August 28, 2017 | Author: tunahan emin | Category: N/A
Download bulent-Orakoğlu-İhanet-Cemberi...
bülent Orakoğlu _ İhanet Çemberi Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır. UYARI: www.kitapsevenler.com Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar... Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki tüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesine istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma ekran vebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde, "TXT","DOC" ve "HTML" gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görmeengelliler için, hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki e-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele"düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz Yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz. Aksi kullanımdan doğabilecek tümyasalsorumluluklar kullanana aittir. Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir. www.kitapsevenler.com web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça pekişeceğine inanıyoruz. Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve yaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyoruz. Bilgi paylaşmakla çoğalır. İLGİLİ KANUN: 5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." bu e-kitap Görme engelliler için düzenlenmiştir. Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir. Ne mutlu ki, bir görme engellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu sevinci paylaşabilmek tüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu paylaşabilmek için bir kitabınızı tarayıp,
[email protected] Adresine göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz. Bu Kitaplar size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek lütfen bu açıklamaları silmeyiniz.
Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz... Teşekkürler. Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara. Tarayan: Rıfat Sancaktar bülent Orakoğlu _ İhanet Çemberi İhanet Çemberi pkk'yı yöneten türkler BÜLENT ORAKOĞLU 1950 yılı Eskişehir doğumlu, İlk ve orta öğrenimini Eskişehir'de tamamladıktan sonra Ankara Polis Koleji'ni bitirdi. 1970 yılında Polis Akademisinden mezun oldu. Sırasıyla İstanbul Toplum Zabıta Müdürlüğü'nde komiserlik, DiyarbakırBismil Emniyet Amir Vekilliği, Diyarbakır Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü, Çanakkale-Gelibolu Emniyet Müdürlüğü, Çanakkale İstihbarat ve Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü, Hatay İstihbarat ve Terörle Mücadele Müdürlüğü, İstanbul İstihbarat Müdürlüğü, Giresun İl Emniyet Müdürlüğü, Hatay İl Emniyet Müdürlüğü, Niğde İl Emniyet Genel Müdürlüğü görevlerinde bulundu. 28 Şubat sürecinde, ordu içinde istihbarat yaptırmakla suçlanarak yargılandı. 56 gün hapis yattıktan sonra beraat etti. Terörle mücadele alanında yaptığı çalışmalar nedeniyle İçişleri Bakanlığı ve valiliklerce verilen çok miktarda takdirnamesi bulunmaktadır. Yayınlanmış Eserleri: Deşifre, 4. baskı Ankara'da Gölge Oyunları, 3. baskı 30.000 adet. İçindekiler Önsöz 9 PKK'NIN KURULUŞU VE ERGENEKON ¦ 17 "PKK Kongra-Gel tarafından kendiliğinden ilan edilen son ateşkesin, 2003 tarihinin son aylarında bozulması ve Türkiye'nin yeniden bir terör dalgası içine sokulması ile Nokta Dergisi'nden öğrendiğimiz, ordu içindeki gizli bir cuntanın iki ihtilal teşebbüsünün aynı tarihlere denk gelmesi, terör örgütü PKK ile Ergenekon terör örgütlenmesinin eylem birlikteliğinin bir sonucu olarak gözükmektedir." 28 ŞUBAT - PKK - ERGENEKON İLİŞKİSİ 59 "28 Şubat Süreci'nde Emniyet İstihbarat Dairesi'nin üzerine gelinmesinin en önemli nedeni, bu dairenin, Öcalan'ın askeri bağlantılarını ortaya çıkarmış olmasıydı." "Ülkemizde son zamanlarda ilginç bir çatışma yaşanıyor: Türkiye'de ilk kez ortaya çıkan ve millî devleti temsil eden güçler, yabancı devletlerin derin yapılarının ele geçirdiği çeteleşmiş yapılarla mücadele ediyor'." PKK'NIN İSTİHBARAT SERVİSLERİYLE İLİŞKİSİ 83 "Abdullah Öcalan, NATO'nun gizli ordularının Türkiye'deki karşılığı olan Ergenekon'a üyedir. Öcalan’ın, ilk askeri eğitimini ABD güdümlü Ergene-kon yetkililerinden alması bize neyi anlatıyor?" "27 hlisan'da, Genelkurmay'ın resmi internet sitesinde yayınlanan e-Muhtıra'da, Ordu'ya sızmış ve deşifre edilememiş Aydınlık Grubu'nun etkilerinin olup olmadığı, Türk kamuoyuna açıklanması gereken önemli bir husustur." ÇEKİÇ GÜÇ - KÜRDİSTAN PROJESİ ve SUİKASTLAR 119 "Uğur Mumcu ile Eşref Bitlis'in ölüm tarihlerine dikkat ediniz: 24 Ocak 1993 tarihinde Mumcu öldürülmüştür; 17 Şubat'ta, yani yirmi dört gün sonra da Eşref Paşa şaibeli uçak kazasıyla hayatını kaybetmiştir. Mumcu, ölmeden birkaç gün önce, Cumhurbaşkanı Turgut Özal'dan, özel bir konuyu görüşmek için randevu talep etmiş, konu hakkında Eşref Bitlis'e de telefonla bilgi vermiştir. Mumcu, bu telefon görüşmesinden birkaç gün sonra suikasta uğramış, konu hakkında açıklama yapacağını söyleyen Bitlis Paşa da hemen arkasından hayatını kaybetmiştir. Bakınız, çok önemli şeyler açıklıyorum; Türkiye olarak şimdi söyleyeceklerimle yüzleşmek zorundayız!" ABDULLAH ÖCALAN'IN TÜRKİYE'YE TESLİM EDİLMESİ 137
"Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı'nın Genelkurmay Başkanlığı ve Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun Kara Kuvvetleri Komutanlığı sırasında; 1996 yılında Suriye'yi Apo'yu teslim etmeye ikna çabası sonuç vermek üzereyken, Türk Devleti içindeki Amerikancıların müdahalesiyle bu iş başarılamamıştı." ABDULLAH ÖCALAN'IN SURİYE'DEN ÇIKARILMASI «151 "Atilla Ateş Paşanın Suriye sınırında yaptığı konuşmanın tarihi ile Öcalan ile irtibat kuran bazı askerlerin görüşmelerinin hemen hemen aynı tarihe denk gelmesi, bu mücadelenin açık bir göstergesi miydi? Atilla Ateş Paşa, Öcalan'la Amerikancı bazı askerler arasında başlayan görüşmeleri sekteye uğratmak için mi bu konuşmayı yapmıştı?" YENİ STRATEJİ: WASHİNGTON ANLAŞMASI ¦ 175 "PKK'nın siyasallaşma sürecinin başlatılması projesi doğrultusunda, teröristbaşı Öcalan Türkiye'ye teslim edilmeden önce ABD; Barzani ve Talabani ile bir dizi görüşmeler ve anlaşmalar yapmıştır." DAĞLICA BASKINI ve TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİ «191 "Bugün Türkiye'de yaşatılmak istenen istikrarsızlık ve kaos ortamının, PKK terör örgütü kullanılarak devam ettirildiğini görüyoruz- Bu sefer, hükümet ile birlikte Genelkurmay'ın üst düzey bazı yöneticileri de hedef tahtasındadır." ABDULLAH ÖCALAN HAKKINDA BİLİNMEYEN GERÇEKLER ¦ 231 "... o günlerde çok vahim gelişmeler oldu. Öcalan’ın yanlış maddeden yargılandığını televizyonda açıklayan Sadık Avundukoğlu susturulmaya çalışıldı. Bu sözlerinin ardından, bir profesör kendisini aradı. 'Bir daha televizyonlara çıkmayacak ve konuşmayacaksın. Aksi takdirde, seni öldürecekler' dedi. Avundukoğlu, arayan kişiye 'kim öldürecek?' diye sordu. 'Bildiğin çevreler' cevabını aldı..." Önsöz 28 Şubat Süreci içinde kanun ve yönetmeliklerin verdiği yetkiye dayanarak yapılan bir çalışma, o dönem ordu içinde ve devlet yönetiminde etkin "dış bağlantılı bir cunta" tarafından suç addedilmiş, Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı ve bazı personel hakkında haksız ve hukuksuz uydurma senaryolar içeren suçlamalar yapılmıştı. Medyada, cuntacı komutanlarının emirleri doğrultusunda, masa başında üretilen ve psikolojik harekât unsuru oldukları bugün tam anlamıyla ortaya çıkan haberler ve yorumlar yazılmış, Emniyet İstihbarat Dairesi ve görevlileri hakkında gri ve kara propagandanın tüm unsurları kullanılmıştı. Bunun sonucunda Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı başta olmak üzere bazı alt rütbelerdeki personel, Deniz Kuvvetleri Askerî Mahkemesi'nce tutuklanarak cezaevine konmuştu. Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı Bülent Orakoğlu, Deniz Kuvvetleri Askerî Mahkemesi'nde ifade verirken "yasalarla kendilerine verilen görev çerçevesi içinde görev yaptıklarını, asla bir suç işlemediklerini, aksine devlet içinde, bilhassa ordu içinde bir cunta faaliyeti ve bu cunta ile ilişkili ihanet çerçevesinde bazı ilişkileri tespit ettiklerini, askeri mahkemenin ve askeri savcının göstermelik bir soruşturma yürüttüklerini, kendisinin tutuklanması emrinin cuntayla ilişkili bazı üst düzey komutanlar tarafından çok önce savcı ve mahkemeye verildiğini, ileriki tarihlerde bu ihaneti tüm ayrıntıları ile ortaya koyacaklarını ve bu beyanların kayda alınmasını" istemişti. Ancak askeri mahkeme, Emniyet İstihbarat Dairesi ile ilgili soruşturma emrinin askeri literatüre uygun olarak üst komuta heyetinden geldiğini, bu nedenden bu ifadenin kayda alınmasının mümkün olamayacağını açıklamışlardı. 28 Şubat Sürecinin arka perdesini aydınlatmak amacıyla süreci etkileyen dış faktörleri, darbecilerin hukuk dışı uygulamalarını, darbenin Türkiye'de ekonomik anlamda bugün bile hissedilen olumsuz etkilerini, yargıda ve bilhassa ülkenin savunma reflekslerinde meydana getirdiği tahribatları ve en önemlisi de, bazı askerlerle Öcalan ve PKK arasında yürütülen ilişkileri ortaya koymak amacıyla ilk kitabım Deşifre'yi kaleme aldım. Bu kitabımda ordu içindeki cuntacı bazı askerlerle Öcalan ve PKK arasındaki ilişkileri yalnızca tespit olarak ortaya koydum. Bu ilişkilerin yürütüldüğünün en belirgin delillerinin Emniyet İstihbaratı'nın bilgisayarlarında mevcut olduğunun da altını çizmeme rağmen, bugüne kadar bu ilişkilerle ilgili olarak gerek askerî gerekse sivil cumhuriyet savcılıklarınca herhangi bir işlem yapılmamasını da bu güçlerin Türkiye'nin kurumlarını nasıl baskı altına aldıklarının bir işareti olarak yorumladım.
28 Şubat Süreci içinde meşru, bir şekilde iktidara gelmiş Refah-Yol Hükümeti'nin antidemokratik bir şekilde iktidardan uzaklaştırılması operasyonuna, devletin en üst katlarında bulunan Cumhurbaşkanlığı kurumu ile siyaset mekanizmasının ve medyanın önemli aktörleri de alet edilmişti. Kimi cuntacı generallerin iddialarına göre; o dönem Cumhurbaşkanlığı makamında bulunan zat olmasaydı, bu demokrasi dışı müdahalenin başarılı olma şansı da olmayacaktı. Tarihe post modern bir darbe olarak geçen 28 Şubat Süreci'ne ister korkarak, ister zorla ve isterse çeşitli siyasi çıkar veya farklı menfaatlerle destek vermiş kişilerin ve cuntacı grupların; geçmiş üç darbe döneminde olduğu gibi adalet önüne çıkarılamayışları, bu kişilerin yeni darbe ortamlarının hazırlanmasında da kullanılacaklarının en önemli işaretiydi. Aynı zamanda Türkiye'de kaos ve istikrarsızlık yaratarak yeni darbe ortamlarını oluşturacak gizli gücün, devletin içine nasıl sızdığının bir işaretiydi. Bu gücü yalnızca Türkiye'nin iç dinamikleri ile ifade etmek ne kadar yanlışsa, yabancı ülkelerin Türkiye'de mutlak bir hâkimiyet kurduğunu ve istediği kurumları istediği gibi kullanabileceğini düşünmek de o kadar yanlıştır. Bu olay, Türkiye'nin NATO'ya girdiği süreçten başlayarak uluslar arası alanda yaptığı çeşitli anlaşmaları veya bu anlaşmalara dayalı yönetmelikleri, ülkenin istikrarsızlığa itilmesinde bir örtü olarak kullanan yasadışı derin ve gizli yapılanmalara, devletin çeşitli kurumlarındaki kişilerin monte edilmesi olayıdır. ABD, NATO'nun patronudur... ABD'nin istihbarat servisi CIA, NATO'yu örtülü operasyonlarında kullanmaktadır. CIA, NATO'ya üye devletler içinde oluşmasında ve eğitiminde büyük katkılar sağladığı yasa dışı gizli ve gölge ordularının örtülü ve yasadışı operasyonlarında, bu ülkelerin NATO ile yaptığı anlaşmaları bir şemsiye olarak kullanmaktadır. Bu yasadışı faaliyetlerin ortaya çıkması halinde CIA veya NATO gündeme gelmemekte, yıpranan o ülkede sızdığı kuruluşlardaki birimler olmaktadır. Geçmişte, bilhassa 1980 İhtilali öncesi gündeme gelen Kontrgerilla ve Kontrgerilla'nın arkasında gösterilen Özel Harp Dairesi böyle bir olaydır. NATO; Varşova Paktı üyesi ülkeler ve onların ideolojisi Komünizm ile mücadele amaçlı görüntüsü ve yapılanmasının ardında, gizli ajanda olarak Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde örtülü faaliyetler içinde bulunmaktadır. Türkiye dâhil NATO'ya üye 16 devlet içinde, Avrupa Müttefik Kuvvetler Baş Karargâhı'nın Gizli Koordinasyon Komitesi şemsiyesi altında faaliyet gösteren ve her ülkede, o ülkenin tarihi ve mitolojik yapısına ters gelmeyecek milli yapılanmalar olduğu izlenimini verecek farklı isimler kullanan örgütler kurulmuştur. Mesela, bu örgütün Türkiye'deki adı Ergenekon'du. 28 Şubat Süreci içinde, Türkiye'yi ihtilal şartlarına getirmekle görevli çeteleşmiş yapıyı, Batı Çalışma Grubu'nu ve cunta faaliyetlerini Emniyet İstihbarat Dairesi'nin deşifre etmesi ve yapılması düşünülen müdahalede komutanlar arasında bir konsensüs sağlanamaması sonucu, emellerine tam olarak ulaşamayan emperyalist güçlerin Türkiye'deki uzantısı Ergenekon'dur. Ergenekon, Ak Parti'nin tek başına iktidar olmasından duyduğu rahatsızlıkla Türkiye'de tekrar 28 Şubat benzeri bir müdahale oluşturmanın arayışı içine girdi. Ancak darbecilere göre bu sefer ki müdahale, 27 Mayıs 1960 İhtilali benzeri bir ihtilal olmalıydı. Bunun için devlet kurumlarına sızmış ve deşifre olmamış örgüt üyeleri de operasyona dahil edilerek, Türkiye'de istikrarsızlık ve kaos yaratacak tüm enstrümanlar dış ve iç güçlerce aynı zamanda devreye sokuldu. 2003 yılının ortalarına kadar eylem yapmayan PKK, birden bire ateşkesi tek taraflı olarak bozdu. Terör, Türkiye'nin gündemine tekrar sokuldu. 2004 yılından başlayarak eylemlerinin dozunu yavaş yavaş artıran örgüt, bilhassa 2007 yılı içinde şiddeti artırmaya ve çok sayıda askerimizi şehit etmeye başladı. Metropollerde masum insanları da hedef alan terör örgütü, profesyonelce gerçekleştirdiği eylemlerde can ve mal kaybına sebep oldu. Ancak bu derece profesyonel bir şekilde ortaya konan eylemlerin düzenleyicisi veya tetikçilerinin, eylem sonrası arkalarında net izler bırakması kafalarda soru işareti bırakıyordu. Diyarbakır'da düzenlenen son saldırı bunun en güzel örneği idi. Ergenekon terör örgütünün uzantıları olan çeteleşmiş yapılar, Cumhurbaşkanlığı Seçimleri sürecini de provoke etmek amacıyla mantar gibi türediler. Başta Ankara ve İstanbul olmak üzere polis, bu çeteleşmiş yapıları bir bir ortaya çıkardı. Bu
çeteleşmiş yapılar Türkiye Cumhuriyeti hükümetini hedef almışlardı. Gayeleri, millî irade ile seçimle gelmiş hükümeti antidemokratik yöntemlerle uzaklaştıracak senaryoları ortaya koymaktı. Bu amaçla Başbakan Tayyip Erdoğan'a ve bazı Ak Partililere suikast bile hazırlamışlardı. Seçimler sonrası ortaya çıkarılan PKK terörü, çeteleşmiş yapılar ile ilgili operasyonları bir müddet engelledi gibi gözükse de polis bu yapıların peşlerini bırakmamış, üstelik Yeni Ergenekon adı ile devleti yeniden yapılandırma iddiası ile ortaya çıkan, eskisinin bir devamı niteliğinde olduğu anlaşılan bu örgüte büyük darbeler vurmuştur. Bu operasyonda, Yeni Ergenekon terör örgütünün, Başbakan Tayyip Erdoğan'a tekrar eylem hazırlığında olduğu ve toplumu kutuplara ayırma amaçlı bazı cinayetlerle ilişkileri bulunduğu iddiası atıldı. Yeni Ergenekon terör örgütüne yapılan operasyonlarla, örgütün eylem hazırlığında olduğu bazı suikastlar önlenmiş, ayrıca bu örgütün ordu içinde genç Subayları kışkırttığı da ortaya çıkarılmıştı. Güvenlik güçleri bugün Ergenekon terör örgütünün devlet kurumları içine sızmış üst düzey yöneticilerinin kim olduğunun bilgisine sahiptir. Bugün gözaltına alınarak sorgulananlar örgütün eylem grubunun bir bölümüdür. Kamuoyu tarafından merak edilen husus, bu operasyonda İtalya örneğinde olduğu gibi sonuna kadar gidilip gidilemeyeceği hususudur. Gidilemeyecekse, diğer bazı NATO ülkelerinde uygulandığı gibi, devlet içine sızmış bu gruplar için sessiz bir tasfiye hareketinin uygulanıp uygulanmayacağı merak konusudur. Bu kitapta Yeni Ergenekon terör örgütü veya eski versiyonu ile CIA güdümündeki Ergenekon'un, Türkiye'yi kaos.ve istikrarsızlaştırma ortamlarında dış güçlerce ne şekilde kullanıldığının, Türk Milleti ve Devleti'ni oluşturan milli ve manevi değerlerin hangi psikolojik harp metotları ile törpülenmek istendiğinin ip uçlarını vermeye çalıştık. Devlet kurumları arasına atılmak istenen nifak tohumlarının ve Türk Milleti'ni kamplara ayırmaya yönelik siyasi cinayet ve psikolojik harp metotlarının arka planlarını ortaya koymaya çalıştık. Bu amaçla; Türkiye'de yıllarca bir arada kardeşçe yaşayan insanları, Türk-Kürt, Laik-Antilaik, Müslüman-Hıristiyan, Sağcı-Solcu vs. çatışmasıyla birbirlerine düşürme senaryolarını anlattık. Ayrılıkçı ve bölücü terör örgütü PKK başta olmak üzere; kendi amaçlarına hizmet edecek birçok naylon terör örgütü kurma çabalarının arka perdesini.bu olayların iç ve dış bağlantılarını açıkça ortaya koyduk. Amacımız, Türkiye'nin; siyaseti, askeri, istihbaratı, ekonomisi ve kültür politikaları ile bölgesinde bir güç olmasının önüne konulan engelleri kamuoyuna açıklamaktır. Geldiğimiz noktada Türkiye bugün Susurluk sürecinden farklı bir konjonktür içindedir. Siyasî irade, kesin bir kararlılıkla, Türkiye'nin siyasi tarihine kara bir leke sürmüş, bir ucu dışarıda, bir ucu içeride gizli ve gölge orduların tasfiyesi yönünde olumlu bir adım atmıştır. Bu adım diğer siyaset mekanizmaları ve Türkiye'nin anayasal kuruluşları tarafından da mutlaka desteklenmelidir. Türk Silahlı Kuvvetleri bu konuda siyasî irade ile birlikte aynı şekilde düşündüğü izlenimini vermektedir. Genel Kurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın Ergenekon terör örgütü ile ilgili olarak yaptığı, "TSK bir suç örgütü değildir. Suç işleyen cezasını çeker" açıklaması ordu içine sızmış Ergenekon Terör Örgütü mensuplarının bir kısmının tasfiye edildiğinin ve diğerlerinin de en kısa sürede tasfiye edileceğinin bir işareti olarak algılanabilir. Türkiye yakın geçmişte toplum vicdanını rahatsız eden bir çok faili meçhul veya faili belli ama arka perdesi aydınlatılamamış; toplumu kutuplara ayıran, toplum içinde kardeşçe yaşayan etnik grupları iç çatışma ortamına çekmek isteyen bir çok provakatif siyasî cinayetlere sahne olmuştur. Olmaya da devam etmektedir. Güneydoğu'da ayrılıkçı Kürt politikalarına karşı millî politikalar oluşturmak isteyen, milli birlik ve beraberliğin sağlanması için önemli çalışmalar yapan, fakat bu çalışmalara devam ederken yabancı ülke istihbarat servisleri tarafından siyasî cinayetlere kurban giden gazeteci, yazar, bilim adamı, siyasetçi, asker, polis ve yargı mensupları ile ilgili olarak TBMM'de bir soruşturma komisyonu kurulmalıdır. Bu komisyon muhtelif şehirlerde, muhtelif tarihlerde işlenen ancak arka perdesinde aynı yapının bulunulmasından şüphelenilen bütün cinayetleri, büyük şehirlerde uzman savcı ve güvenlik güçlerinin görevlendirileceği yeni bir oluşum ile tahkik etmelidir.
Bunun yanı sıra TBMM'de, PKK'nın kuruluşu ve Öcalan ile ilgili olarak da bir soruşturma komisyonu kurmalıdır. Kurulacak bu komisyonların hukuki alt yapıları kuvvetlendirilmeli, komisyona bilgi verecek kişilerin, sahip oldukları bilgileri ve belgeleri komisyonla paylaşmak konusundaki tereddütleri giderilmeli, komisyon heyetine karşı güvensiz davranmalarının önüne geçebilmek için gerekli yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Bu kitabın hazırlanması sürecinde katkıları bulunan, beni destekleyen ve motive eden çalışma arkadaşlarıma, aileme ve yakın çevreme teşekkür ediyor, saygılarımı sunuyorum. Bülent Orakoğlu Ankara, 2008 • * PKK'NIN KURULUŞU VE ERGENEKON PKK'nın Kuruluşu: Perde Arkası'nda Neler oldu? Kuzey Atlantik Paktı Organizasyonu (NATO), 4 Nisan 1949 tarihinde Kuzey Atlantik Paktı adıyla, Belçika, Kanada, Danimarka, Fransa, İngiltere, izlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, Portekiz ve ABD tarafından kuruldu. NATO'ya Türkiye ve Yunanistan 1952 yılında girdiler. Batı Almanya (Şimdiki Almanya) 1955 yılında, İspanya da 1982 yılında katıldı. Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya da 1999 yılında NATO üyesi oldular. NATO'nun kuruluş amacı, Sovyetler'in Avrupa'daki yayılmasını durdurmaktı. Paktın başındaki ifade şöyle: Taraflardan bir veya birkaçına, Avrupa'da yahut Kuzey Amerika'da Yapılacak herhangi bir tecavüz, pakta dâhil bütün devletlere birden yapılmış sayılacak, her devlet tecavüze uğrayanların yardımına koşacaktır. NATO organizasyonunun bir sivil bir de askeri kanadı bulunuyor. Sivil kanadı, Kuzey Atlantik Konseyi oluşturuyor ve bu konsey, NATO'daki en yüksek otorite. Genel sekreter ise konseyin başı. Bu görev her zaman için bir Avrupalı üyeye veriliyor. Askeri departmanın üç komutası bulunuyor. Müttefik Atlantik Komutanlığı, Avrupa Müttefik Komutanlığı, Müttefik Komutanlık Kanalı. Avrupa Müttefik Komutanlığı, NATO'nun kalbi olarak kabul ediliyor. Bu birimin komutanlığını her zaman Amerikalı bir general yapıyor. NATO'nun kurulması zaten gergin olan SSCB ve ABD ilişkilerini daha da bozmuş, SSCB bu ittifaka sert tepki göstermişti. Özellikle 1955 yılında Federal Almanya'nın NATO'ya katılması, o zamana kadar ikili anlaşmalarla güvenlik sistemi oluşturmaya çalışan SSCB ve diğer sosyalist ülkelerin politika değiştirmelerine ve bu çerçevede aynı yıl Doğu Blo-ğu'nun kolektif güvenlik örgütü Varşova Paktı'nı kurmalarına neden olmuştur. Varşova Paktı devletleri SSCB, Çekoslovakya, Macaristan, Bulgaristan, Polonya, Doğu Almanya ve Arnavutluk'tan oluşuyordu. Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu dünyasında NATO ve Varşova Paktı üyesi devletler; savunma, güvenlik, ekonomik, askeri, siyasi ve istihbarat alanlarında birbirleriyle kıyasıya bir mücadele içine girmişlerdi. Soğuk Savaş döneminin en önemli konsepti devletin güvenliğini ön planda tutan gizli, komplocu ve örtülü psikolojik harp metotlarının uygulanmasıydı. 1990'lı yıllarda İtalya'da başlayan temiz eller operasyonunda "Özel Savaş Örgütü" Qladyo yapılanması ortaya çıkarılmıştır, italya'da gizli cephaneliklere, tetikçilere ve aşırı sağ örgütlerin üyelerinden oluşan tabana sahip olan NATO gizli ordusunun resmi metinlerde adı Gladyo olarak geçmektedir. Bu yapılanmanın devletin içine bir ahtapot gibi uzandığı, devletin en üst kademelerine dahi sızabildiği görülmüştür. İtalya'da ortaya çıkarılan Gladyo (Kılıç) tipi örgütlenmelerin NATO'ya bağlı 16 ülkede de değişik isimler altında, NATO'nun gizli orduları olarak ABD ve İngiltere'nin gözetiminde kurulduğu anlaşılmıştır. NATO'nun gizli orduları NATO'nun Avrupa'daki olası bir Sovyet işgalinde direniş örgütlemek amacıyla düzenlenmiştir. Bu Gladyo'nun resmi yüzüdür ve amacına uygun şekilde oluşturulmuş gizli cephanelikler vardır. Resmi makamlarca bilinen ve belgelenmiş olan bu gizli cephanelikler, kayıt altına alınmayan ve oluşturulmuş "hücrelerin" kontrolünde olan cephaneliklerdir. 1990'lı yıllarda doğrudan İtalya Başbakanı tarafından da doğrulandığı gibi bu cephaneliklerdeki malzeme ortada işgal yokken kullanılmaya başlanmıştır. 1970'li yıllarda İtalya'da Pazar yerleri, kafeler gibi halka açık yerlerde patlayan C-4 tipi bombalar, o dönemde aşırı sol terör örgütlerine ait eylemler olarak gösterilmiştir. O dönemde C-4 tipi plastik patlayıcılar NATO'nun envanterindeki güçlü patlayıcılardandır.
İtalya'da Gladyo'nun "Komünist bir işgale karşı" değil, 1970'li yıllarda parlamentodaki ikinci güçlü parti olan İtalyan Komünist Partisi'ne karşı kullanıldığı resmi makamlarca açıklanmıştı. İtalya'da ortaya çıkarılan NATO'nun gizli ordusu Gladyo tipi yapılanmaların diğer NATO ülkelerinde kurulduğu, örgütlenme şekli, yapısı ve ideolojisinin hemen hemen aynı olduğu ortaya çıkarılmıştır. NATO ülkelerinde CIA ve MI-6 gizli servislerinin denetiminde ve gözetiminde gizli paramiliter, anti-komünist hücreler kuruldu. İlk başta adı "Geri Destek Operasyonu" (Stay Behind) olan gerilla eğitimi almış bu gizli ordular, bir Sovyet işgali durumunda cephe gerisinde işgalci Komünistlerle çarpışmak üzere eğitilmişlerdi. CIA ve MI-6 özel savaş eğitmenlerince bu hücrelere, adam öldürme, bombalama, sabotaj, insan kaçırma vs. konularında özel eğitimler verildi. Bunların koordinasyonunu NATO'nun gizli bölümleri üstlendi. NATO'nun gizli orduları Avrupa Müttefik Kuvvetler Baş Karargâhının Gizli Koordinasyon Komitesi şemsiyesi altına alındı. NATO'nun gizli ordularının hedefi Komünizm tehlikesini bertaraf etmek gibi gözükse de asıl amacının Amerikan menfaatleri ve çıkarlarını korumak olduğu ve gelişen konjonktüre göre gerekirse NATO ülkelerinin dahi hedef alınabildiği bugün ortaya çıktı. NATO ülkelerindeki Gladyo tipi gizli ordular NATO kararıyla kurulmuştur. Soğuk Savaş döneminde ABD, NATO'nun patronudur. Hedef alınan ülkelerin istikrarsızlaştırıl-ması ve kaos ortamının yaratılması ve her türlü provokasyonların uygulanması, ABD İstihbarat jargonunda genel bir ifadeyle "stay behind operasyonları" olarak karşımıza çıkmaktadır. Geride-durma, varlığını gizleme, yâda fazla belli etmeme, gibi anlamları olan bu tanım, gölge orduların oluşturulmasında kendini bulmaktadır. Bu gizli ordular ortada bir savaş ya da işgal yok iken harekete geçerek, ABD istihbarat birimlerinin doğrudan katıldığı ve yönlendirdiği örtülü operasyonlarla hedef ülkelerin siyasi meselelerine yasadışı müdahalelerde bulunmakta, terörist saldırılar düzenlemekte, demokratik yapıları tehlikeye atmaktadırlar. NATO'nun gizli orduları pek çok Avrupa ülkesinde ortaya çıkarıldı. Örneğin Fransa'daki ismi "Rüzgâr Gülü"ydü. Yetkililer 1950'li yıllarda bu örgütün Fransa'da kurulduğunu kabul ediyorlardı. Ancak Devlet başkanı Mitterand tarafından bu örgüt dağıtılmıştı. Belçika'da "Glaive", Almanya'da "Anti Komünist Saldırı Birliği", İsviçre'de "Gizli Müdafaa Örgütü", Hollanda'da "Operasyon ve Keşif Örgütü"... Yunanistan'da "Sheepskin" ismini alan bu gizli orduların kuruluşu, 1955 yılında Yunanistan Genel Kurmay Başkanı General Konstantin Davos ile CIA adına General Trascott arasında imzalanan anlaşmayla karara bağlandı ve dönemin başbakanı Papagos tarafından onaylandı. Türkiye'de ise NATO gizli ordusunun ismi konusunda farklı görüşler ve isimler ortaya atıldı. Aslında bütün NATO ülkelerinde kurulduğu sabit olan gizli ordular hemen hemen tüm NATO üyesi ülkelerde ortaya çıkarıldığı ve tasfiye edildiği devlet yetkilileri tarafından açıklandığı halde, Türkiye'de karar verici mekanizmalar böyle bir örgüt olup olmadığı konusunda kamuoyunu bilgilendirmediler. Ancak zaman içinde bu örgütün varlığını ortaya Koyan, Susurluk skandalı gibi, devlet içinde devlet gibi davranan, devletin yetkilerini kullanan, çeşitli kurumlarda çeteleşmiş yapıların ortaya çıkarılması, toplumu sarsan faili meçhul veya belli siyasi cinayetler, millet iradesinin yok edildiği, demokrasiyi sekteye uğratan darbelerin ardında bu tür gizli bir yapının olup olmadığı toplumda tartışılmaya devam etti. Aslında NATO'nun Türkiye'deki gizli ordusunun adı ERGENEKON'du. Türkiye NATO'ya üye olduktan sonra ABD ve ingiltere Gizli servisleri ile birlikte 1960 yılında ERGENEKON yapılanması oluşturmuştu. İtalya'da Gladyo'ya karşı yapılan operasyonlar sonrasında bir İtalyan devlet yetkilisi, Türkiye'nin üst düzey yöneticilerinden bir kişinin kulağına Türkiye yapılanmasının adını fısıldamıştı. Ziverbey Köşkü'nün işkenceci paşası olarak anılan Mem-duh Ünlütürk de, Erol Mütercimler'e; "Bu örgütün adı ERGENEKON 'dur, ben de üyeyim, içinde yer aldım, bulundum. Genelkurmay'ın da hükümetlerin de bürokrasinin de, herkesin üstünde bir örgüttür. Yasa ile filan kurulmuş bir örgüt değildir. 27 Mayıs darbesinden sonra CIA'ye Pentagon tarafından kurdurulmuştur. Bunun içinde bulunan insanlar vatana ihanet olsun diye hizmet etmezler, 'biz vatanı kurtarıyoruz, vatana hizmet ediyoruz, vatana yararımız dokunuyor' düşüncesiyle bu örgütün içinde yer
alırlar. Özellikle Amerika'da Kontrgerilla eğitimi görmüş olan, özel kurslardan geçmiş olan generallerin bir bölümü, yeri geldiğinde bu kontrgerilla içinde yer alır. Sonuçta ben daha başka insanlardan Ergenekon'u araştırdım ve şunu gördüm: bunun içinde subaylar var, gazeteciler var, işadamları var, emniyetçiler var, profesörler var, yargıçlar var, sıradan insanlar var. Bugün çeteler dediğimiz bu küçük birimler var ya işte bu birimler Ergenekon içindeki birer bölüm, birer parça. Adını saydığımız kişiler de Ergenekon adı verilen bu üst örgüt tarafından kullanılan tetikçilerdir." Dr. Mütercimler'e göre soğuk savaş döneminde komünizme karşı Avrupa'da kurulan Gladio örgütünün karşılığı bizde Ergenekon'dur: "Ergenekon ülkeyi 1971'den sonra 12 Eylül'e kadar planlı programlı bir şekilde terörün, anarşinin içine sokmuştu. Sonunda gelinen noktada artık sokağa çıkamayan, can güvenliği olmayan, beş dakika sonrasından emin olamayan Türk halkı darbeyi, askerleri yalvar yakar ister hale getirilmişti." 2005 yılında Mütercimler Aktüalite dergisinden Metin Under'e yaptığı açıklamalarda; "Altını çiziyorum, derin devlet diye bir şey yoktur. Bizde derin devlet diye bir olgu yok. Ne var, çıkar çeteleri var. Devletin içinde kurulmuş çıkar çeteleri var, bunlar çete, bunlar eşkıya!" diye açıklama yapmıştır. Muhabir Metin Under dersine iyi çalışmıştır, o kritik soruyu sorar: "Ergenekon adlı derin devlet yapılanması hakkında bildikleriniz neler?" Mütercimler'in yanıtı son derece ilginçtir: "Ergenekon bana Tümgeneral Memduh Ünlütürk tarafından anlatıldı. Açıklamayacağım. Çok büyük bir hadisedir. Toplam üç nüshası Vardır, birisi bendedir ve ölene kadar gizli kalacaktır. Bir nüsha banka kasasında gizleniyor. Muazzam bir devlet örgütüdür. Ama ben ölene kadar gizli tutacağım, "açıklamayacağım. Benden sonra birileri doğru olduğuna kanaat getirirse açıklar." NATO'nun gizli orduları'nın yazarı isviçreli Araştırmacı Dr. Ganser, kitabında İkinci Dünya Savaşı sonrası CIA ve MI-6 tarafından tüm Batı Avrupa ülkelerinde kurulan ve bazı ülkelerde trajik biçimde terörizme karışan NATO'nun gizli antikomünist gölge ordularını anlatıyor. Dr. Ganser Cumhuriyet Gazetesi'ne yaptığı açıklamalarda; NATO'nun gizli ordularının faaliyette bulunduğu 18 ülkede araştırmalar yaptığını, özellikle Türkiye'deki NATO gizli ordusu ve elemanlarının üzerindeki sis perdesinin kaldırılamadığını söylüyor. Türklerin kullanıldığına işaret eden bilim adamı, açıklamalarını şöyle sürdürüyor: "Abdullah Çatlı'nın 1996'daki ölümünden sonra ve Susurluk skandalı ertesinde, Kontrgerillanın önemli bir yerinde olduğu ortaya çıktı. Ama Türk Parlamentosu tüm çabasına rağmen kontrgerillanın CIA, NATO ve PENTAGON ile ilişkilerini açığa çıkaramadı. Türkler tıpkı İtalyanlar ve diğerleri gibi, Soğuk Savaş'ta kullanıldılar. Şimdi bunun nasıl yapıldığını ortaya çıkarmak zorundayız. Bunun üstesinden gelebilecek olağanüstü insanlar var Türkiye'de; Mehmet Ali Ağca, Abdullah Çatlı, Oral Çelik... Bunlar sıradan tetikçi değildi bence. Bu isimlerin NATO, PENTAGON, ve CIA ilişkilerini, Özel Harp Dairesi yanıtlamalıdır. NATO'nun bu gizli orduların koordinasyonunu üstlendiği biliniyor. Bu koordinasyon işi, Belçika'da SHAPE bünyesindeki 'Clandestine Plannig Committee' ve 'Allied Clandestine Committee' üzerinden gerçekleştiriliyordu. Türkiye başta olmak üzere birçok NATO ülkesinde, özellikle 1970'lerde yaşanan vahşetin aydınlatılmayıp CIA ve MI-6'nın bu gizli ordularla neler yaptığının ortaya çıkarılamaması durumunda şiddet spiralinden kurtulmak da mümkün olamayacak." Ergenekon içinde toplumun her kesiminden insanlar görev almıştır. Askerler, polisler, yargı mensupları, gazeteciler, bilim adamları, MİT mensupları, diğer istihbarat biriminden bazı personel, iş adamları vs... Deşifre edilmemiş nice isimler! Örgütün en temel stratejisi İtalyanların "gerilim stratejisi" adını verdikleri, sağ ve sol unsurların aynı anda desteklenerek kullanılması ve şiddet ortamının yaratılması suretiyle insanlarda bezginlik ve yılgınlık yaratılmasıdır. Türkiye'de Ergenekon ile ilgili ilk ciddi araştırmayı, Can Dündar ile Celal Kazdağlı aynı adı taşıyan kitaplarında ortaya koydular. Kitapta Alparslan Türkeş, Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı, Korkut Eken'in yanı sıra birçok ülkücü kökenli kişinin mekanizmada yer aldığı iddia edildi. Ergenekon yapılanması ile ilgili olarak bu örgütün işleyiş tarzı, hiyerarşik yapısı ve departmanları ile ilgili olarak bugüne kadar ulusal basın ve medyada
çeşitli iddialar ortaya atıldı. En somut bilgiler ise Ümraniye'de ele geçirilen el bombaları ile ilgili soruşturmada Kızıl Elma lakaplı emekli asker Muzaffer Tekin'in evinde ve bilgisayarında ele geçirilen Yeni Ergenekon yapılanmasına dair bilgi ve belgelerdi. Bu belgelerde devletin yeniden yapılanması için öneriler, "Master plan ön çalışması" ibareli kitapçıkla ve krokilerle anlatılmıştı. Bu güne kadar bu örgütle ilgili yapılan operasyon ve çalışmalar sonucunda Yeni Ergenekon Örgütü'nün; devletin yeniden yapılanması için bir master planı uygulamak amacıyla, paramiliter örgütler şeklinde örgütlenmiş olduğu, ordu içinde oluşmuş illegal gizli bir çeteleşme şeklinde yapılandığı ortaya çıkmıştır. Örgüt yapılanmasında yer alan kişilerin, Türkiye'deki mevcut rejimin gerçek hamisi olduklarına yürekten inandıkları, iç düşmanları pasifize etmek, hatta ortadan kaldırmak için her yolu mübah gördükleri, Türkiye Cumhuriyeti'ni yıkmaya çalışanlara karşı savaştıklarına inandıkları, bu amaçla suikastları kaçınılmaz gördükleri anlaşılmaktadır. İllegal yapılanmada medyayı ve STK'ları kullanmanın önemi özellikle vurgulanmış, naylon terör grupları ile naylon şirketlerin kurulması gerektiği ifade edilmiştir. Ayrıca devlete bağlı olması şartıyla taşeron mafya yapılanmaları örgütün içine alınmıştır. Ülkede Ergenekon'a bağlı holdingler, bankalar ve medya kuruluşları kurup ideolojiye uygun ekonomi ve politik dengeleri sağlayabilmek öngörülmüştür. Ele geçirilen belgelerde örgütün askeri ve sivil kanat olmak üzere iki bölüme ayrıldığı ve görev dağılımının bu şekilde yapıldığı görünüyor. Başkana bağlı olan dört daire komutanlığı ile iki sivil başkanlıktan oluştuğu, örgüt şemasının Ergenekon Başkanlığı, Daire Komutanlığı, Analiz ve Değerlendirme Dairesi Komutanlığı, Operasyon Dairesi Komutanlığı, Finansman Daire Başkanlığı (sivil), Teori Tasarım ve Planlama Daire Başkanlığı'ndan oluştuğu bildiriliyor. Askeri kanaat içinde eylem amaçlı suikast timlerinin oluşturulduğu, yine bu kanat içinde gerekirse PKK, HİZBULLAH; DHKP/C örgütlerine sızarak operasyonlarda işbirliğine gidilmesinin hedeflendiğinin altı özellikle çiziliyor. Sivil kanatta en önemli göze çarpan departman ise; ulusal Gençlik, Kuvayı Milliye veya Vatansever Güç Birlikleri oluşumları ile suikast timlerinin yapacağı eylemler sonrasında bilgi kirliliği yaratarak kamuoyunu yönlendirecek dezenformasyon departmanı. Sivil Toplum Örgütleri'nin "Kemalist Lobi"yle işbirliğine zorlanacağı ve Türkiye'de faaliyet gösteren yabancı sivil toplum örgütlerinin ilk kez karşılarında bir sivil kontr hareketin direnci ile karşılaşacakları, bu sayede yabancı STK'ların etkisinin ve etkinliklerinin sıfırlanmasının sağlanacağı düşünülüyor. "Lobi'nin kontr direnci ile karşılaşan siyasi otorite gruplarının, doğal olarak Kemalist sivil lobi ile işbirliğine yönelme zorunluluğu duyacakları" şeklindeki hedefleri göze çarpıyor. Ankara'da Qölge Oyunları isimli kitabımda da belirttiğim gibi, Kuva-yı Milliye çizgisinde hareket ettiği iddia edilen Kızıl Elma Koalisyonu, Yeni Ergenekon tarafından ortaya konan milli bir proje gibi gözüküyorsa da; Yeni Ergenokon, kendi içine sızan dış güçlerin etkisi ve yönlendirmesi ile milli olma özelliğini kaybetti. Maocu, Türkçü, Kemalist, Milliyetçi ve ulusalcı bir yapılanma etrafında toplanan bazı siyasi partiler, dernekler, gazeteler, televizyonlar ve toplumun tanıdığı bazı önemli kişiler kullanılarak "Türkiye'nin yeni bir kurtuluş savaşı öncesi günleri yaşadığı sendromu" ortaya atılarak, meşru ve demokratik bir şekilde milletin iradesi ile iktidar olmuş Ak Parti'ye çeşitli suçlamalar getirerek, bir taraftan legal kuruluşları kullanarak psikolojik harekât unsurları devreye sokulurken; diğer taraftan da illegal bir şekilde kurulan Yeni Ergenekon örgütünün Türkiye'yi sarsan suikastları ile ülke yeni bir 28 Şubat sürecine sokulmak istendi. Demokrasiye darbe vurma çalışmaları bugün de maalesef hâlâ devam ediyor. Bu yeni legal ve illegal yapılanmada piyon olarak kullanılan kişi ve kurumların büyük bir kısmı ülkeye ve vatana hizmet ettiklerini sanarak bu yapılanmaların içinde yer aldıkları, büyük oyunun arka planını göremedikleri gelişen operasyonlarda ortaya çıkan gerçekler ışığında açık bir biçimde görüldü. Türkiye'de meşru ve yasal güvenlik birimleri, Türkiye'yi istikrarsızlaştırmak isteyen derin devletler konsorsiyumu tarafından kurulmuş bulunan PKK ve diğer terör örgütleri ile cansiperane bir şekilde mücadele ederken, bu uğurda sayısız şehitlerin verildiği bir ortamda dış
güçlerin hedefi olan milli birlik ve beraberliğimizin bozulması hedefine katkı sağlayan Ergenekon örgütünün, Hablemitoğlu, Dink ve Danıştay cinayetleri ile Türk-Kürt iç çatışmasına yönelik eylem hazırlıkları, diğer psikolojik harekat faaliyetleri bu örgütün kimler tarafından hangi amaçla kurulduğunu, görünür hedeflerinin ötesinde ülkeyi 27 Mayıs 1960 ihtilali öncesi şartlarına götürmek istedikleri anlaşılıyor. Bundan daha tehlikelisi, bu örgütün, bilinen ve ortaya çıkarılan bu hedeflerinden daha gizli başka gündemlerinin olup olmadığı konusunda ve nihai hedefleri hakkında kafalarda soru işareti oluşuyor. NATO'nun gizli orduları projesi çerçevesinde 27 Mayıs ihtilali sonrası CIA ve MI-6 gizli servisleri tarafından gerilla faaliyetlerine karşı kontrgerilla faaliyetleri çerçevesinde kurulmuş, ABD güdümlü Ergenekon ile Maocu, Türkçü, Milliyetçi ve Ulusalcı ideolojilerin oluşturduğu iddia edilen Yeni Ergenekon yapılanması arasındaki fark nedir? Daha doğrusu bir fark var mıdır? Yeni Ergenekon yapılanması ABD'nin kurduğu Ergenekon'a karşıt bir yapılanma mıdır? Türk Devleti'nin birlik ve beraberliğini, milletinin milli manevi değerlerini mi savunmaktadır? Emperyalist ülkelerin Türkiye üzerindeki psikolojik operasyonlarını önlemenin yolu, ülke içinde kaos ve istikrarsızlık yaratacak yeni etnik ve dinsel cinayetler işlemek midir? Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Anayasası'nın verdiği yetkilerle hukuk içinde görev yapan devletin anayasal kurumlarının, askerin, polisin ve istihbarat kuruluşlarının görevini yapmadığı mantığıyla hareket ederek, kendisini devlet yerine koyan bu oluşumların ve illegal yapıların hukuk dilinde tek bir adı vardır: devlete karşı silahlı isyan! Bu soruların cevabı; Yeni Ergenokon'un gerçekleştirdiği suikast eylemlerinin ve güvenlik güçlerimizin başarılı operasyonları sonucu hayata geçiremedikleri suikast planlarının, ülkenin yararına olup olmadığı ile yakından ilgilidir. Bu eylemler, ülkenin huzur ve güvenliğinin, istikrarının bozulması ile yakından ilgilidir. Yeni Ergenekon örgütünün 28 Şubat sonrası gerçekleştirdiği suikastlar ve psikolojik harekât ile ABD güdümlü Ergenekon yapılanmasının 1970'li yıllardan başlayarak gerçekleştirdiği suikastlar ve cinayetlerle hiçbir farkı yoktur; her iki örgütün faaliyetleri de Türkiye'nin iç ve dış dinamiklerinde ve imajında yarattığı olumsuzluk ve siyasi amaç açısından aynıdır. Özellikle Ergenekon örgütünün "PKK içine sızması ve bu örgütle birlikte Türkiye içinde eylem yapılması" stratejisini düz mantıkla anlamak mümkün değildir! Tabi ki Yeni Ergenokon, 1960'lı yıllarda ABD güdümlü NATO'nun gizli orduları stratejisinde Türkiye'de kurulan Ergenekon'u taklit etmiyorsa! Ergenekon ile ilgili Türkiye'de yapılan yorumlarda araştırmalarda hep milliyetçi kesimin bu gizli yapılanma ile birlikte çalıştığı varsayıldı. Bu kanaatin yerleşmesine, geçmiş dönemlerde Ergenekon'un Türkiye içinde ve dışında çok önemli isimlere yaptırdığı suikastlarda kullandığı tetikçilerin milliyetçi kişilerden oluşması sebep oldu. Bu açık bir strateji ola-rak sunuluyordu ancak NATO ve patronu ABD'nin, Türkiye başta olmak üzere bazı ülkelerde uzun yıllar istikrarsızlık, kaos, terör, iç çatışma yaratma amaçlı maske operasyonları çok gizli bir şekilde NATO'ya ve dolayısıyla ABD'ye bağlı üst düzey yöneticilerle birlikte kotarılıyordu. Türkiye'de bir taraftan milliyetçi gruplar açık stratejilerle Ergenekon içine alınırken ve bu ilişki özellikle vurgulanır ve böyle bir görüntü özellikle verilirken, diğer taraftan da maskeleme ve ajitasyon suretiyle aşırı sol görüşlü ve Kürt kökenli kişiler de Ergenekon içine alındı. Abdullah Öcalan da ABD güdümlü Ergenekon içine alınarak eğitilen kişilerden biriydi. ABD güdümlü Ergenekon örgütünün bir üyesiydi. ABD, ingiliz ve İsrail derin devletleri ve Ergenekon işbirliği ile Türkiye'de Kürt kökenli Türk vatandaşları içinde var olan ayrılıkçı iç dinamiklerin kontrol altına alınması amacıyla Abdullah Öcalan'a ayrılıkçı bir terör örgütünün kurdurulmasına ve faaliyete geçirilmesine karar verilmişti. ABD güdümlü Ergenekon örgütü yöneticileri ayrılıkçı Kürt tabanından gelebilecek ve kendi iç dinamiklerince oluşmuş ayrılıkçı bir Kürt hareketiyle karşılaşmaktansa, kontrol altında bir hareketi daha uygun bulmuşlardı. ABD, İsrail, İngiliz derin devletlerinin Ortadoğu'daki devletlerin üniter yapılarının ve toprak bütünlüklerinin bozulması amacıyla bölgenin etnik, mezhepsel yapısını kaşıdıklarını, Kürt aşiretlerine her türlü lojistik yardım para, silah, eğitim desteği verilerek isyanlara teşvik ettiklerini önceki satırlarımızda çok geniş olarak izah etmiştik. Amaçlarının da Ortadoğu'daki
