Boris Pasternak - Doktor Jivago
June 27, 2016 | Author: Samed Kutluk | Category: N/A
Short Description
Download Boris Pasternak - Doktor Jivago...
Description
NOBEL DİZİSİ BORİS PASTERNAK DOKTOR JİVAGO CEM YAYINEVİ Ocak 1999 453 Sayfa Scanned by hlecter 29 Kasım 2009 Pazar Saat 19:16 BİRİNCİ KİTAP BİRİNCİ BÖLÜM
SAAT BEŞ EKSPRESİ I
Durmaksızın yürüyor, yürüyorlardı. Bir yandan da Sonsuz Anı ilahisini söylüyorlardı. Sustukları zaman sanki adımlarının sesi, atlar ve rüzgâr ilahiyi sürdürüyordu. Cenaze alayının rahatça ilerleyebilmesini sağlayabilmek için gelip geçenler kenara çekiliyor; haç çıkarıyor, çelenkleri sayıyorlardı. Kimisi doğrudan doğruya tören alayına katılıyor; «Kimin bu cenaze?» diye merakla soruyorlardı: «Jivago'nun,» deniliyordu onlara. «Yaa, öyle mi? Tanıyordum onu.» «Bay Jivago değil, Bayan Jivago ölen; karısı.» «Farketmez.. Tanrı günahlarını bağışlasın. Çok görkemli bir cenaze töreni düzenlenmiş doğrusu.» Tören çabucak bitti. Bir daha yaşanması mümkün olmayan dakikalardı bunlar. Papaz: «Tanrının toprağı, içindeki her şey, tüm canlılar... » diye duasını sürdürüp eliyle haç işareti yaptı, sonra da yerden aldığı bir avuç toprağı Marya Nikolayevna'nın tabutunun içine attı. Ardından «Doğruların Ruhları» ilahisi okundu. Endişe ve aceleyle tabut kapatılıp çivilendi. Mezara indirildi. Dört kürekle, aceleyle tabutun üzerine atılan toprak başlangıçta trampet sesini andırır bir ses çıkarıyordu. Ancak atılan topraklar önce tabutun üzerini kapattı, daha sonra da bir tümsek oluşturdu. On yaşlarında, küçük bir oğlan çocuğu da bu tümseğin üzerine çıktı. Tören boyunca süren gerginlik; törenin bitmesiyle bir rahat¬ lamaya dönüşmüştü. Bu rahatlamanın, gevşemenin de etkisiyle herkes çocuğun, annesinin mezarı üzerinde bir şeyler söyleyeceğini sanıp beklemeye başladı. Çocuk başını kaldırdı, çevresine bakındı. Manastırın kubbelerine dikkatle baktı. Yüzünü buruşturdu, boynunu ileriye doğru u-zattı. Eğer bir kurt yavrusu böyle bir duruma gelse, herkes onun birazdan uluyacağını tahmin ederdi. Oysa küçük çocuk, yüzünü a-vuçları içine alarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bu arada başlayan bir yağmur, iri, soğuk damlalarıyla çocuğun yüzünü kamçılıyordu sanki rüzgârın da etkisiyle. Siyah matem elbiseleri içindeki bir adam çocuğa yaklaştı. Bu adam; ölen kadının kardeşi, ağlayan çocuğun dayısı Nikolay Vedenyapin'di. Papazlıktan kendi isteğiyle ayrılmıştı. Çocuğun yanına gelerek elinden tuttu. Birlikte mezarlıktan çıktılar. II
Nikolay Dayı manastırda çok eskiden tanınırdı. Geceyi geçirmesi için yeğeniyle kendisine bir oda verdiler. Ertesi gün, güneye, Volga bölgesinde bulunan bir ilçe merkezine doğru uzun bir yolculuğa çıkacaklardı. Nikolay orada ileri görüşlü bir gazete sahibinin yanında çalışıyordu. Eşyalarını odanın bir köşesine yığmışlardı. Tren biletlerini ise daha önceden almışlardı. İstasyon bulundukları yere çok yakındı. Manevra yapan lokomotiflerin tüm gürültüsünü duyuyorlardı. O taraftan esen şiddetli rüzgâr da bu gürültülerin kendilerine ulaşmasına katkıda bulunuyordu. Akşam üzeri hava daha çok soğumuştu. Kaldıkları odanın iki penceresi toprakla aynı düzeydeydi. Bu pencerelerden, donmuş su birikintileriyle dolu ana yolun bir bölümüyle mezarlığın bir kısmı görünüyordu. Pencerelerden görünen diğer bir yer de; içinde soğuktan donmaya yüz tutmuş birkaç lahana ve yapraklarını dökmüş akasya ağaçlarının bulunduğu bir bahçeydi. Şiddetli rüzgâr bu a-ğaçların dallarını yola doğru eğip duruyordu. Yuri, geceleyin cama vurulduğunu sanarak uyandı. Gizemli, beyaz bir ışık karanlık odayı aydınlatmıştı. Yuri üzerinde yalnızca gömleğiyie pencereye koştu ve alnını soğuktan buz tutmuş camlara dayadı. Oysa dışarıda esen müthiş bir fırtına ve onun savurduğu karlardan başka bir şey görmek mümkün değildi. Ortada görünen ne bahçe, ne mezarlık, ne de yol kalmıştı. Fırtına sanki Yuri'nin kendini seyrettiğini farketmiş ve onun üzerindeki etkisini artırmaya çalışıyor gibi ıslıklar çalıyor, homurtular çıkarıyordu. Hiç bitmeyecekmişcesine yağan kar, fırtınanın etkisiyle savruluyor ve yerde giderek daha kalın bir tabaka oluşturuyordu. Şu anda frıtı-nanın kesin egemenliği hüküm sürüyordu bulundukları yerde. Yuri hemen giyinip dışarı çıkmak istedi. Bir şeyler yapması gerektiğine inanıyordu. Bir şeyler yapmazsa; bahçedeki lahanalar kaybolacak, annesi gittikçe artan kar yığınının altında daha fazla ezilecek ve kendisinden gittikçe daha fazla uzaklaşacaktı. Bunları düşündükçe korkusu daha da arttı. Ağlamaya başladı. Uyanan dayısı onu Hazreti İsa'nın bazı sözleriyle avutmaya çalıştı. Düşünceli bir tavırla pencerenin önüne geldi, birkaç kez esnedi. Sonra da giyinmeye başladı. Ortalık ağarmaya başlıyordu. III Yuri, annesinin sağlığında babasının neler yaptığını bilmiyordu. Ona, sürekli olarak babasının bir iş için Petersburg'a ya da panayıra gittiğini söylerlerdi ki bu çoğunlukla İrbit Panayırı olurdu. Oysa babası bu sıralarda Sibirya'da ya da yabancı ülkelerde ailenin milyonlarını yemekle meşguldü. Daha sonra genellikle hasta olan annesinin vereme yakalandığı anlaşılmıştı. Yuri annesinin tedavisi için yapılan seyahatlerden ikisine onunla birlikte katılmıştı. Bunlardan birinde Fransa'ya, birinde de Kuzey İtalya'ya gitmişlerdi. Bu gezilerde hep yabancıların yanlarında kalıyorlardı ve bunlar farklı farklı kimselerdi. Bu yaşantı Yuri'nin çocukluğunu bir türlü çözemediği bir bilmece haline getirmişti. Daha çok küçükken Yuri'nin farkettiği bir şey vardı. Pek çok şey kendi soyadını taşıyordu. Jivago Bankası, Jivago fabrikaları, Jivago binaları, Jivago kravat iğneleri, hatta bir nevi baba tatlısını anımsatan Jivago pastası bile vardı. O zamanlar Moskova'da bir arabaya binip «Beni Jivagolar'a götürün,» dediğinizde sanki «Beni Kafdağı'nın ardına götürün,» demiş gibi arabacı sizi bambaşka bir dünyaya götürürdü. Burada alabildiğine sessiz, geniş bir bahçe görürdünüz. Çam dallarına konan kargalar bir yandan bu dalların üzerindeki karları silker, bir yandan ötüşürlerdi. O sessizlik içinde bu ötüşmeler kuru dalların çatırtısını andırırdı. Akşamları ağaçlar arasındaki binanın ışıkları yanar, cins köpekler koşuşmaya başlardı. Tüm bunlar geçmişte kalmıştı artık. Çünkü kısa süre içinde yoksul düşmüşlerdi. IV 1903 yılı yazında bir gün, Yuri, yanında dayısı üstü açık kötü bir arabayla Dubliyanka'ya gidiyordu. Gittikleri yer bir malikâneydi ve zengin iplikçi Kologrivov'a aitti. Kologrivov sanatçıların koruyucu meleği olarak tanınırdı ve onlar da orada bulunan öğretmen Voskoboynikov'u görmeye gidiyorlardı. O gün; hem yortu vardı, hem de hasat mevsiminin en hareketli günlerinden biriydi. Ancak yemek saati oluşundan mı, yortu
yüzünden mi, her nedense ortalarda kimseler görünmüyordu. Hasadı yarım bırakılmış tarlalar, kafalarının yarısı tıraş edilmiş mahkûm kafalarını andırıyordu. Kuşlar bu tarlalar üzerinde daireler çizerek uçuşuyorlardı. Düzgün sıralar halindeki olgun buğday başakları dimdik duruyor ve uzaktan kıpırdıyormuş gibi görünüyorlardı. İnsanda araziyi denetleyip, notlar alan ziraat memurları izlenimi bırakıyorlardı. Yayınevinde; hem çıraklık, hem işçilik, hem bekçilik yapan, kısacası yayınevinin her şeyi olan Pavel, arabacı yerinde yan oturmuş, bacak bacak üstüne atmış, adeta benim asıl mesleğim arabacılık değil,» der gibiydi. Bir yandan da Nikolay'la konuşuyorlardı. Nikolay eliyle tarlaları göstererek sordu: «Bunlar kimin, efendinin mi köylülerin mi?» Pavel, «Efendinin,» diye karşılık verdi. Sonra yaktığı sigaradan bir nefes aldı. Uzunca bir süre ara verdikten sonra kırbacıyla bir tarafı göstererek; «bunlar da bizim,» dedi. Gözlerini gösterge tablosundan ayırmayan makinist gibi, yan gözle atların kuyruklarını ve sağrılarını kontrol ediyordu. «Hey uyumayın, canlanın!» diye bağırarak onları hızlandırmaya çalışıyordu. Atlar arabaya arka arkaya koşuluyordu. Dünyanın her tarafında yan yana değil de, arka arkaya koşulu atlar arabayı nasıl çekerse bunlar da öyle çekiyorlardı. Öndeki at canla başla görevini yerine getirmeye çalışıyor, dürüst bir şekilde ilerliyordu. Diğeri ise işten anlayan birinin bile kolaylıkla görebileceği bir şekilde, sanki araba çekmiyor da çıngırakların sesine uyup dans ediyordu. Voskoboynikov toprak davasıyla ilgili bir kitap yazmıştı. Sansürün bu kitaplarla ilgili baskısı nedeniyle yayınevi kitabın yeniden gözden geçirilmesini istemişti. Nikolay kitabın provalarını yayınevi sahibinin isteğiyle dostuna götürüyordu. Nikolay Dayı Pa-vel'e, «Bu taraflarda işler çığırından çıkmış galiba,» dedi. «Pono-va'da bir çiftçinin boğazı kesilmiş. Bu işlere sen ne diyorsun?» Pa-vel'in düşünceleri, sansürden bile daha keskin durumdaydı. «Köylülerden ne beklenir ki, çok başıboş kaldılar, bu nedenle de şımar-dılar, kendi başlarına buyruk oldular. Bizim gibilere yüz verilmez,» dedi. Sonra da atlardan yana dönerek bağırdı: «Deh! Yine uyudunuz mu yoksa?» Yuri ile dayısının Dubliyanka'ya ikinci gelişleriydi. Yuri artık yolları öğrendiğini sanıyordu. İki yanı ormanlık vadinin genişlediği yerde yol sağa sapacak, dönemeci geçince de Kologrivov'un uçsuz bucaksız malikânesi gözler önüne serilecekti. Uzaklardaki ırmağı ve diğer yakasındaki demiryolunu görecekti. Ama her seferinde aldanıyordu. Yeniden tarlalar birbirini izliyor ve ormanlar da bu tarlaları kucaklıyordu. Bu manzaralar üçünü de düşler dünyasına sürüklüyordu. Nikolay Dayı kendisini ünlü yapan kitapların tekini bile yazmamıştı henüz. Ancak düşünceleri kafasında son şeklini almıştı. Başarıya ulaşması için çok az bir zaman kaldığının farkında değildi. Kısa bir süre sonra, zamanın ünlü yazarlarından biri olacak, devrimci üniversite profesörleri ve filozofları arasında yer alacaktı. Nikolay Nikolayeviç tüm bu ünlü kişilerle aynı düşünceleri savunuyordu, ancak yazılarında kullandıkları terimler dışında onlara benzeyen hiçbir yanı yoktu. Onlar önceden ileri sürülmüş birtakım görüşleri benimsiyor ve dış görüşlerle yetiniyorlardı. Oysa eski rahip olan Nikolay, hem Tolstoy'un görüşlerini, hem de devrimci düşünceleri benimsemiş olduğundan daima daha ileri gidiyordu. Nikolay Nikolayeviç elle tutulur, gözle görülür, sağlam bir düşünce peşindeydi. Bu, öyle bir düşünce olacaktı ki; insanların önünde açık bir yol çizecek, dünyayı daha iyi, daha güzel bir konuma götürecekti. Bu düşünce öylesine etkili olacaktı ki, tıpkı çakan bir şimşeğin bıraktığı iz gibi, çocuklar, cahil insanlar tarafından bile kolaylıkla kavranabilecekti. Kısacası o yepyeni, parlak bir düşünce peşindeydi. Yuri, dayısıyla birlikte olmaktan çok hoşlanırdı. Dayısı birçok bakımdan annesine benzerdi ve onu anımsatırdı. Dayısı da annesi gibi her şeye uyum göstermeye çalışır, herhangi bir şeyi kavrayamasa bile yadırgamazdı. Bir bakışta her şeyi anlar, düşüncelerini en açık ve en canlı bir biçimde ifade edebilirdi. Yuri, dayısının kendisini Dubliyanka'ya götürmesinden ise ayrı bir zevk alıyordu. Burası çok çok güzel bir yerdi ve bu da doğayı seven; sık sık kırlara yürüyüşe çıkan ve bu yürüyüşlerinde kendisini yanına alan annesini anımsatıyordu Yuri'ye. Yuri bu gezisi sırasında Nicky Dudarov'u bir kez daha göreceği için de ayrıca seviniyordu. Nicky kendisinden iki yaş küçük olan Yuri'yi belki de küçük görüyordu ama o gene de Nicky'i görmekten büyük zevk alacaktı. Nicky, Voskoboynikov'un evinde kalan bir öğrenciydi. El
sıkıştığı zaman elini karşısındakinin aşağıya doğru sert sert çeker ve başını öylesine öne eğerdi ki saçları yüzünün yarısını kapatırdı. V Nikolay Nikolayeviç düzeltilmiş provaları «Yoksulluk sorununun can damarı...» diye okumaya başladı. Voskoboynikov, «Özü desek daha yerinde olur,» dedi ve kâğıt üzerinde gerekli düzeltmeyi yaptı. Üzeri kapalı bir taraçada çalışıyorlardı. Çeşitli bahçıvan aletleri, kovalar dağınık bir şekilde ortalıkta duruyordu. Eski bir yağmurluk kırık bir sandalyenin arkalığına atılmıştı. Bir başka köşede balıkçıların giydiği türden üzerindeki çamurları kurumuş çizmeler duruyordu. Nikolay Nikolayeviç, «Diğer taraftan, ölüm ve doğum istatistiklerinin gösterdiğine göre,» diye devam etti. Voskoboynikov: «Geçen yılki istatistikler dîye yaz,» diyerek not aldı. Taraçada hafif bir rüzgâr esiyordu. Uçmaması için sayfaların üzerine taş parçaları koymuşlardı. İşleri bitince Nikolay Nikolayeviç hemen yola çıkmak istedi. «Fırtına geliyor hemen yola çıkmalıyız.» «Olanaksız bırakmam. Gidemezsiniz, zaten şimdi çay içeceğiz.» «Ama bu akşam mutlaka kentte olmalıyım.» «Boşuna tartışmayalım, hiç çeneni yorma.» Bahçede çay masası hazırlanıyordu. Semaverde yanan kömür kokusu onlara kadar geliyordu. Bu koku hem bahçedeki çiçeklerin, hem de içtikleri sigaraların kokusunu bastırıyordu. Bir hizmetçi kız elindeki tepside beyaz peynir, çilek ve pasta getiriyordu. Bu arada birisi Pavel'in atlarla birlikte ırmakta yıkanmaya gittiği haberini getirdi. Nikolay Nikoleyeviç'in yapabileceği bir şey kalmamıştı. Voskoboynikov: «Haydi çay hazırlanıncaya kadar biz de ırmak kıyısına gidelim,» dedi. İvan Voskoboynikov zengin iplikçi Kologrivov'la dost olduğundan; kendine kâhyanın oturduğu binadan iki oda verilmişti. Küçük bir ev ve önündeki bahçe malikânenin ıssız bir köşesindey-di. Eski bahçenin yolu da bir yarım daire gibi kıvrılarak buradan geçmekteydi. Ancak bu yol şimdi kullanılmadığı için üzerinde otlar bitmişti. Bu yoldan yalnızca kullanılmayan ya da kalıntı halindeki yapı malzemelerinin ırmağa dökülmesinde yararlanılıyordu. İlerici düşünceleri ve devrimcilere yakınlığıyla tanınan Kologrivov ö sırada karısıyla yurtdışında bir gezideydi. Sık şimşirlerden oluşmuş bir çit, kâhyanın bahçesini malikânenin korusundan ayırmaktaydı. Koruda; havuzlar, çimenlikler ve malikâne sahibinin evi vardı. Nikolay ve Voskoboynikov çitin kenarından yürürlerken serçe sürüleri onların ayak sesleri üzerine havalandı. Çevreleri bu minik kuşların cıvıltılanyla dolmuştu. Limonluğun, bahçıvan kulübesinin ne olduğu belli olmayan bir taş yığınının yanından geçen iki arkadaş şimdi bilim ve edebiyat alanında beliren yeni adlardan söz ediyorlardı. Nikolay Nikoleyeviç, «Elbetteki şurada burada yetenekli, parlak zekâlı gençlerle karşılaşılıyor,» dedi. «Ama bunlar daha çok kıyıda köşede kalıyorlar. Şimdi çeşitli dernekler, birlikler kurmak moda oldu. Oysa birlikte çalışmaya kalkışmak çoğunlukla beceriksizlerin işidir. Bunlar ister Slovyev'e, ister Kant'a ister Marx' a inansınlar bence sonuç boştur. Gerçek yalnız başına aranmalıdır. Gerçeği aramayan vee sevmeyenlerle tüm ilişki kesilmelidir. Dünyada bağlılığa değer ne kadar az şey vardır. Bana kalırsa insan ölmezliğe bağlanmalıdır. Çünkü ölmezlik yaşamın kendisidir. Bunun için de insan ölmezliğe bağlanmalı. ...Hazreti İsa'ya sadık kalmalı! Ama sen kaşlarını çatıyorsun. Vah zavallı dostum, gene bir şey anlamadın değil mi?» Voskoboynikov, «Hımmm,» demekle yetindi. Kendisi uzun boylu, ince yapılı, kurnaz görünüşlü, çok hareketli kusursuz bir insandı. Sivri sakalı ona Lincoln zamanından kalma bir Amerikalı görüntüsü verirdi. Elini sivri sakalından hiç çekmez, bu sakalın ucunu ağzına sokmaya çalışırdı. «Bildiğin gibi hiçbir şey söylememeyi yeğliyorum. Bu konularda farklı düşündüğümü bilirsin. Aklıma gelmişken sorayım, seni niçin papazlıktan attılar? Sanırım biraz korkmuşsunuzdur. Aforoz etmediler mi?» «Konuyu niçin değiştirmek istiyorsun? Ama benim için far-ketmez... Hayır aforoz etmediler. Şimdi eski lanetleme modası yok. Elbette insan hoş olmayan bazı şeylerle
karşılaşıyor. Bunlar halen yürürlükte. Örneğin, medeni hakların bazılarından yoksunum. Devlet memurluğu yapamam, Moskova'ya, Petersburg'a gidemem. Ama bunlar o kadar önemli değil. Gelelim esas konuya. İnsan Hazreti İsa'ya bağlı kalmalı. Bir insan dinsiz olabilir. Tanrının varlığına inanmayabilir, inansa bile bunun ne demek olduğunu bilmeyebilir. Ancak tüm bunlara karşın insanın doğada değil de tarihte yaşadığını bilir. Bugünkü anlamıyla tarih ise Hazreti İsa tarafından kurulmuştur. Peki, öyleyse tarih nedir? Tarih bir düzenektir. Ölümün gizlerini adım adım aydınlatarak onu alt edecek bir düzenek. İşte insanların senfoniler yazmasına, elektromanyetik dalgaları, matematiksel sonsuzu keşfetmesine neden olan etki budur. Ancak bunları yapabilmek için de bazı şeyler gereklidir. Böylesi çalışmalar için ruhen hazır olmak gereklidir. Gerekli düşünsel malzemenin tümü İncil'de belirtilmiştir. Bu malzemelerin başında 'insanları sevmek' gelir. Bu düşünce yaşama gücünün en gelişkin şeklidir. Böyle bir sevgiyle dolan insan kalbi, bu sevgiyle taşacak ve insanlar için iyi şeyler yapma heyecanıyla çarpacaktır. Sonra bugünkü insanın yapısını belirleyen iki temel öğe vardır. Bunlar insanın özgür olması ve yaşamı feda edilecek bir şey gibi görmesidir. Bunlar olmaksızın günümüz insanı da var olamaz. Bu düşünceler günümüzde bile yeni, olağanüstü şeyler sayılmaktadırlar ki buna özellikle dikkatini çekmek isterim. Eskiler bu anlamda bir tarihten haberdar değillerdi. Roma İmparatorluğu boyunca insanlar kanlı savaşlardan, zulümden, canice işkencelerden başka şeyler görmediler. O insanlar bir diktatörün ne kadar basit, aşağılık bir yaratık olduğunu akıllarından bile geçirmemişlerdi. Onların bildiği bronz heykellerin, mermer sütunların soğuk, gururlu görünüşleriydi. İnsanların yüzyıllar boyunca rahat yüzü görebilmeleri için Hazreti İsa'nın gelmesini beklemeleri gerekti. İnsanlar özgürlüğün anlamını da ondan sonra kavramaya başladılar. Ancak onun ölümünden sonra da sağda solda bir köpek gibi değil de insan gibi ölmeyi öğrendiler. Şimdi de tüm güçleriyle ölümü yenmeye çalışıyorlar. Off! Sana laf anlatmak için nasıl da terledim. Ama sana laf anlatmak ne mümkün, boş bir duvarla konuşsam daha iyi olur herhalde «Azizim senin bu anlattıklarına metafizik derler. Mideme dokunduğu için doktorlar bunu yasak ettiler bana.» «Anlaşıldı senden umut yok, bari çenemi boşuna yormayayım. Ama çok şanslı insansın doğrusu... Şu manzaranın güzelliğine bak. Seyrine doyum olmaz. Böyle güzel bir yerde yaşadığın halde nasıl bu kadar duygusuz olabiliyorsun, anlayamıyorum doğrusu.» Nehir güneşin yakıcı ışıkları altında madeni bir plaka gibi pa-rıldıyor, dalgalanıyordu. Suyun yüzü birden karıştı. Üzeri atlarla, arabalarla, kadın ve erkek köylülerle dolu bir sal karşıya geçiyordu. Voskoboynikov: «İşe bak, saat yeni beş olmuş, bak Sizran Ekspresi geçiyor. Bu tren her gün beşi beş geçe geçer buradan,» dedi. Uzaklarda ovanın sağından soluna doğru geçen sarılı, mavili bir tren görülüyordu. Aradaki uzaklık nedeniyle küçük görünen trenin durduğunu farkettiler birden. Lokomotif bacası üzerinde beyaz buharlar döne döne yükseliyordu. Voskoboynikov: «Şaşılacak şey, galiba bir kaza oldu,» dedi. «yoksa ovanın tam orta yerinde durması için herhangi bir neden olamaz. Hadi biz gidip çayımızı içelim.»
Nicky evde de, bahçede de yoktu. Yuri onun kendileriyle birlikte bulunmaktan sıkıldığı için ortadan kaybolduğunu anlamıştı. Nikolay Dayısıyla Voskoboynikov onu bırakarak taraçada çalışmaya gitmişlerdi. O da evin çevresinde amaçsız bir şekilde dolaşıyordu. Ne kadar güzeldi burası! Sarı bir florya kuşu düzgün aralıklarla üç değişik tonda ötüyordu. Kuş her ötüşten sonra, sanki çıkardığı sesin tüm çevreye yayılıp sinmesini bekler gibi duraklıyordu. Çiçek kokulan bahçenin tarhlarına yapışıp kalmış gibiydi. Tüm bunlar Yuri'ye, annesiyle birlikte gittiği Antibes'i ve Bordig-hera'yı anımsatıyorlardı. Bahçenin içinde sağa sola dönüyor; arı vızıltıları, kuş sesleri arasından annesinin de kendisine sesleneceği düşüncesiyle ürperiyordu. Sel yatağına doğru yürüyüp, yokuş aşağı inmeye başladı. Bakımlı, korudan geçerek sel yatağının dibini kaplamış olan kızılağaçların olduğu yere geldi. Burası çürümüş yapraklar ve dal parçalarıyla kaplıydı. Pek fazla çiçek yoktu. Kamışların boğumlu boş kısımları,
kutsal kitaplarda gördüğü Mısır işi süslü asalara benziyordu. Yuri gittikçe içini kaplayan sıkıntının verdiği ağlama isteğiyle doluydu. Sonunda daha fazla dayanamadı ve dizüstü çökerek ağlamaya başladı. «Tanrım, iyilik meleğim...» diye bir yandan da dua etmeye başladı. «Beni doğru yoldan ayırma. Anneme iyi olduğumu söyle. Beni merak etmesin. Eğer ölümden sonra da yaşam varsa annemi cennetine kabul et Tanrım! Senin cennetinde doğrular meşale gibi parıldarlar. Annem o kadar iyi bir kadın ki onun günahkâr olması olanaksızdır. Sen anneme azap çektirme, rahmetini onun ü-zerinden eksiltme. Anne, anneciğim!» Yuri, içini parçalayan acıyla öyle eziliyordu ki daha fazla dayanamadı ve yere düşüp bayıldı. Ancak baygınlığı fazla uzun sürmedi. Kendisine geldiğinde dayısı yukarıdan kendisine sesleniyordu. Ona karşılık verdi ve yokuşu yukarı doğru tırmanmaya başladı. Bu arada kaybolan babası için annesinin kendisine öğrettiği şekilde dua etmediğini ayrımsadı. Onun için başka zaman da dua edebilirdi. Kendi kendine, «Acelesi yok, biraz beklesin,» diye düşündü. Babasını hiç anımsamıyordu. VII Misha Gordon ve babası nehrin karşı tarafında aniden duran trenin ikinci mevkiindeki bir kompartımanda yolculuk yapıyorlardı. Beşinci sınıf öğrencisi olan Misha on bir yaşındaydı. Düşünceli bakışlı ve iri siyah gözlüydü. Orenburg'da avukat olan babası Gri-goriy Osipoviç'le Moskova'ya gidiyorlardı. Çünkü babasının tayini Moskova'ya çıkmıştı. Annesi ile kızkardeşlerini daha önceden evi hazırlamak için göndermişlerdi. Üç gündür yolda olan Misha ve babası tarlaları, bozkırları, kentleri, kasabaları ve yakıcı toz bulutlarıyla nerdeyse tüm Rusya'yı katediyorlardı. Alabildiğine uzun araba konvoyları yollarda uzayıp gidiyordu. Hızlı bir şekilde giden trenden bakıldığında tüm bu arabalar ilerlemiyor, atlar yerinde sayıyor gibi görünüyordu. Tren büyük istasyonlarda durduğunda yolcular çıldırmış gibi büfelere koşuyordu. Bu arada istasyon bahçesinin ağaçları arasında batmaya başlayan güneş, yolcuların bacaklarını aydınlatıyor, vagonların alt tarafında parlıyordu. Tek tek bakıldığında insanların tüm bu hareketleri amaçlı, hesaplı ve soğuk görünüyordu. Ancak bir bütün olarak bakıldığında insanlar kendilerini birbirine bağlayan ve sürükleyen yaşam dalgalarıyla sanki sarhoş gibi görünüyordu. Herkes birtakım kaygılarla çabalayıp duruyor, mücadele ediyordu. Aynı zamanda derin bir aldırmazlık duygusuyla hareket ediyorlardı. Zaten bu duygu da olmasa belki de bu şekilde çalışamayacak, yaşayamayacaklardı. Bu duygu, insanların birbirleriyle gerçek bir dayanışma içinde olmasından ve bunun farkında olmalarından kaynaklanıyor, bir güven kaynağı oluyordu. Tüm bu yaşanmakta olanların; yalnız bu dünyada değil, başka dünyalarda da, tarih içinde de yaşanabileceğini hissetmek aldırmazlık duygusunun temel kaynaklarındandı. Ama Misha kendini bu kuralın dışında gibi duyumsuyordu. Onu harekete getiren şey birtakım kaygılardı. Bu da kendisine a-talarından kalmıştı. Hemen herkesi etkileyen aldırmazlık duygusu onda hiçbir etki uyandırmıyordu. Benliğindeki belirtileri de büyük bir dikkatle izliyordu. Ancak bundan da acı duyuyor ve utanıyordu. Kendini bildiğinden bu yana, biraz da şaşkınlıkla hep şunları sormuştu kendine: Başkaları gibi elleri kolları, ayakları olan, herkes gibi yiyip içen, konuşan, kısacası herkes gibi yaşayan bir insan; nasıl oluyor da bu kadar farklı oluyor, bu kadar sevimsiz, kimsenin sevmediği bir insan oluyor? Niçin bu kötü durumdan kurtulmak için çaba göstermiyor, başarılı olamıyordu? Yahudi olmak ne demek? Yahudi olmanın, çeşitli saldırılara uğramaya neden olan böyle bir sıfatın nedeni neydi? Kendisini fazlasıyla meşgul eden bu sorulan babasına sorduğunda o: «Bunlar saçma şeyler, olayları şu şekilde değerlendirmelisin,» demişti. Ancak gösterdiği öneriler de oğlunun sorularına herhangi bir açıklık getirmemişti. Sonunda Misha annesi ve babası dışındaki tüm büyük insanlara karşı derin bir nefret duymaya başladı. Ortalığı karıştıran tüm büyük insanlar yeniden bir düzen kurmak içinde herhangi bir çaba göstermiyordu. Kendisi büyüdüğünde her şeyi yoluna koyacaktı. Örneğin babası trenin koridoruna fırlayan delinin peşinden koştuğu zaman kimse böyle davranmaması gerektiğini söyleme-"mişti ve deli babasını sert bir şekilde itip vagonun kapısını açmış, tramplenden atlayan bir yüzücü gibi tepesi üstü trenden yolun kenarına atlamıştı. O zaman da treni durdurmaması gerektiğini söyleyen kimse olmamıştı babasına.
Ovanın ortasında yüzyıllardır duruyormuşcasına bekleyen tren bu kadar süredir babasının imdat kolunu çekmesi nedeniyle durmuştu. Trenin bu kadar uzun süre durması yolcular arasında çok değişik şekillerde yorumlanıyordu. Kimse gerçek nedeni bilmiyor anlayamıyordu. Kimisi: «Tren birdenbire durunca hava frenleri patlamış,» diyordu. Kimisi ise, «Trenin durduğu yer bir rampa, lokomotif hız alamadığı için çıkamıyor,» diyordu. Üçüncü bir neden daha ileri sürülüyordu. Bunu ileri sürenler ise: «İntihar eden adam önemli bir kişi. Yanındaki avukatı; yakındaki Kologrivov istasyonundan tanıklar getirilmesini ve zabıt tutulmasını istiyor,» diyorlardı, makinist yardımcısının telgraf direğine tırmanmasını da buna bağlıyordu. Tanıkları getirecek araba az sonra gelirdi. Hafif bir tuvalet kokusu tüm kompartımanı kaplamıştı. Ne yağlı kâğıda sarılı ve ekşimeye yüz tutmuş tavuk kızartması kokusu, ne de yolcuların bol bol dökündükleri kolonyalar bu kokuyu alt edebiliyordu. Trene Petersburg'tan binmiş olan kısık sesli ve kır saçlı birkaç hanım yüzlerindeki yağlı kremlere yapışan kurumlarla Çingene kadınlarını andırıyorlardı. Yine de hiçbir şey olmamış gibi yüzlerini pudralıyor, ellerini medilleriyle siliyor ve alçak sesle konuşmalarına devam ediyorlardı. Atkılarına sıkı sıkıya sarılıp Gordonlar'ın kompartmanı önünden geçen bu bayanlar ıslık çalar gibi büzülmüş dudaklarıyla sanki: «Aman Tanrım, şunlara da bakın hele, ne kadar kendilerini beğenmişler, biz onlardan ne kadar farklıyız, aydın kişiler olduğumuz için böyle şeylere dayanamayız,» der gibiydiler. Öte yandan intihar eden adamın cesedi demiryolunun kenarındaki otların üzerinde yatıyordu. Siyah, pıhtılaşmış kandan meydana gelmiş bir iz yüzünün bir yanından diğer yanına uzanıyordu. Bu iz bir kan izinden çok; bir çamur lekesini, kalemle çekilmiş bir çizgiyi, bir kayınağacı yaprağını, bir yakıyı andırıyordu. Sanki adamın damarlarından akan kan değildi. Ölünün çevresindeki kalabalık sürekli değişen insanlardan o-Iuşmuştu. Ancak hemen hemen bu insanların tümü üzüntülerini dile getiriyordu. Ölenin yol arkadaşı; göbekli, tıknaz, mağrur bir avukattı. Gömleği terden ıslanmıştı. Asık ve anlamsız bir yüz ifadesiyle iyi cins bir hayvan gibi cesedin başında duruyor, sıcağın etkisini az da olsa azaltmak için elindeki fötr şapkayla ağır ağır yelpazeleniyordu. Kendisine sorulan tüm soruları bir omuz silk-mesiyle yanıtlıyor, «Ayyaşın biriydi, böyle birinden başka ne beklenebilir ki,» diyordu. Sırtına yünlü bir elbise giymiş, başına dantel bir örtü sarmış zayıf bir kadın cesede bir iki kez yaklaştı. Yaşlı, dul bir kadın olan Tiverzina'ydı bu. Ölmüş olan kocası da, oğullan da lokomotif makinistiydi. Seslerini çıkarmadan başrahibenin peşinden yürüyen rahibeleri andıran iki gelin başlarına örttükleri örtünün uçlarını alınlarında bağlamış, kaynanalarının ardından yürüyorlardı. Oluşturdukları grup kalabalık üzerinde saygınlık uyandırıyor, herkes geçmeleri için yol veriyordu. Tiverzina'nın kocası bir zamanlar geçirdiği bir tren kazasında diri diri yanmıştı. Yaşlı kadın kalabalık arasında cesedi görecek bir şekilde duruyor, iki olay arasında bir kıyaslama yapar gibi içini çekiyordu. Sanki: «Herkesin yazgısı farklıdır ve alnına yazılıdır, kimi Tanrının iradesiyle ölürken kimi böyle kendi kendini öldürür. Galiba insan zengin olunca aklını kaçırıyor,» der gibiydi. Yolcuların hemen hemen tümü gelip cesede baktı. Ancak hiçbiri uzun süre oyalanmadı. Hepsi de çabucak yerlerine döndü. Vagonda bacaklarının uyuşukluğunu gidermek isteyenler, çiçek toplayanlar bile vardı. Büyük çoğunluğu yaşanan olayın, karşılarındaki görkemli manzarayı yarattığını düşünüyordu. Bu olay olmasa sanki; ne karşı kıyıdaki güzel malikâne ve kilise, ne bu bataklık ne de yemyeşil kırlar olacaktı. Batmak üzere olan akşam güneşi bile sanki olayı izlemekte olan biri gibi duruyordu. O da manzaranın bir parçası gibiydi. O civarda otlamakta olan sürüdeki ineklerden biri de oraya gelse güneş gibi davranırmış geliyordu insana. Olay Misha'yı çok etkilemişti. Duyduğu üzüntü ve korkuyla uzun uzun ağlamıştı. Çünkü bu adam, üç gündür süren yolculukları boyunca sık sık kompartımanlarına gelmiş babasıyla sohbet etmişti. Babasına borç, alacak, hisse senetleri, sahtekârlık gibi konularda pek çok soru soruyor, aldığı yanıtlar karşısında da, «Ya öyle mi? Bunun böyle olduğunu bilmiyordum. Demek yasalar böylesine anlayışlı olabiliyor, oysa benim avukatım hiç de böyle düşünmüyor,» sözleriyle avukatının Misha'nın babasıyla olan farklılığını dile getiriyordu.
Sinirleri alabildiğine yıpranmış olan bu zavallı adam azıcık sakinleştiğinde birinci mevkideki yerinden avukatı ve yol arkadaşı geliyor, onu alıp lokanta vagonuna şampanya içmeye götürüyordu. İşte alabildiğine şık giyinmiş, sinek kaydı tıraşlı bu küstah avukat, şimdi cesedin başında olanlara hiç şaşmadığını anlatan sakin bir ifadeyle duruyordu. Onun bu yüz ifadesinden, müvekkilinin hep sinirli ve aceleci olmasından fazlasıyla hoşnut olduğu bir izlenim edinilebilirdi. Babasının çok zengin fakat ruh hastası olduğunu söylediği Ji-vago adındaki bu adam, kompartımanlarına her gelişinde Misha'-dan hiç çekinmeden özel yaşamından söz ediyordu. Misha yaşında bir oğlu olduğunu, ancak karısını terkettiğini, daha sonra ikinci kez evlendiği karısını da terkettiğini söylüyor, bunları konuşurken birden bir şeylerden korkmaya başlıyor, rengi sararıyor, abuk su-buk şeyler söylemeye başlıyordu. Misha'ya nedeni bilinemeyen bir sevgi duyuyordu. Başka birine duyup da gösteremediği sevgi ve yakınlığı ona gösteriyor gibiydi. Adam trenin durduğu her büyük istasyonda büfeye koşuyor; aldığı çeşit çeşit kitap ve oyuncaklarla onu hediyeye boğuyordu. Durmadan içki içiyor: «Üç aydır uyuyamıyorum, bir an ayık olsam normal bir insanın kolay kolay katlanamayacağı acılarla kıvranıyorum,» diyordu. Ölmeden az önce koşarak gelmiş, Grigoriy Gordon'un ellerine sarılmıştı. Bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Ancak bunu başaramayınca onu bir kenara iterek fırladığı sahanlıktan kendini demiryoluna atmıştı. Misha şimdi ölmüş olan bu adamın kendisine verdiği son hediyeyi inceliyordu. Tahta bir kutu içine yerleştirilmiş Ural taşlarından oluşan bir koleksiyondu bu. Bu arada yeni bir hareketlenme oldu. Tren yoluna paralel yoldan bir araba gelip durdu. Arabadan bir doktor, bir müfettiş ve iki de polis indiler. Sert ve resmi tavırlarla sorular sordular, defterlerine notlar aldılar. Polisler kontrolörlerle birlikte cesedi bir tümseğin üstüne çektiler. Bir köylü kadın ağlamaya başladı. Yolcuların trendeki yerlerini almaları istendi. Scanned by hlecter VIII Nicky* odasında kafese kapatılmış bir kaplan gibi hırçın tavırlarla dolaşıyordu. «Yine geldiler!» diye söyleniyordu. Konukların sesi iyice yaklaşmıştı. Artık kaçması olası değildi. Odada biri kendisine, diğeri de Voskoboynikov'a ait iki karyola vardı. Kısa bir kararsızıktan sonra birinin altına giriverdi. Adını seslenerek odaları dolaşıyorlardı. Sonunda kendi odasının kapısını açtılar, içeri girdiler. Nikolay Nikolayeviç, «Ne yapalım, Yuri burada da yok, haydi sen git de bahçede dolaş. Belki biraz sonra gelir de birlikte oynarsınız,» dedi. Gelenler yarım saate yakın odada kaldılar. Moskova ve Petersburg Üniversitelerindeki öğrenci gösterilerinden söz ediyorlardı. Sonunda verandaya çıktılar da Nicky o rahatsız edici durumdan kurtuldu. Yavaşça pencereyi açtı ve dışarıya atladı. Olabildiğince sessiz bir şekilde bahçeye çıktı. Gece boyunca uyuyamamıştı. Bu yüzden sinirleri çok bozuktu. On dört yaşındaydı. Çocuk yerine konulmaktan nefret ediyordu. Bütün gece gözünü uyku tutmamış, sabaha karşı da dışarıya çıkmıştı. Yeni doğmakta olan güneşle ağaçların danteli andıran uzun delikli gölgeleri bahçenin zemine düşüyordu. Bu gölgeler siyahtan çok koyu kurşuni renkteydiler. Bu gölgeler sanki sabahın o sarhoşluk veren kokusunun kaynağı gibiydi. Nicky'nin biraz önünden otlar arasından bir şey kayarak geçti. Cıvanın akışı gibi kayan bu şey parlak çiğ damlalarını andırıyordu. Sanki toprağın üzerinde su akıyor fakat toprak onu emmiyordu. Nicky ani bir hareketle yana kayıp kaybolan bir kör yılan olduğunu farketti bunun. Korkudan ürperdi. Tuhaf davranışları olan bir çocuktu Nicky. Heyecanlandığında kendi kendine ve yüksek sesle konuşuyordu. «Yaşamak ne güzel,» diye sesli bir şekilde düşündü, «ama niçin acı çekiyoruz? Tanrının varlığı tartışılmaz. Mademki Tanrı var o halde ben de Tanrıyım. Şimdi bunu kanıtlayayım,» diyerek ö-nünde yaprakları ıslak hafif hafif hışırdayan kavak ağacına baktı. «Bu ağacı hareketsiz hale getireceğim.» Daha sonra tüm gücünü kullanarak bağırdı. «Dur!» Ağaç sanki bu emre uyar gibi hareketsiz kaldı. Nicky bu durumdan fazlasıyla sevinmişti. Kahkahalarla gülerek mutlu bir şekilde ırmağa doğru koştu, yıkanacaktı.
Babası bir anarşistti. Önce idama mahkûm edilmiş ancak cezası Çar tarafından ömür boyu hapse çevrilmişti. Dementiy Dudu-rov şimdi Sibirya'da cezasını çekmekteydi. Soylu bir Gürcü prensesi olan annesi Nina Eristov ise güzelliğini hâlâ koruyor, oldukça da genç görünüyordu. Çok şımartılmıştı. Olur olmaz şeylere kalkışırdı. Ayaklanmalara katılmak, isyancı kişilerle düşüp kalkmak, maceraperestler, artistlerle birlikte davranmak, tuhaflıklarının yalnızca birkaçıydı. Nina oğlu Nicky'i çok sever ve onunla övünürdü. Kendisinin yetiştirildiği şekilde, onu da şımarık bir şekilde yetiştiriyor, birçok bakımdan kendine benzetiyordu. Bir keresinde oğlunu ailesine ' göstermek üzere Tiflis'e götürmüştü. Nicky'nin burada en fazla dikkatini çeken şey bahçedeki iri gövdeli ağaç olmuştu. Bu ağaç tropikal bir bitkiydi. Bir filin kulaklarını andıran iri yapraklarıyla bahçeyi güneşin yakıcı ışıklarından koruyordu. Bu ağaca bir türlü alışamamıştı Nicky. Ona göre bu bir bitki değil de bir hayvan olmalıydı. Babasının kötü şöhreti nedeniyle taşıdığı soyadı Nicky için bir tehlike oluşturuyordu. Bu nedenle Voskoboynikov onun annesinin soyadını taşımasını istiyordu. Bunun için Çar'a bir dilekçe vermek hazırlığı içindeydi. Konuklardan kaçıp da karyolanın altında saklandığı sırada da bunları düşünüyordu Nicky. Voskoboynikov da kimdi? Nasıl onun yaşamına karışabilirdi? Dursun biraz, ona öyle bir ders verecekti ki... Peki ya Nadya'ya ne oluyordu? On beş yaşında diye Nicky'e bir çocuk gibi davranamazdı. Ona da gününü gösterecekti. Kendi kendine birkaç kez, «Ben bu kızdan nefret ediyorum!» diye söylendi. «Onu öldüreceğim. Sandalla gezmeye çıkaracak, sonra da suya atıp boğacağım onu!» Annesi ise bambaşka bir âlemdi. «Kafkasya'ya gidiyorum,» derken kesinlikle yalan söylemişti. Kafkasya'ya gitmemiş en yakın istasyonda trenden inmişti. Herhalde Petersburg'da öğrencilerle birlikte polislere ateş açıp eğlenerek zaman geçiriyordu. Hep bir aptal yerine koymaya çalıştıkları Nicky, onlara nasıl bir insan olduğunu gösterecekti. Nadya'yı boğarak öldürecek, okuldan kaçacak ve Sibirya'ya babasının yanına gidecekti. Babasıyla birlikte bir ayaklanma başlatacaklardı. IX Gölün kenarı nilüfer çiçekleriyle kaplıydı. Sandal bu çiçeklerin arasından süzülerek geçti. Göl suları nilüfer yapraklarının arasından sızıyordu. Nicky ve Nadya bu çiçekleri toplamaya başlamıştı. İkisi birden aynı çiçeğin sapını yakalayıp çekmeye başlayınca birbirlerine daha fazla yaklaştılar ve kafaları birbirine çarptı. Sandal ise bu çekmenin etkisiyle daha fazla kıyıya yanaştı. Burada bulunan çiçeklerin sapları daha kısaydı ve karışık, birbirine girmiş bir şekildeydi. Ortaları yumurta sarısı, kırmızı çizgili beyaz renkli bu çiçekler suya batıp batıp çıkıyorlardı. İkisi de sandalı iyice yana yatırarak çiçek toplamaya devam ediyordu. Nicky, «Okula gitmekten bıktım artık. Hayata atılmamın zamanidir. Artık ortaya çıkıp para kazanmaya başlamalıyım,» diyordu. Nadya, «Ben de senden iki bilinmeyenli denklemleri anlatmanı isteyecektim. Cebirden hiç anlamıyorum. Az daha bütünlemeye kalıyordum.» Nicky bu sözlerde kendisiyle alay edildiği duygusuna kapıldı. İki bilinmeyenli denklemlerden söz edilerek kendisinin daha çocuk olduğu anımsatılıyordu. İki bilinmeyenli denklemler ha? Oysa Nicky'nin sınıfında henüz cebir okutulmuyordu bile. Ama Nicky bu sözlerden hiç de etkilenmemiş gibi davrandı. Oldukça doğal tavırla, «Büyüyünce kiminle evleneceksin?» diye sordu. Daha bu soruyu henüz sormuştu ki ne kadar saçma bir şey söylediğini fark etti. «Evlenmek için henüz çok vakit var. Belki de hiç evlenmem.» «Zaten beni ilgilendirmez.» «İlgilendirmiyorsa niçin sordun?» «Sen bir aptalsın.» Kavga etmeye başladılar. Nicky sabah Nadya'yla ilgili olarak düşündüklerini anımsadı. İleri geri konuşmayı bırakıp susmazsa kendisini suya atacağını söyledi Nadya'ya. Nadya, «Hele bir dene bakalım,» dedi. Bunun üzerine itişmeye başladılar ve ikisi birden dengesini kaybedip suya yuvarlandılar.
İkisi de yüzme biliyordu ama bir türlü ayakları yere değiniyordu. Üstelik nilüferler de ellerine, kollarına, bacaklarına dolanıyordu. Sonunda bata çıka ayaklarının altında toprağı hissederek kıyıya çıktılar. Sular şırıl şırıl ayakkabılarından, ceplerinden akıyordu. İkisi de soluk soluğa kalmıştı ama en fazla yorulan Nicky idi. Bu olay daha önce, örneğin geçen baharda başlarına gelmiş olsa; bu duruma kahkahalarla güler, sudan çıkıp gene kavgaya devam ederlerdi. Oysa şimdi ikisi de yaptıkları işin saçmalığı karşısında söyleyecek söz bulamıyordu. Nadya çok kızmış, öfkeli bir şekilde soluyordu. Nicky ise müthiş bir sopa yemiş gibiydi, kolları, bacakları, her yanı sızlıyordu. Nadya, «Sen gerçekten delisin,» diyerek suskunluğa son verdi. Nicky ise ağırbaşlı bir insan tavrıyla: «Özür dilerim, bağışla beni,» dedi. Delik kaplarla su taşıyanlar gibi, peşlerinde ıslak bir iz bırakarak eve doğru yürümeye başladılar. Yolları tozlu bir yokuştan geçiyordu. Burası Nicky'in sabah yılanla karşılaştığı yerdi. Bunun üzerine Nicky geceki ateşli duygularını; sabah yaptıklarını, ağaca verdiği emri ve bu emri verirken hissettiği müthiş gücü anımsadı. Acaba şimdi nasıl bir emir vermeliydi. Canının en fazla istediği şeyi düşündü. Bu, Nadya'yla yeniden göle düşmekti. Acaba böyle bir şey bir daha gerçekleşir miydi? Bunu bilebilmek için neler vermezdi ki! Scanned by hlecter İKİNCİ BÖLÜM
BAŞKA ÇEVREDEN GELEN KIZ I
Japon Savaşı devam ediyordu. Ancak meydana gelen bazı o-laylar, bu savaşı ikinci plana itivermişti. Devrim dalgaları Rusya'yı bir baştan bir yana sarmıştı. Tam da bu sıralarda Moskova'ya Ruslaşmış bir Fransız kadını olan Amalia Karlovna Guishard geldi. Belçikalı bir mühendisten dul kalmış olan bu kadın Urallar'dan geliyordu. Adı Rodyan olan bir oğluyla Larissa adında bir kızı vardı. Oğlunu askeri bir okula, kızını da bir rastlantı sonucu Nadya Kologrivov'un gittiği kız lisesine kaydettirdi. Larissa ile Nadya aynı sınıftaydılar. Bayan Guishard'a kocasından bazı tahviller kalmıştı. Bir ara yükselen bu tahviller şimdi hızla düşüyorlardı. Bu da elinde başka para olmayan Bayan Guishard'ı zor duruma düşürebilirdi. Bunu düşünen Bayan Guishard Moskova'nın yoksul bir mahallesi olan Zafer Takı Mahallesi yakınındaki Levitskaya Terzihanesini; eski müşterilerini, kalfalarını ve dikişçi kızlarını koruma hakkıyla birlikte satın almıştı. Böylece hem boş durmayacak, hem de elindeki parayı korumuş olacaktı. Bayan Guishard bu işe kocasının yakın bir arkadaşı ve soğukkanlı bir avukat olan Komarovsky'nin önerisi üzerine girişmişti. Komarovsky ticaret yaşamını çok iyi biliyordu. Bayan Guishard Moskova'ya da bu avukatın önerisi üzerine gelmişti. Onları istasyonda karşılayan Komarovsky nerdeyse Moskova'nın diğer ucundaki Silahhane Sokağı'nda bulunan Karadağ Oteli'ne yerleşmelerini de sağlamıştı. Oğlu Rodyan ve kızı Larissa'nın okulları da o-nun düşüncelerinin ürünüydü. Rodyan'la dalgın dalgın şakalaşan Komarovsky, tuhaf bakışlarıyla Larissa'nın utancından kızarmasına neden oluyordu. II Guishardlar terzihanenin yanındaki üç odalı daireye taşınmadan önce bir ay boyunca batakhaneleri, genelevleri, arabacıla-rıyla Moskova'nın en berbat mahallelerinden birindeki Karadağ Oteli'nde kaldı. Çocuklar odaların pisliğinden, tahtakurularından, perişan durumdaki mobilyalardan yılmamışlardı. Anneleri, babalarının ölümünden bu yana sürekli bir yoksulluk endişesiyle yaşamıştı. Rodyan ve Lara yoksulluğun eşiğinde oldukları sözlerini sürekli dinlerlerdi. Sokaktaki çocuklardan farklı olduklarını görüyor, tıpkı Kimsesizler Yurdu'ndaki çocuklar gibi zenginlerden çekiniyor, içten içe korkuyorlardı.
Anneleri bu korkunun canlı bir örneğiydi. Otuz beş yaşlarındaki bu kadın ufak tefek ve tombuldu. Çok korkaktı ve sık sık sinir krizleri geçirirdi. Erkeklerden korkusu ise inanılır gibi değildi. Belki de bu yüzden sık sık, birlikte olduğu erkeği değiştiriyor, kucaktan kucağa dolaşıyordu. Karadağ Oteli'nde 23 numaralı odada kalıyorlardı. 24 numaralı oda ise Tiskiyeviç adındaki bir viyolenseliste aitti. Tiskiyeviç otel açıldığından bu yana aynı odada kalıyordu. Sürekli terleyen iyi kalpli viyolonselist Tiskiyeviç her zaman peruk takardı. Birini bir şeye inandırmak istediğinde ellerini birleştirerek kalbi üzerinde tutardı. Konserlerde ya dâ tanınmış kişilerin partilerinde çaldığı zamanlar ise baygın bakışlarla başını geriye atardı. Zamanının çoğunu Büyük Tiyatro'da veya konservatuvarda geçirir, odasına çok az uğrardı. Komşu olmaları nedeniyle Tiskiyeviç Bayan Guishard' la tanıştı. Ufak tefek konularda birbirlerine yardımcı olarak samimiyetlerini geliştirdiler. Komarovsky'nin ziyaretlerinde evde çocuklarda bulunduğundan Bayan Guishard çok sıkılıyordu. Böyle durumlarda kullanılması için Tiskiyeviç odasının anahtarını Bayan Guishard'a bırakıyordu. O da Tiskiyeviç'in bu fedakârlıklarına öylesine alışmıştı ki zaman zaman gözyaşları içerisinde onun kapısına koşuyor kendisini dostundan koruması ve kurtarmasını rica ediyordu.
Atölye, Tverskaya Sokağı'nın hemen köşesindeki tek katlı bir evdeydi. Bu binanın hemen sonrasında demiryolu işçi ve memurlarının lojmanları, lokomotif depoları ve atölyeleri vardı. Yükleme işinde çalışan memurlardan birinin yeğeni olan Ol-ya Demina da bu evlerden birinde oturuyordu. Bayan Guishard'ın atölyesinin gözde elemanlarından Olya Demina çalışkan, yetenekli ve zeki bir kızdı. Eski patronu gibi, yeni patronunun da beğenisini kazanmıştı ve onun kızı Lara'yı çok beğeniyordu. Atölyede hemen hemen her şey Levitskaya döneminden kaldığı biçimdeydi. Yorgun terzi kızların elleri dikiş makineleri üzerinde sürekli ileri geri oynuyordu. Ayaklarının hareketleriyle harıl harıl çalışan makineler atölyeyi gürültüye boğuyordu. Pencerenin pervazına asılı bir kafes içindeki Kiril adlı kanarya da sürekli ö-tüşleriyle bu gürültüyü biraz daha artırıyordu. Konuşan insanların seslerini birbirlerine duyurabilmeleri için hep yüksek sesle konuşmaları gerekiyordu. Kanaryaya Kiril adının niçin verildiğini bilen tek kişi vardı, o da ona bu adı veren sahibiydi. Ancak o da ölmüştü. Müşterilerin kabul edildiği salonda, üzeri moda dergileriyle dolu bir masa vardı. Bu masanın çevresi tıpkı canlı bir tabloyu andırırdı. Dergilerde gördüklerine benzer şekilde; bu bayanların bazıları oturuyor, kimisi dirseklerini masaya dayarken, kimisi a-yakta duruyordu. Bir yandan da kendilerine hangi model bir elbise yapacaklarının tartışmasını yapıyorlardı. Bayan Guishard'ın yardımcısı olan Faina Fetisova ise bir başka masada oturuyordu. Eskiden makastar olan bu kadın çok zayıftı, elmacık kemikleri çökmüş gibiydi ve yüzü sivilceliydi. Dişlerinin arasında çoğunlukla kemik bir ağızlık sıkıştırılmış bir şekilde müşterilerinin ölçülerini, isteklerini, adlarını, adreslerini önündeki defterine not ederdi. Bayan Guishard böyle bir atölyeyi yönetecek kapasitede bir insan değildi. Kendini bir patron gibi bile hissedemiyordu. Ancak yardımcısı Fetisova güvenilir bir kadın, işçiler de dürüst ve çalışkan kimselerdi. Fakat yaşanılan dönem çok kötü bir dönemdi. Bayan Guishard geleceği düşünmekten korkuyor, dehşete düşüyordu. Komarovsky sık sık ziyaretlerine gelirdi. Ailenin oturduğu daireye atölyenin içinden geçerek girerdi. Onun bu gelişlerinde prova yaptırmakta olan bayanlar hemen paravanların arkasına gizlenirlerdi. Ancak onun aldırmaksızın yaptığı şakalara karşılık vermekten de geri durmazlardı. Dikişçi kızlar ise onu hiç sevmezlerdi: «Lord hazneleri geldi», «ihtiyar tilki», «Amelia'nın kalp ağrısı», «kadın katili» gibi laflar atarlardı. Ancak kızlar onun Jak adlı köpeğinden nefret ediyorlardı. A¬ ra sıra yanında getirdiği bu buldog o kadar güçlü kuvvetliydi ki sahibini çekerek sürüklerdi. Komarovsky ise köpeğin ardından koşuşturur dururdu. ' Bir bahar günü Jak, Lara'nın bacağını ısırdı ve çoraplarını yırttı.
Olya, Lara'nın kulağına: «Bu köpeği geberteceğim,» dedi. «Evet çok sevimsiz bir hayvan ama bunu nasıl yapabilirsin?» «Yavaş ol, bağırma ve beni dinle... Annenin komodini üstündeki paskalya yumurtalarını biliyorsun... » «Evet, kristal ve mermerden yapılmışlardır.» «Tamam, şimdi biraz daha eğil de ne yapacağını söyleyeyim. Onları alıp yağa batıracaksın. Pis hayvan yağ kokusunu alıp da bunları yuttuğunda biz de kurtuluruz.» Lara bu öneriye çok gülmüştü. Olya'yı da bayağı kıskanıyordu. Ne kadar temiz kalpli ve saftı. Köpeğe cam yumurtaları yedirmeyi de nerden akıl etmişti. Yoksulluk içinde yaşıyor, sabahtan akşama kadar durmaksızın çalışıyordu. «Benim alınyazım da bu galiba,» diye düşünüyordu bir yandan. «Böyle üzücü şeyleri görmek, yaşamak, üzülmek. Bir işe yaramadıktan sonra üzülmenin de bir anlamı yok ki!» IV «Ne derler?.. Annem onun... O annemin... Aman... Bunlar çirkin sözcükler. Ben bunları ağzıma alamam. Peki ama bu adam bana niçin öyle kötü kötü bakıyor? Ben annemin kızıyım değil mi?» On altı yaşını henüz bitirmiş olmasına karşın Lara, tam anlamıyla her yönden gelişmiş, çok güzel ve iyi kalpli bir kızdı. Görenler onu on sekiz yaşında hatta daha da büyük sanıyorlardı. Lara da Rodyan da istedikleri şeyleri kolay kolay elde edemeyeceklerinin bilincindeydiler. Zenginler, tembellerin aksine birtakım kurnazlıklara kalkışmayı çok gereksiz ve anlamsız buluyorlardı. Kendilerini ilgilendirmeyen şeylerle uğraşmazlardı. Gereksiz olan şeyleri çirkin bulan Lara dünyanın en temiz insanıydı. İki kardeş de her şeyin değerini çok iyi biliyor ve değerlendirmelerini de çok iyi yapıyorlardı. Lara okulda çok çalışkan öğrencilere tanınan burstan yararlanmak için büyük çaba gösteriyordu. Parasız okuyabilmenin yolu iyi bir öğrenci, iyi bir öğrenci olmanın yolu da çalışkan olmaktan geçiyordu. Lara yalnız ders çalışmakla yetinmiyor, evişleri de yapıyordu. Bulaşık yıkıyor, annesinin verdiği her işe koşuyordu. Sessiz ve yumuşak bir şekilde hareket ederdi. Hareketleri, boyu posu, açık renk gözleriyle, sarı saçları kısacası her şeyi birbirine denkti Lara'nın. Haziran ayının ortalarında bir pazar günü Lara sırtüstü, başını ellerinin arasına almış bir şekilde yatıyordu. Tatil günleri biraz daha fazla yatarlardı. Atölyede alışılmadık bir sessizlik vardı. Sokağa bakan pencere açık olduğu için Lara uzaktan geçen bir kira arabasının gürültüsünü duyabiliyordu. Arabanın tekerleri tramvay raylarının yarıklarına girince biraz önceki gürültü de kesilmişti. Lara «Bari biraz daha uzanayım,» diye düşündü. Kentin gürültüsü bir ninni gibi geliyordu. Lara o an boyunu ve yataktaki durumunu hissediyordu. Bunun için de sağ omzu ve sağ ayağının başparmağından yararlanıyordu. Omzu ve başparmağı arasındaki her şey kendine aitti. O-muz kendi omzu, bacak kendi bacağıydı. Benliği de bedeninin çizgileri arasında geleceğe doğru uzanıyordu. Bir yandan biraz daha uyumayı düşünürken bir yandan da Arabacılar Sokağı'nın bu saatlerde nasıl olduğunu merak ediyordu. Bu sokakta araba imalatçılarının ve tamircilerinin avluları yardı. Bu avlularda cilalı tahtalar üzerinde satılmakta olan binek arabaları sergileniyordu. Sokağın biraz ilerisindeki Zymensky Kışlası'nda Dragon askerlerinin eğitim yaptıkları saatlerdi bu saatler. Atlar bayramlardaki gibi yapmacık hareketlerle dönüp durur, süvariler adi adım, süratli yürüyüş, dörtnal gibi değişik şekillerde atlarla eğitimlerini sürdürürlerdi. Kışlanın parmaklıklarına tutunmuş çocuklar, dadılar, sütnine-ler de heyecanla onları izlerlerdi. Lara, «Biraz daha ileride Petrovka Sokağı,» var diye düşünüyordu. «Vay anasını, bunu da nereden çıkardın Lara? Sana yalnızca oturduğum yeri göstermek istemiştim, çok yakınından geçiyoruz çünkü.» Bunları Lara'ya Komarovsky söylüyordu. O gün Koma-rovsky'nin Arabacılar Sokağı'ndaki dostlarının kızı küçük Olga'-nın doğum günüydü. Dostları o gün için bir eğlence düzenlemişlerdi. Dans edecekler, şampanya içeceklerdi. Komarovsky de annesini davet etmişti. Ancak rahatsız olan annesi Lara'yı götürmesini istemişti ondan. Ardından da şunları eklemişti: «Bana hep Lara'ya göz kulak olmamı onu iyi korumam gerektiğini
söylerdin, işte şimdi de sıra sende, sen ona göz kulak ol.» Komarovsky de doğrusu bunu çok iyi başarmıştı. Lara aklına geldikçe gülmemek için kendini zor tutuyordu. Valsler neden olmuştu her şeyin başlamasına. Vals de ne kadar çıldırtıcı bir şeydi. Müzik çaldıkça geçen zaman tıpkı roman-lardaki gibiydi. İnsan nasıl geçtiğinin farkına bile varmıyordu. Ancak müzik durunca insan kendisine geliyor, halinden utanıyordu. Sanki başınızdan aşağı bir kova su dökmüşler, ya da başkalarınca çırılçıplak görülmüş gibi bir duyguya kapılıyordunuz. İnsan artık çocuk olmadığını kanıtlamak için karşısındakinin ölçüyü kaçıran şımarıkça davranışlarına da göz yumuyordu. Lara, Komarovsky'nin bu kadar güzel dansedebileceğini hiç düşünmemişti. Ne kadar da zekiydi ve elleri de ne kadar becerikliydi! Belini kavrayan elleri bambaşka şeyler anlatmak istiyor gibiydi. Lara bir daha kimsenin kendisini bu şekilde kucaklamasına ve öpmesine izin vermeyecekti. Bir başkasının dudaklarını kendi dudaklarına bu denli uzun süre bastırdığında bu denli küstahlaşa-bileceğini de hiç düşünmemişti doğrusu. Tüm bu saçmalıklara derhal bir son vermeliydi. Toy kız tavırlarından, utangaç kızlar gibi gözlerini önüne indirmekten vazgeçmeliydi. Yoksa bu işin sonu kötü olacaktı. Hemen önünde korkunç bir sınır vardı. Yanlış bir adım atması halinde kendini bir uçurumun dibinde bulabilirdi. Dans etmeyi de unutmalıydı. Zaten tüm kötülükler bundan kaynaklanıyordu. Dans önerilerini redde-cek, «Dans etmesini bilmiyorum,» ya da «Ayağımı incittim,» diyecekti. V Sonbaharda Moskova demiryolu şirketinde büyük karışıklıklar yaşandı. Moskova-Kazan demiryolu hattı işçileri greve gittiler. Moskova-Brest hattında çalışanlar da onları destekleyecekti. Grev kabul edilmişti, yalnızca tarihi konusunda anlaşılamıyordu. Hat boyunca herkes grev yapılacağını biliyordu. Yalnızca küçük bir bahane yeterli olacaktı. Ekim ayının soğuk ve sıkıntılı bir günü demiryolu işçileri ücretlerini alacaklardı. Muhasebeden bir türlü beklenen haber gelmiyordu. Sonunda kaleme giren küçük çocuğun elinde bordrolar, ücretlerin ödenmesi emri ve vergilerin kesilmesi için alıkonmuş birçok çalışma karnesi vardı. Muhasebe memuru hemen ücretleri ödemeye başladı. Tahtadan yapılmış idare binalarını, garı, atölyeleri, lokomotif deposunu, ambarları, lojmanları ve yolları birbirinden ayıran düzlük ücretlerini almaya gelenlerle dolmuştu. Kondüktörler, makasçılar, tesviyeciler, temizlikçi kadınlar ve daha pek çokları sonu görünmeyen bir sıra halinde dizilmişlerdi. Kışın geldiğini gösteren birçok belirti vardı. Ayaklar altında ezilen sarı yapraklar, erimiş kar ve gar büfesinin bodrumunda pişirilip henüz çıkarılmış olan çavdar ekmeğinin kokusu birbirine karışmıştı. Trenlerin biri gelip biri gidiyor; vagonlar katar haline getiriliyor, ya da katar halindeki vagonlar birbirinden ayrılıyordu. Ellerindeki bayrakları sallayan memurlar trenlere yol veriyorlardı. Tükenmek bilmeyen duman sütunları gökyüzüne yükseliyordu. İstim üzerindeki lokomotifler, yola çıkmak üzere bekleşirken, sıcak buharlarını soğuk bulutlar üzerine püstürtüyorlardı. Gar Müdürü Fullygin ve kısım ustabaşısı Pavel Antipov demiryolu hattı boyunca gidip geliyorlardı. Antipov tamir atölyesinden yakınıyordu. Kendilerine verilen malzemeyi kesinlikle beğenmiyordu. Çeliğin dayanma gücü yeterli değildi. Raylar uzatma, bükülme, kıvırma gibi denemelere dayanamıyorlardı. Antipov'a göre havadan yapar yapmaz raylar çatlayacak, parça parça olacaklardı. Antipov'un bu konudaki şikâyetleri hiç dikkate alınmıyordu. Demek ki bu durumdan kendilerine çıkar sağlayanlar vardı. Fullygin pahalı cinsten kürklü bir palto giymişti. Paltonun yakası ve kollarında demiryolu memurlarının rütbelerini gösteren sırmalar vardı. Yolun raylar döşenmiş olan kabarık kısmından yürüyor bir yandan da pantolununun keskin ütü çizgisini, ceketinin yakalarını ve zarif ayakkabılarını hoşnutlukla seyrediyordu. Kendi düşüncelerine dalmış olan Fullygin, Antipov'un anlattıklarını dinlemiyordu bile. Sık sık saatini çıkarıp bakmasından acele bir işi olduğu anlaşılıyordu. Sabırsızca bir tavırla «Sana hak veriyorum dostum,» dedi. «Ancak senin bu söylediklerin büyük ya da işlek hatlar için geçerlidir. Ama bir de burayı düşün. Burada ara hatlar, makaslar, ölü hatlar var. Rayların üstünde manevra yapan vagonlar hep boş. Vagonlar
katarlardan sökülüyor. Daha ne istiyorsun ki? Çelik raylardan söz ediyorsun. Sen aklını kaçırdın galiba! Bana kalsa burada tahta raylar döşense bile olur.» Gar müdürü: «Hadi artık dostum, bunları başka zaman gene tartışırız.» Bunu öyle bir şekilde söylemişti ki; sanki, «benim raylardan başka düşünecek çok daha önemli işlerim var,» diyordu. VI Bu konuşmanın üç dört saat sonrasında, alacakaranlığın çökmeye başladığı bir sırada, demiryolunun biraz uzağındaki bir arsada sanki yerin altından çıkmış gibi iki gölge oturdukları yerden kalktılar. Sık sık arkalarına bakarak aceleyle yürümeye başladılar. Bunlar Antipov ve Tiverzin'di. Tiverzin, «Biraz daha çabuk yürüyelim. Benim korkum şu heriflerin laflarını bitirip peşimizden yetişmeleri. Artık onlara dayanamıyorum. Madem bu işi beceremeyeceklerdi, niçin bu kadar gürültü patırtı çıkardılar?.. Komite niçin kuruldu?.. Hem ateşle oynamıyorlar, hem de saklanacak delik arıyorlar. Sen de Moskova Petersburg hattında işleri beceremedin.» «Darya tifoya yakalandı. Onu hastaneye yatırmalıyım. Bunu yapmadan benden bir şey beklemeyin. Çünkü aklım hep onda!» «Maaşları bugün veriyorlar galiba. Büroya kadar gideceğim. Eğer bugün de vermemişlerse bakın neler oluyor. Tek başıma harekete geçip bu yolsuzluklara son vereceğim.» «Bunu nasıl yapacağını öğrenebilir miyim?» «Bundan kolay şey mi olur. Kazan dairesine gidip bir düdük çalmam yeter.» Vedalaştılar. Her biri ayrı bir yöne doğru uzaklaştı. Tiverzin demiryolu hattını izleyerek kente doğru yürüyordu. Yol boyunca gündeliklerini almış pek çok işçi ve memurla karşılaştı. Kafasından yaptığı bir hesaba göre gündeliklerini almamış pek fazla kimse kalmamıştı. Hava artık tümüyle kararmıştı. Paranın dağıtıldığı binada yakılan ışıklar binanın önündeki açıklıkta bekleyen işçileri de aydınlatıyordu. Fullygin'in arabası da bir kenarda bekliyordu. Arabanın içindeki karısı, sanki sabahtan beri aynı şekilde duruyormuş gibi maaşını almaya giden kocasını bekliyordu. Aniden sulu kar yağmaya başladı. Arabacı yerinden kalkmış arabanın körüğünü indirmeye çalışırken Bayan Fullygin de binanın ışıkları altından inci damlalarını andıran su damlalarının düşüşlerini seyrediyordu. Dalgın bakışları zaman zaman düzlükteki işçiler üzerine dikiliyordu. Bu kalabalık; sanki bir bulut yığını ya da sisti ve bakışları bu bulut yığınını delecekti. Tiverzin, Bayan Fullygin'in yüzündeki bu ifadeyi görünce selam bile vermeden aceleyle uzaklaştı. Kocasıyla karşılaşmamak i-çin de maaşını başka bir zaman almaya karar verdi. Alanın karanlık bir yerinden geçerek atölyelere doğru yürüdü. Burada tıpkı bir yelpaze gibi açılıp, lokomotiflerin depolara gitmelerini sağlayan raylarla, lokomotifleri çevirmeye yarayan hareketli levhanın koyu gölgesi vardı. Karanlığın içinden bazı kimseler: «Hey Tiverzin!», «Kuprik!» diye sesleniyorlardı. Atölyelerin önünde birikmiş bazı kimseler vardı. İçerde biri bağırıyor, ağlamakta olan bir çocuğun sesi duyuluyordu. Kalabalığın içinden bir kadın: «İçeri gir de çocuğu kurtar!» diye bağırdı. İhtiyar ustabaşı Piyotr Khudoloyev gene küçük çırak Yusuf u dövüyordu. Sık sık olduğu gibi. Oysa Khudoloyev eskiden böyle değildi. Ne içki içer, ne çırakları döver, ne de sık sık kavga çıkarırdı. O kadar yakışıklıydı ki, Moskova'nın sanayi bölgelerinde o-turan tüm tüccar ve papaz kızlarının ilgilerinin odak noktası gibiydi. Ancak o, Tiverzin'in annesi Marfa ile evlenmek istemişti. Fakat Marfa onu reddetmiş Tiverzin'in babası makinist Saveliy Nikitiç'le evlenmişti. Bundan beş yıl sonra, o zaman uzun süre sözü edilen bir tren kazasında Saveliy Nikitiç diri diri yanarak can vermişti. Khudoloyev ikinci kez Marfa'ya evlenme önerisinde bulunmuş ancak gene reddedilmişti. İşte o günden sonra da içkiye ve serseri yaşantısına başlamıştı. Kendisini bu duruma getiren dünyadan intikam almak ister gibiydi. Kavgacı, huysuz, çekilmesi zor bir insan olup çıkmıştı.
Yusuf, Tiverzin'in de oturmakta olduğu binanın kapıcısı olan Gimazeddin'in oğluydu. Tiverzin bu çocuğu kendi korumasına almıştı. Khudoloyev ise bu nedenle Yusuf a daha çok kızar olmuştu. Şimdi de çocuğu saçlarından yakalamış ensesine tokatlar indiriyordu. Bir yandan da, «Nasıl tutuyorsun o eğeyi aptal. Demir öyle mi eğelenir? Güya iş yapıyorsun öyle mi? Seni tatar piçi seni!» diye bağırıp duruyordu. «Bir daha yapmam, çok canımı acıtıyorsun, bir daha yapmam usta!» «Sana kaç kez söyledim. Önce mili ayarla, sonra aynayı sıkıştır diye. Ama sen hâlâ kendi bildiğini okuyorsun. Az daha çarkı kırıyordun itoğlu it!» «Ben çarka elimi bile sürmedim usta. Yemin ederim.» Tiverzin dirseğiyle kalabalığı yarıp Khudoloyev'in karşısına dikildi. «Bu çocuk ne yaptı da böyle dövüyorsun?» diye sordu. «Seni ilgilendirmeyen işlere karışma!» «Niçin dövüyorsun? Ne yaptı da dövüyorsun diye soruyorum sana!»' «Ben de sana, benim işlerime burnunu sokma diyorum, sosyalist bozuntusu. Gebertsem bile az bu domuzu. Neredeyse çarkımı kıracaktı. Kendisini gebertmediğime şükretsin yılan gözlü tatar. Azıcık kulaklarını, saçlarını çektim, hepsi bu.» «Böyle sudan bir nedenle bir de gebertecektin ha! Bunca yıl¬ lık usta olacaksın bir de. Saçın başın ağarmış ama hâlâ akıllana-mamışsın.» «Hadi hadi, git işine de başıma bela olma. Senden mi akıl alacağım ben. Senin ananın da ne orospu olduğunu çok iyi bilirim ben. Seni de babanın gözü önünde başka birinden peydalamıştı.» Bunun üzerine her şey bir anda olup bitti. İkisi de tezgâhın üstünde bulunan koca koca demir aletlerden ellerine ilk geçeni kavrayarak birbirlerinin üzerine atıldılar. Eğer içeri girenler onları ayırmamış olsa birbirlerini öldüreceklerdi. Karşı karşıya duruyorlardı, başlarını birbirlerine öylesine uzatmışlardı ki az daha a-lınları birbirine değecekti. Öfkelerinden söyleyecek söz bulamıyorlardı. Arkadaşları ikisinin de kollarını arkadan sıkı sıkıya kavramış bırakmıyorlardı. Kendilerini tutanlardan kurtulmaya çalışıyor, ileri atılmak istiyorlardı. Bu arada kendilerini tutanları da birlikte sürüklüyorlardı. Bu çabaları, ceketlerinin, gömleklerinin düğmelerinin kopmasından, çıplak omuzlarının ortaya çıkmasından başka şeye yaramamıştı. Çevrelerinde her kafadan bir ses çıkıyordu: «Keskiyi alın elinden, keskiyi! Adamın kafasını yaracak!» «Pyotr, yavaş ol dostum, bak kolunu kıracaksın!» «Yahu bunlarla ne diye uğraşıyoruz ki? Ayırın, her birini bir yere kilitleyin olsun bitsin!» Tam o sırada Tiverzin gösterdiği insanüstü bir çaba sonucu kendisini tutanların elinden kurtulup kapıya doğru atıldı. Çevresindekiler onu yeniden yakalamak için üzerine yürüdüler ama, yeniden dövüşmek niyetinde olmadığını anlayınca kendi haline bıraktılar. Tiverzin kapıyı gürültülü bir şekilde kapayarak dışarıya çıktı. Sonbahar akşamının nemli karanlığı içine dalarak arkasına bile bakmadan yürümeye başladı. Bir yandan da kendi kendine söyleniyordu. «Biz onlara yardım etmeye çalışıyoruz, onlarsa ellerinde bıçakla üzerimize geliyorlar.» Tiverzin yaşadığı dünyanın yalancı, basit bir dünya olduğunun ayırdındaydı. İşte karnı tok, sırtı pek bu güzel kadın kurulduğu arabadan işçi olacak bu aptal yığınını seyrediyordu. Bu düzenin kurbanlarından sarhoş bir serseri ise kişisel kinini yoldaşlarından çıkarmaya çalışıyordu. Tiverzin bu düzenden duyduğu nefreti hiçbir zaman bu kadar güçlü hissetmemişti. Adımlarını sıklaştırdı. Sanki hızlı yürüdükçe kafasındaki ideal düzene daha çabuk ulaşacaktı. Son zamanlarda gösterdikleri çabalar, demiryolu şebekesinde meydana gelen karışılıklıklar, mitingler, mitinglerde yapılan konuşmalar, henüz uygulanmaya başlanmamış da olsa alınan grev kararı, hep ulaşmak istedikleri hedefe giden yolda önemli birer kilometre taşıydılar. Tiverzin o sırada öyle heyecanlıydı ki; aradaki tüm mesafeyi bir solukta koşa koşa bitsin isterdi. Böylesine iri adımlarla, çabuk çabuk nereye gitmekte olduğunu bilmiyordu ama ayaklarının kendisini nereye götüreceğini çok iyi biliyordu. Tiverzin Antipov'la toplantıdan ayrıldıktan sonra komitede-kilerin grevi hemen o gece başlatma karan aldıklarını çok geç öğrendi. Hemen orada yapılacak işleri planlamış, işbölümü yapmış ve eyleme geçmişlerdi. Herkesin neler yapacağı bir bir belirlenmişti.
Tiverzin lokomotif tamir atölyesindeki düdüğü öttürdüğünde işçiler; depolardan yük garından, çeşitli atölyelerden çıkıp gruplar halinde toplanmaya başlamıştı bile. Tamir atölyesinin düdüğü Tiverzin'in yüreğinden kopan keskin bir çıılığı andırıyordu. Depolardan gelen işçiler Tiverzin'in işaretiyle ellerindeki işleri, aletleri bırakıp gelen başka işçilerle birleşmeye başladı. Yıllar boyunca Tiverzin, o gece tren seferlerinin ve işin kendi verdiği işaretle durduğunu düşünmüştü. Bunun hiç de böyle olmadığını ise yıllar sonra birçok suçtan toplu olarak yargılandığı bir mahkemede anladı. Birçok insan: «Bu insanlar nereye gidiyor? Düdük niçin çalıyor?» gibi sorularla evlerinden atölyelerinden dışarıya fırlıyordu. Karanlığın içinde bazı konuşmalar duyuluyordu. «Sağır mısın sen? Tehlike işareti verdiler. Yangın var, biz de yangını söndürmeye gidiyoruz.» «Peki ama yangın nerede?» «Cehennemin dibinde. Ne bileyim. Ben de senin gibi kalabalığın peşine takıldım gidiyorum işte.» Birçok kapı gürültüyle açılıyor, başka başka işçiler dışarıya çıkıyor, yeni sesler duyuluyordu karanlıkta. «Ne yangını canım? Siz bu aptalı dinlemeyin. Greve başlama işareti veriyorlar. Hâlâ anlamadınız mı? Hadi arkadaşlar elinizdeki aletleri bırakın. Pis işlerini yaptıracak başkalarını bulsunlar. Haydi evlerimize gidelim.» Durmadan yeni yeni insanlar kalabalığa katılıyorlardı. Demiryolu işçileri grevi başlamıştı işte. VII Tiverzin evine ancak üç gün sonra, soğuktan donmak üzere ve yorgunluktan bitkin bir şekilde dönebildi. O mevsimde pek rastlanmayan don bir önceki gece başlamıştı. Tiverzin'in üzerinde ise sonbaharda giyilen cinsten ince elbiseler vardı. Kapıcı Gimazeddin onu daha sokak kapısında karşıladı. Pek de iyi olmayan Rusça'sıyla, «Çok teşekkür ederim Bay Tiverzin, bunu ömrümce unutmayacağım,» dedi. «Her zaman senin için dua edeceğim.» «Sen deli misin Gimazeddin? Bana niçin 'Bay' diyorsun? Sen bırak bu lafları da havanın haline bak. Amma da ayaz var ha!» «Hiç merak etme, birazdan istediğin kadar ısınırsın. Dün annenle birlikte yük garından kupkuru meşe odunu taşıdık.» «Sağol Gimazeddin, yalnız bir şey söylemek istiyordun galiba. Ne söyleyeceksen çabuk söyle donmak üzereyim.» «Ha, şunu söyleyecektim Tiverzin! Bu gece evde kalma, saklan. Polisler durmadan gelip seni sordular. Ayrıca buraya kimlerin gelip gittiğini sordular. Demiryolu işçileri dışında kimsenin gelmediğini söyledim ben de.» Tiverzin bekârdı. Evli olan küçük kardeşi ve annesiyle birlikte kalıyordu. Bina yakında bulunan bir kiliseye aitti. Kiracıların çoğu demiryolu işçileriydi. İşçiler dışında birkaç papaz, manav ve kasap da vardı. Kagir olan binanın etrafı bakımsız pis bir avluyla çevriliydi. Binanın her katında tahtadan yapılmış çepeçevre balkonlar vardı. Bu balkonlar da kirli tahta merdivenlerle birbirine bağlıydı. Her yandan tuvalet ve turşu kokusu geliyordu. Er olarak askere alınmış olan Tiverzin'in kardeşi bir çarpışmada yaralanmış Krasnoyarsk Hastanesine kaldırılmıştı. Karısı ve iki kızı ona bakmak için oraya gitmişlerdi. Ailece demiryolcu olduklarından çok rahat ve ücretsiz olarak yolculuk yapabiliyorlardı. Ellerindeki pasolarla Rusya'yı bir baştan bir başa bedava olarak dolaşabiliyorlardı. Daireleri bu nedenle pek sessizdi şu sıralar. Scanned by hlecter
Tiverzin annesiyle birlikte sesiz sakin oturuyordu. Daireleri ikinci kattaydı. Kapılarının önündeki sahanlıkta bulunan su fıçısı sucu tarafından düzenli olarak doldurulurdu. Merdivenleri çıkan Tiverzin fıçının kapağının yerinden oynadığını ve su tasının da suyun donmuş durumdaki tabakasına yapışmış olduğunu gördü. Gülümsedi, «Bu Prov'un işi olmalı, herifin ciğerleri yanıyor sanki,» diye söylendi. Kilisenin kayyumu olan Prov Afanasyeviç Sokolov, Tiverzin' in annesinin de akrabasıydı. Tiverzin tası buz tabakasından koparıp tahtanın üzerine koydu. Kapıyı çaldı. Açılan kapıdan yüzüne sıcak bir hava ve ocakta pişmekte olan nefis bir yemek kokusu çarptı. «Merhaba anne,» diyerek Tiverzin hemen içeriye daldı. «O-cak ne güzel yanıyor, burası ne kadar sıcak, ne kadar güzel.» Annesi Tiverzin'in boynuna atılarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bir süre annesinin başını okşayan Tiverzin onu yavaşça kendinden uzaklaştırdı. Yumuşak bir sesle, «Ne bir şey kazandık, ne de kaybettik. Demiryolu Moskova'dan Varşova'ya kadar ölü. Çalışmıyor.» «Biliyorum yavrum, ben de bunun için ağlıyorum ya. Senin peşindeler. Buralarda kalmamalısın Kuprinka.» Tiverzin annesini rahatlatmak için lafı değiştirdi. «Senin şu eski göz ağrın Piyotr Khudoloyev az daha kafamı kırıyordu anne!» Annesi oldukça endişeli bir tavırla, «Onunla alay etmen doğru değil yavrum! Zavallı bir durumda.» «Pavel Antipov'u tutukladıklarından haberin vardır herhalde. Karısı hastanede, tifo. Oğlu Pasha da evde sağır halasıyla yalnız kalıyor. Evi didik didik etmişler, üstelik evden çıkaracaklarmış da. O çocuğu yanımıza almalıyız. Haa Prov ne istiyormuş?» «Onun geldiği nerden biliyorsun?» «Su küpünün üstü açık ve tas da suyun içinde bırakılmıştı. Bunu da ancak Prov yapar. Ben de kendi kendime Prov buraya gelmiş ve içi yanınca da su içmiş diye düşündüm.» «Ne kadar da zekisin Kuprinka. Gerçekten de geldi. Oduna ihtiyacı varmış, ben de biraz verdim. Aman Tanrım! Ben ne kadar da aptalım. Az da getirdiği haberi sana iletmeyi unutuyordum. Çar bir kararname hazırlamış. Bundan böyle köylülere toprak da ğıtılacakmış. Ayrıca herkes soylularla eşit haklara sahip olacakmış! İmzasını da atmış. Şimdi halka açıklanması bekleniyormuş. Sinod meclisi de Çar'a şükranlarını belirtmek için, kilisede ayinler sırasında okunmak üzere yazılı bir metin hazırlamış. Prov adını da söylemişti ama ben unuttum.» VIII Babası tutuklanan Pasha Tiverzinler'de kalmaya başladı. Temiz ve düzeli bir çocuktu. Tertemiz bir yüzü vardı. Saçlarını hep tam ortadan ayırarak tarardı. En fazla yaptığı şeyler saçlarını taramak ya da üstüne başına çeki düzen vermekti. Gördüğü pek çok şeye kahkahayı basardı, çok da şakacıydı. Çevresinde gördüklerinin taklidini yapmakta çok ustaydı. Bu taklitleri yaparken etrafını gülmekten kırar geçirirdi. 17 Ekim tarihli Çar'ın anayasayı kabul ettiği kararname ilan edildikten sonra Koluga kapısıyla Tver kapısı arasında büyük bir gösteri düzenlenmişti. 'Horozun çok olduğu yerde sabah da geç olur' sözündeki gibi; gösteriyi düzenleyen devrimci örgütler arasında anlaşmazlık çıkınca gösteri de iptal edilmişti. Ancak halkın her şeye karşın toplandığını görünce de hemen temsilcilerini göndermişlerdi. Tiverzin'in tüm uyarılarını dikkate almayan annesi, yanına muzip Pasha'yı da alarak gösteriyi izlemeye gitmişti. Kasım ayı başlarında soğuk, kuru bir gündü. Gökyüzü kurşuni bir renkteydi. Arada bir birkaç kar tanesi salına salına düşüyordu. Sokaklar bir insan seli halindeydi. Gözünüzün baktığı hemen her tarafta insan yüzleriyle karşılaşırdınız. Pamuklu pardesülerini giymiş işçiler, astragan kalpaklarıyla ihtiyarlar, üniformalarını giymiş demiryolu işçileri, kız öğrenciler, çocuklar, tramvay deposunun ve telefon santralının meşin ceketli, uzun çizmeli işçileri, üniversite öğrencileri ve daha birçokları.
Kalabalık bir süre; «Marseillaise», «Varşova», «Canınızı Verdiniz» gibi marşları söyledi. Sonradan grubun önünde geri geri yürüyen, elindeki şapkasını sağa sola sallayarak yürüyüşü yöneten a-dam durdu ve şapkasını başına geçirdi. Bu adam şimdi çevresinde bulunanların konuşmalarını dinliyordu. Tempo veren olmayınca marşların söylenişindeki düzen bozuldu ve az sonra da kimse marş söyleyemez oldu. Şimdi duyulan binlerce insanın donmuş kaldırımlar üzerindeki ayak sesleriydi yalnızca. Göstericilerin arkadaşları gelip biraz ilerde Kazak askerlerinin pusuda bekledikleri haberini verdi. Bu durumu o civardaki bir eczaneye birileri telefonla bildirmişti. Grubun başında bulunanlar, «Pusu kurmalarından bize ne, biz sakinliğimizi koruyalım, karışıklığa meydan vermeyelim, ö-nemli olan bu. Önümüze çıkacak ilk resmi binayı işgal edip tehlikeden halkı haberdar edelim ve dağılalım,» diye düşünüyorlardı. Biraz da bu iş için hangi binanın daha uygun olduğu konusunda tartıştılar. Kimisi Ticaret Acenteleri Birliği binasını, kimisi Yüksek Teknik Okul binasını, kimisi de Yabancı Diller Ticari Muhabere Okulunu öneriyordu. Bu şekilde tartışarak yürürlerken karşılarına Yüksek Öğrenim Kurumu binası çıktı ki bu binada düşünceleri için çok uygundu. Kortej binanın önünde gelince grubun başındakiler merdivenlere çıkıp yürüyüşün durdurulmasını işaret ettiler. Fakat işaretleri yanlış anlaşıldı. Kalabalık merdivenleri tırmanıp kapıları açtı. Okulun avlusu büyük bir insan kalabalığıyla dolmuştu. Bu kez karşı tarafta bulunan büyük beton merdivenlere doğru yürüdüler. Kalabalıktan bazıları, «Konferans salonuna,» «Konferans salonuna,» diye sesleniyor fakat kimseye dinletemiyorlardı. Sonunda Konferans salonunda toplanmayı başardılar. Birkaç kişi onları Kazak askerlerinin pususu konusunda uyardı, ancak aldıran kimse olmadı. Bütün o marşlar ve uzun yürüyüş herkesi yormuştu. Herkes sessiz sedasız oturup biraz dinlenmek istiyordu. Grubun liderleri birçok konuda anlaşıyorlardı. Aralarındaki ufak tefek anlaşmazlıkları ise kimse ciddiye almıyor, sanki görmek istemiyorlardı. Konuşmalar oldu, konuşanlar içinde en çok alkışı ise en kötü konuşan toplamıştı. Çünkü kimse konuşulanları izlemek için herhangi bir çaba göstermiyor, her şeye başını sallıyor, cümleler arasındaki uzun duraklamalara dikkat etmiyordu. Bir ara «Ayıp, ayıp! Utanın!» diye sesler işitildi. Bir protesto telgrafı yazıldı. Konuşmalardan sıkılan göstericiler birdenbire ayağa kalktı. Kimse konuşanı dinlemiyordu artık. Birinin peşine takılan göstericiler yeniden yürümeye başladılar. Onlar içerde otururken yağan kardan her taraf bembeyaz olmuştu ve kar giderek daha da hızlı bir şekilde yağıyordu. Kazaklar atlarını kalabalığın üzerine sürdüğünde arka sıralarda bulunanlar ne olup bittiğinin farkında bile değildi. Birden ön sıralardan çığlıklar yükselmeye başlamıştı, arka sıradakiler bunu sevinç çığlıkları olarak da algılayabilirdi. Ancak «İmdat!», «Katiller!» gibi bağ-rışmalar çoğalınca kalabalık ikiye ayrıldı. Ortada ellerindeki kılıçları kalabalığın üstünde sallayan Kazak askerleri göründü. Bunlar atlan üzerinde sessizce yürürken kılıçlarını sürükli sallıyorlardı. Yarım bölük asker bu boşluktan dört-nala geçip geri döndü ve yürüyüş kolunun arasına daldı. Tam bir katliam başlamıştı. Kısa süre içinde sokak bomboş kaldı. Kalabalık ara sokaklara dalmış kaçışıyordu. Kar şimdi daha az yağıyordu. Akşam, karakalem bir resmi andırıyordu. Batmakta olan güneş birdenbire bir köşeden belirdi. Sanki sokaktaki kırmızılıkları parmaklarıyla bir-bir gösteriyor gibiydi. Kazak askerlerinin şapkalarının kırmızı tüyleri, yere düşmüş olan bir kızıl bayrak, bembeyaz karlar üzerindeki nokta nokta ya da çizgi halindeki kan lekeleri şimdi çok daha açık bir şekilde görülüyordu. Kafası yarılmış bir adam inliyor, kollarına dayanarak sürünüyordu. Sokağın bitimine kadar halkı kovalayan birkaç Kazak askeri yavaş yavaş geri dönüyordu. Marfa Tiverzina başörtüsü kaymış, perişan bir halde atların ayakları altında bir o yana bir bu yana koşturuyordu. «Pasha, Pasha,» diye bağırıyordu bir yandan da çılgın gibi. Pasha kısa süre öncesine kadar yanından hiç ayrılmamıştı. Konferans salonunda da yanındaydı ve son konuşan kişiyi taklit ederek kendisini bir hayli güldürmüştü de... Onu Kazak askerlerinin saldırısı sonucu çıkan karışılıklıkta yitirmişti. Askerlerden birinin kırbacı şiddetle Marfa Tiverzina'nın sırtına indi. Mantosunun astarı pamuklu olduğundan canı pek fazla yanmamıştı ama gene de okkalı bir küfür savurmaktan kendini alamadı. Yumruğunu hınçla askerlere doğru savurdu. Böyle yaşlı bir kadına kırbaç vurmak kadar kötü bir şey olabilir miydi?
Telaşlı bir şekilde etrafına bakman Marfa Tiverzina Pasha'yı sokağın karşısındaki kaldırımda gördü. Çocuk bir bakkal dükânıy-la bir ev arasında bulunan boşlukta duruyordu. Küçük bir kalabalık peşlerinden gelip kaldırıma kadar çıkmış olan bir Kazak askerinin, hısımından kaçarak buraya sığınmıştı. Halkın şaşkınlığı Kazak askerininin hoşuna gidiyordu. Atını onların üzerine doğru sürüyor, şaha kaldırıyor, geri çekiyor; sanki sirkte numara yapıyordu. Arkadaşlarının çekilmekte oludğunu görünce atını mahmuzlayıp onların yanına döndü. Bundan yararlanan kalabalık çabucak dağıldı. Alabildiğine korkmuş olan Pasha da koşarak ihtiyar kadının yanına gitti. Tivrezina eve varıncaya kadar susmadı. «Hepsi katil,» diyordu. «Çar'ın özgürlük vermesinden halk hoşnut, buna dayanamıyorlar sürekli ortalığı karıştırıyorlar.» Tiverzina her şeye kızıyordu. Kazak askerlerine, hatta kendi oğluna bile. Tüm olanların, «Beyinsizler, aptallar» dediği oğlunun arkadaşlarının başının altından çıktığına inanıyordu. «Bunlar deli midir nedir? Daha ne istiyorlar ki? Kafalarında akıl yok! Bağırıp çağırmaktan, saçma sapan konuşmaktan başka yaptıkları bir şey yok. Hele o geveze!.. Pasha bir daha gösterir misin o geveze nasıl konuşuyordu? Ne kadar da benzetiyorsun. Nerdeyse çatlayacağım Pasha.» Eve gelince Marfa Tiverzina oğlunu güzelce azarladı. «Bu yaşta o çam yarması gibi çopur suratlı herften dayak yiyecek kadın mıyım ben?» «Anne ben Kazak askerlerinin ya da jandarmanın komutanı mıyım? Niçin bana dert yanıyor, kızıyorsun.» IX Nikolay Nikolayeviç odasının penceresinden tüm olanları görmüş ve kim olduklarını hemen anlamıştı. Aralarında Yuri'nin bulunup bulunmadığını anlamak için daha da dikkatle bakmaya çalıştı olanlara. Ancak ne Yuri'yi, ne de başka tanıdık birini görmüştü. Duderov'un oğlunu görür gibi olduğuna ise neredeyse e-mindi. Oysa daha geçen gün yaralanmıştı ve omzundan bir kurşun çıkarmışlardı. Gene kendisini ilgilendirmeyen işlere karışıyordu. Nikolay Nikolayeviç Petersburg'dan yeni gelmişti. Moskova' da evi olmadığı, otelde de kalmak istemediği için uzaktan akrabası olan Sventitskyler'de kalıyordu. Kendisine evin üst katından bir oda vermişlerdi. İki katlı olan bu, ev hiç çocukları olmayan Sventitskyler'e çok büyük geliyordu. Bir prensten kiralanmıştı ve bir malikâneye aitti. Malikânede bu evden ayrıca üç tane iç avlusu, geniş bir bahçe ve bu bahçenin değişik yerlerinde; farklı zamanlarda ve farklı mimarı biçemlerinde yapılmış binalar vardı. Malikâne üç ayrı sokağa bakıyordu ve bu sokaklar da Muhcnoy Gro-dok Mahallesine aitti. Kitaplar, halılar, resimler, kâğıtlarla tıka basa dolu olan çalışma odası dört penceresi bulunmasına karşın loştu. Evin köşesine rastlayan bölümünde de bir balkon vardı. Balkonun kapı ve pencereleriyse kışa hazırlık olarak bezler, kâğıtlarla tıkanmıştı. Odanın iki penceresiyle, balkonun camlı kapısından bakıldığında bir sokak ve bu sokakta bulunan biçimsiz küçük küçük evler, tahta perdeler, çitler ve uzaklara doğru uzanan kızak izleri görülürdü. Odaya mor gölgeler vuruyordu. Ağaçlar sanki üzerlerindeki kar ve buz tabakasını odaya sermek ister gibiydiler. Dallarından sarkan buz parçaları, donyağından yapılmış açık ve mor renkli mumlan andırıyordu. Uzaklara bakmakta olan Nikolay Nikolayeviç bir yandan da Petersburg'da geçirdiği bir önceki kışı düşünüyordu. Papaz Gapon ve Gorki'yle karşılaşmalarını çok iyi anımsıyordu. Papaz Gapon yer yer devrimcilere öncülük etmiş, fakat sonunda da onlar tarafından öldürülmüştü. Gorki ise henüz kırk yaşlarında olmasına karşın halkın çok sevdiği ve okuduğu bir yazardı. Kendisi de bir kitap yazmak istiyordu. Bunun için de başkente gelmiş ve sessiz sakin bir semtine yerleşmişti. Bu sessizlikten yararlanıp kitabını rahatlıkla yazabileceğini umuyordu. Ancak gelişmeler hiç de umduğu gibi olmamıştı. Hemen hemen hergün çeşitli konferanslara katılmak zorunda kalıyor; bunların kimisinde dinleyip notlar almakla yetinirken, kimisine de konuşmacı olarak katılıyordu. Kimi zaman kadınlar için yapılan toplantılara katılırken, bazen de din felsefesi konularında konuşmalar
yapıyordu. Bu konferansların bazıları Grev Yardım Sandıkları adına düzenlenirken, kimisi de Kızılhaç yararına düzenleniyordu. Oysa onun tek bir isteği vardı. Kapağı İsviçre'ye atmak, ormanlık bölgelerden birinde dağların huzur verici temiz havasına, göllerin sessizliğine kavuşmaktı. Pencerenin önünden çekilen Nikolay Nikolayeviç şimdi şiddetle bir arkadaşıyla birlikte olma gereksinimini duyuyordu. Tam dışarı çıkmak üzereydi ki Tolstoycular'dan Vyvolochnov'un bir konuda görüşmek üzere geleceğini anımsadı. Çıkmadan vazgeçip odanın içinde aşağı yukarı dolaşırken bu kez aklına yeğeni takıldı. Nikolay Nikolayeviç Volga nehri yakınlarında bulunan o küçük kasabadan ayrıldığında Yuri'yi Moskova'daki akraba ailelerin yanına bırakmıştı. Kendisi ise Petersburg'a yerleşmişti. Moskova'daki Vodenyapin Ostromylenskys, Selyavins, Mikhailises Seventitskup ve Gramekos aileleriyle yakın akrabalıkları vardı. Yuri ilk olarak aile içinde Freddy diye çağrılan ihtiyar geveze Ostromylen-sky'nin evinde kaldı. Asık suratlı bu adam kendini toplumu yerinden oynatacak nitelikte bir düşünce savaşçısı olarak kabul ediyordu. Evlatlığı Matya ile nikâhsız yaşıyordu. Ancak kendisine gösterilen güvene layık biri olmadığını, Yuri'nin bakımı ve öğrenimi için kendine verilen bu parayı kişisel çıkarları için kullanarak göstermişti. Bunun üzerine Profesör Gromeko ailesinin yanına yerleştirilen Yuri, halen oradaydı. Nikolay Nikolayeviç Gromeko ailesinin havasını Yuri için çok uygun görüyordu. Kızları Tonya Yuri ile aynı yaştaydı. Oğulları Misha Gordon ise Yuri'nin sınıf arkadaşıydı. Bu üç çocuk a-deta bir sacayağını andırıyordu. Vladimir Solovyov'un Aşkın Anlamı adlı şiir kitabı ile Tolstoy'un Kroyçer Sonat'ım ellerinden dü-şürmüyorlardı. Tüm işleri hafif kılmak, çirkin şeylerden ve şehvetten uzak kalmak için mücadele idi. Nikolay Nikolayeviç bunların gösterdiği fedakârlığı, mücadeleyi saygıyla karşılıyor, ancak biraz aşırı buluyordu. Ne kadar da çocukça davranıyorlardı. Varlıkları cinsellik denilen durumla alabildiğine dolu olmasına karşın, cinsellikle ilgili her şeyi «kaba , «çirkin» gibi sözcüklerle nitelendirerek bundan uzak durmaya çalışıyorlardı. O kadar ki bu sözcüğü işittiklerinde renkten renge giriyorlardı. Bu kadar da olmamalıydı. Nikolay Nikolayeviç, «Eğer Moskova'da olsaydım mutlaka bunun bir çaresine bakardım,» diye düşündü. «Evet insanlarda u-tanç duygusu da olmalıydı ama bu kadar fazla değil. Bunlardaki utanma duygusu hastalık düzeyindeydi.» «Ah! Vyvolochonov hoş geldiniz, buyurun!» Nikolay Nikolayeviç'in düşünceleri konuğunun gelmesiyle kesilmişti. X Odaya giren adam şişmandı. Sırtında kurşuni renkli Tolstoy tipi bir gömlek, belinde kalın deri bir kemer, ayağında ise keçe çizmeler vardı. Pantolonunun dizlerinin hizasındaki yerler şişkindi. İyi bir insana benziyordu ama gözüne kıstırdığı monoklü geçirdiği öfke nedeniyle titriyordu. Paltosunu ve şapkasını çıkarmış e-linde tutuyordu. Fakat atkısını çıkaramamıştı, boynundan sarkmış bir ucu yerleri süpürüyordu. Elleri dolu olduğundan Nikolay Ni-kolayeviç'le el sıkışamamış hatta telaş içinde bir «merhaba» bile diyememişti. Odanın içini süzüyor, anlaşılmaz laflar ediyordu. Nikolay Nikolayeviç, «Elindekileri istediğin yere koyabilirsin,» dedi. Bunun üzerine Vyvolochnov kendini toparladı ve çenesi açıldı. Tolstoy'un çömezlerindendi. Tolstoy'un sürekli devinim içinde olan düşünceleri onu çok etkilemişti. Ancak bu düşünceler onda çok basit bir düzeyde kalıyordu. Nikolay Nikolayeviç'ten, bir okulda siyasi mahkûmlar yararına konferans vermesini istemeye gelmişti. Nikolay Nikolayeviç, «Ben o okulda konferans vermiştim,» dedi. «Siyasi mahkûmlar yararına mı konuşmuştunuz?» «Evet.» «Öyleyse bunu yineleyeceksiniz.» Önce böyle bir şeye karşıymış gibi tavır almasına karşın sonradan bu öneriyi kabul etti. İş konusu çözümlenmişti. Nikolay konuğunu daha fazla kalması konusunda zorlamadı. Vyvolochnov da bir an önce gitmek istiyordu ama hemen kalkıp gitmenin pek uygun bir davranış olmadığını düşünüyordu. Laf olsun diye de olsa bir şeyler söylemek gereğini duyuyordu.
«Demek sonunda siz de işi mistisizme döktünüz öyle mi?» «Ne demek istediğini anlayamadım.» «Bu tür şeylerle boşuna zaman harcıyorsunuz. İl Meclisini anımsıyorsunuz değil mi?» «Elbette anımsıyorum, seçimlerde birlikte çalışmıştık. Köy o-kulları, teknik öğretmen okulları için az mı mücadele etmiştik?» «Tabii, nasıl da ateşliydik o zamanlar. Sonraları sen galiba sağlık ve sosyal yardım işlerine el atmıştın sanıyorum.» «Evet bir ara o konuda da çalışmıştım.» «Peki şimdi niçin bu bilgince tavırlar içine girdin? Senin gibi akıllı, alaycı, halkı çok iyi tanıyan birinin bu hale gelmesine inanamıyorum. Yoksa bu işlerin arkasında gizli bir yön mü var?» «Niçin böyle rastgele konuşuyorsun? Sen benim düşüncelerimi bilemezsin ki! Hem üzerinde konuştuğumuz konu ne?» «Vallahi üstat bana kalırsa Rusya'nın okula, hastaneye gereksinimi var. Masal kahramanlarına, efsane tanrılarına değil.» «Ben de bunun tersini söylemiyorum ya.» «Köylülerin üzerlerine giyecek doğru dürüst bir şeyleri yok. Paçavralar içinde geziyorlar. Açlıktan nefesleri kokuyor.» Konuşma bu şekilde sürüp gidiyordu. Nikolay pek yararı olmayacağını bilmesine karşın kendisiyle Sembolist Okul'un yazarları arasındaki yakınlığı açıklamaya çalıştı, sonra da konuyu Tolstoy'un düşüncelerine getirdi. «Bir yere kadar seninle aynı düşüncedeyim. Fakat Tolstoy'un bir sözünü unutamıyorum. Bir insan güzelliğe yaklaştıkça iyilikten uzaklaşır, diyor öyle değil mi?» «Evet. Sanıyorum sen de bunun tersini düşünüyorsun. Yani dünyayı güzelliğin, Dostoyevski, Rozanov gibilerinin kurtaracağını savunuyorsun.» «Dur. Bak sana ne düşündüğümü anlatayım. Her insanın i-çinde uyumakta olan bir hayvan vardır. Eğer bu hayvanı korkuyla, zincire vurarak zaptetmeye çalışırsan, insanlığın simgesi eli kır-baçlı hayvan eğiticisi olur. İnsanlığın simgesi gerçeıcten de bu hayvan eğiticileri mi yoksa çıkarlarını hiçe sayan düşünürler mi olmalı? İşin püf noktasının burada olduğunu göremiyor musun? Yüzyıllardır insanı hayvanın üstüne çıkaran şey sopa değil de müzik olmuştur. Müziğin reddedilemez bir yanı vardır. Gerçeğin kendisidir o. Bugüne değin İncil'deki asıl önemli şeyin onda yer alan ahlaki ilkeler ve verdiği emirler olduğu sanılmıştır. Bence İncil'in en güzel yanı İsa'nın ilkelerini günlük yaşamdan verdiği örneklerle açıklamak ve yaymak istemesidir. Hazreti İsa hep bu anlayışla eylemlerde bulunmuştur.» «Doğrusu söylediklerinden hiçbir şey anlamadım üstat. Bu konuda bir kitap yazarsanız hiç de fena olmaz.» Sonunda Vyvolochnov gitti Ama Nikolay'ı da öfke içinde bırakmıştı. Kimseye açmadığı bazı düşüncelerini hiçbir şeyden anlamayan böyle bir kuşbeyinliye anlattığı için kendi kendine kızıyordu. Zaman zaman olduğu gibi öfkesi bu kez de yön değiştirdi. Vyvolochnov'u tümüyle unuttu. Yılda iki üç kez kullandığı bir defteri vardı. Buna kendince çok önemli bulduğu bazı düşünceleri yazardı. Aklından geçen düşünceleri okunaklı bir elyazısıyla bu deftere yazmaya başladı. XI Petrovka Sokağı insanda sanki Petersburg'un herhangi bir köşesinden getirilip Moskova'ya yerleştirilmiş duygusunu uyandırırdı. Sokağın iki yanındaki sıralı evler, bu evlerin kapılarının ustaca yapılmış oymaları, kitapçı, okuma salonu, harita merkezi, her şeyin en iyisini sayan tütüncü, çok lezzetli yemekler yapan lokanta ve bu lokantanın önündeki direklere asılı buzlu camdan yapılmış yuvarlak fanuslu havagazı fenerleri insanda bu duyguyu pekiştirirdi. Kışın bu sokak sıkıntılı bir hal alırdı. Bu sokakta oturanların hemen hemen tümü bol para kazanan, serbest meslek sahibi, ciddi insanlardı. Birbirlerine saygıda asla kusur etmezlerdi. Avukat Victor Komarovsky bu sokaktaki evlerin birinin birinci katında muhteşem bir daire kiralamıştı. Bu daireye meşeden yapılmış trabzanlı geniş bir merdivenle çıkılıyordu.
Daireyi Emma Ernestova adında bir kâhya kadın yönetiyordu. Emma evde kalmış yaşlı bir kızdı. Alabildiğine temiz ve dikkatli olan Emma'nın gözünden hiçbir şey kaçmazdı fakat o hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi davranırdı. Komarovsky de onun bu anlayışlılığına duyduğu minnetten ötürü onun katlanamayacağı türden rezilce eğlenceler düzenlemezdi bu evde. Bir manastır kadar sessiz ve sakindi burası. Pancurlar hep kapalı olurdu. Komarovsky pazar günleri öğlen yemeğinden önce köpeği Jak' ı da alarak Petrovka Sokağı'ndan aşağıya doğru yürüyüşe çıkardı. Bu yürüyüşe bir süre sonra hem aktör, hem de bir kumarbaz olan Constantine İllarionoviç Satanidi de katılırdı. Yürüyüşleri boyunca iki ahbap birçok konuda anlamsızca bir şeyler konuşur, çeşitli düşünceler ileri sürer tartışırlardı. Bu şekilde konuşacaklarına böğürmeyi andıran sesler çıkarsalar da olurdu. Çünkü konuştukları şeyler bu kadar saçma sapan ve anlamsızdı. XII Kışın sona ermesi yakındı. Karlar erimeye başlamıştı. Saçaklardan, pencerelerden, sütun başlıklarından düşen damlalar çıkardıkları «pıt, pıt, pıt» sesleriyle sanki birbirleriyle konuşuyorlardı. Lara bir rüyadaymış gibi yürüyordu. Başına gelenleri ancak eve gelince anlayabildi. Evde herkes uyuyordu. Annesinin tuvalet masasına oturdu. Üzerinde beyaz bile denebilecek ölçüde açık leylak rengi bir elbise vardı. Elbisenin etekleri ve yakaları dantellerle süslüydü. O gece sanki bir maskeli baloya gidiyormuş gibi yanına bir de duvak almıştı. Aynaya bakıyor ama gözleri hiçbir şey görmüyordu. Elleri masanın üzerindeydi. Bir süre sonra başını da ellerinin üzerine koydu. Eğer annesi olup bitenleri öğrense kendisini öldürürdü. Önce onu öldürür, sonra da intihar ederdi. Nasıl olmuştu bu iş. Artık iş işten geçmişti. Bunları daha önce düşünmeliydi. Şimdi düşmüş bir kadındı o. Fransız romanlarındaki kadın kahramanlar gibi bir şey. Oysaki yarın okula gidecek, kendisinin yanında bebek sayılabilecek kızlarla aynı sırada oturacaktı. Tanrım, nasıl olmuştu bu! Lara bu olanları yıllarca sonra Olga Demina'ya anlatacaktı. Olga da hüngür hüngür ağlayarak Lara'nın boynuna sarılacaktı. Dışarıda gene sular damlıyor, eriyen buzlar ve karlar sanki
birbirleriyle konuşuyorlardı. Sokakta biri komşularının kapısını çalıyordu. Başını kaldırmayan Lara'nın omuzları sarsılıyordu. Ağlıyordu. XIII Komarovsky, «Bak Emma, bıktım tüm bunlardan. Hepsini çöp kutusuna at,» diyordu. Bir yandan kendisi de dolabın, konsolun gözünde eline geçen her şeyi halının üstüne atıyordu. Attıkları arasında gömlek kollukları, önlükler de vardı. Ne aradığını kendisi de bilmiyor gibiydi. Aslında onun görmek istediği Lara'ydı. Oysa bu pazar günü onu görmesine olanak yoktu. Kafese kapatılmış bir hayvan gibi odanın içinde gidip eliyordu. Lara'nın eşsiz güzelliği Komarovsky için ulaşılamaz, sanki kutsal bir şeydi. Elleri insanı yüce bir düşüncenin kavrayışı gibi yakalıyordu. Otel odasının duvarına vuran gölgesi Komarovsky'ye saflığın, temizliğin bir örneği gibi görünmüştü. Gömleği göğsünün üzerinde, işleme gergefindeki bir kumaş parçası gibi gergin duruyordu. Komarovsky asfalt yolda geçen atların nal seslerine uyarak pencere pervazına vurduğu parmaklarıyla tempo tutuyor, trampet çalıyordu. Gözlerini yumarak «Lara» diye fısıldadı. Şimdi gözlerinin önünde Lara'nın koluna yaslanmış olan başı vardı. Genç kız uyuyordu. Komarovsky'nin saatlerdir kendisini bu şekilde seyrettiğinin farkında değildi. Yastığın üzerine dağılmış olan saçlarının güzelliği Komarovsky'nin gözlerini yakıyor, yüreğine kadar işliyordu. Komarovsky o günkü sabah gezisinden hiç zevk almadı. Jak ile birlikte birkaç adım atmışlardı ki durdu; Kuznetsky Caddesi'ni, Satanidi'nin şakalarını ve karşılaşabileceği diğer tanıdıklarını düşündü. Hayır böyle bir şey dayanamazdı. Geri döndü. Köpek şaşkın
bir şekilde yüzüne bakıyordu. Ancak daha sonra istemeye istemeye sahibinin peşine takıldı. Komarovsky, «Peki bunun anlamı ne?» diye düşündü. «İçimde uyanan pişmanlık mı, yoksa acıma duygusu mu?» Ya da Lara için endişe mi ediyordu. Oysa kızın şu anda evinde güvenlik içinde olduğunu biliyordu. Öyleyse Lara'yı niçin içinden atamıyordu? Evine döndü, merdivenleri çıktı. Pencerenin köşelerindeki İ-talyan usulü camların yere renkli ışıklar saçtığı sahanlığa geldi. Merdivenlerin ikinci yarısını çıkmaya başlayacaktı ki yeniden durdu. Tüm bunlara bir son vermeliydi. Can sıkıntısından, üzüntüden, huzursuzluktan kurtulmalıydı. Çocuk değildi. Ölen bir arkadaşının çocuğu olan çocuk yaştaki bu kız bir gönül eğlencesi olmaktan çıkmalıydı. Bir de tüm benliğini kaplarsa başına gelebilecekleri düşünmeliydi. Alışkanlıklarını bozmamalıydı. Yoksa her şey berbat olurdu. Komarovsky meşeden yapılmış mermer trabzanı elini acıtın-caya değin sıktı. Bir an gözlerini kapadı sonra geriye döndü. Kararlı bir insan tavrıyla merdivenlerden indi. Renkli ışıkların bulunduğu sahanlıktan geçerken köpeğinin kendisine hayranlıkla baktığını farketti. Sarkık yanakları, salyalı ağzıyla ihtiyar bir cüceyi andırıyordu. Köpek Lara'yı sevmiyordu. Onu ne zaman görse dişlerini göstererek hırlıyor, çoraplarını yırtıyordu. Onu kıskanıyor, genç kızın sahibine birtakım insancıl duygular aşılamasından korkuyor gibiydi. «Demek her şeyin eskisi gibi süreceğine karar verdin öyle mi?.. Satanidi, çirkin şakalar, kötü kötü fıkralar gene başlayacak ha?.. Peki öyleyse al bakalım. Al.. Al bunu da al... » diyerek Komarovsky elindeki bastonuyla ve tekmelerle köpeği Jak'ı dövmeye başladı. Jak havlayarak, inleyerek sahibinin elinden kurtuldu ve sendeleye sendeleye merdivenleri çıktı. Dert yanmak için Emma' nın kapısını tırmaladı. Aradan günler, haftalar geçiyordu. XIV Ne kadar da içinden çıkılmaz, büyülü bir çemberdi. Lara'nın Komarovsky'ye karşı duyduğu his yalnızca nefret olsa, kız kendisini bu durumdan kolayca kurtaracaktı. Ancak sorun bu kadar basit değildi. Saçlarına kır düşmüş, babası yaşındaki yakışıklı adamın kenScanned by hlecter dişi için zaman ve para harcaması gururunu okşuyordu. Koma-rovsky; toplantılarda alkışlanan, gazetelerde adı geçen biriydi. Kendisine değer veriyor, tiyatroya, konserlere götürüyordu. Sen bir tanesin, çok güzelsin diye iltifatlar ediyor kafasını da geliştirmeye çalışıyordu. Oysa Lara siyah önlüklü bir okul öğrencisiydi. Arkadaşlarıyla koşup oynuyor, muziplikler yapıyorlardı. Komarovsky'nin bir arabanın içinde, bir tiyatronun locasında tüm seyircilerin gözleri ö-nünde cüretkâr bir şekilde kendisine kur yapması onu çekiyor ve duyduğu zevk kendisinin de karşılık vermesine neden oluyordu. Ancak Lara'daki bu çocuksu ateşlilik çok kısa sürüyordu. Kendi kendinden nefret şeklindeki bir duygu uzun bir zamandan beri benliğinde yer ediyordu. Derslerine çalışarak geçirdiği uykusuz geceler sonunda sinirleri iyice yıpranıyor, ağlamaya başlıyordu. Sürekli yorgun bir durumda olduğundan hep uyumak istiyordu. XV Lara Komarovsky'den nefret ediyordu. Yaşamını alt üst etmişti. Hemen hergün bütün gün boyunca bunu düşünüyordu. Şimdi Komarovsky'nin kölesi olmuştu ve bu durum ömrü boyunca sürecekti. Lara kendini tümüyle ona veriyor her istediğini yerine getiriyor, bundan duyduğu utancın ürpertilerindense onun zevk aldığını görüyordu. Komarovsky nasıl oluyordu da ona tüm bunları yaptırabiliyordu. Yaşça büyük olması mıydı ona bu üstünlüğü sağlayan? Yoksa annesinin ekonomik bakımdan ona muhtaç olması mıydı? Hayır, hayır bunların hepsi de saçma şeylerdi.
Köle olan biri varsa bu Lara değil Komarovsky'di. Lara onun kendisi için nasıl yanıp tutuştuğunu görmüyor muydu? Vicdanen rahat olmalıydı. Korkacak hiçbir şeyi yoktu çünkü. Asıl utanması, korkması- gereken biri varsa bu Komarovsky'di. Hele bir de Lara olup bitenleri anlatsa durumu ne olurdu? Ama Lara böyle davranacak bir kız değildi. O Komarovsky'nin gösterdiği aşağılık davranışı göstermeyecekti. Komarovsky'nin gücü de buradan geliyordu zaten. Aralarındaki en önemli fark da buydu işte. İkisinin de yaşamlarını çekilmez hale getiren de buydu. İnsanları korkutan, sindiren şey gök gürültüleri ya da şimşekler midir? Hayır, insanlar imalı bakışlardan, sinsice yapılan dedikodulardan çekinirler. Yaşam boyunca her şey karmakarışıktır. Bir örümcek ağını andırır bu karışıklık. İnsan bu ağın bir telini yakaladığında çekip kurtulacağını sanır. Halbuki teli çektikçe yeni bir tele dolanır. Yine de ağdan kurtulmak için çabalar, çabaladıkça da ağa büsbütün dolanır kalır. Böylece güçlü, kimseler bile hileci, kurnaz kişilerin ellerine düşerler. XVI Lara iyice şaşırmış bir durumdaydı. «Evlensem ne olur sanki?» diyordu kendi kendine. Ne farkederdi ki! Bunları düşündükten sonra bu kez de içini bir sıkıntı kaplıyordu. Komarovsky nasıl da ayaklarına kapanıyor yalvarıyordu. «Bu böyle devam edemez. Seni ne hale getirdiğimi görmüyor musun? Her şeyi annene anlatalım, sonra da evlenelim,» diyordu. Sonra da Lara sanki itiraz ediyormuş gibi yalvarıyor ve çeşitli gerekçeler ileri sürüyordu. Lara tüm bunların boş sözler olduğunu bildiğinden dinlemek gereğini bile duymuyordu. Komarovsky onu, o korkunç lokantanın özel odasına götürmeye devam ediyordu. Lara yüzüne uzunca bir peçe takıyordu a-ma gene de garsonlarla müşterilerin kendisini yiyecekmiş gibi bakışlarından kurtulamıyordu. Sanki gözleriyle kendisini soyuyorlardı. Bu yüzden de Lara kendi kendine, «İnsan sevdiği birini böyle aşağılık bir yere getirip küçük düşürür mü?» diye soruyordu. Bir gece bir rüya gördü Lara. rüyasında toprağa gömülüydü. Yalnız sol tarafı ve sağ ayağı dışarda kalmıştı. Sol memesinden bir tutam ot fışkırmıştı. Toprağın üstündeki kalabalık; «Kara kara gözler, beyaz memeler,» ve «Sakın ırmağa gideyim deme Masha,» diye şarkılar söylüyorlardı. XVII
Lara dindar değildi. İbadet etmezdi. Yalnız ara sıra yaşadığı rezilce yaşama dayanabilmek için güzel bir müziğe gereksinim duyardı. Ruhunun gereksinim duyduğu müziği tanrının yaşamla ilgili sözlerinde bulabiliyordu. Bu yüzden de bu sözleri duyup ağlamak, boşanmak için kiliseye gitmeye başladı. Aralık ayı başlarında alabildiğine üzgün olduğu birgün yanında Olga ile gene kiliseye gitti. O kadar üzüntülü ve perişan bir durumdaydı ki; yer yarılacak içine girecek ya da kilisenin kubbesi başına çökecek ve böylece hakettiği cezayı bulacak sanıyordu. Fakat ne yazık ki yanında Olga'yı da getirmişti ve onun çenesi de durmak bilmiyordu. Olga, «Bak Prov Afanasyeviç de burada diye fısıldadı. «Susss... Beni rahat bırak... O Prov Afanasyeviç de kim?» «Prov Afanasyeviç Sokolov. Şu ilahi okuyan oğlan. Uzaktan akrabamız olur.» «Haaa... Şu kayyum. Tiverzin'in akrabası değil mi? Artık sus konuşma da beni rahatsız etme.» Ayinin başında gelmişlerdi. İlahide «Ey ruhum tanrıyı yücelt ki bütün varlığım da onun kutsal adını yüceltsin» denilen bölüm okunuyordu. İbadete gelenler mihrabın altında toplanmışlardı. Kilise yarı yarıya boslu ama gene de her yandan uğultular yükseliyordu. Bina yeni yapılmıştı. Pencere camları renksiz ve süssüzdü. Sokağın kurşuni aydınlığına geçip giden insanların ve arabaların gürü-lütlerine yeni bir şey katmıyordu. Kilise bekçisi devam etmekte olan ayine önem vermeden zavallı ve sağır bir kadını bağırarak azarlıyordu. Adamın sesi de sanki pencere camları gibi renksizdi, özelliksizdi. Lara elinde bozuk paralarla cemaatin arkasından dolanıp kilisenin kapısından kendisi ve Olga için mum almış ve dikkatli bir şekilde kimseye çarpmadan geri dönmüştü. Bu arada
geçen süre içinde Prov Sokolov, «Ben söylemesem de siz zaten bunları bilirsiniz,» demek ister gibi bir havayla dokuz tane duayı bir çırpıda okuyup bitirmişti. «Tanrı zayıf ruhları korusun... Ağlayanlara, yas tutanlara yardımcı olsun... Doğruluğun, gerçeğin peşinde zor durumda olanları korusun... » İlerlemekte olan Lara birden irkilerek durdu. İşte bu dua tam da onun içindi sanki: «Ayaklar altında sürünenler mutlu olanlardır. Çünkü onların da söyleyecek bir iki sözleri vardır. Bunun için de önlerinde bütün bir ömür uzanmaktadır.» Demek ki Hazreti İsa da böyle düşünüyordu.
Scanned by hlecter 1805 Aralığında patlak veren ayaklanma sırasındaydı. Devrimciler Presneya Sokağı'na sığınmışlardı. Bu sokak Guishardlar' ın e-vinin de bulunduğu yerdi. Onların evlerinin biraz ilerisindeki Tver Sokağı'nda barikatlar kuruluyordu. Evlerin avlularından barikata kovalarla sular taşmıyor, barikat işini görecek taş, tahta ve hurdaların üstüne dökülüyordu. Sular donduğunda buzdan bir duvar meydana gelecekti. Bitişik evin avlusu devrimciler tarafından toplantı yeri olarak kullanılıyordu. Burası aynı zamanda bir sağlık ve yiyecek depolama merkezi gibi işlev görüyordu. Lara bu avluya gitmekte olan iki delikanlıyı da tanıyordu. Bunlardan biri okul arkadaşı Nadya'nın evinde tanıştığı Nicky Dudo-rov'du. O da Lara gibi onurlu, doğru sözlü ve ağır başlı bir insandı. Diğeri ise ihtiyar Tivcrzina'nın evinde kalan Paslıa Antipov'du. Pasha Antipov lise öğrencisiydi. O kadar toy bir çocuktu ki Lara, Marfa Tiverzina'ya konukluğa gittiği zamanlar ağzı kulaklarına varıyordu. Lara'ya duyduğu hayranlığı açıklamaktan çekinmiyordu. Lara, Pasha'nın üzerinde yarattığı etkiyi farkedince kendisi de bundan yararlanmaya başladı. Lara uzun yıllar sonra yaşamlarının bi başka döneminde Pasha'yı avucunıın içine alacak, istediği gibi kul lanacaku. Pasha bu kızı taparcasına sevdiğini vc bu sevgisinin ömrü boyunca süreceğini daha o zamandan biliyordu sanki. İki delikanlı o gün oyunların en korkuncu olan savaş oyununu oynuyordu. Bu oyun sonunda yalnız sürgün değil asılma tehlikesi de vardı. Fakat şapkalarının enselerinde bağlanma biçimlerinden hâlâ birer çocuk ana kuzusu olduğu belli oluyordu. Lara büyük bir insan gibi onları birer çocuk görüyordu. Oynadıkları oyun ne kadar tehlikeli de olsa masum bir yönleri vardı. O çocukça tavrı tüm davranışlarında gözlemek mümkündü. Kalınlığı nedeniyle siyah gibi duran kar tabakasında, avludaki koyu kurşuni renkli gölgelerde delikanlıların saklandığı karşı taraftaki evde, o taraftan gelen silah seslerinde kısacası her şeye çocukça bir ifade sinmişti sanki. Lara, «Çocuklar ateş ediyorlar,» diye düşündü. İşte Lara yalnız onları, Nicky ve Pasha'yı değil, kentte eli silahlı herkesi çocuk olarak görüyor ve «hepsi de iyi çocuklar,» diye düşünüyordu, «zaten iyi oldukları için ateşle oynuyorlar ya!» XIX Barikata toplarla ateş açılacağını, bu nedenle kendi evlerinin de tehlike altında olduğunu öğrendiklerinde iş işten geçmişti. Artık Moskova'nın başka bir mahallesine gitmeleri olanağı kalmamıştı. Tüm mahalle askerlerce kuşatılmıştı. Yakınlarda bir yere sığınmak daha akla yatkındı. Bunun üzerine Karadağ Oteli'ni düşündüler. Ancak burayı düşünen yalnız kendileri değildi. Otel tıka basa doluydu. Eski müşteri oldukları için de onlara çamaşırhaneden bir yer verdiler. Bavul taşıyarak dikkat çekmemek için en gerekli şeylerini üç bohça içinde toplamışlardı. O zamana kadar taşınma işini hep er-telemişlerdi. Terzihanede süren öylesine sıkı gelenekler vardı ki, kentte birçok yerde süren grev hareketi buraya hiç dokunmamıştı. Grevin başlamasından sonra da uzun süre burada çalışmalar devam etmişti. Ancak soğuk, yağmurlu bir kış günü kapı çalındı. Bir a-dam şikâyette bulunmaya, tartışmaya gelmişti. Patronu görmek istiyordu. Fetisova ortalığı
yatıştırmak için koştu. Sonra da kızları toplayarak hepsini gelen ziyaretçiyle tanıştırdı. Adam hepsiyle el sıkıştı, Fetisova'yla anlaştıktan sonra da çıkıp gitti. Yerlerine dönen işçiler aceleyle paltolarını giymeye başladılar. Bayan Guishard içeri koştu, «Ne var, ne oluyor?» diye sordu. «Gidiyoruz Madam grev varmış.» «Anlayamıyorum... Benden ne kötülük gördünüz ki?.. » diyen Bayan Guishard ağlamaya başladı. «Ağlamayın Madam. Size karşı herhangi bir düşmanlığımız yok. Sizden çok hoşnutuz. Ama konu siz biz değil. Şimdi her yerde grev var. Her yerde grev varken bizim katılmamamız olmaz değil mi?» Hepsi bir bir çıkıp gittiler. Hatta Olga Domina bile. Fetisova giderken bunu terzihanenin iyiliği için yaptığını söyledi ama Bayan Guishard'ı yatıştırmak mümkün değildi. «Ne kadar da nankörmüşler Tanrım! Demek onlara boşuna güvenmişim! Hele o küçüğe ne iyilikler yaptım. Hadi neyse o daha çocuk. Ya Fetisova, ona ne demeli peki?» Lara annesini avutmaya çalışıyordu, «Yalnız senin için bir ayrıcalık yapamazlar ki anneciğim. Kimsenin sana düşmanlığı yok. Tersine bugün yapılanlar insanlık adına; zayıflan korumak, kadınların, çocukların iyiliği için yapılan şeyler. Bu sayede ilerde belki biz de çok daha iyi bir yaşam süreceğiz.» Ama bunları annesine anlatması mümkün değildi. Bir yandan hıçkıra hıçkıra ağlarken, «Zaten hep böyle olur,» diye söyleniyordu, «aklım fikrim karmakarışıkken sen de anlamadığım laflar e-dersin. İnsanlar bana hep kötülük ettiler. Oysa sen kalkmış bu kötülüklerin benim iyiliğim için olduğunu söylüyorsun. Herhalde ben aklımı kaçırdım. Çünkü olanlardan hiçbir şey anlamıyorum.» Rodya o sırada okuldaydı. Lara ile annesi bomboş evin içinde aşağı yukarı dolaştılar. Karanlık sokağa, odalara boş gözlerle bakıyorlardı. Odalar da aynı bakışlarla sokağa bakıyordu sanki. Lara, «Hava kararmadan otele gidelim. Daha fazla burada kalamayız. Haydi anne hemen gidelim,» diye annesine yalvarıyor-du. «Filat, Filat,» diye seslenerek kapıcıyı çağırdılar. «Bizi Karadağ Oteli'ne götür ne olur!» «Başüstüne efendim.» «Şu bohçaları da al. Ortalık yatışıncaya kadar eve göz kulak ol. Kiril'in yemini vermeyi, suyunu değiştirmeyi de unutma lütfen. Her tarafı kapat ve kilitle. Arada sırada da bizi görmeye gel.» «Başüstüne efendim.» «Sağol Filat. Tanrı yardımcımız olsun. Hadi biraz dinlenelim de yola çıkalım.» «Tümü eski bir Rus geleneğine uyarak bir süre oturduktan sonra dışarıya çıktılar. Sokağa çıktıklarında karşılaştıkları temiz hava onları şaşırtmıştı. Sanki uzun süredir eve kapanmış hiçbir yere çıkmamış gibiydiler. Her taraftan hafif gürültüler halinde silah sesleri işitiliyordu. Tabancalar, tüfekler patlıyor, top mermileri uzaktaki bazı binaları yerle bir ediyordu. Dört yol ağzında bir Kazak askeri devriye kolu yollarını kesti. Kazaklar üçünü de tepeden tırnağa araştırdılar. Bunu yaparken bir yandan da bıyık altından gülüyorlardı. Kasketlerini çapkın bir tavırla yana eğmişlerdi. Bu nedenle hepsi de tek gözlü gibi görünüyordu. Lara yürürken «Çok iyi» diye düşünüyordu. Bu durum devam ettikçe Komarovsky ile görüşme olanağı yoktu. Onunla ilişkisini annesi nedeniyle kesemiyordu. Ona, «anne bu adamı bir daha eve alma,» dese her şey anlaşılırdı. Bunun için de susuyordu. Her şey anlaşılsa ne olurdu ki? Bunun için niye bu kadar korkuyordu? A-man! Ne olacaksa olsun bu acı da bir an önce sona ersindi. Tanrım sen bilirsin. Lara öylesine iğreniyordu ki neredeyse düşüp bayılacaktı. Şimdi anımsadığı bir şey de neydi? İlk kez bir lokantaya gidip de özel bir odaya kapandıklarında duvarda korkunç bir resim görmüştü. Tablo da şişman bir Romalı görünüyordu. Tablonun adını da anımsıyordu. Kadın ya da Vazo idi adı. Evet, tam da böyleydi adı tablonun. Oldukça ünlü bir tabloydu. Onu ilk gördüğünde henüz kadın olmamıştı. Bunun için de kendini bu tabloyla karşılaştıracak durumda değildi. O zaman şişman Romalı kadınla vazo arasında bir seçmede bulunmaya çalışıyordu. Masa da ne kadar şahane bir şekilde hazırlanmıştı. Annesi soluk soluğa kendisine yetişmeye çalışıyor, bir yandan da, «Ne var bu kadar koşturacak. Yavaş olsana. Sana yetişemiyorum,» diye söyleniyordu. Lara ise sağa sola
bakmadan, ivedi bir şekilde yürüyordu. Sanki bilinmeyen bir güç onu kollarına almış, havada uçurur gibi sürüklüyordu. Silah seslerine kulak veriyor, «Ne güzel» diye düşünüyordu. «Tanrı yerde sürünenleri korusun. Aldatılanlara acısın. Sizin de hızınızı artırsın mermiler. Siz de benimle aynı düşüncedesiniz değil mi?» XX Gromeko kardeşlerin evleri Sivstsev Vrashek Sokağı ile bir başka yan sokağın köşesindeydi. Alexandr Alexandroviç ve Niko-lay Alexandroviç Gromeko kimya profesörüydüler. Biri Petrov Akademisi'nden diğeri ise üniversite öğretim üyesiydi. Nikolay bekâr, Aleksandr ise Anna adında bir kadınla evliydi. Anna bir de-mir-çelik fabrikası sahibinin kızıydı. Urallarda Yuryatin civarında terkedilmiş durumda verimsiz maden ocakları olan, geniş bir araziye sahipti. Gromekeların evi iki katlıydı. Üst katta çocukların çalışma odalarıyla yatak odaları, Alexandr Alexandroviç'in çalışma odası, kütüphanesi, Anna'nın oturma odası ve Tonya ile Yuri'nin odaları bulunuyordu. Alt kat ise daha çok konuk kabul salonu olarak kullanılıyordu. Burada bulunan çağla rengi perdeler, pırıl pırıl parlayan piyano, zeytin yeşili renkli mobilyalar ve yosuna benzer bazı bitkiler insana sakin bir deniz dibini anımsatırdı. Gromekalar kültürlü ve konuksever insanlardı. Evlerinde sık sık toplanılır, oda konserleri verilirdi. Bu konserlerde sonatlar, kuvartetler ve benzeri parçalar çalınırdı. 1906 yılının ocak ayında Nikolay Nikolayeviç'in yurtdışına çıkışından kısa bir süre sonra yine böyle bir toplantı düzenlenmişti. Konserde Çaykovski'nin bir triyosu ile keman için yazılmış bir sonat çalınacaktı. Bu sonatı Tanayev'in öğrencisi olan genç bir besteci yazmıştı. Hazırlıklara bir gün öncesinden başlanmıştı. Salonun ortasında bulunan mobilyalar duvar kenarlarına alınmıştı. Piyanoyu a-kort eden kişi belki de yüzüncü kez aynı tuşa basıyor, sonra da sanki bir avuç inciyi serpiyormuş gibi sesler çıkarıyordu. Mutfakta da yoğun bir çalışma sürüyordu. Tavuklar yolunuyor, sebzeler a-yıklanıyor, yıkanıyor, salatalar için zeytinyağında hardal eziliyordu. Uzun boylu, zayıf bir kadın olan Shura Schlesinger, Anna'nın en yakın arkadaşı ve sırdaşıydı. Erkenden gelmiş, herkesin kafasını şişiriyordu. Yüz hatları biraz erkeği andırmakla birlikte oldukça düzgündü. Çar II. Nikolay'ı andırırdı. Kurşuni rengi astragan kalpağını giyip hafifçe yana eğdiğinde bu benzerlik daha da artardı. Shura konuk olarak gittiği yerlerde bu kalpağını çıkarmaz, tülünü çıkarmakla yetinirdi. Kederli, kaygılı zamanlarında iki arkadaş dertlerini birbirine açar, yardımcı olmaya çalışırdı. Böyle zamanlarda ikisi de birbirini kıran sözler söyler, üzer, kırardı. Kavga eder, ağlaşırlardı. Ancak daha sonra ikisi de bu yaptıklarından rahatlardı. Kimilerinin rahatlamak için kendilerinden sülükle kan aldırmalarını andırıyordu, bu yaptıkları. Shura birkaç kez evlenmiş, ancak bu evlilikleri fazla sürmemişti. Boşanır boşanmaz kocalarını unuturdu. Başına buyruk bağımsızlığına düşkün bir kadındı. Scanned by hlecter Shura bir teosof'ia. Yani tanrıya eriştiğini iddia edenlerin ta-rikatındandı. Buna karşın Ortodoks Kilisesi'nin tüm ayinlerini ve âdetlerini de çok iyi bilirdi. Kendinden geçtiği durumlarda bile papazlara ilahileri, duaları nasıl okuyacaklarını, nereden başlamaları gerektiğini fısıldamaktan geri kalmazdı. İyi derecede matematikten anlar Hint dini felsefesini bilirdi. Moskova Konservatuvan'nda bulunan tüm ünlü profesörlerin adreslerini bilirdi. Kim kimle yaşıyor, kimin kime ilgisi var gibi konularda bilmediği şey yok gibiydi. Bunun için önemli bir sorunla karşılaşıldığında herkes Shura'ya danışırdı. Belirlenen saatte konuklar gelmeye başladılar. Dışarıda kar yağıyordu. Kapının her açılışında kapının önündeki karlar rüzgârla garip bir manzara meydana getiriyordu. Ayaklarındaki kar çizmeleriyle içeriye giren erkekler, beceriksizce ve şaşkın tavırlar içine giriyorlardı. Yüzleri soğuktan kızarmış kadınlar ise çok daha değişik bir görünümdeydiler.
Kürk mantolarının düğmeleri çözük, tüylü uzun atkıları ise enselerine doğru kaymış bir durumdaydı. Saçlarının üzerindeki kar taneleri pul pul parıldıyordu. Hemen hemen tümü her şeye alışkın bir sokak kadını havası vermeye çalışıyordu. O sırada «Cui'nin yeğeni geliyor» söylentileri tüm salonu dolandı. Cui dönemin en ünlü bestecilerinden biriydi. Salonun açık kapılarından uzunca bir ziyafet sofrası görülüyordu. Işığın içki şişelerine vurarak çıkardığı ışıltılar insanın gözünü alıyordu. Küçük gümüş tepsilerdeki kristal sirke ve zeytinyağı şişeleri, badem kokusunu anımsatıyor leylak çiçekleri ve tabakların üzerine Mısır piramitlerini andırır bir şekilde konulmuş olan peçeteler, insanı ferahlatıyor, iştahını açıyordu. Bu gözalıcı sofrayı daha fazla bekletmemek için konuklar a-celeyle sandalyelerine yerleştiler. Henüz gelmiş olan müzisyen piyanonun başına geçerken salonda bir kez daha «Cui'nin yeğeni» fısıltıları dolaştı. Az sonra da konser başladı. Kuru, tatsız, cansıkıcı olduğu bilinen sonat bir hayli de uzun sürdü. Verilen arada müzik eleştirmeni Kerimbekov ve Alexandr Gremeko sonatı tartışmaya başladılar. Kerimbekov parçayı yerden yere vurarken Gromeko savunuyor, öve öve göklere çıkarıyordu. Diğer konuklar ise sigaralarını tüttürüyor ve dedikodu ediyorlardı. Biraz sonra bitişikteki iştah kabartan sofra yeniden dikkatleri çekti ve konseri bir an önce bitirmeye karar verdiler. Viyolonist ve Viyolonselist Tishkeviç yaylarını kaldırdılar. Piyanistin arkadaşlarına verdiği işaretle hıçkırığı andıran seslerle müzik yeniden başladı. Yuri, Tonya ve zamanının çoğunu Gromekolar'da geçiren Misha Gordon üçüncü sırada oturuyorlardı. Yuri önünde oturan Alexandroviç Gromeko'ya, «Yegorovna size işaret ediyor,» diye fısıldadı. Yegorovna Gromekolar'ın uşağıydı. Kır saçlı ve yaşlı bir a-damdı. Kapının önünde acınacak bir şekilde duruyor ve yalvarır bir şekilde Yuri'ye bakarak ev sahibiyle görüşmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordu. Alexandr Gromeko başını çevirip sert bir şekilde Yegorov-, na'ya baktı. Omuzlarını silkti. Ancak uşak yerinden ayrılıyordu. Bunun üzerine evsahibi ile uşak arasında sağır dilsizlerinkini andıran bir bir konuşma başladı. Konuklar da işaretlerle yapılan bu konuşmayı ilgiyle izliyordu. Anna sinirli bakışlarla kocasını süzdü. Sonunda Alexandroviç Gromeko yerinden kalktı, ses çıkarmamak için ayaklarının ucuna basa basa odadan çıktı. «Utanmıyor musun Yegorovna?» diye kadına çıkıştı. «Ne var, ne oluyor? Bir parça bekleyemez miydin?» Yegorovna onun kulağına bir şeyler fısıldadı. «Karadağ da neresiymiş?» «Bir otel.» «Onu oradan acele çağırıyorlar. Birisi ölmek üzereymiş.» «Tam da ölecek zamanı bulmuş!.. Hay tanrım. Olamaz Yegorovna. Ancak bu parça bittikten sonra kendisine söylerim. Ondan önce olamaz.» «Onu alıp götürmesi için araba da göndermişler. Biri ölüyor diyorum, anlamıyor musunuz? Bir hanım... Kibar sınıftan.» «Sana olamaz diyorum. Birkaç dakika beklemekle ne olur!» Daha sonra Alexandr Gromeko yeniden ayaklarının ucuna basarak yerine döndü. Yüzünde sıkıntılı bir ifadeyle burnunun kenarını kaşıyordu. Çalınan parçanın ilk bölümü sona erince, daha alkışlar bitmeden Alexandr Gromeko müzisyenlerin yanına gitti. Tishkeviç'e bir kaza olduğunu ve kendisini evden beklediklerini söyledi. Konsere devam etme olanağı kalmamıştı. Konuklara doğru dönen A-lexandr Gromeko ellerini havaya kaldırarak, «Bayanlar, baylar,» diye konuşmaya başladı. «Konseri sürdüremeyeceğimizi üzülerek bildiriyorum. Bay Tishkeviç'e evinden kötü haberler geldi. Hemen gitmek zorunda. Böyle bir durumda kendisini yalnız bırakmak istemem. Onun için ben de kendisiyle birlikte gideceğim. Umarım kendisine bir yararım dokunur. Yuri yavrum, Simon'a arabayı hazırlamasını söyle. Bayanlar baylar size veda etmiyorum. Çabucak döneceğimi sanıyorum. Sîz kalıp keyfinize bakın.» XXI
Aralık ayındaki ayaklanmadan sonra ortalığın yatışmış olmasına karşın devrimcilerle askerler arasında yer yer silahlı çatışmalar oluyordu. Gençler uzun süredir böylesine uzun bir araba yolculuğu yapmamışlardı. Aslında Karadağ Oteli çok da uzakta değildi. Smolensk ve Novinsky Caddelerini geçtikten sonra Sadovaya Cad-desininin yarısına kadar süren bir yoldu. Ama korkunç bir tipi vardı. Buna bir de sis eklenince insan uzaklık kavramını yitiriyor-du. Sokak başlarında yakılan ateşlerin dumanını rüzgâr parçalayıp dağıtıyordu. Arabanın karlar üzerinde giderken çıkardığı ses, gelip giden kızakların çıkardığı hışırtı, onlarda çok uzun bir yol gitmiş duygusu uyandırıyordu. Otelin önünde çok şık ve güzel bir kızak duruyordu. Kızağı çeken atın ayakları paçavralarla sarılıydı. Sırtına bir çul atılmıştı. Kızağın sürücüsü ise yolcuların oturduğu yerde iki büklüm bir şekilde ısınmaya çalışıyordu. Otelin taşlığı sıcaktı. Kapıcı vestiyeri kapıdan ayıran parmaklığın öbür tarafında uyukluyordu. İçerinin ısısı, vantilatör sesi, sobanın mırıltısı ve kaynamakta olan semaverden çıkan sesler adamcağızın içinin geçmesine yetmişti. Arada bir iyice dalıyor, ancak kendi horultusunun sesiyle yeniden uzanıyordu. Sol tarafta bir ayna vardı. Aynanın önünde ise yüzünü alabildiğine boyamış bir kadın durmuş, kendini seyrediyordu. Üzerindeki kürk ceket mevsime göre oldukça inceydi. Yukardan birinin inmesini bekliyordu. Sırtını aynaya dönüyor, omuzunun üzerinden bakarak arkadan aynada nasıl göründüğünü inceliyordu. O sırada içeriye bir araba sürücüsü girdi. Soğuktan donmak üzereydi. Uzun kürküyle bir paskalya çöreğini anımsatıyordu insana. Ağzından ve burnundan çıkan buharlar bu benzeyişi daha da artırıyordu. Aynanın önünde bekleyen kadına, «Daha çok bekleyecek miyiz bayan?» diye sordu. «İnsanın işi sizin gibilere düşmesin, dışarıda atlar donacak neredeyse.» Otelin hizmetçileri çıldıracak düzeye gelmişlerdi. 23 numaradaki olaylar günlük dertlerine bir yenisini eklemişti. Ziller sürekli çalıyor, duvardaki uzun cam tablonun üzerindeki numaralar birbirinin ardından düşüyordu. Bu da hangi numaradaki müşterinin o-da hizmetçisi ya da garsonu çağırdığını gösteriyordu. Bayan Guishard denilen çılgın kadına kusturucu ilaçlar verilmiş, midesi ve barsakları yıkanmıştı. Kat hizmetçisi Glasha, yerleri temizlemek, kirlenen bezleri çıkarıp temizlerini getirmek', bir içeri bir dışarı koşuşturmaktan iyice yorulmuştu. Mutfaktaki kargaşa daha da önce başlamıştı. Teryasha'nın doktoru ve zavallı çalgıcıyı çağırmak üzere gönderilmesinden, Komarovsky'nin gelmesinden ve bir grup işsiz güçsüzün 23 numaralı odanın önünde birikmeye başlamasından da önce başlamıştı. Olay, elindeki tıka basa dolu tepsiyle koridora çıkmak üzere-olan garson Sisoy'a birinin çarpık tepsiyi devirmesine neden oluşuyla başlamıştı. Bir et tabağı ve iki çorba kâsesi kırılmış, bu tabaklar da bulunan yemekler ise ortalığa saçılmıştı. Sisoy olayın sorumlusu olarak bulaşıkçıyı görüyor, zarar ziyanı da onun ödemesi gerektiğini ileri sürüyordu. Saat on bire geliyordu. Vardiya değişimi olacaktı neredeyse. Çalışanların yarısı paydos edecek, yerlerini gece çalışanlar alacaktı. Ancak kavga hâlâ devam ediyordu. Kazanın sorumlusunun kim olduğu, zarar ziyanı da kimin ödeyeceği tartışması bitmemişti. «Sakar, sarsak herifin birisin. Sürekli elin ayağın titrer. Akşama değin elinden içki şişesini düşmez, domuz gibi içersin. Sonra da bana çarptılar, beni ittiler diye yalan söylersin. Sen beni ne sanıyorsun tanrının belası? Çorbayı döken, tabakları kıran ben miyim?» «Sana kaç kez söyledim Matryona Stephanova, konuşmalarına dikkat et.» «Tüm bunlar yetmiyordu sanki. Bir de yukarıdaki sürtük başımıza bela oldu. Önüne çıkanla düşüp kalkıyor bir de kalkmış namusluluk taslıyor. Tutmuş kendini zehirlemiş kaltak.» Misha ile Yuri Bayan Guishard'ın odasının önünde bir aşağı bir yukarı dolaşıp duruyorlardı. Müzisyen Tishkeviç'i konser sırasında otelden çağırdıklarında, onlar da karlı havada şöyle bir dolaşmak için Alexandr Gromeko ile birlikte gelmişlerdi. Alexand-roviç'in sandığından çok daha başka tür bir olayla karşılaşılmıştı. O Tishkeviç gibi bir müzisyenin başından geçen soylu, temiz bir trajediyle karşılaşacağını ummuştu. Ancak karşılaştıkları olay çirkin, skandal yaratacak türde bir şeydi. Çocuklara göre bir şey değildi. Onun için de delikanlılar koridorda dolaşıp duruyorlardı.
