor­ laşır. İronik bir biçim de, depresyondaki kişiler zihinlerinden bunaltı­ 109

cı konulan atabilm ek için yine böylesi konuları kullanırlar ve bu da sadece daha fazla olum suz duygular yaratm aya yarar.” Bir kuram a göre ağlam ak, doğanın sıkıntıyı hazırlayan beyin kim yasallarının düzeyini düşürm ekte kullandığı bir yol olabilir. A ğ­ lam ak bazen bir üzüntü nöbetine son verse de, kişiyi hâlâ yılgınlı­ ğının nedenlerine saplanm ış durum da bırakabilir. “Ağla, açılırsın,” fikri yanıltıcıdır. D erin düşünceleri pekiştiren bir ağlama, sadece ıstırabı uzatır. D ikkatini başka, yöne verm ek ise, üzüntüyü besleyen düşünceler zincirini kırar; elektroşok tedavisinin derin depresyon­ larda etkili oluşunu açıklayan başlıca kuram lardan biri, kısa bir süre için bellek kaybına yol açtığını ve üzüntülerinin nedenini hatırla­ yam adıkları için hastaların kendilerini daha iyi hissettiklerini ileri sürmektedir. Diane T ice’m bulgularına göre h afif üzüntülerden kur­ tulm ak isteyen çoğu insan okum ak, TV, sinema, video oyunları izle­ m ek, bilm ece çözmek, uyum ak, bir tatil düşlem ekle oyalandıklarını bildirm işlerdir. W enzlafPa göre bunlar arasında en etkili olanlar ruh halinde b ir değişim e yol açanlardır -heyecanlı bir spor olayı, kom ik bir film, m oral veren bir kitap gibi. (Burada dikkat edilm esi gereken nokta şudur: Bazı oyalayıcı etkinlikler depresyonu besleyebilir. Çok fazla TV seyredenler üzerinde yapılan araştırmalar, genellikle TV seyrettikten sonra daha da yoğun bir depresyona girdiklerini göster­ mektedir!) Tice’a göre aerobik egzersizi h afif depresyonla ve diğer kötü ruh halleriyle baş etm ekte daha etkin yöntem lerden biridir. A ncak işin p ü f noktası, aerobiğin m oral yükseltici etkisinin tembel, genellikle pek idman yapm ayan kişilerde görülmesidir. G ünlük egzersizlerini düzenli yapanlar ise, bu yöntem in olumlu etkisini büyük olasılıkla buna ilk başladıklarında hissederler. Devam lı egzersiz yapanların ruh hali üzerinde ise ters bir etki olur: Günlük egzersizlerini yap­ m adıklarında, kendilerini kötü hissetm eye başlarlar. Egzersizin işe yaram asının nedeni, ruh halinin getirdiği fizyolojik durum u değiştir­ m esidir: D epresyon alt düzeyde bir uyarılm a durumudur, aerobik ise bedeni yüksek bir uyarılm a düzeyine çıkarır. Aynı şekilde bedeni alt düzeyde b ir uyarılm a durum una getiren gevşeme teknikleri de, bir üst düzey uyarılm a durum u olan kaygıya iyi geldiği halde, depres­ yona karşı o kadar etkili olmuyor. Bu yaklaşım lardan her biri dep­ 110

resyon ve kaygı döngüsünü kırabilir çünkü beyni, içinde bulunduğu duygusal hal ile bağdaşm ayan bir etkinlik düzeyine çıkarır. İkram larla ve duyusal zevklerle neşelenm ek de, kederi bertaraf etm ek için kullanılan popüler panzehirlerdendi. İnsanların depres­ yondayken kendilerini yatıştırm akta kullandıkları şeyler, sıcak ban­ yolardan sevdikleri şeyleri yem eğe, m üzik dinlem ekten sekse kadar uzanıyordu. Kötü bir ruh halinden kurtulm ak için kendine bir hedi­ ye alm ak ya da bir ikram da bulunm ak, tıpkı alışveriş yapm ak hatta yalnızca vitrin bakm ak gibi, özellikle kadınlar arasında popülerdi. T ice’ın üniversitedeki deneklerden elde ettiği sonuçlara göre, üzün­ tüyü hafifletm ek için yem ek yem ek, kadınlarda erkeklere oranla üç kat daha yaygındı; öte yandan erkekler ise m oralleri bozukken alkol ya da uyuşturucu kullanım ına kadınlardan beş kat daha yatkındılar. Panzehir olarak aşırı yem enin ya da içki içm enin zararı, hiç kuşkusuz bunların kolayca geri tepebilm eleridir. Aşırı yem ek pişm anlığa yol açar; alkol ise m erkezi sinir sistem i üzerinde depresif etki yaparak depresyonun kendi etkisini daha da artırır. Tice’a göre moral düzeltm ek için daha yapıcı b ir yaklaşım ise, ufak bir zafer ya da kolay bir başarı yaratm aktır: Evde uzun zam andır ertelenm iş bir işe girişm ek ya da halledilm esi gereken bir işi üstlen­ m ek gibi. Aynı nedenle sadece şık giyinerek ya da makyaj yaparak bile olsa kendi görüntüsünü düzeltm ek, insanı neşelendiriyordu. D epresyonun en güçlü -v e terapi dışında pek az kullanılan- pan­ zehiri ise, hayatı farklı görm ek ya da y e n i bir bilişsel çerçeve ya ra t­ maktır. B ir ilişkinin bitişiyle kederlenm ek ve “dem ek ki ben artık hep yalnız kalacağım ” gibi düşüncelerle kendine acım ak doğal olsa da, yılgınlık duygusunu artıracağı kesindir. Bir an bunun dışına çıkarak ilişkinin o kadar da harika olm ayan taraflarını ve ikinizin uyuşmayan yanlarını düşünm ek -y a n i kaybınızı farklı, daha olumlu bir açıdan gö rm ek - üzüntünün ilacıdır. Benzeri şekilde, durumları ne denli ciddi olursa olsun, kanser hastaları daha kötü durumdaki bir hastayı düşünebildiklerinde kendilerini daha iyi hissediyorlardı (“Ben o ka­ dar kötü değilim , en azından yürüyebiliyorum ”). K endilerini sağlıklı kişilerle karşılaştıranlar ise en derin depresyona girenlerdi.18 “Bete­ rin beteri varm ış” türünden karşılaştırm alar, şaşırtıcı şekilde neşelen­ 111

dirici olabilir: O ldukça m oral bozucu görünen b ir şey, birdenbire o kadar da fena gözükm em eye başlar. Bir diğer etkili depresyon ilacıysa, ihtiyacı olanlara yardımda bulunmaktır. Depresyon derin düşüncelerle ve insanın kafasm ı ken­ di soranlarına takm asıyla beslendiğinden, kendi acılarıyla boğuşan kişilere empati duymak, kuruntularım ızdan silkinm em izi sağlar. G ö­ nüllü işlere dalm ak -b ir takım ın antrenörlüğünü üstlenm ek, evsizleri beslem ek, “A ğabeylik” y ap m ak - T ice’ın araştırm asında, ruh halini değiştiren en etkili, aynı zam anda da en ender rastlanan şeylerden biriydi. Son olarak, en azından bazı kişiler, üstün bir güce başvurarak hü­ zünlerinden sıyrılabilirler. Tice, “Çok dindarsan, dua etm ek tüm ruh hallerinde, özellikle de depresyonda işe yarıyor.” demişti.

DUYGULARINI BASTIRANLAR: İYİMSER İNKÂR Cümle “O da arkadaşının kam ını tekm eledi...” diye başlıyor. B iti­ şi ise şöyle, “ama aslında ışığı açm ak istiyordu.” Bir saldın eylem inin biraz inanılm ası güç de olsa, m asum bir hataya dönüştürülm esi, duygularını bastırm anın canlı bir örneğidir. Yukarıdaki cüm le duygularını bastıranlar, yani otom atik bir şekilde duygusal rahatsızlığı bilinçlerinden silm eye alışmış kişiler üzerinde yapılan incelem eye gönüllü olarak katılm ış bir üniversite öğrencisi tarafından söylenmiştir. B aşlangıç kısm ı “Oda arkadaşının kam ını tekm eledi...“ olan cüm le bu öğrenciye verilmiş cüm le tam am lam a testinin bir parçasıdır. D iğer testler bu küçük zihinsel kaçışın kişinin hayatındaki daha genel bir eğilim in, duygusal olarak rahatsız eden şeylerin çoğunu görm ezden gelme alışkanlığının bir örneği oldu­ ğunu gösterdi.19 İlk başta araştırm acılar, duygularını bastıran kişi­ leri hissetm e yeteneksizliğinin m ükem m el örneği olarak -b e lk i de aleksitim iklerin yakın akrabası g ib i- görm üşlerse de, bugün bu tür insanların duygularını düzenlem ekte oldukça yeterli olduğu görüşü hâkimdir. O lum suz hislere karşı korunm akta o denli başarılıdırlar ki, neredeyse olum suzluğun farkında bile değildirler. Araştırm acılar arasında, olum suzluk duygusunu bastırm a diye tanım lanm ası âdet 112

olan bu tavrı, aslında olumsuzluktan etkilenm em iş gözükm e diye ta­ nım lam ak daha uygun düşebilir. Büyük bir kısmı şu anda Case W estern Reserve Ü niversitesi’nde psikolog olan Daniel W einberger tarafından yapılan bu araştırmalar bu tür kişilerin sakin, soğukkanlı gözükm elerine rağm en, bazen far­ kında olm adıkları fizyolojik rahatsızlıklarla boğuştuklarını göster­ mektedir. Cüm le tamamlama testi yapılırken, gönüllülerin fizyolojik uyarılm a düzeylerine de bakılıyordu. D uygularını bastıranların sa­ kin görünüşü, bedenlerindeki ajitasyonla çelişiyordu. Saldırgan oda arkadaşıyla ilgili ve benzeri cüm lelerle karşılaştıklarında, bu kişiler kalp çarpıntısı, terleme, yükselen tansiyon gibi, kaygının tüm sin­ yallerini veriyorlardı. A ncak kendilerine sorulduğunda, son derece sakin olduklarını belirtiyorlardı. Sürekli olarak öfke ya da kaygı gibi duygularını bertaraf etme, ender rastlanan bir olgu değil: W einberger’a göre altı kişiden biri bu hali sergiliyor. Teoride, çocuklar etkilenm em iş gözükm eyi birçok şekilde öğrenebilir. Bunlardan biri, ailede alkolik bir ebeveyn bulun­ m ası gibi sorunlu bir durum varsa, sorunun varlığım inkâr ederek üstesinden gelm e stratejisi olabilir. B ir başkası, ikisinden biri ya da ikisi de, rahatsız edici duyguları karşısında sonsuz bir neşe ya da soğuk bir tepkisizlik örneği veren ebeveynlere sahip olmaktır. Ya da bu sadece kalıtsal bir mizaçtır. H enüz kimse bu davranış modelinin insanın hayatında ne şekilde başladığını açıklayam am ış olsa da, duy­ gularını bastıranlar yetişkinliğe eriştiğinde, baskı altındayken soğuk­ kanlı ve kendilerine hâkim görünürler. Tabii burada sorulması gereken, bu kişilerin aslında ne kadar sa­ kin ve soğukkanlı olduklarıdır. Gerçekten rahatsız edici duyguların yarattığı fiziksel belirtilerin farkında olm ayabilirler mi, yoksa sadece etkilenm em iş gibi mi davranm aktadırlar? Bu sorunun cevabı, daha önceleri W einbergerTa çalışm ış bir psikolog olan, W isconsin Üniversitesi’nden Richard D avidson’ın zekice yapılm ış araştırm asında saklıdır. Davidson rahatsız olm am a özelliğini gösteren kişilerden, birçoğu oldukça nötr, ancak içlerinde hem en herkeste kaygı uyandı­ rabilecek türden saldırganca ya da cinsel anlam yüklü olanlar da bu­ lunan bir sözcük listesiyle serbest bağlantı kurm alarını ister. Beden­ sel tepkilerinden de anlaşıldığı gibi, böylesi anlam yüklü sözcükler 113

karşısında bu kişiler sıkıntının tüm fizyolojik belirtilerini gösterirler, ancak kendilerinde çağrışım yapan sözcükler neredeyse her zaman, m asum bir sözcükle bağlantı kurarak rahatsız edici sözcükleri arın­ dırma çabasını yansıtır. Eğer ilk kelim e “nefret” ise, karşılığı “sevg f ’dir. D avidson’ın çalışması (sağ elini kullanan kişilerde) olumsuz duyguları işleyen anahtar m erkezin beynin sağ, konuşm a m erkezi­ nin ise sol yarısında olm asının avantajından yararlanmaktadır. Sağ yarı rahatsızlık verici kelim eyi algıladığında, bu bilgiyi beynin ikiye bölündüğü yer olan corpus kollosum yani beyin direğinden geçire­ rek konuşm a m erkezine iletir ve tepki olarak bir sözcük söylenir. M ercekleri incelikli bir biçim de ayarlayan D avidson, bir sözcüğü görsel alanın sadece bir yansında gözükecek şekilde gösterir. Görsel sistem in sinir devrelerinin düzeni gereği, sözcük görsel alanın sol yarısında olduğunda, öncelikle sıkıntıya duyarlı beynin sağ yarısı ta­ rafından algılanır. Sözcük görsel alanın sağ tarafında bulunduğunda sinyal beynin sol tarafına, sıkıntı verici bir şey olup olmadığı değer­ lendirilm eden ulaşır. Sözcükler sağ yarının algılayacağı bir şekilde sunulduğunda, sadece rahatsız edici anlam yüklü olmaları halinde, etkilenm em iş gözüken kişilerin tepki verm e süresinde bir gecikm e olur. (Anlam yüklü olm ayan) nötr sözcüklere verdikleri tepkinin süresinde ise ge­ cikm e olmaz. Gecikm e, sadece kelim eler sağ yarının algılayacağı şe­ kilde gösterildiğinde olur, sol yarıya sunulduğunda değil. Özetle, bu kişilerin rahatsız olmam aları, sıkıntı verici bilginin aktarım ını yavaş­ latan ya da buna m üdahale eden sinirsel bir m ekanizm aya bağlıdır. Bu da rahatsız olduklarının farkında değilmiş gibi yapm adıklarını, beyinlerinin onlardan bu bilgiyi esirgem ekte olduğunu gösteriyor. Daha kesin bir dille söylem ek gerekirse, rahatsız edici algıların üs­ tünü örten yum uşak his katm anı, sol prefrontal lobun işleyişinin bir ürünü olabilir. D avidson’ı şaşırtan ise, bu kişilerde prefrontal lobla­ rın etkinlik düzeylerini ölçtüğünde, sol tarafın - iy i hislerin m erkezi­ n in - olum suzluğun m erkezi olan sağ tarafa göre kesin bir üstünlüğü olduğunu görmesiydi. Davidson bana, bu kişilerin “kendilerini olumlu, neşeli bir ruh hali içinde sergiledikleri”ni söylem işti. “Stresin kendilerine sıkıntı 114

verdiğini inkâr ederler ve sakin sakin otururken olumlu duygularla bağlantdı olan sol frontal bölüm lerinde etkinlik gösterirler. Sıkıntı hissi veren tem eldeki bedensel uyarılmaya karşın, bu beyin etkinliği onların kendilerini olum lu hissettikleri iddiasının anahtarı olabilir.” D avidson’ın teorisine göre, beyin etkinliği bakımından, sıkıntı veren gerçekleri olum lu bir şekilde yaşam ak enerji isteyen bir iştir. Fiz­ yolojik uyarılm anın artışı, belki de sinir devrelerinin sürekli olumlu duyguları koruyup olum suzları bastırm a ya da etkisiz kılm a çabası­ nın bir sonucu olabilir. Kısaca olum suzluktan rahatsız olm am ak, bir çeşit iyim ser inkâr, olum lu bir çözülm edir; ve belki de travm a sonrası stres bozukluğu gibi daha şiddetli kişilik çözülm esi durum larında rol oynayan sinir­ sel m ekanizm aların da bir ipucu olabilir. D avidson’a göre, durum sadece bir serinkanlılık halinden ibaretse, “kişinin kendi duygularını düzene sokm ası açısından başarılı bir strateji gibi gözükm ektedir,” yine de kişinin özbilinci bakım ından bedelinin ne olduğu bilinemez.

115

6 Temel Beceri

H ayatım da sadece bir kez korkudan felç olduğum u hissettim . Bu, üni­ versitenin ilk yılında nedense b ir türlü çalışam adığım b ir m atem atik sınavı sırasında oldu. O ilkbahar sabahı, kalbim e kurşun gibi b ir ağırlık çökm üş, kötü bir şeyler olacağı korkusuyla girdiğim sınıfı hâlâ hatırlı­ yorum . O sınıfla daha önce pek çok kez bulunm uştum . A ncak o sabah, sınıfın cam larından dışarısını görm üyor, salonu ise hiç fark edem iyor­ dum. K apıya yakın bir sandalyeye doğru ilerlerken gördüklerim , yerin adım attığım kısm ıyla sınırlıydı. Sınav kitapçığının m avi kapağını aç­ tığım da, kulaklarım zonkluyordu ve kaygının m idem den ağzım a vuran tadını hissediyordum . Sınav sorularına bir kez ve çabucak baktım . U m utsuzdu. B ir saat b o ­ yunca o sayfaya öylece bakakalırken, neticede başım a gelebilecek şey ­ ler gelip geçiyordu. Aynı korkulu düşünceler, bozuk b ir plak gibi, tekrar edip duruyordu. Sanki zehirli ok yem iş b ir hayvanın, yapm akta olduğu hareketin ortasında donup kalm ası gibi hareketsiz oturuyordum . O kor­ kunç anın en çarpıcı yanı, zihnim in nasıl sıkışıp kaldığıydı. O b ir saati, belki tutar um uduyla test sorularını yanıtlam aya çalışarak geçirm edim . H ayal de kurm adım . Sadece dehşetten donm uş b ir şekilde oturup bu işkencenin bitm esini bekledim .'

B u işkence hikâyesi bana ait; ayrıca duygusal rahatsızlığın zihin açıklığı üzerinde ne denli yıkıcı bir etkisi olabileceğinin, bugüne k a­ dar gördüğüm en açık kanıtıdır. Şimdi anlıyorum ki çektiğim işken­ ce, büyük olasılıkla duygusal beynin düşünen beyne egem en olabil­ me, hatta felce uğratabilm e gücünün bir deliliydi. Duygusal sıkıntıların zihinsel yaşam a nasıl m üdahale edebildiği, öğretm enler için yeni bir haber değil. Kaygılı, öfkeli ya da bunalım ­ lı öğrenciler öğrenem ezler; bu tür kişiler bilgiyi etkin bir biçim de 116

alamaz ya da onu iyi işleyemezler. 5. K ısım ’da gördüğüm üz gibi, kuvvetli olum suz duygular dikkati kendi takıntılarına çevirip zihnin odağını değiştirm e çabasını aksatırlar. Aslında duyguların raydan çı­ kıp patolojik bir yol izlem eye başladıklarının işaretlerinden biri de; bunların m üdahaleci biı; hal alıp, diğer tüm düşünceleri bastırarak o anda yapılm ası gereken işe dikkatini verm e çabalarını sürekli engel­ lemesidir. Sıkıntılı bir boşanm a sürecinden geçm ekte olan bir kişi -y a da anne-babası bu durum da olan bir ç o cu k - bu duruma kıyasla ıvır-zıvır niteliğinde olan okul ya da işyerindeki günlük işler üzerin­ de uzun süre yoğunlaşam az; klinik depresyonda olanlarda kendine acıma, keder, um utsuzluk, çaresizlik düşünceleri tüm diğer düşün­ celere baskın çıkar. D uygular konsantrasyonu bastırdığında, yitip giden şey; bilişsel bilim cilerin “işleyen bellek” dedikleri, yapılm akta olan iş hakkındaki tüm bilgileri zihinde tutma yeteneğidir. İşleyen belleği işgal eden şeyler, bir telefon num arasının rakam ları kadar sıradan ya da bir ro­ m ancının dokum aya çalıştığı olayların girift gelişim çizgileri kadar karm aşık olabilir. Zihinsel yaşam da işleyen bellek, bir cüm le söy­ lemekten, karm aşık bir m antıksal önerm eyi anlam a çabasına kadar, tüm diğer zihinsel çabaları olanaklı kılan en üst düzey bir icra işlevi­ dir.2 İşleyen belleği hislerle duyguların buluştuğu yer olan prefrontal korteks yönetir.3 Prefrontal kortekste buluşan limbik devreler duy­ gusal sıkıntıya esir düştüğünde, neticede işleyen belleğin etkililiği azalır; benim de şu korkunç m atem atik sınavı sırasında keşfettiğim gibi, doğru düzgün düşünem ez bir hale geliriz. Öbür yandan, olum lu m otivasyonun -h ev es, güven gibi duygu­ ların harekete geçirilm esi- başarıdaki rolünü düşünelim. Olimpik sporcular, dünya çapında m üzisyenler ve satranç ustaları üzerinde yapılan incelem elerde, hepsinin ortak özelliğinin kendi kendilerini motive ederek çok sıkı bir çalışm a program ını uygulayabilm eleri olduğu ortaya çıkmaktadır.4 D ünya çapında bir usta olm ak için m ü­ kem m ellik düzeyinin sürekli yükselm esi gerektiğinden, bu yoğun çalışm a program ları günüm üzde çocukluktan itibaren başlatılm ak­ tadır. 1992 O lim piyatları’nda Çin tram plen atlama takım ının on iki yaşındaki üyeleri, Am erikan ekibinin yirmili yaşlarındaki üyelerinin yaşam boyu yaptıkları kadar antrenm an yapmışlardı; Çinli tramp117

lenciler yoğun antrenmanlara dört yaşından itibaren başlıyorlardı. Yine, yirm inci yüzyılın kem an virtüözleri bu âletle çalışm aya beş yaşında; uluslararası satranç şam piyonaları ise oyuna yedi yaş civa­ rında, sadece ulusal şam piyonluğa ulaşanlar ise on yaşlarında başlı­ yorlardı. Erken başlam ak, yaşam boyu hissedilen bir avantaj sağlar: B erlin’deki en iyi m üzik akadem isinin yirm i yaşlarındaki en başarılı kem an öğrencileri, hayatları boyunca on bin saat, onları takip eden ikinci sın ıf öğrenciler ise ortalam a yedi bin beş yüz saat çalışm a yap­ mışlardı. Rekabetin bu deıılı fazla olduğu alanlarda, en üsttekileri aynı ye­ tenek düzeyindeki rakiplerden ayıran özellik; erken yaşlardan baş­ layarak yıllar boyu zorlu antrenm an program larını uygulayabilm e­ leridir. Bu sebat ise, her şeyin ötesinde, heves ve engeller karşısında dayanm a gücü gibi, duygusal özelliklere bağlıdır. M otivasyonun hayatta elde edilen başarıya katkısı, doğuştan gelen yetenekler bir yana, A m erikan okullarında ve m esleklerinde kayda değer bir başarı gösteren Asyalı öğrencilerden de anlaşılabili­ yor. Bulgular üzerinde yapılan kapsam lı bir araştırma, Asya kökenli Amerikalı çocukların beyazlara oranla, ortalam ada iki üç puanlık bir IQ avantajına sahip olabileceklerini öne sürüyor.5 Hukuk ya da tıp gibi m eslekler açısından bakıldığında ise, Asya kökenli Amerikalılar grup halinde çok daha yüksek bir IQ ’ya sahipm iş gibi bir izlenim veriyorlar; Japon kökenli A m erikalıların IQ ’su 110, Çin kökenlilerin ise 120 düzeyindedir.6 Buna, erken okul yıllarından itibaren Asyalı çocukların beyazlardan daha fazla çalışm alarının neden olduğu sanı­ lıyor. On binden fazla lise öğrencisi üzerinde araştırm a yapan Stanford’lu sosyolog Sanford D orenbusch’un bulgularına göre, Asyalı A m erikalılar ev ödevlerine diğer öğrencilerden yüzde kırk daha fazla zam an ayırıyorlardı. “Birçok A m erikan ailesi çocuğunun zayıf yön­ lerini kabullenip iyi olduğu alanlarda yoğunlaşm asını isterken, A s­ yalIlara göre çocuğun dersleri iyi değilse gece daha geç saatlere dek çalışm ası ve bu da yetm iyorsa sabah erken kalkıp çalışm ası gereki­ yor. Yeterli çaba gösterilirse, herkesin okulda başarılı olabileceğine inanıyorlar.” Özetle, kuvvetli bir kültürel iş etiği, duygusal bir üstün­ lük yaratan yüksek motivasyon, heves ve sebata dönüşmektedir. 118

Duygularım ız; düşünm ek ve planlam ak, uzak bir hedefe hazır­ lanmayı devam ettirm ek, sorunları çözm ek gibi yeteneklerim izi engellediği ya da güçlendirdiği ölçüde, doğuştan gelen zihinsel ye­ tilerimizi kullanm a kapasitem izin sınırlarını çizerek hayatta neler ya­ pabileceğim izi belirler. Yaptığımız işe, heves ve k ey ifle-h atta uygun düzeyde bir k ay g ıy la- m otive olduğum uz ölçüde de bizi başarıya ulaştırır. İşte duygusal zekâ tam da bu anlam da tem el bir yetenektir ve diğer tüm yeteneklerim izi, bileyerek ya da körelterek, derinden etkileyen bir güçtür.

DÜRTÜ KONTROLÜ: LOKUM TESTİ Dört yaşında olduğunuzu ve birinin size şunu teklif ettiğini düşü­ nün: Eğer yapm akta olduğum görevi bitirm em i beklersen, iki lokum alabilirsin. Eğer o zam ana kadar bekleyem ezsen, hem en şimdi, ama sadece bir tane alabilirsin. Bu, tabii ki, dört yaşındaki bir çocuğun dürtü ile kendini tutma, id ile ego, arzu ile özdenetim, anında doyum ile ertelem e arasındaki sonsuz savaşım ın geçtiği m inik dünyasında ruhunu zorlayacak bir öneridir. Çocuğun bunlardan hangisini seç­ tiği, onun hakkında çok şey ifade eder; bu sadece hızlı bir karakter okum a değil, aynı zam anda çocuğun yaşam boyu izleyeceği yol hak­ kında fikir veren bir sınavdır. Belki de dürtülere karşı koyabilm ekten daha tem el bir psikolo­ jik beceri-yoktur. Tüm duygular doğaları gereği, bir şekilde dürtü­ yü eylem e dökm enin yolunu açtıklarından, duygusal özdenetimin kaynağıdır. D ürtüyü eylem e geçirm eye karşı koyabilm e, başlamakta olan bir hareketi bastırm a gücü (bu yorum şim dilik bir spekülasyon düzeyinde olsa da), büyük olasılıkla, beyin işlevi seviyesinde motor kortekse giden lim bik sinyallerin engellenm esi şeklinde gerçekleş­ mektedir. Ne olursa olsun, dört yaşındakilere uygulanan lokum testi, duy­ gulara karşı koyabilm enin ve böylece dürtüyü geciktirebilm enin ne kadar tem el b ir beceri olduğunu göstermektedir. 1960’larda psiko­ log W alter M ischel tarafından Stanford Üniversitesi kampusundaki yuvada çoğunlukla Stanford öğretim üyelerinin, lisansüstü öğrenci­ 119

lerinin ve diğer çalışanların çocuklarıyla başlatılan çalışmada, dört yaşındakiler liseden m ezun olana kadar izlenm işlerdir.7 Dört yaşındaki bazı çocuklar deneyi yapanın geri dönüş süresi olan, herhalde hiç geçm eyecek sandıkları on beş-yirm i dakika bo­ yunca bekleyebilmişlerdi. Bu direnişlerini sürdürebilm ek için, baştan çıkarıcı lokumlara gözleri takılm asın diye gözlerini kapayarak veya kollarının üzerine kapanarak, ya da kendi kendine konuşarak, şarkı söyleyerek, el ve ayaklarıyla oyunlar oynayarak ve hatta uyumaya çalışarak zaman geçirmişlerdi. Bu cesur yuva çocukları, ödül olarak iki lokum kazanmışlardı. A ncak daha sabırsız olanları, araştırm acı­ nın “işini” yapm ak üzere odadan çıkmasının bir iki saniye ardından tek lokum u kapmıştı. Bu dürtü anıyla nasıl baş edildiğine ilişkin teşhis gücü, on iki ile on dört yıl sonra izlenm eye devam edilen çocuklar ergenlik çağı­ na ulaştıklarında ortaya çıkmıştır. Lokum u kapan yuva çocuklarıyla doyumu erteleyen arkadaşları arasında, çarpıcı duygusal ve sosyal farklılıklar görülmüştür. D ört yaşında baştan çıkm aya karşı koyan­ lar, ergenliğe ulaştıklarında sosyal açıdan daha yeterliydiler: Kişisel olarak etkiliydiler, kendini ortaya koyabiliyor, hayatta karşılaştıkları açmazlarla daha iyi m ücadele ediyorlardı. Ayrıca bu çocuklar stresli durum larda çözülm eye, donup kalmaya, çocuksulaşm aya ya da bas­ kı altında aklı karışmaya, dağılm aya daha az eğilimli; mücadeleden kaçm ayan ve zorluklar karşısında bile direnen; kendine karşı güvenli ve güvenilir; inisiyatif alan, projelerin üstüne atlayan gençler olm uş­ lardı. Ayrıca, on yıldan uzun bir süre sonra bile, hedeflerine ulaşm ak için hâlâ anlık doyum u erteleyebiliyorlardı. Çocukların lokum u hem en kapan üçte birinin ise, bu niteliklerin daha azma sahip oldukları ve ortak özellik olarak psikolojik açıdan daha sorunlu bir görünüm sundukları görülüyordu. Ergenlik çağında, sosyal tem astan kaçınm aya, inatçı ve kararsız davranmaya, açmazlar karşısında kolayca sinirlenm eye; kendilerini “kötü” ya da değersiz olarak görmeye; stres altında hareketsizleşm eye veya çocuksulaşm a­ ya; insanlara güvenm em eye ve hep “yeteri kadar alm adıklarından” yakınm aya; kıskançlık ve hasede kapılmaya; sinirlenince gereğin­ den fazla ve sert tepki vererek, tartışmalar, kavgalar başlatm aya daha 120

yatkın gençler olmuşlardı. Ayrıca, onca yıl sonra bile hâlâ doyumu erteleyemiyorlardı. Hayatın ilk dönem lerinde ufak ufak başlayan şeyler, zaman için­ de büyüyüp gelişerek çok çeşitli sosyal ve duygusal beceriler halini alır. D ürtüyle hareket etmeyi ertelem e gücünü birçok çabanın tem e­ linde bulabiliriz; bu bir yem ek rejim ini sürdürm ekten tıp okulunu bitirebilm eye kadar uzanır. Bazı çocuklar, henüz dört yaşındayken temel becerileri kazanm ış olabiliyor: Ertelem enin avantajlı olacağı sosyal durum ların farkına varabilm ek, dikkatini baştan çıkarıcı şey­ lere odaklanm aktan kurtarabilm ek ve hedefe -ik i lo k u m a- ulaşm ak­ ta gerekli sebatı gösterirken dikkatlerini, kendilerini hedeften alıko­ yacak şeylerden başka yere kaydırabilm ek gibi. Daha da şaşırtıcı olan, aynı çocuklar liseyi bitirirken tekrar de­ ğerlendirildiğinde, dört yaşındayken sabırla bekleyenlerin, öğrenci olarak da beklem eyenlere kıyasla çok daha üstün çıkmalarıydı. A i­ lelerinin değerlendirm elerine göre akadem ik açıdan daha yeterli ol­ m uşlardı: Fikirlerini daha iyi ifade edebiliyor, m antıklarını kullanıp akıllıca tepki veriyor, konsantre olabiliyor, plan yapıp bunu uygula­ yabiliyorlardı ve öğrenmeye daha hevesliydiler. En şaşırtıcısı, SAT testlerindeki puanlarının çok daha yüksek oluşuydu. Dört yaşında lokumları hevesle kapanların oluşturduğu üçte birlik grubun ortala­ ma sözel puanı 524, sayısal puanı 528 iken, lokum ları en uzun süre bekleyebilen üçte birlik grubun ortalam a puanları, sırasıyla 610 ve 652’ydi. Bu da toplam da 210 puanlık bir fark dem ekti.8 Çocukların dört yaşındayken bu doyum u ertelem e sınavında elde ettikleri sonuç, lise sonunda SAT puanlarının ne olacağına ilişkin tahminde, dört yaşındaki IQ derecelerinden iki kat daha isabetlidir; IQ, ancak çocuklar okumayı öğrendikten sonra SAT başarısını daha kuvvetli bir şekilde tahm in edebilmektedir.9 Bu da; doyumu ertele­ me yeteneğinin, IQ ’nun kendisinden tam am en ayrı olarak, kişinin zihinsel potansiyeline katkıda bulunduğunu gösteriyor. (Çocuklukta dürtülerini iyi frenleyem em e hali, yine IQ ’dan daha isabetli biçimde, ilerideki suç işleme olasılığının göstergesidir.)10 Beşinci B ölüm ’de göreceğim iz gibi, bazıları IQ ’nun değişm ez olduğunu, bir çocuğun hayattaki potansiyelinin sınırlarını kesin olarak çizdiğini iddia etse de, dürtü kontrolünün ve bir sosyal durum u doğru algılayabilm ek 121

gibi duygusal becerilerin öğrenilebildiği konusunda çok fazla sayıda bulgu vardır. Bu araştırm ayı yapan W alter M ischel’ın biraz da kötii bir ifadey­ le “doyum un, hedefe yönelik olarak kişinin kendisince ertelenm e­ si” diye ta rif ettiği, belki de kişinin duygusal özdenetim inin özüdür: İster dünya şam piyonluğu söz konusu olsun, ister bir iş kurm ak ya da bir cebir denklem ini çözm ek; bir h ed ef uğruna dürtüleri yadsım a yeteneğidir. Araştırm a bulgulan, duygusal zekânın bir üst yetenek olarak kişilerin öteki zihinsel yeteneklerini ne kadar iyi ya da kötü kullanabileceklerini belirlem ekteki rolünün altını çizmektedir.

BERBAT RUH HALİ, BERBAT DÜŞÜNCELER O ğlum için kaygılanıyorum . O kulun futbol takım ında oynam aya b aş­ ladı ve giinün birinde m utlaka b ir yanını sakatlayacak. O nu oynarken seyretm ek öyle sinir bozucu ki, m açlarına gitm ekten vazgeçtim . E m i­ nim ki oğlum onu seyretm ediğim için hayal kırıklığına uğradı, ancak taham m ül edem iyorum işte, n e yapayım .

Bu kadın, kaygı terapisi görüyor; tasalandığı şeylerin istediği gibi bir hayat sürm esini engellediğinin farkında." Oğlunu futbol oynar­ ken seyredip seyretm em ek gibi basit bir karar verm esi gerektiğinde bile, zihni evham la dolup taşıyor. Özgürce seçemiyor; tasaları m an­ tığını bastırıyor. G ördüğüm üz gibi, tasalanm ak, kaygının tüm zihinsel icraata yap­ tığı yıkıcı etkinin özüdür. Tasa, elbette ki, bir anlamda yararlı bir tep­ kinin yoldan çıkm ış biçimi; beklenen bir tehlikeye karşı fazlasıyla hararetli bir zihinsel hazırlıktır. A ncak zihindeki bu prova, dikkati kendine çekip başka bir yere odaklanm a çabalarına m üdahale edecek şekilde kısır bir döngünün tuzağına düştüğünde, felakete yol açan bir bilişsel durağanlığa yol açar. Kaygı aklı zayıflatır. H ava trafiği kontrolörlüğü gibi karm aşık, zekâ gerektiren, ağır baskı altında yapılan işlerde duyulan kronik yüksek kaygı, o kişinin eğitim de ya da pratikte başarısız olacağı­ nın kesin bir belirleyicisidir. H ava trafiği kontrolörlüğü için eğitim alan 1790 öğrenci üzerinde yapılm ış bir incelem enin gösterdiği gibi, 122

kaygılı kişiler zekâ testlerinde çok yüksek puanlar alsalar da, başarı­ sız olm aları olasıdır.12 Kaygı her tür akadem ik başarıyı da engeller: 36.000 kişi üzerinde yapılan 126 farklı çalışm ada, bir insan tasalan­ maya ne kadar yatkınsa, akadem ik başarısının da, neyle ölçülürse ölçülsün -sın a v notları, not ortalam ası veya başarı testleri- o kadar düşük olduğu ortaya çıkm ıştır.13 Tasalanm aya yatkın kişilerden, ne olduğu belirsiz nesneleri iki kategoriye ayırm ak gibi bilişsel bir işi yapm aları ve bunu yaparken de zihinlerinden geçenleri söylem eleri istendiğinde, “Bunu yapa­ m ayacağım . Ben bu tür testlerde iyi değilim ” ve benzeri olumsuz düşüncelerin karar verm elerini doğrudan engellediği görülmüştür. Tasalı olmayan kişilerden oluşan bir kıyas grubundan on beş daki­ ka boyunca bilinçli olarak tasalanm aları istendiğinde ise, onların da aynı işi yapm a yeteneğinde hızlı bir düşüş gözlenmiştir. Tasalı kişi­ lerin, bu işe başlam adan önce on beş dakikalık bir gevşeme seansıy­ la tasalanm a düzeyleri düşürüldüğünde, işi yaparken hiç soranları olm am ıştır.14 Sınav kaygısı ilk kez 1960’larda Richard A lpert tarafından bilim ­ sel olarak ele alınmıştır. Bana itiraf ettiğine göre buna ilgi duymasına yol açan şey, öğrenciyken sinirlerinin sınavlarda başarısız olmasına yol açtığı halde, m eslektaşı Ralph H aber’in sınav öncesinde hissetti­ ği baskının daha iyi sonuç alm asına yardım cı olduğunu keşfetm esi­ dir.15 D iğer çalışm aların yanı sıra, onların araştırm ası iki tip kaygılı öğrenci olduğuna işaret etm ektedir: Kaygı nedeniyle akadem ik per­ formansını düşürenler ve bu strese rağm en veya belki de bu yüzden başarılı olanlar.16 Sınav kaygısındaki ironi, sınavda başarılı olma en­ dişesinin, ideal koşullarda H aber gibi öğrencileri sıkı çalışarak ha­ zırlanm aya m otive edip başarılı olm alarını sağlaması, bazılarınm sa başarısını kösteklemesidir. A lpert gibi, fazla kaygılı kişilerde, sınav öncesinde tasalanm a, etkili çalışabilm ek için gerekli sağlıklı düşün­ me yeteneğini ve belleği olum suz etkilerken, sınav esnasında da ba­ şarılı olm ak için gereken zihin açıklığını engellemektedir. Sınav sırasında tasalanıp durm ak, sınavın ne kadar başarısız ge­ çeceğinin doğrudan bir göstergesidir.17 Zihinsel kaynaklar tek bir bi­ lişsel iş -ta sa la n m a - için harcandığında diğer bilgileri işlem ek için yeterince kaynak kalmaz; sınavda çuvallam a tasasına kapılmışsak, 123

kafam ızı soruların yanıtlarını bulm aya veremeyiz. Tasalarımız kendi kendini doğrulayan kehanetlere dönüşüp öngördükleri felakete doğ­ ru bizi sürükler. Öte yandan duygularına ustaca gem vurabilen kişiler, örneğin gelecek bir söylev veya sınavdan kaynaklanan beklentisel kaygıyı kendilerini o duruma iyi hazırlam ak için kullanabilir ve böylelikle başarılı olabilirler. Psikolojinin klasik literatüründe kaygı ile perfor­ mans -zih in sel perform ans d a h il- arasındaki ilişki, ters çevrilmiş bir U olarak tarif edilmektedir. Ters U ’nun tepe noktasında kaygı ve b a­ şarm ak arasında, bir m iktar endişenin üstün başarıya götürdüğü, op­ timal ilişki vardır. A ncak çok az kaygı - U ’nun ilk y a n ı- kayıtsızlığa ya da iyi sonuç alm ak için gerekli çabaya yetecek olandan çok daha az m otivasyona yol açar; çok fazla kaygı ise - U ’nun diğer y a n ı- tüm başarı çabalarını köstekler. H afif coşkulu bir hal -te k n ik deyişle h ıpom ani- yazarlık gibi akı­ cılık ve hayal gücüne dayalı bir düşünce çeşitliliği gerektiren diğer yaratıcı uğraşlar için en uygun durum olarak gözükm ektedir; bu, ters çevrilmiş U ’nun tepe noktasına yakın bir yerlerdedir. Bu coşku hali kontrolden çıkıp, m anik depresiflerin ruhsal gelgitlerinde olduğu gibi, tam am en maniye dönüştüğünde; ajitasyon hali iyi yazm ak için gereken tutarlılık içinde düşünm e yeteneğini kısıtlar ve her ne kadar fikirler özgürce uçuşsa da, hiçbiri ortaya bir ürün çıkarm aya yetecek kadar uzun bir süre işi enemez. İyi ruh halleri, dayandıkları sürece, esnek ve karm aşık düşüne­ bilm e yeteneğim izi güçlendirir, dolayısıyla da zihinsel ya da kişiler arası sorunlara çözüm bulm ayı kolaylaştırır. Bu açıdan, bir sorunun çözüm üne kafa yoran kişiye yardım cı olabilm enin yollarından biri de, ona fıkra anlatm ak olabilir. G ülm enin, tıpkı coşku gibi, insanların daha geniş ve kolayca ilgi kurabilecek şekilde düşünm elerine, aksi takdirde gözden kaçacak ilişkileri fark etm elerine yardım cı olduğu söylenebilir. Bu zihinsel beceri, salt yaratıcılık için değil, karm aşık ilişkileri algılam ak ve verilm iş bir kararın neticelerini önceden göre­ bilm ek bakım ından da önemlidir. İyi bir kahkahanın zihne yararı, yaratıcılık gerektiren sorunları çözerken en açık şekliyle göze çarpmaktadır. B ir araştırmada televiz­ yon program larında yapılan gafları, teklem eleri gösteren bir videoyu 124

seyreden kişilerin, psikologların yaratıcı düşünm eyi sınam ak için kullandıkları bilm eceyi çözmekte daha başarılı oldukları görülm üş­ tür.18 Bu testte, kişilere bir mum, birçok kibrit ve bir kutu raptiye ve­ rilerek, m um u yere dam lam adan yanacak şekilde bir m antar panoya tutturmaları istenmiştir. Bu problem le karşılaşan birçok kişi “işlev­ sel saplantı”ya düşerek, nesneleri en alışagelm iş şekliyle kullanmayı düşünmüştür. A ncak kom ik filmi seyredenler, m atem atikle ilgili bir film seyretm iş ya da egzersiz yapm ış olanlarla karşılaştırıldığında raptiye kutusunu kullanm anın başka bir yolunu keşfedip yaratıcı bir çözüm e daha kolay ulaşmışlardır. Kutuyu panoya raptedip, mumu kutunun üstüne yerleştirm ekten ibarettir bu çözüm. Ruh halindeki h afif değişiklikler bile düşünm e sürecini sarsar. Plan yaparken veya karar alırken, iyi ruh halindeki kişiler daha geniş ve olumlu düşünm eye yönelten algısal bir eğilim gösterirler. Bunun bir nedeni de, belleğin ruh haline göre çalışm asıdır; yani, iyi ruh ha­ lindeyken, daha olum lu olayları hatırlarız; kendim izi iyi hissettiğim iz bir sırada, işin iyi ve kötü yanlarını düşünürken bellek bizim verileri tarttığım ız terazinin olum lu kefesine ağırlığını koyar ve örneğin, bi­ raz m aceracı ya da riskli bir şeyler yapabilm em izi kolaylaştırır. Aynı nedenle, berbat bir ruh hali, belleği olum suz yöne saptırarak bizi korkak, aşırı tem kinli kararlar alm aya yönlendirir. Kontrolden çıkmış duygular idraki engeller. A ncak 5. K ısım ’da da gördüğüm üz gibi, kontrolden çıkm ış duyguları tekrar hizaya sokabiliriz; işte bu duygusal yeterlilik tüm diğer zekâ biçim lerinin işleyişini kolaylaştı­ ran temel bir yetenektir. Umudun, iyim serliğin yararlarını ve kişilerin kendilerini aştıkları o yücelm e anlarını göz önünde bulunduralım .

PANDORA’NIN KUTUSU VE POLYANNA: OLUMLU DÜŞÜNMENİN GÜCÜ Üniversite öğrencilerine şu hayali durum sunulmuştu: “B ” alm ayı hedeflediğiniz halde nihai notunuzun yüzde otuzunu oluş­ turan ilk sınav notunuzun “D ” olduğunu görüyorsunuz. “D ” aldığınızı öğrendikten bu yana bir hafta geçm iş bulunuyor. N e yap arsın ız?19

125

Verilen yanıtlar, tamamen um ut etkenine bağlı olarak değişiyor­ du. Umutlu öğrencilerin tepkisi daha fazla çalışm ak ve alacakları n i­ hai notu yükseltm ek için neler yapabileceklerini düşünm ek olmuştu. Orta karar um utlu olanlar ise, notlarım yükseltm enin çeşitli yollarını düşünmüş ancak bu yolları takip etm ekte daha az kararlılık göster­ mişlerdi. Tahmin edileceği gibi az um utlu öğrenciler, moralleri bozu­ larak her iki bakımdan da işin ucunu bırakm ışlardı. Ancak bu, yalnızca kuram sal bir soru değildir. Bu araştırmayı yapan K ansas Ü niversitesi’nden psikolog C.R. Snyder, birinci yıl öğrencilerinden umut düzeyi yüksek ve düşük olanların akademik başarısını karşılaştırdığında, um ut düzeyinin, ilk dönem de alacakları notların tahm ininde, sözde üniversitede ne kadar başarılı olacaklarını gösteren (ve 1Q ile yüksek düzeyde karşılıklı ilişkisi olan) SAT puan­ larından bile daha isabetli olduğunu ortaya çıkarmıştır. Yine kabaca aynı düzeyde zihinsel yeteneklere sahip olanlar arasındaki önemli farkı yaratan şeyin duygusal yetenekler olduğu görülmüştür. Snyder’ın açıklaması şöyleydi: “Umut besleyebilen öğrenciler kendileri için daha yüksek hedefler belirleyip, sıkı çalışarak bunla­ ra nasıl ulaşabileceklerini biliyorlar. Akadem ik başarı açısından eşit zihinsel yeteneklere sahip öğrencileri ayıran etken, yine um utları­ dır.”20 Bilinen efsaneye göre, bir eski Yunan prensesi olan Pandora’ya güzelliğini kıskanan tanrılar tarafından gizemli bir kutu armağan edilir ve hiçbir zaman açm am ası gerektiği söylenir. Ancak bir gün, m erak hissinin baştan çıkarıcılığm a kapılan Pandora kutunun içine bakm ak için kapağını kaldırır ve dünyaya hastalık, keyifsizlik ve çılgınlık gibi büyük belaları salm ış olur. Fakat ona acıyan bir tanrı hayattaki tüm dertlerin tek devası olan U m ut’u kutuda tutacak bir şekilde kapağı kapatm asını sağlar. Son dönem araştırmacılar, um udun sadece dertlere karşı bir te­ selli olmaktan öte, başka şeyler de sunduğunu bulgulam aktadırlar: Okuldaki başarıdan ağır işlere katlanm aya kadar, çeşitli alanlarda sağladığı üstünlükle, hayatta insanı şaşırtacak kadar güçlü bir rol oy­ nar. Umut, teknik anlamda her şeyin er-geç yoluna gireceğine inanan aşırı iyimser görüşten öte bir şeydir. Snyder bunu daha kesin bir bi­ 126

çim de şöyle tanım lar: “Hedefler ne olursa olsun onlara ulaşm ak için gerekli irade ve yöntem e sahip olduğunuz inancı.” Bu anlam da taşıdıkları um udun derecesi kişiden kişiye farklılık gösterir. Bazıları kendilerini çıkm azdan kurtulabilecek ve sorunla­ ra çözüm y o llan bulabilecek biri olarak düşünürken, diğerleri ise kendilerinde hedeflerine ulaşm ak için gerekli enerjiyi, yeteneği ve olanakları görmüyorlar. Snyder’a göre um utlu olan kişilerin ken­ dilerini m otive edebilme, hedefe ulaşm aya yeterli becerilere sahip olduklarını hissetm e, köşeye sıkıştıklarında kendilerini “daha iyi günlerin geleceği” tesellisiyle yatıştırabilm e, hedeflerine ulaşm ak için değişik yollar bulma esnekliğini gösterebilm e, im kânsızlığı gör­ düklerinde h ed ef değiştirebilm e ve zor bir işi baş edilebilir küçük parçalara bölebilm e gibi ortak özellikleri bulunuyor. Duygusal zekâ açısından um utlu olmak; kişinin zorlu engeller veya yenilgiler karşısında bunaltıcı kaygıya, teslim iyetçi bir tutuma ya da depresyona yenik düşm em esi anlam ına gelir. G erçekten de, um ut besleyebilen kişiler hedeflerine doğru ilerlerken diğerlerine or­ anla daha az depresif, genelde daha az kaygılı ve duygusal açıdan daha az sıkıntılı görünürler.

İYİMSERLİK: BÜYÜK BİR MOTİVASYON UNSURU Yüzm e yarışlarını takip eden Amerikalılar, 1988 Olimpiyat oyunlarında ABD yüzm e takım ından M att B iondi’ye büyük umut bağlam ışlardı. Bazı spor yazarları B iondi’nin 1972’de yedi altın m a­ dalya alan M ark Spitz’in başarısını yakalayabileceğine dair bahse giriyorlardı. A ncak Biondi ilk yarışı olan 200 m etre serbestte üçüncü gelerek bir hayal kırıklığı yaşattı. B ir sonraki 100 m etre kelebekte ise, son m etrede daha fazla çaba gösteren bir yüzücüye kıl payıyla altını kaptırdı. Spor yorum cuları, bu yenilgilerin sonraki yarışm alarda morali bo­ zulan B iondi’yi olum suz etkileyeceğini öne sürdüler. Ancak Biondi kendini toparlayarak diğer beş yarışm anın hepsinde de altın madalyayı aldı. İzleyiciler arasındaki, Pennsylvania Üniversitesi’nden Psikolog M artin Seligm an ise, o yılın başlarında iyim serlik düzeyini sınadığı 127

B iondi’nin eski form unu yakalayışına şaşırm am ıştı. Seligm an’m yaptığı bir deneyde, B iondi’nin en iyi perform ansını gösterm e­ si beklenen bir gösteri yarışından sonra, yüzm e antrenörü sporcu­ ya gerçekte olduğundan daha düşük bir derece aldığını söylemişti. Bu kötüm ser geribildirim e rağm en, B iondi’den dinlenip yeniden denemesi istendiğinde, zaten çok iyi olan perform ansı daha da iyi olmuştu. A ncak -te s t sonuçlarından kötüm ser oldukları anlaşılandiğer takım üyelerine aynı yalan söylendiğinde ikinci seferde daha başarısız olm uşlardı.21 İyimserlik, tıpkı um ut gibi, zorluklara ve engellem elere rağmen genel olarak hayatta her şeyin iyi gideceğine dair güçlü bir beklenti­ dir. Duygusal zekâ açısından iyim ser bir tutum, zorluklar karşısında kişileri kayıtsızlığa, um utsuzluğa ya da depresyona karşı koruyan bir tavırdır; ve yine yakın akrabası um ut gibi, iyim serlik de hayatta kazanç sağlar (tabii gerçekçi bir iyim serlik olursa; çok n a if bir iyim ­ serlik felâkete yol açabilir).22 Seligm an iyim serliği, kişilerin başarı ve başarısızlıklarım ken­ dilerine nasıl açıkladıkları bağlam ında tarif etmektedir. İyim ser kişiler başarısızlığı değiştirilebilir bir nedene bağlar ve böylece bir sonraki denem elerinde başarılı olacaklarına inanırlar; kötüm serler ise başarısızlığın nedenini kendilerinde bulup değiştirem eyecekleri, sabit bir özelliğe atfederler. Bu farklı açıklamalar, insanların hayata karşı tepkisini derinden etkiler. Örneğin, bir iş başvurusunun geri çe­ vrilm esinde duyulan hayal kırıklığına tepki olarak, iyim serler etkin ve um utlu bir biçim de bir eylem planı yapar, ya da yardım veya öneri isterler; yenilgiyi telafi edilebilir şey olarak görürler. Oysa kötüm ­ serler yenilgiye, bir dahaki sefere işlerin daha iyi gitm esi için hiçbir şey yapam ayacaklarını varsayarak tepki verirler; dolayısıyla sorunu çözmek için hiçbir şey yapm azlar; yenilgilerini, başlarına her zam an bela olacak kişisel bir eksikliğe bağlarlar. U m ut gibi iyim serlik de gelecekteki akadem ik başarının gös­ tergesi olabiliyor. 1984’te Pennsylvania Ü niversitesi’nin birinci sınıfından beş yüz öğrenciyle yapılan çalışmada, öğrencilerin iyim ­ serlik testinden aldığı puanlar o seneki notlarının nasıl olacağım SAT puanları veya lise notlarından daha isabetli bir biçim de göstermiştir. Bu çalışmayı yapan Seligm an’a göre, “Üniversite giriş sınavları 128

yeteneği ölçer, açıklam a tarzları ise kim in pes edeceğini gösterir. Kişiyi başarıya götüren, belli bir yetenekle yenilgiye rağm en se­ bat etme gücünün birleşimidir. Yetenek testlerinde eksik olan şey m otivasyondur. B ir kişi hakkında bilm eniz gereken, işler çıkmaza girdiğinde yola devam edip etmeyeceğidir. Tahm inim e göre, belli bir zekâ düzeyindeki kişilerin elde ettiği gerçek başarıda, salt ye­ teneklerinin değil, yenilgiye karşı dayanıklı olabilm elerinin de payı vardır.”23 İyim serliğin insanları harekete geçirm ekteki gücünü gösteren en iyi örneklerden birisi, Seligm an’ın M etLife şirketinin sigorta acentalarıyla yaptığı çalışmadır. Ö zellikle sigorta poliçesi satışı gibi, geri çevrilm e oranının m oral bozucu derecede yüksek olduğu bir satış türünde, reddedilm eyi efendice karşılayabilm ek şarttır. Bu nedenle, sigortacıların yaklaşık dörtte üçü ilk üç yıl içinde bu işi bırakırlar. Seligman, iyim ser bir yapıya sahip yeni satıcıların işteki ilk iyi yıllarında, kötüm serlere kıyasla yüzde otuz yedi oranında daha fazla poliçe sattığını saptamıştır. İlk yıl içinde kötüm serlerin işi bırakm a oranının da, iyim serlerinkinin iki katı olduğunu görmüştür. Dahası Seligm an, M etL ife’ı, başvuranlar arasından iyim serlik testinde yüksek puan almış, ancak norm al elem e testlerinde (bir dizi tavrın, başarılı acentalarm cevaplarından oluşturulm uş bir standart profil ile karşılaştırılm ası) başarılı olam am ış özel bir grubu da işe almaya ikna etmiştir. Bu grup, kötüm serlere kıyasla ilk yılda yüz­ de yirmi bir, İkincide ise yüzde elli yedi oranında daha fazla poliçe satmıştır. İyim serliğin satış başarısında böylesi bir farka yol açm asının nedeni, bunun duygusal açıdan zekice bir tutum olmasıdır. H er ret cevabı, satıcı için küçük bir yenilgidir. Bu yenilgiye verilen duygusal tepki, işe devam etm ek için gereken m otivasyonu yeniden bulabilm ek bakım ından hayati önem taşır. Retler biriktikçe moral bozulabilir ve bir sonraki m üşteriyi aram ak için telefona uzanm ak gitgide zorlaşır. Böylesi bir reddedilişe dayanm ak, bunu “Bu işte başarısızım ; hiç­ bir zam an satış yapam ayacağım ” diye yorum layan kötüm serler için özellikle zordur. Bu tür bir yorum , depresyona yol açmasa da, en azından kayıtsızlık ve teslim iyetçilik hislerini uyandırır. Öte yan­ dan iyim serler kendi kendilerine, “B enim sediğim yaklaşım yanlış,” 129

veya “Bu son kişi herhalde kötü bir ruh hali içindeydi” derler. Başarısızlığın nedenini kendilerinde değil de durum da aramaları, bir sonraki m üşteri ziyaretinde yaklaşım larını değiştirebilm elerini sağlar. K ötüm serlerin zihinsel kurgusu um utsuzluğa yol açarken, iyim serlerinki um ut yaratır. Olum lu veya olum suz dünya görüşünün bir kaynağı da doğuştan gelen m izaç olabilir; bazı kişilerin tabiatı bir uca ya da diğerine yatkınlık gösterir. A ncak 14. K ısım ’da da göreceğim iz gibi, de­ neyim ler m izacı değiştirebilir. İyim serlik ve um ut -çaresizlik ve um ­ utsuzluk g ib i- öğrenilebilir. H er ikisinin de tem elinde, psikologların özverim lilik dediği görüş, yani kişinin hayatındaki olaylarla baş edebileceğine ve zorluklara göğüs gerebileceğine duyduğu inanç vardır. Bir konuda yeterlilik geliştirm ek, kişisel etkililik duygusunu kuvvetlendirir, kişiyi riske girm eye ve kendini daha fazla zorlayacak durum ları aram aya heveslendirir. Bu zorlukların hakkından gelebil­ m ek de, kişisel etkililik hissini artırır. Bu tavır, kişileri var olan bece­ rilerini en iyi şekilde değerlendirm elerine, ya da bunları geliştirmek için ne yapm ak gerekiyorsa onu yapm aya yöneltir. Kişisel etkililik konusundaki birçok araştırm anın kaynağı olan Stanford’lu Psikolog A lbert Bandura bu durum u şöyle özetliyor: “K işilerin yetenekleri hakkındaki inançlarının o yetenekler üzerin­ deki etkisi çok büyüktür. Yetenek sabit bir özellik değildir; perfor­ m ansınız büyük bir değişkenlik gösterir. Ö zverim lilik hissine sahip olanlar başarısızlıkların altında ezilmezler; olaylara, acaba ne ters gidecek diye kaygılanarak değil, bununla nasıl baş edebilirim , anla­ yışıyla yaklaşırlar.”24

AKIŞ: MÜKEMMELLİĞİN NÖROBİYOLOJİSİ Bir besteci işini en iyi yaptığı anları şöyle tarif ediyor: Ö yle bir kendinizden geçiyorsunuz ki, orada yokm uşsunuz gibi b ir his­ se kapılıyorsunuz. Ben bunu pek çok kez yaşadım . Sanki elim bana ait değilm iş ve olup bitenlerle hiçbir ilişkim yokm uş gibi. Sadece orada huşu ve hayranlık içerisinde oturup, izliyorum . Ve o kendiliğinden akıp gidiyor.23

130

Bu tanım lam a, birbirinden farklı yüzlerce kadın ve erkeğin -d a ğ ­ cılar, satranç şam piyonları, cerrahlar, basketbolcular, mühendisler, yöneticiler ve hatta dosyalam a m em urlarının- sevdikleri bir işi ya­ parken kendilerini aşm a hissine kapıldıkları anları anlatmalarına dikkat çekecek derecede benziyor. Yirmi yıldır yaptığı araştırmalar süresince, bu tür zirveye çıkmış perform ansların öykülerini derle­ yen Chicago Ü niversitesin d en Psikolog M ihaly Csikszentmihalyi, bu insanların betim ledikleri durum a “akış” diyor.26 A tletler Tanrı’nın bu lütfuna “sınır ötesi bölge” diyorlar; orada m ükem m ellik çaba har­ cam adan elde ediliyor, izleyici kalabalığı ve rakipler adeta o anın içinde haz veren bir şekilde eriyip gidiyorlar. 1994 Kış O lim piyatla­ r ın d a kayak dalında bir altın m adalya alan Diane Roffe-Steinrotter, yarışı bitirdikten sonra hiçbir şey hatırlam adığını, sadece kendini ta­ m am en bir gevşem e hissine kaptırdığını söylemiştir: “Kendimi bir çağlayan gibi hissettim .” Akış haline girebilm ek duygusal zekânın en üst noktasıdır; akış, belki de duyguların tam am en perform ans ve öğrenim in hizmetine verilmesidir. Akış sırasında duygular sadece denetim altında ve yön­ lendirilm ekte değildir, aynı zam anda olumlu, enerji yüklü ve yapıl­ m akta olan işle uyumludur. Depresyonun sıkıntısına veya kaygının ajitasyonuna kapılm ak, akış haline girmeyi engeller. Akış (ya da daha ılımlı bir m ikro akış) hem en hem en herkesin, özellikle performansı zirveye çıktığında, eski kapasitesini aşarak zaman zam an yaşadığı bir deneyim dir Bunun belki de en iyi örneği, hazla kendinden geçe­ rek sevişen iki kişinin, akıcı bir uyum halinde birleşmesidir. Bu m uhteşem bir deneyim dir: Akış halinin başlıca belirtisi de kendiliğinden ortaya çıkan bir neşe, hatta kendinden geçme hissidir. Akış kişiye kendini çok iyi hissettirdiğinden, içsel bir ödüldür. Bu haldeki insan tam am en yaptığı işe dalar, dikkati bölünm ez bir şekil­ de o işe odaklanır, bilinci adeta hareketleriyle birleşir. Olup bitenin üzerinde fazla düşünm ek bile akışı aksatır; “Bunu harika yapıyorum ” düşüncesi akış hissini bozabilir. Dikkat öyle bir odaklanır ki, kişinin algısı sadece elindeki işle sınırlanır, zaman ve m ekân kavramı kay­ bolur. Örneğin bir cerrahın akış hissini yaşadığı zorlu bir ameliyatla ilgili hatırladıkları şöyleydi: A m eliyatı tam amladığında, yerde duran molozu fark edip ne olduğunu sormuş. Kendisi ameliyatla uğraşır­ 131

ken tavanın bir kısm ının çöktüğü duyunca da çok şaşırm ış, çünkü o sırada hiçbir şey fark etmemiş. Akış, kişinin kendisini unuttuğu bir ruh hali olarak, tasalanm a ve kaygılanmanın tam karşıtıdır: Sinirli bir şekilde evham a kapıl­ mak yerine, akışı yaşayan kişiler, kendilerinin bile farkında olm aya­ cak kadar yaptıkları işe gömülür, günlük hayatta zihinlerini meşgul eden tüm küçük şeyleri -sağ lık , faturalar, hatta işlerin yolunda git­ m esi- bir kenara bırakırlar. Bu anlam da, akış anları egodan uzaktır. Buna karşılık, akış halindeki kişiler yapm akta oldukları işe tam am en hâkim , tüm tepkileri işin değişen talepleriyle tam bir uyum halin­ dedir. Akış yaşayan kişiler perform anslarının doruğunda olsalar da, nasıl olduklarıyla, yani başarı ya da başarısızlık düşünceleriyle il­ gilenmezler; onları harekete geçiren şey, salt o faaliyeti yapm aktan aldıkları zevktir. Akışa girmenin farklı yolları vardır. Bunlardan biri, bilinçli ola­ rak yapılacak işe keskin bir dikkatle odaklanm aktır; akışın tem elinde yüksek bir konsantrasyon hali vardır. Bu bölgenin eşiğinde ayrıca bir geribildirim döngüsü var gibidir: Sakinleşebilm ek ve işe başla­ yabilmek için yeterince soğukkanlı bir odaklanm a, hayli çaba iste­ y eb ilir- ilk adım belli bir disiplin gerektirir. A ncak odağa kilitlenm e başladığında, kendi başına bir güç haline gelerek kişiyi hem duygu­ sal karm aşadan kurtarır, hem de işi fazla çaba harcam adan halletme imkânını tanır. Bu bölgeye giriş, kişilerin yetenekli oldukları bir işi bulup, ona kendilerini biraz zorlayacak bir düzeyde girişm eleriyle de müm kün olur. C sikszentm ihalyi’nin bana dediği gibi, “İnsanların konsantras­ yonu, kendilerinden beklenenler her zam ankinden biraz daha fazlay­ sa doruğa çıkar ve sonuçta her zam ankinden daha çok şey verilebilir. Kendisinden çok az şey beklenen insan sıkılır. Baş edebileceğinden fazlası istenirse de kaygılanır. Akış, can sıkıntısı ve kaygı arasındaki o hassas bölgede oluşur.”28 Akış halinin özellikleri olan kendiliğinden zevk, zarafet ve et­ kililik, limbik dalgaların beynin geri kalan kısmını kapladığı duy­ gusal korsanlıklarla uyuşamazlar. Akış halindeki dikkat rahat, ama tam am en yoğunlaşm ış bir niteliğe sahiptir. Bu, yorulduğum uzda, sıkıldığımızda ya da kaygı veya öfke gibi araya giren hislerin kuşat­ 132

ması altındayken kendim izi dikkat etm eye zorlam aktan çok farklı bir konsantrasyondur. Akış hali, çekici, yüksek m otivasyon etkisi olan, ılımlı bir ken­ dinden geçm e hissi dışında, duygusal durağanlıktan uzaktır. Bu ken­ dinden geçm e hali, akışın bir ön koşulu olan dikkatin bir yan ürünü­ dür. Tefekkür geleneklerinin klasik literatüründe saf bir haz duygusu olarak yaşanan kendinden geçm e halleri, yoğun bir odaklanmanın harekete geçirdiği akışlar olarak betimlenir. Akışı yaşayan birisine baktığınızda, zorun kolay olduğu izleni­ mini edinirsiniz; doruk noktasındaki perform ans doğal ve olağan görünür. Bu izlenim o anda beyinde olup bitenle paralellik gösterir; orada da benzer bir paradoks tekrarlanır: Asgari zihinsel enerjiyle en zorlayıcı işler yapılır. Akış sırasında beyin “sakin” bir durumdadır, sinir devrelerinin uyarılm ası veya bastırılm ası o anın gerekleriyle uyumludur. İnsanların çaba harcam adan dikkatlerini verdikleri ve sürdürdükleri etkinlik sırasında beyin, kortikal uyarılm ada azalma olması anlam ında, “sessizleşir” .29 Bu kayda değer bir keşiftir, çünkü akış hali, bir satranç ustasına karşı oynam ak ya da karm aşık bir m a­ tem atik problem i çözm ek gibi belirli bir alandaki en zorlayıcı işler­ le baş edebilm eyi sağlar. Böylesi zorlayıcı işlerle uğraşm anın daha az değil, daha fa z la kortikal faaliyet gerektirm esi beklenirdi. Ancak akış halinin anahtarı, ancak becerilerin iyice prova edilmiş olduğu ve sinir devrelerinin en verim li çalıştığı, yeteneğin zirvesine erişim m esafesinde meydana gelmesidir. Zorlam a bir konsantrasyon -tasalarla beslenen bir odaklanm akortekste hareketlilik düzeyini arttırır. Ancak akış ve optim al perfor­ mans bölgesi, kortikal verim liliğin cenneti gibidir; harcanan zihinsel enerji, en alt düzeye iner. Bu da, insanların akış haline girebilmek için, sık sık alıştırm a yaparak iyice ustalaştıkları düşünüldüğünde anlamlı gelebilir; ister dağa tırm anm ak gibi fiziksel, ister bilgisayar program lam ak gibi zihinsel bir şey olsun, bir işin gerektirdiği işlem ­ lerde ustalık kazanıldığında, beyin bu işlemleri daha verimli icra eder. Ü stünde iyice çalışılm ış olan hareketler, öğrenilm ekte olanlar­ dan ya da hâlâ çok zor gelenlerden daha az beyin gücü gerektirir. Aynı şekilde, uzun ve stresli bir günün sonunda olduğu gibi, yorgun veya sinirliyken beynin verimi düştüğünde, kortikal çaba bulanık­ 133

laşır, isabetliliği azalır, birçok gereksiz alan harekete geçirilir; hayli dağınık olarak yaşanan bir sinirsel durum söz konusudur.30 Aynı hal, can sıkıntısında da görülür. A ncak beyin, akış halindeki gibi verim­ liliğinin doruğunda çalıştığında, aktif alanlarla yapılan işin talepleri arasında kesin bir ilişki vardır. Bu durum da ağır işler bile yıpratıcı değil, tazeleyici veya dinlendirici bir etkinlik gibi gelebilir.

ÖĞRENME VE AKIŞ: EĞİTİM İÇİN YENİ BİR MODEL Akış kişinin takatinin sonuna kadar zorlandığı sınır ötesi bölge­ de ortaya çıktığından, becerileri arttıkça akış haline girebilmesi için daha çetin b ir engel gereklidir. E ğer bir iş çok basitse sıkıcı, çok zorsa da, sonucu akış yerine kaygı olur. Bir hüner ya da bir bece­ ri ve ustalaşm a, akış deneyim iyle pekişir; yani ister kem an çalmak, dans etm ek ya da genler üzerinde deney yapm ak olsun, herhangi bir işte m ükem m elleşm e arzusu, o işi yaparken bir parça da olsa akışın içinde olabilm ek demektir. Csikszentm ihalyi, sanat okulunu bitireli on sekiz yıl olmuş iki yüz sanatçı üzerinde yaptığı araştırmada, öğ­ rencilik günlerinde salt resim yapm anın zevkini tadanların sonradan gerçekten ressam olduklarını tespit etmişti. Sanat okuluna ün ve zen­ ginlik hülyasıyla girenlerin ise m ezun olduktan kısa bir süre sonra sanattan uzaklaştıklarını bulgulam ıştı. Csikszentm ihalyi şu sonuca varıyor: “Ressam lar her şeyden önce resim yapm ak istemelidir. Eğer sanatçı tualin önünde bunu kaça satacağım ya da eleştirm enlerin neler söyleyeceğini düşünüyorsa, özgün tarzlar deneyemez. Yaratıcı başarılar tüm zihni bir noktada toplam aya dayanır.”31 Akış hali, ustalık isteyen bir işte, meslekte ya da sanatta başarılı olmanın ön koşuludur ve aynı şey öğrenim de geçerlidir. Çalışırken akış haline giren öğrenciler, başarı testlerinde ölçülmüş potansiyel­ leri ne olursa olsun, daha iyi çalışabilirler. C hicago’daki özel bir fen lisesinin m atem atiksel yeterlilik testinde ilk yüzde beşe girmiş olan tüm öğrenciler, m atem atik öğretm enleri tarafından çok ya da az ba­ şarılı olarak değerlendirildi. Sonra, öğrencilerin zam anlarını nasıl geçirdikleri; taşıdıkları b ir çağrı cihazının günün değişik saatlerinde 134

verdiği sinyallerle, o anda ne yapm akta oldukları ve kendilerini nasıl hissettikleri onlara yazdırılarak, izlendi. Beklendiği şekilde, az başa­ rılı olanların evde çalışm aya haftada yalnızca on beş saat ayırdıkları görüldü; yani, haftada yirmi yedi saat ödev yapan başarılı arkadaş­ larına kıyasla çok daha az çalışıyorlardı. Az başarılı olanlar, çalış­ m adıkları zamanın çoğunu sosyal ilişkilerle, arkadaşlarıyla çıkarak veya aileleriyle birlikte geçiriyorlardı. Ruh halleri incelendiğinde ise, önemli bir bulgu çıktı ortaya. Az başarılılar da, çok başarılılar da, hafta içinde TV seyretm ek gibi ye­ teneklerini hiç zorlam ayan sıkıcı etkinliklere hayli zam an ayırıyor­ lardı. N e de olsa bu, ergenlik çağındaki çocukların kaderidir. Ancak aralarındaki asıl fark, çalışm a deneyim leri arasında ortaya çıktı. Çok başarılılar, çalıştıkları sürenin yüzde kırkında, akış halinin zevkli, insanı içine çeken görkemini yaşıyorlardı. Az başarılı olanlar ise, akış halini çalışm a süresinin sadece yüzde on altısında yaşıyor; çoğu zam an yeteneklerinin ödevlerin üstesinden gelm eye yetmediğini hissederek kaygılanıyorlardı. A z başarılı olanlar akış halini ve keyfi çalışm akta değil, sosyal ilişkilerde buluyordu. Kısacası, akademik potansiyellerinin düzeyinde ve ötesinde başarılı olanlar, çalışmaya daha çok akış haline girdikleri için yönelirler. A z başarılı olanlar ise, ne yazık ki onlara akış halini yaşatabilecek becerilerini geliştirem e­ diklerinden, hem çalışm anın hazzından m ahrum kalır, hem de gele­ cekte hoşlarına gidebilecek zihinsel etkinliklerin düzeyini sınırlan­ dırm ak gibi bir riske girerler. Çoğul zekâlar teorisini geliştiren H arvardlı psikolog Howard Gardner, akışı ve bu halin özelliği olan olum lu durum ları, tehdit veya ödül vaadi yerine onları içerden harekete geçirerek çocukları eğit­ m ek için, en sağlıklı yöntem in bir parçası olarak görüyor. Gardner, “ Çocukların olum lu durum larını, onları yeterlilik geliştirebilecekleri alanlarda öğrenim e çekm ek için kullanm alıyız.” diye önermişti bana. “A kış, çocuğun kendisi için doğru bir işle ilgilendiğini gösteren iç­ sel bir durumdur. Sevdiğiniz bir şeyi bulup ona bağlı kalmalısınız. Çocuklar okulda sıkıldıkları zam an kavga veya yaram azlık ederler, kendilerini aşan bir zorlam ayla karşılaştıklarında da ödevleri konu­ sunda kaygılanırlar. G erçekten ilgilendiğiniz ve uğraşm aktan zevk aldığınız bir şey varsa, en iyi öğrenimi görürsünüz.” 135

G ardner’m çoğul zekâlar m odelini pratikte uygulam aya çalışan çoğu okulun stratejisi, çocuğun doğal yeteneklerini ortaya koyan bir profil tanım lam ak ve güçlü olduğu yönlere yüklenip, zayıf yönlerini desteklem ek etrafında şekillenmektedir. Örneğin b ir çocuğun yapı­ sı müziğe veya harekete yatkınsa, bu alanda başka bir alana göre daha kolaylıkla akış haline girebilir. B ir çocuğun profilini bilmek, öğretm enin bir konuyu o çocuğa anlatırken dozunu ayarlam asına, en geriden en ileri aşamaya uzanan bir ölçekte, dersleri çocuğun kapa­ sitesine en uygun düzeyde verm esine yardım cı olur. Bunu yapmak, öğrenmeyi korkutucu veya sıkıcı olm ak yerine daha zevkli kılar. Gardner, “Um udum uz, çocuğun öğrenirken akış deneyim inin yanı sıra, yeni alanların zorluklannı göğüslem e cesaretini de kazanm ası­ dır,” diyor ve tecrübelerin de bunu gösterdiğini ekliyor. Daha genel olarak, akış modeli bir beceriyi kazanm anın ya da belli bir alanda bilgi birikimi edinm enin idealde doğal olarak gerçek­ leşmesi gerektiğini, çocuğun çekici bulduğu, yani en sevdiği alanlara kendiliğinden yönelm esiyle bunun sağlanabileceğini öne sürer. Bu başlangıçtaki tutku; çocuk o konuyla -d an s, m atem atik veya m ü­ z ik - uğraşm anın akışın verdiği hazzm kaynağı olduğunu fark ederse, ileride yüksek bir başarı düzeyinin tem elini oluşturabilir. Akış halini sürdürebilm e becerilerin sınırlarını zorlam ayı gerektirdiğinden, be­ raberinde daha iyi, çok daha da iyi olabilm e arzusunu da getirir; bu ise çocuğu m utlu eder. Bu durum doğallıkla, pek çoğum uzun okulda karşılaştığına kıyasla daha olum lu bir öğrenim ve eğitim modelidir. Okul yaşam ını, en azından kısm en, bitm ez tükenm ez sıkıcı saatle­ rin arasına serpiştirilm iş kaygı dolu anlar olarak hatırlam ayan biri var mıdır? Ö ğrenirken akış halini yakalam aya çalışm ak, daha insani, daha doğal ve duyguları eğitim in hizm etine verm ekte çok daha etkin bir yoldur. Bu da, genel olarak, duyguları verim li bir sonuca yöneltebilm enin temel bir beceri olduğu fikrine götürür bizi. D ürtü kontrolü, zev­ ki ertelem ek, ruh halim izi düşünm eye engel değil yardım cı olacak şekilde düzenlem ek, sebat etmek, çaba göstermek, aksilik çıkınca yeniden denem ek ya da akışa girm enin yollarını bulup daha etkili davranmak; bunların hepsi, duygunun etkili çabaları yönlendirm e gücünü gösterir. 136

7 Empatinin Kökleri

K e n d i duygulan bir yana, nişanlısı E llen’ın duygularının da farkın­ da olm ayarak onu çileden çıkaran şu parlak ancak aleksitim ik (duy­ gu dilsizi) cerraha geri dönelim. Gary birçok aleksitim ik gibi, içgörü ve em patiden yoksundu. Ellen kendini kötü hissettiğini belirttiğinde, buna anlayış gösterem iyor; aşktan söz ettiğinde ise konuyu değişti­ riyordu. E llen ’a “yapıcı” eleştirilerde bulunduğunda, onun bunları bir yardım olarak değil, bir saldırı olarak algıladığını da fark edem i­ yordu. Em patinin kökeni özbilinçtir; duygularım ıza ne kadar açıksak, hisleri okum ayı da o kadar iyi b eceririz.1 G ary gibi, kendisinin ne hissettiği hakkında hiçbir fikri olm ayanlar, çevrelerindeki kişilerin ne hissettiğini anlam aktan tam am en acizdirler. Bu kişiler tonlara kar­ şı sağırdır. İnsanların söz ve hareketlerinin dokusunu oluşturan duy­ gusal notalar ve akorlann -s e s tonunun, duruş değişikliğinin, çok şey ifade eden sessizliklerin, her şeyi açığa vuran bir titrem enin- farkına varamazlar. Kendilerinin ne hissettikleri konusunda kafaları karışık olan aleksitimikler, başkaları hislerini onlarla paylaştığında da aynı şekilde bir karm aşa yaşarlar. Başkalarının ne hissettiğini kaydedem em ek duy­ gusal zekâ bakım ından büyük bir eksiklik, insan olmak anlamında da trajik bir başarısızlıktır. Çünkü ilginin, şefkatin kökü olan duygu­ sal ahenk, em pati (başkasının duygularını paylaşabilm e) yetisinden kaynaklanır. Bu yeti -b a şk a birinin ne hissettiğini bileb ilm e- satıcılık ve yöneticilikten gönül ilişkileri ve ebeveynliğe, insanların acılarını paylaşm aktan siyasal etkinliğe kadar uzanan pek çok farklı alanda karşım ıza çıkar. Em pati eksikliği de oldukça önemli bir göstergedir: 137

Bu eksiklik suç işleyen psikopatlarda, ırz düşm anlarında, çocuklar:, sarkıntılık yapan tiplerde görülür. İnsanlar nadiren duygularını kelim elere döker; çoğu kez başka ipuçları verirler. Başkasının ne hissettiğini sezebilm enin anahtarı, ses tonu, mimikler, jestler, yüz ifadesi ve benzeri türden sözsüz ifa­ deleri okuyabilmektir. İnsanların sözsüz m esajları okuyabilm e ye­ teneği üzerinde yapılmış belki de en kapsam lı araştırma, Harvardlı Psikolog Robert Rosenthal ve öğrencilerininkidir. Rosenthal PONS (Profile o f Nonverbal Sensitivity/ Sözel Olm ayan D uyarlılık Profili) adı altında, genç bir kadının nefretle analık sevgisi arasında deği­ şen çeşitli duygularını ifade ettiği bir dizi video kasetten oluşan bir empati testi geliştirmiştir.2 Kasetteki sahneler kıskançlık öfkesinden a f dilemeye, bir m innettarlık gösterisinden birini baştan çıkarmaya kadar açılan bir yelpazeye yayılmaktadır. Kasetler, her sahnelemede, bir ya da daha fazla sözsüz iletişim kanalı sistem atik olarak siline­ rek düzenlenmiştir; örneğin sözlerin anlaşılm az hale getirilmesine ek olarak, bazı sahnelerde yüz ifadesi hariç diğer tüm ipuçları yok edilmiş, bazılarında ise ana sözsüz iletişim kanalları aracılığıyla sa­ dece vücut hareketleri gösterilerek, ve benzeri yöntem lerle, izleyi­ ciler duyguyu şu veya bu şekilde sunulmuş olan belirli bir sözsüz ipucundan algılamak durum unda bırakılmıştır. Amerika ve ayrıca on sekiz ülkede yedi binden fazla kişiye uygu­ lanan testlerde, sözsüz işaretlerden duyguları okuyabilm e üstünlüğü­ ne sahip olanların; duygusal bakım dan daha dengeli, daha popüler, daha dışa dönük ve de -beklenileceği g ib i- daha duyarlı oldukları görülmüştür. Genel olarak kadınlar bu tür em pati konusunda erkek­ lerden daha başarılıdır. K ırk beş dakikalık test sırasında, iyileşen bir performans gösterenlerin -b u , em pati becerilerini sonradan edinebi­ lecek yeteneğe sahip olduklarının işaretidir- karşı cinsle ilişkilerinin de daha iyi olduğu görülmüştür. Em patinin rom antizm e katkıda bu­ lunduğunu öğrenmek, şaşırtıcı olmasa gerektir. Duygusal zekânın diğer öğeleriyle ilgili bulgulara da uygun ola­ rak, empatik duyarlılığın bu ölçüm üyle, SAT, 1Q ve diğer akademik başarı testi ölçümleri arasında sadece rastlantısal bir ilişki bulun­ muştur. Em patinin akadem ik zekâdan bağım sız olduğu, PO N S’un çocuklara uyarlanm ış şekliyle yapılan testlerde de görülmüştür. 1011 138

çocuğa uygulanan testler, sözsüz duygu iletişim ini okuyabilme be­ cerisine sahip olanların, okullarında en popüler, duygusal açıdan en dengeli çocuklar olduğunu göstermiştir.3 Bu çocukların derslerdeki başarısı da, sözsüz duygusal m esajları okum akta daha beceriksiz olanlardan daha yüksek bir IQ ortalam asına sahip olm adıkları halde, daha yüksekti; buradan em pati yeteneğini geliştirm enin, çocukların sınıfta etkili olm asını kolaylaştırdığı (ya da sadece öğretm enlerin bu çocukları daha çok sevm esine yol açtığı) sonucunu çıkarabiliriz. Akılcı zihin sözcüklerle ifade bulur, duyguların tarzı ise sözsüz­ dür. Bir kişinin sözleri; ses tonu, el-kol hareketleri veya diğer sözsüz kanallardan ifade edilenlerle çelişiyorsa, duygusal gerçek aslında ne söylediğinde değil, nasıl söylediğinde saklıdır. İletişim araştırm ala­ rında kullanılan bir parm ak hesabına göre, duygusal m esajların yüz­ de doksanı ya da daha fazlası sözsüzdür. Bu tür m esajların -birinin sesindeki kaygı, bir el-kol hareketindeki çabukluğun taşıdığı rahat­ sızlık hissi g ib i- hem en hepsinin m esajın niteliğine özel bir dikkat gösterm eksizin sadece zım nen algılam ak ve tepki verm ek yoluyla bilinçaltında kavrandığı görülmüştür. Bunu iyi ya da kötü yapm am ı­ za yol açan becerilerin birçoğu da böyle zımnen öğrenilmektedir.

EMPATİ NASIL GELİŞİYOR? Henüz dokuz aylık olan Hope, başka bir bebeğin düştüğünü gör­ düğü anda gözleri doluyor ve sanki canı acıyan kendisiymiş gibi annesinin kucağına'tırm anıp rahatlatılm ak istiyordu. On beş aylık M ichael ise, kendi ayısını ağlam akta olan arkadaşı P aul’e veriyor; ancak Paııl’ün-ağlam aya devam ettiğini görünce onu sakinleştiren battaniyesini bulup veriyordu. Bu küçük çaplı sempati ve ilgi göste­ rilerinin ikisi de, bu tür em pati olaylarını kaydetm ek üzere eğitilmiş anneler tarafından gözlem lenm iştir.4 İnceleme sonuçları, empatinin kökünün bebeklik dönem ine kadar uzanabildiğim gösteriyordu. N e­ redeyse doğdukları günden itibaren, bebekler bir diğerinin ağladığını duym aktan rahatsız olur; bazıları, bunu em patinin en erken örneği sayar.5 139

Gelişim psikologları, bebeklerin henüz başkalarından ayrı bir varlık olduklarını tam olarak kavram adan, başkasının sıkıntısından rahatsız olduklarını saptamıştır. D oğum dan birkaç hafta sonra tepki veren bebekler, başka bir çocuğun gözyaşlarını görünce ağlarlar. Bir yaş civarında ise, sıkıntının kendilerinde değil de başkasında oldu­ ğunun farkına varırlar, ancak yine de bu durum a nasıl tepki göstere­ ceklerini bilemezler. Örneğin, N ew York Ü niversitesi’nden M artin L. H offm an’ın bir araştırm asında, bir yaşındaki bir çocuk ağlayan arkadaşını yatıştırm ası için, odada bulunan çocuğun annesini gör­ mezden gelip kendi annesini yanına getirmiştir. Aynı kafa karışıklığı, bir yaşındakilerin bir diğerinin sıkıntısını, belki de onun ne hissetti­ ğini daha iyi anlayabilm ek için taklit ettiğinde de yaşanır; örneğin bir bebek parm aklarını acıtmışsa, bir yaşındaki diğeri de kendi par­ maklarını ağzına götürüp acıyıp acım adığına bakm ıştır. Annesinin ağladığını gören bir bebek ise hiç gözyaşı olm adığı halde gözlerini silmiştir. M otor m im iklem e diye adlandırılan bu hareket taklidi aslında 1920’de Am erikalı psikolog E.B. T itchener’in ilk kez kullandığı şe­ kilde, em pati sözcüğünün teknik anlam ının özgün karşılığıdır. Bu kullanım, kelim enin Yunaııca’dan İngilizce’ye geçişindeki anlamdan bir m iktar farklıdır. Yunanca’da “içini hissetm e” dem ek olan empatheia terimi, ilk kez estetik kuram cıları tarafından, ‘diğerinin öznel deneyimini algılayabilme yeteneği’ için kullanılmıştır. Titchener’in kuram ına göre, em pati, başkasının sıkıntısını bir tür fiziksel taklit yoluyla aynı hislerin kişinin kendisinde uyandırılm asından kaynak­ lanmaktadır. Titchener, bir diğerinin genel anlam da sıkıntısını hisset­ me anlam ına gelen, ancak onun hissettiklerini paylaşm ayı içermeyen kavram ından farklı bir terim arıyordu. Hareket taklidi, bebekler iki buçuk yaşına geldiklerinde davranış repertuarlarından silinir. O noktada, başkasının acısının kendilerinkinden farklı olduğunu anlar ve diğerini daha iyi rahatlatabilecek hale gelirler. B ir annenin günlüğünden tipik bir olay: K om şunun bebeği ağlıyor... Jenny ona yaklaşıp bisküvi verm eyi deni­ yor. Peşinden dolanıp kendi kendine sızlanm aya başlıyor. Sonra onun saçını okşam aya çalışıyor am a öteki kendini geri çekiyor. B ebek yatı­

140

şıyor ancak Jenny hâlâ kaygılı görünüyor. Ona oyuncaklar getirm eye devam ederek, başını, om uzlarını hafifçe pat-patlıyor.6

G elişm elerinin bu evresinde, çocuklar başkalannın duygusal ra­ hatsızlıklarına gösterdikleri genel hassasiyet bakım ından farklılaş­ maya başlarlar; bazıları, Jenny gibi keskin bir duyarlılığa sahipken, bazıları ise um ursam az. Ulusal Ruh Sağlığı E nstitüsü’nden M arian Radke-Yarrow ve Carolyn Zahn W axler’in yaptığı bir dizi araştırma, em patik ilgi farklılıklarının büyük ölçüde ailelerin çocuklarını nasıl terbiye ettiklerine bağlı olduğunu göstermiştir. D avranışlarının kar­ şı tarafı nasıl bir sıkıntıya soktuğuna dikkat çeken bir terbiye tarzı, yani “yaram azlık yaptın” yerine “bak onu ne kadar üzdün” denmesi, çocuklara daha fazla em pati kazandırıyordu. A raştırm acılara göre, çocuklardaki em patiyi şekillendiren bir diğer etken, biri sıkıntıday­ ken diğerlerinin ona nasıl yaklaştığını görm esiydi; özellikle sıkıntıda olan kişilere yardım cı olm ak konusunda, çocuklar gördüklerini taklit ederek em patik tepki repertuarlarını geliştiriyorlardı.

UYUMLU ÇOCUK Sarah, ikizleri M ark ve F red’i doğurduğunda yirm i beş yaşın­ daydı. M ark’ın daha çok kendisine, Fred’in ise babasına benzediğini düşünüyordu. Bu algılam a, onlara karşı davranışlarındaki ince, fakat anlamlı farklılığın tohum unu atmış olabilirdi. Çocuklar üç aylıkken Sarah F red’in bakışlarını yakalam aya çalışır, o başını diğer tarafa çevirse bile yeniden denerdi; Fred ise daha fazla em patiyle, başını çe­ virerek karşılık verirdi. O başka tarafa baktığında, bu kez Fred başını ona döndürür, ve bu kaçm a-kovalam aca döngüsü, çoğu kez F red ’i ağlatana kadar tekrarlanır dururdu. Sarah, Fred ile yaptığı gibi bir göz tem asına M ark ’ı hiçbir zam an zorlam azdı. M ark göz tem asını ne zam an isterse keser, Sarah da üstelem ezdi. Küçük, ama çok şey ifade eden bir hareket. Bir yıl sonra, Fred M ark’a kıyasla fark edilecek kadar korkulu ve bağımlı bir hale gel­ mişti; korkulu olduğunu, üç aylıkken annesine karşı yüzünü öne eğip başını yana çevirm esinde olduğu gibi insanlarla göz tem asını keserek gösteriyordu. Öte yandan M ark insanın gözünün içine bakıyor; göz 141

tem asını kesm ek istediğindeyse m uzaffer bir gülüm sem eyle başım hafifçe yukarı kaldırıp yana çeviriyordu. O zam anlar Com ell Tıp Fakültesi’nde olan psikiyatr Daniel Stem ’ün araştırm asına katılan bu anne ve ikizleri çok ayrıntılı bi­ çimde gözlem lenm iştir.7 Stem , anne ve çocuk arasında tekrarlanan bu küçük alışverişlerden büyülenm iştir; duygusal hayatın en temel derslerinin bu yakınlık anlarında gerçekleştiğine inanmıştır. Bu anla­ rın en kritik olanları, çocuğa duygularının empati, kabul ve karşılık gördüğünü bildiren anlardır; S tem ’in ahenk sağlam a dediği süreçtir bu. İkizlerin annesi M ark ile ahenk içindeyken, Fred ile duygusal an­ lamda aynı ayarda olamıyordu. S tem ’e göre, anneyle çocuk arasında tekrarlanan bu sayısız ahenk ya da ahenksizlik anları, yetişkinlerin yakın ilişkilerindeki beklentilerini belki de çocuklukta yaşanan daha çarpıcı olaylardan çok daha fazla şekillendirmektedir. Ahenk, ilişki ritm inin bir parçası olarak zım nen oluşur. Stem adeta m ikroskopik bir hassasiyetle, anneleri ve bebekleri saatlerce videoya çekerek üzerinde çalışmıştır. Aralarındaki ahenk sayesinde, annelerin çocuklara, onların ne hissettiklerini bildiklerini ifade ettik­ lerini saptamıştır. Örneğin bir bebek keyifli sesler çıkardığında, anne onu onaylar. Veya bebek çıngırağını salladığında, karşılık olarak hem en hafifçe titrer. Böylesi bir etkileşim de anne, bebeğin heyecan düzeyiyle uyum lu olduğunu gösteren onaylayıcı bir mesaj verir. Bu tarz küçük ahenkler (Stem , çocuğuyla etkileşim halindeki annenin yaklaşık dakikada bir kez bu tür bir mesaj gönderdiğini saptam ıştır) bebeğe duygusal bağlantının güven aşıladığı hissini verir. Ahenk, basit taklitten çok farklıdır. S tem ’in bana söylediği­ ne göre, “Bir bebeği taklit etm ekle yetinirsen, bu sadece onun ne yaptığını bildiğini gösterir, ne hissettiğini değil. O na ne hissettiğini sezdiğini gösterm ek için, içinde hissettiklerini başka bir yoldan ona tekrarlam ak gerekir. O zaman bebek anlaşıldığım bilir.” Anneyle çocuk arasındaki bu yakın ahengin yetişkinlerin ha­ yatındaki en yakın örneği, belki de sevişmedir. S tem ’ün yazdığına göre, sevişm e “bir diğerinin öznel durum unu sezme deneyimidir: Paylaşılan arzu, uyuşan niyetler, aynı anda değişen karşılıklı uyarıl­ m a halleri,” âşıkların, sözle ifade edilm ese de, derin bir ahenk duy­ gusu veren bir eşzam anlılık içinde birbirlerine karşılık vermelerini 142

içerir.8 Sevişme, en iyi şekliyle karşılıklı b ir empati; en kötü şekliyle de böylesi bir duygusal etkileşimin yokluğudur.

UYUMSUZLUĞUN BEDELLERİ S tem ’e göre, ahengin defalarca sağlanm ası sonucunda bebek, di­ ğer insanlarda onun hislerini paylaşm a yeteneği ye isteği bulunduğu sezisini geliştirm eye başlar. Bu sezi, diğerlerinden ayrı olduğunun farkına vardığı, aşağı yukarı sekiz aylık olduğu dönemde ortaya çı­ kar ve yaşam ı boyunca yakın ilişkiler içinde şekillenm eye devam eder. A ileler çocukla ahenk içinde değilse, çocuk derinden sarsılır. Bir deneyde Stem anneleri ahenkli bir şekilde eşlik etm ek yerine, bebeklerine bilerek fazla ya da az tepki verm eye yönlendirm iştir; be­ bekler buna anında üzüntü ve sıkıntıyla karşılık vermişlerdir. Anne ve çocuk arasındaki ahenksizlik uzun sürdüğünde, bunun çocuk üzerinde duygusal açıdan büyük bir m aliyeti olur. Anne, ço­ cuğun çeşitli duygularına -n eşe, gözyaşı, kucak ihtiyacı g ib i- em­ pati gösterm ekten sürekli uzak kalıyorsa, çocuk bu duyguları ifade etm ekten ve hatta hissetm ekten vazgeçm eye başlar. Böylece, büyük olasılıkla bütün bir duygu yelpazesi, özellikle de çocukluk boyunca açıkça veya üstü kapalı bir şekilde kösteklenm iş olanlar, yakın ilişki repertuarından silinmeye başlayabilir. Aynı şekilde çocuklar hangi ruh hallerinin karşılık bulduğuna bağlı olarak, bir dizi olum suz duyguyu benim seyebilirler. Bebekler bile ruh hallerini “yakalayabilir” : Ö m eğin, depresyonda olan anne­ lerin üç aylık çocuklan onlarla oyun oynarken, anneleri depresyonda olm ayanlara oranla, üzüntü ve öfke hislerini içten m erak ve ilgiden daha fazla ön plana çıkartarak annelerinin ruh halini aynen yansıt­ m ışlardır.9 S te m ’ün araştırm asında bir anne, sürekli bebeğinin hareketlilik düzeyinin altında tepkiler verm iş; sonuçta bebeği p asif olmayı öğ­ renmiştir. Stem , “bu şekilde davranılan bir bebek, ‘eğer ben heyecanlanırşam annemi aynı şekilde heyecanlandıram am , bu yüzden en iyisi hiç denem eyeyim ’ diye düşünm eyi öğrenir,” diyor. Ancak, “onarıcı” ilişkilerde um ut vardır: “Yaşam boyu süren ilişkiler -ö m e143

ğin arkadaşlarla ya da akrabalarla veya psikoterapide- ilişki tarzınızı sürekli şekillendirir. Bir noktadaki dengesizlik sonradan düzeltilebi­ lir; bu, yaşam boyu devam eden bir süreçtir.” Nitekim birçok psikanaliz kuram ı, terapi ilişkisinin duyguları düzelten, ahenk bozukluğunu gideren bir deneyim sağladığını öne sürmektedir. Bazı psikanalitik düşünürler; tıpkı bebeğiyle arasında ahenk sağlayan bir anne gibi, terapistin de hastasının içinden geçen­ leri anladığını belli etme tarzı için aynen yansıtm a terimini kullanı­ yorlar. D uygusal eşzam anlılık, hasta derinden kabul gördüğünü ve anlaşıldığını hissederek keyifiense bile, zımni ve bilinçdışıdır. Çocukluktaki ahenksizliğin hayat boyu ödenecek duygusal b e­ deli çok ağırdır; hem de sadece çocuk için değil. En acımasız, en şiddetli suçların failleri üzerinde yapılan bir çalışm ada elde edilen bulgulara göre, bunları diğer suçlulardan ayıran hayatlarının erken dönem lerine ilişkin başlıca özellik, evlat edinildikleri bir evden di­ ğerine yollanm ış, ya da yetim hanelerde büyüm üş olm alarıydı; hayat hikâyeleri, duygusal bakım dan ihm al edildiklerini ve ahenk kurm a fırsatını çok az bulduklarını gösteriyordu.10 Duygusal ihmal em patiyi köreltir; zalim, sadistçe tehditler, aşa­ ğılam alar ve salt kötülük içeren yoğun ve ısrarlı duygusal taciz ise mantığa aykırı bir sonuç doğurur. Bu tür bir tacize katlanan çocuk­ lar, bir bakım a travm a sonrası tehlike işaretlerine karşı sürekli tetikte olm a haline benzer biçim de, çevredekilerin duygularına karşı aşırı hassaslaşabilir. Başkalarının hislerine böylesine saplantılı bir ilgi, çocukken psikolojik tacize m aruz kalm ış çocuklara özgüdür; bu ki­ şiler yetişkinlik hayatlarında, zam an zam an “sınırda kişilik bozuklu­ ğu” olarak da tanım lanan, çok değişken yoğun iniş çıkışların kurbanı ol ur la f Bu durumdaki çoğu kişi çevrelerindeki kişilerin neler hisset­ tiğini algılam akta ustadır ve yine bu kişilerin çoğu, çocukluklarında duygusal tacize m aruz kaldıklarını belirtm işlerdir."

144

EMPATİNİN NÖROLOJİSİ N örolojide çok sık olduğu gibi, karm aşık ve tuhaf vakalara ait ra­ porlar em patinin beyindeki temeli hakkında ilk ipuçlarını vermiştir. Örneğin 1975 tarihli bir rapor; frontal loblarının sağ kısmı zarar gör­ m üş olan birçok hastaya bakıldığında, garip bir eksiklik görüldüğünü bildiriyor: Bu kişiler insanların söylediklerini gayet iyi anlamakla beraber, ses tonlarındaki duygusal mesajı kavrayam ıyorlardı. Onlar için m üstehzi, m innettar ya da öfkeli bir “teşekkür”ün anlamı aynı tarafsızlıktaydı. Buna karşılık, 1979’daki bir raporda, beyinlerinin sağ yarısının diğer bölüm leri zarar görm üş olan hastaların, duygu­ sal algılam alarında çok farklı bir boşluk olduğundan söz ediliyordu. Bu hastalar, ses tonları veya hareketleriyle kendi duygularını ifade edem iyorlardı. N e hissettiklerini biliyor, sadece dışa vuramıyorlardı. Raporun yazarları, bütün bu kortikal beyin bölgelerinin lim bik sis­ temle kuvvetli bağlantısı olduğunu kaydetmişlerdi. Tüm bu çalışmalar, C alifom ia Teknoloji E nstitüsü’nden psikiyatr Leslie B rothers’ın, em patinin biyolojisi konulu çığır açan tezinin arka planım oluşturuyor.12 N örolojik bulgulan ve hayvanlar üzerinde yapılm ış karşılaştır­ malı çalışm aları inceleyen Brothers, em patinin tem elindeki ana be­ yin devresinin bir parçası olarak, am igdalaya ve görsel korteksin ilişkilendirm e alanıyla olan bağlantılarına dikkat çekiyor. K onuya ilişkin nörolojik araştırm aların çoğunun kaynağı, hay­ vanlar, özellikle de insan dışındaki prim atlar üzerinde yapılm ış olan çalışmalardır. Bu prim atların em pati gösterdiği -y a da B rothers’ın tercih ettiği deyişle “duygusal iletişim ” içinde o ld u ğ u - salt anlatılan olaylardan değil, yapılm ış incelem elerden de anlaşılıyor. Örneğin, makak m aym unlarına belirli bir sesi duydukları anda elektrik şoku verilerek ilk önce sesten korkm aları öğretilir. Daha sonra bir şalte­ re basarak, bu sesi duyduklarında şoku önlemeyi öğrenirler. Sonra, m aym un çitfleri ayrı ayrı kafeslere konulur; aralarındaki tek iletişim kapalı devre TV yoluyla birbirlerinin yüzlerini ekranda görmektir. İlk maymun, İkincisi değil, o ürkütücü sesi duyar ve yüzünde kor­ kulu bir ifade belirir, aynı anda, ilk m aym unun yüzündeki korku ifa­ desini gören ikinci m aym un -se si duym adığı h ald e- şoku önleyen 145

şalteri indirir; bu bir yardım severlik olm asa da, en azından empatiyi gösteren bir harekettir. İnsan dışındaki prim atların hem cinslerinin yüz ifadelerinden duygulannı okuduklarını saptayan araştırm acılar, m aym unların beyinlerine nazikçe, uzun, ince uçlu elektrodlar yerleştirdiler. Bu elektrodlar sayesinde tek bir nörondaki faaliyet kaydedilebiliyordu. Görsel korteks ve am igdaladaki nöronlarla bağlantılı elektrodlar, bir m aym un diğerinin yüzünü gördüğünde bu bilginin önce görsel korteksteki nöronu, sonra da amigdalada olanı harekete geçirdiğini gösterdi. B ilindiği üzere bu yol, duygusal uyarılm aya yol açan bil­ ginin izlediği standart yoldur. Bu tür inceleme sonuçlarının şaşırtıcı yanı ise, görsel kortekste, tehditkâr bir şekilde açılan ağız, korkulu bir yüz buruşturm a ya da uysal bir çöm elm e gibi, sadece belirli bir yüz ifadesine ya da bedensel harekete tepki olarak harekete geçen nöronları saptam ış olmalarıdır. Bu nöronlar aynı bölgede yer alan ve tanıdık yüzleri fark etmeye yarayan diğerlerinden farklıdır. Bu da, beynin başlangıçtan itibaren belirli duygusal ifadelere tepki verebi­ lecek şekilde tasarlandığı, yani, em patinin biyolojinin sabit bir verisi olduğu anlam ına gelebilir. B rothers’a göre, duyguları okum akta ve buna tepki vermekte am igdala-korteks yolunun anahtar bir rol oynadığını kanıtlayan bir başka delil, doğadaki m aym unların am igdala ve korteks arasında gi­ dip gelen bağlantılarının kesilip bırakıldığı araştırm adan çıkmıştır. Sürülerine geri dönenler kendilerini beslem ek, ağaçlara tırm anm ak gibi gündelik işlerle uğraşabiliyorlardı. Ancak bu talihsiz m aym un­ lar gruplarındaki hem cinslerine duygusal olarak nasıl tepki verm ele­ ri gerektiğine dair tüm sezgilerini kaybetmişlerdi. Başka biri dostça yaklaşsa bile uzağa kaçıyor, sonuçta kendi sürüleriyle her türlü te­ m astan uzaklaşıp, tecrit edilmiş bir şekilde yaşıyorlardı. Brothers, kortekste belirli duygulara özgü nöronların yoğunlaştığı bölgelerin, aynı zam anda am igdalayla en yoğun bağlantısı bulunan yerler olduğunu da belirtiyor; duygular okunurken, uygun tepkilerin düzenlenm esinde önemli bir rol oynayan am igdala-korteks devreleri kullanılır. İnsan dışındaki prim atlar için, “bu tür bir sistem in hayati önemi açıktır” diyor Brothers. “Başka birinin yaklaştığının algılan­ m ası belirli bir [fizyolojik tepki] sistemini -h e m de çabucak- ha­ 146

rekete geçirm elidir; çünkü yaklaşanın niyetinin ısırm ak mı, sakince oturup birbirinin bitlerini ayıklam ak mı, yoksa çiftleşm ek mi olduğu anlaşılm alı ve tepki ona göre ayarlanm alıdır.” 13 B erkeley’deki Califom ia Ü niversitesi’nden psikolog Robert Levenson, ateşli bir tartışm a süresince birbirinin ne hissettiğini tahmin etm eye çalışan evli çiftler üzerinde yaptığı araştırm ada, empatinin biz insanlarda da benzeri bir fizyolojik tem elinin olduğunu öne sür­ m üştür.14 L evenson’un yöntem i basitti: Çiftler, çocuklara verilecek terbiye, harcam a alışkanlıkları gibi, evliliklerinde sorun yaratan bir konuyu konuşurken videoya çekilip fizyolojik tepkileri ölçülüyordu. H er bir eş, önce kaseti baştan sona izleyerek, anbean neler hisset­ tiğini aktarıyordu. Sonra eşler ikinci kez kaseti izleyerek, bu sefer diğerinin duygularını okum aya çalışıyorlardı. En isabetli em pati tepkileri, kendi fizyo lo jisi (seyrettiği) eşininkinin izinden giden karı-kocalarda görülmüştür. Örneğin eşi fazlaca terlem e tepkisi gösteriyorsa kendisi de o tepkiyi gösteriyor; eşinin nabzı yavaşlam ışsa, kendi nabzı da yavaşlıyordu. Kısacası bu kişile­ rin vücutları, eşlerinin her an değişen fizyolojik tepkilerini inceden inceye taklit ediyordu. İzleyenlerin fizyolojik tepkileri ilk etkileşim sırasındaki kendi tepkilerinin tekrarından ibaretse, bu kişiler eşleri­ nin ne hissettiğini tahm in etm ekte zay ıf kalıyordu. Empati ancak, bedensel tepkiler eşzam anlı olduğunda oluşuyordu. Bu da, duygusal beyin bedeni hararetli bir öfke gibi kuvvetli bir tepkiyle güderken empati duygusunun kaybolduğunu gösteriyor. Em pati, başka birinin hisleriyle ilgili ince sinyallerin algılanıp kişi­ nin kendi duygusal beyninde taklit edilebilm esi için, yeterince sakin ve algılam aya hazır durum da olm ayı gerektirir.