devletleri içten çökerterek bazılarını yok etmek, bazılarının da fiziki sınırlarını küçülterek Büyük ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi'nin ilk ayağını başarılı kılmak olduğunu da eklemiştik. Bu amaçla ABD güdümlü Ergenekon ve derin devletler konsorsiyumu tarafından kurulan Abdullah Öcalan yönetimindeki ayrılıkçı APOCULAR hareketi, Büyük Ortadoğu Projesi'nin önemli bir basamağı olan sözde Kürdistan devleti oluşumuna katkı yapmak amacıyla kuruldu. APOCULAR'ın, 12 Eylül ihtilalinden kısa bir süre önce, Suriye'ye geçirilmelerine kadar güvenlik güçlerine karşı eylem yapmamaları da bu işbirliğinin önemli kanıtlarından biriydi. APOCULAR veya KD isimleri ile kurulan ayrılıkçı örgüt, kuruluşundan günümüze kadar kendisini kuran derin devletler 'Ümraniye'de cephanelik evin ortaya çıkarılması ve emekli Yüzbaşı Muzaffer Tekin'in yakalanması üzerine örgütün deşifre edildiğini düşünüp kendi kabuğuna çekildiği belirlendi. Örgütün ele geçirilen manifestosunda, Ergenekon Türk Silahlı Kuvvetleri içinde faaliyet gösteren ve devleti yeniden yapılandırmayı planlayan gizli bir teşkilat olarak tanımlanıyor. Dokümanlara göre Ergenekon manifestosunu 1999'da Küçük ve Doğu Perinçek'in isteği üzerine Tuncay Günay yazdı. Ümraniye bombaları nedeniyle gözaltına alınan Tekno-park Bilişim'in sahibi Kuddisi Okkır'ın, Tekin'in isteği üzerine Yeni Ergenekon raporu yazdığı öğrenildi. Ergenekon'un 1999 yılı içinde TİT aracılığıyla Akın Birdal'ı öldürdükten sonra sırasıyla ünlü sanatçılar, Mahsun Kırmızıgül ve İbrahim Tatlıses'i öldürmeyi, Ümraniye HADEP binasına bomba atıp Kürt kökenli bir kişiye Atatürk büstünü tahrip ettirerek, Kürt-Türk çatışması planladığı öğrenildi." Ergenekon içinde yer alan bazı kişilerin, Alman istihbaratı ve CIA-MOSSAD görevlisi olduğu belirlenen kişilerle yakın ilişki kurdukları iddia edildi. Bu kişilerin isimleri ve hangi gizli servislerle irtibatlı olduğu basında yer aldı. Ergenekon terör örgütüne yurtdışından Türk Ortodoks Kilisesi üzerinden bağış adı altında beş yılda 50 milyon dolar gönderildiği iddiaları da gündemde. Ayrıca Ergenekon terör örgütünün karargâhının Türk Ortodoks Kilisesi olduğu, örgütün kilisede haftalık toplantılarını gerçekleştirdiği, Ergenekon'un yurt dışı bağlantılarını da Türk Ortodoks kilisesi üzerinden yaptığı iddiaları dile getirildi. Türk Ortodoks Patriği Selçuk Erene**^ Fener Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos'un Ekümenik iddiaları ve tutumuna karşı bir tavır sergilemekte, Fener Rum Patrikhanesi'nin Yunanistan'a taşınması yönünde çalışmalar yapmaktadır. konsorsiyumunun himayesinde korunarak ve kullanılarak, emperyalizmin Ortadoğu'daki ve Türkiye'deki emelleri doğrultusunda kanlı terör eylemlerini 1984 Şemdinli ve Eruh baskınlarıyla başlatmıştı. İstanbul Polisi tarafından yapılan Yeni Ergenekon örgütü ile ilgili operasyonlarda, bu örgütün PKK, HİZBULLAH, DHKP/C örgütleri içine sızarak, "gerekirse işbirliği içinde eylem yapma stratejisi" ojduğu ortaya çıkarıldı. Bu durum, 28 Şubat Sürecinde MGK içinde TİB Başkanı bir albayın, Brüksel'de PKK Avrupa temsilcileri ile görüşmesinin arka perdesini ve bu illegal yapıların devletin hangi kritik kurumları içine sızdığını da yeterince açıklıyor zannederim. Son operasyonda ortaya çıkan bilgilere göre, Ergenekon'un manifestosunun Küçük ve Perinçek'in isteği üzerine Tuncay Günay tarafından yazıldığı iddia edildi. Geçmiş bölümde PKK terör örgütünün elebaşısı Öcalan ile samimi ilişkilerde bulunan Perinçek'in ve ideolojisinin ordu içindeki ilişki ve örgütlenmesini anlatmıştık. Yeni Ergenekon operasyonu sonucunda ortaya dökülen bu ilişkiler ağının ve PKK ile yasalara aykırı olarak kurulan irtibatlar ile devlet-millet arasına konmaya çalışılan gerilim noktalarının yaratılmasında, bu ideolojinin ne kadar etkili olduğunun artık ortaya çıkarılmasının gerektiği, ülke menfaatleri açısından bir kez daha ortaya çıkmış bulunmaktadır. Yeni Ergenekon terör örgütünün, PKK ve Hizbullah içine sızarak müşterek eylem yapılması konusundaki stratejisi, PKK 'nın son aylarda başta Diyarbakır olmak üzere büyükşehirlerle gerçekleştirdiği bombalı saldırılarda, Ergenekon parmağın olup olmadığı sorusunu da gündeme taşıdı. 26 Ocak 2008 tarihli Star Gazetesi'nde çıkan "İşte Ergenekon'un şeması" başlıklı haberde ilginç ayrıntılar dikkat çekiyor: Türk Ortodoks Patrikhanesi, Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi'nin arkasında ABD'nin olduğunu, bütün dünyadaki Katolikler ve Protestanların bu güçler
tarafından kontrol altına alındığını, kontrol altına alınamayan tek cemaatin Ortodokslar olduğu iddialarını dile getirmektedir. Bunun nedenini de Ortodoks cemaatinin büyük bir bölümünün eski Sovyetler Birliği, bugün de Rusya'nın denetimi altında olmasına bağlamaktadırlar. Fener Rum Patrikhanesi ise ısrarla bu topraklardan ayrılmayacağını açıklayarak Ekümenik hedefinde batı ülkelerinin desteğini alarak, Türkiye'yi ulusal arenada sıkıştırma gayreti içinde bulunduğu iddialarını her platformda dile getiriyordu. Türk Ortodoks Kilisesi'nin Ergenekon terör örgütü ile olan grift ilişkileri, Başbakan Tayyip Erdoğan'a PKK bağlantılı olarak düzenlenecek eylem planının Türk Ortodoks kilisesinde ortaya çıkarıldığı iddiaları yine bu operasyonla ulaşılan korkunç iddialardan biri. PKK'nın derin kolu olarak da isimlendirilen TAK (Kürdistan Özgürlük Savaşçıları) genelde metropollerde masum insanları hedef alan uzaktan kumanda sistemi ile patlatılan bombalı eylemleri ile gündeme geldi. En son Diyarbakır'da bombalı oto saldırısının ardında da TAK bulunduğu iddiaları ortaya atılmıştı. Diyarbakır'da meydana gelen bombalı otomobilin uzaktan kumanda sistemi ile patlatılmasının ardından eylemde çok sayıda öğrencinin ölmesi ve yaralanması kamuoyunda şiddetli tepkilere neden olmuştu. Eylemin profesyonelce işlenmesine karşılık, eylemi gerçekleştiren militanın arkasında izler bırakarak acemice yakalanması bu eylemle ilgili olarak şüpheleri de beraberinde getirmişti. Türk Ortodoks Kilisesi'nin, Ergenekon ve legal uzantıları Kızıl Elma Koalisyonu saflarında bir politika izlemesinin ardındaki gerçek nedir? Türk Ortodoks Kilisesi'nin Ergenekon ile ilişkileri tarihe dayandırılsa ve Ergenekon'un ideolojisinden kaynaklansa da, bir kilisenin masum sivilleri hedef alan illegal güçlere alet olması veya onlarla birlikte hareket etmesi düşünülemez. Güvenlik güçlerimiz Türk Ortodoks Kilisesi kullanılarak Ergenekon'a yurt dışından yapılan parasal finans desteğinin arka perdesini muhakkak aydınlatma çabaları içindedirler. Ancak bu ülkede hiç kimsenin yabancı gizli servislerin ayak oyunlarına ve örtülü operasyonlarına alet olmaması gerekir, hele hele bizim ülkemiz içinde derin devletlerin çatışma ortamlarının doğmasına neden olacak ve milli, manevi değerlerimizin yıpranmasına, geçmişimizin törpülenmesine neden olabilecek bu tür gizli örgütlenmelere Türkiye'nin ihtiyacı olmadığı kanaatindeyim. Ümraniye'de gecekonduda ele geçirilen el bombaları arasında bulunan Alman menşeli patlayıcıların da BND ajanları tarafından Ergenekon'a verildiği savunuldu. Ergenekon ile bağlantılı olduğu ortaya çıkan Ümraniye'deki gecekonduda bulunan el bombalarının, 2 kafile (iki bin adet) el bombasının parçası olduğu da öğrenildi (bir kafile, bin adet bomba demek). Ümraniye'de bulunan bombaların da bu kafileye ait olduğu belirlendi. Bir kafile ise halen kayıp. Soruşturmada kayıp kafiledeki bombaların 17 ayrı eylemde kullanıldığı belirlendi. Ümraniye bombalarının sahibi Oktay Yıldırım bombaları Hasdal Kışlası'nın çöplüğünden aldığını ifade etmişti. Seri numaraları belirlenen bombalar, kayıtlara "MKE'den Hasdal Kışlası'na gönderildi" şeklinde geçti. Ergenekon operasyonunu başlatan Ümraniye'deki gecekonduda ele geçen 39 el bombasının kriminal incelemesi sonrasında Türkiye genelinde 17 bombalama eyleminde kullanıldıkları ortaya çıktı. Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan'ın Hizbullah tarafından öldürüldüğü söylenmişti. Danıştay baskınını gerçekleştiren Alparslan Arslan'ın 10.05.2006 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi'ne attırdığı el bombalarının da kayıp kafiledeki bombalardan olduğunun anlaşılması, bu cinayetin azmettiricilerinin de arka perdesinin aydınlatılması umudunu doğurmuştur. 25.03.1999 tarihinde Şırnak'ta HİZBULLAH örgütü operasyonunda ele geçirilen 6 adet el bombasından bir tanesinin Ümraniye'de Ergenekon örgüt üyesi Oktay Yıldırım'da ele geçirilen 39 el bombası ile birlikte aynı kafile içinden çıkması, Ergenekonun Hizbullah ile ilişkisini ortaya koyabilecek bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Eğer bu ilişki ispatlanabilirse HİZBULLAH'ın Türkiye'de işlediği cinayetler yeniden değerlendirmeye alınabilir. Üzerinde durmak istediğim HİZBULLAH örgütünün işlediği iddia edilen Gaffar Okkan Suikastı'nın da arka perdesi aralanabilir. Çünkü mahkemenin 50 sayfalık gerekçeli kararında, Diyarbakır'da Hizbullah terör örgütü adına eski Emniyet
Müdürü Gaffar Okkan suikastı başta olmak üzere silahlı eylemlere katıldıkları iddiasıyla yargılanıp mahkum olan 6 sanıkla ilgili, "Eylemin sanıklarca gerçekleştirildiği sabit görülmemiştir" denildi. İstanbul'da gerçekleştirilen Ergenekon operasyonunda polis, bu yapılanma içinde bulunan bazı kişilerin bir dönem Hizbullah terör örgütü içinde yer aldığını ve aktif rol oynadığını belirledi. NATO'nun gizli ordularının Türkiye dâhil birçok NATO ülkesindeki kontrgerilla faaliyetleri İtalya'daki Temiz Eller Operasyonu ile deşifre olduktan sonra, birçok ülkede de bu faaliyetler deşifre edilmiş ve devlet yetkilileri tarafından kendi ülkelerinde NATO güdümlü Kontrgerilla faaliyetlerinin var olduğu, ancak yapılan operasyonlarla faaliyetlerin bitirildiği açıklanmıştı. Türkiye'deki yapılanma ile ilgili esrar ve sır, örgütün isminin bilinmesi dışında hâlâ saklıdır. NATO yetkilileri yalnızca Türkiye'deki yapı konusunda yabancı araştırmacılara bilgi vermiyorsa ve Türkiye'de kontrgerilla faaliyetleri konusunda kamuoyunu tatmin edecek en ufak bir açıklama da yoksa; ABD güdümlü Ergenekon'un tasfiyesinin yapılamadığı, bundan dolayı eski yapılanmanın Yeni Ergenekon'a sızarak faaliyetlerini maskeleme suretiyle devam ettirdiği düşünülebilir. Türkiye'deki kontrgerilla faaliyetlerini milli ve bağımsız bir yapıda kurduğunu iddia eden ve ABD karşıtı olarak kurulan Yeni Ergenekon'a, yabancı ülkelerin gizli servisleri sızmış ve böyle ülke yararına olmayan eylemleri yaptırmış olabilirler. Bugün görünen durum bu olguya işaret etmektedir. Ergenekon örgütü ile ilgili olarak güvenlik güçleri uzun yıllardan bu yana bu örgütü deşifre etme amaçlı her ipucunu değerlendirerek bu örgüt hakkında çok önemli bilgi ve belgelere sahip oldular. Türkiye genelinde yapılan çeşitli ihbarları değerlendiren polis ve istihbarat birimleri kendi içlerine dahi sızma riski bulunan bu örgüt ve ilişkileri ile ilgili her ihbarı değerlendiriyor. Örneğin İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mesut Parlak, bir öğretim görevlisinin kendisine hakaret ve iftira içeren mailler attığı şikâyetinde bulundu. Ü.S isimli öğretim görevlisinin bilgisayarında binlerce sayfadan oluşan Ergenekon belgeleri ele geçirildi. Bazı örgüt mensuplarının isimlerine de ulaşıldı. Bu öğretim üyesinin, meslektaşları hakkında hazırladığı raporları o dönemde Genelkurmay'da görevli üst düzey bir subaya gönderdiği de belirlendi. Elde edilen belgelerde Ergenekon terör örgütünün Paramiliter milis örgütlenmeleri hakkında önemli bulgulara ulaşıldı. Bu bilgilere göre Türkiye'nin dört bir yanında Kuva-yı Milliye hareketleri kurulması öngörülüyordu. Örgütün planlarına göre bu hareket ulusal güçleri aktive edecek ve düşmana karşı gerek siyasi, gerekse hukuki bir mücadele verecekti. Gerekirse silahlı mücadeleyle ülke iç ve dış düşmanlardan arındırılacaktı. Ergenekon üyesi öğretim görevlisi, İstanbul Üniversitesi ile ilgili olarak 1. Ordu İstihbarat Başkanlığı'na yazdığı raporlarda, üniversitenin ayrılıkçı, ülkücü, dinci ve sol kadrolarca ele geçirildiğini belirtiyor, ayrıca kendisine istihbarat elemanı desteği verilmesi konusunda teğmen veya üsteğmen düzeyinde istihbarat eğitimi almış bir subayın tahsis edilmesini, raporlarda ismi geçen bazı kişilerin ev ve işyerlerinin telefonlarının dinlenmesini veya görüşme dökümlerinin çıkarılmasını istiyor. Paramiliter örgütler şeklinde yapılanan Ergenekon terör örgütünün sivil kanadı içinde yer alan Ulusal Gençlik ve Kuva-yı Milliye yapılanması 1999 yılında hayata geçirildi. Kuva-yı Milliye, Vatansever Kuvvetler adı altında onlarca dernek STK görüntüsünde kuruldu. Sivil Toplum görünüşündeki bu dernek ve vakıflar kısa sürede kamuoyunun gündemine oturdu. Mersinde silah, bayrak ve Kuran üstüne yemin edildiği, bu bölgede yüzlerce vatan haini tespitinin yapılarak Türk-Kürt çatışmasına zemin hazırlandığı iddiaları gündeme oturdu. Diğer taraftan Ankara Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şubesi'nce Mersin, Antalya, İstanbul, Konya, Giresun, Muğla, İzmir ve Diyarbakır'da eş zamanlı olarak gerçekleştirilen GİRDAP adı verilen operasyonda Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi Derneği Başkanı Taner Ünal'ın da aralarında bulunduğu 26 kişi göz altına alındı. Bu kişilerin "Suç işlemek amacıyla örgüt kurdukları, yönettikleri suç örgütüne üye oldukları, yağma, ihaleye fesat karıştırma, .zimmet, dolandırıcılık, tarihî eser kaçakçılığı, yasadışı yardım toplama, kaynağı belli olmayan gelirle suç örgütünü finanse etme, devletin bağımsızlığını zayıflatmaya veya birliğini bozmaya, Türkiye
Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini kısmen veya tamamen engellemeye yönelik provokatif eylemler düzenledikleri" iddia edildi. Ayrıca " Şehit olan bir yüzbaşının eşine verilen yaklaşık 100 bin YTL'yi dolandırmak istedikleri, ev, iş yeri ve oto kurşunladıkları, adam kaçırdıkları, işkence yaptıkları, Mersin Diyarbakır, Ordu ve Bilecik'te düzenlenen bayrak mitingleri ve şehit cenazelerinde provakatif eylem yaptıkları iddia edildi. Sanıklarla birlikte bir el bombası, 5 adet değişik çap ve marka silah, çelik yelek, jop, gaz maskesi, resmi kurumlara ait soğuk mühür ve soğuk damgalar ele geçirildi. Emniyet yetkilileri söz konusu kişilerin bazı üst rütbeli askeri personel ile ilişkileri olduğuna dair bulgular tespit edildiğini, bu bulgular çerçevesinde söz konusu personel hakkında Genelkurmay Başkanlığı'na suç duyurusunda bulunacaklarını açıkladılar. Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi'ne yönelik operasyonlarda göz altına alınan kişiler hakkında yapılan soruşturma sonucunda sanıklar tutuklanarak cezaevine gönderilmişlerdi. Ancak askeri şahıslarla ilgili olarak Milli Savunma Bakanlığı'na bağlı bazı subaylar hakkında Genelkurmay Başkanlığı'ndan soruşturma izni talep edilmişti. Askerler hakkında Lübnan Barış Gücü, Bolu 2. Komando Tugayı'na yapılacak er misafirhanesi başta olmak üzere pek çok ihale ile ilgili tutuklu sanıklarla telefonda ihale görüşmesi yaptıkları iddia edilmişti. 2007 Temmuz ayında Genelkurmay Adli Müşaviri imzası ile Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına gönderilen cevapta, dosyanın incelendiği ancak adı geçen subaylarla ilgili soruşturma açılmasına neden olabilecek nitelikte bir suç unsuru bulunmadığı belirtilerek talebin reddine karar verildiği belirtildi. Milliyet Gazetesi Köşe Yazarı Derya Sazak bu konu ile ilgili yazısında, Danıştay saldırısına adı karışan Vatanseverler Güç Birliği Hareketi üyelerine yönelik GİRDAP operasyonunda, Hrant Dink cinayetiyle bağlantılı yeni kuşkuların gündeme geldiğini belirtti. Operasyon kapsamında teknik takibe alınan (telefonları dinleniyor) zanlılardan VKGB Hareketi Derneği Başkan Yardımcısı ve Konya il başkanı Vehbi Ş.'nin Ankara, Mersin ve Konya' daki bazı rütbeli askerlerle sıkı ilişkiler içinde olduğu, bu askerlerin örgüte yardım ettiği tespit edildi. Dink suikastının ardından Vehbi Ş'nin 20 Ocak 2007 tarihinde 22.23 sıralarında Nejat adlı kişiyle yaptığı telefon görüşmesi şöyle: V: Alo N: Ne haber? V: Çarşıdayım Akın ile birlikteyiz N: Şu zıbartılan adamı duydun mu? V: Duydum. Bizim çocukların işi. N: Bulamazlar di mi? V: Bulamazlar. Merak etme. N: Elleri dert görmesin. Bu anlattığımız operasyon gibi geçmişte bu minvalde yapılan onlarca operasyon var. Kimisi medyaya intikal etti kimisi ise etmedi. Görüldüğü gibi bu örgütün tamamen çökertilmesi adına güvenlik güçlerinde yeterli bilgi, belge ve doküman var. Güvenlik güçleri arkasında bu örgütü tasfiye etmek isteyen güçlü bir siyasi irade görüyor, bir iddiaya göre de Genelkurmay da bu tasfiyeye yeşil ışık yakıyor. Ancak güvenilir bazı kaynaklar fiili operasyonun çok deşifre olmuş ve bazı olaylara karışmış asker, kamu görevlileri ve siviller üzerinde yapılarak, devlet içindeki diğer örgüt mensuplarının ve sivillerin sessiz sedasız tasfiye edilmesini benimsedikleri öne sürülüyor. Yine aynı kaynaklara göre, karar verici mekanizmalar bu tür illegal yapıların Türkiye için bir iç tehdit unsuru haline geldiği konusunda hem fikir. Bu nedenle Türk Devleti'nin imajına zarar vermeden bu yapıların tasfiyesi konusunda bazı projelerin uygulamaya konabileceğini belirtiyorlar. Zaman haklı olup olmadıklarını gösterecek, bekleyip göreceğiz. Ancak şunu söyleyebiliriz: bugün gözaltına alınarak haklarında Ergenekon terör örgütüne üye olmak ve çeşitli eylemler ile ilgili soruşturma yapılan şahısların bu örgütün tetikçi ve eylemci grubunun bir parçası olma ihtimali büyüktür. Buzdağının görünen çok sığ kısmıdır. Zira yakalanan kişilerin büyük bir kısmı Susurluk skandalı ve sonrasında işlenen siyasi cinayetlerde deşifre olmuş kişilerdir. Bu kişilerin devlet içindeki gizli yapılanmalarda görev aldığı iddiaları uzun zamandır ulusal basın ve bazı sivil toplum örgütlenmeleri
tarafından dile getiriliyordu. 28 Şubat Süreci sonrasında devletin yeniden yapılanması projesi doğrultusunda uygulanan master plan, bu operasyonlarda yakalanan kişilere çok ama çok büyük gelen bir elbise görünümdedir. Belli ki polis bu son operasyonda deşifre edilen kişiler dışında Ergenekon örgütünün gövdesine doğru inebilecek bazı üst düzey kamu yöneticileri, akademisyenler, istihbaratçılar, siyasetçiler vs. gibi toplumun tüm katmanlarından oluşan bu elit tabakanın bir bölümünü deşifre etmiştir. Ancak bu kişilerin kamu kurum ve kuruluşlarındaki veya siyaset mekanizmalarındaki veya iş dünyasındaki önemli konumlarından dolayı veya Ergenekon ile bağlantılarının tam delillendirilememesinden veya yukarıda açıkladığımız konseptten dolayı sessiz sedasız bir tasfiye amacıyla şimdilik bu yapının derinliklerine inilememiş olabilir diye düşünüyorum. Ancak Susurluk skandalı sonrasında yapılan hatalara düşülmemesi gerektiği ortadadır. Devlet içindeki bu gizli ve gölge yapılanmanın Susurluk'ta olduğu gibi safra atarak daha da derinlere inme gibi bir stratejisi varsa, karar verici mekanizmaların bu sürece müdahil olmaları gerektiği tüm çıplaklığıyla ortadadır. Türkiye uzun yıllardan bu yana ülkede işlenen faili meçhul veya belli siyasi suikastları aydınlatmada bir fırsat yakalamış olabilir. Bunun için kamu vicdanında derin yaralar açmış, faili meçhul veya tetikçisi belli ama arka planları aydınlatılamamış suikastların tamamını yeniden, bir arada, bu işte ihtisas sahibi uzmanlaşmış savcı ve güvenlik güçlerinin görevlendirilmesiyle araştırmalıyız. Bunun için TBMM'de hukuki düzenlemeler yaparak ve bu araştırmayı yapacak kadrolara her türlü teknolojik ve maddi imkânları sunarak, suikastların azmettiricileri ve arka perdesinde hangi yapılanmaların olduğunu, bu yapılanmalar içindeki kişileri deşifre edebiliriz. PKK 2004 yılında ateşkesi Ergenekon'un isteği ile mi bozdu? Buraya kadar yazdıklarımızı okuyan okuyucularımızın Ergenekon ile PKK arasındaki eylem paralelliğini ve ilişkilerinin arka perdesini anladıklarını zannediyorum. ABD güdümlü Ergenekon ve PKK aynı merkezi irade ile kuruldular. Naylon ideolojilerle aynı amaca hizmet ettiler. 1997'de 28 Şubat İhtilali öncesi devleti yeniden yapılandırma ve tam bağımsızlık iddiası ile ortaya çıkan Yeni Ergenekon da, eskisinden farklı olmayacak şekilde, ülkeyi darbe ortamına getirecek, antidemokratik yollarla demokrasiyi kesintiye uğratacak ve hükümeti düşürecek provokasyonel eylemlerde bulunmuştu. Daha önceki satırlarımızda Türkiye'de meşru hükümetlerin terör ve ekonomik kaos yaratılarak, antidemokratik bir biçimde iktidardan uzaklaştırılmaları stratejilerinin her dönem uygulanabileceğini, yakın tarihimizin bu misallerle dolu olduğunu ısrarla belirtmiştik. PKK Kongra-Gel tarafından kendiliğinden ilan edilen son ateşkesin, 2003 tarihinin son aylarında bozulması ve Türkiye'nin yeniden bir terör dalgası içine sokulması ile Nokta Dergisi'nden öğrendiğimiz, ordu içindeki gizli bir cuntanın iki ihtilal teşebbüsünün aynı tarihlere denk gelmesi, terör örgütü PKK ile Ergenekon terör örgütlenmesinin eylem birlikteliğinin bir sonucu olarak gözükmektedir. Bu durum bugün İmralı'da tutuklu bulunan Abdullah Öcalan'ın PKK terör örgütünü nasıl olup da cezaevinden idare ettiğinin, talimatlarını örgüt mensuplarına nasıl ulaştırdığının da cevaplarını vermektedir. Son ateşkes sürecinde Öcalan'ın avukatlarının Öcalan'dan aldığı talimatlar sonucu ateşkesin bozulmasında önemli bir rol oynadıkları iddiaları ortada gezmektedir. Ayrıca Öcalan ve TBMM içindeki uzantılarının son günlerde neden ulusalcı kesildiklerinin ipuçları ortaya çıkmaktadır. Bütün bu gelişmeler Öcalan'ın Ergenekon terör örgütü içinde görevinin devam ettiğinin bir göstergesidir. Derin devletlerin kontrolündeki Öcalan Abdullah Öcalan; 1960'lı yılların sonunda kendi halinde bir öğrenci iken, nasıl oldu da gizli ve karanlık güçlerle işbirliği yaparak, Türkiye'nin son 26 yılına damgasını vuran kanlı terör örgütünü kurdu veya kurabildi? CIA, MOSSAD, MI-6 ve bu ülkelerin güdümündeki Ergenekon tarafından kotarıl-dıktan ve gerekli eğitimlerden geçirildikten sonra emperyalist devletlerin derin güçleri tarafından Türkiye'de ve Ortadoğu'da bu güçlerin siyasi amaçları doğrultusunda strateji ve taktik geliştirebildi? Babası Kürt, annesi Ermeni olan ve Kürtçe'yi zar zor konuşabilen Öcalan, Türkiye ve Ortadoğu coğrafyasında çeşitli devletlerin içinde yaşayan Kürtleri temsil etme gibi bir ütopyayı örgütün
kuruluşundan itibaren nasıl, hangi nedenlerle ortaya koyabildi? Örgütsel terminolojiye aykırı olarak, tabandan başlaması gereken ayrılıkçı etnik terör örgütünü tavandan, üniversite çevrelerinden başlatarak günümüze kadar Türkiye ve bazı Ortadoğu ülkelerinin üniter yapılarını ve toprak bütünlüklerini nasıl tehdit edebildi? Bu soruları çoğaltabiliriz. Ancak 2008 yılının başlarında bulunduğumuz bu günlerde Öcalan ve PKK'nın bir maşa örgüt olarak kurdurulduğu, Türkiye başta olmak üzere Ortadoğu'nun bazı ülkelerinde, terör, kaos, ve istikrarsızlık yaratılarak bu ülkelerin siyasi ve ekonomik olarak zayıflatılmasına ve kendi iç sorunları ile uğraştırılarak bölgesinde güç olmaması adına içe kapatılması stratejileri doğrultusunda kullanıldığı ortaya çıktı. Bu bakımdan, bu kanlı, ayrılıkçı ve etnik temellere dayalı örgütün kurucusu Öcalan'ın doğduğu günden itibaren üniversite yıllarının ve sonrasının araştırılması, Türkiye ve Ortadoğu'da oynanan büyük oyunun arka perdesini aralayabilmemiz bakımından önem taşımaktadır. Esasen Abdullah Öcalan'ın başta Türkiye olmak üzere hangi derin devletlerin piyonu olduğu konusu çeşitli görüş ve düşüncede yazar tarafından araştırılmış, Öcalan'ın ilişkileri konusunda sır perdesi aralanmaya çalışılmıştır. Genelde ayrılıkçı ve etnik ideolojiye sahip bazı Kürt yazarlar, Türkiye'deki ayrılıkçı etnik PKK hareketini Türk derin devleti veya dış güçlerin derin devletleri tarafından kurulduğu gerçeğini kabul etmemektedirler. Bu yazarlardan Selim Okçuoğlu Türkiye'de ulusal bir gazeteyle yaptığı ancak yayınlanmayan röportajında şunları söylemektedir: "1990'ların başında Şam ile Ankara gizli bir mutabakata varmışlardır. Öcalan, Kürt hareketi içinde bu gizli mutabakatın memuru olarak görev yapmıştır. Kürt hareketini terörist olarak damgalatmış, çözümün önünü tıkaması için gereken her şey yapılmış, görevini tamamladıktan sonra Türkiye'ye geri dönmüştür. Henüz görevinin başındadır ve çalışıyordun Ben Türkiye'de PKK hareketini devlet yarattı demiyorum. Başka dış güçler PKK hareketini yarattılar tezine de katılmıyorum. Kürtler Ortadoğu'da bu statükonun cenderesine alınmasalardı PKK hareketi doğmazdı. Silahlı mücadele de olmazdı. Ama PKK hareketi doğup maddi bir güce dönüşünce, kitle desteği kazanınca, olanakları artınca, Türkiye, Suriye, İran ve Irak istihbarat örgütleri kontak kurmaya çalışmış, kişilik özelliklerinden dolayı Öcalan bir Truva atı haline getirilmiş, onun güdümündeki PKK içinde tek kişinin hükümranlığının geçerli olduğu bir diktatörlük kurulmuş, ardından parti deformasyona uğratılarak sahte bir tarikata dönüştürülmüştür." Görüldüğü gibi Türkiye ve Ortadoğu'da emperyalist ülkelerin kendi emelleri doğrultusunda kışkırttıkları ayrılıkçı ve etnik ideolojiyi savunan Kürtler, yaklaşık bir asırdan bu yana oynanan oyuna yine alet edilerek kandırılmışlardır. Bir proje doğrultusunda kullanıldıklarını anlayan ayrılıkçı ve etnik ideolojiye sahip Kürt aydınlarının, PKK'nın derin devletler konsorsiyumu tarafından kurulduğunu kabul etmemeleri, Kürt hareketinin olağanüstü şartlarda kendi iç dinamiklerinden doğduğunu ve Öcalan'ın bu süreçten sonra derin devletler tarafından elde edilerek kullanıldığını öne sürmeleri büyük bir hayal kırıklığı ve aldatılma psikolojisinin yansıması gibi görünmektedir. Bu bakımdan daha önceki satırlarımızda ifade ettiğimiz gibi, PKK terör örgütünün kuruluş süreci ile Öcalan'ı iyi tahlil etmemiz ve bu gerçekler ışığında, iç ve dış mihraklar tarafından çeşitli provokasyonlarla yaratılmak istenen Türk-Kürt çatışmasının arka planını kamuoyunun gözleri önüne sererek, bu oyunu bozma yönünde olumlu bir katkıda bulunmamız gerekir. Geçmişte Öcalan'ın ABD güdümlü Ergenekon ile ilişkisini araştıran ve bu konuda önemli bilgi ve bulgulara ulaşan gazetecilerin suikastlara kurban gittiği, PKK tarafında ise APO'nun devletle ilişkisinden kuşkulanan örgüt mensuplarının infaz edildiği, bu sayının da hiç küçümsenmeyecek kadar fazla olduğu, APO muhalifi örgüt mensuplarının kaleme aldığı yazı ve kitaplardan anlaşılıyor. Araştırmacı Gazeteci Yazar Uğur Mumcu, 24 Ocak 1993 tarihinde Ankara Karlı Sokak'taki evinin önünde arabasına konan bombanın bir vites veya marş düzeneğine monte edilmesi sonucunda öldürüldü. Mumcu'nun eşi Güldal Mumcu'yu ziyaret eden dönemin Başbakanı Süleyman Demirel, Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü ve İçişleri Bakanı İsmet Sezgin "cinayeti çözmenin, devletin namus borcu olduğu" sözünü verdi. Kamuoyunda ve Türk Milleti'nin vicdanında büyük şok yaratan bu suikast toplumun laik-antilaik kutuplaşmasında önemli bir rol oynadı. Bu kutuplaşmanın
önemli bir nedeni de cinayeti üstlenen yasadışı örgütlerin dini motifli İslami Kurtuluş Örgütü, İBDA-C ve İslami Cihat örgütleri olmasıydı. Mumcu suikastı 2000 yılına kadar faili meçhul kaldı. Dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan 'Umut' adını verdikleri operasyonla Uğur Mumcu suikastının çözüldüğünü, bu suikastın İran yanlısı Tevhid-i Selam isimli dinci bir örgüt tarafından işlendiğini ve 9 örgüt mensubunun yakalandığını açıkladı. Operasyonun 17 Ocak 2000 tarihinde İstanbul Beykoz'da bir villaya yapılan Hizbullah örgütü operasyonunda ele geçirilen bilgisayarlar ve disketler içinde Mumcu Suikastı'na ışık tutacak çok önemli raporların ele geçirilmesiyle başladığını açıkladı. Beykoz'da Hizbullah'ın örgüt evine yapılan operasyonda örgütün lideri Hüseyin Velioğlu ölü olarak ele geçirilmişti (Hizbullah örgütünün lideri Hüseyin Velioğlu'nun devlet içindeki ilişkileri başka bir kitapta anlatılacak). Tevhid-i Selam terör örgütü mensuplarının İran'lı diplomat Muhsin K. Azed ile irtibat kurdukları, bu kişiden aldıkları 500 bin dolar karşılığında Uğur Mumcu'yu öldürdükleri, ayrıca yakalanan bombacıların, İran'ın Kum kentinde İran gizli servisi SAVAMA tarafından da eğitildikleri açıklandı.. Mumcu suikasta kurban gitmeden önce PKK'nın kuruluşu ve Abdullah Öcalan'ın devlet içindeki ilişkileri ve Hizbullah terör örgütünün arka planını araştırıyordu. Mumcu bu konuda yaptığı araştırmalarla önemli bilgilere ulaşmıştı. MİT, Emniyet ve Genelkurmay içindeki iyi ilişkileri sayesinde ciddi belge ve bilgilere ulaştığına inanıyordu. Mumcu, Apo'nun MİT elemanı olup olmadığını, eşi Kesire Öcalan'ın babası Ali Yıldırım'ın MİT ile olan yakın ilişkisinin Apo üzerindeki etkilerini, Apo'nun neden Türk vatandaşlığından çıkarılmadığını ve lnterpole niçin bildirilmediğini, Barzani, MOSSAD, PKK ve ABD ilişkilerini, PKK'ya silahların hangi yoldan geldiğini, uyuşturucu trafiğinin Asya-Avrupa bağlantısını sağlayan Güneydoğu ve Kuzey Irak'ta sayıları giderek artan uyuşturucu imalathanelerinin neden bulunamadığını, PKK-Kürt mafyası ilişkilerini, PKK'nın asker sivil bürokrat ve siyasetçi bağlantılarını, sınır kapılarındaki PKK işbirlikçilerini ve bunları himaye edenleri, Hizbullah örgütünün arkasındaki güçleri ciddi manada araştırıyordu. Gazeteci yazar Avni Özgürel, Neşe Düzel ile yaptığı röportajın Uğur Mumcu ile ilgili bölümünde konuya ışık tutan şu açıklamaları yapıyordu: "Uğur'la Ankara'da evlerimiz çok yakındı. Bekaa'dan döndükten sonra Uğur'a gitmiştim. 'Öcalan'ın MİT'le irtibatlı olabileceğini öteden beri yazıyorsun, bende de bu konuda bazı bilgiler var' diyerek ona şunları anlattım... 1965 yılı içinde devlet sağda milliyetçi diye isimlendirdiği gençlerin örgütlenmesini yüreklendiriyordu. Komünizme karşı bazı materyaller devlet kontrolünde bize ulaşıyordu. Biz de bunları dağıtıyorduk. Bu yayınları veren kuruluşlardan biri de Refik Korkud'un Fikir Ajansı'ydı. Bu tür neşriyatı dağıtmak için kurulmuştu. Ankara'da, İzmir Caddesi'nde bir binanın bodrum katındaydı. 1966-67 yıllarında ajansta gördüğüm o genç Öcalan'dı. 1993 yılında Öcalan gazetecileri Bekaa'ya basın toplantısına davet etti. Panaroma'nın genel yayın yönetmeni olarak ben de gittim. Basın toplantısından sonra kendisine Ankara'da Fikir Ajansı'nda sanki seni gördüm' dedim. 'Doğru hatırlıyorsun, ben bunları bir müddet sonra açıklayacağım' dedi. Türkiye'de güvenlik birimlerinin kurduğu bir organizasyonun içine, bir insan hangi amaçla olursa olsun gelip gidiyorsa ve onun orada oturup kalkmasına kimse ses çıkarmıyorsa o insan ya güvenilir biridir ya da görevli biridir.' Uğur Mumcu'ya bunları bil dedim. Uğur'daki bilgi Öcalan'ın iki bağlantısına ilişkindi. Biri Kesire'nin ailesiyle alakalıydı. Eski eşinin ailesinin MİT'le ilişkisini Öcalan da kabul etmişti. Diğeri Öcalan'ı Ankara'dan Diyarbakır'a götüren Pilot Necati'nin MİT ilişkisiydi. Ki bu ilişkiyi Öcalan daha sonra açıkladı..." Uğur Mumcu, Abdullah Öcalan'ın Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi birinci sınıf öğrencisi iken, Mahir Cayan ve arkadaşlarının Kızıldere'de güvenlik güçlerince düzenlenen bir operasyon sonucu ölü ele geçirilmeleri üzerine; Şafak adlı bir bildiriyi dağıtırken bazı üniversiteliler ile birlikte yakalanmasını, ancak diğer öğrencilerin aksine kısa bir süre sonra salıverilmesinin arka perdesini de araştırıyordu. Öcalan 8 Nisan 1972 tarihinde gözaltına alındı. 19 gün tutuklu kaldıktan sonra mahkemede tevkif edildi. Dönemin sıkıyönetim Savcısı Baki Tuğ, Öcalan için önceleri ağır bir ceza isteminde bulunurken, mahkeme safhasında
görüş değiştirerek bazı suçlamaları geri çekmesi sonucu Öcalan üç ay hapis cezası ile kurtulmuştu. Bu konu bugüne kadar hep gündemde ama arka perdesi sır olarak kaldı. Baki Tuğ, normal olarak böyle bir olayı doğrulamadı. O süreçte, bazı olaylara karışan öğrenciler hakkında güvenlik güçleri veya istihbarat birimleri tarafından askeri savcılık ve mahkemelere gönderilen koruma mektupları ile bazı öğrencilerin korunduğu iddiaları mevcuttu. Öcalan için de bu şekilde bir koruma mektubu gelip gelmediği öğrenilemedi. Görünmeyen eller Öcalan'ı sarıp sarmalıyordu. İlginç bir gelişme de Öcalan'ın Üniversite'den aldığı burs konusuydu. Bildiri dağıtma, eylemlere karışma gibi suçlardan güvenlik kuvvetlerince gözaltına alınan öğrencilerin bursları üniversite yönetimi tarafından kesiliyordu. Öcalan ile birlikte aynı eylemde yakalanan bazı öğrencilerin burslarının kesilmesine rağmen Öcalan'ın bursu kesilmemişti. Abdullah Öcalan Ankara'da üniversite yıllarında bazen sol görüşlü öğrencilerle çeşitli eylemlere katılmasına rağmen, milliyetçi ve muhafazakâr kesimde de yer alabiliyordu. Mankurtlar Vadisi isimli kitapta bu konuda ilginç ayrıntılar göze çarpıyor: "6 Eylül 1966'da yargı yılının açılış törenlerinde Yargıtay Başkanı İmran Ökten, törene katılan Cumhurbaşkanının ve Başbakan Süleyman Demirel'in gözlerinin içine baka baka irtica uyarısı yaptı. Ökten'e göre 'Gerici akımlar, Atatürk'ün ölümünden 28 yıl sonra yine büyük bir tehlike haline gelmişti. Saf ve temiz vatandaşlar, din ve şeriat entrikacılarının oyunlarına alet edilmek isteniyordu. Ulusal bütünlüğümüz bu akımlarla tehdit edilmek istenmekteydi'. Öktem konuşmasında Atatürk'ün ünlü Bursa nutkunu da okumuştu. Bu konuşma kamuoyunda geniş yankı uyandırdı. Tabii milliyetçilerden de gerekli tepki geldi. Öktem 3 yıl sonra vefat etti. 1 Mayıs 1969'da vefat eden Öktem, 3 Mayıs'ta toprağa verilecekti. Ancak Maltepe camii'nin imamı, 'Kafir olduğu' gerekçesiyle Öktem'in cenaze namazını kıldırmıyordu. Öktem'in cenaze namazı Ahmet Hıfzı Gözübüyük tarafından kıldırıldı. Gericiler ve milliyetçiler cenaze namazı sırasında gösteri düzenledi. Bu cenaze törenine katılanlar arasında bir isim daha vardı: Maltepe Camii cemaatinden Abdullah Öcalan! Abdullah Öcalan İmren Öktem'in cenazesine katılmıştı katılmasına ama; protesto eden sağcı gerici gruplar arasındaydı. O sıralar milliyetçi derneklere gidip gelmekteydi. Ya da Seferberlik Tetkik Kurulu'nun finanse ettiği örgütlerde Abdullah Öcalan'ı görmek mümkündü. Abdullah Öcalan'ın tarihinde sır'lar hep var. Belirsizlikler, karanlık isimler... Önce İstanbul'da okumaya karar veriyor. Sonra fikir değiştiriyor ve Ankara'nın yolunu tutuyor. Abdullah Öcalan Refik Korkud'un sahibi olduğu Fikir Ajansı'na gidiş gelişlerini ise hiçbir yerde söylemiyor. Diyarbakır'daki görevinden, Bakırköy Tapulama Müdürlüğüne atanıp İstanbul'a geldi. 1971 yılında istanbul Hukuk Fakültesi'ne kayıt yaptırdı. Abdullah Öcalan aynı yıl Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne yatay geçiş yaptı. Şafak isimli bildiriyi dağıtmaktan tutuklanmasının ardından, cezaevinden çıkmasından sonra son sınıfa gelinceye kadar hem öğrenciliğini sürdürdü, hem de sol hareketlerden yavaş yavaş ayrılıp yine sosyalist eksende Kürtçü bir çizgiye yöneldi. Öcalan bu konuda şunları söylüyordu: "Kısa bir süre Türk solu ile birlikte hareket etmeme rağmen, 1973 baharında bir grubun faaliyetine öncülük ederek PKK hareketinin temelini atmada önemli bir rol oynadım. 1975'te Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği başkanlığı yaptım. PKK programını 78'de kaleme aldık. 79 Temmuz başlarında Ethem Akçanla Suruç üzerinden Suriye ve Lübnan'a, Filistinlilerin yanına geçtik." 1967-69 arası yıllarda Diyarbakır, Urfa, Ağrı, Muş ve Tunceli'de binlerce kişinin katıldığı gösteriler yapıldı. Bunlar Doğu Mitingleri olarak anıldı. Bu mitinglerde Türkiye İşçi Partisi de önemli bir rol oynadı. Kürtçü hareket bu yıllarda artık ağırlıkla şehirlerde kendini göstermeye başladı. 1969-70'de tüm hizipleri barındıran Devrimci Doğu kültür Ocakları ( DDKO ) kuruldu. Şehirlerde açılan bu ocaklar, Kürtçülerin ve özellikle de üniversitelerde okuyan bölge gençlerinin toplandığı yerler oldu. Sonra 12 Mart darbesi geldi ve 60'lı yıllardaki hareketlilik kesintiye uğradı. 12 Mart
döneminde binlerce kişi tutuklandı. Ama bu kesinti uzun sürmedi. 1974-75 sonrasında Kürtçü hareket daha da katlandı, politize oldu ve adeta yeniden şekillendi. Yeni dergiler, örgütler kuruldu. Özgürlük Yolu, Rızgari, PKK, Tekoşin, Kawa, Ka-wa Red, Ala Rızgari gibi örgütler bu dönemin ürünleridir. Bu örgütlerin kurucuları, 60'ların Doğucu adı verilen akımından (TİP ve TKDP dâhil, )60'ların ve 70'lerin Türk soluna mensup hareketleri içindeki ayrışmalardan geliyorlardı. Bu örgütlerin kuruluşuna ön ayak olan kadrolar, çoğunlukla 6768'lerin sol örgütleri içinde yer alanlardı. Özellikle Kürt kökenli öğrenciler sol hareketler içinde aktif görevler üstlenirlerken, ayrı örgütlenmenin yollarını da aramaya başladılar. Ulusal sorun adı altında dillendirilen mesele aynı zamanda Türk ve Kürt solu arasında bir kopuşu da beraberinde getirdi. PKK kuruluş yıllarından itibaren disipline ve liderin öne çıkmasına önem verdi. İllegal bir örgütlenmede merkez komite öne çıkardı. PKK hareketinde ise tam tersi oldu. Daha çok bir güç eli ile örgütlendiği izlenimini yaratan harekette Abdullah Öcalan ismi her zaman önde oldu. 1974—77 yılları arasında yapılan çalışmalarda örgüte katılım sayısı arttı. Eğitim çalışmaları düzenlendi. Komün evler kuruldu. Bazı soygunlar yapıldı, öğrenci, öğretmen ve memurlarla ilişkiler genişletildi. PKK çıkışını 1977'de yaptı. Kaleme alınan Kürdistan Devriminin Yolu başlıklı manifestoda Kürdistan 4 parça olarak kabul edildi. Türkiye, İran, Irak ve Suriye tarafından işgal edildiği öne sürülen Kürdistan'ın kurtarılması için silahlı mücadeleye başlanması kararı alındı. Manifestoya göre, 4 parçaya ayrılan Kürdistan'ın her parçasının kendine has koşulları vardı. Her parçadaki kurtuluş örgütleri ayrı ayrı örgütlenecek ve diğerleriyle ittifak içinde olacaktı. Gerilla mücadelesi, halk savaşı ve ayaklanma ile bağımsız Kürdistan kurulacaktı. Kurulan PKK teorideki en yakın müttefiki Türk solunu dışladı, hatta hedef tahtasına oturttu. Ülkede tek parti şiarı ile yola çıkan, Türk solundan önde gelen isimleri teker teker öldürdü. Bölgede neredeyse Türk solunun kökü kazındı. PKK 300 dolayında Türk devrimcisini infaz etti. Bunlar kazara ya da de facto olarak gelişen ölüm olayları değildi. İnfazlar Abdullah Öcalan'ın uygulamaya koyduğu bir stratejinin ürünüydü. PKK kendi dışındaki Türk ve Kürt örgütlerine yaşama şansı tanımadı. Sol gruplara sosyal şovenist, diğer Kürt örgütlerine ise ilkel milliyetçi denildi, savaş açıldı. Öcalan 12 Eylül 1980 darbesinden kısa süre önce yurt dışına çıktı, Şam'a yerleşti. PKK fiilen tasfiye oldu, örgütte tek adam dönemi başladı. Öcalan 1996 yılında Serxwebun yayınları arasında çıkan "Devrimin Dili ve Eylemi" adlı kitabında Ergenekon ile ilişkisini ve savunma stratejisini şu satırlarla açıklıyor: "Asıl amacım, devrimci bir Kürdistan grubu ortaya çıkarmak. 1975'lerde Kürdistan adına devrimci bir grup kurmak tarihin seyrini değiştirecektir ve benden başka bu işe el atacak adam yoktur. Çıkış yapmaya çalışırken devlet adına hareket eden kişilerle (Öcalan burada Pilot Em. Yüzbaşı Necati ve eşi Kesire gibi isimlerden söz ediyor) ben son derece iyi geçiniyorum. 1994'te gazetelerde çıktı, güya Apo'yu MİT Kürdistan'a göndermiş. Bu aslında devletin içindeki odakların birbirini suçlama için söyledikleri bir sözdür. Aslında gönderme değil de onların elindeki ilişkilerdir. Ben devlete 1966'dan itibaren maddi olarak dayanmışım ve ancak 1977-1980'lerde kopuşa gideceğiz. TC şimdi kavramıştır. Ama artık çok geç, artık iş işten geçti. Verdiğimiz görünüm Ankara'da kalıp grupçuluk yapacağız, bir yayın çıkartacağız, bir de yayın dükkânı kuracağız. Kim kimi yanılttı? Düşünün devlete Kürt partisi kurduruyorum. Uğur Mumcu ... dedi doğrudur, bu da doğrudur. Biz devrimci Kürt Partisini ( PKK ) nasıl MİT'e dayandırarak kurduysak, Kürt devletini de, Türk devletine dayandırarak kuracağız. Yazdı adam, başka çaresi yok. Taktik buraya getiriyor. Taktiğin üstünlüğü burada. Pilot ne diyordu: Abi sen ne yapıyorsun? Günün 24 saatinde bilgi istiyordu. Ben de hepsini veriyordum. Ankara'yı böyle 1979'a kadar oyalamak büyük bir taktikti. Hem de grubu bütünüyle onların olanaklarına dayandırmak." Öcalan'ın kitabındaki açıklamaları kendini savunma amaçlı yazdığı açık. Ne kadarının doğru olduğu da bilinmiyor ancak Öcalan'ın bu kitabı kaleme aldığı
tarih 1996 yılı olduğuna göre PKK'yı kurduran ve kendisini kullanan gücü yalnızca MİT olarak açıklaması, CIA, MOSSAD ve MI-6 ve ABD güdümlü Ergenekon'dan hiç bahsetmemesi hiç de inandırıcı değil. PKK'nın kurulduğu 1966 yılında sempatizan seviyesinde bir örgütçü olarak ABD güdümlü Ergenekon'dan ve diğer derin devletlerin faaliyetlerinden haberi olmaması normal karşılanabilir. Başlangıçta APOCULAR adıyla anılan bu ayrılıkçı örgütü kurarken, MİT içine sızmış kişilerin kendisini desteklediğinden dolayı MİT'in PKK'yı kurdurduğunu düşünmüş ve bu nedenle MİT açıklamasını yapmış olabileceğini düşünmek her halde saflık olur. Örgütü kurma çalışmalarına başladığı 1966 tarihinden bu kitabı kaleme aldığı 1996 yılı arasında 30 senelik bir zaman farkı bulunmaktadır. Abdullah Öcalan'ın emperyalist devletlerin derin yapılarından ve ABD güdümlü Ergenekon'dan hiç bahsetmemesi tamamen koruma amaçlıdır. Çünkü 12 Eylül darbesinden kısa bir süre önce Türkiye'de darbeyi tezgahlayan dış güçler ve iç uzantıları tarafından tüm örgüt elemanları ile birlikte Suriye'ye geçirilen Öcalan'ın CIA, MOSSAD ve MI-6 kontrolündeki Filistin kamplarına yerleştirilerek, burada bu gizli servislerin özel savaş eğitmenleri tarafından eğitildiğini biliyoruz. Daha önceki satırlarımızda açıkladığımız gibi CIA'nin 20 yıl önce hazırladığı PKK raporu Bilgi Edinme Yasası çerçevesinde kamuya açılmış olmasına rağmen PKK'nın Türkiye'deki kuruluşuna ait üç sayfalık bilginin CIA tarafından sansürlenmesi, Öcalan'ın kimleri korumak istediğinin en önemli belgesidir. Ayrıca Avni Özgürel'in Öcalan'ı 1965 yılında Refik Korkud'un Fikir Ajansı'nda gördüğünü açıklaması Öcalan'ın da bu ilişkiyi doğrulaması önemlidir. Refik Korkud'un kaleme aldığı kitapların büyük bölümünün Komünist ideolojinin düşman gösterilerek, NATO 'nun gizli ve gölge ordularının faaliyetlerini kamuoyu önünde meşrulaştırma amacına yönelik olması da ilginçtir. Fikir Ajansı'nın sahibi Refik Kor-kud'a eski adıyla Tahsisat-ı Mesture olarak bilinen örtülü ödenek hesabından 1959 yılının Ağustos ayında 28 bin lira ödendiği, dönemin Başbakanlık Müsteşarı Salih Korur tarafından tutulan Örtülü Ödenek kayıtlarının bulunduğu kitaptan öğrenilmektedir. Biz burada bu satırlarla geçmişte hata yapmış kişi ve kurumları asla savunmuyoruz. Esasen kurumlar içinde hata yapan kişiler varsa bu yalnızca o kişileri bağlar. Yalnız Milli İstihbarat Teşkilatı'nın kurumsal politikaları adı gibi milli olmalıdır. Hangi saik ile hareket edilirse edilsin, Kuzey Irak'ta bir Kürt Devletinin kurulmasına Türkiye'nin menfaatleri açısından MİT'in kurumsal iradesinin razı olması mümkün değildir. Razı olan varsa bu MİT'in içine sızmış emperyalist ideolojiyi savunanlardır. 1950'li yılların konjonktürel ortamında NATO ve ABD'nin Türkiye kurumları içindeki ağırlığı yadsınamaz derecede fazla idi. Günümüzde bu ilişkiler devletlerarası güvenlik, savunma ve stratejik istihbarat anlaşmaları çerçevesinde yürütülmekte olup bu etki son derece azalmıştır. PKK'nın kuruluşu ve devlet içindeki iltisakları günümüzde de araştırmacı birçok yazar ve gazeteci tarafından sorgulanmaktadır. Bu konuda Radikal gazetesi yazarı Neşe Düzel'e konuşan Avni Özgürel'in söylediklerine kulak vermek gerekiyor: Neşe Düzel: Eğer devlet PKK'nın kuruluşunun her aşamasından haberdar idiyse, niye devlet bu örgütü kontrol edemedi ve bütün bu süreçte 40 bin insanımız öldü? Avni Özgürel: Bence kontrol etmek istemediler. Çünkü Güneydoğu bir sektör olmuştu. Eğer PKK hareketi, sana sınırsız örtülü ödenek kullanma ve para dağıtma imkânını veriyorsa... Bazı insanlara da, dehşet estirme gücünü sağlıyorsa... Ki bazı Jitem mensupları ne asker, ne de polisti. Bazıları Yeşil gibi hüdainabit adamlardı. Bu timlerin içinde, 'Yolda bizi sollayıp geçen arabaları durdurup içindekileri öldürdük' diyen adamlar bile vardı. Bir de tabii Güneydoğu'da uyuşturucu işi de çok ciddi bir gelir kapısı haline geldiyse... Sonuçta bütün bu kirli paranın ayakta tuttuğu bazı dengeler var demektir. Güneydoğu'da-ki bu tablo, Türkiye'de birçok yapıyı besledi. PKK'dan ele geçirilen silahlar tekrar PKK'ya satılıyordu. Hatta son dönemde PKK, Makina Kimya'nın mermilerini kullanıyordu. Bu kanalları kestiğin anda, peş peşe çok şey devriliyor tabii. Neşe Düzel: Öcalan'ı bir MİT bürosunda gördüğünüzü söylerken, bu sözlerinizin Öcalan'ı küçük düşürmek için hazırlanmış bir psikolojik savaş oyunu olarak değerlendirilebileceğini hiç düşündünüz mü?
