Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi
September 11, 2017 | Author: setherial | Category: N/A
Short Description
Download Cemal Kutay - Hayber'de Türk Cengi...
Description
BĐRĐCĐ DÜYA HARBĐDE TEŞKĐLAT-I MAHSUSA ve HAYBER'de TÜRK CEGĐ
Cemal Kutay
ERCA Matbaası, Đstanbul, 1962.
KĐTABI ĐÇĐDEKĐ ÇERÇEVELĐ, MÜSTAKĐL BAHĐSLER: Elinizdeki kitabı tamamladığınız zaman, mevzu ile yakından alâkalı, fakat bu hacim içine sığdırmaya imkân olmayan bahisler hatırlatılmadan, aydınlık fikre varabilmenin imkânsızlığını takdir edeceksiniz. Bu sebeple, kitabın içinde ve asıl mevzu devam ederken araya konulmuş çerçeveli fıkralar göreceksiniz. Bunları lütfen metinden ayrı okuyunuz. Türkiye Đstiklâl ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi'mizin muhterem okurları için bu tarzımız malûmdur. Bu cildleri okumamış olan muhterem okurlarım için, çerçeveli fıkralara dair bu izahı zarurî addettim. TARĐH KONUŞUYOR serisinin, iki ay sonra alacağınız ikinci ve müteakip olanlarında da aynı tarza devam edeceğiz. Böylelikle, eserin ana fikri ve ana hâdiseler üzerinde daha aydınlık neticeler için, sizleri yormamış ve mevzu ile yakından ilgili olup da, mazinin nisyan perdesine bürünmüş hâdiselerin hatırlanmasında da hizmet etmiş olacağımı sanıyorum. Saygı ile arz ederim. C. Kutay.
Elinizdeki Kitab Elinizdeki kitabın kısaca taşıdığı isim (Birinci Dünya Harbinde Teşkilât-ı Mahsusa ve Hayber'de Türk Cengi’dir. Bu ismin, ilk ânda kitabın mevzuu üzerinde açık ve aydınlık fikir veremediğini itiraf edeyim. Çok düşündüm, fakat, şu mütevazı hacmin ancak 320 sahifesine sığdırılmıya çabalanmış o koskoca konu ve azametli hâdiseler için daha tatmin edici, adı bulamadım. Çünkü mevzuumuz, Đmparatorluğumuzun son asrı içinde, hâdiselere doğrudan doğruya veya dolaylı olarak tesir etmiş (gizli) bir teşkilâtın ve ona azamet vermiş şahsiyetlerin, en çetin sahalar üzerindeki didinmelerini ortaya koymaya çalışmaktadır. Bilhassa, 1912 ile 1918 arasındaki altı yıl, biz Batı Türklerinin kurduğu en yüce devlet olan Osmanlı Đmparatorluğunun son kritik yılları olarak, bin bir hâdiseyi, bir tek gün ve hattâ saate sığdıracak kadar yüklüdür. Acaba Osmanlı Devleti, sadece bu son altı, hatta; Đkinci Meşrutiyetin ilânı tarihi olan 1908 esas olarak alınırsa on yıl içinde mi çöküp gitmiştir? Hayır!,. Bir kısım politikacıların, kendi şahıs ve zümre görüşleri adına yaptıkları ısrarlara
rağmen asla!... Bu büyük devlet, ne bir siyasî, ne bir askerî hezimetler ve gerilemeler neticesinde çökmemiştir: Bunlar, görünür de olan sebeblerdir: Bizim Đmparatorluğumuzun asıl felâketi, temsil ettiğimiz yaşama sisteminin ve safında olduğumuz medeniyet nizamının çöküşü idi. Kısaca Buhar Devri dediğimiz yeniçağla, O'nun fikri düzenine ve hürriyetler sistemine ayak uyduramadık, aşırı merkeziyetçilik içinde, imtiyazlı zümre ve sınıfların boğuşmasını, halk adına yapılmış hareketler sandık, devirlerin tercüme kanunlarla temsil edileceğine inandık... Aynı ölçüler içinde 1962 Cumhuriyet Türkiyesinin acılarını, aynı mihenk taşına vurunuz: Siz, sanırmısınız ki, bizim bugünkü dertlerimiz sadece rejim buhranı adı verilen politika kavgalarıdır?... Asla!... Biz, tarihimizin ve coğrafyamızın, bize emrettiği yeri alamamış, ona erişememiş olmanın ıstırabı içindeyiz: Nasıl ki, matbaayı Batı'dan 217 yıl sonra nimet sayabilmişsek, bugün, televizyon'un Arab Yarımadasında çöl'e çıktığı şu günlerde, bizim asıl acımız, Atom devrine, dedelerimizin Buhar Devrine uzak oldukları kadar uzak olmamız ve çağın şartları karşısında iki büklüm kaldığımız mahrumiyet çukurumuzdur. Biz, bizi bu çukurdan kurtaracak cesur vatanseverlik hamlelerini ihanet saymanın kısa vâde hastalığı feveranları içinde bocalayıp duruyoruz: Üçüncü Selim'in tek tâbirle Nizam-ı Cedid dediği «YENĐ DEVĐR» e karşı ayaklanan Köse Musa'nın Yeniçeri kafası, Fetva verecek yeni Topal Ataullâh'lar bulma şer verasetine tesahüb ettikçe, ne Amerikan unundan ekmek yuğurmanın hicabı, ne de hayâl hak ve hürriyetler için Belediye Hudutlarına çekilme irticai son bulacaktır. Ve torunlara kalacak bu kötü mirâs'ın zaman zaman hortlayışı ile dünya yeni devirlere erişmişken, onları vatanı için de düşünenleri, Tevfik Fikret'in hayâl ettiği: Zahmetin, himmetin ve fazlın için Koyar elbet vatan, bu hasta nine Bir sıcak buse, terli nâsiyene kadirşinaslığı yerine, yağlı kemendler, inkârlar, veya tahrif edilmiş hâdiselerle tarihin hükmünü şaşırtma gayretleri bekliyecektir. Elinizdeki kitabı takdim satırlarında bu yürekler acısı kadere neşter vurmaya ne lüzum vardı demeyiniz: Çünkü elinizdeki kitabın mevzuu da, tahammül edilememiş büyük ülkülerin, hüzünle kapanmış sahifelerinden birisinin ibretli hikâyesidir... Teşkilât-ı Mahsusa'nın neden ve hangi duygularla doğduğunu, devrini kapatalı yarım asra yakın olmasına rağmen bilmiyoruz... Peygamberimizden 1285 sene sonra, yine o tarihî
Hayber'de, Kırk Türk çocuğunun -masal değil!.. - yirmi bin düşman, hem de çoğu dini bir düşman karşısında nasıl bir şehamet yarattığını da bilmiyoruz. Bunların ikisi de, kendi saha ve mevzularında, devre ışık olma hareketi değil midir? Çünkü bir milletin hayatında, örnek tutulma sevivesi sadece bir tek mevzuda olmaz: Maddî manevî kudretler birbirlerini tamamlar ve ortaya imrenilecek varlıklar çıkar. Gerileme, korkaklığın altıncı hissi'dir: Bu his, her türlü kahramanlıkların önüne çıkar: Büyük Kafa'ya tahammül edemez. Cesur Yüreğe düşman olur, kendi küçük ve kifayetsiz bedbahtlığının üstüne çıkan her türlü normal-üstü himmetin affetmez düşmanıdır: Anlatılmamış, unutturulmaya çalışılmış, inkâr edilmiş, meçhullere sürükletilmiş bütün gerçek hâdiselere yapılan kasıdda, fasik-i mahrum'un bu aşağılık duygusunun ufuneti tüter. Gerçek tarihin ve gerçek tarihçinin vazifesi ise, hakikatlerin üzerindeki şal'ı kaldırabilme cehdidir: En meraklı romanlara mevzu olacak vak'aların, bir hayâl değil, gizlenmiş, bilmediğimiz öz tarihimizin bakir safhasından bir tutamını önümüze iten mevzu!... Kendi sahasında, böyle bir meçhul’ün üzerindeki örtüyü, elinizdeki sahifeler içinde beraberce kaldırmaya çabalıyacağız. Tanrı yardımcımız olsun... Cemal KUTAY Eylül, 1962 Moda, Đstanbul.
TEŞKĐLAT-I MAHSUSA VE HAYBER'DE TÜRK CEGĐ
Đstanbul'un soğuk ve puslu günlerinden biriydi: Tarih, 23 şubat 1914... Vakit akşam... Bir kaç zamandır, bugünkü Đstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi o tarihî Bab-ı Seraskeri binasına yerleşmiş olan Harbiye Nezaretinin üst kat cepheye bakan geniş nazır odasında, geç saatlere kadar ışıklar sönmemektedir: O günlerden tarih sahnesinden çekilinciye kadar, Đmparatorluğumuzun kaderine hâkim isimlerin başında gelen genç Harbiye Nazırı Mirliva Enver Paşa çalışıyor, durmadan çalışıyor... Çünkü memleket, gerçekten büyük dertler ve
meselelerle karşı karşıyadır. Balkan Harbinin o feci neticeleriyle, bütün Rumeli elimizden çıkmıştır. Edirne'nin hudutlarımız içinde kalabilmesi de, ferdî cesaret ve fedakârlıklarla, tali ve kaderin pek müstesna lûtuflarından olmuştur. Yoksa Kâmil Paşa hükümeti, Đngiliz Kabinesinin ısrarlı telkinleri ve Rus baskısının zoruyla, Osmanlı devletinin ikinci payitahtını da Bulgarlara terk eden protokolü imzalamıştır bile... Nihayet, Balkanlı müttefikler arasında çıkan anlaşmazlık, Sırp ve Yunan ordularının Bulgaristana taarruzu ile ortaya çıkan fırsattan faydalanmasını bilen bir avuç ümidini kaybetmemiş genç kadronun ileri fırlayışı ile Edirne, hemen hemen, Bab-ı Âlinin rızası dışında ele geçirilmiştir. Hattâ daha da ileri gidilmiş, Garbî Trakya'da dünya yüzündeki ilk «TÜRK CUMHURĐYETĐ» de kurulmuştur (1). (1) — Balkan Harbinin bozgun facialarını takib eden ve Edirnenin kurtulmasını temin ettikten sonra, dünya yüzünde ilk. Türk Cumhuriyeti olarak kurulan Garbî Trakya Hükümeti yakın tarihimizin en dikkate değer hadisesidir ve çeşitli siyasî sebeblerle, kuruluş ve çöküşüne ait gerçekler bugüne kadar ifşa edilmemiştir. Teşkilât-ı Mahsusa'nın eseri olan bu bakir ve ibretli hâdise, TARĐH KO4UŞUYOR serimizin dördüncü kitabı olarak aralık 1962 de – Đnşallah huzurunuzda olacaktır.
Kâmil Paşanın sukutu, Mahmut Şevket Paşanın iktidara gelişi, Mebusan Meclisinde şiddetli ve tehlikeli politika kavgalarının sonundaki askerî idare, nihayet Mahmut Şevket Paşanın şehadeti, Said Halim Paşanın sadrıâzamlığı, Enver Bey'in bir emrivaki ile Harbiye Nezaretine gelişi, Đttihad ve Terakki Fırkasının vatanın kaderine kayıtsız şartsız hâkim oluşu... Đşte, 1913 sonunda, vatanın içinde bulunduğu şartların bir kaç cümle ile hülâsası budur. Enver Paşa, Ordu'nun politikanın dışında ve hattâ «üstünde» kalması fikrindedir. Bu kanaat ve inancını, Balkan Harbi sırasında siyasetin her sahasına el atarak vatanın o güzelim köşelerini elden çıkartmış ve tarihimize misli görülmemiş acı mağlûbiyetlerin kara sahifelerini getirmiş olan hâdiselerin tekrarını tamamen önlemek kararındadır. Askerlik mesleği, tekniğin dünya yüzüne getirdiği icablarla bambaşka çığıra girmiştir: Sultan Hamid'in idare-i maslahatçı politikası ile, kadrolara doldurulmuş olan alavlı, yâni neferlikten yetişme zabitlerin tasfiyesine başlanılmıştır. Yaşları çok ilerlemiş ve savaş bilgilerine ait devirler kapanmış olan eski kumandanlar yerine, gene kurmayların getirilmesine hızla devam edilmektedir. Balkan Harbi içinde uğranılan malzeme ve silâh kayıblarının telâfisine çalışılıyor. Bütçe acıktır. Dış istikrazlar çok güçleşmiştir. Hükümet, haricî borçların kendisini değil faizini bile ödeyemiyor. Maaşlar, ancak Düyun-u Umumiye
idaresinden kısa vâdelerle alınan borçlarla ödenebilmektedir. Öte yandan, asıl büyük tehlike olarak, Đmparatorluğu terkib eden ekalliyetler arasında baş göstermiş bulunan ayrılık hareketleridir: Đngiliz - Fransız - Rus hattâ Đtalyan ve Alman politikasının tahrik ettiği bu iftirak hareketleri, Avrupa karaşındaki topraklarımızın elden çıkmasına rağmen, hâlâ, dünyanın en geniş ülkeli devleti olan imparatorluğumuzu, uzak, çok uzak hudutlarda büyük kuvvetler bulundurmaya mecbur ediyor. Dinî inançları ne olursa olsun, Türk olmayan ırklar ve milletlerin ısrarla takib ettikleri müstakilleşme hareketi, Bâb-ı Âli'yi, muhtelif ve bünye itibariyle birbirinden çok farklı siyaset takibine mecbur etmektedir: Bütün Dünya Müslümanlarını bir araya getirerek, Đstanbuldaki makam-ı hilâfetin çevresine toplamak idealini güden Đttihad-ı Đslâm hareketi... Türk Ana-Vatanına yönelmiş olan PanTürkizm (Turancılık) cereyanı... Din ve milliyeti ne olursa olsun, o ânda Đmparatorluk hudutları içinde yaşıyan bütün unsurların birliğinden doğan Đttihad-ı Anasır siyaseti... Bütün bu çeşitli ve birbirlerinin temamen zıddı olan siyasî cereyanların mihrakı ise, yine ORDU'-dur: Çünkü, Hiristiyanlar hariç olarak, Osmanlı Đmparatorluğunun bütün diğer unsurları, Ordu'nun tabii kadrosunu teşkil ediyor. Tatbikatta bu gerçek böyle midir? Elbette değildir. Çünkü yıllardır, daha önce Balkanlarda ve Arnavudlukda olduğu gibi, şimdi de Arab Yarım Adasının hemen hemen her köşesinde Türk Kanı dökülüyor: Bu çatırdıyan, temeli çürümüş, maddî manevî bağları kopmuş uçsuz bucaksız topraklar üzerinde nazarî bayrağın dalgalandığı vatanda, mülkî hâkimiyetin bedeli, oluk gibi dökülen Türk Kanı'dır.
SO BĐR TECRÜBE YAPALIM…
23 Şubat 1914 akşamı, Harbiye Nezaretindeki geniş makam odasında, karşısındaki iri yapılı, devrin modası Enverî bıyıklı, ve Harbiye Nazırının karşısında bir âmir - memur vaziyetinde değil de, iki samîmi dost gibi rahatça oturmuş., onu dinliyen genç adama, Enver Paşa, yukarıdaki acı tablonun son safhalarını anlatmaktadır. Bütün anlatılanlar, muhatabında hiç bir hayret ve hattâ üzüntü intibaı yaratmıyor: Çünkü, Harbiye Nazırının misafiri, bütün bu hâdiselerin içindedir ve anlatılanlardan bir çoklarını, Harbiye Nazırından daha yakından bilmektedir. Çünkü O, Enver Paşaya, gizli istihbarat servisleri tarafından verilen bilgilerin içinde yaşamaktadır. Vatanın umumî manzarası üzerindeki izahlarını tamamlayan Harbiye Nazırı, muhatabına kararını bildiriyor:
«— Şimdi Eşref Bey... Siz, Teşkilât-ı Mahsusanızla, bu muhataralı haleti mümkün olduğu kadar tabiîliğe irca için cesaretli bir kaç tecrübe daha yapacaksınız. Hükümetin arz ettiği şeklî insicama rağmen, Nazırların şahsî mizaçları ve hattâ siyasî kanaatleri dolayısiyle cezrî tedbirlerin çok güç olduğunu takdir edersiniz. Dünyanın, büyük ve haricinde hiç bir devlet ve ülkeyi bırakacağı şüpheli bir umumî harbin arifesinde olduğu muhakkaktır. Bizi kat'iyyen rahat bırakmayacaklardır: Đngilizler ve Fransızların Rusyaya yardım için Boğazların serbestisini istiyecekleri muhakkaktır. Đstanbula bir kere Rus askeri girdi mi, onları payitahtımızdan bir daha çıkarabilmenin gayri mümkün olduğu da muhakkaktır. Böyle bir felâket, maazallah, devletin ebedî izmihlalidir. Hariciyemizin, Đngilizler ve Fransızlarla müsavî şartlar içinde yapmak istediği ittifak teşebbüsleri, maalesef akîm kalmaktadır. Almanyanın başında olduğu merkezî devletler grubu ile bir ittifak akdetmek ihtimâlimiz içinde de, devleti ve vatanı müdafaa için, bütün Đslâm âlemi ve Türk âlemi ile yakından münasebetler tesis etmiye, aradaki ihtilâfları bertaraf etmiye ve onları fikren ve bedenen kendi safımıza davet ve temsil etmiye mecburuz. Đşte Sizden talebim, hiç vakit kaybetmeden, idareniz altındaki Teşkilât-ı Mahsusa kadrosunu bu mühim memleket hizmetini başaracak seviye ve kudrete çıkarmaktır. Bunun için ben Harbiye Nazırı olarak elimden gelen herşeyi yapmıya amadeyim. Bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da, yine şahsen benimle temas edeceksiniz. Harbiye Nezaretine verilmiş olan Tahsisat-ı Mesture'den istediğiniz gibi istifade edebilirsiniz. Ben kaniimki, Sizin bilhassa şahsen çok iyi bildiğiniz, vaktiyle Hürriyet mücadelesine oradan başladığınız Arabistan'la, Cezair, Fas, Tunus, Trablus-Garb, Mısır, Hindistan, Cava, Đran, Afganistan, Büyük Asya Türkistanında girişilecek teşkilâtlı ve şuurlu bir propaganda ve onu takiben
de gizli
teşkilât ile, mukadder olan Cihan Harbinin önüne daha hazırlıklı çıkabiliriz. Düşmanlarımızın bize taarruz yolunda duyacakları endişenin çapını, bizim bu hazırlığımızın ciddiyeti ve muvaffakiyeti teşkil edecektir. Meselenin ehemmiyetini izah edebildim zannediyorum.» Harbiye Nazırının, mutadı dışında olarak konuştukça ve tasavvurlarını açığa vurdukça heyecanlandığını gören ve kendisini mutlak sükûnetle dinliyen Teşkilât-ı Mahsusa Reisi mütalâasını bir kaç cümleye sıkıştırdı: «— Paşam... Đçinde bulunduğumuz vaziyet malûm... Siz, bugün şeklen bizim vatandaşlarımız ve tebeamız olanlardan başlıyarak, aramızda kan, tarih, dil, din, anane münasebetleri olan ve dünyanın bin bir kösesine dağılmış yüz milyonlarca insanla
aramızdaki hudut ayrılıklarına, muhtelif güçlüklere rağmen, mukadderat birliğinin tecrübesini yapmak istiyorsunuz. Bunu da, devletin bekası ve yaklaşmış olan umumî harb içinden zaferle çıkabilmenin esas şartlarından kabul ediyorsunuz. Ben de tamamen aynı fikirdeyim. Müsaade buyurunuz: En kısa zamanda ihzari plânlarımı ikmâl edeyim, tasvibinize arz edeyim. Allah utandırmasın.»
HAZIRLAA BÜYÜK PLÂ
Teşkilât-ı Mahsusa Reisi, Harbiye Nazırıyla beraber çıkmış ve Enver Paşanın yeni taşındığı Kuruçeşme sahilhanesine beraber gitmişlerdi. Đkisi arasında, en çetin imtihanları geçirmiş olan yakınlık ve itimad, Harbiye Nazırının tasavvur ettiği «çâre» yi bulabilecek şahsiyetin, karşısındaki adamın ferdî cesaret ve tecrübesinde toplandığının söz götürmez delili idi. Eşref Bey diyor ki: «— Enver Paşanın Ordu mevzuları dışındaki hâdiselerle alâkadar olduğuna, Đttihad ve Terakki içindeki iktidar kavgalarına karıştığına ve kendisi için, hususî «klik» iler teşkil ettiğine dair daha çok düşmanca duygularla atılan fikirler tamamen yanlış ve haksızdır. Enver Paşa, rahatça iddia edebilirim ki, Sadrâzamlardan ve Hariciye Nazırlarından daha büyük basiretle, dünyanın büyük bir harbe sürüklendiğini görmüş ve Osmanlı devletinin bu harbin dışında kalabilmesinin kendi irade ve arzusunun üstünde ve haricinde, adetâ bir emrivaki olduğunu kavramıştı. Bu sebeble, devlete felâket getirecek oldu bittilerden mümkün olduğu kadar kurtulmak, bilhassa orduyu hazırlamak istiyordu. Hükümetin haricî istihbaratı hemen hemen yok gibi idi. Hariciyenin birçok ve en ehemmiyetli servislerinde, yine Türk olmayan unsurlar çalışıyordu. Daha sonraki hâdisat, bunlar arasında nice nice hainler ve satılmışlar olduğunu ortaya koymuştu.
BĐR DOSTLUĞU TEMELĐ Teşkilât-ı Mahsusa, doğrudan doğruya Başkumandanlığa bağlı «gizli çalışan bir devlet müessesesi» idi. Öylece ki, O'nun varlığı, bir çok nazırlarca da meçhuldü. itekim harbden sonra, Said Halim ve Talât Paşa kabinelerini divan-ı âli (yüce divan) a sevk etmek için kurulan «Meclis Tahkikat Komisyonu» önünde bu iki kabineye mensup
birçok nazırlar (yâni bugünkü tâbiri ile vekiller) Teşkilât-ı Mahsusayı bilmediklerini, sadece, Harbiye azırı Enver Paşanın şahsına bağlı ve devlete mutlak itimat edilen bazı «şahsiyetler» in mahrem askerî faaliyetlerinden haberdar olduklarını söylemişlerdir. Hakikat de gerçekten bu idi... «Teşkilât-ı Mahsusa», Sultan Hamid istibdadını yıkan Jön-Türk hareketinin, Kuşçubaşı Oğulları'nın idare ettiği Hicaz ayaklanmasını, ferdî ve şahsî hareket olmaktan çıkartarak, bütün münevver ve vatansever Ordu kadrosuna mal etmek dirayetini ve tavsiyesini gösteren rahmetli veteriner albay Rasim Beyin delaletiyle, Erkânı Harb Kadrosu içine yayılıp benimsenmesinden doğan «ihtilâl hareketi» idi. Enver Paşa, Harbiye azırı ve Başkumandan olarak, Osmanlı Đmparatorluğunun müdafaasında baş rolü ve mevkii alınca, kendisinin de vaktiyle içinde bulunduğu bu hareketi ihya etmek kadirşinaslığını gösterdi: Devlet, aynı devletti.. Vakıa rejim'in ismi değişmişti amma, bu devletin, içerde de, dışarıda da, dostları ve düşmanları aynı idi. Bu sebeble, Teşkilât-ı Mahsusa, vatanı görünür görünmez dertlere karşı, birbirine inanmış insanların teşkil edecekleri müdafaa hattı olarak teşkilâtlandı, zamana uygun hüviyet aldı, vazife gördü. Enver Paşayı, Balkan Harbinin felâketlerini takip eden günler içinde ve cihanın yeni bir savaşa hazırlandığı devrenin arifesinde Harbiye azırlığı makamına getiren hâdiseler «normal» sayılamazdı: Enver Paşa, iki rütbe birden terfi etmiş, kaymakamlık (yarbaylık) dan Mirliva (Tümgeneral) olmuş, ve otuz beş yaşında iken Đmparatorluğun bu en büyük askerî makamını elde etmişti. Enver Beyi, bir «vatan endişesi» duygusunun telkin ettiği hizmet olarak, hattâ arzusu dışında, bu makama sevkeden «eski dostlar»ın başında da Eşref Bey vardı... Kendilerine, Đslâm tarihinin ilk devresinde, Peygamberimizin etrafında toplandıkları için, cennet vâadedilen on idealist mücadeleciye izafetle «aşere-i mübeşşere» denilen on arkadaşdan ikisi, Eşref Bey ve rahmetli Dr. azım, Enver Beye kendisi için verilen «Harbiye azırlığı kararı» nı bildirmiye gittikleri zaman, bir apandisit ameliyatını yeni geçirmiş ve Beşiktaşdaki evinde istirahat halinde olan ikinci meşrutiyetin genç ihtilâlcisi, arkadaşlarını dinlemiş, mucip sebepleri tasvib etmiş, fakat, şu şartı ileri sürmüştü: «— Ben Harbiye azırı olduktan sonra, bu makamın icablarını tereddütsüz yerine getirirken, benden, hiç bir istisnaî muamele istemiyeceğinize söz vereceksiniz. Ordunun disiplin ruhu ne halde görüyorsunuz. En şiddetli tedbirleri alırken belki muhatablarım
sizler olabilirsiniz. O takdirde beni vefasızlıkla ittiham etmiyeceksiniz. Tam bir itaat ruhu, tam bir feragat, tam bir nizâm hayatı... Đttihad ve Terakki Fırkasını olduğu gibi, siz eski arkadaşlarımı da, hiç bir suretle işlerime müdahale ettiremem. Asla iltimas ve tâviz veremem. Dün ve bugün yapılmış olan hizmetler, birer vazife olarak ifa edilmiştir, bunlar açık bono değildir. Bunu bilmelisiniz ve bana söz vermelisiniz.» Bu söz verilmiş ve Enver Paşa, böylece Harbiye azırı ve Başkumandan olmuştu. Sadece, Padişahın Başkumandanlığı, bir «unvan» meselesi olduğundan «vekil» tâbirini kullanmıştı. Enver Paşa, Harbiye azırlığı devresi içinde, arkadaşlarından bu aldığı söz'ün dikkatle ve istisnasız tatbikini istedi, fakat, ne samimiyetinden, ne de tevazuundan hiç bir şey kaybetmedi. Teşkilât-ı Mahsusa'nın ikinci teşkilâtlanma devresinde Eşref Bey yaralı idi. Enver Paşa, bu eski dostundan, Teşkilât-ı Mahsusayı yeni şekilde tanzim ve başına geçmesini istedikten sonra, Ege bölgesine teftiş ve tensik seyahatine çıkmıştı. Bütün kolorduların başına genç erkânı harbler getiriliyor. Balkan Harbinin maddî mânevi felâketinden ordu kurtarılmıya çalışılıyordu. Đzmir'den Eşref Beye klişesi aşağıda olan mektubu gönderdi: Bu mektubu beraber okuyalım: «Eşref Kâğıdını aldım. Yaralarınızın geçtiğine memnun oldum. Büsbütün geçer de yine gelirsin, görüşürüz. iyaziden ne haber? Bana kalırsa işi çabuklâştırsanız fena olmaz. Dediğin mushafı almadım. Kardeşinin ve senin gözlerinden öperim.» E VER, Bu samimiyet böylece devam etti... Fakat genç Harbiye azırı ve Başkumandan, samimiyetini nüfuz gösterisi ve iltimas tecellisi halinde kullanmak istiyenlere de asla müsamaha etmedi. Bu mevzuda şu misal, cidden ibret vericidir: Devrin Adliye azırı Đbrahim Bey, oğlu Adnan Beyin askerlik hizmeti içinde Đstanbul'da bırakılmasını rica eden bir mektubunu Enver Paşaya gönderiyor. Enver Paşa, mektubu okuduktan sonra altına el yazısıyla aynen şu cümleleri yazıyor:
«— Vatanın her köşesinin müdafaası aynı derecede mukaddestir. Askerlik hizmetleri nazarında bütün evlâd-ı vatan, şehzadegân dahil, müsavidir. Bir Adliye azırının bu hakikati müdrik olmaması, şayanı teessüftür. Ben bu makamda iken, hiç bir istisnaî muamele olmıyacaktır.» Ve, dahası var: Bu mektub, altındaki meşruhat ile birlikte, yirmi dört saat, Harbiye ezaretinin ilân tahtasında asılı kalıyor... Đbrahim Beyin, Talât Paşaya tezallümü ve: «— Rezil oldum...»
demesi üzerine,
Enver'in cevabı şu oluyor: «— Kanun rezil olacağına bizler rezil olmamıya çalışalım!..»
Bu seneler içinde Teşkilât-ı Mahsusanın, münhasıran gizili istihbarat ile değil, hariçte ve hattâ Osmanlı devletinin hudutları içinde kalan, fakat merkeze bağlılık ve sadakatleri daima şüphe uyandırmış bulunan ve Türklerden gayrı ırk ve milletlerin ekseriyeti teşkil ettikleri yerlerde aldığı tedbirlerle, hükümetin görünürdeki kuvvetlerinin ve asayiş teşkilâtının kat'iyyen başaramıyacağı hizmetleri görmüş olduğu muhakkaktır. Bunlar, cidden «gizli» tutulduğu için, kabine azasının bile meçhulü idiler. Hattâ çok iyi hatırlarım. Bir gün Talât Paşa, yarı şaka, yarı ciddî: «— Eşref Beyefendi... Sizin hükümet teşkilâtından bize anlatabileceğiniz haberler yok mu?» demişti. Bunu da, diğerlerinin duymaması için yavaşça kulağıma söylemişti. O tarihte Dahiliye Nazırı ve iktidarda olan siyasî Fırkanın tabiî reisi sayılan bir zatın dahi, böylecesine sitem mevzuu yapacak kadar «mahrem» addedilen çalışmaları nelerdi? Şimdi, tarih önünde bu sualin cevabını vereyim: Büyük bir plân hazırlamıştık.. Bu plân, Osmanlı devletinin asırların yükü ve mirası olarak omuzlarında taşıdığı mazi miraslarının zararım asgarî hadde indirecek tedbirleri ihtiva ediyordu. Bugün düşündüğüm zaman, benim de aşırı cesaretli bulduğum bu plân neydi? Şimdi tarih huzurunda, hazırlıklarımızı, çoğu nazariyede kalmıyarak uğrunda kan dökülmüş, emek verilmiş ve tatbikat safhasına girerek, başka menbalara ve kaynaklara bağışlanılmış olan mücadele ve didinmelerimizi, meçhullerden çıkarmadan evvel, TEŞKĐLÂT-I MAHSUSA ne idi, onu anlatmak icab eder.»
SULTA HAMĐD'in E KUVVETLĐ ZAMAIDA YAPILMIŞ BĐR BAŞ KALDIRMAI ĐAILMAZ ETĐCELERĐ:
Eşref Bey «Teşkilât-ı Mahsusa» yi şöyle anlatır; «— Sultan Hamid'in son seneleri, bir vehim ve vesvese tufanıdır. Babam Kuşcubaşı Mustafa Nuri Bey böyle bir vehim uğruna Hicaza sürüldüğü zaman, ben ve kardeşim Selim Sami de, babamızla birlikte Hicaz'a yollandık. Sürgün yerimizin evvelâ Yemen olması, Padişahın gazabının azametini anlatıyordu. Hicazda sürgün iken, Mekke'den firar; ederek Hindistana geçerken yakalanmıştım. Cihad kalesinde parangaya vuruldum. Vali Ahmet Ratip Paşa tarafından istintak edildim. Aramızda ağır bir münakaşa cereyan etti: «— Zulüm payidar olmaz. Çökeceksiniz..» dedim. Taif'te Hürriyet Babası Mithat Paşanın şehid edildiği kale odasının karşısına tıkıldım. Yedi ay burada işkence gördüm. Gençtim, mütehammildim. Buradan Medineye kal'abend olarak nakledildim. Bab-ül-Arab ailesinden Şeyh Şehabî'yi, milletimi tahkir ettiği için yaraladım. Muhafız Şakir Paşa tarafından iç kalede, Orta-Çağ'dan kalma bir işkence şekli olan tomruğa çakıldım. Güya, Tanzimat Fermanıyla lâğvedilmiş olan bu feci tazyikler, bende şu inancı yarattı: «— Abdülhamid idaresi, şeklî olan kuvvet ve satvetine rağmen, ancak bu ferdî zulümlerle payidar olacak kadar köhneleşmiştir. Onların bu tazyikleri, yıkılmakta olan saltanat bünyâdlarına olan güvensizliklerinin alâmetidir. Firar edeceğim ve mücadeleye girişeceğim. Harbiyedeki arkadaşlarım arasında, vatanperver olanların hapsi, artık vatanın bu şahsî ve keyfî istibdad sisteminden kurtulması için canlarını vermiye amadedir. Bir ön hareket bekleniyor.» Ve, hemşehrim olan muhafızlıktaki mülâzım Tahir Bey vasıtasıyla, kardeşim Selim Sami ile irtibat temin ederek kaçmıya muvaffak oldum. Ubeyt Ofî ve Ferec Đbn-i Mısrî'lerle ilk çete harblerine başladık. Bizim mücadelemiz, bütün memlekette derin akisler yaptı. O zamana kadar «karşı konulmaz» bir varlık sayılan Sultan Hamid idaresinin çürüklüğü ortaya çıkıyordu. Sami'nin, Đzmir ve Đstanbulda gizli teşkilât kurması için Şam'da olan kolağası Mustafa Kemal Bey (Atatürk) sahte bir nüfus kâğıdı temin etti. Ben, Hicaz'da mücadeleme devam ettim: Muhafız Şakir Paşanın oğlu, yâverân-ı hazret-i şehrivâriden Mustafa Vasıf Beyi, üç tabur arasından dağa kaldırdım. Meşhur Lavrens. bu hâdise için hatıratının «fikrin yedi kolonu» kısmında söyle der: «— Bu müthiş haydut, muhafız
paşanın oğlunu üç tabur askerin arasından, bir kartal hışmıyla alın, atının terkesine atarak kaçırmıştır.» Padişahın, Mekke şerifine, hilâfet makamının hediyesi olarak gönderdiği sürre-i hümâyunu vurarak, asayişin nasıl pamuk ipliğine bağlı olduğunu, ve artık çökmüş bir nizamın hiç bir maddî manevî varlığına itimadın akıl ve iz'an icabı olamıyacağmı isbat ettim. Đmparatorluğumuzun her tarafındaki, genç erkânı harb zabit arkadaşlarımla muhabere halinde idim. Teşkilât-ı Mahsusa'nın ilk temeli, bir Hürriyet Kadrosu halinde bu suretle hazırlanmıştır. Yoksa bu isim, bir dimağın, masa başında tercih ettiği lâfzî varlık değildir. Đbni Reşit ve Emir Abdülâziz gibi, Necid'in amâkında, mahallî otoritelerin de üzerinde derin tesirler yapan mücadelemizin, artık vatanın diğer kısımlarına da teşmili günü geldiğinden, Kıbrıs'a, oradan Paris'e geçerek Jön Türklerle temas ettim., Bu sırada kardeşim Selim Sami, Đzmir ve havalisindeki Đttihad ve Terâkki teşkilâtını kurmuştu. Ben, Paris'ten, Karadağa gelerek Makedonyaya geçmiş, buradaki faaliyetin genişlemesine çalışıyordum. Yılları ve güç inanılır hâdise ve maceraları ihtiva eden bu mücadele devresi, şu kanaati ortaya koymuştu: «— Sultan Hamid'in ferdî ve zümrevî istibdadının tarih devresi tamamlanmıştır. Bu idare, şuurlu ve kuvvetli bir baskı ile yıkılabilir.» Nitekim böyle de oldu ve tarihlerimizin ĐKĐNCĐ MEŞRUTĐYET adını verdikleri bu neticede, 1904 de başlamış olan mücadelemizin ve bu mücadelenin daha sonra sembolleşmiş adı olarak benimsediğimiz Teşkilât-ı Mahsusa'nın hissesi cidden büyüktür.>
ĐKĐCĐ SAFHA: TRABLUS-GARB MÜDAFAASI ve TEŞKĐLÂTI MAHSUSA
Bizim memleketimizin garib bir kaderi vardır: Müsbet ve iyi olan varlıkların, daha sonra, lâübalî ve gayrı lâyık hâdiselerin revaç ve itibarı için insafsızca kullanılması... Nitekim, Đkinci Meşrutiyetin elde edilişinde, birbirine inanmış bir avuç insanın müşterek emeği olarak adlandırılan Teşkilâtı Mahsusa, ikinci vatanseverlik örneğini de Trablus-Garb müdafaasında verdikten sonra böyle bir istismar safhası geçirdi: Meşrutiyetin ilânı ile beraber, hazırlanmış ve teşkilâtlanmış olan düşmanlıkların mucizevî tedbirlerle yerlerini hakkımızda hayırlı ve müsbet neticelere bırakacağını sananlar çok çabuk hayal kırıklığına uğradılar: Yunanistan Girid'i ilhak etti, Avusturya-Macaris-tan Bosna-Hersek'i ilhak etti,
Đtalya da Osmanlı Đmparatorluğunun mirasından gecikmiş olmanın hırsı ile Trablus-Garb'e saldırdı... Trablus-Garb müdafaası. Devletin karar ve eseri değildi: Đkinci Meşrutiyeti ilânda asıl himmeti göstermiş olanların, bir vatan parçasını savaşsız ve hacalet içinde terk etmemek haysiyet şahlanmaları idi. Teşkilât-ı Mahsusa kadrosu, Trablus-Garb savaşında, Gerillâcılıkda (muntazam ve tatminkâr kuvvetlerin mahrumiyeti halinde çete ve cephe ön ve arkası harelerinde) ne mükemmel neticeler alınabileceğini isbat etti. Ben, daha 1904 de, ancak beş on arkadaşımla Ahmet Ratib ve Şakir Paşaları, Padişaha her ân telgraf basında «— Đmdad!..» feryadına mâruz bırakan mücadelemi yaparken, Sadık El-Müevvet Paşanın karargâh kumandanı olan arkadaşım Rasim Bey (Đzmir suikasdı sırasında Maarif nazırı Şükrü Beyle beraber asılan Miralay Rasim Bey bu zattır.) gizlice yanıma gelmiş: «— Eşref... Cürümlerin en büyüğü olan huruc-u ales-Sultan ile ittiham ediliyorsun. Bu yolda da muvaffakiyetle yürüyorsun. Bu mücadeleni şahsî bir hareket olmaktan çıkar. Hükümetin idaresinin zulüm ve facialara sebeb olan istibdadının seyyiatı olarak ilân et. Hattâ, şimdilik Padişahın şahsını da muhterem tut.. Öyle bir hava yarat ki, senin bu uğraşmalarının, sadece ve münhasıran, fena idarecilere karşı ayaklanma olduğu kanaati uyansın. Kendini de tek başına gösterme. Bir Teşkilâta bağlı olduğun zehabını yarat. Çünkü bizim memleketin haleti ruhiyesi bunu icab ettirir. Bak, Buraya her sene Hac dolayisiyle Đslâm âleminin her bucağından on binlerce insan geliyor, Bunların gittikleri yerde, duyacaklarını ve kendilerine telkin edilenleri anlatacaklarını düşün. Dünyada propaganda kadar kuvvetli bir silâh yoktur. Đnsanların ruhu, tahakkukuna hasret duydukları hâdiselere bağlanmıya mütemayildir.» demişti. Filhakika bu telkin, muhitimden evvel benim maneviyatım üzerinde derin tesir yapmış, yaptığım işin ferdî olmadığına bütün samimiyetimle inanmıştım. Trablus Garb'de de, böyle düşünen bir avuç insandık Bizi birbirimize bağlıyan öyle kuvvetli ruhî sebebler vardı ki, bunları, resmî bir teşkilâtın ve hattâ nizamın sınırları içine sığdırmak asla mümkün değildi. Aramıza yeni katılanlar, çok kısa zamanda, aynı manevî havanın tesiri içine giriyorlardı.
ÜÇÜCÜ SAFHA: BALKA HARBĐ BOZGUU ve TEŞKĐLÂTI MAHSUSAI ĐSTĐSMARI
Biz, Trablus-Garb'de, Enver, Mustafa Kemal, Ali Fethi, Nuri (rahmetli Conker), Đbrahim Süreyya (rahmetli Kocaeli mebusu Đbrahim Süreyya Yiğit), Ali (Rahmetli Nafia Vekili Ali Çetinkaya), Fuad (Fuad Bulca. Zannedersem o günlerden hayatta sadece ikimiz kaldık.), Mümtaz (Daha sonra Enver Paşanın yaveri), Süleyman Askerî ve bugün himmetleri tarihin vefasına tevdi edilmiş bir avuç mücahitle bu vatan köşesini Đtalyanlara karşı müdafaa ederken, Balkan Harbi patladı. Şöyle düşündük: «— Düşman bizim kalbimize saldırıyor. Burası, bedenimizden bir parçadır. Evvelâ kalbimizi korumalıyız. Bütün Rumelinin kaybı ve Đstanbul'un elden giderek, maazallah, devletin sukutu tehlikesi vardır. Akim ve vatanperverliğin yolu, evvelâ kalbimizi tehlikeden kurtarmıya çalışmaktır.» Hemen şunu söyliyeyim: Biz bu karara vardığımız ânda, Đtalyanlar, Trablus Garb'i ele geçirebilme yolunda hiç de ümitli vaziyette değildiler: Onlar, sahillere mevzi aldırdıkları donanmalarının himayesinde, ne kadar ilerlemek mümkünse o kadar ilerliyebiliyorlardı. Đçerlerde hiç bir muvaffakiyet elde edemiyorlardı. Bizim Teşkilât-ı Mahsusa ruhu, öylesine inkişaf kaydetmiye başlamıştı ki, Fas'dan, Cezair'den, Tunus'dan, Đngilizlerin tazyiklerine rağmen Mısır'dan, Fransızların şiddetli müdahalelerine rağmen bütün bizim o tarihî Garb Ocakları'ndan yardımlar alıyorduk. Emin olunuz, Hindistan ve Cava Müslümanları arasında bile kaynaşma başlamıştı. Evet, belki bunlar, münferid hâdiselerdi. Fakat, bir halâs yolu arayan milyonlarca kalbin ve dimağın hasretle beklediği kurtuluşun ışığı gibi benimsenerek, durmadan inkişaf ediyordu. Bütün bu olup bitenler, daha sonra, Birinci Cihan Harbi içinde asıl faaliyetini gösterecek olan ve bugün de, Türkiye Cumhuriyetinin haricî siyasetini idare edenlerin dikkat ve hassasiyetlerinden kaçmaması şart olan Teşkilât-ı Mahsusa tecrübesinin istinad ettiği temelin kuvvet ve kudretine inandırıcı şahit olarak önümüzde kalacaktır. Evvelâ Enver gitti... Bu gelişler ve gidişlerin ne zor şartlar içinde olduğunu, bugünkü nesle anlatabilmek de zordur: Kılık kıyafet, ad unvan değiştirerek, bazen kaçak gemi tayfaları, bazen çöl ortalarında Bedevilerin vicdanına dehalet etmiş çaresizler olarak yollara düşüyorduk. Vatanperverliğin, diplomatik pasaportlara bağlanmadığı o buhran günlerinin istirablarını bugünkü nesle anlatmak çok güç, hattâ imkânsızdır: Ortada, misâl olacak şahsiyet ve hâdiseler kalmadığı için... Ne ise... Çünkü bu hizmetlerin hiç birisini, ne şöhret, ne mevki, ne servet, ne ikbal ve iktidar için değil varlığına inandığımız aziz ve mübarek bir vatan için yapıyorduk. Enver,
Đstanbula geldiği zaman, felâket kapımızı çalmıştı: Düşman, Đstanbul önlerine kadar dayanmıştı. O, ne beklenilmiyen bozgundu Yarab-bü... Ecdadın, oluk gibi kan dökerek, sehametler ve zaferler sonunda millî hudutlara kattığı vatan diyarlarını, köhnemiş bir eski evin harabesini terkedercesine fütursuz ve kolay elden çıkarmıştık. Ordu, üç senedir vatanı yiyip bitiren politika kavgalarının içine düşmüştü. Balkan Harbi faciasının içyüzü henüz yazılmamıştır: Eğer bu himmet, bugün de esirgenmemiş olsa. Türk Ordusunun kalbinde vatan muhabbeti olan hiç bir muhterem mensubu, siyaset adı altında binbir rezaletin irtikâb edildiği o ufunetin içine girmez ve kendisini ondan münezzeh tutar: Đttihad ve Terâkki sempatizanı olan zabitler, Hürriyet ve Đtilâf taraftarı olan zabitlerin kalpaklarının şekli bile «başka» idi. Şekle kadar inen bu ayrılık, ruhta ve mefkurede nasıl derin çukurlar açmazdı.. Đşte Rumeli, bu çukurların içinde, yok yere kaynayıp gitmiştir. Enver'den «— Bütün kadro ile, en serî vasıta ile hemen dönünüz..» haberi geldiği zaman, Edirne düşmüştü, ve Bulgar kuvvetleri Çatalca önlerinde idi. Đstanbul'a harab ve bitkin eriştiğimiz zaman, bütün bu dertlerin üstünde, bizim Teşkilât-ı Mahsusa adının feci istismarına da şahit olduk: Hapisanelerdeki mahkûmlar, katiller, sabıkalılar, şerirler salıverilmiş ve Tahtakale Hanlarındaki Türk tebeası olmıyan, askerlikten hiç anlamıyanlar da, zorla katılarak, bunlardan tahminen beş bin kişilik bir kuvvet, Halil Beyle (daha sonra Paşa ve Enver'in amcası), Yakub Cemil'in kumandasında Kalikratya-Silivri çevresinde ve Çatalca hattının sol cenahını teşkil eden mahallere sevk edilmişlerdi. Đstanbul halkı başta olarak, bütün vatan «Müdafaa-ı Milliyye Cemiyeti» adıyla bir de şekle bağlanan bu başıbozuklar için, yüz binlerce altun hibe etmiş, ve bir millî ordu'nun kuruluşu ümidine düşürülmüştü. Đstanbula gelişimizle beraber, o tarihte Onuncu Kolordu Erkânı Harbiye Reisi olan Enver, Başkumandanlığı adetâ münavebe ile alan Nâzım ve Đzzet Paşaların arasında, genç Erkânıharblerin uğradığı zorlukları yenmek için uğraşıyor ve daimî ric'at halinde olan Ordunun boşluğunu doldurmak ümidiyle derlenmiş olan «milis» lerin tam bir disiplin altına alınmazsa, fayda yerine büyük zararlar getireceğini müdrik kumandan olarak, Ordu karargâhını ikaz etmiş bulunuyordu, Đstanbula geldiğim zaman, Nâzım Paşanın beni arattığını haber verdiler. Paşa, o unutulmaz ve meşhur babacanlığını kaybetmiş, derin bir melal içinde ve memleketin uğradığı felâketler karsısında çökmüş bir ruhî ezginlikte idi. Trablus-Garb'deki mücadeleye ait kısa görüşmeden sonra derhal mevzua girdi ve Payitahtı
müdafaa ümid ve maksadıyla toplanılmış olan «milis» lerden acı acı şikâyet etti. Çok dertli idim: «—Paşam... Evvelâ bunlara «Teşkilât-ı Mahsusa kıt'aları» denilmekle büyük ve tarihin kolaylıkla affetmiyeceği hata işlenilmiştir. Hiç bir millî his, tanzim edilmedikçe ondan müsbet netice beklenemez. Sizin tecrübeniz ve dirayetiniz, bu hakikati teslime kifayet eder. Halkın, ekmeğinden ve dişinden tırnağından keserek müdafaa-ı milliye cemiyeti için verdiği yüz binlerce altını, bu başıboş ve serseri güruhuna, bir de Teşkilât-ı Mahsusanın şerefli ve vatanperver ismini vererek mahvetmiye kimsenin hakkı yoktur. Evet., Vatan muhatarada iken, her tip insandan istifade düşünülebilir. Fakat ne yapılmak istenmesi malûm olmak kaydü şartı ile... Şimdi bu güruh, karşımızdaki Bulgar ordusu kadar memleket için tehlikelidir, ve bu tehlikeden vatanı bir ân önce kurtarmak icab eder.» Nâzım Paşa, baş işaretleriyle beni devamlı olarak tasdik ediyordu: «— Bakınız Eşref Bey, kardeşim. Rum köylerine saldırmışlar, birçok rezalet çıkarmışlar. Burada sefirler, Đstanbul'u donanmalarına işgal ettirmezlerse bir katliâmın çıkacağı tehdidi ile bizi, Edirneyi de feda ederek mütarekeye zorlarken, onlara koz veren bu tecavüze ne demeli? Rica ederim, ayağının tozu ile şu derdden vatanı kurtar. Kardeşin Sami Bey ve Sen, bu çeteciliği temsil eden insanlarsınız. Siz iyisini yaptınız, biz burada kötüsünü tecrübe ettik. Fakat Makedonya dağlarından önce, Arab çöllerinden bu iş, sizlerin eliyle Osmanlı ordusuna intikal etti. Biraz da tarihî mes'uliyet omuzlarınızda... Bütün selâhiyeti olduğu gibi devrediyorum. Enver Bey de bana, bu rezaleti ancak sizlerin tasfiye edebileceğinizi kat'iyyetle ifade ederek kanaatimi takviye etti. Şu dakikadan itibaren bu vebal, maddî manevî mes'uliyetleriyle üzerinizdedir.» Benim için hâdisenin manevî cephesi, müessisi olmakla daima şeref duyacağım Teşkilât-ı Mahsusa'nın adını, bu ayak hareketinden kurtarmaktı. O günlerde Selim Sami Đzmir'de, hükümetin masum insanlara karşı ıslâh etmek istemediği bir haksızlığın uyandırdığı küskünlük ile hâdiselerin uzağında ve adetâ ferdî isyan halinde idi. Enver'in rica ve delâleti ile Đstanbula geldi, hemen Çatalcaya hareket ederek, buraya serpiştirilmiş olan ve Osmanlı Đmparatorluğunun ırk, din, fikir, karakter, gaye, ahlâk, hattâ renk ve çehre bakımından tam bir «halita» sını teşkil eden ve sayıları bizim işi ele aldığımız ânda beş bini aşan kalabalığı, derhal tensike başladık, sabıkalıları ve ıslâh edilemiyecek olanları «amele taburları» halinde askerî yolların inşasına memur ettik, başlarına eli kamçılı çavuşlar koyduk,
içlerinde tertemiz hislerle vatan müdafaasına koşmuş olan merd delikanlıları ayırdık, bunları, kendi öz ve hâlis kuvvetlerimizle takviye ettik, bu arada bir çok hâdiseler, hattâ ayaklanmalar oldu. Zamanında, şiddetin, mülâyemetten daha çok hayırlı olduğu tecrübemizle, muhatablarımızın vasıflarına uygun tedbirler alarak, çok kısa zamanda, vaziyeti normale irca ettik: Mücahidler Fırkası adını verdiğimiz bu teşkilâtı, Umum Çeteler Kumandanlığı gibi, onları manen tatmin edecek bir unvana bağladık. Ki, Teşkilât-ı Mahsusa'ya lâyık bir hüviyet alan bu kadro ile hem Edirneyi kurtardık, hem Garbî Trakya Türk Cumhuriyeti'ni kurduk. Böylelikle, Müdafaa-ı Milliyye Cemiyeti de, memleketin şiddetle muhtaç olduğu deniz kuvvetlerini halkın hamiyyeti ile temin etmek gayesiyle Osmanlı Donanma Cemiyeti ve harbde cidden hayırlı hizmetlerin sahibi olan Hilâl-i Ahmer (bugünkü ismiyle Kızılay) a devredildi. Böylelikle, Balkan Harbi'nin acı günlerinde denenmek istenmiş olan «milis kuvvetleri»nin iyi tanzim edilememesinden doğan ve Teşkilât-ı Mahsusa'nın manevî şahsiyetine mal edilmek istenen bir hareket de, vatanın hayrına istikamet alarak vazifesini başarmış oldu. Bu, Teşkilât-ı Mahsusa'nın hayatında ÜÇÜNCÜ SAFHA'dır.»
DÖRDÜCÜ SAFHA: ĐKĐCĐ TEŞKĐLÂTI MAHSUSA ve ĐMPARATORLUĞU KADERĐ ÜZERĐDEKĐ BÜYÜK ROLÜ
Balkan Harbinin bitimi ve bütün Rumelinin elimizden çıkışı ile Birinci Dünya Harbine girişimiz arasındaki iki sene, Đmparatorluğumuzun en buhranlı yıllarıdır... Mahmut Şevket Paşanın şehadeti, Said Halim Paşanın sadrıazamlığı, Enver Beyin, Osmanlı Ordusunun kurtuluş ümidi olarak, Teşkilât-ı Mahsusa'nın kadrosuna dahil genç erkânı harblerin tazyiki ve cesur hareketleriyle Harbiye Nazırı oluşu, Enver'in bu makama geçişi ile giriştiği kökden ıslâhat hareketi ve artık bir emrivaki olduğu anlaşılan harbe hazırlanış, bu iki yılın yüklü bilânçosudur. Bu hâdiseler içinde Teşkilât-ı Mahsusa'ya yepyeni bir çehre vermek icab ediyordu. Bu çehre'nin, devletin içinde bulunduğu bünye zorluklarına karşı millî mevcudiyeti muhafaza yolunda dayanaklardan birisi olması şarttı. Bu idrâkin şerefinin şehid Enver Paşaya ait
olduğunu burada ifadeyi vecibe addederim. Şimdi bu meçhul safhayı, şahsî sır olmaktan çıkararak, tarihin sinesine tevdi ediyorum. Şöyle ki: Tafsilâtı, daha sonraki müstakil bir kitabda görüleceği üzere, Bulgarları Edirneden atmış, ilerlemiş, Garbî Trakya Hükûmet-i Muvakkatesi'ni kurmuştuk. Bir gaflet ve korku uğruna maalesef harcanmış olan bu devletin terki hüsranı içinde Đstanbula döndüğümüz zaman, beraberimizde, Bulgarlardan aldığımız muazzam sayılacak ganimetler vardı. Bunlar, aynen ve kısmen de nakde tahvil edilerek devlet hazinesine intikal etti. Bâ irade-i seniyye ve hükümetin kararı ile bana ve kardeşim rahmetli Selim Sami'ye verilenleri, olduğu gibi, Teşkilât-ı Mahsusa emrine hasretmiye kararlı idik. Enver Paşa da, Harbiye Nezareti mestur tahsisatından elli bin altun ayırmıştı. Bu miktar, bugünkü rayiçle beş milyon lirayı buluyordu. Đlk nüve bu oldu. Balkan sulhu imzalanmış, acı şartlar içinde de olsa memlekete nisbî sükûn gelmişti Đzmir'e giderek bir müddet dinlenmek ihtiyacında idim. Arabistanda, Makedonyada, Trablus-Garb'de, Edirne ve Garbî Trakya muharebelerinde aldığım yaralarla vücûdum bitkindi. Selim Sami, Edirne savaşlarında yaralanmış, Haydarpaşa Hastahanesinde sathî bir tedaviden sonra kuvvetlerinin basma dönmiye mecbur kalmıştı. Garbî Trakya harblerinin en esaslı zafer unsuru olduğu bir tarih hakikati olan merhum ile birlikte, veda için ziyaretine gittiğimiz Harbiye Nazırını, Teşkilât-ı Mahsusa'nın yeni veçhesi üzerinde hazırlıklı bulduk. Bu, öylecesine bir hazırlık idi ki, hiç bir şahsî sebeble geciktirilmesi imkânı olmıyan devletin istikbaline ve varlığına ait temel hazırlıklar arasına girebilecek kıymette idi. Bu sebeble huzur-u kalble diyorumki, Teşkilât-ı Mahsusanın asıl vazifesini ifa ettiği bu safhanın fikrî inşası şerefi, Enver Paşaya aittir.
HAYÂLLERĐ HUDUDU Teşkilât-ı Mahsusa, bir taraftan en sert hakikatler için de iken, Öte yandan da, o günlerin edebî cereyanı olan fecr-i âti hayâl âleminin enginliklerini hatırlatacak «engin ufuklar» içinde yüzüyordu!. eler
düşünülmemişti: Đstidadlı
gönderilecek,
buralarda
Türk gençleri,
okuyacaklar,
her
Batı
sahada
Medeniyet
bilgi
sahibi
merkezlerine olacaklar
ve
imparatorluğun o uçsuz bucaksız geniş ülkelerine yayılacaklar, hem Türkçülük cereyanının bayraktarlığını yapacaklar, hem de o ülkeleri Batı Medeniyetinin seviyesine yükselteceklerdi. Bunun için de, Teşkilât-ı Mahsusa kurucuları, devletten yardım
beklemiyorlardı: Devrin en açık fikirli, münevver, Đslâm dininin ilme ve zamana intibak kabiliyet ve kudretini kavramış olan muhterem bilgini Şeyhülislâm ve Evkaf azırı Hayri Efendi, Ebül'ilâ Kâmil, Ali Vasfi Efendilere teşkil ettirdiği bir komisyon-u mahsus marifetiyle, evkaf-ı mülhakadan, «ilim ve irfan tedrisine meşrut vakıflar»ı ayırtmış, bunların mukaatâalanın bütçeden tefrik ettirerek «Ecnebi memleketlere tahsile gidecek olanlar» adıyla bir fasılda toplamıştı. Bu fasıl için, teberru da kabul edilecekti. Teşkilât-ı Mahsusanın kurucuları, memleket zenginlerine bu yolda misal olabilme ümidiyle, kendi şahsî imkânlarım da vakfetmişler, bu arada, Garbî Trakya Hükümetinin kuruluşu ve Edirne'nin kurtuluşu yolundaki hizmetleri dolayısiyle, Eşref ve Selim Sami Beylere, ganimet mallarından Hükümet kararıyla verilmiş olan nakdî ve aynî mevcudları da, iki kardeş bu uğurda tamamen tahsis etmişlerdi. Seçilen memleketler Đngiltere, Fransa, Đsviçre, Almanya, Đtalya, Belçika idi... Her bakımdan ileri bir diyar olan Belçika, Osmanlı devleti üzerinde miras dâva ve iddiasında olmıyan bir «küçük memleket» olarak tercih edilmişti, ilk kafile Belçika'ya gönderilmişti. Eşref Bey de, gençlerin buraya gönderilmesinden kısa zaman sonra, onlara haber vermeden ve Đsviçre'de Zürihte gizli bir toplantı yapan Hind Đstiklâl Komitesinin içtimalarında bulunduktan sonra, Liyej'e gelmiş, talebelerin durumunu tetkik etmişti. Bu mevzuda, kardeşi Selim Sami'ye yazdığı mektubu, dudaklarımızda masum bir tebessümle okuyabiliriz: Eşref Bey mektubunda şöyle diyor: «— Sami Liyej'e geldim. Đbrahim, Medih, eş'et, Faik, Sadi Beyleri gördüm. Halid Bey Aet'tedir. Aet, buraya dört saattir. Onu göremedim. Yarın Londra'ya geçiyorum. Çocuklar burada perişan haldedirler. Ben tahkik eyledim. Başka talebelere sordum. Burada insan okumak şartiyle 150 frankla geçinemez. Ayda seksen frank pansiyon, 45 frank oturulabilir bir oda, 8 frank çamaşır, 50 frank hoca parası. Yalnız masarifat-ı mecburiye budur. Halbuki sene nihayetinde her imtihana girdikçe yirmi frank ders parası... Bu parayı veremiyen imtihana giremez. Bunlar tütün içer, traş olur, şu ve bu gönderdiğiniz para yetişmez. Her halde iki yüz frank gönderiniz. Çocuklar derse çalışabilsinler. Ders okurken borçlu kapıya dayanacak diyerek ürkmesinler. Her halde iki yüz frank gönderiniz.»