EMPATİ VE ETİK: ÖZVERİNİN KÖKLERİ “Çanların kimin için çaldığını hiç m erak etme; çanlar senin için çalıyor”, İngiliz edebiyatının en ünlü satırlarından biridir. John Donn e ’un bu düşüncesi, empati ve ilgilenme arasındaki bağın p ü f nokta­ sına işaret etmektedir: Diğerinin acısı, benim de acımdir. Diğerinin hislerini paylaşm ak, ilgi göstermektir. Bu anlam da empatinin karşıtı 147

da antipatidu. Ahlaki ikilem ler olası kurbanlar içerdiğinden, ahlaki kararlar verirken sık sık em patik bir tavır alınır: Bir arkadaşınızın incinm esini önlem ek için yalan söylem eli m isiniz? Hasta bir arka­ daşınızı ziyaret etme sözünü m ü tutm alısınız yoksa onun yerine son dakikada gelen bir yem ekli eğlence teklifini mi kabul etmelisiniz? Aksi takdirde ölecek olan birisi için suni solunum sistem i ne zamana kadar çalıştırılm alıdır? Bu ahlaki somları ortaya atan empati araştırmacısı M artin Hoffm an’a göre, ahlakın kökleri empatide bulunur, çünkü acı çeken, tehli­ kede olan veya bir mahrumiyet içinde bulunan potansiyel kurbanlara empati göstererek sıkıntılarını paylaşmak, insanları onlara yardımcı olmaya sevk eden şeydir.ıs Kişisel ilişkilerde yaşanan empati ve özveri arasındaki bu doğrudan bağlantının ötesinde; Hoffman, empatik duy­ gu kapasitesinin, yani kendini diğerinin yerine koyabilmenin, kişileri bazı ahlaki ilkeleri izlemeye yönelttiği görüşündedir. Hoffman, bebeklikten itibaren empatinin doğal bir ilerleyişi oldu­ ğunu fark etmiştir. D aha önce de gördüğüm üz gibi, bir yaşındaki bir çocuk bir başkasının düşüp ağlam aya başladığını gördüğünde kendi­ si de o sıkıntıyı hisseder; duygu birliği o kadar güçlü ve doğrudandır ki, sanki acı çeken kendisiym iş gibi baş parm ağını ağzına götürür, başını annesinin kucağına gömer. İlk yaşından sonra, çocuklar di­ ğerlerinden ayrı olduklarının farkına vardıklarında, örneğin ağlayan bir bebeğe kendi oyuncak ayısını vererek, diğerini etkin bir şekilde yatıştırm aya çalışırlar. Henüz iki yaşındaki çocuklar, başkalarının hislerini gösteren işaretlere karşı daha da hassaslaşırlar; örneğin bu noktada ağlayan bir çocuğa, gururunu incitm eden yardım cı olmanın en iyi yolunun dikkati onun üstüne fazla çekm em ek olduğunu anla­ yabilirler. Çocukluk dönem ine gelindiğinde, empati en ileri aşam asına ula­ şır. Çocuklar o anki durum un ötesindeki sıkıntıları anlayabilir, bi­ rinin koşullarının ya da hayattaki konum unun kronik bir sıkıntının kaynağı olabileceğini görürler. Bu noktada kötü durum da olan bir gruptaki -fakirler, ezilenler, toplum dan dışlanm ışlar g ib i- herkese karşı bir şeyler hissedebilirler. Bu anlayış ergenlikte talihsizlik ve adaletsizliği iyileştirm eye yönelik ahlaki inançları destekleyebilir. 148

Empatı, birçok açıdan ahlaki karar ve davranışların tem elinde yer alır. Bunlardan biri, “em patik öfke”dir. John Stuart M ili’in, “adaletin bekçisi” dediği ve “başkalarının incinm esinin adeta bizi de inciten acılara dönüştüğü durum lara uygulanabilen... akıl ve sempatiden doğan... doğal m isillem e duygusu...” biçim inde tarif ettiği olgudur: Empatinin ahlaki eylem e dönüştüğü bir başka durum da, bir izleyici­ nin m ağdur olan birine yardım cı olm ak için araya girmesidir; araştır­ malar, bir izleyici m ağdur olan kişiye karşı ne kadar empati duyarsa, durum a m üdahale etm e olasılığının da o kadar arttığını gösteriyor. Kişilerin em pati düzeylerinin ahlaki yargılarını şekillendirdiğine dair bulgular da söz konusudur. Örneğin A lm anya ve A m erika’daki araştırm alarda, daha em patik kişilerin ahlaki bir ilke olarak, kaynak­ ların insanların ihtiyaçlarına göre harcanm asına daha fazla taraftar oldukları bulgulanm ıştır.16

EMPATİSİZ HAYAT; TACİZCİNİN ZİHNİYETİ VE SOSYOPATIN AHLAKI Eric Eckardt, kötü bir suça alet olmuştu: Patenci Tonya H arding’in korumalığını yaparken, 1994 kış olimpiyatlarında kadınlar arası ar­ tistik buz pateninde Tonya’nın ezeli rakibi olan Nancy K errigan’ı sa­ katlamaları için birkaç serseri kiralamıştı. Saldırı sırasında dizinden yaralanan Kerrigan, hayati önem taşıyan antrenman ayları süresince bir kenara çekilmek zorunda kaldı. Ancak Eckardt, T V ’de hıçkırıklara boğulmuş Kerrigan ’ın görüntüsü karşısında öyle bir pişmanlık hissetti ki, bu sırrı açıklayacak bir arkadaş arayarak saldırganların tutuklanma­ sı sürecini başlatmış oldu. İşte empatinin gücü. Ancak bu duygu ne yazık ki en adi suçları işlemiş kişilerde ek­ siktir. Bu belirleyici psikolojik özelliği ırz düşmanlarında, çocuklara sarkıntılık edenlerde ve aile içinde şiddete başvuranlarda görm ekte­ yiz: Bu kişiler em patiden yoksundur. K urbanlarının acısını hissetm e yeteneğinin olm aması, kendi kendilerine suça teşvik edici yalanlar uydurm alarına olanak verir. Tecavüzcülerin yalanları, “K adınlar as­ lında kendilerine zorla sahip olunm asını arzular” veya “Karşı koyu­ yorsa aslında naz yapıyordur,” ; tacizcilerinki “Ben çocuğun canını 149

yakm ıyorum , sadece sevgimi gösteriyorum ”, “Bu da şefkatin başka bir ifadesi” ; fiziksel şiddet kullanan ebeveynlerinki de, “Bu sade­ ce iyi bir terbiye yöntem i” şeklindedir. Kendilerini haklı çıkaran bu cümleler, bu tür sorunlardan dolayı tedavi gören insanların kurbanla­ rına acı çektirirken veya bunu yapm aya hazırlanırken kendi kendile­ rine söylediklerini ifade ettikleri sözlerden derlenmiştir. Bu kişiler kurbanlarına zarar verirken em patinin devreden çıkm a­ sı, hemen her zaman zalimce hareketlerinin öncesinde oluşan duygu­ sal döngünün bir parçasıdır. Genelde çocuklara sarkıntılık gibi cinsel suçlara yol açan duygusal dizgeye bir bakalım .17 Döngü, tacizcinin kendisini kötü hissetm esiyle başlar: Öfkeli, bunalımlı ve yalnızdır. Bu duygular kişinin T V 'd e m utlu çiftlerin görüntülerini izleyip ar­ dından yalnızlığı dolayısıyla depresyona girm esiyle uyanabilir. Bundan sonra tacizci teselli bulabileceği bir fanteziye, genellikle bir çocukla sıcak bir arkadaşlığın hayaline kaptırır kendisini; sonunda fantezi cinsel bir içerik kazanır ve m astürbasyonla sona erer. Ardın­ dan tacizci üzüntüsünden geçici olarak kurtulduğunu hisseder, ancak bu rahatlam a kısa süreli olur; sonrasında depresyon ve yalnızlık hissi çok daha kuvvetlenm iş olarak geri döner. Tacizci fantezisini eyle­ m e dönüştürm eyi düşünmeye başlar ve bunu şu cüm lelerle m eşru­ laştırm aya çalışır: “Eğer çocuk fiziksel zarar görm üyorsa, ben onun canını yakm ıyorum dem ektir” ve “çocuk benim le bir cinsel ilişkiyi gerçekten istem ezse, beni durdurabilir”. Bu noktada tacizci kişi çocuğu, o durumda bir çocuğun hissede­ bileceklerine em patik bir yaklaşım la değil, sapkın fantezisinin gözlü­ ğüyle görmektedir. Bu duygusal kayıtsızlık bir çocuğu yalnız yakala­ yabilm ek için plan yapm aktan, olabileceklerin dikkatli bir provasına ve planın icrasına kadar m eydana gelen her şeyin ortak özelliğidir. Bütün bunlar, çocuk adeta kendi duyguları olmayan birisiym iş gibi gerçekleştirilir; tacizci, hayalindeki çocuğun işbirlikçi tutum unu ona yansıtır. Çocuğun duyguları -k en d in i şiddetle geri çekm esi, korku­ su, iğrenm esi- algılanmaz. Zaten bunlar algılansaydı, tacizci için her şeyin “m ahvolm ası” demek olurdu. K urbanlarına karşı em patiden tam am en yoksun olmaları, çocuk­ lara sarkıntılık edenler ve benzeri suçları işleyenler için geliştirilen yeni tedavilerin odak noktalarından birini oluşturmaktadır. En umut 150

verici tedavi program larından birinde, suçlulara kurbanın bakış açı­ sından yazılm ış, kendilerinin yapm ış olduklarına benzeyen yürek paralayıcı suç olaylarının hikâyeleri okutulur. Ayrıca kurbanların cinsel tacize uğram anın ne dem ek olduğunu gözyaşları içinde aktar­ dıkları video kasetleri seyrettirilir. D aha sonra da tacizcilerden kendi suçlarını kurbanın bakış açısından, onun neler hissetmiş olduğunu düşünerek yazm aları istenir. Bunu bir terapi grubuna okuyarak, sal­ dırı hakkındaki sorulara kurbanın açısından cevap vermeye çalışırlar. Nihayet, suçlu bu sefer kurbanının rolünü oynayarak suçun yeniden canlandırılm ası sürecinden geçer. Karşı tarafın bakış açısından olaya bakm ayı içeren bu terapi yön­ temini geliştirm iş olan Vermontlu hapishane psikologu W illiam Pithers’ın bana söylediğine göre, “Kurbana empati gösterme algılamayı değiştirm ektedir; bu da tacizcinin, verdiği acıyı kendi fantezilerin­ de bile yadsım asını zorlaştırır.” Böylece, bu kişilerin sapkın cinsel dürtüleriyle mücadele azmi kuvvetlendirilm ektedir. Cezaevinde bu program dan geçen cinsel suçlular, serbest bırakıldıktan sonra böyle bir tedavi görm eyenlere kıyasla yarı yarıya daha az suç işlemişlerdir. Em patiden esinlenen bu m otivasyonla başlanm azsa, tedavinin geri kalanı bir işe yaram amaktadır. Çocuklara sarkıntılık etm ek gibi suçlar işlemiş kişilerde bir em ­ pati duygusu geliştirm e um udu biraz olsa da, başka bir suçlu tipi olan (psikiyatrik teşhiste son zam anlarda sosyopat denilen) psikopatlar çok daha um utsuz vakalardır. Psikopatlar hem çekicilikleriyle, hem de en zalim , en vicdansızca davranışlarından bile hiçbir vicdan aza­ bı duym am alarıyla ünlüdür. H içbir şekilde empati ya da merham et hissedem em ek, hatta en küçük bir vicdan kırıntısına sahip olmamak anlam ına gelen psikopati, en karm aşık duygusal bozukluklardan bi­ ridir. Psikopatın soğukluğunun ana nedeni en yüzeysel, sığ duygusal bağlantılardan öteye geçememesidir. Kurbanlarının ölmeden önce çektikleri acılardan zevk alan, bir dizi sadistçe cinayet işlemiş olan zalim caniler, psikopatinin en iyi örneğini oluşturur.18 Psikopatlar ayrıca istediklerini elde edebilm ek için çok rahat ya­ lan söyleyebilir ve kurbanlarının duygularıyla sinsice oynarlar. Los A ngelesli bir çetenin on yedi yaşındaki üyesi F aro’nun, arabadan rastgele ateş açarak bir anneyle bebeğini sakat bıraktığı olayı sııçlu151

luk hissiyle değil, gururla anlatışını ele alalım. Los Angeles çetele­ rinden Crips ve Bloods hakkında bir kitap yazm akta olan Leon Bing ile aynı arabada giderken, Faro ona kendini kanıtlam ak ister. B ing’e, yan arabadaki “iki züppe”ye “m anyak num arası” çekeceğini söyler. Bing bu bakışı şöyle aktarır: Sürücü birinin ona baktığını hissederek benim arabam a şöyle bir göz attı. G özlerinin F aro ’nunkilerle tem as ettiğinde büyüdüğünü gördüm . Sonra göz tem asını kesti, önce önüne, sonra da uzağa bakm aya başladı. Sürücünün gözlerindeki ifade konusunda hiçbir şüphem yok. G ördü­ ğüm , korkuydu.

Faro ise yandaki arabaya fırlattığı bakışı B ing’e şöyle sergiler: D osdoğru bana baktı ve yüzündeki her şey zam an aşınılı b ir fo to ğ raf çekim indeki gibi değişti. Y üz ifadesi b ir karabasana dönüştü, korku ve­ rici bir görüntüydü bu. K arşılık verirsen, bu çocuğa m eydan okursan, sıkı durm an gerekir, diyor gibiydi. B akışından, ne kendi hayatını ne de şeninkini um ursadığı anlaşılıyordu.19

Tabii ki suç işlem ek gibi karm aşık bir davranışın, biyolojik bir nedeni akla getirm eyen pek çok makul açıklam ası vardır. Bunun bir tanesi sapkın bir duygusal beceri türünün -diğerlerini sindirm ek ya da suç işlemeye yönelm ek g ib i- şiddet olaylarının yoğun olduğu m ahallelerde hayati bir değer taşım ası olabilir. Bu tür durum larda fazlaca empati amacına aykırı düşebilir. Aslında fırsatçı bir empati eksikliği, “kötü polis” num arası yapan sorgulam a m em urundan, şirketlerin kontrolünü ele geçirm ek için borsada hisselerini toplayan m anipülatörlere kadar hayattaki birçok rolde “erdem ” olarak görü­ lebilir. Örneğin terörist devletlerin emrinde işkence yapm ış olanlar, “işlerini” yapabilm ek için kurbanlarının duygularından kendilerini uzak tutm ayı nasıl öğrendiklerini anlatmaktadırlar. İnsanlarla oyna­ m anın pek çok yolu vardır. Karılarını acım asızca dövenler üzerinde yapılan bir araştırmada, bu empati eksikliğinin en tehlikeli olabilecek tezahürlerinden biri te­ sadüfen keşfedilmiştir. A raştırm a, düzenli olarak karılarını döven ya da bıçak ve silahla tehdit eden şiddete en düşkün kocaların çoğunda fizyolojik bir anorm allik olduğunu ortaya koymuştur: K ocalar bu ha­ 152

reketlerini öfkeyle kendinden geçerek değil, soğuk ve hesaplı bir bi­ çimde yapm aktadırlar.20 Öfke arttıkça, anorm allik belirm eye başlar: Kalp atışları öfkelenm e durum unda olanın aksine, hızlanm ak yerine yavaşlar, yani giderek saldırganlaşırken fizyolojik bakım dan gittikçe sakinleşirler. Bu kişilerin şiddet eylem leri hesaplı bir terör hareketi gibi, karılarını korkutarak kontrol altına alma yöntem i şeklinde or­ taya çıkar. Bu soğukkanlı ve acım asız kocalar, karılarını döven erkeklerin bir çoğundan farklı bir grup oluşturur. Bir kere, evlilik dışında da şiddete başvurm a olasılıkları daha yüksektir; barlarda iş arkadaşla­ rıyla ve diğer aile bireyleriyle kavga ederler. Karılarına karşı şiddet gösteren birçok erkek, reddedilm işliğin veya kıskançlığın getirdiği öfkeyle ya da terk edilme korkusuyla bunu fevri bir şekilde yapar; bu içten pazarlıklı şiddet eğilim lileri ise, görünürde hiçbir neden ol­ madığı halde karılarına vurm aya başlar, bir kere başladıklarında da karılarının yaptığı hiçbir şey, kaçm aya çalışm aları bile, bu kişilerin şiddetini durduramaz. Suçlu psikopatları inceleyen bazı araştırmacılar, böylesi bir empati veya ilgi eksikliğinin, bu soğukkanlı m anipülasyon yeteneğinin bazen nörolojik bir bozukluktan kaynaklanabileceğinden kuşkulan­ maktadırlar.* Vicdansız psikopatinin bir fizyolojik temeli olabileceği iki yöntem le gösterilmiştir; her ikisi de lim bik beyin yönündeki si­ nir yollarının devrede olduğunu işaret etmektedir. Bunların birinde, insanların beyin dalgaları, harfleri karıştırılm ış kelim eleri bulm aya çalışırken ölçülür. K elim eler çok hızlı, saniyenin onda biri kadar bir süreyle gösterilir. Birçok kişi, öldürm ek gibi duygu yüklü kelimelere sandalye gibi nötr kelim elerden farklı tepkiler gösterir: Eğer duygu (*) Bazı suçlarda biyolojik modeller rol oynasa da -sinirsel bir empati bozuk­ luğu g ib i- bu, tüm suçlularda biyolojik bir kusurun etken olduğu veya suç­ ların biyolojik bir işareti olduğu anlamına gelmez. Bu, tartışmalı bir konu­ dur; böyle bir biyolojik işaretin olmadığı ve kesinlikle bir “suç geni”nden söz edilemeyeceği varılabilecek en iyi uzlaşma noktasıdır. Bazı durumlarda empati eksikliğinin biyolojik bir alt yapısı olduğu öne sürülse de, bu alt yapıya sahip tüm kişilerin suç işleyecekleri söylenemez; birçoğu böyle bir şey yapmayacaktır. Empati eksikliği kişiyi suç işlemeye yönelten tüm diğer psikolojik, ekonomik ve sosyal etkenlerle birlikte değerlendirilmelidir.

153

yüklü kelim enin harfleri karıştırılm ışsa, daha çabuk karar verilebilir ve beyinleri duygusal kelimelere tepki olarak belirgin b ir dalgalanma modeli gösterir, ancak nötr kelim elere bu tepkiyi vermezler. Psiko­ patlarda ise tepkilerin ikisi de görülmez: Beyinlerinin duygu yüklü kelim elerin karşılığı olan belirgin bir dalgalanm a m odelini göster­ m em esi, daha çabuk tepki verm em eleri, kelim eyi tanıyan görsel korteks ve buna duyguyu ekleyen lim bik beyin arasındaki devrelerinde bir bozukluk olduğunu gösterir. Bu araştırm ayı yapan British Colum bia Ü niversitesi’nden psiko­ log Robert Hare, bu sonuçları; psikopatların duygu yüklü kelimeleri yüzeysel olarak anladıkları ve bunun duygusal dünyalarının genel sığlığını yansıttığı şeklinde yorumluyor. H are’e göre psikopatların bu duygusuzluğu, kısm en daha önceki bir araştırm asında keşfettiği başka bir fizyolojik modele dayalıdır; bu model ayrıca am igdala ve ilgili devrelerin işleyişlerindeki bir düzensizliğe de işaret etmektedir: Elektrik şoku verilm ek üzere olan psikopatlarda, norm al insanların acı hissedeceklerini bildiklerinde gösterdikleri korku tepkisinin hiç­ bir belirtisi görülm ez.21 Acı çekm e olasılığı, bir kaygı dalgası yarat­ m adığından, psikopatlar H are’e göre, yaptıkları hareket nedeniyle gelecekte cezalandırılacakları endişesini taşımazlar. K endileri kor­ ku hissetm ediklerinden, kurbanlarının korku ve acısına karşı empati veya m erham et duymazlar.

154

8 Sosyal Sanatlar

K ü ç ü k kardeşleri olan beş yaşındaki çocuklarda sık sık görüldüğü gibi, Len de oynam akta oldukları lego parçalarını dağıtan iki bu­ çuk yaşındaki kardeşi Jay’e karşı tüm sabrını yitirmiştir. Bir öfke nöbetine kapılarak, Jay ’i ısırır. G özyaşlarına boğulan Jay ’in acılı haykırışını duyan anneleri içeri dalarak L en’i azarlar ve aralarını bo­ zan nesneleri, yani lego parçalarını, ortadan kaldırm asını emreder. Kendisine korkunç bir adaletsizlik olarak görünen bu olay üzerine, Len hıçkırıklara boğulur. H alen sinirli olan anne de onu rahatlatmayı reddeder. A ncak Len teselliyi hiç beklenm eyen bir kaynaktan sağlar: Jay, ilk incinen ta ra f olm asına rağm en, ağabeyinin gözyaşlarmdan o ka­ dar etkilenir ki, L en’i yatıştırm ak için seferber olur. A ralarındaki et­ kileşim şuna benzer bir şekilde gelişir:1 “Len yapm a,” diyerek yalvarır Jay. “A ğlam a artık canım. Ağlama artık.” Ancak Len ağlam aya devam eder. Doğrudan yalvarması başarı­ sız kalan Jay, annesini L en’in yanına çekm eye çalışır: “Len ağlıyor, anne! Len ağlıyor. Bak. G östericem sana. Len ağlıyor.” Daha sonra L en’e dönen Jay, anaç bir tavır takınarak, ağlayan ağabeyinin om uzunu pat-patlayıp onu teselli etmeye çalışırken, yu­ muşak bir tonda, “Bak, Len. A ğlam ak yok,” der. Bu sakinleştirm eye karşın, L en’in hıçkırıkları devam eder. Jay başka bir taktik deneyerek, lego parçalarını torbasına yerleştirmekte ona yardım cı olur ve arkadaşça, “ Bak, bak, Len. Lennie için geri koyuyom , tam am ?” der. Buna rağm en gözyaşları devam eder. M arifetleri tükenm ek bil­ meyen Jay başka strateji dener, ona oyuncak bir araba göstererek, 155

biraz önce başına gelen küçük trajediyi unutturm ak ister. “Burada bu adam var. Bu ne, Len? Bu ne?” Len hiç ilgilenmez. Avutulamaz bir haldedir; gözyaşlarının da sonu yok gibidir. Sabrını yitiren anne ebeveynlerin klasik tehditini kullanır, “Senin canın dayak mı istiyor?” Len duraksayarak cevap verir, “H ayır”. “O zam an kes şunu lütfen,” der annesi kesin ve biraz da bitkin bir ifadeyle. Len, hıçkırıklar arasında acıklı bir sesle nefes nefese, “D eniyo­ rum ,” demeyi becerir. Bu da Jay ’in son stratejisini harekete geçirir: A nnesinin ödünsüzlüğünü ve otoritesini ödünç alarak L en ’i tehdit eder, “Kes ağlamayı, Len. Popona bir vururum !” Bu m inik dram sadece otuz aylık bir bebeğin, bir başkasının duy­ gularını yönlendirm ekte kullanabileceği inanılm az duygusal ustalığı gözler önüne seriyor. Ağabeyini bir an önce yatıştırm aya çabalayan Jay, salt yalvarm ayı, annesiyle işbirliğini (ondan bir yardım göre­ mez), L en ’i fiziksel olarak rahatlatm aya çalışm ayı, yardım eli uzat­ mayı, dikkatini çelmeyi, tehditleri ve doğrudan em retm eyi kapsayan geniş bir taktik repertuarı kullanabilm iştir. Kuşkusuz Jay’in yaptık­ ları, kendisi sıkıntı çektiğinde onu rahatlatm ak için denenenlerden derlediği bir donanım a dayanmaktadır. Hiç fark etme?:. Önem li olan, bu kadar erken bir yaşta bile, bunları kaşla göz arasında devreye so­ kabilmesidir. Tabii ki, küçük çocukları olan her ailenin de bildiği gibi, Jay ’in empati gösterm esi ve yatıştırm ası evrensel bir tepki değildir. O yaş­ taki bir çocuk kardeşini altüst olm uş gördüğünde bunu bir intikam şansı olarak değerlendirip, onu daha da kötü hissettirm ek için elin­ den geleni yapm ası da en az o kadar ihtimal dahilindedir. Aynı be­ ceriler bir kardeşi kızdırm ak ya da ona acı çektirm ek için kullanıla­ bilir. A ncak bu kötü niyetlilik hali bile hayati bir duygusal becerinin ortaya çıktığına işaret eder: D iğerinin duygularını anlayabilm e ve bu duyguları yönlendirm ek am acıyla harekete geçebilme. Diğerinin duygularını yönetebilm ek,-insanlarla ilişki yürütm e sanatının özünü oluşturur. 156

Kişiler arası ilişkilerde böylesi bir gücü gösterm ek için, yeni yü­ rümeye başlam ış bebeklerin önce kendi kendilerini kontrol altında tutabilecekleri bir durum a gelmeleri gerekir. Bu, kendi öfke ve sı­ kıntılarını, dürtü ve heyecanlarını yatıştırabilm e yeteneğinin -s ık sık başarısızlığa uğrasa d a - başlangıcını oluşturur. Başkalarıyla ahenk kurabilm esi için kendisinde bir nebze huzur bulunmalıdır. Kendi duygularını idare etme yeteneğinin geçici işaretleri, bu zam an dili­ minde ortaya çıkm aya başlar: Bebekler ağlam adan bekleyebilm eye başlar, istediklerini elde etm ek için -h e r zaman bu yeteneği kullan­ mayı seçm eseler d e - kaba kuvvet yerine tartışm aya veya kandırm aya başvururlar. Sabır, en azından arada bir, tepinm elere alternatif olarak ortaya çıkar. İki yaş civarında empati işaretleri kendini gösterir; ağ­ layan ağabeyi L en ’i neşelendirm ek için Jay ’in bu kadar çabalaması, merham etin kökeni olan em patiye dayanıyordu: Bir başkasının duy­ gularını idare edebilm ek gibi ince bir ilişki sanatı, diğer iki duygusal becerinin; özyönetim ve em patinin olgunlaşm asını gerektirir. Bu tem el üzerinde gelişen “insanlar arası ilişki becerileri” de ol­ gunlaşır. B unlar başkalarıyla ilişkide etkili olabilmeyi sağlayan sos­ yal yeteneklerdir; buradaki eksiklikler sosyal dünyada yetersizliğe veya kişiler arası ilişkilerde tekrar tekrar felakete yol açar. Hatta tam da bu becerilerin eksikliği, en parlak zekâlı kişilerin ilişkilerini berbat ederek, ukala, itici ya da duyarsız olarak algılanm alarıyla sonuçlanır. Bu sosyal yetenekler kişinin bir teması şekillendirm esine, başkaları­ nı harekete geçirip teşvik etmesine, yakın ilişkileri sürdürebilm esine, insanları ikna edip etkilem esine ve rahatlatm asına olanak tanır.

BİRAZ DUYGU GÖSTER Çok önemli b ir sosyal yeterlilik, kişilerin duygularını ne kadar iyi ya da kötü ifade edebildikleridir. Paul Ekman, hangi duyguların ne zaman uygun bir şekilde gösterilebileceği konusundaki toplum sal mutabakatı ifade etm ek için sergilem e kuralları terimini kullanıyor. K ültürler bu konuda çok büyük farklılık gösterir. Örneğin, Ekm an ve meslektaşları, Japonya’da öğrencilerin ergenlik çağındaki Avustur­ yalI yerlilerin sünnet törenlerini gösteren korkunç bir filmi izlerken 157

takındıkları yüz ifadelerine bakmışlardır. Başlarında otoriteyi temsil eden birisi varken, filmi seyreden Japon öğrencilerin yüzlerinde sa­ dece tepki kırıntıları görülmüştür. Yalnız olduklarını düşündüklerin­ de ise (gizli kam erayla çekim yapılm akta olduğu halde) yüzleri acılı bir sıkıntının, korku ve iğrenm enin birbirine karıştığı canlı ifadelere bürünmüştür. Birçok temel sergilem e kuralı vardır.2 Biri, duygu ifadesinin en aza indirgenmesidir, bu, otorite sahibi birisinin yanında Japonların sıkıntı hissine karşı uyguladıkları kuraldır. N itekim bu öğrenciler, duygusal dalgalanm alarını boş bir yüz ifadesiyle maskelemişlerdir. D iğer bir kural, duygusal ifadeyi büyütm ek yoluyla hissetm e, yani abartmadır, altı yaşındaki küçüğün yüzünü dram atik bir biçim de bu­ ruşturarak, acınası bir şekilde çatılan kaşlar ve titreyen dudaklarla annesine koşup kendisiyle alay eden ağabeyini şikâyet ederken kul­ landığı taktiktir. Bir üçüncüsü de, bir his yerine diğerinin ikamesidir. Hayır dem enin kabalık sayıldığı bazı Asya kültürlerinde, olum lu (an­ cak gerçek olmayan) tem inatların verilm esi sırasında devreye girer. Bu stratejileri kişinin ne kadar iyi kullandığı, neyi ne zam an yapaca­ ğını bilmesi, duygusal zekânın faktörlerinden biridir. Bu sergileme kurallarını çok erken yaşlarda, kısm en açıkça eğiti­ lerek öğreniriz. Bir çocuğa, dedesi kendisine iyi niyetli ancak berbat bir doğum günü arm ağanı verdiğinde hayal kırıklığına uğram ış gözükmeyip gülüm seyerek ’teşekkür ederim ’ dem esini söylediğim iz­ de, sergileme kuralları konusunda bir eğitim verm iş oluruz. Ancak aslında sergilem e kurallarının eğitim i, çoğu kez örnek gösterme yo­ luyla gerçekleşir: Çocuklar ne yapıldığını görerek ne yapacaklarını öğrenirler. D uyarlılık eğitim inde duygular hem ortam hem de m esa­ jın kendisidir. B ir çocuğa “gülüm se ve teşekkür et” m esajını veren ebeveyn o anda sert, buyurgan ve soğuksa, sıcak bir fısıldama yerine adeta tıslayarak bunları söylüyorsa, çocuk bundan çok farklı bir ders çıkarır ve hatta dedesine de kaşları çatık bir halde kısa ve düz bir “teşekkür”le karşılık verir. Bunun dede üzerindeki etkisi de çok fark­ lıdır: ilk durum da dede (yanıltılm ış da olsa) m utludur; ancak ikinci durum da bu karışık mesaj karşısında incinmiştir. Doğal olarak, duygusal gösterilerin, bunların alıcısı durumunda olan kişiye etkisi bakım ından dolaysız sonuçları vardır. Çocuk tara­ 158

fından öğrenilm ekte olan kural “Sevdiğin birini üzeceğini hissettiğin zam an gerçek duygularım sakla; yapay olsa da, daha az incitecek bir duyguyu onun yerine koy” şeklindedir. D uygulan ifade etmenin bu tarz kuralları, sosyal ö rf ve âdetler sözlüğünün bir kısmını oluş­ turm aktan öteye gider; duygularım ızın başkaları üzerinde nasıl bir etkisi olacağını belirler. Bu kurallara tam uym ak, en elverişli etkiyi yaratır; bunu iyi yapam am ak ise, duygusal kargaşaya neden olur. Oyuncular, hiç kuşkusuz duygu gösterisi yapan sanatçılardır; onların ifade gücü izleyicideki tepkiyi uyandıran şeydir. Kuşkusuz bazılarım ız hayata doğuştan oyuncu olarak geliriz. A ncak sergile­ me kuralları hakkında öğrendiğim iz dersler gördüğüm üz örneklere dayalı olduğu için, kurallara uym akta gösterilen ustalık da insandan insana değişir.

İFADE GÜCÜ VE DUYGULARIN BULAŞIC1LIĞI Vietnam Savaşı’nın erken dönem lerinde, V ietkonglularla sıcak bir çatışm aya giren Am erikan m üfrezesi pirinç tarlalannda sipere yatm ıştı. Ansızın ortaya çıkan altı rahip, bir sıra halinde tarlaları bir­ birinden ayıran toprak bentler boyunca yürüm eye başladı. Tamamen sakin ve ölçülü bir tavır takınan rahipler ateş hattına doğru yürüm eye devam ettiler. A m erikalı askerlerden biri olan David B usch’un hatırladığına göre, “N e sağa ne de sola baktılar, dosdoğru yürüyüp geçtiler.” “Çok garipti, çünkü kim se onlara ateş etmedi. Onlar toprak bendin üstün­ den geçtikten sonra, içim deki tüm savaşm a isteği de kayboldu. Bu işi yapm ak istem iyordum artık, en azından o gün için. Herkes aynı şeyi hissetm iş olm alı, çünkü herkes durdu. H epim iz savaşmaktan vazgeçtik.”3 Rahiplerin sessiz, cesur huzurunun savaşın göbeğindeki askerle­ ri hareketsiz hale getirebilen gücü, sosyal hayatın temel bir ilkesini gözler önüne seriyor: D uygular bulaşıcıdır. Hiç kuşkusuz, bu öykü bir uç noktayı gösteriyor. Çoğunlukla duygusal bulaşıcılık çok daha ince, her tem asta gizliden gizliye yaşanan etkileşim in bir parçasıdır. Ruhum uzun bir tür yeraltı ekonom isini oluşturan bir ortamda birbiri­ 159

mize ruh hallerim izi iletiriz; burada bazı tem aslar zehirleyici, bazıla­ rı ise besleyicidir. Bu duygusal alışveriş, inceden inceye, neredeyse algılanam az bir düzeyde yürütülen bir özelliğe sahiptir; bir satıcının teşekkür etme tarzı, bizi önem sem ediğini, kınadığını ya da gerçekten çok iyi karşıladığını, takdir ettiğini hissetm em ize yol açabilir. D uy­ gularımızı, bir tür sosyal virüs gibi, birbirim ize bulaştırırız. H er temasta duygusal sinyaller göndeririz ve bu sinyaller bizimle birlikte olanları da etkiler. Sosyal ilişkilerim izde ustalaştıkça, gön­ derdiğimiz sinyalleri daha iyi kontrol edebilir hale geliriz; sonuçta toplumsal nezaket kuralları, en basit şekliyle, temaslarda rahatsızlık yaratacak hiçbir kontrol dışı duygusal sızıntının olm ayacağını ga­ ranti eden araçlardır (ancak, bu sosyal kural yakın ilişkiler alanına girdiğinde boğucu bir durum yaratır). D uygusal zekâ bu alışverişin idaresini içerir; beraber olm aktan hoşlandığınız kişiler için “popüler” ve “çok çekici” gibi terim ler kullanırız, çünkü bu kişilerin duygu­ sal becerileri bize kendim izi iyi hissettirir. Duygularını yatıştırm ak için başkalarına yardım cı olabilen kişiler, özellikle değer verilen bir sosyal m etaya sahiptirler; duygusal bakım dan en m uhtaç durum da olanların başvuracağı insanlar onlardır. H er birim iz karşım ızdakinin iyi ya da kötü bir duygusal değişim yaratm akta kullandığı alet çan­ tasının bir parçasıyız. Duyguların bir kişiden diğerine nasıl bir incelikle geçebildiğinin kayda değer bir örneğine bakalım. Basit bir deney sırasında iki gö­ nüllü o anki ruh hallerini bir kontrol listesinde işaretledikten sonra, karşılıklı oturarak sessizce deneyi yapanlardan birinin odaya geri dönmesini bekler. İki dakika sonra gelen araştırmacı, ruh hallerini yeniden bir kontrol listesine işaretlem elerini ister. D eneye katılan çiftler, özellikle biri duygularını fazlasıyla ifade edebilen, diğeriyse bunu pek becerem eyen iki kişiden seçilmiştir. İstisnasız olarak, duy­ gularını daha iyi ifade edebilen deneğin ruh halinin, daha p a sif olan eşine geçtiği görülür.4 Bu sihirli geçiş nasıl gerçekleşm ektedir? En olası açıklam a, bir başkasının gösterdiği duyguları, yüz ifadesini, hareketlerini, ses to­ nunu ve diğer sözsüz duygu işaretlerini bilinçdışı bir m otor-m im ikleme yoluyla taklit ettiğimizdir. Bu taklit sonucu insanlar, diğerinin ruh halini kendi içlerinde tekrar yaratırlar; aktörlerin geçm işte çok 160

güçlü hissettikleri bir duyguyu yeniden uyandırm ak için o duygu­ ya ait jestleri, hareketleri ve diğer ifadelerini hatırlam aya çalıştıkları Stanislavski yöntem inin alt düzey bir çeşitlem esidir bu. Genelde gündelik duygu taklidi oldukça üstü örtülü bir biçim de gerçekleşir. Uppsala Ü niversitesi’nden İsveçli araştırm acı U lf Dimberg, insanların gülen ya da öfkeli bir yüze baktıklarında, yüz kas­ larındaki ufak değişiklikler aracılığıyla, kendi çehrelerinde de aynı ruh halinin belirtilerini gösterdiklerini bulgulamıştır. Bu değişim, elektronik alıcılar tarafından algılansa da, genelde çıplak gözle gö­ rülemez. İki insan etkileşim de bulunduğunda, ruh hali, duygularını daha güçlü ifade edebılenden daha edilgen olana doğru aktarılır. Ancak bazı kişiler duyguların bulaşm asına özellikle yatkındır; doğuştan ge­ len duyarlılıkları, (duygusal etkinliğin bir işaretleyici olan) otom atik sinir sistem lerinin kolaylıkla uyarılm asını sağlar. Bu yatkınlık onları daha da duyarlı kılar; duygulandırıcı reklam lar gözlerini yaşartırken, neşeli birisiyle kısa bir sohbet onları keyiflendirebilir (başkasının duygularından kolayca etkilendikleri için daha em patik de olabilir­ ler.) Ohio State Ü niversitesi’nden sosyal psikofızyolog John Cacioppo, bu incelikli duygusal etkileşim i incelem iş ve şunu gözlem lem iş­ tir: “ Siz yüz ifadesini taklit ettiğinizin farkında olsanız da olm asa­ nız da, birinde bir duygunun ifadesini görmek, sizde de o ruh halini uyandırm aya yeter. Bu her zaman olan bir şeydir -b ir dans, bir eş­ zamanlılık, duyguların aktarım ı söz konusudur. Ruh halinin bu eşza­ m anlılığı, etkileşim in yolunda gidip gitm ediği hissini de belirler.” K işilerin bir temas sırasında duygusal bir uyum u ne derece his­ settikleri, konuşm a sırasındaki fiziksel hareketlerinin ahenk düze­ yinde yansır. Bu genellikle bilinçdışı bir yakınlık göstergesidir; bi­ risi bir şey söylerken diğerinin başını sallam ası, ya da her ikisinin de aynı anda sandalyede oturuş tarzını değiştirmesi veya birinin öne diğerinin geriye doğru eğilm esinde olduğu gibi. Bu ahenk, her biri­ nin hareketli bir iskem lede aynı ritim de sallanm ası kadar incelikli de olabilir. Daniel S tem ’ün uyum lu anneler ve bebekleri arasındaki eşzam anlılığı izlerken saptadığı aynı karşılıklılık-, duygusal açıdan uyum halindeki kişilerin hareketlerini de birbirine bağlar. 161

Bu eşzam anlılık, ruh hallerinin aktarım ını kolaylaştırabilir; hatta bunlar olum suz olsa bile. Örneğin fiziksel bir eşzam anlam a çalışm a­ sında, depresyonda olan kadınlar bir laboratuara sevgilileriyle gelmiş ve ilişkileriyle ilgili bir sorunu tartışmışlardır. Eşler arasında sözsüz düzeydeki eşzam anlılık ne denli fazlaysa, depresyondaki kadınların eşleri, kendilerini tartışm a sonrasında o denli kötü hissetm işler; yani, kız arkadaşlarının kötü ruh haline yakalanm ışlardır.5 K ısacası, insan­ lar kendilerini iyi ya da kötü hissettiklerinde, tem asları ne kadar fi­ ziksel ahenk içindeyse, ruh halleri de o kadar benzeşmektedir. Öğretm enler ve öğrenciler arasındaki eşzam anlılık, hissettikleri ahengin göstergesidir; sınıflarda yapılan incelem eler; öğretmen ve öğrencilerin hareketleri birbiriyle ne kadar eşgüdümliiyse, etkileşim sırasında kendilerini o kadar yakın, m utlu, hevesli, ilgili ve rahat his­ settiklerini gösteriyor. Genelde, bir etkileşim de eşzam anlılık düzeyi­ nin yüksek olması, etkileşen kişilerin birbirlerinden hoşlandıkları an­ lam ına gelir. Bu çalışmaları yapan, Oregon State Ü niversitesi’nden psikolog Frank B em ieri’nin bana söylediğine göre, “Birisiyle ken­ dinizi ne kadar rahat ya da rahatsız hissettiğiniz, bir düzeyde fizik­ seldir. Bunun için hareketlerinizi eşgüdüm lem eniz, zamanlam anızı bağdaştırm anız gerekir. E şzam anlılık/eşler arasındaki bağlılığın de­ rinliğini yansıtır; eğer bu bağlılık fazlaysa, ruh halleri ister olum lu olsun ister olumsuz, birbirine karışm aya başlar.” Kısacası, yetişkinler arasındaki ahengin özünde ruh hallerinin eşgüdüm ü vardır. C acioppo’ya göre, kişiler arası ilişkilerde etkili­ liği belirleyen bir şey de, kişilerin bu duygusal eşzam anlılığı nasıl bir maharetle yürüttükleridir. Başkalarının ruh hallerine uyum sağ­ lam akta usta olan ya da onlara kendi ruh hallerini aşılayabilen ki­ şilerin etkileşim leri, duygusal düzeyde daha pürüzsüz yürüyecektir. Etkili bir liderin ya da (sporcu veya sanatçı gibi) bir icracının özelliği de, binlerce kişilik bir izleyici kitlesini bu şekilde etkileyebilmesidir. Cacioppo aynı nedenle duygusal iletim ve algısı zay ıf kişilerin ilişkilerinde sorun çıkm asının olasılığına işaret etm ektedir; çünkü insanlar, tam olarak nedenini açıklayam asalar da, bu kişilerle rahat edemezler. B ir etkileşim in duygusal atm osferini belirlemek, bir anlamda, de­ rin ve m ahrem bir düzeyde baskın çıkm anın işaretidir; diğerinin duy­ 162

gusal durum unu yönlendirebilm ek demektir. Bu duyguyu belirleme gücü, biyolojide Z eitg eber (“zam an m üşiri”) denen, (gündüz-gece döngüsü, ya da ayın safhaları gibi) biyolojik ritimleri kendine uy­ duran sürece benzer. Dans eden bir çift için, müzik bedensel bir ’Ze­ it g e b e r 'dir. Kişisel ilişkilere baktığım ızda, kendini daha kuvvetlice ifade edebilen - y a da gücü daha fazla o la n - biri, genelde başkalarını kendi duygularının peşine takan kişidir. Baskın kişi daha çok konu­ şur, boyun eğen ise onun yüzüne daha fazla bakar; bu da duygusal aktarım ın zem inini hazırlar. Aynı nedenle iyi bir konuşm acının -b ir politikacı ya da v a iz in - gücü, izleyicileri kendi duygularının peşi­ ne takabilm esinden gelir.6 Bu bizim, “Herkesi adeta avucunun içine aldı” sözüyle kastettiğim iz şeydir. Etkileyiciliğin özü, başkalarının duygularını peşinden siirükleyebilmektir.

SOSYAL ZEKÂNIN TEMELLERİ Bir ana okulunda teneffüs esnasında bir grup erkek çocuğu çi­ menlerde koşm aktadır. R eggie’nin ayağı takılıp düşer, dizini incitir ve ağlam aya başlar, ancak diğer çocuklar koşturm aya devam ederler -b ir tek Roger durur. R eggie’nin hıçkırıkları yatışırken Roger yere eğilir, kendi dizini ovuşturarak, bağırır: “Ben de dizimi incittim .” Çoğul zekâlar kavram ı tem elinde kurulmuş bir okul olan Spectrum ’dan H ow ard G ardner’in m eslektaşı Thom as Hatch, Rogeı ’i ki­ şiler arası ilişki zekâsına sahip örnek bir çocuk olarak anıyor.7 Ro­ g e r’m oyun arkadaşlarının duygularını kavram akta olağandışı usta olduğu ve onlarla süratle pürüzsüz bağlar kurabildiği anlaşılıyor. Reggie’nin kötü durum unun ve acısının farkına varan tek kişi Roger olmuş ve sadece Roger, tüm yapabildiği kendi dizini ovuşturmaktan ibaret olsa da, onu teselli etm eye çalışmıştır. Bu küçük test, ahenk sağlayan bir yeteneğe; evlilik, arkadaşlık ya da iş ortaklığı olsun, yakın ilişkilerin korunm asında esas olan bir duygusal beceriye işaret etmektedir. Okul öncesi çağda, bu tür beceriler, yaşam süresince ol­ gunlaşacak olan yeteneklerin tomurcuklarıdır. 163

R oger’in yeteneği, Hatch ve G ardner’ın kişiler arası zekânın par­ çaları olarak tanım ladıkları dört ayrı beceriden birini tem sil etm ek­ tedir. Grupları organize edebilme- liderin temel becerisi; kurum için­ deki insanları harekete geçirip, çabalarının koordinasyonunu içerir. Bu, tiyatro yöneticilerinde ya da prodüktörlerde, subaylarda ve her türdeki organizasyon veya birim in başındaki etkili yöneticilerde gö­ rülen yetenektir. O yun alanında ise bu, herkesin ne oynayacağına karar veren ya da takım kaptanı olan çocuktur. Tartışarak çözüm bulma- çatışm aları engelleyen, ya da alevlenen anlaşm azlıklara çözüm bulan arabulucunun becerisidir. Bu beceriye sahip olanlar, anlaşma yapar, tartışm alarda hakem olur veya arayı bulm akta ustalaşırlar; diplomasi, arabuluculuk veya hukukta ya da şirket birleşm eleri yönetim inde kariyer yapabilirler. Oyun alanında ise, bunlar tartışmaları tatlıya bağlayan çocuklardır. Kişisel bağlantı- R oger’in em pati ve bağlantı kurm a yeteneği. İlişkiye girm eyi ya da kişilerin hislerinin ve ilgi konularının farkına varıp uygun tepki vermeyi kolaylaştırır. Bu tür kişiler iyi bir “takım oyuncusu”, güvenilir bir eş veya iş ortağı olur; iş dünyasında da satı­ cı ya da yönetici olarak başarı gösterebilir, ayrıca m ükem m el öğret­ m enlik yapabilirler. Roger gibi çocuklar, hem en hem en herkesle iyi geçinir, onlarla kolayca bir oyuna girebilir ve bundan m utluluk du­ yarlar. Bu çocuklar yüz ifadelerinden duyguları okum akta en başarılı olanlardır ve arkadaşları tarafından en sevilen kişilerdir. Sosyal analiz- insanların hislerini, niyetlerini ve sorunlarım keşfedebilme ve içgörii sahibi olabilme. Başkasının ne hissettiğini bil­ mek, kolaylıkla yakınlık veya ahenk kurm aya yol açabilir. En bi­ lenmiş şekliyle bu beceri, kişiyi yeterli bir terapist veya danışman yapar - y a da biraz edebi bir yetenekle birleştirilirse, ortaya usta bir romancı veya oyun yazarı çıkabilir. Bir bütün olarak alındığında bu beceriler kişiler arası ilişkilerin sürtüşm esiz yürüm esini sağlayan şeydir ve çekiciliğin, sosyal başarı­ nın, hatta karizm anın gerekli unsurlarıdır. Sosyal ilişki zekâsı yüksek olan kişiler, insanlarla rahat bağlantı kurabilen, onların tepkilerini, hislerini akıllıca okuyabilen, yönlendirebilen, organize edebilen ve 164

her insani faaliyette alevlenebilecek tartışm aların üstesinden gelebi­ len kişilerdir. Doğal liderlerdir, dile getirilm eyen ortak fikirleri ifade edebilen ve bunu bir topluluğu hedeflerine doğra yöneltecek bir şe­ kilde açıklayabilen insanlardır. D iğerlerinin birlikte olm aktan hoş­ landıkları kişilerdir, çünkü duygusal olarak besleyicidirler; insanları iyi bir ruh haline sokar ve “Böyle insanlarla birlikte olm ak ne büyük zevk,” türünden şeyler söyletirler. Bu kişiler arası yetenekler diğer duygusal zekâ türleri üzerine kuruludur. Ö rneğin m ükem m el bir sosyal izlenim bırakanlar, kendi duygu ifadelerini izlemekte becerikli, diğerlerinin tepki gösterm e şe­ killerine hassas bir uyum gösteren ve böylece istenen sonuçları elde etm ek için sosyal perform anslarında sürekli ince ayar yapabilen kişi­ lerdir. Bu anlam da, usta oyuncular gibidirler. Ancak bu kişiler arası yetenekler, insanın kendi ihtiyaç ve hisle­ rinin ve bunların nasıl karşılanabileceğinin akıllıca kavranm asıyla dengelenm ezse, içi boş bir sosyal başarıya yol açabilir; tıpkı kişinin gerçekten tatmin olam am ası pahasına elde edilen bir popülarite gibi. Sosyal becerileri sayesinde birinci sın ıf birer sosyal bukalem un, yani iyi izlenim bırakm a ustası haline gelmiş kişiler üzerinde araştırma yapan M innesota Ü niversitesi’nden M ark Snyder’in tezi budur.8 Şair W. H. Auden, kendisi hakkındaki im ajıyla ilgili olarak, “diğerlerinin zihinlerinde beni sevebilm eleri için yaratm aya çalıştığım imajdan çok farklı” der; bu tür kişilerin psikolojik inançları, onun bu tüm ce­ siyle tanımlanabilir. Sosyal beceriler kişinin kendi hislerini bilm e ve kendine karşı dürüst davranm a yeteneğini gölgede bırakıyorsa, bu tür bir değiş tokuş yapılm ış olabilir; sosyal bukalem un, sevilm ek -y a da en azından b eğenilm ek- için beraber olduğu kişiler nasıl istiyorsa öyle görünecektir. Bir kişinin bu davranış modeline uyduğunu gös­ teren şey, S nyder’a göre, m ükem m el bir izlenim bıraksa da, yakın ilişkilerinin pek az dengeli veya tatm in edici olmasıdır. Daha sağlıklı bir model, elbette ki, kendine karşı dürüst olarak sosyal becerileri dengelem ek, onları bir bütünlük içerisinde kullanmaktır. Sosyal bukalemunlar, eğer toplum un onayını kazanacaksa, bir şey söyleyip, başka bir şey yapm aktan çekinmezler. Topluma göster­ dikleri yüzleriyle özel gerçeklikleri arasındaki çelişki içinde yaşarlar. Psikanalist H elene Deutsch, çevresinden aldığı sinyaller doğrultu­ 165

sunda kişiliklerini inanılmaz bir esneklikle değiştirebilen bu tür in­ sanlara “ gibi kişilikler” adını vermiştir. Snyder’a göre, “ Bazılarının sosyal ve özel kişilikleri biıbiriyle iyi kaynaşır, ancak bazılarının ki­ şiliği sadece değişen görüntülerden oluşan bir kaleydeskop gibidir. W oody A llen’in film karakterlerinden biri olan Zelig gibidirler, bir­ likte oldukları kim olursa olsun, ona deli gibi uym aya çalışırlar.” Bu tür insanlar sadece gerçekten ne hissettiklerini söylem ek ye­ rine, bir tepki verm eden önce karşıdakini yoklayıp, kendisinden ne istendiğine dair bir ipucu bulm aya çalışır. İyi geçinm ek ve sevilmek için, sevm edikleri kişilerin sevildiklerini sanm alarını isterler. Sosyal yeteneklerini, hareketlerini farklı sosyal durum ların gereklerine uy­ durm ak için kullanırlar ve böylece kim inle olduklarına bağlı olarak çok farklı davranışlar sergileyebilir, insanlarla fıkır fıkır kaynaşan biriyken, temkinli bir şekilde insanlardan uzak duran biri olabilirler. Bu özellikler etkili bir izlenim bıraktığı oranda da, özellikle oyuncu­ luk, dava avukatlığı, satıcılık, diplom asi ve politika gibi bazı m eslek­ lerde çok revaçtadır. Belki de daha önemli bir başka kendini izleme biçimi, herkesi etkilem eye çalışan tem elsiz sosyal bukalem unlarla, sosyal dış görü­ nüm leri gerçek İlişleriyle daha tutarlı olanlar arasındaki farkı yara­ tır. Bu, kendine karşı dürüst, ya da “özüne sadık” kalma becerisidir; kişinin, sosyal sonuçları ne olursa olsun kendi içindeki derin hisler ve değerler doğrultusunda hareket etm esine olanak verir. Böylesi bir duygusal bütünlük, örneğin bir ikiyüzlülüğü veya inkârı ortaya çıkarm ak için, bilerek bir çatışmayı kışkırtm akla sonuçlanabilir; bu tür bir hava tem izliğine bir sosyal bukalem un hiçbir zam an girişm e­ yecektir.

SOSYAL YETERSİZLİĞİN YARATILMASI Cecil hiç kuşkusuz zekiydi; üniversite eğitimi almış bir yaban­ cı dil uzm anı, m ükem m el bir çevirm endi. A ncak tam am en yetersiz kaldığı bazı hayati konular vardı. Cecil, en basit sosyal becerilerden bile yoksun görünüyordu. Kahve içerken sıradan bir sohbetten bile kaçınıyor, biriyle selam laşm ası gerektiğinde eli ayağına dolaşıyordu; 166

kısacası en sıradan sosyal alışverişte bile yetersiz gözüküyordu. Bu sosyal zarafet, eksikliği en çok kadınlarla birlikteyken vahim bir hal aldığından, hiç öyle fantezileri olm adığı halde, kendi deyişiyle “bu durum un tem elinde eşcinsel eğilim ler olup olm adığını” m erak ettiği için terapiye gelmişti. C ecil’in terapistine itiraf ettiği gerçek sorun; ne söylerse söyle­ sin kim senin ilgisini çekm eyeceği korkusuydu. Temeldeki bu korku, ciddi bir sosyal zarafet kıtlığını daha da katm erlendiriyordu. Sosyal tem aslar sırasında sinirleri gerildiğinden, en olm ayacak anlarda sı­ rıtm aya ve gülm eye başlıyor, birisi gerçekten kom ik bir şey söyledi­ ğinde ise gülem iyordu. C ecil’in bu tuhaflığı, terapistine söylediğine göre, çocukluğundan kaynaklanıyordu; tüm hayatı boyunca sadece -işin i bir şekilde kolaylaştıran- ağabeyinin yanında kendini sosyal açıdan rahat hissetm işti. Ancak evden ayrıldığında, yetersizliği kor­ kunç boyutlara ulaşm ış; sosyal açıdan adeta felce uğramıştı. Bu öyküyü anlatan George W ashington Ü niversitesi’nden psiko­ log Lâkin Phillips, C ecil’in kötü durum unun çocukluğunda sosyal etkileşim in en tem el derslerini öğrenem em iş olm asından kaynaklan­ dığını ileri sürüyor: C ecil’e geçm işte neler öğretilebilirdi? B aşkalan b ir şey söylediğinde doğrudan doğruya onlarla konuşm ak; sosyal tem ası kendi girişim iy­ le başlatm ak ve bunu her zam an karşı taraftan beklem em ek; sohbeti devam ettirebilm ek, evet-hayır veya diğer tek kelim elik cevaplarla sı­ nırlı kalm am ak; başkalarına m innet duygularını ifade etm ek, kapıdan geçerken b ir başkasına yol verm ek; servis yapılana kadar beklem ek... diğerlerine teşekkür etm ek, “lütfen” dem ek, paylaşm ak ve çocuklara iki yaşından itibaren öğretm eye başladığım ız tüm diğer temel etkileşim şekilleri.9

C ecil’in eksikliğinin, uygar yaşam ın bu tür temel kurallarını ona öğretm esi gereken kişinin başarısızlığından mı, yoksa kendisinin öğ­ renm e güçlüğünden mi kaynaklandığı açık değildir. Ancak sorunun kökeni ne olursa olsun, C ecil’in hikâyesi eğiticidir, çünkü çocuk­ ların etkileşim de eşzam anlılık ve sosyal uyum un sözsüz kuralları konusunda aldığı sayısız dersin hayati niteliğine işaret etmektedir. Bu kurallara uyam am anın net etkisi, ortalığı karıştırarak çevrem iz­ 167

deki kişilere rahatsızlık verm ek olur. Kuralların işlevi, doğal olarak sosyal alışverişte bulunan herkesin kendisini rahat hissetm esini sağ­ lamaktır; tuhaflık, kaygı yaratır. Bu becerilere sahip olm ayan kişiler sadece sosyal nezaket konusunda yetersiz değil, karşılaştıkları kişile­ rin duygularını idare etm ek açısından da beceriksizdirler; kaçınılmaz olarak arkalarında bir rahatsızlık hissi bırakırlar. Hepimiz sosyal nezaketin gereklerinden rahatsız edici ölçüde ha­ bersiz bu tür kişiler tanımışızdır: bir sohbeti veya telefon görüşm e­ sini ne zam an bitirm eleri gerektiğini bilm eyen, tüm hoşçakal işaret­ lerine ve ipuçlarına rağmen konuşm aya devam eden; başka kimseye en ufak bir ilgi gösterm eyen ve lafı başka bir konuya çekme dene­ melerini görm ezlikten gelen, konuşm aları sürekli kendileri etrafla­ rında dönen; araya giren ya da buranlarını başkalarının özel işlerine sokarak, “fazla m eraklı” davrananlar. Düzgün bir sosyal yörüngeden bu tür sapm alar ise etkileşim in temel taşlarındaki bir eksikliğe işaret etmektedir. Psikologlar sözsüz mesajlar alanındaki öğrenm e güçlüğü için disem i (Yunanca; d is “zorluk” ve sem es “işaret” anlam ında) terimini icat etmişlerdir. Neredeyse her on çocuktan birinin bu alanda bir ya da daha fazla sorunu vardır.10 Soran, kendi özel alanını belirlemekte güçlük çekm esi ise, çocuk konuşurken karşısındakine çok yakın du­ rur ya da eşyalarını diğer kişilerin özel alanlarına yayar; çocuk beden dilini yorum lam akta veya kullanm akta güçlük çekiyor olabilir; yüz ifadelerini yanlış yorum luyor veya kullanıyor, örneğin göz teması kuram ıyor olabilir; ya da konuşm anın duygusal niteliği olan prozodi hissi zayıf kalıyor, bu yüzden çok tiz ya da düz bir sesle konuşuyor olabilir. Birçok araştırm a, sosyal eksiklik işaretleri veren, garipliklerin­ den ötürü oyun arkadaşları tarafından göz ardı edilen ya da isten­ meyen çocukları saptam aya yönelmiştir. K abadayılıklarından dolayı reddedilenler dışında, diğerlerinin uzak durduğu çocukların istisna­ sız hepsinde yüz yüze etkileşim in temel ilkeleri, özellikle de sosyal tem aslarda kullanılan sözsüz kurallarla ilgili bir eksiklik söz konusu­ dur. Eğer çocukların dili zayıfsa, insanlar pek de zeki olm adıklarını ya da iyi eğitilm ediklerini düşünür; etkileşim in sözsüz kurallarına uymayı becerem ediklerinde ise, in san lar-ö zellik le de oyun arkadaş168

la n - onlara “tu h a f’ gözüyle bakar ve uzak durur. Bunlar bir oyuna zarifçe katılmayı becerem eyen, başkalarıyla dostça değil rahatsızlık hissi vererek bağlantı kuran; kısacası “dışarıda k a la n la f’dır. D uygu­ nun sessiz dilini iyi öğrenemem iş olan ve istem eden rahatsızlık yara­ tacak m esajlar gönderen çocuklardır. Çocukların sözsüz yetenekleri üzerinde çalışan, Em ory Üniversitesi’nden psikolog Stephen N ow icki’nin söylediği gibi, “Duyguları iyi okuyam ayan ya da ifade edem eyen çocuklar kendilerini sürek­ li engellenm iş hisseder. Aslında, ne olup bittiğini anlayamazlar. Bu tarz iletişim, yaptığım ız her şeyin değişm ez bir alt yazısıdır; yüz ifa­ denizi ya da duruşunuzu belli etm eden duram az, ya da ses tonunuzu gizleyem ezsiniz. Gönderdiğiniz m esajlarda hata yaparsanız, insanla­ rın size hep garip tepkiler verdiğini görürsünüz; geri itilirsiniz ama nedenini bilm ezsiniz. M utlu davrandığınızı düşünür, am a aslında aşırı hareketli ya da kızgın gözükürsünüz, diğer çocukların da size kızarak karşılık verdiğini görür ve nedenini kavrayam azsınız. Bu tür çocuklar, sonunda başkalarının kendilerine karşı davranışlarını hiç­ bir şekilde kontrol edem eyecekleri, hareketlerinin başlarına gelecek olayları etkileyem eyeceği hissine kapılır. Bu da, kendilerini güçsüz, bunalım lı ve kayıtsız hissetm elerine yol açar.” Sosyal olarak tecrit edilm eleri bir yana, bu çocuklar okul haya­ tında da zorluklar yaşar. Sınıf, tabii ki akadem ik olduğu kadar aynı zam anda da sosyal bir ortamdır; sosyal becerileri zay ıf olan çocuk, gerek başka bir çocuğun, gerekse öğretm enin davranışlarını yanlış değerlendirir ve yanlış tepkiler verir. Sonuçta ortaya çıkacak kaygı ve şaşkınlık, çocuğun etkili bir şekilde öğrenm e yeteneğine m üda­ hale edebilir. N itekim çocuklara verilen sözsüz duyarlılık testlerinin gösterdiği gibi, duygusal işaretleri yanlış okuyanlar, IQ testlerinin gösterdiği akadem ik potansiyellerine kıyasla derslerinde başarısız kalabilirler.11

"BİZ SENDEN NEFRET EDİYORUZ”: EŞİKTE OLMAK Sosyal yetersizliğin belki de en acı verdiği ve açıkça görüldü­ ğü zaman, küçük bir çocuğun hayatındaki tehlikeli anlardan biridir: 169

Oyunlarına katılm ak istediği bir grubun kıyısında kalm ak. Bu bir tehlike anıdır, çünkü sevildiği ya da nefret edildiğinin, ait olduğu ya da olm adığının fazlasıyla aleniyet kazandığı zamandır. Bu yüz­ den, çocuk gelişimi üzerinde çalışanlar için, bu hayati an yoğun bir inceleme konusu olmuş ve popüler çocuklarla toplum dan dışlanmış olanların gruba yaklaşm a stratejileri arasındaki açık çelişki ortaya çıkmıştır. Bulgular, duygusal ve kişiler arası işaretleri fark etme, y o ­ rum lam a ve buna göre tepki verm enin sosyal yeterlilik için ne kadar önemli olduğunun altını çizmektedir. Oynayan çocukların etrafında dolanan, katılm ak isteyip de dışarıda bırakılan bir çocuk görm ek acı verici olsa da, bu evrensel bir durumdur. En popüler çocuklar bile bazen reddedilir; ikinci ve üçüncü sınıftakiler üzerinde yapılan bir çalışmada, en sevilen çocukların bile oynam akta olan bir gruba ka­ tılm ak için yaptığı denem elerin yüzde yirmi altısında reddedildikleri görülmüştür. K üçük çocuklar bu retlerin içerdiği duygusal yargıyı ifade ko­ nusunda zalim ce açık sözlüdürler. Bir yuvada dört yaşındakiler ara­ sında geçen diyaloga bakalım .12 Linda, oyuncak hayvanlar ve yapı küpleriyle oynayan Barbara, N ancy ve B ill’e katılmak istemektedir. Bir dakika onları seyreder, sonra yaklaşır, Barbara’nın yanına oturup hayvanlarla oynam aya başlar. Barbara ona döner ve. “ Sen oynaya­ m azsın!” der. “Evet, oynayabilirim ,” diye yanıtlar Linda. “Benim de birkaç hayvanım olabilir.” “Hayır, oynayam azsın,” der Barbara açıkça. “Biz seni bugün sev­ m iyoruz.” Bili, L inda’nın tarafını tutup karşı çıkınca, Nancy saldırıya katı­ lır: “Biz ondan bugün nefret ediyoruz.” İşte bu “Biz senden nefret ediyoruz”un açıkça veya üstü kapalı bir şekilde ifade edilm esi tehlikesi yüzünden, tüm çocuklar bir gruba yaklaşm anın eşiğinde anlaşılır bir biçim de temkinlidir. A slında bu kaygı, tanım adığı kişilerin bulunduğu bir kokteyl partisine katılan ve yakın arkadaş görüntüsünde neşeli bir m uhabbete dalmış gruptan uzak duran bir yetişkinin hissettiğinden belki o kadar farklı değildir. Çocuk için bir grubun eşiğinde bulunduğu an çok önemli olduğun170

dan, bir araştırm acının da dediği gibi, “teşhis gücü yüksektir... sosyal beceri farklarını hem en ortaya çıkarıverir.” 13 Tipik olarak, yeni gelenler bir süre sadece seyreder ve başlangıç­ ta tam bir denem e havasında gruba katılırlar, kendilerini ancak çok ihtiyatlı adım larla daha fazla öne sürerler. Bir çocuğun kabul veya reddedilm esindeki en önem li etken, grubun havasına ne kadar iyi bir şekilde girebildiği, hangi oyunların uygun, hangilerinin uygunsuz kaçacağını hissedebilmesidir. Hem en her zam an reddedilm eyle sonuçlanan iki büyük günahtan biri kısa bir zam anda liderliğe soyunm ak, diğeri de grubun havasına ters düşmektir. İşte popüler olm ayan çocukların yaptığı şey de budur. Gruba zorla girerler, konuyu ya çok çabuk ya da çok ani bir biçim ­ de değiştirm eye çalışır, kendi fikirlerini öne sürer, ya da diğerleriyle aynı fikirde olm adıklarını söyleyiverirler; bunların tümü, bariz şekil­ de dikkati kendi üzerine çekme çabalarıdır. A ncak tam tersine, so­ nuçta ya görm ezden gelinir ya da reddedilirler. Oysa, popüler çocuk­ lar bir gruba girm eden önce orada neler olup bittiğini gözlem ler ve daha sonra bunu kabul ettiklerini gösteren bir şey yaparlar; grupta bir inisiyatif alıp ne yapılm ası gerektiği hakkında fikir beyan etmeden önce statülerinin grup tarafından teyidini beklerler. Şimdi, Thom as H atch’in yüksek düzeyde kişiler arası zekâ ser­ gilediğini saptadığı dört yaşındaki R o g er’a dönelim .14 R oger’m bir gruba girm eden önce kullandığı taktik, gözlem lem e sonrasında başka bir çocuğun yaptığını taklit etm ek ve sonuçta da çocukla konuşarak' bu faaliyete tam olarak katılm aktır; bu strateji her zaman işe yarar. R ogerTn becerisi, örneğin, W arren’la çoraplarına “bom ba” (aslında çakıl taşları) koym a oyunu oynarken görülmektedir. Warren, R oger’a helikopterde mi yoksa uçakta mı olm ak istediğini sorar. Roger bağla­ yıcı bir cevap vermeden önce ona sorar, “ Sen helikopterde m isin?” Bu görünürde m asum hareket, diğerinin ilgilendiği şeylere göste­ rilen hassasiyeti ve bu bilgiyi bağlantıyı koruyacak şekilde kullanma yeteneğini ortaya çıkarır. Hatch, Roger için, “Oyun arkadaşını yok­ luyor, dolayısıyla hem kendileri hem de oyunları arasındaki bağlan­ tı korunuyor. İzlediğim başka birçok çocuk kendi helikopter veya uçaklarına biniyorlar ve hem sözlük hem mecazi anlamıyla birbirle­ rinden uzaklara uçuyorlar” demektedir. 171

PARLAK DUYGUSAL ZEKÂ: BİR VAKA RAPORU Sosyal beceriyi sınayan başkalarının rahatsız edici duygularını yatıştırm a yeteneği ise, öfkenin tepe noktasına ulaşm ış bir kişiyle baş edebilm ek açısından ustalığın son kertesine varıldığını gösterebilir. Öfkenin denetim altına alınması ve duygusal bulaşıcılık hakkındaki veriler, öfkeli kişinin dikkatini başka bir yere çekm enin, onun his­ lerine ve bakış açısına em pati gösterm enin ve sonra da, onu daha olumlu duygularla ahenk kurabileceği alternatif bir odak noktasına çekmenin - b ir tür duygusal ju d o n u n - etkili bir strateji olabileceğini işaret ediyor. İnce bir sanat olan duygusal etkileyicilikte bu kadar ileri düzey­ de bir ustalık, belki de en iyi 1950’lerin Japonyası’nda dövüş sanatı aikidoyu inceleyen ilk A m erikalılardan biri olan Terry D obson’ın anlattığı bir öyküyle örneklenebilir. Terry akşam üstü banliyö treniy­ le Tokyo’dan evine dönerken iri yarı, kavgacı, aşırı sarhoş ve üstü başı kir pas içinde bir işçi trene biner. Sendeleye scndeleye dolaşan adam dehşet salm aya başlar; bağıra çağıra küfürler ederek kucağında bebeğini taşıyan bir kadına vurm asıyla, kadın yaşlı bir çiftin kucağı­ na seriliverir. Sonra da ayağa fırlayarak vagonun öbür ucuna doğru kaçışanlara katılır. Sarhoş sağa sola birkaç yum ruk daha sallayarak (öfkeden gözü döndüğünde ıska geçerek) vagonun ortasındaki metal direği kavrar ve bir nara atarak yerinden sökm eye çalışır. Bu noktada, günde sekiz saatlik aikido çalışm asıyla fizik kondis­ yonunun zirvesindeki Terry, birinin cam ciddi bir biçim de yanm adan müdahale etm e gereğini hisseder. A ncak hocasının şu sözlerini de hatırlar: “Aikido bir üzlaşm a sanatıdır. D övüşm e zihniyetine sahip biri, evrenle olan bağlantısını koparm ış demektir. İnsanlara hükm et­ meye çalışırsan, zaten yenilm iş'sayılırsın. Biz çatışm aları nasıl çözüm leyebileceğim ızi inceliyoruz, nasıl başlatacağım ızı değil.” Terry, hocasından ders alm aya başladığında asla bir kavga çıkart­ mamak ve dövüş sanatı becerilerini sadece kendini korum ak am acıy­ la kullanm aya söz verm işti. Şimdi ise, aikido yeteneklerini gerçek hayatta sınayabilm ek için açıkça m eşru b ir fırsat yakalam ıştı. Diğer yolcular donm uş bir şekilde yerlerinde otururken Terry yavaşça ve kararlı bir ifadeyle ayağa kalktı. 172

Onu gören sarhoş, “Hah! Bir yabancı! Sana bir Japon terbiyesi vermek lazım !” diye kükreyerek, Terry’ye haddini bildirm ek için to­ parlanm aya başladı. Sarhoş harekete geçm ek üzereyken, birisi kulakları delecek kadar tiz ve tuhaf bir biçim de neşeli bir sesle, “H ey!” diye bağırdı. O çığlık, hiç beklem ediği bir anda sevdiği bir arkadaşıyla kar­ şılaşm ış birinin duyduğu sevinci yansıtıyordu sanki. Şaşıran sarhoş arkasını döndüğünde, kim onosuyla ouıran, herhalde yetm işli yaşla­ rında ufak tefek bir Japon gördü. Yaşlı adam sarhoşa keyifle ve göz­ leri parıldayarak baktı, yavaşça elini sallayıp cilveli bir sesle, “Gel bakiim ” diye seslenerek onu yanına çağırdı. Sarhoş kavgacı bir ifadeyle, “N eden şenle konuşayım ki be?” di­ yerek yaklaştı. Bu arada Terry, sarhoşun yapacağı en ufak saldırgan­ ca harekette adamı devirm eye hazırdı. “N e içtin?” diye sordu yaşlı adam, gözleri parıldayarak sarhoş işçiye. “Saki içtim, n ’olacak yani,” diye hırladı sarhoş. Yaşlı adam yum uşak bir sesle cevap verdi, “Ah, bu nefis bir şey, harika! B iliyor musun ben de saki severim. Her gece ben ve karım (yetm iş altı yaşındadır, ha!) küçük bir şişe saki ısıtırız ve onunla bah­ çeye çıkar, eski tahta sıramızda otururuz...” Yaşlı adam arka bah­ çesindeki Japon incirini, bahçesinin diğer zenginliklerini, akşamları saki içm ekten aldığı keyfi anlatarak devam etti. Yaşlı adam ı dinlem ekte olan sarhoşun yüzü yum uşam aya; yum ­ rukları açılm aya başladı. “Ya... Ben de incirleri severim ...” dedi ade­ ta yitik bir sesle. “E vet,” diye yanıtladı yaşlı adam canlı sesiyle, “em inim senin de harika bir karın vardır.” “H ayır,” dedi işçi. “Benimki öldü...” H ıçkırıklar arasında karısı­ nı, evini, işini kaybetm esinin acıklı hikâyesini ve de kendinden nasıl utandığım anlattı. Bu sırada tren Terry’nin ineceği istasyona varmıştı. İnerken, yaşlı adam ın sarhoşu başına gelenleri anlatm ası için evine davet ettiğini duydu ve sarhoşun sıraya yayılıp, başım yaşlı adamın dizlerine koy­ m uş olduğunu gördü. İşte parlak duygusal zekâ budur. 173

UÇUNCU BOLUM

DUYGUSAL ZEKÂ

9 Yakın Düşmanlar

S evm ek ve çalışm ak; Sigmund Freud çırağı olan Erik Erikson’a, bu ikiz yeteneğin eksiksiz bir olgunluğun işareti olduğunu belirtmiştir. Eğer durum buysa, olgunluğun, hayatın yok olma tehlikesi altındaki duraklarından biri olduğu söylenebilir; günüm üzün evlilik ve boşan­ m a eğilim leri de, duygusal zekâya her zam ankinden daha hayati bir önem yüklemektedir. Boşanm a oranlarını düşünün. Yıllık boşanm a oranları aşağı yuka­ rı sabitleşmiştir. Ancak boşanm a oranlarını hesaplam anın bir başka yolu, tehlikeli bir tırm anışa işaret etmektedir: Toplamda, boşanm a oranlarının yükselişi durm uş olsa da, herhangi bir yeni evlenm iş çif­ tin beraberliğinin eninde sonunda boşanm ayla sonuçlanm ası olasılı­ ğı ya da boşanm a riski, yeni evliler arasında artmaya başlamıştır. Bu artış belirli bir yılda evlenm iş çiftleri birbirleıiyle karşılaş­ tırdığım ızda daha da açıkça ortaya çıkmaktadır. A m erika’da 1890 yılında başlam ış evliliklerin yüzde onu boşanm ayla sonuçlanmıştır. 1920’de evlenenlerde bu oran yüzde on sekiz; 1950’dekiler içinse yüzde otuzdur. 1970’in yeni evli çiftlerinin ayrılma veya beraberlik­ lerini sürdürm e şansları yarı yarıyadır. 1990’dan itibaren yola koyu­ lan yeni evliler içinse evliliğin boşanm ayla sonuçlanması olasılığı şaşırtıcı bir düzeyde, yüzde altmış yedi olarak öngörülm ektedir!1 Eğer bu tahm in doğruysa, son zam anlarda yeni evlenen on çiftten ancak üçü yeni eşleriyle evli kalacaklarına güvenebilirler. Bu yükselişin nedeninin duygusal zekâ düzeyindeki büyük öl­ çüde bir düşüşten değil, en m utsuz çiftleri bile bir arada tutabilmiş olan sosyal baskıların -boşanm anın bir leke olarak algılanm ası veya kadınların kocalarına olan ekonom ik bağlılıkları g ib i- giderek eroz­ yona uğram asından kaynaklandığı öne sürülebilir. Ancak sosyal bas­ kılar evliliklerin tutkalı olmaktan artık çıkmışsa, karı koca arasındaki 177

duygusal güçler, beraberliklerinin sürebilm esi için daha da hayati bir önem kazanıyor demektir. Karı koca arasındaki bu bağlar -v e onları ayırabilecek duygu­ sal çatlaklar- son yıllarda daha önce hiç olm adığı kadar hassasiyetle İncelenmektedir. Evliliği neyin ayakta tutup neyin yıktığını anlama çabasının kaydettiği belki de en büyük aşama, çiftin bir temas sı­ rasındaki duygusal nüanslarının her an takibini sağlayan karm aşık fizyolojik ölçümlerin kullanılm aya başlamasıdır. Bilim adamları artık, kocalardaki adrenalin dalgalanm ası ve tansiyon yükselmesi, karılarının yüzlerinden bir anda gelip geçen, ancak anlam ifade eden mikro duygular gibi, başka türlü görülm esi olanaksız işaretleri de gözlemleyebiliyor. Bu fizyolojik ölçümler, bir çiftin çektiği zorluk­ ların gizli biyolojik altyazısını ortaya çıkarıyor. Bu kritik duygusal gerçeklik düzeyi, genelde çiftin kendisi tarafından bile algılanamaz ya da görm ezden gelinir. Oysa bu ölçüm ler bir ilişkiyi ayakta tutan ya da yıkan duygusal güçleri açıkça ortaya koymaktadır. Çatlakların en erken başlangıcını ise kızlar ve erkeklerin duygusal dünyaları ara­ sındaki farklılıklarda bulabiliriz.

ERKEĞİN VE KADININ EVLİLİĞİ: ÇOCUKLUKTAKİ KÖKLER G eçenlerde bir akşam bir restorana girerken, katı ve somurtkan ifadeli genç bir adam kendinden gayet emin bir şekilde kapıdan çı­ kıyordu. A nsızın genç bir kadın koşarak adamın arkasında bitiverdi. Bir yandan onun sırtını yum rukluyor, diğer yandan da, “Allah belanı versin! Gel buraya ve bana doğru dürüst davran!” diye bağırıyordu. İşte bu karşı tarafı geri döndürm eye yönelik, acıklı ve telafisi imkân­ sız bir çelişki içeren yalvarış, ilişkilerinde sıkıntı yaşayan çiftlerde en fazla görülen modeli örneklemektedir. Kadın erkeği bağlanmaya zorlar, erkek ise kendini geriye çeker. Evlilik terapistlerine göre, bir çift terapiye geldiğinde, erkeğin kadının “mantıksız” taleplerinden ve parlam alarından şikâyetçi olduğu; kadının ise söylediklerine aldırm am asm ın hüznünü yaşadığı bu zorlama, geri çekilme m odelinin belirtisidir. 178

Evlilikteki bu final maçı aslında bir çiftte, kadınm ki ve erkeğinki olm ak üzere, iki duygusal gerçeklik olduğunu yansıtmaktadır. Bu duygusal farklılıkların kökleri, kısm en biyolojik de olsa, çocukluğa, kızlar ve erkeklerin büyürken içinde bulundukları birbirinden ayrı duygusal dünyalara kadar izlenebilir. Çok sayıda araştırmaya konu olan bu ayrı dünyalar arasındaki engeller, yalnızca kızların ve er­ keklerin farklı oyunlardan hoşlanm asıyla değil, küçük çocukların “kız” veya “erkek arkadaşları” olm asından dolayı alaya alınacakları korkusuyla da güçlendirilm iştir.2 Çocukların arkadaşlıkları üzerine yapılm ış bir çalışm ada, üç yaşındakilerin arkadaşlarının yarısının karşı cinsten olduğunu söylediği; beş yaşındakilerde bu oranın yüz­ de yirm iye düştüğü ve yedi yaşına gelm işlerden hemen hiç birinin en iyi arkadaş olarak karşı cinsten birini belirtm edikleri bulgulanm ıştır.3 Bu birbirinden ayrı evrenler, ergenlikte flört başlayana dek pek az kesişir. Bu arada, kızlara ve erkeklere duygularla baş etme konusunda çok farklı dersler verilir. A ileler -ö fk e h a riç - diğer duygular hak­ kında kızlarıyla oğullarından daha fazla tartışırlar.4 Kızlara duygular hakkında erkeklere oranla daha fazla bilgi verilir: Ebeveynler okul öncesi çocuklarına anlatm ak için hikâyeler uydurduklarında, oğulla­ rından çok, kızlarıyla konuşurken duygu yüklü sözcükler kullanırlar, anneler bebekleriyle oynarken, çeşitli duygularını oğullarından çok kızlarına gösterirler; yine anneler kızlarıyla duygular hakkında ko­ nuşurken duygusal durum un kendisini oğullarıyla olduğundan daha ayrıntılı bir şekilde tartışırlar; oğullarıyla ise ancak daha çok öfke gi­ bi duyguların neden ve sonuçları hakkında ayrıntıya girerler (büyük olasılıkla tedbirli olmaları için). Cinsiyetler arası duygu farklılıklarıyla ilgili araştırmaları özet­ leyen Leslie Brody ve Judith Hail, kızların erkeklerden daha önce dil yetisini geliştirdiklerini ve bunun, duygularını açıklam ak bakı­ mından onları daha deneyim li kıldığını ve yine, fiziksel kavga gibi duygusal tepkileri keşfetm ekte ve bunların yerine geçecek sözcükle­ ri kullanm akta daha usta olduklarını öne sürüyorlar: Buna karşılık, “duygularını dile getirm ek için teşvik görm eyen erkekler hem ken­ dilerinin hem de başkalarının duygusal durumları hakkında büyük ölçüde bilinçsiz olabilir,” diyorlar.5 179

On yaş civarında, açıkça saldırganlık gösteren kız ve erkeklerin oranı kabaca aynıdır; öfkelendirildiklerinde açık çatışm ayı kabulle­ nirler. Ancak on üç yaş dolaylarında iki cins arasında oldukça büyük farklılıklar görünm eye başlar: K ızlar ilişki kesme, kötü niyetli de­ dikodular ve dolaylı kan davaları gibi incelikli saldırı taktiklerinde, erkeklere göre daha ustalaşır. Erkekler ise büyük ölçüde bu tür üstü kapalı stratejilerden habersiz, öfkelendiklerinde çatışm aya açık ol­ m aya devam ederler.6 Bu, erkek çocukların -d a h a sonra yetişkin er­ keklerin- duygusal hayatın ara yolları hakkında karşı cinsleri kadar görmüş geçirm iş olm adıklarını gösteren pek çok tarzdan biridir. Kızlar, birlikte oynarken, husum etin en az, işbirliğinin en üst noktada olduğu küçük ve yakın gruplarda, erkekler ise rekabetin vurgulandığı daha büyük gruplarda bulunurlar. O ynarken birinin ca­ nının yanm asıyla oyun durakladığında, kızlarla erkekler arasındaki ana farklılıklardan biri ortaya çıkar. Canı yanan bir erkek çocuğun morali bozulursa, oyunun devam edebilm esi için ortalıktan çekilip, ağlamayı kesm esi beklenir. Bu olayın aynısı oyun oynayan bir grup kız arasında olursa, oyun durur ve herkes ağlayan kıza yardım etmek için etrafında toplanır. O yun oynayan kızlarla erkekler arasındaki bu fark, Harvardlı Carol G illigan’ın cinsiyetler arasındaki temel ayrılık dediği şeye işaret etmektedir. Erkekler yalnızlık, katı bir bağım sızlık ve özerklikle gurur duyarken, kızlar kendilerini bir bağlantı ağının parçası olarak görür. Yani erkekler kendi bağım sızlıklarına meydan okuyabilecek herhangi bir şeyi tehdit olarak görürken, kızlar daha çok ilişkilerinde bir kopm a söz konusu olduğunda kendilerini tehdit altında hisseder. Deborah Tannen’in H iç A nlam ıyorsun' adlı kitabın­ da belirttiği gibi, bu farklı bakış açılarının anlamı kadın ve erkeğin konuşma sırasında birbirlerinden farklı şeyler istemesi ve beklem e­ sinde yatar; yani erkekler “çeşitli şeyler”den söz etm ekle yetinirken, kadınlar duygusal bağlantı arar. Kısacası, duygusal öğrenm edeki bu ayrılıklar çok farklı becerile­ rin oluşm asına yol açar, yani kızlar “sözlü sözsüz duygusal işaretleri okumakta, hislerini ifade etm ek ve iletm ekte” ustalaşırken erkekler “incinebilirlik, suçluluk, korku ve acıyla ilgili duygularını en aza (*) D eborah Tannen, H iç A nlam ıyorsun, Varlık Yayınları, İstanbul, 1997.

180

indirgem ekte” beceri sahibi olur.7 Bu farklı tutum ların bilim sel li­ teratürde çok kuvvetli kanıtları vardır. Örneğin yüzlerce çalışmada, en azından birisinin sözle ifade etm ediği hislerini yüz ifadesinden, ses tonundan ve diğer sözsüz işaretlerden okum a yeteneğiyle ölçülen empati bakım ından, kadınların erkeklerden genelde daha ileride ol­ dukları bulgulanm ıştır. Benzeri bir şekilde kadınların hissettiklerini yüzlerinden okum ak, erkeklerinkine oranla genelde daha kolaydır; çok küçük erkek ve kız çocuklarının yüzlerindeki ifade gücünde bir farklılık görülm ezken, ilkokul yılları boyunca erkeklerin kendilerini ifade gücü giderek daha az, kızlarınkiyse giderek daha güçlü hale gelir. Bu, belki kısm en de olsa başka bir tem el farklılığı yansıtır: Genelde kadınlar erkeklere oranla duygusal çeşitliliği daha yoğun ve canlı bir biçim de yaşar; bu anlam da, kadınlar erkeklerden gerçekten daha “duygusal”dır.8 Bütün bunlar şu anlam a geliyor: K adınlar genelde evliliğe duy­ gusal yönetici rolü için hazırlanm ış bir şekilde girer, erkekler ise bu görevin bir ilişkinin yaşatılm ası açısından önemli katkısını çok da­ ha az takdir ederek başlar. İlişkileriyle ilgili hoşnutluk düzeylerini ölçmek için 264 çift üzerinde yapılm ış bir çalışm aya göre, aslında kadınlar için -erk ek ler için d e ğ il- en önemli öğe aralarındaki “iyi iletişim ” hissidir.9 Çiftler üzerinde derinlem esine incelem eler yap­ m ış olan, Texas Ü niversitesi’nden psikolog Ted H uston’m gözlem ­ lerine göre, “K adınlar için yakınlık, bir şeyler, özellikle de ilişkinin kendisi hakkında konuşabilm ek demektir. K ocalar ise genelde eşle­ rinin kendilerinden ne istediğini anlam azlar; ‘Ben onunla bir şeyler yapm ak istiyorum , onunsa tek yapm ak istediği şey konuşm ak’ der­ ler.” H uston’m bulgularına göre, flört dönem inde erkekler müstakbel eşleriyle, onların yakınlık isteklerine uyan sohbetlere vakit ayırmaya daha isteklidir. Ancak evlendikten sonra, zaman ilerledikçe erkekler -özellikle daha geleneksel ç iftlerd e- eşleriyle bu şekilde konuşm aya giderek daha az zam an ayırır ve yakınlık hissini bir şeyler konuşm ak yerine, bahçeyle uğraşm ak gibi, sadece birlikte yapılan şeylerde bu­ lur. Kocaların artan sessizliği, belki de kısm en evliliklerinin durum u hakkmdaki biraz fazla iyim serliklerinden olabilir. K adınlar ise so­ runlu noktalara daha duyarlıdırlar. Evliliklerle ilgili bir araştırm a­ 181

da, erkeklerin ilişkilerindeki hem en her şeyi -cinsellik, m ali durum, kadınlarla ilişkiler, birbirlerini ne kadar iyi dinledikleri, hatalarının önem derecesi g ib i- eşlerine oranla daha toz pem be görm ekte olduk­ ları ortaya çıkm ıştır.10 Özellikle m utsuz çiftlerde, kadınlar genelde şikâyetlerini kocalarından daha fazla dile getirebilmektedir. Erkek­ lerin bu toz pem be bakış açısına, duygusal yüzleşm elerden hazzetmeyişlerini eklersek; kadınların neden kocalarının ilişkilerindeki sorunlu konuları tartışm aktan kaçm aya çalıştıklarını bu kadar sıkı dile getirdiklerini açıkça anlayabiliriz. (Tabii ki bu cinsiyet farklılığı bir genellem edir ve her olayda doğru değildir; psikiyatr bir arkadaş, kendi evliliğinde karısının aralarındaki duygusal m eseleleri tartış­ maktan kaçındığını ve bunları gündem e getirm enin hep kendisine düştüğünden şikâyetçiydi.) Erkeklerin bir ilişkideki sorunları ortaya koym akta gösterdiği y a­ vaşlık, hiç şüphesiz, yüz ifadesinden duyguları okum akta beceriksiz oluşlarıyla katm erlenm ektedir. Örneğin, kadınların bir erkeğin yü­ zündeki üzgün ifadeye karşı duyarlılığı, erkeklerin bir kadının yüz ifadesindeki üzüntüye karşı duyarlılığından daha fazladır." D olayı­ sıyla. erkeğin kadını bu kadar üzenin ne olduğunu sorması bir yana, onun üzgiin olduğunu fark edebilm esi için bile, kadının çok daha üzgün olması gerekmektedir. Cinsiyetler arasındaki bu duygusallık farkının, çiftlerin her ya­ kın ilişkide kaçınılm az şekilde ortaya çıkan şikâyet konularını ve anlaşm azlıkları halletm esi bakım ından ne anlama geldiğini bir dü­ şünelim. A slında bir evliliği kurtaran ya da yıkan, çiftlerin ne ka­ dar sık seviştikleri, çocuklarına nasıl bir terbiye vermeleri gerektiği, ne kadarlık borç ve tasarrufla kendilerini rahat hissedecekleri gibi belirli konular değil; daha çok, ilişkilerinin geleceği açısından daha önemli olan bu hassas noktaların çift tarafından nasıl tartışıldığıdır. Sadece nasıl anlaşm ayacakları konusunda bir anlaşm aya varmaları bile, evliliğin sürm esinde anahtar rolü oynar; kolay üstesinden ge­ linem eyecek duyguları ele alacak kadın ve erkeğin, doğuştan gelen cinsiyet farklılıklarım aşmaları gerekir. Bunu başaram am aları, so­ nuçta ilişkiyi parçalayabilecek duygusal çatlaklara karşı korunm asız olduklarını gösterir. G öreceğim iz gibi, eğer eşlerden birinde, ya da 182

ikisinde birden, duygusal zekâ yetersizlikleri varsa, bu çatlakların oluşma olasılığı da artar.

EVLİLİKTEKİ ÇATLAKLAR Fred: K uru tem izlem eden giysilerim i aldın mı? Ingrid: (A laycı bir sesle) “K um tem izlem eden giysilerim i aldın m ı?” Lanet giysilerini kendin alsana! N eyim ben, hizm etçin mi? Fred: Pek sayılm az. H izm etçi olsaydın, en azından nasıl tem izlik yapa­ cağını bilirdin.

Eğer bu diyalog bir TV kom edisinden alınmış olsaydı, eğlendirici olabilirdi. A ncak bu acı verecek kadar iğneleyici diyalog, birkaç yıl içinde (bekleneceği gibi) boşanm ış olan bir çiftin arasında geçm iş­ tir.12 Bu konuşm a; eşleri bir arada tutan duygusal bağlar ve evlilikleri yıkabilen yıpratıcı hisler üzerine belki de en kapsam lı araştırmayı yapan, W ashington Ü niversitesi’nden psikolog John Gottman tara­ fından yönetilen bir laboratuarda gerçekleşm iştir.13 Laboratuarda çiftlerin konuşm aları videoya çekilm iş, sonra işin temelindeki gizli duygusal akım ları ortaya çıkarm ak için saatler alan m ikroanalizler yapılmıştır. B ir çifti boşanm aya götürebilecek çatlakların bu şekilde çizilen haritası, evliliğin sürmesinde duygusal zekânın hayati rolünü ikna edici biçim de göstermektedir. Son yirm i yıl boyunca Gottm an, bazıları yeni, diğerleri on yıl­ lardır evli olan yüzden fazla çiftin yaşam ındaki iniş çıkışları takip etmiştir. G ottm an evliliğin duygusal ekolojisinin haritasını öyle bir isabetle çizm iştir ki, bir çalışm asında, laboratuarında görülen hangi çiftlerin (tem izleyiciden giysileri kim in alacağı konusunda bu denli sert tartışan F red’le Ingrid gibi) üç yıl içerisinde boşanabilecekleri™ , evlilik araştırm alarında duyulm am ış bir kesinlikle, yüzde 94 doğru­ lukla tahm in edebilmiştir! G ottm an’ın analiz gücü kılı kırk yaran yöntem inden ve sondaj­ larının eksiksiz oluşundan kaynaklanıyor. Eşler konuşurken alıcılar en kiiçük fizyolojik değişim lerini bile kaydediyor; yüz ifadelerinin saniye saniye analizi (Paul Ekm an tarafından geliştirilmiş duyguları okum a sistem i kullanılarak) en geçici ve ince duygu nüansını bile 183

saptıyor. Seanslardan sonra eşlerden her biri ayrı ayrı laboratuara gelip konuşm anın video kaydını izlerken, etkileşim in hararetli anla­ rındaki gizli düşüncelerini aktarıyor. Ortaya, evliliğin duygusal rönt­ geni gibi bir sonuç çıkıyor. G ottm an’a göre evliliğin tehlikede olduğunu haber veren bir er­ ken uyarı işareti, insafsız eleştirilerdir. Sağlıklı bir evlilikte, karı ko­ ca şikâyetlerini dile getirmekte kendilerini özgür hissederler. Ancak öfkeli şikâyetler çoğunlukla eşin karakterine yıkıcı bir saldırı şek­ linde dile getirilir. Örneğin, Pamela ve kızı ayakkabı almaya gider­ ken kocası Tom da kitapçıya girer. Bir saat sonra postanenin önünde buluşup oradan da bir sinem aya gitm eyi kararlaştırırlar. Pamela tam zamanında oradadır, ancak Tom ortalıkta görünmez. Pam ela “N ere­ de kaldı bu? Film on dakika içinde başlayacak,” diye kızına yakınır. Şu baban bir kerecik her şeyi m ahvetm ese, olmaz sanki.” Tom bir arkadaşına rastlam ış olm aktan m em nun ve geciktiği için özür dileyerek on dakika sonra göründüğünde, Pam ela iğneleyici bir çıkış yapar: “D ert değil canım... bu bize her yaptığım ız planı m ah­ vetm ekte ne kadar usta olduğunu tartışm a fırsatını verdi. O kadar düşüncesiz ve bencilsin ki!” Pam ela’nın şikâyeti yakınm ayı aşmaktadır: Bu, bir karakteri tah­ rip etmektir, kişinin davranışına değil, kendisine yönelik bir eleştiri­ dir. Aslında Tom özür dilemiştir. A ncak bu hatasından dolayı Pamela onu “düşüncesiz ve bencil” olarak damgalar. Çoğu çift, zam an za­ man, eşlerden birinin yaptığı bir şeyle ilgili şikâyetin davranışa karşı değil, kişiliğe karşı bir saldırı halini aldığı anlar yaşar. A ncak insaf­ sızca dile getirilen bu kişisel eleştirilerin daha m antıklı yakınm alar­ dan çok daha yıpratıcı bir duygusal etkisi vardır. Böylesi saldırıların olma ihtimali, belki de anlaşılacağı üzere, eşlerden biri şikâyetlerinin duyulm adığını ya da um ursanm adığını ne kadar hissederse, o kadar artar. Şikâyet ve kişisel eleştiri arasındaki ayırım basittir. B ir şikâyette, kadm özellikle kendisini rahatsız eden şeyi dile getirir ve bunun ken­ disine ne hissettirdiğini söyleyerek eşinin hareketini eleştirir, kendi­ sini değil: “Temizleyiciden eşyalarım ı almayı unuttuğunda, beni hiç um ursam adığın hissine kapıldım .” Bu temel bir duygusal zekâ ifade­ sidir: Saldırgan ya da edilgen değil, kendini ortaya koyabilen. Ama 184

kişisel bir eleştiride, kadın belirli b ir şikâyet konusunu kullanarak eşine genel bir saldırı yöneltir: “H er zam an o kadar bencil ve ilgisiz­ sin ki. Bu da senin hiçbir şeyi doğru yapacağına güvenem eyeceğim i gösteriyor.” Bu tarz bir eleştiri, buna m aruz kalan kişinim kendisini utanılacak, sevilm eyen, suçlanan ve kusurlu biri olarak hissetm esine yol açar ve bunların hepsi de durum u iyileştirecek girişim ler yerine savunm acı bir tepkiye yol açar. Eleştiri özellikle yıkıcı bir duygu olan küçüm sem eyle yüklü bir şekilde ifade edildiğinde, bu hisler daha da yoğunlaşır. Öfkenin ko­ layca yol açtığı küçümsem e, salt kullanılan sözcüklerle değil, çoğu kez ses tonu ve kızgın bir ifadeyle de belirtilir. En açık şekli, tabii ki aşağılam a ve hakarettir; “ayı” , “orospu” , “ödlek” gibi. B ir o kadar acı veren bir şey de, bu küçüm sem e duygusunu ileten beden dilidir; özellikle küçüm sem enin evrensel işaretleri olan dudak bükm e veya kıvırmalar, veya “A m an Yarabbi” der gibi gözlerini döndürmelerde olduğu gibi. K üçüm sem enin yüzdeki izi, ağız kenarlarını yana çeken kaslar gerilirken, gözlerin yukarı dönmesidir. Eşlerin birinde bu ifade belir­ diğinde, farkına varılmayan bir duygusal alışveriş sonucunda diğeri­ nin nabzında dakikada iki veya üç vuruşluk bir artış olur. Bu gizli ile­ tişim in bir bedeli vardır; G ottm an’a göre erkek devam lı küçüm seyen bir tavır takınıyorsa, eşinin soğuk algınlığı veya gripten idrar kesesi ve m antar enfeksiyonlarına, hatta m ide-bağırsak arazlarına kadar, sık sık bir dizi sağlık sorunu çıkarm a olasılığı artar. O n beş dakikalık bir konuşm a sırasında bir kadının yüz ifadesinde dört ya da daha fazla kez beliren (küçüm sem enin yakın akrabası olan) tiksinm e hissi, bu çiftin dört yıl içerisinde ayrılm a olasılığının sessiz bir işaretidir.' Kuşkusuz, arada sırada m eydana gelen bir küçüm sem e veya tik­ sinme gösterisi evliliği bozmaz. B u tür duygusal sağanaklar, daha ziyade sigara içm enin ve yüksek kolesterolün kalp hastalığı için risk faktörü olm asına b en zetilebilir-yoğunluğu ve süresi arttıkça, tehlike de büyür. B oşanm aya giden yolda giderek yükselen m utsuzluk ölçe­ ğinde, bu etkenlerden biri diğerinin habercisidir. Alışkanlık haline gelmiş eleştiriler ve küçüm sem e ya da tiksinme ifadeleri, tehlike işa­ retleridir; çünkü kocanın veya kadının eşi hakkında olum suz yönde sessiz sedasız bir yargıya vardığını gösterirler. Kadının veya kocanın 185

zihninde, eşi sürekli suçlam aların hedefidir. Böylesi olum suz ve düş­ manca bir düşünm e tarzı doğal olarak hedef konum undaki eşi savun­ maya -y a da karşı saldırıya- yönelten saldırılara yol açar. ‘Savaş ya da k aç’ tepkisinin her iki kolu da, bir eşin saldırıya verebileceği tepki tarzlarım temsil eder. En bariz olanı, saldırıya öfkeyle karşılık vermektir. Bu yol genellikle faydasız bir karşılıklı bağrışm ayla son bulur. A ncak alternatif tepki olan kaçmak, özellikle “kaçış” duvar gibi bir sessizliğe dönüştüğü zam an, daha da tehlikeli olabilir. ‘Araya duvar örm ek’ nihai savunm a yöntemidir. Sessizliğe bürü­ nen taraf, aslında duvar gibi boş bir ifadeyle ve sessizlikle tepki ve­ rerek konuşm adan çekilir. Araya duvar örmek, güçlü ve karşı tarafın sinirlerini yıpratan soğuk bir m esafeliliğin, üstünlük duygusunun ve hoşnutsuzluğun bileşim ine benzeyen bir mesaj gönderir. D uvar ör­ me, özellikle kötüye giden evliliklerde görülm üştür; bu tür vakaların yüzde 85 ’inde, eleştirerek ve aşağılayarak saldıran karısına karşı, ko­ ca duvar örm üştür.14 Tepki olarak duvar gibi bir sessizliğe bürünme alışkanlık haline geldiğinde, ilişkiye büyük zarar verir; anlaşm azlık­ ları giderm e olanaklarını toptan yok eder.

ZEHİRLEYİCİ DÜŞÜNCELER Çocuklar şam ata yapm akta, babaları M artin ise sinirlenm eye başlamaktadır. Karısı M elanıe’ye dönerek sert bir sesle, “Hayatım, çocuklar biraz daha sessiz olabilirler m i?” der. A klından geçenler ise şöyledir: “O nlara fazlasıyla gevşek davra­ nıyor.” M elanie onun sinirlenm esine tepki olarak içinden bir öfke dalga­ sının kabardığını hisseder. Yüzü gerginleşir, kaşları çatılır ve şöyle der: “Ç ocuklar eğleniyor işte. H em nasılsa birazdan yatm aya gide­ cekler.” A klından geçenler: “İşte yine başladı, her dakika söyleniyor.” M artin artık açıkça öfkelenir. Yumruklarını sıkarak, tehditkâr bir ifadeyle öne doğru eğilirken, kızgın bir ses tonuyla, “Onları şimdi yatırayım m ı?” der. 186

Aklından geçenler: “H er konuda bana karşı çıkıyor. En iyisi bu işi kendim halledeyim .” M elanie ansızın M artin’in gazabından korkarak uysalca, “Yok, ben onları hem en şim di yatırırım ,” der. Aklından geçenler: “K ontrolden çıkıyor; çocukların canını yaka­ bilir. En iyisi alttan alayım .” Bu paralel konuşm alar -söylenen ve söylenm eyenler- bilişsel terapinin kurucusu Aaron Beck tarafından evliliği zehirleyebilen düşünce tarzlarına örnek olarak verilm iştir.15 M elanie ve M artin arasındaki asıl duygusal alışveriş düşünceleriyle şekillenm ektedir ve o düşünceler de, B eck ’in “otom atik düşünceler” dediği farklı, daha derin bir katm an tarafından belirlenm ektedir. Bunlar, kişinin kendisi ve hayatındaki insanlar hakkında zihninin arka planında beslediği, en derin duygusal tavırlarım ızı yansıtan geçici varsayımlardır. M elanie’nin arka plandaki düşüncesi, “Eler zam an öfkesiyle beni sindiriyor” gibi bir şeydir. M artin’in ana düşüncesiyse, “Bana böyle davranm aya hiç hakkı yok”tur. M elanie evliliklerinde kendisini ma­ sum bir kurban gibi hissetm ekte, M artin ise kendisine karşı haksız bir davranış olarak düşündüğü şeye kendince haklı bir nedenle içerlemektedir. M asum kurban olm ak veya içerlem ekte haklı olmak, sorun­ lu evliliklere özgü, öfke ve acıyı körükleyen tipik düşüncelerdir.16 Haklılığı kendinden menkul içerlem e gibi sıkıntı verici düşünceler otom atikleşm eye başladığında, kendi kendilerini doğrular bir hale gelirler: K endisini m ağdur hisseden taraf, eşinin her yaptığını sü­ rekli izleyerek onun kendisini kurban ettiği kanısını doğrulamaya çalışır ve bu kanısını sorgulayabilecek-ya da çürütebilecek sevecen davranışları ya görm ezlikten gelir, ya da dikkate almaz. Bu düşünceler etkilidir; sinirsel alarm sistemini devreye so­ karlar. Kocanın m ağdur olduğu düşüncesi bir duygusal korsanlık başlattığında, karısının kendisini nasıl m ağdur ettiğini hatırlatan bir dizi davranışın listesini o an için çağrıştırıp üstünde düşünmeye başlam ası çok kolay olur; öte yandan tüm ilişkileri boyunca, eşinin, kendisinin m asum bir kurban olduğu kanısını çürütecek davranışlarından hiçbirini hatırlamaz. Bu durum karısını da ne yap­ sa kazanam ayacağı bir durum a sokar: Bilerek yaptığı iyilikler bile, 187

böylesi olum suz bir gözle bakıldığında yeniden yorum lanıp, kadının eşini m ağdur ettiğini inkâra yönelik zayıf çabalar olarak reddedilir. Bu tü r sıkıntı uyandıran görüşlere saplanm ayan çiftler, aynı durum larda olup biteni daha olum lu yorum layarak, bu duygusal korsanlığı daha nadiren' yaşar, ya da yaşasa bile, daha çabuk kur­ tulurlar. Sıkıntıyı devam ettiren ya da gideren düşüncelerin genel şablonu, 6. K ısım ’da görüldüğü gibi, psikolog M artin Seligman tarafından iyim ser ve kötüm ser bakış açıları için çizilen m odeli izler. Kötüm ser görüş, eşin doğuştan gelen, değişm ez ve m utsuzluğa yol açması kaçınılm az bir kusuru olduğu inancıdır. “Kocam bencil ve kendine dönük; öyle büyütülm üş ve hep öyle olacak; önünde el pençe divan durm am ı bekliyor, benim ne hissettiğim um urunda bile değil.” Bunun karşıtı olan iyim ser görüş ise şöyledir: “Şu anda buyurgan davranıyor ancak geçm işte düşünceliydi; bel­ ki kötü bir ruh hali içinde; acaba işinde canını sıkan bir şeyler mi var?” Bu görüş, kocayı (ya da evliliği) iflah olm az ya da umutsuz diye defterden silmez. Aksine, kötü bir anın değişebilir koşullardan kaynaklandığını düşünür. İlk tutum sürekli sıkıntı yaratır; İkincisi ise yatıştırır. Olum suz bakış açısına sahip eşler duygusal korsanlığa fazlasıyla açıktır; kızar, incinir ya da eşlerinin yaptığı herhangi bir şeyden rahatsız olurlar ve olay bir kere başladı mı, rahatsızlıkları sürer. İç rahatsızlıkları ve kötüm ser tutum ları eşleriyle yüzleştiklerinde eleştiri ve aşağılam aya başvurm a olasılıklarım artırdığından, karşılıklı ola­ rak savunm acı bir tepki gösterm e ya da duvar öım e olasılığı da ar­ tar. Bu tür zehirleyici düşüncelerin belki de en ölüm cül olanı, karılarına karşı fiziksel şiddet kullanan kocalarda görülür, lndiana Ü niversitesi’nden psikologların şiddete başvuran kocalar üzerinde yaptığı bir çalışm a, bu erkeklerin okul bahçesindeki kabadayı çocu­ klar gibi düşündüklerini saptam ıştır: karılarının sıradan hareketlerine bile bir art niyet atfeder ve bu yanlış anlam ayı, şiddete başvurm alarını kendi kendilerine haklı çıkarm ak için kullanırlar (flörtlerine karşı cin­ sel bakım dan saldırganca davranan erkekler de, benzeri bir şekilde, kadınlara şüpheyle baktıklarından itirazlarını dikkate alm azlar)17 7. K ısım ’da gördüğüm üz gibi, bu tür erkekler karıları tarafından küçük 188

düşürüldüklerini, reddedildiklerini ya da toplum önünde m ahcup edil­ diklerini algıladıklarında, kendilerini özellikle tehdit altında hisseder­ ler. Karısını dövenlerde görülen, şiddeti “m eşrulaştırıcı” düşünceleri uyandıran tipik bir senaryo şöyledir: “Sosyal bir toplantıdasınız ve karınızın son yarım saattir aynı çekici adam la konuşup güldüğünü fark ediyorsunuz. Adam onunla flört ediyor gibi görünüyor.” Bu tür adam lar karılarının kendilerini red veya terk ettiklerini ima eden ha­ reketler içinde olduklarını düşündüklerinde, tepkileri içerlem eye ve hiddete dönüşür. A nlaşılan, “Beni terk edecek” şeklindeki otom atik düşünceler duygusal korsanlıkları başlatm akta ve güdülerine teslim olan, dayakçı kocalar, araştırm acıların deyişiyle “yetersiz davranışsal tepkiler”le fevri hareketlerde bulunm aktadır.18

DOLUP TAŞMA: BİR EVLİLİĞİN BATAĞA SAPLANIŞI Bu sıkıntı veren tutum lar duygusal korsanlıkları daha sık başlattığı ve sonuçta m eydana gelen acı ve hiddetten kurtulm ayı zorlaştırdığı için, net etkisi de, sürekli kriz yaratmaktır. G ottm an, sık sık duygusal sıkıntı yaşam aya yatkınlık halini ifade etm ek için do­ lup taşm a terim ini kullanm aktadır; dolup taşan karı-kocalar eşlerinin olum suzluğunun ve buna verdikleri tepkinin o denli altında kalırlar ki, bu üzücü, kontrolden çıkmış hislerin batağına saplanıp kalırlar. Bu taşkının altında kalan kişiler anlam ını çarpıtm adan sözleri duya­ m azlar veya açık zihinle tepki verem ezler; düşüncelerine çekidüzen verm ekte güçlük çeker ve ilkel tepkilere dönerler. Sadece olayların durmasını, kaçm ayı bazen de karşılık vermeyi isterler. D olup taşma, kendi kendini besleyen bir duygusal korsanlıktır. Bazı insanlar öfkeye ve aşağılanm aya kolayca karşı durabilir, y a­ ni dolup taşm aya karşı yüksek bir eşiğe sahiptir; bazılarıysa eşlerinin hafif bir eleştirisiyle bile uyarılabilir. Dolup taşm anın teknik tanımı, nabzın sakin düzeyinden yukarı çıkması şeklindedir.19 Durağan va­ ziyette kadınların nabzı dakikada 82, erkeklerinki ise 72 atar (özgül nabız, esasında kişinin vücut ölçülerine göre değişir). Dolup taşma, kişinin dinlenm e halindeki nabzının dakikada 10 vuruş yükselm esiyle başlar; eğer nabız dakikada 100’e çıkarsa (öfkelenm e veya ağlama 189

anlarında kolaylıkla çıkabilir), vücut bir süre için gerilimi yüksek tutan adrenalin ve diğer horm onları pom palam aya başlar. Duygusal korsanlık anı, kalp atışlarından bellidir: Tek bir kalp atışı süresi için­ de nabız dakikada 10,20, hatta 30 vuruş oranında hızlanabilir. Kaslar gerilir; nefes alm ak adeta zorlaşır. Zehirleyici hislerin etkisi altında kişi, kendisine “sonsuza” dek sürecek gibi gelen kaçınılm az bir kor­ ku ve öfke seline kapılır. Bu noktada -y a n i tam bir korsanlık anındaduyguları öylesine yoğun, bakış açısı öylesine dar ve düşünceleri öy­ lesine karışık olur ki, diğerinin bakış açısını kavram a ya da sorunları akıllıca halletm e um udu yok olur. Çoğu karı-koca, kavga ederken hiç kuşkusuz zam an zaman böy­ le yoğun anlar yaşar. Evlilikte sorun, eşlerden biri ya da diğeri bu dolup taşm ayı neredeyse sürekli hissettiğinde başlar. O zam an biri, diğerinin üzerine geldiğini hisseder ve her an duygusal bir saldırı veya adaletsizliğe karşı tetikte olur. H erhangi bir saldırı, hareket veya kırıcı davranış belirtisine karşı aşırı hassaslaşır ve en ufak bir belirtiye bile aşırı tepki gösterir. Eğer koca böyle bir durumdaysa, karısının, “Hayatım , biraz konuşm am ız lazım ” deyişi “Yine kavga çıkarm aya hazırlanıyor” şeklinde tepkisel bir düşünce uyandırabilir ve dolup taşm ayı başlatır. Fizyolojik uyarılm ayı atlatabilm ek gittikçe zorlaşm aya başlar; bu da zararsız diyalogların bile kötü bir gözle görülmesini kolaylaştırarak dolup taşm ayı yeniden başlatır. Bu belki de bir evlilikte en tehlikeli dönüm noktası, eşlerin ilişkisinde felaketle sonuçlanabilecek bir dönüşümdür. Dolup taşan eş, diğeri hakkında hemen her zam an en kötüsünü düşünm eye başlar, örneğin karısının yaptığı her şeyi olum suz bir ışık altında görür. Küçük m eseleler büyük savaşlar haline gelir; hisler sürekli inciti­ lir. Zam anla, dolup taşan eş evlilikteki her türlü sorunu çok ciddi ve giderilmesi im kânsız olarak görm eye başlar, çünkü dolup taşma bir ilişkiyi düzeltm e çabalarını başlı başına köstekler. Bu devam ettikçe meseleleri konuşm ak faydasız hale gelir ve eşler sorunlu hislerini kendi kendilerine yatıştırm aya çalışırlar. Aslında, evlilik içinde bir­ birlerinden soyutlanmış, kendilerini yalnız hissettikleri paralel ha­ yatlar yaşam aya başlarlar. G ottm an’ın bulgularına göre, çoğu zaman bundan sonraki adım boşanm a olmaktadır. 190

Boşanm aya giden bu yolda duygusal yetersizliklerin trajik sonuçlan açıktır. Eşler eleştiri ve aşağılam a, savunm acılık ve araya duvar örme, sıkıntılı düşünceler ve duygusal taşm anın kısır döngü­ süne yakalandığında; bu döngü, başlı başına, duygusal özbilincin ve özdenetim in, em patinin ve hem kendini hem de birbirini yatıştırm a yeteneğinin çöküşünü yansıtır.