Avni Özgürel: Türk devletinin şu anda Öcalan'ı küçük düşürmek işine gelmiyor. Aksine Kürt hareketinin Öcalan'ın kontrolünden çıkması Türkiye için sıkıntı doğurur. Ben de bu kanaatteyim. Devlet açısından rasyonel bakıldığında, Türkiye ile işbirliği halindeki bir Öcalan, Türkiye ile pazarlık masasındaki bir başka liderden çok daha avantajlıdır. Öcalan'ın kendisi de pazarlıklara açık olduğunu söylüyor. 'Lüzumundan fazla Kürtçülük yapmak istemiyorum. Dozunu düşüreceğim bu Kürt milliyetçiliğinin' diyor. Böyle pragmatik biriyle işi götürmek devletin işine geliyor olabilir. Geçmişte işine geldi. Ayrıca Öcalan, Güneydoğu'daki rant organizasyonunu yapanların da işine gelmiş olabilir. 1993'teki söyleşimizde, 'Güneydoğu meselesi, Kürt meselesi bir rant, bir para işine dönüştü mü?' diye sordum. Neşe Düzel: Ne dedi? Avni Özgürel: 'Evet' dedi, 'Bu kolay kolay bitmez.' Hatta sohbetimizde daha ötesini söyledi. 'Bu işi ben bitireyim desem, beni bitirirler. Türkiye tarafında en yüksekte buna karar verecek emir noktasındaki insan bu işi bitireyim dese, bitirt-mezler, onu bitirirler' dedi. Neşe Düzel: Eğer MİT'le irtibatlı biriyse hangi amaçla PKK'yı kurdu peki? Avni Özgürel: 12 Mart'taki solcu subaylar örgütlenmesi de devletle irtibatlıydı. Halbuki bir darbe çekirdeğiydi orası. Ben 12 Eylül'de Mamak'ta yargılanan önemli birini, seneler sonra Özel Tim'in danışmanı olarak gördüm. Mesela şu da seneler sonra ortaya çıktı ki, bir sol örgütün, PKK değil bu.. Bu sol örgütün yönetim kadrosu yani merkez karar kurulunun tamamı, Emniyet istihbaratı tarafından tayin edilmişti. Böylece o elemandan hem o grupla ilgili bilgi alabilirsin, hem de o kişi üzerinden o grubu etkileyebilirsin. Ama belli noktadan sonra ipleri elinde tutamayabilirsin. Problem de bu noktada kopuyor zaten. MİT'in, Jitem'in, Emniyet'in irtibat kurduğu insanların önemli kısmı sonradan kontrolden çıktı. Çatlı ve Ağca böyledir. Öcalan da belki bunlardan bir tanesidir. Bilemezsiniz... Kontrol edeceklerini zannetmişlerdir, ama hiçbirini kontrol edememişlerdir." Refik Korkut'un kaleme aldığı kitaplar da ilginç isim ve içeriklerle dolu. "Komünist kimdir?", "NATO", "Psikolojik Savunma Konferansları", "Aşırı Akımlar", "Kızıl Düşmanlar", "Aydınlar ve Subaylar' adlı kitapların da aralarında bulunduğu 105 kitap kaleme almış Korkut. Korkut'un bu kitapları Genelkurmay Başkanlığı tarafından askeri okullara da tavsiye ediliyor. 28 ŞUBAT-FKK-ERGENEKON İLİŞKİSİ 28 Şubat Süreci'nde Neler Yaşandı? PKK'nın kuruluşunu, örgütün iç ve dış destekçilerini, rörle mücadelede yapılan hataları ve yaklaşık 26 yıldır kanlı örgütün varlığını nasıl sürdürebildiğini analiz ederk katıldığımız seminerlerde ve konferanslarda vatandaşları! tarafından bazı sorulara muhatap oluyoruz: On binlerce % sum insanın ölmesine neden olan bu kanlı terör ö'rgı bunca yıldır neden bitirilememiştir? Acaba devlet bu ör, tü ve terörü bitirmek istemiyor mu? Bu tür soruların soruluş şekline bakarak şu tahlili yapat riz: Aslında vatandaşlarımız soruyu sorarken cevabını da v yorlar: Devlet isterse bu sorunu kısa sürede çözer, ama çözr istemiyor. Türkiye'nin -terör dâhil- sorunları ve çözümleri nusunda devletin karar verici mekanizmaları arasında sc nun kaynağı ve çözümü safhalarında farklı görüşler ve uygı malar olması, çözümsüzlüğün en önemli nedenlerinden t d ir. Emperyalist ülkelerin etkisinde kalarak bu çözümsüzlül re katkıda bulunan -az da olsa- çeşitli kurumlarımızdaki revliler de işin tuzu biberidir. İHANET ÇEMBERİ Türkiye'de yabancı istihbarat servislerinin dayatmış olduğu gerilim noktalarının kaşınması, devlet-millet kaynaşmasını engelleyecek psikolojik harp metot ve usullerinin kullanılması, devlet içinde çeteleşmiş yapıların bilerek veya aldatılarak bu emellere alet edilmeleri; sürekli kaos, istikrarsızlık ve terör batağında içine kapatılmış bir Türkiye... İç kavgalarla ve sürtüşmelerle enerjisini boş yere tüketen bir ülke, bu operasyonlarla Ortadoğu'daki etkinliğini kaybeden bir devlet... İç politikası, yabancı istihbarat servisleri tarafından dizayn edilerek, dış politikada yabancı ülkelerin yörüngesine oturtulmak istenen bir Türkiye. Evet, 28 Şubat sürecinin ülkede yaptığı tahribatı anlatmaya çalışıyorum. Demokratik ve meşru bir seçimle iş başına
gelmiş milli bir hükümet "irticai faaliyetlerde bulunduğu" iddiası ile "postmodern darbe" adı verilen bir süreçle iktidardan antidemokratik usullerle uzaklaştırıldı, işin acı yanı, 28 Şubat'a engel olması gerekenler bu işe ön ayak oldu. Toplumu kamplara bölebilecek ayrışmalar, cepheleşmeler, sanal korkular, provokatif olaylar, laik-dinci kavgası ve en önemlisi de 28 Şubat'ın egemen güçleri tarafından bizzat Türk Mületi'ne uygulanan psikolojik harekâtlar... Hatırlayınız; Türkiye'de yaşayan insanların yaşam biçimleri, kılık kıyafetleri hakkında Cumhuriyet tarihinin en büyük fişleme operasyonu yapılıyor, hukuk dışı bir anlayış ile milyonlarca insan fişleniyordu. Toplumun bir kesimi, diğer kesime karşı düşman olarak gösteriliyordu. Hukukta, Anayasa'da ve İnsan Hakları Bildirgesi'nde yer alamayan kriterlere göre milletimiz ve devlet kurumlarımız fişlemeye tabi tutuldu. İrticai faaliyetlerinden (!) dolayı binlerce kamu görevlisi işlerinden çıkarıldı. 28 Şubat'ın egemen güçleri, kendi hâkimiyetlerinin devam etmesi pahasına toplumu gerecek, kamplara bölebilePKK'YI YÖNETEN TÜRKLER m Hüseyin Kıvrıkoglu, Toros Tatbikatı'nda suikaste kurban gidebilirdi. cek, en önemlisi de Türkiye'nin içine kapatılmasını sağlayacak psikolojik harekât uygulamalarına devam ettiler. Bugün geldiğimiz noktada, 28 Şubat'ın arkasında Ergenekon yapılanmasının olduğu çok açık biçimde gözüküyor. Yine 28 Şubat Süreci'nin arkasında ABD'nin olduğu da biliniyor. Bugüne kadar yapılan yorumlarda, ABD'nin 28 Şubat hakkındaki etkisi sorgulanırken, Ergenekon ciddi anlamda dile getirilmedi, sorgulanmadı. 28 Şubat Süreci'nin karanlık ortamında Türkiye'deki anayasal kurumlar birbirleriyle kıyasıya sürtüşürken, Türk Silahlı Kuvvetleri gibi Türkiye'nin gözbebeği bir kurumda, hiyerarşinin ve disiplinin bozulduğu iddiası gündeme gelmiş ve basında tartışılmıştı. Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde hiç olmaması gereken bir durumla karşı karşı-yaydtk. TSK, Ortadoğu bölgesinin en güçlü, kuvvetli ve caydırıcı ordusudur. Bu gücü sağlayan; TSK'nm disiplini ve hiyerar-şik yapısıdır. Fakat, bir bakıyorsunuz, basında yer alan haberİHANET ÇEMBERİ lere göre Genelkurmay İkinci Başkanı olan kişi, Genelkurmay Başkanı'nm yakasından tutuyor ve kendisini hırpalamaya kalkıyor. Yine iddialara göre; Ergenekon tarafından 5 Kasım 1997 yılında Kıbrıs'ta Genelkurmay Başkanlığı'na getirilmesine kesin gözüyle bakılan dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Hüseyin Kıvrıkoğlu'na suikast girişimi düzenleniyor. Bu suikast girişiminde yanlışlıkla Albay Vural Berkay'm öldüğü iddiaları dile getiriliyor. Vatanseverler Güç Birliği (VKGB) Derneği Genel Başkanı Taner Ünal'ın eski sağ kolu Zihni Çakır, ismini vermek istemediği bir istihbaratçının bilgisine dayanarak daha da ilginç iddialardan bahsediyor: Ergenekon'cular, Türkiye için büyük bir tehdit oluşturmaktadırlar. Ama bakınca vatan için canlarını verecekler sanırsın. Eğer mantığın, 28 Şubat Süre-ci'nde bir Genelkurmay Başkanı'na suikast girişiminde bulunacak kadar pervasızlaşacaklarını kaldırabiliyorsa, vatansever olduklarından şüphe etmezsin! Ama düşünün bakalım; o dönemde bu suikast girişimi başarılı olsaydı ne olurdu? Türkiye'de laik-anti laik çatışması sokak anarşisine kadar giderdi. Bu suikasta o dönemin anti laik olarak yaftalandırılan iktidarın neden olduğu propagandası yapılır ve ülke tekrar birleş-memek üzere ayrılırdı. Kimin işine yarardı bu; sözde Ergene-konculara görev tevdi eden iç ve dış mihrakların! Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde düzenlenen atışlı tatbikatta Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun kulağının dibinden geçen bir kurşun tam arkasındaki albayın kalbine isabet ederek ölümüne neden oldu. Kurşunun sektiği ileri sürüldü. M-16 piyade tüfeğini kullanan, kazanın müsebbibi gibi gözüken Özel Kuv-vetler'de görevli astsubay firar etti. Bildiğimiz kadarı ile de halen yakalanamadı. Yakalandıysa dahi konu basına intikal etKıvnkoğlu Suikastı'nda amacın Çevik Bir'in Genelkurmay Başkanlığı'na terfi etmesi olduğu iddia edilmişti. medi. O tarihte kulağımıza ulaşan senaryoya göre Kıvrıkoğlu bu şekilde Kıbrıs'ta tasfiye edilemeyince, Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'nm görev
süresini bir yıl uzatma çabaları başladı. Karadayı bir yıl daha Genelkurmay Başkanlığında kalsaydı, Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun Kuvvet Komutanlı-ğı'ndaki bekleme süresi dolduğu için, Çevik Bir kuvvet komutanı, arkasından da Genelkurmay Başkanı olacaktı. Demi-rel'in emekliliğini müteakip, Karadayı Çankaya'ya çıkacaktı. Hükümet, bu senaryoya direndiği için taşlar yerinden oynamadı. Emekli Yarbay Yavuz Yıldar'm söyledikleri ise dikkat çekici: "Seken mermi, omlet gibi olur, dağılır; 100-150 metre uzaktan hedefi vuramaz. Bu olayda seken mermi söz konusu değildir (Atışlı tatbikat alanı ile Albay'ın vurularak öldüğü yer mesafesi 1500 metre olduğu iddia ediliyor)."1 1 Bu konuyu, Netpano Yazarı Zübeyir Somuncu, "Derin Devlet" başlıklı yazısında okurlarıyla paylaşmıştır. İHANET ÇEMBERİ Behiç Kılıç sonraki yıllarda konu ile ilgili makalesinde şunları yazmıştı: "Türk Silahlı Kuvvetleri 1997 yılında, Ege tatbikatları çerçevesinde Kıbrıs'ta bir çalışma yapmıştı. To-ros-2/97 adlı bu tatbikatın 5 Kasım 1997 günü yapılan bölümünde kaza (!) yaşandı. Özel Kuvvetler'den seken bir kurşun, komutan çadırında tatbikatı izleyen Albay Vural Berkay'a isabet ederek öldürdü. Albay Befkay'ın hemen önünde dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu oturuyordu. Kıvrıkoğlu Paşa, seken(!) kurşundan filmlerde olabilecek bir tesadüf sonucu, yerinde vücudunu oynattığı için kurtulmuştu. Kıvrıkoğlu hayatını kaybetseydi ne olacaktı? Bir kere komuta kademesinde terfi kimlikleri değişecekti. O günleri takip eden gözlemciler, Kıvrıkoğlu'nun ortadan kalkması durumunda, dönemin kıdemsiz ama güçlü generali Çevik Bir'in birdenbire önünün açılacağını, normalde ulaşamayacağı Genelkurmay Başkanlığı koltuğuna bu durumda ulaşabileceğini belirtiyorlardı. Çevik Bir, dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'nm garip pasifliği nedeniyle her taşın altından çıkar bir durumdaydı. Genelkur-may'da kendine yakın bir ekiple iktidar sahibiydi. Genelkurmay Genel Sekreteri Erol Özkasnak, Genelkurmay İstihbarat Başkanı Korgeneral Çetin Saner ve Özel Kuvvetler Komutanı, Çevik Bir ekibindendi. İşte kaza (!) böyle bir dönemde meydana geldi. Bir Özel Kuvvetler nişancısının silahından seken kurşun, KKTC'de tatbikatın izlendiği protokol çadırına geldi, komutanın arkasındaki albayı buldu." 28 Şubat'm hemen ardından, mart ayında Kurmay Yarbay Y.Y, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman DemirePe "Kişiye Özel ve Gizli " bir mektup yazdı. Y.Y mektubunda, "Türk Silahlı Kuvvetleri'nde ürkütücü boyutta Alevi kadrolaşmanın bulunduğunu, bu konunun kendisine intikal ettiğini ve bir m vatandaş olarak devletin başı olması hasebiyle bilgi arz etmeyi amaçladığını" belirtti. Mektupta, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu'na, Kıbrıs'ta düzenlenen sui-kast'ın "Allah'ın lütufu ile atlatıldığı" yazarken, Orgeneral Çevik Bir'in Genelkurmay Başkanı olması için ya Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun ortadan kaldırılacağı ya da Kıvrıkoğlu'nun görev süresinin bir yıl uzatılacağı öne sürüldü. Mektupta G A-TA Okullar Dairesi Başkanlığı, Tayin Daireleri Başkanlığı gibi yerlerdeki etnik kadrolaşmanın incelenmesi istendi. Mektupta, "hatta Cumhurbaşkanı Yaveri Albay Reha da böyledir" ifadesi yer aldı. "Güzel Türkiye'mizin Suriye olmamasını temenni ediyorum" ifadesi ile sona eren mektubu yazan Kurmay Yarbay Y. Y hakkında, Askeri Ceza Yasası'nın "Astlık üstlük münasebetlerini zedelemeye, amir veya komutanlara karşı güven hissini yok etmeye matuf olarak alenen tahkir veya tezyif edici fiil ve harekette bulunanların cezalandırılmasını" öngören 95/4'ncü maddesi uyarınca dava açıldı. Askeri Yargıtay Daireler Kurulu, Kurmay Yarbay Y.Y hakkındaki mahkûmiyet kararını bozarken, "Kişiye özel" mektubun Cumhurbaşkanı'na gönderilmeden açılıp okunmasını eleştirdi. Albay Vural Berkay'a isabet ederek ölümüne neden olan merminin asıl hedefinin kim olduğu yolunda ulusal basın ve medyada yapılan çeşitli yorumlar ve analizler bu konuda kamuoyuna sağlıklı bir açıklama yapılmadığı için kafalarda soru işareti oluşturmaya devam etmektedir. Olay muhakkak askeri savcılıkça araştırılmış, teknik detaylan ile ilgili olarak kurşunun sekip sekmediği, suikast silahı ve olayda kullanılan mermi ucunun darbeli olup olmadığı, seken bir kurşunun bu mesafeden bir kişiyi öldürüp öldüremeyeceği ve atış tatbikatında
° anda kullanılan silahların balistik muayeneleri ile bu kazayı (!) yapan görevli tespit edilmiş, kazaen de olsa bir kişinin İHANET ÇEMBERİ ölümüne neden olmak suçundan hakkmda gerekli adlı idari işlem yapılmıştır ve ölen albayın eşi ve yakınlarına da gerekli incelemeler ile ilgili bilgi verilmiştir, diye düşünmemiz hukuk devletlerinde doğal bir işlem. Ancak kamuoyuna bu konuda bir açıklama yapılmadığı için olay kamuoyu yönünden gizemini korumaktadır. Kamuoyuna bu konuda bir açıklama yapılmadığı gibi ölen albayın eşi Jale Berkay'a da bir açıklama yapılmadığı 4 Mart 2006 tarihinde bir gazete ile yaptığı röportajında söylediği şu ifadelerden anlaşılmaktadır: Olayda muammalar var, büyük muammalar beni aşıyor. Yedi yıllık bir gecikmeyle de olsa albayı vuran kişi cezalandırıldı diye açıklama bekliyorum, Şehidin ailesine hiçbir bilgi verilmiyor. Sokakta bir köpeğe araba çarpmadı yani! Biz de bu olay ile ilgili olarak Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı'nın kamuoyu vicdanının rahatlatılması ve Türkiye Cumhuriyeti kurumlarının zan altında kalmaması adına, yapılan soruşturmanın neticesinin açıklanmasını, eğer eksik yapılan bir soruşturma varsa yeniden soruşturma açılmasını; 28 Şubat'ın arka perdesinin aralanması adına önemle bekliyoruz. Gizlenmeye çalışılan gerçekler 28 Şubat Süreci'nin Türkiye'ye verdiği en büyük zarar savunma içgüdülerinin kırılmasıdır. Ekonomik kaos yaratılmasından tutun, yargının bağımsızlığının tehlikeye düşürülmesi' ne kadar sayısız kötülüklerin yanında 28 Şubat, Türkiye'deki devlet kurumlarının birbiri ile ve kendi içlerinde iktidar mücadelesi çatışmalarının yaşandığı bir dönem oldu. Ve bu çatış-malar, Türkiye'nin dış politikada inisiyatif kullanmasına en' gel oldu. PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER 13 Bu dönemde "28 Şubat Kararları" ismi ile tarihe geçen bir dizi madde MGK'da Refah-Yol iktidarına dayatıldı. Bunlann içinde en önemlisi, Türkiye'de on binlerce cana mal olmuş terör örgütü PKK'nın iç tehdit önceliği olarak irtica ile eş duruma getirilmesidir. İrticacı olmak, kanlı terör örgütü PKK militanı olmakla aynı kabul edildi. Bu ne demek oluyordu? Kurulduğu günden itibaren Türkiye'de kaos ve istikrarsızlık stratejilerini derin devletler konsorsiyumunun menfaatleri doğrultusunda gözünü kırpmadan uygulayan bu kanlı örgüt ile sanal bir irtica tehdidi nasıl olur da aynı kefeye konuyordu? Karar verici mekanizmalarda bu karar Türkiye'nin hangi ulvi çıkarları doğrultusunda ele alınmıştı? Karar verici mekanizmalar arasında bu konuda tam bir konsensüs sağlanmış mıydı: Türkiye PKK terörü ile mücadelesinde örtülü olarak şahin politikalar yerine daha ılımlı politikalara mı yöneliyordu? Bakınız; MGK'da alınan bu karar kamuoyuna açıklandığ günlerde, MGK içindeki Toplumsal İlişkiler Başkanlığı'ndf görevli bir albay başkanlığındaki gizli bir heyet, Brüksel'di PKK Avrupa sorumlusu ile gizlice görüştü. Bu görüşmelerde fe derasyon, köy koruculuğunun kaldırılması gibi konuların ko nuşulduğu, PKK ile aradaki irtibatın HADEP Yönetim Kurulı Üyesi Avukat Selim Okçuoğlu tarafından yürütüldüğü Emni yet İstihbarat Daire Başkanlığı tarafından tespit edildi. PKÎ örgütünün sözde Cezaevleri Sorumlusu, Bursa Cezaevi'nde tu tuklu örgüt elemanı Sabri Ok ile Öcalan arasındaki konuşma lar da bu görüşmeleri teyit ediyordu. PKK terör örgütü 1993 yi lından başlayarak tek taraflı ateşkesler ilan ediyordu. Türkiye'de devlet yetkilileri terörist bir örgütle anlaşm yapmayacaklarını açıklıyorlarsa da arka perdede akan kc nı durdurmak amacı ile Başbakan OzaVdan başlayara PKK'Yl YÖNETEN TÜRKLER Türkiye Cumhuriyeti'nin bazı Başbakanları araya giren arabulucularla ateşkes ve diğer konuları dolaylı olarak konuşuyorlardı. Türkiye Cumhuriyeti başbakanları, Türkiye'nin bölgesel güç olması yolunda çalışmalar yapacaklarına, Türkiye'de terörü nasıl önlerim, PKK'yı nasıl tasfiye ederim, dağdan örgüt elemanlarını nasıl indiririm veya örgüte katılımları nasıl, hangi sosyal, hukuki ve ekonomik politikalarla önlerim arayışı içinde bir iç sorunla uğraşmak ve mesaisinin büyük bir bölümünü bu konuya ayırmak zorunda bırakılıyorlardı. Hükümetlerin bazı arabulucular vasıtasıyla bu görüşmeleri yaptıkları biliniyordu. Fakat ilk defa
28 Şubat Süre-ci'nde, siyaset mekanizmaları dışında askeri yetkililer PKK ile ateşkes ve Kürt sorununa ilişkin görüşmeler yapılmıştır. Abdullah Öcalan'ın yakalanması ve İmralı Adası'nda yargılamaya başlanılmasının ardından DGM Savcıları tarafından alınan ilk ifadesinde, örgüt lideri, askeri yetkililerle yapılan görüşmeler hakkında şunları söylemiştir: "Bu ateşkes konusunu biraz açmak istiyorum. Ateşkes önerisi bize Avrupa Temsilcimiz Kani Yılmaz ve Şahin kod adlı Ferhat Abdi Şahin tarafından getirildi. Abdi Şahin isimli arkadaşımıza da Selim Okçuoğlu isimli ve avukatlık yapan HA-DEP'te faaliyet gösteren kişi getirmiş. Bana getirilen ateşkes önerisi çok kapsamlıydı. Olağanüstü Hal'in, Geçici Köy Koruculuğu sisteminin kaldırılacağı, Türkiye'nin üniter yapısına halel gelmemek kaydıyla bir takım düzeltmelere girişileceği belirtilmişti. Bu belge sanırım şimdi Avrupa Arşivimiz'dedir, fırsat olursa ileride bu belgeyi getiririz. Aynı konuda cezaevleri temsilcimiz Sabri Ok'la bir görüşme yapılmış. Ben Sabri Ok'la telefonla konuştum. Sabri Ok kendisiyle görüşüldüğünü ve aynı önerilerin kendisine de yapıldığını söyledi. Ben bu konuda anlaşma yapmak istiyordum. Önerileri doğru olarak kabul etmek durumundaydım. Yine sanırım Genelkurmay' Toplumla İlişkiler Başkanlığı'nda çalışan bir Albay, Brü sel'deki temsilciliğimize kadar gelmiş ve aynı önerileri get miş. Ben önerilerin ciddiyetine inandım. 1993'te ÖzaPın çeşit düşünceleri vardı ancak o zaman ordu bu konuya haz lıklı değildi. Bana getirilen önerilerde artık ordunun da konuya hazırlandığı belirtiliyordu. Bu sebeple ben ateşkesi t taraflı olarak ilan ettim. Bana söylenen resmen yalan olm; bile ateşkes şartlarına bağlı kalınacağı ve aşama aşama öne lerin gerçekleştirileceği idi. Ben Selim Okçuoğlu ile iki yıl görüşmekteyim. Arabulucu durumundaydı. Kendisiyle te fonla da görüşmelerim oldu. Selim Okçuoğlu beni Av pa'dan aradı. Türkiye'den aramadı. MED televizyonunda î lim Okçuoğlu ile yaptığım konuşmanın ses bandı yayınlar Benim karşımda konuşan şahıs Selim Okçuoğlu'ydu." Öcalan yakalandığı 1999 tarihinde DGM Cumhuri savcılarına kendileri ile ateşkes için irtibat kuran askeri b lantıları açıklıyordu. Ancak bu irtibatları Emniyet lstihba Dairesi 1997'de tespit etmiş, bu ilişkiler ve görüşmeler iki daha sürmüştü. O dönemde bu ilişkilerle ilgili tüm detay 1 giler devletin ulaşması gereken makamlarına ulaştırılmı Ancak kendi dönemimde bu önemli ilişkiler ağının ve da belgesi olan BÇG'nin ortaya çıkarılması ile Emniyet Istih rat Dairesi Başkanı olan ben ve bazı görevliler hakkında, nemin darbeci komutanlarının uydurma senaryoları son Mamak askeri cezaevine kapatıldık ve akıl almaz bir şeki "Vatana ihanet" kapsamı içinde "devletin gizli belgele çaldırmaya azmettirmek ve kullanmak" suçundan askeri y önüne çıkarıldık. Bu durum başta Türk Milleti'nin vicdaı da kabul görmedi daha sonra ise bağımsız Türk yargısında İHANET ÇEMBERİ Askeri ve sivil yargı, bu yargılama sürecinde darbeci zihniyetin baskılarına rağmen hukuk kuralları içinde hareket ettiler ve "adaletin tecelli etmesi" yönünde beraat kararlarını arka arkaya verdiler. 28 Şubat Süreci'nde Emniyet istihbarat Dairesi'nin üzerine gelinmesinin en önemli nedeni, bu dairenin Ocalan'ın askeri bağlantılarını ortaya çıkarmış olmasıydı. Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı'nın her an bu bilgileri kamuoyu ile paylaşacağından endişe eden bu kesim, istikrarsızlık ve kaos ortamında antidemokratik uygulamalarına devam ederek, kendi suçlarını gizlemek amacıyla, görevlerini hukuk içinde yerine getirmiş Emniyet İstihbarat Dairesi'ni haksız ve hukuksuz olarak suçladılar. Vatana ihanet kapsamında sayılabilecek şekilde PKK ile görüşenlerin kimler olduğunu açıklamadılar; kimlerin, ne için, hangi amaçla ve hangi askeri yetkililerin emri ile kanlı örgütün temsilcileri ile görüştüğü hususunda suskun kaldılar. Bugün ülkemizi idare eden karar verici mekanizmalar, böylesi önemli bir konuda gerekli araştırma, inceleme ve soruşturmaları kısa sürede yaparak kamuoyunu aydınlatmalıdırlar. Bu görüşmeler ile ilgili olarak; MGK'da bu konuda alınan gizli bir karar var mıdır? Karar varsa bile bu görev niçin asli unsur MİT'e verilmemiştir? (Alınan bilgilere göre, MGK'da bu konuda alınmış açık ve gizli bir karar yoktur.) Geçmişte ASALA'nın bitirilmesi yönünde MGK içinde bu tür gizli bir karar alınmış, dış operasyon olması nedeniyle görev MİT'e tevdi edilmiştir. Yabancı ülkelerin Türkiye'deki psikolojik harp faaliyetlerini önleme amacıyla MGK içinde kurulmuş olan TİB Başkanlığı'na bağlı
komutanların, Brüksel'e giderek PKK Avrupa sorumlusu ile görüşmelerinin hesabı hukuki olarak mutlaka sorulmalıdır. Bu ülke uğruna hayatlarını feda eden şehitlerimiz adına bu olayın arka perdesi aralanmak, sorumlular hakkında en kısa zamanda hukuki işlemPKK'YI YÖNETEN TÜRKLER ler yapılmalı ve kamuoyuna açıklanmalıdır. Emniyet istihbarat Dairesi Başkanlığı ülkede huzur ve venliğin sağlanması amacıyla çeşitli şekillerde elde ettiği < gizli olmayan istihbarat bilgilerini bütün iç ve dış birimi dağıtım olarak gönderiyordu. İç birimler İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü; dış birimler ise Başbakanlık, ( nelkurmay, MİT ve MGK idi. Daire Başkanlığı'na bağlı t nik takip birimleri, teknik takip neticesi ile elde ettiği ön< li istihbaratı veya telefon konuşmalarını da otomatik ola ilgili birimlere gönderiyordu. Ben bu işten sorumlu Baş! Yardımcısı Hanefi Avcı'dan, TEKOP dediğimiz (telefon c leme) nüshalarının benim tarafından görülmesini istemiş (benden önceki daire başkanının bu işi ilgili birim amiri inisiyatifine bıraktığı bana izah edilmişti). Göreve başlac tan kısa bir süre sonra Hanefi Avcı, şüpheli bir takım tele görüşmeleri olduğunu söyledi ve görüşmenin tutanakla bana getirdi. Tutanaklarda o dönem PKK'nın sözde Bursa zaevleri sorumlusu Sabri Ok'la Öcalan arasında geçen kot malar yazılıydı. Sabri Ok, bazı askerlerin siyasetçilerin de < sinde daha demokratik açılımları yapabileceğini, bazı şahı rm bu iş için arabulucu olarak görevlendirildiğini söylüyo Kendi aralarında bazı değerlendirmeler yapıyorlardı. Kon luk sisteminin kaldırılması, federe devletin kuruluşun bahsedilmesi gibi konular görüşülüyordu. Sanki bazı aske; le, PKK'nın üst düzey yöneticileri arasında bu tür görüşm yapıldığı şeklinde ifadeler vardı. Görüşmelere katılan askt rin başındaki kişiden açıkça bahsedilmiyor, ancak Genel may'da güçlü bir konumda bulunduğu ifade edilerek bu hakkında sık sık "Bir" tabiri kullanılıyordu. Biz önceleri bu konuşmalara pek inanmadık; PKK'nın dt tin birimleri arasında çatışma çıkarmak amacıyla kasıtlı ol İHANET ÇEMBERİ bu tür konuşmaları yapabilecekleri değerlendirmesinde bulunduk. Çünkü telefonlarının dinlendiğini biliyor olabilirlerdi. Daha sonra, Bursa Cezaevi çevresindeki görüşmeleri daha net alabilmek amacıyla o yöredeki telefonlar üzerinde baskı uygulayarak, Sabri Ok'la görüşen PKK militanlarının telefonlarını izlemeye ağırlık verdik. Bazı askerlerle örgüt arasında arabuluculuk görevi HADEP Yönetim Kurulu Üyesi Avukat Selim Okçuoğlu tarafından yürütülüyordu. Bu yüzden Selim Okçuoğlu için de hem teknik hem de gerekirse fiziki takip kararı aldık. Türk Silahlı Kuvvetleri içinde PKK ile görüşmeler yapan bir grubun olmasının mümkün olmadığı bu görüşmelerin PKK'nın bir oyunu olduğu yönünde kanaatimizi de koruyorduk. Ancak gelişmeler ve yapılan teknik takip sürecinde bu görüşmelerin gerçek olduğunu anladık. Ben bu süre içinde TE-KOP'tan gelen bu bilgileri inceleme bitene kadar Genelkur-may'ın ilgili birimine göndermeme talimatı verdim. Konuyu Emniyet Genel Müdürü'ne, daha sonra da İçişleri Bakanı'na intikal ettirdik. Ancak Genelkurmay'm ilgili birimlerine giden TEKOP bilgilerinin aniden kesilmesi İstihbarat Daire Başkanı olarak beni hedef tahtasına oturttu. MGK ve TEKOP ile ilişkileri düzenleyen birimin başındaki görevli, bizden habersiz, daire başkanlığı içindeki gelişmeleri ve TEKOP bilgilerinin Ge-nelkurmay'a gönderilmemesinin nedenini MGK ve Genelkurmay'm ilgili birimi ile paylaştı. Bunun üzerine bu görevliyi görevinden aldım. Bu olaylar esnasında Türkiye 28 Şubat Süre-ci'nin karanlık ortamı içinde sürükleniyordu. Devletin kurumları arasındaki sürtüşmeler ve sanal irtica tehlikesi, bölücü tehditten de öne çıkarılmıştı. Emniyet İstihbarat Dairesi'nin tespitlerine göre bazı askerlerin PKK üst düzey militanları ile suç teşkil edecek görüşmeleri sürüyordu. Bu görüşmelerin hepsinin konuşma kasetleri, zabıtları vardır. Bunlar Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi'nde bulunmaktadır. PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER Bir taraftan PKK ile yapılan görüşmelerin, diğer tarafı bir darbe belgesi olan Batı Çalışma Grubu'nun faaliyetleri Emniyet İstihbarat Dairesi tarafından deşifre edilmesi ve ] sim Malki cinayetinin arka perdesinin aralanması, Emn İstihbarat Dairesini Başkanı olarak beni ve benle birlikte rumu hedef haline
getirmişti. Nitekim Cumhuriyet tarihi en karanlık dönemlerinde birinde, darbecilerin emrindeki zı gazeteciler oturup kendi çıkarları doğrultusunda habe üreterek, Emniyet İstihbarat Dairesi ile ilgili yıpratma k panyalart başlattılar. Burada Başbakan Necmettin Erbal Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller ve İçişleri Bakanı M Akşener'in darbecilere karşı milletin ve demokrasinin ya: da dik duruşlarını saygıyla anmak isterim. Tabi ki Sayın ler'in danışmanları Hüseyin Kocabıyık, Mümtaz'er Türk Şükrü Karaca'nm da kritik ve zor günlerde emperyalist ve beci güçlere karşı verdikleri onurlu ve saygın müCadele> unutmamak gerekir diye düşünüyorum. Türkiye'de bugün PKK terörünün, normal bir kişi vey yazar tarafından övülmesi bile "propagandasının yapıldığ diası" ile dava açılmasını gerektirirken, örgütün üst d kadroları ile görüşerek Türkiye'nin üniter yapısını bozr yönelik bir federatif yapı ile ilgili çözümden bahsetmek, k culuk uygulamasının kaldırılacağı sözünü vermek, Güne ğu'daki sorunun kanlı terör örgütü PKK tarafından çözü ğini peşinen kabul edip "PKK'yı muhatap almak", üsteli görüşmeleri Türkiye'deki siyasal iradenin ve Genelku: Başkanlığı'nın kurumsal bilgisi dışında gerçekleştirme1 anlama gelir ve cezası nedir? Bu görüşmelerin MGK'ya Toplumla İlişkiler Başkanlığındaki görevliler tarafındar çekleştirilmesi, ülkemiz açısından endişe edilecek bir du dur ve yabancı ülkelerin hangi birimlerimize kadar sızdı maalesef üzücü bir delilidir. Çünkü MGK içinde kurulu bulunan TİB başkanlığının asıl görevi yabancı ülkelerin Türkiye'ye yönelik psikolojik harekâtlarını engellemektir. Avrupa Birliği Uyum Yasaları çerçevesinde, AKP Hükümeti tarafından 2004 yılında yönetimde gizlilik yerine şeffaflığı esas alan cesur adımlardan biri atılarak MGK'nın bu güne kadar gizli olan yönetmeliği resmen kaldırıldı. Yeni yönetmelik kamuoyuna açık, şeffaf olarak hazırlandı. Eski MGK yönetmeliğinin sınırsız ve halka karşı kullanıldığı gerekçesiyle çok eleştirilen "Psikolojik Harekât yapma" görev ve yetkisi MGK'dan alındı. Psikolojik Harekât Planlarını Geliştirmek ve Uygulamakla yetkili birimlerden Toplumsal ilişkiler Başkanlığı (TİB), Bilgi Toplama ve Değerlendirme Başkanlığı (BTDDB), Milli Güvenlik Siyaset Başkanlığı (MGSB) ve Topyekûn Sivil Savunma Harekât Başkanlığı; dolayısıyla da bunlara bağlı çok sayıda alt birim kaldırıldı. MGK Genel Sekreterliği'ne bağlı bu birimlerin ortadan kaldırılmasıyla, bu birimlerde başkanlık görevini yürüten askerler başta olmak üzere, emekli olmuş üst düzey askerler de, yabancı ülkelerin Türkiye'de yapacakları psikolojik harekâtları engelleyecek bir birimin kalmadığı konusunda endişelerini dile getirmişlerdir. Daha öncede belirttiğimiz gibi yabancı ülkelerin Türkiye'deki psikolojik harp faaliyetleri Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu ile başlamış olup, bugün dost ve müttefik olarak çeşitli anlaşmalar yaptığımız ülkeler başta olmak üzere, 32 ülkenin ülkemiz üzerindeki yıkıcı-bölücü kaos ve istikrarsızlık yaratma, iç savaş çıkartma amaçlı örtülü ve açık operasyonları devam etmektedir. Türkiye'de -birkaç münferit olay dışında- bugüne kadar bu ülkeler adına çalışan ajan veya casus ele geçirilememiştir. Yabancı ülkelerin hangi kurumlarımıza ne oranda sızdığının sağlıklı bir analizi yapılaPKK'YI YÖNETEN TÜRKLER mamaktadır. MİT içinde ortaya çıkarılan, ABD ve lngilte hesabına casusluk yaptığı tespit edilen "Sabahattin Savaşm; Olayı" dışında devlet kurumları içine sızmış veya Türki içinde bu gizli servislerce elde edilerek kullanılan kişiler ile gili bir operasyon bugüne kadar yapılamamıştır. CIA; MO SAD ve MI-6 gizli servisleri veya diğer ülkelerin istihbaı servisleri hesabına çalışan bu çürük elmaların ve faaliyetleı ortaya çıkarılması için Türkiye, MİT'in görev sahası için bulunan İKK (istihbarata karşı koyma) görevini, daire b kanlığı statüsünden çok üst seviyelere çıkararak yeniden ya landırmak durumundadır. Bu birimin son teknoloji ve üst imkânlarla teçhiz ve takviye edilmesi, Türkiye'nin ulusal j venliği ile yakından ilgilidir. Yukarıda izah ettiğimiz nedenlerden dolayı Türkiye g miste İKK konusunda başarılı olamamıştır. Bu ülkede kaos istikrarsızlık yaratmak isteyen güçlerle yeterince mücadele e lememiştir. Özellikle de geçmişte MGK içinde kurulu bulur TÎB'in kaldırılmasının öncesinde, bu birimin 28 Şubat si cinde en büyük psikolojik harekâtı yabancı ülkelerin faaln lerine karşı değil de Türkiye'de
Türk insanına karşı yaptığı şünülürse, bu birimin kaldırılmasında Türkiye'nin genel venliğinin zaafa uğrayacağı iddiaları anlamsız olarak göz mektedir. Bu bölümün geçmişte ülke yararına yapmış old iyi işler de vardır. Ancak Genelkurmay Başkanlığı'nın MGK'nın kurumsal iradesi dışında, bu birimi sorumsuzca ] lanan yetkililer tarafından yapılan.yanlışlar bu birimin kî turnasının başlıca nedeni olmuştur. TİB'in başındaki Alba Brüksel'e gidip, PKK'nın üst düzey Drijan2 kadrolarıyla gc mesi büyük bir hatadır. Ucu bu ülkeye ihanete kadar gide 2 Örgütlerin üst düzey komutanlanna verilen isim. İHANET ÇEMBERİ Türkiye'deki psikolojik harekatları, terör projelerini, ekonomik kaos projelerini, açık ve örtülü operasyon uygulayan ülkelerin siyasi ve nihai amaçlarını engellemek, kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla bunları ortaya koyuyoruz. Bu projeleri engellemek zorundayız. Şunu sordum bir cevap alamadım, ama yine de soracağım. Allah nasip eder parlamentoda görev yaparsak veya başka bir şekilde devlet yetkisi elimize geçerse yalnızca sormayıp gereğini de yapacağız. Çünkü o dönemde Milli Savunma Bakanı İsmet Sezgin, Enis Berberoğlu ve bazı gazeteciler, TİB Başkanı'nın PKKlılar'la yaptığı görüşmeleri "Öcalan'a tuzak kurulduğu" şeklinde açıkladılar. Emniyet İstihbarat Dairesi olarak bu konuyu gündeme getirdiğimizde "Böyle bir görüşme oldu ama bu tuzak amaçlı oldu dediler". Ne tuzağı kurdular, bundan devletin ne gibi menfaati vardı bunu açıklamadılar. Askeri yetkili gitti, görüştü örgütün üst düzey birimiyle buluştu da Türkiye hangi menfaati elde etti? Tuzak dediğiniz zaman, ya birisini yakalarsınız ya da ülkeye menfaat temin edersiniz. Böyle bir şey yok. Bu açıklama, 28 Şubat'ın askeri vesayet dönemi içerisinde, yargının tüm kurum ve kuruluşlarının eli kolu bağlanarak Türkiye'ye zorla dikte ettirilmek istenen bir açıklamadır. Bir tek şurada ben dururum; MGK içerisinde alınan bir gizli karar varsa o zaman iş değişir. Ancak o dönemin siyasi bazı yetkilileri ile yaptığım görüşmelerde ve araştırmalarda böyle gizli bir kararın alınmadığı kanaati oluştu bende. Böyle gizli bir karar varsa dönemin MGK üyelerinin; mesela dönemin Başbakanı'nın, İçişleri Ba-kanı'nın, Dışişleri Bakanı'nın haberi olması lazım. Öcalan yakalanmıştır, peki yakalanırken bu örgütün arşivi ele geçirilmiş midir, bu arşiv bugün nerededir? Bulunamamıştır. Örgütün arşivini ele geçirdiğiniz zaman örgütle ilgili ciddi bilgilere ulaşırsınız, örgütün arkasında kimler vardır, ne tür PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER antlaşmalar yapılmıştır, bunları öğrenirsiniz. Öcalan'ın Filistin kamplarında eğitim gördüğü iddia edilmektedir. Yani Öcalan'da ve PKK'da birçok bilinmeyen husus vardır. Yakalanırken arşivinin elde edilememesi mümkün değildir. Öcalan'ın DGM'de verdiği ifadelerde arşivinin Suriye'de olduğu iddia edilmektedir, Ama Öcalan yakalandığı zaman arşivin hangi ülke ajanlarının elinde olduğu önemlidir, çünkü arşiv, örgütle ilgili bilinmeyenleri gözler önüne serecektir. Arşiv ya bizdedir, belki teslim edilmiştir ama süzülerek edilmiştir; ya Amerika'da, ya Suriye'dedir. Başka bir alternatifi yoktur. Şu anda Amerika bizim PKK ile mücadelemizde ciddi stratejik ortağımız olduğuna göre, devlet olarak söylüyorum, Suriye'nin de bizle diplomatik ilişkilerine baktığımızda ciddi yakınlaşmalar olduğuna göre, örgütün arşivinin kesinlikle bulunması gerekir. Bunları bilmek kamuoyunun hakkıdır. Örgütü kim kurdurdu, kimler kullandı? Bu soruların cevapları arşivde saklıdır. Arşiv bu nedenle ortaya çıkarılmıyor. İşin farklı bir boyutu daha var: kim bu işin peşine düşerse öldürülüyor. PKK içinde, Öcalan'ın devletle ilişkisini araştıran Drijanlar infaz ediliyorlar. Diğer taraftan da bakıyorsunuz, Uğur Mumcu gibi yazarlar veya Eşref Bitlis Paşa gibi komutanlar bu konuyu araştırdıkları için öldürülüyorlar. ABD, İngiltere gibi ülkelerde Bilgi Edinme Yasası kapsamında, devlet sırrı niteliğindeki gizli bilgilerin belirli bir süre geçtikten sonra, şayet stratejik önemini yitirmişlerse kamuoyuna açıklandığını görüyoruz. Bu kapsamda, ClA'nın 1 Mart 1988'de hazırladığı çok gizli ibareli 32 sayfalık "Irak, Iran ve Türkiye'deki Kürt Ayaklanmaları" başlıklı rapor 2002 Ocak ayında kamuoyuna açıklandı. Rapor'da genel olarak üç İHANET ÇEMBERİ ülkedeki Kürt hareketlerinin geçmişleri ele almıyor ve gelecek hakkında tahminlerde bulunuluyor. Bu raporun Türkiye'yi ilgilendiren yönü; PKK'nın ortaya
çıkışını ve gelişmesini anlatan üç sayfalık bölümün tamamının simsiyah olması. Oyle ki CIA'nın sansürcüleri raporun başındaki "İçindekiler" bölümünde Türkiye ile ilgili kısmı bile karartmışlar, yani raporun adında Türkiye var ama içinde yok. Raporda PKK ile ilgili olarak sadece örgütün Batı Avrupa faaliyetleri kısmen yayınlanmış. Buna karşılık Irak ve İran Kürt hareketleri ile ilgili bölümlere pek dokunulmamış. CIA yetkililerinin, PKK'nın ortaya çıkışını ve gelişmesini anlatan bilgi ve analizleri neden "ABD'nin ulusal çıkarlarına aykırı'^Jorüp gizledikleri çok ciddi bir soru olarak önümüzde duruyor. Ama PKK'nın kimler tarafından niçin kurulduğunun da işaretlerini veriyor. CIA'nın bu raporda "Birleşik ve bağımsız bir Kürt devletinin zor ama mümkün olduğu" yönünde değerlendirmeleri de Türkiye için uyarıcı bir nitelik taşıyor: Eğer tüm Kürtlerin ortak bir bağımsızlık hareketi gelişirse -ki bunu mümkün görmüyoruz- Batı uzun süredir sürdürdüğü politikasını değiştirmek durumunda kalabilir ve bir yandan var olan devletlerde-ki stratejik çıkarlarını korumayaçalışırken, diğer bit yandan da yeni bir etnik devletin barışçıl bir şekilde ortaya çıkmasını kolaylaştırabilir. ABD gizli servisi CIA'nın 20 yıl önce hazırladığı bu gizli rapor Türkiye'de PKK'nın kuruluşunu ve gelişimini gizliyor. Yine bu raporda birleşik bağımsız bir Kürt Devleti'nin kuruluşunun mümkün olduğu, ancak bunun silahlı bir hareket sonrası aynı ayrılıkçı düşünceden hareket eden barış yanlısı siyasallaşmış kadrolarla başarılabileceği vurgulanıyor. PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER İşin ilginç yanı Öcalan ve PKK'nın Suriye'ye geçişi ile PKK'nın kuruluşunda ortaya koyduğu temel strateji'nin; Türkiye, Irak, İran ve Suriye'de yaşayan etnik ayrılıkçı birleşik bir sözde Kürdistan devleti kuruluşunun CIA'nın hazırladığı raporda da yer alması! Dahası, sözde Kürdistan devletinin, PKK gibi silahlı şiddet uygulayan ayrılıkçı bir terör örgütü ile değil yine aynı ayrılıkçı ve etnik yapıda siyasal hedefleri olan barışçı siyasal kadrolarla kurulabileceğini zor ama mümkün gören tespit ve saptamalarının bugün hayata geçirilmeye çalışılmasıdır. Görüldüğü gibi Türkiye, Öcalan ve PKK konusu ile yüzleş-melicl^Yüzleşme nasıl olacaktır? Yüzleşme TBMM'de kurulacak Ihtırma veya soruşturma komisyonu vasıtası ile olacaktır. Nasıl bir komisyon? Şu andaki TBMM komisyonlarının hukuki alt yapıları eksiktir, yaptırım güçleri yoktur. Araştırma komisyonlarının ise hiç yaptırım gücü yoktur, soruşturma komisyonu biraz daha yargısal yetkileri olduğu için daha etkindir. TBMM araştırma ve soruşturma komisyonlarının bu hukuki alt yapı eksikliklerinin tamamlanması gerekir. Komisyona çağrılan kişilerin hangi kurumda ne mevkide bulunursa bulunsun gelmesi ve doğruları komisyonda söylemesi, gelmediği zaman cezai işlemlerin uygulanması gerekir. Komisyonlarda üye olarak bulunan parlamenterlerin de, komisyona çağrılan kişilerin açıklamalarını komisyon dışındaki kişilerle, bilhassa medya ile paylaşmamaları konusunda gerekli yasal tedbirler alınmalıdır. Ak Parti döneminde kumlan "Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu" bilgime başvurmak üzere beni çağırmıştı. Ben 28 Şubat sürecinde yaşanan hukuksuzlukları ve dış güçlerin bilhassa İsrail'in Türkiye'deki faaliyetlerini anlatırken, Nesim Malki cinayetinde adı geçen, banka hortum-lamaları, kara para aklama ve çete üyesi gibi suçlardan yargılanarak mahkûm olan Korkmaz Yiğit'in 28 Şubat Süreci'nde İHANET ÇEMBERİ İsrail gizli servisi MOSSAD tarafından kullanılmak istenildiğini açıklamıştım. Ben daha komisyondan ayrılmadan bazı CHP milletvekilleri tarafından medya ve basının yanlış bilgilendirilmesi sonucu büyük tirajlı ulusal bir gazetede, Eski Deniz kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya'ya MOSSAD ajanı dediğim iddia edildi. Türk milletinin iradesinin tecelli ettiği Meclis Araştırma Komisyonu'nu bilgilendirme amacı ile komisyona gelen birçok kişi bu yanlış tutum nedeni ile komisyonlara gelseler bile gerçekleri tam olarak anlatamıyorlar. Bu hususta da komisyon üyesi parlamenterlerin dikkatinin çekilmesi amacı ile idari tedbirler uygulanmalıdır. Türkiye'de bu güne kadar dört askeri darbenin meydana gelmesi, siyasal cinayetlerin işlenmesi, devletin devamlı terör belası ile karşı karşıya kalmasının arkasındaki sebeplerden en önemlisi, Öcalan için bir komisyon kurulamayışıdır. Komisyonunda PKK'nın veya Öcalan'ın nasıl ortaya çıktığı,
örgütü kimin kullandığı, şu anda halen hangi güçler tarafından kullanıldığı ortaya çıkacaktır. Bu bakımdan komisyonun kurulmasını çok önemsedim, yıllardır bunu söylüyorum. Ama siyasiler bazı kaygılar ve derin çekinceler nedeniyle bu tür bir komisyon kurulmasına sıcak bakamıyorlar. PKK'NIN İSTİHBARAT SERVİSLERİYLE İLİŞKİSİ Kuruluş sürecinde PKK'nın Gizli Servislerle İlişkileri PKK'nın hangi güçler tarafından ne amaçla kurulduğum geçmişte ve günümüzde bu örgütü yöneten güçlerin arka pe desini aralayabilmemiz için 1970'li yıllardaki dünya konjonl türüne, buna paralel olarak Türkiye'deki siyasal gelişmek ve ideolojik akımlara kısaca göz atmamız gerekir. 1970'li yıllar Soğuk Savaş'm tırmandığı, NATO ve VAİ ŞOVA Paktı ülkelerinin birbirleri ile her alanda kıyasıya m cadele içine girdiği bir dönem olarak tarihin sayfalarında ) rini almıştır. ABD ve Sovyetler Birliği, başta Ortadoğu oîm üzere birçok bölgede dış istihbarat birimlerinin gizli, komp! cu örtülü operasyonları ile bazen de açıktan bir mücadı içinde görünüyorlardı. Her iki ülke de birbirlerinin ideoloji rini tehdit olarak görüyor, buna göre istihbarat ve savun1 sistemlerini devamlı bu tehditlere göre geliştiriyorlardı. Di ya ellili yıllardan başlayarak iki kutba, iki ideolojiye böli müştü ve bir tarafta Komünist ideoloji, diğer tarafta Kapita ideoloji yer almıştı. Bu ideolojilerin direkt hedefleri ise ön likle üniversite gençliği ve işçilerdi. m İHANET ÇEMBERİ "Sovyetler Birliği 1921 yılında 3. Enternasyonal'da aldığı kararlar gereğince Sovyetler Birliği Komünist Partisi ideolojisi doğrultusunda birçok ülkede Komünist partiler kurdurdu. Amacı kendisine düşman olan kapitalist ülkelerin işçi ve öğrenci hareketlerini kontrol ederek Komünist ideolojiyi benimseterek, komünist bir kamuoyu oluşturmaktı. Türkiye Komünist Partisi bu stratejiler doğrultusunda KGB destekli olarak Türkiye'de kurduruldu. Türkiye'de 1970'li yıllarda ortaya çıkan TKP dışındaki örgütler THKO (Türk Halk Kurtuluş Ordusu), THKP-C (Türkiye Halk Kurtuluş Partisi- Cephe), TİİKP ( Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi) ve türevleriydi. Yine Mancizm-Leninzm'i Kürdistan koşullarında yorumlayan Kürt solu TKDP ve DDKO'nun uzantılarıydılar."3 Sovyetler Birliği Komünist Partisi ideolojisi doğrultusunda Türkiye'de KGB tarafından kurdurulan TKP belli bir siyasi amaç için kurdurulmuştur. Diğer sol örgütler ise ülkedeki sos-yo-ekonomik şartların doğal tepkimeleri olmalarına rağmen, TKP bu tür hareketlerin serpilip büyümeleri için ortamı daha da olgunlaştıran, ideolojik malzeme temin eden bir görev üstlenmiştir. Dünyadaki birçok Komünist Partisi'nin kuruluş esprisi budur. Buna rağmen yine dünyanın birçok yerinde Komünist partileri rollerini değişik oynamışlardır. Kimisi şartlar son derece olgunlaştığında devrimlere öncülük ya da ortaklık etmiştir. Kimisi ise radikal grupları geriden desteklemiştir. 70'li yılların konjonktüründe Ortadoğu'da, ABD ve Sovyetler Birliği arasında mücadele Ortadoğu'nun temel meseleleri üzerinde; Filistin, Lübnan gibi sorunlar genelinde ve bu sorunlar etrafında kümelenen Ortadoğu ülkelerinin üzerinden gerçekleştiriliyordu. ABD-lsrail ittifakı, Sovyetler 3 Cem Ersever; Kürtler, PKK ve A.Öcalan. PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER Birliği-Suriye ittifakı gibi. Dünyanın süper iki gücünün Ortadoğu'daki mücadelesi bu sorunların bugüne kadar çözülme-meşinin en önemli nedeni olarak karşımıza çıkıyordu. Türkiye ise 1974 Kıbrıs Harekâtı nedeniyle batı ile ilişkile rinde sarsıntılar yaşıyordu. Türkiye bu yıllarda emperyalist ül kelerin hedefindeydi, ülke içinde kamplaşmalar yaratılarak bi iç savaşa, bir kaos ortamına doğru sürükleniyordu. Emperyalis ülkelerin örtülü operasyonları ile Bulgaristan'dan ve Sur ye'den binlerce silah Türkiye'ye sokularak sağcı ve solcu ol; rak ayrılmış, kutuplaştırılmış kişilerin eline ulaştırılıyord' 1973 yılında Ermeni ASALA terör örgütü Türk diplomatl; rina karşı yaygın eylemlere başlıyor; Belçika, Yugoslavy Bulgaristan, Kanada, ABD, Fransa, İsveç, Yunanistan, Avu tralya Hollanda, Vatikan, Avusturya 'da 41 Türk diploma büyükelçilik personeli ve güvenlik görevlisi şehit ediliyord Türk diplomatlarını açıkça hedef alan bu eylemlerde
Avru çirkin yüzünü bir kere daha gösteriyordu. Türk diplomatl Avrupa'da güvenlik güçlerince kerhen korunurken, Avru basınının ASALA terörünü destekleyen yazı ve yorumlan d kat çekiyordu. 1975 yılından sonra kurgulandığı şekilde Tür ye'de terör, sağ-sol çatışmaları olarak süratle tırmandtrılıyoı Türkiye'de bu olumsuz gelişmeler yaşanırken 1973'te / dullah Öcalan fikir düzeyinde üniversite gençliği içinde se sedasız kadro çalışmaları yapmaya başlamış, 1976 yılında çalışmaları tamamlayarak Kürdistan Devrimcileri (KD) is ni verdiği grubu oluşturmuştur. Örgüt ideolojisi ve genel s tejisi Öcalan tarafından formüle edilmiş ve grup üyelerine nimsetilmiştir: Klasik anlamda Marxizm-Leninizm ideol kılavuzluğunda dünyanın, Ortadoğu'nun ve Türkiye'nin tahlili yapılmıştır. Bu bakış açısına göre Doğu ve Güneye Anadolu (Kuzey Kürdistan) sömürge durumundadır. Tür I H A M E T ÇEMBERİ Cumhuriyeti de sömürgeci bir devlettir. Ayrıca sözde Kürdis-tan'ın diğer parçaları Iran, Irak ve Suriye'nin sömürge idaresi altındadır. Kürdistan Devrimcileri'nin başlangıçtaki bakış açıları buydu. Bu temelde propaganda yapmak üzere Ankara'da toplanmış bulunan grup üyeleri "sözde Kürdistan'da", okullu gençliğin yoğun olarak bulunduğu Gaziantep, Malatya, Elazığ, Tunceli, Kars, Diyarbakır ve Batman'a birer ikişer dağılmıştır. 1976 yılına kadar Türkiye genelinde gençlik tamamen politi-ze olduğu için, çok sayıda grup ve dernek mevcut olduğu için, gençliğin büyük bir bölümü bu grupların ve derneklerin etrafında toplanmıştı. Dolayısı ile KD grubunun dağıldığı illerin gençliği de aynı durumdaydı. Hatta bu yörenin gençliği Türkiye geneline göre en fazla politize olmuş gençlikti denebilir. Kürdistan Devrimcileri, kendi saflarına çektikleri gençler ile birlikte diğer tüm örgütleri ve grupları düşman gibi görmekte, onlara karşı saldırgan bir tutum takınmaktaydılar. KD grupları diğer tüm örgüt ve gruplara karşı bilinçli bir sindirme faaliyeti içindeydiler. Bu faaliyetleri sonucunda 1977 yılı başlarında Kürdistan Devrimcileri birçok fraksiyon gibi isimlerini duyurmaya başladılar. KD içinde örgütün ismi konusunda sıkıntılar vardı. UKO (Ulusal kurtuluş Ordusu) ismini de benimsemişlerdi. Bölgenin kuzeyinde UKO, güneyinde APOCULAR olarak anılan bu grup, diğer birçok örgüte göre kuşkulu bir gruptu. Mevcut ortamın doğal gruplarından farklılıklar arz ediyordu ve bu nedenle hep kuşkulu bakıldı. Daha sonra hemen hemen tüm sol örgütler Kürdistan Devrimcileri ile muhatap olmamaya başladılar. Birçok örgüt çeşitli eylem birliklerine, ortak bildiri, ortak miting gibi faaliyetlerine bu grubu sokmadılar. Hareketleri, tartışma biçimleri, yaşantıları, birbirleriyle ilişkileri diğerlerinden çok farklıydı. Pek çok sol siyasi PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER I grup, daha başından beri bunların devlet tarafından oluştuı lan bir provokatörler grubu olabileceğini düşünüyordu. Bazı rı ise APOCULAR'ı, CIA tarafından oluşturulmuş ve Tür ye'deki sol hareketi bölecek bir grup olarak kabul ediyordu. APOCULAR'ın birbirleriyle ilişkileri ve lider karşısmd; süklüm püklüm tavırlarıyla, yani bu grubun iç işleyişi ile m ya türü örgütlenmelerin iç işleyişleri arasında müthiş benz likler bulunuyordu. Dışa karşı saldırgan olan APOCU m tanlar, APO'nun ve grup sorumlularının yanında adeta kî kulu gibiydiler. APO tarafından sürekli aşağılanan, horlaı militanlar eylemlerindeki acımazsızlıklanyla deşarj oluyor dı. Kürdistan Devrimcileri veya APOCULAR, APO'nun şitli tarihlerde hazırlamış olduğu merkezi bildirilerin dışı hiçbir yayın faaliyetinde bulunmadılar. Örgüt propagam sözlü olarak yapılıyordu. Eğitim çalışmalarında genelde M; xist klasiklerin sömürgecilikle ilgili bölümleri ezberleniyo Hâlbuki bu dönem 'Sol'un ideolojik yayın furyası mevct Gerek Türk solu gerekse Kürt solu örgütleri isimlerini c bir periyodik yayın ile duyuruyor, bu dergi etrafında geliş sini sürdürüyordu. Daha sonra kitap ve broşürler ile düşü: lerini yaygmlaştırıyorlardı. Bunun yanı sıra çeşitli forun seminerler ile kitlelere ulaşıyorlardı. Kürdistan Devrimcileri veya APOCULAR bu konuda gizemli idi. Aslında yayın ve benzeri legal faaliyetlerinin o yışından dolayı güvenlik güçlerinin dikkatini pek çekm bu nedenle de herhangi bir soruşturma ve takibe uğramtyc dı. Ancak ülkedeki bir takım gelişmeleri hep kendilerine ediyorlardı. "Dün NATO
toplantısında bizi konuşun MGK bizim için toplanmış, İran, Irak ve Türkiye bizim iç takım planlar geliştiriyorlarmış" vs. Bu tür konuşmalar örj gizemini bir kat daha arttınyordu. APOCULAR içine £ 8S3 İHANET ÇEMBER mantıklı düşünen kişiler, diğer sol gruplar gibi tavırlar geliştirmeye çalışanlar hemen tasfiye ediliyorlardı. Tasfiyenin arkasından da bir yığın iftira ve karalama birbirini takip ediyordu. Bu duruma bir son vermek isteyen ve bu grubun bütün yükünü omuzlamış kişiler bazı konulardaki görüşlerini APO'ya dayatınca, APO "siz haklısınız, gereğini yapacağım" demesine rağmen alttan alta diğer elemanlar için "bunlar MİT ajanı, önce beni sonra da örgütü tasfiye etmek için görevlendirilmişler, bunlann en kısa zamanda öldürülmeleri gerekiyor, komployu son anda ortaya çıkarmasaydım hepimizi öldüreceklerdi" biçiminde karalama ve propaganda yapıyordu. Doğal olarak bu örgüt mensuplarının tümü değişik yer ve zamanda infaz ediliyordu. Öldürülen örgüt mensupları örgüt içerisinde bazı anormalliklerin farkına varmışlardı. APO onları öldürtmekle hem onlara açıklama yapmaktan kurtuldu, hem de örgüt içinde "MİT, ajan, komplo fobisi"nin temellerini attı. Ankara'da APO'nun oluşturduğu ilk 15-20 kişilik grup tamamen profesyonel örgütçülerden meydana geliyordu. Ancak hedefe ulaşmak için resmi ve profesyonel bir örgüte ihtiyaç vardı. Gerçi bu insanların birbirleriyle olan ilişkileri de resmiyet arz ediyordu ama APO başka işler peşindeydi. Baştan sona tüm örgütsel faaliyetlerde ve kararlarda bir diktatör gibi hareket eden terörist başı; yine gerektiğinde ardına sığınacağı "partinin emri, partinin kararı" türünden demagojilere ihtiyacı vardı. Öte yandan ilişkiler, faaliyetler ve kadro genişledikçe zaten bir teşkilat yapısı kaçınılmazdı. Ankara'dan yola çıkan ilk profesyonel grubun tamamı üniversite öğrencisiydi. Bu şahıslar, Abdullah Öcalan, Cemil Bayık, Kesire Yıldırım (Öcalan) Ali Haydar Kaytan, Duran Kalkan, Abdurrahman Polat, İsmet Özkan, Mazlum Doğan, M.Hayri Durmuş, Haki PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER J Karer, Baki Karer, Kemal Pir, Mehmet Karasungur, Şai Dönmez, Mehmet Uzun, A. Rıza Altun'dur. Resmi örgütlenmeye gitmek için ilk etapta bir örgüt pı ramı ve tüzüğü oluşturmayı planlıyordu. Örgütün tüzüğü ğal olarak kuruluş esaslarını dile getiriyordu ve fazla bir oı nalitesi yoktu. Komünist partilerin klasik tüzükleri aşağı karı kopya edilmişti. Programa göre kurulacak partinin mücadele strate araçları ve yöntemleri Marxist -Leninist felsefeye göre te ediliyordu. Bu dünya görüşüne göre; Türkiye sömürgeci, ğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri sömürge Kürdistan rak nitelendiriliyordu. Sömürge Kürdistan'ın kuruluşu içiı kurulacak MarxistLeninist partinin (Temel Araç) önd< ğinde uzun süreli bir halk savaşı (Temel Strateji) verili öngörülüyor, halk savaşı neticesinde de Birleşik Bağımsız mokratik Kürdistan (Nihai Hedef ) kurulacağı belirtiliyo Sözde Kürdistan'daki devrim milli demokratik bir devrim cağından uzun süreli bir halk savaşının zaruretleri vurgul yordu. Dolayısıyla ilk etapta gerekli niteliklere sahip bir tinin kurulması kararlaştırılıyordu. Parti kuruluşundan sonra Öcalan 'Devrimci şiddet ' d< terörü başlatıyordu. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun çı şehir, köy ve kasabalarında çeşitli kesimlere mensup ins< kurşunlanıyor, savunmasız insanlar terörün boy hedefi h; getiriliyordu. Eylemlerin savunmasız masum insanları hed< ması, devlet güvenlik birimlerinin o dönem gerekli bilg yoksun oluşu ve daha bir yığın nedenden dolayı eylemlerin si başarıyla sonuçlanıyor, eylemlerde hiç kayıp verilmiyord KD grubunun ilk öncüleriyle bu öncülerin Doğu ve neydoğu'daki öne çıkan bazı elemanlarının katıldığ toplantı Diyarbakır İli, Lice İlçesi, Fis Köyü'nde 27 Kasım 1978 tarihinde yapıldı. Bu toplantı bilinen anlamda bir toplantı değildir. Partinin kuruluşu için hazır bulunanların çeşitli konulardaki görüşlerini dile getirdiği bir kuruluş kongresi değildir. Tamamen Abdullah Öcalan'ın kafasında tasarlanan bir eğitim çalışması niteliğindedir. PKK'nın kuruluş gününden başlayarak daha sonra yapılan tüm kongre, konferans ve toplantılarının özü ve biçimi bu ilk
toplantının hep kopyası olagelmiştir. Fis Köyü'ndeki toplantı PKK'nın 1. Kongresi olarak kabul edilmektedir. Bu kongrede 7 kişilik bir yürütme komitesi seçilir. Merkez komite üyeleri ise resmen belirlen-mez. Bu toplantıda Apo kendisini kurulan partinin genel sekreteri olarak ilan eder. Alınan ilk karar toplantının gizli tutulmasıdır. Partinin kurulduğu kesinlikle gizli tutulacaktır ve partinin bölge komiteleri ilk etapta inşa edilmeye başlanacaktır. Bu amaçla toplantıya katılanlar bölge komitelerini kurmak için bölgelere dağılırlar. Bölge komitelerinin kuruluşunda bütün ileri düzeydeki kadrolara görev verilir ve herkesten derhal işiyle, okuluyla ve en önemlisi aileleriyle bağlarını koparmaları istenir. Bu anlayış giderek yaygınlaştırılır. Aslında ilişki koparma temelinde bir tuzak dayatılmaktadır. Militanlardan istenen örgüt faaliyeti, propagandadan çok askeri eylem biçimleridir. Bir yandan kurulan partinin alt örgütlenmeleri oluşturulurken, esas olarak da yoğun bir eylem programı hazırlanmaktadır. Eylem programlarında belirlenen hedeflerle Öcalan Türkiye'de sağcısından solcusuna, Kürtçüsünden tarafsızına, devlet güvenlik güçlerine, Doğu ve Güneydo-ğu'daki nüfuzlu ve popüler kişilere, belediye başkanlarına, aşiretin ileri gelenlerine, Halkın Kurtuluşu Örgütü, Devrimci Halkın Birliği, Türkiye İşçi Köylü Partisi, Devrimci Demokratik Kültür Demekleri, Özgürlük Yolu, Kürdistan Ulusal PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER Kurtuluşçuları gibi herkese savaş ilan etmiştir. Eylem alanı da "bizden olmayan düşmandır" mantığını militanlarına aşı maya çalışmıştır. Öcalan, PKK militanlarına karşı çizmiş i duğu mücadele metotlarında "aile, akrabalık ve dostluk ilişki rini ciddi ve tepelenmesi gereken bir engel" olarak dayatmış daha da önemlisi ayrı kişilikleri kabul etmeyen tek tip bir n del yaratma gayreti içinde olmuştur. Bu modele uymayanlar güt içinde çeşitli bahanelerle aşağılanarak suçlanıyorlardı. 27 Kasım 1978 günü resmen kurulan PKK, varlığını İS Temmuz ayında Milletvekili Mehmet Celal Bucak'a saldı rak ilan etti. Bucak saldırıdan yaralı olarak kurtuldu. Böyl PKK eylemleri kırsal ve şehir eylemleri olmak üzere iki tet kola ayrılmış oldu. Kuruluş yıllarında PKK anlatılırken o dönemde Aydır Gazetesi çevresi ve PKK arasındaki çatışmalar hemen a gelmektedir. Aydınlık Gazetesi'nin manşetlerinden PKK inmiyordu. "PKK, MİT'in organize ettiği bir örgüttür, cani teler, PKK'lı cellâtlar, Kürt halkını birbirine düşürüyorlar" bi manşetler ve yorumlar yayınlanıyordu. PKK'da Aydmlıkçılar'a "ingiliz ajanı, MİT ajanı, Ke lizm'in çanak yalayıcısı" şeklinde hitap ediyordu. PKK, dmlıkçılar'a yalnız sözle değil eylemle de saldırıyor, yönei lerini öldürüyordu. Aydınlık Gazetesi'nin Doğu ve Güne^ ğu'daki dağıtımını engelliyor, bulduklarını yakıyorlardı. PKK'nın kuruluş yıllarında Aydınlık Gazetesi çevres girdiği mücadele 1990'lı yıllarda yerini Kürtçülük konusı işbirliğine varan ilişkilere bırakmıştı. 1990'larda bölücü ö tü savunan Doğu Perinçek'in "lllegalleşen devlet en büyü rörist haline gelmiştir, Kürt illeri can pazarına dönmüş açıklamaları ve Perinçek'in 1991 yılında Suriye'de ] kamplarını ziyaret ederek Öcalan'la yaptığı görüşmel İHANET ÇEMBERİ çekilen samimi fotoğrafların birçok gazetede yer alması, ilişkilerin boyutu hakkında yeterli bilgiyi veriyordu. Apo'nun yakalanarak Türkiye'ye teslim edilmesinin ardından DGM savcıları tarafından alınan ifadesinde Öcalan, "Doğu Perinçek'in 1991 yılında kampımıza geldiği ve benimle görüşmeler yaptığı doğrudur. Perinçek bana 'siz bu şekilde muvaffak olamazsınız, benim siyasi yapılanmam içinde yer alın' şeklinde telkinlerde bulundu" demiştir. Perinçek ile Öcalan arasındaki görüşmeler aslında gizli yapılmıştı. Ancak bu görüşmelerin delilleri, gizli eller tarafından basma sızdırıldı ve kamuoyu görüşmeler hakkında bilgi sahibi oldu. Mehmet Eymür, Atin adlı internet sitesinde bu görüşmelerle ilgili olarak 16.09.2000 tarihinde şunları yazdı: Perinçek "Apo ile yakınlaşma bir devlet göreviydi. Kardeş kanının durdurulması için bu görevi kabul ettim. Bu gizli bir görevdi, onun için daha fazla açıklama yapamam. Genelkurmay'tn konudan haberi var. CIA ve şeriatçı çevreler beni yıpratmak için sık sık bu resimleri
yayınlıyorlar" diyor. Evet, aynen böyle diyormuş Perinçek. Biz, Türk Devleti'nin PKK ile en yoğun şekilde mücadele verdiği bir dönemde, "PKK ile yakınlaşma" gibi bir politikası olduğunu bilmiyoruz. PKK ile mücadelede sayısız şehit veren Silahlı Kuvvetlerimizin de belirli bir hiye-rarşik düzen içinde devletin genel politikasına aykırı bir tutuma girmeyeceği kesin. O zaman Perinçek'e bu gizli görevi kim vermiş? Varsayalım ki belli makamları işgal eden kişiler, kendi başlarına Perinçek'e böyle bir görev verdilerse, neden Perinçek? Yoksa Perinçek, istihbarat teşkilatında daire başkanı mı? Olaya bir de başka açıdan bakalım. Perinçek, bu günlerde yaptığı gibi senelerdir her yerde Genelkurmay'ın, askerin adını PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER kullanıyor. Elindeki belgeleri sallaya sallaya bunları Ge kurmay'dan aldığını belirtiyor, gizli görevleri olduğunu aç yor, büyük bir tepki almıyor. İki nedeni olabilir. Birincis rinçek ciddiye alınmıyor, "Mahallenin delisi" gözüyle bal ğt için cevap verilmiyor. İkinci şık, Perinçek doğru söyl Emir komuta dışında, belli bir asker grubu Perinçek'in neklerinden faydalanıyor. İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek'in Bek Öcalan ile yaptığı görüşmeler ve bu görüşmeler esnasınc kilen bazı fotoğraflarının basına sızmasının arka perdesi gili önemli bir iddia da Necdet Pekmezci'nin kaleme Mankurtlar Vadisi isimli kitapta ortaya atıldı. Kitaptaki alara göre: Selim Çürükkaya da Öcalan'm istihbarat örgütleri ile ilişkilerini sorguluyor. Bu öyküyü de Abdullah Öcalan'tr den canını zor kurtaran ve "APO'nun Ayetleri" adlı kit muhalefet bayrağı açan Selim Çürükkaya'dan dinleyelir "Yeni Ülke Gazetesi'nin sahibini ve İnsan Hakları I ği'nden iki kişiyi alarak Perinçek'in. evine gittim. Bizi i cak karşıladı. Karşılıklı kahvelerimizi içerek sohbet Geçmiş gelecek her şeyi tartıştık. Bekaa filmlerini i derken sabah oldu. Yani o gece, Şule Hanım da dâhil 1 miz uyuyamadık. Aradan birkaç gün geçti. Doğu Perinçek beni tekra 'Selim bey önemli bir mevzu için sizinle görüşmem geı Ya ben Yeni Ülke'ye geleyim yada siz bizim dergiye { misiniz?' dedi. Gazetemize yakın olan 2000'e Doğru de bürosuna gittim. Beni Doğu'nun özel odasına aldılar, din'den sonra karşılıklı oturduk. Hal hatır sordu. Nazil şılık verdim. Çekmecesinden bir zarf çıkarttı. Zarfı açtı İHANET ÇEMBERİ 5 adet fotoğraf vardı. 'Selim Bey, bunlar Öcalan'la benim Be-kaa'da çekilmiş fotoğraflarımızdır. Dün Milli İstihbarat Teşkilatı tarafından bu fotoğraflar, İstanbul'daki bütün gazetelerin bürolarına gönderilmiş. Yanılmıyorsam sizin gazeteye de gelmiş' dedi. Evet, aynı fotoğraflardan bizim gazeteye de postalanmıştı. Doğu Bey bununla yetinmedi, çekmecesinden bir zarf daha çıkardı, onun içinde çok sayıda fotoğraf vardı. İçinden beş tane seçti. 'Bakın Selim Bey, bu fotoğraflardan birer adet bende, birer adet de Öcalan'da vardı. Benimkiler burada! Size göre bunların bir nüshası MİT'in eline nasıl geçti?' diye sordu. Gülümsedim. 'Doğu Bey, bir nüshası sizde, bir nüshası onda ise ve başka nüshası yok ise ikinizden birisi vermiştir' dedim. O da gülümsedi." İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek'in, Milli İstihbarat Teşkilatı'nı PKK'yı kurmakla suçlaması günümüze kadar devam etti. Nitekim 2007 yılının son aylan içinde Perinçek ulusal basın ve medyaya yaptığı açıklamalarda, "PKK'yı MİT kurdu" suçlamasında bulundu: "PKK'yı 1975'te MİT kurmuştur. Apo 1972'de Şafak Ga-zetesi'ni dağıtırken yakalanmış ve MİT ile anlaştığı için birkaç ay içinde serbest bırakılmıştır. Şafak Gazetesi'ni dağıtan diğer kişilerin tamamı sıkıyönetim mahkemelerinde 5 yıl ile 7,5 yıl arasında hapis cezasına çarptırılmışlardır. Apo ise MİT ile anlaşma yapmış ve serbest bırakılmıştır. Uğur Mumcu da bu konunun üzerindeyken şehit edilmiştir. PKK'nın 1975-1980 yılları arasındaki eylemleri de CIA- MİT işbirliği ile yönlendirilmiştir. Bu dönemde APOCULAR, Süper NATO güdümlü devlet kurumlarının desteğiyle yüzlerce cinayet işlediler. CIA'nın 'Böcek yiyen böcekler' teorisine göre, PKK, PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER Doğu ve Güneydoğu bölgemizde, Türkiye'nin birliğinden yana olan sol örgütlerin üzerine sürülmüştür. O tarihte PKK'nın hedefinde asker ve polis yoktur. Birinci hedef, Doğu Perinçek'in önderliğindeki Türkiye İşçi Köylü Partisi'dir.