Ve, tabiî iki yüzer frank gönderilmiye başlanılıyor.. «Çocuklar», harbin ilânına kadar rahatça okuyorlar, döndükten sonra da, hepsinden, memleket gereği gibi istifade ediyor. Bugün hayatta olan ikisi, iki müessesenin başındadır... Ah idealizm buhranı!.. e geldiyse, senin yokluğundan başımıza geldi... Bol bol, ruhlarımızı doldurduğun zaman da, tecrübesizlik ve bilgisizlik, o en büyük hastalığımız olan kısa vâde iptilâsı, günlük neticeler uğruna basit tedbirlerle hâdiseleri pamuk ipliğine bağlama itiyatlarımız, senden gereği gibi faydalanmamızı önledi... Teşkilât-ı Mahsusa'nın kurucuları, insan yetiştirme için, kendi öz kaynaklarını seferber edecek kadar Garb'ın ilmine ve irfanına, tekniğine ve metoduna sahip kalifiye vatandaş hasreti içinde idiler. Onlar bu ihtiyacı, koskoca bir imparatorluğu ayakta tutabilmek için duydular. Üzerlerine aldıkları dâvayı başarabilmek için de, cesaretle atıldılar, ne nakidlerini, ne vakidlerini, hattâ icab ettirdiği zaman canlarını esirgemediler... Bu arada, masum hayâllere kapılmadılar da değil!.. Çatırdamakta olan, temeli sarsıntılar geçiren bir devleti ayakta tutabilmek için, teferruat gibi görünen mevzularla da uğraştılar. Fakat ne yaparsınız ki, her sahada kapıyı çalan ihtiyaçların tazyiki, onlarda, bir tasnif yapabilme kudreti bile bırakmamıştı. Manevî mirasları da meydanda... Hâlâ ders alacağımız nice nice bakir himmetler var!..
Harbiye Nazırı, aynı zamanda, Ordularımızın fiilen Başkumandanı idi. Kanunu Esasiye göre bu vazife, Devletin cismanî ve dinî reisi olan Padişaha aitti. Padişah da, bu vazife ve selâhiyetini, lâyık gördüğü bir zatın vekâletine tevdi edebilirdi. Naciye Sultanla evlenerek, Damad'lar arasına girmiş olan Enver Paşanın, fiilen ordunun Başkumandanı olması, bir irade-i seniyyeye lüzum kalmadan tatbikatta tahakkuk etmiş fiilî hâdise idi. Nitekim, seferberlik ilânı ile beraber, Padişah Beşinci Sultan Mehmet Reşâd'ın bu husustaki iradesi de ilân edilmişti. Böylelikle, harbden çok evvel, Başkumandanlık selâhiyet ve vazifelerini, Harbiye Nazırlığı ile telif etmiş olan Enver Paşa, Đttihad ve Terakki'nin Fırka Diktatoryası devri'nin Mebusan ve Ayan Meclislerine getirdiği sükûn içinde, o koskoca imparatorluğun hemen hemen hakikî hâkimi olmuştu. Sivil hayatta Talât Paşa, askerî sahada Cemal Paşa daima O'nun arkasından geliyorlardı. Bu neticede, Enver'in şahsiyetini ve hayatını, tam bir
feragat ve vazifeperverlik içinde işine vermiş olmasının da büyük tesiri olduğu muhakkaktır. Konuşmalarımızın bir kaç gün sürdüğünü hatırlarım: Neticede şöyle bir hakikatle karşı karşıya idik: Teşkilât-ı Mahsusa, vermeyi kararlaştırdığımız yeni çehre ile, Osmanlı Devletinin iç ve dış emniyetinin temel müessesesi oluyor ve daha çok genç Harbiye Nazırının kafasında yaşıyan emellerin bir tatbikat kadrosu haline geliyordu. Bu emeller neydi? Enver Paşa, Osmanlı devletinin bekası ve kurtuluşu için, o günkü imparatorluğu terkib eden ve Türkden gayrı unsurların da, bir ve tek gaye uğrunda toplanmalarının ifadesi olan Đttihadı Anasır (devletin hudutları içinde yaşıyan muhtelif unsurların birliği) ni tahakkuk ettirmiye çalışan Haricî ve Dahilî siyasete müzahir olmakla beraber, sömürgeleri üzerinde büyük Đslâm topluluklarının yaşadığı Đngiltere ve Fransa'yı, Osmanlı devletine karşı düşmanca hareketlerden ve bilhassa Rusya ile ittifakdan alıkoymak için, aynı zamanda Müslümanların en büyük dinî ve manevî makamı olan Hilâfet'in nüfuzundan da istifade ederek Đttihad-ı Đslâm hareketini gerçekleştirmek, fakat bu arada asıl büyük gaye ve temel mefkuresi olan Rus çarlığının yıkılarak, istiklâl ve hürriyetlerine kavuşacak OrtaAsya, yâni Ana-Vatan Türklüğü ile maddî manevî bağları birer devlet hakikati haline getirilmiş Pan-Türkizm (yâni Turan'm coğrafî sınırları içindeki bütün dünya Türklüğünün birliği) ni hakikatleştirmek gibi, ilk bakışta birbirinden tamamen ayrı gözüken, fakat aslında üçüncü ve asıl emel için vasıta ve köprü olan ilk ikisini de benimsemiş intibaını veren siyaseti tercih ediyor, bu emelinin tahakkuku için de, şahsen makamına bağlı gizli bir «TEŞKĐLÂT» kuruyordu. Đşte, Teşkilât-ı Mahsusa'nın ikinci ve asıl bünyesi budur. Teşkilât-ı Mahsusa bu hüviyeti ile devletin bütün istihbarat menbalarını ele alıyor, memleketin içinde ve dışında teşkilât kuruyor, gayenin tahakkukuna engel olacak şahıs ve müesseselerle, hattâ yabancı devletlerin asıl siyasetlerine girmiş varlıklarla mücadele ediyor, düşman memleketlerde isyanlar ve ihtilâller hazırlıyor, çok geniş bir propaganda faaliyetine girişiyor, bunun için de hususî kadrosu, hattâ kıyafeti, kasası, şifresi olan devlet içinde bu devletin bekası için normal üstü vazifeleri üzerine almış hükmî şahsiyet oluyordu. Đngiliz Đntellicens Servis'inin, devlet içinde malûm hüviyeti dışında, hattâ bazı nazırların bile asıl faaliyetini bilemiyecekleri kadar «hususî» çalışan bu teşkilât, Birinci Dünya Harbi'nin devam ettiği müddet içinde, Đttihad-ı Anasır, Đttihad-ı Đslâm, Pan Türkizm gibi, devletin dahilî ve haricî siyasetlerinin tatbikat safhasında en mühim ve aynı zamanda tehlikeli
işleri başardı. Sadece haber alma ve mukabil ihtilâller, propaganda faaliyeti
tanzim etmekle kalmadı: Gerillâ savaşlarında hizmetler gördü, Mısır'i ele geçirmek için girişilen Kanal Seferi'nin en tehlikeli safhalarını, Osmanlı devletinin yaşaması için baş koymuş ve ekseriyeti çok genç yaşta olan idealist vatan evlâtlarıyla başarmıya çalıştı. Birinci Dünya Harbinden sonra, galib devletlerin kurmuş oldukları ve kısaca adına (Versay Nizamı) denilen sulh şartları içinde ebedî müstemleke haline getirilmiş Đslâm ülkelerinin millî kurtuluş hareketlerini idare edenlerin başında, Teşkilât-ı Mahsusa'nın yetiştirdiği şahsiyetler vardı: Fas, Tunus, Hindistan, Pakistan ve hattâ Cezair'de, vatanlarını yabancı esaretinden kurtarmak için baş kaldırmış olanların ailelerinin büyük kısmı, bir nesil evvel, Teşkilât-ı Mahsusa kadrosunda hizmet etmiş olanların çocukları veya kendileri idiler.
ŞEKLĐ KURTARMAK ĐÇĐ:
Teşkilât-ı Mahsusa'nın bu ikinci devre faaliyeti sırasında, ifa ettiği hizmetlerin mahremiyetine ve gizliliğine rağmen, Teşkilâta meşruiyyet verecek tedbirler de ihmâl edilmedi: Teşkilât'ın «millî gaye ve mefkureleri ve devlet bünyesinde fikir, vahdet ve insicamını teminle vazifeli olarak kurulduğuna dair...» Đrade-i seniyye çıktı. Kasden muğlâk bir ifade ile yazılan bu irade'nin mevcudiyeti bilinmesine rağmen, müterakede, Said Halim ve Talât Paşa kabinelerinin harb suçlusu olarak divanı-ı âliye sevkleri tahkikatını yapan Mebusan Meclisi Tahkikat Encümeninde, mes'ul vazife ifa etmiş nazırlara, müstakil bir sual olarak soruldu ve bir çokları da: «— Bilmiyoruz..» cevabını verdiler. Sadece, sadrıazam Said Halim Paşa büyük bir kat'iyyet ve cesaretle: «— Đrade-i Seniyye muktezası kurulmuş resmî teşekküldür. Kendisine mevdu ve devletin hayatî mevcudiyeti ile alâkalı vezaifi ifa etmiştir.» cevabını vermiştir. Fakat bu irade-i seniyye, yâni kuruluşa ait Padişahın fermanı, münhasıran şekli kurtarmak için alınmış tedbirdi. Asıl faaliyet, daima mahrem kalmıştır. Teşkilât-ı Mahsusa'nın gayelerini şöylece hülâsa edeceğim: Siyasî, Askerî, Millî, Dinî, Đstiklâl ve Hürriyet, Beşerî, Medenî, Birlik, Đçtimaî ve iktisadî yardımlaşma. Siyasî gaye, müstemlekeciliğe karşı mağdur ve mazlum dünyanın bir manevî bayrak ve mefkure altında müşterek bereket şuuruna sahih olması idi. Bu mağdur ve madara milletlerin ekseriyetini de, dünya yüzündeki 400 milyon Müslüman teşkil ediyordu. Bu
rakam hakikati sebebiyle, Teşkilât-ı Mahsusanın siyasi gayesi, mensub olduğumuz manevi cephenin safında toplanmış olan yüz milyonlarca insana, şerefli ve izzeti nefislerine sahih olarak yaşamanın temel siyasi fikirlerini aşılamaktı. Askeri gaye'ye gelince: Balkan Harbinin ağır ve acı kayıblarına rağmen, Osmanlı devleti, yine de dünyanın en geniş topraklarına sahih bir imparatorluktu. Bu imparatorluk üzerinde, muhtemel harb hâlinde müdafaa şartlarının en elverişli sistemini tesbit edecek kadromuz da vardı. Bunlar, Başkumandanlık makamına bağlı idiler. Enver Paşa, bilhassa bu noktada da hassasiyet göstermiştir: Ordu'da, Alaylı - Mektepli ayrılması henüz yeni bitmişti, fakat alaylılık ve genç erkânı harblere karşı olan garib çekimserlik devam ediyordu. Bilhassa uşak yerlerde, müteassıb ve aşın muhafazakâr muhitlerde, sakalı beyazlaşmamış olan binbaşılara bile «tecrübesiz çocuklar» nazariyle bakılıyordu. Kolorduların Erkânıharb riyasetlerinin genç Erkânıharblere verilmesinin, Saray içinde bile ne kadar dedikodulara ve karşı koymalara sebeb olduğunu içimizde hâlâ hatırlıyanlar vardır zannederim... Bu sebeble, Teşkilât-ı Mahsusa'ya mensub genç erkânı-harbler, yaklaşmakta olduğunu anlamak için dahî olmıya lüzum olmıyan harbin stratejisi üzerinde tetkikler yapıyorlar ve bilhassa mahallî halkın psikolojisini, temayüllerini, askerî kabiliyet ve kudretini tesbit ederek Harbiye Nazırına bildiriyorlardı. Millî gaye'miz ise, Türklük mefkuresine bağlı olarak, her mahallin kendi adat ve şartlarına uygun idare tarzını, mücadelelere imkân bırakmadan tesbit edebilmekti. Meclis-i Mebusan müzakerelerini takib eden Enver'in, daha biz Trablus-Garb harbinde iken sohbetlerimiz sırasında, şöyle dediğini hatırlarım: «— Bu Meclis'in manzarasına bakıp da, vahdet-i milliyyenin menbaı olması lâzım gelen bu zevatın fikir ve kanaatlerinde intibak aramak mümkün mü? Biz burada su kısa zaman içinde samimî ve feragatkâr hareketimizle, dilleri bile bizden olmıyan bu halkın ne kadar muhabbetini kazandık, görüyorsunuz. Halk, samîmiyet ve fedakârlık ister. Halkın nazariyelerle alakası yoktur. Bizim idarecilerimizin en büyük hatası siyasetten ve devlet, varlığından uzak tutulmuş halkın, hiç bir seyin farkında olmadıkını zannetmeleridir. Halk, o kadar çok iğfal edilmiştir ki bir vaadin samimiyetine inanmak için, onu ileri sürenlerin işin başında, kendisine her itibarla numune olmasını görmek ister. Biz bugün, şu çadırlarda, bu basit ve güç hayat şartı içinde olmasak, Berka urbanını istiklâl mefkuresine nasıl inandırabiliriz? Fakat onlar, görüyorlar ki ön safta bizzat silâh kullanıyoruz, ateşin içindeyiz. Her sahada bu böyle... Halk, Meşrutiyeti, asla ifşa edilmemiş şahsî ihtirasların feveranı olarak görürse, mebusunun tuttuğu bu yolda o da
gider ve Meclisi Mebusan ve Ayân'daki ihtilâfları, kendi kasaba ve mahallesinde de tatbik etmiye kalkar. Asıl mesele, bir millî mefkure verebilmektir.» Teşkilât-ı Mahsusa, beyanname ve propaganda faaliyetinde, kadrosunda topladığı ilim ve fikir adamlarının konuşma ve telkinlerinde bu noktaya çok dikkat etmiştir. Dinî Gaye'ye gelince: Đttihad ve Terakki Đktidarları, Türk halkının dindarlığı ve muhafazakârlığı nisbetinde, idaresi altındaki muhtelif millet ve ırkların dinî ekseriyetinin Müslümanlıkta toplandığı hakikatini elbet unutamazlardı. Bu hakikati görmemek, büyük hata olurdu. Đmparatorluğun sınırları içinde yaşıyan halkın yüzde seksenini aşan miktarı, Müslüman'dı. Vakia bu müslümanlar arasında mezhep mücadeleleri bazen bir başka dinin ayrılığından daha vahim haller doğurmuyor delildi... Đşte teşkilât-ı mahsusa'nın manevî birliği temin için faaliyet göstermesi sebeblerinden birisi de bu idi. Biz, risalelerimizde, devrin en tanınmış ve fikirlerine itimad edilen ilim adamlarına ve din büyüklerine yaptırdığımız musahabe ve vaazlerde müslümanlığın vahdeti üzerinde duruyor, bütün dünya Müslümanlarının kardeş olduklarını, esas vahdaniyet imânına sahib bütün Đslâm camiasının müşterek bir kuvvet teşkil ettiğini anlatmıya gayret ediyorduk. Bunun, ne kadar ehemmiyetli ve hattâ hayatî bir siyasî zaruret olduğunu, komşu Arab devletlerinin radyolarını bir ân, dinlerseniz, bugün de tasdik edersiniz. Bilhassa, Arablarda ve diğer Müslüman devletlerinde istiklâl hareketi namı altında, ecnebî tahrikâtıyla ve hattâ dinî esaslar ele alınarak aleyhimize yapılmış olan iftiraları, elbette mukabelesiz bırakamazdık. Teşkilât-ı Mahsusa'nın kendileriyle mücadele ederek, bir çoklarını tasfiye ettiği, aslında Hıristiyan ve bilhassa Đngiliz olan Misyonerlerin sahte şeyhlik kisvesi altındaki faaliyeti, akıllara hayret verir. Zannediyorum ki, Afrika'nın ücra muhitlerinde bu faaliyet, hâlâ devam etmektedir. Đstiklâl ve Hürriyet Gaye'mizi, dinî ve siyasî vahdetin etrafında, mahallî muhtariyetler halinde telkin ediyorduk. Bu, daha çok Enver Paşanın şahsî fikri idi. Đttihad ve Terakki erkânı arasında, müfrit merkeziyetçiliğin taraftarları çok olmakla beraber, rahmetli Enver Paşa, daha çok müsamahakâr düşünürdü. Çok zaman şöyle derdi: «— Askerî ve fikrî birlik kâfidir. Şu Yemen'in fecaatine bakınız. Oluk gibi kan dökülüyor. Mesele, hudutların muhafazası olduğuna ve birçok imtiyazlarla oradakilere asıl Türk halkından fazla imtiyazlar tanındığına göre, neden onları da devletin vahdetini muhafaza mükellefiyetine iştirak ettirmemelidir?».
Böyle bir fikrin imparatorluğumuz dahilindeki kavimler için ne kadar lüzumlu olduğunu, onların bugünkü manzarası isbat etmez mi? Beşerî, Medenî ve Đktisadî vahdet gayesi'ne gelince .. Diyebilirim ki bu sonuncu fikir ve prensibler, Teşkilât-ı Mahsusa'nın kadrosu içindeki ilim ve fikir adamlarımızın, uzun tetkikler sonunda ve o zamana kadar devam ede gelmiş muhtelif görüşlerin mezcinden meydana çıkmış yollardı. Teşkilât-ı Mahsusa'nın vatanın muhtelif yerlerine tertip ettirdiği ve kıymetli ilim ve fikir adamlarının bulunduğu «irşâd heyetleri» nin yaymak istedikleri fikirler, emin olalım ki, siyasî olmaktan çok insanî ve medenî idi. Đkinci meşrutiyeti yapan insanlar, rejimin isminin değişmiş olmasıyla hiç bir neticenin müsbete dönemiyeceğini çok çabuk anlamışlardı. Đmparatorlukta kat'-iyyen vahdet yoktu. Đftirak mikrobları bünyeyi sarmıştı. Memleketin iktisadî hayatı temamen Gayri-Türk unsurların elinde idi. Vakia bugünkü nesillere bu hakikatleri anlatmanın güçlüğünü bilmiyor değilim. Fakat Mebusan Meclisine dahi sokulmasına tehlike olan milli meselelerimiz vardı. Meselâ öyle Rum mebusları vardı ki, Meclis kürsüsünden: «— Benim babam Osmanlı vatanı ise, Anam Yunan vatanıdır.» diyordu. Atina Üniversitesinde Kadîm Yunan Tarihi profesörlüğü yapan bir Osmanlı Âyân Âzası (senatör) vardı ki, telif ettiği eserde, bütün Ege havalisini, Yunanistanın hayat sahası olarak gösteriyordu. Böyle bir keşmekeş içinde, hakikî millî gayeleri, bazı nazırlardan bile saklı tutacak millî bir teşkilâtın mevcudiyetinin ne kadar hayatî olduğunu izah için başka misale lüzum var mıdır?
BĐR IRK, DĐ ve MEFKURE HALĐTASI:
Şimdi sizlere, Harbiye Nazırı ve Başkumandanı böylece en yakın, en emin, en sadık ve fedakâr ellerde, neden gizli bir teşkilât kurulması gerektiğine inandıran sebebler üzerinde duracağım... Bu sebebleri bir tek cümleye sığıştırmak mümkündür: Osmanlı Devleti, ırk, din, mefkure kıstasları bakımından bir «halita» idi!... Fetihlerle geçen şan ve şeref asırlarını bozgunlar takib ettikçe, bu halitayı birbirine kemendlemiş gözüken bağların ne kadar zayıf ve çürük olduğu anlaşılmıştı. Adi ve ırkı aynı olan milletlerde bile, birlik ve beraberlik yoktu. Arab Yarım Adasını, karış karış gezmiş, buralarda savaşmış, çeşitli cereyanların içine kaîılmış, bizim Orta Asya Türk lehçesiyle Anadolu lehçesinden çok, pek çok farklı olan çeşitli telâffuzlarını öğrenmiş ve Teşkilât-ı Mahsusa ferdiyetinin
büyük kısmını, imparatorluğumuzun bu kaynıyan mısıtakasında geçirmiş bir insan olarak diyeceğim ki, bugün, Arabistandaki ihtilâfları ve gizli-açık devam eden rekabetleri açıkça ortaya koyabilme fırsat ve imkânı olsa, ortada, Arab Kavmi kalmaz! Hazret-i Peygamber zamanında, hattâ daha evvelki günlerde bile Arab vahdeti olmamıştır. Ancak mevziî emaretler olabilmiştir. Emevî, Abbasî devletlerini bile Arablardan gayri unsurlar kurmuştur. Abbasî saltanatı, büyük kuvveti ile Türk unsurunun tesis ve hayatını temin ettiği saltanattı. Bugün Yemende hâkim olan Zeydîlik, kendisini Müslümanlığın Đmamı tanır ve kendisinden daha üstün manevî kuvvet bilmez... Bunun yanı başında Suudî hükümeti vardır. Bunlar, Zeydîliğin tam rakibi ve düşmanıdırlar. Zeydîler, Alevidirler. Suudiler ise Hazret-i Ali'yi değil, Hazret-i Muhammed'i bile nübüvvetini devam halinde Peygamber olarak telâkki etmezler. Vehabîlik adını almış olan bu hareketin, Hicaz'ı elinde tuttuğu müddetçe; Haccın dahi farz olmadığı Üçüncü Sultan Selim ve Đkinci Sultan Mahmut devri uleması tarafından ileri sürülmüş, üzerlerine asker sevkedilmiş, Mısır'daki Kavalalı Mehmet Ali sülalesinin yardımı ile Vehabiler tepelenmiş, ileri gelenleri Đstanbulla muhakeme edilerek şeriatın fetvası ile başları kesilmiştir. Bugünkü ibn-ı Suud'lar, işte bu sülaledir. Teşkilât-ı Mahsusa namına, Đbn-i Suud ile temasta olan bizzat bendim. Kendisi daha o zaman, El-imam unvanını kullanıyordu. Vehabîiik, merkadleri ve mezar ziyaretlerini bile men'etmişti. Mekkeyi bir deia istilâ ederek tahrib edenler de bunlardı. Uleması, Hazret-i Muhammed için: «— Resuldür... Gelmiş, vazifesini görmüş, gitmiştir. Abdüh-u ve Resulehu ifadesi ile de kendisi dahi bu hakikati teyit etmektedir. Kur'anın ana hükümlerinden gerisi bâtıldır. Onun da sahih olanlarını kabul ederiz.» diyorlardı. Vehabîler, kendilerinden gayrılarını «Müşrik» telâkki ederler ve bunların katlini cevaz görürler. Çok müteassıbtırlar. Suudî Hanedanı elinde bu mezheb, Yemen ve diğer Arab beldelerinin elde edilmesi için bir silâh olarak kullanılır. Suudî'lerin yanı başında Ürdün var... Milyonlarca kilometre toprakları ve bilhassa zengin petrol servetini Suudi'lere kaptırmış olan bu küçük hükümetçik, Haşimî aile irtibatı ve Peygamberimize olan kur-Myyet iddiası ile Đngilterenin himayesinde yaşamaktadır. Memlekete asıl hâkim olan Türkmen ve Çerkeş aşiretleridir.
Filistinliler, sadece dillerinin Arabca olduğu iddiasındadırlar: Onlar, kadîm Finikelilerin manevî vârisi ve Finike medeniyetinin mirasını temsil ettikleri kanaatindedirler. Bu inanç onlara, daha Sultan Đkinci Mahmut zamanında yayılmıya başlamış olan ve Katolik - Lâtin misyonerliğinin öncü kültür müesseseleri bulunan Cizvit mekteplerinin telkinleri sonunda doğan müfrit milliyetçilik duygularıdır. Çok iyi hatırlarım: Âliyye Divan-ı Harbi tarafından ihanet suçuyla ölüme mahkûm edilen Refik Rızzık Sellûm adlı genç Lübnanlı şair, müdafaası sırasında, 1869 da Pariste basılmış olan ve aralarında. Finike mitolojisinde kullanılan kelimeleri de ihtiva eden bir «Yarınki Lübnan» şiirini, o günkü dile çevirmiş olmakla iktifa ettiğini söylemişti. Đşte, bizim «Devlet-i ebed müddet» dediğimiz Osmanlı Đmparatorluğumuzun ülkeleri üzerinde, böylecesine, mazisi pek de yeni olmıyan çeşidli ihtirasların kaynaştığı yerler vardı. Lübnanlılar bugün de eski Finike'nin ihyâsı yolundadırlar: «— Biz, Mesihî, yâni Hıristiyan bir milletiz. Dilimizin Arabça olması, bir coğrafî
zaruret
tezahürüdür.
Bu,
mazimizin
ihyâsına
mâni
değildir.»
ideali,
münevverlerinin kafasındadır. EMBÂ adını alan mukaddes Baş Kahinleri, yakın zamanlarda Vatikan'a davet edilerek Papa tarafından kabul edildi. Bugün Lübnan'da, Finikecilik siyasî cereyanı devam etmektedir. Geçen sene idam edilen Torna adlı genç de, bu cereyanın içinde olmayı hayatiyle ödemişti. Lübnanda bir de Dürziler ve Sultan-ElAtraş meselesi vardır ki, taa Sultan Mecid zamanındanberi Mesele-i Cebeliyye adı altında devleti meşgul etmiştir.
KARŞIDAKĐLERĐ KA AATĐ... Teşkilât-ı Mahsusa, daha ilk günlerdeki faaliyetiyle, Bilhassa Đngiliz siyasetçilerini yakından meşgul etti, ve Osmanlı ülkesinin dört bucağına yayılmış olan Đngiliz istihbarat teşkilâtı, Osmanlı devletini alâkadar eden hayatî mevzuları, devletin bünyesine girmiş gayr-ı Türk unsurların tazyik ve tesirinden kurtararak «millî bir siyaset» takib etmek istiyen bu müessesenin faaliyet ve şahsiyetlerini adım adım takibe başladı... Bu tarihte dört büyük devlet, Osmanlı ülkeleri üzerinde, Şark Meselesini kendi lehlerine halletmek dâvasında ve derdinde idiler: Đngiltere, Almanya, Fransa ve Rusya... Orta - Şark'da en büyük çatışma, Đngiltere, Fransa ve Almanya arasında idi: Cezair, Tunus, Fas, Suriye ve Lübnan'da, Fransız kültürü daha hâkim vaziyette bulunuyordu. Mısır ve Hicazda ise, Đngiliz siyaset ve iktisadî kudreti üstün görünüyordu. Đngilizler,
Fransızlar; kendi sahalarından tamamen sürüb atmak için, Fas sarayına, klişesini yan tarafta gördüğümüz ve kendisine Kaid Betin adı verilen Kurmay Binbaşı Henri Belton'u gönderdiler. Bu tarihlerde, Fransız idaresi altındaki Fas'da, saray kavgaları devam ediyordu. Kaid Betin, Fas tahtında oturan Mevlay Abdülâzizin rakibi olan Mevlay Hafid'in maiyetine girdi, kısa zamanda onun kuvvetlerini eline aldı, bir hükümet darbesi ile Abdülâziz'i hal'ederek, yerine Mevlay Hafid'in çıkmasını temin etti. Fas'da, böylelikle Đngilizler, Fransızları ürküten ve kendileriyle, bilhassa Hicaz ve Mısır çevresi, Sudan ve Habeşistan üzerinde serbesti imkânı veren bir anlaşmaya girmiye zorladılar, bunda da muvaffak oldular... Fakat bu sırada, bizim Teşkilâtı Mahsusa da, Fas, Tunus, Cezair ile alâkadar olmıya başlamış, bizim eski Garb Ocakları adım verdiğimiz dünkü ülkelerimize, çoğu erkânı harb olan zabitlerle, askerî doktor ve veterinerler göndermişti. Bazıları, şeklen, belirli zaman için angaje edilen, çoğu mükemmel ihdas edilmiş «ailevî sebepler» le giden bu gençler, yerli halkın en samimî ve sıcak alâkası ile karşılanmıştı. Bu alâka ve netice, Fransızlarla beraber Đngilizleri de kuşkulandırmış ve Bâb-ı Âli'yi tazyik ederek, bu Türk zabitlerinin geri çekilmesi taleb edilmiş, hattâ bir müddet için, istisnasız bütün Osmanlı tebeasının Tunus, Fas ve Cezair'e gitmesinin vize edilmemesi için Osmanlı ülkesindeki Fransız konsoloshanelerine tebligat yapılmıştı. Gidenler arasında, daha sonra tıb âlemimizde ismi tekrim ve şükranla anılan Süleyman uman Paşa da vardı. Harb içinde, Şehbal'de çıkan bir hâtırasında, şöyle diyordu: «— Üzerindeki ecnebî tazyiklere ve kendisinin Başkumandanı olan Kaid Betin'in tesirlerine rağmen, gerek Emîr, ve gerek bilhassa maiyetindekiler, bize karşı çok iltifatkâr ve teveceühkâr idiler. Halkın muhabbet ve alâkasına ise hudud yoktu. Biz de vazifemizi şevkle yapıyorduk. Fakat etrafımızı ecnebî amaline hizmet ettiği aşikâr olan casuslar sarmışlardı. Kısa zaman sonra vazifelerimizi yapamaz hale getirilmiştik. ihayet bir gün, memleketi derhal terketmemiz bildirildi. Bu tebliğden sonra, mahallî müstemleke idarecilerinden başka kimseyi göremedik ve bir zamanlar üzerinde bayrağımızın dalgalandığı bu kardeş topraklardan hüsran ve nevmidî ile ayrıldık.» Bugün, Fas da, Tunus da, Cezair de hür ve müstakil birer ülkedir...
Şimdi kendi kendimize soralım: Đmparatorluğumuzun o buhranlı günlerinde ve buralar birer «müstemleke» iken gösterdiğimiz alâkayı, bugün, müstakil devletlerine sahip, eski topraklarımıza karşı gösteriyor muyuz? Bu suale vicdan huzuru içinde «EVET...» cevabını verebilir miyiz?
Gelelim Suriyeye... Üç gün vahdet içinde yaşıyamadı. Bize bütün istihbarat, birbirine düşman ve rakib olan ailelerden geliyordu. Đhbarlar, çok zaman, kendi aralarında idi. Bu neden böyledir? Biz Türkler, en düşkün zamanlarımızda bile ve siyaset ayrılıkları, parti kavgaları vicdanlarımızı zorlamadığı müddetçe, politikanın çukuruna hiç bir zaman inmiye tenezzül etmemiş âlî ve büyük kalbli bir milletizdir. Fetih ettiğimiz yerlerdeki insanların ne ferdî, ne cem'î Đtikad ve ananelerine dokunmamışızdır. Zulmettiğimize ait iddialaı şeni birer iftiradır. Bizim, Afrikanın ortasında, zencilere tanıdığımız, Yemen çöllerinde Bedevilere mubah gördüğümüz hakları, bugünkü Amerika, kendi öz varlığı içinde her sahada «şahsiyet» çıkarmış olan siyah derililere daha tanımamıştır... Biz, kıptilere, yâni halk arasında çingene adını verdiğimiz cemaate bile, kendi hususî yaşayış ve inançlarının bütün serbestliklerini hiç bir telkin ve müdahalede bulunmadan bahsetmiştedir: Buna mukabil, Boer'lerle siyahîlerin, Melezler'le iki nesil öncesi Avrupalı olanların, her sahada devrin medeniyet eserlerine kavuşmuş Cenub Afrika Birliğindeki kanlı kavgaları ve ırk taassubu meydandadır. Bugün dünya, biz Batı Türklerinin kurduğu en büyük devletlerden birisi olan Osmanlı Đmparatorluğunun, Arab Yarım Adasında, Balkanlarda, Sudan kadar Afrika topraklarında nasıl bir sulh ve emniyet unsuru olduğunu anladı amma, bunu ne itiraf ederler, ne de meselâ bugün cihanı dertlendiren Rus belâsımn sncak Türk gücü ile durabilmiş asırların hâtırasını tâziyeye yanaşırlar. Biz bu bakımdan cidden talihsiz bir milletizdir. Ne ise... Mevzua dönelim: Teşkilât-ı Mahsusa, Suriyede de, Osmanlı vahdetini temin edecek fikrî ve siyasî tedbirleri alırken, vaziyet, bugünkünün, aynı idi. Haleb, o tarihte daha çok TÜRKtü... Zaten Lozan sulh muahedesinde, Irak'da bırakılan Kerkük Türklerinin, Halebdeki Türk ekseriyetinin nasıl ihmâl edildiği ve gözden ırak tutulduğu, benim nâçiz idrâkimin almadığı bir gaflettir. Ki, bugün acısını çekiyoruz. Irak'ı hatırlayalım: Bir Türk zabiti olan ve Teşkilât-ı Mahsusa'nm ihanetinden dolayı idama mahkûm ettiği, sonra bize yaptığı «gizli» hizmetler dolayısiyle hayatını bağışladığımız
merhum Nuri Said'in, Şerif Hüseyin oğullarından daha akıllı çıkarak, vaktiyle bizim Harbiye'den yetişmiş ve içlerinde Türk kanı taşıyan zabitlerle hayatını bir müddet devam ettirdiği Bağdad hükümetinin dörtte üçü, bugün Arabdan başka kavimlerle çevrilidir. Musul ve bilhassa Kerkük Türk'tür. Kürd Barzanîler, bugün Irak'ı hâlâ meşgul eden bir çıban başıdır. (Not: Burada bu KÜRT tâbiri üzerinde durmak isterim. Teşkilât-ı Mahsusamız, bu mevzuu ele almış, ve indî iddia olarak değil, ilmî ve etnik hakikat olarak, KÜRT adı verilen bu topluluğun, Fars hâkimiyeti devresinde dilini kaybetmiş aslı Türk halk olduğuna dair değerli vesikalar ve deliller bulunmuştu. Van havalisi, Urartu Türklerinin medeniyet merkezi idi. Orada tetkikler yapan bir Alman müsteşrikinin büyük değer verilen vesika ve fotoğraflarının Münih'te tabedilmek üzere Türk Ocaklarından mütehassıs bir heyetin Almanya'ya gönderildiğini hatırlarım. Bunlar, istikbâlimiz için mühim meselelerdir. Günlük siyaset kavgalarından başımızı kaldırıp da, yarınımız için de hayatiyetini muhafaza eden bu bakir mevzuları ele alsak ne iyi olur.) Basra körfezi ile Maskat imareti, iki ayrı dinî mezheb ve görüşün mücadelesine sahnedir: Đbn-i Türkîler Haricî ve Ali düşmanıdırlar... Şiîler de aksine... Burası, göçebe halkın cevelângâhıdır. Şehirleri ticaret merkezi halindedir. Engin bir çöl olan Hıdr-ı Mut'a gelelim: Sadece dilleri Arabca'dır. Hindlilerle Arablar arasında, ikiye bölünmüş manevî hayatın sâlikleridir. Türkiye'mizin bir kaza veya kasabası kadar ehemmiyeti olmayan Kuveyt'in o yıllarda adı bile geçmiyordu. Bugün kendisini, dünyanın en zengin beldelerinden birisi haline getiren petrol serveti henüz meçhuldü. Nüfusu ancak 200 bin civarında idi ve aile rekabeti halinde olan Şeyh'ler, imaret için Türk makamlarından istiane ederlerdi.
MÜCADELE, BĐZĐM MĐRASIMIZI ÜZERĐEYDĐ...
Birinci Dünya Harbinin asıl hedefinin,
Osmanlı Đmparatorluğunun mirası üzerinde vukua
geldiği, artık söylenebilir... Đngilizlerin Hind yolunu emniyet altında tutmak için, gün geçtikçe kuvvetlenen ve dünyanın en muazzam ve mükemmel kara ordusuna sahih olan Almanya ile Rusyayı birbirine ezdirerek, Osmanlı ülkeleri içinde «Şark'a doğru = Drach nach Osten» siyaseti
takib eden, ve Anadolu - Bağdad demiryolunu da bu gaye ile döşiyen Almanyayı durdurmak için, Rusya'ya, Đstanbul'u ve Boğazları verdiğine ait otantik, inandırıcı, münakaşa kabul etmiyen vesikalar, artık, bütün dünya hariciyelerinin arşivindedir. Đngiltere, petrol devrinin başlaması hakikati karşısında, Arab Yarım Adasının fiilî hâkimi olmak dâvasında idi. Kanada'yı kaybeden Fransızlar ise, Suriye ve Lübnan'ı, kültür hâkimiyetleri altına almış olarak, burada yerleşmek kararında idiler. Đtalyanlar, TrablusGarble iktifa etmiyorlar, Anadolu'nun Akdeniz kıyılarını nüfuz sahası olarak taleb ediyorlardı. Muhtevası, ancak millî mücadelemizin sonunda açiklanan Sen-Jan-O-Morven andlaşması, bu hakikati açıkça ortaya koyar: Đngiliz - Fransız - Rus diplomasisi, Đtalya'yı, Almanya'nın müttefikliğinden ancak, Türk Akdeniz sahillerini Đtalyanlara peşkeş çekerek ayırabilmişti. Yunan Megalo-Đdea'sı ve Avasofya'yı salib'e iade etmek mefkuresi malûmdu. (Not : Bu ideal olduğu gibi yerinde durmaktadır!). Ruslar ise, Deli Petro'nun vasiyetini tahakkuk ettirmek dâvasından bir ân uzak değillerdi (Not : Bugün de aynı mefkure için Türkiyeyi içerden vurmıya çalışmaktadırlar. Komünizm tahriklerine dikkat, çok dikkat.) Almanya ise, Osmanlı ülkeleri üzerinde iktisadî hegemonya'nm, sınaî ihracatı için tek mesned olacağını biliyor ve kendisine tâbi bir Osmanlı devletinin devamını menfaatlerine daha uygun buluyordu. Birinci Dünya Harbinin, bu dış tesirlerinin nasıl bizim üzerimizde toplandığını şu kısa ve basit izah bile ortaya koymaya yeter... Hakikat böyle olunca, Osmanlı devletinin harbin dışında kalabileceği iddiasının ne boş hayâl ve harbe girişimizin Şark'ın Napolyon'u olmak sevdasında olan Enver Pasanm bir ihtiras kasırgası sonu olduğu yolundaki görüşün de iftira olmasa bile gafletin bizzat kendisi olduğu tezahür eder.. Kaldı ki, devletimizin Đngiltere ve Fransa ile bir ittifakı nasıl ısrarla aradığını da ve Ruslara karşı verilmiş Boğazlar ve Đstanbul taahhüdü karşısında nasıl red veya kuru vaade bağlanmak istendiğim de, ileride anlatacağım.
ĐÇ YÜZÜ BUGÜ DE MEÇHUL OLA BÜYÜK HAZIRLIK:
Enver Paşa ile konuşmamızdan sonra, Teşkilât-ı Mahsusa'nın faaliyetini, üç esas üzerinde taksife karar verdik: 1)— Harb çıkar ve biz de harbe müdahale edersek, Halife'ııin, bütün dünya Müslümanlarının manevî lideri olmasından istifadeye çalışarak, düşmanlarımıza karşı dinî
cihad ilân edecektik. Ben, Arab Yarım Adasını çok iyi bilen insan olarak, burada değil, fakat Cezair, Fas, Tunus, Trablus, Afrika içleri, Hindistan, Orta-Asya'da bu hareketin müsbet tesirleri olacağına kani idim. Nitekim bu sahalarda yapabildiğimiz nisbette müsbet neticeler aldık. 2)— Orta-Asya, yâni Türk Ana-Vatanı üzerinde, Rus çarlığını zedeliyecek hareketlere girişecektik. Bunda ne ölçüde muvaffak olduğumuzu, BEŞ TÜRKLER macerası kâfi surette isbat eder... O kadar ki, Osmanlı Đmparatorluğu harbten mağlûb olarak çıktığı zaman, Enver Paşa kendisine bir cidal sahası aradığı ânda, macera olarak değil, hayatını verdiği ve şehid olacak kadar ruhuna ve benliğine hâkim mefkurenin Yeni Turan olması, ümid bağlanılan dâvanın asalet ve ulviyetinin kanla tarsîn edilmiş âbidesi değil midir? 3)— Osmanlı Đmparatorluğunu teşkil eden Gayri Türk ve Gayr-i Müslim unsurları, iki ayrı grupta mütalâa ederek, bunların, iftirakçı hareketlerine mâni olmak, millî vahdet ve bilhassa müdafaa stratejisi namına tedbirler almak. Ki, daha sonra maalesef, bu meşru hareketimizi, bir zulüm ve tedib şekli olarak göstermek istiyen politikacılar çıkmış, tehcir ve imha tedbirlerine başvurulduğu iddia edilmiş, hakikatler tahrif edilmiş, hattâ bu yüzden, Mütareke içinde Nemrud Mustafa divan-ı harbi, Boğazlıyan Kaymakamı Kemal ve Nusret Beyleri, birer cinayet tezahürü haiinde haksız yere idam etmiş, aleyhimize bilhassa Amerika ve Đngilterede iftira ve bühtan dolu neşriyata sebebiyet verilmişti. Aslında ise hâdise, hain, nankör, asırlarca ekmeğini saadet ve huzurla yediği, müreffeh yaşadığı, hiç bir dinî ve ırkî sebeblerle baskıya uğramıyan, tam bir mezheb ve imân serbestliğine sahib, hattâ bir ferdin vatanına karşı en mukaddes borcu olan askerlik hizmetinden, dolayısiyle kan vergisinden muaf tutulmuş milyonlarca Gayri Müslim ve Türk'ün, o buhran ve ölüm kalım günlerinde bizi arkamızdan hançerlemek denaet ve alçaklığına karşı, devletin en meşru müdafaa tedbiri olarak bunları, vatanın iç taraflarına sevketmek, amele taburları teşkil etmek tedbirinden ibaretti. Bu arada, bazı fevrî hâdiselerin olduğu muhakkaktır ve hakikattir. Fakat, bunların asıl müsebbibi kimlerdi? Size, burada bir hakikati ifşa edeyim: Bütün Ege mıntakasındaki demiryol istasyonlarının binaları altındaki Rum bakkalların hepsinin Yunan casusu olduğunu tesbit etmiştik. Merkezi Sisam - Sakız - Midilli olan üç Yunan kolordusunun bütün efradını, bizim topraklarımızda yaşıyan Rumlar teşkil edivordu. Bunlar, on sekiz yaşına geldikleri zaman, Adalara gidiyorlar, talim görüyorlar, kıt'aları tesbit ediliyor, sonra yine topraklarımıza dönüyorlar ve bir harb halinde, ordumuzu içerden vurmak için hazırlanmış bulunuyorlardı. Bütün Rum ve Ermeni kiliseleri birer
silâh deposu halinde idi. Bütün papazlar, birer eşkiya çetesi reisi idiler. O tarihte bizim mübarek hocalarımız da, bugün olduğu gibi, cennet - cehennem münakaşaları ile Türk halkının kafasını, dünya ve vatan hakikatlerinin fersah fersah, devir devir gerisinde tutmak için, iç-dış düşmanların bilir bilmez yardımcıları idiler!... Eğer Teşkilât-ı Mahsusa'nın plân ve hazırlıkları neticesinde, Ege mıntakasında ve bilhassa sahillerde yuvalanmış ve kümelenmiş olan 1.150.000 Rum - Ermeni nüfus, daha harbin başlamasından kısa zaman evvel ve harbin ilk aylarında, içeri alınmamış olsa idi, Çanakkale müdafaasının bile mümkün olamıyacağı, gün gibi aşikâr idi. 1919 on beş mayısında Đzmir'in Yunanlılar tarafından işgalinin nasıl beklenilmez ve umulmaz menfi neticelerle tezahür ettiği düşünülürse, bütün bu faciaların iç yüzünün araştırılması şart olur, ve, 1914 başında aldığımız tedbirlerin vatanın selâmet ve emniyeti bakımından nasıl kaçınılmaz vazife olduğu da meydana çıkar. Bunlar, Türkiyemizin yarınki emniyetinin de temel meseleleridir. Đşte, başlıca şu üç esas noktada topladığımız plânımızın tatbiki için hemen faaliyete geçmiştik. Karşılaştığımız dertler sonsuzdu: Bunların başında, Hariciye Nezaretinde, hâlâ en mühim mevkileri işgal eden Türk olmıyan unsurlar vardı. Hattâ, bizzat Hariciye Nazırlarının Türk olması da, ancak 1913 senesi sonunda mümkün olabilmişti!
GÖRÜÜRDE VE GÖRÜMEZDE OLA TEŞKĐLÂT-I MAHSUSA:
Böylecesine ve hükümetin ancak bir, nihayet iki nazırından gayrısından meçhul olan, Mebusan ve Ayan Meclisleri âzalarının malûmatı dışında, büyük bir hayatî dâvayı üzerine alan Teşkilât-ı Mahsusa'yı, omuzlarına yüklediği vazifenin selâmetle yürüyebilmesi için «iç revizyon» a tâbi tutmak gerekiyordu: Đrade-i seniyye ile, yâni, «resmen» kurulmuş olan müessesenin başına, Süleyman Askerî merhum'u getirdik. Ben ve kardeşim Selim Sami, plânın iki ana kolu üzerinde çalışacaktık: Ben, Arab Yarım Adasını üzerime alıyordum, Selim Sami Beş Türkler'in başında Ana-Vatana gidiyordu. Ege havalisindeki «temizleme» işini de, Ordu olarak Pertev Paşanın (sayın Pertev Demirhan) kumandasında olan Dördüncü Kolordunun Erkânı Harbiye Reisi Cafer Tayyar Bey (rahmetli general Cafer Tayyar Eğilmez), mülkî âmir olarak Đzmir Valisi Rahmi Bey (merhum), Đttihad ve Terakki Fırkası namına da mes'ul murahhas Mahmut Celâl Bey (sabık Reisicumhur Celâl Bayar)
ifa edeceklerdi. Devletin bütün kuvvetleri, bu plânın tatbiki için Harbiye Nezaretinin ve Başkumandanlığın verdiği emirlere göre hareket edeceklerdi. Teşkilâtı Mahsusa'nın bu ikinci kadrosu, yâni, asıl büyük ve şümullü vazifesi olan kısmı, vazifesini misal olmaya değer süratle başarma yoluna girdi: Mısır'ı fiilen idaresine almış olan Đngilizlere karşı, bu stratejik mıntakada yıkıcı ve yıpratıcı bir teşkilât kurduk, bunun başına ismini daima şükranla andığım Abdülâziz Çâviş gibi, bütün Đslâm âleminin hürmet ettiği bir şahsiyeti getirdik. Bu teşkilât, Mısır'da Hizbi Vatanî adı ile daha sonra Đngilizlere karşı istiklâl mücadelesi yapan ve Sadi Zalûl Paşanın liderliği ile siyaset sahnesine çıkan millî hareketin temeli oldu. Hindistandaki gizli teşkilâtımız, daha büyük muvaffakiyetler kaydetti: Din farkı olmaksızın, Müslüman - Budist - Brahman topluluklarını Müstakil Hindistan ideali etrafına toplayan teşebbüsümüze, Mahatma Gandhi, Mevlana Mehmet Ali, Said Han, Mevlana Mahmut Hüseyin,-Ali Şevket, Muhammed Ali Cinnah, şair Đkbal, Nehru gibi mücahitler toplandı. Bu teşkilâtın kuvvet ve kudreti, Đngilizlerin o kadar sıkı takiplerine rağmen Selim Sami ve arkadaşlarının Himalayaları aşarak Pamir yaylasından Türkeline, ancak bu teşkilâtın gayret ve fedakârlığı ile geçmesiyle de kendisini gösterdi. Trablus-Garb'de, zaten mücadelemizin taptaze havası vardı: Orada kalmış olan eski arkadaşlarımızın himmeti ile, hiç bir zaman sağlamca tutunamamış olan Đtalyan idaresine karşı ayaklanmalar, umumî harbin ilânından önce başladı. Şunu da kaydedeyim: TrablusGarb'de, öyle muvaffakiyetli neticeler aldık ki, harb içinde buraya gönderilen Sultan Beşinci Murad'ın torunu ve Selâhattin Efendinin oğlu şehzade Osman Fuad Efendinin hükümdarlığı ile, bir Türk Devletinin kurulması bile gün meselesi olmuştu. Mustafa Kemal Paşa (muhterem Atatürk) daha çok sonra ve millî mücadelemizin başlarında, bir gün Ânkarada bu meseleyi bahis mevzuu etmiş ve bunun pekâlâ mümkün olduğunu, Vahidüddin'in Đngilizlerin tazyiki ile Osman Fuad Efendiyi getirtmemiş olsa idi, oradaki mahallî müstakil hükümeti», bugünkü Libya Cumhuriyetine benzer şekilde ve harbin hitamında revaçta olan Vilson Prensibleri icabı olarak kurulabileceğini söylemişti. Ben de tamamen aynı fikirdeyim. Cczair, Fas, Tunus şubelerimiz de, Fransız müstemleke idaresinin şiddet tedbirlerine rağmen umduğumuzdan kısa kaman içinde inkişaf etti. Bugünkü Türk neslinin şu hakikati bilmesini isterim: Tunus, Fas, Cezair, Trablus-Garb bugün müstakil birer devlettirler. Emin
olalım ki, onlara bu istiklâl fikrinin ilk kadrosunu, Teşkılât-ı Mahsusa hediye etmiştir: Biz, zamanlardır uyuşmuş ve sömürge olmayı bir emrivaki olarak benimsemiş olan ruhlara hürriyet ve mücadele aşkını telkin ettik. Mücadelenin yollarını gösterdik, hattâ Gerilla'ların nasıl yapılacağını, sabotajları, obstrüksiyonların icrasını, yer altı faaliyetinin örneklerini gösterdik. Bu ruh, Anadolunun başardığı Millî Mücadele ile, bir büyük beratını daha kazandığı zaman, dünya üzerinde millî kurtuluşlar devri açıldı. Onun içindir ki, meselâ bugün Atatürk'ün dâvası ve adı, 1918 Versay dikta nizamını kırmış olan genç devletlerin kalbinde, Türkiyenin kalbinde olduğu kadar mukaddestir, böyle olması lâzımdır.' Đslâm vahdeti fikrini, millî ve mahallî hürriyetler ve müsavat şartları ile taşıyan müstakil devletler fikri ile muvaffakiyetle mezcetmemiz dolayısiyle, Şeyh Salih El-Şerif Tunusî, Ali Başhampa gibi şahsiyetler, Teşkilât-ı Mahsusa'nın kendi memleketlerinde mümessilliğini aldılar. Cihad-ı Mukaddes beyannameleri, binbir vasıta ve imkân ile Afrikanın en ücra köşelerine kadar dağıtıldı. Almanyada her lehçe ve dilde milyonlarca basılan bu beyannameler, hususî tayyarelerle dünyanın her tarafına dağıtıldı, hattâ denizaltılardan bir kısmı, taa Fildişi, Zanzibar, Tanganika, Altın sahillerine kadar bu beyannameleri götürdüler. Sudan'da Đngilizlere karşı isyanlar, Hartum ihtilâli, bir fikir ve dâva yolunda vaktiyle cihazlanılmamış olmasına, Mekke şerifi Hüseyin'in habaset ve ihanetine Đngiliz Đntellicens Servisinin ve Fransanın N. M. S. M. (dünya üzerinde millî ve askerî müdafaa servisi) nin dağıttığı milyonlarca altının cazibesine kapılanların kasıdlarına rağmen, bütün Đslâm alemindeki kıpırdanışlar, düşmanlarımızın büyük kuvvetlerini buralarda topladı, ve meselâ, Enver Paşanın daha sonra şahsen ele aldığı Türk Ana-Vatan mücadelesi, Bolşevik - Menşevik kavgasının bir daha ele geçmez fırsatı içinde Đngilterenin o günkü kin ve kuşku siyasetine kurban edilmemiş, Türk milli kuvvetleri Hindistan ve Afganistan yolundan sadece malzeme yardımı görebilmiş olsalardı, emin olalım ki, bugünkü Kızıl Çarlık, belki o zaman yıkılmış olacak ve Rusya, kendi hudutları içinde müstakil yaşıyan, fakat dünya sulh ve huzurunu daima tehdid eden bir esaret ve zulüm sisteminin mümessili olabilme haline gelmiyecekti.»
BĐRĐCĐ DÜYA HARBĐ ASIL BAŞLADI, HARBE ASIL GĐRDĐK?
Teşkilât-ı Mahsusa'nın nasıl ve neden kurulduğunu, onun hakikî kurucusunun hatıratından öğrenmiş bulunuyoruz. Şimdi, yine bu safha kadar meçhul diğer bir hâdise üzerinde duracağız ve Yavuz Sultan Selimden 399 sene sonra Nil kıyılarına ikinci defa akan Türk kuvvetlerinin macerasını, Hazret-i Peygamber'den 1285 sene sonra da, Hayber önlerinde, yirmi beş bin düşmanın karşısında, kırk kişi, evet, kırk kişi olarak eriyen Türk şehametinin destanlaşmış macerasının bakir taraflarını huzurunuza çıkarmadan önce, Birinci Dünya Harbinin başlaması ve Đmparatorluğumuzun bu harbe girişine ait inanılmıya değer bir izahı dinliyeceğiz... Şöyle ki: Harb bitmiş, 1918 de ordularımız silâhlarını bırakmış, Mondros mütarekesi imzalanmıştır... Đttihad ve Terakki dağılmış, yerine, çoğu eski Đttihadçılardan mürekkeb Teceddüd fırkası kurulmuştur. Müşir Đzzet Paşa sadrıâzamdır: Mebusan Meclisi, 5 teşrinisani (kasım) 1918 den 21 kânunuevvel (aralık) 1918 tarihine, yâni, Padişah Altıncı Mehmed Vahidüddin'in iradesiyle feshine kadar, Harb mes'ullerini araştırmış, memleket dışına çıkmış olan Enver, Talât, Cemal Paşalarla, dinlenilmesine lüzum görülmiyen Şeyhülislâm Hayri ve Musa Kâzım Efendilerden gayri, Said Halim ve Talât Paşa kabinelerinde nazırlık yapmış olan bütün devlet büyüklerinin ifadesi alınmıştır. Bunun için Mebusan Meclisinde, kur'a ile ve Beşinci Şube adıyla bir encümen teşkil edilmiştir. Bu encümen aşağıdaki mebuslardan kurulmuştu: Reis; Kütahya mebusu Abdullah Azmi Efendi (Birinci Büyük Millet Meclisinde Eskişehir mebusu ve Şer'iyye Vekili), Kâtib Ertuğrul «Bilecik» mebusu, Şemsettin Bey (merhum Başvekil Şemsettin Günaltay), Azalar: Karesi «Balıkesir» mebusu Hüseyin Kadri Bey, Hudeyde mebusu Hasan Rıza Paşa, Saruhan «Manisa» mebusu Mustafa Fevzi Efendi (Birinci Büyük Millet Meclisinde Şer'iyye Vekili), Saruhan «Manisa» mebusu Mustafa Đbrahim Bey, Basra mebusu Hilmi Bey, Divaniye mebusu Halid Bey, Bursa mebusu Rıza Bey, Kudüs mebusu Ragıb Nişaşibi Bey, Kütahya mebusu Sadık Bey, Asîr mebusu Seyyit Ali Haydar Bey, Ankara mebusu Şeyh Tayyıb Efendi, Karahisar mebusu Kâmil Efendi, Muş mebusu Đlyas Sami Efendi, Bolu mebusu Necati Bey, Maraş mebusu Agob Hırlakyan Efendi, Đstanbul mebusu Viktor Bey, Afyonkarahisar mebusu Salim Bey, Erzurum mebusu Hüseyin Tosun Bey, Tekfurdağı «Tekirdağı» mebusu Harun Hilmi Efendilerden ibaretti.