ERKEKLER; KOLAY İNCİNEN CİNSİYET Evliliğin eriyip gitm esine neden olduğu anlaşılan, duygusal ha­ yattaki cinsiyet farklılıklarına dönelim. Şu bulguya bir bakalım; Otuz beş yıl ya da daha fazla sürm üş evliliklerde bile, eşler duygu­ sal tem asları tem elde farklı değerlendirm ektedirler. Kadınlar genel­ de evlilikte sevim siz ağız dalaşlarına girm ekten, hayatlarındaki er­ keklerin çekindiğinin yarısı kadar bile çekinmezler. B erkeley’deki Califom ia Ü niversitesi’nden Robert L evenson’ın bir incelemesinde ulaştığı bu sonuç, hepsi de uzun süredir evli olan 151 çiftin ifadesine dayanm aktadır. L evenson’a göre, erkeklerin hem en hepsi evlilikte bir anlaşm azlıktan dolayı keyiflerinin kaçm asını nahoş, hatta ne­ fret edilesi bir durum olarak görürken, eşleri buna o kadar aldırış etm iyordu.20 Kocalar, karılarına kıyasla, daha düşük yoğunluklu bir olum suz­ luk halinde dolup taşabilir; eşlerinin eleştirisine taşarak tepki veren erkeklerin sayısı, kadınlardan fazladır. Dolup taşan kocalar, kan dolaşım larına daha fazla adrenalin salgılar ve bu adrenalin akışını karılarının daha önem siz olum suzlukları başlatır; kocaların fizyolojik olarak dolup taşm ayı atlatabilmesi daha uzun sürer.21 Bu da, erkekle­ rin m etin, C lint Eastwoodvari ağırbaşlılığının, duygusal açıdan aşırı baskı altında olm a hissine karşı bir savunm a gibi algılanabileceğini gösteriyor. G ottm an’a göre erkeklerin araya duvar örmeye daha yatkın oluşu, kendilerini dolup taşm adan koruyabilm ek içindir; yaptığı araştırma araya duvar örülünce, erkeğin nabzının dakikada on atış oranında düştüğünü ve öznel bir ferahlık hissine kavuştuğunu gösteriyor. A n­ cak —ve buna k arşın - erkekler bir kere kulaklarını tıkamaya başladı 191

mı, bu kez de karılarının nabzı yüksek gerilimi işaret eden düzeylere fırlıyor. H er iki cinsin de birbirlerine karşıt ham lelerle huzuru aradığı bu limbik tango, duygusal yüzleşm elere karşı oldukça farklı tutum la­ ra yol açıyor: K adınlar bu hesaplaşm alara ne kadar istekliyse, erkek­ ler de bir o kadar uzak durm ak istiyor. Erkeklerin araya duvar örme olasılığı kadınlardan çok daha faz­ laysa, kadınların da eşlerini eleştirm e olasılığı daha yüksektir.22 Bu asimetri kadınların duygu yöneticiliği rolünü benim sem esinden kay­ naklanıyor. Onlar anlaşmazlıkları ve kuyruk acılarını ortaya çıkarıp gidermeye çabalarken, kocaları ise hararetli tartışm alara dönüşeceği belli olan bu durum lara girm ek konusunda isteksiz davranıyorlar. Yüzleşmekten kaçınan kocasını gören kadınsa, sesini yükselterek eşini daha da şiddetli eleştirm eye başlıyor. Buna tepki olarak erkek savunm aya geçtiğinde, ya da araya duvar ördüğünde, kadın engellenm işlik hissine ve öfkeye kapılarak bu duygularını vurgulamak için eşini aşağılam aya başlar. Kocası kendisini eşinin eleştiri ve ha­ karetlerinin hedefi olarak gördüğünde, m asum -kurban ya da eşine içerlemekte haklı olduğu düşüncelerine kapılırsa, dolup taşm a çok daha kolayca başlatılm ış oluyor. Erkek kendisini taşm adan korum ak için giderek daha da savunm acı ya da hepten sağır-dilsiz olm aya baş­ lıyor. Ancak unutm ayalım ki, erkekler araya duvar ördüğünde, bu kez de kendilerini tam am en engellenm iş hisseden karılarında dolup taşma başlıyor. K arı-koca kavgalarının döngüsü tırm andıkça, kolay­ ca kontrolden çıkabiliyor.

ERKEĞİNKİ VE KADININKİ: EVLİLİK ÖĞÜTLERİ Erkek ve kadınların ilişkilerindeki sıkıntı veren duygular kar­ şısında farklı davranm alarından ortaya böyle vahim sonuçlar çıka­ bildiğine göre, çiftler birbirlerine karşı hissettikleri sevgi ve şefkati korum ak için ne yapabilirler; kısacası, evliliği koruyan nedir? E v­ liliklerini yıllarca başarıyla sürdürebilm iş çiftlerin etkileşim lerinin izlenilmesi sonucunda, evlilik araştırm acıları, kadınlara ve erkeklere ayrı ayrı öğütlerle birlikte, her ikisi için de geçerli olabilecek bazı genel tavsiyelerde bulunmaktadırlar. 192

G enelde erkekler ve kadınlar birbirlerinden farklı duygusal ayar­ lara ihtiyaç duyarlar. Erkeklere verilen öğüt; sorundan kaçm am ak ve karıları bir üzüntü konusunu ya da anlaşm azlığı gündeme ge­ tirdiğinde, bunu belki de ilişkilerinin sağlıklı ve yolunda gitmesini am açlayan bir sevgi hareketi olarak yaptıklarını kavram aktır (yine de bir kadının ters davranm asında başka etkenler söz konusu olabilir). Şikâyet nedenleri için için birikm eye devam ederse, basınç giderek artar ve sonunda patlam aya yol açar. Oysa bunlar dile getirilip çö­ züm yolu bulunursa, basınç ortadan kalkar. K ocaların fark etmesi gereken, öfke ve hoşnutsuzluğun kişisel saldırıyla eş anlam lı olm a­ dığıdır. K arılarının duyguları çoğu kez sadece bir şeylerin altını çizip o konu hakkm daki hislerinin yoğunluğunu vurgular. Erkekler ayrıca fazla erken bir pratik çözüm önerisiyle tartışm ayı kısa kesm em eye özen gösterm elidir; genelde kadın için önem li olan, kocasının şikâyetini duyduğunu hissetm esi ve konu hakkında his­ settiklerine, aynı fikirde olm asa bile em pati gösterebilmesidir. K a­ dınlar erkeğin bir öneride bulunm asını, hislerinin önem siz bulunup kenara itilmesi şeklinde yorum layabilir. Öfkenin hararetine karşın karılarının şikâyetlerini ıvır zıvır şeyler diye bir kenara itm ek yerine konuşm ayı sürdürebilen kocalar, eşlerinin kendilerine kulak verildi­ ği ve saygı gösterildiğini hissetm esine yardım cı olurlar. En önem ­ lisi, kadınlar, kocaları aynı fikirde olmasa da, hissettiklerinin kabul görmesini ve onaylanarak saygıyla karşılanm asını isterler. Çoğu kez kadınlar, görüşlerinin işitilip duygularının kaydedildiğini hissedince sakinleşirler. Kadınlara verilen öğüt de buna oldukça paraleldir. Erkekler için, karılarının şikâyetlerini çok yoğun bir şekilde dile getirmesi önemli bir sorun olduğundan, kadınların kocalarına saldırm am aya bilinçli bir şekilde çaba gösterm eleri gereklidir. Yaptıklarından yakınabilir­ ler, am a kişiliklerini eleştirm ekten ve aşağılam aktan kaçınmalıdırlar. Şikâyetler karaktere yönelik bir saldırı değildir; daha çok belirli bir hareketin sıkıntı yarattığının açık bir ifadesidir. Öfkeli bir kişisel sal­ dırı hem en hem en kesin olarak erkeğin savunm aya geçmesine ya da araya duvar örm esine yol açacak, bu da kadını iyice açmaza sokarak kavgayı tırm andıracaktır. Yardımcı olabilecek bir başka şey de, kadı­ 193

nın şikâyetini dile getirirken, bunu, kocasına karşı duyduğu sevgiyi teyit eden daha geniş bir bağlam içinde yapmasıdır.

İYİ KAVGA Sabahleyin gazetede okuduğum bir haber, evlilikteki anlaşm az­ lıkların nasıl çözülm em esi gerektiği konusunda m ükem m el bir ders veriyor. M arlaine Lenick ile kocası M ichael arasında bir tartışm a geç­ miş: Adam Dallas K ovboyları ile Philadelphia Kartalları arasındaki m açı seyretm ek, eşi ise haberleri izlem ek istiyormuş. Adam yerine yerleşip maçı seyretm eye hazırlanırken, Bayan Lenick “futboldan gına geldiğini” söyleyerek yatak odasından .38 kalibrelik silahı ala­ rak maçı izlem ek üzere yerine çekilen eşine iki el ateş etmiş. Bayan Lenick ağır saldırı suçundan tutuklanm ış ve 50.000 dolarlık kefaletle serbest bırakılm ış; Haberde, B ay L enick’in sağlık durum unun dü­ zelm ekte olduğu bildiriliyor; kam ını sıyırarak sol om uz küreğine ve boynuna saplanan kurşun yarası iyileşm eye yüz tutm uş.23 Evlilik kavgalarının çok azı bu kadar şiddetli -y a da bedeli bu kadar a ğ ır- olsa da, duygusal zekâyı evliliğe taşım ak için mükem m el bir fırsat sunar. Örneğin, evliliklerini sürdürebilen çiftler her defa­ sında tek bir konuyu tartışır ve daha başlangıçta birbirlerine kendi görüşlerini ifade etm e şansını tanırlar.24 Ancak bu çiftler önemli bir adım daha atarlar: Birbirlerine, dinlediklerini gösterirler. Kırgın eşin asıl arzuladığı şey, sözlerinin dinlenm esi olduğundan, em patik bir hareket, duygusal gerilim i düşürm ekte çok ustadır. Sonunda boşanan çiftlerdeki en önemli eksiklik, eşlerden herhan­ gi birinin tartışm a sırasında gerilim i azaltma çabası göstermemesidir. Sağlıklı bir evlilik sürdüren çiftlerle, sonunda boşanan çiftlerin kav­ gaları arasındaki önemli fark, bir çatlağı onarma yollarının olması ya da olm am asıdır.25 B ir tartışm ayı dehşetli bir patlam a noktasına tırm andırm ayı engelleyen onarım m ekanizm aları, tartışm ayı saptır­ m am ak, empati gösterm ek ve gerilim i azaltm ak gibi basit hareketleri kapsar. Bu tem el hareketler duygusal bir term ostat gibidir, ifade edi­ len duyguların kaynayıp, eşlerin aralarındaki soruna odaklanm aları­ nı engelleyecek taşm alara yol açm asını önlerler. 194

Evliliğin yürüm esini sağlayan tem el bir strateji de, çiftlerin kavga konusu olan -ç o c u k yetiştirm e, cinsellik, para, ev işleri g ib i- belirli sorunlar üzerinde yoğunlaşm ak yerine ortak duygusal zekâlarını ge­ liştirmeye yönelm eleridir; bu m eseleleri halledebilm e şansını arttırır. Bir avuç duygusal yeterlilik -e sa s olarak, sakinleşebilm ek (ve eşini sakinleştirebilm ek), em pati ve iyi d in lem e- çiftin anlaşmazlıklarını daha etkili bir şekilde giderebilm esini sağlar. Bunlar sağlıklı anlaş­ mazlıkları, evliliğin gelişm esine izin veren ve kendi haline bırakılırsa büyüyerek evliliği yıkabilecek olum suzlukların üstesinden gelmeye yarayan “ iyi kavgalar”ı olanaklı kılar.26 Bu duygusal alışkanlıkların hiçbirisi bir gecede değişm ez elbet; en azından sebat ve dikkat gerektirir. Çiftler çaba gösterm eye hevesliyse kritik değişiklikleri yapabilirler. Evlilikte o kadar kolay başlatılan duygusal tepkilerin birçoğunu ya da çoğunluğunu, ilk kez en yakın ilişkilerim izden ya da ebeveynlerim izin oluşturduğu örneklerden öğ­ reniriz, çocukluktan itibaren şekillenen bu tepkiler evliliğe tamamen kalıplaşm ış bir biçim de taşınır. Annem izle babam ız gibi davranm a­ m aya yem in etm iş olsak bile, algıladığım ız önem siz aşağılamalara fazla tepki verm ek ya da en ufak bir çatışm a belirtisinde araya duvar örm ek gibi bazı duygusal alışkanlıklara hazırlanm ış oluruz.

Sakinleşmek H er güçlü duygunun kökeninde harekete geçirici bir dürtü vardır; bu dürtülerin yönetim i duygusal zekânın temel taşlarındandır. Bu, çok şeyi tehlikeye attığım ız aşk ilişkilerinde, özellikle zor olabilir. Burada uyanan tepkiler sevilme, saygı görme, terk edilme veya duy­ gusal açıdan m uhtaç bırakılm a korkulan gibi birtakım derin ihtiyaç­ larımızla ilgilidir. Karı-koca arasındaki kavgalarda, hayati bir tehlike söz konusuym uş gibi davranm am ıza şaşm am ak gerekir. Yine de, eşlerden biri duygusal korsanlığa kendini kaptırdığında hiçbir şey olum lu yönde çözülem ez. Evlilikte anahtar niteliğindeki yeterliliklerden biri, eşlerin sıkıntılı hisleri kendi başına yatıştırmayı öğrenmeleridir. Aslında bunun anlamı, bir duygusal korsanlığın y a­ rattığı dolup taşm adan kısa sürede kurtulm ayeteneğini geliştirmektir. Duygu yoğunluğunun zirveye çıktığı bu tür bir anda zihin açıklığıyla 195

duyma, düşünme ve konuşm a yeteneği silinip gittiğinden, sakinleş­ mek müthiş yapıcı bir adım dır ve bu olm adan tartışm aya neden olan sorunu çözm e yolunda daha fazla bir ilerlem e kaydedilemez. Hevesli çiftler, sıkıntı verici bir tem as sırasında yaklaşık her beş dakikada bir kalp atış hızım kulak m em esi ve çeneden birkaç santim aşağıdaki şah dam arında hissedip takip etmeyi öğrenebilirler (aero­ bik yapan kişiler bunu rahatça öğreniyor)27. On beş saniye süreyle nabız sayılıp dörtle çarpıldığında, dakikadaki nabız atışı bulunabilir. Bu, sakin durum da yapıldığında bir alt sınırı belirler; örneğin nabız, bu düzeyin dakikada on vuruş kadar üzerine çıkıyorsa, dolup taşm a­ nın başladığını gösterir. Nabız bu kadar yükselirse, çiftin tartışmaya devam etm eden önce yatışabilm esi için yirmi dakikalık bir molaya ihtiyacı vardır. Beş dakikalık bir ara yeterli görünse bile, fizyolojik olarak kendine gelme süresi aslında çok daha yavaştır. 5. K ısım ’da gördüğüm üz gibi, tortulaşan öfke daha fazla öfkeye yol açar; daha uzun bir beklem e süresi, vücuda önceki uyarılm anın etkisinden kur­ tulması için daha fazla zaman tanır. B ir kavga sırasında nabız saymayı -anlaşılabileceği g ib i- tuhaf bulan çiftler için daha basit bir yöntem , eşlerden birinin, kendinde veya karşısında ilk taşm a belirtileri gözükm eye başladığı an mola istemesine izin veren bir ön anlaşm a yapmaktır. Bu m ola sırasında gevşeme tekniklerine veya aerobiğe (ya da 5. K ısım ’da incelediği­ m iz diğer yöntem lerden herhangi birine) başvurm ak eşlerin duygu­ sal korsanlıktan kurtulm asına yardım cı olabilir.

Bir Panzehir Olarak Kendi Kendine Konuşma Dolup taşma eş hakkındaki olum suz düşüncelerden kaynaklan­ dığından, bu tür insafsız yargılardan rahatsız olan eşlerin bunların doğrudan üstüne gitmesi yararlı olur. “Buna daha fazla dayanam a­ yacağım ,” ya da “Bu tür bir davranışı hak etm iyorum ” şeklindeki düşünceler m asum -kurban veya haklı içerleme sloganlarıdır. Bilişsel terapist Aaron B eck’in belirttiği gibi, bu düşünceleri yakalam ak ve onlara m eydan okum ak - b u yüzden sadece öfkeye kapılm ak ya da incinm ek y e rin e - karı-kocanın kendilerini bu düşüncelerin kıskacın­ dan kurtarm aya başlam asını sağlar.28 196

Bu da, böylesi düşüncelerin takip edilm esini, bunlara inanmanın zorunlu olm adığım kavram ayı, zihni bunları sorgulayacak delil ve perspektiflere açarak bilinçli bir çaba harcam ayı gerektirir. Örneğin, o anın harareti içinde “benim ihtiyaçlarım onun um urunda değil; her zam an o kadar bencil ki” diye düşünen kadın, kocasının anlayışlı davranışlarını hatırlayarak bu düşünceyi sorgulayabilir. Bu, aynı dü­ şünceyi yeni bir çerçeveye oturtabilm esini sağlar: “Biraz önce yaptı­ ğı düşüncesizce hareket beni öfkelendirse de, aslında zam an zaman bana önem verdiğini gösteriyor”. Bu ikinci yorum tarzı, değişim ve olum lu çözüm kapılarını açar; öncekiyse sadece öfke ve acıyı artı­ rır.

Savunmacı Olmayan Dinleme ve Konuşma Erkek: “Ne bağırıyorsun!” Kadın: “Tabii bağırırım ; söylediklerim in tek kelim esini bile duy­ madın. H iç dinlem iyorsun!” Dinlem e, çifti bir arada tutan bir beceridir. Hararetli bir tartışm a­ da eşlerin ikisi birden duygusal korsanlığın esiriyken bile, biri ya da diğeri, bazen ikisi birden öfkesini aşarak ötekini dinlem eyi başara­ bilir ve eşinin durum u düzeltecek bir hareketine karşılık verebilir. • Boşanm a yolundaki çiftlerse, kendilerini öfkeye kaptırdıklarından tartışma konusunun belirli noktalarına takılıp kalarak, eşinin söyle­ diklerinin içinde saklı olabilecek herhangi bir barışçı öneriye karşılık verm ek bir yana, kulak vermeyi bile başaramazlar. Eşinin yakınm a­ sını dinlerken bir davranış değiştirm e çabası olarak değil de, bir sal­ dırı olarak tepki veren tarafın savunm acılığı, karşı tarafın şikâyetini görm ezden gelme veya anında püskürtm e biçim ini alır. Doğal ola­ rak, bir tartışm ada eşlerden birinin söylediği çoğu, zaman bir saldırı biçim inde olur; ya da öyle şiddetli bir olum suzlukla ifade edilir ki, saldırıdan başka pek bir şey duym ak m üm kün olmaz. En kötü durum da bile, karı-kocanın duyduklarını bilinçli bir şe­ kilde düzeltm eleri, etkileşim in düşm anca veya olum suz kısımlarını -ç irk in ses tonunu, hakareti, küçüm seyen eleştiriyi- görm ezden ge­ lip ana m esajı duymaları mümkündür. Bunu başannak için, eşlerin birbirinin olum suzluğunu, m eselenin karşılarındaki insan için ne 197

kadar önemli olduğunun bir bildirim i, eşin dikkatini çekme arzusu­ nun belirtisi olarak görmeleri yararlı olur. Kadın, “A llah aşkına beni rahatsız etmeyi bırak da işimi bitireyim ,” diye bağırdığında, onun bu düşm anca tavrına açıkça tepki verm ektense, “Tamam devam et ve işini bitir” denebilir. Savunm acı olmayan dinlem enin en güçlü biçimi, tabii ki, empatidir: Yani, söylenenlerin ardındaki hisleri duyabilmektir. 7. K ısım ’da gördüğüm üz gibi, eşlerden birinin diğerine gerçekten empati göste­ rebilm esi için, kendi duygusal tepkilerinin alabildiğine yumuşaması ve fizyolojisinin, eşinin hissettiklerini aynen yansıtacak kadar kar­ şısındakine açık olması gerekir. Bu fizyolojik ahenk olm adan eşler­ den birinin diğerinin hislerini tam am en ilgisiz bir şekilde yorum la­ ma olasılığı yüksektir. Birinin kendi duyguları her şeye baskın çıkıp fizyolojik uyum a izin verm eyecek kadar güçlü olduğunda, empati zayıflar. D uyguları etkili bir şekilde dinlem enin evlilik terapisinde sıkça kullanılan bir yöntem i “aynen yansıtm a”dır. Eşlerden birinin bir şi­ kâyeti olduğunda, diğeri bunu kendi sözcükleriyle ona tekrar ederek, sadece düşünceyi değil, beraberindeki hisleri de yakalam aya çalışır. Tekrarı yapan, kendi sözleriyle ifade ettiği şeyin doğruluğunu eşine kontrol ettirerek em in olmaya çalışır ve olmamışsa, doğrusunu bula­ na kadar denem eye devam eder; basit gibi görünen bu yöntem uygu­ lamada şaşırtıcı derecede çetrefildir.29 Doğru şekilde tekrarlam anın etkisi sadece anlaşıldığını değil, duygusal ahengin sağlandığını da hissetmektir. Bu his kendi başına, eşikteki bir saldırıyı etkisizleştirebilir ve anlaşm azlıklar üzerindeki tartışm anın kavgaya dönüşmesini engellem eye büyük katkısı olur. Ç iftler için savunm aya geçm eden konuşm a sanatının özü, söy­ lenenleri kişisel saldırıya dönüştürm ek yerine belirli bir şikâyet ko­ nusu etrafında tutmaktır. Etkili iletişim program larının büyükbabası psikolog H aim Ginott, bir şikâyetin en iyi form ülünün “X Y Z” oldu­ ğunu öne sürm üştür: Sen X ’i yapınca, bu bana Y ’yi hissettirdi, oysa ben Z ’yi yapm anı isterdim .” Örneğin: “Beni arayıp yem ek randevu­ m uza geç kalacağını bildirm eyince beni önem sem ediğini hissettim ve kızdım. Keşke arayıp bana geç kalacağını söyleseydin” yerine, “ Sen düşüncesiz, bencil herifin tekisin” demek, ne yazık ki çoğun­ 198

lukla karı-koca arası kavgalarda sorunun ele alınış şeklidir. Kısacası, açık iletişim de kabadayılığa, tehdit veya hakarete yer yoktur. Ayrıca sayısız savunm acılık biçim lerine -m azeret bulma, sorum luluğu in­ kâr etme, eleştiriyle karşı saldırıda bulunm a ve benzeri şeylere- de yer yoktur. Burada da, empati etkili bir araçtır. Sonuçta, saygı ve sevgi hayatın her alanında olduğu gibi evlilik­ te de düşm anlığın önünü keser. Bir kavgayı yatıştırmanın etkili bir yolu, eşinizin olayları öbür bakış açısından görebildiğinizi ve siz ay­ nı fikirde olm asanız bile, bu görüşün de geçerli olabileceğini kabul ettiğinizi anlam asını sağlamaktır. D iğer bir yol, sorum luluk almak, hatta, yanlış yaptığınızın farkına varm ışsanız, özür dilemektir. En asgari düzeyde onaylam a (geçerliliğini kabul etme); en azından, din­ lediğinizi ve -g ö rü şü benim seyem eseniz b ile - ifade edilen duyguları kabul edebileceğinizi iletm ek demektir: “G örüyorum ki sinirlisin.” K avgasız zam anlarda ise onaylam a; iltifat etmek, gerçekten takdir ettiğiniz bir şey bulup, övgülü bir şeyler söylem ek biçimini alır. Hiç kuşkusuz onaylama, eşinizi yatıştırm aya yardım cı olacak, ya da olumlu hislerden bir duygusal serm aye oluşturacak bir yöntemdir.

Prova Yapmak Bu tür m anevralara duygusal uyarılm a düzeyinin m utlaka yüksek olacağı sıcak çatışm alar sırasında ihtiyaç duyulduğundan, en gerekli olduğu anda kullanılabilm eleri için prova edilmeleri gerekir. Bunun nedeni, duygusal beynin, yaşam ın erken dönem lerinde tekrarlanan öfke ve incinm e anlarında öğrenilm iş ve böylelikle baskın hale gel­ miş o tepki rutinlerini devreye sokm asıdır ve tepki belli duygulara endeksli olduğundan, bu tür anlarda daha sakin zam anlarla bağlantılı tepkilerin hatırlanıp devreye sokulm ası daha zordur. Daha verim li bir duygusal tepki bilinm iyorsa ya da iyi prova edilm em işse, bunu sinirliyken denem ek son derece zordur. Oysa rutin hale gelecek ka­ dar provası yapılm ış bir tepkinin duygusal bir kriz anında ifade bul­ ması daha olanaklıdır. Bu nedenlerden ötürü, yukarıda sözü edilen stratejilerin hem stresli olm ayan tem aslarda prova edilm esi, hem de hararetli bir kavganın içindeyken tekrarlanm ası, duygusal devrelerin repertuarında öğrenilm iş bir ilk tepki (ya da fazla gecikm em iş bir 199

ikinci tepki) olarak yer alm alarına fırsat tanıyabilir. A slında, evliliğin dağılm asını önleyecek bu önlemler, duygusal zekâ konusunda küçük bir yardım cı eğitimdir.

200

10 Kalbiyle Yönetmek

M e lb u m M cBroom , yanında çalışanları yıldıracak kadar çabuk par­ layan, buyurgan bir m izaca sahip bir patrondu. Eğer M cBroom bir büro ya da fabrikada çalışıyor olsaydı, bu gerçeğin kimse farkına varm ayabilirdi. Ancak M cBroom bir uçak pilotuydu. 1978’de bir gün, uçağı O regon’un Portland kentine yaklaşırken, M cBroom iniş takım larında bir sorun olduğunu fark etti. Bunun üze­ rine, yüksek irtifada beklem eye geçti ve havaalanı üzerinde tur atar­ ken, bir yandan da m ekanizm ayı kurcalam aya başladı. M cBroom iniş takım larına kafayı takadursun, uçağın yakıt gös­ tergeleri yavaş yavaş sıfıra iniyordu. Felaketin yaklaştığını gördük­ leri halde, M cB room ’un gazabından korkan yardım cı pilotlar; hiçbir şey söylem ediler. Uçak düştü ve on kişi öldü. Bugün bu düşüşün hikâyesi havayolu pilotlarına güvenlik eğitimi sırasında bir ibret öyküsü olarak anlatılm aktadır.1 U çak kazalarının yüzde sekseninde pilot hataları, uçuş ekibinin birbiriyle daha uyumlu çalışması durum unda önlenebilecek türdendir. Ekip çalışm ası, açık iletişim hatları, işbirliği, dinlem e, fikrini söyleme, günüm üzdeki pi­ lot eğitimi sırasında teknik beceri kadar vurgulanmaktadır. Uçağın kokpiti (pilot kabini) herhangi bir işleyen organizasyonun m inyatürü, yani küçültülm üş çapta bir modelidir. Ancak, bir uçağın yere çakılması gibi dram atik bir gerçekliğin sınanm asına tabi olm a­ yan işyerlerinde, moral bozukluğuyla yıldırılm ış işçilerin veya kibirli patronların - y a da bir işyerindeki diğer düzinelerce duygusal eksiklik bileşim lerinin- o yıkıcı etkileri, dar çevrenin dışındakiler tarafından çoğu kez fark edilm eden sürüp gider. Ancak bunların bedeli; düşen üretkenlik, giderek artan teslim at gecikm eleri, yanlışlıklar, aksilikler ve çalışanların daha cana yakın ortam lara kaçm ası gibi işaretlerden okunabilir. Sonuçta, işteki düşük duygusal zekâ düzeylerinin, şirke201

tin tem elini etkileyen bir maliyeti vardır. Bu çok yaygın bir hal al irs şirketler de yere çakılıp yanabilir. Duygusal zekânın m aliyet açısından verim liliği etkilemesi, iş dünyasında bazı yöneticilerin kabul etmekte zorlandığı, görece yeni bir fikirdir. 250 üst düzey yönetici üzerinde yapılm ış bir araştırma, çoğunluğun “kalbim i değil kafam ı kullanm alıyım ” diye düşündüğü­ nü bulgulamıştır. Birçoğu da birlikte çalıştığı kişilere karşı empati ve m erham et hissinin, kurum sal hedefleriyle çelişeceğinden korktuğunu dile getirmişti. Biri, yanında çalışanların hissettiklerini sezme fikrini saçma bulduğunu ve bunu yapacak olursa “insanları idare etmenin im kânsızlaşacağını” belirtm işti. Başkaları, duygusal bakımdan m e­ safeli kalm azlarsa, işin gerektirdiği “zor” kararları alamayacaklarını öne sürmüştü; oysa, büyük olasılıkla daha insancıl kararlar alacak­ lardı.2 Bu araştırm a iş ortam ının çok farklı olduğu 1970’lerde yapılm ış­ tır. Bence bu tutum ların artık m odası geçm iştir ve bunlar eski gün­ lerin bir lüksüdür; yeni rekabetçi ortam ın gerçekleri, işyerinde ve pazar yerinde duygusal zekâyı öne çıkarmaktadır. Harvard İşletme O kulu’ndan psikolog Shoshona Z uboff’un belirttiği gibi, “bu yüzyıl­ da şirketler radikal bir devrim yaşam ış ve duygusal çevrede bir dö­ nüşüm oluşmuştur. Şirket hiyerarşisinin yönetim egemenliği altında manipülasyoncu, gerilla savaşçısı gibi yöneticiler uzun bir süre ödül­ lendirilmiştir. A ncak bu katı hiyerarşi 1980’lerde globalleşm enin ve bilgi teknolojisinin çifte baskısı altında kırılm aya başlamıştır. Gerilla savaşçısı yönetici şirketlerin geçm işini, kişiler arası ilişkilerin virtü­ özü ise geleceğini tem sil etmektedir.”3 Buna yol açan birtakım nedenler açıkça ortadadır; bir çalışma grubunda sık sık öfkeyle patlayan ya da çevresindeki kişilerin his­ lerine karşı duyarlı olm ayan birinin ne gibi sonuçlara yol açacağını düşünün. 6. K ısım ’da incelenen, ajitasyonun düşünm eye dayalı işler üzerindeki zararlı etkileri, işyerinde de kendini aynen gösterir: D uy­ gusal dengesi bozulan kişiler hatırlayam az, dikkatini toparlayamaz, öğrenem ez ya da zihin açıklığıyla karar veremez. B ir yönetim danış­ manının dediği gibi, “Stres insanları aptallaştırır.” O lum lu tarafından bakacak olursak, birlikte olduğumuz kişilerin hissettikleriyle uyum içinde olm ak, anlaşm azlıkları tırm andırm adan 202

halledebilm ek, işimizi yaparken akış haline girebilm ek gibi temel duygusal becerilerde ustalaşm anın iş hayatındaki yararlarını görebi­ liriz. Liderlik, hükm etm ek değil; insanları ortak bir hedef doğrultu­ sunda birlikte çalışm aya ikna edebilmektir. Kendi kariyerimizi yön­ lendirmek açısından da, yaptığım ız iş hakkında beslediğim iz derin duyguların - v e işim izden daha fazla doyum sağlam ak için hangi değişikliklerin gerekebileceğinin- farkında olmaktan daha hayati bir şey olmayabilir. D uygusal yeteneklerin iş hayatında gerekli olan becerilerin en başında yer alm asının daha az belirgin bazı nedenleri de, çalışma yaşam ındaki topyekûn değişim leri yansıtmaktadır. Ne dem ek iste­ diğimi, duygusal zekânın üç uygulam asının yarattığı farkı izleyerek. anlatm aya çalışayım : A nlaşm azlıktan yapıcı eleştiriler olarak dile getirebilm ek, farklılığa değer verilen ve bir sürtüşme kaynağı olarak bakılm ayan bir ortam yaratabilm ek ve etkili bir iletişim ağı kurabil­ mek.

İLK İŞ OLARAK ELEŞTİRİ Bir yazılım geliştirm e projesinin başındaki deneyim li m ühendis, eki­ biyle birlikte aylarca süren çalışm asının sonuçlarını şirketin ürün ge­ liştirm eden sorum lu başkan yardım cısına sunuyordu. H aftalarca, gece gündüz dem eden çalışm ış olan kadın ve erkekler de kendisiyle b irlik­ teydi ve em eklerinin m eyvesini sundukları için gurur duyuyorlardı. A n­ cak m ühendis tanıtım ı tam am ladığında, başkan yardım cısı ona dönüp alay edercesine,“M aste r’ını yapalı ne kadar oldu?” diye sordu ve “ Bu spesifikasyonlar gülünç. B unları onaylam am m üm kün d eğil” diye ek­ ledi. M ühendis, fena halde m ahcup ve gururu kırılmış bir halde sessizliğe bürünerek, toplantının devam ı boyunca asık bir yüzle oturdu. Takım ın­ daki erkek ve kadınlar çabalarını savunm ak am acıyla birkaç rastgele -b a z ısı d ü şm an ca- saptam alarda bulundular. Başkan yardım cısının o sırada çağrılm asıyla toplantı aniden bitti ve ardında tatsızlık ve öfke tortuları bıraktı. Bunu takip eden iki hafta boyunca m ühendis başkan yardım cısının kendisine söylediklerine takılıp kaldı. Şevki kırılıp bunalım a girerek,

203

şirkette artık hiçbir önem li görev alam ayacağına ikna olm uş ve işini sevdiği halde ayrılm ayı düşünm eye başlam ıştı. Sonuçta m ühendis başkan yardım cısını görm eye gitti ve ona toplantı­ daki eleştirici sözlerini ve bunların m oralini nasıl bozduğunu h atırlat­ tı. A rdından da, kelim elerini özenle seçerek, “N e yapm aya çalıştığınız konusunda kafam biraz karışm ış durum da. Sanırım tek am acınız beni m ahcup etm ek değildi; acaba başka b ir am acınız var m ıydı?” diye sor­ du. B aşkan yardım cısı çok şaşırdı; öylesine söylediği sözlerin bu denli y ı­ kıcı olacağını hiç düşünem em işti. H atta yazılım planını oldukça um ut verici nitelikte bulm uştu; ancak üzerinde biraz daha çalışılm ası gerek­ tiğini düşünüyordu. Tamam en işe yaram az diye b ir köşeye atm ak n iye­ tinde hiç değildi. Sadece tepkisini çok kötü b ir biçim de dile getirdiğini ve kim senin duygularını incitm ek istem ediğini söyleyerek, geç de olsa özür diledi.4

Bu, insanların çabalarını doğra yönde sürdürebilm eleri için ge­ rekli bilgiyi almasını sağlayan bir geribildirim sorunudur. Sistem teorisindeki özgün anlam ıyla geribildirim ; bir parçanın sistemdeki diğer tüm parçaları etkilediği ve rotadan çıkmış bir parçanın daha iyi sonuç verecek şekilde değiştirebileceği anlayışı çerçevesinde, ‘sis­ tem in bir parçasının nasıl çalıştığına dair bilgi alışverişi’ demektir. B ir şirkette herkes sistemin parçasıdır ve geribildirim de kurumun candanlarıdır -b u bilgi alışverişi sayesinde, insanlara yapm akta oldukları işin iyi gittiği ya da daha hassas ayar istediği, kalitesinin yükseltilm esi veya tam am en yeniden yönlendirilm esi gerektiği bil­ dirilir. Geribildirim olmadan insanlar karanlıkta kalır; patronları, iş arkadaşları ya da kendilerinden beklenenler açısından ne durumda oldukları hakkında bir fikirleri yoktur ve her türlü sorun zamanla daha da çetrefilleşir. Bir anlam da eleştiri, bir yöneticinin en önemli görevleri arasında­ dır. Aynı zamanda, en çok korkulan ve sürüncem ede bırakılan iştir. Örnekteki iğneleyici başkan yardım cısı gibi, birçok yönetici hayati önem taşıyan geribildirim sanatında ustalık gösteremez. Bu eksikli­ ğin maliyeti büyüktür; Bir çiftin duygusal sağlığı anlaşmazlıkları ne kadar iyi dile getirdiklerine bağlı olduğu gibi, iş hayatında kişilerin etkililiği, hoşnutluğu ve üretkenliği de rahatsızlık veren soranların 204

ne kadar iyi anlatıldığına bağlıdır. G erçekten de eleştirilerin nasıl ya­ pıldığı ve algılandığı; kişilerin işlerinden, birlikte çalıştıkları ve he­ sap verdikleri kişilerden ne kadar m em nun olduklarını belirlem ekte büyük rol oynar.

Bir Kişiyi Harekete Geçirmenin En Kötü Yolu Evlilikte rol oynayan duygusal olaylar, benzeri biçim ler alarak iş­ yerinde de kendini gösterir. Eleştiriler, gereği yapılabilecek şikâyet­ ler olarak değil, kişisel saldırılar şeklinde dile getirilir; biraz nefret, biraz iğnelem e ve biraz aşağılam ayla karışık, önyargılı suçlam alar yapılır; her ikisi de savunm acılığa, sorum luluktan kaçm aya ve ni­ hayet araya duvar örmeye, ya da m ağduriyet hissinden kaynaklanan hınçlı bir p asif direnişe yol açar. Aslında yıkıcı eleştirinin işyerinde daha sıkça görülen bir biçimi de, bir işletm e danışm anının söylediği­ ne göre, sert, iğneleyici, öfkeli bir tonda, ne yanıtlam a fırsatı veren, ne de işlerin daha iyi yapılm ası için yol gösteren, “Ç uvallıyorsun” tarzında kapsam lı, genelleştirilm iş bildirimlerdir. Buna m uhatap olan kişi, kendini engellenm iş ve öfkeli hisseder. D uygusal zekâ açısından, bu tarz eleştiriler, h ed ef alm an kişilerde ne gibi duygula­ rın uyanabileceği ve bu duyguların onların m otivasyonu, enerjisi ve özgüveni üzerinde nasıl yıkıcı bir etki yaratabileceğinden habersiz olunduğunu gösterir. Bu yıkıcı kuvvet, yanlarında çalışanlara sinirlendikleri ve bir an­ lık öfkeyle kişisel saldırılarda bulundukları zam anları düşünm eleri istenen yöneticilerle yapılm ış bir ankette de ortaya çıkm ıştır.5 Bu öfkeli saldırıların etkisi, aynen evli çiftlerde görüldüğü gibi olm uş­ tur: Bunlara m aruz kalan çalışanlar, tepkilerini en çok savunm aya geçm ek, m azeretler belirtm ek ya da sorum luluktan kaçm ak şeklinde göstermişlerdir. Ya da araya duvar örm üşlerdir, yani fırça yedikleri yöneticileriyle her türlü tem astan kaçm aya çalışmışlardır. E ğer bu ki­ şilere John G ottm an’ın evli çiftlerle kullandığı duygusal m ikroskop altında bakılsaydı, bu kırgın çalışanların, aynen haksız yere saldırı­ ya uğradıklarını hisseden eşlerde görüldüğü gibi, kendilerini m asum kurbanlar ya adaletsizliğe karşı haklı olarak öfkelenen m ağdurlar olarak düşündükleri kesin olarak ortaya çıkacaktı. Eğer fizyolojik 205

durum ları ölçülseydi, büyük ihtim alle böylesi düşünceleri körükle­ yen duygusal taşm ayı da sergileyeceklerdi. Oysa yöneticilerin bu tepkilerden sadece daha fazla rahatsız ve tahrik olması, çalışanların işi bırakm ası veya kovulm asıyla son bulan bir döngünün -bo şan m a­ nın iş hayatındaki karşılığının- başlangıcını işaret etmektedir. Nitekim , 108 yönetici ve beyaz yakalı mem uru kapsayan bir araştırm a, beceriksizce eleştirilerin, işyerindeki çatışm a nedenleri arasında güvensizlikten, kişilik m ücadelelerinden, yetki ye ücret ko­ nusundaki anlaşm azlıklardan daha önde geldiğini göstermektedir.6 R ensselaer Politeknik Enstitüsii’nde yapılan bir deney, keskin bir eleştirinin iş ilişkileri açısından ne kadar yıkıcı olabileceğini ser­ gilemektedir. B ir sim ulasyon çalışm asında, gönüllülerden yeni bir şampuan için bir reklam yaratm aları istenmiştir. (A slında bir araştır­ ma asistanı olan) başka bir gönüllünün hazırlanan reklam ları değer­ lendirdiği sanılmaktadır; oysa denekler aslında önceden hazırlanmış iki eleştiriden birine m uhatap olmaktadır. B ir eleştiri düşünceli ve açıktır. Ancak diğeri “D enem em işsin bile; hiçbir şeyi doğru dürüst yapam ıyorsun” ve “Belki sadece yeteneksizsin. Bunu yaptırm ak için başka birini bulm alıyım ” şeklinde tehditler içeren ve kişiyi doğuştan bazı eksiklikleri olm akla suçlayan bir eleştiridir. Anlaşılacağı üzere, saldırıya uğrayanlar gergin, öfkeli ve düş­ manca tavır alarak o eleştirileri yapanla gelecek projelerde birlikte çalışm ayacaklarını veya işbirliği yapm ayacaklarım dile getirmiştir. Birçoğu ilişkilerini tam am en kesm ek istediğini belirtmiştir; bir baş­ ka deyişle duvar ördüğünü hissetmiştir. Sert eleştiri alarak morali bozulanlar, işlerinde eskisi kadar çaba harcam aktan vazgeçm iş, ve belki de en zararlısı, artık kendilerinde işi başaracak yeteneği görm e­ diklerini bildirm işlerdir. Kişisel saldırı, m orallerini çökertmiştir. Birçok yönetici eleştirm eye pek istekli ancak övgü konusunda cimri olduğundan, yanında çalışanlar ancak hata yaptıkları zaman haklarında bir değerlendirm e yapıldığım hissederler. Yöneticilerin bu eleştirm e eğilim ine, bir de herhangi bir geribildirimde bulunm ayı uzun süre ertelem eleri eklenmektedir. U rbana’daki Illinois Üniversitesi’nden psikolog J. R. L arson’un söylediği gibi, “ Çalışanların perform ans sorunlarından birçoğu birdenbire ortaya çıkmaz; zaman içinde yavaş yavaş gelişir. Patron ne hissettiğini anında bildirmezse, 206

engellenm işlik hislerinin yavaş yavaş birikm esine yol açar. Sonra bir gün, hu yüzden patlayıverir. Oysa eleştiri önceden yapılm ış olsa; çalışan hatayı düzeltebilecektir. İnsanlar ne yazık ki çoğu kez iş pat­ lama noktasına geldiğinde ve kendilerini tutam ayacak kadar öfke­ lendiklerinde eleştiri yaparlar. O zam an da eleştiriyi en kötü şekilde, iğneleyici bir tarzda yaparak, içlerine attıkları eski uyuşmazlıkları çağrıştırır, ya da tehdite başvururlar. Bu tür saldırılar geri teper. H a­ karet şeklinde algılandıklarından, bunlara m aruz kalan da öfkelenir. Bu bir insanı harekete geçirm enin en kötü yoludur.”

Ustaca Eleştiri Bunun alternatifini bir düşünelim. U staca bir eleştiri bir yöneticinin gönderebileceği en yararlı m e­ sajlardan biri olabilir. Örneğin o kırıcı başkan yardım cısının yazılım m ühendisine söyleyebileceği -a m a söylem ediği- şu olabilirdi: “Bu aşam ada ana sorun, planınızın çok uzun zam an gerektirmesi ve m a­ liyetleri. artırmasıdır. Ö neriniz hakkında biraz daha düşünmenizi istiyorum , özellikle yazılım geliştirm ek için belirlediğiniz tasarım koşullarınızı gözden geçirirseniz, belki aynı işi daha çabuk yapmanın bir yolunu bulabilirsiniz.” Bu tür bir m esajın etkisi yıkıcı eleştirinin tam karşıtıdır: Engellenm işlik hissi, öfke ve isyan yaratm ak yerine, daha iyisini yapabilm e um udunu sunar ve bunu gerçekleştirecek bir planın başlangıcı hakkında öneri getirir. Ustaca bir eleştiri, kötü yapılm ış bir işi bir karakter özelliğine at­ fetm ek yerine, kişinin ne yapm ış olduğu ve ne yapabileceği üzerinde durur. L arson’ın gözlemlediği gibi, “K araktere yapılan bir saldırı - b i­ risine aptal ya da yetersiz d en m esi- am açtan uzaklaşılm asına neden olur. Onu anında savunm aya iterseniz, işlerin daha iyi yapılabilmesi için söylem eniz gereken şeylere kulaklarını tıkar. Bu öğüt, tabii ki uyuşm azlıklarını dile getiren çiftler için de aynen geçerlidir. M otivasyon bağlam ında da, insanlar başarısızlıklarını kendi­ lerindeki bazı değişm ez eksiklere bağlıyorlarsa, um utlarını kaybe­ dip çaba harcam aktan vazgeçerler. U nutm ayalım ki, yenilgi ya da başarısızlıkların etkileyebileceğim iz koşullardan kaynaklandığına ilişkin temel inanç iyimserliğe yol açar. 207

Sonradan şirket danışmanı olan psikanalist Harry Levinson, öv­ gü sanatıyla karm aşık bir biçim de iç içe olan ustalıklı eleştiri sanatı hakkında şu öğütleri veriyor: Belirleyici olun. Belirli bir olayı, değişiklik gerektiren bir anaht­ ar sorunu, ya da bir işin belli kısım larını iyi yapam am ak gibi, bir eksiklik modelini ele alm. Sadece “bir şeyleri” yanlış yaptığım duy­ up, tam olarak neyi değiştirm esi gerektiğini bilm em ek, insanların m oralini bozar. Belirli noktalara odaklanarak kişinin neyi iyi, neyi kötü yaptığını, nasıl değişebileceğini belirtin. Lafı dolaştırmayın, saptırm ayın ve eleştiriyi kaçam ak bir şekilde yapmayın; bu, asıl ver­ m ek istediğiniz mesajı bulandırır. Bu aslında çiftlere anlaşm azlıkları dile getirm eleri için önerilen “X Y Z ” bildirim ine benzer: Tam olarak sorunun ne olduğunu söyleyin, yanlış olan şeyin size ne hissettirdiğini ve neyin değişebileceğini belirtin. Levinson şöyle der: “Övgüde olduğu kadar eleştiride de belirli olm ak önemlidir. Belirsiz bir övgünün hiçbir etkisi olm adığını söy­ leyemem ancak çok etkili değildir ve ondan bir ders alam azsınız.”7 B ir çözüm önerin^Eleştiri, yararlı olan bütün geribildirim ler gi­ bi, sorun yaratan eksikliği giderecek bir çözüm göstermelidir. Aksi takdirde eleştirilen kişi kendini açm azda hisseder, m orali bozulur ya da hevesini kaybeder. Eleştiri, kişinin farkında olm adığı olasılıklara ve seçeneklere kapı açmalı veya kişinin dikkat etmesi gereken eksi­ kliklerine karşı duyarlılığını artırm alıdır; ancak bu, sorunlarla nasıl başa çıkabileceğine dair önerileri de içermelidir. Bizzat yapın. Eleştiri de övgü gibi yüz yüze ve baş başayken yapıldığında etkilidir. Eleştiri -v e y a ö v g ü - yapm aktan rahatsız olan kişiler bunu, örneğin bir yazılı notla, uzaktan yaparak üstlerindeki yükü hafifletmeye eğilimlidir. A ncak bu, iletişimi fazlasıyla anonim bir şekle sokup, m uhatabını bir tepki verm e ya da açıklam a yapma im kânından yoksun bırakır. Duyarlı olun. Bu, konuşm anızın içerik ve biçiminin, karşınızdaki üzerindeki etkisine karşı duyarlı olm ak anlamında, empati göster­ m eye bir çağrıdır. Levinson’a göre em pati duygusu zay ıf olan yöne­ ticiler, kırıcı bir şekilde karşıdakini yerin dibine geçirerek kınam ak gibi bir geribildirim de bulunm aya en yatkın olanlardır. Bu tür 208

eleştiri, yıkıcı bir etki yaratır. D üzelm e yolunu açacağı yerde içerle­ me, kırgınlık, savunm acılık veya araya m esafe koym a şeklini alan bir duygusal geri tepm e yaratır. Levinson, eleştiriye h ed ef olanlara da bazı önerilerde bulunuyor: Bunlardan biri, eleştiriyi kişisel bir saldırı olarak değil, işin nasıl daha iyi yapılabileceğine dair değerli bir bilgi olarak görmektir. Bir diğeri, sorum luluk alm ak yerine savunm acılığa yönelm e dürtüsüne dikkat etmektir. Ayrıca, çok can sıkıcı oluyorsa, daha sonra devam etmek üzere toplantıya ara verilm elidir, böylece hazm ı zor olan mesaj sin­ dirilip biraz sakinleşilir. Son olarak Levinson, eleştiriyi düşm anca bir durum olarak görm ek yerine, eleştirenle birlikte sorunu çözmeye çalışm ak için bir fırsat olarak değerlendirm eyi öğütlüyor. Bu bilgece öğütler, kuşkusuz şikâyetleri ilişkilerine kalıcı hasar verm eden ida­ re etm eye çalışan çiftlere yapılan önerilerin doğrudan bir yankısıdır. Evlilikte geçerli olan, işte de aynen geçerlidir.

FARKLILIKLARLA BAŞ EDEBİLMEK Otuz yaşlarındaki eski kara yüzbaşısı Sylvia Skeeter, Güney C arolina’daki Colum bia kentinde, D enny’nin restoranında vardiya şefi olarak çalışıyordu. Sakin bir akşam üstü bir grup siyahi müşteri -b ir rahip, bir yardım cı rahip ve kilisede ilahi okuyan iki k o n u k - ye­ mek yem eğe geldi ancak uzun bir süre oturm alarına rağm en gar­ son kızlar onları göz ardı etti. Skeeter’ın hatırladığına göre, garson kızlar, “elleri kalçalarında dik dik bakıyor, sonra da sanki beş metre ötelerinde duran siyahi insanlar orada değilm işçesine yine kendi aralarında konuşm aya dalıyorlardı.” Bu durum a içerleyen Skeeter, garson kızlarla yüzleştikten sonra yöneticiye şikâyet ettiğinde, o da om uz silkip, “Bu onların yetiştiriliş tarzı ve benim yapabileceğim bir şey yok,” dedi. Kendisi de bir siya­ hi olan Skeeter o anda işi bıraktı. Eğer tek bir olay olsaydı, bu bariz önyargı örneği unutulup gi­ debilirdi. A ncak Sylvia Skeeter, D en n y ’nin restoran zincirinde yaygın olarak yaşanan ırkçı tutum hakkında tanıklık eden yüzlerce kişiden biriydi. Benzeri saygısızlıklara m aruz kalm ış binlerce siyahi 209

m üşteri lehine açılan toplu dava, 54 milyon dolarlık bir tazminatla sonuçlandı. Davacılar, Başkan C linton’ın A nnapolis’teki Deniz A kadem isi’ni ziyareti sırasında güvenliğini sağlam ak üzere yola çıkm ış bulunan yedi siyahi Gizli Servis görevlisinin, yan m asadaki beyaz meslektaşlarına anında servis yapılırken bir saat bekletilm esini; ayrıca Tam pa’da otu­ ran ayakları felçli bir siyahi kızın, okul partisinden sonra geç saatler­ de tekerlekli sandalyesinde iki saat yem ek beklem esini de dosyaya eklemişlerdi. Toplu davanın iddianam esine göre, D enny’nin restoran zincirinde -özellikle de bölge ve şube yöneticileri düzeyinde- siyahi m üşterilerin işi kötü etkileyeceği kanısı, bu ayrım cılık eğilimine yol açan etkendi. Bugün dava sonucunun ve yarattığı kam uoyunun da et­ kisiyle, Denny zinciri siyahi toplulukla arasını düzeltm eye çalışıyor. Her çalışan, özellikle de yöneticiler, değişik ırklardan müşterilerin avantajlarının öğretildiği eğitim toplantılarına katılm ak zorunda. Önyargılar işyerine taşınsa bile, önyargısız biri gibi davran­ m a gereğinin yöneticiler tarafından giderek kavranm asıyla, bu tür eğitim toplantıları A m erika’nın dört bir yanındaki şirketlerin iç eğitim program larının dem irbaşı haline gelmiştir. Bunun insanlık adabının da ötesinde, pragm atik gerekçeleri vardır. B unlardan biri eskiden baskın grup olan beyaz erkeklerin artık azınlık haline gel­ m esiyle, işgücünün çehresindeki değişimdir. Birkaç yüz Am erikan şirketini kapsayan bir araştırm ada, yeni işe girenlerin dörtte üçünden fazlasının beyaz olmadığı bulgulanm ıştır - b u dem ografik değişim, m üşteri havuzundaki değişimi de büyük ölçüde yansıtm aktadır.8 Bir diğer gerekçe, uluslararası şirketlerin, önyargılarını bir kenara koy­ up farklı kültürlerden (ve piyasalardan) kişilerin değerini bilm ekle kalm ayıp, bu değerbilirliği rekabetçi bir avantaja dönüştürebilecek çalışanlara giderek daha fazla ihtiyaç duymasıdır. Üçüncü bir ge­ rekçe de, farklılıkların kolektif yaratıcılığı ve girişim ci enerjiyi geliştirm esi bağlam ında, potansiyel yararlardır. Bütün bunlar, bireysel önyargılar var olmaya devam etse bi­ le, kurumsal kültürün hoşgörüyü besleyecek bir şekilde değişmesi gerektiği anlam ına geliyor. Peki, bir şirket bunu nasıl başarabilir? Üzücü gerçek şu ki, bir günlük, bir videoluk ya da bir hafta sonu­ na sıkıştırılm ış “farklılık eğitim i” kursları; siyahlara karşı önyargılı 210

beyazlar, A syalılara karşı siyahlar, ya da İspanyol kökenlilere içerle­ yen Asyalılar olsun, bu kurslara derin önyargılarla gelen elemanların eğilim lerini pek fazla değiştiremiyor. A slında beceriksizce - v e çok şey vaat ederek yanlış beklentiler uyandıran ya da anlama yerine sa­ dece bir yüzleşm e ortam ı yaratan farklılık kurslarının net etkisi, iş yerinde insanları gruplaşm aya iten gerginlikleri, bu farklılıklara daha da fazla dikkat çekerek artırm ak oluyor. Ne yapılabileceğini anla­ m ak için, öncelikle önyargının doğasını anlam ak yararlı olur.

Önyargının Kökleri Dr. Vamık Volkan, bugün Virginia Ü niversitesi’nde bir psikiyatr; ancak Türklerle Yunanlılar arasında sert çekişm elere konu olan Kıb­ rıs’ta yaşayan bir Türk ailesinde büyüm enin nasıl bir şey olduğunu hatırlıyor. Volkan küçükken, bir yandan yöredeki Rum papazın ku­ şağındaki her düğüm ün boğduğu bir Türk çocuğunu temsil ettiğine dair söylentiler duyuyor, bir yandan da tiksintili bir ses tonuyla Türk kültüründe yenm eyecek kadar pis olarak nitelendirilen domuzları, Rum kom şularının nasıl yedikleri kendisine anlatılıyordu. Bugün, etnik çatışm a konusunu inceleyen Volkan, çocukluk anılarına işaret ederek, her yeni kuşak benzeri düşm anca önyargılarla tıka basa bes­ lendikçe, gruplar arasındaki nefretin yıllarca nasıl ayakta kalabildi­ ğini gösteriyor.9 Kendi grubuna sadakatin psikolojik bedeli, özellikle de gruplar arası düşm anlığın uzun bir tarihçesi varsa, diğerine antipati duym ak olabiliyor. Önyargı, hayatın erken dönem lerinde öğrenilen, bu yüzden de insanların, yetişkinlik dönem inde yanlış olduğunu hissetseler tie, tam anlam ıyla silinm esi özellikle zor olan bir tür duygusal tepkidir. Santa C n ız ’daki California Ü niversitesi’nde on yıllardır önyargıla­ rı inceleyen sosyal psikolog Thom as Pettigrew, “önyargı, duyguları çocuklukta oluşur, bunları m eşrulaştırm akta kullanılan inançlar ise sonradan gelir”, diye açıklıyor. “H ayatın sonraki dönem lerinde ön­ yargınızı değiştirm ek isteyebilirsiniz, ancak entelektüel inançlarınızı değiştirm ek derin duygularınızı değiştirm ekten çok daha kolaydır. Örneğin, birçok Güneyli, artık zihninde siyahilere karşı bir önyargı beslem ese de, zencilerle el sıkıştığında bir tiksinti hissettiğini bana 211

itiraf etmiştir. Bunlar, çocukken ailelerinden öğrendiklerinden arta kalan duygulardır.” 10 Önyargıyı destekleyen kalıpların gücü, kısm en her çeşit kalıbın kendi kendim doğrulatmasını sağlayan daha nötr bir zihinsel dina­ mikten kaynaklanır." İnsanlar, zihinlerindeki kalıpları doğrulayan anları daha kolayca hatırlarken, onu sorgulayan anları es geçmek eğilimindedir. Örneğin, bir partide soğuk, m esafeli İngiliz imajına uymayan, duygulu ve sıcakkanlı bir İngilizle karşılaşanlar, kendi kendilerine, onun sadece sıra dışı ya da “içkili” olduğunu söyleye­ bilir. Üstü kapalı önyargıların dayanm a gücü, yaklaşık son kırk yıldır Amerikalı beyazların siyahilere karşı ırkçı tutum u giderek daha hoş­ görülü bir hal aldığı halde bazı önyargıların daha incelikli biçim lerde hâlâ varoluşuna açıklık getirebilir: İnsanlar ırkçı tutum ları reddetse­ ler de, hâlâ gizli önyargılarla hareket ediyorlar.12 Bu kişiler, kesin­ likle bağnaz olm adıklarını ifade ediyor, ancak belirsiz durumlarda, önyargı dışında bir gerekçe gösterseler de, yine belli bir önyargıya göre hareket ediyorlar. Bu önyargı, hiçbir önyargıya sahip olm adığı­ na inanan kıdemli bir beyaz yöneticinin, bir siyahinin iş başvurusu­ nu, “eğitim ve deneyiminin o işe uygun olm adığı” gerekçesiyle geri çevirirken, aşağı yukarı aynı özgeçm işe sahip bir beyazı işe alması şeklinde kendini gösterebilir ya da bir, m üşteriyi ziyaret edecek olan bir beyaz satıcıya brifingle yardım cı olabilecek ipuçları verilirken, siyahi ya da İspanyol kökenli bir satıcı için bu yardım ın bir şekilde ihmal edilm esi biçim inde ortaya çıkabilir.

Hoşgörüsüzlüğe Karşı Sıfır Hoşgörü Uzun zam andır var olan önyargılar o kadar kolay kökünden sökülem iyorsa, değiştirilebilecek olan, insanların bu konuda yaptıkları şeydir. Örneğin D enny’nin restoran zincirindeki garson kızlar veya şube müdürleri arasında, siyahilere yapılan ayrım cılığı üstlenen pek çıkmamıştı. Oysa bazı yöneticiler, en azından dolaylı bir şekilde, ay­ rımcılığı teşvik eder gibi gözüküyordu; sadece siyahi m üşterilerden hesabı peşin istemek, doğum günlerinde bedava yem ek ikramı gibi büyük reklam larla duyurulan prom osyon kam panyalarından siyahi­ 212

leri yararlandırm am ak, ya da bir grııp siyahi m üşterinin yaklaştığı fark edildiğinde kapılan kilitleyip lokanta kapalıym ış gibi yapmak, bu yöneticiler tarafından önerilen politikalardı. Siyahi Gizli Servis ajanları adına D enny’s ’e dava açan avukat John P. R elm an’ın dedi­ ği gibi, “D enny’s ’in yönetim i, lokantalarda çalışanların yaptıklarına göz yum uyordu. Yerel yöneticilerin ırkçı güdülerini dışa vurm alarına olanak tanıyan bir mesaj verilm iş olm alıydı...” 13 Önyargının kökleri ve bununla nasıl etkili bir şekilde m ücadele edilebileceği hakkında bildiğim iz her şey, ayrım cılığın güçlenm esi­ ne izin verm enin, önyargı içeren hareketlere göz yum m ak olduğunu gösteriyor. Bu bağlam da hiçbir şey yapm am ak, neticesini içinde taşı­ yan bir hareket olarak, önyargı virüsünün karşı koyulm adan yayılm a­ sına izin verir. Farklılık eğitim inden daha hedefe yönelik olabilecek, ya da belki bu kursların etkili olmasını sağlayacak şey, yönetim in en üst kadem elerinden en aşağıya kadar herhangi bir ayrım cı harekete karşı etkin bir tutum takınarak, grup norm larını kesin olarak değiş­ tirmektir. Ö nyargılar yerinden kım ıldatılm ayabilir, ancak eğer iklim değiştirilirse ayrım cı davranışlar bastırılır. IB M ’in bir üst düzey yö­ neticisinin dediği gibi, “Biz ne şekilde olursa olsun, küçüm sem e ve­ ya hakarete izin vermeyiz; bireye saygı IB M ’in kültüründe tem el bir kavramdır.” 14 Önyargıyla ilgili araştırm alardan, bir kurum un kültürünü nasıl daha hoşgörülü bir hale getirebileceğim iz konusunda çıkaracağım ız bir ders varsa, o da insanları en ufak bir ayrım cılık veya taciz hare­ ketine bile -ta tsız şakalar yapm ak, ya da kadın mesai arkadaşlarını rencide edecek türde çıplak m odellerin bulunduğu takvim leri asmak g ib i- karşı çıkm aya cesaretlendirm ek gerektiğidir. Bir araştırmanın bulgularına göre, gruptan birisi etnik toplulukları küçük düşürücü sözler söylüyorsa, diğerleri de ona katılmaktadır. Önyargının böylece adını koymak, ya da kendini gösterdiği anda karşı çıkmak, bağnaz­ lığı caydırıcı bir sosyal atm osfer yaratır; hiçbir şey söylem em ek ise göz yum m ak anlam ına gelir.15 Bu girişim de, yetkin konum da olanlar m erkezi bir rol oynar: Önyargılı hareketlerin faillerini suçlamayı ih­ mal etm eleri, bu tür hareketlerin kabul edilebileceği şeklinde zımni bir mesaj verir. O layın arkasını bırakm ayarak kınamak, önyargının 213

basit bir şey değil, gerçek ve olum suz sonuçlara yol açan bir şey olduğuna dair, etkili bir mesaj gönderir. Burada da duygusal zekâ becerilerine, özellikle de, önyargıya karşı salt ne zam an değil, nasıl verimli bir biçim de konuşulm ası ge­ rektiğini bilecek kadar bir sosyal ilişki becerisine sahip olm ak bir üs­ tünlüktür. Bu tür bir geribildirim in savunm aya geçm eksizin dinlene­ bilmesi için etkili eleştirinin tüm incelikleriyle donatılm ası gerekir. Y öneticiler ve çalışm a arkadaşları bunu doğal olarak yapabilir, ya da yapm ayı öğrenebilirse, önyargılı davranışlar da azalabilir. D aha etkili olan farklılık eğitimi kursları, kurum genelinde, yeni, açık bir tem el kural koym aktadır; önyargının herhangi bir biçim inin kabul edilem ez olduğu ilkesi, daha önce sessiz ya da seyirci kalanla­ rı, rahatsızlıklarını ve itirazlarını dile getirm eye teşvik eder. Farklılık eğitimi kurslarının bir diğer aktif öğesi olan ötekinin bakış açısından bakm ak, em pati ve hoşgörüyü destekleyen bir tutumdur. İnsanlar, ayrım cılığa tabi tutulduğunu hissedenlerin acısını anladıkça, bu tavra karşı seslerini yükseltir. K ısacası, önyargının dışavurum unu bastırm aya çalışm ak; bu tu­ tum un kendisini tam am en bertaraf etm eye çabalam aktan daha pra­ tiktir; kalıplar değişebilse bile, bu çok yavaş olur. Hoşgörüsüzlüğü azaltm ak için değişik gruplara ait kişileri bir araya toplam akla ye­ tinm ek pek az işe yarar ya da hiç yaramaz. O kullarda ırk ayrımına son verilirken, gruplar arası saldırganlık azalacağına artmıştır. Tüm bunların iş dünyasını istila eden sayısız farklılık eğitim i programı açısından anlam ı ise, tacizci veya önyargılı davranışlara karşı gru­ bun norm larını değiştirm enin gerçekçi bir hedef olduğudur; böylesi programlar, bağnazlığın ya da tacizin kabul edilm eyecek ve hoş gö­ rülm eyecek tavırlar olduğunu kolektif bilince yerleştirm ek açısından büyük yarar sağlayabilir. Fakat bu program ların derinlerde yer etmiş önyargıları söküp atm asını beklem ek gerçekçi değildir. Yine de, önyargılar bir tür duygusal öğrenim olduğundan, yeni­ den öğrenm ek m üm kündür, ancak bu zaman alır ve tek bir farklılık eğitimi sem ineriyle sonuca ulaşılm ası beklenmemelidir. Değişimi yaratabilecek olan şeyse, farklı geçm işlerden gelen kişiler arasında bir dostluğun sürdürülm esi ve ortak bir hedefe ulaşm ak için her gün harcanacak çabalardır. Burada, okullardan ırk ayrım cılığım kaldırma 214

girişim inden alm an ders hatırlanm alıdır: Gruplar sosyal kaynaşm a­ yı başaram ayıp bunun yerine düşm an hizipler oluştuğunda, olumsuz kalıplar belirginleşir. Öğrenciler, spor takımları veya orkestralarda olduğu gibi, eşitlik içinde ortak bir hedefe doğru birlikte çalışırlarsa, bu kalıplar kırılır; işyerlerinde yıllarca birlikte çalışmış olan iş arka­ daşları arasında da aynı şey doğal olarak gerçekleşebilir.16 Ancak, işyerinde önyargıyla savaşm ayı bırakm ak, aslında daha da büyük bir fırsatı kaçırm aktır: Farklı bireylerden oluşan bir iş gü­ cünün sunabileceği yaratıcılık ve girişim cilik olanaklarından m ah­ rum kalınır. İleride göreceğim iz gibi, farklı üstünlüklere ve bakış açılarına sahip bir grup uyum içinde çalışabiliyorsa, aynı bireylerin kendi başına ayrı ayrı çalışm alarından daha iyi, daha yaratıcı, daha etkili çözüm lere de ulaşabilir.

KURUMSAL KAVRAYIŞ VE GRUP IQ’SU Y üzyılın sonunda A m erikan iş gücünün üçte biri “bilgi işçileri”; yani, piyasa analizcileri, yazarlar ya da bilgisayar program cıları gibi, verim lilikleri bilgiye kattıkları değerle ölçülen kişilerden oluşacak. “Bilgi işçisi” terim ini yaratan ünlü yönetim dehası Peter Drucker, bu tür işçilerin çok uzm anlaşm ış kişiler olması dolayısıyla, üretkenlik­ lerinin, çabalarının kurum sal bir ekibin parçası olarak eşgüdümüne bağlı olduğuna işaret ediyor: yazarlar yayıncı değildir; bilgisayar program cıları da yazılım dağıtıcısı değildir. İnsanlar her zam an bir­ likte çalışm ış olsalar da, D ru ck er’e göre bilgi işinde “bireyin kendisi değil, ekibi bir çalışm a birim i olur.” 17 Bu da duygusal zekânın, yani insanların birbirleriyle uyum sağlam asına yardım cı olan becerilerin, önüm üzdeki yıllarda işyerinde değerli bir varlık olarak neden gitgide önem kazanacağını açıklamaktadır. Belki de en basit kurum sal ekip çalışm ası biçim i, ya yönetim ku­ rulunda, ya bir kongre sırasında, ya da birisinin çalışm a odasında gerçekleşen ve bir üst düzey yöneticinin kaçınılm az görevlerinden biri olan toplantıdır. Toplantılar -bedenlerin aynı odada bulunm asıbir işin nasıl bölüşüldüğünün en açık ve bir parça da m odası geçmiş örneğidir. Elektronik ağlar, elektronik posta, telekonferanslar, çalış­ 215

ma grupları, gayri resmi iletişim ağları ve benzerleri, yeni işlevsel varlıklar olarak örgütlerde boy gösterm eye başlamıştır. Organizas­ yon şeması üzerinde gösterildiği şekliyle, görünen hiyerarşi örgütün iskeletiyse, bu insani temas noktaları da merkezi sinir sistemidir. İnsanlar birlikte çalışm ak üzere bir araya geldiklerinde, ister üst düzey yöneticilerin bir planlam a toplantısında, ister bir grubun ortak bir ürün yaratm ak için çalışm ası sırasında olsun, işe dahil olanların yetenek ve becerilerinin toplam ından oluşan, neredeyse elle tutulur bir grup IQ ’su rol oynar. Ellerindeki işi ne kadar iyi yapabildikleri­ ni de, toplam IQ ’nun yüksekliği belirler. Grup zekâsının en önem ­ li unsurunun ise, akadem ik anlam daki ortalam a IQ değil, duygusal zekâ bağlam ındaki zekâ ölçüsü olduğu anlaşılmıştır. Y üksek grup IQ ’sunun anahtarı ise sosyal uyumdur. İşte bu uyum yeteneği, diğer tüm etkenler eşit olduğunda, bir grubu özellikle yetenekli, üretken ve başarılı kılarken, başka açılardan eşit yetenek ve becerilere sahip üyelerden oluşan bir diğerini de başarısız kılar. Grup zekâsı diye bir şey olduğu fikri, bazı grupların diğerlerin­ den neden çok daha etkili olduğunu araştıran Y ale’li psikolog Robert Stem berg ve lisansüstü öğrencisi Wendy W illiams tarafından ortaya atılm ıştır.18 N eticede insanlar grup halinde çalışm ak üzere bir araya geldiklerinde, her biri -ö rn eğ in akıcı konuşm a becerisi, yaratıcılık, em pati ya da teknik uzm anlık g ib i- bazı yetenekleri de beraberinde getirir. B ir grup, bu belirli üstün özelliklerin toplam ından daha “akıl­ lı” olam asa da, kişilerin iç dinam ikleri bu yeteneklerini paylaşm ala­ rına imkân tanım ıyorsa, çok daha aptal olabilir. Stem berg ve W illi­ ams, şeker yerine kullanılabilecek hayali bir tatlandırıcı için etkili bir reklam kam panyası yaratm akla görevlendirilen gm plar kurdukların­ da, bu kural açıkça doğrulanmıştı. Şaşırtıcı olan, grupta yer alm ak için fa zlasıyla hevesli görünen­ lerin ayakbağı olarak genel perform ansı düşürm eleriydi; bu hevesli kişiler ya fazlasıyla kontrol ya da fazlasıyla üste çıkm a meraklısıydı. Bu tür kişilerin sosyal zekâlarında, alışverişlerde neyin uygun ne­ yin uygunsuz olduğunu fark edebilm e becerisi gibi, tem el bir öğenin eksikliği vardı. D iğer bir olum suzluk ise bunların, grubun sırtında taşıdığı, hiçbir katılım da bulunm ayan üyeleri olmasıydı. 216

Bir grubun ürününü m ükem m elleştiren en önemli etken, üyele­ rin tüm yeteneklerinden yararlanılm asını sağlayan bir iç uyumluluk halinin ne derece yaratılabildiğiydi. Ö zellikle yetenekli bir üyenin varlığı, uyum lu grupların genel perform ansına katkıda bulunuyor­ du; ancak içinde sürtüşm eler olan gruplar büyük yeteneklere sahip üyelerinden çok daha az yararlanabiliyordu. Duygusal ve sosyal durağanlık düzeyinin yüksek olduğu gruplarda -b e lk i de korku ve­ ya öfke, kıskançlık veya çekem em ezlik n edeniyle- insanlar en iyi perform ansını sergileyemez. Oysa uyum , grubun en yaratıcı ve en yetenekli üyelerinin becerilerinden azam i ölçüde yararlanılm asına olanak tanır. Buradaki kıssadan hisse ekip çalışm aları için oldukça açık olsa da, bir kuruluş içinde çalışan herhangi biri için daha genel bir anlamı vardır. İnsanların işte yaptıkları birçok şey, iş arkadaşlarının oluş­ turduğu esnek ilişki ağını kullanabilm esine bağlıdır; farklı görevler, ağın farklı üyelerinden yararlanm ak anlam ına gelebilir. Sonuçta bu, her biri belirli bir görev için optim al bir yetenek, uzm anlık ve mevki karışım ı sunacak özel grupların kurulm asına fırsat yaratır. Kişilerin bir ağı ne kadar iyi “işletebildikleri” -y a n i onu geçici bir özel görev ekibine dönüştürebilm eleri- işyerindeki başarı için hayati bir etken­ dir. Örneğin, Princeton yakınlarında dünyaca ünlü bir bilim sel fikir deposu olan Bell Laboratuarları’nda çalışan parlak kişiler üzerinde yapılm ış bir araştırm aya bakalım . B u laboratuarlar, akadem ik IQ testlerinde en m ükem m el sonuçları elde etmiş olan m ühendis ve bilim cilerle doludur. A ncak bu yetenek havuzundan sadece bazıları yıldız gibi parlarken, diğerlerinin üretim i ortalam a düzeyde kalm ak­ tadır. Y ıldızlarla diğerleri arasındaki farkı yaratan ise, onların akade­ mik değil, duygusal IQ ’larıdır. Bu kişiler kendi kendilerini daha iyi m otive edebilm ekte ve esnek ağları, belirli bir göreve yönelik özel çalışm a gruplarına daha iyi dönüştürebilm ektedir. Araştırm a, laboratuarın bir bölüm ündeki “yıldızlar” üzerinde yapılmıştır. Bu bölüm, son derece karm aşık ve zorlu bir elektronik m ühendislik işi olan, telefon sistem lerinin elektronik kontrol anah­ tarlarını yaratan ve tasarlayan birim dir.19 İş tek kişinin üstesinden gelem eyeceği bir hacim de olduğundan, 5 m ühendisten 150’ye kadar 217

genişleyebilen ekiplerle yürütülm ektedir. H içbir m ühendis işi tek başına yapacak kadar bilgili değildir; bir şeyler yapabilm ek için di­ ğer insanların uzm anlıklarına başvurm ak gerekir. Robert Kelley ve Janet Çaplan sadece ortalam a düzeyde olanlarla son derece üretken olanların arasındaki farkı bulabilm ek için, yöneticilerden ve çalışma arkadaşlarından m ühendislerin yüzde 10-15’lik bir bölüm ünü oluş­ turan “yıldızlar”ı seçm elerini istemişlerdi. Yıldızları diğerleriyle karşılaştırdıklarında ortaya çıkan en çarpıcı bulgu, öncelikle iki grup arasındaki farklılıkların azlığıdır. Kelley ve Çaplan, H arvard Business R eview 'da, “Standart IQ testlerinden ki­ şilik envanterlerine kadar geniş kapsam lı bilişsel ve sosyal ölçütlere dayanarak, doğuştan gelen yeteneklerde çok az anlamlı fark bulun­ muştur,” diyorlardı. “ Sonuçlar, akadem ik yeteneğin işteki üretkenli­ ğin iyi bir göstergesi olmadığını gösterm iştir,” IQ ’nun da olmadığı gibi. Ancak ayrıntılı görüşm eler sonucunda, kritik farklar “yıldızlar”ın işlerini yapm ak için kullandıkları içsel ve kişiler arası stratejilerde ortaya çıktı. Bunların içinden en önem li olanlarından biri, kilit adam ­ lardan oluşan ağla bir uyum sağlam alarıydı. Ö ne çıkan bu kişilerin işleri daha pürüzsüz yürüyordu, çünkü sıkıştıklarında, bir sorunu çözm ek ya da bir krize m üdahale etm ek için yardım larına gerek du­ yabilecekleri kişilerle anında hazır olabilecek özel bir görev ekibi oluşturm ak üzere iyi ilişkiler kurm aya vakit ayırıyorlardı. Kelly ve K aplan’ın gözlem lerine göre, “Bell Laboratuarlarında çalışan orta derecede başarılı bir kişi, teknik bir soruna takılıp kaldığından söz etti. İtinayla birtakım teknik uzm anları çağırıp gelm elerini beklem iş, ancak telefonları ve e-posta m esajları cevapsız kaldığından, değerli zamanını boşa harcam ıştı. Oysa, ‘yıld ız’ elem anlar böylesi durum ­ larla ender olarak karşılaşırlar, çünkü ileride ihtiyacını duyabilecek­ leri güvenilir ağları önceden kurarlar. D anışm ak için birine ulaşm a­ ya çalıştıklarında, yıldızlar hem en her zaman daha çabuk bir yanıt alırlar.” Beklenm edik sorunlarla baş edebilm ek açısından, gayri resmi ağ­ lar büyük önem taşır. Bu ağları inceleyen bir araştırm ada şu gözlem yapılmıştı: “Resm i örgüt beklenen sorunlarla kolayca baş edebilmek için kurulur, ancak beklenm edik sorunlar ortaya çıktığında, devre­ 218

ye gayri resm i örgüt girer. M eslektaşlar birbiriyle iletişime girdikçe, karm aşık sosyal bağlar oluşur ve bu, zam anla bütünleşerek şaşırtıcı derecede dengeli, kalıcı ağlara dönüşür. Kolay uyarlanabilen gayri resmi ağlar, kestirm eden giderek işleri halledebilm ek için bazı fonk­ siyonları atlar.”20 Gayri resmi ağların analizi; insanların sadece her gün birlikte ça­ lışmalarının, hassas bir bilgi söz konusu olduğunda (iş değiştirme arzusu, bir yöneticinin ya da iş arkadaşının davranışına içerlemek gibi) birbirlerine güvenecekleri veya bir krizde yardım cı olacakları anlam ına gelm ediğini gösteriyor. Aslında gayri resm i ağlar hakkında daha ileri düzeyde bir görüş, en az üç çeşidinin olduğunu gösteriyor: İletişim ağları (kim kim inle konuşuyor); insanların danışm ak için başvurdukları uzm anlık ağları; ve güven ağları. U zm anlık ağında­ ki ana düğüm noktalarından biri olm ak, teknik açıdan m ükemmel olm ak anlam ına gelir ve çoğunlukla terfıye yol açar. Ancak uzman olm akla, bir başkasının sırlarını, kuşkularım ve zay ıf yanlarını açabi­ leceği güvenilir bir kişi olm ak arasında hiçbir ilişki yoktur. İşyerinde zorba biri ya da bir m ikroyönetici, iyi bir uzman olabilir, ancak gü­ venilirliği öyle azdır ki, bu durum yönetm e yeteneğini engelleyen ve onu gayri resm i ağın dışında bırakan bir etken olabilir. B ir kurumda yıldızlaşan kişiler genelde, iletişim, uzm anlık ya da güven olsun, her çeşit ağla derin bağlantıları olan kişilerdir. Bu temel ağlara hâkim olabilm enin ötesinde, Bell Laboratuarlar ı’ndaki yıldız elem anlarda gözlem lenen kurumsal kavrayışın diğer biçim leri arasında; çabalarının ekip çalışm asıyla etkili eşgüdüm ünü sağlam ak, fikir birliği oluşturm ak için önderlik etmek, başkalarının, örneğin m üşterilerin veya çalışm a grubundakilerin açısından da bak­ mak, inandırıcı olm ak, çatışm adan kaçınarak işbirliğini ilerletebil­ mek yer alır. Bunların tüm ü sosyal becerilere dayanırken, yıldızların sergilediği bir başka ustalık daha vardır: İnisiyatif göstermek, yani verilen görevlerin üstünde ve ötesinde sorum luluk alabilecek dere­ cede kendi kendini m otive edebilm ek ve hem zamanını hem de iş taahhütlerini düzenlem e anlam ında kendi kendini yönetmek. Bu be­ cerilerin her biri, elbette ki duygusal zekânın bir başka yönüdür. Bell Laboratuarları’nda geçerli olanların, tüm kuram ların gelece­ ğinde de geçerli olacağı kehanetini destekleyen güçlü işaretler vardır. 219

Bu gelecekte, duygusal zekânın tem el becerileri ekip çalışm asında, işbirliğinde ve insanların birlikte daha etkili çalışm ayı öğrenm ele­ rine yardım cı olunurken büyük önem kazanacaktır. Bilgiye dayalı hizm etler ve entelektüel sermaye şirketlerde gitgide daha merkezi bir yer işgal ettikçe, insanların birlikte çalışm a yöntem lerini geliştirmek, entelektüel serm ayenin etkisini artırarak rekabet üstünlüğü sağlayan kritik farkı yaratacaktır. Şirketler büyüm ek, belki de sadece ayakta durabilm ek için, kolektif duygusal zekâlarını yükseltm ek zorunda­ dır.

220

11 Zihin ve Tıp

“Sana bütün bunları kim öğretti, Doktor?” Yanıt anında geldi: “Acı çekmek.” -A lbert CamuS, Veba

K asığım d ak i belli belirsiz bir ağrı doktora gitm eme neden oldu. İd­ rar testinin sonuçlarına bakıncaya kadar ortada tuh af görünen bir şey yoktu. İdrarım da kan izleri çıktı. “Hastaneye gidip bazı testler yaptırm anı istiyorum... böbrek fonksiyonları, sistoloji...” dedi doktor, sipariş verircesine. Daha sonra ne söyledi, bilm iyorum . Zihnim sistoloji sözcüğünde donup kalm ıştı sanki. Kanser. Teşhis konulm ası için ne zam an nerede test yaptırm am gerektiği­ ni açıklayışını hayal meyal anım sıyorum . Çok basit olan bu talimatı üç dört kez tekrar etm esini istedim. Sistoloji', bu sözcük aklımdan çıkmıyordu. Şu tek sözcük, sanki kendi evim in önünde saldırıya uğ­ ram ış, param gasp edilmiş gibi bir his veriyordu bana. Neden bu kadar şiddetli bir tepki gösterm iştim ? D oktorum , özen­ le ve yeterli bir biçim de, teşhis için gerekli kontrolleri sırasıyla, adım adım yapıyordu. Sorunum un kanser olması çok küçük bir olasılıktı. A ncak o anda bu mantıksal analizi yapabilecek durum da değildim. Hastaların dünyasında duygular egem endir; korku sadece bir düşün­ ce ötededir. H astayken duygusal açıdan çok kırılgan olabiliriz, çün­ kü zihinsel sağlığım ız kısm en de olsa, bize hiçbir şey olam ayacağı yanılsam asına dayalıdır. Hastalık -ö zellik le de ciddi bir h astalık - bu hayali yıkar, özel dünyam ızın korunduğu ve güvenli olduğu varsa221

yım ını da zedeler. Ansızın kendim izi zayıf, çaresiz ve korunm asız hissederiz. Sorun, tıbbi personelin hastaların fiziksel durum larıyla ilgilenir­ ken, duygusal tepkilerini göz ardı etmesindedir. Hastalığın duygusal gerçekliğini önemsem emek, insanların duygusal durum unun hastalı­ ğa karşı direnm elerinde ve iyileşm e sürecinde bazen önemli bir rol oynayabileceğini gösteren ve giderek artan bulguları da görmezden gelmektir. M odem tıbbi bakım , çoğu zam an duygusal zekâdan yok­ sundur. Bir hasta için, bir hem şire ya da doktorla her karşılaşm ası, rahat­ latıcı bilgi alması, yatışm ası ve teselli bulm ası için bir fırsat olabi­ lir; kendisine kötü davranıldığında ise um utsuzluğa kapılm asına yol açabilir. A ncak, tıbbi bakım verenler çoğu kez hastaya baştan savma davranıyor ya da hastanın sıkıntılarına karşı ilgisiz kalıyor. Elbet­ te ki, tıbbi gerekleri yerine getirm enin yanı sıra, sakinleştirm eye ve bilgilendirm eye zam an ayıran şefkatli hem şire ve doktorlar da var. A ncak profesyonelleşm e trendi, tıbbi personelin kurumsal koşulların zorlam asıyla, hastaların duygusal ihtiyaçlarına kayıtsız kalm asına ya da bunlara karşılık verem eyecek kadar kendilerini baskı altında his­ setm esine yol açıyor. G itgide m uhasebeciler tarafından zam anlanan tıbbi sistem in katı gerçeklikleri, işleri daha da kötüye götürüyor. D oktorların hem tedavi etm eleri hem de ilgi gösterm eleri gerekti­ ğini öne süren insancıl savın ötesinde, hastaların duygusal ve sosyal gerçekliğini tıbbın ilgi alanının dışında değil, içinde değerlendirm e­ ye bizi zorlayan başka nedenler de var. İnsanların tıbbi durum larıyla birlikte duygusal durum ları da tedavi kapsam ı içine alınarak, hem önleyici hem de iyileştirici nitelikteki tıbbi bakım da daha etkili olu­ nabileceği, artık bilim sel olarak savunulabilir. Elbette bu, her vakada ve her koşulda geçerli değildir. A ncak yüzlerce vakadan elde edilmiş verilere bakıldığında, ciddi hastalıklar kapsam ında duygusal m üda­ halenin tıbbi bakım ın standart bir parçası haline getirilm esi gerekti­ ğini gösterecek kadar ek tıbbi yarar sağladığı gözlemleniyor. Tarihsel açıdan baktığım ızda, m odem toplum da tıbbın kendi m isyonunu; hastalığı -tıb b i b o zukluğu- tedavi etm ek şeklinde ta­ nım layarak, rahatsızlığı -h astan ın , hastalığı nasıl y aşadığını- atla­ dığını görüyoruz. H astalar da sorunlarına aynı açıdan bakarak, bu 222

sessiz kom ploya alet olup tıbbi soranlarına ne gibi duygusal tepkiler gösterdiklerini görm ezden geliyor, ya da bu tepkileri sorunun kendi süreciyle ilgisiz gördüklerinden, akıllarından çıkarıyorlar. Bu tutum, zihnin bedene önem li bir etkide bulunabileceği fikrini tam am en bir kenara atan bir tıbbi bakım modeli tarafından körükleniyor. Karşı yönde ise, yine aynı ölçüde verim siz bir ideoloji bulunuyor: İnsanların sadece kendilerini mutlu ederek veya olumlu düşünerek en ölüm cül hastalıklardan bile kurtulabilecekleri ya da en başta has­ talığa yakalanm anın bir şekilde kendilerinin bir suçu olduğu savunu­ luyor. Bu tutum un her şeyi tedavi edebileceğine ilişkin boş iddialar, rahatsızlığın zihinden ne ölçüde etkilendiği hakkında yaygın bir kafa karışıklığına ve yanlış anlam alara yol açıyor. Daha da kötüsü, in­ sanların bazen -sa n k i ahlak bozukluğunun ya da manevi eksikliğin işaretiym iş g ib i- hastalıklarından dolayı suçluluk duymasına neden oluyor. Gerçek, bu iki ucun arasında bir yerde. Benim am acım ise, bilim ­ sel bulguları ayıklayarak çelişkileri aydınlatm ak; duygularımız -v e duygusal z ek ân ın - sağlık ve hastalıkta oynadığı rolün daha açıklıkla kavranm asını sağlamak.

BEDENİN ZİHNİ: DUYGULARIN SAĞLIK AÇISINDAN ÖNEMİ 1974 yılında Rochester Üniversitesi Tıp ve Diş H ekim liği Okulu ’nun laboratuarlannda elde edilen b ir bulgu, bedenin biyolojik ha­ ritasını yeniden çıkardı: Psikolog R obert Ader, bağışıklık sistem inin de aynen beyin gibi öğrenilebildiğini keşfetti. Bu sonuç şok etkisi yarattı; tıpta o zam ana kadar sadece beynin ve merkezi sinir siste­ m inin davranış tarzlarını değiştirerek deneyim lere tepki verdiğine inanılıyordu. A d er’in keşfinin yol açtığı araştırm aların sonucunda, merkezi sinir sistem iyle bağışıklık sistem inin sayısız şekilde -zih n i, duyguları ve bedeni ayrı değil, girift bir halde iç içe tutan biyolojik kanallarla- iletişim halinde olduğu görüldü. A d e r’in deneyi sırasında beyaz farelere, kanda dolaşan ve has­ talıklarla savaşan T hücrelerinin m iktarım suni olarak azaltacak bir 223

ilaç verildi. Fareler ilacı her seferinde h afif sakarin katılm ış suyla aldılar. A ncak Ader, farelere hücre sayısını azaltan ilacı katmadan sadece sakarinle tatlandırılm ış su verm enin bile T hücrelerinin sayı­ sını azalttığını keşfetti; hatta bazı fareler hastalanıp ölme noktasına geliyordu. Bağışıklık sistemleri tatlandırılm ış suya tepki olarak T hücrelerini bastırmayı öğrenm işti. O zam anın en ileri bilimsel anla­ yışına göre ise, bunun olmaması gerekirdi. Paris’teki Politeknik O kulu’ndan nörolog Francisco Verela’mn deyimiyle, bağışıklık sistemi “bedenin beyni”dir; bedenin kendi benlik hissini, yani neyin ona ait olup olm adığını tanım lar.1 B ağı­ şıklık hücreleri tüm vücutta kan akışıyla dolaşır ve neredeyse diğer tüm hücrelerle temas halindedir. Tanıdıkları hücreleri kendi hallerine bırakır; tanıyam adıklarına ise saldırırlar. Bu saldırı bizi ya virüslere, bakterilere ve kansere karşı korur, ya da bağışıklık hücreleri bedenin kendi hücrelerinden bazılarını tanıyam azsa, alerji veya deri veremi gibi bağışıklık sistemi hastalıklarına yol açar. A der bu beklenm edik keşfini yapana dek, tüm anatom ist, doktor ve biyologlar, beyin ile (merkezi sinir sistem i yoluyla tüm bedene yayılan uzantıları dahil) bağışıklık sistem inin ayrı varlıklar olup hiçbirinin ötekinin işleyişini etkileyem eyeceğini düşünüyorlardı. Farenin ne tattığını izleyen be­ yin merkezleriyle, kemik iliğinin T hücrelerini üreten kısımlarını bir­ birine bağlayabilecek bir yol yoktu. En azından bir yüzyıl boyunca böyle düşünülmüştü. A der’in m ütevazı keşfi, sonraki yıllarda bağışıklık sistem iyle merkezi sinir sistemi arasındaki bağlantılara yeni bir gözle bakılm a­ sını zorunlu kıldı. Bu konuyu inceleyen psikonöroim m ünoloji, ya da PNI, şimdi tıp bilim ine önderlik yapan bir daldır. Adı bile bu bağ­ lantıları onaylıyor: psiko, “zihin”i; nöro, (sinirsel ve horm onal sis­ temleri kapsayan) nöroendokrin sistem i; im m ünoloji ise, bağışıklık sistemini tem sil ediyor. Bir araştırm acı ağı, duygulan düzenleyen sinirsel alanlarda en yoğun biçim de bulunan kim yasal habercilerin, beyinde ve bağışık­ lık sisteminde en yaygın biçim de devreye girdiklerini bulgulam ıştır.2 Duyguların bağışıklık sistemini etkilem esine olanak veren doğrudan bir fiziksel yolun varlığını gösteren en güçlü delillerden bazıları, A der’in m eslektaşı David Felten tarafından bulundu. Felten, sal­ 224

gılanan insülin m iktarlarında duyguların güçlü bir etkisi olduğunu göstererek işe başladı. Felten, eşi Suzanne ve diğer meslektaşlarıyla birlikte çalışarak, otonom sinir sistem inin, bağışıklık sisteminin h ü c -' releri olan lim posit ve makrofajlarla doğrudan iletişim de olduğu bir buluşm a noktası saptadı.3 Elektron m ikroskobuyla çalışm alarında, sistem in sinir uçlarının doğrudan bu bağışıklık hücreleriyle bitiştiği sinaps benzeri temas noktaları buldular. Bu fiziksel temas noktası, sinir hücrelerinin bağı­ şıklık hücrelerini düzenleyen nörotransm iterleri (sinirsel aktarıcılar) salgılam asına olanak tanıyor; aslında sinir hücreleri ile bağışıklık hücreleri karşılıklı işaretleşiyorlardı. Bu keşif, devrim niteliğindey­ di. K im se bağışıklık hücrelerinin sinirlerden gelen m esajların alıcısı olabileceğini düşünem em işti. Bu sinir uçlarının bağışıklık sistem inin işleyişinde ne kadar önem taşıdığını bulm ak amacıyla, Felten bir adım daha attı. Hayvanlarla yaptığı deneylerde, bağışıklık hücrelerinin depolandığı ve üretildiği lenf bezlerinden ve dalaktan bazı sinirleri çıkardı; sonra virüsler kul­ lanarak bağışıklık sistem ini kışkırttı. Sonuçta, virüse karşı bağışıklık tepkisinde büyük bir düşüş görüldü. Felten’in çıkardığı sonuç, bu sinir uçları olm adan bağışıklık sistem inin virüs ya da bakteri istilası tehdidine gerektiği gibi tepki gösterem ediğini ortaya koyuyordu. K ı­ sacası, sinir sistem i bağışıklık sistem iyle bağlantılı olm anın da öte­ sinde, bağışıklık işlevi için son derece önemlidir. Duygularla bağışıklık sistemini birbirine bağlayan diğer bir anah­ tar yol, stres altında salgılanan horm onların etkisiyle oluşur. Stres uyarılm ası sırasında katekolam inler (epinefrin ve norepinefrin; diğer adıyla adrenalin ve noradrenalin), kortisol, prolaktin ve doğal uyuş­ turuculardan beta-endorfınle enkefalin salgılanır. H er birinin bağı­ şıklık hücreleri üzerinde güçlü bir etkisi vardır. Bu ilişkiler karmaşık olsa da, asıl etki, bu horm onlar vücuda yayılırken, bağışıklık hücre­ lerinin işlevlerinin engellenm esidir: Stres, hayatın devamı açısından çok daha acil olan ve o anki olağanüstü duram a öncelik tanıyan bir enerji tasarrufuyla, bağışıklık direncini en azından geçici olarak bas­ tırır. Ancak stres hali sürekli ve yoğun olursa, bu bastırm a da uzun süreli olabilir.4 225

M ikrobiyologlar ve diğer bilim insanları, beyinle kardiyovasküler sistem ve bağışıklık sistem i arasındaki bu bağlantıları - b ir za­ m anlar radikal bir kavram olan varlıklarını kabul etm ek zorunda ka­ larak - gitgide daha fazla bulm aktadırlar.5

ZEHİRLEYİCİ DUYGULAR: KLİNİK VERİLER B öylesi delillere karşın, doktorların birçoğu ya da çoğunluğu duyguların klinik önemi olabileceği konusunda hâlâ kuşkuludur. Bunun bir nedeni, birçok çalışm ada stres ve olum suz duyguların de­ ğişik bağışıklık hücrelerinin etkililiğini azalttığı bulgulanırken, bu değişikliklerin tıbbi anlam da bir önem taşıyacak boyutta olup olm a­ dığının belirlenem em esidir. Yine de gitgide daha fazla sayıda doktor duyguların tıptaki yerini kabul ediyor. Örneğin, Stanford Ü niversitesi’nde ünlü bir jinekolog cerrah olan Dr. K am ran Nezhat “A m eliyat için gün almış birisi, bana o gün panik içinde olduğunu ve ameliyata girm ek istem ediğini söy­ lerse ben o ameliyatı iptal ederim ,” diyor. N ezhat bunu şöyle açık­ lıyor: “A şırı korkuya kapılan kişilerin am eliyatlarının da çok kötü geçtiğini her doktor bilir. Çok fazla kanam aları olur, enfeksiyon ve kom plikasyonlar daha sık görülür. D aha zor iyileşirler. Hasta sakin­ ken, her şey çok daha iyi gider.” Bunun nedeni çok açıktır: Panik ve kaygı kan basıncını v ükseltir ve gerilen dam arlar neşterle kesildiğinde daha fazla kanam a olur. A şırı kanam a ise en en belalı cerrahi kom plikasyonlardan biridir ve bazen ölüme yol açabilir. Bu tür tıbbi anekdotların ötesinde, duyguların klinik önem inin ka­ nıtları gitgide artmaktadır. D uyguların tıbbi önemine ilişkin belki de en kuvvetli bulgu, 101 küçük araştırm anın sonuçlarını, birkaç bin ka­ dın ve erkek üzerinde yapılan daha büyük bir araştırm a kapsam ında birleştiren kitlesel bir analizden elde edilmiştir. Bu çalışma, rahatsız edici duyguların sağlığı -b ir ö lçü d e- olum suz etkilediğini doğrulu­ yor.6 K ronik kaygı, uzun süreli üzüntü ve kötüm serlik, sürekli ger­ ginlik ya da düşm anlık, acım asız bir alaycılık ya da kuşkuculuk gibi duygulan yaşayan kişilerde astım, mafsal iltihabı, baş ağrıları, peptik 226

ülser ve kalp rahatsızlığı gibi (her biri başlıca geniş hastalık kategori­ lerini temsil eden) hastalıklara yakalanm a olasılığı ikiye katlanır. Bu önem sıralam ası rahatsız edici duyguların -k a lp hastalığı açısından sigara içme ya da yüksek kolesterol g ib i- zehirleyici bir risk faktörü olduğunu doğrulam aktadır; başka bir deyişle, bunlar sağlık açısından büyük bir tehdittir. K uşkusuz bu, genel bir istatiksel ilintidir; kronik duyguları yaşa­ yan her kişi daha kolay hastalanır anlam ına gelmez. A ncak duygu■ların hastalıkta oynadığı büyük rolün kanıtları, çeşitli araştırmaları derleyen bu tek çalışm ada belirtilenlerden çok daha yaygındır. Başta üç büyükler -ö fk e , kaygı ve d epresyon- olm ak üzere, duygularla il­ gili verilere daha ayrıntılı bakıldığında, bu tür duyguların etkili ol­ m asını sağlayan biyolojik m ekanizm alar henüz tam anlaşılamamış olsa da, duyguların klinik önem taşıdığı bazı belirli durum lar daha iyi aydınlanm aktır.7

Öfke İntihar Niteliğindeyse B ir süre önce arabasına yandan çarpılm ası adam ı sonuçsuz ve sinir bozucu bir m aceraya sürüklem işti. S igorta şirketlerinin sonu gelm ez kırtasiyeciliğinden ve kazadan daha fazla zarar veren tam ircilerden kurtulduğunda, hâlâ 800 dolar borcu vardı. Ü stelik bütün b unlar kendi hatası bile değildi. O kadar bıkm ıştı ki, arabaya her binişinde b ir tiksinti hissediyordu. Sonuçta, çaresizlikten arabayı sattı. Y ıllar sonra bile anı­ lar onu hâlâ öfKeden m osm or ediyordu.

Bu tatsız anı, Stanford Ü niversitesi Tıp O kulu’nda kalp hastala­ rındaki öfke konusunda yapılan çalışm adın bir bölüm ü olarak, bile­ rek hatırlatılm ıştı. A raştırm a kapsam ındaki tüm hastalar, aynen bu kızgın adam gibi, ilk kalp krizini geçirm işti ve öfkenin kalp fonk­ siyonları üzerinde önemli bir etkisinin olup olmadığına bakılıyor­ du. Etki çarpıcıydı: Hastalar, kendilerini öfkeden kudurtan olayları hatırladıklarında, kalplerinin pom palam a veriminde yüzde beşlik bir düşüş görülm üştü.3 Bazı hastalarda pom palam a verimliliği yüzde yedi oranında ya da daha fazla düşmüştü; kardiyologlar bu ölçüde bir düşüşü, kalbe giden kan akışında tehlikeli bir azalmanın, yani miyokardiyal isem inin işareti olarak değerlendiriyor. 227

Pom palam a verim liliğindeki düşüş, kaygı gibi diğer rahatsızlık yaratan duygularda ya da fiziksel çaba harcanm ası sırasında görül­ m emişti; öfkenin, kalbe en çok zarar veren duygu olduğu anlaşılıyor. Sinirlerini bozan olayı hatırlayan hastalar, o ankinin yaklaşık yarısı kadar öfkeli olduklarını belirterek, aslında gerçekten öfkelendirici bir olayda kalplerinin daha da fazla zarar gördüğünü gösteriyorlardı. Bu bulgu, öfkenin kalbe verebileceği zararın büyüklüğüne işaret eden düzinelerce çalışm adan ortaya çıkan daha geniş bir bulgu ağı­ nın sadece bir parçasıdır.9 K oşuşturup duran, fazlasıyla baskı altın­ daki A Tipi kişiliğin kalp hastalığına yakalanm a riskinin daha fazla olduğuna dair eski fikir doğrulanm am ış olsa da, bu yanlış kınam dan yeni bir bulgu doğmuştur: İnsanları tehlikeye atan şey, düşm anca duygulardır. D üşm anca duygularla ilgili birçok bulgu, Duke Ü niversitesi’nden Dr. Redford vV'ıiliams’m araştırm alarından elde edilm iştir.10 Örneğin W illiams, henüz tıp fakiiltesindeyken düşm anca duyguları ölçen bir testte en yüksek puanı alan doktorların 50 yaşlarında ölme olasılığı­ nın, düşük puan alanlara oranla yedi kat fazla olduğunu görmüştür. Erken ölüm nedenleri arasında, öfkeye yatkınlık; sigara içmek, yük­ sek tansiyon, yüksek kolesterol gibi risk faktörlerinden daha etkili­ dir. Dr. VVilliams’m North Carolina Ü niversitesi’nden m eslektaşı Dr. John B arefo o f un bulgulan da, lezyonlârı ölçm ek için koroner artere tüp yerleştirm ek suretiyle yapılan anjiyodan geçen kalp hastalarının düşmanca duygular testinde aldığı sonuçların koroner yetm ezliğinin yaygınlığı ve şiddetiyle ilintili olduğunu göstermiştir. Kimse öfkenin tek başına koroner yetm ezliğine yol açtığını söylem iyor elbette; bu, birbiriyle ilişkili etkenlerden sadece bir ta­ nesidir. U lusal Kalp, Ciğer ve K an Enstitüsü’niin D avranışsal Tıp Dalı B alkanı Peter K aufm an’ııı bana açıkladığına göre, “Öfke ve düşm anca duyguların koroner yetm ezliği hastalığının erken gelişi­ minde nedensel bir rolü olup olm adığını, kalp hastalığı başladığında bu sorunu yoğunlaştırıp yoğunlaştırm adığını henüz ayırt edebilmiş değiliz. Am a, yirm i yaşında ve sürekli öfkeye kapılan birini ele ala­ lım. Her öfke hali nabzını ve tansiyonunu yükseltip kalbe ek yük bindirir. Bu tekrarlanıp durduğunda, zarara yol açabilir.” Özellikle her kalp atışıyla koroner arterden akan kanın çalkantısı, “damarda 228

mikro yırtılm alara neden olup orada plaklar gelişir. Sürekli öfkeye kapıldığınız için nabzınız ve tansiyonunuz yüksekse, bu durum otuz yıl içinde daha da hızlı plak birikim ine ve koroner yetm ezliğine yol açabilir.” 11 Kalp hastalarının öfkeli anları üzerinde yapılm ış çalışmanın d a , gösterdiği gibi, kalp hastalığı oluştuğunda, öfkenin harekete geçir­ diği m ekanizm alar kalbin pom palam a verim liliğini etkiler. Bunun net etkisi, zaten kalp hastası olan kişilerde öfkeyi özellikle öldürücü hale getirmesidir. Örneğin, Stanford Ü niversitesi Tıp O kulu’nda ilk kalp krizini geçirm iş ve ardından sekiz yıl boyunca izlenmiş olan 1012 kadın ve erkek üzerinde yapılan araştırm anın gösterdiği gibi, başlangıçta en öfkeli ve düşm anca duyguları beslem iş olan erkekler, ikinci kalp krizini geçirenler arasında en büyük oranı temsil etm ekte­ dirler.12 Kalp krizlerini atlattıktan sonra on yıl boyunca izlenmiş 929 erkek üzerinde Yale Tıp O kulu’nda yapılan araştırm adan da benzeri sonuçlar elde edilm işti.13 Kolayca öfkelenebilir diye değerlendirilen­ lerin kalp durm asından ölme olasılığı, daha dengeli bir m izaca sahip olanlara oranla üç kat fazlaydı. Ayrıca kolesterol düzeyleri de yük­ sekse, öfkenin eklenm esiyle bu risk beş katm a çıkıyordu. Yale’li araştırm acılar, öfkenin tek başına kalp hastalığından ölme riskini artırm ayabileceğim , ama her türlü olum suz ve yoğun duygu­ nun vücuda dalga dalga stres horm onları gönderdiğini belirtiyorlar. A ncak genelde duygular ve kalp hastalığı arasındaki en güçlü bilim ­ sel bağlantılar öfkeyi işaret ediyor: H arvard Tıp O kulu’nda yapılan bir araştırm ada, kalp krizi geçirmiş bin beş yüzden fazla kadın ve erkekten, kriz öncesi saatlerdeki duygusal durum larını ta rif etmeleri istenmişti. Buradan da elde edilen sonuç, zaten kalp hastası olanlarda öfkelenm enin kalbin durma riskini iki katın üzerine çıkardığıydı; öf­ ke uyandıktan som a iki saat boyunca bu yüksek risk sürüyordu.14 Bu bulgular, insanların haklı bir nedenle duydukları öfkeyi bas­ tırm aya çalışm aları gerektiği anlam ına gelmiyor. Anın harareti için­ de bu duygulan tam am en bastırm aya çalışm anın, aslında bedendeki ajıtasyonu büyüttüğünü ve tansiyonu yükseltebileceğini gösteren deliller var.ıs Öte yandan, 5. K ısım ’da gördüğüm üz gibi, her sefe­ rinde öfkeyi hissedildiği anda açığa vurmak, onu sadece beslem eye yarar ve her rahatsız edici durum da aynı tepkiyi verme o lasılığ ın ı 229

artırır. W illiam s b u paradoksu, öfkenin ifade edilip edilm ediğinden çok, kronik olup olm adığının önem li olduğu sonucuna vararak çöz­ müştür. Arada sırada düşmanca duyguları gösterm ek sağlığa zararlı değildir; sorun, b u düşm anca duyguların sabitleşip düşm ancıl bir ki­ şilik tarzının oluşm asıyla ortaya çıkar. Bu tarzın özellikleri ise, tek­ rarlanan güvensizlik, alaycılık, art niyetli yorum larda bulunm a ve karşı tarafa baskın çıkma eğilim i ile, daha bariz huysuzluk ve öfke nöbetleridir.16 Çok şükür ki, kronik öfke bir idam fermanı olm ak zorunda değil­ dir: D üşm anca duygular beslem ek, değiştirilebilir bir alışkanlıktır. Stanford Ü niversitesi Tıp O kulu’nda, kalp krizi geçirm iş bir grup hasta hem en sinirlenm elerine yol açan tutum larını yum uşatm aya yardımcı olacak bir program a alındı. Bu öfke kontrolü eğitimi so­ nucunda ikinci kalp krizi oram, düşm anca duygularını değiştirmeyi denem eyenlere oranla, yüzde 44 Tük bir düşüş gösterdi.17 W illiams tarafından hazırlanan bir diğer program ın da aynı şekilde yararlı so­ nuçları oldu.18 Stanford program ı gibi, bu da duygusal zekânın temel öğelerini, özellikle de, öfkenin ilk kıpırtılarını fark etm eyi, başladı­ ğında kontrol altına alabilm eyi ve em patiyi öğretiyor. Hastalardan farkında oldukları alaycı ya da düşm anca düşüncelerini not almaları isteniyor. D üşünceler devam ediyorsa, devreden çıkarm ak için hasta­ lar kendi kendilerine “D ur!” diye sesleniyor (ya da düşünüyor). Ör­ neğin asansör geç kaldığında, gecikm eden sorum lu olabilecek hayali bir düşüncesiz insana öfke beslem ektense, iyi niyetli bir neden ara­ mak gibi çeşitli sınanm a durum larında alaycı, güvensiz düşüncelerin yerine, bilinçli bir şekilde akılcı düşünceleri geçirm eye teşvik edili­ yorlar. Sinirlendiren tem aslarda ise olaylara diğer kişinin açısından da bakabilm e yeteneğini öğreniyorlar; empati öfkenin merhemidir. W illiam sTn bana söylediği gibi, “D üşm anca duyguların panzehi­ ri, insanlara daha fazla güvenebilen bir kalp geliştirmektir. Gereken tek şey ise doğru m otivasyondur. İnsanlar düşmanca duygularının mezara erken girm elerine yol açabileceğini görünce, denem eye razı olurlar.”