1980 12 Eylül Darbesi'nden sonra Apo, Suriye'ye kaçtı. CIA ve MİT o sırada Suriye'de ABD karşıtı Hafız Esat yöne timine karşı gerici Müslüman Kardeşler (İhvanı Müslimin)'iii terörünü örgütlüyor ve destekliyordu. Buna karşı Suriye yöne timi de, Türkiye'de Kürt ayrılıkçı terörünü harekete geçirmek için örgüt arayışı içine girdi. İhale Apo'da kaldı. Suriye'nin denetimindeki Bekaa Vadisi'ndeki kamp Apo'ya tahsis edildi. Apo, doğrudan doğruya Suriye Muhaberatı tarafından yönetildi. O dönemde Türkiye hükümetleri, Suriye'deki gerici terörü desteklemekten vazgeçse, Apo'yu da alırlar ve PKK'yı da etkisiz hale getirirlerdi. Suriye'deki Hafız Esat yönetimi buna hazırdı. Ama Türkiye'deki iktidar sahipleri, ABD güdümü oldukları için, böyle bir girişimde bile bulunmadılar. İki mazlum ülke, birbirlerinin teröristini desteklediler. Pentagon'un ünlü "Üç İsrail Senaryosu" böyle yürüdü. Onbinlerce insanımız ABD güdümlü politikaların kurbanı oldu. ABD Ordusu, 1991 yılı başında Irak'a saldırıp, Kuzey İrak' denetim altına alınca, PKK'nın oradaki kuvvetleri, ABD'niı denetimine girdi. PKK'yı Kuzey Irak'ta ABD'nin özel kuvvet olan Delta Force eğitti. Ancak Şam ve Bekaa'daki Apo, zo runlu olarak Suriye'nin denetimindeydi. Böylece çatal baş) PKK dönemi başladı. Apo, 1999 Şubat'ında CIA tarafındaı paketlenip Türkiye'ye teslim edilene kadar bu çift başlı durur devam etti. Apo'nun Suriye Muhaberatı'nın güdümünde olması, ABİ planlarını bozuyordu. ABD, Apo'yu Türkiye'ye teslim ederel ?34101 İHANET ÇEMBERİ çift başlılığa son verdi ve PKK'yı tam kontrol altına aldı. Apo, bir saatli bomba gibi ABD'nin kendi güdümünde kabul ettiği Türkiye hükümetlerinin eline verildi. İlk tutukluluk aylarında Kocaeli'deki Kolordu'nun denetimindeki Apo, anlaşma gereği Ordu'nun elinden alınarak MİT üzerinden ABD/CIA güdümüne teslim edildi. Apo, ABD'ye verilen söz gereği idam edilmeyecekti, edilmedi. Apo, avukatlar üzerinden ABD ve AB tarafından güdülecekti; güdüldü. Türkiye, bugün kendi hapishanesindeki tutukluyu bile ABD ve CIA'nın emrine vermiştir. Türkiye'deki ABD işbirlikçisi iktidarlar, bağımsız bir siyaset izleyemedikleri için, PKK'nın kumlusunu ve büyütülmesini öngören SüperNATO planlarına hizmet etmişlerdir. Irak'ın kuzeyindeki İkinci İsrail devleti de, Ankara'daki ABD güdümlü yönetimlerin desteğiyle kurulmuş, geliştirilmiş ve beslenmiştir. Türkiye hükümetleri, bölücü örgüt ve oluşumları kendi elleriyle büyütmüşlerdir. NATO, bir savunma paktı değil, NATO ülkelerini gütme ve gereğinde bölme aygıtıdır. Türkiye'deki SüperNATO güdümlü örgütler, Türkiye'nin güvenliğine değil, ABD'nin güvenliğine ve Türkiye'yi parçalama planlarına hizmet etmişlerdir. O kadar ki, bugünkü MİT Müsteşarı, Hizbullahı dahi kullandıklarını itiraf etmiştir. Yalnız PKK cinayetlerinden değil, yüzlerce insanın Hizbullah eliyle betonlara gömülerek öldürülmesinden sommludurlar. Bölücü terörün bastırılması ve Türkiye'yi tehdit eden Kuzey Irak'taki fesat ocağının söndürülmesi için, ABD güdümünden ve AB kapısından kurtulmak öncelikli şarttır. Türkiye, bölünme tehdidine ancak bağımsız bir Milli Hükümetle karşı koyar. ABD tehdidini önlemenin ve hatta caydırmanın başka bir yolu yoktur." PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER Birçok yazar ve terör uzmanı, Doğu Perinçek'i Türk siyasi tarihinde en çok söylem değiştiren siyasi hareketin lideri olarak görmektedir. Dün ve bugün, TSK içindeki üst düzey askerleri önce överken sonraları yerebilen, devlete, PKK'ya karşı ideolojik bakış açısında ve siyasetinde devamlı farklılıklar gösteren bir tavır sergilemesi Perinçek ile ilgili olarak bazı tereddütleri de beraberinde getirmektedir. Doğu Perinçek ve partisinin kodlarının çözülmesini, Türkiye'nin geçmiş siyasi tarihinin ve bugünkü kurumlar arası sürtüşmelerin arka perdesinin ortaya çıkarılması bakımından önemli buluyorum. Dün devleti teröristlikle suçlayan, bugün ulus devleti canla başla savunan, dün PKK ile haşır neşir olan, bugün görünürde PKK'yı bir numaralı can düşmanı ilan eden, değişen konjonktüre göre tavır alabilen ve devlet içindeki çatışmaların bir unsum olarak ortaya çıktığı izlenimini veren, devletin kurumları içinde bilhassa Türk Silahlı kuvvetleri içinde bağlantıları olduğu yargısının kamuoyunda oluşmasını sağlayacak gizli bir takım bilgi ve dokü-manlan Aydınlık dergisinde yayınlayan ve bu çalışmaları
bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti devletinin menfaatleri açısından ortaya çıkardıklarını iddia eden bir parti lideri... 1970'li yıllardan bu yana Milli İstihbarat Teşkilatı'nı ve TSK'yı hedef alan Perinçek'in hedefi ne? MİT bünyesinde hazırlanan çok gizli raporları değişik zamanlarda elde ederek kamuoyuna açıklayan ve MİT'i birkaç kez felce uğrattığı üst düzey MİT yetkililerince de ifade edilen Perinçek'in, kurumlaı içinde hata yapan kişileri değil, MİT ve TSK'nın kurumsa kimliğini açıkça hedef alması ne anlama geliyor? Yıpratılmal istenen devletin anayasal kurumlarıdır. Üstelik devletin ge İHA NET ÇEMBERİ nel güvenliği ile ilgili iç ve dış tehditlere karşı bu ülkeyi ve bu ülkenin insanlarını korumakla yükümlü bu kurumların yıpra-tılmasının, özellikle son dönemde Emniyet istihbarat Daire-si'nin hedef alınmasının perde arkasında ne var? 1970'li yıllardan 28 Şubat'a kadar "TSK'nın ve MİT'in bağımsız olmadıklarını, NATO güdümünde oldukları iddia etmek ve bu kurumların bizatihi kurumsal bütünlüklerini hedef almak; 28 Şubat Süreci ile birlikte tam bir dönüş yapıp, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yanında olmak, Aydınlık grubu ve Perinçek için aydınlatılması gereken önemli bir noktadır. Perinçek ve İşçi Partisine göre günümüzde; Kemalist Devrim rotasında bulunan Türk Silahlı Kuvvetleri'nin emir komuta zinciri altındaki bütünlüğü Türkiye için hayati önemdedir. İşçi Partisi, 1999 yılı Aralık ayında toplanan 5. Genel Kongresi'nde bu bütünlüğü korumayı temel görevlerinden biri olarak saptamış ve ilan etmiştir. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı'nı "işgal" olarak nitelendiren Doğu Perinçek önderliğindeki Aydınlık hareketi, birçok il ve ilçede barış harekâtını kınayan salon toplantıları, korsan gösteriler, çeşitli bildiri ve afiş asma eylemlerini gerçekleştirdi. "İşgale nihayet, Kıbrıs'a hürriyet, kahrolsun gerici savaş" sloganları atan Aydınlık hareketi, Kıbrıs Türklerinin direnişini yöneten Türk Mukavemet Teşkilatı'nı hedef alan açıklamalar yaptı. Bunun üzerine Aydmlık'ın çeşitli illerdeki büroları güvenlik güçlerince basıldı. 50 kadar kişi tutuklandı. Ankara ve İstanbul'da bu gruba ait yayınların dağıtımı yasaklandı. Barış Harekâtı'nı Aydınlık ve Halkın Sesi dergilerinde yerden yere vuran Perinçek, daha sonra bu yazılarını kitaplaştırdı. 1976 yılında yayımlanan "Kıbrıs Meselesi" isimli kitapta Perinçek'in TSK ve Rauf Denktaş için kullandığı ifadelerle bugünkü PKK'YI YÖNETEN TÜR K L E R Bil söylemleri arasındaki büyük zıtlıklar insanları şaşırtıyor. Türk Silahlı Kuvvetleri'ni "işgalci, yağmacı, ABD jandarması, emperyalist" gibi ifadelerle suçlayan Perinçek ağır hakaretlerde bulunuyordu. Bilindiği gibi Perinçek, 1990'larda terörle mücadelenin en sıcak döneminde bölücü örgütün lehinde ve TSK aleyhindeki yayınları ile de dikkat çekiyordu. Bu dönemde Kontrgerilla ve yargısız infaz iddialarını ciddi bir biçimde dile getiren Aydınlık ve çevresi, Kıbrıs davasının sembol ismi olarak nitelendirilen Rauf Denktaş'ı da sol jargonuna ve literatüre uygun olarak "faşist, emek düşmanı, yağmacı" olarak takdim ediyordu. 19 Temmuz 2004 tarihli Anadolu Ajansı bültenine göre Barış Harekâtı'ntn 30. yıldönümü kutlamaları için KKTC'ye giden Doğu Perinçek, burada yaptığı açıklamada bir Türk olarak Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ile gurur duyduklarını anlatıyordu. Aynı konuşmada 30 yıl önce Kıbrıs'ta işgalci olarak nitelediği Türk Ordusu'na şükranlarını sunuyordu. Kimi gazetede çıkan yorumlara göre de Perinçek'in fikrini değiştirmediği tek nokta İngiliz ve Fransızlarla ilgili tutumu. Kitabında Türk hükümetinin ABD'nin koltuğu altında Fransa ve İngiltere düşmanlığı yaptığını ileri sürerek, bu iki ülkeyi daha sevimli gösterme çabası içinde olan Perinçek, Türkiye'nin Kıbrıs Harekâtı'na şiddetle karşı çıkan ingiltere ve Fransa'yı sevimli hale getiren İP lideri acaba neden böyle bir gayret içine girmiş olabilirdi? MİT Kontr-Terör Dairesi Eski Başkanı Mehmet Eymür'e göre Aydınlık Grubu'nun perdeleme yapmasının nedenlerini derinlerde aramak gerekiyor. 7 Ağustos 1978 tarihli Aydınlık gazetesinde başlayan "Kontrgerilla Şeflerini Açıklıyoruz" yazı dizisinde bu ilişkilerin netleştiğini anlatan Eymür'ün açıklamaları şöyle: "Perinçek 'Kıbrıs'taki Bayraktarlık Türkiye'deki tertip ve kışkırtmaların
İHANET ÇEM B E R i ocağıdır' diyor, 'Bayraktarlığın Özel Harp Dairesi'nin Kıbrıs'taki Özel Şubesi olduğunu' söylüyordu. Demek ki Kıbrıs'taki Türk faaliyeti birilerini rahatsız etmiş, Özel Harp Dairesi'nin milli menfaatler doğrultusunda kullanılması bu birilerini kızdırmıştı." Eymür, açıklamasında, Kıbrıs'taki milli faaliyetlerden rahatsızlık duyanların kimler olduğuna da açıklık getiriyor. Buna göre, Aydınlık tarafından başlatılan yazı dizisinin amacı bir casusluk faaliyetini ortaya çıkaran Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) mensuplarını hedef göstermek ve pişman etmekti. Eymür'e göre MİT İstihbarat Daire Başkan Yardımcısı emekli kurmay albay Sabahattin Savaşman'ın Kıbrıs konusundaki bazı gizli karar ve haritaları İngiliz ve Amerikan gizli servisi mensuplarına verirken yakalanması yabancı gizli servislerde büyük rahatsızlık meydana getirmişti. Tutuklamanın hemen ardından Savaş-man'a suçüstü yapanlara karşı taarruz başladı. Aydınlık gazetesinde yayımlanan bu yazı dizisi "örtülü faaliyetlerin" adresini de açıkça ortaya koyuyordu. Yazı dizisi ile İngiliz ve Amerikan gizli servisinin operasyonunu bozan MİT görevlileri, ev adresleri verilerek sol terör örgütlerine hedef gösteriliyordu. Yine iddialara göre, "yazı dizisinin ardından Sabahattin Savaşman'ın anılarını Üçüncü Adam Anlatıyor adıyla kitap-laştıran Perinçek ekibinin yollarının İngiliz'lerle kesişmesi sadece bununla sınırlı değil. 12 Mart 1971 darbesinden sonra güvenlik güçleri terör örgütlerine yönelik bir dizi operasyonlara girdiler. Bu faaliyetler meyanmda, Fabrikatör Perinçek'in " Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi"ne (TİİKP) yönelik "Şafak Operasyonu'Yıunu diğerlerinden ayıran önemli bir unsur vardı. Bu örgütün İstanbul'daki karargâhı bir İngiliz'e aitti... İngiliz uyruklu Hiller Samder Boyt, Robert Kolej'de profesör PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER olarak görevliydi ve Aşiyan'daki ev, bu şahsa Robert Kolej tarafından tahsis edilmiş bir lojmandı. Örgütün önemli ismi ve İstanbul sorumlusu Ferit îlsever ve arkadaşları burada kalıyorlardı. Güvenlik güçlerince eve yapılan baskın sonunda o anda evde bulunan İngiliz profesör ile bir kaç örgüt mensubu yakalandı. Daha sonraları Aydınlık Gazetesi'nin sorumlu müdürü olan Aydoğan Büyüközden de yakalananlar arasındaydı. Robert Kolej'de görevli bir İngiliz'e ait lojmanda telsizlerle ve başında perukla yakalanmıştı. Ancak Büyüközden ile İngiliz görevli arasında nasıl bir ilişki olduğu o dönemde sorgulanmadı." Susurluk Komisyonu'nu bilgilendirmek amacıyla çağrılan Perinçek'in komisyon üyelerine Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ile Azerbeycan Cumhurbaşkanı Aliyev arasında geçen ve Aliyev'e yapılacak bir darbe girişimine dair telefon görüşmelerinin önce kendisi tarafından kamuoyuna açıklandığını ifade etmesi ilginçti. Komisyon üyelerinin, iki cumhurbaşkanı arasında geçen bu konuşmaları nasıl elde ettiğine dair sorusuna Perinçek'in verdiği cevap daha da ilginçti: Önemli olan bilgilerin doğruluğu, nasıl elde edildiği değil! MİT Kontr-Terör Eski Daire Başkanı Mehmet Eymür ile Perinçek arasındaki açık mücadele her iki tarafm da birbirini suçladıkları gazete ve internet sitelerinde uzun süre devam etti. Mehmet Eymür, Atin adlı internet sitesinde; MİT'in, Do ğu Perinçek'in provokatör ajan faaliyetlerini ortaya çıkarama masını bir eksiklik olarak görüyordu. Biz, Eymür ve Aydınlıkçılar arasındaki mücadelenin bi tarafı olmak niyetinde değiliz. Bu kitabı kaleme alırken Perir çek ve Aydınlık Grubu'nun Türkiye'de oynadığı rolün ne o duğunun veya resminin ortaya konmasının gerekliliğine ör ceki satırlarımızda işaret etmiştik. Biz burada PKK konuşur 9975? İHANET ÇEMBERİ irdelerken birden bire kendimizi bu konunun içinde bulduk. Niye derseniz; PKK terör örgütü ile yapılan mücadelelerde devlet içinde farklı görüşler, farklı çözümler ve maalesef bu terör örgütünün tasfiye edilmemesi düşüncesinde olanlar var. Bu örgüt ile Türkiye Cumhuriyeti devletinin üst düzey yöneticilerini araya arabulucular koyarak görüştürmeye çalışan ve bu örgütü Türkiye Cumhuriyeti ile muhatap etmek isteyen stratejiler var. Burada şunun sorgulanmasını istiyorum: Brüksel'de PKK terör örgütünün üst düzey yönetici militanları ile görüşen albay rütbesindeki kişiler arasında, Aydınlık
Grubu ideolojisini benimseyen rütbeli askerler var mıydı? Perinçek ile Abdullah Öcalan arasında kumlan 1990'lı yıllardaki samimi dostluk ve işbirliği, 1997'de PKK ile irtibat kuran askerler tarafından kullanılmış olabilir mi? 1970-80 yılları arasında birçok terör örgütü gibi Perinçek Gmbu'nun en büyük amacı Türk Ordusu'na sızmaktı. Doğu Perinçek'in örgütü, Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi'ne de bazı genç subaylar üye olmuşlardı. Bu subaylardan o tarihte tespit edilen birkaçı, Perinçek Grubu ile birlikte yargılandılar. Perinçek ile ilişkilerinden dolayı yargılanan subaylardan deşifre edilenler emekli Tuğgeneral Ali Rıza Selmanpakoğlu ve 28 Şubat döneminde Genelkurmay'da Basın ve Halkla İlişkiler Daire Başkanı olarak aktif görev alan Kurmay Albay Hüsnü Dağ'dı. "28 Şubat Süreci'nde bir kısım askerin PKK- Öcalan bağlantılarını deşifre ettikleri için devletin güvenliği ile ilgili bazı evrakları çalmaya azmettirmek suçundan Emniyet İstihbarat Dairesi Başkanı ve bazı personelin yargılandığı Deniz Kuvvetleri Askeri Mahkemesi Başkanı Tuğgeneral Mehmet Cela-yir ile ilgili olarak ortaya atılan iddialar da ilginçti. Genelkurmay Başkanlığı tarafından yayınlanan ve 1980 öncesi ordu PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER içindeki gizli Marksist-Komünist yapılanmaları anlatan Der Alalım isimli kitapta Tuğamiral Mehmet Celayir'in de ismi nin bulunduğu belirtiliyordu." 12 Mart 1971 İhtilali'nden sonra kaçan Perinçek, 197 ylında Ankara'da bir çiftlik evinde çoban kıyafetinde yakc landı. Siyasi Şube'de sorgulanan Perinçek, 120 sayfalık el yi zıh ifadesi ile bütün faaliyetleri ve örgütün tüm üyelerini isimlerini direnmeden vermişti. Dava neticesi 20 yıl hapis ce zasına hükmedildi. Savcı, sanık Perinçek için şu iddialarc bulunuyordu: "Fikri yapası itibariyle Marksist, Leninist, Maoist görüşle benimsemiş bulunan sanığın, devrimin ancak illegal bir paı ile başarılabileceği fikrinden hareketle; yasadışı parti faaliye lerinde bulunduğu, kurulan bu illegal partinin ideolojisin: Marksist, Leninist, Mao Zedung düşüncesinde olduğu, Türk ye'nin sınıf şartlarına dayandırılacağı, bu suretle proleterya di tatörlüğünün kurulacağı, halk ihtilalinin zafere ulaşması iç mücadele edileceği, nihai hedefin komünizmi gerçekleştirmı olduğu, sanık tarafından bu partinin Türkiye İhtilalci İşçi kc lü Partisi olarak açıklandığı... Partinin yan destek kuruluşl; olan İhtilalci Köylü Birlikleri, İşçi Köylü Silahlı Birlikleri İhtilalci Gençlik Birliği'ni teşkil edip planladığı, sanığın bu lardan gayri, Türk Silahlı Kuvvetîeri'ne sızarak kendi fikri^ tı istikametinde .olan bir kısım subaylar vasıtasıyla parti iç gerekli olan bazı hüviyet, izin kâğıdı, talimname, elbise vs ı minine ve sosyalist fikirlerin ordu içinde yayılmasına çalış ğını, ilerisi için bu yolla silah teminini düşündüğünü..." Perinçek ise savunmasında şunları söylüyordu: " Ordu polisi, hapishaneleri ve bürokrasisiyle halkımız üzerinde a bir yük olan hâkim sınıfların devleti nasıl yıkılacak? Halka veren bu zulüm mekanizması, toplumsal gelişmenin önür İHANET ÇEMBERİ bir engel olarak duruyor. Bu devleti devrimle yıkmaktan başka bir kurtuluş yolu yoktur. Hâkim sınıfların zorbalığı karşısında, halkın gizli teşkilatlanması kadar meşru bir şey olamaz. Proleterya ve halk yığınları, ezilmemek ve zalimlerin saltanatını yıkmak için gizli teşkilat kurar. Hâkimiyet verilmez alınır. Büyük davalar ancak ve ancak halk yığınlarının silahlı mücadeleleri yoluyla kazanılır." İki yıl sonra genel af çıktı ve Perinçek 1974 Temmuz ayında serbest bırakıldı. Doğu Perinçek'in siyasal hayatı, Marksist -Leninist strateji üzerine kurduğu Aydınlık hareketiyle Dev-Genç'ten ihtilal liderliğine, Maocu çizgiden 28 Şubat'taki ulusal çizgiye kısaca Devrimci, Maocu, Apocu, Darbeci, Ulusalcı bir profil çiziyor. 10 sene önceki TSK aleyhindeki yazıları ve açıklamaları artık geride kalmış görünüyor. TSK her ne kadar Perinçek'i muhatap kabul etmeyeceklerini açıklıyorsa da Perinçek'e göre TSK artık "devrimci ordu" idi. "Ordumuz tankları resmige-çit için almadı" diyen Perinçek'e göre artık ordu Cumhuriyet rotasına ve başkanı olduğu İşçi Partisi'nin mevzilerine girdi. Üstelik Türkiye'de ordu eliyle İşçi Partisi'nin programı uygulanacaktı. Nitekim Şubat 1997'de "Devrim kanunları uygulansın" afişleriyle sempatizanlarını sokağa çıkarmıştı.
1970'li yıllarda "Emperyalizmin silah depoları" ve "hâkim sınıfların emrindeki bir kurum" olarak gördüğü Ordu'dan silah temin edebilmesi için, Perinçek'in Ordu'ya sızması gerekiyordu. Bir dönem Perinçek'in çok yakınında olmuş Gün Zileli, sızmanın bir gerekçesini şöyle açıklıyor: "İşçi köylü devrimi peşindeki bir hareket, orduyu bölmek amacıyla, Ordu içinde özellikle genç subaylar arasında örgütlenebilir." Perinçek'in bu sızma faaliyetlerini nasıl yaptığı ve hangi subaylarla irtibat kurduğu, 12 Mart 1971 muhtırasından sonra ortaya PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER çıktı. Perinçek'in ihtilalci örgütü ile ilişkisi tespit edilen subaylar, "Kara Kuvvetleri Devrimci Subaylar Örgütü" ve "Şafak Subaylar Grubu" davalarından yargılandı. Perinçek aradan geçen bunca zaman diliminde Ordu'ya kanca atmayı hep sürdürdü. 24 Eylül 1998 tarihinde Anka-ra'da tşçi Partisi Qenel Merkezi'ne yapılan baskında içeri' den Çenelkurmay'a ait çok sayıda gizli dokümanın çıkması bunun kanıtıydı. Genel Başkan Yardımcısı Hasan Yalçın'm odasından, Özel Harp Daire Başkanlığı'nca tercümesi yapılan Propaganda ve Psikolojik Harp isimli kitap, Genelkurmay Başkanlığı Özel Harekât İcra Komutanlığı'nın yayını olan tç Güvenlik Harekât Konsepti isimli kitabın fotokopisi, Kara Kuvvetleri Komutanlığı'nca hizmete özel kaşesi ile yayınlanan Türkiye'de Yıkıcı ve Bölücü Akımlar kitabının fotokopisi çıktı. Perinçek bu dokümanları nasıl elde ettiklerini anlatırken, "Herhangi bir konuda aydınlanmak istediğimiz zaman, yetkililer tarafından bize okuyun diye bu dokümanlar verilir" dedi. Perinçek'in sözleri kafa karıştırmıştı: "Askeri Istihbarat'tan da bize bilgiler geldi. Bize gelen bütün bu bilgileri Genelkurmay'dan ya da askeri istihbarattan geldiğini söyleyerek yayımladık. Her gelen bilgiyi arayıp teyit aldıktan sonra yayımlıyorduk. Bu yüzden de yaptığımız hiçbir haberle ilgili yalanlama gelmedi. Mesela Eşref Bitlis'in öldürülme olayıyla ilgili bilgileri bir tuğgeneral verdi bana. Ben de bu haberi üç albayın da şahitliği olursa yayımlayacağımı söyledim. Ve öyle de oldu. 1990'larda yayımladığımız, Amerika ile Türk ordusu arasındaki Kuzey Irak'la ilgili görüşmelerin tutanakları da benzer şekilde geldi bize. Bugün bunların doğru olduğu anlaşıldı. Askeri lstihbarat'tan bize çok bilgi geldi, bu bilgilerin yayımlandığı zaman yalanlanmayacağı konusunda da her zaman garanti verildi." İHANET ÇEMBER! Perinçek'in bu açıklamalarına karşın, Genelkurmay Başkanlığı Doğu Perinçek hakkında 1997 yılı Ocak ayında üç ayrı suç duyurusunda bulundu. Suç duyurulan şöyle: PKK kampını ziyaret ederek örgüte manevi destek vermesi, Orgeneral Eşref Bitlis ve Binbaşı Ahmet Cem Ersever ölümleri ile ilgili olarak Genelkurmay'a yönelttiği suçlamalar ve Genelkurmay'ı Susurluk olayları ile irtibatlandırma girişimleri ve ele geçirdiği bazı gizli belgeleri Genelkurmay Istih-baratı'ndan aldığını açıklaması. Ayrıca Genelkurmay Genel Sekreterliği'nden yapılan açıklamada Genelkurmay istihbaratı ile olan ilişki iddiasına, "Genelkurmay'ın bu tip kişilerle muhatap olması söz konusu değildir" cevabı verildi. 28 Şubat Süreci'nin perde arkası ve dış ülkelerin etkisi ortaya çıktıktan sonra, bu süreçte aktif rol alan aktörlerin TSK içinde tasfiyeye uğradığı, orduya sızmış Aydınlık Grubu'nun aktörlerinin de bu doğrultuda tasfiye edildiği iddiaları ortaya atıldı. Ancak bu ne kadar doğru bir bilgidir bilmiyorum. Perinçek ve Aydınlık Grubu'nun orduya sızma eğilimlerinin uzun yıllardan bu yana devam ettiği biliniyor. Bugün Aydınlık Grubu'nun ordu içindeki mensupları tam deşifre edilmiş midir? Edilmemişlerse ordu içindeki etkileri nedir? Perinçek Genelkurmay'ın yalanlamasına karşın Genelkurmay İstihbaratı başta olmak üzere, MİT'ten ve diğer devlet kurumlarından gizli bilgi ve belgeleri nasıl alabilmektedir? Perinçek'in "Devrimci Ordu" nitelemesi ne anlama gelmektedir. Bu doğrultuda "Ordu, Cumhuriyet rotasında işçi Partisi'nin mevzisine girmiştir, Türkiye'de Ordu eliyle İşçi Partisi programı uygulanacaktır" iddiası, Aydınlık grubunun Ordu'ya sızma girişimleri sonucu elde edilen bir başarı sonrası yapılan bir açıklama mıdır? Bu hâlâ daha bilinmemektedir. PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER Genelkurmay Başkanlığı tarafından Genelkurmay'ın resmi web sitesinde yayınlanan 27 Nisan 2007 tarihli e-Muhtıra, Cumhuriyet tarihinin en ağır muhtırası
niteliğindedir. Bu muhtıra metninde, Peygamberimiz Hazreti Muhammed'in (s.a.v.) dünyaya gelişini kutlamak amacıyla organize edilen Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri, irticai faaliyetler içinde telakki edilerek bir iç tehdit gibi ortaya konulmuş ve bu olay Türk Milleti'ni derinden yaralamıştır. Millet olarak "Peygamber Ocağı" olarak da nitelendirdiğimiz ordumuz bir tarafta, manevi olarak ordumuzu yücelten inancımız bir tarafta; bu muhtıra ile iki kutsalımız rencide edilmiştir. Bu olay, birlik ve beraberliğimizin en üst seviyede olması gereken bir ortamda devlet-millet kaynaşmasının yara almasına neden olmuştur. Bu nedenle bu Muhtıra'da, Ordu'ya sızmış ve deşifre edile-memis, yüce Türk Milleti'nin manevi değerlerini hiçe sayan Aydınlık Qrubu'nun etkilerinin olup olmadığı, Türk kamuoyunun menfaatleri açısından, açıklanması gereken önemli bir husustur. Ankara'da Qölge Oyunları isimli kitabımda da belirttiğim gibi Türkçü, Maocu, Milliyetçi ve Ulusalcı bir yapılanma olarak karşımıza çıkan Kızıl Elma Koalisyonu; görünürde, ABD ve emperyalist ülkelerin Türkiye üzerindeki baskı ve psikolojik harekâtlarına karşı kurulmuş bir ulusal birliktir. Türkçü bir yapılanma olduğu düşünülebilir. Ancak Kızıl Elma Koalisyo-nu'nun meşru görüntüsü bizi aldatmamalıdır. Bu Koalisyonun devlet içinde hukuk dışı yapılanmalar tarafından kullanıldığı iddiaları göz ardı edilemez. Kızıl Elma Koalisyonu'nun arka planı iyi irdelendiğinde bu koalisyonun da bir proje olma ihtimali çok büyüktür. Üstelik Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile 22 Temmuz Genel Seçimi öncesinde yapılan çete operasyonlarında, Danıştay ve Hrant Dink cinayeti ile ilgili gelişmeler İHANET ÇEMBERİ ve tahkikatlarda bu projenin Ergenekon tarafından uygulamaya konulduğunun izleri ve işaretleri ortaya çıkmıştır. Kızıl Elma Koalisyonu içinde bulunan siyasi partiler ve sivil toplum kuruluşları, "ülkenin tekrar kurtuluş savaşı şartlarını yaşadığı, emperyalist ülkelerin Türkiye'deki yıkıcı faaliyetlerine karşı mevcut iktidarın yeterince hassas davranmadığı" düşüncesiyle bir araya gelmişler ve birlikte hareket etme kararı almışlardı. Ancak kısa süre içinde Kızıl Elma Koalisyonu'nda çatlamalar meydana geldi. 2005 yılının son aylarında MHP Lideri Bahçeli kendisine hakaret ettiği gerekçesiyle İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek hakkında suç duyurusunda bulundu. Kızıl Elma Koalisyonu'nun arka perdesini fark eden milliyetçi ve muhafazakâr bazı partiler, bu koalisyon ve arkasındaki odaklar tarafından düzenlenen mitinglerde ve panellerde yer almamaya özen gösterdiler. 22 Temmuz'da yapılan genel geçimler sonrasında bu koalisyondan hiç bahsedilmedi. Çünkü ülke PKK terörünün kanlı eylemleriyle baş başa kalmıştı. Doğu Perinçek ve Abdullah Öcalan'ın yollan 31 Mart 1972'de Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde kesişmişti. Öcalan SBF birinci sınıf öğrencisi, Doğu Perinçek ise Hu-kuk'ta asistandı. 31 Mart 1972'de Mahir Cayan ve arkadaşları Kızıldere'de öldürülünce SBFde başlayan dersleri boykot eylemine katılanlardan biri de Abdullah Öcalan'dı. SBFde "Şafak" başlıklı bir bildiri dağıtılarak, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamının engellenmesi için ayaklanma çağrısı yapılmıştı. Bu bildiriyi kaleme alan kişi Doğu Perinçek'ti. Boykotçu öğrenci grubunun elebaşlarından olan Öcalan, sağ elinde Perinçek'in bildirisi ile sol elini hava kaldırıp "Bağımsız Türkiye" diye bağırmaktaydı. 1979 yılma gelindiğinde Öcalan, APOCULAR. örgütünün, Perinçek ise Aydınlık hareketinin lideriydi. Artık yollaPKK'YI YÖNETEN TÜRKLER un rı ayrılmıştı. APOCULAR, Aydınlık mensuplarına saldırıp öldürüyor ve Aydınlık'm Doğu'da satılmasını engelliyordu. O dönemde süren Perinçek- Öcalan kavgasında iki grubun birbirleri için söyledikleri ilginçtir. Aydınlıkçılar PKK için "Devrimci hareket, APOCU sürüye kadar birçok zorbayla karşılaştı. Biz onların ağababası Kontrgerillayı da biliriz. MİT'in kurdurduğu ajan provokatör çete" nitelemesi yaparken; APOCULAR, Aydınlıkçılar için "Karşı devrimci, İşbirlikçi Kemalistler" diyordu. Ancak on yıl sonra Perinçek ve Öcalan Bekaa Vadisi'nde el ele kol kolaydı. Üstelik birbirlerine gül veriyorlardı. Perinçek 1989 Ekim ve 1991 Nisan'mda Bekaa'daki PKK kampını iki kez ziyaret edip Öcalan'la röportajlar yaptı, bunları 2000'e Doğru Dergisi'nde yayınladı. Perinçek, Mart 1992'de bu kez de yardımcısı
Ferit llsever'i Bekaa Vadisi'ne gönderdi ve 2000'e Doğru Dergisi'nde geniş bir Öcalan röportajı yayınladı. Perinçek için PKK artık daha önce söylemlerinde ve dergilerinde kullandığı "bir cinayet şebekesi" değil, "yasallaşması gereken bir hareket"ti. Perinçek'in söylemini klinik bir Perinçek vakası olarak mı değerlendirmek gerekiyor, yoksa komplocu bir analizle sorgu yapmak mı gerekiyor? 12 Eylül Öncesinde Öcalan'm ve PKK'nın Suriye'ye Geçişi Getri Ersever'in kitabında yazdığı gibi "Apo'nun yurtdışına çıkışıyla ilgili daha birçok çelişkili açıklamalar mevcuttur. Fakat işin aslıda biraz değişiktir. Abdullah Öcalan'ı yurtdışına çıkaran her kimse, ona yurtdışında barınma yerleri temin eden ve bazı ilişkileri sağlayan her kimse Apo'ya şöyie bir talimat vermiştir: 1980 Mayıs ya da Haziran ayında Türk ordusu İHANET ÇEMBERİ Milliyetçi Hareket Partisi ile işbirliği yaparak bir darbe gerçekleştirecektir. Darbeden sonra Türkiye'de bir iç savaş çıkacak. îç savaş koşuüannda merkez otorite gücünü kaybedecektir. Birçok kentte ve bölgede darbeciler otorite kuramayacaktır. Doğu ve Güneydoğu büyük oranda başıboş ve kontrolü zor bir sahaya dönecektir, bu nedenle eğitilmiş bir askeri güce ihtiyaç vardır." PKK, 1970'li yıllardaki toplumsal dalgalanmaların şartlarında ortaya çıkmış doğal bir örgüt olsaydı 12 Eylül sonrasını diğer birçok'silahlı -silahsız örgüt gibi karşılayacaktı. Yani bir çeşit mücadele şartlan daraldığı için, toplumsal hareketler durulduğu için, apolitik bir döneme girildiği için yeni koşullara uygun bir çalışma tarzını benimseyecekti. Fakat PKK kuruluşunda ve amacında bir farklılık olduğu için 12 Eylül dönemini ve sonrasını kendi güç ve imkânlarının çok çok üstünde olan ve o düzeydeki bir örgütün hayal bile edemeyeceği ilişkiler sayesinde farklı bir şekilde karşıladı. Lübnan'da güçlerini Filistin Kurtuluş Örgütü'ne yakın bir statüde konumlandırdı. Diğer örgütler yurt içi ve yurt dışı ilişkiler bakımından PKK'dan üstün olmalarına rağmen 12 Eylül sonrası ağır darbeler yiyorlar, birçoğu dağılıyor, bazıları çok az bir imkânla değişen şartlara yıllar sonra adapte olmaya çalışıyordu. PKK ise çok kısa bir sürede sınırsız imkânlara, özel statülere kavuşup kendini garantiye alıyordu. Demek ki, PKK'nın yurt dışı ilişkileri daha güçlü imiş! Birileri PKK'ya "yürü ya kulum" demişler. Bu çok düşündürücüdür. Aslında daha önce de belirttiğimiz gibi PKK'nın kuruluşundan itibaren sahnede son derecede gizemli olaylar vardır. Gerçi bu esrarengizliklerin bir kısmını Abdullah Öcalan zaman zaman ağzından kaçırmıştır ve bir kısmını da hadiseler ortaya çıkarmıştır. Ancak aydınlanan bölüm yeterli değildir. PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER Öcalan zaman zaman örgüt içindeki güvendiği isimler tarafından kendisi hakkında söylenen aleyhte sözlerden rahatsızlık duyuyor ve bundan dolayı ilişkilerini ortaya serecek bazı açıklamalarda bulunuyordu: "Bu alanlarda boşuna mı barındırılıyoruz? Yüzlerce silah, binlerce mermi bize iş olsun diye mi veriliyor? Şimdiden dağılır, birşeyler yapmazsak bize buralarda hayat hakkı verirler mi? Beni Şam'da bir saniye tutarlar mı?" Öcalan hiddetleniyor ancak bu gizli güçlerin kim olduğunu söylemiyordu. PKK'nın dağılmaması, derlenip toparlanması ve Türkiye'ye yönelik faaliyetlerinin hazırlıkları için Lübnan sahası kendisine tahsis edilmişti. Lübnan sahasını kimlerin ne şekilde PKK için hazırlayıp tahsis ettiğine geçmeden önce, o yıllarda Lübnan'ın konjonktürel durumuna kısa bir göz atalım. Lübnan 1974 yılında fiilen ikiye bölünmüştür. Doğu Beyrut ve Kuzey Lübnan'ın sahil şeridi Hıristiyan cumhurbaşkanı, Falanjist milisler ile Lübnan ordusunun bir kanadının de-netimindeydi. Batı Beyrut ile Lübnan'ın diğer kesimleri ise sözde Müslüman bir başbakanın kontrolündeydi. Gerçekte bu bölüm Arap Barış Gücü adı altında Suriye ordusunun fiili işgali altındaydı. Suriye'nin işgali altındaki bu topraklarda, Filistin Kurtuluş Örgütü bünyesindeki birçok örgütün kamp ve karakollarının yanı sıra Lübnanlı Dürzî ve Şii milislerin kamp ve karakolları bulunuyordu. Ermeni ASALA örgütünün bir kampı da aynı bölgedeydi. Hıristiyan ve Müslümanların çatışmasını önlemek, Lübnan'ın parçalanmasının önüne geçmek için Arap Barış Gücü sıfatı ile burada bulunan Suriye ordusunun, Hıristiyanların milis örgütlenmesine karşılık Müslüman Dürzî ve Şii'lerin de milis kampları kurmaları, karakol teşkilatları oluşturmalanna İHANET ÇEMBERİ
göz yumulması fazla anormal bir durum değildir. Aynı zamanda İsrail'e karşı mücadele veren ve halkının önemli bir kısmı Suriye ve Lübnan'da mülteci konumunda bulunan Filistinlilerin de Lübnan'da kamp ve karakol kurmalarını normal karşılamak gerekir. Ancak ASALA ve PKK'nın Suriye kontrolündeki Lübnan topraklarında kamplar kurarak militan yetiştirmelerinin sebebi nedir? Suriye ordusunun Arap Barış Gücü sıfatıyla Lübnan'ı işgal etmesi MüslümanHıristiyan çatışmasını önleme amaçlı değildi. O süreçte bütün hızıyla devam eden Soğuk Savaş'ın iki kutbu Ortadoğu'da her alanda çatışıyorlardı. Soğuk Savaş'ın bütün hızıyla devam ettiği o yıllarda Varşova Paktı adına Bulgaristan'ın görevi; kapitalist ve bunların müttefiki durumundaki üçüncü dünya ülkelerinde yasa dışı faaliyeti tezgahlamaktı. Parçalanmış ve toprakları resmi hükümetçe denetlemeyen Lübnan toprakları kaçakçılıktan terörizme kadar her türlü yasadışı faaliyetin tezgâhlanmasında aranıp da bulunamayacak bir yerdi. Suriye Ordusu'nun tüm silah ve teçhizatını karşılayan ve ekonomik yardımlar ile Hafız Esad yönetimini de iç muhalefete karşı ayakta tutan, askeri danışmanları ile iç güvenlik örgütleri oluşturan Sovyetler Birliği ve müttefikleri, birçok görevin yanı sıra Lübnan'daki mevcut durumun devam ettirilmesi ve bu konuda Bulgaristan'la işbirliği yapma görevini Suriye hükümetine verdiler. Suriye ve Türkiye arasında Hatay Sorunu ve Su Sorunu olmak üzere bazı anlaşmazlıklar vardı. Suriye, Hatay'ın kendi arzuları dışında Fransızlar tarafından Türkiye'ye verildiğini ve bu nedenden dolayı Hatay'da yaşayan kişilerin katılımı ile bir referandum yapılmasını savunarak Hatay üzerinde hak iddia PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER etmektedirler. Bu nedenle SSCB destekli olarak Hatay Samandağ'da yaşayan bazı uyuşturucu kaçakçısı Türk ailelerine, Bekaa'da yetişen esrarı Akdeniz ülkelerine organize bir şekilde dağılımını yaptırmakta ve bu gelirler de Suriye tarafından özellikle desteklenen THKP-C/ Acil örgütünün finansmda kullanılmaktadırlar. Akdeniz üzerinde yapılan bu uyuşturucu kaçakçılarının Türkiye veya diğer ülke sahil güvenlik birimleri tarafından ele geçirilmeleri durumunda, bu aileler Türk pasaportlu oldukları için Türkiye'nin uyuşturucu konusunda imajının zedelenmesine neden olmaktadır. Hafız Esad'ın kardeşi Rıfat Esad tarafından yürütülen bu tür kaçakçılık faaliyetlerinde, bir taraftan büyük kazançlar elde edilirken, yakalanma durumunda da Türkiye'nin yıpratılması özellikle bir strateji doğrultusunda gerçekleştirilmektedir. Suriye uluslar arası platformlarda Hatay bölgesini bazen kendi toprakları içinde göstermekte, bazen de Türkiye ile Suriye arasında bir sorun varmış izlenimini verecek haritaları çeşitli platformlarda ortaya çıkarmaktadır. Suriye geçmiş yıllarda PKK ve THKPC/ Acil örgütüne verdiği desteklerle Türkiye'de terör ve istikrarsızlık ortamları yaratmaya çalışmış olup, Türkiye ile olan sorunlarının çözümü için, terörü Türkiye'ye dayatmak istemiştir. 1978'lerden başlayarak, başta Almanya olmak üzere, Avrupa'nın çeşitli ülkelerindeki Türk işçileri arasında amatör düzeyde sürdürülen PKK faaliyetleri, 1981 yılının sonlarında Avrupa Bürosu ismiyle yeniden yapılandırıldı. Öcalan kendisine çok bağlı örgüt elemanlarını Avrupa'nın çeşitli ülkelerine gönderdi. Bu elemanlar; Avrupa'daki işçiler arasında özellikle genç olanlardan eleman temin ederek Lübnan'a gönderme, işçiler arasından gerek bağış gerek zorla para toplama, ES HANET ÇEMBERİ çeşitli kuruluşlar ve kamuoyunu etkileyecek faaliyetlerde bulunma, gazete, kitap dergi, broşür, afiş ve benzerlerini basıp çoğaltma ve bu amaçla en kısa sürede bir matbaa kurmaları konusunda görevlendirildiler. Diğer taraftan PKK'nın eğitim kamplarını Şam ve Beyrut'ta görevli Bulgar, Sovyet ve Kübalı diplomatlar ziyaret ediyor, kamptaki militanları motive edecek konuşmalar yapıyorlardı. PKK ile Barzani'nin KDP'sini gizli güçler 1982 yılı sonlarında bir araya getirdi. Anlaşmadan hemen sonra PKK gruplar halinde militanlarını Kuzey İrak'taki KDP denetiminde bulunan bölgeye yerleştirdi. Bazı PKK yöneticileri de hava yolunu kullanarak uçakla Şam, Tahran ve kara yoluyla Kuzey Irak sınırına gelerek bu bölgelere yerleştiler.