Garson ikinci kez yanlarına yanaşarak, «Artık hanımın yanına girebilirsiniz küçük beyler. Korkmayın, bir şeyi kalmadı. Kendine geldi,» dedi. «Burada dolaşmayın. Çünkü öğleden sonra bir kaza oldu. Çok değerli porselen tabaklar kırıldı. Durmadan koşuşturup müşterilere hizmet etmek zorundayız. Koridorlar ise çok dar. Lütfen içeri girin.» Delikanlılar bu isteğe uyarak içeri girdiler. Odada, genellikle masanın üzerinde yakılması âdet olan gaz lambası buradan alınmış odayı ikiye ayıran bölmenin içindeki bir oyuğa yerleştirilmişti. Oyukta tahta kuruları kaynaşıyordu. Bölmenin diğer yanı yatak odası olarak kullanılıyordu. Koridordan ve odanın diğer bölümünden görülmemesi için önüne tozlu bir perde örtülmüştü. O karmaşa içinde kimse şimdi açık olan bu perdeyi indirmeyi akıl edememişti. Bayan Gushard bulaşıkçı kadının söylediği gibi arsenikle değil de tentürdiyotla kendini zehirlemeye kalkışmıştı. Odanın içinde taze cevizlerin yeşil kabukları içindeyken çıkardıkları kokuya benzer bir koku vardı. Bölmenin diğer tarafında bir hizmetçi kız yerleri temizliyor, yatağın üstünde ise yarı çıplak bir kadın yatıyordu. Gözyaşı, su ve terden saçları birbirine yapışmış olan bu kadın, başını bir kovanın üzerine uzatmış hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Çocuklar bu uygunsuz manzarayı görmemek için derhal başlarını çevirdiler. Ancak Yuri bu kısa süre içinde göreceğini görmüştü. Kimi durumlarda kadınlar tablolardaki, heykellerdeki güzelliklerini yitiriyor, kaba bir şekil alabiliyordu. Böyle bir durumda bir kadın, kispetini giymiş güreşe çıkmaya hazırlanan bir güreşçiye bile benzeyebiliyordu. Sonunda bölmenin ardında duran birisi perdeyi indirmeyi a-kıl etti de bu uygunsuz görüntüye son verdi. «Sevgili Tishkeviç elin nerede? Elini bana ver lütfen,» diye konuşan kadın hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. «Ah! Öyle çok acı çektim ki... Öyle korkunç kuşkular duydum ki, dostum Tishkeviç. Sanmıştım ki... Neyse artık tümünün yalan olduğunu biliyorum, hep yanlış şeyler düşünüyorum. Ama artık rahatladım. Tanrıya şükürler olsun ki yaşıyorum. Çok şükür.» «Sakin ol Amelia Karlovna. Çok rica ederiyorum. Tüm bu olanlar o kadar tatsız, can sıkıcı şeyler ki!.. » Alexandr Gromeko sert bir sesle çocuklara «Artık eve dönelim,» dedi. Çocuklar nereye bakacaklarını, ne yapacaklarını şaşırmışlar, yandaki odada kapının önünde dikilmiş duruyorlardı. Gözlerini önlerinden kaldıramıyorlardı. Odanın duvarları çeşit çeşit resimlerle kaplıydı. Ayrıca notalarla dolu bir etajer, kâğıtlar ve albümlerle tıka basa dolu bir yazı masası dikkati çekiyordu. Masanın üzerine işlemeli bir örtü serilmişti. Diğer tarafındaki koltukta ise oturmakta olan bir kız uyuyordu. Kolunu koltuğun arkalığına atmış, yüzünü de gene buraya dayamıştı. Çevresindeki gürültü patırtıya karşın uyumasını sürdürmesi ne denli yorgun olduğunu gösteriyordu. Alexandr Gromeko yeniden «Artık gidelim,» dedi. Burada daha fazla kalmalarının hiçbir anlamı yoktu. «Bay Tishkeviç gelsin, kendisine veda edip hemen dönelim.» Oysa bölmenin arkasından Tishkeviç yerine başka bir adam çıktı. Sinekkaydı tıraş olmuş iri yarı adamın kendine güvenir bir hali vardı. Başını dik tutuyordu. Elindeki lambayla uyumakta olan kızın yanındaki masaya yanaştı. Lambayı masadaki yerine koydu. Lambanın ışığı kızı uyandırmıştı. Gözlerini kırpıştırdı, erkeğe gülümsedi. Sonra da gerindi. Misha bu yabancı adamı görünce irkildi. Gözlerini adamdan ayıramıyordu. Yuri'nin kolunu çekiştirip fısıltıyla bir şeyler söylemeye çalıştı. Fakat Yuri aldırmıyordu. «Başkalarının yanında fısıltıyla konuşulur mu? Herkes ne düşünür hakkımızda sonra?» Öte yandan adam da kızla tek sözcük konuşmamıştı. Yalnızca bakışıyorlardı. Böyle konuşmadan bakışarak anlaşmaları insana korkunç, büyülü bir durum gibi görünüyordu. Sanki aralarında bir kukla oyunu oynuyorlardı. Adam kuklacı, kız ise onun her isteğine uyan bir kuklaydı. Kızın yüzündeki yorgun gülümseme gözlerinin çevresinde kırışıklıklara neden oldu. Dudakları aralanarak, erkeğin anlamlı bakışlarına çapkınca bir göz kırpma ile yanıt verdi. İkisi de bu durumdan son derece hoşnuttular. Hem sırları açığa çıkmamış hem de Bayan Guishard'in intihar girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bulunduğu yer loş olan Yuri'yi kimse farketmiyordu. O ise adamla kıza yiyeyecekmiş gibi bakıyordu. Adamla kız arasındaki ilişki; hem gizem dolu, hem de çok açık ve utanç verici
bir şekilde görünüyordu kendisine. Bu durum Yuri'nin yüreğini birbirine zıt duygularla doldurdu. Yüreği şimdiye değin karşılaşmadığı duygularla dolup taşıyor, sıkışıyordu. İşte Misha ile kendisinin «çirkin» diye niteleyip, mümkün olduğunca uzak kalmak için uğraştıkları şey tam da şu anda karşılarında gerçekleşiyordu. Bir eşya gibi kesin, açık ve ayrıntılı ama aynı zamanda bir düş gibi de bulanıktı. Böyle bir durumda onların çocukça felsefelerini nerde kalmıştı? Ne yapmaları gerekiyordu? Sokağa çıktıklarında Misha, «Adamı tanıyor musun?» diye sordu. Yuri öylesine düşüncelere dalmıştı ki Misha'ya yanıt bile vermedi. «Bana sürekli içki içirtip ölümüne neden olan adamdı. Trende babanla birlikte yolculuk eden avukat. Anımsadın değil mi?» Yuri kızı ve geleceğini düşünmekten, geçmişini ve babasını aklına bile getiremiyordu. Önceleri Misha'nın söylediklerini anlamadı bile. Hava öylesine soğuktu ki konuşmakta bile güçlük çekiyorlardı. Alexandr Gromeko, «Neredeyse soğuktan donacaksın değil mi?» dedi arabacıya. Sonra eve gitmek üzere yola koyuldular. Scanned by hlecter ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
SVENTITSKYLER'İN NOEL PARTİSİ I
O kış Alexandr Alexandroviç Gromeko karısı Anna'ya antika bir elbise dolabı armağan etmişti. Elden düşme olduğu için çok ucuza gelmişti. Çok büyük olduğundan hiçbir kapıdan girmemişti. Bunun için söktüler ve parçalar halinde içeriye soktular. Bu kez de nereye koyacağını düşünmeye başladılar. Alt kattaki odalar genişti, buraya konulabilirdi ama burada durmasının hiçbir anlamı yoktu. Yatak odasına ise sığmıyordu. Sonunda yatak odasının ö-nündeki boşluğa yerleştirdiler. Sökülmüş dolabı yeniden birleştirmesi için Markel'i çağırdılar. Markel gelirken yanında altı yaşındaki kızı Marinka'yı da getirmişti. Marinka bir yandan kendisine verilen elma şekerini yalanırken, somutkan bir yüz ifadesiyle de babasının çalışmasını seyrediyordu. Önceleri her şey yolunda gidiyordu. Dolap yavaş yavaş şekillenmeye başlamıştı Anna'nın önünde. Sıra dolabın üst bölümünü yerleştirmeye geldiğinde Markel'e yardım etme isteği uyandı An-ne'nın içinde. Dolabın alt kısmına bastı. Yapıtğı ters bir hareketle yalnızca küçük civatalarla tutturulmuş olan yan tahtaya çarptı. Bu çarpmanın etkisiyle dolabın tahtaları döşeminin üzerine yıkılırken kendisi de sırtüstü yere yuvarlandı. Fena halde canı yanmıştı. Markel telaşla yanına koştu. «Aman hanımefendi neden yaptınız bunu? Keşke hiç karışmasaydınız. Kemiklerinize bir şey olmadı ya! İyice yoklayın kemiklerinizi, önemli olan kemiktir. Yumuşak etin önemi yok çabucak iyileşir. Zaten yumuşak yerler zevk için yaratılmıştır. Yaması kendindendir derler.» Bu arada ağlamaya başlayan Marinka'ya dönen Markel, «Sus, bağırma kerata. Haydi sil şu burnunu da annenin yanına git bakayım,» diye çıkıştı. «Ah hamfendi ah. Dolabı tek başıma kurabileceğime inanamadınız değil mi? Haklısınız tabii, kapıcıyım ben a-ma asıl mesleğim marangozluktur. Elimden geçen mobilyaları bilseniz şaşardınız. Ne dolaplar ne mobilyalar yaptım ben. Sonra birçok zengin kızı da tanıdım. Ama hepsi de gelip geçti. Çok içki içiyordum çünkü. Hem de sert içkiler.» Markel koşarak bir koltuk getirdi. Anna onun da yardımıyla kendini koltuğa oturdu. Hafifçe inleyerek acıyan yerlerini ovuşturmaya başladı. Markel de yeniden işinin başına dönmüştü. Dolabın üst kısmını da yerleştirdikten sonra, «İşte şimdi de sıra kapakları yerleştirmede. Bundan sonra dolabı seyretmeye duyamayacaksınız.» Oysa Anna dolaptan hoşlanmamıştı. Büyüklüğü mezarla katafalk arası bir şeyi çağrıştırıyordu. Görüntüsü ürpertiyordu onu. Bunun için de dolaba «Askold'un Mezarı» adını taktı. Askold Kievli bir prensti. Rusya'nın kurucularındandı. Kiev'de yaşamış ve
ölünce de oraya gömülmüştü. Bu adı verirken «Oleg'in An»ndan da söz etmiş oluyordu. Oleg'in Atı Puşkin'in bir şiirinin adıydı. Efsaneye göre bu ata sahip olan herkes ölürmüş. Anna böylece bu dolabın da sahip olana ölüm getireceğini, kendi ölümüne de bunun neden olacağını belirtmiş oluyordu. Zaten karma karışık kitaplar okuduğu için birçok kavramı da birbirine karıştırıyordu. Bu olaydan bir süre sonra Anna'nın verem olduğu anlaşıldı. II Anna 1911 yılının kasım ayını yatakta geçirdi. Ateşler içinde yanıyordu. Zatürreye yakalanmıştı. Yuri, Misha Gordon ve Tonya baharda üniversiteyi bitiriyordu. Yuri tıp, Tonya hukuk, Misha da felsefe öğrenimini böylece tamamlamış olacaktı. Yuri'nin kafası karmakarışıktı. Düşünme biçimi ve düşünceleri kendine özgüydü. Alışkanlıkları ve eğilimleri kimseninkine benzemezdi. Son derece duygusal da olan Yuri'nin anlatılamayacak ölçüde yeni görüşleri vardı. Aslında tarihe ve sanata çok düşkündü ama bu durum mesleğini seçmesinde en ufak bir kararsızlık geçirmesine bile neden olmamıştı. Yuri'ye göre neşeli olma, hayaller kurma nasıl bir meslek sayılamazsa, sanat da bir meslek sayılamazdı. Doğal bilimlere ve fiziğe büyük ilgisi vardı. İnsanın günlük yaşamda topluma yararlı bir iş edinmesi gerektiğini düşünüyordu. İşte bunun için de tıp öğrenimi yapmaya karar vermişti. Dört yıllık tıp öğreniminin ilk yılının bir bölümünü kadavra salonunda geçirdi. Okulun bodrum katında bulunan bu salona helezon şeklinde bir merdivenle iniliyordu. Saçı başı karma karışık öğrenciler; kimisi öbekler halinde, kimisi de tek başlarına masaların üzerine uzatılmış kadavraları incelerken bir yandan da ellerindeki eski püskü kitapları karıştırırlardı. Kimisi sağda solda cesetleri parçalamakla meşgul olurdu. Bu arada olmadık şakalar yapanlara, salonda oraya buraya kaçışan fareleri kovalayanlara da rastlamak mümkündü. Masalara üzerine uzatılmış kim olduğu bilinmeyen cesetler salonun loşluğu içinde çırılçıplak bir şekilde tıpkı bir fosfor gibi parıldardı. Cesetler arasında intihar edip kim oldukları anlaşılamamış delikanlıların, suda boğulup henüz kokmamış genç kızlarınkine de rastlanıyordu. Cesetlere yapılan şap tuzu iğneleri onları gençleştiriyor, sahte bir tombulluk kazandırıyordu. Öğrenciler bu cesetleri kesiyor, parçalıyor ders için hazırlıyorlardı. Yuri morgdaki çinkolar üzeri-re atılmış bu cesetlerin her bölümünde ayrı bir güzellik buluyordu. Bu duygu, koparılmış bir kol ya da kesilmiş bir elle karşılaştığında bile devam ediyordu. Buradaki formol ve fenol kokusu insanın burnunu sızlatacak düzeyde şiddetli olurdu. Upuzun yatmakta olan ölülerin bilinmeyen yaşamları ve onların ölürken birlikte götürdükleri gizleri bu salona ayrı bir hava veriyordu. Ölüm burayı öylesine benimsemişti ki, sanki babasının evine yerleşiyor gibi gelip buraya çöreklenmişti. Gizlerle dolu bu dünyanın sesi her şeyi bastırıyor, Yuri'nin dikkatini çekiyor ve anatomi çalışmasına engel oluyordu. Zamanla buna da alışmıştı. Her şeye karşın çalışmalarını aralıksız sürdü-rebiliyordu. Yuri oldukça zeki bir çocuktu. Yazı yazma konusunda da çok yetenekliydi. Daha lisedeyken bir kitap yazmayı kafasına koymuştu. Kitapta kendi üzerinde derin iz bırakmış olan olayları patlayıcı maddeler gibi gizleyerek serpiştirecekti. Ancak böyle bir kitabı yazacak düzeyde değildi. Henüz genç ve deneyimsizdi. Bu yüzden de önce şiir yazmayı denedi. Tıpkı düşlediği tabolyu gerçekleştirebilmek için yaşamını krokiler çizerek geçiren bir ressam gibiydi. Yuri şiir yazmayı günah işlemek gibi bir şey sayıyordu ama şiirlerindeki canlılık ve benzersizlik nedeniyle kendini bağışlıyordu. Yenilik ve canlılık bir sanat eserine gerçeklik kazandıran özelliklerdi. Canlılık ve yenilikten yoksun bir sanat eseri olabileceğine inanamıyordu. Yuri kişiliğinin oluşmasında dayısının ne kadar önemli bir rol oynadığının da farkındaydı. Dayısı Nikolay Nikolayeviç şu sıralarda Lozan'daydı. Burada birçok kitabı yayımlanmıştı. Kitaplarında eski düşüncelerini öne sürüyordu. Buna göre tarih ikinci bir dünya demekti. Bu dünya insanlarca, ölüme karşı zamanın ve belleğin yardımıyla kurulmuştu. Bu
düşünceler Misha Gordon üzerinde Yuri'den çok daha fazla etkili oluyordu. Felsefe öğrenimini seçmesinde bu düşüncelerin büyük rolü vardı. Ayrıca ilahiyat kurslarına da devam etmiş, hatta bir ara İlahiyat Fakültesi'ne geçmeyi bile düşünmüştü. Yuri dayısının teorileri ve düşüncelerinin ışığında kendini geliştiriyor ve ilerliyordu. Misha ise doğrudan doğruya bu düşüncelerin tutsağı oluyordu. Misha'nın Yahudi olması da bu konuda ö-nemli bir etkendi. Yuri bu durumun farkındaydı. Fakat Misha'ya gidip onu bu garip düşüncelerinden çekip çıkarmaya çalışmayacak kadar da ince bir insandı. Ara sıra: «Şu Misha biraz daha gerçekçi, biraz daha yaşama bağlı bir insan olsaydı ne olurdu sanki?» diye düşünmekten kendini alamazdı. III Kasım ayı sonlarında Yuri bir akşam eve çok geç döndü. Çok yorgundu ve ağzına tek lokma bir şey koymamıştı. O gün ev halkının oldukça telaşlı birgün geçirdiğini söylediler ona. Anna ateşler içinde yanmış, konsültasyon için birçok doktor gelmişti. Bir ara Alexandr Alexandroviç'ten bir papaz çağırmasını istemişler ancak daha sonra vazgeçmişlerdi. Anna şimdi biraz kendine gelir gibi olmuştu. Eve gelir gelmez de Yuri'yi yanına göndermelerini istemişti. Odada o gün yaşanan karmaşanın belirtileri hâlâ duruyordu. Hastabakıcı masanın başında bir şeyler hazırlıyordu. Kompres yapmak için kullanılmış olan peçeteler, havlular ıslak ve buruşuk bir şekilde oraya buraya atılmıştı. Su kovasının içindeki su Anna' nın tükürdüğü kanlarla pembe bir renk almıştı. Kovada ayrıca ampul parçaları ıslanınca şişip kalmış pamuk topaklan vardı. Kan ter içinde kalmış olan Anna'nın dudakları çatlamıştı. Yüzü sabaha göre daha da solgunlaşmış, sanki yanakları biraz daha içeriye doğru çökmüştü. Yuri, «Hastalığa yanlış teşhis koymuş olmasınlar? Tüm bu gördüklerim son aşamasına gelmiş zatürree belirtileri,» diye düşündü. Anna'yı selamladıktan ve bu gibi durumlarda söylenmesi gereken sözleri söyledikten sonra hastabakıcıyı dışarıya gönderdi. Hastanın nabzını yokladı, ceketinin cebinden stetoskopunu çıkardı. Anna, «Artık böyle şeylere gerek kalmadı,» anlamında bir baş işareti yaptı. Yuri bunu çok iyi anlamıştı ancak aldırış etmedi. O-nun başka şeyler söylememek istediğini biliyordu. Az sonra Anna güçlükle konuşmaya başladı: «Dediler ki...» dedi, «son dini törenin yapılma zamanıymış... Ölüm kapımı çalmak üzere... Her an ölebilirim... İnsan bir dişçiye giderken bile korkar... Benim dişim değil canım, tüm benliğim çekilip gidecek. Çok korkuyorum. Tüm bunların anlamı ne? Kimse bir şey bilmiyor.» Sustu. Gözyaşları yanaklarından akıyordu. Yuri hiçbir yanıt vermedi. Anna biraz sonra yeniden konuşmaya başladı. «Sen zeki ve yetenekli bir çocuksun... Senin başkalarından farkın bu. Beni yatıştıracak, huzura kavuşmamı sağlayacak bir şeyler söyle bana.» Yuri, «Ne diyebilirim ki?» dedi. Oturduğu yerden kalkıp o-dada aşağı yukarı dolaşmaya başladı. Gelip yeniden yerine oturdu. «Öncelikle şunu söyleyebilirim. Yarın kendinizi çok daha iyi hissedeceksiniz. Çünkü ben bu hastalığın tüm belirtilerini çok iyi biliyorum. Yarın sabah çok daha iyi olacağınızdan emin olabilirsiniz. Ölüme gelince... Bir bilim adamı olarak bu konuda ne düşündüğümü öğrenmek istiyorsunuz değil mi? Bunu başka bir zaman anlatsam olmaz mı? Hayır mı? Demek şimdi istiyorsunuz. Bazı şeyleri sözcüklerle anlatmak çok güçtür.» Yuri hemen o anda yaptığı konuşmaya daha sonra kendisi de şaşırmıştı. «Ölümden sonra yaşam... Bence bu boş bir düşüncedir. Zayıf insanları avutmak, onlara cesaret vermek için uydurulmuştur. Ben Hazreti İsa'nın yaşayan ve ölü varlıklar için söylediklerini başka türlü düşünüyorum. Binlerce yıldan bu yana doğan sonra ölen bunca insan için yer nereden bulunacak. Dünyamız bunca insanı alabilecek denli geniş değil... Yaşam durmaksızın yenilenmektedir. Ölümden kurtulup kurtulmadığınızı merak ediyorsunuz. Daha doğduğunuz gün ölümden kurtulduğunuzun farkında bile değilsiniz. Ölünce acı çekecek misiniz? Hücreleriniz, çürüdüklerini birbirlerinden ayrılmakta olduklarını farkedecekler mi? Algılamanız ne olacak? Peki ama algılamanın anlamı nedir? Durun. Durun biraz da bunu tartışalım. Bile bile uyumaya çalışmak uykusuzluğa yol açar. Sindirim organlarını kontrol etmeye çalışma hazımsızlığa neden olur. İnsanlar kendilerine
uygulamaya kalktıklarında algılama öldürücü bir zehir olur. Oysa o ileriye çevrilmiş bir ışıldaktır. Önümüzdeki yolu aydınlatır. Herhangi bir şeye takılıp düşmenizi önler... Pekâlâ, başkasının değil de sizin algılamanız ne olacak. Peki ama siz nesiniz. Biraz da bunu anlamaya çalışalım. Sizi, size, kendiniz diye tanıtan şey nedir? Kendiniz olarak algıladığınız nedir? Ciğerleriniz mi? Böbrekleriniz mi? Ya da kan damarlarınız mı? Hayır ne yaparsanız yapınız. Benliğinizdeki, bilincinizdeki düşlerin yarattıkları ailenizdir. Şimdi iyi bakın algılamanızın yaşamınız boyunca hoşlandığı, beslendiği, güç bulduğu kaynak budur. Ruhunuz, sonsuzluğunuz başkalarında algıladığınız yaşamınız. Bu durumda ne olacak? Siz şimdiye değin başkalarında yaşadınız. Bundan böyle de onlarda yaşamayı sürdüreceksiniz. Çok sonraları buna anınız dendiğinde farkeden ne olur? Çünkü bu anı sizsiniz. Geleceğe karışan ve onun bir parçası olan siz... Bir sorun daha var. Üzelecek korkulacak bir durum yok, çünkü ölüm yoktur. Bizim ölümle işimiz yok. Ama biraz önce sözünü ettiğiniz yetenek başka bir şey. O bize ait ve bizim emrimizde olan bir güçtür. Sözcüğün en geniş anlamında yetenekli olmak ise sonsuza dek yaşamak demektir... Sevgili John ölüm yok diyor. Öne sürdüğü düşüncelerin yalınlığına dikkat edin. Söyledikleri hemen hemen: Ölüm yoktur çünkü gelip geçmiştir. Gereği yerine getirilmiştir gibi bir anlam taşımaktadır. Ölüm eskidir ve biz ondan bıktık. Gereksinim duyduğumuz şey sonsuz yaşamdır.» Yuri odada bir aşağı bir yukarı dolaşarak bunları anlattı. Sözlerini tamamlayınca Anna'nın yanına geldi ve elini alnına koyarak, «Artık uyu,» dedi. Birkaç dakika sonra da Anna uyumuştu. Yuri sessizce dışarıya çıktı. Yegorovna'ya hastabakıcıyı göndermesini söyledi. Bir yandan da kendi kendine söyleniyordu. «Ne kadar da tanrının belası geveze bir insan oldum. Tutmuş hangi konuda neler konuşuyorum.» Anna Gromeko ertesi gün çok daha iyi bir durumdaydı. IV Her geçen gün Anna biraz daha iyileşiyordu. Aralık ayının ortalarına doğru ayağa kalkmak istedi. Fakat doktorlar izin vermiyordu. Çünkü çok zayıf düşmüştü. İyice dinlenmesini istiyorlardı. Yuri ve Tonya'yı yanına çağırtarak saatlerce onlarla sohbet ediyordu. Onlara Urallar'daki çocukluk yaşamından, babasının Ryvna nehri üzerindeki malikânesinden, Varykino'dan söz ediyordu. Kendisi oralarda büyümüştü. Fakat ne Yuri, ne de Tonya oralara gitmemişlerdi. Ancak Yuri, dinlediklerinden geceyi andıran karanlığıyla binlerce hektarlık ormanı, ormanın içinde zikzaklar çizerek akan ırmağı sanki kendisi de görmüş gibi gözünün önüne getirebiliyordu. Yaşamlarında ilk kez Yuri ve Tonya için gece elbisesi hazırlanıyordu. Yuri için bir ceket, Tonya için ise açık renk satenden bir tuvalet dikiliyordu. Bu elbiselerini 27 aralıkta Sventitszkylerde verilecek olan geleneksel Noel partisine giderken giyeceklerdi. Elbise ve ceket tam o gün bitirildi. Eve getirilip teslim edildi ve provaları yapıldı. İkisi de yapılan işten hoşnut kalmışlardı. Henüz elbiseler üzerlerindeyken Anna onları yanına çağırttı. İçeri girdiklerinde Anna hafifçe dirseklerinin üzerinde doğruldu. İkisini de dikkatli bir şekilde inceledi: «Çok güzel olmuş,» dedi. «Çok yakıştı, elbiselerinizin bittiğinden haberim yoktu. Güle güle giyin. Tonya dur bir daha bakayım. Hayır hayır değilmiş. Yakada potluk var gibi gelmişti bana ama değilmiş. Peki sizi neden çağırttığımı biliyor musunuz? Önce seninle konuşmak istiyorum Yuri.» «Ne konuşmak istediğinizi biliyorum Anna İvanovna. Mektubu okuduğunuzu biliyorum. Zaten o mektubu size gönderen de benim. Sizin dayım Nikolay Nikolayeviç'le aynı düşüncede olduğunuzu da biliyorum. İkiniz de vasiyetnameyi reddetmememi istiyorsunuz. Siz çok konuşmayın, çünkü yorulursunuz. Lütfen beni dinleyin. Gerçi söyleyeceklerimi siz de biliyorsunuz. Avukatlar bir Jivago davasının açılmasını istiyorlar. Çünkü babamın malikânesinde onların ücretlerini ve mahkeme masraflarını karşılamaya yetecek kadar para var. Bunun dışında ise miras denebilecek bir şey yok ortada. Bir sürü borç harç var. Karıştırdıkça yeni yeni şeyler çıkıyor ortaya. Eğer paraya çevrilebilecek bir şeyler olsaydı ortada, bundan kendim yararlanacak yerde tutup hükümete devretmeye kalkmazdım herhalde değil mi? İşte sorun burada. Bir sürü kirli çamaşırın ortaya
çıkmasına neden olacak, var olmayan bir servetin peşinde koşacağıma bunu üzerinde hakkı olduğunu iddia e-den bazı dalaverecilere devretmeyi daha uygun buldum. Mal üzerinde hak idda edenlerden biri kendine Bayan Jivago diyen ve çocuklarıyla birlikte Paris'te oturan Alice adında bir kadın. Bundan uzun süredir haberim vardı. Fakat şimdi başkaları da çıktı ortaya. Belki sizin haberiniz vardı ama ben yeni öğreniyorum. Anladığım kadarıyla babam daha annemin sağlığında Prenses Stolbunova-Enritsaya adında bir kadınla düşüp kalkmış. Hayalci tuhaf huyları olan bir kadınmış bu. Kadının babamdan Yevgraf adında, şimdi on yaşında bir oğlu olmuş. Şimdilerde inzivaya çekilmiş olan bu prenses Omsk'ın hemen dışında bir evde oturuyor. Geçimlerini neyle sağladıkları pek belli değil. Oğluyla birlikte o-turduğu bu evin bir fotoğrafını gördüm. Pervazlarında çok güzel oymaları olan beş pencereli güzel bir ev. Ancak gariptir, bu ev sanki o geniş beş penceresiyle bana kötü kötü bakıyor gibi geliyor. İçimde bu evin bana zararı olacağı gibi bir duygu var. Bunun için de kendi kendime şöyle düşündüm. Birincisi bu mirasın yalnızca adı var kendisi yok. İkincisi bir sürü yalancı, dalevereciyle uğraşacaksın. Üçüncüsü de avukatlarla uğraşacaksın. En iyisi sen bu mirastan vazgeç.» Anna, «Ne olursa olsun hakkından vazgeçmemelisin,» dedi. «Sizi niye çağırdım biliyor musun?» Ardından da bir gün önce kaldığı yerden anlatmaya başladı. «Dün sözünü ettiğim orman bekçisinin adını anımsadım. Ne garip değil mi? Bacchus idi adı. Saçı sakalı birbirine karışmış, dev yapılı, kapkara bir adamdı. Yüzünde yara izleri vardı. Boğuşmak zorunda kaldığı bir ayıdan kalan izlerdi bunlar. Ama gene de ayıdan kurtulmuştu. Oradaki insanların adları genellikle birbirine benzer, iki heceli ve kulağa hoş gelen adlar: Bacchus, Lupus gibi. Arada çocuklardan biri koşa koşa gelir, bağırarak bu adda birinin geldiğini duyururdu. Hep birlikte aşağıya koşardık. Orada ne bulurduk bilir misiniz? Ormandan gelen bir kömürcü bize canlı bir ayı yavrusu getirirdi. Ya da uzaklardan gelen bir maden işçisi bize çok çeşitli ve renkli, şekilli taşlar getirirdi. Bunlar büyükbabamın verdiği karneyle mağazalardan gereksinimlerine göre para, buğday, bulgur, saçma, barut gibi şeyler alırlardı. Orman hemen evimizin pencereleri altında başlardı. Öyle çok kar yağardı ki, bazen evlerin çatısını aştığı bile olurdu.» Anna öksürmeye başladı. Yuri ile Tonya yalvardılar: «Yeter artık anlatmayın, kendinizi fazla yoruyorsunuz.» «Yok canım geçti artık. Ben iyiyim. Ne diyordum ben? Hah! Anna, sandım. Yegorovna öbür gün yapılacak olan Noel eğlencelerine katılıp katılmama konusunda kararsız olduğunuzu söyledi. Bir daha böyle saçmaladığınızı duymak istemiyorum. Kendinizden utanmıyor musunuz? Sahi, sen nasıl doktorsun Yuri? Her şey şu anda kararlaştırılmıştır. İtiraz yok gideceksiniz. Gene Bacchus'a dönelim. Bu adam gençliğinde demircilik yaparmış. Bir gün giriştiği bir kavgada barsaklarını deşmişler. O da tutmuş kendisine demirden barsaklar yapmış. Bu kadar da aptallık etme Yuri. Demirden barsak yapılmayacağını ben de biliyorum. Ama orada anlatılan buydu işte.» Anna yeni bir öksürük nöbetiyle sözlerini yarıda kesmek zorunda kaldı. Bu kez öyle uzun sürdü ki öksürüğü, kadıncağız ner-deyse nefes alamaz oldu. Yuri ve Tanya Anna'nın yardımına koştular. İkisi de yatağının başucunda yan yana duruyorlardı. Anna bir yandan öksürür-ken iki gencin ellerini avuçları içine aldı. Bir süre öyle tuttu. Soluk alıp konuşabilecek duruma gelince: «Ben ölürsem sakın birbirinizden ayrılmayın», dedi. «Siz birbiriniz için yaratılmışsınız. Evlenin. İşte sizi nişanlıyorum.» Bunları söyledikten sonra da ağlamaya başladı. Scanned by hlecter Lara 1906 yılının ilkbaharında lisenin son sınıfına geçecekti. Komarovsky ile altı aydan beri süregelen ilişkisi ise tüm dayanma gücünü yok etmişti. Adam onun bu durumunu ustaca değerlendiriyordu. Gerek duyduğu zaman Lara'ya üstü kapalı bir şekilde artık baştan çıkmış bir kız olduğunu anımsatıyordu. Böyle durumlarda Lara telaşlanıyor, ne yapacağını bilemiyordu. İşte bu telaş ve şaşkınlık onu her geçen gün artan bir şekilde şehvet uçurumuna sürüklüyordu. Bu şehvet çılgınlığından, sarhoşluğundan kurtulup kendine geldiğinde ise dehşet içinde kalıyordu. Geceleri tüm benliğini saran bu çelişki, anlaşılması, açıklanması çok zor bir durumdu. İçine bıçak gibi saplanan bir acı, neşe dolu kahkahalar halinde kendini gösteriyordu. Çabalayıp sevişmekten kaçınması ise kendini
tümüyle verdiği anlamına geliyordu. Hiç istemediği halde nefret ettiği bu adamın ellerini minnetle öpücüklere boğuyordu. Bu durum sonuna dek hep böyle sürüp gidecek gibi görünüyordu. Lara ilkbaharda, öğretim yılının son derslerinden birinde okulların tatile girmesiyle bu adamın eline daha fazla düşeceğini düşündü. Okul ondan mümkün oldukça uzak kalabilmesi için son sığınağıydı. Bu düşünceyle ve aceleyle verdiği karar tüm yaşamının gidişini baştan sona değiştirdi. Sabah sıcak olmasına karşın gökyüzünde yaklaşan bir fırtınayı haber veren bulutlar dolaşıyordu. Kentin bir uğultu halindeki gürültüsü ve bahçede oynayan çocukların bağırışları açık pencerelerden sınıfa giriyordu. Çimenlerin, yeni yeni yeşermekte olan a¬ ğaçların kokusu tıpkı votka, ya da büyük perhiz sonrasındaki salı günleri pişirilen gözlemelerin kokusu gibi insanın başını döndürüyordu. Tarih hocası Napolyon'un Mısır Seferi'ni anlatıyordu. Konu Prejus çıkarmasına geldiği sırada gökyüzü karardı. Şimşekler, gök-gürültüleri birbirini izlemeye başladı. Sınıfın içi açık pencerelerden giren kum ve toz bulutu yanında yağmur kokusuyla da doldu. Pencereleri kapatması için hademeleri çağırmaya giden iki öğrencinin açtığı kapıdan giren havanın yarattığı cereyan, kâğıtları defterleri uçuşturdu. Gelen hademeler pencereleri kapadılar. Sağanak halinde yağan yağmur, kentlerde görüldüğü şekilde tozlu ve pisti. İşte tam bu sırada Lara not defterinden kopardığı bir kâğıda şunları yazdı ve arkadaşı Nadya Kologrivova'ya uzattı. «Nadya, annemden uzak, bağımsız bir yaşantım olmasını istiyorum. İyi ücret alabileceğim bir öğretmenlik bulmamda bana yardımcı ol. Çünkü senin zengin çevrelerde pek çok tanıdığın var.» Nadya da ona aynı yöntemle karşılık verdi. Onun notunda da da şunlar yazılıydı: «Annemle babam, kardeşim Lipa için bir öğretmen arıyorlar. Gel bizde çalış. Onların seni ne kadar sevdiklerini de bilirsin... » VI Böylece Lara üç yılını güven içinde Kologrivovlar'ın evinde geçirdi. Kimse bu süre içinde onu rahatsız etmedi. Hatta annesi ve kardeşi bile ondan uzak durdu. Zaten Lara da onlara karşı yabancılık duyuyordu içinde. Kologrivov ileri görüşlü ve kültürlü bir işadamıydı. Devlet hazinesinden daha fazla parası olan bu adam bu kadar büyük bir servete hiç yoktan sahip olmuştu. Rusya'nın hasta yönetimine iki taraflı bir hınç duyuyordu. Siyasi kaçakları evinde barındırıyor, onlara avukatlar tutuyordu. Kendi fabrikalarında bile grevler düzenliyordu. Onun için, «Kendi bindiği dalı kesiyor,» diyenler çıktı. Usta bir nişancıydı. Ava çıkmaktan, silah kullanmaktan çok hoşlanırdı. 1905 yılının pazar günlerini hep ormanda geçirmişti. Oluşturulan birliklere atış talimleri yaptırmıştı. Karısı Serafima'nın kişiliği de en az kocası kadar ilgi çekiciydi. Lara ikisine de hayrandı. Evde herkes kendisini sevmişti ve kendisini ailenin bir üyesi gibi görüyorlardı. Üç yıl süren bu huzur ve güven ortamından sonra bir gün kardeşi Rodyan onu görmeye geldi. Bir işle ilgili olarak Lara'nın görüşlerini almak istemişti. Rodyan etkileyici bir ifadeyle düştüğü durumu anlatıyordu. O yıl okuldan mezun olacak subay adayları okul komutanlarına bir armağan vermek istiyordu. Bunun için a-ralarında para toplamışlar ve bu parayı da armağanı almak üzere kendisine teslim etmişlerdi. Kendisi ise bu parayı iki gün önce son kuruşuna kadar kumarda kaybetmişti. Bunları anlatan Rodyan kendini bir koltuğa atıp ağlamaya başladı. Lara dehşet içinde kalmıştı. Rodyan bir yandan ağlayarak konuşmasını sürdürüyordu. «Geçen akşam Komarovsky'yi görmeye gittim. Söylediklerimi dinlemedi bile. Ama Lara isterse... Söylediğine göre sen bizi artık sevmiyormuşsun... Fakat onun üzerindeki etkin çok büyükmüş... Lara, şekerim... Bir tek sözcük söylemen yeter... Nasıl bir durumla karşı karşıya olduğumu görüyorsun... Mahvolacağım, tüm çalışmalarım boşa gidecek... Eğer canıma kıymamı istemiyorsan ona git... Sana göre bir şey yok ki!..» Lara sinirli bir şekilde: «Canına mı kıyacaksın? Üniformanın onuru ha!» diye söylendi. «Peki ben ne olacağım? Askeri okul öğrencisi değilim diye benim onurum yok mu? Benden nasıl bir şey isteğinin farkında mısın? O herifin sana teklif ettiği şeyi anlayabiliyor musun? Ben üç yıldır burada bir köle gibi çalıştım. Sen çıkmış her şeyi bir anda yerle bir
etmek istiyorsun. Bana ne senin kumar borcundan. Cehenneme kadar yolun var. Git, istersen kendini vur. Ne kadar gerekiyor sana?» «Altı yüz doksan ruble,» dedi Rodyan. Biraz kararsızlıktan sonra da, «yuvarlak hesap yedi yüz ruble.» «Rodyan sen aklını kaçırmış olmalısın! Yedi yüz rubleyi kumara mı yatırdın? Ne söylediğini kulakların duyuyor mu? Benim gibi sıradan bir insan bu kadar parayı namuslu yoldan ne kadar sürede kazanabilir, biliyor musun?» Lara bir süre ne konuşacağını bilemeden sustu. Kısa bir süre sonra soğuk bir tavırla: «Peki, bir deneyeyim bakayım. Yarın gel. İntihar etmeyi düşündüğün tabancanı ve bolca da mermi getir. Tabanca benim olacak, unutma.» Lara bu parayı Kologrivov'dan aldı. VII Lara'nın Kologrivovlar'da yaptığı iş okula devamına ve mezun olmasına, daha sonra da üniversiteye girmesine engel olmamıştı. Üniversitede de başarılı bir öğrenci olmuştu. Bir yıl sonra da yani 1912'de bitirme sınavalarına girecekti ve bunun için şimdiden hazırlanmaya başlamıştı. Öğrencisi Lipa 1911 baharında liseyi bitirecekti. Lipa, zengin ve iyi bir ailenin çocuğu olan Freisendak adlı genç bir mühendisle nişanlanmıştı. Ailesi Lipa'nın bu seçiminden hoşnuttu. Fakat kızlarının bu kadar erken bir yaşta evlenmesini istemiyorlardı. Lipa nazlı bir şekilde büyütülmüştü, şımarıktı. Evlenmesine izin verilmesini istiyor bunun için tartışıyor, sık sık kavga çıkarıyordu. Lara bu ailede, Kologrivovlar'ın bir çocuğu gibi yakın bir ilgi ve sevgiyle yaşıyordu. Kimse Rodyan için aldığı borç paranın lafını etmiyor, hatta hemen hepsi bu konuyu unutmuş gibi görünüyordu. Aslında yaptığı gizli masraflar olmasa Lara bu parayı şimdiye kadar ödemiş olurdu. Ama Pasha'nın haberi olmaksızın, o-nun Sibirya'da sürgünde bulunan babasına para gönderiyor ayrıca hasta olan annesine de yardım ediyordu. Pasha'nın pansiyon ve yemek ücretlerinin açıklarını kapamak, ona yeni inşa edilmekte olan bir binadan bir oda temin etmek de yaptığı işlerden bazılarıydı. Pasha, Lara'dan bir iki yaş küçüktü. Onu deli gibi seviyor ve bir dediğini iki ettirmiyordu. Lisede fizik çalışan Pasha Pavel o-nun isteği üzerine Latince ve Grekçe de çalışmaya başlamıştı. Tüm bunların edebiyat fakültesine girmesinde çok büyük yararı olacaktı. Lara, Pavel'in edebiyat fakültesine girmesinde çok büyük yararı olacaktı. Lara Pavel'le evlenmeyi düşünüyordu. İkisi de üniversiteyi bitirdikten sonra evlenecekler ve Urallar'da bir il merkezinde öğretmenlik yapacaklardı. 1991 yılı yazını son kez olarak Kologrivovlar'la birlikte Dupl-yanka'da geçirdi. Burayı sahiplerinden bile daha çok seviyordu. Kologrivovlar'da durumu çok iyi biliyordu. Aile, Duplyanka istas-yonu'nda trenden indikten sonra Lara arabaya binmez, herkesin malikâneye arabayla gittiği yolu o yürüyerek giderdi. Lara demiryoluna paralel uzanan sert bir patikadan yürür, bir süre sonra tarlaların içine girerdi. Buraya gelince durur ve gözlerini kapardı. Burası ona babasından daha sıcak, sevgilisinden daha tatlı gelirdi. Etrafından yükselen çeşitli bitkilerin kokularını içine çekmeye doyamazdı. Yaşamın anlamını, yeryüzündeki güzelliklerin tadını burada kavrardı. Oraya toprağın güzelliğini kavramak, her şeye bir ad vermek için gelmişti. Eğer bu gücünü aşarsa evlenecek çoluk çocuk sahibi olacaktı. Bu kez de çocukları onun gibi davranacaklardı. Lara o yaz çok çalışmış pek çok görev üstlenmişti. Çok yorgun olduğundan kolayca sinirleniyordu. Yaradılışına hiç de uygun olmadığı halde alınganlaşmıştı. Bu durum yapmacıksız, doğal olan yapısını bozuyor onun güzel yapsını gölgeliyordu. Kologrivovların ona karşı davranışlarında en ufak bir değişiklik olmamıştı. Onu gene çok seviyorlardı. Ancak Lipa artık büyümüştü, Lara da bu nedenle artık o evde işi kalmadığını düşünüyordu. Paraya bir hayli gereksinmesi olmasına karşın verilen maaşı almayı reddetti. Bunun için bir hayli üstelemek zorunda kaldılar. Kendini bir sığıntı gibi görüyor bir an önce Kologrivovlardan uzaklara gitmesi gerektiğini düşünüyordu. Ancak onurlu bir kız olduğundan aldığı borcu ödemeden böyle bir şey yapamayacağını da biliyordu.
Kardeşinin yüzünden kendini bir rehine gibi görüyordu. Elinden bir şey gelmediği için huzursuzluğu daha da artıyordu. Sinirleri alabildiğine yıpranmıştı. Kendisine gösterilen ilgiyi de ilgisizliği de hep olumsuz bir şekilde değerlendiriyordu. Böylesine zehir gibi bir yaşamı olmasına karşın Kologrivovlar'ın gezintilerine, eğlencelerine katılmaktan da geri kalmıyordu. Lara evde verilen muhteşem partilere katılıyor, yüzmeye, kürek çekmeye gidiyor, dans ediyordu. Amatör toplulukların temsillerinde yer alıyor, nişancılık alıştırmalarını hiç kaçırmıyordu. Zamanla keskin nişancı olmuştu. Atışlar sırasında küçük Mauser tüfekleri yerine Rodyan'ın getirdiği tabancayı kullanıyordu. Ancak ne kadar eğlenmeye çalışırsa çalışsın bir türlü aradığı huzuru bulamıyordu. Ne istediğini bilemez bir durumdaydı. Moskova'ya döndüklerinde durumu daha da kötüleşti. Tüm olanlar yetmiyormuş gibi bir de Pasha ile zaman zaman çıkan kavgalar çıkmıştı ortaya. Oysa onunla elinden geldiğince iyi geçinmeye çalışıyordu. Çünkü onu kendisi için son bir dayanak olarak görüyordu. Pasha'da bir süredir birtakım yeni davranışlar gözlemeye başlamıştı. Kendini üstün görünce, ukalaca, ona akıl verir gibi konuşmaları Lara'yı hem eğlendiriyor hem de kızdırıyordu. Kafasını sürekli kurcalayan Pasha, Lipa, Kologrivovlar, para gibi konular canından bezmesine yetmişti. Şimdiye kadar varolan tüm ilişkilerinden uzak bambaşka bir yaşamı olsun istiyordu. Bu düşünceler içinde 1911 yılı Noel'inde bir karara varmıştı. Bunun için Kologrivovlar'ın yanından derhal ayrılacak kendine yeni bir yaşam kuracaktı. Bunun için gerekli olan parayı ise Komarovsky'-den alacaktı. Aralarında geçen ona şeyden sonra Komarovsky'nin isteyeceği yardımı, herhangi bir karşılık beklemeksizin yerine getireceğine inanıyordu Lara. Bu düşüncelerle Aralık ayının 17'si akşamı Petrovka Sokağı'-na yollandı. Rodyan'dan aldığı tabancayı doldurmuş, emniyeti a-çık bir şekilde manşonunun içine yerleştirmişti. Reddetmesi ya da hakaret etmesi durumunda Komarovsky'yi öldürecekti. Büyük bir heyecan içinde, bayram sevinciyle, coşku içindeki sokakları geçti. Bir uyurgezer gibiydi. Ne bir şey duyuyor ne de görüyordu sanki. Manşonu içinde tuttuğu tabanca patlamış, mermi de yüreğine saplanmıştı. Vurulanın kim olduğunu düşünmüyordu bile. Tüm yol boyunca kulaklarında tabanca sesi çınladı durdu. Tabancadan fırlayan kurşun hem kendisini, hem Komarovsky'yi, hem de Duplyanka'da bir ağacın üstüne konmuş küçük hedef tahtasını vuruyordu. VIII Komarovsky'nin evinde kâhya kadın Emma Ernestovna La-ra'yı sevinçle karışık bir şaşkınlıkla karşıladı. Paltosunu çıkarmasına yardım etmek istediğinde Lara, «Manşonuma dokunma» diye bağırdı. Komarovsky evde değildi. Emma Lara'nın oturup beklemesini istiyordu. Lara: «Hayır giremem, acelem var. Kendisi nerede?» diye sordu. Komarovsky bir Noel partisine gitmişti. Kâhya kadının bir kâğıda yazdığı adresi kapan Lara, aceleyle koşarak merdivenleri indi. Partinin verilmekte olduğu Sventitskylerin Değirmenciler Sokağı'ndaki evlerine yollandı. İşte ancak o zaman bulunduğu yeri, çevresini farketti. Mevsim kıştı ve hava da buz gibi soğuktu. Sokaklar bira şişelerinin dibini andıran sivri sivri donmuş bir kar tabakasıyla kaplıydı. Nefes alırken insanın canı yanıyordu. Havada uçuşan buz tanecikleri Lara'nın yüzün kamçılıyor, batıyor ve gıdıklanmasına neden oluyordu. Heyecan içinde kapılarından buhar sütunları fışkıran ucuz lokantaların bulunduğu ıssız sokaklardan geçti. Sisin arasından soğuktan kızarmış suratlar, atların burunları ve köpeklerin tüylü ve buzlarla kaplı ağızları görülüyordu. Karla, buzla örtülü pencereler kireçle badana edilmiş gibiydi. Noel ağaçlarının renkli görüntüleri ve içeride eğlenen konukların gölgeleri, saydamlığını yitirmiş camlarının ardından belli belirsiz seçiliyor; dışarıdan gelip geçenler üzerinde içeride karagöz oynatılıyor hissini uyandırıyordu. Lara Komergez Sokağı'nda Pasha'nın oturduğu evin önünden geçerken durakladı. Neredeyse yüksek sayılabilecek bir sesle, «Yeter artık, daha fazla dayanamayacağımı» diye söylendi. «Yukarı çıkıp her şeyi ona anlatacağım,» diyerek binanın süslü, ağır, kalın kapısını iterek içeriye girdi.
IX Lara kapıyı vurmadan içeriye girdiğinde Pasha aynanın önündeydi. Kravatını bağlayabilmek için gösterdiği çabadan ötürü yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Bir partiye gitmek için hazırlanıyordu. Lara'nın böyle aniden girip kendisini bu şekilde görmesinden utanmıştı. Buna karşın Lara'nın çok heyecanlı olduğunu da çabucak farketmişti. Çünkü kız yerinde duramıyor, sanki bir derede karşıdan karşıya geçiyormuş gibi ikide bir etekliğinin uçlarını sağa sola sallıyordu. Pasha telaşla ona doğru koştu. «Neyin var? Bir şey mi oldu?» diye sordu. «Gel yanıma otur. Öylece otur, giyinmene gerek yok. Zaten hemen gideceğim. İşim acele çünkü. Sakın manşonuma dokunma. Dur bakayım. Arkanı dön biraz.» Pasha söylediklerini yapınca Lara manşonundaki tabancayı çıkarıp ceketinin cebine koydu. Ceketini de bir çiviye asıp yeniden yerine oturdu. «Şimdi bakabilirsin artık,» dedi. «Yalnız elektriği söndürüp bir mum yak.» Lara mum ışığında oturmayı çok severdi. Pasha bunun için evde daima bir iki tane mum bulundururdu. Şamdanda erimiş olan mum parçasını çıkardı, yerine yeni bir mum taktı. Şamdan pencerenin kenarına koyarak mumu yaktı. Mum ilk anda söner gibi oldu, etrafı kıvılcımlı bir alev saçıldı. Bu alev kısa sürede ok gibi düzgün ve sivri bir şekilde yükseldi. Odanın içine tatlı bir ışık yayıldı. Pencere camında mumun arkasında kalan kısımdaki buz eridi. Burada küçük, gözetleme deliğini andırır bir delik oluştu. Lara, «Pasha beni dinle,» dedi. «Başımda bir sürü dert var. Bunlardan kurtulmam için yardımını istiyorum. Yalnız korkmamanı istiyorum. Bana fazla soru da sormamalısın. Sürekli bir tehlike içindeyim. Eğer beni seviyorsan ve kenarına kadar geldiğim uçuruma yuvarlanmamı istemiyorsan hemen evlenelim.» Pasha onun sözünü keserek: «Zaten benim de en fazla istediğim şey bu değil miydi?» diye sordu. «Gününü sen sapta. Sen hangi gün istiyorsan o olsun. Ben hep hazırım. Yalnız neyin var? Bana kısaca anlat. Üstü kapalı sözlerle beni üzme.» Lara ustaca bir manevrayla konuyu değiştirdi. Uzun bir süre değişik konulardan söz ettiler. X Yuri kışın üniversitenin Altın Madalya yarışmasına katılmak için bir tez hazırlıyordu. Konusu gözün sinir sistemi idi. Yuri'nin öğrenimi aslında genel olarak tıp öğrenimi idi, fakat o göz hakkında hemen hemen bir uzman kadar bilgiye sahipti. Göz konusundaki ilgisi de onun yapısının bir başka yönüydü. O gün Tonya ile Yuri Sventitskylerdeki Noel partisine gitmek için bir kızak kiralamışlardı. Çocukluklarının sonuyla, gençliklerinin ilk yıllarına rastlayan altı yılı aynı çatı altında geçirmişlerdi. Birbirlerini çok iyi tanıyorlardı. Zaman zaman birbirlerine kızdıkları, uzun süre konuşmadıkları olurdu. Şimdi de hiç konuşmadan sessizce yol alıyorlardı. Soğuktan korunmak için ağızlarını sımsıkı kapamış, her biri kendi düşüncelerine dalmıştı. Yuri yarışma gününü, tezine daha çok çalışması gerektiğini düşünüyordu. Derken düşünceleri yıl sonu şenlikleri nedeniyle sokaktaki gürültü patırtıya yöneldi. Bu arada Misha Gordon'a simgeci şair Blok hakkında bir yazı hazırlayacağını anımsadı. Misha, Edebiyat Fakültesi öğrencilerinin çıkardıkları bir derginin yazı işleri müdürüydü. O dönem Moskova ve Petersburg yüksek öğrenim gençliği Blok hayranıydı. Misha ve Yuri de bu hayranlardan yalnızca ikisiydi. Hemde en ateşlilerinden. Yuri bu konu üzerinde de fazla durmadı. Yol almaya devam ediyorlardı. İkisi de çenelerini kürk yakalı paltoları içine gömmüş, arada bir soğuktan donmuş kulaklarını ovuşturuyorlardı. Ayrı ayrı şeyler düşüüyorlardı. Ancak bir konu ikisinin de zihnini ortak olarak meşgul ediyordu. Anna'nın başu-cunda geçen olay, ikisinde de çok önemli değişikliklerle neden olmuştu. Birbirlerine bakışları tümüyle değişmişti. Yeni tanışan iki insan gibiydiler. Önceden Tonya ve Yuri iki arkadaştı. Tonya Yuri'nin yaşamının bir parçasıydı. Oysa şimdi anlamakta güçlük çektiği biri haline gelmişti. Tonya'yı bir kadın olarak görüyordu çünkü.
Yuri düşgücünü birazcık çalıştırsa onu bir peygamber, bir fatih, bir kahraman kısacası her şey olarak düşleyebilirdi ama bir kadın o-larak düşünemiyordu bir türlü. Tonya şimdi görevlerin belki de en zorunu da yüklenmişti güçsüz omuzlarına. (Tonya oldukça sağlıklı bir kız olmasına karşın şimdi Yuri'ye çok zayıf biri gibi görünüyordu.) Kadın olma göreviydi bu zor görev. Yuri böylece sevginin başlangıcı sayılabilecek bazı duygularla bakmaya başlamıştı Tonya'ya. Tonya'nın Yuri'ye karşı davranışlarından çok açık değişiklikler de Yuri'yi şaşırtıyordu. O akşam tam evden çıkacakları bir sırada Anna'nın durumunun biraz kötülediği haberini almış, hemen yanına koşmuşlardı. Ancak Anna hiç zaman geçirmeden yola çıkmalarını istemişti onların. Oysa Yuri kesinlikle evden ayrılmamaları gerektiğini düşünüyordu. Anna'nın yanından ayrılırken Tonya pencerelere bakmıştı. İşte bu sırada pencerenin tülü elbiselerine yapışmış gelin duvağı gibi birkaç.adım süresince Tonya'nın üzerinde kalmıştı. Bu benzerlik karşısında hepsi de kahkahalarla gülmüşlerdi. Çevresine bakman Yuri az önce Tonya'nın gördüğü şeyleri görüyordu. Buz tutmuş sokaklarda ilerlemekte olan kızağın çıkardığı gürültü garip bir yankı yapıyordu. Buz tutmuş camlardaki ı-şıkların parıltıları, evlere değerli birer mücevher kutusu görünümü veriyordu. Bu pencerelerin gerisinde Moskova'nın eğlence yaşamı sürüyordu. Rengârenk ışıklarla süslenmiş Noel ağaçları parıldıyor, süslü elbiseleriyle konuklar ortalıkta dolaşıyor, türlü çılgınlıklar yapan gençler, bir yandan da saklambaç ya da yüzük oyunu oynuyordu. Değirmenciler Sokaği'ndan geçerken bir pencere Yuri'nin ilgisini çekti. Camlardan birinin üzerindeki buz tıpkı bir gözü andırır şekilde erimişti. İçerdeki ışık dışarıya bir göz gibi bakıyor, gelip geçenleri gözlüyor gibiydi. O sırada Yuri kendi kendine, «Masanın üstünde bir mum yanıyordu,» diye söylendi. Bu yazmayı düşündüğü yazının başlangıcıydı. Fakat yazı Blok'la değil de Noel'le ilgili olacaktı. Zaten Blok Rus Edebiyatında bir Noel belirtisiydi. Bu ışıklar içindeki Noel'i anlatmak bir yerde Blok'u anlatmak gibi bir şey olacaktı. XI Sventitskyler'in Noel eğlenceleri yıllardır hep aynı şekilde düzenlenirdi. Saat onda çocuklar odalarına gönderilir. Noel ağacı bir kez daha ışıklandırılırdı. Büyüklerin ve gençlerin eğlenceleri bundan sonra sabaha değin sürerdi. Yaşlılar kalın bir perdeyle balo salonundan ayrılmış bölmede kâğıt oynamaya dalar, şafak sökerken de hep birlikte kahvaltı yapılırdı. «Niçin bu kadar geciktiniz?» diye sorarak karşıladı onları Sventitskyler'in yeğeni Georges. Yuri ve Tonya bir yandan paltolarını çıkarırken salona şöyle bir gözatmayı da ihmal etmediler. Noel ağacından sıcak bir alev fışkırıyor gibiydi. Önünde ise sanki yürüyen bir duvarı andıran kalabalık vardı. Bunlar dans etmeyip elbiselerinin hışırtıları arasında dolaşan ve sohbet edenlerdi. Dan: edenleri hukuk öğrencisi Koka Kornakov yönetiyordu. Koka savcı yardımcısının oğluydu. Koka avaz avaz «gran rond» ya da «chaie chinöise» diye bağruyordu. Dans edenlerin hepsi de onun isteklerine uygun davranıyorlardı. Sonunda damını yanına alan Koka Kornakov kuyruğun başına geçti ve orkestraya «Bir vals lütfen,» diye seslendi. Dansıyla birlikte önce geniş, sonra giderek daralan daireler çizmeye başladı. Biraz sonra da sanki yerlerinde sayıyorlardı. Bu artık bir vals değil, bitmek üzere olan bir danstı. El çırpanlar, çeşitli taşkınlıklar yapanlar, dolaşanlar arasında içkiler dolaştırıldı. Yaptıkları dansın etkisiyle kızarmış genç kız ve delikanlılar bir an çıkardıkları gürültüyü keserek aceleyle içkilerini içiyor ve boş bardaklarını tepsilerin üzerine koyuyorlardı. İşte gürültü, coşku bundan sonra daha da artıyordu. Onları bu şekilde gören sihirli bir içki içtiklerini sanabilirdi. Tonya ve Yuri burada hiç durmadan evin diğer bölümlerine doğru yürüdüler. XII Sventitskyler yer açılması için kendi odalarını da salondan ya da konuk odasından getirilmiş eşyalarla doldurmuşlardı. Burası her türlü Noel eşyası ile tıka basa dolu bir
haldeydi. Yedek mumlar, renkli kâğıt tomarları, karton kutular, yıldızlar burayı bir ardiyeye çevirmişti. Ortalıkta tutkal ve boya kokusu vardı. Sventitskyler masanın başına oturmuş, yoğun bir çaba içine girmişlerdi. Hediyeler için kart yazıyor, sabah kahvaltıda kimin nerede oturacağını belirten etiketleri hazırlıyor, piyango biletlerini numaralıyorlardı. Georges ise onlara yardım ediyordu. Ancak hep yanlışlıklar yapıyor ve yaşlı çiftten azar işitiyordu. Tonya ve Yuri'nin gelişi Svantitskyleri fazlasıyla sevindirdi. Kendilerine çok yardımları olacaktı. Hiç teklifsiz işe koştular. «Felitsova Semyanovna neden bu işleri daha önce düşünmedi ki?» «Konukların geldiği partinin en canlı olduğu zamanda yapılacak iş mi bu?» «Dikkat etsene Georges, gene numaraları karıştırdın. Dolu şekerlikleri masanın boş şekerlikleri divanın üstüne koyalım demiştik. Ama sen gene her şeyi karıştırdın.» «Anna'nın iyileşmesine çok sevindim. Pierre de ben de onu öyle çok merak ediyorduk ki!» «Ama yanlış anladın şekerim. Çocuklar Anna için sana pek o kadar iyi değil dediler. Sen de hep söyleneni ters anlarsın zaten.» Tonya ve Yuri gecenin büyük bir bölümünü balo salonundan uzak bu tür gevezeliklerin yapıldığı Sventitskyler'in yanında geçirdi. Scanned by hlecter Tüm bu süre içinde Lara balo salonundaydı. Üzerinde balo elbisesi de yoktu. Üstelik kimseyi de tanımıyordu. Buna karşın salondan hiç ayrılmadı. Ya Koka ile dans ediyor, ya da amaçsız bir şekilde salonda dolaşıyordu. Bir iki kez oturma odasının kapısı önünde durdu. Koma-novsky yüzü ona dönük durmasına karşın ellerinde tuttuğu kâğıtlardan başka bir şeye bakmıyordu. Ya gerçekten Lara'yı görmemişti. Ya da görmemezlikten geliyordu. Lara uğradığı bu hakaret yüzünden çıldıracak gibiydi. O sırada Lara'nın tanımadığı bir kız oyun salonuna geçti. Komorovsky kıza Lara'nın çok iyi bildiği bakışlarla baktı. Kız utançtan kıpkırmızı kesildi, gururu okşanmış gibi de gülümsedi. Lara «yeni kurban,» diye düşündü, öfkesi daha da arttı. Kızın yüzü sanki bir ayna idi. Ona bakarak Lara kendi başına gelenleri sanki o an yaşıyormuş gibi anımsıyordu. Koma-rovsky ile görüşmek düşüncesinden vazgeçmiş değildi fakat bunu en uygun zamanda yapmaya karar verdi. Kendini toparlamaya çalışarak balo salonuna döndü. Komarovsky'nin oyun oynadığı masada üç kişi daha vardı. Bunlardan birisi, Komarovsky'nin hemen yanında oturanı Lara'nın dans ettiği Koka'nın babasıydı. Onunla dans ederken söylediği bazı şeylerden bu karara varmıştı. Koka'nın annesi ise esmer ve uzun boyluydu. Siyahlar giyinmişti. Simsiyah ve ateşli gözleri upuzun bir boynu vardı. Dans salonuyla oyun salonu arasında gidip geliyordu. Lara, Komarovsky'ye yakınlık gösterdiğini düşündüğü kızın Koka'nın kızkardeşi olduğunu da öğrendi. Koka dansa başladıklarında kendini tanıtmak için soyadını söyleyerek «Kornakov,» demişti ama Lara pek iyi işitmemişti. Dansın sonunda Lara'yı koltuğuna götürdüğünde yeniden «Kornakov,» dedi. O zaman Lara bu adın hiç de yabancı olmadığını düşündü. Kendi kendine «Kornakov, Kornakov... » diye tekrarladı. Sonra birden anımsadı. Savcı yardımcısıydı. Aralarında Tiverzin' in de bulunduğu demiryolu işçileri davasının iddianamesini hazırlamıştı. Hazırladığı iddianame çok ağırdı. Lara'nın ricası üzerine Kologrivov, Kornakov'u yumuşatmaya çalışmış, fakat başaramamıştı. «Demek Kornakov denilen adam bu!» diye düşündü kendi kendine Lara. XIV Saat sabahın ikisiydi. Bir ara dansa ara verilmişti. Bu arada da çay içip pasta yemişlerdi. Dans yeniden başlamış ve aynı heyecanla devam ediyordu. Yuri'nin kulakları uğulduyordu. Noel ağa-cındaki mumlar bitmek üzereydi ama kimsenin aklına bunların yerine yenilerini koymak gelmiyordu. Yuri dalgın bir şekilde salonun ortasında dolaşıyor, bir yabancıyla dans etmekte olan Tonya'yı seyrediyordu. Tonya Yuri'nin yanından geçerken bacağının bir hareketiyle saten elbisesini dalgalandırıyor sonra yeniden kalabalığa karışıyordu. Verilen arada çay içmeyen
Tonya şimdi susuzluğunu mandalina yiyerek gidermeye çalışıyordu. Sürekli mandalina yiyor, kirlenen ellerini ve ağzının kenarını ise ufacık mendiliyle siliyordu. Çok heyecanlıydı. Tonya kavalyesiyle dans ederken ortada duran Yuri'ye çarpıp duruyordu. Yuri geri çekilip dans edenlere yer açarken, bir yandan da kendi kendine söyleniyordu. Tonya Yuri'nin yanından her geçişinde elini tutuyor ona anlamlı bir şekilde gülümsüyordu. Bir keresinde mendili Yuri'nin elinde kaldı. Yuri bu mendili öptü ve kokladı. Mendile mandalina kokusuyla birlikte Tonya'nın sarhoş edici kokusu sinmişti. Yuri yaşamı boyunca tatmadığı, yepyeni güçlü bir duygunun etkisi altındaydı. Mendilin safça, çocukça kokusunda karanlıkta fısıltıyla söylenmiş bir sözcüğü duyuyor gibiydi. Bu mendile yüzünü, dudaklarını bastırıyor sessizce öyle bekliyordu. Tam bu sırada bir tabanca sesi işitildi. Bir anda herkes silah sesinin geldiği yöne döndü. Silah sesi balo salonunu oyun salonundan ayıran bölmenin olduğu yerden gelmişti. Kısa süren bir sessizlikten sonra müthiş bir karmaşa başladı. Bir koşuşturmadır başlamıştı. Konukların birçoğu oyun salonuna doğru koşan Koka'nın peşine takıldı. Oyun salonundan balo salonuna doğru koşuşanlar, ağlayanlar, bağrışanlar, tartışanlar vardı. Komarovsky üzüntülü bir tavırla, «Ne yaptı bu kız, ne yaptı?» diye söylenip duruyordu. Bayan Kornakov ise müthiş sinirliydi: «Sana bir şey olmadı değil mi hayatım? Ölmedin değil mi? Doktor Drakov nerede? Az önce konukların arasındaydı ama şimdi yok olmuş! Nasıl? Basit bir sıyrık mı? Size göre sorun bu kadar basit ama bana göre öyle değil. Nasıl da ipliklerini pazara çıkarmıştın bu canilerin. Hah işte yakaladılar o şıllığı. Gözlerini oyacağım onun. Ne dediniz, ne dediniz Bay Komarovsky. Size mi nişan almıştı. Yok canım şaka yapmayın lütfen. Hiç şaka kaldıracak durumda değilim. Görüyor musun başımıza gelenleri Koka! Koka! Koka!» Oyun salonundaki kalabalık yavaş yavaş balo salonuna doğru kaydı. Kalabalığın ortasında ise savcı yardımcısı Kornakov yürüyordu. Gülüyor, çevresindekilerle şakalaşıyordu. Bir şeyi olmadığını söylüyordu. Sol elinin üzerindeki kanlı sıyrığın üzerine ise temiz bir peçete bastırmıştı. Arkadan gelen bir grup ise Lara'yı kollarından tutmuş götürüyordu. Yuri kızı görünce çok şaşırmıştı. «Gene o kız,» dedi. Bu kızı ikinci görüşü de olağanüstü bir ortamda olmuştu. Yanında yürümekte olan kır saçlı adamı artık tanıyordu. Adı babasının miras davasına karışmış olan tanınmış avukatlardan Komarovsky idi. Birbirlerine selam verme gereği duymuyorlardı, çünkü ikisi de birbirlerini görmezlikten geliyordu. Peki kız... Demek savcıya ateş eden kız buydu. Acaba gerçekten ona mı ateş etmişti. Belki de siyasi nedenlerle böyle davranmıştı. Zavallı kız ne kadar güzeldi. Ne kadar da mağrur görünüyordu. Çevredekiler bir hırsız yakalamışcasına kollarını büküyor oradan oraya sürükleyip duruyorlardı. Az sonra Yuri yanıldığını anladı. Çünkü Lara bayılmıştı. A-yakları birbirine dolaşıyordu. Çevresindekiler yere düşmesin diye kollarını sıkı sıkıya kavramış, onu oturtabilecekleri bir koltuğa doğru götürüyorlardı. Yuri hemen o tarafa yöneldi. Genç kızı ayıltmaya çalışacaktı. Ancak önce yaralıyı görmenin daha uygun olacağını düşündü. Kornakov'a, «Ben doktorum, size bir yardımım dokunabilir mi?» dedi. «Yaranıza bakayım. Şansınız varmış. Sarmaya bile gerek yok. Üzerine biraz tentürdiyot dökersek iyi olur. Hah! Felitsova Semyenovna da geliyor. O size tentürdiyot bulur.» Felitsova ile Tonya Yuri'nin yanına geldiler. İkisi de perişan bir durumdaydı. Felitsova, «Sen onu bırak da hemen gidip paltonu giy. Tonya'yı ve seni almaya geldiler,» dedi. Yuri kafasına üşüşen kötü düşüncelerin etkisiyle ürperdiğini hissetti. Her şeyi unutup paltosunu giymek üzere koştu. XV Anna, Tonya ile Yuri eve gelmeden biraz önce ölmüştü. Ö¬ lüm onlardan on dakika önce gelmişti. Ölüm nedeni akciğerlerin¬ de bulunan ilerlemiş düzeydeki ödemdi. Zamanında teşhis edile¬ mediği için nefes tıkanıklığından ölüp gitmişti. Tonya uzun süre kendini yerden yere atıp bağıra çağıra ağladı. Ertesi gün biraz
kendine gelir gibi olmuştu. Fakat kimseyle konuşamıyordu. Çün¬ kü ağzını açar açmaz yüreğinden çığlıklar yükseliyordu. Bunun i¬ çin Yuri'nin ve babasının söylediklerine baş hareketleriyle karşılık veriyordu. , Tonya cenaze töreni sırasında kendisini iyice kaybetmiş gibiydi. Saatlerce cenazenin önünde diz çöküp bekliyordu. Üzeri çiçeklerle kaplı ve bir sehpanın üzerinde bulunan tabutu kucaklıyordu. Çevresinde olup bitenlerin farkında değil gibiydi. Bakışları tanıdık bir yüzle karşılaştığında hemen ayağa kalkıyor, neredeyse koşar adımlarla odasına çıkıyor ve yatağının üzerine kapanıp uzun süre ağlıyordu. Yuri de neredeyse ona benzer bir durumdaydı. Saatlerce a-yakta durmanın getirdiği yorgunluk, uykusuzluk, gece gündüz yanmakta olan mumların parıltılı ışıkları, dua okuyan papazların gür sesleri ve o günlerde yakalandığı soğuk algınlığı üst üste binince, bilmediği bir dünyada yaşayan birine dönmüştü. On yıl önce annesini kaybetmişti. O zaman avutulamaz bir şekilde gözyaşı döktüğünü çok iyi anımsıyordu. O sıralar duymuş olduğu kederi, korkuyu şimdi de duyuyor gibiydi. O zaman kendi kişiliğinin pek farkında değildi. Çevresinde olup bitenler, dış dünya kendisi için büyük önem taşıyordu. Bu dış dünya tıpkı bir orman gibi kendisini çevrelemişti. Annesinin ölümünden o kadar etkilenmesinin nedeni, onun kendisini bu ormanda yalnız başına bırakıp gitmesindendi. Ölümünden önce bu ormanda annesiyle birlikteydi ve o kendisine iyi kötü yol gösteriyordu. İşte şimdi yeryüzünde bulunan her şeyin bulunduğu bu ormanda yalnız başına kalmıştı. Aslında bu orman yeryüzünün kendisiydi. Bulutlar, dükkânların parıltılı neon ışıkları, yangın merdivenlerinin trab-zanlarının topuzları, dini törenlerde Meryem Ana heykelini taşıyan arabanın önünde koşuşan çıplak kafalı dindarlar, mağaza vitrinleri, ulaşılamaz yükseklikteki ışıltılı gökyüzü, yıldızlar, tanrı ve onun azizleri hepsi de bu ormanın içindeydiler. Zaman zaman dadısı ona tanrıdan söz ederdi. O zaman bu ulaşılamaz gibi görünen gökyüzü sanki alçalır, alçalır da dadısının etekleri hizasına gelir, tüm ışıltılarıyla odasından içeri girmiş gibi olurdu. Bazen de dadısıyla gittikleri yan sokaktaki kilisenin ayinlerine benziyordu. Orada yıldızlar, ikonların önünde yanmakta o-lan mumlar oluyordu. Tanrı Baba ise papaz kimliğine bürünüyor-du. Herkes kendi bilgisine, gücüne göre bir iş yapıyordu. Yalnız asıl büyük insanların gerçek dünyası Yuri'nin etrafını bir ormanı andırır şekilde saran kentti. Yuri tüm benliğiyle etrafını saran bu ormanın tanrısına bir orman bekçisine inanır gibi inanıyordu. Şimdi bunların tümü de değişmişti. 12 yıllık öğrenim süresince Yuri; eski tarih, din bilgisi, edebiyat ve geçmiş yılların doğa bilgisi alanlarında çalışmalar yapmıştı. Tüm bunlar üzerinde derin düşüncelere dalmış, tıpkı ailesinin soy kütüğünü çıkarıyormuş gibi bu işin üzerinde durmuştu. Artık ne yaşamdan ne de ölümden korkuyordu: Dünyadaki her şeyin kendine göre bir açıklaması vardı. Kendisi de böylesine bir şeydi. Annesinin cenazesi başında beklemesiyle Anna'nın cenazesi başında beklemesi çok farklıydı. Zamanında annesi için yapılan duaların bile, Anna için yapılan dualardan başka bir anlamı vardı. Annesi için şaşkınlık ve korku içinde yaptığı şeyin bilincinde olmadan dua etmişti. Şu anda Anna için yapılan tören ise sanki ona yerine getirilmesi gerekli bir mesaj gibi geliyordu. Yaptığı işin dindarlıkla herhangi bir ilgisi yoktu. O yalnızca mirasçısı olduğu, gelmiş geçmiş insanların önünde saygıyla eğiliyordu. Onun yaptığı buydu. XVI «Ey ulu tanrı, kudretli ve ölmez tanrı, Rahmetini üzerimizden eksik etme.» Bu da ne? Yuri nerede? Tabutu dışarı çıkarıyorlar. Saat sabahın beşi. Uyanmak gerek. Yuri elbiselerini bile çıkarmadan divanın üstünde yığılıp kalmıştı. Ateşi de vardı. Her tarafta onu arıyorlardı ama kütüphanenin bu kuytu köşesine bakmak kimsenin aklına gelmiyordu. Kapıcı Markel «Yuri! Yuri!» diye seslenerek evin içinde dolaşıyordu. Çiçekleri taşımasında kendisine yardım edecekti. Tabut çıkartılıyordu. Bu arada Markel de çelenklerin, çiçeklerin yığılı bulunduğu odada kapalı kaldı. Çıkıştaki bir elbise dolabının kapsı açılmış Markel'in önünü kapamıştı. Aşağıdan bu kez «Markel! Yuri! Markel!» diye sesleniyorlardı. Markel bir tekme atarak dolabın kapısını kapadı ve kucakladığı birkaç çelenkle aşağıya koştu.
«Ey ulu tanrı, kudretli ve ölmez tanrı» ve benzeri sözler yukardan aşağı doğru sokak boyunca hafif bir şekilde ilerlemeye başladı. Her şey sağa sola, ileriye geriye doğru sallanıyordu. En sonunda Yuri'yi Shura Schlesinger buldu. Yanına gidip omuzlarından sarsarak: «Yuri ne oldu sana böyle? Cenaze kalkıyor. Sen bizimle gelmeyecek misin?» diye konuştu. «Elbette geleceğim.» XVII Cenaze duasının okunması bitmişti. Soğuktan korunmak için oldukları yerde tepinen dilenciler ikişerli sıra halinde yaklaştılar. Cenaze arabası, içi çelenk ve çiçek dolu fayton ve Kruegerler'in arabası yavaşça hareket ettiler ve kiliseye doğru yanaştılar. Shura Schlesinger yüzü gözü yaşlar içinde arabadan indi, tülünü kaldırarak araba dizisini araştıran gözlerle inceledi. Tabut taşıyıcıları görünce bir baş işaretiyle onları yanına çağırdı ve gelmelerini beklemeden kiliseye girdi. Giderek artan bir kalabalık da kiliseden dışarıya çıkıyordu. «İşte Anna da öldü. Bizleri bırakıp gitti. O da sonsuz, büyük yolculuğa çıktı.» «Evet yaşamını tamamladı. Artık sonsuz uykusunu uyuyacak.» «Arabanız mı var, yoksa tramvayla mı döneceksiniz?» «İnanır mısın ayakta durmaktan bacaklarım uyuştu. Biraz yü-rüsek herhalde çok iyi olur.» «Fufkov'un ne kadar perişan bir durumda olduğunu gördün mü? Gözlerini cenazeden ayıramadı. Hüngür hüngür de ağlıyordu. Hem de kadının kocasının yanında.» «Fufkov'un gözü hep Anna'daydı zaten.» Cenaze alayı bu tür konuşmalarla kentin diğer ucundaki mezarlığa geldi. O gün soğuklardaki yumuşama nedeniyle buzlar erimişti. Ortalıkta hiçbir yaşam belirtisi yoktu. Tam da cenaze töreni yapmaya uygun bir gündü. Kirlenmiş olan karlar yas tülleri arkasından parıldıyor gibiydi. Kararmış gümüşü andıran ıslak çamlar kilise parmaklıkları arkasından eğilmişlerdi. Sanki onlar da yas tutuyorlardı. Yuri'nin annesi de bu mezarlıkta yatıyordu. Yuri son yıllarda buraya hemen hemen hiç uğramamıştı. Annesinin mezarının bulunduğu tarafa doğru baktı. Yıllarca önce olduğu gibi «Anne,» diye mırıldandı. Cenaze alayı ağır ağır geri döndü. Babası kızı Tonya'nın koluna girmişti. Siyah yas elbiseleri Tonya'ya çok yakışmıştı. Onların peşinden Kruegerler geliyordu. Yuri ise yalnız başına ilerliyor, herkesi geçiyor, daha sonra onların gelmesini bekliyordu. Kafasında birkaç gün okul ve evden ayrılıp Anna için güzel şiirler yazmak düşüncesi vardı. Şiirleri yazacağı zamanı düşünerek bundan büyük haz duyuyordu. Manastırın üstünde bulunan karlar eriyordu. Kilisenin pembe duvarları üzerinde bulunan kar kalıntıları beyaz çiçekleri andırıyordu. Manastırın bahçesinin ıssız bir köşesinde asılı olan çamaşırlar ise havanın kuruluğu nedeniyle kaskatı kesilmişti. Yuri yeni yapılan binalarla görüntüsü bir hayli değişmiş olmasına karşın annesini toprağa verdikleri gün kaldıkları yerin burası olduğunu farketmişti. Scanned by hlecter DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
KAÇINILMAZ OLAYIN YAKLAŞMASI I
Lara Felitsova Semyonavna'nın yatağında baygın bir şekilde yatıyordu. Ateşler içindeydi. Sventitskyler, Doktor Drokov ve hizmetçiler başucunda alçak sesle konuşuyordu. Evin geri kalan her yanı boş ve karanlıktı. Yalnızca oturma odasında yanan bir lamba diğer odalara da hafif bir ışık veriyordu.
Komarovsky sanki kendi evindeymiş gibi bu boş odalarda sinirli bir şekilde ve sert adımlarla aşağı yukarı dolaşıyordu. Arada bir bilgi edinmek için başını yatak odasından içeri uzatıyor, sonra yine evin boş olan taraflarına yöneliyordu. Gümüş toplarla süslü Noel ağacını geçip yemek odasına geliyordu. Buradaki masalar kimsenin el sürmediği yiyeceklerle tıka basa doluydu. Masaların üzerindeki kristal bardaklar dışarıdan her araba geçişinde şangır-dayıp duruyordu. Komarovsky çok öfkeliydi. Birbirine zıt düşüncelerin etkisi altında bocalayıp duruyordu. Rezillikti. Ne kadar çirkin bir olaydı bu. Öfkesinden kendi kendini yiyordu. Bu olay onu çok etkileyecekti. Durumu sarsılacak, ünü lekelenecekti. Acaba dedikodular tam yayılmadan engellenmesi mümkün olabilecek miydi? Öfkesinin bir nedeni daha vardı: Bu vahşi, yaman kızın ne kadar görkemli bir çekiciliğe sahip olduğunu bir kez daha görmüştü. Lara'nın başkalarına benzemediği daha ilk bakışta anlaşılıyordu. Onda anlaşılamayan, dokunulmamış, tertemiz bir şeyler vardı. Komarovsky onun böyle bir yanının bulunduğunu çok önceden anlamıştı. Ancak onu onarılması mümkün olmayan bir şekilde yaraladığı da kesindi. Geleceğini düzene sokmak için aldığı karar da ne kadar doğruydu ve bu konuda da ne kadar güçlü, ne kadar kararlıydı. Ona her bakımdan yardım etmesi, öncelikle bir oda tutması gerekecekti, fakat bir daha elini sürmemeliydi. Ondan uzak durmalı ve yaşamını bir daha gölgelememeliydi. Zaten böyle davranmazsa kimbilir başına daha ne dertler açardı. Bu olay daha şimdiden başına ne dertler açmıştı. Neler olacağı henüz belli değildi. Daha sabah olmadan polis olaydan haberdar olmuştu. Olayın üzerinden henüz iki saat geçmesine karşın Komarovsky iki kez mutfağa gidip polisle konuşmak, ortalığı yatıştırmaya çalışmak zorunda kalmıştı. İş çok daha karışık bir hal alacaktı. Öncelikle Lara'nın Kor-nakov'u değil de Komarovsky'yi öldürmek istediği kanıtlanacaktı. Konu bu şekilde de kapanmayacaktı. Bu durum Lara'ın sorumluluğunun bir kısmından kurtulmasını sağlayacaktı. Eğer konunun mahkemeye götürülmesi önlenebilirse olay biraz daha kolay kapanabilirdi. Bunu başaramazsa Komarovsky bu kez Lara'nın olay sırasında bilincinin yerinde olmadığına ilişkin bir rapor alarak kavuşturmanın durdurulmasını sağlayacaktı. Bu şekilde düşündükçe Komarovsky'nin sinirleri yatıştı ve sakinleşmeye başladı. Artık sabah olmuştu ve güneş ışınları odaların içlerine süzülmeye başlamıştı. Masaların, koltukların, altlarına, dolapların arkalarına gizlenmeye çalışan hırsızları andırıyorlardı. Komarovsky yatak odasına son bir göz attı. Lara'nın henüz iyileşmediği haberini alınca paltosunu giydi. Yakın arkadaşı olan bir kadın avukatı görmeye gitti. Avukat Ruffina Onissimovna Vi-otovsky siyasi bir mültecinin hanımıydı. Oturduğu sekiz odalı daire şimdi kendisine çok geniş geliyordu. Kiraya verdiği iki odadan biri şu anda boştu. Komarovsky bu odayı Lara için tuttu. Birkaç saat sonra Lara koma halinde buraya getirildi. II Ruffina Onissimovna ilerici bir kadındı. Kendi deyimiyle o-lumlu, canlı her şeye yakınlık duyuyordu. Yatağının başucundaki komidinin üzerinde yazarının kendi adına imzaladığı Erfurt Programı adlı kitap vardı. Odasının duvarını süsleyen resimlerden birinde sevgili kocası Viat, Markxist kuramcı Plekhanov ile birlikte İsviçre'de düzenlemiş bir halk şenliğinde görülüyordu. İkisinin de üzerinde aynı tip ceket vardı ve ikisi de panama şapka giymişlerdi. Ruffina Onissimovna hasta kiracısını daha ilk görüşte pek beğenmemişti. Onun yaşama küskün biri olduğundan hasta taklidi yaptığını düşünüyordu. Duyduğu hoşnutsuzluğu pek çok davranışıyla dile getiriyordu. Kapıları çarpıyor, yüksek sesle şarkılar söylüyordu. Lara'ın odasına yakın yerlerde gürültü yapıyor, pencereleri bütün gün açık tutuyordu. Daire, Arbat Sokağı'nda büyük bir binanın en üst katındaydı. Bahar yaklaştıkça dairenin içi güneş ışıklarıyla dolmaya başladı. Odaların tümünde baharın gelişini haber veren işaretler bulmak mümkündü. Güneyden esen sıcak bir rüzgâr pencerelerin üzerinde bulunan küçük kanatlardan içeriye süzülüyordu. Uzak istas-yonlardaki lokomotiflerin gürültüleri Lara'nın odasına kadar geliyordu. Hasta yatağında Lara zamanının çoğunu eski günlerini düşünerek geçiriyordu. En fazla anımsadığı gün Urallardan Moskova'ya geldikleri
ilk gündü. Çocukluğunun unutulmaz günlerinden olan bugünü yedi sekiz yıl önce yaşamıştı. İstasyondan kentin diğer ucunda bulunan otele gitmek için hemen hemen tüm Moskova'yı bir uçtan öbür uca geçmişlerdi. Sokak lambaları bindikleri arabanın sürücüsünün gölgesini duvarlara yansıtıyordu. Adam iki büklüm olmuş gibiydi. Gelip geçen tramvayların sesleri ve karanlığın içinden gelen kilise canlanın sesleriyle sağır olacağını sanmıştı. Dükkânların vit-rinlerindeki ve reklam panolarındaki ışıklar da sanki ayrı bir gürültü kaynağı gibi geliyordu ona. Otel odasındaki masanın üzerinde bulunan karpuzun büyüklüğü de Lara'yı şaşkına çevirmişti. Komarovsky bir karpuz keserek yeni meskenlerinde kendilerine «Hoş geldiniz,» diyordu. Bu hediye Lara'ya Komarovsky'nin servetinin, zenginliğinin bir göstergesi gibi gelmişti. Komarovsky koyu yeşil renkli bu kocaman karpuzu bir bıçakla ortadan ikiye böldüğünde Lara, korkudan dehşet içinde kalmıştı. İkiye ayrılan karpuzun sulu, lezzetli kısmı ortaya çıkmıştı. Lara duyduğu korkuya karşın kendisine ikram edilen karpuz dilimini reddetme cesaretini gösteremedi. Ancak pembe, tatlı lokmaları yemekte bir hayli güçlük çekmişti. Çünkü lokmalar kolay kolay boğazından geçmiyordu. Daha sonra yenilen pahalı akşam yemeği; kentin göz kamaş-tırıacı manzarası karşısında nasıl şaşkınlığa düşmesine neden olmuşsa, Komarovsky'nin karşısında da aynı şaşkınlığa düşürmüştü Lara'yı. İşte olayları buradan başlayarak açıklamak gerekiyordu. Ancak Komarovsky şimdi tanınamayacak derecede değişmişti. Ne Lara üzerinde hak iddia ediyor, ne de ona geçmişini anımsatıyordu. Doğru dürüst ziyaretine bile gelmiyordu. Kendisinden uzak durmasına karşın her an yardımına koşmaya hazır olduğunu hissettiriyordu ona. Kologrivov'un ziyaretine gelmesi ise Lara'yı fazlasıyla sevindirdi. Bu sevinç onun uzun boylu ya da yakışıklı olmasından kaynaklanmıyordu. Bakışlar öyle canlı, gülümseyişi öyle akıllıcaydı ki... Kologrivov'dan kaynaklanan yaşama sevinci tüm odayı kaplıyordu sanki. Lara'nın sevinci de işte bundan kaynaklanıyordu. Çağrıldığı kabine toplantılarında koskoca bakanları birer çocuk gibi azarlayan Kologrivov, ellerini ovuşturarak Lara'nın yatağının kenarına oturdu. Karşısında ailesinin bir bireyi olarak gördüğü gerçek kızıyla hiçbir ayrım yapamadığı biri yatıyordu. Kendi ailesiyle konuşmakta nasıl güçlük çekiyorsa Lara'nın karşısında da aynı durumdaydı. Kullanacağı sözcükleri seçmekte zorlanıyordu. Lara ile büyük bir insanmış gibi konuşamaz, ona karşı gelişi güzel davranamazdı. Onu üzeceğini sandığı konulara değimek istemiyordu. «Neler de yapmışsın sen bakayım. Tüm bunlara ne gerek vardı?» dedi. Sonra sustu. Duvarlardaki, tavandaki rutubet lekelerine baktı. Sitemli bir şekilde başını sallayarak: «Düsseldorf ta bir uluslararası resim, heykel ve çiçekçilik sergisi açılıyor. Oraya gideceğim. Senin burası biraz rutubetli gibi. Daha çok kalmayı düşünüyor musun? Bence pek rahat bir yer değil. Sonra laf aramızda bu Viat denilen kadın da malın gözüdür haa... Kendisini çok eskiden tanırım. En iyisi bir başka yere taşın. Epey bir süredir yatıyorsun. Kalkmalısın artık. Kalk odanı değiştir. Çalışmaya başla, üniversiteyi bitir. Benim ressam bir arkadaşım var. İki yıllığına Türkistan' a gidiyor. Birkaç odalı bir atölyesi var. Burayı güvenebileceği, tanıdığı birine kiraya vermek istiyormuş. Gerçek bir apartman dairesi. İstersen burayı sana tutayım. Ha... Bir şey daha var. Ben bir işadamıyım. Biliyorsun. Uzun bir zamandan beridir yerine getirmek istediğim bir borç bu. Benim için kutsal bir borç. Hele Lipa okulu bitirdikten sonra... Okulu başarıyla bitirdiği için sana da küçük bir armağan vereceğim. Rica ederim reddetme... Kesinlikle olmaz, alacaksın. Boşuna inat etme. Tanrı aşkına bunu al... » Lara'nın tüm itirazlarına, ağlayışına ve hatta kendisiyle kavga eder gibi oluşuna aldırmadan, nerdeyse zorla on bin rublelik bir çeki kabul ettirdi. Lara tümüyle iyileşince Kologrivov'un kendisine önerdiği eve taşındı. Daire Smolensky Çarşısı'na yakın bir yerde iki katlı bir binanın üst katındaydı. Evin diğer bölümünde arabacılar vardı. Alt katta da bir depo vardı. Avlunun parke taşları üzerinde daima yulaf ve saman döküntüleri olurdu. Güvercinler bu döküntüler tize rinde yemlenir, koşuşur ve uçuşurlardı. Zaman zaman gürültüyle havalanan güvercinler hiçbir zaman Lara'nın penceresinin hizasının üstüne çıkmıyorlardı. Ara sıra da avludaki taş yalağın etrafında sürü halinde fareler görülürdü.
III Pasha'nın üzüntüsü devam ediyordu. Hastalığı sırasında Lara'yı görmesine izin vermemişlerdi. Duyduklarına göre Lara sevdiği erkeği öldürmeye kalkışmış, daha sonra da aynı erkek tarafından korunma altına alınmıştı. Böyle bir durumda insan nasıl iyi olabilir ki? Her şey o Noel gecesi Pasha'nın odasında mum ışığı altında yaptıkları konuşmadan sonra olmuştu. Bu adam olmasa Lara tutuklanır, belki de mahkûm edilirdi. Bu adam Lara'yı büyük bir rezaletten kurtarmıştı. Bu sayede öğrenimine devam edebilecek ve ortalıkta kimse tarafından rahatsız edilmeden dolaşabilecekti. Pasha tamamen şaşkın bir durumdaydı. Lara kendini biraz iyi hisettiğinde Pasha'yı çağırttı. Ona, «Ben çok kötü bir kadınım. Sen bunu bilmiyorsun. Bir gün sana her şeyi anlatacağım. Şimdi anlatamam. Ne kadar zor konuştuğumu görüyorsun. Ama sen benden uzaklaş, beni unut. Çünkü sana layık değilim ben,» dedi. Sonra oldukça üzücü bazı olaylar oldu. Bayan Ruffina Onis-simovna -Çünkü bu olay yaşandığında Lara hâlâ o kadının evinde oturuyordu- Pasha'nın ağlamaklı yüzünü görünce odasına koşup kendini divanın üstüne attı. Katılırcasına, gözlerinden yaşlar gele-cerek gülüyordu. «Aman tanrım, böyle şeylerde mi görecektim. Tam da romantik bir aşk. Böylesi aşklar romanlarda kaldı sanmıştım ben.» Lara, Pasha'yı bu zor durumdan kurtarmak için başka bir yol denedi. «Pasha artık seni sevmiyorum. Kesinlikle ayrılıyorum senden,» dedi. Bunu söylerken öylesine ağlıyordu ki kimse onun söylediklerine inanamazdı. Pasha onun büyük günahlar işlediğine inanıyordu. Lara'nın söylediği hiçbir şeye inanmıyordu. Onu lanetlemeye, ondan nefret etmeye de hazırdı. Bir yandan da onu çılgınca seviyordu. Onun kafasından geçen düşünceleri, su içtiği bardağı, başını koyup uyuduğu yastığı bile kıskanıyordu. Aklını kaçırmamak için büyük çaba harcıyordu. Bunun üzerine bu işe kesin bir son vermek için sınavların bitmesini bile beklemeden evlenmeye karar verdiler. Hatta nikâh gününü bile saptadılar. Ancak Lara yine son anda nikâh gününü ileriye attı. Sınavları başarıyla verdiklerini öğrenince Paskalya Yortu-su'ndan elli gün sonra evlendiler. Düğün ve evlenme hazırlıklarını Lara'nın okul arkadaşı Tusya'nın annesi Lyudmilla Kapitonovna Thepurko yapmıştı. Lyudmilla hoş bir kadındı. Kalın sesli ve dik göğüslüydü. Çok güzel şarkı söylerdi. İşlek, pratik bir zekâsı vardı. Ancak kafası birçok batıl inançla doluydu. Bunların bir kısmını surdan burdan duymuşken, bir kısmını da kendisi uydurmuştu. Lara'nın gelinliğini giydiren onu hazırlayan da Lyudmilla idi. Ayna önünde Lara'ya son bir kez çeki düzen verdikten sonra kiliseye gitmişlerdi. O gün hava çok sıcaktı. Kilisenin altın yaldızlı kubbeleriyle yollardaki kumlar parıl parıl parlıyordu. O gün sanki binlerce düğün daha varmış gibi kızlar yazlık beyaz elbiseler giyip saçlarını kıvırttırmışlardı. Delikanlılar ise koyu elbiseler giymiş, saçları briyantinli heyecanlı heyecanlı ortalıkta dolaşıyorlardı. Herkes sıcaktan ter içinde kalmıştı. Lara, tam mihrabın önündeki halıya ayak basacağı sırada, bir başka arkadaşının annesi olan Logadina bolluk ve bereket getirmesi dileğiyle ayaklarının altına bir avuç gümüş para attı. Öte yandan aynı amaçla Lyudmilla Lara'ya, «Haç çıkarırken elini çıplak uzatma, onu tülünle ya da dantelinle ört,» diye öğüt veriyordu. «Sonra, elindeki mumu da mümkün olduğunca yüksek tut. Böyle yaparsan evde senin sözün geçer,» diyordu. Lara bunun tam tersini yapmak istedi. Ancak bir türlü isteğini yerine getiremedi. Çünkü o elindeki mumu aşağıya doğru indirdikçe, Pasha da mumunu aşağıya indiriyordu, böylece de hep kendi mumu yüksekte kaldı. Kiliseden sonra düğün yemeğinin yeneceği Lara'nın evine gittiler. O gün Pasha da eşyalarını oraya getirmişti. Konuklar Rus geleneklerine uygun hareket ediyorlardı. Bir grup, «Acı bu acı, içilir gibi değil!» diye bağırdı. Bir başka grup, «Biraz şeker koymalı o halde,» diye karşılık verdi. Bunun üzerine genç çift utangaç utangaç gülümseyerek öpüştü. Lyudmilla onların onuruna güzel sesiyle şarkılar söyledi. Herkes gidip de ortalığı bir sessizlik kapladığında ikisi de şaşkına döndü. Lara'nın penceresinin karşısındaki sokak fenerinin ışığı odaya giriyordu. Lara perdeleri kapattı.
Ancak ne şekilde kapatırsa kapatsın içeriye mutlaka ince bir ışık demeti sızıyordu. Bu da Pasha'ya huzursuzluk veriyordu. Pasha birdenbire Lara'dan, o-na olan sevgisinden daha çok, bu ışık demetiyle ilgilendiğini far-ketti. Hiç bitmeyecekmiş gibi süren o gece boyunca; arkadaşlarının «Parlak delikanlı,» diye takıldıkları dünün üniversite öğrencisi Pasha bir yandan mutluluğun doruğuna çıkarken, bir yandan da üzüntünün en derinlerini tattı. Karısına sorduğu her soruya aldığı karşılık onda yeni kuşkular yaratıyordu. Öğrendiği yeni şeylere bir türlü uyum göstermiyordu. Beyni yeni öğrendiği şeyleri kabullene-miyordu. Konuşmaları sabaha değin sürdü. Pasha'nın yaşamında o geceki kadar ani ve somut bir değişiklik olmamıştı. O kadar değişmişti ki, ertesi gün aynı adı taşıması bile şaşırtıyordu onu. IV İkisi de sınavlarını başarıyla vermişlerdi. İkisine de Urallar'-daki bir kentte öğretmenlik önerilmişti. Düğünlerinden on gün sonra arkadaşları onlar için bir veda partisi düzenlemişlerdi. Bu parti de düğün yemeği yedikleri odada düzenlenmişti. Ertesi gün de yola çıkacaklardı. Atölyeyi oturdukları odadan ayıran perdenin arkasında eşyalar duruyordu. Hemen hemen eşyalarının tümünü toplamışlardı. Bunların bir kısmını önceden göndereceklerdi. Bir hayli de eşyaları vardı. Bunların bir kısmı denk yapılmıştı. Diğer eşyalar bavullara, sepetlere doldurulmuştu. Henüz kapatılmamış olan sandık ve bavullarda boş yerler vardı. Lara ikide bir unuttuğu bir şeyi anımsıyor, hemen bu boş yerlerden birine tıkıştırıyordu. Pasha, Lara'dan önce konuklarla birlikte eve gelmiş onları eğlendirmeye çalışıyordu. Lara ise üniversiteden nüfus kâğıdını ve diğer belgelerini, eve dönerken de bol miktarda ip ve çuval almıştı. Eve döndüğünde konukların kimiyle öpüştü, kiminin ellerini sıktı. Yatak odasına geçip elbisesini değiştirdi. Döndüğünde hepsi onu alkışlıyor, bağırıp çağırıyordu. Daha sonra yemeğe oturulmuş, düğün günündekini andıran bir patırtı gürültü başlamıştı. Bir yandan yemekler yenirken, bir yandan da şakalaşılıyor, konuşuluyor, gülünüyordu. Bazı konuklar çabucak sarhoş olmuşlardı. Öncekinden farklı olarak yalnızca gençlerin katıldığı bu partinin yaşlı olarak tek ayrıcalıklısı Komarovsky idi. Lara bir ara yanında oturan kocasına, «Yorgunluktan ölüyorum,» dedi. «Bütün işler tamam değil mi?» «Evet.» «Yorgunum ama, kendimi gene de çok mutlu hissediyorum. Ya sen? Sen de mutlu musun?» «Tabii ben de mutluyum. Ama bunları sonra konuşuruz.» Akşamın geç saatlerine doğru Komarovsky bir konuşma yaptı. «Genç dostlarımın gitmesiyle ben burada yalnız başıma kalacağım,» dedi. «Moskova'nın benim için çölden farkı kalmayacak.» O kadar heyecanlıydı ki oğlan gibi konuşuyor, söylediklerini yineliyordu. Pasha ve Lara'dan kendilerine mektup yazmak ve ayrılıklarına dayanamazsa gelip kendilerini ziyaret etmesine izin vermelerini istiyordu. Lara biraz yüksek sesle ve sertçe: «Böyle şeylere hiç gerek yok. Moskova çöle benzeyecekmiş, mektup yazmak için izin, bunlar çok anlamsız şeyler. Yanımıza gelmeyi ise hiç düşünmeyin. Tanrının yardımıyla biz olmadan da yazarsınız. Kendinize başka genç arkadaşlar da bulursunuz. Biz o kadar bulunmaz şeyler değiliz. Öyle değil mi Pasha?.. » Ö anda anımsadığı bir şey, konuştuğu şeyleri unuturdu ona. Kalkıp mutfağa girdi. Kıyma makinesini sökerek parçalarına ayırdı. Sonra aralarına saman serperek bu parçalan sepete yerleştirdi. Yaptığı işe o kadar dalmıştı ki az kalsın makinenin bıçaklarından biri elini kesecekti. Konukları da unutmuştu ki, birden onların artan sesiyle kendine geldi. İnsanlar biraz sarhoş olduklarında kendilerini daha fazla sarhoş gibi göstermeye çalışıyorlardı. Sarhoşlukları arttıkça bu konudaki çabalarını da artırıyor, artık çekilmez bir hale geliyorlardı.
O ara dışarıdan gelen bir ses dikkatini çekti. Pencereye yanaşıp aşağıya baktı. Avluda ayağı köstekli bir at topallayarak dolaşıyordu. Atın kime ait olduğunu, bu avluya nasıl çıktığını bilemiyordu. Tüm kent uykudaydı. Sanki hiçbir canlı yaratık kalmamıştı. Lara gözlerini yumdu. Bu nal sesleri onu kimbilir hangi büyülü ortama götürmüştü. Bu sırada kapı çalındı. Lara kulak kabarttı. Birisi kapıyı açmak üzere sofradan kalkmıştı. Gelen Nadya idi. Lara hemen onu karşılamaya koştu. Nadya trenden iner inmez Lara'ya koşmuştu. Hiç yorgun görünmüyordu. Çok taze, sevimli bir hali vardı. Dupl-yanka'daki inci çiçeklerinin kokusunu getirmişti sanki. İki arkadaş uzun süre konuşmadan birbirlerine sarılı bir şekilde kaldılar. İkisi de ağlıyordu. Nadya tüm ailesinin tebrikleriyle birlikte bir de hediye getirmişti Lara'ya. Nadya çantasının içinden bir mücevher kutusu çıkardı ve kapağını açtı. Muhteşem bir kolye duruyurdu kutunun içinde. Her yandan hayranlık sesleri duyuldu. Bu muhteşem kolye sarhoşları bile ayıltmıştı. Bunlardan biri, «Pembe yakut bu. Evet evet pembe yakut. Çok değerlidir bunlar, elmas kadar değerli.» Nadya ise kolyenin «safir» olduğunu söylüyordu. Lara Nadya'yı yanıbaşına oturttu. Ona ikramlarda bulundu. Sızmaya başlamış konuklardan bazıları da kendilerine gelmişlerdi. Bu kez Nadya'yı yalnız bırakmamak için içmeye başlamışlardı. Sonunda onu da çabucak sarhoş ettiler. Kolye masada tabağın yanında duruyordu. Lara gözünü ondan ayıramıyordu. Pırıl pırıl parlayan taşlan etrafa ışıltılar saçıyordu. Az sonra konukların birçoğu oldukları yerde sızıp uyumaya başlamıştı. Bunların çoğu sabah Lara ve Pasha'yı istasyondan yolcu edecekti. Orada kalmalarında herhangi bir sakınca yoktu. Lara elbiselerini bile çıkarmadan nasıl olup da divanda uyumakta olan Ira Lagodina'ın yanına yatmıştı, anımsamıyordu. Lara gece yarısına doğru avludan gelen seslerle uyanmıştı. A-tın sahipleri gelmiş, atı götürüyordu. Gözlerini açar açmaz, «Vay canına, bü Pasha, odanın ortasına dikilmiş de ne yapıyor böyle?» diye düşündü. «Ne yapıyor ,ne arıyor böyle?» İşte o anda Lara'nın kocası sandığı adam yüzünü ondan yana dönmüştü. Lara bu adamın bir hırsız olduğunu hemen anlamıştı. İri yarı, çiçek bozuğu suratında bıçak izleri bulunan bir adamdı. Lara kolyesini anımsadı. Bağırmaya çalışıyor, ancak boğazından ses çıkmıyordu. Dirsekleri üzerinde doğrularak yemek odasına doğru baktı. Kolyesi orada çikolata kâğıtları ve ekmek kırıntıları arasında duruyordu. Hırsız onu görmemişti. Lara'nın özenle hazırladığı bavulları, sepetleri karıştırıyordu. Lara hırsızın her şeyi berbat ettiğini düşünüyordu. Üzerinden atamadığı uykusu nedeniyle ancak bu kadar düşünebiliyordu. Tekrar bağırmak istedi, gene başaramadı. Bunun üzerine biraz hızlı bir şekilde diziyle Ira'nın midesini dürttü. Onun acıyla attığı çığlık Lara'yı kendine getirdi ve oda bağırmaya başladı. Hırsız her şeyi olduğu gibi bırakıp kaçtı. Ayılan erkeklerden bazıları peşine takılmak istedi. Fakat kapının önüne çıktıklarında izleyecekleri adam kayıplara karışmıştı bile. Bu olay nedeniyle uyuyan herkes uyanmıştı. Lara da onların yeniden uyumalarına izin vermedi. Hepsine kahve pişirdi, iyice a-yılmalarını sağladıktan sonra evlerine gönderdi. «Hadi bakalım güle güle yarın garda görüşürüz,» diyordu gönderdiği her konuğa. Onları gönderdikten sonra Lara sıkı bir çalışmaya koyuldu. Aceleyle yatak çarşaflarını topladı, bavullara yerleştirdi. Her şeyi kalın iplerle sıkıca bağladı. Kendisine yardım etmek isteyen Pasha'nın ve kapıcının karısının hiçbir şeye dokunmalarına izin vermedi. Her şey yolunda gitti. Lara ve Pasha tam zamanında gara geldiler. Tren ağır ağır hareket etti. Arkadaşları ellerine aldıkları şapkalarını sallıyordu. Tren sanki onların bu hareketleri sonucu oluşan rüzgârla gidiyor gibi geliyordu. Şapkaların hareket etmediği bir an bir bağırtı duydular. Bu ses üç kez tekrarlanmıştı. Herhalde arkadaşları «Hurra... » diye bağırmışlardı. Tren de sanki bu bağırmayı bekliyormuş gibi hızlandı. V Hava üç gündür çok kötüydü. Sürekli yağmur yağıyordu. Savaşın ikinci sonbaharı yaşanıyordu. İlk yılın aksine başarısızlıklar birbirini izliyordu. Karpatlar'da toplanıp buradan aşağıya inip Macaristan'ı işgale hazırlanan General Brissilov komutasındaki
sekizinci ordu da çekilmek zorunda kaldı. Savaşın ilk aylarında işgal ettikleri Galiçya'yı da boşalttılar. Yuri'ye herkes artık soyadıyla, Yuri Andreyeviç diye hitap e-diyordu. Tonya'yı doğumevi ameliyathanesinin bulunduğu salondaki bir odaya yerleştirmiş ve onunla vedalaşmıştı. Şimdi nasıl haberleşebileceklerini konuşmak üzere ebeyi bekliyordu. Bir an önce kendi hastanesine dönmek istiyordu. Muayene edeceği iki hastası varken o burada boşuna zaman öldürüyordu. Yağmur rüzgârın etkisiyle dikine değil de yanlamasına atıştırıyordu. Hava henüz iyice kararmamıştı. Yuri hastanenin arkasında bulunan avluları, alandaki konakların verandalarını, tramvay raylarını seçebiliyordu. Tramvay yolu hastane polikiniklerinden birinin servis kapısına kadar uzanıyordu sanki. Yağmur insana huzursuzluk veren bir şekilde yağmasını sürdürüyor, rüzgâr ise hep aynı şiddetle esiyordu. Bir eve sarılmış olan sarmaşığı yakalamış yerden yere vuruyor, sanki onu kökünden söküp atmak istiyordu. O sırada verandalı evlerin önünden geçip hastanenin önüne kadar gelen üç vagonlu bir tramvaydan indirilen yaralı askerler içeriye taşınmaya başladı. Lutsk'taki çarpışmalardan sonra Moskova'da bulunan tüm hastaneler tıklım tıklım dolmuştu. Yaralılar artık koridorlara, sahanlıklara bile yatırılıyordu. Yer konusunda o kadar büyük sıkıntı vardı ki doğumevine bile yaralı gönderilir olmuştu. Yuri sırtı pencereye dönük bir şekilde esnedi. Hiçbir şey düşünemez bir durumdayken birden aklına bir konu takıldı. Kendi çalıştığı Kutsal Haç Hastanesi'nin cerrahi kısmında o gün bir hasta ölmüştü. Yuri ölümün karaciğer iltihabından olduğunu söylüyor, arkadaşları ise buna itiraz ediyorlardı. O gün otopsi yapılarak gerçek ölüm nedeni araştırılacaktı. Otopsiyi yapacak olan ayyaşın biriydi. Yuri onun bu işi yüzüne gözüne bulaştıracağına inanıyordu. Ortalık hızla kararmış, dışarıda hiçbir şey görünmez olmuştu. Bu sırada pencerelerde de birer birer ışıklar yanmaya başlamıştı. O akşamın nöbetçi doktoru kadın hastalıkları uzmanı, dev yapılı biriydi. Kendisine sorulan her soruya omuz silkerek yanıt veriyordu. Böylelikle şunu söylemek istiyor gibiydi: «Bilim ne kadar gelişmiş olursa olsun bazı durumlarda çözümsüz kalır.» Gülümseyerek Yuri'nin yanından geçti. Ellerini ovuşturuyor ve başını sallıyordu. Bu davranışıyla, sabırla beklemekten başka çıkar yol olmadığını anlatmak ister gibiydi. Sigara içmek üzere koridorun sonundaki bekleme odasına girdi. Az sonra, onun çıktığı yerden bu kez asistan göründü. Doktor ne kadar az konuşan biriyse bu kadın da onun tersine gevezenin biriydi. Yuri'ye, «Sizin yerinizde olsam hemen eve giderdim,» dedi. «Ben sizi yarın hastaneden arar durumu bildiririm. Yarma kadar bir şey olacağını sanmıyorum. Pek çok belirti doğumun gayet normal bir şekilde geçeceğini gösteriyor. Çocuğun başının durumu, kasılmaların olmaması, sancıların gelmeyişi bizi biraz endişelendiriyor ama bu konuda konuşmak için zaman henüz erken. Her şey doğumun başlamasıyla anlaşılacak. Çocuğun nasıl doğacağını ancak o zaman anlayacağız. Yuri ertesi gün hastaneye telefon ettiğinde, karşısına çıkan hademe telefonu kapamayıp beklemesini söyledi. Gidip durumu öğrenecekti. Yuri telefonun başında on dakika kadar endişe içinde kıvranıp durdu. Sonunda dönüp gelen hademe ona şöyle bir mesaj iletti: «Diyorlar ki: Söyle ona, karısını çok erken getirmiş buraya. Gelip geri götürsün.» Yuri fena halde kızarak, «Neler söylüyorsun sen? Git de bu işten anlayan birini gönder,» dedi. Sonradan telefona gelen bir hemşire, «Endişelenecek bir şey yok. İki gün daha sabretmeniz gerekiyor,» dedi. İki gün sonra da karısının sancılarının geceleyin başladığını, sabaha doğru su boşaldığını, gene sabahın erken saatlerinden beri de şiddetli kasılmaların başladığını öğrendi. Bunun üzerine Yuri hemen hastaneye koştu. Koridordan geçerken açık bırakılmış olan bir kapıdan Tonya'nın yürek parçalayan çığlıklarını işitti. Bir trenin tekerleri altında kalıp birçok organını yitirmiş birisi gibi bağırıyordu. Yuri'nin onu görmesine izin vermediler. O da yumruklarını sıkarak koridorda bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. Dışarıda tıpkı önceki günkü gibi bir yağmur yağıyordu. Bu sırada bir hastabakıcı dışarıya çıktı. Yeni doğmuş bir bebeğin viyaklamaları duyuldu. Yuri kendi kendine, «Ohh! Çok şükür kurtuldu!» diyordu. Hastabakıcı kadın, yumuşak tatlı bir sesle, «Bir oğlunuz oldu. Her şey yolunda gitti. Şimdi sizi içeri alamayız. Zamanı
gelince çocuğu gösterirler. Annesine güzel bir hediye verin. Çok sancı çekti zavallı. İlk çocuklarda genellikle böyle olur.» Yuri kendisine anlatılanları duymuyordu bile. Durmadan kendi kendine, «Oh.. Kurtuldu. Çok şükür sağ salim kurtuldu!» diye söylenip duruyordu. Hemşire bu işte onun da rolü olduğu için Yuri'yi kutluyordu. Fakat o bundan hiç de gurur duymuyordu. Sanki gökten indirilmiş gibi çocukla pek ilgilendiği yoktu. O-nun için önemli olan tek bir şey vardı ve o da Tonya idi. Tonya karşılaştığı ölüm tehlikesini atlatmıştı ya... Hastane yakınındaki bir hastasını görmeye gitti. Yarım saat içinde geri dönmüştü bile. Koridordan ameliyathaneye açılan kapının iki kanadı da açık bırakılmıştı. Ne yaptığının farkında bile olmadan Yuri buradan içeriye girdi. O içeri girer girmez dev yapılı doktor da yerden bitmiş gibi aniden karşısına dikiliverdi. Hasta duymasın diye alçak sesle: «Nereye gidiyorsunuz? Deli misiniz siz?» dedi. «Yara açık, her taraf kan içinde. Sonra içeriye mikrop da taşıyabilirsiniz. Hasta üzerinde yapabileceğiniz psikolojik etkiyi bir düşünsenize. Ne kadar da güzel davranıyorsunuz. Üstelik de doktorsunuz!» «İyi ama... Canım şöyle şuracıktan, kapının aralığından bir göz atayım demiştim. Bir kerecik göreyim ne olur.» «O zaman olur, bir diyeceğim yok. Yalnız çok dikkat edin. Kesinlikle hastanın sizi görmemesi gerekiyor.» Odada beyaz gömlekli iki kadın; biri ebe, biri hemşire sırtları kapıya dönük duruyorlardı. Hemşirenin elleri arasında kıpır kıpır kıpırdayan bir bebek vardı. Kırmızı bir lastik parçası gibi açılıp kapanıyor, viyaklıyordu. Ebe çocuğun göbeğini kesiyordu. Tonya salonun ortasında, tekerlekli bir ameliyat masasının üzerinde yatıyordu. Başı yüksekte, çektiği acılardan bitkin bir şekilde yatıyordu. Yuri onu bir körfeze demir atmış bir gemiye benzetti. Bu öyle bir gemiydi ki nereden alındığı bilinmeyen yeni ruhlardan oluşan yüküyle ölüm okyanusunu sağlıklı bir şekilde aşmış yaşam kıyısına varmıştı. Şimdi bu yükünü boşaltmış daha sonra da limana girip demirlemişti. Yükünü de boşaltmış olduğu için şimdi rahatça dinleniyordu. Direkleri, ipleri hırpalanmış teknesi kısacası her parçasıyla dinleniyor yeniden kuvvet topluyordu. Beyni de nerelerden geçtiğinin, nasıl badireler atlattığının, sağlıklı bir şekilde limana vardığının farkında değil gibiydi. Taşıdığı bayrağın nasıl bir ülkeye ait olduğu bilinmediği için de onunla hangi dilde konuşulacağı bilinmiyordu. Yuri çalıştığı hastaneye döndüğünde herkes koşup onu tebrik etti. «Ne kadar da çabuk haber almışlar!» diye şaşkınlık içinde kaldı. Daha sonra asistanlar odasına geçti. Hastane o kadar doluydu ki, burayı soyunma odası olarak kullanmaya başlamışlardı. Herkes kıyafetini burada değiştiriyor, birçok eşyasını da burada unutup gidiyordu. Yerler sigara izmariti ve kâğıt parçalarıyla doluydu. Anatomici pencerenin önünde durmuş elindeki şişeyi ışığa tutarak içindeki bulanık sıvıyı inceliyordu. Hep aynı yöne bakarken başını bile çevirmeden, «Tebrik ederim!» dedi. «Teşekkür ederim. Çok naziksiniz.» «Bana teşekkür etmene gerek yok. Otopsiyi Pishuzhkin yaptı. Doğrusu herkes bu işe pek şaştı. Teşhisiniz çok yerindeymiş. Hastalık karaciğer iltihabıymış. Şimdi herkes bundan söz ediyor. O sırada içeriye başhekim girdi. İkisine de «Günaydın,» dedikten sonra, «buranın pisliği de ne böyle, çöplük sanki. Asistan odası bu kadar pis olur mu? Haa Jivago, seni tebrik ederim. Teşhisin doğruymuş. Hastalık karaciğer iltihabı çıktı. Yalnız sana kötü bir haberim de var. Sizin sınıfı gene askere almayı düşünüyorlar. Çok uğraştım ama bu kez engel olamadım. Askeri hekimlere ihtiyaç çok. Galiba yakında barut kokusu almaya gideceksin.» VI Lara ve Yuri, Yuryatin'de hiç de beklemedikleri bir ilgiyle karşılaştılar. Orada herkes Guishardtarı sevgiyle anıyordu. Bu durum Lara'nın çok işine yaradı. Herhangi bir sıkıntı çekmeden rahatlıkla yeni yerlerine yerleştiler. Yaklaşık dört yıldan beridir Yuryatin'deydiler.
Lara'nın uğraşısı pek çoktu. Ev işleri vardı. Artık üç yaşına girmiş olan Katya'nın bakımı vardı. Kızıl saçlı hizmetçileri Mar-fufka, elinden geldiğince yardımcı oluyordu ama gene de her işe yetişemiyordu. Tüm bunların yanında Pasha'ya yardımcı olmaya çalışıyor ve kız lisesinde de ders veriyordu. O böyle bir yaşamı arzuluyordu. Tam da istediği gibi bir yaşama kavuşmuştu. Biraz fazla yorulmakla birlikte mutluydu. Doğum yeri olan Yuryatin'i çok seviyordu. Kent büyük bir nehir olan Rynva'nın kenarında kuruluydu. Ural demiryollarından biri de buradan geçiyordu. Nehrin orta ve alt kesimlerinde sandallarla gezinti yapılabiliyordu. Sandalların sahipleri tarafından taşınıp, evlerinin arka bahçesine yerleştirilmesinin anlamı Yuryatin'de kışın gelmekte olduğuydu. Başka yerlerde leyleklerin gidişi ya da ilk kar tanelerinin düşüşü hangi anlamı taşıyorsa; bahçelerde alt tarafları yukarı gelecek şekilde yerleştirilmiş olan sandallar da aynı anlama geliyordu. Bu sandallardan biri da Antipovlar'ın kiraladığı evin bahçesin-deydi. Küçük Katya bu sandalın altında oynamaktan çok hoşlanıyordu. Lara bu uzak kasabadaki yaşam biçimini de çok seviyordu. Yuryatin'in öğrenim görmüş insanları, sesli harfleri Kuzey Rusları gibi uzatarak söylüyorlardı. Keçe çizmeler, kalın yünlü kumaşlardan yapılmış kolsuz ceketler giyiyorlardı. Lara bu toprağa ve temiz kalpli insanlara sevgiyle bağlanmıştı. Pasha ise Yuryatin'den Lara kadar hoşlanmıyordu. Kendisi bir demiryolu işçisinin çocuğu olduğu halde yörenin saf ve temiz insanlarının bilgisizliği ve yabaniliği sinirlerini bozuyordu. Bu insanları insafsızca, sertçe eleştiriyordu. Pasha'nın bir yeteneği burada kendini göstermeye başlamıştı. Çok çabuk okuyabiliyor ve okuduklarını asla unutmuyordu. O zamana dek Lara sayesinde pek çok kitap okumuştu. Yuryatin'e geldikten sonra okuduğu kitapların sayısı ise çok hızlı bir şekilde artıyordu. Yalnızlığını bu şekilde gidermeye çalışıyordu. Lara bile birçok bakımdan ondan geri kalmıştı. Okuldaki öğretmen arkadaşlarından da çok üstün bir noktadaydı. Bu yüzden onlara u-yum göstermekte güçlük çekiyor, «aralarında sıkıntıdan patlayacak gibi oluyorum,» diye yakınıyordu. Örneğin savaş konusunda onların aldığı bayağı, biraz da aşırı milliyetçi tavır Pasha'nın aynı konuda duyduğu derin, karmaşık duygularla hiç de bağdaşmıyordu. Pasha okulda Latince ve Eski Çağlar Tarihi dersleri veriyordu. Bunun yanında pozitif bilimler ve matematiğe karşı da içinde ta öğrenim yaşamından bu yana süregelen bir sevgi vardı. Bu alanda kendi kendine öylesine çalışmıştı ki edindiği bilgileri bu konuda öğrenim gören bir üniversite öğrencisinden bile fazlaydı. Hatta bu alanda bir diploma almayı bile düşünüyordu. Böylece okullarda matematik dersi de verebilecekti. Bu durumda ailesini de yanına alıp Petersburg'a yerleşebilecekti. Geceleri geç saatlere kadar çalıştığı için sağlığı bozuldu. Uykusuzluktan yakınmaya başlamıştı. Lara ile iyi anlaşıyorlardı. Buna karşın ilişkilerinin karışık yönleri de vardı. Lara'nın gösterdiği yakınlık, özen nedeniyle eziliyor, üzülüyordu. Ancak onun bu tutumunu eleştiremiyordu. Onu kırmaktan çekiniyordu. Kendisinin bir halk çocuğu, Lara'nın ise daha değişik bir çevrenin insanı olduğu izlenimini uyandırmak istemiyordu. Pasha'nın Lara'yı üzmemek için gösterdiği bu incelik, gittikçe onu doğal yaşamından uzaklaştırıyordu. Birbirlerine karşı gösterdikleri normal olmayan bu özen işlerini biraz daha karmaşık bir hale getiriyordu. O akşam konukları vardı. Lara'nın çalıştığı okulun bayan müdürü, Pasha'nın okuldaki meslektaşlarından bazıları, gene Pasha'nın birkaç kez bilirkişi olarak görev yaptığı mahkemenin bir üyesiydi bunlar. Lara'nın bunlara gösterdiği yakınlığa bir anlam veremiyordu. Nasıl oluyor da bunlarla anlaşabiliyordu, bir türlü anlayamıyordu. Konuklar gittikten sonra Lara odaları havalandırdı. Bir süre de bulaşıkların temizlenmesinde mutfakta Marfufka ile çalıştı. Katya'nın üzerini açıp açmadığını kontrol etti. Pasha'nın derin bir uykuya daldığını görünce lambayı söndürüp aceleyle, annesinin koynuna giren bir çocuk gibi kocasının yanına uzandı. Oysa Pasha uyumuyordu. Son zamanlarda sık sık olduğu gibi gene uykusu kaçmıştı ve uyur gibi davranıyordu. Daha en az iki üç saat uyuyamayacağını biliyordu. Kalktı. Kürk paltosunu pijamasının üzerine giydi. Başına kalpağını geçirdi ve dışarı çıktı.
Soğuk bir sonbahar gecesiydi. İnce buz parçaları ayaklarının altında çatırtılarla kırılıyordu. Yıldızların ışıl ışıl parıldadığı apaydınlık bir gökyüzü, soluk mavi renkli bir ışıkla kara toprağı, donmuş çamur topaklarını aydınlatıyordu. Antipovlar'ın evleri iskeleye tam ters bir yönde kentin diğer uçundaydı. Sokağın en sonundaydı. Sonrasında tarlalar başlıyordu. Demiryolu da bu tarlaların içinden geçiyordu. Pasha ters çevrilmiş sandalın üzerine oturarak yıldızlara baktı. Son zamanlarda kafasını meşgul eden konular yine huzurunu bozmaya başlamışlardı. Ne yapıp yapıp bu konuyu bir çözüme kavuşturmalıydı. Bunun için de bundan uygun zaman olamazdı. Pasha, «Bu durum daha fazla devam edemez,» diye düşündü. Bu işin sonunun nereye varacağını çok iyi biliyordu. Ancak biraz geç farketmişti. Lara onu kendi istediği biçime sokmuştu. Çünkü Pasha'nın üzerinde çok büyük bir etkisi vardı. Ona her istediğini yaptırabilecek bir etkiydi bu. Neden böyle yapmıştı? Peki Pasha, Lara onu kendinden uzaklaştırmak istediğinde neden ondan vazgeçmemişti. Lara bunu birkaç kez denemişti. Hatta evlenmelerinden önceki kışın da aynı konuyu dile getirmişti. Pasha kendisinin Lara'nın sevdiği erkek olmadığını çok iyi biliyordu şimdi. O kendi önüne koyduğu bazı görevleri yerine getirme uğraşısı içindeydi. Pasha'ya çok iyi davranmak, onu mutlu etmek de bu görevlerinden biriydi. Peki onun bu soylu davranışının aile yaşamıyla ne ilgisi olabilirdi. İşin kötüsü Pasha onu hâlâ çok seviyordu. Lara insanı baştan çıkaracak derecede güzel bir kadındı. Yoksa Pasha'nın ona karşı duyduğu sevgi aşk değil de, onun ruhunun yüceliği karşısında minnet ve güzelliği karşısında hayranlık mıydı? Şeytanın bile aklı ermezdi böyle bir şeye, nasıl çıkacaktı içinden? Şimdi ne yapabilirdi? Lara'yı ve Katya'yı bu yalancı bağlardan kurtarmalı mıydı. Bu kendisini kurtarmaktan çok daha önemliydi, peki ama bunu nasıl yapabilirdi? Boşanmak mıydı? Yoksa kendini nehre atıp intihar mı etmeliydi? Sinirlendi, «Hayır, hayır aşağılık düşünceler bunlar elbetteki işi buraya kadar vardırmayacağım. Ne diye böyle saçma şeyler düşünüyorum ki,» diye söylendi. Düşüncelerini almak istiyormuş gibi yıldızlara baktı. Kimisi toplu, kimisi tek tek değişik renkli ışıklarla gökyüzünü aydınlatıyorlardı. Birdenbire ortaya çıkan bir başka ışık onların parıltılarını sönükleştirdi sanki. Bir adam elinde bir meşaleyle tarladan eve doğru koşuyor gibiydi. Bu batıya asker taşıyan bir trendi. Son bir yıldır gece gündüz bu trenler geçiyordu buradan. Lokomotif gökyüzüne alev ve duman püskürterek gürültüyle geçip gitti. Pasha sevinçle gülümsedi. İşte nihayet bir çözüm yolu bulmuştu. VII Lara Pasha'nın bu kararını duyunca kulaklarına inanamadı. «Yok canım çocukça bir düşünce bu. Gene o garip heveslerinden biri. Aldırmamalıyım. Zamanla unutur herhalde,» biçiminde düşüncelerle kendini avutmaya çalıştı. Ancak işin hiç de çocukça bir düşünce ya da o garip heveslerden biri olmadığı anlaşıldı. Pasha iki haftadır hazırlıklarını yapıyordu. Lisede kendi yerine ders verecek birini bulmuş, belgelerini askerlik şubesine göndermişti. Sonunda da kendisinin Omsk'da bulunan bir askeri okula kabul edildiğine ilişkin yazı gelmişti. Yola çıkmasına az bir süre kalmıştı. Bunun üzerine Lara köylü bir kadın gibi ağlayıp sızlamaya başladı. Pasha'nın ellerine sarıldı, ayaklarına kapandı. «Pasha, Pasham benim!» diyordu. «Ne olur bizi bırakma. Sen olmayınca Katya ile ben ne oluruz? Gitme! Henüz geç kalmış sayılmayız. Ben her şeyi yoluna koyarım. Senin kalbin zayıf. Zaten iyi bir muayeneden de geçmedin. Çılgınca bir düşünce yüzünden nasıl bizi terkedersin. Hem de gönüllü gidiyorsun. Kardeşin Rodyan'la asker olduğu için hep alay eden sen değil miydin? Şimdi nasıl olur da kalkıp askere gidersin? Sen de onun gibi kılıç kuşanıp, subaylık taslayacaksın. Ne oldu sana böyle Pasha? Neyin var? Seni tanıyamıyorum artık. Nasıl bu şekilde değişebildin? Şimdi bana açıkça yanıt vermeni istiyorum. Lütfen gerçeği söyle, Rusya'nın buna ihtiyacı var mı?» Lara birdenbire kocasının gitme isteğinin bununla ilgili olmadığını anladı. Pasha, onun kendisine karşı olan davranışlarını yanlış anlamıştı. Ona karşı duygularının aşırılığını, kendisini bir anne gibi sevdiği şeklinde yorumlamış ve sonunda başkaldırmıştı. Pasha, kendisine gösterilen sevginin sıradan bir aşkın çok ötesinde duygular içerdiğini anlayamamıştı.
Lara dudaklarını ısırarak ağlamasını önlemeye çalıştı. Sessizce kocasının bavulunu hazırlamaya başladı. Pasha gidince kent sanki sessizleşmiş, havada uçuşan kargalar bile azalmış gibi geliyordu ona. Lara bambaşka bir dünyada yaşamaya başlamıştı sanki. Yaşamı boyunca uğradığı en büyük yenilgiyle karşı karşıyaydı. En yüce umutları yıkılmıştı. Ne hizmetçi Marfutka'nın onu kendine getirme çabaları, ne de Katya'nın «Anneciğim, anneciğim,» diyerek boynuna sarılmaları bir şeye yarıyordu. Pasha'nın Sibirya'dan mektupları gelmeye başladı. Lara bu mektuplardan onun durumunu çok daha iyi anlıyordu. Her şeyi çok daha somut bir şekilde görmeye başlamış, Katya'yı ve kendisini çok özlemişti. Kısa sürede de terfi etmiş, cepheye gitmekte o-lan bir birlikte görevlendirilmişti. Cepheye gitmekte olduğu tren ne yazık ki Yuryatin'den geçmemişti. Moskova'da ise kaldığı kısa süre içinde kimseyi görememişti. Kısa süre sonra mektupları bu kez cepheden gelmeye başladı. Ancak bu mektuplar Omsk'tan gönderdiği mektuplardan çok daha canlı ve neşeliydi. Pasha, cephede kendisini göstermeye çalışıyormuş. Önemli bir iş başarır ya da hafifçe yaralanırsa ailesini görmek için izin istemeyi düşünüyormuş. Kısa bir süre sonra bu düşüncesinin gerçekleşebileceği bir ortam doğdu. General Brusi-lov'un kuvvetleri bir yarma hareketi için düşmana saldırıyordu. Pasha'dan artık hiç mektup gelmiyordu. Lara önceleri pek endişelenmedi. Sıcak savaş içindeki bir birlikte bulunan insanların mektup yazmaya zamanları olmayabilirdi. Ancak saldırı durup, birlikler mevzilerini güçlendirme çabaları içine girdiklerinde de mektup gelmeyince Lara endişelenmeye başladı. Durumu önce Yuryatin'de araştırdı. Sonra Moskova'ya, cepheye, Pasha'nın birliğinin son bulunduğu adrese mektuplar yazdı. Ancak kimsenin bir şeyden haberi yoktu. Kentteki birçok kadın gibi Lara da zamanının önemli bir bölümünü Yuryatin Hastanesi'nin askeri kısmında geçiriyordu. Disiplinli bir şekilde hastabakıcı kurslarına devam etti. Sınava girerek diploma aldı. Çalıştığı liseden altı aylık izin aldı. Evini Mar-futka'ya emanet etti. Kızını alıp Moskova'ya gitti. Katya'yı Kolog-rivovlar'ın kızı Lipa'ya bıraktı. Lipa'nın kocası Friesendak Alman uyruklu olduğu için kendisinin durumunda olan pek çok kişiyle birlikte Ufa'da gözhapsinde tutuluyordu. Katya böylece Lipa'ya yalnızlığını da unutturmuş olacaktı. Lara yaptığı araştırmaların bir yararını görmeyince kendisi bizzat Pasha'yı aramaya karar vermişti. Bunun için de aramaya ondan en son haber aldığı yere gitmeye karar verdi. Bunun için de Liski'den geçip Macaristan sınırındaki Möze-Labarch'a gitmekte olan bir hastane treninde hastabakıcı olarak görev aldı. Pasha'dan gelen son mektubu buradan postalanmıştı. VIII Çar'ın kızı Prenses Tatyana'nın örgütlediği Yaralılara Yardım Komitesi'nin sağladığı bir yardım treni tümen karargâhına geldi. Trendeki tüm sağlık elemanları gönüllülerden oluşuyordu. Tren küçük ve kötü hayvan vagonlarından oluşturulmuştu. Bu trenin yolcu vagonu olarak kullanılan vagonu diğerlerinden çok iyi bir durumdaydı. Bu vagonda Moskova'nın ileri gelenlerinden bazıları vardı ve bunlar yaralılara ufak tefek hediyeler getirmişlerdi. Bunların arasında Gordon da vardı. Çocukluk arkadaşı Yuri'-nin tümen hastanesinde görevli olduğunu ve bu hastanenin de yakın bir köyde kurulu olduğunu öğrenmişti. Onu ziyaret için gerekli izin kâğıdını sağlamış o yöne gitmekte olan bir at arabasına binmişti. Arabacı bozuk bir Rusça'yla konuşuyordu. Litvanyalı ya da Beyaz Rus olabilirdi. O zamanlar herkeste karşısındakini casus o-larak görme şeklinde bir korku yerleştiğinden konuşmalar genellikle çok kısa, basma kalıp bir iki cümleden ileri gitmiyordu. Gordon bu yüzden yolun çok önemli bir bölümünü arabacıyla tek bir söz konuşmadan geçirdi. Karargâha geldiğinde Gordon'a, köyün çok yakında yirmi-yirmi beş kilometre kadar ötede olduğunu söylediler. Oysa köy seksen kilometre kadar uzaktaydı. Yol boyunca sol taraflarında top sesleri ve çeşitli düşmanca gürültüler işittiler. Gordon hiç deprem yaşamamıştı. Bunun için de aradaki mesafenin uzaklığı nedeniyle boğuk bir
şekilde duyulan bu düzenli patlamaları depreme benzetmişti. Akşama doğru patlama seslerinin geldiği tarafta, gökyüzünün alt yanını kaplayan kızıllık sabaha değin sürdü. Yanmış, yıkılmış köylerin içinden geçtiler. Bunların birçoğu boşaltılmıştı. Bazılarında ise insanlar kendi yaptıkları sığınaklarda kalıyorlardı. Zamanında evlerin, köylerin bulunduğu yerler şimdi bir taş, toz ve moloz yığını halindeydi. İnsan bir bakışta adeta arsa haline gelmiş bu köylerin her yanını görebiliyordu. Bazı yaşlı kadınlar bu moloz yığınlarını karıştırıyor, bir zamanlar evleri olan bu yıkıntıların içinden işlerine yarayacak bazı eşyalar bulmaya ve bunları da saklamaya çalışıyordu. Bu kadınlar hâlâ etraflarında evlerinin duvarları varmış gibi rahat davranıyorlardı. Gordon yanlarından geçerken dönüp baktılar, araba gözden kayboluncaya kadar da gözleriyle izlediler. Bakışlarıyla sanki, «Bu insanların akılları ne zaman başlarına gelecek? Yeryüzü ne zaman barışa ve huzura kavuşacak?» diye sorar gibiydiler. Karanlık basarken bir devriye birliğiyle karşılaştılar. Devriye komutanı onlara, «Geri dönün, anayoldan ayrılıp kestirme yollardan gidin,» dedi. Arabacı bu kestirme yolları bilmiyordu. Birkaç saat boyunca nereye gittiklerini bilemeden dolaştılar. Sabaha doğru geldikleri köyün aradıkları köy olduğunu sanıyorlardı. Ancak orada bir hastane olduğundan kimsenin haberi yoktu. Sonradan o civarda aynı adı taşıyan iki köy olduğunu öğrendiler. Sabahleyin nihayet aradıkları köye ulaştılar. Her tarafta tentürdiyot ve papatya çiçeği kokusu duyuluyordu. Köyün içinden geçerken kendi kendine, «Geceyi Yuri'nin yanında geçiremem. Gündüz onunla birlikte olur, sonra da istasyonda kalmış olan yol arkadaşlarımın yanına dönerim,» diye düşünüyordu. Ancak bazı nedenlerle Gordon orada tam bir hafta kaldı. IX O günlerde cephe hattında değişiklikler oluyordu. Gordon' un geldiği köyün güneyinde bazı birlikler, başarılı bir saldırıyla düşman hatlarını yarmıştı. Aynı birlikler saldırılarını geliştirerek düşman hatlarına derinlemesine daldı. Gelen takviyelerle açılan gedik daha da genişletildi. Fakat öndeki birlikler takviyelerle bağlantılarını kaybetti ve düşmana esir düştü. Asteğmen Pasha Anti-pov da esir düşenlerden biriydi. Komuta ettiği askerlerin teslim olması üzerine o da teslim olmak zorunda kalmıştı. Pasha hakkında doğru olmayan birtakım söylentiler dolaşıyordu. Bunların kaynağı ise Galiullin idi. O Asteğmen Pasha An-tipov'un birliğinin katıldığı saldırıyı dürbünle seyretmişti. Onun izlediği hemen her savaşta karşılaşılan tipte bir saldırıydı. Koşarak ilerleyen askerler kuru otlar ve çalılarla dolu bir tarlayı geçeceklerdi. Saldırılarının amacı tarlanın bitiminde mevzilere yerleşmiş olan Avusturyalılar'ı göğüs göğüse çarpışmaya zorlamak ya da el bombalarıyla onları oradan atmaktı. Tüm güçleriyle koşmasına karşın, askerler ayaklarının altında toprak yerine bataklık varmış gibi bir duygu içindeydiler. Tarla bitmek bilmiyordu. Düzenli aralıklarla kendilerini yere atıyor, bir süre bekliyor, sonra hep birlikte yeniden bağırarak koşmaya başlıyorlardı. Her seferinde bu askerlerin bazıları, ormanda kesilen ağaçları andırır bir şekilde yere düşüyor ve bir daha kalkamıyordu. Asteğmen Pasha tabancasını tuttuğu elini kaldırmış ağzını alabildiğine açmış «Hücum!» diye bağırıyordu ama sesini neredeyse kendisi bile duymuyordu. Bazen birliğinin önünde, bazen de bir yanında koşuyordu. Galiullin kaygı içinde yanında bulunan topçu subayına, «Mermiler hedefin çok uzağına düşüyor. Telefon et de daha yakına nişan alsınlar. Ama dur. Bu şekilde ateş etmeleri daha iyi galiba,» dedi. Saldıranlar düşmana iyice yaklaşmıştı. Top ateşi kesildi. Birdenbire öyle bir sessizlik oldu ki, gözetleme yerindekiler kendi kalplerinin çarpışını duyuyorlardı sanki. Hepsinde de Antipov'un yerinde kendisi varmış gibi bir duygu içindeydiler. Sanki kendilerini askerleriyle birlikte Avusturyalıların mevzileri önüne gelmiş bir mucize, bir kahramanlık örneği yaratmak üzereydi. İşte tam bu sırada iki tane an altı pusluk Alman mermisinin önlerinde patladığını gördüler. Havaya yükselen toprak, toz ve duman bulutu nedeniyle bundan sonraki gelişmeleri göremediler. Dudakları bembeyaz kesilmiş olan Galiullin, «Aman Tanrım, mahvoldular, ateş kesilmiş olsa bari!» diye söylendi kendi kendine. Derken üçüncü bir mermi çok daha yakına, gözetleme kulesinin hemen yanına düştü. Orada bulunan herkes iki büklüm daha güvenli yerlere doğru kaçıştı.