Said Halim ve Talât Paşa kabinelerinin. Divan-ı Âli (yüce divan) a verilmeleri hakkındaki takriri, Divaniye mebusu Fuad Bey vermişti. ON maddeden ibaret olan takririn hülâsası şuydu: 1— Sebebsiz ve vakitsiz harbe girmek, 2— Harbin hakikî sebepleri hakkında Meclise doğru olmıyan beyanlarda bulunmak, 3— Seferberlikten sonra ve harbin ilânından evvel, Đtilâf devletleri tarafından yapılmış olan şerefli ve faydalı teklifleri reddetmek ve Almanyadan hiç bir taahhüd alınmadan harbe sürüklenmiş olmak, 4— Harbi dirayetsiz ve bilgisiz ellere tevdi ederek mecnuııâne hareketlerle milletin hayatî varlıklarını mahvetmek, 5— Đnsanlık haklarına ve Kanun-u esasiye aykırı kararnamelerle memleketi bir facia sahnesine çevirmiş olmak, 6— Harbin seyrinden ve kayıplardan milleti vaktiyle haberdar etmemek, 7— Bilhassa Rusyanın çöküşünden sonra mün-ferid sulh tekliflerini reddederek bugünkü elîm vaziyetin doğmasına sebeb olmak, 8— Harbin zorlukları karşısında halkın ihtiyaçlarını karşılama tedbirleri yerine şahsî servetlere ve haksız iktisablara sebeb olmak, ihtikâr ve suiistimallerle memleketin iktisadiyatını batırmak, 9— Hiç bir lüzum ve kanuna dayanmadan askerî ve siyasî sansürler ihdasiyle matbuat hürriyetini ihlâl etmek, yurda yabancı basını sokmamak, 10 — Memleket içinde idarî hercümerç yaratarak, hürriyet, can, mal ve ırza musallat bir takım çetelere müzaheret ederek yapılan facialara iştirak etmek. Harbin başlamasından önceden, harbin sonuna kadar iktidarda kalan Said Halim ve Talât Paşa kabineleri için ağır ittihamları ihtiva eden bu divan-ı âli'ye sevk takririne ait ifadeler, birçok gerçekleri ortaya koyuyordu. En uzun ifade, harbin ilânından sonra Maliye Vekâletinden istifa eden, sonra yine bu vazifeye ısrarla getirilen Selanik mebusu Cavid Bey (Đstiklâl Mahkemesi kararıyla idam edilen) tarafından verilmişti. Cavid Bey, harbin aleyhinde idi... O günkü ifadelerinden senelerce sonra, TANĐN gazetesinde çıkan hâtıralarında ise, yeni eline geçmiş ve mevcudiyetinden haberdar olduğu Rus çarlığına ait
resmî vesikaların ışığı altında kanaatini değiştirdiğini ve harbin Osmanlı devleti için bir emrivaki olduğunu söyledi.
RAHAT KALABĐLMEK ĐÇĐ DĐDĐMELER:
Tahkikat Encümeni, eski maliye nazırı Cavid Bey’e, ilk olarak «sebebsiz ve vakitsiz niçin harbe girildiğini» sordu. Cavit Bey, bu suale doğrudan doğruya cevab vermeden evvel, daha şehid Mahmut Şevket Paşanın Sadrıâzamlığı zamanında, Avrupa devletleriyle aradaki anlaşmazlıkları hallederek rahat kalabilmek için nasıl didinildiğini uzun uzun anlattı: Eski sadrıâzam Đbrahim Hakkı Paşanın Londra'ya, kendisinin Paris'e giderek, iki büyük Batı Demokrasisi ile bir buçuk seneyi bulan görüşmeler yaptıklarını, kendisinin Fransa ile bütün meseleleri neticelendirdiğini, Hakkı Paşanın da bir kaç ufak mevzu dışında, Đngiltere ile anlaştığını, Đtalyanlarla Uşi anlaşmasının imzalandığını, fakat Rusyanın daima müşkilât çıkardığını, Bulgarların ittifak muahedesini reddettiklerini, bu redde Rusya'nın tesiri olduğunu, Yunanlılarla bir ittifak için Almanyanın delâlet ettiğini, fakat bunun da harbin ilânına kadar gerçekleşemediğini izah ettikten sonra, demişti ki: «— Đşte Avrupada umumî harb başladığı vakit, devletimizin vaziyeti bu merkezdeydi ve o zaman mevkii iktidardaki hükümet âzası arasında şu Yunan ittifakından maada ittifak namına hiç bir şey mevzuu-bahs olmamıştı. Hattâ böyle bir mesele o vakit mevzuu bahsolma-dığı gibi Avusturya veliahtının katli üzerine Avusturya - Macaristan hükümetinin Sırbistan hükümetine nota verdiği 10 Temmuz 1330 (1914) tarihinden bizim Almanya ile ittifak muahedenamemizin imza günü olan 20 Temmuz 1914 tarihine kadar kabinede ne resmî, ne de gayri resmî olarak Almanya ile ittifak akdedileceğine dair hiç bir müzakere cereyan etmemiş, hiç bir kelime teati olunmamıştır. Avusturya hükümetinin 10 Temmuzda Sırbistan hükümetine verdiği notaya Sırbistan hükümeti malûm olan cevabı 12 Temmuzda vermiş ve ayni günde Avusturya - Macaristan sefiri Belgrad'dan ayrılmıştı. Bundan sonra ahval yekdiğerini takip etti, muhtelif memleketlerde seferberlikler ilân edildi. Bilhassa şu noktaya nazarı dikkatinizi celbederim ki, 1914 Temmuzunun on dokuzuncu günü akşamı saat yediyi on geçerek, Almanya sefiri
(Petersburg) ta Rusya hükümetine tebliğ ettiği notada, Almanyanın kendisini Rusya ile harp halinde addettiğini bildirmişti. Đşte bizimle Almanya hükümeti arasında akdolu-nan ittifak muahedenamesi de bugünün ferdasında yani Temmuzun yirminci günü, Almanya Rusya ile harp nalinde olduğunu ilân ettikten sonra akit ve imza olunmuştu. Ben Temmuzun on dokuzuncu cumartesi günü maliye nezaretinde fevkalâde meşgul bulunuyordum: Çünkü o günü bir çok malî müesseseler direktörleri ve tacirler maliye nezaretine müracaatla (moratoryom) ilânı arzusunu izhar etmişlerdi. Hatınnızdadır ki o zaman piyasadaki korku ve endişe dolayısiyle böyle bir tedbiri hemen almaya lüzum vardı. Eğer iyi hatırlıyorsam (moratoryom) ilânı hakkındaki kanun lâyihasını imza ettirmek için Sait Halim Paşanın Yeniköydeki sahilhanesine gitmiştim. Orada masanın başında yazı yazan Sait Halim Paşayı bir odada ve Almanya sefarethanesi tercümanı Mösyö (Veber) i de diğer bir odada gördüm ve ben de bu iki oda arasındaki salonda oturdum. Bir müddet sonra yanıma Talât Bey geldi. Mösyö Veber'in orada bulunması nazarı dikkatimi celbettiğinden Talât Beye «Ne var?» dedim... Talât Bey de cevaben: «Bir şey yok!» dedi.. Fakat ben sualimi tekrar ettim ve: «bana bir şey var gibi geliyor; sakın Almanya ile ittifak akdetmiyesiniz!» dedim. Talât Bey: «Bir şey söyliyemem,» dedi. Evvelden hiç bir hissim olmadığı halde Mösyö Veber'in orada olduğunu ve Sait Halim Paşanın yazı yazmakla meşgul bulunduğunu ve Enver Paşa ile Talât ve Halil Beylerin de yalıda bulunduklarını görünce, bende anî bir endişe uyanmıştı. Bundan sonra Enver Paşa ile Halil Hey de içeriye girdiler... Bir müddet sonra Sait Halim Paşa yazdığını bir zarfa koyarak Mösyö Veber'e verdi, gönderdi. Tercüman gittikten sonra biz de Sadrıâzam Paşanın yanma girdik ve Sait Halim Paşanın okuduğu şeyleri dinledik. Buna arkadaşlarım itiraz etmediler, benden bu husustaki fikrimi sordular. Ben de okunan şeyin bende büyük bir hayret tevlit ettiğini ve böyle mühim bir mesele hakkında derhal cevap vermek ve revimi bildirmek mevkiinde olmadığımı, yapılan şeyden hiç memnun olmadığımı ima eder bir lisanla söyledim... Bu esnada arkadaşlarımızdan biri bana hitap ederek: Eğer harpten evvel böyle bir ittifak teklif edilseydi kabul etmekte tereddüt eder miydin? Ve mademki o zaman tereddüt etmivecektin o halde şimdi bunu kabul etmekte beis yoktur.» dedi. Ben de buna cevaben, harpten evvelki zamanla sonraki zaman arasında pek ziyade fark olduğunu ve Harbi Umumîden evvel dahi böyle bir teklif olmuş olsa biri
yalnız Almanya hükümetine rantedecek bir muahedeyi çok düşünmeksizin kabul etmiyeceğimi söyledim ve okunan şeyin kat'iyyen imzalanmış bir muahede olduğunu zannetmiyordum olsa olsa müzakere edilecek bir lâyihadır, diyordum; başka suretle farzetmeğe
de
imkân
voktu.
Maatteessüf
bunun
muhteviyatından
size
simdi
bahsedemiyeceğim: çünkü hükümetin bu anlaşmayı heyetinize verip vermiyeceğini bilmiyorum. Eğer hükümet, muahedenameyi verecek olursa rica ederim, beni o zaman tekrar çağırınız ki ben de muahedename okunduğu vakit bende hâsıl olan hissi izah edeyim. Aynı günde meclisin tatiline dair teklif olunan padişahın fermanında, Avusturya ve Sırbistan arasında çıkan harbin bir şekli umumî almış olması tatil sebepleri arasında gösteriliyordu... O akşam Talât Bey geldi. Birlikte Enver Paşaya ve sonra Sait Halim Paşaya gitmeyi teklif etti. Ben o vakit Cağaloğlunda oturuyordum; teklifi kabul ettim. Ve otomobille o vakitler Ferit Paşa konağında oturan Enver Paşaya gittik.
ETĐCELERDE SO RA VĐCDA LARI HÜKMÜ... Eşref Bey anlatıyor: «— Malta adasındaki esaret hayatımızın günlerimi, eski dostlar, hemen hemen tamamen benim «salon»umda geçirirdik: Buradaki SALO tâbirine hayret etmeyiniz: Burası, kışlanın en geniş odalarından birisi idi. Đngiliz kıymet ölçülerinin bir tecellisi olarak, hususî müsaade ile tefriş ettirebilmiştim. Harb içinde işgal ettiğimiz mevkilerle mütenasip esaret muamelesi teamülü olarak da, itiyat ve hususî yaşama tarzınım icablarmı yerine getirebilme hakkına sahihtim. Bu sebeple, bütün kadîm dostlar, benim «salon» da toplanır, dertleşirdik. Daimî misafirlerim arasında sadrıâzam Sait Halim Paşa başta gelirdi. Hususî mevkii vardı. Çok konuşmaz, dinlerdi. Fevkalâde nâzik, halûk, terbiyeli, malûmatlı, âlim, münşî, edîb, dünya görüşü olan bir insandı. Bu müşfik ve karıncayı incitmekten çekinen insanın. Ermeni tehciriyle alâkadar ve mücrim olarak şehid edilmesi, misilsiz bir cinayet ve haksızlıktır. Hadiselerin iç yüzünde vazife almış bir insan olarak, bu iftirayı şiddetle reddederim. Bir gün, Said Halim Paşa ile —çok ender tesadüflerden olarak.:.— başbaşa kalmıştık. Paşanın elinde, fransızca bir kitab vardı: Fransız Hariciyesinin, Rusyadaki Bolşevik ihtilâli dolayısiyle neşredilmiş siyasî vesikalara cevabını teşkil eden meşhur mavi kitabdı
bu... Paşa, bazı satırların altını kurşun kalemle çizmiş, yine Fransızca haşiyeler yazmıştı. Hariciye azırı ve Sadrıâzam iken, devletlere verilecek notaların metnini doğrudan doğruya Fransızca hazırlıyacak kadar bu lisana hâkimdi. Kitaba göz gezdirirken, zaman zaman başını sallıyordu. Birden söze başladı: «— Eşref Beyefendi... Bir siyasî hatamı tashih etmeden ölürsem vicdan azabı çekeceğim: Şu elimdeki kitabda benim, Enver Paşanın Alman Harb Gemilerini Karadenize çıkarmasına muvafakat etmek suretiyle harbi, Rus tecavüzü ile emrivaki haline getirmesinden sonra istifa ettiğimi ve harbe asla taraftar olmadığımı kaydediyor. Doğrudur.. Fakat, şimdi samimiyetle itiraf ediyorum ki ben yanlış görmüş, yanlış düşünmüşüm: Şimdi, neşredilen şu Rus vesikalarından serahatle anlaşılıyor ki, Đngiltere ve Fransa, Boğazlar ve Đstanbul'u Rusyaya terketmeyi taahhüt etmişlerdir ve eğer Enver Paşa, Alman ittifakını bir ân evvel tahakkuk ettirerek Boğaz tahkimatını ve daha açıkçası her cephede harbi mümkün kılacak esliha, para ve malzemeyi temin edememiş olsa imiş, aniden istilâmız kat'î ve kararlı imiş. Yine yıkılacakmışız.. Fakat, hem tarihe leke olacak feci bir basiretsizlik ve gaflet numunesi vererek, hem de, istiklâl için mücadele ruhunu tamamen kaybetmiş olarak... Kabine içinde çoğumuz, ben dahil, bu tehlikeyi görmemişiz. Enver Paşa'nın da bunu, muayyen bir yerden haber alarak öğrendiği kanaatinde değilim. Fakat insanların, şahsî işlerinde olduğu gibi memleket meselelerinde de kendilerine mahsus sistem ve telâkkileri vardır. Karar mevkiinde olan insanlar, memleketleri için bir neticeye varırken, emin olunuz, daha çok şahsî insiyak ve itiyatlarıyla hareket ediyorlar. Bilhassa, riyazi mesnedlerden mahrum oldukları mevzularda... Đşte Enver Paşa da, devletimiz için harbin bir emrivaki olduğunu ancak böyle bir hisle kavrıyarak, onun icablarma, kıymeti namütenahi olan bizim tereddüd günlerimizde başlamış olabilir. Zannediyorum ki tarih istikbalde böyle yazacaktır. Enver Paşa, benim, Alman harb gemileri Goben ve Breşlav'ın Karadenize çıkarak Rus limanlarım bombardıman etmeleri ve Rusların bunu vesile addederek harb ilân etmeleri üzerine, hayatımda bir daha tekerrür etmemiş tehevvür ve asabiyetle istifaya kat'î kararımı Talât Paşa'dan öğrenerek hemen yalıma gelmişti. ezaketsizlik olmasa, kendisiyle görüşmiyecek kadar hiddetli ve münkesir idim. Bana, doğru yolda olduğuna inanmış insanların huzur ve samimiyeti içinde vaziyeti izah etti, istifamda ısrarın,
memleket dahilinde ve haricin yaratacağı derin aksül'amelleri anlattı. Şöyle dediğini hatırlarım: «— Eğer bir gün Osmanlı devletinin sebebsiz ve sırf bir macera aramak şevki ve şahsî hırslar dolayısiyle bu harbe girdiği anlaşılırsa, bunun bütün maddî manevî mes'uliyetini şahsen omuzlarıma almıya amadeyim. Fakat, bunun kaçınılmaz netice olduğu ve en hafif ve bâdiresiz atlatılmasının da, bize silâh, malzeme ve para verecek bir müttefiki, yıkılmadan ve ezilmeden temin etmemizle mümkün olabileceğini takdir etmiyor musunuz? Ordumuz silâhsızdır, biliyorsunuz.. Hazinemiz tamtakırdır biliyorsunuz... Memur maaşlarını bile, Düyun-u Umumiyeden aldığımız kısa vâdeii borçlarla verebiliyoruz biliyorsunuz, ingiltere ve Fransa ile ittifak için az mı gayret sarfedildi? Bizzat zat-ı devletiniz de bu teşebbüslerden duyduğunuz inkisarı defalarca tekrar ettiniz. Ben, bir asker ve erkânıharb olarak, devletimizin anî bir tecavüz halinde, Balkan Harbi faciasına rahmet okutacak faciaya mâruz kalacağını bilmenin endişesi içinde, ehven-i şerri terviçte nefsimi mecbur ve memleketim namına mahkûm addettim. Böyle şartlar içinde makam-ı sadareti terke irfanınız, vicdanınız, vatanperverliğiniz müsaade edemez Paşa Hazretleri...» Benim istifamın, senelerden sonra hangi şartlar altında vukua geldiğini hatırlarsınız. Bu çekilmenin ilki ile alâkası da yoktur. Şimdi, artık herşey önümüzdedir. Mehmet Akif'in, kurtla merkeb hikâyesini bilirsiniz. Hakîm şair Sadi'den o mükemmel kafiye üstadlığı ile dilimize aktardığı ibret tablosu, eğer Enver Paşanın cezri kararı ve hareketi olmasa idi başımıza gelecekti, ve Türkler, Balkan Harbinin sukutu ve izmihlali ruhlarında iken, böyle bir ikincisine mâruz kalsa idiler, emin olunuz, hür ve müstakil olmanın şuurunu kaybederler, maazallah, tarih devamınca da böyle bir hisse sahib olamaz idiler. Milletlerin hayatında asıl facia, birbirini takip eden mağlûbiyet zilletlerinin manevî inhidamlarıdır. Bundan korunmak lâzımdır. Umumî Harb, en menfî şerait içinde dahi, Türk Milletinin hayatiyetini, kahramanlığım, civanmertliğini, fedakârlık ve izzetinefis sahibliğini dünya muvacehesinde isbat etti. Evet, çok kurban verdik, toprak kaybettik.. Fakat bunları, üstelik hacalet içinde kaybımız mukaddermis. Bunu, işte şimdi elimizde olan ecnebi vesikalar isbat ediyor. Ben, fazileti, hataların itirafı meziyetinde ariyan bir insanım. Bu sebeple de, vaktiyle itiraz ettiğim bir hâdisede haksız düşünmüş olduğumu bugün söyliyememenin isdirabı içindeyim.»
Đşte, Enver Paşa için yapılan en büyük ittiham, en selâhiyetli makam sahibi tarafından neticeler alındıktan sonra izahı... Evet, neticeler alındıktan sonra!.. Rusyada, Bolşevik ihtilâli olub, Çarlığa ait vesikaların neşrinden sonra meydana çıkan hakikat bu idi: Biz, harbe girmemiş olsaydık, Rusya, Đstanbul'a da, Boğazlara da hâkim olacak ve bir millî mücadele imkânı bile bulamıyacaktık. Anlaşılıyor mu?..» Anlaşılamıyor muhterem Eşref Beyefendi... Anlaşılamıyor!.. Çünkü, şahsî hırslar ve isnadlar, şehidlerin kam ile yuğurulmuş hakikatler üzerine bile iftira atmıya kararlı olduktan sonra, Said Halim Paşanın, yâni, hâdisenin asıl sahibinin şehadeti bile isnadların önünde erir, gider...
BELĐRE TEHLĐKELER:
Otomobilde giderken Talât Beye birçok şey söyledim ve yapmak üzere oldukları işin memleket için vahim olduğundan ve memleketin âtisinden korkmakta olduğumdan ve Rusya bize hücum ettiği takdirde mahv ve harap olacağımızdan, Almanyanın galebesini kat'iyyen muhakkak görmediğimden ve Ruslar galip geldikleri takdirde bizim için dünya haritasından silinmekten başka bir şey olmayacağından ve bitaraf kaldığımız takdirde Almanlar galip gelseler bile bize bir fenalık yapamıyacaklarından ve böyle ağır, mes'uliyetli bir vazifeyi yüklenemiyeceğimden bahsettim. Talât Bey, Enver Paşanın konağına gelinceye kadar sözlerimi dinledi ve hiç bir şey söylemedi, yalnız otomobilden ineceğimiz dakikada: «Mukadderat...» dedi. Ben bunun üzerine: «Muahede imza edildi mi?..» dedim. Talât Bey de: «Evet!» dedi ve bundan sonra anladım ki Sait Halim Paşanın bize okuduğu kâğıt imza etmiş olduğu muahedenâme imiş!... Halbuki ben onu arzettiğim gibi zihnimde, nihayet bir proje olarak telâkki ediyor ve kat'î bir muahede olacağını hatırıma getirmiyordum. Enver Paşanın konağında da ayni sözler konuşuldu ve sonra hep beraber Sait Halim Paşanın yalısına gittik... Orada ben çok söz söylemedim. Fakat Talât Bey, itirazatımın hepsini tekrarladı ve Sait Halim Paşa da: «Muahedede mevcut olmıyan şeyleri ben ilâve ettiririm, onları bana bırakınız...» dedi.
Đki gün sonra, yani temmuzun yirmi ikinci salı günü tekrar sadrâzam paşanın nezdinde içtima olundu ve bu içtimada bilhassa bir noktai nazar tekarrür etti ki buna bilhassa nazarı dikkatinizi celbederim: «Bulgaristan hareket etmezden ve Romanya bî¬taraflığı temin olunmazdan evvel Türkiye kat'iyyen harbe girmiyecektir.» Bu içtimada Enver Paşa da hazırdı ve bu karara kimse itiraz etmedi. Sonra muahedename tadilâtına ait bazı cihetler görüşüldü. Bu müzakere esnasında gördüm ki muahedenameyi imza edenler devleti harbe girmeğe mecbur addetmiyorlardı. Aradan bir iki gün geçti. Bu esnada biz bir Alman gemisinin (Đstanbula) gelmekte olduğuna dair hiç bir haber almamıştık. Halbuki Rusların Türkiye ile muharebeye tekaddüm eden vekayie dair neşrettikleri kitabdan 11 numaralı ve Sazanof imzalı telgrafı okuyorum: «(Goben) ve (Breslav) m Mataban burnunu geçip Çanakkaleye doğru teveccüh ettikleri bildiriliyor. Bu gemiîerin Çanakkaleden geçmelerine müsaade etmekle kendisine terettüp edecek mes'uliyet hakkında Fransa ve Đngiliz sefirleriyle birlikte Babıâli nezdinde gayet ciddî teşebbüsatta bulununuz ve bu müsaadatın inkıtaı münasebet ile neticelenmemesi için gemilerin ya Çanakkaleyi terketmesi veya silâhlarının alınması hususunda ısrar ediniz.» Ben temmuzun 28 inci pazartesi akşamı geceleyin Sait Halim Paşanın Yeniköydeki sahilhanesine gitmiştim; (Goben ve Breslav) ın Çanakkale boğazından geçmiş olduklarını ilk defa olarak orada haber aldım; bu haber bende büyük bir hayret tevlit etti; çünkü hiç bir ecnebi gemisinin Çanakkaleden mukavemete uğramaksızın geçmesine imkân yoktu, binaenaleyh mademki orada bulunan kumandanlar bu gemilerin geçmesine müsaade etmişlerdi; o halde kendilerinin de bu hususta bir emir ve müsaade almış oldukları iktiza ederdi. Tabiîdir ki, Sait Halim Paşa Rusya sefirine verdiği söze muhalif olarak boğazlara gemilerin müruru için emir verdirmemişti. O gece sabahın saat üçüne kadar Sait Halim Paşanın yalısında kaldık. Ve «Gemilerin ya silâhları teslim etmesi veyahut hemen çıkıp gitmesi lâzımdır» dedik. Bunun üzerine sadrâzam paşa Almanya sefiri baron «Vangenhaym» i davet etti ve baron davete icabet ettiği cihetle Sait Halim Paşayla ayrı bir odada görüştü. Sait Halim Paşanın bilâhare bize naklettiğine göre sefir fevkalâde tehevvür etmiş ve Alman zırhlılarının teslimi silâh etmiyeceklerini ve çünkü gemiler bizim talebimiz üzerine gelmiş
olduklarını söylemiş. Sait Halim Paşanın -kendi hatırında mıdır, değil midir, bilmem- bize aynen baron Vangenhaym'dan naklen söylediği sözler bundan ibaretti. Sefir o sözleri söyledikten sonra daha ileri giderek tehdit etmiş ve hattâ böyle hareket edecek olursak Ruslarla birleşip Türkiyenin taksimine gideceklerini de ilâve eylemiş... Sait Halim Paşa sefirle vukubulan mülakatta meseleyi halle muvaffak olamayınca Talât ve Halil Beyler diğer odada bulunan sefiri görnıiye gittiler ve ondan evvel biz de böyle müşkül bir mevkiden kurtulmak üzere gemilerin satın alınmasını düşündüğümüz için sefire böyle bir teklif dermeyan ettiler. Baron Vangenhaym meseleyi imparatora yazmaksızın gemilerin satılamıyacağını söylediği cihetle biz de meselenin daha fazla uzatılmıya tahammülü olmadığını dikkate alarak imparatorun cevabını beklemeksizin mezkûr gemilerin satın alındığını gazetelerle ilân etmiye karar verdik ve gazetelere tebligat yaptık; bu suretle ertesi günü mesele gazetelerde ilân edildi. Bundan maksat da Almanları emrivaki karşısında bulundurmak ve onların gemiler üzerindeki hakkı mülkiyetlerini almaktı. Bu husustaki müzakere Almanlarla üç gün devam etti ve neticede Almanlar gemilerin Osmanlı bayrağı çekmelerine muvafakat eylediler ve fakat mürettebat meselesinin halline yanaşmadılar, bununla beraber, bizim tarafımızdan gazetelerle vâki olan ilâna da itiraz etmediler.
HARBĐ BÜYÜK SEBEBĐ: GOBE (YAVUZ)
Bizim bu harbe girmemizin en büyük sebeb ve âmili, bu gemilerin buraya gelmesidir, ve bundan kat'iyyen şüphem yoktur. Eğer bu zırhlılar gelmemiş olsaydı bizde hiçbir esasa istinat etmiyen o lüzumsuz celâdet ve şecaat olmıyacak ve harbe girmemize sebeb olan daha birçok ahvale meydan verilmiyecekti. Eir ay kadar mütemadiyen bu gemi mürettebatı meselesi çalkalandı durdu, itilâf sefirleri daima müracaat ediyorlardı. Bizim tarafımızdan da bir şey yapılmıyordu. Eylülün 7 inci günü gene Sait Halim Paşanın yalısında bir içtima vukubuldu ve bu içtim ada gelen garb gemilerinin Alman amirali Şosonun vaziyeti tetkik edildi. Çünkü amiral yalnız Alman karargâhı umumîsinin emrini dinliyordu ve bizim zırbhlar üzerindeki bavrağımız süsten başka bir sey değildi; idare, emir ve kumanda Almanların elindevdi.
Böyle bir vaziyetteyken Enver Paşa donanmanın Karadenize çıkmasını teklif etti. Bunun üzerine biz başka bir devlet zabitan ve efradı tarafından idare edilen donanmanın Karadenize çıkması bîtaraflığı bozucu bir hareket olacağını ve şayet her nasıl olursa olsun amiralden bir hareket gelirse onun mes'uüyeti-ne bizim tahammül etmekliğimiz lâzım geleceğini söyledik; Enver Paşa da amiralin Rus donanmasına tesadüf etse dahi tecavüz etmiyeceğine dair namusu askerîsi üzerine söz verdiğini söyledi, ben de Enver Paşaya karşı «Ayni amiralin askerliğe girdiği zaman imparatorun ve imparatorluğunun menafiini ihlâl etmiyeceğine yemin ettiğini söyledim ve «bu yeminle taarruz edince amiralin imparatora verdiği yeminin Enver Paşaya ettiği yeminden mücerrah olacağını» ilâve ettim, hattâ daha ileriye giderek Enver Paşaya aynen şu sözleri söyledim: «Amiral Soşon, donanma ile Karadenize çıkar ve Rus donanmasını ve sefaini tica-riyesini veyahut Rus limanlarından birini topa tutarsa bunun mes'uliyetini biz kat'iyyen deruhte edemeyiz. Almanyanın maksadı bizi bir an evvel harbe sürüklemektir. Buna karşı kendimizi muhafaza hakkımız ve vazifemizdir; Enver Paşa da «Şayet amiral gemilerini alıp çıkarsa biz ne yapabiliriz?» dedi. Gemilerin Karadenize çıkmaması heyeti vekilece karara alındığı halde eylülün sekizinci günü o zaman burada bulunan ve veda etmek üzere nezdime gelen Bulgar ricali siyasiyesinden M. Genadiyef ile sefir M. Toşefden Goben ve Breslav'ın Karadenize çıktıkları haberini aldım ve bunun üzerine hemen istifanamemi yazdım; sonra donanmaya müteallik bir iş için beni görmek istemiş olan bahriye nazırı Cemal Paşanın yanına girdiğim vakit, bizim donanmamızı da Karadenize beraberce çıkmıya davet eden amiral Şoşon'un enirine karşı gemilerin çıkmaması için telefonla emir verdiğini gördüm. Biraz sonra Goben'in tekrar avdet ettiği haberi geldi. Bunun üzerine ben de istifanamemi vermedim. Eylülün on dördüncü günü Enver Paşa, Rus donanmasının Karadenizde dolaştığını söyledi. Ve «Bizim donanmanın Karadenize çıkması lâzımdır» diye ikinci bir teklifte bulundu; biz bu teklifi de reddettik ve Talât Bey dahi dahil olduğu halde hepimiz: «Amiral Şosonun vaziyeti taayyün etmeden donanmanın Karadenize çıkmasına kat'iyyen muvafakat edilemez», dedik. Bundan üç gün evvel de amiral Soşon'un doğrudan doğruya Alman karargâhı umumîsi emrine tâbi olduğunu Cemal Paşaya söylediğini, Cemal Paşa bize nakletmişti.
ÇAAKKALE BOĞAZI ASIL KAPADI?
Artık tarafsızlığımızı bozacak hâdiseler birbirini takib ediyordu. Bunların çoğu Harbiye Nezaretinin emriyle yapılıyordu. Ben bunların hepsini o zaman sık sık ziyaretime gelen Fransız sefirinden haber alıyordum. Eylülün on dördüncü günü mühim bir hâdise oldu: «Çanakkale» boğazından çıkan bir torpitomuza Đngiliz kumandanı, boğazdan çıkacak Osmanlı sancağını hâmil her gemiye ateş edeceklerini tebliğ eylemiş!. Esasen bize defaatle tebligatta bulunmuşlar ve: «Alman zabitan ve efradı donanmanızda bulunduğu müddetçe donanmanızı bitaraf donanma telâkki etmiyeceğiz.» demişlerdi. Đngiliz kumandanının torpitomuz kumandanına vâki olan bu tebliğine Boğaz kumandanı muttali olunca o kumandan Osmanlı mı, Alman mı, bilmiyorum, torpilleri dökerek Boğazı kapadı Bilâhare işittiğimize nazaran, Boğaz kumandanı, Boğazları ahvali fevkalâde zuhurunda kapamak hususunda kendisine bahşedilen salâhiyete istinaden bunu yapmıştı. Đtilâf sefirleri, Boğazın kapanışından dolayı şikâyet ettiler; fakat bunu da bir mesele haline koymadılar. Hattâ Đngilizlerin neşrettikleri mavi kitapta 23 eylül tarihli ve 108 numaralı telgrafnamede yazılı olduğu üzere, Đngiltere sefiri Sir Malen, hariciye nâzırı Sir Edvar Greye, Çanakkale'nin kapalı kalmasının kendileri için pek ehemmiyetli olmadığından bahsediyor ve bunun mes'uliyetini de Almanlarda buluyor. Bundan sonra Rusya hududuna heyetler gönderildi ve Mısır hududunda tahşidatta bulunuldu. Bunların hepsi için gerek Rusya, gerek Đngiltere sefiri müracaat ettiler; fakat bu müracaatların hiçbiri netice vermedi. Đngiltere sefiri 16 eylül tarihinde Mısır hududunda yapılan hazırlık hakkında muhtelif mahallerden aldığı raporlara istinaden sadrazam [paşanın dikkatini çekti. Ve buna dair verdiği notanın bir suretini ayrıca bana gönderdi. Bittabi dosyalarda da göreceksiniz ki daha muhtelif tarihlerde bîtaraflığı muhil her hareketimizi ya şifahen veya tahriren hükümete ihtar ettiler; fakat bunların hiçbirini vesiletin harp addedecek kadar ileri götürmediler. Şimdi yirmi temmuz tarihinden itibaren Bulgaristan, Romanya ve Yunanistan'la olan münasebatımızı arzedeceğim: O zaman burada bulunan Bulgar sefiri Mösyö Toşef, harbin şiddetle aleyhtarıydı. Gerek Türkiye, gerek Bulgaristanın harbe girmeleri, her ikisi için vahim neticeler tevlit edeceğini söylüyordu. Sonra ağustosun birinci günü Talât ve Halil Beylerle Enver Paşa, Alman sefirini gördüler ve Bulgarlar yürümez ve Romenler hakkında
emniyet hâsıl olmazsa bizim için harbe girmek mümkün olmadığını söylediler. Çünkü Almanlar her vakit «Harbe giriniz» diye teklif ediyorlardı. Esasen Almanlar hiçbir zaman şu veya bu suretle tazyikten hâli kalmıyorlardı. Ayni günün akşamı sadrazam Sait Halim Paşanın yalısında içtima ettik. Arkadaşlardan bazısı Bulgar sefirinin, hükümetinin efkârına tamamen tercüman olmadığını söylediler. Bunun üzerine Bulgar hükümetinin başka suretle düşünmekte olduğunu zannettiklerinden Talât ve Halil Beylerin Sofya'ya gitmelerine karar verildi. Ayni günlerde de Atina'daki sefirimizden bir telgraf gelmişti. Bu telgrafda, Yunanlılarla aramızdaki meselelerin halli için bir murahhas gönderilecek olursa Mösyö Politis'in -ki o zaman umuru siyasiye müdürü idi, şimdi Yunan hariciye nazırıdır- Bükreş'e gideceği ve hattâ Talât Bey bizzat gidecek olursa Mösyö Đstrayt'ın da belki gelebileceği bildiriliyor ve adaların idaresine dair bazı teklifler ileri sürülüyordu. Đşte bu teklif dairesinde, mümkün olduğu takdirde Yunanistan hükümeti ile anlaşmak için her halde Bükreş'e gidilmesi ve Bulgaristandja da Romenlerin bîtaraflığı sureti kafiyede temin edilmek şartiyle bir an evvel hareketlerine gayret olunması ve bu esasat dairesinde bir muahede yapılması kararlaştı. Bundan sonra Talât ve Halil Beyler, verilen karar mucibince, Sofya'ya gittiler ve Bulgarlarla hiçbir taahhüdü muhtevi olmıyan bir itilâfnâme yaptılar. Romenlerin kat'iyyen tahrirî bir şey vermiye yanaşmadıklarını ağustosun on birinci günü aksamı haber aldık. Hattâ o zaman sadrâzam Sait Halim Paşa da bizim için harbin fenalığına tamamen kani olduğunu ve Romenlerle anlaşmak istemediğini ve Rusyaya karşı sureti kat'îyede ilânıharp etmiyeceğini söyledi.
ĐBRAHĐM HAKKI PAŞA I RAPORU Klişesini arka sahifede gördüğümüz Đbrahim Hakkı Paşa, Đkinci Meşrutiyet devrimizin en bedbaht ve talihsiz sadnâzamlarındandı: Kendisi Hukuk Fakültesinde ve Mülkiyede Profesördü. Politikaya, ilim kürsüsünden gelmişti. Roma'da sefirimiz iken Đtalya, Trablus - Garb'ı istilâya hazırlanmış, Hakkı Paşa bu hazırlığı tesbit edememiş, sadnâzamlık gibi memleketin en büyük icraî makamına, yâni, bugünkü mukabili ile Başbakanlığa gelince patlıyan Trablus-Garb harbi, muhalefeti sadrıâzamın şahsı aleyhine ayaklandırmış, Hakkı Paşa istifa ederek yerine Said Paşa sadrıazam olmuş,
kendisi de Londra'ya sefir tâyin edilmişti. Hakkı Paşa bu vazifede, Birinci Dünya Harbinin ilânına kadar kaldı... Đbrahim Hakkı Paşanın, belki muvaffak bir Başvekil olmıyan şahsiyeti yanında, kıymetli bir ilim adamı hüviyeti, Đngilterenin Osmanlı devleti üzerindeki siyasetine ait raporlarında göze çarpar.. Hakkı Paşa, Teşkilât-ı Mahsusa'nın kuruluşundan haberdar değildi. Teşkilât-ı Mahsusa'nın Đngiltere'nin sömürge imparatorluğunda yaşıyan yüz milyonlarca Müslüman üzerinde giriştiği «Ittihad-ı islâm» propagandasının tesiri, kısa zamanda Đngiltere Hariciyesini ciddî şekilde meşgul eden başlıca «dış mesele» olmuştu. Garib bir ruh haleti içinde idik: Böylecesine devletin temel politikalarından birisini teşkil edegelen faaliyet üzerinde, bir yıl önce sadrıazam olan Londra sefirinin haberi yoktu! Fakat Đbrahim Hakkı Paşanın Teşkilât-ı Mahsusa'nın faaliyeti üzerinde, Hariciyeye gönderdiği «resmî rapor» un dışında, o tarihte Dahiliye azırı olan Talât Paşaya yazdığı hususî bir mektub vardır ki, dikkate değer... Talât Paşa, bu mektubu Eşref Beye okumuş, kendisini tanıyanları bağlıyan o babacan tavrıyla demişti ki: «— Sizin bu işleri bazı nazırlar bilmez, sefirler bilmez, devlet teşkilâtı bilmez, hattâ fırkanın merkez-i umumîsi bilmez. Amma Đngilizler bilhassa Hindistan'da giriştiğiniz faaliyetten fena halde kuşkulanmışlar. Şu sırada ittifak müzakereleri, istikraz konuşmaları oluyor. Biraz gevşek tutsanız da şu işleri iyi kötü bir neticelendirsek...» Eşref Bey aksi kanaatte olduğunu söylemişti: «— Bu istikraz işinin de, ittifak işinin de istediğimiz gibi neticelenmesi için, Đngilterenin icabında huzurunu kaçıracağımıza inanması lâzım... Bir vehim bile olsa, eğer Londradaki patronlar, dünyanın dört bucağına yayılmış milyonlarca köle'lerinin bizim, dürtmelerimizle kendilerine baş
kaldıracaklarım
bilseler,
bizim
de kolaylıkla
sığabileceğimiz koltuklarının bir ucuna ilişmemize göz yumarlar.. Ah, keşke onlara böyle bir korku aşılıyabilsek!..» Sonra, dünyanın dört tarafında, girişilen propaganda faaliyeti ve hazırlıklar üzerinde Talât Paşaya izahat vermişti. Paşa bunları dikkatle dinledikten sonra içini çekmiş:
«— Bizim kurtuluşumuz zaten mucizeye kaldı. Sen de bir mucize peşindesin. e diyeyim, Allah ya seninkilerden, ya bizimkilerden birisini ihsan buyursun, âmin...» demişti. Doğrusu da bu idi: Đmparatorluğumuzun kurtuluşu, gerçekten bir MUCĐZE bekliyordu. Bu MUCĐZE, ancak Türk Millî Mücadelesiyle tahakkuk edecek, fakat ne yazık ve ne kadar yazık ki, bu tarihî şahlanış da —işte bugünkü hâlimiz meydanda...— yarım ve aksak kalacaktı... Ağustosun yirminci günü Talât Bey Bükreş'ten avdet etti ve Romenlerin harbe yürümeğe kat'iyyen niyetleri olmadığını ve Bulgarların talep edilen bîtaraflığı teminatını vermediklerini ve bir ittifak yapmak bittabi gayri mümkün olduğunu beyan etti. Yunanlılar da Sırplarla müttefik olduklarından Bulgarlar Sırbistan aleyhine yürüyecek olursa, kendilerinin de Bulgarlara karşı harekete mecbur olacaklarını söylemişlerdi. Bu suretle takip olunan Balkan siyaseti iflâs etmişti ve bir iki gün sonra da Bükreş'te kalmış olan Halil Beye avdet emri verildi. Almanlar gene her şeye rağmen harekete gelmemiz için ısrar ediyorlardı. Ve ben buna karşı kendi hesabıma bütün kuvvetimle mukabil tazyiki yapıyordum.»
AZIRLAR HARBĐ ĐLÂII ASIL ÖĞREDĐLER?
Mebusan Meclisi Tahkikat heyeti önünde, eski maliye nazırı Cavid Bey, kabinede, harb aleyhtarı nazırların olduğunu, fakat buna mukabil bilhassa bazı askerî şeflerin Almanya ile birlikte derhal harbe girmezsek, sulh masasında kayıplara uğrıyacağımıza inandıklarını, Đstanbul'un Rusyaya terkedilmesinin, bütün vatanseverleri heyecan ve asabiyete sürüklediğini ve Alman ittifakı esasının bu hakikate dayandığını, fakat bu arada Đngiltere ve Fransa ile müzakerelerin devam ettiğini, kapitülâsyonların şartsız ilgasının ancak Almanya tarafından benimsendiğini, Đngilterenin Osmanlı ülkesinin tamamiyetini teahhüd eden teklifinin Rusya tarafından «tahriren» tekrarlanmasına muvafakat edilmemesinin, harbi isteyenlere büyük bir «koz» ve «imkân» verdiğini izah etti. Harbin ilânını nasıl öğrendiklerini de şöyle anlattı:
«— Teşrinievvelin «ekimin» on altıncı perşembe günü de maliye müşaviri Đngiliz Sir Kravfort nezarette sabahleyin beni gördü ve tarafımızdan Mısır hududuna tecavüz edilmekte olduğu cihetle Đngiltere sefirinin bütün ingiliz tebaasına hazır olmaları için emir vermiş olduğunu söyledi. Tabiî böyle bir şeyden hiç haberim yoktu. Bu hususta malûmat almak için sadrazam paşayı ve Talât Beyi aradım, fakat bulamadım. Nihayet adliye nezaretinde Đbrahim Beyi buldum. Đbrahim Bey de, vâki olan sualime karşı, kendisinin bundan haberdar olmadığını ve fakat daha mühim bir mesele için sadrazam paşayı görmekliğimin lâzım olduğunu söyledi. Esasen ayni zamanda sadrazam paşa da beni davet etti. Bunun üzerine Bâb-ı âliye gittim, sadrazam paşanın nezdinde Enver Paşa, Đbrahim Bey vardı. Sait Halim Paşa, Rus donanmasının bizim donanmamızın manevralarını ihlâl ettiğine ve donanmamıza tecavüz eylediğine ve bu sebeble harb başlamış olduğu la dair bir telgrafname okudu ve fikrimi sordu, ben de bu işin böyle olacağını evvelce söylediğimden bu hususta ilâve edecek bir fikrim olmadığını beyan ettim; biraz sonra Cemal Paşayla Talât Bey de geldiler; fakat onlar benden evvel, Enver Paşa vasıtasiyle, vak'adan telefonla haberdar olmuşlardı zannındayım. Sonra Odesa'nm bombardıman edildiğine dair gayri resmî bir telgraf okundu; fakat bunun için aslı yoktur; dediler. Sadrazam Paşa cereyan eden ahvalden kendisinin haberdar edilmediğini söyliyerek bu vak'anın önceden hazırlanmış olduğu zehabında bulunduğunu anlatmak istedi veyahut bana öyle geldi. Çünkü «Ahvalden ben haberdar edilmiyorum» dediği için «Bunlar biliniyordu da bana söylenmedi» mânası çıkarılabilir. Kendisinin şimdiye kadar sürüklenmiş olduğundan ve fakat tefrika husule getirmemek için her şeyi kabul ettiğinden, maamafih, badema, böyle yapmıyacağından, arzu ederlerse harp taraftarlarının
memleketin
mukadderatını
ellerine
almalarından
ve
kendisinin
harbetmiyeceğinden bahseyledi. Bunun üzerine Enver Paşa da meseleden haberdar olmadığını ve şimdiye kadar kendiliğinden bir şey yapmamış olduğunu söyledi. Gece evime gelir gelmez, Fransa sefiri ya kendisinin gelmesi veyahut benim sefarethaneye gitmekliğim için telefon etti. Bunun üzerine Fransa sefarethanesine gittim. Sefir, Odesa'daki Đngiliz konsolosundan gelen bir telgrafnameyle Odesa'nın topa tutulduğundan haberdar olduklarını ve henüz Rusya sefirine bu bapta talimat gelmemiş ise de bu talimatın artık pasaportlarını talep etmekten ibaret olacağını söyledi ve kendilerinin harbetmemek için her şeyi yaptıklarını ve fakat Almanların teşvikiyle bu akibeti aramış olduğumuzu ilâve etti; ben de kendisine: «Sulhu korumaya çalışıyoruz» diye gene teminat verdim.
Ertesi günü gene bayramdı, elbette tahattur edersiniz; saray-ı hümayunda muayede resmi vardı. Fakat Sait Halim Paşa iğbirarından dolayı muayede resmine gelmemişti. O gün sarayda Nafia Nazırı Mahmut Paşanın talebi üzerine, sadrazam Sait Halim Paşanın yalısında öğleden sonra içtimaa karar verildiği cihetle, Sait Halim Paşanın yalısına gittim ve o içtimada Maarif Nazırı Şükrü Beyden maada hepimiz hazır bulunuyorduk. Gerek Mahmut Paşa, gerek Süleyman Elbüstanî ve Öskan Efendiler, gerek ben harbin kat'iyyen aleyhinde olduğumuzu ve bu harbe iştirak etmek istemediğimizi söyledik. Fakat vâki olan tecavüzün Ruslar tarafından yapıldığına ve bizim harp istemediğimize dair bir nota yazılmasına karar verdiler. Bunun üzerine ben kendilerine, bu yapacağımız şeyin kâfi olmadığını söyledim. Ve: Eğer sulh istiyorsanız bunun «Radikal» olma şartı vardı. «Ya o, veya harp...» dedim. Biz, sadrazam paşanın yalısında iken Rusya sefiri pasaportlarını istemiye gelmişti. Benim şartım, burada bulunan Alman kara ve deniz ıslâh heyetlerinin ve Alman mürettebat ve zabitlerinin gitmesiydi. Sait Halim Paşanın yalısında Rusya sefiri ile birkaç dakika görüştüm. Sefir, neticeden pek meyus idi ve harbi artık kaçınılmaz gördüğünü söyledi; ben de kendisine şimdiye kadar çalıştığım gibi tekrar bîtaraflıkta devam için çalışacağımı ve son kuvvetim bitince istifa edeceğimi söyledim. Gene pasaportlarını almak üzere gelmiş olan Đngiliz sefiri de müteessir görünüyordu. Đngiliz sefiri ekimin on altıncı günü, yani vak'anın daha duyulmadığı günde, sadrazam paşayı görmiye gelmiş ve sadrazam paşanın hal ve mevkie hâkim olmadığını ve kabinede ihtilâf mevcut bulunduğu herkesçe malûm olduğunu ve eğer harbiye nazırı Mısır aleyhine sevkiyat yapmıya kalkacak olursa kendisine bunu men'e muktedir olamıyacağmı söylemiş. Sadrazam Paşa da buna cevaben: «Askerî fırka, hükümetin muvafakati olmadan bir şey yapamaz!» demiş. Bunun üzerine Đngiliz sefiri sözlerine devam etmiş ve o halde Alman askerî heyetinin gönderilerek hükümetin kuvvetini göstermesi icap ettiğini, yoksa mutlaka zuhur edecek bir hâdise üzerine pasaportlarını istemiye mecbur olacağını söylemiş. Ben o gün, sadrazam paşanın yalısında aktedilen resmî içtimadan sonra Sait Halim Paşa ile görüştüm ve kendisine evvel ve âhır söylemiş olduğum veçhile harbe taraftar olmadığımdan dolayı kendileri sadarette kalacak olsalar bile kabineden çekileceğimi tekrar ettim. Bu esnada orada hazır bulunan Đbrahim Bey dahi kendisinin de harp aleyhtarı olduğunu söylemekten geri durmadı.
O akşam tekrar sadrazam paşanın yalısında içtima edileceğini Talât Bey bana haber verdi. Ben de kendisine artık bu içtimalardan hiçbir fayda beklemediğimi ve beni kendi fikirlerine getirmek ne kadar gayri mümkünse onların da benim fikrimi kabulleri o kadar imkânsız olduğunu ve tecavüzün Ruslar tarafından vâki olduğu bence bir yalandan başka bir şey olmadığını söyledim. Maamafih ısrarı üzerine tekrar o gece sadrazam paşanın yalısına gittim. Bu içtimada şeyhülislâm efendiyle nafia, posta ve telgraf, ticaret ve ziraat nazırları hazır değildi. Sadrazam Paşa içtimain mukaddemesinde gayet iyi tarzda konuştu, kendisinin harp taraftarı olmadığını ve bunu ötedenberi söylediğini, devletin siyasetini istediği gibi idare edemediğini, gemilerin Karadenize çıkmasına şiddetle muhalifken amiralin namusu üzerine ve Alman sefirinin de, eğer amiral, Karadenize çıkmasına şiddetle muhalifken amiralin Đstanbulda iki gün bile kalmıyacağına dair verdiği söz üzerine, buna muvafakat ettiğini ve nihayet bu vak'a karşısında kaldığımızı ve fakat ne Mısırda, ne de Kafkasyada gözü olmadığını ve esasen bizim bunları idareye ehil olmadığımızı söyledi ve hattâ muahedeyi bu maksatla aktetmemiş olduğundan ve Almanların bile bizim bu kadar yakın bir zamanda harbe gireceğimizi beklemediklerinden bahsetti. Ben de muahedenamenin imza ve aktinden beri yaptıkları teşebbüsatın aleyhinde olduğumu ve daima hükümette kalmakla yalnız başıma men edemiyeceğime emin olduğum harbi hiç olmazsa tehir etmek maksat ve siyasetini takip eylediğimi ve hattâ buna da kısmen muvaffak olduğum kanaatinde bulunduğumu bugün harbi menetmek için Almanya iîe aktedilen muahedeyi yırtmak lâzım geliyorsa bunda zerre kadar tereddüt etmiyeceğimi ve memleketin menfaatini yalnız bunda gördüğümü, bunun aksine karar verirlerse istifa edip çekileceğimi tekrar ettim ve müttefiklerine muahedelerle bağlı olan Almanya ve Đtalyanın hâlâ harbe girmemiş olduklarını ve evvelce elimizdeki muahedenamenin bizi harbe sürükliyeceğini ben söylerken bazılarımızın bu muahedeyle harbe girmiye mecbur olmadığımız fikrini dermeyan etmiş olduklarını ve şimdi ise bunun aksi bir fikri kabul etmelerine hayret ettiğimi uzun uzadıya söyledim. Bundan sonra ekimin yirminci günü Bâbıâlide meclis toplandı. Ben o gün rahatsızlığımı vesile ederek meclisi vükelâya gitmedim; işte o gün Mahmut Paşayla Oskan ve Süleyman Elbüstanî Efendiler istifalarını verdiler. O akşam bazı arkadaşlarım evime gelerek istifa etmekten sarfınazar etmekliğimi rica ettiler. Ben de kendilerine cevaben üç aydanberi yapılan şeylerin hiç birinde iştirakim olmadığını ve içtihadımın müdafaa edileceği böyle
bir vak'a bir kabinenin değil, bir milletin hayatında, kırk - elli senede bir kere tesadüf edilebileceğini ve binaenaleyh benden içtihadımı feda etmek gibi bir fedakârlık talep edilemiyeceğini ve bu teşebbüsü kim vücuda getirmiş ve körüklemişse onların islere devam etmelerini söyledim ve her türlü menafii harpsiz temin ve tedarik etmek imkânı mevcutken bunun yok edildiğini ve binaenaleyh mağlûp olursak perişan, galip gelirsek Almanyanın esiri olacağımızı ve ben böyle bir kanaatte bulunuyorkeıı artık benden kabine dahilinde müzaheret istemenin büyük bir haksızlık olduğunu ilâveten beyan eyledim. Bunun üzerine arkadaşlar sadrazam paşanın da benim fikrimde olduğu halde kendini ikna etmiş olduklarından bahsettikleri cihetle ben de: «O da sadrazam paşanın bileceği iştir» dedim. Đki gün zarfında birçok müracaatlar vukubuldu, hepsini reddettim. En nihayet Talât Bey tarafından vukubulan bir müracaat üzerine de benim için kat'iyyen başka bir şey yapmak imkânı mevcut olmadığı cihetle istifamın ilâa edilmesini rica ettim. Đşte harbin sureti zuhuru ve tarzı cereyanı hakkında benim bildiklerim bunlardan ibarettir. Ben üç av zarfında memleketi haroten kurtarmak, vahut harbi tehir eylemek için vicdanım ne emretti ise onu yaptım; fakat nihavet bir gün geldi ki benim için artık bir şey yapmak imkânı yoktu. Kabineden çekilmekten başka...»
ĐKĐ SEE SORA DEĞĐŞE KAAAT:
Cavit Beyin, Harb Mes'ullerini divan-ı âliye sevk etmek için tahkikat yapan Meclis-i Mebusan Encümeni önündeki bu izahlarından iki sene sonra hazırladığı ve 1947de, TANĐN gazetesinde neşredilen hâtıraları arasında büyük tezad vardır: 1918 de, harbe sebebsiz ve vakitsiz girdiğimizi söyliyen Cavid Bey, 1920 de, Bolşeviklerin Çar devrine ait neşrettikleri resmî vesikaların ortaya koyduğu kesin gerçeğe dayanarak der ki: «— Harbin dışında kalmanın irademiz dışında ve üstünde bir hâdise olduğunu o zaman bilmemize imkân yoktu. Harbin, Osmanlı devleti için gayri kaabili içtinab mukadderat tezahürü olmasından sonra hatıra gelebilecek tek şey, muharebeye ne zaman başlanılmış olması keyfiyetidir. Bunun da geçecek zamanın lehimize olduğunu isbat edecek yeni bir
vesikaya sahib değiliz. Kısacası diyeceğim şu ki, milletlerin de ferdlerin hayatında olduğu gibi, mantık ve tedbir ile değişmiyecek kaderleri vardır.» Nitekim Cavid Bey, 1920 de kaydettiği bu hakikati, dört sene sonra, Ankara Đstiklâl Mahkemesinin kararıyla, idam sehpasına götürülürken, şahsî hayatında da hazin ve son isbat olarak teyit etti... O gün bugün, neşredilen bütün milletler arası vesikalar ve resmî metinler, Osmanlı Đmparatorluğunun harbin dışında kalabilmesi iradesinin kudreti dışında olduğunu gösteriyor. Aynı kaynaklar, zayıf ve hazırlıksız, bilhassa mirası üzerinde büyük hırsların ayaklandığı bu devletin aranılan ve özlenilen bir müttefik olmadığını da isbat etmektedir. Jön-Türkler, ilk günlerde Đngiltere ve Fransanın ittifakını aramışlardır. Eşref Bey hatıratında, Hicaz isyanına tekaddüm eden günlerden birinde, Cemal Paşanın kendisine şunları söylediğini kaydeder: «— Fransız donanmasının manevralarında bulunmak üzere 1914 başında yaptığım seyahatin asıl gayesi, Fransa ve dolayısiyle Đngiltere ile bir ittifakın imkânlarını araştırmaktı. Bu maksatla her çâreye başvurdum. Paris makamları, evvelâ çok çekingen davrandılar. Daha sonra şartlarımızı öğrenmek istediler. Bu şartlar, asla kabul pdilemiyecek gibi değildi. Ümitle ve sabırla bekledim. Paris muhiti beni, samimî bir Fransız dostu addediyordu. Hakikaten de öyle idim. Fakat, Rusyanın Boğazlar ve Đstanbul üzerinde ısrar etmesi, Almanya'ya karşı da Rusyanın Đngiltere ve Fransa için ihmâl edilmez müttefik olması, bizi kendi hâlimize bıraktı. Harbe hazırlıksız ve dahilî ve haricî vaziyetimizin ıslaha muhtaç olduğunu biliyorlardı. Biz Đtilâf Devletleri için ağır bir yüktük. Belki hakikat de öyle idi amma, emrivakiler karşısında memleketimizi müdafaa yolunda dertlerimize az çok çaresâz olacak bir müttefik arayıp bulacaktık. Nitekim öyle oldu.»