PKK terör örgütü bundan sonraki süreçte birçok ülkenin gizli servisleri ile irtibat kurdu, gizli anlaşmalar yaptı. Bu anlaşmalar içinde en ilginci Alman gizli servislerinin BND; BKA ve BFV yetkililerinin Öcalan'dan randevu alarak Beka-a'da Öcalan ile yaptıkları görüşmedir. Alman gizli servislerinin yetkilileri ile Öcalan arasında yapılan görüşmede, PKK'nın Almanya'da Türk işçilerine karşı yaptığı eylemler, olası bir Türk-Kürt çatışması endişesi ve uyuşturucu kaçakçılığı konularının konuşulduğu öğrenilmişse de, gerçekte Türkiye topraklarını da içine alacak bir Kürt devletinin kurulması halinde, kurulacak Kürt devletinin Almanya'ya sağlayabileceği çıkar ve faydalar tartışılmıştır. Ancak bu görüşmeler Türk güvenlik birimleri tarafından tespit edilmiştir. Alman gizli servisleri görüşmenin nasıl tespit edilebildiğinin şokunu yaşamışlar, PKK liderine Almanya adına verilecek desteklere engel olmak isteyen MOSSAD tarafından engellendiklerini düşünmüşlerdir. PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER ım Görüldüğü gibi Kuzey Irak'ta kurulacak bir Kürt Devleti projesi doğrultusunda Türkiye'nin en yakın müttefiki ve dostu gibi gözüken Almanya gibi ülkeler bile PKK ve Öcalan'la gizli anlaşmalar yaparak bu örgütü desteklemektedirler. Ancak bir avcı deyimi vardır; ava giden avlanır. Öcalan'ın kendisini kullanan güçler tarafından Suriye'ye geçirilmesi bir projenin ikinci ayağı olduğuna göre, Öcalan'ın Suriye'de Varşo' va Paktı üyesi devletlerin gizli servisleri veya yetkilileri ve-ya diğer ülkelerle yaptığı görüşmeler veya anlaşmaları, üye-si olduğu NATO'nun gizli veya gölge ordularının Türkiye versiyonu Ergenekon örgütüne vermesi herhalde anormal bir durum değildir. ÇEKİÇ GÜÇ - KÜRDİSTAN PROJESİ ve SUİKASTLAR Çekiç Güç ABD, İsrail ve Batılı bazı ülkeler; yaklaşık bir asır önce planlanan "Büyük Oyun"un Ortadoğu ayağını Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde fiilen harekete geçirmek amacıyla fitili ateşlemişlerdi. Bu amaçla "Böl-Parçala-Yut" stratejileri doğrultusunda Ortadoğu'daki devletler arasında çatışmaları ve her devletin kendi içinde etnik kamplaşma ve kutuplaşmaları körükleyerek, tabi ki çeşitli psikolojik harp metotlarını da uygulayarak, Ortadoğu'yu siyasi anlaşmazlıkların ve çatışmaların sürdüğü, huzur ve güven ortamının tamamen ortadan kalktığı bir bölge haline getirmişlerdi. Ortadoğu'da bulunan bazı devletlerin ortadan kaldırılması veya fiziki sınırlarının küçültülerek değiştirilmesi amacını güden gizli servisler, bu amaçla uzun zamandır NGO'ları taşeron olarak kullanmaya devam ediyor. Bir taraftan Irak'ta ayrılıkçı Kürtler'i isyana teşvik eden, bunun için her türlü eğitim amaçlı lojistik destek ile silah ve para yardımı yapan, böylece isyancı Kürtlere örtülü desteğini sürdüren CIA ve MOSSAD, diğer taraftan da İrak lideri Saddam Hüseyin'i Kürtler'e karşı motive ederek Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde kullanmışlardı. OrtadoHANET ÇEMBERİ ğu'da askeri darbe yoluyla iktidara gelmiş, hırslı ve kullanılmaya müsait liderlere yabancı ülkelerin istihbarat servisleri çengel atmışlar ve bu liderler (Saddam Hüseyin, Kad-dafi), Arap dünyasında Truva Atı olarak kullanılabilecek yapıda yabancı ülkelerin emellerine uygun politikalar izlemeye yönlendirilmişlerdi. Kürt gazeteci ve Baas Saddam Hüseyin, ABD nin teşvikiyle ... T, İran'a savaş açmışn. Partisi eski üyesi Husayn Al Kürdi Ortadoğu merkezli bir gazeteye verdiği demeçte bu gerçeği açık bir dille ifade etmişti: ClA, 1968 -1973 yılları arasında Baas rejiminin ülkede kökleşmesi ve Saddam iktidarının sağlamlaştırılması adına inanılmaz çalışmalar yaptı! Saddam'a bu dönemde Irak'ta komünist faaliyetlerde bulunanların listesinin verildiğini ve bunların ortadan kaldırılması istendiğini belirten Al Kürdi, Saddam'm bunları uygulayıp uygulamadığını bilmediğini söyledi. Bütün bu ilişkilerin çok önemli bir fiyatı olduğunun altını çizen Al Kürdi, 200 milyon dolarlık bir meblağın ABD'ye helikopter ve diğer askeri malzemelerin alımı için verildiğini söyledi. Resmi tarihin gözden geçirilmesi gerektiğini de belirten
Kürdi, Saddam'ın bu ilişkisinin MOSSAD'ın da içinde olduğu bir organizasyon ile yıllarca devam ettiğini açıkladı. Amerikalı yetkili Donald Rumsfeld, Saddam Hüseyin'i Irak'ta ziyaret etmiş ve kendisiyle görüşmüştü. Enfal'de öldürülen Kürt'lerin sorumlularının 1991'den sonra Talabani ve Barzani arasındaki iktidar mücadelesi olduğunu belirten Kürdi, bu^'in için böyle bir olayın doğmasına neden olanların "soykırım" yapmakla suçlanacağını ama bazılarının hâlâ lider kimliğine sahip olduğunu söylerken ilginç bir mesaj vermiş oldu. Irak-ıran arasında 1979'un sonlarında başlayıp 1988 yılında sona eren savaş uzmanlarca "manasız ve bölgeye en az 50 yıl kaybettiren bir savaş olarak değerlendiriliyor. Bugün biliniyor ki; Irak lideri Saddam Hüseyin, bütün Araplar'ın lideri olma hevesinde idi ve Şattü-1 Arap su yolunu kontrol etmek hülyasına kışkırtılmıştı. İran ve Humeyni ise Şiiliği Ortadoğu'da egemen hale getirmenin yolunun Saddam rejimini devirmekten geçtiğine inanıyordu veya inandırılmıştı. Iran-Irak Savaşı, 1.Dünya Savaşı ve Vietnam'dan (ABD, Vietnam'da kimyasal silah kullanıldığı iddialarını reddediyor) sonra kimffij_İHANET ÇEMBERİ_ _PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER_Bflj olarak, NATO ve Varşova Paktları'nın dinamik güçleri ABD ve Rusya, Irak'ın yanında, İran'ın karşısında yer aldılar. Bu durum daha sonraki yıllarda bu iki devletin siyasi ve ekonomik çıkarları mevzubahis olduğunda tekrar yaşandı: iki ülke, kendi çıkarları için işbirliği yapabilecekleri mesajı veriyorlardı. Iran-Irak Savaşı'nın olumsuz ekonomik ve endüstriyel etkisiyle bölge ülkeleri kalkınma hamlelerini zamanında yapamamış, bu suretle de Ortadoğu'da israil in önünde geçici de olsa ciddi bir engel olma vasfını yitirmişlerdi. Irak 2 Ağustos 1990 tarihinde Kuveyt'i işgal etti. Neden olarak da Kuveyt'in Îran-Irak Savaşı yıllarında Irak'ın 14 milyar dolar borcunu gündeme getirdiği belirtilmişse de ar-ka planda ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'in Sad~ dam'ı Kuveyt'in işgali konusunda yönlendirdiğine ilişkin güvenilir kaynaklardan bazı bilgiler medyaya sızdı. Böylece ABD'nin yönlendirmesi ile Saddam'm Kuveyt'i işgali Birinci Körfez Savaşı'na yol açmış oldu. ABD ve İsrail, aynı zamanda Irak'taki Saddam karşıtı Kürt grupları da kışkırtarak ve bu gruplara her türlü lojistik ve silah desteği sağlayarak Irak'ta iç isyanları başlattılar. Irak'ın Kuveyt'i işgali sonrasında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Irak'a karşı kuvvet kullanımını düzenleyen 678 Nolu kararı aldı. Bu kararla, Kuveyt'ten çekilmeyen Irak'ın eylemlerine karşı, barış ve güvenliğin yeniden sağlanması için Kolektif Güvenlik sisteminin devreye sokulacağı ve 15 Ocak 1991'e kadar Irak'ın Kuveyt'ten çekilmemesi durumunda güç kullanılacağı vurgulandı. 12 Ocak'ta Washing-ton'da ABD Senatosu savaş kararını onaylamış ve 16 Ocak 1991 tarihinde Birinci Körfez Savaşı resmen başlamıştı. ABD ve Batılı güçler, Irak kuvvetlerini Kuveyt'ten çıkarmak için yasal silahların kullanıldığı ilk savaş olarak da anıldı. Kimyasal silah kullanan taraf İrak'tı. İşin ilginç yanı dönemin ABD Başkanı Reagan'm, Birleşmiş Milletlerin İrak'ın kimyasal silah kullandığı yönündeki raporuna rağmen Irak'ı desteklemeye devam etmesi, ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld'in Saddam'ı resmi bir şekilde iki kez ziyaret ederek iki ülke ilişkilerinin geliştirilmesi gereğini vurgulaması ve İran'ı kimyasal silahlar konusunda suçlamış olmasıdır. Irak-lran savaşı öncesinde Irak'ın en büyük silah kaynağı ABD olmuştu. Savaştan sonra açığa çıkan belgelerde ABD'nin ve Batılı bazı ülkelerin İrak'a yüklü miktarda kimyasal silah hammaddesi satarak Irak'ın konvansiyonel ve kimyasal silah gücüne katkı sağladıkları kesin bir şekilde belgelenmiş oldu. Şah döneminde İran'ın da askeri yapısı ABD'ye endeksli bir durumdaydı. İslam Devrimi ve Humeyni sonrasında ABD İran'a açıkça cephe aldığı için İran ABD'den silah ve cephane alamıyordu. O dönemde Iran, ihtiyacı olan silah ve cephaneyi israil'den temin etmişti. İsrail bir taraftan İran'a silah satarken, diğer taraftan Irak'a da silah satıyordu. Irak-îran Savaşı'nda taraflar arasında kazanan olmadı. Irak, savaş nedeni olduğunu iddia ettiği Şattü-1 Arap konusunda İran'ın haklarını kabul etti. Bu savaşta Iran ve Irak ekonomik açıdan büyük kayıplara uğradı, savaşta 1,5-2 milyona yakın insan hayatını kaybetti, iran'ın petrol endüstrisi ağır bir darbe
aldı. İrak ise Kuveyt aracılığıyla ABD'den aldığı 14 milyar dolar borç ile bu savaştan ayrıldı. Kazananlar ise Pentagon güdümlü ABD ve İsrailli silah tüccarları oldu. Stratejik açıdan ise emperyalizmin Büyük Ortadoğu Projesi fiilen hayata geçirilmeye başlanmıştı. Burada önemli bir husus olarak göze çarpan şey şuydu: İki kutuplu dünya sisteminin mantığına aykırı im İHANET ÇEMBERİ üstün teknolojiye sahip bütün modem silahları, akıllı bombaları ve radara yakalanmayan uçakları ile Bağdat'ı vuruyorlardı. 678 Sayılı BMGK kararı uyarınca 17 Ocak'ta başlayan hava saldırıları, 24 Şubat'ta kara harekâtına dönüştü. Irak'ın 27 Şu-bat'ta çekilmeye başlaması ile Birinci Körfez Savaşı sona erdi. Amerikan güçleri tarafından Irak'ın Kuveyt'ten çıkarılmasının ardından, özellikle Suudi Arabistan öncülüğündeki Arap ülkeleri operasyonun bittiği, bu yüzden ABD'nin Irak'ı işgal etmemesi gerektiği yönünde telkinlerde bulundular. Ancak Saddam Hüseyin savaş sonrasında kısa sürede toparlanarak kuzeyde Kürtlerin, güneyde Şiilerin isyanlarını kanlı bir şekilde bastırmaya başladı. Özellikle George Bush'un Irak halkını Saddam'a karşı ayaklanmaya ve Saddam'ı etkisiz hâle getirmeye teşvik eden sözleri bu ayaklanmaların çıkmasında etkili olmuştur. Bush, Irak halkını "Diktatör Saddam'ı devre dışı bırakarak, kendi sorunlarını kendi elleriyle çözmeye" çağırmıştır. Bu açıklamalardan sonra muhalif gruplar ABD'nin bir ayaklanma sırasında kendilerine destek vereceğini ve Sad-dam'ın kanlı bir şekilde kendilerine müdahale etmesine izin vermeyeceğini düşünmüşlerdi. Ancak kısa süre içinde yanıldıklarını anlamışlardır. ABD kendi körüklediği Kürt ve Şi-i ayaklanmalarını sonradan görmezden gelmiş, binlerce Iraklı Kürt ve Şii bundan dolayı katledilmiştir. Yüz binlerce kişi yurt dışına kaçmış, Türkiye'ye kaçan Kürtler tam bir insanlık dramı sergilemişlerdir. Kuzey Irak'taki belirsizlik ve bölge liderleri arasındaki çekişmeler ABD'nin bölgedeki manevra alanını genişletmiş, bölgeyi mümkün olduğunca küçük birimlere bölmeyi amaçlayan ABD tek bir devletin gücü elinde bulundurmasını engellemeye çalışmıştır. Ayrıca bölgedeki çekişme ve ittifakları kullanarak müdahil PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER pozisyonu elde etmiştir. Kuzey Irak'taki Kürt gruplar bu konjonktürün kendilerine bir devlet kurma şansı tanıyabileceği konusunda sürekli bir beklenti içinde tutulagelmişlerdir. Bar-zani ve Talabani'nin birbirlerini kollayan tutumları, bu beklentinin net bir şekilde masaya konulmasını sürekli geciktirmiştir. Statükoyu sürdürebilmek için ABD ve Batılı güçler, 1991'deki Kürt ayaklanmasına rahatlıkla müdahale edebilecekken, Saddam'ın muhalif Kürt ve Şii isyancılar üzerine yürümesini engellemek için hiçbir çaba göstermemişlerdir. Irak'tı Şiiler de ABD ve Batılı ülkelerden bekledikleri desteği görememişlerdir. Çünkü ABD ve Batılı güçler, Irak'ın güneyinde Şiilerin güçlenmesini istememişlerdir. Şiilerin güçlenmesi dummunda iran'la bağlantı kurulabileceği düşünülmüş ve Tahran etkisinin Güney Irak'ta yayılabileceği varsayılmıştır. Bu durum da İsrail'in bölgedeki çıkarlarına aykırı bir durum olarak değerlendirilmiştir. Türkiye ise, Birinci Körfez Harekâtıyla Saddam'dan ve PKK'dan arındırılmış bir bölge beklerken, Çekiç Güç'ün Tür-' kiye ve Ortadoğu'da konuşlanmasıyla birlikte büyük bir şaşkınlık yaşamıştır. Çünkü bu operasyon, sözde Kürdistan Dev-leti'nin kumlusu için fiilen harekete geçmek demektir. O dönemde Türkiye, Çekiç Güç'ün Incirlik'te ve Türkiye toprakları üzerinde konuşlanmasına, Saddam'ın Irak yönetiminden uzaklaştırılacağı ve PKK'nın bu bölgeden tasfiye edileceği düşüncesiyle ılımlı bakmıştı. Ancak Saddam karşıtı Irak'lı Kürt ve Şii grupları Saddam yönetimine karşı isyan başlatmaları için kışkırtan ABD, Saddam'ın bu isyanları kanlı bir şekilde bastırmasına seyirci kaldığı gibi, Irak'ı Kuveyt'ten çıkardıktan sonra kendi birliklerinin Saddam'ın üzerine yürümesini de durdurmuştu. Birinci Körfez Savaşı sırasında Türkiye, ABD'nin kendisinden beklentilerine olumlu yanıtlar vermiş olmasına karşın; ABD, Türkiye'nin beklentilerine olumsuz yanıt vermişti. ABD o dönemin konjonktüründe "Saddam'sız bir Irak" konusunda risk almak istemiyordu. Körfez Savaşı'nm bitimine yaktn Irak'ta başlayan isyanlar, savaş sonrasında Saddam tarafından kanlı bir şekilde bastırılıyordu. Özellikle Halepçe
Katliamı'ndan sonra, 2 Nisan'dan başlayarak, yüz binlerce Peşmerge ve Türkmen, Türk sınırına yığıldı. Bu sayı beş yüz bin ile bir milyon arasında değişiyordu. Üstelik bu sığınmacılar arasına sayıları az da olsa PKK'lılar da karışmıştı. Türk Dışişleri Bakanlığı, Irak'lı Kürt mültecilerin Türk sınırına geldiğini, bu durumun Türkiye'nin güvenliğini tehdit ettiğini açıkladı. Türkiye 1988 yılının aksine sığınmacıları ülkeye kabul etmek istemiyordu. Dönemin yetkilileri, Türkiye-Irak sınırının Irak tarafında güvenli bir bölge oluşturulmasını,, sığınmacıların da tehlike geçene kadar burada ba-rındınlmasmı istiyordu. Bu sayede Türkiye, problemi kendi sınırları dışında tutmuş olacaktı. 5 Nisan'da Türkiye ve Fransa, BM Güvenlik Konseyi'nden, Kuzey Irak'ta güvenli bir bölge oluşturulması için acil toplantı yapılmasını istediler. Güvenlik Konseyi'nin ortak görüşü, ABD'nin Türkiye ile irtibata geçip Uluslar arası Çekiç Güç'ü oluşturmasıydı. Çekiç Güç 5 Nisan 1991 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından alınan karar doğrultusunda Türk topraklarında geçici olarak konuşlandırıldı. Böylece Kuzey Irak bir Kürt bölgesi olarak güvenli bölge ilan edildi. Saddam'a 36. paralelin kuzeyine geçme yasağı kondu. Alınan bu karar Kuzey Irak ve Türkiye için bir dönüm noktası olmuş, 11 ülkenin katılımı ile oluşturulan Çekiç Güç, bölgede otorite boşluğu oluşturmuş ve bu boşluk Irak'lı Peşmergeler ve PKK'lılar tarafından doldurulmuş ve böylece bugünkü noktaya gelinmiştir. 1991 yılının Mayıs ayında Washington'dan Ankara hükümetine gönderilen notada, varış noktası Kuzey Irak olarak bilPKK'Yl YÖNETEN TÜRKLER dirilen 600 askerden oluşan özel tim grubunun Türkiye'ye getirileceği bildiriyordu. Söz konusu özel güç, ABD'nin ilk defa ortaya çıkardığı bir güç değildi. Bundan önce Vietnam, Lübnan, Panama gibi, dünyanın sıcak bölgelerinde kullanılan bir güçtü. Hatta ABD, Irak Kuveyt'e saldırmadan önce de söz konusu güç Irak'ta bir hayli faal durumdaydı. Bu gücün özelliği şuydu: işgal edilen topraklarda, kendilerine yakın gördükleri insanlarla ilişki kurup, mahalli idare ve hükümete karşı koyma, çeşitli sabotaj ve kontgerilla taktiklerini öğretme görevini üstlenmişlerdi. ABD Büyükelçiliği'nden gönderilen notada enteresan bir nokta gözleniyordu: bu grupta yer alan askerlerin bazıları Arapça ve Kürtçe konuşabiliyorlardı. Özel Güç, Irak'ta altı ay kaldı ve Aralık 1991 tarihinde de sessizce Kuzey Irak'tan ayrılarak ABD'deki üssüne geri döndü. Bu özel grupta askerlerin dışında kimler vardı? İrak'a denetimsiz neler soktular? Altı ay boyunca Irak'ın kuzeyinde neler yaptılar? Hangi konularda kimleri eğittiler, ne tür taktikler verdiler? Türkiye'de iktidarlar değişti ancak Çekiç Güç Türkiye'de kalmaya devam etti. Türkiye kendi isteğiyle oluşturulan gücün sonlandırılmasında söz sahibi olamadığı gibi, bu gücün aleyhine kullanımının önlenmesinde, PKK ve Türkiye karşıtı Kürt grupların silahlandırılmasının engellenmesinde de başarı sağlayamadı. Çekiç Güç un Türkiye'de konuşlanmasına karşı çıkan ender parti liderlerinden biri Necmettin Erbakan'dı. Erbakan, Çekiç Güç'ün Türkiye topraklarında, Türkiye aleyhine faaliyetler içinde bulunduğunu her platformda dile getiriyordu. Erbakan, Refah-Yol Koalisyon Hükümeti kurulup Başbakan olduğunda, yapılan anlaşmalar gereği Çekiç Güç'ün tüm faaliyetlerinden haberdar olmak maksadıyla "radarlı gözaltı uygulaması" dâhil bazı tedbirler alınması gerektiğinin üzerinde İHANET ÇEMBER ısrarla durdu. Erbakan, Çekiç Güç'ün PKK terörüne şemsiye görevi yaptığını açıklayarak, kendi hükümeti döneminde Çekiç Güç'ün süresinin uzatılmasının bazı şartların yerine getirilmesine bağladı. Başbakan Necmettin Erbakan'ın Çekiç Güç'ün Türkiye'deki görev süresinin beş ay daha uzatılması karşılığında Amerika'ya sürdüğü ön şartlar şunlardı: Kuzey Irak'ta Zaho ve Atrus kampları boşaltılacak. (Bu kamplar sözde BM denetiminde gösterilmesine rağmen fiilen PKK'nın emrinde birer anarşi merkezleriydi.) Çekiç Güç hiçbir suret ve şekilde PKK'ya destek sağlamayacak. Zira daha önce Türk Silahlı Kuvvetleri'nin PKK kamplarına yapacağı harekâtları Çekiç Güç önceden PKK'lı-lara bildiriyor ve kaçmalarını sağlıyordu. Ayrıca lojistik ve eğitim desteği kesilecekti.
Günde 50-60 seer alçak ve uzun mesafeli uçuşlar yapan Çekiç Güç'e bağlı jetler, bundan böyle sabah ve akşam birer sefer yapacaklar, bunun dışındaki bütün uçuşlar kaldırılacak. Bu uçuşlar bölgede ve Türkiye-lran sınırında huzursuzluğa neden oluyordu. Çekiç Güç'e ve sivil yardım örgütlerine ait araçlara getirilen çantalar ve sandıklar Türkiye tarafından açılacak ve kontrole tabi tutulacak. (Bugüne kadar arama yapılmadığı için ilaç ve gıda yardımı adı altında PKK'ya silah ve mühimmat taşındığı istihbaratı ve tespitleri vardı.) Kuzey Irak'ta, Çekiç Güç dışında "Sivil ve gönüllü yardım kuruluşları" adı altında, Türkiye aleyhinde faaliyet yapan bütün kişi ve kuruluşların yıkıcı ve bölücü davranışlarından Çekiç Güç sorumlu tutulacak ve bu kuruluşlardan, Türkiye'nin istemedikleri bölgeden çıkarılacak, PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER mı Irak'a uygulanan ambargo kaldırılacak. Ürdün - Irak sınır ticareti başlatılacak, Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı derhal açılacak ve Türkiye'ye en az 200 bin varil petrol verilecek. Türkiye bu iki kalemden dolayı en az 1,5 milyar dolarlık kazanç sağlayacak. Türkiye savaş ve ambargodan dolayı uğradığı zararlara karşılık tazminat alacak. Zaho'daki BM kampına ABD, İngiltere, Fransa yetkililerinin sayısı kadar Türk subay ve uzmanları gönderilecek ve Çekiç Güç'ün faaliyetleri kontrol altına alınarak Türkiye'ye rapor sunulacak. Türkiye'ye daha önce satılan ama kasıtlı olarak teslimi yapılmayan firkateyn, füze ve diğer teknolojik malzemeler derhal gönderilmeye başlanacak, ayrıca taahhüt edilen askeri yardımlar da aksatılmayacak. Bu şartlara riayet edilmediği takdirde Türkiye, Bakanlar Kurulu Kararı ile Çekiç Güç'ün faaliyetlerini istediği anda durduracak. Dışişleri Komisyonu üyelerinin karşısına çıkan ABD Büyükelçisi Grosmann, Çekiç Güç'ün gerekliliği üzerinde durarak, daha sonra milletvekillerinin kaygı ve endişelerini dinledikten sonra Kuzey Irak'ta bir Kürt Devletinin kurulmasını kendilerinin de istemediğini ve Irak'ın toprak bütünlüğüne saygılı olacaklarını ve bölgede bir Kürt Devleti kurulmasına karşı çıkacaklarını içeren bir deklarasyon yayınlamaya hazır olduklarını açıkladı. Grosmann, sınır ticaretinin yeniden açılmasına sıcak baktığını, ancak Saddam Hüseyin'in BM kararlarına uymadığı için uygulanan ambargonun kaldırılmasının mümkün olmadığını, petrol boru hattının açılmasının da mümkün İHANET ÇEMBERİ olabileceğini, Körfez Savaşı zararının tazminini oturup konuşmaya hazır olduklarını da ifade etti. Türkiye, Birinci Körfez Savaşı sonrasında Kuzey Irak politikasını iki ana temele dayandırıyordu. Bunlardan ilki PKK'nın bölgedeki etkinliğini azaltmak, örgütün Kuzey Irak'taki otorite boşluğundan yararlanarak bu bölgede barınmasına engel olmak; diğeri ise Ortadoğu bölgesinde uzun vadede kurulması planlanan sözde Kürt Devleti oluşumuna karşı mücadele etmekti. Ancak Türkiye, Çekiç Güç'ün Türkiye'ye ve Ortadoğu'ya yerleşmesinin arka perdesini okuyama-mış, ABD ve israil'in örtülü operasyonlarla Ortadoğu'da sözde Kürt Devleti'nin oluşumu yönündeki faaliyetlerini bir bakıma desteklemiş, kendi bindiği dalı kesmiştir. Çekiç Güç'ün asıl görevi; Kuzey Irak'ta bulunan ve Türkiye sınırına yığılan Irak'lı Kürt ve Türkmenlerin güven içinde kendi evlerine dönüşünü ve bu insanlara yapılacak insani yardımların kendilerine ulaşmasını sağlamaktı. 1995 yılında Genelkurmay tarafından hazırlanan bir raporda ise, Çekiç Güç'ün Kuzey Irak'ta NGO'lar aracılığıyla kültür oluşumu, kurumsallaşma ve askeri eğitim türü faaliyetlerle Kürt Devle-ti'ne zemin hazırladığı yazıyordu. Bölgeyle yakından ilgilenen Eşref Bitlis Paşa'nın helikopterinin Çekiç Güç'e ait uçaklar tarafından tacize uğraması, Türkiye'nin Çekiç Güç konusunda nasıl bir hata yaptığının açık bir delilidir. Gözlemci Türk subayı, tacizi gerçekleştiren Awacs radar uçaklarına, "radarda görülen cismin Türkiye'ye ait bir helikopter olduğunu ve çok önemli bir yetkiliyi İrak'ın Selahattin şehrine götürdüğünü" söylemesine ve taciz ateşinin kesilmesi yönünde ikazda bulunmasına rağmen, ABD'ye ait uçaklar Selahattin kenti yakınlarında Türk helikopterine
PKK'nın yabancı istihbarat servisleriyle ilişkisini ortaya çıkaran Uğur Mumcu suikaste uğradı. uçuş güvenliğini tehlikeye sokacak kadar yaklaşırlar ve bu tacizleri uzun süre devam eder. Taciz edilen helikopterdeki çok önemli personel, bu taciz olayından iki ay sonra şaibeli bir uçak kazasında hayatını kaybedecek olan Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis'ten başkası değildir. Bitlis Paşa'nın Selahattin şehrine neden gittiği bilinmektedir: Bar-zani ile görüşecek, ABD ve PKK ile kurduğu ilişkiler nedeniyle Barzani'yi ikaz edecektir. Eşref Bitlis, Çekiç Güç'ün bölgedeki faaliyetlerinden aşırı derece rahatsız olduğunu, bu gücün PKK'nın hareket alanını genişlettiğini birkaç kez MGK toplantılarında dile getirmişti. Yakın çalışma arkadaşlarına Çekiç Güç'ün faaliyetlerinin mutlaka kontrol altına alınmasını söyleyen Bitlis Paşa, bunun için de komuta merkezinin Türk toprakları içine alınması gerektiğini savunuyordu. Daha da önemlisi, Eşref Bitlis bölge halkını çok iyi tanıyan ve bölgedeki sorunu çözmede çok büHANET ÇEMBERİ yük katkı sağlayabilecek ender komutanlardan biriydi. Terör konusunda uzman olan bazı askerlerin yaptıkları açıklamalara göre; Eşref Bitlis yaşasaydı Amerika'nın Ortadoğu Projesi böyle gelişemezdi. Bitlis Paşa, Talabani'yi ve Barzani'yi devamlı kontrol altında tutarak PKK ile ilişki kurmamaları yönünde çalışmalar yapıyordu. Bütün bunları devlet adına yapıyordu. Ancak ABD ve İngiltere bu durumdan rahatsız olduklarını açıklıyorlardı. Türkiye bu süreçte, ABD'nin Güneydoğu politikalarına ve Çekiç Güç'e karşı çıkan bazı önemli isimlerini birbiri ardına fail-i meçhul cinayetlere kurban verdi. Güneydoğu'da Asayiş Bölge Komutanlığı yapmış İsmail Selen Paşa, 23 Mayıs 1991 günü Ankara'da suikasta uğradı ve hayatını kaybetti. Aynı gün Adana Jandarma Bölge Komutanı Tümgeneral Temel Cingöz de Adana'da vuruldu. O da birkaç gün sonra hayatını kaybetti. Eşref Bitlis'in güvendiği istihbaratçılardan Jandarma Yüzbaşı, Jitem Grup Komutanı Ahmet Cem Ersever ile Mustafa Denizli; 1993 yılının Ekim ayının son haftasında OH AL bölgesinde birdenbire kayboldular. Cem Ersever'in cesedi Ankara Elmadağ'da, elleri arkadan bağlanmış ve kafasına kurşun sıkılmış olarak bulundu. Yakın çalışma arkadaşı Mustafa De-niz'in cesedi 7 Kasım 1993'te Bolu yakınlarında karayolunun kenarında bulundu. Olayın failleri bugüne kadar tespit edilemedi. Ancak Cem Ersever ile Eşref Bitlis Paşa arasındaki görev ilişkisinin çok güçlü olduğu, Bitlis Paşa'nın PKK ve destekçileri hakkında birçok gizli araştırmaları Cem Erse-ver'e yaptırdığı biliniyor. Eşref Bitlis'in şaibeli bir uçak kazasında ölmesinin ardından uçağa sabotajın Cem Ersever tarafından yapıldığı iddiaları ortalıkta bir psikolojik harekât unsuru olarak sırıtıyor. Eşref Bitlis'in uçağına yapılan saUğur Mumcu'nun ölümünden kısa bir süre sonra Eşref Bitlis Paşa şaibeli bir uçak kazasında hayatını kaybetti. botaj ile uçağın düşmesine neden olan arkadaki güç Cem Ersever'i de öldüren güçtür. Bitlis ve Ersever, Kürt sorununa Türkiye Cumhuriyeti ve milletinin menfaatleri açısından bir çözüm getirmek istedikleri, birlik ve beraberliğin bozulmaması adına yaptıkları faaliyetler nedeni ile katledilmişlerdir. Emperyalist güçlerin ve Türkiye'deki işbirlikçilerinin, PKK'nın ülkemiz aleyhine kullanılması projesinin önünde engel teşki ettikleri için ortadan kaldırılmışlardır. PKK'nın kuruluşund; geniş olarak açıklayacağımız gibi, Gazeteci Uğur Mumcu'nuı öldürülmesinin ardında da PKK, Barzani, MOSSAD, Ocalaı ve bunların devlet içindeki ilişkilerinin Uğur Mumcu tarafır dan öğrenilmesi yatmaktadır. Uğur Mumcu ölümünden kıs bir süre önce kendisine gizli eller tarafından ulaştırılan bilg lerin vahameti karşısında, PKK'nın kuruluşu ve arkasında destekle ilgili olarak önce Cumhurbaşkanı Ozal'ı aram Özal'ı bulamayınca Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis Paşa ile yaklaşık yarım saat süren bir telefon görüşmesi yapmıştır. Bu görüşmede kendisine gizli eller tarafından ulaştırılan dosya ile ilgili olarak Eşref Bitlis Paşa'ya bilgi vermiştir. Bu telefon görüşmesi derin güçlerce tespit edilmiş ve Mumcu, görüşmeden birkaç gün sonra, 24 Ocak 1993 günü otomobiline konan bombanın patlaması sonucu öldürülmüştür.
Tuğgeneral Bahtiyar Aydın da Lice'de 22 Ekim 1993 günü Kanas marka profesyonel suikast tüfeği ile açılan ateş sonucunda hayatını kaybetti. Tüm bu isimlerin ortak yönü, Çekiç Güç'ün bölgedeki varlığına karşı çıkmalarıdır. Türkiye'de tartışmalara, faili meçhul cinayetlere, çeşitli provokasyonlara ve en önemlisi de sözde Kürdistan'm oluşumuna büyük katkılarda bulunduğu bugün tam anlamıyla ortaya çıkan Çekiç Güç; sığınmacıların kendi topraklarına dönmesi ve insani yardım çalışmalarının sona ermesiyle yerini 1 Ocak 1997'den itibaren Türkiye'nin ev sahipliğinde, ABD ve İngiltere'nin katılımıyla bölgenin gözetleme ve kontrolü amacıyla başlatılan ve İncirlik üssünde konuşlandırılan Kuzeyden Keşif Harekâtı'na bıraktı. Birlik 15 Mayıs 1997'de tugay seviyesine çıkartılarak 28 Eylül 1998'de adı Tanker Üs Komutanlığı olarak değiştirildi. Keşif Güç'ün süresi son olarak 26 Aralık 2002'de 58. Hükümetin TBMM'ye gönderdiği tezkere ile 6 ay daha uzatılmıştı. Böylece Çekiç Güç ve sonraki adı ile Kuzeyden Keşif Harekâtı olarak anılan ortak görev gücü, 12 yılda 13 hükümet görmüş oldu. Ve Çekiç Güç, Ortadoğu'da fiilen kurulmuş ancak hukuken tanınmasını bekleyen sözde Kürt Devleti'nin oluşumunu tamamlayarak sahneden çekildi. Yerini sözde Kürt Devleti'nin müstakbel yöneticilerine bırakarak... ABDULLAH ÖCALAN'IN TÜRKİYE'YE TESLİM EDİLMESİ Öcalan Türkiye'ye Neden Teslim edildi? 1999 yılının Şubat'ında Bilkent'ten aranıyorum. Telefonda Akın istanbullu var (Tansu Çiller'in Özel Kalem Müdürü idi). Sayın Çiller'in acele görüşmek istediğini belirtiyor. Hemen Bilkeht'te Sayın Çiller'in konutuna gidiyorum. Çiller bana Öcalan'm yakalanması ile ilgili önemli gelişmelerin olduğu şeklinde duyum aldığını söylüyor ve bu konu hakkında bir araştırma yapmamı istiyor. Araştırmalarımız devam ederken, Sayın Çiller'le görüşmemizden beş gün sonra, 16 Şubat 1999 tarihinde dönemin Başbakanı Sayın Ecevit, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun ile birlikte yaptığı basın toplantısında Öcalan'm yakalandığını şu sözlerle Türkiye'ye duyuruyor: "Abdullah Öcalan Türkiye'dedir. Dünya'nın neresinde olursa olsun, devletin kendisini ele geçireceğini söylemiştik. Şehit analarına verdiğimiz sözü tuttuk. Teröristbaşı Öcalan'ı on iki gündür değişik kıtalarda takip ettik. Türkiye'de bu konuyu bilen on yetkili vardı... En küçük bir sızma olmadı. Yakalama operasyonu Genelkurmay ile MİT'in tam uyum içinde çalışması ile neticelendirildi. Güç bir iş başarıldı... Öcalan'm sorgulaması yetkili adli İHANET ÇEMBERİ makamlarca yapılacaktır. Öcalan'ın yakalanışı ve hangi ülkede yakalandığı konusunda ayrıntıya girmeyeceğim." Operasyonda Öcalan'ın kendisi dahil kimsenin canının yanmadığını, yakalanma şeklinin basın tarafından fazla kurcalanmamasını, Türkiye'nin baskısı sonucu dünyadan dışlanan Öcalan'ın kendisini Türkiye'nin kucağında bulduğunu da ifade eden Ecevit, açıklamalarını şöyle sürdürmüştü: "Öcalan yaptıklarının hesabını Türk adaletine verecektir. Devletimizle baş edilemeyeceğini herkes anlamıştır. Dağlarda, mağaralarda kendilerini ateşe atan gençlere seslenmek istiyorum. Sizler mağaralarda sürünürken elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan kendisi lüks konaklarda yaşıyordu. Onların tuzağına düştüğüne inanıyoruz. Kendinizi devletin adaletine teslim edin. Pişmanlık yasasından faydalanın. Gelin, analarınıza babalarınıza kavuşun, hasretinizi dindirin. Devletle el ele halkınızı kucaklayın. 'Artık yeter!' deyin. Allah tüm insanlığı teröristlerden ve savaşlardan korusun." Abdullah Öcalan'ın yakalanarak Türkiye'ye getirilmesi ulusal basın ve medya da günlerce sürmanşetten verildi. Ulusal basın ve medya'nın manşetleri Türk halkının sevincini ve bayram havasını yansıtıyordu; bilhassa şehit ailelerinin buruk sevinci dile getirilirken "Şehitlerin kanı yerde kalmadı" vurgusu özellikle belirtiliyordu. Ancak büyü Abdullah Öcalan'ın Ankara 2 No'lu Devlet Güvenlik Mahkemesinde yargılanarak idama mahkûm edilmesinin ardından, bu idamın onayının siyaset mekanizmalarında gerçekleştirilememesi ve idam kararının TBMM'de bekletilmesi üzerine bozuluyordu. Abdullah Öcalan'ın yakalanışı ile ilgili kamuoyundan saklanan gerçekler bir bir ortaya çıkıyordu. Öcalan'ın Türkiye'ye teslim edilmesi önerisinin Ankara CIA Masası Şefi tarafından PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER
4 Şubat 1999 tarihinde M ÎT Müsteşarı Şenkal Atasagun'a teklif edildiği, ancak Öcalan'ın paketlenip Türkiye'ye teslimi için ABD'nin bazı şartları olduğu iddiaları bazı gazeteci ve yazarlar tarafından iddia edilmeye başlanmış ve bu hususta kitaplar dahi yazılmıştı. Bu kitaplara göre MİT ile CIA arasında gizli bir protokol vardı. Bu protokole göre Öcalan Türkiye'ye sağ olarak getirilecek, mahkemede adil olarak yargılanacak ve öldürülmeyecekti. Atasagun, Ankara CIA Masası Şefinin bu önemli teklifini Başbakan Ecevit'e sunmuş, aynı gün Cumhurbaşkanı Demirel, Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu, Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanı. Fevzi Türkeri ile birlikte konu Çankaya'da değerlendirmeye alınmıştı. Toplantıdan CIA'nm teklifine kabul kararı çıkması üzerine MlT Müsteşarı Şenkal Atasagun Çankaya Köş-kü'nden ayrılarak kendisini konutunda bekleyen CIA Şefi'ne teklifin kabul edildiğini söyledi. Abdullah Öcalan'ın sağ olarak getirileceğinin ve bağımsız Türk yargısının kendisini en adil bir biçimde yargılayacağının garantisini verdi. Bunun üzerine iki gizli servis arasında hemen oracıkta bir kâğıt üzerinde basit bir protokol yapıldı. Öcalan operasyonunu bilen resmi yetkililer; Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Bülent Ecevit, Devlet Bakanı Hüsamettin Özkan, Dışişleri Bakanı İsmail Cem, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, Genelkurmay İstihbarat Dairesi Başkanı Fevzi Türkeri, MİT Müsteşar Yardımcısı Miktad Alpay ve operasyonu bizzat yöneten iç güvenlikten sorumlu Jandarma Genel Komutanı Rasim Betir, Harekât Başkanı Korgeneral Yaşar Büyükanıt, Özel Kuvvetler Komutanı Tümgeneral Engin Alan idi. MİT ve Ankara CIA İstasyon Şefi arasında yapılan basit protokol dışında ABD ve Türk Silahlı Kuvvetleri İHANET ÇEMBERİ arasında da Öcalan'm Türkiye'ye teslimi konusunda pazarlıklar sürüyordu. Bu amaçla Özel Kuvvetler Komutanlığında başında bir tuğgeneralin bulunduğu 12 kişilik bir tim oluşturuldu. Amerikan yetkililerle görüşmeleri Özel Kuvvetler Komutanı Tümgeneral Engin Alan yürüttü. ABD tarafını ise ODC (Amerikan Savunma İşbirliği Örgütü) yetkilileri yürüttü. "Amerikan Savunma İşbirliği Ofisi; Türkiye-ABD ilişkileri konusunda sıradışı bir köprü vazifesi görüyor. Pentagon'a bağlı, temel amacı ABD'nin dünya genelindeki istihbarat ve operasyonlarını müşterek bir koordinasyon altında tutmaktır. Çekiç Güç'ün Türkiye'ye ve Ortadoğu'ya yerleşmesinde önemli görevler üstlendi. Gizli ajandasında Kuzey Irak'ta sözde bir Kürt devleti oluşumu yönünde çalışmalar yaptığı iddiaları söz konusu." Yazar Fikret Akfırat "Kukla Devlet" adlı kitabında ODC hakkında ilginç bir ayrıntıyı anlattı: Ekim 1998'de Zaho'da Pentagon ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin desteğinde bir askeri akademi kuruldu. Akademi, KDP Lideri Mesut Barzani ve KYB lideri Celal Talabani'nin peşmergelerini eğitiyordu. Bilgisayarlar ve simülatörlerle taktik, strateji ve Kürt tarihi eğitimi yapılıyordu. Buradan yetişecek subaylar Kürt ordusunu yöneteceklerdi. Akademide Pentagon'un Özel Savaş subaylarının yanı sıra, 40 tane de Türk Özel Kuvvetler Komutanlığı personeli görev yapıyordu. Peşmerge subaylar, kimi zaman eğitim için Türkiye sınırını geçip Silopi'deki Tugay'a getirili-yorlardı. 1991-1996 yılları arasında Kuzey Irak'ta, sonra da Guam'da özel savaş eğitiminden geçen CIA Peşmergeleri, Kürt ordusunda subay olarak istihdam edilmişti. Kürt ordusunu oluşturan 1800 peşmergenin maaşını Türkiye ödüyordu. Ankara peşmerge başına önceleri 60 dolar PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER öderken, daha sonra Barzani'nin isteği doğrultusunda 100 dolar ödemeye başladı. Türkiye kritik bir durumda Barzani'ye istediğini yaptırmak için bu uygulamayı sürdürüyordu ama peş-mergelere verilen para zaten Pentagon'un kasasından çıkıyordu. Türk Genelkurmayı'na ödemeyi ODC (Amerikan Savunma işbirliği Ofisi) yapıyordu. Kukla Devlet'in Türkiye üzerinden kurdurulduğunun en önemli kanıtlarından biri buydu. Türkiye'de on binlerce cana mal olmuş teröristbaşmın yakalanması muhakkak ki yediden yetmişe tüm Türk insanınır ortak isteği ve amacı idi. Ancak bu operasyonun Türk güven lik ve istihbarat birimlerinin kontrolünde ve koordinasyo nunda olması ümit ediliyordu. Tabi ki, yabancı ülke gizli ser vislerinin katkısının uluslararası alanda terörle mücadele v istihbarat işbirliği anlaşmaları çerçevesinde olması, güçlü bi devletin olmazsa olmaz kuralıdır.
Fakat bir terör örgütü sizi; canınızı yakıyorsa, ayrılıkçı ve etnik iddialarla üniter yapını: ve toprak bütünlüğünüzü tehdit ederek sizin topraklarınızc şiddet eylemlerine devam ediyorsa, bu örgütü ve terörü biti me iradesi, kumanda ve yönetimi tamamen sizde olmalıdı Aksi halde, Öcalan operasyonunda olduğu gibi, o günkü koı jonktürel ortam içinde çok başarılı gibi gözüken bir opera yon, sonraki yıllarda ülke içinde iç istikrarı, huzuru ve güve' liginizi tehlikeye sokabilecektir. Daha da önemlisi devlet-m let dayanışmasını sekteye uğratacak olan böyle bir operasy nun, milletin devletine olan güvenini zedeleyebilecek bir p kolojik harekâta dönüşme riski mevcuttur. Öcalan'm yakalanıp Türkiye'ye teslim edilme teklifi C A'den gelmiştir. Üstelik Türk istihbarat ve güvenlik birim rinin milli bir operasyonla Öcalan'ı yakalama ihtimalinin yüksek olduğu bir dönemde böyle bir teklif gelmiştir. Ülk İHANET ÇEM BERİ idare eden karar verici mekanizmalar, Abdullah Öcalan'ın Türkiye'ye niçin teslim edildiğinin arka perdesini detaylı bir biçimde araştırdılar mı? Yoksa Abdullah Öcalan'ı yakalama şerefine sahip olma hırsı ile acele mi hareket ettiler? CIA'nın teklifinin kısa bir sürede kabul edilmesi, bu operasyonun arka planının iyi istihbar edilmediğinin bir kanıtıdır. Şunu çok net bir şekilde söyleyebiliriz: Türkiye'ye bu teklifi getiren yabancı istihbarat birimlerinin gizli ajandalarında ne gibi bir amaç olduğu o günlerde tam olarak tespit edilememiş, fakat teklif aceleyle kabul edilmiştir. Abdullah Öcalan'ın Türk yargısında adil bir şekilde yargılanıp idam cezası almasının ardından bu kararın infaz edilememesi, mahkeme ilamının TBMM'de bekletilmesi ülke genelinde şehit ailelerinin tepkisini çekti, şehit aileleri ile devlet görevlileri arasında sürtüşmeler yaşandı. Şehit Anneleri, Başbakanlık ve TBMM üyeleri hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundular. Dilekçede koalisyon ortağı partilerin liderleri hakkında "Anayasa'yı ihlal", yargı kararının uygulanmamasının sebebini yargıdan sormayan TBMM üyeleri için de görevi ihmal suçundan soruşturma başlatılması talep edildi. Görüldüğü ve yaşandığı gibi, ülkesi için canlarını çocuklarını kaybetmiş şehit aileleri devlet ile mahkemelik oldu. Kanımca Abdullah Öcalan'ı Türkiye'ye aşılmaması kaydıyla teslim eden CIA ve MOSSAD, Türkiye'ye karşı en büyük psikolojik harekâta imza attılar. Milletin devletine olan güvenini sarstılar. Abdullah Öcalan'ın Türkiye'ye paketlenip teslim edilmesinin arka planı ile ilgili iddialar bu kadarla da sınırlı değil. Daha vahim iddialar söz konusu. Türkiye gibi güçlü bir ülke, Abdullah Öcalan'ı tamamen milli bir operasyonla yakalayaPKK'Y! YÖNETEN TÜRKLER maz mıydı? Akfırat'ın kitabında bu konuyla ilgili bir ayrıntı yakalıyoruz: "CIA'nın en önemli Kürt analizcilerinden Prof. Miehael Gunter, Beyaz Saray'ın bilgisi dahilinde 13-14 Mart 1998'de Şam'da Abdullah Öcalan ile on saat süren bir görüşme yapmıştı. Gunter'in Öcalan'dan yanıtını istediği yirmi soru arasında, bugüne ışık tutan şu sorular da vardı. 'İleride Barzani ve Talabani ile birlikte çalışır mısınız? Ateşkes için koşulların oluştuğunu düşünüyor musunuz?' Öcalan, Gunter'den ABD yönetiminin Türkiye'yi ikna etmek için devreye girmesini istemiş, kendisinin bütün koşulları yerine getireceği sözünü vermişti. Nitekim PKK çok önceden, 1 Eylül Dünya Barış Günü'nde tek taraflı ateşkes ilan edeceğini açıklamıştı. ABD yönetimi, Barzani ve Talabani'yi Washington'da mutabakat yapmaya zorlarken Türkiye'nin muhalefetini yumuşatmak için PKK'nın ateşkes ilanını kullandı. Ancak Türkiye, ABD'nin bu manevralarına itibar etmedi. Washington yönetimini de şaşırtan bir kararlılıkla Suriye'yi zorladı. Suriye'yle bu konuda ilişkilerin kurulma çabası 1992 yılma kadar uzanıyor. Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis'in girişimleriyle, Türkiye ve Suriye arasında güvenlik mekanizmaları kurulması için çalışma yapılmış, çeşitli protokoller imzalanmıştı. Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı'nın Genelkurmay Başkanlığı ve Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu'nun Kara Kuvvetleri Komutanlığı sırasında; 1996 yılında Suriye'yi Apo'yu teslim etmeye ikna çabası sonuç vermek üzereyken, Türk Devleti içindeki Amerikancıların müdahalesiyle bu iş başarılamamıştı.