Galiullin, Pasha ile aynı sığınıkta kalıyordu. Pasha'nın öldüğüne, artık geriye dönmeyeceğine kanaat getirdiklerine eşyalarını toplamak ve dul eşine vermek görevi de ona verildi. Sivil yaşamındaki mesleği makinistlik olan Galiullin yeni terfi etmişti. Bu terfiyi ise çok önceleri kendisini döven ustası Khu-doloyev'e borçluydu. Evet Galiullin, diğer adıyla Yusuf, Tiverzin' in oturduğu apartmanın kapıcısı Gimazeddin'in oğluydu. Galiullin asteğmen olduğunda, kendisi de nasıl olduğunu anlamadan ateş hattından çok uzakta bir garnizonda görevlendirilmişti. İşi çok rahattı. Komuta ettiği birlik sakat ve hasta erlerden oluşturulmuştu. Yine hasta ve sakat subaylar bunlara eğitim yaptırıyordu. Bir işi de Levazım ambarlarının etrafındaki nöbetçileri kontrol etmekti. Kendisinden başka bir şey istenmiyordu. Tehlikesiz, rahat bir yaşantısı vardı. Bu arada emrine yeni bir ihtiyat birliği verildi. Bu birlik Moskova'dan askere çağrılmış erlerden o-luşuyordu. Bunların arasında eski ustası Pyotr Khudoloyev de vardı. Galiullin zoraki bir gülümsemeyle, «'Dağa dağa kavuşmaz insan insana kavuşur' sözü ne kadar da doğruymuş değil mi?» dedi. Hazırol durumuna geçen Khudoloyev. «Evet teğmenim,» diye karşılık vedi. Galiullin artık her fırsatı değerlendirerek Khudoloyev'i cezalandırıyordu. Eğitim sırasında gördüğü bir hatası yüzünden ağız dolusu küfürle azarladı. Yüzüne doğrudan değil de yan yan bakıyor diye yumrukladı. Daha sonra da 48 saat katıksız hapisle cezalandırdı. Galiullin, Khudoloyev'i göz hapsine aldı. Her hareketini kontrol ediyor, her fırsatı değerlendirerek geçmişin acısını çıkarıyordu. Subay olduğu için de bunu rahatlıkla yapabiliyordu. Khudolo-yev ise çaresiz bir durumdaydı. Artık ikisinin bir arada bulunmasının olanağı kalmamıştı. Galiullin, Khudoloyev'i başka bir yere gönderebilecek bir çare bulamıyordu. İçinde bulundukları duruma son vermek için çareyi kendi naklini istemekte buldu. Bunun için bulduğu gerekçe ise siciline olumlu bir not olarak düşüldü. Tayin isteği gerekçesinde kışla yaşamını sıkıcı bulduğunu ve cepheye gönderilmek istediğini belirtiyordu. Cephede başka yeteneklerini de ortaya koyduğunda, kendisinin çok iyi bir subay olabileceği düşüncesiyle teğmenliğe terfi ettirildi. Pasha Antipov'u Tiverzinler'in zamanında tanımıştı. Pasha 1905'te Tiverzinlerde altı ay kadar kalmıştı. Bu süre içinde dostça arkadaşlık etmiş, oyun oynamışlardı. Lara'yı da o sıralarda birkaç kez görmüştü. Daha sonra ikisiyle de hiç karşılaşmamıştı. Pasha birliğe katıldığında Galiullin onda gördüğü değişiklik karşısında şaşkına dönmüştü. Çocuklukları sırasında Antipov güleryüzlü, şakacı bir çocuktu. Utangaçtı. Giyim kuşamına özen gösterirdi. Şimdi çevresindekileri küçümseyen, sinirli, ters bir insan olup çıkmıştı. Ancak çok zeki ve bilgiliydi. Yiğit ve atılgandı. Zaman zaman yüzünü kaplayan üzüntülü ve dalgın ifadeden karısını ve kızını özlediğini anlıyordu. Artık Pasha yoktu. Ondan geriye bu resimler ve kâğıtlar kalmıştı. Ondaki değişikliği belki bunlar açıklayabilirdi. Aksi halde bu durumu da bir giz olarak kalacaktı. Lara'nın ne zaman olursa olsun Pasha'yı arayacağını biliyordu. Ona mektup yazmayı düşünüyordu ama çarpışmaların en şiddetli olduğu bu sıralar bir türlü buna fırsat bulamıyordu. Sonunda Lara'nın hemşire olarak cepheye kadar gelmiş olduğunu öğrendi. O zaman da hangi adrese mektup yazacağını bilmediği için bu işi gene daha sonraya bıraktı. X Yuri Galiçyalı bir köylünün kulübesinde kalıyordu. Her öğlen yemeğe geldiğinde Gordon soruyordu, «Bugün at bulunabilecek mi?» «At mı? At bulduğumda ne yapacaksın ki? Bak ne durumda olduğunuzu anlatayım sana. Söylenilenlere göre güneyde Almanlar'ı kuşatmışız ya da savunmalarını yarıp arkalatma düşmüşüz. Bu yüzden de bazı birliklerimiz esir düşmüş. Buna karşılık kuzeyde Almanlar Sventa Irmağı'nı tam da geçilmez denilen yerde geçmişler. Üstelik de bir süvari kolordusuyla gerçekleştirmişler bu işi. Şimdi de demiryollarını tahrip ediyor, iaşe depolarımızı yakı-yorlarmış. Sanıyorum bir yandan bizi de kuşatıyorlar. İşte duru-munmuz bu. Sen de bu durumda kalkmış attan söz ediyorsun.» Yuri daha sonra emirerine seslendi, «Hey Karpenko gel de masayı hazırla. Yemeğe ne var? Dana paçası mı? Çok iyi, çok iyi.»
Yuri'nin de içinde bulunduğu sıhhiye birliği büyük bir şans eseri hiçbir zarar görmemiş olan bu köye yerleşmişti. Evlerin pencereleri Rusya'nın batısında çok rastlandığı şekilde kafesliydi. Hemen hemen tek bir cam bile kırılmamıştı. Tam bir pastırma yazı yaşanıyordu. Hava güneşli ve sıcak geçiyordu. Doktorlar, subaylar pencereleri açıyor; buradan sürüler halinde giren sinekleri öldürüyor, ceketlerinin düğmeleri açık bir durumda, ter içinde çay ya da lahana çorbalarını içiyorlardı. Geceleri ise kapağı açık sobaların önünde oturuyor, ıslak olduğu için bir türlü yanmak bilmeyen odunları gözleri dumandan yaşlar içinde üfürüyor, sobayı yakamayan emirerlerini eleştiriyorlardı. Sakin bir geceydi. Gordon ve Yuri karşılıklı yerleştirilmiş iki kerevite uzanmışlardı. Aralarında ise yemek yedikleri masa ve birkaç hasır iskemle vardı. Oda sıcak ve duman içindeydi. Bu nedenle pencereyi açmış, dışarının temiz ve serin havasını ciğerlerine çekmek istiyorlardı. Her gece yaptıkları gibi gene sohbet ediyorlardı. Cephe tarafından ufukta bir kızıllık vardı. Topların düzenli gümbürtüleri aralıksız sürüyordu. Uzaktan uzaktan gelen bu seslere arada daha boğuk ve daha çok gürültü yapan sesler karışıyordu. Tıpkı ağır, demir çemberli bir sandık bir döşemeyi çizerek çe-kiliyormuş gibi geliyordu bu sesler. Yuri sanki bu seslere olan saygısından yapıyormuş gibi hemen konuşmasını kesiyor, «Berha'nın sesi bu,» diyordu. «Berha 16 pusluk yeni Alman topu. Hemen hemen bir tona yakın ağırlığı var.» Yeniden konuştukları konuya dönmek istediklerinde ise çoğunlukla hangi konuda konuştuklarını unutmuş oluyorlardı. Gordon: «Bu köye geldiğimden beri duyduğum bir koku var. Ne kokusu bu? Tıpkı fare kokusunu andırıyor.» «Ne demek istediğini anladım. Kenevir kokusu bu. Bu civarda çok ekiliyor. Kenevir böyle kötü bir koku çıkarır. Sonra bu tarlaların içinde vurulan askerleri bulmak çok zor olur. Onlar da tarlalarda çürürler. Böyle olunca da ortalığı bir leş kokusu kaplar. Bundan daha doğal bir şey olmaz. Bak gene bir Bertha duyuyor musun?» Gordon ve Yuri son birkaç gündür hep birlikte olduklarından pek çok konuda görüş alış verişinde bulunmuşlardı. Söz gelirini Gordon, Yuri'nin savaş konusundaki düşüncelerini, onun izlenimlerine dayanarak askerler arasında nasıl bir havanın hüküm sürdüğünü öğrenmişti. Yuri şunları anlatmıştı: «İnsanlar nasıl bu şekilde birbirlerini öldürüyorlar, anlayamıyorum. Yaralıları görmeye dayanamıyorum. Hele hele yeni ortaya çıkan bazı yaralar varki tam anlamıyla korkunç. Yeni, modern silahlarla yaralanan insanların iyileştirilmesi mümkün olmuyor. Bunların büyük çoğunluğu sakat kalıyor.» Yuri ile birlikte her gün yaralılar arasında dolaşan Gordon gerçekten de çok korkunç şeyler görmüştü. Karşısındaki insanlar metin bir şekilde acıya katlanmaya çalışırken, bir şey yapamamaktan ötürü kendinden utanmıyordu. Ancak bu konuda boş yere acınıp dövünmeyi de doğru buluyordu. Askerler ölüm korkusunu yenmek için insanüstü bir çaba gösteriyor, hiç düşünmeden kendilerini çok büyük tehlikelere atıyorlardı. Gordon kimi insanların bazı yaralıları görünce dayanamayıp bayıldıklarını duymuştu. Bu durumu kendi üzerinde denemek istiyordu. Batı kesiminde çalışan bir gezici Kızılhaç ilkyardım birliğine gittiler. Top ateşiyle yarı yarıya biçilmiş bir koruluğun kenarına geldiler. Koruda ayaklarla çiğnenmiş, kırık dallarla kaplı bir yerde dağılıp parçalanmış top kundakları yığılı bir şekilde duruyordu. Ağaçlardan birine bir at bağlıydı. Biraz ilerdeki bir kulübenin çatısı uçmuştu. Gezginci hastane de burada kurulu iki büyük çadırdan oluşuyordu. Yuri, «Seni buraya getirmekle pek iyi yapmadım galiba. Bir iki kilometre ötede siperler var. Bizim topçular da orada. İstersen oraya git. Olup biteni çok daha yakından görürsün. Birazdan buraya da mermiler düşmeye başlar. Kahramanlık taslamaya kalkma. Korktuğunu biliyorum. Zaten bundan daha doğal bir şey de olmaz,» dedi. Orman yolunun ilerisinde; elbiseleri, yüzleri gözleri toz toprak içinde, yorgun genç askerler, kimisi sırtüstü, kimisi yüzükoyun otların üzerine uzanmışlardı. Bunlar dört gün süren bir çatışmada çok büyük darbe yemiş bir birliğin kalıntılarıydı. Dinlenmeleri i-çin ateş hattının gerisine gönderilmişlerdi. Aşırı yorgunluktan a-deta birer taş gibi yatıyorlardı. Ne gülebiliyor, ne de küfür edebiliyorlardı. Korudan hızla yaklaşmakta olan kamyonların seslerini duyduklarında bir teki bile başını kaldırıp da bakmamıştı. Bunlar gezginci hastaneye yaralı taşıyorlardı. Bu yaralılar top ateşinin yarım saat kadar bir süre
durmasından yararlanarak siperlerini ö-nünde uzayıp giden tarladan toplamışlardı. Kamyonların sarsıntı-sıyla zıplıyor, kemikleri birbirine geçiyor, içleri dışlarına çıkıyordu. Yarısından fazlası baygın haldeydi. Burada kendilerine ilk yardım yapılacak, çok acil durumda olanlar ameliyat edilecekti. Kamyonlar durunca sedyeciler hemen gelip yaralıları taşıdılar. Bir hemşire çadırlardan birinin kapısı görevini gören parçasını tutmuş olanları seyrediyordu. İzinde olan bir hemşireydi bu. Çadırların arka tarafında iki kişinin birbiriyle bağıra çağıra,tartıştığı işitiliyor fakat ne dedikleri anlaşılmıyordu. Yaralılar geldikten sonra bu iki adam da korudan çıkıp hastaneye doğru yürüdüler. Genç bir subay bir türlü yatışmak bilmiyordu. Topçu birliğine, Kızılhaç'a, tüm dünyaya küfürler ediyordu. Sonunda atına atladı ve koruya doğru dörtnala sürerek gözden kayboldu. Yuri doktorun yanına geldi. Selamlaşarak eve girdiler. Hâlâ çadırın önünde duran hemşirenin yüzü korkulu bir ifadeye büründü. Hafif yaralı iki asker sedyelerin arasından kimsenin yardımı olmaksızın hastaneye doğru ilerlemeye çalışıyordu. Yanlarında yürümekte oldukları sedyede yüzü korkunç bir şekilde yaralanmış bir yaralı taşınıyordu. Bir mermi parçası zavallının bir yanağını parçalamış, diliyle dişlerini kanlı bir pelte halinde getirilip çene kemikleri arasına sıkışıp kalmıştı. Adamcağız ne sesi olduğu belli olmayan bir inilti çıkarıyordu. Herkes bu iniltiyi, «Beni öldürün de çektiğim bu acıdan kurtulayım, ne olur bu acıma bir an önce son verin!» şeklinde bir yalvarma olarak algılıyordu. İşte hemşire o iki hafif yaralı erin buna dayanamayıp mermi parçasını elleriyle çıkarmaya çalışacaklarını sanarak korkuya kapılmıştı. «Çıldırdınız mı siz? Ne yapıyorsunuz?» diye bağırarak onlara doğru koştu. «Durun bu sizin işiniz değil. Bunu operatör kendi aletleriyle yapar,» dedi. Bir yandan da, «Tanrım onu kurtar, canını al da daha fazla acı çekmesin,» diye mırıldanıyordu. Biraz sonra sedye merdivenlerden çıkarılırken yaralı korkunç bir çığlık attı. Bütün y ^ i c u d u sarsıldı ve katılaşıp kaldı. Ölmüştü. Ölen bu er ikinci sınıf yedek erlerden Gimazettin idi. İşin ilginç yanı, ormanda az önce bağırıp çağıran genç subay onun oğlu Galiullin idi. Olayı çadırdan izleyip müdahale eden hemşire Lara'dı; olanları seyretmek de Yuri ile Gordon'a kalmıştı. Aralarından bazıları birbirlerini hiç tanımıyordu, bir kısmı ise heyecandan birbirlerini farketmemişti. XI Buralarda bulunan köylerin önemli bir bölümü şans eseri düşman saldırısından etkilenmemişti. Dalgaların her tarafı kasıp kavurduğu bir okyanusta sağlam kalmış odaları andırıyordu bu köyler. Bir akşam üzeri bir köyden geçmekten olan Yuri ve Gor-don köylülerin toplamış kahkahalar attıklarını gördü. Köylü kalabalığının ortasında bir Kazak askeriyle bir Yahudi'nin bunu yakalamasını istiyordu. Ancak para her seferinde ihtiyarın elinden kayıyor çamura düşüyordu. Yahudi parayı almak için eğildiğinde ise asker arkasına bir tekme vuruyordu. İşte seyredenlerin gülmekten katıldıkları buydu. Şimdi pek zararlı bir yanı yok gibi görünüyordu. Fakat daha sonra nasıl bir şekle bürüneceğini kimse bilemezdi. Yahudi'nin ihtiyar karısı ikide bir kulübesinden çıkıyor, bağırıp çağırarak bir şeyler anlatmak istiyor, sonra korkuyla kulübesine dönüyordu. İçerde ise iki küçük kız ağlayarak pencereden dedelerini seyrediyordu. Olanları komik bulan arabacı da daha iyi izleyebilmek için arabayı yavaşlatmıştı. Fakat Yuri Kazak askerine seslenerek Yahudi'yle oyun oynamaktan vazgeçmesini istedi. Kazak hemen, «Emredersiniz efendim. Kötü bir niyetle değil eğlenmek için böyle yapıyorduk,» dedi. Gordon ve Yuri kendi köylerine varıncaya kadar konuşmadılar. En sonunda Yuri, «Bu Yahudiler'in savaşta ne tür sıkıntılar çektiklerini bilemezsin. Savaş da hep onların yoğun olarak bulundukları bölgelerde oluyor. Çektikleri sıkıntılar, yoksulluk, mal mülklerinin harap olması yetmiyormuş gibi, bir de hakaret görüyor, öldürülüyorlar. Düşman onlara eşit koşullar uygularken, biz de onlara zarar vermekten başka bir şey yapmazken, niçin yurtsever olsunlar ki? Onlara karşı duyduğumuz nefret çok garip. Oysa onların durumu sevgiyle, merhametle yaklaşılmayı gerektiren bir durum. Çok yoksullar, bir odada birkaç kişi birden kalıyorlar, çok zayıflar. Ayrıca kendilerine yapılan zulme karşılık verecek güçleri de yok. Anlaşılması çok güç bir durum,» dedi.
Gordon hiç sesini çıkarmamıştı. XII Gene karşılıklı kerevetlerine uzanmış, her zaman yaptıkları gibi konuşuyorlardı. Yuri güzel güzel bir gün cephede Çar'ı gördüğünü anlatıyordu. Cepheye gelişinin birinci baharındaydı. Görevlendirildiği birliğin kurmayı Karpatlar'da karargâh kurmuştu. Bulundukları yer Macar ovasına inen bir vadiydi. Birliğin görevi vadiden Macar o-vasına açılan geçidi korumaktı. Vadinin en dip taraflarında bir istasyon vardı. Yuri uzun uzun buraların manzarasını anlattı. Dağlar çam ve kayın ağaçlarıyla kaplıydı. Yamaçlarda beyaz pamuk yığınlarını andıran bulutlar göz alıcı bir güzellik sergiliyordu. Ormanın şurasında burasında dik yarlar dikkati çekiyordu. İnsan zümrüt yeşili ormandaki ağaçsız bu yerleri yadırgıyordu. Sıkıntı verici bir nisan günüydü. Alabildiğine boğucu bir hava vardı. Vadinin üzeri bir sis tabakasıyla kaplıydı. Her şeyden, her yerden çıkan buharlar yukarıya doğru yükseliyordu. İstasyonda bulunan lokomotiflerin dumanları da sütunlar halinde gökyüzüne doğru yükseliyordu. Çar o bölgede bulunan birlikleri teftiş ediyordu. Çarın, fahri komutanı oludğu"bu birliğe de denetlemeye geleceği haberini almışlardı. Her an gelebilirdi. Çarı karşılamak üzere istasyona bir tören birliği gönderilmişti. Bir iki saatlik bir gecikmeden sonra nce Çarın beraberindekileri taşıyan iki tren, daha sonra da kendisinin de içinde bulunduğu tren geldi. Çar yanında Grand Dük Nikolas'la birlikte askerleri denetledi. Söylediği her sözcük gökgürültüsünü andıran «Yaşaa!» sesiyle karşılanıyordu. Hep gülümsüyordu. Madalyalardaki ve kâğıt paralardaki resimlerinden farklı olarak daha yorgun ve yaşlı görünüyordu. Sık sık Nikolas'tan yana bakıyordu. Kendisinden ne istendiğini bilmiyor gibiydi. Böyle durumlarda saygıyla onun yanına geliyor, tek söz söylemeden kaşlarının ya da omuzlarının hareketiyle onu içinde bulunduğu güç durumdan kurtarıyordu. Dağ başındaki bu ılık bahar sabahı Çar'ın acınacak bir durumu vardı. Onu o durumda gören hiç kimse; bu çekingen, utangaç adamın koskoca bir ülkenin yazgısını, elinde tuttuğuna, öldürmek, sürgüne göndermek, bağışlamak gibi sınırsız yetkileri bulunduğuna inanamazdı. Yuri, «Aslında orda bir konuşma yapması gerekirdi,» dedi. «Hiç değilse halktan, genel durumdan söz etmeliydi. A-ma o hiçbir şey söylemedi ve geldiği gibi gitti. XIII Ertesi gün öğle yemeğine gelen Yuri, Gordon'a, «Buradan bir an önce gitmek istiyordun değil mi? İşte gidiyoruz,» dedi. «A-ma sana şansın varmış diyemeyeceğim. Bir kez daha yıpranmamıza, yenilmemize şans denebilir mi? Durumumuz hiç de iyi değil. Doğuda yol açık ama batıda düşman bizi sürekli sıkıştırıyor. Tüm sağlık birimleri çekilme emri aldı. Bugün ya da yarın hareket edeceğiz. Nereye gideceğimizi ise kimse bilmiyor.» Yuri daha sonra emirerine çıkışmaya başladı. «Hey Karpen-ko, Bay Gordon'un çamaşırları gene yıkanmadı değil mi? Biliyorum gene aynı hikâyeyi uyduracaksın. Kadın yıkayacaktı fakat yıkamamış gibi. Ama hangi kadın olduğundan senin de haberin yok değil mi? Seni aptal herif.» Yuri emirerinin kendini savunmasına aldırmadı. Gordon ise arkadaşının çamaşırlarını giydiği için ve onun gömleğiyle yola çıkacağı için üzülüyordu. Yuri ona da aldırmadı. «İşte askerlik yaşamı budur,» diye sürdürdü konuşmasını, «tam bir göçebe yaşamı bu. Bir yere alışır gibi olduğu bir sırada başka bir yere gitmek zorunda kalırsın. İlk geldiğim gün buradan hiç hoşlanmamıştım. Sobanın yerini, bu basık tavanı, boğucu havasını, kısacası hiçbir şeyini sevmemiştim. Şimdi eskiden nerede oturduğumu bir türlü anımsayamıyorum. Sanki yüzyıllardır burada oturuyorum. Bundan sonraki ömrümü de burada geçirebilirim.» Yavaş yavaş eşyalarını topladılar. Geceleyin pek uzak sayılmayacak bir mesafeden gelen top sesleri, bağırmalar, koşuşturma sesleri üzerine uyandılar. Korkunç bir ışık tüm köyü aydınlatıyordu. Evin
diğer bölümünde kalmakta olan ev sahibi ve karısı da uzanmışlardı. Yuri, Karpenko'yu kargaşalığın nedenini öğrenmek üzere gönderdi. Karpenko kısa sürede dönerek; Almanlar'ın hızla yaklaştığı ve köyün ateş hattına girdiği haberiyle döndü. Terk emrini beklemeden hastane yola çıkacaktı. Yuri çabucak giyinip hastaneye gitti. Karpenko'nun getirdiği bilgilerin doğru olduğunu öğrendi. Almanlar her yerde kendilerine gösterilen direnişi kırmış, hızla ilerliyordu. Köy ateş altına girmişti bile. Hastane herhangi bir emir beklemeden geri çekilecekti. Gün ışımadan bunu gerçekleştirmeyi umuyorlardı. Yuri, Gordon'a, «Sen ilk partiyle gidiyorsun. Araba yola çıkmıştı ama seni beklemelerini istedim. Haydi güle güle. Ben de seninle gelip yerleşmeni sağlayayım.» Köyün öbür başına doğru koştular. Duvarları siper alarak iki büklüm koşuyorlardı. Kurşunlar dört bir yandan ıslık çalarak uçuşuyor, şarapneller bir çiçek demeti gibi açılıyor, tarlaya düşüyordu. Kaçarken Gordon sordu. «Peki sen ne yapacaksın?» «Ben daha sonra, ikinci partiyle geleceğim. Daha önce eve uğrayıp çantamı hazırlamalıyım.» Ormanın kenarına geldiklerinde vedalaştılar. Bir binek arabası ve birkaç yük arabasından oluşan konvoy da yola çıktı. Önce dağınık bir şekilde yürüyen araçlar, daha sonra düzgün bir sıra oluşturdular. Yuri arkadaşına el salladı. Ateş alıp yanmakta olan bir samanlık ortalığı aydınlatıyordu. Yuri gene evleri siper alarak evine ulaşmaya çalışıyordu. Bunu başarmasına çok kısa bir süre kalmıştı ki patlayan bir bombanın basıncıyla yuvarlandı ve bir şarapnel parçasıyla yaralandı. Kanlar içinde yol ortasında serilip kendinden geçti. XIV Geri hatlardaki hastane batıdaki ücra bir köyde kuruluydu. Demiryolu ve genel karargâha çok yakındı. Şubat ayının sonlarıydı ve hava biraz yumuşamıştı. Yuri subay koğuşunda iyileşme dönemini geçiriyordu. Onun isteği üzerine yatağının yanındaki pencereyi açmışlardı. Öğle yemeğine kısa bir süre vardı. Hastalar bu zamanı aralarında eğlenerek geçiriyorlardı. Hastane personeline yeni bir hemşirenin katıldığını duymuşlardı. Göreve bugün başlayacaktı. Yuri'-nin karşısındaki yatakta Galiullin yatıyordu. O gün gelmiş olan gazeteteleri okumakta olan Galiullin sansür nedeniyle beyaz kalmış bölümleri gördükçe sinirleniyor, küfürü basıyordu. Yuri ise Tonya'dan gelen mektupları okuyordu. Pencereden giren hafif rüzgâr mektup ve gazetelerin sayfalarını kıpırdatıyordu. Duyduğu hafif bir ayak sesi nedeniyle başını kaldıran Yuri o sırada içeri girmekte olan Lara'yı gördü. Yuri de, Galiullin de Lara'yı hemen tanımıştı. Ancak ikisi de karşısındakinin onu tanıdığından haberdar değildi. Lara ise ikisini de tanıyamamıştı. Lara, «Nasılsınız?» diye sordu. «Pencere neden açık? Üşümüyor musunuz?» Sonra Galiullin'e yaklaştı. Nabzını ölçmek için bileğini tuttu. «Yaranız nerede?» diye sordu. Yatağın yanında duran bir sandalyeye oturdu. Galiullin, «Ne büyük rastlantı Larissa Fydorrovna,» dedi. «Kocanızla aynı birlikteydik. Eşyalarını size vermek üzere sakladım.» Lara, «Olamaz, bu nasıl rastlantı böyle? Demek siz onu tanıyordunuz öyle mi? Lütfen her şeyi anlatır mısınız? Bir şarapnel parçasıyla vurulup ölmüş öyle mi? Toprağın altında kaldığı doğru mu? Ne olur benden bir şey saklamayın. Her şeyi biliyorum zaten.» Galiullin onun sağdan soldan duyduğu bilgilerin doğruluğunu onaylamaya cesaret edemedi. Onu yatıştırmak için yalan söylemeye karar verdi. «Kocanız esir düştü,» dedi. «Bir saldırı sırasında birliğiyle birlikte çok ilerilere gitmişti. Diğer birliklerle bağlantıları kopmuştu. Orada çembere alınınca teslim olmak zorunda kaldılar.» Lara onun bu sözlerine inanamadı. Duyduklarının ve rastlantının çarpıcılığı nedeniyle alt üst olmuştu. Yabancıların yanında ağlamamak için oradan hemen uzaklaştı. Birkaç dakika sonra geri döndüğünde kendini toparlamış gibi görünüyordu. Ağlamamak için özellikle Galiullin'e bakmadan doğrudan Yuri'nin yanına gitti. Söylenmesi adet haline
gelmiş o-lan şeyleri bu kez de ona söyledi. «Günaydın, nasılsınız? Nerenizden yaralısınız?» Yuri, Lara'nın heyecanının ve gözyaşlarının farkındaydı. O-nunla ilgilenmek ve kendisini daha önce iki kez gördüğünü söylemek istiyordu. Onu ilk kez Lise, ikinci kez ise üniversite öğrencisi iken görmüştü. Fakat sonradan, böyle bir yakınlık göstermesinin yanlış anlaşılabileceğini dünüşerek vazgeçti. Aklına yıllar önce Anna'nın tabutunun başında Tanya'nın hıçkıra hıçkıra, çığlık çığlığa ağlayışı geldi. «Teşekkür ederim,» dedi. «Ben doktorum. Kendi kendimi tedavi ediyorum. Herhangi bir şeye gereksinimim yok.» Lara, «Neden alındı acaba?» diye düşündü. Şaşkınlıkla bu küçük burunlu adama baktı. Göze çarpan hiçbir özelliği yoktu. Havalar birkaç gün süreyle kötü gitti. Geceleri esen serin rüzgâr içeriye güzel bir toprak kokusunu taşıyordu. O sıralar genelkurmaydan çok tuhaf haberler alınıyordu. Asker ailelerinden gelen mektuplarsa insanı dehşete düşürüyordu. Petersburg'la haberleşme sık sık kesiliyordu. Her yerde, herkesin en fazla konuştuğu konu politikaydı. Hemşire Lara nöbetçi olduğu günler, biri sabah, biri akşam koğuşu iki kez dolaşıyordu. Yuri ve Galiullin de içlerinde olmak üzere her hasta ile bir iki cümle konuşuyordu. Yuri için, «Garip bir adam,» diye düşünüyordu. «Genç ama biraz ters. Çok zeki ve akıllı biri olduğunu yadsımak mümkün değil. Ama bunlar beni hiç ilgilendirmez. Benim için asıl sorun bir an önce Moskova'ya naklimi aldırmak. Beni burada tutan işleri bir an önce çözümleyip Moskova'ya gitmeliyim. Orada terhisimi isterim. Katya'mı da alıp Yuryatin'e döner, lisedeki görevime yeniden başlarım. Zavallı Pasha'dan da umudumu kesmeliyim artık. Bu durum iyice ortaya çıktı. Artık kahramanlık taslamanın pek alemi yok. Zaten bu işe de onu bulabilirim umuduyla girişmiştim. Minik kızım Katya ne durumda acaba? Zavallı yavrum!» Aklına kızı geldikçe kendini tutamıyor, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyordu. Son zamanlarda çevresinde çok büyük değişiklikler oluyordu. İnsanlar sanki yakın zamana kadar taşıdıkları sorumluluklardan kurtulmuşlardı. Ülkeye, topluma, orduya karşı yükümlü olunan kutsal ödevler diye bir şey kalmamıştı. Tüm bunların nedeni ise savaşın kaybedilmesiydi. Savaş kaybedilmişti ya, artık kutsal diye bir şey de kalmamıştı. Kısa süre içinde çok büyük değişiklikler olmuştu. İnsanlar neyi, nasıl düşüneceklerini, karşılarında biri konuşurken nasıl bir tavır takınacağını bilemez bir noktaya gelmişlerdi. Küçük bir kız çocuğunu, hep elinden tutulmuş, yönlendirilmiş bir çocuğu düşünün. Bir gün bu çocuğun elini bırakıp kendi yaşantısını sürdürmesini istediğinizde, nasıl apışıp kalır ve ne yapacağını bilemez bir duruma gelirse, insanların çoğu da böyle bir duruma gelmişti. Herkes artık kendi başının çaresine bakacaktı. Artık ne devlet ne de aile otoritesi kalmıştı. Öyleyse bunların yerini alacak yeni değerler bulunmalıydı. İnsanlar yaşamın gücüne, gerçeğe, güzelliğe ya da benzeri değerlere dayanmak gereksinimini duyuyor böyle zamanlarda. Lara ise kendini çok farklı bir konumda görüyordu. Onun kendisine bir dayanak aramasına gerek yoktu. Çünkü onun Katya'sı vardı. Pasha'yı kaybettiğine göre bundan böyle kendini tüm benliğiyle Katya'ya vermeliydi. Yuri, Moskova'dan aldığı bir haberde Gordon ve Dudrov'un kendisinden izin almaksızın kitabını yayınladıklarını öğrendi. Kitap beğeni kazanmıştı. Eleştirmenler yazarını parlak bir geleceğin beklediğini söylüyorlardı. Moskova'da ise çok karışık bir dönem yaşanıyordu. Kitlelerin hoşnutsuzluğu artmıştı, siyasi ortam giderek ısınıyordu. Her an büyük olaylar patlak verebilirdi. Gece epeyce ilerlemişti. Yuri yarı uyur yarı uyanık bir durumdaydı. Aslında uykusu vardı. Ancak son günlerde karşılaştığı olayların heyecanı uyumasına engel oluyordu. Dışarda hafif rüzgâr esiyor ve sanki ağlayarak şunları söylüyordu, «Tonya, Sasha sizi ne kadar özledim. Eve dönmek, işime dönmek ve çalışmak istiyorum.» Yuri rüzgârın bir ninni gibi gelen sesiyle bir dalıyor, bir uyanıyor ve karma karışık duygular gönlünde bir fırtına gibi esiyordu. Lara ise Galiullin'i düşünüyordu, «Zavallı, kocamın bir iki parça eşyasını saklamak için ne kadar zahmete katlanmış. Bense onun kim olduğunu, nereden geldiğini bile sormadım. Ne kadar ayıp bir şey.» Lara ertesi gün koğuşları dolaşırken bir hatasını da düzeltti. Aklından geçen her şeyi ona sordu. Onunla konuşurken bir yandan da şaşkınlık içinde çığlıklar atıyordu.
«Aman Tanrım! Ne tesadüf! Brestlitovsk Caddesi 28 numara, Tiverzinler'in evi ha? 1905 devriminin olduğu kış... Yusuf mu dediniz? Özür dilerim. Bu isimde birini anımsamıyorum. Ama o yılı ve o bahçeyi... O ev ve o bahçe mutlaka vardı.» Lara o günleri sanki şimdi yeniden yaşıyordu. Silahların patladığı o günü hiç unutmamıştı. Çocukluğundaki o anılar nasıl da yer etmişti belleğinde. Çocukluk dönemindeki o avluyla ilgili anılar gün boyunca aklından çıkmadı. İkide bir şaşkınca çığlıklar atıyor, kendi kendine konuşuyordu. «Ah o Brestlitovsk Caddesi'ndeki 28 numaralı ev. İşte yine top sesleri ama bu seferkiler daha şiddetli, daha korkunç. Çünkü ateş edenler çocuklar değil. O çocukların hepsi büyüdü şimdi. Büyüdü ve işte hepsi burada asker. Değişik evlerde, değişik köylerde yaşamış insanların hepsi de burada. Ne garip bir durum.» O sırada yürüyebilecek durumda olan yaralılar; kimisi duvarlara, kimisi koltuk değneklerine tutunarak geldiler. Bastonlarını, koltuk değneklerini yerlere vurarak hep bir ağızdan bağırıyorlardı. «Petersburg'da sokak çatışmaları oluyor. Askerler de ayakla- • nanlardan yana geçmiş. Devrim başlamış, devrim!» Scanned by hlecter BEŞİNCİ BÖLÜM
GEÇMİŞE VEDA I
Hastane Melyuzeyevo adlı küçük bir kasabaya nakledilmişti. Burası Rusya'nın en verimli topraklarının bulunduğu bölgeydi. Kasabadan hem cepheye doğru, hem de tersine çok yoğun bir hareket vardı. Bütün gün boyunca geçen askerlerin ve arabaların çıkardığı toz bulutu sanki kasabanın üzerinde asılı dururdu. Herkes savaşın devam edip etmediği konusunda kararsızlık yaşıyordu. Yuri, Lara ve Galiullin hergün bir yenisi yüklenen görevlerinin üstesinden gelmek için canla başla çalışıyordu. Kendilerine yardım eden birkaç da kentli çocuk vardı. Hepsi de becerikli ve deneyimliydiler. Belediyede görevlileri olmayan işleri yapıyorlar, orduda sağlık işleriyle ilgileniyorlardı. Yaptıkları her işi eğlenir gibi oynar gibi yapıyorlardı. Ancak bu 'oyunun, eğlencenin' de bir an önce bitmesini istiyorlardı. Her biri bir an önce kendi işinin başına dönmek için can atıyordu. Görevleri gereği Yuri ile Lara sık sık karşılaşıyorlardı. II Yağmur yağdığı zaman kasabanın tozu, kahverengi bir çamur tabakası halini alırdı. Sokakların birçoğu kaldırımsızdı. Kasaba çok küçüktü. İnsan hangi sokaktan bakarsa baksın, uçsuz bucaksız bozkırı ve kapkara gökyüzünü görürdü. Alabildiğine geniş tarlalar savaşın izlerini taşırdı. Yuri karısına yazdığı bir mektupta şunları söylüyordu: «Çevredeki birlikleri teftişe çıktım. Disiplin sağlamaya çalışıyorlar ama gene de her tarafta bir kargaşadır sürüyor. Sana daha önce yazmayı unuttuğum bir şey var. Burada kendisi Urallar'da doğmuş ama buraya Moskova 'dan gelmiş Antipova adlı bir hemşireyle birlikte çalışıyorum. Hatırlayacağını sanıyorum. Annenin öldüğü akşam gittiğimiz Noel partisinde bir kız savcı yardımcısına ateş etmişti. Galiba daha sonra da yargılanmıştı. Sana o zaman da söylemişimdir sanıyorum. Ben bu kızı, babamın birlikte bizi de -Gordon 'la- götürdüğü bir otelde de görmüştüm daha önce. Anımsadığım kadarıyla Prensya Ayaklanması sırasındaki çok soğuk bir geceydi. İşte o sözünü ettiğim kız şimdi birlikte çalıştığımız Antipova.
Eve dönmek için birkaç kez başvuruda bulundum. Ama bu iş pek kolay olacağa benzemiyor. İşin yoğunluğundan gelemiyor değilim. İşleri hiç aksama olmaksızın bir başkasına da devredebilirim. Asıl sorun, beni Moskova'ya getirecek araç bulmakta. Trenler çok seyrek geliyor. Bunlar da öylesine dolu ki adım atmakta bile güçlük çekiliyor. Ama bu durum sürgit böyle devam edecek değil. Biraz önce sözünü ettiğim Antipova ve Galiullin ne yapıp yapıp önümüzdeki hafta yola çıkacaklarını söylüyorlar. Benim niyetimde öyle. Ayrı ayrı hareket ederek araç bulma şansımızı artırmaya çalışacağız. Bunun için hiç ummadığın bir sırada karşına çıkabilirim. Gerçi yola çıkmadan bir mektup yazmaya ya da telgraf çekmeye çalışacağım ama buna zaman bulamayabilirim.» Yuri henüz yola çıkmadan Tonya'dan mektubunun yanıtını aldı. Bu mektup oldukça acıklı bir ifadeyle yazılmıştı. Üzerinde gözyaşı izleri görülüyordu. Tonya mektubunda şunları yazmıştı: «Sakın Moskova 'ya gelme. Yaşam küçük olaylarla dolu, iyi yürekli hemşire kadınla Urallar'a doğru git. Benim yaşamım onunkinin yanında çok basit ve sıradan kalıyor. Sasha 'yı ise hiç merak etme. Onu ailemden gördüm ahlak kurallarına göre ve örnek bir insan olarak yetiştireceğim konusunda en ufak bir kuşkun bile olmasın.» Yuri bu mektubu okur okumaz hemen yanıtını yazdı: «Tonya sen aklını kaçırmış olmalısın! Böyle bir şeyi nasıl düşünebilirsin? Tam iki yıl boyunca bu korkunç savaşa nasıl dayandım sanıyorsun? Senin ve yuvamızın anıları bana dayanma gücü verdi Sen bana nasıl bir güç verdiğinin farkında değil misin? Bütün bu tür konuşmalara ne gerek var? Duygularımı bu şekilde anlatmak mümkün değil ki? Neyse çok geçmeden yeniden kavuşacağız. O zaman her şey yoluna girer. Yalnız mektubunda beni üzen bir konu var. Eğer ben sana yazdıklarımda sende bu tür duygular uyandıracak bir şey yazdıysam yalnız sana karşı değil, o kadına karşı da bir suç işlemişim demektir. Döndüğünde kendisinden özür dileyeceğim. Çünkü şu anda burada değil, görevli olarak çevredeki köylere gitti. Sana şu kadarını söyleyeyim ki; aynı evde kaldığımız halde odaların hangisinde onun kaldığını bilmiyorum. Bunu öğrenmeye de gerek duymadım.» III Melyuzeyevo'nun dışarıya açılan iki yolu vardı. Bunların biri doğuya, diğeri ise batıya doğruydu. Bunların dışında ormanın içinden geçip Zybushino'ya ulaşan bir de toprak yol vardı. Fazla miktarda buğday elde edip satan bu küçük kasaba, idari bakımdan Melyuzeyevo'ya bağlı olmasına karşın birçok bakımdan oradan i-leriydi. Taş döşeli diğer yol ise yazları kuruyan bir bataklıktan geçerek Biryuchi'ye ulaşıyordu. Burası aynı zamanda en yakın tren istasyonuydu. Haziran ayında Zybushino'da iki hafta süren bir 'Cumhuriyet' ilan edildi. Bu hareketin başında Değirmenci Blazheiko vardı. Ayrıca 212. Piyade Alayı'ndan kaçan askerler de onu destekliyorlardı. Bunlar ellerindeki silahlarla 1917 Şubat Devrimi sırasında Biryuchi üzerinden buraya gelmişlerdi. Blazheiko Rusya'da baskı gören bir mezhebin üyesiydi. Gençliğinde Tolstoy ile mektuplaşmıştı. Bu Cumhuriyet Mosko-va'daki 'Geçici Hükümet'i tanımıyordu. Rusya'nın diğer kesimleriyle de bağlarını koparmıştı. Burada mal mülk ortaklaşa kullanılacak, tüm çalışmalar da gene ortaklaşa yürütülecekti. Burası eskiden beri efsanelere, ilginç öykülere konu olmuş bir yerdi. 17. yüzyılda çıkan ayaklanmalarla ilgili belgelerde de Zybushino adı geçiyordu. Son zamanlarda kasabanın çevresindeki orman hırsızlarla, serserilerle dolmuştu. Bu kasabanın toprağının olağanüstü verimliliği ve tüccarlarının gözkamaştırıcı zenginliği herkesin dilindeydi. Bu bölgeyi diğerlerinden ayıran gelenek, görenek ve birtakım dil özellikleri hep Zybushino'dan çıkmıştı. Cumhurbaşkanı Blazheiko hakkında ise inanılmaz öyküler anlatılıyordu. Güya bu adam sağır ve dilsiz doğmuş, ancak bu yetilerini tanrının bir lütfü olarak kullanmaya başlamıştı. Tanrının lütfunu esirgediği zamanlar gene sağır ve dilsiz oluyormuş. Ancak iki hafta süren Zybushino Cumhuriyeti'ne Moskova' daki geçici hükümete bağlı bir askeri birlik son verdi. Asker kaçakları ise Biryuchi yoluna döküldü. Yolun iki tarafında
kilometreler boyunca uzanan ormana sığındılar. Burada hem yiyecek bir şeyler bulmaları, hem de barınmaları için gerekli koşullar vardı. IV Yuri'nin önce yaralanarak tedavi edildiği, iyileştikten sonra çalıştığı ve şimdi ayrılmak üzere bulunduğu hastane Kontes Zab-rinskaya'nın konağına yerleşmişti. Kontes bu binayı daha savaşın başlangıcında Kızıl Haç'a vermişti. Konak Melyuzeyevo'nun en güzel yerlerinden birindeydi. Eskiden askerlerin talim yaptığı, şimdiyse mitinglerin yapıldığı alanla kentin ana caddesinin kesiştiği bir köşedeydi. Manzarası çok güzeldi. Pencerelerinden hem sokak, hem meydan, hem de arkadaki bahçe görülebiliyordu. Kontes bu konağa pek fazla önem vermiyor, yalnız kasabaya indiğinde kullanıyor bir de yazın gelen konuklarını ağırlıyordu. Şimdi bu konak hastane haline getirilmiş, eskidenberi Peters-burg'da oturan sahibesiyse tutuklanmıştı. Kontesin yanında çalışanlardan yalnızca iki kadın kalmıştı. Bunlardan biri baş aşçı Ustinya, diğeriyse çocuklarının mürebbi-yesi olan Matmazel Fleury'di. Bu kadın ak saçlı ve pembe yanaklıydı. Üstü başı pis, saçı başı darmadağınıktı. Ayaklarında terlikler, üzerinde bol bir gecelikle hastanenin içinde dolaşıyor, hâlâ Zabrinskyler'in konağındaymış gibi rahat davranıyordu. Kötü bir Rusça'yla kimsenin anlayamayacağı bazı şeyler anlatıyordu. Kendi kendine bazı pozlar takınıyor, işaretler yapıyor; konuşmaları genellikle bir kahkahayı izleyen öksürüklerle sona eriyordu. Matmazel Fleury. Hemşire Antipov'u çok iyi tanıdığını iddia ediyor, Doktor Yuri ile eninde sonunda birbirlerine bağlanacaklarını söylüyordu. Onları bir arada gördüklerinde bilgiç bir tavırla parmağını sallıyor, çapkın bir tavırla göz kırpıyordu. Onun bu tavırları Lara'yı şaşırtıyor Yuri'yi ise sinirlendiriyordu. Ancak tüm akıl hastaları gibi ısrar ediyor ve bu tutumundan bir türlü vazgeçmiyordu. Ustinya ise çok daha tuhaf bir kadındı. Üst kısmı tuhaf bir şekilde daralan çirkin bir vücut yapısı vardı. Çok aksi ve sinirli bir kadındı. Davranışları ölçülü, düşünceliydi. Ancak kafası akıl almaz boş inanlarla doluydu. Bir büyücünün kızı olduğu söylenirdi ve pek çok büyü bilirdi. Zybushino'da doğmuştu. Sokağa çıkmadan önce mutlaka sobaya doğru ve anahtar deliğine bir şeyler fısıldardı. Bu şekilde kendisi yokken evi ateşe ve kötü ruhlara karşı güvence altına almış olurdu. Çok uzun bir süre hiçbir şey konuşmadan durabilirdi, ama bir de konuşmaya başladı mı onu kimse susturamazdı. En büyük merakı ise doğruyu bulmaktı. Zybushino Cumhuriyeti'nin yıkılmasının ardından, yöneticiler buranın bir anarşist yuvası olabileceği endişesini taşıyordu. Bunun için de bölge halkını aydınlatma kararını aldılar. Eskiden eğitim alanı olarak kullanılan alanda toplantılar düzenleniyordu. Ancak bu toplantılar hiç de beklenilen ilgiyi görmüyordu. Birkaç işsiz güçsüz ve alanda diğer ucunda iki çift laf etmek üzere toplanmış bulunanlar katılıyordu genellikle toplantılara. Yöneticiler halkın bu toplantılara katılmasını sağlamaya çalışıyordu. Toplantılara aktif parti üyeleri de katılıyordu. Bunlar zaman zaman kürsüye çıkıp konuşmalar yapıyor, tartışmalar açıyor toplantıları canlandırmaya çalışıyorlardı. Ustinya da önceleri çekingen, daha sonraları ise yürekli bir şekilde kürsüye çıkıp konuşur oldu. Giderek konuşmacıları cesaretle terslemeye başladı. Hatta öyle bir noktaya gelindi ki birçok kişi kürsüye onun düşüncelerini savunmak için çıkar oldu. Alanda yapılan konuşmaların, gürültülerin sesleri konağın pencerelerinden içerilere girerdi. Havanın sakin olduğu zamanlarda, konuşmaların hemen hemen tümü konaktan duyulurdu. Ustinya konuştuğu zaman Matmazel Fleury koşarak odaya giriyor ve orada bulunanları konuşmayı dinlemeye davet ediyordu. Kötü Rusça'sıyla, «Rasputi... Rasputi... Çar... Zybushi... İhanet... İhanet!» diye bağırıyordu. Aslında o arkadaşı Ustinya'nın böyle sokak ortasında konuşabilir olmasından büyük övünç duyuyordu. Bu iki kadın birbirlerini çok sevmekle birlikte, her gün didişmekten de geri kalmazdı. V
Yuri Moskova'ya dönme hazırlıklarının bir parçası olarak tüm tanıdıklarını dolaşıyor, vedalaşıyordu. O sırada ordunun bu bölgedeki birliklerinin başına atanan yeni komiser cepheye gitmeden önce birkaç gün dinlenmek üzere Melyuzeyevo'da bulunuyordu. Herkes onun henüz bir çocuk olduğunu söylüyordu. O günlerde orduda büyük bir saldırı hazırlığı yapılıyordu. Bu saldırının başarısı için gereken her şey yapılıyordu. Bozulan disiplin yeniden kurulmaya çalışılıyordu. Kısa süre önce kaldırılan ö-lüm cezası yeniden koyulmuştu. Her tarafta 'devrimci halk mahkemeleri' kurulmuştu. Askerleri uyuşukluktan kurtarmak için pek çok yol deneniyordu. Kasabadaki komutanın imzalamasıyla Yuri'nin belgeleri tamamlanmış olacaktı. Komutanlığa yaklaşmak ise başlı başına bir sorundu. Günün her saatinde burada büyük bir kalabalık bulunurdu. İtişip kakışma daha sokakta başlar, bahçede, binanın içinde daha da yoğunlaşırdı. Odalara girmek ise neredeyse olanaksızdı. Girildiğinde ise bu kez dert anlatmak sorun oluyordu, çünkü neredeyse yüz kişi bir şeyler söylüyor dolayısıyla hiç kimsenin söylediğinden bir şey anlaşılmıyordu. Her kafadan bir ses çıkıyordu. O gün resmi işlem yapılmıyordu. Sekreterler sessizce masalarında çalışıyor, giderek yoğunlaşan işler karşısında homurdanıyor-lardı. Komutanın odası ise çok farklı bir durumdaydı. İçerden neşeli sesler geliyordu. İnsan, içerde herkes ceketlerini çıkarmış, rahat bir şekilde içkilerini yudumluyor sanırdı. Galiullin odadan çıktı, el kol hareketleriyle Yuri'yi yanına çağırdı. Yuri'nin amacı da komutanı görmekti. Bu öneriyi sevinçle kabul edip hemen içeriye girdi ve odanın darmadağınık bir durumda olduğunu gördü. Odanın en önemli kişisi o günlerde dillerden düşmeyen yeni komiserdi. Bir an önce tayin edildiği cepheye gideceğine, tutup orada kırtasiyeciliğe gömülmüştü. Komutan Yuri'yi, «işte kasabamızın kahramanlarından biri daha,» diyerek tanıttı. Komiser öylesine işlerine dalmıştı ki başını kaldırıp bakmadı bile. Bölge komutanı Yuri'nin imzalatmak için getirdiği belgeleri aldı. Ona oturması için rahat bir koltuk işaret etti. Yuri oturdu. Odada düzgün bir şekilde oturan bir kendisi vardı. Diğerleri ise teklifsiz bir şekilde oturuyordu. Komutan sanki masanın üzerine uzanacakmış gibi oturuyordu. Yardımcısı durumundaki iri yarı adam koltuğun kenarına ata biner gibi oturmuştu. Galiullin bir sandalyeye ters oturmuştu. Kollarını sandalyenin arkalığına, başını da kollarının üzerine dayamıştı. Yeni komiser ise zaman zaman pencere pervazına tutunarak kendini yukarı çekiyor, sonra atlayıp küçük adımlarla odanın ortasında dolaşıyordu. Komiser hakkında anlatılanlara tam da uygun biriydi. Okulu yeni bitirmiş; ince yapılı, uzun boylu bir delikanlıydı. Toy bir görünümü vardı. Yüksek ülküler ve düşüncelerden sık sık söz ediyordu. İyi bir ailenin çocuğu olduğu söyleniyordu. Babası tanınmış biriymiş. Şubat ayaklanması sırasında birliğini Meclis'in önüne götürenlerden biri de oymuş. Adını tam olarak duyamadığı için iyice anımsayamıyordu Yuri. Gintz ya da Gintze gibi bir şey olmalıydı. Komiser çok iyi bir Petersburg şivesiyle ve çok açık bir şekilde konuşuyordu. Sırtında, vücudunu sıkı sıkıya saran dar bir üniforma vardı. Bu kadar genç oluşundan sıkılıyor gibiydi. Kendini daha yaşlı gösterebilmek için yapmacık bazı davranışlar içine giriyordu. Bu da ciddi olmayan bir görünüme bürünmesine neden oluyordu. Komutan komisere, «Demiryolu boyunda birkaç istasyon i-lerde bir Kazak alayı var,» diyordu, «hepsi de kızıl ve bize sadıklar. Çağıralım onları gelip kuşatsınlar isyancıları. Zaten general de bir an önce bunların silahsızlandırılması gerektiğini söylüyor.» «Nee? Kazaklar mı?» diyordu komiser. «Bana bir daha onların lafını etmeyin. Böyle bir şey 1905 Devrimi öncesini anımsatır. Yok yok biz sizin genarellerinizden çok farklı düşünüyoruz.» «Henüz herhangi bir girişimde bulunulmuş değil. Ben yalnızca bir düşünceniz olsun diye söyledim.» «Harekât planı konusunda genel karargâhla anlaştık. Birbirimize karışmayacağız. Kazak birliklerini lağvetmeyi bir yana bırakalım. Ben kendi adıma mantık neyi gerektirirse onu yapacağım. Bu asilerin bir karargâhları vardı değil mi?» «Evet. Aslında buna karargâh denmez ya... Bir yere kamp kurmuşlar çevresini de tahkim etmişler.»
«Pekâlâ. Gidip görüşeyim onlarla. Bunlar asi olabilir, kaçak olabilir ama sonuç olarak bunların tümü de halk çocuğudur. İşte sizin unuttuğunuz konu bu. Bunlar çocuklara benzer. Onları iyi tanımak, psikolojilerini, nasıl yola getirileceklerini iyi bilmek gerekir. Gizlendikleri yere gidecek ve konuşacağım onlarla. Bir süre önce kaçtıkları mevzilerine nasıl da örnek bir tavırla döneceklerini göreceksiniz. Bana inanmıyorsunuz değil mi? İsterseniz bahse girereim.» «Biraz zor bir iş ama, inşallah başarırsınız.» «Şunları söyleyeceğim onlara: Beni iyi dinleyin kardeşlerim. Ben ailemin tek çocuğuyum. Yine de kendimi hiç düşünmedim. Her şeyimi feda ettim. Annemin babamın sevgisini, işimi gücümü, adımı. Evet ben böyle davrandım. Ama birçok delikanlı da aynı şekilde davrandı. Elbetteki bu uğurda Sibirya'ya sürgüne gönderilen, birçok yerde hapsedilen öncü liderlerimizi saymıyorum. Tüm bu insanlar bu kadar özveriye niçin katlandı? Elbetteki sizlerin, halkımızın; dünyanın çok değişik ülkelerinde yaşayan insanlardan daha özgür, daha huzurlu ve zengin bir yaşam sürdürebilmelerini sağlamak için. Peki siz ne yapıyorsunuz? Ülkemiz kan dökerken birkaç maceracının sözüne kanmış, özgürlüğü hazmedemeyen bir ayaktakımı topluluğu haline gelmişsiniz. Şu anda yurdumuz, kendini dört bir yandan kuşatmış bir ejderhaya karşı savaşıyor. Sizlerin de bu savaşta yerinizi almanız gerekiyor. İşte onlarla böyle konuşacağım onları utandırarak yola getireceğim.» Komutan yardımcısına anlamlı bir şekilde bakarak, «Hayır, hayır. Bu iş çok tehlikeli olur,» dedi. Galiullin de komiseri bu çılgınca tasarısından vazgeçirmeye çalışıyor; «Ben 212. Alay'ın askerlerini çok iyi tanırım. Cephede onlarla aynı birlikte savaşmıştık. Onlara güvenilmez,» diyordu. Ancak komiserin kimseye aldırdığı yoktu. Yuri, komiserin bu derece toy olmasını anlayamıyor, buna a-kıl erdiremiyordu. Öte yandan komutan ve yardımcısının kurnazca tavırlarından da rahatsızlık duyuyordu. Onların sinsice tavırları ile komiserin aptallığı arasında pek fark yoktu. Yuri sürdürülen düzeysiz konuşmalardan bıkmış, ikide bir gitmek üzere davranıyor fırsat kolluyordu. Bu sırada Hemşire Antipova ile konuşması gerektiğini anımsadı. Bu konuşma pek de sevimli bir konuşma olmayacaktı ama Yuri gene de onu göreceği için seviniyordu. Şu anda gittiği yerden gelmiş olması uzak bir olasılıktı ama bir fırsatını bulup odadan çıktı. Diğerleri onun gittiğinin farkına bile varmamışlardı. VI Yuri'nin sorusu üzerine Matmazel Fleury, Lara'nın döndüğünü fakat çok yorgun olduğunu söyledi. İvedilikle yemeğini yiyen Lara odasına çıkmış ve kimsenin kendisini rahatsız etmemesini istemişti. Matmazel, «Siz gene de yukarı çıkıp kapısını çalın. Henüz uyumamış olabilir,» dedi. Yuri, «Odasına nasıl gidilir?» diye sordu. Matmazel anlatılması olanaksız bir şaşkınlığa kapılmış olmakla birlikte Lara'nın odasına nasıl gidileceğini anlattı. Üst katta, Kontes Zabrinskaya'nın eşyalarının korunduğu odaların yanındaki odada kalıyordu. Yuri evin o bölümünü hiç görmemişti. Öte yandan hava da kararmaya başlamıştı. Dışarıda evlerin ve bahçelerin parmaklıkları sanki birbirinin üzerine yığılmış gibi duruyordu. Sanki bahçedeki ağaçlar lambaların ışığına kapılmış e-ve doğru geliyordu. İnsana sıkıntı veren sıcak bir akşamdı. Yuri merdivenlerin son basamağına gelmişti ki, durdu. Yolculuktan henüz dönmüş bir kadını ziyaret etmenin saygısızca bir davranış olduğunu düşünüyordu. En iyisi yapacağı konuşmayı ertesi güne bırakmaktı. Bu şekilde düşünüp kararını değiştirirken, farkında olmadan yeniden yürümeye başlamış ve koridorun sonuna kadar gelmişti. Burada bulunan açık bir pencereye dirseklerini dayayarak dışarıya, bahçeye bakmaya başladı. Gecenin karanlığı içinden anlaşılmaz, garip gürültüler duyuluyordu. Oldukça yakında bulunan bir lavabonun musluğu düzenli aralıklarla su damlatıyordu. Dışarıda bir yerlerden fısıltılar duyuluyordu. Sebze bahçesini sulayan birinin, kuyudan su çekişi duyuluyordu. Suyu ekerken zincirin, çektiği suyu başka bir kovaya dokusunun bile sesleri duyulabiliyordu.
Sanki toprak günboyunca cansızdı da şimdi canlanmıştı. Bu canlanma çiçeklere de yansımış ve onlarda sözbirliği etmiş gibi kokularını gecenin serinliğine salmışlardı. Her taraf burcu burcu çiçek kokuyordu. Kontes'in belki de yüzyıldan daha fazla bir geçmişi olan bahçesinde çok büyük ağaçlar vardı. Bunların bazıları da şiddetli fırtınalarda devrilmişti. Yaşlı ıhlamur ağacının çiçeklerinin kokusu ise dalga dalga her tarafa yayılıyordu. Sağ tarafta bulunan parmaklığın ardından değişik bazı sesler duyuluyordu. Birisi bağıra çağıra türkü söylüyor, sarhoş bir askerin naraları ve sürekli çarpılan kapı sesleri duyuluyordu. Bahçedeki karga yuvalarının bulunduğu tarafta, yükselmekte olan kıpkırmızı bir ay görülüyordu. Ay, önceleri Zybushino'nun tuğladan yapılmış olap buharla çalışan değirmenin rengindeydi. Daha sonra ise Biryuchi'deki su kulesinin rengini aldı. Yuri'nin bulunduğu pencerenin hemen altına gelen bölümdeki yeni biçilmiş otların kokusuna safa çiçeklerinin kokusu karışıyordu. Orada civar köylerden birinden alınmış bir inek bağlıydı. Bütün gün yürüdüğü için çok yorgundu hayvancağız. Ayrıca arkadaşlarından ayrılmanın huzursuzluğunu da taşıyordu üzerinde. Yeni sahibesine henüz alışmadığından onun verdiği yemleri de ye-miyordu. Kadın ineğe, «Hadi yavrum, hadi bakayım, ye şunu da sorun çıkarma... Yaaa bir de tos vurmaya kalkıyorsun öyle mi? Görürsün sen gününü.» Ancak inek bazen öfkeyle başını sağa sola çeviriyor, bazen de boynunu ileri uzatıp acı acı böğürüyordu. Melyu-zeyevo'nun siyah samanlıklarının, tarlalarının ötesinde ise yıldızlar ışıldıyordu. İnekle bu yıldızlar arasında sanki görünmeyen bağlar vardı. Sanki onlar da başka mandıraların hayvanlarıydılar ve bu yalnız kalmış ineğin durumuna üzülüyorlardı. Etrafta yoğun bir canlılık vardı. Sanki her şey mayalanıyor, yetişiyor, tohum tane tane haline geliyor. Her yanda yaşamın gizemli mayasının kokusu duyuluyordu. Yaşama sevinci hafif bir rüzgâr gibi parmaklıkların arasından, duvarların üzerinden aşıyor, tarlalardan, kasabadan geçerek dalga dalga hep yana yayılıyordu. Yuri kendini bu dalganın gücünden kurtarmak için dışarı çıkarak alanda yapılan konuşmaları dinlemeye gitti. VII İyice yükselmiş olan ayın ışığı tüm alanı koyu bir. tabaka şeklinde kaplanmıştı. Taştan yapılmış resmi binaların sütunlu avlula-rındaki geniş gölgeler siyah halıları andırıyordu. Toplantı alanın diğer tarafında yapılıyordu. Yuri isterse konuşmaların tümünü dinleyebilirdi. Fakat öylesine güzel bir manzarayla karşılaşmıştı ki konuşmaları dinlemek yerine itfaiye binasının önünde bulunan sıralardan birine oturup bu manzarayı seyretmeyi yeğledi. Alana açılan ıssız sokaklar ve kır yolları bir çamur deryası halindeydi. Bu sokakların iki yanı derme çatma evlerle doluydu. Bu evlerin çevresindeki yüksek çitler çamur nedeniyle balıkçıların koridor tutmak için kullandıkları sepetlere benziyordu. Pencerelerden dışarıya sızan ölgün ışıklar, insana göz kırpar gibiydi. Hemen çitlerin dibinden başlayan mısır tarlaları sanki evlerin içine kadar giriyor gibiydi. Mısır koçanları yağlanmışlar gibi parlıyorlar-dı ayışığışında. Yer yer çökmüş olan çitlerin şurasında burasında ebegümeci öbekleri görülüyordu. Bunlar sırtlarındaki gömleklerle; boğucu, sıcak havadan kurtulmak için kulübelerinden çıkıp serinlemeye çalışan köylü kadınlarını andırıyorlardı. Ayışığının aydınlattığı gece tanrının bir lütfü gibiydi. Ermiş insanların hayal dünyasını andırır gibi bir şeydi sanki. Aniden bu peri masallarını andıran; duru, ışıltılı gecenin sessizliği içinde tanıdık, gür ve ölçülü bir ses duyuldu. Yuri bu tanıdık sese kulak verdi. Konuşan Komiser Gintz idi. Resmi makamlar ondan nüfuzunu kullanarak kendilerine yardımcı olmalarını istemişlerdi. Komiser duyarak hissederek, ateşli bir şekilde konuşuyor ve Melyu-zeyevo halkını eleştiriyordu. Onları kışkırtan Bolşevikler'di. Hatta Zybushino'daki ayaklanmanın gerçek suçlusu, kışkırtıcıları da onlardı. O sabah komutanın odasında söylediği gibi karşılarında çok güçlü ve zalim bir düşmanın bulunduğunu belirtiyordu. Kalabalıkta bir kıpırdanma başlamıştı. Konuşmanın ortalarından itibaren dinleyiciler onun sözlerini kesmeye başladılar. Konuşmacıyı dinlemek isteyenlerle protesto edelerin gürültüleri birbirine karışıyordu. Giderek bağırmalar artmaya, komiserin sözü daha çok kesilmeye başladı. Gintz ile gelmiş
olan ve konuşmaları yöneten bir kişi, halkı susturarak, düzeni sağlamaya çalıştı. Dinleyicilerin bir kısmı bir kadının konuşmasını istiyordu. Başka bir kısmı ise konuşanları susturup komiseri dinlemek istiyordu. Kalabalığın arasından yürüyen bir kadın kürsü görevini gören tahta yığınının yanına kadar geldi ve orada dikilip durdu. Dinleyicilerin gürültüsü kesildi. Oradaki herkesin dikkatini çeken bu kadın artık herkesin tanıdığı Ustinya idi. «Komiser Yoldaş,» dedi. «Şimdi Zybushino'dan söz ediyor, gözümüzü açmamızı, kimseye aldanmamızı istiyorsunuz. Tüm dikkatimle söylediklerinizi dinledim. Ancak siz BolşevikMenveşik sözerinden başka bir şey bilmiyorsunuz. İnsanların kardeşçe, barış içinde bir arada yaşamaları Menşevikler'in değil tanrının bir isteğidir. Fabrikaları, atölyeleri, zenginlerin malını halka dağıtmak da Bolşevikler'in bir becerisi değil, insanların birbirlerine karşı duyduğu acıma duygusunun ve sevginin bir sonucudur. Bir de uzun uzun o sağır dilsiz adamdan söz ediyorsunuz. Biz o adamı sizden çok iyi tanıyoruz. Adam uzun süre sağır dilsiz olarak yaşamıştı. Günün birinde kimseden izin almadan tanrının inayetiyle konuşmaya başladı diye mi kızıyorsunuz ona? Bizce ona bu derece içerlemeniz çok anlamsız. Bu durum bize pek de şaşırtıcı gelmiyor. Ona varıncaya değin daha ne şaşırtıcı olaylara, mucizelere tanık olduk. Örneğin Kutsal Kitap'taki Dişi Eşek öyküsü. Zamanın hükümdarı, Balaam adındaki bir evliyayı İsraillileri lanetlemek üzere yola çıkarmış. Dişi bir eşekle ilerlemekte olan Ballaam yolda yalın kılıç bir meleğe rastlamış. Dişi eşek, melekle karşılaşınca tarlalara doğru kaçmaya başlamış. Bu arada dile gelmiş ve sahibine, 'Balaam, oraya gitme, yoksa pişman olursun', demiş. Ancak tabii ki Balaam onu dinlememiş ve yoluna devam etmiş. Olay tıpkı sizin dilsizin konuşması gibi bir şey. Balaam, bir eşeğin sözünü mü dinleyeceğim demiş kendi kendine ve yola devam etmiş. Daha sonra ise başına neler geldiğini hepimiz biliriz.» Kalabalıktan birileri: «Ne olmuş, ne olmuş» diye sordu. Ustinya sert bir sesle: «Bu kadarını da öğrenmeyin. Öğreneceksiniz de ne olacak!» dedi. Gene kalabalık arasından birileri: «Hadi hadi anlat da öğrenelim ne olmuş.» Ustinya, «Madem bu kadar merak ediyorsunuz söyleyeyim. Balaam tuzdan bir heykel haline gelmiş.» «Yanlışın var!» diye sesler geldi kalabalık arasından. «Tuzdan bir heykel haline gelen Lut'un karısıydı. Sodom kentini terke-derken arkasına baktı diye bu duruma gelmişti.» Bunun üzerine herkes kahkahalarla gülmeye başladı. Başkan bu kargaşaya bir son vermeye çalışıyordu. Yuri uyumak üzere konağa döndü. VIII Yuri Lara'yla ertesi akşam görüştü. Çamaşırhanede önünde yığılı kurumuş çamaşırları ütülüyordu. Çamaşırhane binanın üst katında, bahçeye bakan kısımdaydı. Semaverler burada hazırlanıyor, yemek tabakları burada dolduruluyor, kirli tabak, çanak gibi şeyler de önce buraya getiriliyor buradan da bulaşıkhaneye gönderiliyordu. Hastane malzemesinin tüm hesabı, sayım dökümü de burada yapılıyordu. Burası aynı zamanda personelin boş saatlerini geçirdiği bir bulaşma yeriydi. Pencereleri açık olmasına karşın; odadaki limon çiçekleriyle, kurumuş otların kokusu birbirine karışıyor ve bu koku insanın burnunu yakıyordu. Tüm bunlara Lara'nın sırayla kullandığı iki kömür ütüsünden yayılan ve başağrısı yapan kömür kokusu karışıyordu. Lara Yuri'yi görünce, «Dün akşam neden kapıma vurmadınız?» diye sordu. «Matmazel bana anlattı. Ama haklıydınız, sizi içeri alamazdım. Hemen yatmıştım. Neyse. Hoş geldiniz. Nasılsınız? Yalnız dikkat edin. Üstünüzü başınızı kirletmeyin. Her taraf kömür dolu.» «Hastanenin tüm çamaşırlarını siz mi ütüleyeceksiniz?» «Hayır, bunların arasında benim de pek çok çamaşırım var. Bana hep 'Melyuzeyevo'ya takılıp kaldın, buradan ayrılamayacaksın,' diye takılırdın ama bu sefer gidiyorum. Hazırlıklarımı tamamlar tamamlamaz yola çıkıyorum. Ben Urallar'a gidiyorum. Siz Moskova'ya gideceksiniz. Bir
gün size Melyuzeyevo diye bir kasaba biliyor musun diye sorduklarında bilmem, anımsamıyorum; peki Hemşire Antipova diye birini tanıyor musun diye sorduklarında ise böyle birini tanımıyorum diyeceksiniz?» «Olabilir. Peki siz ne yaptınız? Yolculuğunuz nasıl geçti? Köyler ne durumda.» «Vallahi bunu anlatmak çok uzun sürer. Vay canına, bu ütüler ne kadar da çabuk soğuyor. Lütfen diğer ütüyü bana verir misiniz. Bunu da ateşin üzerine koyun. Hah öyle işte. Teşekkür ederim. Köylere gelince: Hiçbiri birbirine benzemiyor. Her şey köyde yaşayanlara bağlı. Bazı köylerin halkı çalışkan, böyle köylerde işler az çok yolunda gidiyor. Kimi köylerde ise halk içip sarhoş olmaktan başka bir şey düşünmüyor. Böyle köyler ise tam acınacak durumdalar.» «Ne kadar saçma! Neden içiyorlar sanıyorsunuz? Konuyu siz de yeterince anlayamamışsınız. Köylerde erkek mi kaldı? Hepsi askere alındı. Neyse, yeni kurulan Devrim Komiteleri ne durumda?» «İçki konusunda asıl yanılan sizsiniz. Ama bunu daha sonra tartışırız. Komitelere gelince. Bu konuda pek çok güçlük çıkacağa benziyor. Verilen talimatların uygulanmasına olanak yok. Zaten doğru dürüst çalışacak insan da yok. Köylülerin tek düşündükleri konu toprak. Razdolnoye'ye de gittim. Ne kadar güzel bir yer olduğunu gidip görmelisiniz. Geçtiğimiz baharda bir hayli zarar görmüş. Yağmaya uğramış, ambarları, meyve ağaçları yanmış. Zybus-hino'ya gitmeye olanak bulamadım. Ama her yanda sağır dilsizden söz ediliyor. Çok genç, bilgili, kültürlü bir adam olduğunu söylüyorlar.» «Dün akşam alanda yapılan toplantıda Ustinya'da onun savunmasını yaptı.» «Dönüşünde burada Razdolnoye'den gönderilmiş bir sürü eşyayla karşılaştım. Hiçbir şeye dokunmamalarını kendilerine söylemiştim. Sanki burada döküntü çok az. Bu sabah da askerler geldiler. Komutanları Kontes'in gümüş çay takımıyla kristal bardaklarını istiyormuş. Bir akşamlığına. Kullanıp tekrar geri getirecekler-
Scanned by hlecter miş. Nasıl geriye getirildiğini çok iyi biliyoruz. Verilen şeylerin yarısı bile geri gelmiyor çoğu kez. Tüm bunların neden olduğunu çok iyi anlıyorum. Sanıyorum önemli bir konuk geldi ve onun o-nuruna bir ziyafet verilecek.» «Evet! Anladım! Yeni komiser için. Cepheye gidecek kendisi. Asker kaçakları konusuyla ilgileniyor. Onları yola getirerek, silahlarını ellerinden alacaklarmış. Buradakiler Kazaklar'ı yardıma çağırmamızı önerdiler ama yeni komiser kabul etmedi. Kendisi konuşarak onları ikna edeceğine inanıyor. Bu işi çocuk oyunu sanıyor. İnsanlar çocuk ruhlu olduklarını söylüyor. Galiullin çok uğraştı ama, bir türlü onu bu düşüncesinden vazgeçiremedi. 'Siz karışmayın bırakın da bu sorunu biz kendimiz çözelim' diyor. Adam bu işi kafasına koymuş bir kez. Böyle çocuk ruhlu biriyle başet-mek olanaksız. Ama siz beni dinlemiyorsunuz. Bırakın şu ütüyü de beni iyi dinleyin. Yakında burası çok karışacak. Kötü olaylar olacak. Ne yazık ki bunu önlemek de elimizde değil. Bu nedenle de bir an önce buradan gitmenizi istiyorum.» «Bence herhangi bir şey olacağı yok. Siz biraz abartıyorsunuz. Her neyse. Ben zaten gidiyorum. Ama bir çırpıda hazırlanıp da hadi ben gidiyorum da diyemem. İşleri kurallarına uygun bir şekilde devretmem gerekir. Arkamdan söz edilmesini istemem. Sonra eşyaları kime teslim edeceğim. Bu bile başlı başına bir sorun. O demirbaş eşya defteri yüzünden neler çektiğimi bir bilseniz! O kadar uğraşıp didindim gene de kimseyi memnun edemedim. Teşekkür beklemiyordum ama hiç değilse eleştirilmemeliy-dim değil mi? Zhabrinskaya'nın tüm eşyalarını hastanenin üzerine geçirdim. Çünük o zaman duyurulan karar buydu. Şimdi sorun daha iyi anlaşılıyor. Meğerse amaç mal sahibinin mallarını korumak-mış. Ne korkunç bir şey!» «Canım siz ne ilgileniyorsunuz bu işlerle. Halı, tabak çanak gibi şeylerle ilgilenip üzülmenize ne gerek var. Hepsinin canı cehenneme. Sizinle dün akşam görüşememem ne kadar kötü oldu. O kadar heyecan doluydum ki size pek çok şey anlatabilirdim. Pek çok yasak soruyu yanıtlandırabilirdim. Şaka bir yana size e-şimden, çocuğumdan, kendi yaşamımdan söz edecektim. Ne garip! Neden bir erkek bir kadına kendi yaşamından söz
etmesin? Niçin bir erkekle bir kadın birtakım kuşkulara yol açmadan konuşamıyor? Böyle bir şeyin ardından neden hemen birtakım kötülükler düşünülüyor? Tanrı belasını versin bu anlayışın. Neyse, siz ütünüze devam edin. Bana aldırmayın, çünkü uzun uzun konuşacağımı sanıyorum. Ütünüzü yaparken bir yandan da beni dinlersiniz. Nasıl bir devirde yaşadığımızı düşünün bir kez. Siz de ben de bu devirde yaşıyoruz. Çevrenizde neler olup bittiğinin farkındası-nızdır sanıyorum. Yalnız böylesi olaylar kırk yılda bir olur. Düşünün ki tüm Rusya yerinden oynadı. Birçok insan evsiz barksız, a-çıkta kaldı. Bizlere sahip çıkacak, göz kulak olacak kimsemiz yok. Özgür olduğumuz söyleniyor. Hem de sözde olmayan gerçek anlamda bir özgürlük bu. Ne var ki hiç kimsenin beklemediği bir anda, adeta gökten inivermiş bir özgürlük bu. Bu yüzden insanlar bir türlü uyum gösteremiyorlar. Ancak gene de insanlar çok değişti, hiç dikkat ettiniz mi? Siz ütünüze devam edin, konuşmayın. Dün akşam alandaki toplantıda yapılan konuşmaları dinledim. İnsan şaşkınlık içinde kalıyor. İnsanlar artık yerinde duramıyor. Bir türlü huzura kavuşamıyor. Susmak bilmeksizin konuşuyorlar. Dün akşam alanda konuşanlar yalnız insanlar değildi. Yıldızlar da ağaçlar da öbek öbek olmuş konuşuyorlardı. Çiçekler değişik düşünceler ileri sürüyor, taş binalar da kendi aralarında toplantılar düzenliyordu. Sanki Kutsal Kitap'tan çıkmış gibiydi dün gece.» «Ne demek istediğinizi çok iyi anlıyorum. Çoğu kez ben de aynı duygularla dolar taşarım çünkü.» «Bu durumun nedeni savaştır. Tabii devrimin de rolü oldu bunda. Ne kadar garip bir durum. İnsanlar sanki bir dönem için yaşamaktan vazgeçmiş de sonradan istediği bir durumla karşılaşınca yeniden yaşamaya karar vermiş gibi. Devrim sanki böyle bir ortam sağladı. İnsanlar canlandı, yeniden doğmuş gibi oldu. Devrim, sanki insanların kendi işlerinde, düşüncelerinde de gerçekleşti. Düşünüyorum da sosyalizm sanki bir okyanus. Bir yaşam denizi. İnsanlar yaşamı kitaplardan okumaktan, sinemalarda seyretmekten bıktılar. Artık onu doyasıya kendileri yaşamak, öğrenmek istiyorlar.» Sesine gelen bir titreme Yuri'nin ne kadar heyecanlandığını -gösteriyordu. Lara ütü yapmayı bırakıp şaşkın bir şekilde ve ciddi bir tavırla ona baktı. Bu durum Yuri'nin bocalamasına ve ne söyleyeceğini şaşırmasına neden oldu. Kısa süren bir sessizlikten sonra Yuri yeniden konuşmaya başladı. Aklına gelen her şeyi anlatıyordu. «Bugünler insanda namuslu, dürüst ve verimli bir şekilde çalışma isteği uyandırıyor. Bu devrimin, uyanışın içinde olmayı, onu bir parçası olmayı ne kadar istediğimi bir bilseniz. Oysa ben böyle coşkulu duygular içindeyken sizin hüzün dolu bakışlarınızla karşılaşıyorum. Halbuki böyle bir bakışla karşılaşmayı hiç istemezdim. Çünkü sizin yaşamından memnun, mutlu bir olmanızı o kadar istiyorum ki. İsterdim ki sizin yakınlarınızdan biri, -kocanız olması çok daha iyi olurdu, hele kocanız askerse daha da iyi- gelip elimden tutsun ve, '5en onu merak etme, boş yere üzülme' desin! İşte o zaman onu sarsacak ve... Hay Tanrım gene ne söyleyeceğimi şaşırdım. Kusura bakma, söylemek istediğim bu değildi.» Titreyen sesi gene heyecanını ortaya çıkarmıştı. Onarılması güç bir gaf yaptığının farkına vararak, eliyle öfkeli bir işaret yaptı. Daha sonra pencereye gitti ve yanakları ellerinin içinde, dirsekleri pencerenin pervazına dayalı bir durumda dalgın dalgın dışarıya baktı. Dışarıya, bahçeye bakar körler gibi bakıyor içindeki fırtınayı dindirmeye çalışıyordu. Lara ütü masasının çevresinden dolaraşak ilerledi ve Yuri' nin birkaç adım ötesinde odanın ortasında durdu. Kendi kendine konuşuyormuş gibi yumuşak bir sesle, «İşte benim korktuğum da buydu ve korktuğum başıma geldi. Ne büyük bir hata! Yeter artık Yuri Andreyeviç daha fazlasını söylemeyin.» Sonra ütü masasına doğru koşarak, «Gördünüz mü ne yaptığımı. Sizin yüzünüzden oldu bu.» Bluzlarının biri ütünün altıda dumanlar çıkararak yanıyordu. Genç kadın sert bir tavırla ütüyü kaldırarak yerine koydu. Sonra da Yuri'ye dönerek: «Yuri Andreyeviç, lütfen kendinize gelin. Matmazelin odasına gidip bir bardak su için. Sonra gene buraya gelin ama hep sizi görmek istediğim şekilde olun. Bunu yapabilecek gücünüzün olduğuna inanıyorum. Lütfen böyle yapın.» Daha sonra aralarında buna benzer herhangi bir konuşma olmadı. Bir hafta sonra da Lara, Yuri'ye veda ederek Moskova'ya doğru yola çıktı.
Kısa bir süre sonra Yuri de yola çıkmaya hazırlanıyordu. Hareketinden bir gece önce korkunç bir fırtına başladı. Fırtınayla birlikte sağanak halinde yağmur yağıyordu. Fırtınanın uğultusuyla yağmurun gürültüsü birbirine karışıyordu. Yağmur dik bir şekilde yağarken bazen rüzgârın etkisiyle yön değiştirerek şiddetli bir şekilde evleri ve sokakları dövüyordu. Gökgürültüleri birbirini izliyor, birbiri ardından çakan şimşeklerin aydınlığında uzayıp giden sokakta ağaçların aynı yöne doğru eğildiği seçiliyordu. Gece yarısı kapının çalınması üzerine Matmazel Fleury uyandı. Korkuyla doğruldu, kulak kabarttı. Ön kapı gürültülü bir şekilde çalınıyordu. «Hay aksi! Koskoca hastanede kalkıp kapıyı a-çacak kimse yok. Bu iş de benim üzerimde. Bütün bunlar hep görev anlayışım yüzünden başıma geliyor!» diye düşündü. Zhabrinskyler zengin aristokratlardı, evet ama ya hastaneye ne demeli. Oysa hastane halkın malıydı. Peki ona sahip çıkması gerekenler neredeydi? Sözgelimi sağlık servisi nerelerdeydi şimdi. Herkes kimbilir hangi deliğe tıkılmıştı şimdi? Hastanede pek doktor, hemşire kalmamıştı ama yine de pek çok hasta vardı. Örneğin üst katta ameliyathane olarak kullanılan odada iki ayağı da kesilmiş biri vardı. Alt kattaki çamaşırhanede bir sürü dizanterili hasta yatıyordu. Ustinya denilen o şeytan karı ise dostlarını ziyarete gitmişti. Üstelik fırtınanın gelmekte olduğunu görmesine karşın gitmişti. Şimdi de fırtına çıktı ya, işte sana geceyi dışarda geçirmek için fırsat. Çok şükür kapının çalınması kesilmişti. Herhalde gelenler kapının açılmayacağını anlayıp gittiler. Böyle bir havada sokağa çıkmak da bir cesaret işi. Acaba gelen Ustinya mıydı? Ama hayır, Ustinya olamazdı, çünkü onda anahtar vardı. Aman Tanrım, yeniden çalmaya başladılar. Yuri'ye bir şey söylemek haksızlık olur, çünkü o yarın erkenden Moskova'ya gidecek, hatta düşünceleriyle şimdi oradadır bile. Pek ya Gaullin, ona ne demeli? Bu kadar gürültünün arasında nasıl da uyuyabiliyordu, Yoksa uyanmıştı da kalkıp kapıyı onun açmasını mı bekliyordu. Galiuüin mi? O da nereden çıktı şimdi. Galiullin şimdi çook uzaklarda olmalıydı. Buradan ayrılah çok olmuştu. Uyku sersemliğiyle onu düşünmüştü mutlaka. Onu Yuri Jivago ile birlikte sivil olarak giydirmiş; yolların, köylerin, kasabaların durumunu iyice öğrenip gizlice yola çıkarmışlardı oysa. Asker kaçakları, Biryuchi istasyonunda Komiser Gintz'i linç ederek öldürdükten sonra onu az aramamışlardı. Galiullin'i Melyuzeyevo'ya kadar takip etmiş, sonra da izini kaybetmişlerdi. O sırada kasabadan tesadüfen bir zırhlı tümen geçmekteydi. Eğer bu birlik olmasaydı asiler Melyuzeyevo'yu yerle bir edeceklerdi. Askerler kasabayı savunarak asileri geldikleri yere kaçmak zorunda bırakmışlardı. Fırtına sona ermek üzereydi. Gökgürültüleri daha az duyuluyordu. Yağmur da hızını kaybetmişti. Birikmiş yağmur suları sakin şarıltılar çıkararak ağaç yapraklarından ve saçaklardaki oluklardan akıyordu. Çakan bir şimşek ışığı sanki bir şeyler aranıyor-muş gibi Matmazel Fleury'nin odasında bir an durdu. Bir süredir çalınmayan kapı bu arada yeniden çalınmaya başladı. Anlaşılan birinin yardıma ihtiyacı vardı. Yağmur yeniden şiddetlendi. Matmazel Fleury kendi sesinden korkarak kapıyı çalana «geliyorum!» diye bağırdı. Sonra kapıdakinin kim olabileceğini düşündü ve hemen yatağından fırlayarak terliklerini giydi. Jivago'yu kaldırmak için onun odasına doğru koştu. Bir yandan da gelenin Lara ya da Galiullin olduğunu düşünüyordu. Jivago da yaktığı bir mumla aşağıya iniyordu. Matmazel Fransızca konuşarak, «Doktor, birisi kapıyı çalıyor. Tek başıma inip açmaktan korktum,» dedi. Sonra da Rusça devam etti, «Belki Lara ya da Galiullin gelmiştir.» Kapının çalınmasıyla uyanan Yuri de gelenin tanıdık biri olduğunu düşünüyordu. Ya Galiullin kaçmayı başaramamıştı ya da Lara yoluna devam etmektan vazgeçip konağa dönmüştü. Taşlığa geldiklerinde Yuri elindeki mumu Matmazel Fleury' ye verdi ve kapının demir sürgülerini çekti. Kapıyı açtı. Rüzgârın şiddetiyle kapı ardına kadar açıldı ve mumu söndürdü. Soğuk yağmur damlaları ikisinin de yüzüne çarptı. Yuri ile Matmazel karanlığa doğru «Kim o? «Kim var orada?» diye birkaç kez seslendiler. Karşılık veren yoktu. Az sonra aynı darbeler evin başka bir tarafından duyulmaya başladı. Arka kapıdan ya da bahçeye açılan pencerelen geliyor gibiydi sesler.
Yuri, «Sanıyorum rüzgârın sesi bu,» dedi. «Yine de iyice e-min olmak için evin arkasına da bakalım. Siz gidip oraya bakarken bende burada bekleyeceğim. Herhangi bir kimse varsa kaçırmayalım.» Matmazel evin arka tarafına doğru giderken Yuri de kapının dışına çıktı, verandanın saçağının altında durdu. Karanlığa iyice alışan gözleri şafağın sökmekte olduğunu farketmişti. Kasabanın üzerindeki birçok bulut, rüzgârın etkisiyle kaçıyor gibi uçuyordu. Öylesine alçaktan uçuşuyorlardı ki neredeyse ağaçların dallarına sürtünecekler gibi geliyordu insana. Ağaçlar da rüzgârın yönü doğrultusunda eğiliyorlardı. Ağaçları bu şekilde görenler; gökyüzünü süpürüyorlar sanabilirdi. Yağmur evin tahta kaplamalarında saklıyordu. Kurşuni renkli bu kaplamalar ıslandığı için simsiyah görünüyordu. Matmazel geri döndü. Yuri, «Ne haber?» dedi. Matmazel, «Hakkınız var galiba,» diye karşılık verdi. «Etrafta kimsecikler yok. Bütün evi dolaştım. Ihlamurun dallarının çarptığı çamaşırhanenin penceresi kırılmış, yerler su içinde kalmıştı. La-ra'nın odası da aynı durumdaydı. Her taraf su içindeydi. Odanın pancurlarından birisi yerinden çıkmış, rüzgârın etkisiyle durmadan çarpıp duruyor. Biz de birileri kapıyı çalıyor sandık. Olup biten bu.» Bir süre daha konuştuktan sonra yatmak üzere odalarına döndüler. İkisi de kapının gerçekten çalınmamasına üzülmüş gibiydi. İkisi de kapıyı açtıklarında o çok yakından tanıdıkları kadının gireceğini ummuştu. Yağmurdan iliklerine kadar ıslanmış ve soğuktan donmak üzere bir durumda içeriye girecek olan Lara, üstünü başını silkmeye çalışırken ikisi birden onu soru yağmuruna tutacaklardı. Sonra üstünü başını değiştirmek üzere odasına çıkacak, kısa bir süre sonra da dönerek henüz sönmemiş olan sobanın başında bir yandan kurulanmaya çalışırken bir yandan da başından geçenleri yer yer kahkahalarla anlatacaktı. İkisi de böyle bir durumla karşılaşacağından o kadar emindi ki kapıyı kapattıklarında hâlâ onun gölgesini sokağın köşesinde görür gibiydiler. Scanned by hlecter Biryuchi istasyonunda meydana gelen olayda herkes dolaylı bir şekilde de olsa telgraf memuru Kolya Frolenko'nun sorumluluğunun bulunduğunu kabul ediyordu. Kolya, Melyuzeyevo'daki saat tamircisinin oğluydu. Melyuze-yevo halkı onu çocukluğundan beri tanırdı. Hele Matmazel onu çok daha iyi tanırdı. Kolya çocukluğunda uşaklardan birinin evinde kalıyor ve Matmazelin gözetimi altında zaman zaman Konte-s'in iki kızıyla birlikte oyun oynuyordu. Fansızca'yı da bu sıralarda öğrenmişti. Kasabada herkes onu ceketsiz ve şapkasız görürdü. Hava nasıl olursa olsun o ceketsiz ve şapkasız olurdu. Ayaklarında ise keten ayakkabılar olurdu. Genellikle bisikletle gezerdi. Bisikleti direksiyonunu tutmadan, hafifçe geriye eğik bir durumda ellerini göğsünün üzerinde kavuşturarak idare ederdi. Kasabanın sokaklarında, yollarında bu şekilde dolaşarak telgraf direklerinin durumunu kontrol ederdi. O sıralarda Melyuzeyevo'da birkaç evde telefon vardı. Bunlar bir hatla istasyona bağlıydı. Bu hatta istasyondaki odasından Kolya yönetiyordu. İşleri oldukça yoğundu. İstasyon müdürünün bulunmadığı zamanlarda yalnız telgraf ve telefonları bağlamakla yetinmez, aynı odadan yönetilen yol ve makas işaretlerini de kullanırdı. Çok sayıda alet kullanması sonunda Kolya kendine özgü kimsenin kolay kolay anlayamadığı küfürlü bir dil uydurmuştu. İ-şine gelmeyen bir soruyu yanıtlamamak ya da gereksiz, anlamsız bulduğu konuşmalara katılmamak için bu dili kullanırdı. Söylentilere göre olayların çıktığı gün de hep bu dille konuşmuştu. Galiullin'in tüm uğraşılarını boşa çıkarmış, belki de farkında olmadan bu davranışıyla olayların çok değişik bir şekilde gelişmesine neden olmuştu. Galiullin kasabadan telefon etmiş, istasyonda ya da istasyon civarında bir yerde olan Komiser Gintz'le görüşmek istemişti. Gintz'le konuşması mümkün olmayınca, Kolya'ya kendisi gelinceye değin komiserin harekete geçmemesi gerektiğini, bunu ona söylemesini istemişti. Ancak Kolya o sırada yaklaşmakta olan bir trene işaret vereceği bahanesiyle bu sözleri Komiser Gintz'e ak-tarmamıştı. Kolya bunun yanında gelen bir trenin istasyona girmesini de geciktirmişti ki bu trende Biryuchi'ye takviye için çağrılan Kazak askerleri
bulunuyordu. İstasyonda inen Kazak askerlerinden hoşnutsuzluğunu da gizlememişti Kolya. İstasyonda ağır ağır ilerleyen tren gelip idare binasının önünde durmuştu. Kolya yeşil çuha perdeyi açmış dışarıya bakıyordu. Perdenin kenarlarında Ulaştırma Bakanlığı'nın arması işlenmişti. Pencerede bulunan kalın cam sürahiden bir bardağa su doldurup içti. Makinist onu görünce bir baş işaretiyle selamlamıştı. Kolya içinden «pis herif» diye söylendi, dilini çıkarıp, yumruğunu salladı. Makinist söylemek istediğini çok iyi anlamıştı. Başını trenden yana çevirip, omuzlarını silkerek kendisinde herhangi bir hata olmadığını anlatmak istemişti. «Patron ben değilim, benim yapabileceğim bir şey yok,» demek ister gibiydi. Kolya da gene el kol hareketleriyle «Öyle de olsa gene sen sorumlusun bu durumdan ve sen alçağın birisin!» demişti. Atlar vagonlardan indirildi. Nallan tahta köprü üzerinde tok sesler çıkarıyordu. Daha sonra peronun taşları üzerinde yürüyen atların nal sesleri duyuldu. Bazı şahlanan atlar sonunda istasyonun sonuna doğru götürüldü. Burada terkedilmiş, kullanılmayan iki vagon vardı. Bu vagonlar ot bürümüş bir şekilde paslı raylar üzerinde duruyordu. Boyaları döküldüğünden, yağmurun etkisiyle çürümüş, kurtların kemirmesinin de etkisiyle artık tahtadan çok ormandaki ağaçları andırıyorlardı. İstasyonun hemen dışında Kazaklar aldıkları emirle atlarına atladılar, isyancıların bulunduğu yöne doğru harekete geçtiler. Kısa sürede kaçak askerlerin çevresi sarıldı. Onların silahları da vardı. Ancak ormanlık bir yerde at üzerindeki kişi daha heybetli göründüğünden, kılıçlarını çekmiş at üzerindeki Kazakları gören kaçakların moralleri bozulmuştu. Komiser Gintz çemberin orta yerine doğru ilerlemiş, onlara hitap etmişti. Artık alışkanlık haline getirdiğinden onlara yurt sevgisi askerlik görevi gibi nazik konulardan söz etmişti. Ancak bu konuştuklarının dinleyenler üzerinde hiçbir etkisi olmamıştı. Dinleyenler daha önce buna benzer lafları çok dinlemişlerdi. Savaşın içinde pişmiş, çelikleşmiş, deneyim kazanmışlardı. Tüm bunlara ek olarak komiserin adı da dinleyicilerin hoşuna gitmemişti. Ayrıca Komiser Gintz'in şivesi de Almanlar'ı andırıyordu. Bundan da hoşlanmamışlardı. Gintz konuşmasını uzattığını farkt etmişti, ancak uzun konuştukça konuyu daha iyi açıklayabileceğini umuyordu. Konuşma uzadıkça da daha çok ateşleniyordu. Bu arada konuşmasının sonunda savurmayı düşündüğü tehditleri de savurmaya başladı farkında olmadan. Bunun üzerine dinleyenler arasından kimileri sakin, kimileri öfkeli pek çok ses duyulmaya başladı. «Yeter artık anladık.», «Görüyorsunuz ya bizi korkutmaya çalışıyor.», «Demek biz hainiz ha? Peki ya siz nesiniz?», «Kimse ona aldırış etmesin.», «Bu adam bir Alman.», «Bu bir casus.», «Kimliğini göster bakalım.» şeklindeki konuşmalar giderek yoğunlaşıyordu. Daha sonra askerler Kazaklara döndüler, «Siz buraya düzeni korumak için gelmediniz mi? Hadi tutuklayın bizi de işiniz bitsin. Ancak Gintz'in konuşması Kazakların da hoşuna gitmemişti. «Adamın konuşmasına hakin hele.», «Adama bak be! Yahu bu adam kendini ne sanıyor?» gibi mırıldamalar da Kazak askerleri arasında dolaşmaya başladı. Kılıcını kınına sokan bazşıları atlarından inerek isyancı askerlerle kucaklaşmaya başladı. Bu durum bazı Kazak subaylarını endişelendirdi. Komiser Gintz'e «Buradan yavaşça çekilip gidin. Durun istasyondaki otomobili getirtelim, ona binip hemen uzaklasın buradan.» Gintz söylenenleri dinledi. Ancak böyle bir korkak gibi gizlice kaçmayı gururuna yediremiyordu. İstasyona doğru, gizlenmeye gerek duymadan yürümeye başladı. Gururu nedeniyle korkusuna rağmen koşmuyor, hatta acele bile etmiyordu. İstasyona iyice yaklaşmıştı. Ormanın kenarına gelince çevresine göz gezdirdi. İsyancı askerler ellerinde silahlarıyla peşinden geliyorlardı. Bunun üzerine daha hızıl yürümeye başladı. Peşinden gelenler de hızlandılar. Kullanılmayan vagonların yanına gelmişti. Bunların arkasına geçip koşmaya başladı. Kazak askerlerini getiren tren çekildiğinden yol boştu. Onun koşması üzerine peşindeki askerler de koşmaya başladı. Kolya ile istasyon Müdürü, Gintz'e bağırarak, işaretler yaparak istasyon binasına girmesini istiyorlardı. Onu orada rahatlıkla koruyabilirlerdi. Ancak Gintz'in gururu bunu da engelledi. Taşıdığı onur duygusu kaçmasını engelliyordu. O taşıdığı bu duygunun etkisiyle kendini kurtaracak olan yola sapmadı. Kalbinin çarpıntısını yatıştırmaya çalışarak, «Onlara düşmanları olmadığını, kendilerine gelmelerini
söylemeliyim,» diye düşündü. Bu adamların gözü dönmüştü; onları durduracak bir şeyler yapılmalıydı. Komiser Gintz istese birkaç adım ötedeki istasyon kapısından içeri girip yaşamını kurtarabilirdi. Ancak o böyle davranmadı. Son aylarda yapılan birçok toplantıda konuşmalar yapmıştı. Bu konuşmalarda da başarılı ve etkileyici olduğunu düşünüyordu. Bunun için, istasyonun hemen girişinde bulunan ve yangında kullanılmak üzere içi daima su dolu olan büyük su fıçısının üzerine çıktı. Karmakarışık birkaç acındırıcı söz söyledi. Söylediği sözlerle onların yürüklerine hitap ettiğini sanıyordu. Fakat askerler onun kaçıp kurtulma umudu varken gösterdiği bu cesaret karşısında şaşırıp kalmışlardı. Onun söylediği abuk subuk sözlerden etkilenmelerinin lafı bile edilemezdi. Tüfeklerini indirdiler. İşte ne olduysa bu sırada oldu. Üzerine çıktığı fıçının iyice kenarına basan Gintz, kapağın fıçının içine doğru kaymasıyla düştü. Bir ayağı fıçının içinde biri dışında ata biner gibi fıçının kenarında kaldı. Askerler onun bu komik durumu karşısında kahkahalarla güldüler. Bu arada en önde olanı, Gintz'in boynuna bir kurşun sıktı. Diğerleri de koşup süngülerle delik deşik ettiler ama bu çabaları boşu-naydı. Kurşunu yediği an Gintz ölmüştü. XI Matmazel Fleury telefonda Kolya ile konuşuyordu. «Eğer Doktor Jivago için rahat bir yer ayarlamazsan her şeyi söylerim ve bu da senin için hiç de iyi olmaz.» Kolya ise her zamanki gibi davranıyor Matmazel'le konuşurken, bir yandan da başka bir bağlantı kurmaya çalışıyordu. «Psköv, Pskov beni duyuyor musunuz? Konuşun. Ne isyancıları canım? Ne eli? Matmazel siz ne diyorsunuz Tanrı aşkına... Hepsi şaka bunların... Otuz altı virgül sıfır sıfır on beş... Lanet olsun gene bağlantı koptu... Alo alo... İşitemiyorum. Ne gene siz misiniz Matmazel? Size söyledim ya istasyon müdürüyle konuşamam. Siz kendiniz telefon edin... Şaka şaka, hepsi şaka bunların. Otuz altı... Lanet olsun aradan çıkar mısınız. Beni rahat bırakın... » Matmazel Fleury ise hattın diğer ucundan bozuk Rusça'sıyla şunları söylüyordu. «Öyle Pskov, Pskov deyip benim gözümü bo-yayamazsın. Ben senin ne mal olduğunu çok iyi biliyorum. Yarın eğer doktora iyi bir yer bulamazsan ne yapacağımı çok iyi biliyorum ona göre.» XII Yuri'nin yola çıktığı gün insanı boğacakmış gibi ağır bir hava vardı. Bir gün öncekine benzer bir fırtına patlayacak gibiydi. Kapkara göğün altında istasyon civarındaki kerpiç evler ve kaz sürüleri bembeyaz görünüyordu. Yerler ayçiçeği çekirdeği kabuklarıyla doluydu. İstasyonun önünde geniş bir düzlük vardı. Buradaki otlar ü-zerinde büyük bir kalabalık beklenti halindeydi. Hepsi de istedikleri yere gidebilecekleri bir treni beklemekteydi ve bazıları haftalardır buradaydı. Kurşuni renkli kalın ceketli ihtiyarlar, grupların arasında dolaşıyor, yeni bir haber olup olmadığını araştırıyorlardı. Ondört yaşındaki iki genç, kabuklan soyulmuş söğüt dallarını ellerinde döndürüyor, uyandıkları yerden bir sürüyü gözleyen çobanları andırıyorlardı. Bunların küçük kardeşleriyse gömleklerini pembe kıçlarının üstüne dek sıyırarak kalabalığın arasında koşuşturuyorlardı. Anneleri ise oturdukları yerde ayaklarını dümdüz uzatmış emzikli çocuklarını göğüslerine bastırmışlardı. Yuri ve istasyon müdürü; istasyonun önünde ve içinde, oturmuş ya da uzanmış yolcuların arasından üzerlerine basmamak için büyük çaba harcayarak geçiyorlardı. Müdür, «Sen ateş başlayınca burayı görecektin. Hepsi koyunlar gibi kaçıştılar. Şu gördüğün düzlükte tek bir insan kalmadı. Toprağın yüzünü ancak o zaman gördük. Dört aydır bu kalabalık yüzünden toprağı göremiyorduk. Gintz ise tam burada yatıyordu,» diyor ve anlatmasını sürdürüyordu. «Savaşta pek çok benzeri olayla karşılaştığım için artık böylesi olayları kanıksadığımı düşünüyor olabilirsiniz ama inanın ki çok üzüldüm. Üzüntümün nedeniyse olayın saçmalığı. Gintz onlara ne yapmıştı ki? Ama adamlar insanlıktan çıkmışlardı. Galiba ailesinin de tek çocuğuymuş Gintz. Şimdi de lütfen sağa dönelim. Tamam işte şimdi benim büroma geldik. Bu trene binmeniz olanaksız. Ezilip ölebilirsiniz yoksa. Ben sizi
yakın istasyonlara giden başka bir trene bindireceğim. Bu tren şu anda hazırlanıyor. Yalnız trene bininceye değin kimseye bir şey söylemeyin. Yoksa daha biz vagonları birbirine bağlamadan halk sizi parçalar. Sukhunichi'de ise aktarma yaparsınız.» XIII İstasyon müdürünün sözünü ettiği tren daha geri geri depodan çıkıp istasyona doğru ilerlemeye başladığında, halkın hücumuna uğradı. İstasyonun önündeki kalabalık, hızlı bir biçimde trene ulaşmak üzere koşuşuyordu. Birbirlerini itip kakıyor, yerlerde yuvarlanıyor, kapılarından pencerelerinden trene girmeye çalışıyorlardı. Vagonların tepesi, basamakları her tarafı dolmuştu. Üstelik daha istasyona girip durmadan olmuştu, tüm bunlar. Yuri ise bir mucize eseri bir sahanlığa ulaşabildi. Sonra kendisinin de anlayamadığı bir şekilde koridora geçti. Sukhunichi'ye kadar da o koridorda bavulunun üzerinde oturarak gitti. Fırtına bulutları dağıtmıştı. Yakıcı güneş ışıklarının altındaki tarlalar parıl parıl parlıyordu. Bu tarlalarda ötmekte olan cırcır böceklerinin sesleri trenin gürültüsünü bile bastırıyordu. Pencere ve kapı önlerinde duran yolcular güneş ışıklarının içeriye girmesini engelliyor, içerdekilerin karanlıkta kalmasına neden oluyordu. İkişer ikişer, üçer üçer yan yana duran bu insanların gölgeleri yere, vagon sıralarına ve bölmelerine vuruyor, karşı pencerelerden de trenin parçasıymışlar gibi yol boyunca trenle birlikte gidiyordu. Trendeki insanların durumları çok farklıydı. Kimisi şarkılar söylüyor, kimisi bağırıp çağırıyor, kimileri de küfrediyordu. Bunlara her gelinen istasyonda trene binmek isteyenlerin yalvarmaları ekleniyordu. Bu gürültüler giderek artıyor ve adeta dayanılmaz bir hale geliyordu. Fırtınalı bir denizin uğultusunun andırıyordu. Fakat sonra aniden bir sessizlik ortalığı kaplıyordu. Bu durum özellikle yeni girilen bir istasyonda yaşanıyordu daha çok. Sessizliği ise peronda koşuşmakta olanların ayak sesleri, bagaj vagonunda yapılan tartışmalar ve birbirlerine veda edenlerin sesleri bozuyordu. Yuri kalabalık nedeniyle pencereye yaklaşıp göremiyordu a-ma, sanki kendisine postalanmış bir mektup gibi ağaçların kokularını duyabiliyor, varlıklarını hissedebiliyordu. Oldukça yakın olmalıydılar bu ağaçlar ve herhalde tozdan beyazlaşmış dallarını vagonlara doğru uzatıyorlardı. Yol boyunca hem kalabalık ve gürültü, hem de ağaçların varlıklarını bildiren kokuları devam etti. XIV Sukhunichi'ye geldikleri akşam saygılı bir hamal Yuri'yi ışıklandırılmamış yollardan geçirerek, yeni gelmiş olan bir trenin i-kinci mevki vagonuna yerleştirdi. Bu tren henüz tarifede bile yoktu. Hamal elindeki anahtarla vagonun kapısını henüz açmıştı ki kondoktör göründü ve Yuri'yi eşyasıyla birlikte dışarıya atmak istedi. Fakat Yuri bir süre dil dökerek adamı ikna etmeyi başardı. Bunun üzerine hemen ortadan kayboldu. Özel olarak hazırlanmış olan bu trenin gizemli bir hali vardı. Çok hızlı gidiyor ve istasyonlarda pek durmuyordu. Durduğu istasyonlarda ise çok az bekliyordu. Silahlı bir muhafız birliği dışındaki yolcusu yok denecek kadar azdı. Yuri'nin girdiği kompartıman rafın üzerine yerleştirilmiş bir mumla aydınlatılmıştı. Yarı açık pencereden giren rüzgâr, mum alevini sağa sola sallıyordu. Mum, kompartmanın Yuri dışındaki tek yolcusu olan sarışın delikanlınındı. Kollarının, bacaklarının u-zunluğuna bakılırsa oldukça uzun boyluydu. Bu uzun kol ve bacaklar ise eklem yerlerinden itibaren sürekli hareket halindeydi. Vidaları iyice sıkıştırılmadığı için oynayan aletleri andırıyordu bu haliyle. Pencerenin yanında uzanıp yatıyorken Yuri'nin içeriye girmesiyle terbiyeli bir tavırla toparlandı. Oturduğu kanepenin altında tahta bezine benzer bir şey görülüyordu. Yuri bu beze benzettiği şeyin bir ucunun kıpırdadığını farketti bir süre sonra. Ve kanepenin altından yassı kulaklı Setter cinsi bir köpek çıktı. Yuri'yi kokladı ve uzun uzun yüzüne baktı. Sahibinin rahat hareketlerini andırır bir şekilde kompartımanın içinde bir ileri bir geri koşmaya başladı. Ancak sahibinin emri ü-zerine tekrar kanepenin altına girerek bezin üzerine kıvrılarak yattı.
Yuri ancak o zaman kompartımanın askısına asılı tüfek kılıfını, fişeklediği ve tıka basa dolu av çantasını farketti. Demek ki delikanlı avdan dönüyordu. Konuşkan biri olan delikanlı gülümseyerek Yuri'yle konuşmaya başladı. Bir yandan da dikkatli bir şekilde onu inceliyordu. Delikanlının sesi insanın sinirlerini bozacak denli inceydi. Bir Rus'a benzemesine karşın dili bir yabancıyı andırıyordu. Bazı harfleri yanlış telafuz ediyordu. Zaman zaman gösterdiği çabayla bu hatasını düzeltiyor, ancak az sonra aynı hataya yeniden düşüyordu. Yuri adamın konuşmasındaki bu garipliği anlamaya çalışıyordu. «Bu konuda bir şeyler okumuştum ama bir türlü anımsayamıyorum. Sanırım bir beyin rahatsızlığı buna neden oluyor. Ama neden ne olursa olsun adamın bu konuşması çok komik, insan gülmemek için kendini zor tutuyor. Adamı gücendirmemek için yapılacak en iyi iş uyumak galiba,» diye düşündü. Yuri oturduğu kanepenin kuşetine tırmandı. Bu arada delikanlı: «İsterseniz mumu söndüreyim, sizi rahatsız etmesin,» dedi. Yuri onun bu önerisini sevinerek kabul etti. Hemen ardından kompartıman karanlığa gömüldü. Kompartımanın penceresiyse yarı açık duruyordu. Yuri, «Pencereyi kapatmamı ister misiniz? Hırsızlardan korkmuyorsunuz değil mi?» diye sordu. Ancak yanıt veren olmamıştı. Sorusunu tekrarlayan Yuri gene yanıt alamayınca bir kibrit çakarak aşağıya baktı. Yol arkadaşının uyuduğunu sanıyordu. Ancak delikanlı olduğu yerde oturuyordu ve gözleri de açıktı. Bir kez daha sordu. Delikanlı; hırsızlardan korkmadığını çalınacak herhangi bir şeyi olmadığını, havanın sıcak olması nedeniyle de pencerenin açık kalmasını yeğlediğini belirtti. Yuri, «Ne tuhaf bir adam bu,» diye düşündü. «Karanlıkta konuşmaktan hoşlanmıyor galiba. Ama bu seferki konuşmasında hata yapmadı.» XV Yuri bir önceki haftanın yorgunluğu nedeniyle hemen uyuyacağını düşünüyordu ama ancak sabaha karşı uyuyabilmişti. Uyuyuncaya kadar kafası karma karışık düşüncelerle çalkalandı durdu. Bu düşünceleri arasında yalnızca ikisi diğerlerinden farklı bir şekilde kendilerini hissettiriyordu. Bunların birincisi Tonya ile ilgili düşünceleriydi. İçtenlik ve tertemiz bir sevgiyle dopdolu bir yaşamları vardı onunla. Onunla birlikte geçen zamanlar huzurla, sevgiyle doluydu. İki yıl süreyle ayrı kaldığı bu yaşama bir an önce dönmek istiyor, bu yaşamı kaybetmekten korkuyordu. İkincisi ise devrime karşı duyduğu yakınlı ve bağlılıktı. Devrim onda büyük bir coşku uyandırmıştı. 1905 yılı simgeci şair Blok hayranı üniversite öğrencilerinin düşlediği şekilde bir devrimdi bu. Yeni bir yaşamın belirtilerini içinde taşıyordu. Yuri 1912-1914 yılları arasında Rus sanat ve düşünce yaşamında kendisini göstermeye başlamış olan yeniliklere dönmek ve bu konudaki gelişmeleri de yakından izlemek istiyordu. Kafasını karıştıran bir diğer önemli konu da Hemşire Anti-pova'nın durumu idi. Lara Antipova savaş nedeniyle hiç de istemediği ve düşünmediği bir yaşam sürdürmeye başlamıştı. Yaşamının alt üst olmasına karşın ne şikâyetçi oluyor ne de kimseden yardım istiyordu. Kendi halinde, içine kapanıktı. Onun bu suskunluğu ise yaşamından hoşnutsuzluğunun bir göstergesi gibiydi. Yuri tüm yaşamı boyunca herkesi sevmek, onlara yakınlık göstermek için çaba gösterdiği halde Lara'dan uzak durmak için elinden geleni yapmış, ona âşık olmamak için olağanüstü çaba göstermişti. Tren olanca hızıyla ilerliyor, açık pencereden giren rüzgâr Yuri'nin saçlarını karıştırıyor, tozlarla dolduruyordu. Her durulan istasyonda gündüzü andırır bir şekilde kalabalığın homurtaları duyuluyordu. Her istasyonun değişmeyen özelliklerinden biri de ıhlamur ağaçlarının hışırtısı ve kokuşuydu.
XVI
Yuri sabah çok geç uyandı. Neredeyse öğlen olacaktı, saat onbiri geçiyordu. Yol arkadaşı, huzursuzlanmaya başlayan köpeğini «Prens Prens,» diyerek yatıştırmaya çalışıyordu. Yuri gece boyunca kompartımana kimsenin girmediğini, görünce şaşırmıştı. Tren şimdi Kaluga ilini terketmiş artık Moskova ili sınırlarına girmişti. Yuri bu bölgedeki istasyonların adlarını çocukluğundan beri biliyordu. Savaştan önce yaptığı gibi dikkatli bir şekilde tıraş oldu, elini yüzünü yıkadı ve yerine döndü. Yol arkadaşının davet ettiği kahvaltı masasına oturdu. Şimdi onu daha iyi inceleyebilecekti. Delikanlının en önemli özelliği çok konuşkan olması ve konuşurken sürekli elini kolunu hareket ettirmesiydi. Evet çok konuşuyordu ama bu konuşma görüş alışverişinde bulunmak, bir düşünceyi açıklamak gibi amaçlara yönelik bir konuşma değildi. Daha çok ses çıkarmak için, laf olsun diye yapılan bir konuşmaydı. Konuşurken sanki yaylı bir şeyin üstünde oturuyormuş gibi ikide bir zıplıyor, elini dizine vuruyor, gözlerinden yaş gelircesine gülüyor, gürültülü kahkahalar atıyordu. Konuşmasına gece yaptığı gibi başlamıştı. Düşüncelerinin hiçbir mantığı yoktu. Zaman zaman kendisine hiç sorulmadığı halde, gizli kalması gereken özel sorunlarını açıklıyor, bazen de kendisine sorulan çok masumane soruları bile yanıtlamaktan kaçınıyordu. Zaman zaman karşısındakini etkilemek için yalan da söylediği hissediliyordu. «Ben ünlü bir devrimcinin yeğeniyim,» diyordu. Ancak annesi ve babası Çarlık yanlısıydı. Cepheye yakın bir köyde çok geniş toprakları vardı. Dayısının hükümet çevrelerinde tanıdıkları olması nedeniyle ailesi herhangi bir zarar görmemişti. Kendisi de dayısı gibi düşünüyordu. Sanat, politika ve yaşam biçimi konusunda aşırı görüşler vardı. Kendisini Dostoyevsky'nin Ecinniler romanındaki Peter Verkonesky'ye benzetiyordu. Yuri yavaş yavaş delikanlıyı tanımaya başlamıştı. O kadar ki onun ne zaman, neden söz edeceğini bile tahmin edebilir olmuştu. Delikanlı kendi topraklarının bulunduğu yerde avlanmış, o-radan dönüyordu. Çok iyi nişancı olduğunu söyleyerek bu konuda bir hayli övündü. «Sakat olduğum için beni askere almadılar, yoksa çok yararlı olurdum mutlaka,» diyordu. Yuri'nin ne sakatlığı der gibi yüzüme baktığını görünce de, «Ne? Anlamadınız mı yoksa?» diyerek şaşkınlığını belirtmişti. Sonra da cebinden çıkardığı iki kartı ona uzatmıştı. Kartlardan birinde delikanlının adı yazılıydı «Maksim Aristarkhoviç Klintsov Pogorevshikh». Delikanlı, «Dayımla aynı adı taşıyoruz. Bunun için sizden beni Pogorevshikh diye çağırmanızı rica ediyorum,» dedi. İkinci kartta ise düzenli çizgilerle birbirinden ayrılmış bölmelerde çizgili el ve parmak resimleri vardı. Sağır ve dilsizlerin kullandığı bir alfabeydi bu. Yuri şimdi her şeyi anlamıştı. Pogorevshikh Hartman'ın ya da Ostrogradsky'nin sağır-dilsizler için kurmuş oldukları okulun çok yetenekli bir öğrencisiydi. Konuşmayı işiterek değil, görerek, dudak ve yüz hareketlerini izleyerek öğrenmişti. Konuşulanları kanşsındakinin dudak hareketlerinden anlıyordu. Bunun üzerine Yuri onun nerede avlandığını ve nereden geldiğini de anımsayarak: «Size bir şey soracağım. Ama isterseniz ya-nıtlandırmayabilirsiniz. Zyzushinova Cumhuriyeti'nin kuruluşuyla ilginiz var mı?» «Nereden anladınız?.. Blazheiko ile tanıştınız mı yoksa?.. E-vet ilgim var. Bu Cumhuriyet'in kurulmasında benim de katkım oldu.» Kahkahalarla gülmeye başlayan Pogorevshikh ellerini dizine vuruyor, vücudunun üst kısmını sağa sola sallıyor, bir yandan da anlatıyordu. Anlattıklarıysa inanılması güç avcılık yalanlan ve anarşistçe görüşleriydi. «Blazheiko benim için yalnızca bir bahaneydi. Zybushinova'ayı ise düşüncelerimi uygulayabileceğim bir yer olduğu için seçmiştim,» diyordu. Sonra da bilgiççe bir tavır takınarak; «çok yakında Rusya'da kanlı bir ayaklanma olacak, çok kan dökülecek!» dedi. Yuri onun bu söylediklerine inanıyordu. Gerçekten de Rusya kanlı bir ayaklanmanın eşiğindeydi ama bu çocuk yaştaki delikanlının böyle bilgiççe bir tavır takınması hiç hoşuna gitmiyordu. «Tüm bu söyledikleriniz doğru olabilir. Yalnız şunu unutmayalım ki güçlü bir düşmanla karşı karşıyayız. Böylesi olaylar için uygun bir zaman değil. Bir felaketten kurtulmadan bir başkasına saplanmak hem ülkemiz hem de bizler için hiç de iyi iyi olmaz. Bence önce yapılması gereken şey barışın, huzurun sağlanmasıdır.» Pogovershikh, «Çok iyi niyetlisiniz, düşünceleriniz de çok güzel, ama şunu unutmayınız ki, karışıklık da kurulmasını istediğiniz düzen kadar normal bir şeydir. Yapılar nasıl
yıkılıyorsa, düşünceler de yıkılabilir ve yıkılmalıdır. Ülkemizde henüz her şey yeterince yıkılmış değil, öyle bir yıkım olmalı ki ayakta tek bir şey kalmamalı. İşte o zaman bu yıkıntıların arasından sapasağlam bir bir yapı oluşturulabilir. Ortaya çıkacak devrimci bir hükümet her şeyi yoluna koyar.» Yuri dehşet içinde kalmıştı. Bu tür saçmalıkları daha fazla dinleyemedi ve kalkıp koridora çıktı. Hızı ittikçe artmakta olan tren artık Moskova'nın banliyölerinde ilerliyordu. Durmaksızın çalınan düdük sesi arasından geçilen kayın ağaçlarının arasında yankılanıyor, yazlık köşkler bir sinema şeridi gibi hızla kayboluyorlardı. Yuri işte tam bu sırada günlerdir ilk kez kendisini neyin beklemekte olduğunun ayırdına vardı. Üç yıldan bu yana yaşadığı o-laylar, savaş ayaklanmaları ve ardından devrim. Yanan, yakılan köyler, şehirler, kasabalar. Dökülen onca kan, karşılaştığı korkunç ölümler, yaralanmalar. Tüm bunlar, hiçbir anlamı olmayan gereksiz şeylerdi. Üstelik kendisinin üç yıl boyunca yaşamın anlamı demek olan evinden ayrı kalmasına neden olmuşlardı. İşte şimdi tren hızla onca özlediği yaşama doğru götürüyordu onu. Sevdiklerine, yakınlarına kavuşmak yaşama yeniden başlamak gibi bir şeydi. Tren şimdi ağaçların arasından geçmiyordu. Bir düzlükte yol alıyorlardı. Bu düzlüğün biraz ilerisinde üzeri patates tarlalarıyla kaplı geniş bir tepe görünüyordu. Tepenin sonuna doğru, tarlaların bittiği yerdeyse camları indirilmiş liman seraları görülüyordu. Güneşin parlak ışıkları bu camlarda yansıyor, alev alev parıldıyor-du. Trenin arkasında kalan yönde siyaha yakın mor renkli bulutlar gökyüzünün önemli bir bölümünü karartmıştı. Kısa bir süre sonra da bu bulutlardan yağmur damlaları dökülmeye başladı. Damlalar güneş ışığının altında parıl parıl parıldıyorlardı. Hızlı bir şekilde düşen damlaların gürültüsü trenin tekerleklerinden çıkan gürültüye karışıyordu. Hızını artıran yağmur trene yetişmeye, ondan geride kalmamaya çalışır gibiydi. Yuri dalgın bir şekilde düşünür ve yağmuru seyrederken; birden bire Kurtarıcı İsa Kilisesi ve kentin kubbeleri göründü. En son aştıkları tepeden sonra ise her şey bir tablo gibi ortaya çıktı. Kompartımana giren Yuri «Moskova'ya geldik. Haydi hazırlanalım,» dedi. Pogorevshikh yerinden sıçrayarak kalktı ve sırt çantasını açarak karıştırmaya başladı. Çıkardığı besili bir yaban ördeğini Yuri'-ye uzatarak, «Lütfen bunu hatıram olarak alın. Sayenizde çok güzel bir yolculuk yaptım. Yaşantım boyunca böyle güzel zaman geçirdiğimi anımsamıyorum,» dedi. Yuri tüm ısrarlarına karşın onu caydıramadı. Sonunda «Peki bunu sizden eşime bir armağan olarak götüreceğim,» diyerek razı oldu. Pogorevshikh neşeyle, «Çok güzel çok güzel, evet en güzeli bu onu eşinize götürün,» diyerek sevincini sıçramayla ve o kadar gürültülü bir şekilde dile getirdi ki Prens de yattığı yerden kalkıp sahibinin neşesine katıldı. Tren de bu arada istasyona girmişti. Vagonun içi sanki gece olmuş gibi kapkaranlık kesildi. Pogorevshikh yaban ördeğini bir afiş parçasıyla paketleyerek Yuri'ye uzattı. Scanned by hlecter ALTINCI BÖLÜM
MOSKOVA'YA DÖNÜŞ I
Yolculuk boyunca Yuri'ye tren ilerliyor, zaman ise duruyor gibi gelmişti. Onu ve eşyalarını taşımakta olan araba Smolensk çarşısının kalabalığı arasında ilerlemeye çalışıyordu ve akşam olmak üzereydi. Oysa Yuri'ye henüz öğlenmiş gibi geliyordu zaman. Çok sonraları Yuri bu anısını değerlendirirken o saatlerdeki kalabalığın bir alışkanlık sonucu toplandığı sonucuna varmıştı. Çünkü çarşıda alınıp satılacak bir şey bulunmadığı gibi tezgâhların üzerleri de boştu. Dükkânların çoğunun kepenkleri indirilmişti. Birçoğunda kilitleme
gereği bile duyulmamıştı. Kimsenin süpürmeyi düşünmediği alan çöp yığınlarıyla dolmuştu. 1917 Sonbaharından bu yana birçok değişiklik olmuştu alanda. Temiz bir şekilde giyinmiş ihtiyar kadınlar ve erkekler duvar diplerine dizilmiş ve kimsenin ilgisini çekmeyen, alma gereğini duymadığı bazı şeyler satmaya çalışıyorlardı. Bunlar; kâğıttan yapılmış çiçekler, cam kapaklı küçük yuvarlak ibrikler, siyah tülden yapılmış dantelli gece elbiseleri, kapatılmış bakanlıkların üniformaları gibi şeylerdi. Yoksul insanların satmaya çalıştıkları ise çok daha yararlı şeylerdi. Bunların arasında karneyle verilen ve çok çabuk bayatla-yan siyah ekmek dilimleri, şeker parçaları, ikiye bölünmüş düşük kaliteli tütün paketleri gibi şeyler vardı. İnsanların akıllarından geçiremeyeceği türde eşyalar elden ele dolaşıyordu. Her el değiştiren mal ise biraz daha pahalanıyordu. Araba alanın yanındaki sokaklardan birine saptı. Arkalarında kalan ve batmakta olan güneşin ışınları sırtlarına vuruyordu. Önlerinde bir yük arabası vardı. Bir at, boş olan bir arabayı, parke taşlarının üzerinde zıplatarak ve gürültüyle çekiyordu. Birçok ara sokaktan geçtikten sonra iki sokağın kesiştiği yerde Yuri'nin evinin önünde durdular. Yuri soluğunun kesileceğini sanıyordu. Kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. Kapıya yaklaştı ve zili çaldı. Kimse çıkmamıştı. Daha sonra bir kez daha çaldı, gene kimse çıkmadı. Telaşlanan Yuri kısa aralıklarla sürekli bir şekilde çalmaya başladı kapıyı. Açılan kapının önünde Tonya belirdiğinde bile hâlâ kapıyı çalıyordu. Birdenbire karşılaşınca ikisi de kısa bir şaşkınlık anı geçirdi. Taş kesilmişlerdi sanki. Sonra attıkları çığlıkları kendileri de duymayarak kucaklaştılar. Biraz sonra da ikisi de birbirinin sözünü keserek konuşmaya başladı. «Söyle bakayım bana, herkesin sağlık durumu iyi mi?» «Evet, evet, hiç merak etme. Herkes çok iyi. Sana nasıl da saçma sapan şeyler yazdım. Bağışla beni. Neyse bunları daha sonra da konuşuruz. Niçin telgraf çekmedin? Eşyalarını yukarı Mar-kel taşısın. Sen kapıyı Yegorovna açmadı diye telaşlandın değil mi? Kendisi köye gitti.» «Sen zayıflamışsın ama Tonya. Ne kadar da genç ve güzel görünüyorsun. Bak arabacıyı unuttuk. Dur da parasını vereyim.» «Yegorovna köye un getirmeye gitti. Diğer hizmetçileri de çıkardık. Simde evde tek bir hizmetçi var, o da Sasha'ya bakıyor. Herkes geleceğini biliyor. Hepsi de seni sabırsızlıkla bekliyor... Gordon, Dudorov, diğerleri... » «Sasha nasıl, iyi mi?» «Tanrıya şükür çok iyi. Biraz önce uyandı. Hemen git onu gör diyeceğim ama... Hem üstün başın toz toprak içinde, hem de sokaktan geliyorsun. Biliyorsun bu ara tifüs salgını var... » «Baban evde mi?» «Nee! Sana kimse yazmadı mı? Kendisi şimdi İlçe Komitesi' nde. Sabahtan gece yarılarına kadar çalışıyor. Hem de İlçe Komitesi Başkanı. Tabii sen de inanamıyorsun değil mi? Arabacının parasını verdin mi? Hey Markel! Markel!» Ellerindeki sepet ve bavulla yol ortasında kalakalmış gelen geçenlerin de yolunu kapatıyordu. Yoldan geçenler ise bir onlara, bir arabaya, bir ardına kadar açık olan kapıya bakıyor; bundan sonra ne olacak acaba diye bekleşiyorlardı. Pazen gömleğinin üstüne bir yelek geçirmiş, şapkası elinde Markel efendisine doğru koşmaya başladı bu arada. Bir yandan da bağırıyordu: «Aman Tanrım, Yuroçka gelmiş! Aslanım gelmiş. Demek bizleri unutmadın ha! Hoş geldin, safa geldin.» Çevrede toplananları görünce de, «Hey siz ne bekliyorsunuz? Maymun mu oynuyor burada!» diye çıkışarak onları dağıttı. Yuri, «Gel seni bir öpeyim Markel,» diyerek ona sarıldı. «Nasılsın? Karın, kızların nasıl? deli misin sen şu şapkanı giysene. Başka ne var ne yok anlat bakalım.» «Şükürler olsun iyiler, büyüyorlar. Haberlere gelince, sizler cephede kahramanca savaşırken, bizler de burada boş durmadık. İşleri öyle karışık bir duruma getirdik ki, artık şeytan bile gelse içinden çıkamaz. Sokaklar çöplerle dolu, pislik içinde. Kimse evini onartamıyor. Herkes açlıkla karşı karşıya.» Tonya, «Seni Yuri'ye şikâyet edeceğim Markel.» dedi. «Biliyor musun Yuri, Markel hep böyle. Saçmasapan konuşmalarına dayanamıyorum doğrusu. Senin de bu
konuşmalarından hoşlanacağını sanıyor. Seni çok iyi tanırım Markel, yaman adamsın ama biraz da aklını başına toplasan hiç de fena olmayacak.» Markel kapıyı kapatıp eşyaları içeriye taşıdı. Sonra da gizli bir şey konuşuyormuş gibi alçak sesle; «Görüyorsunuz ya Bayan Tonya bana kızdı. Söylediklerini işittiniz. Bana hep 'şimdi artık çocuklar değil köpekler bile akıllandı' der durur. Sanki ben tersini savunuyormuşum gibi. Sen ne diyorsun Yuroçka? Bari sen bana inan. Şimdi herkes tam yüzkırk yıl bir taşın altında saklı kalan Masonlar Geliyorlar adlı kitabı okudu. Bana kalırsa satıldık biz Yuri. Hem de çok ucuza. Bunu siz kendiniz de anlayacaksınız. Görüyor musunuz Bayan Tonya beni konuşturmuyor, başını sallıyor.» «Ya ne yapayım Markel, senin bu saçmalıklarını mı dinleyeyim? Eşyaları buraya koy ve çekil. Teşekkür ederim. Eğer gereksinimi olursa Yuri Andreyeviç seni çağırır.» II «Hele şükür gitti! Sakın ona güvenme Yuri. Saçmasapan şeyler konuşuyor, aptal gibi görünüyor ama hiç de öyle değil. O bıçağını gizli gizli biliyor. Fakat bunu kime karşı kullanacağını bilmiyor. İkiyüzlünün biri.» «Yok canım! Bunları da nereden çıkardın. Bana kalırsa biraz içmiş, gevezelik ediyor. Hepsi bu.» «İçmediği zaman var mı ki? Neyse bu konuyu kapatalım. Sas-ha'nın seni görmeden uyumasından korkuyorum biliyor musun. Trenler hep bit içindeymiş. Sende bit yoktur inşallah.» «Sanıyorum yok. Tren oldukça rahattı. Savaştan öncekileri andıran bir trendi. Şöyle çabucak bir elimi yüzümü yıkayım yeter. Daha sonra güzelce bir banyo yaparım. Nereye gidiyorsun sen? Artık oturma odasını kullanmıyor muyuz? Neden diğer merdivenlere doğru gidiyorsun sen?» «Ah! Tabii ya, senin bir şeyden haberin yok. Babamla düşünüp taşınıp alt katın bir bölümünü Ziraat Akademisi'ne vermeyi uygun gördük. Zaten kışın ısıtmak çok zor oluyordu. Üst kat bile çok geniş geliyor bize. Onu da verelim dedik ama şimdilik istemiyorlar. Buraya kütüphanelerini, bitki koleksiyonunu ve tohumlarını getirdiler. İnşallah bu tohumlar yüzünden eve fare dadanmaz. Şimdilik her yeri çok temiz tutuyorlar. Yeri gelmişken sana şunu da söyleyeyim; artık oda, ev gibi sözcükler kullanılmıyor. Bu sözcüklerin yerini 'oturulabilir yer' aldı. Bu taraftan gelir misin? Am-,na da beceriksizmişsin. Servis merdivenini kullanıyoruz, görmüyor musun? Beni izle de sana yolu göstereyim.» «Bu odaları vermenize sevindim. Benim çalıştığım hastane de bir kontesin konağıydı. Bir sürü koridoru ve birbirine açılan odaları vardı. Sandıklar içine yerleştirilmiş palmiye ağaçları vardı. Geceleri bunları gören yaralı askerler hayalet sanır, çığlık çığlığa bağrışırdı. Bu nedenle de bu palmiye ağaçlarını başka yerlere taşımak zorunda kaldık. Bununla söylemek istediğim şu: Zengin insanların yaşamları birçok anlamsız şeyle dolu. Örneğin gereksiz bir sürü mobilya, konuşurken takındıkları yapmacık tavır, gereğinden fazla incelik gibi. Bu tür davranışları hiç de anlıyamıyo-rum. Odaları vermenize bunun için çok sevindim. Daha başka şeyler de verebiliriz sanıyorum. «Bu pakette ne var? Bir kuş gagasını andırıyor. Aaa! Bu bir yaban ördeği, ne kadar güzel. Gözlerime inanamıyorum. Nereden buldun bunu. Şimdi böyle bir şey alabilmek için nerdeyse bir servet gerekiyor biliyor musun?» «Trende birlikte seyahat ettiğimiz biri hediye etti. Anlatması uzun sürer, başlı başına bir hikâye. Başka bir zaman anlatırım. Şimdi bunu mutfağa bırakayım mı?» «Evet, evet. Ben Nyusha'yı hemen aşağıya yollayayım da soyup temizlesin. Bu kış çok korkunç olaylar olacağı söyleniyor; kışın çok soğuk geçeceği ve yakacak sıkıntısı çekileceği, açlık olacağı gibi.» «Evet, hemen her yerde böyle şeyler söyleniyor. Gelirken trende şunu düşünüyordum: Huzurlu bir aile yaşamı ve çalışacak bir işinin olması kadar insanı mutlu kılacak bir şey olabilir mi? Bunun ötesi zaten bizim istemimiz dışında olan şeyler. Gerçekten da bazı arkadaşlarımız çok kötü şeyler olabileceği endişesiyle Kafkasya'ya hatta daha da güneye kaçmayı düşünüyorlar. Bana sorarsanız bu davranışlar yanlış, insanlar yurtlarının kaderini paylaşmaktan kaçınmamalı. Ancak sizin durumunuz daha farklı. Doğrusu sizin böylesi
sıkıntılarla karşılaşmanızı hiç istemem. Sizin güvenlik içinde bir yere örneğin Finlandiya'ya gitmenizi ne kadar isterdim. Ama böyle her basamakta durup konuşursak yukarıya çıkamayacağız.» «Ah! Bak sana söylemeyi unuttuğum çok güzel bir haberim var. Nikolay Dayı geldi.» «Doğru mu söylüyorsun Tonya olamaz. Nasıl oldu?» «İsviçre'den geldi. Yakında Finlandiya üzerinden Londra'ya gidecek.» «Şaka yapmıyorsun değil mi Tonya? Peki sen onu gördü mü? Şimdi nerede? Onu hemen görebilir miyim?» «Dur canım, biraz sabırlı ol. Şu anda köyde bir arkadaşının yanında kalıyor. İki gün sonra gelmek için söz verdi. Görünce onu tanıyamayacaksın. Gelirken Petersburg'a da uğramış. Bolşevik olmuş. Babamla uzun uzun tartıştılar. Gene durduk. Hadi yürüyelim. Demek sen de önümüzdeki günleri kötü görüyorsun. Ne diyorlar. Ne olacağımız belli değil desene.» «Evet ben de öyle düşünüyorum. Ama çalışıp çabalayıp başımızın çaresine bakarız. Başkaları ne yapıyorsa biz de onu yaparız. Dünyanın sonu gelmedi ya.» «Anlattıklarına göre yakacak, su ve elektrik olmayacakmış. Yiyecek de dağıtılamayacakmış. Bak gene durduk. Hadi yürü. Arbat'ta çok güzel demir sobalar satılıyormuş. İçinde kâğıt bile yandığında ekmek yemek pişirmek mümkünmüş. Satıldığı yerin adresini aldım. Bitmeden bir tane de biz alalım.» «Olur olur alırız. Sen de tam açıkgözün biri olmuşsun bakıyorum. Ama ben hâlâ Kolya Dayı'nın gelişine inanamıyorum.» «Bak sana düşüncelerimi anlatayım. Üst katta kendimize birkaç oda ayıralım. Örneğin birbirine geçilen üç odayı. Baban Sasha ve Nyusha ile buraya taşınırız. Kalan kısmı da bir bölmeyle ayırıp birilerine veririz. Ortadaki odaya bu demir sobalardan birini koyar, borusunu da pencerelerden birinin üst camından çıkarırız. Yemek ve çamaşır işlerini burada yaparız. Konukları bile burada ağırlarız. Böylece yakacak konusunda tasarruf yapmış oluruz. Ancak bu şekilde davranarak kışı elimizdeki yakacakla çıkarabiliriz.» «Bu konuda endişelenme. Her şeyi iyi düşünmüşsün. Senin bu planın onuruna bir ziyafet çekelim. Şu ördeği kızartıp Kolya Dayı'yı da çağıralım.» «Çok güzel. Gordon'a biraz içki getirmesini de söylerim. Herhangi bir laboratuvarda bulur sanıyorum. Bak işte sana sözünü ettiğim oda burası. Nasıl? İyi değil mi? Bavulunu yere koy da biraz dinlen. Dudurov ve Shura Schelesinger'i de çağırıp bir de eğlence düzenlesek ne dersin? Tuvaletin yerini unutmadın değil mi? Git de önce üzerine biraz antiseptik sık. Sen oradayken ben de Nyusha'yı aşağıya gönderir, Sasha'yı alır hazırlarım. Temizlenince de seni çağırırım.» III Yuri'nin Moskova'da karşılaştığı en önemli yenilik oğlu Sas-ha'ydı. Yuri tam da onun doğduğu bir sırada askere gittiğinde oğlunu tanıyor sayılmazdı. Bir keresinde Tonya'yı ve oğlunu doğu-mevine görmeye gitmiş ancak bebeklerin emzirilme saatine rastladığı için onu içeriye almamışlardı. Üzerinde askeri üniforması vardı. O da bekleme odasında oturup beklemişti. Bebek odasında on beş kadar bebeğin viyaklaması duyuluyordu. Hemşireler üşümesinler diye koltuklarının altlarına sıkıştırdıkları bebekleri aceleyle annelerine yetiştirmişlerdi. O kadar rahat hareket ediyorlardı ki görenler koltuklarının altında çocuk değil de paket taşıyor sanırdı. Bebeklerin hepsi de sanki bir görevi yerine getirir gibi aynı sesi çıkararak viyaklıyorlardı. Bunların arasında da birinin sesi diğerinden farklılık gösteriyordu. Kalın bir sesi olan bu bebeğin aynı zamanda inatçı bir havası vardı. Yuri kayınpederini sevindirmek için oğluna onun adını vermişti. Sasha, Alexander'in kısaltılmışıydı. Yuri orada diğerlerinden farklı sesi olan bebeğin kendi çocuğu olduğunu düşündü bir an. Gerçekten de bir süre sonra o çocuğun kendi oğlu olduğunu öğrenmişti. İşte askere gitmeden önce Yuri'nin oğlu hakkında bildiği tek şey buydu. Sasha'yı daha iyi bir şekilde, Tonya'nın cepheye gönderdiği resimlerin yardımıyla tanıdı. Bir yaşlarındayken çekilmiş olan bu resimde; koca kafalı, neşeli, ufacık ağızlı bir bebekti. Bir battaniyenin üzerinde kollarını açmış, dans ediyormuş gibi bir hali vardı. Oysa şimdi Sasha iki yaşındaydı ve konuşmayı öğrenmeye çalışıyordu.
Yuri bavulunu pencerenin yanındaki bir masanın üzerine koyarak içindekileri çıkarmaya başladı. Odayı tanıyamamıştı. Acaba burasını eskiden ne için kullanıyorduk diye merak etti. İçerdeki eşyalar kaldırtılmış ve yeni baştan döşenmiş gibiydi. Yuri tıraş takımını çıkardı. Pencerenin tam karşısındaki bir çan kulesinin sütunları arasında parlak bir dolunay yükseliyordu. Ay ışığı, içinde dağınık bir şekilde kitaplar, çamaşırlar bulunan bavula vurunca odanın ışıklanması da değişti. Yuri o zaman bulunduğu yeri ayrımsadı. Tonya'nın annesi Anna burayı sandık odası olarak kullanırdı. Kırık sandalyeler, masalar, yazın sandıklara doldurulmuş kışlık elbiseler, aileyle ilgili albümler ve tüm belgeler hep burada saklanırdı. Anna'nın sağlığında bu oda tavana kadar eşyalarla dolu o-lurdu. Yalnız Noel ya da Paskalya yortularında çocuklar üst kata çıkabilir, bu odaya da girebilirlerdi. Onun dışında bu odaya çocuklar giremezdi. Ayrıcalıklı günlerde çocuklar bu odada çeşitli oyunlar oynar, masaların altına saklanır, yaktıkları mantarlarla kendilerine sakal bıyık yaparlardı. Yuri durduğu yerde bir süre bunları düşündü. Sonra diğer bavulunu da getirmek üzere alt kata indi. Mutfakta Nyusha önüne serdiği bir gazete kâğıdının üzerinde ördeği temizliyordu. Yuri'nin elinde bavuluyla geldiğini görünce utangaç bir tavırla yerinden kalktı. Önlüğüne yapışmış tüyleri silkti. «Hoş geldiniz. Bırakın da bavulunuzu yukarı çıkarayım,» dedi. Yuri teşekkür ederek mutfaktan ayrıldı. Bitişik odadan Ton-ya'nın sesini duydu. Tonya, «Hazırız artık Yuri, gelebilirsin,» diyerek ona Sasha'yı görebileceğini belirtiyordu. Tonya'nın eskiden ders çalıştığı oda şimdi çocuk odası olarak kullanılıyordu. Yataktaki çocuk öyle pek sevimli görünmüyordu ama şaşılacak ölçüde Yuri'nin annesi rahmetli Marya Nikolayev-na'ya benziyordu. Bu benzerlik Yuri'nin elinde bulunan fotoğraflardakinden çok daha fazlaydı. Tonya çocuğa, «bak baban, işte baban geldi. Hadi ona elini salla bakayım,» diyordu. Bir yandan da Yuri onu daha kolay alabilsin diye yatağını açıyordu. Sasha bir süre bu saçı sakalı birbirine karışmış yabancının yaklaşmasına ses çıkarmadı. Belki de korkuyor, çekiniyordu. Yuri onu almak üzere eğilince birdenbire annesinin kucağına atıldı. Bir eliyle annesine sarılırken bir eliyle babasına bir tokat attı. Sonra da yaptığı işten korkarak hıçkıra hıçkı-ra ağlamaya başladı. Tonya, «Seni yaramaz çocuk seni,» dedi. «neden böyle yapıyorsun? Baban ne kadar da yaramazmış bu çocuk diyecek. Hadi bakalım öp. Ağlamayı da kes artık yavrum. Ağlayacak bir şey yok ki!» Yuri, «Çocuğu rahat bırak Tonya. Senin de üzülmene gerek yok. Aklından geçen saçmalıkları az çok tahmin ediyorum. 'Çocuğun böyle davranması hiç de hayra alamet değil' diye düşünüyorsun. Oysa onun bu yaptıkları çok normal. Beni şimdiye kadar hiç görmedi ki! Ama yarın beni tanıdığında onunla öyle iyi anlaşırız ki bizi sen bile ayıramazsın.» Bunları söyleyen Yuri odadan huzursuz bir şekilde çıktı. Çocuğun bu davranışının kötü bir belirti olduğunu düşünüyordu. IV Bunu izleyen birkaç gün boyunca Yuri ne kadar yalnız olduğunu ayrımsadı. Bundan ötürü kimseyi suçlayamazdı. Bu durumu kendisi istemişti. Arkadaşları ona çok boş, amaçsız insanlar olarak görünüyordu. Geçmişte onlara gereksiz yere olduklarından daha fazla değer verdiğini düşünüyordu. Hiçbiri geçmişte benimsedikleri düşünceler sahip çıkmıyordu. Bunlar hakkındaki değerlendirmelerinde ne kadar da yanılmıştı. Geçmişte zenginler lüks içinde rahat bir yaşam sürdürürken yoksullar çeşitli sıkıntılar içinde eziliyordu. Şimdi zengin tabaka çabucak ortadan kalkmış, yoksullar da aynı çabuklukta yükselmişlerdi. Yaşam biçimlerini ve düşüncelerini değiştirmişlerdi. Demek ki bunlar geçmişte savundukları düşünceler konusunda içten değildiler. Yuri şimdi ancak karısı, kayınpederi ve birkaç meslektaşıyla geçinebiliyor, anlaşabiliyordu yalnızca. Meslektaşları çalışan, dürüst ve iddiasız kimselerdi.
Ördek nedeniyle verilen parti Yuri'nin dönüşünden iki üç gün sonraydı. Yuri partiye geleceklerin hepsiyle o zamana dek konuşmuştu. Bu nedenle partinin yeniden bir araya gelme gibi bir anlamı da kalmamıştı. Açlığın kol gezdiği o günlerde besili bir ördek tam bir lükstü, ördekle birlikte yiyecekleri ekmek yoktu. Bu da onları çileden çıkarıyordu. İçki olarak karaborsada o günlerde çok değerlenen ispirto vardı. Gordon nereden bulmuşsa bulmuş bir şişe ispirto getirmişti. Tonya şişeyi sevinçle kapmış yanından ayırmıyordu hiç. İsteyenlerin kadehlerine azıcık ispirto koyuyor, onu da kimi zaman az, kimi zaman ise çok su katarak çoğaltıyordu. Böyle davetliler bazen oldukça hafif, bazen de çok sert bir içki içmiş oluyorlardı. Bu ise olağanın dışında değişik bir sarhoşluğa neden oluyordu. Hepsi de bu duruma sinirleniyordu. Sofradakilerin hemen hepsi de üzüntü içindeydiler. Kendileri her şeye karşın gene de güzel şeyler yiyip içiyorlardı. Oysa tüm Moskova açtı. Karşı sokaktaki evlerde bile kimbilir nasıl açlık çekiliyordu. Dükkânlar kapalıydı. Av eti, içki, eğlence gibi şeyler u-nutulmuştu artık. Yaşamak için en kolay yol, herkes gibi yaşamaya alışmaktı. Paylaşılamayan güzellikler, mutluluklar değerini yitiriyordu. Şu anda Moskova'da belki de hiçbir evde ördek yenilip içki içilmiyordu ama bu durum onlara hiç de zevk vermiyordu. Konuklar da insanda huzursuzluk yaratıyordu. Ağır düşünen ve düşüncelerini karmakarışık bir şekilde ifade eden Gordon, Yu-ri'nin en iyi arkadaşıydı. Okuldayken de en çok sevilen öğrencilerden biriydi. Oysa şimdi kendini değiştirmek için müthiş bir çaba gösteriyordu. Ellerini ovuşturuyor, neşeli görünmeye çalışıyor, sık sık «Ne tuhaf!», «ne kadar da eğlenceli!» gibi laflar ediyordu ki Gordon eskiden bu tür laflan hiç etmezdi. Dudorov'u beklerlerken Gordon onun kendine göre çok komik bulduğu evlenme öyküsünü anlatmıştı. Yuri'nin bu olaydan haberi olmamıştı. Dudorov bir yıl evli kaldığı karısından ayrılmış. Bu arada onu yanlışlıkla askere çağırmışlar. Bir yandan askerliğini yaparken, bir yandan da yapılan yanlışlığı düzelttirmeye çalışırmış. Unutkanlığı ve dalgınlığı nedeniyle de sık sık cezalandırılıp pek çok angarya iş yapmak zorunda kalmış. Özellikle subayları selamlamayı unuttuğu için cezalandırılıyormuş. Bu durum onu öylesine etkilemiş ki terhis olduktan sonra bile herhangi bir subay gördüğünde uzun süre selam vermeye devam etmiş. Artık eskisinden daha unutkan ve dalgınmış ve daha çok da hata yapıyormuş. İşte bu sırada bir gün Volga nehri üzerinde bulunan bir iskelede etrafında askerler dolaşan ve gemi beklemekte olan iki kızkardeşe rastlamış. Bunların küçüğüne âşık olmuş ve hemen evlenme teklif etmiş. Gordon «Ne komik değil mi?» dediği sırada öyküsünü yarıda kesmek zorunda kaldı. Kapıdan öyküsünü anlatmakta olduğu kahramanın sesi geliyordu. Dudorov'da da bazı değişiklikler vardı ama tam tersine. Eski şen, züppe delikanlının yerini ağır başlı, suratı asık bir bilgin almıştı. Dudorov bir siyasi mahkûmun kaçmasına yardımcı olduğu i-çin liseden kovulmuştu. Daha sonra birkaç sanat okuluna girmiş, liseyi bitirmeye karar vermişti. Sonunda bunu başarıp üniversiteye girdiğinde savaş yıllarıydı. Üniversiteyi bitirdikten sonra Rus ve Dünya Tarihi derslerini versin diye fakülteye alınmıştı. Şimdi de Korkunç İvan ve ünlü Fransız devrimcisi Saint Just üzerine bir tez hazırlamaya çalışıyordu. Artık her konuda konuşabiliyordu. Sesini yükseltmiyor, kendine güvenen bir ifadeyle sanki kürsüdeymiş gibi konuşuyordu. Zaman ilerledikçe herkesin neşesi yerine gelmeye başlamıştı. Kahkahalar atarak gülmeye, birbirleriyle bağıra çağıra konuşmaya çalışırlarken Shura Schlesinger'in geldiğini gördüler. Önce yemek-tekileri azarlayan Shura kısa sürede aynı ortama uymuştu. Yuri'nin çocukluk arkadaşı olan Dudorov, ona hiçbir zaman «siz» diye hitap etmemişti. Gene aynı içtenlikle sen demeye özen göstererek, Mayakovsky'nin şiirlerini ve Savaş ve Banş'ı okuyup okumadığını sordu. Daha sonra da konuyla ilgili küçük bir tartış-mayaya girdiler. Gecenin en fazla ilgi toplayan kişisi Kolya Dayı'ydı. Tonya onun köyde olduğunu söylerken yanılmıştı. Kolya Dayı Yuri'nin Moskova'ya geldiği gün kente dönmüş, bir daha da ayrılmamıştı. Yuri dayısıyla birkaç kez buluşmuş, onunla uzun uzun konuşmuştu. İlk görüşmeleri dayısının kaldığı otelde olmuştu. Sıkıcı ve kapalı bir hava vardı. Yağmur çiseliyordu. Oteller daha o zamandan, ancak resmi makamlardan yazı getiren müşterileri kabul ediyorlardı. Ancak Nikolay Nikolayeviç tanınmış bir kişiydi ve etkili dostları vardı.