230

Stres: Ölçüsüz ve Yersiz Kaygı K endim i h er an kaygılı ve gergin hissediyorum . H er şey lise yıllarında başladı. B ütün notlarım A’ydı ve acaba sınavdan kaç alacağım , diğer çocuklarla hocalar beni seviyor m u, derse yetişm eliyim gibi şeyler dü­ şünerek sürekli tasalanırdım . O kulda iyi ve örnek biri olm am konusunda ailem büyük baskı yapıyordu... Sanırım bütün b u baskılar beni çökertti, çünkü m idem deki sorunlar lisenin ikinci yılında başladı. O zam andan beri kafeinli içecekler ve baharatlı yiyeceklere gerçekten dikkatli olm a­ ya başladım . T asalandığım da veya gergin olduğum da m idem in yandığı­ nı hissediyorum ve zaten çoğu zam an b ir şeyler yüzünden tasalandığım için, hep m idem bulanıyor.19

Kaygı -h ay attak i baskıların uyandırdığı sık ın tı- bir hastalığın başlangıç ve iyileşme süreciyle bağlantısı bilim sel olarak en iyi ka­ nıtlanmış olan duygudur. Kaygı, bir tehlikeye karşı hazırlanm am ıza yardım cı oluyorsa (tahm inen evrim sürecinde gelişen bir hizmet), iyi bir hizm ette bulunuyor demektir. Ancak m odem yaşam da kaygı çoğunlukla ölçüsüz ve yersiz oluyor; sıkıntı, zaten katlanm ak zorun­ da olduğum uz durum lar karşısında, ya da zihnim izde yarattığım ız gerçek olm ayan tehlikeler yüzünden ortaya çıkar. Tekrarlanan kaygı nöbetleri, stresin yüksek düzeylere ulaştığını belirtir. Kaygı ve stre­ sin tıbbi sorunları nasıl şiddetlendirebileceğine dair ders kitaplarında verilen bir örnek, sürekli endişe içinde olan bir kadının gastrointenstinal (m ide-bağırsak) sorunlarının nüksetmesidir. Archives o f Interrıal M edicine'm (Dahiliye Arşivleri) 1993’te ya­ yınlanan bir sayısında YaleTi psikolog Bruce M cEw en stres-hastalık bağlantısı üzerindeki çok sayıda araştırm ayı gözden geçirirken, bu­ nun çok çeşitli etkilerinden söz etm iştir: B ağışıklık işlevini, kanserin m etastaz hızını artırm asına neden olacak derecede engellem esi; vi­ rüs enfeksiyonlarına karşı direnci azaltması; ateroskleroza (dam ar tı­ kanm asına) yol açan plak oluşum unu ve miyokardiyal enfarktüse yol açan kan pıhtılaşm asını artırm ası; 1. Tip şeker hasalığım n başlangıcı­ nı ve II. Tip şekerin gelişmesini hızlandırm ası; astım krizlerini kötü­ leştirmesi ve başlatm ası.20 Stres ayrıca gastrointestinal sistem de ülser oluşum una, ülserleşen kolit ve iltihaplı bağırsak hastalıkları arazla­ rının başlam asına da yol açar. B eynin kendisi de, hipokam pusun ya 231

da belleğin zarar görmesi gibi, sürekli stresin uzun vadeli etkilerine açıktır. M cE w en’a göre, genelde “ stresli deneyim ler sonucunda sinir sistem inin aşınıp çökebileceğini gösteren deliller artm aktadır.”21 Sıkıntının tıbbi etkilerini gösteren kuvvetli deliller, özellik­ le soğuk algınlığı, grip ve herpes gibi bulaşıcı hastalıklar üzerinde yapılan incelem elerden elde edilmektedir. Bizler bu virüsleri kap­ maya hemen her zaman açığız, ancak olağan koşullarda bağışıklık sistemimiz, savunmalarımızın çoğu kez başarısız kaldığı duygusal stres durumları hariç, m ücadele ederek bunları püskürtür. Bağışık­ lık sistem inin dayanıklılığının doğrudan sınandığı deneylerde, stres ve kaygının bu sistemi zayıflattığı bulgulanm ış, ancak elde edilen sonuçların çoğunluğunda bağışıklıktaki zayıflık derecesinin klinik bir önem taşıyıp taşımadığı, yani hastalığa yakalanm aya yol açacak kadar büyük olup olm adığı kesinleştirilem em iştir.22 Bu nedenle stres ve kaygıyla, hastalıklara karşı direnç eksikliği arasındaki bilim sel ilintinin derecesi daha çok geleceğe dönük çalışm alarla saptanabilmektedir: Bu çalışm alar sağlıklı insanlarla başlayıp, stresin yüksel­ mesinin ardından bağışıklık sistem lerinin zayıflamasını ve hastalığın başlangıcını izlemektedir. Cam egie-M ellon Ü niversitesi’nden Psikolog Sheldon Cohen, İngiltere’nin Sheffield kentinde soğuk algınlığı üzerinde ihtisaslaş­ mış bir araştırm a bölüm ündeki bilim cilerle birlikte bilim sel açıdan en inandırıcı araştırm alardan birini gerçekleştirmiştir. Bu araştırm a­ da, hayatlarında ne kadar stres hissettikleri dikkatle değerlendirilen insanlara daha sonra sistem atik olarak bir soğuk algınlığı virüsü bulaştırılm ış, ancak virüse m aruz kalan herkes soğuk algınlığına yakalanmamıştır. Dayanıklı bir bağışıklık sistemi soğuk algınlığı vi­ rüsüne karşı direnebilir -v e direnir. Cohen, daha stresli insanların soğuk algınlığına yakalanm aya daha yatkın olduğunu bulgulamıştır. Az stresli olanların yüzde 2 7 ’si virüse m aruz kaldıktan sonra soğuk algınlığına yakalanırken, bu oran daha stresli bir yaşantı sürdürenler­ de yüzde 47 olmuştur; bu da stresin tek başına bağışıklık sistemini zayıflattığının doğrudan bir kanıtıdır.23 (Bu, herkesin gözlem lediği ve başından beri tahmin ettiği bir şeyi onaylayan bilim sel sonuçlar­ dan biri olsa da, gösterilm iş olan bilim sel dikkatten dolayı dönüm noktası sayılabilecek bir bulgu olarak değerlendirilmektedir.) 232

K arı-koca kavgaları gibi tartışm aların ve sinir bozucu olayların üç ay boyunca günlük listesini tuıan evli çiftlerde de güçlü bir eğitim ortaya çıkmıştır: Özellikle sinir bozucu olayların yoğun bir biçim de üst üste gelm esinden üç dört gün sonra, bu kişilerin soğuk algınlığına ya da üst solunum yolu enfeksiyonlarına yakalandıkları görülmüştür. Aradan geçen bu sürenin bildiğim iz birçok soğuk algınlığı virüsünün kuluçka dönem ine tam denk düşm esi, virüsü en kaygılı ve sıkıntılı dönem lerinde kapanların hastalanm aya özellikle açık bir hale gel­ diklerinin göstergesidir.24 Aynı stres-enfeksiyon modeli, gerek soğuk algınlığında dudak­ larda uçuğa neden olan, gerekse genital bölgede yaralara yol açan iki tür herpes virüsü için de geçerlidir. İnsanlara bir kez bulaşan iıerpes virüsü bedende atıl olarak kalır ve zam an zam an aktifleşir. Herpes virüsünün faaliyeti kandaki antikor düzeylerine bakılarak izlenebilir. Yıl sonu sınav dönem indeki tıp öğrencilerinde, yakın geçmişte eşin­ den ayrılm ış kadınlarda, A zheim er hastalığına yakalanm ış bir aile bireyine devam lı bakm ak zorunda olan kişilerde, bu ölçüm kullanıla­ rak herpes virüsünün yeniden faaliyete geçtiği gözlenm iştir.25 K aygının bedeli sadece bağışıklık tepkisinin azalması değildir; başka araştırm alar kardiyovaskiiler sistem üzerindeki olum suz et­ kilerini de göstermektedir. K ronikleşm iş düşm anca duygular ve tekrarlanan öfke nöbetleri erkekler için kalp hastalığında en büyük risk gibi görünürken, kaygı ve korku duyguları da kadınlar için da­ ha ölümcül olabiliyor. Stanford Ü niversitesi Tıp O kulu’nda ilk kalp krizlerini geçirm iş binden fazla kadın ve erkek üzerinde yapılan çalışm ada, ikinci krizini geçiren kadınlarda yüksek düzeyde korku ve kaygı görülmüştür. Birçok vakada korkaklık, kişiyi felce uğratan fobiler şeklini almıştır: İlk kalp krizlerinden sonra hastalar araba kul­ lanm aktan vazgeçm iş, işlerini bırakm ış ya da evden dışarı çıkm aktan kaçınm ışlardır.26 Aşırı baskılı iş ortamlarının ya da çocukların günlük bakım ıyla işlerini bir arada yürütm eye çalışan yalnız annelerin yoğun baskı al­ tındaki hayatlarının ürettiği zihinsel stres ve kaygının fiziksel açıdan sinsi etkileri, anatom ik olarak inceden inceye belirlenmiştir. Örneğin, Pittsburgh Ü niversitesi’nden Psikolog Stephen M anuck, 30 gönüllü deneği laboratuarda çok dikkat gerektiren, kaygı verici zorlu bir işe 233

koşarak, trom bositleri (pıhtılaşm aya yardım cı olan kan elemanlar ' tarafından salgılanan ve kan dam arlarında kalp krizleriyle inmelere yol açabilen değişim ler yaratabilecek adenosin trifosfat adlı bir m ad­ denin (ATP) erkeklerin kanlarındaki düzeyini izlemiştir. Denekler o yoğun stresin altındayken ATP düzeyleri, nabız ve tansiyonlarıyla birlikte aniden yükselmiştir. Beklendiği gibi, yüksek derecede “gerginlik” yaratan bir işle uğ­ raşanların sağlığı oldukça riskli görünür: İşin nasıl yapılacağı konu­ sunda pek söz hakkı verilm ediği halde yüksek perform ans beklenen kişilerin durum u böyledir. (Sözgelimi bu, otobüs şoförlerinde yük­ sek bir hipertansiyona rastlanm asının nedenidir.) Örneğin, kolorek­ tal kanserine yakalanm ış 569 hastayla ve bunlarla eşlenen kıyaslama grubuyla yapılan çalışmada; son on yıl içinde işlerinin ciddi olarak kötüye gittiğini söyleyenlerin kansere yakalanm a riskinin, hayatla­ rında bu ölçüde bir stres yaşam ayanlara oranla beş buçuk kat fazla olduğu bulgulanm ıştır.27 Sıkıntının sağlık açısından bedeli bu kadar büyük olduğundan, stresin fizyolojik uyarım ını doğrudan engelleyen gevşem e teknikleri çok çeşitli kronik hastalıkların belirtilerini hafifletm ekte klinik ola­ rak kullanılm aktadır. Bunlar arasında, kardiyovasküler hastalıklar, bazı şeker hastalığı tipleri, artirit, astım, gastrointestinal bozukluklar ve kronik ağrı sayılabilir. H erhangi bir araz stres ve duygusal ra­ hatsızlık yüzünden, ağırlaştıkça, hastaların gevşem esine ve çalkantılı duygularla baş etm esine yardım cı olm ak, çoğu kez bir m iktar rahat­ lama sağlayabilm ektedir.28

Depresyonun Tıbbi Bedeli K adına m etastazlı göğüs kanseri teşhisi konulm uştu. B aşarılı geçtiğini sandığı bir am eliyattan birkaç yıl sonra habis tüm ör yeniden baş gös­ term iş ve yayılm ıştı. D oktoru artık tedavinin sözünü bile edem iyordu, kem oterapi de öm rüne en fazla birkaç ay daha ekleyebilecekti. D oğal olarak, depresyona girm işti. O kadar ki onkoloğa her gidişinde b ir nok­ tadan sonra kendisini gözyaşlarına boğulm uş halde buluyordu. O nkoloğunun her defasında gösterdiği tepki ise, odasını hem en terk etm esini istem ekti.

234

O nkoloğun soğukluğunun yarattığı incinm e bir yana, hastasının hiç bitm eyen üzüntüsüyle ilgilenm em esinin tıbbi bir etkisi var mıydı acaba? H erhangi bir duygunun, bu denli öldürücü bir hastalığın iler­ lemesinde kayda değer bir etki gösterm esi pek olası değildir. Kadının depresyonu kesinlikle hayatının son aylarını karartsa da, m elankoli­ nin kanserin yayılm a sürecini etkilem esiyle ilgili tıbbı deliller karı­ şıktır.29 K anser b ir yana, araştırm aların yüzeysel olarak taranmasıyla çıkan sonuca göre birçok tıbbi durum da, özellikle de hastalığın baş­ ladıktan sonra kötüye gitm esinde depresyonun bir rolü olabilir. Ciddi rahatsızlıkları olan d ep resif hastaların depresyonlarını da tedavi et­ m enin tıbbi açıdan yarar sağladığını gösteren deliller artmaktadır. Tıbbi rahatsızlığı olan hastalarda depresyon tedavisinin bir zor­ luğu, iştahsızlık ve yorgunluk gibi belirtilerin, özellikle psikiyatrik teşhis konusunda eğitim i az olan doktorlar tarafından kolaylıkla başka hastalıkların belirtileri olarak görülebilmesidir. Depresyonun teşhis edilem em esi sorunu büyütebilir, çünkü tıpkı ağlamaklı göğüs kanseri hastasında olduğu gibi, hastanın depresyonu fark edilmemiş ve tedavi edilm’em iş olur. Teşhis ve tedavideki bu ihmal ise, ciddi hastalıklarda ölüm riskini artırabilir. Örneğin kem ik iliği transplantasyonu geçirmiş 100 hasta arasın­ da depresif olan 13’ünden 12 ’si transplantasyonu takip eden bir yıl içinde ölmüş, kalan 87’den 3 4 ’ü ise iki yıl sonra yaşam aya devam etm işti.30 D iyalize giren kronik böbrek yetm ezliği hastaları arasında ağır depresyon teşhisi konulanların da, sonraki iki yıl içinde ölme olasılıkları yüksekti. Depresyon, diğer tıbbi belirtilere oranla, ölüm olasılığının daha kuvvetli bir göstergesiydi.31 Burada duyguyla tıbbi durum un ilintisi biyolojik değil, tavırsaldı: Depresyondaki hastalar tıbbi rejim lere uym akta çok daha ihm alciydi; örneğin perhizlerine sadık kalm ayarak kendilerini daha büyük bir riske sokuyorlardı. Depresyonun kalp hastalığını da şiddetlendirdiği görülüyor. 2832 orta yaşlı kadın ve erkeğin on yıl boyunca izlendiği bir çalışmada, kendilerini yiyip bitiren bir keder ve um utsuzluk hissedenlerin kalp hastalığından ölüm oranının daha yüksek olduğu saptanmıştı.32 En ağır depresyonda olan yüzde üç kadarında kalp hastalığından ölüm oranı ise, d epresif hislere kapılm ayanlara kıyasla dört kez fazlaydı. 235

Depresyon, kalp krizi atlatm ış kişilerde tıbbi açıdan özellikle cid­ di bir risktir.33 İlk kalp krizleri tedavi edildikten sonra M ontreal’deki bir hastaneden taburcu edilen hastalar üzerinde yapılan araştırmada, depresif hastaların sonraki altı ay içinde ölme risklerinin kesinlikle daha yüksek olduğu görülmüştür. H astaların ciddi depresyon geçiren sekizde birlik bölüm ünde ölüm oranı, aynı hastalıktan yatan diğerle­ rine göre beş kat fazlaydı. Bu etki kalpten ölüm lerde en azından, sol karıncık işlevsizliği ya da daha önce kalp krizi geçirilm iş olm ası gibi önemli tıbbi riskler kadar büyüktür. D epresyonun yeni bir kalp krizi olasılığını neden artırdığını açıklayabilecek m ekanizm alar arasında, nabzın değişkenliğim etkilem esi sonucu ölümcül kalp çarpıntısı ris­ kini artırm asından söz edilebilir. Depresyonun kalça kem iği kırığının iyileşm esini de zorlaştırdığı görülmüştür. K alça kem iği kırılm ış yaşlı kadınlarla yapılan bir çalış­ mada, birkaç bin kadın hastaneye kabul sırasında psikiyatrik değer­ lendirm elere tabi tutulmuştu. K abulde depresif olanlar, benzeri sa­ katlıkları olup depresyonda olm ayanlara oranla hastanede ortalama sekiz gün fazla kalm ış ve bir daha yürüyebilm e olasılıkları ötekilerin üçte biri kadar çıkmıştı. A ncak tıbbi bakım ın yanı sıra, psikiyatrik yardım alan depresif kadınlar yeniden yürüyebilm ek için daha az fizik terapisine ihtiyaç duym uş ve hastaneden evlerine dönm elerini izleyen üç ay içinde yeniden hastaneye yatmaları daha az tekrarlan­ mıştı. Benzeri şekilde, aynı anda hem kalp, hem de şeker hastalığı gibi birkaç rahatsızlık nedeniyle sağlık hizm etlerinden yararlananların ilk yüzde onu içinde bulunacak kadar vahim durum daki hastaların altıda birinde, ciddi depresyon hali görülmüştür. Bu hastalar tedavi gördüklerinde, ağır depresyonlularm bir yıl içinde işlevsiz kaldıkları gün sayısı 7 9 ’dan 5 l ’e, h afif düzeyde depresyon tedavisi görenlerinki ise yılda 62 günden 18’e düşm üştür.34

OLUMLU DUYGULARIN YARARLARI Öfke, kaygı ve depresyonun olum suz tıbbi etkileriyle ilgili delil­ ler, göz ardı edilem eyecek bir birikim oluşturmuştur. K ronikleştiğin­ 236

de, öfke ve kaygı insanların bir dizi hastalığa karşı direncini kırabilir. D epresyon ise kişilerin daha kolay rahatsızlanm asına neden olmasa bile, özellikle durum u ağır olan daha zay ıf hastaların tıbbi açıdan iyileşmesini engelleyebilir ve ölüm riskini artırabilir. Ancak kronik duygusal sıkıntı değişik biçim leriyle zehir gibi bir etki yapıyorsa, bunun karşıtı bir dizi duygu da, bir ölçüde panzehir etkisi yapabilir. Bu, olum lu duyguların hastalıkları tedavi edeceği ya da gülmenin veya m utluluğun tek başına ciddi bir hastalığın gidişa­ tını değiştirebileceği anlam ına gelmez. O lumlu duyguların sağladığı ek üstünlük açık değildir, ama çok sayıda insanla yapılm ış incelem e­ lerden yararlanarak, hastalığın gidişatını etkileyen bir yığın karmaşık değişkenin arasından ayırt edilebilir.

Kötümserliğin Bedeli ve İyimserliğin Üstünlükleri Depresyon gibi, kötüm serliğin de bedelleri, iyim serliğin ise ya­ rarları vardır. Örneğin, ilk kalp krizini geçirm iş 122 erkek iyimserlik ve kötüm serlik derecelerine göre değerlendirilmiştir. Sekiz yıl sonra, en kötüm ser 25 erkekten 2 1 ’i; en iyim ser 25 erkekten ise yalnızca 6 ’sı ölmüştür. Hastanın zihinsel tavrının, yaşam a şansını - ilk kriz­ de kalbin gördüğü zararın m iktarı, ana dam ar tıkanm ası, kolesterol düzeyi veya tansiyon dahil - herhangi bir tıbbi risk faktöründen daha iyi belirlediği kanıtlanmıştır. Başka araştırm alarda da, daha iyimser hastalardan baypas ameliyatı geçirenlerin, kötüm ser hastalara oranla daha hızlı iyileştiği ve am eliyat sırasında ve sonrasında daha az tıbbi kom plikasyon yaşadıktan görülm üştür.35 • Yakın akrabası iyim serlik gibi, um udun da şifa gücü vardır. Çok um utlu kişiler, bekleneceği gibi, tıbbi soranlar dahil, kendilerini zorlayan durum larla daha iyi başka çıkabilirler. Bel kemiği sakat­ lıklarından dolayı felç olm uş kişiler incelendiğinde, um utlu olanlar, aynı derecede sakatlanm ış ancak daha az um utlu olan diğer hastalara oranla, daha fazla bedensel hareketlilik kazanabilm işlerdir. Umut, bel kemiği sakatlanm asından kaynaklanan felç durum unda özellikle anlamlıdır, çünkü bu tür tıbbi trajedilerin kurbanı genellikle bir ka­ za sonucu yirm ili yaşlarında felç olan ve hayatının sonuna dek öyle kalm aya m ahkûm olan biridir. O nun göstereceği duygusal tepkinin, 237

daha iyi bir fiziksel ve sosyal işlevsellik kazanm ak için harcayacağı çabanın büyüklüğüne geniş çapta etkisi olacaktır.36 İyim ser ya da kötüm ser b ir bakışın sağlık açısından sonuçları­ nı açıklayabilecek birçok kuram var. Şu ana dek kanıtlanamamış, spekülasyon düzeyindeki bir kuram a göre, kötüm serlik depresyona yol açıyor, depresyon da bağışıklık sistem inin tüm örlere ve enfek­ siyona karşı direnişine m üdahale ediyor. K ötüm serlerin kendilerini ihmal ettikleri de öne sürülüyor. Bazı araştırm alarda, kötüm serlerin iyim serlere oranla daha çok sigara ve içki içtikleri, daha az egzer­ siz yaptıkları ve sağlıklarını etkileyen alışkanlıkları konusunda daha dikkatsiz oldukları bulgulandı. Belki de bir gün, um utluluğun fizyo­ lojisinin, kendi başına vücudun hastalıkla savaşmasına bir şekilde biyolojik açıdan yardım cı olduğu ortaya çıkabilir.

Arkadaşlarımın Biraz Yardımıyla: İlişkilerin Tıbbi Değeri İnsan sağlığını tehlikeye atan etkenler listesine sessizliğin sesini; koruyan etkenler listesine ise yakın duygusal bağları.ekleyin. Yirmi yılı aşkın bir süredir otuz yedi binden fazla insan üzerinde yapılan in­ celem elerde, sosyal tecrit halinin -ö z e l duygularını paylaşacak ya da yakın tem asta olduğunuz kim senin bulunm adığı h issin in - hastalık ya da ölüm olasılığını ikiye katladığı görülmüştür.37 1987 yılında Science'ta yayınlanan bir araştırm a raporunda, tecrit halinin tek başına, “ ölüm oranlan söz konusu olduğunda sigara içmek, yüksek tansiyon, yüksek kolesterol, şişm anlık ve egzersiz eksikliği kadar önem li’’ ol­ duğu sonucuna varılıyordu. Aslırıda sigara içmek ölüm riskini 1.6 oranında artırırken sosyal tecrit 2.0 oranında artırdığından, sağlığı­ m ız açısından daha tehlikelidir.38 Erkekler için tecrit hali, kadınlar için olduğundan daha zordur. Tecrit olm uş erkeklerin ölme olasılığı, yakın sosyal bağlantıları olan erkeklere oranla iki ya da üç kat fazladır; oysa tecrit olmuş kadınlar­ da bu risk, sosyal bağlantıları olan kadınlara oranla sadece bir buçuk kat fazladır. Tecrit halinin kadın ve erkekler üzerindeki farklı etki­ sinin nedeni, kadınların ilişkilerinin erkeklere göre duygusal açıdan 238

daha yoğun olm asından kaynaklanabilir; kadını birkaç ilişki rahatla­ tabilirken, bu erkek için yeterli olmayabilir. Yalnızlıkla'tecrit, elbette ki aynı anlam a gelmez; kendi başlarına yaşayan ya da az sayıda dostuyla görüşen birçok kişi mutlu ve sağ­ lıklıdır. Tıbbi açıdan risk oluşturan şey, insanlardan kopuk olduğunu ya da kim sesi olm adığını hissetmektir. Yalnız başına TV izlemenin ve kulüp faaliyetleri ya da eş-dost ziyareti gibi sosyal alışkanlıkların yitirildiği m odem kent toplum larm da artm akta olan tecrit olgusunun ışığında, bu bulgu bir tehlike işaretidir ve Anonim Alkolikler gibi kendi kendine yardım ı am açlayan grupların alternatif topluluklar olarak değerini gösterir. Tecrit halinin ölüm cül bir risk faktörü, yakınlık bağlarının ise şifa kaynağı olarak gücü, kem ik iliği transplantasyonu geçirmiş yüz kişi üzerinde yapılan bir araştırm ada görülebilir.39 Eş, aile ya da arkadaş­ larından kuvvetli bir duygusal destek aldığını hisseden hastalardan yüzde 5 4 ’ü, transplantasyondan iki yıl sonra yaşam aya devam eder­ ken, bu tür bir desteğe çok az sahip olduklarım bildirenlerden sadece yüzde 2 0 ’si hayatta kalmıştır. B enzeri şekilde, kalp krizi geçirmiş yaşlı insanlar arasında hayatlarında duygusal destek alabilecekleri iki ya da daha fazla kişi bulunanların, bu tür bir destekten yoksun olanlara oranla krizden sonra bir yıldan fazla yaşam a olasılıkları iki kattan yüksektir.40 Duygusal bağların iyileştirici gücünün belki de en anlamlı kanı­ tı, 1993’te İsveç’te yayınlanm ış bir çalışm adır.41 İsveç’in Göteborg kentinde yaşayan 1933 doğum lu her erkeğe ücretsiz bir tıbbi m ua­ yene olanağı sunulm uş; yedi yıl sonra bu m uayeneden geçmiş 752 erkekle tekrar tem as kurulmuştur. Bunlardan 41 tanesi aradan geçen yıllarda ölmüştür. İlk m uayenede yoğun duygusal stres altında olduklarını belir­ ten erkeklerdeki ölüm oranı, hayatlarının sessiz ve sakin geçtiğini ifade edenlere oranla üç kat fazlaydı. D uygusal sıkıntı kaynakları ise ciddi m addi sorunlar, işinde kendini güvencesiz hissetm ek ya da işten çıkarılm ak, m ahkem eye düşm ek ya da bir boşanm a deneyimi gibi olaylardı. M uayene öncesindeki bir yıl içinde bu sorunlardan üç ya da daha fazlasını yaşam ış olm ak, gelecek yedi yıl içinde ölme olasılığını yüksek tansiyon, kanda yüksek trigliserit yoğunluğu, ya 239

da yüksek kolesterol gibi tıbbi göstergelere oranla daha isabetli bir biçimde belirliyordu. Oysa, bu erkekler arasında bir eş, yakın arkadaşlar ve benzeri türden güvenilir bir yakın ilişkiler ağına sahip olduğunu belirtenler­ de, yüksek stres düzeyiyle ölüm oranı arasında hiçbir ilişki saptana­ mamıştır. Kapısını çalıp konuşabileceği, teselli edebilecek, yardım ve önerilerde bulunabilecek birilerinin bulunm ası bu kişileri hayatın zorluk ve darbelerinin ölümcül etkisinden koruyordu. İlişkilerin salt sayısının yanı sıra, niteliği de stresi bastırm anın anahtarı gibi görünüyor. O lum suz ilişkilerin başlı başına bir maliyeti vardır. Örneğin, karı-koca tartışm alarının bağışıklık sistemi üzerin­ deki etkisi olumsuzdur.42 Ü niversiteli oda arkadaşları üzerinde yapı­ lan bir araştırm a ise, gençler birbirinden ne kadar hoşlanm ıyorlarsa, soğuk algınlığına ve gribe yakalanm aya o kadar yatkın olduklarını, doktora da o kadar sık gittiklerini bulgulamıştır. Bu araştırmayı ya­ pan Ohio State Ü niversitesi’nden Psikolog John C acioppo’nun söy­ lediğine göre, “Her gün gördüğüm üz insanların ve hayatımızdaki en önemli ilişkilerin sağlığım ız açısından önem taşıdığı anlaşılıyor. Hayatımızdaki ilişki ne kadar anlam lıysa, sağlığım ız için o kadar önemlidir.”43

Duygusai Desteğin Şifa Gücü Robin H o o d ’un N eşeli Serüvenleri'nde Robin genç takipçisine şunları öğütler: “D erdini bize arılat ve rahat konuş. Sözcüklerin akı­ şı kalbi hüzünlerinden arındırır; bu, baraj dolup taştığında em niyet kapağını açm aya benzer.” H alk edebiyatının bu bilgece sözlerinin değeri büyüktür; bir kalbi rahatlatm ak, iyi bir tedavi gibidir. Güney M ethodist Ü niversitesi’nden Psikolog Jam es Pennebaker’m bir dizi deney sonucu, insanlan kafalannı en fazla meşgul eden düşünceler konusunda konuşturabilm enin genelde olum lu bir tıbbi etkisi oldu­ ğunu gösterm esi, R obin’in öğüdünü bilim sel açıdan desteklem ekte­ dir.44 Pennebaker’ın kullandığı yöntem son derece basittir: İnsanlar­ dan beş günlük bir süre boyunca, günde on beş-yirmi dakika, örneğin “tüm hayatınızın en sarsıcı deneyim i” ya da o an için en büyük en­ 240

dişe kaynağı hakkında bir şeyler yazm alarını talep ediyor. İstedikleri takdirde yazdıkları tam am en saklı kalabiliyor. Bu itirafların net etkisi oldukça çarpıcıdır: Bağışıklık işlevinin güçlenm esi, sonraki alt ay içinde sağlık m erkezi vizitelerinde gözle görülür bir düşüş, işteki devam sızlığın azalm ası ve hatta karaciğer enzim fonksiyonunun iyileşmesi. Dahası, en çalkantılı duygularından söz edenlerin bağışıklık sistem lerinde en fazla iyileşme görülmüştür. Sıkıntılı hisleri açığa çıkarm anın en “sağlıklı” yolu olarak, belirli bir model de ortaya çıkmıştır: Önce yüksek düzeyde üzüntü, kaygı, öfke gibi, değindikleri konunun çağrıştırdığı sıkıntılı duyguların dışavurulması; ardından gelen birkaç gün boyunca geçirilen sarsıntı ya da çekilen zahm ete anlam yükleyen bir anlatının kurgulanm ası. Bu süreç, elbette ki, insanların sıkıntılarını psikoterapide araştı­ rırken olanlara benzer görünüyor. A slında P ennebaker’ın bulguları, başka çalışm alarda ameliyatın ya da tıbbi tedavinin yanı sıra bir de psikoterapi gören hastaların, salt tıbbi tedavi görenlere oranla, tıbbi açıdan daha fazla iyileşme gösterdiğinin de bir açıklam ası olabilir.45 Duygusal desteğin klinik etkisini belki de en iyi sergileyen ör­ nek, Stanford Ü niversitesi Tıp O kulu’nda ileri derecede metastazlı göğüs kanseri olan kadınlarla oluşturulan gruplardır. Çoğu kez am e­ liyatın da dahil olduğu ilk tedavinin ardından, bu kadınların kanseri nüksetm iş ve tüm vücuda yayılmıştı. K linik açıdan, yayılan kanserin hastaları öldürm esi sadece bir zaman sorunuydu. Çalışmayı yürüten Dr. David Spiegel, bulgular karşısında en az tıp çevreleri kadar şaşır­ mıştı: D iğerleriyle haftalık toplantılara katılan ileri derecede göğüs kanseri hastası kadınların hayatta kalm a oranı, aynı hastalığı kendi başlanna yaşayanlarınkine kıyasla iki katıydı.46 Tüm kadınlara standart tıbbi bakım uygulanm ıştı; aradaki fark yalnızca bazılarının sohbet gruplarına katılarak neyle karşı karşıya olduklarını anlayan ve korku, acı ve öfkelerini dinlem eye istekli olan başka kadınlarla birlikte içlerini boşaltm alarıydı. Çoğu zam an burası kadınların duygularını açıkça ortaya koyabildikleri tek yer oluyor­ du, çünkü hayatlarındaki diğer kişiler, onların kanser ve yakınlaşan ölümleri hakkında konuşm aktan korkuyorlardı. Gruplara katılan ka­ dınlar, ortalam a 37 ay fazla yaşarken, aynı hastalığı olanlardan grup­ lara katılm ayan kadınlar, ortalam a 19 ay içinde ölmüşlerdi. Ömrün 241

bu kadar uzam ası, bu tür hastalar için hiçbir ilacın ya da tıbbi teda­ vinin sağlayam ayacağı bir kazançtı. New York C ity’de bir kanser tedavi merkezi olan Sloan-K etting M em orial H astanesi’nin baş psi­ kiyatrik onkoloğu Jim m ie H olland’ın bana söylediği gibi, “H er kan­ ser hastasının bu tür bir gruba katılm ası gerekir.” Doğrusu, yaşam süresini uzatan şey yeni bir ilaç olsaydı, ilaç şirketleri bunu üretm ek için birbirlerine girmiş olurdu.

TIBBİ BAKIMA DUYGUSAL ZEKÂYI DAHİL ETMEK Olağan sağlık kontrolüm sırasında kanım da idrar çıkınca, dokto­ rum beni teşhis için radyoaktif bir boyanın bedenim e enjekte edildiği bir teste gönderm işti. Ben bir m asanın üzerinde yatarken, tepeden bir röntgen aygıtı boyanın böbreklerim ve m esanem deki ilerleyişinin birbirini izleyen görüntülerini alıyordu. Test sırasında yanım da biri vardı: Kendisi de doktor olan yakın bir arkadaşım , birkaç günlüğüne uğram ışken, benim le birlikte hastaneye gelm eyi önermişti. Y örünge­ si otom atik olarak ayarlanm ış röntgen aygıtı yeni çekim açılan için tekrar tekrar dönüp vızıldayarak tıkırdarken, o da benim le birlik­ teydi. Test bir buçuk saat sürdü. Sonunda bir böbrek uzmanı telaşla odaya girdi, kendisini çabucak tanıtarak röntgenleri alıp incelemek üzere yok oldu. Röntgenlerin ne gösterdiğini bana söylem ek için de geri dönmedi. Testin yapıldığı odadan çıkarken arkadaşım ve ben böbrek uzm a­ nının yanından geçtik. Test yüzünden sarsılm ış ve biraz da sersem le­ miş bir halde olduğumdan, sabahtan beri aklım da olan o tek soruyu bir türlü soram adım . Ancak bana eşlik eden hekim arkadaş, “Doktor, arkadaşım ın babası m esane kanserinden öldü. Röntgenlerde herhan­ gi bir kanser belirtisi görüp görm ediğinizi m erak ediyor,” dedi. Bir sonraki randevusuna yetişm enin telaşı içindeki böbrek uzm a­ nı, kısaca, “Bir anorm allik yok,” diye yanıtladı. Benim için en önemli soruyu soram ayışım , aslında her gün her yerdeki hastane ve kliniklerde binlerce kez tekrarlanıyor. D oktorla­ rın bekleme salonlarındaki hastalar üzerinde yapılan bir araştırm a­ da, her birinin görecekleri doktora sorm ak istedikleri ortalam a üç 242

ya da daha fazla sorusunun bulunduğu ortaya çıktı. A ncak hastalar doktorun m uayenehanesini terk ettiklerinde, bu sorulardan ortalama sadece bir buçuğunun yanıtını almış oluyorlar.47 Bu bulgu, çağdaş tıbbın hastaların duygusal ihtiyaçlarını nasıl karşılıksız, bıraktığına dair birçok örnekten biridir. Yanıtlanmayan sorular kuşkuyu, korku­ yu, evham ı besler. Bu da hastaların tam olarak anlayam adıkları teda­ vi rejim lerine uym aktan kaçınm alarına yol açar. Rahatsızlıkların duygusal gerçeklerini de işin içine katarak tıb­ bın sağlığa bakış açısını genişletebilm esi için birçok yol bulunuyor. Bunlardan biri, hastalara kendi tıbbi tedavileri hakkında alacakları kararlar için gereken tüm bilgiyi düzenli olarak verm ek olabilir; artık bazı sağlık servisleri her başvurana, rahatsızlığıyla ilgili tıbbi lite­ ratürü en yeni teknolojiden yararlanarak taram a olanağını sunuyor. Hastalar böylece, doktorlarıyla daha eşit bir düzeyde bilinçli kararlar alabiliyor.48 B ir diğer yaklaşım sa, doktorları nasıl etkili bir şekilde sorgulayabileceklerini birkaç dakika içinde hastalara öğreten prog­ ramlardır. B öylece, doktorunu beklerken kafasında üç soru olan bir hasta, m uayenehaneden üçünün de yanıtını almış olarak çıkabilm ek­ tedir.49 H astaların am eliyatla ya da m ahrem iyetlerine tecavüz eden ve ıstırap veren testlerle yüz yüze kaldıkları dakikalar kaygı doludur; ayrıca hastalığın duygusal boyutuyla uğraşm ak için de en iyi olanağı sağlar. Bazı hastanelerde, hastaların korkularını yatıştırm alarına ve sıkıntılarıyla baş etm elerine yardım cı olan ameliyat öncesi eğitim program ları geliştirildi. Bu program larda hastalara gevşeme teknik­ leri öğretiliyor, am eliyat öncesinde soruları tatm in edici bir şekilde yanıtlanıyor ve am eliyattan günlerce önce, iyileşme sürecinde neler yaşayabilecekleri tam olarak anlatılıyor. Sonuçta, hastaların am eliyat sonrası nekahat süreci ortalam a iki ya da üç gün kısalmış oluyor.50 Bir hastaneye yatm ak, insana korkunç bir yalnızlık ve çaresizlik yaşatabilir. A ncak bazı hastanelerde, odalar hastanın ailesinden refa­ katçilerin de kalabileceği, evdeki gibi yem ek pişirip ona bakabilece­ ği şekilde tasarlanm aya başladı. Bu ileri adım, ironik olarak, Üçüncü Dünya genelinde olağan bir uygulam adır.51 Gevşem e eğitimi ise, hastaların .arazlarının yarattığı bazı sıkıntı­ larla olduğu kadar, bu arazları başlatabilecek ya da şiddetlendirebile243

cek duygularla da baş edebilm ek için yardım cı oluyor. Ö m ek alına­ cak bir model olarak, Jon K apat-Zinn’in M assachussets Üniversitesi Tıp M erkezi’ndeki Stresi Azaltma K liğini’nde hastalara verilen on haftalık bilinçlenm e ve yoga kursu gösterilebilir. Burada, hastala­ rın duygusal oluşum larının bilincine varm ası ve derin bir gevşeme sağlayan günlük bir alıştırm a düzeni kurm ası üzerinde duruluyor. H astaneler bu kursun eğitim kasetlerini hastaların televizyonlarında izlemesini sağlayarak, yatağa m ahkûm insanlara bilinen sabun kö­ püğü dizilerden çok daha yararlı bir duygusal rejim uygulam ış olu­ yorlar.52 G evşem e ve yoga, Dr. Dean O m ish tarafından kalp hastalığı te­ davisi için geliştirilm iş yenilikçi program ın da özüdür.53 A z yağlı bir beslenm e rejim i de içeren bu program dan bir yıl sonra, koroner baypas gerektirecek kadar ciddi durum daki hastalarda, ana damarı tıkayan plak oluşum unun tersine döndüğü görülmüştür. O m ish’in bana söylediğine göre, gevşeme eğitim i, program ın en önemli parça­ larından biridir. K abat-Zinn’de yapıldığı gibi, burada da birçok tıbbi sorun türüne katkıda bulunan stres uyarım ının fizyolojik karşıtı olan, Dr. H erbert B enson’ın deyim iyle “ gevşem e tepkisi”nden yararlanı­ lıyor. Son olarak da hastalarla ahenk içinde, onları dinleyebilen ve ken­ dini dinletebilen em patik bir doktorun ya da hem şirenin tıbbi anlam ­ da taşıdığı ek değerden söz etm ek gerekir. Bu da, doktor ve hasta arasındaki ilişkinin başlı başına önemli bir etken olduğunun farkına vararak “ilişki m erkezli bakım ”ı geliştirm ek anlam ına geliyor. Tıp eğitimi, duygusal zekânın, özellikle özbilinç, empati ve dinleme be­ cerileri gibi temel araçlarını içerseydi, bu tür ilişkiler çok daha ko­ laylıkla kurulabilir ve korunabilirdi.54

HASTAYI UMURSAYAN BİR TIBBA DOĞRU Bu tür adım lar bir başlangıçtır. A ncak tıbbi vizyonun duyguların etkilerini kucaklayacak kadar genişleyebilm esi için, bilim sel bulgu­ ların gösterdiği iki önemli noktayı da ciddiye alması gerekir: 244

1. İnsanların öjke, kaygı, depresyon, kötüm serlik ve yalnızlık gibi, kendilerini sıkıntıya sokan duygularıyla daha iyi başa çıka­ bilmelerine yardım cı olmak, bir tür sağlık önlemidir. Bulgular bu duygular kronikleştiği zam an, sigara içm ekle eşdeğer zehirleyici bir nitelik kazandığını gösterdiğinden, insanların bunlarla baş etm eleri­ ne yardım cı olm anın tıbbi değeri, en az tiryakilere sigarayı bıraktır­ m ak kadar büyüktür. Bunu yapm anın kam u sağlığı açısından geniş çapta etki uyandıracak bir yolu, en tem el duygusal zekâ becerileri­ ni çocuklara öğreterek bunların yaşam boyu sürecek alışkanlıklara dönüştürülm esini sağlamaktır. Çok verim li olacak diğer bir önleyi­ ci strateji, em eklilik yaşına gelm iş olanlara duyguları idare etmeyi öğretm ek olacaktır; çünkü yaşlı bir insanın hızla çökm esini ya da güçlü bir şekilde yaşam ını sürdürm esini etkileyen unsurlardan biri de duygusal sağlığıdır. Üçüncü bir hed ef grup ise, günbegün olağan­ dışı stres altında yaşayan ve bu nedenle streslerinin duygusal yükünü taşım alarına yardım edilirse tıbben daha iyi durum a gelm eleri sağla­ nabilecek çok yoksulları, yalnız ve çalışan anneleri, suç oranı yüksek m ahallelerin sakinlerini içeren “risk altındaki topluluk”lardır. 2. Birçok hasta, salt tıbbi ihtiyaçlarının ya n ı sıra psiko lo jik ih­ tiyaçlarına da ilgi gösterilmesinden, elle tutulur bir y a ra r sağlaya­ bilir. Bir doktorun ya da hem şirenin sıkıntı içindeki bir hastayı ra­ hatlatm ası ya da teselli etm esi daha insancıl nitelikteki tıbbi bakıma doğru atılm ış bir adım olsa da, bundan daha fazlası yapılabilir. Ne var ki, günüm üzde uygulanan tıbbi sistem içinde duygusal bakım, çoğu kez kaçırılan bir fırsattır; tıbbın kör noktasıdır. Duygusal ihti­ yaçlarla ilgilenm enin tıbbi yararları hakkındaki verilerin artması ve beynin duygusal m erkezi ve bağışıklık sistemi arasında bağlantıların bulunm ası gibi destekleyici delillere karşın, birçok doktor hastaların duygularının klinik bir önemi olduğu konusunda halen kuşkulu olup ortadaki delilleri de ıvır zıvır, hikâye, “uçuk”, daha da kötüsü, kendi prom osyonunu yapan birkaç kişinin abartm ası diye nitelendirerek bir kenara itmektedir. Hastaların gitgide daha fazla ihtiyacını duyduğu daha insancıl bir tıbbın oluşm ası, bu yüzden tehlikeye düşmektedir. K endilerini has­ talarına adam ış, nazik, duyarlı bir bakım sunan hem şire ve doktor­ 245

lar elbette vardır. Ancak bizzat tıbbın değişen kültürü iş dünyasının gereklerine gitgide daha duyarlı hale geldikçe, bu tür bir bakımın yapılm asını da giderek zorlaştırmaktadır. Oysa, öte yandan insancıl tıbbın iş hayatı açısında bir yararı ola­ bilir: İlk bulguların gösterdiği gibi, hastaların duygusal rahatsızlığı­ nı tedavi etm ek -ö zellik le bu tedavinin başlamasını önleyen ya da geciktiren veya hastaların daha çabuk iyileşm esini sağlayan etkileri göz önüne alındığında- tasarruf sağlayabilir. New York C ity’deki Mt. Sınai Tıp O kulu’nda ve N orthw estern Ü niv ersitesin de kalça ke­ m iği kırığı olan yaşlılar incelendiğinde, norm al ortopedik bakımın yanı sıra depresyon terapisi görenlerin hastaneden ortalam a iki gün önce ayrıldıkları görülm üştü; yüz kadar hastanın tıbbi m asrafların­ dan sağlanan toplam tasarruf, 97.361 dolardı.55 Ayrıca, bu tür bir bakım , hastaların doktorlarından ve tıbbi ba­ kım dan daha hoşnut olm alarını sağlar. H astaların rekabet halindeki sağlık sigortası planları arasından seçim yapm a şansının bulunduğu yeni gelişen sağlık piyasasında, m üşteri hoşnutluğunun bu tür çok kişisel kararlarda rol oynayacağı kesindir; tatsız deneyim ler hastala­ rın başka yerler aram asına neden olurken, iyi deneyim ler m üşterinin o kuruluşa bağlanm asını sağlayacaktır. N ihayet, tıbbi etiğin böylesi bir yaklaşım ı gerektirdiğini söyleye­ biliriz. Baş m akalesinde, depresyonun kalp krizi tedavisinden sonra ölm e olasılı lığını beş katm a çıkardığını bulgulayan bir araştırm a ra­ porunu ele alan Journal o f the Am erican M edical Association (Am e­ rikan Tabipler Birliği Dergisi) şu yorum u yapmıştır: “D epresyon ve sosyal tecrit gibi psikolojik faktörlerin koroner kalp hastalarını en yüksek risk grubuna söktüğünün açıkça gösterilm esinden çıkan so­ nuç, bu faktörleri tedavi etm eye başlam aktan hâlâ kaçınm anın etik kurallarına aykırı olduğunu gösteriyor.”56 D uygular ve sağlık hakkındaki bulgular bir şey ifade ediyorsa, o da şudur: K ronik ya da ciddi bir hastalıkla savaşan insanların hisle­ rini um ursam ayan tıbbi bir bakım artık yetersiz kalmaktadır. Tıbbın duygu ve sağlık arasındaki bağdan, yöntem açısından daha fazla ya­ rarlanm asının zamanı çoktan gelmiştir. H epim izin sevecen bir tıptan yararlanabilm esi için, şu anda kural dışı olanın kuralın bir parçası olabilmesi gerekir. Bu, en azından tıbbı daha insancıl hale getirecek­ 246

tir. Bazılarının da iyileşm e sürecini hızlandıracaktır. Cerrahına yaz­ dığı açık m ektupta bir hastanın belirttiği gibi, “Şefkat sadece birinin elini tutm ak değildir. İyi hekimliktir.”

247

DÖRDÜNCÜ BOLUM

FIRSATLARA AÇILAN PENCERELER

12 Ailenin Potasında

K ü ç ü k bir aile trajedisi. Cari ve Ann, beş yaşındaki kızları Leslie’ye yeni çıkm ış bir video oyununu nasıl oynayacağını gösteriyor. Ancak Leslie oynam aya başladığında, annesiyle babasının ona “yardım ” etm ek için harcadıkları aşırı hevesli çabalar engel oluşturuyor gibi. Sağda solda birbiriyle çelişen em irler uçuşuyor. “Sağa, sağa... Dur. Dur. D ur!” A nn’ın, yani annenin sesi gitgide daha dikkatli ve kaygılı bir hal alıyor, Leslie ise dudağını emiyor ve kocam an açılm ış gözlerle video ekranına bakarak emirleri izlemeye çalışıyor. “Bak, hizada değilsin... onu sola koy! Sola!” diye sertçe emirler veriyor Cari, yani baba. O sırada Ann, çaresizlik ifadesiyle gözlerini yukarıya doğru dön­ dürüyor, C arl’ın önerisini “Dur! Dur” diye bağırarak bastırıyor. Ne annesini ne de babasını hoşnut edebilen Leslie, gergin bir şekilde çenesini çarpıtıp nem lenen gözlerini kırpıştırıyor. A nnesiyle babası ise L eslie’nin gözyaşlarını görm ezden gelerek atışm aya başlıyor. Ann, bitkin bir sesle, “K olu p e k fazla hareket et­ tirm iyor ki!” diyor C arl’a. Leslie’nin gözyaşları çenesine doğru yuvarlanm aya başladığında bile, anne ya da babasından bunu fark ettiğini ya da ilgilendiğini gösteren bir tepki gelmiyor. Leslie gözyaşlarını silm ek için elini kaldırdığında ise, babası sertçe m üdahale ediyor: “Tamam, elini yine kolun üstüne koy... tekrar ateşe hazır olm ak istiyor musun? Tamam üstüne koy! B ir yandan da annesi bağırıyor: “Tamam, azıcık hareket ettir, yeter! Ancak bu arada kederiyle baş başa kalan Leslie, hafif hafif hıçkırm aya başlıyor.

251

Bu tür anlarda çocuklar içlerine işleyen dersler alır. Bu acı verici alışverişten L eslie’nin çıkarabileceği sonuçlardan biri, ne ailesinin ne de aslına bakılırsa, bir başkasının Onun duygularını umursadığı olabilir.1Çocukluk dönemi boyunca buna benzer anlar tekrarlandıkça, yaşam boyu sürecek en duygusal m esajları da birlikte taşır; bir insan yaşam ının alacağı yönü belirleyen derslerdir bunlar. A ile yaşam ı, bize ilk duygusal dersleri veren okuldur; yakın ilişkilerin bu potasında, kendim izi nasıl göreceğim izi ve başkalarının bizim hislerim ize ne şekilde tepki vereceğini; bu hisler hakkında nasıl düşünm em iz gerektiğini ve tepki verirken ne gibi seçeneklerim iz olduğunu; um utları ve korkuları nasıl okuyup ifade edeceğim izi öğreniriz. Bu duygusal dersler sadece anne-babanın çocuklarına doğrudan söy­ ledikleri ve yaptıklarıyla değil, kendi hislerini idare edişleriyle ve aralarındaki etkileşim m odeliyle de verilir. Bazı anne-babalar üstün yetenekli duygusal öğretm enlerdir, bazıları ise gaddardır. Anne-babaların çocuklarına davranış tarzının -k a tı disiplinle mi yoksa em patik anlayışla mı, um ursam adan mı yoksa sıcak davrana­ rak m ı- çocuğun duygusal yaşam ı açısından derin ve kalıcı sonuçları olduğunu gösteren yüzlerce araştırm a vardır. Yine de, duygusal zekâya sahip anne-babaların varlığının çocuk için başlı başına büyük yararları olduğunu gösteren som ut bulgular ancak son zam anlarda elde edilmiştir. Çocuklarıyla doğrudan ilişkilerinin yanı sıra, bir karıkocanın kendi aralarında hisleriyle nasıl baş ettikleri de, ailedeki eh ince duygusal alışverişleri bile gözden kaçırm ayacak kadar akıllı öğrenciler olan çocuklara çok etkili dersler verir. Carole H ooven ve John G ottm an’ın W ashington Ü niversitesi’nde yönettikleri ekipler, eşlerin çocuklarıyla ilgilenme tarzları konusundaki etkileşim lerinin m ikroanalizini yaptıklarında, evliliklerinde duygusal açıdan daha yeterli olan çiftlerin, çocuklarının duygusal iniş çıkışlarına yardım cı olm akta daha etkili olduklarını bulgulam ışlardır.2 Aileler ilk kez çocuklarından biri beş yaşındayken, sonra da aynı çocuk dokuz yaşına geldiğinde görülüyordu. A raştırm a grubu, annebabaları birbiriyle konuşurken gözlem lem enin yanı sıra, (L eslie’ninkiler de dahil olm ak üzere) anne ya da babaların küçük çocuklarına yeni bir video oyununu çalıştırm aları için nasıl yardım cı olduklarını da izliyordu. İlk bakışta fazla bir etkisi yokm uş gibi gözüken bu 252

etkileşim , anne-baba ve çocuk arasındaki duygusal akım lar hakkında oldukça anlamlı bilgiler veriyordu. Bazı anne-babalar Ann ve Cari gibiydi; dayatm acı, çocuklarının beceriksizlikleri karşısında sabrını yitiren, tiksinircesine ya da çile­ den çıkmış bir tonda sesini yükselten, hatta bazen “aptal” diyerek çocuklarını konuşturm ayan, kısacası evlilikleri yiyip bitiren aynı aşağılam a ve tiksinti eğilim lerine kapılan kişilerdi. Bunun yanı sıra çocuklarının hatalarına karşı sabırlı, isteklerini dayatm ak yerine çocuğun oyunu kendi kendine keşfetm esine izin verenler de vardı. Video oyunu sahnesi, anne-babanın duygusal üslubunu ortaya koyan şaşırtıcı derecede isabetli bir barom etreydi. Duygusal açıdan yetersiz ebeveynlik tarzları arasında en sık rast- 1 lanan şu üçüydü: • Hisleri tamamen g öz ardı etmek. Bu tür anne-babalar çocuklarının duygusal sıkıntılarını ıvır zıvır ya da dert kaynağı olarak değerlendirerek, kendiliğinden geçm esini beklem eleri gerektiğine inanırlar. Duygusal anları, çocuğa yakınlaşm ak ya da onun duygusal yeterlilik konusunda bir şeyler öğrenm esine yardım cı olm ak için bir fırsat olarak kullanm ayı beceremezler. • Fazlasıyla serbest bırakmak. B u tür anne-babalar çocuğun ne hissettiğinin farkındadırlar, ancak çocuk içindeki duygusal fırtınayla nasıl baş ederse etsin -h atta, isterse başka birine v u rsun- yaptığı hiçbir şeye karışmazlar. Çocuğun hislerini göz ardı eden tiplerde olduğu gibi, bu anne-babalar da çocuklarına alternatif bir duygu­ sal tepki öğretm eye ender olarak kalkışırlar. Tüm rahatsızlıklarını yatıştırm aya çalışırlar ve örneğin, üzüntüsünü ya da öfkesini geçir­ m ek için pazarlığa ya da rüşvete başvururlar, • Çocuğu aşağılayıp hislerine saygı göstermemek. Bu tür annebabalar genellikle çocuğun hiçbir yaptığını onaylamaz, sert bir şekilde eleştirir ve cezalandırırlar. Örneğin, çocuğun öfkesini belli etm esine hiçbir şekilde izin verm eyip en ufak bir huysuzluk belirtişinde bile cezalandırm aya yönelirler. Bunlar, çocuk bir şeyi kendi açısından anlatm aya başladığı zam an, “Sakın bana karşılık verm e!” diye öfkeyle bağıran anne-babalardır. 253

bi* ue, çocuğun sıkıntısını vesile ederek, duygusal anlam da akıl hocası gibi davranan anne-babalar vardır. Çocuklarının hislerini, neden huzursuz olduklarını iyice anlam aya çalışacak kadar cid­ diye alıp (“Tom m y’ye seni kırdığı için m i kızgınsın?”) kendisini yatıştıracak olumlu yollar bulm asına yardım cı olurlar (“Ona vurmak yerine, bir oyuncak bulup tekrar onunla oynam ak isteyinceye kadar kendi başına oynasan?”). A nne-babaların bu tarzda etkili antrenörler olabilmesi için, önce kendi duygusal zekâlarının basit tem ellerini çok iyi kavram aları ge­ rekir. Örneğin, b ir çocuk için tem el duygusal derslerden biri, hisle­ rin birbirinden nasıl ayırt edileceğidir; sözgelim i, kendi üzüntüsünü yeterince anlayam ayan bir baba, bir kaybın ardından kederlenmek, acıklı bir film izlerken hüzünlenm ek ve değer verdiği birine kötü bir şey olduğunda üzülm ek gibi duyguları oğlunun ayırt etmesine yardım cı olamaz. Bu ayırt etme olgusunun ötesinde, örneğin öfke­ nin çoğu zam an ilk önce bir kırgınlıktan kaynaklanm ası gibi, daha karm aşık içgöriiler vardır. Ç ocuklar büyüdükçe, alm aya hazır oldukları ve ihtiyaç duyduklan belirli duygusal derslerde bir değişm e olur. 7. K ısım ’da gördüğümüz gibi, em pati dersleri, anne-babanın yavrularının hisleriyl© ahenk kurm asıyla birlikte bebeklikte başlar. Bazı duygusal beceriler yıllar geçtikçe arkadaşlıklarla bilense de, duygusal açıdan yeterli olan anne-babalar, çocuklarının duygusal zekânın şu temel unsurlarını tek tek öğrenm elerine çok yardım cı olabilirler: D uygularının farkına varıp idare edebilm ek, kontrol altında tutabilmek; em pati gösterebil­ m ek; ve ilişkilerinde ortaya çıkacak hislerle baş edebilmek. Bu tür ebeveynliğin çocuklar üzerindeki etkisi olağanüstü kapsamlıdır.3 W ashington Ü niversitesi’nden bir araştırm a ekibi, İtiş­ leriyle yeterince başa çıkam ayanlara kıyasla, duygusal becerileri gelişmiş olan anne-babaların çocuklarının -tah m in edileceği gibi— onlarla daha iyi geçindiklerini, onlara daha fazla sevgi gösterdikleri­ ni ve onların yakım ndayken daha az gergin olduklarını bulgulamıştır. Bunun da ötesinde, bu çocuklar kendi duygularıyla da daha iyi başa çıkabilir, huzursuz olduklarında kendilerini daha etkili bir şekilde yatıştırır ve daha ender huzursuz olurlar. Ayrıca, bu çocuklar biyolo­ j i k açıdan daha az gergindirler; çünkü stres horm onlarının ve duygu­ 254

sal uyarılm anın diğer fizyolojik belirtileri de daha düşük düzeydedir (bu m odel, yaşam boyu sürdürülebilirse, 11. K ısım ’da gördüğümüz gibi daha iyi bir fiziksel sağlığın da habercisi olabilir). Diğer üs­ tünlükleri sosyal niteliklidir: Bu çocuklar arkadaşları arasında daha popülerdir, daha çok sevilirler ve öğretmenleri onları sosyal açıdan daha yetenekli bulur. Ebeveynleri ve öğretm enleri, bu çocuklarda ka­ balık ya da saldırganlık gibi davranış sorunlarına daha ender rastlar. Son olarak da bilişsel yararları vardır; bu çocuklar, daha iyi dikkat gösterebildikleri için daha etkili öğrencilerdir. Anne-babaları daha iyi antrenörlük yapan beş yaşındaki çocukların, üçüncü sınıfa geç­ tiklerinde, m atem atik ve okumada, aynı İQ ’ya sahip arkadaşlarına göre daha yüksek başarı puanları elde ettikleri görülür (bu da çocuk­ ların hayata olduğu kadar öğrenm eye de hazırlanm alarına yardımcı olm ak için onlara duygusal becerileri öğretm enin yararını gösteren sağlam bir gerekçedir). Duygusal beceriler açısından ustalaşmış olan anne-babaların çocuklarının kazanım ı, duygusal zekâ yelpazesinin tam am ını kapsayan ve aşan bir dizi şaşırtıcı üstünlüktür.

KALPTEN BAŞLAMAK A nne-babanın duygusal yeterlilik üzerindeki etkisi beşikte baş­ lar. Tanınmış H arvardlı pedagog T. Berry Brazelton, bebeğin hayata karşı temel tavrını teşhis için basit bir test kullanıyor. Sekiz aylık bir bebeğe iki küp verip bunları nasıl yan yana getirmesini istediğini gösteriyor. H ayata um utla bakan, yeteneklerine güvenen bebek, Brazelton’a göre; bir küpü alıp ağzına götürür, saçm a sürer, m asanın kenarından aşağı iter, yerden alıp tekrar kendisine verip verm eyeceğinizi izlen Alıp verirseniz, ondan istediğiniz işi tam am lar, yani küpleri bir araya getirir. Sonra da size beklenti dolu parıldayan gözlerle, “H adi bana ne kadar harika olduğum u söyle!” dercesine bakar.4

Bu tür bebekler hayatlarındaki yetişkinlerden yeterli ölçüde onay ve teşvik alm ışlardır; hayatın küçük zorlukları karşısında, başarılı olmayı beklerler. Buna karşılık kasvetli, düzensiz ya da ihm alkâr ailelerin çocuklan, bu basit işi yaparken zaten başarısız olmayı bek­ 255

lediklerini belli ederler. Sorun, bu çocukların küpleri bir araya g e ­ tirmemeleri değildir; talim atı anlarlar ve buna uym ak için gereken koordinasyona da sahiptirler. A ncak B razelton’a göre, işi yaptıkla­ rında bile, “Bende iş yok. Bak, becerem edim işte,” der gibi “süklüm -püklüm ” bir tavır sergilerler. Böylesi çocukların yaşam boyu teslimiyetçi bir tavır sergileyerek öğretm enlerinden hiçbir teşvik ya da ilgi beklem eden okulu tatsız bulmaları belki de sonunda okulu bırakm aları olasıdır. Bu iki bakış açısı -kertdine güvenen iyim ser çocuklarla, başansız olmayı bekleyenler- arasındaki fark hayatın ilk yıllarında şekillen­ meye başlar. B razelton’a göre, anne-babaların çocuklarının hayatta başarılı olm alarına yardım edebilm ek için, “davranışlarının çocukta güven, merak, öğrenm e zevki ve bir sınır kavram ının oluşm asında etkili olduğunu anlamaları gerekir.” B razelton’un önerisi, okul ba­ şarısının çocuk okula girm eden önceki yıllarda oluşm uş duygusal özelliklere şaşırtıcı ölçüde dayandığını gösteren bir bulgu birikim ine dayanıyor. 6. K ısım ’da gördüğüm üz gibi, dört yaşındaki çocukların kendilerine sunulan bir lokum u hem en kapıp ağzına atm a dürtüsünü kontrol yeteneği, on dört yıl sonra aldıkları SAT sonuçlarında 210 puanlık bir üstünlüğe sahip olacaklarının habercisiydi. Bu yetenek okul yılları boyunca oluşm aya devam etse de, duy­ gusal zekânın öğelerini oluşturm ak için ilk fırsat, en erken yıllarda ortaya çıkar. Çocukların sonradan edinecekleri duygusal beceriler, ilk yıllarda edindiklerinin üzerinde oluşur. 6. K ısım ’da gördüğüm üz gibi, öğrenilen her şeyin ana tem elini oluşturur. Ulusal K linik Bebek Program ları M erkezı’nin bir raporu, çocuğun okulda göstereceği ba­ şarıyı tahmin ederken belirleyici olanın bilgi dağarcığı ya da okuma yeteneğinin erken gelişm esinden çok, duygusal ve sosyal ölçüm le­ ri olduğunu gösteriyor. K endinden em in olması ve ilgi göstermesi; kendisinden nasıl bir davranış beklenildiğini ve yanlış davranm a dürtüsüne nasıl hâkim olacağını bilm esi; bekleyebilm esi, verilen ta­ limata uyabilm esi ve öğretm enlerinden yardım isteyebilm esi; diğer çocuklarla iyi geçinirken ihtiyaçlarını da ifade edebilm esi.5 Rapora göre, okulda başarısız olan çocukların hemen hem en tümü (ayrıca öğrenm e güçlüğü gibi bilişsel zorlukları olsa da, olmasa da) duygusal zekânın bu öğelerinden bir ya da birkaçından yoksundur. 256

Bu soran küçüm senem eyecek kadar büyüktür; bazı eyaletlerde beş çocuktan biri ilk sınıfı tekrar etm ek zorunda kalıyor ve yıllar ge­ çip arkadaşlarından geri kaldıkça, cesareti daha da kırılıp küskün ve huysuz oluyor. Bir çocuğun okula hazır olması, tüm bilgilerin aslı olan, nasıl öğreneceğine bağlıdır. Raporda, bu çok önem li yeteneğin, her biri duygusal zekâyla ilgili olan yedi anahtar öğesi sıralanm aktadır:6 1. Güven. Kişinin kendi bedeni, davranışı ve dünyası üzerinde bir,denetim ve egem enlik kurduğunu bilm esi; çocuğun, başarı ola­ sılığının daha yüksek olduğuna ve yetişkinlerin kendisine yardımcı olacağına inancı. 2. Merak. B ir şeyleri keşfetm enin olumlu ve key if veren bir de­ neyim olduğu hissi. 3. Am aç gülm e. Bir etki yaratm a arzusu ve yeteneğiyle birlikte, bunu hayata geçirm ek için sebat etme. Bu, etkililik ve yeterlilik İliş­ leriyle ilişkilidir. 4. Özdenetim. Yaşına uygun bir biçim de kendi hareketlerini ayar­ layıp kontrol edebilm e; içsel bir deneyim hissi. 5. İlişki kurabilme. D iğerleri tarafından anlaşıldığı ve diğerlerini anladığını hissederek başkalarıyla tem asa geçebilme. 6. İletişim yeteneği. Sözel olarak fikir, his ve kavram alışverişin­ de bulunma. 7. İşbirliği yapabilm e. Bir grup faaliyeti içinde, kendi ihtiyaçla­ rıyla başkalarınınkini dengede tutm a yeteneği. Bir çocuğun, anaokulun ilk gününde bu yeteneklerle donanmış olup olm adığı, anne-babasının ve okul öncesi öğretm enlerinin, eğiti­ me onun kafasından başlam ak yerine ne ölçüde kalbinden başladık­ larına bağlıdır.

DUYGUSAL TEMELLERİ ATMAK İki aylık bir bebeğin sabahın üçünde kalkıp ağlam aya başladı­ ğını düşünelim. A nnesi odasına girer ve yarım saat boyunca bebek annesinin kollarında, halinden hoşnut bir şekilde m em e em erken anne şefkat dolu gözlerle ona bakarak gece yarısı olsa da kendisini 257

görm ekten sevinç duyduğunu gösterir. Bebek, annesinin sevgisiyle rahatlam ış olarak yeniden uykuya dalar. G ecenin tam ortasında ağlayarak uyanan bir başka iki aylık be­ bek düşünelim ; ancak annesi, kocasıyla bir kavganın ardından biraz önce uykuya dalmış olduğundan, gergin ve sinirli bir halde onu bir hışım kaldırıp, “ Sus, tam am mı? B ir zırıltıya daha katlanamam! Hadi gel, bitsin şu iş,” dediği an, gerginliği daha da artar. Bebek sütünü em erken annesi adeta taş gibidir ve ona değil uzaklara bakarak koca­ sıyla kavgasını zihninden geçirir, düşündükçe de huzursuzluğu gitgi­ de artar. Gerginliği hisseden bebek kıpırdanm aya, kendini kasm aya başlar ve em m eyi bırakır. “Tüm istediğin bu mu? İçme o zam an!” diye söylenen annesi,, aynı hışım la onu beşiğine koyduğu gibi çıkıp gider ve bebeğini halsiz düşüp yeniden uykuya dalana kadar ağla­ m aya bırakır. Bu iki senaryo, Ulusal K linik Bebek Program ları M erkezi’nin ra­ porunda, sürekli tekrarlanması halinde, bebeğin kendisi ve en yakın ilişkileri hakkında çok farklı duygular edinm esine yol açan etkileşim çeşitlerinin örnekleri olarak verilm iştir.7 Birinci bebek, ihtiyaçlarının insanlar tarafından fark edilebileceğini, onlardan yardım isteyebi­ leceğini ve bu yardım ı sağlam akta etkili olabileceğini öğrenirken; İkincisi, aslında kim senin kendisini um ursam adığını, insanlara gü­ venilem eyeceğini ve teselli bulm a çabalarının sonuçsuz kalacağını keşfeder. K uşkusuz çoğu bebek, her iki çeşit etkileşim i de en azın­ dan tadar. A ncak zam an içinde anne-babanın çocuğa davranışında bu tarzlardan biri ya da diğeri baskın hale geldikçe, çocuk dünyada kendisini ne kadar güvenli, ne kadar etkili hissedebileceği ve başka­ larına ne kadar güvenebileceği gibi konularda temel duygusal ders­ leri alm ış olur. Erik Erikson, bunu çocuğun “temel bir güven” ya da tem el bir güvensizlik hissetm esi şeklinde ifade etmiştir. Bu tür duygusal dersler hayatın ilk anlarında başlayıp çocukluk yılları boyunca sürer. A nne-baba ve çocuk arasındaki tüm küçük etkileşim lerin bir duygusal altyazısı vardır ve bu m esajların yıllar içinde tekrarlanm ası sürecinde çocuklar duygusal tavırlarının ve y e­ teneklerinin özünü oluştururlar. Küçük bir kız bir yap-boz oyununda zorlanıp başı m eşgul olan annesinden yardım istediğinde, annenin bu istek karşısında açık bir hoşnutluk göstermesi bir m esaj, kısa ve 258

sertçe “Şimdi beni m eşgul etme, önemli işlerim var” demesi ise bam ­ başka bir mesajdır. Anne ve çocuk arasında bu tür tem aslar olağan­ laştığında, çocuğun ilişkilerden duygusal beklentileri oluşur; ortaya çıkan tavırlar çocuğun hayatın herhangi b ir alanında yaptığı şeyleri iyi ya da kötü etkileyecektir. Ebeveynleri oldukça yetersiz, olgunlaşm am ış, uyuşturucu bağım ­ lısı, depresif ya da kronik öfkeli olan veya sadece am açsız ve kargaşa içinde yaşayan çocuklar en büyük riskle karşı karşıyadır. Bu annebabaların bebeğin duygusal ihtiyaçlarına uyum göstermek bir yana, yeterli ilgi gösterm eleri bile pek olası değildir. Çalışmaların bulgula­ rına göre, basit ihm alcilik, açıkça kötü m uam eleden daha fazla zarar verebilir.8 Kötü m uam ele gören çocuklar üzerinde yapılan bir araştır­ m ada, en kötü durum da bulunanların ihmal edilmiş çocuklar olduğu ortaya çıkmıştı: En kaygılı, en dikkatsiz, en tepkisiz ve saldırganlık­ la içine kapanm a arasında en sık gidip gelenler, bu çocuklardı. Bu grupta ilkokul birinci sınıfta kalanların oranı yüzde 6 5 ’ti. Yaşamın ilk üç-dört yılı, bebeğin beyninin' tam gelişmiş ölçüsü­ nün üçte ikisine kadar büyüdüğü ve karm aşıklığının daha sonra hiç erişem eyeceği bir hızla geliştiği bir zamandır. Bu dönem de temel nitelikteki dersler daha sonraki dönem lere kıyasla daha kolay öğ­ renilir. Duygusal dersler, bunların en önde gelenidir. Bu dönemde yoğun stres beynin öğrenm e m erkezine (dolayısıyla zekâya da) zarar verebilir. İleride göreceğim iz gibi, yaşam ın sonraki dönemlerinde bu bir derece telafi edilebilse de, yaşam ın erken döneminde öğre­ nilenlerin etkisi devam eder. H ayatın ilk dört yılının temel duygusal dersini özetleyen bir raporda belirtildiği gibi, bunun kalıcı sonuçları çok büyüktür: D ikkatini toplayam ayan, insanlara güvenm ek yerine kuşkuyla bakan, iyim ser olm ak yerine kederli ya da öfkeli, saygılı olm ak yerine yıkıcı, kaygılar içinde boğulan, korkutucu hayallere saplanıp kalan ve genelde kendini m utsuz hisseden b ir çocuk; (...) dünyaya sunduğu olanaklara sahip çıkm ak açısından, başkalarıyla eşit fırsat b ir yana, aslında pek az fırsata sahiptir.9

259

ZORBA NASIL YETİŞİR Duygusal anlam da yetersiz bir ebeveynliğin yaşam boyu süren etkileri, özellikle de çocukları saldırganlaştırm aktaki rolü hakkında, New York eyaletinin yukarı bölgelerinden 870 çocuğun sekiz yaşın­ dan otuz yaşlarına kadar takip edildiği uzun süreli araştırm alardan birçok şey öğrenilebilir.10 Çocuklar arasında en kavgacı tiplerin, yani en kolay kavga başlatan ve istediğini elde etm ek için genelde kaba kuvvet kullananların okulu yarım bırakm ası ve otuz yaşlarına geldi­ ğinde şiddet suçlarından tescilli bulunm ası olasılığının çok yüksek olduğu saptanmıştır. Üstelik bu şiddet eğilim ini sonraki kuşaklara da aktardıkları anlaşılıyordu: İlkokuldaki çocukları, aynen kendileri gibi sorun yaratıyordu. Şiddetin kuşaktan kuşağa aktarılışm dan öğrenilecek bir ders var­ dır. Bütüıı kalıtımsal eğilim ler bir yana, sorun yaratan çocuklar yetiş­ kinlik dönem lerinde aile hayatım bir saldırganlık okuluna çevirirler. Bu sorunlu kişiler, çocukluklarında ebeveynlerinin keyfi ve insafsız bir şiddetle uyguladıkları terbiyeyi, kendileri anne-baba oldukların­ da da aynen tekrarlar. Çocukluklarında annelerinin mi, yoksa baba­ larının mı aşırı saldırgan olarak tanım landığı hiç önemli değildir. Küçükken öfkeli olan kızlar anne olduklarında, öfkeli erkek çocuk­ lar ise baba olduklarında, aynı şekilde keyfi ve sert davranırlar. Bu anne-babalar, çocuklarını aşırı bir şiddetle cezalandırm anın yanı sıra, onların hayatlarıyla çok az ilgilenir, hatta sonuçta çoğu zam an onları göz ardı eder. Aynı zamanda, yine bu anne-babaların sunduğu canlı ve şiddetli saldırganlık modeli, çocukları tarafından önce okula ve oyun alanına taşınır, sonra da yaşam boyu izlenir. Bu tür ebeveynler m utlaka kötü ruhlu ya da çocuklarının iyiliğini istem eyen insanlar değildir; sadece, kendi anne-babalarının örnek olduğu ebeveynlik tarzını yinelerler. Bu şiddet m odelinde, çocuklara keyfi bir terbiye verildiğini gö­ rüyoruz. A nne-babaları kendini kötü hissettiğinde çocuklar ciddi bi­ çimde cezalandırılır, iyi hissettiğinde ise evin altım üstüne getirseler bile yakayı sıyırabilirler. Yani ceza, çocuğun ne yapm ış olduğuyla değil, ebeveynin kendini nasıl hissettiğiyle ilintilidir. Bu, çocuğa kendini değersiz ve çaresiz hissettirm enin ve tehlikenin her an, her 260

yerden karşısına çıkabileceği hissini aşılam anın reçetesidir. Buna yol açan ev hayatının ışığında bakıldığında, bu çocukların hayata karşı -n e yazık k i- kavgacı ve küstah tavırları, belli bir anlam kazanır. İnsanın um udunu kıran, bu moral bozucu derslerin ne kadar erken öğrenilebildiği ve çocuğun duygusal yaşam ı açısından ne kadar va­ him bir bedeli olabildiğidir.

KÖTÜ MUAMELE: EMPATİNİN TÜKENİŞİ K reşin hercüm erci içinde, iki buçuk yaşındaki M artin küçük b ir kıza hafifçe çarpınca, kız nedensiz yere ağlam aya başlar. M artin kızın eline uzanır, ancak kız hıçkırarak uzaklaşınca, M artin de onun kolunu patpatlar. Kızın gözyaşları akm aya devam ettikçe, M artin yüzünü başka yöne çevirir, h er seferinde daha hızlı ve yüksek b ir sesle, “Kes! K e sl” diye tekrar tekrar bağırır. M artin b ir kez daha teselli am acıyla kızı patpatlam aya çalıştığında, öteki yine karşı koyar. Bu sefer M artin hıçkıran kıza tıslayarak, hırlayan bir köpek gibi dişlerini gösterir. A rdından M artin bir kez daha teselli etm ek için ağlayan kızı patpatlam aya başlar, ancak bu dokunm alar b ir anda yum ruklam aya dönüşür ve M artin zavallı küçük kızın çığlıklarına karşın vurm aya devam eder.

İnsanı rahatsız eden bu sahne, kötü m uam elenin -ebeveynin ruh haline göre tekrar tekrar dövülm enin- çocuğun em patiye karşı doğal eğilimini nasıl çarpıttığına tanıklık ediyor." O yun arkadaşının sıkın­ ası karşısında M artin’in verdiği garip ve neredeyse vahşi tepki, onun gibi bebekliğinden beri dayağa ve başka tür fiziksel tacizlere maruz kalmış çocuklara özgü bir haldir. Bu tepki, bebeklerin 7. K ısım ’da anlatılan, her zam anki sevecen yaklaşım larının ve ağlayan bir oyun arkadaşını yatıştırm a çabalarının taban tabana zıddıdır. M artin’in kreşte birisinin sıkıntısı karşısında verdiği saldırgan tepki, evde göz­ yaşları ve şiddetli ıstırap konusunda öğrendiği dersleri yansıtıyor olabilir: A ğlam a ilk önce otoriter bir teselli hareketiyle karşılanır, ancak devam ederse tepkiler ters bakışlardan ve azarlardan, vurmaya ve resm en dövm eye kadar uzanır. M artin’in belki de insanı en çok tedirgin eden sorunu, en ilkel em pati türü olan, incinmiş birine kar­ 261

şı saldırıyı kesm e güdüsünden yoksun olmasıdır. Daha iki yaşında, zalim ve sadist bir zorbanın ahlaki dürtülerinin ilk belirtilerini gös­ termektedir. M artin’in em patinin yerine haince davranışlar koyması, onun gibi duyarlı bir yaşta evdeki yoğun fiziksel ve duygusal tacizden ze­ delenm iş olan çocuklara özgüdür. M artin, kreşte iki saatlik bir göz­ lem sonucu, bir-üç yaş arasındaki bu tür dokuz çocuğu saptayarak oluşturulan grubun bir üyesiydi. Kötü m uam elenin kurbanı olan bu çocuklar, yine stres düzeyinin yüksek olduğu evlerden gelen, ancak kötü m uam ele görm em iş çocuklarla karşılaştırıldı. B ir diğer çocuğun canı yandığında veya sıkıntısı olduğunda, bu iki grubun verdiği tep­ kiler arasındaki farklar çarpıcıydı. Bu tür 23 olayda kötü muamele görm em iş dokuz çocuktan beşi, yakınlarındaki sıkıntı çeken bir ço­ cuğa ilgi, üzüntü ve em patik bir tepkiyle yaklaşm ışlardı. A ncak kötü m uam ele görm üş çocukların aynı şeyi yapabilecekleri 27 olayda, hiçbiri en ufak bir ilgi gösterm emişti; tam tersine, ağlayan bir çocu­ ğa korkulu, öfkeli ifadelerle, ya da M artin gibi fiziksel bir saldırıyla tepki vermişlerdi. Örneğin, kötü m uam ele kurbanı küçük bir kız gözyaşlarına bo­ ğulm uş bir diğerine yırtıcı ve tehditkâr bir yüz ifadesi göstermişti. Yine kötü m uam ele görmüş olan bir yaşındaki Thom as, odanın karşı tarafında bir çocuğun ağladığını duyduğunda korkudan donmuştu; sanki kendisini bir saldırıya hazırlam asına yüzü korku dolu, sırtı dimdik, kıpırdam adan oturm uş, ağlam a devam ettikçe gerginliği de artmıştı. Yine kötü m uam ele görm üş çocuklardan 28 aylık K ate ise neredeyse sadistti: K endinden daha küçük olan Joey’i tekm eleyerek yere yapıştırm ış, o yerde öylece yatarken şefkatle bakarak sırtını ha­ fifçe patpatlam aya başlam ıştı; ancak bu hareket, bebeğin ıstırabına hiç aldırm aksızın sert darbelere dönüşm üştü. Bebek, em ekleyerek uzaklaşana kadar vurup durmuş, hatta üstüne doğra eğilip altı-yedi yum ruk daha sallamıştı. Elbette ki, bu çocuklar başkalarına kendilerine davranıldığı gibi davranıyorlardı. Kötü m uam eleye uğram ış bu çocukların duyarsızlı­ ğı, ebeveynleri eleştirici, tehditkâr olan ve cezalandırırken sert dav­ ranan çocuklarda görülen tavrın sadece daha aşırı bir örneğidir. Bu tür çocuklar da oyun arkadaşlarının canı yandığında veya ağladığın­ 262

da ilgi gösterm ezler; kötü m uam ele kurbanı çocukların vahşetiyle en uç noktasına varan bir duyarsızlığın diğer ucunu temsil ederler. Yaşamları boyunca da bu gruptaki çocukların öğrenme sırasında bilişsel zorluklar yaşam aları, saldırganca davranm aları ve arkadaş çevresinde tutulm am aları, (okul öncesinde sergiledikleri zorbalığın geleceğin habercisi olması pek şaşırtıcı sayılmaz) depresyona yatkın olmaları, yetişkin kişiler olarak da başlarının yasalarla derde girmesi ve daha fazla şiddet suçu işlemeleri, daha olanaklıdır.12 Bu empati yoksunluğu her zam an olmasa da bazen kuşaklar bo­ yunca tekrarlanır; yani çocukluklarında kendi anne-babalarının zul­ m üne uğramış zalim anne babalar ortaya çıkar.13 Bu durum; terbiye verirken başkalarına ilgi gösterm eye ve kötü davranışların diğer ço­ cuklarda nasıl bir his uyandırdığını anlam aya teşvik eden ebevenylerin çocuklarında görülen olağan em patiyle çarpıcı bir tezat oluştur­ maktadır. Bu tür empati derslerinden yoksun olan çocukların, bunu hiç öğrenem edikleri görülür. K ötü m uam ele gören bebeklerin belki de en üzücü yönü, ken­ dilerine bu tür m uam ele gösteren anne-babalarının birer m inyatür kopyası olarak davranm ayı ne kadar erken zam anda öğrenmiş ol­ duklarıdır. B azen yem ek yer gibi, günde üç vakit dayak yedikleri düşünülürse, aldıkları duygusal dersler apaçıktır. Unutm ayalım ki, tutkuların alevlendiği veya bir krizin tepem ize çöktüğü anlarda bey­ nin lim bik m erkezlerinin ilkel eğilim leri daha baskın bir rol oynar. Bu tür anlarda, duygusal beynin tekrar tekrar öğrendiği iyi ya da kötü alışkanlıklar da, baskın hale gelir. Beynin kendisinin zulüm - y a da sev g i- tarafından nasıl biçimlendirildiğini görürsek, çocukluğun duygusal eğitim için nasıl özel bir fırsat penceresi açtığını anlarız. Dövülen çocuklar erken bir çağ­ da, düzenli bir travma rejim ine sokulmuşlardır. Bu tür kötü m ua­ meleye m aruz kalm ış çocukların gördüğü duygusal dersleri anlam ak için belki de en açıklayıcı paradigm a, travm anın beyinde nasıl kalıcı bir iz bıraktığını ve bu vahşet izlerinin bile onarılabileceğini görebil­ m ekte yatar.

263

13 Travma ve Yeniden Alınan Duygusal Dersler

K am boçyalı bir kadın m ülteci olan Som Çit, üç oğlu kendilerine oyuncak AK-47 modeli tüfek almasını isteyince şöyle bir durakla­ mıştı. Altı, dokuz ve on bir yaşındaki oğulları, bu oyuncak silahları okulda bazı çocukların oynadığı, Purdy diye bir oyunu oynayabil­ mek için istiyorlardı. Oyunda, kötü adam Purdy yarı otom atik bir tüfek kullanarak bir grup çocuğu katlettikten sonra silahı kendisine doğrultuyordu. Ancak bazen çocuklar oyunu farklı bir şekilde sonuç­ landırarak, Purdy’yi kendileri öldürüyordu. Purdy oyunu, 17 Şubat 1989’da C alifom ia’m n Stockton kasaba­ sındaki Cleveland İlkokulu’nda yaşanan feci olayların, sağ kurtulan bazı çocuklar tarafından yeniden canlandırılm asından ibaretti. O gün okulun birinci, ikinci ve üçüncü sınıfları sabahın geç saatlerindeki bir teneffüse çıktıklarında yirmi yıl kadar önce kendisi de bu ilkokulda okumuş olan Patrick Purdy, oyun alanının kenarından, oyun oynayan yüzlerce çocuğun üzerine ateş açarak 7.22 m m ’lik kurşunlar yağ­ dırmıştı. Yedi dakika boyunca oyun alanım tarayan Purdy, sonunda kendini vurm uştu. Polis yetiştiğinde, ölm ek üzere olan beş çocukla yirmi dokuz yaralı bulmuştu. Bunu takip eden aylarda Purdy oyununun Cleveland İlkoku­ lu ’ndaki kız ve erkek çocuklar arasında kendiliğinden ortaya çık­ ması, o yedi dakikanın ve sonrasının çocukların belleğine kazınmış olduğunun bir sürü işaretinden biriydi. Pasifik Üniversitesi yakın­ larındaki benim büyüdüğüm m ahalleden bisikletle kısa bir m esafe­ de olan okulu ziyarete gittiğimde, Purdy’nin o teneffüs dakikalarını kâbusa dönüştürm esinin ardından beş ay geçmişti. Yaylım ateşinden geride kalan tüyler ürpertici izlerin en korkunçları - a rı kovanı gibi kurşun delikleri, kan gölleri, et, deri, kafatası p a rç a la n - hemen ertesi

İM

sabah silinm iş ve üstleri boyanmış da olsa, P urdy’nin varlığı kendini hissettiriyordu. Cleveland İlkokulu’ndaki en derin yaralar binalarda değil, her za­ manki gibi hayatı sürdürm eye çalışan çocukların ve okul personeli­ nin ruhlarında açılm ıştı.1Belki de en çarpıcı olanı, o birkaç dakikanın anısının, olayla en az bağlantısı olan küçücük ayrıntılardan yola çı­ karak tekrar tekrar canlanabilm esiydi. Ö rneğin, bir öğretm enin bana söylediğine göre, A ziz Patrick G ünü’nün* yaklaştığının duyurulm ası üzerine, tüm öğrenciler korkuyla ürperm işti; çünkü bazı çocuklar, her nedense bunun katil Patrick P urdy’yi anm a günü olduğu fikrine kapılmışlardı. Başka bir hoca ise, “N e zam an caddenin sonundaki dinlenme evi­ ne doğru giden bir am bulans sireni duyulsa, hayat duruyor,” diyordu. “Çocukların hepsi am bulansın burada m ı duracağım, yoksa devam mı edeceğini anlam ak için kulak kabartıyorlar.” Birkaç hafta boyun­ ca, birçok çocuk tuvaletlerdeki aynaları gördükçe dehşete kapılmıştı çünkü “kanlı Bakire M eryem ” adlı bir fantezi ürünü canavarın ora­ larda gizli gizli dolaştığı dedikodusu yayılm ıştı. Hatta ateş açıldıktan haftalar sonra, bir kız çocuk çılgın gibi okul müdürü Pat B usher’ın yanına gelerek, “ Silah sesleri duyuyorum! Silah sesleri duyuyorum !” diye bağırm aya başlam ıştı. Aslında ses, bir oyun direğinden sallanan zincirden geliyordu. Sanki bu terörün tekrarlanm a olasılığına karşı tetikte olmak is­ tercesine, birçok çocuk sürekli olarak aşırı bir ihtiyat gösterm eye başlam ıştı; bazı erkek ve kız çocukları, katliam ın m eydana geldiği alana çıkm aya cesaret edemiyor, teneffüs sırasında sınıf kapılarının çevresinde dolanıyordu. Diğerleriyse, yalnızca küçük gruplar halin­ de oynayıp, seçtikleri bir çocuğa nöbetçilik yaptırıyordu. B irçoğuy­ sa, aylar boyunca çocukların öldüğü “lanetli” yerlerden geçmekten kaçınmıştı. Anılar, huzur kaçıran rüyalar biçim inde çocukların uyurken sa­ vunm asız kalan zihinlerine girerek, canlı kalm aya devam ediyordu. Yaylım ateşinin bir tür tekrarı niteliğindeki kâbuslar bir yana, ken(*) İrlanda kökenli Amerikalıların da kutladığı, İrlanda’nın hamisi sayılan Aziz P atrick ’in anısına düzenlenen gün (ÇN ).

265

dilerinin de kısa bir süre sonra ölecekleri endişesine kapılan çocuk­ lar kaygı dolu hayaller içinde boğuluyorlardı. Bazı çocuklarsa, rüya görm em ek için gözleri açık uyum ayı deniyorlardı. Tüm bu tepkiler, psikiyatrların çok iyi bildikleri, travm a sonrası stres bozukluğu (post-traum atic stress disorder) ya da PT SD ’nin ana belirtileriydi. PTSD konusunda uzm anlaşm ış bir çocuk psikiyatrı Dr. Spence E th ’e göre, bu tür bir travm anın özünde, “m erkezî şiddet eylem inin zorla araya giren anısı yer alır; son bir yum ruk darbesi; bir bıçağın girişi, bir silahın patlam ası gibi. Bu anılar yoğun algısal deneyim lerdir -tü fe k ateşinin görüntüsü, sesi ve kokusu; kurbanın çığlıkları veya ani sessizliği, kanın sıçram ası; polis sirenleri gibi.” N örologlara göre bu canlı, korkunç anlar, duygusal devrelerin içine kazm an anılara dönüşmektedir. Sonuçta, arazlar aşırı uyarılmış am igdalanın travm atik b ir ânın canlı anılarını harekete geçirip sürek­ li bilinç düzeyine çıkarm asının işaretleridir. D olayısıyla, travmatik anılar da son derece hassas birer zihinsel alarm şalteri haline gelip, korkulan anın tekrarlanabileceğine dair en küçük bir işarette alarm zillerini çaldırm aya hazır olur. Bu hassas şalter olgusu, çocuklukta sürekli kötü m uam eleye m aruz kalm ış olm ak dahil, tüm duygusal travm a çeşitlerinin bir işaretidir. H erhangi bir travm atik olay, am igdalaya bu tarz uyarıcı anıları yerleştirebilir: B ir yangın veya bir araba kazası, deprem veya hortum gibi bir doğal afet yaşam ak, tecavüze uğram ak veya soyulm ak gibi. H er yıl başından bu tür felaketler geçen yüz binlerce insanın birçoğu ya da çoğunluğu, beyne dam gasını vuran türden duygusal yaralar almaktadır. Şiddet eylem leri deprem gibi doğal afetlerden daha çok zarar verir, çünkü doğal.afet kurbanlarının aksine, şiddet kurbanları ken­ dilerinin kötülüğün hedefi olarak bilerek seçildiğine inanırlar. Bu du­ rum insanların güvenilirliği ve kişiler arası dünyanın güvenli olduğu hakkındaki varsayım ları çürütürken, doğal afetlerin neticesinde bu varsayım lar etkilenm ez. B ir an içinde sosyal evren, insanların gü­ venliğinizi tehdit eder hale geldiği tehlikeli bir yer olur. Vahşet kurbanlarının anılarına yerleştirdiği düşünce kalıbı, söz konusu saldırıya en ufak bir benzerlik gösteren her şeye korkuyla tepki verir. Görm ediği bir saldırgan tarafından arkadan kafasına vu­ 266

rulm uş bir adam öylesine korkm uştu ki, yolda yürürken yine kafasına vurulm ayacağından emin olm ak için, sokakta hep yaşlı bir kadının tam önünden yürüyordu.2A sansörde yalnız kaldığı biri tarafından bı­ çak tehdidiyle boş bir kata çıkarılıp gasp edilen bir kadın da, haftalar boyunca sadece asansöre binm ekten değil, m etroya veya kendini tu­ zağa düşm üş gibi hissettiği herhangi kapalı bir yere girmekten kork­ muştu; bankadayken, aynen saldırganın yaptığı gibi elini ceketinin içine sokan birisini gördüğünde, dışarı fırlamıştı. Dehşetin bellekte bıraktığı iz, bunun sonucunda oluşan aşırı ihtiyatlılık, Yahudi soykırım ından sağ kurtulanlar üzerinde yapılan bir araştırm ada da görüldüğü gibi bir öm ür boyu sürebilir. Yarı açlığa, sevdiklerinin katledilm esine ve N azi ölüm kam plarının sürekli terö­ rüne katlandıktan yaklaşık elli yıl sonra bile, akıllarından hiç çıkm a­ yan anılar hâlâ canlıydı. Üçte biri, genelde korku hissettiklerini ifade ediyordu. Dörtte üçüne yakın bir bölüm ü; b ir üniform a görüntüsü, kapının vurulm ası, köpeklerin havlam ası veya bir bacadan duman çıkm ası gibi N azi zulm ünü hatırlatan şeyler karşısında hâlâ kaygıya kapıldıklarını belirtiyordu. Yüzde altmışı, yarım yüzyıl sonrasında bile, neredeyse her gün soykırım ı düşündüklerini söylüyordu. Her on kişiden sekizi, her gece kâbus görüyordu. H ayatta kalan birinin de­ diği gibi, “Eğer Auschvvitz’i yaşam ışsanız ve kâbus görmüyorsanız, normal değilsiniz dem ektir.”

ANILARDA DONUP KALAN DEHŞET Çok uzak topraklarda yaşadığı korkunç andan yirm i dört yıl ka­ dar sonra, kırk sekiz yaşındaki bir Vietnam gazisi şunları anlatıyor: Z ihnim den o anıları çıkaram ıyorum ! B ir kapının çarpılm ası, A syalı b ir kadının görüntüsü, bam budan b ir döşeğin tem ası veya tavada dom uz eti kızartm ası gibi en ilgisiz şeylerle, o görüntüler tüm canlılığıyla kafam a doluşuyor. D ün gece yattığım da nasıl olduysa derin bir uykuya dalm ışım . Sabaha karşı bir fırtına çıktı ve gök gürledi. K orkudan donm uş halde anında uyandım . Yine V ietnam ’da, m uson m evsim inin ortasında, nöbet yerim deydim . B ir sonraki yaylım ateşte vurulacağım dan ve öleceğim den em indim . E llerim buz keserken, vücudum dan so ğ u k 'te r boşanıyordu. E nsem deki tüylerin diken diken olduğunu hissediyordum . H ızlı hızlı

267

soluyordum , kalbim güm bür güm bür atıyordu. N em li b ir kükürt kokusu alıyordum . B irden, V ietkonglular tarafından bizim tarafa iade edilen arkadaşım T roy’dan arta kalanları bir bam bu sedyenin üstünde gördüm . B ir sonraki şim şek ve gökgürültüsii beni yerim den öyle bir sıçrattı ki, yataktan yere düştüm .5

Yirmi yıldan eski olm asına rağm en, hâlâ tüm ayrıntılarıyla can­ lı kalan o korkunç anı; bu savaş gazisine o m eşum günde yaşadığı korkuyu aynen hissettirecek kadar güçlüydü. PTSD , sinirsel alarm ayarının tehlikeli bir düzeye düşm esine ve kişinin hayatın sıradan olaylarına bile acil durum varmış gibi tepki gösterm esine yol açar. 2. K ısım ’da anlatılan duygusal korsanlık devresi, bellekte bu denli etkili bir iz kalm asında hayati bir rol oynuyor gibidir: A m igdalanın korsanlığım başlatan olaylar ne kadar zalim ce, şok yaratıcı ve kor­ kunçsa, anısı da o kadar kalıcı olur. Bu anıların sinirsel temelinin, beyin kim yasında tek bir büyük terör anının harekete geçirdiği geniş çaplı bir değişim olduğu görülm ektedir.4 PTSD bulguları genel ola­ rak tek bir olayın etkisine dayansa da, cinsel, fiziksel ya da duygusal tacize uğram ış çocukların durum unda olduğu gibi, yıllar boyunca maruz kalm an zalim liklerin de benzeri etkileri olabilmektedir. Beyindeki bu değişim ler üzerinde en ayrıntılı çalışm a; Vietnam ve diğer savaş gazileri arasında PT S D ’den m uzdarip geniş toplu­ lukları da barındıran A sker Em eklileri D aire’sine bağlı hastaneler­ de üslenm iş araştırm a birim lerinin oluşturduğu bir ağ olan, Travma Sonrası Stres Bozukluğu Ulusal M erkezi’nde yapılm aktadır. Bizim PTSD hakkında bildiklerim izin çoğu, bu durum daki gaziler üzerinde yapılan çalışm âlardan sağlanmıştır. A ncak bu şekilde edinilen içgörüler, Cleveland İlkokulu’ndaki gibi yoğun duygusal travm aya m a­ ruz kalmış çocuklar için de geçerlidir. Dr. Dennis C ham ey’in bana söylediğine göre; “yıkıcı bir trav­ manın kurbanları hiçbir zam an biyolojik bakım dan eskisi gibi ola­ mazlar.”5 Yale’li psikiyatr Chamey, PTSD Ulusal M erkezi’nin klinik nöroloji yöneticisi olarak; “ister silahlı bir çatışm anın, işkencenin ya da çocuklukta tekrar tekrar m aruz kalınm ış kötü m uam elelerin sü­ rekli terörü olsun; ister bir deprem veya bir araba kazasında ölüm den dönmek gibi bir kerelik bir deneyim olsun, hiç fark etm ez,” diyor. “Kontrol edilem eyen her türlü stres aynı biyolojik etkiyi yapabilir.” 268

Burada anahtar sözcük, ‘kontrol edilemeyen 'dir. Eğer insanlar bir felaket karşısında bir şeyler yapabileceklerini, ne kadar küçük çapta olursa olsun bir m iktar denetim gücüne sahip olduklarını hisse­ diyorlarsa, kendini tam am ıyla çaresiz hissedenlere kıyasla duygusal olarak çok daha iyi durumdadırlar. Belirli bir olayı kişisel açıdan başa çıkılamaz hale getiren, çaresizlik öğesidir. M erkezin Klinik Psikofarm akoloji L aboratuarı’nın yöneticisi Dr. John Krystal bana şöyle söylem işti; “D iyelim ki bıçaklı bir saldırı karşısında birisi ken­ dini nasıl koruyacağını biliyor ve buna göre harekete geçiyor, bir diğeriyse aynı durum da ‘Ben öldüm ,’ diye düşünüyor. Sonrasında PTSD oluşum una m araz kalm a olasılığı bulunan kişi, kendini çare­ siz hissedendir. Beyinde değişim in başladığı an, hayatınızın tehlike­ de olduğunu ve bundan kaçabilm ek için yapabileceğiniz hiçbir şeyin olm adığı hissinin oluştuğu andır.” Kobay çiftleri üzerinde yapılm ış düzinelerle çalışmada, çaresizli­ ğin PT S D ’yi başlatan jo k e r olduğu ortaya konulmuştur. H er biri ayrı kafeslerde olan çiftlere h afif -a n c a k b ir farede hayli stres yaratacak derecede—ve aynı yoğunlukta elektrik şoku verilir. Sadece bir farenin kafesinde kol vardır; fare kolu ittiğinde her iki kafese verilen cereyan da kesilmektedir. G ünlerce ve aylarca, her iki fareye de kesinlikle aynı miktarda elektrik şoku verilir. A ncak cereyanı kesm e im kânı­ na sahip olan fare, deneyden kalıcı stres işaretlerine sahip olmadan çıkmıştır. Sadece çaresiz kalan farenin beyninde stresin yol açtığı değişiklikler m eydana gelmiştir.6 Bir okulun oyun alanında vurulan ve yaralarından kanlar akan oyun arkadaşlarının ölmekte olduğunu gören bir çocuğun, ya da gözlerinin önünde cereyan eden bu katli­ amı durduram ayan bir öğretm enin çaresizlik hissi elle dokunulacak kadar som ut olsa gerektir.

LİMBİK BİR BOZUKLUK OLARAK PTSD Kadının yatağından fırlayıp panik içinde bağırarak karanlık evde dört yaşındaki oğlunu aram asına neden olan büyük depremden so n ­ ra aylar geçm işti. B ir kapı kirişinin koruması altında, Los Angeles gecesinin soğuğunda, saatlerce aç, susuz, karanlıkta ayaklarının 269

altındaki yeri birbiri ardına sarsan deprem sonrası şok dalgalarıyla sarsılırken, birbirlerine sokulup beklem işlerdi. Aradan aylar geçm iş­ ti ve olayı takip eden birkaç gün süresince b ir kapının çarpmasıyla korkudan titrem eye başlam asına neden olan sürekli panikten artık büyük ölçüde kurtulm uş bulunuyordu. Devam eden tek belirti, dep­ rem gecesinde olduğu gibi, kocasının yanında olm adığı gecelerde uyuy am am asıydı. Bu tür öğrenilm iş korkuların ana belirtileri, en şiddetli türü olan PTSD dahil, am igdala odaklı lim bik devredeki değişikliklere baka­ rak açıklanabilir.7 Bazı önem li değişiklikler, beynin katekolam inler denen iki m addeyi, yani adrenalin ve noradrenalini salgılamasını dü­ zenleyen bir yapısı olan lokus seruleus’ta gerçekleşir. Bu nörokimyasallar bedeni acil bir durum da harekete geçirirler; aynı katekolam in dalgası, bellekte özellikle güçlü b ir iz bırakır. PTSD durumunda bu sistem hiperaktif bir hale gelerek, tehlikesiz ya da çok az tehlikeli, ancak bir şekilde özgün travm ayı hatırlatan durum lara tepki olarak bu beyin kim yasallarını aşırı büyük dozlar halinde salgılam aya baş­ lar. Cleveland İlkokulu öğrencilerinin, okuldaki silahlı saldırı son­ rasında duyduklarına benzeyen b ir am bulans sirenini işittiklerinde paniğe kapılm aları, bu tür bir durumdur. Lokus seruleus ve am igdala, hipokam pus ve hipotalam us benze­ ri diğer lim bik yapılar gibi, birbirleriyle sıkı bir ilişki içindedirler; katekolam inlerin salgılanm asını sağlayan devreler korteksin içine doğru uzanır. Kaygı, korku, aşırı ihtiyat, kolayca rahatsız olma ve uyanlm a, savaşm aya ya da kaçm aya hazır olma ve bu yoğun duy­ gusal anıların silinm ez kodlarını içeren arazlarının temelinde, bu devrelerdeki değişim in yattığı düşünülm ektedir.8 B ir araştırmada, PT SD ’si olan Vietnam gazilerinin beyinlerinde katekolam in sal­ gısını durduran alıcıların, bu tür arazları olmayan erkeklere oranla yüzde 40 daha az olduğu bulgulanm ıştır; bu da beyinlerinde kalıcı bir değişim in oluşmasıyla, katekolam in salgısı üzerindeki denetimin zayıflamış olduğunu gösterir.9 D iğer değişiklikler ise lim bik beyin ile bedenin salgıladığı ana stres horm onu olan ve acil durum larda savaş ya da kaç tepkisini ha­ rekete geçiren C R F ’nin salgılanm asını düzenleyen hipofiz bezi ara­ sındaki devrede olur. D eğişim , bu horm onun özellikle amigdalada, 270

hipokam pusta ve lokus seruleus’ta fazlasıyla salgılanm asına yol aça­ rak, bedeni gerçekle ilgisi olm ayan bir acil durum a hazırlar.10 Duke Ü niversitesi’nden psikiyatr Dr. Charles N etnerofî bana şöyle söylem işti: “Ç ok fazla CRF, aşırı tepkili olm anıza yol açar. Ör­ neğin PT S D ’si olan bir V ietnam gazisiysen ve alışveriş merkezinin park yerinde bir arabanın egzozu patlarsa, seni ilk geçirdiğin trav­ ma sırasında duyduğun hislerle dolduran şey, C R F’nin salgılanmaya başlamasıdır. Terlem eye, korkm aya başlar, buz keser ve titrediğini hissedersin, gözünde eski sahneler canlanabilir. Fazlasıyla CRF sal­ gılayan kişilerde, irkilm e tepkisi de fazlasıyla aktiftir. Örneğin, her­ hangi birinin arkasına geçip aniden ellerini çırparsan, ilk seferinde irkilerek sıçradığını görürsün, ancak bunu üçüncü veya dördüncü kez tekrarladığında irkilmez. O ysa beyninde çok fazla CRF salgı­ lanan bir kişi buna alışam az; dördüncü çırpm aya da ilkinde olduğu kadar tepki gösterir.” " Üçüncü bir değişiklik küm esi, beynin acı hissini körelten endorfınleri salgılayan opioid sistem inde görülür. Bu da hiperaktif bir hale gelir. B u sinir devresi, bu kez beyin korteksindeki b ir bölgeyle birlik­ te yine am igdalayı içerir. Opioidler, esrar ve onun kim yasal akraba­ ları olan diğer narkotikler gibi kuvvetli uyuşturucu etkisi olan beyin kimyasallarıdır. Beyinlerinde yüksek düzeyde opioid (“beynin kendi m orfini”) salgılanan kişilerin acıya dayanıklılığı artar. Savaş alanın­ daki ağır yaralı askerlerin, çok daha önem siz yaralan olan sivillere kıyasla, acı çekm em ek için daha az dozda morfine ihtiyaç duydukla­ rını saptayan askeri cerrahlar bu etkiyi gözlemlemişlerdir. PT SD ’de de, benzeri bir şey olduğu anlaşılıyor.12 Endorfın deği­ şiklikleri, travm aya yeniden m aruz kalm anın başlattığı sinirsel karı­ şıma yeni bir boyut ekler: Bazı hisler körelir. Bu da, uzun zamandan beri PTSD ’de kaydedilm iş olan bir grup “olum suz” psikolojik belir­ tiyi açıklıyor gibidir: Anhedoni (zevk alamama) ve genel duygusal uyuşukluk, hayattan kopukluk ya da başkalarının ne hissettiğiyle ilgilenm ekten uzak olm ak gibi. Bu durumdaki insanlara yakın olan kişiler, bu kayıtsızlığı empati eksikliği olarak algılayabilirler. Bir di­ ğer olası etki ise, travm atik olayın geçtiği hayati dakikaları, saatleri, hatta günleri bile anım sayam am ayı içeren disosiyasyon, yani zihin­ deki bağlantıların kopm ası halidir. 271

PT SD ’nin yol açtığı sinirsel değişiklikler, kişiyi yaşadıklarını travmatik hale getirm eye daha da yatkınlaştırır. H ayvanlar üzerinde yapılmış bir dizi araştırm ada, genç yaşta h a fif şiddette bile bir stres yaşamış olanların, stressiz hayvanlara kıyasla, yaşam larının sonra­ ki yıllarında travm anın yol açtığı beyin değişim ine karşı daha ko­ runmasız oldukları bulgulanmıştır. Aynı felaketi yaşam ış kişilerden bazılarının PTSD geliştirirken, diğerlerinin geliştirm em esinin bir nedeni bu olabilir: Am igdala, tehlikeyi bulmaya ayarlıdır ve hayat karşısına bir kez daha gerçek tehlikeyi çıkardığında, daha yüksek sesli bir alarm verir. Tüm bu sinirsel değişimler, kendilerini uyaran vahim ve korkunç acil durum larla başa çıkmak açısından kısa dönemli avantajlar sağ­ lar. Baskı altında aşırı ihtiyatlı, uyarılm ış, her şeye hazır, acıya daya­ nıklı, bedeni sürekli fiziksel gerekliliklere cevap verm eye hazırlıklı ve - o an iç in - başka bir durum da can sıkıntısı yaratabilecek olaylara kayıtsız olm ak, hayatta kalabilm ek açısından üstünlük sağlar. Ne var ki, bu kısa dönemli avantajlar, yüksek vitese takılı kalan bir araba gibi, beyin değiştiğinde kalıcı sorunlara dönüşerek birer eğilim ha­ lini alabilir. A m igdala ve onun bağlantılı beyin bölgeleri yoğun bir travma anında yeni bir ayara geçtiğinden, uyarılm a yeteneğindeki bu değişim , bir sinir korsanlığım başlatm ak için daha hazırlıklı oluş, tüm hayatın b ir acil durum haline gelmek üzere olduğu ve en zarar­ sız bir anın bile denetim siz bir korku patlam asına neden olabileceği anlamına gelir.