Pazarlık yapılmış, Öcalan Türkiye'ye teslim edilmişti. Bunu takiben yürürlüğe giren "mutabakata" göre TSK, ABD'nin İHANET ÇEMBERİ Irak Operasyonu'na direnmekten vazgeçecekti. ABD-Türkiye anlaşmasının başlıca maddeleri şöyleydi: Ankara, ABD'nin Incirlik'i kullanmasına karşı çıkmayacak, Türkiye, Talabani ve Barzani'nin Irak'la anlaşmasını desteklemekten vazgeçecek, Amerikan subaylarının bölgeye silah ve teçhizat geçirebilmeleri için, Silopi'ye Harekât Merkezi kurulacak, CIA peşmergelerinin Silopi'deki CIA karargâhına gidiş-gelişleri engellenmeyecek, ABD, Türkiye'ye füze, füzesavar sistemleri, uyarı radarları vs. yeni silahlar verecek. "Kürtlerin ağabeyi olun!" Öcalan operasyonunun ayrıntılarını açığa çıkaran önemli bir ziyaret, Ocak ayı sonunda gerçekleşmişti. 25 Ocak 1999 günü ABD Dışişleri Bakanlığı'nın Yakındoğu Dairesi Başkan Yardımcısı başkanlığında Pentagon yetkililerinin de bulunduğu heyet, Türk Dışişleri'yle görüşmesinde "Türkiye'nin himayesinde Kürdistan" planını bir kez daha masaya getiriyordu. Plana göre Türkiye, Kuzey Irak'ta oluşturulacak özerk yönetimin "ağabeyliğini" üstlenecek, yani onu himayesine alacaktır. Saddam Hüseyin'e karşı hazırlanan ABD harekâtında, Türk Silahlı Kuvvetleri "kara gücü" olarak işlev görecektir. İşgalin sürmesi için 100.000 Türk askeri Kuzey Irak'ta bulundurulacaktır. Buna karşılık kara harekâtı başlayınca, Türkiye birlikleri 36. paralelin güneyine inerek Musul ve Kerkük'ü işgal edeceklerdir. Musul ve Kerkük'ün yönetimi Surçi aşiretine PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER us verilecektir. Kuzey Irak'ta seçimler Türkiye'nin denetiminde yapılacaktır. Kürtlerin, Asurîlerin ve Türkmenlerin katılacağı seçimlerde Türkiye himayesinde özerk bir parlamento oluşturulacaktır. Kuzey Irak'ta faaliyet gösteren BM Heyetleri ve NGO'lar Türkiye'nin denetimine girecektir. "Türkiye himayesinde Kürdistan" planını dayatan Pentagon heyeti, Türkiye'de IMF heyetiyle birlikte gezmektedir. IMF yetkilileri kredi için yeşil ışığın, ancak Irak'ta ABD ile işbirliği koşullarında yakılacağını kapalı kapılar ardında açıkça ifade etmektedirler. Öte yandan PKK lideri Öcalan, CIA denetiminde ülke ülke gezdirilerek Türkiye'yi teslim almak için kullanılmaktadır. Öcalan'm Türkiye'ye tesliminin gizli ajandası konusunda benzer bir iddia da, Eski MİT Kontr Espiyonaj Daire Başkanı Mehmet Eymür'den gelmişti. Eymür kendisine ait Anadolu Türk İnterneti'nde "Öcalan'ın Suriye'den çıkışı yeni bir stratejinin başlangıcı mı?" isimli analizinde şunları yazıyordu: Öcalan'm Suriye'den çıkarılması "acaba yeni bir stratejinin, PKK'nın siyasallaştırılması ve legalize edilmesi hareketinin başlangıç noktası mı?" sualini akla getiriyor. Ne olmuş, ne değişmişti? Sabrımızın taşması, meşru-müdafaa hakkımızın kullanılması için 19 yıl kan akması mı gerekliydi? Yoksa olayın ne kadar ciddi olduğunun yeni mi farkına varmıştık? Neden bu çıkışlar 10 sene 15 sene önce veya büyük bir katliamdan sonra yapılmadı? Türk İstihbaratı yıllardan sonra Suriye'de Öcalan'm barınaklarını saptamış ve kontrol altına almıştı. Bataklık tespit edilmiş, kurutulması an meselesiydi. MİT içinde Öcalan'a karşı başarılı aktif faaliyet yürüten bu kadro neden birden bire dağıtıldı? Öcalan Suriye'den çıktıktan sonra Rusya gibi bir ülke onu himayesine akp Suriye misali "burada yok isterseniz heyet yollayıp kendiniz bakın" deseydi ne yapacaktık? 19 yılın çalışmasını sıfırlayıp yeniden yıllarca yerinin tespitine mi çalışacaktık? Amerika destek vermeseydi gelişmeler ne şekilde olurdu? Öcalan'ı kendi imkanlarımızla, milli operasyonlarımızla yakalayıp getirebilir, zafer işaretleri verebilir miydik? Banka olaylarının gündemde olduğu bir tarihte neden Cavit Çağlar'ın uçağı? Amerika neden daha önce destek vermedi de şimdi verdi? Kuzey Irak'taki yeni yapılanma ile Öcalan olayı arasında bir münasebet var mı? ABD ve İsrail gizli servislerinin örtülü bir operasyonu sonucu Öcalan'ı Türkiye'ye paketleyip teslim etmelerinin ardındaki taktik ve stratejik hesaplarını ortaya koymaya çalıştık. Ancak burada önemli bir konuyu da es geçmememiz lazım diye düşünüyorum. Çünkü dönemin Başbakanı Sayın Ecevit, Abdullah Öcalan'ın Türkiye'ye getirildiği gün yaptığı açıklamada Öcalan'ın
Genelkurmay ve MİT yetkililerince ortaklaşa özverili bir operasyon sonucu yakalandığını belirtmiş, hangi ülkede ve nasıl yakalandığını açıklayamayacaklarını, yakalama şeklinin basın tarafından fazla kurcalanmamasını istemişti. Sayın Başbakan'ın açıklamalarından Türk Devleti'nin Öcalan'ı kendi gücü ile yakalayıp getirdiği, Öcalan'ı koruyan devletlere karşı uygulanan diplomatik baskı sonucu bu başarılı neticenin alındığı izlenimi yapılan açıklamalar doğrultusunda kamuoyunda oluşmuştu. Sayın Başbakan, ABD ve İsrail gizli servislerinin bu operasyondaki rolünden bahsetmediği gibi daha sonraki yıllarda kendisi ile Öcalan'ın yakalanması konusunda yapılan röportajda da bu konulara hiç değinmemesi ve ABD ile Türkiye arasında gizli hiçbir anlaşmanın yapılmadığını söylemesi oldukça şaşırtıcı idi. PKK'Yl YÖNETEN TÜRKLER Sabah Gazetesi yazarlarından Balçiçek Pamir'e konuşan Bülent Ecevit'in şu sözleri çok şaşırtıcıydı: Bize Apo'yu niye verdiler onu ben de hâlâ bilmiyorum... Ama sonunda hayırlısı oldu. APO konusunda hiçbir şart getirmediler bize. Sayın Ecevit diğer ülkelerle yapılan gizli anlaşmaları devlet sırrı ilkesine uyup açıklamama adına mı böyle davranıyordu? Yoksa yapılan bu anlaşmalardan bilgisi mi yoktu, veya anlaşmaların bir kısmına mı vakıftı? Hatırlanacağı gibi, Avrupa Konseyi üyesi 49 ülke CIA'nın Avrupa'daki örtülü operasyonlarından rahatsız olduklarını açıkladılar. Bu anlamda istihbarat örgütleri arasındaki üstü örtülü anlaşmalar ülke yönetimlerini tedirgin etmeye başlamıştı. CIA'nin hedef aldığı ülkelerde yaptığı bazı örtülü operasyonlardan hükümetlerin haberi olmadığı ancak o ülkenin bazı birimlerinin bu örtülü operasyonlarda CIA ile işbirliği yaptığı gerçeği tüm çıplaklığı ile dünya kamuoyunun gözleri önüne serildi. Bizde böyle bir durum olmadığı açık! Herhalde Sayın Ecevit, devlet adamlarının ketum olması prensibinden hareketle CIA ile MlT veya askeri yetkililer arasında yapıldığı iddi-a edilen bu anlaşmaları açıklamadı. Sayın Ecevit ile birlikte CIA'nin Apo'yu teslim projesine onay veren karar verici mekanizmalar, TC Devleti'nin yıpranmaması adına ve kamuoyunun bilgilendirilmesi açısından bu iddiaların doğru olup olmadığını herhalde kamuoyu ile paylaşacaklardır diye düşünüyorum. ABDULLAH ÖCALAN'IN SURİYE'DEN ÇIKARILMASI t Stratejik manevra mı, ABD projesi mi, yoksa hata mı? Abdullah Öcalan 12 Eylül 1980 Darbesi öncesinde sayıları 50-100 olduğu ifade edilen örgüt elemanları ile birlikte Suriye'ye geçti. "Geçti" kelimesini özellikle kullanıyorum, çünkü kaçmadı, birileri tarafından Suriye'ye geçirildi. 1979 Eylül ayında Öcalan yurtdışına çıktı. Kendisine darbeyi haber veren "gizli güçler", Öcalan'm Suriye'deki ilişkilerini ve kamp yerlerini de ayarlamıştı. Öcalan Suriye'ye geçtikten sonra Şam'da karargâhını kurdu. Suriye kontrolündeki Lübnan sahasında bulunan Filistin kamplarında militanlarına barınak ve eğitim imkânlarını da hazır buldu ve Şam yönetiminin himayesine girdi. Kanlı eylemlerini buradan sevk ve idare etti. Bölgesinin en güçlü ordusuna sahip Türkiye, Suriye'nin PKK ve Öcalan'a verdiği doğrudan desteğe tam 19 yıl sessiz kaldı. Diplomatik görüşmelerle, gidip gelen heyetlerle sorunun çözümüne çalışıldı, hiçbir netice alınamadı. PKK'lı teröristler, sınırın Suriye tarafındaki Kürt köylerinden yardım alıyorlar; Hatay, Gaziantep, Şanlıurfa illeri sınırlarından Türki İHANET ÇEMBERİ ye'ye sızarak eylem yapıyorlar, sıkışınca tekrar Suriye'ye geri dönüyorlardı. Suriye gizli servisi Muhaberat bu örgüte her türlü örtülü desteği sağlıyordu. 90'lı yıllarda örgüt Türkiye üzerindeki kanlı eylemlerini en üst doruğa çıkarmıştı. 19 yıl içinde PKK terör örgütü devamlı büyüdü. Ülke içinde silahlı gücünü, ülke dışında da siyasi gücünü pekiştirdi. Hemen hemen dünyanın her yerinde temsilciliklerini, yayın organlarını ve televizyonlarını dış desteklerle kurdu. Büyüyüp yayıldıkça uluslararası alanda desteği de arttı. Büyük ve güçlü bir Türkiye istemeyen emperyalist ülkeler, Türkiye'nin Ortadoğu'da bölgesel bir güç olmaması adına ve Türkiye'nin dış politikalarını kendi emelleri doğrultusunda
yönlendirmek için ayrılıkçı ve PKK örgütünü bazen açıkça, bazen de gizli servislerinin örtülü operasyonları ile desteklediler. Uluslararası terörizme savaş açtığını iddia eden küresel güçler sıra PKK'ya geldiğinde bu kanlı örgütü terörist olarak tanımlamada bile zorluk çektiler, halen de tanımamakta ısrar eden devletlerin bulunması düşündürücü... ABD ve Avrupa ülkeleri demokrasi ve insan hakları konusunda da çifte standart uyguladıklarını, PKK terör örgütüne verdikleri dolaylı ve direkt destekle ortaya koydular. PKK bir taraftan emperyalist ülkelerin maşası olarak Türkiye'yi kân gölüne çevirirken, diğer taraftan da Türkiye'de yaşayan Kürtlerin hamisi ve sözcüsü olduğu iddiası ile devlet tarafından Kürtlerin siyasal ve kültürel haklarının gasp edildiği, Kürtlerin ezildiği iddialarını uluslararası platformlara (CIA, MOSSAD ve Avrupa ülkelerinin derin devletlerinin desteği ile) taşıdılar. Türkiye uzun yıllar PKK terörünü ve arkasındaki dış destek sorununu çözemedi. Bunun nedeni, terör örgütü ile mücadele konseptlerinin devletin karar verici mekanizmaları tarafından bir bütün olarak ele alınamaması ve siyaset mekanizPKK'YI YÖNETEN TÜRKLER malarında farklılıklar arz etmesi, siyasi iktidarlar ile TSK ar sındaki görüş farkı idi. PKK terör örgütünü kurduran ve ki lanan güçler Türkiye'nin bu yumuşak karnı ile hep oynadıl; Devletin anayasal kurumları ile bürokratik ve siyasal güçl arasında gerilim noktaları yaratarak bu gerilim noktaları ü; rinde psikolojik harp taktik ve stratejilerini kısa, orta ve uz' vadede maalesef başarı ile uyguladılar. 1 Ekim 1998'de Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman E mirel, TBMM'nin yasama yılının açılışında yaptığı konuşn da, Öcalan ve PKK'ya örtülü her türlü desteği veren Suriye açıkça tehdit ediyordu. Demirel, TBMM'de yaptığı konuşr da; "Suriye, Türkiye'ye karşı açıkça bir husumet politikası i; mektedir. PKK terör örgütüne aktif destek sağlamayı sürd mektedir. Tüm uyarılarımıza ve barışçı adımlarımıza rağn hasmane tutumundan vazgeçmeyen Suriye'ye karşı mukab< de bulunma hakkımızı saklı tuttuğumuzu, sabrımızın taşr üzere olduğunu bir kere daha dünyaya ilan ediyorum" dem Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel'in bu sert açıkla? sından on beş gün önce Kara Kuvvetleri Komutanı Örgen Atilla Ateş, yanında İkinci Ordu Komutanı Orgeneral A1 Yalman ve Altıncı Kolordu Komutanı Çetin Saner olc halde, Hatay'ın Reyhanlı llçesi'nde Suriye sınırındaki as bölüğü denetlerken eliyle Suriye topraklarını işaret ed şunları söylemişti: "Türkiye, komşuları ile iyi ilişkiler içiı dir. Bizim bu iyi niyetimizi Apo eşkıyasını koruyan Suriy tismar etmektedir. Şunu açık söylüyorum ki artık Türk rr ti iyi niyeti konusunda verdiği gayretin sonuna gelmiştir, rımız taşmak üzeredir, kimsenin toprağında gözümüz yo Hiçbir ülkenin de bizim topraklarımız üzerine beslediği e lerine izin vermeyiz. Bunu komşumuz Suriye'nin daha iy laması lazımdır." İHANET ÇEMBERİ 1998 yılı içinde Türkiye'de karar verici mekanizmalar Suriye'nin PKK'ya verdiği desteği ve terör örgütünü bir nevi dış politika aracı gibi kullanmasının engellenmesi konusunu MGK toplantılarında ve ikili görüşmelerde dile getiriyorlardı. Kara Kuvvetleri Komutanı'nm ardından Cumhurbaşkanı'nın PKK'ya arka çıkan Suriye'yi hedef alan konuşmaları, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin karar verici mekanizmalarının ortak bir stratejisi miydi? Şüphesiz ki öyleydi. Hatta Ankara'da kulislerde bu konuda Milli Güvenlik Kurulu'nda gizli bir karar alındığı konusunda iddialar bile dile getiriliyordu. Önce diplomatik kanalların devreye sokulması, eğer bunda başarılı olunamazsa Uluslararası hukuktan doğan meşru müdafaa hakkının kullanılmasını öngören Birleşmiş Milletler Yasası'nm 51. maddesinin uygulanması konusunda Türkiye kararlı bir tavır sergiliyordu. Türkiye, Suriye'yi açıkça terörist devlet olmakla suçluyor, teröre destek vermeye devam ederse bunun iki ülke arasında savaş nedeni sayılacağı, karar verici mekanizmalarca ısrarla açıklanıyordu. Bu açıklamalardan Hafız Esad endişeye düşmüştü ve Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek'i arabulucu olarak devreye sokmaya çalışıyordu. Radikal Gazetesi Yazarı Murat Yetkin, "137 Fırtınalı Gün" başlıklı yazı dizisinde, Mısır eliyle Suriye'ye ültimatom verildiğini belirterek Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek'e Suriye'ye verilmek üzere iletilen, Dışişleri Bakanlığı ve MİT yetkililerinin birlikte hazırladıkları Suriye-PKK dosyasının içeriğini açıkladı:
Türkiye- Suriye ilişkilerinin, Suriye'nin terörizme verdiği destek nedeniyle ciddi zarar gördüğü gerçeğinden hareketle, Suriye'nin bazı yükümlülükleri bulunduğunu resmen kabullenmesini ve terörizme destek konusunda bugüne dek sürdürdüğü tutumunu terk etmesini istiyoruz. Bu yükümlülükler, esas itibarı ile teröristlere destek verilmemesi, sığınma imkânı sağlanmaması, mali yardımda bulunulmaması hususlarında resm bir taahhüdü içermelidir. Suriye aynı zamanda PKK eylemci lerini yargılamalı ve PKK elebaşı Abdullah Öcalan ile işbirlik çilerini Türkiye'ye iade etmelidir. Bu çerçevede Suriye; Kontrolü altındaki topraklarda terörist eğitim kamplaı kurulmasına ve işletilmesine izin vermemelidir, PKK'ya silah temin etmemeli, lojistik malzeme desteğind bulunmamalıdır, PKK üyelerine sahte kimlik kartı düzenlememelidir, Teröristlerin Türkiye'ye resmi yollardan girmelerine ve d ğer yollardan sızmalarına sağladığı yardımı kesmelidir, Terörist örgütün propaganda faaliyetlerine izin vermem lidir, PKK'nın Suriye topraklarındaki tesis ve mahallerde faa yette bulunmasına imkân sağlamamalıdır, Teröristlerin üçüncü ülkelerden (Avrupa, Yunanist; Güney Kıbrıs, İran, Libya Ermenistan) Kuzey Irak'a ve Tür ye'ye geçişlerine imkân tanınmamalıdır, İlaveten, Suriye'den terörizme karşı mücadele kapsam daki bütün faaliyetlerde işbirliği içinde bulunması beki mektedir, Ayrıca Suriye, Arap Ligi'ne üye ülkeleri Türkiye aleyh kışkırtma girişimlerinden vazgeçmelidir, Suriye bu eylemlerden derhal vazgeçmediği takdirde, " kiye doğacak bütün sonuçlarıyla meşru müdafaaya başvu ve can ve mal kaybından doğan zararların tazminini her IE3__İHANET ÇEMBERİ altında talep etme hakkını saklı tutmaktadır. Esasen bu görüşlerimiz 23 Ocak 1996 tarihinde diplomatik kanallardan Suriye'ye iletilmiş bulunmaktadır. Ancak uyanlarımıza bugüne dek kulak asılmamaktadır. Mısır Cumhurbaşkanı Mübarek ile Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Başbakan Mesut Yılmaz arasındaki görüşmeler henüz başlamamıştı, yemek yeniyordu. ABD Ankara Büyükelçisi Mark Paris, ABD Başkanı Bili Clinton'ın mesajını yemek esnasında, görüşmeler başlamadan önce Cumhurbaşkanı Demirel'e iletmek istemişti. Büyükelçiye göre aynı anda ABD'nin Suriye Büyükelçisi de Hafız Esad'a Bili Clintonu'ın mesajını iletiyordu. Türkiye Cumhurbaşkanı'na gönderilen mesajda Clinton, Türkiye ve Suriye arasındaki gerilimin artmasından endişeli olduğunu belirtiyordu: "ABD, Suriye'nin PKK'ya desteği hakkındaki endişelerinizi paylaşmaktadır. Size gönderdiğim bu mesajla birlikte Başkan Esad'a Suriye'nin PKK'ya desteğini kesmesi için derhal adımlar atması gerektiğini vurgulayan paralel bir mesaj gönderiyorum". Clinton, Türkiye'nin Suriye ile arasındaki sorunu diplomatik yollarla çözmesini istiyor, askeri güce başvurmasının Türkiye'nin kısa vadeli amaçlarına ve uzun vadeli çıkarlarına ters olduğunu söylüyordu. Ayrıca, askeri harekâtın Arap dünyasında da hoş karşılanmayacağını ve ABD'nin böyle bir harekâta destek vermeyeceğini vurguluyor, Türkiye'yi desteklediğini söylerken, üstü kapalı bir şekilde tehdit de ediyordu: "PKK'yı Türkiye'ye ve yurttaşlarına karşı terör uygulama imkânlarından yoksun bırakma çabalarında, Türkiye'ye ABD'den daha etkin destek veren başka bir ulus yoktur. Ben, Amerika'nın Türkiye'nin terörle savaşında şimdiye dek olduğu gibi destek olmaya devam edebilmesini istiyorum." PKK'Yl YÖNETEN TÜRKLER ABD Başkanı Clinton'un Şam'a gönderdiği mesajda ise, Suriye'nin PKK terör örgütü ve lideri Öcalan'ı desteklemekten vazgeçmesi, barınaklar ve eğitim konularının derhal durdurulması, bunlar yapıldıktan sonra sorunun diplomatik yollardan çözülmesi tavsiye ediliyordu. Clinton'un mesajı alındıktan sonra görüşmelere geçildi. Müzakereler tam bir diplomatik mücadele şeklinde geçti. Hüsnü Mübarek Ankara'daki görüşmede konuyu önce "İsrail çarpıtması" noktasına getirdi. Süleyman Demirel, Suriye ile savaşta "İsrail'e ihtiyacımız olmaz" yönünde yanıt verdi. Mü-barek'in "Araplar size karşı döner" tehdidi de işe yaramadı. Demirel, Mübarek'e "Bu kanlı terör
hareketinin hedefi Ortadoğu'da bir Kürt devleti kurmaktır. Bunun coğrafyası, Irak'ın kuzeyi, Türkiye'nin güneydoğusu, İran'ın ve Suriye'nin toprak parçalarıdır. Olayın Türkiye'yi rahatsız eden, ancak bugün tepe noktasına çıkmış tarafı, Türkiye'nin dört bir yanında yapılan cenaze törenlerinde halkın gösterdiği infialdir. Her sene Türkiye'nin bine yakın askeri ve sivil vatandaşı teröre kurban gitmektedir. Bunlarla 15 senedir pek çok toplantı yaptık, pek çok protokol belge imzaladık. Ancak bu hareket durmadı. Suriye bu hareketi desteklediğini, Apo'yu sakladığını inkâr etti. Esad bana bizzat inkâr etti. Ben bunun üzerine Apo'nun Şam'daki adresini, telefon numarasını gösteren belgeyi çıkarttım, Esad'a verdim" dedi. Mübarek'in diyalog çağrısına Başbakan Mesut Yılmaz "diyalogun tek bir zemini olabilir. O da Sayın Cumhurbaşkanımızın size verdiği dosyadaki haklı taleplerimizdir" karşılığını verdi. Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit ise Öcalan'ın Suriye'den çıkarılmasına sıcak bakmıyordu. "Öcalan Suriye'den çıkarıldıktan sonra denetlenmesi zor bazı ülkelerden himaye İHANET ÇEMBER görebilir" endişesini dile getirerek, Öcalan'ı ve karargâhını Suriye'den kovmakla sorunun çözülemeyeceğini, ancak Öcalan'm yakalanıp Türkiye'ye getirilmesi ile sorunun çözüme kavuşacağını düşünüyordu. Özellikle Ecevit için Demirel'in TBMM'de 1 Ekim'de yaptığı konuşma sürpriz olmuştu. Ece-vit'in Demirel'in Suriye ile ilgili olarak yapacağı konuşmadan haberi olmadığı anlaşılmıştı. Oysa bir gün önce, 30 Eylül MGK'sında konu gündeme gelmemişti. Ecevit'e göre Cumhurbaşkanı Demirel, Suriye ve Öcalan ile ilgili bu önemli kararı MGK'da görüşülüp karara bağlandıktan sonra açıklaması gerekirdi. Yetki MGK'nın görev alanlarından biri idi. Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel böylesi önemli bir konuşmayı Ecevit'ten neden saklamıştı? Ecevit'in, Öcalan'm Suriye'den çıkarılması konusuna muhalif olduğunu bildiği için mi böyle davranmıştı? Atilla Ateş Paşa'nın sınırda yaptığı konuşma ile Cumhurbaşkanı Demirel'in TBMM'de yaptığı konuşma arasında bir ilgi var mıydı? Yoksa bütün bu durumlar karar verici mekanizmalar arastnda PKK terörü ile farklı görüşler ve çözüm yollarının bulunduğunun bir işareti miydi? Murat Yetkin bu konuyu da Demirel'e sordu. Demirel; Türkiye'nin sıkıntı içinde olduğunu, hemen hemen her gün verilen şehitler nedeni ile vatandaşların devlet yetkililerini tenkit ettiklerini, bölge halkının susmuş ve korkmuş olduklarını, yerlerinden edildiklerini, sivillerin askerler üzerine gitmeye başladığını, devlet yönetiminde PKK terörü ile mücadelede değişik görüşlerin ortaya atıldığını, bu işi askerlerden alarak polise hatta daha vahimi paramiliter güçlere havale ederek çözme eğilimi baş gösterdiği için inisiyatif kullanarak bu konuşmayı yaptığını açıklamıştı. Yani Atilla Ateş Paşa'nın sınırda yaptığı fitili ateşleyen konuşma ile kendi konuşması arasında bir ilişki bulunmadığını açıkça belirtmiş oluyordu. Fakat, bütün PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER bu gelişmelerde gözden kaçan bir gerçek vardı: Acaba perde arkasında, devlet içindeki milli güçlerle Amerikancı güçler arasında gözükmeyen bir mücadele mi yaşanıyordu? Bu görüş farklılıkları, böyle bir mücadelenin işareti olabilir mi? Atilla Ateş Paşa'nın Suriye sınırında yaptığı konuşmanın tarihi ile Öcalan ile irtibat kuran bazı askerlerin görüşmelerinin hemen hemen aynı tarihe denk gelmesi, bu mücadelenin açık bir göstergesi miydi? Atilla Ateş Paşa, Ocalan'la baz. askerler arasında başlayan görüşmeleri sekteye uğratmak için mi bu konuşmayı yapmıştı? Hüsnü Mübarek Ankara'dan direkt Şam'a uçtu. Durumun ciddiyetini Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad'a anlattı ve Türkiye'nin taleplerini içeren dosyayı Esad'a verirken PKK'yı ve Öcalan'ı topraklarından çıkarmazsa Türkiye'nin askeri bir müdahalede kararlı olduğunu söylemeyi de ihmal etmedi. Esad, yıllardır Türkiye'ye oynamakta olduğu oyunu Müba-rek'e de oynadı, Öcalan'm Suriye'de olmadığını söyledi. Hafız Esad bu sefer İran Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi'y: arabulucu olarak devreye sokmak istedi. Hatemi'den, İslarr Konferansı Örgütü (İKÖ ) dönem başkanlığı gücünü kullana rak Türkiye'yi askeri harekâttan caydırması konusunda yar dım istedi. Türkiye gerek Mısır Cumhurbaşkanı Mübarek,
ge rekse İran Dışişleri Bakanı Kemal Harrazi'nin arabuluculuğ ile geri adım atmadı. Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad, uluslararası baskılar v Türkiye'nin kararlı tutumu nedeniyle kesin kaybedeceği b savaşı göze alamazdı. Güvendiği ülkeler de kendisine yardın cı olamayacaklarını açıkça belirtmişti; Esad, Öcalan'ı s PKK'yı Suriye'den çıkartmasının şart olduğunu anlamıştı. Ekim'de Cumhurbaşkanı Demirel, MİT'ten Suriye'nin PK E2L İHANET ÇEMBERİ ve Apo'yu Suriye dışma çıkaracağı istihbaratını almıştı. Suriye, Apo'yu Türkiye'ye teslim etmiyor, bilinmeyen bir ülkeye sınır dışı ediyordu. Bu yönde bir teyit de lranh devlet adamı Harrazi Cumhurbaşkanı Mlslr Dışişleri Bakam Demirel ile Çankaya'da görüştü. Amr Musa'dan 12 Ekim'de gelmişti. Amr, Suriye'nin Apo ve PKK konusunda gereğini yaptığı, Hafız Esad'ın işbirliğine hazır olduğu mesajını Türk Dışişleri Baka-nı'na iletmişti. Türkiye ve Suriye yetkilileri 19 Ekim 1998'de Adana'da, Seyhan Polis Evi'nde bir araya geldiler. Türk heyeti haritalar, bilgi notları, adresler telefonlar, hangi kampta hangi teröristin bulunduğuna dair dosyalar ile toplantıya katıldı. Toplantıda Türkiye'nin tüm istekleri Suriye tarafından eksiksiz kabul edildi. Suriye, PKK'nın terörist bir örgüt olduğunu kabul ederek daha önce Türkiye tarafından Mısır Cumhurbaşkanı Müba-rek'e verilen notadaki tüm istekleri aynen kabul etti. Buna ilaveten iki ülke yetkilileri arasında doğrudan ve direkt iletişimi sağlayacak telefon ve personel konuları ile alman kararların uygulamasına ilişkin konular düzenlenerek imza altına alındı. Öcalan Suriye'den Rusya'ya geçmişti. MİT, CIA ve MOS-SAD'ın işbirliği ile Öcalan'ın Rusya'ya gittiği tespit edilmişti. Diplomatik baskılar sonucu Rusya, Öcalan'ı Rusya'dan çıkardı. Öcalan'ın yeni adresi italya'da Roma idi. İtalya önce Öcalan'ı tutukladığını dünya kamuoyuna açıklamışsa da, Öca-lan'a misafir muamelesi yapıyordu, italyan milletvekilleri ve devlet adamları da Öcalan'ın ziyaretçileri arasında idi. TürkiPKK'YI YÖNETEN TÜRKLER ye'nin Apo'yu iade istemi Türkiye'de idam cezası bulunduğu gerekçesiyle reddedilmişti. NATO üyesi italya'nın PKK terör örgütünün elebaşına verdiği destek, Türkiye-ltalya arasında gerilime neden oldu. ABD, Öcalan'ın yakalanma operasyonuna verdiği örtülü desteği bu gelişmeler üzerine açıktan vermeye başladı. ABD, Öcalan'ın Türkiye'ye iadesini istiyordu. Bu konuda Türkiye, Almanya ve İtalya birlikte çalışmalıydı, italya, Türkiye'de idam cezası olduğu gerekçesi ile Almanya içişleri Bakanı'nm isteğine de ret cevabı vermişti. Bu arada Öcalan italya'ya sığınma hakkı istedi. İtalya Öcalan'ın bu isteğini Avrupa Parlamentosu'na götürmeye karar vermişti. 2C Kasım 1998 günü Roma İstinaf Mahkemesi kırmızı bültenk aranan Öcalan'ın tutukluluk halini kaldırdı, ancak Alman ya'nm tutuklama kararını kaldırmaması nedeniyle, Roma'd; mecburi ikamete tabi tutulmasına karar verdi. Almanya'mı iade talebinde bulunmaması halinde Öcalan 30 gün sonra seı best bırakılacaktı. ABD, Türkiye'nin isteği üzerine Öcalan konusunda ita ya'ya baskısını artırma kararı aldı. ABD Dışişleri Birinci Ya dımcısını İtalya Dışişleri Bakanı'na gönderdi. Türkiye de r. arada İtalya'yı turizm ve ekonomik olarak sıkıştırmaya çalış yordu, italya da uluslararası baskıdan bunalmaya başlam Öcalan sorununa bir çare arar hâle gelmişti. Türkiye'de ise hükümet zor anlar yaşıyordu, Türkbaı skandali nedeniyle Mesut Yılmaz Hükümeti düşürülm Cumhurbaşkanı Demirel yeni hükümeti kurma görevini l lent Ecevit'e vermişti. Ecevit, 11 Ocak'ta azınlık hüküme ni oluşturdu. RAİ UNO Televizyonu, 16 Ocak günü Ö< lan'ın italya'dan ayrıldığını duyurdu. Öcalan tekrar R ya'ya doğru yol almaya başlamıştı. Rus gizli servisinin ajar rı Öcalan'ı Tacikistan'a götürüyorlardı. Burada da kısa s İHANET ÇEMBERİ kalan Öcalan'm yeni adresi Yunanistan'dı. Ancak Yunanistan Başbakanı Simitis, Yunan gizli servisi EYP'ye Öcalan'm Yunanistan'a sokulmaması talimatını vermişti. Geçmişte Öcalan ve PKK'ya kucak açan Yunanistan örgüte sırt çevirmişti. PKK'ya her türlü desteği veren AB ülkeleri bir ateş topu haline gelen Öcalan'ı kendi ülkelerine kabul etmiyor, sınırlarını kapatıyorlardı.
CIA, Apo'yu Türkiye'ye Kenya'da teslim etmeye karar vermişti. Yunanistan gizli servisi EYP uyarılarak Öcalan Kenya'ya yola çıkarıldı. MİT, ÖKK, CIA, MOSSAD işbirliği ile Öcalan Kenya'nın Nairobi havaalanında 15 Şubat 1999'da saat 19.30'da ele geçirilerek Türkiye'ye getirildi. MGK içinde alman gizli bir kararın uygulanması sonucu Suriye'den çıkarılan Öcalan, yaklaşık dört ay kendisini kabul edecek bir ülke aradı. Türkiye'nin terör aracılığıyla istikrarsız-laştırılması operasyonunun arkasındaki ülkeler de bu şekilde tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmış oldu. Bu ülkeler arasında; Türkiye'nin dost ve müttefik olarak ulusal güvenlik ve stratejik istihbarat anlaşması yaptığı AB ülkelerinin de bulunması dikkat çekicidir. PKK örgütünün hangi derin devletler konsorsiyumu tarafından niçin kurulduğunu, bu örgütün sonraki yıllarda kimler ve hangi ülkeler tarafından bir maşa olarak kullanıldığını ile-riki sayfalarda tartışacağız. Daha da önemlisi, Atilla Ateş Paşa'nın Reyhanlı'da Suriye'yi hedef alan konuşması ile başlatılan Öcalan'm Suriye'den çıkarılma sürecinin, milli bir proje olarak başlatılıp başlatılmadığını, bu operasyonun, MGK içinde TİB (Toplumsal İlişkiler Başkanlığı) biriminde görevli bir albayın Brüksel'e giderek PKK'nın Avrupa Sorumlusu Şahin Cilo ile federasyon dâhil ateş-kes görüşmelerinin PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER yapılmasına karşt bir atak olarak mı yapıldığının ayrıntılarını detaylarıyla açıklayacağız. Abdullah Öcalan'm Suriye'den çıkarılması ve Türkiye'ye teslim edilmesi Türkiye'nin milli çıkarları açısından yararına mıydı, değil miydi? Bu sorunun cevabı Türkiye'nin dış politikalardaki bağımsızlığı ile doğru orantılıdır diye düşünüyorum. Çünkü bugüne kadar Türkiye'nin geçmiş siyasi tarihine baktığımız zaman, Cumhuriyet'in kuruluşundan Atatürk'ün ölümüne kadar geçen süre içinde, Türkiye'nin milli birlik ve beraberlik içinde ülke çıkarları doğrultusunda müspet bir dış politika çizgisi izlediği gözükmektedir. İç politikadaki sıkıntılara rağmen dış politikada başarılı bir grafik var önümüzde. Atatürk'ün ölümünden sonra dış politikada sıkıntılar baş gösteriyor. Herhalde Kurtuluş Savaşı sonrası ülkede yaşanan iç sıkıntıların psikolojik bir baskısı olarak. Türkiye içinde yaşayan Türklerden başka Dünya'da Türk yoktur prensibi ile hareket edilerek, Cihan İmparatorluğu kurmuş Osmanlı mirası reddedilerek, Türkiye dışında yaşayan Türklerin varlığı görmezden gelinerek bir nevi emperyalist devletlerin Türkiye üzerindeki oynadıkları büyük oyuna seyirci kalınmıştır. Hasan Celal Güzel, Timaş Yayınları'ndan çıkan Kuzey Irak isimli kitabında bu konuyu şöyle açıklıyor: İrak'ta 1400 yıllık Türk varlığı, 1000 yıllık Türk hâkimiyeti olmuştur. Çok değil daha 80 yıl önce Irak, Osmanlı'nın Bağdat, Basra ve Musul vilayetlerinden meydana geliyordu. Kuzey Irak diye bilinen 36. paralelir kuzeyi ise Osmanlı'nın Musul Vilayeti'nin önemsiz bir parçasını teşkil ediyordu. Yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Irak Türklerinin yaşadığı Musul, Kerkük, Erbil gibi Türkmer şehirleri ile Kürt nüfusunun yoğun şekilde yaşadığı Süleyma niye, Duhok, Zaho gibi yerleşim merkezlerinin bulunduğı Kuzey Irak bölgesini kapsayan Musul Vilayeti'nin statüs İHANET ÇEMBERİ üzerinde Lozan'da anlaşmaya varılamadı. Atatürk, Büyük Nutku'nda Musul Vilayeti'ni Misak-ı Milli sınırları içinde göstermiştir. Ancak başta Şeyh Sait İsyanı olmak üzere, bazı iç meseleler ve dış baskılar neticesinde, 1926'da imzalanan Ankara Anlaşması ile bu topraklar elimizden çıktı. Halen Irak'ta 3 milyon 200 bin Türk yaşamaktadır. Bu rakam ABD'nin işgalinden önce 4 milyona yakındı. Aradan geçen 4 yıllık dönemde, 700 bine yakın Irak Türkü (Türkmeni) Irak'tan göç etmek zorunda bırakıldı ve 100 bin civarında Türk de Türkiye'nin gözü önünde hayatını kaybetti. Bugün 22 milyon civarındaki Irak nüfusu içinde, 14 milyon civarında Arap ve 4,5 milyon civarında Kürt sayısından sonra 3,2 milyonluk varlığı ile Irak Türk'leri üçüncü büyük nüfus grubunu oluşturmaktadır. Buna karşılık Türkmenler, asli unsur olarak kabul edilmedikleri gibi, her gün hakları ve hukukları çiğnenmekte, zulüm ve baskılar altında ezilmektedir. Bu durum, Türkiye'nin içine kapatılması sürecinin nasıl işletildiğinin en önemli kanıtlarından birisidir. Türkiye'nin bölgesel ve sonrasında küresel bir güç olmaması adına ülkemize uygulanan psikolojik harekâtlardan tipik bir örnektir. Türkiye önce bölgesel sonra birleşik küresel bir güç olmayı yakalar mı? Bence
yakalar. Nasıl? Bölge içerisindeki ittifaklarla yakalayabilir. Mesela Şanghay Beşlisi veya Müslüman ülkelerle yapılacak bir ittifakla. Emperyalist ülkelerin Ortadoğu'da Türkiye'ye biçtikleri figüran devlet stratejilerini bozacak askeri, siyasi ve ekonomik alanda yapacağı ataklarla, milli projelerle bölgesinde "ben de varım" iradesi ile. Türkiye kırmızı çizgilerini, iç ve dış tehditlerini başka ülkelerin tesiri ve baskısı ile değil de kendi milli menfaatleri açısından belirleyebi-lirse Ortadoğu'da bölgesel bir güç olmasını hiç kimse engelle-yemez. PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER Günümüzde dünyada ve Ortadoğu'da ABD, AB ve Şanghay İşbirliği Örgütü (Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan ile gözlemci üye statüsünde İran, Hindistan, Pakistan, Moğolistan) devletlerinin ekonomi, askeri, siyasi alanlardaki mücadeleleri, küreselleşmenin getirdiği yeni tehditler ve bu tehditlere karşı devletlerce uygulamaya konulan yeni istihbarat doktrinleri Türkiye'yi de bu konuda yeni stratejik tedbirler ve önlemler almak zorunda bıraktı. ABD'nin ve koalisyon güçlerinin Ortadoğu politikalarının bir sonucu olarak mücadele alanı Ortadoğu'dan sonra Hazar'a doğru kayıyor. Bölgesel bir güç olma yolunda son yıllarda kararlı adımlar atan Türkiye bu durumda ne yapacak? ABD ve Koalisyon ülkelerinin yanında mı yer alacak, yoksa tercihini Asya Bloğu ülkeleri yönünde mi kullanacak? Veya tarafsız bir konumda kalmayı yeğleyerek denge politikası mı güdecek? Gerçek olan durum şu ki; Türkiye, Ortadoğu'da kendisine rol vermek istemeyen, söz sahibi olmasını arzu etmeyen küresel ve bölgesel güçlere karşı tavrını ve iradesini ortaya koymalıdır. İstikrarsızlık ve çatışma ortamının her gün giderek daha şiddetlendiği Ortadoğu'ya geçmişte olduğu gibi sırtını dönme lüksüne sahip olmayan Türkiye, bölgesindeki barış ve istikrarın kendi güvenliği ve menfaatleri ile direkt orantılı olduğunun artık farkında olması gerekmektedir. Büyük devlet bulunduğu coğrafyaya ve dünyaya yön verebilecek stratejik projeleri ortaya koyabilen ve geleceği kendi ülkesi ve milletinin çıkarlarına göre yönlendirebilen ülke demektir. Türkiye kendi coğrafyasında ve dünya arenasında oyun kuran ülkeler arasında hak ettiği yeri muhakkak almalıdır. Bu yüzden de kendi bölgesinde ve coğrafyasında oyun kurmaya çalışan devletlerin stratejik ve taktik hamlelerini boşa çıkaracak tedbirleri acilen almak zorundadır. Öncelikle yabancı ülkelerin psikolojik harp İHANET ÇEMBERİ uygulama ve metotlarını boşa çıkarıcı savunma, istihbarat, güvenlik, askeri, kültürel ve ekonomik alanlarda birbirleri ile irtibatlı yeni doktrinleri acilen ortaya koymalıdır. Dikkat ederseniz 2,5-3 sene öncesine kadar "kardeşim bizim" Ortadoğu'da ne işimiz var?" diyen bir psikolojik harekât zümresi de mevcuttu ülkemizde. Türkiye'nin bölgesel bir güç olması, en azından Ortadoğu'da inisiyatif kullanması ile direkt bağlantılı. Eğer biz Ortadoğu üzerinde hak iddia edemezsek, oyun kuran devletler içerisinde olamazsak, sınırlarımızın küçültülmesi söz konusudur! Bugün Türkiye'de PKK terörü ile mücadelede yaşanan gelişmeler, Türkiye'yi idare eden karar verici mekanizmaların bu gerçeği gördüklerini ortaya koymaktadır. Emperyalist ülkelerce Türkiye'ye Ortadoğu'da biçilen "Figüran Devlet" rolünü kabul etmeyen Türkiye, Ortadoğu'da ve dünyada söz sahibi olacak doktrinsel açılımlarını ortaya koymaya başlamıştır. TSK'yle hükümetin, ender olarak. İlk defa bir araya gelerek, ABD başkanı Bush'la görüşmeye beraber gitmeleri, stratejilerini beraber belirlemeleri gibi... Kanaatime göre bu, ülkemiz üzerinde oynanmak istenen büyük oyunu bozmak için bir adımdı. Bugüne kadar, İsrail'in büyük güç haline gelmesi dışında, Ortadoğu'da Türkiye'nin veya İran'ın büyük güç olmasına izin verilmedi. Dikkat ederseniz, nükleer teknoloji ve nükleer silahlara sahip İsrail'e emperyalist ülkelerce her hangi bir yaptırım uygulanmıyor, Tel Aviv tenkit bile edilmiyor. Ortadoğu'da İsrail istediği gibi nükleer güce sahip olabiliyor. Fakat Türkiye'nin bölgesel güç olması istenmiyor. Türkiye iç sorunlarıyla uğraşan, içine kapanık bir ülke haline getirilmeye çalışılıyor. Bununla ilgili Türkiye'ye yıllardan beri psikolojik harekât uygulanıyor. 32 tane ülkenin bu ülkede psikolojik harekâtları var. Bunlar nasıl uygulanıyor? Bunlar çok sinsi planlar, PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER
sayısız parametreleri ve enstrümanları var; kimi zaman çeşitli teknoloji ile evimizin her noktasına kadar ulaşabilen beyin yıkama ve yönlendirme amaçlı bir takım psikolojik harp metot ve usulleri, kimi zaman iç dinamiklerinizin ve iç siyasetinizin dizayn edilmesi. Kimi zaman karar verici mekanizmalar ve Anayasal kurumlar arasında yaratılan gerilim noktaları, kimi zaman da kullanılmaya çalışılan Türk Milleti'nin karakteristik özellikleri... Biz Türkler, insani ilişkilere önem veren bir milletiz, ancak karar verici mekanizmalarda bile bazen insani ilişkilerin profesyonelliğin önüne geçtiğine şahit oluruz. Bu zaafımız bizim ülkemizle hesapları olan emperyalist ülkelerin gizli servisleri tarafından kendi ülke çıkarları açısından çok iyi kullanılır ve istismar edilir. Bazı ülkelerde, mesela ABD'de insani ilişkiler çok zayıftır. Türk insanı ilişkilere önem verdiği için, bir Amerikan başkanının Türkiye'ye geldiğinde ağlayan küçük bir çocuğu kucağına alıp susturma çabası hepimizi mutlu eder. ABD Başkanının bu davranışı aslında Ortadoğu'da, Afganistan'da, Irak'ta emperyalizmin vahşice katlettiği yüz binlerce masum insanın unutturulmasma yönelik, imaj tazelemeye yönelik basit bir psikolojik harekâttır. 1999 yılında Öcalan teslim edildiğinde, bu operasyona katılan Türkiye Cumhuriyeti'nin kurumlarını göklere çıkardık. Bu operasyon yapıldığında iktidarda olan siyasi partiyi kısa bir süre sonra yapılan genel seçimlerde yüzde 18 gibi bir oy vererek tekrar güçlü bir halde iktidara taşıdık. Bu rüzgârın getirdiği etkiyle kimi medya ve terör uzmanları PKK'nın sonunun geldiğini kamuoyu ile paylaştılar. Onlara göre PKK bitmişti. Ama 1999'dan 2007'ye geldiğimiz bu günlerde PKK'nın bitmediği, üstelik bu ülke üzerinde emperyalist emelleri olan devletlerce lojistik destek ve özel eğitim veriler İHANET ÇEMBERİ örgüt elemanlarının güvenlik güçlerimizi şehit eden profesyonel eylemleri ile karşılaştık. Görüldüğü gibi, PKK'nın kimler tarafından kurulduğu ve yine bu konjonktürde kimler tarafından ne için kullanıldığını bilmeden, PKK'yı yaratan kaynağı deşifre etmeden, bu kaynak üzerinde operasyon yapmadan, terör örgütünü bitirmemizin söz konusu olmadığı bir gerçektir. Dikkat edilirse PKK terör örgütü elebaşısı Öcalan Türkiye'ye teslim edilirken, ABD'nin ağır baskısının PKK'yı destekleyen Avrupa ülkeleri üzerinde aşırı bir biçimde yoğunlaştığı görülüyor. ABD, Öcalan'ı enterne edip Türkiye'ye teslim etme konusunda büyük bir kararlılık sergiliyor. Görünüşte ABD'nin Türkiye ile stratejik ortak olması nedeniyle bu yardımı şüphe ile karşılamamak mı gerekiyor? Yoksa işin içinde bir iş mi var? Şunu açıkça tartışmamızın vakti gelmiştir: PKK'yı kuran ve kullanan güçler, Öcalan'ı tasfiye ederek PKK'nın siyasallaşmasına zemin hazırlamayı düşünmüşler ve bunun içi de Barzani-Talabani kartını ortaya sürmüşlerdir. PKK'nın-kuruluş amacı; Türkiye, Suriye, Irak ve İran coğrafyalarından ko-panlacak, Kürt nüfusun yaşadığı bölgelerden oluşan sözde bir . Kürdistan devleti kurmak olduğuna göre, Kuzey Irak'ta fiilen kurulmuş bulunan sözde Kürt devletinin hukuken tanınmasının yolu bu suretle açılmak istenmiştir Türkiye'de karar verici mekanizmalar kısa süreli taktiksel başarılar yerine, uzun vadede ülke ve millet yararına stratejik başarılara imza atmalıdırlar. Böylece emperyalist ülkelerin iç dinamiklerimizi ve siyasetimizi dizayn etme yönündeki psikolojik harekâtlarını önlemiş olurlar. Türkiye'de karar verici mekanizmalar Öcalan'ın tesliminin arka perdesini algılayamamış, bu teslimi PKK'nın bitişi gibi değerlendirmişlerdir. Halen bu iddialar öne sürülüyor. Bazı uzmanlar "Abdullah Öcalan'ın tesliminde Türkiye PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER birtakım açılımlar yapabilseydi örgüt tasfiye edilebilirdi. Çün kü örgüt liderini kaybetmişti, dağılma içerisindeydi. ABD ili anlaşarak örgütün lider kadrosu enterne edilebilseydi örgü tamamen ortadan kalkardı" şeklinde görüş belirtiyorlar. Şunu kabul etmemiz lazım: Türkiye, Öcalan'ın teslimi sü recinde ciddi bir istihbarat zafiyeti yaşamıştır. ABD Öcalan bize teslim ederken, zannedildi ki ABD teröre karşı, İsrail u röre karşı; böylece PKK'nın tasfiye süreci başladı. Bu büyü bir hatadır. ABD'nin sözde Kürdistan'ı kurma projesi 1940'lı yılla kadar uzanmaktadır. ABD'de 1943 yılında basılan Coğrs Atlas'ta Türkiye'nin güneydoğusu sözde Kürdistan olarak gc teriliyor, yine Türkiye'nin bazı illeri Ermenistan sınırları içi de
yer alıyordu. Yine bu haritada, Türkiye ile Yunanistan aı sında 1987 yılından itibaren gündeme gelen Ege Denizi ve mil krizinin açıkça belirtilmiş olması tuhaftır. Bilindiği g Ege Denizi Lozan Anlaşması'ndan sonra iki ülke arasında ı run haline gelmişti. Lozan Anlaşması'na göre iki ülke aras da kabul edilen karasuların genişliği 3 mil'di. 1936 tarihir Yunanistan tek taraflı olarak karasularının genişliğini 6 m çıkardı. Türkiye, Yunanistan'dan 28 yıl sonra karasular» genişliğini 6 mile çıkardı. Yunanistan, Birleşmiş Milletle Deniz Hukuku Sözleşmesi'nin 3. maddesini öne sürerek k; sularının genişliğini 12 mile çıkarmak istiyor, Türkiye ise ! leşmiş Milletler Sözleşmesi'nin bu hükmünü en üst sınır -rak öngördüğü tezi ile 12 mile karşı çıkıyor. BM Deniz Hı ku Sözleşmesi'nin 3. maddesi "Her devlet kendi karasular genişliğini belirleme hakkına sahiptir. Ancak bu genişlil mili geçemez" şeklindedir. Türkiye ile Yunanistan aras 1987 yılında başlayan Ege Denizi'ndeki 12 mil krizinin, / tarafından 1943 yılında basılıp tüm okullarda okutulan co İHANET ÇEMBERİ haritada yer almış olması, ABD'nin hedef aldığı ülke ve coğrafyaları nasıl dizayn ettiğinin ve karıştırdığının da bir kanıtı gibidir. ABD, Öcalan'ı Türkiye'ye teslim etme projesi öncesinde -PKK'yı siyasallaştırma adına- Barzani ve Talabani'yi, sözde Kürdistan devletinin ilk üst düzey yöneticileri olarak ortaya çıkarma çalışmalarına başlamıştı. Barzani Aşireti ile ABD ve İsrail arasındaki ilişkiler Baba Molla Mustafa Barzani dönemine, 1958'li yıllara kadar uzanıyor. Irak'ta 1958 yılında Kasım önderliğindeki Devrimci Subay Hareketi'nin antiemperyalist bir devrim yapması ile birlikte, ABD Irak'taki Kürtleri ayaklandırma gibi bir strateji ve politika izlemeye başladı. Bu dönem, ABD'nin Ortadoğu'da Kürt kartını oynamaya başladığı dönem olarak da kabul edilebilir. Bu dönemde Kürtler açısından isyan veya ayaklanma çıkaracak önemli bir durum gözükmemesine rağmen birçok ayaklanma yaşandı. Kasım, Kral karşıtı olduğu için Kürtlere özerklik vermeyi bile teklif etmişti. Kürtleri asimile etmeyi düşünen Kral'dı. Enteresan bir şekilde Kürtlerin ayaklanması emperyalist güçlerle samimi ilişki içinde olan Kral'a karşı değil onu devirip Kürtlere özerklik teklif eden Kasım'a karşı olmuştur. 1970'li yılların konjonktüründe ise, Irak BAAS Partisi, Kürt meselesini etnik bir sorun olarak görmüş, Iraklı Kürtlerin arkasındaki emperyalist desteği ortadan kaldırmanın, onlara daha fazla hak ve özgürlük vererek mümkün olacağını düşünmüştür. 1970 yılında bizzat Saddam Hüseyin liderliğindeki BAAS heyeti Barzani ve Talabani'nin liderlik ettiği Kürt aşiretleri ile görüşerek Kürtlere özerklik verilmesi konusunda çeşitli anlaşmalar yapmıştır. Bu anlaşmalar doğrultusunda, PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER Kürtçe resmi dil olacak, Irak adeta bir Arap-Kürt federasyonuna dönüşecekti. Saddam Hüseyin bu sayede Irak Kürtlerini kontrol altında tutabileceğini zannetmişti. Ancak kısa sürede yanıldığını anladı. Çünkü Irak'ta İran sınırında yaşayan Kürtler ile Iran Şahı arasında çeşitli ittifaklar kuruldu. O dönem İran tamamen ABD'nin bölgedeki jandarması gibi çalışmaktaydı ve İsrail ile ittifak halindeydi, iran'ın kendisi de Kürt ayrılıkçı faaliyetlerle karşı karşıya olmasına rağmen, Irak'tak Kürtleri desteklemekten çekinmedi. İran, Barzani önderliğin deki aşiretlere İsrail ve ABD'nin yaptığı silah yardımının ta şeronluğunu üstlendi. Silahların İran-Irak sınırından taşın masına göz yumdu. Ayrıca Tahran, ayaklanan Irak Kürtleri nin ayaklanmaları bastırıldığında ayrılıkçı Kürtlerin kendi ü! kesine geçmesine de göz yumuyordu. 1973 yılında dünya çapında yaşanan petrol krizi ve Ara{ İsrail Savaşı, ABD'nin Ortadoğu üzerindeki etkisinin azalmı sına sebep oldu. 1975 yılında İran ve Irak devletleri arasınc yapılan anlaşma ile Kürt aşiretlerinin desteklenmemesi kar rı alınmıştı. Bu anlaşma ABD'nin Ortadoğu politikalarına a kırıydı ve hiç hoşuna gitmemişti. Fakat bu durum, yani İn ve Irak'ın " Kürt aşiretlerinin desteklenmemesi" konusun anlaşmış olması, Barzani'yi tamamen ABD'nin kucağına it Ortadoğu'da barış ve huzur istemeyen emperyalist devi lerin kışkırtmaları sonucu İran ve Irak 1980 yılından 1988 lına kadar sürecek bir savaş içine girdiler. 8 yıl süren bu sav ta İran-lrak sınırında yaşayan Barzani liderliğindeki KDF bağlı
Kürtler İran'a destek olmuş, İran içinde yaşayan İra Kürtler de ayaklanarak Irak'ı desteklemişlerdir. Iran- Irak Savaşı'nm bitmesi sonucunda Saddam Hi yin'in Arap Birliği'ni savunan tutumu ve sosyalist uygulama1 İHANET ÇEMBERİ petrol zenginliğinin verdiği güçle de birleşince ABD ve İsrail'in bölgedeki çıkarlarını ve ABD tarafından Ortadoğu'da gizlice yürütülen Büyük Ortadoğu Projesi'ni tehdit eder bir hal almıştı. ABD, Irak'ın Kuveyt'i ilhakını bahane ederek 1991 yılında başlattığı ilk Körfez Harekâtı'nda esas müttefik olarak peş-mergeleri belirledi. Körfez Savaşı'nda Saddam'ın Kuveyt'ten çıkartılmasından sonra Başkan Bush'un ayaklanma çağrısına uyan peşmergeler Kuzey İrak'ta ABD'nin oluşturduğu güvenli bölgede ( 36. Paralelin kuzeyi ) bir araya geldiler. Kuzey Irak'ta, ABD'nin oluşturulduğu güvenli bölge Kürtler için adeta fiili bir Kürdistan haline dönüştü. KDP ve KYP uzun yıllar sonra ilk kez bir araya geldiler ve ortak bir meclis kurdular. Yapılan seçimlerde KDP ve KYB eşit oy aldılar ve aynı sayıda milletvekili sahibi oldular. Bu süreci, 1940'lı yıllardan bu yana başlattığı sözde Kürt Devleti projesinin hayata geçirilmesi için, ABD'nin fiilen adım attığı bir dönem olarak kabul edebiliriz. ABD ve israil, Ortadoğu'da ayrılıkçı Kürtlerin ayaklanmalarına verdikleri destekle kendi proje ve stratejilerini hayata geçirmiş oluyorlardı. YENİ STRATEJİ: WASHİNGTON ANLAŞMASİ Washington Anlaşması Irak, İran ve Suriye coğrafyasında yaşayan ayrılıkçı Kürtler emperyalist ülkeler tarafından kullanılırken, Türkiye'de de 1970'li yılların ortalarında "Derin Devletler Konsorsiyumu" ile kurulmuş ayrılıkçı kanlı terör örgütü PKK, ilk olarak "Apocular" ismi ile sahneye çıkarılıyordu. Yaklaşık 26 yıldan bu yana onbinlerce cana mal olan bu kanlı örgüt 1978 yılındaki birinci konferansında riihai hedefini açıklıyordu: Türkiye, İran, Irak ve Suriye coğrafyalarında yaşayan Kürtlerin oluşturduğu sözde bir federe Kürt Devleti! Emperyalist ülkelerce PKK'nın siyasallaşma sürecinin başlatılması projesi doğrultusunda, teröristbaşı Öcalan Türkiye'ye teslim edilmeden önce Barzani ve Talabani ile bir dizi görüşmeler ve anlaşmalar yapılmıştır. Öcalan Türkiye'de güneydoğu başta olmak üzere ülke sathında bilhassa güvenlik güçlerimiz ve Kürt vatandaşlarımız üzerinde şiddet ve korku yaratmak amacıyla yaklaşık 20 yıl kanlı eylemler gerçekleştirmiştir. Ancak kendisini ve PKK'yı ortaya çıkaran güçler Öcalan'ın misyonunun tamamladığını, artık yerini uluslararası platformlarda söz sahibi olabilecek, sözde EL İHANET ÇEMBERİ Barzani ve ABD Dışişleri Bakanı Albright, Washington Anlaşması'nı imzalamışlardı. Kürdistan'ın kurul-ması projesine siyasi konumları nedeniyle daha yararlı olabile-cek, Ortadoğu'da geçmişleri ile emper-yalist güçlere hizmet eden; Türkiye, İran, Suriye ve Irak Kürt-lerini hir araya toplayarak federe hir devlet kurabileceklerine inandıkları Barzani ve Talabani kartını devreye sokmaya karar vermişlerdir. Bu bağlamda ABD gözetiminde yapılan 17 Eylül 1998 tarihli Washington Anlaşması, Kuzey Irak'taki Kürt liderleri bir araya getirmiş, Mesud Barzani, Celal Talabani ve ABD yönetimi adına dönemin Dışişleri Bakanı Madeleine Albright tarafından imzalanmıştı. Washington Anlaş-ması'nın doğal bir sonucu olarak Öcalan, 1999 yılında paketlenip Türkiye'ye teslim edilmişti. 17 Eylül 1998 Washington Anlaşması Türkiye'nin ayrılıkçı terör ile mücadelesinde elini kolunu, bağlayan birçok önemli maddeden oluşuyordu. Barzani ve Talabani bu anlaşma hükümleri doğrultusunda arkalarına ABD desteğini alarak birdenbire büyük cesaret sahibi olmuşlardı. Barzani 1998 yılı öncesi Türkiye'nin lehinde ve Kuzey Irak'ta Türkiye'nin otoritesini tescil eden açıklamaları ile dikkat çekiyordu. "Bölgemizde Türkiye'nin ağırlığı korunacak, rolü azaltılmayacaktır, KDP'nin esas yardım göreceği devlet Türkiye olacaktır. Amerika, Türkiye'nin yerini alamaz" gibi açıklamalar terk edilmiş, Washington Anlaşması sonrasında, ABD'nin kanatlan altına PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER
giren Barzani, Türkiye hakkında meydan okumaya ve tehdit içeren açıklamalar yapmaya başlamıştı. Amerikalılar Barzani ve Talabani'yi Türkiye'nin kontrolünden çıkarmak amacıyla anlaşmaya şöyle bir madde koymuşlardı: "Taraflar, (Barzani ve Talabani) birbirlerine karşı dış müdahale desteği aramaktan imtina edeceklerdir". Bu maddenin anlamı, "Barzani ve Talabani artık Türkiye'den yardım istemeyecekler" demektir. Böylece Kuzey İrak Kürtlerinin hamisi değişmiş, Türkiye'nin yerini ABD almıştı. Türkiye'nin ABD'nin Irak'ı işgal etmesinden sonra uzun süre Kuzey Irak'a girememesinin ardında da Washington Anlaşması'nda yer alan şu madde etkili oldu: "Her iki taraf (Barzani-Talabani), teröristler veya diğerleri tarafından yapılacak sınır ihlallerini önlemeyi taahhüt etmiştir". ABD, İngiltere ve İsrail tarafından desteklenen bu anlaşmada " diğerleri" ifadesiyle Türkiye, İran ve Suriye kastediliyordu. Bu madde ile Türk Silahlı Kuvyetleri'nin Kandil'deki terörist yuvalarına yapacağı sınır ötesi harekâtlar, PKK'lı teröristlerin sınır ihlalleri ile eşdeğer tutulmuş oluyordu. Washington anlaşmasının diğer bir maddesi ise Kürt Par-lamentosu'nun kurulması idi. 2002 yılında Kuzey Irak'ta ilk toplantısını yapan Kürt Parlamentosu'nun ilk icraatı da Washington Anlaşması'nı oy birliği ile kabul etmek oldu. Anlaşmanın en önemli maddelerinden biri de Kürtler 'in bölgede federatif bir yapıyı oluşturup bağımsız bir devlet kurmaları yönündeki madde idi. Bu madde gereği Kuzey Irak'taki Kürt aşiretleri bağımsız bir devlet kurma yolunda ordularını ve polis teşkilatlarını kurdular. Diğer bir madde ise seçimler ile ilgili idi. Seçmen kütüklerinin oluşturulması için bölgede sayım yapılması, seçimlere ulusal gözlemci tayin edilmesi, bölgeden göç etmek zorunda İHANET ÇEMBERİ kalanların geriye döndürülmesi anlaşmada yer almıştı. Bilindiği gibi yakın bir zaman içinde bütün bu işlemler gerçekleştirilerek seçimler yapıldı. Washington Anlaşması ile ABD ve Irak'lı Kürtler, Türkiye'yi ve Türkmenleri Kuzey Irak'ta devre dışı bırakma ve fiili bir devlet kurma projelerini hayata geçirmek istemişlerdir. Washington Anlaşması'na Kürt liderler Barzani ve Talabani ile ABD, 5 Kasım 2007 tarihine kadar harfiyen uymuşlardır. 5 Kasım 2007'de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile birlikte üst düzey Genelkurmay yetkililerinin ABD Başkanı Bush ile yaptığı görüşmeler neticesinde; ABD Başkanı Bush'un PKK'nın ABD'nin de düşmanı olduğunu açıklaması ve anlık istihbarat paylaşımında mutabakata varılması ve ABD'nin bu mutabakata bağlı kalarak Türkiye'ye PKK konusunda güvenilir istihbarat vermede kararlılık göstermesi üzerine 1998 Washington Anlaşması'nm ABD tarafından tek taraflı olarak bozulduğu anlaşılmaktadır. Irak'ta ABD ile birlikte bir Kürt devletini oluşturmak isteyen tek devlet İsrail'dir. Yahudilerin Kürtleri ayaklandırma siyaseti, 1930'lu yıllarda Siyonistlerin kurdukları bağlantılarla şekillenmiş, 1960'lardan sonra Kürtleri kışkırtan diğer dış güçler içinde bu işi en istikrarlı götüren ülke İsrail olmuştur. Körfez Savaşı'nın ardından gelişen olaylarla birlikte; Kürtlerin Türkiye sınırına yığılısı, ardından Çekiç Güç'ün konuş-landırılışı, 36. paralelin kuzeyinin Irak birliklerine yasaklanışı, Kuzey Irak'ta sözde Kürt Devleti'nin kurulmasını adım adım takip ettik. Artık Irak ABD'nin işgali sonrasında Sünniler, Şiiler ve Kürtler olmak üzere etnik ve dini yapılara ayrışmış durumdadır. ABD'nin oluşturduğu bu yeni konjonktürde Türkmenlerin adı bile geçmemektedir. Türkmenlerin yaşadıPKK'YI YÖNETEN TÜRKLER ğı Telafer ve Kerkük acı bir katliama sahne olmaktadır. Bölgenin demografik yapısı Kürtler lehine değiştirilmektedir. Bu anlamda İsrail ve Siyonist düşünce, stratejik hedeflerinin bir kısmına ulaşmış durumdadır. Büyük İsrail Projesi ise, Nil'den Fırat'a kadar uzanan coğrafyada, Türkiye'nin güneydoğusunu da içenrıektedir. Ortadoğu'da israil'in Kürtlere ilgisi her geçen gün artmıştır. İsrail bu şekilde Irak'ı Kürt isyanlarıyla meşgul ederek, Irak'ın İsrail aleyhtarı Arap cephesinde bulunmasını engelliyordu. 1964 yılında İsrail Savunma Bakanı Şimon Perez. Kürtlerin Avrupa Temsilcisi sıfatını taşıyan Bedirhan ile bir araya gelerek açıkça işbirliği önerdi. 15 Nisan 1965 yılında İsrail Kürtlere yapılan desteği arttırma kararı aldı. Molla Mustafa Barzani bu karar üzerine Şimon Perez'e
teşekkür mektubu yazdı. Bu gelişmelerin ardından MOSSAD üyesi Kamhi, Barzani ile görüşmek için Barzani'nin kampının bulunduğu Hac Umran'a geldi. Kamhi, Kürt peşmergeleri gerilla savaşı ve imha operasyonları için eğitmeye hazır olduklarını bildirdi. Böylece bölgeye peşmerge kıyafetleri ile giren İsrailli uzmanlar peşmergeleri ağır silahlar ve uçaksavar füzelerinin kullanımı konusunda eğitmeye başladılar. . İsrail ile Kürtler arasındaki ilişkiler 1966 yılında Kürt İstihbarat Örgütünün (Parastina Kürdistan) kurulması ile ilerledi. MOSSAD, Kürt istihbaratçılarını yetiştirmeye başladı. İşin başına Mesut Barzani getirildi. Molla Mustafa Barzani, Irak ordusuna vurduğu her darbe karşılığında 100 bin ABD doları, silah ve mühimmat desteği ile MOSSAD tarafından ödüllendirildi. İsrail'in Kürtleri desteklemesi başlangıçta Irak ile sınırlı kalmıştı. Çünkü Türkiye ile ilişkilerini germek istemeyen israil, İHANET ÇEMBERİ Humeyni iktidarına kadar Batı Blok'undan kopmayan İran ile istihbarat alanlarını neredeyse birleştirmişti. Dolayısıyla israil'in iran'daki Kürtleri desteklemesi söz konusu bile olamazdı. Tersine İran gizli servisi SAVAK İsrail gizli servisi MOSSAD ile birlikte Barzani önderliğindeki Kürtlere silah ve para yardımında bulunmaya Şah devrilene kadar devam etti. İsrail, Kuzey İrak'ta Barzani ailesinin denetiminde bir Kürt devletinin kurulmasını istemektedir. 1930 yıllardan beri Kürtçü hareketin liderliğini yapan Barzani aşiretiyle İsrail arasında köklü ilişkiler bulunmaktadır. Öyle ki bu ilişkiler babadan oğla devam etmektedir. Irak'ın kuzeyinde yaşayan Yahudi Kürtler ile Barzaniler arasında bir bağ vardır. Dr. Sinan Marufoğ-lu'nun, Osmanlı Döneminde Kuzey Irak, 1831-1914 adlı çalışmasında "Barzan" bölgesi Yahudi din adamlarının yetiştiği bir yer olarak anlatılmaktadır. Ünlü hahamlardan Salim Barzani bu liderlerden biridir. MÖ. 7. yüzyılın sonlarında Filistin'deki yahudileri yenen Babil Kralı, Yahudileri Irak'a sürmüştür. Bu dönemde bölge arasında Yahudililik kısmen yayılmıştır. Şimdilerde ise İsrail "Kürt Yahudileri" kavramını bir silah olarak kullanmaktadır. İsrail bölgede Kürtlere "Yahudisiniz" propagandası yapmaktadır. İsrail'in iddialarına göre Musul, Kerkük, İran'ın kuzeydoğu sınırları, Diyarbakır, Bitlis, Van ve Erzurum'da Kürt Yahudileri yaşamaktadır. Bu iddialarla bağlantılı olarak İsrailli bilim adamları genetik araştırmalar da yapmaktadırlar. Yine uzmanların ifadesiyle, "İsrail, Kürt Yahudileri üzerinden Kuzey Irak'ta kendisine bir alan yaratmaya çalışmaktadır". "Bu anlamda Kürtlerle ilk teması kuran lider, Siyonizm'in kurucusu Thedor Herzl olmuştur. İsrail kurulmadan önce, 1934 ve 1942 yıllarında iki Yahudi heyeti Kuzey Irak'ı ziyaret PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER etmiştir. Bu ilk temasları İsrail kurulunca MOSSAD'm ilk başkanı olacak olan Reuven Zoslanki yapmıştır. O dönem Irak'ta üç yıl kalmış, Yahudi- Kürt ilişkilerinin temellerini atmıştır. İsrail'in bölgedeki en büyük dayanağı olan Barzani aşireti Kürt ayaklanmalarının başını çeken aşirettir. Aşiret ismini Erbil yakınlarındaki Barzan köyünden almaktadır. Said Barzani, Osmanlı Devletine karşı en çok ayaklanan aşiret reisidir. Oğlu Muhammed Barzani'nin ölümünden sonra aşiret reisliği Molla Mustafa Barzani'ye geçmiştir. Molla Mustafa Barzani diğer Kürt aşiretleri ile arasını düzelterek, Kürt Özerk Bölgesi talebiyle Irak'a karşı ayaklanmalara başlamıştır. Sovyetler Birliği'nin İran'da kurduğu Mehabad Cumhuriyeti'nin İran tarafından ezilmesinden sonra Kürtçü hareketin liderliğini üstlenen Molla Mustafa Barzani, Moskova'ya iltica etmiştir. Burada 10 yıl eğitim görmüş, ardından Irak'a geçerek IKDP'nin başına geçmiştir. Ancak döndükten sonra Moskova'yı şaşırtan bir biçimde parti içindeki komünistleri öldürtmüştür. Bunun üzerine Talabani güçleri partiden ayrılarak KYB'yi kurmuşlardır. Kürtçü hareketin liderliğini Molla Mustafa Barzani'nin oğlu Mesud Barzani üstlendi. Mesud Barzani de babası gibi İsrail ile ilişkilerini arttırarak devam ettirdi. 1980'li yıllarda Mesud Barzani'nin liderliğindeki Kürt isyanları bölgede etkisini göstermeye başlamıştı. İsrail Başbakanı Menahem Begin ise 28 Eylül 1980'de İsrail'in Kürtlere para, silah ve eğitim imkânları sağladığını açıktan dile getirmeye başlıyordu. Zaten 1975'ten 1990'lı yıllara kadar uzanan süreçte İsrail'in Kürtlerle olan teması hiç eksilmemişti. Nitekim Uğur Mumcu
öldürülmeden 17 gün önce yazdığı bir makalede bu fiili durumu şöyle açıklayacaktı: 70'li yıllardaki ilişkiler bugün sürüyor mu? Kitaba göre (İsrail'in Gizli Savaşları) sürüyor. Körfez Savaşı ısa HANET ÇE M B E Ri sırasında Irak'ın attığı Scud füzelerinin Tel Aviv'e düşmesi üzerine bu ilişkiler yeniden başladı. Baba Mustafa Barzani ile kurulan ilişkiler şimdi de Mesut Barzani ile sürüyor. MOSSAD, Mesud Barzani'ye Avrupa kahvelerinde çekler vererek bu desteği sürdürüyor. Kitap'ta Mesud Barzani'nin İsrail'e gizlice giderek yardım istediği de yazılıyor. Bu ilişkiler sürüyor ve anlaşılıyor ki daha sürecek... Gizli yollarla sürecek, açık yollarla sürecek... İlgi belli... İlişki de belli..." Türkiye'deki bazı siyasi ve askeri yetkililer PKK'nın kuruluşunun arka planını tam bilemediklerinden yıllarca Barzani ve Talabani'yi diğer Kürt gruplar arasından seçip desteklemiştir. Barzani ve Talabani, Apo'dan daha güvenilir bulunarak yıllarca PKK'ya karşı bu güvenilir sanılan unsurlarla işbirliği yapılmıştır. Barzani ve Talabani'ye Diplomatik pasaport verilmiş, her türlü lojistik destek ve silah yardımı yapılmıştır. Bu güçlerin PKK ile savaşacakları düşüncesiyle bu yardımlar yapılmıştır. Ancak Barzani ve Talabani'yi Türkiye'de PKK'ya karşı kullanmak isteyen birimler bu kişilerin kendilerinin ve aşiretlerinin geçmişini sağlıklı bir şekilde araştırmamışlardır. ABD ve İsrail müştereken PKK'nın siyasallaşma süreci ile birlikte Kuzey Irak'ta Barzani'ler üzerinden bir Kürt devleti kurmaya çalışmaktadırlar. Barzani Hareketi 1930 yıllardan itibaren İsrail ile işbirliği içinde gelişmiş, Barzani aşiretinin içindeki diğer Kürt Yahudileriyle bu ilişki güçlenmiştir. Örneğin 16 Nisan 1996'da Ankara'ya gelip üst düzey yetkililerle görüşme yapan Mesud Barzani'nin sağ kolu Evair Barzani İsrail pasaportlu bir Kürt Yahudisidir. Türkiye'nin PKK'ya karşı desteklediği Mesud Barzani, PKK'ya Kuzey Irak'ta kucak açan ilk güçtür. PKK'nın Kuzey Irak'a yerleşmesi 1982 yılında Mesud Barzani'nin izniyle olmuş, Kuzey İrak'ta PKK kampları bu dönemde oluşturulmuştur. PKK'nın yayın organları bu kamplarPKK'YI YÖNETEN TÜRKLER da basılmıştır. Yine PKK'nın faaliyetlerine karşı Türkiye'nin Irak'la anlaşarak Irak'ın 10 km içlerinde yaptığı operasyonlar, Barzani ve Talabani tarafından önlenmeye çalışılmıştır. Mart 1995'te yapılan Kuzey İrak harekâtları için Barzani; BM ve Çekiç Güç'e Türk askerinin bölgeden çıkarılması için çağrı yapmıştır. ABD, KDP ve KYB arasında başlayan Dublin Sü-reci'ndeki anlaşmayla PKK bölgedeki üçüncü güç olmuş, kendisini Kuzey Irak politikasının bir parçası olarak kabul etmiştir. Türkiye tarafından desteklenen Barzani PKK ile müca-dele ettiğini açıklamasına rağmen bunu yapmamış, Türkiye'yi aldatmıştır. 1996 yılında PKK'nın Kuzey Irak sorumlusu Cemil Bayık ile barış anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşmayla tarafların üçüncü bir tarafla anlaşıp birbirlerine karşı mücadele etmeyecekleri sözü verilmiştir. ABD, İsrail, İngiltere gibi emperyalist ülkelerin Musul-Kerkük petrolleri ve Ortadoğu'ya ilgileri şüphesiz ki 1800'lü yıllardan başlayıp günümüze kadar devam eden bir süreçtir. Bu süreçte bu bölgenin enerji kaynaklarının sömürülebilmesi, bu amaçla bölge ülkelerinin fiziki sınırlan ve iç dinamikleri ile oynanması, bölgede düşman ülkeler yaratılması da oyunun bir parçası olmuştur. Bugün Türkiye ciddi bir ayrılıkçı Kürt hareketiyle karşı karşıyadır. Ancak Türkiye, İsrail ile; sözde Kürt Devleti'nin kurulmasını isteyen bir devletle savunma, güvenlik ve istihbarat alanında stratejik işbirliği içindedir PKK'yı Türkiye'ye karşı bir koz olarak kullanmak isteyen ül kelerin başında İsrail gelmektedir. MOSSAD, Türkiye içindf yaptığı örtülü operasyonları ile Türkiye'yi içine kapatmak gi bi bir rolü üstlenmiş durumdadır. Ancak İsrail'in başta ABr olmak üzere, çeşitli AB ülkeleri içinde bulunan güçlü lobileı maalesef Türkiye'de de mevcuttur. Bu lobiler devletin önem li birimleri içine de sızmış vaziyettedirler. İHANET ÇEMBERİ Bugün gelinen noktada PKK terörü ile mücadelede siyasi iktidar ve asker birlikte hareket ederek, aynı çözüm projesinde anlaşarak bir araya gelmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ender görülebilecek bir şekilde kurumlar arası birlik ve beraberliğin Türkiye'nin önünü nasıl açtığını görmüş, Türkiye'nin bölgesel bir
güç olması formülünün milli birlik ve beraberlikte olduğu bir kez daha ortaya çıkmıştır. Emperyalist ülkelerin Ortadoğu politikaları, dünya politikaları, uyguladıkları stratejiler ve taktikler kesinlikle anlık değildir. Kısa vadeli taktiksel politika ve projelerin yanı sıra uzun vadeli stratejik politika ve senaryoların, kurguların hayata geçirilmeye çalışıldığı, bu amaçla örtülü operasyon ve harekâtların psikoloj ik harekâtlarla birlikte eşgüdüm içerisinde yürütüldüğü artık bilinen bir gerçektir. Yine hepimizin bildiği gibi bu senaryo ve kurguların uygulama alanlarından biri de Türkiye'dir. Ortadoğu'da emperyalist ülkelerin emellerinin çok eskilere dayandığını da unutmamalıyız. Türk Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu Gaziantep'te verdiği bir konferansta bu konuya değinerek şunları söylemiştir: Batı dünyası tarafından; Osmanlı İmparatorluğu'nu bölmek ve Ortadoğu'nun yeniden yapılanması adına 1914 yılında hazırlanan planlar ve çizilen haritalar, Irak'ın işgaliyle yeniden uygulamaya sokulmuş olup, 1914 yılında çizilmiş strateji aynen devam ediyor. Ortadoğu'da 1900'lü yıllardan başlayarak etnik ve dinsel farklılıklar kaşınarak düşman devletler yaratma, devletlerin içten çökertilmelerini sağlayacak kurgu ve senaryoları uygulama, bunun için de bu bölgede işbirlikçi ve ajanlar temin etme operasyonları maalesef başarılı olmuştur. Bu başarı Ortadoğu'nun kan gölüne dönmesine neden olmuş, milyonlarca maPKK'YI YÖNETEN TÜRKLER sum insan çatışmalarda ve bombalı eylemlerde hayatını kaybetmiştir ve halen de kaybetmeye devam etmektedir. Ortadoğu'da bulunan devletlerin fiziki sınırların küçültülmesi veya ortadan kaldırılması, yerlerine ise askeri, ekonomik ve siyasal anlamda zayıf ve küçük demokratik devletçikler kurulması tasarlanmaktadır. Bu devletçiklerin bölgesel veya küresel güç haline gelmiş devletlerin kontrolünde ve himayesinde olması da düşünülmektedir. Bu amaçla emperyalist ülkelerce Ortadoğu'da ve Büyük Ortadoğu Projesi'nih genişleme alanı içinde bulunan coğrafyadaki hedef devletler içinde birçok işbirlikçi, ajan ve sızılmış üst düzey devlet görevlisi ele geçirilmiş olup bu kişiler kendi ülkesi ve vatanına ihanet ederek, emperyalist devletlerin amaçları doğrultusunda faaliyetlerini sürdürmektedirler. Dikkat ederseniz hedef devletlerin kurumlarına sızmak veya o ülkede işbirlikçi muhbir ajan temin etmek, kendine özgi.' kuralları olan ancak tüm dünya devletlerinin gizli servisleri vt derin devletlerinin kullandığı bir yöntemdir. Bir kuraldır. Si: bir elamanı kullandığınız zaman, normal biri olabilir, bir dev let başkanı da olabilir, Saddam gibi, bir terör örgütü başı ola bilir Öcalan gibi, elde edilmiş kişilerin tamamı gizli servisle rin ulaşmak istediği nihai hedefe varana kadar piyon görev üstlenirler. Deşifre olan veya kendisine biçilen rolü sona ere kişiler bir şekilde kenara alınır veya yok edilirler. Yok edilm< yenlerin ise görevi başka bir mekanda ve yerde değişik bir k( numda sürer. Öcalan ve PKK'yı yaratan güçler Öcalan'ı b kenara çekmiş, Barzani ve Talabani'yi oyuna sürmüştür. Ba zani ve Talabani'nin de oyun içindeki görevleri bitince onl da sessizce ya bir kenara çekilecek veya usulü dairesince c tadan kaldırılabileceklerdir. Bu tür olaylar derin devletler İHANET ÇE M B E R i örtülü istihbarat dünyasındaki kurallarından sadece biridir. Eğer siz güçlü devletseniz, oyun kuran devletseniz, piyonların sizin coğrafyanızda faaliyet göstermelerine zaten izin vermez, bölgenizde oyun kurar ve piyon yerleştirir, mücadelenizi kendi coğrafyanızın dışında yaparsınız. Sözde Kürdistan devleti ABD'nin ve İsrail'in çok uzun yıllardan beri kurguladığı bir senaryodur. Amerika'nın Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde en güvendiği stratejik ortağı İsrail'dir. Aslında bütün Ortadoğu planları israil üzerinde dönmektedir. Niye? israil, ABD'nin hakikaten güvendiği bir ülkedir, israil'le Amerika'nın lobileri iç içe girmiştir. Bundan Amerika'yı yöneten kadrolar dâhil olmak üzere, Amerikan kamuoyunun büyük bir bölümü de rahatsızdır. Birkaç sene önce bir araştırma okumuştum, Amerikalıların yüzde elli ikisinin, israil'in Amerika'nın dış politikasında etkili olmasından rahatsız oldukları yazıyordu. ABD, Büyük Ortadoğu Projesi doğrultusunda hedef ülkelerde demokrasiyi, insan hak ve özgürlüklerini en üst düzeyde sağlama adına Afganistan'da, Irak'ta bu gün yüz
binlerce insanın ölmesine sebebiyet vermiştir. Proje budur! Hedef ülkelerde istikrarsızlık, kaos ortamları alabildiğine örtülü operasyonlarla artırılacak, içten çökertilen bu devletler kısa sürede ele geçirilecek. Sözde Kürdistan devletinin kurulması karşısında engel gibi görünen Ortadoğu devletlerinin her birine (Türkiye, İran, Suriye vs.) askeri, ekonomik ve siyasal alanda İsrail'den güçlü olmamaları adına gereken her türlü örtülü ve açık operasyonlar, yaptırımlar uygulanacaktır. Ortadoğu'da hedef ülkelerin üniter yapıları, toprak ve siyasal bütünlükleri parçalanmaya çalışılacaktır. Nihayetinde, bu bölgede sözde Kürdistan'ın kurulması gerçekleştiği takdirde, Ortadoğu'yu bugünkü ortamdan daha zor ve daha kanlı günler beklemektedir. 1993 yılından bu yana ABD, Türkiye'nin Ortadoğu'da kurulması düşünülen federe devlete ağabeylik yapmasını istemektedir. Buna karşılık Türkiye'nin Musul ve Kerkük'ü dahi ele geçirebileceği açıkça teklif edilmiştir. ABD'ye göre sözde Kürdistan'ın oluşumu İrak, Suriye ve İran'da yaşayan Kürt-ler'in federatif bir yapı etrafında birleştirilmesi ile olacaktır. Burada bize karşı iyi niyet belirtisi olarak Türkiye'de yaşayan Kürt vatandaşlarımızın ismi telaffuz edilmemekte ise de böyle bir oluşumun Türkiye'nin toprak bütünlüğü ve üniter yapısını da tehdit edeceği kuşkusuzdur. Bu ne anlama gelmektedir? İran'ın, Suriye'nin, Irak'ın toprak ve siyasal bütünlüklerinin bozulması demektir. Çünkü siz bu ülkelerdeki Kürt kökenli insanları alıp bir devlet kurarsanız Ortadoğu'yu da kan gölüne çevirecek bir senaryonun parçası olursunuz. Türkiye bugüne kadar bölgesinde barış ve huzurun timsali bir ülke görüntüsü içindedir. Yüce Atatürk'ün "Yurtta sulh Cihanda Sulh" ilkesi gereği dış politikalarını bu yönde geliştirmiş ve uygulamıştır. Bu nedenle Ortadoğu'yu toptan berhava edebilecek bu teklife Türkiye sıcak bakmamıştır. Şu çok önemli bir ayrıntıdır: PKK Marksist, Leninist bir örgüttür. Bize gittiğimiz konferanslarda soruyorlar "PKK ne demektir?" diyorlar. Kürdistan İşçi Partisi gibi kurulmuş Marksist, Leninist bir örgüttür. Bizim doğu ve güneydoğu bölgelerimizdeki Kürt vatandaşlarımızın çok büyük bir kısmı dinine bağlı insanlardır. Zaten kurulurken bu bölgelerde fazla müessir olmaması adına Marksist, Leninist olarak kurulmuştur. Abdullah Öcalan'ın da Marksist, Leninist bir kimliği yoktur zaten, Kürtçe de bilmemektedir. Uzun yıllar bu örgütün başında olmasından dolayı zar zor Kürtçe konuştuğunu söylemektedirler. Bu, Öcalan'ın bir piyon olduğunu gösterir. İHANET ÇEMBERİ Peki Abdullah Öcalan'm görev süresi bitmiş midir? Evet, fiili durumu bitmiştir. Öcalan'ı İmralı da bir takım güç odakları korumaktadır. Güç odakları dediğimiz yapı, Ergenekon ismi verilen gizli yapılanmadır. Öcalan, yakalandığı 1999 yılından bu tarafa örgütünü İmralı'dan yönetmektedir. Bu çalışmalar, normal güçler aşılarak, Ergenekon dediğimiz -ben "Derin Devlet" sözünü kullanmıyorumbir örgütlenmenin kontrolü altında yürütülmektedir. Bu gerçek göz önüne alındığında Ergenekon'un ne kadar millî olduğu da şüphelidir. Çünkü baktığınız zaman, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce yaşanan çeteleşme olaylarına da dikkat ederseniz, hedef alman kurum hükümettir; hükümetin dış politikalarıdır. Bu ulusalcı çevrelerin bir ayağı dışarıdaydı. Bu yapıları ve bunlann gizli çalışmalarını Ankara'da Qölge Oyunları isimli kitabımızda detaylarıyla anlatmıştık. 22 Temmuz Genel Seçimleri'nden önce ve hatta seçimden hemen sonra bile, hükümetteki partiye karşı yeni bir operasyon başlatıldı: Terörle baş edemeyen bir hükümet görüntüsü verilmek istendi. "Kardeşim bu hükümet terörle baş edemiyor" sendromu ortaya atılarak partinin oy oranı düşürülmek istendi: Bu, kesinlikle dış kaynaklı ve içeride taşeronların kullanıldığı bir operasyondur. Burada cevaplandırılması gereken soru Ergenekon'un ne kadar millî olduğunun ortaya konmasıdır. Bu da Ergenekon'un CIA-MOS-SAD ve İngiliz istihbaratı güdümünden çıkıp çıkmadığı, ne kadar millî davranabildiği ile direkt alakalıdır. DAĞLICA BASKINI ve TÛRKÎYE-ABD HJŞKÎLERİ Dağlıca Baskını Dağlıca Baskını ile ilgili uzmanlar birçok şey söyledile Benim bu konuda ortaya attığım tezler bazı terör uzmanı a kadaşlar tarafından da onaylandı. Şimdi burada bir eksikl olarak, daha önceki bazı olaylarda olduğu gibi, yine devlet kamuoyunu aydınlatmada geç kaldığını görüyoruz. Çünkü 1 olayda bazı kesimlerce farklı görüşler, çeşitli bir takım idd; lar ortaya atıldı. 8 askerimiz de
PKK'lılar tarafından tesl alınmıştı, hatırlarsanız. Bunlar neyin arifesinde gerçekle: Sayın Başbakan'tn, Genelkurmay'ın üst düzey askeri yetkil ri ile birlikte ABD Başkanı Bush'u ziyaretinin arifesinde | çekleşti. 8 asker kaçırıldı, 12 asker şehit edildi. Oradaki arazi şartlarının zorluğu ve güvenlik gerekçes saldırıya uğrayan Dağlıca Karakolu'nun daha önce bir sü ğine kapatıldığı, ancak terörist sızmalarının yoğunlaşması rine daha sonra yeniden faaliyete geçirildiğini biliyoruz, analizime Genelkurmay İkinci Başkanı'nın kamuoyuna y ğı açıklamadan başlayacağım. Bu açıklamadan önce med ve ulusal basında Dağlıca Karakolu'na eylem düzenleyer teröristten bahsedilmişti. 250 teröristin Kandil Dağları' HAN ET ÇEMBERİ sızarak tüm fiziki güvenlik önlemlerine, termal kameralara rağmen bu eylemleri rahatlıkla yapabilmesinin altında bir istihbarat zafiyeti olup olmadığı irdelenmişti. Kanaatime göre Genelkurmay İkinci Başkanı geç gelen bir açıklama ile Dağlıca baskınının detaylarını kamuoyu ile paylaştı. Açıklamada; Kandil'den sızan bir grupla, Türkiye içerisinde bulunan bir grubun birlikte yaptıkları bir eylemden bahsetti. Terörist sayısı ise 100-150 arasında diye ifade ediliyordu. Bakınız Kandil'den sızan bir grupla Türkiye içinde faaliyet gösteren grupların birleşerek yaptıkları bir eylem var. Öyleyse, bu iki grubun birleşme amaçlı yaptıkları uydu telefonu veya telsiz konuşmalarının tespit edilemediği, eylemle ilgili olarak istihbarat alınamadığı anlaşılıyor. Kandil'den illegal geçiş yapan terörist grubun ısıya duyarlı termal kamera ve diğer fiziki sınır güvenliği tedbirlerini nasıl olup da aşabildiğini tartışmalıyız. Bu konu, güvenlik sistemlerinin ne kadar güvenilir olduğu ile de yakından ilgilidir. Başka ne ile ilgilidir? İşte en önemli noktalardan biri budur: Güvenlik ve istihbarat işbirliği yaptığımız devletlerle ilgilidir. Türkiye NATO'ya üye olduğu 1950'li yıllardan günümüze kadar, güvenlik konseptlerini ve kırmızı çizgilerini kendi başına, kendi iradesi ve Türkiye'nin çıkarları doğrultusunda ortaya koyamamış bir ülkedir. Hep yabancı ülkelerin etkisinde kalarak iç ve dış tehdit konseptlerini belirlemiştir. Bunda yabancı ülkelerle yapılan pakt ve anlaşmalar da çok etkili olmuştur. Bizim ne Güneydoğu'da, ne Ortadoğu'da oturmuş bir devlet politikamızın olmadığı gözüküyor. Hükümetlerin dış politikaları ise iktidarda kaldıkları yıllarla sınırlı. Değişen iktidarlar dış politikalarda bir önceki iktidarların tersi istikametinde uygulamalar da yapabiliyorlar. Zaman zaman bürokratik otorite ile mevcut siyasal iktidarlar arasında dış politikalarda PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER farklı görüş ve çözüm noktalan ortaya konabiliyor. Bu da Tüı kiye'nin bölgesinde ve dünyada gücünü azaltan önemli nt denlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle emperyalist ülkeler ile 1950'li yıllardan bu yar yaptığımız, stratejik vizyon statüsündeki savunma, güveni ve istihbarat işbirliği anlaşmalarından dolayı, bu ülke gizli s« visleri ve taşeronlarının belirli bir plan dahilinde bu anlaşır lan kullanarak devletin kurumları içine sızma çabaları arı net bir biçimde gözükebiliyor. Biz bu anlaşmalar sonucu c ğal olarak savunma, güvenlik ve istihbarat önlemlerini al ken stratejik vizyon anlaşmaları yaptığımız ülkeleri de ı nan tedbirler ile ilgili olarak bilgilendiriyoruzl Ancak bu kelerin bu anlaşmaları ve aldıkları stratejik bilgileri Tüı ye'nin menfaatlerine aykırı olarak, kendi emelleri doğru sunda Türkiye'de istikrarsızlık, kaos ve terör ortamları ya ma amacıyla kullandıkları da artık ortaya çıkmış durumds Dağlıca'daki saldırıda termal kameraların devre dışı masının birkaç nedeni olabilir. Birincisi, fiziki sınır güveı sistemini ve termal kameraları izleyen görevlinin bir ih söz konusudur. Teröristlerin geçiş anı termal kameralarde lirlenmesine rağmen görevli çeşitli nedenlerle bu durunu pit edememiştir. Diğer bir ihtimal ise fiziki sınır güvenlil temlerinin PKK'ya lojistik ve eğitim desteği veren yaban' ke gizli servislerinin üstün teknolojiyi veya güvenlik sist< rinin kod ve şifrelerini tespit etmiş olarak, geçici süre < dışı bırakmaları ihtimalidir. Bir ihtimal de Dağlıca'da asi içinde PKK'nın köstebekleri olma ihtimalidir. Dağlıca nmda 12 erin şehit olurken 8 erin teslim olması ve bu 8 er: liminin PKK propagandası ve şovuna dönüştürülmesi, t tesliminin Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'nın ABD Bı
İHANET ÇEMBERİ Bush ile görüşme tarihinden bir gün önceye denk gelmesi, bu baskının arkasında Türkiye'nin ABD ile görüşmelerde elini zayıflatmaya yönelik emperyalist bir komplo olması ihtimalini güçlendirmektedir. PKK terörü ile mücadelede hassas olan bölgelerde görevli askerlerin güvenlik tahkikatları ciddi bir şekilde yapılmaktadır. Örgüt sempatizanı veya PKK'nın milis güçlerinden olduğu tespit edilenler kesinlikle bu hassas bölgelerde görevlendirilmemektedirler. Bu nedenle Dağlıca ile ilgili olarak Dağlıca Karakolu içinden PKK'ya yardım edildiği yönündeki iddialara Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt anında tepki göstermiştir. Ancak bugün gelinen noktada savcılık iddianamesi ve baskında şehit olan asker yakınlarının ve Dağlıca'daki görevli bazı komutanların iddiaları burada bazı askerlerin, baskını gerçekleştiren PKK'lılara yardım yapmış olabileceği ihtimalini ortaya çıkarıyor. Bu nedenle konunun bütün detayları sorgulanarak kamuoyu bilgilendirilmelidir. Yukarıda açıkladığımız gibi Dağlıca baskının Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'ntn Genelkurmay üst düzey askeri yetkilileri ile birlikte ABD Başkanı Bush ile görüşme arifesinde meydana gelmesi bu olayın ABD'nin açık bir tezgâhı olduğunun en önemli kanıtıdır. Başbakan görüşmenin aylar öncesinde önemli bir taktik uygulayarak, ABD'nin PKK terör örgütüne açıktan destek verdiğini defalarca kamuoyu önünde açıklamıştır. Ulusal basın ve medyada da Başbakan'ı destekleyen manşetler yer almıştır. Terör örgütü elemanlarında ele geçirilen 1500'e yakın M16 Amerikan silahları ile bu kanlı terör örgütüne bomba ve gerilla savaşı eğitimi veren özel savaş eğitmenlerinin ABD ve israilli emekli subaylardan oluştuğu yönünde PKK'lı teröristlerin ciddi itirafları ile Kandil ve Kuzey İrak'ta PKK'ya müsamaha edilmesi, ABD'nin terör karşısındaki ikiyüzlülüğünü ortaya koymuştur. PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER Görüşme öncesinde; TSK'nm Kuzey Irak'a girmesi, Kan-dil'deki PKK yuvalarının dağıtılması yönünde hükümetin karar almakta geç kaldığı konusundaki eleştiriler, muhalefet partileri ve bazı emekli askerler tarafından sürekli ulusal basında ve televizyonlarda dile getiriliyordu. Hükümet ise bu konuda sağlam ve emin adımlar atılmasını, Türkiye'nin bu meşru hakkını kullanırken uluslararası desteğin de sağlanması gerektiğini savunuyordu. Bu hususta hükümete en büyük destek Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'tan geldi. Genelkurmay Başkanı, Başbakan ve Genelkurmay üst düzey yetkililerinin 5 Ka-sım'da ABD Başkanı Bush ile yapacakları görüşmenin çok önemli olduğunu açıkladı. Bu açıklama ile anlaşıldı ki, Türk siyasi hayatında ender görülen hir şekilde siyasi otorite ve bürokratik otorite güç birliği yaparak ve ortak bir irade ile dolaylı olarak PKK terörünün arkasında olmakla suçladıkları ABD devletinin en üst düzey yetkilisi ile görüşmeye hazırlanıyorlardı. Türkiye'nin elindeki en önemli koz, Kuzey Irak'a terör yuvalarının dağıtılması amacıyla sınır ötesi operasyon kararlığının, askeri ve siyasi irade ile müştereken ortaya konması ve PKK terörü ile ilgili olarak iç ve dış destekçiler hakkında çok önemli dosyalar ve istihbarat bilgilerinin bulunmasıydı. Qenelkurmay ile hükümetin birlikte PKK terörüne karşı or~ tak bir irade ortaya koymaları, Türkiye'de kurumlar arası çatışma ortamlarından azami faydalanan ABD ve diğer em-peryalist ülkeleri epey şaşırtmış olmalıydı. Görüşme öncesi Türkiye ve ABD arasında tam bir diplomatik mücadele yaşanmıştı. Türkiye'nin görüşme öncesi yaptığı diplomatik ataklar karşısında ABD bildik taktik ve stratejiler uygulama peşindeydi. Başbakan'ın ve askeri yetkililerin ABD Başkanı Bush ile görüşmesinden bir gün önce, Dağlıca baskınında kaçırılan 8 askerin DTP'li milletvekillerine İHANET ÇEM B E Ri PKK'nın ve PKK'yı destekleyen güçlerin bir şovu ile teslim edilmesi ve bu teslim anının görüntülerinin dünya televizyonlarında bir PKK propagandası mahiyetinde yer alması ve sanki Türkiye Cumhuriyeti yetkililerinin PKK ile anlaşma yapıldığı izlenimi verilmesi, DTP milletvekillerinin kaçırılan 8 askeri teslim alırken ne olduğu anlaşılamayan bir metni imzalamaları, ABD'nin 8 askerin teslimi konusunu en azından bir gün sonra yapılacak görüşmelerde Türk heyetine karşı psikolojik bir baskı unsuru olarak kullanacağının en önemli işaretiydi.
PKK terör örgütünün kurulduğu günden günümüze kadar emperyalist ülkelerin bir maşası olduğu gerçeğinden hareketle, Dağlıca baskınında kaçırılan 8 askerimizin teslimi konusunda yaşanan gelişmelerin arka perdesine kısaca göz atmamız gerektiğine inanıyorum. Dağlıca baskını sonrası 12 askerimizin şehit edilmesi ve 8 askerimizin kaçırılması olayı sonrasında yaşanan gelişmeler, Türkiye üzerinde oynanan çirkin oyunu bir kere daha gözler önüne seriyordu. Bu oyunda yer alan şer güçlerin hemen hemen hepsi kendi menfaatleri doğrultusunda bu olaydan yararlanma yolunu seçtiler. ABD, Türk yetkilileri ile yapacağı görüşmeler öncesinde kaçırılan 8 erin PKK tarafından Türk yetkililere teslim edilmesi direktifini bölgede kendi çıkarları için piyon olarak kullandığı Barzani ve Talabani'ye ileterek bu kişileri acilen devreye sokuyor; yine aynı şekilde, Irak'taki Koalisyon güçlerinin komutanı General Petraeus da bu konuda görevlendiriliyordu. ABD bu şekilde Türk heyetiyle yapacağı görüşmeler öncesinde önemli bir avantaj yaratma taktiğini uygulama çabası içindeydi. Aslında 2006 yılında ABD'nin CIA ve FBI başkanlarının ard arda Türkiye'yi ziyaretleri sırasında, PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER H3 CIA Başkanı, MİT yetkilileriyle yaptığı görüşmelerde, El-Kaide'ye karşı PKK için anlık stratejik istihbarat konusunda Türkiye'ye söz vermişti. Tabi bu söz yerine getirilmediği gibi, Dağlıca baskınının istihbaratının alınmamış olması veya Kandil'den sızan PKK'lı teröristlerin U-2 casus uçakları ve uydu bağlantıları ile tespit edilmemiş olması düşünülemezdi. ABD, sahip olduğu teknolojik güçle Irak içinde ve sınırında tüm hareketliliği neredeyse metrekare olarak tespit edebilecek bir durumda olduğuna göre, şu soruyu haklı olarak sormalıyız: ABD bu İstihbaratı Türkiye ile niçin paylaşmamış-tı? Bu sorunun cevabı ABD'nin Büyük Ortadoğu politikaları ile ve bu politikalar doğrultusunda Türkiye'nin dış politikalarına etki ederek yön vermek isteği ile yakından ilgilidir. PKK ise kaçırdığı 8 asker ile maşa görüntüsü ve imajını silerek kendisini olduğundan fazla güçlü göstermek ve Ortadoğu'da ve Türkiye'de muhatap alınmak amacıyla bu olayı örgütün lehine bir propagandaya dönüştürmeyi hedeflemekteydi. 4 Ekim 2007 tarihinde DTP Milletvekilleri Aysel Tuğluk, Fatma Kurtulan ve Osman Özçelik, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi İçişleri Bakanı Hacı Osman Mahmut ve İçişleri İstihbarat sorumlusu Kerim Sincari'den oluşan beş kişilik heyet, kaçırılan Türk askerlerini PKK'dan teslim almak üzere PKK'nın kontrol noktalarından geçerek Zap kampına ulaştı. Beş kişilik heyet, PKK'lı teröristlerin oluşturduğu kadınlı erkekli tek sıra " tören kıtası"nm önünden geçerek imzaların atıldığı masaya yöneldi. Masanın hemen önünde ve heyetin arkasındaki çalıların arasında teröristbaşı Öcalan'm posterleri dikkat çekmekteydi. Kaçırılan Türk askerleri de imzaların atılacağı masanın önüne dizildi. Askerlere tek tek söz verildi. Onlar da durumlarının iyi olduğunu sözle teyit ettiler. Daha E3___İHANET ÇEMBERİ sonra tutanak tutulup imzalar atıldı. Ardından heyet Türk askerlerini öperek "geçmiş olsun" dedi. DTP'lilerin de bulunduğu aynı heyet tören kıtasının da elini sıkarak askerlerle araçlara binip kamptan ayrıldı. ABD'liler PKK ile ilişkili görünmemek için son ana kadar devreye girmediler. Tüm bu görüntüler kare kare çekilip PKK sitelerinde yayınlandı. Sonraki aşamada bölgedeki ABD askeri yetkilileri devreye girdi. Heyet Türk askerlerini Erbil Hewler havaalanına götürerek Amerikalılar'a teslim etti. Irak Savunma Bakanı Abdülkadir Muhammed Casim ve Irak'taki koalisyon güçlerinin komutanı General David Petraeus'un da bulunduğu bir uçak, askerleri Musul Havaalanı'na nakletti. Buradan Türk Özel Kuvvetler Timi'ne teslim edilen askerler, Türk askeri helikopteri ile saat 13.00'de Diyarbakır'daki 7. Kolordu Komutanlığı'na getirilip teslim edildiler. Türk askerlerinin teslimi, daha önce belirttiğimiz gibi, Başbakan ve askeri yetkililerin ABD Başkanı Bush ile görüşmesinin bir gün öncesinde gerçekleşti. PKK tarafından kaçırılan 8 askerin Türk yetkililere teslimi öncesinde ve teslim günü yaşanan gelişmeler;, ABD, Barzani, Talabani, Kuzey Irak İçişleri Bakanı ve İstihbarat Başkanı'nın ve DTP'nin PKK ile olan ilişkilerini ve bu örgütü nasıl
yöne-tebildiklerini açıkça ortaya çıkarmış olması açısından, Türkiye'nin bu yönde bir kazanımı olmuştur diye düşünüyorum. Dağlıca baskınında 12 askerimizin şehit olmasına karşın 8 erin kaçırılması bu baskının arka perdesi konusunda şüphelere yol açtı. Nitekim Genelkurmay Askeri Savcılığı da, erlerin teslim alınmasının ardından tüm erleri çeşitli yönlerden sorguya aldı. 20 Ekim 2007 tarihinde Askeri Savcılıkça hazırlanan iddianamede "Büyük zararlar doğuran emre itaatsizlikte ısrar, zincirleme olarak basın ve yayın organları yoluyla terör PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER örgütü propagandasını yapmak, yurt dışına firar etmek, memuriyet görevinin gereklerine aykırı hareket etmek" suçlarından, yedi erin 3-5 yıl arasında, bir erin ise müebbet hapis cezası ile cezalandırılmaları yönünde görüş belirtildi. 5 Kasım'da yapılan görüşmeler sonrasında ABD Başkanı Bush'un "PKK, Amerika'nın da düşmanıdır" sözleri ve PKK konusunda iki ülke genelkurmayı arasında anlık istihbarat paylaşımı yapılacağı yönündeki açıklamalar Türkiye'de büyük bir şüpheyle karşılandı. Geçmişte, ABD yetkililerince çeşitli platformlarda PKK örgütü ile ilgili olarak verilen sözler tutulmadığı gibi, ABD'nin PKK ile dolaylı veya direkt ilişkileri ulusal basında ve medyada gözler önüne seriliyordu. Bundan dolayı 5 Kasım'da yapılan görüşmelerin "fos çıktığı" şeklinde değerlendirmeler yapıldı. Ancak, beklenmedik şekilde ABD, bu toplantı sonrasında PKK ile mücadelesinde ciddi bir kararlılıkla Türkiye'nin yanında yer aldı. Bu görüşme öncesinde yaşanan kritik bir gelişmeyi de not etmek gerekiyor. 9 Ekim'de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın başkanlığında toplanan Terörle Mücadele Yüksek Kurulu'nda, PKK terörü ile mücadelenin esasları genel hatlarıyla çizilmiş ve bu kararlar 16 Ekim 2007 tarihinde yapılan MÇK toplantısında görüşülerek yürürlüğe konulması oybirliği ile kabul edilmişti. Bu toplantı sınır ötesi operasyondan örgütün eleman temininin önlenmesine, örgüt elemanlarının dağdan indirilmesine yönelik master planlar ile sosyolojik, psikolojik, hukuki ve ekonomik boyutlarda alınacak tedbirler ile ilgili projeler görüşülerek kabul edilmişti. MGK toplantısında alman önemli bir karar da Başbakan'ın Bush ile yapacağı görüşmelere üst düzey Genelkurmay yetkililerinin de katılmasının kararlaştırılmış olmasıydı. Teklif İHANET ÇEMBERİ Başbakan'dan gelmişti. Bu toplantıda ayrıca ABD başkanı ile yapılacak toplantı öncesi ve günü yürütülmesi gereken strateji ve taktikler ile çeşitli dokümanter istihbarî bilgiler de değerlendirmeye alınmıştı. 17 Ekim 2007 tarihinde TBMM'de kabul edilen tezkere ile Türkiye, Kuzey Irak'ta PKK örgütüne yönelik sınır ötesi operasyon yetkisini hükümete vermiş oluyordu. Başbakanlık tezkeresinde Kuzey Irak'ta yalnızca ayrılıkçı terör örgütü PKK'nın hedef alındığı ve bu müdahalenin Türkiye'nin nefsi müdafaa hakkı olduğu özellikle vurgulanıyordu. Türkiye'nin artık Kuzey Irak'a girmesi an meselesiydi. 28 Kasım'da hükümet Genelkurmay'a sınır ötesi operasyon direktifi verdi. Başbakan Tayyip Erdoğan 30 Kasım'da yaptığı açıklamada "yetki artık askerde" dedi. 16 Aralık gecesi saat 01.00 sıralarında, Diyarbakır'daki 2. Taktik Hava Kuvvetleri Komutanlığı'na bağlı 8. Ana Jet Us Komutanlığı'ndan kalkan Türk savaş uçakları sınırı geçerek Kandil Dağı bölgesindeki PKK terör örgütünün kamplarını ve lojistik destek ünitelerini vurdu. Başbakan ve Genelkurmay Başkanı hava harekâtının tamamen PKK-KONGRA-GEL örgütünün hedeflerini vurduğunu ve görevin başarı ile yerine getirildiğini açıkladılar. Ancak başta Barzani olmak üzere, bazı isimler ve yabancı basın kuruluşları sivil hedeflerin vurulduğunu iddia ettiler. Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt Kandil ve Kuzey Irak'taki terörist hareketlerini BBG evi gibi gözetlediklerini açıklayarak, istihbaratın ABD'den geldiğini söyledi. Bundan sonra da hava harekâtlarının ve hava harekâtlarına destek olarak kara harekâtının yapılabileceği sinyalini verdi. Türkiye, bu tarihten sonra sınırı geçmeye çalışan örgüt mensuplarına karşı iki hava harekâtı daha düzenledi. ABD 5 Kasım'da söz verdiği anlık istihbarat desteği konusunda samimi olduğunu, Irak Hava Sahası'nı Türk savaş uçaklarına açarak da göstermiş oldu. Türkiye'nin Kuzey Irak'a yaptığı hava harekâtlarını da destekleyen ABD'li yetkililer "Türkiye'nin Kuzey Irak'a müdahalesinin meşru hakkı olduğu" yönündeki
açıklamaları ile 5 Kasım'da Türkiye'ye verdikleri sözün de arkasında durduklarını gösterdiler. ABD'nin Türkiye, PKK ve Kuzey Irak konusunda bu ani politika ve strateji değişikliğinin sebebi nedir? ABD Türkiye'nin Kuzey Irak'a girmesine karşı olduğunu açıkça belirtmişken, Kuzey Irak'ta sözde bir Kürt devleti oluşumunun fiilen gerçekleştiği bir dönemde, ABD Senatosu'nda Irak'ın üçe bölünmesi fiilen kabul edilmişken; Kuzey Irak'ta Kürt liderler Barzani'ye ve Talabani'ye ve dolaylı olarak PKK'ya verilen destek kesilmiş, Türkiye'nin Ortadoğu'da belirleyici ve söz sahibi olmasını engelleyici politikalar birdenbire terk edilmiş tir. ABD, başta PKK terör örgütü ile mücadele olmak üzen Ortadoğu'da, bilhassa Irak politikalarında Türkiye'yi destek ler bir konumda açıklamalar yapmaya başlamıştır. Hatırlarsa nız, ABD'nin sınır ötesi harekâtı açıkça desteklediğini göreı Mesud Barzani, ABD Dışişleri Bakanı Rice'ın görüşme isteğ ni reddetti. Belli ki Barzani, ABD tarafından ihanete uğrad ğmı düşünüyordu. Aynı psikoloji PKK'lı militanlarda da mc\ cuttu. "ABD bizi sattı" şeklinde açıklama yapıyorlardı. Fakat daha sonra yine çok ilginç gelişmeler yaşadık. Barz ni kısa süre sonra ve ABD'nin isteği doğrultusunda, "Kuz< Irak'ta bir Kürt Devleti kurma niyetinde olmadıklarını" açı ladı. ABD'nin PKK terörünü desteklediği yönündeki açıkl malarında ısrarcı olan Başbakan Erdoğan da, 5 Kasım gön meşinden sonra Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'nın Büy Ortadoğu Projesinin eş başkanı olduğunu açıkladı. Büt bunlar ne anlama geliyor? Zira Başbakan bu konumu ile Türkiye'de bütün kesimlerden ciddi eleştiriler almaktadır. Bu sözü, görüşmenin hemen sonrasında söyleme ihtiyacını neden hissetmiştir? Bütün bu gelişmeler, Türkiye'nin Ortadoğu'da yavaş yavaş söz sahibi olmaya başladığının işaretleridir. Başbakan'm, görüşmeden kısa bir süre önce yaptığı açıklama-larda "Ortadoğu'da Türkiye olmadan, Türkiye'nin fikri alınmadan bir çözüm olamayacağını" ısrarla vurgulaması, Qenelkurmay Başkanı'nın Kuzey Irak'a müdahale konusunda 5 Kasım'da Başkan Bush ile yapılacak görüşmelerin beklenmesinin önemli olduğunu belirtmesi, Türkiye'nin ABD Başkanı ile yapılan görüşmelere çok hazırlıklı ve ABD'yi köşeye sıkıstırabilecek bir takım kozlar ile gittiğinin işaretleri olarak okunabilir. Çekiş Güç'ten başlayarak 1999'da Öcalan'ın Türkiye'ye teslim edilmesine kadar birçok konuda, ABD'nin Türkiye ile yaptığı gizli anlaşmaların sonraki yıllarda ortaya çıkması 5 Kasım görüşmesine de şüpheli gözle bakılmasına sebep olmuştur. "Yoksa yine, perde arkasında Türkiye'nin aleyhine tasarlanan örtülü operasyonlar mı var?" sorusu akla gelmiş, fakat ne yazık ki, her konuda olduğu gibi tartışmalar basit siyaset hesapları içinde değerlendirilmiştir. Hükümetin ABD ile gizli bazı anlaşmalar yapmış olabileceği hususları muhalefet partilerin- . ce ısrarla iddia edilmiş, bunun üzerine Başbakan Erdoğan "Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'nm, Türkiye'nin çıkarlarına aykırı olarak gizli bir anlaşma yapacak kadar şerefsiz olmadığını" dile getirmiştir. Burada aslında konu Türkiye'nin milli çıkarları açısından dört dörtlük irdelenmemesinden kaynaklanmaktadır. Türkiye'nin çözüm bekleyen meseleleri konusunda maalesef siyaset mekanizmaları iktidarda farklı, muhalefette farklı görüş ve çözüm yolları ortaya koyabilmektedirPKK'YI YÖNETEN TÜRKLER ler. Bugün ABD'yi eleştirenler iktidar olduklarında ABD veya diğer emperyalist ülkelerle daha fazla işbirliği yapabilmektedirler. Bu durum Emperyalist ülkelerin Türkiye'nin iç dinamiklerini yönlendirme ve yönetme konusundaki başarısı ile doğru orantılıdır. Esas araştırılması gereken husus, 26 yıldır bitirilemeyen PKK terörünün beslendiği iç ve dış kaynakların üzerine karar verici mekanizmalar tarafından müşterek bir irade ile gidilememesidir. ABD'nin Ortadoğu ve Türkiye, PKK, Irak politikalarında tam bir dönüş yapmasının nedeni elbette Türkiye'deki karar verici mekanizmalar tarafından bilinmektedir. Burada önemli olan, ABD'nin Kuzey Irak'ta sözde bir Kürdistan Devleti kurma projesinden vazgeçip geçmediği hususu ile BOP çerçevesindeki hedef devletler nezdinde uygulanan ekonomik yaptırımlar veya yapılması muhtemel askeri bir müdahaleye, Türkiye'yi dâhil etmeye yönelik gizli bir ajandası veya örtülü operasyonlarının olup olmadığının belirlenmesidir.