TEŞKĐLÂTI MAHSUSAI GĐZLĐ - AÇIK MÜCADELELERĐ:
Harb içine -sebeblerin tahlili ayrı bir mevzu...- sürüklenmemizden sonra Teşkilât-ı Mahsusa, muharebenin zaferle bitmesi için gizli - açık büyük bir mücadeleye giriyor. Teşkilât, yine Başkumandanın şahsına bağlı olarak çalışmaktadır. Memleketin tanınmış fikir adamları da artık, Teşkilâtın safındadırlar: Bu safa, yurt dışında kalmış fakat hürriyet ve istiklâllerini Osmanlı devletinin zaferine bağlamış ülkelerin
şahsiyetleri de iltihak ediyorlar. Alman Hariciyesinin üzerinde ısrarla durduğu Đttihad-ı Đslâm hareketini, Teşkilât-ı Mahsusa idare etmektedir. Ünlü Müslüman şahsiyeti Şeyh Salih Şerif Tunusî ile Đstiklâl Marşı şairi Mehmet Akif, Almanyaya gitmişler, Đngiliz ve Fransız ordusunda dövüşen Müslüman askerleri uyarmıya çalışmışlardı. Alman uçaklarının düşman safına attıkları ihtilâl beyannameleri, bu askerler içinde Đttihad-ı Đslâm hareketine katılmış olanlar vasıtasiyle yapılan propagandalar, hattâ ilk defa bu münasebetle mevzi tutmuş ordular arasında kudretli megafonlarla okunan beyannameler, Almanya ve müttefiklerinin eline geçen Afrika ve Akdeniz kıyısı Müslüman ülkelerinde hiç de küçümsenmiyecek tesirler yaratmıştı. Meşhur Lavrens hatıratında bu propagandanın ehemmiyetini ve ruhî tesirlerini Alman makamları kadar Osmanlı makamlarının kavramış olmaları halinde, Hicaz ve Necid'de Hilâfet makamına karşı isyanların ve Osmanlı Ordusunu arkadan vuran ihanet hareketlerinin asla mümkün olamıyacağını kaydeder. Bu arada, Đngiliz - Fransız gizli istihbarat teşkilâtı da elbet de boş durmuyordu. Bilhassa, Arab Yarım Adasına altun akıyordu. Fransa ve Đngiltere, Arabistanı tam bir vuzuh ile, iki ayrı nüfuz mmtakasına ayırmışlardı: Đngilizler, Mekke Şerifi Hüseyin Paşa ile senelerdir gizli temas halinde idiler. Sultan Ha-mid'in, yirmi sene âyân âzalığı vererek büyük bir dirayetle Đstanbulda tuttuğu ve aralarındaki aile ihtilâflarından meharetle istifade ederek birleşmelerine mâni olduğu Haşimîler, Đkinci Meşrutiyetin getirdiği şeklî haklardan faydalanarak, ayrılış emellerini gerçekleştirecek ciddî hazırlıklara başlamışlardı. Suriye ve Lübnan eşrafı ve münevverleri, Fransız kültür müesseselerinin tesirinde olarak, Parise ümid bağlamış durumda idiler. Hazırlıklar, Birinci Dünya Harbinin arifesinde, hükümet için de meçhul değildi. Eşref Bey hatıratında diyor ki: «— Arabların gizli emelleriyle mücadele edebilmek, Osmanlı Đmparatorluğu içindeki bir başka gayri müslim ırkın vahdeti bozucu faaliyetiyle mücadeleye hic benzemezdi. Mebusan ve Âvan Meclisinde, Arab iftirak hareketine taraftar olduğu bizce malûm olan ve nezaretlerde de en mühim mevkileri işgal eden sahsivetler mevcuttu. Ordunun içinde de vaziyet avnı idi. Bu sebeple, bir ihanet hareketinin mevcudiyetini sarahatle isbat edecek kat'î ve her türlü şüpheyi reddedecek vesikalara ihtiyaç vardı. Đşin en hazin tarafı da, Dördüncü Ordu Kumandanı ve Suriye Umumî Valisi olan Cemal Paşanın, Mekke Şerifi Hüseyin Paşa ile oğullarından aldığı sadakat teminat ve yeminini kâfi görmesi idi. Halbuki, bilhassa Şam Fransız konsolosluğunda hazırlanmakta olan ihaneti açıkça ortaya koyacak vesikaların mevcut olduğunu daha harbin başlamasından evvel biliyorduk. Fransa ile
münasebetlerimizin kesilmesinden ve bu vesikaların milletlerarası hukuk kaidelerine göre, emniyet ve huzur içinde memleketimizden götürülmesinden önce, cüretkârâne bir hareketle elde edilmesi ve devlet arşivine intikal etmesi gerekiyordu. Nitekim, tafsilâtını ve rol oynamış şahıslarını bugün de ifşada fayda görmediğim bir plânla, fakat mutlak muvaffakiyetle tatbik edilen bir plânla, bütün bu ihanet vesikalarını ele geçirdik. Ki, bunlar, devletin varlığına karşı fiilî isyan başladığı zaman emniyet ve adalet makamlarının dayandığı mesnedler oldu.»
EŞREF BEY SĐA YARIMADASIDA:
Teşkilât-ı Mahsusa reisi Eşref Bey, 1914 senesi haziranında, Türk Ana Vatanı OrtaAsya'da Ruslar aleyhine ihtilâl çıkarmak ve Türk Birliği için teşkilât yapmak gayesiyle, kardeşi Selim Sami'nin reisliğindeki meşhur BEŞ TURKLER'i Hindistana kadar ilettikten sonra Đngilizlerin devamlı ve ısrarlı takiplerinden, evvelâ Maskat Đmamı Đbn-i Türkî'nin yanına giderek bir müddet saklanıyor ve daha sonra, Mekke Şerifi Hüseyin'in tertib ettirdiği bir çok suikasdlardan kurtularak Cidde'den Râbû'ya geliyor. Oranın Şeyhülmeşâyih'i Hüseyin ibn-i Beyrîk, Eşref Beyin 1903 -1907 yıllarında Abdülhamid idaresine karşı isyanında, kendisiyle dostluk yaptığı kadîm ahbabıdır. Şeyhül-Meşâyih'in himmeti ile yolunu çevirmiş Şerif Hüseyin'in kuvvetlerinden sıyrılarak Medineye geliyor. Enver Paşanın, Beş Türkler hareketinin fikriyatçısı olarak akibetlerini ne kadar merakla takib ettiğini bildiğinden, neticeleri Başkumandana anlatıyor. Bu tarihte Osmanlı devleti harbin içindedir ve en büyük mücadelelerin Arab Yarım Adasında cereyan edeceğinde de, askerî müşahitler müttefiktirler. Başkumandan Enver Paşa, bütün Arab diyarını çok yakından bilen ve 1908 Đkinci Meşrutiyetini temin eden ayaklanmaları burada temsil etmiş olan Teşkilât-ı Mahsusa reisinden, son vaziyeti tetkik ederek Đstanbula gelmesini ve «— Çok mühim ve hayatî kararların arifesinde olduğumuzu...» bildiriyor. Devletimiz, fiilen silâhlı bîtaraflığını ilân etmiş olmasına rağmen, resmen harbin içinde değildir ve Istanbulda kesif bir siyasî faaliyet vardır. Artık, vatanın mukadderatını elinde tutan günlerin yaklaştığını görebilenler, ellerinden gelen hazırlığı yapmanın memleket endişesi içindedirler.
«MÜHÜRCÜ» RĐZELĐ HASA HĐLMĐ EFE DĐ!
Teşkilât-ı Mahsusa'nın her sahada kendi «adam» ları vardı. Bunlardan birisi de, klişesini karşı sahifede gördüğümüz Rizeli Hasan Hilmi Efendi idi. Bu zat «mühürcü» idi. Ressam ve sanatkârdı. Mükemmel hat-tat'tı. Döküm işlerinde de mahirdi. Teşkilât-ı Mahsusa, muhtelif îslâm ve Ecnebi lisanlarındaki mühür, afiş, beyanname, risalelerini bu zata yazdırır, aynı zamanda Litografya mütehassısı olan Hasan Hilmi Efendi bunları «LĐTO» yâni taş basması makineleri için hazırlar, Askerî matbaa tarafından Teşkilât-ı Mahsusa emrine tahsis edilen lito makinelerinde basılırdı. Teşkilât-ı Mahsusa'nın, Đttihad-ı Đslâm ve Pan-Türkizm (yâni bugünkü yanlış ve haksız ifadesi ile Turancılık) hareketleri için hazırlattığı propaganda, telkin, afiş ve broşürlerinin bir kısmı da Almanya'da basılmıştı. Hasan Hilmi Efendi, yaşının ileriligine rağmen, Almanya'ya gitmiş, Stutgard'da basılmasına nezaret etmişti. Hasan Hilmi Efendinin hazırladığı hamasî tablolar Feld Mareşal Hindenburg'un dikkatini çekmiş, bunları hazırlıyamn Almanya'da olduğunu öğrenince kendisini görmek istemişti. Almanyanın ünlü Mareşali, Hasan Hilmi Efendiye çok iltifat etmiş, kendisinden bir arzusu olup olmadığını sormuştu. Hasan Hilmi Efendinin babası 1827 1828 Türk -Rus harbinde, ağabeyisi de 1876 -1877 Türk - Rus harbinde şehid olmuşlardı. Mareşal Hindenburg da, sanatkârın Kafkasya için hazırladığı ve temsilî bir resmin altındaki: Kafkasya dağlarında çiçekler açar, Altın gümüş olmuş sırmalar saçar. Bozulmuş Moskoflar yel gibi kaçar, Kader böyle imiş heybetli ana, Canım feda olsun öksüz vatana... mısralarını kudretle tanzir eden çizgileri dikkatini çektiği için kendisiyle tanışmak arzusunu izhar etmişti. Alman Başkumandanının bir arzusu olup olmadığı sualine, Hasan Hilmi Efendi: «— Moskof esareti altındaki ırkdaş ve dindaşlarımın elbirliğiyle kurtarılmasını isterim. Dünyada başka bir emelim yoktur...» cevabını vermişti. Mareşal Hindenburg, daha sonra, Mazorya bataklıklarında ve Tanenberg'de milyonluk Rus ordularını imha ve esir ederek, Hasan Hilmi Efendinin bu arzusunu kendi adına gerçekleştirmişti amma, ne yazık ki, kader bize gülmemişti. Hasan Hilmi Efendi, daha sonra, Maveray-ı Kafkas ordumuzun Đran'ı aşarak AnaVatana girmek istiyen kıtalarında bulunmuş, Teşkilât-ı Mahsusa da, Afgan hükümetinin talebi üzerine kendisini Kabil'e göndermiş, Hasan Hilmi Efendi Habib-ullah Han'ın emirliğinde, Afganistan pullarıyla gümüş paralarını imâl etmiş, Kabil'de damga
matbaasını ve darphaneyi kurmuş, sonra vatana dönmüştü. Klişede Hasan Hilmi Efendi'yi Afganistan için yaptığı pullar, altın ve gümüş paraların fotoğrafları arasında görüyoruz. Teşkilât-ı Mahsusa, her sahada Türklüğü takdim ve temsil edebilecek bütün kuvvetleri ve şahsiyetleri çatısı altına toplama bahsinde gerçekten değerli bir «millî ocak»tı..
Şimdi Eşref Beyi dinliyelim: «— Bütün Hicaz ve Suriye kaynaşıyordu. Đkinci Meşrutiyetin ilânından çok evvel başlamış olan Arab iftirak hareketi, Đkinci Meşrutiyetle beraber şeklen giren hürriyet ve siyasî hakların menfi gayeler için kullanılmasından doğan muzır ve nankör teşviklerle, mevcudiyeti zaten sarsıntı geçiren devletimiz için felâket olabilme ihtimalini karşımıza çıkarmıştı. Fransız ve Đngiliz, hattâ Rus propagandasının alıp yürüdüğü, Đtalyanların bile Trablus-Garb'ı ellerine geçirmelerinden sonra Mısır'a nüfus teksif ederek istikbâle ait projelerin gerçekleşmesi peşinde olduğu bu karmakarışık diyarda, en zayıf ve çaresiz vaziyettel olan da, bu toprakların güya hâkimi olan bizlerdik. Daha o günden Şerif Hüseyin ve evlâtlarının isyana hazırlandıklarına kani idim. Bu maksadını muhatabından saklamakta mahir, harîs, menfaat ve paradan, şöhret ve ikbâlden başka hiç bir şey düşünmiyen ikiyüzlü insan, birçok hâdiselerde gizli maksadının farkında olmamın şahsıma karşı onda yarattığı kin ve hınç ile beni adım adım takib ettiriyordu. Şerafet Fermanlarının ve kendisine tevcih edilmiş imtiyazların hakkı olarak, dilediklerini tevkif ettirmek ve çöl kanunlarına göre ortadan yokettirmek, onun için basit âsâyiş vak'aları idi. Đngiliz altınları su gibi akıyordu. Mekke çevresine Şerif tarafından suçları affedilmiş azılı katiller dolmuştu.
Niyetim, Akabeye ve oradan Sina Yarım Adasına
geçmekti. Esaslı Đngiliz hazırlığı bu havalide idi. El Bili ve Đnn-i Rifâde'lerle Akabe havalisinde temasa geçtim. Bu eski ve sâdık arkadaşlarımın yardımı ile tamamen tenha ve güç aşılır bir yoldan Sina Yarım Adasına girdim. Sina'da daha çok Mısırlı olan kuvvetler, Đngiliz zabitlerinin emrü kumandasında hazırlık yapmakta idiler. Kanal-havalisinde Đngiliz kuvvetleri stratejik mevkileri tutmuşlardı. Sudan'dan devamlı olarak yeni kuvvetler geliyordu. Đntellicens Servis'in mükemmel Arabça bilen, Đslâm adlı sahte Şeyhleri, Bedeviler arasına yayılmışlar, bıkıp usanmadan propaganda yapıyorlardı. Mısır'ın kaderi, Şimalî Suriyeye yakından bağlı idi. Mısır'ın fethi üzerine girişilecek bir Türk-Alman
hareketinin cereyan sahası üzerinde, Đngilizler devamlı şekilde ihtiyat tedbirleri alıyorlardı. Eski dostların vefakâr alâkalariyle Sina mıntakasında sekiz gün tetkikler yaptım ve yine bir Arab şeyhi kıyafetinde evvelâ Beyrut'a, oradan da bir Đtalyan vapuru ile Mersin'e geldim ve derhal Đstanbula hareket ettim.
MÜTTEFĐKSĐZ KALMIŞTIK:
Đstanbula geldiğim ânda, Enver Paşayı Haydarpaşa sevkiyat amirliğinden telefonla aradım. Başkumandan hemen, Kuruçeşmedeki sahilhanesine gelmemi söyledi. BEŞ TÜRKLER'le olan maceralı seyahati alâka ile dinledi ve bana, başlarında kardeşim Selim Sami'nin bulunduğu
mücahitlerin
sıhhatte
olarak
Doğu
Türkeli'nin
merkezi
Kâşgar'da
bulunduklarını, Almanyanın Pekin sefaretinden Berlin'e gelen bir haberden anlaşıldığına göre de, faaliyete geçtiklerinin öğrenildiğini müjdeledi. Ben de kendisine Arab Yarım Adasındaki vaziyet üzerinde uzun izahlarda bulundum. Enver Paşa, önündeki bloknota not alıyor, bilhassa Mısır'ın fethini temin edecek hareket üzerinde alâka ile duruyordu. Dedi ki: «— Eşref... Fransız ve Đngilizlerle ittifak için yaptığımız bütün teşebbüsler maalesef müsbet netice vermedi. Ruslara Boğazların ve Đstanbul'un Đngiltere ve Fransa tarafından terkedildiği artık bizce malûm. Önümüzde bir tek müttefik kalıyor: Almanya. Birçok arkadaşlar, Almanya ile ittifak akdetmemize mümanaat ediyorlar.
Evet... Đngilterenin
denizlere hâkim olduğunu ve bizim gibi yarımada olan bir memleketin de denizlere hâkim bir devlete karşı gayrimüsait donanma ile mücadelesinin ne kadar zor olduğunu bilmiyor değilim. Fakat bilinmiyen bir şey var ki, o da Rusyanın Karadenizden, Đngiltere ve Fransanın da Çanakkaleden anî olarak baskın şeklinde yapacakları taarruzun bizi tam gafil avlıyarak Đstanbul ve Boğazların kaybına sebep olacağıdır. Elimizde ne silâh, ne mühimmat,
hazinede ne de para var.
Silâhlı
bîtaraflığımızın
çok
süreceğini
zannetmiyorum. Bizi kat'iyyen rahat ve kendi halimize bırakmıyacaklar. Hangi şekilde olursa olsun harbe müdahale edersek Mısır üzerine yapacağımız muvaffakiyetli bir hareket, bizi kendi safına alması için Đngiltere üzerinde en kuvvetli tazyik olabileceği gibi, bizzarur, Almanya ile müttefik olarak harbe girersek bu sahada göstereceğimiz muvaffakiyet de, müttefikimiz nezdinde itibarımızı artırır ve harbin neticesine müessir olur. Bunun için de şimdiden hazırlık yapmalıyız. Fakat bunu, nasıl Balkan Harbini takib
eden o felâket günleri içinde gayr-i mes'ul olarak, yâni hükümetin resmî emirleri dışında yaptıysak yine öyle yapacağız. Hatırlarsın ki bizim o hareketimiz ve mücadelemiz, hem Edirneyi kazandırmış, hem de Garbî Trakya hükümetini kurmamızı mümkün kılmıştı. Ben, zaman kazanmak için yaverim Mümtaz Beyle Sapancalı Hakkı ve Hüsrev Sami Beyleri seni beklemek üzere Şam'a gönderdim. Yanlarında mühim miktarda para da var. Urban, Bedeviler, Dürziler ve birbi rine hasım kabail arasında yapacağın ve hepsini gayemize bağlı kuvvet haline getireceğin plânını istediğin gibi tatbik et. Sadece ve münhasıran benimle muhabere edeceksin. Başkumandanlığın şifresini kullanırsın. Bu hazırlık ve faaliyetimiz, tamamen mahrem kalacak. Süleyman Askerî'ye Đstanbulda yapılacak işlerini havale ederek süratle, himmetini bekliyen bu çetin hizmetin başına dönebilirmisin?»
BĐRĐCĐ DÜYA HARBĐĐ ĐLK OSMALI SĐLÂHII BĐZ PATLATTIK:
Enver Paşa'dan şahsen dinlediklerim, daha sonra ortaya atılan ve üzerinde hâlâ ısrar edilen bazı şayiaların ne kadar mesnedsiz olduğunu da isbat eder: Başkumandanın, sırf şahsî sebepler ve tercih dolayısiyle Almanlarla ittifakı emrivaki haline getirdiği doğru değildir. Đngiltere ve Fransa ile ittifak akdetmek, yâni, onları Ruslara tâviz vermekten alıkoyarak müstakil kalabilmek mümkün olamamıştır. Đngiltere ve Fransa, Alman kara kuvvetlerinin kudretini bildiklerinden, dört milyonluk kara ordusunu rahatça çıkarabilecek Rusyayı kendi saflarında görebilmek için Boğazları ve Đstanbul'u, Rus Çarına feda kat'î kararında idiler. Böylelikle, bizim kendi müttefikleri olmamız ihtimali ortadan kalktığı gibi, silâhlı tarafsızlığımız da gayrimümkün oluyordu: Çünkü, Rusyaya malzeme ve erzak şevki için, en kısa ve emin yol, Boğazlardan geçiyordu. Boğazları da, Alman malzemesi olmadan müdafaa etmemiz nasıl mümkündü? Hazinemiz bomboştu. Đngiltere, milletin parası ile kurulmuş Donanma Cemiyetinin, halkın bağışı ile biriken altunlarını peşin aldığı Fatih, Sultan Osman, Reşadiye dritnotlarına haksız yere el koymuştu. Bu şüpheli tavır, Đngilterenin bizi müttefiki olarak göremiyeceğinin tipik delili idi. Ben fiilen Arabistanda, Đngilterenin sırf bize karşı ve bizden başkasına mantıkan imkân olmıyan hazırlığını gördükten sonra Londranın bu mevzuda çok kararlı olduğunu anlamıştım. Nitekim, şahsen bana karşı emsalsiz bir nezaket gösteren Đngilizler de, Malta'da esaretim sırasında sohbetlerde bu kanaatimi takviye etmişlerdi.
Ertesi günü, yine mütenekkiren hareket ederek Şam'a geldim. Yollar, kaçınılmaz bir seferberliğin, havası içinde idi. Askeriyye umumî hayata el koymuştu. Bilhassa Suriye ve Fiüstinde gergin bir hava vardı. Aleyhimize cereyanlar almış yürümüştü. Mısır'ı merkez yapan Arab Đhtilâl Hareketi, açık kapı halindeki çölden, Đngiliz altunlanyla basılmış milyonlarca çeşitli propaganda risalelerini, Suriye ve Filetinin en ücra köşelerine kadar sokuyorlar, fikirleri zehirliyorlardı. Çok eski ve samimî bir arkadaşım olan Başkumandanlık yaveri Mümtaz Beyi, El'ariş hududu üzerinde, derliyebildiği 1500 kişilik bir Bedevi kuvvetiyle beni bekler buldum. Hüsrev Sami ve Sapancalı Hakkı Beyler, Beyrut'ta ve Şam'da, Teşkilât-ı Mahsusa'nın kadrolarına alınabilecek kimseleri tesbit ile meşgul idiler. Bu ihzari çalışmaları süratlendirecek tedbirleri aldıktan sonra El ariş'e hareket ettiğim gün, bir kaza neticesinde başımdan ağırca yaralandım. Fakat, harb fiilen patlamadan evvel, gayr-i mes'ul kuvvetler olarak başaracağımız hizmetler olduğu için zaman kaybetmeden işe giriştik: Kanala doğru, iki bini bulan kuvvetle yaptığımız taarruzda çok ümidli neticeler aldık, bir çok esir ele geçirdik. Bunlardan aldığımız haberler, Đngilizlerin henüz Hindistan ve Sudan'dan takviye kuvvetlerini kâfi derecede kıyılarla yerleştiremedikleri merkezinde idi. Hareketimiz, Đngilizleri telâşa düşürdü. Henüz Harb ilân edilmediği, daha açık tâbirle harbe biz fiilen müdahale etmediğimiz için Đstanbuldan ayrılmamış olan Đngiliz sefiri, Bab'ı Âliye şiddetli bir ültimatom vermişti. Hariciyemiz Balkan Harbindeki taktiğini kullandı: Bunun gayr-i mes'ul ve hükümeti ilzam etmesine maddeten imkân olmıvan asî şahıslar tarafından «iki taraf beynindeki dostluğu ve meveddeti ihlâl, için yapıldığını..» bildirdi. Mümtaz Beyin kuvvetlerini Mısır'ın El'ariş kasabası istikametinde bıraktım ve seçkin çetecilerimden teşkil ettiğim grublarla Sina Yarımadasının Kal'atül -Nahl, Süveyş-Ayn-ı Musa ve daha sonra da Tur-u Sina (meşhur Sina dağı) eteklerine kadar varan akınlarıma başladım. Şimdi bir hakikati itiraf edeyim... Napolyon «— Harbde zaferin dörtte üçü, bir cesur kararın ardı sıra gelir.» demiştir: Eğer biz de, o keşif taarruzları günlerimizde, daha sonra taarruz ve müdafaa harblerine iştirak ettirdiğimiz kuvvetlerin yüzde yirmisini bile bulmıyacak mütevazı kadro ile anî taarruza geçmiş olsaydık, emin olunuz, Mısır fethedilir, harbin kaderi olmasa bile imparatorluğumuzun mukadderatı değişir, Đngilizler bize karşı daha bambaşka bir siyaset takib eder, ve belki Mısır'ın hükümranlığı üzerindeki politika müzakere ile harb içinde Rus taleblerine sed çekerler ve silâhlı tarafsızlığımız mümkün olabilirdi. Fakat, Mısır'ın fethi harb plânımızın temel meselelerinden sayıldığı günlerde
Đngilizlerin Nil kıyılarında çekilmesi ve aşılması zor kuvvetleri birikmiş, her türlü tahkimat yapılmıştı. Nitekim, Filistin'in elden çıkmasına ve bütün Arab Yarım Adasının kaybına sebeb olan Allenbi taarruzlarının esas nüvesini, bu hazırlıklara zaman ve imkân bulmaları teşkil etti. Akınlarımızda, ilk Osmanlı silâhını biz patlatmıştık... Alman Harb gemileri Goben (ki, meşhur Yavuz) ve Breslav (Midilli) nin limanlarımıza sığınmasıyla bir emrivaki olarak harbe girmemizden iki ay kadar önce, Birinci Dünya Harbi içinde ilk patlıyan Osmanlı silâhı bizzat kendi hükümetimizin ilânı ile, gayr-ı mes'-ul eşhasın keyfî hareketi olarak tarihe geçti!...
ABBAS HĐLMĐ PAŞA - CEMAL PAŞA MÜCADELESĐ:
Şimdi, hiç bir yerde resmî ve hususî olarak tarihe intikâl ettirilmemiş ve iç sebebi hâlâ da meçhul olan bir hâdiseyi burada açıklıyacağım. Bu hâdise aynı zamanda, o buhran günlerinde şahsiyetler arasındaki çekişmeler ve makam kavgalarının da tipik tezahürlerinden birisidir. Hâdise şöyle olmuştur: El'ariş'e geldiğim zaman «— Eline vâsıl olmasına kadar takib edecektir. Bir dakika tehiri mucib-i mes'uliyettir.» kaydını taşıyan Başkumandanlığın bir telgrafını alıyorum. Telgrafın meali şudur: «— Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa, bugünden itibaren Mısır fevkalâde kumandanı olarak vazife almıştır. Harekâtınızın Mısır ve civarı ile alâkalı mevzularında ve yine mümasil siyasî faaliyetinizde müşarünileyh ile temasta bulunmanız ehemmiyetle bildirilir.» Başkumandanlığın bu emrini takib eden bir kaç saat içinde de «Mısır Fevkalâde Kumandanı Abbas Hilmi» imzasını taşıyan ikinci bir telgraf geliyor: «— El'ariş'te size iltihak etmek üzere mutemedlerimden yüzbaşı Fehmi ile Hafız Osman Efendi, karargâhlık kadrosundan bir kısım ile yoldadırlar. Đnşallah yakında sizlerle elele vererek aziz vatanımız Mısır kıt'asının istihlâsında beraber bulunacağız. Şahsiyetiniz, bu mes'ut neticenin tahakkuku için en kuvvetli teminattır. Bu şerefli günün tahassürü içinde bütün mücahid arkadaşlarınıza selâm ve muvaffakiyet temennilerimi delâletinizle ibkağ ederim, efendim.
MISIR Fevkalâde Kumandanı Abbas Hilmi
Bu telgrafı aldığımdan üç gün sonra yüzbaşı Fehmi Beyle Hafız Osman Efendi ve maiyeti geldiler. Hidive ait büyük ve çok süslü, tezyinatı göz kamaştıran bir çadır getirdiler. Çöl'ün basitliği ve derbederliği ile bu muhteşem çadır ne garib bir tezad teşkil ediyordu!... Hidiv'den bir de hususî kaydiyle mektub aldım: Mısırlı doktorların, mühendislerin, Avrupanın muhtelif merkezlerinde ve Đstanbulda okuyan Mısırlı gençlerin karargâha yakında iltihak edecekleri bildiriliyordu. Nitekim iki gün sonra, Mısır karargâhını teşkil edecek kadrodan ilk şahsiyetler gelmiye başladı. Ben, bu tedbiri çok tabiî telâkki edip, Teşkilât-ı Mahsusanın asıl kendi faaliyeti ile meşgulken, Adana'dan, Cemal Paşadan şu mealde bir telgraf gelmez mi? «— Bahriye Nazırlığı vazifeme ilâveten, Dördüncü Ordu ve Mısır cephesi fevkalâde kumandanlığı vazifesini de deruhte ederek geliyorum. Siyasî faaliyetinizin haricinde, mmtakam dahilindeki askerî çalışmalarıma yardımcı olacak malûmatı ve kıymetli muavenetinizi rica ederim. Bütün mücahid arkadaşlarınızla gözlerinizden öper, muvaffakiyet temennilerimi ve muhabbetlerimi teyit ederim.» Đş, cidden arap saçına dönmüştü: îstanbulda «bir şeyler» cerevan ettiğine hiç şüphe yoktu. Simdi, Mısır cephesi fevkalâde kumandanı kimdi? Hidiv Abbas Hilmi Paşa mı, yoksa Cemal Paşa mı? Faaliyetimizin sekte vermeden devamı için mühim olan bu sualin en doğru cevabını verecek olan Başkumandandı. Enver Paşaya, hususî şifremizle bir telgraf çektim ve vaziyetin izahını rica ettim. Sövle bir cevap geldi: «— Bazı fevkalâde ahval dolayısiyle Hidiv Abbas Hilmi Paşa yerine Bahriye Nazırı Cemal Paşa Dördüncü Ordu Kumandanlığına tayin edilmiştir. Müşarünileyhim mıntıkası dahilinde Filistin - Sina cephesi de vardır. Siyasî faaliyetiniz haricinde, askerî ihtiyaç ve mesainizi müşarünileyhle müştereken tesbit ve idadeniz rica olunur.» Hidiv Abbas Hilmi Paşanın on beş gün kadar süren (nazarî) Mısır cephesi kumandanlığının asıl sebebinin «siyasî» olduğunu daha sonra öğrendim. Fakat, o tarihte Sadrıâzam olan yine Mısırlı Prens Said Halim Paşanın, Abbas Hilmi Paşa ile olan ve Mısır Hanedan âzası arasında gizli açık ilk günden beri devam eden rekabet ve çekememezlikler dolayısiyle bir
hâdise çıkmaması için bu tâyin, münasib şekilde iptal edilmişti. Cemal Paşa -ki, iki Cemal Paşa vardır: Birincisi Büyük Cemal Paşa olan Bahriye Nâzırı ve Dördüncü Ordu Kumandanı Ahmed Cemal Paşa, diğeri «Küçük» veya Mersinli lâkabı ile anılan Cemal Paşadır, mağrur, şekilperest, biraz da haşin ve aşırı sert bir kumandandı. Siyasî ve manevî sahada hataları olduğu söylenebilir. Müfrit merkeziyetçi idi. Osmanlı devletinin o karmakarışık unsurları içinde, vahdetin muhafaza edileceğine samimiyetle kani idi. Şam'a gelmesini takib eden günler içinde, bir çok defa kendisine, Suriye, Hicaz, Necid, Filistin, Lübnan, Yemen ve kısacası bütün Arab ülkelerinin kaynaşmakta olduğunu, Süveyş üzerine yapılacak bir hareketin artık «Baskın» dan ileri gidemiyeceğini, çünkü Mısır'ın hemen hemen her tarafına yerleştirilmiş mutemed ajanlarımızdan gelen haberlerin. Süveyş kıyılarına Yeni Zelanda, Hindistan, Avustralya ve hattâ bizzat Đngiltereden taze ve mühim kuvvetler sevkedildiğini, ağır cantaki Đngiliz harb gemilerinin Kartal'a yerleştirildiklerini ve Mısır'da, bilhassa gençlik arasında ne kadar tesirli propaganda yapmış olsak da, Mısır'ın tam manasıyla diktatörü haline gelmiş olan Sör Con Maksvel'in bir iç ayaklanma ihtimaline karşı bütün tedbirleri almış bulunduğunu izah ettim.»
YOKSULLUKLAR ĐÇĐDE SÜVEYŞ'E TAARRUZ:
Eşref Bey hatıratına şöyle devam eder: «— Cemal Paşa ile aramızda daha ilk günde esaslı fikir ayrılıkları belirmişti. Paşa, çöl'e hemen hemen ilk defa geliyordu. Çok kısa sürmüş olan Bağdad valiliğinde tanıdığını zannettiği iklimin burası ile alâkası yoktu. Kum deryası içinde yapılacak bir seferin başarısızlığı halinde, Đslâm âlemi içinde yaratacağı nevmîdiyi kendisine anlattım, Teşkilât-ı Mahsusanın Mısır ve çevresinde telkin ettiği manevî fikirlerin ve kurtuluş hareketlerinin uzun vadeli olduğunu, bir Türk bozgununun tevlid edeceği zararın maddî olmaktan fazla, kudsîliğine inandırılmış fikirlerin iflâsı olabileceğini söyledim. Cemal Paşa, bütün bu noktalarda benimle aynı düşündüğünü teyit etti, fakat Süveyş üzerine bir inişin «şart» olduğunu, hattâ kendisinin bunun için geldiği cevabını verdi. Bu cevabın tarih huzurundaki değerini ve nasıl bir mazeret olacağını münakaşa edecek değilim. Söyliyeceğim şudur ki, Cemal Paşa, vazife gördüğü müddet içinde devlet otoritesinin devamını zaferlerde aradı, bu zaferlerin de ancak tam bir disiplin hayatı içinde temin edileceğine samimiyetine kani idi. Arab ayrılış hareketlerini bu, inancı dolâyısiyledir
ki, şiddetle bastırma yolunu tuttu. Müsamaha tanımadı. Halbuki bütün bu hava ve mesnedlerin yaratılış ve olusu, bizden çok eski idi. Cizvit müesseseleri, Đngiliz propagandası ve altınları, menfaatini her duygunun üzerinde tutmıya alışmış bu diyarda, yapacağını zaten yapmıştı. Geriye, daha iyi hâtıralarla ayrılmak kalıyordu. Maalesef onu da yapamadık.
BĐR MEKTUP VE BĐR HAKĐKAT Mısır'ın «Đkinci Fethi» adını alan «Kanal Seferi» kimin eseri idi? Harbden sonraki vesikalar ve tetkikler, iki ayrı mes'ul göstermektedir: Teşkilât-ı Mahsusa ve şahsen Eşref Bey... Mareşal Falkenhayn ve şahsen Cemal Paşa... Klişesi karşı sahifede olan ve Kudüs'teki ordu karargâhının bulunduğu Grand ew Hotel'den Cemal Paşanın Eşref Beye gönderdiği bir mektub, bu sualin cevabını,, tarihin huzuruna en sarih şekilde ortaya koymaktadır. Cemal Paşanın el yazısı ile göndermiş olduğu bu mektubu okuyalım: «— Benim kahraman Eşrefim; Raif Hüsnü Beyle (1) gönderdiğin mektubu aldım. oksanlarımızın ikmali için vaktiyle Şam'a yetişemediğime müteessif oktum. Duçar olduğunuzu beyan ettiğiniz bazı nahoş muamelât canımı sıktı ise de her halde böyle şeylere aldırış etmemenizi ve elde edeceğimiz azîm muvaffakiyetin vâadettiği hazz-ı nâ mütenahi-i vicdanî karşısında her türlü muamelâtın hoş görülmesi lâzım gelecegini unutmamanızı suret-i mahsusada rica ederim. Maiyetinizde bulunan ve mavzer ve martini ile müsellâh yüz elli neferlik kuvvetle kanal'a gayrı melhuz ve zayıf noktalarından tecavüz etmek hakkındaki fikrinizi tasvib ederim. Fakat bu babdaki umumî tecavüz emrini bilâhare vereceğim. eşet Bey kumandasında teşekkül etmiş olan yüz elli neferlik Trablus-Garb'li gönüllü müfrezesinin kumandanız altına gönderilmesini emrettim. Bunlar da iltihak edince her halde kendinizi...» (1) Raif Hüsnü Bey, Teşkilât-ı Mahsusa'mn Hukuk Müşaviri idi. Eşref Beyin çok itimad ettiği bir zattı. Eşref Bey, hatıratında bu değerli hukukçudan sitayişle bahseder. Cemal Paşanm bu el yazılı mektubu şu cümlelerle devam ediyor:
«— ... Kanal'ı geçmek üzere taarruz-u ciddî icrasına tevessül ettikten sonra maiyetinizde bulunanların kâffe-siyle beraber ya kamilen ölmek veyahut kanalın öte tarafına mutlaka geçmek mecburiyetinde olduğunuzu maiyetinizdekilere güzelce anlatınız. Süngüleriniz bir kerre ingiliz bağrına teveccüh etti mi, mutlaka geri çekilmemeli ve kanal mutlaka geçilmelidir. Kanal'ı geçtikten sonra artık başka bir şeyle meşgul olmıyarak doğruca Zekayik istikametinde yürüyeceksiniz. Bütün Mısır dahilinde dehşet saçmak, Mısırlıları cebren Đngilizler aleyhine ayaklandırmak vazifeniz icabmdandır. Zekayik önündeki büyük köprüyü tahrib ettik mi yolumuz açılır. Suret-i mahsusada gözlerini öperim kahraman Eşrefim. 28 Kânunuevvel 330 (914) Kudüsten: Dördüncü Ordu Kumandanı ve Bahriye azırı Ahmet Cemal
eticeler malûm... Eşref Bey, Teşkilât-ı Mahsusa'nın gönüllü kıt'alanyla, daha Đngilizler Đsmailiye ve Kanal'ın tekmil çevresinde hazırlık yapmadan anî baskınla netice almak, teşebbüs başarısızlığa uğrarsa neticeyi gayr-ı mes'ul kuvvetlerin; ferdî hareketi olarak hükümetin benimsememesi fikrinde idi. Hâdiseler de isbat etti ve bilhassa, Kolonel Didiş ve Sör Con Maksvel'in vesikalarından da anlaşılacağı üzere, Eşref Beyin plânını hazırladığı zaman, Süveyş üzerinde Đngiltere'nin hiçbir hazırlığı yoktu. Mısır'da ise, Hukuk Fakültesinin başında olduğu Cami-ül Ezher talebelerinin isyanları başlamış, halkın hoşnudsuzluğu en ağır devreye erişmiş, Mısır Đstiklâl Partisi Lideri Saad Zâlul Paşanın verdiği teminatla bilhassa aşağı Mısır'da halkın millî bir ihtilâle iştiraki ümidleri son mertebeye yükseltilmişti. Đttihad-ı Đslâm fikrinin manevî mürevviçleri, Mısır efkârı üzerinde kesif propagandaya da girişmişlerdi. Đngiliz makamlarının Kanal macerasından sonra topladığı silâhlar, henüz halkın elinde idi. Bu fırsatların hiçbirinden faydalanamadı ve Đngilizler, yekûnu tam teşekküllü dört tümeni bulan takviye kuvvetlerini Kanal çevresine yerleştirdikten sonra Cemal Paşanın kifayetsiz kuvvetlerle taarruzu başladı. Eşref Bey hatıratında şöyle der:
«— Bütün felâketimiz, ÇÖL denen ve kendisine mahsus hayat nizamı içinde olan âlemin hususiyetlerini dikkate almıyarak, masa başında kararlar üzerinde ısrardan vukua gelmiştir. Hattâ Şerif Hüseyin ve oğullarının isyanının da bizi gafil avlamasının hakikî sebebi budur. ÇÖL, nizam ve plâna ait birçok hususları, kendi engin bünyesinde eriten apayrı bir varlıktır. Đngilizlerin muvaffakiyetinin asıl sebebi de, bu âlemin içine girebilme azmini ve basiretini yarım asır evvelinden göstererek «MĐSYO ER» veya «MÜSTEŞRĐK» adı altında, şeklen çoğu ismini ve dinini değiştirmiş ajanlarla çöl'ü fiilen işgal etmiş olmalarıdır. e yazık ki, bu topraklarda bizler, asırlarca hükümran devlet olarak bulunmamıza rağmen, göremediğimiz gerçeklerin kurbanı olduk...»
Đskenderun körfezi, düşman donanmasının devamlı tazyiki ve ateşi altında idi. Bize malzeme getirecek yegâne yol da buradan geçiyordu. Bağdad yolunun bazı bölümleri, henüz tamamlanmamıştı. Đskenderun sahil yolunun düşman donanması tarafından tahrib edilmesi, memleket içinden yapılan sevkiyatın geliş mahallerine göre ordu taksimatının yapılmasına sebep oldu. Teşkilât-ı Mahsusa kuvvetlerinin iaşesini de sekizinci kolorduya bağladık. Erzakımız deve sırtında on beş konak ileride olan Mâandan geliyor. Her deveye ancak 250 kilo yük yükletiliyor. On beş günlük mesafe içinde getiren bunun üç kilosunu kendisi yiyor. Dönüş için de o kadar lâzım... Kaputsuzluktan askerler gündüzleri kırkın üstünde, geceleri sıfırın; altında olan hararet farkının, Bahr-i Âhmer (Kızıldeniz) in rutubetli ve berbat havasının tesiriyle geceleri nemli çölde titreşirler, gündüzleri ter dökerler... Su yok, sebze yok, iskorpit başlamış, kumların ağızdan ister istemez mideye dolmasından sancılar almış yürümüş... Gelen çuvalları köşelerden kol yeri ve ortasından kafa geçecek yerler açarak kaput yerine askere giydirmiye başladım. Yoksulluk memleketin içinde olduğundan daha feci şartlar altında cephelerde idi. Tarihlerimizin kısaca «Mısır'ın ikinci fethi teşebbüsü» diye adlandırdıkları hareket, işte bu menfi şartlar içinde başladı.»
ĐGĐLĐZ KAYAKLARII ALATTIKLARI:
Eşref Beyin notlarında böyle menfi şartlar altında başladığı kaydedilen Süveyş'e iniş veya «Mısır'ın ikinci fethi» Türk hareketi için, Đngiliz kaynakları, Birinci Dünya Harbinin bitimi
ile neşredilen «HARBĐN ĐNGĐLĐZ KAYNAKLARINA GÖRE ĐZAHI VE RESMÎ VESĐKALAR» adlı eserin Mısır Seferleri bölümünde, o tarihte Osmanlı ülkesinde şiddetle yürürlükte olan sansür dolayısiyle neşredilmemiş ve bizim için çok acı olan hakikatler vardır. Đngilizler, Süveyş üzerine yapılacak bir askerî hareket için Teşkilât-ı Mahsusa'nın yaptırdığı hazırlığı kat'iyyen farkedemediklerini itiraf ederek şöyle demektedirler:
BAZI SAYFALAR EKSĐK
MEHMED AKĐF, ŞEYH SALĐH ŞERĐF TUUSÎLERLE HĐCAZ ve ECĐD ÇÖLLERĐDE:
Benim verdiğim izahatın ortaya koyduğu acı gerçekleri, Başkumandan Enver Paşa kabul etmiyor değil... Fakat, ah bu kör olası iktidarların izzet ve makam rekabetleri var ya, işte Cemal Paşa ile aralarında ilk günden beri devam eden bu duygu ile, bana hak vermekle beraber, Cemal Paşa, gaflet ve safdillik yolunda yine de serbest kalıyor... Enver Paşaya son olarak şu teklifi yapıyorum: «— Benim şahsî kanaatim, herşeyin daha kaybolmadığı merkezindedir. Şerif Hüseyin Paşa, oğullarıyla beraber yakında isyan edecektir. Fırsat kollamaktadır. Bu ayaklanmanın tarihini de, Đngiliz makamları tesbit edeceklerdir. Çünkü kendisi, Đngilterenin başlıyacağı askerî harekâtın bir faslının muvaffakiyetle neticelenmesi vazifesiyle karşı karşıyadır. Teşkilât-ı Mahsusanın dosyalarında, oğullarının harbin başlamasından çok evvel, Mısır'daki Đngiliz selâhiyettar şahsiyetleriyle yaptıkları anlaşmalara dair inanılacak izahat vardır. Benim için dâva, Mekke Emîri-nin isyanı sırasında, onun tesir ve nüfuzu dışında kalabilecek mıntakaların şimdilik bîtaraflığını temin etmektir. Müsaade ederseniz, telkin ve irşad bahsinde selâhiyet ve kıymetlerine bütün Đslâm âleminin itimad ettiği şahsiyetlerden mütevazı bir heyet teşkil ederek Necid ve Hicaz mıntakalarına gitmek arzusundayım. Onlar, telkinleriyle ve irşadlarıyla meşgul olurlarken, ben de, asıl vazifemin nasıl başarılabileceğini tetkik etmiş olacağım. Çünkü Paşam, emin olunuz, bir gün gelecek siz
de bana hak vereceksiniz ve bugünden tavsiye ettiğim tedbirleri alacaksınız, hattâ bunu yine benden istiyeceksiniz amma, korkarım ki iş işten geçecektir.» Başkumandan, kendisine hâs olan sükûn ve itidal içinde sözlerimi nihayete kadar dinledi. Esas tavsiyem şu idi: Arabistana, büyük çapta, muntazam kuvvetler sevketmek büyük hatâ oluyordu. Türk yavruları, gündüz cehennem sıcağı, gece rutubet ve soğuk nem tufanı altında, kırk derece sühunet farkı gösteren bu alışamadıkları, alışamıyacakları iklimde boş yere ölüyorlardı. Netice de millî haysiyeti kırıcı oluyordu. Halbuki, ÇÖL'ün ananesi, ÇETE HARPLERĐ idi... Urban ve kabileler, zaten asırlardır Gazve dedikleri çatışmalar içinde idiler. Yol yok, erzak, yok, mühimmat yok... Uçsuz bucaksız sahalarda, sadik hecinsüvâr alaylar, tankların ve tayyarelerin bile başaramadıklarını muvaffakiyetle yapabilirlerdi. Benim, daha 1915 de ısrarla teklif ettiğim bu tarz, şu atom devrinde bile, ÇÖL savaşının temel anahtarıdır, Başkumandana, bir muamma olan Arab inançlarını, kabile kavgalarını, Şeyhler ve Eşraf arasındaki rekabet kavgalarını kısaca izah ettim. Meharetle idare edilen, basit menfaatlerin tatmini ile devam ettirilebilen bir idare tarzının, bu engin kumluklarda sükûn ve asayişin temeli olabileceğini anlattım. Görüyordum ki, Enver Paşa, Cemal Paşanın mes'uliyeti şahsen omuzlarına alarak yürüttüğü siyasetin tam tersine olan benim yolumu -kalben benimsemiş olduğunu serahatle görmeme rağmen açıkça tatbik edecek mevkide de değildir. Nitekim, benim bu izahlarımdan sonra, hiç de daha evvelinden kararlı ve hattâ arzulu olmadığı halde, kalktı Dördüncü Ordu mıntıkasına, yâni Arabistana gitti, cepheyi dolaştı ve hâdiseleri yerinde gördü. Cemal Paşa ile bu tarihten sonraki karşılaşmalarimızdaki vaziyetinden anladım ki, Başkumandan beni haklı bulmuştur ve Dördüncü Ordu kumandanını ikaz etmiştir. Ne yazık ki, hâdiselerin seyri esaslı değişiklik göstermedi. Ben, Đstiklâl Marşı şairi Mehmet Akif ve Đslâm dünyasının en muhterem simalarından Şeyh Salih Şerif Tunusî, Başkumandanlık yaveri kaymakam Mümtaz Beylerle, Teşkilâtı Mahsusa kadrosundan seçtiğim güzide yirmi beş kişilik zabit ve efraddan müteşekkil küçücük bir heyetle Đstanbuldan ayrıldığım zaman, Çanakkale muharebeleri en şiddetli safhası içinde idi. Kalblerimizde Ana Yurdun istikbâli endişesi ile Şam'a vardığımızda, mutemed adamlarımızdan, Mekke Şerifinin mel'anetini icra için durmadan hazırlandığını ve zehirli havanın bütün Arab ülkesini kaplamakta olduğunu gördüm. Kararım, evvelâ Hicaz-ı dolaşmak, oradan Đbn-i Reşît ve
Đbn-i Suud'a,
Arabistanın bu en kudretli iki reisine, Hedayay-ı Seniyye ve selâm-ı se-lâmet eneâm-ı
Şâhâne ve mahzuziyet-i Hilâfetpenâhi (Padişah ve Halifenin hediyeleriyle selâmlarını) takdim etmekti. Cemal Paşa ile görüşmemizde, kendisinin bana kırgın olduğunu derhal anladım. Bir vatan dâvasının telâkki tarzı üzerinde ayrılıkların şahsî iğbirarla vesile olamıyacağı kanaatiyle, son aldığım malûmatı arzettim. Bir müddet düşündü, sonra dedi ki: «— Ben bunlardan, Kur'an, namus, şeref sözü aldım. Ortada, bu ahidlerini ihlâl edecek bir halleri de gözükmüyor. Hakikat bu iken şu nâzik vaziyette, kendilerini dilgîr ve tedirgin edemem. Fakat bütün ihtiyat tedbirleri de alınmıştır. Buna da emin olunuz...» Paşanın
emriyle kafilemiz,
tahsis
edilen
hususî
vagonlarla Medineye
gelmiş,
konakladığımız Dârüs-sürûr'un iki yüz metre ilerisinde Mekke Şerifi Hüseyin Paşa'nın oğullarının ikametgâhlarına yaklaşmamak emnivet tedbirlerini almamıza rağmen. Şerif Zadeler,
etraftan
topladıkları
Bedevilerle
aleyhimize
tezahürata
kalkışmışlardı.
Hazırlıklarının asıl gayesini bilmemin ve hükümeti, bilhassa Başkumandanı devamlı ikaz etmemin bir hiddet ve kin tezahürü olan bu basitçe komployu hemen durdurmuş ve yanımdaki tecrübeli, cesur, yiğit arkadaşlarımla lâyıkı gibi mukabelede bulunmuştum.
FĐTE, BĐR GECE ĐÇĐDE SÖEBĐLĐRDĐ:
Heyetimizin Hicazdan bir ân evvel ayrılıp Necid'e kendi mıntıkası dışına çıkmasını isteven Cemal Paşa, benden. Şerifin okullarına nezaket ziyareti yapmamı ısrarla rica etmişti. Medine muhafızı Basri Paşa da bu arzını teyit etti. Bu merd ve vatanperver kumandanla hâdiseleri başbaşa görüştük. O da, Mekke Şerifi Hüseyin Paşanın isyana hazırlandığı kanaatinde idi. Medinede Gördüklerim ve Mekkedeki emin adamlarımızdan aldığım haberleri, ben orada iken, mutemed bir «saî» vasıtasiyle Mısır'daki Teşkilâtımıza mensub ki, bu zat daha sonra Mısır'da Başvekillik makamına kadar yükselmiş, tanınmış bir şahsiyettir ..- bir istiklâlciden aldığımız haber, Đngilizlerin Şerif üzerindeki tazyiklerini ve tahriklerini arttırdığını, Kahirede cereyan eden müzakerelerin tam bir anlaşma ile neticelendiğini bildiriyordu.
Mısır'dan aldığımız bu mevsuk haberler üzerine, Başkumandanlığın zatî şifresi ile Enver Paşaya ve arkadaşlarımdan Necid yolunda bir ân ayrılıp Cemal Paşaya şahsen son müracaatımı yaptım. Bir de teklifde bulundum, dedim ki: «— Paşam... Bu adam bizim en nâzik zamanımızda isyan edecek, ordumuzu kahbece arkadan vuracaktır. On sekiz senedir, hayatımın büyük kısmı bu çöllerde geçti. Hâdiseleri ve hakikatleri bilebildiğimi iddia edebilirim. Üstelik, senelerdir ifa ettiğim vazifenin verdiği bilgiler ve neticeleri mümkün mertebe doğru istihraca yarıyan melekem var. Şu son seyahatimde kanaatlerim büsbütün kuvvet buldu. Müsaade ediniz: Elimdeki küçük kuvvet, baskınlarda ve çete harbi erinde öyle bir tecrübe ve kudrete şahittir ki. Mekke şerifinin iki oğlu Faysal ve Ali'yi, oldukları verde kıstırırım, hiç bir hâdiseye meydan vermeden hazır tutulan kanalı bir vagona yerleştirerek meselâ Adana'ya aldırtırım. Tensib edilecek yerde huzur ve rahat içinde, harbin neticesine kadar mecburî ikamete tâbi tutulurlar. Şerif Hüseyin de. Padişahımızın iradesiyle azledilir, yerine mutemed ve devlete hain olmıyan bir zat getirilir. Emin olunuz, fitne bir ânda bertaraf edilmiş olur. Bu cesaretli hamle, daima kuvvete boyun eğme ananesine şahin olan urban ve bedevîler içerisinde istediğimiz itaat havasını yaratır. Simdi, durmadan Medinedeki kuvvetlerimizi takviye ediyoruz. Buna ihtiyaç da kalmaz. Ben de, ingilizlerle arasının açılması her zaman mümkün olan îbn-î Suud'un, îbn-i Reşitle olan ihtilâfını halletmeyi, üzerime alırım. O zaman, Suriyenin taşkın ve müfrit infiradcıları kalır ki, bunlar da, Arabistandaki bu vahdeti asla bozamazlar. Fakat asıl çıbanın başı, cesaretli bir çıkış ve tedbirle ezilmelidir. Mes'uliyeti şahsen üzerime alırım. Muvaffak olamazsam, gayri mes'ul ve ferdî bir hâdise hüviyeti vermek için emin olunuz, hemen intihar ederim. Bunu rahatça yapabileceğimi zannederim bilirsiniz. Bilivorum ki, bu mevzu üzerinde sizinle ilk ândan beri ihtilâf halindeyiz. Şahsınıza olan hürmetimi bilmem tevide lüzum var mı? Fakat, kanaatlerime de hayatım pahasına riayetkar olduğum malûmunuzdur. Emin olunuz, bu mevzuu zatıâ-linizle bir daha görüsmiyeceğim ve muvafakat etmezseniz yarın buradan ayrılıp beni bekliyen arkadaşlarıma mülâki olarak Đbn-i Resid ve Đbn-i Suud'un yanına gideceğim, hediye ve selâm-ı şâhânevi iblağ ederek, hiç olmazsa onların isyan ve ihanetine mâni olmaya çalışacağım. Oradan da îstanbula geçeceğim. Şahsî kanaatlerim ve mes'uliyet duygum artık benim olup biteceklerini gün gibi gördüğüm bu mevzu ile daha fazla meşgul olmaya müsaid değildir. Simdi sizden kat'î kararınızı beklivorum. Bu kararı da, lütfen Basri Paşa vasıtasiyle tebliğ buyurursunuz.»
ŞERĐF ALĐ HEYETĐMĐZĐ DAVET EDĐYOR:
Bu görüşmeden sonra, beni Darüs-Sürûr'da bekliyen arkadaşlarıma iltihak ettim. Aynı gün, Medine muhafızı Basri Paşa ziyaretime geldi. Cemal Paşanın kararını bildirdi: Bu karar menfi idi... öylece ki, Hicazda bir isyan çıkarsa, buna ancak benim faaliyetim ve hareketim sebeb olabilirdi! Cemal Paşa, şahsımdan ve düşüncelerimden endişede olan Mekke şerifinin fevrî bir hareketine sebebiyet vermemenin, memleketin içinde bulunduğu müşkil şartların icabı olduğunu da ilâve ediyordu. Artık, vaziyet aydınlanmıştı: Tarih, kimin mes'ul alacağım tâyin edecekti. O gün, yeis ve keder içinde dahi, hadisatm beni tekzib etmesine dua ettiğimi çok iyi hatırlarım. Kâşki, ben yanılmış olsaydım ve Anadolu yavruları, hırsla gözü dönmüş bir hainin iğfal ettiği din kardeşlerinin arkalarından hançerlemelerine hedef olmasa idiler... Aynı akşam, Şerifin iki oğlu Faysal ve Ali tarafından heyetimiz yemeğe davet edildi. Gitmemezlik edemezdik... Sahte bir iltifatın ve tumturaklı sözlerin yumuşatmak istediği bir kaç saat içinde, hiç bir ciddî mevzua dokunmamıya gayret ettim. Yemeğin sonuna doğru, Şerifin en çok sevdiği ve bu işlerde elebaşı rolü oynıyan oğlu Ali (Son Kral) benden hediye olacak bir silâh istedi. Garbî Trakya Hükümetini kurduğumuz zaman, ganimetlerden Meclis-i Mebusan ve Âyan kararı ile bize ihdâ edilen Bulgar maniherlermden bir tane verdim. Gönderdiği teşekkür mektubunun aslı bu hâtıraların içindedir. Serîf Zadelere, bizî davet etmelerinin, Basrî Paşa delaletiyle Cemal Paşa tarafından telkin edilmiş olduğu anlaşılıyordu. Artık, burada yapılacak hiç bir memleket hizmeti kalmamıştı. Ertesi sabah Necid'in kızgın çöllerine dalarak, Đbn-i Resid ve Đbn-i Suud'u böyle bir ihanet hareketinden elimizden geldiği kadar alıkoymanın vazifeline koşacaktık. Hem de muvaffak olacaktık... Üstelik, heyetimizde olan şair Mehmet Akif, Türk edebiyatına «Safahat» ın en güzel safhalarından birisini kazandıracaktı. Kendisine veda ettiğim sırada, bugün hâtırasını minnetle andığım kahraman asker ve dirayetli kumandan Basri Paşaya dedim ki: «— Paşam... Emin olunuz bu mel'un yakında isyan edecektir. Đğfallerine devam ederek Cemal Paşadan silâh ve malzeme alabilir. Buna, elinizden geldiği kadar mâni olmıya
çalışınız. Çünkü bu silâhlarımız, en buhranlı günlerde bizlerin göğsüne karşı kullanılacaktır.» Cemal Paşa hatıratında, Faysal'ın benim hareketimden sonra ısrarla istediği 1500 mavzerle lüzumlu malzeme ve parayı, son ânda vâki bir hâdise dolayısıyle vermekten vazgeçtiğini kaydetmektedir. Bu ksrşı koyma Basri Paşadan gelmiştir. Basri Paşa eğer Faysala istediği silâh ve malzeme verilecek olursa, istifa edeceğini ve bunun avakibinin manevî mesuliyetini alamıyacağını cesaretle söylemiş, Medine müdafii Fahri Paşa da kendisini teyit etmiş ve Faysal, bu silâh, malzeme ve cephaneyi alamayınca. Đngiltereden aldığı muazzam yekûnlar tutan altınlara ilâveten istediği silâh ve malzemevi de temin ederek ayaklanmıştır. Zaten Đngilizler için mühim olan kendilerinden bu silâhların Hicaz âsilerine intikal etmemesi değildi: Bizim aslında pek mütevazı ve yetersiz olan silâhlarımızdan bir kısmının böylelikle elimizden çıkması idî. Hain, bu son ihanet safhasında muvaffak olamadı.
ACI HAKĐKAT: HĐCAZ ŞERĐFĐ ĐSYAI BAŞLIYOR!
Ibn-i Reşit ve Đbn-i Suud nezidlerindeki sefaret ve irşad vazifemizi, 108 günde tamamlıyarak, yanımda memleketin iki mübarek din ve edebiyat şöhreti, Şeyh Salih Şerif Tunusî ve şair Mehmet Akif, heyetimizle Đstanbula döndüğümüz gün, hâdisat, ne yazık ki evet, hâlâ ne yazık ki diyorum...- bana hak verdi: Hicaz'da isyan başlamıştı. Zamanlardır gizli ve sinsi hazırlanan Mekke Şerifi Hüseyin, oğullarıyla birlikte asırlarca nimetini yediği, hürmet ve riayet gördüğü vatanına-ki, o vatan Osmanlı Türk saltanatı idi...- en nâzik ve buhranlı gününde baş kaldırmış, ordumuzu arkadan vurmıya başlamıştı. Sina ve Filistin cephelerinde ingiliz taarruzu ihanetin gölgesinde gelişiyordu.