DUYGUSAL AÇIDAN YENİDEN ÖĞRENME Bu tür travm atik anılar, daha sonra öğrenmeye, özellikle de o travm atik olaylara daha norm al tepki göstermeyi yeniden öğrenm eye m üdahale ettiğinden, beynin işlevinde dem irbaş olarak kalır. PTSD gibi öğrenilm iş bir korku söz konusu olduğunda, öğrenm e ve bellek m ekanizm aları yoldan çıkmıştır; ve bu sapm ada rol oynayan beyin bölgeleri arasında, am igdala yine en önemlisidir. A ncak öğrenilm iş korkunun üstesinde gelm ek açısından hayati rolü oynayan, neokortekstir. 272

Korkuya şartlanm a, psikologların hiç tehditkâr olm ayan bir şeyin kişinin zihninde korkutucu bir şeyle eşleştirilm esinden dolayı kor­ kutucu bir hal alm ası sürecine verdikleri addır. Chamey, bu tür kor­ kuların laboratuar hayvanlarına aşılandığında yıllarca sürebildiğini belirtm iştir.13 Beynin bu korku tepkisini öğrenen, belleyen ve eyleme geçiren temel bölgesi; talam us, am igdala ve prefrontal lob arasında­ ki, sinir korsanlığının izlediği yol olan devredir. Genelde birisi korkuya şartlanm a yoluyla bir şeyden korkm ayı öğrendiğinde, o korku zaman içinde yatışır. Bu, korkulan nesney­ le gerçekten korkutucu herhangi bir şeyin yokluğunda tekrar tekrar karşılaşılm ası sonucu, doğal bir yeniden öğrenm eyle oluyor gibidir. Böylece, hırlayarak kendisini kovalayan bir kurt köpeği yüzünden köpeklerden korkm ayı öğrenen bir çocuk, örneğin cana yakın bir kurt köpeğinin barındığı bir evin yakınına taşınıp köpekle oynam aya başladığında, bu korkusunu yavaş yavaş ve doğal olarak kaybeder. PT SD ’de, kendiliğinden yeniden öğrenm e gerçekleşemez. Charney’e göre PT S D ’nin yarattığı çok güçlü beyin değişiklikleri yü­ zünden, özgün travm aya birazcık benzeyen bir şeyin ortaya çıkarak korku yolunu güçlendirdiği her durum da, am igdala korsanlığı olu­ şur. Bu, korkulan şeyle sükûnet hissinin hiçbir zaman eşleşm ediği anlam ına da gelir; am igdala hiçbir zam an ılımlı bir tepkiyi yeniden öğrenmez. C ham ey’in gözlem lerine göre, korkunun “yok olm ası” , PT SD ’li kişilerde zaten bozuk olan “etkin bir öğrenm e sürecini içe­ riyor gibidir” ; bu sürecin bozukluğu ise, “duygusal anıların anorm al bir şekilde kalıcı olm asına yol açm aktadır.” 14 Ancak doğru deneyim lerle, PTSD bile ortadan kalkabilir; güç­ lü duygusal anılar ve bunlann başlattığı düşünce ve tepki m odelleri zam an içinde değişebilir. C h am ey’e göre, bu yeniden öğrenm e korteksin bir işlevidir. Am gidalada yer etmiş olan korku tam am en yok olmaz; olan şey, am igdalanın beynin geri kalan bölüm lerine verdiği, korku tepkisi gösterm e kom utunu prefrontal korteksin bastırm ası­ dır. Sol prefrontal korteksin strese karşı tam pon rolü oynadığını keş­ fetmiş olan W isconsin Ü niversitesi’nden Psikolog Richard D avid­ son, “Asıl sorun, öğrenilm iş korkuyu ne kadar çabuk bıraktığım ızdır,” diyor. İnsanlara yüksek ses karşısında -öğrenilm iş korkunun bir 273

paradigm ası ve PT S D ’nin alt düzeyde bir paraleli o larak - ilkin nefret hissinin öğretildiği bir laboratuar deneyinde Davidson, sol prefrontal korteksinde daha fazla etkinlik gösterenlerin, öğrenm eyle edinilmiş korkudan daha kolay kurtulduğu bulgulam ıştır. Bu da, öğrenilm iş sı­ kıntı hissinden kurtulm akta yine korteksin rolü olduğunu gösterir.

DUYGUSAL BEYNİ YENİDEN EĞİTMEK PTSD hakkm daki daha um ut verici bulgulardan biri, Yahudi Soykırım ı’ndan sağ kalanlar üzerinde yapılan bir araştırm adan elde edilmiştir. Bu kişilerin dörtte üçünde yarım yüzyıl sonra bile etkin PTSD belirtileri bulunmuştur. O lum lu bulgu ise, aynı kişilerin dörtte birinde bir zam anlar bu belirtiler varken, artık yok olm uş olmasıdır; bir şekilde, hayatlarının doğal akışı içinde sorun bertaraf edilmiştir. H âlâ bu belirtilere sahip olanlarda ise, P T S D ’ye özgü katekolam in bağlantılı beyinsel değişim izleri görünürken, bunlardan kurtulmuş olanlarda bu tür değişim ler görülm em iştir.16 Bu bulgu ve benzerleri, P T S D ’deki beyin değişim lerinin silinem ez nitelikte olm adığı um u­ dunu veriyor; insanlara vurulan en dehşetli duygusal damgalardan bile kurtulm anın olanaklı olduğuna, kısacası duygusal devrenin ye­ niden eğitilebileceğine işaret ediyor. İyi haber, PTSD oluşturacak ka­ dar büyük travm aların bile iyileşebilecek olduğu ve bu iyileşm enin yolunun da yeniden öğrenm eden geçtiğidir. D uygusal iyileşm enin kendiliğinden oluşm asının bir yolunun, en azından çocuklarda, Purdy gibi oyunlar olabileceği görülüyor. Bu oyunlar tekrar tekrar oynandığında çocuklara travm ayı bir oyun biçi­ m inde ve bir güvenlik hissi içinde yeniden yaşatır. Bu da iyileşmeye doğru iki yol açar: Biri, anının düşük düzeyli bir kaygı bağlam ında tekrarlanarak duyarsızlaştırılm ası ve travm adan geçm emiş bir dizi tepkiyle eşleştirilm esi; diğeri ise çocukların kendi zihinlerinde o tra­ jediye sihirli bir şekilde daha iyi bir sonuç yakıştırmasıdır. Çocuklar, Purdy oynarken bazen onu öldürerek o travm atik çaresizlik anında olayı denetim altına alabilecekleri hissini desteklem iş olurlar. Bu türden, kendilerini aşan bir şiddet olayını yaşam ış olan kü­ çük çocukların, Purdy gibi oyunlar oynam ası beklenebilir. Travma 274

geçirm iş çocukların bu ölüm kokan oyunları, ilkin San Francisco’lu bir çocuk psikiyatrı olan Dr. Lenore Terr’in dikkatini çekmişti. Terr, bu tür oyunlara P urdy’nin dehşet saçtığı Stockton’a bir saatlik m e­ safedeki Chow chilla (C alifom ia)’da, 1973 yılında günübirlik yaz kam pından eve dönerken otobüsleri kaçırılan ve işkence dolu 27 saat boyunca rehine kalan çocuklar arasında rastlamıştı. Terr, beş yıl sonra kurbanların oyunlarında kaçırılma olayının hâlâ yeniden canlandırıldığını görm üştü. Örneğin kızlar Barbie be­ bekleriyle sem bolik adam kaçırm a oyunları oynuyordu. Çocuklar korku içinde birbirlerine sokulm uş durum dayken, altını ıslatan diğer çocukların çişini teninde hisseden bir kız, B arbie’sini tekrar tekrar yıkıyordu. B ir diğeri, ‘Barbie Yolcu’ oyunu oynuyordu. Bu oyunda Barbie rastgele bir yere yolculuk yapıyor ve başına bir şey gelm eden geri dönüyordu; oyunun anlam ı da buradaydı zaten. Bir başka kız ise, oyuncak bebeğin bir deliğe sıkışıp boğulduğu bir sahneyi tekrar­ layıp duruyordu. D enetim güçlerini aşan bir travm a yaşayan yetişkinlerde, fela­ ketle ilgili anı ya da hisleri bilinç dışına iten m hsal bir uyuşm a görü­ lürken, çocukların ruh dünyasında olay çoğu kez farklı bir biçim de işlenir. Psikiyatr T err’in kanısına göre, travma karşısında çocuklar o kadar uyuşm uş görünm ez, çünkü çektikleri sıkıntıyı çağrıştırm ak ve yeniden düşünm ek için fantezilerini, oyunlarını ve hayallerini kul­ lanırlar. Travm anın gönüllü olarak yeniden sahnelenm esi, çekilen sıkıntıyı ileride geri dönüşler şeklinde patlayabilecek güçlü anılar içinde kapalı tutm ak ihtiyacını da ortadan kaldırır. Söz konusu trav­ ma, dişçiye dolgu yaptırm ak gibi önem siz bir şeyse, bir ya da iki kez tekrarlam a yeterli olabilir. A ncak tam am en çaresiz kalm asına neden olan bir olaysa, çocuk sayısız tekrara ihtiyaç duyar, dolayısıyla da travmayı kasvetli ve tekdüze bir ritüel şeklinde tekrar tekrar yeniden oynar. A m igdalada donup kalan resm e ulaşm ak için bir başka yol da, bilinçdışına özgü bir ortam olan sanattır. Duygusal beyin sim gesel anlam larla ve F reud’un “birincil süreç” diye adlandırdığı tarzla; yani m ecazın, öykünün, m itin, güzel sanatların mesajlarıyla büyük bir ahenk içindedir. Bu yol çoğu kez travm a geçirmiş çocukların teda­ visinde kullanılır. B azen sanat, çocuklar için bir başka şekilde ifade 275

etmeye asla yanaşm ayacakları bir korku anı hakkında konuşabilmenin yolunu açabilir. Bu durumdaki çocukların tedavisinde uzm anlaşm ış Los A nge­ les’li çocuk psikiyatrı Spencer Eth, annesinin eski sevgilisi tarafın­ dan, annesiyle birlikte kaçırılan beş yaşındaki bir erkek çocuğun öy­ küsünü anlatıyor. Adam onları bir m otel odasına götürm üş, çocuğa da bir battaniyenin altına saklanm asını em rederek, annesini öldürene dek dövmüş. Çocuk, bekleneceği gibi, battaniyenin altındayken duy­ duğu ve gördüğü kargaşa konusunda konuşm aktan kaçımyormuş. Eth de ondan, kafasına göre bir resim yapm asını istemiş. E th’in anım sadığına göre, çocuk göze çarpacak kadar büyük bir çift gözü olan bir araba yarışçısının resm ini çizmiş. E th ’e göre, bu kocam an gözler çocuğun katile bakm a cesaretini göstermiş olmasına bir göndermeydi. Travmatik sahneye yapılan bu tür gizli gönderm e­ ler, travma geçirmiş olan çocukların neredeyse hepsinin resimlerinde görülmektedir. E th’in bu tür çocuklardan resim çizm elerini istemesi, terapinin açılış sahnesidir. Onların zihnini m eşgul eden güçlü anılar, düşüncelerine olduğu gibi resim lerine de sızmaktadır. Bunun ötesin­ de, resim yapm ak başlı başına bir terapi işlevidir, çünkü travmayı kontrol altına alma sürecini başlatır.

DUYGUSAL AÇIDAN YENİDEN ÖĞRENME VE TRAVMADAN KURTULMA lren e’in b ir erkek arkadaşıyla çıkm ası, tecavüz girişim iyle sonuçlanm ıştı. Saldırganı geri püskürtm üş olsa da, adam başına bela olm ayı sürdürm üştü. M üstehcen telefon konuşm alarıyla taciz ediyor, şiddet tehdidinde bulunuyor, gece yarıları arıyor, gölge gibi takip ediyor ve her hareketini izliyordu. K ız b ir kez yardım için polise b aşvunnuş, ancak “gerçekte hiçbir şey o lm a d ığ f’ndan sorunu önem siz bulup geçiştirm işlerdi. PTSD belirtileri gösteren irene, terapiye başladığında sosyalleşm ekten tam am en vazgeçm iş durum daydı, kendisini kendi evinde tutsak gibi hissediyordu.

Irene’in vakası, çığır açan çalışm asıyla travm adan kurtuluşun evrelerini ana hatlarıyla ortaya koyan psikiyatr Dr. Judith Lewis Herman tarafından aktarılmıştır. H erm an’a göre, bu sürecin üç ev­ 276

resi vardır: bir güvenlik hissine kavuşm ak, travm anın ayrıntılarını anım sayıp neden olduğu kaybın yasını tutmak ve sonunda, normal bir yaşam düzenini yeniden kurmak. Bu evrelerin sıralanmasında, ileride göreceğim iz gibi, biyolojik bir m antık da söz konusudur. Duygusal beynin, hayatın her an ortaya çıkabilecek acil bir durum olarak algılanm ası gerekmediğini bir kez daha öğrenişini yansıtan bir sıralam adır bu. İlk evre, yani güvenlik hissini yeniden kazanm ak; aşırı korku yük­ lü, aşırı kolayca uyarılabilen duygusal devreleri, yeniden öğrenmeye izin verecek kadar sakinleştirm enin yollarını bulm a aşam asıdır.18 Bu evre çoğunlukla, hastaların ürkekliğinin ve kâbuslarının, aşırı ihtiyat halinin ve paniklerinin PT SD ’nin belirtilerinden olduğunu anlam ala­ rına yardım cı olm akla başlar. Bu anlayış başlı başına, belirtileri daha az korkulacak şeyler haline getirir. İlk atılan adım lardan biri de, hastaların başlarına gelen şeyleri bir ölçüde kontrol altına alabilecekleri hissini yeniden kazanm alarına yardım cı olm aktır; bu, travm anın kendisinin verdiği çaresizlik der­ sini, doğrudan unutm ak demektir. Örneğin irene, peşindeki adamla kendi arasında bir tam pon olarak arkadaşlarını ve ailesini harekete geçirip polisin m üdahalesini sağlamıştır. PTSD hastalarının kendilerini “korum asız” hissetm eleri, çevre­ lerinde tehlikenin kol gezdiği korkusundan ötedir; güvensizlik hisle­ ri daha yakın bir yerde, bedenlerinde ve duygularında olup bitenler üzerinde denetim lerini yitirdiklerini hissetm eleriyle başlar. Bu da PT SD ’nin am igdala devrelerini aşırı hassaslaştırarak duygusal kor­ sanlığın en küçük dürtüyle başlam asına yol açan bir durum yarattığı düşünüldüğünde, anlaşılır bir şeydir. İlaçlar hastalara, kendilerini nedensiz kaygılarla dolduran, uyku­ suz bırakan, uykularını kâbuslarla bölen duygusal alarm ların insa­ fında olm adıkları hissini aşılam ak için bir yol sunar. Farm akologlar bir gün, yalnızca PT S D ’nin am igdala ve bağlantılı sinirsel aktarım devreleri üzerindeki etkilerini h ed ef alacak ilaçların geliştirileceğini umuyorlar. A ncak şu an için, özellikle serotonin sistem ini etkileyen antidepresanlar ve sem patik sinir sistem inin etkinleşm esini durduran propranolol gibi engelleyiciler, bu değişikliklerin sadece bazılarına karşı koyabilen ilaçlardır. H astalar ayrıca huzursuzluklarını ve si­ 277

nirliliklerini dengelem e yetisini kazandıran gevşem e tekniklerini de öğrenebilirler. Fizyolojik bir sükûnet, zorbaca örselenm iş duygusal devrenin hayatın bir tehdit olm adığını keşfetm esine ve hastanın trav­ m adan önceki güvenlik hissinin bir kısm ını yeniden kazanmasına yardım cı olacak bir fırsat yaratır. İyileştirm e sürecindeki bir başka evre de, böylece kazanılmış güvenlik hissinin rahatlığı içinde, travm anın öyküsünü yeniden an­ latma ve yeniden kurgulamayı içerir. Böylece duygusal devrenin, travm anın anısını ve bu anının yarattığı tepki başlatıcılarını yeniden ve daha gerçekçi bir şekilde anlayıp ona göre tepki verm esine im­ kân tanır. H asta travm anın korkunç ayrıntılarını yeniden anlatırken, anı hem duygusal anlamı, hem de duygusal beyin üzerindeki etki­ leri açısından dönüşüm geçirm eye başlar. Bu yeniden anlatmanın tem posu hassas bir konudur; en iyisi, bu travm adan P T S D ’ye m anız kalm adan iyileşebilm iş kişilerin doğal tem posunu taklit etmektir. Bu vakalarda, araya girip hastaya travm asını yeniden yaşatan anıların “dozajını” ayarlayan b ir iç saat var gibidir; hasta haftalar ya da aylar boyu başından geçen korkunç olaylar hakkında neredeyse hiçbir şey anım sayam az.19 Travmaya yeniden girme ve travm adan çıkm alar arasında, trav­ manın kendiliğinden gözden geçirilm esi ve karşısında gösterilen duygusal tepkinin yeniden öğrenilm esi imkânı doğar. H erm an’a göre, PT SD ’leri inatçı olanların öykülerini yeniden anlatması, bazen baskın korkular uyandırabilir; bu tür durum larda terapistin tem po­ yu düşürerek hastanın tepkilerini kendisinin dayanabileceği sınırlar içinde, yani yeniden öğrenm e sürecini engellem eyecek bir menzilde tutması gerekir. Terapist, travm atik olayları videoda bir korku filmi izlerm işçesi­ ne, m üm kün olduğu kadar canlı bir biçim de ve bütün iğrenç ayrın­ tılarım hatırlayarak anlatm ası için hastasını cesaretlendirir. Sadece gördükleri, duydukları, kokladıkları ve hissettiklerinin ayrıntıları değil; korku, iğrenm e, bulantı gibi tepkiler de buna dahildir. Bura­ daki amaç, anıyı tüm üyle sözcüklere dökebilm ek; yani diğer parça­ larıyla bağlantısı koparılm ış olan anının bilinç düzeyine çıkarılam a­ yan kısm ını da yakalayabilm ektir. D uyusal ayrıntıların ve hislerin sözcüklere dökülm esiyle, anıların ııeokorteksin daha fazla kontrolü 278

altına girdiği tahm in edilm ektedir; burada anıların başlattığı tepkiler daha anlaşılır, dolayısıyla da daha kolay idare edilebilir hale getirilir. Bu noktada duygusal açıdan yeniden öğrenm e süreci, büyük ölçüde olayları ve yarattığı duyguları yeniden yaşayarak, ancak bu kez gü­ venilir bir terapist eşliğinde, güvenli ve korum a altındaki bir çevrede gerçekleştirilir. Bu da duygusal devreye anlam lı bir şeyi; travm atik anıların peşi sıra, sonu gelm ez terör yerine güvenlik içinde yaşanabi­ leceğini öğretm eye başlar. Annesinin korkunç bir şekilde katline tanık olduktan sonra koca­ m an gözlü insan resm ini çizen beş yaşındaki çocuk, ilkinden sonra başka resim çizm em iş; bunun yerine terapisti Spencer E th’le oyunlar oynayarak ahenli b ir bağ kurmuştur. C inayetin öyküsünü ancak ya­ v aş yavaş, önceleri kalıplar halinde, yani her defasında her ayrıntıyı aynı şekilde yeniden dile getirerek anlatabilmiştir. Zamanla, anlatısı daha açık ve kendiliğinden akıp giden bir hal almış, anlatırken bede­ nindeki gerginlik azalmıştır. Aynı zam anda, o şahneyle bağlantılı kâ­ buslarının da seyrekleşm iş olması, E th ’e göre bir “travm aya hâkim olm a”nın göstergesidir. K onuşm alan yavaş yavaş, travm anın çocuk­ ta bıraktığı korkulardan, babasıyla birlikte yeni bir eve alışm aya ça­ lışırken günlük hayatında olup bitenlere doğru kaymıştır. Sonuçta, travm a izlerinin silikleşm esiyle birlikte çocuk da sadece günlük ha­ yatından söz edebilm eye başlamıştır. Son olarak, H erm an’ın bulgularına göre; hastaların, yaralanma, sevilen bir kişinin ölümü, bir ilişkinin kesilm esi, birini kurtarm ak için atılm am ış bir adım dan duyulan pişm anlık, ya da yalnızca in­ sanlara karşı güven duygusunun sarsılm ası gibi bir travmanın so­ nucunda uğranılan kaybın yasını tutm aları gereklidir. Bu tür acılı olayları yeniden anlatırken ortaya çıkan hüznün hayati bir yararı var­ dır: Travm adan bir ölçüde kurtulm a yeteneği bulunduğunu gösterir. Bunun anlamı, geçm işteki o anın sürekli pençesinde kalm ak yerine, hastanın ileriye doğru bakm aya başlam ası, hatta um ut duyabilm esi ve travm anın kıskacından kurtulm uş yeni bir hayatı kurabilmesidir. Duygusal devrenin, travm anın terörünü sürekli bir döngü içerisinde yeniden yaşatm ası, bozulabilecek bir büyü gibidir. H er siren sesinin bir korku seline yol açması gerekmez; gecenin içinden gelen her ses de, bir terör anısını geri döndürm ek zorunda değildir artık. 279

H erm an’ın söylediğine göre, belirtilerin çoğu zam an art etkileri olabilir ya da arada bir tekrarladıkları görülebilir; ancak travm anın büyük ölçüde üstesinden gelinm iş olduğunu gösteren belirli işaretler de vardır. Bunlar arasında, fizyolojik belirtilerin kontrol edilebilir bir düzeye inmesi ve hastanın travm a anılarıyla bağlantılı hislere daya­ nabilmesi sayılabilir. Özellikle önem li olan işaret; travm a anılarının beklenm edik anlarda kontrolsüz bir şekilde patlak verm eyip her­ hangi bir anı gibi, istendiğinde çağrıştırılabilm esi ve belki daha da önemlisi, herhangi bir anı gibi bir kenara konulabilmesidir. Sonuç olarak, güçlü, güvenilir ilişkilerle ve bu tür adaletsizliklerin olabildi­ ği bir dünyada bile anlam kazanan bir inanç sistem iyle, yeni bir ha­ yat kurulabilir.20 Bunların hepsi, duygusal beynin yeniden eğitim inde kazanılan başarının işaretleridir.

DUYGUSAL ÖZEL DERS OLARAK PSİKOTERAPİ Ç ok şükür ki travm atik anıların içine göm ülü felaket anları, ha­ yatım ız boyunca birçoğum uzun başına ender olarak gelmektedir. Ancak travm atik anıları böyle güçlü bir şekilde belleğim ize kazıyan devreler hayatın daha sakin anlarında işliyor olabilir. K ronik olarak um ursanm am ış olmak, anne-babanın ihm alkârlığına, dikkatsizlik ve şefkatsizliğine maruz kalm ak, terk edilm ek veya bir kayba uğ­ ramak, ya da sosyal çevre tarafından reddedilm ek gibi, çocukluğun hiçbir zam an travma düzeyine erişm eyen daha sıradan güçlükleri de duygusal beyinde izlerini bırakır ve hayatın ilerideki dönem lerinde kurulan yakın ilişkilerde çarpıklıklara ve gözyaşları ile hiddete yol açar. PTSD iyileştirilebiliyorsa, birçoğum uzdaki daha üstü kapalı ni­ telikteki duygusal yaralar da tedavi edilebilir; psikoterapinin işi de budur. G enellikle, bu yüklü tepkileri ustaca yönetm eyi öğrenirken duygusal zekâ devreye girer. A m igdala ile prefrontal korteksin daha bilgilenm iş tepkileri ara­ sındaki hareketlilik, psikoterapinin derindeki uyumsuz duygusal eği­ limleri yeniden biçim lendirişinin nöroanatom ik bir modeli gibidir. Duygusal patlam alarda am igdalanın hassas şalter rolünü keşfeden nörolog Joseph L eD oux’nun varsayım ına göre, “duygusal sistem iniz 280

bir kez bir şeyi öğrendi mi, onu bir daha hiç bırakm azsınız. Terapinin yaptığı, size onu kontrol etm eyi, yani neokorteksinize, am igdalam zı nasıl bastıracağını öğretmektir. Eylem e geçme eğilim i bastırılır; ama bu sırada o eğilim inizle ilgili tem el duygunuz sindirilm iş bir biçim de saklı kalır.” Duygusal açıdan yeniden öğrenm enin altında yatan beyin m i­ m arisine bakıldığında, başarılı bir psikoterapiden sonra bile geride kalan şeyin, iz bırakm ış bir tepki; sıkıntı veren bir duygusal eğili­ m in kökündeki özgün duyarlılığın ya da korkunun bir kalıntısı ol­ duğu anlaşılıyor.21 Prefrontal korteks am igdalanın saldırı dürtüsünü törpüleyebilir ya da frenleyebilir, ama ilk başta tepki gösterm esini engelleyem ez. D olayısıyla, duygusal patlam alarım ızın ne zam an olacağını belirleyem esek de, ne kadar süreceklerini denetlem em iz daha olanaklıdır. B u tür patlam aların ardından daha çabuk kendine gelebilm ek de, duygusal olgunluğun bir işareti olabilir. Terapi sürecinde asıl değişenin, duygusal tepki bir kez başla­ tıldığında insanların verdiği karşılıklar olduğu anlaşılıyor; am a ilk baştaki tepkiyi başlatm a eğilimi tam am en kaybolmaz. Pennsylvania Ü n iv ersitesin d en Lester Luborsky ve m eslektaşlarının yaptığı bir psikoterapi çalışm ası, bunun delillerini sunmaktadır.22 D üzinelerle hastayı psikoterapiye getiren şiddetli bir kabul görm e veya yakınlık bulm a arzusu, ya da başarısızlık veya aşırı bağım lılık korkusu gibi, ilişkilerden doğan başlıca çatışm alar incelenmiştir. Daha sonra, iliş­ kilerinde bu arzu ve korkuların harekete geçtiği hastaların verdikleri (hem en her zam an am açlarına ters düşen) karşılıklara bakılm ıştır: K arşısındakinden fazla talepte bulunm ak, öfke veya soğukluk şek­ linde; bir aşağılanm a beklentisi içinde kendini savunm a güdüsüyle kabuğuna çekilm ek ise, ötekinin bu görünürdeki terslikten alınm ası şeklinde bir karşı tepki yaratmıştır. Bu tür talihsiz tem aslar sırasında, anlaşılabileceği üzere, hastalar um utsuzluk ve üzüntü, içerlem e ve öfke, gerginlik ve korku, suçluluk ve kabahati kendinde bulm a tü­ ründen sıkıntı verici hislerle dolmuşlardır. Hastanın belirgin eğilimi her ne ise, ister bir işle veya sevgiliyle, ister bir çocukla veya ebe­ veynle, ister işteki patronu veya m esai arkadaşlarıyla olsun, hem en her önemli ilişkisinde ortaya çıkmıştır. 281

N e var ki, uzun süreli terapi sürecinde bu hastalarda iki tür de­ ğişim görülm üştür: Tepkiyi başlatan olaylara verdikleri duygusal tepkiler daha az sıkıntılı, hatta daha sakin ve şaşkın bir hal almış; gö­ rünür tepkileri ilişkiden asıl istediklerini alm akta daha etkili olmaya başlamıştır. D eğişm eyen şeyse, tem eldeki arzu veya korkuları ile en baştaki hissin sancısı olmuştur. Terapinin bitim ine birkaç seans kal­ dığında, hastaların sözünü ettikleri temaslar, terapiye ilk girdikleri zam ana kıyasla olum suz duygusal tepkilerinde yarı yarıya bir azalma olduğunu ve öteki kişiden şiddetle bekledikleri olumlu tepkiyi bulma olasılıklarının iki kat arttığını göstermiştir. Hiç değişm eyen şeyse, bu isteklerin kökündeki belirli duyarlılık olmuştur. Beyin terim lerini kullanarak, korkulan bir durumun işaretlerine tepki olarak lim bik devrenin alarm sinyalleri gönderdiğini, ancak prefrontal korteks ve bağlantılı bölgelerin yeni ve daha sağlıklı bir tepki öğrenm iş olduklarını öne sürebiliriz. Kısacası duygusal ders­ ler, -h a tta kalbin en derinlerinde y er eden, çocuklukta öğrenilmiş alışkanlıklar b ile - yeniden biçim lendirilebilir. Duygusal öğrenme yaşam boyu sürer.

282

14 Mizaç Kader Değildir

Ö ğrenilm iş duygusal eğilim lerin değiştirilm esinden yeterince söz et­ tik. Peki ya kalıtım sal m irasım ızın sabit öğeleri olan tepkilerimiz ne olacak? Sözgelim i, yapıları gereği havai ya da sıkıntı verecek kadar utangaç olan kişilerin alışkanlık halini alm ış tepkilerini değiştirebilir m iyiz? Duygusal pusulanın bu alanı, sürükleyen mizacın, arka plan­ da fısıldayarak eğilim im izi belirleyen hislerin etkisi altındadır. M i­ zaç, duygusal hayatım ızın özelliklerim oluşturan ruh halleri olarak tanımlanabilir. Bir dereceye kadar her birim izin tercih ettiği bu tür bir duygusal alan vardır; mizaç doğuştan gelen bir veridir; yaşamın gelişim inde itici kuvvet olan kalıtım sal piyangonun bir parçasıdır. H er ebeveyn bunu görmüştür. Bir çocuk doğum undan itibaren sakin ve yum uşakbaşlı ya da hırçın ve zordur. Sorun, bu şekilde biyolojik olarak belirlenm iş duygusal bir küm enin deneyim lerle değiştirilip değiştirilem eyeceğidir. Biyolojim iz duygusal yazgımızı değişmez biçim de belirler mi, yoksa doğuştan utangaç bir çocuk bile, kendine güven duyan bir yetişkin haline gelebilir mi? Bu soruya en açık yanıtı, H arvard Ü niversitesi’nin tanınmış ge­ lişim psikologu Jerom e Kağan veriyor.' Kağan en az dört tip m i­ zaç -çekingen, atılgan, neşeli ve h ü zü n lü - bulunduğunu, bunlardan her birinin değişik bir beyinsel faaliyet modelinin sonucu olduğunu öne sürüyor. Bize bahşedilen m izaçlar arasında, her biri duygusal devrelerdeki kalıtım sal ayrım lara dayanan doğuştan gelme sayısız farklılık bulunm ası olasıdır; herhangi bir belirli duygunun ne kadar kolay uyandığı, ne kadar sürdüğü, ne kadar şiddetlendiği, kişiden kişiye değişebilir. K agan’ın çalışm aları, bu m odellerden biri üzerin­ de yoğunlaşıyor:' M izacın atılganlıktan çekingenliğe kadar uzanan boyutu. 283

O nyıllardır anneler, bebek ve çocuklarını K ağan’ın çocuk geli­ şimi konusunda yaptığı çalışm alara katılm ak üzere, H arvard kam ­ pusundaki W illiam James binasının 14. katında bulunan Çocuk G e­ lişimi Laboratuarı’na taşımaktadır. K ağan ve birlikte çalıştığı diğer araştırm acılar, deneysel gözlem için getirilm iş olan 21 aylık bebek­ lerden oluşan bir grupta utangaçlığın erken işaretlerini fark etm işler­ di. Diğer bebeklerle serbest oyunda, bazıları fıkır fıkır, kendiliğinden bir neşeyle en ufak bir tereddüt gösterm eden oynuyorlardı. Bazıları ise kararsız ve tereddütlü bir şekilde geri duruyor, annelerine yapı­ şıyor ve sessizce diğerlerinin oyunlarını izliyordu. Yaklaşık dört yıl sonra, aynı çocuklar anaokuluna başladığında K agan’ın grubu onları tekrar gözlem ledi. Aradan geçen yıllar boyunca dışa dönük çocuk­ lardan hiçbiri çekingenleşm em iş, çekingen olanların üçte ikisi ise suskunluğunu sürdürmüştü. Kağan, fazlasıyla hassas ve korkak çocukların utangaç ve ürkek yetişkinlere dönüştüklerini bulgulam ıştır; çocukların yüzde 15-20’si, onun deyim iyle, doğuştan “davranışsal tutukluk” göstermektedirler. Bu çocuklar, bebekliklerinde tanım adıkları her şeyden çekinirler. Bu da onların “yeni yiyecekleri yerken mızmız, yeni hayvanlara ya da yerlere yaklaşırken tereddütlü ve yabancıların yanında utangaç davranm asına yol açar. Bu, onları başka açılardan da hassaslaştırır; örneğin suçluluk hissetm eye ve kendini kabahatli bulm aya daha yatkın olurlar. Sosyal ortam larda, yeni insanlarla tanıştıklarında ve çevrelerindeki kişilerin dikkati üzerlerine çevrildiğinde -sın ıfta ve oyun alanın d a- donup kalacak ölçüde kaygılanan çocuklardır bunlar. Yetişkinliklerinde ise, partide kendilerine bir eş bulam adıklarında kenarda kalm aya yatkın olur, topluluk önünde konuşm a veya gösteri yapm aktan ölesiye korkarlar. K agan’m çalışm alarından birindeki Tom adlı b ir erkek çocuğu utangaç tipin bir örneğidir. Ç ocukluğu boyunca -ik i, beş ve yedi yaş­ larında- yapılm ış her ölçüm de hep en çekingen çocuklar arasında yer alıyordu. On üç yaşındayken yapılan bir görüşmede, Tom gergin ve kaskatı bir biçim de dudaklarını ısırıyor, ellerini ovuşturuyor, ifadesiz yüzünde sadece kız arkadaşından söz ederken gergin bir gülüm sem e beliriyordu; cevapları kısa, hali ve tavrı ise ezikti.2 Çocukluğunun orta dönemi boyunca, yaklaşık on bir yaşma dek, kendisine ıstırap 284

verecek kadar utangaç olan Tom, arkadaşlarına yaklaşm ak zorunda kaldığında her yanını ter bastığını hatırlıyordu. Aynı zamanda, evi­ ninin yanabileceğinden, bir yüzm e havuzuna dalm aktan, karanlıkta yalnız kalm aktan yoğun korkular duyuyordu. Sık sık gördüğü kâ­ buslarda canavarların saldırısına uğruyordu. Son iki yıldır kendisini daha az utangaç hissetse de, hâlâ diğer çocukların yanında biraz kay­ gı duyuyor ve şu anda sfnıfın üst yüzde beşi içinde yer aldığı halde, okulda başarılı olup olam ayacağından endişeli görünüyor. Bir bilim adam ının oğlu olan Tom, bu alanda kariyer yapm ayı çekici buluyor, çünkü bu m esleğin göreceli yalnızlığı onun içe dönük eğilim lerine uygun düşüyor. Buna karşılık, Ralph her yaşında atılgan ve dışa dönük çocuk­ lardan biriydi. H er zaman rahat ve konuşkan olan bu çocuk, on üç yaşında da iskem lesine rahatça yaslanıp hiç sinirli hal ve tavırlar ser­ gilemiyor, görüşm eyi yapanla arasındaki yirm i beş yaşa rağmen, ar­ kadaşıym ış gibi kendinden emin ve dostça konuşuyordu. Çocukluğu sırasında yalnızca kısa süreli iki korkusu olmuştu; bunlardan biri üç yaşında kocam an bir köpeğin üzerine atlam asından sonra köpekler­ den, diğeri de uçak kazalarından söz edildiğini duyduğu yedi yaşında uçm aktan korkm asıydı. Hep arkadaş canlısı ve popüler olan Ralph, kendini hiçbir zam an utangaç görmemişti. Çekingen çocukların, h afif bir strese bile fazlasıyla tepki uyandı­ ran bir sinir devresiyle dünyaya geldikleri anlaşılıyor; doğuştan iti­ baren bunların kalpleri yeni insanlar ya da durum lar karşısında diğer bebeklere oranla daha hızlı atıyor. Yirmi bir aylıkken oyun oyna­ m aktan geri durduklarında bile, bebeklerin nabızlarını gösteren m o­ nitörlerden, kalplerinin kaygıyla küt küt attığı izlenebiliyordu. K o­ layca uyarılabilen bu kaygının yaşam boyu sürecek çekingenliklerin tem elinde yattığı görülüyor; her yeni insana ya da duruma karşı olası bir tehlikeym iş gibi davranıyorlar. Belki de bunun sonucu olarak, çocukluklarında özellikle utangaç, olduklarını hatırlayan orta yaşlı kadınlar, daha dışa dönük yaşıtlarına oranla daha fazla korku, kaygı ve suçluluk hisleri içinde yaşam aya ve m igren, bağırsak ve mide ra­ hatsızlıkları gibi stresle bağlantılı sorunlara daha eğilim li oluyorlar.

285

ÇEKİNGENLİĞİN NÖROKİMYASI K agan’a göre çekingen Tom ile atılgan Ralph arasındaki fark, m erkezi am igdalada bulunan bir sinir devresinin uyarılabilm esinde yatmaktadır. K agan’a göre, Tom gibi korkulu olm aya yatkın kişiler bu devrenin daha kolayca uyarılm asını sağlayan bir nörokimyasal yapıyla doğar ve bu nedenle tanım adıkları şeylerden kaçınır, emin olm adıklarından çekinir ve kaygı duyarlar. Ralph gibi, am igdalasının uyarılm a eşiği çok daha yükseğe ayarlı bir sinir sistem ine sahip olan­ lar ise, daha zor korkan, yapısı gereği daha dışa dönük, yeni yerleri araştırıp yeni insanlarla tanışm aya daha hevesli kişilerdir. Çocuğun kalıtım ında hangi m odelin yer aldığını gösteren erken bir ipucu, bebekliğinde ne kadar kolay sinirlenen, zor bir çocuk ol­ duğu ve tanım adığı biriyle ya da bir şeyle karşılaştığında bundan ne kadar rahatsız olduğudur. En azından doğduklarında, beş çocuktan yaklaşık biri çekingen sınıfına girerken, beşte ikisi de atılgan m izaç­ lıdır. K agan’ın ortaya koyduğu delillerin bir kısmı, olağandışı ürkek kedilerin gözlem lenm esinden elde edilmiştir. Yedi ev kedisinden birisi çekingen çocuklara benzeyen bir korkaklık m odeli sergiler. Bunlar (kedilerin efsanevi m eraklılıklannı sergilem ek yerine) yeni­ liklerden uzak durur, yeni alanlar keşfetm ekte isteksiz kalır ve sade­ ce en küçük kemirgenlere saldırıp daha cesur akranlarının şevkle ko­ valayacakları büyüklerine yaklaşam ayacak kadar ürkek davranırlar. D oğrudan beyin sondalarında, bu çekingen kedilerin amigdalasının bazı kısım larının -ö rn eğ in diğer bir kedinin tehditkâr hırlamasını duyduklarında- olağanüstü uyarılm a kabiliyetine sahip oldukları bulgulanmıştır. K edilerin çekingenliği, am igdalalannın yaklaşm a veya kaçınm a davranışını düzenleyen beyin devrelerini kontrol edebilecek olgun­ luğa eriştiği nokta olan, birinci ay sonlarında oluşur. Bir aylık bir kedi yavrusunun beyin olgunluğu, sekiz aylık bir insan yavrusununkine benzer; K agan’a göre bebeklerde “yabancı” korkusu sekiz ya da dokuz aylıkken görülür ve odada bir yabancı varken anne dışa­ rı çıkarsa sonuç gözyaşları olur. K ag an ’a göre, çekingen çocuklar, 286

amigdalayı harekete geçirerek düşük bir uyarılm a eşiği yaratan ve böylece am igdalanın uyarılm a kapasitesini yükselten norepinefrin ve diğer beyin kim yasallarını kronik olarak yüksek düzeylerde miras alm ış olabilirler. Bu artırılm ış hassasiyetin bir işareti; örneğin çocukluklarında ol­ dukça utangaç olan genç kadın ve erkeklerin laboratuarda sert koku­ lar gibi streslere m aruz kaldıklarında, nabızlarının, daha dışa dönük akranlarına kıyasla çok daha uzun bir süre yüksek düzeyde kalm aya devam etm esidir; bu da norepinefrin dalgasının amigdalayı istim üs­ tünde, bağlantılı sinir devreleri yoluyla da sem patik sinir sistemini uyarılm ış halde tuttuğunu gösterir.4 K agan’ın söylediğine göre, çe­ kingen çocukların dinlenm e halinde hem tansiyonları, hem de göz bebeklerinin daha fazla büyüm esinden idrarlarında daha yüksek dü­ zeylerde norepinefrin işaretleyicilerine kadar tüm sem patik sinir sis­ temi göstergeleri açısından, tepkisellik düzeyleri daha yüksektir. Sessizlik, çekingenliğin bir başka göstergesidir. K agan’m ekibi çekingen ve atılgan çocukları, tanım adıkları çocuklarla birlikteyken ya da bir görüşm eciyle konuşurken olduğu gibi, doğal bir ortamda gözlem lediğinde, her zam an çekingen çocuklar daha az konuşuyor­ du. Çekingen bir anaokul çocuğu, diğer çocuklar kendisine hitap etti­ ğinde hiçbir şey söylem iyor ve gününün büyük bir bölüm ünü sadece diğerlerini oynarken seyrederek geçiriyordu. K agan’ın tahm inine göre, yeni bir durum ya da algılanan bir tehlike karşısında sergilenen çekingen sessizlik, ön beyin, am igdala ve yakınlarındaki sesle ifade yeteneğini kontrol eden limbik yapılar arasında çalışan bir devrenin etkin olduğunun işaretidir. (Aynı devreler, stres altında “tıkanarak” konuşam az hale gelm em izi sağlar.) Bu hassas çocukların, altıncı ya da yedinci sın ıf gibi erken bir dönem den itibaren panik nöbetleri gibi kaygı bozuklukları geliştirm e riski yüksektir. Bu sınıflardaki 754 kız ve erkek üzerinde yapılm ış bir çalışm ada, 4 4 ’ünün en az bir kez panik durum u yaşadığı ya da bunun birkaç ön belirtisini gösterdiği bulgulanm ıştır. Bu kaygı durum ları genelde, ilk flört ya da büyük bir sınav gibi, erken ergenlikte oluşan olaylar tarafından başlatılm ıştır; çocukların çoğunluğu bunlarla daha ciddi sorunlar geliştirm eden başa çıkabilir. Ancak çekingen mizaçlı ve yeni durum lardan olağanüstü korkan çocuklar, kalp çarpıntıları, 287

nefes darlığı ya da boğuluyormuş gibi bir hisle birlikte çıldırm ak veya ölmek derecesinde korkunç bir şeyin başlarına geleceği gibi panik duygulan Sergiliyordu. A raştırm acıların kanısına göre, bu durumlar psikiyatrik anlam da “panik bozukluğu” teşhisi konulacak kadar cid­ di olmasa da, bu ergen çocuklann sonraki yıllarda bu bozukluğu ge­ liştirme risklerinin daha yüksek olabileceğinin işaretini veriyorlardı; panik nöbetleri geçiren birçok yetişkin, krizlerin ergenlik yıllarında başladığını belirtmişlerdir. B ir kez bu tür bir kriz geçirdikten sonra, bunun tekrarına karşı bir korku geliştirm eye hazır hale gelen panik bozukluğu hastaları, bvı yüzden hayattan uzaklaşırlar.

HİÇBİR ŞEYİ DERT ETMEM: NEŞELİ MİZAÇ 1920’lerde genç bir kadın olan June Teyzem, K ansas C ity ’deki evini ardında bırakarak, o zam anlarda yalnız bir kadın için tehlike­ li bir yolculuğa çıkıp, kendi başına Şangay’a gitm eyi göze almıştı. Orada, uluslararası ticaret ve entrika m erkezinin polis gücünden bir İngiliz dedektif ile tanışan June, onunla evlenmişti. İkinci Dünya Savaşı’nın başlarında Japonlar Şangay’ı ele geçirdiklerinde, teyzem ve kocası Güneş İm paratorluğu adlı kitapta ve filmde anlatılan mah­ kûm kampına hapsedilm işlerdi. K am pta beş korkunç yıl geçirdikten sonra, tam anlam ıyla her şeylerini kaybetm iş, m eteliksiz bir halde İngiliz K olom biyası’na iade edilm işlerdi. Çocukluğum da June ile ilk kez tanışm am ı hatırlıyorum. Yaşlıca, içi içine sığm ayan bir kadındı. Sonraki yıllarında onu kısm en felç bırakan bir inme, geçirdi; yavaş ve zahm etli bir iyileşm eden sonra aksayarak da olsa yürüyebildi. O yıllarda yetm işlerinde olan Ju n e’la bir gün kırlara çıktığım ızı hatırlıyorum . Nasıl olduysa, -yanımdan uzaklaştı ve birkaç dakika sonra h afif bir bağırm a duydum ; yardım istiyordu. D üşm üştü ve tek başına kalkam ıyordu. Yardım etm ek için yanına koştum , ben onu kaldırırken June şikâyet etmek ya da ağlayıp sızlamak yerine, durumuna güldü. Yaptığı tek yorum , neşeli bir ses­ le, “En azından yeniden yürüyebiliyorum ,” dem ek oldu. Bazı insanların duyguları teyzem inkiler gibi, kendiliğinden olum ­ lu uca m eyilli gibidir; bu tür kişiler doğal olarak neşeli ve yum uşak 288

başlıdır, diğerleriyse asık yüzlü ve hüzünlü. M izacın bu boyutu, bir tarafta coşku diğer tarafta ise m elankoli olm ak üzere, duygusal bey­ nin yukarı kutupları olan sağ ve sol prefrontal alanların göreceli et­ kinliğiyle bağlantılı gibidir. Bu içgörüyü büyük ölçüde çalışm alarına borçlu olduğum uz, W isconsin Ü niversitesi’nden psikolog Richard D avidson’a göre, sol frontal lobundaki etkinlik sağ loba oranla daha fazla olanlar daha neşeli bir m izaca sahiptir; bunlar genellikle insan­ lardan ve hayatın kendilerine sunduğu şeylerden k ey if alır ve aynen June Teyze gibi, terslikleri atlatabilirler. Göreceli olarak sağ tarafın­ daki etkinlik daha fazla olanlar ise olum suzluğa ve keyifsizliğe m e­ yilli olur ve hayatın zorlukları karşısında kolayca telaşa kapılırlar; bir anlam da, endişe ve depresyonlarının önünü kesem ediklerinden, acı çekerler. D avidson’m deneylerinden birinde, sol frontal alanlarda en fazla etkinlik gösteren denekler, en çok sağ tarafta etkinlik gösteren on beş kişiyle karşılaştırılm ıştı. Belirgin sağ frontal etkinliğine sahip olan­ lar, bir kişilik testinde açık seçik bir olum suzluk eğilimi sergilem iş­ lerdi. W oody A llen’ın kom ik rollerle taklit ettiği, en ufak bir şeyde bir felaket görerek alarm a geçen, korkaklığa ve karam sarlığa yatkın olan, bunaltıcı zorluklar ve her yerde pusuya yatm ış tehlikelerle dolu bir dünyaya kuşkuyla bakan tiplere uyuyorlardı. M elankoliklerin ak­ sine, daha kuvvetli b ir sol frontal etkinliğine sahip olanlarsa dünyayı çok farklı görüyorlardı: İnsanlarla kaynaşabilen, neşeli, genelde çok şeyden zevk alan, çoğu zam an keyifli, daha kuvvetli bir özgüven his­ sine sahip ve hayata bağlılıklarının karşılığını aldığını hisseden kişi­ lerdi. Psikolojik testlerdeki puanları da, depresyon ve diğer duygusal sorunlar açısından, yaşam boyu daha düşük bir risk taşıdıklarını or­ taya koyuyordu.6 Klinik depresyon geçm işine sahip kişilerin beyinlerinde, hiç depresyon geçirm em iş kişilere kıyasla sol frontal lobda daha düşük düzeyde, sağda ise daha fazla etkinlik olduğunu bulgulayan D avid­ son, yeni depresyon teşhisi konulm uş hastalarda da aynı eğilimi gör­ müştür. D avidson’m deneylerle sınanm ayı bekleyen tahminine göre, depresyonun üstesinden gelenler sol prefrontal loblarındaki etkinliği artırm ayı öğrenm iş kişilerdir. 289

Yaptığı araştırm a insanların iki uçtan birinde yer alan yüzde otu­ zunu kapsasa da, Davidson, hem en herkesin beyin dalgası m odelleri­ ne göre iki tipten birine yakın olarak sınıflandırılabileceğini söylüyor. Asık suratlılarla güler yüzlüler arasındaki mizaç farkı, büyük ya da küçük çapta pek çok şekilde kendini göstermektedir. Örneğin bir de­ neyde gönüllüler kısa film program ları izlemişti. B unlardan bazıları -b an y o yapan bir goril, oynayan bir köpek yavrusu g ib i- eğlenceliy­ di. Diğerleri ise, hem şire eğitimi için hazırlanm ış, bir am eliyatın iç karartıcı ayrıntılarını öne çıkaran öğretici bir film gibi, oldukça ra­ hatsız ediciydi. Beyninin sağ yarısı etkin olan kasvetli kişiler neşeli filmleri sadece şöyle böyle eğlenceli bulurken, am eliyatın kan revan içindeki görüntüsüne aşırı bir korku ve tiksinm e tepkisi göstermişti. Neşeli grup ise, ameliyata en düşük düzeyde tepki verirken, en kuv­ vetli tepkileri neşeli filmleri izlerken keyiflenm e şeklindeydi. Öyle görünüyor ki, m izacım ız tarafından hayata ya olumlu ya da olum suz bir tepki verm eye ayarlanm ış bulunuyoruz. H üzünlü ya da neşeli bir m izaca eğilimin, çekingenlik ya da atılganlık eğilimi gibi hayatın ilk yılında ortaya çıkması, bu özelliğin kalıtım sal olarak be­ lirlendiğini işaret eden bir gerçektir. Beynin büyük bir kısmı gibi, frontal loblar da yaşam ın ilk birkaç ayında olgunlaşırlar ve bu yüzden doğum dan itibaren yaklaşık on ay geçene dek etkinlikleri güvenilir bir biçim de ölçülem ez. Ancak D avidson bu kadar küçük bebeklerde bile, frontal lobların etkinlik düzeylerinden anneleri odadan çıktığın­ da ağlayıp ağlam ayacaklarının tahm in edilebildiğini görmüştü. B un­ ların arasındaki ilinti, neredeyse yüzde yüzdü: Bu şekilde teste tabi tutulm uş düzinelerce bebekten, her ağlayanda sağ beyin etkinliğinin; her ağlam ayanda ise sol beyin etkinliğinin fazla olduğu görülmüştü. Yine de, m izacın bu tem el boyutu doğuştan ya da çok kısa bir süre som asında yerleşm iş olsa bile, surat asmaya eğilimli olanları­ m ız hayatını arpacı kum rusu gibi düşünerek, tuhaf bir şekilde geçir­ m eye m ahkûm değildir. Çocukluğun duygusal derslerinin, kalıtsal bir eğilimi güçlendirm ek ya da bastırm ak yoluyla, m izaç üzerinde derin bir etkisi olabilir. Ç ocuklukta beynin çok büyük esnekliğe sa­ hip olm asının anlamı, bu yıllardaki deneyim lerin hayatın sonuna ka­ dar kalıcı etkisi olacak biçim de sinir yollarını şekillendirebileceğidir. M izacı iyi yönde değiştirebilecek deneyim çeşitlerinin belki de en iyi 290

örneği, K agan’ın çekingen çocuklarla yaptığı bir araştırm ada ortaya çıkan gözlemde saklıdır.

. AŞIRI UYARILABİLEN AMİGDALAYI EHLİLEŞTİRMEK K ağan’m çalışm alarından ortaya çıkan iyi haber, tüm korkulu bebeklerin hayattan hep çekinecek şekilde büyüyüp gitmedikleridir; m izaç kader değildir. Aşırı uyarılabilen amigdala, doğra deneyim ­ lerle ehlileştirilebilir. Önem li olan, çocukların büyürken öğrendik­ leri duygusal dersler ve tepkilerdir. Çekingen çocuk için başlangıçta önem li olan, ebeveyni tarafından kendisine nasıl davranıldığı, do­ layısıyla doğuştan gelen çekingenliğiyle başa çıkm ayı nasıl öğren­ diğidir. Çocukları için yavaş yavaş teşvik edici deneyim ler yaratan anne-babalar, onlara korkaklıklarını yaşam boyu giderebilecek bir şey sunm uş olurlar. Aşırı uyarılabilen bir am igdalanın tüm işaretleriyle dünyaya gel­ miş üç bebekten birisi, anaokuluna girdiğinde tüm çekingenliğini yitirmiş olur.7 Bir zam anlar korku dolu olan bu çocuklar evde göz­ lemlendiğinde, doğuştan çekingen çocukların zamanla daha atılgan mı olacağı, yoksa yeniliklerden ürküp zorluklar karşısında altüst mü olacağı konusunda ebeveynlerin, özellikle de annelerin etkisinin büyük olduğu görülmüştür. K agan’ın araştırm a ekibinin bulguları­ na göre, bazı anneler çekingen çocuklarını rahatsız edici her şeyden korumaları gerektiğine inanırken; bazıları da çocuğun bu zor anlarla baş etmeyi öğrenm esine ve böylece hayatın küçük m ücadelelerine ayak uydurabilm esine yardım cı olm anın daha önemli olduğunu dü­ şünür. Korum acı zihniyetin belki de çocuğu korkularını alt etmeyi öğrenme fırsatlarından yoksun bıraktığı için korkulan artırdığı gö­ rülür. Çocuk yetiştirm ede “uyum sağlamayı öğren” felsefesi, korkak çocukların cesaretlenm esine yardım cı olmuş gibidir. Bebekler altı aylıkken evlerinde gözlemlendiğinde, korumacı an­ nelerin onları huysuzluk yaptıklarında ya da ağladıklarında yatıştır­ maya çalışırken kaldırıp kucağa aldıkları ve bunu, bebeklerin rahat­ sızlık anlarıyla başa çıkm ayı öğrenm elerine yardım cı olmaya çalışan annelerden daha uzun bir süreyle yaptıkları saptandı. Bebeklerin 291

sakinken ve rahatsızken kucaklandıkları zam an birbiriyle kıyaslan­ dığında, korum acı annelerin onları rahatsız olduklarında, sakin dö­ nemlerine oranla çok daha uzun süre kucakta tuttukları görüldü. Bir başka fark ise bebekler bir yaş dolaylarındayken ortaya çık­ mıştı: Korum acı anneler, çocukları, yutabilecekleri bir nesneyi ağzı­ na alm ak gibi zararlı olabilecek bir şey yaptıklarında sınır koym akta daha yum uşak ve dolaylı davranırlar. Buna karşılık diğer anneler empatik, kesin sınırlar koyan, doğrudan em irler veren, çocuklarının hareketlerini durdurup söz dinlem elerinde ısrar eden bir tarz sergi­ ler. Ödünsüz davranm ak neden korku eğilim inin azalm asına yol aç­ sın? K agan’ın düşüncesine göre, bir bebek ilginç (ama annesine göre de tehlikeli) bir nesneye doğru emeklem eye devam ederken, annenin “Çekil oradan!” uyarısıyla durdurulduğunda bir şey öğrenir. Bebek o anda h afif bir belirsizlikle baş etm eye zorlanmaktadır. Bu m üca­ delenin hayatın ilk yılında yüzlerce kez tekrar etm esi, bebeğe yaşam boyu beklenm edik durum larla karşılaşm anın küçük dozlar halinde sürekli provasını yapma olanağım tanır. K orku duyan çocukların üstesinden gelmeyi öğrenm eleri gereken, tam da bu karşılaşm adır ve dersi öğrenm eleri için kaldırabilecekleri dozlarda olm ası gerekir. Böylesi karşılaşm alar, bebeğini seven ancak onu rahatsız eden her şeyi ortadan kaldırm aya koşm ayan ve her defasında onu yatıştırm a­ yan anne-babalar eşliğinde gerçekleştiğinde, çocuk yavaş yavaş bu tür anlarla kendisi başa çıkm ayı öğrenir. Bir zam anlar korkak olan bebekler, iki yaşında yeniden K agan’ın laboratuarına getirildikle­ rinde, bir yabancı onlara kaş çatınca ya da deneyi yapanlardan biri tansiyon aletinin bandım kollarına sarınca, gözyaşlarına boğulmaları olasılığı daha azdır. K agan’ın vardığı sonuç şudur: “Fazla[sıyla] tepkili olan bebekle­ rin anneleri olum lu sonuç yaratm ak um uduyla onları engellem nişlik hissi ve kaygıdan koruduklarında, bebeklerin tereddütleri daha da şiddetlenerek tam tersi bir etki oluştuğu görülm ektedir.”8 Bir başka deyişle, korum acı strateji; çekingen bebekleri yabancı durum lar kar­ şısında kendi kendini sakinleştirm eyi öğrenm e ve korkularının üze­ rinde biraz da olsa denetim kazanm a fırsatlarından yoksun bırakarak geri teper. N örolojik düzeyde, bunun anlamı tahm inen, o bebeklerin 292

prefrontal devrelerinin düşünm eden oluşuveren bu korkuya alterna­ tif tepkileri öğrenm e şansını kaçırm asıdır; bunun yerine gem vurulamamış korku eğilim leri tekrarlanarak kuvvetlenir. Buna karşılık, K agan’m bana söylediği gibi, “Anaokuluna gel­ diklerinde daha az çekingen olan çocukların, onları daha dışa dönük hale getirm ek için nazikçe baskı yapan anne-babalara sahip oldukları görülmektedir. Bu m izaç özelliğinin değişm esi, belki de fizyolojik tem elinden ötürü diğerlerine oranla biraz daha zor gibi görünse de, hiçbir insan niteliği değişm ez değildir.” Bazı çekingen çocuklar, çocukluk yılları boyunca deneyim leri ana sinir devrelerini şekillendirm eyi sürdürdükçe, cesaret kazanırlar. Çekingen bir çocuğun bu doğal kısıtlam ayı aşm a ihtim alinin fazla olduğunun işaretlerinden biri, daha yüksek düzeyde sosyal yeterlili­ ğe sahip olabilm esidir: İşbirliği yapm ası ve diğer çocuklarla anlaşa­ bilm esi, empatik, verm eye ve paylaşm aya yatkın, düşünceli olması, yakın arkadaşlıklar kurabilm esi gibi. Bu özellikler, dört yaşlarında ilkin çekingen m izaçlı olarak tanım lanm ış, on yaşlarına geldiklerin­ de ise bunu üstlerinden atabilm iş bir grup çocukta görülmüştür. Buna karşılık, dört yaşındaki çekingen çocuklar arasından, aynı altı yıl içinde m izacı pek az değişenler, duygusal olarak daha az yeterliydi. Stres altında ağlıyor, daha kolayca dağılıyor; duygusal anlam da uygunsuz davranıyor; korkaklık, som urtkanlık veya m ız­ m ızlık yapıyor; en ufak bir engellenm eye öfkeyle karşılık veriyor; doyum u ertelem ekte zorluk çekiyor; eleştiriye karşı fazlasıyla hassas ya da güvensiz b ir tavır alıyorlardı. Tabii ki, bu duygusal sorunların anlamı bu çocukların başlangıçtaki tereddütlerinin üstesinden gelse­ ler bile başka çocuklarla ilişkilerinin sıkıntılı olacağıdır. Buna karşılık, utangaç bir m izaca sahip ancak duygusal açıdan daha yeterli olan çocukların çekingenliklerini kendiliklerinden nasıl aştıklarını görm ek kolaydır. D aha fazla sosyal beceriye sahip olan bu çocukların, diğer çocuklarla bir dizi olum lu deneyim yaşam a ola­ sılığı çok daha fazladır. Sözgelimi bu tür bir çocuğun yeni bir oyun arkadaşıyla konuşm ak konusunda çekinceleri olsa da, buzlar bir kere kırıldığında sosyal ortam da parlayabilmektedir. Bu tür bir sosyal ba­ şarının yıllar boyu düzenli tekrarı, doğal olarak çekingen olanların özgüven kazanm asını sağlar. 293

Cesaret kazanm aya doğru ilerleyen bu çocukların durumu umut vericidir; doğuştan gelen eğilim lerin bile bir dereceye kadar değişe­ bileceğinin belirtisidir. Dünyaya geldiğinde çok kolay korkuya kapılabilen bir çocuk, tanım adığı bir şey karşısında sakinleşebilm eyi, hatta dışa dönük olm ayı öğrenebilir. Ürkeklik, ya da herhangi bir başka mizaç, duygusal hayatlarım ızın biyolojik verilerinin bir parça­ sı olabilir; ancak bize miras kalmış özelliklerim izin getirdiği belirli bir duygusal m enüyle sınırlı olm ak zorunda değiliz. Kalıtsal sınırlar içinde bile bir olasılıklar dağılımı söz konusudur. D avranışsal gene­ tikçilerin gözlem lediği gibi, genler tek başına davranışı belirlemez; çevremiz, özellikle de büyürken yaşadıklarım ız ve öğrendiklerimiz, yaşam ilerledikçe m izaçla ilgili b ir eğilim in nasıl ifade bulacağını belirler. Duygusal yeteneklerim iz sabit veriler değildir; doğru bir öğ­ renm eyle geliştirilebilirler. Bunun nedeni ise, insan beyninin olgun­ laşm a biçim inde saklıdır.

ÇOCUKLUK; BİR FIRSAT PENCERESİ İnsan beyni, doğum da tam oluşm uş değildir. En yoğun büyüme çocuklukta gerçekleşse de. beyin yaşam boyunca kendini biçim ­ lendirm eye devam eder. Çocuklar, olgunlaşmış beynin barındırabi­ leceğinden çok daha fazla sayıda nöronla doğar. “Budam a” olarak bilinen bir sürecin sonunda, beyin daha az kullanılan nöron bağlan­ tılarını yitirip en çok kullanılan sinaps devrelerindeki güçlü bağlan­ tıları oluşturur. Fazlalık sinapsları elden çıkararak budam ak, “sesin” nedenini ortadan kaldırarak beyindeki ses sinyali oranını yükseltir. Bu süreç hızlı ve devam lıdır; sinaptik bağlantılar saatler ya da günler içinde oluşabilir. Özellikle çocuklukta, deneyim ler beyni heykeltraş gibi yontar. D eneyim in beyin gelişim i üzerindeki etkisinin klasik gösterimi, N obel Ödüllü iki nörolog, Thorsten Wiesel ve David Hubel tara­ fından gerçekleştirilm iştir.10 Kedilerde ve m aym unlarda hayatın ilk aylarının, gözden gelen sinyallerin yorum landığı görsel kortekse bu sinyalleri taşıyan sinapsların gelişimi için kritik bir dönem olduğunu göstermişlerdir. Bu kritik dönem esnasında eğer bir göz kapalı ka­ 294

lırsa, o gözden görsel kortekse ulaşan sinaps sayısı giderek önemini yitirirken, açık gözden gelen sinapsların sayısı çoğalır. Kritik dönem sonrasında kapalı olan göz açıldığındaysa, hayvanın o gözü işlev­ sel açıdan kör olmaktadır. Gözün kendisinde hiçbir şey olmamasına rağmen, o gözden görsel kortekse pek az devre yorum lanm ak üzere sinyal ulaştırır. İnsanlarda görm e işlevi için kritik dönem, hayatın ilk altı yılı bo­ yunca sürer. Bu süre içinde norm al görme, gözde başlayan, görsel kortekste biten ve giderek karm aşıklaşan görsel sinir devrelerinin oluşum unu uyarır. Bir çocuğun gözü sadece birkaç haftalığına bantlanıp kapatılsa bile bu gözün görm e kapasitesinde hasar oluşabilir. B u dönem de bir çocuğun tek gözü aylarca kapalı kalırsa, sonradan açıldığında o gözün ayrıntıları görm e yeteneği zarar görmüş olur. G elişen beyin üzerinde deneyim in etkisini, “zengin” ve “fakir” fareler üzerinde yapılm ış araştırm alar canlı bir şekilde gösteriyor.11 “Zengin” fareler küçük gruplar halinde m erdivenler ve dönen te­ kerlekler gibi, farelere eğlenceli gelen şeylerle dolu kafeslerde ya­ şıyorlardı. “Fakir” fareler ise bunların benzeri, ancak bomboş, hiçbir eğlencesi olm ayan kafeslerde bulunuyorlardı. Aylar geçtikçe zengin farelerin neokortekslerinde •nöronları birbirlerine bağlayan sinaps devreleri çok daha karm aşık ağlar geliştirirken, fakir farelerin nöron devreleri ise seyrek kalm ıştı. Fark o kadar büyüktü ki, zengin farele­ rin beyinleri daha ağırlaşm ış - v e belki de pek de şaşırtıcı olmayan bir şek ild e- fakir farelere kıyasla labirentleri çözmekte çok daha başarılı olmuşlardı. M aym unlarla yapılan benzeri deneyler de, deneyim açı­ sından “zengin” ve “fakir” olanlar arasındaki farkları gösterm iştir ve aynı etkinin insanlarda da kendini göstereceği kesindir. Psikoterapi -y a n i, sistemli bir biçim de duygusal açıdan yeniden Ö ğrenm e- deneyim in nasıl hem duygusal m odelleri değiştirip, hem de beyni biçim lendirebileceğinin b ir örneğini sunmaktadır. Bunun en etkileyici kanıtı, obsesif-kom pulsif bozukluktan tedavi görmekte olan hastalar üzerinde yapılan bir çalışm adan elde edilm iştir.12 Sık görülen kom pulsiyonlardan biri el yıkamadır; bu, hastanın derisi çatlayacak hale gelene kadar hatta bir günde yüz kereye kadar ya­ pılabilmektedir. P E T tarayıcısıyla yapılan çalışmalar, obsesif - kom295

pulsiflerin prefrontal loblarındaki etkinliğin norm alden daha fazla olduğunu gösteriyor.13 Bu araştırm ada, hastaların yarısına standart ilaç tedavisi, fluoksetin (daha iyi bilinen m arkasıyla, Prozac), uygulanırken, yarısı da davranış terapisi görmüştü. Terapi sırasında hastalar sistemli olarak, obsesyon veya kom pulsiyonlarını harekete geçirmeden, bunlara ne­ den olan nesneye m aruz bırakılm ışlardı; örneğin el yıkam a kompulsiyonu olan hastalar lavabonun başına getirilm iş, ellerini yıkam aları­ na izin verilmem işti. Aynı zam anda hastalar kendilerini dürten korku ve endişelerini -ellerin i yıkayam am anın, onlar için bir hastalığa ya­ kalanıp ölm ek anlamına gelmesi g ib i- sorgulam ayı öğrenmişlerdi. Yavaş yavaş, aylarca süren benzer seansların sonucunda, hastaların kom pulsiyonlan, aynen ilaç alanlarda olduğu gibi, giderek kaybol­ maya başlamıştı. Asıl hayret verici bulgu; PET tarayıcısıyla yapılan test sonucun­ da, davranış terapisine tabi tutulan hastalarda, aynen fluoksetinle tedavi edilmiş hastalarda olduğu gibi, duygusal beynin anahtar bir kısmı olan kaudate nukleus'un etkinliğinde belirgin bir düşüş göriilmesiydi. D eneyim ler en az ilaçlar kadar etkili bir şekilde beyin işlevini değiştirerek arazları ortadan kaldırmıştı!

HAYATİ PENCERELER Tüm canlı türleri arasında, beyinlerinin tam olgunlaşm ası en fazla zam an alan insanlardır. Çocukluk dönem inde beynin her alanı fark­ lı bir hızda gelişse de, ergenliğin başlangıcı beyindeki en kapsam lı budama dönem lerinden biridir. Duygusal yaşam için hayati önem ta­ şıyan bazı beyin alanları, olgunlaşm ası en uzun sürenler arasındadır. Duygusal alanlar erken çocuklukta, lim bik sistem ergenlikte olgun­ laşırken, duygusal özdenetim in, anlam anın ve ustalıklı tepkinin beşi­ ği olan frontal loblar geç ergenliğe, 16 ve 18 yaş arasında bir yerlere kadar, gelişmeye devam ederler.14 Çocukluk ve ergenlik yılları boyunca sürekli tekrarlanan duygu yönetim i alışkanlıkları bu devreleri biçim lendirm eye bizzat yardım cı olacaktır: Bu, çocukluğu yaşam boyu sürecek duygusal eğilimleri bi­ 296

çimlendirmek için hayati bir fırsat penceresi haline getirir; çocukluk­ ta edinilm iş alışkanlıklar sinir m im arisinin tem el sinaps bağlantıla­ rına yerleştikleri için, hayatın sonraki yıllarında bunları değiştirm ek zorlaşır. Duyguların idaresinde prefrontal lobların önemini düşündü­ ğümüzde, beynin bu bölgesindeki sinapsların şekillendirilm esi için karşımızda açılan büyük pencere, beynin görkem li tasarım ı içinde bir çocuğun yıllar boyu edindiği deneyim lerin duygusal beynin dü­ zenleyici devreleri üzerinde kalıcı bağlantılar yapabilm esi anlam ına gelebilir. Gördüğüm üz gibi, hayati deneyim ler, ebeveynin çocuğun ihtiyaçları konusunda ne kadar güvenilir olduğunu ve bunlara ne ka­ dar karşılık verebileceğini, çocuğun kendi sıkıntısını giderm eyi ve dürtü kontrolünü öğrenm esi için sağlanan im kânları ve rehberliği, em patiyi pratikte gerçekleştirebilm iş olm ayı kapsamaktadır. Aynı şekilde, ihmal ya da kötü muamele, kendine dönük veya kayıtsız ebeveynin çocukla ahenksizliği ya da zalim ce bir disiplin, duygusal devreler üzerinde iz bırakabilir.15 İlk önce bebeklikte öğrenilen ve çocukluk süreci boyunca üstün­ de çalışılan en önemli duygusal derslerden birisi, rahatsızken kendini yatıştırma tarzıdır. Çok ufak bebeklerde, bu yatıştırm a işini bakıcı­ sı üstlenir: B ir anne, bebeğinin ağladığını duyar ve sakinleşene ka­ dar onu kucağında tutup sallar. Bazı kuram cılara göre, bu biyolojik ahenk, çocuğun bunun aynısını kendi kendine yapm ayı öğrenmesine yardımcı olur.16 On ve on sekiz ay arasındaki kritik dönemde, pref­ rontal korteksin orbitofrontal alanı hızlı bir biçim de limbik beyinle, sıkıntının ana şalteri haline gelecek olan bağlantıları kurmaktadır. Bir tahm ine göre sayısız yatıştırılm a durum larından geçerek, na­ sıl sakinleşeceğini öğrenm esine yardım cı olunan bebekte, sıkıntıyı kontrol eden bu devrenin bağlantıları daha kuvvetli olacaktır; böy­ lelikle ileride rahatsızlık duyduğunda kendi kendini yatıştırabilm eyi daha iyi becerecektir. Hiç kuşkusuz, beynin olgunlaşm ası çocuğa giderek daha kar­ maşık duygusal araçlar sundukça, kendini yatıştırm a sanatı yıllar boyunca ve yepyeni yöntem lerle öğrenilir. Unutm ayalım ki, lim bik dürtüleri düzenlem ekte çok önemli olan frontal loblar ergenliğe ge­ çerken olgunlaşır.17 Çocukluk boyunca kendi kendini biçim lendir­ meyi sürdüren bir diğer anahtar devrenin m erkezi; bir ucunda kalbi 297

ve bedenin diğer parçalarını düzenleyen, diğer ucundaysa adrenalleı den am igdalaya ’savaş ya da k aç’ tepkisini başlatan katekolaminleriıı salgılanm ası için sinyaller gönderen vagus sinirindedir. Çocuk yetiş­ tirme tarzının etkisini değerlendiren W ashington Ü niversitesi’nden bir ekip, duygusal açıdan ustalık sergileyen ebeveynliğin vagus siniri işlevinde olumlu yönde bir değişim e yol açtığını keşfetmiştir. Bu araştırm anın başındaki psikolog John G ottm an’a göre, “ebe­ veynler vagus sinirinin uyarılm a derecesini, çocuğa duygusal rehber­ lik yaparak değiştirirler: O nlarla duyguları anlamak, eleştirici ve yar­ gılayıcı olm am ak, duygusal zorluklara çözüm bulucu bir yaklaşım sergilem ek hakkında konuşarak, başkasına vurm ak veya üzgünken kendini geriye çekm ek yerine alternatif üretm ek gibi konularda, ne yapacaklarını öğretirler.” A nne-babalar bunu iyi yaptığında çocuklar bedende ’savaş ya da k aç’ horm onlarını harekete geçiren vagus siniri etkinliğini daha iyi bastırarak, daha olum lu davranışlar sergileyebi­ lir. Duygusal zekânın ana becerilerinden her birinin çocuklukta bir­ kaç yıla yayılan kritik dönem lerinin olması akla yakın görünüyor. H er dönem , çocuğa faydalı duygusal alışkanlıkları yerleştirebilm ek­ te yardım cı olacak bir fırsat penceresini temsil eder; bu fırsat kaçırıl­ m ışsa, hayatın sonraki yıllarında düzeltici derslerin sunulabilm esi bir o kadar zorlaşacaktır. Ç ocuklukta sinir devrelerinin yoğun bir şekilde yontulm ası ve budanm ası, erken yıllarda atlatılan duygusal badirele­ rin ve travm aların yetişkinlikte neden bu denli kalıcı ve yaygın et­ kileri olduğunu açıklayabilir. Ayrıca, psikoterapinin bu eğilimlerden bazılarını etkilem esinin neden bu kadar uzun zam an aldığını ve daha önce gördüğüm üz gibi, terapiden sonra bile üstleri yeni içgöriiler ve yeniden öğrenilm iş tepkilerle kaplanm ış olsa da bunların neden te­ m elde saklı kaldığını da açıklayabilir. Beyin, çocuklukta görüldüğü kadar geniş ölçüde olm asa da, as­ lında hayat boyu esnekliğini korur. H er türlü öğrenme, beyindeki bir değişikliği, bir sinaps bağlantısının kuvvetlendiğini işaret eder. O bsesif-kom pulsif bozukluğu olan hastalardaki beyin değişiklikleri, duygusal alışkanlıkların sinirsel düzeyde bile, biraz süreli bir çabay­ la hayatın her dönem inde biçim lendirilebildiğini gösteriyor. Travma sonrası stres bozukluğunda (hatta, terapide bile) beyinde olan şeyler, 298

tekrarlanan veya yoğun yaşanan tüm duygusal deneyimlerin netice­ sinde oluşan olum lu ya da olum suz etkilerin benzeridir. Bu tür derslerin en anlamlı olanlarından bazıları çocuğa ebeveyn tarafından verilir. Bebeklerinin duygusal ihtiyaçlarını ahenk içinde kabul eden ve karşılayan ya da em patiyle terbiye veren anne-baba­ larla; kendine dönük, çocuğunun sıkıntısını görmezden gelen veya bağırarak, vurarak keyfi bir terbiye veren ebeveynlerin çocuğa aşıla­ dığı duygusal alışkanlıklar birbirinden çok farklıdır. Bir anlamda pek çok psikoterapi yöntem i, hayatın önceki dönem lerinde saptırılmış ya da tam am en eksik kalmış şeylerin telafisi için verilen bir özel derstir. O halde, çocuklara duygusal becerileri besleyip yetiştiren şefkati ve rehberliği çocuklara daha ilk baştan sağlayarak, ileride bu özel ders­ lere ihtiyaç duym alarını önlem ek için elim izden geleni yapsak, daha iyi olm az mı?

299

BEŞİNCİ

bo lum

DUYGUSAL OKURYAZARLIK

15 Duygusal Cehaletin Bedeli

H e r şey küçük bir anlaşm azlıkla başlam ış, sonra olay büyümüştü. Thom as Jefferson Lisesi son sınıfından Ian M oore ve onun bir sınıf küçüğü Tyrone Sinkler, 15 yaşındaki arkadaşları Halil SumpterTa önce bir takıştılar. Sonra onu taciz ve tehdit etm eye başladılar. So­ nunda da bu olay patlak verdi. H alil, lan ve Tyrone’dan dayak yem e korkusuyla, bir sabah okula .38 kalibrelik bir silah getirdi ve bir okul bekçisinden en fazla 7-8 metre uzakta, burnunun dibindeki her iki çocuğu koridorda vurarak öldürdü. Bu tüyler ürpertici olay, duyguların idaresinin anlaşm azlıkları ba­ rışçıl yöntem lerle halletmeyi ve hatta, diğerleriyle sadece iyi geçin­ meyi öğrenm eye çok büyük ihtiyaç olduğunun yem bir işareti olarak da görülebilir. Şim diye kadar hep okul çocuklarının m atem atik ve okum ada geri kalm asından rahatsız olan eğitimciler, değişik ve daha acil bir eksikliğin farkına varıyorlar: Duygusal cehalet.1 Akademik standartları yükseltm ek için övülesi çabalar gösterile dursun, bu yeni ve sorun yaratan eksikliğe standart okul m üfredatında yer verilm i­ yor. New York’un Brooklyn ilçesinden bir öğretm enin dediği gibi, okullarda şu anki vurgulama, “okul çocuklarının ne kadar iyi okuyup yazdığıyla, gelecek hafta hayatta olup olm ayacaklarından daha fazla ilgilendiğim izi” gösteriyor. Bu eksikliğin işaretlerini, okullarda gitgide olağanlaşmakta olan, lan ve Tyrone’un vurulm ası gibi şiddet olaylarından görebiliriz. A n­ cak bunlar m ünferit olaylar olm anın ötesindedir; dünya trendlerinin “önderi” olan A m erika’daki ergenlerin içinde bulunduğu kargaşanın tırm anışıyla çocuk yaştakilerin soranları şu tür istatistiklerden oku­ nabilir:2 303

Son yirmi yıla kıyasla, A m erika’da 1990’larda şiddet suçların­ dan tutuklanan reşit olm am ış gençlerin oranının en yüksek düzeye tırmandığı görülmüştür. Zorla tecavüzden tutuklanan ergen gençler iki katma; silahla ateş etme olaylarındaki artışa paralel olarak cinayet suçundan tutuklananlar da dört katına çıkmıştır.3 Aynı dönem içinde ergen yaştakiler arasında intihar oranıyla, cinayet kurbanı olan on dört yaş altındaki çocukların sayısı da üç katına çıkmıştır.4 Genç kızlar, daha fazla sayıda ve daha erken bir yaşta hamile kalmaktadır. 1993 yılı itibarıyla, on - on dört yaş arası kızlar arasında doğum yapanların, bazılarının deyim iyle “bebek yapan bebeklerin” oranı, beş yıl boyunca sürekli artış göstermiştir. Aynı şekilde istem e­ den ham ile kalan ergen kızların oranı ve arkadaş arasında cinsel iliş­ ki baskısı da artmıştır. Ergenler arasında, zührevi hastalık oranında da son otuz yıl içinde üç kat artış olm uştur.5 Bu rakam lar um ut kırıcı olsa da, siyahi A m erikan gençliğine, özellikle de kent m erkezlerinde yaşayan kesim ine baktığımızda, oranların bazen ikiye, üçe ya da daha fazlasına katlanm ası durumun ne kadar vahim bir hal aldığını ortaya koymaktadır. Örneğin, 1990’lardan önceki yirm i yıl boyunca beyaz gençler arasında kokain ve eroin kullanım ı yüzde üç artarken, siyahi A m e­ rikalı gençler arasında bu oran inanılm az derecede artarak yirmi yıl öncesinin on üç katma çıkmıştır.6 Gençler arasındaki en yaygın rahatsızlık nedeni ruhsal hastalık­ lardır. A ğır ya da h afif depresyon belirtileri ergenlerin üçte birine yakınını etkilem ektedir; kızlarda depresyon vakaları ergenlikte ikiye katlanmaktadır. Genç kızlar arasında yem e bozukluğu vakalarının sayısı da iyice tırm anm ıştır.7 Son olarak, bir şeyler değişm ediği takdirde, bugünün çocukla­ rının uzun vadede evlenip eşleriyle birlikte verim li ve istikrarlı bir yaşam sürme olasılığı, her kuşakla birlikte daha da azalmaktadır. 9. K ısım ’da gördüğüm üz gibi, 1970’lerd ev e 1980’lerde boşanm a oranı yüzde ellilerdeyken, 1990’lara girdiğim izde yeni evliler arasındaki boşanm a oranına bakarak yapılan tahmin, bugünkü genç insanların yaptığı üç evlilikten ikisinin boşanm ayla sonuçlanacağı yönündedir.

304

DUYGUSAL ZAAF Tehlike çanlarını çalan bu istatistikler, aynen köm ür m adencisi­ ne tünelde çok az oksijen kaldığının işaretini veren ’madenci kanary ası’nm ölüm üne benzetilebilir. Bu kadar ciddi sayıların ötesinde, bugünkü çocukların kötü durum u daha incelikli bir düzeyde henüz açıkça bir krize dönüşm em iş gündelik sorunlarda görülebilir. D uy­ gusal yeterlilik düzeyinin düşm ekte olduğunu doğrudan gösteren bir barom etre olarak, belki de en anlam lı bulgular, yaşlan yediyle on altı arası değişen Amerikalı çocuklardan oluşan ulusal çapta bir örnekle­ m eyle, çocukların 1970’lerin ortasındaki ve 1980’lerin sonlarındaki duygusal durum larının kıyaslanm asından elde edilmiştir.8A nne-ba­ baların ve öğretm enlerin değerlendirm elerine göre, sistem atik bir kötüleşm e söz konusuydu. D iğerlerinden daha çok göze batan tek bir sorun yoktu; tüm göstergeler yanlış yönde bir gidişatı işaret ediyor­ du: Çocukların ortalam a olarak daha zay ıf kaldığı haller şunlardı: Kendini geri çekm e ya da sosyal sorunlar: Yalnızlığı tercih etme; ketum davranm a; fazlasıyla surat asma; enerji eksikliği; mutsuzluk, fazlasıyla bağım lılık K aygdı ve depresif: Yalnızlık, birçok korku ve endişe; m ükem ­ mel olma ihtiyacı; sevilm ediğini hissetm e; sinirli, üzgün ve depres­ yonda olma Dikkat y a da m uhakem e sorunları: D ikkat edem em e ya da yerin­ de duramam a; hayal kurma; düşünm eden hareket etme; yoğunlaşam ayacak kadar sinirli olma; okul ödevlerini iyi yapam am a; zihnin­ den bazı düşünceleri atamama Suç işleme eğilim i ve saldırganlık: Başlarını derde sokan çocuk­ larla dolaşma; yalancılık ve sahtekârlık; başkalarının eşyalarını tah­ rip etme; evde ya da okulda söz dinlem em e; inatçı ve karam sar olma; çok konuşm a; fazlasıyla eziyet etm e; çabuk öfkelenme ♦

Bu sorunların herhangi biri tek başına kim seyi irkiltm ese de, toplu olarak geniş kapsam lı bir değişim in çocukluk deneyim inin içi­ ne sızan bir tür yeni zehirin göstergesi oluyor, duygusal yeterlilik açısından geniş çaplı eksikliklerin bulunduğunu işaret ediyor. Bu duygusal zaaf, m odem yaşam ın tüm çocuklara ödettiği evrensel bir 305

bedel gibi görünüyor. A m erikalılar, kendilerini diğer kültürlerle kar­ şılaştırdıklarında, sorunlarının çok daha kötü olduğunu vurgulasalar da, dünyanın çeşitli ülkelerinde yapılan araştırm alarda A m erika’dakine eşit ya da daha kötü oranlar bulunmuştur. Örneğin, 1980’lerde Hollanda, Çin ve A lm anya’daki öğretm enler ve anne-babalar, ço­ cukların sorunlarını 1976’da Amerikalı çocuklarda saptananla aşağı yukarı aynı düzeyde olarak değerlendirm işlerdi. Avustralya, Fransa ve Tayland’ın da dahil olduğu bazı ülkelerdeki çocuklar ise şu an A m erika’da olduğundan daha kötü bir düzeydeydi. A ncak bu durum çok uzun bir süre devam etmeyebilir. D iğer birçok gelişm iş ulusla karşılaştırıldığında, A m erika’da duygusal yeterliliğin aşağı çekilm e­ sini körükleyen daha genel etkenlerin güçlendiği görülm ektedir.9 İster zengin olsun ister fakir, hiçbir çocuk tehlikeden bağışık de­ ğildir; bu sorunlar evrenseldir ve her türlü etnik, ırk ve gelir grubun­ da ortaya çıkmaktadır. Yoksulluk içindeki çocuklar en kötü duygusal beceri siciline sahip gibi görünse de, on yıllık zam an dilim leri bo­ yunca kötüleşm e oranlan orta sın ıf ya da zengin çocuklardan daha kötü değildir; hepsi aym düzenli düşüşü göstermektedir. Buna para­ lel olarak, psikolojik yardım alan çocukların sayısı üçe katlanırken (belki de yardım bulm a olanaklarının arttığını gösteren iyi bir işaret) kendilerine yardım edilm esini gerektirecek kadar duygusal sorunu olup bu yardım ı bulm am ış olanların sayısı iki katına - 1 976’da yüzde 9 ’dan 1989’da yüzde 18’e - çıkm ıştır (kötü bir işaret). Com ell Ü niversitesi’nin tanınm ış gelişim psikologu Urie Bronfenbrenner, çocukların ruh sağlığı konusunda uluslararası bir kıyas­ lama yapmıştır: “İyi destek sistem lerinin olm adığı durum larda, dış kaynaklı stresler güçlü aileleri bile parçalayabilecek kadar büyüm üş­ tür. Eğitimi ve geliri iyi olanlar da dahil olm ak üzere, ailenin günlük hayatının telaşı, istikrarsızlık ve tutarsızlığı, toplum un tüm katm an­ larına yayılm ış durumdadır. Tehlikede olan, bir sonraki kuşaktır: özellikle erkekler, yetişm e sürecinde boşanma, fakirlik ve işsizliğin tahrip edici etkileri gibi yıkıcı güçler karşısında zedelenebilecek du­ rumdadır. Amerikalı çocukların ve ailelerin durum u hiç olm adığı ka­ dar vahimdir... M ilyonlarca çocuğu duygusal yeterlilikten ve ahlaklı bir kişilikten yoksun bırakıyoruz.” 10 306

Rekabetin em ek m aliyetlerini aşağı çekerek aileye baskı yapan ekonom ik güçler yaratm ası, sadece A m erika’ya özgü değil evren­ sel bir olgudur. Günüm üz, mali açıdan sıkışık ailelerde hem annenin hem de babanın uzun saatler çalışm ak zorunda kalarak çocuklarını kendi başlarının çaresine bakm aya bıraktığı; çocukların şimdiye ka­ dar hiç görülm edik oranda yoksulluk içinde büyüdüğü; tek ebeveynli ailelerin giderek olağanlaştığı; d,aha çok sayıda bebek ve çocuğun, neredeyse ihm alkârlık düzeyine varacak kadar kötü işletilen yuvala­ ra bırakıldığı bir devirdir. B ütün bunlar, iyi niyetli ebeveynler açısın­ dan bile, anne-babayla çocuk arasındaki duygusal yeterliliği oluştu­ ran sayısız küçük, besleyici etkileşim in erozyona uğram ası anlamına geliyor. A ileler artık çocukların hayata sağlam bir şekilde hazırlanm asın­ da etkili olam ıyorsa, ne yapm am ız gerekir? Belirli sorunların m eka­ niğine daha dikkatlice baktığım ızda, duygusal ya da sosyal yeterlilik eksikliklerinin ciddi sorunlara nasıl zemin hazırladığını ve doğru hedefe yöneltilm iş düzeltici ya da da önleyici yöntem ve araçların daha fazla çocuğun iyi yolda gitm esini nasıl sağlayabileceğini gö­ rebiliriz.

ÖFKEYİ EHLİLEŞTİRMEK Ben ilkokul birinci sınıftayken, okulun “dayısı” dördüncü sı­ nıftaki Jim m y’ydi. O nun bunun harçlığını çalan, bisikletini alan ve konuşur konuşm az yum ruk atan bir çocuktu. Jimm y en küçük bir tahrikte ya da hiç kışkırtılm asa da, kavga çıkaran klasik bir kaba­ dayıydı. Jim m y’yi şaşkınlıkla ve aram ıza belli bir m esafe koyarak izlerdik. H erkes Jim m y ’den nefret eder ve korkardı; kimse onunla oynam azdı. Oyun alanında nereye giderse gitsin, sanki görünmez bir fedai çocukları yolundan temizlerdi. Jim m y gibi çocuklar açıkça sorunludur. Ancak belki pek de açık olm ayan, çocuklukta bu kadar belirgin bir saldırganlığın, duygusal sorunların ve ileride görülecek diğerlerinin bir işareti olduğudur. Jim m y on altı yaşm a geldiğinde, saldırı suçundan dolayı hapisteydi. Jim m y gibilerinin çocukluktaki saldırganlıklarının yaşam boyu sürecek bir m iras bıraktığı, birçok araştırm ada ortaya çıkmıştır." 307

G ördüğüm üz gibi, bu tür saldırgan çocukların aile hayatında tipik olarak ihm alkârlıkla keyfî cezalandırm alar arasında gidip gelen anne-babalar vardır; bu davranış modeli de, anlaşılabileceği gibi, ço­ cukları biraz daha paranoyak ya da kavgacı yapar. Öfkeli çocukların tüm ü kabadayı değildir; bazıları kızdırılm a­ ya ya da küçüm senm eye veya adaletsizlik olarak algıladıkları ha­ reketlere fazla tepki gösteren, içine kapanık, toplum dan dışlanmış çocuklardır. Ancak bu çocukların ortak algısal hatası, bir kasıt ol­ madığı halde küçüm sendiklerini sanmaları, arkadaşlarını gerçekte olduğundan daha düşm anca tavırlı görmeleridir. Bu da onların as­ lında tarafsız hareketleri birer tehdit gibi algılam alarına -kasıtsız bir çarpm anın bir kan davası olarak algılanm ası g ib i- ve karşı saldırıya geçmelerine yol açar. D oğal olarak bu durum diğer çocukları uzak­ laştırdığından, daha da yalnız kalm alarıyla sonuçlanır. Bu tür öfkeli ve tecrit olm uş çocuklar, adaletsizliğe ve haksız m uam eleye karşı fazlasıyla hassastırlar. Kendilerini genellikle kurban olarak görür ve sözgelimi, m asum olduklan halde öğretm enlerin onları bir şeyden dolayı suçlam ası gibi, bir dizi örneği sıralayıverirler. Bu çocukların bir başka özelliği de, bir kez öfkeye kapıldıklarında, düşünebildikleri tek tepkinin sert ve ani çıkışlar yapm ak olmasıdır. Bu algısal önyargıların nasıl işlediği, kabadayı tiplerin video sey­ retm ek üzere daha sakin bir çocukla eşleştirildiği bir deneyde görül­ mektedir. Film lerin birinde, başka bir çocuğun çarptığı biri kitapla­ rını düşürür ve civardaki başka çocuklar gülmeye başlar; kitaplarını düşüren çocuk da öfkelenip gülenlerden birine vurm aya çalışır. F il­ mi seyreden çocuklar, daha sonra bunun hakkında konuştuklarında, kabadayı, ötekilere vurm aya çalışan çocuğu hep haklı bulur. Daha da anlamlısı, filmi tartışırken, izledikleri çocukların saldırganlıkla­ rını değerlendirm eleri gerektiğinde, kabadayılar çarpan çocuğu daha kavgacı; vurm aya çalışan çocuğun öfkesini de daha haklı bulurlar.12 Hem en bu tür bir hükm e varm aları, olağandışı saldırgan kişiler­ deki derin algısal önyargının kanıtıdır: D üşm anlık ya da tehdit var­ sayımıyla hareket ederken, neler olup bittiğine pek az dikkat ederler. Kendilerinin tehdit edildiğini farz ettikleri an, hemen harekete ge­ çerler. Örneğin, dama oyununda rakibi sırası gelmeden bir parçayı oynatırsa, saldırgan çocuk m asum bir hata olup olmadığım düşün­ 308

meden bunu “hile yapm ak” olarak yorumlar. M asum değil de, kötü niyetli bir varsayım dır bu, tepkisi de otom atik saldırganlık olur. Kar­ şı tarafın hareketinin refleks halinde düşm anlık olarak algılanm asıy­ la iç içe geçm iş otom atik bir saldırganlıktır; sözgelim i, ötekine hata yaptığını belirtm ek yerine, suçlamak, bağırm ak, vurmaya başlam ak gibi. Bu tür çocuklar bunu daha fazla yaptıkça da, saldırganlık onlar için daha otom atik bir tepki olur ve nezaket, şakaya vurm a gibi se­ çenekler kısıtlanır. Sinirlenm e eşikleri düşük olan, daha çok şeyden daha fazla huysuzlaşan bu tür çocuklar, bir anlam da duygusal açıdan korunm asız olurlar; sinirlendiklerinde sağlıklı düşünem ez, dolayısıyla da iyi ni­ yetli hareketleri saldırganlık olarak görür, fazlasıyla öğrenmiş olduk­ ları saldırıyla karşılık verm e alışkanlığına geri dönerler.13 D üşm anlık yönündeki bu algısal sapm alar daha ilk sınıflarda çok­ tan yerine oturmuş olur. Çoğu çocuk, özellikle de erkekler, anaoku­ lunda ve birinci sınıfta kıpır kıpır olurken, daha saldırgan çocuklar ikinci sınıfta biraz olsun kendini kontrol etm eyi öğrenemezler. Oyun alanlarındaki anlaşm azlıklarda diğer çocuklar pazarlık etmeyi ve uzlaşmayı öğrenm eye başlarken, kabadayı tipler giderek daha faz­ la kaba güce ve yaygaraya güvenir hale gelirler. Bunun bedelini de sosyal ilişkilerinde öderler: Oyun alanında bir kabadayıyla ilk kez karşılaşan diğer çocuklar, iki-üç saat içinde ondan hoşlanm adıklarını söylem eye başlar.14 Ancak çocukları okul öncesi yıllarından ergenlik dönem ine gir­ dikten sonraki yıllarına dek izleyen araştırm alar; bozguncu, geçim ­ siz, ebeveyninin söz dinlem eyen, öğretm enlere karşı gelen birinci sınıf öğrencilerinden yarısının, ergenlik yıllarında suç işlediklerini saptam ıştır.ıs Elbette ki bu tür saldırgan çocukların tüm ü ileride şid­ dete ve suça götüren yörüngede yer almaz. A ncak bütün çocuklar arasında, sonuçla şiddet içerikli suçlar işleme riski en çok olanlar, bunlardır. Bu çocuk'ar, hayatlarının şaşırtıcı derecede erken yıllarında suç işlemeye yönelirler. M ontreal’deki bir anaokulunun öğrencileri düş­ manlık ve soran yaratm a eğilim leri açısından değerlendirildiklerin­ de, düşm anlık derecesi en yüksek çıkan beş yaşındaki çocukların, sadece beşle sekiz yıl sonra, yani ergenliğin başlangıç yıllarında çok 309

daha fazla suç işlediklerine ilişkin kanıtlar bulunm uştu. Kendilerine hiçbir şey yapm am ış bir çocuğu dövdüklerini, dükkân soyduklarım, bir kavgada silah kullandıklarını, otom obillerin kilidini kırıp içine girdiklerini ya da parçalarını çaldıklarını, sarhoş olduklarını ve bütün bunları daha on dört yaşm a varm adan yaptıklarını itiraf etme olası­ lıkları diğer çocuklara kıyasla üç kat fazladır.16 Şiddete ve suç işlemeye kadar varan model yol, birinci ve ikinci sınıfta saldırgan, zor zaptedilen çocuklarla başlar.17 Çocuğun dür­ tü kontrolünün zayıf olması, tipik olarak en erken okul yıllarından itibaren kötü bir öğrenci olm asına, hem kendisi hem de başkaları tarafından “aptal” gibi görülm esine katkıda bulunur. Bu yargı, geri kalan çocuklar için açılan özel eğitim sınıflarına postalanm asıyla da desteklenir (bu tür çocuklarda “hiperaktivite” ya da öğrenm e güç­ lüklerinin oranı fazla olsa da, durum hepsinde aynı değildir). Okula başlayan çocuklardan, evinde “zorbaca” davranış tarzını, yani kaba­ dayılığı öğrenm iş olanlar, kendilerini hizaya sokm ak için çok fazla zam an harcam ak zorunda kalan öğretm enleri tarafından da gözden çıkarılır. S ınıf kurallarına uym am ak, bu çocuklara doğal gelir; bu yüzden öğrenm eye harcayabilecekleri zamanı israf ederler; alm ya­ zıları olan akadem ik başarısızlık, genellikle üçüncü sınıfa geldikle­ rinde belirgindir. Suç işlem eye eğilim li olan çocukların IQ puanları arkadaşlarına oranla daha düşük olsa da, dürtüleriyle hareket etm ele­ ri daha doğrudan bir etkendir: On yaşındaki erkek çocuklarda diirtüsellik, gelecekte suç işleme olasılığını tahmin etm ekte IQ puanlarına oranla neredeyse üç kat daha isabetlidir.18 D ördüncü ya da beşinci sınıfa geldiklerinde artık kabadayı ya da “zor” olarak görülen bu çocuklar arkadaşları tarafından reddedilir, kolay arkadaşlık kuram az ya da hiç arkadaşları olmaz. K endileri­ ni yalnız hissettikleri için de, toplum dışı bırakılm ış diğer insanla­ ra yönelirler. D ördüncü ve dokuzuncu sınıflar arasında, kendilerini toplum dışı gruplara ve yasalara aykırı bir yaşam tarzına adarlar; en büyük patlam a yedinci ve sekizinci sınıflar arasında olm ak üzere, alkol ve uyuşturucu kullanım ı beş kat artar. Ortaokul yıllarında, “bu yola geç girenleri’in bir başka türü, isyankâr tarzlarının çekiciliğine kapılarak onlara katılır; bunlar genellikle evde hiçbir gözetim altında bulunm ayan ve ilkokul yıllarından itibaren sokaklarda sürtmeye baş­ 310

lam ış gençlerdir. Lise yıllarında bu dışlanm ış grubun okuldan ayrı­ larak hırsızlık, soygun ve uyuşturucu ticareti gibi adi suçlara kaydığı görülür. (Bu süreçte kızlar ve erkekler arasında önemli bir fark ortaya çıkar. Öğretm enlerle başı belaya giren ve kuralları çiğneyen, ancak arkadaşları arasında popülerliğini yitirm eyen “kötü” dördüncü sınıf kızları üzerinde yapılan bir çalışmada, yüzde kırkının liseyi bitirdi­ ğinde bir çocuğu olduğu görülm üştür.19 Bu oran, aynı okuldaki kızla­ rın ortalam a ham ile kalm a oranının üç katıdır. Bir başka deyişle, antisosyal genç kızlar şiddete başvurm ak yerine, ham ile kalmaktadır.) Şiddete ve suç işlem eye uzanan yol tek değildir elbet; birçok baş­ ka etken de çocuk için risk oluşturabilir: Suç oranının fazla olduğu bir m ahallede doğup suç işlem eyi ve şiddeti teşvik eden durumlara daha fazla m aruz kalarak büyüm ek; fazlasıyla stres altındaki bir aile­ si olm ak ya da yoksulluk içinde yaşam ak gibi. Ancak bu etkenlerden hiçbiri tek başına çocuğun şiddet suçlan işlemesini kaçınılm az hale getirmez. Aynı koşullar altında, saldırgan çocuklarda etkin olan psi­ kolojik güçler, onların şiddet suçu işlem eleri olasılığını artırır. Y üz­ lerce erkek çocuğunun yaşantısını genç yetişkinlik yıllarına kadar yakından takip etm iş olan psikolog Gerard P atterson’ın dediği gibi, “beş yaşındaki bir çocuğun antisosyal davranışları, ileride suç işleye­ cek bir ergenin hareketlerinin ilk örneği olabilir.”20

KABADAYILAR İÇİN OKUL Saldırgan çocukların yaşam boyu taşıdıkları zihniyet, neredeyse istisnasız olarak, er ya da geç başlarını belaya sokar. Şiddet suçla­ rından hüküm giym iş gençlerle saldırgan lise öğrencileri üzerinde yapılm ış bir araştırm ada, bunların ortak bir zihniyete sahip oldukları görülmüştür. Birisiyle bir sorun yaşadıklarında, hemen karşı tarafı düşm anca bir açıdan görür, ötekinin onlara yönelik bir düşmanlığı olup olm adığını daha fazla araştırm adan ya da aralarındaki anlaş­ m azlığı giderm ek için barışçıl bir çözüm aramayı düşünm eden hük­ me varırlar. G enellikle kavga gibi şiddet içeren bir çözüm ün aslında olum suz bir sonucu olacağı akıllarından bile geçmez. Saldırganlık eğilim lerini, “Ö fkeden çılgına dönm üşsen, birine vurm ak norm al­ 311

dir”; “Kavgadan kaçarsan herkes korkak olduğunu düşünür” ; ve “Feci bir şekilde dövülen kişiler, aslında o kadar da acı çekm ez” gibi kanılarla zihinlerinde meşrulaştırırlar.21 A ncak, zam anında yapılan yardım lar bu tutum ları değiştirebilir ve çocuğun suç işlem eye yönelm esini engelleyebilir; birçok deney­ sel program , bu saldırgan çocuklara antisosyal eğilim lerini daha cid­ di sorunlara yol açm adan dizginlem eyi öğrenm eleri için bir m iktar yardım cı olabilmiştir. Duke Ü niversitesi’ndeki bu tür bir program, altıyla on iki hafta arasında, haftada iki kez kırkar dakikalık eğitim seansları içinde, ilkokulda sorun çıkaran öfke dolu çocuklara uygu­ lanmıştır. Örneğin, erkek çocuklara, düşm anca diye yorum ladıkları bazı sosyal işaretlerin aslında tarafsız ya da dostça olduğunu nasıl görebilecekleri öğretilmiştir. Program a katılanlar, diğer çocukların açısından bakm ayı, başkaları tarafından nasıl görüldüklerine dair bir fikir sahibi olmayı ve onları o kadar kızdıran tem aslarda diğer çocuk­ ların ne düşünüyor ya da hissediyor olabileceklerini öğrenmişlerdir. Ayrıca birinin kendilerine takılm ası gibi tepelerini attıran sahneleri canlandırm a yoluyla, doğrudan öfke kontrolü eğitimi de görm üşler­ dir. Öfke kontrolü eğitim inde edindikleri ana becerilerden bir tanesi, hissettiklerini izlemek, yani öfkelendiklerinde yüzlerine kan hücum etmesi ya da kasların gerilmesi gibi bedensel duyum ların farkına va­ rıp bu hisleri bir ipucu kabul ederek, fevri bir girişim de bulunm ak yerine durup bir sonraki adımda ne yapacaklarını düşünmekti. D uke Ü niversitesi’nde bu program ı oluşturanlardan psikolog John L ochm an’a göre, “Son zam anlarda yaşadıkları ve kasti oldu­ ğunu düşündükleri, koridordaki bir çarpışm a gibi durum ları tartışı­ yorlar. Bu tür durumları nasıl idare edebilecekleri üzerinde konu­ şuyorlar. Ö rneğin bir çocuk kendisine çarpan çocuğa dik dik bakıp bir daha bunu yapm am asını söyleyerek geçip gittiğini anlatm ıştı. Bu da onu, kavga çıkarmadan, kendini bir m iktar kontrol edebildiği ve özsaygısını koruyabildiği bir konuma getirm işti.” Bu yaklaşım çocuklara çekici gelir, çünkü saldırgan tabiatlı bir­ çok çocuk kendini o kadar çabuk kaybettiği için m utsuzdur ve öfke­ sini kontrol etm eyi öğrenm eye istekli olur. O anın harareti içinde, tepki verm eden karşısındakine vurm a dürtüsünün geçmesi için ge­ çip gitm ek ya da ona kadar saym ak gibi serinkanlı karşılık biçim leri 312

otom atik değildir elbet; otobüse binerken diğer çocukların sataşm a­ sı gibi durum ların canlandırıldığı sahnelerde, çocuklar bu alternatif davranış rollerini prova ederler. Bu yoldan, birine vurm a, ağlam a ya da utanç içinde kaçm anın bir alternatifini sunarken, saygınlıklarını da koruyan dostça tepki şekillerini deneyebilirler. Lochman, eğitim ­ den geçm elerinden üç yıl sonra bu çocukları en az kendileri kadar saldırgan-, ama öfke kontrolü seanslarından yararlanm am ış başka çocuklarla karşılaştırm ıştır. Bulgularına göre, program ı tam am la­ mış çocuklar ergenlik çağlarındayken sınıfta çok daha az sorunlu, kendileri hakkında daha olum lu duygulara sahip, içki ve uyuşturucu kullanm aya daha az eğilimliydiler. Program da ne kadar uzun süre kalmışlarsa, ergenlikte de o kadar az saldırgandılar.

DEPRESYONU ÖNLEMEK O n altı yaşındaki D ana, her zam an başkalarıyla kolay geçinen b ir kız gibi görünüyordu. A ncak birden diğer k ızlarla bağ kuram am aya, kendi açısından daha da kötüsü, erkek arkadaşlarıyla yattığı halde onları elin ­ de tutam am aya başladı. Som urtkan ve sürekli bitkin olan D ana, yem eğe ve eğlenceye karşı ilgisini yitirdi; bu ruh halinden kurtulm ak için bir şeyler yapm a konusunda kendini um utsuz ve çaresiz hissettiğini ve in­ tihar etm eyi düşündüğünü söylüyordu. D epresyona girm esine neden olan, son erkek arkadaşından ay n lm asıy dı. B undan rahatsız olsa da, hem en cinsel ilişkiye girm eden bir erkekle nasıl çıkacağını ve hoşnut olm adığı b ir ilişkiyi nasıl bitireceğini b ile ­ m ediğini söylüyordu. Sadece erkek arkadaşını daha iyi tanım ak istediği halde, kendini onunla yatakta bulduğunu anlatıyordu. K ısa b ir süre önce yeni b ir okula geçm işti; ancak oradaki k ızlarla ar­ kadaş olm ak konusunda çekingen ve kaygılıydı. Ö rneğin, konuşm ayı başlatm aktan kaçınıyor, ancak karşısındaki b ir şey söylerse k onuşabili­ yordu. N asıl biri olduğunu anlam aları için onlara fırsat tanıyam adığını ve “M erhaba, nasılsın?” diyen birine bile ne cevap vereceğini b ilem e­ diğini hissediyordu.22

Dana, Colum bia Ü niversitesi’nde depresif ergenler için hazırlan­ mış deneysel bir terapi program a katıldı. Tedavisinin odağı, ilişki­ lerini daha iyi idare etmeyi öğrenm esine yardım cı olmaktı; bir ar­ kadaşlığın nasıl geliştirileceği, ergen yaştaki diğer kişilerin yanında 313

özgüvenin nasıl artırılabileceği, cinsel yakınlığa nasıl sm ır çizilece­ ği, biriyle nasıl yakınlık kurulacağı ve hislerin nasıl ifade edileceği öğretiliyordu. Aslında bu, en tem el nitelikteki bazı duygusal beceri­ lerin eksikliğini gidermeyi hedefleyen özel bir ders program ıydı. İşe de yaradı; D ana depresyondan çıktı. Ö zellikle genç insanların ilişkilerinde çıkan sorunlar depresyona yol açabilir. Çocuklar arkadaşlarıyla ilişkilerinde olduğu kadar, ebe­ veynleriyle de sorun yaşarlar. D epresif çocuklar ve ergenler, çoğu zam an üzüntüleri hakkında konuşm az ya da konuşm ak istemezler. Duygularını doğru tanım layam az, özellikle de anne-babalarına kar­ şı asık yüzlü bir huysuzluk, sabırsızlık, terslik ve öfke sergilerler. Bu da, anne-babaların depresyondaki çocuğun duygusal destek ve rehberlik ihtiyacını karşılam alarını zorlaştırarak, genellikle sürekli tartışm a ve yabancılaşm ayla sonuçlanan bir olum suzluk sarmalını harekete geçirir. Gençlerdeki depresyonun nedenlerine yeni bir bakış, duygusal yeterliliğin iki alanındaki eksikliklerin altını çiziyor: Bunlardan biri, ilişki becerileri; diğeri ise yenilgilerin depresyonu ilerletecek şekilde yorum lanm asıdır. D epresyon eğilim inin kısm en kalıtım sal olduğu hem en hem en kesin olsa da, kısm en de, çocukları hayatın küçük ye­ nilgilerine -k ö tü notlar, ebeveynle tartışm alar, sosyal anlam da geri çevrilm e g ib i- depresyonla tepki verm eye yatkınlaştıran, değiştiri­ lebilir nitelikteki karam sar düşünm e alışkanlıklarından kaynaklanı­ yor gibidir. Ancak, kaynağı ne olursa olsun, depresyona yatkınlığın gençler arasında gitgide yaygınlaştığım gösteren deliller vardır.