Son dönemde profesyonelleşen PKK saldırıları ve metro-pollerdeki eylemlerin ve bu örgütte ele geçirilen A-4, C4, RDX plastik patlayıcıların menşeinin ve bu plastik patlayıcıların PKK örgütünün eline nasıl geçtiğinin de ciddi araştırılması gerekir. Dağlıca'da yapılan saldırı veya bu tür terörist eylemlerle, Türkiye içinde varılmak istenen nihai hedef Türkiye'nin içine kapatılması, dış hedef ise Türkiye'nin dış politikalarına yön vermek ve etkilemektir. Türkiye'yi içine kapatmak mevcut hükümetin istikrarsızlaştırılmasıyla mümkündür. Bu da, kamuoyunda "terörle mücadele edemeyen hükümet' olgusunun zihinlere yerleştirilmesiyle gerçekleşir. Geçmişte böyle olmuştur: Meşru hükümetler terörle mücadelede zafiyeı içinde gösterilerek kaos ortamları yaratılmış ve iktidardar darbe veya antidemokratik bir şekilde uzaklaştırılmışlardır m. İHANET ÇEMBER Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde toplumu katmanlara bölme amaçlı siyasi cinayetlerle; vatan, millet, bayrak gibi önemli motifler kullanılarak ortaya çıkan devlet içindeki çeteleşmiş yapılara şahit olmuştuk- Bunları hedefi hükümeti is-tikrarsızlaştırarak, antidemokratik bir şekilde iktidardan uzaklaştırmaktı. O zaman yaptığım açıklamalarda bu tür çete oluşumlarının büyük bir kısmının ayaklarının dışarıda olduğunu açıklamış, hatta bu çetelerin devlet içindeki faaliyetlerini, devlet ile iç içe geçmiş yapılarını detaylarıyla açıklamıştım {Ankara'da Gölge Oyunları, Timaş Yayınlan, 2007). Bugün Türkiye'de yaşatümak istenen istikrarsızlık ve kaos ortamının, PKK terör örgütü kullanılarak devam ettirildiğini görüyoruz. Bu sefer, hükümet ile birlikte Qenelkurmay'ın üst düzey bazı yöneticileri de hedef tahtasındadır. Ülkemizde son zamanlarda ilginç bir çatışma yaşanıyor: Türkiye'de ilk kez ortaya çıkan ve millî devleti temsil eden güçler, yabancı devletlerin derin yapılarının ele geçirdiği çeteleşmiş yapılarla mücadele ediyorl Dilerim ki, Türk milletinin menfaatlerini korumaya çalışan bu yeni ortak akıl, siyasî ve bürokratik iradenin otokontrolü içerisinde diğer ülkelerde olduğu gibi büyüyüp serpilsin. Bu ülkede kaos ve istikrarsızlık yaratmak isteyen derin dış güçler ile onların coğrafyalarında mücadele edebilecek bir hâle gelsin. Selman Kaya-başı'nın Teşkilat isimli romanında, bu yeni yapının tarihî arka planını ve bugünkü faaliyetlerini okuduğumuz zaman, istihbarat teşkilatımızın misyonun ne kadar ciddi bir zemine oturduğunu görebiliyoruz. Aslında yaşanan bu gelişmeleri değerlendirirken şu sonuca da gidebiliriz: MİT Müsteşarı Emre Taner'in bundan bir sene önce yapmış olduğu "Ulus devletler tehlikededir, Türkiye'nin PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER küresel tehditlere karşı askeri, ekonomik, güvenlik, savunma, istihbarat ve dış politika konularında birbiri ile eşgüdüm içerisinde yeni bir istihbarat doktrinine ihtiyaç vardır" sözünün ve projesinin, karar verici mekanizmalar tarafından uygulamaya sokulduğunu ve bu doktrinin ilk uygulama alanının Türkiye'nin Ortadoğu politikalarında gerçekleştirildiğini söyleyebiliriz. Nitekim bekle-gör politikası terk edilmiş ve yerine, inisiyatif alabilen, bölgemizdeki gelişmeleri etkileyebilecek proaktif dış politikalar uygulanmaya başlanmıştır. AK Parti iktidarının başta Ortadoğu politikaları olmal üzere ABD ile ilişkileri nedense ciddi şekilde sorgulanıyor gittiğim konferanslarda bu yönde çok sorularla karşılaşıyo rum. Soruyu soranların büyük bir kısmı bu ülkeye ve milleti ne, manevi değerlerine sahip çıkan, siyasi kaygılardan uza! vatandaşlarımız. Ben de bu konu hakkındaki görüşlerimi ş şekilde belirtiyorum: Eğer Türkiye veya AK Parti iktidar Amerika'nın veya emperyalist ülkelerin istediği gibi davrar saydı, kökleri dışarıda olan çeteleşmiş yapıların ve en önen lisi de PKK terörünün boy hedefi olmazdı. Eğer ABD ile no mal diplomatik ilişkiler dışında bir birlikteliğimiz olsaydı, b zim de ABD baskıları sonucu İran'a ekonomik yaptırım uyg lamamız gerekir veya emperyalist ülkelerle birlikte İran'a, S riye'ye yapılması muhtemel askeri operasyonlarda koalisyc güçlerinin yanında yer almamız gerekirdi. Ortadoğu'dan d lanmak istenmezdik. Kuzey Irak'ta sözde bir Kürt Devleti'n kuruluşuna izin verir ve dış politikalarımızın yönünü
tan men Amerikan çıkarları ile eş doğrultuda götürürdük. Müs man ülkeler ile stratejik ve taktik ilişkilerimizi sürdüremeze! diye düşünüyorum. Türkiye, Suriye'ye yapılması kesinleşmiş olan bir israil Amerikan askeri müdahalesini, ağırlığını koymak sureti İHANET ÇEMBERİ önlemiş ve bu dönemde Lübnan'a asker göndermek suretiyle Ortadoğu'da var olduğunu bir şekilde ortaya koymuştur. Türkiye Ortadoğu'da bazı devletleri koruma altında tutabiliyorsa, Ortadoğu'da bir güç olduğunun işaretlerini de veriyor demektir. Bugün Suriye, ABD ve İsrail tehlikesine karşı sırtını tamamen Türkiye'ye dayamış durumdadır. Suriye'nin üst düzey yöneticileri ABD veya İsrail'in saldırması durumunda Türkiye'ye ilhak olmaktan dahi bahsetmektedirler. Bugün gelinen noktada Suriye ile ilişkiler ciddi anlamda yumuşamıştır. Bir zamanlar PKK'ya kucak açan, PKK'yı kamplarda eğiterek bunlara lojistik destek veren, Türkiye'nin istikrarsızlaştırılma-sı gayretleri içinde bulunan Suriye, artık Türkiye'ye sığınmış bir devlet göriinümündedir. PKK sona doğru mu gidiyor? Bu sorunun cevabı aslında bu örgütü arka planda kurduran güçlerin PKK ile işlerinin bitip bitmediği ile de yakından ilgilidir. Örgütün kurulduğu günden günümüze kadar bu örgüt ile ilgili olarak bitirildiği ve tasfiye aşamasına geldiği şeklinde çeşitli tarihlerde bazı iddialar ortaya atıldı. Ancak görüldüğü gibi PKK yaklaşık 26 yıldan bu yana bitirilemediği gibi, can almaya ülkemizde terör ve kaos yaratarak istikrarsızlaştırma eylemlerine devam ediyor. Geçmişe göre daha profesyonel olarak eylemsel strateji ve taktiklerinde değişiklikler yaparak uluslararası terörizmin benimsediği usul ve metotları kullanarak devlet otoritesini sarsıcı kanlı eylemlerini gerçekleştiriyor. Son yıllarda güvenlik güçlerine yapılan profesyonel saldırıların yanı sıra; büyük metropollerde,, alışveriş merkezlerinde, insanların kalabalık olduğu mahallerde kendi halinde masum insanları da hedef alan canlı bombalar veya bilgisayar destekPKK'Yt YÖNETEN TÜRKLER li cep telefonu sinyalleri ile patlatılan bomba yüklü otolar, bu örgütün yüksek teknolojiyi de kullanabildiğini gösteriyor. PKK terör örgütü ile ilgili olarak 1994 yılı sonunda Kuzey İrak'a yapılan sınır ötesi harekâtlar ve Türkiye içindeki operasyonlar sonucunda bu örgütün bitirilme aşamasına geldiği yorumları ve analizleri ulusal basın ve medyada yer almıştı. Yine, Öcalan'ın C1A-MOSSAD işbirliği ile yakalanıp Türkiye'ye teslim edilmesi sonucunda aynı yorumlar yapılmıştı. Bu yorumlara göre PKK lideri yakalandığına göre artık örgüt bitme noktasına gelmişti. Bugün bile bazı terör uzmanları "Öcalan yakalandıktan sonra Türkiye bazı sosyal, hukuki, ekonomik ve psikolojik tedbirleri alamadığı için PKK'nın bitirilemedi" iddiasındalar. Bu yaklaşım bence yanlış bir yaklaşımdır. Kendisini kurduran Derin Devletler Konsorsiyumu, örgütü bitirme ve tasfiye etme yönünde bir irade ortaya koymadığı sürece PKK'nın tasfiye edilmesi -hangi tedbirler alınırsa alınsm-mümkün olamayacaktır. Geçmişte olduğu gibi zaman içinde eylemlerini düşük yoğunlukta tutacak ama kendisini yöneten güçlerin Türkiye'deki ve Ortadoğu coğrafyasındaki menfaatleri doğrultusunda eylemsel faaliyetlerde bulunabilecektir. Türkiye'nin "PKK'yı dağdan indirme projesi çevresinde bir master planı bulunduğu iddiaları 10.10.2006 tarihinde Sabah Gazetesi Yazarı Aslı Aydmtaşbaş tarafından iddia edilmiştir. Devlet içinde PKK ile mücadelede önemli görevler almış kişilerin açıklamaları aslında bu iddiaları doğrular niteliktedir. Ankara'da güvenilir kaynaklardan sızan bilgiler ışığında MGK'da PKK'nın dağdan indirilmesi ve "akan kanın durdurulması" konusunda geniş ve kapsamlı bir master planın görüşüldüğü ve uygulamaya konulduğu da konuşulmaktadır. Dönemin DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar'ın "dağdan insinler siyaset yapsınlar", "lmralı'daki şahıs barış misyonunu İHANET ÇEMBERİ yüklenmeli" sözleri, Eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in "Kürtçe'yi yasaklamak hataydı" değerlendirmesi, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman'ın "Biz sorunun sosyal yönünü görmemişiz" açıklaması, Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ'un "23 yıldır terör örgütüne katılımları önleyemedik" itirafı, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın "1984'ten bu yana terörle mücadelede
insanlığın yüksek değerlerini elimizden kaçırdık. PKK siyasallaştı ve legalleşti. İnsan hakları, demokrasi, özgürlük ve barış değerlerinin terör örgütü tarafından iyi kullanıldığı"na ilişkin açıklamaları karar verici mekanizmaların Türkiye'de terörle mücadele konusundaki eksiklikleri ve hataları gördüklerinin açık göstergeleridir. Türkiye Cumhuriyeti başbakanları da geçmişte buna benzer açıklamalar yapmışlar ancak askerlerin bu görüşlere karşı çıkması nedeniyle bu sözlerinin gereklerini yerine getirememişlerdi. 1991 yılında kumlan DYP-SHP koalisyonunun Başbakanı Demirel'in "Kürt realitesinin tanınması" yönündeki açıklamaları, 1993 yılında Başbakan Turgut Özal'm "Federasyon bile kabul edilebilir" açıklaması, 2001 yılında ANAP Genel Başkanı ve Eski Başbakan Mesut Yılmaz'm "AB'nin yolu Diyarbakır'dan geçer" açıklaması, 2005 yılında Başbakan Tayyip Erdoğan'ın "Kürt Sorunu vardır" açıklaması, 2007 yılında CHP Genel Başkanı Baykal'm "Kuzey Irak ve Kürt sorunu konusundaki açılımı" ile ortaya koyduğu yeni bakış açısı. Tüm bu açıklamalardan yola çıkarak, karar verici mekanizmaların Türkiye'yi içten içe kemiren ve yabancı güçlerin PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER elinde bir koz olan PKK terörünü tasfiye ederek, terörün c yandırılmak istendiği ve var olduğu varsayılan Kürt sorunu makul çözümler üretme arayışı içine girmişlerdir diyebilir r yiz? Bu görüşün karar verici mekanizmaların tamamında 1 bul görüp görmediğini de henüz bilmiyoruz. iddialara göre 2004 yılı sonlarında MGK içinde görüşü uygulamaya konulduğu iddia edilen bu master planın ana r lan şöyle: PKK'ya silah bıraktıracak önlemleri almak. Bunun için rekirse Türkiye içinde ve Kuzey Irak'ta örgütü demoralize e cek operasyonları gerçekleştirirken, Barzani ve Talabani c reye sokularak Peşmerge-PKK ittifakı bitirilmeye çalışıla bu şekilde PKK Kuzey Irak'ta tecrit edilecek. Kürt köken yasetçi ve aydınların da PKK üzerinde baskı kurması sağl cak, örgüt silah bırakmaya zorlanacak. Türkiye sınırları deki ve Kuzey Irak'taki 5000 civarında örgüt militanının bırakması durumunda af konusu bilahare değerlendiril» sayıları 400-500 civarında bulunan PKK yöneticilerini! rumları da silah bırakma gerçekleştikten sonra değerlen meye alınacak. PKK'yı uluslararası alanda tecrit edecek önlemler sı alınacak. PKK'yı tasfiye planı kamuoyu desteği alınması gay psikolojik propaganda yöntemleri uygulanarak kamuo paylaşılacak. Güneydoğu'ya yönelik kapsamlı yatırım ve kalkınıra lan süratle uygulamaya konulacak. PKK'yı ve işbirlikçilerini Kürt halkından soyutl önlemlerin yanı sıra sorunun sosyal ekonomik, psit kültürel ve hukuki boyutları ile ilgili tedbirler de sürati İHANET ÇEMBERİ tedbirlerle eşgüdüm içerisinde alınacak. Bilhassa PKK terör örgütünün Kürt kökenli vatandaşlarımızı temsil etmediği hususunun her platformda dile getirilecek, gerekirse Barzani ve Talabani'nin bu proje doğrultusunda ikna edilmesi için ABD devreye sokulabilecek. PKK'yı tasfiye veya bitirme planının ayrıntıları böyle. Bu kararın MQK içinde gizlice alınmasının ardından uygulama safhasına geçildi. Bu çerçevede MİT Müsteşarı Emre Taner'in önce Öcalan ve sonrasında Barzani ve Talabani ile görüşmeler yaptığı iddia edildi. Ancak Genelkurmay bu haberlerin doğru olmadığını açıkladı. Genelkurmay Başkanlığının yalanlamasına rağmen kamuoyu bu açıklamadan tatmin olmadı. Nitekim bu iddiaların gündeme gelmesinden iki ay sonra Öcalan fmralı'dan PKK'ya silah bırakma çağrısı yaptı. Bu da bazı gazetelerde "PKK'yı tasfiye planı yalanlanmasına rağmen adım adım işlemeye devam ediyor" yorumlarına neden oldu. Türkiye, PKK üzerinde çeşitli yollarla baskı kurarak örgütü önce ateşkese, ardından silah bırakmaya zorluyordu. Haberler resmi kanallar tarafından doğrulanmamasına karşın, Kuzey Irak'lı Kürt liderler, Kürt siyasetçiler, kanaat önderleri, DTP ve Güneydoğulu belediye başkanlarının
ardından, Öcalan'ın da silah bırakma çağrısı yapacağı iki ay önce dile getirilmişti. PKK'yı dağdan indirme projesi ülke içinde epey tanışıldı. Halen de tartışılmaya devam ediyor. Çünkü bu projenin en önemli ayaklarından biri PKK'lı teröristlere yönelik bir af maddesidir. Türkiye çeşitli dönemlerde 8 kere bu örgüt mensupları ile ilgili olarak af çıkardı, ancak bu çalışmalardan önemli bir netice alamadı. Bugün bu çerçevede gündeme getirilen en önemli konu, mevcut TCK 221. maddesinin çerçevesinin daha PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER da yumuşatılacağı ve genişletileceğidir. Temennimiz 221. maddenin genişletilmesi veya yumuşatılmasının örgüt mensuplarının dağdan inişine etkili olmasıdır; Öcalan dâhil üst düzey örgüt yöneticilerine af kapılarının açılması değildir. PKK'yı tasfiye veya silahsızlandırma iddialarına karşın, PKK yöneticilerinin muhatap kabul edildikleri düşüncesiyle Öcalan'ın serbest bırakılması ve Kürt sorunun çözümü halinde dağdan inerek silahlarını bırakacakları yönündeki şartlı açıklamaları Türkiye'nin sınır ötesi operasyonları ile son buldu. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Kuzey Irak'ta terörist kamplarına düzenlediği hava harekâtları sürerken, örgütün kampları yerle bir edilirken ve PKK terör örgütü Kuzey Irak'ta ve uluslararası alanda başarılı bir şekilde tecrit edilirken, lojistik destekleri bir bir kesilirken, bir taraftan da örgüt elemanlarının dağdan inişleri için hukuki zeminler hazırlanıyor, dağa çıkışı engelleyecek tedbirler ile ekonomik sosyal ve psikolojik tedbirler alınıyordu. Yani karar verici mekanizmalar tarafından terörle mücadelenin tüm enstrümanları arka arkaya devreye sokuluyordu. Bu süreç devam ederken, Celal Talabani 24.12 2007 tarihinde yaptığı açıklamada PKK'nın dağdan inmeye ve silah bırakmaya hazır olduğunu, hatta sürgünü bile kabul ettiğini açıkladı. Talabani, eve dönüş için af çıkacaksa PKK'nın silahlan bırakmaya hazır olduğunu, hatta silahlarını ABD veya Irak ordusuna teslim edebileceklerini söyledi. Bunun için de arabulucu olmaya hazır olduğunu açıkladı. PKK'nın tasfiyesi ve bitirilmesi yönünde devletin kararlı görünmesi, mücadelenin güvenlik ve askeri boyutu ile birlikte diğer tüm enstrümanların devreye sokulması, PKK'nın tamamen bitirildiği yönünde bir havanın oluşmasını sağladı. Hatta Genelkurmay İHANET ÇEM B E R i Başkanı, PKK'nın Diyarbakır'da gerçekleştirdiği bombalı oto eylemiyle ilgili olarak "PKK'nın son çırpınışları" değerlendirmesinde bulundu. Başbakan Tayyip Erdoğan da yaptığı açıklamalarda; beş yıldır demokrasi, hukuk ve özgürlükler alanında çıtayı yükselttiklerini, terörün toplumdan tecrit edilme sürecinin başladığını, terör örgütünün tasfiye sürecinde devletin bütün kurumları ile bir ve beraber hareket ettiklerini açıkladı. En çarpıcı açıklamalar ise Genelkurmay Eski Başkanı Hilmi Özkök'ten geldi. Özkök bir tv kanalına yaptığı açıklamada; "Hükümetin bu son süreçte yaptığı girişimler diplomatik yönden başarılı olmuştur. Dünya kamuoyunun desteği bizim için ne kadar önemli ise PKK açısından o kadar olumsuzdur. PKK ilk kez kendisine ümit veren çevrelerin desteğini yitirmiştir. PKK şu anda düştüğü bu zor durumdan çıkmak için terörist eylemler yapıyor. Bu eylemler ile halen ülke içinde güçlü olduğu mesajını vermek isterken, uluslararası kamuoyunda büyük tepki topluyor. Çünkü şiddet kamuoyunda tepki yaratır. Milli bir davada olması gereken ne ise şimdi o yapılıyor. İtidalle, başarıyla yürütülen bir süreç görüyoruz şu anda. Hükümet ve- Silahlı Kuvvetler şu anda büyük bir ülkeye yakışır tarzda hareket ediyor. PKK'nın ümidi kırılıyor. Şu andaki süreç diplomatik, politik ve stratejik bir başarıdır. Terörü bir anda bitirecek sihirli bir değnek yok. Böyle bir beklenti içinde olmamak lazım. Teröre bulaşanların ümidinin kırılması gerekiyor." Görüldüğü gibi aslında en doğru yaklaşım Hilmi Özkök Paşa'dan gelmiştir. ABD Başkanı Bush, Erdoğan'a ve dünya kamuoyuna "PKK, ABD'nin düşmanıdır" saptamasında bulunarak ABD'nin PKK'ya karşı harekete geçeceğini söylemiş, PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER sonraki günlerde anlık istihbaratın Türkiye'ye verilmesi neticesinde Türk savaş uçakları Kandil'deki PKK yuvalarını vurmuştur. Bu durum bizzat Genelkurmay Başkanı tarafından açıklanmıştır. Ancak ABD Başkanı ve diğer yetkililer
Türkiye'ye PKK ile mücadelesinde gereken yardımı yapacaklarını açıklamalarına rağmen, bu örgütün bitirileceği veya tasfiye edileceği konusunda bir açıklama yapmamışlardır. Bu konu ¦ nun gizlice gündeme getirilip getirilmediğini henüz bilmiyo • ruz. Ancak şu unutulmamalıdır ki PKK yalnızca ABD'nin istemesi ile bitmez; PKK'yı kuran ve bugün kullanan güçlerin müşterek iradesinin tasfiye noktasında samimi olmaları gerekmektedir. Bugün ABD, PKK'nın tasfiye edilmesini hakikaten istiyor mu? ABD, Türkiye'ye böylesi önemli bir kozunu feda edecek derecede güveniyor mu? Yoksa PKK'yı Ortadoğu'da zamanı ve yeri geldiğinde kullanmak üzere bölgesel denklem içinde mi görüyor? Örgütün tasfiyesi ve bitirilmesi yönünde henüz ortaya konmuş bir irade yok. Washington'da faaliyet gösteren Uluslararası Stratejik Araştırmalar Merkezinin (CS1S ) Türkiye bölümü direktörü Bülent Ali Rıza Versin bu konu ile ilgili olarak yaptığı değerlendirmede; "Türkiye'nin uzun vadede isteği PKK'nın ortadan kaldırılması ve Iraklı Kürtlerin PKK desteğine son verilmesi ancak ABD o noktada değil" şeklinde. Şu asla unutulmamalıdır ki, PKK terör örgütünün bitirilmesi ve tasfiyesi onları kuran, kullanan güçlerin iradesi dışında pek de mümkün değildir. Özellikle bölgemizde oynanan "Büyük Oyun'da" ABD'nin PKK piyonundan kolay kolay vazgeçmeyeceği görünüyor. İHANET ÇE M B E Ri Türkiye-ABD ilişkilerinde yeni dönem ABD, Kuzey İraklı Kürt liderle yaptığı Washington Anlaşmasına rağmen neden Barzani'ye ve PKK'ya sırt çevirdi, Türkiye'yi desteklemeye başladı? ABD'nin Türkiye'nin bilmediği gizli bir ajandası olabilir mi? Tabi ki olabilir. Geçmiş dönemlerde PKK ile mücadelede ABD'nin Türkiye'ye desteği olarak değerlendirilen kısa vadeli taktiksel bazı manevraların, uzun vadede Türkiye'nin iç dinamiklerine ve Ortadoğu'daki menfaatlerine aykırı neticeler verdiğini hep birlikte gördük. 5 Kasım'da yapılan görüşmelerde Türk tarafı Kandil Dağlarındaki PKK yuvalarına operasyon yapma kararlığını son kez ABD yetkililerine iletti. Kandil'deki PKK kamplarının kapatılması ve lojistik kanallarının kesilmesi, üst düzey PKK'lıların Türkiye'ye teslimi, PKK'ya kaynak sağlayan Mahmur Mülteci Kampı"nın kapatılması ve İraklı Kürt grupların PKK terörü karşısında kesin tavır almalarının sağlanması, Türkiye'nin bu görüşmelerde ortaya koyduğu açık ve haklı istekleriydi. Bu toplantıda ABD'nin veya taşeronlarının PKK'ya verdiği destekle ilgili dosyalar ortaya kondu mu? Şimdilik bunları bilmiyoruz. Başbakan'm ifadesine göre ortada gizli bir anlaşma olmadığına göre; ABD, PKK konusunda neden bir u dönüşü yapmıştır. Çıkarlarını uzun vadeye yayarak gerçekleştirmek mi istemektedir? Kuzey Irak'lı Kürt liderler ile yapılan Washington Anlaşması'nın Türkiye aleyhine olan maddelerinden ve sözde Kürdistan Devleti'nin adım adım kurulma çalışmalarından vazgeçilmiş midir? Yoksa PKK ile mücadelede Türkiye'nin yanında yer almak, ABD'nin yeni bir stratejisinin başlangıcı mıdır? Muhakkak ki bu soruların cevapları ve ABD'nin samimi olup olmadığını en iyi karar verici mekanizmalar bilmekPKK'YI YÖNETEN TÜRKLER JB3 redirler. ABD'nin görüşmelerde ortaya koymadığı ancak uzun vadede örtülü operasyonlarla uygulayabileceği gizli ajandaları varsa bunları aynı metotla engellemekte karar verici mekanizmalara düşmektedir. Aksi halde Öcalan'ın teslimi konusundaki gibi bir açmaza düşer, PKK'yı aratacak gelişmeler ile karşı karşıya kalabiliriz. Şunu da unutmamak lazımdır: ABD'nin Ortadoğu politikalarında tam bir u dönüşü yapması, Türkiye'nin iç dinamik -lerindeki gelişmeler ve bölgedeki etkisi ile de paralellik taşımaktadır. Bu gelişmeleri şöyle özetleyebiliriz: ABD'nin bugünkü konjonktürde Ortadoğu'da Türkiye'ye her zamankinden çok ihtiyacı vardır. "Ortadoğu'yu kontrol edebilmek için Türkiye'ye ihtiyaç olduğu" görüşü ABD'de her geçen daha da güçlenmektedir. Bunun yanı sıra Irak'taki ABD askerlerinin ikmal desteğinin büyük bir bölümü Türkiye üzerinden sağlanmaktadır. ABD'nin ve Büyük Ortadoğu Projesi'nin karşısına engel olarak çıkan birleşik küresel güç adayı Asya Bloğu (Şanghay beşlisi) ülkelerinin Türkiye'yi yanlarına çekme tehlikesi, ABD'yi Türkiye'nin yanında olmaya iten önemli sebeplerdendir.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün Başbakan'ın ardından 3 ay gibi kısa bir süre sonra ABD'ye gerçekleştirdiği gezi, iki ülke arasında kumlan diyalogu en üst noktaya çıkarmıştır. Cumhurbaşkanı Gül ile Başkan Bush arasında yapılan görüşmede, "PKK'nın ortak düşman olduğu'nun bir kez daha dile getirilmesi, Başbakan'ın ziyaretinde varılan mutabakatı teyit etmiştir. Ancak Gül'ün Washington temaslarına bu mutabakattan daha çok "Kürt sorununda siyasi çözüm" tartışması damgasını İHANET ÇEMBERİ vurdu. Bazı iddialara göre; görüşmeler sonrasında Beyaz Saray'da görevli üst düzey bir yetkili, iki liderin temaslarına ilişkin gazetecilerin somlarını telekonferansla yanıtlamış ve adının açıklanmasını istemeyen bu kişi, PKK sorununun Bush ve Gül görüşmesinde ağırlıklı olarak ele alındığını söylemiştir, iddialara göre, iki lider çözüm yöntemi üzerinde özellikle durmuşlardır. Yetkili PKK'ya karşı uzun dönemli çözümün kapsamlı olması gerektiğini belirtirken, "sadece askeri çözüm değil, siyasi çözüm de devreye sokulmalı. Buna Türkiye'nin güneydoğusundaki koşullar da dâhil" demiştir. ABD'nin uzun dönemli çözüm için Türkiye'yi Irak'lı Kürtlerle diyaloga girmeye teşvik ettiğini belirten yetkili, "uzun dönemli çözüm için askeri yöntem, bu tehditle başa çıkmanın sadece bir parçasıdır" diye eklemişti. Beyaz Saray'dan gelen bu açıklamalara karşın Cumhurbaşkanı Gül Bush'la PKK sorununda "siyasi çözümü" konuşmadıklarını söyledi. Gül, PKK'nın Kuzey Irak topraklarını Türkiye'ye karşı saldırı için rahatça kullandığını hatırlatarak, "bu kamplardan gerek sivillere, gerek güvenlik güçlerimize karşı saldırı olacak. Böyle bir konuda herhangi bir politik çözüm söz konusu olabilir mi? Böyle bir konu varken önünüzde, dışarıdan gelen teröre karşı politik bir çözüm bulalım denilebilir mi? Nasıl El-Kaide'nin dışarıdan saldırılarına karşı 'buna bir politik çözüm bulalım' demek mümkün değilse, böyle bir şey söz konusu olamaz" dedi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün siyasi çözüm konuşulmadığı yönünde yaptığı açıklamalar şüphesiz ki doğru. Burada Beyaz Saray adına konuşan ve ismini gizleyen yetkilinin ABD adına gazetecilere yaptığı "siyasi çözüm konuşuldu" yönündeki açıklamalarının ne anlama geldiğinin irdelenmesi gerektiPKK'YI YÖNETEN TÜRKLER ğini düşünüyomm. Türkiye'de çok hassas bir zeminde değerlendirilen bu konunun konuşulmadığı halde "konuşuldu" diye uluslararası basına deklere edilmesinin anlamı nedir? Bu tavır diplomatik nezaketsizliğin ötesinde, Türk Cumhurbaşkanı'na ve Türkiye'ye karşı yapılmış bir saygısızlık değil midir? Türkiye Cumhurbaşkanı ile konuşulmayan bir konunun bu şekilde gündeme getirilmesi PKK ile mücadelede Türkiye'nin yanında olduğunu açıklayan ABD'nin PKK üst yönetimine ve destekçilerine göz kırpması anlamına gelir. Bu olaydan yola çıkarak, ülkemizdeki karar verici mekanizmaların emperyalist devletlerin her yolu mubah gören strateji ve taktiksel açık-ör-tülü operasyonlarına karşı uyanık ve tedbirli olması gerektiğinin altını bir kez daha çiziyorum. Bizim bu düşüncelerde ne kadar haklı olduğumu; BBC'nin, Irak Devlet Başkanı Celal Talabani'nin finanse et tiği ASO isimli gazeteye dayandırdığı bir haberinde ortaya çı kıyor: İrak Devlet Başkanı Talabani'nin, Türkiye ile PKK ara smda yapılacak müzakerede "arabulucu" olacağı iddiaların yer veren gazete, yakın bir gelecekte yapılacağı öne sürüle müzakere ile ilgili çeşitli güvenlik kaynaklarına dayandırdı; haberinde ilginç bir detay veriyor: Irak Devlet Başkanı Tal; bani, yakın bir gelecekte, bir Avrupa ülkesinde Türkiye 1 PKK arasında arabuluculuk yapacak! Haberde Türkiye ' Kürtler arasındaki ilişkilerin iyileştiği vurgulanırken, Cuı hurbaşkanı Gül'ün "Talabani seçilmiş bir başkandır. Birbi mizi karşılıklı ziyaret etmemiz ihtimal dahilindedir' dediği işaret ediliyor. Talabani bundan önceki dönemlerde de, 1993 yılından b layarak "Türkiye'de akan kanın durması adına" PKK ile Tüı ye'deki bazı yetkililerin isteği üzerine görüşmeler yapmi! İHANET ÇE M B E R i PKK'yı muhatap alan bu tür görüşmeler hangi ulvi amaca hizmet eder bilinmez ama bu görüşmelerin PKK'yı kurduran ve yöneten güçlerin bir stratejisi olduğu muhakkaktır. Resmi olmasa bile araya arabulucular ve taşeronlar koyarak örgütü
muhatap kabul etmek Türkiye'yi terörle dize getirmeye çalışan emperyalist ülkelerin amaçlarına ulaştıkları anlamına da gelir. PKK kurulduğu günden bu yana taşeronlar vasıtasıyla ABD'nin kontrolünde bir örgüttür (Türkiye'deki ateşkesler ve PKK ile arabulucular vasıtasıyla yapılan görüşmeler ve dönem dönem PKK'ya taşeronluk yapan ülkeler ilerideki sayfalarda açıklanacak). Taşeronlar ise bugün Barzani ve Talabani'dir. Bu nedenle Talabani tarafından finanse edilen bir gazetede gerçek olmayan bu haberlerin yer alması çok doğal. Ancak yukarıdaki satırlarımızda belirttiğimiz gibi bugün bize PKK terörü ile mücadelede destek sağladığını gördüğümüz ABD'nin ve diğer emperyalist ülkelerin bu desteklerinin ne kadar samimi olduğu, bu desteklerin arkasında gizli bir ajandalarının olup olmadığı hususu da karar verici mekanizmaların istihbarat ve öngörüleri ile değerlendireceği milli bir meseledir. Örgütün şehirlerde düzenlediği eylemler Üzerinde önemle durulması gereken bir başka konu da, örgütün Büyükşehirlerde yaptığı eylemlerdir. Örgüt bugün, sadece dağdaki yapılanması ile değil, kentlerde yapmış olduğu gösteriler, saldırılar ve eylemler de sesini duyurmaya çalışıyor. Bunlardan ne gibi bir beklentisi olabilir? Bunların arkasından nasıl bir niyet okuması yapabiliriz? Diyarbakır'da gerçekleşen bu son saldırı neden düzenlenmiştir? 22 Temmuz 2007 Genel Seçimleri'nde, Cumhuriyet tarihinde ender görülebilecek bir şekilde, ilk defa bir sistem parPKK'Yl YÖNETEN TÜRKLER tisi (AKP) örgütün propaganda yaptığı bölgelerde ciddi oy aldı. Bazı bölgelerde AKP'nin oyları PKK destekli DTP'nin oylarının çok üstüne çıktı. Bu ne anlama geliyordu? Yıllarca PKK şiddet eylemleri ile halkı korkutarak ve sindirerek, hatta katliamlar yaparak örgüte taban sağlıyordu. Bu stratejisinde başarılı olduğunu, devletin ise "dağa çıkma" konusunda başarısız olduğunu iddia ediyor, hatta bu durum devlet yetkilileri tarafından kabulleniliyordu. Fakat son genel seçimlerde ortaya çıkan bu tablo birçok şeyin değiştiğini gösterdi. Bu değişimi nasıl okumak gerekiyor? Bence Kürt kökenli kardeşlerimiz, PKK'nın kendileri için var olmadığını, aksine emperyalist güçlerin emrinde çalıştığını, bu güçlerin emelleri doğrultusunda Kürt-Türk çatışması yaratmak amacı ile faaliyet gös terdiğini açıkça gördüler. Bir de PKK'nın kendilerini temsi etmediğini, kanlı eylemler gerçekleştiren örgütün kendileri nin sosyal imkânlara, işe ve aşa kavuşmalarına engel olduğu nu anladılar. En önemlisi ise bölge halkı 26 yıldan bu yana sü ren şiddetten, terörden ve ölümlerden tüm Türk insanı git bıktı. Kaos ve istikrarsızlık yaratan eylemler bütün vatanda; larımız tarafından sorgulanmaya başlandı. PKK terör örgütüne yakın hareket eden DTP'nin bağıms adaylarının 22 Temmuz Genel Seçimleri'nde aldığı toplam c miktarı 1.822.253 (% 5.2) olmuştur. Bu miktarın çeşitli h saplamalara göre en fazla % 3,5'unun DTP'li bağımsızlara i olduğu düşünülürse, ayrılıkçı-ırkçı kesimin oyları 1.220.01 civarında olacaktır. Milliyet Gazetesi'nin Tarhan Erdem y netiminde KONDA'ya yaptırdığı Türkiye'nin en kapsarı kimlik araştırmasında, Türkiye'de 11 milyon 445 bin Kürt ] sadığı sonucu doğru kabul edildiğinde ortaya ilginç bir tal çıkıyor. PKK'nın Kürt vatandaşlarımız üzerinde uygulac şiddet ve korku hesaba katıldığında, taktiksel amaçlı kanlı İHANET ÇEMBERİ lemlerden korkarak DTP'nin bağımsız adaylarına oy veren kesim de bu orandan çıkarıldığında PKK destekli DTP'nin oylarının 500-600 bin civarında olabileceği değerlendirilmektedir. Bu oy oranı, PKK'nın Kürt vatandaşlarımızı temsil etmediğinin en önemli kanıtıdır. 1982 yılında yapılan genel seçimlerde DTP'nin eski versiyonu DEHAP'ın aldığı oylar %6.2 idi. Şu halde PKK destekli ayrılıkçı siyasi partilerin oy oranlarında giderek azalma olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. PKK / KONGRA- GEL terör örgütü, 2004 yılının sonlarında aldığı kararla "şiddet eylemlerinin tırmandırılması" ve "şiddet eylemlerinin ortaya çıkardığı gerilimin kitle eylemleri ile desteklenmesi" taktiğiyle hareket tarzını benimsemiştir. Şiddet eylemlerinin tırmandırılması amacıyla gerek kırsal alanda gerekse şehir merkezlerinde gerçekleştirilen eylemlerde geçmişe nazaran daha profesyonel saldırı ve bombalama eylemleri gerçekleştirmiştir. Bombalama eylemlerinde
plastik türü patlayıcılar A4,C4, RDX ve amonyum nitrat gibi ısı ve tahribata yol açan patlayıcılar kullanılmış, bu patlayıcılar uzaktan kumandalı patlayıcı düzenekleri kullanılarak eylemler gerçekleştirilmiştir. Örgüt son Diyarbakır saldırısı ile de ilk defa bomba haline getirilmiş bir otoyu uzaktan kumanda sistemi ile patlatarak eylemlerinde üstün teknolojiyi kullanabileceğini göstermiştir. Şehir merkezleri ve metropollere yönelik eylemlerde sözde "özel kuvvetler, öz savunma birlikleri, eylemci milis grupları" adıyla faaliyet gösteren PKK'lı terörist grupların, milis güçlerle birlikte şehir merkezlerinde çeşitli bombalı eylemleri gerçekleştirdikleri görülüyor. Sözde özel kuvvetler içinde yer alan ve TAK (Kürdistan Özgürlük Şahinleri) olarak adlandırılan teröristler, patlayıcı maddeler konusunda Kandil'de emPKK'YI YÖNETEN TÜRKLER peryalist ülkelerin özel savaş eğitmenlerinin ve bomba uzmanlarının denetiminde eğitim görüyorlar. Bu teröristler bomba eğitimi yanında sabotaj, kundaklama, suikast vs. alanlarında da eğitildikten sonra, Kuzey Irak'tan Türkiye'deki şehir merkezlerine gönderiliyorlar ve eylem talimatlarını direkt Kandil'den alıyor. PKK'dan bağımsız bir, yapı görüntüsü verilmeye çalışılan TAK, PKK'nın sivil unsurlara karşı yaptığı bombalama ve canlı bomba eylemlerini üstleniyor, sivil ve masum insanların hedef alınmasından doğan uluslararası tepkileri kendi üzerine çekiyor ve böylece Avrupalılar tarafından PKK'ya duyulan sempatinin ve desteğin kaybolmaması amacına da hizmet ediyor. PKK tarafından tek yanlı olarak ilan edilen sözde ateşkesin yine tek taraflı olarak sona erdirildiği 1 Haziran 2004 tarihinden itibaren metropollerde araç, fabrika, banka, benzin istasyonu ve işyeri kundaklamalarını yapan; Bodrum, Çeşme, Kuşadası'nda yerli ve yabancı turistlere yönelik bombalama eylemlerini gerçekleştiren, Van Valisi'ne yönelik suikast girişimini üstlenen bu terörist grup; "PKK'dan ayrı bir örgüt oldukları" iddiasını yukarıda bahsettiğimiz nedenlerden dolayı özelikle dile getiriyorlar. Kandil'de bomba, suikast, sabotaj, kundaklama vs. eğitimi alan 400-500 civarında TAK eylem grubuna bağlı teröristin Türkiye'ye sızdığı ve kanlı eylemler için Kandil'den direktif beklediği de istihbarat birimlerinin aldığı bilgiler arasında bulunuyor. Türkiye'de güvenlik güçleri taraftndan TAK terör timlerine karşı birçok ilimizde yapılan operasyonlarla bombacılar ve suikast timleri eylemlerini gerçekleştireme-den suç aletleri ve patlayıcılar ile birlikte ele geçirilmişlerdir. İHANET ÇEMBERİ Son birkaç yılda bu örgüt militanlarında yakalanan plastik patlayıcıların miktarı bir tona yaklaşmış, iki tona yakın da amonyum nitrat ele geçirilmiştir. Ancak güvenlik güçlerinin bu başarılarına rağmen PKK'nın şehir merkezlerinde ve kırsal alanlarda son aylarda gerçekleştirdiği eylemlerinde, yurt içindeki lojistik ve milis yapılanmasının katkısının büyük olduğu istihbarat birimleri tarafından ifade edilmektedir. Bu haliyle PKK'nın milis güçlerinin Türkiye'nin huzur ve istikrarına yönelik ciddi bir tehdit oluşturduğu, dağ kadrosundan daha tehlikeli bir iç tehdit haline gelebileceği unutulmamalıdır. PKK'nın milis yapılanmasını, köylerden ve mahallelerden başlayarak, liseler ve üniversitelere varan bir zincir içinde sürdürmesi, kadınların ve çocukların legal ve illegal eylemlerde ve örgüt etkinliklerinde ön plana.çıkarılması, yayın organları ve televizyonlar aracılığıyla örgütsel bilinç ve PKK'nın (sözde) bir kurtuluş hareketi olduğunun bilinçlere kazılması yönünde psikolojik harekât uygulanıyor. Özel eğitimli bombacılarla şehir merkezlerinde ve metropollerde şiddeti tırmandırmanın yanı sıra "Serhildan -kitlesel kalkışma" adı verilen yasadışı gösteriler, güvenlik kuvvetlerine taşlı sopalı saldırılar, terörist cenazelerinde atılan sloganlar ve taşman posterler, PKK'nın milis örgütlenmesinin hangi boyutlara geldiğinin de açık bir örneğini teşkil ediyor. İstihbarat birimlerinin tespitine göre PKK'nın yurt dışında 384 civarında sivil toplum örgütü maskesinde irtibat ve yönetim büroları bulunuyor. PKK bu STK görünümündeki bürolar sayesinde uyuşturucu ticareti, haraç toplama, yasadışı göçmen ticareti gibi çeşitli organize suçları, Türkiye'deki sempatizanları ve milis kadroları ile irtibatlı bir şekilde yürüterek uluslararası mafyasal bir organizasyon görüntüsü vermektedir. PKK,
PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER Avrupa'da bazı paravan şirketleri de kullanarak bazı birlikler, vakıflar ve sözde hayır kuruluşları aracılığıyla çok miktarda maddi destek sağlamakta ve kara para aklamaktadır. Kanlı bir terör örgütü olmasının yanı sıra birçok alanda ülkeler arası organize bir suç örgütü görüntüsü içinde olan ayrılıkçı terör örgütünün bu faaliyetlerine, Avrupa*daki bazı ülkelerin istihbarat ve güvenlik birimleri bilerek göz yummaktadırlar. Daha önce defalarca Türk güvenlik birimleri tarafından bu örgütün terör ve mafyasal uyuşturucu bağlantıları bütün delilleri ile ilgili ülke makamlarına bildirildiği halde, bugüne kadar cılız bir iki olay dışında somut bir yardım ve işbirliği sağlanamamıştır. PKK terör örgütü bu dokunulmazlıklarından dolayı adeta Avrupa'da holdingleşmiştir. PKK'nın Avrupa ülkelerinde de sayıları on bini geçen militan ve sempatizan kadrosu bulunmaktadır. Türkiye içindeki bu milis örgütlenmeler ve yurt dışındaki militan ve sempatizan kadroların faaliyetleri Türkiye için uzun vadede ciddi bir tehlike oluşturmaktadır. Bu ne-denle PKK'nın tasfiyesi yalnızca dağ kadrolarının dağdan indirilmesi veya dağa çıkışı engelleyecek sosyal, hukuki, kültürel, psikolojik ve ekonomik tedbirlerin alınması ve örgütün Kuzey Irak'tan tecrit edilmesi ile sınırlı değildir. Türkiye'de yaşayan bütün insanların derin bir üzüntü içinde öğrendiği ve takip ettiği kanlı eylemler zincirinin son halkası Diyarbakır'da yaşandı. Dedeman Oteli ve Galeria Alışveriş Merkezi arasındaki otoparkta bulunan bombalı bir araç, PKK örgütünün sözde "özel kuvvetler eylem grubu" tarafından uzaktan kumanda ile patlatıldı. Bombanın hedefi askeri bir servis aracıydı. Aracın belirtilen mevkiden geçişi sırasında gerçekleştirilen eylemde öğrenciler de askeri servis aracıyla birlikte hedef oldu. Patlamanın şiddetinden bir otobüs ve 6 araç daha yandı. İHANET Ç E M B E R i Polis bombalı oto haline getirilen Lada marka aracın sahibini ele geçirdi. Araç kısa bir süre önce noter satışı gerçekleştirilmeden satılmıştı. Aracı alan şahsın sahte kimlik kullandığı tespit edildi. Alım-satım görüşmelerinde kullanılan telefon numarasının teknik takibi neticesinde, sanıkların bulunduğu mahaller de tespit edildi ve bu mahallere yapılan operasyonlarda, bombalı oto saldırısını gerçekleştiren PKK'nın sözde özel kuvvetler eylemcileri ve bunlara yardımcı olan milis kuvvetlerinden oluşan 9 kişi yakalandı. Polis, bomba haline getirilmiş 5 otoyu daha Türkiye genelinde ararken Van'da bomba hâline getirilen bir oto, patlatılmadan yakalandı. Daha önce Ankara Kurtuluş otoparkı içinde patlatılmadan ele geçirilen bombalı otomobil ile Diyarbakır'da patlatılan oto ve Van ilinde yakalanan otolar ile ilgili araştırma istihbarat birimleri tarafından sürdürülüyor. Bombalı oto eylemi PKK tarafından üstlenildi. Yapılan açıklamada eylemin PKK'nın yerel birimleri tarafından yapıldığı açıklanarak özür dilendi. Fakat eylemi gerçekleştiren PKK militanı Erdal Polat ifadesinde, Kandil'de bomba eğitimi gördüğünü, eylem emrinin Kandil'den geldiğini ve bombanın düzeneğinin de hazır olarak kendisine getirildiğini ifade etti. Sanık ayrıca eylem öncesi 15 gün keşif ve istihbarat yaptıklarını, askeri servis aracında Kuzey Irak'a hava harekâtı düzenleyen pilotlar olduğu kanısıyla bu eylemi gerçekleştirdiklerini itiraf etti. Diyarbakır Valisi eylemi gerçekleştiren örgüt elemanlarının bir kısmının Kandil'de eğitim aldıktan sonra Türkiye'ye sızdığını, bu eylemin yanı sıra bazı suikast girişimlerinin de sanıkların yakalanması ile önlendiğini açıkladı. Eylemin 700 civarında öğrencinin eğitim gördüğü dershane önünde, üstelik öğrencilerin çıkış saatine yakın gerçekleştirilmesi, ölenler arasında öğrencilerin ve sivillerin bulunması Türk ve PKK'YI YÖNETEN TÜRKLER dünya kamuoyunda nefret ve tepki ile karşılandı. Genelkurmay Başkanı bu eylemi "örgütün son çırpınışı" olarak değerlendirdi. Başbakan; bu eylemin terörle mücadelede kararlılıklarını etkilemeyeceğini ifade etti. PKK terör örgütünün bu son saldırısı örgütün son çırpınışları mı? Örgüt neden Diyarbakır'ı hedef seçti? Bu konular şüphesiz Türk toplumunun bütün kesimlerinde tartışıldı. TSK'nin Kandil'e yaptığı hava harekâtları, örgütün Kuzey Irak'ta ve uluslararası alanda tecrit edilmesi, hükümet tarafından örgüt elemanlarını dağdan indirecek ve dağa çıkışı engelleyecek bir dizi sosyal, hukuki, ekonomik,
kültürel ve psikolojik projelerin başlatılması, PKK terörü ile mücadelede tüm enstrümanların bir arada devreye sokulması... ABD'nin PKK'yı Türkiye ile birlikte ortak düşman ilan ederek Türkiye'ye uydu ve anlık istihbarat vermesinde samimi davranması... Bütün bu gelişmeler karşısında örgüt birçok alanda darbe yiyen örgüt, çaresizlik ve panik içinde, "var olduğu mesajı"nı tabanına vermek için mi sivil hedefleri ve özellikle Diyarbakır'ı seçmişti? PKK'nın özellikle 2004 Haziranı'ndan başlayarak devlet otoritesini sarsmak amaçlı güvenlik güçlerine yaptığı saldırıların yanı sıra bu tarihten sonra eylem taktik ve stratejilerinde değişiklikler yaparak şehir merkezleri ve büyük metropollerde yaşayan masum insanları hedef aldığı gözlenmektedir. Örgütün Diyarbakır'daki son saldırısı son yıllarda Güneydo-ğu'da gerçekleştirdiği dördüncü büyük eylemidir. 2006 yılının Eylül ayında Bağlar semtinde termos bombanın patlaması sonucu yedisi çocuk olmak üzere 10 kişi ölmüş, 15 kişi de yaralanmıştı. 11 Ekim 2007 günü bir terzi dükkânına atılan el bombasının patlaması sonucu bir polis memuru ölmüş üç kişi İHANET ÇEMBERİ de yaralanmıştı. 15 Haziran 2007 tarihinde yine askeri servis aracının geçtiği sırada bir minibüs durağtndaki bisiklet selesine konan bombanın patlaması sonucu biri asker 8 kişi yaralanmıştı. Örgüt Diyarbakır ve metropollerde gerçekleştirdiği bu eylemler ile bir taraftan Kürt-Türk çatışmasını hedeflerken, diğer yandan da sorunun çözümünde kendisinin dışlanmaması ve muhatap kabul edilmesi yönünde bir mesaj vermek istemektedir. Türkiye'de Kürt kesimini yalnızca örgütün temsil ettiğini ve arkasında bu yönde kitlesel bir destek olduğunu varsayan PKK, kitlesel desteğin kaybolmaması için eylemlerinin ağırlığını Diyarbakır'a vermektedir. Masum insanların ve çocukların hedef olarak seçilmesindeki temel neden, şiddet ve korku yaratarak kitlesel desteği ve otoriteyi sürdürme çabasıdır. Diğer önemli bir etken ise devlet otoritesini sarsarak ülkede kaos ve istikrarsızlık yaratmak sureti ile demokratik açılımların önünü kesmek ve şiddet ve çatışma ortamının devamını sağlamaktır. Örgüt kendisine destek veren emperyalist devletlerin örtülü ilişkileri çerçevesinde ve legal alanda kendisinin kontrolündeki siyaset ilişkilerini de kullanarak ve zorlayarak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından muhatap alınma stratejisini sürdürmek istemektedir. Aslında emperyalist ülkeler, PKK terör örgütünün Türkiye'de yaşayan Kürt vatandaşlarımızı temsil ettiği iddiasını kendi emelleri doğrultusunda bir görüş olarak desteklemekte ve bu örgütün militanlarını terörist olarak tanımlamamakta hâlâ ısrar etmektedirler. Örgüt, terörle mücadelenin tüm enstrümanlarının bir arada kararlılıkla uygulanmasından dolayı ağır bir darbe almıştır. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi, örgütün Diyarbakır'da PKK'Y! Y ÖNmNjÛRjOER gerçekleştirdiği saldırılarda masum insanları hedef alması, bazı terör uzmanlarının ifade ettiği gibi, örgütün siyasi hedefinin kalmadığı, tam bir panik içinde kalarak bu eylemleri gerçekleştirdiği anlamına gelmez. Mahir Kaynak'ın "belki de bu eylemler Kürt sorunundan bağımstzdır ve sadece ülkede güvenlik kaygılarının ön plana çıkarılması ve siyasetçilerin rolünün sınırlandırılmasını amaçlamaktadır" analizini bir kenara atmamak lazım. PKK veya başka bir örgüt tarafından ortaya konan her eylemin bir arka perdesi olduğu gerçeğini göz ardı etmemeliyiz. ABDULLAH ÖCALAN HAKKINDA BİLİNMEYEN GERÇEKLER Abdullah Öcalan'm annesi Türk mü? Mankurtlar Vadisi adlı kitabında Necdet Pekmezci şunları yazıyor: "Abdullah Öcalan 16 Şubat 1999 tarihinde Kenya'nır başkenti Nairobi'de CIAMOSSAD-MİT işbirliği ile yakala narak iş adamı Cavit Çağlar'm uçağı ile Türkiye'ye getirildi Öcalan'm uçaktaki ilk sözleri de "Annem Türk'tür, imkâı sağlanırsa devlete hizmete hazırım" oldu. Abdullah Öcala: gerçeği mi söylüyordu, yoksa canını kurtarmak için mi anne sinin Türk olduğunu üzerine basa basa açıklıyordu? Nasnarr sitesinde yazılar yazan Şükrü Gülmüş'e göre Abdullah Öc: lan'm annesi Türk değil, Öcalan'm annesinin adı Uwe Öcalan. 1915 yıllarında üçlü karar organı Enver, Talat ve C mal, Ermenilere ferman çıkardı. Türkiye ve (sözde) Kürd tan'm her tarafından Ermeniler yola çıkacak ve onları ¦ emin yer
Derazor'da toplayacaklardı. Adana'dan bir kafile) la çıktı. Güzergahı; Antep, Urfa, Mardin ve oradan Derazor Bunlardan bir kısmı Antep'te kalır. Küçük bir kısmı Urfa'< Bir küçük kız Sıti Mardin/Derik/ Kızıl Köyü'nde el konur, ti, Hamit adında bir Kürt ile evlendirilir. Mahmut adında İHANET ÇEMBERİ çocuğu olur. Ve Sıti kocasından ayrılır. Oğlu Mahmut'u yanına alır, onu büyütür, okutur. Mahmut evlenip çoluk çocuğa karışır. Derik'te emekli müftü olur. Sıti ölmesine yakın oğlu Mahmut'u yanma çağırır. Başından geçenleri bir bir anlatır. Ve benim ablam LKveyş'tir. Onlar Urfa'da kaldılar, şu anda Adana'dalar. Bunu sen bil, kimseye söyleme, der ve gözlerini yumar. Bir Ermeni'yken bir Müslüman olarak ölür Sıti. Ben bunu duyduğumdan beri sıkıntıdayım. Sordum soruşturdum, bana anlatılanların hepsi gerçek. Abdullah Öcalan, 99 Imralı beyanında, "Benim anam Türk'tür" dedi. Oysa biz anasını da babasını da Kürt biliyorduk o zamana kadar. Bu hala konuşuluyor ve tartışılıyor. Peki ama ailesi hakkında neden daha detaylı bilgi vermiyor? Örneğin babasının adı ne nereli? Kimlerden? Yoksa babasız mı dünyaya geldi. Osman Öcalan'la yaptığım bir telefon konuşmasında; - Osman Öcalan'a şunları sordum; Osman bu sizin Öcalan-lar konusunda herkes başka bir şey söylüyor. Sence sizin aile şecereniz nasıl? Mesela baban Ömer nereli? - Babam Ömer, aslen Diyarbakır/Kulp'lu, oradan Nizip Antep'e gelir ve şimdiki köyümüze yerleşir Büyük abin, Abdullah "annem Türk'tür" dedi. Sahi anan Türk mü? Sen ne diyorsun? Abim bunu politik bir manevra olarak söylemiş olabilir. Aslında annem Uweyş Suriye Kürt'lerindendir ve orada hala akrabalarımız var. Suriye'nin neresinden? Anehe, yani 15 yıl önce Derezor'dan gelmişler." Öcalan'ın yakın çevresi Abdullah Öcalan'ın örgütün kuruluşundan başlayarak yakalanmasına kadar geçen süre içinde yakın çevresinde devamlı istihbarat elemanlarının bulunduğu ve irtibatların bu kişiler vasıtasıyla sağlandığı bugün artık ortaya çıkan bir gerçek. 12 Eylül 1980 darbesi öncesi Öcalan'ın Suriye'ye geçirilmesi sonunda, Türkiye'nin bu sürece dâhil edilip edilmediği de bence özel bir araştırma konusu. Biz şimdilik Öcalan'ın örgütü kurarken yakın çevresinde bulunan ve istihbarat örgütleri ile irtibatlarını sağlayan kişiler ile ilgili bilinenleri irdeleyelim. Öcalan'ın en yakınındaki isimlerden biri Pilot Necati olarak tanınan (Kod ) Necati Kaya, diğeri ise bir müddet evli kaldığı eşi Kesire Öcalan. Abdullah Öcalan ile Kesire Yıldırım'ın nikahlan 24 Mayıs 1978 tarihinde Gençlik Parkı içindeki nikâh salonu içinde kıyıldı. Kesire Yıldırım PKK içerisinde Fatma kod adı ile tanı nıyordu. Kesire ile Abdullah Öcalan ilişkisi 1986 yılına kada sürdü. Kesire Öcalan Yunanistan'da bulunduğu süre içind Abdullah Öcalan'a bayrak açtı. Öcalan 10 yıl sonra Kesir Öcalan'ı ajan ilan etti. İsviçre'de yaşayan Kesire ise susku kalmayı tercih etti. Kesire Öcalan'ın babası Ali Yıldırım't MİT ile ilişkisi ciddi anlamda hep iddia edildi. 2005 yılınc Baki Tuğ, Dünden Bugüne Tercüman Gazetesi'ne yaptı açıklamada Kesire Öcalan'ın babası Ali Yıldırım'ın MİT' çalıştığını açıkladı. Kesire'nin ise ayrılana kadar Öcalan üz rinde çok etkili olduğu yakın çevredeki insanlar tarafınd; ifade ediliyordu. Kesire Yıldırım kimdir? Hürriyet Gazetesi muhabiri Kadir Ercan'ın yaptığı araşt maya göre; Kesire, Elazığ'ın Karakocan Uçesi'nde 1953'te dc muş, Kürt değil bir Türk ailenin dört çocuğundan en büyü; dür. Elazığ Kız Öğretmen Okulu'nda okuduğu yıllarda Türk milliyetçisidir. Abdullah Öcalan'n en yakınındaki isimlerden biri de pilot Necati. Örgüt içinde Öcalan dışında Pilot Necati'nin ajan olduğu konusunda yaygın bir kanaat oluşmuş durumdaydı. Hatta Öcaîan'a muhalif isimler bu konuda çeşitli raporlar tanzim ediyorlardı. Pilot Necati hakkında konuşulanlar Öcalan'm da kulağına gelmesine rağmen bu konuya ilginç bir şekilde duyarsız kalıyordu. Pilot Necati ile Öcalan arasındaki ilişkiyi iddia eden ve örgütün kurucuları arasında bulunan bazı örgüt mensupları hakkında, Öcalan tarafından infaz emri verildi. Pilot Necati veya Necati Kaya kimdi? Bu gerçek adı mıydı? Öcalan'm yanından hiç ayrılmayan,
Öcalan'ı kontrol ederek faaliyetlerini yönlendiren Pilot Necati Öcalan için ne anlam ifade ediyordu? Terörist başı Öcalan'm PKK'yı kurarken ilk destekleyicileri arasında bulunan, yakın arkadaşı Pilot Necati adıyla bilinen kişi aslında eski hava Yüzbaşı llyas Aydın'dır. Bu tespit 12 Mart'm ünlü savcısı Baki Tuğ'a ait. Baki Tuğ Kırmızı Çizgi dergisi ile yaptığı söyleşide yaklaşık kırk yıllık sırrı şu sözlerle açıkladı: "Mahir Çayan'ı da Öcalan'ı da finanse eden kişi aynı kişiydi. Bu kişi 12 Mart'ta llyas Aydın olarak tanınıyordu. 1970'li yılların sonunda ise aynı kişi Pilot Necati Kaya olarak bilindi. Mahir Çayan'a finans desteği sağlayıp, silahlı eylemler yapmaya yönlendiren eski Yüzbaşı Pilot llyas Aydın, daha sonra Pilot Necati Kaya takma adıyla Öcalan'm da örgüt kurmasına ve silahlı eylemler yapmasına destek sağladı ve uzun müddet beraber çalıştı. Askeriyeden atılan eski havacı Yüzbaşı llyas Aydın'ın ismi daha sonra Mahir Cayan ve arkadaşlarının Kızıldere 'de yakaPKK'YI YÖNETEN TÜRKLER lanıp öldürülmelerinde gündeme geldi. Emniyet güçleri bölgeyi kuşatmadan on dakika önce olay yerinden ayrılmıştı Pilot Necati. Terörist olduğu, ordudan kaçtığı belirtilen bu yüzbaşı için de bir süre sonra çatışmada öldürüldüğü açıklaması yapıldı. Öldürüldüğü açıklanan Yüzbaşı Ilyas'm daha sonraları İsrail merkezli bir ofiste büyük bir ülkenin gizli servisi hesabına dimdik ayakta olduğu haberleri duyuldu. Pilot Necati Ka-ya'nm PKK içindeki durumu çok karanlık. Örgütün 1978'de Lice'nin Fis köyünde kuruluşunu ilan ettiği toplantının yapıldığı yer dahil bütün kalınacak yerleri, militanların parasını karşılayan kişi olan Ağrı'lı Pilot Necati Kaya, arkasındaki gücün de ipuçlarını veriyor. Bu güç Türkiye'de de faaliyette bulunan NATO'nun gizli ve gölge ordusu Ergenekon'du. Öcalan üst düzey militanlarıyla birlikte yaptığı toplantıları-• nı yazıya döktürmüyor kaset kaydı yaptırıyordu. Acaba niçin? Öcalan yanlış bir maddeden mi yargılandı? Abdullah Öcalan'm derin devletler konsorsiyumunur müşterek, iradesi ile PKK terör örgütünü nasıl kurduğunu de tayları 'ile açıkladık. Aslında Türkiye üzerinde PKK ve Öca lan konusunda uygulanan provokasyonlar bu olaylarla siniri değil. Türkiye Öcalan'ı eski TCK 125'inci maddeden yargıla yarak, adeta bir lider yarattı! Eski TCK 125. madde aynen şöyle: "Devlet topraklarını tamamını veya bir kısmını yabancı devletin hâkimiyeti altır koymaya veya devletin istiklalini tenkise veya birliğini bc maya veya devletin hâkimiyeti altında bulunan topraklard; bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf bir fiil işleyı kimse ölüm cezası ile cezalandırılır." İHANET ÇEMBERİ Öcalan'ı bu maddeden yargılayan Türkiye, Öcalan'ı bir insanlık suçlusu olarak yargılama yerine ödüllendirerek bir lider sıfatıyla hâkim karşısına çıkartıp yargıladı. Bu maddeden yargılanan Öcalan ve TBMM'deki uzantısı DTP (geçmişte, DEHAP ve HEP) şu anda Kürt vatandaşlarımızı temsil ettikleri savı ile hareket ederek, Türkiye'nin PKK'yı muhatap almasını istiyorlar. İsteyenler yalnız onlar mı? PKK'yı kurup, Türkiye'nin başına bela eden emperyalist güçlerin gizli ajandalarında da bu var. Acaba bu güçler, ABD güdümlü Ergenekon ile birlikte PKK'yı kurarken Öcalan'ın hangi maddeden yargılanacağını da bize telkin mi ettiler? Türk güvenlik birimleri, PKK'nın finans kaynaklarını açıklarken, uyuşturucudan elde ettiği parasal kaynağın miktarı bu ayrılıkçı etnik terör örgütünün organize bir şekilde uluslar arası boyutlarda ve büyük boyutlarda uyuşturucu kaçakçılığı yaptığını ortaya koyuyor. Bu nedenle Öcalan'ın eski 149. maddeden yargılanması gerekiyordu. Eski TCK 149 aynen şöyle: "Her kim Hükümet aleyhine halkı silah ve uyuşturucu yahut boğucu veya yakıcı gazlar veya patlayıcı maddeler kullanmak sureti ile isyana veya Türkiye ahalisini birbiri aleyhine silahlandırarak mukateleye teşvik eylerse, 20 seneden az olmamak üzere ağır hapis cezası ile cezalandırılır. Eğer bu teşvik neticesi olarak isyan veya kıtal zuhur etmişse, buna sebebiyet veren asilere kumanda eden kimseler hakkında ölüm cezası verilir."
Türkiye'de kamuoyu haklı olarak emperyalist ülkelerin ayrılıkçı etnik PKK terör örgütünün militanlarına "terörist" yerine, gerilla, isyancı, vs gibi sıfatlar kullanmasından rahatsızdır. Ancak 125. madde ile Öcalan'ı bir Kürt devleti kurmaktan yargıladık ve cezalandırdık. Böylece Öcalan'a lider sıfatı verdik. Bu yargılama maddesinin yanlış olduğu konusunda TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu Başkanı Sadık Avundukoğlu günlerce feryat etti. Star TV'de yayınlanan Kırmızı Koltuk programına çıktı. Apo'nun yargılanması gereken madde 125 değil 149'dur. Türkiye kendi eliyle bir lider yaratıyor. Eline de mahkeme kararı veriyor" dedi. Ardından Ali Kırca'nın Mudanya'da yaptığı Siyaset Meydanı programına bir faks çekti. Aynı görüşleri iletti. Programa katılan Uğur Alacakaptan "Doğru" dedi, "Sadık benim talebemdir. Bu suçun cezası 125 değil, 149'dur!" Kimse dinlemedi. Şimdi sıkı durun; o günlerde çok vahim gelişmeler oldu. Sadık Avundukoğlu susturulmaya çalışıldı. Bu sözlerinin ardından, bir profesör kendini aradı. "Bir daha televizyonlara çıkmayacak ve konuşmayacaksın. Aksi takdirde, seni öldürecekler" dedi. Avundukoğlu, arayan kişiye "kim öldürecek?" diye sordu. "Bildiğin çevreler" cevabını aldı. Bu noktada başka söze gerek var mı ? bülent Orakoğlu _ İhanet Çemberi Kitaplar, uygarlığa yol gösteren ışıklardır. UYARI: www.kitapsevenler.com Kitap sevenlerin yeni buluşma noktasından herkese merhabalar... Cehaletin yenildiği, sevginin, iyiliğin ve bilginin paylaşıldığı yer olarak gördüğümüz sitemizdeki tüm e-kitaplar, 5846 Sayılı Kanun'un ilgili maddesine istinaden, engellilerin faydalanabilmeleri amacıyla ekran okuyucu, ses sentezleyici program, konuşan "Braille Not Speak", kabartma ekran vebenzeri yardımcı araçlara, uyumluolacak şekilde, "TXT","DOC" ve "HTML" gibi formatlarda, tarayıcı ve OCR (optik karakter tanıma) yazılımı kullanılarak, sadece görmeengelliler için, hazırlanmaktadır. Tümüyle ücretsiz olan sitemizdeki e-kitaplar, "Engelli-engelsiz elele"düşüncesiyle, hiçbir ticari amaç gözetilmeksizin, tamamen gönüllülük esasına dayalı olarak, engelli-engelsiz Yardımsever arkadaşlarımızın yoğun emeği sayesinde, görme engelli kitap sevenlerin istifadesine sunulmaktadır. Bu e-kitaplar hiçbirşekilde ticari amaçla veya kanuna aykırı olarak kullanılamaz, kullandırılamaz. Aksi kullanımdan doğabilecek tümyasalsorumluluklar kullanana aittir. Sitemizin amacı asla eser sahiplerine zarar vermek değildir. www.kitapsevenler.com web sitesinin amacı görme engellilerin kitap okuma hak ve özgürlüğünü yüceltmek ve kitap okuma alışkanlığını pekiştirmektir. Sevginin olduğu gibi, bilginin de paylaşıldıkça pekişeceğine inanıyoruz. Tüm kitap dostlarına, görme engellilerin kitap okuyabilmeleri için gösterdikleri çabalardan ve yaptıkları katkılardan ötürü teşekkür ediyoruz. Bilgi paylaşmakla çoğalır. İLGİLİ KANUN: 5846 Sayılı Kanun'un "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler" bölümünde yeralan "EK MADDE 11" : "ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaçgüdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü bir kişi tek nüsha olarak
ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill alfabesi ve benzeri formatlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." bu e-kitap Görme engelliler için düzenlenmiştir. Kitap taramak gerçekten incelik ve beceri isteyen, zahmet verici bir iştir. Ne mutlu ki, bir görme engellinin, düzgün taranmış ve hazırlanmış bir e-kitabı okuyabilmesinden duyduğu sevinci paylaşabilmek tüm zahmete değer. Sizler de bu mutluluğu paylaşabilmek için bir kitabınızı tarayıp,
[email protected] Adresine göndermeyi ve bu isimsiz kahramanlara katılmayı düşünebilirsiniz. Bu Kitaplar size gelene kadar verilen emeğe ve kanunlara saygı göstererek lütfen bu açıklamaları silmeyiniz. Siz de bir görme engelliye, okuyabileceği formatlarda, bir kitap armağan ediniz... Teşekkürler. Ne Mutlu Bilgi için, Bilgece yaşayanlara. Tarayan: Rıfat Sancaktar bülent Orakoğlu _ İhanet Çemberi