Otel hekimleri ve gardiyanları ayrılmış, kendi haline bırakılmış bir tımarhaneye benziyordu. Her taraf karmakarışık bir durumdaydı. Dağınık ve süpürülmemiş bir durumdaki odanın penceresi geniş ve ıssız bir alana bakıyordu. Gecenin karanlığı içinde gizemli bir havası vardı. Zaten o sıralarda alanların tümü hemen hemen aynı durumdaydı. Bu ilk buluşma Yuri için çok büyük bir önem taşıyordu. Çocukluk günlerinde neredeyse bir Tanrı gibi gördüğü, gençliğindey-se kafasının donanımınım sağlayan öğretmeniyle buluşuyordu çünkü. Dayısının saçları ağarmıştı, bu da ona çok yakışıyordu. Avrupa'da diktirdiği koyu renk elbisesi çok şıktı. Olduğundan daha genç ve yakışıklı görünüyordu. Olaylar sonunda onda da bazı değişiklikler olmuştu. Onun politikayı hafif alaycı bir tavırla ele alışı, sakinliği ve kendine güvenen tavrı Yuri'yi şaşırtmıştı. Kendine egemen oluşu ve güveni o sırada hiçbir Rus'ta görülemeyecek bir düzeydeydi. Bu da onun dışardan yeni gelmiş olmasının bir göstergesiydi. Buluşmalarının ilk saatleri oldukça duygulu bir ortamda geçmisti. Birlikte ağlayarak, gülerek söyleşmişlerdi. Konuştukları şeyler politikanın dışında olan şeylerdi. Ancak daha sonra aralarındaki tüm ortak anılara, akrabalık ilişkilerine karşın bağlar koptu. İki yabancı gibi birbirlerine bağırmaya başladılar. Şimdi konuşan duyguları değil düşünceleriydi. Nikolay Nikolayeviç uzun süredir birçok konuda bu denli anlaştığı bir kimseyle karşılaşmamıştı. Yuri ise kendine bu denli cesaret veren, anlayışla karşılayan kimseye rastlamamıştı. Birbirlerine bağırıp çağırdılar. Odayı bir baştan bir başa dolaştılar. Doğru bulup savundukları düşüncelerin etkisiyle kendilerinden geçmiş, coşmuşlardı. İlk buluşmaları böyle geçmişti. Daha sonra birbirleriyle birkaç kez daha karşılaştılar. Ancak bu karşılaşmalar bazı toplantılarda olmuştu. Yabancılarla bir aradayken Nikolay Nikolayeviç ta-nınamayacak bir hale geliyor, bambaşka insan oluyordu. Moskova'da kendini bir yabancı gibi duyumsuyordu. Peters-burg'da ya da başka bir yerde daha huzurlu olup olamayacağı konusunda da herhangi bir düşüncesi yoktu. Bunun için de durumuna sabırla katlanıyordu. Kimbilir belki de Fransız devrimi sırasında Paris'te Madam Roland'ın açtığı ve politik konuların konuşulduğu salonların benzerlerinin Moskova'da da açılacağını sanmıştı. Zaman zaman Moskova'nın gürültüden uzak arka sokaklarında o-turan bayan arkadaşlarını da ziyarete giderdi. Bunlar genellikle konuksever bayanlardı. Gerek bu bayanla ve gerekse onların bey-leriyle tartışır; çeşitli konulardaki düşünceleriyle alay eder, onlara takılırdı. Söylentilere göre Avrupa'da çok iyi bir işi ve güzel bir metresi vardı. Yüzüstü bırakıp geldiği bir de yarım kalmış kitabı vardı. Buraya ülkesinin o fırtınalı dönemlerdeki halini görmek üzere gelmişti. Başına herhangi bir bela gelmeden yurtdışına çıkabilirse, en kısa yoldan gene İsviçre'ye dönecekti. Nikolay Nikolayeviç bir Bolşevik'ti. Kendi düşüncelerine yakın bulduğu Miroshka Pomer ile Sylvia Cotorie adlı gazetecileri savunurdu. Bu yüzden de Yuri'nin kayınpederi ile tartışıyorlardı. Alexander Gromeko «Bu konuda çok anlamsız bir ısrar içine giriyorsunuz. Şu Miroshka da kim oluyor söyler misiniz? Peki ya Po-kori'ye ne demeli?» Nikolay Nikolayeviç, «Cotorie,» diye düzeltti durumu. «Pokori ya da Potpori. İsimden ne çıkar?» «O kadar önemli değil. Adı Cotorie,» diye bir kez daha ısrarla adın doğru söylenişini tekrarladı. «Hem biz neyi tartışıyoruz ki. Böyle bir devrim uzun zamandır bekleniyordu. Tüm dünya insanlara ışık tutacak, her şeyi düzene sokacak böyle bir devrimi bekliyordu. Eski yönetim biçimini değiştirmeden hiçbir şey yapılamaz. Onun şurasını burasını düzeltip istediğiniz bir şekle sokacağınızı sanıyorsanız aldanırsınız. Bu zaman sorunudur. Buna nasıl karşı çıkabilirsiniz?» Alexander Gromeko, «Sorun bu değil ki,» dedi öfkeyle. «Sizin Putpariler'iniz, Miroshalar'ınız iki yüzlü insanlar. Davranışları ve sözleri birbirine uymuyor. Her neyse. Bakın size bir şey göstereceğim.» Bunları söyleyen Gromeko içinde bir makale bulunan gazete kesiğini aramaya başladı. Bu makalede çeşitli düşünceler arasında bir tartışma sürdürülürken, yazar da kendi düşünceleriyle çelişiyordu. Alexander Gromeko düşüncelerine karşı çıkılmasından hoşlanmazdı. Böyle durumlarda kekelemeye başlar, söyleyeceklerini birbirine karıştırırdı. Unuttuğu bir sözü bazen elinde havluyla banyo kapısında dururken, bazen giyinme odasında çizmesinin tekini ararken,
kimi zaman da yemek sırasında elindeki servis tabağını yanındakine uzatırken anımsadığı olurdu. Yuri onun konuşmalarını dinlemekten büyük zevk duyardı. Eski Moskovalılar'a özgü uyumlu konuşması, (r) harflerini gırtlaktan söyleyişi çok hoşuna giderdi. Alexander Gromeko'nun özenle kesilmiş bıyığının bulunduğu üst dudağı, alt dudağına göre hafifçe daha uzundu. Kravatı da dudağı gibi biraz öne doğru çıkık dururdu. Bu ikisi arasında tuhaf bir ilişki vardı ki Gromeko'ya içten ve çocuksu bir hava veriyordu. Shura Schlesinger'in geç gelmesinin nedeni bir mitinge katılmış olmasıydı. Üzerinde bir işçi elbisesi ve kasketi vardı. Yemek-tekilerin herbirine ayrı ayrı takıldıktan sonra, «Demek yiyip içiyordunuz ha? Şimdi size yetişirim ama siz neler kaçırdığınızın farkında mısınız?» diye sordu. «Dünyada neler olup bittiğinin, insanların neler düşünüp, neler söylediğinden haberiniz var mı? Bugünkü mitinge katılmanızı, yapılan konuşmaları dinlemenizi isterdim. Hepsi de gerçek işçi ve askerler. Onlara 'zafere kadar savaşmaktan' söz edin de size zaferin ne demek olduğunu hemen oracıkta göstersinler. Bugün denizci bir erin konuşmasını dinledim ne kadar güzel konuşuyordu. Öylesine duygulu ve ateşli konuşuyordu ki sen olsan çıldırırdın Yuri.» Shura'nın konuşmasını kestiler. Her kafadan ayrı bir ses çıkıyor, herkes değişik düşünceler ileri sürüyordu. Shura, Yuri'nin yanına oturdu onun kolundan tuttu. Yüzünü ona yaklaştırarak bağıra bağıra, «Mitinge birlikte gidelim Yuri, izin ver de gerçek insanları sana ben tanıtayım. Sen de artık halkın arasına karışmalısın. Niçin öyle garip garip bakıyorsun bana. Çok şaşırdın değil mi? Ama merak etme, ben eski devrimcilerdenim. Barikatlar üzerinde çok çarpıştım, karakollara da düştüm. Bana kalırsa biz halkımızı gerektiği şekilde tanımıyoruz. Ben tam da onların içinden geliyorum. Şimdi de onlara bir kütüphane kurmaya çalışıyorum.» Shura'nın yüzünde içtiği içkinin etkisi görülmeye başlamıştı. Yuri'nin de başı dönüyordu. Oraya nasıl geldiğini farketmeden masanın başında olduğunu gördü. Bir konuşma yapmak istiyordu. Ancak uzun süre uğraştıktan sonra odadakileri susturabildi. «Arkadaşlar,» dedi. «istiyorum ki... Misha! Gogoçka!.. Ton-ya... Ne yapayım ama? Beni dinlemiyorlar ki. Arkadaşlar izin verir misiniz? Arkadaşlar, duyulmamış, inanılması güç olaylara tanık o-lacağız. Ancak henüz iş işten geçmiş değil. Benim dileğim, bu o-laylar patlak verdiğinde hiçbirimizin gerçek benliğini yitirmemesi. Gogoçka, arkadaşlarını güldürmeyi sonra dene. Henüz sözlerim bitmedi. Konuşmayı bırak da beni dinle. Kısa süre sonra savaşta olmakla olmamak arasında hiçbir fark kalmayacak. Kan öylesine akacak ki, hepimizi boğacak. Savaştan uzak kalmak isteyenleri de boğacak. Cephedekilerle cephe gerisinde bulunanlar arasında fark kalmayacak. Savaşta bizim düşündüğümüz gibi siz de dünyanın durduğunu sanacaksınız. Eğer ilerde bu dönemle ilgili kitapları, bu dönemin tarihinin yazıldığı kitapları okuyacak kadar yaşarsak ne kadar dolu dolu yıllar yaşadığımızı görürsünüz. Başka ulusların yüz yılda kazandığı deneyimleri bizim birkaç yıl içinde kazanmış olduğumuzu göreceksiniz. İnsanlar bir dalga gibi kabarıp yükselecekler. Bunların nedenlerini aramak boş bir davranıştır. Çünkü bu insanlığın normal gelişiminin bir sonucu olacaktır. Nasıl dünyanın başlangıcı yoksa bunların da başlangıcı yoktur. Savaşın başlangıcından bu yana Rusya'nın ilk sosyalist devlet olacağına inanıyorum. Bu gerçekleştiğinde şaşkınlıktan ne yapacağımızı bilemeyeceğiz bir süre. Önce meydana gelen şeyin ne olduğunu, bunu nelerin izleyeceğini bilemeyeceğiz. Yeni düzen bir bulut gibi bizi saracak. Çok yakından tanıdığımız biri gibi yakın hissedeceğiz onu kendimize.» Yuri'nin bunlara benzer söylediği bazı sözleri konuklar tarafından alkışlarla karşılandı. Sarhoşluktan yavaş yavaş sıyrılıyordu ama gene de kendisine söylenen sözleri anlayamadı. Sorulanlara da gerekli karşılıkları veremedi. Konukların hemen tümü, kendisine sevgilerini göstermek için yarışır gibiydi. Ancak o içinde bulunduğu üzüntüden bir türlü kurtulamıyordu. «Gösterdiğiniz ilgi için teşekkür ederim. Ancak sevginizi bu kadar kolay vermeyin. İleride daha fazla sevmekten korkuyormuş gibi şimdiden sevmekte ivedi davranmayın.» Konuklar Yuri'nin bu sözlerini de alkışladılar. Hepsi de Yuri'nin şaka yaptığına inanıyordu. Oysa o yaklaşmakta olan felaketi hissediyor, buna karşı bir şey yapamamanın etkisiyle çözümsüzlük içinde kıvranıyordu.
Hepsi de esnemeye başlamış olan konuklar yavaş yavaş kalkmaya başlamışlardı. Hepsinin de yüzünde yorgunluk belirtileri vardı. Perdeleri aralayıp, pencereleri açtıklarında sarımtrak renkli şafağın sökmekte olduğunu gördüler. Sokaklar henüz karanlıktı. Yağmakta olan hafif bir yağmur sesi yağmurdan sırılsıklam olmuş serçelerin cıvıltılarına karışıyordu. Neredeyse gökyüzünü bir baştan bir başa kateden bir şimşek çaktı. Bunu birbirini izleyen dört büyük patlamayı andıran gökgürültüsü izledi. Açık pencereden giren rüzgâr sigara dumanı ye toz içindeki odayı çabucak temizledi. Sokak, evden çıkan konukların gürültüleriyle dolu. Bir yandan kendi aralarında tartışıyor, bir yandan da birbirleriyle vedalaşıyorlardı. Sesler yavaş yavaş azaldı ve kayboldu. Yuri «Ooo! Çok geç oldu. Hadi gidip yatalım,» dedi. «Doğrusunu istersen sevdiğim iki insan var: Birisi sen, biri de baban.»
Ağustos çabucak gelip geçmiş, neredeyse Eylül'ün sonu gelmişti. Hem beklenen olaylar, hem de kış yaklaşıyordu. İnsanlar hazırlık olarak yiyecek ve yakacak temin etmeye çalışıyordu. Hem yiyecek, hem de yakacak yalnızca laf olarak dolaşıyordu ortada. Herkes «yiyecek ve yakacak sorunu»ndan söz ediyordu. Gelecekte birçok köklü alışkanlığın yerle bir olacağı ileri sürülüyordu. Herkes bu gelecek konusunda şaşkın bir durumdaydı. Gelecek denilen bu durumu kentliler yaratmışlardı ama, şimdi onlar da korku içindeydiler. İnsanlar bilinmeyen geleceklerine doğru hızla yol alırken, birbirlerini aldatmaktan geri durmuyorlardı. Hem birbirlerini hem de kendi kendilerini aldatıyorlardı. Yuri olup bitenleri çok iyi anlıyordu. Gelecekte kendisini ve kendisi gibi olanları hiç de iyi şeyler beklemiyordu. Onları bekleyen şey belki de ölümdü. Gelecek denilen canavar, devasa bir makine gibi onları yutmaya hazırlanırken ne kadar da çaresizdi. Sanki son kez görüyormuş gibi çevresindeki her şeyi dikkatli bir şekilde inceliyor; kendisi gibi çaresiz durumda olan insanların ve büyük Rus kentinin benliğini kavramaya çalışıyordu. İşler düzelsin diye kendini feda edebilirdi ama yapabileceği hiçbir şey yoktu. Yuri yine eski hastanesine dönmüştü. Hastaneyi kuran ve a-dını veren Kutsal Haç Derneği'nin çoktan kapatılmasına karşın bu hastane hâlâ aynı adla anılıyordu. Henüz yeni bir ad bulana-mamıştı. Hastane çalışanları politik bakımdan bazı hiziplere ayrılmıştı. Ilımlı bir gruba göre Yuri tehlikeli görüşlere sahip bir kişiydi. A-şırı sol düşüncede olanlara göre de yeterince sol bir çizgide değildi. Kısacası Yuri grupların ikisine yanaşamıyordu. Mesleki çalışmalarının yanında istatistik çalışmalarını yürütmekle de görevlendirilmişti. Bu iş için pek çok form doldurması gerekiyordu. Ölüm oranlan, bulaşıcı hastalık oranları, hastane çalışanlarının ekonomik ve politik durumları, görevlerine bağlılıklarından tutun da, hastanenin odun, ilaç ve yiyecek gereksinimlerine kadar pek çok konunun kartlara işlenmesi gerekiyordu. Daha sonra bu bilgiler İstatistik Merkez Bürosu'na bildiriliyor ve onların görüşleri isteniyordu. Yuri tüm bunları eski yerinde yapıyordu. Çalışanların odasında, pencerenin yanında bulunan masasının üzeri çok değişik biçim ve büyüklükte kartonlarla doluydu. Bunları kenarlara iterek kendisine yazı yazabileceği kadar bir yer açmıştı. Boş kaldığı her anı yazmakla değerlendiriyordu. Kuklalar ve İnsanlar adlı bir kitap yazıyordu. Yazının her türüne başvurarak yaşanılan günlerin anılarını anlatıyordu kitabında. Beyaza boyalı, aydınlık ve güneşli salon sonbaharda görülen tatlı bir ışığa gömülüyordu. Sabahları erkenden her taraf buz tutuyor daha sonra her taraf günlük güneşlik bir hal alıyordu. Masasında oturan Yuri kalemini mürekkebe daldırıyor, düşünceler içinde yazısını yazıyordu. Salonun geniş penceresi önünde uçuşmakta olan kuşların gölgesi kâğıtlar üzerinde hareket etmekte olan ellerinin üzerine düşüyordu. O sırada alabildiğine iri yarı, ancak zayıflıktan derisi kemiğine yapışmış bir laborant içeriye girdi. «Çınar yaprakları bitmek üzere,» dedi. «Yağmura, rüzgâra dayandı ama, soğuğa dayanamadı zavallı.»
Yuri başını kaldırıp baktığında pencerenin önünde uçuştuğunu sandığı kuşların aslında bu ağacın ateş renkli yaprakları olduğunu gördü. Bunlar uçuşuyor, havada bir süre süzüldükten sonra hastanenin önündeki çimenliğe birer kuş gibi konuyorlardı. Laborant «Pencereler macunlandı mı?» diye sordu. Yuri yazısına devam ederken, «Hayır,» dedi. «Zamanı geldi ama değil mi?» Yazısına dalmış olan Yuri bu kez karşılık vermedi soruya. «Ah! Tarasyuk gene burada olsaydı keşke. Ama ne yazık ki gitti. Çok becerikliydi, elinden her iş gelirdi. Ayakkabıları, bozulan saatleri onarırdı. Gereken her şeyi de hemencecik bulurdu. Bana kalırsa bu pencereler hemen macunlanmalıydı. Hatta bunu kendimiz de yapabiliriz.» «Macunu nereden bulacağız?» «Kendimiz yaparız. Elimde reçetesi var.» Laborant daha sonra kete yağı ve tebeşirin karıştırılması ile nasıl macun yapılacağını anlattı. Sonra da «Ben gidiyorum. Siz de bu ışıkta çalışmayın, gözlerinizi bozacaksınız. İsterseniz birlikte çıkalım,» dedi. «Benim biraz daha işim var. Yirmi dakika kadar daha çalışmam gerekiyor.» «Karısı hastanede çamaşırcılık yapıyor.» «Kimin karısı?» «Tarasyuk'un.» «Biliyorum.» «Kimse Tarasyuk'un nerede olduğunu bilmiyor. Sağda solda gezinip duruyormuş. Geçen yaz karısını görmeye geldi iki kez. Bize de konuk oldu. Şimdi köydeymiş. Orada yeni yaşam biçimini yaratmaya çalışıyormuş. Bolşevik askerleri gibi yani. Şimdi onlara her yerde rastlamak mümkün. Sokaklarda dolaşıyorlar, yolculuk yapıyorlar. En önemli özellikleri de nedir biliyor musun? Taras-yuk'u ele alalım örneğin. Adam her işten anlıyor, hem de iyi anlıyor. Hangi işe el atsa başarıyor. Savaşta da öyle olmuş. Savaşı da herhangi bir meslek gibi ele almış ve iyice inceleyip, öğrenmiş. Çok iyi bir nişancı ve iyi bir binici olmuş. Birinci sınıf bir asker olup çıkmış. Birçok madalya kazanmış ama hiçbirini de cesaretinden ötürü kazanmamış. Ustalığından ötürü almış bu madalyaları. Attığı hiçbir mermi boşa gitmezmiş zaten adamın özelliği o. Yaptığı her işi en iyi bir şekilde yapar. S a v a ş l sanatını da böylece öğrenmiş. Silah kullanmanın güçlülük olduğunu, insanları başkalarının gözünde yücelttiğini görmüş. O da kendi kendine bir güç odağı haline gelmek istemiş. Eskiden silahlı bu tür insanlar eşkıya olurdu, gelinde şimdi onun elinden silahını almaya kalkın. 'Silahlarınızı efendilerinize çevirin,' afişleri tüm sokakları kaplayınca Tarasyuk da orda söylenileni yaptı. İşte halk tabakası Marksizm'i bu kadar anlıyor.» Laborant yeniden pencerenin önüne dönüp, şişeleri, kavanozları, deney tüplerini karıştırmaya, sallamaya başladı. Sonra da sordu: «Sizin soba ustasından ne haber?» «Çok teşekkür ederim onu bana gönderdiğin için. Oldukça ilgi çekici bir insan, çok da kültürlü. Hegel ve Croce hakkında hemen hemen bir saat konuştu.» «Bu çok doğal bir şey.. O felsefe doktorudur, Heildelberg Ü-niversitesi mezunudur. Sobanız şimdi nasıl yanıyor?» «Pek iyi değil.» «Yine mi tütüyor.» «Hem de durmaksızın.» «Boruların yanlış takılmasından olabilir, bacadan çıkarılması gerekirdi, o pencereden mi çıkardı yoksa?» «Hayır, ama yine de tütüyor.» «O zaman hava akımını iyi hesaplayamadı bu adam. Oysa Tarasyuk olsaydı bu işi kısa sürede hallederdi. Biraz sabrederseniz bu iş de çözümlenir. Soba yakmak piyano çalmaya benzemez. Bu işinde kendine göre incelikleri var. Odununuz var mı bari?» «Odunu kim kaybetti ki ben bulayım?» «O zaman size tanıdığım bir kilise çalışanını göndereyim. Bu adam tam bir yakacak hırsızıdır. Bahçelerin çitlerini, tahta perdelerini söküp, odun diye satıyor. Ama sizi uyarıyorum, çok iyi pazarlık yapmalısınız onunla çünkü çok para istiyor. Ya da size haşare öldürücü yaşlı kadını yollayayım. Yataklarınızı, duvarlarınızı, eşyalarınızı da ilaçlar aynı zamanda.» «Onu niçin yollayacaksınız ki? Bizim evde böcek yok.»
«Size böcekten söz eden kim? Odundan söz ediyorum ben size odundan. Çünkü bu kadın odun ticareti yapıyor. Evleri, konakları satın alıyor, sonra da burada yakacak olarak kullanılabilecek ne varsa çıkarıp, satıyor. Dürüst bir kadındır. Vay anasını ne kadar da karanlık burası. Aman dikkat edin de ayağınız bir yere takılmasın, ben eskiden buradalarda gözü kapalı dolaşabilirdim. Ancak çitler, tahtalar söküldükten sonra kendimi yabancı hissetmeye başladım. Yabancı bir kentteyim sanki, insan nelerle karşılaşıyor bir bilseniz! Geçen gün küçük bir arsanın yanında dolaşırken bir kocakarı gördüm. Belki de yüz yaşındaydı ve elindeki sopayla yerleri kazıyordu. 'Hayrola nine dedim. Balığa çıkacaksın da solucan mı topluyorsun?' Amacım onunla biraz şakalaşmaktı. A-ma o hiç istifini bozmadan gayet ciddi bir tavırla, 'Hayır mantar arıyorum, hani yemeği yapılıyor ya, işte o mantardan arıyorum.' Gerçekten de kent mantar aranacak bir ormana döndü. Her tarafta çürümüş yaprak kokusu var. Her tarafta mantar bitecek neredeyse.» «Sizin nerden söz ettiğinizi anladım Sessiz Sokak ile Gümüş Sokak arasındaki yerden söz ediyorsunuz değil mi? Oradan ne zaman geçsem mutlaka ilginç şeylerle karşılaşırım. Bu yirmi yıldır görmediğim biri olabileceği gibi bulduğum herhangi bir şey de o-labilir. Ama duyduğum kadarıyla orası tehlikeli bir yermiş. Pek çok hırsızlık oluyormuş, yoldan geçenleri soyuyorlarmış. Doğrusu böyle bir şeye şaşmam. Hırsızlık için uygun bir yer orası. İnsan birçok yerden Smolensk Caddesi'ndeki karanlık, yan sakaklara girip, kaçabilir. Hiçbir şeyin farkına varmadan paranızı ve pekçok şeyinizi çalıp, kaçabilirler.» VI Yuri'nin kentin bu kısmıyla ilgili olarak söyledikleri doğru şeylerdi. Birinde, bir sonbahar akşamı, henüz Ekim ayındaki çarpışmalar başlamadan önce oradan geçerken ayağı bir şeye takılmıştı. Bu hafif hafif inleyerek yatan bir adamdı. Kollarını, bacaklarını iki yana açmış, başını bir evin kapısına dayamıştı. Yuri'nin sorularına anlaşılması olanaksız yanıtlar vermiş, sonra da kendinden geçmişti. Başına vurulmuş ve buradan akan kanlar yüzüne, gözüne bulaşmıştı. Onu mauyene eden Yuri kafa kemiklerinde herhangi bir kırık olmadığını anladı. Silahlı hırsızların saldırısına uğradığı çok açıktı. Birkaç kez çantasından söz etti. Yuri yakında bulunan bir eczanenin telefonunu kullanarak hastaneden bir araba çağırttı. Adamı hastanenin acil servisine yatırdı. Adam kendine geldiğinde tanınmış bir politikacı olduğu çıktı ortaya. Yuri herkesin birbirinden kuşkulandığı, kimsenin kimseye güvenemediği o dönemlerde kendisine dayanak olacak bir koruyucu edinmişti böylece. Adam ona yıllarca yardımcı oldu ve başını birçok dertten kurtardı. VII Tonya'nın düşüncesini uygun bularak üst katta bulunan üç odaya yerleşmişlerdi. Yuri'nin nöbetçi olmayıp da evde bulunduğu soğuk ve rüzgârlı bir pazar günüydü. Gökyüzü iri kar bulutlarıyla kaplıydı. Sobayı sabah erkenden yakmışlardı. İki saat kadar sonra da tütmeye başlamıştı. Nyusha elindeki ıslak odunları yakmaya çalışıyordu. Tonya'nın sobayla ilgili hiçbir bilgisi yoktu. Nyusha yaptığı anlamsız uyarılarla işleri daha da içinden çıkılmaz bir hale getiriyordu. Yuri yapılması gereken şeyi anlamıştı. Ancak Tonya o-nun müdahalesine fırsat vermemiş, onu omuzlarından tutarak, «Sen odana git. Zaten işler ters gidiyor, bir de sen karıştırma!» diyerek onu odasına göndermişti. Sobanın tütmesi herkesin tasarılarını alt üst etmişti. Her şeyi karanlık çökmeden halledip gece serbest kalma işi suya düşmüştü. Öğlen yemeği gecikecekti. Tonya saçlarını yıkayamayacaktı. Soba gittikçe daha fazla tütüyordu. Rüzgâr estiğinde ise tüm duman odanın içine giriyordu. Yuri bu duruma daha fazla dayanamadı. Herkesi diğer iki odaya gönderdi. Pencerenin üst camını açtı. Sobadaki odunların yarısını boşalttı. Kalan odunların arasına çıra ve tahta parçalan yerleştirdi. Pencereden giren havayla içerideki duman, kendinin fareyle oynamasına benzer bir şekilde temizledi. Yuri'nin tutuşturduğu çıra ve tahta parçaları kütüklerin de tutuşmasını sağladı. Az sonra soba çıkan alevlerin etkisiyle ısındı ve kıpkırmızı oldu. Bu arada odanın havası da temizlenmişti. O-dada hemen hemen hiç duman kalmamıştı ve soba da artık tütmüyordu.
Alevler odanın içini de aydınlatmıştı. Yuri pencereleri laborantın tarifine uygun bir şekilde macunlamıştı. Oda ısındıkça bu kez bu macunun kokusu yayılmaya başlamıştı. Bu kokuya, kurumak üzere sobanın yanına istiflenmiş olan ıslak odunların kurur ken çıkardıkları kolu karışıyordu. İşte tam bu sırada pencereden içeri giren rüzgâr gibi, içeriye Nikolay Nikolayeviç girdi. «Sokaklarda çarpışmalar var!» dedi. «geçici hükümetten yana olan harbiyeliler, Bolşeviklerden yana olan garnizonun askerleriyle çarpışıyordu. Her sokak başında çatışma var. O kadar çok yerde ayaklanma var ki insan şaşırıyor. Buraya gelinceye dek birkaç kez çarpışmaların ortasına düştüm. Artık caddelerde dolaşmanın olanağı yok. Yan sokaklara sapmak gerekiyor. Hadi Yuri, çabuk giyin de dışarıya çıkalım. Olanları mutlaka görmelisin. Tarih denilen şey budur işte.» Bu arada da benzer haberlerle Gordon içeriye girmişti. Olaylar sabahtan bu yana bir hayli gelişmişti. Yeni yeni haberler vardı. Gordon çarpışmaların şiddetlendiğini, bu arada yollardaki bazı insanların serseri kurşunlarla vurulduklarını söylüyordu. Trafik tümüyle durmuştu. Buraya ulaşiblmesi büyük bir şans eseriydi. Bu sözlere inanmayan Nikolay Nikolayeviç hemen sokağa çıktı. Çok kısa bir süre sonra da geri döndü. Sokakta vızıltılarla uçuşan kurşunlar evlerin çatılarına, duvarlarına çarparak parçalar koparıyordu. Dışarda trafiğin durması bir yana kimsecikler kalmamıştı. Küçük Sasha da bu sırada hastalandı. Yuri çok kızmıştı. «Size kaç kez söyledim. Çocuğu sobaya yaklaştırmayın, çocuğu fazla sıcağa tutmak üşütmekten daha kötüdür,» diye söyleniyordu. Sasha'nın ateşi yükselmiş, bademcikleri de şişmişti. Korkudan babasının kendisini muayene etmesine engel oluyordu. Bir yandan öksürüyor, bir yandan da ağlıyordu. Başvurdukları hiçbir yöntem çözüm getirmedi. Muayene için istenilenleri yapmıyordu. Bir ara esnemesinden yararlanan Yuri çok kısa sürede onun boğazını ve bademciklerini inceledi. Boğazı şişmiş ve bademcikleri ü-zerinde de beyaz benekler oluşmuştu. Bu benekler onun iyice endişelenmesine neden oldu. Az sonra da bir punduna getirip Sasha'nın boğazmdaki iltihaptan bir parça kopardı ve hemen evdeki mikroskopla inceledi. Neyse ki korktuğu gibi tehlikeli bir durum yoktu. O çocuğun difteri olmasından korkuyordu. Ancak üç gece sonra Sasha'nın boğazı iyice tıkandı. Ateşler içinde yanıyor, nefes almakta güçlük çekiyordu. Yuri çocuğunun acı çekmesine dayanamıyor, çaresizliği nedeniyle yüzüne bile bakamıyordu. Tonya ise oğlunun öleceğini sanıyordu. Onu sırayla kucaklarında taşıyorlardı sanki kucakta taşınmak çocuğu rahatlatıyordu. Sasha için süt, maden suyu gibi şeylere gereksinimleri vardı. Ancak çatışmalar bir türlü bitmek bilmiyordu. Kenti saran top ve tüfek sesleri arasında dışarıya çıkan Yuri kendisini tehlikeye atmasına karşın aradıklarını bulamadı. Aradıkları bir yana, sokaklarda danışabileceği tek bir kişiye bile rastlayamamıştı. Kentte yaşam tamamen durmuştu. Ancak çarpışmaların sonucu da yavaş yavaş belli olmaya başlamıştı. Anlaşıldığı kadarıyla Bolşevikler bu savaşı yavaş yavaş kazanıyorlardı. Harbiydiler hâlâ çarpışıyordu ama hem birbirleriyle hem de komutanlarıyla olan bağları kopmuştu. Sivtsev Bölgesi merkeze doğru harekât halinde olan askeri birlikler tarafından tutuluyordu. Diğer cephelerden gelen askerler ve genç işçiler burada kazdıkları siperlerin içinde oturuyor, sokak sakinleriyle iyi ilişkiler kuruyorlardı. Kapı önlerine çıkan sokak sakinleriyle kouşuyor, selamlaşıyorlardı. Trafik bu bölgede yavaş yavaş canlanmaya başlıyordu. Gordon ve Nikolay Nikolayeviç çarpışmaların yoğun bir şekilde sürdüğü üç gün boyunca Yuriler'de kaldılar. Yuri Sasha'nın hastalığı sırasında onların orada bulunmasından çok memnun olmuştu. Tonya bile yarattıkları karışıklıktan ötürü onlara kızmıyordu. Ancak duydukları hoşnutluğu onları eğlendirmeye çalışarak, durmadan konuşarak dile getirmeye çalışmışlardı. Yuri bu kadar süre onların anlamsız konuşmalarını dinlemekten iyice yorulmuştu. Çarpışmaların yavaş yavaş durulmaya başlaması üzerine konuklarının gitmesine bu nedenle sevinmişti. VIII
Konuklarının evlerine sağlıklı bir şekilde kavuştuğu haberini aldılar, ancak kentteki kargaşa henüz durulmuş değildi. Çarpışmalar bazı yerlerde hâlâ sürüyordu. Trafik birçok yerde kapalıydı. Evden çıkamayan Yuri işini özlemeye başlamıştı. Bir an önce hastanedeki odasında masanın gözünde bıraktığı anı defterine ve diğer notlarına kavuşmak istiyordu. Herkes evlerine çok yakın yerlerden ekmek almaya, elinde süt şişesini gördüklerine bunu nereden aldığını sormaya başlamıştı. Çarpışmaların şiddetlendiği sıralarda ise, sokaklarda bulunanlar ivedilikle evlerine kaçışıyorlardı. Herkes taraflar arasında görüşmeler olduğunu, bu görüşmelerin seyrine göre de çarpışmaların hafifleyip, şiddetlendiğini sanıyordu. Ekim ayının sonlarına doğru birgün Yuri hiç de acelesi olmayan bir iş için bir meslektaşını görmeye gitti. Saat gece on sıralarıydı. Başka zaman çok kalabalık olan sokakta, şimdi kimseler yoktu. Mevsimin ilk karı da bu sırada yağmaya başladı. Tozu andıran bu kar rüzgârın etkisiyle havada oynaşıyordu. Önceleri yavaş yavaş esmekte olan rüzgâr gittikçe şiddetlenmiş neredeyse fırtına şeklini almıştı. Hızlı hızlı yürüyen Yuri o kadar çok sokağa girip çıkmıştı ki, ne kadar yürüdüğünü bilemiyordu. Uzaktan uzağa duyulan ve giderek azalan silah seslerinin tersine rüzgâr ve kar şiddetini artırıyordu. Ufukta artık sönmekte olan yangınların sönük ışıkları görülüyordu. Bir kavşakta, kolunun altında baskıdan yeni çıkmış bir tomar gazeteyle bir çocuk göründü. «Haberler, haberler!» diye bağırıyordu. Bir gazete alan Yuri, paranın üzerini de çocuğa bıraktı. Çocuk kısa sürede kar fırtınasının içinde gözden kayboldu. Yuri gazeteyi okuyabilmek için bir sokak lambasının altında durdu. Gazetenin özel bir sayışıydı bu. Çok aceleyle basıldığı belliydi. O kadar ki sayfanın yalnız bir yüzü basılmıştı. Diğer yüzü ise bomboştu. Petersburg'dan gelmiş son hükümet bildirisini yayımlamışlardı. «Rusya'da bir halk iktidarının kurulduğu, bundan böyle proleterya diktatörlüğünün yürürlüğe sokulacağı» duyuruluyordu. Bunun dışında yeni hükümetin ilk kararnameleri, telefon ve telgrafla alınan bazı haberler yayınlanmıştı. Karlar Yuri'nin ağzına burnuna doluyor, elindeki gazetenin üzerini gittikçe kalınlaşan bir tabaka halinde getiriyordu. Ama o-nun okumaya devam etmesini engelleyen şey bu değildi. Okuduklarından duyduğu heyecanla titriyordu, soluğa kesilir gibi olmuştu. Gazeteyi daha iyi okuyabilmek için sağına soluna bakman Yuri, Sessiz Sokak ile Gümüş Sokak'ın kesiştikleri noktadaki beş katlı binayı farketti. Cam kapılı ve holü de ışıklandırılmış bir yerdi burası. İçeriye giren Yuri ışığın altında durup gazeteyi okumaya daldı. Bu arada üst kattan gelen ayak seslerini duydu. Birisi merdivenlerin yarısına kadar indi. Duraklar gibi oldu, sonra geri döndü ve merdivenleri koşarak geri çıktı. Açılan bir kapının önünde iki kişinin tartışır gibi sesleri duyuldu. Kapı şiddetle çarpılarak kapandı. Biraz önceki ayak sesleri bu kez daha kararlı bir şekilde merdivenleri inmeye başladı. Yuri kendisini gazeteye öylesine kaptırmıştı ki gelene bakmaya hiç niyeti yoktu. Ancak adım sesleri en alt basamakta durunca bakmak gereksinimini duydu. Merdivenlerden inen on sekiz yaşlarında görünen bir gençti. Sırtında geyik derisinden bir palto, başında da aynı deriden bir kalpak vardı. İkisini de Sibirya'da giyildiği şekilde kürklü kısımları dışa gelecek şekilde giymişti. Kıyafeti ve yüzündeki ifadeden onun soylu bir Kırzgız ailesi bireyi olduğu anlaşılıyordu. Yuri'ye tanışı-yorlarmış gibi gülümseyerek baktı, onunla konuşmak istiyor gibi bir hali vardı. Yuri bu duruma bir son vermek için karşısında beklemekte olan delikanlıya soğuk bir tavırla baktı. Delikanlı şaşırdı, kızarıp bozardı. Dönüp kapıya doğru yürüdü. Kapıya gelince bir kez daha dönüp baktı, sonra da kapıyı hızla vurup çıktı. Onun çıkmasından birkaç dakika sonra da Yuri çıktı. Kafası okuduklarıyla öylesine doluydu ki görmeye gittiği arkadaşını da az önceki delikanlıyı da unutmuştu. Evine doğru yürümeye başladı. Biraz yürüdükten sonra dikkatini çeken başka bir şeyle karşılaştı. Eve pek de uzak olmayan bir yerde kaldırımda istif edilmiş bir yığın tahta vardı. Büyük olasılıkla bunlar oradaki enstitüye yakacak olarak verilen tahtaların henüz içeriye taşınmamış olan bölümüydü. Odun kıtlığının en yoğun olduğu o sıralarda bu tahtaların çalınmaması için başına silahlı bir nöbetçi dikilmişti. Adam ileri geri yürüyor, arada bir tahta yığınına göz atıyordu. Yuri düşünmeye bile gerek duymadan nöbetçinin arkasını döndüğü an tahta yığınının içinden kalınca, koca bir kalası yakalıp omuzuna attı. Hemen duvar dibine sinip neredeyse
koşar adımlarla oradan uzaklaştı. Sokakların ışıklı olan yanlarından kaçınarak, duvar diplerini izleyerek sonunda yakalanmadan evine ulaştı. Yaptığı bu iş için bundan daha uygun bir zaman olamayacağını düşünüyordu Yuri eve dönüp de kalası parçalarken. Çünkü evlerinde hiç odun kalmamıştı döndüğünde. Kırdığı kalastan kocaman bir yığın odun çıkmıştı. Önce sobayı yaktı sonra da bağdaş kurup karşısına oturdu. Sessizce otururken kayınpederi Alexander Alexandrovic ısınmak için sandalyesini sobaya yaklaştırdı. O zaman Yuri'nin aklına cebindeki gazete geldi. Çıkarıp kayınpederine uzattı. «Okumadıysanız buyrun okuyun.» Bir yandan oturduğu yerden sobayı yakmaya çaışırken bir yandan da kendi kendine söyleniyordu. Onun kendisiyle konuştuğunu sanan Alexander Alexandrovic, «Dur şunu okuyayım sonra konuşuruz. Hem okuyup hem de seninle konuşamam ki,» diyordu. Yuri ise kayınpederinin ne söylediğinin farkında bile olmaksızın kendi kendine konuşmasını sürdürüyordu. IX Herkesin beklediği bir sırada ve şekilde kış da gelmişti artık. Yalnız bu yılki kış açlıkla işbirliği yapıyordu ve ikisi birlikte ortalığı kasıp kavuruyordu. İnsanlar tanıdıkları, bildikleri her şeyin altüst olmasına seyirci kalıyordu. Yapabildikleri tek şey ölmemek için çaba göstermekti. Bunu başarabilmek için de yaşama dört elle sarılmaları gerekiyordu. Herbiri diğerinden daha şiddetli üç kış yaşadılar. 1917 yılının sonlarında yaşanan olaylar da o sırada değil de daha sonraları yaşanmış gibiydi. Bu üç kışı birbirinden ayırmak o kadar zor geliyordu insana. Eski ile yeni de birbiriyle kaynaşmamıştı henüz. Ancak ertesi yılki iç savaş sırasında olduğu gibi delice bir düşmanlık da yoktu aralarında. Her yerde seçimler yapılıyordu. Önceki yöneticilerin hepsi değiştiriliyordu. Her kuruma çok geniş yetkilerle donatılmış komiserler atanıyordu. Bunlar meşin ceketli ve silahlıydılar. Geceler boyunca uyuyamamaktan gözleri şiş şiş, sakal traşı olmaya gerek bile duymayan bu komiserler ortalığı yatıştırmaya ve sindirmeye çalışıyorlardı. Bunlar orta tabakayı çok iyi tanıyorlardı. Bu konumda bulunan memurlar başkalarına boyun eğmeye alışmış güçsüz insanlardı. Komiserler özellikle bu memurlara acımasızca, suçüstü yakalanmış hırsızlarmış gibi davranıyordu. Her şeyde parmağı olan bu komiserler eliyle her taraf Bolveşikleştiriliyordu. Kutsal Haç Hastanesi'nin de adı değiştirilmişti. Şimdi burası 2 No'lu Bölge Hastanesi olmuştu. Çalışanlarının önemli bir kesimi işten çıkarılmış, bir kısmı da burada çalışmayı anlamsız bularak istifa etmişti. Bunlar yaşımlarını özel olarak çalışarak çok daha iyi şekilde sürdürüyorlardı. Hepsinin de seçkin ve zengin insanlardan oluşan müşterileri vardı. Hastaneden ayrılmalarının gerçek nedeni buydu. Dışarıda çok daha fazlasını, çok daha az çalışarak kazanıyorlardı. Fakat onlar bu davranışlarına bir protesto havası verdiler. Hastanede kalanları küçümsüyor, onlara yüksekten bakıyorlardı. Yuri de hastanede kalanlardan biriydi. Akşamları Yuri ile Tonya arasında şu tür konuşmalar oluyordu. «Çarşamba günü Doktorlar Birliği'nin mağazasına uğramayı unutma. Patates dağıtılacak. İki çuval da bize verecekler. Saat kaçta serbest kalacağımı sana bildiririm. Gelip yardım da ederim. Çünkü kızağı ancak ikimiz birlikte itebiliriz.» «Peki Yuri, elimizden geleni yaparız merak etme.» «Hastalık tam bir salgın halinde. İnsanlar iyi beslenemediği için dayanamıyor. Bir şeyler yapılması gerek ama ne yapılabileceğini bilemiyorum. Biz de iyi beslenemiyoruz. Senin ve baban için de endişeleniyorum. Beni dinliyor musun? Yoksa uyuyor musun Tonya?» «Hayır, seni dinliyorum.» «Acı patlıcanı kırağı çalmaz derler. Kendim için endişelenmiyorum ama gene de eğer hastalanırsam beni evde tutmayacağına ilişkin söz vermeni istiyorum. Hemen hastaneye göndereceksin tamam mı?» «Lütfen böyle konuşma Yuri. Ağzını hayra aç. İnşallah hiçbir şey olmaz.»
«Ha! Şunu da unutma. Ortalıkta pek güvenilecek dost kalmadı. Herkes her şeye burnunu sokuyor. Gene de başın sıkışacak olursa Pichuzkin'e gidersin. Tabii o da hâlâ yerindeyse eğer. Uyumuyorsun değil mi?» «Hayır.» «Hastanedeki doktor arkadaşların çoğu ceplerini doldurmak için istifayı basıp gittiler. Sokakta karşılaştığımız zaman elimi bile sıkmayacaklar neredeyse. 'Hâlâ onlarla mı çalışıyorsun' diye soruyorlar bana. Ben de evet hâlâ çalışıyorum ve her türlü yoksunluğa da katlanıyorum, bundan da gurur duyuyorum diye yanıtlıyorum onları.» X Kaynamış darıdan yapılan bir çorba ile, çeşitli otların ve ringa balıklarının başlarının kaynatılmasından elde edilen çorba; uzun süre halktın temel besin kaynağı oldu. Bazen ringa balıklarının gövdesi de tavada kızartılıp ikinci bir yemek olarak yeniyordu. Arpa ve buğday tane tane de, lapa yapılarak da yeniyordu. Tonya'nın profesör olan bir arkadaşı ona sobanın içinde nasıl ekmek yapılacağını öğretti. O da bu konuda büyük çaba göstermeye başladı. Amacı fazla ekmek yapıp satmak ve bundan kazanacağı parayla da odun alıp büyük sobayı yakabilmekti. Kısa sürede çok güzel ekmek yapmayı öğrendi. Ne yazık ki bunları satmada umduklarını bulamadılar. Bunun üzerine zorunlu olarak gene sık sık tüten eski teneke sobayı kullanmaya başladılar. Gerçekten de zor bir yaşam sürdürüyorlardı. Bir sabah Yuri işe gittikten sonra Tonya paltosuna sarındı. Bu palto eskilikten öyle bir duruma gelmişti ki çok soğuk olmayan havalarda bile titremesine neden oluyordu. Odunları iyice a-zalmıştı. Yuri'nin deyimiyle avcılığa çıkmıştı. Kenar sokaklarda dolaşmaya başladı. Moskova'nın dışındaki köylerden gelen köylüler ara sokaklarda patates, sebze odun gibi şeyler satıyorlardı. Bunlar ana caddelere çıkmaya korkuyorlardı. Çünkü polisler onların bu mallan satmalarını engellediği gibi mallarını ellerinden de alıyordu. Tonya aradığını çok kısa süre içinde bulmuştu. Köylü ceketi giymiş, iri yarı bir genç peşinden çok kolay bir şekilde çektiği bir kızakla geliyordu. Çektiği kızağın içinde iddia ettiği gibi kayın a-ğacı değil, en adisinden odun vardı. Bu odunlar hem yeni kesilmiş ve ıslak hem de pek de fazla değildi. Ne var ki yapılabilecek bir şey yoktu. Olanla yetinmek zorundaydı. Delikanlı getirdiği odunu beş altı seferde yukarıya çıkardı. Karşılığında da karısına hediye edeceğini söylediği, Tonya'nın cam kapaklı küçük dolabını götürdü. Bir dahaki sefere patates getireceğini karşılık olarak da piyanoyu istediğini belirtti. Akşam eve döndüğünde Yuri Tonya'nın alışverişi üzerine görüş belirtmedi. Ancak böyle yapacaklarına dolabı kırıp yakacak o-larak kullanmak çok daha mantıklı olurdu herhalde. Tabii o güzelim dolaba kıyıp kırabilmeleri halinde. Tonya, «Masanın üzerinde sana gönderilmiş bir mektup var, okudun mu?» diye sordu. «Hastaneden gelen mektup mu? Evet okudum. Hasta bir kadın için çağırıyorlar. Bir süre dinleneyim gideceğim. Gideceğim yer çok uzak. Zafer Anıtı'nın oralarda bir yerdeymiş. Bende adresi var.» «Verecekleri ücreti de okudun mu? Hastayı muayene etmen karşılığında bir şişe Alman konyağı ve bir çift çorap vereceklermiş. Ne tuhaf insanlar, hoşa gidecek şeyleri de iyi biliyorlar. Nasıl bir zamanda yaşadığımızdan haberleri yok anlaşılan. Sonradan görmeler galiba.» «Evet adam devlet adına çalışan bir müteahhitmiş.» O sıralarda devlet bireysel olarak ticaret yapılmasını yasaklamıştı. Ancak bazı kişiler hâlâ ticaret yapıyordu. Bunlar ne el konan şirketlerin sahipleri, ne de zengin mal sahipleriydi. Savaştan ve devrimden yararlanarak ön plana çıkmışlardı. Devlet bulmakta güçlük çektiği bazı malları onların aracılığıyla bulduğu için ticaretle uğraşmalarına da göz yumuyordu. Yuri bol miktarda su katılmış şekerli bir süt içtikten sonra hasta kadını muayene etmek üzere yola çıktı. Yağan karın kalınlığı bazı yerlerde binların alt katlarının pencerelerine ulaşmıştı. Sokaklarda sessizce hareket eden tek tük insanlara rastlanıyordu. Bunlar aldıkları şeyleri, kızaklarla ya da kucaklarında evlerine taşımaya çalışan, gıdasızlıktan bir deri bir kemik kalmış insanlardı. Hemen hemen hiç araba yoktu.
Bazı dükkânların tabelaları hâlâ duruyordu. Bakkal, kasap her çeşit dükkân vardı. Ancak hepsinin de kapıları çivilenmiş, pencereleri de sıkı sıkıya kapalıydı. Bunlar yalnız satacak mal bulamamaktan ötürü kapalı değildi. Kurulmakta olan yeni düzenin bir parçası olarak özellikle kapatılmışlardı. XI Yuri'nin aradığı ev Tyer Kapısı'nın yanındaki Brest Sokağı'-nın sonundaydı. Etrafı bahçeyle çevrili eski bir binaydı bu. O gün binada oturanların toplantısı vardı. Toplantıya mahalle komitesinden de bir temsilci kadın katılıyordu. O sırada çevrede silah araması yapan bir askeri ekip geldi, başlarında bir komiser bulunuyordu. Ruhsatsız silahları topluyor, bunları taşıyanları da gözaltına alıyorlardı. Komiser mahalle temsilcisi kadına, «Siz buradan ayrılmayın, araştırmamız uzun sürmez. Sonra toplantınıza devam edersiniz,» dedi. Yuri geldiğinde hastanın bulunduğu dairede henüz araştırma yapılmamıştı. Komiser onun doktor olduğunu öğrenince hemen içeriye alınmasını sağladı. Orada yapılacak araştırmayı da muayene sonrasına bıraktırdı. Yuri'yi ev sahibi olan esmer, siyah gözlü, saygılı bir delikanlı karşıladı. Biraz telaşlıydı. Bunun için de birkaç nedeni vardı. Birincisi karısı hastaydı. Sonra evi aranacaktı. Ayrıca herkes gibi o-nun da doktorlara karşı büyük saygısı vardı. Daire lüks ama zevksiz bir şekilde döşenmişti. Eşyaların çoğunun aceleyle, parayı güvenilir bir yere yatırma endişesiyle alındığı farkedilîyordu. Çeşitli mobilyalar arasında zaman zaman antika eserlere, biblolara da rastlanıyordu. Ev sahibi Yuri'nin zamanını almamak için ona her şeyi anlatıyordu. Ancak bir türlü telaşına son veremiyor, anlattıklarını iyice birbirine karıştırıyordu. Kısa bir süre önce eve çalışmayan, eski bir çalar saat almışlardı. O kadar eskiydi ki onarılması bile mümkün değildi. Ona sanatsal değeri nedeniyle para vermişti. Bu arada saati görmek ü-zere bitişik odaya geçmişlerdi. Derken bir gün saat kendiliğinden çalışmaya başlamış ve bir süre sonra da yine kendiliğinden durmuştu. İşte bu olay üzerine karısı telaşlanmış, «Son saatim geldi benim,» diyerek kendini kaybetmişti. O zamandan beri de yataktaydı. Ne bir şey yiyor, ne de içiyordu. «Beni bile tanımıyor,» diyordu delikanlı. «Sanırım sinirsel bir bunalım geçiriyor.» Yuri, «Demek siz buna sinirsel bir bunalım diyorsunuz. Beni hastamın yanına götürür müsünüz?» dedi. Başka bir odaya geçtiler. Odadaki iki kişilik yatakta iri siyah gözlü ufak tefek bir kadın yatıyordu. Yorgan çenesine kadar çeki-liydi. Onları görünce, kollarını yorganın altından çıkardı. Gitmelerini ister gibi kollarını sallıyordu. Bu hareketleri sonunda üzerindeki bol geceliğin kollan omuzlarına kadar kaydı. Kocasını tanımamıştı, içerde kimse yokmuş gibi türkü söylemeye başladı. Bu kez iyice mahzunlaştı ve ağlamaya başladı. Bir yandan burnunu çeke çeke ağlıyor bir yandan da «Beni eve götürün,» diye yalvarı-yordu. Yuri'nin kendisini muayene etmesine izin vermiyordu. Yuri, «Aslında onu iyice muayene etmek gerekir ama durumu da açıkça belli,» dedi. «Karınız tifüse yakalanmış. Hem hastalık hayli de ilerlemiş. Size önerim onu bir an önce bir hastaneye kaldırmanız. Evde onun için gereken özeni göstereceğinizi biliyorum ama bir iki hafta doktor kontrolü altında olması daha iyidir. Onu nakledecek bir kızak ya da bir araba bulmanız gerekecek. Yalnız iyice sarıp sarmalamalısınız. Size onu hastaneye kabul etmeleri için bir de kâğıt vereceğim.» «Neler söylüyorsunuz doktor? Hastalığın tifüs olduğunda e-min misiniz?» «Ne yazık ki evet.» «Ama onu hastaneye yatırırsam kaybedebilirim. Sık sık gelip onu tedavi edemez misiniz? Size istediğiniz ücreti verebilirim.» «Üzgünüm, böyle bir şeyi yapamam. Söylediğim gibi onun sürekli kontrol altında tutulması gerekiyor. Bu benim sık gelmemle olabilecek bir şey değil. Karınızın iyiliğini istiyorsanız böyle yapın. Şimdi siz araba bulun, ben de gerekli yazıyı hazırlayayım. Bu kâğıda bina yönetiminin mührünün de basılması gerekiyor. Toplantı odasına gidersek bunu daha iyi hazırlayabiliriz.»
XII Silah araması bittikten sonra kiracılar mantolarına, kürklerine, paltolarına bürünerek yeniden toplantı odasına indiler. Eski bir yumurta deposuydu burası. İçerde soba yanmıyordu. Bir köşede bir masa ve birkaç sandalye vardı. Ancak yeterli değildi. Oturacak sandalye bulamayanlar yumurta sandıklarını ters çevirip oturmuşlardı. Deponun bir ucunda üst üste atılmış yumurta sandıklarından oluşmuş bir yığın vardı. Kırılmış yumurtaların a-kıntılarını kurulamak için kullanılmış ve yapış yapış olmuş talaşlar süpürülüp bir kenara yığılmıştı. Bu yığının içinde ise bir sürü fare vardı. Arada salonun taş döşemesine çıktıkları da oluyordu ancak sonra yeniden talaş yığınının içine saklanıyorlardı. Farelerin her görünüşünde şişman bir kadın çığlıklar atarak hemen sandıklardan birinin üzerine çıkıyordu. Eteklerini hafifçe yukarıya kaldırarak uzun konçlu botlarım yere vurarak bağırıyordu. Fareleri gördükçe bağırıp çağıran bu kadının üzerinde astragan bir manto vardı. Tepindikçe kat kat çenesi, iri göğüsleri ve ipekli bir entarinin içindeki karnı titreşiyordu. Eskiden güzelliğiyle esnaf arasında ün salmış bir kadındı bu. Şişmiş gözkapakla-rının arasında görünen küçük gözleri domuz gözlerini andırıyordu. Mahalle komitesinden gelen kadın, «Bağırıp durma Khrapu-gina. Çalışmamızı engelliyorsun!» diye çıkıştı. Toplantının yöneticisi olarak masanın başında oturuyordu. Bu kadın bu binada oturanları eskiden beri tanırdı. Toplantıya başlamadan önce de kapıcı Fatma'yla gizlice bir şeyler konuşmuştu. Daha önce zemin kattaki pis odada kocası ve çocuklarıyla kalmakta olan Fatma şimdi birinci kattaki aydınlık iki odaya yerleştirilmişti. Yanında da yalnızca kızı vardı. Toplantı yöneticisi, «Hadi anlat bakalım Fatma, işler nasıl?» Fatma bu kadar büyük bir ev ve bu kadar çok kiracıyla başa çıkamadığını, kiracıların da yapması gereken işler olmasına karşın hiçbirinin bu işlere el atmadıklarından yakındı. «Merak etme. Her türlü sorunu çözümleyeceğiz. Zaten onun için toplanmadık mı? Burada bazı kuşkulu kişilerin yerleştiğini biliyorum. Hem de oturma izni alınmadan. Aslında ben bu komitenin dağıtılıp yeni bir komite oluşturulmasından yanayım. Seni de binanın yöneticiliğine getiririz. Yalnız çok söylenme lütfen!» Kapıcı kadın bir şeyler daha söylemek istiyordu ama yönetici kadın onu dinlemedi. Çevresine bakındı. Katılımın yeterli düzeye ulaştığını görünce kısa bir konuşmadan sonra toplantıyı açtı. Komitenin çalışmalarının hiç de yeterli olmadığını ancak yenileri seçilinceye kadar eski komite üyelerinin çalışmalarını sürdüreceğini belirtti ve yeni bir konuya geçti. «Yoldaşlar doğrusunu isterseniz eviniz çok geniş. Çok sayıda insanın kalabilmesi için çok uygun bir yer. Rahatlıkla bir konukevi olabilir. Çeşitli toplantılara katılmak üzere Moskova'ya gelen yoldaşlar için böyle bir binayı gereksinimimiz var. Onun için de burayı Mahalle Komitesi'ne devretmeyi uygun bulduk. Binaya Tiverzin Yoldaş'ın adını vereceğiz. Bildiğiniz gibi sürgüne gönderilmeden önce burada oturuyordu. Buna itirazı olan var mı? Binanın boşaltılması konusuna gelince bu konuda telaşlanmanıza gerek yok. Çünkü önümüzde bir yıl var. Bu süre içinde de herkes yavaş yavaş başının çaresine bakar. Zaten devlet bu süre içinde işçilere kalabilecekleri yerler bulacaktır.» Bunun üzerine, «hepimiz işçiyiz, hepimiz çalışıyoruz!» sesleri yükseldi. «Hep birden konuşmayın. Kime yanıt vereceğimi bilemiyorum. Şimdi örnek olarak Khrapugina'yı ele alalım. O da hepimiz gibi biri. Ama herkes gibi o da çıkarılacak buradan.» «Beni buradan çıkaracaksın ha! Hele bir dene bakalım. Sen beni buradan çıkarabilir misin orospu.» Khrapugina öfkeyle ağzına geleni söylüyordu. Onun bu durumunu gören Kapıcı Fatma «Kendine gel, ayıp ediyorsun ama!» diye söylendi. Yönetici kadın, «Sen bu işe karışma Fatma, ben kendimi savunmasını bilirim!» diyerek onu susturdu. Daha sonra Khrapugi-na'ya dönerek, «Sus, yeter artık. Ben senin ne mal olduğunu çok iyi biliyorum. Susmazsan seni şimdi polise teslim ederim. Kaçak içki sattığını, evinde hırsızları sakladığını bilmiyor muyum sanıyorsun.»
Yuri tam da bu sırada içeri girdi. Kapıya yakın bulunan bir kişiye binanın yönetici komitesinden biriyle görüşmek istediğini söyledi. Adam ellerini boru gibi yaparak «Galiullina, seni istiyorlar!» diye bağırdı. Yuri kulaklarına inamamıştı. Kendisine doğru yaklaşan zayıf; orta yaşlı kapıcı kadının yalnızca yüz çizgileri bile onun Galiullin-'in annesi olduğunu kanıtlayabilirdi. Yuri kendisini hemen tanıtmadı. «Kiracılarınızdan biri tifüse yakalanmış, hastaneye kaldırılması gerekiyor. Bunun için ben bir yazı yazacağım. Ancak bu yazının bina yönetimince mühürlenmesi gerekiyor. Bunun dışında hastalığın yayılmasını önlemek için de bazı önlemler alınması gerekiyor. Fatma Yuri'nin söylediklerinden sorunun, hastanın hastaneye hasıl götürülebileceği olduğunu çıkardı. «Merak etmeyin biraz sonra toplantıyı yöneten Yoldaş Demina için bir araba gelecek. Kendisi çok iyi kalplidir. Hastayı götürmeniz için arabayı kesinlikle verir. Ben kendisine söylerim,» dedi. «Bir araba olması çok iyi ama benim asıl sorunum bu değil. Hastanın hastaneye kabul edilmesi için yazacağım yazının damgalanması gerekiyor. Sizden asıl istediğim bu. Hem siz Teğmen Galiullin'in annesisiniz değil mi. Cephede onunla beraberdik.» Kapıcı kadın birden bire irkildi ve titremeye başladı. Yuri'nin kolundan tutarak, «Gelin sizinle avluda konuşalım,» dedi. Kapıdan çıkar çıkmaz da çabuk çabuk konuşmaya başladı. «Ne olur biraz yavaş konuşun da kimse duymasın. Yoksa mahvolurum. Yusuf kötü yola saptı çünkü. Zaten alt tarafı bir çırak, bir işçiydi o. Şimdi bambaşka bir yol tutturdu. Oysa şimdi yoksullar eskisinden çok daha iyi bir durumda. Bunun böyle olduğunu onun da görmesi gerekirdi. Ama bunu göremedi. Sizin ne düşündüğünüzü bilmiyorum. Tanrı onun suçlarını bağışlasın. Babası ise cephede öldü. Bir merminin yüzünü parçaladığını söylediler. Tam hastaneye getirdikleri bir sırada ölmüş zavallı.» Kadının sesi titremeye başlamıştı. Sustu. Heyecanının yatışmasını bekliyordu. Sonra konuşmasını sürdürdü. «Arabayı bulacağım, endişelenmeyin. Şimdi sizin kim olduğunuzu daha iyi anımsıyorum. Galiullin yanımda kaldığı birkaç günde anlatmıştı. Sizin Lara Guishard'ı tanıdığınızı da söylemişti. Sık sık bizi görmeye gelen çok iyi bir kızdı. Şimdi nasıldır, nerededir bilemiyorum ama görgülü insanlar birbirlerine destek oluyorlar. Ortada kalanlar gene bizim gibi yoksullar oluyor. Arabayı verir dediğim Demina Yoldaş'ın kim olduğunu biliyor musunuz? Olga Demina, Lara'nın annesinin terzihanesinde çalışan dikişçi bir kız vardı ya, o. Eskiden beri bu evde otururdu o. Haydi benimle gelin, bu taraftan.» XIII Hava iyice kararmıştı. Tek ışık kaynağı Demina'nın elindeki cep fenerinin ışığıydı. Bu ışık da bir kar yığınından bir başkasına sıçrıyor, onların nereye basacaklarını gösterecek yerde daha çok şaşırmalarına neden oluyordu. Karanlık her tarafı adeta bir bulut gibi kaplamıştı. Ayrıldıkları ev Lara'nın bir zamanlar sık sık geldiği ve kendisini tanıyan pek çok kişinin bulunduğu bir evdi. Kocası Pasha'nın da bu evde büyüdüğünü söylemişlerdi. Demina alaylı bir dille, «Yolunuza lambasız da, devam edebilecek misiniz, Doktor Yoldaş?» diye sordu. «İsterseniz size lambamı verebilirim. Biliyor musunuz Lara'yı çok severdim ben. Bir terzihaneleri vardı ve ben de orada dikişçi olarak çalışıyordum. Bu yıl gördüm onu. Moskova'ya gelmişti. Beni ziyaret etmeyi de unutmamış. 'Ona, nereye gidiyorsun deli kız? Burada kal. Birlikte oturalım, sana iş de bulurum,' dedim ama bir türlü dinletemedim. Pasha ile kalbinin değil de mantığının sesine uyanarak evlenmişti. Evlendikten sonra da tuhaf bir kız olup çıktı.» «Siz Lara hakkında neler düşünüyorsunuz?» «Aman dikkat edin doktor. Burada yerler çok kaygan olmuş. Çok söyledim ama bir türlü dinletemedim. Gene de pis suları döküyorlar buralara. Lara hakkında ne düşündüğümü mü sordunuz? Hiç ne düşünebilirim ki. Zaten öyle uzun boylu düşünmeye de zamanım olmuyor ya... İşte ben burada oturuyorum... Ona söylemedim ama orduda bulunan kardeşi Rodian'ı kurşuna dizdiler... Annesine gelince onun için bir şeyler yapabilirim sanıyorum... Zaten yardımcı olmaya çalışıyorum... Neyse ben artık eve gideyim... Haydi hoca kal.»
Demina'nın fenerinin ışığı titreyerek uzaklaştı, Yuri de karanlığın içinde kaldı. Karanlık sokaklardan geçerek eve döndüğünde ancak sıcağa ve ışığa kavuştu. Tonya, «Neden bu kadar geç kaldın?» diye sordu. «Sen yokken ne oldu bir bilsen. Çok güzel bir şey. Senin bir çalar saatin vardı ya? Babam onu düşürüp kırdı ve sonra da tamirciye götürdü. Adam ücret olarak ne istedi biliyor musun? Tam üç somun ekmek. Biz de yaptırmadık. Ama hem babam hem de ben çok ü-zülüyorduk. Bir saat kadar önce bir çan sesi duyduk. İkimiz de çok korkmuştuk. Çalan saatin çanıydı ve kısa süre sonra da saat çalışmaya başladı ve halen çalışıyor.» Yuri şakacı bir tavırla, «Demek benimde tifüse yakalanma zamanım geldi.» dedi ve sonra da muayeneye gittiği evde olanları anlattı.
Yuri'nin tifüse yakalanması bundan çok sonra oldu. Hastalığa yakalanmadan önce çok sıkıntı çekmişlerdi, son güçlerini harcıyorlardı. Evlerinde hiçbir şey kalmamıştı. Açlıktan ölmek üzereydiler. Yuri bir zamanlar yaşamını kurtardığı parti yöneticisini görmeye gitti. Adam onun için elinden gelen her şeyi yaptı. Ancak iç savaş başlamak üzere olduğu için Moskova'da pek bulunamıyordu. Ayrıca bu durumu da normal karşılıyordu. Bu sıkıntıların ardından çok iyi, güzel günler yaşayacaklardı. Kendisi de zaman zaman aç kalıyor ama bunu herkesten gizliyordu. Yuri daha sonra Brest Sokağı'nda muayene ettiği tifüslü kadını görmeye gitti. Delikanlı ortadan kaybolmuştu. Karısının nerede olduğunu ise kimse bilmiyordu. Galiullina da o sırada evde değildi. Zaten binada oturanların çoğu da değişmişti. Demina ise cepheye gitmişti. Bir gün eline resmi fiyatla odun alabileceği bir karne geçti. Ancak odunu Vindaya İstasyonu'ndan alıp getirmesi gerekiyordu. Yol boyunca o da arabacının yanında yürüdü. Bir ara her yerin gözüne değişik bir şekilde göründüğünü farketti. Başı dönüyor, bacakları bükülü bükülüveriyordu. Kendi kendine, «İşte şimdi hapı yuttum, tifüse yakalandım,» derken bayılıp yere düştü. Arabacı onu yerden kaldırıp odun yığının üzerine yatırdı ve eve getirdi. Eve nasıl geldiğini bir türlü anlayamamıştı. XV Yuri tam iki hafta boyunca kendini bilemeden yattı. Çeşit çeşit rüyalar görüyordu. Bunlardan birinde Tonya yazı masasının ü-zerine iki sokak koymuştu. Bunların biri Zafer Bahçesi Sokağı, ikincisi ise Araba Sokağı'ydı. Tonya masasının lambasını da yakınca sokaklar portakal renkli bir ışıkla aydınlandı. Artık yazabilirdi. Çok rahat ve akıcı bir şekilde yazmaya başladığı şey çok önceleri düşünüp de bir türlü yazamadığı bir konuydu. Ancak zaman zaman karşısına çıkan çekik gözlü bir Kırgız delikanlısı çalışmalannı engelliyordu. Giydiği palto ve kalpağı kürktendi; Sibirya'da giyildiği gibi kürk kısmı dışarı gelmiş şekildeydi. Yuri bu delikanlının kendisi için ölüm demek olduğuna inanıyordu. Ama bu delikanlı şiir yazmasına da yardımcı oluyordu. Kendisi için ölüm demek olan birinin kendisine yardımcı olmasını anlayamıyordu bir türlü. Şiiri «Kargaşalık» adını taşıyordu. Ölümle, ölümden sonraki yaşam arasında kalan dönemi anlatıyordu. Uzun süredir aklına takılan iki dize vardı: Yanında olmaktan memnunuz ve Artık uyanmak zamanıdır. Bir yandan vücudunda ölümü çürümeyi, yok olmayı yaşıyordu. Oysa bir yanda da yaşam vardı. Her şeye karşın süren bir yaşam. «Artık uyanmak zamanıdır.» Onun da uyanması ve yaşamına devam etmesi gerekiyordu. XVI Yavaş yavaş iyileşmeye başlamıştı. Aklını kaçırmış gibi bir hali vardı. Hiçbir şeye şaşmıyor, her şeyi normal karşılıyordu. Hiçbir şeyi anımsayamıyor, olaylar arasında bağ kuramıyordu. Tonya onu kızarmış tereyağlı ekmek, şekerli çay, kahve gibi; o dönemlerde bulunması neredeyse olanaksız yiyeceklerle besliyordu. Önceleri bunları büyük bir zevkle
yiyen Yuri bunların nereden bulunduğunu düşünemiyordu. Ancak yavaş yavaş kendine gelmeye ve düşünmeye başlamıştı. Bir gün dayanamayıp sordu: «Tonya, nereden buluyorsun bunları kuzum.» «Senin Granya getirdi.» «Granya mı? Hangi Granya?» «Granya Jivago?» «Granya Jivago mu?» «Evet senin Omsk'taki üvey kardeşin. Hasta yattığın süre boyunca her gün ziyaretine geldi.» «Geyik derisinden paltosu var mı?» «Evet demek ki kendisini gördün. Seni bir evin sahanlığında gazete okurken görmüş ve hemen tanımış. Seninle konuşmak istemiş ama sen onu tanımamışsın. Öyle soğuk davranmışsın ki senden korkmuş. Bunların hepsini anlattı bize. Seni çok seviyor, adeta tapıyor sana. Yazdığın her şeyi okumuş. Bize neler neler getirdi bir bilsen! Pirinç, şeker, yağ, kuru üzüm. Biraz önce gitti. Siz de gelin diyor. Yalnız biraz garip bir delikanlı. Sanıyorum resmi makamlarla bir anlaşmazlığı var. Bir iki yıl içinde kentleri terketmek, köylere dönmek gerek diyor. Krugerler aklıma geldi. Senin delikanlıya bundan söz ettim, çok uygun buldu. Şöyle bir sebze bahçemiz, çevresinde de ormanlık bir alan olsa ne güzel olur. Burada koyunlar gibi sessiz sedasız ölüp gideceğiz. O yıl nisan ayında Yuri, ailesiyle birlikte Urallar'da Yuryatin kasabası yakınlarındaki eski bir malikâne olan Varykino'ya doğru yola çıktı. Scanned by hlecter YEDİNCİ BÖLÜM
YOLCULUK I
Mart ayının son günlerinden biriydi. Artık ılık günler başlamıştı. Fakat bu sıcaklık aldatıcıydı. Daha sonraları çok şiddetli soğuklarla da karşılaşılabilirdi. Evdeki herkes yol hazırlığı yapıyordu. Binada bulunan diğer kiracılara bu hazırlıkların Paskalya için yapıldığını söylüyorlardı. Çünkü Yuri bu tasarıyı gerçekleştirebileceklerine bir türlü inanamıyordu. Ayrıca bu yolculuğa karşıydı da. Fakat hazırlıklar ilerlemiş, neredeyse tamamlamak üzereydi. Sonunda bu işi ciddi bir şekilde tartışma zamanı geldiğine inandı. Tonya'yı ve kayınpederini karşısına alarak bu işin zorluklarını ve kendi muhalefetini anlattı. Sonunda da «Hâlâ gitmeyi düşünüyor musunuz?» diye sordu. Tonya, «Sana göre iki üç yıl daha sıkıntı çekeceğiz. Sonra da toprak sorunu çözümlenecek. O zaman da Moskova yakınlarından bir yerden biraz toprak alıp sebze ekeceğiz. İyi, güzel söylüyorsun da o zamana kadar nasıl geçineceğiz? Bundan hiç söz etmiyorsun. Bizim asıl sorunumuz da bu değil mi?» Alexander Gromeko da kızını destekliyor: «Toprak alacağız, ekip biçeceğiz ve bununla da geçineceğiz. Yahu hiç olacak şey mi bu?» diyordu. Sonunda Yuri onlara uymak zorunda kaldı. «Tamam, sizin dediğiniz olsun. Yalnız şunu unutmayın ki tam bir bilinmeze gidiyoruz. Hem de körü körüne. Gideceğimiz yerin şu anki durumu hakkında en ufak bir bilgimiz yok. Varyki-no'da oturan üç yakınımdan annemle, büyükannem artık hayatta değil. Büyükbabam Krueger'e gelince, yaşıyor mu hâlâ bilmiyorum ama yaşıyorsa bile mutlaka hapse atılmıştır. Savaşın son yıllarında büyükbaba neler yaptı bilmiyorum. Ormanı, fabrikaları anlaşmalı olarak birine devretmiş gibi görünebilir. Bunlar hep hesap kitap işleri. Topraklar şimdi kimin üzerinde görünüyor? Tapu senetleri filan o kadar önemli değil. Önemli o-lan şu an kimin elinde. Orman hâlâ işleniyor mu? Fabrikalar çalışıyor mu? Tüm bunları kim ya da kimler yönetiyor. Hepsinden de önemlisi oralar şimdi kimin elinde? Kızıl ordu mu, Beyaz
ordu mu kontrolü elinde tutuyor? Biz oraya vardığımızda bunların hangisi oraya egemen olacak? Bana kalırsa eski idare müdürü Mikulitsin'e de bu kadar gü-venmemeliyiz. Bir kez adam orada mı, değil mi, hatta sağ mı? Bunların hiçbirini bilmiyoruz. Sonra adamla ilgili olarak adından başka bildiğimiz bir şey var mı? Adı da büyükbaba söyleyemediği için dikkatimizi çektiğinden aklımızda kalmış. Bunları konuşmanın artık pek bir yararı yok. Daha fazla karşılaşabileceğimiz güçlükleri saymayayım. Verdiğiniz karara ben de uyacağım, belirttiğime göre şimdi bu yolculuğumuzu nasıl yapacağımızı gözden geçirelim. Öncelikle oraya nasıl gidebileceğimizi a-raştıralım.» II Yuri bu konuda araştırma yapmak üzere Yaroslavsky İstasyo-nu'na gitti. Bekleme salonunun sağına soluna tahta parmaklıklar yerleştirilmişti. Bunların arasından yolcular bitip tükenmeksizin geçiyorlardı. Yerlerde kurşuni renkli paltolu insanlar yatıyorlardı. Bunlar gürültülü bir şekilde öksürüyor, sonra da yerlere tükürü-yorlardı. Yüksek sesle yaptıkları konuşmalar, tavanın kubbe şeklinde olması nedeniyle neredeyse bağırtı, haline dönüşüyordu. Bunların çoğu hastanelerin tıka basa dolu olması nedeniyle daha tam iyileşmeden taburcu edilen tifüs hastalarıydı. Yuri kendisi de aynı şeyi yapmıştı ama bunların bu kadar çok olduğunu hiç düşünmemişti. Beyaz önlüklü bir hamal ona nasıl yolculuk yapabileceklerini anlattı. «Öncelikle yolculuk için izin belgesi getireceksiniz. Sonra her gün buraya gelip tren olup olmadığını araştıracaksınız. Bu ara o kadar tren var ki... Tabii ki bu da olmalı (Hamal bunu söylerken iki parmağını birbirine sürterek para işareti yapıyordu). Bilirsiniz tekerleklerin dönmesi için yağlanması gerek. Bu da içkisiz olmuyor. (Bunu söylerken de parmağım boğazına vuruyordu.) III Alexander Alexandrovic o sıralarda düzenlenen Yüksek Ekonomi Konseyi toplantılarına danışman olarak katıldı. Yuri ise partinin önde gelen yöneticilerinden birini tedavi etti. İkisi de yaptıkları bu işler karşılığında, o dönemde alınabilecek en yüksek ücreti aldılar. İkisine de özel bir mağazadan istedikleri kadar yiyecek alabilecekleri birer belge verilmişti. Bu mağaza St. Simon Manastırı bitişiğinde bulunan eski bir ordu deposuydu. Yuri ve kayınpederi manastırın içinden geçerek bu mağazaya girdiler. İyice dip tarafta bir tezgâh ve tezgâhın başında da bir tezgâhtar vardı. Bu adam hiç acele etmeden istenilen malları sayıyor, tartıyor ve müşterilere veriyordu. Tezgâhlarda biten malların yerine de zaman zaman içerden yenilerini getiriyordu. İçeride fazla müşteri olmadığından sıra çabucak onlara geldi. Tezgâhtar ellerindeki belgeleri inceledi. İstedikleri yiyecekleri önlerine yığdı. Hazırlıklı geldiklerinden tezgâhın üzerine yığılan; un, şeker, pastırma, yağ, makarna, kibrit, sabun, peynir gibi maddeleri adeta gözleri faltaşı gibi açılmış bir şekilde seyrettiler ve sonra yanlarına getirdikleri yastık kılıflarına doldurdular. Bunları "birer büyük çuvala doldurarak yola koyuldular. İkisi de zevkten sarhoş gibi olmuş, iyi bir iş yapmış olmanın gururunu duyuyorlardı. Şimdi Tonya onları sevinçle karşılayacak, babası ve kocasıyla gurur duyacaktı. IV Yuri ve kayınpederi resmi daireleri dolaşıp yolculuk için gereken izin belgesini ve çıkacakları apartman dairesi üzerindeki haklarının devamını sağlayacak belgeyi elde etmeye çalışıyorlardı. Tonya ise sıkı bir çalışmayla evdeki eşyaları yolculuğa hazırlıyordu. Kendilerine ait üç odayı dolaşıyor, eşyaları bir bir gözden geçiriyor, neleri götürmek gerektiğini konusunda karar vermeye çalışıyordu. Yanlarına alacakları eşyanın pek azı
kendi kişisel eşyalarıydı. Çok büyük bir bölümünü ise yol boyunca yiyecekle takas etmek üzere yanlarına aldıkları eşyaları teşkil ediyordu. Dışarıda tam bir bahar havası vardı. Bahçede oynayan çocukla, ötüşen horozların sesleri doluyordu açık pencereden içeriye, esen hafif bir rüzgârla birlikte. Temiz hava içeriye doldukça kışlık elbiselerin istiflendiği sandıklardan gelen naftalin kokusu daha iyi fark ediliyordu. Yanlarında neleri götürmeleri gerektiğine daha önce gitmiş olanların mektuplarındaki uyarıları dikkate alarak karar vermişlerdi. «Yanınıza bol miktarda kumaş alın,» diye yazmışlardı örneğin. «Metrelerce kumaş alın. Ancak yol boyunca her şey birkaç kez kontrol ediliyor. Getireceğiniz kumaşı elinizden almamaları için kesip elbise şekline getirilmiş bir biçim sokun. Fazla yıpranmamış durumda olan palto ve elbiseler de çok aranıyor. Bavul ya da sandık gibi ağır şeyler getirmeye kalkmayın, çünkü taşınacak oda bulamazsınız. Eşyalarınızı çocukların ya da kadınların taşıyabilecekleri büyüklükte paketlere doldurun. Tuz ve tütün de burada çok aranılan maddeler arasında. Ancak yolda yapılan aramalarda üzerinizde bulunursa tehlikeli olur. Para olarak ise Ke-rensky hükümetinin çıkarmış olduğu banknotlar bulunsun üzerinizde. İnsanın başı en çok kendi belgeleriyle derde giriyor. » V Yola çıkmalarından bir gün önce şiddetli bir kar fırtınası çıktı. Evde eşyaların tümünü denk haline getirilmişti. Kendilerine ait daireyle, yanlarında götüremedikleri eşyaları kontrol etme işini, eski hizmetçileri Yegerovna'nın akrabası olan yaşlı bir çifte bırakmışlardı. Tonya bunlarla önceki kış tanışmıştı. Onlara zaman zaman eski mobilya, elbise gibi şeyler vererek karşılığında patates, odun gibi şeyler almıştı. Artık kapıcıları Markel'e güvenleri kalmamıştı. Her gün Milis kışlasına gidiyordu. Burada işverenlerini pek kötülemiyordu ama cahil kalmasının nedeni olarak gösteriyor, «İnsanların maymundan gelme olduğunu bile benden sakladılar,» diyordu. Tonya evi, teslim edecekleri çifte bir kez daha gezdirdi. Hangi anahtarın nereyi açtığını, eşyaların hangi işlerde kullanıldığını, dolapları ve çekmeceleri gösterdi. Masa ve sandalyeler duvar kenarlarına dizilmiş, gürülecek çıkıntılar ise bir kenara istif edilmişti. Halılar toplanmış, pencere-lerdeki perdeler sökülmüştü. Dışarda fırtınanın savurduğu karlar, içeride ne olduğunu gözler gibiydi. Uçuşmakta olan kar taneleri herkese hüzün veriyor, üzüntülü günleri anımsatıyordu. Yuri annesinin ölümünü, Tonya ve Alexander Alexandrovic de Anna Gromeko'nun ölümünü ve cenaze törenini düşünüyordu. Bu evde geçirdikleri son geceydi ve bir daha da bu evi göremeyeceklerdi. (Ancak daha sonra bu duygularında yanılmış olduklarını anlayacaklardı.) Kafalarından hep böyle hüzünlü düşünceler geçiyor ancak hiçbiri de düşüncelerini açıklayamıyordu. Birbirlerini üzme-meye, gözyaşlarını tutmaya çalışıyorlardı. Tonya yaşlı çiftle sürekli konuşarak gerçek durumunu gizlemeyi başanyordu. Onların yaptığı iyiliği öve öve bitiremiyordu. Nasıl teşekkür edeceğini şaşırmış gibiydi. İkide bir dışarı çıkıyor, içeriki odalardan birinden getirdiği; elbise, kumaş, dantel, gömlek gibi şeyleri yaşlı kadına armağan ediyordu. VI Daha şafak sökmekteyken evi terk ettiler. Biri dışında kiracıların tümü uykudaydı. Her konuda ön planda görünmeye çalışan Zevorotkina adında bir kadındı bu. Onların çıktıklarını görünce tüm odaların kapılarına vurup, «Kalkın yoldaşlar, eski ev sahiplerimiz Gromekolar gidiyor. Haydi onları hep birlikte uğurlayalım,» diyerek herkesi uyandırdı. Tüm kiracılar arka kapının üstündeki sahanlıkta, merdivenlerde sıralanmıştı. Fotoğrafçıya poz vermekte olan bir grup gibi birbirlerinin omuzlarının üzerinden bakıyorlardı. Kimisi esniyor, kimisi aceleyle sırtlarına attıkları şallarla, paltolarla üşümemek i-çin bulundukları yerde ayaklarını yerlere vuruyorlardı. Markel nereden, nasıl bulduğu bilinmeyen içkiyle iyice sarhoştu. Sahanlığın parmaklıklarından tehlikeli bir şekilde sarkıyordu. Eşyaların istasyona taşınmasında yardımcı olma isteğinin reddedilmesine alınmıştı. Ondan ayılmakta bir hayli güçlük çektiler.
Sokağa çıktıklarında hava henüz aydınlanmamıştı. Rüzgâr dinmişti ama kar çok daha fazla yağıyordu, iri iri parçalar halinde yavaş yavaş düşüyor, yere değdiklerinde de bir an sanki asılı gibi duruyorlardı. Arbat Sokağı'na geldiklerinde ortalık yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı. Sokakta kimsecikler yoktu. Burada karın yağışı, inmekte olan bir tiyatro perdesini andırıyordu. Yürümekte de güçlük çekmeye başlamışlardı. O sırada hem sürücüsü, hem de atı kardan bembeyaz olmuş bir arabayla karşılaştılar. Bu karşılaşma onların hiç düşünemeyecekleri ölçüde ucuz bir fiyatla istasyona ulaşmalarını sağladı. Eşyaların arabaya yüklenmesini sağlayan Yu-ri «Siz eşyalarla gidin ben ardınızdan yürüyerek gelirim,» dedi. VII İstasyona geldiğinde Tonya ile babası kuyruğa girmişlerdi. Sonu gelmeyecek gibi uzun bir kuyruktu bu. Trene peronun beş yüz metre kadar ilerisinden biniliyordu. İstasyon, istasyonun ö-nündeki raylar pislik içinde olduklarından tren buraya yanaşmıyor, uzakta bekliyordu. Sasha ile Nyusha dışarıda dolaşıyorlardı. İkisi de gazyağı kokuyordu. Tonya bileklerine ve enselerine gazyağı sürmüştü. Bu şekilde onların bitlenmesini ve tüfüse yakalanmasını önlemeyi düşünmüştü. Arada bir kuyruğa bakıyor; kendilerinin de sıraya girme zamanının gelip gelmediğini soruyorlardı. Yuri'nin geldiğini gören Tonya ona el salladı ve daha yanına gelmeden yolculuk izin belgesini hangi gişeden vize ettireceğini söyledi. Yuri de onun gösterdiği yöne doğru gitti. Yuri dönüp geldiğinde Tonya'nın isteği üzerine belgeleri ona uzattı. Tonya'nın incelediği belgeleri onun omuzu üzerinden okuyan bir adam, «Bu belgeler özel tren için,» dedi. Bir başka yolcu ise «Evet, evet, bu belgeler özel bir trende istediğiniz yerde oturabileceğinizi gösteriyor,» dedi. «Tabii bu zamanda özel tren bulursanız.» Her kafadan bir ses çıkmaya başlamıştı. Bu sırada istasyonun içinde bir karışıklık başladı. Büyük camlı kapılar kapalıydı. Bu kapıların dış tarafında ise yarım saattir devinim halinde olan birileri vardı. Önceleri bunları demiryolu işçileri sanmışlar ancak dikkatli bir şekilde bakınca da yolcu olduklarını anlamışlardı. Bunun üzerine büyük bir kargaşa çıktı. Yolcular birbirlerini ite kaka büyük cam kapılara dayanmışlardı. Bir yandan da «Açın şu kapıları!» diye bağırıyorlardı. «Şu işe bakın, biz burada kuyruğa girmiş bekleşiyoruz, onlar perona çıkmışlar bile. Adamlar trene kolayca girmenin yollarını bulmuşlar. Açın şu kapılan yoksa kırarız. Haydi yoldaşlar, hep birlikte itelim.» «Bu arada kuyrukta Tonya'nın önünde beklemekte olan bir adam, «Yoldaşlar onları kıskanmanıza gerek yok. Bunlar Petro-rad'dan getirilip cepheye siper kazmaya gönderilen mahkûmlar,» dedi. «Görmüyor musunuz çevrelerinde muhafızları da var.» VIII Yola çıkmalarından bu yana üç gün geçmişti ama Moskova'dan pek fazla uzağa gidememişlerdi. Hava hâlâ çok soğuktu ve her taraf karlar altındaydı. Yolculuk ettikleri tren bir yük treniydi. Bulundukları vagonun kalın sürme kapıları vardı ve yerden bir hayli yüksekti. Tonya daha önce hiç böyle bir trende yolculuk etmemişti. İlk bir iki sefer Yuri kadınların vagona inip binmelerine yardım etti. Ancak onlarda kısa sürede, bu işi yardımsız yapmayı öğrendiler. Tonya vagonu bir hayvan ahırına benzetiyor, yolda dağılıp, parçalanmasından korkuyordu. Bu korkularının yersizliğini de kısa sürede öğrendi. Katar yirmi üç vagondan oluşuyordu. Jivagolar 14. vagonda yolculuk ediyordu. Tren küçük istasyonlarda durduğunda ancak ortadaki birkaç vagon peronun önüne geliyordu. Diğer vagonlar ise istasyon dışında kalıyordu. Ön vagonlar bahriyelilere, ortada-kiler yolculara, son vagonlar ise mahkûmlara ayrılmıştı. Değişik yaş ve meslekten beş yüz kadar yolcu vardı trende. Çok değişik mesleklerden belki de başka hiçbir şekilde bir araya gelemeycek pek çok insan bir arada yolculuk yapıyor. Yolculuğu çekilir kılmak için kendi aralarında konuşuyor, şakalaşı-yorlardı.
IX Trenin durduğu her istasyonda Tonya bulunduğu yerden dışarıyı kolaçan ediyordu. Herhangi bir iş yapabileceğine inanmadan bulunduğu yerden inmiyordu. Trenin yavaşlaması sırasında çıkan sesler ve sarsıntılardan yeni bir istasyona girmekte olduklarının ayrımına varan Tonya kendini toparladı. Dışarıya baktı. Burası büyük bir istasyona benziyordu ve trenin duruşuna bakılırsa da burada uzun süre bekleyeceklerdi. Saçlarını düzeltip, gözlerini ovuşturdu. Elini yanındaki torbaya sokup uzun uzun karıştırdı. Sonunda üzeri resimli kenarlı renkli ipliklerle işli bir havlu çıkardı. Bu arada Yuri de uyanmıştı. Tonya'nın bulunduğu yerden inmesine yardım etti. Tren nöbetçilerin kulübelerini, havagazı fenerlerini geçti. Kapı hafifçe aralık durduğundan, üzeri karlarla kaplı ağaçlar görülüyordu. Trenin durmasını beklemeyen bazı yolcuların atladıkları ve koştukları görülüyordu. Bunlar denizci erlerdi ve istasyon binasının yan tarafına doğru koşuyorlardı. Burada yakın köylerden gelip yolculara yiyecek satan kadınlar dururdu. Birbirlerine sokulmuş ve duvar boyunca sıralanmış bir şekilde köylerinden getirdikleri her tür yiyeceği satarlardı. Taze ekmek, kaynamış yumurta, peynir, turşu, kavurma, çavdar unundan yapılmış ve kalın örtüler altında korunduğundan sıcacık duran börek gibi çok çeşitli yiyecekler getirmişlerdi. Denizci erlerin kaba saba şakalarına gülüşüyor ve kı-zanyorlardı. Bir yandan da onlardan korkuyorlardı. Çünkü karaborsayla mücadele eden polis, çok değişik kimliklere bürünüyor-du. Denizci erler arasında da polislere rastlanabiliyordu. Trenin durup sivil yolcuların da alıcılar arasına karışması onları biraz olsun rahatlatmıştı. Şimdi daha rahat hareket ediyorlardı. Tonya havluyu omuzlarına atmış, istasyonun alt tarafındaki tuvalete doğru gidiyormuş gibi satıcı kadınların önünden yavaş yavaş geçiyordu. Yuri de arkasından geliyordu. Havluyu gören birkaç kadın, «Hey bayan o havlu için ne istiyorsun?» diye bağırdı ama Tonya onlara aldırmadan yürümesini sürdürdü. Sıranın sonunda, başına kırmızı desenlerle süslü siyah bir şal örtmüş olan bir kadın vardı. Havluyu gören kadının gözleri parlamıştı. Malının üzerini örten örtüyü hafifçe aralayarak, «Buraya bak bayan,» dedi. «Uzun zamandır böylesini görmemişsindir. O havluyu verirsen bunu sana veririm.» Tonya kadının sattığı şeyin ne olduğunu görememişti. «Nedir o sattığın?» diye sordu. Kadın örtüyü iyice kaldırarak satmakta olduğu şeyi gösterdi. Bu güzelce kızartılmış bir tavşandı. Boylamasına olarak ikiye bölünmüştü. Tonya'nın havlusuna karşılık kızartılmış bir tavşanın yarısını öneriyordu. Tonya'nın tereddüt ettiğini görünce, «Ne bakıyorsum öyle? Köpek eti değil hakiki bir tavşandır bu. Kocam avcıdır, merak etme sen!» dedi. Tonya havluyu verip tavşanı aldı. Yaptıkları alış veriş ikisini de fazlasıyla memnun etmişti. Hatta Tonya kadını kandırmış gibi bir duyguyla utanç duyuyordu. Oysa köylü kadın çok sevinçliydi. Hemen bir arkadaşını çağırdı ve havluyu ona gösterdi. Sonra ikisi birlikte karlı yollarda yürüyerek uzaklaştılar. Bu sırada kalabalığın içinde köylü bir kadının bağırtıları duyuldu. Bir yandan bağırıp, bir yandan ağlayan kadının etrafına toplananlar ne olduğunu anladılar. Adamın biri kadından süt ve çörek almış, sonra da para vermeden çekip gitmişti. Etrafta toplananlardan biri, «Vay canına, böyle şey olur mu yahu? Neden adamı yakalamıyoruz?» diye sordu. Bir başkası da, «Görmüyor musun kardeşim? Adam tepeden tırnağa silahlı. Başına iş almak istiyorsan haydi git de yakala!» dedi. X 14 numaralı vagonda birkaç iş ordusu mensubu vardı. Bunların başında da Voronyuk adlı bir nöbetçi vardı. Bunların üçü diğerlerinden farklı bir durumdaydılar ve ayrı bir grup kurmuşlardı. Prokher Pritulyev adlı olanı Çarlık döneminde bir içki satış bürosunun veznedarlığını yapmıştı. On sekiz yaşında bir delikanlı olan Vassya Brykin ise bir hırdavat dükkânında çırak olarak çalışmıştı. Kostoyed Amursky Çarlık döneminde hapishane
hapishane dolaşmış bir mahkûmdu. Bu kez de yeni hükümetin hapisanelerini denemeye koyulmuştu. Yakalanmadan önce bu üç kişinin birbirleriyle hiçbir ilişkisi olmamıştı. Oysa şimdi birbirleriyle çok iyi dost olmuşlardı. Kısa süre sonra da, şimdi kendisine 'Vezne' adı takılmış olan Prokhor Pritulyev ile Vassya'nın hemşeri oldukları anlaşıldı. Tam bu sırada tren de onların memleketinden geçmekteydi. Pritulyev Malmysli'ydin süpürgeyi andıran saçları kısa kesilmişti. Çirkin, çiçek bozuğu bir yüzü vardı. Daracık, kurşuni renkli gömleğinin koltuk altları terden simsiyah olmuştu. Konuşkan değildi. Uzun süre konuşmadan, kıpırdamadan durabiliyordu. Ellerinin üzeri sivilcelerle doluydu. Bunları kanatıncaya kadar kaşıyıp iltihaplanmasına neden olmuştu. Bir yıl kadar önce Nevsky Bulvarı'nda dolaşırken karşılaştığı bir devriye ondan kimliğini göstermesini istemişti. Polise verdiği kimlik belgeleri arasında dördüncü sınıf bir yiyecek karnesi vardı. Bu ise işsizlere özgü bir karneydi ve onun işsiz olduğunun kanıtıydı. Tutuklandı ve kendisi gibi pek çok işsiz güçsüzün toplandığı bir kışlaya götürüldü. Buradaki mahkûmların tümünün Archangel Cephesinde siper kazmak üzere gönderilmesi kararlaştırılmışken bu karardan vazgeçilmişti. Çünkü grubun Doğu Cephesine gönderilmesi daha uygun bulunmuştu. Pritulyev savaştan önce iş güç sahibiydi. Tyagunova adlı bir de karısı vardı. Kocasının başına gelenleri duyunca da hiç zaman geçirmeden yardımına koşmuştu. Fakat hiçbir şey başaramamıştı. Bunun üzerine kadın kocasının peşine düşmüştü. Aynı trende onunla birlikte yolculuk ediyordu. Orta yaşlı ve tombul, güzel bir kadındı. Çok güzel elleri vardı. Gür siyah saçları örgülüydü. Onların ilişkisini bilen herkes böylesine güzel bir kadının, bu kadar çirkin bir insana bağlanmasına bir anlam veremezdi. Kimse bunu anlayamazdı ama, onları tanıyan herkes birbirlerine çok düşkün olduklarını söylemekten geri kalmazdı. Pritulyev'in daha ilerdeki vagonlardan birinde Ogryskova adında bir başka kadın dostu daha vardı. Beyaz denilebilecek derecede san saçlı ve sıska biri olan bu kadını Tyagunova hiç sevmezdi. Her karşılaştığında ona hakaret ederdi. İki kadın birbirlerini düşman olarak görür ve mümkün olduğunca karşılaşmamaya çalışırlardı. Ogryskova ondört numaralı vagona hiç gelmezdi. Pritulyev'i tren yakacak alacağı zamanlar, tüm yolcular yardıma çağrıldığında görmekle yetiniyordu. XI Vassya'nın öyküsü ise çok daha farklıydı. Babasını savaşta kaybetmişti. Annesi de onu Petersburg'daki dayısının yanına göndermişti. Apraskin Çarşısı'nda demir atölyesi bulunan dayısının yanında çıraklık yapacaktı. Bir kış günü dayısı, bazı açıklamalar yapması için Mahalle Komitesi'ne çağrılmıştı. Bunun üzerine telaşa kapılan adamcağız Mahalle Komitesi'nde hangi kapıdan gireceğini şaşırmış, yanlışlıkla iş ordusunun adam topladığı odaya girmişti. Oda çok kalabalıktı ve bu kalabalık da giderek artıyordu. Tam bu sarada da askerler gelmiş ve içerde toplanmış bulunanları Semyonovsky Kışlası'na götürmüşlerdi. Geceyi burada geçiren bu insanlar, ertesi sabah istasyona götürülmüş ve kendilerini cepheye götürecek trene bindirilmişlerdi. Bu tutuklanmış işçilerin yakınları da onlarla vedalaşmak üzere istasyona gelmişlerdi. Bunların arasında Vassya ile yengesi de vardı. Dayısı nöbetçiden eşiyle vedalaşmasına izin vermesini rica etti. Nöbetçi -trende de mahkûmların başında bulunan Voronyuk idiböyle bir şeye, ancak yerine birini rehine bırakması durumunda izin verebileceğini söyledi, bunun üzerine Vassya dayısının yerine rehin olarak bırakıldı. Trene binen Vassya bir daha da ne dayısını, ne de yengesini görebildi. Durumu oldukça geç farkeden Vassya Voronyuk'un ayaklarına kapanarak, kendisini serbest bırakması için çok yalvardı. Ancak pek katı yürekli bir insan olmamasına karşın Voronyuk bunu kabul edemezdi ve edemedi. Böyle davranması durumunda eksik olan bir kişi yüzünden çok zor durumlara düşebilirdi. O kadar ki yaşamını bile yitirebilirdi. Vassya'nın başına gelenlere katlanmaktan başka yapabileceği bir şey yoktu. İşte onun iş ordusuna girişinin öyküsü de buydu. Kostoyed hem Çarlık dönemi, hem de yeni rejim hapishanelerindeki mahkûmlar ve gardiyanlar tarafından sevilen ve sayılan bir kişiydi. Vassya'nın durumunu kafile
komutanına anlattı. Komutan onun durumunu çok iyi anladığını; ancak bu konuda bir şey yapabilmenin bazı formaliteleri gerektirdiğini, bunun da yolculuk süresince gerçekleştirilemeyeceğini söyledi. Gidecekleri yere varınca elinden gelen her şeyi yapacağını da sözlerine ekledi. Vassya çok güzel yüzüyle kutsal kitaplardaki melek resimlerini andırıyordu. Çok saf ve alçak gönülüydü. En hoşlandığı şey ise büyüklerinin dizleri dibine oturarak onların anlattığı öyküleri dinlemekti. Anlatılanları, öykünün durumuna göre ya ağlayarak ya da kahkahalarla gülerek dinlerdi. XII Kostoyed, Jivagolar'ın davetlisi olarak onların yanına oturmuştu. Kendisine sunulan tavşan bacağını büyük bir zevkle, ağzını şapırdatarak yiyordu. Cereyanda kalıp hasta olmaktan çok korktuğunu söylüyordu. Birkaç kez yerini değiştirdikten sonra kendisine uygun bir yer buldu. «İşte şimdi oldu,» diyerek iyice yerleşti. Sonra da elindeki yiyeceğini tamamladı. Parmaklarını yaladıktan sonra mendiliyle de sildi. «Şu pencereden soğuk geliyor onu macunlamak gerekiyor,» dedi. Sonra da «Her neyse, biz gene konumuza dönelim,» diyerek konuşmasını sürdürdü. «Evet tavşan kızartması bu zamanda çok zor bulunur bir yiyecek. Ama bundan köylülerin bolluk içinde yaşadıkları yargısına varamayız.» Yuri, «Yok canım, bu kadar istasyon geçtik. Hiçbirinde de ne tahta parmaklıklar, ne de ağaçlar kesilmiş. Her şey yerli yerinde durduğuna göre yakacak sorunları yok demektir. Ya pazarlar, o pazarlara ne demeli. İnsan onları o durumda görmekten zevk duyuyor. Demek ki bizim ülkemizde de mutlu insanlar var. Herkes bizim kadar kötü durumda değil.» «Keşke sizin düşündüğünüz gibi olsa durum. Nasıl bu şekilde düşündüğünüzü anlayamıyorum. Şu istasyonlardan elli yüz kilometre kadar içerilere gitmeniz," oradaki insanların yaşamlarını görmeniz gerek. Köylüler hep ayaklanmış durumda. Beyazlara olduğu gibi kızıllara da karşı çıkıyorlar. Çünkü onlar her türlü otoriteye karşılar. Yeni hükümete de karşılar, çünkü kendilerinden ne istediğini bilmiyorlar. Ama sizin bir noktada yanıldığınız kesin. Onlar ne istediklerini çok iyi biliyor. Sizden de benden de çok iyi biliyor. Çarlık yönetiminden kurtulunca; kendi toprakları üzerinde, kendi emeğiyle ve özgürce çalışabileceği bir ortama kavuştuğunu sanmıştı. Ne kimseye bağlı olacak ne de kimseye bir şey verecekti. Ancak çok geçmeden durumun hiç de öyle olmadığını anladı. Çarlık yönetimindeki uygulamalar bu kez çok daha sert bir şekilde sürdürülüyordu. İşte köylülerin huzursuzluğunun gerçek nedeni budur. Siz de kalkmış onların mutlu olduklarını söylüyorsunuz. Sanırım bunları siz de biliyorsunuz ama bilmek istemiyorsunuz.» «Evet, köylülerin mutlu olduklarına inanmak istediğim doğrudur. Buna inanmazsam bile ne yapabilirim ki? Bu ülkede neler olup bittiğini öğrenerek kendimi üzmem neye yarar? Kimse bana düşüncelerimi sormadı ki! Bunun için de başıma gelenlere katlanmaya çalışıyorum. Başka ne yapabilirim? Kime inanabilirim. Her şeye karşın yaşamak zorundayım. Bir. ailem var çünkü.» Yuri tartışmalardan bıktığını gösteren bir hareketle yerinden kalktı. Başını kerevetin kenarına dayayarak aşağıda olanları izlemeye başladı. Tartışmayı kayınpederi sürdürüyordu artık. Aşağıda ise Pritulyev, karısı Tyagunova, Vassya ve Voronyuk koyu bir söyleşiye dalmışlardı. Tren az sonra Vassya ve Pritulyev-'in memleketinden geçecekti. Pritulyev kendi köyüne, hangi köy ve kasabalardan geçirilerek varılabileceğini anlatırken, Vassya o¬ nun saydığı isimleri tanıdığı için heyecanlanıyor, gözleri parlıyordu. «Dry Ford'da arabadan inip Buyskoye'ye doğru yürürsün değil mi?» diye onun anlattıklarına karışıyordu. «Doğru, Buyskoye yolundan gidersin.» «Tabii, tabii Buyskoye köyünü biliyorum. Oradan sağa, biraz gittikten sonra tekrar sağa dönersem bizim köye varırsın, yani Ve-retenniki'ye. Senin yolun galiba solda kalıyor. Nehirden uzaklaşı-yorsun. Pelga nehrini bilirsin değil mi Pritulyev amca? Tabii bilirsin... İşte o bizim nehirdir. Onu izleyip biraz gittin mi, biraz sonra bir sel yatağının üzerinde köyümüzü görürsün. Köyümüz Veretenniki öylesine yüksektedir ki insan aşağıya
bakmaya korkar. Annem ve iki kızkardeşim o köydedirler şimdi. Annem biraz da size benzer Pelegia Yenge. Gençtir. Voronyuk Amca, Voronyuk Amca, ne olursun? Tanrı aşkına...» «Anlıyorum, seni bırakmamı istiyorsun değil mi? Böyle bir şey yaparsam başıma neler geleceğini biliyor musun?» Pelegia Tyagunova hiç konuşmadan dalgın dalgın oturuyor dışarıya, uzaklara bakıyordu. Arada bir bakışıyla, ya da gülümseyi-şiyle Vassya'ya cahillik etmemesini, konuyu böylesine ulu orta konuşmaması gerektiğini işaret eder gibiydi. «Sabırlı ol. Merak etme. Her şey yoluna girecektir.» XIII Tren Orta Rusya'dan çıkıp doğuya doğru ilerlemeye başlayınca karşılaştıkları olaylar da artmaya başladı. Kimisinde ayaklanmanın sürdüğü, kimisinde ise henüz bastırıldığı köylerden geçiyorlardı. Tren sık sık, olur olmaz yerlerde duruyor, yolcuların eşyaları ve belgeleri kontrol ediliyordu. Tren birinde geceyarısı durdu. Ancak kontrol için vagonlara girip çıkanlar yoktu. Yuri «Ne oldu acaba?» diye düşünerek trenden indi. Dışarısı zifiri karanlıktı. Tren görünür hiçbir neden olmaksızın durmuştu. Demiryolu boyunca dikkati çeken hiçbir şey yoktu. Yolun iki tarafında çam ağaçlan vardı. Başka yolcular da vardı trenden inen. Ayaklarını yerlere vurarak ısınmaya çalışıyorlardı. Yolculardan biri, «Treni durduran makinist. Buraları tehlikelidir, ilerisi kontrol edilmeden gidemem diyor.» Yolcular makinisti ikna etmek, gerekirse rüşvet vermek için birkaç temsilcilerini göndermişlerdi. Araya bahriyeliler de girmişti. Herkes, «Onlar bu sorunu halleder,» diye konuşuyordu. Trenin ocağından ve bacasından çıkan kıvılcımlar çevredeki kar yığınına düşüyordu. Ocaktan çıkan alevlerin ışığı çevreyi de aydınlatıyordu. Bu sırada birdenbire parlayan alevler tren boyunca koşuşmakta olan bazı gölgeleri ortaya çıkardı. En önde makinist koşuyordu. Lokomotifin yanına gelince çevik bir sıçrayışla tamponların üzerine sıçrayıp gözden kayboldu. Onu izlemekte olan bahriyeliler aynı şeyi yaptılar. Bu durum birçok yolcunun ilgisini çekmişti. Yuri de bunlardan biriydi. Hep birlikte lokomotifin yanına geldiler. O zaman karla kaplı ovada şöyle bir durumla karşılaştılar: Makinist düştüğü yerde beline kadar kara gömülmüştü. Onu izleyen denizci erler de aynı durumdaydı. Ancak bunlar yakalayacakları avı kuşatmış avcılara benziyorlardı. Makinist, «Bravo size arkadaşlar,» diyordu. «Ben bir işçiyim, sizin kardeşiniz sayılırım ama siz beni silahla tehdit ediyorsunuz. Hem de bunu neden yapıyorsunuz? Tren daha ileriye gidemez dediğim için. Yolcu arkadaşlar siz benim tanığım olun. Nasıl bir bölgeden geçtiğimizi hepiniz gördünüz. Burada çeteler var. Demiryollarındaki civataları söküyorlar. Ben sizleri düşünüyor, tehlikeye atmak istemiyorum. Yoksa bana göre hava.hoş. İsterseniz' yola devam edeyim, isterseniz beni vurun. Kaçmıyorum işte.» Olayı izlemekte olan yolcular arasında çeşitli mırıltılar duyuldu. Bir kısmı makinisti haklı bulurken, bazıları da suçluyordu. O sırada yolcular arasından dev yapılı, kocaman kafalı bir denizci en soğukkanlı bir tavırla yürüdü. Önce yolculara dönerek kalın bir sesle: «Arkadaşlar bu soğukta üşüteceksiniz, hadi yerlerineze dönün bakalım,» dedi. Sonra da makiniste dönep «Hadi bakalım arkadaş sen de işine bak da yolumuza devam edelim.» XIV Ertesi gün tren çok yavaş ilerliyordu. Yollar karlarla, buzlarla kaplıydı. Her an yoldan çıkabilirlerdi. Sonunda makinist yanmış bir binanın olduğu yerde durmak zorunda kaldı. Yanarak kalıntı haline gelmiş olan bina Lower Kelmes istasyon binasıydı. İstasyonun adı binanın tümüyle kararmış olan ön cephesinde zorlukla seçiliyordu. Yanmış olan yalnız istasyon değildi. İstasyonun arkasında karla kaplı geniş alanda bulunan köy de yanmıştı. Terkedilmiş gibiydi. Ancak gene de kalıntılar arasından iki kişi çıktı. Bunların biri istasyon şefiydi. Onun geldiğini gören tren komutanı da yere atladı. «Geçmiş olsun, galiba yangın oldu burada.» «Hoş geldiniz. Evet istasyon da, köy de yandı ama yangından da büyük bir felaket yaşadık.»
«Nasıl bir felaket? Yoksa Strelnikov mu?» «Evet. Strelnikov bastı burasını.» «Neden ama? Onu kızdıracak bir şey mi yaptınız yoksa?» «Biz hiçbir şey yapmadık. Başımıza ne geldiyse şu gördüğünüz köy yüzünden geldi.» «Peki onlar ne yapmışlar?» «Birincisi Yoksul Köylüler Komitesi'ni kapatmışlar. Kızıl Ordu'ya at vermemişler. En sonunda da seferberlik emrine uymamışlar. Daha ne yapsınlar.» «Herhalde onlar da zırhlı trenle gelip köyü bombardıman ettiler.» «Evet. Ama size hiç de hoşlanmayacağınız bir haberim var. Birkaç gün burada konuğumuz olacaksınız.» «Şaka etmiyorsun değil mi? Oyalanacak zamanım yok. Cepheye destek kuvvet götürüyorum.» «Hiç de şaka yapacak durumda değilim. Bir haftadır tipi vardı, yol kapandı. Köyün yarısı bombardıman sırasında kaçmıştı. Kalan yarısını seferber ettim, yolu açmaya çalışıyorlar ama işin i-çinden çıkamadılar.» «Tanrı kahretsin! Ne yapacağım şimdi ben?» «Üç kilometre kadar bir yer var. Burası açık bir alan olduğu için rüzgâr tüm karı buraya yığmış. Daha ilerde yol ormanın içinden geçtiği için ağaçlar yolu korumuş. Eğer bu üç kilometrelik yolu açabilirsek iş kolaylaşır.» «Ne kadar kötü bir durum. Ne yapayım ben de yolcuları çalıştırırım.» «Ben de bunu düşünmüştüm. Ne kadar yolcunuz var?» «Denizcilerle, kızıl muhafızları saymazsak yedi yüz kadar var. Bu işi normal yolcular ve iş ordusu için toplanmış olanlarla yaparız.» «Yeter de artar bile. Şu kürekleri bir getirsinler. Elimizde yeterince kürek olmadığından çevre köylerden istettik. Bulacağız elbet.» «Ne aksilik yahu. Başarabilir miyiz bu işi?» «Elbette başarırız. Siz hiç merak etmeyin. Bilirsiniz birlikten kuvvet doğar. Sonra bu yol çok da önemlidir, biliyorsunuz.»
Kapanan yolun temizlenmesi işi üç gün sürdü. Bu çalışmaya Nyusha dahil tüm Jivagolar katıldı. Yolculuklarının en güzel günlerini de bu üç gün olmuştu. Bölgenin gizemli bir havası vardı. Çevredeki yıkıntılar bu gizemi daha da artıran bir etki yaratıyordu. Yolcular askeri kordon altında ve postalar halinde çalışıyorlardı. Çalışılan alan bölümlere ayrılmış, her bölüm de bir gruba verilmişti. Kürek az, çalışan çoktu. Bu nedenle postalar sık sık değiştiriliyordu. Böylece çalışanlar yorulmuyordu. Hemen herkes gün boyunca dışarıda çalışıyor, gece olunca da trene dönüyordu. Jivagolar'ın çalıştığı yer açıklıkta ve çok güzel manzaralı bir yerdi. Doğudaki bir vadiye doğru başlayan bir iniş, vadiden sonra alçalıp yükselerek ufka kadar sürüyordu. Bir tepenin üstünde ise bir ev vardı. Bu etrafı ağaçlarla dolu bir bahçeyle çevrildi. Bahçede bulunan ağaçlar ise buz tutmuş tuhaf tuhaf şekillere girmişti. Bu ağaçların, her taraftan gelebilecek olan rüzgârlara karşı evi koruması düşünülemezdi. Yuri bu evi çok merak ediyordu. Acaba içinde oturuluyor muydu? Yoksa boşaltılarak kendi kaderine mi terkedilmişti? Eğer boşaltılmışsa i-çindekiler nereye gitmiş, ya da kaçmışlardı? Ev insanın merakını uyandırdığı gibi, gizemliliğini de koruyordu. O sıralarda herhangi bir yer ya da olay hakkında bir şeyler sormak pek olağan bir davranış sayılmazdı. Hem soru sorsanız bile yanıt alamazdınız. Güneş ışınları gözün alabildiğince uzanan her yerdeki kar yığınları üzerinde yansıyor, insanın bakışını güçleştiriyordu. Yuri bir yandan karları düzgün tabakalar halinde çıkarırken, bir yandan da çocukluk günlerini anımsıyordu. Çocukluğunda yünden ö-rülü başlığı, siyah koyun derisinden paltosuyla dışarıya çıkar, karlarla oynardı. Kardan çok değişik şekiller yapardı. Yaşam ne kadar güzeldi o zamanlar. Bu üç gün boyunca karınlarını da güzelce doyurmuşlardı. Akşam olunca çalışan herkese henüz soğumamış buğday ekmeği veriyorlardı. Bu ekmeklerin nereden geldiği, kimin emriyle dağıtıldığı bilinmiyordu. Bilinen, bu ekmeğin çok güzel bir ekmek olduğuydu. Üzeri cilalı gibiydi. Şurasına burasına ise küçük kömür parçalan yapışmıştı. XVI
Yolcular yıkık istasyon binasına ve çevresine iyice ısınmışlardı. Tıpkı ıssız bir dağda dolaşırken karşısına çıkan bir kulübede bir süre kalıp buraya iyice alışılması gibi. Güneş her akşam olduğu gibi, telgrafçının penceresinin arkasındaki kayın ağacının ardından çekilmeye başladığında istasyon binasının önüne geliyorlardı. Buradaki duvar biraz içeriye doğru yıkılmıştı ama pencereye bir şey olmamıştı. Pencerenin karşısında bulunan duvara ise hiçbir şey olmamıştı. Bir duvar halısı, bir soba ve bu duvara asılı demirbaş eşya cetveli de sapasağlam duruyordu. Güneş ufka doğru yaklaşırken tıpkı yangından önce olduğu gibi sobanın çinileri üzerinde onu okşar gibi dolaşıyordu. Duvar halısını yaldızlı bir ışıltıyla aydınlatıyor, kayın ağacının dallarının gölgesini de duvara vuruyordu. Binanın arkasında bulunan bekleme salonu yıkılmıştı. Kapısının üzerinde ise Şubat Devriminin ilk günlerinde, ya da ondan kısa bir süre asılmış bir ilan halen duruyordu. İlanda şunlar yazılıydı: İlaç ve pansuman malzemesine ihtiyacı olan yolcuların bu konuda herhangi bir endişe duymamaları gerekir. Bu malzemeler bilinen nedenlerle bir odaya tarafımdan kilitlenmiştir. Sayın yolcuların bilgisine sunulur. İmza Us. Nemdinsk Bölgesi Sağlık Memuru Sonunda yol tümüyle açılmıştı. Rayların bir ok gibi uzaklara doğru uzayıp gittiği görülüyordu. Yolda temizlenen karlar iki tarafta büyük yığınlar oluşturmuştu. Bunların beyazlığı ile biraz ilerideki ormanın siyahlığı arasında büyük bir zıtlık vardı. Hat boyunca ellerinde küreklerle birçok insan duruyordu. Birbirlerini ilk kez gören bu insanlar bu kadar kalabalık olmalarından ötürü duydukları şaşkınlıkla birbirlerini inceliyorlardı. Scanned by hlecter Hava kararmak üzereydi. Trenin birkaç saat içinde yola çıkacağı duyurulmuştu. Yola çıkmadan önce Yuri ile Tonya çalıştıkları yere gittiler. Burayı son bir kez daha görmek istemişlerdi. Artık kimse çalışmıyordu. Uzanıp giden yolu uzun uzun seyrettiler. Kısa bir süre konuştuktan sonra vagonlarına döndüler. Vagonlarına dönerken iki kadının alçak sesle birbirlerine küfrettiklerini duydular. Yuri ile Tonya trenin orman tarafında, iki kadın da istasyon tarafında yürüyordu. Jivagolar seslerinden bunların Tyagunova ile Ogryskova olduklarını anlamışlardı. İki kadının da heyecanlı olduğu çıkardıkları seslerden anlaşılıyordu. Bazen birbirlerine bağırıyorlar. Bazen de sesleri neredeyse bir fısıltı haline dönüşüyordu. Tonya ile Yuri bu seslerden çeşitli anlamlar çıkarıyordu. Bir süre kıyasıya dövüşüyor, sonra da yorgunluktan ikisi de karların içine yuvarlanıyordu. Bir ara Tyagunova'-nın Ogryskova'yı kovaladığını ve ona yumruklar savurduğunu duydular. Bir yandan da ağza alınmayacak küfürler savuruyordu. «Seni orospu seni! Kocama askıntı olduğun yetmiyormuş gibi şimdi de o küçücük, masum çocuğu baştan çıkarmak istiyorsun değil mi? Seni alçak sübyancı seni!» «Sana ne be! Yoksa Vasya da mı senin kocan?» «Ben sana kocanın ne olduğunu gösteririm pis kaltak. Bir söz daha edersen geberteceğim seni.» «Ne istiyorsun benden be kadın?» «Gebermeni istiyorum tamam mı? Seni utanmaz orospu seni!» Ogryskova, «İmdat! Cankurtaran yok mu? Bu kadın beni öldürecek ne ölür yardım edin» diye bağırmaya başladı. Tonya yürümesini hızlandırarak kocasına, «Çabuk uzaklaşa-hm buradan daha fazla dinleyemem. Ne kadar iğrenç bir şey. Sonu kötüye varacak galiba bu işin.» " " - XVIII Birdenbire hem arazinin, hem de havanın durumu değişti. O-va bitmişti. Dağlık bir arazide tepelerin arasından, yaylalardan geçmeye başladılar. Aralıksız esen kuzey rüzgârı kesildi. Rüzgâr gene esiyordu; ancak bu kez soğuk değil ılık ve güneyden, hafif bir şekilde esiyordu.
Orman bir merdivenin basamaklarını tırmanır gibi yukarılara doğru uzanıyordu. Tren önce dik bir yokuşu tırmanarak, onun en üstüne varıyor, sonra da tatlı bir eğimle bu kez aşağıya geldiğinde baş tarafı kıvrılıyor ve o zaman ormanda bir kafileye kulavuzluk eden birini andırıyordu. Yolcular ise sanki ikide bir dönüp arkalarına bakıyor gibiydi. Aslında pek görülecek bir şey yoktu. Orman daldığı derin kış uykusundan henüz uyanmamıştı. Zaman zaman bazı fundalar ya da ağaç dallar üzerinde birikmiş olan karları artık taşıyamıyor ve üzerinden silker gibi döküyordu. Bu durumun yarattığı ses ve hareket dışında herhangi bir ses işitilmiyor hareket görülmüyordu, koskoca ormanda. Yuri kerevetin üst kısmında uyuklayıp duruyordu. Zaten yolculuğun bu bölümünde hep böyle davranmıştı. Uyuyor, uyanıyor, düşünceye dalıyor ve dinliyordu. Ancak duyabildiği herhangi bir şey yoktu. XIX O böyle uyuyup uyanırken Rusya'yı kaplamış olan bir kar tabakasında da bir çözülme başlamıştı. Yola çıktıkları gün Moskova'ya yağan ve bütün geldikleri yol boyunca devam eden; üç gün boyunca yola devam etmelerine engel olan ve bu süre içinde temizlemeye çalıştıkları, gözlerinin görebildiği her yanı kaplayan kar, yavaş yavaş erimeye başlamıştı. Bu erime önceleri pek farkedilmeden altlarda başlamıştı. Bu durum belirli bir noktaya gelince işin farkedilmeyen yanı da kalmadı. Artık her şey açıkça görülebiliyordu. Sular gürleyerek, sanki şarkılar söyler gibi akmaya başladı. Ormanın derinliklerinden sanki mırıltılar geliyordu. Doğa canlanmıştı artık. Sular kayaların ü-zerinden aşıyor, önlerine çıkan her çukuru doldurarak yoluna devam ediyordu. Gökyüzü de sanki bu değişikliğe uymak istiyordu. Bembeyaz bulutlar birbirine sarılmış dans ediyor gibiydi. Mis gibi bir toprak kokusu her tarafı kaplamıştı. Yuri bir kez daha uyandı, kerevetinde gerindi. Dirseğinin ü-zerinde yükselerek baktı. Kulak kabarttı. XX Tren kömür havzasına yaklaştıkça evler çoğalmaya, insanlar kalabalıklaşmaya istasyonlar da daha sıklaşmaya başlamıştı. Trenin durduğu her istasyonda birçok yolcu iniyor, birçoğu da biniyordu. Kısa mesafe gidecek olan yolcular üstünkörü bir şekilde bir yerlere ilişiyor, sonra da kendi aralarında, kendi işlerini konuşmaya başlıyorlardı. Bir iki istasyon sonra da iniyorlardı. Yuri üç gündür inip binen yolcuların kendi aralarında konuştukları şeylerden şu sonucu çıkarmıştı: Buralarda Beyazlar duruma egemendi. Yuryatin ise ya ellerindeydi ya da onu ele geçirmek üzereydiler ve eğer yanlış anlamadıysa Melyuzeyevo'da aynı cephede bulunduğu arkadaşı Galiullin de bu bölgedeki Beyaz kuvvetlere komuta ediyordu. Yuri, heyecanlandırmamak için edindiği bu bilgilerden ailesine söz etmedi. XXI Geceyarısına doğru Yuri derin bir mutluluk duygusuyla dolarak uyandı. Tren durmuştu. İstasyon binası aydınlık bir gecenin ve buğuların arasına gömülmüştü sanki. İçinde tren yüksek bir yerde durmuş, arkasında da geniş bir düzlük uzanıyor gibi bir duygu vardı. Yolcular vagonların yanı sıra yürüyor, kendi aralarında alçak sesle konuşuyorlardı. Hemen her istasyonda duyulan bağrışmalar, gürültüler burada da vardı. Ancak burada bunların dışında alışılmadık, insana dinginlik kazandıran bir başka ses vardı. İnsanda özürlük duygusu da uyandıran bu ses yakınlardaki bir çağlayanın sesiydi. İstasyondaki her gürültüyü bastıran bu ses Yuri'nin duyduğu mutluluğun da kaynağıydı. Yuri duyduğu mutluluğun ve hafifliğin etkisiyle yeniden uyudu. Onun uyuduğu kerevetin altında ise iki yolcu konuşuyordu, «Ee! Şirin oralarda durum nasıl? Kuyruklarını kıstılar mı?» «Kimlerden söz ediyorsun? Dükkân sahiplerinden mi?» «Evet, evet! Hububat tüccarlarından.»
«Hepsini birbir yola getirdiler. Gözdağı vermek için birkaçını hakladıklarında hepsi kuzu gibi oldu. Sonra haraç da alındı onlardan.» «Ciddi mi söylüyorsun? Ne kadar?» «Kırkbin kilo.» «Kırkbin kilo mu? Bu kadar çok ha?» «Tabii. Hem de en iyi cins buğdaydan. Neden şaşırıyorsun, düşünsene. Burası memleketin tahıl ambarı gibidir. Toprak çok verimlidir. Buradan Yuryatin'e kadar Rynva Irmağı boyunca köyler birbirini izler. Birçok da yükleme limanı ve silo vardır.» «Biraz yavaş konuş. Uyuyanları uyandıracaksın.» «Peki,» dedi adam ve uzun uzun esnedi. «Biz de biraz uyusak fena olmaz. Bak... Tren de hareket etti.» Oysa trenin hareket ettiği filan yoktu. Arkadan gelen bir başka tren büyük bir gürültüyle duranın yantndan geçti. Son hızıyla geçip giden bu trenin uğultusu çağlayanın sesini de bastırmıştı. iki arkadaş da yeniden konuşmaya başladı. «Giden zırhlı bir trendi. Belki de Strelnikov'du.» «Kim bilir?» «Çok acımasız biri olduğunu söylüyorlar.» «Galiullin'in peşinde o.» «Kimin dedin.» «Galiullin canım. Söylentilere göre birkaç generalle birlikte Yuryatin'i kuşatmış, dokları da ele geçirmiş.» «Hiç duymadım ben.» «Belki de Prens Galiullin'dir. Adını pek iyi anımsamıyorum.» «Sanırım sen karıştırıyorsun. Bu adda prens olmaz.» «Olabilir.» XXII Yuri sabaha karşı uyadı. Gene güzel bir rüya görmüştü. Tren gene duruyordu. Burası, trenin akşam durduğu yer olabileceği gibi, hareket ettikten sonra durduğu bir başka istasyon da olabilirdi. Yuri farkında değildi ama bir çağlayan sesi gene duyuluyordu. Yeniden daldı. Bu kez koşuşmalar, bağrışmalarla uyandı. Komutanla Kostoyed birbirlerine bağırarak tartışıyorlardı. Hava çok daha güzelleşmişti. Havanın güzelliği ve bir süredir duyumsadığı mutlulukla baharı, karları, baharda eriyen karların aldığı durumu düşünerek bir kez daha daldı. Uykusunda, «şeffaf, siyaha çalan, beyaz, güzel bir şey,» diye düşünüyordu. XXIII Ertesi sabah Tonya Yuri'ye çıkışıyordu. «Seni anlamak ne kadar zor. Ne kadar çelişkili davranıyorsun. Bir sinek yüzünden sabahlara kadar uyumadığın geceleri anımsıyorum. Oysa şimdi bu kadar gürültü patırtı arasında rahatlıkla uyuyabiliyorsun. Şaşıyorum sana doğrusu. Geceleyin Pritulyev ile Vassya kaçmış. O kavga ederken gördüğümüz Tyagunova ve Ogryskova adındaki kadınlar da herhalde onlarla birlikte kaçmışlar. Çünkü onlar da ortada yoklar. Kaçanlar bu kadar da değil. Voronyak da kaçmış. Diğerleri kaçınca sanıyorum o da onların kaçmasına engel olamadığı için ceza alabileceği endişesiyle kaçtı. Yalnız anlayamadığım bir şey var. Diğerleri kendi istekleriyle mi kaçtı, yoksa bu kaçışı zorunlu kılan bir olay mı oldu? Örneğin Tyagunova Orgyskova'yı öldürmüş olabilir. Ya da bunun tersi olmuştur. Kimsenin bildiği bir şey yok. İş ordusu kafilesi başkanı trenin içinde deli danalar gibi dolaşıyor. Tren komutanına bağırıyor, «Tren kaçaklar yakalanıncaya kadar burada bakleyecek!» diyor. Tren komutanı ise «Ben cepheye asker götürüyorum. Beş tane uyuzu yakalamanı bekleyemem. İşim acele» diyerek ona karşı çıktı. Bunun üzerine ikisi birlikte Kostoyed'i eleştirmeye başladılar. «Sen aklı başında, kültürlü bir insansın. Voronyuk ise cahil, kafasız bir insandır. Neden ona engel olmadın?' Kostoyed hiç tınmadı bile. 'Ne demek istiyorsunuz?' diye sordu. 'Yani mahkûmlar gardiyanlarına mı göz kulak olacak?' Tüm bunlar olurken ben de seni, Yuri kalk mahkûmlar kaçtı diye sarsarak uyandırmaya çalışıyordum. Ama yanında top bile patlatsak seni uyandıramazdık herhalde. Neyse, daha sonra konuşuruz bunları. Ah! Şuraya bakın! Baba, Yuri ne kadar güzel bir manzara değil mi?» Pencereden bakılınca, uçsuz bucaksız bir ova ve taşarak bu ovanın birçok yerini sular altında bırakmış bir nehir görülüyordu. Taşkın suları neredeyse demiryolunu da kaplayacaktı. Oturmakta oldukları yerden bakınca, sanki suyun içinde gidiyor gibiydiler.
Alexander Alexandrovic, «Bakın bakın, bir ördek sürüsü», dedi. «Nerede?» «Adanın yanında, sağ tarafta. İşte uçtular. Sanıyorum ürküttük onları.» Yuri, «Ben de gördüm. Ama bunu başka bir zaman konuşuruz. Şimdi sizinle konuşmak istediğim bir konu var Alexander A-lexandrovic. Mahkûmların kaçtıklarına çok sevindim doğrusu. Ne de olsa bunlar cinayet işlemediler. Akan bir su gibi kaçtılar yalnızca]» Gece sona ermek üzereydi. Her şey açık seçik görülüyordu. Dağ, koru, vadi. Ancak bunlar somut şeyler değil de bir düş gibi görünüyordu insana. Orman yeni yeni canlanmaya başlamıştı. Pek fazla uzakta bulunmayan bir çağlayan korunun gerisinden seçiliyordu. Kaçaklardan Vassya bu çağlayanı sevinç ve endişeyle karışık bir duyguyla seyretmekten yorulmuş gibiydi. Yere serdiği meşin ceketinin üzerine uzanmıştı. Ortalığın iyice aydınlandığı bir sırada; geniş kanatlı, koca bir kuş dağdan indi, süzülürek Vassya'nın yakınındaki bir ağacın üzerine kondu. Vassya kuşu bir süre seyrettikten sonra yerinden kalktı meşin ceketini alarak omuzuna attı. Sonra da biraz ilerdeki yol arkadaşının yanına gitti. «Hadi abla,» dedi. «Çok üşümüşsün, bak dişlerin birbirine vuruyor. Neden öyle korkmuş gibi bakıyorsun. Artık yola çıkmalı, herhangi bir köye gitmeliyiz. Orada bizi saklarlar, inanıyorum. Bize kötülük yapmazlar. Hem iki gündür ağzımıza bir lokma girmedi. Sonra, Voronyuk Amca da kıyameti koparmıştır. Belki de peşimize düşmüştür bile. Onun için bir an önce yola çıkmalıyız. Sen niye konuşmuyorsun hiç? Canın sıkılıyor, üzülüyorsun değil mi? Ama üzülmen için hiçbir neden yok. Ogryskova'yı trenden bilerek, isteyerek atmadın ki! Yalnızca yandan biraz çarptın. Sonra, çok iyi gördüm onu. Düştü yerden kalkıp koşmaya başladı. Hiçbir şeyi yoktu. Priltulyev Amca da öyle. Kısa sürede gelip bizi bulurlar, gene birlikte oluruz merak etme. Asıl önemli olan senin üzül-memen. Haydi boşver, kalk artık.» Tyagunova oturduğu yerden kalkarak Vassya'nın koluna girdi, «Haydi gidelim yavrum,» dedi. XXIV Tren gene bir dik yokuşu tırmanıyordu. Vagonlardan gıcırtı sesleri geliyordu. Ormandan kesilip biri yana yığılmış olan kütükler sağa sola dağılmıştı. Bazıları demiryolunun kenarına kadar gelmişti. Tren ormanın içinde bir virajı döndükten sonra; ağaçsız, düz bir alana geldi. Burada bir yerde büyükçe bir kütük yığını vardı. Tren bu yığının yanında sarsıntılarla durdu. Önce trenin düdüğü öttü birkaç kez. Sonra da bağrışmalar duyuldu. Kısa sürede vagonların kapıları açılmış yolcuların çok büyük bir bölümü dışarıya çıkmıştı. Dışarıya çıkanlar neredeyse küçük bir kasabayı dolduracak kadar kalabalıktı. Çıkmayanlar ise denizci erlerdi. Herkes sorunu anlamıştı. Trene yakacak olarak odup depo edilecekti. Çevrede görülen kütükler hem büyüktü, hem de yeterli değildi. Hem yeni kütük kesilmesi, hem de büyüklerin parçalanması gerekiyordu. Bu iş için gerekli her tür malzeme makinistte vardı. Bu malzemeler yolculara dağıtıldı. Araçlar; yani hızarlar, testereler daha çok gönüllülere dağıtılmıştı. Yuri ile kayınpederi de bu gönüllüler arasındaydı ve onlara bir hızar verilmişti. Denizci erler sırıtarak başlarını vagonların pencerelerinden uzatmışlardı. Aralarında yaşlı ve deneyimli erler olduğu gibi acemi, Harp Okulu'nu henüz bitirmiş çocuk yüzlü delikanlılar da vardı. Deneyimli, yaşlı erler bu gençler takılıyor, alay ediyorlardı. XXV Ormanın içinde kütüklerden oluşturulmuş yığınlar vardı. Yuri ve kayınpederi bunlardan birinin başına geçip kütükleri kesmeye başladılar. Toprağın, karın altından çıkıp yeni yeni canlanmaya başladığı bir dönemdi. Her taraf geçen yıldan dökülmüş yapraklarla kaplıydı. Bir süre çalıştıktan sonra Yuri kayınpederine, «Fazla acele etmeyin, yorulursunuz yoksa. İsterseniz biraz dinlenelim,» dedi.
Ormanın her yanından testere sesleri geliyordu. Uzaklardan bir yerden bir bülbül, zaman zaman da bir karatavuğun sesi, bu seslere karışıyordu. Sanki tüm doğa bayram ediyordu. Lokomotifin bacasından çıkan dumanlar bile dans eder gibi yükseliyordu. Alexandr Alexandroviç Yuri'ye, «Bir ara benimle konuşmak istiyordun. Anımsıyor musun? Sular altında kalmış bir ovanın i-çinden geçiyorduk. O sırada bir ördek sürüsü görmüştük. Sen de bana benimle bir konuda konuşmak istediğini söylemiştin. Neydi konuşmak istediğin şey?» «A, evet. Evet ama konuyu sana nasıl anlatayım bilemiyorum ki. Gördüğünüz gibi Urallar'a yaklaşıyoruz. Gideceğimiz yere çok az bir zaman kaldı. Orada nasıl bir durumla karşılaşacağımızı bilemiyorum. Şimdi sizden düşüncelerinizi anlatmanızı istemeyeceğim. Bu böyle yol ortasında üç beş dakika içinde olacak şey değil. Hem siz, ben, Tonya birbirimizi çok iyi tanıyoruz. Kendimize yeni bir dünya kurmaya çalışıyoruz. Aynı şeyi yapmaya çalışan pek çokları gibi. Ama benim söylemek istediğim bunlar değil. Söylemek istediğim şu: aramızda ortak bir hareket biçimi belirleyelim ki karşılaşabileceğimiz bazı olaylar sonunda birbirimizin yüzüne bile bakamayacak durumlara düşmeyelim.» «Ne demek istediğini çok iyi anladım Yuri.» Durumu çok güzel açıkladın. Ben de sana şunu söyleyeceğim: Geçen kış yeni hükümetin yayınladığı kararnamelerin yer aldığı bir gazete getirmiştin, anımsıyorsun değil mi? Bu kararlar çok açık ve kesin ifadeliydi. Ne istediğini bilen, temiz, dürüst kararlar. Ancak ne yazık ki bu tür temiz kararlar yalnızca yaratıcılarının kafasında aynı temizlikte kalıyor. Fakat politika her şeyi bozuyor, kirletiyor. Sana ne söyleceğimi bilemiyorum. Bu iktidarın felsefesini anlayamıyorum. Bu felsefe ve bu iktdidar giderek aleyhimize çalışan bir yola giriyor. «Tonya ikide bir bana 'sebze dikme zamanında varabilecek miyiz' diye soruyor. Ben buraların ne iklimini ne de toprağının durumunu biliyorum. Bildiğim kadarıyla yazlar çok kısa sürer. Bu kısa sürede herhangi bir şeyin yetişebileceğine, olgunlaşabileceği-ne aklım ermiyor bir türlü.» «Hem biz bu uzun yolculuğa sebze yetiştirip, pazarda satıp para kazanacağız diye çıkmadık sanıyorum. Biraz gerçekçi olalım. Biz buraya başımızın çaresine bakmak için geldik. Büyükbabanın mallarının tasfiyesi sırasında elbetteki payımıza düşenleri almaya çalışırız. Onun mal varlığını yeniden oluşturanlayız. Bunun yerine biz de harkes gibi kolektif çalışmadan payımıza ne düşerse onu alırız. Zaten o serveti bana hediye etseler bile almak istemem. Bundan böyle Rusya'da mal sahibi olmak mümkün değil artık. Ö-te yandan biz Gromekolar kazanma hırsını bir kuşak öncesinde kaybettik .» XXVI Tren büyük bir istasyonda durmuştu. Yuri yattığı yerde ter içindeydi. Hava almak üzere başkalarını rahatsız etmemeye çalışarak yerden indi. Vagonun kapısını açtığında içeriye nemli bir hava doldu. «Galiba sis var,» diye düşündü. «Havanın bu denli ağır almasının nedeni bu. Herhalde yarın daha sıcak olacak.» Trenle geldikleri taraftan suyun akışını andıran bir gürültü, gidilecek yönden ise bir uğultu duyuluyordu. Yuri bu uğultuyu dikkatle dinledi. Önceki deneyimlerine dayanarak «Uzun mevzilli topların gürültüsü bu,» dedi kendi kendine, «tam da cepheye gelmişiz.» Vagondan inip ileriye doğru yürüdü. Tren iki vagon sonra sona eriyordu. Diğer vagonlar başka bir lokomotif tarafından çekilip götürülmüştü. Yuri, «Denizci erler bunun için heyecanlıydılar demek ki. Buraya gelir gelmez cepheye gönderileceklerini biliyorlardı,» diye düşündü. Demiryolunu geçip istasyona gitmek isterken karşısına silahlı bir nöbetçi çıktı. «Dur! Nereye gidiyorsun? İzin kâğıdın var mı?» diye sordu. «Hangi istasyon burası?» «Seni ilgilendirmez. Sen kimsin?» «Doktorum, Moskova'dan geliyorum. Ailemle birlikteyim. İşte belgelerim.» «Sis olduğunu, karanlık olduğunu görmüyor musun? Bu durumda nasıl okuyabilirim senin belgelerini. Hem nasıl bir doktor olduğunu anlamak için belgelerine bakmaya hiç gerek yok, suratından anlaşılıyor. Senin gibi pek çokları elde silah, canımıza okumaya çalışıyor. Senin beynini şuracıkta dağıtırdım ama şimdi sırası değil. Birazcık kafan çalışıyorsa hemen ailenin yanına dönersin.