ÇÖL'DE, MEVLEVĐ GÖ ÜLLÜ ALAYI Yukarıdaki klişeye lütfen dikkat ediniz: Bu pek net olmıyan resim, Birinci Dünya Harbinde, Teşkilât-ı Mahsusa'nm mânevi varlıklardan faydalanmak için nasıl çırpındığının tipik hâtıralarından birisidir: Resimdekiler, Mevlevi Tarikatine mensub
dedelerdir: önlerinde neyleri, kudumları ile, Türk musikisinin o en mutena ve ruhu vecde getiren nağmeleri içinde âyine mi gidiyorlar? Hayır!.. Kızgın çöllerde harbe!.. Hem de, bu çöl'lerin sakinleri olan din kardeşlerimizi, devletimizin aleyhine bir isyanı önlemenin telkinlerini yapmıya... O zamanki tabiriyle «Mücahidin-i Mevleviye alayı» veya «Mücahidin-i Kadiriyye Taburu» veya «Mücahid-i akşiyye Kıt'aları» nın teşkili ile, on dört cephede savaşan ordunun maneviyatını yüksek tutmak, kendi tarikatlerinin âlem ve işaretleri içinde cephenin ön saflarından, ücra köy köşelerine kadar dağılan bu «din kadrosu» nun harbin kudsiyeti ve Halife'nin ilân ettiği Cihad-ı Mukad des'in mânasını izah hareketi, Teşkilât-ı Mahsusa'nın
«Đttihad-ı îslâm = Dünya Müslümanlarının bir ülküde
birleşmesi» hareketinin fiilî tezahürü idi: Padişah Beşinci Sultan Mehmet Reşad, şahsen Mevlevi idi. Hattâ, Sultan Hamid taraftarları, kendisinin dünya işleriyle alâkadar olmadığını ve Enver Paşanın nüfuzu altında olduğunu mi¬zah yoluyla ifade için, Padişahın Çanakkale zaferi dolayısiyle yazdığı: Savlet etmişti Çanakkalaya bahr-ü berden Ehl-i îslâmm iki hasm-ı kavîsi birden şiirini, şu kıt'a ile «tahmis» etmişlerdi: Haberim yoktu olub bitmiş olan işlerden, Mesneviler okuyordum oturup ezberden Bir de baktım ki haber geldi bizim Enverden Savlet etmişti Çanakkalaya bahr-ü berden Ehl-i îslâmm iki hasm-ı kavîsi birden... Sultan Reşad'a, başta Mevleviler olarak tarikat ehillerinin harbe, kendilerine mahsus kisvelerle iştirak edecekleri haber verildiği zaman o kadar memnun olmuştu ki, Enver Paşayı huzuruna kabul etmiş, izahat almıştı. Daha sonra, Mücahidin-i Mevleviye alayı'nın kumandanı olan Veled Çelebi Efendiyi ve Muavini Yenikapr Mevlevihanesi Şeyhi Abdülbakî Efendiyi davet etmiş, kendisi de Mevlevi tarikatının sadık ve bu mevzu üzerinde bilgili hadimi olarak, ceb-i hümâyundan ihsanda bulunmuş, sıkıntı
çekmemeleri için Başkumandan sıfatiyle, vekili olan Enver Paşaya hususî irade-i şahanesini tebliğ ettirmişti. Lütfi Simavî Bey merhum, bu hâdiseyi şöyle anlatır: «— Şevketmeâb bana, Tarikat mensuplarının harbe hususî üniformaları ile ve müstakil alaylar halinde iştirakleri hakkında ne düşündüğümü sordular. Daha evvelden, bu mevzu üzerindeki hazırlıkları biliyordum. Başkumandanlığın şahıs ve makamına bağlı, ve adetâ devlet içinde devlet olan Teşkilât-ı Mahsusa'nın böyle bir tedbire tevessül ettiğini duymuştum. Bence bu tedbir, fiilî olmaktan fazla manevî tesir yapabilirdi. Bizzat Şevketmeâb Efendimiz de, Mevlevi tarikatının sadık ve fedakâr bir hâdimi idiler. Veled Çelebi Efendiyi, Abdülhalim Çelebi Efendiyi bir kaç defa, hususî davetlerle şerefmüsûle lâ¬yık görmüşlerdi. Suallerine cevab olarak: «— Efendimiz... Ehl-i tslâm, umumiyetle tasavvuf ve ibadet-i şer-i şerif üzere izah ve itmam eden tarikat mensublarıdır. Onların, âlem-i Đslâmın Halifesi olan zat-ı akdeslerinin ilân buyurdukları cihad-ı mukaddes fetvasına tebaiyyet etmeleri tabiîdir. Bizim teşkil edeceğimiz Tarikat alaylarının bütün Đslâm dünyası üzerinde mânevi tesirleri olacağına kaniim.» Cevabım mahzuziyet-i şahanelerini mucib oldu. Samimiyetle: «— Đnşaallah..» dedi.» Cemal Paşa da hatıratında, kendisini karargâhında ziyaret etmiş olan Mevlevî Gönüllü alayı kumandanı Veled Çelebi Efendinin, harbin nihayetine kadar, maiyetindeki tarikat ehli ile ve bir çok zahmetlere katlanarak, Arap Halkını tenvir ve irşat ettiğini ve mukabil propagandaya karşı muvaffakiyetli bir cephe kurduklarını şükranla kaydeder. eyimiz var, neyimiz yoksa ortaya koymuştuk... Fakat bu mevcudlar, artık devrini tamamlamış büyük bir imparatorluğu ayakta tutacak kudrette değildi. Karşı tarafta birleşmiş olanlar, bu zaafımızı iyi biliyorlardı: Hindistan'da yaşıyan yüz milyona yakın Müslümanın en aşağı dörtte biri Mevlevî idi.. Fakat bunlar arasında, Çanakkale'de, Đngilizlerle birlikte Mehmetçiğe karşı dövüşenler vardı.. O Mehmetçik ki, adı ve sanıyla, mukarr-ı hilâfet-i uzmâ ve fahr-ü devlet-i dîn olan Đstanbul'u müdafaa ediyordu. ÇÖL'ün kızgın kumlarında, hakikati anlatabilmek için senelerini harcıyanlar, elbette bu acı neticeyi önlemek için himmet ettiler ve tarihin ağır hükmü, onlar için değil, asırlarca nimetini gördükleri, en rahat ve huzurlu hayatı yaşadıkları Türklüğe, en buhranlı gününde arkadan saldıranlar içindir...
Enver Paşa çok müteessirdi. Ona da sitemde haklı idim. Bu ahlâk ve vicdan vazifemi, şahsına çok hürmet ettiğim ve faziletlerine inandığım Başkumandanın önünde de tam bir rahatlık ve cesaretle yerine getirdiğime tarihi işhad ederim. Beni, mutlak bir sükûnla dinledi. Bana Basri Paşa'dan şahsına mahsus olarak aldığı yakın tarihli bir mektubu okudu. Bu mektubunda Basri Paşa, kendisine tanıttığım Benî Oof kabilesinin meşayihinden iki zatın isyan hareketine dair verdiği haberleri bildiriyor ve benimle olan son konuşmasını ve ikazlarımı hülâsa ediyordu. Gelen haberler çok feci idi: Şerif Hüseyin Paşanın oğullarının kaçış şekli, Cemal Paşa için bir izzeti nefis yarası olmıya değerdi... Đki Şerif Zade, Kanal üzerine diye Medineden ayrılmışlar, seksen kilometre ilerideki Cüdeyde Boğazında babalarının Đngiliz altını ile derleyip toparladığı Bedevilere ve Mekkeli kuvvetlere iltihak edivermişlerdi. Şerifin neşrettiği beyanname ise, Cemal Paşanın şahsına ağır hücumlarla dolu idi... Aliyye divan-ı harbinin idama mahkûm ettiği Suriyeli ayrılış hareketleri ileri gelenlerinin akibetinden Cemal Paşa şahsen mes'ul gösteriliyordu. Şerif Hüseyin, ayaklanmanın ne hilâfet makamına, ne devlet-i Osmaniyeye karşı olmadığını tasrih ediyor, sadece ve münhasıran Đttihad ve Terakki (komitesi) ne karşı meşru müdafaada olduğunu bildiriyor ve bu «komite» nin erkânının ahidlerini nakzettiğini ileri sürüyordu. Beyannamede, Cemal Paşanın bana defalarca: «Kur'ana, dinlerine, şereflerine yemin ettiler. Hânis olurlarsa dünyanın en denî insanları olarak
ilânlarını
istediler.
Bunu
vesikalarla
tevsik
ettiler...»
vaadlerinden
hiç
bahsetmiyordu! Đsyan, Mısır'dan Teşkilât-ı Mahsusaya gelen haberlerin bildirdiği günde ve Avf kabilesi meşâyihinin bizzat bana söylediği mahalde ve tarihte başlamıştı, Basri Paşaya da aynı haberler teyit edilmişti. Bunun neresi sürprizdi? Evet... Galibiyet de, mağlûbiyet de harbin cilvelerindendi. Elbette bir taraf yenilecek, bir taraf yenecekti. Fakat, böylecesine gaflete kapılıp aldanmak çok ağırdı: Arab çöllerinin acısını değil, orada, bakımsızlıktan, iskorpitten dişleri dökülerek, kızgın çöllerde binbir meşakkat ve istirab içinde ölüme sürüklenmiş on binlerce Türk'ün acısını ve hicranını duymamak mümkün mü idi? Cemal Paşa hatıratında, Anadolunun millî vahdetinin memleketi kurtaracağından ümidle bahseder... Berlin'de, mütarekenin ilk yılında basılan bu hâtıralar şüphesiz ki bir müdafaadır. Fakat bu hâtıralarda gönül isterdi ki, bütün Türk Ordusu ricalinin bir çöl
emîrine -ne kadar bed ahlâk sahibi, ikiyüzlü, yalancı, menfaatperest, nankör ve bu yolda meharet sahibi olursa olsun...-bütün Türk makamlarının bir çöl adamına aklanmış olmasının mukadder akibet olmadığına dair serahat olsun... Beşerî hisler, selâhiyet sahiplerini kendilerini tarihin hükmünde, ağır mes'uliyetlerin ve gafletlerin sahibi olarak görmesine mâni ise de, bu gafleti bütün bir kadronun müşterek vebali sayılmasına yol açmak, kimsenin hakkı da değildir.
SUKUTLAR BĐRBĐRĐĐ TAKĐB EDĐYORDU:
Medine, sadece bir avuç piyadenin müdafaasında, idi. Basri Paşaya yardımcı kuvvetle gönderilen Fahri Paşa, kiyasetti bir kararla şehrin mukaddes mahallerini çevresine alan bir müdafaa hattı kurdu. Peygamberimizin, üzerlerine gelen Müşriklere -ki, bu gelenler de, intisab iddialarına rağmen Đslâmiyet dâvasına ve Đttihad-ı Đslâm hareketine o zamanın müşrikleri kadar fenalık yapmışlardır..;- karşı mukaddes beldeyi nasıl hendeklerle çevirerek müdafaa etmişse, Fahri Paşa da, elindeki askerî kuvveti şehri çepeçevre savunan seyyar ordugâh hâline koydu. Fakat, çok şerefli bir müdafaadan sonra, maalesef teslim olmaya mahkûmdu. Çünkü, sabit ordular ve kuvvetlerin çöl'de amelî hiç bir devamlı zaferi olamazdı. Üzerine bastığınız toprağın bile yerinde kalmadığı ülkelerde, mevzî harblerinin ancak, iaşesi ve ihtiyaç tekmilleri kendi içinden temin edilebilecek çaptaki «ünite» lerde değer taşırdı. Arab ülkesinde ise böyle şehirler neredeydi? Mekke'de sukut daha anî oldu: Mekke'de, şehir içi sayılan ve etrafı tepeciklerle çevrili, müdafaaya hiç elverişli olmayan kışlamız, bir gün evvele kadar -hiç bir şeyden habersiz, berdevam sarılıyor ve Derviş Bey (Rahmetli Derviş Paşa) kısa bir müdafaadan sonra teslim olmıya mecbur kalıyor. Uğruna asırlardır oluk gibi kan döktüğümüz Müslümanlığın manevî merkezinde, bir ihanetin Türklüğe reva gördüğü muamele de çok acı oluyor. Fakat ne kadar ibret vericidir ki, bu ihaneti yapanların hiç birisini Allah af-fetmemiştir: Ya hasis ve hırsla yuğurulmuş emellerine kavuşamadan bitkin ve ümidsiz Öldüler, yahut kendi öz ırklarının ayaklanmasiyle kılıç darbeleri altında can verip parçalandılar, yahut beklenilmedik «kaza» lara kurban oldular... Şerifin asî sülâlesi içinde, izzet ve ikbâl ile, hürmet görerek ve arkasından göz yaşı dökülerek hiç biri yatağında rahat ölmedi.
Cidde'de Hüseyin Hüsnü Bey (Rahmetli General Hüseyin Hüsnü Kılkış) Đngiliz toplarına ve âsîlerin tazyikine elinden gelen mukavemeti gösterdikten sonra Galib Paşa için de (rahmetli General Galib Yener) ayni akibet gelip çatıyor... Böylelikle sukutlar, teslimler birbirini kovalıyor ve bu teslim olan din kardeşlerine, Şerifin nankör idaresi, insanlıkla asla alâkası olmıyan fena muamelelerde bulunuyor. Öyle ki, bazı yerlerde Đngilizler müdahaleye mecbur kalıyorlar.
BAŞKUMADAA VERĐLE ĐTTĐHAM RAPORU:
Bütün bu hazin hâdiseleri öğrendikçe, haklı bir asabiyetin ve kırgınlık duygusunun içinde, Başkumandan Enver Paşanın «Şahsına» bir rapor vermeyi, devam etmekte olan gafleti mümkün olduğu kadar şahsiyat yapmadan tenkid etmeyi ve asla kaderi böyle olmaması gereken vatanımın acı günlerine tahammül edememenin istirabı ile -samimî arzediyorum...- ücra bir Afrika köşesine çekilmeyi tasarlamıştım. Çünkü bu olup bitenlerin çoğu, Türk milleti için mukadder değildi. Başımıza gelenlerin büyük kısmı, gafletlerimizin, hatalarımızın ve bu hatalarda ısrarların, şahsî rekabetlerin meyvesi idi. Ne oluyorsa da bahtsız vatana ve masum millete oluyordu. Evvelâ içimdeki hicranı, vatanperverlik ve mertlik duygularına adım kadar inandığım Başkumandan Enver Paşaya hususî bir mektub-rapor halinde bildirmeye karar verdim. Hiç bir zaman, ehl-i kalem olmak iddiasında da değildim ve değilim. Hayatı, on altısından itibaren çeşitli maceralar içinde geçmiş, daha Harbiyede talebe iken hürriyet ve hak hareketlerine katılmış, sürülmüş, kovalanmış, ortaçağ zulmü olan tomruklara vurulmuş, zindanlara atılmış, yaşaması doğuca lutf-u rabbani olan ve taşıdığı rütbe ve unvanları, hizmetlerinin karşılığında hususî karar ve kanunlarla almış bir mücadeleciden edîbâne beklemiye kimsenin hakkı da yoktur zannederim. Benim Enver Paşaya gönderdiğim mektub, rahmetli hakkında yanlış bir kanaatin da belki tashihine medar olacaktır: Evet... Enver, tam bir prensib adamı idi. Asla laubali değildi. Hususî hayatı çok muntazamdı. Vazife sırasmda aşırı ciddî ve vakurdu. Fakat bazılarının iddiası gibi, kendi fikirlerine aykırı görüşlere karşı da müsamahasız ve müstebit de değildi. Bir suretini aşağıya aldığım mektubum -ki, Hayber'de Türk Çengine imkân veren hâdise de
bu mektubdur...- sanırım ki, bilhassa bir ölüm-kalım içinde her Başkumandana gönderilemez: Enver Paşa Hazretlerine Muhterem Paşam, Burada arzedeceğim hakikatleri, hiç bir şahsî hisse bağlamıyacağınıza olan itimad ve hattâ imân derecesindeki itikadımın verdiği cesaretle huzurunuza çıkarıyorum. Şifası bulunamıyacağma kani olacak kadar bedbin ve mükedderim. Gerek şifahen, gerek tahriren takdim ettiğim raporlar ve verdiğim izahat dikkate alınmadığı için, bugün Hicaz ve Suriye, keşmekeş içindedir. Bu felâketli hâlin, kısa zamanda Arabistanın diğer mıntakalarına da sirayet edeceğine asla şüphem yoktur. Çünkü ilk ândanberi Arabistanda, ne hâkimiyetimizi, ne de muhabbetimizi devam ettirecek bir siyaset takib edilememiştir. Bu meydanda askerî büyük hatâlar işlenmiştir. Hatalar, şahsî olduğu zaman, bunun vebalinin hatâ eshabına icabında canıyla tediyesi suretiyle tazmini mümkün olabilir. Fakat bu hatalar, mülk-ü milleti muzmahil ve perişan ettiği, nâ hak yere evlâd-ı vatanın kanını döktürdüğü ve ülkeler kaybettirdiği zaman, vebalinin şahsî mikyaslar içinde izahı mümkün olamaz. Arabistanm çöllerinde can veren Türk yavrularının kanında böyle bir ukubetin hatâ ve gaflet payı vardır. Teşkilât-ı Mahsusa, makamınıza bağlı olarak vazifesini bu hatâ ve gafletlerden Hükümet ve Orduyu masun tutacak nisbet ve kudrette ifa etmiştir: Bendeniz, Hicaz'da devleti çok müşkül vaziyete sokacak bir isyanın hazırlandığını hâdisenin patlak vermesinden asgarî bir sene evvel ısrarla haber verdim. Makam-ı âlilerine takdim edilmiş ve anahtarı Başkumandanlık makamında olan şifrelerle raporlar dosyalarda mevcuttur. Bunlardan bir kısmının Dördüncü Ordu Kumandanlığına intikal ettirildiğini bizzat Cemal Paşa Hazretleri bana ifade buyurmuşlardır. Bu suretle tatbik edilmesi şayanı tavsiye olan plânın mes'ul zevat ve makamat indinde meçhul kalmış olması ihtimali varit değildir. Bu plân basitti, fakat bize asgarî külfetle azamî menfaat ve huzur temin ediyordu. Muhterem Paşam... Zat-ı âlinizin fiilî Başkumandanlığını yaptığı Trablus-Garb harbinde bizim kuvvetlerimiz kimlerdi? Bunları nasıl temin etmiştik? Cok uzak mazi değildir: Kaç kere sizinle, yevmiye iki kuruş gümüş akçaya, ayda üç gümüş Mecidiye yâni günümüzün parası ile bir Banknot kâğıt liraya, yemesi, içmesi, yatması bu paranın içinde olan mücahitlerin toplanabilmiş olmasını hayretle, fakat gözlerimiz yaşararak görmüş, bu basit ve mütevazi tediyelerin
temin ettiği kuvvetlerin, ücretli askerler gibi değil, tam birer nizamî kuvvet mensubu gibi şevkle muharebe etmelerinin maddî ve ruhî sebeplerini araştırmıştık. Trablus-Garb'deĐtalyanları, gemilerinin atış sahası dışına çıkmamaya mecbur ve mahkûm eden muvaffakiyetlerimizin asıl sebebi, bu Arab mücahitlerinin safımızda bedenî ve kalbî rabıta ile bize iltihakı değil mi idi? Çöllerde, muntazam ve muazzam, teçhizatı kolaylıkla nakledilmez ağır hareketli kuvvetlerin netice almasının çok güç olduğunu, Đtalyanların her şeye sahib kuvvetleri karşısında bizim seyyar müfrezeciklerimiz isbat etmemiş mi idi ve eğer Balkan Harbi çıkmamış, biz, vatanın asıl felâketinin imdadına koşmamış olsaydık, istirham ederim, söyleyiniz efendim, Đtalyanlar Trablus-Garb'i işgal edebilirler mi idi? Müsbet tecrübelerden istifade, akim ve mantığın icabıdır: Hicaz'ın, Suriyenin, Necid'in, teferruatta kalan farklarla, Trablus-Garb'den hiç farkı yoktu: Hicaz Şerifine ve o çevredeki Bedevilere hiç bağlı olmıyan ve bilâkis anane ve Metlerce birbirinin zıddı bulunan Huteym ve Şerarat ve emsali Bedevilerden 3- 5 bin kişi arası, Hecinlere sahib, seçkin bir seyyar kuvvet, başlarına geçecek kudretli zabitlerin kumandasında mitralyöz takımları ve deve üzerinde nakledilecek küçük dağ toplarıyla takviye edildi mi, bütün Hicaz ve Necid çöllerine hâkimsiniz demektir... Bugünün teşkilâtı, bunu âmirdir. Yoksa, iklimine alışık olmadığı, bulsa dahi sularını içtiği zaman hastalanması mukadder, üzerinde ağırlık taşımıya mecbur, muhitin asırların tecrübesi ile teessüs etmiş hayat şartlarına yabancı Türk piyadesinin Arab şibih-cezîresinde zafer kazanacağını umm|ak ve beklemek, Đstanbulun masa başı erkânıharb kararlarının icabı idi. Hecinsüvâr, yâni, at yerine seçilmiş Hecin develerine binen, elbise, çadır, yatak istemiyen, dinî ve ananevi rabıta ile her halde Đngilizlerden pek çok bize bağlı olmaları akıl ve mantık icabı olan bu Bedevilerden, bizim yerimize, yabancı bir din ve ırkın sâliki olan Đngilizler, aynen bu şekilde istifade etmişler, aleyhimize ayaklandırmışlardır. Biz ise, Trablus-Garb'deki yakın misâle rağmen, aklın ve hikmetin yolu yerine tors bir sistem ve tarz takib ederek onbinlerce yavrumuzun kanını akıttık ve üstelik kendimizden bir parça olduğu hayâline kapıldığımız o toprakları da dahilî ihanetler ve haricî ihtiraslar yüzünden kaybettik.
ESKĐ BĐR HÂTIRA:
Bu Bedevilerin her biner kişilik grubuna, çete harblerinde mahir ve hususî surette yetiştirilmiş zabitler ve efraddan mürekkeb birer bölük miktarında Türk askerinin verilmesi ve emrü kumandanın bunlarda olması tedbiri kâfi idi. Bir Bedevî hecin süvari, onbeş günlük yiyeceğini devesinin heybelerinde taşıyabilir. Harb ilminin ancak iklim şartlarına, tabiata, ora halkının yaşama icablarına göre tanzimi icap edeceği hakikatini hatırlatmaktan teeddüb ederim. Fakat bu münasebetle eski bir hâtıramı arzedeyim: Devrinin en muktedir kumandanlarından olduğu malûm olan Mahmut Muhtar Paşa Đzmir valisi iken, Almanya ve Fransada ikmâl-i ihtisas etmiş olan Erkân-ı Harb Miralayı Selâhattin Beyi makamına davet ediyor. Çakırcah'nın dağları tuttuğu ve muhit için bir beliyye olduğu günlerdeyiz. Đstanbul şakinin derdesti için Mahmut Muhtar Paşayı durmadan tazyik ediyor. Vali Paşa, Erkân-ı Harb Miralayı Selâhattin Beye diyor ki: «— Beyefendi... Jandarmalarımız bu işi tek başlarına başaramayacakları anlaşılıyor. Nizamî kuvvetlerimizden tefrik edilmiş müfrezelerin bu habisi derdest etmeleri için nasıl bir tarzı hareketi tercih etmeleri fikrindesiniz?» «— Đtimad buyurunuz Paşa Hazretleri.. Bu hususta hiç bir fikrim yoktur. Zât-ı Devletlerine faydalı bir plân arzedebilme imkânına maalesef sahib değilim.» Vali Mahmut Muhtar Paşa, Miralay Selâhattin Beyin bu cevabına hayret ediyor: «— Neden efendim? Siz kıymetli bir erkân-ı harb miralayısınız. Bu da bir tenkil hareketidir. Nasıl fikriniz bulunmaz?» «— Efendim... Ben ne mekteb-i harbiyede, ne de erkân-ı harb devresinde ve Avrupadaki ihtisas mesaim sırasında eşkiya takibine ait bir metod ve sistem üzerinde meşgul olmadım. Bendeniz, karşımdaki düşmanla cephe harbi yaparım. Plânım muvaffak olursa zafer kazanırım. Olmazsa, mümkün olduğu kadar az zayiatla ve muntazam şekilde ric'ate çalışırım. Bu hususu da tesadüflere bırakmam. Taarruzumun muvaffakiyeti halinde de nerelerde tutunabileceğimi bilirim. Fakat dağlarda çakal avı için nasıl bir plân tatbiki de, çete harbi de, ayri ihtisas mevzuudur. Bu mevzuu selâhiyetle bilenler ve askerlik hayatında bu sahayı ihtisas haline getirenler, hem hedefine vâsıl olur, hem de yollarda eşkiyahk yapmaz, köylüye bâr olmaz, muntazam bir askerî kuvvetin takib ve ilha kolu halinde hareket eder. Harekâtın yapıldığı sahada halk da kendilerine zahîr olur, devletin şerefi de pâyimâl olmaz. Zatı devletlerine bu sahada bilgi ve ihtisas sahibi bir zabit arkadaşımı takdime müsaade ediniz. Kendisi hâlen başka bir yerde vazifelidir, emrederseniz gelsin,
takdim edeyim...» demiş ve Çakırcalı'nm takibine memur edilmiştim. Neticeyi de biliyorsunuz... Şimdi aziz paşam... Bu hakikatlere rağmen, neden hatada ısrar edilmiştir? Bunun vebalini bu masum memleketin ve çöl sıcağında iki saat harb edemiyen, kumlar üzerine baygın düşen, o iklimi hayatında görmemiş, bünyesi asla mütehammil olmıyan, fakat kendi şartları içinde Çanakkale harikaları yaratan yavrularımızın, muntazam ordu nizamı karşısında imişlercesine feda edilmesinin muhasebesini bir gün tarih elbette yapacaktır. Bu elemli hakikat, yüreğimi yakmaktadır.
ĐHA ET RÜZGÂRLARI Teşkilât-ı Mahsusa'nın vazifelerinden birisi de, Osmanlı Đmparatorluğunu teşkil eden çeşidli ırk ve din mensubu cemaatlerin ihanet'ini önlemekti.. Çünkü, bu ihanet hazırlıklarının belirtileri, Đkinci Meşrutiyetten çok evvelinden başlamıştı: Rum, Ermeni, Musevî gibi din ayrılıkları içindeki topluluklardan, din birliğinin şeklî mevcudiyetine rağmen, Türk'den gayrı olanlar, Türk'e karşı ayaklanma hazırlığı içinde idiler. Teşkilâtı Mahsusa'nın, imparatorluğun içinde ve dışındaki teşkilâtı, bu hazırlığın vehametini gösteren otantik vesikalarla doluydu. «CĐHA SAVAŞI DA TÜRK HARBĐ» adlı üç cildlik mükemmel ve güzel eserin sahibi olan Fransız tarihçisi Larşer, Osmanlı devletini en güç duruma sokan sebeblerin başında, bu «iç unsurlar» ın ihanetini gösterir. Birbirinden nisbeten farklı olmakla beraber, Türk milletinin bu hususta en talihsiz memleket olduğunu kaydederek der ki: «— Müttefikimiz Đngiltere Cenub Afrikasmda cereyan etmiş o kanlı Boer harbine ve iki kavmin arasında yerleşmiş olan kine rağmen, A ZAK (Avustralya - Yeni Zelanda kıt'aları) na iltihak etmiş Cenub Afrika gönüllülerinden bile yardım görmüştür. Bizim, yabancı Lejyonlarımızda, sayısız Afrikalı Müslüman vardı. Hind Đslâmları, Đngiliz saflarında sadıkane çalıştılar. Fakat Türkler, istisnasız bütün tebealarmdan, hattâ en sessiz ve iddiasız gözüken Musevîlerden bile vefasızlık gördüler.» Karşı sahifede gördüğümüz klişe, Filistin'de kurulması için Beynelmilel Yahudilik hareketinin, On Dokuzuncu Yüz yılın başından beri çalışan Enternasyonal Siyonist
Komitesinin neşrettiği «Benî Đsrail ve Arz-ı Mev'ut» adlı propaganda albümünden bir sahifedir: Davud, Ester'e, milletinin kurtuluşu sinirini taşıyan efsanevî asayı veriyor!.. Bu, kimin nereden kurtuluşu içindir? Osmanlı idaresinde Yahudiler, en geniş ırk ve din hürriyetlerine sahip idiler. Đkinci Sultan Bayazıt zamanında, ispanya'da, Engizisyon devrinin en feci ve ağır zulümlerine mâruz kalarak ve dünyanın hiçbir ülkesi kendilerini kabul etmezken, Osmanlı Türklerinin âlicenab ve müsamahakâr lûtuflarıyla, hattâ Đspanya'ya gönderilen gemilerimize binerek topraklarımıza iltica hakkı ve anane, din, ırk, dil hürriyetleri içinde mutlak emniyetle yaşama imkânı tanınmış olan tsrail evlâtları, kısa zamanda imparatorluğun iktisadî kaynaklarını ele geçirmişler, üstelik askerlik hizmeti görmiyerek, yâni, kan vergisi de vermiyerek çoğalmışlar, o geniş ülkelerin her tarafında yaşama ve yerleşme haklarını ırklarına hâs basiret ve zekâ ile kullanarak bellibaşlı ticaret merkezlerinde kümelenmişler, imparatorluğun çöküş ve malî buhran zamanlarında, devlete yüksek faizlerle para vermişler, Yeniçeri ve Sipahi isyanlarının başlıca sebebleri arasına girmişler, Saray'a Valde Sultanlığa kadar yükselen Yahudi güzelleri sokmuşlar, hattâ Sadrıâzamhk makamına erişmiş ve şeklen Müslüman olmuş mensublarını devlet içine yerleştirmişlerdi. Bütün bu imkânlara mazhariyet içinde olmalarına rağmen. Birinci Dünya Harbinde menfi hareketlere başvuran iç unsurlar arasında, Teşkilât-ı Mahsusa Yahudi ayrılma hareketleriyle de mücadele etmiye mecbur kalmıştı: Aliyye Divan-ı Harbinde mahkûm olanlar arasında Yahudiler de vardı. Rahmetli general Hüseyin Hüsnü Emir Erkilet, Filistin cephesinin macerasını anlatan ve harbin ikinci senesinde, Mısır'ın fethi, Đngilizlerin Sina cephesinde atılması ve Filistin'in elde tutulması vazifesiyle kurulan YILDIRIM ORDULAR GRUBU na ait mücadele ve hâdiseleri derliyen eserinde, Yahudilerin faaliyeti için şöyle der: «— Ordu karargâhımız Kudüs'te iken bize en hararetli şekilde dostluk ve merbutiyet tezahürleri gösteren Museviler, ric'atımız başlama emareleri görülünce sabotajlara giriştiler. Elde ettiğimiz ve Ordu Merkezine kadar getirilmiş mukabil haber alma teşkilâtımızın tesbit ettiği vesaik, bu bahiste bizi acı hayal sukutlarına uğrattı. Alman Mareşali Falkenhayn bile bu vefasızlık ve ihanet karşısında hayretini saklamadı. Yahudiliğin müfekkiresine asırlarca hâkim olmuş Benî Đsrail Devletini yeniden ihya için en müsaid zamanın, Osmanlı ordularının ric'atı zamanına rastlaması elbette tesadüf değildi...»
Elbette tesadüf değildi... Hangi irtidad, hangi kitle vefasızlığı veya arkadan hançerleme tesadüftür? Hepsinin zamanlara hükmetmiş, nesilleri kucaklamış fikriyatı vardır: Aşı, kafalardan bedenlere iner, insaf ve iz'an kanunlarını yıkarak boy atar. Yeter ki ihanet rüzgârları fırtına halinde esmiye görsün!..
Büyük fırsatlar kaçırılmıştır. Bunların yerine geleceğine kani değilim Zât-ı Devletlerinin şahsına ne kadar derin hürmet ve muhabbetle bağlı olduğumu bilirsiniz. En çetin tecrübelerden geçmiş olan bu me-veddet duygusu dahi, yarın, Tarih önünde beni haksız bir mahkûmiyete sevketmemelidir. Bu sebeble, zaten yorgun ve bitkin olduğumdan, yaralı vücudumu dinlendirmek ve artık bugüne kadar ifâ ettiğim vatan hizmetlerinin bergüzâr hâtıratıyla ömrümün mütebaki kısmını imrar etmek üzere ailemle terk-i diyar edecek kadar mustaribim. Cenab-ı Hak bu aziz vatanı korusun...»
EVER PAŞA ĐLE KARŞI KARŞIYA:
Bu acı mektubun gitmesinden bir gün sonra, Beşiktaş Karakol kumandanı Giritli Mithat Bey beni, Đzmir'e hareket hazırlıkları yapmak üzere olduğum akraba evinde buluyor ve derhal Başkumandanın Kuruçeşmedeki yalısına ertesi sabah çok erken saatlerde götürme emrini aldığını bildiriyor. Enver Paşa, muntazaman sabah namazı kılardık Harbin en buhranlı ve kendisinin cephelerde olduğu günlerde bile bu manevî vazifesini terketmemiştir, Đtiyadını bildiğim için sabah erkenden Kuruçeşmeye gittim. Yaverler odasında bir kanapenin üzerinde, üzerinde resmî Baş Yaver üniforması Kâzım Bey (Sayın Orgeneral Kâzım Orbay) yarı uyukluyordu. Önünde, cephelerden gelmiş bir sürü çözülmüş şifreler, onların üzerinde notlar vardı. Kucaklaştık: «— Sabaha kadar çalıştık. Kendisi namazda... Sizi Kırmızı köşkde bekliyor...» dedi. Bir Harem Ağası'nın delaletiyle, yalının Boğaza bakan sırtındaki küçük köşk'e gittim.
Manzara suydu Hatırlarım: Ortada, iki kişilik kahvaltı hazırlanmıştı. Masanın Paşanın oturacağı yerin yan tarafında da benim mektubum, bazı satırların altı kırmızı kalemle çizilmiş olarak duruyordu. O, koskoca imparatorluğun kaderine hâkim Başkumandan, ben, O'na bağlı Teşkilât-ı Mahsusanın reisi olarak değil, birbirine inanmış ve birbiri için can ve makam verebilir iki kadîm dost olarak kucaklaştık. Yanmış, habeşleşmiş derime, başımın hâlâ geçmemiş yara izine, yüzümün yorgun hatlarına dikkat ve muhabbetle baktı. Gözleri nemlendi: «— Eşref... Çok yoruldun... Çok emek verdin...» dedi... Boğazımda, hayatımda pek ender olarak bir düğüm, bir acı şehkası toplandı: «— Neye yaradı, işte vatanın bir kısmı elden gidiyor. Yarınımız ne olacak?..» diyemedim. Fakat içimden geçeni anladı zannederim. Çok hassas, içli, duygulu bir insandı. Kahvaltı sırasında afakî mevzulardan bahsettik. Gözleri zaman zaman mektuba kayıyordu. Birden sordu: «— Eşref... Bütün ümidler söndü mü? Arabistanı Şerif isyanından kurtarmak için senin şu mektubda tekrarladığın ve doğruluğuna tamamen inandığım fikirlerini tatbik için herşey kayboldu mu? Hiç ümid yok mu?» Bir çocuk kadar masum ve vereceğim cevapta saadet veya keder bulacak gibi heyecanla yüzüme bakıyordu. O ânda, bütün kırgınlıklarımı unuttum. Bu vatan, ne onundu, ne benim... Her karışını oluk gibi ecdad kanı sulamıştı. Bir ân durdum, bütün Arabistan o engin çölleri, vahaları, şehirleri, kabîleleri, sekenesi ile gözlerimin önünden geçit resmi yaptı... ve evet, Yemen'de karar kıldı: Oradan, işe yeniden başlama tecrübesi yapabilirdik.
YILLAR SORASII HAKĐKATĐ:
O ândan, gecenin geç saatlerine kadar, Başkumandanlığa, diğer işlerini geri bıraktıran ve harita üzerinde muayyen «hareket mihrakları» nı tesbite kadar teferruata girmiş «Son Ümid Plânı» nın tafsilâtı ile zamanınızı almak istemem. Netice kısaca şuydu: 1) Yollar kapalı... Fakat yanımda seçkin bir küçük kuvvetle Yemen'e gideceğim.
2) Đmam Yahya'ya Hicaz üzerinde bazı vaidlerde bulunarak ve hükümet namına tâviz vererek Bedevilerden gönüllü kıt'aları teşkil edeceğim. Đmam Yahya, devletimizle yaptığı muahedeye sadık kaldı. Ahmet Đzzet Paşa bu cephede kendisini mükemmel idare etmektedir. Ali Said Paşanın Aden cephesini de Đmam Yahya kendi kuvvetleriyle takviye ediyor. Ona emniyetim vardır. Bedevilerinin aylıkla, askerlik bilgilerini arttırmasına mümanaat etmez. Beş bin kişilik bir kuvvetle Vâdi-i Necran üzerinden Mekkeye akın yapacağım. 3) Asî Şerif Hüseyin Paşanın emrindeki kuvvetler, tamamen göçebedir. Bu kuvvetler, kendi sahalarından uzaklaşmışlardır. Bedevi, tehlikeyi gördüğü zaman, derhal kendi muhitine dönmek ister. Şerif Hüseyin'in nüfuz sahası, Cidde ve Yanbuğ gibi sahil şehirlerde, Đngiliz donanmasının ateş sahası içindeki yerlerdir. Ki, Đngiliz siyaseti malûmdur: Şerifin kuvvetlerinin dağıldığını görünce, yardımı derhal keser. 4) Đbn-i Suud'la Đbn-i Reşid arasındaki ihtilâf, delâletimizle ve kendilerine istikbâle muzâf olarak yapılacak vaadlerle muvakkaten de olsa durdurulabilir. Yemenden temin edilen kuvvetler, bu havaliden de iltihaklarını teahhüd edebileceğim kuvvetlerle birlikte ve Hicaz'ın engin varlığına tesahüb hırsında olan Suudilerin müzaheretiyle Şerifin zaten derme çatma olan kuvvetlerini dağıtır. Bu neticede, kendilerinin menfaatlerinin bulunduğunun Đmam Yahya ve Đbn-i Suud tarafından anlaşılması lâzımdır. Bunun için hükümet kendilerine mahrem teminat verecektir. 5) Yemene gidebilme için, siyasî bir vazife ile Bahr-i Ahmer (Kızıl Deniz) i geçmiye gayret edecektim. Bunu mümkün görmezsem, Medine'den Yemene kadar çöl'den, bazen âsî Şerifin emrinde, bazen Đbn-i Suud'un idaresindeki Bedeviler, bazen de hem Đbn-i Reşit ve hem Đbn-i Suud'a âsî kabileler arasından geçerek, dövüşerek,
çok zaman gece
yürüyüşleri yaparak, mümkün olan süratle Yemen'e erişeceğim, Đmam Yahya ile mutabık kalacağım, Ahmet Đzzet ve Ali Said Paşalarla temas edeceğim ve derhal fiilî harekete başlıyacağım. 6) Çünkü, aradan geçen bir yıl içinde, Hicazda vaziyet her gün aleyhimize dönmektedir: Medineyi kahramanca müdafaa eden Fahri Paşanın her tarafla muvasalası kesilmiştir. Hecinsüvarlarla âsî Şerif Hüseyin'in Cüdeyde ve Râbi'deki fesad ocaklarına taarruz ederek dağıtacağım, Yanbûğ'dan çıkartarak asıl maksadları olan Akabe üzerine vararak, Maan'da
Şam demiryolunu kesmelerine mâni olacağım ve Medinedeki muhasara altındaki kuvvetlerimizi kurtaracağım. 7) Yemen'in Sâade ve Vadi-i Necran Arablarının Yemen hududunda toplanmalarına Đmam Yahya'yı razı edeceğim. Şerif Hüseyin tarafından devletimize olan sadakatlerinden dolayı zincirlere vurularak hapsedilen El-Bîşe'lilerle takviye edilecek bu kuvvetlere, bize daima yakın olan Benî Huteym Bedevilerini de katarak netice almıya çalışacağım. 8) Hecinsüvâr alaylarımız şimdilik beşer yüz kişi olacaktır. Hepsine birer cebel bataryası verilecektir. Birer bölük mitralyöz ve bombacı Türk kuvveti ilâve edilecektir. Hecinsüvâr alaylarına, Dağıstanlı Atıf Bey ve emsali gibi, bu sahada yetişmiş zabitler kumanda edecektir. 9) Trablus-Garbde tecrübe ettiğimiz üzere, ganimetlerin kendilerine ait olacağını ilân ederek, menfaata dayanan bir isyanı, aynı yoldan tenkili tecrübe edeceğiz.
SO TECRÜBE ÜZERĐDE ÜMĐDLER:
Bu zor ve çetin bir teşebbüstü, Başkumandana dedim ki: «— Paşam... Cemal Paşa tehlike içindedir, ingilizlerin umumî taarruzu pek yakındır kanaatindeyim. Sina cephesinde günde iki kilometre demiryolu yapıyorlar. Biz, Hecinsüvârları bir ân evvel teşkil ve netice almıya mecbur ve mahkûmuz. Bu kuvvetlerin erzaklarını Samdaki askerî birliklerimiz gibi, Maan, Tebûk, Medayin Salih, Hatt-ı Hediyye gibi merkezlerimizden temin ederiz. Bu Bedeviler, onbeş günlük erzaklarını develerine yükliyebilirler. Kavrulmuş un ve biraz hurma gıdalarıdır. Bu kuvvetleri, Şerifin Đngiliz alımlarıyla doyurduğu kabilelerin ailelerinin bulunduğu sahaya yürüttüğümüz zaman, çoluk çocuklarını hasım kabilelerden kurtarmak için yerlerini terkedeceklerdir. Bu, geç kalmış bir tabiî hizmetin, şimdi en çetin şartlar altında tekrarıdır. Biz bu tedbiri vaktiyle, daha çok evvel, bu hainler ayaklanmadan önce yapacaktık. Size bir hâtıramı arzedeyim: Şair Mehmet Akif ve Şeyh Salih Şerif Tunusî ile son Necid seyahatimizde Đbn-i Müşeylih gibi Urbanın büyükleri yanıma geldiler. Arkadaşlarımın yanında bana dediler ki: «— Ya Eşref!... Sen bizim kadîm dostumuzsun. Bana vaktiyle silâhsız iken mavzer verdin. Beni Şama kadar götürüp Cemal Paşa ile tanıştırdın. O da bana elli altunla hil'at ve kılıç
verdi. Nankörlük edemem... Fakat âmmeten vukua gelecek bir Arab isyanında bî taraf da kalamam. Şerif Hüseyin ve taraftarları bizi, hükümete karşı hazırlamaktadırlar. Altın yağdırıyorlar. Deniz ellerinde... Erzakımız ancak deniz yolundan gelmede... Siz, tek demiryolu ile değil bizi, kendi askerinizi bile beslemekten âcizsiniz. Neden Biîr Dervişlerde, Gaîr boğazlarında ileri karakollar kurarak siperlerde yatıyorsunuz? Sen, ya Eşref!... Sen bilmez misin ki, bu topraklarda şehir harbi, siper harbi olmaz... Burada her şey hecinlerin üzerindedir. Kimin ki hecin devesi üzerine meharetle binen ve bir orada, bir burada, çöl'ün her istenilen yerinde bulunabilecek süvarileri varsa zafer onundur. Yoksa, şehirlerin içindeki kışlarlarda müdafaaya çekilmiş olanların değil!... Yalnız sana vecih verdim, dostumsun. Đşte geldim, hakikati söylüyorum. Böyle giderseniz Şerifin isyanı sizi devirir. Vakit geçmeden onu, bizim hecinsüvârlarla tenkil ediniz, tepeleyiniz. Bir Arab isyanı hazırlanıyor ki, buna katılnııyanın bu toprakta yaşamıya yüzü olmıyacak... Siz de uyuyun bakalım!...» Ben Paşam, bütün bunları Cemal Paşaya anlattım, o bana, Şerif Zadelerin namus yemininden bahsetti, vehmime verdi. Şimdi çok geç kaldık. Bu sebeble ki, o günlerde Hicazda yapacaklarımızı, şimdi taa Yemenlerde yapmıya çalışacağız. Bu da son tecrübedir.» Daha sonra, bu işin malî portresini çizmiye çalıştık: On bin kişilik bir hecinsüvâr kuvvetiyle işe başlıyacaktık. Ayda altışar altun (o vakitler iki kâğıt lira bir altındı) hesabiyle altmış bin altın lâzımdı. Paşa, elindeki kalemle basit bir hesab yaptı: «— Medinedeki fırkanın yarı masrafı... Mutabıkız Eşref Bey... Silâh nerede bulacaksınız?» «— Yemenden... Orada depolarda eski Hanri martini, Yemenli âsî kuvvetlerden vaktiyle müsadere edilmiş binlerce Gıra tüfeği, Đngiliz martinleri doludur. Yalnız sizden ricam, Đbni Suud'a teminat verilmesidir. Bunu da hükümet dikkatle ve Đbn-i Reşidi kuşkulandırmadan yapsın.» «— Đbn-i Suud'a vezaret rütbesi verildi. Şifremiz de elinde... Đngilizlerle arası açık. Ondan istifade etmesini Siz hepimizden iyi bilirsiniz. Size, şimdilik 300.000 altın verelim. Đsmail Hakkı Paşadan alınız. Hunun 150.000 lirasını Yemen ordusuna bırakınız. Mütebakisiyle de işinizi yürütmiye çalışınız. Size, Hudeyde'de bitaraf bir devlete mensub iki isim vereceğim. Bunları, Sizden başka istisnasız kimse bilmiyecektir. Onların vasıtasiyle, Đsviçre kanaliyle
sizden haber alırız. Allah muvaffak etsin, Eşref Bey... Đnşallah emeklerin ve himmetin, bir görüş hatâsına kurban edilen fırsatları telâfi etmiş olur.» Ayrılırken beni kucakladı... Đkimiz de, bu karşılaşmanın son olduğunu kalbimizin sesiyle hissediyor, gibi idik. Enver Paşayı hiç bir zaman bu kadar heyecanlı görmemiştim. Ondaki bu his, bana da sirayet, etmişti. Sarıldık ve öpüştük. Gözlerinin nemli olduğunu, izahı imkânsız bir elemle gördüm. Benim de gözlerim yaşarmıştı. Ne kadar hazindir ki, bu yiğit, kahraman, vatanperver, Balkan Harbi bozgununda manen ve maddeten sarsıntılar içinde politikaya karışmak felâketine düşmüş ordudan, üç yıl içinde, dokuz cephede ceddine hâs ve tarihine yakışır harikalar yaratmış disiplin ve nizam ordusunu kurma yolunda herkesten çok emeği olan, kusurları içinde şahsi çukurları asla bulunmıyan temiz insanı, dünya gözüyle bir daha göremiyeceğimi o ânda nereden bilebilirdim? Kuruçeşmedeki yalıdan ayrılırken, çeşitli hislerin tesiri altında idim: Yeni bir macera daha başlıyordu... Bir hatânın ve gaflet dolu görüşün kaybettirdiği bir daha dönmez fırsatların arkasından koşacaktım. Yorgundum... Trablus-Garb harbinden beri, yâni, altı yıldır bir ay bile ailemin yanında kalmamış, dinlenmemiştim. BEŞ TÜRKLER'i Hindistan'a ileten heyecanlı yolculuğu neler takib etmemişti? Kaç kere yaralanmış, ölümle yüz yüze gelmiştim. Asıl yorgunluğum, kararmıya başlıyan harbin kaderinde idi. Memleket mustaribdi. Başkalarına gördürülecek hizmetleri, daima, Anadolu yavrularına yüklüyor, onların alın terini ve kanını istiyorduk. Đstanbulda, harbin felâketleri içinde refah bulabilmiş türedi bir sınıf, halkın seîaletiyle alay ediyor gibiydi. Çeşitli adlarla, Uncular, Bulgurcular, Fasulyacılar, Vagon simsarları, her devirde olduğu gibi iktidarların haysiyet ve varlığını emen muhtekirler türemişti. Halbuki vatan, büyük badirelerin ta eşiğinde idi. Şimdi yine Yemen'e kadar uzanacaktım: Bu, Hicaz kıt'asının Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferiyle bize kazandırdığı mukaddes ülkelerin mukadderatı üzerinde son bir ümit olarak beliriyordu. Başkumandan Enver Paşa ile verdiğimiz kararın iaşe ve para mevzularını konuşmak üzere iaşe nâzın Đsmail Hakkı Paşanın makamına giderken, bu yolculuğun Türk tarifine yeni bir şehamet destanı ekliyeceğini ve bir avuç Türk yavrusunun, Peygamberimizden 1285 sene sonra, Hayber'de, âsî ve nankör bir tebaa ile, müstevli düşmana karşı inandığı dâva uğruna eriyeceğini nasıl düşünebilirdim?
PEYGAMBERĐMĐZDE 1285 SEE SORA
HAYBER'DE TÜRK CEGĐ.
Üzerime aldığım vazife, cidden çetindi: Yemen yolu denizde kapalı idi. Đngiliz donanması kuş uçurtmuyordu. Yine, Medine üzerinden ve asî Şerif Hüseyin kuvvetlerini yararak gidecektim. Üç yüz bin altını almak ve iaşe meselelerini görüşmek üzere ziyaretine gittiğim Đaşe Nazırı Đsmail Hakkı Paşa pek meşguldü. Topal Đsmail Hakkı olarak anılan bu eski dostumun şahsiyeti üzerinde biraz durmak isterim: Ne kadar zamandır bilemem, fakat bizim, bilhassa hükümet ve siyaset hayatımızda teşekkül etmiş, oradan da vatandaşlarm hafızasına intikal eden umumî bir illetimiz var: Đstirabların hakikî sebeblerini aramak ihtiyacını duymadan, menfi hâdiseleri şahısların omuzuna yükletmek ve bir mücrim bulabilmenin rahatlığı içinde avunmak!.. Birinci Dünya Harbinin de umumî efkâra yanlış ve hattâ haksız intikal ettirilmiş sebebler ve ölçülerle, biz, geçim ve iaşe sıkıntısından tek suçlu olarak Đsmail Hakkı Paşayı karşımızda görüyorduk. Süpürge tohumunun, çavdar ve bakla ununun, şeker ve petrol darlığının biricik mes'ulü olarak ileri sürülen bu zat, aslında, dünyanın hayat-memat, yâni ölüm-kalım savaşına tutuştuğu devrede, memleketinin yetersiz imkânlarını elinden geldiği kadar muvazeneli tutmıya ahdetmiş kederli ve çaresiz bir insan hüviyetinde idi. Ne yapabilirdi? Elbette Ordunun ihtiyacını önde tutmak zorundaydı. Kim derseki Đttihad ve Terakki devrinde nüfuz suiistimali olmamıştır, asla inanmayınız.. Bu memlekette, her devirde, her zaman, imtiyazlılar, korunanlar, himaye görenler oldu ve oluyor. Bu gidişle olacaktır da... Bir iktidar «kanun ve müsavat üstü nimetler nasibesi» telâkki edildikçe, o iktidarın çevresine toplanmış olanlardan südü bozukların, muhtekirlerin, suiistimallerin en kötüsü olan nüfuz karaborsacılarının halkm meşru haklarını kemirdiklerine şâhid olmakda devam edeceğiz... Đttihad ve Terakkide de, uncu, bulgurcu, makarnacı, mercimekçi, nohutçu gibi unvanlarla anlılanlar, yeni çıkan PALAS lâfını bu zarurî maddelerin arkasına ekliyenler, o zamanın tek nakil vasıtası olan demiryolunun güzergâhı üzerinde birer nimet haline gelen vagon ticaretini elinde tutanlar, elbette vardı...
KAYSER VĐLHELM'Đ MERAKI Alman Đmparatoru Đkinci Vilhelm ile Enver Paşa arasında şahsî ve pek yakın bir dostluk olduğu muhakkaktı. Kayser Vilhelm, Almanya harbden mağlûb çıkarak tâç ve tahtını
terkederek, Hoianda Kraliçesi Vühelmina'nm devamlı misafiri sıfatiyle Dom şatosunda, 1946 ya kadar yaşadığı yıllar içinde, kendisini ziyarete gelen tarihçi ve gazetecilere hâtıralarını anlatırken, Enver Paşa için takdirkâr, iyi hisler dolu duygularını anlattı. «Drang nah Osten = Şark'a Doğru» politikası, Almanya'daki en hareketli devresini, Đkinci Vilhelm zamanında bulmuştu. Alman Đmparatoru, Dünya politikasında hâkim rol oynamak hırsı ve kararı ile Osmanlı devletine karşı zaman zaman samimî ve koruyucu, zaman zaman karşı ve sert politika takib etmiş, Đkinci Sultan Hamid zamanında da Đstanbul'a gelmiş, Kudüs'ü ziyaret hâdisesi de, siyasî ihtilâflara sebep olmuş, bilhassa Anadolu -Bağdad demiryolunun Almanya tarafından inşası, Osmanlı ülkeleri üzerinde Đngiliz - Rus rekabetini bir birleşme haline sokmuş ve Şark Meselesi bambaşka bir safhaya girmişti. Eşref Bey, Hayber'de Türk Cengine yol açan son Yemen seyahatine ait mevzuları, Enver Paşa ile görüşürken, imparatorluğumuzun son Başkumandanı, sözü bir vesile ile Arabistan hâdiselerine getirmiş ve Eşref Beye şunları söylemişti: «— Alman imparatoru Vilhelm son ziyaretinde, benden, Arabistan işlerini ve bilhassa, Arabistan'da yaşıyan muhtelif kabile ve kavimleri yakından bilen, bunların âdet ve hissiyatına
vâkıf,
hususî
yaşayışlarını,
sevgilerini,
kinlerini,
maddî
mânevi
hususiyetlerini izah edebilecek bir TÜRK ŞAHSĐYETĐ istedi. Bu talebinin de aramızda kalmasını ilâve etti. Kanaatına göre, Alman Hariciyesinde bu mevzuda yetiştirilmiş birçok şahsiyet olmakla beraber, hiç birisi kendisini tatmin etmiyormuş. Đmparator, bu arzusunu suitefsir etmemeni için de izahat verdi, dedi ki: «— Harbin neticesinde dünyada teşekkül edecek hâkim kuvvetin Arabistanla çok yakından alâkası olacağı muhakkaktır. Makam-ı Hilâfetin Müslümanlar üzerinde büyük bir mânevi nüfuz ve tesiri olabilir. Đngiliz siyaseti, uzun zamandır bu tesiri azaltmak için gayret sarfetmiş ve itiraf etmelidir kî, muvaffak da olmuştur. Görülüyor ki harbin neticesi Avrupa topraklarında olduğu kadar Şark'da alınacaktır. Ben bu mevzu ile şahsen daha yakından meşgul olmak ve bana bu hususta yardımcı olacak, Arab kavimlerinijı yaşayışını, âdetlerini selâhiyetle anlatacak, vereceğim kararları tatbik edebilecek bir şahsiyet arıyorum. Kudüs seyahatimde de tesbit ettiğim üzere, Arab Milleti diye tarif ve tasnif edilebilecek bir topluluk yoktur. Çok meraklı ve beşeriyet namına ibretli olan, muhakkak ki geçmiş zamanlarda kaybolmuş medeniyetlere sahne olmanın
irsi hususiyetleri için tetkik ve teteb-bua değer hâtırat ve asara sahib bu topraklar ve üzerinde yaşıyan insanları öğrenmek için de şahsen büyük bir arzu duyuyorum. Bana böyle bir şahsiyet tavsiye ve temin etmezmisiniz?» Ben de kendisine sizden bahsettim, ve meşguliyetiniz bittiği ânda, Berlin'e seyahatiniz için ricada bulunacağımı söyledim. Biliyorsunuz ki, Almanya ile kader iştiraki halindeyiz. Sizin Kayser Vilhelm'in bu kadar mühim bir mevzu ve saha üzerinde şahsî müşaviri olmanızdan memleket için büyük istifadeler temin edilebilir.» Eşref Bey, hatıratında, Arab Yarım Adasında «müsteşrik, misyoner, eski eserler mütehassısı, muhtelif ilim şubelerinde müdekkik» olarak dolaşan ve aşağı yukarı her millete ait şahsiyetlerin, aslında, memleketleri hesabına bu bilinmemiş ve altında petrol hazineleri saklı yerlerde birer «ajan» olduğunu kaydeder ve der ki: «— Bu netice sadece siyasî hâdiselerin ve tedbirlerin icabı değildir. Arabistan, hakikaten tetkike değer, her kısmı ayrı hususiyetler ihtiva eden, üzerinde yaşattığı insanların maddî manevî hiçbir iştiraki almadığı halde aynı millet ismiyle yâdedilen, bazı kısımlarında sadakatin, vefanın, sözün, şerefin —ki, bu kısımlarda daha çok Bedeviler meskûndur ve Çöl'ün enginliğine gömülmüş vahalardır..— hâkim olduğu, bazı kısımlarında ise bu değerlerin hiçbir mâna ifade etmediği, bazı mıntakalarmda da, münhasıran ananelerin hükümran bulunduğu garabetler, tezadlar, hususiyetler beldesidir. Biz asırlarca buralara şeklen sahib olmuşuz, fakat derinlemesine bir tetkik yapmak ve ona göre idare etmek hatırımızdan geçmemiş... Bilhassa Sultan Hamid'in uyuşturucu, idare-i maslahatçı siyaseti ile de kendilerine, o tarihe kadar akıllarına gelmemiş meziyetler, unvanlar, şerafetler in'am ve ihsan etmişiz. Bizim masa başı idaremiz de, ÇÖL'ün hiç bir hususiyetine vâkıf olmak arzu ve zaruretini duymadığı için, nizamî hükümler içinde hayalâta dalıp o engin beldeleri Türk kanıyla yok yere sulayarak, yine yok yere terketmişiz. e kadar acıdır ki, idare edenlerimiz arasında hiç kimse, şu Alman imparatorunun duyduğu meraka bile sahib olamamış...» Ve aradan zamanlar, devirler geçti: Bugün, hudutlarımızın iki kara, bir deniz bölgesi Arab ülkeleriyle çevrili... Bunca hâdiseden sonra, acaba bugün de Teşkllât-ı Mahsusa Reisinin bu gerçekler dolu tenkidine rahatça cevap verecek durumdamıyız? e gezer!... Şair ne güzel söylemiş: Havay-ı aşk eser serde
Efendim nerde ben nerd'e!..
Bunlar içinde, bugünkü partilerin genel idare kurulu anlamına gelen, fakat hepsinden çok devlete iştirak etmiş olan Merkez-i Umumîdeki kodamanların yakınları, ahbabları, dostları mevcuttu. Bu, Enver veya Talât Paşaların, şahsen ne kadar namuslu olduklarına halel getiremiyecek bir vakia ise, onların iktidarında da, bu memlekette hırsızlık olmadığı iddiasını ileri sürmiye asla hak kazandıramaz. Bütün bu hakikatlerin mevzuumuzla alâkası olmadığı da sanılmamalıdır. Bir adama, resmî makamı ve vazifesi ne olursa olsun, 300,000 altın verip -Bu günün parası ile kırk milyon lira... Evet, kırk milyon lira!...- onu çölün enginliklerinde bir temel dâvanın halline gönderen zihniyetin, kırk milyon nüfusu ve iki milyon kare kilometre genişliği aşan o koskoca imparatorlukta imkânları tam bir adalet ve hak ölçüsü içinde taksim edebilme iddiasında olması elbette hatıra gelemezdi. Đsmail Hakkı Paşa, memleketi terkettikten sonra Almanya'da, dostu olan bir Alman'ın yardımıyla orta halliden daha çok aşağı seviyede yaşıyabildi. Kendisine yardım eden de, Birinci Dünya Harbinde Erkânı Harbiye-i Umumiye Reisimiz olan Alman Bronzar Paşa (Obergeneral Bronzart Von Şiliffin) idi. 1922 de Berlinde buluştuğumuz zaman, üzerindeki elbisenin kolları yamalıydı. Nerede memleket dışına kaçırdığı söylenen milyonlar?... Vatana döndükten sonra da, bekâr ve kimsesiz olduğu için, ölüsünün kadirbilir bir Musevî vatandaş tarafından kaldırıldığını duydum. Ah şu bizim gerçek mes'ulleri arama zahmetine katlanmadan hemen hüküm verme peşinliğimiz ah... Bu yüzden, birçok hizmet arzuları kuruyor, sahneye çıkmaya cesaret bulamıyor. Ne ise... Biz, mevzuumuza dönelim: Đsmail Hakkı Paşa, Başkumandanın emrini almıştı. Akşam evine davet etti. Gittim. Bu ahşab evin mefruşatı, eski bir koltuk takımı ile hem yemek yenen, hem üzerinde çalıştığı bir masa ve bir kendisine, bir de pek sık olan samimî dostlarına ait, gıcırdıyan teker karyolalı üç odadan ibaretti. Tahta bacağını çıkarıp koltuk değnekleriyle köşe minderindeki babacan hâli hâlâ gözlerimin önündedir. Evvelâ uzun uzun Arap Yarım Adasının iaşe zorluklarından ve memleketin yetmiyen mahsulünün yarattığı açlık tehlikesinden bahsetti. Suiistimal ve ihtikârdan acı acı şikâyet etti. Kırık bacaklarım işaret etti: «— Hangi fâni şevkime?... Eşref Bey, emin olunuz şu ânda bu memlekette benim kadar istirab çeken bir insan yoktur. Allaha karşı vicdanım rahattır. Biliyorum ki, bu dertli işe gizli açık bir sürü tâlib var. Kimseyi ittiham etmek istemem. Fakat diyebilirim ki
birçoğunun bu makamın güçlükleri arasında nimet hesapları da vardır. Bu sebeple, sırf milletimi ve memleketimi düşündüğüm için bırakamıyorum. Söylenenleri de duymuyor değilim. Ziyanı yok... Allah büyüktür. Tarih bir gün hakikati yazacaktır.»
ŞERĐF MÜZEYGĐR'LĐ HAREKET KADROSU:
Yemekten sonra, seferin hareket plânı üzerinde uzun uzun konuştuk. Đsmail Hakkı Paşa, daha evvel Yemende vazife görmüştü. Bana Yemende tanıdığı mahallî liderler hakkında izahat verdi. Đstanbula o tarihte, Yemen Đmamı Yahya'nın mümessili olan Şerif Müzeygır'ı buldurdu. San'alı Ahmed Mücahid isimli Kabile şeyhini de çağırttı. Yemenin Hacce ve Hucur mimtakalarının şeyhlerinden olan El Müzeygır, Sultan Hamid zamanında bize karşı isyan etmiş, üzerine gönderilen bir taburu bozmuş, daha sonra bir fırkamızın devamlı takibi sonunda ele geçmiş, Rodos kalesine hapsedilmiş, sonra affa mazhar olmuş, Bursada emlâk verilmiş, evlenmiş, Đstanbulda kalmıştı. Ciddi, sadık, fedakâr bir insandı. San'alı Ahmed Mücahid de aynı meziyetlere sahipti. Đkisi ile de görüştüm. Benimle beraber sefere iştiraki memnuniyetle kabul ettiler. Onlar da, Yemen'den temin edilecek kuvvetlerle, asî Şerif Hüseyin ve oğullarının Hicazı kuvvetlerinin vurulabileceği kanaatinde idiler. Plânların teferruatını yolda hazırlamayı kararlaştırdık. Enver Paşa, bir gün önce hareketimizi istiyordu. Vakit geçirmemek icab ediyordu. Hicaz isyanı, bütün Arab Yarım Adasını sarmıştı. Đsmail Hakkı Paşa ile sevkiyat'a giderek, Hüseyin Hâki Beyi ziyaret ettik. Đsmi unutulmaması icab eden bu mükemmel teşkilâtçı ve idareci arkadaşımızın himmetiyle, istediğim mitralyöz bölüğünü hemen teşkil ettim. Kararım şu idi: Üç yüz bin altını, teşkil ettiğim makineli tüfek takımının himayesinde Halebe doğru yola çıkartacak, ben de, asıl kuvvetimi teşkil etmek üzere, Đzmir'e gidecek, orada, vaktiyle Garbî Trakya harekâtına iştirak etmiş, Balkan Harbinin diğer safhjalarında bulunmuş, Trablus Garb harbinde Gerilla savaşlarında tecrübe sahibi eski çete efradından güzidelerini toplıyarak, Salihli'deki çiftliğimde bir müddet talim ve terbiyeden sonra hemen hareket edecektim. Ertesi gün, Harbiye Nezareti Hazinesinden üç yüz küsur bin altını terazilerle tartarak aldık. Cephane sandıklarına ve destere taşları arasına torbalar içine yerleştirdik. Üzerine de: «— Dikkat!... infilâk edici maddedir.» etiketlerini her tarafına yapıştırdık. Đsmail Hakkı Paşa,
bu muazzam servetin emniyetle gitmesi hususundaki hassasiyetimi görünce, bana, en emin ve mutemed adamı olan ve ordunun ileri saflarına milyonları götürmiye memur Yusuf isimli genç ve bedenen de, ahlaken olduğu kadar kuvvetli mülâzım-ı evveli (üst teğmeni) verdi. Makineli tüfek zabit ve efradım çok seçkin askerlerdi. Beraberce iki gün kaldık. Onlara takib edecekleri yolu en ince teferruatına kadar izah ettim. Hazineyi de beraberlerine alarak Afyonkarahisarına trenle hareket edecekler, vereceğim talimata orada intizar edeceklerdi. Afyona hareket eden ön kadro şöyleydi: Afyonlu mülâzım Ethem Efendi (Makineli tüfek kumandanı), Bursalı Hüsnü Çavuş (kumandan muavini), Đstanbul Kadıköyünden çeteci Çamur Đzzet (nişancı onbaşısı), Sinoblu Mustafa, Akşehirli Lâtif oğlu Đsmail, Vizeli Kortez Mustafa da efradı teşkil ediyordu. Hazineyi Yusuf E fendi, Pozantıya kadar bu müfrezenin himayesinde götürecekti.
KADRO TAMAMLAIYOR:
Yanıma Şerif Müzeygır ve San'alı Ahmed Mücahid'i alarak Đzmir'e, oradan Salihli'ye çiftliğime geldim. Kararım, Çöl'de çete harbi yapabilecek tecrübeye sahib seçkin mücadelecileri bir araya toplamaktı. Teşkilât-ı Mahsusanın bu mevzuda sıkıntı çektirmiyecek elemanları vardı. Giritli Necati Beyi, Đstanbula göndererek eski Đzmir Liman Reisi Hüseyin Beyde bulunan çok süratli ve fırtınalara mukavemetli Đngiliz deniz muşunu satın alarak arkamdan Medineye yetiştirmekle vazifelendirdim. Niyetim, vaziyeti müsaid bulursam Kızıl Deniz (Bahr-i Ahmer) den elde edeceğim bir Arab zanboğ'una (yelkenlisine) koyarak, evvelce de Hudeyde'ye kadar denizden yaptığımız gizli seferi tekrarlamaktı. Kadrom, kısa zamanda tamamlanmıştı: Şeyh Şerif Müzeygır ve San'alı Ahmed Müeahid, Kozluklu yüzbaşı Mehmet Asumha, Teşkilât-ı Mahsusadan yüzbaşı Giritli Đsmail Bey, Mülâzım Behçet Efendi, Çallı Hüseyin Bey, Cihangirli Arab Abidin, Üsküdarlı Đbrahim Çavuş, Giritli Hüseyin Hulki Bey, ünlü çetecilerden Mamaka Mustafa, Arnavud Celâl, Rıfat Çavuşdan mürekkebdi. Bunlar, Teşkilât-ı Mahsusanm en güç vazifelerini cesaret ve şerefle başarmış kahraman arkadaşlar, kanlarını vatan için akıtmaktan zerrece fütur getirmiyen tecrübeli mücadelecilerdi.
Deniz yolculuğu icab ettiği zaman, kullanılmak üzere hazırlanmasını istediğim motoru, Beşiktaşlı Lala Mehmet Beyzade Kemal Bey, Bahriyenin meşhur motorcu çarkçıbaşısı Yüzbaşı Ali Efendiye söktürerek ambalajını yaptırmıştı. Enver Paşaya, motoru arkamızdan mutemed bir zatla göndermesini şifre ile rica ettim. Kolağası Mudanyalı Âsim Beyin memur edildiği cevabı geldi, ben de, kadromla birlikte Đzmir'den Afyona hareket ettim.
HALEB ĐSTASYOUDA CEMAL PAŞA ve BĐR HÂDĐSE:
Beraberimdeki arkadaşları, Hazine ile beraber Afyondan Pozantıya gönderdim. Kendim Đstanbuldan yola çıkarılacağı bildirilen motörü beklemeyi tercih ettim. Gayem, en yakın yol olan denizden Kızıl Denizi aşarak Đmam Yahya ile buluşmaktı. Fakat, motorun gelmesi gecikince, Pozantıda beni bekleyen arkadaşlarıma iltihak ettim ve emrimize tahsis edilen otolarla, Tarsus - Osmaniye - Katma'dan geçerek Halebe geldik. Kendimi, girişeceğim büyük teşebbüsde, tamamen serbest ve sanki, bir müddet alenî vazife görmekte olduğum intibaını vermek istediğimden, Baron Oteline indim, arkadaşlarımı da, dikkati çekmemeleri için şehrin muhtelif yerlerindeki askerî misafirhanelere yerleştirdim. Vali, Cemal Paşanın ertesi günü Haleb'e geleceğini söyledi. Hazinemiz, tehlikesizce ve salimen Şam'a erişmişti. Suriyeyi çok karışık ve umumî efkârı galeyan halinde bulmuştum. Neden böyle idi? Neden içinde olduğumuz badirenin icabı olarak daha müsamahalı ve geniş düşünceli değildik? Bu şiddet politikasının tamamen aleyhinde idim. Enver Paşa da ayni fikirde idi. Fakat, Cemal Paşaya karşı bu fikirlerini, bir hükümet kararı halinde tebliğ ve telkin etmekten de çekiniyordu. Đttihad ve Terakki'nia «ekanim-i selâse» si denilen Enver, Talât, Cemal Paşaların arasında derin fikir ayrılıkları olduğunda şüphe yoktu. Harbin ikinci senesinde, ÜÇ PAŞA arasında, bir çeşid, nüfuz ve kudret taksimi yapılmış gibi idi. Suriye, tamamen Cemal Paşanın nüfuzu altındaydı. Paşa, Dördüncü Ordu Kumandanlığı, Suriye Umumî Valiliği ile beraber, Bahriye Nazırlığını da muhafaza ediyordu. Zaten, donanmamızın açık deniz değeri kalmamış gibi idi. Kıyılarımızı Alman denizaltıları koruyordu, Yavuz ve Midilli gibi, harbe girmemize şeklî sebeb olan iki gemiden Midilli batmış, Yavuz iki defa yaralanmıştı. Onu da, gözümüz gibi saklıyorduk. Bahriyemizin vazifesi, o cefakeş Şirket-i Hayriyenin emektar küçük gemileriyle kısa seferler yapmak, iç denizlerimizde asker ve mühimmat taşımıya hasredilmiş idi. Seyrisefain ve Şirket-i Hayriyenin bu mütevazı
imkânları içinde, elimizdeki bir kaç eskimiş harb gemisi ve tonajları, karşımızdakilerin dev dritnot ve kruvazörleri yanında hazin olan hücumbotlar ve torpitolar ile mayinlenmiş Çanakkaleden dışarı çıkamıyorduk. Cemal Paşa, lâfzî bir makam olarak kalan Bahriye Nazırlığını muhafaza etmekle beraber, bütün dikkat ve vaktim, Suriye ve Hicaz'a toplamıştı. Oradaki debdebeli hayatı ise, tenkidlere yol açıyordu. Sabahın erken saatlerinde Haleb istasyonu, asker ve sivil erkân, eşraf, halk, mekteplilerle dolmuştu. Kimse, trenin geleceği saati bilmiyordu. Hava çok sıcaktı. Vali Bekir Sami Bey, Kumandan erkânı harb Yakub Şevki Paşa ile beraber istasyon binasında idik. Saatler geçiyor, tren gözükmüyordu. Valiye dedim ki: «— Bekir Sami Bey... Şu güneşin altında, askerleri, hele şu masum yavrucukları saatlerce bekletmek doğru mudur? Paşa, bir iki istasyon yaklaşınca haber verilse daha iyi olmaz mı? Böylelikle istikbâle gelenler bezmemiş olurlar.» Vali, benim bu dostça ikazıma biraz hayret eder gibi tavır takındı. Şevki Paşa ise, sükut ediyor, önüne bakıyordu. Bekir Sami Bey, bir müddet tereddüd ettikten sonra şu cevabı verdi: «— Vallahi efendim, Paşanın geliş gidiş saatlerinin gizli tutulması âdeti takib ediliyor. Ancak geleceği günü biliyoruz. Saat kasden, belki emniyet tedbiri olarak mektum tutuluyor. Biz de, mecburî olarak, tazim vazifemizi ifa için günün ilk saatlerinde istasyona toplanmış oluyoruz.» Bu cevab beni tatmin etmemişti. Bilhassa mektep çocuklarının hali perişandı. Đçlerinden birisi o sırada baygınlık geçirmez mi? Bulunduğumuz güneşten mahfuz binanın penceresinden manzarayı görünce dayanamadım: «— Canım Bekir Sami Bey... Maarif erkânına emir veriniz de, bu masum çocukları hiç olmazsa gölgeye çeksinler. Sıra ile dökülecekler. Bizim Suriyemizin Sultanının teşrif saatleri malûm değilse bunun cezasını evlâtlarımıza mı çektirelim? Meçhul muadeleler halli ile meşgulüz...» dedim. Bu sözlerden de, hiç bir kasdım yoktu. Vali, derhal emir verdi, çocuklar gölgeliğe götürüldüler, bir saat kadar sonra da, tren gözüktü. Đleri gözcüler flamalarla işaret verdiler. Cemal Paşa, büyük bir nezaketle istikbâle gelenlerin ellerini sıkıyordu. Vali ile Şevki Paşanın arasında idim. Geldiğimden haberdar edilmiş hâli vardı. Sarılarak müsafaha ettik:
«— Đkindi çayına karargâha beklerim.» dedi. Karargâh da, benim kaldığım Baron otelinde idi. Öğle yemeğini, Şevki Paşa ile beraber yedik. Đkindi saatlerinde, Ordu Karargâhı haline konulmuş olan alt kattaki yaver odasında, beni karşılayan Bahriyeli yaver Nusret Bey: «— Sizi bekliyor...» dedi ve kapıyı açtı. Cemal Paşa, ayakta ve pencerenin yanındaydı. Yine sarılıştık. Fakat hâlinde, sabahkinden farklı bir garabet ve çekingenlik vardı. Đstırabını bir gülümsemeye sarma gayreti ile: «— Nasıl Eşref çiğim... Suriye Sultanlığı bana yakışmıyor mu?» dedi. Evvelâ, bu cümleden bir şey anlamadım... Fakat bir ânda, istasyonda, mektep çocuklarını saatlerce güneş altında bekletmenin verdiği üzüntü ile kullandığım cümlelerin, Cemal Paşaya nasıl bir kötü maksadla ve jurnacılık ruhu ile iletildiğini kavradım. Benim, Enver Paşa ile olan rabıtam malûmdu. Onun yanındaki mevkiim de... Enverle Cemal arasındaki hâdiseler de malûmdu. Abbas Hilmi Paşanın, vaktiyle, Dördüncü Ordu Kumandanlığını bilen tek insan da bendim. Onun bu makama gelmeden ayrılmasının sebeplerini de... Çok müteessir oldum. Vatan elden gidiyordu ve biz, ne küçük ve basit şahsî dertler, meseleler, kaprisler ve rekabet duyguları içinde idik... Sükûnetle dedim ki: «— Size olan sevgimi bilirsiniz. Bu sözleri, istasyonda bilhassa mektep yavrucuklarının saatlerce güneş altında bekletilmelerinin üzüntüsü ile söylemiştim. Mal bulmuş mağribî gibi yetiştirmişler... Söyliyen kim? Ben, yâni sizin böylecesine yakın dostunuz olan Eşref... Söylenen kim? Siz... Yâni, Dördüncü Ordu Kumandanı ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa... Vali de, Şevki Paşa da yanımda idiler. Şimdi bakınız Paşa Hazretleri... Bizler, her şeyi bu jurnalcılığa başvuranları tepelediğimiz, onlara iltifat ettiğimiz için kaybediyoruz. Ben, bu saltanatlı gidiş ve gelişlerin hikmetini kavramıyan bir mücadele ve hareket adamıyım. Şimdi benim bu sözlerimden böylecesine mânâ çıkaranlar, en küçük ikazları sizlere nasıl aksettiriyorlar, onu düşünüyorum...» Cemal Paşa, beni sükûnetle dinledi. Elimden tutarak, bir kanapeye iliştik. Dedi ki: «— Eşrefçiğim... Benim Sultanvârî geliş gidişlerim, halkın indinde hükümet itibar ve azametini temsil edebilmeyi şekle bağlamak istediğimdendir. Halkın hükmü gözündedir. Halk, hükümetin satvetini gözlerinin ibresinde takib eder. Yoksa ben saltanat budalası değilim...»
BĐR GĐZLĐ ĐHTĐLÂL OCAĞI I TARĐHĐ DE SAFHALAR
Teşkilât-ı Mahsusa, kuruluşundan dağılışına kadar «gizli» bir müessese olarak çalıştı: Kurucusu Eşref Beyin kafasında, Sultan Hamid istibdadına karşı ferdî mücadele başlarken, yürüdüğü yolun sonunda imparatorluğun kaderine istikamet verebilmiş bir «ihtilâl» hattâ «inkılâb» müessesesini kurabilmenin hayâli dahi yoktu. Kendisi, büyük bir samimiyetle bu hakikati itiraf eder: «— Ben, der, ecid ve Hicaz çöllerine, genç bir zabit olarak sürüldüm. Memleketin içinde çalkandığı haksızlıklar, istibdad tecellileri, bilhassa jurnalciliğin aile harîmine kadar girmesi, devletin varlığına musallat olan iç ve dış düşmanlar, genç ruhumda, haksızlıklarla mücadele aşkını uyandırdı. Siz, hiç kabahatiniz olmadan, ortaçağ işkence vasıtalarının en fecii olan, hattâ Engizisyon devrinde bile rastlanmıyan tomruğa çakılma zulmüne uğradınız rnı? Ben, zindanlarda aylarca inletildim. Kabahatim neydi, bilmiyorum... Bildiğim tek şey, memleketi saran haksızlıkların infiali ve isyan duygusu idi... Taif'de, o muhterem Hürriyet Babası Mithat Paşa'nm şehid edildiği odanın karşısına, ibret olsun diye kapatıldım, Taif zindanlarında zulme uğradım. Gençtim, mukavimdim, yılmadım, fırsat yarattım, kaçtım, benim gibi mağdur olanları topladım, mücadeleye başladım, şeklen ne kadar kuvvetli gözükürse gözüksün, her istibdad mekanizması gibi. Sultan Hamid'in idaresi de çürümüştü. Bana bu sâlîdde olan zulmün yıkılabilmesi için bir Teşkilât kurmak fikri, Veteriner Miralay Dr. Rasim merhumdan geldi: «— Sen, nasıl büyük bir işin içindesin, farkında değilsin: Ordu'nun bilhassa Erkânıharb sınıflarında kaynaşma var. Herkes dertli ve mustarib... Ferdî iş olmaz. Teşkilât yap. Mücadelene bütün vatanperverleri davet et. Tarih önünde. Dünyanın her mütemeddin yerinde, ihtilâlleri ve inkılâbları münevver sınıflar yapar, halkın şuuruna mal eder. Bak, Şam'da, Haleb'de, Beyrut'ta, Đzmir'de, Selanik'te, Manastır'da, Kosova'da mürettep kolordulara dağılmış sayısız genç zabit, vilâyet ve sancak merkezlerinde birçok münevver genç memur var, doktor var, hukukçu var... Hepsi, bir örnek, arkasından gidilecek numune bekliyorlar. Sen, etrafına topladığm bir avuç insanla, Hicaz'da Sultan Hamid idaresiyle oynayıp duruyorsun. Bu, bütün memlekete malûm olursa, her tarafta mümasil hâdiseler başlar ve vatanın muhtelif yerlerinde başlıya» parıltılar, günün birinde istibdadı yıkan ışık! olur, bunu ne sen, ne ben kestirebiliriz..
Fakat
insanların
asıl
vazifesi,
ellerinde
olanı
memleketlerine
vakfetmektir... eticeler, o memleketin umumî varlığı, vatanperverliği, feragat ve fazilet
duygularıyla alâkadardır. Đnce noktalar, teferruat düşünüldü mü ümitsizlikler başlar, hesabîlik, büyük neticeleri çelmeler... Haydi bakalım.. Sahneye çık!..» Teşkilât-ı Mahsusa, Hicaz ve Suriye'de, Sultan Hamid idaresinin dayandığı temellerin çürüklüğünü, Kuşcubaşı Oğullarının ferdî mücadelesiyle ve «zabıta vak'ası» hudutlarını aşıp bir «millî ayaklanma» mahiyetini alan hüviyete bürününce, vatanın her tarafındaki münevver kadro ümitlerini bu mücadeleye bağladı: Bu sırada, Avrupa'da olanlar, muhtelif telkin vasıtaları ile halkı uyarmaya çalışıyorlardı. Memleket içinde üç büyük merkezde bu «gizli teşkilât» süratle gelişti: Şam, Đzmir ve Selanik... O günlerde, Şam'a sürülmüş olan kolağası Mustafa Kemal, Eşref Beyin kardeşi Selim Sami'ye sahte bir nüfus kâğıdı temin ediyor ve bütün demiryolu ve kara yollarını tarassuda alan, seyahat için «mürur tezkeresi» yâni «seyahat edebilme vesikası» istiyen ve vatanın en ücra köşelerine kadar yayılmış Hafiye teşkilâtından kurtulabilmek için, bir de «sahte vesika» temin ediyordu... Teşkilât-ı Mahsusa'mn ilk günlerde bile, gözden ırak olabilmek ve «tanınmamak» gayretini görüyoruz: Đzmir ve Đstanbul gizli seyahatleri, ibretli maceralara mevzu olan Selim Sami'nin bu yolculuğu hangi kıyafetle yaptığını da, karşı sahifedeki klişede görüyoruz. Teşkilât-ı Mahsusa, Eşref Beyin Avrupa'ya kaçmasından ve Paris'te toplanmış olan Đttihad ve Terakki'nin ilk kurucuları ile temasa geçerek, teşkilâtı Rumelinde genişletme ve kurma hareketine girişmesinden sonra, Karbonari ihtilâl hüviyetine, bir de siyasî çehre verdi. Meşrutiyetin ilânı ile Teşkilât-ı Mahsusa'yı, o patırdı ve keşmekeş içinde, vazifesini bitirmiş olmanın unutkanlığı ile görüyoruz! Fakat Đtalyanların Trablus-Garb'e yaptıkları ihraç ile sona eren tatlı rüyalar devrinden sonra, Teşkilât-ı Mahsusa, kendi kadrosu içindeki Ordu mensupları ile, Trablus-Garb müdafaasını başaran fiilî aksiyon hareketidir: Balkan Harbi faciasından sonra ise, o başarılı mücadele günlerini Đstanbul'u dolduran mekansız muhacirler, Haliç sandalcıları, Galata hammallarından derlenmiş başıbozuk topluluğu ile ihya hareketi, elbette, müsbet netice vermiyor: Çatalca hattına sevkedilmiş olan bu kuvvetler, Kumburgaz, Yalos, Şahtros köylerinde, yerli gayrı-Türk ve gayrı-müslim tebeaya saldırıyor. Bunun üzerine Enver Paşa (daha o zaman kaymakam Enver Bey) azım Paşayı ikaz ederek, bu kuvvetlerin tensikine Eşref Beyi memur ettiriyor, Keçe Bekir Sıtkı
isyanını bastıran Eşref Bey, bu derme çatma kuvvetleri, nizam altına alıyor: Selim Sami, Süleyman Askerî ve ordudan seçilmiş, daha sonra kolordu ve ordu kumandanlıklarına kadar yükselmiş değerli genç zabitlerin himmetiyle, nizam altına alınan bu kuvvetlerle, Edirne'nin kurtuluşunda büyük ve asıl hizmetler yapıyor, ve Balkan Harbi faciası içinde tek gönül açıcı hâdise olan Garbî Trakya, Bulgarlardan kurtarılarak burada bir Türk Hükümeti kuruluyor: Hem de, Teşkilât ve hüviyet bakımından tam bir CUMHURĐYET olan hükümet!.. Bu başarı ile Teşkilât-ı Mahsusa'nın, imparatorluğun o karmakarışık hüviyeti içinde, ittihad-ı anasır fikrini kadrosunda temsil eden fiilî varlık olması fikri hatıra geliyor... Bu fikrin temeli de, Enver Paşanın, Harbiye azırı olmasıdır.. Paşa, resmî ve hususî hayatının en yakın arkadaşları olan Eşref ve Selim Sami kardeşlere, bu fikrini bir «vatan vazifesi» halinde telkin ediyor: Artık Teşkilât-ı Mahsusa'nın hem kadrosu, hem gayesi vardır... O kadar ki, Balkan Harbini takib edsn devre içinde Ordu resmen terhis edilmişse de, Teşkilât-ı Mahsusa'nın kadrosunda vazifeli olanlar, memleket menfaatleri icabettirdiği ânda derhal harekete geçebilecek hazırlık içindedirler.. Birçok temel meseleler ve fikirler, bu kadro tarafından ele alınıyor: Türk Ana-Vatanmda Moskoflara karşı bir ayaklanma hazırlığını BEŞ TÜRKLERe verme hâdisesi, Đslâm âleminin her tarafında gizli ihtilâl ve millî kurtuluş hareketleri teşkilâtı kuruluyor. Teşkilât-ı Mahsusa bu devresinde, devletin bünyesinde gizli bir müessesedir. Fakat, irade-i seniyye ile kurulmuş resmî, nizamî, kanunî bir varlıktır. Eşref Bey, BEŞ TÜRKLERĐ Hindistan yoluyla Ana-Vatana iletmek için yola çıkınca, yerini, Süleyman Askerî'ye bırakıyor. Onlar yolda iken Birinci Dünya Harbi patlamış ve devletimiz de harbe girmiştir: Eşref Bey, Enver Paşadan aldığı hususî talimat üzerine Hicaz'a geçiyor, orada teşkilâta başlıyor. Süleyman Askerî de Bağdad cephesinde Osmancık taburunun (ki, bu kuvvetler de, Teşkilât-ı Mahsusa'ya tâbi idi) başına geçiyor, Teşkilât-ı Mahsusa'yı bizzat Enver Paşa idare ediyor, irtibat âmiri olarak da, Kırkayak Hüsamettin Bey vazifeleniyor. Bağdad'a askerî vali ve kumandan olan Süleyman Askerî, Şu-ayyibe muharebesinde yaralanıyor ve intihar ediyor. Eşref Beyin Birinci Dünya Harbi içindeki hayatının bir kısmı, ve kendisini yaralı esir olarak Malta'ya sürükliyen Teşkilât-ı Mahsusa, tarihî gerçeklerin doğurduğu millî bir müessese idi: Daha sonra istiklâline kavuşan Müslüman memleketlerine (Mısır, Tunus, Fas, Cezair, Pakistan gibi) Hürriyet fikri ve bu fikrin hayâl olmakdan kurtulması yolları, Teşkilât-ı Mahsusa'nın
himmeti olarak meydana geldi: Bu ülkelerde, daha sonra müsbet neticeyi alanlar veya onların bir nesil önündekilerin büyük çoğunluğu, Teşkilât-ı Mahsusa'nın kadrosunda vazifeli idiler. Acaba bizim, bugün için, sulhçü, insaniyete; hürriyetçi ve millî istiklâlci inançlar ve gayeler bakımından dünyaya anlatacağımız hakikatler yok mudur? Bir zamanlar, dünyaya hükmetmiş en büyük bir imparatorluğun manevî vârisi ve cihan içinde müstakil son Türk devleti oiarak, dünya yüzündeki seksen milyonu aşan ırkdaşımıza ve dört yüz milyona yükselmiş dindaşımıza, fikrî, harsı, içtimaî hiçbir bağlantımız kalmamış mıdır? Ve, bu bağlantılar için lâyık bir müessesenin faaliyeti, dünya muvazenesindeki kuvvetimiz için şart değil midir? Đşte bir sürü sual ki, cevap verebilmek için, evvelâ, Parti kavgaları ile birbirimizin yakasındaki ellerimizi çekip, şakağımıza koymak ve düşünmemizle mümkün... Fakat nerede o mes'ut gün?...
Kendisine hakkında böyle bir fikir beslemediğimi temin ettim. Fakat, Cemal Paşanın ruh haleti, memleketin içinde bulunduğu şartları ve onu idare edenlerin buluttan nem kapma psikolojilerini çok güzel gösteriyordu. Halbuki memleketin şartları, onu idare edenlerin evvelâ kendi hareket ve niyetlerinin Mlisiyetine, sonra da birbirlerine tam bir güven hissiyle bağlanmalarını ieab ettiriyordu. Gerek Đstanbulda, gerek büyük merkezlerde bu temel duygunun zayıfladığını hüzünle müşahede ediyordum. Cemal Pasa, mevzuu değiştirdi. Đstanbul havadisleri sordu. Duyduklarım ve bildiklerim, neş'e ve ümid verici değildi. Bilhassa, Đmam Yahya'nın nezdindeki yeni teşebbüsüm, kendisinin o güne kadar takib
ettiği
siyasetle
tam
bir irtibatı
ve intibakı da
yoktu.
Buna
rağmen,
Başkumandanlıktan, hareket ve faaliyetim için şifre ile talimat almış olduğunu bildiğimden, teferruata girmeden düşüncelerimi anlattım. Arabistan siyaseti üzerinde, o güne kadar, aramızdaki görüş ayrılıklarında ben haklı çıkmıştım. Hiç itiraz etmedi. Muvaffakiyetim için elinden gelen bütün yardımları yapmıya hazır olduğunu söyledi. Cidden samimî idi. Teşekkür ettim. Cemal Paşada da, hâdiselerin beklenildiğinden başka tarzda inkişafından ve tecellisinden doğan dertlilik ve asabiyet vardı. Bu sırada yaver, Lübnandan beklenen bir heyetin geldiğini haber verdi. Fırsattan istifade ederek müsaade
istedim ve Cemal Paşadan ayrıldım... O ânda nereden bilirdim ki kendisiyle, yakın ve uzak mazide, iki fânî arasında teessüs edilecek en yakın dostluk ve ideal münasebetler kurmuş olduğumuz
Ahmet
Cemal
Paşa
ile
vatan
dâvalarını
bir
daha
böylecesine
görüşemiyecektim...
MEDĐEDE FAHRĐ PAŞAI KARARGÂHIDA:
Yanımdaki arkadaşlarla beraber Haleb'de daha fazla kalmıyarak Şam'a hareket ettik. Yollar, fevkalâde zamanların hercümerci içinde idi. Şam'da, eski karargâhım olan Damaskos Palas'a yerleştim. Artık kararımı vermiştim: Yemen'e karadan gidecektim... Deniz yolu, benim için daha kısa olmakla beraber, Kızıl Deniz'e çıkabilmenin imkânını bulamıyordum. Şam, Đngiliz ve Şerif Hüseyin'in casusları ile dolu idi. Burada, içten içe devam eden bir de Đngiliz - Fransız rekabeti vardı. Damaskos Palas'ta, bir Fransız casusu olduğu pek de belli olmıyan ve Đsviçre gibi tarafsız bir memleketin pasaportuna taşıyan güzel ve zengin bir kadınla, yine aynı vasıfta iki «akraba yiğen» hareketlerimi çeşitli vesileler bularak adım adım takib ediyorlardı. Mevzu müsaid olsa, bir ajan'ın, adına çalıştığı devlet için bir şeyler öğrenebilme bahasına ne çârelere başvurduğunu anlatmam, hayalî polisiye ve casusluk romanlarının içinde bulunabileceklerden pek, pek çok meraklılarının, o günlerde Đmparatorluğumuzun dört bucağını sardığını anlatmıya yeter... Der'a'da bulunan bazı Dürzü kabilelerin isyanı ile karakollarımıza taarruz etmeleri Şam'da günün meselesi halinde idi. Vali Tahsin Bey (daha sonra Cumhuriyet devrinde Üçüncü Umumî müfettiş olan merhum Tahsin Uzer) bu âsilerin tenkili için benden yardım taleb etti. Đzmir'den hareketim sırasında, Yemen'deki teşebbüslerim muvaffak olursa, cephe gerisi savaşları için adreslerini tesbit ettiğim Teşkilât-ı Mahsusa'nın, Ordunun dört bir kıtasına yayılmış olan tecrübeli çetecilerinden bir kısmının mes'ul kumandanlarına müracaat ederek hemen Şam'a gönderilmelerini taleb ettim. Bu arada, Garbî Trakya Hükûmet-i muvakkatesinin kuruluşunda büyük fedakârlıkları olan ve hâlen Şam'ın Kunaytıra kazasında bulunan Eyyub Berzenc'i süratle gelen efradın başına geçirttim. Bizzat Valinin de iştirak ettiği tenkil harekâtı kısa zamanda en müsbet neticelerini verdi. Tahsin Beyi isyanın bastırılmasında, Teşkilât-ı Mahsusa kuvvetlerinin hizmetini, hem Dördüncü Ordu Kumandanlığına, hem de Sadrıâzam ve Başkumandanlığa bildirmiş. Bana
da, ayrıca teşekkür ederek, efradın nakdî mükâfatla taltifinin mümkün olup olmadığını sordu. Mâni oldum.,. Bütün endişem, yapılan vatan mücadelesinin bir menfaat havası alması faciası idi. Fakat kendilerine, birer nişan verilmesi ve künyelerine terfileri için mesned olmasına muvafakat ettim. Bu günlerde, âdeta bir meydan okuma mânası taşıyan şayanı dikkat bir hâdise vukua geldi: 12 lik Zays dürbinim, kılıfından çalındı ve içine tehdid mektupları konuldu!... Bu basit ve garib hırsızlık ve tehdid, faaliyetimin düşmanlar tarafından takib edilmekte olduğu şüphesini bende kanaat haline getirdi. Đhtiyatlı olabilmem de ne yazık ki mümkün değildi: Güya kendi memleketimizde, vatanımızın bir parçasında idik! Artık Medine'ye doğru hareket etmek ve oradan da çok iyi bildiğim Büyük Çöl'ü aşarak Yemen'e erişmek kararında idim... Fakat hareket plânımı istisnasız kimse bilmiyordu. Şeklen Medineye, aziz ve muhterem dostum Fahri Paşaya nezaket ziyareti yapacaktım. Yanımda, mitralyöz takımım ve hazinem olduğu halde yola çıktım. Odunla işliyen tren bizi ancak altı günde Medineye eriştirebildi. Hareketimizden evvel hastalanan San'alı Ahmed Mücahid'i Der'a Hastahanesine yatırmıştık. Bu talihsiz adamcağızı, iyileşmesinden sonra bize iltihak için yolda iken bileti olmaması bahanesiyle tevkif etmişler! Elinde, her türlü yardımı görmesi için Harbiye Nâzırı müsteşarı Mahmut Kâmil Paşanın bir de tavsiye mektubu bulunmasına rağmen, başına gelenler, nasıl bir hava içinde mücadele ettiğimizi anlatan ibretli bir hâdisedir. Kendisinin kurtarılışı ancak benim vak'adan haberdar olarak yaptığım şiddetli bir tazyikten sonra mümkün olabildi! Medineye gelişimizle beraber beni istasyonda, Fahri Paşa namına yaveri karşıladı. Paşa Matman. Gazal boğazında müdafaa hazırlıkları ile meşgul idi. Beni beklediğini bildiriyordu. Çok sevdiğim ve saydığım bu eski dostun ziyaretine gittim. Yanımda Şerif Müzeygır de vardı. Bir gece misafiri oldum. Fahri Paşanın mevkii ve vaziyeti gün geçtikçe güçleşiyordu. Müsbet ve tatminkâr bir siyaset de takib edilmiyordu. Ahamede kabilesinden Hudeyka oğullarını, Paşanın yanında kalmakta olan Fıkra'lılardan öğrenmek istedim. Hepsinin Cüdeyde boğazında mevzi tutmuş olan asî Şerif Hüseyin'in oğlu Faysal'ın yanına gittiklerini söylediler. Fahri Paşaya, Arab Bedevilerinin mizaçları ve ananeleri üzerinde izahat verdim, bazı tavsiyelerde bulundum. Bu tavsiye ettiğim tedbirleri bizzat almak ve tatbik etmek üzere Paşa ile tam mutabakat halinde idik ki, Toros menzil
kumandanlığından, beklediğim deniz motörüne ait on ikinci kolordu şifresiyle şu telgraf geldi: «— Sual buyurulan mühimmat ve vasıtalar 10 eylül 1332 (1916) tarihinde, Necati Bey'in emanetinde olarak Şam'a sevkolunmuştur. Arzolunur.» Yârabbi... Bu ne ihmâldi!... Ortada, Başkumandanın şahsen, bütün menzillere verdiği kat'î emirler vardı. Buna rağmen, beklediğim vasıtalar, kırk sekiz gündür «yollarda» idi. Nihayet 27 eylül 1332 (1916) da mücahid Đsmail ve Kemal Beylerden şu telgraf geldi: «— Bugün, Kemal Beyle bütün beklediklerimiz geldi. Benzin ve gazlar akıyor. Tenekeler yolda delindi. Emrinize muntazırız...» Ben, Medinedeyim; delmen tenekeler Şam'da!... Ne emir verebilirdim? Fahri Paşa ile içinde bulunduğumuz vaziyetin fecaatini içimiz yanarak konuştuk. Kırtasiyecilik, bizi sulhte de, harbde de mahvediyordu: Yemen'e, Kızıl Denizi aşarak gitmek kararında idim. Sahilde, zanbuğ (Arab yelkenlisi) bile hazırlatmıştım. Fakat gelmesine bunca ümid bağladığım motor ve vasıtalar, işte bir buçuk aydır yollarda sürükleniyordu. Derhal hareketlerini emrettim. Fakat müfreze kumandanı Rıfat Beyden aldığım telgraf, beni hiddet ve istirabdan deli etti: «— Eşyanın sevki için ancak bir vagon alabildim. Bir buçuk vagon daha lâzımdır. Hat komiserliği ve merkez kumandanlığına müracaatım üzerine ancak dört gün sonra bir vagon daha verebileceklerini söylediler. Eşyanın mütebakisini burada emin bir makama bırakarak efrad ile hareketim veya vagonları beklemem hususunda emirlerinize muntazırım.»
ŞĐMDĐ DE SAHĐL YOLU:
Şahsî imzamla ve «BĐR DAKĐKA TEHĐRĐ MUCĐB-Đ ĐDAMDIR» kaydı ile ve başta hat komiserliği, Şam merkez kumandanlığı olarak çektiğim çok şiddetli telgraf üzerine «gayet müstaceldir» kaydiyle nihayet aylardır beklediğim neticeye dair «müjde» gelebildi: «— Benzin, motor, gaz, cephane, tüfek, erzaklar ve bilhassa beklediğiniz emanet ve saire mükemmeldir. Vagonlarla Şam'dan 4 teşrinievvel 1332 (1916) hareket ettim. Müfreze ile Ebû Naam'de kalmak üzere emrinizi aldım. Motor ve levazımat da beraber mi kalacak,
yoksa Medineye mi gelecek? Deve semerlerini emirle Şam'da terkettim. Ester ve develeri teç-hizatıyla beraber Medine-i Münevvereden almak üzere zata mahsus telgrafla Bahriye Nazırı Paşa Hazretlerinden emir aldım. Herhalde ben yalnız olarak Medineye kadar geleceğim. Bu bapta emirlerinize, Ebû Nam'da muntazırım.» Đstirabım cidden büyüktü: Đzmir sabık liman reisinden şahsî paramla satın aldığım bu fevkalâde süratli Đngiliz motörü ile, Kızıl Denizi rahatça aşabilecek idim. Çünkü on beş gün evveline kadar, Kızıl Denizin bir çok kısımları, âsî Şerif Kuvvetlerinin eline geçmemişti. Benim buralarda çok yakın dostlarım, güvendiğim insanlar vardı Fakat biz, kırtasî muameleler yüzünden bu altından değerli günleri kaybetmiştik... Şimdi, motor hazırdı, zanbuğ (arab yelkenlisi) Kızıl Deniz açıklarında beni bekliyordu... Fakat, fakat ne yazık, artık «Bizim» diyebileceğimiz sahil yoktu: Çünkü, Bahr-i Ahmer (Kızıl Deniz) in bütün kıyıları, hain ve âsî Şerif Hüseyin'in, daha doğrusu Đngilizlerin kontrolü altında idi. O güzelim fırsatı da kaçırmıştık: Hem de, başımıza bir çok dertlerin gelmesinin başlıca sebebi olan lâubalilikler, kırtasiyecilikler, gafletler uğruna...
ÇÖLÜ AŞMAK KARARIDA ĐDĐM:
Benim için yapacak bir tek şey vardı: Çöl'ü aşmak!.. Vakia çöl, geçilebilecek olan bütün kesimlerde âsî Şerif Hüseyin ve oğullarının kuvvetlerinin tam bir kontrolü altında idi. Fakat ben görüyordum ki, Hicaz isyanını durdurabilmek ve bastırmak için tek çare. Yemen Đmamı Yahya ile bu çevredeki Bedevî kabilelerini âsîlerin üzerine sevketmek ve onlara, bizzat kendi silâh ve usulleriyle mukabele etmektir. Çölün coğrafî, tabiî, ananevi icabı bu idi: Çöl hayatı, nizam ve disiplini reddeden ve ancak kendi hususî şartlarına intibak edildiği zaman, cevab verebilen bambaşka âlemdi... Bu gerçeğin anlaşılmamış veya anlaşılmak istenmemiş olmasıdır ki, asırlardır, oluk gibi Türk kanının boşuna harcandığı bu riya, menfaat, hodbinlik dolu diyarda, hakikî bir Türk hâkimiyetinin kurulmasına mâni olmuştu. Đşte, o günlerden zamanımıza kadar geçen vak'alar hep aynı hakikati isbat etmiyor mu? Şerif Hüseyin'in ve oğullarının akibeti ne oldu? Bu aile uğruna ve onun gösterdiği yolda, asırlarca ekmeğini yedikleri, nimetini gördükleri, ihtiram ve saygının en üstün seviyesine çıkartıldıkları halde, Türk milletine ve devletine karşı isyan etmiş olan bu halk, sırası geldi, Şerif ailesinin ferdlerini suikasıdlar, isyanlar, ihtilâller ile parçalamadı mı?
Şimdi onlara mensub olarak, sadece bir Ürdün'de yapmacık bir devlet var... Onun da akibeti belli değil. O da, çevresindeki Çerkeş lejiyonunun kudretiyle ayakta durabiliyor... Đngiltere, Arab Yarım Adasına bu hakikatleri bilmenin saadet ve kolaylığı ile girdiği içindir ki, bizim gafletimizi göstermedi, istenmediğini hissettiği zaman, iktisadî menfaatlerini sağlama bağlıyarak elini çekti, gitti: Harcadığı paranın, döktüğü kanın binlerce misli petrol servetini garantiye bağladıktan sonra... Biz ise, toprağın altındaki nimetin gafili olarak, toprak üstündeki kum'un ve bu kum kadar seyyal ve akıcı hayâlâtın arkasından koştuk: Öz vatanı bıraktık, oralarda didindik durduk... Ben şuna kani idim: Hicaz isyanının alevlendiği şu sıralarda, eğer bu isyan bastırılmıyacak veya hiç olmazsa, belirli ve mahdud bir sahaya sıkıştırılmıyıcak olursa, Đngiliz taarruzu ergeç başlıyacaktı. Đngilizler, Filistin cephesinde ve Sina bölümünde, bu neticeye intizar ediyorlardı: Patlattıkları iç ihanetin kendi hesablarma müsbet neticelerinin elde edilmesine.... Bunu da önliyecek tek tedbir, Çöl halkını birbiri üzerinde hesaplaşmaya sevketmekti... Çöl öylecesine menfaat kavgalarının devam ettiği bir yer idi ki, bu kavgaların istikametini tâyin edebilmiş olanlar için, kendilerinin hususî emek harcamalarına lüzum yoktu. Ne yazık ki, asırlardır bu meçhuller beldelerinin anahtarları elinde olan bizler için malûmlar, meçhullerin yanında pek zavallı bir tutamak değersiz bilgi idi. Çöl'ü aşmak... Bu, söylenildiği kadar basit ve kolay değildi: Medine, şimalden ve garbden muhasara altında idi. Fahri Paşa, mâhirâne bir manevra ile, düşmanın muhasara hattını şehrin yakınından Bir'ul derviş, Gair ve Müceyz'e kadar atmıya muvaffak olmuştu. Fakat zaman geçtikçe urban, Hanelik üzerinden şehre yanaşmıya muvaffak oluyor ve vaziyet her ân daha da fenalaşıyordu. Kumandan Paşanın ellindeki kuvvet ise, hiç bir mukabil harekete imkan vermiyordu. Demiryolundan kâfi derecede istifade edilemiyordu. Lokomotifleri işletecek kömür ve odun da, erzak kıtlığı başlamıştı. Hükümet, halk arasında hoşnutsuzluğu önlemek gayesiyle, Şamdan üç kuruşa aldığı buğdayı Medinede bir kuruşa sattırıyor, askerin erzakından keserek yerli halkı tatmin yoluna gidiyorsa da bedeviler, gelen kervanları soymak için hiç bir fırsatı kaçırmıyorlardı.
Kuvvetlerime, şehir civarında devamlı talimler yaptırıyordum... Böylelikle, benim de şehrin müdafaasına iştirak ettiğim zannmı uyandırmaya çalışırken, bu manevralar, şehri kuşatmış olan âsî kuvvetlerin de maneviyatını kırıyordu.
ĐKĐ KAFĐLE HALĐDE HAREKET:
Mevcut kuvvetlerimi iki kafile halinde hareket ettirmeyi muvafık gördüm: Tecrübelerim, o engin çöllerde, bir müsademe olduğu zaman yardımcı kuvvetler arasında kolaylıkla girebilecek Bedevilerin, bizi birbirimizden ayırarak zayıf düşürmelerine mâni olmak idi. Birinci kafilemi, Yemenli Şeyh Müzeygır'ın kumandasına vermiştim. San'alı Ahmet Mücahid Efendi ve yüzbaşı Rıfat Bey, birinci müfrezede vazifeli idiler. Hazinemizi, Đsmail Hakkı Paşanın mutemedi olarak bana tavsiye ettiği mülâzım Yusuf Efendi ile, emirberim zenci Musa'nın kumandasındaki muhafızlar taşıyacaklardı. Hacı Ali Mığrıbî isimli, sadık ve fedakâr Yemenli mücahidi de, hazine bir tehlikeye maruz kalırsa, çok iyi tanıdığı bu havaliye gömmesi için onların emrine bıraktım. Bu arada, garib bir hâdise vukua geldi: Hareketimden bir kaç gün evvel, mavzerlerimizin miktarını, yolda bize iltihakı mümkün ve muhtemel olanları da derpiş ederek, artırmak istemiştim. Medineden bana birçok iltihaklar da olmuştu. Mavzer sayımızı artırmak için müracaat ettiğim Ordu Kumandanı Cemal Paşa namına, menzil müfettişliğinden, mavzer tahsis edilemiyecegine, diğer ihtiyaçlarımızı temin için emir alındığına dair garib bir haber geldi. Bunun üzerine, eski dostluklara istinad ederek civardan silâh ihtiyacını tamamiyle karşıladım. Yanımda olmasını çok istediğim ve vaktiyle Đbn-i Reşid'i ziyarete giderken bize yol göstermiş olan Huteym kabilesinden Abud Đbn-i Đsa da gelince, Allahın lütuf ve inayetine sığınarak yola çıktık. Đkinci ve asıl kafileye şahsen kumanda ediyordum: Mitralyöz müfrezesi, hecinsüvarlar, Teşkilât-ı Mahsusanın kahramanları bu kafilenin içinde idi... Miktar itibariyle çok azdık. Birinci kafilemiz otuz beş, ikinci kafilemiz yetmiş altı kişi idik. Bunların büyük kısmı, elbetteki muharib de değildi. Fiilen savaşa girecek olan kadromuz artık kırk kişi idik. Belki tarihin garib bir intibaki veya tekerrürü, Selim Sami de, Garbi Trakyayı bize kazandıran Habibçe savaşını kırk fedaî ile yapmıştı. Ben de, Trablus Garb'de Đtalyanların ilk esir alayının sancağını, yine kırk mücahid ile almıştım. Bir silâhlı çatışma olursa, asıl
kuvvetimi kırk rakamı üzerinde bulunca, ferahlık ve teselli duydum. Đnsan ruhu, bazen ve bilhassa güç ânlarda, en masam hâdiselerden ümid aramaya ne kadar muhtaçtır. Kafilemizin bir de imamı vard?: Medineli Hasan Efendi Zeytuni... Bir ölüm-kalım yoluna çıkıyorduk. Bu temiz yürekli, hakikî Müslüman âlimi, mukaddes ve şerefli bir vazife yolunda olduğumuzu anlamış olmanın inancı ile bize iltihak etmişti. Ne çare ki kader, Çöl'ün ortasında bizi ancak dört yaralı ile kalarak erittiği zaman, Allaha son nefeslerimi verirken dini telkinlerimizi, kendi vicdanımızla yapmamızı mukadder kılmıştı. Fakat, onun da adını burada minnetle anarım. Hazineyi birinci kafile ile göndermemin sebebi, bu kafileye riyaset eden Şeyh Şerif, Mehmet Muzeygır'ın aslen Yemenin tanınmış bir şahsiyeti ve yanındakilerin hepsinin Yemenli olması dolayısiyle, Urban tarafından çevirilirlerse, memleketlerine giden yolcular olarak telâkki edileceği idi. Yüzbaşı Rıfat Bey de, Şerif Muzeygır'ın kayınbiraderi olacaktı. Yusuf Bey ise, Yemende olan akrabalarını görmiye giden bir yolcu idi. Nitekim birinci kafilemiz, ilk günlerde, hiç sıkıntı çekmeden yol aldı ve Yemen'deki kuvvetlerimiz için hayatî değeri olan hazineyi, inanılmaz sadakat duygusiyle yerine eriştirebildi. Onlar için düşündüğüm müsbet ve hayırlı ihtimalin tahakkuk etmiş olduğunu, aradan çok zaman geçtikten sonra öğrendiğim an derin bir haz duydum ve kendi başımıza gelenlerin acısının tesellisini bu muvaffakiyette aradım, Fahri ve Basri Paşalar, daha sonra da bizzat Cemal Paşa, âsî Şerif kuvvetlerinin büyük kafileler halinde ve içlerinde Đngiliz, Mısır, Tunuslu zabitler otorak yola çıktıklarını ve bu sebeble, bütün Medine'nin etrafının (kuşatılmakta olduğunu, böylece on binlerce düşmanın çevrelediği bir muhasara hattını yarmanın imkânsızlığını düşünerek yola çıkmamayı, Hazineyi birinci kafile ile göndermiş olmamı kâfi bir muvaffakiyet sayarak geri dönmemi bildiriyorlardı.? Bir-i Osman mevkiinde karargâhımı kurdum. Vaziyeti, iki gün ve gece, sadece kendi mantık ve vicdanımla muhakeme ettim: Đlk kafilem, muvaffakiyetle yoluna devam ediyordu. Eğer ben de aynı saadete ve talihin lûtfuna mazhar olabilseydim, Hicaz isyanını beklemediği bir ânda bastırmak gibi, memleketime emsalsiz bir hizmete imkân bulacaktım. Bu gaye, uğrunda ölmeye değecek kadar mukaddesti. Birinci kafileyi yola çıkardıktan sonra geri dönmek, izzet-i nefsime ağır geliyordu. Karar verdim: Bütün ağırlıklarımızı, Menzil müfettişliğine teslim ettik... En kısa yoldan, fakat en tehlikeli
yoldan mümkün olan süratle giderek Yemen'e ulaşmak için ahdettik. Arkadaşlarıma vaziyeti açıkça anlattım: «— Đstiyen geri dönebilir. Emin olunuz, asla müteessir olmam. Sağ salim dönebilmemiz ancak Cenab-ı Hakkın lûtfu ilâhisi ile mümkündür. Buraya kadar en zor şartlar altında vazife gördünüz. Sizlere teşekkür ederim. Benim şahsî kararım sizi bana iştirake mecbur edemez. Bakınız, işte, Başkumandanlıktan da, Ordu Kumandanlığından da, geri dönmemizi tavsiye eden tebliğler var. Gelen bütün haberler, etrafımızın gittikçe daralan bir çenberle kuşatıldığını gösteriyor. Sizi, kendi vicdanınızla başbaşa bırakmadan, ölümün içine sürüklemenin manevî mes'uliyetini omuzlarıma alamam. Hepinizi evlerinizde bekleyen sevdikleriniz vardır. Düşününüz, kararınızı bana yarın sabah veriniz. Tekrar ediyorum ki, kararınız dönmek de olsa, kalbimde en ufak kırgınlık olmıyacaktır. Buna emin olunuz...» dedim.
TARĐHÎ HAYBER SIRTLARIDA GARĐB RÜYALAR:
Ertesi sabah, bütün arkadaşlarım namına yanıma gelen üç kişi, sonuna kadar devama kararlı olduklarını bildirdiler: O anda da Fahri Paşadan gelen hususî bir haber, Şerif Hüseyin Paşanın oğlu Emîr Abdullah'ın asgarî yirmi bin kişilik bir kuvvetle yolumuz üzerine doğru sarkmakta olduğunu bildiriyor, Hazineyi taşıyan birinci kafilenin «mukadderatına terkedilerek geri dönmenin kâr-ı akıl ve basiret» icabı olduğu tekrarlanıyordu. Yanıma gelen üç kişilik heyete, daha kararlarını bana bildirmelerinden önce dedim ki: «— Vaziyet değişti... Bakınız, Emir Abdullah, yirmi bin kişilik bir kuvvetle üzerimize doğru gelmektedir. Bu güruh arasından biz kırk kişinin çıkıp çenberi yarabilmesi, ancak mucizedir. Sizin kararınızın ne olduğunu bilmiyorum. Fakat bu gelen haberi de, bütün silâh arkadaşlarımıza tebliğ ediniz, vaziyeti yeniden müşavere ediniz ve lütfen sonra bana geliniz.» Gelenler arasında bulunan mülâzım Behçet Bey şu cevabı verdi: «— Beyefendi... Boşuna vakit geçiriyoruz. Biz sizi çok iyi tanırız. Sizin de bizi tanıdığınızı zannederiz. Ben, emirleriniz üzerine bütün arkadaşları toplayıp Fahri Paşa Hazretlerinin
gönderdiği haberi kendilerine yüksek sesle okuyacağım. Fakat verilmiş olan namus sözümüzün hayat endişesiyle değişeceğini asla zannetmiyorum. Bize yarım saat müsaade ediniz.» Evet... Yarım saat bile dolmadan dönen aynı heyet bana, bütün arkadaşlarının SONUNA KADAR YOLA DEVAM kararını bildirdiler. Gözlerim yaşarmıştı... Yarabbi!.. Bu ne kahraman, ne ulu bir milletti. O ânda, aziz arkadaşım, Necid çöllerinde yoldaşım, bu kızgın kumlar arasında, gafillere doğruyu ve hakkı telkin için bir riyazet ehli sükûn ve sabrı içinde aylarca yol almış olan o emsalsiz edib ve şair Mehmet Akif'in Allaha seslenişini duyar gibi oldum Yârab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı, Mahşerde mi bîçarelerin yoksa felahı? Nur istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun,
Evet... O, «beş on sersem» ne yazık ki, bu asîl ve büyük vedianın şeklen muhafızları olması lâzım gelenlerdi: Đhanet, Türklüğün dört yanını sarmıştı... Şerif Abdullahın, bir kaç gün sonra, yaralar ve istirablar içinde yüjzüne haykırdığım gibi, bu adamlar şerif değil, şenî idiler: Hain, nankör, harîs idiler... En buhranlı ve nâzik zamanımızda bizi arkadan vurmuşlardı ve bu darbe, meselâ hürriyet ve istiklâl gibi azîm ve mukaddes gayeler için de değildi: Menfaat içindi... Fânî hırslar ve saadetler içindi. Şimdi kol nizamında yolda idik. Ebû Nâme'den bizi uğurlryan Aü Nasır Efendi, Şerif Hüseyin kuvvetlerinin oğlunun kumandasında olarak şarkdan şimale doğru aktığını, bu yolun da bizi ister istemez kendi kuşağı içine alacağını, çünkü gelenlerin en aşağı yirmi bin kişi olduklarını ve son sistem Đngiliz silâhlarına sahih bilhassa hecinsüvâr alaylarının mükemmel olduğunu söyledi. Son defa kucaklaşırken gözleri nemli idi: «— Eğer gücümün yeteceğini bilsem, seni yolundan çevirirdim. Vallahil azîm ölüme gidiyorsun. Peygamberimiz harb hud'adır demişti. Gel sen de bir gün ileri atılmak üzere geri dön...» Şu cevabı verdim: «— Yâ Ali Nasır... Üzerimize gelenler bizi neden vurmak istiyorlar? Đngilizler namına değil mi? Vaktiyle, bin iki yüz seksen beş sene evvel, Peygamberimiz Efendimiz burada,
ilây-ı kelimetullâh için nasıl dövüştü ise, biz de, onun mukaddes emanetini, sahte ve riyakâr müddeilerinin elinden kurtarmak için burada kanlarımızı dökeceğiz. Emir Abdullah yirmi bin ile geliyormuş. Kâşki seksen bin hecinsüvar ile gelse... Ben bu nankörlere, Türklüğün şehameti yolunda bir ders vereceğim. Arkadaşlarımın hepsine, ayrı ayrı geri dönmelerini rica ettim. Emin ol, ben iki arkadaşımla, bu çemberi daha kolay yararım. Đki, nihayet üç kişinin muhasarayı yarması başkadır, kırk kişinin başka... Fakat ne yapayım ki, onların izzet-i nefsi de asgarî benimkisi kadar mukaddes... Ne yapabilirim? Bir kere ok yaydan çıktı: Duanı eksik etme!» HAYBER'e doğru vadiler arasında ilerlemiye başladık. O gün akşama kadar yürüdük. Mızrâa namındaki vadiden develerin geçmesi için müsaid yol yoktu. Bir gün burada kalarak, kendimize bir yol açtık. Efrad eşyalarını sırtında taşıyor ve develeri iplerle bağlıyarak bir taraftan çekiyor, bir taraftan arkalarından itiyorduk. Arabistanda, pek nâdir rastlanan bu sarp mmtakanm aşılmasından sonra, Hayber düzlüğü başlıyordu. Çok yorgunduk. Hayber'in ardındaki sırtları bize panorama gibi seyrettiren bu vadinin mürtefî yerinde karargâhı kurdurarak geceleme emrini verdim. Nöbetçiler ikişer saat fasıla ile nöbet tutarlarken, diğerleri yorgunluktan bîtab uyuyorlardı. Ortalığın ağarmasına tahminen iki saat kala fena bir rüya gördüm... Rüya adamı değilsem de, zamanın ve mevkiin icabı bana tesir eden bu acı bir daha uyutmadı. Ses çıkarmamıya çalışarak nöbetçilerden en yakın olanının yanına gittim ve nöbeti bana bırakıp uyumasını söyledim. Benim uyandığımı gören nöbetçilerden çerkes Rıfat Çavuşla, azaldı kölelerimden Mübarek yanıma yaklaştılar: «— Beyim... Size bir çay pişirelim mi?» Suyumuz çok azdı. O gün askere, konserve verecektik. Makinelileri de temizliyecek ve geceleyin, belki bir daha durmamak üzere yola çıkacaktık. Gün ağarmıştı. Makinelilerin temizlenmesine nezaret etmek üzere tepeye doğru çıkarken Hecinsüvar kumandanı Giritli Đsmail Efendi, melûl bir tavırla yanıma yaklaştı: «— Beyefendi... Bir şey söyliyeceğim amma, darılmayınız: Ben bu gece, bir rüya gördüm. Bilirsiniz ki benim babam şehiddir. Bana, kendisine kavuşacağımı söyledi. Vasiyetin varsa yap, dedi. Çocuklarım evvel Allah sonra sana emanet...» Kendisini teselli ettim, şakalaştım: «— Yemende benim tanıdığım bir tâbirci vardır. Sabret... Rüyalarını orada tâbir ettiririz,» dedim. Ya o da beni saatlerdir tesiri altında bulunduran rüyamı bilse idi?
GALĐB'LE MAĞLUB'U DĐL KAVGASI Yaralı Eşref Bey, Emîr Abdullah'ın karargâhına getirildiği zaman, bu geniş çadır, Uçan Şeyh adını verdikleri Teşkilât-ı Mahsusa Reisini görmek istiyen meraklılarla dolu idi. Eşref Beyin kırk cengâverinden yaralı olarak ele geçen Mamaka Mustafa'yı sorguya çeken Tunuslu Fransız Binbaşısı Sidi Raho, Emîr Abdullah'ın huzurunda Mustafa'dan Eşref Beyin ölüler arasında bulunmadığını, kaçıp kaçmadığını sormuş, Mustafa da: «— Kaçmaz.. Kaçmamıştır. Eğer ölüler arasında değilse sağdır, aranırsa bulunur.» demişti. Bunun üzerine Emir Abdullah, savaş yerinin baştan sonuna kadar taranmasını, her tarafa hecinsüvarlar gönderilmesini ve Eşref Bey hayatta ise, kılına dokunulmıyarak kendisine getirilmesini emretmişti. Şimdi Eşref Beyi dinliyelim: «— Geceyi, şehidler arasında geçirmiştik. Sabah ışıkları arasında, başlarında Mısırlı binbaşı Abdülhamid ve Tunuslu Müslüman Fransız Binbaşısı Sidi Raho olan tahminen yirmi kişilik kadar bir grubun, ismimi yüksek sesle haykırarak beni aradıklarım duydum. Onlar bana yaklaştıkça, harbin acısı ve güya din kardeşi olan bu insanların kahraman arkadaşlarıma reva gördükleri zulümle hiddet kesilmiştim. Yaralarımın dayanılmaz acısını unutmuş gibiydim. Asabi bir buhran içinde tabancama sarıldım. Ancak iki dizimin üzerine kalkabiliyordum. Benim bu vaziyetimi gören Mısırlı binbaşı Abdülhamid —elindeki tabancayı da üzerime çevirme ihtiyatını bırakmadan— olduğu yerden haykırdı. «— Cit-ü zâlim ve tircâ salim» (yâni zâlim geldin salim döneceksin..) Bu, Arabların harb ve kavgalarda, fenalık yapmama vaadi mânasına gelen bir atasözü idi. e münasebet?.. Biz, asla zâlim gelmemiştik, ve onların bizi salim bırakacaklarına da asla itimadım yoktu. Elimdeki tabancamı hâlâ bırakmadığımı gören Mısırlı Binbaşı beni temin etmiye devam etti: «— Allah amânâllah ve ahde Resulü min tarafillâh Celâlettin Melik = Emir size, Allah ve Resulü namına âmân veriyor. Hayatınıza ahdimiz var, dokunmıyacağız.» Şu cevabı verdim:
«— Bunca fecaatten sonra bu ahde ne lüzum vardı? Etrafımızdaki manzaraya bakınız... Eğer, Emir'in yanına kadar bana bir tek sual sorar ve izzetinefsimi rencide edecek bir tek söz söylerseniz, emin olunuz, iki taraftan birisi ölür.» Beraberimde nişancı onbaşısı yaralı izzet olduğu halde ve sadece onun koluna dayanarak Emir Abdullah'ın karargâhı olan muhteşem çadıra girdik. Abdullah, beni nezaketle karşıladı. Ayakta idi, yaralarımla alâkadar oldu. Bu sun'î nüvâziş, bana, o ândaki ruh haletim içinde çok dokundu. Belki kabalık yaptım, fakat nefsime hâkim olamadım: «— Allah hakkı için sizler, Şerif değilsiniz. Şeni adamlarsınız, bu memlekete hiyanet ettiniz...» dedim. Abdullah bir ân sarsıldı, fakat derhal nefsine hâkim oldu: «— Ve lâ teslevû lisâneküm, ya Hazret-il Bey... = Lisanınızı kirletmeyiniz Beyefendi...» cevabını verdi. Ve çadırı terk etti... Fakat asî şerif Hüseyin Paşanın oğlu Emir Abdullah, Eşref Beyin bu çıkışını unutmamıştır. Ertesi günü, ziyaretine geliyor, hatırını soruyor ve bir sırasını getirerek diyor ki: «— Ya Eşref Bey!.. Burası Arab diyarıdır, buradan ne istiyorsunuz? Burada ne arıyorsunuz?» Teşkilât-ı Mahsusa Reisi, taşı gediğine koymak fırsatını bulmuştur. Arabça ve yüksek sesle cevap veriyor... öyle ki, çadırı dolduran şürefâ ve şeyhler, hayretle irkiliyorlar: «— Emir Hazretleri... Siz, Đstanbul'da, Boğaziçi'nde, lalanızla Yeniköy kıyılarında izmarit balığı avlarken, ben, Arab Diyarı dediğiniz bu yerleri, muhtemel bir düşmandan muhafaza için yine deve üstünde idim. Sizin de mevcudiyeti ile iftihar ettiğiniz devletimizin bekası için buralarda at oynatıyordum. îşte, etrafınızdaki meşayihi de şahit olarak gösteririm. Benim devletimin bu topraklarda hakkı daha kadîmdir. Siz, sonradan çıktınız. Fıkıh, bilirsiniz ki, Đslâmiyetin mantık kaidelerini izah eder ve bu fıkıh kaidelerine göre de, kadîm, yâni daha eski olanın hakkı, yeni olanın hakkından üstündür. O halde sizin sorduğunuz suali benim size sormam icab eder, ey Melik!..» Abdullah, bu cevab üzerine mevzuu değiştirmiye mecbur kalıyor, asabına hâkim oluyor ve diyor ki:
«— Evet... Dedikleriniz doğrudur. Hattâ o kadar ki, yanınızdaki bir avuç insanla, bu çölü aşıp gitmiye kalkışmanız da, buraların her köşesini bizlerden iyi bildiğinize delildir...» Yan sahifede, o meşhur ve unutulmaz HAYBER CE GĐ'nin cereyan ettiği sahanın klişesini görüyoruz... Bu klişenin orijinali, Đngilizlerin hazırladığı bir filmden alınmış fotoğraftır... Đngilizler, Hayber'le öylesine alâkadar oldular ki, savaşın cereyan ettiği yeri filme aldılar. Çünkü netice böylecesine «harikulade» idi... Ve öyle sanıyoruz ki, Đngilizlerin bu hassasiyeti olmasa idi, biz bugün sizlere elinizdeki kitapçıkta, HAYBER'DE TÜRK CE GĐ'nin cereyan ettiği «Cembele» mevkiinin klişesini vermek hazzından ve imkânından mahrum kalacaktık.. e hazin ve ne ibret verici netice! Biraz ilerlemiştim ki, cidden bir kahraman olan Kunaytıralı çerkez Eyub Berzenç, iri ve arslan yapılı heybetiyle önüme çıktı, her zamanki âdeti gibi elimi öptü, benimle beraber tepeye doğru yürürken yavaş bir sesle dedi ki: «— Beyim... Ben bu gece bir rüya gördüm. Şu ân gibi... Büyük bir harbe gireceğiz. Ben, şehid olacağım. Sen yaşıyacaksm. Çünkü son nefesimi verirken iki oğlumun da ellerinden tutub sâna teslim ettiğimi gördüm. Sen onları aldın ve benden uzaklaştırdın. Beni de, nur yüzlü bir insan kucakladı, tüy gibi hafiftim. Gökyüzüne doğru yükseldim. Benim rüyalarım tecrübelidir. Ben şehid olacağım. Evlâtlarım sana emanet...» dedi. Bu, binbir tehlikeden gözü yılmadan çıkmış, Teşkilât-ı Mahsusa'nın en güvendiği Gerillacısının rüyası da ne oluyordu? Kendisi ile şakalaştım... Fakat o da, bendeki teessürü hissetmiş ve bu duyguya hürmet etmek istermişçesine yanımdan ayrıldı. Evet... Hem Đsmail, hem Eyub Berzenç, ikisi de ertesi günkü HAYBERDEKĐ TÜRK CENGĐ’nin mübarek şehidleri arasında yer alacaklardı... Arkalarında; şeref ve yiğitlikten örülü bir destan bırakarak... Kırk kişinin yirmi bin kişi ile beş buçuk saat dövüşmesi ve kendisinden sekiz misli fazlasını yere serdikten sonra erimesinin destanını Çöl'ün bağrına yazarak... Üçüncü garabet, makinelileri temizlemeye nezaret ettikten sonra tepeden aşağı inerken vukua geldi: Kılavuzlarımızdan Guneyzeli Bedevi nisbeten gölgelik bir yere çömelmiş, kumlar üzerinde bir şeyler çiziyordu:
«— Orada ne yapıyorsun?» diye sordum. Kafasını kaldırdı, bana dikkatle ve dalgın baktı: «— Efendinâ'... Ya Hazret-i Bey... Ben buradan tallah bir adını ileri gitmem.» dedi. Hayretle sordum: «— Neden gitmezsin? Hasta mısın?» Önündeki kum yığını üzerindeki işaretleri gösterdi. Damarları fırlamış, aşırı esmer eli titriyordu: «— Etraf ölüm dolu... Azrail yolları kesmiş. Benim remil atmam şaşmaz. Tehlikenin üzerine gitmek olmaz. Onlar üzerimize geliyorlar. Ya Hazret-i Bey... Rica ederim, geri dönelim.» Asabım gerilmişti... Bu konuşulanlar duyulursa, kuvve-i mâneviye namına bir şey kalmıyacaktı. Kılavuzu tersledim: «— Seni şimdi zaten geri çeviriyorum. Yüreği bozulmuş insanın bizim aramızda işi yok. Allanın dediği olur. Ben böyle remil ile harb edenlerden değilim. Yallah... Hiç arkana bakmadan ve kimse ile konuşmadan şimdi, derhal geri dön... Kimse ile konuştuğunu duyarsam seni kurşuna dizerim.» Bedevi acır gibi bana baktı, başını salladı, hiç bir sev demedi. Hecinine atladı ve benim kendisini gözlerimle takib ettiğime de dikkat ederek, tepenin tenhâ olan sağ kanadına doğru hecinini sürdü, ardında kum izlerinden beyaz bir yol bırakarak kayboldu. Benim rüyam, Giritli Đsmail Efendinin, Eyub Berzenç'in rüyaları... Guneyzeli Bedevi'nin Arablar arasında doğruluğuna inanılan kum'u konuşturması...
Hepsi, büyük bir tehlikenin
üzerimize doğru geldiğini anlatmak istiyordu. Fakat neden şaşmalı idik? Biz, tehlikeyi biliyor ve onun üzerine gidiyorduk: Kader böyle emrediyordu, şeref ve haysiyet duygularımız, izzet-i nefsimiz, vatan muhabbeti bunu emrediyordu...
DÜYA ĐSA KESĐLMĐŞ ÜZERĐMĐZE GELĐYOR!...
Yola çıktık. Önde giden Çallı Hüseyin Beyin piştarlarına yetiştim. Bulunduğumuz yer, Huteym ve Guneyze kabilelerinin daimî vuruştukları arızalı saha idi. Đlerimizde dar bir boğaz vardı. Burayı aştıktan sonra nisbeten selâmete çıkacaktık. Đki tarafa, itimat ettiğim
gözcüler koymuştum. En arkada, yüzbaşı Çerkeş Mehmet Bey vardı. Atımı istettim. Cins hayvan dinlenmiş, yaklaşan kıyametin altıncı hissi ile dizginleri serbest bırakmam için asîl başını asabî hareketlerle mütemadiyen oynatıyordu. Kafile, tam hareket nizamı içinde idi. Dar boğazı aşmak ve son tümseği çıkmak üzere iken en önde giden bedevi Abûd, birdenbire durdu, eliyle ufku seyretti, anlıyamadığım ulumaya benzer sesler çıkararak, Hecinin başını bana çevirerek koşturmaya başladı. Yanıma yaklaştığı zaman nefes nefese idi: «— Ya Hazret-i Bey... Bütün dünya insan kesilmiş, üzerimize geliyor... Ben şimdiye kadar böyle kafile görmedim.» Soğukkanlılığımı muhafaza ederek sert bir sesle sordum: «— Kaç kişi varlar? Nedir telâşın?» «— Zülcerrat... Ya Bey... Zülcerrat (Çekirge sürüsü gibi... Çekirge sürüsü gibi...) Hemen geriye haber göndererek, makineli tüfek müfrezesi ile beraber bütün hecinsüvârların mümkün olan süratle bana iltihak etmelerini bildirdim. Derhal, Abûd'un kafileyi gördüğü tümseğe doğru hayvanımı dörtnala sürdüm: Gördüğüm manzara şuydu: Arkası gözükmiyecek kadar uzun bir Urban kolu, bizim yürüyüşümüze amud olarak cenubdan şimale doğru gidiyorlardı. Lakayt ve serbest hallerinden, karşılarında, kendileriyle çarpışabilecek bir kuvvete rastlamak ihtimalini hatırlarına getirmedikleri anlaşılıyordu. Aramızdaki mesafe tahminen bir buçuk kilometre kadardı. Kimlerdi? Serahatle tâyin etmiyor, daha doğrusu edemiyordum: Eğer, Şerif kuvvetlerinin Medineye yaklaşmakta olduğunu duyan, bu sebeble de yerlerini terk edip daha emin mahallere çekilen bedeviler ise, mesele yoktu. Fakat eğer bunlar, Fahri Paşanın haber verdiği Şerif Abdullahın kuvvetleri ise, vaziyetimiz cidden çetindi. Bu sırada, bütün kuvvetlerim çevreme toplanmıştı: Yanaşık nizamını bırakıp, kuvvetlerimi bir müdafaa için arazinin verdiği azamî imkân içinde taksim ettim: 1) Eyub Berzenç kuvveti: 10 nefer. Sağ yan ilerimizdeki 800 metre mesafedeki tepeye, 2) Çallı Ali Bey zade Hüseyin Bey kuvveti: 10 nefer. Sol gerimizdeki 400 metre mesafedeki tepeye. 3) Makineli tüfek. Tepede ateşe hazır vaziyette.
4) Kafile. (Develer ve saire) Tarassud mevkii gerisindeki 150 metre mesafedeki toprak yığını arkasında. Bu rakamlar, sizlere elbette inanılmaz gözükür... Evet... Biz, hepsi hepsi kırk kişi idik. Savaş kabiliyet ve kudreti olan kırk kişi... Geri kalan otuz küsur insan, deveciler, nakliyeciler ve bize yol gösteren keşşaflardı. Ki, onlara zaten, kendi hemcinsleriyle yapacağımız bir mücadelede ne ölçüde itimad edebilirdik? Kuvvetlerime, asla ateş etmemelerini kat'iyyetle emrettim. Bulunduğumuz vaziyet, karşımızdakilerin yürüyüş istikametlerine muvazi idi. Onları, üzerimize çekecek bir hâdise olmazsa, geceyi bulabilirdik. Karşımızda, kumun ortasında bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla cenuba doğru akan insan sürüsünün ortasında, büyük, kırmızı renkli bir sancak görünce, hakikati bir ânda kavradım: Karşımızdakiler, devletine isyan etmiş âsî Şerif Hüseyin Paşanın askerleri idi... Bunlar, âsî Mekke Emîrinin oğlu Abdullah'ın kumandasında Medineyi kuşatmıya gelen süvariler ve hecinsüvarlarla takviye edilmiş Hicaz ordusu idi. Arab Yarım Adasının bu kısmında, bayrak sahibi üç reis vardı: Đbn-i Reşid, Đbn-i Suud ve Mekke Şerifi Hüseyin Paşa... Đbn-i Reşid kuvvetlerinin hareket halinde olmadıklarını çok iyi biliyordum ve bizimle dosttu. Đbn-i Suud kuvvetleri ise bu mıntıkaya o şartlar içinde gelemezdi. O halde bunlar, muhakkak Şerif Hüseyin Paşanın oğlunun kumandasında Fahri Paşayı kuşatmak üzere gönderdiği kuvvetlerdi. Ki, miktarının asgarî yirmi bin kişi olduğunu, Mekkedeki istihbaratımız ısrarla bildirmişti. Onlar bizi görmüşler miydi? Çok nâzik ve buhranlı vaziyetimizi istikametlendirecek olan bu sualin cevabını, uzun yürüyüş kolundan ayrılan ve miktarlarını asgarî iki bin olarak tahmin ettiğim hecinsüvar grubunun üzerimize yürümiye başlamasiyle hâdiseler vermiş oldu. Onları takiben de, bir bölük kadar Arab atlısı, Çallı Hüseyin Beyin muhafaza ettiği cenhe üzerine dört nala akına başladı... O ânda, safımızdaki bazı bedevilerin kaybolduklarını gördüm ve kendilerine savaşın sonuna kadar rastlıyamadım. Bu, çöl'de beklenilmiven ve benim yabancısı olduğum bir hâdise de değildi.
HAYBERDE TÜRK CEGĐ: (Tarih 30 Kânunuevvel 1332, 12 Ocak 1917, sabah saat 9 dan saat 17 ye kadar olan kanlı safha)
Hecinsüvarların, yedi yüz metre kadar yanımıza sokulmalarına imkân bıraktırdım. Bu müddet içinde Çallı Hüseyin Bey de, on neferlik mütevazı kuvvetine mevzi aldırmıştı. Umumî bir emirle, bir taraftan makineli tüfeğimiz, diğer taraftan mevzideki efrad isabetli ateşle ilerliyen bedeviler arasında panik yaratmıştı. Makas tarzı ateşimiz, onlara, karşılarında büyük bir kuvvet bulunduğu intibaını verdi. Çallı Hüseyin Beyin efradı arasındaki Giritli Hüseyin Hulki isimli cesur genç, tepenin kenarına kadar sokulmuş süvarilerin üzerine şemsiyeli bir el bombası fırlattı. Piyade ateşi ile birlikte büyük bir gürültü ile patlıyan bu bomba. Bedevilere, karşılarındakilerde top bulunduğu zehabını vermişti. Halbuki, Şerifin ordusunda cebel topları vardı... Fakat öyle bir ruh haleti içinde idiler ki, bu dar boğazda, bin iki yüz seksen beş sene evvel, Hazret-i Alilerin şirke ve küfre karşı savaştığı bu tarihî topraklarda, karşılarına çıkan kuvvetin neyi temsil ettiğini bilememeleri, maneviyatları üzerinde derin tesir yapmıştı. Bu cahil, fakat ümmîliği içinde ırkına hâs zekâ ve basireti olan halk, hücum ettiği insanların kendi din ve haysiyetini asırlarca beş kıt'ada şerefle müdafaa etmiş ve yine asırlarca kendilerine Beylik, Efendilik yapmış ulu bir milletin ferdleri olduğunu ruhen ve manen hissediyordu. Ne kadar garibtir ki ben, Türk'e karşı mücadele eden düşmanlar arasında, böyle bir mazi hesabı olanların hemen hepsinde, bu tip hicab duygusuna rastladım... Şimdi, önümüzdeki düşman -ki bu din kardeşlerimize düşman demek bana burada da ağır geliyor... Fakat ne yapalım ki bizim için o sırada en büyük düşman onlardı ve bu neticeyi kendileri ısrarla istiyorlardı...- bozgun halinde ric'at ediyordu. Muharebe sahası Arab ölüleriyle doluydu. Hakikaten gafil avlanmışlardı Çapraz ateşimiz onlara, çok kısa zamanda ağır kayıblar verdirmişti. Bizim ise, bu birinci safhada kayıbımız çok hafifti. Bedevilerin muharebe tarzını bildiğim için, şimdi, bizim gayrıkâfî ve yetersiz kuvvetimizi, onların, geniş bir ihata ile kuşatacaklarını anlıyordum. Nitekim süvarilerine ve hecinsüvarlarına geniş bir çark yaptırmıya başladılar. Bedevilerin çıkardığı baykuşa benziyen sesler, güneşin yükselmekte ve sıcaklığını artırmakta olduğu şu saatlerde çölde derin akisler yapıyordu. Çok, pek çok ileride Hayber'in sırtlarını görüyorduk. Eğer boğazdan kurtulabilmiş olsaydık, bu engin saha içinde iyi bir setirle bizi görmeleri belki mümkün olamıyacaktı. Bu kısa fasıladan istifade ederek mütevazı müfrezeme, yeni bir müdafaa hattı bulmak zorunda idim.
Evvelâ, ağırlık kolunu merak ediyordum". Onlar geride ve birinci grubla Yemene gönderdiğim hazinenin bakiyyesi de onlarla beraber idi. Parayı, boğazın münasib bir yerine gömülmesi emrini verdim. Aynı zamanda yaverim olan ağırlık kolu kumandanı yüzbaşı Mehmet Bey, bu ihtiyat tedbirini kısa zamanda yerine getirdi ve parayı boğazın sonradan bulunması için işaretlenmiş bir yerine gömdürdü. Bu sırada, karşıdan piyade ateşi de başlamıştı. Ağırlıklarımızı Bedevilerden ihtimamla saklamak lâzımdı. Çünkü bu adamlar, harb ganimetleri ve hattâ ölülerin üzerlerindeki elbiseler bile soyana ait olduğu için, yaralıları da öldürürler, üzerlerindeki çamaşırları bile utanmadan alırlardı. Ağırlık kafilesini, dar boğazın son kısmına taşıttım ve develeri de yere çöktürdüm. Etrafında da, daima karşı tarafa geçmesi beklenebilen Bedevî muhafızlarımız vardı. Mehmet Beye dedim ki: «— Ben ateşin ön hattına gidiyorum. Belki geri dönmem. Siz, geceyi bekler ve bir çâresini bulup ric'at etmiye çalışırsınız.» Yaverim, kederle başını salladı: «— Đmkân yok efendim, çünkü boğazın bu kısmı sarp kayalıktır. Tek başına bir insanın bile aşması mümkün değildir. Hele ağırlıklar asla nakledilemez. Biz de sizinle gelelim ve müşterek kadere iştirak edelim.» Bu yiğit arkadaşımı kucakladım ve yerinden ayrılmamasını, Allanın inayetinden ümid kesilmiyeceğini söyliyerek, makineli tüfeği yeni mevzie sokturdum. Bu sırada, süvarileriyle kâfi bir ihata yaptığına kani olan Şerifin kuvvetleri, hecinsüvâr ve süvarileri ile olduğu kadar piyadesi ile yanımıza sokulmuştu. Mevziimizi terk etmekte olduğumuzu gördüklerinden, ellerindeki bol Đngiliz malzemesini cömertçe harcıyorlardı. Yeni müdafaa hatlarımıza çekilmemiz sırasında makineli tüfeğe cephane taşıyan Medineli Mebrûk ile diğer iki arkadaşı şehid düşmüş ve tüfek kumandan muavini Hüsnü Çavuşla Sinoplu Mustafa ve Tatar Lâtif yaralanmışlardı. Çallı Hüseyin Beyle, Eyub Berzençin mevzilerine de düşman iyice yanaşmıştı. Bizimkiler; içlerinde verdikleri şehid ve yaralılara rağmen bir adım gerilemiyorlardı. Bedevilerin, yaralı arkadaşlarının elbiselerini soymak için insafsızca öldüreceklerini bildiklerinden, düşman ateşi altında, yaralı arkadaşlarını omuzlarına alarak yeni mevzilerimize doğru koşuyorlardı. Bu sırada isabet alıp düşenler de vardi.
ŞEHZADELER VE SAVAŞ CEPHELERĐ
Osmanlı şehzadelerinin savaş cephesinde vazife almaları fikri, Teşkilât-ı Mahsusa'dan gelmişti. Eşref Bey hatıratında diyor ki: «— Osmanlı Hanedanı, devletin ilk kuruluş asırlarında, Padişahların vs Sancak Beyi şehzadelerinin orduların başlarında gösterdikleri kahramanlıklara, mahir birer kumandan olarak yarattıkları zaferlere imkân vermişti. Kafes arkasına tıkılma devri daha sonra başlamış, Tanzimattan sonra da, şehzadeler, çok zaman tamamlanamamış tahsillerle, sefahat hayatına dalmışlar, avareliğe vurmuşlardı. Balkan Harbinde, Yunan, Bulgar, Sırp Prenslerinin harbin ön safında nasıl vuruştuklarını gözlerimle görmüştüm. Trablus-Garb'de de, karşımıza çıkan Đtalyan ordusunun başında, Savua Hanedanına mensup kimseler vardı. Bizimkilerin halk indindeki itibarı da gün geçtikçe düşüyordu. Bazılarının kötü huyları, çoğu aslında meziyetlere sahip olan Osmanlı Hanedanının milletin nazarındaki kıymetini zedelemekte idi. Üstelik bir de ortada, Cihad-ı Mukaddes Fermanı vardı: Bütün Đslâm âleminin en büyük dinî şahsiyeti olan Halife Beşinci Sultan
Mehmet
Reşat,
Cihad-ı
Mukaddes
Beyannamesi
ile
bütün,
dünya
Müslümanlannı, Đtilâf devletlerine karşı savaşa davet etmişti. Bu, elbetteki, daha çok manevî bir tesir yolu idi. Fakat, samimiyetle itiraf edeyim ki, cihad'ın lâyıkiyle izah edilebildiği her yerde, muvaffakiyetli neticeler alındı. Hattâ Fransızların, Almanların karşısına getirdikleri Afrikalı Lejiyon Etranjeler, kendi dilleriyle tekrarlanan bu beyannamelerin sesine bağlı kalarak ilticalara başlamışlar, bu sığınma hareketi umumileşince de, Fransız Başkumandanlığı Müslüman askerleri geri hizmetlerine almıştı. Osmanlı şehzadeleri, izafî rütbelerle orduya alınmışlar, hemen hemen her cepheye gitmişlerdi.
Basiretli kumandanlar, bunlardan askerin ve halkın maneviyatını
kuvvetlendirmek için istifade de etmişlerdi. Đçlerinde, meselâ Osman Fuad Efendi gibi Trablus-Garb tahtı da teklif edilecek kadar liyakat gösterenler vardı. Sultan Beşinci Murad'ın torunu olan bu münevver ve meziyet, cesaret, ahlâk sahibi şehzade, bulunduğu muhitte cidden sevilmiş, Beşinci Sultan Reşad'ın halefi Altıncı Mehmet Vahidüd'din'in Đngilizlerin tazyiki ile kendisini Trablus cephesinden geri çağırtacak kadar endişe uyandırmış, ve Sünnüsî erkânı bırakmak istememişlerdi. Fakat bütün bu hareketler, elbetteki çok geç kalmış tedbirlerdi.»
Ferdlerin de cemiyet içinde, devrini tamamladıkları devreler vardır. Bütün dâva, bu devreyi bilebilmektedir. Eşref Beyin de hatıratında işaret ettiği gibi, Osmanlı Hanedanı, başında bulundukları ülkenin dünyanın değişen temel şartlarına ayak uydurmasına göz kapamışlardı. Bu gaflet, başında bulundukları o koskoca imparatorluğun, kendileriyle beraber çöküşünün asıl sebebidir. Ve bu hakikat, sadece Hanedanlar için değildir. Rejimler için de aynıdır. Son elli senemiz, bu gerçeğin en tipik misallerine sahip değil midir?
Düşmanın süvarisi, makineli tüfek ateşimizin durmasından istifade ederek, Çallı Hüseyin Beyle bizim aramıza girmiye muvaffak olmuştu. Bu, çok tehlikeli idi... Bunu sezen Hüseyin Beyle, onun mütekabil hattını tutan Eyub Berzenç'in, yanındaki bir avuç kahramanı süngü hücumuna kaldırdıklarını heyecanla gördüm... Süngülerin, güneşin ışığında parıldadığını gören bizim merkezdeki grubumuz da, bu yiğit arkadaşlarına şevkle katılınca, ağırlıkları bekliyen Mehmet Yüzbaşının yanındaki dört mücahidden gayrisi, süngü ve hançerlerle: «— Allah... Allah...» kükremeleri içinde, müstevli bir düşmana uşaklık mertebesine düşmüş olan bu güya din kardeşlerimiz üzerine saldırdılar... Bu «— Allah... Allah.. » seslerinden, onların yüzüne vurulmuş manevî bir şamar olduğuna şüphe mi vardı? Đşte, kırk kişi ile sadece iki bin hecinsüvâr ve bini aşan süvari ile bir okadar piyadesini ön safa sokmuş, ardında da on binden fazla ihtiyat kuvvetini bekleten Şerif Hüseyin Paşanın âsî kuvvetleri arasındaki Hayber Çenginin en kanlı, en sert safhası burada başladı.;; Kendilerinin de açıkça itirâf ettikleri üzere, Türk süngüsü önünde bu sürü, çil yavrusu gibi bir anda dağılıverdi... Ve, önümüz boşalıyordu âmma bizde de, insan takatinin çoktan üstüne çıkmış olan mücâdele kudreti her ân tükeniyordu... Kollar yörulmuş, yedi saattir devâm eden kanlı ve çetin bir didişme ile susuzluktan dudaklarımız kurumuş, kanımız damarlarımızda çekilmiye başlamıştı... Emîr Abdullah, gerileyen, ölen, yaralanan her bir kişi yerine on kişiyi ileri sürüyordu. Patlayan binlerce serseri mermi, içinde dövüştüğümüz dar boğaza, teksif edildiğinden, hain ve bedbaht isabetlerle kahraman arkadaşlarımızı bir bir düşürüyordu. Bir ân geldi ki, Eyub Berzenç ile Çallı Hüseyin Beylerin tuttukları iki cenahımızdan ateş çok yavaşladı, sonra kesilir gibi oldu... Bu sırada, tüylerim ürpererek, Bedevi naraları duyuyordum. Bunlar, bana meçhul değildi. Bunlar, karşısındakini öldürenin attığı sayha
idi... Đki cenahımızın sukutu üzerine düşman merkezi teşkil eden ve hepsi hepsi sekize inen, bizim grub üzerine saldırmıya başladı. Artık, tuttuğumuz saf diye bir şey kalmamıştı: Teker teker savaşıyorduk. Bir ân geldi ki, çevremde ancak dört kişinin kaldığını gördüm. Đki yara almışım, farkında değildim. Yanımda bir ses: «— Efendim... Yaralanmışsınız, Bacaklarınızdan kan akıyor...» dedi. Bu, Đzzet’ti. Elimle, karşı sırtı işaret ettim: «— Sağ kalanlarınız oraya seslen...» dedim. Đzzetin gür sesi, sahayı çınlattı. Bu sese tek tük, fakat bitkin cevaplar gelmiye başladı... Arkadaşlarımın seslerini duymak, birbirimize şevk ve gayret vermişti. Bu sırada, bütün hayatımda unutamıyacağım bir hâdise oldu: Đşaret ettiğim sırta doğru, canımızı dişimize takıp ilerlerken, Yüzbaşı Đsmail ile karşılaştım: Elinde hançeri, etrafını saran Bedevi güruhuna saldırıyordu. Beni görünce, dehşetli bir nâra fırlattı. Bu ses, elindeki hançerden çok çevresini saranları ürküttü. Bir sıçrayışta yanıma geldi. Neden tek koluyla savaştığını o zaman anladım: Bir eliyle dökülmekte olan barsaklarını toplamıştı... Midesinden derin bir yara almıştı. Emin olunuz gülüyordu: «— Vazifemi yaptım mı? Söyle kumandanım... Đsmail kendisinden beklediğini gösterdi mi? Çocuklarım evvel Allah sana emanet... Allahaısmarladık.. Hakkınızı helâl edin!...» ve, bir çam yarması gibi devrildi. Toprağı bol olsun...
ALTIA HÜCUM ve UUTULA HARP:
Bu göz yaşartıcı hailenin dehşeti içinde iken, Đzzet'in feryadını duydum: «— Hazineyi buldular, yağma ediyorlar...» Đzzet'in hazine dediği, Yüzbaşı Mehmet Beyin içinde bulunduğumuz boğazın dar yerine gömdüğü altınlardı. Bir ânda etrafımızı saran kudurmuş kalabalık, boğazın bu dar yerine doğru kaydı... Bedevilerin mizacını iyi bilen insan olarak, altınlar bitinceye kadar ve en kuvvetlilerin, zayıfları öldürerek elde ettiği altını ilk ele geçirenden alıncaya kadar rahat bırakılacağımızı biliyordum. Nitekim öyle oldu... Ulumaya benziyen haykırışlar içinde, yüzler, binlerce Bedevinin toprağı eşelediklerini gördüm... Daha sonra öğrendim ki, paranın yerini, bizim Mekkeli muhafızlardan birisi haber vermişti. Hayatta kalanlarımız, bu yağmacılar üzerine şiddetli bir ateş açtık. Aldıran kimdi?... Altına hücum, gözlerini döndürmüştü, ölüler üst üste yığılıyor, onları itiyorlar, kama, hançer, tırnaklarla toprağı eşeliyorlar, avuçlarını
dolduran kaçmıya çabalıyor, daha kuvvetlisi onu yere yıkıyor, mukavemet görürse hançerliyor, boğusuyor, bir tek hedef güdüyordu: Atlını elde etmek!... Bedevi, harbi de, insanlığı da unutmuştu. Bir destan da. Üsküdarlı Đbrahim'in elinden çöllere vazıldı: Bu yiğit ve kahraman genç, üzerine saldıranlardan öldürdüklerini, sun'î bir siper haline koymuştu... Biz, son bir mevzi bulabilme ümidiyle, hazineyi yağma edenlerin bu ânından istifade ederek hedef addettiğimiz tepeye doğru sürünürken, bu manzaraya rastladık: Đbrahim. itimad ediniz, en aşağı yirmi düşman ölüsünü bir sun'î kale haline getirerek içeri girmiş, dört tarafını saranlara buradan ateş ediyordu Nihayet, yılan gibi yanına sokulmıva muvaffak olan bir habisin cenbiyye darbesi ile başı vücudünden ayrıldı... Sağ yandaki Eyüb Berzenc takımı tamamen erimişti. Rengi Bedevilere benzediği için farkedilmiyerek öldürülmiyen azadlı kölelerimden Muharib isimli sadık Arab, yanıma kadar gelmeyi başarmış, bitkin bir sesle: «— Ya Bey... Bizimkilerden kimse kalmadı. Hepsi şehid... Ben de onların aralarına karışarak kurtuldum.» dedi. Yanımda, mülâzım Ethem Bey. Yüzbaşı Mehmet Bey, Đzzet ve yaralı dört kahramanım daha vardı. Son bir teşebbüs yapmak ve hiç olmazsa arkamızı ileride, iki saate yakın zamandır en şiddetli safhasını geçiren harb esnasında hedef addettiğim tepeye dayıyarak, son nefesimizi orada vermek azminde idim. Bunu, arkadaşlarıma söyledim. Hep beraber oraya doğru atıldık... Ethem Beyin elinde, makineli tüfek, de vardı. Birden sıçradık... Koşar adımlarla tepeye doğru gitmiye başladık ki, bir kurşun, Ethem Beyi yere yıktı... Kahraman çocuk, derinden bir «Allah...» diyebildi. Tüfeği elinden kaptım. Ne göreyim? Sehpası olmadığı gibi, cephaneleri de yoktu. Son müdafaa ümidi de kayboluyordu. Hazinenin paylaşılması bittiğinden, bu azgınlar topluluğu, şimdi, hayatta olanları öldürerek soymak, ölüleri de çırılçıplak bırakmak derdinde idi. Gözlerim kararmıştı. Boğazın bitim noktasına kadar sürüklenmiştik. Düşman, ancak münferid gördüğü askerlerimize saldırabiliyordu. Bir anda husyelerimde derin bir acı duydum. Bir kurşun yarası aldığım anlaşılıyordu. "Istırab ile yere yuvarlandım. Böbreklerimden gelen "feci bir sancı beni kıvrandırıyordu. Bir müddet baygın yerde yatmışım.
Son bir iradî kuvvetle kendimi
toparlamak istedim ve kalçamdan gelen ağrının, kurşunun burada kalmasından ileri geldiğini anladım. Sürüklenerek tepeye doğru tırmanmıya başladım. Bütün arzum, o ânda vuruşarak ölmekti. Bunca mücadeleden sonra, şehid olmak mertebesine erişmeyi, bir hak,
bir gaye olarak görüyordum. Akşam güneşinin grubuna ancak yarım saat kadar bir zaman kalmıştı. Çöl, bu ânın haşmeti altında yine muhteşemdi, fakat gece yıldızlar, Peygamberimizden beri bu toprakların şahid olmadıkları bir şehamet ve kahramanlık tablosunun kanlı, fakat izzeti nefis ve haysiyet sahibi bir milletin çocuklarının yaratabileceği şeref tablosunun üzerine doğacaktı. Çıkabildiğim tepenin arkasında, hiç bir hareket yoktu. Oraya kendimi koyuverdim. Bu, elbetteki normal iniş değil, yuvarlanıştı.. Çektiğim istirabdan bayılmamak için, insan üstü takat sarfettiğimi hissediyordum. Birden, nerden çıktı kendisi de pek farkında olmadığını, söylemişti, nişancı onbaşısı Đzzet’in, elinde tabanca olduğu halde bana doğru koşarak geldiğini gördüm. Ah, böyle ânlarda güvenilir bir dost yüzü görebilmek!.. O, ne baha biçilmez saadetti: «— Đzzet, dedim, yaralıyım. Fakat ziyan yok. Şu karşı sırtı tutabilirsek, gece karanlığında kurtuluşun çaresini ararız. Olmazsa, orada vuruşarak ölürüz. Gayret!..» Bu sırada, yüksek sesle, ismimin haykırıldığını duyuyordum.. Bu haykırmalar bana, karşımıza çıkan kuvvetlerin «tesadüf» olmadığını, beni aradıklarını ve belki de, hareketimin gayesini bildiklerini, beni takib ettiklerini bir ânda anlatıverdi.. «— Ya Eşraf.. Ya Eşraf... Teslim ol.. Senin üzerine ahid ve âmân vardır (Aleyke ahd-ullah ve amanullah..)»
BĐR ISIRAB GECESĐ VE ĐLK ESARET GÜÜ:
Đzzet ile kendimizi, tabiî bir siper teşkil eden kum yığını arkasına atabilmiştik. Gece bastırmadan hayatta kalan son birkaç kişiyi de ele geçirme azminde olan düşmanın ateşi durmadan devam ediyordu. Tahminen iki yüz metre ilerimizde, iki tarafı mahfuz olan bir çukur vardı. Kendimizi orada daha emniyette hissedecektik. Bu duygu ve karar da bizim için ayrı uğursuzluk oldu: Oraya doğru bir kaç adım atmıştık ki, daha sonra, Mekke'nin Vadi-i Limmûn şeyhlerinden Şerif Fevzan ve arkadaşları olduğunu öğrendiğim kimselerin attıkları kurşunlardan birisi kasığımın altından girerek beni yere yıktı. Son dakikalarımın geldiğini hissettim: «— Đzzet, oğlum.. Beni dinle. Ben bu gece ölürsem, sen, sürünerek gündüz bulunduğumuz; karargâhı bulmıya gayret edersin. Ebu Naim istikametinden ayrılma. Doğruca Cemal Paşaya gider, hâdiseyi anlatırsın. Bu, Eşref Beyin şifahî raporudur, dersin.»
Aileme, son bir kaç veda cümlesi yazmak istiyordum. Cebimde Jurnal ve Emir defterim vardı, fakat kalemim düşmüştü. Đzzet'te de yoktu. Çölde hemen her tarafta olan sullem adlı dikenlerden Đzzet'e toplattım. Onun ışıkları arasında, pıhtılaşmış olan kanımla bir kaç cümlecik yazarak Đzzet'e teslim ettim: «— Bunu Medine Kumandanı Fahri Paşaya verirsin. O, aileme gönderir.» dedim. Yorgunluk, istirabımı bile unutturmuştu: Kırk kişi ile daha sonra Đngiliz kaynaklarının yirmi bin kendilerinin utanarak on beş bin dedikleri, fakat resmî raporlarda yirmi beş bini mütecaviz olarak kaydedilen Hicaz ordusunun savaşı, on bir buçuk saat sürmüştü. Bu inanılmaz mücadelenin safhaları ile bitkin gözlerime uyku girmiyordu. Gecenin zulmeti arasında, arkadaşlarımın, benim yiğit ve kahraman mücahitlerime ait olduğu Türkçe kelimelerden anlaşılan iniltiler ve istimdadlar, yüreğimi parçalıyordu. «— Bir parça su yok mu?» niyazı, damarlarımda pıhtılaşmıya haşladığını hissettiğim kanımı iştirandan kurutuyordu. Yarası nisbeten hafif olan Đzzet iniltiye benzer bir sesle mırıldandı: «— Efendim... Demin atladığımız taşlık dibinde ağırlığın su tulumu olduğunu görmüştüm. Ah bir kap olsa da biraz getirebilsem...» Đçim kavruluyordu. Zaruretler, insan müfekkiresini nasıl yaratıcı yapar?.. Mırıldandım: «— Ayağımdaki bağlı Đngiliz botunu çek çıkar, onunla getir. Fakaf çok sarsma, çünkü akan kan hâlâ durmadı.,.», Bir müddet sonra Đzzel'in, ağırlık içinde talandan kurtulmuş deve derisi tulumdan, yarısından çoğu sızarak getirdiği suya dudaklarımı dokundurmadan, itirazına pek de imkân bırakmadığım şekilde emrettim: «— Yaralıları dolaş.. Hayatta olanlara su ver. Su ve kuvvetin kalırsa son olarak bana getir.» Đzzet, bana su getirebildi mi, hatırlamıyorum: Bayılmışım... Gözlerimi, birisinin omuzumdan, sarsmasıyla açtım. Sabah oluyordu. Çölün gündüz yanan sıcaklığı, yerini, gecenin serinliğine terketmiş ve bu Hayber cenginden yaralı çıkabilmiş dört Türk'ü kurtarmıştı. Gözlerimi açtım. Üzerime eğilen Bedevi başları, dikkatle beni süzüyordu. Tanımışlardı... Can ve bilhassa hasyiyet havliyle, o bitab vücudümüze rağmen müdafaaya kalkıştığımızı görünce bağırıştılar:
«— Aleyk-i emaaullah ve ahd-i şerif-i yesellümü-ke aleyki Emir Abdullah ciet-ü zâlim ve tereü-ü salim = Allahın üzerine ve Şerif namına sana ahit veriyoruz ve Emir Abdullah tarafından sana selâm getiriyoruz. Sen bu memlekete zâlim geldin, salim gideceksin...» Kendilerine,
Emîr
Abdullahın
yanına
gidinceye
kadar,
en
ufak
hakarette
bulunmıyacaklarına söz vermelerini istedim: «— Fî veçhinâ = Yüzümüzdesin...» cevabını verdiler. Bu tâbirler, Arnavudlar'ın BESA'sı gibi, inanılır teahhüd idi. Şeyh Fevzan'm kardeşi yanıma yaklaştı.. Arab âdetinee tazim ve selâm verdi, mukabele ettim. Đzzet de yanımda idi. Şeyh Feyzan'ın ve adamlarının yardımını reddettim. Onunla birbirimize dayanarak ayağa kalktık. Tepenin üzerine geldiğimiz zaman, Emîr Abdullah'ın gönderdiği köle, bir kırba su getirmişti. Bir gece evvel «— Su... Allah rızası için bir yudum su...» diye inliyen kahramanlarımı hatırlıyarak gözlerim yaşardı. Şeyh Feyzan'ın biraderine döndüm: «— Allah ve Peygamber sevgisi, insanlık şerefi için, şu mübarek yaralılar içinde hayatta olanlar varsa, onlara bu suyu veriniz, kurtarmıya çalışınız... Onlar, hizmetleriyle insana şeref verirler...» dedim. Beni temin etti: «— Sizi aramak için her tarafı dolaştık. Emin olunuz, yaralı iki kişi bulduk, onları tedavi ettik. Diğerleri şehid.,. » Demek ki, bu mârekeden ancak, dört yaralı ile çıkabilmiştik: Benim kahraman arkadaşlarım, yarattıkları destanı kanlarıyla ebedîleştirmişler di. Gelen sudan bir miktar içtik, mütebakisi ile kanlı yüzümüzü yıkadık, biraz ferahlamıştım. Dağdan iniyorduk. Yolda, üzerleri çırıl çıplak soyulmuş şehidlerimize rastlıyorduk. Đlk gördüğüm, Yüzbaşı Giritli Đsmail Beyin mübarek naaşı idi. Soyguncular, bu yiğiti anadan doğma bırakmışlardı. Đzzete emrettim: «— Başındaki kefiyyeyi çıkar, avret mahalline ört...»
EMĐR ABDULLAH ĐLE KARŞI KARŞIYA:
Biraz ilerleyince, arkalarında boş beş, altı hecin olan bir mekkâre koluna rastladık. Bunları, binmemiz ve karargâhına hecinsüvâr gelmemiz için Emir Abdullah göndermişti. Gelenler, Emir'in selâmlarını ve beni beklemekte olduğunu tebliğ ettiler. Yaralarım, deveye binmemde çok zorluk ve acı veriyordu. Biraz daha ilerlediğimiz zaman, ilk savaşı
verdiğimiz hâkim tepeye gelmiştik. Burada, bir ân durdum ve çevreyi seyrettim. Şeyh Fevzan'ın biraderi yaklaştı: «— Bir şey mi emrediyorsunuz?» «— Arkadaşlarıma son vazifemi yapacağım» dedim, ve gözlerimden yaşlar boşanarak, onların da duyacakları yüksek sesle hitab ettim: «— Sizler, Türklüğe hâs kahramanlıkla dövüştünüz. Bire binle mücadele ettiniz. Kahramanlık ve şecaat dersi verdiniz. Destanınız mübarek olsun... Allahın rahmeti de, milletin minneti de sizin üzerinizedir...» Garibi şu idi ki, ben şehld arkadaşlarıma fatiha okurken bu facianın müsebbibi ve mes'ülü olan Bedeviler de ellerini açıp duaya iştirak ediyorlardı. Đçlerinden bir ihtiyar devemin önüne geçti: «— Yâ Paşa... Müstahak-ın elf fâtihâ alâ cemaatin = Ya Paşa... Senîn cemaatin bin fatihaya lâyıktır.» Şeyh Fevzan'ın biraderi ihtiyar Bedeviyi tasdik etti: «— Hakkullâh küllühüm sebbâğ = Allah hakkı için hepsi arslandı.» Evet... Benim yiğit arkadaşlarım birer arslandı. Fakat onlara böylecesine, bire karşı binle çıkarak kıyanlar neydi? Bir müddet sonra, Emir Abdullah'ın karargâhına gelmiştik. Çadır'ın önü mahşer gibi idi. O bitkin hâlimle birçoklarını tanıdığımı hatırlıyorum. Bunlar, yolumu kesiyorlar, kendilerinin veya babalarının bana verdikleri isimle hatırımı soruvorlar: «— Ehlen yâ Seyh-it Tüvûr — Safa geldin kuşların şeyhi...» diyorlardı. Kollarıma girerek güçlükle deveden indirdiler ve Emir Abdullah'ın karargâh olarak kullandığı muhteşem çadıra soktular. Gözlerim yorgunluk ve kan kaybından kararıyordu. Çevremi çok ivi farkedemiyordum. Emir Abdullah'ın etrafında, Đngiliz, Fransız, Mısır zabitleri vardı. Emir Abdullah, büyük bir tevazu ile ayağa kalktı, bana doğru ilerledi, elimi tuttu: «—
Safa
geldiniz...» dedi.
Kendisine teşekkür ettim Ayakta
hissediyordum. Emir de bitik vaziyetimi görmüştü:
duramıyacağımı
«— Đstirahat ediniz, oturunuz, hatta uzanınız.. » dedi. Kendisine yine teşekkür ettim, ve «— Rica ederim, yaralı arkadaşlarımın araştırılması için emir veriniz. Şehidleri de mücadele ve şahsiyetlerine lâyık şekilde gömdürünüz..» dedim. Beni temin etti: «— Emin olunuz, bütün harb sahasını araştırdım. Altı saat böyle harbeden insanların miktarının hiç olmazsa birkaç bin olacağını tahmin etmiştim. Demek ki, diğer kuvvetleriniz, muhasara sahasını yardılar.» dedi. Kendisine sadece kırk muharib olduğumuz cevabını verdiğim zaman, yüksek sesle: «— Vallahil azîm bunu söyliyen Eşref Bey olmasa inanmakta mazurum,» dedi. Bu, ne bir iltifattı ne bir teselli... Hakikati itiraf dan çekinmiyen bir düşmana söylettirilmiş gerçekti. Fakat garib bir ruh haleti ile şu tarizden de kendisini alamadı: «— Demek Arab ülkesinin bu kadar harîmine kadar da giriyorsunuz. Buralarda ne arıyorsunuz, Ya Eşref Bey?» Yattığım yerden şu cevabı verdim: «— Muhasarada olan dindaş ve ırkdaşlarıma yardım götürüyordum. Bir fitneyi de bastırmak ve devletimi onun muhatara ve şerrinden masun bulundurmak azminde idim. Hükümetimden de böyle emir almıştım.» «— Sizi buralara Đttihad ve Terakki gönderiyor. Siz onun rüesası arasındasınız.» «— Đttihad ve Terakki, milletin reyi ile iş başına gelmiş siyasî bir fırkadır. Benim siyasetle bir alâkam yoktur. Ben, resmî ve meşru hükümete mensub ve emrindeyim. Vicdan ve akĐımın gösterdiği yolda cesaretle yürürüm. Şu etrafınızdaki yaşlı şürefâ ve meşayih, benim yirmi sene evvel de, buralarda hak ve hürriyet için at koşturduğumu bilirler.»
HAYBER'Đ KAHRAMA LARI DÜŞMA LAR VE DÜ YA... Hayber'de, Kırk Türk'ün, Hicaz, Tunus, Mısır, Suriye’den firari Arablarla, Đngiliz, Fransız ve Türkiye'den kaçak zabitler kumandasındaki YĐRMĐ BĐ Đ AŞKI kuvvetle dövüştüğü ve eridiği CEMBELE mevkiinin Eşref Beyin bizzat çizdiği krokisi, aşağıdadır. Eşref Bey, bu krokinin üzerine şu cümleleri kaydetmiştir: «— Medine-i Münevvere civarında Hayber'in Cembele mevkiinde, Şerifin Şark ordusuyla çarpıştığımız arazinin krokisidir.»
Eşref Bey, krokisinde, iki tarafın kuvvetini şöyle tesbit ediyor: TÜRK KUVVETLERĐ: 1 kumandan, 4 zabit, 1 mitralyöz kumandam, 20 Hecinsüvar kafile muhafızı, 15 bombacı piyade, 3 emir atlısı, 5 makineli tüfek efradi, 20 Silâhsız deveci, 2 silâhsız çadırcı, 2 silâhsız aşçı. - DÜŞMA KUVVETLERĐ: Kumandan Şerif zade Emir Abdullah, 3 top, 4 mitralyöz, 2009 hecinsüvar, 8000 piyade ve develi, 2000 yük ve Zahire devesi, 2 bölük süvari, 3000 Muteyir, 2500 Uteybe, 3000 Benî Harb Ofi, 1500 Behî Harb Salimi, 4000 muhtelif bedeviler, Mısırlılar ve saire... Cem'ari yirmi beş bin kişi olduğu Hicaz'ın resmî tebliğinden anlaşılmıştır. Top ve mitralyözleri Mısırlı zabit ve efrad kullanmakta idiler.» *** Asî Hicaz'ın bu savaşta «Şark Ordusu» na kumanda eden ve daha sonra Ürdün Kralı olarak memleketimize sık sık gelip, bir tebeası tarafından öldürülen Emir Abdullah, 1945 senesinde Kudüs'te Arabca basılan ve Đngilizceye çevrilen «Müzakerat-ı Abdullah Đbn-i Hüseyin» isimli hatıratında, HAYBER'den ve Eşref Beyden iki sahifelik bölüm halinde bahseder. Der ki: «— Đstihbaratımız, îmam Yahya nezdinde nüfuz ve dostluğu kadîm olan Eşref (Paşa) nın Yemen'e giderek buradan temin edeceği kuvvetler ve yine kendisinin şahsî dostu olan Bedevî ümera ve şürefâsını da yanına alarak kuvvetlerimizi ve mülkümüzü arkadan vurmak hazırlığında olduğu idi. Müttefikimiz Đngilizler bu haber üzerine, Bahr-i Ahmer'in bütün sahillerini abluka ettiler. Fakat Eşrefin Medine'nin pek yakınındaki çöl mıntıkasını aşarak Yemen'e gideceğini kat'iyyen ümid etmiyorduk. Çünkü bu hareket, büyük tehlikeyi doğrudan doğruya göze almaktı. Türk kumandam, başka çâre kalmayınca bu tehlikeli maceraya atılmakta tereddüd göstermedi. Bizim kendisiyle karşılaşmamız, doğrudan doğruya onlar için aksi bir tesadüf olmuştur: Yanlarındaki Bedevilerden birisi haber vermişti. Gelen habere itimad etmedim. Arazinin hâkim bir mevkiinde olan Türkler, teslim teklifimizi reddederek ilk ateşi açtılar. Bulundukları yer, kuvvetlerimizi görmiye müsaid olduğu için bu asîm kuvvete karşı, nihayet elli kişi ile mücadeleye gireceklerini tahmin etmediğimizden, kuvvetlerinin arkası var zannederek, geniş bir ihata yapılmasını, Tunuslu Sidi Raho ve Mısırlı Abdülhamid Binbaşılara emrettim. Türk kuvvetleri, üzerlerine ilk gelen süvarilerimizle hecinsüvarlarımızı geri atmıya ve ağır telefat verdirmiye muvaffak oldular. Muharebe, beş buçuk saat fasılasız
ve sabaha kadar da fasılalı olarak sürdü. Bu küçük Türk müfrezesinden Sâdece dört kişi, ağır yaralı olarak esir edildi. Diğerleri tamamen şehid oldular. Eşref Beyle babamın ve biraderlerimin kadîm muarefesi vardı. Kendisinin ele geçmesi halinde teslimini, müttefikimiz Đngiliz makamları da taleb ediyorlardı. Pederim Şerif Hüseyin Paşa da, Eşref Bey esir edilirse, kendisine gönderilmesini istiyordu. Karargâhımda kabul ve tedavi ettirdim. Konuşmamız sırasında bana, Eğer imam Yahya nezdine gidebilmiş olsaydı, kuvvetlerimizi arkadan tenkil ederek faaliyetimizi bertaraf edeceğini ümid ettiğini söyledi.» *** Đngiliz - Fransız tebliğleri ise, Yemen'e para ve malzeme götüren ve Đmam Yahya ile müştereken yeni bir hareket hazırlığında olan bir Türk kuvvetinin Hayber civarında, müttefikleri Hicaz kuvvetleriyle yaptığı şiddetli bir müsademeden sonra imha edildiğini bildirmişti. Đngiliz resmî organı TAYMĐS'in, Mısır'daki harb muhabiri ise, şu dikkate değer malûmatı veriyordu: «— Başlarında, Türk Đntellices Servis'inin Reisi bulunan ve Arabistan'da «Şeyh-it-tüyûr = Uçan Şeyh» olarak anılan Kolonel Eşrefin bulunduğu bir Türk kuvveti, Aden'deki mahsur Türk kuvvetlerine para ve malzeme götürmek ve Yemen Đmamı Yahya ile mutabık kalarak Hicaz kuvvetlerimizi arkadan vurmak hazırlığı yapmak üzere, cür'etkâr bir sıyrılışla çöl'ü aşmak hazırlığında iken, Hayber'in Cembele mevkiinde, müttefikimiz Hicaz'ın Emir Abdullah kumandasındaki Hicaz Şark Ordusuyla karşılaşmıştır. Teslim teklifini reddeden Türkler ilk ateşi açmışlar ve bir de mukabil hücuma geçerek akşama kadar harb etmişlerdir. Türklerin kuvveti çok cüz'î olduğundan boşalttıkları yerler, müttefiklerimiz Hicaz kuvvetleri tarafından işgal edilmiş ve Türk müfrezesi, aralarında kumandanları da olarak dördü ağır yaralı esir, diğerleri imha edilmişlerdir. Üzerlerinde birkaç kurşun ve hançer yarası olmıyan Türk ölüsüne rastlanmamıştır. Kolonel Eşrefin ele geçmesi, Arabistanda Türk propaganda ve gizli faaliyetinin nihayeti olarak tavsif edilmektedir.» Meşhur Đngiliz Casus'u Lavrens ise hatıratında. Eşref Beye ayırdığı uzun bölümde, Hayber'den de bahseder, ve bu teşebbüsün: «— ... Vaktiyle, Hicaz Valisi ve Abdülhamid'in en sevgili Paşası'nın oğlunu, iki tabur arasından tutup dağa kaldıran bu haydut'un en cüretkâr hareketi, Hicaz kuvvetlerinin içinden sıyrılarak çöl'ü en
muhataralı yerinden aşarak Yemen'e gitmek teşebbüsü idi. Eşref, kendisi için aksi bir tesadüfle ve ihbar üzerine Şerif Abdullah kuvvetleriyle çarpışmıştır. Türkler, teslimi âdetleri üzerine reddetmişler ve şeker erir gibi erimişlerdir. Eşrefin plânı, Hicaz'da, Filistin zaferimize imkân veren isyanı bastıracak son Osmanlı tedbir teşebbüsü idi. Filhakika imam Yahya kendisinin dostu idi ve Đbn-i Reşidde yakın münasebeti vardı. O sırada Đbn-i Suud da bize karşı hasmûne vaziyet takınmış olduğundan ve Mekke ile Medine'yi ele geçirmek istediğinden Türk plânının muvaffakiyet ihtimali kuvvetli idi.» e yazık ki, muvaffakiyet ihtimalleri çok zaman karşımızdakiler tarafından tasdik edilen bu «plânlar» peşimizi bırakmıyan insafsız bir kaderin elinde en bahtsız neticeler oldu...
Emir Abdullah, cevabımdaki ağır mânayı elbette kavramıştı: «— Biz Osmanlı devlet-i meşruasına değil, Đttihad ve Terakkiye karşı ilânı harbettik..» dedikten sonra, mevzuu değiştirdi: «— Şark urbanından kimleri tanırsınız?» Bazı isimler saydım. Gülerek şu cevabı verdi: «— Emin olunuz, ben bu kadarını tanımıyorum..» Bu sırada, doktor Đsa Efendi gelmiş, yaralarımı sarıyor, temizliyordu. Emir, yağ ve bal getirilmesini emretti. Üzerimdeki elbise parça parça idi. Bütün eşyamız talan edilmişti. Tunuslu binbaşı Sidi Raho, bana bir bornoz ikram etti. Maiyetime Mısırlı yüzbaşı Fuad ve düşman ordusunun mitralyöz mülâzımlarından yine Mısırlı Mahmut Besim Efendi tâyin edildi. Uteybe kabilesinden elli kadar hecinsüvârân muhafızım idiler. Kafileye, bizzat Emir Abdullah kumanda ediyordu. Nereye gidiyorduk? Bilmiyordum. Yaralarım feci idi. Bacağım kütük gibi şişmişti. Doktor Đsa Efendinin elinde, sadece iki matara tendürdiyot vardı. O kadar!.. Bu halde, günlerce yürümek icab ettiğini öğrenince, hayatımdan ümid kestim. Đstirabım, tahammül edilemiyecek katlar feci idi. Bütün vücudumun, yaranın ufunetinden doğan donma içinde hareketten sakıt kaldığını hissediyordum. Emir Abdullah, yolda bir kaç defa yanıma geldi, hatırımı» sordu, ve yola devama mecbur olduklarını mazeret makamında söyledi. Gece yürüyüşleri öylecesine dayanılmaz hâl almıştı ki, haysiyetim müsaade etmiş olsaydı, kaç defa kendirdi baş aşağı atarak ölümü düşündüm. Emir Abdullah ziyaretlerinden birisinde: «— Eşref Bey yanımda misafirdir. Hayattadır.» cümlelerini, demiryolu üzerindeki direklerden bir kaçına çivilendiğini, bunun Fahri Paşaya iletileceğini ve ailemin de
haberdar edileceğini söylemesi üzerine, Medine Muhafızı Fahri Paşaya bir tezkere ile vaziyetimi bildirmeme müsaade etmelerini istedim ve şu kısa mesajı gönderdim: Medine'de Fahri Paşa Hazretlerine Kırk nefer ve altı küçük zabitten mürekkeb müsellâh kuvvetimle otuz bir kânunuevvelde, Hayber'in Cembele mevkiinde Emir Abdullah'ın kuvvetleriyle ettiğim müsademede kuvvetim tamamen şehid düştü. Ben, dört arkadaşımla mecruhen hasım eline geçtim. Đyi muamele görmekteyiz. Vaziyeti resmî makamlara ve münasib surette Đzmirdeki aileme bildirmenizi rica ederim. 3 Kânunusâni 1332 (17 Ocak 1917)
Yolda Emir Abdullah ile zaman zaman sohbet ediyorduk. Kendisinde, meşru gösterilmesine çalışılan, fakat vicdan azabı ve mantık huzursuzluğunu gideremediği bir mahcubiyet vardı. Dedi ki: «— Eşref Beyefendi... Bizim kuvvetlerimizin çokluğunu biliyordunuz. Bu, teçhizattı tam kuvvete karşı kırk neferle harbi kabul etmenizin ve ilk ateşi açmanın mânası var mıydı? Buna neden lüzum gördünüz? «— Ben, dedim, muayyen bir vazife ile mükelleftim. Bunu ifa borcumdu. Arkadaşlarım da üzerlerine aldıkları vazifenin ehemmiyet ve kudsiyetini müdrik idiler. Biz sizinle müsademeyi kabul etmeseydik, netice yine vazifemizi yapmamışlık olacaktı, fakat hacaletle ve mücadeleyi kabul etmemiş olmanın maddî manevî mes'uliyetini de omuzlarımıza almış olarak... Şimdi ben de size müsaadenizle bir sual sorayım: Biz sizden yolumuza devam için müsaade istemiş olsaydık verecek miydiniz? Elbette hayır!,. Biz, devletimizin bize verdiği bir resmî vazifeyi ifaya saî idik. Eh. Harbde mağlûbiyetler de, galibiyetler de vardır, ve zat-ı asilâneleri de bilirsiniz ki, şerefli galibiyetler kadar şerefli mağlûbiyetler de vardır. Kuvvetler arasındaki müsavatsızlıktan dolayı kader size teveccüh etti. Geride kalen, bu dövüşün sebebidir. Onu da, tarih halletsin ve hükmünü mücrimin aleyhine versin...» Emir Abdullah bu sözlerim üzerine sustu ve bana, bir başka fasılda izah ettiğim üzere, Ordularının Başkumandanlığım teklif etti: «— Ceddim namına yemin ediyorum. Biz, Đslâmiyetin mücadelesini yapıyoruz. Siz de Müslümansınız.» dedi. Kendisine, benim
devletimin, Müslümanlığın şeref ve haysiyetini ilâ etmek için, evlâtlarının aziz kanını asırlardır cömertçe harcıyan ve dünya yüzünde en büyük Đslâm Đmparatorlukları kurmuş, Medeniyetler tesis etmiş millet olduğunu söyliyerek, ölümün eşiğinde olmamın böyle bir teklifi kabul etmem için asla mesned olamıyacağını hatırlattım. Gözlerim teessürümden yaşarmıştı. Emir Abdullah, aldığı cevablardan sanırım ki, mevcud hicabım duyarak, süratle yanımdan uzaklaştı. Bir daha da bu «ihanet teklifi» ortaya çıkmadı.
ŞEHĐTLERĐ MEKIBELERĐ:
Kendim de -dahil olarak dört yaralı arkadaşımı tedavi ve bilhassa gerekli ameliyat ve cerrahî müdahalenin yapılması için selâhiyettar bir operatöre ihtiyaç vardı. Fahri Paşaya haber göndererek Ordu Baş Operatörü Rasih Beyin gönderilmesine müsaade edilmesini istedim. Emir Abdullah bir müddet düşünmüş, yakında sıhhî tesisatı tam bir beldeye vasıl olacağımızdan buna lüzum olmadığını söylemişti, ve bir Bedevi Hekimi göndermiş. Elindeki nesci gayri malûm ilâçları kullanmak istemedim. Benim ve arkadaşlarımın yaraları, esaslı bir tedavi görmediği için kangren olma istidadını gösteriyordu. Bu aralık, Emir Abdullah ordusunun süvari kumandanı olan Taif Emiri Şerif Şakir geldi. Gençlik devresini yakından tanıdığım bu Kabile Reisi, samimî olduğuna inandığım teessür ve hürmet içinde şu teklifte bulundu: «— Ya Hazreti Bey... Size yapacağım tedavi iyi netice vermezse, babamla olan uhuvvetiniz müteessir olsun... Bu, bedevilerin mücerreb tedavi usulüdür. Müsaade ediniz de tatbik edelim: Zemine bir çukur kazacağız, bunun civarında da yakılacak bir ateşte, iri taş parçalarını iyice kızdıracağız. Yaranın ağzı çukura gelmek üzere size vaziyet vereceğiz. Üstünüze de battaniye örteceğiz. Bir Arab meşîahı ile de, hava ile olan irtibatını keseceğiz. Battaniyenin altından girecek bir el bu kızgın taşların üzerine su dökecek. Kızgın taşa dökülen bu suyun yapacağı şiddetli ve kesif buharla, yara evvelâ yumuşayacak, sonra patlıyarak cerahati akacak ve siz rahatlıyacaksınız. Böylelikle de zehirlenmeye mâni olacağız.» Çölde geçen hayat devrem içinde, asırların tecrübesi olan birçok tedavi ve şifa usullerinin değerini öğrenmiş bulunuyordum. Kabul ettim. Đlk zamanlarda çok güç ve ıstırab verici olan bu tedavi ile, bir müddet sonra rahatladım ve Şerif Şakir'in söylediği gibi, kan ve
cerahat dolu olan ufunet, şiddetli buharın tesiriyle pişen ve patlıyan mecralardan akmıya başladı. Bir müddet sonra kendimden geçerek, rahat bir uykuya dalmışım. Hayatımda, bu derece derin ve şifa veren bir uyku hatırlamıyorum. Aynı tedavi, arkadaşlarıma da tatbik edildi, onlar da aynı şifaya kavuştular. Vadi-i Đslih'de altı gün kaldık. Akşamları, yattığım çadırda, Uteybe, Benî Harfe ve Nüvâmese kabilelerinin şeyhleri ve reisleri toplanmışlar, yaptığımız harbin tahlilini yapıyorlardı. Benim tecessüsümün gün geçtikçe artmasına sebep olan hâdiseleri, bizzat kendilerinden dinledim: Kuvvetimiz, karşısındakilerin kendilerinden yüzlerce nisbetini dahi aşacak kadar çokluk olmalarına rağmen, nasıl olmuştu da, ya topluca teslim olmamış, tek veya ferd halinde hiç bir iltica vukua gelmemişti? Benî Ömer'in Şeyh'i şu menkibeyi anlattı: «— Arkadaşlarınızdan sarı bıyıklı, uzun boylu bir genç, benim başlarında bulunduğum tahminen elli kişi tarafından kuşatılmıştı. Dört taraftan saldırışımız neticesinde üç, dört cenbiyye (hançerle kılıç arası bir Arab silâhı) yedi. Bağırsakları dışarı fırlamıştı. Bir eliyle çıkan bağırsaklarını tutuyor, diğer eliyle tabancasını büyük bir isabetle sağa sola ateş ediyordu. Sarışın olan bu delikanlıyı Alman zannettik. Kendi aramızda: «— Vay mel'un kâfir.. Ne de cesur bir âdem.» dedik. O, can havliyle, belindeki bombayı da çekip yine meharetle üzerimize fırlattı. Artık takati kalmamıştı. Arkasından kopan yaylım ateşle yere yıkılınca, gür bir sesle kelime-i şahadet getirdi ve bize fasih bir Arabça ile «— Hainler... Devlet âsileri...» diye haykırarak son nefesini verdi. Đşte o zaman kendisinin bir Müslüman olduğunu anladık.» Tariflerine göre bu, sağ kanadımızı emrindeki on nefercikle müdafaa eden kahraman Eyyub Berzenç idi. Utebey'den bir Reis, matarası üzerinde «Celâl» adının yazılı olduğu bir Türk'ü, yedi kişiyi tepeledikten sonra yaralı yere düştüğü zaman nasıl hançerlediğini iftiharla anlatınca dayanamadım: «— Yere düşen bir din kardeşinizi, böyle kahraman bir insanı nasıl hançerlediniz? O, ırkı, kanı, milliyeti, dini her şeyi sizden başka birisi dahi olsa, daima bahsettiğiniz Bedevi ananaleri ve mertliği, böyle bir taarruzu size men'ettirmesi icab etmez mi idi? Ben sizi, sizin kadar bilirim: Bir deve için en yakın arkadaşınızın kanına girersiniz. Ne imiş? Bu «Harfe» imiş, bu Şemmî imiş, bu Huteym imiş, bu Muteyr imiş... Rica ederim, kırk kişinin
yirmi bin kişiye karşı yarattığı bu kahramanlık destanını, sizlerin hiç bir izahı ve tefsiri kıymetten sukut ettiremez, ancak ona daha mutena bir mahiyet verir.» Bu cevabımı Emir Abdullah'a da anlatmış olacaklar ki, ertesi günü bana, Bedevilerin mübalâğa ve iftihar iptilâlarını hatırlatarak: «— Yâni Eşref Beyefendi... Türklerin ellerinde hasımları nisbetinde malzeme olduğu ve başlarında da liyakatli kumandanlar bulunduğu zaman, onlarla hiç bir milletin mücadele edemiyeceğini Ben de Sizin kadar bilmez miyim? Fakat biz, bir içtihad mücadelesi yapıyoruz. Rica ederim, bizi yanlış anlamayınız...» dedi. Münakaşanın ne faidesi vardı? Yollar, öylecesine birbirinden ayrılmıştı ki, bu ayrılış, belki tarihin seyrini değiştirecekti. Đkimiz de sustuk...
MISIR YOLLARIDA OLMAI KISA SÜRE HAYALĐ:
Yaralarımızın, devamlı ve ihtimamlı bir alâka ve sıhhî müdahale olmazsa, geçemiyeceği anlaşılmıştı. Vakia on iki gün öncesi gibi değildik. Fakat âkibetimizi tâyin için, sıhhî durumumuzun elverişli hale gelmesinin beklenildiği de anlaşılıyordu. Bence bugüne kadar hakikî sebebi meçhul olan kararı, bana bizzat Emir Abdullah bildirdi: «— Eşref Bey.. Sizi Mısır'a göndereceğiz. Galib Paşa'ya olduğu gibi (Mekkede Şerif Hüseyin'e esir olan rahmetli korgenal Galib Yener) Size de, Hilvan'da bir köşk tahsis edilecektir. Harbin nihayetine kadar orada kalırsınız. Haysiyet ve mevkiine lâyık bir muamele göreceğinize emin olunuz.» Bu kararın, Đngilizlerin muvafakati olmadan verilmesine imkân olamıyacağını da biliyordum Daha o tarihte de, Şerif Hüseyin ve ailesinin bütün hareketi, mukadderatlarında olduğu gibi, Đngilizlere sımsıkı bağlı idi. Yanımdaki Beş bin altın, tamamen yağma edilmişti. On paramız yoktu. Bana, Mekke'den beklediği paranın henüz gelmediğini ide mazeret makamında tasrih ederek, vekilharcı ile beş yüz altın gönderdi. Paramı, bu adamlar almışlardı. Çaresiz, fakat ancak bilâhare iade edilmek üzere kabul ettim. Bütün şeklî nezakete rağmen, kaçmamam için de, çok ciddî tedbirler alınmıştı. Ne kadar garibtir ki, ben, bana gösterilmiş olan itimadı kötüye kullanıp asla firarı düşünmezken, çok eskiden halefim (ahret kardeşim) olan Şeyh……….. in,
yakındaki hiymegâhına gelmem için tertibat aldırdığını bildirdiler. Teşekkürle reddettim. Emir Abdullah, hareketimden önce bana şu «tavsiye mektubunu» da verdi: «— Đngiltere hükümeti muazzamasının büyük memurlarından her kim ki, bu vesikayı Eşref Beyin yedinde gördükte kendisine yapılacak ihtiramın fevkalâdeliği bizi memnun edeceği malûm olmalıdır. Mısır'a vasıl oldukta, şeref ve haysiyetine lâyık bir köşkde misafir ettirilecek ve Hilvan'daki ikametinin bütün masarifatı Celâlet-ül Mülk-ül Hicaz'a ait olacaktır. Bu husus, Wilson Paşaya da yazılmıştır. Her hususta riayetkar olunması bilhassa rica olunur.» Emir Abdullah
Hecinlere binerken ikindi olmuştu. Uğurlama merasimimizde, sanki birer esir değil, aynı dâvanın ve gayenin müşterek insanları idik... Yola çıkarken, bu topraklarda hâkim ve hükümran millet ferdi olarak son yolculuğumu yaptığımı hissediyordum. Acaba daha müsbet ve ferahlatıcı neticeler almak mümkün değil mi idi? Ülkeler fethetmek, mücerred kaldığı zaman bir manâ ifade etmiyordu: Đşte, bizi yüzyıllar boyunca alkışlamış, yüceltmiş olan bu insanlar, en buhranlı zamanımızda: «— Bu topraklarda işiniz ne?» diyorlardı. Đkindi olmuştu. Mevsim ÇÖL'ün en mutedil zamanı olan Kânunusâni (Ocak) idi. Đkindiden sonra serinlik başlardı. Yaralı arkadaşlarım, yük develeri üzerine yatırılmış variyette idiler. ÇÖL'e ve yaraya mütehammil ve alışkın olan vücudum, onlara göre daha kısa zamanda kendisini toplamıştı. 15 Kânunusani 1332 (28 Ocak 1917) sabahı Yanbuğ'a vardık. Halk, yollara dökülmüştü. Hayberdeki destan buralara kadar yayılmıştı. Yanbuğ'da kaymakamlık yapan Şerifin mutemedi Abdülkadir Efendi bizi nezaketle karşıladı. Bir ev hazırlatmıştı. Yollarda halk, kimisi müteessir ve hürmetkar, kimisi mütecaviz ve haşin nazarlarla bizi süzüyordu. Đçlerinden bir grub ısrarla bizi takib etti: «— Ehlen ve şehlen ya kuşların şeyhi!.. Kanadlarmı kim kırdı?» nakaratını eve gireceğimiz âna kadar haykırdılar. Şeyh Mansur, Mısırlı yüzbaşı Fuad Bey ve Kaymakam bunları dağıtmak istedi. Mâni oldum Fuad Bey dayanamadı: «— Allah bu milletin belâsını versin..» dedi. Kendisine yavaşça: «— Ettiğinizi çekiyor, ektiğinizi biçiyorsunuz..» dedim.
KĐMDĐR BU EŞREF? Eşref Bey, bütün bu maceraların üzerinden seneler ve devirler geçmiş olmasına rağmen çöl'le olan alâkasını kesemedi... Bu ilgi, ömrü boyunca devam etti... Karşıdaki sahifede kendisini, 1945 senesinde, Semâlut'ta, Asvan'dan şimale doğru bir buçuk aylık «deve yolculuğu»nda görüyoruz... Hecininin adı «Seyyar» yâni «gezgin» idi... Tıpkı sahibi gibi!.. Eşref Beyin Hayber'de yaralı olarak esir edilmesi, bütün Arabistanda derin akisler yapmıştı. Mekke'nin Cürule kışlasına nasıl getirilmiş olduğu elinizdeki kitabın içindedir. Şerif Hüseyin'in, kendisine karşı nasıl bir kin beslediği de, yine Mekke'ye getirilinceye kadar gösterilen hiddet ve zulüm tecellilerinde kâfi vuzuhla görülüyor... Mekke'deki Cürûle kışlasına hapsedildiğinin ertesi günü, Mekke Şerifinin resmî gazetesi olan El Kıble'nin başmuharriri olan Muhittin El Hatib isimli bir zat gelip Eşref Beyi ziyaret etti. Bu ziyaretçinin neden geldiğini ilk ânda kavrıyamıyan Teşkilât-ı Mahsusa Reisi, karşısında münevver bir kalem sahibi görmenin manevî rahatlığı içinde, muhatabına, sitem etti: «—- Biz harbettık... Ben, kırk kişi idim. Sizlerinki yirmi beş bin... Bu rakam, resmî tebliğinizin kaydettiği miktardır. Arkadaşlarım, Türklüğe hâs mertlikle dövüştüler. Đçlerinde yara almıyan yoktu. Öldürdüklerinizden asgarî on misli şehid verdiniz. Din kardeşliği gibi bizim kıymet verdiğimiz rabıtanın kimin tarafından ve nasıl maksadlarla ihlâl edildiğini tarih yazacaktır. Bu ayrı bir bahis... Fakat, Seyyidinâ Melik'e lütfen söyleyiniz: Bize hiçbir veçhile hakaret edemez, ettiremez. Öldürtmek elindedir, işkence yaptırmak da elindedir, fakat hakaret etmek ve ettirmek elinde değildir.» Eşref Beyin muhatabı Muhittin El Hatib —ki, hâlen hayattadır ve Kahıre'de oturmaktadır...— bu haklı tehevvür karşısında başını eğmiş, hak vermiş, muhatabını teselli etmişti. Bu teselliye ne lüzum vardı? Çünkü sevgi ve muhabbet teminatım bizzat Şerif Hüseyin vermemiş miydi? Eşref Bey hatıratında der ki: «Hayatımda Şerif Hüseyin kadar ikiyüzlü bir insan az görmüşümdür. Cezayir meşayihinden ve Tunuslu Müslüman ümerasından bulunan bir heyet huzurunda beni oğullarından asla ayırmadığını anlatmak için:
«— Ali, Abdullah, Faysal, Zeyd nasıl birer evlâdım iseler sen de bunlar gibi — mensubiyet iddia ettiği ehli abayı kastederek— öz evlâdımsın» demişti. Fakat, ertesi gün, kasden elime tutuşturulan şahsî gazetesi El Kıble'de Muhittin El Hatib imzasıyla aleyhime lanetler yağdırılıyordu.» Klişesini yan tarafta gördüğümüz bu yazının bir kısmında, Eşref Bey için «Lavrens-i Türkî = Türk Lavren-si» tâbiri kullanılıyor, Mısır'ın ikinci fethinin O'nun kafasından çıktığı. Urban arasında kendisine «Şeyh-it-tüyûr = Uçan Şeyh» denildiği, Arabistanın dört tarafında isminin ve faaliyetinin bilindiği kaydedildikten sonra:
«— Enver
Paşanın sağ, Cemal Paşanın sol kolu olan ve «kolonel» izafî rütbesine rağmen, Türklerin bütün esas siyaset meselelerinde söz sahibi olan bu adam, Arab topraklarının baş belasıdır. Arablığı müteessir eden bütün hâdiselerde onun parmağı vardır. Onun elimize geçmiş olması, bundan sonra Arab topraklarının daha rahat günler göreceğinin en emin delillerinden birisidir. Yanındakileri mahvederek bu müthiş adamı zararsız hale getiren şark ordumuza minnetimiz ebedî ve nâ mütenâhidir.» deniliyordu. Fakat El Kıble gazetesinin Eşref Bey hakkındaki hükmü doğru çıkmadı: El Kıble'nin sahibi olan Şerif Hüseyin, dört oğlu, nesebi, soyu, sopu bu mukaddes toprakları terke mecbur kaldılar: Aile ferdlerinden bazıları orada hacaletle öldürüldü, yerlerde sürütüldü. Fakat Eşref Beyin at oynattığı bu topraklarda hâlâ itibarı var: Türklüğün itibarı...
Yanbuğ'a geldiğimizin ikinci günü, Medine muharebelerinde pusuya düşürülerek esir edilen Đzzet Bey isimli bir yüzbaşımız ile, on beş neferimizi yaralı, sefil ve adetâ çırıl çıplak vaziyette Yanbuğ'a getirttiler. Bu bedbaht millettaşlarımızı bir bodruma atmışlardı. Hemen müdahale ettim, evimize getirttim. Onlardan Medine savaşlarının cereyan tarzını öğrendim. Tahmin ettiğim gibi, kahraman Fahri Paşanın mukavemeti, gün geçtikçe azalıyordu. Fakat en büyük sürpriz bizi burada bekliyordu: Emir Abdullah bana, Mısır'a gönderildiğimizi söylemiş, verdiği mektubda da bunu teyit etmişti. Daha sonra ne oldu bilmiyorum: Yanbuğ kaymakamı Abdülkadir'e gelen bir telsiz emrinde, Đngiliz Krovazörü Nors Burgeyıfin beni almak üzere yolda olduğu, buradan Cidde'ye, oradan da Mekke'ye gönderilmemin kararlaştırıldığı tebliğ edilmişti. Daha sonra, Mısırlı Yüzbaşı Fuad Beyin bana anlattığına göre, kaymakama gelen ikinci «şahsî ve mahrem» emir, bizzat Şerif
Hüseyin Paşanın imzasını taşıyor: «— Müttefikimiz Đngiltere devlet-i fahîmesinin ısrarla takib ettiği Eşref Beyin kendilerine teslimi mukarrer olduğundan, vaktiyle Medine Taif kalesinde yaptığı gibi firarına mâni olmak için tedabir-i ciddiye alınması, muhitte dostları ve kadîm halifleri olduğundan daimî tarassud ve murakabe altında bulundurulması» emrediliyordu... Beklenilen Đngiliz muavin kruvazörü o akşam geldi ve biz, 20 Ocak 1917 de hareket ederek ertesi sabah Rabuğ limanına geldik.
ESĐR DOSTLAR ARASIDA:
Rabuğ'da Şerif Hüseyin'in askerî karargâhı vardı… Osmanlı devletine sadakat yemini etmiş, bizim Kuleli ve Harbiyede okumuş, aralarında Erkânıharb sınıfına da geçmiş takat sonra ihaneti tercih etmiş nice «eski dostlar» burada idi: Bugün de, Mısır'da en nafiz şahsiyet olan çok eski arkadaşım, Trablus-Garb harbinde bizimle beraber aynı safta çarpışan Aziz Ali Bey (Bugünkü unvanı ile Azîz Ali Alî-Mısrî), PAŞA ünvanıyla, umum kumandan ve Hicaz Harbiye Nazırı idi. Erkânı Harbiye Riyasetini de, daha sonraki feci âkibeti hatırlarda olan Irak krallığının son Başvekili olan Nuri Said ifa ediyordu. Karargâh, aslı Arab olan ve Osmanlı devletinin bu buhranlı günlerinde, ekmeğini yedikleri, kültür ve ilimlerini sayesinde elde ettikleri, muhakkak ki, bu vatanın asıl sahibi Türklerden daha çok iltifat ve itibar gören, buna rağmen ihaneti «Müstakil Arabistan» şeklî gayesinin kılıfına saran zabitlerle dolu idi. Çoğu ile şahsen muarefemiz vardı. Karargâhın Đngiliz irtibat kumandanlığını bir Kurmay Albay idare ediyordu. Beni ilk karşılıyan, Aziz Ali oldu: O da, ben de, bugün karşılıklı iki «düşman» olmanın tezadını unutmuştuk. Aziz Ali'nin hayatında şahsen mühim bir dostluk vazifesi ifa etmiş, bizim divan-ı harb onu idama mahkûm ettiği zaman, Enver Paşa üzerinde bütün nüfuzumu kullanarak, aff-ı şahaneye mazhar olmasında temel müessir olmuştum. Beni, böylecesine maddeten ve manen yaralı görünce gözyaşlarını zapt edemedi. Đngiliz Miralayının beni hayretle karışık nazarlarla uzun uzun tetkik eden tecessüsünden kurtulduktan sonra başbaşa kaldığımız zaman dedi ki:
«— Eşref Bey. . Aziz kardeşim... Felek bizi ne hâle getirdi, görüyor musun? Fakat emin ol, kalbim yine Türk muhabbeti, Türk sevgisi ve Türk saadet rüyalarıyla dolu. Ben Rumelinde, Dernede ne isem, şimdi de aynı insanım. Size, günün birinde Türk tarihine intikal etmesi için bir çok hakikatleri anlatmak isterim. Vicdanım ancak böylelikle rahat bulacak. Mekke'ye gitmeden bir kaç gün bende misafir olursunuz.» Karargâhın resmî muşu ile sahile çıktık. Ben burada bir esir mi idim? Hâdiseler, ne muazzam tezadlarla birbirini kovalıyordu. Cihan yıkılıyor ve onun yerine yepyeni bir nizam doğuyordu. Biz, bu badirenin içinden nasıl çıkabilecektik? O geceyi, Aziz Beyle beraber geçirdik. Ondan dinlediklerimi, şu ânda dahi ifşa etmek selâhiyetini kendimde görmüyorum... Duyduğuma göre hatıralarını hazırlamakta imiş. Cenab-ı Hakdan dilerim ki, ben hayatta iken bu «Hatırat» neşredilsin, ve ben, kendisinden dinlediklerimle yazdıklarını mukayese imkânını bulabileyim.
ŞERĐF HÜSEYĐ PAŞAI ĐTĐKAMI;
Ben Rabuğ'da şimdi Hicaz kuvvetleri Başkumandanı ve Harbiye Nazırı olan Aziz Ali Beyin bir kaç gün misafiri olmayı beklerken, gece sabaha karşı bizzat Şerif Hüseyin'den gelen bir telsiz telgrafla «— Eşref Beyin Rabuğ'da bırakılmıyarak, derhal Mekkeye sevk edilmek üzere aynı vapurla Ciddeye hareketi...» emrediliyordu. Aziz Ali'nin bu emirle, kalbinde kolay kolay şifa bulamıyacak bir haysiyet yarasının açıldığına kaniim. Nitekim kısa zaman sonra, Hicaz'daki ihtiras politikaları, bütün Arablığın ve hatta Müslümanlığın başına dertler getirmiş olan Şerif Hüseyin'den en nâzik zamanında ayrılarak intikamını almış oldu. Sessiz sedasız bir ayrılışdan yedi saat sonra Cidde önlerine geldik. Yolda, Đngiliz kaptan ve mürettebatından nazikâne muamele görmüştük. Cidde limanında ve gümrük önünde, halk yığın yığındı. Burada da Yanbuğ'da olduğu gibi: «— Ey kuşların şeyhi... Senin kanadını kimler kırdı?» nakaratı yükseliyordu. Şuna dikkat etmiştim ki, bu feryâd edenler, sadece bir tarafa toplanmışlardı. Karşılarındakiler ise, sessiz ve vakur, hattâ teessürleri yüzlerinin hatlarından anlaşılacak kadar ciddî ve sakin idiler. Çıkacağımız rıhtımın kenarında, garta adını verdikleri yeni jandarmalar merasim duruşu yapmışlardı. Rıhtıma çıktık. Bana, bir
hayvan tahsis etmişlerdi. Yaralı olan yüzbaşı Đzzet ve Mülâzım Ethem Efendilerle, hepsi de yaralı olan dört neferim beni takib ediyorlardı. Çarşıyı geçtik. Ahîdi, atlarıyla, katırlanyla ve yaya olarak bizi takib ediyorlardı. Doğruca Cidde'de Naib-il Mülk'ün vazifesini gören Şerif Muhsin'in evine geldik. Üst katta bir oda ayrıldı. Çıplak olan arkadaşlarıma, bir Musevî hazır elbiseciden giyecek aldırdım. Ben, Şerifin hediye ettiği maşlahla, bir Arab Şeyhi kılığında idim. Şerif Muhsin, bizi daha sonra makamında kabul etmiş ve konuşmıya başlamıştı ki, telefon çaldı. Şerif Muhsin: «— Naantı ya SeyyidinâL» hitabıyla konuşmıya başlayıp: «- Alâ re'si = Başım üstüne» tekrîm cümlesiyle kapayınca karşısındakinin Şerif Hüseyin, yâni, Hicazın asî emîri olduğunu anladım. Telefon muhaberesi bittiği zaman. Şerif Muhsin'in hareketinde telâşlı ve endişeli haller sezinledim Nihayet, Mekke Emîr'inin kararını bana tebliğ etti Bu karar, bir esir olan benim için elbette «emir» sayılıyordu: «— Seyyidinâ Hazretleri size selâm ve hatırınızı istifsar ediyorlar. Aldığım emre göre hemen hareket edeceksiniz, sabahleyin Mekke'ye varmış olacaksınız.» Ne diyebilirdim? Şerif Muhsin, bir ân evvel yola çıkmamız için telâş içinde idi!.. Đnsanların uful eden kudretler karşısında gösterdikleri bu vefasızlık duygusunun tipik ve yeni bir tecellisi içinde idim. Ruhumda derin bir ezginlik vardı. Cidde şehrinin şarkından ve Bab-ül Mekke'den yola çıktık. Yarım saat, ilerdeki «Merkeb Durağı» ndan çok süratli giden merkeblere bindirilerek sabaha kadar yol aldık, Peygamberimizîn Đslâmiyet için yaptığı büyük ve şerefli mücadeleyi evvelâ reddeden, daha sonra Hakkın gelerek, Batıl'ı yıktığı bu mukaddes şehrin kapılarında, bizi teslim almıya gelen Hicaz'ın resmî kuvvetleriyle karşılaştık ve ikinci hayal kırıklığına da burada uğradım: Karşımda, Harbiye'den sınıf arkadaşım Bağdadlı Rauf vardı!.. Şerifin Baş Yaveri imiş!.. Hicabını, sahte bir samimiyetle örtmiye çalışıyordu: «— Safa geldiniz Beyefendi... Yaveri olduğum Celâlet-ül Melîk'in selâmlarını tefhimle mübahiyim. Size bir ester tahsis buyurdular...» Hayret etmiştim: Riyakârlığı, zulmü, vahşeti bence malûm olan bu asî'nin şahsıma ve faaliyetime ne kadar düşman olduğunu biliyordum. Bu gösteriş muhabbeti nereden geliyordu? Hazırlanan tablonun iç yüzü hemen anlaşılıverdi: Hicaz'ın bu türedi kıt'aları,
süngü takıp çevremi sardılar. Yaralı arkadaşlarımı benden ayırmak istedikleri zaman, onlar, kahramanca karşı koydular: «— Öldürünüz, fakat yaralı kumandanımızı yalnız bırakmayız..» dediler. Ben de şiddetle müdahale ettim. Nihayet hep beraber, Mekke'nin, Muallâ cihetinden Mecrâre'den Kasaphaneler arasına doğru yürümiye başladık: Derhal anladım: Asî Şerif, mağlublarını teşhir etmek istiyordu.. Kendi hıyanetinin gözler önünde belirtilmiş tablosu olarak!.. Daha sonra dinledim: Bizden bir hafta evvel esir olan ordumuzun telsiz telgraf mütehassısı, erkânıharb kaymakamı Zeki Beyle, Taif muhasarasında görülmemiş bir kahramanlık göstermiş olan binbaşı Süleyman Beyi, yine buradan geçirtmişler ve halka tahkir ettirmişlerdi. Çocukları: «— Yâ nasranî! .», yâni «GÂVUR» diye bağırtarak, taş attırarak haysiyetlerini, güya pâyimal ettirmişlerdi. Şerifin yaveri olma zilletine düşen bizim devletimizin yeminli zabiti Rauf, ortadan kaybolmuştu. Yine, eskiden tanıdığım bir başkası, küstah tavrıyla yanıma yaklaştı. (Not: Bu adamın kim olduğunu burada kaydetmiyeceğim.. Yalnız, şu kadarını söyliyeyim ki, bizim o meşhur haricî politikamızın icabı, izzet ve ikbal içinde daha sonra Ankara'ya davet edilmiş ve Çankaya ve Dolmabahçe'ye girerken, kendisiyle aynı sırada okuduğu arkadaşlarına, bu haine, resm-i tazim ifa ettirilmiştir. Fakat, Allahın adaleti bu gafleti hoş görmemiş, Türk'e ihanet eden bu denîlerin hepsi, bizzat kendi tebeaları ve ırkdaşları tarafından, hakaretle parçalanmışlar, zilletle ölmüşlerdir...) Bana hitapla dedi ki: «— Seyyidinânm emirleridir: Abanızı vereceksiniz...» Bu, bana Tunuslu binbaşı Sidi Raho'nun verdiği aba (meşlah) di. Kaplı, yırtık, et ve kemik ezintileriyle pıhtılaşmış elbisemi kapatıyordu. Ya,. Demek beni bu sefil kıyafetle de teşhir etmek istiyorlardı. Sükûnla ve hiç itiraz etmeden abamı çıkardım, uzattım: «— Seyyidinâya (yâni asî Şerife..) selâm söyleyiniz: Beni kanlı kıyafetimle teşhir etmesi kendisine şeref vermez. Fakat, vatanım ve devletim uğruna döktüğüm kan, benim şerefimdir.» Gözlerim yaşarmıştı. Şimdi fok tiyatro sahnesi karşısında idik: Henüz diziye girmiye alışmamış olan bu acemi çöl çocukları, tebessüm telkin eden bir şaşkınlık içinde, süngü takmışlar, Mısır'dan kiralanmış mızıkanın çaldığı garip havadan sonra, düne kadar Osmanlı tâcidârının şerefine bağıran: «— Padişahım çok yaşa..» yerine, «— Fal'iş-i yâ Melik — Yaşa ya melik» avâzeleri arasında bizi seyre başlamışlardı. Bize, Ali ve Süleyman Beylere
yaptıkları hakareti yapmamışlar, daha doğrusu yapamamışlardı. Çünkü, daha sonra öğrendim ki, hâdiseyi haber alan Đngilizler, Şerife tebligat yaparak, askerî esirlere asla hakaret edilmemesini bildirmişlerdi. Çünkü onların, başta Çanakkale ve Kut-ül-Emmâre'de esir edilen kuvvetleri, Osmanlı ülkesinde hürmet ve insanlık görüyorlardı. Şimdi, Mekke'nin çok iyi tanıdığım Cürûle kışlasına gelmiştik. Burada da kendisini, Đstanbul, Fatihli bildiğimiz yüzbaşı Amir isimli eski çehreye rastladım: O da ihanet çukuru içinde idi: «— Sen de Arab dâvasının adamısın? Haydi onlar birer sebep "Buldular, Sen, Đstanbul çocuğu, sen ihanetine ne kuyruk takabildin?» diye sordum. Sırıtarak eliyle para işareti verdi: «— Ayda elli altın..» dedi,. Böyle bir hayâsızlık deryası içinde idik.
HĐCAZ KRALI OLA ASÎ ŞERÎF'LE KARŞI KARSIYA:
Akşama doğru, mabut Yaver Bey yine geldi,. Halinde bir değişiklik vardı: «— Seyyidinâ selâmlarını teyit ediyor. Sizin abanızın altında muharebede harab olmuş elbiseleriniz olduğu tahmin edilmiyordu. Resmî üniformanız olduğu zannediliyor ve halkımıza sizin Eşref Bey olduğunuzu isbat etmek istiyorduk. Şahsiyetiniz ve burada ki şöhretiniz bizi böyle bir tedbir almıya sevkettiğinden dolayı mazur göreceğiniz ümit edilmektedir. Đstediğiniz gibi giyinebilirsiniz. Arzu ettiğiniz libas, Seyyidinâ namına size temin edilecektir.» Daha sonra benden ayrı bulunan esir arkadaşlarımı yanıma gönderdiler ve aslen Gelibolu musevîlerinden olub, on altı yaşında Đslâmiyeti kabul etmiş ve eczacılık tahsil ederek mülâzım rütbesiyle ordumuza iltihak etmiş, Taif'de esir düştükten sonra, yeni kurulan bu devletin hudutları içinde ve onların emrinde kalmayı, kazanç bakımından mükemmel bulduğundan kendisine teklif edilen vazifeyi kabul eden Hidayet Efendi isimli eczacı, elinde ilâç kutuları olduğu halde yanımıza geldi ve Đstanbul Türkçesiyle macerasını anlattıktan sonra, yaralarımıza baktı. Giderken de, Kışlanın kumandanlığını ifa eden Şeyh Mahmut isimli kimseyi eliyle işaret ederek: «— Eşref Beyefendi.. Şu adamı görüyor musunuz, bu, Şerif Hazretlerinin buradaki Fehim Paşasıdır. Casusun büyüğüdür. Aman beni sizinle görüşürken görmesin. Bütün duvarların arkasından konuştuklarınız dinlenmektedir. Dikkat ediniz..» dedi.
A LAŞMAZLIĞI GERÇEK SEBEPLERĐ... Eşref Bey, ilk günden beri, ÇÖL'de, ne nizamî kuvvetlerin çarpışmasını istiyordu, ne de Arabistan'da zarurî askerî mülâhazalar dışında büyük imâr hareketlerini... Bu fikrini, Cemal Paşa Bağdad Valisi iken giriştiği imâr hareketleri dolayısiyle de açıklamıştı. Cemal Paşanın hatıratında, gerek Bağdad Valisi iken, gerek Suriye ve Lübnan, hattâ bütün Arab Yarım Adasının kaderi elinde iken, bu topraklan, en aşağı Đstanbul kadar vatan
için
mukaddes
ve
ayrılmaz
bütün
saymasının
«bir
çoklarınca»
hoş
karşılanmadığını kaydetmesi de, faaliyetinin meşruiyyetini isbata çalışan bir müdafaa duygusu olsa gerekti. Cemal Paşa bu faaliyetini bilhassa Arab ülkelerine yaymayı, müsbet telkinlerin temeli sayıyordu. Arka sahifedeki Bağdad demiryolunun, Bağdad kısmında ilk kazmayı vururken alınmış resmi, bütün Arab gazetelerinde çıkmıştı. Eşref Bey ise, bu toprakların bizim kalabilmesi için tedbirlerin daha başka olması fikrinde idi. Hatıratında der ki: «— Arabistan'ı, bu yerlerin ve halkının hususiyetlerini maalesef öğrenmeden ve öğrenmek istemeden idare etmişiz. Öyle ki, gafletimiz, oraları terk ederken de devam ediyordu, onlarla münasebetlerimizin şekli ve mahiyeti bakımından bugün de devam ediyor... Arablar, bizim bildiğimiz mânada bir tek millet değildir: Onların bir kısmını mes'ut eden tedbirler, diğer bir kısmına felâket getirir: Şehirli Arabla Bedevi Arab arasında, aynı millet ferdlerinin varlığına sığamıyan derin farklar vardır. Biz, Türkler, ancak, çok kuvvetli oldukça bu geniş topraklarda yaşıyan muhtelif ırk ve milletler üzerinde nâzım vazifesi görebiliriz ve ancak bu yolda sevilir, sayılırız...» Cemal Paşa, bütün ümidler iflâs etmiş, bozgunlar ve yıkıntılar arasında Đstanbul'a dönerken, vagonunun pencereleri sımsıkı kapalı idi... Dökülen milyonlar, Türk çocuklarının kanı, boşuna harcanan himmetler, hepsi, tam bir inkâr ve isyan halindeki ÇÖL'de kalmıştı. Cemal Paşa da bu hakikati anladı... Fakat çok geç!... Hatıratının 1922 de basılan ilk tab'ının 212 inci sahife-sinde şöyle der: «— Đnşallah Türkler, Mustafa Kemal Paşanın idaresi altında tevessül ettikleri son hareket-i milliyeleri sayesinde kendi memleketlerini,
azametli Đstanbulları ve güzel Đzmirleriyle beraber kurtaracaklar ve bu hudud-u tabiyye dahilinde milletlerinin refahım, memleketlerinin
ümranım temin eden tedbirleri
alacaklardır.» Fakat bu temenniyi insanın, kendi kudreti içinde olduğu zaman neden yapmamış olduğunu sormak da Tarih'in hakkıdır. Hem de en tabiî ve zarurî hakkı...
Geceyi, sivrisinek ve çeşitli haşerelere karşı müdafaasız olarak sabaha kadar perişan vaziyette geçirdik. Yüzümüz gözümüz şiş içinde idi. Sabah namazından sonra, Hicaz hükümetinin resmî gazetesi olan El Kıble'nin Başmuharriri meşhur Muhittin El-Hatib (1) ziyaretime geldi ve benimle uzun bir görüşme yaptı, teselli etti, islâm Birliği dâvasının kudsiyetinden bahsetti, Ne kadar garip, hattâ hazin ki, ertesi gün elime sıkıştırılan El Kıble gazetesinde, aynı zat, aleyhime ateş püskürüyor: «— Arablığı, Türklük emrinde bir esaret zinciri haline getirmiye çalışan gizli Teşkilâtın Lideri ve Çöl'de «Uçan Kuşların Şeyhi» adıyla şöhret yapmış olan Eşrefin ele geçmesi, bizim dâvamızın zaferi için aşılmış büyük bir merhaledir..» diyordu. Anlaşılan ziyareti de, yazdığı da kendisine evvelden verilmiş direktifin mahsulü idi. Fakat ben, bu zihniyete ve halka, öylecesine intibak etmiştim ki, artık hiçbir hâdise, üzerimde hayâl kırıklığı yaratmıyordu. (1) Bu zat, hâlen hayattadır ve Mısır'da, meşhur Ei Ehram gazetesinin de başmuharriri idi. Türk - Arab münasebetlerinin son elli senesi mevzuunu, bir tetkik eseri olarak ele alan dostum Amerikalı müverrih ve müsteşrik Mr. Philip H. Stoddard, elinizdeki kitabın yazıldığı ağustos 1962 de, kendisini Kahire'de ziyaret etmiş ve hatıratını almıştır. Muhittin El-Hatib, Eşref Beyden, Amerikalı tarihçiye: «— Arab dâvası ve âlemi üzerinde en geniş bilgi ve tecrübeye sahib Türk şahsiyeti...» olarak bahsetmiş ve Teşkilât-ı Mahsusa ile Đttihad-ı Đslâm hareketi üzerinde geniş bilgi vermiştir. Bu anlatılanlar da. Eşref Beyin hatıratına aynen intibak etmekte ve yapılmış olan mücadelenin çetinliğini ortaya koymaktadır. Görülüyor ki, kapanmış bir mazi telâkki edilmekle beraber, Türk - Arap münasebetlerinin esas mihverini yine aynı temel hâdiseler teşkil ve bundan sonraki istikametleri de, aynı unsurlar tesbit etmektedir. Mısır, Hicaz, Suriye, Lübnan arşivleri de, Teşki!ât-ı Mahsusanın giriştiği îttihad-ı Đslâm hareketine dair bakir vesikalarla doludur. C, K,
Gün geçtikçe, bize yapılan muamele düzeliyordu. Hindu bir terzi, kendi ölçüleri ve zevki içinde bize yeni elbiseler dikmişti. Kendisine taş taşıtılmış ve çeşitli hakaretlere mâruz bırakılmış olan Kaymakam Ali Beyi de ısrarla davet ve taleb ederek yanımıza getirtmiştim. Esaret hayatımızın Mekke'de geçen ilk perşensi, yâni haftası idi ki, kışla kumandanı Gaysûnî Efendi odama geldî:
«— Cenab-ı Melîk'in selâm-ı selâmet encamını tebliğ ederim: Yarınki cuma günü Beytullâh-ı mübarekedeki mahfil-i melûkânede kaymakam Ali Beyle zat-ı âlilerini kabul buyuracaklardır.» Ertesi sabah, Hindli terzinin bize diktiği elbiselerle garib bir kılık içinde, binlerce halkın mütecessis nazırları arasında, Beytullahın Hamidiye kışlasına bakan kütüphaneye girdik. Bir müddet burada istirahat ettik. Namaz vakti geldi. Nihayet, kendisine Hicaz Kralı unvanı verilen bizim dünkü Mekke Şerifi Hüseyin Paşanın tebliğ edilen iradesiyle huzuruna kabul edildik. Bize iltifat etti. Ali Bey, elini öptü. Bana, cesaret edemediği için olacak, elini uzatmadı. Ben de böyle bir arzuyu ne ruhen, ne şeklen hissetmedim... Yeni Hicaz Kralı, baş seccadenin sağ önünde idi. Yanında Şeyhülislâmı vardı. Onları, vezirleri takip ediyordu. Bana, kimbilir yaptıklarına nedamet duygusu mu, yoksa Đngilizlerin ikazı mı, sağ yanında yer ayrılmıştı. Namaz bu saf üzerinde kılındı. Hutbeye çıkan imamın duada,
Padişahımızın ismini anıp anmıyacağımı merak ediyordum: Hem
Beşinci Sultan Mehmet Reşadın, hem de kendisinin ismi zikredildi. Namaz bitmişti... Anlaşılan aldıkları emirle, vezirleri ve diğer maiyet erkânı, Kralı yalnız bırakmışlardı. Kendi makamı, bir tahtı andıracak kadar heybetli ve yüksekçe idi. Karşısında iki koltuk vardı. Bana ve Ali Beye yer gösterdi. Ali Beye yaptıkları ezâ ve cefânın şayia olduğu intibaını vermek istedikleri anlaşılıyordu. Çok iyi tanıdığını ve bana Cezair ulemâ ve meşayihinin, Hind Đslâm büyüklerinin huzurunda: «— Nasıl ki Ali, Zeyd, Faysal, Abdullah benim evlâtlarım iseler, sen de Aba'mın altındasın ve öz evlâtlarımdan farkın yoktur. Muhabbetim senin üzerinedir...» diyecek kadar uhuvvet ve sevgi göstermiş olan bu zat, şimdi yüzüme bakmıyor, daha doğrusu bakamıyordu!., O, meşhur sözünü hatırlamış olmalı ki, iltifat cümlesinin içine yine onu sıkıştırdı: «— Siz benim evlâtlarımsınız. Biz, sebep olanlarla harb ediyoruz. Hak ve hakikati anlamak ve tefrik etmek, bugün için mümkün olamıyacaktır. Ancak bu mes'eleyi mahkeme-i kübrâ halledecektir.» Dayanamadım: «— Tarih de bir mahkeme-i kübrâdır. Cenab-ı Hakkın insanlara bahşettiği lûtf-u ilâhisi olan aklın ve mantığın terazisidir. Allah, Đslâm milletleri arasına giren nifak ve ayrılığın müsebbib ve mücrimlerini tel'inden halâs etmesin..» dedim. Yeni Kral, sükûnetle: «— Doğrudur efendim..» dedi, Arabça:
«— Tavaf etmek ister misiniz?» sualini sordu. Ben, bu vazife-i mukaddeseyi birçok defalar ifa etmiş olmakla beraber, yine büyük bir zevk-i manevî duyacağımı, arkadaşlarımın da minnettar kalacağını Arabça olarak bildirdim. Bunun üzerine, bir ân düşündü: «— Yalnız, dedi, tavaf esnasında bazı münasebetsizlikler ve size karşı hürmetsizlikler olabilir. Ben ise bunu istemem. Bu sebeple, inşallah bir akşam ezanından sonra bu farizayı ifa ederseniz daha iyi olur.» Hayır. Yeni Kral, doğru söylemiyordu: Para ve makam hırslısı bir avuç adamla, aldatılmış ve iğfal edilmiş olanlar dışındaki büyük kalabalık, asırlarca kendilerini her türlü tehlikelerden korumuş, mukaddes ülkelerin sakinleri olarak onlara itibar ve hürmet göstermiş olan Türklerin muhibbi, hürmetkarı, müttefiki idiler.
MEKKE'DE MISIR YOLLARIA:
Günler geçtikçe, Mekke'deki hayatımız normalleşiyor ve ilk günlerde
gösterilen
düşmanlık tecellilerinden kurtuluyorduk. Nihayet, Mısır'a hareket edeceğimiz tebliğ edildi. Okumamıza müsaade edilen El Kıble ve diğer gazeteler, Đngilizlerin, Arab Yarım Adasının çeşidli yerlerinde ele geçmiş esirlerden istediklerini, himayeleri altında bulundurdukları Hicaz devletinden taleb ettiğini ve bunların Mısır'da bir kamp veya kışlada toplattırılacağım haber veriyordu. Hareket günümüz olarak da, 31 Kânunusani 1332 (13 şubat 1917) cuma tesbit edilmişti. Bu tarihten iki gün önce, Mahmut Gaysımî Efendi gelerek, yeni Kral'ın bize hediye ettiği 120 altını getirdi. Bu paraya esirlerin maaşı denilmesi, hakkımızdaki muamelenin artık tamamen tâyin ve tesbit edildiğini anlatıyordu. Mekke'den ayrılmamız, oraya gelmemiz kadar halkın tecessüs ve merak tezahürleri arasında oldu: Eski Şerif, yeni Kral Hüseyin Paşa, yaver ve mabeyncilerini bizi teşyie göndermişti. Cidde'ye kadar esaslı bir vak'a olmadan geldik. Yolda, bir Bedevi taarruzuna uğradık. Fakat bunun tertipli olduğu, bizim muhafızların bağırmalarıyla ateşin kesilmesinin birbirini hemen takib etmesiyle anlaşılıverdi!.. Kaçmamıza mâni olmak için tertip edildiği anlaşılan bu acemice oyunu, tebessümle karşıladık. Cidde'de, yine, Şerif Muhsin'in evine misafir edildik. Burada, kendisine Vilson Paşa denilen ve Mısır'la Arab Yarım Adası üzerinde Đngiliz askerî kumandanlığını temsil eden
General Wilson'un mümessili, kolonel (miralay) Vatson'la aramızda sert bir hadise cereyan etti: Bana, Medine'yi müdafaa eden askerimizin miktarını sormak gibi, güç inanılır bir lâubalilik gösteren bu adama: «— Ben yaralı bir esirim, öldürülebilirim. Fakat casusluk yapabileceğim intibaını size hangi hâdise ilham etti? Ayıbtır..» dedim. Adam, bu cevaba kadar beni ayakta tutmuş, kendisi oturduğu mükellef maroken masanın başında ayaklarını havaya kaldırmış, ağzında pipo ile bir azamet heykeli manzarası almıştı. Dayanamadım, devam ettim: «— Bizim tarihimizde sizin asla kendinizin olmıyân bu zaferlerden daha pek çok şereflilerinin destanları, boyunuzu aşar. Fakat bizim tarihimizde galib kumandanlar, vazifelerini kanları bahasına ifa etmiye çalışmış şerefli mağlûblara böyle muamele eden kumandanları kaydetmez. Çünkü bu haller bir zaferin bütün şerefini sıfıra indirir, yok eder. Siz, bana sorduğunuz suali, bu topraklarda altın karşılığı Satın aldığınız vicdanlara sorunuz!..» Kumandanın arkasında duran Mısırlı yüzbaşı Fuad Efendi, bu cevabım karşısında dayanamadı:
View more...
Comments