MODERNLİĞİN BEDELİ: DEPRESYONUN YAYGINLAŞMASI Yirminci yüzyılın bir Kaygı Çağı olması gibi, binyıl dönümüne yaklaştığım ız şu yıllar da bir M elankoli Ç ağı’m beraberinde getir­ mektedir. Uluslararası veriler, m odern hayat tarzının dünyanın her yerinde benim senm esiyle birlikte yayılan m odem bir depresyon sal­ gınına işaret ediyor. Yüzyılın başından beri birbirini takip eden her kuşak, ebeveynlerine kıyasla daha yüksek bir ağır depresyon riski taşımıştır; hem de yalnızca üzüntü değil, aynı zam anda kişiyi felç eden bir halsizlik, keder, kendine acım a duygusu ve baskın bir um ut­ 314

suzluk halinde erken yaşlardan itibaren başlamaktadır. Bir zam an­ lar hiç bilinm eyen (ya da en azından öyle tanım lanm ayan) çocukluk depresyonu, günüm üz yaşantısının değişm ez bir parçası olarak be­ lirmektedir. Depresyon geçirm e olasılığı yaşla birlikte bir artış gösterse de, en fazla artış genç insanlar arasında görülüyor. Birçok ülkede, 1955’ten sonra doğanların, hayatlarının bir dönem inde ağır depresyon geçirm e olasılığı, büyük anne ve babalarına oranla üç kat ya da daha fazladır. 1905’ten önce doğan A m erikalıların hayatları boyunca ağır depresyon geçirm e olasılığı yüzde birken, 1955’ten sonra doğanlar­ dan yirm i dört yaşına gelenlerin yüzde altısı depresyon geçirmiştir. 1945 ile 1954 arasında doğanların otuz dört yaşından önce depres­ yon geçirm e olasılığı, 1905 ile 1914 arası doğanlara oranla on kat fazladır.24 H er yeni kuşakta, ilk depresyon vakası giderek daha erken bir yaşta görülmüştür. B ütün dünyada otuz dokuz binden fazla insanla yapılmış bir araş­ tırma; Porto Riko, Kanada, İtalya, A lm anya, Fransa, Tayvan, Lüb­ nan ve Yeni Z elanda’da aynı trendi saptam ıştı. B eyrut’ta depresyon vakalarının artışı politik olayları yakından izlemiş, artış eğilimi iç savaş dönem lerinde tepe noktasına fırlamıştır. A lm anya’da ise 1914 ’ten önce doğanlar otuz beş yaşm a geldiklerinde görülen depres­ yon oram yüzde dörtken, 1944’ten önceki on yıl içinde doğanlar otuz beş yaşına geldiğinde bu oran yüzde on dört olmuştur. Genel yükse­ liş trendi politik olaylardan bağım sız görünse de, bütün dünyadaki siyasal kargaşa dönem lerinde, reşit olmuş kuşaklarda daha yüksek oranlarda depresyon görülmüştür. İlk depresyonun yaşandığı yaşın çocukluk dönemine kadar inm e­ si de dünya çapında bir trend gibi görünüyor. Uzmanlardan bunun nedeni hakkında bir tahm in yapm alarını istediğim de, ortaya pek çok kuram atıldı. O sırada Ulusal R uh Sağlığı Enstitüsü’nün yöneticisi olan Dr. Frederick G oodw in’in tahm inine göre, “Çekirdek aile kor­ kunç bir aşınm aya uğradı; boşanm a oranı ikiye katlandı, ebeveynle­ rin çocuklara ayırabildiği zam an azaldı ve coğrafi hareketlilik arttı. Artık çocuklar eskisi gibi geniş ailelerini tanıyarak büyümüyorlar. İnsanın kendi kim lik tanım ının bu sağlam referanslarının kaybı, dep­ resyona yatkınlığın artması dem ektir.” 315

Pittsburgh Üniversitesi Tıp O kulu’nun psikiyatri kürsüsünün baş­ kanı Dr. David K upfer de bir başka trende işaret etti: “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sanayileşm enin yaygınlaşm asıyla, bir anlamda herkes evinden ayrıldı. Gitgide daha fazla ailede, büyüm ekte olan çocukların ihtiyaçlarına karşı ebeveynlerin kayıtsızlığı arttı. Bu, dep­ resyonun doğrudan bir nedeni olm asa da, hassaslaşm aya yol açm ış­ tır. Stresi yaratan etkenler erken yaşlarda nöron gelişim ini etkileye­ bilir, bu da onlarca yıl sonra bile büyük stres altındayken depresyona yol açabilir.” Pennsylvania Ü niversitesi’nden psikolog M artin Seligm an’a göre, “Son otuz-kırk yıl içinde gerek din, gerekse toplum ve geniş aileden gelen destek bağlam ında, büyük inançların silikleşm esini yaşadık. Bu, yenilgilere ve başarısızlıklara karşı tam pon vazifesi gö­ rebilecek kaynakların kaybı anlam ına gelir. B ir başarısızlığı kalıcı bir şey olarak görüp hayatınızdaki her şeye gölge düşürecek kadar büyüttükçe, anlık b ir yenilgiyi sürekli bir um utsuzluk kaynağına dö­ nüştürm eye eğilim li olursunuz. Oysa Tanrıya ve ölüm den sonraki yaşam a inanm ak gibi daha geniş bir bakış açısına sahipseniz, işinizi kaybetmiş olm ak sadece geçici bir yenilgi olarak kalır.” Kaynağı ne olursa olsun, gençlerdeki depresyon acil bir sorundur. A m erika’da kaç çocuk ve gencin yaşam boyu depresyona m aruz ka­ lacakları ile, belirli bir yılda kaçının depresyon geçireceğine ilişkin tahm inler arasında büyük farklılık vardır. D epresyonun teşhisinde tıp bilim ince kabul edilmiş sem ptomları kıstas olarak kullanan bazı epidem iyolojik araştırm alar, kız ve erkek çocuklarının bir yıl içinde ağır depresyona yakalanma olasılığını yüzde sekiz ya da dokuz k a­ dar bulurken, diğer çalışm alar bunun yarısı kadar (hatta yüzde iki kadar küçük) bir oran saptamışlardır. B azı veriler, ergenlik çağındaki kızlarda bu oranın iki kat fazla olduğunu öne sürüyor; on dörtle on altı yaş arasındaki kızların yaklaşık yüzde 16’sı bir depresyon nöbeti geçirirken, erkeklerdeki oran değişm iyor.25

GENÇLERDE DEPRESYONUN SEYRİ Çocuklardaki depresyonun tedavisiyle yetinm eyip Önlenmesinin de gerektiği, tehlike işareti veren bir bulgudan açıkça ortaya çıkm ış­ 316

tır. Bir çocukta görülen h afif depresyon vakaları bile, hayatın sonraki evrelerinde daha şiddetli vakaların habercisi olabilir.26 Çocukluktaki depresyonun uzun vadede önemli olm adığı, çocukların zam an içinde bunu “üstlerinden atacak! a n ”nı varsayan eski görüş böylece çürütül­ müş oluyor. H er çocuğun zam an zam an üzülm esi doğaldır; çocukluk ve gençlik, tıpkı yetişkinlik gibi, dönem dönem büyüklü küçüklü hayal kırıklıkları ve kayıplarla birlikte kederlerin yaşandığı zam an­ lardır. Önlem alm a ihtiyacı bu tür durum larda değil, üzüntüleri bir karam sarlığa dönüşerek um utsuzluğa, asabiyete ve içe dönüklüğe, yani çok daha şiddetli bir m elankoliye yol açan çocuklarda ortaya çıkmaktadır. Pittsburgh’daki Batı Psikiyatri Enstitüsü ve K liniği’nden psiko­ log M aria K ovacs’ın topladığı verilere göre, tedaviye gönderilecek kadar ciddi bir depresyona girmiş çocuklar arasından dörtte üçü, bunu takip eden ciddi bir depresyon vakası daha yaşam ıştır.27 Kovacs, sekiz gibi erken bir yaşta depresyon teşhisi konulm uş çocukları birkaç yılda bir, hatta bazılarını yirm i dört yaşm a kadar değerlendi­ rerek incelemiştir. Çocuklarda ağır depresyon vakaları on bir ay, altıda birinde ise on sekiz ay kadar sürmüştür. Bazı çocuklarda beş kadar erken bir yaşta başlayan orta derecedeki depresyonun onları daha az engelle­ diği, ancak ortalam a dört yıl gibi çok daha uzun süre devam ettiği görülmüştür. K ovacs’ın bulgularına göre, çocuklardaki h afif depres­ yonun yoğunlaşarak, çifte depresyon denen ağır depresyona dönüş­ m esi daha büyük bir olasılıktır. Çifte depresyon geliştirenler, yıllar geçtikçe depresyonun tekrarına daha yatkın olurlar. D epresyon ge­ çirmiş çocuklar ergenliğe ve ilk yetişkinlik dönem ine girdiklerinde, ortalam a olarak üç yılda bir depresyona ya da m anik d epresif bozuk­ luğa yakalanm aktadırlar. Çocukların ödediği bedel, depresyonun kendisinin verdiği sıkın­ tıyı aşmaktadır. K ovacs’ın bana söylediğine göre, “Ç ocuklar sosyal becerileri arkadaşlık ilişkileri içinde öğrenirler. Örneğin, istediğim iz bir şeyi elde edem ediğim izde, ne yapılm ası gerektiğini anlam ak için diğer çocukların bu tür bir durum la nasıl başa çıktığım görür, sonra da bunu deneriz. N e var ki, depresifler okul ortam ında diğer çocukla­ rın pek oynam adıkları, ihmal edilen çocuklar arasında kalabilirler.28 317

Bu çocukların hissettiği keyifsizlik ya da üzüntü, sosyal temasları başlatm aktan kaçınm alarına ya da bir çocuk onlarla birlikte olmak istediğinde yüz çevirm elerine yol açar; bu sosyal işareti diğer ço­ cuk ancak bir terslem e olarak algılayacağı için de, sonuçta depresif çocuklar oyun alanlarında ya kenara itilir ya da görm ezden gelinir. Kişiler arası deneyim lerindeki bu boşluk, norm al olarak oyunun pa­ tırtısı gürültüsü içinde öğrenebileceklerini kaçırm aları, dolayısıyla da sosyal ve duygusal açıdan geri kalarak depresyonları geçtiğinde telafi etm ek zorunda kalacakları birçok eksikliğin olması demektir.29 Nitekim, depresif olanlar, olm ayanlarla kıyaslandığında, sosyal açı­ dan daha beceriksiz, daha az arkadaşa sahip, oyun arkadaşı olarak di­ ğerlerinden daha az tercih edilen, daha az sevilen ve diğer çocuklarla ilişkileri sorunlu olan çocuklar oldukları görülmüştür. Bu çocukların ödediği diğer bir bedel de okuldaki başarısızlıktır; depresyon belleklerini ve konsantrasyonlarını aksatır, sınıfta dikkat etmelerini ve öğretileni akılda tutm alarını güçleştirir. H içbir şeyden zevk alm ayan bir çocuk, öğrenirken akış deneyimi yaşam ak bir yana, zor derslerle başa çıkm ak için gereken eneıjiyi toplam akta bile zor­ lanır. K ovacs’ın incelediği çocukların depresyonda kalm a süreleri ne kadar uzun sürm üşse, tahm in edilebileceği gibi, notları da o kadar düşmüş, başarı sınavları o kadar kötü geçmiş, dolayısıyla da geride kalm a olasılığı o kadar yüksek olmuştur. Aslında bir çocuğun dep­ resyonda kaldığı süreyle, not ortalam ası arasında doğrudan bir ilinti olduğu görülm üştür; depresyon süresince notlan düzenli bir düşüş göstermiştir. Okul hayatındaki bütün bu zorluklar, depresyonun etki­ sini doğal olarak kat kat artırır. K ovacs’ın gözlem lediği gibi, “Zaten kendinizi depresyonda hissederken, bir de okulda teklem eye başla­ dığınızı, diğer çocuklarla oynam ak yerine evde tek başınıza oturdu­ ğunuzu düşünsenize.”

DEPRESYONA YOL AÇAN DÜŞÜNCE TARZLARI Aynen yetişkinlerde olduğu gibi, hayattaki yenilgileri kötüm ser bir biçimde yorum lam anın, çocuklardaki depresyonun özü olan ça­ resizlik ve um utsuzluk hislerini beslediği anlaşılıyor. Zaten depresif olan kişilerin bu şekilde düşündükleri uzun zam andır biliniyor. A n­ 318

cak son zam anlarda ortaya çıkan şey, m elankoliye en yatkın çocuk­ ların depresyona girm eden önce bu kötüm ser bakış aşısına eğilimli olduklarıdır. Bu içgörü, depresyon onları vurm adan önce bağışıklık aşılam am ız için bir fırsat penceresi açabilir. Bunu destekleyen bir dizi bulgu, çocukların hayatlarındaki olay­ ları denetleyebileceklerine -ö rn eğ in bir durum u düzeltebilecekleri­ n e - ilişkin inançları hakkındaki çalışm alardan elde edilmiştir. Bu, “Evde sorunlarım olduğu zam an, bu sorunların çözümüne yardımcı olm akta diğer çocuklardan daha iyiyim ” ve “Çok çalıştığım da iyi notlar alıyorum ” gibi sözlerle çocukların kendi kendilerini değerlen­ dirm esine dayanan bir çalışmadır. Bu olum lu tariflerden hiçbirinin kendine uym adığını söyleyen çocuklarda, bir şeyleri değiştirebile­ cekleri hissi çok zayıftır; bu çaresizlik hissinin en yoğun olduğu ço­ cuklar, en depresif olanlarıdır.30 A nlam lı sonuçları olan bir diğer araştırm ada, beşinci ve altıncı sı­ nıftaki çocuklar karne aldıktan birkaç gün sonra incelenmişti. Hepi­ mizin hatırlayacağı gibi, karneler çocukluktaki coşku ve yılgınlıkların en büyük kaynaklarından biridir. A ncak araştırm acılar, bekledikle­ rinden daha düşük not alan çocukların rollerini değerlendirmelerinde belirgin bir anlam bulunduğunu görmüşlerdi. Kötü notu kendi kişisel eksikliğine bağlayanlar (“Ben aptalım ”) bunu değiştirebilecekleri bir etkene bağlayarak açıklayanlardan (“M atem atik ödevlerim üzerinde daha sıkı çalışırsam daha iyi not alırım ”) daha depresiftiler.31 A raştırm acılar üçüncü, dördüncü ve beşinci sın ıf öğrencileri ara­ sından sınıf arkadaşları tarafından dışlanan bir grubu ayırarak, ertesi yıl gruptan kim lerin yeni sınıfında da dışlanm aya devam edeceğini izlemişlerdi. Ç ocukların bu dışlanm ayı kendi kendilerine nasıl açık­ ladıkları, depresyona girip girm em elerinde belirleyici bir rol oynu­ yordu. D ışlanm alarını kendilerindeki bir eksikliğe bağlayanların depresyonu artm ıştı. A ncak durum larını düzeltm ek için bir şeyler yapabileceklerini hisseden iyimserler, dışlanm a sürdüğü halde pek depresif görünm üyorlardı.32 Özellikle stres yarattığı bilinen yedinci sınıfa geçiş sürecindeki çocuklarla yapılan bir çalışmada, kötüm ser tutum lu çocukların, okulda karşılaştıkları yöiksek düzeyde güçlükle­ re ve evdeki herhangi bir ek stres durum una depresyona girerek tepki verdiği saptanm ıştı.33 319

Kötüm ser bir bakış açısının çocukları depresyona çok yatkın hai getirdiğini gösteren en dolaysız deliller, üçüncü sınıftan itibaren be;,, yıl süreyle çocuklar üzerinde yapılm ış bir araştırm adan sağlanm ış­ tır.34 Daha küçük yaştaki çocukların depresyona gireceklerini gös­ teren en isabetli belirti, kötüm ser b ir bakış açısıyla birlikte, ailede bir boşanm a ya da ölüm gibi, çocuğu altüst eden ve ebeveynlerin koruyucu desteğinden daha az yararlanabilm esine yol açan büyük darbelerin olmasıydı. Çocuklar ilkokul yılları boyunca büyürken, hayatlarındaki iyi ve kötü olaylar hakkındaki düşünce tarzlarında anlamlı bir değişiklik oluyordu; olayları gitgide kendi özelliklerine bağlıyorlardı: “İyi not alıyorum çünkü akıllıyım ”, “Fazla arkadaşını yok çünkü neşe saçan biri değilim ” . Bu yaklaşım, üçüncü sınıftan beşinci sınıfa doğru yavaş yavaş değişir. Bu arada da, hayatlarındaki yenilgileri kendilerindeki vahim bir kusura atfederek kötüm ser bir bakış açısı geliştirenler, yenilgilere tepki olarak depresif ruh halle­ rine girm eye başlar. Dahası, depresyon deneyim inin kendisi de bu kötüm ser düşünce tarzlarını körükler; geçtikten sonra bile, depresyo­ nun aşıladığı ve zihinde sabitleştirdiği bir dizi inanış, çocuklukta bir tür duygusal yara izi olarak kalır: O kulda başarılı olam ayacağına, se­ vim siz biri olduğuna, karam sar ruh hallerinden kurtulm ak için hiçbir şey yapam ayacağına inanm asını sağlar. B u sabit fikirler, onu ileride yeni bir depresyona karşı daha savunm asız bir hale getirir.

DEPRESYONU ATLATMAK İyi haber: Çocuklara sorunlarına daha olumlu bir açıdan bakm a­ yı öğretm enin depresyon riskini azalttığını gösteren her türlü işaret mevcuttur.* O regon’daki bir lisede yapılan araştırm ada, dört öğ­ (*) Çocuklar ilaçlan yetişkinlerden farklı biçimde metaboze ettikleri için, dep­ resyon tedavilerinde ilaç, terapinin ya da önleyici eğitimin alternatifi değil­ dir. Yetişkinlerde çoğu zaman başarılı olan trisiklik antidepresanlar, çocuk­ larla yapılan kontrollü çalışmalarda, ilaç diye yutturulan etkisiz (plasebo) haplardan daha etkili olmamıştır. Prozac dahil, yeni depresyon ilaçlarının çocuklardaki etkisi henüz teste tabi tutulmamıştır. Yetişkinlerde en sık kul­ lanılan (ve en güvenli) trisiklik olan desipramin, bunları yazdığım sıralarda çocuklarda ölüm nedeni olabileceği için, FDA (ABD Gıda ve İlaç Dairesi) tarafından incelemeye alınmıştı.

320

renciden birinin psikologların “düşük düzeyde depresyon” dediği, henüz olağan bir m utsuzluktan ileri gitm eyen bir durumda olduğu görülm üştü.35 Bazıları, depresyona dönüşecek bir durum un ilk hafta­ larında ya da aylarında bulunuyor olabilirdi: Okul sonrası verilen özel bir derste, h afif depresyonda olan öğ­ rencilerden yetm iş beşi, depresyonla bağlantılı düşünce m odellerini sorgulamayı öğrenerek daha rahat arkadaşlık kurmaya, aileleriyle daha iyi geçinm eye, hoşlandıkları sosyal faaliyetlere daha fazla ka­ tılm aya başlam ışlardı. Sekiz haftalık program sonunda öğrencilerden yüzde 55’i h afif depresyonlarından kurtulurken, aynı derecede depresif, ancak program a katılmam ış olan kıyaslam a gm bundakilerden sadece dörtte bir kadarı depresyondan çıkm aya başlam ıştı. B ir yıl sonra kıyaslam a grubundakilerden dörtte birinde ağır depresyon gö­ rülürken, depresyonu önleyici program a katılm ış olanlarda bu oran sadece yüzde 14 olmuştu. Yalnızca sekiz seans sürmüş olsa da, bu derslerin depresyon riskini yarı yarıya azalttığı görülüyordu.36 Benzer bir biçim de, aileleriyle geçinem eyen ve depresyon belir­ tileri gösteren on - on üç yaş arası genç çocuklara haftada bir verilen özel derslerde de um ut verici bulgular elde edilmişti. Okul sonra­ sı seanslarda; anlaşm azlıkları halletm ek, harekete geçm eden önce düşünm ek ve -b e lk i de en önem lisi- örneğin bir sınavda başarısız olduktan sonra “Ben yeterince akıllı değilim ” diye düşünmektense, daha çok çalışm ak gibi depresyonla bağlantılı kötümser inanışları sorgulam ak dahil, bazı temel duygusal becerileri öğrenmişlerdi. On iki haftalık program ı geliştirenlerden biri olan psikolog M ar­ tin Seligm an’ın işaret ettiği gibi, “Bir çocuğun bu derslerde öğrendi­ ği şey; kaygı, üzüntü ve öfke gibi ruh hallerinin, kendi iradesi dışın­ da üzerine çöküverm ediği, insanın kendi düşüncelerini ve ruh halini değiştirebileceğidir.” Seligm an’a göre; depresif düşünceleri sorgu­ lamak, karam sar ruh halinin oluşum unu bastırdığından, “alışkanlık haline gelen bir hazır destek gücü” olmaktadır. Bu özel seanslar yine depresyon oranlarını yarı yarıya indirmiş ve iki yıl sonra da aynı sonucu verm işti. Özel derslerin bitişinden bir yıl sonraki depresyon testinde, kıyaslam a grubundaki çocukların yüzde 2 9 ’una karşı, katılım cılardan sadece yüzde 8 ’i orta derece ile şiddetli depresyon arasında değişen sonuçlar almıştı. İki yıl sonra, 321

kursa katılm ış olanlardan yirm i kadarı en azından orta derecede bir depresyonun belirtilerinden bazılarını gösterirken, bu oran kıyasla­ ma grubunda yüzde 44 olmuştu. Ergenliğin eşiğinde bu duygusal becerileri öğrenm ek özellikle ya­ rarlı olabilir. Seligm an’ın gözlem ine göre, “Bu çocukların, ergenlik­ teki sıradan dışlanm a sıkıntılarıyla daha iyi başa çıktıkları görülüyor. Bunu, tam ergenlik yıllarına girerken, depresyon riski açısından çok önemli bir eşikte öğreniyorlar. Bu derste öğrendikleri şeyler sonraki yıllar boyunca da kalıcılığını sürdürüyor ve biraz daha kuvvetleni­ yor; bu da çocukların öğrendiklerini gündelik hayatlarında gerçekten kullandıklarını gösteriyor.” Ç ocukluktaki depresyon üzerinde çalışan diğer uzm anlar da, yeni program lan alkışlıyor. K ovacs, “D epresyon gibi psikiyatrik bir rahatsızlık konusunda gerçekten etkili olm ak istiyorsanız, çocuklar hastalanm adan önce bir şeyler yapm alısınız,” diyor. “G erçek çözüm, psikolojik bağışıklık aşısıdır.”

YEME BOZUKLUKLARI 1960’ların sonlarında klinik psikoloji dalında lisans üstü öğrenim görürken, dertlerinin yem e bozukluğu olduğunu yıllarca sonra fark ettiğim iki kadın tanıyordum . Ü niversiteden arkadaşım olan bir tane­ si, H arvard’ta parlak bir lisans üstü m atem atik öğrencisiydi, diğeri ise M IT ’de (M assachussets Institute o f Technology) kütüphaneciy­ di. M atem atikçi, iskeleti çıkacak kadar zayıf olduğu halde, bir türlü yem ek yiyem iyor ve yiyeceklerden tiksindiğini söylüyordu. K ütüp­ haneci ise dolgun bir vücuda sahipti ve sürekli dondurm aya, Sara L ee’nin havuçlu kekine ve diğer tatlılara yum uluyordu; sonra da -b ir keresinde biraz da utanarak ifşa ettiğine g ö re- gizlice tuvalete gidip kendini kusm aya zorluyordu. Bugün olsa, matem atikçiye anoreksiya nervosa, kütüphaneciye ise bulim iya teşhisi konulurdu. O yıllarda böylesi tanılar yoktu. Pratisyenler bu sorun üzerinde yeni yeni görüş belirtiyordu; bu hareketin öncüsü olan H ilda Bruch yem e bozuklukları konusundaki çığır açan makalesini 1969’da ya­ yınladı.37 Kendini ölesiye aç bırakan kadınlar karşısında meraka kapılan Bruch, bu durumun altında yatan birçok nedenden birinin 322

bedensel dürtüleri, bu arada özellikle de açlığı adlandıram am a ve uygun tepkiyi verem em eleri olduğunu öne sürmüştü. O günden sonra, yeme bozuklukları hakkm daki literatür pıtrak gibi çoğaldı ve durum un nedenleriyle ilgili olarak, genç kızların kendilerini kadın güzelliğinin erişilm ez standartlarıyla yarışm ak zorunda hissetm ele­ rinden, m üdahaleci annelerin kızların çevresine suçluluk ve kabahat hislerinden bir ağ örerek onları kontrol altında tutm aya çalışm alarına dek uzanan bir sürü varsayım ortaya atıldı. Bu varsayım ların çoğunun büyük bir dezavantajı vardı: Terapi sırasındaki gözlem lerden çıkarsam a yoluyla yapılmış tahm inlerden ibarettiler. Birkaç yıl boyunca geniş insan topluluklarıyla çalışıp kim lerin bu sorunu geliştirdiklerini görm ek, bilimsel açıdan çok daha arzulanan b ir şeydir. Bu tür bir çalışm a, örneğin m üdahaleci ebeveynlerin kızlarının yem e bozukluğuna yakalanm a eğilimini ar­ tırıp artırm adığını ortaya koyacak açık bir kıyaslam a olanağını sağ­ layabilir. Bundan da öte, soruna yol açan koşullar küm esini tanım la­ yabilir ve bunlar, bir neden gibi görünen, ancak bu sorundan dolayı terapiye gelenlerde de, sorunu olm ayanlarda da görülen koşullardan ayırt edebilir. İşte tam bu nitelikte bir çalışma, yedinci sınıftan onuncu sınıfa kadar dokuz yüzden fazla kız üzerinde yapıldığında, duygusal ek­ sikliklerin -ö zellik le de sıkıntı veren hisleri birbirinden ayıramama ve kontrol edem em enin- yem e bozukluklarına yol açan etkenler ara­ sında anahtar niteliğinde olduğu görülm üştür.38 Onuncu sınıfta bile (araştırm anın yapıldığı) M inneapolis’in zenginler m uhitindeki bu lisede anoreksiya nervosa ve bulim iyanın ciddi belirtilerine sahip 61 kız vardı. Seran ne kadar büyükse, kızlar da yenilgilere, zorluklara ve ufak tefek tatsızlıklara o kadar daha olum suz bir biçimde, yatıştıram adıkları duyguların ve tam olarak ne hissettiklerinin o kadar daha az bilincinde olarak tepki veriyorlardı. Bu iki duygusal eğilim bedenlerinden duydukları yoğun hoşnutsuzlukla birleştiğinde, sonuç anoreksiya ya da bulim iya oluyordu. Fazlasıyla müdahaleci ailelerin yeme bozukluğunun nedenleri arasında birinci derecede rol oynam a­ dığı da görülmüştü. (B ruch’ın da uyardığı gibi, sonuçlan önceden çıkarsamaya dayanan kuram ların doğru çıkma olasılığı düşüktür; örneğin ailelerin aşırı m üdahaleciliği kızlarının yeme bozukluğu­ 323

na karşı çaresiz bir tepki olarak, ona yardım etm ek istemelerinden kaynaklanabilir.) Cinsellik korkusu, âdet görm enin erken başlam ası, özsaygı düzeyinin düşüklüğü gibi popüler açıklam aların da durumla ilgisiz olduğu ortaya çıkmıştır. Uzun zam andır beklenen bu çalışm ada ortaya çıkan neden-sonuç zinciri, genç kızların kadın güzelliğinin işareti olarak doğallıktan uzak bir zayıflığı sabit fikir edinm iş bir toplum da büyüm elerinin et­ kisiyle başlıyordu. Ergenlikten çok daha önce, kızlar kilolannı zaten fazlasıyla dert ederler. Örneğin altı yaşındaki bir çocuğun annesi ona yüzm eye gitm esini söylediğinde, gözyaşlarına boğularak mayoyla şişman görüneceğini söylemiş. Bu öyküyü anlatan pedagogunun söylediğine göre, aslında kızın kilosu boyuna göre norm alm iş.39 Er­ genlik çağındaki 271 genç üzerinde yapılan bir çalışmada, kızların çoğunun kilosu normal olduğu halde, yarısının kendini fazla şişman bulduğu görülm üştü. Ancak M inneapolis’teki araştırm a, fazla kilolu olma saplantısının, bazı kızların neden yem e bozukluğu geliştirdik­ lerini açıklam aya tek başına yeterli olm adığını göstermiştir. Aşırı şişm an olan bazı kişiler korkulu, öfkeli ve aç olmayı birbi­ rinden ayırt edem ez ve bu hislerin hepsini açlık işareti olarak bir ara­ da değerlendirirler, dolayısıyla da kendilerini sinirli hissettiklerinde aşırı yem ek yerler.40 Benzeri bir şey bu kızlarda da olmaktadır. Genç kızlar ve yem e bozukluğu konulu çalışm ayan yapan M innesota t Jniversitesi’nden psikolog Gloria L eon’un gözlem lerine göre, bu kızlar, “hislerinin ve beden sinyallerinin pek az farkındadır; bu da sonra­ ki iki yıl içinde bir yem e bozukluğu geliştirip geliştirm eyeceklerini gösterecek en güçlü tek etkendir. Birçok çocuk duyum larını ayırt et­ meyi öğrenir; duygusal öğrenm enin tem el bölüm lerinden biri olarak, sıkıldığını, öfkelendiğini, bunalım lı ya da aç olduğunu hissedebilir. A ncak bu kızlar en temel hislerini bile ayırt etm ekte güçlük çekiyor­ lar. Erkek arkadaşlarıyla aralarında bir sorun çıktığında kızgın mı, kaygılı m ı yoksa depresif mi hissettiklerinden emin olam ıyorlar; sa­ dece etkili bir şekilde nasıl başa çıkacaklarını bilem edikleri belirsiz bir duygusal fırtına yaşıyorlar. Sonuçta, bir şeyler yiyerek ferahla­ mayı öğreniyorlar; bu ise sağlam ve güçlü bir duygusal alışkanlık haline gelebiliyor.” 324

Ancak kendini bu şekilde yatıştırm a alışkanlığı, kızların ince vü­ cutlu olmaları gerektiğini hissettiren baskılarla etkileşime geçtiğin­ de, yem e bozukluğu geliştirm enin yolu hazırlanm ış oluyor. L eon’a göre, “K ız önce kendini aşırı yem eye kaptırıyor. Fakat ince kalm ak için de kusm aya, m üshil haplarına ya da aşın yem ekten aldığı kilola­ rı eritm ek için yoğun egzersizlere başvuruyor. Duygusal karm aşayla baş etm ek için verilen bu m ücadelenin alabileceği bir yön de hiç yem em ek olabiliyor; bu da başa çıkılam ayan hisleri bir nebze olsun kontrol altına aldığını hissetm esini sağlayan bir yol olabiliyor.” Z ayıf bir içsel bilincin zay ıf sosyal becerilerle birleşm esi, ar­ kadaşları ya da ebeveynlerinden dolayı keyifleri kaçan bu kızların ilişkiyi düzeltm ek veya kendi sıkıntılarını yatıştırm ak için etkili bir şekilde harekete geçm elerini engelliyor. Bunun yerine, huzursuzluk­ ları bulim iya, anoreksiya ya da sadece aşırı tıkınm a şeklindeki bir yem e bozukluğunu başlatıyor. L eon’un kanısına göre, bu kızlarda et­ kili olabilecek bir tedavi, duygusal beceri yetersizliklerini giderecek bir eğitim içermelidir. Bana söylediği gibi, “Doktorlar, bu eksiklikler üzerinde çalışılırsa terapiden daha iyi sonuç aldıklarını görüyorlar. Bu kızların, hislerini tanım lam ayı, kendilerini yatıştırm anın ya da ilişkilerini daha iyi idare etm enin yolunu -k ö tü bir adaptasyon yön­ temi olan yem e alışkanlıklarına dönm eden- öğrenmeleri gerekir.”

YAPAYALNIZLAR : OKULU TERK EDENLER Bir ilkokul dramı: Dördüncü sınıftan, pek fazla arkadaşı olmayan B en ’in tek yakın arkadaşı Jason, bu öğle tatilinde birlikte oynayam a­ yacaklarını, çünkü Chad adında bir başka çocukla oynam ak istediği­ ni söyler. Yıkılan Ben başını eğip ağlam aya başlar. Hıçkırıkları yatış­ tıktan sonra da, Jason ve C had’in yem ek yedikleri m asaya gider. “Senden nefret ediyorum !” diye bağırır Jason’a. “N eden?” diye sorar Jason. “Çünkü yalan söyledin,” der Ben suçlayıcı bir ses tonuyla. “B ü­ tün hafta boyunca benim le oynayacağını söylemiştin, yalancısın.” Sonra Ben sessizce ağlayarak boş m asasına doğru dimdik yürür. Jason ve Chad yanm a giderek onunla konuşm aya çalışırlar am a Ben parm aklarıyla kulaklarını tıkayarak onlara kararlı bir şekilde sırt çe­ 325

virir ve koşarak yem ekhaneden çıkıp okul ardiyesinin arkasına sak­ lanır. Olaya tanık olan bir grup kız arabulucu rolünü oynam aya çalı­ şarak, B en’e gidip Jason’ın onunla da oynam ak istediğini söylerler. Ancak Ben dinlem ez ve kendisini rahat bırakm alarını ister. H er şeye m eydan okuyarak, tek başına som urtup hıçkırarak yaralarını sarar.41 G erçekten de acı bir an: D ışlanm a ve arkadaşsız kalm a hissi, he­ men herkesin çocukluğunda ya da ergenliğinde bir ara yaşadığı bir şeydir. Ancak B en ’in tepkisinde anlam lı olan, Jason’ın dostluklarını düzeltm e çabalarına karşılık verm ekten kaçınarak, sıkıntısını gidere­ bilecekken daha da uzatan bir tavır sergilemesidir. Ö nem li ipuçlarını bu şekilde kaçırm ak, arkadaş çevresinde pek tutulm ayan çocuklara özgüdür. 8. K ısım ’da da gördüğüm üz gibi, sosyal bakım dan dışlanan çocuklar, duygusal ve sosyal işaretleri okum akta genellikle zayıftır­ lar; bu türden işaretleri okuduklarında bile, tepki repertuarları yeter­ siz kalabilir. Sosyal bakım dan dışlanan çocuklar, özellikle okulu terk etme ris­ ki altındadır. A rkadaşları tarafından dışlanan çocukların okulu terk oranı yaşıtlarına oranla ikiyle sekiz kat arası daha fazladır. Örneğin bir çalışm ada, genel terk oranı yüzde sekizken, ilkokulda popüler olm ayan çocuklardan yüzde yirmi beşinin liseyi bitirm eden okulu terk ettiği bulgulanm ıştır.42 K im senin sizi sevm ediği bir yerde haf­ tada otuz saat geçirm eyi düşünürseniz, bunda şaşılacak bir şey bu­ lamazsınız. Çocukların sosyal bakım dan dışlanm alarına iki tür duygusal eği­ lim yol açar. Daha önce gördüğüm üz gibi, bunlardan birisi öfke pat­ lam alarına yatkınlık ve ortada herhangi bir kasıt yokken düşmanca bir tavrın algılanmasıdır. Diğeri ise ürkek, kaygılı ve sosyal bakım ­ dan çekingen olmaktır. A ncak tüm bu mizaç etkenlerinin üzerinde ve ötesinde, “uygunsuz” bulunan çocuklar, yani gariplikleriyle insanla­ ra ikide bir huzursuzluk verenler bir kenara itilir. Bu çocukların bir “uygunsuzluğu”, verdikleri duygusal sinyaller­ dir. A z arkadaşı olan ilkokul çocuklarından iğremne ya da öfke gibi bir duyguyu bir dizi farklı duygu sergileyen yüzlerle eşleştirmeleri istendiğinde, popüler çocuklara kıyasla çok daha fazla yanlış eşleş­ tirm e yapmışlardır. A naokulundaki çocuklara, biriyle nasıl arkadaş­ lık kurabileceklerini ya da kavgadan kaçınabileceklerini anlatmaları 326

istendiğinde, popüler olm ayan -d iğerlerinin birlikte oynamaktan kaçındıkları- çocuklar, amaçlarına ters düşen yanıtlar verm iş (örne­ ğin, başka bir çocuk aynı oyuncağı istediğinde ne yapacağı sorusu­ na karşılık “ onu yum ruklarım ” dem iş) ya da bir yetişkinden belirsiz bir yardım istemiştir. Ergen yaştaki çocuklardan üzgün, öfkeli ya da hınzır birini canlandırm aları istendiğine ise, en az inandırıcı gösteri­ yi popüler olm ayanlar sergilemiştir. Belki de bu tür çocukların arka­ daşlık kurm akta daha iyisini yapam ayacaklarını hissetm eleri şaşırtıcı değildir; sosyal yetersizlikleri sonunda kendi kendini doğrulayan bir kehanet haline gelir. A rkadaşlık kurm ak için yeni yaklaşım lar öğren­ m ek yerine, geçm işte işe yaram am ış şeyleri yapm aya devam eder veya daha da beceriksizce tepki verirler.43 Popülerlik piyangosunda, bu çocuklar temel duygusal ölçütler açısından yetersiz kalırlar: Birliktelikleri kim seye k ey if vermediği gibi, başka bir çocuğun kendini iyi hissetmesi için ne yapacaklarını da bilemezler. Popüler olm ayan çocuklar oynarken gözlem lendiğin­ de; örneğin, diğerlerine kıyasla çok daha fazla hile yaptıkları, so­ murttukları, kaybettiklerinde bırakıp gittikleri, kazandıklarında da gösteriş yaptıkları ya da övündükleri görülür. Doğal olarak, çoğu çocuk oyunda kazanm ak ister, ancak yine çoğu, kazansa da kaybetse de, birlikte oynadığı arkadaşlarıyla ilişkisini bozm am ak için duygu­ sal tepkisine hâkim olabilir. Sosyal işaretlerin nüanslarına karşı sağır olan çocuklar, yani duyguları okuyup tepki verm ekte sürekli zorluk yaşayanlar, sonuçta kendilerini dışlanm ış bulurlar. Tabii bu, geçici bir süre dışlandığını hisseden çocuklar için geçerli değildir. Ancak sürekli dışlanıp red­ dedilenler, ıstırap verici konum larını okul yılları boyunca sırtlarında taşırlar. Toplum un kenarında kalm anın sonuçları, çocukluktan ye­ tişkinliğe geçildiğinde daha büyük bir önem kazanabilir. Çocuklar, hayatın sonraki dönem lerinde ilişkilerinde kullanacakları sosyal ve duygusal becerileri, yakın arkadaşlıkların potasında ve oynadıkları oyunların gürültü patırtısı içinde geliştirirler. Bu öğrenm e alanının dışında bırakılan çocuklar, kaçınılm az olarak yetersiz kalır. Anlaşılabileceği gibi, dışlananlar depresyonun ve yalnızlığın yanı sıra, çok kaygılı olduklarını ve çeşitli konularda tasalandıkla­ rını belirtirler. Aslında bir çocuğun üçüncü sınıfta ne kadar popüler 327

olduğuna bakarak, on sekiz yaşında ruh sağlığı sorunları yaşayıp ya­ şamayacağına ilişkin bir tahm in, öğretm en ve hem şirelerin değerlen­ dirmesi, okuldaki başarı ve 1Q, hatta psikolojik testlerden alınan pu­ anlara bakarak yapılan tahm inlerden çok daha isabetli olm aktadır.4“’ D aha önce gördüğüm üz gibi, az arkadaşı olan ve kronik yalnızlık çeken kişilerin hayatın sonraki aşam alarında hastalanm a, hatta erken ölme riskleri daha yüksektir. Psikanalizci H arry Stack Sullivan’ın da belirttiği gibi, yakın iliş­ kileri yönlendirm eyi -farklılıkları giderm eyi ve en derin hislerim izi paylaşm ayı- ilk kez aynı cinsiyetten yakın bir dostum uzla ilişki­ mizde öğreniriz. Ancak sosyal bakım dan dışlanm ış çocukların, çok önem taşıyan ilkokul yıllarında “en iyi arkadaşım ” diyebilecekleri bir dosta sahip olm a ihtimalleri akranlarınınkinin yarısı kadardır; bu da, duygusal gelişim in hayati fırsatlarından birini kaçırm aları anla­ m ına gelir.45 Başka herkes sırt çevirm iş olsa bile, tek bir arkadaş her şeyi değiştirebilir (hatta arkadaşlık o kadar sağlam olm asa bile).

ARKADAŞLIK EĞİTİMİ Beceri eksikliklerine karşın, dışlanm ış çocuklar için bir um ut var. Illinois Ü niversitesi’nden psikolog Steven Asher, popüler olmayan çocuklar için bir dizi “arkadaşlık eğitim i” seansı tasarlam ış ve bir ölçüde başarıya ulaşm ıştır.46 İlkokul üçüncü ve dördüncü sınıflardan en az sevilen çocukları saptayan Asher, altı seans boyunca onlara “arkadaşça, eğlenceli ve hoş” davranarak “oyun oynam ayı daha eğ­ lenceli kılm a”nın yollarını gösteriyordu. Çocukların dam galanm ası­ na yol açm am ak için de, oyun oynam ayı ne gibi şeylerin daha zevkli kıldığını öğrenm eye çalışan bir öğretm ene “danışm anlık” yaptıkları söyleniyordu. Programa katılan çocuklara A sher’in popüler çocuklara özgü olarak gördüğü hareket biçimleri öğretiliyordu. Örneğin kurallar hakkında bir anlaşm azlık olduğunda, (kavga etm ek yerine) alterna­ tif öneriler getirm eye ve uzlaşm aya; oyun oynarken öteki çocukla konuşup onun hakkında sorular sorm ayı hatırlam aya; ötekine kulak verip ne durum da olduğunu görm ek için bakmaya; öteki bir şeyi iyi yaptığında güzel şeyler söylemeye; gülüm sem eye ve yardım ya da 328

öneri sunmaya, cesaretlendirm eye teşvik ediliyorlardı. Çocuklar ay­ rıca bu temel sosyal incelikleri sın ıf arkadaşlarıyla oyun oynarken de deniyor, ardından da bunları ne kadar iyi uygulandıkları hakkında değerlendiriliyorlardı. Geçim li olm ayı öğreten bu kısa kursun ola­ ğanüstü bir etkisi oldu: Sınıflarında en az sevilen çocuklar oldukları için seçilenler, eğitim den bir yıl sonra sınıfın popüler çocukları ara­ sına girdiler. H içbiri sosyal ilişkilerinde yıldızlaşm asa da, aralarında dışlanan biri de olmadı. Emory Ü niversitesi’nden psikolog Stephen Nowicki de benzeri sonuçlar elde etti.47 Onun program ı da sosyal bakım dan dışlanmış olanların, diğer çocukların duygularını doğru biçim de okum a ve tepki verm e yeteneklerini geliştirerek eğitm eye yönelik. Örneğin çocuklar m utluluk ve üzüntü gibi duygularını ifade etm eye çalışır­ larken videoya çekiliyor ve bu duygusal anlatım yeteneklerini iyi­ leştirmeleri için eğitiliyorlar. Sonra da, arkadaş olm ak istedikleri bir çocukla, yeni geliştirdikleri bu becerilerini deniyorlar. Bu tür program lar dışlanan çocukların popülerliğini artırmakta yüzde 50-60 arası başarı elde ediyorlar. Bu program ların (en azından bugünki biçim iyle) daha yüksek sınıftakilere nazaran en çok üçüncü ve dördüncü sın ıf çocuklarına yararı oluyor ve aşırı saldırgan ço­ cuklardan çok, sosyal becerisi yetersiz kalanlara yardım cı oldukları görülüyor. Ancak bütün bunlar bir ince ayar sorunudur; um ut veren işaret, dışlanm ış çocukların bir kısm ının ya da birçoğunun temel duygusal becerileri konusunda biraz eğitilerek arkadaşlık çevresine sokulabilmesidir.

ALKOL VE UYUŞTURUCULAR: KENDİNİ TEDAVİ ETME YÖNTEMİ OLARAK BAĞIMLILIK Yerel kam pustaki üniversite öğrencileri, kendinden geçinceye kadar bira içmeye morarana kadar içm ek diyorlar. Kullandıkları yöntemlerden biri de, bir huniyi bahçe hortum unun ağzına takarak bir kutu birayı on saniye içinde yutmak. Bu yöntem yalnızca on­ lara özgü bir tuhaflık değil. Bir araştırm ada, üniversitedeki erkek öğrencilerin beşte ikisinin yedi ya da daha fazla bardağı bir dikişte yuvarladıkları, yüzde on birinin ise kendini “sıkı içici” olarak tanım ­ 329

ladığı bulgulandı. Bunun yerine kullanılabilecek bir başka terim c “alkoliklik” olabilir.48 Üniversitedeki erkeklerin yarısı, kızların ise neredeyse yüzde kırkı bir ay içinde en az iki kez zom olana kadar içiyor.49 A m erika’da genç insanlar arasında birçok uyuşturucu kullanımı 1980’lerde genelde azalm ış olsa da, daha erken yaşlarda alkollü içki içme eğilim i gitgide artıyor. 1993’te yapılan bir araştırmada, üniver­ sitedeki kızların yüzde 3 5 ’i sarhoş olm ak için içtiğini belirtmiştir; bu oran 1977’de yüzde 10’du. Genelde, üç öğrenciden biri sarhoş olm ak için içiyor. Bu, diğer riskleri de beraberinde getiriyor: Üniver­ site kam puslarında vuku bulan tecavüzlerin yüzde 9 0 ’ı ya saldırgan, ya kurban, ya da ikisi birden içkiliyken olmuştur.50 On beşle yirmi dört yaş arası gençlerin ölüm nedenlerinin en başında alkolle bağlan­ tılı kazalar geliyor.51 Uyuşturucu ve alkol denem esi ergenler için belki rüştünün ispatı olarak görülse de, bu ilk tadış bazılarında kalıcı sonuçlar bırakabili­ yor. deneyenlerden pek azı alkolik ya da uyuşturucu bağımlısı olmuş olsa da, aşırı alkol alan ve uyuşturucu kullananların çoğunda bağım ­ lılık, ergenlik yıllarında başlıyor, liseyi bitiren öğrencilerin yüzde 9 0 ’ı alkolü denem iş oluyor am a bunların yalnızca yüzde 14’ü sonun­ da alkolik oluyor; bu arada kokain çekmiş m ilyonlarca amerikalının yüzde 5 ’ten azı bağım lı olm uş.52 aradaki farkı yaratan nedir? Hiç kuşkusuz, crack’in* köşe başlarında satıldığı ve uyuşturucu satıcısının yörenin en başarılı iş adamı sayıldığı suç oranı yüksek m ahallelerde yaşayanlar, m adde bağım lığı riskini en fazla taşıyanlar­ dır. Bazıları küçük çapta satıcılık yaptıkları için, diğerleri ise uyuş­ turucunun kolay bulunm ası ya da her mahallede -h a tta (belki özel­ likle) zengin sem tlerde b ile - uyuşturucuyu yücelten arkadaş ortamı yüzünden bağım lı hale geliyor. A ncak aynı soru hâlâ yanıt bekliyor: Bu tuzaklara ve baskılara m aruz kalan ve bu m addeleri deneyenler arasında, sonunda bağım lı hale gelm eye en yatkın olanlar hangile­ ridir? G ünüm üzün bilim sel bir kuram ı, alışkanlığı sürdürenlerin, yani gitgide alkol ya da uyuşturucu bağım lısı olanların, bu maddeleri kay­ (*) Daha ucuza satılan, sulandırılmış bir kokain türü (YN).

330

gı, öfke ya da depresyon hislerini yatıştırm anın yolu olarak bir tür ilaç gibi kullandıklarını öne sürüyor. Erken yaşta bunları deneyerek, kendilerine işkence çektiren kaygı ya da melankoli hislerini tedavi edecek kimyasal bir reçete bulm uş oluyorlar. İki yıl boyunca izlenen yüzlerce yedinci ve sekizinci sın ıf öğrencisi arasından, sonraki y ıl­ larda ötekilerden daha yüksek oranda madde bağım lısı olanlar, yük­ sek düzeyde duygusal sıkıntı çektiğini belirtenlerdi.53 Bu da pek çok genç insan alkol ve uyuşturucuyu deneyip bağımlı olm adığı halde, neden bazılarının neredeyse başladıkları andan itibaren bağımlı hale geldiklerini açıklayabilir: Bağım lılığa en yatkın olanlar, uyuşturucu ya da alkolde yıllardır kendilerine sıkıntı veren duyguları anında ya­ tıştırm anın hazır ve kolay bir yolunu bulm uş görünüyorlar. Pittsburgh’daki Batı Psikiyatri Enstitüsü ve K liniği’nden psiko­ log Ralph Tarter’a göre, “Biyolojik yatkınlığı olan kişilere, ilk içki ya da uyuşturucu dozu, diğerlerinin hiç yaşam adığı bir biçimde, kor­ kunç bir kuvvet verir. Sonradan iyileşen birçok üyuşturucu bağımlısı bana, ’Uyuşturucuyu ilk aldığım an, kendimi ilk kez normal hisset­ tim ’ diyor. En azından kısa vadede, bu onlara fizyolojik bir denge sağlıyor.”54 Ne var ki bu durum, bağım lının şeytanla pazarlığıdır: K ısa süreli bir keyiflenme karşılığı, hayat sönüp gider. Bazı duygusal eğilim lerin, insanların duygusal rahatlığı bir m ad­ deden ziyade diğerinde bulm a olasılığını artırdığı görülüyor. Örneğin alkolizm le sonuçlanan iki duygusal eğilim vardır. Biri, çocukluğunda çok gergin ve kaygılı olan, ergenlikte alkolün kaygısını yatıştırdığını keşfedenlerin eğilimidir. Bunlar, çoğu zam an sinirlerini yatıştırmak için içkiye başvuran alkoliklerin çocukları -genellikle de oğullarıdır. Bu eğilim in biyolojik işareti, kaygıyı düzenleyen bir sinirsel akta­ rıcı olan GABA’nın az salgılanmasıdır. GABA’nın yetersiz oluşu, yüksek düzeyde bir gerilim hali olarak yaşanır. Bir araştırmada, al­ kolik babaların oğullarında düşük düzeyde GABA bulunduğu ve bu çocukların çok kaygılı oldukları bulgulanm ıştır; alkol aldıklarında ise GABA düzeyi yükselm ekte ve kaygıları azalm aktadır.55 Alkolik babaların oğullan, gerilim lerini azaltm ak için içki içer, alkolde başka türlü elde edem edikleri anlaşılan bir rahatlam a bulurlar. Bu durumdaki kişiler, aynı kaygı azaltıcı etkisinden dolayı alkolün yanı sıra sakinleştirici ilaçlara da bağım lılık geliştirm eye yatkın olurlar. 331

Alkolik babalan olan ve on iki yaşında fevri davranışların yanı sıra, stres karşısında nabız hızlanm ası gibi kaygı belirtileri gösteren çocukların nöropsikolojik açıdan incelenmesi, bu çocukların ayrıca frontal lob işlevlerinin de zay ıf olduğunu gösterm iştir.56 Bu, kaygı­ larını yatıştırm aya ya da dürtülerini kontrol alm aya yarayan beyin alanlarının, diğer erkek çocuklarm kine kıyasla, onlara daha az yar­ dımcı olduğu anlam ına gelir. Ayrıca prefrontal loblar bir karar verir­ ken farklı hareketlerin olası sonuçlarını akılda tutan işleyen belleği de idare ettiği için, zayıflıkları alkoliklik eğilimini güçlendirebilir. Frontal lobun yetersizliği, alkolle kaygısını anında yatıştırabildiğini keşfeden kişinin içkinin uzun vadeli zararlarını göz ardı etmesine yardım cı olur. Bu sakinleşme özlemi, alkolikliğe karşı genetik yat­ kınlığın duygusal bir işaretleyicisi gibi görünür. A lkoliklerin akraba­ sı olan bin üç yüz kişi üzerinde yapılm ış bir çalışm ada, en fazla alkol bağım lılığı riskini taşıyan alkolik çocuklarının, kronik olarak yüksek düzeyde kaygı duyduklarını belirtenler oldukları görülmüştür. Hatta araştırm acılar da, bu tür insanlarda alkolikliğin “kaygı belirtilerini kendi kendilerini tedavi etme yöntem i” olarak geliştiği sonucuna varmışlardır.57 Alkol bağım lılığıyla sonuçlanan diğer duygusal eğilim ise, yük­ sek derecede ajitasyon, fevrilik ve can sıkıntısı hislerinden kaynak­ lanır: Bu eğilim bebeklik dönem inde yerinde duram am a, huysuzluk ve zor zaptedilm e; ilkokulda “kıpır kıpır” olma, hiperaktiflik ve b a­ şını derde sokm a şeklinde kendini gösterir. Bu eğilim, gördüğüm üz gibi, bu tür çocukları toplum un kıyısında köşesinde kalm ış arkadaş­ lar aramaya iterek, bazen suç işlem elerine ya da “antisosyal kişilik bozukluğu” teşhisi konulm asına yol açar. Genellikle erkek olan bu durumdaki kişilerin temel duygusal şikâyetleri, ajitasyon; temel za­ yıflıkları, gem vuramadıkları dürtüleri; çoğu zam an hissettikleri can sıkıntısına verdikleri doğal tepki ise fevri bir şekilde risk ve heyecan arayışlarıdır. İki diğer sinirsel aktarıcı, serotonin ve M A O ’nun eksik­ liğine bağlanabilecek bu eğilime sahip kişiler, yetişkinlik döneminde alkolün ajitasyonlarm ı giderebildiğim keşfederler. M onotonluğa dayanam am aları da, onları her şeyi denem eye hazır hale getirir. Bu du­ rum un genel fevrilikleriyle birleşm esi, alkolün yanı sıra, neredeyse rastgele bir dizi uyuşturucu kullanm aya yatkın olmalarını sağlar.58 332

Depresyon bazılarını içkiye iterken, alkolün m etabolik etkileri kısa bir ferahlam anın ardından çoğu kez depresyonu daha da kötü­ leştirir. Geçici bir duygusal rahatlam a için alkole başvuran kişiler, bunu depresyondan çok kaygılarını yatıştırm ak am acıyla yaparlar, depresyondaki kişileri - e n azından b ir s ü re - rahatlatan tam am en farklı bir uyuşturucu sınıfı vardır. K ronik m utsuzluk depresyona kar­ şı doğrudan etkili olan kokain gibi uyarıcılara bağlılık riskini artırır. B ir araştırm ada, kokain bağım lılığı nedeniyle bir klinikte tedavi gör­ m ekte olan hastaların yarısından fazlasının bu alışkanlığı edinm eden önceki hallerine şiddetli depresyon teşhisi konulabileceği ve alışkan­ lık öncesindeki depresyon ne kadar derinse, bağım lılığın da o kadar güçlü olduğu bulgulanm ıştır.59 Kronik öfke, yine diğer bir tür yatkınlığa yol açabilir. Eroin ve diğer afyon türlerine bağım lılık nedeniyle tedavi görmekte olan dört hasta üzerinde yapılan bir araştırm ada görülen en çarpıcı duygusal eğilim, hayat boyu öfkeyle baş etm ekte zorluk çekm eleri ve kolay öfkelenm eleriydi. Bazı hastalar, ancak afyon kullanarak kendilerini norm al ve gevşem iş hissettiklerini söylüyorlardı.60 B irçok vakada madde bağım lılığına yatkınlık beyinden kaynak­ lansa da, insanları “kendi kendilerini tedavi” yöntem i olarak alkole ya da uyuşturucuya yönelten duygular, Adsız A lkolikler ve benzeri iyileşm e program larının on yıllardır gösterdiği gibi, ilaçlara baş­ vurm adan iyileştirilebiliyor. Bu duyguları iyileştirm e yeteneğini edinm ek -k ay g ıy ı yatıştırm ak, depresyonu atlatm ak, öfkeyi bastır­ m a k - en baştan uyuşturucu ya da alkol kullanım ı güdüsünü ortadan kaldırıyor. B u tem el duygusal beceriler uyuşturucu ve alkol bağım ­ lılığını tedavi program larında bir iyileştirm e aracı olarak öğretiliyor. Tabii, bunların hayatın erken dönem lerinde, alışkanlıklar yerleşm e­ den önce öğrenilm esi çok daha yararlı olurdu.

DAHA FAZLA SAVAŞ AÇILMASIN: NİHAİ BİR ÖNLEME YOLU Yaklaşık son on yıldır, sırasıyla ergen kızların ham ile kalm ası­ na, çocukların okulu terk etmesine, uyuşturucuya ve son zam anlarda şiddete karşı “savaş” ilan edildi. Bu tür kam panyalann sorunu, çok 333

geç başlatılm aları, hedeflenen sorun salgın boyutlarına ulaşıp genç­ lerin hayatında kök saldıktan sonra gündem e gelmeleridir. Bunlar bir sorunu çözm ek için ilk başta hastalığa karşı bağışıklık aşısı yapmak yerine, hastayı kurtarm aya am bulans gönderm ekle eşdeğer, krize müdahale niteliğinde hareketlerdir. D aha fazla “savaş” açm ak yeri­ ne, hastalık baş gösterm eden önlem alma m antığıyla, çocuklarım ıza bu tür sonuçlardan kaçınm a şanslarım artıracak yaşam a becerilerini sunm alıyız.61 Duygusal ve sosyal eksiklikler üzerinde ısrarla durmam; parça­ lanmış, fesat ya da kargaşa içindeki bir ailede ya da yoksul, suçlula­ rın ve uyuşturucunun kol gezdiği bir m ahallede büyüm ek gibi diğer risk faktörlerinin rolünü inkâr ettiğim anlamına gelmiyor. Yoksulluk başlı başına, çocukları duygusal açıdan örseler: Beş yaşındayken yoksulluk içinde yüzen çocuklar, daha iyi durum daki akranlarına kıyasla daha korkulu, kaygılı, üzüntülüdür ve öfkeye kapılm ak, bir şeyleri tahrip etmek gibi davranış sorunlarını daha fazla sergiler; bu eğilim ergenlik yılları boyunca da devam eder. Yoksulluğun baskısı aile hayatını da yıpratır: Çocuklar aile yuvasının sıcaklığını daha az hisseder, (çoğunluğu tek başına ve işsiz) annelerde depresyon daha fazla görülür, bağırm a, vurm a ve fiziksel tehditler gibi sert cezalan­ dırma yöntem lerine daha fazla başvurulur.62 Ancak duygusal yeterliliğin, aile ve ekonom ik güçlerin üstünde ve ötesinde bir rolü vardır; bir çocuğun ya da gencin bu zorluklar karşısında ne derece çökeceğini ya da bunları atlatm ak için özünde ne kadar direnç göstereceğini belirleyebilir. Yoksulluk içinde, aile­ sinden kötü m uam ele görerek ya da şiddetli bir ruhsal rahatsızlığı olan anne ya da babanın elinde büyüm üş yüzlerce çocuk üzerinde yapılm ış uzun süreli araştırmalar, yıpratıcı zorluklara dayanabilenle­ rin, temel duygusal becerilere sahip olduğunu gösterm iştir.63 Bunlar insanlara çekici gelen, dost kazandıran bir girişkenliği, özgüveni, başarısızlık ve açm azlar karşısında iyim ser bir sebatı, yenilginin et­ kisinden kolayca kurtulm a yetisini ve yum uşak başlı bir tabiatı kap­ sar. Ancak çocukların büyük bir çoğunluğu, bu nitelikleri kazanm a­ dan o zorluklarla karşı karşıya gelir. Bu becerilerin çoğunun do­ ğuştan geldiğini, genetik bir şans eseri olduğunu biliyoruz, ama 14. 334

K ısım ’da da gördüğüm üz gibi, insan m izacının özellikleri bile iyileş­ tirilebilir. B ir m üdahale yolu, bu sorunları üreten yoksulluğu ve diğer sosyal koşulları hafifletm eye yönelik siyasal ve ekonom ik önlemleri almaktır. A ncak (toplum un gündem inde daha da alt sıralara indiği görülen) bu taktiklerin yanı sıra; çocuklara kendilerini zayıf düşüren zorluklarla başa çıkm aları için birçok şey sunulabilir. H er iki A m erikalıdan birine hayat boyu m usallat olan dertlerden birini, duygusal bozuklukları ele alalım. N üfusun bütününü temsil eden 8098 A m erikalıdan oluşturulm uş bir örneklem e yoluyla yapılan çalışm ada, nüfusun yüzde 4 8 ’inin hayatlarında en az bir kez psiki­ yatrik sorun yaşam ış oldukları ortaya çıkm ıştı.64 En fazla etkilenen­ ler, aynı zam anda iki ya da daha fazla psikiyatrik sorun geliştirmiş olan yüzde 14’lük kesimdi. Bu grup, herhangi bir zam an kesitinde pskiyatrik bozuklukların yüzde 6 0 ’mı ve insanı etkisizleştirecek ka­ dar şiddetli vakaların yüzde 9 0 ’ını oluşturuyordu. Şu anda yoğun bakım a ihtiyaçları olsa da, en uygun yaklaşım , bu sorunları olabil­ diğince en başından önleyebilmektir. H er ruhsal bozukluğun önlene­ m eyeceği m alum dur; ancak bazıları ve belki de birçoğu önlenebilir. Bu araştırm ayı yapm ış olan M ichigan Ü niversitesi’nden sosyolog Ronald K essler’in bana söylediğine göre, “Hayatın erken dönem le­ rinde m üdahale etm eliyiz. Sosyal bir fobisi olan altıncı sınıftaki genç bir kızın sosyal kaygılarıyla başa çıkabilm ek için ortaokulda içmeye başlam asını ele alalım . A raştırm am ızda ortaya çıktığında otuzuna m erdiven dayam ış olan bu kız, hâlâ korku dolu bir haldeydi; hem al­ kol ve uyuşturucu bağım lısıydı, hem de hayatı karm akarışık olduğu için depresifti. Ö nem li olan, şu sorunun yanıtıdır: Bu kızın hayatının erken bir dönem inde ne yapsaydık onu dibe çeken bu anafordan kur­ tarabilirdik?” Aynı şey, okulu bırakm a ya da şiddet eylemleri gibi, bugünkü gençlerin tekrar tekrar karşı karşıya geldikleri tehlikelerin birçoğu için de geçerlidir. Uyuşturucu ve şiddete başvurm a gibi belirli bir sorunu önlem eye yönelik eğitici program lar son on yıl içinde m antar gibi yayılarak eğitim piyasasında bir alt sektör yarattı. Ancak bunla­ rın, en ustalıkla pazarlananlar ve fazla kullanılanların birçoğu dahil, etkisiz olduğu görüldü. Eğitim cileri üzen bir şey de, bunlardan bir­ 335

kaçının uyuşturucu kullanım ı ve erken yaşta cinsel ilişki türünden sorunları önlem eye çalışm ak yerine, daha olası hale getirmesidir.

Bilgi Vermek Yeterli Değildir Bu konuda eğitici bir öm ek, çocuklara yapılan cinsel tacizdir. 1993 itibarıyla, A m erika’da her yıl iki yüz bine yakın kanıtlanm ış vaka rapor ediliyor ve bu sayı her yıl yüzde 10 artıyordu. Tahminler arasında büyük farklar olsa da, birçok uzm anın ortak görüşüne göre, kızlarda yüzde yirm i ile otuz arası bir kesim i, erkeklerde de bunun yarısı kadarı, on yedi yaşına geldiğinde bir tür cinsel tacizin kurbanı olm aktadır (bu sayılar diğer etkenlerin yanı sıra cinsel tacizin nasıl tanım landığına bağlı olarak artm akta ya da azalm aktadır).65 Cinsel tacize özellikle açık bir çocuğun belirli b ir profili yoktur, ancak bir­ çoğu kendini korunm asız hisseder, kendi başına tacizlere karşı koya­ m az ve başına gelenlerden dolayı tecrit olmuş bir haldedir. Bu tehlikelere karşı, birçok okul cinsel tacizi önlem ek için prog­ ram lar sunm aya başlamıştır. Bu program ların birçoğu, cinsel taciz hakkında tem el bir bilgi verm eye odaklıdır; örneğin, çocuklar “iyi” ve “kötü” dokunuş arasındaki farkı ayırt etm eyi öğrenir, tehlikelere karşı uyarılır ve birisi kötü niyetli bir harekette bulunduğunda duru­ mu bir yetişkine anlatm aları için teşvik edilir. İki bin çocuğu kap­ sayan ulusal bir araştırm ada, çocukların okuldaki bir kabadayının ya da olası bir tacizcinin kurbanı olm aktan kurtulm ak için bir şey­ ler yapm asına yardım cı olm ak açısından, bu temel eğitim in pek işe yaram adığı, hatta zararlı olduğu sonucuna varılmıştır.66 En kötüsü, sadece bu tem el eğitim program ından geçmiş olup üst üste cinsel sal­ dırılara uğrayan çocukların, hiçbir program dan geçm em iş çocuklara kıyasla başlarına geleni anlatm a olasılığının y a n yarıya azalmasıdır. Buna karşılık, çocuklara konuyla bağlantılı duygusal ve sosyal yeterlilikleri de içeren daha kapsam lı bir eğitim verildiğinde, kendi­ lerini bu tür tehlikelere karşı daha iyi koruyabilm işlerdir: Saldırgan kişiye kendisini rahat bırakm asını söyleyebilm iş ya da karşı koymuş, her şeyi anlatacağını söyleyerek tehdit etm iş, başlarına kötü bir şey geldiğinde de gerçekten anlatabilm işlerdir. Sağlanan yararlar arasın­ da bu sonuncusu -ta c iz edildiğini anlatm ak- çok önemli bir engelle­ 336

yicidir: Birçok tacizci, yüzlerce çocuğa sarkıntılık eder. Kırk' yaşla­ rındaki tacizciler üzerinde yapılan bir araştırm ada, ergenlik çağından itibaren ayda ortalam a bir çocuğa sarkıntılık ettikleri ortaya çıkm ış­ tır. Bir otobüs şoförü ve bir bilgisayar öğretm eni hakkındaki raporlar, ikisinin de her yıl üç yüz kadar çocuğa sarkıntılık ettiklerini ve bu çocuklardan hiçbirinin uğradığı tacizi bildirm ediğini göstermektedir. Durum ancak, öğretm en tarafından taciz edilen bir çocuğun kendi kız kardeşine cinsel tacizde bulunm asıyla aydınlanabilm iştir.67 Daha kapsam lı program lardan geçm iş çocukların taciz edildikle­ rini söylem e olasılığının, asgari düzeyde b ir eğitim veren program ­ lardan geçm iş olanlara kıyasla üç kat fazla olduğu görülmüştür. Bu kadar etkili olan neydi? Bu program lar, bir kerelik konular halinde değil, çocuğun okul hayatı boyunca sağlık ve cinsellik eğitim inin b ir parçası olarak birçok kez değişik düzeylerde veriliyordu. Okulda öğretilenin yanı sıra, anne-babaların da bu mesajı çocuğa verm eleri sağlanm ıştı (cinsel taciz tehditlerine karşı en iyi direnebilenler bunu yapan ailelerin çocuklarıydı). Bunun ötesinde, asıl farkı yaratan sosyal ve duygusal yeterlilik­ lerdi. Bir çocuğun “ iyi” ve “kötü” dokunuş arasındaki farkı bilmesi yeterli değildir; çocukların, birisi kendilerine, dokunm aya başlam a­ dan çok daha önce, bir durum da yanlış ya da sıkıntı verici bir şeyler olduğunu hissedecek kadar b ir özbilince ihtiyacı vardır. Sadece özbilinç değil, yeterli bir özgüven duygusu ve “yok bir şey” diye em ni­ yet telkin etm eye çalışan bir yetişkin karşısında bile içindeki hislere güvenip harekete geçebilm e iradesi de gereklidir. Çocuğun bundan sonra; kaçm aktan, olayı büyüklerine anlatm a tehdidini savurm aya kadar, olacakları engellem eye yarayacak bir tedbir repertuarına ihti­ yacı vardır. Bu nedenlerle, daha iyi program lar çocuklara istekleri­ ni söyleyebilm eyi, p a sif kalm ak yerine haklarını aramayı, sınırlarını bilmeyi ve onları korum ayı öğretmektedir. Bu durum da, en etkin program lar cinsel taciz hakkında tem el bil­ gileri, hayati önem taşıyan duygusal ve sosyal becerilerle tam am la­ mış olanlardır. Bu program lar çocuğa, kişiler arası anlaşmazlıkları daha olum lu b ir şekilde çözüm lem enin yollarım , kendinden daha emin olmayı, bir şey olduğunda kendini suçlam am ayı ve öğretm en­ leriyle ebeveynlerinden oluşan, başvurabilecekleri bir destek ağının 337

bulunduğunu hissetm eyi öğretmektedir. Çocuklar da, başlarına ger­ çekten kötü bir şey geldiğinde, çok daha rahatlıkla anlatabilm ekte­ dirler.

Etkin Öğeler Bu tür bulgular, tarafsız değerlendirm elerin gerçekten etkili bul­ duğu öğelere dayanarak, en elverişli önlem e program ında bulunması gereken öğelerin yeniden tasarlanm asına yol açmıştır. W.T. Grant Vakfı tarafından desteklenen beş yıllık bir projede, bir araştırm a kon­ sorsiyum u genel görüntüyü inceleyerek, işe yarayan program ların başarısında rol oynayan etkin öğeleri ayırt etmiştir.68 Program han­ gi sorunun önlenm esi için tasarlanm ış olursa olsun, konsorsiyum un gerekli bulduğu temel beceriler listesinde duygusal zekânın öğeleri sıralanm aktadır (listenin tamamı için Ek D ’ye bakınız).69 Bu duygusal beceriler özbilinci; hisleri tanım lam a, anlatma, idare etmeyi; dürtü kontrolünü ve doyum u ertelem eyi; stres ve kaygıyla baş etmeyi içeriyor. Dürtü kontrolünde temel bir bir yeti, hisler ve eylem ler arasındaki farkı bilm ek ve eylem dürtüsünü kontrol etm ek­ le başlayıp harekete geçmeden önce eylem seçeneklerini ve olası ne­ ticelerini tanım layarak daha iyi duygusal kararlar vermektir. Sosyal ve duygusal işaretleri okuyabilm ek, dinlem ek, olum suz etkilere karşı durabilm ek, başkalarının bakış açısından bakabilm ek ve bir durumda hangi davranışın kabul edilebilir olduğunu anlamak, kişiler arası iliş­ kilerde rol oynayan yeterliliklerdir. B unlar hayatta gerekli olan temel nitelikteki duygusal ve sosyal beceriler arasında yer alır ve bu bölüm de sözünü ettiğim sorunların hepsi için değilse de, birçoğu için en azından kısm i çareler içerirler. Bu becerilerin hangi sorunlara karşı bağışıklık kazandırabileceği, neredeyse hiçbir kurala bağlı değildir; örneğin ergen kızların ham i­ leliklerinde ya da ergen yaştakilerin intihar vakalarında duygusal ve sosyal yeterliliklerin rolü hakkında benzeri savlar ileri sürülebilir. Bu tür sorunların nedenleri hiç kuşkusuz karm aşıktır; biyolojik yazgının, aile dinam iklerinin, yoksulluk politikasının ve sokak kül­ türünün değişen oranlarda iç içe geçm esinin sonucudur. D uygulan hedefleyenler de dahil olm ak üzere, hiçbir müdahale türü tek başına 338

her şeyi halledebileceğini iddia edemez. Ancak bir çocuğun taşıdığı risklere duygusal yetersizlerinin yükü de eklendikçe -bunun çocuk için ne kadar ağır olabileceğini görm üştük- diğer çareleri dışarıda bırakm adan duygusal onarım a da önem vermeliyiz. Bundan sonraki sorum uz şu olacak: D uyguların eğitilmesi nasıl bir şeydir?

339

16

Duyguların Eğitilmesi

Bir ıılıısım gerçek umudu, gençliğinin iyi eğitilmesinde yatar. -E rasm us

K ızılderililer gibi daire şeklinde yere bağdaş kurm uş on beş sınıf öğrencisiyle yapılan tuh af bir yoklamaydı. Ö ğretm enin isimlerini söylediği öğrenciler okullarda standart yanıt olan boş bir “B urada” demek yerine, nasıl hissettiklerini belirten bir sayı söylüyorlardı; ’b ir’ morali bozuk, ’o n ’ ise enerji dolu anlam ına geliyordu. Bugün m oraller yüksekti: “Jessica.” “On: Uçuyorum , bugün cum a.” “Patrick. “Dokuz: H eyecanlı, biraz da sinirli.” “Nicole. “On: Huzurlu, m utlu...” Burası, San Francisco’nun en büyük bankalarından birini kur­ muş olan Crocker hanedanının m alikânesinden okula dönüştürülm üş Nueva Öğrenme M erkezi’nin Öz B ilim sınıfı. San Francisco Operası’nın m inyatür bir kopyasını andıran bu bina, şimdi örnek sayılabi­ lecek bir duygusal zekâ kursu sunan özel bir okulu barındırıyor. Öz B ilim ’in konusu hislerdir; kendi hisleriniz ve ilişkilerde or­ taya çıkanlar. Bu konu, doğası gereği, öğretmen ve öğrencilerin bir çocuğun duygusal dokusu üzerinde odaklanm alarını gerektirir; oysa bu A m erika’daki her sınıfta kararlı bir şekilde göz ardı edilir. Bu okuldaki strateji, günün konusu olarak çocukların hayatlarındaki gerilimleri ve travm aları kullanm ayı içeriyor. Öğretmenler, gruptan dışlanm anın acısı, kıskançlık, okul bahçesinde bir savaşa dönüşebi­ lecek anlaşm azlıklar gibi, gerçek sorunları ele alıyor. Öz B ilim M üf­ redatını geliştiren N ueva’nın yöneticisi Karen Stone M cC ow n’un 340

belirttiği gibi, “Ö ğrenm e çocukların duygularından bağımsız olarak gerçekleşmez. Duygusal okuryazarlık, öğrenme için en az m atem a­ tik ve okum a eğitim i kadar önem lidir.” 1 Öncü bir program olan Ö z Bilim, ülkenin dört bir yanındaki okul­ lara yayılan bir fikrin ilk müjdecisidir.* D erslerin başlıkları “sosyal g elişin f’den “hayat becerileri”ne, “sosyal ve duygusal öğreııme”ye kadar uzanıyor. Bazıları, H ow ard G ardner’m çoğul zekâlar kavram ı­ na atıfta bulunarak “kişisel” zekâlar terim ini kullanıyor. Ortak çiz­ gileri, normal eğitim lerinin bir parçası olarak, çocukların sosyal ve duygusal yeterlilik düzeylerini artırma hedefidir; bu sadece “sorun­ lu” olarak tanım lanan ve geride kalan çocukların eksikliklerini telafi etsin diye öğretilen bir şey değil, her çocuk için mutlaka gerekli bir beceriler ve anlayışlar dizisidir. Duygusal okuryazarlık kurslarının kökleri, 1960’larm duygusal eğitim hareketine kadar geriye uzanır. O zamanlar, kavramsal dü­ zeyde öğretilm ekte olan şeyin aynı anda som ut deneyimini de içeren psikolojik ve m otivasyon niteliğindeki derslerin daha derinden öğ­ renildiği düşüncesi hâkimdi. A ncak duygusal okuryazarlık hareketi duygusal eğitim terim ini ters yüz ederek, eğitm ek için duyguyu kul­ lanmak yerine, duygunun ta kendisini eğitiyor. Şu an için bu kursların birçoğunun ve yaygınlaşmalarının ardın­ da, ergen yaştakilerin sigara içmesi, madde bağımlılığı, hamilelik, okulu terk ve son zam anlarda şiddet gibi belirli bir sorunu hedefle­ yen, okullara dayalı bir dizi önleyici program ların sürmesi yatıyor. Bir önceki kısım da gördüğüm üz gibi, W.T. G rant K onsorsiyum u’nun önleyici eğitim program ları üzerine yaptığı çalışmada; dürtü kontro­ lü, öfkeyle baş etme, sosyal zorluklara yaratıcı çözümler üretme gibi temel duygusal ve sosyal yeterlilikleri öğretenlerin çok daha etkili oldukları anlaşılmıştır. Bu ilkeden, yeni kuşak m üdahale yöntemleri ortaya çıkmıştır. (*) Duygusal okuryazarlık kursları hakkında daha fazla bilgi için: The Collaborative for the Advancement o f Social and Emotional Learning [CASEL], Yale Child Study Center, (Sosyal ve Duygusal Öğrenmeyi İlerletme İşbirliği, Yale Çocuk Araştırmaları Merkezi) P.O. Box 207900, 230 South Frontage Road, New Haven, CT 06520-7900, ABD.

341

15. K ısım ’da, saldırganlık ya da depresyon gibi sorunları alttan destekleyen belirli duygusal ve sosyal beceri eksikliklerini hedef alan m üdahalelerin çocukları darbelerden korum akta çok etkili ol­ duğunu görmüştük. A ncak bu iyi tasarlanmış m üdahaleler, genelde araştırmacı psikologlar tarafından büyük ölçüde deneysel olarak sür­ dürülmüştür. Bundan sonraki adım, bu tür yoğunlaşm ış program lar­ dan öğrenilen dersleri alıp norm al öğretm enler tarafından tüm okul topluluğuna sunulabilecek bir önlem olarak genelleştirmektir. Bu daha ileri ve etkili yaklaşım , gençlerin hayatta karşı karşıya kalm aya başladıkları AIDS, uyuşturucu ve benzeri sorunlar hakkın­ da bilgiyi içeriyor. Ancak bu yaklaşım ın sürekli gündem de kalan ana konusu, sözü edilen ikilemlerin her biri üzerinde ağırlığı olan temel yeterlilik, yani duygusal zekâdır. Okullara duygusal okuryazarlığı getirm ek için yapılan bu yeni çıkış; çocuğun günlük yaşantısının en zorlayıcı yanlarını konuyla ilgisiz m eseleler olarak görm ek, ya da bunlar patlam alara yol açtı­ ğında bir disiplin sorunu olarak öğrenci danışm anına veya müdürün odasına havale etm ek yerine, duyguları ve sosyal hayatın ta kendisi­ ni konu etmektir. D ersler yöneldikleri dram atik sorunlara çözüm olm ak bir yana, ilk bakışta fazlasıyla hareketsiz gibi görünebilir. A ncak bunun nede­ ni büyük ölçüde, aynen evde çocukları iyi yetiştirirken olduğu gibi, derslerin küçük ama anlamlı, düzenli bir biçim de ve yıllarca sürdü­ rülerek verilmesidir. Duygusal öğrenm e böyle yerleşir; deneyimler defalarca yinelendikçe, beyin onları güçlendirilm iş eğilimler, baskı, engellenm e ve incinm e karşısında devreye giren sinirsel alışkanlık­ lar olarak yansıtır. Duygusal okuryazarlık sınıflarının günlük konusu sıradan gibi gözükse de, sonucu -y a n i, iyi in sanlar- geleceğim iz için her şeyden daha önemlidir.

İŞBİRLİĞİ ÜZERİNE BİR DERS Öz Bilim sınıfındaki bir ânı, hatırlayabildiğiniz sın ıf deneyim le­ rinizle karşılaştırın. Beşinci sınıftan bir grup, kare şeklinde bir dizi yap-boz parçasını bir araya getirm ek üzere takım lara ayrılmış, İşbirliği Kareleri oyu­ 342

nunu oynam aya hazırlanıyor. Oyunun p ü f noktası, takım çalışması içinde hiçbir işaretleşm eye izin verilm eden her şeyin tam bir sessiz­ lik içinde gerçekleşmesi. Ö ğretm en Jo-A n Varga, sınıfı üç gruba bölerek her birini farklı bir m asaya gönderiyor. Oyuna aşina olan üç gözlemci de, gruplarda, örneğin kim in örgütlem ede lider olduğu, kim in soytarılık ettiği, ki­ min. oyunbozanlık yaptığını saptam ak için birer değerlendirme for­ mu alıyor. Ö ğrenciler yap-bozların parçalarını m asaya dökerek çalışmaya başlıyorlar. D aha bir dakika geçm eden, bir grubun takım çalışm asın­ da şaşırtıcı derecede verim li olduğu ortaya çıkıyor; işi birkaç dakika içinde tamam lıyorlar. Dört kişiden oluşan ikinci bir grupta herkes kendi yap-bozu üzerinde ayrı ayrı çalışıyor, bu yüzden bir yere vara­ mıyorlar. Sonra bunlar yavaş yavaş beraber çalışm aya başlayarak ilk karelerini bir araya getiriyor ve tüm yap-bozlar tam am lanana kadar da takım halinde çalışm aya devam ediyorlar. A ncak üçüncü grup hâlâ uğraşıyor ve tam am lam aya çalıştıkları yap-boz, kareden çok ikizkenar bir yam uğa benziyor. Sean, Fairlie ve Rahm an, diğer iki grubun keşfetm iş olduğu eşgüdüme henüz ula­ şamamışlar. B esbelli çaresiz haldeler, m asanın üzerindeki parçaları telaşla gözden geçirerek akla yakın gelen olasılıklara göre yarı bitmiş karelerin yanlarına getiriyorlar, ancak parçalar birbirine uymayınca, yine bir hayal kırıklığına uğruyorlar. G erilim R ahm an’ın iki parça alıp gözlerinin önüne maske gibi yerleştirm esiyle biraz çözülüyor; gruptakiler kıkırdam aya başlıyor­ lar. Bu an, o günkü dersin dönüm noktası olacak. Ö ğretm en Jo-A n Varga, biraz cesaret veriyor: “B itirenler hâlâ ça­ lışm akta olanlara tek bir ipucu verebilir.” Dagan hâlâ uğraşm akta olan gruba yanaşarak kareye uymayan iki parçayı işaret ederek öneride bulunuyor: “Bu iki parçayı çevir­ m elisiniz.” Geniş yüzü ansızın bir konsantrasyon çabası içinde ge­ rilen Rahm an, yeni biçim i kavrıyor ve önce ilk yap-bozun, sonra da diğerlerinin parçalarını çabucak yerine oturtuyor. Üçüncü grubun en son yap-bozunun son parçası da yerini bulduğunda kendiliğinden bir alkış kopuyor. 343

ÇEKİŞME KONUSU Sınıf, takım çalışm ası sırasında alm an dersler üzerinde kafa yor­ m aya devam ede dursun, daha yoğun bir başka etkileşim söz konusu oluyor. Uzun boylu ve kabarık siyah saçları yanlardan denizci tıraşı yapılmış Rahm an ile grubun gözlem cisi Tucker, oyunda hiçbir işa­ rete izin verm eyen kural hakkında iddialı bir tartışm aya dalmışlar. İnek yalamış gibi düzgün taranmış sarı saçları olan T ucker’ın üstün­ deki “Sorumlu O l” baskılı bol m avi tişört, resmi görevini vurguluyor sanki. Tucker, kelim elerin üstüne basa basa, iddiacı bir ses tonuyla R ah­ m an’a, “Sen de bir parçayı arkadaşına uzatabilirsin, bu işaret değil­ dir,” diyor. “Ama bu resmen işarettir,” diye ısrar ediyor Rahm an şiddetle. Varga, yükselen sesleri ve etkileşim in giderek saldırganlaşan temposunu fark ederek onların m asasına doğru yaklaşıyor. Bu, ateş­ li hislerin birdenbire kendiliğinden çatıştığı kritik bir an; daha önce öğrenilmiş derslerin sonucu da bu tür anlarda ortaya çıkar ve yenileri en yararlı bir biçim de öğrenilebilir. H er iyi öğretm enin bildiği gibi, böylesi elektrikli anlarda verilen dersler öğrencilerin belleğinde ka­ lıcı bir yer edinir. Varga, “Bu bir eleştiri değil... aslında çok iyi işbirliği yaptınız... ancak Tucker, söylem ek istediğini o kadar eleştirel bir ses tonu kul­ lanmadan söylem eye çalışm alısın,” diye yol gösteriyor. Tucker, şimdi daha sakin bir ses tonuyla, R ahm an’a “Bir parçayı ait olduğunu düşündüğün yere koyabilirsin, ihtiyacı olduğunu dü­ şündüğün bir başkasına da, hiç işaret yapm adan verebilirsin. B u sa­ dece verm ektir,” diyor. Rahm an öfkeli bir sesle, “Yani şöyle bir şey yapsam ...” diyerek masum bir hareket örneği gösterm ek için başını kaşıyor, "... sen buna ’işaret yok!’ diyeceksin.” Rahm an’ın öfkesi, neyin işaret sayılıp neyin sayılm adığı etrafın­ da dönen bir anlaşm azlığın açıkça ötesinde. Gözlerini T ucker’m dol­ durmuş olduğu değerlendirm e form undan ayıram ıyor; henüz sözü edilmediği halde, TuckerTa R ahm an’ın arasındaki gerilimin başla­ 344

m asına neden olan buydu. Tucker, değerlendirm e form unun “oyun­ bozanlık edenler” hanesine R ahm an’ın adını yazmıştı. R ahm an’ın o form a bakarak canının sıkıldığını fark eden Varga bir tahm inde bulunuyor ve T ucker’a, “Onun hakkında olum suz bir sözcük kullandığını düşünüyor; oyunbozan derken neyi kastettin?” diye soruyor. “Kötü bir bozgunculuğu kastetm edim ,” diyor Tucker bu kez uz­ laşm acı bir tavırla. “Rahm an buna kanm asa da, daha sakin bir sesle, “Bana sorarsan bu biraz m antıksız,” diyor. Varga, durum u olum lu algılam anın bir yolunu vurguluyor. “Tuc­ ker, oyunbozanlık sayılabilecek bir şeyin zor bir anda havayı yum u­ şatm ak için yapılm ış olabileceğini söylem eye çalışıyor.” “A m a”, diye karşı çıkıyor Rahm an şimdi daha olağan bir havada, “hepim iz bir şeye fazlasıyla konsantre olduğum uz bir anda ben...” -gözlerini dışarıya uğratıp yanaklarını şişirerek kom ik, soytarı bir ifade takınıyor- “böyle yapsaydım , oyunbozanlık o zam an olurdu.” Varga bir kez daha duygusal rehberlik yapm aya çalışarak Tuck e r’a şöyle söylüyor: “Yardımcı olm aya çalışırken, onun kötü bir anlam da oyunbozan olduğunu kastetm edin, am a bunu ifade ederken farklı bir mesaj yolluyorsun. Rahm an, hissettiklerini senin duym a­ nı ve kabul etm eni istiyor. Oyunbozan gibi olum suz sözcükleri hak etm ediğini söylem eye çalışıyor. Öyle bir ad takılm asını hoş karşıla­ m ıyor.” Sonra da R ahm an’a dönerek ekliyor, “ Senin T ucker’la konuşm ak için öne çıkm anı takdir ediyorum. Saldırıya geçmedin. A ncak, sana oyunbozan gibi bir etiket yapıştırılm ası hoşuna gitmedi. O parçaları gözlerine götürdüğünde açmaza düşm üş ve havayı yum uşatm ak is­ ter gibi görünüyordun. Ancak Tucker niyetini anlamadığı için, buna oyunbozanlık dedi. Doğru m u?” Diğerleri yap-boz parçalarını toplam ayı bitirirken, her iki çocuk da onaylam asına başını sallıyor. Bu küçük sın ıf m elodram ının sonu­ na yaklaşıyoruz. “Kendini daha iyi hissediyor m usun?” diye soruyor Varga. “Yoksa bu seni hâlâ rahatsız mı ediyor?” “Evet, iyiyim ,” diyor Rahman. Duyulm uş ve anlaşılmış olm anın verdiği rahatlıkla, sesi şimdi daha yum uşak. Tucker da gülüm seye­ 345

rek başını sallıyor. İkisi de, diğerlerinin bir sonraki derse girmek için sınıftan çıkm ış olduğunu görerek, aynı anda dönüp birlikte dışarı fır­ lıyorlar.

OTOPSİ: ÇIKMAYAN BİR KAVGA Yeni bir grup iskem lelerine yerleşirken, Varga olup bitenlerin analizini yapıyor. Bu hararetli etkileşim ve tarafların yatışm ası, ço­ cukların çatışm aların çözüm ü hakkında öğrendiklerini öne çıkanyor. Varga’nın belirttiği gibi, genelde çatışm aya yol açan şeyler, “iletişi­ m e girm em ek, varsayım larda bulunm ak, hem en bir sonuca varmak, insanların ne söylediğinizi anlam akta güçlü çekecekleri bir şekilde ’z o r’ bir mesaj gönderm ektir.” Ö z B ilim öğrencileri, önemli olan şeyin çatışm adan tam am en kaç­ m ak değil, anlaşm azlıkları ve içerlem eleri açıktan açığa bir kavgaya dönüşm eden giderm ek olduğunu öğreniyorlar. Tucker ve R ahm an’ın anlaşm azlıklarını ele alış tarzlarında önceki derslerin belirtileri görü­ lüyor. Örneğin, her ikisi de fikirlerini, çatışm ayı tırm andırm ayacak bir şekilde ifade etm ek için biraz çaba harcamıştı. Bu (öfkeden ya da edilgenlikten farklı olarak) kendini ortaya koyuş tarzı, N ueva’da üçüncü sınıftan itibaren öğretiliyor; duyguların doğrudan doğruya, ancak öfkeye dönüşm eyecek bir biçim de ifadesi üstünde duruluyor. A nlaşm azlığın başında iki çocuk da birbirine bakm adığı halde, de­ vam ında “etkin dinlem e” belirtileri gösterm eye, birbirinin yüzüne bakm aya, göz teması kurm aya ve konuşan birine sesini duyduğunu hissettiren sessiz işaretler yollam aya başlam ışlardı. Çocuklar bu araçları, biraz de rehberliğin yardım ıyla kullandık­ larında, “kendini ortaya koyabilm e” ve “etkin dinlem e” onlar için bir yoklam a sınavındaki içi boş deyim ler olmanın ötesinde, en acil ihtiyaç duydukları anda güvenebilecekleri tepki yöntem leri haline geliyor. Duygusal alana hâkim olabilm ek özellikle zordur, çünkü beceri­ lerin insanlar yeni bilgileri hazm etm eye ve farklı tepki alışkanlıkla­ rını öğrenm eye en kapalı oldukları, sinirlendikleri anlarda edinilmesi gerekir. Bu anlarda rehberlik yardım cı olur. Varga’nın belirttiği gibi, “İster yetişkin, ister beşinci sın ıf öğrencisi olsun, insan kendini o 346

denli huzursuz hissettiğinde, kendi kendini gözlem leyebilm ek için bir m iktar yardım a ihtiyaç duyar. K albiniz çarpar, elleriniz terler, si­ nirden tir tir titrerken, bir yandan dikkatle dinlem eye, öte yandan da bağırm adan, suçlam adan ya da savunm acılığın sessizliğine bürün­ m eden durum u atlatm ak için özdenetim inizi korum aya çalışırsınız.” Beşinci sın ıf çocuklarının çıkardığı gürültü patırtıya yabancı ol­ mayan herkesin dikkatini en çok çekecek şey, belki de Tucker ve R ahm an’ın suçlam aya, sövüp saym aya ya da bağırm aya başvurm a­ dan görüşlerini ortaya koym aya çalışmalarıdır. Hiçbiri aşağılayıcı bir “s... git!” ya da yum ruklaşm a veya diğerini küçük düşürmek için çe­ kip gitme gibi bir şeye yeltenerek duygularını tırmaııdırmamıştı. A k­ sine, tam anlam ıyla kavgaya dönüşebilecek bir kıvılcım, çocukların çatışm a çözüm ünün nüanslarını daha iyi öğrenmelerini sağlamıştı. Oysa, başka koşullarda bu olay oldukça farklı bir yere varabilirdi. G ençler bundan çok daha küçük sorunlar için bile yumruklara, hatta daha da kötüsüne başvururlar.

GÜNDELİK KAYGILAR Öz B ilim ’in her dersinin başlangıcı olan geleneksel yoklam adan çıkan sayılar, her zam an bugünkü kadar yüksek olmuyor. Kendini berbat hissetm eyi gösteren birler, ikiler, üçler düzeyinde kaldığında, birisi çıkıp, “Kendini neden böyle hissettiğini anlatm ak ister m isin?” diye soruyor. Öğrenci istiyorsa (kim seyle konuşm ak istemiyorsa, baskı yapılm az) o kadar canını sıkan şeyi açığa vurması için kendi­ sine im kân tanınm ış ve bununla baş etm esi için yaratıcı alternatifler düşünm e fırsatı verilm iş oluyor. Ortaya çıkan sorunlar, kaçıncı sınıfta olunduğuna göre değişiyor. A lt sınıflarda özellikle; kızdırılm ak, dışlanm a hissi görülüyor. Altın­ cı sın ıf dolaylarında yeni bir kaygı küm esi ortaya çıkıyor: Çıkma tek lif edilm ediği ya da grup dışında bırakıldığı için incinmeler; ol­ gun davranm ayan arkadaşlar; gençlere ıstırap çektiren diğer zorluk­ lar (“Büyük çocuklar bana takılıyor”; “Arkadaşlarım sigara içiyor ve bana da içirtm eye çalışıyorlar” gibi). Çocuğun hayatında çok büyük bir önemi olan bu konular okul çevresinde -ö ğ le yem eğinde, okul otobüsünde, bir arkadaşın evin­ 347

d e - açığa vurulur. Çoğu kez çocuklar bu sıkıntıları içlerine atıp bir­ likte kafa yoracak biri olm adığından gece yalnızken üstünde düşü­ nüp dururlar. Öz B ilim ’de ise bunlar günün tartışm a konuları haline geliyor. Bu tartışm aların her biri, çocuğun benlik hissini ve diğerleriy­ le ilişkilerini aydınlatm ayı hedefleyen Öz B ilim ’in açık hedefine varm ak için birer m alzem e olarak görülüyor. K ursun bir ders planı olsa da, Rahm an ve T ucker’ın arasındaki anlaşm azlık gibi durum ­ lar ortaya çıktığında bunlardan yararlanılm ası için esnek tutuluyor. Öğrencilerin ortaya attığı sorunlar, iki çocuk arasındaki kızışmayı yatıştıran anlaşm azlık çözme yöntem leri gibi, hem öğrenci hem de öğretm enlerin öğrenm ekte oldukları becerileri uygulayabilecekleri canlı örnekleri sunuyor.

DUYGUSAL ZEKÂNIN ABC’Sİ Yaklaşık yirmi yıldır kullanılm akta olan Öz Bilim müfredatı duygusal zekânın öğretilmesi için bir model oluşturuyor. N ueva’nın yöneticisi Karen Stone M cC ow n’un bana söylediğine göre dersler bazen şaşırtacak kadar ileri düzeyde olabiliyor. “Öfke konusunda ders verirken, bunun neredeyse her zam an ikincil b ir tepki olduğu­ nu anlamaları ve altında yatan hisleri aramaları için -İn cin d in mi? Kıskandın m ı? - gibi sorularla yardım cı oluyoruz. Çocuklarım ız bir duyguya verecekleri tepkiyi birçok seçenek arasından ayırt edebi­ leceklerini ve ne kadar tepki seçeneğine sahiplerse, hayatlarının o kadar zengin olacağını öğreniyorlar.” Öz B ilim ’in içerik listesi, duygusal zekânın öğeleriyle ve çocuk­ ları tehdit eden tuzaklara karşı birincil önlem olarak salık verilen temel becerilerle neredeyse bire bir örtüşüyor (tüm liste için Ek E ’ye bakınız). Ö ğretilen konular, hisleri tanıyıp onları tanım layacak bir sözlük oluşturm a anlamında özbilinci; düşünceler, duygular ve tep­ kiler arasındaki bağlantıları sezmeyi; bir karara duyguların mı yoksa düşüncelerin mi hükm ettiğini bilm eyi; farklı seçim lerin sonuçları­ nı öngörmeyi ve bütün bu ıçgörüleri uyuşturucu kullanm ak, sigara içm ek ve seks gibi konulardaki kararlara da uygulam ayı içeriyor. Özbilinç; aynı zam anda, kişinin güçlü ve zayıf yanlarını tanım ası, 348

yani kendisini olum lu ama gerçekçi b ir ışıkta görm esi (ve böylece özsaygı hareketinin olağan bir tuzağından da sakınm ası) anlamına da gelir. Üzerinde durulan bir başka nokta, duyguların idaresidir: H isse­ dilenin ardında ne olduğunu fark etm ek (öfkeye yol açan incinme hissi gibi); kaygılarla, öfke ve üzüntüyle baş etm e yollarım öğren­ mek! Yine üzerinde durulan bir nokta, kararların ve hareketlerin so­ rum luluğunu üstlenm ek ve verilen taahhütleri sonuna kadar yerine getirmektir. Anahtar niteliğinde bir sosyal beceri olan empati; başkalarının hislerini anlayabilm ek, onların bakış açısından görebilm ek ve in­ sanların konu hakkm daki farklı düşüncelerine saygı göstermektir. Önem li odak noktalarından biri de ilişkilerdir; bu ise hem dinlem eyi hem de sorm ayı bilm eyi; birinin söylediği ve yaptığıyla, buna karşı kendi tepki ve yargılarını ayırt etmeyi; öfkeli ya da edilgen olm ak­ tansa, kendini ortaya koyabilm eyi; işbirliği, anlaşm azlık çözüm ü ve uzlaşarak bir yol bulm a sanatlarını öğrenm eyi içerir. Öz B ilim ’de not verilmez; m ezuniyet sınavı hayatın ta kendisi­ dir. Ancak sekizinci sınıfın sonunda, liseye gitm ek üzere N ueva’dan ayrılan öğrenciler her biri Sokratvari bir sözlü sınava tabi tutulur. Yakın zam anlardaki bitirm e sınavından bir soru: “Bir arkadaşının, uyuşturucu kullanm ayı denem esi için baskı yapan biriyle, ya da ken­ disini kızdırm aktan hoşlanan bir başkasıyla anlaşm azlığını çözm esi­ ne yardım cı olacak uygun bir tepkiyi betim le.” Ya da, “Stres, öfke ve korkuyla baş etm enin sağlıklı yolları nelerdir?” Duygusal becerilere o kadar önem veren Aristo bugün yaşıyor olsaydı, bütün bunları onaylayabilirdi.

349

KENTİN KENAR SEMTLERİNDE DUYGUSAL OKURYAZARLIK Kuşkucular, tahm in edilebileceği gibi, Öz B ilim gibi bir kursun daha az ayrıcalıklı bir ortam da işe yarayıp yaram ayacağını ya da bunun sadece N ueva gibi her öğrencinin bir açıdan yetenekli oldu­ ğu küçük bir özel okul içinde mi m üm kün olduğunu soracaklardır. Kısacası, duygusal yeterlilik kendisine en acil ihtiyaç duyulan bir yerde, örneğin kentin kenar sem tlerindeki halk okullarının zorlu kar­ gaşasında da öğretilebilir mi? Bunun yanıtı, Nueva Öğrenm e M erke­ z in d e n coğrafi olduğu kadar sosyal ve ekonom ik bakım dan da uzak olan New H aven’daki A ugusta Lewis Troup O rtaokulu’nu ziyaret ederek alınabilir. Aynı öğrenm e heyecanı, kesinlikle T roup’un atm osferine de ege­ men görünüyor. Troup M ıknatıs Bilim ler Akadem isi olarak da bili­ nen bu okul, aynı bölgede, N ew H aven’ın her yerinden gelen beşinci sınıftan sekizinci sınıfa kadar öğrencilere zenginleştirilm iş bir fen m üfredatı uygulam ak üzere tasarlanm ış iki okuldan birisi. Oradaki öğrenciler bir uydu çanak anten bağlantısı yoluyla, H oustan’daki astronotlara uzay fiziğiyle ilgili sorular sorabiliyor ya da bilgisayar­ larını m üzik çalm ası için program layabiliyorlar. Ancak, bu akademik kolaylıklara karşın, beyaz nüfusun N ew H aven’ın banliyölerine ve özel okullara kaçışı, T roup’a yüzde 9 5 ’i siyahi ve İspanyol kökenli bir öğrenci topluluğu bırakmış. Yine bam başka bir dünya olan Yale Ü niversitesi’nin kam pusun­ dan sadece birkaç sokak ötedeki Troup, çürüm ekte olan bir işçi m a­ hallesinde bulunuyor; burası 1950’lerde Olin Pirinç M etal Fabrikas ı’ndan W inchester Silahları’na kadar, yakındaki bir sürü fabrikada çalışan yirm i bin kişinin barındığı bir yerdi. Bugün üç binin altına inen bu istihdam tabanı, orada yaşayan ailelerin ekonom ik ufuklarını da daralttı. N ew Haven, New E ngland’ın diğer birçok im alat sanayii kenti gibi, yoksulluk, uyuşturucu ve şiddet çukuruna itilmiş durum ­ da. Bu kent kâbusunun yarattığı acil ihtiyaçlara karşılık veren Yale ’li bir psikolog ve eğitimci grubu, 1980’li yıllarda, aslında Nueva Öğrenm e M erkezi’ndeki Ö z Bilim m üfredatıyla aynı alanı kapsayan 350

Sosyal Yeterlilik Program ı’nı oluşturdu. A ncak T roup’ta konularla bağlantılar çoğu zam an daha dolaysız ve daha az işleniyor. Sekizinci sınıftaki cinsel eğitim dersinde öğrencilerin, kişisel kararların AIDS gibi hastalıklardan sakınm alarına nasıl yardım cı olacağını öğrenm e­ leri, sadece okulda kalan bir alıştırm a olmuyor. New Haven, A m eri­ k a’da A lD S ’li kadın oranının en yüksek olduğu yerdir; çocuklarını T roup’a gönderen pek çok anne ve bazı öğrenciler A ID S’lidir. Zen­ ginleştirilm iş m üfredata rağmen, T roup’un öğrencileri şehrin kenar sem tinde yaşam anın getirdiği tüm sorunlarla m ücadele ediyorlar; birçok öğrenci, bazı günler okula gitm esini engelleyecek kadar kar­ gaşalı, hatta korkunç aile ortam larında yaşıyor. N ew H aven’daki tüm okullarda olduğu gibi, burada da bir ziya­ retçinin gözüne bakan ilk işaret, sarı elm as şeklindeki bilinen trafik levhası; ama üzerinde “U yuşturucudan A rındırılm ış Bölge (Drug Free Zone) yazıyor. Beni karşılayan M ary Ellen Collins, okulun rehberlik danışm anı olarak özel sorunlarla ilgilenen, sosyal yeter­ lilik m üfredatının gereklerine uyulm ası için öğretm enlere yardımcı olan, her derde deva bir şikâyet takipçisi. Bir öğretm en bir dersi nasıl vereceğine karar verem iyorsa, Collins sınıfa gelerek, ne yapacağını gösteriyor. “Bu okulda yirm i yıl öğretm enlik yaptım ,” diyor Collins. “Şu m ahalleye bir bakın. Çocukların yaşarken yüz yüze geldikleri so­ runları düşündüğüm de, hâlâ sadece akadem ik beceriler öğretmekle yetinm eyi kafam almıyor. Kendileri ya da evlerindeki biri A ID S ’e yakalanm ış olan buradaki çocukların m ücadelesini ele alalım. Bunu sınıfla AIDS konusu işlenirken söyleyebileceklerinden emin değilim, am a çocuk bir öğretm enin sadece akadem ik değil, duygusal sorunla­ rını da dinleyeceğini bilirse, konuşm anın yolu da açılmış olur.” Eski, tuğla duvarlı binanın üçüncü katında, Joyce Andrews beşin­ ci sın ıf öğrencilerine haftada üç kez gördükleri sosyal yeterlilik der­ sini veriyor. D iğer tüm beşinci sın ıf öğretm enleri gibi, Andrews da bunun için özel bir yaz kursuna gitm iş, ancak gösterdiği coşkudan, sosyal yeterlilik konularının ona çok doğal geldiği anlaşılıyor. Bugünün ders konusu, duyguları tanım lam a; duyguları adlandırıp daha iyi ayırt edebilm ek temel bir duygusal beceridir. Dün verilen ev ödevi, dergilerden kesilen insan portrelerini sınıfa getirip yüzün 351

ifade ettiği duyguyu adlandırm ak ve söz konusu kişinin o duygulaı beslediğinin nasıl anlaşıldığını açıklamaktı. Andrews, ödevleri top­ ladıktan sonra, tahtaya üzüntü, endişe, heyecan, m utluluk ve benzeri duyguların listesini yapıp o gün okula gelebilm iş on sekiz çocukla hızlı tem poda bir soru-cevap seansına girişiyor. Dört sıralık kümeler halinde oturan çocuklar heyecan içinde ellerini havaya kaldırarak ce­ vap verm ek için onun gözüne çarpm aya çalışıyorlar. Tahtadaki listeye “engellenm işlik” hissini ekleyen Andrews, “Kaç kişi kendini en az bir kez engellenm iş hissetti?” diye soruyor. Bütün eller havada. “Bu durum dayken kendinizi nasıl hissediyorsunuz?” Cevaplar sel gibi geliyor: “Yorgun.” “D algın.” “D oğru düşünülemiyor.” “K aygılı.” Kızgın listeye eklendiğinde, “Ben bunu biliyorum ... bir öğretmen kendini ne zam an kızgın hisseder?” diye soruyor Joyce. “Herkes konuşm aya başladığında,” diye atılıyor bir kız, gülüm ­ seyerek. Bir an bile kaybetm eyen A ndrew s, teksir edilmiş çalışma kâğıt­ larını dağıtıyor. B ir sütunda, her biri altı temel duygudan -m u tlu , üzgün, öfkeli, şaşkın, korkm uş, iğren m iş- birinin ifadesini taşıyan kız ve erkek çocuk yüzleri ve ifadeleri oluşturan hareket halindeki yüz kaslarının tanım ı bulunuyor, örneğin:

KORKMUŞ: • Ağız açık ve geri çekik. • Gözler açık ve iç köşeleri yukarı kalkık. • K aşlar kalkık ve çatık. • Alnın ortasında kırışıklıklar var.3 Kâğıttaki yazılan okurken, resim leri taklit edip her duygu için verilmiş olan yüz kası tariflerini yaptıkça, A ndrew s’un sınıfındaki çocukların yüzünden korku, öfke, şaşkınlık ya da iğrenm e ifadeleri gelip geçm eye başlıyor. Bu ders, doğnıdan doğruya Paul E km an’ın yüz ifadeleri üzerinde yaptığı araştırm alardan esinleniyor; bu, her üniversitenin psikolojiye giriş dersinde okutulsa da, ilkokullarda 352

adı hem en hem en hiç geçmez. B ir duyguyu ona uyan yiiz ifadesiy­ le eşleştiren ve bir ad vererek tanım layan bu tem el ders, öğretilm e­ ye gerek duyulm ayacak kadar açık gözükebilir. Oysa bu, duygusal okuryazarlıkta um ulm adık derecede sık görülen hataların da ilacı olabiliyor. H atırlayacağınız gibi, okul kabadayıları çoğu kez öfkeli çıkışlar yapar, çünkü tarafsız mesajları ve ifadeleri düşmanca olarak yorum lam ışlardır; yem e bozukluğu geliştiren kızlar ise öfkeyi kay­ gıdan, kaygıyı da açlıktan ayırt edemezler. '

KILIK DEĞİŞTİRMİŞ OKURYAZARLIK Yeni konuların ve gündem lerin ürem esiyle zaten dolup taşan m üfredatlarla kendini aşırı yük altında hisseden bazı öğretmenler, tem el derslerin haricinde yeni bir ders için fazladan zam an ayırmak istemiyorlar. Bu nedenle, duygusal eğitim de ortaya çıkan yeni bir strateji, yeni bir ders yaratm ak yerine, öğretilm ekte olan diğer ko­ nularla, duygular ve ilişkilerle ilgili dersleri harm anlam aktır. D uygu eğitim i; okum a ve yazm a, sağlık, fen, sosyal ve diğer standart ders­ lerle kaynaşabilir. New Haven okullarının bazı sınıflarında Hayat Becerileri ayrı bir ders konusuyken, başka sınıflarda sosyal gelişim m üfredatı okum a ya da sağlık gibi derslerle bir arada veriliyor. H at­ ta bazı dersler, özellikle dikkatin dağılm asını engelleme, çalışm aya motive olma ve kendini öğrenime verebilm ek için dürtüleri bastırm a gibi temel çalışm a becerileri, m atem atik dersinin bir parçası olarak öğretilebiliyor. Duygusal ve sosyal beceriler kazandırm ak için tasarlanmış bazı programlar, ayrı bir konu olarak herhangi bir m üfredattan ya da ders­ ten zam an çalm ak yerine, dersleri okul hayatının dokusuna işler. Te­ melde adeta görünm ez bir duygusal ve sosyal yeterlilik kursu olan bu yaklaşım ın bir m odeli, psikolog Eric Schaps tarafından yönetilen bir grubun yarattığı Çocuk G elişim Projesi’dir. C alifornia’nın O ak­ land kentinde başlayan bu proje şu anda ülke çapında, özellikle New H aven’ın çürüyen semtleriyle pek çok sorunu paylaşan m ahalleler­ deki bir avuç okul tarafından deneniyor.4 Bu proje, m evcut derslere uyarlanabilecek önceden hazırlanm ış bir m alzem e paketini içeriyor. Örneğin, birinci sınıfın okuma der­ 353

sinde öğrencilere verilen “Su K urbağasıyla Kara K urbağa A rkadaş­ lık Ediyor” başlıklı bir öyküde, Su K urbağası kış uykusuna yatmış olan arkadaşı K ara K urbağası ile oynam ak ister ve zam anından önce uyandırm ak için ona bir oyun oynar. Öykü, dostluk konusunun ve birisi onlara bir oyun oynadığında ne hissettiklerinin tartışılm ası için bir platform olarak kullanılıyor. B ir dizi m acerayla; sıkılganlık, bir arkadaşının ihtiyaçlarını fark etmek, kızdırılm anın neler hissettire­ bileceği ve arkadaşlarla hislerini paylaşm ak gibi konular gündeme getiriliyor. H azır bir m üfredat planı, çocuklar ilk ve ortaokul sınıfları boyunca ilerledikçe gitgide daha incelikli öyküler sunarak, öğret­ menlere em pati, karşı açıdan bakm a ve şefkat gibi konuları tartışm a­ ya açabilecekleri girizgâhlar sağlıyor. Duygu eğitimi derslerinin m evcut okul hayatının dokusuyla kaynaştırılm asının bir diğer yolu da, öğretm enlerin davranış bozukluğu sergileyen öğrencileri nasıl terbiye edebilecekleri konusunu yeniden düşünm elerine yardım cı oluyor. Çocuk Gelişimi P rogram ı’nın tem e­ lindeki varsayım , bu tür anların çocuklara dürtü kontrolü, duyguları­ nı açıklam a, anlaşm azlıkları giderm e gibi eksik kaldıkları becerileri öğretm ek için birer fırsat olduğu ve dayatm acılıktan daha iyi terbiye yöntem lerinin bulunduğudur. Ö ğle yem eği kuyruğunda öne geçm ek için itişip duran üç birinci sın ıf öğrencisini gören bir öğretm en, her birinin bir sayı tutm asını ve kazananın öne geçm esini önerebilir. O anda verilen ders, bu tür incir çekirdeği doldurm ayacak anlaşm azlık­ ları giderecek tarafsız, adil yolların bulunduğudur. Daha derindeki öğreti ise, anlaşm azlık olduğunda uzlaşm a olasılığıdır. Bu yaklaşım çocukların diğer benzeri anlaşm azlıklara da (“Önce ben!” küçük sınıflarda salgın halindedir; aslında hayat boyunca da şu ya da bu biçim de yaygındır) taşıyabilecekleri bir şey olduğundan, her zaman duydukları otoriter tonla bir “K esin şunu!” buyruğundan daha önem ­ li bir mesaj verir.