Yuri bu askerle tartışmanın başını belaya sokabileceğini düşünerek onun sözünü dinlemeye karar verdi. Döndü bu kez geriye doğru yürüdü. Arkadan gelen top sesleri durmuştu. Ancak Doğu Cephesi oradaydı. Güneş sis bulutlan arasından zorlukla seçiliyordu. Yuri vagonların yanı sıra yürüyerek trenin sonuna geldi. Yürüdükçe suyun bir yere çarpmasını andıran ses yaklaşıyordu. Az sonra tatlı bir iniş başlamıştı. Bir süre sonra duran Yuri karşısına çıkan gölgelerin ne olduklarını anlamaya çalışıyordu. Az sonra yaklaşınca da bunların karaya çekilmiş sandallar olduğunu anladı. Geniş bir ırmağın kıyısına gelmişti. Irmak yavaş yavaş a-karken meydana gelen dalgalar, sandalların iskele kıyılarına vurmasına neden oluyordu. Bu sırada beliren bir gölge Yuri'ye doğru yaklaştı. Bu da silahlı bir nöbetçiydi. «Ne dolaşıyorsun buralarda?» diye sordu. Yuri ise bu soruyu başka bir soruyla karşıladı: «Bu ırmağın adı ne?» Ancak soruyu sorduğuna da pişman olmuştu. Çünkü böyle bir ortamda soru sormak, çok değişik şekillerde yorumlanabiliyordu. Yuri'nin sorusu üzerine nöbetçi düdüğünü çalmak üzere ağzına götürdü ama buna gerek kalmadı. Birden bire ortaya az önceki nöbetçi çıktı. Bu adam Yuri'yi gizlice izlemişti. İki nöbetçi kendi aralarında konuşmaya başladı. Yuri'yi izleyen nöbetçi: «Her şey çok açık. İnsan böylelerini bir bakışta tanır. Bu adam, 'Bu istasyonun adı ne? Bu ırmağın adı ne?' gibi sorularla bizi uyutacağını sanıyor. Sen ne diyorsun? İstersen onu şu burundan aşağı atalım hemen. Yoksa, daha önce trene mi götürelim?» «Bence, önce trene götürelim. Başkanın düşüncesini de alıp ona göre hareket ederiz.» Yuri'ye dönen ikinci nöbetçi sert bir sesle, «Belgelerini ver bakalım,» dedi ve onun uzattığı belgeleri kapıp trene doğru yürümeye başladı. Bu arada, «Bu adama göz kulak ol, biz gelinceye kadar,» diye birine seslendi. Yuri o zaman kumların üzerinde uzanmakta olan balıkçı kılıklı bir kişinin kalktığını gördü. Adamın yüzünü bir türlü seçemi-yordu. Ancak konuşmaya başlayarak Yuri'ye oldukça yararlı bilgiler verdi bu adam. «Dua et ki seni komutana götürecekler. Belki de kendini kurtarırsın. Onların da suçu yok, görevlerini yapmaya çalışıyorlar. Şimdi artık her şey halkın elinde. Bir adamın peşindeler. Seni de ona benzettiler sanıyorum. 'İşte halk düşmanını yakaladık', diye düşünüyorlardır. Yanlış bir şey yaptıklarını anlarlar. Siz ne olursa olsun komutanı görme konusunda direnin. Kendi kafalarına göre davranmalarına izin vermeyin. Eğer gelip de bizi takip et derlerse peşlerinden gitmeyin. Ben komutanla görüşeceğim diye üsteleyin.» Yuri bu balıkçıdan, nöbetçilere sorduğu şeyleri de öğrenmişti. Kıyısında bulundukları ırmak, üzerinde gemiler işleyen Rynua ırmağıydı. Bulundukları istasyon ise Yuryatin'in banliyösü olan Razvilye'ydi. Hem bölgenin endüstri merkezi, hem de Yuryatin'in limanı gibi bir yerdi. Yuryatin birkaç kez Beyazlar'la Kızıllar arasında el değiştirmişti. Şimdi gene Kızllar'ın eline geçmişti. Çıkan ayaklanma da bastırılmıştı. Benzeri karışıklıklar Razviliye'de de vardı. Ama sona ermek üzereydi. İstasyondaki ve istasyon çevresindeki siviller başka yerlere gönderildiğinden buralar ıssız bir görünüm kazanmıştı. İstasyonda bulunan trenlerin tümü ordunun kontrolündeydi. Bu trenlerden birinde de Ordu Politik Komiseri Strelnikov bulunuyordu. Nöbetçiler Yuri'nin belgelerini de bu trene götürmüşlerdi. Durum Strelnikov'a bildirilmişti. Bu sırada Strelnikov'un bulunduğu trenden çıkan başka bir nöbetçi tüfeğini ardı sıra sürükleyerek geldi ve Yuri'yi o trene götürdü. XXVII Girdikleri vagondaki gürültüler ve gülüşmeler onların girmesiyle birlikte aniden kesildi. Nöbetçi Yuri'yi dar bir koridordan geçirip geniş bir vagona soktu. Hem vagon, hem de vagonda bulunanlar tertemizdi. Bir vagondan çok sessiz bir büroyu andırıyordu. Yuri Strelnikov'un böyle bir ortamda çalışacağını hiç düşünmemişti. Dip tarafta bulunan kapının yanındaki masada genç bir subay çalışıyordu. Nöbetçiyi göndererek Yuri'ye, «Bir dakika,» dedi. Dalgın bir tavırla işine yeniden koyuldu. Yuri'nin oradaki varlığını unutmuş gibiydi. Yuri belgelerinin biraz ilerde bulunan bir masanın üzerinde durduğunu gördü. Masada Çarlık zamanından kalma yaşlı bir albay oturuyordu. Bazı istatistikler çıkarmakla
meşguldü. Birtakım harikatalara bakıyor, kitapları, sözlükleri karıştırıyor, bazı kâğıtları kesiyor ve bunları bir yerlere yapıştırıyordu. Kendi kendine mırıldanıyordu. Bir ara pencerelere bakarak, «Bugün çok sıcak olacak,» dedi. Bir er yerdeki telefon kablosunu onarmaya çalışıyordu. Yerde emekler gibi genç subayın yanma kadar gelmişti. Subay onun daha rahat çalışması için yerinden kalktı ve sandalyesini de kenara çekti. Yanındaki masada daktilosunu onarmaya çalışan deri ceketli kadının yanma gitti. Ona yardımcı olmak istiyordu. Telefon kablosunu çekmekte olan er de bulunduğu yerden başını dikmiş daktilodaki arızayı öğrenmeye çalışıyordu. Onları bu durumda gören yaşlı albay da yanlarına geldi. Hepsi birlikte daktiloyu onarmaya çalışıyordu. Bu durum Yuri'yi biraz daha rahatlattı. Onların kendisinin ;anında bu kadar rahat hareket etmeleri, hakkında bir kötülük düşünmediklerinin bir göstergesiydi. Bir yandan da, «Hiç de belli olmaz. Belki de böyle şeylere artık alışmışlardır, oynun için böyle rahat davranıyarlardır,» diye düşündü. Ne yapacağını bilemez bir şekilde pencereden bakmaya başladı. XXVIII Baktığı pencereden, istasyonu ve Razvilye'yi görebiliyordu. Demiryolundan istasyona üç basamaklı uydurma bir merdivenle çıkılıyordu. İstasyonun arka kısımlarında işe yaramaz bir duruma gelmiş lokomotifler, vagonlar ve hurda demirlerden oluşan bir mezarlık vardı. Ön tarafta bu vagon mezarlığı, arka taraftaki kasabanın mezarlığı, tren hattı, boyunca rastlanan eğri büğrü paslanmış demirler, evlerin çatılarındaki ve dükkânların tabelalarındaki paslanmış demirler buraya harap olmuş, köhnemiş bir yer görünümü kazandırıyordu. Sis batı tarafında tümüyle çekilmişti. O tarafta, Razvilye'den üç kilometre kadar uzakta bir tepenin üzerinde büyük bir kasaba göründü. Yuri heyecanla, «Yuryatin olmalı burası!» diye düşündü, «önceleri Anna Gromeko'dan, sonra Hemşire Anitpova'dan sık sık dinlediğim yer.» O sırada daktilonun başına toplanmış olanlar, dışarıdaki bir olayı seyretmeye başladılar. Yuri de merakla aynı pencereden baktı. Bir grup mahkûm istasyon merdivenlerinden çıkarılıyordu. Mahkûmların arasında okul üniformalı, çocuk yaşta bir genç de vardı. Yaralı başına pansuman yapılmıştı. Ancak kan sargının allından akmasını sürdürüyordu. O da akan kan yüzüne bulaşmasın diye eliyle siliyordu. İki Kızıl Ordu eri arasında yürüyen genç çocuğun şaşılacak ölçüde güzel ve soylu bir ifade taşıyan çehresi vardı. Çocuğun başında hâlâ okul şapkası vardı. Bu şapka ikide bir kayıyor ensesine doğru iniyordu. O ise tersiyle iterek tekrar başına getiriyordu. Bu sırada sargılara değen şapka, hem sargının bozulmasına hem de kanamanın devam etmesine neden oluyordu. Nedense şapkayı eline almak çocuğun aklına gelmiyordu. Bu olay Yuri'yi müthiş bir şekilde etkilemişti. Çocuğun yanına gidip içinden geçenleri söylememek için kendini zor tuttu. Hem ona hem istasyondakilere, kısacası herkese şunları söylemek gereksinimiyle yanıyordu. «Kurtuluş üniformalara, simgelere bağlılıkla değil, tersine bunların kaldırılıp atılması, yerle bir edilmesiyle sağlanabilir.» Bu duruma daha fazla dayanamayan Yuri başını çevirdiği sırada Strelnikov'da kararlı adımlarla vagonun ortasına yürüdü. Yuri doktor olması nedeniyle pek çok insanla karşılaşmış olmasına karşın böylesine sağlam yapılı, kişilikli biriyle karşılaşmadığını düşünüyordu. Acaba neden şimdiye dek onunla karşılaşmamıştı? Her şeyiyle örnek alınabilecek bir insanı andırıyordu. Yüz çizgileri düzgün, yakışıklıydı. Uzun bacaklarına geçirdiği çizmeler kirli olmasına karşın onun ayaklarında temiz gibi görünüyordu. Kurşuni renkli elbisesi de öyleydi. Kırış kırıştı ama, onun üzerinde ö-zenle ütülenmiş gibi duruyordu. Strelnikov, Yuri de oradakilerden biriymiş gibi, «Hepimizi kutluyorum arkadaşlar» dedi. «püskürttük onları. Bu savaş bana bir oyun gibi geldi. Çünkü karşımızdakiler de Rus. Ama kafaları saçma sapan şeylerle doldurulmuş. Komutanları eski bir arkadaşımdı. Aile yapısına göre benden daha fazla halk çocuğu sayılar, ikimiz aynı bahçede oynadık, aynı evde kaldık zamanla. Bana çok da yararı dokunmuştur. Ama onu ırmağın karşı tarafına,
hatta daha da içerilere doğru püskürttüğümüz için çok sevinçliyim. Gur-yan sen de biraz çabuk ol. Telefona gereksinimimiz çok fazla. İşler telgrafla, habercilerle halledilebilecek gibi değil. Hava da ne kadar sıcak. Ama gene de bir saat kadar uyuyabilmişim. Ha e¬ vet... » O an aklına gelmiş bir şey gibi Yuri'ye döndü. Uyandırılma nedeni gelmişti aklına. Strelniköv Yuri'yi dikkatli bir şekilde süzerek, «Bu adamın ona benzer bir yanı yok. Aptal herifler, benzetmişler,» diye düşündü. Yuri'ye, «Affedersiniz yoldaş, sizi başkasınabenzetmiş nöbetçiler. Serbestsiniz, gidebilirsiniz. Yoldaşın kimlikleri nerede? Hah buradaymış. Ama biraz durun da şunlara bir göz atayım. Doktor Jivago... Moskova... Moskova dolaylarından bir adı andırıyor. Her neyse benimle gelir misiniz biraz? Endişelenmeyin uzun süre tutmayız sizi. Burası sekreterlik. Sizinle odamda görüşelim biraz.» XXIX '.iKimdi bu adam? Kimsenin tanımadığı Moskovalı birinin böylesine sivrilip, yükselmesi anlaşılır şey değildi. Üstelik parti ü-yesi bile değildi. Üniversiteyi bitirdikten sonra görev isteyip, taşrada öğretmenliğe başlamıştı. Savaşta esir düşmüş; herkes onu kayıp oldu, öldü sanmış. Kısa süre sonra da ortaya çıkmıştı. Çocukluğunu, o zaman bir demiryolu işçisi, şimdiyse parti önderlerinden biri olan Tiverzin'in evinde geçirmiş. Onun önerisiyle önemli görevlere getirilmiş. Üzerine aldığı her işi en iyi şekilde sonuçlandırmış, kendisine gösterilen güveni boşa çıkarmamıştı. Kısa süre içinde Lower Kermes İstasyonu ve köyündeki yiyeceklere el koymak isteyen askerlere karşı çıkan Gubassova köylülerine gereken dersin verilmesi, bir erzak trenini yağma eden 14. Piyade Alayının askerlerinin cezalandırılması, Türkatay kasabasındaki isyanın bastırılması, Bolşevik bir komutanın öldürüldüğü Chirkin Us olayını inceleyip çözmesi gibi pek çok iş başarmıştı. Her sorunda değişik yöntemler kullanarak karşısındakileri şaşırtıyordu. Suçluları titiz bir şekilde ve ivedilikle sorguluyor sonra da gereken cezaları veriyordu. Kararlarını çok kısa sürede de yerine getiriyordu. O bölgede çok yaygınlaşmış olan askerlerden kaçma olayları da onun girişimleri sonucunda sona ermişti. Şimdi buradaki Kızıl Ordu Asker Alma Büroları yoğun bir çalışma içine girmişti. Son olarak Beyazlar'ın baskılarının ciddileşmeye başladığı bu bölgede bu kez askeri ve stratejik sorumluluklar yüklenmişti. Sonuç her zamanki gibi olmuş, Beyazlar geri çekilmek zorunda kalmışlardı. Strelnikov kendisine Kastrelnikov (Cellat) adı takıldığını biliyordu. O, bundan rahatsız olmamıştı. Zaten hiçbir şey onu rahatsız edemezdi. 1905 ayaklanmasına katılan babası sürgün edilmişti. Kendisi o sırada çok küçüktü. Hem o sırada hem de daha sonraki üniversite öğrenimi sırasında politik etkinliklerden uzak durmuştu. Bu tür etkinliklere katılarak üniversite öğrenimini tehlikeye atmak istememişti. Zaten yoksul tabakadan gelen gençler üniversite öğrenimine herkesten daha fazla önem verirdi o zamanlar. Parlak bir üniversite öğrencisi oldu ve okulu başarılı bir şekilde bitirdi. Askerlikten bağışlanmış olmasına karşın savaş sırasında gönüllü olarak asker yazıldı. Cepheye gönderildi ve burada esir düştü. Devrim olduğunu duyunca tutulduğu tutsak kampından kaçarak Rusya'ya döndü. Yiğit, dürüst bir insandı. Olağanüstü düzeyde ileriyi görme yeteneği vardı. XXX Girdikleri bölmede Strelnikov hâlâ: «Jivago...» diye söyleniyordu. «Bir tüccar adı bu. Siz ya bir tüccar ya da soylu olmalısınız. Ama belgelerinizde doktor olduğunuz yazılı. Varykino'ya gidiyorsunuz. Bir türlü anlayamıyorum, böyle ıssız bir yere gitmek için Moskova'dan ayrılıyorsunuz.» «Evet, üzerinde durduğunuz konu davranışımızın nedeni. O-raya ıssız bir yer olduğu için gidiyorum. Gürültü patırtıdan uzak, huzur içinde yaşamak için oraya gidiyorum.»
«Vayy! Demek romantik bir insansınız? Varykino ha? Buralarda bilmediğim yer yok gibidir. Eskiden Krueger'in malikânesi vardı orada. Onun akrabası ya da mirasçılarından biri misiniz yoksa?» «Neden böyle alay ediyorsunuz? Oraya gitmemizle onun mirasçısı olmamızın ilgisi yok. Zaten karım da... » «Tamam, tamam. Tam da düşündüğüm gibi. Eğer Beyazlar'a güveniyorsanız tam bir düş kırıklığına uğrayacaksınız. Oraları tümüyle onlardan temizledik çünkü. Doktorsunuz, hem de askeri doktor. Benim ilgilendiğim konu bu, tam da bir savaşın içindeyiz. Demek ki askerden kaçıyorsunuz. Demek siz de ne Kızıl, ne de Beyaz olmak istemeyen Yeşillerdensiniz. Bunlar iki tarafa da asker olmamak için ormanlarda saklanıyorlar. Onun içinde kendilerine Yeşiller deniyor. Öyle değilse, niçin asker değilsiniz?» «Askerdeyken iki kez yaralandım. İhraç ettiler.» «Bana Eğitim Halk Komiserliği'nin ya da Sağlık Komiserliği' nin verdiği belgeleri gösterin. Sizin Halk Cumhuriyeti'nin sadık bir kulu olduğunuza ancak o zaman inanırım. Çok karışık bir dönemde yaşıyoruz dostum. Bizim kararsız, yarı taraftar insanlara gereksinimimiz yok. Hatta bu tür insanlar bizim için çok tehlikelidir. Sizi daha önce söz verdiğim için serbest bırakıyorum. Ama unutmayınız ki bir daha karşılaşırsak başka türlü konuşacağız. U-nutmayın.» Yuri bu tehditlerden hiç de korkmamıştı. Bunu da açıkça söyledi. «Hakkımda neler düşündüğünüzü biliyorum,» dedi. «Siz kendi açınızdan haklı olabilirsiniz. Beni çekmek istediğiniz tartışmayı ben uzun bir süredir beni suçlayan hayali biriyle yapıyorum. Ancak bunları kısa sürede bir iki cümleyle açıklamak çok zor. Şimdi eğer serbestsem bırakın gideyim. Değilsem bir an önce hakkımda ne yapılacağına karar verin. Size verecek hiçbir hesabım yok.» Bu sırada çalan telefon konuşmalarını böldü. Hat onarılmıştı. Ahizeyi alan Strelnikov, «Guryan, teşekkür ederim sana. Buraya birini gönder, Yoldaş Jivago'yu trenine kadar götürsün. Bir daha da yanlış yapılmasın. Şimdi de bana Razvilye Çeka Ulaştırma Müdürlüğünü bağla.» Jivago çıktıktan sonra Strelnikov istasyon binasını aradı. «Biraz önce bir öğrenci getirdiler,» dedi. «Durmadan şapkasını çekiştiriyor. Başı da sanlı. İçler acısı bir durumu var zavallının. Tamam... Gerekiyorsa tedavi ettirin onu. Elbette... Gözünüzün bebeği gibi bakacaksınız ona. Yiyecek de verin. Tamam... Ondan siz sorumlusunuz unutmayın. Evet... Şimdi iş konusuna geliyorum. Elbette... Konuşuyorum. Hattı kesmeyin. Vay anasını Guryan, hatta başkası girdi. Guryan, Guryan, konuşmayı kestiler.» Strelnikov konuşmasını yarıda kesmek zorunda kaldı. Sonra da düşünmeye başladı. Öğretmenlik yaptığı, savaşta geçirdiği ve bir esir olduğu zamanı düşünüp bunların tümünün bu gencin yaşına uygun olup olmadığını tahmin etmeye çalıştı. «Belki de benim öğrencilerimden biridir,» diye düşünüyordu. Sonra pencereden dışarıya Yuryatin'e evlerinin bulunduğu tarafa doğru baktı. Kentin kenarında; ırmak kıyısında bir evde oturuyorlardı bir zamanlar. Karısıyla kızı hâlâ orada mıydı? Gidip görmeli miydi? Ama şimdi onların bambaşka bir yaşamları vardı. Kendisinin de öyle. Önce bu yeni yaşamı yoluna sokmaları gerekliydi. Ondan sonra yarım bıraktığı yaşantısına, karısıyla kızının yanına dönecekti. Ama ne zaman? Kim bilir? İKİNCİ KİTAP SEKİZİNCİ BÖLÜM
VARIŞ I
Jivagoların geldiği tren yan hatlardan birinde duruyordu. A-na hatla onların treni arasında ise başka trenler vardı. Yolculukları süresince yabancılık çekmemişlerdi. Gene yolculukları süresince Moskova'yla olan ilişkilerinin sürdüğünü de hissetmişlerdi. Oysa şimdi
Moskova'dan tümüyle koptuklarını anlamışlardı. Bundan böyle kendine göre özellikleri olan bambaşka bir bölgede yaşayacaklardı. Burada insanlar, Moskova'da ve Petersburg'da olduğundan çok daha fazla birbirine yakın ve iç içeydiler. İstasyonun çevresinde sıkı bir polis kordonu olmasına, içeriye kimsenin alınmamasına karşın birçok kişi iç kısımlara sızmış, daha şimdiden vagonları doldurmuş, koridorlar da sıkışık bir duruma gelmişti. Trenlerin sağında solunda dolaşıyorlardı. Hemen hemen hepsi birbirlerini tanıyorlardı. Birbirlerini görünce sesleniyor, yan yana geçerken selamlaşıyorlardı. Alışkanlıkları, konuşmaları, giysileri ve davranışları Moskova'daki insanlardan çok farklıydı. Yuri en çok bu kadar insanın nasıl geçindiğini merak ediyordu. Nasıl para kazandıkları, neye ilgi duydukları, güçlüklere nasıl katlandıkları, yasalardan nasıl kaçtıkları hep kafasını kurcalayan sorulardı. Çok geçmeden tüm bu soruların yanıtını açık bir şekilde aldı.
Tüfeğini sürükleyerek yürüyen nöbetçi Yuri'yi vagonuna kadar götürdü. İnsanı terletecek derecede sıcak vardı. Nöbetçinin yere değen uzun silahı toprak üzerinde derin bir iz açıyor, bazen de orda burda uyuyanların, şurasını burasına çarpıyordu. «Hava iyice kendini belli etti,» dedi bir yandan da. Şimdi tam ilkbahar ekinin hasat zamanıdır. Bu tür havalar çiftçi için bulunmaz bir nimettir. Darı için daha vakit var. Bizim memlekette darı için henüz erkendir. Orada darı Umlina Bayramı'nda ekilmeye başlanır. Benim memleketim Tambov. Tambov'un Morshansk kö-yündenim. Ee doktor yoldaş, böyle bir içsavaş olmasaydı, benim bu mevsimde, buralarda ne işim vardı? Bak şu sınıf savaşı nelere yol açtı. Bizleri ne hallere getirdi.» III Yuri vagona çıkmasına yardım etmek isteyenlere teşekkür e-derek, bir sıçrayışta çıktı ve karısını kolları arasında aldı. Tonya, «Hele şükür, gelebildin,» dedi. «Zaten döneceğin konusunda pek kuşkum yoktu.» «Döneceğimi nerden öğrendin? Beni görünce geri döndüm diye şaşıracağınızı sanıyordum.» «Nöbetçiler gelip durumu anlattılar. Başka türlü durabilir miydik sanıyorsun? Babam da, ben de neredeyse deli olacaktık ü-züntümüzden. Bak babam nasıl uyuyor? O kadar üzüntüden sonra külçe gibi yılığıp kaldı. İstersen uyandırmaya çalış, kesinlikle uyandıramazsın. Bu arada yeni yolcular da geldi. Seni onlara tanıştırmadan önce ne dediklerini anlatayım sana. Öncelikle bu işten böyle kolay kurtulduğun içni hepsi seni kutluyor.» Tonya konuşmasına ara verdi. Sonra da «İşte kocam geldi», diyerek, Yuri'yi vagonun sonlarında bir yerde kalabalık arasında kalmış birine gösterdi. Adam, «Adım Samdevyatov» diyerek Yuri'yi selamladı. Bir yandan da kalabalığın arasından geçmeye çalışıyordu. Yuri, «Demek Samdevyatov bu adam. Ben onu çalı gibi sakalı, pelerini, gümüş kakmalı kemeriyle eski Rus baladlarından çıkmış biri gibi düşünmüştüm. Oysa bu haliyle o Sanat Dostları Der-neği'nin bir üyesine benziyor. Kıvırcık ve kır düşmüş saçları, bıyığı, küçücük bir sakalı var.» «Eee Strelnikov sizi bir hayli korkuttu değil mi?» «Hangi nedenle korkutsun? Aksine güzel bir konuşma yaptık onunla. Çok sağlam bir kişiliği var.» «Evet, öyle. Onu iyi tanırım. Bizim buralardan değildir. Sizin gibi Moskovalı'dır. Zaten buraya yeni olan her şey Moskova'dan gelir.» Tonya kocasına «Yuri, sevgilim, bu bay Anfim Samdevyatov'-dur. Buradaki herkesi tanıyor. Senden ve babamdan söz edildiğini duymuş. Büyükbabanı da tanıyor. Dedim ya herkesi tanıyor.» Sonra da sıradan bir şeyden söz eder gibi: «Herhalde öğretmen Antipova'yı da tanırsınız değil mi?» dedi. Samdevyatov da aynı kayıtsız tavırla, «Onunla neden ilgileniyorsunuz?» diye sordu.
Yuri karısının bir karşılık verdiğini duydu ama ne söyleyedi-ğini anlamamıştı. Bu arada Tonya, «Amfim Samdevyatov Bolveşik'tir. Konuşmalarına dikkat et,» dedi. Yuri, «Ya, öyle mi? Ben de onu sanatçıya benzetmiştim.» «Babamın bir hanı var. Yedi tane de arabamız var çalşıtırdı-ğımız. Ama ben ünivresitede okudum. Eşinizin söylediği de doğrudur. Bolşevik dünya görüşüne sahibim.» Tonya, «Anfim Samdevyatov ne dedi biliyor musun sevgilim? Yuryatin istasyonu kasabadaki yangın nedeniyle bizim treni alacak durumda değilmiş. Bizim tren de başka bir hata verilecekmiş. Bu hat Torfyanaya'ya giden hattın üzerindeymiş. Bu da bize büyük kolaylık sağlayacak. Tren değiştirmekten, eşyalarımızı bir trenden diğerine aktarmak kurtulmuş oluruz böylece. Ayrıca, tren yola çıkmak için gereken manevraları yapıyormuş,» dedi. IV Tonya'nın Samdevyatov'dan öğrendikleri doğruydu. Tren hatlar arasında manevralar yaptıktan, bazı yeni vagonlar eklenip, bazıları söküldükten sonra yola koyuldu. Uzaktan, tepelerin arasından kentin bir bölümü görülüyordu. Kilisenin haçları, fabrikaların bacaları ve bazı yüksek binaların çatılarıydı görülenler. Yanan yer, kentin dış mahallerinden biriydi. Çıkan dumanları rüzgâr önüne katmış sürüklüyordu. Gökyüzü dumanla kaplanmıştı. Samdevyatov geçtikleri yerleri Yuri'ye gösteriyor, açıklamalar yapıyordu. Zaman zaman trenin gürültüsü arttığında bu açıklamaları Yuri'nin kulağına eğilerek tekrarlıyordu. «Şu gördüğünüz yer ateşe verdikleri Büyük Sinema,» dedi. «Orada Harp Okulu öğrencileri mevzilenmişti. Neyse ki çabuk teslim oldular. Ama henüz çarpışmalar bitmedi. Şu çan kulelerinin üstündeki siyah karaltıları görüyor musunuz? Onlar, çetecileri siperlerinden çıkarmaya çalışan askerlerdir.» «Ben bir şey göremiyorum. Siz bu kadar uzaktan nasıl görüyorsunuz? Şaşırıyorum doğrusu.» «Şu yanan yer, Sanatçılar Mahallesi Khokhriki. Çarşının bulunduğu Kholodeyeve Caddesi biraz alt tarafta kalır. Doğrusu o-rada neler oluyor merak ediyorum. Çünkü bizim araba hanı da orada. Ama kendimi şanslı sayabilirim, çünkü yangın dış mahallelerden birinde. Üstelik kentin merkezine doğru da ilerlemiyor.» «Ne dediğinizi anlayamadım.» «Kentin merkezinde yangın yok dedim... Kilise, kütüphane ve daha pek çok önemli bina yangından kurtulmuş... Bizim soyadımız aslında San Donato'dur. Samdevyatov bu adın Ruslaşmış şeklidir. Demidovlar'ın soyundan olduğumuzu söylerler bizim. Prens Demidov San Donato benim dedem. Bir Prens. Ancak ben işin aslını pek bilmiyorum. Bu bir söylenti de olabilir. Bakın buraya da Sprika Düzü derler. Halk buraya piknik yapmaya, gezmeye, eğlenmeye gelir. Pek çok köşk ve villa vardır burada. Adı ne kadar tuhaf değil mi?» Önlerinde uzayıp giden ovada demiryolunun dışında dikkati çeken iki şey dev telgraf direkleri ile kurdeleyi andıran bir karayo-luydu. Bu yol ufukta kayboluyordu. Samdevyatov, «Bu da bizim ünlü dağ yolumuzdur. Tüm Sibirya'yı boydan boya kateder. Eskiden Sibirya'ya sürgün edilenler hep bu yolu kullanırlardı. Oysa şimdi daha çok çeteciler kullanıyor. Kısacası güzeldir bizim buralar. Alışacak ve seveceksiniz. Ay-rıldılğınız zaman da çok ararsınız burayı.» «İyi ama biz kentte kalmayacağız. Varykino'ya gideceğiz.» «Biliyorum, eşiniz de aynı şeyleri söylemişti. Varykino'da da kalsanız sık sık kente ineceksiniz. Eşinizi yüzüne bakar bakmaz tanıdım. İhtiyar Krueger'e o kadar çok benziyor ki... Gözleri, burnu, alnı... Büyükbabasının bir örneği sanki. Burada herkes onu a¬ nımsar.» Ovanın sonuna doğru bir yerlerde yakıt depoları görülüyordu. Yol boyunca da bazı sanayi ürünlerinin reklam tabelalarıyla karşılaşıyorlardı. Bunlardan iki kez karşılaştıkları biri Yuri'nin dikkatini çekmişti Moreau ve Vetchinkin. Her türlü tarım aletleri satan bir şirketin reklamıydı bu.
«Sağlam bir şirketti o,» dedi. Samdevyatov. «ürettikleri araçlar çok sağlamdı. Babam da ortaktı oraya.» «Anlayamadım ne dediğinizi.» «Çok iyi bir şirket olduğunu babamın da ortaklarından biri olduğunu söyledim.» «Ama babanızın han işlettiğini söylemiştiniz.» «Han işletmek herhangi bir şirkete ortak olmayı engellemez ki. Hem benim babamın başka yerlerde de ortaklıkları vardı. Örneğin Büyük Sinema. Kafası çalışan bir insandı babam.» «Bununla övünüyor gibisiniz.» «Babamın gözüaçıklığıyla mı? Elbette övünürüm.» «Bolşevikliğinize ne oluyor o zaman?» «Ne ilgisi var şimdi bunun onunla. Bir insan Mancizmi benimsedi diye aç mı gezmesi gerekir. Mancizm gerçek bir teori, mantığa dayalı bir felsefedir. Pozitif bir bilimdir.» Yuri söylenenlere yanıt vermekte kararsızdı. «İnsan yeni tanıştığı biriyle bu konuları konuşarak kendini tehlikeye atmamalı,» diye düşünüyordu. Gene de, «Mancizm gerçekten de pozitif bir bilim midir? Bir bilim olmaya hak kazanacak şekilde kendini kanıtlamış mıdır? İnsanlar genel olarak yarattıkları teoriyi uygulamak, sonuçlarını da görmek isterler. Ama politika bana hiç de çekici gelmiyor. Gerçeklerin görmezlikten gelinmesinden hiç hoşlanmıyorum,» demekten kendini alamadı. Samdevyatov Yuri'nin sözlerini, «Garip, ancak akıllıca» diye nitelendirdi. Tren manevra yapıyordu gene. Son makasın yanına geldiğinde burada bulunan bir kadın, elindeki örgüyü yere bırakıyor, kolu aşağıya doğru indiriyordu. Bunun üzerine tren geziye doğru gitmeye başlıyordu. Belinde süt dolu bir matara bulunan kadın bu kez tehdit eder gibi yumruğunu sallıyordu. Samdevyatov kadının yumruğunu kendisine salladığına inanıyor, ancak bunu neden yaptığını bir türlü anlayamıyordu. «Yüzü yabancı değil. Glaska Tunteva olmasın? Hayır, hayır olamaz. Bu kadın ona göre çok yaşlı. Ama neden bana düşman? Herhalde beni birine benzetiyor. Her yerde görülen karışıklıklar demiryollarında da var. Bu kadın da bu nedenle sıkıntı içinde olup bunun sorumlusu olarak da beni görüyor olmalı. Aman, düşünecek başka şey kalmadı da buna mı kafa yoracağım.» Sonunda kadın elindeki bayrağı salladı ve bağırarak makiniste bir şeyler söyledi. Tren düdüğünü öttürerek makası geçti ve a-çıklığa çıktı. Ondört numaralı vagon makasın önünden geçerken kadın bu kez vagonun kapısının önünde oturmakta olan Yuri ve Samdevyatov'a dilini çıkardı. Samdevyatov ise düşüncelere daldı. V Kentin yanan kenar mahallelerini, reklam tabelalarını ve yakıt depolarını geçmişlerdi. Samdevyatov, «Hadi içeriye geçelim,» dedi. «benim inmeme çok az kaldı. İlk istasyonda ineceğim. Siz ikinci istasyonda ineceksiniz. İneceğiniz zaman biraz acele edin yoksa trende kalabilirsiniz.» Tren şimdi küçük korular ve tepelerin arasından geçiyordu. Karayolu da aynı korular ve tepeler arasından kıvrılarak uzanıyordu. «Şimdi siz buraları çok iyi biliyorsunuz değil mi?» «Elbette. Hem de kendi evim gibi. Bu çevrede yüz kilometrelik bir alanı her şeyiyle tanırım. Aslında benim asıl mesleğim avukatlık. Yirmi yıldan bu yana çeşitli davalarla ilgi olarak bu bölgeyi karış karış gezdim.» «Şimdi de avukatlığa devam ediyor musun?» «Elbette.» «Bugünlerde sizi ilgilendirebilecek davalar oluyor mu ki?» «Tabii eski, bitmemiş davalar, ticari işlerle, sözleşmelerle ilgili sorunlar. O kadar çok ki bu tür işler, bilsen şaşarsın.» «Ama yeni yönetim bu tür işlere son vermemiş miydi?» «Evet, ama bunu uygulamak mümkün olmadı. Pratikte uygulanması mümkün olmayan bazı kararlar da alındı yeni yönetim tarafından. Örneğin, özel kuruluşlar devletleştiriliyor, ama bir yandan da belediye için yakıt, il komitesi için at, araba isteniyor. Bir yandan da insanlar yaşamak zorunda, bunun için de çalışmaları, geçinmeleri gerekiyor. Bir geçiş dönemi yaşadığımız için teoriyle pratik arasında uyum kurmak biraz zor oluyor. Bu da pek
çok insanı ne yapacağını bilemez bir duruma getiriyor. İşte size benim gibi zeki işini bilir avukatlar için son derece elverişli bir ortam. Çok bilinen sözdür, 'Sol elin yaptığından sağ elin haberi yoktur.' Ben de yapılanları görmemezlikten geliyor, para verirlerse de cebime indiriyorum. Ama inanın ki bölge halkının yarısından fazlası beni tanır ve bana güvenir. Yakında bir kereste işi için Varykino'-ya geleceğim. Oraya da ancak atla gelinebilir. Oysa benim atım bu aralar sakat. Aslında ben her tarafa atımla gidiyordum. Onun sakatlanması nedeniyle bu trene bindim. Eğer atım sakatlanmasa sizinle de karşılaşamazdık. Dediğim gibi Varykino'ya geleceğim a-ma atım iyileştikten sonra. Orada size yardımım dokunabilir. Sizin malikânenin müdürü Mikulitsin'i de tanırım.» «Peki oraya neden gittiğimizi biliyor musun? Planlarımızı filan.» «Hayır bunu bilemem. Ancak bazı tahminlerde bulunabilirim. İnsanlar hep alnının teriyle kazanmayı sever. İnsanların hemen tümünün ortak sevgilerinden biri de toprak sevgisidir. İşte bunun gibi şeyler herhalde planladığınız.» «Bu tür yaşantıyı küçümser gibi bir havanız var. Bu tür bir yaşamı özlemek çok mu garip?» «İdealistçe bir yaklaşım. Ama neden olmasın? Size başarılar dilerim. Fakat ben böyle bir şeyi gerçekleştirebileceğinizi hiç sanmıyorum. Mikulitsin'in bile sizi pek iyi karşılayacağını sanmıyorum. Sizi kapıdan kovacaktır sanıyorum. Sizi öldürse bile hiç şaşmam. İşleri alabildiğine karışık, işçiler dağılmış, fabrikalar kapalı adam kendini bile geçindiremiyor bir de siz çıkıp geliyorsunuz.» «İşte gene değişik düşünceler ileri sürmeye başladınız. Yaşam bu değil, bu bir aldatmacadır.» «Siz de tüm bu yaşanılanların, olanların kaçınılmazlığını anlayamıyorsunuz bir türlü.» «Neresi kaçınılmaz bunların.» «Sizi anlamakta güçlük çekiyorum. Siz ya şaka ediyorsunuz ya da çocuksunuz, olup bitenleri göremiyor, anlayamıyorsunuz. İşçiler yüzyıllardan beri sömürüldü. Bu durumun hep böyle gideceğini nasıl düşünebiliyorsunuz. Onların bu duruma gösterdiği tepkiyi ve insanca yaşamak için verdikleri mücadeleyi nasıl göremezsiniz.» «Birbirimizi anlamakta büyük güçlük çekiyoruz. Ne kadar tartışırsak tartışalım bunu değiştiremeyeceğimizi sanıyorum. Bir zamanlar ben de devrimden yanaydım. Şimdiyse zorla hiçbir şeyin elde edilemeyeceğine inanıyorum. İnsanlar kendi mutluluklarına zorla değil, kendi istekleriyle kavuşmalı. Neyse bunları boş verelim. Mikulitsin konusuna gelmek istiyorum ben. Eğer söylediğiniz gibi karşılayacaksa geri dönmemiz daha iyi olmaz mı?» «Yapmayın canım. Öyle şey mi olur. Birincisi Mikulitsin'den başka insan mı yok? İkincisi Mikulitsin iyi kalpli, çok iyi bir insandır. Belki önce bağırıp surat asar ama, sonradan sırtındaki gömleğini, hatta bir lokma ekmeğini bile sizinle paylaşmak isteyecektir.» Bu açıklamalardan sonra Samdevyatov, Mikulitsin'in öyküsünü anlatmaya başladı. VI «Mikulitsin buraya yirmi beş yıl kadar önce geldi. Petersburg Teknoloji Enstitüsü öğrencisiyken Yuryatin'e sürgüne gönderilmişti. Kruger'in yanında idare müdürü olarak çalışmaya başladı. Bu sırada Kureger'in yanında çalışan Agrippina, Aşdotya, Glaphi-ra ve Seraphima isimli dört kızkardeş vardı. O zamanki delikanlıların tümü onların peşindeydi. Mikulitsin bunların en büyüğü o-lan Agrippina ile evlendi. «Çok geçmeden adını Liberius koydukları bir erkek çocukları oldu. Libby diye çağırdıkları bu çocuk çok yaramazdı ama çok becerikliydi. Savaş başladığı zaman henüz on beş yaşında olmasına karşın, yaşını büyülttürdü ve gönüllü olarak cepheye gitti. Zaten hastalıklı bir kadın olan annesiyse bu duruma dayanamayıp iyice yatağa düştü ve devrimden çok kısa bir süre önce öldü. «Libby ise savaştan, üç madalya alarak ve bir kahraman olarak döndü. Aynı zamanda bir Bolşevik militanı olmuştu. Orman Milisleri diye bir örgütten söz edildiğini duydun mu hiç?» «Hayır duymamıştım.» «Partizanlar'dı onlar. Aralarında ise her çeşit insan vardı. Manastırlardan kovulmuş papazlar, ailesine karşın çıkan gençler, okullardan atılmış öğrenciler, serbest bırakılacağı
vaadedilen Alman ve Avusturyalı esirler gibi daha çok başka insanlardı bunlar. Bu milislerin belkemiğini ise köylüler oluşturuyordu. İşte Orman Milisleri adı verilen örgütün böyle bir yapısı vardı. Örgütün başında ise kendisine Yoldaş Forester denilen biri vardı. Bu Forester-'in kim olduğunu biliyor musunuz? Mikulitsin'in oğlu Liberius.» «Ne diyorsunuz, gerçek mi söylediğiniz?» «Elbette. Ama ben size gene Mikulitsin'den söz edeyim. Karısının ölümü üzerine ikinci kez evlendi. İkinci karısı evlendiğinde öğrenciydi. Halen biraz saftır ama, olduğundan da saf görünmeye çalışır. Çünkü bu durum onun işine geliyor. Çok genç olmasına karşın daha da genç görünmeye çalışır. Konuşurken kırıtır cilve yapar, masumca pozlar takınır. Karışlaştığı birini hemen kendince sorguya çeker. Sorduğu sorular da saçma sapan şeylerdir. Örneğin: 'General Suvorov nerede doğdu?', 'Üçgenlerin iki kenarının uzunluğunun toplamı ne zaman üçüncü kenara eşit olur?' gibi. Eğer sorularına yanıt veremezseniz ondan mutlu kimse yoktur. Zaten birkaç saat sonra size anlattıklarımın ne kadar doğru olduğunu bizzat göreceksiniz. «Mikulitsin ise denizci olmayı istermiş. Deniz mühendisliği konusunda çalışmış. Tertemiz dolaşır ve sakalını düzenli traş e-der. Piposunu ağzından düşürdüğünü görmek çok zordur. Alçak sesli ve dostça bir konuşması vardır. Az daha unutuyordum. Bir sosyal demokrattır. Kurucu Meclise bile seçildi.» «Bak bu önemli. Demek baba oğul kanlı bıçaklı durumda.» «Teorik olarak öyle. Ancak Orman Milisleri Varykino'da savaşmıyor. Neyse, b e * gene asıl konuya geleyim. Mikulitsin'in üç baldızı var. Bunlar Yuryatin'de oturuyor. Evlenmediler de. En büyükleri olan Avdatya sevimli, güzel bir kız ama çok utangaç. Belediye kütüphanesinde çalışıyor. Buradaki işinde çok zorlanıyor. Kütüphane çok sessizlik isteyen bir yer. Oysa Avdotya'da müzmin nezle var. Sık sık öksürmek, aksırmak zorunda kalıyor. Bu da o-nun utancından kıpkırmızı olmasına yetiyor. «İkinci kızkardeş Glaska, çok zeki ve çalışkandır. Canlıdır, sürekli bir şeylerle uğraşmak ister. Liberius'un bu teyzesine çektiği söylenir her zaman. Bir gün terzide çalışırken gördüğünüz Glasha'yı, ertesi gün bir çorap atölyesinde, bir başka gün ise berberlik yaparken görebilirsiniz. Yuryatin'de makastan geçerken o-nu makasçılık yaparken gördüm. Hani dilini çıkarıp, trene yumruğunu sallayan kadın vardı ya, o. Ancak Onun Glasha olduğu konusunda kararsızdım. Çünkü o kadın biraz daha yaşlı gibi göründü bana. En küçüğü için, tam bir başbelası demek çok yerinde bir tanımlama olur. Kültürlü ve bilgili bir kızdı. Çok okur, felsefe ve şiirle ilgilenirdi. Ancak devrim öncesi olaylar sırasında aklını oynattı. Ablaları işe giderken onu eve kilitliyor ama, o her seferinde dışarıya çıkmanın yolunu buluyor. Etrafına topladığı insanlara dini söylevler veriyor. Ben de ineceğim yere geldim bu arada. İşte benim ineceğim istasyon bu. Siz de yavaş yavaş hazırlanırsanız iyi olur. Bundan sonraki istasyonda ineceksiniz çünkü.» Samdevyatov indikten sonra Tonya, «Sen ne düşünüyorsun bilmiyorum ama bana göre onu bize Tanrı yolladı. Bize çok yardım olacağına inanıyorum,» dedi. «Ben de aynı düşüncedeyim. Yalnız hoşuma gitmeyen bir şey oldu burada. Krueger bu bölgede çok tanınmış bir insan. Sen de ona çok benziyorsun. Her gören senin onun torunu olduğunu anlıyor. Varykino'ya gittiğimizi söyleyice Strelkinov bile Krueger'le bir yakınlığımız olup olmadığını sordu,» «Öyle sanıyorum ki burada Moskova'da olduğundan daha fazla sıkıntı çekeceğiz. Üstümüze çok da dikkat çekeceğiz. Oysa buraya sessiz, huzurlu bir yaşam geçirmek için geldik. Ancak yapabilecek bir şey de yok. İçimde kötü bir duygu var. Az sonra istasyona geleceğiz. Hadi babamı kaldır da hazırlanalım artık.»
Tonya istasyonda ailesini ve eşyaları birçok kez saydı. Trende herhangi bir şeyi ya da kimseyi unutmak istemiyordu. Trenden inmiş olmasına, istasyonda bulunmasına karşın hâlâ «Trenden inemeyeceğiz» endişesi taşıyordu içinde. Tren önünde duruyor olmasına karşın, hareket halindeyken çıkardığı gürültü kulaklarından gitmiyordu. Tren hareket etmiş, yolları devam eden yolcular ona sesleniyor, el sallıyorlardı. Oysa Tonya bunları ne görüyor, ne de işitiyordu. O kadar ki trenin gittiğini bile farkedememişti. Ancak önünde beliren yemyeşil ova ve masmavi gökyüzünü görünce kendine gelebildi.
İstasyon binası taştandı. Girişin iki yanında tahta sıralar vardı. Torfyanaya istasyonunda onlardan başka inen olmamıştı. Eşyalarını yere koyarak bu sıralara oturdular. İstasyon pırıl pırıldı. Bu temizlik ve sessizlik karşısında şaşırıp kaldılar. İtitip kakışan bir kalabalık olmaması ne kadar güzel bir şeydi. Demek ki büyük kentlerin barbarlığı bu taşra kasabasına henüz ulaşamamıştı. Küçük bir korulğun içindeki istasyondan çıkan tren ağaçların arasına girince vagonların içi loş bir hale geldi. Şimdi istasyonun durumu daha da güzel bir görünüm almıştı. Hafifçe sallanmaktı olan ağaçların gölgeleri; kendi üzerlerine, istasyon binasına ve sa rı renkli toprağa vuruyordu. Ağaçlarda bulunan pek çok kuşun tatlı cıvıltıları işitiliyordu. Bu sesler üzerine Tonya; sanki yeniden duymaya, görmeye, kavramaya başladı. Çok farklı şeyler söylemek üzere açılan ağzından «Ne kadar güzel bir manzara değil mi?» sözleri döküldü. Daha fazla konuşmadan da ağlamaya başladı. Onun ağlarken çıkardığı sesleri duymuş olan istasyon' şefi binadan çıkarak onların yanına geldi. Ufak tefek, yaşlı bir adamdı. Kibar bir tavırla: «Sinirlerinizi yatıştırıcı bir ilaç ister misiniz?» diye sordu. «İstasyonun ecza dolabında böyle bir ilaç bulabilirim.» «Çok teşekkür ederim,» dedi Tonya. «Önemli bir şeyim yok. Sanırım birazdan geçer.» «Yol yorgunluğunun etkisiyle oldu herhalde. Üstelik hava çok sıcak bugün. Bizim buralarda hiç böyle sıcak olmazdı. Bir de insanı üzen Yuryatin olayları var, üstüne üstlük.» «Evet, geçerken oradaki yangını gördük.» «Sanırım Moskova'dan geliyorsunuz. Öyleyse hanımfendinin sinirlerinin bozulmasını normal karşılamanız gerekiyor. Çünkü Moskova'da taş üstünde taş koymadılar diyorlar.» Alexandr Gromeko; «Yok canım o kadar da değil, biraz a-bartmışlar,» dedi. Sonra da aile bireylerini tek tek tanrttı. «Bu kızım, bu damadım, bu küçük oğulları, bu da çocuğun dadısı Nyus-ha.» «Memnun oldum, nasılsınız efendim? Geleceğinizden haberim vardı. Anfim Yefimoviç Sashma'dan telefon edip Doktor Jiva-go ailesiyle birlikte Moskova'dan geliyor diye bilgi verdi. Size e-limden geldiğince de yardımcı olmamı istedi. Demek o sizsiniz.» «Hayır, Doktor Jivago işte bu. Benim damadımdır. Bense tarım öğretmeniyim. Adım Alexander Gromeko.» «Çok özür dilerim. Yanılmışım demek. Ama sizinle tanıştığım için de çok memnun oldum.» «Demek Samdevyatov'u tanıyorsunuz?» «Elbette. Burada herkes tanır onu. O bizim tek dayanağımızda. O olmasaydı biz çoktan ölmüştük. Bana 'onlara elinden gelen yardımı yap' dedi. Ben de elimden gelebilecek her şeyi yapacağıma söz verdim. Bir ata ya da başka bir şeye gereksiniminiz var mı? Nereye gitmeyi düşünüyorsunuz?» «Varykino'ya. Buraya çok uzak mıdır?» «Varykino dediniz değil mi? Tabii... Bende deminden beri kızınızı bir yerden tanıyorum ama nereden diye düşünüp duruyordum. Varykino'ya gitmek istediğinizi söyleyince de sorun anlaşıldı. Bu gördüğünüz demiryolunu İvan Krueger'le ben birlikte yapmıştık. İzninizle adamlardan birini çağırayım da size bir araba bulsun. Hey Donat, gel, gel de şu eşyaları bekleme salonuna taşı. Acaba atı nereden bulacağız? Bacchus bu sabah buralarda dolaşıyordu. Bak bakalım yerinde duruyor mu? Ona Varykino'ya gidecek dört yolcu olduğunu söyle. Yeni geldiler ve hemen hemen hiç eşyaları yok de. Hadi koş bakayım... Bak kızım sana da bir öneride bulunmak istiyorum. İvan Krueger'e ne kadar benzediğinizi hemen söylemedim. Büyükbabanızla ilgili konuşmalarınızda çok dikkatli olmasınız. Çok karışık bir dönemde yaşadığımızı sakın u-nutmayın.» Arabacı Bacchus'un adının geçmesi yolcuların tümünü şaşkına çevirmişti. Anna Gromeko'nun anlattığı; kendisine demirden barsak yapan ve daha pek çok şaşırtıcı kahramanı olan Bacchus'u hepsi bir kez daha anımsamıştı. VIII Arabacı beyaz bir kısrağı sürüyordu. Kısa bir süre önce doğurduğu bir tay da bu beyaz kısrağın yanında koşuyordu. Tahtadan yontularak yapılmış bir oyuncağa benziyordu. Arabacının kendisi ise bembeyaz saçları ve kocaman kulakları olan bir ihtiyardı.
Araba çukurlara girip, tümseklere çıktıkça Jivagolar düşmemek için arabanın iki tarafına tutunuyorlardı. Hepsi de huzur i-çindeydi. Düşleri gerçekleşmek üzereydi. Kısa süre sonra yolculukları sona erecekti. Hava çok güzeldi. Çenesi durmak bilmeyen arabacı ise bir başka güzellikteydi. Yol zaman zaman ormandan, zaman zamanda tarlalardan geçiyordu. Ormandan geçiş sırasında araba sık sık karşılaştığı kütüklere çarparak sarsılıyordu. O zaman hepsi birbirine sarılıyor, sarsıntının geçmesini bekliyorlardı. Yol tarlaların arasından dümdüz giderken de hepsi rahatlayarak yerlerine oturuyor, sağa sola bakarak manzaranın tadını çıkarmaya çalışıyorlardı. Oldukça engebeli bir bölgeydi burası. Uzaklarda görünen siyah, yüksek tepeler gökyüzüne doğru yükseliyordu. Oldukları yerden her şeyi herkesi kontrol ediyor gibiydiler. Tarlalardaki gözalı-cı aydınlık ise Jivago ailesini tepelerin neden olduğu karamsarlıktan kurtarıyordu. Gördükleri her şey hem hoşlarına gidiyor, hem de şaşırtıyordu onları. Hafifçe kafadan sakat olan Arabacı Bacchus'un, yerel deyimlerle süslü Tatar aksanlı konuşması ise en fazla hoşlandıkları şeylerden biriydi. Tay geri kaldıkça kısrak duruyor, onun yanına gelmesini bekliyordu. Annesinin beklediğini gören tay da beceriksiz sıçramalarla onun yanına geliyor; boynunu eğerek memesine sarılıyordu. Tonya arabanın sarsıntısı nedeniyle dilini ısırmamaya çalışarak, «Bir türlü anlayamadım,» dedi. «Annemin anlattığı Bacchus, bu arabacı olabilir mi? Annemin anlattığı öyküyü anımsıyorsun değil mi? Hani bir kavgada barsakları deşilen, bunun üzerine kendine yeni bir takım barsak yapan demirci öyküsünü. Demir bağ-saklı Bacchus. Elbetteki bu bir öykü. Ancak gene de kafamı kurcalayan konu, acaba bu Bacchus'un o öyküyle bir ilgisi var mıdır?» «Tabii ki yoktur Tonya. Bunun bir öykü olduğunu zaten sen kendin de söylüyorsun. Ayrıca annen bu öykünün yüzyılı aşkın bir süreden bu yana anlatılageldiğini de söylerdi. Biraz sessiz konuşursan iyi olur. İhtiyar bu konuştuklarımızı duyarsa üzülebilir.» «Hiçbir şey işitmez, çünkü sağır. İkşitse bile, kunuştukları-mızdan bir şey anlayacağını da sanmıyorum. Biraz kafadan sakat gibi.» «Hey Fyodor Nefyodiç!» diye kısrağına erkek adıyla seslendi arabacı. Neden böyle davrandığını kimse anlayamadı. Ancak herkes atın dişi olduğunu biliyordu. Sonra da birdenbire geriyerek dönerek Tonya'nın gözlerine baktı. «Sizin aklınız nerede küçük hanım? Sizin kim olduğunuzu anlamadın mı sanıyorsunuz? Yazık! Ne kadar da safsınız. Sizi daha görür görmez tanıdım ben. Hık demiş de Krueger'in burnundan düşmüş gibisiniz. Yanılmıyorsam onun torunusunuz. Bunun benim kadar kimse bilemez. Tüm yaşantım boyunca onun yanında çalıştım. Kendisini çok da iyi tanırım. Asansörcülük yaptım, ocaklarda çalıştım, pek çok işte çalıştım. Hadi koş bakalım, deh. Benim demir barsaklı Bacchus olup olmadığımı merak ediyorsunuz. Demek ki sizin o koca gözlerinizin ardında hiç akıl yok. Çok safsınız çok sözünü ettiğimiz Bacchus'un soyadı Postanogov'du. Demir barsaklı Postanogov en az elli yıl önce öldü. Onunla tek ortak yanımız adımız. Benim adım da Bacchus ama soyadım Mekhonos-hin.» İhtiyar arabacı onlara Mikulitsin'le ilgili olarak, Samdevya-tov'un anlattıklarının hemen hemen aynısını anlattı. Mikulitsin'in ikinci karısından 'kanatlı bir melekti' diye söz ediyordu. Liberius-'tan söz ederken Moskova'da tanınmadığını öğrenince hayretler içinde kaldı. Bir türlü inanamıyordu buna. «Demek ki siz Liberius'u tanımıyorsunuz ha? Peki Moskova'da bulunan insanların kulakları yok mu?» Akşam olmak üzereydi. Oldukça ıssız ve düz, ağacı olmayan bir bölgeden geçiyorlardı. Çalılıklar arasında uzun saplı çiçek demetleri görülüyordu. Ova, ilerilerde bir yerde sıra halinde dizilmiş gibi duran tepelerin eteğinde son buluyordu. Bu tepeler uzaktan yolları üzerine dikilmiş bir engel gibi görünüyordu. Bunlardan birinin üzerindeyse beyaz badanalı bir ev vardı. Bacchus, bu evi göstererek, «İşte Mikulitsin'in evi orasıdır,» dedi. «Aşağıda görülen ormanlık vadinin adı ise Shutma'dır.» Bu sırada aşağıdaki vadide yankılar yapan, iki el silah sesi duyuldu. «Bu sesler de ne? Partizanlar olmasın? Yoksa bize mi ateş ediyorlar? »
«Yok canım! merak edilecek bir şey yok. Mikulitsin kurtları korkutmak için havaya ateş ediyor.» IX Mikulitsinler'le karşılaşmaları evin önünde bulunan avluda oldu. Sessiz bir şekilde başlayan bu karşılaşma şaşkınlık yarattı, gürültü ve kargaşa içinde sona erdi. Biraz da üzüntü verici bir sahneydi. Mikulitsin'in karısı Helen ormanda yaptığı gezintiden dönüyordu. Üzerinde yazlık bir elbise vardı. Yürürken terleyen yüzünü mendiliyle siliyordu. Uzun bir kordonla boynuna asılmış olan hasır şapkası sırtında sallanıyordu. Elindeki tüfeği gözden geçirmek istiyordu. İşte tam o sırada da Bacchus'un arabası taşlar üzerinde sıçra-ya sıçraya ortaya çıktı. Yolcular arabadan birer birer indiler. Alexander Gromeko elindeki şapkayı evire çevire endişeli bir sesle durumlarını anlatmaya başladı. Mikulitsinler şaşkınlıktan, seslerini çıkaramadan kala kaldılar. Konuklarının da onlardan farklı bir yanları yoktu. Öylesine bir utanç duyuyorlardı ki, yer yarılsa içine girebilirlerdi. Durumun açıklanmayı gerektiren bir yanı da yoktu. Bacchus, Nyusha ve Sasha bile her şeyi apaçık bir şekilde görebiliyorlardı. O kadar ki; kısrak, tay, güneşin yaldızlı ışıkları, Helen'in etrafında dönmekte olan sinekler bile bu durumdan rahatsız olmuş gibiydi. En sonunda Mikulitsin sessizliği bozdu. «Doğrusunu isterseniz hiçbir şey anlayamadım. Siz burayı ne sanıyorsunuz? Burada hiç buğday yetişir mi? Ekmeği, buğdayı bir yana bırakın, burası Beyazlar'la kaynıyor. Nereden aklınıza esti buraya gelmek? Gidecek başka yer bulamadınız mı?» «Kocamı nasıl bir sorumluluk altına soktuğunuzun farkında mısınız?» diye sordu Helen. «Mikulitsin eşine, «Helen, sen karışma,» dedi. «Tabii bu da karşılaşacağım sorunlardan biri. Eşim bu konuda haklı.» «Vay anasını! Ne kadar da yanlış anlıyorsunuz bizi. Biz buraya sizin rahatınızı kaçırmak için gelmedik. Sizden istediğimiz şey o kadar az ki. Binanın bir köşesinde sığınabileceğimiz, bir yer, kimsenin sahip çıkmadığı ve ekip biçebileceğimiz küçük bir toprak parçası. Biraz da odun, sizden istediğimiz yalnızca bunlar. Bu kadarcık şeyle sizi rahatsız etmiş olur muyuz?» «Hayır, beni düşündüren bu değil. İçinde bulunduğum konumu bilseniz bana hak verirdiniz. Oğlum bir kutupta, ben bir kutuptayım. Bu durum yetmiyormuş gibi bir de siz çıkıyorsunuz başıma. Ne yapacağım ben şimdi. Bilemiyorum.» «Ama biz sizi tanıdığımız için, yabancı bir yere gitmediğimizi düşünerek buraya geldik.» «Bakın siz Krueger'in akrabası olduğunuz için buraya geldiniz ama benim burada nasıl diken üstünde oturduğunu bilmiyorsunuz. Oğlum Kızıl bir Bolşevik'tir. Üstelik çok sevilir. Ben ise bir zamanlar Kurucu Meclis'e seçilmiştim. Bu durum bu çevrede pek' hoş karşılanmıyor bazılarınca. Anlayacağınız buradaki her şey Arapsaçına dönmüş. Kimin ne olduğu, ne yaptığı belli değil. İnanamıyorum bir türlü başıma gelenlere, ne yapacağım ben şimdi.» «Lütfen kendinize gelin. Neler söylüyorsunuz Tanrı aşkına?» Mikulitsin az sonra yumuşamıştı. «Peki» dedi. «Burada epey çene çaldık. Biraz da içeride konuşalım. Ayrıca buraya kadar geldiğinize göre sizi geri gönderecek de değiliz. Böyle bir şeyi yapacak kadar ne serseri, ne de vicdansız insanlarız. Şimdi içeri girelim de ne yapacağımıza sonra karar veririz. Sanıyorum size bahçedeki kulübeyi vereceğiz Bacchus konuklara yardım et de eşyaları içeriye taşı.» Eşyaları taşımaya çalışan Bacchus, «Aman Tanrım, bunlar da ne? Yersiz yurtsuz insanların eşyalarını andıran birçok çıkın. Tek bir bavul bile yok,» diye söyleniyordu bir yandan. X Akşam olmuş, hava da iyice serinlemişti. Konuklar yıkanıp temizlendi. Kadınlar konukların kalacağı odaları hazırladı. Sasha olup bitenlerden şaşkına dönmüştü. Gösterdiği taşkınlık
nedeniyle de bir iki kez azarlanınca ağlamaya başladı. Karnını doyurup hemen yatırdılar. Onun uyumasından sonra Mikulitsinler'in hizmetçisi gelip Nyusha'yı götürdü. Hem yemek, hem de neyin nerede olduğu gibi evle ilgili bilgiler verecekti ona. Tonya ve erkekler ise çay ikram edilmek üzere salona çağrıldı. Yuri ve kayınpederi kısa bir süre için izin alıp hava almak üzere kapının önüne çıktılar. Alexander Gromeko, «Gökte ne kadar yıldız var değil mi?» dedi. Dışarıda ürkütücü bir karanlık vardı. Aralarında bir iki adım ara bulunmasına karşın birbirlerinin yüzünü seçemiyorlardı. Evin arka tarafındaki pencerelerden birinde bulunan bir ışık vadiye doğru bir yerleri aydınlatıyordu. İkisi de çevrelerindeki karanlığın daha da koyu olmasına neden olan bu ışığın dışındaydılar. «Yarın bize vermeyi düşündüğü kulübeyi görelim ilk iş olarak. Eğer onarıma gereksinimi varsa hemen işe koyulmalıyız,» dedi Alexander Gromeko. «galiba tohumluk patates de vereceğini söyledi değil mi?» «Evet, evet. Başka tohumlar da vereceğimi söyledi. Bize vermeyi düşündüğü kulübeyi de bahçeden geçerken görmüştük. Asıl bina taştan olduğu halde orası ahşaptı. Arabayla gelirken de size göstermiştim, anımsadınız mı bilmiyorum. Sebze bahçesini de o-raya yaparız diyorum. Eskiden de bir şeyler ekilmiştir sanıyorum. Eğer yanılmıyorsam gübresi bol bir yerdir orası.» «Bilemiyorum. Bunu yarın görürüz. Kanımca orada toprak şimdi taş kadar sertleşmiştir ve otlarla kaplıdır. Yarın her şeyi daha yakından görürüz. Bu gece don olacağa benziyor. Kapağı buraya atabilmemiz ne güzel bir şey. Çok güzel bir yer burası, çok sevdim.» «İyi insanlar değil mi? Hele Mikulitsin ne kadar iyi. Yalnız kadın biraz şımarık gibi. Kendi kendisinden bile hoşnut olmayan bir hali var. Öyle bir yanı var ki kendisi de beğenmiyor. Durmadan surdan burdan konuşmasının nedeni de bu. Hakkında kötü şeyler düşünülmemesi için dış görünüşüyle dikkati çekmek istiyor. Konuşurken şapkasını çıkarmayışı da bundan. Şapkanın kendine yakıştığını biliyor.» «Artık içeriye girelim. Biraz daha gecikirsek iyice kabalık etmiş oluruz.» Tonya'nm ev sahipleriyle birlikte çay içtiği yemek salonuna giderlerken Mikulitsin'in çalışma odasından geçtiler. Oda karanlıktı. Karanlık basmadan önce, bu odanın vadiye bakan büyük bir penceresi olduğunu görmüşlerdi. Pencerenin önünde ise büyük bir masa, masanın üzerinde de uzunlamasına konulmuş bir av tüfeği vardı. Yuri bu odadan geçerken Mikulitsin'i kıskandı. «Eviniz çok güzel. Hele çalışma odanız. Çalışmak zevki verir insana.» «Çayı nasıl istersiniz, fıncnada mı bardakta mı? Açık mı yoksa koyu çay mı içersiniz?» «Yuri baksana bir stereoskop. Bay Mikulitsin'in oğlu çocukluğunda yapmış.» «O hâlâ çocuk, büyümüş değil ki. Komuch'tan ele geçirdiği bazı yerleri Sovyet iktidarına veriyor sürekli. Ama o hâlâ bir çocuk.» «Komuch dediniz. O ne demek?» «Sibirya Hükümeti'nin ordusunun adıdır. Bu bölgelerde kurulmuş olan meclisin iktidar olması için savaşıyor.» «Yol boyunca oğlunuzdan söz edildiğini duyduk. Oğlunuzla ne denli övünseniz azdır.» «Bunlar Urallar'ın stereoskopla bakılmak üzere ekilmiş fotoğraflarıdır. Resimleri de gene kendi yaptığı bir fotoğraf makinesiyle çekti.» «Bisküviler ne kadar lezzetli Sakarinle mi yapıldı?» «Sakarin mi? Böyle yabani bir yerde sakarini nereden bulacağım. Çayıma şeker attığımı görmüyor musunuz?» «Evet ya. Ben de tam o sırada fotoğraflara bakıyordum. O-nun için farketmedim. Çay da hakiki galiba?» «Tabii. Yasemin Çayı.» «Peki nasıl buluyorsunuz bunları?» «Yeni hükümetin yöneticilerinden biri getirdi bana. Çok sevilen bir solcu. İl ekonomi komitesinin sorumlusu. Bizden aldığı odun yerine un, tereyağı, şeker, çay gibi şeyler getiriyor. Bana şekeri uzatır mısın Vivy. Komedi yazarı Griboyedov'un ölüm tarihini söyleyebilir misiniz?» «1795'te doğmuştu, ama öldürüldüğü tarihi anımsayamıyorum» «Başka çay ister misiniz?»
«Peki Nijmegan Antlaşması ne zaman, kimler tarafından imzalandı?» «Helen, konukları rahatsız etme,» diye söze karıştı Mikulitsin. «Henüz yorgunluklarını üzerlerinden atamadılar.» «Şimdi de şunu söyleyin bakayım: Kaç çeşit mercek vardır? Bunların hangisiyle bakıldığında görüntüler başaşağı görünür.» «Siz bu kadar geniş fizik bilgisini nereden öğrendiniz?» «Yuryatin'de çok bilgili bir fen hocamız vardı. Hem erkek lisesinde, hem de bizim lisede ders veriyordu. Ne kadar kültürlü ve bilgili biri olduğunu anlatamam. Anlattıklarını hepimiz çok iyi anlardık. Adı Antipov'du. Hemen hemen kızların tümü ona âşıktı. Eşi de öğretmendi. Gönüllü olarak savaşa katıldı. Vurulup öldüğünü duyduk. Kimileri Komiser Strelnikov'un mezarından hortlamış olan Antipov olduğunu söylüyor. Ne kadar saçma düşünceler, olanaksız bir şey diyorum ama, şu dünyada öyle şeyler oluyor ki belki de doğru söylüyorlardır diye de kuşkuya kapılıyorum zaman zaman. Bir çay daha istemez misiniz?» Scanned by hlecter DOKUZUNCU BOLUM
VARYKİNO'DA HAYAT I
Uzun kış geceleri en fazla Yuri'ye yaramıştı. Kendisine daha fazla zaman ayırabiliyordu. Yeniden anılarını yazmaya başlamıştı. Yazdıklarında kendisi için, ailesi için çalışmanın güzelliğini, ailesine bir yuva kurmanın önemini anlatıyordu. Yeni bir yaşam üretme çabasını Tanrı'nın yaratıcılığına benzetiyor ve bundan büyük mutluluk duyduğunu belirtiyordu. Bir işçi gibi emeğiyle geçinmek, kol emeğine dayalı bir iş yapmaktan da büyük zevk duyuyordu, kütükleri yontuyor, bahçeyi belliyordu. Yeni yönetimle ilgili düşüncelerini de yazmıştı. Bunu da bazı konuların iyice anlaşılması için yaptığını belirtiyordu. Tutmaya başladığı anı defterine. Önce Tvutcheu'den aldığı bir şiiri yazdı: «Kış olsun yaz olsun Büyülü bir dünya bu Soruyorum size Haketmeden nasıl bulduk Bu dünyayı biz?» Sonra yazmayı sürdürdü: «Yaşantıma için gerekli bazı sebzeleri ve patatesleri kendimiz yetiştiriyoruz. Ancak bunlar yaşantımız için gerekli olanın küçük bir bölümünü karşılaşabiliyor yalnızca. Diğer gereksinimlerimizi ise çok değişik şekillerde karşılıyoruz. Örneğin toprağı işlememiz yasalara aykırı. Ancak biz yasaları kendimize uygun bir şekilde yorumluyor, yaptıklarımızı da yönetimden saklıyoruz. Ormandan odun kesmemiz ise tümüyle hırsızlık. Bu ormanın bir zamanlar Krueger'e ait olması, bizim devlete ait olan bir ormandan odun çalmama için gerekçe o-lamaz. Mikulitsin bizi koruyor. Aslında onun yaptığı da bizimkinden farklı değil. Tüm bunları kentten çok uzaklarda olmama sayesinde yapabiliyoruz. Buralarda kimse ne bizimle, ne de yaptıklanmala ilgileniyor. Artık doktorluk yapmıyorum. Hatta bunu elimden geldiğince gizlemeye çalışıyorum. Özgürlüğümü sınırlamaya hiç niyetim yok. Buna karşın burada bir doktor olduğunu duyup gelenler oluyor. Vizite ücreti olarak da bir tavuk ya da birkaç yumurta, bazen de bir topak tereyağı getirenler oluyor. Çoğu kez almak istemiyordum ama sonunda bunun mümkün olmadığını anladım. Kendilerine karşılıksız olarak yapılacak uyarıların doğruluğuna inanmıyorlar çünkü. Yani doktorluğumun da az da olsa katkısı oluyor geçinmemizde. Asıl dayanağıma ise Mikulitsin ve Samdevyatov. «Samdeyavtov çok tuhaf bir insan. Karma karışık bir kişiliği var. Onu anlamakta büyük güçlük çekiyorum. Devrime tüm içtenli-ğiyle bağlı. Yuryatin Belediye Komitesi'nin gösterdiği güveni fazlasıyla hak ediyor. Kendisine verilmiş yetkiler son derece geniş. Varykino ormanlarına el koyup dilediği gibi kullanabilir ve kimse de buna bir şey diyemez. İstese devletin parasını da yiyebilir, hem de istediği kadar. Kimseye rüşvet vermek ya da elindekileri paylaşmak zorunda değil ama gene de bize Mikulitsin 'e istasyon şefine,
kısacası bölgede gereksinimi olan herkese yardımcı olabilmek için çırpınıp duruyor. Alelacele kalkıp bir yerlere koşturmadığı, bize bir şeyler getirmediği zaman yok gibi Komünist düşünceye bağlı olduğu gibi Dostoyevski'-nin eserlerini de çok seviyor. Bana öyle geliyor ki bu adam yaşantısını bu kadar karışık bir duruma getirmese sıkıntıdan patlar.» II Daha ilerdeki sayfalarda Yuri defterine şunları yazmıştı: «Buranın eski sahiplerinin evinin arkasında bulunan iki odalı ahşap bir yapıda kalıyoruz. Anna İvanovna'nın çocukluğu sırasında Krueger, burayı konuk evi olarak kullanırmış. Çalışanların pek çoğu burada kalırmış. Ancak geçen süre içinde yıpranmış, harap bir hale gelmiş. Biz de çok kısa bir süre içinde burayı yeniden oturulur duruma getirdik İşten anlayanların yardımıyla sobayı onarıp yerini değiştirdik. Soba şimdi iki odamaı da gayet güzel ısıtıyor. «Sonbaharın kuru ve sıcak geçmesi bizim için çok iyi oldu. Böylece soğuk ve yağmurlar başlamadan patateslerimizi topladık Miku-litsin'e olan borcumuzu ödedikten sonra elimizde yirmi çuval patates kaldı Bunları bodrumda bulunan kilere yerleştirdik. Üstlerini kuru otlar ve battamiyelerle örttük Tonya iki fıçı turşu yaptı Onun yaptığı bu hıyar ve lahana turşularını da kış için kilere koyduk Taze lahanaları ikişer ikişer bağlayıp tavandaki kirişlere astık Havuç, pancar ve turplarımızı ise kuru kuma gömdük. Bunlardan başka bol miktarda nohut ve fasulyemiz var. Samanlığa istiflediğimiz odunlar, kışı rahat rahat çıkarmamıza yetecek kadar bol. «Bazı günler sabah erkenden, ortalık aydınlanmadan odunluğa iniyorum. Burdan çıkarken kapının gıcırdaması, öksürürken çıkardığımız ses ya da karların ayaklarımızın altında ezilirken çıkardığı sesin, biraz ilerdeki lahana tarlasına girmiş olan tavşanları ürküttüğünü görüyoruz. Zıplaya zıplaya kaçışıyorlar. Her tarafta karların üzerindeki ayak izlerini görüyoruz. Horozların ötüşlerini izleyen köpek havlamalarından sonra da güneşin doğuşu görülüyor. «Uçsuz bucaksız ovadaki karların üzerinde yalnız tavşanların a-yak izleri yok. Çok değerli kürkleri olan vaşakların da ayak izlerine rastlıyoruz zaman zaman. Bu izler, ipliğe geçirilmiş boncuklar gibi biribirine yakın küçük delikler halinde ve düzenli bir şekilde uzanıp gidiyor. Vaşakların yürüyüşünün kedi yürüyüşünü andırdığı ve bir gece içinde kilometrelerce yürüyebildikleri söyleniyor. Bunları yakalamak için tuzaklar kuruluyor ama nedense hep tavşanlar düşüyor bu tuzaklara. Zavallılar kara gömülmüş bir şekilde ve soğuktan donmuş bir durumda tuzaktan çıkarılıyorlar. «Önceleri çok sıkıntı çektik. İlkbahar, yaz ve sonbaharı sürekli çalışarak geçirdik. Hepimiz çalışmaktan bitkin durumdaydık Bu çalışmalarımızın karşılığını bu soğuk kış günleri ve gecelerinde görüyoruz. Bol bol dinleniyoruz. Samdevyatov bize gaz da buldu. Artık geceleri lamba da yakabiliyoruz. Kadınlar dikiş dikerken ya da örgü örürken Alexander Gromeko ya da ben onlara yüksek sesle kitap okuyoruz. Bir yandan da soba gürül gürül yanıyor. Ateş yakmadaki becerim nedeniyle sobanın idaresi bana bırakıldı. Tutuşturulması, i-yice yandığı zaman sıcaklığın çabuk kaybolmasını önlemek için a¬ nahtarının kapatılması, yanmayan ıslak odunlar olursa bunun alınıp dışarıya atılması hep benim görevim. Böyle durumlarda yanmamakta direnen odunu kapıp kıvılcımlar saça saça dışarıya koşuyorum. Sonra da bu odunu tüm gücümle ileriye doğru fırlatıyorum. Bir meşale gibi ortalığı aydınlatan ve havada uçuşan odun karların üzerine düşüyor ve cızırdayarak sönüyor. «Savaş ve Barış'ı, Eugene Onyegin'i ve Puşkin'in şiirlerini birkaç kez okuduk Stendhaiın Kırmızı ve Siyah'ı, Dickens'in İki Şehrin Öyküsü adlı kitapları ile Kleist'in kısa öykülerinin Rusça çevirilerini hep okuduk.» III İlkbaharın yaklaştığı sıralarda ise Yuri defterine şunları yazıyordu:
«Eğer yanılmıyorsam Tonya hamile. Bazı belirtilerden çıkarıyorum bunu. Kendisine de söyledim ama o bir türlü inanmak istemedi. Kadınlar böyle zamanlarda çok değişiyorlar, özellikle de yüzleri. Tonya'nın yüzü de çok değişti. Çirkin/eştiğini söyleyemem ama dış görünüşünü kontrol edemediği bir gerçek Artık içinde taşıdığı varlığın isteklerine uygun davranıyor. Yüzü parlaklığını yitirdi. Cildi ise kalınlaşmaya başladı. Gözlerindeyse keskin bir parıltı belirdi. «Tonya'yla çok uyumlu bir birlikteliğimiz oldu. Hem maddi hem de manevi bakımdan her zaman birbirimizi destekledik. Son bir yıllık çalışmaysa bizi birbirimize daha da yakınlaştırdı ve ben bu bir yıllık süre içinde onun ne kadar güçlü, becerikli, çalışkan ve zamanını boşa geçirmeyen biri olduğunu daha iyi anladım. «Doğum anında ve sonrasında kadında bir yalnızlık duygusu vardır. İşte bu sırada erkeğin yapabileceği bir şey yoktur. Kadın içgüdüsel olarak doğurduğu çocuğunu korumaya, beslemeye, yetiştirmeye çalışır.» IV «Eugene Onyegin 'i birkaç kez okuduk Her şiiri tekrar tekrar o-kuyoruz. Samdevyatov dün gene geldi. Birçok armağan ve gaz getirdi. Bize getirdiği armağanların en iyisinin gaz olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu sayede lamba ışığında uzun süre oturma, okuma ve tartışma yapma olanağı buluyoruz. Sanatla ilgili tartışmalarımız bitmek, tükenmek bilmiyor. «Sanat yapıtları bizi çok değişik şekillerde etkiler. Konusu, teması, kişileriyle ayrı ayrı etkiler bırakırlar üzerimizde. Sanatı, üzerinde derin düşüncelere dalınabilecek sınırlı bir şey olarak görüyorum. Biçimden çok öz olarak düşünüyorum. Her çeşit sanat yapıtına uygulanan ilkeler ve onları sanat yapıtı konumuna yükselten bir güç vardır. İşte bu güçtür bizi büyüleyen, kendimizden geçiren. Bir okuyucu Suç ve Ceza'nın sanat gücünü Raskolnikov'un işlediği cinayetin etkisinde kalarak duyumsar. «Sanatı; Yunan sanatı, Mısır sanatı, ilkel sanat gibi şekil/ere a-yırmak da yanlıştır. Bunların hepsinde de sanat aynıdır. Yüzyıllardan bu yana kendini koruyagelmiştir. Sanatı bir düşünce olarak nitelendirebilirsiniz ancak şu ya da bu parçalara ayıramazsınız.» V «Hafifçe bir gribe yakalandım. Hem öksürüyorum. Hem de ateşim var. Boğazıma yumruk gibi bir şeyin takıldığını hissediyorum. Pek iyi belirtiler değil bunlar. Kalp hastalığının belirtileri Annemden bana miras kalan. Annem de tüm yaşamı boyunca yakınmıştı kalbinden. Bu kadar erken mi rahatsız edecek beni Eğer öyleyse pek fazla yaşamayacağım demektir. «Odada hafif bir duman kokusu var. Ütü yapılırken çıkan kokuyu andırıyor. Ütüyü ısıtmak için kadınlar arada bir sobadan yanan bir kömür parçası alıp bunu ütünün içine koyuyorlar. Ütünün kapanması çenenin kapanmasına benziyor. Ben bunu bir şeye benzetiyorum ama nedense anımsayamıyorum. Rahatsızlığım belleğimi de etkiliyor. «Samdevyatov bize sabun getirdi Bunun keyfini çıkarmak için evde tam iki gün temizlik yaptık Bu da en fazla Sasha 'ya yaradı. Bol bol oynuyor ve yaramazlıklar yapıyor. Ben bunları yaparken de masanın altında ayaklarımı dayadığım tahtaya oturmuş. Kızağa binmeyi taklit ediyor, beni de yanına çağırıyor. Samdevyatov her geldiğinde onu kızakla dolaştırmayı alışkanlık haline getirdi Sasha da ona öykünüyor. «İyileşir iyi/eşmez kütüphaneye gidip bölgenin etnografyasını inceleyeceğim. Belediye kütüphanesinin çok zengin olduğu söyleniyor. Yazı yazmayı da çok istiyorum. İlkbahar gelmek üzere. O zaman çalışmaktan ne okumayı ne de yazmaya zaman bulabiliyor insan. «Baş ağrılarım giderek artıyor. Gece pek uyuyamadım. Uyanır uyanmaz unutulan cinsten bir düş gördüm. Gördüklerimi anımsayamadım ama uyanmama neden olan kadın sesini çok iyi anımsıyordum. Bu sesin kime ait olduğunu ise bir türlü çıkaramadım. Derinden gelen, yumuşak ve kalın olan bu sesin sahibini bulabilmek için yaşantıma şu ya da bu nedenle girmiş kadınları bir bir düşündüm. Ancak hiçbirinin sesi değildi. Yoksa Tonya'nın mı sesiydi diye düşündüm. Sürekli birlikte olduğumuz için bir giz olarak kaldı
«İnsanların düşlerinde gördüklerinin, gündüz yaşayıp etkisinde kaldıkları şeyler olduğu söylenir. Ben bu konuda daha farklı düşünüyorum. Bana göre insanlar düşlerinde zamanında değer vermediği, üzerinde durmadığı şeyleri görür. Gündüz önem vermediğiniz, dikkate almadığınız şeyler sanki gece bunun acısını çıkarmak için düşünüzde kafşınıza çıkmaktadır.» VI «Apaydınlık bir gece. Buzlanma nedeniyle her şeyde, her yerde müthiş bir canlılık ve parlaklık var. Don öylesine güçlü ki, etkisinden yer, gök, ayla yıldızlar da birbirine kenetlenmiş sanki. Bahçenin yolu üzerine ağaçların uzun gölgeleri vuruyor. İnsan yoldan sürekli birileri geçiyor duygusuna kapılıyor. Geceleri Pushkin'le ilgili konuşmalar yapıyor, tartışıyoruz. «Bir yandan doktorluk yapar, bir yandan da toprak üzerinde çalışırken, güzel bir eser yazmayı da ne kadar çok istiyorum. Bunun bilimsel bir eser ya da sanat eseri olması da o kadar önemli değil. «Muhteşem diye niteleyebileceğimiz şeyler bile, dahi bir beynin ürettiği şeylerdir. Bunun en güzel örneği de Pushkin 'dir. Dürüst, namuslu çalışmayla ilgili ne güzel bir şiir yazmıştır. Günümüzde bir küfür yerine geçen burjuvalığı savunmuştu. Aile Ağacı nda 'Bir burjuva, bir burjuvayım ben', Onyegin 'in Yolculuğu 'ndaysa; 'İdeal bir ev kadınıyım. En büyük isteğim sakin bir yaşam Ve koca bir kâse lahana çorbası' dizeleriyle daha o zamandan eleştirilere karşı koymaya çalışmıştı. «Rus edebiyatı en sevdiğim yönü Puşkin ve Çehov'un Ruslar' a özgü saflıklarıdır. Çekingen, utangaç bir yönleri var. İnsanlığın en önemli sorunlarına bile hiç ilgileri yokmuş gibi eğilirler. Bu onların felsefi konulara eğilmekten kaçınan, güçlü düşünürler olmadıklarını göstermez. Yalnızca bu tür konulara eğilmenin kendi görevleri olmadığını düşünürler. Tolstoy, Dostoyevski ve Gogol ise yaşamı kavramaya, ölümü anlatmaya çalışırlar. «Puşkin ve Çehov tüm yaşamları boyunca; günlük olaylardan edindikleri izlenimleri, başkalarım pek ilgilendirmeyen dertleri ve sevişmeleri anlatmışlardır. Onların değindiği bu konular ise aslında tüm insanlığı ilgilendirdiğinden zamanla olgunlaşmış, ağaçların koparılan ham meyveler gibi zamanla tatlanmıştır.» VII «Bahar kendini göstermeye başladı Buzlar erimeye, uyumakta olan orman uyanmaya başladı Güneş donuk donuk panldıyor. Doğa; esneyen, gerinen, sonra da diğer tarafa dönüp yeniden uyumaya 'yaslayan bir genç kızı andırıyor. «Varykino'ya geldiğimizde bu bahar yeni başlıyordu. Kısa süre içinde her taraf yeşilliklere bürünmüş, ağaçlar tomurcuklanmış, bülbül sesleri ortalığı kaplamıştı «Bu kez de öyle olacak; Shutma ve Mikulitsin'in evinin alt taraflarında kalan ormanlık yeşilin her tonunda renklere bürünecek, gene bülbüllerin ötüşleri duyulacak. Bülbüllerin sesiyle diğer kuşların sesleri arasındaki farkı araştırmaya çalıştım. Tanrı onları diğer kuşlardan çok farklı yaratmış, bunu özellikle yapmış kanısına vardım sonunda. «Sonunda bahar geldi. Kısa süre sonra tarladaki çalışmalarımız baş/ayacak. Artık anılarımı yazmaya bile zamanım olmayacak. Oysa bundan ne kadar zevk alıyordum. Herhalde defterimi bir dahaki kışa değin kaldırmam gerekecek. «Geçenlerde tam da buzların çözülmeye başladığı bir sırada; sulara ve çamur/ara aldırmaksızın bir hasta geldi Kendisini muayene edemeyeceğimi; yanımda ne muayene aletleri ve ilaç gibi şeylerin bulunmadığını söyledim. Doktorluğu bıraktığımı anlatmaya çalıştım a-ma boşuna, 'Tanrı aşkına bana yardım edin, bakın derime, yüzülüyor sanki' diye yalvarıp durdu. Ne yapayım, katı yürekli bir insan değilim ki. Soyunmasını istedim, muayene ettim. Adam cüzama yakalanmıştı Onu muayene ederken de başka bir kızağın daha bahçeye girmekte olduğunu gördüm. 'İşte bir hasta daha' dedim kendi kendime ama gelen kardeşim Yevgraf'mış. Tüm ev halkı çevresini sardL Muayenemi
tamamladıktan sonra ben de yanına gittim. Herkes ona bir sürü soru sordu. 'Buraya nasıl geldin?' 'Nereden geliyorsun?' gibi sorulara hep gülümseyerek kaçamak yanıtlar verdi. Sorularımızı geçiştiriyor, gizemli bir tavır takınıyordu. «İki hafta kadar kaldı yanımızda. Bu süre içinde sık sık Yurya-tin'e gidip geldi. Bizde kaldığı süre içinde bölgede Samdevyatov'dan daha çok sözü geçen ve tanınan biri olduğunu gördüm. Arkadaşlarının kimler olduğunu, ne iş yaptığını bile kimse bilmiyordu. Buna karşın bu gücü nereden aldığını bir türlü anlayamadım. Bir ara bize yardımcı olacağını söylemişti. Böylece Tonya Sasha ile daha çok ilgilenecek, ben de hem doktorluğa, hem de yazılarımı yazmaya devam edebilecektim. Bunu nasıl başaracağını sorduğumuzda ise gü-lümsemekle yetindi. Ancak sözünü tuttu. Yaşantımızda bazı iyileşmeler görülmeye başladı bile. «Şaşılacak bir şey bu. Yevgraf benim kardeşim. Babamız aynı, annelerimiz farklı Aynı adı taşıyoruz ama, ben onunla ilgili hiçbir şey bilmiyorum.» «Bu onun zor durumda kaldığım bir sırada bana ikinci kez yardım edişi. Onu iyilik perisine benzetiyorum. Zor durumda kaldığımı öğreniyor ve gelip beni zorluklardan kurtarıyor.» Yuri'nin notlan burada sona eriyordu. Bir daha da bu notlarına devam edemedi. VIII Yuri Belediye Kütüphanesi'nde oturmuş önündeki kitaplara göz gezdiriyordu. Bulunduğu salon büyükçe bir salondu. Yüz kişiyi alabilirdi. Birkaç penceresi vardı. Pencerelerin önüne değin uzanan dar, tahta masalar vardı içerde. Kütüphane akşamları kapanıyordu. İlkbaharda geceleri elektrikler kesiliyordu. Bu durum o-nu pek fazla etkilemiyordu. Çünkü o Mikulitsin'in verdiği atla sabahleyin Yuryatin'e geliyor, atı Samdevyatov'un hanına bırakıyor sonra da doğruca kütüphaneye gidiyordu. Burada öğleye kadar çalışıyor, öğleden sonra da atına atlayıp Varykino'ya dönüyordu. O zamana kadar Yuri Yuryatin'e çok az inmişti. Zaten Yur-yatin'in de yapılacak işi de yoktu. Bu nedenle kenti de pek tanımıyordu. Ancak şimdi kütüphanede kendisi gibi çalışan, kitap okuyan pek çok insanla karşılaşıyordu. Kendisini kentin işlek bir yerindeymiş gibi hissediyordu. Kütüphanedeki bu insanlara bakarak kenti, insanların evlerini görür gibi oluyordu. Aslında pencerelerden bakıldığında Yuryatin görünüyordu. Okuyucular yorulduklarında koridora çıkıp sigaralarını içerek dinlenmeye çalışıyorlardı. Kimisi ortada bir yerde duran bidondan su içiyor, bardakta kalan suyu bidonun yanındaki leğene döküyor sonra da pencerenin önünde toplanarak kenti seyrediyordu. İki tip okuyucu vardı orada. Çoğunluğu bölgenin aydınlarıydı. Kütüphane memurunu tanıyor; onunla senli benli konuşuyor, evlerindeymiş gibi rahat hareket ediyorlardı. Orta tabakadan olanlar ise kütüphaneye temiz bir şekilde giyinerek geliyor, salona utangaç bir tavırla giriyor ve ellerinden geldiğince sessiz olmaya çalışıyorlardı. Bu konuda ne kadar çaba gösterirlerse göstersinler gene de en fazla sesi -istemeyerek de olsa- onlar çıkarıyordu. Adımlarını ya da seslerini ayarlayamadıkla-rı için neden oluyorlardı bu seslere. Pencerelerin karşısındaki bir girintiye yerleştirilmiş masanın başındaysa kütüphane memuru ve iki yardımcısı oturuyordu. Yardımcıların biri asık yüzlü bir kadındı. Omzunun üstünde kalın bir şal bulunurdu. Sık sık burnunun üzerinde duran gözlüğünü çıkarıyor sonra yeniden takıyordu. Bu, zorunluluktan değil de sinirlilikten kaynaklanan bir hareketti. Siyah bir bluz giymiş olan ikinci yardımcısıysa bir göğüs hastalığına yakalanmış gibiydi. Konuşurken, nefes alırken bile elindeki mendili ağzına burununa tutuyordu. Kütüphane memurlarının tümü de aynı işi yapıyordu. İlk kez gelenlere kütüphanenin kurallarını alçak sesle anlatıyor, kitap istek fişlerini dolduruyor, istenen kitapları getiriyor, geri getirilenleri alıyorlardı. Yıllık bir istatistik çıkarmak da görevleri arasındaydı. Yuri salonun uzak bir köşesinde çalışıyordu. Önünde birçok kitap vardı. Bunlar bölgenin etnografik yapısından ve istatistiklerden söz eden kitaplardı. Pugaçev Ayaklanmasından söz eden bir iki kitap daha almak istemiş; fakat siyah bluzlu memur aynı anda bu kadar kitap alamayacağı, eğer bu kitapları almak istiyorsa elin-dekilerinin bir kısmını geri vermesi gerektiği konusunda onu u-yarmıştı.
Bunun üzerine Yuri aldığı kitaplara her zamankinden büyük bir istekle sarıldı. Amacı bir an önce bitirmek, sonra da islediği diğer kitapları almaktı. Salondaki kalabalık onu rahatsız etmiyordu. Sayfaları çabuk çabuk karıştırıyor, notlar alıyordu. Okuyucuların kalabalık oluşu onun dikkatini hiç dağıtmıyor, ilgisini çekmiyordu. Yüzlerine bile bakmaksızın sağında solunda oturanların kimler olduğunu kestirebiliyordu. Onların ne kadar süre sonra kalkacaklarını bile kestirebiliyordu. Salonda hareket eden şeylerden biri de güneşti. Durmadan yerini değiştiriyordu. Birkaç saat içinde durmadan ilerlemişti. Bu ilerleyiş kütüphanenin doğusundan batıya doğru olmuştu. Şimdi güneye, pencerelere vuruyor, orada bulunanların gözlerini kamaştırıyor ve çalışmalarını engelliyordu. Memurlardan birisi kalkıp pencerelere doğru yürüdü. Pence-relerdeki perdelerin sonuncusu dışındakilerin tümünü çekti. Sonuncu pencerenin perdesini çekmeye gerek yoktu, çünkü orası güneş almıyordu. O pencerenin üst camını açmak isterken aksırmaya başladı. Aksırmasının uzun sürmesi herkesin olduğu gibi Yuri'-nin de dikkatini çekti, başını kaldırıp bakınca da, bu kadının Mikulitsin'in baldızı olduğunu anladı. Yalnız bu arada salonda bir değişiklik olduğunu da farketmişti. Salonun diğer ucuna yeni bir bayan okuyucu daha gelmişti. Yuri bu yeni geleni hemen tanıdı: Lara Antipova'ydı bu. Lara sırtı Yuri'ye dönük bir durumda nezleli, az önce aksıran memurla konuşuyordu. Bu konuşmanın kütüphane memurunun çok hoşuna gittiği yüzünün ifadesinde belli oluyordu. Hem öksürüğü kesilmiş, hem de yüzündeki gergin ifade kaybolmuştu. Lara'-ya sevgi ve minnetle bakıyordu. Sürekli ağzının üzerinde tuttuğu mendilini cebine koydu ve gülümseyerek, kendinden emin bir tavırla gidip yerine oturdu. Salondakilerin büyük çoğunluğu bu durumu farketmedi bile. Yuri, okuyucuların birçoğunun Lara'ya karşı gösterdiği saygılı tavırdan onun burada çok tanınan ve sevilen biri olduğuna karar verdi. IX İçi hemen gidip Lara Antipova'yla konuşma isteğiyle doldu. Ancak gerçek yapısına hiç de uymayan bir utangaçlık duygusuyla olduğu yerde kalıp, onu rahatsız etmemeye karar verdi. Öte yandan çalışmasına ara vermek de istemiyordu. Lara'yı görmemek i-çin sandalyesini ters çevirdi, kendini okumakta olduğu kitaba vermeye çalıştı. Ancak ne kadar uğraşsa kendisini okuduğu şeye veremiyordu. Okuduklarından çok farklı bir şey düşünüyordu. Bir kış gecesi uykusundan uyanmasına neden olan ve bir türlü kime ait olduğunu çıkaramadığı sesin Lara'ya ait olduğunu anımsamış-tı. Bunun yarattığı şaşkınlıkla aniden yerinden kalktı ve çevresindekilerin dikkatlerini çekecek şekilde sandalyesini yeniden yerine koydu. Şimdi Lara'yı gene görüyordu. Sırtında açık renkli ve kareli, ince bir bluz vardı. Çocukları andırır bir şekilde; kendinden geçmiş gibi, başı hafifçe sağ omuzuna eğik bir durumda önündeki kitaba dalmıştı. Arada bir duruyor, düşünüyor ya tavana doğru bakıyor ya da önüne bakıyordu. Bir süre sonra yeniden dirseğini masaya, yumruğunu yanağına dayıyor, okumaya başlıyordu. Arada o-kuduklarından bazı notlarda alıyordu. Yuri onu izledikçe Melyuzeyevo'da onun hakkında vardığı yargıda ne kadar haklı olduğunu daha iyi anladı. Gösterişten u-zak, yapmacıksız, çok sadeydi. «Hoşa gitmeye, güzel görünmeye çalıştığı yok. Kadınlığın bu yanını küçümser, güzelliğine kızar gibi bir durumu var. Ancak bu hali, onu çok daha çekici, güzel yapıyor,» diye düşünüyordu. «Yaptığı her şeyi hem yakıştırıyor, hem de basitleştiriyor. Kitap okuması sözgelimi. Sanki insanların en yüce uğraşlarından biri değil de çok basit bir şey. Kuyudan su çekmek ya da patates soymak gibi .» Bu düşünceler Yuri'yi rahatlattı. O zamana değin kendini bu denli rahat hissetmemişti. Lara'nın kütüphane memuru üzerinde gösterdiği rahatlatıcı etkiyi kendi üzerinde de hissetmişti. Artık düşünceleri dağılıyordu. Bir saat kadar Lara'nın gelişinden önce olduğu gibi kendini tümüyle çalışmasına verdi. Ne sandalyesinin durumu, ne de çevresindekiler çalışmasını etkileyebiliyordu. Önündeki kitapları birer birer elden geçirdi. İşine yarayabilecekleri ayırdı. Bu arada bir iki konuyu da okudu. Yaptığı çalışmayı yeter bulunca kütüphane memuruna teslim edeceği kitapları götürdü. Geri döndüğünde Lara'nın yerinde olmadığını gördü.
Onun okuyup teslim ettiği kitaplara göz gezdiren Yuri, bunların Marazmle ilgili kitaplar olduğunu gördü. Öğretmenlerin mesleklerini sürdürebilmeleri için politik yetişkinlik kurslarına devam etmesi gerekiyordu. Demek ki Lara bu kursu, kendi başına İ sürdürüyordu. Okuyup teslim ettiği kitaplar arasında bir de fiş vardı. Yuri bu fişi alıp göz gezdirmekten kendini alamadı. Fişte garip bir adres vardı: Tacirler Sokağı, Heykelli Evin Karşısı. Küçük bir soruşturma yapan Yuri Moskova'da bir evi, bilinen bir kiliseye göre tarif etmenin, Yuryatin'de Heykelli Eve göre tarif etmekle aynı anlama geldiğini öğrendi. Heykelli Ev, kurşuni renkteydi. Etrafında birtakım heykeller vardı. Bu evi bir tüccarın mirasçıları Tüccarlar Birliğine satmıştı. Zamanla bir evin adı, bölgenin de adı olmuştu. Partinin Kent Komitesi de bu binayı kullanıyordu. Bir zamanlar temsillerin, konser programlarının ilan edildiği duvarlarına şimdi partinin kararnameleri ve propaganda afişleri yapıştırılmıştı. X Mayıs ayının başlarında, soğuk ve rüzgârlı bir gündü. Yuri kütüphanedeki işini bitirmiş eve gitmek üzere çıkmıştı. Birdenbire düşüncesini değiştirdi. Lara'yı görmeye gidecekti. Rüzgârın neden olduğu toz ve toprak serpintisi sık sık durmasına neden oluyordu. Durduğunda geriye dönerek bu serpintiden kurtulmaya çalışıyor sonra da yeniden yoluna devam ediyordu. Heykelli Ev'i ilk kez görüyordu. Lara Tüccarlar Sokağı'nın köşesindeki kurşuni renkli bu evin karşısındaki bir binada oturuyordu. Ev tam da adına uygun bir yapıdaydı, Yuri'nin sıkıntı duymasına neden olmuştu. Lara'nın oturmakta olduğu evin iki kapısı vardı. Bunların biri Tüccarlar Sokağı'na, diğeri ise yan sokağa açılıyordu. Yuri asıl giriş kapısını bilmediğinden yan sokaktakinden içeriye girdi. Tam avluya çıktığı sırada da yeni bir toz ve toprak serpintisiyle karşılaştı. Bu kez korunamamış, yüzü gözü rüzgârın getirdiği bu toz toprakla dolmuştu. Bu arada kaçışmakta olan tavuklar bacaklarının arasında dolaşıyordu. Dağılan toz toprak bulutunun ardında Yuri Lara'yı gördü. Su dolu iki kovayı omuzuna geçirdiği bir sırığın iki ucuna asmıştı. Rüzgârın uçuşturmasını önlemek için eteklerini dizleri arasında kırmıştı. Saçlarını gelişigüzel bir şekilde bir eşarpla bağlamıştı. Tam kovalarla birlikte eve gireceği sırada yeniden esen rüzgâr e-şarbını uçurup, tavukların dolaştığı bahçenin çitleri üzerine uçurdu. Yuri eşarbın peşinden koştu. Onu durduğu yerden alıp Lara'-ya getirdi. Onu görünce Lara şaşırdı ama her zamanki gibi doğallığını yitirmeden yalnızca, «Jivago» dedi. «Larissa Fyodorovna!» «Nerden çıktınız? Buraya nasıl geldiniz?» «Kovalan bırakın da ben taşıyayım.» «Ne yaptığım işi yarım bırakırım, ne de yarı yolda dururum. Beni görmek için geldinizse buyrun.» «Siz gene de izin verin de kovalan ben taşıyayım. Başkaları çalışırken duramam.» «Bu iş o kadar önemli değil. Kovaları bırakın, döküp merdivenleri ıslatırsınız sonra. Sahi hangi rüzgâr attı sizi buraya. Bir yılı aşkın süredir buradasınız da, bir kez olsun görmeye gelmediniz beni.» «Burada olduğumu nerden biliyorsunuz?» «Sizi kütüphanede görmüştüm. Ayrıca sağda solda konuşulanları da duymamak mümkün değil.» «Peki kütüphanede gördüğünüzde neden yanıma gelmediniz?» «Siz de beni gördünüz herhalde.» Lara hafif hafif sallanan kovaların ağırlığı altında hafifçe eğilerek Yuri'nin önüne geçti. Alçakça kapıdan geçerek eğildi ve kovaları yere bıraktı. Omuzundan sırığı da indirip ellerini kuruladı. «Buyrun,» dedi. «sizi ön kapıya götüreyim orası buradan aydınlıktır. Beni orada bekleyin. Şu suları yerine götürüp, biraz da ortalığı toplayacağım, merak etmeyin gecikmem. Şu merdivenlerin demir işlerine bakın, hem buradan bakınca aşağıyı da görürsünüz. Eski bir evdir burası, yalnız bombardımanda biraz yıprandı. Bakın bazı taşlar yerinden oynamış,
tuğlalar arasında da delikler var. Katya ve ben dışarıya çıktığımızda anahtarı şu oyuğa koyup üzerini de tuğlayla kapatıyoruz. Bunu özellikle soyuluyorum. Eğer başka zaman; biz evde yokken gelirseniz, anahtarı alıp içeri girin ve bizi bekleyin. Hiç çekinmenize gerek yok. Aslında bu anahtara gereksinimiz de yok. Bakın şimdi kapıyı kitliyorum, anahtar da burada ama ben arkadan gireceğim eve. Evin en önemli kusuru fareler. Ne yaptıysam başedemedim onlarla çok fazla var. Eski bina olduğu için her yanda delikler var. Tıkamaya çalışıyorum ama başaramadım. Bir gün gelip bana yardım ederseniz belki tıkayabiliriz onları. Şimdi burada bekleyin, hemen çağıracağım sizi.» Yuri Lara'nın çağırmasını beklerken sıvası dökülmüş duvarları ve dökme demirden yapılmış merdivenleri inceliyordu. Kendi kendine «Ne tuhaf bir kadın,» diyordu. «Kütüphanedeyken çok basit iş yapar gibi kitap okuyordu. Burada ise tam tersini görüyorum. Sanki kitap okur gibi su taşıyor. Bunu yapmak sanki o kadar kolay. Yaptığı her şeyi çok rahat ve uyum içinde yapıyor. Sanki bu konuda çok küçük yaştan eğitilmiş gibi. İnsan onun eğildiğinde sırtında beliren yuvarlaklıkta, gülümsediğinde dudakları arasında beliren aralıkla da aynı uyumu görüyor.» Yuri, Lara'nın merdivenlerin en üstünden «Jivago» diye seslenmesi üzerine yukarıya doğru çıktı. XI Lara, «Bana elinizi verip ardımsıra gelin. Tıklım tıklım eşya dolu ve karanlık iki odadan geçeceğiz, herhangi bir yere çarpıp canınızı yakmanızı istemiyorum çünkü,» dedi. «Gerçekten de burası çok kararanlık. Yalnız olsam kesinlikle yolumu bulamam. Neden böyle? Binada onarım mı var yoksa?» «Hayır hayır, onarım falan yok. Burası başkasına ait. Kimin olduğunu da bilmiyorum. Önce okul binasında kalıyordum. Orayı belediyenin mesken dairesine verince, bize de burayı verdiler. Eski kiracılar tüm eşyalarını bırakıp gitmiş. Yığınla eşyaları var. Ben de eşyalarını toplayıp bu iki odaya yığdım. Sakın elimi bırakmayın, burada bir basamak var lütfen dikkat edin. İşte şimdi de aydınlığa çıkıyoruz.» Lara'nın ardından Yuri de bir odaya girdi. Kapının hemen karşısında bir pencere vardı ve bu pencereden görülen manzara Yuri'yi şaşkınlığa düşürmüştü. Bu pencereden az önce girdiği avlu, komşu binaların arka kısımları, ırmak boyunda bulunan belediye arsalarında otlayan koyunlar ve keçiler görülüyordu. Burada dikkati çeken bir de ilan vardı. Moreau ve Vetchinkin Her Türlü Tarım Araçları yazılı ve Yuri için hiç de yabancı olmayan bir ilandı bu. Yuri Moskova'dan gelişlerini anımsadı, yolculuklarını ve bu sırada başlarından geçenleri anlatmaya başladı. Strelnikov'dan da söz etti. Onun Lara'nın kocası olduğundan söz edildiğini biliyordu ama gene de pek önem vermeyen bir tavırla onunla olan karşılaşmasını anlattı. Anlattıklarının bu kısmı Lara'yı çok etkilemişti. «Demek onu gördünüz ha! Ne güzel. Bu o kadar önemli bir şey ki! Ama şimdi size bir şey anlatamam. Anladığım kadarıyla, üzerinizde iyi bir izlenim bırakmış.» «Evet. Gerçekten de onu beğendim. Ondan korkmam, çekinmem için pek çok neden vardı. Onun dehşet saçtığı bir bölgeden geçiyorduk. Serüvenci, serseri bir insanla karşılaşacağımı sanıyorum. Ancak insan umduğundan farklı biriyle karşılaşınca çok seviniyor. Onu iyi huylu, dürüst ve güçlü bir insan olarak gördüm.» «Partiye girmediği söyleniyor.» «Evet. Öyleymiş galiba. Onu bu derece önemli bir konuma getiren şeyi çok merak ettim ama bir türlü anlayamadım. Ancak onun yüzüne dikkatlice bakınca sonunun iyi olmayacağı gibi bir düşünceye kapılıyor insan. O ve onun gibiler çılgın gibidirler. Alabildiğine atak ve korkusuz olurlar. Strelnikov'u bu duruma getiren okuduğu kitaplar değil, elbette. Çektiği acılar onu bu duruma getirmiş sanıyorum. Bolşeviklerle birleşmesiyse tümüyle rastlantı. İşlerine yaradığı sürece kullanacaklar onu. Gözden düştüğünde i-se hiç düşünmeden harcayacaklar. Birçok yüksek rütbeli subaya yaptıkları gibi.» «Gerçekten de bu konuda böyle mi düşünüyorsunuz?» «Evet. Böyle olduğuna inanıyorum.» «Peki ama bundan kurtulamaz mı? Örneğin kaçsa.»
«Kaçmak mı? Nereye? O eskidendi. Çarlık döneminde yapabilirdiniz böyle bir şeyi. Şimdi hiç olanak yok. Bir deneyin de göreyim.» «Onun için çok üzülüyorum. Bakıyorum siz de bir hayli değişiklik var. Eskiden devrim hakkında bu kadar kötümser değildiniz.» «Evet ama her şeyin bir sınırı var Lara. Geçen bu kadar süre içinde bir şeyler yapılabilirdi. Ancak devrimi yapanlar bir şey yapamadı. Çünkü ne yapacaklarını bilmiyorlar. Onun için de bu karışıklıkların devam etmesi onların işine geliyor. Sürekli hazırlık yapıyorlar. Neyin hazırlığı bu? Daha iyi bir yaşamın. Ama insanlar yaşama hazırlanmak için doğmazlar. Yaşamak için doğarlar. Yaşamın kendisi kadar önemli bir şey olamaz. Ama onlar bunları bilecek kadar bilgili, güçlü değiller. Her neyse şimdi bunları bırakalım, bana biraz kendinizden söz edin. Biz buraya kent tam Kızılların eline geçerken geldik. Siz de onlarla mıydınız?» «Evet. Her taraf ateşler içindeydi. Az daha biz de yanıyorduk. Zaten nasıl oldu bu ev yanmadı, hâlâ anlamış değilim. Daha önceki karışıhklar sırasında da bir hayli yıpranmış bir ev burası. Avluda hâlâ patlamamış bir bomba duruyor. Ya o yağmaları, bombardımanları, yapılan zulmü nasıl anlatmalı bilmem. Kent her el değiştirdiğinde bunlar yeniden başlıyordu. Ancak alışmıştık artık, çünkü ilk kez karşılaşmıyorduk. Hele Beyazlar'dan çektiklerimiz! Sırf öç almak için köşe başlarında adam öldürüyorlardı. Şantajlar, içki alemleri düzenliyorlardı. Çok zor bir durumdaydık. Bakın az daha söylemeyi unutuyordum. Galiullin'den söz edeceğim size. Teğmen Galiullin. Beyazlarla işbirliği yapıp buraya geldi. Genel vali gibi bir şey yapmışlar onu.» «Biliyorum onunla ilgili bazı şeyler duymuştum. Siz kendisini görebildiniz mi?» «Gördüm, hem de sık sık. Onun sayesinde kaç kişiyi ölümden kurtardığımı, sakladığımı bilemezsiniz. Doğrusunu söylemek gerekirse yiğitçe, mertçe hareket etti. Çevresindeki başıbozuk takımından çok farklı bir insandı. Emrinde çalışan Kazak subaylarından, polis komiserlerinden hiç hoşlanmazdı ama ne yazık ki borusu ötenler de onlardı. Tanrı ondan razı olsun, bana çok yardımı dokundu. Bilirsiniz biz onunla çocukkenden tanışırdık. Küçüklüğümde sık sık onların evine giderdim. Evlerinde pek çok demiryolu işçisi kalırdı. Ben daha o zamandan yoksulluğun, işçiliğin ne olduğunu anlamıştım. Zaten devrime sizden farklı bir şekilde bakmamın nedeni de bu. Onu sizden daha iyi anlayabiliyorum. Bir kapıcının oğlu olan Galiullin'in Beyazlar'ın ordusunda general ol-masınıysa bir türlü anlayamıyorum. Gene de sık sık ziyaretine giderdim. Birçok insana yararımız dokundu. Sizden de söz ederdik zaman zaman. Başa geçen yönetimlerin hemen hemen tümünde arkadaşlarım, dostlarım vardı. Ancak hepsi de beni düş kırıklığına uğrattı. Hepsi yüzünden de acı çektim.» Lara bu arada lafını değiştirerek, «Vay sen miydin? Nereden geliyorsun? Gel bakalım şöyle,» dedi. O sırada içeriye sekiz yaşlarında, saçları ince ince ve düzgün bir şekilde örülmüş bir kız girdi. Çekik gözlerinin kurnazca bir ifadesi vardı. Güldüğünde gözlerini hafifçe yukarıya kaldırıyordu. Annesinin konuğu olduğunu farketmişti ama kapının önüne gelip içerde biri olduğunu anlayınca bundan haberi yokmuş gibi, şaşırmış görünmek daha çok işine gelmişti. O şekilde davrandı. Yuri'yi gülerek selamladı. Hiç çekingenlik duymadan onun gözlerine baktı. Bakışlarında çok erken yaşlarda düşünmeye başlamış olmanın ifadesi vardı. Lara, «Kızım Katya» diyerek onu Yuri'ye tanıştırdı. «Umarım anlaşırsınız.» «Melyuzeyevo'da bana resmini göstermiştiniz. O zamandan bu yana ne kadar da değişmiş, nasıl büyümüş. Maşallah!» «Ben senin dışarıya çıktığını sanmıştım. İçeri girdiğini de duymadım.» «Delikten anahtarı almak isterken ne oldu biliyor musun? Tam şu kadar, dev gibi bir fare gördüm. Az daha korkudan ölecektim. Bağırarak kaçtım hemen.» «Konuşurken yüzünü buruşturuyor, gözlerini iri iri açıyordu. Ağzı yuvarlak bir şekil alıyordu.» «Peki sen şimdi odana git. Bu amcayı yemeğe davet edeceğim. Yemek piştiğinde seni de çağırırım olur mu?» Yuri, «Çok teşekkür ederim ama kalamam. Buraya geldiğimizden bu yana her akşam saat altıda yemeğe oturmayı alışkanlık haline getirdik. Kentte birkaç yere daha uğrayacağım. Aslında şimdi kalkarsam ancak yetişirim.» «Hiç değilse yarım saat kadar daha oturun bari.»
«Bunu sevinerek yaparım.» XII «Bana karşı çok açık yürekli davrandınız. Ben de size aynı şekilde davranacağım. Buraya ilk geldiğiniz sırada karşılaştığınız Strelnikov benim esimdir. Öldüğüne bir türlü inanamayıp cephede aramaya çıktığım Pasha Antipov.» «Doğrusunu isterseniz buna hiç de şaşırmadım. Daha önce böyle bir şeyden söz edildiğini duymuştum. Sonraları bunu tümüyle unutmuşum. Zaten bir konuyu az önce sizinle çok rahat konuşmanın nedeni de bu. Söylenenlerin dedikodu olduğuna inanıyorum. Çünkü ben bu adamı gördüm. Onun sizinle herhangi bir bağı olduğuna inanamıyorum.» «Siz nasıl düşünürseniz düşünün. Strelnikov benim esimdir. Pasha Antipov'dur o. Bunu bana pek çok kimse söyledi. Şimdi ben de inanıyorum Katya da biliyor ve babasıyla övünüyor. Ö-nemli görevlerde bulunan her devrimcinin olduğu gibi Strelnikov da onun takma adı. Bilemediğim bir nedenle gerçek kimliğiyle burada çalışamıyor. Bizim burada bulunduğumuzu bile bile Yurya-tin'i bombalayan ve ele geçiren o. Gerçek kimliğini ortaya çıkarmamak için bizi aramadı bile. Bana sorsaydı, hiç kuşkusuz ben de aynı şekilde davranmasını isterdim. Her şeye karşın beni koruduğunun da göstergeleri var. Örneğin benim herhangi bir tehdit altında olmamam, Kent Meclisinin bize oturacak yer göstermesi bu göstergelerin bazılarıdır. Sizin bu konuda da çok farklı düşündüğünüzü biliyorum. Bunun böyle olması da dünya görüşlerimizin farklılığından kaynaklanıyor. Düşüncelerimiz arasında önemli farklılıklar var. En iyisi biz bu konuya girmeyelim. Herkes kendi düşüncesini savunsun gene. Birbirimizi etkilemeye çalışmayalım. Kendisi şu anda Sibirya'da. Bazı konularda size hak veriyorum. Hakkımda anlatılan bazı şeylerden ürperdim. Ondan hoşnut olmayanlar çok. Ama o şu anda en önemli birliklerimizden birinin başında. Hem çocukluk, hem de cephe arkadaşı olan Galiul-lin'i ve başka bazı cephe arkadaşlarını ezmeye çalışıyor. Galiullin onun kim olduğunu ve benim onun eşi olduğunu bilmesine karşın çok anlayışlı davrandı. Bu konuda bildiklerini bir kez olsun bana hissettirmedi. Evet, Strelnikov uzun süre Yuryatin'de kaldı. Sizin de gördüğünüz o trende çalıştı bu süre içinde. Şimdiyse Sibirya'da. Kendisini burada kaldığı süre içinde hiç değilse bir kez olsun görmek istiyordum. Arada bir genel karargâha geliyordu. Gariptir genel karargâh Galiullin'in beni zaman zaman kabul ettiği binaydı. Bir kezinde Askeri Okul öğrencilerinin neden olduğu bir olay nedeniyle gitmiştim yanına. Öğrenciler beğenmedikleri öğrencileri öldürüyor, sonra da bunları Bolşevik yanlısı diye tanıtıyorlardı. Bir süre sonra bu kez Yahudiler'i dövmeye ve onlara işkence yapmaya başladılar. Bu arada şu açıklamayı zorunlu görüyorum: İnsan bir kentte oturuyorsa ve ileri görüşlüyse, konuştuğu insanların önemli bir bölümünün Yahudi olması çok doğaldır. İşte ben de böyle bir konumda olduğundan Yahudiler'e yönelik saldıraların başlaması üzerine çok zor durumlara düştüm. Neyse, ben Pasha'yı görürüm umuduyla binanın bulunduğu yere gidiyordum zaman zaman. Çarlık döneminde Genel Vali'nin odası da bu binadaymış. Şimdi kapısında 'Şikâyet Bürosu' diye bir tabela asılı olan bir yer. Sanıyorum siz de görmüşsünüzdür. Kentin en güzel yeridir orası. Binanın önünde parke taşlarıyla döşeli bir alan, alanın karşısında da rengârenk çiçeklerle, ağaçlarla süslü belediye bahçesi vardır. Ben de buradaki kaldırımda şikayet için gelmiş insanlar arasına karışır beklerdim. Elbetteki beni ikabul etmesi için herhangi bir girişimde bulunmadım. Eşi olduğumu da kimseye söylemedim. Zaten bunu söylesem de bir yararı olmayabilirdi, çünkü adlarımız da aynı değildi. Zaten sevgi, akrabalık gibi bağların bu konuda herhangi bir etkisi olması söz konusu olamaz. Devrimciler bu tür ilişkilere pek önem vermezler. Bakın size bu konuda bir örnek vereyim. Pasha'nın babası da devrimcidir. Çarlık döneminde sürgüne gönderilmişti. Şimdi burada. Dağ yolu üzerindeki bir yerde mahkeme üyesi. Belki inanmayacaksınız ama Pasha onu da aramadı. Babası, arkadaşı Tiverzin ile yerel devrim mahkemesinin üyeliğini yapıyor. O babasını bile arayıp kim olduğunu söylemiyor. Babası da bu durumu çok olağan karşılıyor. Mademki durum bunu gerektiriyor. Öyleyse burada büyütülecek bir sorun yoktur. İşte bunlar böyle insanlar. Disiplinli, ilkelere sıkı sıkıya bağlı, kaya gibi. Onlara Strelnikov'un eşi olduğumu da söylesem durum değişmezdi. Öyle bir zamanda kadın neydi ki? Yeni bir dünya kurmaya çalışanların yanında kadının lafı mı olur?»
Kapıda bulunan bir subay, gelenlere şikâyetlerinin ne olduğunu soruyor, arada da bazı şikâyetçileri içeriye alıyordu. Bana sıra geldiğinde şikâyetimin kişisel olduğunu söyledim. Subay ise omuz silkerek beni içeriye almadı. Siz onun bizi unuttuğunu, artık sevmediğini düşünebilirsiniz. Fakat durum hiç de öyle değil. Onu çok iyi tanıyorum. Tüm bunları neden yaptığımı da biliyorum. Çünkü yanımıza bir kahraman olarak dönmek istiyor. Bu şekilde bizi etkilemek ve şaşırtmak istiyor. Bir çocuk gibi.» Bu arada Katya yeniden odaya irdi. Onu kucağına alan Lara gıdıklayarak, öperek, okşayarak sevmeye başladı. XIII Yuri atına binmiş Varykino'ya dönüyordu. Belki de yüzlerce kez geçtiği bu yola o kadar alışmıştı ki çevresindeki manzaranın farkında bile değildi. Yol biraz ilerde ikiye ayrılacaktı. Varykino'ya devam eden yolun dışında bir yol da Sakma Irmağı kıyısındaki balıkçı köyüne gidiyordu. Kavşakta tarım ilaçları firmasının bir başka tabelası vardı. Genellikle bu kavşağa geldiğinde güneş batmak üzere olurdu. Bu kez de öyle olmuştu. Lara'yı görmeye gittiği gün Yuri geri dönmemiş, geceyi de orada geçirmişti. Tonya'ya ise geceyi Samdevyatov'un hanında geçirdiğini söylemişti. Bu olayın üzerinden tam iki ay geçmişti. Uzun süredir Yuri'yle Lara senli benli olmuştu. Yuri kadını 'Lara' diye çağırıyor, Lara da ona Jivago diyordu. Uzun süredir eşini aldatıyordu. Ancak bunun ezikliğini de gittikçe daha fazla hissediyordu. Ondan bazı şeyleri saklamayı bir türlü içine sindiremiyordu. Aslında eşini tapınırcasına seviniyordu. Dünyada en çok istediği şey onun mutlu olmasıydı. Onun namusunu, onurunu, babasından, hatta kendisinden bile daha iyi korumaya hazırdı. Bunun için yapmayacağı şey yoktu. Oysa onun gururunu kıracak, yüreğinde onarılması olanaksız yaralar açacak bir davranışta bulunan da kendisiydi. Evde bulunduğu sürece kendini suçlu gibi hissediyordu. Ev-dekilerin hiçbir şeyden habersiz gösterdikleri sevgi, duyduğu acıyı daha da artırıyordu. Bazen konuşmalarının en yoğun olduğu bir sırada yaptıkları aklına geliyordu. Böyle durumlarda sanki damarlarındaki kan donuyordu. Bundan sonra da ne konuşulanları duyuyor, ne de anlıyordu. Bu durum sofradayken başına gelince, lokmalar bir türlü boğazından geçmek bilmiyordu. Çatalını bırakıyor, tabağını bir kenara itiyordu. Tonya, «Neyin var kuzum, kentte kötü bir şey mi oldu yoksa?» diye soruyordu, «birini mi tutukladılar, kurşuna mı dizdiler yoksa? Anlat bana, üzülmem merak etme. Anlatırsan açılırsın.» Başka bir kadınla birlikte olması Tonya'yı aldattığı anlamına mı geliyordu? Bu bir tercih miydi? Lara'yı Tonya'dan daha mı üstün görüyordu? Elbette ki hayır. Böyle bir kıyaslama yapmamıştı bile. Yaşantısı boyunca başka kadınlarla ilişki kurmamıştı. Zaten böyle bir şeyi doğru da bulmuyordu. Bu nedenle de vicdan azabı çekiyordu şimdi. «Ne olacak şimdi?» diye kendi kendine soruyordu bazen. Beklenmeyen bir şey olsa da sorun kendiliğinden çözümlense ne kadar iyi olacaktı. Ne varki o sıralarda böyle bir şeyin olacağı yoktu. Yuri birçok kez bu sorunu çözmeye karar veriyor ancak hiçbirinde bunu yerine getiremiyordu. Gidip her şeyi Tonya'ya anlatmak, ayaklarına kapanarak af dilemek, Lara ile bir daha görüşmeyeceğine söz vermek istiyordu. Ancak bu iş hiç de kolay bir şey değildi. O sabah Lara'ya artık kendisini görmeye gelmeyeceğini, her şeyi karısına anlatacağını, aralarındaki ilişkiye son vermeleri gerektiğini söylemişti. Ancak sonradan düşündükçe, bunu oldukça yumuşak bir şekilde söylediğini, pek de kararlı bir tavır koyamadığını anımsıyordu. Lara onun ne kadar çok üzüldüğünü görünce durumu daha kötü bir hale sokmamak için hiç konuşmamıştı. Konuşması durumunda onun daha çok üzüleceğini anlamıştı. Tacirler Sokağı'na bakan ön taraftaki odalardan birindeydiler. Lara taş bir heykeli andırıyordu; ağlıyordu ama bunun farkında bile değildi. Bunun i-çin gözyaşlarını silmiyordu. Arada bir, «Nasıl istiyorsan öyle davran,» diyordu, «beni merak etme. Bu acıya dayanacak gücü de bulurum nasıl olsa.» Yuri Lara'nın, sözlerini yanlış olabileceğini, umutlarının tümüyle kırılmadığını düşündü. İçinde hemen geri dönüp durumu daha açık bir şekilde konuşma isteği doğdu. Ayrıca
aralarındaki ilişkiyi kesin bir şekilde sona erdireceklerine göre, vedalaşmaları da işin önemine uygun bir şekilde olmalıydı. Düşüncelerini kontrol edemeyen Yuri hareketlerini kontrol edebiliyordu. Güçlükle de olsa kendisini tutarak yoluna devam etti. Güneş batarken orman kararıyor ve soğuyordu. Havada hiç hareketsizmiş gibi duran sivrisinek sürüleri vardı. Bunların bazıları Yuri'nin yüzüne ve ensesine konuyordu. Terli eliyle yüzünü ve ensesini tokatlayarak bazılarını öldürdü. Yuri'nin aklına şöyle bir düşünce takıldı. «Verdiğim sözü elbette ki tutacak ve Tonya'ya anlatacağım. Ama bunun için bu kadar acele etmeme gerek yok. Nasıl olsa konuyu Tonya'ya açmış değilim. Başka bir gün kente inip Lara'yla konuştuktan sonra durumu ona açarım. Bu arada Lara'yı da son bir kez daha görmüş olurum. Konuşabileceğimiz her şeyi de güzelce konuşur birbirimizi avuturuz. Nasıl oldu da bunu daha önce düşünemedin? Hayret doğrusu.» Onu bir kez daha görebileceği düşüncesi yüreğinin coşkuyla, sevinçle dolmasına yetti. Bu sevinç yüreğinin atışlarını bile hızlandırmıştı. Yuri gene Lara'yı görmeye gidiyordu. Kentin kenar mahallesine girmişti. Biraz sonra tahta döşeli sokaklar ve taş evlerin bulunduğu yere gelecekti. Onun evine doğru gidiyordu artık. Bundan sonra küçük taşra evlerinin sıralandığı sokak geliyordu. Bu sokağın sonunda... Heyecandan soluğunun kesilir gibi olduğu bir sırada Lara'nın evi de görünmüştü. İşte şu ileride görülen beyaz bulut kümesinin altındaki evdi. Oraya varıncaya kadar yolun iki yanında sıralanan şu küçük evleri de ne kadar seviyordu. İçinden onları avuçları arasına alıp öpmek geliyordu. Birazdan karanlıklar içinden bir gölge kapıyı açacak, Yuri karşısında Lara'yı bulacaktı. Lara kuzey bölgelerinin aydınlık geceleri gibi soğuk. Hiç kimseye ait olmayan varlığıyla utangaç. Onunla bir kez daha başbaşa kalacağını düşündükçe, içini anlatılması güç, hoş bir duygu kaplamıştı. Tıpkı karanlıkta denize girmeye benzeyen bir duygu. Denize doğru koştuğunuz sırada ayaklarınıza ilk dalganın değdiği zamanki gibi bir duygu. Yuri atının dizginlerini bırakarak öne doğru eğildi. Atın boynunu kollarının arasına aldı, başını yelesine gömdü. Hayvan bu davranışlardan kendisinin daha hızla gitmesinin istendiği sonucunu çıkardı ve dörtnala koşmaya başladı. Uçar gibi gidiyordu. Yuri kalbinin atışları ve atının nal sesleri arasında bazı bağırtılar duyar gibi oldu ama aldırmadı. Bu arada çok yakınında duyduğu bir el silah sesi onu kendine getirdi. Hemen doğrularak atın dizginlerine yapıştı. Yavaşlayan at dizginleri çekilince bu kez şaha kalkar-mış gibi yapıp durdu. Tam da Moreau ve Vetchinkin Her Türlü Tarım Araçları yazılı tabelanın bulunduğu kavşaktaydı. Tabela batmakta olan güneşin ışıklarıyla aydınlatılmıştı sanki. Yolu elleri silahlı üç kişi tarafından kesilmişti. Başında lise şapkası, üzerinde pardesü olanı çok gençti. Göğsü çaprazlama takılmış makineli tüfek mermileriyle doluydu. İkincisi bir süvari subayı kaputu giymişti. Onun başında da bir kalpak vardı. Üçüncüsü ise çok tuhaf bir adamdı. En belirgin özelliği çok iri olmasıydı. Sanki maskeli baloya gidecekmiş de onun için kıyafet değiştirmiş gibiydi. Ayağında yün bir pantolon, sırtında pamuklu bir papaz şapkası vardı. İçlerinde en yaşlı olanı süvari subayı kaput giymiş olanıydı. «Sakın kıpırdama doktor yoldaş,» dedi. «Eğer dediklerimizi yaparsan kılına bile zarar gelmez, ama dediklerimizi yapmazsan gözünün yaşına bile bakmadan öldürürüz seni. Bu işin şakası yok, bunu iyi bil. Birliğimizin doktoru öldürüldü. Seni onun yerine birliğimize doktor tayin ettik. Şimdi atından in, dizginlerini de şu genç yoldaşa ver. Bir kez daha anımsatıyorum, Kaçmaya kalkarsan ölürsün.» «Sen Yoldaş Forester'sin galiba. Mikulitsin'in oğlu. Öyle değil mi?» «Hayır ben onun irtibat subayıyım. Adım da Kamenod-vorsky.»
Scanned by hlecter ONUNCU BÖLÜM
DAĞYOLUI
Birçok kent, kasaba ve köy bu dağyolu üzerinde kuruluydu. Eski posta yolu, Sibirya'ya giden yoldu bu. Sibirya'nın en eski yoluydu. Ortadan bıçakla ikiye böler gibi köylerin, kasabaların ve kentlerin tam ortalarından geçiyordu. Çok önceleri, Khodatskoye demiryolu yapılmadan önce posta bu yoldan kızaklarla taşınırdı. Çay, buğday, işlenmiş demir yüklü arabalardan oluşan konvoylar doğudan batıya doğru yol alırlardı. Batıdan doğuya doğru ise iki yanlarında gardiyanlarıyla mahkûm kafileleri yol alırdı. Bunlar yaya yürürler ve önceden belirlenmiş yerlerde mola verirlerdi. Toplumdan soyutlanmış, çoğu yaşama sevincini yitirmiş bu zavallılar ağır ağır yürürlerdi. Her attıkları adımda prangalarının şangırtısı duyulurdu. Yolun iki tarafındaysa sık ormanlar vardı. Ormanda bulunan ağaçların hışırtısı içlerini ürpertirdi. Bu yol üzerinde bulunan köy, kasaba ve kentlerde yaşayanlar aynı ailenin insanları gibiydiler. Aralarındaki dostluklar ve evlilikler yoluyla hepsi birbirine bağlanmış gibiydi. Khodatskoye'de demiryoluyla kesişiyordu. Burada vagonları, demiryolunu, lokomotifleri onarmak amacıyla atölyeler kurulmuştu. Burada bulunan barakalarda en yoksul insanlar otururdu. Sefil bir yaşam sürdüren serseriler buralarda hastalanır ve ölürlerdi. Gerekli teknik bilgiye sahip siyasi mahkûmlarsa, cezalan sona erdiğinde bu atölyelerde çalıştırılırlardı. Demiryolu üzerinde devrimden sonra kurulmuş o-lan Sovyetler çoktan yıkılmıştı. Şimdi bu bölgede egemenlik Amiral Kolçak'ın elindeydi. Amiral Kolçak Beyazlar'ın başında Bol-şevikler'e karşı savaşıyordu. Şimdi yol dik bir yokuşu tırmanıyordu. Manzara buradan çok daha güzel görünüyordu. İnsan bu yol hep böyle dikine çıkacak ve çıktıkça da ufuk genişleyecek duygusuna kapılıyordu. Ancak insanlar yorgunluklarını atmak için dinlenme gereksinimini duydukları ve bunun için de durduklarında yokuşun en üst noktasına varmış olduklarını görüyorlardı. Burada yol bir köprünün üzerinden geçiyordu. Köprünün altından gürüldeyerek Kezhma nehri akmaktaydı. Irmağın karşı tarafında bir manastırın tuğla duvarları seçiliyordu. Yol da bu manastırın bulunduğu tepeye zikzaklar çizerek tırmanıyor, Holycross kasabasının kenar mahallerinden geçiyor, sonra da kentin merkezine geliyordu. Burada manastırın duvarları boyunca ilerlemesini sürdürüyordu. Manastırın buradaki kapısının üzerinde İncil'den alınmış bazı yazılar vardı. Kış sona ermek üzereydi. Büyük perhizin de son günlerine gelinmişti. Kışın sona ermek üzere olduğu, sokaklarda yer yer erimiş olan karların altından görünen topraktan anlaşılıyordu. Ancak çatılar hâlâ kalın kar tabakasının beyaz örtüsü altındaydı. Manastırın çan kulesine, çan çalılıcılarla birlikte çocuklar da tırmanırdı. Bulundukları yerden aşağıyı seyreden çocuklara aşağıdaki evler küçük birer kutu gibi görünürdü. Oyuncaklara benzetirlerdi onları. Siyah benekleri andıran insanlar, evler arasında dolaşıyorlardı. Bunlardan bazılarının hareketleri, onların kimlikleri hakkında bilgi veriyordu insana. Bunlar Amiral Kolçak'ın duvarlara yapıştırttığı ilanları okuyanlardı. Bu ilanlarda Amiral Kolçak, üç sınıfı silah altına çağırıyordu. III O gece hiç beklenmedik olaylar yaşandı. Hava, yılın o günlerinde hiç görülmeyen bir düzeyde ısınmıştı. İnce, neredeyse toz gibi bir yağmur çiseliyordu. O kadar ince yağıyordu ki insan daha yere düşmeden havada eriyecek sanıyordu. Yağan yağmurla ortaya çıkan su akıntıları kalan karları da eritip sürükledi. Her yerde yüzünü gösteren kara toprağın terden parlayan bir görünümü vardı. Tomik adındaki küçük köpek fotoğrafçının bahçesinde havlayıp duruyordu. Sabaha kadar da o bahçede bağlı kalacaktı. Galu-zin'in bahçesindeki karga da sanki onun çıkardığı seslerden rahatsız olmuş gibi gaklıyordu. Çıkardığı «gak-gak» sesleri neredeyse tüm kasaba halkının uykusunu kaçırmıştı. Kasabanın lüks mahallelerinden birine üç araba dolusu mal gelmişti. Bu evde oturan tüccar Lyubeznov malların kendisine ait olmadığını söylüyordu. Bir süre bu malları almamakta direnen Lyubeznov genç arabacıların vakit geç olduğu için kendilerini eve
alma önerisini de red etti. Aralarındaki tartışmayı kasabanın her tarafından duymak mümkündü. Saat birde duyulan çan seslerinin ardından, sicim gibi yağan yağmura karşın halkın ağır ağır manastırın yolunu tuttuğu görüldü. Ayinin başlamasından onbeş dakika kadar sonra, manastırdan uzaklaşmakta olan birinin ayak sesleri işitildi. Bakkalın kansı Galuzina'nın ayak sesleriydi bunlar. Kalabalığın fazlalığı nedeniyle havası ağırlaşan kilisede duramamış, biraz hava almak amacıyla dışarıya çıkmıştı. Bir süre soluklandıktan sonra da içeriye girmekten utanmıştı. Şimdi bazen koşar adımlarla bazen de gezintidey-miş gibi yürüyerek geri dönüyordu. Omuzlarına attığı şalı düşmesin diye sık sık düzeltiyordu. Kürkünün önü açıktı. Yürüdükçe a-yini sonuna kadar izlemediğinden ötürü sıkılıyordu. Ancak sıkıntının tek kaynağı bu değildi. Gündüz duvarlara asılan askere alma ilanları da sıkılmasının nedenlerinden biriydi. Oğlu Teryoşka'da askere çağrılanların arasındaydı. Zavallı kadın bu konuyu unutmak istiyor, fakat bir türlü beyaz ilan kâğıtları gözlerinin önünden gitmiyordu. Evi biraz ötedeki köşenin hemen başındaydı. Hemen eve girip içeriye kapanmak istemedi. Zaten açık hava onu kendine getirmişti. Üstelik açık havada daha iyi düşünebiliyordu. Bunun için evinin bulunduğu köşeden manastırın kapısına kadar birkaç kez gidip geldi. Bu şekilde yürürken sorunlarına daha kolay çözüm yolları bulabiliyordu. Neredeyse Paskalya Yortusu gelip çatmıştı ama evde kimseler yoktu. Evet. Hepsi onu yalnız başına bırakıp gitmişti. Kyusha'-nın kendisine hiçbir yararı yoktu. Kocasının ilk evliliğinden olan bu kız; kendisine bir dost, bir yoldaş olmak bir yana, bir düşman gibiydi. Kocası bu kızı evlatlık edindiğini söylemişti. Ama gerçek kızı ya da çok daha arklı bir şeyi de olabilirdi. Erkeklerin kalbinden geçen şeyin ne olduğu bilinemezdi ki. Aslında Kyusha akıllı, güzel ve terbiyeliydi. Kocasından da oğlu Teryoşka'dan da çok daha akıllıydı. İşte kendisini Paskalya Yortusu öncesi bu kızla yalnız bırakmışlardı. Kocası Vlas dağyolu üzerinde bulunan köyleri, kasabaları dolaşıp, askere alınan gençlere söylevler verecek, başarılar dileyecekti. Oysa şimdi burada bulunsa ve aptal oğluna sahip çıksa daha iyi olmaz mıydı? Oğlu Teryoşka'nın, nereye gittiğini bile bilmiyordu. Kuteiny' deki akrabalarına uğrayacak ve biraz eğlenerek üzüntüsünden kurtulmaya çalışacaktı. Üzüntüsü çoktu, çünkü okuldan kovulmuştu. Her sınıfı ikişer yıl okuyarak; hem de zorla geçince, okul idaresi daha fazla dayanamayarak onu okuldan uzaklaştırmıştı. Neydi bu olup bitenler? Neden her şey böyle tersine gidiyordu? Umutsuzluktan mücadele gücünü de yitirmişti. Çektiği bu sıkıntıların nedeni neydi acaba? Devrim mi? Hayır hayır. Savaştı tüm bu olup bitenlerin nedeni. Savaş iyi insanları yok etmişti. Geriye ne kadar işe yaramaz kötü insanlar kalmıştı. Babasının zamanında her şey çok daha başka türlüydü. İnşaat ustası olan babası; bilgili, çalışkan ve dürüst bir insandı. Evlerinde hiçbir eksikleri yoktu. Polya ve Olya adındaki kızkardeşleri, güzel, becerekli ve terbiyeli kızlardı. Bu özellikleriyle bölgede tanınmışlardı. Evlerine babasının usta arkadaşları gelirdi konuk olarak. Babasına saygı gösterirlerdi; tümü de namuslu, akıllı ve çalışkan olan delikanlılar. Altı ayrı renkte, altı ayrı atkı örmeye başlamışlardı bir gün. İki kızkardeşiyle. Eğlence olsun diye. Örgü konusundaki becerileri onların ününü biraz daha artırmıştı. O sıralarda her şey belirli bir uyum içindeydi: Kilisede yapılan ayinler, eğlenceler. Herkes biribirine karşı saygı gösterirdi. Kimse kimseyi kırmazdı. Rusya gelinlik bir kız gibiydi. Onu gerçekten sevenler ve koruyanlar vardı. Rusya için her türlü sıkıntıya, özveriye hazırdı bunlar. Şimdiki serserilere benzemezlerdi. Eskinin o güzelliklerinden hiçbir şey kalmamıştı artık. Gençler kaybolmuş, onların yerini yaşlılar, bir de akşama kadar gevezelik eden kadınlar almıştı. Vlass ve arkadaşları bir araya geldiklerinde geçmişteki iyi günlere dönme dileklerinde bulunuyorlardı. Oysa kaybedilen şeylerin geri getirilmesi için insanların dağları bile yerinden oynatması gerekmez miydi? IV Galuzina bu düşüncelerle birkaç tur atmıştı. Evine girmesi için sola dönüp birkaç adım yürümesi yeterliydi. Ancak evinin ö-nüne her gelişinde içeri girmekten vazgeçiyor yeniden dolaşmaya başlıyordu.
Çarşıda bulunan alan oldukça geniş bir tarlayı andırıyordu. Çeşit çeşit mallarla dolu arabalar bu alanda dururdu. Pazar kurulduğu zamanlar burası köylülerin arabalarıyla dolardı. Alanın bir yanı St. Helen Sokağı'yla birleşirdi. Diğer yanında ise sıra sıra atölyeler, depolar, bürolar ve dükkânlar diziliydi. Ga-luzina'nın dükkânı da bunların arasındaydı. Üç penceresi bulunan genişçe bir dükkândı. Döşemeleri tahta olan dükkân günde üç kez süpürülürdü. En sevdiği renk leylak rengiydi. En güzel elbisesinin ve evdeki güzel likör takımının rengini de aynı renkten seçmişti. Bu rengi gençliğindeki Rusya'nın, devrim öncesi Rusya'nın, rengi olarak kabul ediyordu. O zamanlar dükkândaki şeker kavanozlarından ve raflardaki kâğıtlardan da ortalığa tatlı bir leylak rengi yayılırdı. Galuzina kasada oturmaktan çok hoşlanırdı. Köşede, kereste deposuna bitişik, ahşap bir ev vardı. Oldukça eski olan bu yapı iki katlıydı. Alt katın iki yönünde iki kapı vardı. Bunlardan biri notere, diğeri de Zalkond Eczanesi'ne aitti. Eczanenin üstünde kalabalık ailesiyle Schmulev otururdu. Schumulev yaşlı kadınlara dikiş dikerek geçinirdi. Noterin üstündeki odalar-daysa birçok kiracı vardı. Bunların ne iş yaptıkları, giriş kapısını baştan aşağıya kaplamış bulunan tabelalardan anlaşılıyordu. Kiracılar arasında saat ve ayakkabı onarımı yapanlar vardı. Zhuk ve Strodakh fotoğrafçılık yapan iki ortaktı. Hakkak Kominsky de a-tölyesi burada bulanan bir başka sanatçıydı. Kalabalık yüzünden çalışacak yer bulamayan fotoğrafçı çırakları Blazhein ve Magidson bahçede kendilerine bir karanlık oda yapmışlardı. Onların odada bulunup bulunmadıkları pencereden dışarıya vuran ışıktan anlaşılırdı. Işığın olması onların da orada olduğunun göstergesiydi. Köpekleri Tomik de bu pencerenin altına bağlıydı. Şimdi durmadan havlıyordu. Sesi St. Helen Sokağı'-nın her yanından işitiliyordu. Galuzina işte bu eski, köhne binanın önünden geçerken, «İşte başımıza gelen tüm kötülüklerin kaynağı bu pis Yahudiler», diye düşünüyordu. Bu düşünce aslında kendisinin değildi. Yahudi-ler'den nefret eden kocasıydı. Galuzina ise bunu doğru bulmuyordu. Koskoca Rusya'nın kaderini bir avuç Yahudi nasıl belirleyebilirdi ki? Hayır hayır tüm kötülükler büyük kentlerin başının altından çıkıyordu. Köylüler ve kasabalılar da kentliler gibi okumaya öykünüyorlardı. Gerçi onlar da okumayı yazmayı öğrenmişlerdi a-ma nedense bir türlü onların düzeyine yükselemiyorlardı. Bunlara kentli de köylü de demek mümkün değildi. İkisi arası bir şey çıkmıştı ortaya. Bunun tersi, yani tüm kötülüklerin kaynağı içinde bulundukları bilgisizlik de olabilirdi. Okumuş, aydın bir insan gelecekte neler olabileceğini, olası gelişmeleri çok daha iyi kestirebiliyordu. Gerçi şimdi onların durumu da pek parlak değildi. Açlık yüzünden kentlerden kaçmaya başlamışlardı. Öylesine karışık bir durum .ki şeytan bile çıkamaz bunun içinden. Yine de kentlilerin durumu daha başka oluyor. Akrabalarımız; Selitvinler, Shelaburinler, Pamfil Palyler ve Modykh kardeşler bunun çok güzel bir örneği. Hiç kimseye minnetleri yok. Ne yaptıklarını ve ne istediklerini çok iyi biliyorlar. Dağyolundaki çiftlik evleri pırıl pırıl. O evleri gördükçe içi açılıyor insanın. Her-birinin on beş dönümün üzerinde ekili toprağı, atları, koyunları, domuzlan, inekleri var. İhtiyaçlarını üç yıl boyunca karşılayacak düzeyde buğday var ambarlarında. Ya o tarım araçları, seyretmeye doyamıyor insan. Harman makineleri bile var. Kolçak da Orman Milisleriyle onları kendi yanlarına çekmeye çalışıyor. Savaştan her biri birer George Nişanı'yla dönmüşlerdi. Bu nişan çarlık döneminin en önemli madalyasıdır. Bunun üzerine herkes peşlerine takılmış iş önerilerinde bulunmuştu. Çarlık subayı olup olmamak o kadar önemli değil, önemli olan işinizi iyi bilmenizdir. İşini iyi bilen insan, her dönem sözü geçen insandır. Eve dönmeliydi artık. Bir kadının böylesine geç bir saatte sokakta dolaşması pek hoş karşılanmazdı. Kendi bahçesinde olsa pek sorun olmazdı ama orası da öylesine çamur ki. Dışarda da etekleri çamur içinde kalmıştı. Neyse ki biraz rahatlamıştı. Eve gireceği sırada Khodatskoye'de olup bitenleri düşündü. Orada bazı eski sürgünler el üstünde tutuluyorlardı bu sırada. Ti-verzin, Antipov, Vidoviçenko, Peli, Köpek lakaplı anahtarcı Go-rozhen bunların önde gelenleriydi. Bir zamanlar birçok karışıklığın çıkmasına neden olmuşlardı, şimdi de yeni bazı dolaplar çeviriyorlardı. Ömürleri makinelerin başında geçmiş olan bu insanlar sonunda kendileri de o makineler gibi soğuk ve duygusuz olmuşlardı. Kalın kazaklar, pantolonlar giyiyor, kemik ağızlıklarla sigara içiyor, bulaşıcı
hastalıklara yakalanmamak için kaynatılmış su içiyorlardı. Vlas Galuzin'in çabaları boşunaydı. Bu adamlar onun istediği gibi değişemezlerdi. İşlerini kendi bildikleri şekilde sürdüreceklerdi. Galuzina kendi yaşamını düşündü bu arada. Basit bir kadın olduğunu biliyordu ama kendine özgü düşünceleri de vardı. Kötü bir insan değildi, akıllı sayılırdı. Ne yazık ki bu özelliklerinin hiçbir yararının olmadığı, kimsenin böyle şeylere önem vermediği bir yerde yaşıyordu. Aklına deli kadın Sentetyurikha için yazılmış dizeler geldi: «Sentetyurikha arabasını sattı Bir balalayka aldı..» Kafası iyice karışmış, bir şey düşünemez olmuştu. Kilisede o-kunan ilahinin sesini duyuyordu. Acı acı iç çekerek evine girdi. V Paltosunu bile çıkarmadan doğrudan yatak odasına yürüdü. Odasının pencereleri bahçeye bakıyordu. Bahçedeki gölgelerle, o-dasındaki gölgeler birbirlerine benziyordu. Perdelerdeki gölgeler, bahçedeki ağaçların gölgelerinin aynısıydı. Kışın bitmekte, baharın gelmekte olduğunun belirtileri dışarda görülüyordu. Gece kadifeyi andıran bir siyahlıkla kaplıydı. Galuzina paltosunu çıkarırken biraz ters bir harekette bulundu. Sol yanıyla kürek kemiği arasına giren ağrı hafif bir çığlık atmasına neden olmuştu. Acıyla inleyerek, «Tanrım bana yardım et!» diye yalvardı. Ağlamaya başladı. Ağrı biraz azalınca yavaş yavaş soyunmasına devam etti. Ancak elbisenin arkasındaki düğmeleri bir türlü açamıyordu. Onun geldiğini duyan Kyusha da yanına gelmişti. «Neden karanlıkta duruyorsun anne? Lambayı getireyim mi?» «İstemem, önümü görüyorum nasıl olsa.» «Bırakın da elbiselerinizi ben çıkarayım. Kendinizi yormayın.» «Bir ara parmaklarım uyuştu sanki. Sinirimden ağlayacak gibi oldum. O Yahudi elbisemi baştan savma dikti. Şeytan götür kafasına çal diyor.» «İlahileri duyuyorsun değil mi? Ne kadar güzel söylüyorlar. Hava güzel olduğu için sesler buraya kadar geliyor.» «Gerçekten de çok güzel söylüyorlar kızım. Ama ben iyi değilim. Ağrılarım yeniden başladı. Ne yapacağımı şaşırdım.» «Doktor Stydobsky'den hoşnut kaldığını söylemiştin ama.» «Doğru hoşnuttum ama söylediklerini uygulamanın olanağı yok. Hem artık burada değil o, gitti. Ayrıca giden yalnız o değil. Paskalya öncesi kimseler kalmadı burada. Deprem olacak da onu mu sezdiler ne?» «Peki ya o esir Macar doktor nasıl? Sanıyorum onun tedavisi size yaramıştı.» «Onun da bir yararı yok kızım. Hem oda diğer Macarlar gibi Kızıllar'a ait bölgede kalmayı yeğledi. Kendisini zorla götürdüler, Kızılordu'da çalıştırıyorlar.» «Anne bana kalırsa kendinizi fazla üzüyorsunuz. Kalbiniz de iyi değil. Okumanın size çok yararı olacağına inanıyorum. Hani o bir şeyler okuyarak acılarınızı dindiren asker karısı vardı. Adı neydi onun?» «Kız sen beni aptal mi sanıyorsun? Belki arkamdan deli diye şarkılar da söylüyorsun ha?» «Anne! Nasıl böyle bir şey düşünebilirsin? Ayıp değil mi? Sen böyle şeyler düşüneceğine, onun adını anımsamaya çalış. Dilimin ucunda, söylemeden de içim rahat etmeyecek.» «Seksen tane adı var kadının. Hangi birini aklımda tutayım? Kubarikha da diyorlar, Medvedikha da. Ziydarikha diyenler de var. Daha neler neler söylüyorlardı. Haem o da yok burada artık. Gitti, kayboldu. Çocuk düşürtmüş, birtakım kocakarı ilaçlar yapmış, büyücülük yapmış. Tutup Kezhma Hapishanesi'ne kapatmışlar onu. Oradan kaçmanın yolunu du bulmuş. Doğuya doğru kaçtığı söyleniyor. Dedim ya herkes buradan kaçmanın yolunu arıyor, buluyor. Vlas, Teryoşka, Polya teyzem... Kasabada namuslu kadın olarak senle ben kaldık. Şaka yaptığımı sanma. Kasabada tek bir doktor yok. Herhangi kötü bir durumda yapabileceğimiz hiçbir şey yok. İşimiz biter. Yuryatin'de Moskova'dan gelme bir profesör olduğunu duydum. Babası, intihar eden Sibiryalı bir tüccarmış. Tam da ona haber göndermek üzereydim ki, Kızıllar yollan kapadı. Hadi şimdi sen yatağına git ve uyumaya çalış. Ben de öyle yapmaya çalışacağım. Ha... Bu
arada şunu da söyleyim. Öğrenci Blayhain senin hoşuna gitti galiba. Hiç yadsımaya kalkışma, zaten adını duyar duymaz pancar gibi kızardın. Banyo etmesi için verdiğim fotoğrafı güzelleştirebilmek i-çin gece boyunca çalışıyor. Kendi uyumadığı yetmiyormuş gibi ev-dekileri de uyutmuyor. Tomik'in havlamalarını her yandan işitebilirsin. Pis bir karga da bahçedeki elma ağacına konmuş susmak bilmiyor. Anladığım kadarıyla bu gece de uyuyamayacağım. Sen bana neden kızdın? Elbette ki öğrenciler genç kızlarla oynaşıyorlar.» VI «Neden bu kadar çok bağırıyor bu köpek acaba? Gidip bakmak gerek. Bir köpek durup dururken bu kadar bağırmaz ki? Dur bakalım Lidochka. Sus biraz sus da şu işin ne olduğunu anlayalım. Kazaklar'ın bir baskını olabilir. Ustin sen gitme. Sen de Sivobluy. Bu işi ben öğrenirim.» Örgüt merkezinden gelmiş olan temsilci, kendisinden susmasını istendiğinin farkında olmadan konuşmasını sürdürüyordu. «Burjuvalar ve askerler Sibirya'da politikalarını zor yoluyla sürdürüyorlar. Bu şekilde hiç de iyi bir şey yapmış olmuyorlar. Yalnız işçi sınıfına değil, köylülere de zarar veriyorlar. Urallar'da-ki ve Sibirya'daki köylüler anlamalıdır ki; ancak işçilerle, yoksul tabakayla, özellikle Kırgızlar ve Buryatlar'la birleştikleri taktirde... » Lidoçka tam bu sırada kendisinden susmasının istendiğini farkederek sustu. Ter içindeki yüzünü mendiliyle sildi. Yorgunluk ve uykusuzluktan şişmiş olan gözlerini yumdu. Yanındakiler alçak sesle «Biraz dinlen, bir bardak su iç,» dediler. Biraz önce endişelenen partizanların şefine endişelenmesinin yersiz olduğu söylenmişti. Her şey yolundaydı. İşaret lambası yerinde duruyor, diktikleri nöbetçiyse tüm dikkatiyle çevreyi inceliyordu. Lidoçka'nın konuşmasını sürdürmesini istediler. Gizli bir toplantı yapılıyordu. Toplantının yeri fotoğrafçının avlusundaki odun deposuydu. Depodaki odunlar duvar kenarlarına yığılarak ortada bir yer açılmıştı. Kenarlara yığılan odunlar, katılanları gizlemeye yarıyordu. Herhangi bir tehlike halinde kaçabilecekleri bir de yeraltı geçidi vardı. Bu geçitten kaçarak manastırın arkasındaki evlerin bahçelerine çıkabilirlerdi. Konuşanın dazlak kafasında bezden bir takke vardı. Esmer, soluk tenliydi. Kulaklarına kadar uzanan kara, gür bir sakalı vardı. Hastaymış gibi sürekli terliyordu. Durmadan sönen sigarasını hiç üşenmeden gaz lambasında yakıyor, sonra da masanın üzerine yaydığı notlarına göz gezdirip konuşmasını sürdürüyordu. «Sibirya köylüsü artık istese de, istemese de işçi sınıfıyla ittifak yapmak zorundadır. Amiraller'in ve Kazak Atamanları'nın zorba yönetiminden kurtulmanın tek yolu budur. Amacımız bu zorba yönetimin yerine bir köylü asker iktidarı kurmaktır. Ancak bunun pek kolay olmayacağını iyi bilmeliyiz.» Konuşmasına ara verip, yeniden terini sildiği bir sırada dinleyenlerden biri kurallara aykırı olmasına karşın söz istedi. Partizanların şefi -ki ona şef demek yanlıştı, çünkü o Ural ötesi partizanlarının Kezhma Bölgesi Komutanı'ydı- konuşmacının çok yakınında ve küstah bir tavırla oturmuştu. İkide bir onun sözünü kesiyor, hiç saygı göstermiyordu. Çocuk denebilecek derecede gençti. Böyle bir gencin bu kadar büyük bir orduya komuta etmesi, herkesin ona saygı göstermesi, itaat etmesi anlaşılır gibi değildi. Bacaklarını ve ellerini sırtındaki kaputun kıvrımlarına sarmıştı. Gömleğinin omuzlarında koyu renkli lekeler vardı. Bu lekeler buradaki apoletlerin sökülmesinden meydana gelmişti. Komutanın gömleği, apoletleri söklümüş Harp Okulu üniforma-sıydı. İki yanında duran muhafızları da kendisi kadar gençti. Koyun derisinden kısa ceketler giymiş, konuşmadan dikiliyorlardı. Genç, güzel yüzlerinde komutanlarına olan bağlılık çok açık bir şekilde görülüyordu. Ne pahasına olursa olsun komutanlarını korumaya hazır oldukları ifadesi okunuyordu yüzlerinden. Ambardakiler on oniki kişi vardı. Bunların kimisi ayakta duruyor, kimisi ise yerde oturuyorlardı. Oturanlar sırtlarını duvarların kenarına dayamış, ayaklarını dizlerine doğru çekmişlerdi. Aralarında üç dört konuk da vardı. Bunlar eski işçilerdi. 1905 Ayaklanmasının önde gelenlerindendiler. Bunların biri asık yüzlü Ti-verzin'di. O zamandan bu yana çok
değişmişti. Pasha'nın babası Antipov da oradaydı. Bunlar çok eskiden arkadaştılar. Sessizce ve ciddi bir tavırla konuşulanları dinliyorlardı. Politika sanki onlardaki insani olan her şeyi almıştı. Antipov ve Tiverzin dışında dikkati çeken bir iki konuk daha vardı. «Kara Bayrak» diye anılan Anarşist Vdoviçenko bunlardan biriydi. Bu adam hiç yerinde duramıyordu. Yere oturuyor, kalkıyor, volta atıyordu. Koca kafalı, koca ağızlı, alabildiğine iri yapılı ve çok şişman biriydi. Aslan yelesini andıran saçları vardı. Türk-Rus ve Japon-Rus savaşlarında subay olarak yer aldığı söylenirdi. Bu savaşların herhangi birinde savaştığı konusunda ise herkes aynı düşüncedeydi. Çok iri yapılı bir insan olduğundan ufak tefek işlerle pek ilgilenmiyordu. Aynı nedenle toplantıdaki konuşmaları da dinlemiyor, söylenilen her şeyi kabulleniyordu. Yanında arkadaşı Tuzakçı Cvirid oturuyordu. Bu adam ekmeğini topraktan kazanmıyordu ama, onu gören herkes onun bir köylü olduğunu anlardı. Ormanda tuzak kurarak avlanır ve bunlardan elde ettiği gelirle geçinirdi. Sevimli ve iyi bir insandı. Okuma yazma bilmiyordu. Saçları ve bıyıkları çok seyrekti. Olduğundan çok daha fazla yaşlı görünüyordu. Anlatılanları güler yüzle dinliyor ve sanki başını eğerek onaylıyor gibiydi. Konuşmacının dinleyicilere pek aldırdığı yoktu. Ancak çok eski bir devrimci olduğundan hemen yanıbaşında oturmakta olan genç komutanı hayranlıkla, sevgiyle izliyordu. Onun kabaca tavırlarını da gençliğinin ve devrimciliğinin eseri olarak hoş görüyordu. Bu genç komutan Mikulitsin'in oğlu Liberius'tan başkası değildi. Konuşmacı ise Komünist Parti'nin Merkez Komitesi üyelerinden biri olan Kostoyed Abursky'di. Önceleri «S.R.» yani Sosyalist Partili olan Abursky sonradan hatasını anlamış ve özeleştirisini yapmıştı. Bundan sonra Komünist Parti'ye kabul edilen Abursky, parti içinde kısa zamanda yükselerek bu noktaya kadar gelmişti. Düşüncelerindeki değişiklik dış görünüşünü de değiştirmişti. Onu şimdiye değin dazlak kafalı ve sakallı gören olmamıştı. Parti kendisinden gerçek kimliğini saklamasını istemişti. Takma adlar kullanıyordu. Lidochka da bunlardan biriydi. Sıkça kullandığı adlardan biri de Brendey'di. Dış görünüşündeki değişiklik de büyük olasılıkla bu gizlilikle ilgiliydi. Aslında bir asker olan kendisine bu görevin verilmesinin nedeni, halkın psikolojisinden iyi anlamasıydı. Bu özelliğiyle halkı etkileyebileceği bekleniyordu. Vdoviçenko'nun söz istemesiyle başlayan karışıklık sona erdikten sonra sözlerine devam etti. «Köylü hareketinin gelişmesini mümkün olduğunca yakından izlemek için il komitesine bağlı bütün partizan birlikleriyle bağlantı kurulmalıdır.» Kostoyed daha sonra gizli toplantıların nasıl yapılacağı; şifrelerin, paroloların nasıl düzenleneceği gibi konularda açıklamalarda bulundu. Liberius daha fazla dayanamayarak Kostoyed'in konuşmasını kesti. «Tüm bu söyledikleriniz çok güzel şeyler, aklımda tutmaya çalışacağım. Yanılmıyorsam, söylediklerinizi tümüyle uygulamamız gerektiğini, aksi halde Kızıl Ordu'dan bir yardım beklemeyeceğimizi söylüyorsun değil mi?» «Evet.» «İyi, güzel söylüyorsun da Lidochka, benim topçusuyla, süva-risiyle üç alayım aylardır düşmanla savaşırken senin bu bir dizi güzel lafının bize ne yaran olacak?» Kostoyed, «Ne kadar güzel, ne kadar da cesaretli konuşuyor,» diye düşünürken, Liberius'un küstah tavırlarından hoşlanmayan Tiverzin söz aldı. «Bağışlayın yoldaş,» dedi. «Yanılmıyorsam Merkez'in daha önce savaşa katılmış savaşçıların ve askeri birliklerde yer almış subay, assubay ve erlerin her komitede birer ikişer yer almasını istediğini söylediniz değil mi?» «Evet.» «Ancak ben bu askeri teknisyenler konusundan duyduğum kaygıyı dile getirmek istiyorum. Biz 1905 Ayaklanması'na katılmış eski işçiler askerlere her zaman güvenilemeyeceğine dikkat çekmek istiyoruz. Bugün devrimden yana görünen ordu, yarın devrimi ezmeye de çalışabilir.» Bu arada dinleyiciler arasından «Görüşmeler yeter artık» «Karara geçelim» «Çok geç oldu» diye seslenmeler duyuldu. Vdoviçenko'nun da kalın sesiyle araya girdiği duyuldu, «Ben de çoğunluk gibi düşünüyorum. Bir an önce sonuca yarıp dağıtmalıyız.»
Onun arkadaşı olan ve her konuda onu destekleyen Svird de «Her şey çok açık,» dedi. «Yapacağımız en önemli şey çarpışmak ve bulunduğumuz yerlerde tutunmak. Başladığımız işten geri dönemeyiz.» Daha uzunca bir süre devam eden tartışmalardan herhangi bir sonuca varamadılar. Toplantı sabaha karşı sona erdi. Her zaman olduğu gibi gerekli önlemleri alarak dağıldılar. VII Kuteiny Posad ve Maly Yermolay köyleri arasından Pazhinka Deresi akıyordu. Bu iki köy dağyolu üzerinde ve çok güzel manzaralı bir yerdeydi. Kuteiny Posad sarp bir yarın tepesinde Maly Yermolay ise aşağıda bulunan vadide kurulmuştu. Kuteiny'de gençlerin askere gönderilmesi üzerine bir şenlik düzenlenmişti. Maly Yermolay'daysa Albay Strese'in başkanlığındaki asker alma komisyonu Paskalya Yortusu nedeniyle ara verdiği çalışmalarına yeniden başlamıştı. Bu nedenle köyde pek çok Kazak askeri ve atlı polisler vardı. Paskalya'nın üzerinden üç gün geçmişti. Baharın ilk günlerinden biriydi. Hava ılık ve durgundu. Askere alınan gençler için bu şölen düzenlenmişti. Masalar trafiğe engel olmamak için yolun alt kısmına dizilmişti. Çeşitli yiyecek ve içkilerle dolu masaların üzerinde yerlere kadar sarkan beyaz örtüler vardı. Köylüler bu şöleni düzenleyebilmek için kendi aralarında para toplamışlardı. Masalarda bulunan yiyeceklerin çok önemli bir kısmını Paskalya Yortusu'ndan artan yiyecekler oluşturuyordu. Ortada tütsülenmiş iki domuz budu, paskalya çörekleri, pastalar vardı. Kareler içinde turşular, tabaklarda da dilimlenmiş bayat köy ekmekleri vardı. Biraz büyük tabakların içinde; pembe ve açık mavi renkli Paskalya yumurtaları istiflenmişti. Renkli yumurta kabukları yeşil çimenler üzerinde çiçek gibi duruyordu. Delikanlılarla, genç kızların giysilerinde egemen olan renkler pembe ve açık maviydi. Masmavi gökyüzündeki pembe bulutlar da sanki bu köydeki renklerle uyum içinde olmak istemişlerdi. Vlas Galuzin de pembe bir gömlek giymiş, beline de mavi bir ipek kuşak sarmıştı. Askere gidecek olan gençlere yönelik konuşmasına başladı. Elindeki votka kadehini kaldırarak: «Evlatlarım, bizim köyde üretilen bu votkayı şampanya niyetine, onurunuza içiyorum. Yolunuz açık, ömrünüz uzun olsun. Ö-nünüzde çok çetin bir görev var. Yurdumuzu kardeş kavgalarıyla kan gölüne çeviren bazı insanların elinden kurtaracaksınız. Devrim halka çok şey kazandırdı. Halk da devrimi koruyarak huzur içinde yaşayacağını umuyordu. Ne var ki yabancı sermayenin hizmetindeki Bolşevikler bunu engellediler. Masum insanların kanı oluk oluk akıyor. Sizler yalnızca kardeş kanı dökülmesine son vermekle kalmayacak, aynı zamanda Rus ordusunun onurunu da koruyacaksınız. Başkaldıran yalnız Bolşevikler değil, Almanya ve A-vusturya da başkaldırmak üzere. Bu yüzden müttefiklerimize karşı da çok zor durumlara düştük. Evlatlarım...» diye konuşmasını sürdürmek isteyen Galuzin bunu başaramadı. Herkes, «Yaşa!», «Varol» çığlıklarıyla kendisini alkışlıyordu. Bunun üzerine o da elindeki votkayı yudumladı. Zehir gibi bir içkiydi bu, kendisiyse şaraba alışkındı. Ancak halkın iyiliği için bu tür yoksulluklara zevkle katlanıyordu. Terenty Galuzin, «Çok ayıp ediyorsun Goşka» dedi. «Nasıl bu şekilde düşünebiliyorsun? Ben de seninle aynı gün askere çağrıldım. İkimiz aynı yere gideceğiz. Namussuzlar beni okuldan kovdular. Annemin nasıl üzüldüğünü bilemezsin. Babamın güzel konuştuğu doğru. Okumuşluğu da yoktur üstelik. Ama içinden geldiği gibi konuşur.» «Sanka Pafnutkin'in başına gelenleri duydun mu?» «Evet. Gerçekten de anlatıldığı kadar kötü mü durumu?» «Ölünceye kadar çekecek. Tedavisi olanaksız. Ama kendi hatası. Böyle konularda çok dikkatli olmak gerekir. Herkesle düşüp kalkılmaz. Gitmemesini çok söyledik ama bizi dinlemedi.» «Peki şimdi ne yapacak.» «Durumu çok kötü. İntihar etmek istedi. Onu da askere çağırdılar. Yermolay'da tıbbi kontrolü yapılıyor. Sanırım askere alınır. Ama o öcünü almak için partizanlarla birleşeceğini söylüyor.» «Goşka, bulaşıcı hastalıklardan söz ediyorsun ama insan kadınlara gitmeden de bu tür hastalıklara yakalanabilir.»
«Ne demek istediğini çok iyi anladım. Fakat bu bir hastalık değil, ahlaksızlıktır.» «Pis yalancı, insan arkadaşıyla böyle konuşur mu? Şimdi suratının ortasına bir tane indireceğim.» «Dur bakalım, sakin ol biraz. Sana anlatmak istediğim şu Paskalya'da Pazhinsklere gitmiştim. Bir konukları vardı. Köy köy dolaşıp konferanslar veriyormuş. Çok ilgi çekici bir tipti. Çok da güzel konuşuyordu. İnsan kişiliğinin özgürlüğe kavuşturulmasından söz ediyordu devamlı. 'Ben de anarşistlerle birleşeceğim... İçimizde hep uyanmak, başkaldırmak isteyen bir kuvvet var. Cinsiyet ve karakter birbirine uygun olan şeylerdir.' dedi. adam bir dahi. Ama benim de başım döndü... Ne kadar da gürültü yapıyor bunlar. Ne olur Terenty sen de sus artık.» «Tamam, susacağım ama daha önce bana bir şeyi açıklamanı istiyorum Goşka. Sosyalizmle ilgili pek çok sözcüğün anlamını bilmiyorum. Örneğin sabotajcının ne demek olduğunu bana açıklayabilir misin?» «Bunları çok iyi biliyorum Terenty ama kafam yerinde değil. Sabotajcı... » Goşka'nın sözünün burasında şiddetli bir patlama duyuldu. Oldukça yakından gelmişti ses. Bunu izleyen kısa bir sessizlik kapladı ortalığı. Az sonra aynı patlama daha da yakından ve daha şiddetli bir şekilde işitildi. Sofradakilerin bir kısmı ayağa fırladı, bir kısmı masaların altına gizlenirken bir bölümü oradan u-zaklaşmak istedi. Soğukkanlı olanlar ise yerlerinden bile kıpırdamadılar. Kadınlar çığlıklar atıyorlardı. Ortalık ana baba gününe dönmüştü. Vlas Galuzin patlamanın köyde, hatta masalara yakın bir yerde olduğunu sanmıştı. Etrafına bakınarak suçluyu bulmaya çalışıyordu. «Hangi serseri yaptı bu kalleşliği? Kim oynuyor o elbom-balarıyla?» diye avaz avaz bağırıyordu. Yüzü kıpkırımızı olmuş, boynundaki damarlarlar kabarmıştı. «Bunu yapan kim olursa olsun elime geçirirsem parçalayacağım. Böyle oyun mu olur arkadaşlar. Haydi köyün etrafını sarıp araştırma yapalım. Suçlu kimse bulup ortaya çıkaralım onu.» Önce herkes onu dinliyordu. Yermelay Köyü'nün Halkevi binasının üzerinden yükselen kara bir duman sütunu tüm dikkatleri oraya çekti. Neler olup bittiğini merak eden herkes yarın başına doğru koştu. Bina yanıyordu. Tıbbi kontrolden geçmek için binada toplamış olan gençler yarı çıplak kaçışıyordu. Aralarından birinin üzerinde yalnızca bir külot vardı. Kaçanların arasında Albay Strese de vardı. Kazaklar ve atlı polisler ellerindeki kırbaçları sağa sola sallayarak köyün içinde at koşturuyorlardı. Birini arıyor gibiydiler. Tehlike çanlarının çalması üzerine köylülerin büyük bir bölümü Kuteiny yolunda döküldü. Sonraki olaylar büyük bir hızla gelişti. Akşama kadar aradığını bulamayan Albay Strese yanındaki Kazak askerleriyle Kuteiny köyüne geldi. Köy sarılarak evler tek tek aranmaya başlandı. Askere alınan gençlerin birçoğu sarhoştu. Kimisi masaların üzerine abanmış, kimisi de çimenlerin üzerine serilerek sızmışlardı. Askerlerin köye geldiği duyulduğunda hava iyice kararmıştı. Terenty ve Goşka'nın da içinde bulunduğu pek çok genç ise kaçarak en yakın binaya saklanmıştı. Başlangıçta burayı bir ahır sanmışlardı. Ancak balık ve parafin kokusundan buranın köy kooperatifinin deposu olduğu anlaşılmıştı. Bunların hiçbirinin suçu yoktu. Tek hataları kaçmak, saklanmaktı. Birçoğu sarhoş olduğundan, ne yaptığının farkında bile olmadan bu şekilde hareket etmişti. Bazıları konuşulması sakıncalı kişilerle konuştukları için başlarına iş açılacağından korkmuşlardı. Zaten bu sıralarda ne yapılsa suç oluyordu. Depoda yalnız değillerdi. Buraya kendilerinden önce de gelenler olmuştu. Her tarafta Kuteiny'den, Yermolay'dan gençler vardı. Kuteinyliler'in çoğu sarhoştu. Sızıp horlayanlar, uykusunda sayıklayanlar bile vardı. Zifiri bir karanlık vardı. Deponun zaten bozuk olan havası, kusanların çıkardığı kokularla iyice ağırlaşmıştı. Son gelenler girdikleri deliği taş ve toprakla kapatmışlardı. Bir süre sonra horultular, iniltiler kesildi. Üç kişinin dışında hemen herkes uykuya dalmıştı. Uyumayanlar paniğe kapılıp kaçan Terenty, Goşka ve Yermolaylı geçimsiz bir genç olan Koska'ydı. Köyün kabadayılarındandı. Koska, «Biraz yavaş konuşun, duymuyor musunuz Albay Strese'flin adamları dolaşıyor. Hepimizi ele vereceksiniz. Bakın gene geliyorlar. Sus. Nefes bile alma, boğarım yoksa seni. Neyse, şansımız varmış ki gittiler. Aptal herif sen niye kaçtın? Seni neden yakalasınlar kı?»
«Ne bileyim. Goşka'nın saklan diye bağırdığını duyunca kaçıp saklandım? Sahi nasıl oldu bu iş?» «Tüm bu olup bitenlerin sorumlusu Sanka Pofnutkin'dir. Sanka'yı biliyorsun değil mi? Hepimiz askerlik için tıbbi kontrolümüzü yaptırmaya gitmiştik. Soyunarak sıraya girdik. Sıra San-ka'daydı ama o bir türlü soyunmak istemiyordu. Geldiğinde sarhoştu. Yazıcı ondan çok kibar bir dille soyunmasını istedi. San-ka'ysa 'Soyunmayacağım' diyordu. 'Herkesin karşısına çırılçıplak çıkamam.' Bunları söyledikten sonra yazıcıya yaklaştı ve suratına bir yumruk attı. Ardından adamın önündeki masayı bacaklarından tutup ters çevirdi. O sırada içeriye Albay Strese geldi. 'Bu da ne demek oluyor. Benim serserilerle işim yok. Yasalara karşı gelmenin ne demek olduğunu gösteririm size. Kim yaptı bunu?' diye bağırıyordu. Sanka 'Elbiselerinizi toplayıp kaçın arkadaşlar' diyerek pencereye doğru koştu. Bir yumrukta camları aşağı indirip dışarıya kaçtı. Ben de elbiselerimi kaptığım gibi peşinden koşmaya başladım. Bir yandan kaçarken bir yandan da giyiniyordum. Nasıl oldu, neden oldu bilmiyorum ama herkes bizim peşimize takılmıştı.» «Peki bombayı kim attı?» «Bombayı mı? Bilmem ki. Herhalde başka biri atmıştır. Ortalığın karıştığını gören biri, 'Durun bakayım, bari ben de bu karışıklıktan yararlanıp köyü yakayım, nasıl olsa kimse beni fark-etmez' demiştir. Pazhinsk'ten gelen siyasilerden biri de yapmış olabilir. Her taraf bu adamlarla dolu çünkü. Susun, gène Strese-'nin adamları geliyor. Bu kez hapı yuttuk galiba.» Sokakta yürüyen ayak sesleri ve mahmuz şakırtıları duyuluyordu. Petersburg şivesiyle konuşan Albay Strese'nin sesi duyuluyordu. «İtiraz istemiyorum. Size, burada konuşan birilerinin sesini i-şittim diyorum!» Yermelav köyü muhtarı Otvyahitsin, «Size öyle gelmiş olmalı Albayım,» diyerek komutanı geri çevirmeye çalışıyordu. «Elbette ki köyde birtakım insanlar konuşacaktır. Burası bir köy ve çevremizde birçok ev var. Evler ise insan dolu. Bunlar hayvan değil ya tabii ki konuşurlar.» «Hadi hadi bana numara yapma. Kızıllar buraya yerleşirse o zaman görürsünüz gününüzü.» «Aman Tanrım! Neler söylüyorsunuz siz Albayım? Bizim Kı-zıllar'la ne işimiz olabilir? Bizim köylüler ellerindeki dua kitaplarını bile okuyamaz.» «Evet, hepimiz böyle konuşursunuz ama yeri geldiğinde onlarla-işbirliğine gitmekten de geri durmazsınız. Depoyu arayın. Her sandığın içine, tezgâhların altına iyice bakın. Sonra da bitişikteki binaları arayın.» «Başüstüne komutanım.» «Nasıl bulursanız bulun, nereden bulursanız bulun; Ryabikh, Pafnutkin ve Nekhvalekhin'i bulup bana getirin. Ha bir de Galu-zin'in o serseri oğlunu istiyorum. Babası da kalkmış yurtseverlik taslıyor bize. Aklınca bizi bu şekilde kandıracak. İş güç sahibi, dükkân sahibi bir insanın köy köy dolaşıp nutuk çekmesi boşuna değil. Normal bir şey değil bu. Hem aldığım haberlere göre Parti' nin adamları Galuzin denen adamın evinde gizli toplantılar yapıyormuş. Ne yapap yapıp onun oğlunu bulun. Aslında hakkında henüz bir şikâyet yok ama en ufak bir açığını görürsem, herkese örnek olsun diye hemen asacağım onu.» Askerler yollarına devam ettiler. Onların iyice uzaklaşmasını bekleyen Koska, korkudan titremekte olan Terenty'ye, «Duydun değil mi?» diye sordu. «Evet.» «Bu durumda sen, ben, Sankha ve Goşka için yapılacak tek şey kalıyor kaçmak. Evet, bizim yapabileceğimiz en akıllıca şey ormana kaçmaktır. Elbette orada sonuna kadar kalacak değiliz. Bir süre ortalık yatışıncaya kadar bekleriz. Daha sonra ne yapacağımıza karar veririz. Belki geri dönmenin yolunu bile buluruz.» Scanned by hlecter ONBİRİNCİ BÖLÜM
ORMAN MİLİSLERİ I
Yuri'nin Partizanlar tarafından esir edilmesinin üzerinden iki yıla yakın bir süre geçmişti. Özgürlüğünün hangi ölçülerde kısıtlandığı bile belli değildi. Tutulduğu yerin etrafında parmaklık, duvar gibi herhangi bir şey yoktu. Ne başına bir nöbetçi dikmişler, ne de peşine herhangi bir kişi takmışlardı. Zaten sürekli hareket halindeydiler. Yuri de onların her gittiği yere gidiyordu. Partizan-lar'ı diğer yurttaşlardan ayıran herhangi bir özellikleri yoktu. Köy ve kasabalardan geçerken rahatlıkla halkın arasına karışıyor, onlardan ayırt edilemiyorlardı. Tam anlamıyla halkın içinde eriyorlardı. Görünüşte Yuri serbestti. Ancak bu serbestliği uygulamayı bilemiyordu. Zincire vurulmamıştı, ayaklarına pranga da vurulmuş değildi. Dört duvar arasına da kapatılmamıştı ama gene de özgür hissedemiyordu kendini. Çünkü öyle olmadığını biliyordu. Üç kez kaçmaya kalkışmış, üçünde de yakalanmıştı. Gerçi başına bu nedenle pek kötü bir şey gelmemişti ama bu, her zaman böyle olacak demek de değildi. Yaptığı ateşle oynamaktı. Bir daha kaçmaya kalkışmadı. Partizanların şefi Liberius, Yuri'yi çok beğeniyordu. Bu nedenle de kendi çadırında yatırıyordu onu. Ancak Yuri onun gösterdiği bu yakınlıktan hiç de hoşnut değildi. II Bu sıralarda Partizanlar sürekli doğuya doğru yürüyorlardı. Bazen Kolçak'ı Sibirya'dan atmaya yönelik bir zafer yürüyüşünü andıran bu yürüyüş, Beyazlar'ın onları çembere alma girişimleri durumunda da bir geri çekilmeye dönüyordu. Anayola paralel bir güzergâh izliyorlardı. Bazen yola çıkıyor, yürüyüşlerini yolun üzerinde sürdürüyorlardı. Yol boyunca geçtikleri köylerin kimisi Kızıl, kimileri de Beyaz işgali altındaydı. Durumlarına bakıp hangi köyde kimlerin egemen olduğunu anlamak çok zordu. Zaten köylerden geçtikleri sırada görünen yalnız binalar oluyordu. Köylüler sanki eriyor yok oluyorlardı. Aynı şey Beyazlar'ın geçtiği zaman da oluyordu. Ortada kimseler görünmeyin-ce, çamurlar içinde ilerleyen atlar, kaputlarına sarılmış askerler ve toplar çok daha büyükmüş gibi görünüyordu. Pazhinsk adında küçük bir kasabadan geçerken Yuri, General Kappel yönetimindeki Beyaz ordularının çekilirken bıraktıkları ilaçlara el koymak üzere kasabanın eczanesine gitti. Yağmurlu, sıkıntılı ve karanlık bir akşamdı. Her yerde ya beyaz ya da siyah renkler vardı. İşığın etkilediği yerler beyaz, bunun dışında kalan yerler ise simsiyah kalıyordu. Yuri'nin ruhsal yapısı da bu renkler arasındaki çelişkiyi andırıyordu. Ya alabildiğine huzur içinde oluyor ya da derin bir hüzne gömülüyordu. Askeri birliklerin geçtikleri yol bozulmuş, çamur içinde kalmış bir tarlayı andırıyordu. Yolun bir yanından karşı yana geçmek için bir hayli dolaşmak ve uygun bir yer bulmak gerekiyordu. O sırada Yuri üç yıl önce trenle Yuryatin'e gelirken birlikte yolculuk yaptığı Pelagia Tyagunova'yla karşılaştı. Önce Pelagia onu görmüştü. Yolun karşı tarafında dikilip kalmıştı. Eğer Yuri kendisini tanırsa durup onunla konuşacak, aksi halde yoluna devam e¬ decekmiş gibi bir ifade vardı yüzünde. Ama Yuri onu tanıdı. Onu tanıyınca da aklına mahkûmlar, gardiyanlar, kadınlar ve askerlerle dolu tren ve kendi ailesi geldi. Yolculuklarının birçok bölümü en küçük ayrıntılarına kadar gözünün önüne geldi. Ailesini ve yakınlarını anımsaması yüreğini a¬ cıyla doldurdu. Geçilebilecek bir yerden yolun karşısına geçti ve Pelagia'yla konuşmaya daldı. Pelagia ona aradan geçen zaman içinde olup bitenleri bir bir anlattı. Yanlışlıkla İş Ordusuna yazılmış olan gençten söz etti uzun uzun. Bir süre Vassya adındaki bu gencin köyünde kalmıştı. Vassya'nın ailesi kendisine çok iyi davranmıştı ama köylüler onu daima bir yabancı olarak kabul etmiş aralarına almamışlar. Sonradan Vassya ile seviştiğini ileri sürmeye başlamışlar. Bunun ardından kendisine kötülük yapacaklarını anlayarak oradan kaçmış. Hollycross kasabasındaki kızkardeşi Olga Galuzina'-nın yanına gitmiş. Pritulyev'in burada olduğunu öğrenince de kalkıp Pazhinsk'e gelmişti. Ancak Pritulyev'i bulamamıştı. Kendisine bir iş bulunca da orada yerleşip kalmıştı. Bu arada kötü bazı olaylarla da karşılaşmıştı. Yiyecek saklandığı haberi üzerine Vassya'nın köyü cezalandırılmıştı. Köye gönderilen askerler ortalığı yakıp yıkmıştı. Vassya'nın evi de
yakılıp yıkılan evler arasındaymış, ayrıca ailesinden birinin öldürüldüğünü de duymuştu. Almış olduğu kötü haberlerden biri de eniştesi Vlas Galuzin ile ilgiliydi. Vlass Galuzin ya hapsedilmiş ya da idam edilmişti. Kimse bu konuda bir şey bilmiyordu. Yeğeni Terenty ise ortadan kaybolmuştu. Ablası Olga'ysa bir süre açlıkla pençe-leştikten sonra bir akrabasının yanında hizmetçilik yapmaya başlamıştı. Pelagia Yuri'nin ilaçları almaya gittiği eczanede hizmetçi olarak çalışıyordu. Yuri bu ilaçları aldığında hem eczanenin sahibi hem de kendisi açlıkla karşı karşıya kalacaktı. Bu durumda Yuri'nin yapabileceği hiçbir şey yoktu. İlaçları alırken Pelagia da kendisine yardım etti. Yuri yanında getirdiği arabaya sandıklar ve çuvallar içindeki ilaçları yükledi. Tüm kasaba halkı gibi, eczacının uyuz, zayıf atı da bu durumu üzüntülü bir şekilde izliyordu. Birlikleri yolun kenarından durmaksızın ilerliyordu. Büyük su birikintilerinin, derin çukurların bulunduğu yerlerde atlara biniyorlardı. El konulan ilaçlar arasında bir şişe de kokain vardı. Partizanlar'ın başı uzun süredir kokaine alışmıştı. III Yuri'nin işleri başından aşkındı. Kış boyunca tifüs salgınıyla uğraşmıştı. Şimdiyse çarpışmalarda yaralananlarla uğraşıyordu. Çatışmaların artmasıyla birlikte yaralı sayısı da artıyordu. Sık sık geri çekilmek zorunda kalmalarına, birçok zorlukla karşılaşmalarina karşın; geçtikleri köyler ve kasabalardan katılanlarla, Beyaz Ordu'dan kaçıp gelenler Partizanlar'ın sayısını en az on katına çıkarmıştı. Yuri'nin esir alınmasının üzerinden yaklaşık on sekiz ay geçmişti. Liberius'un Hollycross'dataki bir gizli toplantıda övünerek belirttiği sayıya yeni ulaşıyordu Partizanlar'ın gücü. Yuri'nin deneyimli hastabakıcı olan birkaç yardımcısıyla iki asistanı vardı. Bunların ikisi de kendisi gibi zorla bu göreve getirilmişlerdi. Bunlar, Avusturya ordusunun doktorlarından Macar Kerenyi Lajos'la Hırvat Angelar'dı. Yuri Kerenyi'yle Almanca konuşuyordu. Angelar'sa az da olsa Rusça biliyordu. IV Kızıl Haç kurallarına göre askeri doktorlar, savaşa katılamazlardı. Bunların silah taşımaları da yasaktı. Yuri bu kuralları bir kez çiğnemişti. Beyazların bir saldırısı sırasında olmuştu bu. Açık bir arazide yürüyüş halinde oldukları bir sırada saldırmıştı Beyazlar. Arkalarında büyük bir orman vardı. Önlerinde uçsuz bucaksız tarlalar vardı. Saldırı bu tarlalardan yapılıyordu ve başladığında Yuri en ön sıralardaydı. Yanındaki muhabereciyle hemen yere yatmışlardı. Beyazlar o kadar yakınlarına gelmişlerdi ki Yuri onların yüzlerini bile seçebiliyordu. Bunların çok büyük bir bölümü delikanlılardı. Birçoğu öğrenci olan bu gençler gönüllü olarak askere yazılmışlardı. Aralarında ikinci kez askere çağrılan ve bu gençlerin babaları yaşında olan ihtiyarlara da rastlanıyordu. Yuri hiçbirini yakından tanımamasına karşın çok yakın hissediyordu bunları kendine. Bazılarını okul arkadaşlarına benzetiyordu. Bazılarıysa tiyatroda, ya da sokakta karşılaştığı birilerini anımsatıyordu ona. Bu gördüğü güzel yüzlü zeki bakışlı gençler, kendi sınıfından, kendi düşüncesinden insanlardı. Onlara duyduğu yakınlığın nedeni buydu. Çok tuhaf bir görev anlayışları vardı. Çok anlamsız, hatta saçma olarak nitelendirilebilecek bir cesaretle saldırıyorlardı. Kurşunların üzerine göğüslerini gere gere yürümeyi bir övünç kaynağı olarak görür gibiydiler. Üzerinde yürüdükleri arazide kendilerini az da olsa koruyabilecek tümsekler, çukurlar bulunmasına karşın yere yatıp sipere yatmayı onurlarına yediremiyor gibiydiler. Tehlikeye karşı meydan okuyorlardı. Bunun sonucunda da partizan kurşunları altında sapır sapır dökülüyorlardı. Beyazlar'ın ilerledikleri arazinin ortasında iki tarafın açtığı a-teş sonucu ya da bir yıldırım düşmesi sonucu yanmış, kurumuş bir ağaç vardı. Bu ağacın yanından geçmekte olan her Beyaz asker kısa bir an duraklıyordu. Hepsi de bu ağacın arkasına mevzilen-meyi düşünüyor, fakat kısa sürede bu düşüncesinden vazgeçerek ilerlemesini sürdürüyordu.
Partizanlar'ın cephanesi çok azdı. Düşman iyice yaklaşmadan ateş edilmemesi emredilmişti onlara. Ayrıca karşıdaki hedef kadar tüfekle ateş ediliyordu ancak. Anlaşmalara uygun bir şekilde silahsızdı Yuri. Çimenlerin üzerine uzanmış bir şekilde olup biteni seyrediyordu. Ölümlerine susamış gibi yiğitçe saldıran bu gençlere acıyordu. Onların bu kahramanca ölümleri onu çok üzüyordu. Kendileriyle aynı düşünceleri taşıdığı bu insanların başarılı olmaları için sürekli dua ediyordu. Bu çocuklarla aynı terbiyeyi, eğitimi görmüş, aynı okullarda okumuştu. İçinden gelen, kalkıp onların tarafına geçme isteğini zorla bastırıyordu. Böyle bir şeyi yapması olanaksızdı çünkü. Böyle bir durumda iki taraftan da kurşunu yemesi kaçınılmazdı. Çaresizlik içinde çarpışmaları seyre devam etti. İnsanların acımasızca ve tüm güçleriyle birbirlerini öldürmeye çalıştıkları bir sırada eli kolu bağlı gibi durmak dayanılır gibi bir şey değildi. İstemeyerek de olsa bulunduğu tarafa ateş ediliyordu. Kendisinin de buna karşı bir şeyler yapması gerekliğine i-nanıyordu. Bu partizanlara karşı ilgi duyduğundan ya da canını koruma güdüsünden kaynaklanan bir şey de değildi. Bu yalnızca içinde bulunduğu durumun gerektirdiği bir şeydi. Bir savaşın içindeydi, bulunduğu tarafa ateş ediliyordu. Öyleyse kendisi de ateş edenlere ateş etmeliydi. Bu arada bunu yapabileceği bir fırsat çıktı. Yanında bulunan muhabereci vurulmuş, kısa bir süre titreyip hareketsiz kalmıştı. Hemen onun yanına giderek silahını ve mermilerini aldı. Ardından da ateş etmeye başladı. Ancak saldıranlara değil de ortada bulunan ağaca ateş ediyordu. Olanaklar ölçüsünde ağacın çevresinde kimse olmadığı zamanlarda ateş ediyordu. Ne kadar kimseyi vurmamaya dikkat ettiyse de iki kişiyi yaraladı. Vurduğu üçüncü bir gençse ağacın altına düştü. Düştüğü yerde hiç hareketsiz yatıyordu. Görünüşe göre ölmüştü. Sonunda Beyazların komutanı saldırının anlamsızlığını kavrayarak kuvvetlerinin geri çekilmesini sağladı. Partizanlar'ın sayısı çok azdı. Asıl kuvvetleri yürüyüş halindeydi. Bir başka Partizan grubuysa bir başka yerde çatışma halindeydi. Güçlerinin durumu ortaya çıkmasın diye Partizanlar Beyaz-lar'ı takip etmedi. Yuri, asistanı Angelar ve iki sedyeciyi yanına çağırdı. Belki kurtarırım umuduyla muhaberecinin üzerine eğildi. Göğsünü açıp muayene etti. Yapabileceği bir şey kalmamıştı. Adamın kalbi durmuştu. Boynunda ipek bir kurdeleyle asılı bir muska vardı. Muskanın içinde bir bezin arasına birkaç kat katlandıktan sonra dikilmiş bir kâğıt vardı. Eskilikten dağılacak bir duruma gelmiş olan kâğıtta İncil'den bir bölüm yazılıydı. O sırada askerlerin çok büyük bir bölümü bu muska benzerleri taşıyorlardı. Tümünde de aynı şeyler yazılıydı. Bu muskadan taşımayanlar da orada yazılanları dillerinden düşürmezlerdi. Bunun kendilerini düşmana karşı koruduğuna* cesaret verdiğine inanırlardı. Esir düşen askerler de sorgulamaya götürüldüklerinde hep İncil'in bu bölümünü mırıldanırlardı. Yuri muhabereci partizanı bırakıp, biraz önce vurduğu ve a-ğacm altına düşen Beyaz askerin bulunduğu yere gitti. Bu, çocuk denebilecek kadar genç biriydi. «Niçin vurdum bunu,» diye düşündü. Delikanlının yüzünde saflığın, temizliğin ve duyduğu büyük a-cının izleri okunuyordu. Delikanlının kaputunun düğmelerini açtığında birinin, olasılıkla annesinin; kaputun astarına adını işlediğini gördü. Seryozka Rantseviç'ti delikanlının adı. Onun boynunda ise altın bir zincir vardı. Zincirin ucunda da muska şeklinde altın bir muhafaza vardı. Kutu üzerine çivi çakılmış gibi delinmişti. Yuri bu kutudan düşen kâğıdı okuduğunda, az önce muhaberecinin muskasından çıkanın aynısı olduğunu gördü. Aralarındaki tek fark buradaki yazının hem daha güzel hem de daha doğru yazılmış olmasıydı. Bu sırada delikanlının inleyerek kımıldadığı görüldü. Ölme-mişti. Onu muayene eden Yuri yarasının hafif olduğunu gördü. Kurşun annesinin boynuna taktığı altın muhafaya çarparak sek-mişti. Ama yaralı baygındı. Şimdi ne yapacaktı? Savaşın en acımasızca sürdüğü bir dönemde yaşıyorlardı. İki taraf da birbirlerine hunharca davranıyorlardı. Esirler gidilecek yere götürülmeden sorgulandıktan sonra hemen öldürülüyordu. Yaralı esirlerse daha savaş alanındayken birer bıçak darbesiyle öldürülüyordu. Partizanlar'ın sayısı sürekli değişmekteydi. Yuri bundan yararlanmak istedi. Seryozka'yı da kendilerine katılan biri gibi gösterebilirdi. Bunun için Ancelar'ın yardımıyla hemen
delikanlıyı soydu ve muhaberecinin elbiselerini giydirdi. Onun elbiselerini de muhabereciye giydirdiler. Sonra da güzelce yarasını tedavi ettiler. Delikanlı fırsatını bulur bulmaz yeniden Beyazlara kaçarak savaşını sürdüreceğini söylüyordu. Buna karşın onun kaçmasına yardımcı oldular. V Sonbahar'da Tilki Burnu denilen bir yerde karargâh kurmuşlardı. Buradaki bir tepenin üstünde bir orman vardı. Tepenin üç yanıysa hızla ve köpüklü bir şekilde akan bir ırmakla kuşatılmış gibiydi. Geçen kış aynı yerde General Kappek yönetimindeki Beyaz ordu konaklamıştı. Bölgedeki köylülerin yardımıyla evler, siperler yapmışlar, gene onların yardımıyla geçinmişlerdi. Bahar gelince her şeyi olduğu gibi bırakıp gitmişlerdi. Partizanlar da şimdi onların bırakıp gitmiş olduğu sığınaklara, siperlere yerleşmişlerdi. Yuri burada da Liberius'la aynı sığınağı paylaşıyordu. Ancak iki gecedir Liberius durmadan konuşarak onu rahatsız ediyordu. «Bizim peder ne yapıyordur acaba şimdi?» diye sordu Yuri'-ye. Babası Mikulitsin Averciyeviç Beyazlar'dan yanaydı. Oğlu da onun durumunu merak ediyordu. «Daha önceki konuşmalarınızdan onu yakından tanıdığınızı öğrendim. Yanılmıyorsam onu beğenmişsiniz. Bana biraz daha ondan söz edebilir misiniz?» «Bakın Liberius Averciyeviç, yarın bir seçim toplantımız var. Kaçak içki yapanların yargılanması da yakında. Lajos ve ben bu davayla ilgili belgeleri henüz toplayamadık. İki gecedir uyuyamadım. Bu konuyu başka bir zaman konuşamaz mıyız?» «Hayır. Şimdi konuşalım. Benim ihtiyar hakkında düşündüklerini merak ediyorum.» «Bir kez babanız ihtiyar değil. Onun hakkında neden bu şekilde konuştuğunuzu anlayamıyorum. Düşüncelerimi daha önce de birkaç kez anlatmıştım, şimdi bir kez daha anlatayım. Ben sosyalizmin şu ya da bu çeşidinden anlamam. Bana göre sosyalizm de bolşevizm de aynıdır. Rusya'nın içinde yaşadığı son karışıklıklarda babanın da büyük rolü var. Sendeki gibi onda da devrimci bir ruh var.» «Bu şekilde babamı övmüş mü yoksa yermiş mi oluyorsunuz?» «Sizden rica ediyorum. Lütfen bu tartışmayı başka bir zaman yapalım. Hem kokaini de fazla kullanmaya başladın. Bana verilen ilaçlar içinde kokaini hep sen tüketiyorsun. Kokainin bir zehir olduğunu, benim sizin sağlığınızdan da sorumlu olduğumu umarım unutmazsınız.» «Dün geceki politik eğitim kursuna da katılmadınız. Kaşrar-lanmış bir burjuva ya da cahil bir köylü gibi içgüdünüzle hareket ediyorsunuz. Oysa siz bir doktorsunuz. Bildiğim kadarıyla yazı da yazıyorsunuz. Tüm bunları nasıl bağdaştırıyorsunuz, bana açıklayabilir misiniz?» «Bilemiyorum, herhalde acınacak bir insanım.» «Neden böyle alçakgönüllü ve kaderci davranıyorsunuz. İğneleyici şakalar yapacağınıza eğitim çalışmalarımıza bir göz atarsanız bu iğneleyici tutumunuzun yanlış olduğunu görürsünüz.» «Hay allah, sen ne diyorsun Liberius, çalışmalarınızı küçüm-sediğimi de nerden çıkardınız? Eğitim konusundaki çalışmalarını beğeniyle izliyorum. Hazırladığın bildirileri okudum. Askerlerin eğitimleriyle ilgili düşüncelerini biliyor ve beğeniyorum. Askerlerin arkadaşlarına, savunmasız insanlara, kadınlara nasıl davranmaları gerektiği, temizlik, dürüstlük, namus gibi konulardaki düşüncelerini de çok beğeniyorum. Tolstoy'un düşüncelerine de uygun bunlar. Hem ben de bu tür düşüncelerle yetiştirildim. Şimdi nasıl olur da kalkıp bu düşüncelerle alay edebilirim? «Yalnız şunu belirtmekte yarar görüyorum: Ekim Devriminden bu yana yapılan çalışmalar lafta kalıyor. Gerçekte olan şey ise oluk oluk kan aktığı. Birkaç kuru söz için bu kadar kan dökülmesini anlamaksa mümkün değil. Hele şu yaşamın değiştirileceği sö-züyse çıldırtıyor beni. Bu tür sözler işitince perişan oluyorum. Yaşamı değiştirmek! Ne kadar da iddialı bir söz. Oysa yaşamı zerre kadar anlamamış olan bir insan ancak böyle bir laf edebilir. Bunlar yaşamın nasıl sürdüğünü, kalbinin nasıl çarptığını hissedeme-yenlerdir. Onlar yaşamı kendileri tarafından istedikleri şekilde işlenebilecek bir ham madde olarak görüyorlar. Düşünemiyorlar ki yaşam hiçbir zaman bir ham madde olmamıştır ve olamaz.
Bana göre yaşam bizim dışımızda kendini sürekli yenileyen, değiştiren ve bunun için de bize hiç gereksinimi olmayan bir şeydir.» «Ama doktor, bizim toplantılarımıza gelir ve olağanüstü düzeyde yetkin arkadaşlarımızla tanışır konuşursanız aşağılık duygusundan kurtulursunuz. Moraliniz de düzelir. Durmadan hırpalandığımızı, geri çekilmek zorunda kaldığımızı gördükçe üzülüyor, umudumuzu yitiriyorsunuz. Oysa insan hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmamalı. Şu anda yaşadıklarımızdan çok daha kötü şeyler anlatabilirim sana. Ama yine de ne telaşlanıyor, ne de korkuyorum. Evet zaman zaman başarısızlıklara uğruyoruz ama sonunda kazanan biz olacağız. Sonunda yeniden Kolçak olacaktır, bunu göreceksiniz. Hiç üzmeyin kendinizi.» Yuri «Aman Tanrım!» diyordu kendi kendine. «Ne kadar da çocukça laflar bunlar. Ne kadar sığ düşünceler. Bir insan nasıl bu kadar anlayışsız olabilir. Elime geçen her fırsatta düşüncelerimizin farklı olduğunu söylüyorum. Beni zorla tutup buralara getirdi. Gene istemediğim halde yanında tutuyor, gene de kalkmış başarısızlıklarına üzülebileceğimi düşünüyor. Neşeli olmamı istiyor. Bir insan nasıl olur da gerçeklere bu kadar gözlerini kapar, kulaklarını tıkar. Ona göre dünyanın kurtuluşu Ekim Devrimi'nin başarısına bağlı.» O kadar kızmıştı ki kendini güçlükle kontrol edebiliyordu. Bu durumunu Liberius da farketiti: «Kızdınız,» dedi. «Demek ki hatalı olan sizsiniz.» «Kabul edelim ki sizler Rusya'nın, kurtarıcılarısınız. Siz olmasaydınız Rusya yoksulluğun ve cehaletin pençesinde yok olurdu. Tamam hepsi kabul. Ama ben yine de hiç ilgi duymuyorum size. Düşünceleriniz hiçbir şey ifade etmiyor benim için. Şeytan görsün hepinizi, ben görmek istemiyorum. Ha. Bir şey daha anımsamak istiyorum sana. Akıl hocalarınız, ustalarınız sık sık atasözleri söylerler. Ama bir atasözünüyse nedense pek kullanmazlar. 'Zorla güzellik olmaz.' Oysa sizde insanları kurtarmak, onlara mutluluk, özgürlük getirmek -insanlar bunları istemeseler de- adeta bir saplantı halini almış. Burada, sürekli senin yanında bulunmaktan hoşlandığımı sanıyorsun galiba. Beni zorla alıkoyduğun, ailemden, işimden, kısacası yaşamda sevdiğim her şeyden uzaklaştırdığın için bir de sana teşekkür etmemi bekliyor gibisin. Benden bunu mu istiyorsun? Duyduğuma göre ne olduğu bilinmeyen bir birlik Varykino'-yu basmış. Her yeri yakıp yıkmış, köylüleri öldürmüş. Kamennod-varsky bunu yadsımıyor. Scninkilerle birlikte benim ailemin de kaçıp kurtulduğunu duydum. Söylenenlere göre çekik gözlü, kürklü ve kalpaklı bir grup soğuk bir gün Rynva nehrini geçip ortalığı kırıp geçirdikten sonra ortadan kaybolmuş. Söylentilerle ilgili bilgin var mı? Doğru mu söylenenler?» «Saçma, hepsi yalan bunların.» «Peki o zaman eğer dağıttırdığın bildirilerdeki gibi iyi yürekli bir insansan beni serbest bırak. Ailemin yanına dönmek, onları bulmak istiyorum. Nerede olduklarından, yaşayıp yaşamadıklarından bile haberim yok. Eğer bunu yapmayacaksan lütfen beni rahat bırak. Ötesi beni hiç ilgilendirmez. Hem kendim de ne yapacağımı bilmiyorum. Ayrıca sorularına da yanıt vermek istemiyorum. Biraz olsun uyumak istiyorum, buna hakkım yok mu?» Yuri yatağı içinde yüzüstü döndü. Yüzünü yastığına gömdü. Bu şekilde Liberius'un söylediklerini duymamaya çalışıyordu. Li-berius'sa yeniden konuşmaya başladı. «Baharda Beyazlar'ı kesinlikle yeneceğiz. İçsavaş sona erecek ve barış gelecek. O zaman da hiçbir kuvvet seni burada tutamaz. Biraz daha sabretmen gerekiyor. Hem şimdi seni serbest bıraksam bile nereye gidebilirsin ki? Burada kalmak senin için daha iyi.» Yuri'nin sinirleri iyice bozulmuştu. «Tanrım belasını versin. Adam yıllardır aynı şeyleri tekrarlayıp duruyor. Kurulmuş bir pikap gibi. Kendi sesini dinlemekten de bıkmıyor. Bu rezil oğlanın yanında ne uyumak ne de sağlıklı bir şekilde çalışmak mümkün. Nasıl nefret ediyorum. Tanrı tanığım olsun ki onu bugünlerde kendi ellerimle öldüreceğim. Zavallı Tonya, sevgilim benim. Nerelerdesin? Yaşıyor musun? Doğumunun üzerinden epey zaman geçmiştir. Çocuğumuz kız mı, yoksa oğlan mı? Sizler, ey bütün sevdiklerim! Neler yapıyorsunuz, nasılsınız? Tonya seni anımsadıkça işlediğim günah geliyor aklıma. Ya sen Lara. Senin adını anmak bile yüreğimi parçalıyor. Aman Tanrım! Şu hayvan herife ne demeli? Adam hâlâ konuşuyor. Ama bir gün sabrım tükenecek ve onu öldüreceğim.»
VI Sonbaharın aydınlık günlerinden biriydi. Tilki Burnu'nun batısındaki istihkâmların bulunduğu tarafta Beyazlar tarafından yapılmış tahta bir kule hâlâ duruyordu. Yuri Macar yardımcısı La-jos'la burada buluşuyor günlük işlerden söz ediyorlardı. Her zamanki saatinde, o günde aynı yere gelmişti. Lajos'u beklerken siperin çökmek üzere olan hendeği üzerinde dolaştı. Sonra kuleye tırmandı. Eskiden ağır makineli tüfeklerin yerleştirildiği mazgallardan ırmağın karşı tarafındaki ormanı seyretti. Sonbahar nedeniyle dökülen yapraklar, ağaçlar arasında bulunan hendekleri doldurmuştu. Çamların diğer ağaçlardan farkı burada kendini gösteriyordu. Neredeyse siyaha yakın koyu bir renkte ormanın sonunda sıralanıyordu. Yapraklı ağaçlarsa kızı-hmsı bir renge bürünmüşlerdi. Partizanlar'ın karargâhı; odunlardan yapılmış kalesi, kalın kütükler ve diğer barakalarıyla tipik bir ortaçağ kasabasını andırıyordu.» Ormana doğru giden yoldaki çukur ve hendeklerin içindeki toprak her tarafı kaplayan buz tabakası nedeniyle sertleşmişti. Çukurların ve siperlerin içi söğüt yapraklarıyla dolmuştu. Sonbaharı bu yaprakların kokusundan anlamak mümkündü. Ayrıca ortalıkta baharlı bitkilerin kokuları da vardı. Yuri tüm bu değişik kokuları ve temiz havayı derin derin soludu. Lajos'un peşinden geldiğini bile duymamıştı. Selamlaştıktan sonra hemen o gün yapacakları işler konusuna girdiler. «Gözden geçireceğimiz başlıca üç konu var,» dedi Yuri. «Kaçak votka üretimi, gezici hastaneyle eczanenin düzenlenmesi ve akıl hastalarına uygulanacak tedavi konusu. Senin ne düşündüğünü bilmiyorum. Görebildiğim kadarıyla neredeyse herkes çıldırmak üzere. Akıl hastalığı da bulaşıcı bir hastalık gibi yayılıyor.» «Evet. Gerçekten de öyle. İlgi çekici bir konu bu, ama ben size daha önce başka bir şeyden söz edeceğim. Kampta müthiş bir huzursuzluk ve kaynaşma var. Kimse kaçak votka üretenlere kızmıyor, tersine onları savunuyorlar. Sonra herkes Beyazlar'dan kaçan ailesini merak ediyor. Çocuk, kadın ve yaşlıları getirmekte o-lan bir konvoy var. Buraya çok yaklaşmışlar, onun için de kimse kamptan ayrılmak istemiyor.» «Evet. Zorunlu olarak bu konvoyun gelmesini bekleyeceğiz.» «Bu arada komutan seçimi de yapılacak. Görebildiğim kadarıyla Liberius rakipsiz bu konuda. Yalnız gençler arasında Volo-viçenko'yu savunanlar da var. Bunu daha çok komünist olmayan Partizanlar tutuyor. Kaçak votka üretenleri savunan, karışıklıklara neden olanlar da bunlar. Bunlar daha çok Kolçak'ın birliklerinden kaçan, zengin köylülerin, dükkân sahiplerinin çocukları.» «Peki kaçak votka üreticilerine nasıl bir ceza verilir sence.» «Büyük olasılıkla ölüme mahkûm edileceklerdir. Ancak cezalarının infazı daha sonraya bırakılacaktır sanıyorum.» «Neyse bunları bir yana bırakıp kendi işimize bakalım biz. Öncelikle gezici hastane konusu.» «Peki. Yalnız daha önce şu akıl hastalıkları konusuna değinmek istiyorum. Bu konuda hemen çalışmaya başlamalıyız diyorsun ki, ben de seninle aynı düşüncedeyim. Günümüze özgü ve yalnızca tarihsel gelişmelerden kaynaklanan ve giderek yayılan bir akıl hastalığıyla karşı karşıyayız. Bir örnek vermek gerekirse, Komphil Palykh. Çok tipik bir örnek. Daha önce Çarlık ordusunda subay-mış, burada siyasi eğitim görmüş. Doğuştan bir sınıf işgüdüsüne sahip ve onu çıldırtan da bu. 'Ben ölürsem ve ailem de Beyazların eline geçerse onlardan intikam alırlar,' diyor. Bu konuda sürekli bir endişe içinde ve bu da onu çıldıracak derecede sinirli bir insan durumuna getirmiş. Ailesi gelen konvoyun içindeymiş. Rusçam yeterli olmadığından, onu istediğim şekilde sorgulayamadım. Angelar veya Komennodvorsky size bu konuda gereken bilgiyi verebilir. Bu adamın iyice muayene edilip durumunun öğrenilmesi gerek.» «Palykh'i iyi tanıyorum. Ordu meclisinde zaman zaman çatışmıştım onunla. Hani şu çok esmer, haşin, dar alınlı adam değil mi? Çok zalim bir insandır. Daima sert cezalardan, hatta ölüm cezasından yanadır. Nedense hiç ısınamadım bu adama ama olsun. Kendisiyle ilgilenirim.»
VII Tıpkı bir önceki gün gibi hava güneşli ve berraktı. Hemen hemen son bir hafta yağışsız geçmişti. Kampta denizin gürültüsünü andıran ve derinlerden geliyormuş gibi bir uğultu vardı. Ormandan gelen balta sesleri, konuşmalar, yürümekte olanların ayak sesleri bir örs gürültüsü duyuluyordu. Bu seslere horozların ötüşü, atların kişneme ve köpeklerin havlama sesleri karışıyordu. Güneşin yaktığı insanlar beyaz dişlerini göstererek gülümsüyor, ormanın içinde gruplar halinde dolaşıyorlardı. Aralarından doktoru tanıyanlar onu selamlayarak yanından geçiyorlardı. Partizanlar, Beyazlar'dan kaçan aileleri yanlarına gelmedikçe kamptan ayrılmamaya karar vermişlerdi. Ailelerinin gelme zamanı da iyice yaklaşmıştı. Kamptan ayrılma hazırlıklarına başlanmasının nedeni de buydu. Her şey temizleniyor; onarım gerektirenler onarılıyordu. Ormanın ortasında toplantıların yapıldığı geniş bir düzlük vardı. Buradaki çimenler çiğnenmekten ötürü toprağın üzerine yatmıştı. O gün de aynı yerde büyük bir toplantı yapılacaktı. Ormandaki ağaçların tümü saramamıştı. Hâlâ uzaklarda görülen ağaç kümelerinin arasında, yemyeşil duran ağaçlar görülüyordu. Yavaş yavaş çekilmekte olan güneşin ışıkları yaprakları parıldatıyordu. İrtibat subayı Komennodvorsky, General Kappel'in ordusundan kalma bazı belgelerle Partizanlara ait belgeleri yakıyordu. Güneşin vurduğu ışık nedeniyle yanan kâğıtların alevleri seçilemi-yordu. İnsan bir şeylerin yanmakta olduğunu ortalığa yayılan ısıdan anlayabiliyordu. Yuri ormanı çocukluğundan beri severdi. Hele akşam üzerleri ormanda dolaşmaktan bambaşka bir zevk alırdı. O gün de havanın ve ormanın güzelliği karşısında sarhoş gibi olmuştu. Açıklanması zor duygular içindeydi. Gözlerini yumarak «Lara» diye fısıldadı. Bu şekilde önündeki yaşama, tüm dünyaya seslenir gibiydi. Ancak gerçek yaşam çok farklıydı ve tüm çarpıcılığıyla ortadaydı. Rusya hâlâ Ekim Devrimi'nin çalkantıları içindeydi ve kendisi de Partizanların tutsağı durumundaydı. Dalgın bir tavırla Komen-nodvorsky'nin belgeleri yaktığı yere gelmişti. «Belgeleri yakıyorsun değil mi? Hâlâ bitiremedin mi?» dedi. «Nerde! Kolay kolay bitecği de yok.» Yuri ayaklarıyla kâğıt yığınlarını karıştırdı. Beyazlar'ın yaptığı istihbaratla ilgili belgelerdi bunlar. Bu sırada Komennodvorsky cebinden çıkardığı bir kâğıdı ona uzattı, «Partizanlar'ın yakınlarını getiren konvoy çok yaklaştı, bugün pek çok sorun çözüme kavuşturulacak, akşama kadar kamptaki işlerimiz bitebilir ve yola çıkabiliriz. Bu kâğıtta yola çıkmamız durumunda sağlık ekiplerinin nasıl hareket edecekleri belirtilmiştir. Burada yazılı emirlere göre hareket edeceksiniz.» Yuri kâğıdı çabucak gözden geçirdi. Sinirli bir şekilde «Ama bu kez daha az araba vermişsiniz bana,» dedi. «Hastaların arasında yürüyebilecek kimse yok. Ağır yaralılar nasıl taşınacak? Sonra yatakları, ilaçlan ve çok gerekli olan araçları nasıl taşıyacağım?» «Vallahi bu konuda siz karar vereceksiniz. Ne yapıp edin bir yolunu bulun artık. Ha bir ricamız daha var sizden. Bunu hepimiz özellikle istiyoruz, bir yoldaşımızı muayene etmenizi istiyoruz. Davamıza sadık, çok çalışkan ve çok iyi bir askerdir o. Sanıyorum kafasından zoru var biraz.» «Halykh'ten söz ediyorsun sanıyorum. Lajos bana onu anlattı.» «Evet onu muayene etmenizi istiyoruz.» «Aklından mı zoru var?» «Öyle sanıyorum. Geceleri hiç uyuyamıyormuş. Gözünü kapadığı an çok tuhaf hayaller görüyormuş.» «Peki gidip kendisini görürüm. Toplantı ne zaman?» «Neredeyse başlar. Neden soruyorsun? Biz gitmesek de o¬ lur.» «O zaman gidip Halykh'e bakayım ben de. Aslında uykusuzluktan ayakta duracak halim yok. Geceleri Liberius'un felsefi söylevlerinden bıktım, hiç uyutmuyor beni. Palykh'i nerede bulabilirim acaba?» «Karşıda gördüğün kayın ağacı korusunun önündeki düzlükte birkaç subay çadırı var. Bunlardan birini de ona verdik. Karısı ve çocukları geliyor. Onu orada bulabilirsin.»
Yuri Palykh'i görmeye giderken bir an artık yürüyemeyeceği-ni düşündü. Adım atacak hali kalmamıştı. Liberius'un uykusuna engel olması sonucu ortaya çıkan yorgunluğun etkisiydi bu durumun nedeni. Gidip çadırında yatmayı düşündü. Ancak Liberius'un gelip yeniden konuşabileceği olasılığı bu düşüncesinden vazgeçirdi onu. Ormanın içinde açıklık bir yere gelince kurumuş yaprakların üzerine uzandı. Kolunu bir yastık gibi başının altına koymuştu. Hemen uyudu. Fakat çok yorgundu ve bu yorgunluk kısa zamanda uyandırdı onu. Vücudunun aşırı yorgunluğuna karşın bilinci uyanıktı. Bir türlü yorulmak bilmiyor, çok değişik konularla sürekli işliyordu. Kafasını en fazla meşgul eden konu Liberius'un durumuydu. «Tanrı belasını versin,» diyordu. «Beni zorla burda tutması yetmiyormuş gibi, sürekli gevezilikleriyle de kafamı şişiriyor. Sonunda geberteceğim bir gün onu.» Renkli bir kelebeği izlerken yeniden uykuya daldı. Bu kez de fazla uyumadan uyandı. Alçak sesle yapılan konuşmalar duymuştu. İlk anda duyduğu bazı sözcüklerden yapılan konuşmaların gizli olduğunu anlamıştı. Olduğu yerde sindi. En ufak bir hareketi ölümüne neden olabilirdi. Hiç kıpırdamadan yatmasını sürdürdü, bir yandan da konuşulanları dinliyordu. Bazı seslerin sahiplerini tanıyordu. Bunlar her karışıklıkta rolü olan kişilerdi. Koska, Gosha, Sanka ve Terenty Galuzin seslerini tanıdıklarının bazılarıydı. Kaçak votka işinde adı geçen Zakhar da aralarındaydı. Bu işten elebaşıların adlarını vererek sıyrılmıştı. Yuri'yi şaşırtan bu adamların konuştukları, hazırladıkları komplo değildi. O bu adamların arasında Liberius'un muhafızlarından Sivobluy'un da bulunmasına çok şaşırmıştı. Demek ki düzenlenen komploda o da yer alacaktı. Oysa bu adam Liberius'un en güvendiği adamlardan biriydi. Komplocular Beyazlar'ın gönderdiği devriyelerle konuşuyorlardı. Yuri bu devriyelerin seslerini pek duyamıyordu. İçlerinde en çok konuşan, sesinden sarhoş olduğu anlaşılan Zakhar'dı. Konuşması sırasında sık sık küfür de ediyordu. Konuşmalarından ve ses tonundan komplonun elebaşı olduğu anlaşılıyordu. «Şimdi beni iyi dinleyin,» dedi. «Her şeyi sessizce halletmeliyiz. Kalleşlik yapan bunu yaşamıyla öder, şu gördüğünüz bıçakla karnını deşerim, işin sonunda yağlı ip de var. Eğer işi başarırsak kendimizi bağışlatma şansımız olur. Onu canlı istiyorlar. Anlattıklarına göre komutanları Guleyov da bu tarafa doğru geliyormuş. (Bazı sesler burada Guleyov'u, Galiullin olarak düzelttiler.) İşte bizim için çok önemli bir fırsat. Sözcüleri burada, size her şeyi kendileri anlatacaklar.» Bu kez konuşanlar düşman tarafından gelen devriyelerdi. Yuri onların seslerini duyamıyordu ama uzun uzun komplonun nasıl gerçekleştirileceğini anlattıklarını anlamıştı. Daha sonra yeniden Zakhar konuşmaya başladı. «Söylenenleri duydunuz değil mi arkaşlar? O herifin ne mal olduğunu kulaklarınızla duydunuz. Adam sanki bir insan değil de yılan. İş ona kalırsa hepimiz yakında birer papaz olur çıkarız. Yok efendim içki içilmeyecekmiş, konuşurken küfür edilmeyecekmiş. Ya kadınlarla ilgili söyledikleri? Hiç olacak şeyler mi bunlar, arkadaşlar? İnsan dediğiniz içki içmeden, küfür etmeden, kadınlarla yatmadan nasıl yaşabilir? Neyse onu bu akşam yakalarız. Ben o-nun buraya gelmesini sağlayacağım. Sonra hep birlikte üzerine çullanırız. Bu hiç de zor olmayacak. Endişelenmenize gerek yok. önemli olan onu sağ olarak ele geçirmek. Eğer işler istediğimiz gibi gitmezse onu kendi ellerimle öldürürüm.» Komplocular bir yandan konuşmalarını sürdürürken bir yandan da yürümeye başlamışlardı. Gittikçe uzaklaştıklarından Yuri artık konuşulanları da duyamıyordu. Liberius'tan söz ettiklerini anlamıştı. Onu ya yakalayıp sağ olarak ya da öldürerek Beyazlar'a teslim edeceklerdi. Yuri bir anda kendisinin de onu öldürmeyi ne kadar çok istediğini unutmuş, bu komployu nasıl önleyebileceğini düşünmeye başlamıştı. İrtibat Subayı Komennodvorsky'e gidecek kimsenin adından söz etmeden komployu duyuracaktı. Ayrıca Liberius'un kendisini de uyaracaktı. Geri döndüğünde Komennodvorsky yoktu. Yardımcısı onun yaktığı ateşin başında durmuş ateşin yayılmasını önlüyordu. Zaten ateş de sönmek üzereydi. Yuri'nin duyurmasına gerek kalmadan komplo önlendi. Liberius olaydan çok önce haberdar olmuştu. Sivobyluy hem kışkırtıcı olarak, hem de casus olarak çalışmıştı. Suçluların tümü yakalanmıştı. Yuri, Liberius'un koruması Sivobyluy'un bu olaydaki rolünden nefret etmişti.
IX Partizanlar'ın yakınlarının kampa bir günlük uzaklıkta oldukları haberi gelmişti. Onları karşılamak üzere yola çıkma hazırlıklarının yapıldığı bir sırada Yuri Kamphil Palykh'i görmeye gitti. Palykh elinde bir balta ile çadırının önündeydi. Önünde bir yığın kayın ağacı dalı vardı. Bunları kesmiş ancak henüz yontma-mıştı. «Bunları gelen konuklarım için kestim. Eşim ve çocuklarım geliyor. Çadırın çatısı hem çok alçak, hem akıyor. Bunlarla çatıya destek yapacağım,» dedi. «Ailenle birlikte oturmana izin vereceklerini sanmıyorum,» dedi Yuri. «Bence onları kamp yakınında bir yere yerleştirecekler. Sen de boş zamanlarında gidip onları görürsün. Ama benim buraya gelmemin başka bir nedeni var. Zayıfladığın, yemeden içmeden kesildiğin söyleniyor. Oysa hiç öyle bir durum yok gibi ortada. Görebildiğim kadarıyla yalnızca traş olman gerekiyor senin.» Palykh simsiyah saçlar ve sakalı olan iri yarı bir adamdı. Alnı dardı. Domuzkileri andıran siyah gözleriyle insanın yüzüne sinsi sinsi bakıyordu. Genel görünüşüyle insana güven vermeyen bir tipti. Devrim'in 1905 Devrimi'ne benzer bir şekilde pek tabana ya-yılamayacağı sanılmıştı başlangıçta. Hareket gene bazı aydın çevrelerle sınırlı kalır sanılıyordu. Bu nedenle de halkın devrime ilgi göstermesi için ne gerekiyorsa yapılıyordu. O sıralarda kimi solcular; dcrebeylerine, aydınlara, subaylara kadar kimi çevrelerden geniş destek buluyor ve bundan aldıkları cesaretle terör estiriyorlardı. Yaptıkları barbarlıklarsa devrimin içgüdüsel tepkisi olarak gösteriliyordu. Palykh de işte bu tür insanlardan biriydi ve kısa sürede acımasızlığıyla ün yapmıştı. Partizan birliklerinin başkanları ve parti ileri gelenlerince büyük güven duyulan biri haline gelmisti. Yuri'ye göre bu insan azmanı yozlaşmış, insanlıktan uzaklaşmış, basit bir yaratıktı. Çok az şeye ilgi gösteriyordu ki, bu da onun aklından zoru olduğunun bir göstergesiydi. «İsterseniz barakaya girelim?» dedi Yuri'ye. «Hayır buna gerek yok. Hem istesem bile bu kesilmiş ağaç yığının arasından geçemem, böyle dışarda konuşmamız çok daha iyi.» «Siz bilirsiniz doktor. O zaman bu kütüklerin üzerine otururuz.» İkisi birlikte kütüklerden birinin üzerine oturdular. Palykh, «Benim yaşam öyküm çok uzundur, anlatmak için üç yıl bile yetmez. Nereden başlayacağımı da bilemiyorum ya... Eşimle birlikte uyum içinde yaşıyorduk. Ben tarlada çalışırken o da ev işleriyle uğraşıyordu. Mutlu sayılırdık. Bir süre sonra çocuklarımız oldu. Beni askere çağırdılar, sonra da savaşa gönderdiler. Savaşın ne olduğunu en az siz de benim kadar bilirsiniz, çünkü cephede bulundunuz. Size onu anlatmaya kalkmayacağım. Derken Devrim oldu. Bilinçsiz pek çok insan gibi benim de gözlerim açıldı bu o-laydan sonra. Düşmanlarımız yalnız Almanlar değildi. Kendi yurdumuzda ve kendi içimizde de vardı onlar. Birtakım insanlar çıkıp; 'Ey Dünya Devrimi'nin erleri, silahlarınızı indirip evlerinize dönün. Silahlarınızı burjuvalara çevirin.' gibi laflar ediyorlardı. Doktor yoldaş sen bunları da bilirsin, aynı şeyleri sende yaşadın çünkü. Bu kez içsavaş başladı. Ben de Partizanlar'ın yanında yer aldım. Bazı şeyleri atlıyorum, yoksa yaşam öykümü bitirmem olanaksız. O sersem herif ne yaptı? Tuttu Rus Cephesinden Stavro-pol Alayı'yla Orenburg Birinci Kazak alayını geri çekti. Bunun ne anlama geldiğini anlamayacak kadar çocuk muyum ben? Çok kötü durumdayız doktor, sonumuz çok yakın. Adamın amacı elindeki it sürüsüyle bizi kuşatmak ve ezmek. Eşim, çocuklarım var benim. Bu adamın baskınına uğrarsak onlar nereye kaçar sonra? Kadınların, çocukların bu işte herhangi bir ilgileri olmadığını nasıl anlatırsın bu herife? Benim yüzümden onlara işkence edecek, böylece benden intikamını almış olacak. Onlara aklagelmedik işkenceler yapacaklar bunu çok iyi biliyorum. İnsan tüm bunları düşünürken nasıl rahat uyuyabilir. Sen de kalkmış neden uyumadığımı soruyorsun. Bırak uyumayı bir yana, aklımı kaçıracağım neredeyse.» «Ne kadar ilginç bir insansın Palykh. Yıllarca ailenden ayrı yaşadın, bir kez olsun onlan aramadın. Şimdi tam onlara kavuşmak üzereyken; sevinmen, mutlu olman gerekirken, sen tutmuş birtakım kuruntularla kendini üzüyorsun.» «Doktor şimdi durum çok farklı. Beyazlar ensemizde, her an biraz daha ilerliyorlar. Size anlatmak istediklerim kendimle ilgili değil. Zaten ben bittim. Yakında ölebilirim. Bu o
kadar önemli de değil. Önemli olan peşimden çocuklarımı da sürüklemem. Size göre doğru bir şey mi bu?» «Demek geceleri birtakım rüyalar, karabasanları görmenin nedeni bu?» «Evet doktor ama size henüz ber şeyi anlatmadım. Gerçekler daima acıdır, ben sana gerçekleri anlatacağım, bunun için sakın bana kızma. Sonra ilerde bu anlattıklarımı bana karşı da kullanma sakın. Sizin gibilerden çok insan öldürdün ben; subay, derebeyi. O kadar çok ki sayılarını da, adlarını da unuttum. Hiç pişman da değilim. Ama içlerinden bir tanesini aklımdan çıkaramıyorum bir türlü. Küçük rütbeli bir subaydı. Keyifli bir insandı; yaptıklarıyla beni eğlendiriyor, güldürüyordu. Hiçbir neden yokken ateş edip öldürdüm onu. Bunu neden yaptım, bir türlü anlayamıyorum. «1917 Şubatında, Kerensky iktidarı sırasındaydı. O sıralar biz de ayaklanmıştık, olay bir istasyonda oldu. Bize bir delikanlı göndermişlerdi. Bu genç konuşarak, geri dönmemiz için bizi ikna etmeye çalışıyordu. 'Savaş kazanılana değin savaşmalıyız' diyordu. Bir süre daha konuşabilmek için demiryolunun yanındaki bir su bidonun üzerine çıkmıştı. Bir ara bidonun kapağı oynadı, adam da bidonun içine düştü. Öyle komik bir durumdu ki görsen gülmekten katılırdın. Elimde tüfekle ben de gülmekten bayılacak gibi olmuştum. Adam gıdıklıyordu beni sanki. Sonra birden elimdeki tüfeğin farkına vardım. Tüfeği kaldırıp nişan aldım ve ateş ettim. Nasıl olduğunu hâlâ bilmiyorum, sanki birisi o an kolumu dürtmüştü. «İşte geceleri alevler, ateşler içinde kaldığım karabasanları görmemin nedeni bu olay. Her karanlık çöktüğünde o istasyonu ve o olayı anımsıyorum. Bu olay başlangıçta komik gibi geliyordu bana. Şimdiyse yalnızca üzüntü veriyor.» «Olayın yerini anımsıyor musun?» «Hayır, onu da unuttum.» «Zybushino Ayaklanması'na katılmış miydin?» «Anımsayamıyorum.» «Peki hangi cephede bulunmuştun sen, Batı Cephesinde miydin?» «Öyle bir şeylerdi işte. Belki de Batı'daydım.» Scanned by hlecter ON İKİNCİ BÖLÜM
KIRAĞI ALTINDA CEVİZ AĞACI I Partizan aileleri uzun bir süredir Partizan birliklerinin peşinden geliyordu. Onların da ardında çoğunluğunu ineklerin oluşturduğu hayvan sürüleri vardı. Sayıları binin üzerindeydi. Ailelerin gelmesinden bu yana bir kadın dikkatleri çekiyordu. Kubarihka adındaki bu kadın hayvanlara bakıyordu ama, gizliden gizliye de büyücülük yapıyordu. Bir askerin karısıydı. Başında ters olarak taktığı bir polis şapkası, sırtında da İngilizlerin Amiral Kolçak'ın birliklerine verdiği cinsten bir kaputla dolaşıyordu. Kendisi bunları bir mahkûmun şapkası ve ceketinden yaptığını söylüyordu. Anlattıklarına bakılırsa Kolçak onu bilinmeyen bir nedenle Kezhma cezaevine kapatmışlardı. Kızıllar'ın gelmesiyle o-radan kurtulmuştu. Partizanlar bu kez bir başka yerde konaklamışlardı. Burada geçici olarak, daha iyi bir kamp yeri buluncaya değin kalacaklardı. Ancak bazı olaylar onların kışı orada geçirmelerine neden oldu. Yeni kampları Tilki Burnu'ndaki yerlerinden çok daha farklı bir durumdaydı. Buradaki uçsuz bucaksız çam ormanı geçit vermez bir şekilde uzayıp gidiyordu. İlk günler çadırlar kurulur, yerleşim hazırlıkları yapılırken Yuri boş kalacak zaman bulmuştu. Ormanın içine girerek çevreyi inceledi. Bir insanın rahatlıkla kendisini saklayabileceği yargısına vardı ve bu işe yarayacağına inandığı iki de yer saptadı. Bunlardan biri kampın dışında bulunan ormanın kenarındaydı. Ormandaki ağaçların hemen tümü yapraklarını dökmüştü. Ancak orada bulunan çok güzel bir üvez ağacı henüz yapraklıydı. Bir tepenin üzerindeydi ve bu tepeden bataklık bir alan görünüyordu. Kırmızı
yemişleri dallarının üzerinde göğe-doğru yükseliyordu. Bu dalların üzerindeyse gözalıcı renkli, küçücük pek çok kuş bu yemişleri gagalayıp duruyordu. Ağaçla kuşlar arasında bir dostluk anlaşması vardı sanki. Ü-vez ağacı bağrını açmış yavrularına süt veren bir anneyi andırıyor, bir yandan da onların telaşlarından bıkmış «alın işte, yiyebildiğiniz kadar yiyin ne yapayım ben» diyormuş gibiydi. Yuri'nin dikkatini çeken ikinci yer çok daha şaşırtıcı bir durumdaydı. Burası da bir yanı uçurum olan bir tepeydi. İnsan bu uçurumdan aşağıya baktığında çok daha farklı bir manzarayla karşılaşacağını sanıyordu. Oysa tepenin üstünde bulunan bitki ve a-ğaçların aynısı uçurumun altında da vardı. Bunların tek farkı insanı ürküten bir derinlikte olmalarıydı. İnsan ayaklarının altında a-ğaçların doruklarını görür gibi oluyordu. Herhalde burada çok önceleri bir çökme olmuştu. Bu tepenin çok önemli bir özelliği daha vardı. Bazı granit tabakaları uçurumun yanından aşağıya doğru inen basamaklar gibiydi. Yuri bunları ilk gördüğünde insanlar tarafından yapıldığına yemin edebilirdi. Ancak yakından inceleyince bunların tarih öncesi zamanlardan kalma doğal basamaklar olduğu kanısına vardı. İşte gizlice votka üreten iki hastabakıcı ve Liberius'a karşı düzenlenen komploya katılanların ölüm cezaları burada infaz e-dilmişti. Devrim'in en sadık gardiyanlarıyla Liberius'un en güvendiği muhafızları onları buraya getirmişlerdi. Toplam mahkûm sayısı on üçtü. Gardiyan ve muhafızlar yarım daire şeklinde toplanıp mahkûmları uçurumun kenarına kadar getirdiler. Sürekli sorgulanmaktan ve çektikleri işkencelerden bitkin bir halde, insanlıktan çıkmış gibiydiler. Saçları, sakalları birbirine karışmış, zayıflıktan birer hayalete dönmüşlerdi. Yüzleri kirli sarıyla siyah karışımı bir renge bürünmüştü. Tutuklandıklarında tümünün de silahları ellerinden alınmıştı. Kurşuna dizilmek üzere götürülen insanları aramak da kimsenin aklına gelmemişti. Ölüme giden insanları aramayı hepsi de insanlık dışı bir davranış olarak görüyorlardı. Ancak o sırada Vdoviçenko'nun yanında yürümekte olan Rzhanitsky cebinden çıkardığı bir tabancayla Svobyluy'a üç el ateş etti. Aslında çok iyi bir nişancı olmasına karşın, eli titredi ve hedefini vuramadı. Emir verilmediği için eski arkadaşlarının hiçbiri kendisine ateş etmediği gibi, üzerine de atılmadı. Tabancası altı mermi aldığından Rzhanitsky üç el daha ateş edebilirdi. Ancak bunu düşünemedi ve kızgın bir tavırla tabancayı kayaların üzerine fırlattı. Taşlara çarpan tabanca bir kez daha ateş aldı. Mahkûmlardan Pachkolya ayağından yaralandı. Acı bir çığlık atarak ayağını yakaladı ve yere yuvarlandı. Pafnutkin ve Gorazdyk onu yerden kaldırarak yürümesine yardım ettiler. Yaralı ayağını yere basamayan adam seke seke yürüyor, bir yandan da çığlık atıyordu. Onun bu acı bağırtıları diğerleri için bir işaret oldu sanki. Diğer mahkûmlar da bağırıp çağırmaya, küfürler etmeye başladılar. Çok farklı sesler çıkarıyorlardı. Aralarında dua edenler bile vardı. Terenty Galuzin o zamana kadar takmakta olduğu okul şapkasını çıkararak diz çöktü ve gardiyanlara yalvarmaya başladı. Bir yandan da dizleri üzerinde sürünüyordu. «Bağışlayın beni arkadaşlar, acıyın bana. Bir daha böyle bir şey yapmam. Öldürmeyin beni ne olur? Ölecek bir yaşta değilim ben, çok gencim. Anamı görmeden ölmek istemiyorum. Beni bağışlarsanız ne isterseniz yaparım. Ne olur bana acıyın, ayaklarınızın altını öpeyim. Kulunuz, köleniz olayım. İmdat, anne imdat, mahvoldum ben!» Diğer mahkûmlar da benzer şekillerde yalvarıyorlardı: «Sevgili, yiğit arkadaşlar hiç böyle şey olur mu? Lütfen aklınızı başınıza toplayın. İki savaşta da omuz omuza savaşmadık mı biz? Acıyın da bırakın bizi. Bu iyiliğinizi hiç unutmayız, size layık olmaya çalışırız. Ne olur acıyın bize, hiç insaf yok mu sizde?» Mahkûmlardan birisi de Svobyluy'a lanetler yağdırıyordu. «Seni kalleş, kahpe herif seni. İnşallah senin sonun da bizim gibi olur. Bir başkası, «Hainler, alçaklar» diye bağırıyordu. «Biz hain-sek siz de hainsiniz. Çar'a bağlılık yemini ettiniz, onu öldürdünüz. Bize verdiğiniz sözü tutmadınız.» İçlerinde yalvarmayan bir tek Vdoviçenko vardı. Şimdiye değin mert ve dürüst bir insan olarak yaşamıştı. Ölüme de başı dik olarak gidiyordu. Rüzgâr kır düşmüş saçlarını savuruyordu. Yanında yürümekte olan Rzhanitsky'ye herkesin duyabileceği bir sesle, «Sakın, yalvarıp kendini küçük düşürme, zaten yalvarmanın herhangi bir yaran da olmaz çünkü bunlann hepsi taş kalplidir. Cesaretini yitirme, tarih her şeyi aydınlatacak.
Yaptıkları hatalar bir bir sergilenecek. Biz düşüncelerimizin kurbanı oluyoruz, yaşasın devrim!» O sırada alçak sesle verilen bir emirle yirmi silah birden patladı. Mahkûmlann bir çoğu hemen öldü, kalanlarsa ikinci salvoda öldüler. İçlerinde en zor ölen Galuzin oldu. Ancak sonunda o da hareketsiz kalmıştı. II Dağyolunun arka tarafında konaklamaya uygun bir yer bulmak için birkaç kez keşfe çıkıldı. Liberius da sık sık ormana gitmek için kamptan aynlıyordu. Yuri de böylece istediği şekilde yalnız kalıyordu. Partizanlar daha uygun bir yer bulma konusunda geç kalmışlardı. Beyazlar'ın sürekli saldınlan sonunda gidecek pek fazla bir yerleri de kalmamıştı. Dört bir yandan kuşatılmışlardı. Beyazlar son bir darbeyle onlan ortadan kaldıracaklarına inanmış, tüm güçlerini toplamışlardı. Partizanlan kurtaran, alındıkları çemberin çok geniş olmasıydı. Kuşatma biraz daraltılabilse sonları hiç de iyi olmayacaktı. Kampın etrafını çevreleyen orman da düşmanın yaklaşmasına engel teşkil ediyordu. Bu durumda hiçbir yere gidemezlerdi. Durum uygun olsa çemberi yarmak için bir saklında bulunur ve bunu başarabilirlerdi de. Fakat ortada ne böyle bir plan, ne de askerlerde eski heyecan vardı. Komutanlar erlere söz geçiremiyorlardı. Bu nedenle kampı başka bir yere taşımak düşüncesinden vazgeçip, mevcut düşman saldırısına karşı dayanıklı bir hale getirmeye karar verdiler. Düşmanın kalın kar tabakasını geçip saldırması da pek olası görülmüyordu. Yapılacak en iyi şeyin bol miktarda yiyecek depolamak ve kampın etrafına geniş siperler kazmak olduğuna karar verdiler. Bisyurin kampın yiyecek işleriyle ilgileniyordu. Un ve patates yok denecek kadar azalmıştı. Buna karşılık çok sayıda inekleri vardı. Bu da kış boyunca başvurabilecekeri temel besin maddelerinin et ve süt olacağını gösteriyordu. Partizanların pek çoğunun elbiseleri de şiddetli bir kışa uygun değildi. Bazıları neredeyse yarı çıplak bir durumdaydı. Bu sorunun çözümü için kampta bulunan tüm köpeklerin öldürülmesine karar verildi. Dericilikten anlayanlar köpeklerin derisinden ceketler yapmaya çalışacaklardı. Artık yaralıların taşınması için bile Yuri'ye araba verilmiyordu. Arabalar başka işlerde kullanılıyordu. Partizanlar'ın karıştığı son çarpışmadan sonra, yaralılar yaklaşık kırk kilometre boyunca sedyelerde taşınmışlardı. Tedavi için kullanılan ilaçlar İngiliz tuzu ve tentürdiyottu. Ancak tentürdiyot kristal haldeydi. Onu kolalanabilecek bir duruma getirebilmek için alkolde eritmek gerekiyordu. Bu kez de ispirto üretmeye başladılar. Halbuki bu işi yapan iki kişi kurşuna dizilmişti. Bu haber Partizanlar arasında göz kırpmalara, baş sallamalara yol açmıştı. «Biz her şeyi biliyoruz,» der gibi bir ifade takınıyorlardı. İspirto üretimin serbest bırakılması; yeniden sarhoşların türemesine, Partizanlar arasında moral ve ahlaki çöküntüye yol açmıştı. Ürettikleri alkol hemen hemen saf gibiydi. Tentürdiyot kristalleri ancak böyle yüksek dereceli bir alkol içinde eriyebiliyordu. Ürettikleri diğer ilaçsa, kışın soğukların artmasıyla birlikte salgın haline gelen tifüse karşı kullanılan kinindi. III Yuri birgün Palykh ve ailesini görmeye gitti. İkisi kız biri oğlan olan çocukları ne türde bir felaketle karşı karşıya olduklarını anlayacak durumda değillerdi. Anncleriyse yaşadığı tehlikeler sonunda tuhaf bir duruma gelmişti. Yüzünde sanki hiçbir yaşam belirtisi kalmamıştı. Yaşadığı acılar sonunda dudakları incelmiş, yüzü hareketsizleşmişti. Hiç konuşmuyordu. Dördünün de sarı olan saçları tüm yaz boyunca açık havada dolaştıklarından güneşin etkisiyle beyazlaşmış gibiydi. Palykh hem karısını, hem de çocuklarını deliler gibi seviyordu. Çocukları için tahtadan ayı, tavşan, kedi, köpek gibi oyuncaklar yapıyordu ki Yuri bu konuda ustalığına hayran oluyordu.
Ailesinin gelişiyle neşesi de geri gelmiş, sağlığı düzelmişti. Kısa bir süre sonra da yeni bir haber ortada dolaşmaya başladı. Güya ailelerin gelmesi kampın disiplinini bozuyor, harekete zararlı oluyordu. Bunu önlemek için de aileler kışı kamptan uzak bir yerde geçireceklerdi. Kendilerini korumak için de yanlarına büyük bir kuvvet verilecekti. Yuri bu planın uygulanabileceğini olası görmüyordu ama lafta da olsa böyle bir haber Palykh'in ruhsal dengesinin yeniden bozulmasına neden oldu. Yeniden korkulu rüyalar ve karabasanlar görmeye başladı. IV Kış daha tam bastırmadan kampta birtakım karışılıkllıklar ve üzücü olaylar oldu. Beyazlar, kendi planlarına göre kuşatmayı tamamlamış, son harekete hazırlanıyorlardı. Başlarında zalimlikle-riyle unii Vitsyn, Bassalygo ve Quadri gibi generaller bulunuyordu. Bu adlar yalnız Partizanlar'ın değil, onların ailelerinin, kuşatma içinde kalan köylerdeki insanların da korkudan titremesine neden oluyordu. Oysa düşman çemberi daraltacak güçten yoksun, bu nedenle Partizanlar'ın duyduğu endişe de yersizdi. Ancak hareketsiz de kalamazlardı. Bu şekilde durmaları düşmanı moral yönünden güçlendiriyordu. Kamp kendileri açısından güvenlikli de olsa sırf güç denemesinde bulunmak için bir yarma hareketinde bulunmaları gerekiyordu. Bunun için kuşatmanın batısına büyük bir birlik gönderildi. Bu birlik birkaç gün süren sert mücadeleler sonucunda amaca u-laştı. Kuşatma yarılmıştı. Bu yarma hareketi sonucu açılan gedikten kampa yeni gönüllüler gelmeye başladı. Bunların arasında Beyazlar'ın zulmünden kaçan pek çok köylü vardı. Partizanlar'ı kendilerinin koruyucusu olarak görüyorlardı. Kamptakiler bu yeni gelenleri istemedi. Bunlarla uğraşacak zamanları yoktu. Zaten başlarında birçok sorun vardı. Bu gelenler daha kampa alınmadan Chilimka nehri üzerindeki bir köye yollandı. Kadınlarsa Partizanlar için ayrı bir sorun oluşturuyordu. Ormanın sıklığı kadınların rahatlıkla saklanabilmelerine olanak sağlıyordu. Ormanın derinliklerinde ağaçlar kesiyor; evler, yollar yapıyorlardı. Bu yaptıklarıyla kendilerince yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Oysa bu yaptıklarıyla Liberius'un planlarını alt üst ediyorlardı. V Liberius dağyoluna yakın bir yerde, Svirid'le şiddetli bir tartışmaya girişti. Planlarının uygulanamayışı yüzünden müthiş sinirliydi. Adamları telgraf tellerinin kesilip kesilmemesi konusunda ondan görüş bekliyorlardı. Kendisiyse kaçak avlanan biriyle konuşuyordu. Adamlarına beklemelerini belirten bir işaret verdi. Vdoviçenko'nun mahkûm edilip kurşuna dizilmesini Svirid bir türlü kabullenemiyordu. Onun tek suçu Partizanlar arasında yavaş yavaş taraftar bulması ve Liberius'a rakip bir duruma gelmesiydi. Svirid bu yaşamdan bıkmıştı artık. Partizanlar'dan ayrılıp başına buyruk, canını istediği şekilde yaşamak istiyordu. Ancak bunun şimdilik olanaksız olduğunu da biliyordu. Böyle bir şeye kalkıştığı an Vdoviçenko'nun sonuna uğramaması için hiçbir neden yoktu. Çok kötü bir hava vardı. Şiddetli bir rüzgâr etkisini sürdürürken kar da yağmaya başlamıştı. Kısa bir sürede her taraf bembeyaz bir kar örtüsüyle kaplamverdi. Bu kar, ortalığı kapladığı çabuklukla da eridi. Gökyüzünü kaplayan bulutların siyahlığını andıran siyahlığıyla toprak ortaya çıktı. Suya doymuş gibiydi. Üzerinde oluşan su birikintileri rüzgârın etkisiyle dalgalanıyor, çevreye yayılıyordu. Telgraf telleri üzerinde boncuk boncuk olmuş yağmur damlaları görünmez bir iple bağlanmış gibi duruyorlardı. Ormanın içlerine kaçan kadınların peşinden giden Partizanlarda birlikteydi Svirid de. Bu sırada karşılaştığı karışılıklıkları Liberius'a anlatmak istiyordu. Verilen emirler birbirini tutmuyor, herkes kenid kafasına göre hareket ediyordu. Yorgunluktan bitkin bir duruma gelmiş kadınların bazıları çok değişik şekillerde tepki gösteriyordu. Günlerden beridir yol yürümek hem alabildiğine yorulmalarına, hem de aşırı ölçüde sinirlenmelerine yol açmıştı. Artık yürüyemeyecek duruma gelenler; sırtlarındaki yükleri, kucak-larındaki çocukları yolun kenarına bırakıyor, torbalardaki unları yere dökerek geriye dönüyorlardı. Uzun süre
açlıktan can çekişmektense bir an önce ölmek daha iyidir diye düşünüyorlardı. Ayrıca ormanda yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanmaktansa düşmanın eline düşmeyi de daha uygun buluyorlardı. Güçlü olan bazı kadınlarsa, erkeklerin bile anlamakta güçlük çektikleri bir yiğitlik ve dayanıklılık gösteriyorlardı. Svirid bunların dışında kampı tehdit eden bazı tehlikeler konusunda Liberius' la konuşmak istiyordu. Edindiği bilgilere göre kısa süre içinde, öncekinden daha geniş çaplı bir ayaklanma olabilirdi. Zaten yavaş konuşan bir insan olan Svirid bunları anlatırken Liberius'un «Hadi, çabuk anlat. Bitir artık söyleyeceklerini,» gibi müdahalelerde bulununca daha çok şaşırıyor, ne söyleyeceğini bilemiyordu. Aslında anlatacağı şeyler Liberius'un hemen hemen iki haftadan bu yana duyduğu şeylerdi. «Dur be Reis yoldaş, acele ettirip söyleyeceklerimi şaşırtıyorsun. Şu kadınların kampına gidip, oradaki saçmalıklara son vermen çok iyi olur...» «Biraz çabuk anlat Svirid. Özellikle söylemek istediğin şey neyse onu söyle. Bak beni çağırıyorlar.» «Sonra şu Kubarikha denilen kadın da var. Kimse hakkında bir şey bilmiyor. 'Beni hayvanlara baytar olarak alın,' diyor. Aslında onun asıl işi büyücülük. Baytarlık işini yaptığı saçma sapan şeyleri kamufle etmek için istiyor. Mülteci kadınlara, 'Çektiklerinizin sorumlusu kendinizsiniz. Kızılların arkasına takılmanın sonu budur,' diyor.» «Sen hangi kadınlardan sözediyorsun? Bizimkiler, kamptaki-ler, yoksa ötekiler mi?» «Elbetteki ötekilerden, yani yeni gelenlerden söz ediyorum. Başka yerlerden geliyor bunlar.» «İyi ama biz bunların kamptan uzak tutulmaları, başka yerlere gönderilmeleri için emir vermedik mi? Nasıl oldu da buraya geldiler?» «Gittikleri yerde her şeyin yakılıp yıkıldığını görünce yarısı geri dönmüş, yarısı da Beyazlara katılmış.» «Hem orman, hem bataklığı geçerek öyle mi? Peki ama bunu nasıl başarmışlar?» «Baltalar, hızarlar ne güne duruyor? Onları korumak üzere gönderdiğimiz muhafızların da yardımıyla ağaçları kese kese tam otuz kilometrelik bir yol açmışlar, köprüler kurmuşlar. İnanılır gibi değil ama bunu başarmışlar. Bizim birkaç ayda yapamayacağımız şeyi yapmışlar.» «Oh, oh! Ne kadar güzel. Demek otuz kilometrelik yol açmışlar ormanda ha? Sen de karşıma geçmiş gülüyorsun buna. İşte Beyazlar'ın arayıp da bulamadığı bir şey. Ormanda otuz kilometrelik yol. Şimdi ellerindeki tüm topları, askerleri binadan binadan geçirirler.» «O kadar önemli mi bu da? Sen de bu yola nöbetçiler koyarsın olur biter.» «Çok güzel bir düşünce doğrusu, sağol.» VI Günler kısalmaya başladığında, hava erkenden kararıyordu. Akşam olurken Yuri birkaç gün önce Liberius'la Svirid'in tartıştığı yere gelmişti. Kampa dönüyordu. Tepedeki üvez ağacının yanına geldiğinde, asıl işi inek bakıcılığı olan büyücü kadın Kubarik-ha'nın sesini işitti. Bağırarak şarkıyı andıran bir şeyler söylüyordu. Bu arada duyulan bazı seslerden; kadınlı erkekli bir grubun da kendisini dinlediği anlaşılıyordu. Bir süre sonra sesler kesildi. Kalabalık dağılmış olmalıydı. Yalnız kaldığını gören Kubarikha bu kez daha farklı bir şarkı söylemeye başladı. Yuri orada bulunan bataklığa düşmemek için karanlıkta yavaş yavaş yürürken birden bire olduğu yerde kalakaldı. Kubarikha kendisinin bilmediği ancak yabancı da gelmeyen eski bir Rus şarkısı söylüyordu. Sözlerini belki de uyduruyordu ama şarkının insanın içine işleyen bir havası vardı. Yuri'nin olduğu yerde kalmasına, tüylerinin diken diken olmasına neden olan da bu havaydı. VII Kampla pek çok kişinin yaptığı gibi Palykh'in karısı Agatha da hastalanan ineğini Kubarikha'ya getirmişti. Sürüden çıkarılmış olan inek bir ağaca bağlanmıştı. Kamptaki ineklerin çoğu Sibirya'da çok tutulan siyah beyaz benekli İsviçre cinsiydi. Uzun süren yolculuklar, onları da sahipleri gibi yormuş, bitkin bir duruma getirmişti. Yiyecek kıtlığı nedeniyle de iyice zayıflamışlardı. Yer darlığı nedeniyle erkek dişi ayırmadan
birbirlerinin üzerine çıkıyor, böğürüp duruyorlardı. Bakıcıları olan ihtiyarlarla çocuklar da peşlerinden koşuyordu. Kubarikha'nın çevresinde kalabalık bir izleyici kitlesi oluşmuştu. Yuri'yse ilk kez onu bu kadar yakından görüyordu. İzleyici kitlenin en sonunda duruyordu. Biraz sinirli gibi görünmesine karşın gene de kendisini kontrol edebiliyordu. Üzerinde her zamanki şapkası ve kalın paltosu vardı. Palyh'in karısı Agatha'ysa tanınamayacak ölçüde değişmişti. Boynu incelmiş, iyice uzamış gibiydi. Gözleriyse nerdeyse yuvalarından fırlayacak bir duruma gelmişti. «İnek hiç süt vermiyor,» dedi Kubarikha'ya. «Gebe olabilir diye bir süre beklememe karşın düşündüğüm çıkmadı. Şimdiye değin memeleri süt dolmalıydı ama ortada hiçbir şey yok.» «Nasıl gebe olsun ki? Görmüyor musun hayvanın halini. Bir deri bir kemik kalmış. Buna biraz okumak gerek.» «Başka bir derdim daha var. Kocama da bir şeyler oldu.» «Bu konuda merak etme onu sana geri döndürecek ilaçlarım var. Derdin bu olsun senin. Onu öylesine sana bağlayacağım ki adam yanından gitsin diye dua etmeye başlayacaksın bu kez. Başka bir derdin var mı?» «Hayır. Aslında ben kocamın çapkınlığından da şikâyetçi değilim. Keşke öyle olsaydı da böyle olmasaydı. Bana da çocuklarına da çok bağlıdır. Bizden ayrılacak diye çok üzülüyor. Kampın ikiye ayrılarak bizlerin başka yerlere gönderileceğini düşünüyor ve korkuyor. Düşmanın eline düşeceğiz ve bize işkence yapılacak diye kahrından ölüyor. Bir gün intihar edeceğinden korkuyorum.» «Bu konuda biraz düşünmem gerek. Elbetteki bunun da bir çaresi bulunur. Senin başka derdin var mı?» «Yok, yok benim derdim kocamla ineğim.» «Bunlar da dert midir hayatım. Sen gene Tanrının sevgili kullarından birisin. Yalnızca iki derdin var, birisi kocandan. Peki inek için bana ne vereceksin?» «Bilmem, ne istersin?» «Kocanı ve bir somun ekmeği istiyorum.» «Alay mı ediyorsun?» «Çok şey istedim değil mi? Peki, bir somun ekmek yeter. Kocan için sonra görüşürüz.» Çevredeki insanlar bu pazarlığa kahkahalarla gülüyorlardı. «Peki ineğin adı ne?» «Yosma.» «Sürüdeki ineklerin çoğunun isim de Yosma ama neyse, biz işimize bakalım.» Kubarikha ineği iyi edeceğine inandığı duayı dokudu. Bir süre inekle ilgili şeyler konuştuktan sonra konu tümüyle değişti. A-gatha'ya uzun uzun büyücülükten söz etti. Yuri kadının anlattıklarını büyük bir şaşkınlıkla izliyordu. Moskova'dan geldiklerinde Varykino'ya giderken yolda arabacı Bacchus'u dinlediği duruma düşmüştü. Kendinden geçmiş gibiydi. Tüm şaşkınlığına karşın Kubarikha'nın söylediklerinin eski bir yapıttan bölümler olduğunu anlamıştı. Ancak söylediklerini o kadar yanlış öğrenmişti ki anlattıklarının yapıtın aslıyla hiçbir ilgisi kalmamıştı. Hayali de olsa bu dinledikleri onu alıp bambaşka bir dünyaya götürmüştü. Lara'yı anımsadı. Sanki canlıydı ve karşısında dikiliyordu. Bir kılıç darbesiyle kürek kemiğinin hizasını açmışlardı. Bu açılan yerdense onun tüm sırları görülüyordu. Kentler, sokaklar, evler, boş odalar, alanlar bir bir Yuri'nin gözünün önünden geçiyordu. Ne kadar güzel bir kadındı Lara ve onu ne kadar da çok seviyordu. Düşlerindeki gibi bir kadındı tam da. Tüm benliği onunla doluydu. Onu bu derece çekici kılan, güzel yapan şey neydi? Buna bir ad vermek mümkün müydü? Hayır, hayır. Tanrı onu boş bir zamanındajtek bir el hareketiyle ve benzersiz bir şekilde yaratmıştı. v Peki Yuri ne durumdaydı? Neredeydi? Sibirya'da bir ormanda, çepeçevre sarılmış Partizanlar'la birlikteydi. Onların alınyazı-larını paylaşmak zorunda bırakılmıştı. Ne kadar da saçma bir şeydi bu. Başının döndüğünü, gözlerinin karardığını hissediyordu. Etrafındaki her şey kararmış gibiydi. O sırada beklenenin tersine, kar yerine hafif bir yağmur başladı. Lara'nın yüzü, kentlerde asılan bez ilanlar gibi ormanın bir bölümünü kaplamıştı sanki. Giderek hızını artıran yağmur; sanki bu büyük bir tabloyu andıran görüntüyü öpücüklere boğuyor ve onu sarıyordu.
Kubarikha Agatha'ya «Artık gidebilirsin,» dedi. «Tanrıya dua et, çünkü yapacak başka şey kalmadı. İneğin iyi olacak.» VIII Çarpışmalar daha çok ormanın batı taraflarında oluyordu. Ancak orman o kadar büyüktü ki çarpışmalar ormanın bir köşesinde oluyor ve içerilere yayılmıyordu. Ayrıca kamptaki insan sayısı çok kalabalık olduğundan, cepheye ne kadar çok insan giderse gitsin ormanın içi gene de pek çok Partizan'la dolu oluyordu. Çatışmalar çok uzaklarda olduğundan sesler kampa kadar ulaşamı-yordu. Bir gün ormanın içinden silah sesleri duyuldu. Tüfek sesleri karma karışıktı. Gittikçe de yaklaşıyordu. Ardı arkası kesilmeyen tüfek sesleri iyice yoğunlaşmıştı. Bunun üzerine kamptakiler telaşla kaçışmaya başladılar. Tehlike işareti verilince herkes savaşa hazırdı. Kısa bir süre sonra sesler kesildi. Tehlikenin asılsız olduğu anlaşılmıştı. Meraklı bir kitle seslerin geldiği tarafa yönelmişti. Herkes arada kanlar içinde yatan birine bakıyordu. Adam belli belirsiz bir şekilde soluk alıyordu. Sağ koluyla, sol bacağı kesilmiş ve sırtına bağlanmıştı. Sırtına ayrıca bir de bildiri iliştirilmişti. Bildiride adamın bir Kızıl birliğin yaptığı zulme misilleme olarak bu duruma getirildiği belirtiliyordu. Ayrıca silahını teslim edip teslim olmayan herkesin sonunun bundan daha da kötü olabileceği vurgulanıyordu. Zavallı adamın bir kolu ve bir bacağı olmadan oraya kadar nasıl sürünmüş olduğunu anlamak çok zordu. Kesilen kol ve bacak kanlı birer et parçası halindeydi. Partizanların bu misillemeye neden olduğu belirtilen Kızıl birlikle hiçbir ilgisi' yoktu. Kan kaybından zaman zaman baygınlık geçiren adam gene de bölük pörçük başından geçenleri anlatmayı başarmıştı. Kendisini önce ölüme mahkûm etmişlerdi. Ancak daha sonra Partizanlar'da panik yaratmak için kolunu ve bacağını kesip kampa yakın bir yere getirip bırakmışlar. Sonra da sürünerek kampa gitmesini istemişler. Sürünmeyip durdukça sağına soluna ateş açmışlar. Adamcağız bir yandan başından geçenleri anlatırken bir yandan da Partizanlar'ı uyarıyor: «Çok dikkatli olun yoldaşlar, bir gedik açıldı,» diyordu. «Merak etme oraya takviye gönderdik. Şiddetli çatışmalar o-luyor orada. Onları buraya sokmayacağız.» «Gediğe dikkat edin yoldaşlar. Oradan baskın yapmak isti... Alçak herifler!.. Her yanımı parçaladılar... Artık konuşamayacağım... » «Dur, durda dinlen biraz. Kendini fazla yorma. Nasıl insanlarsınız siz de? Adamın halini görüyorsunuz, neden konuşturuyorsunuz onu?» «Namussuz herif. Bana 'Seni kendi kanında yüzdüreceğim' demişti. Kim olduğumu nereye gittiğimi soruyordu. Ona Partizanlara katılmak üzere kaçtığını nasıl söyleyebilirdim?» «O dediğin adam da kim? Kim seni bu duruma getirenler?» «Durun biraz soluklanayım. Her şeyi anlatacağım. Beni bu duruma getirenler Vitsy'in adamları. Hetman Bekeshin'le Albay Strese. Sizin pek bir şeyden haberiniz yok ama tüm kasaba bunların zulmüyle inliyor. İnsanları canlı canlı fırınlara atıp yakıyorlar, parça parça doğuruyorlar. Pek çok insanı alabildiğine karanlık vagonlara tıkabasa dolduruyorlar. Sonra birisi gelip elini kapıdan u-zatıp eline geçeni alıp götürüyor. Kimilerini kesiyor, kimilerini de asıyorlar. Bazılarını da sorguya götürüyorlar. Sorguya çektiklerini her yanları kanlar içinde kalacak şekilde dövüyorlar, yaralarına tuz basıyorlar. Üzerlerine kaynar su döküyorlar. Kusan ya da korkudan altına kaçıranlara bunları yediriyorlar zorla. Aynı şeyleri kadınlara çocuklara bile yapıyorlar. Aman Tanrım, böyle vahşet görülmüş şey değil.» Artık can çekişiyordu adam. Bir çığlık atarak söyleyeceklerini tamamlayamadan öldü. Onun öldüğünü anlayan herkes sustu. Saygıyla şapkalarını çıkardı. O akşam çok daha kötü bir haber kampı allak bullak etti. Palykh de ölen adamın anlattıklarını dinlemiş ve sırtına iliştirilmiş bildiriyi okumuştu. Kendisinin başına bir şey gelmesi durumunda ailesinin geleceğine ilişkin kaygıları daha da artmıştı. Hayalinde onlara yapılan işkenceleri görüyor, attıkları çığlıkları duyar gibi oluyordu. Sonunda onları bu işkenceden kurtarması gerektiğine inanarak hepsini teker teker kesip öldürdü. Bunun
için çocuklarına tahtadan oyuncaklar yaptığı keskin bıçağını kullanmıştı. İşin ilginç yanı ve herkesin merak ettiği konu Palykh'in neden kendisini de öldürmediğiydi. Yuri onun kafasından geçenleri çok merak ediyordu. Artık yaşama nedeni kalmamıştı. Aklını da tümüyle kaçırmıştı. Liberius, Yuri ve Ordu Meclisi toplanmış bu adama ne yapılacağı konusunu görüşürken, Palykh kampın içinde sinsi sinsi dolaşıyor, kötü kötü çevresine bakıyordu. Dindirilmesi mümkün olmayan bir acıyla kıvranıyordu. Kimse ona acımıyordu. Herkes ondan uzaklaşıyordu. Partizanlar arasında onu linç etme düşüncesinde olanlar olduğu halde kimse böyle bir şeye kalkışmadı. Bir sabah sanki kendinden kaçarmış gibi kampı terketti. Suyu gördüğünde korkan kuduz köpeklere benziyordu. IX Kış çoktan başlamıştı. Her taraf buz tutmuştu. Buzlu sisin arkasından çeşit çeşit şekiller görülüyor, değişik sesler duyuluyordu. Güneşin yerinde bir düştekini andırırcasına kızıl bir yuvarlaklık vardı. Bu kızıl yuvarlak ormanın üzerinde asılı gibi duruyor, kehribar sarısı rengindeki ışıklarını bulutların arasından güçlükle yansıtıyordu. Onun zorla yeryüzüne ulaştırabildiği ışıklar bu kez ağaçların üzerinde asılı gibi kalıyordu. Kürklerine sarınmış, başlarını kalpaklarla örtmüş insanlar birer gölge gibi dolaşıyorlardı. Gökyüzüyle yeryüzü arasındaki bir boşlukta gibiydiler. Birbirlerini tanıyanlar karşılaştıklarında konuşabilmek için, yüzlerini birbirlerine yaklaştırıyorlardı. Yüzleri hamamdan yeni çıkmış insanlar gibi kıpkırmızıydı. Ağız ve burunlarından çıkardıkları buğular bulut gibiydi. Bu buğular nedeniyle sakalları ve bıyıkları da buz tutmuştu. O kadar soğuk vardı ki sanki ağızlarından çıkan sözcükler de anında donuyordu. Dar bir keçiyolunda ilerlemekte olan Yuri Liberius'la karşılaştı. «Vay, siz miydiniz doktor? Çoktandır sizinle görüşemiyoruz, bu akşam kulübeme gelirseniz sizinle biraz eski günlerden konuşuruz. Hem yeni haberler de var.» «Haberci döndü mü? Varykino'dan haber var mı?» «Hayır, sizinkilerden de bizimkilerden de herhangi bir haber yok. Bana göre böylesi daha iyi. Bu onların kaçma fırsatı bulduklarını gösteriyor bize. Başlarına bir şey gelmiş olsaydı haberimiz olurdu. Akşama geldiğinizde bunları da konuşuruz. Sizi bekliyorum.» Akşam Liberius'un kulübesine giden Yuri aynı soruları yineledi: «Ailelerimizden ne haber var, sizden yalnız bunu öğrenmek istiyorum.» «Yine burnunuzun ucundan ilerisini görmek istemiyorsunuz Doktor. Anladığım kadarıyla sizinkiler de benimkiler de sağ ve emin bir yerdeler. Ama bundan çok daha önemli haberlerim var size. Çok önemli bilgiler edindik. Biraz et almaz mısınız? Sığır söğüşüdür.» «Hayır teşekkür ederim. Ama çok rica ediyorum, lütfen lafı değiştirmeyin.» «Gerçekten de bu etten istemiyor musunuz. Ne kadar da güzel olmuş oysa. Neyse ben biraz yiyeceğim. Kampta iskorpit hastalığı başladı. Ne zamandır taze sebze, meyve, ekmek gibi şeyleri unuttuk çünkü. Kadınlar buradayken biraz ceviz, fındık gibi şeyler toplatsaydık keşke. Neyse ben asıl konuya geleyim. Her şey çok iyi gelişiyor. Sonunda size söylediklerim gerçekleşmeye başladı. Beyazlar da bozgun başladı. Kolçak tüm cephelerde geri çekilmeye başladı. Ben bunun ergeç böyle olacağını söylediğim zamanlar sen sızlanıp duruyordun.» «Ben mi? Ne zaman sızlandım?» «Hemen hemen her zaman sızlanıyordun. Hele Vitsyn tarafından sıkıştırıldığımızda iyice canımı sıkmıştın.» Yuri Liberius'un sözünü ettiği dönemi anımsadı. O sıralarda isyancılar kurşuna dizilmiş, Palykh karısını ve çocuklarını kesmiş, daha birçok insan acımasızca öldürülmüştü. Hunharlıkta Kızıllarla Beyazlar yarışıyor gibiydi. O kadar kan dökülüyordu ki Yuri üzüntüsünden boğulacakmış, bayılacakmış gibi oluyordu. Evet bu durumdan hoşnut değildi, gerçekten de yakınıyordu, ama Liberius onun duygularını anlayamazdı ki.
Kulübenin içinde güzel bir koku vardı. Bu koku içeriyi aydınlatmaya yarayan madeni kaplar içindeki çıralardan yayılıyordu. Yanıp biten çıraların kömürleri altta bulunan su dolu bir kaba düşüyordu. O zaman Liberius kalkıp yeni bir çıra yakıyordu. «Neyle aydınlandığımı görüyorsun değil mi? Hiç yağımız kalmadı. Büyük kütüklerden çıkardığımız çıraları yakıyoruz biz de. Ne yazık ki onlar da çok çabuk yanıp bitiyor. Demek bu etten yememekte kararlısınız. Peki iskorpit hastalığıyla ilgili olarak ne düşünüyorsunuz? Bir toplantı düzenleyerek hastalık hakkında bilgi vermeniz, açıklamalarda bulunmanız uygun olmaz mı?» «Tanrı aşkına, bana işkence yapmayın. Bizimkilerle ilgili bildiklerinizi söyleyin bana.» «Söyledim ya. Somut herhangi bir bilgi yok. Ama iç savaşa ilişkin haberlerin tümünü anlatmadım henüz size. Kolçak tam bir bozgun halinde kaçıyor. Kızılordu demiryolu boyunca Bcyazlar'ı kovalıyor. Sonunda denize dökülecekler. Biz de Kızılordu'nun bazı birlikleriyle birleşerek buralarda kalan dağınık Beyaz kuvvetlerini temizleyeceğiz. Rusya'nın güneyi tümüyle temizlendi. İçsavaş sona erdi. Ne yani, bu kadarı size yetmiyor mu? Sevinemiyor musun buna?» «Elbette seviniyorum ama ailelerimizi de merak ediyorum. Onlar nerede? Ne oldu onlara?» «Varykino'da değiller. Bu da iyi bir şey. Geçen yaz Kamen-nodversky'nin anlattıklarının aslı olmadığı anlaşıldı. Hani Varyki-no'ya yapılan baskın öyküsü vardı ya. Ben daha o zamandan bunun saçma bir şey olduğunu anlamıştım. Köyde bir şeyler olduğu bir gerçek. Ama kimse ne olduğunu bilmiyor. Çünkü köy boşaltılmış. Aldığımız bilgilere göre orada kalan bazı kişiler herkesin kaçtığını söylemiş. Zamanında oradan ayrılmaları onları kurtarmış.» «Peki Yuryatin? Orada neler olmuş, şu anda kimin elinde?» «O da ayrı bir öykü. Anlatılanların gerçek olma olasılığı hemen hemen yok gibi. Orada hâlâ Beyazların bulunduğunu söylüyorlar ama buna olanak olmadığını size hemen gösterebilirim.» Yerinden kalkan Liberius, tabağın içine bir çıra daha dikip yaktı. Sonra da iyice buruşmuş, eski bir haritayı açıp eline aldığı bir kurşun kalemle açıklamalara başladı: «Bakın,» dedi, «Beyazlar gösterdiğim tüm bu yerlerden püskürtüldü. İşte şuradan, şuradan ve şuradan temizledik onları. Söylediklerimi iyice anladınız mı?» «Evet.» «Öyleyse Yuryatin'de bulunmalarına olanak yok. Çünkü orada bulunmaları halinde asıl kuvvetleriyle hiçbir bağ kuramazlar. Bu da onların yok olmalarını getirir ki böyle bir şeye kalkışacaklarını hiç sanmıyorum. Çünkü bir çocuk bile bunun nasıl tehlikeli bir durum olduğunu onlar. Neden ceketinizi giydiniz? Dışarı mı çıkacaksınız?» «Evet. Odadaki dumandan bunaldım. Çıkıp biraz hava almak istiyorum. Az sonra dönerim.» Dışarıya çıkan Yuri kulübenin önünde, üzerinde oturulmak için konulmuş olan kütüğün üzerindeki karları süpürerek oturdu. Başını elleri arasına alarak önüne eğdi düşünmeye başladı. Ne orman, ne Partizanlar ne de onlarla birlikte geçirdiği on sekiz ay vardı kafasında. Şimdi tüm benliği sevdikleriyle doluydu. Nerede olduklarını, ne yaptıklarını düşlemeye çalışıyordu. Düşündükçe de aklına hep kötü kötü şeyler geliyordu. İşte Tonya karla kaplı ovada kar fırtınası altında kucağında Sasha'yla yürümeye çalışıyordu. Sasha'yı bir battaniyeye sarmıştı. Yürümek için olağanüstü bir çaba harcıyordu. İkide bir tökezliyor, yıkılıyor sonra toparlanarak yeniden ayağa kalkıyordu. Titreyen bacaklarının üzerinde zorla duruyordu. Yuri ikinci bir çocuğu olduğunu hep unutuyordu. Tonya'nın kucağında yalnız Sasha yoktu, ikinci bir çocuk daha vardı. Yorgunluk ve umutsuzluktan çılgına dönen kamptaki kadınları andırıyordu. Evet kucağında iki çocuk taşıyordu ama kendisine yardım eden kimse yoktu. Sasha'nın babası kimbilir nerelerdeydi? Ortadan kaybolmuştu. Zaten hep en zor dönemlerinde onları yalnız bırakmıştı. Gerçek bir baba böyle olabilir miydi? Ailesinin yanında bulunmayan babaya baba denir miydi? Peki ya Tonya'nın babası Alexandr Alexandreviç ya hizmetçi Nyusha, ya diğerleri neredeydi? Yok, yok en iyisi bu tür şeyleri hiç düşünmemekti.
Yuri içeriye girmek üzere yerinden kalktığı bir sırada Liberius'un yanına girmekten vazgeçti. Bambaşka şeyler düşünmeye başlamıştı şimdi. Uzun bir süreden bu yana kaçmayı kafasına koymuş ve bunun hazırlıklarını da yapmıştı. Bir çift kayak ve bir torba dolusu peksimetle kendisine gerekebilecek daha başka şeyleri kampın dışında işaretlediği bir ağacın dibine gömmüştü. Şimdi gelip geçen insanların basa basa açtıkları bir yoldan ağacın yanına doğru gidiyordu. Ayın ışıklarının en parlak olduğu gecelerden biriydi. Yuri nöbetçilerin nerelere konduğunu, ne zaman değiştirildiğini çok iyi biliyordu. Onlara görünmeden üvez ağacının bulunduğu tepeye gelmişti ki farkedemediği bir nöbetçinin uyarısıyla olduğu yerde kalakaldı. «Dur, yoksa vururum!» diye bağıran nöbetçi kayakları üzerinde hızla kayarak gelip karşısına dikilmişti. «Kimsin sen? Parolayı söyle!» «Ne oluyor sana? Beni tanıyamadın mı? Ben kampın doktoru Jivago'yum.» «Kusura bakma Doktor Yoldaş, bir an seçemedim seni. Ama kamp doktoru da olsan parolayı söylemeden buradan ileriye bırakmam seni. Aldığım emir böyle.» «Peki öyle olsun. Parola «Kızıl Sibirya», işaretiyse «Kahrolsun Müdahaleciler.» «İşte şimdi oldu. Nereye istersen gidebilirsin. Hem böyle gece vakti neden dolaşıyorsun? Bir hasta mı var?» «Hayır, bir türlü uyuyamadım. Susadım da. Bari gidip biraz dolaşayım, biraz da kar yiyerek susuzluğumu da gideririm diye düşündüm. Şu üvez ağacını görünce de gidip birkaç üvez toplayıp yiyeyim dedim.» «Ne kadar da ilginç. Kışta, kar altında üvez mi toplanır. Hem donmuştur onlar şimdi. Peki, madem öyle istiyorsun hadi git, git de üvez topla. Bana ne.» Nöbetçi geldiği gibi kayakları üzerinde kayarak uzaklaştı. Yuri keçi yolunu izleyerek üvez ağacının yanına geldi. Ağaç hemen hemen tümüyle karla kaplıydı. Dallarının ikisi Yuri'ye «Hoş geldin» demek ister gibi uzanmıştı. Bunlar Yuri'ye Lara'nın uzun, beyaz kollarını anımsattı. Bu dalları tutarak kendisine doğru çekti. Ağaç da onun ilgisine karşılık verir gibi üzerindeki karları Yuri'nin üzerine serpti. Yuri ne söylediğinin farkında bile olmaksızın, «Seni yine göreceğim sevgilim, güzelim, üvezim, kızıl incim, kanım, canım,» diye mırıldandı. Gece berrak, ay ışıl ısıldı. Yuri kampın dışına çıkıp işaretlediği ağacın yanına gitti. Oraya gömdüklerini çıkararak hızla kamptan uzaklaştı.
Scanned by hlecter ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
HEYKELLİ EVİN KARŞISI I
Tacirler Sokağı tepeden aşağıya kıvrılarak aşağıdaki Kurtarıcı Sokağı'yla, Novosvabeny Sokağı'na doğru iniyordu. Tepede kentin yukarı mahallesinin evleri ve kiliseleri vardı. Aşağıdaki mahalleler buradan kuşbakışı görünürdü. Sokağın köşesinde çevresi heykellerle süslü kurşuni renkli bir bina vardı. Bu binanın büyük siyah taşlardan yapılmış cephesinin alt tarafı yeni kararnameler ve bildirilerle dolmuştu, insanlar küçük küçük gruplar halinde toplanıyor, burada yazılanları okuyordu. Son günlerde buzlar erimeye başlamıştı ama gene de kuru soğuk vardı. Havanın karanlık olması gerekirken tam tersine a-paydınlıktı. Bu aydınlıksa insana huzur yerine huzursuzluk, ürperti veriyordu. Beyazlar kısa bir süre önce kenti Kızıllar'a terkedip çekilmişlerdi. Savaş sona ermişti. Artık bomba ve tüfek sesleri kalmamıştı. Tıpkı aydınlık gibi bu sessizlik de insanları heyecanlandırıyor, korkutuyordu.
Duvara asılan ve karanlığın geç inmesi nedeniyle hâlâ okunabilen bir bildiride şunlar yazılıydı: «Sayın Halkımıza Duyurulur! Çalışma karnelerinin 50 ruble karşılığında Ekim Sokağı (Eski Genel Vali Sokağı) 5 No'dan sağlanabileceği ilgilenenlere duyurulur. Çalışma Karnesi olmayan ya da çalışma karnelerini doğru doldur-mayıp yanlış bilgi verenler, savaş yasalarına göre cezalandırılırlar. Çalışma karnelerinin nasıl doldurulacağına ilişkin bilgi Yuryatin İc¬ ra Komitesi'nin 8611013 No'lu bülteninde verilmiştir. Bu bilgilerin bulunduğu bölümler Komitenin 137 no'lu odasına asılmıştır.» İkinci bir bildiride kentte herkese yetecek kadar yiyecek bulunduğu, ancak burjuvaların ellerindeki yiyecek stoklarını gizleyerek İaşe Komitesini güç durumlara soktukları belirtiliyordu. Bunun için de, «Evlerinde yiyecek stoku bulunanlar hemen vurulacaktır!» deniyordu. Üçüncü bir bildirideyse şu direktif veriliyordu: «İaşe işlerinin aksamadan yürütülmesini sağlamak için şimdiye değin halkı sömüren kesimde yer almamış olanlar tüketici sendikaları halinde örgütleneceklerdir. Daha geniş bilgi için Ekim Sokağı (Eski Genel Vali Sokağı) 5 No'daki 137 numaralı odaya başvurabilirsiniz.» Askerler için de şöyle bir duyuru asılıydı: «Silahlarını teslim etmeyenler, yeni çıkarılan silah ruhsatını almadan üzerinde silah taşıyanlar en sert şekilde cezalandırılacaktır. Yeni silah ruhsatları Yuryatin Devrim Komitesi'nin ekim Sokağı 6 No'daki 63 numaralı odasından sağlanabilir.» II Binanın önünde bildirileri okumakta olan kalabalığın arasına yabani kılıklı bir kişi daha katılmıştı. Omzuna dayadığı sopasının ucuna bir çıkın bağlıydı. Saçı sakalı birbirine karışmış bu adam o kadar pis, o kadar kirliydi ki esmer görünüyordu. Uzun saçlarında görülmemekle birlikte, uzamış sakalının şurasında burasında aklar görülüyordu. Yuri'ydi bu. Sırtında kürk ceketi yoktu. Ya yolda onu birileri almış ya da yiyecek karşılığında değiştirmişti. Kısa kollu, eski püs-kü ve ince bir elbise vardı üzerinde. Bunların kendisini soğuktan koruyamadığı çok açık bir şekilde görülüyordu. Çubuğun ucundaki çıkınında ise son uğradığı köyden kendisine sadaka olarak verilen bir dilim ekmekle bir dilim domuz pastırması vardı. Yuryatin'e daha erken gelmişti ama çok yorulduğu için Tarcirler Sokağı'na ancak bu saatte ulaşabilmişti. Yolculuğunun özellikle son günleri çok sıkıntılı geçmişti. Bir yerlerde bayılıp kalmamak için sık sık durmak zorunda kalmıştı. Kente girdikten sonra yerlere kapanıp toprağı öpmemek için kendisini zor tutmuştu. Bir daha görmeyi ummadığı Yuryatin'i gördüğünde çok sevdiği eski bir dostunu görmüş gibi sevinmişti. Yolunun çok önemli bir bölümü boyunca demiryolunu izleyerek yürümüştü. Karlarla kaplı olan yol kullanılmıyordu. Beyaz-lar'ın terkettiği katarlar, dizi dizi kilometrelerce boyunca uzanıp gidiyordu. Amiral Kolçak'ın uğradığı bozgun, kömür kıtlığı ve kar fırtınası gibi nedenlerle yollarda kalan bu trenler her çeşit kaçağa barınak olmuştu. Hırsız çeteleri, mahkûmlar ve siyasi kaçaklar hep buralarda saklanıyordu. Öte yandan aynı trenler tifüsten ö-lenler ve soğuktan donanlar için de ortak bir mezar haline gelmişti. Tifüs demiryoluna yakın pek çok köyde salgın halinde ortalığı kasıp kavuruyordu. «İnsan insanın kurdudur» sözü burada kendisini kanıtlamıştı. Yolda karşılaşan insanlar birbirlerinden kaçıyorlardı. Yabancı bir insan- tanımadığı bir insanla karşılaştığında; onun kendisini öldürmemesi için kendisi onu öldürüyordu. Bazı yamyamlık olaylarıyla bile karşılaşılmıştı. Geçerli olan insanlığın yarattığı insani değerler değil, orman yasalarıydı. İnsanlık tarih öncesi devirlere dönmüştü sanki. Yuri ara sıra yol boyunca gizlenerek yürüyen gölgeler görüyordu. Bunların hepsinden de gizlenmeye çalışıyordu. Ama işin ilginç yanı bunların hemen hemen tümü ona tanıdık gibi geliyordu. Bunları Partizanlar'ın arasında görmüştü. Hele bir tanesini u-nutması mümkün değildi. Karların arasından fırlayan bir genç tuvalet gereksinimini karşılamak için trenin altına girmiş, sonra da saklandığı yere dönmüştü. Ormanda kurşuna dizilenler arasında bulunan bu genç Terenty Galuzin'den başkası değildi. Kurşuna dizilme sırasında hafifçe
yaralanmış, korkudan bayılmıştı. Öldü sanılarak orada bırakılan genç, kendine gelince sürünerek ormanın derinliklerine kaçmıştı. Zamanla yaraları da kendi kendine iyileşmişti. Hollyeross'a ailesini bulmaya gidiyordu. Elinden geldiğince kimseye görünmemeye çalışıyordu. Sahte bir isim taşıyor, karlar altındaki trenlerde barınıyordu. Yuri günlerce kimseyle konuşmadan, kimseyle görüşmeden, karlar altında sürdürdüğü bu yolculuk boyunca yarı vahşi bir insan haline gelmişti. Gördüklerine, başına gelenlere inanamıyordu. Bambaşka bir dünyada yaşıyor gibiydi. Heykelli evin duvarındaki bildirileri okumak için durmuştu ama daha çok sokağın karşısındaki evin üçüncü katındaki pencerelerle ilgileniyordu. Bu pencereler eskiden kireçle badana edilmişti. Odalardaysa ev sahibinin eşyaları vardı. Pencere pervazları buzlarla kaplıydı ama camlar saydamdı, üzerlerindeki badanalar silinmişti. Bunu anlamaya çalıştı. Acaba ev sahipleri geri mi dönmüştü? Yoksa Lara başka yere taşınmış da yerine yeni kiracılar mı gelmişti? Bu değişiklikleri de gelen yeni kiracılar mı yapmıştı. Kararsızlık içinde bocalıyor, kendini tutamıyordu. Sokağın karşısına geçti. Büyük kapıdan geçerek o kadar çok sevdiği merdivenleri tırmanmaya başladı. Partizanlar'la birlikte olduğu sıralarda ne kadar çok düşünmüştü bu merdivenleri, onun dökme demirden yapılmış parmaklıklarını ve dönemeçlerini. Bu dönemeçlerden birinde durulup aşağıya bakıldığında bir sürü delikli kova, leğen, kırık sandalye görünürdü. İşte şimdi bakınca da aynı şeyler görünüyordu. Eskiden kapının bir zili vardı ama bu zil daha Yuri Partizanların eline düşmeden bozulmuştu. Kapıyı çalmak istediği bir sırada üzerinde kocaman bir asma kilit olduğunu gördü. O zaman Lara'nın da Katya'nın orada, hatta Yuryatin'de bile olmadıklarını anladı. Sağ olup olmadıklarını bile bilmiyordu. Aslında kendisini en kötü olasılıklara bile hazırlanışın ama orada bulunmadıklarından iyice emin olmak için bir zamanlar anahtarı sakladıkları deliğe bakmayı düşündü. Zavallı Katya hep bu delikten üzerine fare sıçrayacak diye korkardı. Duvardaki delik bir tuğla parçasıyla kapatılmıştı. Bu parçayı çıkardı. İçerdeki farelerin kaçması için duvara bir iki tekme vurduktan sonra elini delikten içeri soktu. Bir mucize olmuştu sanki. Anahtar yerinde duruyordu. Yanında da bir mesaj vardı. Mesaj büyük bir kâğıda yazılmıştı. Yuri okuyabilmek için merdivenin sahanlığındaki küçük pencereye yaklaştı. İnanılır gibi değildi ama, mektup kendisine yazılmıştı. Hemen okumaya başladı: «Ne büyük mutluluk bu Tanrım. Senin sağ olduğunu, bu dolaylarda görüldüğünü söylediler bana. Öncelikle Varykino'ya gideceğini düşünerek ben de Katya 'yla oraya gidiyorum. Her türlü olasılığa karşı anahtarı bırakıyorum. Bir yere gitme ve beni bekle. Ben şimdi ön taraftaki odalarda oturuyorum haberin olsun. Ev hemen hemen boş gibi, eski mobilyaların bir kısmını satmak zorunda kaldım. Sana biraz yiyecek bıraktım. Çoğu haşlanmış patates. Tencerenin kapağının üstüne ağır bir şey koy ki fareler yemeği yemesinler. Sevinçten deli gibiyim.» Yuri mektubu sonuna kadar okudu. Sayfa bittiğinde o kadar şaşırmıştı ki devamının kâğıdın arkasında olduğunu farketmedi bile. Avuçları arasına aldığı mektubu dudaklarına götürdü. Sonra da katlayıp anahtarla birlikte cebine koydu. Sevincine bu kez korkunç bir acı eklendi. Lara böyle hiç çekinmeden Varkyino'ya gittiğine göre demek ki ailesi artık orada değildi. Bunu düşününce onlar hakkındaki endişeleri daha da arttı. Acaba Lara ailesiyle ilgili neden bir şey yazmamıştı. Herhangi bir şey yazmadığı gibi hiç öyle birileri yokmuş gibi davranmıştı bir de. Uzun boylu düşünmeye zamanı yoktu. Hava kararmadan yapması gereken şeyler vardı. Bunların en önemlisiyse Heykelli Ev'in duvarlarındaki bildirileri okumaktı. Bu bildirilerden haberdar olmamak insanın yaşamını bile tehlikeye atabilirdi. Eve girmeden, artık yorgun omuzuna ağır gelen çıkınını bile bırakmadan geri döndü. Heykelli Ev'in duvarının altına gelerek oraya yapıştırılmış bildirileri okumaya başladı. Duvarın büyük bir bölümü bu bildirilerde kaplıydı. III
Duvarda yalnız bildiriler yoktu. Gazetelerden kesilmiş makaleler, çeşitli toplantılarda yapılan konuşmalar ve kararnameler de vardı. Yuri öncelikle hepsinin başlıklarını okudu çabuk çabuk. «Mal sahiplerinin mallarına el konulması ve vergilendirilmesi», «İşçi sınıfının yapacağı kontroller», «Girişim komitelerinin görevleri» gibi başlıklardı bunlar. Burada yer alan yazılarda, Beyazların yerine geçen Kızıl hükümetin eski kuralları tanımadığı, bunların yerine yeni kuralları getirdiği belirtiliyor ve bu kuralların nasıl uygulanacağı gibi konularda açıklamalar yapılıyordu. Sık sık lekrarlanan bu kurallar konusu Yuri'nin başını döndürmüştü. Hangi kurallardı sözü edilen? Bu yazılar ne zamandan kalmaydı. Bir yıl öncesine mi iki yıl öncesine mi aittiler? O sırada gözü bir bildirinin alt kısmına ilişti: «Yiyecek kıtlığı konusunda aldığımız bilgiler yerel örgütlerimizin ne kadar tembel ve disiplinsiz davrandığını göstermektedir. Yolsuzluklar ortadadır. Karaborsaysa korkunç boyutlarda almış başını gidiyor. Peki yerel örgütlerimiz, fabrikalardaki işçi komitelerimiz ne yapıyor? Yuryatin ve Razvitye bölgelerinde sıkı denetimler yapılmalı, yiyecek stoku ve karaborsacılığı yapanlar hemen kurşuna dizilmelidir. Ancak o zaman buradaki sorunlar çözülebilecektir.» Yuri gerçekleri bu derece görememek ne kadar da tuhaf diye düşündü. Bir parça ekmek bulmak bu derece güçleşmişken nasıl da ekmekten söz edebiliyorlar. Ya daha önce bildirilerle ortadan kaldırdıklarını övünerek ilan ettikleri zengin sınıflardan söz etmelerine ne demeli? Hangi zengin sınıflar, hangi karaborsacılardan söz ediyorlar bunlar? Ortada ne köy, ne de köylü kaldı ama bunlar hâlâ köylerden, köylülerden söz edebiliyorlar. Birçok şeyi ortadan kaldıran kararları kendileri aldılar, bunu gerçekleştirecek tedbirleri de kendileri aldılar ama bunları da unutmuş görünüyorlar. Söz ettikleri konuların birçoğu yıllar var ki ortadan kalktı ama onlar hâlâ aynı şeylerden yıllardır bıkmadan, usanmadan söz ediyorlar. Nasıl insanlar bunlar? Doğrusu anlamakta büyük güçlük çekiyorum. Başı dönüyordu, birden kendinden geçerek kaldırıma yığıldı. Ayıldığında kendisine yardımcı olanlara teşekkür etti. Kendisini evine götürmek isteyenlere de teşekkür ederek sokağın karşısında oturduğunu ve daha fazla sıkıntıya girmemelerini istedi. IV Yuri yeniden sokağın karşısına geçti. Merdienleri çıktı. La-ra'nın dairesinin kapısını açarak içeriye girdi. Havanın hâlâ karar-mamış olması onu çok sevindirmişti. Anahtarı kilidin içinde döndürmesiyle birlikte evin içinde bir patırtı başlamıştı. Evin boş olmasına karşın devrilen bazı teneke kutu sesleri duydu. Raflardan dolaşan fareler kaçışmak için kendilerini yerlere atınca birçok şeyi de devirmişlerdi. Evin her tarafı bunlarla doluydu herhalde, sürüler halinde kaçışıyorlardı. Yuri yatmadan önce bunlara karşı bir önlem almayı düşündü. Bir odaya kapanacak; buradaki tüm fare deliklerini, kırık cam ve teneke parçalarıyla kapatacaktı. Bu karara vardıktan sonra evin sol tarafına, bilmediği taraflarına yöneldi. Loş bir karidordan geçtikten sonra kendini pencereleri sokağa bakan aydınlık bir odada buldu. Buranın Lara'nın odası olduğunu sanıyordu. Pencerelerden sokağın karşısındaki Heykelli Ev görünüyordu. Hâlâ bazı insanlar sırtları Yuri'ye dönük bir şekilde binanın duvarına asılmış bildirileri okuyordu. Odadaki ışık hemen hemen dışarıdakiyle aynıydı. İlkbahar akşamlarına özgü berrak bir aydınlıktı bu. Evle dışarısı arasındaki tek fark evin sokaktan daha soğuk olmasıydı. Yuri gittikçe kendini daha iyi hissediyordu. Kentin kenar mahallerine vardığında duyduğu halsizlik onu korkutmuştu. Oysa şimdi yavaş yavaş kendine geliyordu. Dışardakine benzer bir ışığın odadaki varlığı onu heyecanlandırıyordu. Kendisini sokakta dolaşan ve kentte yaşayan insanlarla bir sayıyor, onların akrabası gibi görüyordu. Bahar akşamının temiz havası ve her yere işleyen ışık artık her şeyin düzeleceğinin işareti gibiydi. Ailesinin bulacak, onların mutlu bir yaşam sürdürmelerini sağlayacaktı. Yaşamdan beklediği her şeyi gerçekleştirecekti. Lara'nın gelmesini beklemek tüm isteklerinin gerçekleşmesi yolunda atılmış ilk adımdı. Bundan sonra her şey istediği şekilde gerçekleşecekti.
Az önce duyduğu halsizliğin yerini şimdi bir heyecan ve kontrol edemediği bir huzursuzluk almıştı. Bu durum yaklaşmakta o-lan bir hastalığın daha önce duyduğu halsizlikten çok daha açık bir göstergesiydi. Yerinde duramıyordu. Bir kez daha dışarıya çıkmak istedi. Bu kez dışarıya çıkmak istemesinin nedeni bir berbere gidip traş olmaktı. Aslında kente girdiğinde bir berber aramıştı. Daha önce bildiği berberlerin birçoğu kapanmış, bazıları da el değiştirerek başka işler yapan dükkânlara dönmüşlerdi. Jileti yoktu. Makas da aynı işi görürdü ama Lara'nın tuvalet masasını alt üst etmesine karşın onu da bulamadı. O sırada aklına Spassky Sokağı'nda bulunan bir terzi geldi. Eğer bu dükkân hâlâ duruyorsa ve kapanma-mışsa oradan bir makas bulabilirdi. Çabucak evden çıktı.