DUYGUSAL ZAMAN PLANLAMASI “A rkadaşlarım Alice ve Lynn benim le oynam ak istem iyorlar.” Bu acı yakınm a, S eattle’daki John M uir İlkokulu üçüncü sınıfın­ daki bir kız öğrenciye ait. A dını bilm ediğim iz biri, bu notu, kendi­ 354

sinin ve arkadaşlarının şikâyet ve sorunlarını yazm aları ve sınıfça tartışıp çözüm yollarının düşünülm esini teşvik için konulmuş -a slın ­ da özel olarak boyanm ış bir m ukavva kutu o la n - “posta kutusu”na atmış. Tartışm ada konuyla ilgili kişilerin adlarına değinilmiyor, bu­ nun yerine öğretm en tüm çocukların zam an zam an bu tür sorunlar yaşadığına işaret edip öğrenm eleri gereken şeyin, bunlarla nasıl başa çıkabilecekleri olduğunu belirtiyor. D ışlanm anın neler hissettirdiği ya da arkadaş grubuna nasıl girilebileceği hakkında konuşulurken, çocuklar tereddütlerini giderm ek için yeni çözüm ler deneme şansına sahip oluyorlar; bu da anlaşm azlıkları çözümlemede çatışmayı tek çare olarak gören dar açılı düşünce tarzını düzeltebilecek bir şeydir. Posta kutusu, hangi krizlerin ve sorunların sınıfın konusu haline geleceğine ilişkin bir esneklik sağlıyor, çünkü çok katı bir gündem çocukluğun akışkan gerçeklikleriyle örtüşmeyebilir. Çocuklar değiş­ tikçe ve büyüdükçe, kafalarını o an meşgul eden konu da değişir. Azami etkiyi yapabilm ek için duygusal dersler çocuğun gelişmesine göre ayarlanm alı ve değişik yaşlarda, çocuğun değişen anlayışına ve karşılaştığı zorluklara da uyacak biçim lerde tekrar edilmelidir. Som lardan biri, ne kadar erken başlanm ası gerektiğidir. B azıları­ na göre hayatın ilk yılları hiç de erken değildir. H arvard’h pedagog T. Berry B razelton’a göre, birçok ebeveyn, bebeklerine ve çocukla­ rına duygusal rehberlik yapabilm ek için bu eğitim den -e v d e eğitim program larının sağladığı yarar g ib i- yararlanabilirler. Okul öncesi program larında sosyal ve duygusal becerilerin daha sistem atik ola­ rak vurgulanm ası kuvvetle savunulabilir. 11. K ısım ’da gördüğüm üz gibi, çocukların öğrenm eye hazır olm aları büyük ölçüde bu temel nitelikli duygusal becerilerden bazılarını edinm elerine bağlıdır. Okul öncesi yıllar, tem el hecelileri yerleştirm ek açısından hayati önem ta­ şır ve okul öncesi eğitim , iyi yapıldığında öğrencilerin hayatlarında uzun vadede kalıcı duygusal etkiler yaratabilir; örneğin uyuşturucu soranları ve bu yüzden tutuklanm alar daha az, evlilikler daha sağ­ lam, geçimini sağlam a yeteneği daha yüksek olabilir.5 Bu tür m üdahaleler en iyi sonucu, gelişim in duygusal planını izlediklerinde verir.6 Yeni doğanların ağlam asından da anlaşılacağı gibi, bebekler doğdukları andan itibaren yoğun duygulara sahiptir. Ancak, yeni doğanların beyni henüz tam olgunluk halinden çok 355

uzaktadır; 15. K ısım ’da gördüğüm üz gibi, çocuğun duygulan ancak sinir sistemi gelişim ini tam am ladığında olgunlaşm ış olacaktır. Sinir sistem inin gelişim süreciyse, tüm çocukluk boyunca ve ergenliğin ilk yıllarında bir iç biyolojik saate göre yürür. Yeni doğanın duygu repertuarı beş yaşm dakinin duygusal m enziline kıyasla ilkel kalır­ ken, beş yaşındaki de bir ergenin duygularının olgunluğuyla karşı­ laştırıldığında eksiklik gösterir. A slında yetişkinler, çocuğun büyü­ mesi sırasında her duygunun önceden program lanm ış bir zamanda belirdiğini unutarak, çocuklardan yaşlarının ötesinde bir olgunluğa ulaşm alarını beklem ek gibi bir hataya düşerler. Örneğin, dört yaşın­ daki birinin palavracılığı ebeveynlerin azarlam asına yol açabilirken, alçakgönüllülüğü üretebilecek olan utangaçlık hissi genel olarak beş yaşından önce ortaya çıkmaz. D uygusal büyüm enin zam an planlam ası, özellikle bir yanda bi­ lişsel, diğer yanda da beyinsel ve biyolojik olgunlaşm a gibi gelişim süreçleriyle iç içedir. G ördüğüm üz gibi, em pati ve duygusal özde­ netim türünden duygusal yetenekler aslında neredeyse doğum dan itibaren oluşm aya başlar. A naokulunun başlangıcı, güvensizlik ve alçakgönüllülük, kıskançlık ve haset, gurur ve kendinden em in olma gibi, hepsi de kendini bir başkasıyla kıyaslam a yeteneğini gerektiren “sosyal duyguların” olgunlaşm asının zirveye ulaştığı bir dönemdir. O kulun daha geniş sosyal dünyasına giren beş yaşındaki çocuk, sos­ yal kıyaslam a dünyasına da girm iş olur. Bu kıyaslam aları sağlayan sadece dışsal bir değişim değil; popülerlik, çekicilik ya da kay-kay becerileri gibi belli nitelikler açısından kendini diğerleriyle karşılaştırabilm eye dayanan bilişsel bir becerinin de ortaya çıkışıdır. Örne­ ğin bu yaşlarda, ablası sürekli pekiyi alan küçük bir kız, kıyaslama yoluyla kendini “aptal” görm eye başlayabilir. C am egie C orporation’ın başkanı ve psikiyatr Dr. David H am ­ burg, bazı öncü duygusal eğitim program larını değerlendirdiğinde, ilkokula ve sonra da ortaokula geçiş yıllarının çocuğun uyum sağla­ ması açısından iki hayati dönem olduğunu görmüştür.7 H am burg’a göre, altı yaşından on bir yaşına kadar “okul, çocukların ergenlik yaşam ını ve sonrasını kuvvetle etkileyecek bir kaynaşm a potası ve tanım layıcı bir deneyimdir. B ir çocuğun özdeğer hissi önemli ölçü­ de okul başarısına bağlıdır. Okulda başarısız olan bir çocuk, kendi 356

kendisinin yenilgisini hazırlayan tutumları harekete geçirerek tüm geleceğini karartabilir.” Okuldan yararlanm ak için şart olan temel özellikleri H am burg şöyle sıralıyor: “doyumu erteleyebilme, uygun bir biçim de sosyal sorum luluk üstlenebilme, duygularını kontrol al­ tında tutabilm e, iyim ser bir bakış açısına sahip olabilm e”; bir başka deyişle de duygusal zekâ.8 Buluğ dönem i çocuğun biyolojisinde, düşünm e yeteneklerinde ve beyninin çalışm asında olağanüstü değişikliklerin oluştuğu bir sü­ reç olduğu için, duygusal ve sosyal eğitim açısından da hayati bir dönemdir. Ergenlik hakkında H am burg’un gözlem lerine göre, “bir­ çok çocuk cinsellik, alkol, uyuşturucular ve sigarayla on - on beş yaş arasında tanışıyor,” aynı şey diğer baştan çıkarıcı şeyler için de geçerlidir.9 O rtaokula ya da liseye geçiş, çocukluğun bittiğini gösterir ve bu da başlı başına duygusal bir zorluktur. Tüm diğer sorunları bir yana, bu yeni okul düzenine giren hemen hem en tüm öğrencilerin özgü­ venlerinde bir düşüş, sıkılganlıklarında ise bir sıçrama yaşanır; ken­ dileri hakkındaki fikirleri karm akarışık ve katıdır. En büyük darbeyi, “sosyal özsaygı” yer; başkalarıyla arkadaşlık kurup sürdürebilecek­ lerinden em in olamazlar. Bu dönüm noktasında, H am burg’a göre, kız ve erkeklerin yakın ilişkiler kurma becerilerini takviye etmek, arkadaşlarıyla aralarındaki krizlerde yol gösterm ek ve özgüvenlerini desteklem ek çok yararlıdır. Ortaokula girerken, yani tam ergenliğin eşiğindeyken, duygusal okuryazarlık sınıflarına devam etmiş olan öğrencilerde bir şeylerin farklı olduğunu belirtiyor Dr. Hamburg: B unlar arkadaşlar arası iliş­ ki politikalarının yeni baskılarını, derslerin zorlaşm asını, sigara ve k ey if verici m addelerin baştan çıkarıcılığını akranlarına oranla daha az sorun yapıyorlar. Kendilerini bekleyen karm aşa ve baskılara karşı, kısa bir dönem için de olsa bağışıklık kazandıran duygusal beceriler­ de ustalaşm ış oluyorlar.

HER ŞEY ZAMANLAMAYA BAĞLIDIR Gelişim psikologları ve diğerleri duygusal gelişimin haritasını çı­ kararak, duygusal zekâ gelişim inin her noktasında çocukların hangi 357

dersleri öğrenm eleri gerektiğini, gereken zam anda doğru yeterlilik­ leri edinem eyenlerde ne gibi kalıcı eksiklikler olabileceğini ve bu eksiklikleri hangi deneyim lerin telafi edebileceğini daha iyi belirle­ yebiliyorlar. Örneğin N ew Haven program ında, en küçük sınıflardaki çocuklar özbilinç, ilişkiler ve karar verm ekle ilgili temel dersleri öğreniyor­ lar. Birinci sınıfta öğrenciler daire şeklinde oturarak, her bir yüzünde üzgün ya da heyecanlı gibi sözcüklerin bulunduğu “duygular zarı” m yuvarlıyorlar. Sıra kendilerine geldiğinde, attıkları zardan çıkan duyguyu hissettikleri bir ânı tanım lıyorlar; bu egzersiz duyguları kelimelerle daha kesin bir biçim de ifade etm elerine ve diğerlerinin de kendileri gibi aynı duygulara sahip olduklarını duydukça empati geliştirm elerine yardım cı oluyor. Dördüncü ve beşinci sınıfa geldiklerinde, yani akranlarıyla iliş­ kileri hayatlarında büyük bir önem kazandığında, arkadaşlıklarının daha iyi yürüm esine yardım cı olacak şeyler öğreniyorlar: Empati, dürtü kontrolü ve öfke yönetim i. Örneğin Troup okulunda beşinci sınıftakilerin H ayat Becerileri dersinde denedikleri yüz ifadesinden duygulan okum a, özünde em pati gösterm eyle ilgilidir. Özellikle dürtü kontolü için b ir “trafik lam bası” posteri gösterilir ve altı adım öğretilir: Kırm ızı ışık 1. Dur, sakinleş ve hareket etm eden önce düşün. Sarı ışık 2. Som nunu ve ne hissettiğini söyle. 3. O lum lu bir h e d e f belirle. 4. Bir sürü çözüm düşün. 5. Seçimin ilerideki sonuçlarını düşün. Yeşil ışık 6. Devam et ve en iyi planı dene. Bu trafik lambası kavram ı, örneğin çocuk öfkeli bir çıkış yapm ak üzere olduğunda, biraz aşağılandığı için küsüp içine kapandığında ya da birileri ona takıldı diye gözyaşlarına boğulduğunda düzenli olarak çağrıştırılır ve bu duygu yüklü anlarla daha ölçülü bir biçim de başa çıkması için bir dizi som ut adım sunar. D uygu yönetim inin ötesinde, daha etkili davranm anın yolunu da gösterir. Ayrıca kontrolsüz duy­ gusal dürtüyü idare etm enin alışkanlık haline gelen bir yolu olarak -h islerin dürtüsüyle hareket etm eden önce düşünm ek- ergenlik ve 358

sonrasının riskleriyle başa çıkm ak için temel bir stratejiye dönüşe­ bilir. Altıncı sınıfta cinsellik, uyuşturucu ya da içkinin baştan çıkancılığı ve baskıları çocukların hayatına girdikçe, dersler konularla daha doğrudan ilişkili olur. Dokuzuncu sınıfla ise ergenler daha belirsiz sosyal gerçekliklerle karşı karşıya geldiklerinde, birden fazla açıdan, yani hem kendinin hem de başkalarının açısından bakm a yeteneği vurgulanır. N ew H aven’daki okulun öğretm enlerinden birinin dediği gibi, “Bir çocuk kız arkadaşının başka bir oğlanla konuştuğunu gö­ rüp öfkelenirse, hem en bir çatışm aya girm eden önce onların açısın­ dan ne olabileceğini düşünm eye teşvik edilir.”

BİR ÖNLEM OLARAK DUYGUSAL OKURYAZARLIK Duygusal okuryazarlığın en etkili program larından bazıları belirli bir soruna, özellikle de şiddete yönelik bir tepki olarak geliştirilm iş­ tir. Önlem e düşüncesiyle tasarlanm ış duygusal okuryazarlık kursla­ rının en hızlı yayılanlarından biri, N ew York City ve ülkenin birkaç yüz halk okulunda kullanılan Yaratıcı A nlaşm azlık Ç özüm ü Progra­ mıdır. A nlaşm azlık çözüm ü kursu, okul bahçesindeki b ir tartışmanın Jefferson Lisesi öğrencilerinden Ian M oore ve Tyrone S inkler’ın bir arkadaşları tarafından koridorda vurulm ası gibi bir sonuca varmadan nasıl halledilebileceği üzerinde odaklanıyor. Yaratıcı A nlaşm azlık Çözüm ü P rogram ı’nın kurucusu ve bu yak­ laşımın ana üssü M anhattan’da bulunan ulusal m erkezinin yöneticisi Linda Lantieri, salt okullardaki kavgalan önlem enin çok ötesinde bir misyonları olduğunu düşünüyor: “Program , öğrencilere çatışmaları halletm ek için edilgenlik ya da saldırganlık dışında çeşitli seçenekle­ re sahip olduklarını gösteriyor. Biz onlara şiddetin yararsız olduğunu gösterip yerine som ut beceriler koyuyoruz. Ç ocuklar haklarını şid­ dete başvurm adan korum ayı öğreniyorlar. B unlar sadece şiddete en elverişli anlarda değil, yaşam boyu kullanılacak becerilerdir.” 10 Bir alıştırm ada, öğrenciler yaşadıkları bir çatışm ayı halletm eleri­ ne yardım cı olabilecek, küçücük de olsa gerçekçi bir adım düşünü­ yorlar. B ir diğerinde ise, dersini yapm aya çalışan b ir ablanın, küçük kardeşinin teybi sonuna kadar açıp rap kaseti dinlem esi yüzünden 359

sabrının taştığı bir sahneyi canlandırıyorlar. Çaresizlik içindeki abla, küçüğün tüm protestosuna karşın teybi kapatıyor. Sınıf, her iki kar­ deşi de tatm in edecek çözüm yollarını bulm ak için beyin fırtınası yapıyor. A nlaşm azlık çözüm ü program ının başarısının bir anahtarı, sınıfın ötesine, duyguların patlam a olasılığının çok fazla olduğu oyun ala­ nı ve kafeteryaya uzanmasıdır. Bu am açla bazı öğrenciler arabulucu olarak eğitilir ve bu rolü ilkokulun son yıllarından itibaren yerine getirm eye başlayabilirler. Gerilim baş gösterdiğinde, taraflar sorunu halletm ek için arabulucuların yardım ını isteyebilir. O kul bahçesin­ deki arabulucular kavgaları, alayları ve tehditleri, ırklar arası m esele­ leri ve okul hayatındaki diğer alevlenm e tehlikesi olan olaylarla baş etm eyi öğrenirler. A rabulucular her iki tarafın da kendilerini tarafsız bulm asını sağlayacak bir şekilde konuşm ayı öğrenirler. Taktikleri, olayın ta­ raflarıyla birlikte oturup her birinin ötekini, sözünü kesm eden ya da hakaret etm eden dinlem esini sağlam ayı da içerir. H er iki tarafı da sakinleştirip görüşlerini aldıktan sonra, onlardan söylenm iş olanları başka sözcüklerle tekrar ifade etm elerini isterler; böylece, tarafların birbirini duyup duym adıkları belli olur. Sonra, her iki tarafın da k a­ bul edeceği çözüm ler üzerinde düşünm eye çalışılır; anlaşm alar çoğu zam an imzalı bir m utabakat m etni şeklinde olur. Belirli bir anlaşm azlığın üzerinde kafa yorm anın ötesinde, bü program en baştan öğrencilere anlaşm azlıklar konusunda farklı dü­ şünebilm eyi öğretiyor. İlkokulda arabulucu olarak eğitilen Angel P erez’in program hakkm daki yorum u şöyle: “D üşünce tarzım ı de­ ğiştirdi. Eskiden birisi bana sataştığında ya da bir şey yaptığında, tek çarenin kavga etm ek ve onlara bir şekilde hadlerini bildirm ek oldu­ ğunu düşünürdüm . Bu program dan geçtiğim den beri daha olumlu bir düşünce tarzı edindim. Bana şim di olum suz bir şey yapıldığında, onlara olum suz hareketle misillem ede bulunm aya çalışm ıyorum ; so­ runu çözm eye çalışıyorum .” Perez şim di bu yaklaşımı kendi toplulu­ ğu içinde de yaygınlaştırıyor. Yaratıcı Anlaşm azlık Ç özüm ii’nün odak noktası şiddeti önlemek olsa da, Lantieri daha geniş bir m isyona sahip olduğunu düşünü­ yor. Ona göre, şiddeti yok etm ek için gereken beceriler, duygusal 360

yeterliliğin bütününden ayrı düşünülem ez. Ö rneğin, ne hissettiğinizi veya bir dürtü ya da kederle nasıl başa çıkacağınızı bilmek, şidde­ ti önlem ekte olduğu kadar öfkeyle baş edebilm ek için de önem li­ dir. Eğitim in büyük bir kısm ı, geniş bir duygu yelpazesini tanımak, farklı duyguları adlandırabilm ek ve em pati gösterm ek gibi duygusal tem ellerle ilgilidir. Program ın etkilerinin değerlendirm e sonuçları­ nı anlatan Lantieri, hem “çocukların birbirine karşı ilgisinde” artış olduğunu, hem de kavgaların, aşağılanm aların ve sövüp saymaların azaldığını gururla belirtiyor. Duygusal okuryazarlık konusunda benzeri bir fikir birliği, suç işlem eye ve şiddete yönelen gençlere yardım yollarını bulm ak için çaba harcayan bir psikologlar konsorsiyum unda oluşmuştur. 15. Kısım ’da gördüğüm üz gibi, bu tür erkek çocuklar üzerinde yapılmış düzinelerce çalışm a, en erken okul yıllarından itibaren fevri davra­ nışlar ve çabuk öfkelenm eyle başlayan, ilkokul sonlarında sosyal bakım dan dışlanm a, kendine yakın bir çevreyle ilişki kurma ve or­ taokul yıllarında suç alem ine katılm ayla devam eden bir yoldan ço­ ğunun geçtiğini ortaya koymuştur. Y etişkinlik dönem inin başlarında, bu erkek çocukların büyük bir kısm ının poliste sabıka kaydı bulunur ve şiddete başvurm aya eğilimli olurlar. Çocukları şiddete ve suç işlem eye götüren bu yoldan vazgeçir­ m eye yardım olacak müdahaleleri tasarlam a aşam asına gelindiğinde, sonuç bir kez daha duygusal bir okuryazarlık program ı olm uştur." Bunlardan biri, W ashington Ü niversitesi’nden M ark G reenberg’in de dahil olduğu bir konsorsiyum tarafından geliştirilen PATHS (Parents and Teachers H elping Students - Ö ğrencilere Yardım Eden Ebeveyn ve Öğretm enler) müfredatıdır. Suç işlem eye ve şiddete yönelm e riski taşıyanlar bu derslere en çok ihtiyaç duyan çocuklar olsa da, daha zor durumdaki bir alt gruba dam ga vurulm asını önlem ek için, bu dersler sınıftaki herkese verilmiştir. Aslında bu dersler bütün çocuklar için yararlıdır. Örneğin bu program okulun en erken yıllarında dürtü kontrolünü öğrenmeyi kapsar; bu becerisi eksik olan çocuklar dikkatlerini derse vermekte özel bir zorluk yaşar, dolayısıyla da öğrenim lerinde ve karnelerinde kötü sonuç alırlar. D iğer bir ders, duygularını tanıyabilmektir. Farklı duygular üzerine elli dersi kapsayan PATHS müfredatı, en küçük ço361

cııklara m utluluk ve öfke gibi en tem el duygulan öğretm ekte, sonr. kıskançlık, gurur ve suçluluk gibi daha karm aşık duygulara değin­ mektedir. D uygusal bilinçlilik dersleri, kendinin ve çevresindekilerin ne hissettiğini gözlem lem eyi ve -öfkelenm eye yatkın olanlar için en önem lisi- karşısındakine düşm anca niyetler atfetm eden önce, onun gerçekten saldırgan olup olm adığını fark etm eyi içermektedir. En önem li derslerden biri de öfke yönetimidir. Çocukların öfke (ve diğer tüm duygular) hakkında öğrendikleri temel şey şudur: “İn­ san her şeyi hissedebilir,” ama her türlü tepkiyi gösteremez. Burada da özdenetim i öğreten araçlardan biri N ew Haven kursunda kullanı­ lan “trafik ışığı” alıştırmasıdır. Diğer birim ler çocuklara arkadaşlıkları konusunda yardım cı olur­ lar ve bir çocuğu suç işlem eye itebilecek nitelikte sosyal dışlanm ala­ ra karşı bir denge sağlanır.

OKULLARI YENİDEN TASARLAMAK: BİZZAT ÖRNEK OLARAK ÖĞRETMEK, İNSANLARLA İLGİLENEN TOPLULUKLAR G iderek artan sayıda aile artık çocukların hayata sağlam bir şekil­ de hazırlanm asını sağlayam adığından, çocukların duygusal ve sosyal yeterlilik eksiğinin telafisi için toplum ların başvurabilecekleri tek yer okuldur. Bu, çöküş içinde ya da çökm eye yakın olan tüm sosyal kurum ların yerini tek başına okulun alabileceği anlam ına gelmez. Ancak hem en her çocuk (en azından başlangıçta) okula gittiğinden, okul onlara belki başka hiçbir yerden elde edem eyecekleri temel hayat derslerini sunan bir yerdir. D uygusal okuryazarlık okullara, çocukların sosyalleşm esinde etkisiz olan ailelerin bıraktığı boşluğu doldurm ak gibi ek bir görev yüklüyor. Bu çetin görev iki temel de­ ğişikliği gerektiriyor: Ö ğretm enlerin geleneksel m isyonlarını aşması ve yerel toplum un okullarla daha çok ilgilenmeleri. Bu derslerin nasıl öğretildiği, sadece duygusal okuryazarlığa adanmış bir sınıfın olup olm am asından daha büyük bir önem taşıya­ bilir. Ö ğretm enin niteliği bu açıdan çok önemlidir, çünkü onun sınıfı­ nı idare ediş tarzı, duygusal yeterlilik - y a da y etersizlik- konusunda 362

başlı başına bir m odel, fiili bir derstir. Ö ğretm en bir öğrenciye cevap verdiğinde, diğer yirm i ya da otuz çocuk bir şey öğrenir. Bu tür dersleri çekici bulan öğretmenler, bir yerde kendi kendi­ lerini bu iş için seçmişlerdir, çünkü herkes mizaç olarak buna uy­ gun değildir. İlk önce, hislerden söz etm ekten çekinm emesi gerekir; her öğretm en bunu kolaylıkla yapam az ya da yapm ak istem eyebi­ lir. Standart öğretm en eğitiminde, bu tür bir öğretm e tarzına onları hazırlayan pek bir şey yoktur. Bu nedenle, duygusal okuryazarlık program ları öğretm en adaylarını bu yaklaşım a alıştırm ak için birkaç haftalık özel eğitim verir. Bazı öğretm enler kendi yetiştiriliş tarzına ve rutinlerine bu kadar yabancı bir konuyla uğraşm ak konusunda başlangıçta tereddüt duysa da, bir kez denem eye razı olduktan sonra birçoğu bu yaklaşım dan hoşnut kalır. N ew Haven okullarındaki öğretm enler bu yeni duy­ gusal okuryazarlık derslerini verm ek üzere eğitim göreceklerini ilk öğrendiklerinde, yüzde 31 ’i buna isteksiz olduğunu belirtmişti. Bu kurslarda öğretm enlik yaptıktan sonra, yüzde 9 0 ’dan fazlası bundan m utluluk duym uş ve ertesi yıl da aynı dersleri verm eye devam etmek istemişti.

OKULLAR İÇİN GENİŞLETİLMİŞ BİR MİSYON Öğretm en eğitim inin ötesinde, duygusal okuryazarlık yaklaşımı okulların görevi hakkındaki vizyonum uzu genişletip eğitim in klasik rolüne bir dönüşle, okulları çocuklara hayatın bu tem el derslerini öğretecek bir toplum temsilcisi konum una getiriyor. Bu daha geniş kapsam lı plan, m üfredatta belirtilenlerin yanı sıra, sınıf içindeki ve dışındaki olanakları da kullanarak öğrencilerin bireysel kriz anlarını bir duygusal yeterlilik dersine dönüştürm esine yardımcı olmayı ge­ rektiriyor. Ayrıca bu programlar, çocukların evlerindeki yaşantısıyla okuldaki derslerin eşgüdüm ü halinde en iyi sonucu veriyor. Birçok duygusal okuryazarlık program ı, anne-babalara çocukların öğren­ dikleriyle ilgili eğitim veren özel sınıfları kapsıyor; amaç, sadece çocuğa okulda verilenlerin ebeveynlerce evde tam am laması değil, ayrıca çocuklarının duygusal hayatıyla daha etkili bir şekilde ilgilen­ me ihtiyacını hisseden anne-babalara yardımcı olmaktır. 363

Böylece çocuklar hayatlarının her alanından duygusal yeterlilik konusunda tutarlı m esajlar alır. Sosyal Yeterlilik P rogram ı’nm yö­ neticisi Tim Shriver’ın söylediğine göre, N ew H aven okullarında, “çocuklar yem ekhanede birbirine girerse akranları olan bir arabulu­ cuya gönderiliyor, o da taraflarla birlikte oturup sınıfta öğrendikleri bakış açısını değiştirm e tekniğini kullanarak anlaşm azlığı çözmeye çalışıyor. Takım antrenörleri, oyun alanında bu tekniği kullanarak çatışm alan hallediyor. A nne-babalar için de bu yöntem leri evde ço­ cuklarına uygulayabilm eleri için dersler düzenliyoruz.” Bu duygusal derslerin -sad ece sınıfta değil, oyun alanında da; sadece okulda değil, evde d e - birbirine paralel bir biçim de pekiş­ tirilmesi en büyük yararı sağlar. Bu durum da, okul, ebeveynler ve toplum birbirine çok daha sıkı bir biçim de kenetlenir. Ayrıca, çocuk­ ların duygusal okuryazarlık sınıflarında öğrendikleri şeyler büyük olasılıkla sadece okulda kalm ayıp geliştirilir. Bu odak noktası, okulları “insanla ilgilenen bir topluluk” hali­ ne getirebilecek bir kampus kültürü oluşturarak, burada-öğrencilerin ilgi ve saygı gördüklerini hissedip sın ıf arkadaşlarına, öğretm enle­ rine ve okula bağlanm alarını sağlayabilir.12 Örneğin, New Haven gibi ailelerin büyük bir hızla parçalandığı yerlerdeki okullar, yerel toplum dan ilgilenen kişileri toplayarak, ev hayatları (am iyane tabir­ le) sallantıda olan öğrencilerle bağlantı kurmalarını sağlam ak için bir dizi program sunmaktadır. N ew Haven okullarında sorum luluk sahibi yetişkinler gönüllü rehber olarak, sallantıda olan ve ailelerin­ de çok az sayıda dengeli, destekleyici yetişkin bulunan öğrencilere arkadaşlık ederler. Kısacası, duygusal okuryazarlık program larının erken başlam ası, öğrencinin yaşm a uygun olm ası, okul yılları boyunca sürdürülmesi ve okulda, evde ve toplum da harcanan çabalan birleştirm esi en uy­ gunudur. Bunların çoğu okul hayatının m evcut bölüm leriyle gayet iyi bağdaşsa da, bu dersler herhangi bir m üfredat açısından büyük bir değişiklik anlam ına gelir. O kullara bu program ların hiç engelle kar­ şılaşmadan sokulabileceğini sanm ak, saflık olur. Birçok ebeveyn bu konunun okulların yetki alanı dışında kalması gereken kişisel bir şey olduğunu ve böylesi şeyleri anneyle babaya bırakm anın en iyisi ol­ 364

duğunu düşünebilir (anne-babaların bu konularla ilgilendiği ölçüde geçerlilik kazanan bu sav, bunu başaram am aları durum unda daha az ikna edici olm aktadır). Ö ğretm enler tem el akadem ik konularla hiçbir ilişkisi yokm uş gibi görünen bu tem alara okul zam anının bir kısmını daha ayırm akta isteksiz çıkabilir; bazı öğretm enler bu konularda ders verem eyecek kadar kendilerini rahatsız hissedebilir ve bunu yapm ak için özel b ir eğitim den geçm eleri gerekecektir. Bazı öğrenciler de, özellikle bu dersler gerçek ilgi alanlarından kopuk olduğu ya da özel hayatlarına karışıyorm uş gibi göründükleri ölçüde, direnç göstere­ cektir. Ayrıca, bir ikilem söz konusudur: Bir yandan yüksek bir kalite düzeyi korunurken, bir yandan da kurnaz eğitim pazarlam acılarının, örneğin uyuşturucular ya da ergen yaşta ham ilelik gibi konularda­ ki yanlış kursların berbat sonuçlarını tekrarlayacak 'kötü tasarlanm ış duygusal yeterlilik program ları okullara sokulmamalıdır. Peki, bütün bunları bildiğim iz halde, neden denem e zahm etine giriyoruz?

DUYGUSAL OKURYAZARLIK BİR FARK YARATIR MI? Bu her öğretm enin kâbusudur: Tim Shriver bir gün yerel gazete­ yi açtığında, eskiden gözde bir öğrencisi olan L am ont’un Hew Hav en ’ın bir caddesinde dokuz yerinden vurulduğunu ve durum unun kritik olduğunu okur. Shriver’ın hatırladığı kadarıyla, “Lam ont, oku­ lun liderlerinden biriydi, 1.85 boyunda ve her zam an gülen, futbol takım ında çok popüler bir kanat savunm a oyuncusuydu. O zam anlar Lam ont benim yönettiğim liderlik kulübüne gelirdi ve orada SOCS diye bilinen soran çözm e modeli hakkında fikirler öne sürerdik.” Situation, Options, Consequence, Solutions, yani Durum , Seçe­ nekler, Sonuç, Ç özüm ler’in kısaltm ası olan SOCS, dört aşam alı bir yöntemdir. D urum un ne olduğunu ve hakkında ne hissettiğini söyle­ mek; sorunu çözm ek için seçeneklerin ve sonuçların ne olabileceğini düşünmek; ve bir çözüm seçip uygulam ak. Bu, trafik ışığı yönte­ m inin yetişkinlere yönelik bir uyarlamasıdır. Shriver’in anlattığına göre, Lamont, kızlarla sorunlar ve kavgalardan nasıl kaçınılır gibi, lise hayatının acil sorunlarını halletm enin hayali, ama etkili olabile­ cek yolları üzerinde beyin fırtınası seansları yapm aya bayılıyordu. 365

Ancak bu birkaç dersin liseden sonra onun işine yaram adığı anla­ şılıyordu. Yirmi altı yaşında, yoksulluğun, uyuşturucunun, silahların cirit attığı sokaklarda sürüklenirken delik deşik olm uş bedeni ban­ dajlanm ış bir şekilde hastane yatağında gözlerini açmıştı. Hastaneye koşan Shriver, Lam ont’u zorlukla konuşabilir b ir halde bulmuştu; annesi ve kız arkadaşı da yanındaydı. Eski öğretm enini gören Lam ont, bir el hareketiyle onu yatağın kenarına çağırmıştı. Shriver, duym ak için üzerine eğildiğinde, “Shrive, buradan çıktığım da SOCS yöntemini kullanacağım ,” diye fısıldamıştı. Lamont sosyal gelişim kursu verilm eye başlanm adan önceki yıl­ larda Hillhouse H ig h ’a gitmişti. Şimdi New H aven’daki halk okul­ larına giden çocuklar gibi, okul yılları boyunca bu tür bir eğitimden yararlanm ış olsaydı, L am ont’un hayatı farklı olur m uydu acaba? Kesin bir şey söylenem ese de, yanıtın evet olabileceğini gösteren işaretler var. Tim S hriver’a göre, “B ir şey çok açık; sosyal sorunların çözü­ m ünün deneneceği yer sadece sın ıf değil, yem ekhane, sokaklar ve evdir.” New H aven program ındaki öğretm enlerin tanıklıklarını bir düşünelim. O nlardan birinin anlattığına göre, hâlâ evlenm em iş eski bir kız öğrencisi kendisini ziyaret ettiğinde, “Sosyal Gelişim sınıfla­ rım ızda haklarını korum ayı öğrenm em iş olsaydı” şim di kucağında bir çocukla tek başına olacağını belirtm işti.13 D iğer bir öğretmenin hatırladığına göre; bir kız öğrencisinin annesiyle olan ilişkisi, her ko­ nuşm aları düzenli olarak karşılıklı bağrışm ayla sonuçlanacak kadar kötüyken, kız sakinleşm eyi, tepki gösterm eden önce düşünm eyi öğ­ rendikten sonra, annesi öğretmene artık “kendilerini kaybetm eden” konuşabildiklerini söylemişti. Troup okulunda altıncı sınıftan birisi, Sosyal Gelişim dersi öğretm enine bir not yazmıştı: En iyi arkada­ şı hamileydi ve bu durum da ne yapılabileceği hakkında konuşacak kimsesi olm adığından intiharı düşünüyordu. Oysa kendisi, öğretm e­ nin bununla ilgileneceğini biliyordu. N ew H aven okullannda yedinci sınıfın sosyal gelişim dersini gözlem lediğim sırada, öğretm en “birisi bana son zam anlarda yaşa­ dığı ve iyi sonuçlanm ış olan bir anlaşm azlığını anlatsın” dediğinde, lıcr şey açığa çıktı. U.r.

On iki yaşında topluca bir kız hem en elini kaldırdı: “Bu kız sözde arkadaşım olacak, oysa birisi onun benim le kavga etm ek istediğini söyledi. O kuldan sonra beni bir köşeye sıkıştırıp dövecekm iş.” Ancak o öfke içinde kızın karşısına dikilm ek yerine, sınıfta teş­ vik edilen bir yaklaşım la, hem en hükm e varm adan önce neler olup bittiğini ortaya çıkarm aya çalışmıştı: “Ben de o kıza gittim ve neden bunları söylediğini sordum. O ise bana, öyle bir şey söylemediğini anlattı. Biz de kavgaya girişm edik.” Bu öykü oldukça sıradan gözüküyor. Bir şey hariç: bu öyküyü an­ latan kız, başka bir okuldan kavga ettiği için atılmıştı. Eskiden önce saldırıp soruları daha sonra soruyor ya da hiç sormuyordu. Anında öfkeli bir çatışm a yerine düşm ana yapıcı bir şekilde yaklaşması, kü­ çük ama gerçek bir zaferdi. Sözü edilen duygusal okuryazarlık sınıflarının etkisinin belki de en anlamlı işareti, on iki yaşındaki bir çocuğun okul m üdürünün be­ nim le paylaştığı bilgilerdi. Bu okulun hiç ödün vermediği bir kural, kavga ederken yakalanan çocukların okuldan geçici olarak uzaklaş­ tırılm alarıydı. A ncak yıllar içinde, duygusal okuryazarlık dersleri okula girdikçe, uzaklaştırm a olaylarının sayısında düzenli bir düşüş görülmüştü. Müdür, “Geçen yıl 106 çocuğu okuldan uzaklaştırdık. Bu yıl, bugüne kadar -M a rt ay ın d ay ız- yalnızca 26 kişi uzaklaştırıl­ m a cezası aldı,” dedi. B unlar som ut yararlardır. A ncak hayatları düzelen ya da kurtarı­ lan insanlarla ilgili öyküler bir yana, nesnel açıdan duygusal okurya­ zarlık sınıflarının, bu dersleri alanlar üzerinde ne kadar etkili olduğu sorulabilir. Verilerden anlaşıldığı kadarıyla, bu tür kurslar kimseyi bir gecede değiştirm iyor; ancak sınıflar ilerleyip çocuklar müfredatı tam am ladıkça, bir okulun havasında ve bu dersleri gören kız ve er­ keklerin görüşlerinde -duygusal yeterlilik düzeyinde- gözler görülür bir iyileşm e oluyor. Bir avuç nesnel değerlendirm e yöntem i arasında en iyisi, bu ders­ leri alan öğrencilerle alm ayanların kıyaslanm ası ve bağım sız göz­ lem ciler tarafından çocukların davranışlarının derecelendirilmesidir. Bir başka değerlendirm e yöntem i de, kursa giren öğrencilerdeki de­ ğişimi, okul bahçesindeki kavgaların ya da uzaklaştırm a cezalarının sayısı gibi nesnel davranış ölçüm lerine dayanarak takip etmektir. Bu 367

tür değerlendirm eler bir araya getirildiğinde, gerek sın ıf içi ve dışın­ daki davranışları, gerekse öğrenm e yetenekleri ve duygusal-sosyal yeterlilikleri bakım ından, çocukların geniş çapta yarar gördüğü orta­ ya çıkm aktadır (ayrıntılar için Ek F ’ye bakınız). D u y g u sa l

ö z b İü n ç



Kendi duygularını tanım lam ak ve adlandırm akta ilerleme kay­ detme • H islerinin nedenlerini daha iyi anlayabilm e • H isler ve hareketler arasındaki farkı kavrayabilm e D uygu

• • • ■ • • • •

y ö n e t İm İ

Engellenm işlik, çaresizlik duygusuna daha iyi katlanabilm e ve öfkeyi idare edebilm e Sözlü aşağılam a, kavga ve sınıfı engellem e gibi davranışların azalması Kavga etm eden, öfkeyi uygun bir biçim de daha iyi ifade edebil­ me O kuldan uzaklaştırm a ve atm a cezalarının azalması Saldırgan ya da kendine zarar veren davranışların azalm ası Kendisi, okulu, ve ailesi hakkında daha olum lu hisler Stresle daha iyi baş edebilme Daha az az yalnızlık ve sosyal kaygı

DUYGULARIN VERİMLİ KULLANIMI

• • • •

Sorum luluğun artışı İşe daha iyi odaklanıp dikkatini verebilm e Daha az dürtüsel; daha fazla özdenetim Başarı testlerinden daha yüksek puanlar

EMPATİ; DUYGULARI OKUMA

• Ötekinin bakış açısını daha iyi kavrayabilm e • Empatinin ve başkalarının hislerine karşı hassasiyetin gelişm esi • Başkalarını daha iyi dinleyebilm e 168

İLİŞKİLERİ YÜRÜTME

• • • • • • • • • •

İlişkileri analiz etm e ve anlam a yeteneğinin artması A nlaşm azlıklarda çözüm ve uzlaşm a yeteneğini artması İlişkilerdeki sorunları daha iyi çözebilm e İletişim de daha iddialı ve becerikli olma Daha popüler ve dışa dönük; arkadaşlarıyla daha cana yakın ve ilgili olma Arkadaşları tarafından daha fazla aranır olma Daha ilgili ve düşünceli olma “Sosyalleşm eden yana” ve gruplarla daha uyum lu olma D aha fazla paylaşm a, işbirliği ve yardım severlik D iğerleriyle ilişkilerde daha dem okratik olma

Bu listedeki bir maddeye özellikle dikkat etm ek gerekir: duygu­ sal okuryazarlık program ları çocukların okuldaki başarı puanlarını ve perform asm ı iyileştirmektedir. Bu bir seferlik bir bulgu değildir; bu tür çalışm alarda tekrar tekrar ortaya çıkmıştır. Çocukların pek ço ­ ğunun sıkıntılarıyla baş edebilecek yeterlilikte olm adıkları, dinleyip odaklanam adıkları, dürtülerine gem vuram adıkları, işlerinin sorum ­ luluğunu hissetm edikleri ya da öğrenm ekle ilgilenm edikleri bir z a ­ manda, bu becerileri destekleyecek herhangi bir şey, eğitim lerine de yardım cı olur. Bu anlam da duygusal okuryazarlık okulun öğretm e yeteneğini de güçlendirir. Temel öğretim konularına geri dönüldü­ ğü ve bütçe kısıntıları yapıldığı bir zam anda bile, bu program ların eğitim deki bozulm a trendini tersine çevirm ekte yardım cı olacağı ve okullara asıl m isyonlarını yerine getirirken destek olacağı öne sürü­ lebilir; bu da, yatırım yapm aya değer olduklarını gösterir. Eğitsel yararlann ötesinde, bu kurslar çocukların hayattaki rolle­ rini daha iyi yerine getirm elerine, daha iyi bir arkadaş, öğrenci, oğul ya da kız olm alarına, gelecekte de daha iyi bir eş, işçi, patron ve yurt­ taş haline gelm elerine yardım cı olmaktadır. Bu beceriler her kız ya da erkek tarafından eşit ölçüde kazanılm asa da, kazanıldığı ölçüde toplum a yarar sağlarlar. Tim S hriver’in söylediği gibi, “yükselen bir gel-git dalgası, tüm tekneleri kaldırır. Sadece sorunları olanlar değil, 369

bütün çocuklar bu becerilerden yararlanabilir, bunlar hayat için bir bağışıklık aşısı niteliğindedir.”

KARAKTER, AHLAK VE DEMOKRASİ SANATLARI D uygusal zekânın temsil ettiği beceriler küm esi için söylenen eski m oda bir sözcük var: Karakter. George W ashington Ü niversi­ te sin d e n sosyal kuramcı Amitai E tzioni’nin deyişiyle, “ahlaki dav­ ranış için psikolojik kas gerekir.” 14 Felsefeci John D ew ey de, dersler çocuklara sadece soyut olarak değil, gerçek olaylarla birlikte öğretil­ diğinde, ahlak eğitim inin en büyük yararı sağladığını görmüştür; bu da duygusal okuryazarlık m odelidir.15 K arakter gelişim i dem okratik toplum lann temeli ise, duygusal okuryazarlığın bu temeli güçlendiren bazı yanlarını düşünelim. K a­ rakterin sarsılm az tem el taşı, kendini terbiye etm e yeteneğidir; felse­ feciler, A risto ’dan bu yana erdemli yaşam ın özdenetim e dayandığını gözlem lem işlerdir. Karakterin bununla ilgili bir diğer tem el taşı ise, ister ev ödevini yapmak, bir işi bitirm ek ya da sabahları zamanında kalkm ak olsun, her koşulda kendi kendini motive etmektir. Görmüş olduğum uz gibi, doyumu erteleyebilm e ve dürtüleri kontrol edip yönlendirebilm e, eskiden irade diye adlandırılan temel bir duygu­ sal beceridir. Thom as Lickona, karakter eğitimi hakkında yazarken, “Başkalarına karşı doğru olanı yapm ak için, kendi kendim izi -a rz u ­ larım ızı ye tutkularım ızı- kontrol edebilm eliyiz,” diyor.16 “Duyguyu akim denetim inde tutabilmek, irade gerektirir. İnsanın ben-m erkezli odağını ve dürtülerini bir kenara bıraka­ bilm esinin sosyal yararları vardır: Empatiye, gerçek dinlemeye, başkasının açısından bakm aya olanak tanır. Bildiğim iz gibi, empati ilgiye, hayırseverliğe ve şefkate yol açar. B ir şeyi bir başkasının ba­ kış açısından görebilm ek, önyargılı kalıpları kırarak hoşgörüyü ve farklılıkların kabulünü doğurur. Bunlar, giderek çoğulcu bir nitelik kazanan toplum um uzda insanların karşılıklı saygı içinde yaşam aları­ nı ve verimli bir toplumsal diyalog yaratılm asını sağlam ak açısından gitgide daha fazla ihtiyaç duyulan becerilerdir. Bunlar, dem okrasinin temel sanatlarıdır.17 370

Etzioni’ye göre, okullar özdisiplin ve em pati aşılayarak, sonuçta yurttaşlık ve ahlaki değerlere gerçek bir bağlılık sağlayan karakte­ ri oluşturm akta merkezi bir rol oynar.18 Bunu yaparken, çocuklara değerler hakkında vaaz verm ek yeterli değildir; çocukların bunları uygulam aları gerekir, bu da ancak temel duygusal ve sosyal beceri­ lerini geliştirdikçe m üm kün olur. Bu anlam da duygusal okuryazarlık karakter, ahlaki gelişim ve yurttaşlık eğitim iyle birlikte gelişir.

SON BİR SÖZ Bu kitabı tam am larken, gözüm e birkaç can sıkıcı gazete haberi çarptı. Birinde silahların, trafik kazalarını da geçerek, A m erika’daki ölüm lerin birincil nedeni haline geldiği açıklanıyordu. İkincisinde, geçen yıl cinayet oranlarında yüzde 3 ’lük bir artış olduğundan söz ediliyordu.19 Beni özellikle rahatsız eden, bu ikinci haberde bir kri­ minologun, gelecek on yıl içinde gerçekleşecek bir “suç fırtınası”ndan önceki yanıltıcı sükûneti yaşam akta olduğum uzu söylemesiydi. Gösterdiği gerekçe, on dört - on beş yaşındaki ergenlerin işlediği ci­ nayetlerdeki artış ve bu yaş grubunun küçük çapta bir nüfus patlam a­ sının tepe noktasını tem sil ettiğiydi. G elecek on yıl içinde bu grup on sekizle yirm i dört yaş arasında olacak; bu yaşlar ise şiddet suçlarının en yoğunlaştığı dönem i tem sil ediyor. G eleceğin habercileri ufukta görünüyor: Ü çüncü bir köşe yazısında, 1988 ile 1992 arasındaki dört yıl içinde A dalet B akanlığı istatistiklerine göre ağır saldırı, soygun, zorla tecavüzden hüküm giyen gençlerin sayısında yüzde 6 8 ’lik bir sıçrama olduğu, ağır saldırı suçunun tek başına bu rakam ın yüzde 80’ini oluşturduğu belirtiliyordu.20 Ebeveynlerinin uyuşturuculara kolayca erişebilen ilk kuşak olması gibi, ergenlik çağındaki bu gençler de yalnızca tabancalara değil, otom atik silahlara da rahatça erişebilen ilk kuşağı oluşturuyorlar. G ençlerin silah taşım asının anlamı, eskiden yum ruklaşm aya yol açan kavgaların, şimdi kolaylıkla silahlı çatışm aya döniişebilmesidir. Başka bir uzm anın da belirttiği gibi, bu gençler “anlaşmazlıkları engellem eyi hiç becerem iyorlar.” Bu tem el hayat becerisinde bunca zay ıf olm alarının bir nedeni, toplum olarak ne bütün çocukların öfke yönetim inin ya da anlaşm az­ 371

lıkları olum lu biçim de çözm enin tem el ilkelerini öğrenm esini sağla­ yabilmiş, ne de empati, dürtü kontrolü ve diğer duygusal yeterlilik esaslarını öğretm eye zahm et etm iş olmamızdır. Duygusal dersleri öğrenmelerini şansa bırakarak, çocuklarım ızın sağlıklı b ir duygusal repertuar oluşturm asında beynin yavaş gelişim inin açtığı fırsat pen­ ceresini de kapatm ış olabiliriz. Bazı eğitim cilerin duygusal okuryazarlığa karşı büyük ilgi duy­ masına rağm en, bunu öğreten kurslar henüz tek tük; birçok öğretmen, okul müdürü ve ebeveyn bunların varlığının bile farkında değil. En iyi örnekler büyük ölçüde eğitim yaşam ının kıyısındaki bir avuç özel okul ve birkaç yüz halk okulunda görülebiliyor. H içbir program her derde deva olam az elbet. Ancak bir yandan çocuklarım ızla birlikte karşılaştığım ız krizleri, bir yandan da duygusal okuryazarlık kursla­ rının verdiği büyük um udu göz önünde bulundurarak, kendim ize şu soruyu sorm alıyız: Bu en temel becerileri bugün her çocuğa mutlaka öğretiyor olm am ız gerekm ez miydi? Bunu bugün yapm ıyorsak, ne zam an yapacağız?

372

EK A Duygu Nedir

B ir yüzyılı aşkın b ir süredir psikologların ve felsefecilerin kesin an­ lamı üzerinde tartıştıkları bir terim olan duygu başlığı altında nelere gönderm eler yaptığım dan biraz söz etm ek isterim. O xford İngilizce Sözlüğü, duygu'y u “herhangi b ir zihin, his, tutku çalkantısı ya da de­ vinim i; herhangi bir şiddetli ya da uyarılm ış zihinsel durum ” olarak tanımlıyor. Ben d uyguyu bir his ve bu hisse özgü belirli düşünceler, psikolojik ve biyolojik haller ve bir dizi hareket eğilim i anlam ında kullanıyorum . K arışım ları, çeşitlem eleri, m utasyonları ve nüansla­ rıyla yüzlerce duygudan söz edebiliriz. A slında duygunun nüansları, bunları tanım layan sözcüklerden çok daha fazladır. A raştırm acılar tam olarak hangi duyguların birincil olarak ni­ telendirilebileceği, yani tüm duygu karışım larını m eydana getiren asal duyguların hangileri olduğu, hatta birincil duyguların var olup olm adığı hakkında tartışıyorlar. H erkes aynı düşüncede olm asa da, bazı kuram cılar tem el duygu küm eleri olduğunu öne sürüyor. Bu küm elerin başlıca adayları ve bazı üyeleri şöyle: • Öfke\ hiddet, hakaret, içerleme, gazap, tükenm e, kızm a, sinir­ lenme, hınç, kin, rahatsızlık, alınganlık, düşm anlık ve belki de en uç noktada, patolojik nefret ve şiddet • Ü züntü: acı, keder, neşesizlik, kasvet, m elankoli, kendine acı­ ma, yalnızlık, can sıkıntısı, um utsuzluk ve patolojik olduğunda şid­ detli depresyon • Korku: kaygı, kuruntu, sinirlilik, tasa, hayret, şüphe, uyanıklık, vicdan azabı, huzursuzluk, çekinm e, ürkm e, dehşet; patolojik oldu­ ğunda ise fobi ve panik 373

• Zevk\ m utluluk, coşku, rahatlam a, tatmin, haz, sevinç, eğlenme, gurur, tensel zevk, heyecan, vecd hali, hoşnutluk, kendinden geçme, aşırı zindelik, kapris ve en uç noktada mani • Sevgi: kabul görme, dostluk, güven, iyilik, yakın ilgi, sadakat, hayranlık, aşırı tutkunluk, m uhabbet • Şaşkınlık: şok, hayret, afallam a, m erak • İğrenme: hor gönne, aşağılam a, küçüm sem e, tiksinm e, nefret etme, hoşlanm am a, itici bulm a • Utanç: suçluluk, m ahcubiyet, hayal kırıklığı, pişm anlık, küçük düşm e, üzülm e, çile ve nedam et Tabii ki bu liste duyguların sınıflandırılm asıyla ilgili her soru­ nu çözmüyor. Örneğin, kıskançlık gibi öfkenin bir çeşitlem esi olan üzüntü ve korkuyla da hannanlanm ış karışım lar ne olacak? Ya da um ut ve iman, cesaret ve bağışlayıcılık, kesinlik ve tem kin gibi er­ dem ler? Ya kendini beğenm işlik, tem bellik, uyuşukluk ya da can sıkıntısı gibi bazı klasik kusurlar? Bunların açık bir yanıtı yoktur; duyguların nasıl sınıflandırılm ası gerektiği hakkındaki bilim sel tar­ tışm a devam etmektedir. B ir avuç çekirdek duygu olduğu savı, bir ölçüde San Francisc o ’daki C alifornia Ü niversitesi’nden Paul E km an’ın keşfine da­ yanıyor, Ekm an, belirli yüz ifadelerinden dördünün (korku, öfke, üzüntü, zevk) sinem a ya da televizyonla karşılaşm am ış oldukla­ rı tahm in edilen okum a yazm a bilm eyenler de dahil olm ak üzere, dünyanın değişik kültürlerinden insanlar tarafından tanınm asının bu duyguların evrenselliğini gösterdiğini ileri sürmüştür. Ekm an, çeşit­ li ifadeleri m ükem m el bir nitelikte gösteren yüz fotoğraflarını, Yeni G ine’nin ücra yaylalarında tecrit edilm iş halde yaşayan Taş D ev­ r i’nden kalm a Fore kavm ine vanncaya en uzak kültürlerin insan­ larına gösterm iş ve nerede olurlarsa olsunlar, insanların aynı temel duyguları tanıdığını görmüştür. D uyguların yüze vuran ifadelerinin evrenselliği, belki ilk kez D arw in tarafından fark edilm iştir; o bu evrenselliği, duygu işaretlerini m erkezi sinir sistem im ize kaydetm iş olan evrim sel güçlerin bir kanıtı olarak görmüştü. Temel ilkeleri bulm aya çalışırken, E km an’ı ve diğerlerini izle­ yerek ben de duyguları küm eler ya da boyutlar bağlam ında düşü374

niiyorum; öfke, üzüntü, korku, zevk, sevgi, utanç ve benzeri başlıca küm eleri duygusal hayatım ızın sonsuz çeşitliliğinin bir kanıtı olarak görüyorum . Bu küm elerden her birinin özünde, tem el bir duygusal çekirdek bulunur ve bu çekirdekten tem el duygunun akrabaları sayı­ sız m utasyonlarla halkalar halinde yayılır. Dış halkalarda ruh halleri vardır; teknik açıdan bunlar duygudan çok daha sessiz ve kalıcıdır (bütün gün öfkenin hararetine kapılm ak ender rastlanan bir durum ­ ken, örneğin hırçın ve sinirli bir ruh hali içinde bulunm ak o kadar ender görülen b ir hal değildir ve bu ruh hali daha kısa süreli öfke nöbetlerini kolayca başlatabilir). Ruh halinin ötesinde m izaç, yani insanları m elankolik, çekingen ya da neşeli yapan belli bir duygu ya da ruh halini uyandırm a eğilim i vardır. Bu tür duygusal yatkınlık­ ların ötesinde de; klinik depresyon - y a da insanın kendisini zehir­ leyen bir durum a m ahkûm olduğunu h issettiğ i- sürekli kaygı gibi bariz duygu bozuklukları bulunm aktadır.

375

EK B Duygusal Zihnin Özellikleri

Y ap tığım ız pek çok şeyi duyguların nasıl güttüğünü açıklayan; bir an oldukça m antıklıyken bir dakika sonra nasıl o kadar m antıksız olabildiğim izi ve duyguların kendi nedenleriyle kendilerine özgü bir m antığı olm asının anlam ını gösteren bir bilim sel m odel son yıl­ larda ortaya çıkmıştır. B irbirlerinden bağım sız olarak San Francisco ’daki C alifom ia Üniversitesi İnsan Etkileşim i L aboratuarı’ndan Paul Ekman ve M assachussetts Ü n iv ersitesin d en klinik psikolog Seym our Epstein, duygusal zihnin belki de en iyi değerlendirm e­ lerini yapm ışlardır.1 Ekm an ve Epstein farklı bilim sel delilleri tart­ m ış olm akla beraber, ikisinin verileri bir arada, duyguları zihinsel yaşam ın geri kalan kısm ından ayıran özelliklerin tem el bir listesini oluşturm aktadır.2

Hızlı Ama Savruk Bir Tepki D uygusal zihin akılcı zihinden çok daha hızlıdır ve bir an bile durup ne yaptığını gözden geçirm eden eylem e atılır. Bu hız, dü­ şünen zihnin bir işareti olan ölçülü ve analitik düşünm eye imkân tanımaz. Evrim süreci içinde bu hız, büyük olasılıkla, neye dikkat edilm esi gerektiğinin ve -ö rn eğ in başka bir hayvanla karşı karşıya gelindiğinde oluşan ihtiyat h alin d e- ‘ben bunu yer m iyim , yoksa o m u beni yer?’ gibi soruların yanıtını anında verm e zorunluluğundan ortaya çıkmıştır. Bu yanıtlar için durup düşünm eye fazla zam an har­ cam ayan organizm aların, yavaş tepkili genlerini aktarabilecekleri bir şey üretme olasılığı çok azdır. D uygusal zihinden kaynaklanan hareketler, fazlalıklarından •arındırılm ış ve basitleştirilm iş bir bakış açısının ürünü olan, özellik­ le kuvvetli bir kesinlik hissi taşırlar; bu ise akılcı zilinin hiç kavra­ 376

yam ayacağı bir şeydir. O rtalık yatıştığında, hatta bir tepkinin orta­ sında, kendim izi “Bunu neden yaptım ?” diye düşünürken buluruz. B u, duygusal zihnin hızıyla olm asa da, akılcı zihnin o anki durum a uyandığının bir işaretidir. B u duyguyu başlatan şeyle, duygunun patlak verm esi arasında geçen süre neredeyse bir andan ibaret olduğundan, algıyı tartarak değerlendiren m ekanizm anın saniyenin binde biriyle hesaplanan beyin zam anıyla ölçüldüğünde bile, büyük bir sürat gösterebilm esi gerekir. Eylem e geçm e ihtiyacının değerlendirilm esinin otom atik ve hiçbir zam an bilinç düzeyine ulaşam ayacak kadar hızlı olm ası gere­ kir? Bu hızlı ve ‘el altından’ duygusal tepki çeşidi, biz gerçekte ne olup bittiğini tam anlayam adan, üstüm üzden geçip gider. B u hızlı algılam a tarzı sürat uğruna isabetliliği feda eder, çünkü genel görüntüye ya da onun en çarpıcı yanlarına karşılık verir. H er şeyi bir bütün olarak ve bir arada görerek, dikkatli bir analize zam an ayırm adan tepki gösterir. Bu izlenim i, ayrıntıların özenli biçim de değerlendirilm esine baskın çıkan canlı öğeler belirleyebilir. D uygu­ sal zihnin duygusal b ir gerçekliği (bana kızgın; yalan söylüyor; bu beni üzüyor) bir anda okuyarak kim e dikkat edeceğim izi, kim e gü­ veneceğim izi, kim in sıkıntıda olduğunu bildiren anlık sezgiyle k a­ rar verm em izi sağlam ası büyük bir avantajdır. D uygusal zihin bizim tehlikeye karşı radarım ızdır; eğer biz (ya da evrim sürecinde ataları­ m ız) bu tür yargılarda bulunm ak için akılcı zihni beklem iş olsaydık, sadece hata yapm ış olm az, ölm üş de olurduk. Bu tür izlenim lere ve sezgisel yargılara göz açıp kapayana kadar vardığım ızdan, yanılgılı ya da yanlış yönde olabilm eleri de dezavantajdır. Paul E km an’a göre duyguların, başladıklarının bile tam farkına varm adan bize hâkim olm alarını sağlayan bu sürat, evrim sel uyum yeteneklerinin bu kadar yüksek olabilm esinin şartıdır. A cil durum ­ lar karşısında ne yapacağım ızı ya da nasıl b ir karşılık vereceğim izi düşünm eye zam an harcam adan tepki gösterm ek üzere bizi harekete geçirirler. Y üz ifadesindeki h afif değişikliklerden duyguları sapta­ m ak için geliştirm iş olduğu sistem i kullanan Ekm an, yarım sani­ yeden az bir süre içinde insanın yüzünden gelip geçen bütün mikro duyguları izleyebilm ektedir. Ekm an ve çalışm a arkadaşlarının elde ettikleri bulgulara göre; tepkiyi doğuran olaydan saniyenin birkaç 377

binde biri kadar bir süre sonra, duygusal ifadeler yüz kaslarındaki değişikliklerde kendini gösterm eye başlar ve belli bir duyguya özgü fizyolojik değişim lerin başlam ası da -k a n akışının yön değiştirip nabzın hızlanm ası g ib i- bir saniyenin kesirleri içinde olur. Bu sürat, özellikle ani bir tehditin doğurduğu korku gibi yoğun duygularda ortaya çıkar. E km an’ın savına göre, teknik açıdan, duygunun tam yoğunluk hali günler, saatler, dakikalarla değil saniyelerle ölçülecek kadar kısa sürer. D eğişen şartlara rağm en b ir duygunun uzun bir süre beyni ve bedeni istila etm esi, evrim sel uyarlanm a açısından zararlıdır. Tek bir olayın yol açtığı duygular, olay geçtikten sonra da, çevrem izde olup biten diğer şeylere bakm aksızın bize hâkim olm aya devam etseydi, o zam an hislerim iz bize doğru yolu gösterem ezdi. D uyguların daha uzun sürm esi için, aynen sevilen birinin kaybının bizi yasa boğm ası gibi, uyarıcının sürekliliğini koruyarak sonuçta o duyguyu sürek­ li uyandırm ası gerekir. H isler saatlerce içim izde kaldığında, daha suskun bir biçim de, ruh halleri olarak devam ederler. Ruh halleri duygusal bir ton verir, ancak algılam a ve hareket tarzım ızı duygu­ nun en yoğun olduğu zam anki harareti kadar güçlü b ir şekilde be­ lirleyemezler.

Önce Duygular, Sonra Düşünceler A kılcı zilinin kaydetm esi ve karşılık verm esi duygusal zihinden bir ya da iki dakika daha uzun sürdüğünden, duygusal b ir durum da “ilk dürtü” kafadan değil, kalpten gelir. Hızlı tepkiden daha yavaş ikinci bir tür duygusal tepki de, hissedilm eden önce düşüncelerim iz­ de için için kaynayıp olgunlaşır. D uyguları uyandırm aya yönelen bu ikinci yol daha fazla düşüncelerden kaynaklanır ve biz de düşünce­ lerin genellikle farkında oluruz. Bu tür bir duygusal tepkide daha uzun süreli b ir değerlendirm e vardır; düşüncelerim iz - b iliş - hangi duyguların uyandırılacağım belirlem ekte baş rolü oynar. B ir kez bir değerlendirm e yaptığım ızda - ”bu taksi şoförü beni kandırıyor” ya da “bu bebek çok sevim li”- arkasından bunlara uygun bir duygusal tepki gelir. B u daha yavaş sıralam ada, daha tam olarak ifade edilen düşünce duygudan önce gelir. M ahcubiyet ya da yaklaşm akta olan 378

bir sınavın heyecanı gibi daha karm aşık duygular, bu daha yavaş yolu takip eder ve açılım ları saniyeler ya da dakikalar alır; bunlar düşüncelerden çıkan duygulardır. Buna karşılık, hızlı tepki sıralanm asında duygular düşünceden ya önce ya da onunla aynı anda gerçekleşir. H ızla ateşlenen bu duy­ gusal tepki, ilkel ölüm kalım m ücadelesi gibi acil durum larda bize hâkim olur. Bu tür hızlı kararların gücü, bir acil durum a karşılık verm em iz için bizi anında harekete geçirm esinde yatar. En yoğun duygularım ız irade dışı tepkilerdir; ne zam an patlayacaklarına karar verem eyiz. Stendhal’in yazdığı gibi, “ Aşk iradeden bağım sız olarak gelip geçen bir hum m a nöbeti gibidir.” Sadece aşk değil, öfke ve korkularım ız da çevrem izi sararak, bizim seçim im iz olm aktan çok, bize olan bir şey gibi görünürler. Bu nedenle elim ize bir m azeret verirler. G erçek şu ki, sahip olduğum uz duyguları seçem iyoruz, di­ yor Ekm an. B u da insanlara, duygularının esiri olduğunu söyleyerek hareketlerini m azur gösterm e fırsatı verir.4 A nında algılam a ve değerlendirici düşünce aracılığıyla duyguya giden hızlı ve yavaş yollar olduğu gibi, ayrıca çağrılarak gelen duy­ gular da vardır. B unun bir örneği, b ir aktörün m eslek icabı yaptığı, kasten oynanan İrislerdir; istenilen etkiyi yaratm ak için bilerek kul­ lanılan üzücü anların yol açtığı gözyaşlan gibi. Aktörler, doğal ola­ rak duyguya giden ikinci yol olan düşünm e yoluyla hissetm eyi bile­ rek kullanm akta, hepim izden daha beceriklidir. Belli bir düşüncenin uyandıracağı belirli duyguları kolayca değiştirem esek de, çoğu za­ m an ne düşüneceğim izi seçebilir ve seçeriz de. Erotik bir fantezinin cinsel duygulara yol açm ası gibi, m utlu anılar bizi neşelendirirken m elankolik düşünceler derinlere dalm am ıza neden olur. A ncak akılcı zihin, genellikle hangi duygulara sahip olm am ız “gerektiğine” karar verem ez. B unun yerine duygularım ız bize çoğu zam an oldu-bitti şeklinde gelir. A kılcı zihin norm alde, bu tepkilerin seyrini kontrol edebilir. Birkaç istisna bir yana, ne zam an kızgın, üzgün vb. olacağım ıza karar veremeyiz.

379

Simgesel Bir Çocuksu Gerçeklik D uygusal zihnin m antığı çağrışım saldır; bir gerçekliği sim gele­ yen ya da onun bir anısını çağrıştıran öğeleri, o gerçekliğin aynısı olarak kabul eder. B u nedenle teşbih, m ecaz ve tasvir; aynen roman, sinem a, şiir, şarkı, tiyatro, opera sanatları gibi, doğrudan duygusal zihne hitap ederler. Buda, İsa gibi büyük ruhani hocalar, m üm in­ lerinin kalplerini duygunun dilinden konuşarak, m eseller, masallar, öykülerle fethetm işlerdir. G erçekten de dini sem bol ve ritüel, m an­ tıksal açıdan pek anlam lı değildir; am a kalbin ana diline yerleşm iş­ lerdir. K albin, yani duygusal zihnin m antığı, F reud’un “birincil süreç” düşüncesi kavram ında çok iyi ta rif edilm iştir; bu dinin ve şiirin, psi­ kozun ve çocukların, düş ve m itin m antığıdır (Joseph C am pbell’in dediği gibi, “D üşler kişisel m itlerdir; m itler ise paylaşılan düşler­ dir”). Birincil süreç düşüncesinde gevşek çağrışım lar bir anlatının akışını belirler; b ir nesne diğerini sim geler, bir diğerinin yerini alıp onu tem sil eder; bütünler parçalarda özetlenir. Zam an yoktur, neden-sonuç yasaları yoktur. A slında birincil süreçte “H ayır” diye bir şey yoktur; h er şey m üm kündür. Psikanalitik yöntem , kısm en bu yer değiştiren anlam lan deşifre etme ve çözm e sanatıdır. D uygusal zihin bir öğenin diğerinin yerine geçtiği bu m antığı ve kuralları takip ediyorsa, hiçbir şeyin nesnel kim liğiyle tanım lanm a zorunluluğu da yoktur: Ö nem li olan nasıl algılandığıdır; nasıl görü­ nüyorsa öyledir. B ir şeyin bize ne hatırlattığı, ne “olduğu”ndan çok daha önem li olabilir. A slında duygusal yaşam da kim likler tek bir parçanın bir bütünü uyarm ası anlam ında hologram a benzetilebilir. Seym our E pstein’ın işaret ettiği gibi, akılcı zihin nedenlerle sonuç­ lar arasında m antıksal bağlantılar kurarken, duygusal zihin ayrım yapm adan sadece benzer çarpıcı özellikleri olan şeyleri birbirine bağlar. D uygusal zihin birçok açıdan çocuksudur ve bu özelliği duygu güçlendikçe artar. Bunlardan biri, her şeyin siyah ve beyaz olduğu, gri gölgelerin olm adığı kategorik düşüncedir; bir pot kırarak m ah­ cup düşen birinin o andaki düşüncesi, “Ben her zam an yanlış şey söylerim ” olabilir. B u çocuksu tarzın b ir diğer işareti de kişiselleş­ 380

m iş düşüncedir, yani bir kazayı “telefon direği tam üzerim e geldi” şeklinde açıklayan sürücü gibi, olayları ben m erkezli bir sapm a eği­ lim iyle algılamaktır. Ç ocuksu tarz kendi kendini doğrular, inançlarını zayıflatacak anıları ya da gerçekleri bastırarak ya da göz ardı ederek, destekle­ yenlere tutunur. A kılcı zihnin inançları geçicidir; yeni deliller kanı­ yı çürütüp yerine bir yenisini koyabilir, çünkü nesnel delillere göre m uhakem e yürütülm ektedir. D uygusal zihin inançlarını m utlak doğ­ ru olarak alır ve bunlara ters düşen hiçbir delili hesaba katmaz. Bu yüzden, duygusal rahatsızlık yaşayan birini akıl yoluyla ikna etmek oldukça zordur: M antıksal açıdan savınız ne kadar sağlam olursa ol­ sun, eğer o anki duygusal kanıyla aynı doğrultuda değilse bir ağırlık taşım az. D uygular kendi kendilerini doğrular; tam am en kendilerine ait bir dizi algı ve “kanıtları” vardır.

Bugüne Yansıtılan Geçmiş B ir olayın herhangi bir özelliği geçm işin duygu yüklü bir anısına benzer görünürse, duygusal zihin hatırlanan olayla ilgili duyguları başlatarak buna tepki verir. D uygusal zihin şimdiki zam ana sanki geçm iş zam anm ış gibi tepki verir.6 Sorun, özellikle değerlendirm e hızlı ve otom atik olduğunda, durum un artık eskisi gibi olm adığını fark edem eyişim izden çıkar. Ç ocukluğunda yediği dayakların acı­ sıyla kızgınlıkla çatılan kaşlara yoğun korku ve nefretle tepki ver­ m eyi öğrenm iş biri, çatılan kaşların artık böyle bir tehdit taşım adığı yetişkinliğinde bile aynı tepkiyi bir ölçüde gösterecektir. H isler güçlüyse, başlatılan tepki de belirgindir. Ancak hisler be­ lirsiz ya da üstü örtülüyse, gösterm ekte olduğum uz duygusal tepki­ nin, o an verdiğim iz karşılığın tonunu inceden inceye belirlese de, tam olarak ne olduğunun farkına varm ayabiliriz. Tepki sadece bu anın şartlarından kaynaklanıyor gibi gözükse de, şimdiki düşünce ve tepkiler o zam anki düşünce ve tepkilerin rengini alacaktır. Duygusal zihnim iz akılcı zihnim izi kendi am açlarına yönelik kullandığından, biz de hislerim izi ve tepkilerim izi şim diki anın bağlam ında açıklar, duygusal belleğin etkisini fark etm eksizin gerekçelendiririz. O an­ lam da, gerçekte neler olduğu hakkında hiç fikrim iz yoktur, am a ne 381

olduğunu kesinlikle bildiğim iz kanısına kapılabiliriz. Böyle anlarda duygusal zihin akılcı zihni peşine takarak kendi am açlarına koşar.

Duruma Özgü Gerçeklik D uygusal zihnin işleyişi büyük ölçüde durum a bağlıdır ve belirli bir anda yükselen hangi duyguysa, onun doğrultusundadır. D üşünüş ve hareket tarzım ız rom antikken başka, öfkelendiğim iz veya canı­ m ız sıkkın olduğunda başkadır. D uygunun m ekaniğinde her hissin kendine özgü düşünce, tepki ve hatta anılar repertuarı vardır. D u­ rum a bağlı bu repertuarlar, yoğun duygu anlarında en baskın hale gelirler. B u tür b ir repertuarın etkin olduğunun b ir işareti de seçici bellek­ tir. Zihnin duygusal durum a tepkisi, kısm en, anıları ve eylem seçe­ neklerini yeniden harm anlam aktır; böylece durum la en ilgili olanlar hiyerarşinin tepesine ulaşıp daha kolay devreye sokulabilir. D aha önce de gördüğüm üz gibi, her büyük duygunun özel bir biyolojik im zası vardır: o duygu yükseldiğinde bedeni peşinden sürükleyen kapsam lı bir değişiklikler dizisi ve o duygunun egem enliğindeki b e­ denin otom atik olarak yayınladığı bir dizi benzersiz işaret oluşur.7

382

EK C Korkunun Sinir Devreleri

A m ig d ala korkunun m erkezidir. N örologların “S.M .” dediği bir ka­ dında, ender rastlanan bir beyin hastalığı (diğer hiçbir beyin yapısını etkilem eyerek) am igdalayı yok edince, zihin repertuarından korku silinm işti. K adın ne diğer insanların yüzündeki korku ifadelerini tanım layabiliyor, ne de kendisi bu tür ifadeleri takınabiliyordu. N ö ­ rologunun dediği gibi, “Birisi S.M .’nin başına silah dayasa, aklıyla korkabilecek am a bizler gibi korku hissetm eyecektir.” Teknolojinin bugünkü durum unda, herhangi bir duygunun tüm devreleri araştırılm am ıştır. N örologlar ise, korkunun devrelerinin belki de en ince ayrıntısına kadar haritasını çizmişlerdir. Korku, duygunun sinirsel dinam iğini anlam ak için iyi bir örnektir. Evrim de, korkunun özel bir önem i varır, çünkü hayatta kalabilm ek için belki de diğer tüm duygulardan daha hayatidir. Öte yandan, çağım ızda yanılgılı korkular günlük hayatın başlıca dertleri arasına girmiş ve insanların sıkıntılar, korkular ve bir dizi önem siz endişe ya da pato­ lojik uçta, panik krizleri, fobiler ya da öbsesif-kom pulsif bozukluk­ lar yaşam asına neden olmuşlardır. D iyelim ki bir gece evde yalnızsınız, kitap okuyorsunuz ve ani­ den diğer odadan bir gürültü duyuyorsunuz. Bunu takip eden an­ larda beyninizde olanlar, korkunun sinir devrelerini ve bir alarm sistem i olarak am igdalanın rolünü görebilm em izi sağlar. İlk beyin devresi, sesi sadece ham , fiziksel ses dalgaları olarak alıp beynin diline dönüştürerek, sizi teyakkuz haline geçirecek şekilde dürter. B u devre kulaktan beyin sapm a ve oradan da talam usa gitmektedir. B uradan iki kola ayrılır: D aha küçük bir uzantı küm esi am igdalaya ve yakınındaki hipokam pusa varır; daha geniş bir yol oluşturan di­ ğeri ise tem poral lobda seslerin sınıflandırıldığı ve anlam landırıldığı işitsel kortekse ulaşır. 383

Belleğin ana depolam a bölgesi olan hipokam pus, bu “g ü rü ltify ü duyduğunuz benzer seslerle hızla karşılaştırarak tanıdık bir ses olup olm adığına bakar - b u “gürültü” hem en tanım layabileceğiniz bir şey m id ir?- Bu sırada işitsel korteks sesin daha ayrıntılı bir analizini yaparak kaynağını anlam aya çalışır -e v in kedisi olabilir m i? R üz­ gârdan çarpan panjur mu? Yoksa evde gizlice dolaşan biri m i? - İşit­ sel korteks hipotez üretir -b u , m asadaki lam bayı düşürm üş bir kedi de, evde gizlice dolaşan biri de o la b ilir- ve m esajını benzer anılarla hızlı bir kıyaslam a yapan am igdala ve hipokam pusa gönderir. Sonuç yatıştırıcı olursa, (rüzgâr çıktığında hep çarpan panjur­ m uş m eğer) bu genel ihtiyat hali bir sonraki düzeye çıkm az. Ancak hâlâ emin değilseniz, am igdala, hipokam pus ve prefrontal korteks arasında yankılanan diğer bir devre bobini kararsızlığınızı daha da artırarak, dikkatinizi bir noktaya yöneltir ve sesin kaynağını tanım ­ lam ak için duyduğunuz ilgiyi büyütür. Bu özenli ek analizden de herhangi bir tatm in edici sonuç çıkm azsa, am igdala b ir uyarı baş­ latarak m erkezî alanı, hipotalam usu, beyin sapını ve otonom sinir sistemini etkinleştirir. Beynin m erkezî alarm sistem i olarak am igdalanın m uhteşem m i­ m arisi, bu korku ve bilinçaltında algılanan kaygı anında ortaya çıkar. A m igdaladaki pek çok nöron yum ağından her birinin, değişik sinir­ sel aktarıcılara ayarlı alıcıları olan b ir dizi uzantısı vardır. B u tıpkı, evinizin güvenlik sistem i bir sorun olduğu işaretini verdiğinde, gü­ venlik şirketindeki santral görevlilerinin yerel itfaiyeye, polise, bir kom şuya haber verm ek üzere hazır halde beklem eleri gibidir. Am igdalanın farklı kısım ları farklı bilgileri alır. A m igdalanın ya­ nal çekirdeğine; talam us, işitsel ve görsel kortekslerden çıkan uzan­ tılar gelir. Koku soğanı yoluyla, am igdalanın kortikom edyal alanına kokular ulaşırken, tatlar ve iç uzuvlardan gelen m esajlar m erkez alana gider. Bu gelen sinyaller, am igdalayı her duyusal deneyimi inceleyen sürekli b ir gözcü haline getirir. Am igdaladan, beynin her ana bölüm üne uzantılar çıkar. M erkez ve orta alanlardan çıkan bir kol, bedenin acil durum larda tepki m ad­ desi olan ve bir dizi başka horm on aracılığıyla savaş ya da kaç tep­ kisini harekete geçiren korkitotropin salgılayıcı horm onu (CRH) ka­ dem eli bir şekilde diğer horm onlarla birlikte hipotalam us alanlarına 384

gider. A m igdalanm bazal alanından korpus striatum a kollar çıkarak beynin hareket sistem ine bağlanır. Yakınındaki m erkezî çekirdek aracılığıyla, otonom sinir sistem ine soğanilik (medulla) aracılığıyla sinyaller gönderen am igdala kardiyovasküler sistem de, kaslarda ve hazım sistem inde b ir dizi yaygın tepkiyi harekete geçirir. A m igdalanm bazolateral alanından çıkan kollar ise kuşağım sı (cingulate) kortekse ve “m erkezî gri” m adde olarak bilinen liflere uzanır. İşte, iskeletin büyük kaslarını idare eden bu hücreler, m ıntı­ kasına bir yabancı giren köpeğin hırlam asını ya da bir kedinin sırtını kabartm asını sağlayan şeydir. İnsanlarda aynı devreler ses tellerinin kaslarını gererek, korkudan kaynaklanan yüksek perdeli sesi yara­ tır. A m igdaladan b ir diğer yol da, beyin sapındaki lokus seruleus’a gider; burası (noradrenalin olarak da bilinen) norepinefrini üretip bütün beyne dağıtır. N orepinefrinin net etkisi, bu horm onu alan bü­ tün beyin alanlarının genel tepkiselliğini artırarak duyusal devreleri daha hassas hale getirmektir. N orepinefrin; korteks, beyin sapı ve lim bik sistem in kendisine yayılarak, beyni tetikte tutar. A rtık, evde­ ki sıradan b ir gıcırdam a bile korkudan titrem enize yol açabilir. Bu değişikliklerin birçoğu bilincin dışında oluştuğu için, korku hissetti­ ğinizi henüz fark edem ezsiniz bile. A ncak gerçekten korku hissetm eye başladığınızda -y a n i, bilinçaltındaki kaygı bilinç üstüne çık tığ ın d a- am igdala topyekûn bir tep­ ki buyruğu verir. B eyin sapındaki hücrelere işaret vererek yüzünüze bir korku ifadesi yerleştirir, tetikte ve hem en irkilebilir halde olm a­ nızı sağlar, kaslarınızın yapm akta olduğu ilgisiz hareketleri dondu­ rur, nabzınızı hızlandırır, tansiyonunuzu yükseltir ve solunum unuzu yavaşlatır (korkuyu ilk hissettiğinizde, korktuğunuz her neyse, onu çok daha iyi duyabilm ek için kendinizi bir an nefesinizi tutar bir halde bulabilirsiniz). Bu, am igdala ve bağlantılı alanların kriz anın­ da beyne kom uta ederken düzenledikleri, dikkatle eşgüdüm lenm iş geniş çaplı bir dizi değişikliğin sadece bir kısmıdır. B u sırada am igdala bağlantılı olduğu hipokam pus ile birlikte, anahtar niteliğindeki sinirsel aktarıcıları -örn eğ in , dikkatinizi kor­ kunuzun kaynağına çevirm enize yol açan dopam in salgılam asını başlatm ak ü z e re - gönderen hücreleri yönlendirir. Aynı anda amig385

dala, duyu alanlarına görüş keskinliğini ve dikkati artırm ak için sin­ yaller yollayarak, gözlerin acil durum la en çok ilgisi olan şeyleri araştırıp bulm asını sağlar. Aynı zam anda kortikal bellek sistemleri de yeniden harm anlanarak, o anki duygusal aciliyetle en yakından ilgili anılarla bilgilerin hem en hatırlanarak, daha ilgisiz başka dü­ şünce dizilerinin önüne geçm esi sağ lan ır.. B u sinyaller yollandıktan sonra, tam anlam ıyla korku içinde kal­ m ış olursunuz: M idenizdeki bu durum lara özgü çekilm enin, hızla atan kalbinizin, boyun ve om uz bölgenizdeki kasların gerilm esinin ya da uzuvlarınızın titrem esinin farkına varırsınız; daha başka sesler olup olm adığını anlam a çabası içinde kendinizi dikkate zorlarken, bedeniniz olduğu yerde donakalır ve zihninizden gizli tehlike olası­ lıkları ve tepki seçenekleri hızla gelip geçer. B ütün bu tepki zinciri -şaşırm adan kararsızlığa, oradan endişeye, oradan da k o rk u y a- bir saniye gibi biri süreye sığabilir. (D aha fazla bilgi için bakınız Jero­ me Kagan, G a le n ’s Prophecy, N ew York: Basic Books, 1994)

386

EK D W.T. Grant Konsorsiyumu: Önleme Programlarının Etkin Öğeleri

E tk ili program ların ana öğeleri şunlardır:

D U YGU SAL BECERİLER • • • • • • •

Duyguları tanıyıp adlandırm ak Duyguları ifade etm ek D uyguların şiddetini değerlendirm ek D uygulan idare etm ek D oyum u ertelem ek Stresi azaltm ak D uygular ve eylem arasındaki farkı bilm ek

BİLİŞSEL BECERİLER • K endi kendisiyle konuşm ak - b ir konu ya da zorlanm ayla baş etme yolu olarak ya da kendi davranışını pekiştirm ek için, bir “iç diya­ log” sürdürm ek • Sosyal işaretleri okum ak ve yorum lam ak -örn eğ in , davranış üze­ rindeki sosyal etkileri fark edip kendine geniş toplum un açısından bakm ak • Sorun çözm e ve karar verm e aşam alarını kullanm ak -ö rn eğ in dür­ tü kontrolü, h ed ef belirlem e, hareket seçeneklerini tanım lam a, so­ nuçları sezinlem e • D iğerlerinin bakış açılarım anlam ak 387

• D avranış norm larını anlam ak (kabul edilebilir ve edilem ez davra­ nışlar) • H ayata karşı olum lu bir tavır • Ö zbilinç -ö rn eğ in , kendi hakkında gerçekçi beklentiler geliştir­ mek

DAVRANIŞSAL BECERİLER • Sözsüz -g ö z tem ası, yüz ifadesi, ses tonu, el kol hareketleri ve benzeri yollardan iletişim kurm ak • Sözel -a ç ık ç a anlaşılır taleplerde bulunm ak, eleştiriye etkili bir şekilde tepki verm ek, olum suz etkilere direnm ek, başkalannı din­ lemek, başkalarına yardım cı olm ak, olum lu akran gruplan içinde yer almak K a y n a k : Sosyal Yeterliliğin Okula Dayalı Olarak İyileştirilmesi konusunda, W. T. Grant Konsorsiyumu’nun çalışması, J. David Hawkins ve bşk. Communi­ ties That Care (San Francisco: Jossey-Bass, 1992) içindeki “Drug and Alcohol

Prevention Curricula” başlıklı yazı.

388

EKE Öz Bilim Müfredatı

A na öğeler: • Özbilinç : kendini gözlem lem e ve duygularım tanım a; duygular için bir sözlük oluşturm a; duygular, düşünceler ve tepkiler arasında­ ki ilişkiyi bilm ek • Kişisel karar verme: hareketlerini incelem ek ve sonuçlarını bilm ek; bir kararın, düşünceden m i yoksa duygudan mı kaynaklan­ dığını bilm ek; bu içgörüleri cinsellik ve uyuşturucu gibi konulara uygulam ak • D uygulan idare etme: “kendi kendisiyle konuşm ayı” izleyerek, içinden geçen kendini aşağılam a gibi olum suz mesajları yakalam ak; bir hissin tem elinin farkına varm ak (öfkenin altında yatan incinm e gibi); korku, kaygı, öfke ve üzüntüyle baş etm enin yollarım bul­ m ak • Stresle baş etme: egzersizin, yönlendirilm iş im gelerin, gevşe­ m e yöntem lerinin değerini öğrenm ek • Empati: başkalarının duygularını ve endişelerini anlayıp onla­ rın bakış açısından bakm ak; insanların görüşleri arasındaki farklı­ lıklara değer verm ek • İletişim: duygular hakkında etkili bir şekilde konuşabilm ek; iyi bir dinleyici ve sorgulayıcı haline gelm ek; bir başkasının yaptıkları ya da söyledikleriyle, kendi tepkilerini ya da yargılarını ayırt edebil­ m ek; suçlam ak yerine “ben” m esajlan gönderebilm ek • Kendini açma: içtenliğe değer vererek bir ilişkide karşılıklı gü­ ven kurm ak, özel duyguları hakkında konuşm anın ne zam an güvenli olduğunu bilm ek • İçgörü: duygusal hayatındaki ve tepkilerindeki eğilim leri ta­ nım lam ak, başkalarındaki benzer eğilim lerin farkına varm ak

389

• Kendini kabul', kendisiyle gurur duym ak ve yine kendini olum ­ lu bir bağlam da görmek; güçlü ve zay ıf yanlannı tanım ak; kendine gülebilm ek • Kişisel sorumluluk: soaım luluk alm ak; kararlarının ve hareket­ lerinin sonuçlarını görmek; duygularını ve ruh hallerini kabullen­ mek; taahhütlerini yerine getirm ek (örneğin, ders çalışm ak) • Kendini öne sürme: endişe ve hislerini öfkelenm eden ya da edilgenleşm eden ifade etmek • Grup dinamiği: işbirliği; ne zam an ve nasıl lider, ne zam an takipçi olacağını bilm ek • Anlaşmazlık çözümleme: diğer çocuklar, aile ve öğretm enlerle adil bir biçim de m ücadele edebilm ek; bir uzlaşm a sağlam akta ka­ zan/kazan m odeli

KAYNAK: Karen F. Stone ve Harold Q. Dillehunt, S e lf Science: The Subject Is

Me (Santa Monica: Good Year Publishing Co., 1978).

390

________________ EKJF________________ Sosyal ve Duygusal Öğrenme: Sonuçlar

Çocuk Gelişim Projesi Erich Schaps, G elişim Araştırm aları M erkezi, O akland, California Kuzey C alifo m ia’daki okulların K-6 sınıflarındaki değerlendir­ me; bağım sız gözlem ciler tarafından, kontrol okullarıyla kıyaslam a yoluyla yapılmıştır. So n u ç l a r :

• daha sorum lu • kendini daha iyi öne sürebilen • daha popüler ve dışa dönük • sosyalleşm eye daha yönelik ve iyiliksever, özverili • başkalarını daha iyi anlayan • daha düşünceli, ilgili • kişiler arası sorun çözm ede sosyalleşm eye daha yönelik stratejiler • daha uyum lu • daha “dem okratik” • anlaşm azlık çözm e becerileri daha iyi K a y n a k l a r ; E. Schaps ve Battistich, “Promoting Health Development Thro­

ugh School Based Prevention: New Approaches,” O SA P Prevention M onog­ raph, no. 8: P reventing A d o lescen t D ru g Use: F rom Theory to P ractice. Eric

Gopelrud (derl.) Rockville, MD: Office o f Substance Abuse Prevention, U.S. Dept, o f Health and Human Services, 1991. D. Solomon, M. Watson, V. Battistich, E. Scaps ve K. Delucchi, “Creating a Caring Community; Educational Practices That Promote Children’s Prosocial

391

Development,” F.K.. Oser, A. Dick ve J.-L. Patry’nin derl. E ffective a n d R es­ p o n sib le Teaching: The N e w Synthesis (San Francisco: Jossey-Bass, 1992).

Yollar M ark Greenberg, H ızlandırm a Projesi, W ashington Ü niversitesi Seattle’daki okullarda 1. ve 5. sın ıf arasındaki; 1) norm al öğ­ rencilerin, 2) sağır öğrencilerin, 3) özel eğitim öğrencilerinin, öğ­ retm enler tarafından kontrol gruplarıyla kıyaslanarak değerlendiril­ m esi So n u ç l a r :

• Sosyal bilişsel becerilerde iyileşm e • D uygu, tanım a ve anlam ada iyileşm e • D aha iyi özdenetim • Bilişsel ödevlerin çözüm ünde daha iyi planlam a • H arekete geçm eden önce daha iyi düşünm e • D aha etkili anlaşm azlık çözüm lem e • D aha olum lu sın ıf atm osferi

Özel İhtiyaçları Olan Öğrenciler: A şağıdaki sın ıf içi davranışlarında düzelm e: • Engellenm eyi kaldırabilm e • Toplum içinde kendini öne sürm e becerisi • G öreve yönelm e • A rkadaşlık becerileri • Paylaşm a • Sosyal nezaket kurallarına uym a • ö zd en etim

Duygusal Anlayışta Düzelme: • Tanıma 392

• N itelem e • Ü züntülü ve bunalım lı olduğunu daha ender belirtm e • Kaygı ve çekingenlikte azalm a KAYNAKLAR: Conduct Problems Research Group, “A Developmental and Cli­ nical Model for the Prevention o f Conduct Disorder: The Fast Track Program,”

D evelopm ent a n d P sychopathology 4 (1992),

M. T. Greenberg ve C. A. Kusche, P rom oting S o cia l a n d E m otional D eve­ lopm ent in D e a f C hildren: The PATHS P roject (Seattle: University o f Washing­

ton Press, 1993), M. T. Greenberg, C. A. Kusche, E. T. Cook ve J. P. Quamma, “Promoting Emotional Competence in School-Aged Children: The Effects o f the PATHS Curriculum,” D evelopm ent a n d P sychopathology 7 (1995).

Seattle Sosyal Gelişim Projesi J. D avid H aw kins, Sosyal G elişim A raştırm a G rubu, W ashington Ü niversitesi Seattle’m ilk ve ortaokullarında bağım sız testler ve nesnel stan­ dartlar kullanılıp program sız okullara kıyaslanarak değerlendiril­ miştir. So n u ç l a r

• Aileye ve okula daha olum lu bağlılık • Erkekler daha az saldırgan, kızlar kendine zarar verm eye daha az eğilim li • Başarı düzeyi düşük çocukların okuldan uzaklaştırılm a ve kovul­ m a oranlannda azalm a • U yuşturucuya başlam a oranında azalm a • D aha az suç işlem e • Standart başarı testlerinde daha yüksek puanlar K a y n a k l a r : E . Schaps ve V. Battistich, “Promoting Health Development

Through School-Based Prevention: N ew Approaches,” O SA P P revention M o­

393

nograph, no. 8: P reventing A d o lescen t D ru g Use: From Theory to P ractice

Eric Gopelrud (derl.), Rockville, MD: Office o f Substance Abuse Prevention, U.S. Dept o f Health and Human Services, 1991.

J. D. Hawkins ve bşk. “The Seattle Social Development Project,” J. McCord ve R. Trem blay’in derl., The P revention o f A ntiso cia l B eh a vio r In Children (New York: Guilford, 1992). J. D. Hawkins, E. Von Cleve ve R. F. Catalano, “Reducing Early Childhood Agression: Results o f a Primary Prevention Program,” J o u rn a l o f the A m erican A ca d e m y o f C h ild a n d A d o lescen t P sychiatry 30, 2 (1991), ss. 208-17.

J. A. O ’Donnell, J. D. Hawkins, R. F. Catalano, R. D. Abbott ve L. E. Day, “Preventing School Failure, Drug Use, and Delinquency Among Low-Incpme Children: Effects o f a Long-Term Prevention Project in Elementary Schools,” A m erican J o u rn a l o f O rthopsychiatry 65 (1994).

Yale-New Haven Sosyal Yeterliliği Pekiştirme Programı Roger W eissberg, C hicago’daki Illinois Ü niversitesi N ew H aven H alk O kullarında 5. ve 8. sınıf arası öğrenciler kont­ rol gruplarıyla kıyaslanarak bağım sız gözlem ler, öğrenci ve öğret­ men raporlarıyla değerlendirilm iştir. So n u ç l a r

• Sorun çözm e becerilerinde düzelm e • A rkadaşlarıyla daha iyi kaynaşm a • D aha iyi d ürtü kontrolü • D aha iyi davranışlar • K işiler arası etkililik ve popülerlikte iyileşm e • K aygıyla d ah a iyi başa çıkm a • K işiler arası sorunları halletm e becerisinde artış • D aha az suç işlem e • A nlaşm azlık çözüm ünde daha fazla beceri KAYNAKLAR: M. J. Elias ve R. P. Weissberg, “School-Based Social Com pe­

tence Prom otion as a Primary Prevention Strategy: A Tale of Two Projects,” P revention in H u m a n Services 7, 1 (1990), ss. 177-200.

394

M. Çaplan, R. P. Weissberg, J. S. Grober, P. J. Sivo, K. Grady ve C. Jacoby, “Social Competence Promotion with Inner-City and Suburban Young Adoles­ cents: Effects o f Social Adjustment and Alcohol Use,” J o u rn a l o f C onsulting a n d C linical psych o lo g y 60, 1 (1992), ss. 56-63.

Anlaşmazlığı Yaratıcı Biçimde Çözme Programı Linda Lantieri, A nlaşm azlığı Yaratıcı B içim de Çözm e Programı U lusal M erkezi (Sosyal Sorum luluk E ğitim cileri’nin girişim i), New York City N ew York C ity ’deki okulların K-12 sınıfları öğretm enler tarafın­ dan program öncesi ve sonrasında değerlendirilm iştir. So n u ç l a r :

• S ınıf içinde daha az şiddet gösterisi • S ınıf içi sözel aşağılam alarda azalm a • D aha ilgili b ir atm osfer • İşbirliğine daha istekli olm a • D aha fazla em pati • İletişim becerilerinde düzelm e KAYNAK: Metis Associates, Inc., The R eso lvin g C onflict C reatively Program :

1988-1989. Sum m ary o f Significant F indings o f R C C P N ew York Site (New

York: Metis Associates, Mayıs 1990).

Gelişen Sosyal Bilinç - Sosyal Sorunları Çözme Projesi M aurice Elias, R utgers Ü niversitesi N ew Jersey’deki okulların K -6 sınıflan öğretm enler, arkadaşla­ rın görüşleri ve okul sicilleri aracılığıyla, katılm ayanlarla kıyaslana­ rak değerlendirilm iştir.

395

So n u ç l a r :

• Başkalarının hislerine karşı duyarlılığın artışı • D avranışlarının sonuçlannı daha iyi anlam a • K işiler arası durum ları “tartm a” ve uygun hareketleri planlam a ye­ teneğinde artış • D aha yüksek özsaygı • Sosyalleşm eye daha açık davranışlar • A rkadaşları tarafından yardım isteğiyle aranm a • O rtaokula geçişi daha iyi kaldırabilm e • Liseye kadar izlendiğinde bile daha az itici, kendine daha az zarar veren ve sosyal açıdan daha düzgün davranışlar • Ö ğrenm eyi öğrenm e becerilerinde düzelm e • S ın ıf içinde ve dışında özdenetim , sosyal bilinç ve karar verm e becerilerinde düzelm e K a y n a k l a r : M. J. Elias, M. A . Gara, T. F. Schuyler. I. R . Branden-M uller ve M. A . Sayette, “The Promotion o f Social Competence: Longitudinal Study o f a Preventive School-Based Program,” A m e rica n J o u rn a l o f O rthopsychiatry 61 (1991), ss. 409-17. M. J. Elias ve J. Clabby, B uild in g S o cia l P roblem S olvin g Skills: G uidelines F rom a Sch o o l-B a sed P rogram (San Francisco: Jossey-Bass, 1992).

396

Kaynaklar

B u kitabın ilk baskısında, daha fazla malumat isteyen okurları en iyi kaynakla­ ra yöneltecek bunun gibi bir sayfa olamazdı; 1995’te duygusal zekâ konusunda neredeyse hiçbir kaynak yokken, bugün adeta çığ gibi çoğalıyor. Bu sayfanın varlığı bile kendi başına bu alanın ne denli ilerlediğini işaret ediyor. Söz konusu alandaki araçlara ve araştırma bulgularına, pratik kaynaklara ve anahtar kişile­ re daha derinlemesine bir erişim için, aşağıdaki kuruluşları, w eb sitelerini ve kitapları öneriyorum. (Yalnızca sağlam araştırmaya dayalı olduğunu bildiğim kitapları dahil etmeye çalıştım, ama bir kitabı atlamış olmam, onun yardım ede­ meyeceği, ya da güvenilir olmadığı anlamına gelmez.)

EĞİTİM Merkezi Chicago’daki Illinois Üniversitesi’nde olan The Collaborative for Academic, Social and Emotional Leaming (CASEL - Akademik, Sosyal ve Duygusal Öğrenim İşbirliği), çocukların okuldaki ve hayattaki başarısını, ger­ çekleri temel alan sosyal, duygusal ve akademik öğrenimi anaokulundan liseye kadar eğitimin temel bir parçası olarak teşvik ederek artırmayı amaçlamaktadır. Web sitesi: www.casel.org. Columbia Üniversitesi, Teachers College’deki The Center for Social and Emotional Education (CSEE - Sosyal ve Duygusal Eğitim Merkezi), kendi­ ni okullarda etkili sosyal duygusal öğrenim, öğretim ve liderliği desteklemeye adamış olan eğitsel ve profesyonel bir geliştirme kuruluşudur. Web sitesi: www.CSEE.net Model oluşturan birkaç SEL Programı Karşılık Veren Sınıf: http://responsiveclassroom.org Gelişimsel Çalışmalar Merkezi: http://www.devstu.org Sosyal Sorumluluk Eğitmenleri: http ://esmati onal.org/home .htm Araştırma Enstitüsü: htttp://www.search-institute.org/ Sosyal Gelişim Araştırmaları Grubu: http://depts.washington.edu/sdrg/index.html

397

Ö ğrenim S ta n d a rtla n . ABD ’nin her yerinde sosyal ve duygusal öğrenim ala­ nındaki ayrıntılı eğitsel standartların belirlenme politikası için, bkz. Illinois Eğitim Kurulu’nun (Illinois State B oard'of Education) çalışması. Bu mükem­ mel, gelişime uygun bakış açısı, çocuklara SEL programını sunmayı amaçlayan her türlü eğitim sistemi tarafından benimsenebilir. Web sitesi: www.isbe.net/ils/social_emotional/standards.htm.

Önerilen Kitaplar Bar-On, Reuven, J. G. Maree ve M. J. Elias, deri, E d u ca tin g P eople to B e E m o tio n a lly Intelligent. Portsmouth, NH: Heinemann Educational Publishers, 2005. Cohen, Jonathan, derl. E ducating M inds a n d H earts: S o c ia l E m otional L earning a n d the P assage into A dolescence. New York: Teachers College Press, 1999. Collaborative for Academic, Social, and Emotional Learning. S a fe a n d Sound. A n E ducational L eader s G uide to E vidence-based Social a n d E m otional Learning, 2003. Elias, M aurice J., A. Arnold ve C. S. Hussey, derl. E Q + E Q = B est Leadership P ractices f o r C aring a n d Successful Schools. Thousand Oaks, CA: Corwin

Press, 2003. Elias, M aurice ve diğeri. P rom oting S o cia l a n d E m otional Learning: G uidelines f o r E ducators. Alexandria, VA: Association for Supervision and Curriculum Development, 1997. Haynes, Norris, Michael Ben-Avie ve Jacque Ensign. H o w Social a n d E m otional D evelopm ent A d d Up: G etting R esults in M ath a n d Science E ducation. New York: Teachers College Press, 2003. Lantieri, Linda ve Janet Pati. W aging P eace in O ur Schools. Boston: Beacon Pres, 1996. Novick, B., J. S. Kress ve Maurice Elias. B uild in g L earning C om m unities with C haracter: H o w to Integrate A cadem ic, Social a n d E m otional Learning.

Alexandria, VA: Association for Supervision and Curriculum Development, 2002 . Pati, Janet ve J. Tobin. Sm art Sch o o l Leaders. L eading w ith E m otional Intelligence. Dubuque, IA: Kendall Hunt, 2003 Solve, Peter ve David Sluyter, derl. E m otional D evelopm ent a n d Emotional Intelligence: E ducational Im plications. New York: Basic Boks, 1997. Zins, Joseph, Roger Weissberg, M argaret Wang ve Herbert Walberg. B uilding A ca d em ic Success on Social a n d E m otional Learning: W hat D oes the R esearch Say? N ew York: Teachers College Press, 2004.

398

KURUMSAL YAŞAM Kuruluşlarda Duygusal Zekâ Araştırmaları K onsorsiyum u’nun merkezi, Rutgers Ü niversitesi’nin Lisansüstü Uygulamalı ve Profesyonel Psikoloji O kulu’ndadır. Direktörü: Cary Chemiss. Web sitesi: www.eiconsortium.org.

Önerilen Kitaplar Ashkanasy, Neal, Wilfred Zerbe ve Charmine Hartel. M anaging E m otions in the W orkplace. Armonk, NY: M. E. Sharpe, 2002. Boyatzis, Richard ve Annie McKee. R esonant Leadership: Inspiring Yourself a n d O thers Through M indfulness, H ope, a n d C om passion. Boston: Harvard Business School Press, 2005. ' Caruso, David R. Ve Peter Salovey. The E m otionally Intelligent M anager: H ow to Tevelop the F o u r K ey Skills o f L eadership. San Francisco: Jossey-Bass, 2004. Chehmiss, Cary ve Daniel Goleman, derl. The E m otionally Intelligent Workplace: H o w to Selectfor, M easure, and Im prove E m otional Intelligence in Individuals, Groups, a n d Organizations. San Francisco: Jossey-Bass, 2001. Druskat, Vanessa, Fabio Sala ve Gerald Mount, derl. L inking E m otional In telligence a n d P erform ance a t Work: C urrent R esearch E vidence.

Mahwah, NJ: Lawrence Erlbaum, 2005. Fineman, Stephen, derl. E m otion in O rganizations. 2. basım. London: Sage Publications, 2000. Frost, Peter J., Toxic E m otions a t Work; H o w C om passionate M anagers H andle P ain a n d Conflict. Boston: Harvard Business School Press, 2003. Riggio, Ronald, Susan E. Murphy ve Francis Pirozzolo. M ultiple Intelligences a n d Leadership. Mahwah, NJ: Lawrence Erlbaum, 2002.

EBEVEYNLİK Önerilen Kitaplar Elias, Maurice, Steven E. Tobias ve Brian S. Friedlander. E m otionally Intelligent P arenting: H o w to R aise a Self-disciplined, Responsible, S o cially S killed Child. New York: Harmony Boks, 1999. Elias, M aurice, Steven E. Tobias ve Brian S. Friedlander. R a ising E m otionally In telligent Teenagers. New York: Harmony Books, 2000. Gottman, John. R a ising an E m otionally Intelligent Child. New York: Simon

and Schuster, 1998.

399

Schure, Myma. Raising a Thinking Child. New York: Pocket Books, 1994.

GENEL 6 Seconds (6 Saniye), okullarda, işletmelerde ve ailelelerde duygusal zekâ­ yı uluslararası bir kapsamla destekleyen, kâr amacı gütmeyen bir kuruluştur. Kaynaklar, makaleler ve konferanslar konusunda bilgi edinmek için mükemmel bir kaynaktır. Web sitesi: www.6seconds.org

Önerilen Kitaplar Bar-On, Reuven ve Parker, James D. A., deri. H andbook o f Emotional Intelligence. San Francisco: Jossey-Bass, 2000. Barrett, Lisa Feldman ve Peter Salovey. The Wisdom o f Feeling: Psychological Processes in Emotional Intelligence. New York: Guilford Pres, 2002. Geher, G.. derl. Measuring Emotional Intelligence: Common Ground and Controversy. Hauppauge, NY: Nova Science Publishers, 2004. Salovey, Peter, Marc A. Brackett ve John D. Mayer. Emotional Intelligence: K ey Readings on the M ayer and Salovey Model. Port Chester, NY: DUDE Publishing, 2004. Williams, Virginia ve Redford Williams. Lifeskills. N ew York: Times Books, 1997.

Dikkatli Bir Eleştiri: Matthews, Gerald, Moshe Zeidner ve. Richard D. Roberts. Emotional Intelligence: Science arid Myth. Cambridge: MIT Press, 2002.

400

NOTLAR

Önsöz 1. J. A. Durlak ve R. P. Weissberg, “A M ajor Meta-analysis o f Positive Youth Development Programs”, Amerikan Psikologlar Birliği’nin yıllık toplantısında yaptıkları sunum, Washington, DC, Ağustos 2005. Bkz. aynca, R.P. Weissberg, “Social and Emotional Learning for School and Life Success”, Amerikan Psikologlar Birliği’nin yıllık toplantısında Toplum Araştırmaları ve Eylem D em eği’ne (APA Division 27) hitaben, Kuram ve Araştırm a’ya Seçkin Katkı Ödül Töreni, Washington, D.C., Ağustos 2005. 2. N. R. Riggs, M. T. Greenberg, C. A. Kusche ve M. A. Pentz, “The Role of Neurocognitive Change in the Behavioral Outcomes o f a Social-Emotional Prevention Program in Elementary School Students: Effects o f the PATHS Curriculum”, 2005. 3. Duygusal zekâ modeli, psikolojinin içindeki etkileyici bir iskelet yapı olarak ortaya çıkıyor gibi. DZ modelinden bilgi alan (ve ona bilgi veren) psikoloji alanları, sinirbilimden sağlık psikolojisine kadar uzanıyor. DZ ile en güçlü bağlan olan alanlar şunlan içeriyor: gelişim, eğitim, klinik ve danışmanlık, sosyol ve endüstriyel/kurumsal psikoloji, vd. Gerçekten de, duygusal zekâya dair parçalar artık bu konularda birçok üniversite ve lisansüstü derse düzenli olarak dahil ediliyor. 4. J. D. Mayer, P. Salovey ve Dr. R. Carouso, “Models o f Emotional Intelligence, R. J. Stemberg, deri. H andbook o f Intelligence, Cambridge, Eng.: Cambridge University Press, 2000. 5. 1999’da değerlendirilen çocuklar: Thomas M. Achenbach ve dig., “Are American C hildren’s Problems Still Getting Worse? A 23-year Comparison”, Journal ofA bnorm al Child Psychology, "i\ (2003): 1-11.