Belleği onu aldatmamıştı. Spassky Sokağı'ndaki terzihane hâlâ orada duruyordu. Sokağa bakan kapısının bir kanadı tümüyle camdı. İşçi kızlar sokaktan geçenleri gözleri önünde dikiş dikiyorlardı. Kapıdaki camdan dükkân bir uçtan bir uca görülebiliyordu. Dükkânın içi çalışan kızlar ve kadınlarla doluydu. Dükkânın asıl işçilerinin yanında, çalışma karnesini haketmek için çalışan birçok kadın da vardı. Her hallerinden; bunların zamanında çok iyi bir yaşam sürmüş, kültürlü ve görgülü insanlar oldukları anlaşılıyordu. Çok yavaş çalıştıklarından diğerlerinden hemen ayrılıyorlardı. Dükkânda yalnızca askeri elbiseler dikiliyordu. Bundan başka Yuri'nin Partizanlar'la birlikteyken gördüğü türden çeşitli cins köpeklerin derilerinden üniformalar hazırlanıyordu. Bu iş amatör terziler için oldukça zor bir işti. Deriler kalın olduğundan bunları makineden geçirmekte zorlanıyorlar, ellerine iğneleri batırıyorlardı. Kapının camına vuran Yuri işaretlerle içeriye girmek istediğini belirtti. İçerdeki kadınlar da işaretle sipariş üzerine iş yapmadıklarını anlattılar. Yuri içeriye girme isteğinde ısrar edince; kendisiyle uğraşacak zamanları olmadığını, çekip gitmesini istediler. İçlerinden biriyse bir yandan ne kadar sinirlendiğini gösterirken bir yandan da ne istiyorsun sen gibi bir işaret yaptı. Yuri de iki parmağıyla makas işareti yaptı. İçerdekiler bu kez de onun ne demek istediğini anlamadılar. Onun ayıp işaretler yaparak kendileriyle eğlendiğini sandılar. Zaten kılık kıyafetine bakanlar da onu bir serseri sanıyordu. Güleşerek birbirine bakan kızlar onu kovan işaretler yaptılar. Bunun üzerine Yuri binanın avlusuna girip dükkânın arka kapısını bulmayı akıl etti ve kapıyı çaldı. VI Kapıyı yaşlıca bir kadın açtı. Asık suratlı koyu renk bir elbise giymiş olan bu kadın çok da sertti. Davranışlarından buranın yetkilisi olduğu anlaşılıyordu. Doktoru görünce, «Amma da yapışkan şeymişsin,» dedi. «ne istiyorsan çabuk söyle çünkü seninle uğraşacak zamanımız yok bizim.» Yuri, «Vallahi belki şaşıracaksınız ama sizden bir makas istiyorum,» dedi. «Saçımı ve sakalımı keseceğim. İşimi şurada halleder makasınızı iki dakikada geri veririm. Söylediğimi yaparsanız minnetkar kalırım size.» Kadının yüzünde şaşkın, sorgulayan bir ifade belirdi. Yuri'nin deli olduğunu düşünüyor olmalıydı. «Çok uzun bir yolculuktan geldim,» dedi Yuri. «Traş olmak için çok aradım ama kentte tek bir berber bulamadım. Kendim traş olurum diye düşündüm; bu kez de evde makas bulamadım. Onun için de sizden makas istemeye geldim.» «Peki sizi ben traş edeceğim. Ama şunu iyi bilin ki eğer kötü niyetli biriyseniz; saklanmak isteyen bir mahkûm ya da bir kaçak-sanız sizi saklamayacağız. Ayrıca böyle bir durumda sizi ele verirsek de bizi suçlamalısınız, çünkü sizin için kendimizi tehlikeye a-ta mayız.» Bunları söyledikten sonra kadın Yuri'yi içeriye alıp yandaki küçük bir odaya soktu. Bir berber dükkanındaki gibi bir sandalyeye oturttu ve önüne beyaz bir önlük bağladı. Daha sonra gidip elinde bir makas, tarak, çeşitli saç makineleri ve bir usturayla geri döndü. Yuri'nin şaşkın bakışlarla kendisini izlediğini görünce; «Yaşamda her çeşit işi yaptım ben. Traş etmeyi de savaşta hastabakı-cılık yaparken öğrendim. Sakalınızı önce makasla keseceğim, sonra da usturayla traş ederim.» «Lütfen, saçlarımı çok kısa kesin.»
«Merak etmeyin, istediğiniz gibi yapmaya çalışırım. Çok kültürlü bir insana benziyorsunuz. Buna karşın bazı şeylerden hiç haberiniz yokmuş gibi davranıyorsunuz. Şimdi ayların hesabı haftalarla değil, onar gün hesabıyla yapılıyor. Bugün ayın on yedisi. Tüm yedili günlerde berberler tatil yapıyor. Bunu bilmiyor muydunuz yani?» «Gerçekten de bilmiyordum. Niçin yalan söyleyeyim size? Daha önce de söyledim ya çok uzaklardan geldim. Hem buralı da değilim.» «Her neyse, kımıldayamayın da bir yerinizi kesmeyeyim. Yeni geldiniz demek? Nasıl geldiniz?» «Yürüyerek.» «Dağyolundan mı yürüdünüz?» «Zaman zaman orda, bazen de demiryolundan. Rastladığım trenlerin sayısını bile unuttum. O kadar çoktu ki. Hepsi de karlara gömülmüştü. Çeşit çeşit trenler vardı. Lüks trenler, özel trenler... » «Güzel, durun biraz. Şurayı da alınca tamam olacak. Çok az kaldı traşınız. Peki ailevi nedenlerle mi böyle yollara düştünüz?» «Hayır canım. Kredi Kooperatifleri hesabına Doğu Sibirya'ya gönderildim. Gezici müfettişim ben. Orada öylece kaldım. Dönmek için herhangi bir araç bulamadım. Tren bulma umudu yoktu. Ben de yürümek zorunda kaldım. Tam altı haftada gelebildim buraya ama, yolda gördüklerimi anlatmam için bir ömür bile yetmez.» «Zaten anlatmazsanız daha iyi edersiniz. Nedenini sonra söylerim. Şimdi durun. Alın şu aynayı. Elinizi bezin altından uzatıp tutun onu. Şöyle bir kendinize bakın bakalım. Nasıl buldunuz kendinizi?» «Saçlarımı biraz daha kısaltmanız mümkün mü?» «Daha kısaltırsam düzgün durmaz. Size bir kez daha hatırlatıyorum. Kimseye hiçbir şey anlatmaya kalkışmayın. Başınızı belaya sokarsınız sonra. Kredi Kooperatifleri gezici müfettişliğiniz, lüks tren gibi her şeyi unutun. Kendinizi bir doktor ya da öğretmen gibi tanıtın. İşte şimdi saçınız tamamlandı. Sıra sakalınızda. Onu da güzelce keserim şimdi. Az sonra en az on yıl gençeleşe-ceksiniz. Gidip suyu kaynatayım biraz.» Yuri kendi kendine «Kim acaba bu kadın?» diye merakla düşündü. Bu kadınla bir ilgisi vardı, bunu çok iyi duyumsuyordu. Bir yerden tanıyordu ya da kendisinden söz edildiğini işitmişti ama kim olduğunu çıkaramıyordu bir türlü. O sırada kadın elinde bir bardak sıcak suyla döndü. «Şimdi sakalınızı traş edeceğim. Yalnız dediklerimi unutmayın. 'Söz gümüşse, sükût altındır'. Özel trenlerden, teftiş yolculuğunuzdan söz etmekten vazgeçin. Başka şeyler düşünün. Doktor ya da öğretmen olduğunuzu söyleyin. Pek çok şeye tanık olduğunuza inanıyorum ama bunları anlatırsanız kimse şaşırmaz bile. Canınızı yakıyor muyum?» «Biraz.» «Farkındayım, jilet biraz kazıyor ama yapabileceğimiz bir şey yok. Hem cildiniz jilete alışkın değil, hem de sakalınız çok sert. Biraz sonra bitiyor. Evet insanlar o kadar sıkıntı çektiler ki. Biz de çok sıkıntı çektik. Beyazlardan çekmediğimiz işkence kalmadı. Cinayet, ırza geçme, hırsızlık, sürgün, yağma, insan avı... Akla gelebilecek her türlü kötülükle karşılaştık burada. Yakaladıklarını Razvilye'ye gönderiyorlardı. Bir işkence yeriydi orası ve oradan dönen kimse de olmadı. Neden başınızı sallıyorsunuz? Ha... Acıdı değil mi? Biliyorum ama yapabileceğim bir şey yok. Sakalınız fırça gibi sertleşmiş. Biraz daha sabredin. Bitmek üzere. Burada bir vali bozuntusu vardı. Bir teğmene düşman olmuştu. Bir gün onu Kra-pulsky'nin evine yakın bir yerde bastırdı. Silahları alınan teğmen Razvilye'ye gönderildi. Karısı çılgına dönmüştü. 'Kolyam zavallı Kolyam!' diye sızlanıyordu. Hemen bölgenin en yetkili kişisine, General Galiullin'e gitmek istedi. Ancak onun yanına ulaşabilmek pek kolay değildi. Bunun için yetkili tanıdıklar olması gerekliydi. Yalnız sokağın tam karşısında oturan ve herkese yardıma koşan iyi kalpli bir kadın onun yanına nasıl çıkılacağını biliyordu. General Galiullin de diğer Beyazlar'a pek benzemezdi. Çok iyi kalpli bir insandı. Buralarda ne kötü şeyler olduğunu bilemezsiniz. İnsanlar sorgusuz idam ediliyordu. Hırsızlık, ırza geçme gibi her türlü kötülük almış yürümüştü. İspanyol romanlarındaki gibi.» Yuri, «Lara'dan söz ediyor» diye düşündü ama hiçbir şey söylemedi. Hatta herhangi bir pot kırmamak için konuyla ilgili soru bile sormadı. Kadının tüm olanları bir İspanyol romanına benzetmesi de onda bazı çağrışımlar yapıyordu ama ne olduğunu bir türlü çıkaramadı.
«Ama şimdi pek çok şey değişti. Gene takipler, sorgulamalar, kurşuna dizmeler oluyor ama bunlar çok farklı amaçlarla yapılıyor. Sonra yepyeni bir hükümet var. Yeni kuruldu. Ne yapacağını şimdiden kestirmemiz olanaksız. Hem kim ne derse desin bu hükümet halktan yana. Bizim ailede benimle birlikte dört kardeşiz. Tümümüz çalışıyoruz. Bolşevikler'den yana olmamız çok doğal. Bir kardeşim öldü. Siyasi bir sürgünle evliydi. Kocası bu bölgede bulunan bir fabrikanın idare müdürüydü. Oğlu ayaklanan köylülerin başına geçti. Şimdi Partizanlar'ın komutanı çok ünlü.» Yuri, «İşte şimdi anladım,» dedi kendi kendine. «Bu kadın Liberius'un teyzesi. Mikulitsin'in de baldızı.» Gene de kim olduğunun anlaşılmaması için sustu. Kadın, «Yeğenim çocukluğunda bile halka büyük ilgi ve yakınlık duyardı,» diye devam etti. «Babasının yanında fabrikada işçilerle birlikte büyüdü. Varykino'daki fabrikalardan söz edildiğini duymuşsunuzdur... Ah! Ne yaptım böyle ben. Çenenizin yarısını traş etmişim, diğer yarısı olduğu gibi duruyor. İşte insan gevezeliğe dalınca olacağı bu. Aksi gibi sabun da kurudu. Üstelik su da soğumuş. Az daha bekleyin de gidip şu suyu ısıtayım.» Yuri kadın döndüğünde, «Varykino buraya bir hayli uzak değil mi? Oradakiler buranın karışıklığından etkilenmemişlerdir sanırım,» dedi. «Karışıklık anlamında söylediğiniz doğru, oralar buraya göre sakin yerlerdi. Ama ordakilerin karşılaştığı felaket bizim çektiklerimizden çok daha büyük oldu. Silahlı bir çetenin baskınına uğradılar. Bu adamların kim oldukları hâlâ anlaşılmış değil, çünkü bizim dilimizi kullanmıyorlardı. Evleri tek tek dolaşarak karşılarına çıkanı vurdular. Her tarafı soyup, geldikleri gibi de gittiler. Kışın oldu tüm bunlar. Cesetler karların içinde kalmıştı. Kimse de kaldırmamıştı. Ama niçin kıpırdıyorsunuz böyle. Az daha boynunuzu kesecektim.» «Eniştenizin de orada oturduğunu söylemiştiniz. Umarım onlar kurtulmuşlardır.» «Evet. Tanrıya şükür. O da, karısı da zamanında kaçıp kurtuldular. İkinci karısıyla yani. Şu anda nerede olduklarını bilmiyoruz ama sağlıklı oldukları muhakkak. Son zamanlarda yanlarında Moskova'dan gelmiş konukları da vardı. Onlar daha da önce gitmişlerdi. İki erkeği vardı bu ailenin. Genç olanı doktordu. Günün birinde ortadan kayboldu. Aslında ailesi üzülmesin diye kayıp lafı ediliyordu. Sanırım zavallı öldürülmüştü. Çünkü tüm araştırmalara karşın izine rastlanamadı. Bu sırada yaşlı olan -ki kendisi bir profesördüMoskova'ya geri çağrıldı. O sıralarda söylenenlere göre kendisini hükümet çağırmış. Beyazlar'ın ikinci kez gelişlerinden kısa bir süre önceydi. Moskova'ya gitmeden önce bir süre de Yuryatin'de kaldılar. Gene kıpırdamaya başladınız. Eğer böyle devam ederseniz boğazınızı keserim, lütfen kıpırdamayın.» «Demek Moskova'ya gitmişler.» VII «Moskova'ya gitmişler! Moskova'dalar,» diye söylene söylene o gün üçüncü kez demir basamaklı merdivenleri çıkıyordu Yuri. Bomboş eve girince karşılaştığı fareler canını sıkmıştı gene. Ne kadar yorgun olursa olsun bunlara karşı önlem almadan uyuyamayacaktı. Bunların çıktığı delikleri kapaması gerekiyordu öncelikle. Diğer odaların duvarlarının, döşemelerinin delik deşik olmasına karşın, yatak odasında daha az delik vardı. Mutfaktaki masanın üzerinde duvardaki yerinden indirilmiş ve içine gaz konmuş bir lamba vardı. Yanında da içinde birkaç çöp bulunan bir kibrit kutusu vardı. Büyük bir olasılıkla Lara bunları kendisinin gelmesi onuruna hazırlamıştı. Ancak Yuri bu gazı ve kibritleri kullanmaya kıyamadı. Yatak odasında içindeki yağın önemli bir bölümünü farelerin yediği bir yağ kandili buldu. Bu kandilin ışığında duvarlarda ve döşemede bulunan deliklerin tümünü tıkadı. Kapısı da sıkıca kapandığı için sonunda farelere karşı korunaklı bir yer sağlamış olacaktı. Odanın bir köşesinde bir soba, mutfakta da çalı çırpı vardı. Bunların bir kısmını yakmaya karar verdi. Dizlerinin üzerine çökerek buradaki tahtalardan ve çalı çırpıdan bir kucak aldı. Odaya dönüp kapısını kapadıktan sonra sobayı yakmaya koyuldu. Kilidi bozulmuş olan kapıyı arasına kâğıt sıkıştırarak güzelce kapattı. Tahtaları sobaya yerleştirirken birinin üzerinde damgayla basılmış 'K' harfi dikkatini çekti. Kruegerler'in fabrikalarında kullanılmayan odunlar, tahtalar zaman zaman satışa
çıkarılırdı. Satışa çıkarılan tahtaların ve odunların üzerine de bu damga vurulurdu. Bu odunlar da Kruegerler'in fabrikasından gelmeydi. Yani Vary-kino'dan getirilmişlerdi. Bunu getirebilecek tek bir kişiyse Sam-devyatov'du. Bu da Lara'yla onun arasında bir ilişki olduğunu gösteriyordu. Samdevyatov'un bir zamanlar kendisine de pek çok yararı olmuştu. Demek Lara'ya da aynı şekilde yardım ediyordu. Kim bilir aralarında nasıl bir ilişki vardı. Samdevyatov'un nasıl çapkıp bir erkek, Lara'nın nasıl güzel, sevimli ve ateşli bir kadın olduğunu düşününce içini bir kıskançlık duygusu kapladı. Mutlaka aralarında bazı şeyler geçmiş olmalıydı. Samdevyatov'un sırf i-yilik olsun diye Lara'ya yardım ettiği düşünülemezdi. Kuru tahtalar zevk veren çatırtılarla yanmaya başladı. Yuri'-nin tümüyle varsayımlara dayalı kıskançlığı normal düşünmesini engelliyordu. Kafası karma karışık düşüncelerle doluydu. Yeniden ailesinin durumunu düşünmeye başlaması kısa süre de olsa bu karışık duygulardan kurtulmasını sağladı. «Demek Moskova'ya gittiniz ha?» diye mırıldandı kendi kendine. Terzi kadının anlattıkları, ailesi hakkındaki endişelerini büyük ölçüde azaltmıştı. Baskından önce gidip canlarını kurtarmış olmaları, onlardan uzak olmalarının neden olduğu üzüntüyü azaltıyordu. «Demek bir daha o uzun ve sıkıntılı yolculuğa çıktınız ha? Hem de yanınızda ben olmadan. Kim bilir yolda başınıza neler geldi? Alexandr Alexandroviç'i neden geri çağırdılar? Yoksa eski işine mi verdiler onu? Ev ne durumdaydı? Ama acaba ev yerinde duruyor muydu? Aman tanrım, ne acı verici şeyler bunlar. En iyisi bunları hiç düşünmemek ama elimde değil ki. Ne oluyor bana böyle Tonya? Galiba gene hasta olacağım. Ya sen Tonya? Ne kadar kötü şeylerle karşılaştın, kim bilir daha nelerle karşılaşacaksın? Tonya yavrum benim. Sasha nasıl, Alexandr Alexandro-viç ne durumda? Peki ya benim durumum ne olacak? Oh Tanrım böyle yüz çevirdin? Niçin hep birbirimizden ayrı kaldık? Tonya, sevgilim gene bir araya geleceğiz değil mi? Yürüyerek bile olsa gene yanınıza geleceğim. Her şey yoluna girecek, bir daha hiç ayrılmayacağız. Hep unutuyorum bir bebeğimiz daha olacağını. Şimdi olmuştur. Acaba doğum nasıl oldu? Moskova'ya dönerken Yuryatin'de de kalmışlar bir süre ama Lara onları tanımıyor. Terzi kadın da tanımazdı ama o duymuş. Hemen hemen her şeyi biliyor. O bildiğine göre Lara'nın da bilmesi gerekir ama onun bir şeyden haberi yok. Bana yazdığı mektupta hiçbir şeyden söz etmiyor. Bu kadar ilgisiz olması anlaşılır gibi değil. Hele Samdevyatov'dan söz etmemesi çok daha tuhaf bir şey.» Yuri bulunduğu odayı yeniden ve daha dikkatli bir şekilde incelemeye başladı. Odada Lara'ya ait hiçbir şey yoktu. Eşyaların tümü eski kiracılara aitti. Bu da Lara'nın beğenilerine ilişkin bir yargıda bulunmasına engel oluyordu. Duvarda asılı bulunan kadın erkek resimleri hep yabancıydı ve bu yabancıların bakışları altında ezilir gibi hessediyordu kendini. Odayı dolduran kaba saba mobilyalar kendisine düşmanca bakıyor gibiydiler. Bu odada kendisini istenmeyen bir kişi olarak görüyordu. Oysa Partizanlar'ın yanındayken bu odayı ne kadar çok düşünmüş ve özlemişti. Lara'ya duyduğu özlem, bu odaya duyduğu özlemle özdeşleşmişti. Ondaki bu duygusallık dışardan kimbilir nasıl gülünç görünüyordu? Samdevyatov gibi becerikli, yakışıklı biri de kendisi gibi davranır mıydı acaba? Lara onun zayıf, belli belirsiz aşkım, sevgisini gerçekten kabul ediyor muydu? Yoksa kendisi gibi birine gereksinimi mi vardı? Ya Lara'nın Yuri üzerindeki etkisi neydi? Bu sorunun yanıtı Yuri için çok açıktı. Lara onun her şeyiydi. Lara onun için Rusya demekti, Dünya demekti, yaşam demekti. Oysa biraz önce ondan kuşkulanmış, kıskanmıştı onu. Onun hakkında nasıl böyle yanlış düşünebilmişti? Lara her şeyiyle kusursuz, mükemmel bir insandı. Gözleri duyduğu heyecan ve vicdan azabı nedeniyle yaşlarla doldu. Sobanın kapağını açarak yeniden odun doldurdu. Sobanın kapağını açık bıraktı ve karşısına oturdu. Alevlerin oynaşmasından, ellerinin, yüzünün üzerine vuran gölgelerinden zevk alıyordu. Sobadan yükselen ısı ve ışık onu kendine getirmişti. Lara'yı dayanılmaz bir özlemle arzuluyordu. Hiç değilse onu daha iyi anımsamasına yol açacak bir şey olsa ne kadar iyi olurdu. Böyle düşünürken kendisine yazdığı ve katlayıp cebine koyduğu mektup geldi aklına. Farkında olmadan mektubu öyle bir şekilde katlamıştı ki onu ilk bulduğunda heyecandan akıl edip de bakmadığı arka sayfa öne gelmişti. O an burdaki yazıları farkeden Yuri sobanın hareketli ışığına tutarak burada yazılanları da okudu:
«Sanırım ailenin Moskova'da olduğundan haberin vardır. Ton-ya'nın bir km oldu.» Bundan sonraki birçok satır karalanmıştı. Daha sonra: «Bir araya geldiğimizde bunlardan uzun uzun söz ederiz. Şimdi acele etmem gerek. Bir at bulmalıyım. Bulamazsam ne yapacağımı bilemiyorum. Katya 'yla işim çok da zor olacak... » Cümlenin bundan sonra kalan kısmı da silinmiş, okunmaz hale gelmişti. Yuri, «Herhalde Samdevyatov'dan at sağlamıştır» diye düşündü. «Eğer saklanacak bir şeyi olsa bundan hiç söz etmezdi.» VIII Odunlar iyice yanmaya başlayınca Yuri sobanın kapağını kapattı. Kalkıp bir şeyler yedi. Biraz sonra dayanılmaz bir şekilde bastıran uyku isteğiyle, elbiselerini bile çıkaramadan divanın üzerine uzanarak derin bir uykuya daldı. Ne bitişik odadaki farelerin gürültüsünü, ne de kapının sesini duydu. Birbirini ardından iki korkulu rüya gördü. Bunlardan birinde Moskova'daydı. Kapası kilitli bir odadaydı. Daha da güvenli olması için Yuri içerden kapıya dayanmış itiyordu. Kapının arkasındaysa bahriyeli elbisesi giymiş oğlu Sasha vardı. Kapıyı yumrukluyor, ağlıyor kendisini içeri alması için babasına yalvarıyordu. Çocuğun arka tarafındaysa büyük bir gürültüyle çağıldayan bir çağlayan vardı. Suları Sasha'ya dokunmuyordu. Çıkardığı gürültü çocuğun korkmasına neden oluyor, yalvarırken çıkardığı sesleri önlüyordu. Ama Yuri kapıyı yumrukladığının ve «Baba, baba!» diye bağırdığının farkındaydı. Bir deliyi andırıyordu Yuri. Bir yandan çocuğu kapıp bağrına basmak, onunla uzaklara kaçmak isteğiyle kıvranıyor, bir yandan da kapıyı kapalı tutuyor onu içeri almıyordu. Yanaklarından sel gibi yaşlar akıyordu. Çocuğun annesi olmayan bir kadına karşı duyduğu ilgi nedeniyle çocuğu reddediyordu. Bu kadın da odaya açılan başka bir kapıdan içeri girmek üzereydi. Ter içinde, ağlayarak uyandı. «Ateşler içindeyim, çok hasta olmalıyım,» diye düşündü. «Fakat tifüs değil bu. Yorgunluktan kaynaklanan tehlikeli bir hastalığa benziyor. Bakalım bu hastalığı alt edebilecek miyim? Ne kadar çok uykum var. Düşünemiyorum bile.» Yeniden derin bir uykuya daldı. Bu kez gördüğü rüya karanlık bir kış sabahıydı. Gene Moskova'daydı ama bu kez kalabalık bir sokaktaydı. Lambalar söndü-rülmemişti henüz. Devrimden önceki bir zamandı. Bunu sabahın erken saatlerinde çalışan arabaların, tramvayların çan seslerinden anlıyordu. Çok büyük, pek çok penceresi ve bu pencerelerinde yerlere kadar inen perdeleri bulanan bir ev görünüyordu. İçerde birçok insan vardı ve bu insanlar bir trendeymiş gibi elbiseleriyle yerlere uzanmış yatıyorlardı. Gene bir treni ya da piknik yerini andırırcasına, çevrede yarı yenmiş ekmek parçaları ve kızarmış tavuk butları görülüyordu, içerdeki herkesin ayakkabıları düzenli bir biçimde sofaya dizilmişti. Ev sahibi Lara'ydı. Odalar arasında dolaşıyor, konuklara yardımcı olmaya çalışıyordu. Yuri de o nereye giderse peşinden gidiyordu. Ancak öylesine basit davranışlarda bulunuyordu ki Lara ona hiç yüz vermiyordu. Yuri'nin söyledikleri karşısında arada bir dönüyor, şaşkınlıkla bakıyor; bazen de kahkahalarla gülüyordu. Aralarında kurabildikleri tek diyalog buydu. IX Kendini bilmez bir durumda yatıyordu. Biraz kendine gelir gibi olduğunda «Hastayım,» diyordu kendi kendine, «tifüs olmalı bu. Tıp kitaplarında sözü edilmeyen bir çeşit tifüs. Kalkıp bir şeyler yiyemezsen açlıktan açlıktan öleceğim... » Ancak doğrulmaya çalıştığında yeniden düşüyor; gene uykuyla baygınlık karışımı duruma giriyordu. Yine kendine gelir gibi oludğunda, «Acaba ne zamandan beri yatıyorum?» diye düşündü, «sedirin üzerine uzanıp kaldığımda baharın ilk günleriydi. Oysa şimdi öylesine soğuk var ki, pencereler buz tutmuş ve her taraf karanlık görünüyor.» Başka bir kez uyandığında pencerelerden içeriye pembemsi bir ışık sızıyordu. Fareler mutfakta cirit atıyor, birçok tabak çanağı düşürerek gürültü yapıyorlardı. Birinde de yanında bazı sesler duyunca delirdiğini sanarak korktu. Ağlıyordu kendi kendine acıyordu. «Tanrım neden beni terkettin? Neden benden yüz çevirdin?» diye de yakınıyordu.
Bir süre sonra artık rüya görmediğini, deli de olmadığını far-ketti. Bilinci açıktı. Yıkanıp temizlenmiş, tertemiz bir yatakta yatmaktaydı. Başucunda; üzerine eğilmiş, saçları ve gözyaşları kendi saçları ve gözyaşlarına karışmış birisi vardı. Biraz dikkat edince bunun Lara olduğunu farketti ve o kadar sevindi ki bu kez de sevincinden bayıldı.
Bir ara Tanrının kendisini terkettiğini düşünmüştü. Oysa işte yatağının üzerindeydi. Bembeyaz bir çift kol sevgiyle uzanıyordu kendisine. Sevinçten gözleri kararıyor. Mutluluktan boşlukta yüzüyor; hiç sonu olmayan bir uçuruma, bir sevgi uçurumuna yuvarlanıyor gibiydi. Tüm yaşamı boyunca hep bir şeyler yapmıştı Yuri. Evinde çalışmış, hastalara bakmış, okumuş ve düşünmüştü. Ortaya bazı e-serler çıkarabilmek için yazı da yazmıştı. Oysa şimdi hiçbir şey yapmıyor; buna karşın çocuklar gibi bakılıyordu kendine. Ne güzel bir şeydi bu! Lara'nın gösterdiği özenle kısa sürede iyileşti Yuri. Lara onu elleriyle besliyordu. Yedirip içiriyor, eski gücüne ulaşmasına çalışıyordu. Sıcaklığı ve cana yakın konuşmaları da Yuri'nin çabucak iyileşmesinde büyük rol oynadı. Hiçbir anlamı olmayan konuşmaları bile birbirleri için büyük önem taşıyordu. İkisinin de dünyaya olan küskünlükleri birbirlerine olan bağlılıklarının asıl nedeniydi. İnsanları saran yavanlıktan, tekdüzelikten, anlamsız ahlak duygularından nefret ediyorlardı. Birbirlerini deliler gibi seviyorlardı. Birçok insan birilerini sevmiş, âşık olmuştur. Gene bu insanların birçoğu bu durumu sıradan bir olay gibi görmüştür. Yuri'yle Lara içinde bulundukları umutsuz durumdan, birbirlerine karşı duydukları sevgi sayesinde kurtulmuşlardı. Bu sevgi, onlara yaşamla ilgili bilmedikleri pek çok şeyi de öğretmişti. XI «Elbette ailene dönmelisin sevgilim. Fazladan bir gün bile kalmanı istemem burada,» diyordu Lara. «ancak olup bitenleri de iyi değerlendirmek gerek. Hasta yattığın süre içinde öyle önemli değişiklikler oldu ki! Bu bölge Sovyetler Birliği'ne katıldığından bu yana giderek artan bir yoksulluğun pençesine düştü. Elimizde ne var ne yoksa Moskova'ya gönderiliyor. Ama Moskova koca bir canavar gibi gönderilen her şeyi yutuyor. Gönderilen şeyler denizde bir damla gibi. Oranın gereksinimlerini karşılayamadığı gibi, bizim de giderek yoksullaşmamıza yol açıyor. Elimizde doğru dürüst ne yiyecek ne de giyecek kaldı. Posta çalışmıyor, trenler yolcu taşımıyor. Her türlü ulaşım aracı tarım ürünlerinin Moskova'ya ulaştırılmasında kullanılıyor. Kent için için kaynıyor. Bana kalırsa şimdilik kendine bir iş bul ve kendini toplamaya çalış biraz. Hastalık seni o kadar zayıflattı ki bu durumda hiçbir yere gidemezsin. Hele hele yürüyerek gitmeyi kafandan çıkar. Sağ olarak varamaz, yollarda ölür kalırsın. Senin yapacağın en iyi şey eski gücünü, toplamaya çalışmaktır. Doktorluk yapabilirsin. Böyle bir şey onların hoşuna gider. Bölge Sağlık Kurumu'nda bir iş bulabileceğine eminim. Bir şeyler yapmak zorundasın. Buradaki durumun da pek iyi sayılmaz. İntihar etmiş bir milyonerin çocuğusun. Karınsa buralı bir burjuvanın kızı. Üstüne üstlük bir de Partizanlar'tn yanından kaçtın. Askerden kaçmış gibisin. Tüm bunları rahatlıkla aleyhine kullanabilirler. Bu nedenle çalışmadan oturman çok tehlikeli o-lur. Aslında benim durumum da seninkinden pek parlak değil. Bir yanardağın üstünde duruyor gibiyim. Bir iş bulup çalışacağım. Yeniden öğretmenliğe dönmek istiyorum.» «Neler söylüyorsun sen? Peki Strelnikov'a ne oldu?» «Zaten onun yüzünden bu duruma düştüm. Pek çok düşmanı var onun. Bunu daha önce de konuşmuştuk. Kızılordu duruma egemen oldu ya, hemen temizleğe başladılar. Parti'ye üye olmayan ne kadar yüksek rütbeli subay, general varsa işten uzaklaştırılıyor. Aslında bu duruma şükretmeleri gerek. Ordudan uzaklaştırma yerine yok edebilirler de onları. Pasha çok atak bir insandır. Bunun için de büyük tehlikelerle karşı karşıya. Bir ara Doğu'ya gitmişti. Sonra da duyduğuma göre kaçıp saklanmış. Bu kez de peşine düşmüşler. Neyse, bunları konuşmayalım artık.
Ağlamaktan hiç hoşlanmam ama bir iki cümle konuşursam hüngür hüngür ağlamaya başlayacağımı hissediyorum.» «Onu çok sevmiştin sanıyorum. Hâlâ aynı şekilde seviyor musun?» «Bak sevgilim, ne de olsa kocam o benim. İyi kalpli, dürüst ve mert bir insandır. Evliliğimizin yürümemesinde suçlu olan benim. Aslında ona herhangi bir kötülüğüm dokunduğunu söyleyemem. Ama o öyle iyi, öyle değerli bir insandır ki... Onunla karşılaştırıldığımda ben bir hiçim. İşte benim suçum da bu. Neyse bu konuyu yeterince konuştuk. Sana söz veriyorum başka bir gün bunları daha ayrıntılı bir şekilde konuşur, bir sonuca bağlarız. İkimiz de birer iş bulup çalışalım. Her sabah birlikte işe gideriz. Her ay sonunda da milyonlarca ruble alırız. Son değişikliğe kadar Sibirya parası geçiyordu. Bir ara bu parayı da kaldırdılar. Sen hasta yatarken piyasada hiçbir çeşit para geçmiyordu. İnanılır gibi değil ama gene de herkes bir yolunu bulup işlerini yürüttü. Şimdi bir tren dolusu para geldiği söyleniyor. Kırk vagon kadar. Mavi ve kırmızı olmak üzere iki renkli, üstelik posta pulları gibi de zımba-lıymışlar. Küçük kareler halinde zımbalıymışlar. Mavi karelerin her biri beşer milyon, kırmızı karelerse onar milyon ruble ediyormuş. Baskıları ve renkleri çok kötüymüş, hemen renkleri soluyor-muş.» «Biliyorum, o paraları gördüm ben de. Buraya gelmeden önce Moskova'da bu paralar kullanılıyordu.» XII «Varykino'da neden o kadar çok kaldınız? Tanıdığınız kimse var mıydı orada? Kimsenin kalmadığını duymuştum orda. Neden o kadar kaldınız?» «Katya'yla gidip evi temizledik. Senin evi o şekilde görmeni istemiyordum. Döner dönmez öncelikle oraya gideceğini düşünmüştüm.» «Ev çok mu dağınıktı? Ne olmuştu?» «Hem karmakarışık, hem de çok pisti. Ortalığı temizledim.» «Neden böyle bilmece gibi konuşuyorsun. Benden sakladığın bir şey var senin. Ama madem söylemek istemiyorsun, ben de söylemen için üstelemeyeceğim. Bana biraz Tonya'yı anlat. Küçüğe ne ad verdiler?» «Annenin anısına Masha.» «Bana biraz ondan söz eder misin?» «Şimdi olmaz. Ne olursun bunları sonra konuşalım. Biraz önce de söyledim ya ağlamamak için kendimi zor tutuyorum.» «Peki sana at veren adam nasıl bir insan? İlginç biri değil mi?» «Gerçekten de çok ilginç ve iyi bir insan.» «Çok iyi tanırım onu. Varykino'ya geldiğimizde kimseyi tanımazdık. O sık sık ziyaretimize gelirdi. Buraların yabancısı olduğumuz sıralarda çok yardımı dokundu bize.» «Biliyorum, bana her şeyi anlattı.» «Sana da çok yararı dokunmuştur. Öyle değil mi? Sık sık görüşüyor musun onunla?» «Bana ne kadar yardımı oldu bilemezsin. O olmasa ben ne yapardım bilmiyorum.» «Anlıyorum. Galiba çok iyi arkadaşsınız. İstediği zaman seni ziyarete geliyor mu?» «Elbette. Ne zaman isterse gelir.» «Peki onu seviyor musun? Bağışla, sana böyle bir şey sormaya hakkım yok. Biraz ileri gittim galiba. Özür dilerim. Bildiğim kadarıyla Samdevyatov biraz çapkın bir insandır.» «Önemli değil. Anladığım kadarıyla sen aramızda duygusal bir ilişki olup olmadığını öğrenmek istiyorsun. Senin asıl öğrenmek istediğin bu, yanılmıyorum değil mi? O anlamda hiçbir ilişkim olmadı. Bana hakkını hiçbir şekilde ödemeyeceğim şekilde yardımcı oldu. Hepsi bu. Ona çok şey borçuluyum ama bana ağırlığınca altın bile verse bir adım daha fazla yaklaşmam ona. Oldum olası kendini beğenmiş, büyüklenen erkeklerden hiç hoşlanmam, hatta nefret ederim. Aşk ve yaşam felsefesi konusunda hiç uyuşa-mam. Samdevyatov da böyle bir tip. Üstelik bana nefret ettiğim, hatta iğrendiğim birini anımsatıyor. Bu duruma düşmemin tek sorumlusu da o adamdır.» «Seni anlamakta güçlük çekiyorum. Sen kendini ne sanıyorsun? Senin durumunda ne var ki? Sen dünyanın en iyi insanısın.» «Yuri, sevgilim, nasıl böyle konuşabiliyorsun benimle. Ben seninle ciddi konularda konuşuyorum sense kalkmış bana bir salonda karşılaşmış iki yabancı gibi davranıyor,
iltifat ediyorsun. Benim nasıl biri olduğumu soruyorsun. Ben içinde bir şeyler kırılmış olan biriyim. Tüm yaşamım boyunca hep içimde kırılmış olan şeyin eksikliğini hissettim. Yaşadığım sürece aynı eksikliği duyacağım. Yaşamı çok erken tanıdım. Daha doğrusu tanımaya zorlandım. Hem de çok kötü bir pencereden seyretmek zorunda bırakıldım. Çok erken kadın yaptılar beni. Beni bu duruma getiren adam yaşamı da uzun süre kendi gözüyle görmeme neden oldu. Yaşamı; her istediğini elde etmeye çalışan, bedava olan her davete koşan, eline geçirdiği her şeyden sonuna kadar yararlanmaya çalışan bir çapkının gözleriyle gördüm bir süre.» «Söylemek istediğini anlar gibiyim. Böyle şeyler olduğunu hissetmiştim zaten. Çektiğin acıları çok iyi anlıyorum. Ama bunlar çok gerilerde kalmış olan şeyler. Üstelik yaşadıklarında senin hiç suçun yok. Çok önceleri olmuş böyle bir şey için kendini üzmen ne kadar anlamsız. Keşke o sıralarda yanında olsaydım da seni tüm kötülüklere karşı korusaydım. Oysa şimdi yalnızca kıskanıyorum... İğrenç, hiçbir ortak yanım olmayan birini kıskanmakla yetiniyorum. Halbuki benden üstün, dürüst, kendisini beğendiğim, bir rakip bana bambaşka duygular hissettirirdi. Yakından tanıdığım, beğendim bir erkek sevdiğim kadına âşık olsa ona karşı duygularım çok farklı olur sanıyorum. Elbette ki sevdiğim kadını ona bırakmam ama, kalkıp onunla kavga edip huzursuzluk da çıkaramam. Duyacağım kıskançlığın da soylu bir yanı olur. Sevdiğim kadını kimselerle paylaşamam ben. Ama asıl konudan uzaklaştık galiba. Sana söylemek istediğim şu. Eğer yaşamın boyunca, başından üzülmene neden olacak en ufak kötü bir olay bile geçmemiş olsaydı seni gene bu kadar severdim. Ne kadar kötü olaylarla karşılaşmış olursan ol, bu benim sana olan sevgimi azaltmaz, tersine artırır. Yaşamı boyunca hiç yanlış yapmamış, doğrudan ayrılmamış insanlardan hiç hoşlanmam. Erdemin ne canı, ne de değeri vardır. Erdemli kişiler, yaşamın güzelliğindeki gizi anlayamazlar.» «Benim düşündüğüm güzellik de bu işte. İnsan bu güzelliği yaşayabilmek için bambaşka, hiç bilinmeyen duygulara sahip olmalı. Yaşamı bir çocuğun gözleriyle görebilmeli. İşte benim yitirdiğim bu. Eğer yaşama yeni yeni gözlerimi açmaya başladığım bir sırada bir başkasının iğrenç, basit yaşam felsefesiyle karşılaşma-saydım kendime göre bir yaşam felsefem olurdu. Bu iğrenç, kendinden başka bir şey düşünmeyen insanın bana verdiği zarar bu kadarla da kalmadı. Çok iyi, dürüst, mert, sevdiğim ve sevildiğim insanla olan evliliğimin yolunda gitmemesi de bu adamın bana verdiği bir başka zarardır.» «Şimdi bana eşinden söz etme. Çünkü eşini kıskanıyorum. Az önce ancak benden daha aşağı olan kimseleri kıskanabileceğimi söylemiştim. Onu daha sonra anlatırsın. Şimdi diğer adamı anlat bana.» «Kimi?» «Seni baştan çıkaran o alçak adamı. Kimdi bu adam?» «Çok tanınmış Moskovalı bir avukattı. Babamın arkadaşıydı. Babam öldükten sonra yoksul düşmüştük. Bu adam bize yardım etti. Bekârdı, üstelik çok da zengindi. Aslında onu bu kadar kötülemekle ona değer vermiş gibi oluyorum. Hiçbir özelliği olmayan basit bir insandı. İstersen adını da söyleyebilirim.» «Gerek yok, çünkü kendisini görmüştüm. Tanıyorum onu.» «Gerçekten mi?» «Evet. Annenin kendini zehirlediği akşam onu otelinizde görmüştüm. İkimiz de öğrenciydik o zaman.» «Evet, evet, anımsadım. Arabayla gelmiş, karanlıkta kapının yanında durmuştun. Yanında biri daha vardı. Aslında bunu kendi kendime antmsayamazdım. Sanıyorum bunu bir kez daha anlatmıştın. Galiba Melyuzeyevo'da konuşmuştuk.» «Komarovsky de oradaydı.» «Olabilir, herhalde ben de yanındaydım. Genellikle beraber olurduk çünkü.» «Neden kızardın?» «Bu adamın adını senin ağzından duymak beni utandırdı. U-zun süredir duymamıştım. Hiç beklemiyordum doğrusu.» «O akşam yanımda Misha Gordon adında bir arkadaşım vardı. Kendisiyle liseden arkadaştık, aynı sınıfta okuyorduk. Bana o anlatmıştı. Bu Komarovsky denen adamı daha önce görmüş. Babam intihar ettiği zaman aynı trende yolculuk yapıyorlarmış. Babam hareket halindeki trenden kendini atmış ve hemen ölmüş. Babamın yanında da bu Komarovsky denilen adam varmış. Yolculuk boyunca babama içki içirmiş, işlerini
karıştırmış. Sonunda da iflas durumuna getirerek canına kıymasına neden olmuş. Yani babamın intihar etmesine, benim de yetim kalmama neden olan kişi Komarovsky'dir.» «Aman Tanrım, olamaz! Demek bu adam senin yaşamında kötü bir rol oynadı. Bu bizi birbirimize daha fazla yakınlaştırıyor değil mi? Sanki her şey önceden planlanmış gibi!» «İşte kendisini her zaman kıskanacağım ve hiçbir zaman bu duygudan kurtulamayacağım adam bu.» «Nasıl böyle konuşabiliyorsun? Bu adamı zerre kadar sevmemem bir yana ondan nefret ediyor, iğreniyorum.» «Sen kendini iyi tanıyor musun? İnsan ruhu, hele hele kadın ruhu çelişkilerle doludur. Öylesine ki, belki de seni bu adama, sevdiğin insandan daha güçlü duygularla bağlayan bir bağ vardır. Nefret edersin ama bu nefretin içinde seni ona bağlayan çok güçlü bağlar olabilir.» «Söylediğin şeyler ne kadar korkunç! Doğaya aykırı gibi de görünse sanıyorum doğru olan şeyler. Ben de benzer şeyler düşünüyorum. Gerçekten öyleyse ne kadar korkunç bir şey bu!» «Neyse, böylesine endişelenmene gerek yok. Artık beni dinleme sen. Ben sana, karanlık olan, belirsiz bir şeyi kıskandığımı anlatmak istemiştim. Ben senin saç fırçanı, tenindeki ter damlacıklarını, soluk alırken vücuduna girip, kanına karışıp seni hasta yapabilecek mikropları bile kıskanıyorum. Bulaşıcı bir hastalıkmış gibi bir gün seni benim elimden alacak olan Komarovsky denilen adamı, seni benden ayıracak olan ölümü de kıskanıyorum. Söylediklerim belki sana saçma sapan şeyler gibi gelebilir ama, seni hiçbir ölçüyle anlatılmayacak kadar çok seviyorum. XIII «Bana biraz daha eşinden söz eder misin? Shakespeare'in dediği gibi Kaderin kitabında aynı satıra yazılıya biz'» «Shakespeare nerede söylemiş bunu?» «Romeo ve Jülyet 'te.» «Meiyuzeyevo'da onu araştırdığım sırada sana onunla ilgili pek çok şey anlattım. Adamlarının seni tutuklayıp onun yanına götürdüklerini söylediğin zamanda ondan söz ettim. Bir gün arabasına binerken uzaktan onu gördüğümü de anlatmışımdır. Ya da ben öyle sanıyorum. Çevresindeki muhafızları görsen şaşırırsın, hemen hemen hiç değişmemişti. Gene yakışıklıydı, gene dürüst ve kararlı bir ifade vardı yüzünde. Yaşamım boyunca onunki kadar dürüst yapmacıktan uzak, mert bir yüz ifadesi anımsayamıyorum. Yine aynı erkekçe, ikiyüzlülükten uzak hareketler. Ancak tüm bunların dışında, bir değişiklik vardı onda. Bunu farketmek bana hüzün verdi. Bu değişiklik yüzüne anlamsız bir hava vermiş. Canlı bir insandan çok; bir düşüncenin, bir idealin yansıması var yüzünde. Yüzündeki bu ifadeden kendini başarılması çok güç, kurtuluşu olmayan bir işe adadığını çıkardım. Acımasız, sonu olmayan, korkunç bir iş. Sanki ölüm vurmuştu damgasını suratına. Evet evet, suratında gördüğüm işaret ölümün iziydi. Karıştırmış da olabilirim. Onunla karşılaştığın zaman gördüklerini bana anlatmıştın ya, onun etkisinde kalıp böyle bir yargıya da varmış olabilirim. Aramızdaki sevginin ötesinde birbirimizin etkisinde öylesine kalıyoruz ki... » «Bana eşinin devrimden önceki durumundan söz eder misin biraz?» «Daha çok küçük yaşlardayken sadıktan, temizlikten hoşlan-mayı öğrenmiştim. Pasha da benim hoşlandığım, özlemini duyduğum bu duyguların canlı bir örneği gibiydi. Onunla ve Galiullin'le hemen hemen aynı evde büyüdük. Daha küçükkenden başlamıştı bana olan ilgisi. Beni gördüğünde kızarar bozarır, renkten renge girerdi. Bunları anlatmam belki doğru değil ama, olup bitenlerden hiç haberim yokmuş gibi davranmak belki daha da yanlış bir şeydir. Ben onun çocukluk aşkıydım ama gururu onun bu aşkı açıklamasına engel oluyordu. Aslında bunu sözle açıklamasına gerek de yoktu. Şöyle bir yüzüne bakmam her şeyi anlamama yetiyordu. Birbirimizi sık sık görürdük. Seninle ortak yönlerimiz ne kadar fazlaysa onunla o kadar azdı. Buna karşın gönlüm seçimini yapmıştı. Kendimi onun nişanlısı olarak görüyordum. Zamanı gelince de evlenecektim. Babam sıradan bir insandı. Demiryolu işçisiydi. Kendisiyse çok yetenekliydi. Kendi çalışması ve çabalarıyla üniversitede müthiş bir başarı gösterdi. Okulu birincilikle bitirdi. Hem de Matematik ve Edebiyat öğreniminin ikisini birden yaptı. Bunun ne kadar güç bir şey olduğunu sen de bilirsin.»
«Peki, madem birbirinizi bu kadar çok seviyordunuz da evlendikten sonra neden ayrıldınız?» «Bu sorduğun çok zor bir soru ama gene de yanıtlamaya çalışacağım. Sonra senin gibi ülkemizde olup bitenleri çok iyi kavrayan, insanların karşılaştığı sorunları yakından izleyen, -kendi ailelerimiz de içinde olmak üzere- ailelerin parçalanmalarının nedenlerini çok iyi bilen birine bunları anlatmakta herhalde zorluk çekmem. Burada insanların birbirlerini sevip sevmemeleri, birbirleriyle anlaşıp anlaşmamaları pek de bir önem taşımıyor. Devrim Rusya'da var olan her şeyi alt üst etti. Önceden kazandığımız alışkanlıklar, gelenek göreneklerimiz, ile yapımız yerle bir oldu. Ortada yalnızca uçsuz bucaksız bir dünyada yalnız başına ve çırılçıplak bir insanın ruhu ve gücü kaldı. Bu insan aslında her zaman çırılçıplak ve yalnızdı ama ona bunu anımsatan devrim oldu. Çırılçıplak olduğu için üşüyordu. Isınmak içini gene kendisi gibi çıplak olan ve üşüyen en yakın komşusuna ulaşmaya çalışıyordu. İşte seninle ikimiz insan yaşamının başlangıcındaki Adem'le Havva gibiyiz. O zaman giyecek olmadığı için insanlar çıplaktı. Oysa şimdi nerdeyse dünyanın sonu geldi ama biz hâlâ çırılçıplağız. Hâlâ evsiz barksızız. Biz insanlığın başlangıcından bu yana geçen binlerce yılda yaratılmış değerlerin son kalıntılarıyız. Artık bir daha geri gelmeyecek olan o değerlerin anasına duyduğumuz saygıyla yaşıyoruz, sevişiyoruz, ağlaşıyoruz ve birbirimize destek oluyoruz, kenetleniyoruz.» XIV Bir süre susan Lara yeniden konuşmaya başladığında biraz daha sakindi. «Bak şimdi, eğer Strelnikov yeniden Pasha Antipov olsa, saldırmaktan, başkaldırmaktan vazgeçse, eğer zaman geriye doğru yürümeye başlasa, evimizin penceresinden bakmamı sağlayan bir mucizeyle masanın üzerinde Pasha'nın kitaplarını görsem, dünyanın neresinde olursam olayım tüm varlığımla ona koşardım. Hem de dizlerimin üzerinde sürüne sürüne koşardım ona. Geçmişin çağrısına karşı koyamazdım. Bunun için feda edemeyeceğim hiçbir şey olamazdı. Seni, aşkımızı bile bu uğurda feda edebilirim. Bağışla, aslında söylemek istediğim bu değildi.» Daha sonra Yuri'nin kollarına atılan Lara hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı ama kendini çabuk topladı. Gözyaşlarını silerek devam etti: «Aslında seni Tonya'nın yanına dönmeye zorlayan şey de bu görev duygusu değil mi? Ah tanrım, ne zavallı insanlarız biz! Ne olacağız böyle? Ne yapayım bilemiyorum.» «Sorunun yanıtını da vermedim senin. Mutluluğumuzu gölgeleyen şeyin ne olduğunu anlatmadım henüz. Bunu çok sonraları anladım. Anlatacağım. Hem bu yalnız bizi ilgilendiren bir şey de değil. Sorunlarımızın ortak olduğu o kadar çok insan var ki... » «Peki yavrum. Anlatmana devam et. Çok zeki bir kadınsın.» «Savaştan iki yıl kadar önce evlendik. Yaşama yeni yeni başlıyorduk. O kadar ki, savaş çıktığında evimizi tam anlamıyla düzenlememiştik bile. Şimdi düşündükçe başımıza gelen felaketlerin, şanssızlıkların temel nedeninin savaş olduğunu çok daha iyi anlıyorum. Çocukluk dönemimi çok iyi anımsıyorum. Alabildiğine huzurlu ve barış içinde bir dönemdi o. Herkes sorumluluklarının bilincindeydi. Cinayetlere ancak gazetelerde ya da dedektif romanlarında rastlanırdı. Günlük yaşamda bilinen, rastlanan bir şey değildi cinayet. Sonra, birdenbire bu sakin, huzurlu ortam sonaer-di. İnsan kanının su gibi aktığı, insanların birbirlerini boğazladığı ve insan öldürmenin ödüllendirildiği bir dönem başladı. Ben bu durumun uzun süre devam edeceğini, sorumlularının cezasız kalacağını sanmıyorum. Her şeyin nasıl başladığını ve geliştiğini sen benden çok daha iyi bilirsin. Yiyecek bulmak insanlar için en büyük sorun oldu. Ailenin temelleri sarsıldı, ahlak bozuldu.» «Lütfen devam et Lara. Daha sonra söyleyeceklerini de az çok tahmin ediyorum. O kadar güzel değerlendirmelerin var ki. Seni dinlemek büyük zevk gerçekten.» «Yalan, tüm Rusya topraklarının üzerine tüm ağırlığıyla o-turdu. Karşılaştığımız en büyük felaket, kişisel düşüncelerin yerle bir edilmesiydi. Kişisel düşünceler artık hiçbir anlam taşımıyordu. İnsanlar kitlelerin düşünceleri doğrultusunda davranmaya başlamışlardı. Tek tek değil de gruplar halinde hareket ediyorlardı. Ahlak kurallarına uygun davranmayı yersiz buluyorlardı. Herkes birbirine öykünüyordu. Bu durum bulaşıcı bir hastalık gibi her
tarafa yayılmıştı. Geçmişten gelen, güzel ve değerli olan ne varsa bozuluyordu. Biz de bu gelişmeden payımızı aldık. Bir gün baktık ki eskisi gibi gitmeyen, bozulan bir şeyler var. Her zamanki doğallığımızı, içtenliğimizi yitirmiştik. Davranışlarımızda yapmacıklık, kendini beğenmişlik egemen olmaya başladı. Son derece zeki, anlayışlı ve titiz bir insan olan Pasha'nın bu durumu farketmemesi mümkün değildi. İşte yaşamındaki en büyük hatayı burada yaptı. Toplumu bir ur gibi kemiren tüm bu olumsuzlukları yalnızca bizim aramızda görülen bir olgu gibi değerlendirdi ve bundan sorumlu olarak kendini buldu ve aşağıladı. Sanıyorum bu anlattıklarım seni şaşırtıyordun Nasıl olur da bu kadar basit, anlamsız şeyler evliliğinizde bu denli önemli bir rol oynar diye düşünüyorsundur. Ama gerçekten de yaşantımızda bu söylediklerimin ne ölçüde etkili olduğunu anlayamazsın. Bu saçmalıklar yüzünden Pasha'nın nasıl çocukluklar yaptığını anlatamam sana. Kimse kendisinden bir şey istememişken gidip gönüllü olarak askere yazıldı. Bize yük olduğunu düşünüyor, bu şekilde davranarak rahatlıyacağımızı sanıyordu. Akla hayale gelmez şeylere üzülüyor, gereksiz, hatta anlamsız bir gurura kapılıyordu. Kısa sürede asık yüzlü, sinirli ve kavgacı biri olup çıktı. Herkes talihini iyileştirmeye ve onunla iyi geçinmeye çalışırken o adeta talihine küstü. İşte onun çılgınlık derecesindeki ataklığının nedeni de bu. Onu ölüme sürükleyen de bu. Tanrım, ne olurdu onu kurtarabilseydim...» «Onu öylesine yüce bir aşkla seviyorsun ki! Bu şekilde sevmeye devam et. Çünkü onu kıskanmıyorum. Onu sevmene de engel olamam, gerekirse aradan çekilirim.» XV Yazın gelip geçtiğini farketmediler bile. Yuri iyileşmişti. Moskova'ya gitmeyi düşünmesine karşın birbiri ardına üç işe girip çalıştı. Paranın değerinin hızla azalması yüzünden geçinmek günden güne zorlaşıyordu. Sabahları horozların sesiyle uyanıyordu. Tacirler Sokağı'na çıkıp Büyük Sinema'yı geçtikten sonra eskiden Ural Kazak Ordusuna ait olan şimdiyse Kızıl Basımevi denilen binaya kadar gidiyordu. O zaman Gorodskya Sokağı'nın köşesinde bulunan Halkevi'nin kapısında Şikâyet Bürosu yazılı tabelayı görüyordu. Buradan sonra alanı geçiyor Buyanovka Sokağı'nda bir süre yürüdükten sonra Askeri Hastane'ye geliyordu ki asıl işi buradaydı. Evden hastaneye kadar olan yolunun büyük bir kısmını ağaçlarla kaplıydı. Hastanenin bitişiğinde, tuhaf bir mimarisi olan Tüccar Georgiyedov'un dul karısının evi vardı. Çatısı dik, kapısı oymalıydı. Pencereleri ise değişik renklerde boyanmıştı. Yuri on gün kadar bu eve gidip geldi. Burada yapılan Sağlık Kurulu'nun toplantılarına katılıyordu. Şehrin kenar mahallelerinden birinde bir doğumevi vardı. Burayı Samdevyatov'un babası doğum Sırasında ölen eşinin anısına Belediye'ye armağan etmişti. Rosa Luxemburg Enstitüsü adı verilen bu yerde açılmış olan hekimlik kurslarında genel pataloji dersler veriyordu. Tüm bu işlerden sonra yorgun argın dönüyordu eve genellikle. Lara'yı ya ocağın başında ya da çamaşır leğeninin başında çamaşır yıkıyor buluyordu. Kollar dirseklerine kadar sıvalı, eteğini beline sokuşturmuş haliyle, yüksek topuklu iskarpinleri ve gece elbiseleriyle herhangi bir baloya ya da davete gitmek üzere bekleyen Lara'dan çok daha çekici ve güzeldi. Bulaşık yıkıyor, çamaşır yıkıyor, artan sabunlu sularla da yerleri siliyordu. Zaman zaman da oturup, Katya'nın, Yuri'nin ve kendisinin çamaşırlarını ütülüyor, söküklerini dikiyordu. Tüm bu işleri bitirdikten sonra da oturup kızına ders çalıştırıyordu. Yapacak herhangi bir işi kalmadığı zaman; bu kez herhangi bir okulda görev alabilmesi için koşul olarak öne sürülen politik öğrenimini tamamlamaya çalışıyordu. Yuri, Lara ve kızı Kalya'ya yakınlaştıkça kendi ailesine karşı olan görevlerini anımsıyor, bunu yapamadığı için büyük üzüntü duyuyordu. Bu durumda Lara'nın ve Katya'nın olumsuz yönde etkilenmesini sağlayacak herhangi bir şey yoktu. Aksine Yuri davranışlarıyla insana güven veren, saygı aşılayan, kötü düşüncelerden uzaklaştıran bir yapıya sahipti. Yaşadığı bu çelişkili durum onu yoruyordu. Ama insan nasıl her şeye alışabiliyorsa Yuri de bu duruma alışmıştı.
Üç ay kadar bu şekilde geçti. Yuri bir gün Lara'ya, «Artık daha fazla dayanamayacağım, istifa edeceğim,» dedi. «hep aynı şeyler tekrarlanıyor. Önceleri her şey çok güzel görünüyor. 'Gel' diyorlar. 'Seni beğeniyoruz' diyorlar. 'Araştırmalarınızdan, çalışmalarınızdan çok hoştunuz' diyorlar ama bir süre sonra bakıyorum ki tüm söyledikleri laf. Bıktım artık bu olup bitenlerden. Zaten yaptığım iş de bana göre değil. Kendi açılarından haklı olabilirler, çünkü onların düşüncelerine katılmıyorum. Onlara göre miskin, söyledikleri anlaşılmayan, insanların zorbalıkla yönetilmesinden yana olan bir insanım. Nikolay Vedenyapin diye birinden söz edildiğini duydun mu hiç?» «Seninle tanışmadan önce de biliyordum. Sen de birçok kez ondan söz ettin. Sima Tuntseva'da ondan çok söz ederdi, ona hayrandı. Ama ben hiçbir kitabını okumadım. Zaten felsefi kitapları pek sevmem. Bence felsefe, yaşama yavaş yavaş karışmalıdır. Yani sanatın, yaşamın tuzu biberi gibi olmalıdır felsefe. Bir insanın yalnızca felsefeyle ilgilenmesi, hep aynı yemeği yemesi gibi tuhaf bir durum. Bağışla, araya girip sözünü kestim.» «Hayır. Aslında ben de senin gibi düşünüyorum. Vedenyapin benim dayımdır. Benim üzerimdeki etkisi de bir hayli fazla olmuştur. Birçok şeyi önceden seziyor ve çok iyi kavrıyorum. Bu yüzden de koyduğum tanılarda hemen hemen hiç yanılmıyorum. Onların çekemedikleri, katlanamadıkları da benim bu yönüm. Kurslarım sırasında da bu konuya el attım. İç dünya ile dış dünya arasındaki bağlardan söz edeyim dedim, hemen; İşte idealizm, mistisizm gibi suçlamalar başladı. İstifa etmemin zamanı geldi artık. Kurslara, konferanslara devam etmeyeceğim. Ama hastanedeki çalışmalarımı kovuluncaya kadar sürdüreceğim. Seni üzmek istemiyorum a-ma bugünlerde tutuklanırsam şaşırma. İçimde öyle bir duygu var nedense.» «Tanrı korusun sevgilim. Ben şu aşamada böyle bir şey yapacaklarını sanmıyorum. Ama gene de sen haklısın. Daha dikkatli davranmaktan zarar gelmez. Dikkatimi çeken bir konu şu: Yönetim yerleşip kendini kabul ettirinceye kadar bazı aşamalar geçiriyor. İlk aşamayı başarıyla geçirmesi gerekir. Bunu ikinci aşama izliyor. İkinci aşamada bir de bakıyorsun anlayış değişmiş. İşte bu değişikliğe neden olanların temizlenmesi gerekiyor, bu konuda da haklısın... » «Bu konuda sana bir örnek vereceğim. Yerel Devrim Komitesi buraya Khodatskoye'den iki üye aldı: Tiverzin ve Antipov. Bunların ikisi de zamanında sürgün edilmiş işçilerdi ve ikisi de beni çok iyi tanır. Zaten birisi de benim kayınpederimdir. Onların bu göreve getirilmeleri üzerine; hem kızım Katya'nın, hem kendi yaşamımın tehlike içinde olduğunu düşünmeye başladım. Kayınpederim olan Antipov beni hiç sevmez. İkisi de istedikleri her şeyi yapabilecek güçtedir. Devrimin yararlarını öne sürerek; hem beni hem de Pasha'yı mahvedebilirler.» Bu konuşmalarının üzerinden iki gün geçtikten sonra Buya-novka Sokağı 38 no'da oturan Dul Goreglyadova'nın evinde arama yapıldı. Hastanenin bitişiğinde olan bu evde gece yarısı yapılan bu aramada bazı silahlar ve devrime karşı bir örgüt ortaya çıkarıldı. Araştırma genişletilerek sürdürüldü ve pek çok insan tutuklandı. Suçluların bir kısmının ırmağı geçip kaçtıkları söyleniyordu. Kimi insanlar, «Bunun ne yararı olur ki, er ya da geç yakalanırlar,» diyordu., Lara, «Durum gittikçe kötüleşiyor. Hiçbir güvencemiz yok artık,» diyordu., Hadi ikimizi tutukladılar, peki Katya ne yapacak o zaman? Bir anne olarak kızımı olası bir tehlikeden uzak tutabil-meliyim. Bir plan kurmalı, bir şeyler yapmalıyım. Ama ne yapabilirim? Düşündükçe aklımı kaçıracak gibi oluyorum.» «Birlikte düşünelim. Bir kafeste kıstırılmış gibiyiz. Ne yapabiliriz, bu felaketten nasıl kurtulabiliriz? Bana öyle geliyor ki mümkün değil, bu bizim kaderimiz.» «Kaçıp kurtulmamız mümkün değil. Gidebileceğimiz hiçbir yer yok. Ama hiç değilse kendimizi unutturabiliriz diye düşünüyorum. Aklıma hep Varykino'daki ev geliyor. Kentten uzak, ihmal edilmiş bir yer ama olsun. Hiç olmazsa gözden uzak oluruz. Kış geliyor, kışı orada geçirirsek çok iyi olur. Bizi anımsamalarına kadar bir yıl daha geçirir, bir yıl daha yaşamış oluruz. Samdevyatov zaman zaman bize haber getirir, saklanmamıza bile yardım eder sanıyorum. Sen ne düşünüyorsun. Varkyino tam terkedilmiş bir
durumda. Martta oraya gittiğimde kimseler yoktu. Kurtlar iniyor diye insanlar korkuyormuş. Ama bu sıralarda Tiverzin ve Antipov kurtlardan bile daha tehlikeli.» «Ne diyeceğimi bilemiyorum. Bana hep 'bir dakika bile gecikmeden Moskova'ya gitmelisin' diyordun. Yaptığım araştırma sonucu yolculuğun eskisi gibi zor olmadığını öğrendim. Artık yeterli belgesi bulunmayanları çekip kurşuna dizmiyorlarmış. Galiba işkenceden, adam öldürmekten bıktılar ama beni endişelendiren bir başka konu var. Moskova'ya yazdığım mektuplara hiçbir karşılık alamadım. Bir an önce Moskova'ya gidip olup bitenleri öğrenmeliyim. Sen de kalkmış Varykino'ya gitmekten söz ediyorsun. Ben olmadan orada yalnız başına yaşayamazsınız ki?» «Doğru sen olmadan oraya giıemem.» «Moskova'ya gitmeni de istiyorsun yanılmıyorsam değil mi?» «Evet. Mutlaka gitmelisin.» «Bak şimdi Lara. Aklıma çok güzel bir düşünce geldi. Hep birlikte gidelim Moskova'ya, üçümüz birden.» «Moskova'ya mı? Çıldırdın mı sen? Ne işim var orada benim, ne yaparım? Hayır ben burada kalmalıyım. Pasha'nın durumu burada açıklığa kavuşacak. Burada kalmalı ve bana gereksinim duyduğunda yanına koşabilmeliyim.» «Evet ama Katya'yı da düşünmeliyiz.» «Onun durumunu birkaç gün önce buraya gelen Sima Tun-stseva'yla konuştuk.» «Evet onu ben de tanıyorum. Kendisini birkaç kez görmüştüm.» «Senin yerinde olsam ona âşık olurdum. Ne kadar güzel bir kadın o öyle? Güzel, kültürlü, ince, iyi yürekli ve mantıklı. Siz erkeklerin gözleri böyle şeyleri nasıl da göremiyor, doğrusu anlayamıyorum.» «Buraya döndüğümde kızkardeşi beni traş etmişti. Terzi olan kardeşi, Terzi Glaphira.» «Onu da tanıyorum. En büyükleri Avdotya'dır, kütüphanecilik yapıyor. Onunla birlikte kalıyorlar. İşte Katya'yla ilgili Arılara ricada bulunmayı düşünüyorum. Eğer bizim başımıza bir şey gelirse, bizi tutuklarlarsa Katya'yı yanlarına almalarını isteyeceğim onlardan.» «Başka çaremiz kalmazsa tabii ki. İnşallah böyle bir şeye gerek kalmaz.» «Sima'nın biraz tuhaf biri olduğu söyleniyor. Bana da öyle geliyor ama ben bunu onun duygusallığına veriyorum. Onun düşünceleriyle seninkiler arasında öyle benzerlik var ki eğer Katya'yı o büyütürse hiçbir şekilde gözüm arkada kalmaz.» XVII Yuri bir kez daha istasyona gidip, hiçbir şey yapmadan dönmüştü. Hiçbir şeye karar veremiyorlardı. İkisi de ne yapacaklarını bilmez bir durumdaydı. Hava çok soğuk ve kapalıydı. Her an kar yağabilirdi. Eve döndüğünde Sima'nın konukları olduğunu gördü. La-ra'yla koyu bir sohbete dalmışlardı. Daha çok Sima konuşuyor, Lara da onu dinliyordu. Onları rahatsız etmek istemedi, zaten kendisi de biraz yalnız kalmak istiyordu. Bitişik odadaki sedire u-zandı. Odaların arasındaki kapıda bir perde geriliydi yalnızca. Onların konuşmalarını çok rahat duyuyordu. Lara, «Sima sen bana bakma konuşmana devam et. Ben bir yandan çalışıyorum ama kulağım sende, bir yandan da seni dinliyorum. Okulda tarih ve felsefe okudum. Yaşama ilişkin görüşlerini çok beğiniyorum. Seni dinledikçe huzur buluyorum. Son birkaç gece doğru dürüst uyuyamadık. Hep Katya'yı düşünüyoruz. Bize bir şey olursa ortada kalacak yavrucak. Bir anne olarak onun geleceğini düşünmek ve güvenlikte olmasını sağlamak başta gelen görevimdir. Bunu soğukkanlılıkla, sağlıklı bir şekilde düşünmem gerek ama yapamıyorum. Ondan ayrılabileceğimi düşünmeye bile dayanamıyorum. Çok üzgün ve yorgunum. Bunun içinde seni dinlemek bana huzur veriyor. Zaten güzel konuşan insanları dinlemekten hep zevk alırım. Hele kar yağarken olursa bu daha da hoşuma gider. Kar da yağmak üzere zaten. Kar yağarken pencereden baktığında dışarda bahçede biri yürüyormuş gibi geliyor insana. Hadi Sima devam et, seni dinliyorum.» «Geçen kez nerde kalmıştık?» Yuri, Lara'nın yanıtını işitmedi ama Sima'nın anlattıklarını tüm dikkatiyle dinledi.
«Tarih, kültür gibi sözcükler pek hoşuma gitmiyor. Ben bunları daha farklı bir şekilde anlatıyorum. Çünkü bunlar insanı çok şaşırtıyorlar. Ben insanı anlaşılması çok güç bir varlık olarak görüyorum. Örneğin senin durumunu ele alalım. Bir kızın var ve bundan daha doğal bir şey olamaz. Eskiden olsa o da senin gibi büyüyecek, zamanı gelince evlenecek ve kendi çocukları olacaktı. Oysa şimdi pek çok şey değişti, insan onun da normal bir yaşam sürdüreceği konusunda emin olamıyor. Hiçbir şey eskisi gibi değil artık. Görev, sorumluluk, doğruluk gibi değerler kalktı artık. İnsanların kendi istekleriyle seve seve yapması gereken şeyler bile, yasaların zorlamasıyla, zor kullanılarak yaptırılmaya çalışılıyor.» Sima'nın uzun uzun anlattığı buna benzer konulan Lara hiç sözünü kesmeden dinledi. XVIII Yuri döndüğünde çok yorgundu. O sıralarda on günlük hafta sistemi uygulanıyordu. Her hafta on gün sayılıyor ve çalışanlar on günde bir izinli sayılıyorlardı. O gün de onun izin günüydü. Yuri genelde izin günlerini yatıp dinlenerek geçirmeye çalışırdı. Bu şekilde az da olsa on günlük yorgunluğu üzerinden atmaya çalışırdı. Gene sedirin üzerine uzanmıştı. Arada bir dalar gibi oluyor, sonra yeniden kendine geliyordu. O zaman da Sima'nın anlattıklarını dinliyor, «Sima tüm bu anlattıklarını Kolya Dayı'mm kitaplarından öğrenmiş, bu çok açık. Ama gene de çok zeki ve çok yetenekli bir kız,» diye düşünüyordu. Uyuyamayacağını anlayınca kalkıp pencerenin önüne gitti. Bu odanın penceresi de diğeri gibi bahçeye bakıyordu. Alacakaranlık çökmüştü dışarda. Tam bir kar havası vardı. Sokakta uçuşmakta olan iki saksağan bir türlü nereye konacaklarına karar veremiyordu. Yuri saksağanların uçuşmasının karın habercisi olduğunu düşünürken, bitişik odadan Sima'nın söylediklerini duydu. «Saksağanlar uçuşuyor, onların uçuşması mektup ya da konuk geleceğinin göstergesidir,» diyordu. Aradan daha birkaç dakika geçmemişti ki Yuri'nin onarmış olduğu kapı zili çaldı. Lara Yuri'nin bulunduğu odadan geçerek kapıyı açmaya gitti. Gelen Sima'nın kızkardeşi Glaphira'ydı. Yuri Lara'yla onun konuşmalarını duyuyordu. «Buyrun, kardeşinizi almaya mı geldiniz?» «Hayır onun için gelmedim ama birlikte dönebiliriz. Arkadaşınıza bir mektup getirdim. Bir ara postanede çalıştığım için bana verdiler. Kim bilir kaç kişinin elinden geçmiş. Aylar önce Moskova'dan postaya verilmiş. Adresi bulamadıklarından, sonunda bana sormaya karar vermişler. Ben tanıdığım için aldım mektubu. Bir kezinde onun saçını da kestimştim.» Yuri nasıl olduğunu anlayamadan mektubu elinde buldu. Birkaç sayfaya yazılmış uzun bir mektuptu; iyice kirlenmiş, ayrıca açılıp okunmuştu da. Tonya'dan gelen bu mektubu okumaya başladığında kendinden geçmiş gibiydi. Yuryatin'de Lara'nın evinde olduğunu da unutmuştu. Sima gelip veda ettiğinde ona gerekenleri söylemedi ama ne, ne yaptığının, ne de, ne söylediğinin farkındaydı. Tümüyle bambaşka bir dünyanın insanı gibi bir durumdaydı. Tonya mektubunda şöyle diyordu: «Yuri, haberin oldu mu bilmiyorum, bir kızımız oldu. Annenin anısına adım Masha koyduk. «Şimdi sana daha başka bir konudan söz edeyim. Birçok ünlü politikacı, bazı subaylar ve bazı sağ kanat partisi üyesi profesörler, Milyukov, Kizevetler, Kuskova ve daha birçokları, Dayın Kolya, babam, amcanı ve biz hep sürgüne gönderiliyoruz. Rusya dışına sürüyorlar bizi. Amcam Nikolay Gromeko sürgün edildiği ve bizde onun akrabaları olduğumuzdan sürgün ediliyoruz. Senin bulunmadığın bir sırada böyle bir şeyle karşılaşmamız daha da büyük bir felaket. Her şeye karşın gene de Tanrı'ya şükrediyorum. Öyle korkunç bir dönemde yaşıyoruz ki daha kötüsü de olabilirdi. Burada olsaydın sen de bizimle gelirdin. Kim bilir nerelerdesin. Nerede olduğunu bilmediğim için bu mektubu Antipova'nın adresine gönderiyorum. Nerede olduğunu bulabilirse sana ulaştıracağına inanıyorum. Ailece bize veri/en Rusya 'dan ayrılma izni senin için de geçerli olur mu bilmiyorum. Ne olursa olsun yaşadığın ve bir gün yeniden bir araya geleceğimiz konusundaki umudumu hiç yitirmedim. Belki o zamana değin Rusya '-da da durum düzelir ve huzur içinde yaşarız. Umarım sana da yurt dışına çıkma izni verirler ve biz gene hep birlikte oluruz.
Ama bu öylesine büyük bir mutluluk ki doğrusu bunun gerçekleşebileceğine inanamıyorum. Tüm sorunlar benim seni sevmeme karşın, senin beni sevmemenden kaynaklanıyor. Bunun nedenini, beni neden sevmediğini anlayabilmek için birilkte geçirdiğimiz her günü tek tek düşündüm. A-ma bir türlü seni benden uzaklaştıran nedeni bulamadım. Sanıyorum beni o insanı değiştiren, çirkinleştiren aynalardan bakarak görüyorsun. Oysa ben seni o kadar çok seviyorum ki! Bunu bir bilsen! Sende iyi, kötü, güzel, çirkin ne varsa tümünü seviyorum. Henüz her şey kesinleşmedi ama Paris'e gideceğimizi sanıyorum. Senin çocukken gittiğin, babamın ve amcamın okuyup büyüdüğü bu yerleri ben de göreceğim. Sasha çok büyüdü. Öyle yakışıklı filan değil ama sağlıklı ve güçlü biri olacağı belli. Senden söz edildiğinde hemen ağlamaya başlıyor ve bir türlü susmak bilmiyor, çok duygulu bir çocuk. Babam sana çok selam söylüyor ve gözlerinden öpüyor. Artık dayanamayacağım. Ağlıyorum, gözyaşlarımı tutamıyorum. Haydi Hoşçakal. Birbirimizden ayrı düştük. Sen bilinmeyen, karanlık bir yaşamla karşı karşıyasın. Tanrıdan sana yardımcı olmasını diliyorum. Her zaman da dua edeceğim senin sıkıntılarla zorluklarla karşılaşmaman için. Seni hiçbir şeyle suçlamadım, suçlamayacağım. Yaşantını nasıl istersen o şekilde düzenle. Benim tek isteğim senin mutlu olman, sağlıklı olman. Urallar korkunç bir yerdi ve bize de uğursuz geldi Oradan ayrılmadan önce Larissa Fyodorovna yla da tanıştım. Yakından tanıma fırsatını buldum onu. Her fırsatta yardımıma koştu. Lohusalığım sırasında da çok yardımı dokundu. Çok iyi bir kadın ama onunla yaradılışlarımız da çok ters. Ben yaşamı ne kadar basitleştirmek, sadeleştirmek istiyorsam o da o kadar karıştırmak, içinden çıkılamaz bir duruma getirmek istiyor sanki Mektubuma burada son vermek zorundayım, çünkü birazdan almaya gelecekler. Tanrı yardımcımız olsun. Oh Yuri, sevgilim, Yuri, aşkım, kocam, çocuklarımın babası. Ne oluyor bize? Bu başımıza gelenler ne? Birbirimizi bir daha asla göremeyeceğiz. Sonunda bunları söyleme gücünü de buldum kendimde. Bunun ne demek oludğu-nu anlıyor musun? Sanki beni ölüme götürüyorlar gibi acele etmemi istiyorlar. Yuri, Yuri sevgilim.» Yuri başını kaldırdı. Gözleri kurumuştu sanki. Duyduğu acı nedeniyle gözleri boş boş bakıyor, hiçbir şeyi göremiyordu. Çevresinde olan hiçbir şeyin farkında değildi. Şiddetli bir kar başlamıştı dışarda. Rüzgârın savurduğu kar taneleri bir şeye yetişmek için acele ediyor gibiydi. Yuri dışarıya bakıyordu ama dışardaki hiçbir şeyi görmüyordu. Tonya'nın mektubunu okumaya devam ediyordu sanki. Farkında olmaksızın bir çığlık attı. Ellerini göğsüne götürdü. Bayılmak üzere olduğunu farketti. Sendeleyerek sedire doğru bir iki adım attı ve kendinden geçerek yere yuvarlandı. Scanned by hlecter ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
YENİDEN VARYKİNO I Kış iyiden iyiye bastırmıştı. Yuri hastaneden dönerken kar lapa lapa yağıyordu. Onu holde Lara karşıladı. Büyük bir şaşkınlık içindeydi. Endişeli bir sesle «Komarovsky geldi, burada,» dedi. «Nerede? Burada, yani evde mi?» «Evde değil elbette. Bu sabah uğradı. Akşam yeniden geleceğini söyledi. Gelmek üzeredir. Seninle konuşmak istiyormuş.» «Neden gelmiş?» «Vallahi söylediklerini pek anlayamadım. Uzak Doğu'ya gidiyormuş ve sırf bizi görmek için buraya uğramış. Senin, benim ve Pasha'nın yaşamı tehlikedeymiş. En çok da Pasha için yapmış bunu. Bizi kurtarabilecek tek kişi kendisiymiş, tabii söylediklerini dinlersek.»
«Ben gidiyorum. Bu herifin yüzünü görmek istemiyorum.» Lara ağlayarak kendini yere, Yuri'nin ayakları dibine attı ve dizlerine sarılmak istedi ama Yuri buna izin vermedi. Bir yandan da yalvarıyordu: «Yalvarırım gitme. Hatırım için gitme. Onunla yalnız kalmaktan korktuğumu sanma. Ondan öylesine nefret ediyorum ki. Ne olur onunla yalnız kalmama izin verme. Benim için işkence olur bu. Hem sonra çok becerikli bir adamdır bu. Bakarsın gerçekten de bize yararı dokunur. Ondan ne kadar tiksindiğini de biliyorum ama gene de lütfen duygularını bastır, benimle kal.» «Neyin var sevgilim? Bu kadar üzülme. Kendine gel biraz. Yerlerde sürünme yavrum, bak buradayım, bir yere de gitmeyeceğim. Ömrün boyunca sana korku vermiş bu züppe herif. Bu kadar korkmana gerek yok. İstersen onu seve seve öldürürüm!» Yarım saat kadar sonra ortalık iyice kararmıştı. Altı aydır tüm fare deliklerini kapatmışlardı. Yuri dikkatli davranarak yenilerinin açılmasına izin vermiyordu. Evde gene fare vardı ama buldukları bir kedi de sürekli av peşinde koşarak onların hareketlerini iyice kısıtlamıştı. Komarovsky'yi yemek odası olarak kullandıkları salonda karşılamayı kararlaştırmışlardı. Onu bekledikleri sırada Lara masanın üzerine birkaç dilim bayat ekmek ve kaynamış patates koydu. Meşeden yapılmış geniş ve ağır bir masayla bir büfe salonun eşyalarıydı. Masanın üzerinde seyyar masa lambası olarak kullandıkları, hintyağı şişesine batırılmış bir fitil yanıyordu. Biraz sonra üstü başı kar içinde karanlıkların içinden Komarovsky çıkıp geldi. Her tarafı kar içinde kalmıştı. Bıyığı ve yeni bırakmış olduğu sakalı bile karla dolmuştu. Bu durumuyla da bir palyaçoyu andırıyordu. Ceketi ve yeleği yepyeniydi. Çizgli pantolonu da düzgün bir şekilde tüylüydü. Merhabalaşmadan önce cebinden çıkardığı bir tarakla saçlarını taradı, bıyığını ve sakalını düzeltti. Mendiliyle de kurulandıktan sonra yapmacık bir tavırla sağ elini Lara'ya, sol elini de Yuri'ye uzattı. Yuri'ye, «Sizinle iki dost gibi kabul edelim kendimizi,» dedi. «belki bilmiyorsunuzdur, babanızla çok yakındım. Çok iyi arkadaştık onunla. Benim kollarımda öldü o. Ona benzer yanlarınız var mı diye bakıyorum ama pek bir benzerlik göremiyorum. O çok canlı ve heyecanlı bir insandı. Siz daha çok annenize çekmiş olmalısınız. O kendi halinde sakin ve hayalci bir kadındı.» «Sizi dinlememi Larissa Fyodorovna istedi benden. Söylediğine göre benimle konuşacağınız şeyler varmış. Onu kıramadığım için sizinle konuşuyorum. Bana kalsa sizinle tanışmayı dünyada istemezdim. Bir an önce asıl konuya gelelim. Bizden ne istiyorsunuz?» «Şöyle biraz durun da önce bir merhaba diyeyim size çocuklar. İkinizi de gördüğüme çok sevindim. Birbirinize çok yakışmasınız. Öylesine birbirine denk bir çiftsiniz ki.» «Sözünüzü keseceğim. Lütfen sizi ilgilendirmeyen konulara girmeyin. Ne sizin sevginize, ne de yakınlığınıza gereksinimimiz var. Biraz ileri gidiyorsunuz.» «Böyle kızacak ne var deilkanlı. Demek ki ben yanılmışım. Tıpkı babanız gibisiniz siz de. O da sizin gibi hemen parlardı. E-vet çocuklar, size en iyi dileklerimi sunmaya geldim. Yalnız bu çocuklar lafını gerçek anlamda kullanıyorum. Gerçekten de çocuk gibisiniz. Olup bitenler hakkında hiçbir bilginiz yok. Buraya geldiğim iki gün içinde hakkınizda çok geniş bilgi topladım. Hemen harekete geçmezseniz günleriniz sayılı. Hatta yaşamınız bile tehlikede. Gerçekten de yürütülmekte olan komünist yönetime ayak uydurmak çok güç ama sizin kadar açıktan cephe alan da yok. Tehlikeyi neden bu kadar görmezlikten geliyorsunuz? Bu şekilde davranmakla elinize ne geçecek? Buraya Moskova'dan gelen ve sizi çok yakından tanıyan Tiverzin ve Antipov yoldaşların size nasıl diş bilediklerini bir bilseniz! Ama elbetteki siz de erkeksiniz Yuri Andreyeviç, istediğiniz gibi davranmakta özgürsünüz. Bir aptal gibi davranıp yaşamınızı tehlikeye atmaya kim ne diyebilir ki? Fakat Larissa Fyodorovna sizin gibi davranamaz. Çünkü o bir annedir. Çocuğunu da düşünmek zorundadır. Bu çocuğun geleceğini tehlikeye atacak davranışlarda bulunamaz. Sabahtan öğleye kadar ona durumu açıklamaya çalıştım ama beni hiç dinlemedi. Bari siz ona anlatmaya çalışın. Kızının yaşamıyla oynamaya hakkı yok. Beni dinlemesi gerek.»
«Yaşamın boyunca düşüncelerimi kimseye zorla kabul ettirmeye çalışmadım. Bunu yakınlarıma hiç yapmam. Larissa Fyodorovna dilediği gibi davranmakta özgürdür. Sizi dinleyip dinlememesi yalnızca kendisini ilgilendirir. Sonra sizin neden söz ettiğinizi, ileri sürdüğünüz düşüncelerin de neler olduğunu bilmiyorum.» «Gittikçe daha fazla babanızı anımsatıyorsunuz bana. En az onun kadar inatçısınız ama ben gene de anlatacağım. Anlatacakla-rımsa hem karışık hem de uzun sürecek, onun için lütfen sözümü kesmeden dinleyin beni. Hükümetin üst kesiminde büyük değişiklikler olacak. Bunu çok güvenilir bir kaynaktan öğrendim. Daha demokratik bir yönetim oluşturmak istiyorlar. Bunun içinde anti-komünistlerle uğraşan mahkemeleri kaldıracaklar. Ancak o zamana kadar geçecek kısa bir süre içinde de daha zalimce davranacaklar. Düzen karşıtlarını daha sert şekilde cezalandıracaklar. Bunun için ellerinde listeler var. Listenin başında da siz varsınız. Yuri Andreyeviç. Bu konuda çok ciddiyim, çünkü listeyi gözlerimle gördüm. Vakit geç olmadan bir şeyler yapıp canınızı kurtarmalısınız. Bu anlattıklarım asıl konuya girmek içindi. Şimdi beni daha dikkatli dinleyin. Şu sıralarda Büyük Okyanus kıyılarında Geçici Hükümete bağlı kalmış kuvvetlerin birleştirilmesine çalışılıyor. Duma üyesi bazı milletvekilleriyle, aralarında iş adamları ve tüccarların da bulunduğu bazı önemli kişiler o bölgede toplanıyorlar. Amaçları bir Uzak Doğu Cumhuriyeti kurmak. Moskova hükümeti böyle bir şeye şimdilik göz yumuyor. Dış Dünya'yla aralarında oluşacak böyle bir tampon bölgenin kurulması onların da işine geliyor. Ayrıca kurulacak bu yeni Cumhuriyet hükümetinde komünistler de görev alacak. Hatta bu hükümetin bakanlarının en az yarısı onlardan oluşacak. Sırası gelince iktidari tümüyle ellerine almak için bu kadarını yeterli buluyorlar. Plan şu anda tasarı halinde ama başarı sağlarsa biraz rahat nefes alabiliriz. Devrimden önce Merkulovların ve Arkharov Kardeşler'in işlerine bakıyordum. Vladivostok'ta bunların dışında işlerine baktığım bazı bankalar ve şirketler de vardı. Beni tanıdıklarından yeni kurulacak hükümette Adalet Bakanı olmamı istediler. Öneriyi gizli yaptılar ama komünistler bu durumu olumlu karşıladıklarını hissettirmişler. Ben de bu öneriyi kabul ettim. Şimdi de oraya gidiyorum. Aslında tüm bunlar Sovyet Hükümeti'nin rızasıyla oluyor. Ancak bunu açık açık konuşmak da doğru değil. Sizi ve Larissa Fyodorovna'yı da yanıma alabilirim. Oradan kolaylıkla bir araç bulur ve Avrupa'ya ailenizin yanına gidebilirsiniz. Ailenizin Rusya'dan sürgün edildiğini biliyorsunuz değil mi? Çok önemli bir olay oldu gidişleri. Moskova'da hâlâ bundan söz ediliyor. Strelni-kov'u kurtaracağıma ilişkin Larissa Fyodorovna'ya söz verdim. Moskova'nın tanıdığı bir hükümetin temsilcisi olarak onu Doğu Sibirya'da arayabilir ve bulduğumda da bizim tarafa güvenlik içinde geçmesini sağlayabilirim. Ancak Moskova'nın elinden kur-tulamazsa daha sonra komünistlerin önem verdiği kişilerle takas yaparız.» Lara söylenenlerin anlamını tam anlamıyla kavrayamamıştı. Komarovsky'yi doğru dürüst izleyememişti. Konu Pasha ve Yuri' yle ilgili bir noktaya gelince tüm dikkatini konuşulanlara verdi. Yuri'ye biraz da kızararak, «Görüyorsun ya sevgilim konu senin için ve Pasha için ne kadar önemli,» dedi. «Ne kadar çabuk inanıyorsun yavrum. Bu anlatılanlar tümüyle laftan ibaret. Ortada henüz gerçekleşmiş bir şey yok. Ko-marovsky elbette ki bizi bile bile tehlikeye atmaz. Ama tüm anlatılanlar buz üzerine yazı yazmaya benziyor. Bay Komarovsky kendi adıma şunları söylemek istiyorum size; durumuma gösterdiğiniz ilgi için size teşekkür ederim. Ancak işlerimin çözümünü size bırakmamı bekleyemezsiniz benden. Strelnikov'un durumuysa daha çok Lara'yı ilgilendiriyor. Onun durumu bir kez daha değerlendirmesi iyi olur elbette.» Lara, «Bana göre sorun onunla gidip gitmemekte. Bizim buna karar vermemiz gerekiyor. Çok iyi biliyorsun ki ben sensiz hiçbir yere gitmem.» Komarovsky Yuri'nin hastaneden getirdiği alkolü suyla karıştırarak içiyor, ara sıra da haşlanmış patateslerden yiyordu. Yavaş yavaş sarhoş oluyordu. II Zaman oldukça ilerlemişti. Fitili birkaç kez tazelediler. Fitil arada bir cızırtılar çıkararak iyice alevler saçıyor, ortalığı aydınlatıyordu. Sonra yeniden normale dönüyor loş bir ışık
yayıyordu. Lara'yla Yuri hem bir an önce yalnız kalıp durumlarını gözden geçirmek, hem de uyumak istiyorlardı. İkisinin de iyice uykusu gelmişti. Komarovsky'nin gitmesini bekliyorlardı ama onun da gitmeye hiç niyeti yoktu. Onun orada bulunması ikisinin de ruhlarının sıkılmasına neden olmuştu. Komarovsky'se onların yüzüne değil de başlarının üzerindeki herhangi bir noktaya bakıyor, uykulu bir sesle durmadan konuşuyordu. Şimdi üzerinde ısrarla durduğu konu Uzak Doğu'ydu. İkisinin de onu dinledikleri yoktu. Konuyu baştan dinlemedikleri için şimdi dinlemek hiç işlerine gelmiyordu. Onun hep aynı tonda durmadan konuşması sonunda Lara'nın sinirlerini bozdu. Sonunda kararlı bir tavırla ve hiç hoş olmayan bir ifadeyle: «Artık çok geç oldu. Benim uyku saatim geldi. İzninizle yatacağım,» dedi. Böyle geç bir saatte beni kapı dışarı etmek nezaketsizliğini göster-miyeceksiniz herhalde? Zaten gideceğim yeri bulabileceğim de kuşkulu. Hem her taraf çok karanlık, hem de buranın yabancı-sıyım.» «Bu kadar uzun süre oturacağınıza başınızın çaresine baksay-dınız ya. Sizden bu kadar uzun süre oturmanızı isteyen oldu mu?» «Bana karşı neden bu kadar katı davranıyorsunuz? Burada kalacak yerim olup olmadığını bile sormadınız bana.» «Bu durum beni hiç ilgilendirmiyor. Kendi başınızın çaresine bakabilecek bir insansınız. Eğer burada gecelemek istiyorsanız sizi Katya'yla birlikte kaldığım odaya alamam. Diğer odalardaysa fare dolu.» «Ben farelerden korkmam.» «O zaman siz bilirsiniz.» III «Lara, sevgilim, neyin var senin? Birkaç gecedir uyumuyor, yemek yemiyorsun. Hiç konuşmadan tıpkı bir hayalet gibi dolaşıyorsun. Ne düşündüğünü bilmiyorum ama kendini bu ölçüde koyvermen doğru değil.» «Hastanenin bekçisi Izot geldi gene. Alt kattaki çamaşırcıyla işi pişirmiş. Geçerken bana da uğramadan edememiş. Bana, 'Se-ninkinin durumu çok kötü, bugün yarın tutuklayacaklar onu, sonra da sıra sana gelecek,' dedi. Tüm bunları Yürütme Komitesinde bulunan bir yakınından öğrenmiş. Bunları duyunca ne yapacağımı şaşırdım.» Yuri, «Söyledikleri doğru,» dedi. «her an tutuklanabilirim. Ortadan kaybolmanın tam zamanıdır şimdi. Tüm sorun nereye gideceğimizde. Moskova'ya gidemeyiz, bunu hiç düşünmeyelim. Çünkü böyle bir yolculuk için gerekli hazırlıkları dikkat çekmeden yapamayız. Kimseye sezdirmeden ortadan kaybolmak konusunda seninle aynı düşüncedeyim. Neden Varkykino'ya gitmiyoruz? Kimsenin dikkatini çekmeden bunu başarabiliriz sanıyorum. Bir iki hafta, hatta bir ay kadar kalır kendimizi unuttururuz.» «Çok teşekkür ederim sana sevgilim. Aslında Varykino'ya gitmeyi hiç istemediğini biliyorum. Oraya gidersek sizin eski evde kalamayız, bunun senin için ne kadar zor bir şey olacağını çok iyi biliyorum. Boş odalar ve her köşeye ilişkin anıların, karşılaştırmaların seni ne kadar üzeceğini bilmez miyim? Senden böyle bir şeyi nasıl isteyebilirim. Hem zaten orada oturmak mümkün değil. Bir zamanlar oturduğunuz o ev- öyle bir duruma gelmiş ki yeniden oturulacak bir duruma getirilmesi neredeyse olanaksız. Ben Mikulitsinlerin evinde kalırız diye düşünmüştüm.» «Ne kadar ince düşüncelisin sevgilim. Söylediklerin çok doğru şeyler, bunun için minnettarım sana. Yalnız hep aklımda olan bir şeyi sormak istiyorum sana. Komarovsky'ye ne oldu? Hâlâ burada mı? Kavga edip, kapı dışarı ettiğimizden bu yana kendisinden ses çıkmadı. Gitti mi yoksa?» «Benim de haberim yok, ayrıca beni ilgilendirmiyor da. Neden soruyorsun onu, ne yapacaksın?» «Düşünüyorum da onun bize yaptığı öneriyi gerekttiği şekilde değerlendirmedik diyorum kendi kendime. İkimizin durumu birbirinden çok farklı. Bir annesin sen. Kızının güvenliğini, geleceğini düşünmek zorundasın. Benimle birlikte kendini tehlikeye atmaya hakkın yok. Varykino'ya gitme konusuna gelince: Kışın ortasında yiyeceği ve hiçbir umudu olmadan oraya yürümek delilikten başka bir şey değil. Ancak delilikten başka yapacak şeyimiz kalmadıysa onu da yapalım. Samdevyatov'dan biraz un ve patates alalım ödünç olarak. Bir de at alırız. Tabii bize güvenini sürüyorsa. Kendisine bizi ziyarete
gelmemesini söyleriz. Ancak ata gereksinim duyduğu zaman gelip alsın. Böylece bir süre seninle başbaşa kalırız. Ormandan ağaç keserek yakacak işini çözümleyebiliriz. Yalnız orada oduna gereksinimimiz çok olur. Tutumlu bir ev kadınının bir yılda yakacağı odunu biz orada bir haftada tüketebiliriz. «Saçma sapan şeyler de konuştuğum için bağışla beni lütfen. Hiçbir hayale kapılmadan, sakin bir şekilde konuşmalıyız seninle. Zaten yapabileceğimiz başka şey de yok sanıyorum. Senin nasıl düşündüğünü bilmiyorum, bana göre ölüm kapımızda. Sayılı günlerimiz var. Biz de bugünleri en iyi şekilde değerlendirelim. Birbirimizden ayrılmadan önce son kez birlikte olalalım. Sevdiğimiz, hoşlandığımız her şeyle, ilerisi için beslediğimiz umutlarımızla, düşüncelerimizle, birbirimizle vedalaşalım. Sessiz sakin, huzur dolu gecelerimizde birbirimize söylediğimiz aşk dolu, tatlı, güzel sözleri yineleyelim. «Savaşta, şimdi de" yaşantımın sonlarında karşıma çıkman, yanımda olman bir rastlantı değil. Sen benim meleğimsin sevgilim. Çok önceleri şiddetli bir kış gecesi o otel odasında karşıma çıktığında da gene şimdiki gibi güzel ve çekiciydin. O gece siyah okul önlüğünle otel odasının bölmesi arkasında da gene şimdiki gibiydin. O zaman da şimdiki gibi başımı döndürmüştün. Sonraları hep o zaman içime ektiğin fırtınayı tanımlamaya, adlandırmaya çalıştım. Hakkında hiçbir bilgim yoktu ama şunu çok iyi anlamıştım. Sen ince, narin bir kızdın ama varlığın dünyanın en güzel kadınıyla doluydu. Öylesine elektrikli bir yapın vardı ki, yaklaşıp sana parmağımla dokunduğumda çakacak bir kıvılcımın tüm odayı aydınlatacağını düşünmüştüm. Bu kıvılcım o anda beni öldürmese bile tüm yaşantım boyunca sürecek bir mıknatıslanmaya neden olabilirdi. Neredeyse ağlayacak bir duruma gelmiştim. Acı duyuyordum. Küçük bir kız olduğun için sana, çocuk olduğum için de kendime acıyordum. Şaşkınlıkla şöyle düşünüyordum: Sevmek böylesine acı verici bir şeyse, bu acıya neden olan, kaynak olan kadın, kimbilir kendisi nasıl acı duyuyordur? İşte sana tüm duygularımı anlattım. Bu kadarı bile insanı çıldırtmaya yeter. Zaten neredeyse çıldırmak üzereyim ben de.» Lara soyunmadan, iki büklüm bir şekilde yatağın kenarına uzanmıştı. Üzerine bir şal örtmüştü. Hasta gibiydi. Yuri de yatağın kenarındaki sandalyede oturmuş ara sıra durarak bunları anlatmıştı. O anlatırken arada dirseklerinin üzerinde doğrularak şaşkın bir halde Yuri'ye bakmıştı. Ağladığının farkında bile olmadan gözyaşları döküyordu. Sevinç ve mutluluk gözyaşlarıydı bunlar. Sonunda yataktan uzanarak kollarını onun boynuna doladı. Fısıldar gibi bir sesle, «Yuri sevgilim,» dedi. «Ne kadar zekisin. Her şeyi ne kadar güzel anlıyorsun ve seziyorsun. Sen benim her şeyimsin. Seni ne kadar sevdiğimi ve ne kadar mutlu olduğumu bir bilsen. Buradan gidelim sevgilim Varykino'ya gidelim. Oraya gidince sana söyleyeceğim bir şey var.» Yuri, «Galiba gebe kaldığını sanıyor ama yanılmış da olabilir,» diye düşündü. «Ne söyleyeceğini biliyorum,» dedi. IV Kapkara bulutların her tarafı kapladığı bir sabah ayrıldılar Yuryatin'den. Hafta arası birgün olduğu için herkes işine gidiyordu. Sık sık tanıdıkları kimselerle karşılaşıyorlardı. Bahçelerinde kuyusu olmayan bazı insanlar kavşaklarda bulunan çeşme başlarında kuyruklar oluşturmuş su almaya çalışıyordu. Kovalarını ve onları taşımak için kullanılan uçları çengelli sırıkları ayaklarının yanlarına koymuşlardı. Samdevyatov'dan aldıkları at çok hızlı gittiğinden Yuri ikide bir dizginleri çekerek yavaşlatıyordu onu. Bindikleri kızak zaman zaman yoldan çıkarak kaldırımların kenarlarına ya da sokak lambalarının direklerine çarpıyordu. Yolda yürümekte olan Samdevyatov'un yanından ona selam bile vermeden geçtiler. Biraz daha ilerdeyse bu kez Komarovsky'le karşılaştılar. «Demek ki hâlâ Yuryatin'i terketmemiş,» diye düşündüler. Onun yanından da selamlaşmadan geçtiler. Sokağın karşı tarafında Glasha Tuntseva'yla karşılaştılar. «Ne kadar yalancı insanlar var,» dedi onlara. «Sizin dün gittiğinizi söylüyorlardı. Patates almaya mı gidiyorsunuz?» Ona işaretle bir şeyler anlatmaya çalıştılar. Fakat Glasha anlamadığını söyleyince el sallayarak veda ettiler kendisine.
Yolda yalnızca Sima'yla karşılaştıklarında durdular. O sırada bir yokuşun başında oldukları için durmaları bir hayli zor olmuştu. Sima şallarla, atkılarla sıkı sıkıya sarınmıştı. Bu yüzden dimdik, kalınca bir kütüğü andırıyordu. Yanlarına gelip iyi yolculuklar diledi Yuri'ye «Döndüğünüzde sizinle konuşacaklarım var,» dedi. Sonunda kentin dışına çıktılar. Yuri bu yoldan pek çok kez geçmişti ama daha çok baharda ve yazın geçtiğinden, şimdiki durumunu tanımakta güçlük çekiyordu. Yiyecek ve diğer eşyalarının bulunduğu çuvalları kızağın önündeki samanların altına koymuşlar ve güzelce bağlamışlardı. Yuri kızağı bazen köylüler gibi içine çömelerek kullanıyordu. Bazen de Samdevyatov'un kendisine verdiği çizmelerle sımsıcak olan ayaklarını kızağın dışına sarkıtıyor, kendisi de kızağın kenarına oturuyordu. Öğleden sonra, kışın çokça olduğu gibi hava kararınca akşam oluyor sandılar. Yuri geciktikleri endişesiyle atı insafsızca kırbaçlamaya başladı. Hayvan bir ok gibi ileriye doğru fırladı. Kızak çukurlara girip çıktıkça, denizde dalgaların etkisiyle inip kalkan bir sandalı andırıyordu. Katya'yla Lara kürk ceketlerinin içinde büzülmüşlerdi. Kımıldayacak durumda değillerdi. Kızak dönemeçlere geldiğinde ya da çukurlara rastladığında sarsıntının etkisiyle kızağın kenarlarına çarpıyor, öndeki samanların içine yuvarlanıyor, sonra da durumlarına katıla katıla gülüyorlardı. Kentin dışına çıktıklarında Yuri, «Size Partizanlar'ın beni kaçırdığı yeri de göstereceğim,» demişti. Ama bunu gerçekleştiremedi. Çünkü yağan kar her tarafı birbirine benzer bir duruma getirmişti. Çevresini tanıyamıyordu. Karanlığın çökmeye başladığı bir sırada Varkykino'ya ulaştılar. Önce Jivagoların bir ara oturduğu evin önünde durdular. Bir hırsız gibi içeriye girdiler. Gece bastırmak üzere olduğundan, içerisi iyice karanlıktı. Evin ne kadar harap bir duruma geldiğini anlayamadılar. Her şeye karşın bazı eşyalar sağlam kalmıştı. Eşyadan başka bir şey de yoktu. Ailesi giderken yanlarında bulunamadığından yanlarına neler aldıklarını, geride neler bıraktıklarını anlayamadılar. Lara, «Çabuk olmalıyız, neredeyse gece olacak,» dedi. «Düşünecek zamanımız yok. Eğer burada kalacaksak atı ahıra koymalı, iyiyecekleri de varendaya taşımalıyız. Ben odayı temizler, düzene sokarım. Daha önce de söylediğim gibi burada kalmak istemiyorum ama. Burda kalmak sana acı verecektir. Sana acı verecek her şey bana da acı verir. Yatak odanız burası mıydı? Ama hayır, burası olamaz. Burası bir çocuk odası. İşte bu oğlunun karyolası, yanılmıyorsam eğer. Ama Katya için çok küçük. Pencereleri sağlam. Duvarları da sağlam. Soba da çok güzel bir şey. Geçen geldiğimde de en çok hoşuma giden bu soba olmuştu. Burada kalmamızı istersen, ben istemesem de isteğine uyabilirim. Ne diyorsun sen? Hemen çalışmaya başlayalım mı? Önce sobayı yakmamız gerekir. Bol bol oduna gereksinimimiz olacak. En azından birkaç gün hiç söndürmeden yakmamız gerekecek sobayı. Ama sen niçin hiç konuşmuyorsun? Neyin var sevgilim?» «Bir dakika Lara. Bir şeyim yok. Kusuruma bakma. Mikulit-sinlerin evine baksak daha iyi olur sanıyorum.» Yollarına devam ettiler. V Mikulitsinler'in evinin kapısında bir asma kilit vardı. Yuri uzun uzun uğraştıktan ve kapıyı da biraz zedeledikten sonra kilidi söktü. Diğer eve girdikleri gibi girdiler bu eve de. Kürklerini, kalpaklarını, şapkalarını bile çıkarmamışlardı. Evin iç kısımları, hele hele Mikulitsin'in çalışma odası tertemizdi. Şaşırıp kalmışlardı bu durum karşısında. Son zamanlara kadar biri ya da birileri kalmıştı burada. Mikulitsinler miydi acaba? Peki ama nereye gitmişlerdi şimdi? Hem giderken neden kapıya asma kilit koymuşlardı? Neden kilitlememişlerdi? Ayrıca Mikulitsinler olsa odaların tümünü kullanırlardı. Dolayısıyla evin her tarafı temiz ve düzenli olurdu. Tüm göstergeler orada birinin yaşadığını gösteriyordu. Ne Yuri, ne de Lara uzun süre bu konuyu düşünmediler. O sıralarda kendilerine ait olmayan evlerde oturmak, sahibi bulunmayan evlerin talan edilmesi sıradan olaylardı. Merak edilecek bir şey değildi bu durum. İkisi bu kişinin kaçak bir Beyaz subay olabileceği düşüncesinde birleştiler. Bir daha gelecek olursa aramızda bir anlaşma yapar, birlikte kalırız burada dediler.
Yuri daha önce olduğu gibi; çalışma odasının güzelliği ve pencerenin önünde insanı çalışmaya çağırır gibi duran geniş ve rahat masanın karşısında kalakaldı. Avluda ambara bitişik bir ahır vardı. Yuri atı buraya bağlamak istiyordu ama kapı kilitliydi. Kilidi kırmaktansa atı ambara bağlamanın daha uygun olacağını düşündü. Atı sulayıp yemini verdi. O gece hiç soyunmadan üzerlerindeki kürklere sarınarak yattılar. Yaşadıkları heyecan ve çektikleri yorgunluk nedeniyle yatar yatmaz uyumuşlardı. Rahat ve derin bir uyku çektiler. VI Ertesi sabah erkenden uyandılar. Kalktıklarından itibaren Yuri'nin gözleri ve aklı gene pencerenin önündeki masaya takılmıştı. Parmaklarını bir kaşıntı almıştı sanki. Bu kaşıntı, ancak kâğıda kaleme dokunduğunda, yeniden yazmaya başladığında geçecekti. Kendi kendine bir karar verdi. Gündüz evdeki işlere yardım edecek ve ancak Lara'yla Katya uyuduktan sonra yeniden yazmaya başlayacaktı. Yazmak bir tutku gibi tüm benliğini kaplamıştı. Bir an önce akşam olmasından başka isteği yoktu. Lara'nın sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. «Bir şey mi yapıyorsun Yuri? İşin mi var?» «Hayır, sobayı yakıyorum. Bir şey mi söyleyecektin?» «Çamaşırları yıkamak için tekne gerekli bana.» «Sobayı böyle yakarsak, odunları üç günde bitiririz. Ben gidip bizim eski evin odunluğuna da bakayım. Belki orada da biraz bir şeyler buluruz. Sen tekne istemiştin benden değil mi? Sanki bir yerde gözüme ilişti ama nerede?» «Ben de gördüm ama yerini anımsayamıyorum. İlgisiz bir yerde görmüş olmalıyım. Yoksa yerini unutmazdım. Neyse boş ver, kafanı takma. Şimdi su ısıtıp yerleri temizleyeceğim. Artan suyla da çamaşırları yıkayacağım. Sen de çamaşırlarını ver. Tüm işlerimizi tamamladıktan sonra akşama da biz kendimiz yıkanırız.» «Teşekkür ederim Lara, şimdi çamaşırlarımı getiririm. İsteğin üzerine pencerelerin arkalarında bulunan ağır mobilyaları kenarlara çektim. Sobayı iyice tutuşturduktan sonra çekmecelerin ve rafların tümünü araştıracağım. Şimdiye değin; sabun, kibrit, kalem, kâğıt, mürekkep, kurşunkalem gibi gerekli pek çok şey buldum. Masanın üstündeki lambada da yarı yarıya gazla dolu. Miku-Iitsinler'in yakacak gazı yoktu. Bunu çok iyi biliyorum. Gazın başka bir yerden getirildiğine eminim. Ne kadar şanslıyız; tüm bunlar gizemli konuğun olmalı. İyi ama biz neden bu kadar gevezelik yapıyoruz? Yapılacak pek çok işimiz var oysa. Bak su kaynadı, taşıyor bile.» Elleri kolları dolu bir şekilde sağa sola koşuşturmaya başladılar. Birbirlerine, zaman zaman da ortalıkta dolaşan Katya'ya çarpıyorlardı. Katya onların peşlerinde koşturuyor, soğuktan ve üşümekten yakmıyordu. Yuri, «Zavallı çocuklar,» dedi kendi kendine. «Sürgün yaşantımızın asıl kurbanları.» Sonra da yüksek sesle Katya'ya seslendi. «Hadi bakalım. Artık üşümeye son. Görmüyor musun sobanın nasıl yandığını? Bak kıpkırmızı oldu.» «Soba sıcak olabilir ama ben üşüyorum.» «O zaman akşama kadar beklemek zorundasın hayatım. Annen seni yıkayacak akşama ben de büyük bir ateş yakarım. Şimdilik bunlarla oyalan bakalım.» Yuri Liberius'un odasında bulduğu kimi kırılmış, kimi sapasağlam birçok oyuncak getirmişti Katya'ya. Bunların arasında; trenler, otomobiller, ev yapmaya yarayan tahtadan parçalar vardı. Katya kendisi büyük bir insanmış gibi Yuri'nin karşısına dikildi, «Bunlarla ne yapmamı istiyorsunuz benden? Bunların hepsi de çocuk oyuncağı. Ben çocuk muyum? Hem bunlar benim değil ki, başka birine ait.» Bunları söyleyen Katya az sonra halının ortasına oturmuş, yanında getirdiği bebeği Nina için tahtalardan bir ev yapmaya koyulmuştu. Burası daha önce kaldığı başkalarına ait evlerden çok daha güzel bir yerdi. Gerçek bir ev havası taşıyordu. Lara mutfaktan kızını seyrediyor ve bir yandan da düşünüyordu. «Şu çocuktaki yuva özlemine bak. Nasıl da kendini gösteriyor hemen. Hiçbir şey düzenli yaşama isteğini öldüremiyor. Çocuklar bizden çok daha farklı. Gerçekler onları korkutamıyor. Ya biz gerçeklerden ne kadar uzak yaşıyoruz. Sevdiklerimizi aldatıyoruz, hiç benimsemediğimiz şeyleri övüyoruz, anlamadığımız birçok şeyi de hemen kabullenebiliyoruz.»
O sırada içeriye giren Yuri, «İşte sana tekne,» dedi. «gerçekten de asıl yerinde değildi, onun için bulamıyorduk. Kapının yanında tavanı akan yerin altına koymuşlar. Sanıyorum geçen sonbahardan beri orada duruyor.» VII Lara yanlarında getirdikleri yiyeceklerle kendilerine üç gün rahat rahat yetecek yemek yapmıştı. Hem de uzun süredir yemedikleri türden yemeklerdi bunlar. Patatesli çorba ve patatesli kuzu kızartması. Katya doymak bilmez gibiydi. Sevinçle, kahkahalar atarak durmadan yiyordu. Karnı iyice doyup sıcaktan da gevşeyince, annesinin şalına sarınıp sedirin üzerine uzandı. Kısa süre sonra da mışıl mışıl uyumaya başladı. Lara da yorgunluğun ve sıcağın etkisiyle iyice gevşemişti, sofrayı toplamak için hiç acele etmiyordu. Yaptığı yemeklerin beğenilmesi de çok hoşuna gitmişti. Katya'nın iyice uyuduğunu görünce, «Boşa gitmeyeceğini bilsem bir köle gibi çalışabilirim. Çalışmaktan hiç kaçınmam. Düşünceye dalmamı önle, bana cesaret ver. Buraya yalnızca bir arada olabilmek için geldik. Bana sürekli bunu anımsat. Yoksa aslında bir başkasının evini işgal ettik biz. Gelip içeri girdik, kendi evimizmiş gibi oturuyoruz. Bir oyun oynuyor gibiyiz. Gerçek yaşamın bu olmadığını, burada geçici olarak bulunduğumuzu düşünmemek için de deliler gibi çalışıyoruz. Ev de sanki bir ev değil de bir tiyatro sahnesi. Tümüyle bir oyun bu. Biz de bu oyunu oynamak için buraya geldik.» «Buraya gelmemiz konusunda ısrar eden sen değil miydin sevgilim? Bunu kabul etmemek için seninle ne kadar mücadele ettiğimi biliyorsun.» Lara hiç sesini çıkarmadan kendisine bakarken Yuri konuşmasını sürdürdü: «Lara, sevgilim! Lütfen sağlıklı bir şekilde düşün. Geri dönmemiz için henüz vakit geçmiş değil. Komarovsky'nin önerisini iyice düşünmen gerektiği konusunda seni uyarmıştım. İstersen yarın Yuryatin'e dönebiliriz. Komarovsky hâlâ orada. Gidip onunla durumu yeniden değerlendirebiliriz. Nasıl olsa yanımızda at da var.» «Yuri biz buraya gelmekle saklandığımızı sanıyoruz. Aslında Yuryatin'de kalsaydık da bu kadar saklanabilirdik. Ben kendimizi burada hiç de güvencede hissetmiyorum. Eğer kurtulmak istiyorsak bunu bilinçli bir şekilde ve bir plana göre yamalıyız. Komarovsky sevimsiz, iğrenç bir insandır ama aptal değildir. Kulağı delik ve mantıklı bir insandır. Biraz düşünecek olursak, hiçbir yerde bu ölçüde tehlike içinde olmadığımızı anlarız. Issız bir yerde yapayalnızız. Bir gece kar fırtınası çıksa burada kapanıp kalırız. Sonra burada kalan adam bir haydutsa ve birgün geri gelirse? Ya bu adam bir de silahlıysa ve hepimizi kesse kimin haberi olur? Silahın var mı senin? Yok değil mi? En fazla huzursuz olduğum konulardan biri de senin bu kaygısızlığın. Bana da aşıladın bunu. Sağlıklı bir şekilde düşünemiyorum.» «Peki-ama şimdi senin istediğin nedir? Ne yapmamı istiyorsun benden?» «Ne istediğimi ben de bilemiyorum. Gözü kapalı bir şekilde bağlıyım sana. Kölen gibiyim senin. Nereye gidersen peşinden geliyorum.» Ağlamaya başlayan Lara, bunu önlemeye çalışarak Yuri'nin boynuna sarıldı. «Durumlarımız aynı değil sevgilim,» dedi. «Senin kanatların var. Bu kanatlarla bulutların ötesine uçar gibisin. Bense kadınım, kanatlarımı yerde çocuğumun üstüne açıp onu korumak için kullanmalıyım. Ben senin gibi uçamam.» Söyledikleri Yuri'nin çok hoşuna gitmişti ama bunu belli etmemeye çalıştı. Duygulandığını göstermek istemiyordu. «Yaşadığımız hayatın çekilir bir yanı olmadığını ben de kabul ediyorum. Bu konuda çok haklısın. Ancak bunun böyle olmasını biz istemedik ki. Koşullar bizi buna zorluyor.» «Ne düşünüyorum biliyor musun? Samdevyatov'la anlaşsak. Altı ay kadar bir süre bize baksa. Karşılığında yazacağım bir kitabı veririm ona. İster edebi bir kitap, ister tıp kitabı. Ya da dünya klasiklerinden bir kitap çeviririm. Yabancı dilleri iyi bilirim. Geçenlerde Petersburg'daki bir yayınevinin ilanını görmüştüm gazetede. Bu tür çeviri yapıtlar yayınlıyormuş. Bu şekilde para kazanabileceğime inanıyorum. Hem böyle bir çalışma her zaman yapmayı istediğim ve zevkle yapacağım bir çalışma olurdu.» «Ben de benzer şeyler düşünüyordum. Ama burada o kadar uzun süre rahatsız edilmeden kalabileceğimizi hiç sanmıyorum, tersine yakında çok uzaklara gideceğimizi sanıyorum.
Böyle bir duygu var içimde. Burada kaldığımız sürece akşamları oturup bana şimdiye kadar anlattıklarını yazarsan hiç fena olmaz. Bir çoğunu unutmuşsundur. Eğer aklındakileri yazmasan bir süre sonra onları da unutabilirsin.» VIII O akşam bol su ısıtıp banyo yaptılar. Lara Katya'yı yıkayıp kuruladıktan sonra yatırmıştı. Tertemiz yıkanmış olan Yuri de masaya oturmuş kendini huzur ünde hissediyordu. Lara saçlarını bir havluyla sarmalamış bornozunun içinde mis gibi kokuyordu. Bir süre oyalanıp bir süre de uyur gibi yaptıktan sonra, gece saat bire doğru gerçekten uyudu. Kedisinin ve Katya'nın dantelli, bembeyaz gecelikleri tertemiz yatak çarşafları üzerinde pırıl pırıl parlıyordu. Her şeyin sıkıntısının çekildiği böyle bir dönemde bile Lara, ne yapıp ediyor her şeyi tertemiz tutmayı beceriyordu. Yuri'nin çevresinde derin bir sesizlik hüküm sürüyordu. Bu sessizlikten mutluluk ve huzur duyuyordu. Masanın üzerindeki lamba tatlı bir ışıkla odayı aydınlatıyordu. Bitişik odaya geçip karanlıkta dışarıya baktı. Her taraf buz tutmuştu. Yusyuvarlak bir ay karlarla kaplı ovayı aydınlatmıştı. Bu soğuk kış gecesinin ay ışığı altındaki güzelliği anlatılır gibi değildi. Yüreği huzur dolu bir şekilde odaya döndü ve yazmaya başladı. Kalemi kâğıt üzerinde su gibi akıp gidiyordu. Arada bir duruyor, yazdıklarını düşünüyor, bazen de başını kaldırıp bembeyaz yastıkları üzerinde yatan Katya'yla Lara'ın yüzlerine bakıyordu. Gecenin, karın güzelliği ve beyazlığı her yere yansımış gibiydi. Odalar tertemiz, ana kızın yattığı yatak ve yatak çarşafları tertemiz, onların yüzleri de tertemizdi. Tüm çevresini kaplayan bu temizlik ve beyazlık yüreğini yaşama sevinciyle dolduruyordu. «Tanrım!» diye fısıldadı kendi kendine. «Ben tüm bu güzelliklere layık bir insan mıyım? Niçin bana bu kadar çok, bu kadar güzel şeyler bağışladın?» Bir süre daha yazdıktan sonra başını kâğıtların üzerinden kaldırdığında saat sabahın üçü olmuştu. Düşünsel anlamda oldukça rahatlamıştı. Kendisini şimdi çok daha güçlü ve huzurlu hissediyordu. Tam bu sırada evin etrafındaki uçsuz bucaksız boşlukta uğrusuz, korkunç bir ses duydu. Yerinden kalkıp bitişik odaya geçti. Buradan dışarıya bakacaktı. Ancak pencereler buz tuttuğundan dışarısı görülmüyordu artık. Bunun üzerine kürkünü sırtına alarak kapının önüne çıktı. Ayışığı karlar üzerinde öylesine yansıyordu ki, insan ilk anda çevresinde olup biteni göremiyordu. Gözü bu ortama uyum gösterdiği bir sırada iniltiyi andıran bir uluma sesi daha işitti. Sesin geldiği yana dikkatle baktı. Yarın diğer tarafında birkaç kara gölge görüdü. Birkaç kurt yan yana durmuş başlarını evden yana çevirip havaya kaldırmış; aya, ya da ayın pencereye vuran aksine karşı uluyorlardı. Çok kısa bir süre içinde de kuyruklarını bacakları arasına kıstırıp teker teker kayboldular. Yuri onların ne yöne gittiklerini bile farkedememişti. «İşte kötü bir durum,» diye düşündü. «Bir bunlar eksikti. İnleri de buraya yakın bir yerde olmalı. Belki de sel çukurunun içindedir. Aksikiliğe bak ki Samdevyatov'un atı da ambarda. Onun kokusunu aldılar galiba.» İçeriye girip masasının başına oturdu. Korkmaması için La-ra'ya bir şey söylememeye karar verdi. İçindeki yazma isteği de kırılmıştı. Artık kurtlardan ve etrafında dolaşan tehlikeden başka bir şey düşünemiyordu. Yorgunluğu da kendini hissettirmeye başlamıştı. O sırada uyanan Lara uykulu bir sesle, «Sen hâlâ uyumadın mı sevgilim?» dedi. Gel biraz yanıma otur da sana gördüğüm rüyayı anlatayım.» IX O günü çılgınca bir şekilde eğelenerek geçirdiler. Evde buldukları bir çocuk kızağı Katya'yı müthiş bir şekilde sevindirmişti. Bahçede uzun bir süre kaydı. Birgün önceki çamaşır ve yıkanma olayı evde hafif bir nemlenmeye neden olmuştu. Çamaşırlardan çıkan buharlar pencereleri buğulandırmıştı. Bunun için de evin içi karanlıktı. Yuri sürekli bir şekilde odun ve su taşıyor, boş zamanlarında da evi araştırıyordu. Her seferinde de yeni yeni şeyler buluyordu. Zaman zaman işleri bir yana bırakıp el ele tutuşuyor karşılıklı oturup bakışıyorlardı. Bazen uzun süre bu şekilde kaldıklarını farkederek yeniden koşuşturmaya başlıyorlardı. Uzun süre dışarda yalnız kalan Katya, ya da yemini vermeyi unuttukları at geliyordu akılları-.a bu kez.
Bir önceki gece iyi uyuyamayan Yuri'nin başı dönüyordu hafifçe. Tüm vücudunda kırıklık da vardı. Buna karşın sabırsızlıkla akşamı bekliyordu. Yazısına devam edecekti. Ne duyduğu yorgunluk, ne de hissettiği kırgınlık çalışmalarına engel olabildi. Varykino'da daha uzun süre kalamayacakları ve Lara'dan yakında ayrılacağı şeklinde bir duygu kaplamıştı içini. Lara'dan ayrılması kaçınılmaz bir şeydi. Onu kaybettiği an yaşama gücünü de kaybedeceğini, ölebileceğini düşünüyordu. Bunları düşündükçe bir an önce gece olmasını ve yeniden çalışmaya başlamayı istiyordu. Tüm gün boyunca kafasını kurcalayan, bir türlü aklından atamadığı kurtlar şimdi şekil değiştirmişlerdi. Onların ölmesini ya da Varykino'dan uzaklaşmalarını isteyen bir düşman kuvveti haline gelmişlerdi sanki. Sonunda o gün de akşam oldu. Yuri masanın üzerindeki lambayı yaktı. Lara'yla Katya yorgunluklarının etkisiyle erkenden yattılar. Bir gece önce yazdıklarını okudu. O kadar istekle ve beğeniyle yazdığı şeylerin pek de güzel şeyler olmadığını gördü. Her zaman yazdığı yazılarda yalın, dikkati çekmeyen bir üslubu olmasını istemişti. Yazdıkları bu özellikten de uzaktı. Yeniden yazmaya başladığında önceleri bir tutukluk vardı üzerinde. Kullanacağı sözcükleri bulmakta güçlük çekiyordu. Kısa sürdü ama bu durum. Büyük bir istek ve heyecanla yazmaya, yazdıkça açılmaya başladı. Düşünceler zihninden bir sağanağı andırır gibi geçiyordu. Bunları kâğıt üzerine geçirmekte zorlanıyordu. Dünyayla bağlantısı kopmuş gibi, kendinden geçmişcesine yazıyordu. Lara'nın yataktan kalktığını, yanına yaklaştığını farketme-mişti bile. Uzun geceliği içinde daha da uzun boylu görünüyordu. Titriyordu, rengi de sararmıştı. Onu bu şekilde, birdenbire yanında gören Yuri irkildi. Çok şaşırmıştı. Lara kollarını uzatarak, «İşitiyor musun sevgilim?» diye sordu, «dışarda bir köpek uluyor. Galiba bir de değil iki tane. Çok kötü, uğursuzluk belirtisi bu. Sabaha kadar bekleyelim sonra hemen gideriz. Burada bir dakika bile kalamam artık.» Bir saat kadar Yuri'nin sözleriyle yatışan Lara sonunda yeniden uyudu. Yuri bir önceki gece gibi kürkünü giyip kapının önüne çıktı. Kurtlar gene gelmişlerdi. Ancak bu kez daha da yaklaşmışlardı. Gene bir önceki gece olduğu gibi çabucak kayboldular. Birbirlerine iyice sokulduklarından sayılarını da öğrenememişti. Gene ne tarafa gittiklerini anlayamamıştı ama Yuri'nin kesin olarak anladığı bir şey vardı ki, o da, önceki gece den daha kalabalık olduklarıydı. X Varykino'ya gelişlerinin on üçüncü günüydü. Günleri hep birbirine benziyordu. Birkaç gün görünmeyen kurtlar bir gün önce gene gelmişlerdi. Akşama doğruydu. Lara bunları köpek sanmıştı gene. Ulumalarının uğursuzluk getireceğini söyleyerek yeniden gitmeye karar vermişti. Bazen telaşlanıyor, kısa bir süre sonra yeniden sakinleşiyordu. Günler birbirine o kadar çok benziyordu ki, Lara ikinci kez gitmek üzere eşyaları toplamaya başladığında Yuri oraya yeni gelmişler gibi hissetti kendini. Odalar ilk kez olduğundaki gibi gene nemliydi. Hava da kapalı olduğu için içerisi karanlıktı. Gökyüzünün kapkara bulutlarla kaplı olması kısa bir süre sonra yoğun bir kar yağışının olacağını gösteriyordu. Yuri geçirdiği uykusuz geceler nedeniyle iyice yorulmuştu. Ayaklarının üzerinde zorla duruyordu. Lara'nm ne yapacağına karar veremeyen durumu nedeniyle duygusal bakımdan da bitkin bir durumdaydı. Lara her zaman olduğu gibi o gün de sabah kalkınca yatakları topladı, yerleri süpürdü. Kahvaltıyı da hazırladıktan sonra Yuri' ye atı hazırlamasını söyledi. Kendisi de eşyaları toplamaya başladı. Gitme konusunda kesin kararlıydı. Bu sıralarda kente dönmek büyük çılgınlıktı. Tutuklamalar tüm hızıyla devam ediyor olmalıydı. Ancak bu ıssız bölgede yalnız ve silahsız kalmak da daha az tehlikeli bir şey değildi. Ambarda olsun, ahırda olsun bir parça saman kalmamıştı. Uzunca bir süre kalmayı düşünseler Yuri çıkıp hem kendileri, hem de at için bir şeyler arayacaktı. Ama ne olacağı bilinmeyen birkaç gün içinde böyle bir sıkıntıya girmeye gerek yoktu. Bu düşüncelerle kızağı ve atı hazırlamaya gitti. Samdevyatov'un bir iki kez göstermiş olmasına karşın Yuri ata nasıl eyer vurulacağını unutmuştu. Buna karşın bir şeyler yapıp atla birlikte evin önüne gitti. Lara'yla Katya
kürklerini giymiş hazır bekliyorlardı. Her şey toplanmış, hazırlanmıştı. Fakat Lara endişe içindeydi. Ellerini ovuşturuyor, odanın içinde aşağı yukarı gidip geliyordu. Ağlamamak için büyük çaba harcıyordu. Sonunda Yuri'den oturmasını istedi ve kendisi de karşısına oturdu. Ancak uzun süre oturamadı. Kalktı yeniden dolaşmaya başladı. Yerinde duramıyor, bir türlü sakinleşemiyordu. Sonunda Yuri'ye «Nasıl oldu bilmiyorum ama çabucak hazırlandık. Ama bu saatte yola çıkmak ne ölçüde doğru olur bilemiyorum. Neredeyse hava kararacak değil mi? Biz daha yolun yarı-sındayken, ormandan geçtiğimiz sırada hava kararacak. Bak sevgilim, ne istersen yaparım ama gidip gitmeme konusunda bir karar veremiyorum. Nasıl oldu bilmiyorum, tam yarım günümüzü boşa geçirdik. Yarın erkenden yola çıkmamız daha iyi olur değil mi? Hem niçin susuyorsun? Neden konuşmuyorsun? Bu geceyi de burada geçirmemiz senin için de iyi olur. Sobayı yakarsın, bu gece de iyice uyuruz. Sen de bir gece daha yazı yazmış olursun. Yarın gitmemiz sence daha iyi olur değil mi? Tanrım yine ne yaptım ben? Niçin konuşmuyorsun Yuri? Yanlış bir şey mi yaptım?» Konuşması sırasında sıkça kullandığı değil mi sorusunu kendine özgü tatlı bir söyleyişle soruyordu. «Hayır Lara, yalnızca sorunu biraz abartıyorsun. Aslında vakit söylediğin şekilde çok geçmiş değil. Akşama daha çok var. A-ma senin istediğini yapalım. Bu gece de burada kalalım. Kendini bu kadar üzme. Hadi gel paltolarımızı çıkarıp eşyalarımızı yerleştirelim. Böyle birdenbire, iyice hazırlanmadan yola çıkmamız anlamsız. Hem bak Katya'nın karnı da acıkmış. Biraz bir şeyler yer, sobayı yakarız. Kızak hazırken ben gidip biraz odun getireyim. Yeter ağlama artık. Hemen dönerim.» XI Yuri odunluğa yaklaşırken çevresine bakındı. Bir yandan o-dunluğa doğru uzanan geniş bahçe kendisine bir şeyler anlatıyor gibiydi. Hava açık olmasına karşın ayaz vardı. İyice incelmiş olan ayın görüntüsü odunluğun damına yansımıştı. Bunu görünce içini bir hüzün kapladı. Ayın bu şekli yalnızlık, ayrılık göstergesiydi. Çok da yorgundu. O kadar ki ayakta zor duruyordu ve üşüyordu. Odunları küçük küçük yığınlar halinde dışarıya kızağın yanına atıyordu. Ellerinde eldiven olmasına karşın, donmuş odun parçaları ellerini acıtıyor, çalışmasına karşın ısınamıyordu. İçinde bir şeyler kırılmış, susmuş gibiydi. Kötü kaderini lanetlerken, tanrıdan Lara'yı bu iyi yürekli, güzel, hüzünlü, saf kadını korumasını diliyordu. Kızağı koşulu olan at Mikulitsinler'in evine doğru dönerek kişnemeye başladı. Yuri şaşırdı: «Acaba neden kişniyor?» diye sordu kendi kendine. «Keyfi yerinde olduğu için mi, yoksa bir tehlike sezdiğinden mi? Ama korkudan yapmış olamaz bunu. Bu şekilde davranıp kendisini kurtlara haber verecek kadar aptal değildir atlar. Anladığım kadarıyla eve gitmek istiyor. Biraz daha dur. İşim bitmek üzere.» «Yuri odunları tutuşturmak için biraz da küçük tahta parçalan ve çıra topladı. Yükünün üzerini bir çuval parçasıyla örttü. Sonra da atı yularından tutarak yürümeye koyuldu. Yürümeye başladıkları sırada at yeniden kişnedi. Bu kez u-zaktan başka bir kişneme sesi duyuldu. «Bu da ne?» dedi kendi kendine. «Biz kendimizi burada yalnız sanıyorduk. Demek yanılı-yormuşuz. Başkaları da var demek Varykino'da. Nedense konuklarının gelebileceğini hiç düşünemiyordu. Önündeki karlarla kaplı tepeler Mikulitsinler'in evini görmesine engel oluyordu. Oldukça yavaş hareketlerle odunu boşalttı, atı kızaktan çözüp ambara yerleştirdi. İçini kaplayan bir huzursuzlukla eve yaklaşırken, kapının önünde duran; siyah bir at koşulu rahat ve geniş bir köylü kızağı gördü. İçerden yüksek sesle yapılan bir tartışma duyuluyordu. Hem yeterince yakın olmadığından, hem de kulak misafiri olmaktan hoşlanmadığı için dikkat etmediğinden konuşulanları anlıyamıyordu. Biraz yaklaşınca sesleri tanıdı. Tartışanlar Lara ve Komarovsky'di. Sesinden Lara'nın çok üzgün hatta ağlamaklı olduğu anlaşılıyordu. Yer yer katıldığı Komarovsky'nin düşüncelerine bazen de karşı çıkıyordu. Arada bir Katya'nın da konuşmalara katıldığı duyuluyordu. Yuri bir ara Komarovsky'nin kendinden sözettiğini farketti. Pek iyi şeyler söylemiyordu hakkında. «İnsan iki kişiyi aynı anda sevemez... Sana mı yoksa ailesine mi daha çok bağlı, bu bile belli değil... Ona bu kadar çok bağlanmamalısın,» gibi laflarla çekiştiriyordu
kendisini. Yuri içeri girdiğinde üçü de yolculuğa hazır bir durumdaydı. Lara Katya'nın kürkünün yakasını düğmeleye çalışıyordu. Lara Yuri'nin yanına gelerek, «Nerelerdesin?» dedi, «sana öylesine ihtiyacım var ki!» Komarovsky de onların yanına gelmişti. «Nasılsınız Yuri An-dreyeviç?» diye sordu, «geçen kez birbirimize oldukça kaba şeyler söyledik ama bakın ben gene geldim.» «Hoş geldiniz Bay Komarovsky, siz nasılsınız?» Lara, «Yuri neden bu kadar geciktin. Bak şimdi Bay Komarovsky'nin anlatacaklarını dinle. İkimiz için de çok önemli. Bir an önce bir karar vermeliyiz çünkü vakit yok. Bakıyorum da bu durum seni hiç şaşırtmadı da. Oysa onun önerisini kabul etmediğimiz için pişman olmamış mıydık? Ama gene çıkıp geldi işte. Hem hiç aklımızdan bile geçmeden. Asıl onun anlattıklarını dinlemelisin. O zaman çok daha fazla şaşıracaktın. Anlatın lütfen Bay Komarovsky.» «Larisa Fyodorovna ne düşünüyor bilemiyorum. Benim size anlatmak istediğim şu. Kasıtlı olarak Yuryatin'den ayrıldığım haberini yaydım. Amacım size ve Larisa Fyodorovna'ya konuştuğumuz konuda düşünme fırsatı vermekti. Böylece daha sağlıklı bir karar vereceğinizi düşünmüştüm.» Lara, «Evet artık bir karara varmalıyız, daha fazla kaybedecek zamanımız kalmadı. Buradan uzaklaşmamız için en uygun zaman yarın sabah. Ama her şeyi Bay Komarovsky'nin anlatması daha iyi.» «Lara biraz izin ver lütfen. Neden ayakta duruyoruz? Paltolarınızı çıkarıp oturun biraz. Konuşacağımız şeyler çok önemli hem. Öyle çabucak karar verilecek şeyler değil. Bay Komarovsky konunun benimle ilgili bir yanı var. Bunu yeniden tartışmayı kesinlikle anlamsız buluyorum. Sizinle gelmeyi hiçbir zaman düşünmedim. Ama Lara'nın durumu çok daha farklı. Bu nedenle kendisine sık sık, yaptığınız öneriyi daha iyi düşünmesini söyledim. Kendisinden daha fazla düşünmesi gereken bir kızı var. Önerinizi sürekli düşündüğünü sanıyorum.» Lara, «Elbette düşündüm ama seninle birlikte giderim ancak.» «Ayrılmayı düşünmek senin için ne kadar zorsa, benim için de o kadar zor. Ancak bu işe duygularımızı karıştırmamalıyız. Bir özveride bulunmamız zorunlu. Çünkü benim gitmem olanaksız.» «Henüz her şeyi bilmiyorsun. Lütfen Yuri, Bay Komarovsky' nin anlattıklarını dinle... Yarın sabah... Anlatsanıza Bay Komarovsky.» «Larisa Fyodorovna kendisine ilettiğim bilgilerden söz ediyor sanıyorum. Yuryatin garında dün Moskova'dan gelen bir tren bekliyor. Bu tren Uzak Doğu hükümetine ait. Bizim Ulaştırma Bakanlığımıza bağlı. Yarın hareket edecek. Ben de bu trenle hareket etmek zorundayım. Vagonlarda asistanlarım için de pek çok yer ayrılmış durumda. Kimse bizi rahatsız etmeden, çok rahat bir yolculuk yapabiliriz. Elimize bir daha böyle bir fırsat geçeceğini sanmıyorum. Sizin sözünüzden dönecek biri olmadığınızı görüyo rum ama bu konuyu Larisa Fyodorovna için bir kez daha düşünmez misiniz? Siz olmadan bir yere gidemeyeceğini söylediğini duydunuz. Vladivostok'a kadar olmasa bile Yuryatin'e kadar bizimle gelin. Orada yine konuşup bir karara varmaya çalışalım. Yalnız zamanımızın çok az olduğunu, acele etmemiz gerektiğini unutmayalım. Ben kızak kullanamadığım için yanımda bir arabacı da getirdim. Ama geniş olduğu için beşimize de yer var. Sizin kızak ne durumda? At hâlâ koşulu mu?» «Hayır atı çözüp ambara yerleştirdim.» «Öyleyse hemen kızağı hazırlayın. Arabacı da size yardım e-der. Ama boşverin. Ne diye bir de sizin kızakla uğraşalım. Tümünüz benim kızağa sıkışırız. Bol bol yerimiz var. Yalnız biraz çabuk hazırlanın lütfen. Bir yolculuk da en çok gerekli olan şeyler neyse, onları almanız yeterli. Bir çocuğun yaşamının söz konusu olduğunu unutmayın.» «Sizi anlamakta güçlük çekiyorum Bay Komarovsky. Sizinle gelmeye karar vermişim gibi konuşuyorsunuz. Eğer Lara kararını verdiyse o da sizinle birlikte gelir. Size iyi şanslar dilerim. Evi merak etmenize gerek yok. Siz gittikten sonra toplarım, kapıyı da kilitlerim merak etmeyin.» «Tanrı aşkına neler söylüyorsun sen Yuri? Lara kararını verdiyse sizinle gelsin de ne demek? Sensiz hiçbir yere, tek bir adım atmayacağımı bilmiyor musun? Ben yalnız başıma karar vermem. Yok evi toplar, kapıyı kilitlermişsin. Sanki sorunumuz bunlardı. Lütfen bu şekilde saçmalamalara son ver.»
Komarovsky, «Demek kararınız kesin,» dedi. «O zaman Larisa Fyodorovna'nm izniyle seninle biraz yalnız konuşmak istiyorum.» «Peki, mutfağa geçelim. İzninle Lara, kusura bakma lütfen.» XII «Beni iyi dinleyin Yuri Andreyeviç. Strelnikov yakalandı. Ö-lüme mahkûm edildi ve kurşuna dizildi.» «Ne? Gerçek mi söyledikleriniz?» «Öyle duydum, doğru olduğuna da eminim.» «Sakın Lara'ya söylemeyin. Deli olur yoksa.» «Elbette söylemem. Sizinle yalnız konuşmayı onun için istedim ya. Siz de artık Lara'yla Katya'nın nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya olduklarını anlamışsınızdır umarım. Bana yardım edin de kurtaralım onları. Hâlâ benimle gelmemekte kararlı mısınız?» «Gelmeyeceğim, bunu daha önce de söylemiştim.» «Ama siz olmadan bir yere gitmeyeceğini söylüyor. Ne yapacağımı şaşırdım ben de. Gelmeyecekseniz bile gelirmiş gibi yapın. Düşüncenizi değiştirmiş gibi davranın. 'Siz gidin ben kızağı hazırlayıp peşinizden yetirişirim. Beni bekleyip zaman kaybetmeyin,' gibi bir şeyler söyleyin ki size inansın. Mümkün olduğunca çabuk olmalısınız, her geçen dakika onları biraz daha tehlikeye yaklaştırıyor.» «Strelnikov'un öldürülmesi haberi beni şaşkına çevirdi. Söylediklerinizi tam anlayamadım. Strelnikov gibi biri kurşuna dizildikten sonra elbetteki Lara'nın ve Katya'nın yaşamı da tehlikede demektir. İkimizden birinin tutuklanacağı kesin. Böyle bir durumda birbirimizden ayrılmış olacağız. Böyle bir ayrılıktansa onların sizinle gelmesi daha doğru. Onları olabildiğince uzağa götürün. Şu anda güçlü durumda olan sizsiniz. Belki gün gelir Lara'yı bulmamı ya da aileme kavuşmamı sağlamanız için size yalvarırım. A-ma şimdi öylesine perişan bir haldeyim ki herhangi bir şeye karar veremiyorum. Anlattıklarınız beni şaşkına çevirdi. Bu durumda yapabileceğim tek şey sizin önerileriniz doğrultusunda davranmak. Böyle yapmakla belki de ömrüm boyunca yapabileceğim en büyük hatayı yapıyorum ama ne yazık ki buna zorunluyum. Evet istediğiniz gibi yapacağım. Kızağı hazırlayıp peşinizden gelir gibi yapacağım, ama gelmeyeceğim. Yalnız bir sorun var. Bu saatte nasıl gideceksiniz? Hava kararmak üzere. Yolun büyük bir bölümü ormandan geçiyor. Üstelik çevrede kurtlar da var. Çok dikkatli olmalısınız.» «Biliyorum. Endişelenmenize gerek yok. Yanıma tüfek almıştım. Bir de tabancam var. Üşümemek için yanıma içki de almıştım. Siz de ister misiniz? İstediğiniz kadar verebilirim. XIII «Ne yaptım ben tanrım? Ne yaptım? Lara'yı kendi ellerimle teslim ettim ona. Hemen peşlerinden koşup geri getirmeliyim onu. Lara! Lara! Artık sesimi de işitteremem. Rüzgâr bana doğru esiyor. Yüksek sesle konuşuyorlar. Lara'nın mutlu olmaması için hiçbir neden yok. Sonunda istediği oldu. Benim de peşinden gideceğimi sanıyor. Kendine oynanan oyunun farkında bile değil. Her şeyin bu kadar iyi bir şekilde sonuçlanmasından ne kadar mutludur kimbilir? Sonunda keçi gibi inatçı olan Yuri de kendileriyle gitmeyi kabul etmiştir. Peşlerinden gideceğime o kadar inandı ki doğru dürüst vedalaşmadık bile. Peşlerinden yetişemezsem bile Komarovsky'nin bir başka trenle beni aldırabileceğine inanıyor.» Yuri kapının önünde durmuş, tüm dikkatiyle yolu gözlüyordu. Şu an yolun çukur kısmında gitmekte olan kızak görülmüyordu. Az sonra onu yeniden görecekti. Batmak üzere olan güneş yolu tümüyle aydınlatıyordu. «Gittiler, gittiler», diye söyleniyordu kendi kendine. «Biricik aşkım gitti. Hem de kendisini bir daha göremeyeceğim. Elveda benim kaybolan aşkım.» O sırada kızak çukurdan çıkmış, önündeki yokuşu tırmanmaya başlamıştı. Bu durumda kızak geri geliyor gibi görünüyordu. Yuri, «Geri geliyorlar. Kızak neredeyse duracak,» diye söyleniyordu. Heyecandan dizlerinin bağı çözülmüştü. Kendisini öylesine bitkin hissediyordu ki neredeyse oraya yığılıp kalacaktı. «Tanrım» dedi. «Onu bana geri mi vereceksin yoksa?» Kızak biraz yavaşladıktan sonra durmuştu. «Batmakta olan güneşin aydınlattığı yolda ne oldu acaba? Neden durdular? Ama hayır! Her şey bitmişti artık.
Kızak yeniden hareket etti. Gidiyorlar artık. Herhalde Lara durdurdu kızağı. Varykino'yu son bir kez görmek için. Belki de benim peşlerinden gidip gitmediğime bakmak istedi. İşte kayboldular. Eğer güneş batmadan geçen akşam kurtların uluduğu yere varırlarsa son kez orada görürüm onları.» Gerçekten de güneş koyu kırmızı rengiyle, çam ağaçlarının üstünde bir top gibi ışıldarken o noktada bir kez daha gördü onları. Ancak kızak bu kez çok çabuk kaybolmuştu gözden. Yuri, «Güle güle sevgilim,» dedi. «seninle artık öbür dünyada buluşuruz. O zamana kadar hoşça kal. Bir daha göremeyeceğim seni bir tanem.» Hava artık iyiden iyiye kararıyordu. Güneşin karlar üzerine vuran gölgeleri bir bir kayboluyordu. Sonunda güneş tümüyle batmıştı. Yuri içinden, «Benim güneşim de battı!» diyordu. Ancak bu sözleri yüksek sesle söyleyemiyordu bir türlü. İçeriye girdi. Bir kendisiyle bir de Lara'yla konuşuyordu. «Bir an önce Moskova'ya dönmeliyim,» diyordu kendi kendine. «Bu tehlikeyi atlatıp yaşamanın yolunu bulmalıyım. Uykusuzluğun pençesine de düşmemeliyim. Bu gece sabaha kadar, uykusuzluktan perişan bir duruma gelinceye kadar çalışmalıyım. Sobayı da yakmalıyım. Sabaha kadar donarım yoksa.» Lara'yla konuştukları daha farklıydı. Ona şunları söylüyordu: «Lara, benim unutulmaz sevgilim, aşkım. Kollarım seni a-nımsadığı, başını omuzumda, dudaklarını dudaklarımda hissettiğim sürece seninle birlikte olacağım. Gözyaşlarımı sana layık olmak için dökeceğim. Anılarını belleğimde, hüzünlü ve acı verici ama çok tatlı bir resim gibi saklayacağım. Söylediklerimi gerçek-leştirinceye kadar burada kalacak, sonra ben de çıkıp gideceğim. Sözcüklerim sana olan aşkımı anlatacak. İşte senden hep böyle söz edeceğim, hayatım, gururum, aşkım.» Yuri odaya girdi. Kapıyı kilitledi, paltosunu çıkardı. Lara sabah her tarafı temizlemiş düzenlemişti ama, aceleyle giderken ortalığı alt üst etmişti. Yatak bozulmuştu. Sandalyelerin üzerine bazı eşyalar atılmıştı gelişi güzel bir şekilde. Yuri bu durumu görünce daha fazla dayanamadı. Yatağın yanına çöktü, başını yastığa gömerek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Fakat bu durum fazla uzun sürmedi. Kalkıp gözlerin isildi, yüzünü kuruladı. Dalgın bakışlarla çevresine göz gezdirirken Komarovsky'nin bıraktığı votka şişesini gördü. Onu alıp bir bardağın yarısına kadar doldurdu. Ü-zerine biraz su ve kar koydu. Biraz önce ağlamasına neden olan umutsuzluğuna benzer bir duyguyla yavaş yavaş votkasını yudum-ladı. XIV Çok tuhaf bir durumdaydı Yuri. Yaşamı boyunca yapmadığı şeyler yapıyordu. Aklını kaçıracak gibiydi. Ne eve ne de kendisine bakıyordu. Lara'nın gittiğinden beri zaman kavramını yitirmişti. Hangi ayın kaçında olduğunu bile bilmiyordu. Komarovsky'nin getirdiği votkadan içiyor, Lara için şiirler yazıyordu. Ancak yazdıklarını beğenmiyor yırtıp atıyordu. Bunun nedeni yazdığı şiirlerin duygularını tam anlamıyla ifade edemeyeceği endişesiydi. Bunun Lara'ya haksızlık olacağını düşünüyordu. Şiir çalışmalarını sürdürürken, doğa, yaşam ve başka bazı konulardaki düşüncelerini de not ediyordu. Tarih konusunda yeniden derin derin düşünmeye başlamıştı. Tarihi canlı bir varlık olarak görüyordu. Yaşayan ve değişen bir varlık. Kışın otlar, yapraklar yaşlı bir insanın saçları gibi seyrek ve cansızdır. Baharın gelmesiyle kısa sürede her şey canlanır. Özellikle bitkiler çok hızlı bir gelişme gösterirler, hayvanlardan çok daha çabuk büyürler. Bu büyüme ne kadar hızlı olsa da gözle far-kedilmez. Her şey duruyormuş gibi gelir bize. İşte toplumdaki değişiklik de tıpkı buna benzer. Aslında müthiş bir canlanma ve devinim vardır ama bu durum anlaşılmaz. Tolstoy'un tarih konusundaki düşünceleri aşağı yukarı bu şekildeydi ama o bu durumu çok daha basit bir dille anlatmıştı. O tarihin Napolyon ya da herhangi bir başka general tarafından can-landırıldığı düşüncesine karşı çıkıyordu. Savaşlar, devrimler, krallar, imparatorlar tarihin birer aracıydı. Devrimler dar görüşlülüğün, böyle bir yapıdaki dehaların eseriydi. Mevcut yönetim birkaç saat ya da gün içinde yıkılıyor, bu olaysa yıllarca hatta yüzyıllarca kutsal bir olay gibi kutlanıyordu.
Yuri, Lara'yı düşünürken onunla birlikte çalıştığı Melyuzeye-vo'yu da anımsıyordu. Orada devrim yeryüzüne inen bir tanrı gibiydi. Tüm aklına gelenleri seri bir şekilde durmadan yazıyordu. O sıralarda Samdevyatov geldi onu görmeye. O da Koma-rovsky gibi votka getirmişti. Yuri'ye Lara'yla kızının yola çıkışlarını anlattı. Ata iyi bakmadığı için çıkıştı. Demiryolundan gelmişti, giderken atı da götürdü. Yuri'nin birkaç gün daha kalması yolundaki ricalarına aldırmadı ve birkaç güne kadar kendisini götürmek üzere döneceğini söyledi. Yuri çalışmalarını sürdürürken bazen Lara karşısındaymış gibi bir duyguya kapılıyordu. Yazmayı bırakıyor, tüm benliğiyle onu düşünüyordu. İşte o zaman yitirdiği insanın büyülüğünü ve değerini çok daha iyi anlıyordu. Çocukluğunda Kologrivovlar'ın bahçesinde dolaştığı bir sırada birgün ölen annesinin kendisine seslendiğini duyar gibi duymuştu. Şimdi de sanki bitişik odada Lara ona «Yuri,» diye seslenmişti. O hafta boyunca daha pek çok hayallere daldı. Hafta sonuna doğru kâbusu andıran bir düşle uyandı. Vadinin içi önce aydınlanmış ardından da patlayan bir silahın sesiyle dolmuştu. Hiç beklenmeyen bir olay olmasına karşın Yuri kısa süre sonra yeniden uykuya daldı. Ertesi sabah kalktığında da duyduğu silah sesinin gördüğü düşün bir parçası olduğuna karar verdi. XV Bunu izleyen bir iki gün içinde Yuri'de önemli değişiklikler oldu. Kendisini toparlamaya ve daha mantıklı olmaya karar vermişti. «Eğer intihar edeceksem daha az acı veren ve daha kolay bir yol bulmalıyım,» diyordu kendi kendine. Samdevyatov gelir gelmez Varykino'dan ayrılacaktı. Güneşin batmak üzere olduğu bir sırada karlar üzerinde ilerleyen ayak sesleri duydu. Eve doğru gelen biri vardı. Kendisinden emin ve sakin bir şekilde yürüyordu. Tuhaf! Kimdi acaba bu gelen? Samdevyatov olamazdı, çünkü o atla gelirdi. Varykino'da kendisinden başka kimse yoktu, bunu iyi biliyordu. Issız bir yer olduğu için kolay kolay kimsenin yolu da düşmezdi buraya. Yuri, «Demek ki beni arıyorlar» diye düşündü. «Sanırım kente dönmemi isteyecekler benden. Ya da doğrudan .tukulayıp götürecekler. Ama öyle olsa iki kişi gelirdi. Öyleyse bu gelen Mikulitsin'dir. Evet evet bu gelen Mikulitsin olmalı.» O zaman biraz rahatladı. Ayak seslerini de tanıdık birine benzetmişti. Gelen adam kapıya ulaştığında asma kilidi arıyormuş gibi kapıyı yokladı. İçeriye girdi. Çok iyi bildiği bir yerdeymiş gibi ve rahat bir şekilde yürüyor, geçtiği kapıları arkasından kapatıyordu. Yuri yazı masasında sırtı kapıya dönük bir şekilde oturuyordu. Kalkıp gelene doğru yürümeye fırsat bulamadan o içeriye girmişti bile. Mıhlanmış gibi kaldı olduğu yerde. Yuri, «Kimi arıyorsunuz?» diye sordu. Gelen adam iri yarı, kuvvetli görünümlü, sevimli, yakışıklı biriydi. Sırtında kısa bir kürk ceketi, meşin bir pantolonu ve ayakları sıcak tutan derisinden çizmeleri vardı. Omuzunda bir tüfek asılıydı. Beklenmeyen bir anda çıkıp gelmişti ama beklenmeyen biri değildi bu adam. Buraya ilk geldiklerinde, yakın bir zamana kadar kullanıldığını anlamışlardı. Aynı kişinin her an çıkıp geleceği konusunda da aynı düşüncedeydiler Lara'yla. Bu durum evdeki pek çok şeyden anlaşılıyordu. İşte o her an çıkıp gelmesini bekledikleri kişi bu olmalıydı. Peki ama bu adam kimdi? Yuri onu tanır gibi oluyor, fakat nerede görmüş olduğunu çıkaramıyordu bir türlü. A-damda böyle bir durumla karşılaşılınca gösterilmesi gereken şaşkınlıktan eser yoktu. Öyle anlaşılıyordu ki, birileri ona burada o-turanlar olduğunu, hatta bunların kimler olduğunu bile söylemişti. Yuri durmadan belleğini yokluyor, «Bu adam kim? Kimdi bu adam tanrım!» diye söylenerek anımsamaya çalışıyordu. «O olamaz ama mümkün değil. Yılını anımsayamadığı sıcak bir bahar sabahı, Razvilye istasyonu... Nöbetçi bir erin kendisini götürdüğü komiserin vagonu... Oldukça kritik bir durum... Sert kurallar... A-çık seçik fakat kesin düşüncelerler... Strelnikov... Evet evet sonunda buldum. Bu adam Strelnikov.» XVI
İki üç saattir başladıkları konuşma hâlâ sürüyordu. Aslında fazla konuşmaktan hoşlanmayan Strelnikov durmadan konuşuyordu. Bu kadar çok konuşmasının kişisel bir nedeni olmalıydı. Konuşmayı kesmemek için kendiliğinden gerekçeler yaratıyordu. Yalnızlıktan korkar gibiydi. Bu kadar çok konuşmasının nedeni de buydu sanki. Sustuğunda yalnız kalacaktı. Konuşmasında dikkati çeken bir şey de, tüm söylediklerini sırf laf olsun diye, asıl söylemek isteyip de söyleyemediğini gizlemek için söylüyor gibi olmasıydı. Bir konudan diğerine geçiyor, ama bir türlü asıl istediği konuya giremiyordu. «Evdeki dolap ve çekmecelerde bulunan şeyler sizi şaşırttı değil mi? Bunları Kızıl Ordu Doğu Sibirya'yı işgal ettiğinde ele geçirmiştik. Elbette bunları buraya ben getirmedim. Çevremde her zaman namuslu, dürüst ve güvendiğim kimseler bulunurdu. Mum, kibrit, kahve, çay, yazı malzemesi gibi şeyleri Çek, İngiliz ve Japon stoklarından elde ettik. Altın gibi değerli şeyler bunlar değil mi? Ne ilginç, bu 'değil mi' sözcüğünü eşim çok kullanırdı. Sizin de dikkatinizi çekmiştir sanıyorum. Buraya geliş nedenimi size söyleyip söylememe konusunda kararsızlık içindeydim ama şimdi size açıklamakta herhangi bir sakınca görmüyorum. Ben buraya eşimi ve kızımı görmeye gelmiştim. Burada olduklarını çok geç öğrenmiştim. Bu nedenle de yetişemedim onlara. Burada sizinle birlikte olduğunu söylediklerinde sizi karşılaştığım binlerce insanın yüzü arasından çok net bir şekilde anımsadım. Sorguya çekmem için getirmişlerdi sizi yanıma anımsadınız mı?» «Evet. Herhalde pişman olmuşsunuzdur siz de, beni o zaman kurşuna dizdirmediğiniz için?» Strelnikov bu sözü ya duymadı ya da duymazlıktan geldi. Dalgın bir şekilde konuşmasını sürdürdü. «Tabii ki sizi kıskandım. Hatta şimdi de kıskanıyorum. Önce Uzak Doğu'daydım. Orada saklanamayacak duruma gelince buraya geldim. Birkaç ay oluyor. Orada kalmam olanaksızdı. Aslı olmayan bir ihbar nedeniyle savaş mahkemesine verilmiştim. Bunun sonucunu kestirmek hiç de zor bir şey değil. İlerde kendimi rahat bir şekilde savunabileceğim bir ortam çıkar düşüncesiyle saklanmaya karar verdim. Birçok yer değiştirdim. Oldukça başarılı olmuştum. Karşılaştığım ve güvenimi kazanan birinin ihanetiyle karşılaşmazsam belki de paçayı kurtaracaktım. Kış olmasına karşın yürüyerek Sibirya'yı baştan başa geçtim. Batıya geçiyordum. İnsanlardan mümkün olduğunca uzak duruyordum. Çoğu kez aç kalıyordum. Hendeklerde ve trenlerin içinde yatıyordum. Sibirya hattı üzerinde terkedilmiş durumda binlerce tren var. İşte bu genç çocuğa da orada rastladım. Bir zamanlar Partizanların kurşuna dizdiği bir grubun içinde o da varmış. Diğerlerinin ölmesine karşın o yalnızca yaralanmış ve sonrada oradan kaçmış. Benim gibi oradan oraya geçerek saklanıyordu. İkiyüzlü ve tembel bir gençti. Bu nedenle okuldan da kovulmuştu.» Strelnikov anlattıkça Yuri bu sözü edilen genci tanımıştı. «Trenty Galuzin miydi yoksa adı?» diye sordu. «Evet.» «O zaman Partizanlar ve kurşuna dizilme konusunda anlattıkları doğru. Hiç değilse bu konuda yalan söylememiş.» «O serserinin tek sevimli yanı annesine olan düşkünlüğüydü. Babası kurşuna dizilmiş, annesi hapisteydi. Büyük olasılıkla o da yargılandıktan sonra aynı sona uğrayacaktı. Bunun üzerine annesini kurtarmak için gereken her şeyi yapmaya karar verdi. Gidip bölge Çeka örgütüne teslim olmuş. Annesini serbest bırakmaları karşılığında istedikleri her şeyi yapacağını söylemiş. Önemli bir itirafta bulunması durumunda annesini serbest bırakacaklarını söylemişler kendisine. O da benden söz etmiş onlara. Saklandığım yeri söylemiş. Neyse ki durumu zamanında farkettim de ellerine düşmedim. Büyük sıkıntılar çektikten ve çok değişik serüvenler yaşadıktan sonra Sibirya'yı aşıp buraya geldim. Burada beni herkes tanıdığından, buraya gelebileceğimi akıllarından bile geçirmezler diye düşünmüştüm. Aslında uzunca bir süreden beri Shite bölgesinde değişik evlerde saklanıyordum. Fakat orada da izimi buldular. Bakın, gece oluyor. Bu saatleri hiç sevmiyorum. Uzun bir süredir gözüme uyku girmiyor. Bunun nasıl bir işkence olduğunu anlayamazsın. Eğer mumların tümünü yakıp bitirmediyseniz biraz daha konuşalım sizinle. Mumları nasıl buldunuz? Güzel değil mi?» «Mumların tümü duruyor. Ben yalnızca bir paketi açtım. Şu gaz lambasını kullanmayı yeğledim daha çok.» «Ekmeğiniz var mı?» «Hayır.»
«Peki ne yiyip içiyorsunuz? Amma da saçma şeyler soruyorum değil mi? Muhakkak patates yiyorsunuzdur.» «Evet patates yiyorum. Burada oturanlar çok bilgili ve kültürlü, ileri görüşlü insanlardı. Yiyeceklerin nasıl saklanacağını çok iyi biliyorlardı. Nitekim patatesleri de öyle güzel depolamışlar ki ne çürüyen ne de donan var. Hepsi kilerde duruyor. XVII Strelnikov konuyu değiştirerek devrimden söz etmeye başladı. «Aslında bu anlattıklarım sizin için herhangi bir şey ifade etmeyebilir. Sizin yetişme koşullarınız çok farklı. Çocukluğumuzda bizim gibi banliyölerde, kenar mahallelerde oturanların çok ö-nemli sorunları vardı. Açlık, pislik, kadın-erkek insanların kötü yollara sapması, çalışanların haklarının gaspedilmesi gibi... Öte yandan çevremizde iyi giyimli kibar, zengin çocukları vardı. Birer asalaktı bunlar. En basit şeyler için bile kendilerini yormuyor, kendilerinden hiçbir özveride bulunmak istemiyorlardı. Yaşam bizim için bitmek tükenmek bilmeyen uzun bir savaştı. Sevdiklerimiz için dağlan yerinden oynatmaya kalkıştık. Onları rahata kavuşturmak, mutlu bir şekilde yaşabilmelerini sağlayabilmek için her türlü özveride bulunmaya hazırdık. Ne yazık ki ü¬ züntüden başka şey veremedik. Ama durun. Beni iyi dinleyin. Eğer yaşamak istiyorsanız burayı hemen terketmelisiniz. Yaşamak sizin için bir şey ifade ediyorsa buradan bir an önce uzaklasın. Peşimdeler ve çemberi de gittikçe daraltıyorlar. Beni burada yakalamaları durumunda sizin başınız da derde girer. Hem burada çok kurt da var. Buraya elin-ceye değin birçoğunu vurmak zorunda kaldım.» «Demek dün gece işittiğim silah sesi sizden geldi.» «Gizlenmek için başka bir yere gidiyordum. Ancak bazı belirtilerden orayı keşfettiklerini anladım. Sanırım orada oturanları kurşuna dizmişlerdir. Zaten burada da fazla kalmak istemiyorum. Geceyi geçirip, gündüz yeniden yola koyulurum. Neyse ben gene anlattıklarıma döneyim. Şık elbiseler içindeki bayların bayanların gezindiği, göz kamaştırıcı mağazaların, eğlence yerlerinin bulunduğu Tverskya ya da Tamskaya gibi caddeler Moskova'ya özgü şeyler değil. Bu tür caddeler hemen hemen dünyanın tüm büyük kentlerinde vardır. On dokuzuncu yüzyıla damgasını vuran bunlar değildir. On dokuzuncu yüzyılı diğerlerinden ayıran, bu yüzyılda doğan yepyeni bir sosyal düşüncedir. Devrimler, daha çocuk denilen yaşta siperlerde can veren gençler. Paranın egemenliğini yıkmaya yönelik çalışmalar. Yoksulların yaşam standartlarını yükseltmek, zenginlere tanınan hakların onlara da sağlanması için verilen mücadele. İşte kötülükleri ortaya çıkaran ve onları ortadan kaldırmaya çalışan Mancizm böyle doğdu. Doğdu ve yüzyılımıza damgasını vurdu. «Tverskaya ve Tamskaya Caddeleri işte tüm bu kötülükleri temsil ediyordu.» Strelnikov budan sonra bir kez daha konuyu değiştirdi ve La-ra'dan söz etmeye başladı. «Liseye gittiği sıralarda onun ne kadar güzel, sevimli bir kız olduğunu bilemezsiniz. Komşularımızın birinde bir sınıf arkadaşı vardı. Sık sık onlara gelirdi. Orada oturanların çoğu Brest demiryolu şirketinin memurlarıydı. O zamanlar Brest hattı denilen bu hatta babam işaret memuru olarak çalışıyordu. Kendisi şimdi Yuryatin Devrim Komitesi üyesidir. Komşumuzun evine ben de sık sık gider Lara'yı orada görürdüm. Henüz bir çocuk sayılırdı ama, şu anda onu belirleyen özelliklerinin bir çoğu daha o zamandan ortaya çıkmıştı.» «Biliyor musunuz, onu tam bu anlattığınız dönemlerinde ben de görmüştüm. Bir otel odasında görmüştüm. Gölgesi duvara vurmuştu. Onu gördüğüm o ilk günü hâlâ anımsıyorum. Hem de tüm ayrıntılarıyla.» «Demek onu o zaman siz de gördünüz. Nasıl olmuştu bu?» «O da ayrı bir öykü.» «Her neyse. İşte ben bu kız yüzünden üniversiteye gittim. O-kudum ve öğretmen oldum. Hiç tanımadığım, bilmediğim bu Yur-yatin'e de onun isteğini kırmamak için geldim. Çok sayıda kitap okudum. Tüm bunları hep her zaman onun yanında bulunabilmek ve ona yardımcı olabilmek için yaptım. Üç yıl süren evliliğimizin sonlarına doğru aramızda bazı kopukluklar olduğunu farketmeye başladım. Onun sevgisini yeniden kazanabilmek için gönüllü olarak savaşa gittim. Fakat bu savaşta esir düştüm. Savaş bittikten sonra herkesin beni ölü sandığı bir sırada geri döndüm. Bu sırada devrim başladı. Lara önceki dönemde büyük acılar çekmişti. O-nun öcünü almak için tüm gücümle devrime katıldım.
Tüm bu süre içinde ikisi de çok yakındı bana. Burada, Yuryatin'deydiler. Onları görme isteğimi engellemek için kendimi ne kadar zorladım bilemezsin. Onları görmeden önce giriştim işi tamamlamam konusunda kendimi koşullandırmıştım. Şimdiyse onları bir kez görebilmek için katlanamayacağını özveri yok. O bir odaya girdiğinde, bir pencere açılmış gibi bir aydınlık dolardı içeriye.» «Onu ne kadar sevdiğinizi çok iyi anlıyorum. Yalnız size sormak istediğim bir şey var. Onun size olan sevgisi hakkında bir düşünceniz var mı?» «Bağışlayın. Söylemek istediğinizi anlayamadım.» «Söylemek istediğim şu. O da sizi çok seviyordu. Dünyadaki her şeyden, herkesten fazla sizi severdi.» «Bunu nerden çıkardınız?» «Bana kendisi söyledi.» «Kendisi mi? Size söyledi öyle mi?» «Evet.» «Özür dilerim. Eğer sizce bir sakıncası yoksa, biraz belleğinizi yoklayarak bu konuda söylediklerini tam olarak bana anlatabilir misiniz?» «Elbette. Neden olmasın? Bakın aynen şunları söylemişti bana. 'Eşim eşsiz bir insandır. Onun bir benzerini de görmedim ben. Eskiden onunla birlikte oturduğumuz evin, uzaktan bir fener gibi yükseldiğini görsem, dünyanın diğer ucunda bile olsam, dizlerimin üzerinde sürünerek bile olsa gene ona doğru giderdim.'» «Peki, bunu hangi koşullar altında söylediğini de anımsıyor musunuz?» «Bu odayı toplarken. Silkmek için halıyı çıkarmıştı sonra.» «Burada iki halı var, hangisiydi bunların?» «Büyük olanı.» «Ama bu oldukça ağır bir halı. Bunu tek başına silkemez. Siz de ona yardım ettiniz değil mi?» «Evet.» «Halıyı iki ucundan tuttunuz, karşılıklı olarak. O sanki salın-caktaymış gibi kollarını geriye doğru kaldırıyor sonra indiriyordu. Bu arada tozdan korunmak için de başını yana doğru çeviriyor, gözlerini kırpıştırıyor, kahkahalarla gülüyordu değil mi? Onun a-lışkanlıklarını çok iyi bilirim. Bakın size sonrasını da anlatayım. Sonra birbirinize doğru yürüdünüz. Halıyı önce ikiye, sonra da dörte katladınız. O gene şakalar yapıyor ve gülüyordu öyle değil mi.» Ayağa kalktılar her biri bir pencerenin önüne gidip, değişik yönlere doğru bakmaya başladılar. Kısa bir sessizlikten sonra Tsrelnikov Yuri'nin yanına geldi. Onun ellerini tutarak göğsüne bastırdı. «Bağışlayın beni,» dedi. «Sizin için kutsal sayılabilecek bazı anılarınıza değindiğimin farkındayım. Rica ederim gitmeyin. Beni yalnız bırakmayın. Kısa bir süre sonra kendim gideceğim zaten. Yalnız izninizle bazı şeyler daha sormak istiyorum. Düşünün altı yıl boyunca ondan uzak kalmak için kendimi zorladım. Altı yıl boyunca kendimi tuttum yani. Önce ellerimi bağlayan bağlardan kurtulacak, özgürlüğe kavuşacak ondan sonra da onlara dönecektim. Bu kez tümüyle onların olacaktım. Şimdi tüm bu düşüncelerimin ne kadar boş, ne kadar anlamsız olduğunu daha iyi anlıyorum. Yarın beni tutuklayacaklar... Siz ona yakınsınız... Belki bir gün onu yeniden görürsünüz... Onun sizi sevdiğini sanıyorum... Ne söylüyorum ben... Çıldırıyorum galiba. Beni tutuklayacaklar. Savunmama bile izin vermeyecekler kendimi. Bağırıp çağırarak, lanetler yağdıracak, küfürler ederek sözlerimi ağzıma tıkayacaklar. Bu işlerin nasıl olduğunu bilmiyor muyum?.. » XVIII Günlerdir ilk kez rahat bir uyku uyudu Yuri. Strelnikov'u bitişik odaya yerleştirmiş kendi odasına dönmüştü. Başını yastığa koyar koymaz uyumuştu. Açılan üzerini örtmek için arada bir kalktığında uykunun ne kadar güzel bir şey olduğunu düşünüyordu kendi kendine. Her seferinde bu duygularla yenden tatlı tatlı uykuya dalıyordu. Sabaha karşı çocukluğuyla ilgili, oldukça ayrıntılı bazı rüyalar gördü. Birinde annesinin yaptığı bir tablo düştü. Bir İtalyan sahilinin sulu boya resmiydi bu tablo. Düşme sonucu çıkan ses üzerine uyandı Yuri. Ama hayır. Başka bir sesti bu. Yoksa yine Strelnikov kurtları ürkütmek için ateş mi etmişti? «Yok canım,» dedi kendi kendine. «Düşen tablonun sesiydi bu,» diyerek kendi kendini ikna ederek yeniden uykuya daldı. Sabah hayli geç bir satte uyandı. Fazla uyumasının neden olduğu hafif bir baş ağrısı vardı. İlk anda nerede olduğunu farkede-medi. Bunu farkettiğinde de aklına gelen ilk şey
bitişik odada u-yumakta olan Strelnikov. «Geç oldu, kalkıp hemen giyineyim. Strelnikov çoktan kalkmıştır sanıyorum. Kalkmışsa bir kahve içelim kendisiyle.» Sonra da içerdeki odaya doğru seslendi. «Pasha Pavloviç.» Yanıt alamayınca, «Hâlâ uyuyor galiba,» diye düşündü. «Uykusu da çok ağırmış.» Çabucak giyinerek içteki odaya geçti. Strelnikov yoktu. Kürk şapkası masanın üzerinde duruyordu. «Yürüyüşe çıkmış olmalı ama şapkasını neden almadı. Kendisini olaylara alıştırmaya çalışıyor olmalı. Varykino'dan bugün ayrılacaktım ama gene geç kaldım. Hep böyle oluyor.» Mutfaktaki ocağı yaktı. Bir kova alarak dışarıya çıktı Kuyunun yanına geldiğinde kuyunun birkaç metre ilerisinde Strelnikov u gordu. Bahçe yolu üzerinde yanlamasına uzanmış yatıyordu Başı bir kar kümesine gömülmüştü. İntihar etmişti. Sol şakağından akan kan, başının o kısmındaki karı kırmızıya boyamıştı. Kan damlaları karın içinde üvez ağacının yemişlerine benzer lekeler o-luşturmuştu. Scanned by hlecter ON BEŞİNCİ BÖLÜM
I Bundan sonra Yuri'nin yaşamının son sekiz yılını anlatmaktan başka işimiz kalmıyor. Bu sekiz yıl içinde yavaş yavaş hem hekim olarak, hem de yazar olarak önemini yitirdi. Bazen bu durumdan kurtuluyor, kendini topluyor, yeniden çalışmaya başlıyordu. Ancak saman alevini andıran bu durumu çok kısa sürüyor, yeniden kendisine ve çevresine ilgisiz tutumunu takınıyordu. Moskova'ya NEP adı verilen yeni ekonomik politikanın uygulanmaya başladığı bir dönemde gelmişti. Her türlü sahtekârlığın, kötülüklerin olduğu bu dönem; Sovyetler Birliği'nin en karanlık, en kötü devirlerinden biridir. Partizanlardan kaçıp Yurya-tin'e geldiği zamankinden çok daha bakımsız ve zayıf bir durumdaydı. Yolculuğu sırasında üzerindeki değerli giyecekleri, yiyecek maddeleriyle değiştirmiş, paçavrayı andıran bir iki parça şey giymişti kendisi de. Moskova sokaklarında göründüğünde; başında kurşuni renkli bir Kazak kalpağı, ayaklarında köylü çarığı, sırtın-daysa apoletleri söklmüş bir asker kaputu vardı. Bu durumda onu; başkentin caddelerinde, alanlarını dolduran çok sayıdaki Kızıl Ordu askerinden ayırdetmek olanaksızdı. Moskova'ya yanında köylü bir delikanlıyla birlikte gelmişti. Kendisi gibi asker giyimli olan bu yakışkılı genç bir an bile yanından ayrılmıyordu. İkisi birlikte Yuri'nin çocukluğunu geçirdiği evlere gidiyorlardı. Kentte hâlâ tifüs salgını vardı. Kapıya çıkan ev sahipleri onları bu kılıkta görünce, kibar bir şekilde hamama gidip gitmediklerini soruyor, çabucak ailesinin yurtdışına gidişini anlatıyorlardı. Hem Yuri hem de yanındaki genç oldukça utangaçtı. Gittikleri her yere birlikte gidiyorlardı. Yalnız gitmeleri durumunda konuşmak zorunda kalacakları için böyle davranıyorlardı. Bir köşeye çekiliyor, konuşmalara katılmadan sessizce oturuyorlardı. Uzun boylu, paçavralar içindeki Yuri, uzamış saçı ve sakalıyla gerçeği arayan bir dervişi, yanındaki de onun bir çömezini andırıyordu. Peki ama onun yol arkadaşı olan bu genç kimdi? II Yuri yolculuğunun son kısımlarında trene binmişti ama uzun süre de yürümüştü. Hatta Yuryatin Moskova arasının çok önemli bir bölümü boyunca yürüyerek yolculuk etmişti. Yol boyunca karşılaştığı köyler Partizanlar'ın yanından kaçtıktan sonraki yolculuğu sırasında karşılaştığı köylerden pek farklı değlidi. Aradaki tek fark o zaman kış, şimdiyse sonbahar olmasıydı. Ortalık henüz sıcak olduğundan yolculuk pek zor olmuyordu.
Uğradığı köylerin çoğu bomboştu. Ülke bir düşman işgaline uğramış gibi tarlalar ekinleri hasat edilmemiş bir şekilde uzanıp gidiyordu. Eylülün sonuna doğru Yuri bir ırmağın sarp ve yüksek kıyısı boyunca birkaç gün süreyle yürüdü. Irmak sağ tarafında kalıyordu. Irmağın sularının akışının ters yönünde ilerliyordu. Solda henüz hasat edilmemiş tarlalar göz alabildiğine uzanıyor araya zaman zaman ormanlar giriyordu. Tarlalardaki ekinlerin taneleri yerlere dökülmüştü. Yiyecek bir şey bulamadığı zamanlar Yuri bunları avuç avuç toplayıp yiyordu. Taneleri dişleri ne kadar güçlükle eziyorsa, midesi de o kadar güçlükle sindiriyordu. Çavdarın bu ölçüde kahverengi olabileceğini hiç düşünmemişti. Halbuki çavdar zamanında toplandığı zaman altın sarısı rengindeydi. Durmadan yürüyordu. Bulutlarda onun yürüdüğü doğrultuda hareket halindeydi. Aynı hareketlilik çevresindeki tarlalarda da vardı. Hareket halinde olan yalnız bunlar da değildi. Her şey; a-kan nehir, yol, Yuri'nin kendisi de hareket halindeydi. Bu hareketlilik de onun başını döndürüyordu. Tarlalarda insanı şaşırtacak kadar fazla fare vardı. Bu kadar çoğaldığı görülmüş şey değildi farelerin. Ortalık kararıp da geceyi dışarıda geçirmek zorunda kaldığında vücudunun çeşitli yerlerinde dolaşıyor, ceketinin kollarından, pantolonunun da paçalarından içeri giriyorlardı. Açlıktan bir deri bir kemik kalmıştı birkaç çoban köpeği de kendisini belirli bir uzaklıktan izliyordu. Bunlar sanki ne zaman üzerine atılıp bu adamı parçalayalım diye kendi aralarında anlaşmaya çalışıyor gibiydiler. Büyük olasılıkla leş yiyerek yaşamlarını sürdürüyor, arada bir fareleri de yiyorlardı. Yuri'nin anlayamadığı bir nedenle ormandan uzak duruyorlardı nedense. Bu sıralar ormanların durumuyla, tarlaların arasında büyük bir çelişki vardı. İnsanların bakımından, ilgisinden uzak kalmış tarlalar lanetlenmiş gibi kötülemiş, farelerin istilasına uğramıştı. Ormanlarsa insanların kendisiyle fazla ilgilenmemeleri nedeniyle istedikleri gibi, özgürce gelişiyor, genişliyor, çoğalıyordu. III Yolculuğunun bu aşamasında Yuri, yanmış ve terkedilmiş bir köye girdi. Evlerin tümü yolun bir kenarına yapılmıştı. Tümünün de ön cepheleri ırmağa bakıyordu. Sıra sıra dizilmişlerdi. Irmağa bakan yamaçta bazı hendekler vardı. Bu hendekler, köylülerin kazdıkları değirmentaşı ocaklarıydı. Bu ocaklardan çıkardıkları değirmen taşlarıyla geçimlerini sağlıyorlardı. Sıradaki evlerin sonuncusunun önünde bu tür üç taş vardı. Diğerleri gibi bu ev de terkedilmişti. Yuri bu eve girdi. Kendisiyle birlikte şiddetli bir rüzgâr da girmişti sanki. Her taraftan saman ve bez parçaları uçuşmaya, fareler dört bir tarafa kaçışmaya başladı. Bu ev de farelerin yuvası haline gelmişti. Yuri'nin ayak sesleri onların dağılmasına yetmişti. Bu pisliğe dayanamayan Yuri kendini dışarı attı. Güneş batmak üzereydi. Son ışıklarıyla ırmağın karşı yanını ısıtıyordu. Yuri yolun karşısına geçip değirmen taşlarından birinin üzerine oturdu. O sırada ırmağın sarp kıyısından önce sarı saçlı bir baş, daha sonra da omuzlar ve kollar göründü. Elinde su kovası bulunan bir kişi ırmağın yamacını tırmanıyordu. Belinden yukarısı görünüyordu. Belinin aşağı kısmıysa yol seviyesinin altında kalmıştı. Yuri'yi görünce durup sordu: «Su ister misiniz? Bana kötülük yapmazsanız ben de yapmam.» «Getir bakalım delikanlı. Sağ ol. Ortaya çık, korkma. Neden sana kötülük yapayım?» Suyu getiren genç; on yedi, on sekiz yaşlarında, paçavralara bürünmüş ve yalınayak bir köylü çocuğuydu. Dostça söylediği sözlere karşın, Yuri'yi kuşkucu ve endişeli bakışlarla süzdü. Bilinmeyen bir nedenle gittikçe heyecanlanıyordu. Sonunda elindeki kovaları yere bıraktı. Yuri'ye doğru koşmaya başladı. Ancak yolun yarısında durup kendi kendine: «Olamaz, olamaz. Düş görüyor olmalıyım. Kusura bakmayın yoldaş, sizi birine benzetir gibi oldum. Evet ama siz gerçekten de doktorsunuz. Yanılmıyorum değil mi? Doktor Jivago'sunuz siz.» «İyi ama sen kimsin?»
«Beni tanıyamadınız mı? Moskova'dan gelen trende birlikte yolculuk etmiştik. Aynı vagondaydık, çalışmaya götürüyorlardı beni.» Vassya Brykin'di bu genç. Yuri'nin ayaklarına kapanıp ağlamaya başlamıştı. Yakılmış ve terkedilmiş olan köy de onun köyü Vereteniki'ydi. Köyün yağma edilmesi sırasında kaçmış ve bir mağarada saklanmıştı. Vassya'yı göremeyen annesi onu tutuklayıp kente götürdüklerini sanarak ırmağı atlayıp intihar etmişti. Kız-kardeşleri Alya'yla Arya'nın başka bir bölgede bulunan çocuk bakımevinde olduklarına ilişkin haberler duymuştu, ancak kesin bir bilgi edinememişti. Vassya'nın Yuri'yle birlikteliği işte böyle başlamıştı. Onunla birlikte Moskova'ya gelmiş ve yol boyunca da başından geçen acı olayları anlatmıştı. IV «Şu karşıda gördüğünüz buğdaylar geçen sonbaharda ekildi. Başımıza gelen felaketler de bundan sonra başladı. Polya Yenge de tam o sıralarda ayrılmıştı köyümüzden. Onu anımsıyorsunuz değil mi?» «Hayır. Hiç tanımıyorum. Öyle birini duymamıştım hiç.» «Nasıl anımsamazsınız? O da bizimle aynı trendeydi. Uzunca boylu, sarı saçlı güzel bir kadındı. Durmadan saçlarının örgüsüyle oynardı.» «Evet şimdi anımsadım. Hem onu daha sonra Sibirya'da da gördüm. Bir sokakta karşılaşmıştık.» «Gerçekten de onunla karşılaştınız mı? Nasıldı kendisi?» «Hey sakin ol bakalım. Ne oldu sana böyle? Niçin elimi sallayıp duruyorsun. Dur yoksa kolumu koparacaksın. Hem neden kızardın öyle?» «Ne olur bana ondan söz edin. Ne yapıyordu?» «Ben gördüğümde çok iyiydi. Bana senden ve ailenden söz etti. Galiba burada sizinle kalmış. Yanlış anımsamıyorum değil mi?» «Doğru doğru. Trenden kaçtıktan sonra onu alıp bize getirdim. Annemle kardeş gibi oldular. Kendi halinde, çalışkan ve becerikli bir kadındı. Bizim evde kaldığı sürece hiçbir şeyin eksikliğini çekmedik. Ama hakkında öyle dedikodular çıkardılar ki sonunda dayanamayıp çekip gitti. Köyde Rotten Kharlan adında birisi vardı. Bu adam Polya' nın çevresinde dolaşıp duruyordu. Her işe burnunu sokan bir casustu aynı zamanda. Polya dönüp bakmazdı bile ona. Bu yüzden de bu adam bana düşman oldu. Benimle Polya hakkında olmadık yalanlar uydurdu. Polya teyzenin gitmesine işte bu yalanlar ve dedikodular neden oldu. O gittikten sonra sıkıntılarımız başladı. Köyümüze yakın Buyskove yakınındaki ormanda yaşayan dul bir kadın öldürülmüştü. Bu kadın ormanın kenarındaki çiftliğinde tek başına yaşıyordu. Erkeklerin giydiği cinsten bir çizme giyer, her işini kendisi yapardı. Gorlan adında vahşi bir köpeği vardı. Bunu uzun bir zincirle kapının önüne bağlardı. Zincir çok uzun olduğundan evin etrafını dolaşabilirdi. Geçen yıl kış erken bastırdı. Kar yağmaya başlamıştı. Zavallı kadın patateslerini toplayamamıştı. Bunun üzerine köyümüze geldi ve 'Bana yardım ederseniz, size isterseniz para, isterseniz toplayacağınız patatesten pay veririm,' diyordu. Ben de önerisini kabul edip evine gittiğimde Khar-lan'ı gördüm orada. Benden önce o istemişti işi. Ancak kadın bana onunla anlaştığını söyleme gereğini duymamıştı. Bunun üzerine işi birlikte yaptık. Çok kötü bir hava vardı. Her taraf çamur içindeydi. Sürekli kazdık ve çıkardığımız patatesleri kurutmak için de üst yapraklarını yakıyorduk. İşimiz bittiğinde kadın bize hakkımızı verdi. Bu arada bir göz işaretiyle biraz daha kalmamı ya da daha sonra yeniden gelmemi istedi benden. «Yeniden çiftliğe gittim. Bana 'ürün fazlasını hükümete bildirmek istemiyorum,' dedi. 'sen iyi bir çocuğa benziyorsun. Beni ele vermeyeceğini biliyorum. Bak senden hiçbir şey saklamıyorum. Bahçeye bir çukur kazmak gerekir. Bunu kendim de yapardım a-ma havaya bak. Eğer bu çukuru kazarsan emeğinin karşılığını veririm.' İstediği şekilde tabanı geniş, üst kısmı dar bir çukur kazdım. Çukurun içinde ateş yakıp mümkün olduğunca toprağı kuruttuk. Sonra da patatesleri bu çukura yerleştirip üzerini toprakla kapattık. Hiç kimseye söz etmedim bundan. Anneme ve kızkardeşime bile. Bu olayın üzerinden bir ay kadar bir süre geçmişti ki çiftliği hırsızlar bastı. Buyskoye'den
gelenlerin anlattıklarına göre evin kapısı ardına kadar acıkmış. İçerisi alt üst edilmiş bir durumday-mış. İhtiyar kadın da köpeği de kayıpmış. Köpek zincirini koparıp kaçmış. Yılbaşına doğru hava iyice ısınmıştı. Karlar da erimeye başlamıştı. St. Basil gününde yağan yağmur kalan karları da süpürüp gitmişti. Karın kalkmasıyla da toprak görünmüştü. O sırada köpek ortaya çıkmıştı. Patateslerin gömülü olduğu yerde durmuş havlıyordu. Daha sonra aynı yere eşelemeye başladı. Hiç ara vermeden eşeleyip çukuru kazıyordu. Sonunda ihtiyar kadının çizmeleri çıkmıştı ortaya. Kadını öldürüp oraya gömmüşlerdi. Köyde herkes zavallı dul kadından acıyarak söz ediyordu a-ma, kimsenin aklına Kharlam'dan kuşkulanmak gelmiyordu. Zaten böyle bir şeyi kimse düşünemezdi. Herkes böyle bir şeyi yapan insanın köyde kalamayacağını kaçıp gideceğini, dolayısıyla da bunu yapanın köyden biri olamayacağını düşünüyordu. Bu cinayetten memnun olanlar da vardı. Kulaklar'dı bunlar. Bu olaydan köyde karışıklık çıkarmak için yararlanmayı düşünüyorlardı. 'Bakın bunu kentliler yaptı. Bu size ders olsun. Bir daha da elinizdeki ürünleri saklamayın demek istediler. Siz ormandan gelen haydutların bu işi yaptığını sanıyorsunuz ama aldanıyorsunuz. Kentlilerin istediklerini yapmanız durumunda açlıkla karşı karşıya kalacaksınız. Size söylediklerimizi unutmayın. Eğer kentliler gelip sizden yetiştirdiğiniz ürünün fazlasını isterlerse vermeyin. Fazla ürünümüz yok, ürettiklerimizle karnınızı doyurabilmemiz bile kuşkulu deyin. Ve eğer zor kullanmaya kalkarlarsa siz de karşılık verirsiniz. Baltalarınız, oraklarınız süs değil herhalde,' diyerek köylüleri kandırdılar. Köyün ihtiyarları toplanıp, Kulakların bu söylediklerine hak verdiler. Onların söyledikleri doğrultuda hareket edeceklerdi. İşte Kharlam'ın tüm istediği de buydu. Hemen kente gitti ve tüm bu konuşulanları anlattı. Ondan sonra bir daha da ne köyümüzde, ne çevresinde görüldü. Sonraki her şey kendiliğinden gelişti. Olup bitenlerde kimsenin herhangi bir kusuru yoktu. Kentten Kızıl Ordu askerleri geldi ve bir de mahkeme kurdular. İlk yaptıkları iş de beni sorguya çekmek oldu. Çünkü Kharlam tüm suçun bende olduğunu söylemişti onlara. İhtiyar kadını öldüren de, köyü ayaklandıran da benmişim. Zaten çalışmaya giderken kaçan da ben değil miydim. Bu suçlamalar sonucu tutuklandım. Nasıl bir felaketle karşı karşıya olduğunu anlayınca hapsedildiğim yerdeki döşeme tahtalarını sökerek kaçtım. O gece bir mağarada saklandım. Köy yakılmış, annem kendini ırmağı atmış, bunları hep sonra öğrendim. Gene her şey kendi kendine gelişmiş. O gece Kızıl Ordu askerleri için bir eğlence düzenlenmiş. Bol bol içki içilmiş. İyice sarhoş olan askerlerin dikkatsizliği sonucu yangın çıkmış, evden eve geçerek tüm köyü sarmış. Köylülerin çoğu kaçarak kendini kurtarmış. Kentten gelenlerse yanıp kül olmuşlar. Kimse kendilerine herhangi bir şey söylememesine karşın korkan köylülerin tümü köyü terketmiş. Aslında olayda hiçbir kasıt yok. Özellikle bu konuya dikkat etmenizi istiyorum. Köye döndüğümde kimseleri bulamadım. Hepsi kaçmıştı. Kim bilir şimdi nerelerdedirler?» V Yuri'yle Vassya Moskova'ya; NEP'in başladığı 1922 yılı baharında gelmişti. Günlük güneşlik, güzel bir hava vardı. O sıralarda özel ticarete izin verilmişti. Serbestliğe karşın ticaret çok küçük ölçülerde ve değiş tokuş şeklinde yapılıyordu. Bir mal ona gerçekten gerek duyana ulaşıncaya dek belki de on kez el değiştiriyordu. Bu da onun değerini birkaç misli artırıyordu. Karaborsacılık almış yürütümüştü. Yeni yeni zenginler türemişti. Evinde kitaplıkları olanlar, bir araya gelerek kooperatif kütüphanesi için izin ve yer istiyorlardı. Böylece sağladıkları bu yerde sağdan soldan topladıkları kitapları satıyorlardı. Eskiden sıkıştıklarında ekmek pişirip bunları gizlice satan profesör eşleri şimdi bunu açıkça yapıyorlardı. Onlarda da önemli değişiklikler gözleniyordu. Devrim'i benimsediklerini gösteren bir tutum almaya başlamışlardı. Yuri o zaman Vassya'ya «Sen de bir şeyler yapmalısın,» dedi-ğindeyse. Vassya, «Evet ben de aynı şeyi düşünüyordum. Okumak istiyorum,» diye yanıt vermiş. «Annemin bir resmini de yapmak istiyorum.» «Çok iyi bir düşünce ama sen resim yapabilir misin? Bu konuda hiç çalışman oldu mu?»
«Dayımın yanında çalışırken boş zamanlarımda, ondan gizlice bazı resimler yapardım. Karakalemle tabii.» «O zaman denemende yarar var.» «Vassya resim yapma konusunda pek yetenekli değildi. Fakat süsleme işlerine eli çok yatkındı. Yuri arkadaşlarının da yardımıyla onu Stroganov Enstitüsü'ne yazdırdı. Vassya burada genel bazı bilgiler edindikten sonra baskı, cilt süsleme işlerine geçti. Yuri'yle Vassya birlikte iş yapmaya başladılar. Yuri çeşitli konularda küçük küçük broşürler yazıyor Vassya da bunların basılmasını sağlıyordu. Basılan broşürleriyse bazı arkadaşlarının açtığı kitabevlerinde satılıyordu. Bu şekilde Vassya'yla uzunca bir süre dost olarak kaldılar. Birlikte yaşıyorlardı. Oturulamayacak kadar harap yerlerde barınmaya çalıştılar. Moskova'ya döndüklerinde Yuri'nin ilk işi Svitsey Sokağı'n-daki eve koşmak olmuştu. Ailesi Yuryatin'den döndüğünde bu evde kalmamıştı. Ailesi için ayrılan odalardaysa başkaları kalıyordu. Ayrılırken bırakmış oldukları eşyaların izi bile kalmamıştı. Bunun dışında Yuri tehlikeli bir insan olarak görülüyordu. Herkes ondan uzak duruyordu. Eski kapıcıları Markel'de de büyük değişiklikler vardı. Görevinde yükselmişti. Muchnoy Gorod'daki binaların yöneticiliğine getirilmişti. Sventitskyler'in bir zamanlar oturduğu yerlerdi buralar. Emrine bir daire verilmiş olmasına karşın o gene kapıcı odasında oturmayı yeğliyordu. Tabii ki bunun oldukça önemli nedenleri vardı. Bu odanın tabanı topraktı. İçinde oldukça büyük bir Rus sobası ve bir de musluk vardı. Kışın birçok dairenin musluklan ve radyatörleri patlıyordu. Ama bu odadaki soba her zaman yanıyor, musluk da akıyordu. Yuri'yle Vassya'nın arası giderek açılmaya başladı. Vassya'-da büyük değişiklikler olmuştu. Devrimci düşünceleri benimsemeye başlamıştı. Yuri'nin konuşmalarından bir şey anlamıyordu. Hatta onun eleştirilerine bakarak kötü bir yola saptığını düşünüyordu. Yuri bıkmadan resmi dairelere başvuruyordu. Elde etmeye çalıştığı iki şey vardı. Birincisi ailesini temize çıkararak geri gelmelerini sağlamak. İkincisiyse onları yurtdışından getirmesi için kendisine bir pasaport verilmesi. Vassya onun bu girişimlerindeki gevşekliğini gördükçe şaşırı-yordu. Yuri karşılaştığı en basit güçlükler karşısında bile yılıyor, neredeyse sevinerek: «Bunun böyle olacağını biliyordum. Ne yapsam yararsız,» diyordu. Vassya'nın Yuri'nin hatalı, hatta suçlu olduğu konusundaki düşünceleri her geçen gün biraz daha pekişiyordu. Yuri'yse onun eleştirilerini hiç umursamıyordu. Araları iyice bozulmuştu. Sonunda bir gün ayrılmak zorunda kaldılar. Yuri birlikte oturdukları odayı Vassya'ya bıraktı. Kendisi Markel'in yöneticiliğini yaptığı binaya taşındı. Markel ona bir zamanlar Svevtitskyler'in oturduğu bir daire verdi. Dâirenin tek pencereli bir odası, bir mutfağı bir de banyosu vardı. Buraya taşındıktan sonra doktorluğu bırakan Yuri, ne arkadaşlarını arıyor, ne de kendisine bakıyordu. Yoksulluk i-çindeydi. VI İnsanın içine sıkıntı veren bir kış sabahıydı. Soba borularından ve bacalardan çıkan dumanlar her tarafa yayılmıştı. Muchnoy Gorod'da oturanlar üstleri başları kir içinde soğuktan titreyerek dolaşıyorlardı. Pazar günü olduğundan Markel ailesinin tüm bireyleri evdeydi. Şimdi tüm ailenin yemek yemekte olduğu geniş masa bir zamanlar karneyle verilen ekmeklerin dağıtımında kullanılmıştı. Ekmek karnelerinin kuponları burada toplanıyor, sayılıyor sonra da fırına götürülüyordu. Kuponlar karşılığında alınan ekmekler de gene bu masanın üzerinde kesilerek hak sahiplerine dağıtılıyordu. Bunların tümü geçmişte kalmıştı artık. Markel ailesi iştahla bu masanın üzerinde yemek yiyordu. Yiyecek kısıntısı yoktu artık. Büyük Rus sobası hemen hemen odanın yarısını kaplamıştı. Kapının yanında bir yatak onun üst tarafında da bir musluk vardı. Odanın her tarafı boydan boya sedirlerle kaplıydı. Bu sedirlerin altındaysa, içi tıklım tıklım eşya dolu bavullar ve torbalar vardı. Masa odanın sol tarafında kalıyordu. Masanın bulunduğu tarafta duvara çakılı bir raf vardı. Oda iyice yanan sobanın etkisiyle çok sıcaktı. Markel'in eşi Agatha sobanın önünde durmuş, elindeki maşayla sobanın fırın bölümüne tencereler yerleştiriyordu. Yüzü sobanın alevleriyle aydınlanıyordu. Tam bu sırada Yuri elinde iki kovayla içeri girdi.
«Afiyet olsun,» dedi. «Hoş geldin otur sen de ye.» «Sağol, ben yemeğimi yemiştim.» «Senin yemek dediğinin ne olduğunu ben çok iyi biliyorum. Neden oturup da sıcak bir şeyler yemiyorsun? Nazlanma da oturup bir şeyler ye.» «Teşekkür ederim. Yalnız bu şekilde birkaç kez daha geleceğim. Gerçi gelip gittikçe odayı soğutuyorum ama ne yazık ki başka çarem yok. Çünkü başka yere gidip su isteyemem. Sven-titskyler'in çinko banyonusu iyice ovdum ve temizledim. Şimdi o-nu doldurmaya çalışıyorum. Doldurduktan sonra sizi uzunca bir süre rahatsız etmeyeceğimden emin olabilirsiniz.» «Vallahi ne kadar su istersen alabilirsin. Şerbet istersen veremeyiz, çünkü şerbetimiz yok. Ama suyumuz çok ve suyu parayla satmıyoruz.» Bu sözler masada oturanların gülümelerine neden oldu. Yuri üçüncü ya da dördüncü gelişinde konuşmaların konusu değişmişti. Markel, «Bizim damatlar senin kim olduğunu soruyorlar. Söyledim ama kesinlikle inanmıyorlar. A l , al. Ne kadar su istersen gel al. Yalnız dikkat et de yerlere dökme. Bak kapının önünü ıslatmışsın bile. Kapıyı da kapat. Ne yapıyorsun öyle. Buz gibi yaptın içeriyi. Ha! dediğim gibi damatlara kim olduğunu söylüyorum ama inanmıyorlar. Eğitimin için yapılan onca harcamalar ne oldu? Neye yaradı onca çaba?» Yuri'nin daha sonraki gelişlerinden birinde Markei'in surat iyice asıldı. «Bana bak,» dedi. «Bir kez daha gel, sonra gelme. Yeter artık her şeyin bir sınırı var. Her şeyi tadında bırakmak gerek. Aslında bu kadarına da izin vermezdim ama Marina seni savunuyor. Onu anımsıyor mısın? Bak masanın öbür ucundaki esmer kız. 'Doktoru bu kadar rahatsız etme baba,' diyor bana. Sanki seni rahatsız ediyormuşuz gibi. Marina şimdi merkez postanesinde telgrafçılık yapıyor. Senin için, 'Çok şanssız birisi o baba, çok çekti,' diyor. Öylesine savunuyor ki seni. Senin için ateşe bile atar kendini. İşlerinin kötü gitmesinde benim ne suçum var? Hiç gereği olmayan bir sırada aileni alıp Sibirya'ya gittin. Çok önemli bir hataydı bu ve bu hatayı da sen kendin işledin. Kıtlık zamanında, Beyazlar'ın kuşatması sırasında da biz hep burada kaldık. Hiçbirimiz de herhangi bir zarar görmedik. Eğer Tonya için gereken çabayı göster-seydin yabancı ülkelere gitmek zorunda kalmazdı. Neyse, bu konular beni fazla ilgilendirmez. Bu kadar suyu ne yapacaksın diye sorduğuma da kızma sakın. Hadi git artık.» Masadakiler gene gülüştüler. Onlara öfkeli bir şekilde bakıp sinirlenen Marina'nın dışında. Marina bir hayli de çıkıştı onlara. Yuri bu duruma fazlasıyla şaşırdı ama bir şey anlayamadı. «Evde temizlik yapıyorum Markel,» dedi. Her taraf kir içinde. Tahtaları fırçalamam, biraz da çamaşır yıkımam gerekiyor. Tüm bunları yapabilmem için de su gerekli elbette.» Sofradakiler şaşırmışlardı. Markei'in eşi Agatha, «Kızımı göndereyim de sana yardım etsin,» dedi. «Kızım bu baydan korkma. Çok iyi yetişmiş ve çok kibar bir beyefendidir. Karıncayı bile incitmez o.» «Hayır, hayır! Neler söylüyorsunuz siz Agatha? Onun işlerimi yapmasına izin vereceğimi mi samyorsunuz? Benim için üstünü başını neden kirletsin? Ben kendi işlerimi kendim görürüm.» Marina söze karışarak: «Ben üstümü kirletirim de sen kirletmez misin? Ne var sanki istemem deyip duruyorsun. Ben de kalkıp kendim geleceğim. Beni kovacak haliniz yok ya?» Marina'nın istese ses sanatçısı olabilecek ölçüde gür, uyumlu ve güzel bir sesi vardı. Bu ses onun en büyük koruyucusuydu. Marina'yla Yuri arasındaki arkadaşlık o pazar günkü su sorunuyla başladı. O günden sonra sık sık Yuri'nin yanına çıkıp ortalığı toplamasına yardım etti. Birinde de Yuri'nin yanında kaldı. Bir daha da babasının evine dönmedi. Onun üçüncü eşi olmuştu. Oysa Yuri henüz birinci eşinden bile ayrılmamıştı. Bu nedenle de evlilikleri resmi bir evlilik değildi. Çocukları da olmuştu. Markel ve eşi Agatha kızlarından övgüyle «Bizim doktorun eşi,» diye sö-zediyordu. Aslında Markel kızı için kilisede ya da resmi evlendirme memurluğunda tören yapılmadığı için üzülüyordu. Ancak eşi Agatha «Deli misin sen!» diyordu. «Daha ilk eşinden bile ayrılmadı. Resmi işlem yapılırsa iki karılı olmaz mı doktor,» diyordu.
Markel'se; «Asıl deli olan sensin. Tonya'nın bu işle ilgisi kalmadı artık. Onun ölü ya da sağ olması hiçbir şeyi değiştirmez. Tonya'nın haklarını koruyacak yasalar kalmadı artık,» diyerek eşine karşı çıkıyordu. Marina Yuri'nin gittikçe artan garipliklerine göz yumuyor, hiç sesini çıkarmıyordu. Yuri kirli, dağınık, düşkün bir insan olmuştu. Marina onun tüm saçmalıklarına özveriyle katlanıyordu. Onun hatası yüzünden parasız kaldıklarında, onu bu zor koşullarla başbaşa bırakmamak için kendi işine gitmiyordu. Yuri'yle kapı kapı dolaşıp ona iş bulmaya çalışıyordu. Kendilerine önerilen hemen her işi yapıyorlardı. Bir gün bir evin odunlarını kesmiş taşıyorlardı. Yerleri kirletmemek için dikkatli bir şekilde yürüyorlardı. Ev sahibi masanın başında oturmuş kitap okuyordu. Onlara aldırdığı bile yoktu. Onlarla anlaşan eşiydi. Dolayısıyla da işleriyle de o ilgileniyordu. Kendisi yalnızca iş bittiğinde ücretlerini verecekti. Yuri gidip gidip gelirken adamın altını çize çize okuduğu şeye takıldı kafası. Kucağında odunlarla adamın yanından geçtiği bir sırada okuduğu şeyi öğrenmeye çalıştı ve bunu başardı. Adamın okuduğu şey kendisinin yazıp Vassya'nın bastırdığı broşürlerden biriydi. VII Marina'yla Yuri Spiridinovka Sokağı'nda bir eve taşınmışlardı. Gordon da buraya yakın bir yerde oturuyordu. İki kızları olmuştu. Capitolina altı yaşındaydı. Ona Kapka da diyorlardı. Klaz-hka dedikleri Cludia'ysa henüz altı aylıktı. 1929 yazı çok sıcak geçmişti. İki arkadaş birbirlerine ceketsiz, şapkasız gidip geliyorlardı. Gordon; iki katlı, bir zamanlar terzihane olan bir evde oturyordu. Katlar arasında çok güzel bir merdiven vardı, binanın ön cephesinde geniş camlı pencereler vardı. Bu pencerelerin camlarındaysa terzinin adı yazılıydı. Gordon iki kat arasında tahtalarla yapılmış bir odada oturuyordu. O gün ziyaretine gelenler arasında Yuri, Marina iki çocukları ve Dudorov vardı. Bir süre sonra Marina iki çocuğunu alıp gitmiş, üç eski arkadaşı başbaşa bırakmıştı. Uzun yıllar arkadaşlık yapmış, aynı okulda okumuş bu üç arkadaştan yalnızca Yuri çok rahat konuşuyor, düşüncelerini açık bir şekilde dile getiriyordu. Dudorov ve Gordon'sa konuşmakta güçlük çekiyorlardı. Zaten güzel konuşmasını da beceremezlerdi. Durmadan sigaralarını içiyor, «Evet evet, buna namussuzluk denir. Namussuzluktan başka bir şey değil bu!» gibi herhangi bir anlamı olmayan boş şeyler konuşuyorlardı. İkisi de yaşamları boyunca iyi okullarda okumuş, iyi yaşamışlardı. Kültürlü bir çevrede yaşamanın gerektirdiği şeyleri kendileri de uygulamışlardı. Oysa şimdi oldukça basit bir duruma gelmişlerdi. Bu nedenle de Yuri'yle benzer hiçbir yanları kalmamıştı. Aralarındaki tek ortak nokta gençlik yıllarını birlikte geçirmiş olmalarıydı. Ancak Yuri bu düşüncelerini onlara açıklamaktan çekiniyor, kendisine öğüt verir gibi konuşmalarını, sıkıldığını belli etmeden dinlemeye çalışıyordu. Dudorov sürgünden kısa süre önce dönmüştü. Siyasal haklarını elde etmişti. Üniversitedeki kürsüsüne dönmesine de izin verilmişti. Şimdi de Gordon ve Yuri'ye sürgün anlarını ve orada bulunduğu sırada düşündüklerini anlatıyordu. Kendisine yönelik suçlamalar ve eleştiriler üzerinde çok düşündüğünü ve bunlara hak verdiğini anlatıyordu. Bunları gerçekten de içtenlikle inandığı için anlatıyordu. Sürgündeyken öğrendikleriyle olgunlaşmış ve ileri görüşlü biri olmuştu. Gordon da onunla hemen her konuda aynı düşüncedeymiş gibi bir tutum içindeydi. Buysa Dudorov'un anlattıklarının çok basit şeyler olmasından kaynaklanıyordu. Yuri'yi etkileyen ve ü-zülmesine neden olan da işte buydu. Köle olan bir insanın köleliği savunması gibi bir şeydi bu. Ortaçağda da böyle olmuştu. Cizvitler de işlerini bu düşünceye dayandırarak sürdürmüşlerdi. Aynı mistisizmi Sovyet aydınlarında da görmek Yuri'yi çıldırtıyordu. Ancak bu düşüncelerini de açamıyordu. Bunları açık açık söylediğinde arkadaşlarını kıracağını biliyordu. Yuri Dudorov'un anlattıkları arasında yalnız bir konuya ilgi duymuştu. Dudorov Boniface Orletsov adlı bir papazla aynı hücrede kalmıştı. Bu papazın altı yaşında Christine isminde bir kızı varmış. Bu çocuk tüm benliğiyle babasının suçsuzluğuna inanıyor-muş ve bunu kanıtlamaya yemin etmiş. Çok küçük olduğundan; bu amacını gerçekleştirmesi içinde uzun yıllar gerektiğinden Kızıl İdeoloji'yle tüm benliğiyle sarılmış.
Yuri, «İzninizle ben gitmek istiyorum,» dedi. «Sakın bana kızma Misha. Burası çok sıcak ve havasız.» «Ama üstteki pencereyi de açtım. Kusura bakma çok sigara içtiğimizden oluyor. Aslında senin yanında sigara içmemeliyiz a-ma zaman zaman bunu unutabiliyoruz.» «İşte ben de bunun için gitmek istiyorum Misha. Aslında bir hayli çene de çaldık. Bana gösterdiğiniz yakınlık için teşekkür e-derim. Kalbimin adaleleri zayıflamış. Hiç beklenmeyen bir zamandan yırtılıp patlayabilirler. Neden böyle olduğunu anlayamıyorum bir türlü. Daha kırk yaşına bile girmedim. Ne içki içiyorum, ne de hovardalık yapıyorum. Bunun böyle olduğunu siz de biliyorsunuz.» «Ne kadar da abartıyorsunuz. Dinleyen herhangi bir kimse de seni ölmek üzere olan biri sanır. Oysa daha çok yaşayacaksın sen.» «Bugünlerde kalp kanamalarına sıkça rastlanıyor. Ancak bu kanamalar küçük oluyor. Her zaman öldürücü olmuyor bereket versin. Hatta bazı hastalar zamanla iyileşiyor bile. Giderek çağın hastalığı haline geldi bu hastalık. Sanıyorum nedeni de daha çok manevi. İnsanlar çok anlamsız, iki yüzlü bir yaşam sürdürmek zorundalar. Bu da doğallıkla onları çok etkiliyor. Doğru bulmadığı bir şeyi kabullenmek, sevmediği bir şeyi seviyor görünmek zorunda kalmak, pek de kolay bir şey değil. Sinir sistemimizin buna dayanamaması çok doğal. Özellikle seni dinlemek bana büyük sıkıntı verdi Dudorov. Cezaevinde çok okuyup kendini yenilediğini, bilgini artırdığını anlattığın kısım, sınırsız bir ölçüde üzülmeme neden oldu. Bana bir atın kendi kendisini terbiye etmesini anımsattı.» Bunun üzerine Gordon söze karışarak: «Dudorov izin verirsen seni ben savunacağım,» dedi. «Yuri, sen insanlarla konuşmasını unutmuşsun. Söylenen şeylerin hiçbirini aklın almıyor.» «Haklısın belki de Misha. Ama lütfen beni bırakın da gideyim. Güçlükle nefes alıyorum ve yemin ederim ki söylediklerimi abartmıyorum.» «Dur biraz dur. Hemen kaçmaya kalkma. Senin yaptığın tartışmadan kaçmak. Bize içtenlikle yanıt vermedikçe seni bırakmayacağız. Artık kendine çeki düzen vermenin, toparlanmanın zamanı gelmedi mi? Tonya ve Marina'yla olan ilişkilerini düzene sokman gerektiğini görmüyor musun? Unutma ki onlar da birer insan ve acı çekiyorlar. Sonra senin kendi durumun ne olacak? Senin düzeyindeki bir insanın böyle bir duruma gelmesinin nasıl büyük bir kayıp olduğunu görmüyor musun? Uyuşukluğu, tembelliği bırakıp kendine gelmelisin. Yeniden doktorluğa başlamalısın.» «Durun o zaman istediğiniz yanıtı vereyim. Son zamanlarda bu konu üzerinde ben de çok düşündüm. Değişeceğime söz veriyorum. Yakında bende bir değişiklik olacak. İçimde daha iyiye, daha güzele doğru ilerlemek için bir istek var. İnanın bunu doğru söylüyorum. Düşündüklerimi de gerçekleştireceğim. Marina'yı savunman beni fazlasıyla sevindirdi Misha. Sen bir zamanlar Tonya'yı da böyle savunurdun. Ama benim ikisiyle de aramda herhangi bir sorun yok. Bu ara Paris'ten mektup alıyorum. Çocuklar sağlıklı bir şekilde büyüyorlarmış. Sasha ilkokulu bitirmek üzereymiş. Masha da yakında okula başlayacakmış. Kızımı hiç görmedim. Gerçi onlar Fransız vatandaşlığına geçmişler a-ma, ben gene de hepsinin yakın bir zamanda Rusya'ya geri döneceklerine inanıyorum. Sanıyorum Tonya'yla kayınpederimin, Marina'yla yaşadığım ve çocuklarım olduğundan haberleri var. Ben mektuplarımda bundan söz etmemiştim. Onlar bir başka kaynaktan öğrenmiş olmalılar. Doğal olarak Alexandr Alexandroviç bu duruma sinirlenmiştir. Kızının üzülmesini istemez elbette. Beş yıl kadar bir süreyle bana mektup yazmayışlarım buna bağlıyorum ben. Çünkü Moskova'ya geldiğimde onlarla mektuplaşmaya başlamıştım ve bir süre normal mektuplaştıktan sonra tam beş yıl bana mektup yazmadılar. Son zamanlarda hem Tonya'dan, hem de çocuklardan sevgi dolu mektuplar alıyorum. Demek ki bir yenilik oldu. Belki de Tonya kendine bir erkek arkadaş bulmuştur. Böyle olmasını içtenlikle diliyorum. Arada ben de onlara yazıyorum. A-ma şimdi mutlaka gitmeliyim. Biraz daha kalırsan bir kalp krizi geçireceğimi sanıyorum. Hoçşa kalın.» Ertesi sabah Marina telaşlı bir şekilde Gordon'a geldi. Çocukları bırakacak kimse bulamamıştı. Bir battaniyeyle sardığı bebek kucağındaydı. Kapka'yı da elinden tutmuştu. Ürkek bir sesle, «Yuri burada mı Mişha?» diye sordu.
«Hayır, yok.» «Gece eve gelmedi mi?» «Hayır.» «Öyleyse Dudorov'a gitmiştir.» «Ondan geliyorum ben de. Dudorov üniversitedeydi. Komşuları Yuri'yi tanıyor oraya uğramadığını söylediler.» «Nereye gitti o zaman?» Marina kucağındaki bebeği divanın üzerine bıraktı. Bir sinir krizi geçiriyordu. VIII Tam iki gün boyunca Gordon ve Dudorov Marina'nın yanından ayrılamadılar. Yalnız bırakmaktan çekindiklerinden yanında nöbetleşe duruyorlar, bir yandan da Yuri'yi arıyorlardı. Gidebileceği her yere gittiler. Her olasılığı değerlendirerek araştırdılar. Gene de tüm çabaları boşa çıktı, en ufak bir iz bile bulamadılar. Yuri'nin kayıp olduğunu polise bildirmediler. Gerçi onun herhangi bir suçu ya da sabıkası yoktu ama yeni iktidara karşı tutumu da pek iyi sayılmazdı. Bu nedenle de polisin dikkatini çekmek pek de akıllıca bir davranış olmazdı. Ortadan kaybolduğunun üçüncü gününde Marina'ya, Gordon'a ve Dudorov'a birer mektup geldi. Yuri mektubunda onlara verdiği üzüntü ve sıkıntı nedeniyle özür diliyordu. Kendisini merak etmemelerini ve araştırmamalarını istiyor, bunun hiçbir yararının olmayacağını belirtiyordu. Yaşamını yeniden düzenleyebilmek için bir süre yalnız başına kalmayı uygun bulduğunu yazıyordu. Bir iş bularak eski durumuna geleceğine iyice inandıktan sonra Marina ve çocuklarına dönecekti. Gordon'a yazdığı mektupta: «Sana para gönderiyorum. Bu para Marina içindir. Çocuklara dadı tutarsınız Marina özgür kalır ve yeniden çalışabilir. Ona iş bulmada yardımcı olursan çok sevinirim. Parayı Marina'ya özellikle göndermedim. Birisi havalenin üzerindeki miktarı görüp onu saymaya kalkabilir diye düşündüm,» diyordu. Gerçekten de bir süre sonra gelen para Yuri'nin olanaklarının çok üzerinde olan bir paraydı. Onun arkadaşlarının da kolay kolay bulamayacakları bir miktardaydı. Çocuklara dadı tutuldu. Marina da postanedeki eski işine geri döndü. Bür türlü sakinleşemiyordu ama Yuri'nin tuhaflıklarına da alışkın biri olduğundan bu yeni duruma da ayak uydurmakta fazla zorlanmadı. Üçü de bir süre daha aradılar Yuri'yi ama sonunda yazmış olduğu gibi bunun yararı olmadığını görerek araştırmalarına son verdiler. IX Oysa Yuri onların hemen burnunun dibinde, araştırma yaptıkları bölgenin tam ortasındaydı. Kaybolduğu gün, akşama doğru Gordon'un evinden çıkmış kendi evine doğru gidiyordu. Bronny Sokağı'nda ilerlerken birkaç metre ilerde üvey kardeşi Yevgraf la karşılaştı. Üç yıldır ne ondan bir haber almış, ne de onu görmüştü. Moskova'ya kısa bir süre önce gelmişti. Daha önce olduğu gibi Yuri'nin tüm sorularını ya omuz silkerek ya da gülümseyerek geçiştirmişti. Bir yandan da yürüdükleri kalabalığın arasında onun kurtuluşunun nasıl olabileceğini anlatmıştı. Bir süre ortadan kaybolup kendi başına yaşaması düşüncesini Yuri'ye veren Yevgraf tı. Yuri için, hâlâ aynı adı taşıyan Kramezgen Sokağı'nda bir yer buldu. Ona para verdi. Her bakımdan yardımcı olmaya çalıştı. En sonunda da Paris'te bulunan ailesi hakkında araştırma yapacağını söyledi. Ya Yuri'yi Paris'e göndermenin ya da Paris'tekileri geri getirmenin yollarını da araştıracaktı. Her zaman olduğu gibi bu kez de Yevgraf ın ortaya çıkıp yardımcı olması ona cesaret vermişti. Hem de kendisini kötü hisettiği bir sırada çıkmıştı karşısına. Yuri, Yevgraf ın bu gücü nereden aldığını bir türlü öğrenemedi. Öğrenmek için de herhangi bir çaba göstermedi. X Güneye bakan odası Sanat Tiyatrosu'na çok yakındı. Penceresinden baktığında tiyatronun karşısındaki evlerin çatıları görün-yordu.
Bu oda Yuri için çalışma odasının da ötesinde bir anlam taşıyordu. Yoğun bir çalışma içindeydi. Masasının üzerinde birçok not, dosyalar, defterler vardı. Yevgraf ın hastaneyle yaptığı görüşmelerin uzaması ona zaman kazandırıyordu. O da bu zamanı en iyi şekilde değerlendiriyordu. Her an hastanede çalışmaya başlayabilirdi, hazır boş zamanı varken eski yapıtlarını düzene sokmaya başladı. Bunları nereden, nasıl bulduğunu bilemediği Yevgraf getirmişti. Bir kısmı kendi el yazmalarıydı, bir kısmı da bilinmeyen kişi ya da kişilerce dosyalanmıştı. Yaptığı çalışmalar sonunda öyle dağınık bir hal almıştı ki yarıda kalmış bu yapıtlarla uğraşacağına yeni şeyler yazmanın daha uygun olduğuna karar verdi. Bunun i-çin son zamanlarda hazırladığı taslaklardan yararlanıyordu. Varykino'da yaptığı çalşımaya benzer bir şekilde çalışıyordu, önce benzer makaleler yazıyor, arada bir aklına gelen şiirleri de bir yerlere not alıyordu. Aklına o kadar çok şey geliyordu ki, bunları kâğıt üzerine geçirmeye yetişemiyordu. Çok da acele ediyordu. Yorulup temposu düşünce, dinlenmek için sayfaların kenarlarına resimler yapıyordu. Bu resimler daha çok orman manzaralıydı. Bazılarında da bazı kent alanları görülüyordu. Orman manzaralı resimlerinde «Moreauvetçikin Tarım Aletleri» yazılı bir reklam panosu dikkatini çekiyordu. Makale ve şiirlerinin ana temasıysa şiirdi.
Sonraları bulunan ona ait kâğıtlar arasında şu notlar vardı: «1922 yılında Moskova'ya döndüğümde şehri iyice boşalmış ve harap bir durumda buldum. Devrimin sonunda gelmiş olduğu durumu bugüne dek korumuş, hatta halen de aynı durumda diyebilirim. Ancak bu haliyle bile modern ve büyük kent kimliğini yitirmiş değil. Modem sanatın yaratıcısı da böyle modern kentler değil midir zaten? «Kentin işlek bir alanında oturuyorum. Yazın sıcağı asfaltı kızgın bir duruma getirmiş. Güneşin ışıkları binaların üst katlarının pencerelerinden içerilere giriyor. Moskova'nın gözleri güneşten kamaşmış gibi. Bu haliyle çevremde dönüp başımın dönmesine neden oluyor. İstiyor ki ben de onu överek başkalarının başını döndüreyim. Bu kenti ve hakkında yazı yazmayı ne çok seviyorum.» XII Ağustosun son günlerinden biriydi. Yuri Gazetny Sokağı'n-dan Botkin Hastanesi giden bir tramvaya binmişti. O gün yeni işine gidiyordu. İlk gidişiydi bu. Ancak pek şansı yoktu, çünkü tramvay pek sağlam değildi. İkide bir duruyordu. Ya önüne çıkan bir araba ya da tramvayın kendinden kaynaklanan bazı teknik sorunlar neden oluyordu bu duraklamalara. Vatman bu duraklamalarda elinde İngiliz anahta-rıyla dışarıya çıkıyor aracın altına, sağına soluna bakıyor bir şeyleri düzeltmeye çalışıyordu. Bu duraklamalar yoğun bir birikmeye neden olmuştu. Dizi dizi tramvaylar hatta bekleşiyorlardı. Trafik altüst olmuştu. Arkadaki tramvayların bazı yolcuları da daha önce gideceği düşüncesiyle Yuri'nin binmiş olduğu tramvaya doluşmuştu. Hava sıcaktı. Yolcuların kalabalığının da etkisiyle soluk almak gittikçe zorlaşıyordu. Yuri tramvayın sol tarafında pencerenin önünde tek kişilik bir koltuğa oturmuştu. Bulunduğu yerden Nikita Sokağı'nı ve Konservatuvar'ı görünüyordu. Dalgın dalgın yoldan geçenleri izliyordu. Yoldan geçenler arasında yaşlı, ak saçlı bir kadın dikkatini çekmişti. Kadının başında yapma papatyalar ve menekşelerle süslenmiş açık renkli bir şapka vardı. Üzerinde modası geçmiş leylak rengi eski bir elbise vardı. Oflayıp puflayıp yürürken elindeki bir şeyle de yelpazeleniyordu. Sıkı bir korse de giydiğinden daha çok sıkılıyor, terliyordu. Dantelli bir mendille de terlerini siliyordu. Yaşlı kadın da tramvayın gittiği istikamette gidiyordu. Tramvay onarılıp hareket ettiğinde kadını çabucak geçiyor, Yuri de o-nu gözden kaybediyordu. Ancak tramvay yeniden arıza yapıp durduğunda bu kez yaşlı kadın yetişiyor ve tramvayı geçiyordu. Bu durum birkaç kez tekrarlanmıştı. Yuri o sırada okuldayken çözmüş olduğu bir problemi anımsadı. Değişik zamanlarda yola çıkan ve değişik hızlarda ilerleyen trenlerin belirli bir yolu ne kadar sürede katedecekleri
ve gidecekleri yere hangi sırayla varacakları şeklinde bir problemdi bu. «Nasıl çözmüştük bu problemi?» diye çok düşündü ama bir türlü a-nımsayamadı. Derken kafası daha karmaşık sorunlara takıldı. İnsanların ö-mürleyle problemdeki trenler arasında ilişki kurmaya çalıştı ama kafası iyice karışınca bundan da vazgeçti. Tam o sırada önce bir şimşek çaktı. Ardından da gök gürle-mesi oldu. Tramvay Kudrinsky Sokağı'ndan Hayvanat Bahçesi'ne giden yolda bir kez daha durdu. Yaşlı kadın da biraz sonra yeniden göründü. Tramvayı geçti ve uzaklaşıp gitti. İlk iri yağmur damlaları da düşmeye başladı. Şiddetli bir rüzgâr tozu toprağı birbirine kattı. Ağaç dalları rüzgârın etkisiyle eğilip durdu. Yuri kendini hiç iyi hissetmiyordu. Eli ayağı kesilmiş, bayılacak gibi olmuştu. Kendini biraz topladıktan sonra ayağa kalkıp pencereyi açmak istedi fakat bir türlü başaramadı. Yolcular ona «Pencere açılmaz!» diye sesleniyorlardı. Oysa üzerine çöken fenalıktan kurtulmaya, heyecanını yenmeye çalıştığından söylenenleri duymuyordu. Hâlâ pencereyi açmaya çalışıyordu. Pencereyi birkaç kez daha sağa sola, aşağıya yukarıya oynattı. Kendine doğru çektiği bir sırada içinde bir şeyin koptuğunu sandı. Korkunç bir acıyla olduğu yerde kaldı. Çok yanlış bir şey yaptığını, her şeyi mahvettiğini düşündü. O sırada tramvay bir kez daha yürümüş ancak kısa süre sonra yeniden durmuştu. Yuri olağanüstü bir çabayla kalabalığı yararak tramvayın ön tarafındaki sahanlığa çıktı. Önüne çıkan bazı yolcular ilerlemesine engel oluyordu. Kendilerini itip kaktığı için onu azarlayanlar da vardı. Temiz havaya çıkınca biraz kendine gelir gibi oldu. Belki de henüz her şey bitmiş değildi. Duyduğu acıyı yanlış değerlendirmiş de olabilirdi. Sahanlıktaki kalabalığın arasından kapıya doğru ilerlemeye başladı. Yine hareketlerine karşı çıkanlar, kendisini azarlayanlar oldu ama sonunda tramvaydan inmeyi başardı. İki adım attı. Ü-çüncü adımda kaldırım taşları üzerine yuvarlandı. Bir daha da kalkamadı. Bunun üzerine her kafadan bir ses çıkmaya başladı. Tramvaydan inenler Yuri'nin etrafını almış, birbirleriyle tartışıyorlar, akıl hocalığı yapmaya çalışıyorlardı. Kısa süre içinde nefes almadığını, kalbinin de artık çarpmadığını farkettiler. Kaldırımda yürüyenler de yola inmiş, ölünün çevresini sarmışlardı. Ölümün nedeninin tramvayla ilgili olmadığının anlaşılması meraklıların kimini rahta-latıyor, kimindeyse düşkırıklığı yaratıyordu. Kalabalık gittikçe artmaya başlamıştı. Leylak renkli elbiseli kadın da yolda yatmakta olan ölüye baktı. Bir süre söylenenleri dinledi. O sırada kalabalıktan bazıları polis çağırmak gerektiğini savunurken, bazıları da onu yeniden tramvaya bindirip hastaneye götürmeyi öneriyordu. Leylak renkli elbiseli yaşlı kadın kalabalığın vereceği kararı beklemeden yoluna devam etti. Bir Fransız olmasına karşın tartışılan konuyu anlayacak kadar Rusça biliyordu. Bu kadın Melyuzeyevo'dan gelen Matmazel Fleury'ydi. Bir hayli yaşlanmıştı. 12 yıldır Moskova'daki ilgili dairelere, memleketine dönmesi için izin verilmesini isteyen mektuplar yazıyordu. Sonunda bu izni almıştı. Şimdi de vize almak için Fransız elçiliğine gidiyordu. Belki de onuncu kez tramvayı geçmişti. Ölenin Doktor Ji-vago olduğunun farkında bile değildi. Biraz önce Yuri'nin düşündüğü problemdeki gibi onu arkada bırakıp geçmişti. Yuri ölmüş, kendisiyse sağ kalmıştı.
Sofadan bakıldığında açık olan kapı aralığından odanın bir köşesi görülüyordu. Bu köşeye yanlamasına bir masa konmuştu. Masanın üstünde bulunan tabutun dar olan yanı kapıya dönüktü. Bu masa Yuri'nin son günlerinde yazılarını yazdığı masaydı. Masanın üzerindeki notlar, dosyalar, kitaplar çekmecelere doldurulmuştu. Tabutu başucundaki yastıklar yüksek olduğundan ceset tabutla yatıyor gibi görünmekten çok, bir tepenin yamacına uzanmış birini andırıyordu. Tabutun çevresi çiçeklerle kaplıydı. O mevsimde bulunmasında güçlük çekilen pahalı çiçeklerdi bunlar. Kimisi saksı, kimisi sepetler içindeydi. Pencere kenarlarında bile çiçek vardı ve bu çiçekler dışarıdan gelen ışıkların değişik gölgeler oluşturmasına neden oluyordu. Bu gölgeler ölünün balmumu rengi almış yüzünün ve ellerinin ve tabutunu kaplayan kumaşın üzerinde süs gibi duruyordu. O sıralarda ölüleri yakma modası vardı. Çocukların okula gitmelerini ve bir aylık almalarını sağlamak, ayrıca Marina'nın postanedeki iş durumunu tehlikeye sokmamak için dini
cenaze töreninden vazgeçilmişti. Yakma töreni yapılacaktı yalnızca. Gerekli başvurular yapılmıştı ve ilgililerinin gelmesi bekleniyordu. Oda o sırada boştu. Sanki eski kiracı çıkmış, yeni kiracının gelmesi bekleniyordu. Sessizlik ölüyü son bir kez daha görmek i-çin gelenlerin ayak sesleriyle bozuluyordu. Bunlar da bir ölüyü değil de uyumakta olan bir insanı görmeye geliyorlarmış gibi gürültü yapmamaya büyük özen gösteriyor, neredeyse parmaklarının ucuna basarak yürüyorlardı. Çok kalabalık yoktu ama, gelenlerin sayısı umulanın da çok üzerindeydi. Adı pek duyulmamış bu adamın ölüm haberi kendisini tanıyanlar arasında müthiş bir hızla yayılmıştı. Yaşamının çeşitli dönemlerinde karşılaştığı insanların yanında; bilimsel yazılarını, şiirlerini, sanatla ilgili yazılarını okumuş ve bu nedenle de kendisine hayran olanlar da vardı gelenler arasında. Çoğunluğu da bu tür insanlar oluşturuyordu. Bunların çoğu sağlığında hiç görmedikleri bu insanı ilk kez görüyordu. Bu onların Yuri'yi hem ilk, hem de son görüşleri oluyordu. XIV Ölüyü en son oturduğu Kamerger Sokağı'ndaki eve getirdiklerinde arkadaşları ardına kadar açık kapıdan içeri girmişlerdi. Hemen peşlerinden gelen Marina'nınsa delirmiş gibi bir hali vardı. Kendini yerden yere atıyor, başını ölünün üzerinde bulunduğu masanın kenarına vuruyor, acı içinde kıvranıyordu. Odada hiç kimse yokmuş gibi, hiç kimseden çekinmeden, kendi keniden konuşuyor, anlaşılmaz sözcüklerle acısını anlatmaya çalışıyordu. Yu-ri'nin ölüsüne sarılmıştı. Cesedi yıkayıp temizlemek, sonra da tabuta koymak için götürmeye geldiklerinde onu Yuri'den ayırmakta büyük güçlük çekilmişti. Tüm bunlar Yuri'nin öldüğü gün olup bitenlerdi. Marina tüm tören süresince ve gece boyunca tabutun başında hiç kımıldamadan oturdu. Birkaç kez küçük kızını yanına getirmiş ona meme vermesini sağlamışlardı. Büyük kızı Katya da dadısının elinden tutmuş olarak annesini görmeye gelmişti. Ertesi gün Marina gene aynı köşede hiç konuşmadan oturuyordu. İlk güne göre biraz sakinleşmiş gibiydi. Ancak nerede olduğundan habersiz, çevresinde olup bitenlerin farkında değil gibiydi. Çevresindeki arkadaşları, özellikle Gordon ve Dudorov da en az onun kadar üzüntülüydüler. Babası Markel ağlıyor, arada bir gürültüyle burnunu siliyordu. Annesi de sık sık içeri girip çıkıyor ve ağlıyordu. Kalabalık içinde bir kadın ve bir erkek özellikle dikkatleri çekiyordu. Bu iki kişinin ölüye diğer insanlardan daha yakın oldukları şeklinde bir iddiaları olmadığı gibi, duydukları acıyı gösterme konusunda da odadakilerden daha farklı bir tutumları vardı. Diğer insanlar gibi bağırıp çağırmıyor, çığlık atmıyorlardı ama davranışlarıyla ölen kişi üzerinde özel bazı hakları olduğunu gösteriyorlardı. Kimse de onların bu davranışlarına ses çıkarmıyor, müdahale etmiyordu. Cenazenin hazırlanması ve kaldırılması da içinde olmak üzere gerekli işlerin pek çoğunu sessizce yapmışlardı. Bu işlemi yapmaktan büyük huzur duyuyor gibiydiler. Bu ölüm olayında hiçbir sorumlulukları yoktu ama ölümün meydana gelişiyle de ilgileri var gibiydi. Orada bulunanların birçoğu onları tanımıyor, yalnızca tahminlerde bulunuyorlardı. Keskin bakışlı, Kırgızlar gibi çekik gözlü adamla, oldukça güzel olan kadın içeriye girdiklerine Marina da içlerinde olmak üzere içerdeki herkes koridora çıkıyor onları ölüyle başbaşa bırakıyorlardı. Sanki herkes onları yalnız bırakma konusunda kendi aralarında anlaşmış gibiydi. Sanki bu iki kişi ölüyle ilgili çok önemli işleri halletmekle görevli kişilerdi. Bir iki kez olduğu gibi gene odada yalnız bırakılmışlardı. Duvar kenarına sıralanmış sandalyelerden ikisine oturmuş konuşuyorlardı. «Şimdi ne olacak Yevgraf Andreyeviç, neler yaptınız?» «Yakılma bu akşam olacak. Yarım saat kadar sonra Doktorlar Sendikası'ndan gelip cesedi alacaklar. Ceset Sendika Klubüne götürülecek. Biliyorsunuz dini tören yapılmayacak. Yasal tören dörtte yapılacak. Belgelerinin hiçbiri düzenli değildi. Hem çalışma karnesinin, hem sendika kartının süresi geçmişti. Bunları yoluna koymak bir hayli zamanımızı aldı. Gecikme bu yüzden oldu. Almaya gelinceye kadar sizi onunla yalnız bırakacağım. İstediğiniz buydu değil mi? Telefon çalıyor, bir dakika bakıp geleceğim... »
Yevgraf çoğunu tanımadığı Yuri'nin okul arkadaşları, hastaneden gelmiş olan meslektaşları, çeşitli yayınevlerinin ilgilileriyle dolu olan koridora çıktı. Marina da oradaydı. İki çocuğunu üşümemek için sırtına attığı mantosunun altına sokmuştu. Cezaevindeki kocasını görmeye gelmiş, bunun için izin bekleyen bir kadını andırıyordu. Koridorda birçok kişi sigara içerek dolaşıyordu. Merdivenlerde duranlar daha da rahat hareket ediyor, yüksek sesle kendi aralarında konuşuyorlardı. Yevgraf koridordaki uğultu nedeniyle telefonda söylenenleri duymakta güçlük çekiyordu. Gene de konuşmayı sürdürdü. Mümkün olduğunca alçak sesle soruları yanıtlandırdı. Cenaze töreninin durumu, ölümün meydana gelişi şekli hakkında açıklamalarda .bulundu. Yeniden odaya dönerek içerdeki kadınla konuşmasını sürdürdü. «Lütfen ceset yakıldıktan sonra bir yere kaybolmayın Larissa Fyodorovna. Nerede kaldığınızı bana bildirmeden ayrılmayın ne olur. Sizden önemli bir ricada bulunacağım. Ağabeyimin notlarını, çalışmalarını düzene sokmak istiyorum. Bu konuda bana çok yardımınız olacağına inanıyorum. Onun hakkında hepimizden daha fazla bilgi sahibisiniz. Yanlış anımsamıyorsam bana, 'Irkutsk'-tan iki gün önce geldim. Yuri'nin son günlerde burada oturduğundan ve öldüğünden haberim yoktu. Buraya gelişim tümüyle bir rastlandı,' demiştiniz. Sizden herhangi bir açıklama istemiyorum. Sizden ricam bana yardım etmeniz. Birkaç gün birlikte çalışırsak ağabeyimin çalışmalarını, notlarını, yazılarını düzene sokabiliriz. İsterseniz bu işi burada da yapabiliriz. Buradaki bir odayı da sizin için ayırtabilirim, binanın yöneticisi çok iyi bir tanıdığımdır.» «Bana söylediklerinizin bazılarını anlamadım diyorsunuz. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok ki. Moskova'ya geldiğimde eşyalarımı emanete bırakarak, sokaklarda dolaşmaya başladım. Birçok caddeyi, sokağı tanımıyordum. Farkında bile olmadan Kuznetsky Köprüsü'nü ve alanını geçmişim. Birdenbire karşıma çok iyi tanıdığım bu sokak çıktı. Kurşuna dizilen kocam Antipov, öğrenciliği sırasında Kamerge Sokağı'ndaki bu evde ve şimdi bizim oturduğumuz bu odada otururdu. Bu sokağı ve evi görünce; belki eski kiracılardan hâlâ oturan birileri vardır bir girip bakayım dedim. Onların hepsinin değişmiş olduğunu ona buna sorarak öğrendim. Bu arada sizi gördüm. Bunları size neden anlatıyorum bilmiyorum a-ma sizi görünce şaşkınlıktan dona kaldım. Kapı ardına kadar açıktı. Odada bir tabut ve tabutun çevresinde bazı insanlar vardı. Nedenini anlayamadığım bir dürtüyle ölüyü görme isteği duydum. A-caba ölen kimdi? Tabuta yaklaşıp baktım. Çıldıracak gibi oldum. 'Gördüğüm bir karabasan' diyordum kendi kendime. Zaten siz de beni gördünüz değil mi? Neden anlatıyorum ki?» «Bir dakika Larissa Fyodorovna. Biraz sözünüzü keseceğim. Benim de Yuri'nin daha önce bu odada Antipov'un oturduğundan haberimiz yoktu. Yalnız benim asıl üzerinde durmak istediğim bu değil. Söylediğiniz bir şey beni büyük şaşkınlığa uğrattı. İşsavaş sırasında Antipov'un, yani Strelnikov'un adını sık sık duyuyorduk. Hatta kendisiyle bir iki kez karşılaşıp görüştüm de. Tabii ki ailevi nedenlerle kendisiyle bu derece yakın olabileceğim aklımdan bile geçmezdi. Bağışlayın ama, eğer yanlış duymadıysam onun kurşuna dizilidğini söylediniz. Yanılmıyorum değil mi? O zaman onun intihar ettiğinden haberiniz yok.» «Evet. Bana buna benzer bazı şeyler söylendi ama ben inanamadım. Çünkü Pasha intihar edecek bir insan değildi.» «Ama ben intihar ettiğinden eminim. Yuri anlatmıştı. Sizin Vladivostok'a gitmeden önce oturduğunuz evde olmuştu bu. Sizin ayrılmanızdan çok kısa bir süre sonra. Yuri onun ölüsünü bulup gömmüş. Demek sizin bunlardan haberiniz yoktu.» «Başka şeyler anlatıldı bana. Demek intihar ettiği doğru. O zaman söylenenlere inanmamıştım. Hem de o evde ha? Bana olanaksız gibi geldi. Bakın bu konu benim için çok önemli. Pasha'yla Yuri karşılaşmışlar mı? Bir araya gelip konuşmuşlar mı?» «Ağabeyimin anlattıklarına göre uzun bir süre konuşmuşlar.» «Gerçekten mi? Oh çok şükür! Böyle olması çok daha iyi.» Lara böyle konuşurken, bir yandan da haç işaret yaptı. Tanrım ne kadar da şaşırtıcı bir buluşma. İzniniz olursa bu konuda daha başka şeyler de soracağım sonra. Çünkü bu olayın en küçük ayrıntıları bile benim için çok önemli. Şu an daha fazla konuşamayacağım. Çok perişan bir durumdayım. Biraz kendimi toparlamalıyım. Biraz oturup düşünmek istiyorum. Kusuruma bakmazsınız değil mi?» «Elbette nasıl istiyorsanız öyle davranın.» «Buna hakkım var değil mi?» «Elbette.»
«Ha, az daha unutacaktım. Yakma töreninden sonra bir yere ayrılmamamı söylemiştiniz. Peki size söz veriyorum. Bir yere gitmeyeceğim. Sizinle birlikte buraya dönecek ve istediğiniz yerde gerektiği kadar kalacağım. Onun tüm notlarını, çalışmalarını derleyip toplarız. Bu konuda size çok yardımım dokunur. Hem benim için de bir avuntu olur böyle bir çalışma. Onun yazısını çok iyi biliyorum. Her sözcüğü, her harfi belleğime kazınmış gibidir. Ayrıca benim de sizin yardımınıza gereksinimim olacak. Yanılmıyorsam avukatsınız. Avukat olmasanız bile, yeni yasalarla ilgili bilginiz olması da yeterlidir benim için. En azından hangi konuda nereye başvurulacağını biliyorsunuzdur. Bu gibi konuları bilen insanların sayısı o kadar az ki zamanımızda. Bana çok acı veren bir konuda danışmak istiyorum size. Bir çocuk konusunda. A-ma bunu cenaze töreninden dönünce konuşuruz. Kalan ömrümü birini aramakla geçirereceğim. Yetiştirilmek üzere yabancı birilerine verilen bir çocuğu bulmak istiyorum. Ülkedeki tüm çocuk yuvaları hakkında bilgi veren bir daire var mıdır? Ya da kayıp ve yetim çocuklarla ilgili herhangi bir arşiv hazırlandı mı? Ancak şimdi yanıt vermeyin lütfen. Bunu sonra konuşuruz. Yaşam denilen şey çok korkunç bir şey değil mi? Siz de aynı düşüncede misiniz? Daha sonra ne yapacağımı pek bilmiyorum ama kızım gelinceye dek burada kalabilirim. Katya müzik ve tiyatro dallarında o-lağanüstü yetenekli bir kız. Çok güzel taklit yapıyor. Kendi uydurduğu bazı piyesler oynuyor. Koskoca opera parçalarını söylüyor. Ne kadar yetenekli bir çocuk değil mi? Eğer alırlarsa onu Konser-vatuvann yetiştirme sınıfına vermek istiyorum. Zaten Moskova'ya gelişimin nedeni onun okul hazırlıklarını yapmaktı. Daha sonra da gidip onu getireceğim. Her şey ne kadar karmakarışık değil mi? Bazı şeyleri anlatmak, açıklamak çok zor. Ama sizinle konuşmak için zamanımız çok olacak. Şimdi kendimi toparlamalı ve hiçbir şeyden korkmamalıyım. Yuri'nin yakınlarını da dışarıda beklettik, ayıp oluyor değil mi? Kapıda vuruldu gibi geldi bana. Sonra dışarda gürültüler ve ayak sesleri var. Yoksa tabutu almaya mı geldiler? Bu burada bekleyeyim, siz kapıyı açın. Yalnız bir dakika, tabutun yanına küçük bir sandalye koyayım. Yoksa kimse ona uzanamayacak. Ben bile parmaklarımın ucuna basarak denedim, gene de yetişemedim. Marina ve çocuklar için gerekli bu. İncil'de 'Beni son kez öpün' diye yazılıdır. Belki yakınları da onu son kez öpmek isteyeceklerdir. Aman Tanrım! Dayanamayacağım. Dayanamıyorum, acım çok büyük. Beni anlıyorsunuz ya?» «Şimdi dışardakileri içeriye alacağım. Yalnız söylemek istediğim bir şeyler var. Bana o kadar acı verici şeyler anlatıp sorular sordunuz ki nereden başlayacağımı bilemiyorum. Size özellikle şunu söylemek istiyorum: Endişelerinizin giderilmesinde, araştırmalarınızda tüm olanaklarımla size yardımcı olmaya çalışacağım. Durumunuz ne olursa olsun umutsuzluğa kapılmamalısınız. Umutsuzluğa kapılan insan görevlerini de unutur.» Lara artık onu iştimiyordu. Kapının açıldığını, insanların içeriye doluştuğunu da farketmedi. Ne ayak seslerini, ne Marina'nın çığlıklarını, ne erkeklerin öksürüklerini, ne de kadınların hıçkırıklarını duyuyordu. Çevresinde hareket halindeki kalabalıktan başı dönüyor, midesi bulanıyordu. Başında müthiş bir ağrı vardı. Gözlerini yumarak anılarına daldı. İçinde bulunduğu felakete tümüyle gömülmüş gibiydi. Kimsesi kalmamıştı artık. Çok sevdiği iki kişiden biri ölmüş, diğeri de intihar etmişti. Yalnızca birisi hem de ölmeyi herkesten daha çok hak etmiş olan ve hatta bir keresinde kendisinin de öldürmeye çalışıp da başaramadığı birisi yaşıyordu. Kendisiyle ortak hiçbir yanı bulunmayan bu adam Sibirya'nın uzak köşelerinde, yalnızca pul koleksiyoncularının bildiği yerlerde elini kolunu sallayarak rahat bir yaşam sürdürüyordu. Bir Noel akşamı o adamı öldürmeye gitmeden önce bu odada Pasha'yla oturup konuşmuşlardı. O sıralarda Yuri henüz yaşamına girmemişti. O akşam Pasha'yla konuştuklarını anımsamaya çalıştı, fakat başaramadı. Aklında kalan tek şey; pencere pervazında yanmakta olan mumun sıcaklığıyla pencere canandaki karın eridği ve camda yuvarlak, göz gibi bir deliğin oluştuğuydu. Aynı gece bir Noel partisine gitmekte olan Yuri'nin o sokaktan geçerken o deliği farkettiğini, yanmakta olan mumu farkettiği-ni Lara bilemezdi ki. Şimdi şu tabutun içinde yatmakta olan ölünün yazgısıyla kendi yazgısını birleştiren o mum ışığı olmuştu sanki. Düşünceleri sürekli değişiyordu. Şimdi de dini törene takılmıştı kafası, «Dini tören yapılamaması ne kadar kötü. Kilisede yapılan törenler ne kadar görkemli oluyor. Aslında
ölenlerin çoğu böyle bir töreni haketmiyor. Ama Yuri'ye böyle bir tören ne kadar yakışırdı.» Bu düşünceler sonunda içinde bir ferahlık hissetti. Yuri'nin tüm benliğini kaplamış olan özgürlük duygusu kendisine geçmiş gibiydi. Onunla birlikte olduğu bazı zamanlarda da böyle olurdu. Oturduğu sandalyeden kalktı. İçinde fırtınalar esiyordu sanki. Kısa bir süre de olsa onun yardımıyla özgürlüğü, açık havayı, tüm benliğini sarmış olan acıdan kurtulmayı tatmak istiyordu. Ancak o zaman eskiden olduğu gibi özgürlüğün tadına doyulmayan tadını duyumsâyacaktı. Yuri için gözyaşı dökmek de mutluluğunun kaynaklarından biri olacaktı. Bu duyguları tadabilmenin yolu ona son kez veda etmekten geçiyordu. Ona olan sevgisinin verdiği sabırsızlıkla çevresine bakındı. Hiç kimseyi görmüyor gibiydi. Gözyaşlarıyla dolu, acıdan bitkin hale gelmiş bir bakıştı bu. Gözleri, yakıcı bir ilaç damlatılmış gibi yanıyordu. Odanın içinde yeni bir hareketlenme başladı. Odadakiler teker teker dışarı çıktılar. Kapı kapandığında yeniden yalnız başına kalmıştı. Çabucak tabutun yanına geldi. Yevgrafın getirdiği sandalyenin üzerine çıktı. Ölünün üzerine üç kez haç işareti yaptı. Sonra da Yuri'nin ellerini ve alnını öptü. Onun buz gibi olan alnı ufalmış, sıkılı bir yumruk gibi küçülmüş olduğunu farketmedi. Bir süre hiç ağlamadan ve düşünmeden, sessizce öylece kaldı. Tabutun üzerine eğilmiş, çiçekleri ve ölüyü; kendi vücudu, başı, elleri ve ruhuyla örtmüş gibiydi. XV Tüm vücudu tutmayı başaramadığı hıçkırıklarla sarsırılıyor-du. Elinden geldiğince engellemeye çalıştı ama sonunda dayanacak gücü kalmadı. Gözlerinden dökülen yaşlar yanaklarından süzülerek elbisesini, ellerini ve tabutu ıslatıyordu. Lara ne bir şey söylüyor ne de düşünebiliyordu. Düşünceleri, anıları gökyüzünde uçuşan bulutlar gibi dolaşıyor, Yuri'yle eskiden geceleri yaptıkları konuşmalarda olduğu gibi ruhuna işliyordu. Eskiden de mutluluğu ve kurtuluş duygusunu bu şekilde algılıyordu. Birbirlerini tanıyorlardı. Bu tanıma duygusu kafadan ya da kalpten gelmiyordu. Bu duyguyu birbirlerine içgüdüleriyle aşılıyorlardı sanki. İşte o sıkıntılı günlerinde bile mutlu olmalarını sağlayan bu duygularıydı. Şimdi de gene böyle bir ruh hali içindeydi. Aynı durumu daha önce en az yirmi kez daha yaşamış gibiydi. Bu arada da Yuri'yi birkaç kez kaybetmişti. Bu nedenle de şimdi tabutun başında yaptığı her hareket yerinde ve doğruydu. Ne kadar büyük bir aşk yaşamışlardı! Dünyadaki hiçbir şeye benzemezdi bu. Başkalarının şarkılarda, şiirlerde söyledikleri, dinledikleri şeyleri yaşamış, duyumsamalardı. Onları birbirlerine yanıp tutuştukları için değil; çevrelerindeki her şey sevişmelerini istediği için sevişmiş, birbirlerini sevmişlerdi. Ayaklarının altındaki toprak, başlarının üzerindeki gök, bulutlar, ağaçlar, her şey, her şey böyle olmasını istemişti. Aralarındaki sevgi kendilerinden çok çevrelerindekileri mutlu ediyordu. Onları birbirine yaklaştıran, birleştiren buydu işte. En mutlu oldukları zamanlarda bile neyin güzel ve heyecan verici olduğunu unutmamışlardı. Yaşama karşı duydukları ilgi, kendilerinin de yaşamın bir parçası olduğunu bilmelerinden ve yaşamı güzelleştirmeye, kendilerinin de katkıda bulunduklarını bilmelerinden kaynaklanıyordu. XVI Lara Yuri'yle çok basit bir şekilde vedalaştı. Onunla samimi ve içtenlikli bir şekilde konuşuyor gibiydi. Yalnız söylediklerinin tiyatro oyunlarında söylenenler gibi herhangi bir anlamı yoktu. «Yuri, sevgilim benim. Bak yine buluştuk. Tanrı bizi yine birleştirdi ama hangi koşullarda değil mi? Ne korkunç bir şey bu görüyorsun ya? Ah tanrım, artık dayanma gücüm kalmadı. Acı bana tanrım. Ağlıyorum, sürekli ağlıyorum. Büyük aşkımıza uygun bir şekilde buluştuk seninle. Gidişinle mahvoldum ben. Benim de sonum geldi. Yaşamı, ölümü, dehanın güzelliğini, çıplaklığın güzelliğini anlıyorduk seninle. Ama dünyayı yeniden düzene koymak gibi şeyler bize göre değildi.
Elveda sevgilim benim. Büyük adamım, aşkım, gururum. H-lı akan derin ırmağım. Senin sularını kucaklamaktan, kendimi dalgalarının serinliğine bırakmaktan ne kadar çok hoşlanırdım. O karların arasında seninle nasıl vedalaştığımı anımsıyorsun değil mi? Nasıl da atlatmıştın beni. Yoksa seni orada bırakıp yola çıkar mıydım. Ama seni çok iyi anlıyorum. Bunu benim iyiliğimi düşünerek yaptın. Fakat ondan sonra hiçbir şey yolunda gitmedi. Başıma neler geldiğini, o adamdan neler çektiğimi bilemezsin. Ne yaptığını, nasıl bir canı olduğunu bilemezsin Yuri. Ama suç bende değil. Üç ay boyunca hastanede yattım, komadan çıkamadım. O zamandan beri yaşamın hiçbir anlamı kalmadı benim için. Hiçbir zaman rahat, huzur bulamıyorum. Bu acıyla yaşayamam ben. Sana asıl önemli olan konuyu açamıyorum. Hiçbir zaman da açamayacağını, çünkü buna gücüm yetmez. Yaşantımın bu dönemini anımsadıkça tüylerim diken diken oluyor, ürperiyorum. Biliyor musun, artık bilinçli bir şekilde hareket edip etmediğimi de bilemiyorum. Ama bir konuda kendimi tutuyorum. Başkaları gibi kendimi içkiye vermedim. Kendimi hâlâ koyvermedim. Ayyaş bir kadın için her şey bitmiş demektir. Böyle bir şey benim için olanaksızdır değil mi?» Lara böyle daha pek çok şey söylüyor, ağlıyor, acı çekiyordu. Birdenbire başını kaldırdı. Şaşırmıştı. Çünkü odaya yeniden insanlar girmişlerdi. Bazıları bazı işler yapıyorlardı. Hemen sandalyeden inerek tabutun başından ayrıldı. Gözlerinde kalmış olan yaşların da boşalmasını istiyormuş gibi avuçlarını gözlerinin üstüne bastırıyordu. O sırada birkaç kişi tabuta yaklaşıp altına girdi. Yukarıya kaldırıp dışarıya götürdü. XVII Lara, Kanaerger Sokağı'ndaki evde birakç gün kaldı. Yuri'nin notlarını düzene koymaya onunla birlikte başladılar. Ancak o olmadan devam edip, bitirmek zorunda kaldılar. Bir gün Yevgraf la konuşarak ona çok önemli bir şeyden söz etmişti. Bir gün dışarıya çıkan Lara bir daha da dönmedi. O günlerde çok rastlandığı bir şekilde sokakta tutuklanmış olabilirdi. Belki de öldürülmüştü. Bir başka olasılık da Kuzeydeki sayısız toplama kamplarının listelerinden birinde kalmış bir numara olarak unutulup gitmesiydi. Scanned by hlecter ON ALTINCI BÖLÜM
SON I
Son günlerde teğmenliğe terfi etmiş olan Gordon'la Binbaşı Dudorov birliklerine dönüyorlardı. Birisi gönderildiği bir görevden, diğeri de üç günlük bir izinden dönüyordu. Aynı birlikte görevliydiler ama yolda bir rastlantı sonucu karşılaşmışlardı. 1943 yılının yaz aylarındaydı. Kursk'taki Alman Cephesi yarılmış Orel geri alınmıştı. Geceyi küçük bir kasaba olan Cherny'de geçirdiler. Yağma edilmiş olmakla birlikte Almanlar'ın geri çekilirken yerle bir ettikleri o «çöl bölgesi» kasaba ya da kentleri gibi kötü bir durumda değildi. Yakılıp yıkılmış binalar arasında geceyi geçirebilecekleri bir samanlık buldular. Birbirlerine anlattıkları bitmek bilmiyordu. Sabahın üçüne doğru Dudurov kendinden geçer gibi oldu. Ama kısa bir süre sonra Gordon'un çıkardığı bazı seslerle uyandı. Gordon saman yığını üzerinde dolaşarak, eşyalarını topluyordu. Her ayağa kalkışında yüzmeyi yeni öğrenen biri gibi saman yığının üzerinde yuvarlanıyordu. «Nereye böyle yahu? Daha çok erken.» «Irmağa inip biraz çamaşır yıkamak istiyorum.» «Amma yaptın ha! Akşama karargâha varırız. Çamaşırcı Tan-ya'dan temiz çamaşır alırsın. Acelen ne yani?»
«O zamana kadar bekleyemem. Tüm çamaşırlarım ter ve kir içinde. Nasıl olsa hava sıcak. Çabucak yıkarım. İyice sıkıp astım mı güneşte çabucak kurur. Bu arada ırmakta yıkanmış da olurum.» «İyi de seni o durumda görürlerse ne olur? Bir subay olduğunu unutma.» «Aman. Kim görecek? Herkes uyuyor bu saatte. Bir çalılığın arkasına da gizlenirsem kim görebilir beni. Sen beni boşver de uyumana bak. Biraz daha konuşursan uykun iyice açılacak.» «Artık istesem de uyayamam. Ben de seninle geleceğim.» Böylece ikisi birikte ırmağa doğru ilerlemeye başladılar. Güneş yeni doğmuş olmasına karşın taşların üzerini ısıtmıştı bile. Eski sokakların üzerinde bazı insanlar uzanmış uyuyorlardı. Güneşten kızarmış olan bu insanların çoğu; evlerini kaybetmiş olan yaşlı, çocuk ve kadınlardı. Aralarındaki birlikleriyle bağların yitirmiş olup yeniden onlara yetişmeye çalışan birkaç da Kızıl Ordu erdi vardı. Gordon'la Dudorov bunların arasından dikkatli bir şekilde yürüyordu. «Yavaş konuş yoksa tüm kasaba halkını uyandıracaksın. O zaman çamaşırları yıkama işim de suya düşer.» Fısıltı şeklinde konuşarak yollarına devam ettiler. II «Bu ırmağın adını biliyor musun?» «Kesin olarak bilmiyorum ama, Zusha olacak galiba.» «Hayır. Bu Zusha olamaz.» «O zaman ben bilmiyorum.» «Christina kahramanlığını Zusha ırmağı üzerinde gerçekleştirmişti. Anımsıyor musun?» «Evet ama sanıyorum ırmağın daha alt kısımlarında. Söylentilere bakılırsa kilise onu azizeleri arasına sokmuş.» «Gazetelerde okuduklarımızdan farklı bir şey biliyor musun?» «Hayır. Ahırlar adını verdikler taş bir bina varmış. Devlet çiftliğine ait olan bu bina bir tepenin üstündeymiş ve duvarları da çok kalınmış. Almanlar burayı güçlü bir kale haline getirmişler. Tepeden birliklerimizi ateş altında tutup ilerlememizi engelliyor-larmış. Christina Orletseva bir rastlantı sonucu oraya girmiş ve binayı havaya uçurmuş. Fakat onu yakalayıp idam etmişler.» «Peki ona neden Christina Dudorova değil de, Chirstina Orletseva demiyorsun?» «Onunla evlenmemiştik ki. 1941 yılı yazında savaş bitince evlenmek üzere nişanlanmıştık. Sonra da ben ordunun kalıntılarıyla birlikte oradan oraya dolaştım. Bağlı bulunduğum birlik sürekli yer değiştiriyordu. Bu arada Christina'yla bağlantım koptu. Bir daha da onu göremedim. Yaptıklarını ve kahramanca ölümünü herkes gibi ben de gazetelerden öğrendim. Duyduğum kadarıyla onun anısına buralarda bir yere bir anıt dikeceklermiş. Yuri'nin kardeşi General Jivago da onunla ilgili bilgi topluyormuş.» «Çok özür dilerim. Seni ondan söz etmeye zorlayıp üzülmene neden oldum.» «Yok canım önemli değil. Asıl ben senin çalışmana engel olmayayım. Hadi soyun da çamaşırlarını yıka. Ben de şu çimenlerin üzerine uzanayım. Bakarsın hafif tertip kestiririm de biraz.» Ancak Dudorov kısa süre sonra yeniden konuşmaya başladı. «Yahu sen bu kadar güzel çamaşır yıkamasını nereden öğrendin?» «İnsanın başı sıkışınca her şeyi öğreniyor. Hiç şansımız yoktu bizim. Ceza kamplarının en korkuncuna düştük. Pek azımız sağ çıktı ordan. Gaddar gardiyanların silah tehditi altında, alabildiğine geniş ve karlarla örtülü bir düzlükte sıraya dizmişlerdi bizi. Daha yeni gitmiştik oraya. Çevremizde polis köpekleri vardı. Hepimize diz çöktürüp en aşağılayıcı şekilde arama faaliyetlerine başladılar. 'Başını çeviren hemen öldürülecektir,' diyorlardı. Bu iş saatlerce sürdü, kafilenin birini başka bir yere götürdüler. Bize de, 'İşte sizin kampınız burası. İstediğiniz gibi yerleşin,' dediler. Kamp yeri uçsuz bucaksız uzanan, karla kaplı geniş araziydi. Ortada dikilmiş bir direğin üzerinde bir tabela asılıydı. Tabelada 'GULAG 92.Y.N.90' yazılıydı. Daha sonra GULAG'ın anlamının 'Kamplar Başmüdürlüğü' sözcüklerinin başharflerinin bir araya gelmesi olduğunu öğrendik.» «Bizim düştüğümüz kamp o kadar kötü değildi. Ben cezamı ikinci kez çekiyordum. Birincisi çok daha zor gelmişti. Zaten benim suçum da biraz hafifti. Cezam bitip de serbest bırakıldığımda ilk seferde olduğu gibi tüm siyasi haklarım da geri verildi. Üniversitedeki kürsüme bile dönmüştüm. Ama savaş çıkınca da herkes gibi silah altına çağrıldım. Eski binbaşı rütbemle görevlendirildim.»
«Evet. Dediğim gibi kamp, ortada dikili bir ağaç ve üzerinde 'GULAG 92.Y.N.90' yazılı bir tabeladan ibaretti. İlk işimiz kendi başımızı sokabileceğimiz bir kulübe kurmaktı. Bunun için karların buzların altındaki dalları çıkarıp kırıyorduk. İnanılması güç bir şeydir ama, sonunda kendi kampımızı kendimiz kurduk. Etrafını bir parmaklıkla çevirdik. Ağaçlardan hapishane, gözetleme kuleleri, ambar, koğuşlar yaptık. Hem de kendi ellerimizle. Sonra da ormanı işlemeye başladık. Kestiğimiz kütükleri kızaklara yüklü-yorduk. Sonra da sekizer sekizer, at gibi kendimizi kızaklara koşarak kütük çekiyorduk. Belimize kadar karlar içinde yapıyorduk bunu hem de. Savaşın başladığını uzun süre gizlediler bizden. Sonra da 'savaşa gidip sağ dönenler serbest bırakılacak,' dediler. Ondan sonra da kilometreler boyunca elektrikli tel çekme, mayın döşeme işleri başladı. Bir ateş yağmuru altında aylar, yıllar geçirdik. Birliğimizin adı 'ölüm birliği'ydi bu ad boşuna verilmemişti. Ölüm bir tırpan gibi biçiyordu. Nasıl oldu da sağ kaldım hâlâ anlayabilmiş değilim. Yalnız şunu da belirteyim. Bu kanlı, cehennem gibi savaş bile kampın zorlukları karşısında cennet gibi geliyordu bize.» «Ne kadar da sıkıntı çekmişsin sen böyle?» «O koşullarda insan neler öğreniyor neler. Güzel çamaşır yıkamak onların yanında çocuk oyuncağı gibi kalır.» «Çok ilginç, sen bir esir hayatı yaşadığın için böyle yargıya varıyor savaşın kamp yaşamının yanında çok daha basit kaldığını, söylüyorsun. Peki ya ben hangi duygularla savaşın birçok şeyi temizleyeceği, düzelteceği kanısına varmıştım. Oysa o sıralarda üniversitede öğretim üyeliği yapıyordum. Evim, kitaplarım vardı, rahatım yerindeydi. Nasıl açıklayayım bilemiyorum, sakin sakin çalışıyordum, her şeyim vardı. Bana kalırsa 'kolektifleştirme' denilen şey başarısızlığa uğradı. Ama kimse bunu kabullenmeye yanaşmadı. Başarısızlığı gizlemek için de her türlü baskı, yıldırma, sindirme yönetimlerine başvuruldu. İnsanlar gördüklerinin, düşündüklerinin tersini söylemek için çeşitli baskılar altına alındılar. Savaş çıktığında karşılaştığımız tehlikelerse önce karşı karşıya bulunduğumuz tehlikelerin yanında bir hiç düzeyinde kaldı. Havayı temizleyen bir rüzgâr gibi rahatlattı bizi. Bana göre Devrim'in yanında savaş yıllarının çok daha farklı bir durumu var. Savaş insanların dayanıklı ve cesur olmalarını sağlayarak karakterlerini sağlamlaştırdı. Bu durumu gördükçe Christina'nın gösterdiği kahramanlığa, karşılaştıımız kayıplara ve aldığım yaralara karşın içim sevinçle dolup taşıyor. Bana Christina'nın ölümünden duyduğum acıyla dayanma gücünü sağlayan şey onun başını çevreleyen özveri halesidir. Bu özveri halesi tümümüzün yaşamına ışık tutuyor, onurlandırıyor. Sen kampta onca işkence altında inlerken, ben de serbest bırakıldığım için Moskova'ya dönüyordum. Yine o sıralarda Christi-na benim bulunduğum fakülteye tarih öğrencisi olarak kaydoldu. Onun seçtiği dalın hocası bendim. Dolayısıyla ona da ders veriyordum. Daha ilk derslerde onun çok zeki ve yetenekli biri olduğunu anlamıştım. Henüz bir çocuktu. Yuri de sağdı o sıralarda. İkinize uzun uzun ondan söz ettiğimi anımsıyorum. Öğrencilerin hocalarını eleştirme modası da tam bu sıralarda başlamıştı. Christina beni en çok eleştiren öğrenci oldu. Ona bana bu kadar düşmanca tavır almasına neden olacak bir şey yaptığımı anımsamıyordum. Bana öylesine haksız ve yersiz eleştirilerde bulunuyordu ki; bu durum diğer öğrencileri de sinirlendiriyordu. O-kulun duvar gazetesine yazdığı yazılarda da beni yerden yere vuruyordu. Gerçi yazılarında adımı açıkça kullanmıyordu ama o yazıları okuyan herkes rahatlıkla benden söz ettiğini anlardı. Sonra bir gün, bir rastlantı sonucu onun bana karşı gösterdiği bu düşmanlığın, aslında içten bir sevgiyi, bir aşkı gizleme çabalarından kaynaklandığını anladım. Oysa ben de onu seviyordum. Tüm bu o-lumsuz davranışlarına ona olan sevgim nedeniyle katlanıyordum. Savaşın başlamasından kısa bir süre önce başlayıp, savaşın başladığı ilk birkaç ayı da içine alan çok güzel bir tatil yaptık. 1941 yılının yazında oldu bu. Birliğimin bulunduğu bölgeye tatillerini geçirmeye gelen öğrenciler arasında Christina da vardı. O-nunla olan arkadaşlığımız o çerçevede başlayıp devam etti. O sırada öğrencilere savaş sanatı dersleri veriliyordu. Christina paraşütçülük dersi alıyordu. O sıralarda nişanlandık onunla. Bundan kısa bir süre sonra da ayrılmak zorunda kaldık. Birliğim başka yere naklediliyordu çünkü. O günden sonra da onu bir daha göremedim.
Sonraları işlerin düzelmeye başladığı bir sırada beni uçaksavar kıtasından alıp kurmay heyetinin yedinci şubesine verdiler. Hem burada yabancı dil bilenlere gereksinim duyuluyordu, hem de aldığım iki yara nedeniyle cephede pek bir işe yaramazdım. Bu dairede başka yabancı dil bilenlere de gereksinim olduğunu anlayınca o sıralarda izini saptadığım sesin de oraya alınması için az uğraşmadım. Çamaşırcı Tanya'yla Christina çok iyi arkadaşmışlar. Cephede tanışmış ve çok iyi arkadaş olmuşlar. Tanya sık sık Christina'-dan söz eder. Onun gülüşü bana Yuri'yi anımsatıyor. Senin de dikkatini çekti mi? Ucu havaya kalkık burnunu, hafif çıkık elmacık kemiklerini görmezlikten gelince yüzü güzel ve sevimli bir hal alıyor. Tam Yuri'nin tipini anımsatıyor. Bilirsin bu tip bizim oralarda pek yaygındır.» «Ne demek istediğini anladım ama ona hiç dikkat etmedim. Ne kadar da çirkin bir adı var. Tanya Bezoçerednaya! Sıra beklemeyendir anlamı. Bu bir soyadı olamaz. Ya uydurma bir ad. Ya da aslı başka, fakat çevrilip bu duruma sokulmuş. Sen ne dersin ha?» «Canım zaten kendisi anlattı ya bunu bize. Anası babası belli olmayan kimsesiz bir çocukmuş. Rusya'nın iç kesimlerinde bir bakımevinde yetişmiş. Oralarda Rusça en saf, en temiz şekliyle konuşulur. Bizim taraflara doğru geldikçe de bozulur. İşte orada bu kıza bacaksız anlamına gelen Bezotchaya adını takmışlar. Sonra bu isim değişe değişe Bezoçerednaya şeklini almış.» III Gordon ve Dudorov bu konuşmalarından birkaç gün sonra Almanlar tarafından yerle bir edilmiş Karachev kasabasına geldiler. Hâlâ birliklerine ulaşamamışlardı. Karachev'de kendileri gibi asıl birliklerine yetişmeye çalışan küçük gruplara katılmışlardı. Yaklaşık bir aydır devam ettiği gibi o günde oldukça sıcak geçiyordu. Bulutsuz, masmavi bir gökyüzü vardı. Orel'le Bryansk arasındaki verimli topraklar güneşin yakıcı sıcaklığı altında kahverengi olmuşlardı. Anacadde tam kasabanın ortasından geçiyor ve dağa doğru çıkıyordu. Bu caddenin bir yanında bulunan evler tümüyle yıkılmış, tam bir toprak yığınına dönüşmüştü. Bu yıkıntıların çevresin-deyse kökleri ortaya çıkmış yanarak kurumuş meyve ağaçları görülüyordu. Bir zamanlar evlerin bulunduğu yerlerdeyse kasaba halkı üzerinden hâlâ dumanlar tüten toprak yığınlarını karıştırıyor, işlerine yarayacağını umdukları eşyaları, kırık dökük parçaları bir yerlerde topluyorlardı. Bir kısmıysa kendilerine sığınaklar yapmak için toprağı kazıyor. Kazdıkları yerin üzeriniyse kalın toprak tabakalarıyla örtüyorlardı. Yolun karşı tarafındaki düzlükteyse, bazı çadırlar ve bu çadırların arasında kaynaşan arabalar ve kamyonlar görülüyordu. Bunların tümü de asıl birlikleriyle bağları kopmuş olup, şimdi yeniden birliklerine ulaşmaya çalışıyordu. Yer yer takviye bölüklerinin zayıf solgun delikanlıları görülüyordu. Dizanteri nedeniyle hepsinin de yüzü kireç gibi bembeyazdı. Başlarında birer başlık, sırtlarındaysa kalın birer asker kaputu bulunuyordu. Dinlenmek, yemek yemek ve sonra da yeniden yollarına devam etmek üzere burada mola vermişlerdi. Bir süre sonra batıya doğru yollarına devam edeceklerdi. Yer yer patlamamış mayınların patlamasıyla zaten yarı yarıya yıkılmış olan kasabada yıkım devam ediyordu. Toprak yığınlarını karıştırmakta olanlar bu sarsıntılara yol açan patlamalar üzerine duruyor, bir süre işlerini bırakıp doğruluyor, çevrelerindeki ağaç kütüklerine tutunu-yorlardı. Yıkıntıların karşısında kalan alandaysa geniş bir çayırlık vardı. Bu çayırlığın çevresinde tahta perdeyi andıran bir şekilde çalılar ve ağaçlar büyümüşlerdi. İşte Çamaşırcı Tanya, Gordon ve Du-dorov'la kendisini almak üzere gönderilen arabanın gelmesini bekliyordu. Kendi sorumluluğuna verilmiş orduya ait çamaşırlar sandıklara yerleştirilmiş ve büyük bir yığın halinde meydanın ortasında duruyordu. Tanya bir an olsun gözünü bu yığından ayıramıyordu. Çevresindekiler de onun gibi hiçbir yere kımıldamadan duruyorlardı. Herkes ellerine geçebilecek bir nakil aracını kaçırmaktan korkuyordu. Yaklaşık bir satten beri orada bekliyorlardı. Yapacak şeyleri olmadığından; gencecik yaşma karşın, başından pek çok şey geçmiş olan Tanya'hın anlattıklarını dinliyorlardı. O sırada genç kız General Jivago'yla karşılaşmasından da söz ediyordu.
«Tabii ki General Jivago'yla tanıştım. Hem de dün. Buradan geçiyormuş. Christina hakkında bilgi topladığı için beni onun yanına götürdüler. Hiç de korkmadım ondan. Neden korkacakmışım ki? Herkes gibi bir insan o da. Çekik gözleri ve simsiyah saçları var. Christina hakkında tüm bildiklerimi ona anlattım. Beni dikkatli bir şekilde dinledikten sonra teşekkür etti. 'Siz kimsiniz?' diye sordu bana. 'Nerelisiniz?' Tabii kalkıp da ona nereden gelip nereye gittiğimi anlatacak değilim. Biliyorsunuz yaşamım boyunca bir bakımevinden diğerine dolaşıp durmuşum. Bunun anlatılacak ne yönü olabilir ki? Fakat o beni rahat bırakmadı. 'Anlatın,' dedi. 'Bunda utanılacak bir şey yok,' Önceleri gerçekten de utancımdan bir şey anlatamadım. Ancak sonradan başımdan geçenleri birbir anlatmaya başladım. Sözümü kesmeden tüm dikkatiyle beni dinliyordu. Anlatacak o kadar çok şeyim var ki. Anlatsam inanmazsınız. General Jivago da inanmadı. Ayağa kalktı. 'Şaşılacak şey,' dedi. 'İnanılır gibi değil. Şimdi zamanım yok ama sonradan sizi aratacağım. Hiç böyle bir şey dinlememiştim. Sizi burada bırakmayacağım. Anlamak istediğim bir iki nokta var. Sonuçta benim yeğenim çıkabilirsiniz. Eğer öyle olursa sizi okula yollarım. Hangi o-kulu isterseniz oraya devam edersiniz.' İşte bana aynen böyle dedi. Yemin ederim ki.» Tam o sırada Batı Rusya ve Polonya'da saman taşımak için kullanılan tipte bir at arabası geldi. İki kenarı kapalıydı ve bir asker kullanıyordu. Asker arabayı durdurup indi, atları çözdü. Tanya'dan başka herkes askerin yanına koşmuştu. Atları çözmemesi ve kendilerini istedikleri yere kadar götürmesi için yalvarı-yorlardı. Elbetteki hakkı neyse vereceklerdi. Fakat asker söylenenlerin hiçbirini dinlemiyordu. Ne atları, ne de arabayı kullanabilirdi. Kendisi sonuçta bir emir kuluydu. Daha sonra da çözdüğü atlan yanına alarak gitti ve bir daha da dönmedi. Bunun üzerine Tanya ve yanındakiler arabanın üstüne çıkıp oturdular. Tanya araba geldiğinde yarım kalan öyküsünü devam etti. Gordon, «Tanya,» dedi, «mümkünse General Jivago'ya anlattıklarını bize de anlatır mısın?» Bunun üzerine Tanya korkunç öyküsünü anlatmaya başladı. IV «Gerçekten de anlatabileceğim çok şey var. Bana anlatılanlardan aklımda kalanlara göre; annem ve babam kibar insanlar-mış. Annem Raisa Komarova Beyaz Moğolistan'da saklanmakta olan bir Rus bakanının eşiymiş. Anlattıklarım size saçma gelebilir ama ben bildiğim şeyleri anlatıyorum. Size anlattığım her şey Krushitsy Dağları'nın ardında Sibirya'nın diğer ucunda oldu. Kazaklar'ın ülkesini geçip Çin sınırına yaklaşınca buralara gelmiş olursunuz. Kızıllar bulunduğumuz yerleri ele geçirmeye başlayınca babam annemi ve eşyalarımızı özel bir trene koyarak Beyazlar'ın bulunduğu bir yere göndermiş. Annem bu adam olmadan hiçbir yere gidemediği için çok korkmuş. Komarov benim varlığımdan habersizmiş. Çocuklardan hiç hoşlanmadığı için annem beni ondan gizlice dünyaya getirmiş. Kızıllar iyice yaklaşmaya başlayınca da annem Nagornaya İstasyo-nu'ndan üç durak ilerdeki makasçının karısı Marfa'yı çağırtmış. Yalnız işin burasında bazı karışıklıklar var. Birincisi annem bu kadını nereden tanıyormuş? Galiba kadın kente süt, sebze gibi şeyler satmaya getirdiğinde tanışmışlar. İkincisi, annemin kandırılmış olması. Galiba annem kadınla kısa bir süre için anlaşarak beni ona bırakmış. İşlerin yatışmasını bekleyeceklermiş. Ne kadar da olsa yabancı bir kadın. Annem beni o kadına tümüyle verecek bir kadın değilmiş çünkü. Çocukların nasıl kandırıldığı malum: 'Hadi sen bu teyzenle git. İyi kadındır... Sakın korkma... Sana şeker de verir,' derler. Sonradan ne kadar ağladığımı anlatamam mümkün değil. Üzüntüden kahroldum. Neyse bunları anlatmaya gerek yok. Deli gibi olmuştum. Daha bacak kadardım ama kendimi asmayı bile düşünüyordum. Marfa Teyze'ye bana bakması için yüklüce bir miktar da para bırakmışlardı. Makasçının durumu iyiydi. Demiryolunun hemen kenarında bir evi vardı. Ev bedavaydı. Toprağı genişti. At, inek ve kümes hayvanları vardı. Doğduğum memleketten gelen trenler burada yokuş çıkarlardı. Bunun içinde bir hayli yavaşlarlardı. Moskova'ya giden trenlerse yokuş aşağı gittikleri için zaman zaman fren yaparak hızlarını azaltırlardı.
Sonbaharda ağaçlar yapraklarını döktüğünde Nagornaya İstasyonu çok açık bir şekilde görünürdü. Vassya adındaki makasçı iyi kalpli ve neşeli bir insandı. Oraların âdedine uyarak ona baba diyordum. Biraz geveze bir insandı, hele içki içtiği zaman hiç susmak bilmezdi. Ama Marfa Teyze'ye hiç anne demedim. Kendi annemi hiç unutamadığım için mi, onun biraz sert olduğundan mı, yoksa başka bilemediğim bir nedenle mi böyle davrandım bilemiyorum. Hep Marfa Teyze diye çağırdım onu. Böylece epey bir zaman geçti. Trenlere bayrak sallamak için tren yoluna çıkabiliyor, ineği otladığı yerden getirip ahıra bağlayabiliyordum. Atı arabadan çözmeyi de öğrenmiştim. Marfa Teyze bana yün eğirmeyi de öğretmişti. Basit yemekler yapmak, ortalığı toplamak, süpürmek gibi ev işlerini de yapıyordum. Petya'ya bakmak da benim isimdi. Petya, Marfa Teyze'nin ayakları sakat üç yaşındaki kızıydı. Aradan geçen bunca zamana karşın Marfa Teyze'nin benim ayaklarıma bakışını hâlâ unutamıyorum. Sanki 'Niye bu kızım bacakları kötürüm değil de Petya'nınkiler kötürüm,' diyordu bakışlarıyla. Petya'nın ayaklarını kötürüm olmasının sebebi benmişim gibi, benim kendi çocuğu yerine kötürüm olmamı isteyen bir hali vardı. Bazı insanlar ne kadar hain, ne kadar kötü oluyorlar değil mi?» Şimdiye dek anlattıklarım pek önemli şeyler değildi. Hele şimdi anlatacaklarımı dinleyin bir de.» NEP'in uygulanmaya başlanmasının ilk yılıydı. Bir rublenin değeri bir kopeke düşmüştü. Vassya Amca kasabada sattığı bir i-nek karşılığında bir çuval dolusu para almıştı. Dönüşte iyice kafayı da bulmuştu. Yaptığı gevezelik sonucu, kasabadaki herkes onun çok parası olduğunu öğrenmişti. Bir sonbahar akşamıydı. Çok iyi anımsıyorum. Şiddetli bir rüzgâr vardı. Evlerin çatıları uçuyordu. Trenler bile bu rüzgârın etkisiyle yokuşu tırmanmakta büyük güçlük çekiyordu. O sırada ufak tefek ihtiyar bir kadın gördüm. Bir dilenciye benziyordu. Tepenin olduğu taraftan geliyordu. Bir yandan karının tutuyor, rüzgârın etkisiyle yürümekte büyük güçlük çekiyordu. Rüzgâr e-teklerini havalandırıyor, başörtüsünü uçuruyordu. Sonunda evin önüne gelerek kendisini içeriye almamızı istedi. Onu sedirin üzerine yatırdık. 'Aman Tanrım! Artık dayanamayacağım ölüyorum galiba. Ne olur beni hastaneye yetiştirin, ne isterseniz veririm,' diye inliyordu. Bunun üzerine Vassya Amca arabayı hazırlayarak kadın on beş kilometre kadar ilerde bulunan bir hastaneye götürdü. «Biraz sonra da Marfa Teyze ve ben yattık. Kısa bir süre sonraysa bir at kişnemesi duyduk. Vassya Amca bu kadar erken dönmüş olamazdı. Gene de Marfa Teyze kalkıp ışığı yaktı. Üzerine bir hırka aldı. Daha Vassya Amca kapıyı çalmadan kapının sürgüsünü çekti. Ancak kapının önünde duran Vassya Amca değildi. Kara suratlı, dev gibi iri yarı adam içeriye girdi. İnsan yüzüne bakmaktan korkardı. Marfa Teyze'ye 'Söyle bakalım sattığın ineğin parası nerede?' dedi. 'Kocanı ormanda hakladım. Eğer aksilik edersen seni de öldürürüm. Ama sen kadınsın. Paranın yerini söylersen sana karışmam. Yalnız beni oyalamaya kalkma, işim acele çünkü.' Ne kadar korktuğumuzu anlayamazsın. Korkudan dilimiz tutulmuştu ve tirtir titriyorduk. İkimiz de ölü gibiydik. Adam Vassya Amca'yı ormanda baltayla öldürmüştü. Şimdi de sıra bizdeydi. Korkunç bir eşkıyayla karşı karşıyaydık. Adamın her halinden belliydi bu. İşte sanıyorum o sırada Marfa Teyze çıldırdı. Kocasının durumunu öğrenmek onu çıldırtmıştı. Önce dizlerinin üzerine çökerek adamın ayaklarına kapandı. 'Bize acı,' dedi. 'Bizi öldürme. Benim hiçbir şeyden haberim yok. Paranın nerede olduğunu soruyorsun. Para lafını da ilk kez senden duyuyorum.' Fakat adam boş lañara inanacak biri değildi. Bunun üzerine Marfa Teyze adamı aldatmak için bir yol buldu. 'Peki,' dedi. 'Parayı sana vereceğim. Para aşağıda kilerde. Ben kapağını açayım sen iner alırsın,' Ancak adam bu tuzağa düşmedi. 'Hayır,' dedi. 'Sen inip getireceksin. Yerini de, yolunu da sen biliyorsun. Haydi nereden getireceksen bir an önce getir şu parayı. Daha fazla oyalama beni yoksa senin için iyi olmaz.' O zaman Marfa Teyze, 'Neden korkuyorsun? Ben de getiririm ama ayaklarımda romatizma var, merdiven inip çıkamam. Ben sana ışık tutarım. Hatta istersen kızım da seninle gelsin.' Kızım dediği bendim. Beni o korkunç haydutla birlikte aşağıya göndermek istiyordu. Artık sonum geldi diyordum kendi kendime. Bu lafları duyunca ne hale geldim bilemezsiniz. Dizlerimin bağı çözülmüştü sanki. Oraya yığılıp kalacaktım.
Ancak herif çok kurnazdı. Marfa Teyze'ye, bana ve Petya'ya baktı. Benim onun kızı olmadığımı anlamıştı. Dudaklarında alaycı bir gülümseyiş belirdi. Haince bir bakışla 'Sen beni aldatacağını mı sanıyorsun?' der gibiydi. Daha sonra Petya'yı bir eliyle tutup uzandığı yerden aldı. Diğer eliyle de kilerin kapısını açtı. 'Haydi şimdi ışığı tut bakalım,' diyerek Petya'yla birlikte aşağıya, kilere indi. İşte o zaman Marfa Teyze'nin çıldırmış olduğunu iyice anladım. Ne olup bittiğinin farkında bile değildi. Haydut Petya'yla birlikte kilere iner inmez kapağı kapatıp kilitledi. Kapağın üzerine çektiği ağır bir sandığın üzerine de kendisi oturdu. Bunun üzerine haydut bağırıp çağırmaya, aşağıdan kapağı yumruklamaya başladı. Bir yandan da tehditler savuruyor, 'Hey şu kapağı aç da çıkayım. Yoksa Petya dediğin şu veledi öldüreceğim ona göre!' diyordu. O aşağıdan öyle bağırdıkça ben korkudan ölecek gibi oluyordum. Marfa Teyze'yse hiçbir şeyin farkında değildi. Sandığın üstünde oturmuş kahkahalarla gülüyor, bir yandan da bana göz kırpıyordu. Sanki 'Sen istediğin kadar bağır çağır. Kapana kısıldın. Nasıl olsa anahtarlar bende,' der gibi bir hali vardı. Adamsa gittikçe daha fazla bağırıyor, 'Bak Petya'nın ömrü iyice kısaldı. Eğer kapağı açmazsan onu şimdi öldüreceğim', diye tehditlerine devam ediyordu. Adamın sesinden kararlı olduğu ve dediğini yapmak üzere o-lduğu anlaşılıyordu. Bunun üzerine Marfa Teyze'yi tutup silkeledim, sandığın üzerinden indirmeye çalıştım. Bir yandan da, 'bak adam Petya'yı öldürecek, çekil de şu kapağı açalım; diyordum ama tüm çabalarım boşunaymış. Hiçbir şey anlamadan oturuyor, yerinden bile kıpırdamıyordu. Kısa bir süre sonra. Aman Tanrım, yaşamımda bu kadar dehşet verici bir çığlık işitmemiştim. Pek çok felaketle karşılaştım a-ma böylesini duymamıştım. Petya öylesine acı çığlıklar atıyordu ki sesi hâlâ kulaklarımda. Ölünceye kadar da unutmayacağım. Zavallı küçük Petya'yı öldürmüştü haydut. Çünkü zavallının sesi çıkmıyordu artık. Peki ama ben ne yapacaktım şimdi. Yukarıda ihtiyar bir deli kadın, aşağıdaysa canavar ruhlu bir haydut vardı. Zaman da geçip gidiyordu. Bu sırada kapının önünden gelen kişneme sesi beni u-yardı. Bu ses bana 'Hadi Tanya ne duruyorsun gel de kaçalım,' der gibiydi. Ben de kendi kendime onunla konuşuyor gibi, evet at haklı galiba gidip durumu birilerine anlatmalı, yardım getirmeliyim diye düşündüm. Bu sırada bir de tren düdüğü işitmiştim. Bu Nagornaya İstasyonu'nda her zaman yedek bekleyen lokomotifin düdüğünün sesiydi. Yokuşu çıkamayan trenlere arkadan iterek yardımcı olurdu. Sabah olmak üzereydi ve o saatlerde de evimizin yanındaki tren yolundan bir tren geçerdi. Hem yük, hem de yolcu vagonları olan bir trendi bu. İşte duyduğum ses de bu trene aitti. Müthiş bir heyecana kapıldım. Hemen bir el fenerini kaparak dışarıya fırladım. Ortalık henüz aydınlanmamıştı. Çılgın gibi koşup rayların tam ortasına oturdum. Elimdeki feneri sallayarak makinistin dikkatini çekmeye çalıştım. Az sonra tren yavaşlayarak durdu. Makinist beni tanıyordu. Başını pencereden uzatarak bir şeyler söyledi. Ben bağıra bağıra durumu anlatmaya çalıştım. Bir yandan da bana yardım etmelerini istedim. Ancak şiddetli rüzgâr nedeniyle sesimi duyumsamıyordum. Bu sırada trenden Kızıl Ordu erleri inmeye başladı birer ikişer. İnip yanıma geliyor, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı. Durup onlara da anlattım. Hemen benimle birlikte eve geldiler. Haydutu kilerden çıkardılar. Şimdi o dev gibi adamın sesi Petya'nınkinden daha ince çıkıyor gibiydi. Ağlayıp inleyerek, askerlere yalvarıyor, 'Acıyın bana yoldaşlar, beni öldürmeyin. Bir daha da böyle bir şey yapmam!' diyordu. Askerler onun yalvarışlarını duymuyorlardı bile. Tutup tren yoluna götürdüler. Rayların üzerine yatırıp bağladılar. Sonra da treni ü-zerinden geçirdiler. O sıralarda sorgusuz sualsiz bu tür infazlar sıkça uygalanıyordu. O kadar çok korkmuştum ki eve girip eşyalarımı bile alamadım. Yalvararak beni de yanlarına almalarını istedim. Trene binip onlarla birlikte gittim. Daha sonra benim gibi terkedilmiş pekçok çocukla memleketin yarısını dolaştım neredeyse. Çocukluğumda çektiğim onca sıkıntıdan sonra böyle özgürce dolaşmak ne kadar güzeldi. Ama her türlü çirkinlik ve sefaletle de bu sırada karşılaştım. Neyse bunları bir başka zaman anlatırım size. Ben şimdi o gece olanları tamamlayayım. Trenden inen bir demiryolları memuru evde bulunanların bir listesini çıkardı. Bu bir tutanak haline getirildi. Marfa Teyze için de gerekenler yapılmış, zavallı kadın bir akıl hastanesine gönderilmişti. Daha sonra kimilerinden onun iyileşerek hastaneden çıktığını ve hâlâ da yaşamakta olduğunu duydum. Kimileriyse iyileşe-meden hastanede öldüğünü söylemişti. Hangisinin doğru olduğunu bilemiyorum.»
Tanya'nın öyküsü burada bitmişti. Onu dikkatli bir şekilde dinleyen Gordon'la Dudorov uzunca bir süre konuşmadan dolaştılar. Daha sonra Tanya'yı almak üzere üzere bir kamyon geldi. Çamaşır sandıkları yüklenmeye başlandı. Gordon Dudorov'a: «Bu çamaşırcı Tanya'nın kim olduğunu anladın değil mi?» «Elbette anladım.» «Yevgraf Jivago onunla ilgilenecek. Tarih boyunca buna benzer olaylar pek çok kez tekrarlanmıştır. İdealizm şiddete başvurarak kaba bir hal alır. Roma'nın Yunanistan'ın içinden çıkması gibi, Rus devrimi de Rus aydınlarının içinden doğdu. Blok 'Biz Rusya'nın kötü dönemlerinin çocuklarıyız,' derken mecazi bir anlamda söylemişti bunu. Sözünü ettiği çocuklar; aydın ve bilinçli kişilerin evlatlarıydı. O zaman insanlar daha çok manevi şeylerden korkarlardı. Oysa bu çok farklı bir olay. Onun o zaman söyledikleri gerçekleşti. Çocuklar gerçek çocuklar ve terör onları bile müthiş bir şekilde etkiliyor. İşte zamanımızın o günlere göre farkı.» V Aradan beş, belki de on yıl geçmişti. Sakin bir yaz akşamı Moskova'da Gordon'la Dudorov gene buluşmuşlardı. Açık bir pencerenin önündeydiler. Önlerinde Moskova'nın akşam güzelliği uzanıyordu. Kulaklarıysa kentin gürültüsüyle doluydu. Yevgraf Jivago'nun çabalarıyla derlenip toparlanmış ve yayımlanmış olan Yuri'nin bir kitabını inceliyorlardı. Aslında şimdiye dek bu kitabı birçok kez okumuşlardı. O kadar ki bazı yerlerini ezberlemişlerdi artık. Ara sıra okumaya ara veriyor biraz konuştuktan sora kendi düşüncelerine dalıyorlardı. Biraz sonra hava karardı. Ellerindeki kitabın harfleri seçilemez olmuştu. Lambayı yaktılar. Moskova, ellerindeki kitabın yazarının doğup büyüğü bu kent, aşağıda uzaklara doğru alabildiğince uzanıyordu. Moskova bunca olayın geçtiği bir yer değil de romanın baş kahramanı gibiydi. Gordon'la Dudorov'da bu romanın son sayfalarını okuyor gibi hissediyorlardı kendilerini. Savaştan zaferle çıkmak onların beklediği özgürlük ve kurtuluşu sağlamamıştı ama yine de havada bu beklentilerinin gerçekleşebileceğinin belirtileri vardı. Açık pencerenin önünde oturmuş ve artık iyice yaşlanmış o-lan bu iki arkadaşa göre bekledikleri özgürlük artık gelmişti. Gelmiş ve aşağıda uzanmakta olan Moskova caddelerine yerleşmişti. Bunu tüm benlikleriyle hissediyorlardı. Bu kutsal kent için, hatta bu öykünün içinde yer almış olan her insan için içlerinde büyük bir sevgi duyuyorlardı. Mutluluğun o eşsiz müziği onları bir dalga gibi sararak çok uzaklara kadar yayılıyordu. Ellerindeki kitap da sanki tüm bunları biliyor, onların duygularını anlıyor, onaylıyor ve destekliyordu.
Scanned by hlecter 29 Kasım 2009 Pazar Saat 19:16
View more...
Comments