BİRİNCİ BÖ LÜ M : D U YG U SA L BEYİN 1. Kısım: Duygular Neye Yarar? 1. Associated Press, 15 Eylül, 1993. 2. Kişinin kendisini uğruna feda ettiği sevgi temasının dünya mitolojisindeki yaygınlığı bunun ezelden beri var olduğunu göstermektedir: Binlerce yıldır

401

A sya’nın büyük bir kısmında anlatılagelen Jataka masallarında da özveri üzerine çeşitli meseller bulunmaktadır. 3. Özverili sevgi ve insanın yaşam mücadelesi: Özverinin evrimsel uyarlanma açısından avantajlannı ortaya koyan evrim kuramları, M alcolm Slavin ve Daniel K riegm an’ın The A daptive D esig n o f the H um an P syche (New York: Guilford Press, 1992) adlı eserinde çok iyi özetlenmektedir. 4. Bu tartışmanın büyük bir kısmı Paul E km an’ın “An Argument for Basic Emotions” başlıklı, Cognition a n d E m otion, sayı 6, yıl 1992, s. 169-200’daki önemli makalesine dayanmaktadır. Bu husus, P.N. Johnson-Laird ve K. O atley’nin derginin aynı sayısında yayınlanan makalesinden alınmadır. 5. Matilda Crabtree’nin vurulması: The N e w York Times, 11 Kasım, 1994. 6. Sadece yetişkinlerde: San Francisco’daki California Üniversitesi’nden Paul E km an’m bir gözlemi. 7. Duyguların yarattığı bedensel değişiklikler ve bunların evrimsel nedenleri: Bu değişikliklerden bazıları Robert W. Levenson, Paul Ekman ve Wallace V. Friesen’m, “Voluntary Facial Action Generates Emotion-Specific Autonomous Nervous System Activity,” başlıklı P sychophysiology sayı 27, 1990’da çıkan makalesinde belgelenmektedir. Bu liste oradan ve diğer kaynaklardan derlenmiştir. Bu noktada böyle bir liste, bir derece spekülasyon düzeyinde kalmaktadır; her duygunun kesin bir biyolojik imzası olup olmadığı konusundaki bilimsel tartışma sürmekte ve bazı araştırmacılar duygular arasında farklılıktan çok örtüşme olduğu veya duygunun biyolojik paralellerini ölçme yeteneğimizin bunları güvenilir bir biçimde ayırt etmeye yetecek kadar olgunlaşmadığı görüşündedirler. Bu tartışma için bakınız: Paul Ekman ve Richard Davidson, deri., F undam ental Q uestions A b o u t E m otions (New York: Oxford University Press, 1994). 8. Paul Ekm an’ın dediği şudur, “Öfke en tehlikeli duygudur; bu günlerde toplumu tahrip eden temel sorunların bazıları kontrolden çıkmış öfke duygularıyla ilintilidir. Bugün için, evrimsel bakımdan en az uyumlu duygu öfkedir, çünkü bizi kavgaya yöneltir. Duygularımız, onların dürtmesiyle bu denli büyük sonuçlar yaratabileceğimiz bir teknolojiye sahip olmadığımız bir zamanda oluşmuştur. Tarih öncesi zamanlarda aniden hiddetlenip, birini öldürmek istediğinizde bunu büyük bir kolaylıkla yapamazdınız -ama şimdi yapabilirsiniz.” 9. Erasmus o f Rotterdam, In P raise o f F olly, çev. Eddie Radice (London: Penguin, 1971), s.87. 10. Bu tür temel tepkiler, bu türlerin “duygusal yaşamı”, daha doğrusu “içgüdüsel yaşam ı” denebilecek şeyi tanımlamışlardır. Evrimsel bağlamda daha da önemli olan, bu kararların hayatta kalabilmek için gerekli olduğudur; bunları iyi yapabilen ya da yeterince iyi yapabilen hayvanlar genlerini geçirmek üzere hayatta kalabilmişlerdir. Bu erken zamanlarda

402

zihinsel yaşam ilkeldir: duyular ve algıladıkları uyarıcılara yönelik basit bir tepki repertuarı, bir kertenkelenin, kurbağanın, kuşun veya balığın -b elk i de bir brontozorun- yaşamını sürdürebilmesini sağlamıştır. Ancak bu çelimsiz beyin, bizim duygu olarak düşündüğümüz şeye henüz yer vermemekteydi. 11. Limbik sistem ve duygular: R. Joseph, “The Naked Neuron: Evolution and the Languages o f the Brain and Body,” New York: Plenum Publishing, 1993; Paul D. Mac Lean, The Triune B rain in E volution (New York: Plenum, 1990). 12. M akak yavruları ve evrimsel uyarlanma yeteneği: “Aspects o f emotion conserved across species,” Ned Kalin, M. D., Psikoloji ve Psikiyatri Bölümleri, Wisconsin Üniversitesi, M acArthur Duygusal Sinirbilim Toplantısı Kasım 1992 için hazırlanmıştır.

2. Kısım: Duygusal Korsanlığın Anatomisi 1. Hiçbir şey hissetmeyen adam vakası R. Joseph’in a.g.e, s.83’te anlatılmıştır. Öte yandan, amigdalası olmayan kişilerde bazı duygu kalıntıları olabilir (bkz. Paul Ekman ve Richard Davidson, deri., Q uestions A b o u t E m otion. N ew York: Oxford University Press, 1994). Farklı bulgular amigdalanın ve ilgili devrelerin tam olarak hangi kısımlarının eksik olduğuyla ilgili olabilir; duygunun detaylı nörolojisi konusunda son söz henüz söylenmiş değildir. 2. Pek çok nörolog gibi LeDoux da, örneğin farenin beynindeki belirli lezyonların onun davranışlarını nasıl değiştirdiğini araştırarak; özenle tek tek nöronların takip ettiği yolları izleyerek; ameliyatla beyinlerinde değişiklik yapılmış farelerde korku şartlandırması için incelikli deneyler düzenleyerek çeşitli düzeylerde çalışmalar yapmaktadır. Onun ve burada adı geçen diğerlerinin bulguları nöroloji araştırmalarının ön saflarında yer almakla beraber; özellikle duygusal hayatımızı açıklama çabasıyla elde edilen verilerden çıkarıldığı görülen anlam lar söz konusu olduğunda, biraz spekülatif kalmaktadır. Ancak LeD oux’nun çalışması; duyguların sinirsel altyapılarını düzenli olarak ortaya koyan çeşitli nörologların, bu doğrultuda gittikçe artan ve aynı yöndeki bulgulan tarafından desteklenmektedir. Bkz. örneğin, Joseph LeDoux, “Sensory Systems and Emotion,” Integrative P sychiatry, sayı 4, yıl 1986; Joseph LeDoux, “Emotion and the Limbic System Concept,” C oncepts in N euroscience, sayı 2, yıl 1992. 3. Limbik sistemin beynin duygu merkezi olduğu fikri kırk yıldan fazla bir süre önce nörolog Paul MacLean tarafından ortaya atılmıştır. Son yıllarda LeDoux’nunki gibi keşifler, limbik sistem kavramını daha açıklığa kavuşturarak hipokampus gibi bazı merkezî yapılarının duygularla bağlantısının dolaylı olduğunu, beynin diğer kısımlarını amigdalaya bağlayan devrelerin -özellikle de prefrontal lobların- ise daha merkezî

403

.

4.

5.

6.

7.

8. 9.

10. 11. 12.

bir konumda olduğunu göstermiştir. Bunun ötesinde, her duygunun belirli beyin alanlarıyla bağlantılı olabileceği, giderek yaygınlaşan bir anlayıştır. En yeni düşünce, açık seçik tanımlanmış tek bir “duygusal beyin” olmadığı; bunun yerine belirli bir duygunun düzenlenmesini beynin birbirinden uzak, fakat eş güdümlü kısımlarına dağıtan birkaç devre sistemi bulunduğu yönündedir. Nörologlar, duyguların beyin haritası tamamlandığında, her temel duygunun bir topografisi, duygunun özgül niteliklerini belirleyen nöron yollarının ayrıntılı bir haritası olacağını tahmin etmekteler. Ancak bu devrelerin birçoğu ya da çoğunluğunun; sistemin amigdala ve prefrontal korteks gibi kilit kavşaklarında birbiriyle bağlantısı olduğu sanılmaktadır. Bkz. Joseph LeDoux, “Emotional M emory Systems in the Brain,” B ehavioral a n d B rain R esearch, sayı 58, yıl 1993. Farklı korku düzeylerinin beyin devreleri: Bu analiz Jerome K agan’m G a le n ’s P rophecy (New York: Basic Books, 1994) adlı eserindeki mükemmel sentezine dayanmaktadır. Ben Joseph LeDoux’nun araştırması hakkında, 15 Ağustos 1989’da N ew York Tim es’da bir yazı yazdım. Bu bölümdeki tartışma da onunla yapılan, görüşmelere ve birkaç makalesine dayanmaktadır. Joseph LeDoux, “Emotional Memory Systems in the Brain,” B ehavioural B rain R esearch, sayı 58, yıl 1993; Joseph LeDoux, “Emotion, Memory and the Brain,” Scientific A m erican, Haziran sayısı, 1994; Joseph LeDoux, “Emotion and the Limbic System Concept,” C oncepts in N euroscience, sayı 2, yıl 1992, bunlar arasındadır. Bilinçaltı tercihler: William Raft Kunst-Wilson ve R.B. Zajonc, “Affective Discrimination o f Stimuli That Cannot Be Recognized,” Science (1 Şubat 1980). Bilinçaltı kanılar: John A. Bargh, “First Second: The Preconscious in Social Interactions,” Amerikan Psikoloji D em eği’nin Washington, D C ’deki (Haziran 1994) toplantısında sunulmuştur. Duygusal bellek: Larry Cahili ve bşk. “Beta-adrenergic activation and memory for emotional events,” N a tu re (20 Ekim 1994). Psikanalitik kuram ve beynin olgunlaşması: beynin olgunlaşmasının ilk yıllan ve duygusal sonuçlarının en aynntılı tartışması Allan Schore’un, A ffect R egulation a n d the O rigin o f S e lf (Hillsdale, NJ: Lawrence Erlbaum Associates, 1994) adlı kitabindadir. Ne olduğunu bilmesen de tehlikeli: LeD oux’dan “How Scary Things Get That Way,” Science (6 Kasım 1992), s.887’de yapılan bir alıntı. Neokorteksin duygusal tepkiye hassas ayar yapması konusundaki bu spekülasyonun büyük bir kısmı Ned K alin’in a.g.e.’inden gelmektedir. Sinir anatomisine yakından bakılırsa prefrontal loblann duyguları nasıl yönettiği görülür. Bir çok delil, prefrontal korteksin bir kesiminin, bir

404

duygusal tepkinin içerdiği birçok veya tüm kortikal devrelerin birçoğu ya da tümünün buluştuğu yer olduğunu göstermektedir. İnsanlarda neokorteks ve amigdala arasındaki en güçlü bağlantılar sol prefrontal loba ve frontal lobun altında, yan tarafta bulunan temporal loba uzanırlar (temporal lob bir nesnenin tanımlanmasında hayati rol oynar). H er iki bağlantı da tek bir uzantının içerisinde gerçekleşir ve hızlı ve güçlü bir yolun, bir sanal sinir otoyolunun varlığını işaret eder. Amigdala ve prefrontal korteks arasındaki tek nöron uzantısı orbitofrontal korteks denilen bir alana gider. Bu alan, duygusal tepkilerin ortasındayken ve düzeltmeler yapıyorsak, tepkilerimizi tartmakta en önemli yer olarak görülmektedir. Orbitofrontal korteks hem amigdaladan sinyalleri alır, hem de limbik beynin her yerinde kendine ait kamıaşık, yaygın bir uzantı ağı vardır. Bu ağ vasıtasıyla, duygusal tepkilerin düzenlenmesinde bir rol oynar; bu arada limbik sistemden korteksin diğer alanlarına erişen sinyalleri bastırarak, bu sinyallerin sinirsel aciliyetini azaltır. Orbitofrontal korteksin limbik beyinde bağlantıları o kadar yaygındır ki bazı sinir anatomistleri bunu bir çeşit “limbik korteks” -duygusal beynin düşünen k ısm ı- olarak adlandırmışlardır. Bkz. Ned Kalin, W isconsin Üniversitesi Psikoloji ve Psikiyatri Bölümleri, “Aspects o f Emotion Conserved Across Species,” M ac Arthur Duygusal Sinirbilim Toplantısı, (1992 Kasım için hazırlanmış, yayınlanmamış metin; ve Allan Schore, A ffe ct R egulation a n d the O rigin o f S e lf (Hillsdale, NJ: Lawrence Erlbaum Associates, 1994). Amigdala ve prefrontal korteks arasında sadece yapısal bir köprü değil, her zamanki gibi biokimyasal bir köprü de vardır; hem prefrontal korteksin ventromedyal kısmı, hem de amigdala, bir sinirsel aktarıcı olan serotonin alıcıları bakımından hayli zengindir. Bu beyin kimyasalı, diğer şeylerin yanı sıra, işbirliğini de başlatmaktadır: Prefrontal-amigdala devresinde fazlasıyla yüksek yoğunlukta serotonin alıcıları olan maymunlar, “iyi sosyal uyum ” gösterirken, düşük konsantrasyona sahip olanlar saldırgan ve düşmanca davranırlar. Bkz Antonio Damasio, D e sc a rtes' E rror (New York: Grosset/ Putnam, 1994) -D e sc a rte s 'ın Yanılgısı, Çev.: Bahar Atlamaz, İstanbul: Varlık Yayınları, 1998. 13. Hayvanların incelenmesi şunu göstermektedir: Prefrontal loblardaki alanlarda zedelenme olup, artık limbik alandan gelen duygusal sinyallerin modülasyoııu olanaksızlaşınca, hayvanlar dengesizleşmekte, fevri ve tahmin edilemez bir biçimde ya öfke patlamaları yaşamakta da korkudan sinmektedirler. Rus nöropsikoloğu A. R. Luria’nın ta 1930’larda öne sürdüğü gibi, prefrontal korteks özdenetimi ve duygusal patlamanın sınırlandırılmasını sağlamakta anahtar rolü oynar; Luria, beyinlerinin bu kesimi zarar görmüş olan hastaların dürttisel korku ve öfke nöbetlerine yatkın olduklarını kaydetmiştir. Bir tutkunun hararetiyle, fevri cinayetler

405

14.

15. 16.

17. 18.

19.

işlemekten hüküm giymiş iki düzine kadın ve erkeğin beyinleri PET tarayıcısıyla görüntülenerek yapılan bir çalışmada; prefrontal korteksin yine bu kısımlarındaki genel faaliyet düzeyinin normalden çok düşük olduğu saptanmıştır. Lobları zedelenmiş olan fareler üzerine yapılmış esas araştırmanın bir kısmı Connecticut Üniversitesi’nden psikolog Victor Dennenberg tarafından gerçekleştirilmiştir. Sol yanm küre zedelenmeleri ve neşe: G. Gianotti, “Emotional behavior and hemispheric side o f lesion,” C ortex, sayı 8, yıl 1972. Daha mutlu görünen inmeli hasta vakası, Florida Üniversitesi Nöroloji Bölüm ü’nden Mary K. Morris tarafından 13-16 Şubat, 1991’de San Antonio’daki Uluslararası Nörofizyoloji Demeği Toplantısı’nda sunulmuştur. Prefrontal korteks ve işleyen bellek: Lynn D. Selemon ve bşk., “Prefrontal Cortex”, A m erican Jo u rn a l o f P sychiatry, sayı 152, yıl 1995. Yanlış frontai loblar: Philip Harden ve Robert Pihl, “Cognitive Function, Cardiovascular Reactivity, and Behavior in Boys at High Risk for Alcoholism , " J o u r n a l o f A b n o rm a l P sychology, sayı 104, yıl 1995. Prefrontal korteks: Antonio Damasio, y.a.g.e.

İKİNCİ BÖLÜM : D U YG U SA L ZEKÂNIN DO ĞA SI 3. Kısım: Akıllı Kişi Aptallık Yaptığında 1. Jason H .’nin hikâyesi N ew York T im es'&ak\ “Warning by a Valedictorian W ho Faced Prison” başlıklı haberde aktarılmıştır (Haziran 23,1992). 2. Bir gözlemcinin tespiti: Howard Gardner, “Cracking Open the IQ Box,” The A m erica n P rospect, (1995 Kış sayısı). 3. Richard H erm stein ve Charles Murray, The Bell Curve: Intelligence a n d C lass Structure in A m erican L ife (New York: Free Press, 1994) s. 66. 4. George Vaillant, Adaptation to Life (Boston: Little, Brown, 1977). Harvard grubunun en yüksek puanın 800 olduğu SAT ortalama puanı 584’tü. Şu anda Harvard Üniversitesi Tıp O kulu’nda bulunan Dr. Vaillant bana bu avantajlı erkek grubu açısından bile, hayattaki başarı söz konusu olduğunda, test puanlarının oldukça zayıf bir tahmin değeri olduğunu belirtmiştir. 5. J.K. Felsman ve G.E. Vaillant, “Resilient Children as Adults: A 40-Year Study,” E.J. Anderson ve B.J. Cohler, derl., The Invulnerable C h ilcfm içinde (New York: Guilford Press, 1987). 6. Illinois Ü niversitesi’nde Terry Denny ile birlikte sınıf birincileri üzerinde çalışmış olan Karen A m old’dan The C hicago Tribune (29 Mayıs 1992)’de bir alıntı.

406

7. 8.

9.

10. 11. 12.

13. 14. 15.

Spektrum Projesi: G ardner’ın Spektrum Projesi’ni geliştirirken yer alan başlıca meslektaşları Mara Krechevsky ve David Feldm an’dı. Howard G ardner’la çoğul zekâlar kuramı üzerine yaptığım söyleşi The N ew York Times E ducation S upplem en t’ta (3 Kasım 1986) “Rethinking the Value o f Intelligence Tests,” başlığıyla yayınlanmıştır: Bundan sonra da pek çok kez kendisiyle görüştüm. IQ testleriyle Spectrum yeteneklerinin kıyaslaması, Mara K rechevsky’nin eş yazarı olduğu, Howard G ardner’ın M ultiple Intelligences: The Theory in P ractice (New York: Basic Books, 1993) başlıklı kitabının bir bölümünde sunulmuştur. Bu kısa özet Howard G ardner’ın a.g.e, s.9’undandır. Howard Gardner ve Thomas Hatch, “Multiple Intelligences Go to School,” E ducational R esearch sayı 18,8(1989). Duygusal zekâ modeli ilk kez Peter Salovey ve John D. M ayer’in “Emotional Intelligence,” başlıklı; Im agination, Cognition, a n d P ersonality sayı 9 (1990), s. 185-211 ’daki yazısında ortaya atılmıştı. Pratik zekâ ve kişilerarası beceriler: Robert J. Sternberg, B ey o n d I.Q . (New York: Cambridge University Press, 1985). “Duygusal zekâ”nın temel tanımı Salovey ve M ayer’in “y.a.g.e.’nin” s. 189’dadır. IQ ’ya karşı duygusal zekâ: Jack Block, Berkeley’deki California Üniversitesi, yayınlanmamış metin, Şubat 1995. Block duygusal zekâ yerine “ego dayanıklılığı” terimini kullanıyor ancak bunun temel parçalarının duygusal denge, evrimsel bakımdan uyumlu bir dürtü kontrolü, yararlılık hissi ve sosyal zekâ olduğunu da ekliyor. Bunlar duygusal zekânın temel öğeleri olduğundan, ego dayanıklılığı, aynen SAT puanlarının IQ için olduğu gibi, duygusal zekânın yerine geçen bir ölçüm olarak görülebilir. Block ergenlik yaşlarında ve yirmili yaşların başındaki yüz kadar kadın ve erkek üzerinde yıllar boyu süren bir çalışmanın verilerini analiz etmiş ve istatistiki yöntemlerle duygusal zekâdan bağımsız olarak yüksek IQ düzeyinin kişilik ve davranışlarla ilintilerini, IQ ’dan bağımsız olarak duygusal zekâyı değerlendirmiştir. IQ ve ego dayanıklılığı arasında az çok bir ilinti bulunduğunu fakat ikisinin de birbirinden bağımsız yapılar olduğunu bulgulamıştır.

4. Kısım: Kendini Bil 1. Ö zbüinç terimini; kişinin kendi deneyimine içine dönük, kendine dönüşlü bir dikkatle bakmasına atıf yapmaktadır; bazen buna düşüncelilik de denir. 2. Ayrıca bkz: Jon Kabat-Zinn, W herever You Go, There You A re (New York: Hyperion, 1994).

407

3. Gözlemleyen ego: Psikanalistin dikkat durumu ve özbilincinin içgörülü bir kıyası Mark Epstein’ın Thoughts W ithout a Thinker (New York: Basic Books, 1995) adlı eserinde görülmektedir. Epstein’a göre, bu yetenek derinlemesine işlenirse, gözlemcinin sıkılgan halinin yerine, “tüm hayatı kucaklayabilecek, daha esnek ve cesur bir ‘gelişmiş ego’ ” halini koyabilir. 4. William Styron, D arkness Visible: A M em oir o f M adness (New York: Random House, 1990), s.64. 5. John D. M ayer ve Alexander Stevens, “An Emerging Understanding o f the Reflective (Meta) Experience o f Mood, ” yayınlanmamış metin (1993). 6. Mayer ve Stevens, a.g.e. Bu duygusal özbilinç tarzları için kullandığım bazı terimler, onlann sınıflandırmalarından yaptığım uyarlamalardır. 7. Duyguların şiddeti: Bu çalışmanın büyük bir kısmı şu anda Michigan Ü niversitesi’nde bulunan ve D iener’in eski bir yüksek lisans öğrencisi olan Randy Larsen tarafından ya da onunla birlikte gerçekleştirilmiştir. 8. Duygusal bakımdan donuk cerrah Gary; Hillel I. Sw iller’m “Alexithymia: Treatment Utilizing Combined Individual and Group Psychotherapy,” In ternational Jo u rn a l f o r G roup P sychotherapy sayı 38, I (1988), s. 4761’de tarif edilmiştir. 9. D uygusal cahil, M.B. Freedman ve B.S. Sweet tarafından “Some Specific Features o f Group Psychotherapy, ” International Jo u rn a l f o r G roup P sychotherapy sayı 4, (1954) s. 335-68’de kullanılmıştır. 10. Aleksitimyanın klinik özellikleri Graeme J. Taylor’in Amerikan Psikiyatri D em eği’nin W ashington,D C’deki (M ayıs 1986)yıllık toplantısında sunduğu “Alexithymia: History o f the Concept” adlı tebliğde tarif edilmektedir. 11. Aleksitimyanın bu tarifi, Peter Sifneos’un “Affect, Emotional Conflict, and Deficit: An Overview," P sychotherapy-and-P sychosom atics, sayı 56 (1991), s.l l6 -2 2 ’den alınmıştır. 12. Neden ağladığını bilmeyen kadından, H. W ames’in “Alexithymia, Clinical and Therapeutic Aspects,” P sychotherapy-and-P sychosom atics, sayı 46 (1986), s.96-104’te söz edilmiştir. 13. Muhakemede duyguların rolü: Damasio, y.a.g.e. 14. Bilinçaltı korku: Yılan etüdleri Kagan’m G alen's P rophecy başlıklı eserinde tarif edilmiştir.

5. Kısım: Tutkunun Köleleri 1. Olumlu duyguların olumsuz duygulara oranı ve kişinin kendisini iyi hissetmesi hakkmdaki ayrıntılar için bkz. Ed Diener ve Randy J. Larsen’in, “The Experience o f Emotional W ell-Being,” başlıklı yazısı, Michael Lewis and Jeannette Haviland, derl., H a n dbook o f E m otions (New York: Guilford Press, 1993) adlı kitaplarında.

408

2. Diane Tice ile insanların kötü ruh hallerini ne kadar silkip atabildiği üzerine araştırması hakkında 1992 Aralık ayında görüştüm. Öfke hakkmdaki bulgulan eşi Roy Baumeister ile birlikte yazdığı bir bölümde Daniel Wegner ve James Pennebaker, deri., H a n d b o o k o f M ental C ontrol cilt 5, (Englewood Cliffs, NJ: Prentice-Hall, 1993)’de yayınlamıştır. 3. Fatura tahsildarları: Arlie Hochschild, The M a n a g ed H eart (New York: Free Press, 1980) ‘de de betimlenmiştir. 4. Öfkeye karşı özdenetimi öne çıkaran tez, büyük ölçüde Diane Tice ve Roy F. B aum eister’ın “Controlling Anger: S elf Induced Emotion Change,” başlıklı yazısına (Wegner ve Pennebaker, H a n d b o o k o f M ental C ontrol) dayanmaktadır. Ayrıca bkz. Carol Tavris, A nger: The M isunderstood E m otion (New York: Touchstone, 1989). 5. Hiddet konusundaki araştırma, D olf Zillm ann’in “Mental Control o f Angry Aggression,” başlıklı yazısında (Wegner ve Pennebaker, H a n d b o o k o f M en ta l C ontrol) tarif edilmiştir. 6. Yatışmak için yürüyüş: Tavris, A nger: The M isunderstood E m o tio n , s. 135’den alıntı. 7. Redford W illiams’m saldırganlık kontrolü stratejileri detaylı olarak Redford Williams ve Virginia W illiams’in, A n g er K ills (New York: Times Books, 1993)’de anlatılmıştır. 8. Öfkeyi boşaltmak, onu yok etmez: bkz. örneğin, S.K. Mallick ve B.R. M cCandless, “A Study o f Catharsis Aggression,” Jo u rn a l o f P ersonality a n d S o cia l P sychology , sayı 4 (1966). Bu araştırmanın özeti için bkz. Tavris, A nger: The M isunderstood Em otion. 9. Öfkeyle ani çıkış yapmak etkili olduğunda: Tavris, A nger: The M isunderstood E m otion.

10., Tasalanma işi: Lizabeth Roemer ve Thomas Borkovec, “Worry: Unwanted Cognitive Activity That Controls Unwanted Somatic Experience,” başlıklı yazısı, Wegner and Pennebaker, H andbook o f M ental C ontrol’de. 11. Mikrop korkusu: David Riggs ve Edna Foa, “Obsessive-Compulsive Disorder,” başlıklı yazısı, David Barlow, derl., C linical H a n d b o o k o f P sych o lo g ica l D isorders (New York: Guilford Press, 1993)'da. 12. Endişeli hastadan Roem er ve Borkovec “Worry,” s.221’de söz edilmiştir. 13. Kaygı bozukluğu için terapiler: bkz., ömeğin, David H. Barlow, deri., C linical H a n d b o o k o f P sychological D isorders (New York: Guilford Press, 1993). 14. Styron’ın depresyonu: William Styron, D arkness Visible: A M em oir o f M adness (New York: Random House, 1990). 15. Depresifierin kaygılarından Susan Nolen-H oeksm a’nm “Sex Differences in Control o f Depression” başlıklı yazısında, Wegner and Pennebaker, H andbook o f M ental Control, s. 307’de bahsedilmektedir.

409

16. Depresyon için terapi: K.S. Dobson, “A Meta-analysis o f the Efficacy o f Cognitive Therapy for Depression,” J o u rn a l o f C onsulting a n d C linical P sych o lo g y , sayı 57 (1989). 17. D epresif kişilerin düşünce modelleriyle ilgili çalışmadan Richard W enzlaff’m, “The Mental Control o f Depression,” başlıklı yazısında, Wegner and Pennebaker, H andbook o f M ental C ontrol' de bahsedilmiştir. 18. Shelley Taylor vebşk., “Maintaining Positive Illusions in the Face o f Negative Information,” Journal o f Clinical a n d Social P sychology, sayı 8 (1989). 19. Duygularını bastıran üniversite öğrencisi Daniel A. W einberger’in “The Construct Validity o f the Repressive Coping Style,” başlıklı yazısından J.L. Singer, derl., R epression a n d D issociation (Chicago: University o f Chicago Press, 1990)’da alınmıştır. Weinberger duygularını bastıranlar kavramını Gary F. Schwartz ve Richard Davidson ile birlikte ilk çalışmalarında geliştirmiş ve artık bu konudaki başlıca araştırmacı haline gelmiştir.

6. Kısım: Temel Beceri 1. Sınav dehşeti: Daniel Goleman, Vital Lies, Sim ple Truths: The P sychology o f Self-D eception (New York: Simon and Schuster, 1985). 2. İşleyen bellek: Alan Baddeley, W orking M em ory (Oxford: Clarendon Press, 1986). 3. Prefrontal korteks ve işleyen bellek: Patricia Goldman-Rakic, “Cellular and Circuit Basis o f Working M emory in Prefrontal Cortex o f Nonhuman Primates,” Progress in B rain R esearch, sayı 85, yıl 1990; Daniel Weinberger, “A Connectionist Approach to the Prefrontal Cortex,” Jo u rn a l o f N europsychiatry , sayı 5 (1993). 4. Motivasyon ve seçkin perfonnans: Anders Ericsson, “Expert Performance: Its Structure and Acquisition,” A m erican P sychologist (Ağustos 1994). 5. AsyalIların IQ avantajı: Hermstein ve Murray, The B ell Curve. 6. IQ ve Asya kökenli Amerikalıların meslekleri: James Flynn, A sian-A m erican A ch ievem en t B e y o n d IQ (New Jersey : Lawrence Erlbaum, 1991). 7. Dört yaşmdakilerde doyumun ertelenmesi üzerine çalışmadan, Yuichi Shoda, Walter Mischel ve Philip K. Peake’nin “Predicting Adolescent Cognitive and Self-regulatory Competencies From Preschool Delay o f Gratification,” D evelopm ental Psychology, sayı 26, 6 (1990), s.978-86’da söz edilmektedir. 8. Fevri ve kendini kontrol eden çocukların SAT puanlan: SAT bulgulannm analizi Smith C ollege’den psikolog Phil Peake tarafından yapılmıştır. 9. SAT puanlarını tahmin ederken, IQ ile doyumu erteleme (eğilimi)nin kıyası: Walter M ischel’ın doyumu erteleme konulu çalışmasında SAT verilerini analiz etmiş olan Smith C ollege’den Phil Peake ile kişisel yazışma.

410

10. Fevrilik ve suç: Bkz. Jack Block, “On the Relation Between IQ, Impulsivity, and Delinquency,” J o u rn a l o f A bn o rm a l P sychology, sayı 104 (1995)’deki tartışma. 11. Endişeli anne: Timothy A. Brown ve bşk., “Generalized Anxiety Disorder,” başlıklı yazıları, Barlow, derl., C linical H andbook o f P sychological D isorders (New York: Guilford Press, 1993)’da. 12. Hava trafiği kontrolörleri ve kaygı: W.E. Collins ve bşk., “Relationships o f Anxiety Scores to Academy and Field Training Performance o f Air Traffic Control Specialists, ” FAA Office o f Aviation Medicine Reports (Mayıs 1989). 13. Kaygı ve akademik performans: Bettina Seipp, “Anxiety and Academic Performance: A M eta-Analysis,” A nxiety R esearch, sayı 4, 1 (1991). 14. Kaygılar: Richard M etzger ve bşk., “Worry Changes Decision-making: The Effects o f Negative Thoughts on Cognitive Processing,” J o u rn a l o f C linical P sychology (O cak 1990). 15. Ralph Haber ve Richard Alpert, “Test Anxiety,” Jo u rn a l o f A bn o rm a l and S o cia l P sychology, sayı 13 (1958). 16. Kaygılı öğrenciler: Theodore Chapin, “The Relationship o f Trait Anxiety and Academic Performance to Achievement Anxiety,” Jo u rn a l o f College Student D evelopm ent (M ayıs 1989). 17. Olumsuz düşünceler ve test puanları: John Hunsley, “Internal Dialogue During Academic Examinations,” C ognitive Therapy a n d Research (Aralık 1987). 18. Şeker hediye edilen tıp stajyerleri: Alice isen ve bşk., “The Influence o f Positive Affect on Clinical Problem Solving,” M edical D ecision M aking (Temmuz-Eylül 1991). 19. Umut ve kötü not: C.R. Snyder ve bşk., “The Will and the Ways: Development and Validation o f an Individual-Differences Measure of Hope,” J o u rn a l o f P ersonality a n d S ocial P sychology, sayı 60, 4 (1991), s. 579. 20. C.R. Snyder ile yaptığım görüşme, The N e w York Times (24 Aralık 1991). 21. İyimser yüzücüler: Martin Seligman, L e a rn e d O ptim ism (New York:Knopf, 1991). 22. Gerçekçi iyimserlikle saf iyimserliğin kıyası: bkz. örneğin, Carol Whalen ve bşk., “Optimism in Children’s Judgments o f Health and Environmental Risks,” H ealth P sychology, sayı 13 (1994). 23. M artin Seligman ile iyimserlik hakkında yaptığım görüşme, The N ew York Times (3 Şubat 1987). 24. Albert Bandura ile özverimlilik hissi hakkında yaptığım görüşme, The N ew York Times (8 M ayıs 1988). 25. Mihaly Csikszentmihalyi, “Play and Intrinsic Rewards,” J o u rn a l o f H um anistic P sychology, sayı 15, 3 (1975).

411

26. M ihaly Csikszentmihalyi, Flow: The P sychology o f O ptim al E xperience, 1. bas. (New York: Harper and Row, 1990). 27. “Like a waterfall” : N ew sw eek (28 Şubat 1994). 28. Dr. Csikszentmihalyi ile yaptığım görüşme, The N e w York Times (4 Mart 1986). 29. Akış halindeki beyin: Jean Hamilton ve bşk., “Intrinsic Enjoyment and Boredom Coping Scales: Validation W ith Personality, Evoked Potential and Attention Measures,” P ersonality a n d Individual D ifferences, sayı 5, 2 (1984). 30. Kortikal etkinlik ve bitkinlik: Ernest Hartmann, The F unctions o f Sleep (New Haven: Yale University Press, 1973). 31. Dr. Csikszentmihalyi ile yaptığım görüşme, The N e w York Times (M art 22, 1992). 32. Akış çalışması ve matematik öğrencileri: Jeanne N akamura, “Optimal Experience and the Uses ofTalent,” başlıklı yazısı, M ihaly Csikszentmihalyi and Isabella Csikszentmihalyi, O ptim al E xperience: P sychological Studies o f F lo w in C onsciousness (Cambridge University Press, 1988) adlı eserinde.

7. Kısım: Empatinin Kökleri 1. Özbilinç ve empati: bkz. örneğin, John M ayer ve Melissa Kirkpatrick, “Hot Information-Processing Becomes More Accurate With Open Emotional Experience," University o f New Hampshire, yayınlanmamış metin (Ekim 1994); Randy Larsen ve bşk., “Cognitive Operations Associated With Individual Differences in Affect Intensity,” Jo u rn a l o f P erso n a lity a n d S o cia l P sychology 53 (1987). 2. Robert Rosenthal ve bşk., “The PONS Test: M easuring Sensitivity to Nonverbal Cues,” başlıklı yazısı, P. McReynolds, derl., A d va n ces in P sychological A ssessm ent (San Francisco: Jossey-Bass, 1977) adlı eserinde. 3. Stephen Nowicki ve Marshall Duke, “A Measure o f Nonverbal Social Processing Ability in Children Between the Ages o f 6 and 10,” Amerikan Psikoloji Demeği Toplantısı’nda sunulmuş tebliğ (1989). 4. Araştırmacı olarak davranan anneler, Marian Radke-Yarrow ve Carolyn Zahn-Waxler tarafından Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü’nün Gelişimsel Psikoloji Laboratuan’nda eğitilmişlerdir. 5. Empati, gelişimsel kökleri ve nörolojisi hakkında The N e w York Times (28 M art 1989)’da yazmıştım. 6. Çocuklara empatiyi yerleştirmek: Marian Radke-Yarrow ve Carolyn ZahnWaxler, “Roots, Motives and Patterns in Children’s Prosocial Behavior,”

412

başlıklı yazısı, Ervin Staub ve bşk., deri., D evelopment and Maintenance o f Prosocial Behavior (New York: Plenum, 1984) adlı eserinde. 7. Daniel Stem, The Interpersonal World o f the Infant (New York: Basic Books, 1987), s.30. 8. Stem , a.g.e. 9. D epresif bebekler, Jeffrey Pickens ve Tiffany Field’m “Facial Expressivity in Infants o f Depressed M others,” Developm ental Psychology, sayı 29, 6 (1993)’te tarif edilmiştir. 10. Şiddet kullanan tecavüzcülerin çocuklukları üzerinde çalışma Philadelphia’lı bir psikolog olan Robert Prentky tarafından yapılmıştır. 11. Sınırdakişilikbozukluğuhastalanndaem pati:“G iftednessandPsychological Abuse in Borderline Personality Disorder: Their Relevance to Genesis and Treatment,” Journal o f Personality Disorders, sayı 6 (1992). 12. Leslie Brothers, “A Biological Perspective on Empathy,” American Journal o f Psychiatry, sayı 146, 1 (1989). 13. Brothers, “A Biological Perspective,” s. 16. 14. Empatinin fizyolojisi: Robert Levenson ve Anna Ruef, “Empathy: A Physiological Substrate,” Journal o f Personality and Social Psychology, sayı 63, 2 (1992). 15. M artin L. Hoffman, “Empathy, Social Cognition, and Moral Action,” başlıklı yazısı, W. Kurtines ve J. Gerwitz, derl., M oral Behavior and Development: Advances in Theory, Research, a n d Applications (New York: John Wiley and Sons, 1984) adlı eserinde. 16. Empati ve etik arasındaki bağ üzerine çalışmalar, Hoffman, “Empathy, Social Cognition, and Moral Action”da. 17. Seks suçuyla sonuçlanan duygusal döngü üzerine The New York Times'da yazdım (14 Nisan 1992). Kaynak Vermont Eyalet Cezaevleri Dairesi’nde görevli psikolog William Pithers’dır. 18. Psikopatinin doğası daha ayrıntılı bir şekilde 7 Temmuz 1987’de The New York Times 'da yazdığım makalede tarif edilmektedir. Burada yazmış olduklarımın birçoğu psikopatlar üzerine bir uzman olan British Columbia Üniversitesi’nden psikolog Robert H are’in çalışmasından alınmıştır. 19. Leon Bing, Do or Die (New York: Harper Collins, 1991). 20. Eşlerini dövenler: Neil S. Jacobson ve bşk., “Affect, Verbal Content, and Psychophysiology in the Arguments o f Couples With a Violent Husband,” Journal o f Clinical and Consulting Psychology (Temmuz 1994). 21. Psikopatların korkusu yoktur -etk i, suç işlemiş psikopatlar şok verilmek üzereyken görülmektedir: Bu etkinin en yakın tarihli yankılarından birini, Christopher Patrick ve bşk., “Emotion in the Criminal Psychopath: Fear Image Processing,” Journal o f Abnorm al Psychology, sayı 103 (1994) başlıklı yazısında bulabilirsiniz.

413

8. Kısım: Sosyal Sanatlar 1. Jay ve Len arasındaki alışveriş, Judy Dunn ve Jane Brown ’un “Relationships, Talk About Feelings, and the Development o f Affect Regulation in Early Childhood,” başlıklı yazısında Judy Garber and Kenneth A. Dodge, derl., The D evelopm ent o f E m otion R egulation a n d D ysregulation (Cambridge: Cambridge University Press, 1991) anlatılmıştır. Dramatik süslemeler bana aittir. 2. Sergileme kuralları, Paul Ekman ve Wallace Friesen’m, U nm asking the F ace (Englewood Cliffs, NJ: Prentice Hall, 1975) adlı eserindendir. 3. Sıcak çatışmada rahipler: olay David Busch tarafından “Culture Cul-de-Sac,” A rizo n a S tate U niversity R esearch (Bahar/Yaz 1994)’de anlatılmıştır. 4. Ruh hali aktarımı Ü2erine çalışmadan Ellen Sullins tarafından P ersonality a n d S o cia l P sychology B u lle tin 'm 1991 Nisan sayısında bahsedilmiştir. 5. Ruh hali aktarımı ve eşzamanlılık çalışmaları Oregon State Üniversitesi’nden psikolog Frank B em ieri’ye aittir; çalışması hakında The N e w York Tım es’da yazmıştım. Araştırmasının büyük bir kısmından Bemieri ve Robert Rosenthal, “Interpersonal Coordination, Behavior Matching, and Interpersonal Synchrony,” başlıklı yazılarında, Robert Feldman ve Bernard Rime, derl., F undam entals o f N o n verb a l B ehavior (Cambridge: Cambridge University Press, 1991)’de söz edilmektedir. 6. Peşine takma kuramı Bemieri ve R osenthal’m, F undam entals o f N onverbal B eh a vio r adlı eserinde ortaya atılmıştır. 7. Thomas Hatch, “Social Intelligence in Young Children,” Amerikan Psikoloji D em eği’nin yıllık toplantısında sunulan tebliğ (1990). 8. Sosyal bukalemunlar: Mark Snyder, “Impression Management: The S elf in Social Interaction,” başlıklı yazısı, L.S. Wrightsman ve K. Deaux, Social P sychology in the ‘80s (Monterey, CA: Brooks/Cole, 1981) adlı eserde. 9. E. Lakin Phillips, The Social Skills B asis o f P sychopathology (New York: Grune and Stratton, 1978), s. 140. 10. Sözsüz Öğrenme bozuklukları: StephenN ow icki ve M arshall Duke, H elping the C h ild Who D oesn't F it In (Atlanta: Peachtree Publishers, 1992). Aynca bkz. Byron Rourke, N onverbal L earning D isabilities (New York: Guilford Press, 1989). 11. Nowicki ve Duke, a.g.e. 12. Bu küçük olay ve bir gruba girme davranışı üzerine araştırmaların gözden geçirilmesi, Martha Putallaz ve Aviva W assennan, “C hildren’s Entry Behavior,” başlıklı yazısında Steven Asher and John Coie, derl., P ee r R ejection in C hildhood (New York: Cambridge University Press, 1990) adlı eserden alınmıştır. 13. Putallaz ve Wasserman, “Children’s Entry Behavior.”

414

14. Hatch, “Social Intelligence in Young Children.” 15. Terry D obson’ın sarhoş Japon ve yaşlı adam hakkındaki öyküsü D obson’m izniyle kullanılmıştır. Ayrıca Ram Dass ve Paul G onnan'ın, H ow Cart I H elp? (New York: Alfred A. Knopf, 1985), s. 167-171 ’de de anlatılmıştır.

Ü Ç Ü N C Ü BÖLÜM : D U YGU SA L ZEKÂ 9. Kısım: Yakın Düşmanlar 1. Boşanma oranını hesaplamanın pek çok yolu vardır ve sonucu kullanılan istatistiki yollar belirler. Bazı yöntem ler boşanma oranının yüzde elli civarında tepe noktasına ulaştığını ve sonrasında biraz düştüğünü göstermektedir. Boşanmalar bir yıl içindeki toplam sayıya bakarak hesaplandığında oranın 1980’lerde doruğa ulaştığı görülmektedir. Ancak benim burada söz ettiğim istatistikler bir yıl içindeki boşanma sayısına göre değil, belli bir yılda gerçekleşen evliliklerin boşanmayla sonuçlanma ihtimaline bakarak hesaplanmıştır. Bu istatistik son yüzyıl boyunca boşanma oranının tırmanışta olduğunu gösteriyor. Daha fazla ayrıntı için: John Gottman, W hat P redicts D ivorce: The R elationship B etw een M arital P rocesses a n d M arital O utcom es (Hillsdale, NJ: Lawrence Erlbaum Associates, Inc., 1993). 2. Erkekler ve kızların ayrı dünyaları: Eleanor Maccoby ve C.N. Jacklin, “G ender Segregation in Childhood,” H. Reese, derl., A dvances in C hild D evelopm ent a n d B eh a vio r (New York: Academic Press, 1987). 3. Aynı cinsiyetten oyun arkadaşları: John Gottman, “Same and Cross Sex Friendship in Young Children,” başlıklı yazısı, J. Gottman and J. Parker, derl., C onversation o f F riends (New York: Cambridge University Press, 1986) adlı eserde. 4. Duyguların paylaşılmasında cinsiyet farklılıklarının bu ve bunu takip eden özeti Leslie R. Brody ve Judith A. H all’un “Gender and Emotion”, başlıklı yazılarındaki Michael Lewis ve Jeannette Haviland, derl., H andbook o f E m otions (New York: Guilford Press, 1993) mükemmel incelemesine dayanmaktadır. 5. Brody ve Hall, “Gender and Emotion” , s.456. 6. Kızlar ve saldırı sanatları: Robert B. Cairns and Beverley D. Caims, L ifeliness a n d R isks (New York: Cambridge University, 1994). 7. Brody and Hall, “Gender and Emotion,” s.454. 8. Duyguda cinsiyet farklılıkları hakkındaki bulgular Brody ve H all’un “Gender and Emotion” da İncelenmektedir. 9. Kadınlar için iyi iletişimin öneminden M ark H. Davis ve H. Alan Oathout’un

415

“Maintenance o f Satisfaction in Romantic Relationships: Empathy ami Relational Competence,” Jo u rn a l o f P ersonality a n d S o cia l P sychology, sayı 53, 2 (1987), s.397-410’da söz edilmektedir. Karı koca şikâyetleri hakkındaki çalışma: Robert J. Sternberg, “Triangulating Love” başlıklı yazısı, Robert Sternberg and Michael Barnes, derl., The P sychology o f L ove (New Haven: Yale University Press, 1988) adlı eserde. Üzgün yüzleri okumak: Araştırma Pennsylvania üniversitesi Tıp Okulundan Dr. Ruben C. Gur tarafından yapılmıştır. Fred ve Ingrid arasındaki diyalog G ottm an’m What P redicts D ivorce, s.84’den alınmıştır. Washington Üniversitesi’nden John Gottman ve meslektaşları tarafından yapılmış olan evlilik araştırması, şu iki kitapta daha ayrıntılı tarif edilmektedir: John Gottman, W hy M arriages S u c ce ed o r F a il (New York: Simon and Schuster, 1994), ve W hat P redicts D ivorce. Araya duvar örmek: Gottman, W hat P redicts Divorce. Zehirleyici düşünceler: Aaron Beck, Love Is N ever Enough (New York: Harper and Row, 1988), s. 145-46. Sıkıntı yaşanan evliliklerdeki düşünceler: Gottman, W hat P redicts

10.

11. 12. 13.

14. 15. 16.

Divorce.

17. Şiddet kullanan kocaların çarpıtılmış düşünme şekilleri Amy HoltzworthMunroe ve Glenn Hutchinson’ın, “Attributing Negative Intent to Wife Behavior: The Attributions o f Maritally Violent Versus Nonviolent M en” başlıklı yazılarında, Jo u rn a l o f A b n o rm a l P sychology, sayı 102, 2 (1993), s .2 0 6 -ll’de tarif edilmiştir. Cinsel olarak saldırgan erkeklerin şüpheciliği: Neil Malamuth ve Lisa Brown, “Sexually Aggressive M en’s Perceptions o f Women’s Communications,” J o u rn a l o f P ersonality a n d S o cia l P sychology 67 (1994). 18. Eşlerini döven kocalar: Şiddete başvuran üç çeşit koca söz konusudur: bunu nadiren yapanlar, öfkelendirildiklerinde fevrî bir şekilde yapanlar ve soğukkanlılıkla, hesaplı bir şekilde yapanlar. Bkz. Neil Jacobson ve bşk., C linical H a n d b o o k o f M arital Therapy (New York: Guilford Press, 1994). 19. Dolup taşma: Gottman, What P redicts D ivorce. 20. Kocalar çekişmeleri sevmez: Robert Levenson ve bşk., “The Influence o f Age and Gender on Affect, Physiology, and Their Interrelations: A Study o f Long-term M arriages,” Jo u rn a l o f P ersonality a n d Social P sychology, sayı 67(1994). 21. Kocaların dolup taşması: Gottman, What Predicts Divorce. 22. Erkekler araya duvar örer, kadınlar eleştirir: Gottman, W hat P redicts Divorce.

23. “Wife Charged with Shooting Husband Over Football ön TV,” The N e w York Times (3 Kasim 1993).

416

24. Verimli evlilik kavgaları: Gottman, W hat P redicts Divorce. 25. Çiftlerde onarım becerisinin eksikliği: Gottman, W hat P redicts Divorce. 26. “İyi kavgalar”a götüren dört adım Gottm an’m Why M arriages S u c ce ed or F a il'den alınmıştır. 27. Nabzı takip etmek: Gottman, a.g.e. 28. Otomatik düşünceleri yakalamak: Beck, L ove Is N ever E nough. 29. Aynen yansıtma: Harville Hendrix, G etting the L ove You Want (New York: H enty Holt, 1988). 10.

Kısım: Kalbiyle Yönetmek

1. Yanındakileri sindiren pilotun düşüşü: Carl Lavin, “When Moods Affect Safety: Communications in a Cockpit Mean a Lot a Few Miles U p,” The N e w York Times (26 Haziran 1994). 2. 250 üst düzey yöneticiyle yapılmış araştırma: Michael Maccoby, “The Corporate Climber Has to Find His Heart,” F ortune (Aralık 1976). 3. Zuboff: sohbet sırasında, Haziran 1994. Bilgi teknolojilerinin etkisi hakkında, kendisinin In the A g e o f the Sm art M achine (New York: Basic Books, 1991) adlı kitabına bakınız. 4. Müstehzi başkan yardımcısının hikâyesi bana UÇLA İş İdaresi Yüksek O kulu’ndan psikolog Hendrie Weisinger tarafından anlatıldı. Kitabı, The C ritical E dge: H ow to C riticize Up a n d D ow n the O rganization a n d M ake It P a y O f f ( Boston: Little, Brown, 1989). 5. Yöneticilerin parladıkları zamanların araştırması The N ew York Times için

bir görüşme yaptığım (11 Eylül 1990) Rensselaer Polytechnic Institute’dan psikolog Robert Baron tarafından yapılmıştır. 6. Bir çatışma nedeni olarak eleştiri: Robert Baron, “Countering the Effects o f Destructive Criticism: The Relative Efficacy o f Four Interventions,” J o u rn a l o f A p p lie d P sychology, sayı 75, 3 (1990). 7. Belirli ve belirsiz eleştiri: Harry Levinson, “Feedback to Subordinates” A ddendum to the L evinson Letter, Levinson Institute, Waltham, MA (1992). 8. İş gücünün değişen yüzü: M anhattan’daki Towers Perrin yönetici danışmanlarının ulusal çapta 645 şirket üzerindeki araştırmasından The N ew York T im es' da söz edilmiştir (26 Ağustos 1990). 9. Nefretin kökleri: Vamık Volkan, The N e e d to H ave E nem ies a n d A llies (Northvale, NJ: Jason Aronson, 1988). 10. Thomas Pettigrew: Pettigrew ile yaptığım görüşme, The N e w York Times (12 M ayıs 1987). 11. Kalıplar ve üstü örtülü önyargı: Samuel Gaertner ve John Davidio, P rejudice, D iscrim ination, a n d R acism (New York: Academic Press, 1987).

417

12. Üstü örtülü önyargı: Gaertner ve Davidio, P rejudice, D iscrim ination, a n d R acism .

13. Reiman: Howard K ohn’nun “Service With a Sneer,” The N e w York Times Sunday M agazine (11 Kasım 1994)’ten alıntı yapılmıştır. 14. IBM: “Responding to a Diverse Work Force,” The N ew York Times (26 Ağustos 1990). 15. Açıkça konuşabilmenin gücü: Fletcher Blanchard, “Reducing the Expression o f Racial Prejudice,” P sychological S cience (cilt 2, 1991). 16. Kalıpların çöküşü: Gaertner ve Davidio, Prejudice, D iscrim ination, a n d Racism .

17. Takımlar: Peter Drucker, “The Age o f Social Transformation,” The A tlantic M onthly (Kasim, 1994). 18. Grup zekâsı kavramı Wendy Williams ve Robert Sternberg tarafından “Group Intelligence: Why Some Groups Are Better Than Others,” Intelligence (1988)’de öne sürülmüştür. 19. Bell Laboratuarlan’ndaki yıldızlar üzerinde yapılmış olan çalışma Robert Kelley ve Janet Caplan’ın “How Bell Labs Creates Star Performers,” H arvard B usiness R eview (Temmuz-Ağustos 1993)’te belirtilmiştir. 20. Gayri resmi ağların faydasından David Krackhardt ve Jeffrey R. H anson’m “Informal Networks: The Company Behind the Chart,” H a rva rd B usiness R eview (Temmuz-Ağustos 1993), s. 104’te söz edilmiştir.

1 1 . Kısım: Zihin ve Tıp 1. Bedenin beyni olarak bağışıklık sistemi: Francisco Varela, Üçüncü Zihin ve Hayat Toplantısı, Dharamsala, Hindistan (Aralık, 1990). 2. Beyin ve bağışıklık sistemi arasındaki kimyasal haberciler: bkz. Robert Ader ve bşk., P sychoneuroim m unology, ikinci basım (San Diego: Academic Press, 1990). 3. Sinirler ve bağışıklık hücreleri arasındaki temas: David Felten ve bşk., “Noradrenergic Sympathetic Innervation o f Lymphoid Tissue,” Jo u rn a l o f Im m unology 135 (1985). 4. Hormonlar ve bağışıklık işlevi: B. S. Rabin ve bşk., “Bidirectional Interaction Between the Central Nervous System and the Immune System,” C ritical R eview s in Im m unology, sayı 9 (4), (1989), s.279-312. 5. Beyin ve bağışıklık sistemi arasındaki bağlantılar: bkz., örneğin Steven B. M aier ve bşk., “Psychoneuroimmunology,” A m erican P sychologist (Aralık 1994). 6. Zehirleyici duygular: Howard Friedman ve S. Boothby-Kewley, “The Disease-Prone Personality: A M eta-Analytic View,” A m erican P sychologist 42 (1987). Araştırmaların bu geniş analizi için kullanılan “meta-analiz”

418

yöntemi, daha küçük birçok çalışmanın sonuçlarını istatistiksel olarak çok büyük bir tek çalışma içinde birleştirmiştir. Bu da, incelenen toplam kişi sayısının çok daha büyük olmasından dolayı, tek tek çalışmaların içinde görünmesi zor olan etkilerin daha kolaylıkla tespit edilebilmesini sağlamıştır. 7. Şüpheciler, yüksek hastalık oranlarıyla ilintili olan duygusal resmin, kaygılı, depresif ve öfkeli bir duygusal enkaz halindeki gerçek nevrotiğin profili olduğunu ve nevrotiklerin daha yüksek oranda hastalık belirtmelerinin de, tıbbi bir gerçekten çok, sağlık sorunları hakkında abartılı bir şekilde sızlanmaya, yakınmaya daha yatkın olmalarından kaynaklandığını öne sürüyorlar. Ancak Friedman ve diğerleri, duyguyla hastalık arasındaki bağ hakkındaki delillerin, ağırlıklı olarak; hastalık düzeyini hasta şikâyetlerinin değil, hastalığın gözlemlenebilen işaretlerin ve tıbbi testleri değerlendiren doktorların -d ah a nesnel bir temele dayanarak- saptadığını öne sürmektedir. Doğal olarak, artan sıkıntılar, tıbbi durumun hem nedenleri, hem de sonucu olabilir; bundan dolayı en inandırıcı veriler duygusal durumların hastalık başlangıcından önce değerlendirildiği, ileriye yönelik çalışmalardan elde ediliyor. 8. Gail Ironson ve bşk., “Effects o f Anger on Left Ventricular Ejection Fraction in Coronary Artery Disease,” The American Journal o f Cardiology, sayı 70, 1992. Pompalama etkinliğine bazen “fışkırtma kesiri” de denir: Bu kalbin sol karıncığından damarlara kan pompalama kapasitesini ölçer; kalbin her atışıyla karıncıklardan dışarıya pompalanan kanın yüzde cinsinden miktarıyla hesaplanır. Kalp hastalığında pompalama veriminin düşmesinin anlamı kalp kasının zayıflamasıdır. 9. Düşmanca tavırlar ve kalp hastalığından ölümler üzerine yapılmış bir düzine kadar çalışmadan, bu iki olgu arasında bir bağlantı bulmayı başaramamıştır. Ancak bu başarısızlık kötü bir düşmanlık ölçeği kullanmak gibi, yöntem farklılıklarından ve de etkinin oldukça belirsiz olmasından kaynaklanıyor olabilir. Örneğin, düşmanca tavırların etkisinden dolayı en fazla sayıda ölümün orta yaşta olduğu görülüyor. Bir çalışma bu dönemde ölen kişilerin ölüm nedenlerini bulmayı başaramıyorsa, etkiyi de gözden kaçırıyor demektir. 10. Düşmanlık ve kalp hastalığı: Redford Williams, The Trusting Heart (New York: Times Books/Random House, 1989). 11. Peter Kaufman: Dr. Kaufman ile yaptığım görüşme, The New York Times (1 Eylül 1992). 12. Stanford (Üniv.) öfke araştırması ve ikinci kalp krizleri: Cari Thoresoıı’un Uluslararası Davranışsal Tıp Kongresi’ndeki tebliği, Uppsala, İsveç (Temmuz 1990). 13. Lynda H. Powell, “Emotional Arousal as a Predictor of Long-Term Mortality

419

14. 15.

16.

17. 18. 19.

20.

21.

22.

23.

and Morbidity in Post M.I. M en,” C irculation, cilt 82, no.4, Ek III, Ekini 1990. Murray A. Mittleman, “Triggering o f Myocardial Infarction Onset by Episodes o f Anger,” C irculation, cilt 89, no.2 (1994). Öfkeyi bastırmak kan basıncını artırır: Robert Levenson, “Can We Control Our Emotions, and How Does Such Control Change an Emotional Episode? Richard Davidson ve Paul Ekm an’m derl., F undam ental Q uestions A bout E m otions (New York: Oxford University Press, 1995). Öfkeli kişisel tarz: Redford W illiams’in öfke ve kalp hakkmdaki araştırması üzerine The N e w York Times G o o d H ealth M agazine (16 Nisan 1989)’e bir yazı yazmıştım. İkinci kalp krizlerinde yüzde 4 4 ’lük azalma: Thomson, a.g.e. Dr. W illiams’m öfke kontrolü programı: Williams, The Trusting H eart. Endişeli kadın: Timothy Brown ve bşk., “Generalized Anxiety Disorder,” başlıklı yazısı David H. Barlow, deri., C linical H a ndbook o f P sychological D isorders (New York: Guilford Press, 1993) adlı eserde. Stres ve metastaz: Bruce McEwen ve Eliot Stellar, “Stress and the Individual: M echanisms Leading to Disease,” A rchives o f In tern a l M edicine 153 (Eylül 27, 1993). Betimledikleri çalışma: M. Robertson ve J. Ritz, “Biology and Clinical Relevance o f Human Natural Killer Cells,” B lood, sayı 76 (1990). Biyolojik eğilimlerin yanı sıra, stres altındaki insanların hastalanmaya açık olmalarının pek çok nedeni olabilir. Bunlardan biri, insanların kaygılarını yatıştırmaya çalışırken başvurduğu -öm eğin, sigara içme, içki içme, yağlı yiyecekleri fazlaca yemek g ib i- zaten sağlıksız olan yollardır. Bir diğeriyse, sürekli endişe ve kaygının insanların uykusuz kalmasına veya ilaçlarını almayı unutmasına yol açarak, zaten mustarip oldukları bir hastalığı uzatması olabilir. Büyük olasılıkla, bunların hepsi stres ve hastalık arasındaki bağı oluşturmakta el ele çalışmaktadır. Stres; bağışıklık sistemini zayıflatır: Ömeğin sınav stresiyle karşı karşıya olan tıp öğrencileriyle yapılmış olan bir çalışmada öğrenciler sadece herpes virüsüne karşı düşük bir bağışıklık kontrolü sergilemekle kalmamış, aynı zamanda beyaz kan hücrelerinin hastalık bulaşmış hücreleri öldürme yetisinde bir düşüş, ve ayrıca bağışıklık tepkisinin merkezindeki beyaz kan hücrelerinin (limfositlerin) bağışıklık yetilerini azaltmakta rol oynayan bir kimyasalın seviyesinde artış göstermişlerdir. Bkz. Ronald Glaser ve Janice Kiecolt-Glaser, “Stress-Associated Depression in Cellular Immunity,” Brain, Behavior, a n d Im m unity, sayı 1 (1987). Stres yüzünden bağışıklık savunmalarının zayıfladığını gösteren bu tür araştırmaların çoğunda, bu düzeylerin tıbbi anlamda riske yol açacak kadar düşük olduğu açık değildir. Stres ve soğuk algınlığı: Sheldon Cohen ve bşk., “Psychological Stress and

420

Susceptibility to the Common Cold,” N ew E n g la n d Jo u rn a l o f M edicine 325 (1991). 24. Gündelik sorunlar ve enfeksiyon: Arthur Stone ve bşk., “Secretory IgA as a Measure of Immunocompetence," J o u rn a l o f H um an Stress, sayı 13 (1987). Bir diğer çalışmada da 246 karı-koca ve çocukları grip mevsimi boyunca aile hayatlarındaki streslerin günlük kaydını tutmuşlardır. Aile içinde en çok kriz yaşayanların; hem ateşlendikleri gün sayısı, hem de grip antikoru düzeylerinin ölçülmesiyle saptanan grip oranlarının en yüksek düzeyde olduğu görülmüştür. Bkz. R.D. Clover ve bşk., “Family Functioning and Stress as Predictors o f Influenza B Infection,” Jo u rn a l o f F am ily P ractice, sayı 28 (Mayıs 1989). 25. Herpes virüsünün etkinleşmesi ve stres: Ronald Glaser ve Janice KiecoltGlaser tarafından yapılan bir dizi çalışma, ömeğin “Psychological Influences on Immunity,” A m erican Psychologist, sayı 43 (1988). Stres ve herpes etkinliği arasındaki ilişki çok güçlüdür, gerçek herpes yaralarının açılmaya başlaması ölçü alınarak, sadece on hasta üzerinde yapılmış bir incelemede; daha fazla kaygı, güçlükler ve stres bildiren hastaların, izleyen haftalarda herpes yaralarının açılma ihtimalinin arttığı görülmüştür. Aynı hastalann hayatlanndaki sakin dönemler ise, herpesin de atıl kalmasına yol açmaktadır. Bkz. H.E. Schmidt ve bşk., “Stress as a Precipitating Factor in Subjects With Recurrent Herpes Labialis,” J ournal o f F am ily P ractice, sayı 20 ( 1985). 26. Kadınlarda kaygı ve kalp hastalığı: Cari Thoreson’ınUluslararası Davranışsal Tıp K ongresi’ndeki tebliği, Uppsala, İsveç (Temmuz 1990). Kaygı bazı erkeklerin de kalp hastalığına daha fazla yatkın olmalarında bir rol oynuyor olabilir. Alabama Üniversitesi tıp okulundaki bir araştınnada, 45 ile 77 yaş arasındaki kadın ve erkeklerin duygusal profilleri değerlendirilmiştir. Orta yaşta endişe ve kaygıya en yatkın olan erkekler, yirmi yıl sonra izlendiklerinde, hiper tansiyonlu çıkma olasılıkları diğerlerinden çok daha yüksekti. Bkz. Abraham M arkowitz ve bşk., Jo u rn a l o f the A m erican M edical A ssociation (14 Kasım 1993). 27. Stres ve kolorektal kanseri: Joseph C. Courtney ve bşk., “Stressful Life Events and the Risk o f Colorectal Cancer,” E pidem iology (Eylül 1993), sayı 4 (5). 28. Strese dayalı belirtilere karşı koymak için gevşeme: Bkz. ömeğin Daniel Goleman ve Joel Gurin, M in d B ody M edicine (New York: Consumer Reports Books/St. M artin’s Press, 1993). 29. Depresyon ve hastalık: Bkz. ömeğin Seymour Reichlin, “NeuroendocrineImmune Interactions,” N ew E n g la n d J o u rn a l o f M edicine (21 Ekim 1993). 30. Kemik iliği nakli: James Strain’in “Cost Offset From a Psychiatric Consultation-Liaison Intervention With Elderly Hip Fracture Patients,” A m erican Jo u rn a l o f P sychiatry, sayı 148 (1991).

421

31. Howard Burton ve bşk., “The Relationship of Depression to Survival in Chronic Renal Failure," P sychosom atic M edicine (Mart 1986). 32. Umutsuzluk ve kalp hastalığından ölüm: Robert Anda ve bşk., “Depressed Affect, Hopelessness, and the Risk o f Ischemic Heart Disease in a Cohort o f U.S. Adults,” E pidem iology (Temmuz 1993). 33. Depresyon ve kalp krizi: Nancy Frasure-Smith ve bşk., “Depression Following Myocardial Infarction,” Jo u rn a l o f the A m erican M edical A ssociation (20 Ekim 1993). 34. Birden fazla hastalık durumlarında depresyon: Bu çalışmayı yapan, Washington Üniversitesi’nden Dr. Michael von K orff’a göre, günlük yaşantılarında bile korkunç zorluklarla yüz yüze olan bu tür hastaların, “depresyonunu tedavi ederseniz tıbbi durumlarında meydana gelen değişikliğin üzerinde ve ötesinde iyileşmeler görürsünüz. Depresyonda olan kişiye, arazları daha da kötü görünür. Kronik bir fiziksel hastalığa yakalanmış olmak, yaşama uyum sağlamak bakımından, büyük bir engeldir. Depresifler kendilerine bakmayı o kadar iyi öğrenemez. Fiziksel bir özürü olsa da, şevki, enerjisi ve öz değer hissi yerinde olan biri -bunlar depresyon söz konusu olduğunda riske g irer- en ciddi engeller karşısında bile inanılmaz bir uyarlanma yeteneği göstermektedir.” 35. İyimserlik ve baypas ameliyatı: Chris Peterson ve bşk., L ea rn ed H elplessness: A Theory f o r the A g e o f P erso n a l C ontrol (New York: Oxford University Press, 1993). 36. Omurilik yaralanması ve umut: Timothy Elliott ve bşk., “Negotiating Reality After Physical Loss: Hope, Depression, and Disability,” Jo u rn a l o f P ersonality a n d Social P sychology, sayı 61, 4 (1991). 37. Sosyal tecritin tıbbi riski: James House ve bşk., “Social Relationships and Health,” Science (29 Temmuz 1988). Ayrıca şu karma bulguya da bkz: Carol Smith ve bşk., “Meta-Analysis o f the Associations Between Social Support and Health Outcomes,” Jo u rn a l o f B ehavioral M edicine (1994). 38. Tecrit hali ve ölüm riski: Diğer araştırmalar biyolojik bir mekanizmanın işlemekte olduğunu işaret ediyor. H ouse’un, “Social Relationships and Health”de sözü edilen bulgular, yoğun bakım ünitesindeki kişiler için, diğer bir insanın sadece varlığının bile kaygısını azaltıp fizyolojik sıkıntısını hafifletmeye yettiğini göstermiştir. Diğer bir insanın varlığının rahatlatıcı etkisi, sadece nabzı ve tansiyonu düşürmekle kalmayıp ana damarları tıkayan yağ asitlerinin salgılanmasını da azaltmaktadır. Sosyal temasın iyileştirici etkisini açıklamak üzere ortaya atılan bir kuram, beyindeki bir mekanizmaya işaret etmektedir. Bu kurama göre, hayvanların incelenmesinden elde edilen bulgular; limbik sistemin amigdalayla bol bağlantısı bulunan arka hipotalam ik bölge üzerinde yatıştırıcı etkiler olmaktadır. Bu görüşe göre, diğer kişinin rahatlatıcı varlığı, limbik etkinliği engelleyerek, asetilkolin,

422

kortisol ve katekolamin gibi, hızlı solumayı, nabız artışını ve stresin diğer fizyolojik arazlarını başlatan nörokimyasalların salgılanma oranlarını düşürmektedir. 39. Strain, “Cost Offset." 40. Kalp krizini atlatma ve duygusal destek: Lisa Berkman ve bşk., “Emotional Support and Survival After Myocardial Infarction, A Prospective Population Based Study o f the Elderly,” A nnals o f Internal M edicine (15 Aralık 1992). 41. İsveç’teki çalışma: Annika Rosengren ve bşk., “Stressful Life Events, Social Support, and M ortality in Men Bom in 1933,” B ritish M edical Journal (19 Ekim 1993). 42. Evlilik tartışmaları ve bağışıklık sistemi: Janice Kiecolt-Glaser ve bşk., “Marital Quality, Marital Disruption, and Immune Function,” Psychosom atic M edicine, sayı 49 (1987). 43. John Cacioppo ile yaptığım söyleşi, The N e w York Times (15 Aralık 1992). 44. Sıkıntı veren düşünceler hakkında konuşmak: James Pennebaker, “Putting Stress Into Words: Health, Linguistic and Therapeutic Implications,” Washington D C ’deki Amerikan Psikoloji D em eği’nin toplantısında sunulan tebliğ (1992). 45. Psikoterapi ve tıbbi iyileşmeler: Lester Luborsky ve bşk., “Is Psychotherapy Good for Your H ealth?” Washington D C ’deki Amerikan Psikoloji Demeği toplantısında sunulan tebliğ (1993). 46. Kanser destek grupları: David Spiegel ve bşk., “Effect o f Psychosocial Treatment on Survival o f Patients with Metastatic Breast Cancer,” Lancet N o. 8668, ii (1989). 47. Hastaların somları: Bu bulgudan, Emory Ü niversitesi’nden psikiyatr Dr. Steven Cohen-Cole ile yaptığım görüşmede söz edilmiştir, The N ew York Times (13 Kasım 1991). 48. Tam bilgi: Örneğin San Francisco’daki Pacific Presbyterian Hastanesi’ndeki P lanetree programı, herhangi bir sağlık konusunda, isteyen herkes için, mevcut tıbbi veya başka araştırmaları tarayarak, bilgi vermektedir. 49. Hastaları etkin hale getirme: New York üniversitesi Tıp Okulundan Dr. Mack Lipkin, Jr. tarafından bir program geliştirilmiştir. 50. Ameliyata duygusal hazırlık: Bu konuda The N ew York Times (10 Aralık 1987)’de yazdım. 51. Hastanede aile bakımı: Yine P lanetree bu konuda bir örnektir. Çocukları hastanede olan aileler için hastanelerin yakınında kalma imkânı sağlayan Ronald M cDonald evleri de bir başka örnektir. 52. Düşüncelilik ve tıp: Bakınız Jon Kabat-Zinn, F u ll C atastrophe L iving (New York: Delacorte, 1991). 53. Kalp hastalığını geriletme programı: Bkz. Dean Omish, Dr. D ean O rnish's P rogram f o r R eversin g H ea rt D isease (New York: Ballantine, 1991 )•

423

54. İlişki merkezli tıp: Health Professions Education and RelationshipCentered Care. Pew-Fetzer Psikososyal Sağlık Eğitimini Geliştirme Özel Gücü, Pew Sağlık Meslekleri Komisyonu ve San Francisco’daki California Üniversitesi, Sağlık Uzmanlıkları M erkezi’ndeki Fetzer Enstitüsii’nün raporu. (Ağustos 1994). 55. Hastaneden erken ayrılmak: Strain, “Cost Offset.” 56. Kalp hastalarında depresyonu tedavi etmemenin ahlaka aykırılığı: Redford Williams ve Margaret Chesney, “Psychosocial Factors and Prognosis in Established Coronary Heart Disease,” Journal o f the American M edical Association (20 Ekim 1993). 57. Bir cerraha açık mektup: A. Stanley Kramer, “A Prescription for Healing,” N ewsweek (7 Haziran 1993).

D Ö RD Ü N CÜ BÖLÜM : FIRSATLARA AÇILA N PENCERELER 12 . Kısım: Ailenin Potasında 1. Leslie ve video oyunu: Beverly Wilson ve John Gottman, “Marital Conflict and Parenting: The Role o f Negativity in Families,” in M.H. Bomstein, derl., Handbook o f Parenting, cilt 4 (Hillsdale, NJ: Lawrence Erlbaum, (1994). 2. Ailedeki duygular hakkmdaki araştırma John Gottm an’m 9. K ısım ’da üzerinden geçilmiş olan, evlilik araştırmalarının bir devamıdır. Bkz. Carole Hooven, Lynn Katz ve John Gottman, “The Family as a Meta-emotion Culture,” Cognition and Emotion (İlkbahar 1994). 3. Duygusal beceri sahibi ebeveyni olan çocukların avantajları: Hooven, Katz, ve Gottman, “The Family as a Meta-emotion Culture.” 4. İyimser bebekler: T. Berry Brazelton, Heart Start’m önsözü: The Emotional Foundations o f School Readiness (Arlington, VA: Klinik Bebek Programları Ulusal Merkezi, 1992). 5. Gelecekteki okul başarısının duygusal göstergeleri: Heart Start. 6. Okula hazır olmanın öğeleri: H eart Start, s.7. 7. Bebekler ve anneler: Heart Start, s.9. 8. İhmal yüzünden oluşan zarar: M. Erickson ve bşk., “The Relationship Between Quality of Attachment and Behavior Problems in Preschool in a High-Risk Sample,” başlıklı yazısı, I. Betherton ve E. Waters, derl., Monographs o f the Society o f Research in Child Development 50, seri no. 209’da. 9. İlk dört yıl boyunca süren dersler: H eart Start, s. 13. 10. Öfkeli çocukların takibi: L.R. Huesman, Leonard Eron, ve Patty W amickle-

424

Yarmel, “Intellectual Function and Aggression,” The Journal o f P ersonality a n d S o c ia l P sychology (O cak, 1987). Benzeri bulgular Alexander Thomas ve Stella Chess tarafından C hild D evelopm ent ’m Eylül 1988 sayısında belirtilmiştir. Onların çalışmasında 75 çocuk, 7 ila 12 yaş arasında bulundukları 1956’danberi düzenli aralıklarla değerlendirilmişti. Alexander Thomas ve bşk., “Longitudinal Study o f Negative Emotional States and Adjustments From Early Childhood Through Adolescence,” C hild D evelopm ent, sayı 59 (1988). On yıl sonra, ailelerinin ve öğretmenlerinin ilkokul yıllarında eh fazla öfkeli olarak nitelendirdikleri çocukların, ergenlik çağının sonlarına doğru en yoğun duygusal çalkantı yaşayanlar olduğu görülmüştür. Bunlar (erkeklerin sayısı kızların iki katı kadardır) sadece sürekli kavga çıkartan çocuklar değil, diğer çocukları aşağılayan veya onlara karşı bariz bir saldırganlıkla davranan ve hatta bu tavrı aileleri ve öğretmenlerine de gösterenlerdir. Saldırganlıkları zamanla değişmemiş; ergenlikte de sınıf arkadaşlarıyla, aileleriyle geçinmekte zorluk yaşamış ve okulda başlarını belaya sokmuşlardır. Yetişkinlik döneminde temasa geçildiğindeyse, adli vakalardan, kaygı sorunlarına ve depresyona kadar uzanan zorluklar yaşadıkları görülmüştür. 11. Tacize uğramış çocuklarda empati eksikliği: Çocuk yuvasında yapılan gözlemler ve bulgulan Mary Main ve Carol George’un “Responses o f Abused and Disadvantaged Toddlers to Distress in Agemates: A Study in the Day-Care Setting,” D evelopm ental P sychology, sayı 21, 3 (1985)’te belirtilmiştir. Bu bulgular okul öncesi çocuklarda da görülmüştür; Bonnie Klimes-Dougan ve Janet Kistner, “Physically Abused Preschoolers Responses to Peers Distress,” D evelopm ental P sychology, sayı 26 (1990). 12. Kötü muamele gören çocukların zorlukları: Robert Emery, “Family Violence,” A m erican P sychologist (Şubat 1989). 13. Kuşaklar boyu süren kötü muamele: kötü muamele görmüş çocukların ileride kendi çocuklanna da kötü muamele edip etmeyecekleri, bilimsel tartışma konusudur. Bkz. örneğin, Cathy Spatz Widom, “Child Abuse, Neglect and Adult Behavior,” A m erican Jo u rn a l o f O rthopsychiatry (Temmuz 1989).

13 . Kısım; Travma ve Yeniden Alınan Duygusal Dersler 1. Cleveland İlkokulu’ndaki katliamın devam eden travması üzerine The N ew York T im es'm “Eğitim Hayatı” kısmında yazdım (7 Ocak 1990). 2. Suç kurbanlarında PTSD ’nin örnekleri Brooklyn’deki Mağdurlara Danışmanlık Servisi’nden psikolog Dr. Shelley Niederbach tarafından sunulmuştur. 3. Vietnam anısı M. Davis, “Analysis ofA versive Memories Using the FearPotentiated Startle Paradigm,” başlıklı yazısında, N. Butters and L.R.

425

4.

5. 6.

7.

8.

9. 10.

Squire, derl., The N europsychology o f M em ory (New York: Guilford Pres . 1992)’den alınmıştır. LeDoux bu anıların, özellikle kalıcı olmalarının, bilimsel bir açıklamasını yapıyor “Indelibility o f Subcortical Emotional M emories,” J o u rn a l o f C ognitive N euroscience (1989), cilt 1, 238-43. Dr. Chamey ile yaptığım görüşme, The N e w York Times (12 Haziran 1990). Eşleştirilmiş laboratuar hayvanlarıyla yapılmış deneyler, bana Dr. John Krystal tarafından tarif edilmiş ve bunlar pek çok bilimsel laboratuarda tekrar edilmiştir. En önemli çalışmalar, Duke Üniversitesi’nden Dr. Jay Weiss tarafından yapılmıştır. PT SD ’nin altında yatan beyin değişikliklerinin ve bunlarda amıgdalanm rolünün en iyi açıklaması, Dennis Chamey ve bşk.’nm “Psychobiologic Mechanisms o f Posttraumatic Stress Disorder,” başlıklı yazısmdadır. A rchives o f G eneral P sychiatry , sayı 50 (Nisan 1993), 294-305. Bu beyin ağında travmadan dolayı oluşan değişiklikler hakkındaki delillerin bir kısmı, PTSD ’si olan Vietnam gazilerine -G üney Amerika yerlilerinin avlarını etkisizleştirmek için oklarının ucuna sürdükleri bir ilaç olanyohim bin enjekte edildiği deneylerden gelmektedir. Az dozlarda yohimbin, genelde katekolaminlere karşı fren etkisi yapan belirli bir alıcının (nöron üzerinde, bir sinirsel aktarıcıyı karşılayan nokta) faaliyetini bloke eder. Yohimbin, freni kaldırarak bu alıcıların katekolamin salgısını hissetmesine engel olur; sonuç, katekolamin düzeyinin artmasıdır. îlaç enjeksiyonunun kaygıyı bastıran sinirsel frenleri etkisizleştinnesi, yohimbinin, 15 PTSD hastasından 9 ’unda paniği ve 6 ’sında da gerçeğe benzeyen geri dönüşleri başlatmasına neden olmuştur. B ir savaş gazisi arkasından dumanlar salarak alevler içinde düşen bir helikopterin halisünasyonunu yaşarken, bir diğeriyse bir mayın tarlasında arkadaşlarının da içinde bulunduğu jipin infilak ettiğini görmüştür; aynı sahne, kâbuslarından çıkmamış ve yirmi yıldan fazla bir süre boyunca, sürekli geri dönüşler halinde görünmüştür. Yohimbin deneyi, West Haven, Conn., VA Hastanesi’ndeki Ulusal PTSD M erkezi’nin Klinik Psikofarmakoloji Laboratuarı’nm yöneticisi Dr. John Krystal tarafından yapılmıştır. PTSD ’li erkeklerde daha az alfa-2 alıcısı bulunması: bkz. Chamey, “Psychobiologic Mechanisms.” Beyin CRF salgılanmasının oranını düşürmeye çalışırken, bunu CRF salgılayan alıcıların sayısını azaltarak telafi eder. PTSD’li kişilerde bunun olduğunun bir işareti, bu sorunu yaşayan sekiz hastaya CRF enjeksiyonunun yapıldığı çalışmada görülmüştür. Genelde CRF enjeksiyonu, katekolaminleri harekete geçirmek için bedeni dolaşan, ACTH hormonlarının salgılanmasını başlatır. Ancak PTSD ’li hastalardaki ACTH düzeyinde, PTSD ’si olmayan

426

bir kıyas grubundan farklı olarak, görünür bir değişiklik olmamıştır; bu da beyinlerinin stres hormonuyla zaten aşırı yüklü oluşundan dolayı, CRF alıcılarını azaltmış olduklarının işaretidir. Bu araştırma, Duke Ü niversitesi’nden psikiyatr Charles N em eroff tarafından anlatılmıştır. 11. Dr. N em eroff ile yaptığım görüşme, The N e w York Times (12 Haziran 1990). 12. Benzeri bir şey PTSD ’de de görülmektedir: Örneğin bir deneyde PTSD teşhisi konmuş Vietnam gazilerine P latoon adlı sinema filminden alınmış ve özel olarak montajı yapılmış? grafik çarpışma sahnelerinden oluşan 15 dakika süreli bir film gösterilmiştir. Bir gruptaki gazilere endorfinleri bloke eden bir madde olan nalokson enjekte edilmiştir; filmi seyrettikten sonra bu gazilerin acıya karşı hassasiyetinde hiçbir değişiklik görülmemiştir. Endorfini bloke edici madde enjekte edilmeyen gruptaysa, erkeklerin acıya karşı hassasiyetinde yüzde otuzluk bir azalma olarak endorfin salgılanmasındaki artışa işaret etmiştir. Aynı sahneler, PTSD ’si olmayan gaziler üzerinde hiçbir etki yaratmamıştır. Bu da PTSD kurbanlarında endorfini düzenleyen sinir yollarının fazlaca hassas veya hiperaktif olduğunu göstermektedir. Bu etki sadece özgün travmayı hatırlatabilecek bir şeye yeniden maruz kaldıklarında ortaya çıkmaktadır. Bu sıralamada, amigdala önce görmekte olduğumuzun duygusal önemini değerlendirir. Bu araştırma H arvard’dan psikiyatr Dr. Roger Pitman tarafından yapılmıştır. PTSD ’nin diğer arazlarında olduğu gibi, bu beyin değişikliği stres altında öğrenildikten başka, bir de ilk baştaki travmatik olayı hatırlatıcı herhangi bir şey olduğunda, yeniden başlatılabilmektedir. Örneğin Pitman, bir kafesteki kobaylara şok verildiğinde, bunların; P latoon filminden sahneler izletilen Vietnam gazilerinde bulgulanan, endorfine dayalı analgezi (ağrıya duyarsızlık) halinin aynısını geliştirdiğini görmüştür. Haftalar sonra fareler, hiçbir akım verilmediği halde, şoka maruz kaldıkları kafeslere yeniden koyulduklarında, aynen ilk şok verildiğinde olduğu gibi yeniden acıya duyarsızlık geliştirmeye başlamışlardır. Bkz. Roger Pitman, “NaloxoneReversible A nalgesic Response to Combat-Related Stimuli in Posttraumatic Stress Disorder,” A rchives o f G eneral M edicine (Haziran 1990). Aynca bkz. Hillel Glover, “Emotional Numbing: A Possible Endorphin-Mediated Phenomenon Associated with Post-Traumatic Stress Disorders and Other Allied Psychopathologic States,” Jo u rn a l o f Traum atic Stress , sayı 5, 4 (1992). 13. Bu bölümde üzerinden geçilen beyinle ilgili deliller, Dennis C ham ey’in “Psychobiologic M echanisms” başlıklı mükemmel makalesine dayalıdır. 14. Chamey, “Psychobiologic M echanisms,” 300. 15. Korkmamayı öğrenmekte prefrontal korteksin rolü: Richard Davidson’ın çalışmasında, gönüllülerin bir ses ve ardından gelen şiddetli, iğrenç bir

427

16.

17. 18. 19. 20.

21.

gürölttisonrasmdaki terleme tepkileri (kaygınmbirbaroınetresi)ölçülrnüştür. Yüksek gürültü terlemede bir artışa yol açmıştır. Bir süre sonra, tek başına o ses aynı artışı başlatmaya yeter hale gelmiştir; bu da gönüllülerin sese karşı bir tiksinme geliştirmeyi öğrendiklerini göstermektedir. Rahatsız edici gürültüden bağımsız olarak sesi duymaya devam ettiklerindeyse, öğrenilmiş tiksinme tepkisi kaybolmaya başlamıştır -ses, terlemede bir artışa yol açmamıştır. Gönüllülerin sol prefrontal korteksi ne kadar etkin olursa, öğrenilmiş korkuyu o kadar kolaylıkla silmişlerdir. Prefrontal lobların korkuyu atlatmakta oynadığı rolü gösteren bir başka deneyde ise laboratuar fareleri, böylesi çalışmalarda çoğu kez olduğu gibi, elektrik şokuyla eşleştirilmiş bir sesten korkmayı öğrenmişlerdir. Fareler daha sonra, cerrahi bir müdahaleyle, beyinlerindeki prefrontal loblar ve amigdalanm bağlantısı kesilerek, bir tür lobotomi geçirmişlerdir. Bunu takip eden bir kaç gün içerisinde fareler, elektrik şoku olmadan sesi duymuşlardır. Zaman içinde, daha önce sesten korkmayı öğrenmiş fareler bu korkularını kaybetmişlerdir. Ancak bağlantısı kesilmiş prefrontal lobları olan fareler, korkmamayı öğrenmek için iki kat daha fazla zaman gereksinmişlerdir; bu da prefrontal lobların korkuyu idare etmekte ve daha da genelde, duygusal dersleri kavrayabilmekte oynadığı hayati role işaret etmektedir. Bu deney New York Üniversitesi Sinir Bilim Merkezinden Joseph L eD oux’nun yüksek lisans öğrencisi olan Maria Morgan tarafından yapılmıştır. PTSD ’de iyileşme: Bu çalışma bana M anhattan’daki Mt. Sinai Tıp Okulu Travmatik Stres Çalışmaları Programının yöneticisi ve sinir kimyageri olan Rachel Yehuda tarafından aktarılmıştır. Sonuçlar hakkındaki yazım The N ew York Times (6 Ekim 1992)de yayınlanmıştır. Çocukluk travması: Lenore Terr, Too S c a re d to C ry (New York: HarperCollins, 1990). Travmadan kurtulma yolu: Judith Lewis Herman, Trauma a n d R ecovery (New York: Basic Books, 1992). Travmanın “dozu”: Mardi Horowitz, Stress R esponse Syndrom es (Northvale, NJ: Jason Aronson, 1986). En azından yetişkinler için yeniden öğrenmenin sürdüğü bir başka düzey, felsefidir. Kurbanların ezeli sorusu olan, “Neden ben?” yanıtlanması gerekmektedir. Travmanın kurbanı olmak, insanın dünyanın güvenilir bir yer ve hayatta başımıza gelenlerin adaletli olduğuna; yani, erdemli bir hayat yaşandığı takdirde kaderimizi belirleyebileceğimize karşı duyduğu inancı kırar. K urban’ın kafasındaki bilmecenin yanıtları tabii ki felsefi veya dini olmak durumunda değildir; amaç, bu dünyaya ve insanlara güvenilebilirmişçesine yaşamayı sürdürmeye olanak verecek bir inanç veya iman sistemini yeniden inşa etmektir. Bastırılmış olsa d a ,' ilk korkunun devam etmekte olduğu; laboratuar

428

farelerinin, elektrik şokuyla eşleştirildiğinde zil gibi bir sesten korkmaya şartlandmldıklarr çalışmalarda gösterilmiştir. Fareler daha sonra zili duyduklarında, beraberinde şok olmasa da, fareler korkuyla tepki göstermiştir. B ir yıl içerisinde (fare ömrünün neredeyse üçte biri), yavaş yavaş fareler zile karşı korkularını kaybetmişlerdir. Ancak zil tekrar elektrik şokuyla eşleştirildiğinde korku tüm gücüyle yeniden yerleşmiştir. Korku bir an içinde geri gelmiş, ancak yatışması aylarca sürmüştür. Bu durumum insanlardaki benzeri; yıllarca âtıl kalmış, uzun zaman öncesinden bir travmatik korkunun, ilk travmayı hatırlatacak bir şey olduğunda, tüm gücüyle bir sel gibi geri gelmesidir. 22. Luborsky’nin terapi araştırmasının detayları Lester Luborsky ve Paul CritsChristoph’un U nderstanding Transference: The C C R T M eth o d (New York: Basic Books, 1990)’da yer almaktadır.

14 . Kısım: M izaç Kader Değildir 1. Bkz. örneğin, Jerome Kagan ve bşk., “Initial Reactions to Unfamiliarity,” C urrent D irections in P sychological Science (Aralık 1992). Mizacın biyolojisinin tam tarifi Kagan’m G alen's P ro p h ecy’dedir. 2. Çekingen ve gözüpek tip örnekleri, Tom ve Ralph Kagan’ın Galen's Prophecy adlı eserinde tarif edilmiştir. 3. Utangaç çocuğun hayat boyu devam eden sorunları: Iris Bell, “Increased Prevalence o f Stress-related Symptoms in Middle-aged Women Who Report Childhood Shyness,” A n n a ls o f B ehavior M edicine , sayı 16 (1994). 4. Yükselen nabız: Iris R. Bell ve bşk., “ Failure o f Heart Rate Habituation During Cognitive and Olfactory Laboratory Stressors in Young Adults With Childhood Shyness," A nnals o f B eh a vio r M edicine, sayı 16 (1994). 5. Ergenlerde panik: Chris Hayward ve bşk., “Pubertal Stage and Panic Attack History in Sixth- and Seventh-grade Girls," A m erican J o u rn a l o f P sychiatry, cilt 149(9) (Eylül 1992),s. 1239-43; Jerold Rosenbaum ve bşk., “Behavioral Inhibition in Childhood: A Risk Factor for Anxiety Disorders,” H a rva rd R eview o f P sychiatry (Mayıs, 1993). 6. Kişilik ve hemisferi (yarı beyin) farklılıkları hakkındaki araştırma Wisconsin Üniversitesi’nden Dr. Richard Davidson ve Vanderbilt Ü niversitesi’nden psikolog Dr. Andrew Tomarken tarafından yapılmıştır: Bkz. Andrew Tomarken ve Richard Davidson, “Frontal Brain Activation in Repressors and N onrepressors,” J o u rn a l o f A b n o rm a l P sychology, sayı 103 (1994). 7. Annelerin çekingen çocuklarının daha gözüpek hale gelmesine nasıl yardımcı olabileceklerine dair gözlemler, Doreen Arcus tarafından yapılmıştır. Detaylar Kagan’m G alen's P ro p h e cy ' dedir. 8. Kagan, a.g.e., s. 194-95.

429

9. Utangaçlığından sıyrılmak: Jens Asendorpf, “The M alleability o f Behavioral Inhibition: A Study o f Individual Developmental Functions,” D evelopm ental P sychology, sayı 30, 6 (1994). 10. Hubei ve Wiesel: David H. Hubei, Thorsten Wiesel ve S. Levay, “Plasticity o f Ocular Columns in Monkey Striate Cortex,” P hilosophical Transactions o f the R o ya l S ociety o f L ondon, sayı 278 (1977). 11. Deneyim ve farenin beyni: Marian Diamond ve diğerlerinin çalışması, Richard Thom pson’m The B rain (San Francisco: W.H. Freeman, 1985)’te tarif edilmiştir. 12. Obsesif-kom pulsif bozukluk tedavisinde beyin değişimleri: L.R. Baxter ve bşk., “Caudate Glucose Metabolism Rate Changes With Both Drug and Behavior Therapy for Obsessive-Compulsive Disorder,” A rchives o f G eneral P sychiatry, sayı 49 (1992). 13. Prefrontal loblarda artan etkinlik: L.R. Baxter ve bşk., “Local Cerebral Glucose M etabolic Rates in Obsessive-Compulsive Disorder,” A rchives o f G eneral P sychiatry, sayı 44 (1987). 14. Prefrontal lobların olgunlaşması: Bryan Kolb, “Brain Development, Plasticity, and Behavior,” A m erican P sychologist, sayı 44 (1989). 15. Çocukluk deneyimi ve prefrontal budama: Richard Davidson, “Asymmetric Brain Function, Affective Style and Psychopathology: The Role o f Early Experience and Plasticity',” D evelopm ent a n d P sychopathology, cilt 6 (1994), s. 741-58. 16. Biyolojik uyum ve beynin gelişimi: Schore, A ffect R egulation. 17. M.E. Phelps ve bşk., “PET : A Biochemical Image o f the Brain at Work,” in N. A. Lassen ve bşk., B rain Work a n d M ental A ctivity . Q uantitative Studies w ith R adioactive Tracers (Copenhagen: Munksgaard, 1991).

BEŞİNCİ BÖLÜM : D U YGU SAL OKUR YAZARLIK 15 . Kısım: Duygusal Cehaletin Bedeli 1. Duygusal okur yazarlık: Bu tür kurslar hakkında The N e w York Times (3 Mart 1992)’de yazdım. 2. Gençlerin suç oranları istatistiği, Tek Tip Suç Raporları’ndan alınmıştır, Crim e in the U.S., 1991, ABD Adalet Bakanlığı. 3. Ergenlerde şiddet suçları: 1990’da gençlerin şiddet suçlarından yakalanma oranı 100.000’de 430’a tınnanarak 1980’deki orana göre yüzde 2 7 ’lik bir artış göstermiştir. Ergen gençlerin zorla tecavüzden tutuklanma oranları 1965’te 100.000’de 10.9 iken 1990’larda 100,000’de 21.9’a çıkmıştır. Gençlerin cinayet işleme oranı 1965’ten 1990’a dört kattan fazla artarak

430

100,000’de 2,8’den 12,1’e çıkmıştır; 1990’da gençlerin işlediği her dört cinayetin üçünde silah kullanılmıştır, bu da son on yıl içerisinde yüzde 79’tuk bir artış anlamına gelmektedir. Gençlerin şiddet içeren saldırılarında 1980’den 1990’a yüzde 64’Iük bir sıçrama olmuştur. Bkz. örneğin, Ruby Takanashi, “The Opportunities o f Adolescence,” Am erican Psychologist (Şubat 1993). 4. 1950’de 15 ile 24 yaş arasındakilerde intihar oranı 100.000’d e 4 ,5 ’tir. 1989’da bu üçe katlanarak 13,3’e ulaşmıştır. 10 ile 14 yaş arası çocuklarda intihar oranları ise 1968 ile 1985 arasında neredeyse üç katına çıkmıştır. İntihar, cinayet kurbanları ve hamileliklerle ilgili rakam lar H ealth, 1991, ’ Amerikan Sağlık ve İnsan Hizmetleri D airesi’nden ve Çocuk Güvenliği Ağı-, A Data Book o f Child and Adolescent Injury (Washington, DC. Anne ve Çocuk Sağlığı Eğitimi Ulusal Merkezi, 1991)’den alınmıştır. 5. 1960’dan sonraki otuz yıl içinde bel soğukluğu oranı 10 ile 14 yaş çocuklar arasında dört katı daha fazla bir düzeye, 15 ile 19 yaş arasındaki lerde ise üç katı fazlasına sıçramıştır. 1990’da AIDS hastalarının yüzde yirmisinin yirmili yaşlarda olduğu görülmüş ve birçoğunun da buna ergenlik döneminde yakalandığı tespit edilmiştir. Seks ilişkisine erken girmek konusundaki baskı giderek artmaktadır. 1990’lardaki bir araştırmada, genç kadınların üçte birinden fazlası, ilk kez seks ilişkisine arkadaş baskısıyla girdiklerini belirtmiştir; bir kuşak öncesindeyse kadınların sadece yüzde 13’ü bunu böyle ifade etmiştir. Bkz. Ruby Takanashi, “The Opportunities o f Adolescence,” ve Çocuk Güvenliği Ağı, A D ata Book o f Child and Adolescent Injury. 6. Beyazlarda eroin ve kokain kullanımı 1970’de 100.000’de 18’den 1990’larda 68’e, yani üç katından fazlasına ulaşmıştır. Zenciler arasında aynı yinni yıl boyunca görülen artış 1970’de 100.000’de 53 iken, 1990’da inanılmaz bir sayı olan 766’ya ulaşmıştır. Bu yirmi yıl öncesindeki oranın neredeyse 13 katı kadardır. Uyuşturucu kullanımı oranları Crime in the U.S., 1991, Amerikan Adalet Bakanlığı’ndan alınmıştır. 7. Amerika, Yeni Zelanda, Kanada ve Porto R iko’da yapılan araştırmalara göre, çocukların beşte biri hayatlarını bir şekilde bozan psikolojik zorluklara sahiptir. 11 yaşın altındaki çocuklarda en sık görülen sorun kaygıdır; normal hayatını etkileyecek şiddette fobisi olan % 10’luk bir kesim, genelleşmiş kaygı ve sürekli endişe yaşayan % 5 ’lik bir kesim ve yoğun biçimde, ebeveynden ayrılma kaygısı yaşayan % 4 'lü k bir kesim bundan mustariptir. Aşırı içme sorunu, erkekler arasında ergenlik yıllarında tırmanarak, yirmi yaşında yüzde yirmi oranına ulaşmaktadır. Çocuklarda duygusal bozukluklar konusundaki bu verilerin büyük bir kısmından The Mew York Times (10 Ocak 1989)’da söz ettim. 8. Çocukların duygusal sorunları hakkındaki ulusal çalışına ve araştırma diğer

431

ülkelerle kıyaslanması: Thomas Achenbach ve Catherine Howell, “Are A m erica’s Children’s Problems Getting Worse? A 13-Year Comparison,” J ournal o f the A m erican A ca d em y o f C hild a n d A dolescent P sychiatry

(Kasim 1989). 9. Uluslar arasındaki kıyaslama U rieB ronfenbrenner’indir; Michael Lamb and Kathleen Sternberg, C h ild Care in C ontext: C ross-C ultural P erspectives (Englewood, NJ: Lawrence Erlbaum, 1992). 10. Cornell Ü niversitesi’ndeki sempozyumda Urie Bronfenbrenner’in konuşması (24 Eylül, 1993). 11. Öfkeli ve suç işleyen çocuklar üzerinde uzun süreli çalışmalar: Bkz. örneğin, Alexander Thomas ve bşk., “Longitudinal Study o f N egative Emotional States and Adjustments from Early Childhood Through Adolescence,” C h ild D evelopm ent, cilt 59 (Eylül 1988). 12. Kabadayı deneyi: John Lochman, “ Social-Cognitive Processes o f Severely Violent, M oderately Aggressive, and Nonaggressive Boys,” J o u rn a l o f C linical a n d C onsulting Psychology, 1994. 13. Öfkeli erkek çocukları araştırması: Kenneth A. Dodge, “Emotion and Social Information Processing,” başlıklı yazısı, J. Garber and K. Dodge, The D evelopm ent o f E m otion R egulation a n d D ysregulation (New York: Cambridge University Press, 1991) adlı eserinde. 14. Birkaç saat içinde kabadayılardan soğuma: J.D.Coie ve J.B.Kupersmidt, “A Behavioral Analysis o f Emerging Social Status in B oys’ Groups,” C hild D evelopm ent, sayı 54 (1983). 15. Asi çocukların yarısı kadarı: Bkz. ömeğin, Dan Offord ve bşk., “Outcome, Prognosis, and Risk in a Longitudinal Follow-up Study,” Jo u rn a l o f the A m erican A ca d e m y o f C h ild a n d A d o lescen t P sychiatry, sayı 31 (1992). 16. Öfkeli çocuklar ve suç: Richard Tremblay ve bşk., “Predicting Early Onset o f Male Antisocial Behavior from Preschool Behavior,” A rchives o f G eneral P sychiatry (Eylül 1994). 17. Okula başlamadan önce bir çocuğun ailesinde olup bitenler, doğal olarak bir öfke eğilimi yaratmakta hayati rol oynar. Ömeğin, bir çalışmada anneleri tarafından 1 yaşındayken reddedilmiş ve doğumları daha sorunlu olmuş çocukların 18 yaşında bir şiddet suçu işleme olasılığının diğer çocuklara göre dört kat fazla olduğu görülmüştür. Adriane Raines ve bşk., “Birth Complications Combined with Early Maternal Rejection at Age One Predispose to Violent Crime at Age 18 Years,” A rchives o f G eneral P sychiatry (Aralık, 1994). 18. Sözel IQ düzeyinin düşüklüğü, suç eğilimini öngörüyor olsa da (bir araştırma suç işlemiş çocuklarla işlememişler arasında, sekiz puanlık bir IQ farkı bulmuştur), deliller dürtüselliğin hem düşük IQ düzeyinin, hem de suça eğilimin nedeni olarak daha doğrudan ve güçlü bir etkisi olduğunu

432

gösteriyor Düşük IQ puanlarını açıklayacak etk en , fevri davranışlı çocukların, sözel IQ puanlarının dayandığı dil ve m uhakem e becerilerini ö ğ r e n e c e k kadar yeterli dikkat gösterememesidir. On yaşından on iki yaşına kadaî olan çocuklarda hem IQ , hem de dürtüselliğin değerlendirildiği, iyi planlanmış bir çalışma olan Pittsburgh G ençlik A raştırm ası; gelecekteki suç eğilimini öngörmesi bakımından, dürtüselliğin isabetli olduğunu göstermiştir. B u tartışma için bkz: Jack B lock “On th e R elation Between IQ, Impulsivity, and Delinquency,” Jo u rn a l o f A b n o r m a l P sych o lo g y , sayı 104(1995). 19 “K ötü” kızlar ve hamilelik: Marion U nderw ood ke M elinda Albert, “FourthGrade Peer Status as a Predictor o f A dolescent Pregnancy,” Kansas City, M issouri’deki Çocuk Gelişimi Araştırm a D em eği toplantısında sunulan tebliğ (Nisan 1989). 20 Suça giden yol: Gerald R. Patterson, “O rderly Change m a Stable World: The Antisocial Trait as Chimera,” J o u rn a l o f C lin ic a l a n d C onsulting P sychology 62 (1993). 21 Saldırganlık zihniyeti: RonaldSlaby veN ancy Guerra, "Cognitive Mediators o f Aggression i n Adolescent Offenders,” D e v e lo p m e n ta l P sychology, sayı 24 (1988). 22 Dana vakası: Laura Mufson ve bşk., Interpersonal Psychotherapy for D e p r e s s e d Adolescents (New York: G uilford Press, 1993)’ten alınmıştır. 23 Dünya çapında yükselen depresyon oranlan: Uluslararası İşbirliği Grubu, “The Changing Rate o f M ajor Depression: Cross-National Comparisons,” Journal o f the American Medical Association (2 Aralık 1992). 24 On kat daha fazla depresyon olasılığı: Peter Lewinsohn ve bşk., “AgeCohort Changes in the Life Time O ccurence o f Depression and Other M ental D isorders," Journal o f A b n o rm a l P sychology, sayı 102 (1993). 25 Depresyonun epidemiyolojisi: Patricia Cohen ve bşk., New York Psikiatri Enstitüsü 1988; Peter Lewinsohn ve bşk., “ Adolescent Psychopathology: I Prevalence and Incidence o f Depression in High School Students,” Jo u rn a l o f A b n o rm a l P sychology 102 (1993). Aynca bkz. Mufson ve bşk., Interpersonal Psychotherapy. D aha düşük tahm inlerin bir incelemesi için, E Costello, “Developments in Child Psychiatric Epidemiology,” Jo u rn a l o f the A ca d em y o f C h ild a n d A d o le sc en t P sychiatry, sayı 28 (1989). 26 Gençlerde depresyon eğilimleri: M aria K ovacs ve Leo Bastiaens, “The Psychotherapeutic Management o f M ajor Depressive and Dysthymic Disorders in Childhood and Adolescence: Issue and Prospects,” başlıklı yazısı, I-M. Goodyer, derl., M ood D isorders in C hildhood a n d A dolescence (New York: Cambridge University Press, 1994) adlı eserde. 27 Çocuklarda depresyon: Kovacs, a.g.e. 28. Maria Kovacs ile yaptığım görüşme, The N e w York Times (11 Ocak 1994).

433

2i9!fDeprfesif> Çcfcuklartn sös'yâl1vdvduyğüs^& akıifidar^gefi1 kalması: M ana K'övâc^ vö-'DâYftf :Goİdstörti)rfîCdlğriiH’ve'i!ân d ! Social Development of D ep ressed itohildffen’ ân'dLA’dölesü'entk/üî/durna/ o f the A m erican A cadem y O f C h ild aÂd>Âdol^tûnt'Psf6hidtrj>TfA?cy\s 1991)..

30.’'Ç aresizlik le depresyoh'yJöhfı Weiss ve bşk., “Control-related Beliefs and 'Self-reported Depressive Symptoms in Late Childhood,” Jo u rn a l o f the A bnorm alPstyc'h’S 'logy, sayı 102 (1993). 3 )’. Çocuklarda kötümserlik ve depresyon: Judy Garber, Vanderbilt Üniversitesi. Bkz. örneğin, Ruth Hilsman ve Judy Garber, “A Test o f the Cognitive Diathesis Model o f Depression in Children: Academic Stressors, Attributional Style, Perceived Competence and Control,” J o u rn a l o f P ersonality a n d Social P sychology , sayı 67 (1994); Judith Garber, “Cognitions, Depressive Symptoms, and Development in Adolescents,” iJdurnal o f A b n o rm a l P sychology, sayı 102 (1993). 32. Garber, “Cognitions”. 33. Garber, “Cognitions”. 34. Susan Nolen-Hoeksema ve bşk., “Predictors and Consequences o f Childhood Depressive Symptoms: A Five-Year Longitudinal Study,” J o u rn a l o f A b n o rm a l P sychology, sayı 101 (1992). 351 Depresyon oranının yarıya düşmesi: Gregory Clarke, Oregon Üniversitesi Sağlık Bilimleri Merkezi, “Prevention o f Depression in At-Risk High School Adolescents,” Amerikan Çocuk ve Ergen Psikiyatrisi Akadem isi’ne sunulan tebliğ (Ekim 1993). 36. Garber, “Cognitions”. 37;_Hilda Bruch, “Hunger and Instinct,” J o u rn a l o f N ervous a n d M ental Dis'ease, sayı 149 (1969). The G olden C age: The E nigm a o f A norexia N&ritosa (Cambridge, Ma: Harvard University Press) adlı ufuk açıcı kitabı 1978’e kadar basılmamıştır. 381'Yenie bozuklukları çalışması: Gloria R. Leon ve bşk., “Personality and Behavioral Vulnerabilities Associated with Risk Status for Eating Disorders ... j n Adolescent Girls,” J o u rn a l o f A bn o rm a l P sychology, sayı 102 (1993). 39ı Kendini şişman hisseden altı yaşındaki çocuk Ottawa Ü niversitesi’nden ' ■'pedagog Dr. William Feldm an’m bir hastasıydı. 40. Sifneos tarafından kaydedilmiştir, “Affect, Emotional Conflict, and ad Deficit.” 41cB eü’in dışlanmasının öyküsü, Steven A sher ve Sonda Gabriel’in “The ıbiSoelal World o f Peer-Rejected Children,” San Francisco’da Amerikan '■‘i'Eğitim Araştırmaları D em eği’nin yıllık toplantısında sunulmuş olan tebliğden alınmıştır (Mart 1989). 42. Sosyal olarak dışlanan çocuklarda okulu bırakma oranı: Asher ve Gabriel, t ' “The-Social World o f Peer-Rejected Children.”

43., ^ppülerfrpln^ay^,;ÇQçu(çlaı?^r,togusa} ^.etediljğindekijizayıflikla>Slğili bulgular, Kenneth,I)p4ge-,ye:''Esthef.FpldmanhnıüSociâlnGognitiori and Sociometric Status,” Ijaşlılçlıya^tsuîdajtıaltnntuş.tınıStevenAsherüve-'Johh , iÇojp, der^, jP%er R,ejççjicw-\n Çhildbffdfl (New ı\(prk; CambridgeDıiiversity • . Rrcss,.1990). / blcfrıA taısey uJıljiiri ” ncifaıbİjA jm ı/jn') n: •'N.ji:;;. ■. 44., Empryj.Çpy/epye bşk>r'fk>!Wg№!W\Fp.UP№V!p.'DfEarly-DetectediVülnerable Children,” Journal o f Clinical and Consulting Psychologysstkyx AX ■{№!?>). 4S-İ Ep jyj.piikadaşlaryp ^§}atlWİa,fi'?efffiŞyıPŞJ'keîiye Ştev.ejıAsher,ffFriendship I ^fiypstj^çn^iG jpup^ppeptenqei;ap!d S,Qejal(Dişşalisfaction;in Childhood,” Amerikan Eğitim A raştırm alan D em eği’nin yıllık toplantısında isünulan itebliğ,; Bost,pn,(.l 99P);.y 46.:jSolsyalHbakırndan,;4tşlanm)şiçQqoklara rşhb.erlikbSteyen Ashenve'.Gradys Williams, “Helping Children WithQufciiEriends.rm iH o m e;,arid School C9ptextş,”.başh k h yazışı^ Çhilprıert^,Şp.ciallXcve.lQptnent:?Infoiinatioh fo r Parents, and Teqchgrs (^ rk a n a p n d Champaign;.University lofilHihois Press, 1Ş87-) adheserde. 4,7(-,J3pnj?e,ri ^şppuçjap.j,,Stephen,, ]^o,wjekii,\ “AliRetnediationr-for! N onverbal Processing Deficits,” yayınlanmamış metin, Duke University!; 1989).* 48..,Beşte;, .ikisi r,a ğ ır jçk.içj:,, >I?gil.şe,;./Prpjesi:[:)tarafından,.^Massachusetts Üpiyersiteşi’ndp .yapijlıpış; araştırmadan | The-jDaily./Hampshire G a zette’de söz edilmiştir,(13. ,K asımı 1,9^33 4.Ş., F av aca içrnekv S a y ıla p ^ a ry ^ ıM ş lk jŞağhği; Okulunun Alkol .Çalışmaları' Kolej i.ypneüçişi, R iy a y ı WÇÇfis.lPrtlıdari; ahnrnıŞt.ıS-(Ağusto4i ıl 994). 50. Daha çok kadın sarhoş plpşak .iğin ıiçiyorrive? teeayüz>'.rişki: Coluriıbia Ümyersitesj jBağırnlılıkıyç M ad d eB ağ ım h h ğ ı M e rk e z ilin raporu.(Mayıs 1 9 9 3 )............................................. 5J ;Plİjme ygl, açan,n^deh,lçr:; A lap;M 4rfetyAnJBrikanıBsikolojilDerneği’nin yıjhk toplapt)ş(pada,şviflulah .rappr (& ğf)№ 9ti9№ ). 5J2, Alk.pji^rpypkokajn hağiıroldığlihakkffldaki bplgulariUlusâl; Madde v e Alkol . BağıtnlıJıği; ,Çnati,tüsp;pflR; EtjyplpjtoAraştırm.aırBölüöıüindedgörevdeki başkan Mpyer; ,Çl.ant£’4an,ahnpoş)!r, 53. Sıkıntı-ve madde bağımlılığı: Jeanne, .Tşchaony.îlnitiatiön/bf.Substance

is /A t e f f l;

sa>!b#!(49$M
View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF