Bertrand Russel - Düşünceler - Say Yay - 1982.pdf

September 30, 2017 | Author: UğurTufanEmeksiz | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Bertrand Russel - Düşünceler - Say Yay - 1982.pdf...

Description

B. RUSSEL

düşüncel er

b BİLGE NOBEL D İZİSİ

BİLGE NOBEL D İZ İS İ

G ENEL D İZ İ: 19

DÜŞÜNCELER B. RUSSELL / Tllrkçesl : S. Eyuboğlu - V. GUnyol / Y ayınlayan : SAY K itap P azarlam a / K a p a k : D erm an ö v e r / 4. Basım Kaaım 1982 / Dizgi - B a s k ı: Onur Basımevi Genel Dağıtım : SAY DAĞITIM Nuruosmanlye Cad. Tilrbedar Sok. No. 4/1 Cağaloglu - İstanbul T e l.: 28 17 54

BERTRAND R U SSELL

ÇAĞIMIZIN SORUNLARI ÜSTÜNE

DÜŞÜNCELER

TUrkçesl :

S. Eyuboğlu — V. Gûnyol

say

kitappazarlama Nuruosmanlye Cad. Ttlrbedar Sok. No. 4/1 - Cağaloğlu/İST. Tel. : 28 17 54

Dördüncü Basım 1982

Bu çevirinin bir bölümü DÜNYAMIZIN SORUNLARI adı İle ÇAN YAYINLARI’nda çıkmıştı.

İÇİNDEKİLER

Russeil, H ayatı ve Eserleri ölüm Bildirisi

7 1J.

BERTRAND RUSSELL DÜŞÜNC ELERİN İ DİLE ÜETİKİYOR 15 Mutluluk Nedir? *■' 19 Softalık ve Hoşgörü 27 Felsefe Nedir? *■'' 34 Din 40 Komünizm ve Kapitalizm 47 Bireyin Rolü 54 Tabu Ahlâkı u ' 61 Güçlülük 68 Savaş ve Barışçılık 75 Milliyetçilik v '' 83 İngiltere 91 Hidrojen Bombası 100 İnsanlığın Geleceği Ne Olabilir? 107 DEĞİŞİK ÇAĞDAŞ SORUNLAR Zararlı Düşünceler Felsefe ve Yasa Bilim ve Değerler Bilim ve Toplum ✓ Din ve Bilim ^ Birey ve Toplum ^ İnsan vo Erdem İnsan ve M utluluk Üç çeşit Çatışm a özgürlük Üstüne ^ özgürlüğün Türlüsü V ar v ''

113 115 124 129 134 141 166 174 179 184 187

EĞİTİM ÜSTÜNE

199

DÜNYA AYDINLARINA MEKTUP

224

195

BUSSELL, HAYATI ve ESERLERİ

1872 — Bertrand A rthur William Russell, 18 Mayıs­ ta doğuyor. Whig’lere (*) bağlı ünlü bir aileden gelmiştir. Atalarından Lord William Russell, kralı tahttan uzak­ laştırmayı amag edinen bir komploya karıştı diye suç­ lanarak, 1683’de idam edümiştir. Büyükbabası Lord John Russell, parlâmento reformunda rol oynamış, başbakan­ lık yapmış, 1861’de E arl (**) Unvanım almıştır. Bertrand Russell, üçüncü Earl Russell olacaktır. John Stuart Mili, Russell’in vaftiz babalığını yapıyor. Sonraları Russell’ı, vaftiz babası ve Voltaire üe karşılaş tiranlar çıkacaktır. 1875 — Bertrand Russell üç yaşında iken, onu bir agnostik (büinemezci) olarak yetiştirmek isteyen babası Lord Amberley ölüyor. Russell, büyükannesinin yanında büyüyor ve eğitiliyor, özel öğretmenlerden ders alıyor. Çok iyi Fransızca, Almanca öğreniyor. 1890 — On sekiz yaşmda, utangaç bir öğrenci ola­ rak Cambridge’de Trinity College’e giriyor. Matematik ve felsefede çok üstün yetenekli bir öğrenci olarak kendini gösterip hayranlık uyandırıyor. Okul öğretim kadrosun­ da kendisine yer verilmek isteniyorsa da kabul etmiyor.

(•)

M uhafazakâr Partiye (Tory) karşı olan, dem okratik hak­ la n savunan, son ralan Liberal P a rti haline gelen parti. ( *») Dük ve M arki’den sonra sn ytilssek soyluluk sırası.

1894 — Paris’te, İngiliz Büyükelçiliğinde, ataşe ola­ rak birkaç ay çalışıyor. Aynı yıl, Alys Pearsall Smith üe evleniyor. 1895 - 96 :— Almanya’da, önce Berlin’de sosyal de­ mokrasi üzerinde çalışıyor ve ‘Alman Sosyal Demokrasisi’ni yazıyor. Sonra, Haslemere’de felsefe çalışmaları yapıyor. 1900 — Almanya çalışmaları ilk ürününü veriyor : ‘A Critical Exposition of the Phüosophy of Leibniz’ (Leibniz Felsefesinin Eleştirel Açıklaması). 1903 — ‘Matematiğin Ükeleri’ni yayınlıyor. Sonra, arkadaşı Whitehead ile matematik mantığı üzerinde çalı­ şıyor. Ortak yapıtları ‘Principia Mathematica’ 1910, 1912 ve 1913’de çıkıyor. Bütün bu yıllarda Russell çok yalın bir yaşam sürüyor, durmadan çalışıyor. 1908 — ‘Royal Society’ye üye seçüiyor. 1910 — Eski koleji ona onursal öğretim üyeliği pa­ yesini veriyor. Aynı yıl ‘Felsefe Denemeleri’ni yayınlıyor. 1914-15 — Birinci Dünya Savaşı patlayınca, savaş düşmanlığı kampanyasında etken rol oynuyor. Bir yazı­ sından dolayı 100 Sterlin para cezasına çarptırılıyor. Bu, o günlerde küçük bir servet demektir. Cezayı ödeyeme­ yince kitaplığı haczediliyor. Bir arkadaşı kitaplığı satın alarak haraç mezat gitmesini önlüyorsa da birçok değerli kitabın bu arada kaybolduğu görülüyor. Savaş düşmanlığı yüzünden eski koleji onursal öğretmenlik payesini geri alıyor. Harvard Üniversitesi ona bir kürsü vermek isti­ yor amL pasaport alamıyor. Konferanslar vermek girişimi de askeri makamlarca önleniyor. 8

1918 — Konferans olarak hazırladığı ama yayınlıyamadığı yazılan Birleşik Amerika’da ‘Siyasal Ülküler’ adı altında çıkıyor. ‘Tribunal’ gazetesindeki savaşa kar­ şıt bir yazısı yüzünden altı ay hapse hüküm giyiyor. En iyi yapıtlarından biri sayılan ‘Matematik Felsefeye Giriş’i cezaevinde yazıyor (1919). 1920 — Sovyetler Birliği’nde kısa bir süre kaldıktan sonra ‘Bolşevizm’in Teori ve Pratiği’ni yazıyor. Sonba­ harda Çin’e giderek Pekin Üniversitesinde felsefe ders­ leri veriyor. 1921 — Bir yıl kaldıktan sonra Çin’den dönüyor. Eşinden ayrılıp Dora Black’la ikinci evlüiğini yapıyor. ‘Zihnin Analizi’ni yazıyor. Konferanslar veriyor. 1923 - 30 — ‘Atomların Alfabesi’, ‘Göreceliğin Alfa­ besi’, ‘Eğitim Üzerine’ (1926), ‘Felsefenin A nahatlan’ adlı yapıtları yayınlıyor. 1929’da eşiyle beraber, çocuk­ lar için okul açıyor. Bu okulla ügüi çalışmaları üç yıl sürüyor. Yine 1929’da ‘Evlüik ve Ahlâk’ı yazıyor. 1930 - 35 — ‘The Conquest of Happiness’ (Mutlu­ luğun Elegeçirilmesi), ‘The Scientific Outlook’ (Bilimsel Bakış), ‘Education and the Social Order’ (Eğitim ve Toplumsal Düzen), ‘Freedom and Organisation, 1814­ 1914’ (Özgürlük ve Örgüt, 1814 - 1914) adlı yapıtlarını yayınhyor. 1935’te ikinci eşinden ayrüıyor. Ertesi yıl Patricia Helen Spence üe üçüncü evlüiğini yapacak ve bu eşi Ue ‘The Amberley Papers’ı yayınlıyacaktır. 1938 — ‘Power : A New Social Analysis’ (iktidar : Yeni Bir Toplumsal Çözümleme) adlı yapıtı çıkıyor. B ir­ leşik Amerika’ya giderek başlıca üniversitelerde dersler veriyor. ' 9

1940 — New York College’inde felsefe dersleri ve­ rirken, ahlâkla ilgili görüşlerini 'beğenmeyen üniversite yönetimi işine son veriyor. Aynı yıl ‘An Inquiry into Meaning and T ruth’ (Doğrunun ve Anlamın Araştırıl­ ması) adlı yapıtı yayınlanıyor. Beş yıllık bir anlaşma ile Barnes Vakfına öğretim üyesi oluyorsa da üç yü sonra, görüşleri beğenümediği için görevinden uzaklaştırıhyor. 1944 — îngütere’ye dönüyor. Yaşamının öbür yıl­ larım burada geçirecektir. Batı Felsefesi Tarihini yazma­ yı sürdürüyor. Bir yü sonra tamamlıyor. 1948 — ‘Human Knowledge, Its Scope and Limits’ (insan Bügisi, Kapsamı ve Sınırlan) çıkıyor. 1950 — Nobel Edebiyat ödülünü alıyor. Aynı yü ‘Unpopular Essays’ (Tutulmayan Denemeler)'i çıkarıyor. Ertesi yü da ‘New Hopes for a Changing World’ (Değişen Bir Dünya için Yeni Umutlar) yayınlanıyor. 1952 — Boşanıyor ve dördüncü kez Edith Finch üe evleniyor. Beş öykülük bir öykü kitabı ‘Satan in the Su­ burbs’ (Kenar Mahallelerdeki Şeytan) yazıyor. (Basüışı 1953). 1954 — ‘Human Society in Ethics and Politics’ (Po­ litika ve Ahlâk Bakımından insan Topluluğu) adlı yapıtı çıkıyor. 1960 ve sonrası — Gazetelere yazüar yazıyor, kon­ feranslar veriyor. Yapıtlarının yeni başlıkları üe uğraşı­ yor. Savaş düşmanlığı, özellikle nükleer bombaların kullanümaması için etken rol oynuyor. Bu amaçla yapılan yürüyüşlere katılıyor. Vietnam Savaşına cephe alıyor. .1970 — Yirminci Yüzyıl m en büyük füozofu dünya­ ya gözlerini kapıyor. 10

ÖLÜM BİLDİRİSİ 1937

Sir Bari Rusıell’in (ya da, kendi kendine verdiği adla Bertrand RusselTin) 90 yaşında ölmesiyle uzun bir tarih zinciri kopmuş oluyor. Büyük babası Lord John Russell, Victoria döneminde başbakandı ve Elbe’de Napoléon’u görmeğe gitmişti. Annesinin annesi, genç veliahtın dul karısının arkadaşıydı. B. Russell. gençliğinde matematik • mantık üstüne çok çalıştı ama, Birinci Dünya Savaşmdaki acayip davranışı, düşüncesinde bir bozukluk olduğunu or­ taya koydu. Bu bozukluk sonraki yazılarına gittikçe daha da bulaştı. Bunun nedeni, hiç değüse nedenlerinden biri, okul eğitiminden yararlanmamış, on sekiz yaşma kadar evinde ders görmüş olmasıdır. Bu yaşında Cambridge Tri­ nity College’ine girmiş, 1893’de yedinci matematik ödülü­ nü kazanmış, 1895’de de diploma almıştır. Sonraki elli yü içinde, yazdığı şu kitaplarla bilim dünyasmda bir ün sağ­ lamıştır : Geometrinin Temelleri, Leibniz’in Felsefesi, Matematiğin tikeleri ve (Dr. A.N. Whitehead’le birlikte yazdığı) Principia Mathematica. Zamanında pek önemli sayılan bu son yapıt, değerim lüç kuşkusuz daha çok Dr. (sonradan profesör) Whitehcad’e borçludur. Sonraki ya­ 11

pıtlarından da anlaşıldığı gibi, Russell’da olmıyan bir dü­ şünce ve ruh derinliği vardı. Russell’ın düşüncesi ne kadar ince ve zekice de olsa, basit mantığı aşan yüksek görüş­ lere ulaşamıyordu. Bu ruh derinliğinden yoksunluk, "Birinci Dünya Sava­ şında acı bir biçimde ortaya çıktı. Russell, her 11e kadar (hakkını yemiyelim) Belçika’ya yapüan kötülüğü hiç de •küçümsememişse de, sapıkça bir direnişle savaşm kötü bir şey olduğunu, onun için de devlet adamlarımızın savaşı bir- an önce durdurmaları gerektiğini ileri sürdü. Oysa, devlet adamları bunu yapsalardı, Ingiltere tarafsız kalmış ve Almanya kazanmış olacaktı. Anlaşılan, matematik ça­ lışmaları, onu ilkeden uzaklaştırıp sayıların aldatıcı yolu­ na saptırmıştı. Bütün savaş boyunca, ne pahasına olursa olsun, savaşm kesümesini istedi durdu. Trinity College, pek yerinde olarak, hocalığına son verdi ve Russell 1918 yılında birkaç ay hapiste yattı. 1929’da, kısa bir süre Rusya’ya gitti, bu memleketin yönetimi pek hoşuna gitmedi. Çin’de daha uzun süre kaldı. Oradaki köklü uygarlığın akla uygunluğunu beğendi. Bu uygarlıkta hâlâ bir XVII. yüzyıl tadı buluyordu. Sonraki yıllarında, bütün gücünü sosyalizmi, eğitimde yenüiği ve evlenme bakımından daha gevşek bir ahlâkı savunan yazı­ lara harcadı. Bununla birlikte, daha geniş konulara dön­ mekte gecikmedi. Tarihle ilgili yazıları, üslupları ve nük­ teleriyle dikkatsiz okuyucunun gözünden, sonuna 'kadar savunduğu bayatlamış akılcılığın yalınkatlığını gizlemiştir. İkinci Dünya Savaşuıda hiçbir görev almadı ve sa­ vaşın sonuna kadar tarafsız bir memlekette kalmak üzere îngütere’den uzaklaştı, özel konuşmalarında, insan kanı­ na susamış delilerin birbirlerini öldürmelerinin iyi bir şey olduğunu ama, aldı başmda insanların o sırada yanlarında kalmamaları gerektiğüıi söyler dururdu. Bereket versin, Bentham’ı anımsatan bu görüşü çağımızda az raslanır ol­ 12

muştu. Çünkü, çağımız kahramanlığın yarar dışı bir değer olduğunu kabul eder. Bir zamanlar uygar dediğimiz dün­ yanın büyük bir yanı bugün yıkıntı halindedir, burası doğ­ ru; ama, aklı başında biç kimse, büyük savaşta hak uğ­ runa ölenlerin boşuna öldüklerini düşünemez. RusselTın yaşamı, bütün gelgeç hevesleriyle birlikte, XIX. yüzyıl başlarındaki aristokratların baş kaldırmala­ rım anımsatır. Acayip, olmıyacak ükeleri vardı ama, bun­ ları davranışlarına olduğu gibi uyguluyordu, özel yaşa­ mında, yazılarım bozan o acılığın izi yoklur. Tersine, dâhi bir konuşma ustasıydı ve insanca sıcaklığı yok değüdi. Bir çok dostu vardı. Ama, hemen hemen hepsinden daha çok yaşadı. Bununla birlikte, sağ kalan dostlan, geçkin yaşmda, onu hep keyifli bir insan olarak gördüler. Bu da, kuşkusuz, sağlığının her zaman yerinde olmasından geli­ yordu. Çünkü, politika bakımından, son yıllarında, Restauration’dan sonraki Milton gibi, köşede kaldı, ölm üş bir çağdan arta kalan son insandı.

Bu ölüm bildirisini B ertrand R us­ sell 1937'de yazm ıştı. Bildiride Rus­ sell 90 yaşm da öleceğini ileri sür­ müştü. (98 yaşm da öldü).

13

BERTRAND RUSSELL DÜŞÜNCELERİNİ DİLE GETİRİYOR

Bu bölüm, B ertrand RusselTin 1950 Nobel Edebiyat ödülünü aldıktan sonra televiz­ yonda yaptığı 13 konuşmadan oluşmuş­ tu r ve “B ertrand Russell Speaks His Mind" (B ertrand Russell Düşüncelerini Dile Getiriyor) adı altında a y n bir kitap olarak yayınlanm ıştır.

Bertrand Russel’in ünlü kişiliği bir tanıtm ayı gerek­ tirmez. Çünkü o, sağımızın en büyük filozofu, bilgin ve sosyal eleştirmecüerinden biridir. Bununla birlikte^ bu ki­ tabın içindekiler özel bir anlam taşıyor. Çünkü burada, B. Russell’m kişüiğini ve düşüncesini, hazırlıksız bir esin­ lenme anında yakalanmış olarak görüyoruz. W. W yatt’uı sorularına karşılık veren Lord Russell'ın bu on üç tele­ vizyon konuşması, tümü ile provasız olarak yapılmış ve Nobel ödülünü kazanan füozofun, çağımızın ölüm kalım sorunları üstüne çatışmalı ve kalıba sığmayan düşüncele­ rini sunmaktadır. Sokrates diyalogunun eski biçimini kendi özgün düşünüşü ile bağdaştırarak okuyucu, sözü­ nü sakınmazlığı ve nükteleri ile her zamanki gibi şaşırt­ maktadır. Felsefenin bu gezgin şövalyesi, daha iyi bir dünyaya gitmemizi engelleyen saplantı ve hoşgörüsüzlük­ leri açığa vuran B. Russell, günümüzde olan bitenlere küsüm ve umut karışımı bir görüşle bakmaktadır. Zaman zaman kötümserdir: "Eğitimin bir hayli za­ f a n olmuştur, İnsanların okuma yazma öğrenmelerinin daha iyi olacağını düşündüğüm anlar oluyor”. Zaman za­ man da iyimserdir. "Düşümde, hepsi gürbüz, hepsi akıl­ lı, hiçbiri ezmeyen, hiçbiri, ezilmeyen bir mutlu insanlar dünyası gördüğüm oluyor”. Kimi zaman gerçekçidir: “Komünizmin Doğu-Batı geriliminden daha büyük tehli­ ke olduğunu sanmıyorum. Doğu-Batı gerilimi dünyada en büyük tehlikedir”. Bütün bunlardan daha önemli ola­ rak da, bu kitabın sayfalarında Lord Russell, tok sözlü, taklit edilmez ve canlı kişiliği ile ta kendisidir. Ancak 17

teybe alman bu konuşmaların tazeliği; bağnazlık, doğum kontrolü, Hidrojen bombası ve insanlığın geleceği gibi konularda filozofun gerçek kişiliğini ortaya koyabilir. Hiçbir memleket onun eleştirici gözünden kaçmıyor, in­ san çabaları hiçbir alanda onu iyimser olmaktan alıkoya­ mıyor. Bu sert, etkili kitap, büyük düşüncelerle uğraşan bir büyük hümanist ve bügin kişiyi merak eden herkes için okunması gereken özlü bir yapıttır. Bertrand Russell’in sorular ve karşılıklarla kcndiğinden ortaya çıkan düşüncesi okuyucuya, çağımızın belli sonınlanm kendine dert edinen bir bügeliğin nasıl işlediğini görmek olanağı­ nı veriyor.

18

MUTLULUK NEDİR?

Woodrow W yatt — Lord Russell, siz pek mutlu bir insana benziyorsunuz. Her zaman böyle miydiniz? Lord Russell — Yo... Hiç de değil. Mutlu ve mutsuz olduğum zamanlar oldu. Bereket versin, yaşlandıkça mut­ luluk zamanlarım uzuyor gibi. W yatt — En mutsuz çağınız hangisi oldu? Russcll — Ergenliğimde mutsuz, ama çok mutsuz­ dum. Mutsuz ergenler çoktur sanırım. Dostum, konuşa­ cak insanım yoktu. Öyle gelirdi ki bana, hep canıma kıymak istiyorum da zor alıkoyuyorum kendimi bu iş­ ten. Oysa, hiç de gerçek değildi bu. Her halde pek m ut­ suz olduğumu kendim uyduruyordum. Ama, bunun pek uydurma olmadığını, gördüğüm bir düşten anladım. Çok hasta, ölmek üzere olduğumu gördüm düşümde. İşin tuhafı, başımın ucunda profesör Jowett vardı, Balliol kolleji hocası ve Platon çeviricisi, pek bilgin bir aile dos­ tumuz. Cırlak ve acı bü* sesi vardı. Düşümde, pek duy­ gulu bir sesle dedim ki ona: “Ne de olsa bir avuntusu var insanın. Yakında kurtulacağım bu işten.” “Yaşamdan mı demek istiyorsun?” diye sordu. “Evet, yaşamdan” de­ dim. “Biraz daha yaşlanınca böyle saçma laflar etmezsin” dedi. Uyandım ve bir daha böyle saçma bir laf etmedim. 19

W yatt — Mutlu zamanlarınızda, mutluluğa bile bile mi kavuştunuz, yoksa rastgele mi? Bussell — Yalnız çalışmalarım konusunda bile bile mutlu olmuşumdur. Yaşamımın üst yanını itüere, ra st­ lantılara bıraktım İşimde bilinçli bir yol tuttum ve dile­ diğimi de oldukça iyi başardım. W yatt — Mutluluğu itilere ve rastlantılara bırakın­ ca, bu iş yolunda mı gider sanıyorsunuz? Bussell — Bana kalırsa, büyük ölçüde talihe ve işle­ rinizin gidişine bağlıdır bu. Erginliğimden bir hayli sonra, korkunç bir mutsuzluk sürem oldu. İşimi yürütebilmek için çözülmesi gereken bir probleme saplanıp kalmıştım. İki yıl, bir adım ilerlemeden bu problemle cenkleştim. Belalı bir şeydi bu. W yatt — Mutluluğu yapan öğeler nelerdir sizce? Bussell — Dört öğeyi önemli sayarım: Bunların bi­ rincisi sağlıktır belki, İkincisi yoksulluğa düşmeyecek ka­ dar varlık, üçüncüsü yakınlarımızla iyi geçinme, dördün­ cüsü de işde başarı. W yatt — Sağlığı alalım. Ne diye sağlığa bu kadar önem veriyorsunuz? Bussell — Bazı hastalıklar vardır ki onlara tutuldu­ nuz mu, mutlu olmak gerçekten zordur, sanıyorum. Ki­ mi hastalıklar düşünceyi ctldler ve bütün rahatmızı ka­ çırır. Kimi hastalıklara yiğitçe göğüs gerilebüir, kümleri­ ne gerilemez. W yatt — Sizce sağlık mı mutluluğu getirir, mutlu­ luk mu sağlığı? Bussell — Bana kalırsa, önce sağlık mutluluk geti­ rir ama, öbür türlüsü de olur. Bence, mutlu kimsenin, mutsuzdan daha az hasta olması beklenir. 20

W yatt — Şimdi ikinci öğeyi alalım. O neden önemli? Russell — Alıştığınız yaşama koşullarına göre deği­ şir. Eğer az çok yoksul yaşamaya alışmışsanız, fazla bir gelire gereksinmeniz olmaz. Ama, pek zengin yaşamaya alışmışsanız, geliriniz çok büyük olmadıkça mutsuz olur­ sunuz. Yani, alışık olduğunuz yaşam a bakar bu. VVyatt — Geçim kaygısı, para kazanma tutkusuna da kayabilir değü mi? Russell — Çok kolay kayabüir, çoğu zaman da böy­ le olmuştur. En zengin kimselerin Yoksullar Evinde öl­ me korkusuyla yaşadıkları görülür. W yatt — Fazla para insanı hiç de mutlu etmeyebilir. Russcll — Tabü, etmeyebilir, Neden etsin? Bence pa­ ranın in&anı yalnız geçindirecek kadarı istenmeli. Para üzerinde fazla düşünmemelisiniz. Fazla düşünmek zorun­ da kalırsanız, rahatınız ka-ar. W yatt — Üçüncü öğe, yakınlarımızla iyi geçinme de­ miştiniz. önem bakımından, üçüncü mü gelir sizce bu? Russell — Hayır, hayır. Benim başıma gelenlere ba­ karsanız, önem halamından birincidir bu, ya da sağlık­ tan hemen sonra gelir. W yatt — Bununla ne demek istediğinizi biraz açık­ lar mısınız? Russell — Yakınlarımızla iyi geçinmekten ne anladı­ ğımı mı? W yatt — Evet. Russell — Ne demek istediğimin pek açık olduğunu sanıyorum: Kimine göre, dostluk, kimine göre aşk, kimi­ ne güre çocuklarına bağlılık. Bütün kişisel, içten yakın­ lıklar. Bunlarda rahatlık yoksa, yaşam da bir hayli güç­ leşir. 21

W yatt — İşe gelelim. Işde başarının önemi üstüne ne diyorsunuz? Russell — Ateşli insanlarda işin önemi çok büyük­ tür. Kimi insanlar uyuşuktur ve işlerine pek aldırmazlar. Biraz olsun ateşli bir insansanız, ateşinize bir amaç ge­ rek. İş, bu amaçtır işte. Tabii, iş başarısız olunca, mutlu­ luk getirmez. Ama başarılı olunca, bütün gününüzü dol­ durur ve mutluluğunuzu bir hayli a rttır ir. W yatt — H er türlü iş sağlar mı bunu? Russell — Sağlar. Kimi işlerin belâlı olması durumu değiştirmez. Demek istiyorum ki eğer siz bir Politbüro üyesi iseniz işiniz biraz tehlkeli olur ama... W yatt — Ama, bu türlü işleri seven için yine de bir coşkunluk sağlar. Russell — Evet, bu türlü işleri seviyorsanız, mesele yok. W yatt — İşin büyüklüğü küçüklüğü önemli değil mi­ dir? Russell — Hayır. Yaradılışınıza bağlıdır bu. Kimi in­ san yalnız büyük işler başarınca mutlu olabilir, kimisi de ufak tefek başarılarla muti anabilir, yaradılışına göre. Ama, iş sizin güçlerinizle dengeli olmalı ki başarı sağlayabüesiniz W yatt — Bu dediğiniz, insanı şöyle bir düşünceye götürebüir: Kimi insan tembellikle de mutlu olabüir, bi­ razcık işle yetinebüir. Russell — Doğru. Ama, pek o kadar rnutlu olamaz­ sınız. Benim deneyimlerime kalırsa, zor bir işi başarm a­ nın getirdiği mutluluk çok, ama çok büyüktür. Tembel insanların böyle bir keyfi tadabileceklerini sanmıyorum. 22

W yatt — Daha az akıllı daha keyifli bir yaşam sü­ receğinizi söyleseler, ne dersiniz? Bussell — Böyle bir keyfi istemem, derim. Biraz da­ ha akıllı olayım da, keyfimin daha az olmasına razıyım Ben akıldan yanayım. W yatt — Felsefe mutluluğa yardım eder mi, sizce? Bussell — Felsefe ile ügüenirseniz ve bu işi de iyi yaparsanız, eder. Başka türlü etmez. Ama duvarcı]ılı da mutluluğa, yardım eder... tabu, iyi bir duvarcı iseniz. Her hangi bir işi yapmak mutluluk getirir insana. W yatt — Mutluluğa karşı koyan etkenler nelerdir? Bussell — Söylediklerimizin dışında birçok etken da­ ha var. Mutluluğa karşı olan şeylerden biri kaygıdır. İş­ te, benim yaşlandıkça daha mutlu olmamın nedenlerin­ den biri de budur. Gittikçe daha az kaygılanıyorum. Kaygüanm a pek yararlı bir çare buldum: önce şöyle düşün­ mek: “Şimdi başıma gelecek en kötü şey nedir?..” Sonra şöyle düşünmek: “Bundan yüz yıl sonra, hiç de o kadar kötülüğü kalmayacak bu işin. Belki hiç lafı büe edilme­ yecek.” Gerçekten böyle düşünebüdiniz mi, pek o kadar kaygılanmazsınız artılı. Kaygı, başınıza gelebilecek ta t­ sız olaylara göğüs germemekten üeri gelir. W yatt — Siz kaygılarınızı dilediğiniz gibi önleyebi­ lir misiniz? Bussell — Büsbütün önleyemem, büyük ölçüde önleyebüirim. ' W yatt — Sizce kıskançlığın bu işde ne payı var? Bussell t— Ha, kıskançhk... evet! Bir çok kimse için korkunç bir mutsuzluk kaynağıdır bu. Ressam Haydon geliyor aklıma. Çok iyi bir ressam değüdi ama, olmak is­ tiyordu. Günce tutardı. Şöyle diyor bir yerinde: "Ken­ dimi Rafaello üe karşılaştırıp berbat bir sabah geçir­ dim.” 23

W yatt — Bu kıskançlık konusunu biraz açıklar mı­ sınız? Bussell — Bana öyle geliyor ki, mutlu olabilmek için çok şeyleri olan nice insan vardır, başkalarında biraz da­ ha fazla şey olduğu düşüncesiyle üzülürler: Başkasının daha iyi bir otomobil, daha hoş bir bahçesi olduğunu sa­ nırlar, ya da rahat bir iklimde yaşamanın ne kadar hoş bir şey olduğunu düşünürler, bilmem kimin kendilerinden daha çok tanındığına ve buna benzer şeylere üzülürler. Tadabüecekleri şeyi tadacaklarına, başkalarında benden çok şu var bu var diye keyiflerinden olurlar. Oysa, buna aldırmamaları gerekir. W yatt — Evet ama, kıskançlık şu bakımdan iyi bir şey olabüir: Sizden daha iyi iş çıkarıyor diye birini kıska­ nırsanız, bu sizi daha, iyi çalışmaya itebilir. Russoll — Evet, daha iyi çalışmaya itebileceği gibi, daha kötü iş çıkarmaya da götürebüir bence. Üstelik de, başka bilinin işine burnunuzu sokmaya kalkışmış olur­ sunuz. Başka birini aşmanın iki yolu vardır: Biri, kendi­ nizi derletmek, öteki de, o adamı geriletmektir. «

«

W yatt — Peki, ya can sıkıntısı?... Can sıkıntısının da bir önemi var mı sizce? Bussell — Var, hem de çok var bence. Can sıkıntısı­ nın sadece insanlara özgü bir şey olduğunu söylemeyece­ ğim. Çünkü, Hayvanat Bahçesinde maymunlara baktım. Onlar da can sıkıntısının ne olduğunu büiyor gibiydüer. Ama, bana kalırsa, öbür hayvanların cam sıkılmıyor. Bence can sıkıntısı bir zekâ belirtisidir ve önemi çok bü­ yüktür. Vahşilerin uygar insanlarla yan yana gelir gel­ mez ilk istedikleri şeyin alkol olmasından da bunu anlı­ yoruz. Alkolü Kutsal Kitap’t an, Incü’den, hattâ mavi in­ cik boncuklardan büe fazla istiyorlar. Neden istiyorlar? Can sıkıntüannı bir an olsun dağıtsın diye. 24

W yatt — Peki, iyi bir öğrenim görmüş insanlarda, örneğin, kızlarda can sıkıntısını nasıl önleyebiliriz? Kız­ ların, evlenince ev işlerinden başka yapacak şeyleri kal­ mıyor. Bussell — Toplumun düzeni kötü de ondan böyle olu­ yor. Bana kalırsa, bu düzeni bireysel davranışlar değiş­ tiremez. Ama, çağımız için, verdiğiniz örnek çok önem­ li. Bizim doğru dürüst bir toplum düzenimiz yok. Çün­ kü, olsaydı, kadın erkek herkes yararlı yetilerini orta­ ya koyabüirdi. Günümüzün iyi okumuş kadınlan evlen­ dikten sonra yetilerini geliştirmiyorlar. Ama bu, toplum­ sal düzenimizin bir sonucudur. W yatt — Belli işleri yaparken kendi nedenlerimizi anlamak ve böylece kendi kendimizi aldatmaktan sakın­ mak mutluluğumuza ne ölçüde yardım eder? Russell — Bana kalırsa çok yardım eder. Çok kimse bir tek ya da bir küme insana kin bağlar, bu kinin de yüksek bir ülkücülükten geldiğini sanır. Aslmda, hiç de öyle olmayabüir. Bunu kavrasalar, bence daha mutlu olurlar. W yatt — Bir çok insan, kendi kendüerini aldatarak mutsuz olmuyor mu, sizce? Russell — Oluyor, çok insanlar oluyor. W yatt — Başmız beladayken, örneğin hapisteyken, mutlu olmak sizce olası mı? Siz de hapse girdiniz, büirsiniz. Bussell — A... bakın ben çok iyi vakit geçirdim ha­ piste. Ama, tabu, birinci bölümdeydim. Oradakiler hapis yaşamının her zamanki sıkıntüannı çekmezler. Ama ge­ nel olarak, hapis yaşamı kafasıyla çalışmaya alışık bir adam için çok güçtür. Bir el işine alışmışsanız güçlük azalır. Çünkü, o zaman düşünce yaşamınızdan fazla bir şey eksilmez. 25

W yatt — Hapis ne zaman daha sıkıntılıdır? Sizin gi­ bi yüksek bir dava uğruna hapse girince mi, yoksa hak­ kedip de girince mi? Itussoll — Elbette ki benim gibi girince. Demek isti­ yorum ki, eğer çatal kaşık çaldığım için aynı cezaya çar­ pılmış olsaydım mutsuzluğa düşerdim adam akılh. Çün­ kü... şey... kepaze edilmeyi haketmiş sayardım kendimi. Ama, ben kendimi hiç de kepaze edilmiş saymadım. W yatt — Sizinki sade ilke sorunu olduğu için mi? Russell — Evet. W yatt — Uğrunda yaşıyacağımız bir dava bizi mut­ luluğa götürebüir mi, sizce? Russell — Az çok bir başarı sağlayabilirsek, evet. Davalarında hiç başan sağlayamayanlar mutlu olamazlar ama, az çok başan sağlayanlar, az çok mutlanabilirler. Şimdi, bir başka konuya geçmek istiyorum. O da şu: Ken­ di işinizin dışına çıkan ilgüer, hele insan yaşlandıkça, çok önemli bir yer alır. İlgileriniz ne kadar az kişisel olursa, kendi yaşamınızı ne kadar aşarsa, yaşamınızın yakında biteceği kaygısı o ölçüde azalır. Bence bu, yaşlılıkta çok önemli; bir mutluluk öğesidir. W yatt — Uzun yaşama ve mutlu olma üstüne insan­ ların salık verdikleri reçetelere ne diyorsunuz? Russell — Uzun yaşamak bir hekimlik sorunudur. Bunım üstüne bir düşünce ileri sürmek istemem. Bu re­ çetelerin savunucuları durmadan yazı, kitap yollarlar ba­ na. Onlara bakarsınız, verdikleri ilacı alır almaz saçlarım yeniden kararacak. Benim işime gelmiyor bu. Çünkü, şu­ nu anladım İd: Saçlarım ne kadar aklaşırsa, insanlar söy­ lediklerime o kadar kolay inanır olurlar.

26

SOFTALIK VE HOŞGÖRÜ

Woodrow W yatt — Softalığı nasıl anlatırsınız, Lord Russell? Lord Russell — Bir adam bir konuya başka her şeyi hiçe sayacak kadar aşın bir önem verirse, o adama sof­ ta demek yerinde olur sanıyorum. Bir örnek vereyim. Her aldı başında adam köpeklere eziyet edilmesinden hoşlanmaz. Ama, siz tutup köpeklere eziyet etmenin, baş­ ka hiçbir eziyetle ölçülemiyecek kadar korkunç olduğunu Deri sürerseniz, softa olursunuz. W yatt — İnsanlık tarihinde, büyük halk topluluklannın sık sık softalığa kapıldığı olmuş mudur? Russell — Evet, çok yerde, çok kez olmuştur. İnsan topluluklarının yakalandığı kafa hastalık!arından biri­ dir bu. W yatt — Bunlann en kötü örnekleri hangileridir sizce? Russell — Çok değişik örnekler verebilirim, sanıyo­ rum. Yahudi düşmanlığını alalım. Bu, en kötülerinden bi­ ridir, çünkü, çok yakın zamanlarda en kötü örneğini gör­ dük. Korkunçluğunu düşünmeye büe zor dayanır insan. Söylenmesi doğru değü - söylenmesi doğru sayılmaz, bi­ liyorum ama Yahudi düşmanlığı Hıristiyanlıktan doğ­ muştur. Hıristiyanlıktan önce varsa büe çok azdı bu düş­ manlık. Roma devleti Hıristiyan olur olmaz, Yahudi düş­ manı da olmaya başladı. 27

W yatt — Neden acaba? Bussell — Çünkü, İsa’yı Yahudiler öldürdü dediler ve Yahudi düşmanlığını bu bakımdan haklı gösterdiler. Elbette ekonomik nedenleri vardı bu işin ama, öne sür­ dükleri İsa'nın öldürülmesi oldu. W yatt — Halkın sürü halinde softalığa tutulduğu olur mu dersiniz? Tutulması nedendir sizce? Bussell — Bunda beraberlik duygusunun payı olsa gerek. Softalar topluluğunda birbiriyle dost olmanın ver­ diği bir rahatlık duygusu vardır. Aynı şey hepsini birden coşturur. Bunu herhangi politika partisinde de görebüirsiııiz. Her partide, her zaman bir softalar grubu vardır. Bunlar birbirlerine pek bağlıdırlar ve bu bağlılık bir baş­ ka gruba düşmanlık eğüimi üe birleşip yayılırsa softalık kolayca gelişir. W yatt — Ama, softalık, zaman zaman iyi işler gör­ mekte bir çeşit güç kaynağı olabilir mi? Bussell — Softalığın güç kaynağı olduğu su götür­ mez ama, tarihte softalığın iyi işlere kaynak olduğu g.;. rülmemiştir. Bence, her zaman kötü işlere yol açmıştı;. Çünkü, tek yanlıdır, çünkü işe kin karıştırmaması he­ men hemen olanaksızdır. Softalığınızı paylaşmayan in­ sanlara ister istemez düşman olursunuz. Bunu önlemek çok güç W yatt — Ama softalık ekonomik amaçlar gözetin­ ce, örneğin, Haçlı Seferleri’nde olduğu gibi, softalık ol­ maktan belki zararlı olmaktan da çıkmıyor mu? Bussell — Orasını bilmem... Haçlı Seferleri’nden bir hayır geldiğini sanmıyorum. Bu seferlerde iki alcım var­ dı: Bir, softalık akımı, bir ds ekonomik alcım. Ekonomik alcım, gerçekten çok güçlüydü. Ama, softalık olmadan işe yaramazdı. Softalık orduları sağladı, ekonomik ne­ den ise kumandanları diyebiliriz kabaca. 28

W yatt — Peki, softalıkta büyücülüğün nasıl bir ye­ ri olmuştur, dersiniz? Russell — A... büyücülüğün korkunç, çok korkunç bir yeri oldu. En çok da... 1450 üe 1600 aralarında. Kor­ kunçtu o yıllarda büyücülük. Ünlü bir kilise adamı The Hammer of Female malefactors adlı, büyücü kadınlarla ügili bir kitap yazdı. Bu kitap, halkın da inandığı büyü­ cülerin avlanıp yakılmasına büyük ölçüde yol açtı, öyle sanıyorum ki, Jeanne d’Arc’m kendisi büe büyücü oldu­ ğuna inanıyordu. Herhalde, hailem büyücü diye suçlan­ dırdığı kimselerin çoğu büyücü olduklarına inanmışlar­ dı ve bu, korkunç işkencelere yol açtı. Sir Thomas Browne’ı okuduğunuz zaman onu iyi yürekli, bilgüi bir insan sanırsınız. Ama gerçekte, büyücü yargüandırmalannda suçlandıran! ardan yana oldu, önce, büyücülüğü yad şi­ male bir çeşit tanrısızlıktı. Çünkü, Kutsal Kitap "Bir ca­ dının yaşamasına göz yummayacaksın!” diyor. Büyücü­ lerin yıkılmasının doğru olduğuna inanmadınız mı, K ut­ sal Kitab’a inanmıyorsunuz demekti, öyleyse, Tanımız yoktu. W yatt — Neden, hiç değüse görünüşte, sağlam kafa­ lı olan birçok insan böylesiııe softa oluyor? Russell — Sağlam kafa görece bir deyıriidir. Çok çok az insan tam anlamıyla sağlam kafalıdır. Hemen her insamn deliliğe kaçan yanlan vardır. Hiç unutmam. California’da, yağmurlu bir günde, otomobille geziyorduk. Yol­ da, sırsıklam bir yayayı arabamıza aldık. Bu adam, her çeşit ırk düşmanlığına karşıydı. Bunun korkunç bir şey olduğunu söyledi. Ben de, kendisine hak verdim. Sonra, içimizden biri Füipinlilerden söz açar açmaz, bu adam, bütün Filipinlilerin aşağılık kişüer olduğunu söyledi. Gördünüz mü, onun kafasında da bir sakatlık varmış, demek.

W yatt — Softalık konusuna neden bu kadar önem veriyorsunuz? Russell — Çünkü, dünyanın uğradığı kötülükler, çok büyük ölçüde softalıktan gelir. W yatt — Ama, Roma Katolik kilisesi, her halde, ba­ zı dogma’lara inanmanın, bunlara inanmaksızm yaşa­ maktan önemli olduğunu düşünüyordu. Onun görüşü üe bizimki arasında bir ayrılık var mı? Russell — Var, hem de çok büyük. Roma Katolik kilisesi dünya ölçüsünde değüdir. Birçok ulusu avucuna alamıyordu. Hidrojen bombasıyla hepsini alabüir. W yatt — Bunu biraz açılılar mısınız? Russell — Evet. Elbette açıklamaya değer. Bence, hepimizin başında korkunç bir tehlike olan Doğu - Batı gerginliği, en çok ya softaca bir komünizmden, ya da softaca bir komünizm düşmanlığından doğuyor yerine göre. Her iki yan da, inançlarına aşırıca bağlanıyorlar, inançları softalık diye anlattığım şeye benziyor. Yani demek istiyorum ki, birinin öte yanda kötü gördüğü şe­ yin önlenmesini, insan soyunun dünyada kalmasından daha önemli saymak softalıktır. Hepimizin başındaki tehlike, bu softalıktır, her iki yanda da bulunan bu sof­ talık. W yatt — Peki, hoşgörü nedir sizce? Russell — Düşüncenizin yönüne göre değişir bu. Dü­ şünüşte hoşgörü, gerçekten hoşgöriiyse, her hangi bir suç olmadıkça, hiçbir düşüncenin cezalandırılmaması de­ mektir. W yatt — Tarihte hoşgörüsü olan çağlara örnek gös­ terebilir misiniz? 30

Russell — Evet. Otuz Yıl Savaşı’ndan sonra. İngil­ tere'de hemen arkasından başlamadı, çünkü, o sırada biz bir iç - savaş içindeydik : Ama, bu savaştan biraz sonra. İlk hoşgörür devlet Holanda oldu. XVII. yüzyılın bütün üeri aydınları yaşamlarının bir çok yıllarında Hollanda’ya sığınmışlardır : sığınmamış olsalar, süinip giderlerdi. İngiltere başka memleketlerden daha iyi değildi, o gün­ lerde. Parlamento Hobbes’un bozuk, hem de çok bozuk kafalı olduğu sonucuna varmış ve İngiltere’de kitap ya­ yımlamasını yasak etmişti. Bu yasak uzun, hem de çok uzun sürdü. W yatt — Eski Atina için hoşgörür bir devlet diye­ bilir misiniz? Russell — Az çok hoşgörürdü. XVIII. yüzyıla ka­ darla yeni devletlerden daha hoşgörürdü. Ama, tam bir hoşgörürlük değildi onunki de. Sokrates’in nasıl öldürül­ düğünü herkes bilir. Ondan sonra da baskı görenler ol­ du. İskender’in ölümünden sonra Anaxagoras da, Aristo­ teles de kaçmak zorunda kaldılar. W yatt — Peki, insan yaşadığı dönemin hoşgörür duğunu nasıl büir? Nerden anlaşılır bu? Russell — özgür kuramlardan anlarsınız. Basın gürlüğü olur, düşünce özgürlüğü olur, propaganda gürlüğü olur. Düediğinizi okumakta özgür, dilediğiniz ne girip çıkmakta özgür olursunuz.

ol­ öz­ öz­ di­

W yatt —■Ama bugün Batı’da bütün bu özgürlükler var, yine de siz biraz önce softalığın hiçbir zaman bugün­ kü kadar koyu olmadığım söyler gibiydiniz. Rnssell — Batı’da bu özgürlüklerin gerçekten var olduğunu sanmıyorum. Amerika'yı aim örneğin. Ne yap­ tılar orda? Bütün kitaplıklara gittiler, Rusya üstüne bil­ gi veren ne varsa yok ettüer. Buna tam bir hoşgörü di­ yemezsiniz. 31

W yatt — Coşkun olmazsak iş yapamıyoruz. Fazla coşarsak softalığa düşüyoruz. Doğru yolda olduğumuzu, softalığa kaymadığımızı nasıl kestirebüiriz? Russcll — Kesin olarak büemezsiniz, ama şu yapı­ labilir bence : Yalnız doğru olduğuna inandığınız bir işi yapmakla kalmayıp, doğru görünenden başka bir yola girmeği üke edinirsiniz. Aldanabilip de bir yıkıma neden olacağınız işten kaçınırsınız. Bu davranışı insanları diri diri yakma işinde deneyelim, örneğin. Ortaçağın işkence­ ler döneminde din adamlarının büdikleri tam anlamıyla doğru olsaydı, dinsizlerin yakılması iyi bir iş olurdu. Ama bildilderinizin doğru olmadığına en küçük bir olasılık da olsa kötü bir iştir yaptığınız. Bence böyle bir ilkeye uy­ malısınız. W yatt — Bu ilkeyi politika partilerine ve hükümet­ lere de uygulayabilir misiniz? Russell — Elbette. Bir politika partisinde olan, öbür partinin doğru yolda olmadığına inanır, ama gidip o par­ tideki insanları öldürmeğe hakkı olduğunu söyliyemez. W yatt — Hoşgörünün sınırlan nedir? Ne zaman hoşgörü başıboşluğa ve kargaşalığa götürür? Russell — Buna verüecek orta halli bir yanıt şu ola­ bilir : Gerekli yasaya uygun olarak düşünceleri savunma tam bir hoşgörü ile karşılanmalı. Ama, yasa değişinceye kadar suç sayılan işlerin savunulması karşısında tam bir hoşgörü istenemez. Bir örnek alacalc olursak, ölüm ce­ zasının olmadığı bir yerde, bu cezanın konması düşün­ cesinde olabilirsiniz. Ama, sizce ölümü hakketmiş bir in­ sanı gidip öldürmekte serbest olamazsınız. W yatt — Softalık dünyaya dalga dalga yayılır mı, dersiniz? Bizim dünyamız böyle bir dalga içindeyse, bu dalga nasü sona erebüir? 32

Russell — Dünya düzelince dalga da durur ama, südekli bir dengeye ulaşmadıkça da bu dalga durmaz. Ka­ rarsız bir durum sürüp gittikçe, softalığı besliyen koşul­ lar var demektir. Onun için, softalığı yenmek istiyorsa­ nız, dünyada bir çeşit durulma sağlamak zorundasınız. YVyatt — Dünyada softalığın azalacağını umuyor musunuz? Russell — Evet, umuyorum, hem de çok. Bu iş, po­ litikalara bağlı bence. Dünya savaşım büyük bir tehlike olmaktan çıkaran bir politika sistemimiz olursa, Doğu­ da da Batıda da hoşgörünün ve anlayışın çarçabuk ge­ lişebileceğini sanıyorum. Ama, bu gerginlik kaldıkça bu­ nun gerçekleşmesi çok zordur

33

f e l s e f e n e d îr

W yatt — Lord Russell, felsefe nedir? Russell — Çok tartışma, götürür bir sorun bu. öyle sanıyorum ki, iki filozoftan büe aynı karşılığı alamazsı­ nız. Benim görüşüme göre, henüz kesin olarak büimniyen konular üstünde kafa yormaktır. Bu, yalnız bana göre böylcdîr, başkalarına göre değü. W yatt — Felsefeyle bilim arasındaki aynlık nedir? Russcll — Kabaca, şu. Büim bildiğimiz şeyler, felse­ fe de bilmediğimiz şeylerdir. Onun için de, insan bilgisi ilerledikçe, sorunlar felsefe alanından bilim alanına ge­ çer. W yatt — Demek, bir şey bulunup açıkça ortaya kon­ du mu, felsefe olmaktan çıkıp bilim olur, öyle mi? Russell — Evet. Nitekim felsefe diye ele aldığımız ııice sorun artık felsefe olmaktan çıkmıştır. W yatt — Felsefe neye yarar? Russoll — iki şeye yarar bence. Bunlardan biri, he­ nüz büimin çözemediği şeyler.üzerinde düşüncemizi işlet­ mektir. insanı ilgüendirmcsi gereken şeylerin de pek azı henüz bilimce çözümlenmiştir. Fek önemli nice şeyler var­ dır ki, bilim, şimdilik hiç değ. İse, bunlar üstüne pek az şey büiyor. İnsanların düşüncesi niçin bir sınırda kalsın ve yalnız bugün bilinenin içine kapansın. Bence, varsayım yoluyla dünya görüşümüzü genişletmek felsefenin sağla­ 31

dığı yararlardan biridir. Aynı ölçüde bir başka önemli yararı daha vardır bence. O da, bize, bildiğimizi sandığı­ mız şeyler bilmediğimizi göstermesidir. Bir yandan fel­ sefe bizi günün birinde büeceğimiz şeyler üzerinde dü­ şündürmek, öbür yandan da, bügiye benzeyen nice şey­ lerin bilgi olmadığını alçakgönülle, göstermektir. W yatt — Felsefenin üzerinde düşünüp de sonradan elle tutulur sonuçlar vermiş olan konulara bir kaç örnek gösterebilir misiniz? ltussell — Gösterebilirim. Bu örnekler en kolay da Yunan felsefesinde bulunur. Yunanlıların ileri sürdükle­ ri ve kendi zamanlarında denenmemiş olan bir çok varsa­ yımlar sonradan değer kazanmışlardır. Örneğin, atom varsayımını alalım. Demokritos maddenin küçük parça­ cıklarından kurulu olduğunu üeri süren atom varsayımı­ nı bulmuştu. 2090 yılı aşkın bir zaman sonra, bunun bi­ limsel bir görüş olduğu anlaşıldı. O zamana bu, sadece bir düşünceydi. Aristarkhos’u alalım. Güneşin dünyanın çevresinde değil, dünyanın güneşin çevresinde döndüğü ve gökteki değişikliklerin dünyanm dönmesinden Ueri gel­ diği düşüncesini ortaya atan Uk insan o olmuştur. Bu, bir yana atılıp unutulmuş olan varsayım, 2000 yıl son­ ra Copernicus ile yeniden ele alındı. Ama, Aristarkhos bunu düşünmemiş olsaydı, Copernicus belki de hiç üstün­ de durmıyacaktı. W yatt — Nasıl oluyor bu, bir çeşit sezgiyle mi? Russcll — Yo, lıayır. Bu varsayımları, ilkin düşünen­ ler, “doğrusu budur” diyemezler; sadece "doğru bu ola­ bilir" d yvbilirler. îj’i bir bilimsel düş gücünüz varsa, bir­ çok şeyin doğru olabileceğini düşüncbüirsiniz. îşte, bili­ min özü de bııdur. Öııcc, bir şeyin doğru olabileceğini dü­ şünür, sonra doğru olup olmadığını yoklarsınız, çoğu kez de doğru olmadığım görürsünüz.

W yatt — Platon'a göre, Pemokritos kuramı, Teokritos’un atom kuramı saçma sapan bir şeydi, değil mi? Russell — Platon’u ürkütm üştü bu düşünce. Demokritos’un bütün kitaplarının yakılmasını istemişti. Çünkü Platon bilimi sevmiyordu. Matematiği seviyordu ama, bi­ limsel olan başka hiçbir şey «evmiyordu. W yatt — Demek, size güre felsefe, bir anlamda, bi­ limin hizmetindedir. Russell — Eh, bir bakıma öyledir. Ama, tabü, bili­ min bir uşağı değüdir sadece. Çünkü, birçok şey vardır ki, bilim uğraşamaz onlarla, örneğin, bütün değer sorun­ ları. Bilim, bir araç olarak değil, amaç olarak neyin iyi, neyin kötü olduğunu söyleyemez size. W yatt — Zamanla füozoflann ve hal km felsefeye karşı davranışlarında nasıl bir değişiklik oldu dersiniz? Russell — Düşündüğünüz felsefe okuluna göre deği­ şir bu. Platon ve Aristoteles’de. en önemli şey dünyayı anlam aktı; bence de felsefenin yapması gereken şey budur. Onlardan sonra gelen stoacılarda, ahlâk önem ka­ zanıyor. Kahraman olmanız, felâketlere sabırla katlan­ manız gerekiyor bu felsefeye göre. Halk arasmda da “fi­ lozof” bu anlamı kazandı. W yatt — Sizce Marx’a bir füozof denir mi? Russell — Bir bakıma filozoftur, şüphesiz. Ama bu­ gün filozoflar arasmda önemli bir ayırma var. Kimi filo­ zoflar dünyanın düzenini sürdürmek, korumak; kimi fi­ lozoflar da dünyanın düzenini değiştirmek istiyorlar. Marx tabü, İkinciler arasmda. Bana kalırsa, her ikisi de, filo­ zofun asü yapacağı iş değüdir. Bence, füozofun işi, dün­ yayı değiştirmek değü, anlamaktır, oysa Marx bunuıı tam tersini söyler. W yatt — Siz kendinize nasü bir füozof dersiniz? 36

Russell — Ben şimdiye kadar kendime sadece man­ tıksal atomist demişimdir. Ama, bu isim takm alarına pek meraklı değilim, kaçmırım bundan. W yatt — Mantıksal atomist ne demektir? Russell — Şu demektir bence: Elle aldığınız herhangi bir konunun özüne varmak için, tutulacak yol çözümle­ medir. Her şeyi çözümleye çözümleye, öyle bir yere ge­ lirsiniz ki, orada artık çözümlenemez şeyler çıkar karşı­ nıza. İşte, bunlar mantıksal atomlardır. Bunlara mantık­ sal atomlar diyorum, çünkü, onlar artık madde değildir. Bunlara, nesneleri meydana getiren idea (kalıplar) diyebüiriz. W yatt — Felsefenin bugünkü başlıca yönü nedir? Russell — Bu konuda îngüizce konuşan memleket­ lerle Avrupa memleketlerini ayırmak gerekir. Yönler es­ kisinden çok daha ayrı birbirinden, çok daha ayrı. İngi­ lizce konuşulan memleketlerde ve hele İngütere’de yeni bir felsefe akımı var. Bence, bu akım, felsefeye ay n bir alan bulmak isteğinden doğmuştur. Biraz önce söylediği­ me göre, felsefe sadece yarım bir bilimdir. Bu görüşten yana olmayanlar var. Onlar, felsefenin kendi dünyası ol­ masını istiyorlar. Bu istek, düci felsefe diyebüeceğimiz bir yola götürdü. Bu yolda, füozofun önemli işi, sorulan cevaplandırmak değil, soruların anlamım iyice açmaktı:. Ben, bu görüşe katılmıyorum. Ama, size bunu bir örnek­ le anlatabilirim. Bir gün bisikletle Wincester’e gidiyor­ dum. Yolumu kaybettim. Bir köy dükkânına gittim. Ba­ na Wincester’e giden en kısa yolu gösterir misiniz, de­ dim. Bunu sorduğum adam dükkânın arkasında benim görmediğim birisine seslendi: “Bir bay Wincester’e gi­ den en kısa yolu soruyor” dedi. İçeriden bir ses geldi: “Wincester’e mi?” “Evet.” “Wincester’e giden yol mu?” 37

“Evet.” 'En kısa yol mu?” “Evet.” “Bilmiyorum.”’ Böylece, sorduğuma yamt alamadaaı ayrıldım ordan. İşte Oxford felsefesi bunu yapmamızı istiyor.

YVyatt — Yani, soru doğru olacak, yanıtın önemi yok, öyle mi? Bussell — Evet, yanıt vermek başkalarına düşüyor. YVyatt — Avrupa felsefesinden ne bakımdan ayrılı­ yor bu? Bussell — Avrupa’da felsefe, daha kanlı canlı. Ben onunla da anlaşamıyorum, ama, bir bakıma daha gürbüz bir felsefe, ilk çağ felsefelerine daha yakın. Kierkegaard’ m varoluşçuluk görüşünden gelen değişik birçok felsefe var. Bir de, gelenekçi din üzerine polemikler çıkarmakla uğraşan felsefeler. Buna benzer birçok şey. Bana sorar­ sanız, pek önemli bir şey yok bütün bunlarda. YVyatt — Peki ama, nasıl davranması gerektiğini öğ­ renmek isteyen birisine sizin felsefe yolunuz nasıl ya­ rarlı olabilir? Bussell — Birçoklan bana mektuplar yazıp, nasıl davranacaklarım bümediklerini, şaşkma döndüklerini, çünkü, eslu yollan bıraktıklarını, bunlann yerine ne koyacaklannı bilmediklerini söylüyorlar. Benim, inandığım felsefenin şu bakımdan bir y aran olabilir. Bu felsefe in­ sanlara yaptıkları işin doğruluğundan kesinlikle emin ol­ madıkları zaman güçlü davranmalarını sağlar. Bence, kimse hiçbir şeyden kesinlikle emin olamaz. Olursa, mu­ hakkak aldanır. Çünkü, hiç kendinliğe ulaşamaz. Onun için, insan bütün inançlan bir kuşku ile karşılamak ve kuşkuya karşm da, güçlü davranabilmek zorundadır. Sa­ vaş planını hazırlayan bir general de böyle davranır ni­

hayet, düşmanın ne yapacağını pek kesin olarak bilmez ama, iyi bir komutansa yanılmaz, kötü komutansa yanı­ lır. Ama, gündelik yaşamda insan olasılıklara dayanarak iş görmek zorundadır. Felsefenin yapacağı şey de, onlara tam bir kesinlik içinde olmaksızın güçlü davranma cesa­ retini vermektir. W yatt — Pelii, insanları, güvendikleri şeyler üzerin­ de kuşkuya düşürmek doğru bir şey midir, sizce? Rahat­ larını kaçırmaz mı onlarm? Russell — Bir zaman için kaçırır, tabii. Ve bence, bi­ raz rahatı kaçmak kafa eğitiminin önemli bir yanıdır. Ama, bir büim yükü edinirlerse, duydukları kuşkuyla alt­ üst olmamalarını sağlayacak bir safra yüklenmiş olur­ lar. W yatt — Felsefenin geleceği için ne düşünüyorsu­ nuz? lîussell — Felsefenin gelecekte Yunanlüar zamanın­ daki ya da ortaçağdaki yerini tutacağını sanmıyorum. Bi­ limin yükselişi felsefenin önemini ister istemez azalta­ caktır. W yatt — Felsefenin bugünkü dünyada ve gelecek yıllardaki değerini özetler misiniz? Kussi'U — Bizim zamanımızda önemli bir yeri olduğu nu sanmıyorum. Önce şundan ö tü rü : Demin söylediğim gi­ bi, birçok önemli sorun vardır ki, bilim, hiç değüse, bugün bunlarla uğraşamaz ve bunlar büimsel bir davranışla elr. alınamaz. İkinci olarak da şundan dolayı: felsefe insanla­ rın düşünce bakımından biraz daha alçak gönüllü olma larma, kesin olarak bildiğimizi sandığımız şeylerin doğru çıkmadığını ve büime kestirme yoldan vanlamayacağuıı anlamasına yarıyor. Bence, her filozofun her zamanki işi dünyayı anlamaktır, bu anlama da kestirip atmaya gel­ meyen uzun ve zor bir iştir . ’ 3 f?

DİN

W yatt — Sizin lıiç dinsel duygularınız oldu mu. Lord Russell ? Russell — Oldu, oldu. Erginlik çağımda, eni konu din­ dardım. Belki matematik dışında, lıer şeyden çok dinle ilgilenmekteydim. Dinle ilgilenmem beni, ona inanmak için bir neden var mı yok mu sorununa götürdü - ki din­ le her ilgüenenin aynı sonuca vardığı pek söylenemez. Ben üç sorun üzerinde durdum, öyle geldi ki bana, Tan­ rı, ölümsüzlük ve özgür insan iradesi (cüzi irade) en önemli üç sorundu ve bunları ters yönden birer birer in­ celedim, özgür insan isteminden başladım, adım adım ilerleyerek, bunlardan hiçbü'ine inanmak gerekmediği so­ nucuna vardım. Bunun beni çok sarsacağını sanmıştım, ama, tuhaf değil mi, hiç de öyle olmadı. W yatt — Bu üç şeyden hiçbirine inanmak gerekme­ diği düşüncesine nasıl vardınız? Russell — Özgür insan istemi konusunda ileri sürü­ lenleri yeterli bulmadım ve hâlâ da bunların inandırıcı olmadığı kanısındayım. Ama düşündüm ki, maddenin bü­ tün devinimlerini dinamik yasalar yönettiği için, insanın konuşurken dudaklarının oynamasının önceden ayarlan­ ması gerekir, o kadar ki, söyleyeceği sözleri değiştirme gücü olamazdı. Bunun sağlam bir kanıt olduğunu sanmı­ yorum ama, o zaman bana inanılır gibi gelmişti, ölüm ­ 40

süzlüğe gelince, ha bakın, bedenle ruh arasındaki ilişki ne olursa olsun, bu ilişki herkesin sandığından çok daha derindir. O kadar ki, beyin çürüdüğü zaman, ruhun yaşa­ makta devam etmesi düşünülemez. Tanrıya gelince, onun varlığına inaıı ani arm ileri sürdükleri birçok kanıt­ lar varsa da, ben düşündüm ve hâlâ da öyle düşünüyo­ rum ki, bunların hiçbiri geçerli değüdir ve Tanrmm var­ lığına inanmak isteği olmasa, kimse bu kanıtlan kabul edemezdi. W yatt — Fizik yasalan, “cüzi irade” diye bir şeyin olamayacağını ortaya koyar diyorsunuz. Ne demektir bu, anlamıyorum. Russell — Evet, delikanlüık çağımda böyle düşündü­ ğümü söylemeliyim. O zamanki düşünceme göre, fizik ya­ la n gereği, ük nebula halinden bu yana, maddenin bütün devinmeleri önceden belirlenmiştir. Söylenen her söz de bu yasaların içine girer. Böyle olunca, diyorum ki ilk ne­ bula çağında, bay filanın, her durumda söyleyeceği söz fizik yasalarınca saptanmıştır. Bu demektir ki, bay filan, söyleyeceği hiçbir sözü özgür iradesiyle söyleyemez. W yatt — Sizce Tanrı diye bir şeyin olmadığı kesin midir? Yoksa, Tanrmm varlığı ispatlanmamış mı değil­ dir sadece? Russell — Böyle bir şeyin olmadığı kesindir demiyo­ rum, hayır. Diyorum ki, Olympos tanırları ya da Norveç tanrıları için durum neyse, Tanrı için de odur. Olympos ya da Valhalla tanırları da var olabilir. Var olmadıkları­ nı ispatlayamam ama, bence Hıristiyan Tanrısının var ol­ ması öbürlerinin var olmasından daha olası değüdir. Hepsinin varlığı bir olasılıktan öteye geçmiyor bence. W yatt — Sizce din, etküeri bakımından yararlı mı, zararlı mı? 41

lîüssell — Etkilerinin çoğu, tarih boyunca zararlı clmuytur bence. Gerçi, din sayesinde eski Mısır rahipleri takvimi bulmuşlar, ay ve güneş tutulmalarını önceden kestirebüecek kadar izlemişlerdir. Bunlar bence, dinin ya­ rarlı etküeridir. Ama etkilerinin büyük çoğunluğu kötü olmuştur kanımca. Kötü olmuştur çünkü, dinin buyruğu ile insanlar, varlığı iyice kanıtlanmamış şeylere inanmak zorunda kalmışlar; ve bu, herkesin düşüncesini bozmuş, eğitim sistemlerini bozmuş ve bence, tam bir ahlak sap­ kınlığına yol açmıştır. Neyin doğru, neyin yanlış olduğu üzerinde dunılmaksızın bazı şeylere inanmak doğru, bazı şeylere inanmaksa yanlış sayılmıştır. Genel ola­ rak, dinin büyük zararları olduğu kanısındayım. Din tutuculuğu ve eski alışkanlıklara bağlılığı T ann buyruğu durumuna getirmekle büyük ölçüde zararlı olmuştur; in­ sanlar arasında hoşgörüsüzlüğü ve kinleri yüceltip bes­ lemekle daha da zararlı olmuştur, özellikle Avrupa’da, dinin doğurduğu hoşgörüsüzlük korkunç ölçülere varmış­ tır. W yatt — Özgür düşünceyi engelleyen bir çeşit dü­ şünce sansürü olduğu kanısında mısınız? Kussell — Evet, bu kanıdayım. Demek istiyorum ki, dünya yüzünde herhangi bir okulu, erkek ya da kız oku­ lunu alırsanız aim, göreceksiniz ki, hepsinde bir çeşit inanç aşılanmaktadır. Hıristiyan ülkelerde bir çeşit inanç, komünist ülkelerde bir çeşit inanç. Her ikisinde de bir şey öğretilmekte ve öğretilen şeyin doğruluğu tarafsız­ ca incelenmemekte; bir yandaki çocuklar, öbür taraf üs­ tüne düşüncesini kendiliğinden bulmaya alıştırılmamaktadır. W yatt — Çağlar boyunca, insanlarda bir din gerek­ semesini yaratan nedir?

Russell — Her şeyden önce korkudur, sanıyorum. İnsan kendini güçsüz hisseder daha çok. Onu korkutan üç. şey vardır. Biri, Doğa’nın ona yapabüeceği şey. Doğa onu yıldırımla çarpabüir ya da bir depremle yok edebilir. Öteki, başka insanların ona' yapabüecekleri şey. Bir sa­ vaşta onu öldürebilirler. Uçüncüsü, ki dinle pek ilgilidir, insanın kendi azılı tutkulannm ona yaptıracağı şey; dur­ gun bir zamanında yaptığına pişman olacağı şeyler. Bu yüzden birçok insan büyük bir korku içinde yaşar. Din de bu korkulara pek fazla kapılmasına yardım eder. W yatt — Ama din kurucularının buyurdukları bu değildir her zaman. Russell — Hayır ama, din kurucuları üe —dinlerin kurucuları demek istiyorum— artlarından gidenlerin öğ­ rettikleri arasında pek az ilişkiler vardır, pek az gerçek­ te. Bir örnek verelim. Gördüğüme göre, asker kişiler Do­ ğu devletleriyle olan çatışmalarda Hıristiyan inancına pek önem veriyorlar. Onlara bakılırsa, Hıristiyan değüseniz savaşta güçlü olamazsınız. Ama ben, İsa’nın Dağ­ daki vaazım bir daha okudum ve içinde H. bombasını öğütleyen bir sözcük, tek bir sözcük bulamadım. W'yatt — Evet ama, öyleyse siz dinin hâlâ bugün de zararlı olduğuna mı inanıyorsunuz? Demek istiyorum ki, eleştirdiğiniz şeyler geçmişle ilgili. Bugün için ne diyor­ sunuz? Russell — Dün neyse bugün de o. Verdiğim H. bom­ bası örneği eski bir hikâye değil, keşke öyle olsaydı. Ben­ ce bugünkü günde din, kiliselerdeki durumuyla, dürüst dü­ şünceyi köstekliyor aslmda ve hiç de önemli olmayan şey­ lere önem veriyor. Onun önem ölçüsünün tümüyle yanlış olduğu söylenebilir. W'yatt — Buna bir örnek verebilir misiniz? 4Ü

Russell — Verebilirim elbette. Roma İmparatorluğu çökerken, kilise ululan Roma İmparatorluğunun yıkılma­ sına hiç de aldınş etmiyorlardı. Başlıca kaygıları, bakire­ liği korumaktı. Onlarca önemli olan buydu. W yatt — Ne yaptılar, peki? Russell — Halka din öğütleri verdiler. Orduların sı­ nırlara dayanması, vergi sistemlerinde reform yapılıp yapılmaması onlan ilgilendirmedi. Din kuralları onlarca, kendi imparatorluklarının yaşamasından daha önemliydi. Onun için bugün de, insan soyunun çökebileceği bir sıra da, görüyorum ki, küise ululan suni döllenmeyi önlemeye hepimizi birden yokedebüecek olan bir dünya savaşmı ön lemekten daha önemli sayıyorlar. Bence, bu, önem ölçüsün­ de ne büyük bir aldanma olduğunu göstermeye yeter. W yatt — Evet ama, dinlerin eğitüni yaymakta ba zan bir hayli y a ra n olduğunu kabul etmez misiniz? Örne­ ğin, Birmanya gibi, başka hiçbir eğitim sisteminin ku! tanılamadığı yerlerde, budist rahipleri yoksulları eğitmek­ te bir hayli iş görmemişler midir? Russell — Evet, olabüir. Benediktenler de bu yolda hayli yararlı olmuşlardır, ama zararlı olduktan sonra, ö n ­ ce bir hayli kötülük etmişler, sonra da birazcık iyilik. W yatt — Kimi insanlar inançsız, dinsiz ol sımayacaklannı, onsuz yaşamm zorluklarına karşı koyamayacakla­ rını sanıyorlar. Onlara ne dersiniz? Russch — Böyle düşünenler bir çeşit korkaklık gös­ teriyorlar, derim. Bu korkaklık başka alanlarda ayıp sa­ yılır. Ama din alanında oldu mu, korkaklık övülüyor. Bense, hangi alanda olursa olsun, korkaklığı övemem, W yatt — Peki ama, neden korkaklık diyorsunuz bu­ na? 44

Russell — Yaşamla, şunsuz ya da bunsuz savaşıra az­ dınız demek korkaldüctır. Herkes yaşamm kendisin" ver­ diği olanaklarla yaşam savaşma girmek zorundadır. Yü­ reklilik, bir balcıma budur. W yatt — Sizce insanların kendi sorunlarını T ann’ya, bir papaza ya da bir din kuruluşuna yüklemeleri, bu so­ runlarla kendi başlarına savaşmamaları korkaklıktır mı­ dır, demek istiyorsunuz? Russcll — Evet. Dünyanın içinde bulunduğu çok tehlikeli durumu ele alalım. Bana boyuna gelen mektup­ larda hep “Tanrı dünyayı korur” diye yazıyorlar. Ama T ann geçmişte hiç korumadı, yarın ne diye koruyacak­ mış, anlamıyorum. W yatt — Ama din zararlı ise, insanlar yine de hep bir dinleri olmasını istiyorlar. Russell — İnsanlar istemiyor ki! Kimi insanlar isti­ yor. Onlar da dini istemeye alışmış olanlardır, örneğin, kimi memleketlerde halk sırık üstünde yürür ve sınksız yürümekten hoşlanmaz. Din de tam böyle bir şeydir. Ki­ mi memleketler alışmıştır buna. Ben Çin’de bir yıl ya­ şadım ve gördüm ki, orta halli Çinlilerin herhangi bir di­ ne İnancıkları yok. öyleyken Hıristiyanlar kadar mutlu olabüiyorlar. Hatta, kötü koşullar içinde oldukları düşü­ nülürse, Hıristiyanlardan daha mutludurlar bence. W yatt — Ama bir Hıristiyana sorarsanız, Çinliler Hıristiyan olsalar daha mutlu yaşarlar, der. Eussell — Bence bunun doğruluğu hiç de ispatlan­ mış değüdir. W yatt — Ama, insan kendi dışında bir inanç nedeni aramaz mı? Kendinden büyük sandığı birine inanmak is­ temez mi? Bu, sadece bir korkaklık ya da başkasına gü­ venme sorunu değil, onun uğrunda bir şeyler yapmak is­ teği de ciabüir. 45

Russell — İnsanın kendinden büyük nice şeyler da­ ha var. Her şeyden önce ailesi, sonra ulusu var, sonra da bütün insanlık. Bütün bunlar bir tek insanın kendirden daha büyük şeylerdir. İçimizde doğabilecek iyilik duygu­ lanın doyurmamıza bunlar da yeter. YVyatt — Din kurumlamun insanlığı hep pençesi al­ tında tutacağım mı sanıyorsunuz? Russell — Bu bence, insanların kendi toplumsal so­ runlarını çöümzleyip çözümlememelerine bağlıdır. Büyük savaşlar ve büyük baskılar sürüp giderse, çoğu insanlar mutsuzluk içinde yaşarsa, din de sürüp gider herhalde. Çünkü, benim gördüğüm kadanyla, Tanrının iyüiğine inanç, olan bitenlere ters düşmektedir. Tanımın iyiliğini gösteren hiçbir kanıt yokken ortada, halk inanıyor buna. Ama her şey yolunda gittiği zamansa, inanması gereken, üıammyor Tanrmın iyiliğe ne. Onun için diyorum İti, halk eğer toplumsal sorunlarını çözümlerse, din ortadan kal­ kar. Ama çözümleyemezse, o zaman ortadan kalkacağını sanmam. Buna geçmişten örnekler bulabilirsiniz. XVIII. yüzyılda, her şey yolundayken, okumuş yazmış insanla­ rın çoğu dine bağlı değildiler, serbest düşünceliydiler. Ama Fransız Devrimi olunca, bazı İngiliz aristokratlan serbest düşüncenin insanı giyotine götürdüğü kanısına vardılar. Serbest düşünceyi bir yana bırakıp, hepsi koyu dinci kesildi. Böylece, Victoria dönemi başladı. Aynı şey Rus Devriminde de oldu. Rus Devlimi lıalkı ürküttü, T ann’ya inanmazlarsa, m allan mülkleri ellerinden gide­ cek sandılar ve Tannya inanır oldular. Bence toplumsal kanşıklıklar dinin işine yaramaktadır. W yatt — Sizin ve benim, ölünce yok olup gideceğimi­ ze inanıyor musunuz? % Russell — inanıyorum elbette. Başka türlü olması için bir neden yok. ölünce, beden dağılıp gidiyor, biliyo­ ruz bunu. Beden dağıldıktan sonra, düşüncenin yaşr.num sürdürmesi için de hiçbir neden görmüyorum.

KOMÜNİZM ve KAPİTALİZM

Woodrow W yatt — Komünizmle kapitalizm arasın­ daki benzerlikler nelerdir sizce. Lord Russell? Russell — Bir hayli benzerlikler var. Bunlar, modem tekniğin kasınılmaz denebilecek sonuçlandır sanırım. Modem teknik, bir merkezden yönetilen geniş örgütleri gerektirmekte ve onlan işleterek bir çeşit yürütücü in­ san tipi yaratm aktadır. Endüstri bakımından gelişmişler­ se, komünist ülkelerde de, kapitalist ülkelerde de aynı şeyi görüyoruz. W yatt — Bu geniş örgütler, diyelim, Rusya’da ve Amerika’da, benzer bir düşünme tutumu yaratıyorlar mı, sizce? Russell — Tam değilse hile, öyle oluyor sanırım. Aralarında bir derece aynm ı var, tü r aynm ı değil. Ger­ çekten güçlü bir Amerikan yürütücüsü üe bir Sovyet yü­ rütücüsü arasında çok büyük bir benzerlik görüyorum. Amerikan yürütücüsünün yapabilecekleri daha sınırlıdır ama, her ikisi de aynı şeyi yapmaktadır. W yatt — Bu, Rusya’da ve diyelim Amerika’da, in­ sanları otomobil, maddesel rahatlık vb.‘gibi yaşamda ay­ nı şeyleri özlemeye götürüyor mu, sizce? Russell — Çok büyüle ölçüde buna götürüyor sanı­ rım, evet. Demek istiyorum ki, Rusya'nın materyalistliği üstüne bir hayli uydurma laflar edüdi. istedikleri şeyle­ rin para üe alınacak şeyler olması bakımından, insanların 47

çoğu m ateryalisttir. İnsan yaradılışının normal bir yan­ dır bu. Propagandanın bize inandırmak istediği gibi, m a­ teryalizm bakımından Doğu ile Batı arasında pek öyle büyük ayrılıklar olduğunu sanmıyorum. W yatt — Birinci Dünya savaşından sonra siz Rus­ ya’ya gittiniz. O zaman birçok solcu, Rusya’yı göklere çı­ karırken, sizin sesiniz pek uymuyordu onlarınkine. O za­ man Rusya’da olup bitenler sizce istenmeyecek şeyle! miydi, diyorsunuz? Russell — Evet, öyle diyorum. Rusya’da ortaya çı­ kan rejim, benim görüşüm bakımından özellikle istenir bir şey değüdi. Çünkü, bu rejim özgrlüğe karşıydı, ser­ bestçe tartışm aya, kösteksiz bilgi araştırm asına izin ver­ miyordu, dogmatizmi destekliyordu. İnanç yayınımda zor kullanmayı destekliyor, daha birçok şey yapıyordu ki, bunlar benim gibi eski bir liberal için tatsız, bir hayli ta t­ sız şeylerdi. W yatt — Hâlâ aynı şeyleri yaptıklarım mı sanıyor­ sunuz? Russell — Evet, öyle sanıyorum. Stalin’in sağlığırdakinden daha az sertlikler yapıyorlar ama, yine de ya­ pıyorlar. W yatt — Rusya’da komünist rejimin düşünce özgür­ lüğünü kösteklediğini söylüyorsunuz. O zaman, bilim ala­ nında bunca parlak başarılan nasıl gerçekleştirebüiyorlar? Russcll — Doğrusu bunlan yapabilmelerine ben de şaşmıştım daha çok, ama şaşmamalıydım. O rtada Japon örneği var. Japonlar Bat'ulaşmaya başladıkları zaman, kafaca değü, sadece teknik bakımdan Batılüaştılar. Mo­ dem teknikte tam bir başarıya ulaştığı halde, İkinci Dün­ ya savaşındaki yenilgüerine kadar, eski Japon inançlanm sürdürmüşlerdi. Ruslar gerçi eski inançlarım sürdürmedüer ama zorla oluşturduktan bir inanç teknikle ça48

t ışınıyordu. Daha üstün şeyler düşünmeksizin sadece teknik sorunlar üzerinde düşündürebümenin yolunu bul­ dular. W yatt — Sizce komünistler Rusya’da halkı eskisin­ den daha mutlu kılabüdüer mi? Russell — Pek bilemiyorum, doğrusu. Şimdi daha mutlu olmaları olasıdır, sanırım. Ama Stalin’in günlerin­ de mutlu olmadıkları kesindir. Stalin zamanında orta bir Rus yurttaşı, Çar zamanından daha az mutluydu. Ama bugün belki mutludurlar. W yatt — Lenin’le buluştuğunuz zaman ne düşündü­ nüz onun için? Russell — Doğrusunu söylemek gerekirse, Lenm be­ ni daha çok düşkınklığına uğrattı. Bir hayli büyük de­ ğerleri olduğunu kabul ediyorum elbet. İnanılmaz bir ce­ sareti, bükülmez iradesi, büyük bir k arar verme gücü vardı. Bir inanç yaratm ak için yaşıyordu, kendisi için değü. Kendisini, sadece inancına y a ra n olduğu ölçüde düşü­ nüyordu. Bu bakımdan dürüst bir insandı. Ama, bence dar inançlıydı, bir bağnazdı. Marksçı yörünge dışında düşüncmiyordu. W yatt — Katı yürekli bir insan mıydı? Russcll — „Doğrusu, ben öyle gördüm. Stalin gibi ka­ tı yürekliydi diyemem. Ama herhalde katı yürekli bir ya­ nı vardı, evet. W yatt — özgür dünyanın kendini ortaya koyuş ve yönetişindeki aksaklıklar üzerinde ne düşünüyorsunuz? Russell — Birçok aksaklıklar var. Ama, bence en önemlisi özgür olmayışıdır, “özgür dünya” diye adlandı­ rılmaya hakkı yoktur. Elbet bilirsiniz ki, biz Ingiltere’de hepimiz McCarthy’nin Amerika’da nasıl bir dehşet hava­ sı estirdiğini hep görüyorduk ama, IngUtere’de aynı şey­ lerin olup bittiğini pek görmüyorduk. Devlet hizmetine girmek istediniz mi, bir casusluk şebekesi çıkıyor önünü­ 49

ze. Düşüncelerinizin ne olduğu size doğrudan doğruya so­ rulmuyor yalnız, üniversite profesörlerinizden ve daha başkalarından, hakkınızda birer casus gibi davranması isteniyor. W yatt — Oxford’u bitiren bir kimse, devlet kapısın­ da iş isteyince, eski öğretmenine “Politik bakımdan gü­ venilir bir insan mıdır bu?” diye soruyorlar mı demek istiyorsunuz? Bussell — Böyle sorulduğu oluyor. Birçoklan böylesi sorulara karşılık vermek istemediler. Ama, sorulu­ yor. Oxford’lilara soruluyor mu, bilmem, ama başkalan n a sorulduğu muhakkak W yatt — Ama hükümetin tedbirli davranmasına hak verilemez mi? Devlet, sırlarını yabancı devletlere vere­ cek kimselerin devlet hizmetine girmesini önlemek isti­ yor. Russell — Ben öyle düşünmüyorum. Bence, bu cacasusluk işleri, gizli sırlar, falan füan, fazlasıyla büyütü­ lüyor. Aslına bakarsanız, Ruslar kendiliklerinden her şe­ yi öğrenebüirler; içimizdeki casusların ve hainlerin bize pek zar an, ya da onlara pek y a ra n olduğunu pek sanmı­ yorum. Bence bütün bunlar, halkın düş gücünü işleten melodramhk şeylerdir. W yatt — Özgür dünyanın tutumunda başka ne gibi aksaklıklar görüyorsunuz? Russell — Bakın, özgürlüğün nasıl hiçe sayüdığına bir başka örnek vereyim. Franco ile anlaşmaya hazırlamyorlar. Oysa, bence komünist rejimin bütün aksakhkla n Franco rejiminde var. Herhangi bir ideolojik temele dayanıyorsamz, karşı olduğunuz şeylerin tıpkısını yapan birisiyle anlaşmanız olacak şey değildir. W yatt — "özgür dünya” demek istemiyorsunuz, ne diyebilirsiniz başka? 50

Russell — Kapitalist dünya, derim. W yatt — Bu dünya içinde îsveç, Norvaç ve Dani marka gibi gerçekten pek kapitalist olmayan memleket­ ler de varken, yine de kapitalist dünya mı diyeceksiniz? Russcll — Belki de böyle demek pek uygun düşmez. Bence, asıl önemli aynhk parlamenter demokrasidir. Batı dünyası, İspanya ve Portekiz gibi memleketler dışında, parlamenter demokrasiye inanıyor ama, genellikle ken­ di yurdu için inanıyor. Komünist dünya ise inanmıyor. Bana kalırsa, en önemli ayrılık budur. W yatt — Dediklerinizin dışında, komünist doktrinin sakat olan yanı nedir aslmda? Rııssell — Komünist doktrindeki en önemli aksaklık bence, iyiliksever despotluğa inanmadır. Bu, eski ve her çeşit toplumlarda yaşamış bir inançtır ama, yanlış oldu­ ğu her yerde ortaya çıkmıştır. Çünkü, iyiliksever bir ada­ mı despot yaparsanız, despotluğu kalır, iyilikseverliği çe­ ker gider. Bütün komünist teori şuna varıyor: Belki bir inanca bağlı kişilere çok büyük güçler veriyor ve onların bu büyük güçleri iyilikle kullanacakları sanılıyor. Oysa, bana öyle geliyor ki, çok küçük bir azınlık dışında, her­ kes gücü kötüye kullanır. Onun için, önemli olan, gücü elinizden geldiği kadar dağıtmak ve küçük bir kliğe çok geniş güç vermemektir. Wy n tt — Rusya’da komünistlerin hükümet örgütü­ nü ele geçirdikten sonra, proletaryanın diktatörlüğüne artık inanmaz oldukları kanısında mısınız? Russell — Evet, bu kanıdayım. Proletarya sözü Rus­ ya’da kullanıldığı anlamda, roman kahramanı Pickwick’e yaraşır bir sözdür. Ben Rusya’ya gittiğimde, Lenin bir proleter sayılıyordu ama, yeterince kam ı doymayan yok­ sul sokak dilencilerine burjuva uşakları deniyordu. W yatt — Anlıyorum ne demek istediğinizi. Ama, ko­ münizmin çok geniş ölçüde uygulandığı bir ülkeye, Çin’e 51

geçecek olursak, Rusya gibi Çin’in de, özgür dünya değü de, parlamenter diyebüeceğim dünya için büyük bir tehlike yarattığı düşüncesinde misiniz? Russcll — Evet, uzun bir süre sonra belki daha bü­ yük bir tehlike olacak. Çin bu işde Ruslardan daha yeni. Yaşadığı dönem erken bir dönem henüz ve bağnazlıkta Rusları geride bırakmış görünüyor. Sonra, Çin’in nüfu­ su Ruslannkinden çok daha fazla. Çin halkı yaradılış­ tan çalışkandır, her zaman çalışkan ollnuştur. Rusya’ dan daha güçlü bir devlet olabilirler. Bence, onlarınki ka­ dar büyük adamları da var. W yatt — Ruslar da Çin üstüne böyle mi düşünüyor­ lar? Russell — Pek bir şey söylenemez doğrusu. Ruslar ne düşündüklerini belli etmemeye çok dikkat ederler. Böyle bir şeyi kendilerine sorar gibi olursanız, pek ka­ çamaklı yanıtlar verirler size. Ama, düşündüklerini kestirebiliı ız. W yatt — Rusların Çin’e atom ve H. bombalarının önemli sularını vermemeleri anlamlı mıdır sizce? Russell — Ha, evet, öyledir elbet. W yatt — Sizce komünist olan ve olmayan dünyalar arasmdaki gerginlik, genellikle insanların özgürlüğüne çok zarar veriyor mu dersiniz? Rıısell — Evet, özgürlüğe büyük, çok büyük zarar veriyor. Böylesi bir gerginlik ister istemez zararlıdır. İn­ sanların açık seçik düşünmesine engel oluyor. Biliyorsu­ nuz, Batı’da olsun Doğu’da olsun, karşı tarafın sistemiıü incelemeye kalktınız mı, polis, o sistemi ister istemez, benimseyeceğinizi sanır. Onun için de, o sistem üstüne bir şeyler öğrenmenize izin vermez, işte bu., saçma, ger­ çekten saçmadır. Gerginliğin bir sonucudur bu. Bir baş ­ kası da, bir kuşku havası yaymasıdır. Bu yüzden insan­ lar çok haksız olarak kuşku altında kalabilir, mahvolabi­ lir. Gerginliğin büyük zararı oluyor bence.

W yatt — Parlamenter dünya yapıtlarının serbestçe incelenmesine Ruslann izin vermesini nasü bekliyorsu­ nuz? Çünkü, özgür düşüncenin ne olduğunu görünce, onu kendi yaşadıkları sistemden daha çok sevmeleri pek ola­ ğan değü ipidir? IIussall — Karşüıklı bir iş olacak bu. Bakın, Ameri­ ka’da Ruslann yöntemler ini incelemeye kalkan birinin pek önemli engellerle karşılaşacağı su götürmez. Oysa, kar­ şılıklı olarak, her iki tarafın birbirini incelemesine izin verilmelidir ve öyle sanıyorum ki, Ruslann sisteminde yaşamak isteyecek ne kadar Amerikalı varsa, Amerika­ lıların sisteminde yaşamak isteyecek o kadar Rus var­ dır. W yatt — Ama, Ingiltere’de komünizmi hani hani in­ celeyenler var. Russell — Elbette olacak. Birçoklan, komünizmi se­ viyor bile. Bunlar üniversitelerde öğretim üyesi olabili­ yorlar. Oysa, Amerika’da böyle bir şey düşünülemez. W yatt — Komünizmle, kapitalizmin dünyada yanyana yaşamayı öğrenmeleri mümkün müdür? Russell — Evet, mümkündür elbet. Bu, birbirine alış­ mak sorunudur, örnek olarak Hıristiyanlarla, Müslümanlan aim. Birbirlerini alt edemeden altı yüzyıl savaştüar, sonunda dâhi bir insan çıkıp diyor ki onlara “Ne­ den savaşmayı bırakıp dost olmayalım birbirimizle?” öyle yaptılar ve çok iyi ettiler. Kapitalizm ile komünizm arasmda da olabilir, elverir ki, her iki ta ra f dünyayı tek başma ele geçiremeyeceğini anlasın. W yatt — Ama bu anlayışa nasıl varılır? Russcll — Deneye deneye varılır buna. Tabü altı yüzyü bekleyemeyiz bunun için. Çiinkü Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki benzer bir çatışma altı yüzyıl sürerse, hiç kimse kalmaz yeryüzünde. Ama bence, her iki tarafın hükümetlerini böyle bir anlaşmanın gereklili­ ğine inandırmak pekâlâ ola-’dır.

BÎREYÎN ROLÜ

Woodrow W yatt — Bireyin rolü sözünden ne anlı­ yorsunuz? Russell — Bir tek kişinin, bir örgütün üyesi olarak değil de, tek başına yaptıklarını anlıyorum, her şeyden önce. Pek önemli, pek yararlı, özlenmeye değer birçok çalışma var ki, bunları eskiden tek tek insanlar, bir ör­ gütün yardımı olmaksızın başarmışlardır. Ama, böylcsi insanlar gittikçe daha fazla örgütlere dayanmak zorun­ da kalmaktadırlar. Geçmişin büyük bilim adamları — Co­ pernicus, Galileo, Newton, Darwin gibi büyük adamlar— pek öyle masraflı araçlara bağlı değillerdi, işlerini tekbaşlarma gördüler ve görebüiyorlardı. Oysa, bugünün bir astronomunu düşünün. Ben Califomia'dayken, günümü­ zün pek üstün bir astronomu üe tanışmıştım. Gördüğü pek yararlı ve pek sevimli iş, tümü ile çok, çok güçlü te­ leskoplara bağlıydı ve onları da pek zengin bir insan bir observatuvara sağlamıştı. Bir .yemek sırasında, bana an­ lattı: Gördüğü işi ancak, çok, çok zengin bir inamla olan ahbaplığı sayesinde başarabiliyormuş. VV\ a tt — Nasıl bir çözüm yolu düşünüyorsunuz bu sorun için? liusscll — Bu özel sorun için düşünebildiğim tek çö­ züm, bilginin gelişmesi için genel bir ilgi ve istek olması­ dır. Gerçi fazla iyimser bir umut bıı ama, başka ne ya­ pabiliriz, bümem. 54

W yatt — Bu çok masraflı donatımı kullanma isteği­ ni ya da hakkım kim öne sürebilir? Russell — Meslek arkadaşlarının oylaması ile kulla-mlabilir ancak bu donatım- Bereket versin, bilim alanın­ da bir insanın yeteneğini kestirmek oldukça kolaydır. Sa­ n atta ise durum bambaşkadır. Bir şair, bir resam ya da mimar, çağdaşlarının hoşuna gidiyorsa, onun, pek önem­ li bir bulucu olması beklenemez, önemli bulucularsa, çağ­ daşlarının hoşuna gitmemektedirler. Bu yüzden de, sa ­ n atta yeteneği kestirmek pek zordur. W yatt — Ama, insan kültür ve bilim özgürlüğünde biraz daha üeri gidebilir mi ve toplum için önemi nedir bunun? Russell — Son zamanlarda şöyle bir sonuca vardım. Geniş anlamıyla insan davranışlarının önemli itileri “ya­ ratıcı” ve “edinici” olarak ikiye ayrılabilir. Yaratıcı de­ diğim iti, siz yapmadıkça var olmayan ve başkasının siz­ den almadığı bir şeyi üretmeyi amaçlar. Edinici dediğim iti ise, ortaya çıkmış olan bir şeyi kendinize maletmeyı amaçlar, bir somun ekmeği edinmek gibi. Elbette ki her iki itinin de görevi vardır. însan yaşıyabilmek için yete­ rince edinici olmak zorundadır. Ama gerçekten önemli itiler, özgürlük alanından söz ettiğimiz sürece, yaratıcı olanlardır. Bir şiir yazarsanız, bir başkasının şiir yazma­ sını engellemiş olmazsınız. Bir resim yaparsanız, başka birisinin resim yapmasını engellemiş olm azsınız Bunlar yaratıcı şeylerdir ve bir başkasının zararına yapılmış de­ ğillerdir ve bence bunlara tam bir özgürlük verilmelidir. W7y a tt — Sizce kültür ve büim özgürlüğü gittikçe azalmakta mıdır? Russell — Evet, ister istemez, gittikçe azalıyor gibi­ dir. Belki sanat alanuıda o kadar değü ama, büim alanla­ rında azaldığı kesin, demin söylediğim nedenlerden ötü­ rü. Bilimde donatım bugün o kadar pahalı ki, bir insan 55

kendi teleskopu ile bir Galileo olamaz. Bir yeni telesko pu kendiniz yapamazsınız. W yatt — Evet ama, bugünün de büyük bir üstünlü­ ğü var. Eskiden büimsel buluşlar yapan insanlar, başla­ rının kesilmesi tehlikesiyle karşı karşıyaydılar. Oysa bu­ gün öyle bir tehlike yok. Bussell — Pek doğru değil saıuyorum bu. Biz, genel olarak, başlarım kesmiyoruz. Ama, politik bakımdan hu­ şa gitmiyorlarsa, ki pekâlâ gitmeyebilirler, gerekli l&boratuvarlann yanma yaklaşamazlar. W yatt — Ama bilim özgürlüğü, kültür özgürlüğü var oldu mu hiçbir zaman? Bussell — Hayır, sanmıyorum. Hiçbir zaman olma­ dı sanıyorum. Herhangi bir yönde önemli bir adım atan kimse, hemen hiç şaşmadan, halkın büyük tepkisi Ue k ar­ şılaşmıştır. W yatt — Buna birkaç örnek verebilir misiniz? Bussell — Copernicus ya da Galüeo. Buluşlarıyla ikisinin de başı derde girdi. Darwin de öyle. Ona da, za­ manında yüklenmedik kötülük kalmadı, önemli bir derle­ me sağlayanların hemen hepsine kötü gözüyle bakılmış­ tır. W yatt — Kimi insanların, önemli derlemeler, olabi­ lecek ya da olmayacak öneriler ortaya attıkları zaman, bir hayli tepki görmeleri iyi bir şey değd mi aslında? Böylece, önerileri deneyebüiriz ve bir hayli saçma ku­ ramların bizi aldatmasını önlemiş oluruz. Bussed — Hayır, bunun saçma kuramları önlediği­ ni sanmam. Çünkü, benim bddiğim duyduğum kadarıyla dünyanın bütün hükümetleri, saçma kuramları tu tarlar ve desteklerler. Sağlam olan kuramlar sert tepki görmek zorundadırlar. Sizin görüşünüz üstüne çok şey söylenebdir. Tepki çok sert olmazsa, insanı deri iter. Ama, çok 56

sert olursa itemez. Kafanız kesildi mi, düşünme gücünüz büyük ölçüde azalır. W yatt — Bunca buluşların halkta tepki uyandırma­ sı nedendir dersiniz? Bussell — Güvensizlik duygusu verirler insanlara da ondan. Her insan, her hayvan gibi, güven duyduğu bir çevre içinde yaşamak ister. Beklenmedik tehlikelerle k ar­ şılaşmak istemediğiniz bir çevre içinde bir adam çıkıp da size, inanageldiğiniz bir şeyin doğru olmadığını söy­ lerse, korkutur, sarsar sizi ve "nerede olduğumu bilmi yorum. Ayağımı yere bastığım zaman, belki de basmıyorum dur” dersiniz içinizden ve bir korkudur sarar sizi. W yatt — Bu dediğiniz pratik bilimden çok, düşün­ ce alanındaki buluşları ilgüendirir. Demek istiyorum ki. Ay’a gidecek bir makinenin bulunması kimseyi kaygüandırmaz. Bussell — Evet, kaygılandırmaz. Ama insausoyunu yokedecek bir makine —ki o da bilime bağlıdır— benim beklediğim kadar çok olmamakla birlikte, yine de çok kimseyi kaygılandırır. W yatt — Ama bu apayn bir şey değil mi? Demek is­ tiyorum ki, televizyon gibi birçok yeni buluşlar halkı hiç sarsmadı. Bussell — Evet, bu yeni bir buluş ama, yeni icatla­ rın dayandığı buluşlar, çoğu kez, tekniğe karşıt olan dü­ şünce alanını etkiler ve bunlar genellikle halkı sarsar. W yatt — Bireyin rolü sorununa siz büyük önem ve­ riyorsunuz. Bu kadar önem vermeniz nerden geliyor? Bussell — Çünkü, dünya tarihinin başından beri bil­ diğimiz önemli Derlemeleri, çoğu sert tepki De karşDaşmış olan bireylere borçluyuz. W yatt — Sizce, kamuoyundan korkmak bir çokları­ nı iyi ve doğru şeyler yapmaktan alıkoymuş mudur?

Russell — Evet, çok derin bir etkisi oluyor bu nur* özellikle, sürü çılgınlığına götüren büyük coşku günlerin­ de. Birçok insan sürü çılgınlığına karşı gitmekten korkar, bu yüzden de, kötü şeyler, kazanmamaları gereken zafe­ ri kazanırlar. W yatt — Bu söylediklerini^ bilim ve sanat adamlan için de doğru mudur? Russell — Evet, öyle sanıyorum. Büim adamlarının şu ayrıcalığı var ki, kimi zaman haklı olduklarını ispat­ layabilir, ama sanat adamları ispatlayamazlar. Bir sanatçı başkalarının kendisini haldi bulacağım umabüir sadece. Onun için, sanatçı büginden daha güç durumdadır. Ama, bilgin, bugünkü dünyada hiç kuşkusuz güçlük, çekmekte­ dir. Çünkü, hükümetin işine gelmeyen buluşlar yapabüir, o zaman da başı derde girer. W yatt — Sizce, bilgin Batı dünyasında başı derde girmekten kurtulamaz mı? Russcll — Kurtulabilir, ya da kurtulamaz. Bu, bir yandan onun büyüklüğüne, bir yandan elindeki kanıtla­ rın değerine, bir yandan da hükümetin işine gelme dere­ cesine bağlıdır? W yatt — Peki, sanatçı ve pratik şeyler düşünen bi­ lim adamı olmayıp da, az çok düşünce adamı olanlar için ne dersiniz? Russell — Evet, o da duruma göre değişir. Birçok düşünür, kendilerine söz getirecek düşünceleri uluorta di­ le getirmekten çekinir. W yatt — Peki, bunlann dışında olanlar için? Russell — Birinci Dünya Savaşından sonra Ameri­ ka da çok önemli bir dava olmuştur. Sacco ve Vanzetti adlı iki kişi, adam öldürmekle suçlandılar. Kanıtlar yeter­ li değildi ve adamlar hüküm giydikten sonra bir kaç in­ san kanıtları gözden geçirmekle görevlendi. Bunların ara­

sında Harvard Üniversitesi Rektörü de vardı. O ve öte­ kiler, adamlar için suçluluk yargısı verdiler ve adamlar idam edüdi. Bana kalırsa, kanıtlara tamamiyle yansız bir gözle bakan herkes, bunların mahkûmiyete götürecek ni­ telikte olmadığını görürdü. W yatt — H arvard’m Rektörü bile bu adamların suç­ suz olduklarını biliyor muydu demek istiyorsunuz? Russell — Bilmesi gerekirdi sanıyorum. Bir şey diye­ mem, çünkü içindekini bilemem. Ama, bilmesi gerekirdi sanıyorum. Wyatt. — Yalnız kamuoyu yüzünden mi oldu bu? Russell — Evet. W yatt— Şimdi şu soruna çok yaklaşmış bulunuyo­ ruz. Düzenli bir toplum kurmak için bireyin vazgeçmesi gereken özgürlük payı nedir? Ne düşünüyorsunuz bu ko­ nuda? Russell — Doğrusu, ana sorun, toplum düzeninin ko­ runmasıdır. Elinizden gelirse, içinde kimsenin hırsızlık etmediği, birbirini, öldürmödiği bir dünya kurmalısınız ve bunu, yurt içinde polis aracüığı ile bir ölçüde başarabi­ lirsiniz. Bu çeşit özgürlük sınıflandırmaları, hele kalaba­ lık topluluklarda, pek gereklidir. Trafik kurallarını düşü­ nün. Benim gençliğimde motorlu taşıt yoktu ortada. Di­ lediğiniz gibi araba sürebilirdiniz her yerde, hiç tasa duy­ madan. Bugünse, uymak zorunda olduğunuz inceden in­ ceye düşünülmüş kurallar var; bunlara uymazsanız, hem kendinizin hem de halkın başına büyük dertler açarsınız. Genel olarak dünyada kalabalıkların artmasından geliyor bu. Eskiden büyük değer verdiğimiz bir takım yurttaş öz­ gürlükleri zararlı olmaya başlamıştır, tıpkı trafik kural­ ların m yokluğunda olduğu gibi. W yatt — Özgürlükte yeni sınırlamalar yapmak ge­ rekecek mi sizce? 59

Russell — Evet, elbette. Y urttaş özgürlüğünde sı­ nırlamalar gerekli oluyor. Bazı saçmalıklar da çıkıyor or­ taya. Sosyalistlerin doğal kaynaklan millileştirmeden ya­ na ileri sürdükleri kanıtJar, bugün doğal kaynaklara ulus­ lararası nitelik vermek yolunda kullanılıyor. Bunun -eıı açık örneği petroldür. Toprağında büyük ölçüde petrol bulunan ufak bir memleketin bu petrolü tek başına elin­ de tutm ası biraz saçmadır. W yatt — özgürlüklerin artm ası da gerekmiyor mu? Russell — Evet; özgürlüklerin düşünme alanında a rt­ ması, {-dinme dediğim alanda ise azalması gereldyor.

TABU AHLAKI

W yatt — Tabu ahlakı, sözüyle ne demek istiyorsu­ nuz, Lord Russell? Russell — Bununla anlatmak istediğim ahlak, en çok yapılmaması gereken şeyler üstüne bir sürü kurallar koyan ve bu kuralların nedenlerini vermeyen ahlaktır. Nedenleri kimi zaman bulunmaz, kimi zaman bulunur ama bu kurallar her zaman kesin sayılır ve yapma dedi­ ği şeyleri yapmamak zorundasınız. W yatt —Ne türlü şeyler bunlar? Russc’l — Uygarlığın bulunduğu düzeye bağlı şey­ ler. Asıl tabu ahlakı ilkel kafanın özelliğidir. İlkel toplu­ luklarda ondan başka türlüsü de yoktur, sanınm. Bu topulluklarda, örneğin, reisin yemek yediği kaptan yemek yiyemezsiniz. Yerseniz, ölürsünüz, derler. Bir çok kural­ ları vardır buna benzer. Anımsadığıma göre Dahomey kralı gözlerini belli bir yere uzun zaman dikemezmiş, di­ kerse, memleketinin orasuıda fırtına koparmış. Onun için, kural gereği gözlerini hiç durmadan bir bu yana bir o yana çevirmek zorundaymış. W yatt — Peki, ama bunlar yalnız ilkel topluluklar­ da görülebilen tabular olsa gerek, Bizimkiler ne oluyor? Russell — Bizim ahlakımız da, onun gibi tabularla doludur. En yüce şeylerde bile türlüsü var. Günah diye kesilip atılmış öyle bir günah var ki, ben öylesini hiç iş­ lemedim: “Komşunun öküzüne göz dikmeyeceksin” der­ ler. Ben hiç dikmiş değilim. 01

W yatt — Evet ama, gündelik yaşayışımızda ıaslanaıı başka kurallar yok mu? Tabu ahlakından bize vere­ ceğiniz örnekler yok mu? Russell — Var, tabiî. Tabu ahlakının birçok yanları akla dayanan ahlakla güzelce uzlaşıyor, örneğin, çalma­ yacaksın, öldürmeyeceksin, diyoruz. Bunlar, akla uygun kurallardır ama, tabu olarak ortaya konurlar. Olmama­ sı gereken sonuçlar doğururlar, örneğin, bir katüin acı duymadan öldürülmesi yasaktır; oysa, aldı başında bir insan bunu hoş görebilir. W yatt — Sizce Hintlilerin sığır eti yememeleri, ye­ dirtmemeleri tabu ahlakına girer mi? Russcll — Evet. Hint ahlakının tipik özelliğidir sığır eti yememek. Müslüman ve Yahucüler de domuz eti ye­ meyeceksin, derler. Ama neden yemiyeceksin, belli değil. Bu, bir tabudur sadece. W yatt — Peki, bu tabularuı yararlı iş gördükleri ol­ maz mı? Russeü — Kimisinin olur, kimisinin olmaz, yerine göre. Demek istiyorum ki, ahlakınız akla dayanıyorsa, ta ­ buları gözden geçirir ve hangilerinin yararlı olduğunu araştırabilirsiniz. örneğin, ben kendi hesabıma, sığır eti yasağının bir şeye dayandığını sanmıyorum. W yatt — Siz dine inanmıyorsanız, ki inanmıyorsunuz tabu ahlakının akla sığmayan bir çok kurallarını da hi­ çe sayıyorsunuz. Sizin inandığınız bir ahlak sistemi yok mu? Russeü — Var. Ama, ahlakı politikadan ayırmak çok güçtür. Bana göre ahlak şu yoldan ortaya çıkıyor. Bir in­ san kendi için yararlı, komşuları için zararlı bir şey yap­ mak istiyor. Komşularının çoğu bundan zarar görecek olursa, birleşir, derler ki: “Biz bu türlü işleri sevmiyo­ ruz, bunlardan başkasına zarar gelmesini önleyeceğiz.” ve 62

işte, akla pek uygun olan bu davranış ceza yasalarına yol açıyor, özel ve genel çıkarları uzlaştırma yoludur bu. W yatt — Herkesin, genel bir ahlaka uyacak yerde kendi özel ahlak sistemine uyması sakıncalı bir şey sayıl­ maz mı? Russell — Sayılır öyle olursa ama, ahlaıc pek o ka­ dar özel olamaz. Çünkü, demir, de söylediğim gibi, ceza yasalarıyla karşüaşır. Ayrıca halkın tutup tutmaması da var. Elimse halkın gözünde kötü olmak istemez. Böyle olunca da, herkesin kabul ettiği ahlak çok güçlü bir şey olur. W yatt — Günah diye bir şey var mıdır ? Russell — Hayır. Günah, tanımlanması zor bir şey­ dir. İstenmeyen işler demek istiyorsanız, vardır böyle iş­ ler “İstenmeyen” iyilikten çok, kötülük getiren demek­ tir. Böylesi işler de vardır. Ama, günahın işe yarar bir kavram olduğunu sanmıyorum. Bir cinayeti günah say­ dınız mı, onu cezalandırırken sadece cinayeti önlemeyi de­ ğil, katüin azap çekmesi gerektiğini düşünürsünüz. W yatt — Günah düşüncesi, kimi zaman işkence yap­ maya hak kazandırıyor mu demek istiyorsunuz? Russell — Bence böyle oluyor geniş ölçüde. Demek istiyorum ki, cehennemi ancak katı yürekli insanlar uy­ durmuş olabilir. İnsanca duygulan olanlar, yaşadığı top­ lum ahlakının cezalandırdığı suçları işleyenlerin öldük­ ten sonra büe sonsuz işkenceler çekmesine razı olamaz­ lar. Kendini büen hiç kimse böyle bir görüşü kabul ede­ mez. W yatt — Demek ki, sizce günah kavramı, sadece jıısandaki saldırgan duygulan ortaya çıkanyor? Russell — Evet, öyle sanıyorum. Günah, katı yürek­ li diyebileceğimiz bir ahlakın özüdür. Sizi vicdan azabı çekmeden başkalanna işkence etme yoluna götürüyor. Buysa kötü bir şeydir.

W yatt — Günah diye bir şey olmadığını kabul eder­ sek, bazı şeyleri nasıl kötü görebiliriz? Russell — Bütün yapabileceğimiz, bence kötü gör­ meği ceza yasalarıyla bir arada düşünmektir. Sizde bir çeşit kamuoyu olması gerektir. Bunun ne kadar önemli olduğunu İtalyan Rönesans tarihini okurken anlarsınız. Bu tarih Machiavelli Kuramlarını doğurmuştur. O gün­ lerde, kamuoyu, çoğu zaman, çoğu kez kamuoyunun hoş göremiyeceği şeyleri hoş görmüştür. W yatt — özünde bozuk olan bir şeyler var mıdır sizce ? Ruscll — Bu sözcüğü pek kullanmak istemem. İyi­ likten çok kötülük getiren şeyler demek daha iyi. Bir şe­ yin iyilikten çok kötülük getireceğini gördünüz mü, onu yapmamakla daha iyi edersiniz, özü bozuk sözünü kul­ lanmak istiyorsanız, kullanm. Ama, ben bunun bir işe ya­ layacağını sanmıyorum. W yatt — Tabu ahlakında cinsel ilişküer büyük bir yer tutar. Siz, yazılarınızda da bu üişküere büyük bir yer ayırdınız. Cinsel bakımdan akılhca davranmak istiyen insanlara ne öğüt verirsiniz? llussell — önce şunu söyliyeyim ki, benim yazüanm da cinsel konular yüzde bir ölçüdedir. Ama, okurları­ mın çoğu öylesine bir cinsel saplantı içindedirler ki, ya­ zılarımın geri kalan yüzde doksan dokuzunu fark etme­ mişlerdir. Bence insanların bu konu ile ügisinin akla uy­ gun ölçüsü yüzde biri geçmez. Başka şeyler için nasıl düşünüyorsam, cinsel ahlak için de öyle düşünmem ge­ rekir. Bu konuda da, yaptığınız şey başkasına zarar ver­ mediği sürece, kötülenemez. Bir cinsel ilişkiyi sadece es­ ki bir tabu kötülüyor diye kötülememek. Zarar verip ver­ mediğine bakmalısınız. Başka her konu gibi, cinsel ahla­ kın da temeli budur. (il

W yatt — Demek ki, sizce kadını zorla elde etme ceza görmelidir de, uygunsuz cinsellik işi başkasına zarar ver­ miyor diye, görmemelidir. Bussell — Evet. Bir kadını zorla elde etme, insana karşı her hangi bir zor kullanmadan farksızdır. Uygun­ suz cinsel ilişkiye gelince, koşullara bakmanız, buna karşı koymakta haklı bir neden olup olmadığım araştırmanız gerekir. Bütün koşullar içinde, toptan bir kötüleme yoluna gidilmemeli. W yatt — Bir şeyin yapılıp yapılmaması üstüne ku­ rallar koymak doğru mudur, sizce? Bussell — Bu konuda ben biraz aşın düşünüyorum. Korkarım, böyle düşünmekte benden yana^,olacaklar pek azdır. Bence, uygunsuz yayınlan yasak eden kurallar ol­ mamalıdır. öyle düşünmem, biraz da şundan : Bazı dar kafalı yargıçlar, gerçekten değerli bir yapıtı, hoşuna git­ medi diye suçlandırabüirler. Ama bu, nedenlerden biri, sadece. Bir başka neden de şu : Bence yasaklar halkın, her şeyden olduğu gibi, açık saçıkhkla ilgisini büyük öl­ çüde arttınyor. îçki yasağı döneminde Amerika’ya sık sık giderdim. Bu yasak ayyaşlığı eskisinden çok, hem de çok daha fazla arttırm ıştı. Pornografi yasağı da aynı sonucu verir sanırım. Yasaklar üstüne ne düşündüğümü açıkla­ mak için bir örnek vereyim size. Füozof Empedokles def­ ne yaprağı çiğnemenin büyük, çok büyük bir ruh bozuk­ luğu olduğuna inanıyor, defne yaprağı çiğnediği için de kendisinin on bin yıl karanlıklarda kalacağına yakmıyor. Kimse bana defne yaprağı çiğneme demedi. Ben de çiğne­ miş değüim zaten. Ama, Empedokles’e çiğneme dediler, çiğnedi. Pornografi için de aynı şeyi söyleyebüiriz. W yatt — Sizce, herkesin yazdığı müstehçen her şey yayınlanırsa, halkın ilgisini hiç arttırm az mı bunlar? Busscll — Bencş azaltır. Aşağılık, açık saçık posta kartlarına izin verildiğini düşünelim. Bence, ük bir iki yıl 65

bunlar kapış kapış alınır, sonra, herkes kanıksar ve kim sc yüzlerine bakmaz olur. W yatt — Yazılar ve başka şeyler için de böyle midir? Russcll — Böyledir, sanıyorum, akün sınırlan dışına çıkmamak şartıyla. O rtaya konan güzel bir sanat yapıtıy­ sa, halk bunu okur yine, ama pornografik olduğu için değil. W yatt — Şimdc konuşmamızın temeline, yani, tabu ahlakının düşüncesiz kurallarına gelelim. Bunların zararla n ne oluyor sizce bugün? Russell — Türlü türlü zararları oluyor. Zararın bir çeşidi bu kuralların eski olmasından, içinde yaşadığımız­ dan ayrı bir toplumdan kalmış olmalarından geliyor. O topluma uyan ahlak bizim zamanımıza uymuyor çoğu kez. Yapay insan yetiştirme, bu eski kurallara uymuyor, ör­ neğin. Geçmişin ahlakçıları bunun üzerinde düşünmemiş­ ler. Bunun bir zararı oluyor. Bir başka zarar, tabu ahla­ kının eski işkenceleri sürdürmesidir. Buna bir çok örnek verebüirim. Tanrılara insan kurban etme işini aim. Yu­ nanlılar, tarihlerinin ük günlerinden beri insan kurban edilmesine karşı koydular. Bunu bir zamanlar yapmışlar­ dı. Ama, artık kaldırmak istiyorlardı ortadan. Gel gele­ lim, bir kurum vardı ki bunun ortadan kalkmasını istemi­ yorlardı. Ona yapışıp kalmışlardı. Bu kurum Delphoi kâ­ hinliğiydi. Kör inançlarla yaşıyardu bu kurum. Onun için de kör inaıiçlann azalmasını istemiyordu. Başka Yunan­ lılar da çok sonralara kadar* insan kurban edümesindc dayattı, önemli bir başka örnek daha vereyim. Bir cese­ di kesip biçmek ötedenberi çok kötü bir şey sayılmıştır ve im parator Karl V zamanında Vesalius adında pek büyük bir hekim cesetleri kesip bakmadan hekimlikte önemli olarak fazla iş görülemeyeceğini anladı ve kesip biçmeğe başladı. Karl V hastalıklı bir adamdı ve yalnız bu hekim onu iyi edebüiyordu. Onun için, korudu kendisini. Ama 66

imparator tahtından ayrıldıktan sonra Vesalius’ü koru­ yan kalmadı ve bir insanın bedenini iyice ölmeden kesip biçti diye suçlandırıldı. Ceza olarak Kudüs’e günahları­ nı temizlemeye yollandı. Yolda gemisi battı ve kendisi de türlü eziyetler içinde öldü gitti. Bütün bunlar ceset kes­ mek yasak (tabu) olduğu için geldi basma. Tabu ahlakın­ dan bugün de kötülük geliyor, örneğin, doğum kontrolü­ nü alalım. İnsan topluluklarının çoğunda, bu konuda, aşılman bir tabu vardır, bu yüzden de birçok kötülükler doğuyor, çok büyült kötülükler. Yoksulluk ve savaş do­ ğuyor bundan, birçok toplum sorunları da çözülemez olu­ yor. En önemlisi bu, zararların. Daha birçokları da var­ dır herhalde. Boşanma yasağı hiç kuşkusuz zararlı bir reydir. Bu yasak, sadece, eski geleneklere dayanır ve bu­ günkü koşullan hesaba katmaz.

67

GÜÇLÜLÜK

Woodrow W yatt — Lord Russell, insanı güçlü olma isteğine iten nedir sizce? Lord Itııssell — İnsanları sonradan güçlülük tutkusu­ na götüren ük itki, öyle sanıyorum ki, açlık tehlikesi üe karşı karşıya yaşadıkları dönemde ortaya çıkmıştır. O dönemde insan isterdi ki, yiyecek kıtlığı baş gösterince, bundan zarar görecek kimse kendisi olmasın. Bu da, güç­ lü olmayı gerektiriyordu. W yatt — O günden bu yana gelişen güçlülük çeşitle­ ri nelerdir? Russell — Güç’leri sınıflandırmanın çeşitli yolları vardır. En açık olanlarından biri, sanırım, doğrudan doğ­ ruya beden üzerine yönelik güçlülüktür. Bu da, ordulann ve polisin gücüdür. Sonra, ödüllendirme ve cezalandırma güçlülüğü gelir ki, ona da ekonomik güçlülük denir. Son olarak da, propaganda, inandırma güçlülüğü vardır. Sanı­ rım başlıca güçlülük çeşitleri bunlardır. W yatt — Lord Russell, sizce, güçlü olmak isteğinin hem iyi lıem kötü nedenleri o ;b ilir mi? Rııssell — Olabilir, derim. Diyebilirim ki, dünyada önemli etkisi olmuş olan herkes, bir çeşit güçlülük tutku­ su ile eyleme geçmiştir. Bu, iyilik edenler kadar, kötülük edenler için de doğrudur. Her etkin insan için de doğru­ dur bu, bence. GS

W yatt — iyilik etmek isteyenlerin güçlü de olrr. ak is­ temeleri, çoğu kez, boş gururlarından gelmiyor mu? E ısscll — Evet, çoğu kez öyle oluyor. Çünkü, sade­ ce güçlü olma tutkusu, çoğu kez şunu ya da bunu gerçek­ leştirmek isteğinden daha ağır basar, işte, onun için Lord Acton pek haklı olarak der ki, güçlülük insanın ahlakını bozar. Çünkü, gücünü kullanma zevki, kullandıkça artan bir şeydir, örnek olarak Cromwell’i aim. Hiç kuşkum yok ki, Cromwell politikaya Övülesi nedenlerle girdi. Çünkü, memlekette gerçekleşmesini istediği pek önemli şeyler olduğunu düşünüyordu. Ama, bir süre iktidarda kaldık­ tan sonra, sadece güçlülük ister oldu, işte, onun için ölüm döşeğinde Tanrının gözünden düşmüş olmaktan korktu­ ğunu söyledi. Evet, elbette öyledir. Pek etkin olmak iste­ yen herkes, güçlülüğü ister. Ama, ben yalnız güçlülüğün bir çeşidini isterim. Düşüncelerimde güçlü olmak isterim. W yatt — Düşüncelerinizle güçlü olmak sizin ah’akı­ nızı bozdu mu dersiniz? Bussell — Bozdu mu bilemem. Bunu söylemek bana düşmez. Bu konuda yargıyı verecek olan başkalarıdır. W yatt — O üç çeşit güçlülüğe dönebilir miyiz? İlk olarak fizik güçlülüğünü alalım. Devlet gücü, polis, hü­ kümet örgütü, bütün bunları dizginlemek gerekir mi siz­ ce? Bussell — Devlet gücünü ellerinde tutanlar, yanlış yola saptıkları zaman, onlan atabilmeli. Devlet görevli­ lerini suçlama gücü bu düşünceden doğmuştur. Kötü şey­ ler yapar görünen bir adamı durdurabümelisiniz. Böyle bir güç olması önemlidir, çok önemli. W yatt — Ama, durdurma gücü de pek fazla yürüyor mu dersiniz? Bugün, halk, keyfi iktidardan, polis ve ben­ zerinden yeteri kadar korunmuyor ki! Bussell — Orası doğru elbet ama, bu konuda ne ya­ pılabileceğini kestirmek kolay değil. Bugünkü dünyan ız(59

da kararların çabuk verilmesi gerekiyor. K arar alma yet­ kisini pek az kişinin eline vermek zorundasınız. Eu yüz­ den, güc’e karşı halkın korunması kolay olmuyor. Ama, bu çek önemli bir sorundur, üzerinde durulması gerekir. W yatt — Siz ne dersiniz bu konuda? Bussell — Konuyu, yaşamın hangi alanında düşün­ düğünüze bağh bu. örneğin, diyebiliriz ki, polis gücü bir­ çok modem devlette çok tehlikeli olmaya başladı. Komü­ nistlerin, daha önce yönetmedikleri bir devleti ele geçir­ mek istedikleri zaman, ilk yaptıkları şey, polis örgütüne elatmak oluyor. O zaman, ldmi hapse atacaklarına karar verebiliyor ve yaptıklarının doğruluğuna kanıtlar hazır­ layabiliyorlar. Bu yüzden polis gücü çok tehlikeli bir şey olabiliyor ve olmuştur da. Bana sorarsanız, her yerce ik; türlü polis gücü görmek isterim: Biri suçu ortaya koyma­ ya çalışmalı, öbürü de suçsuzluğu. W yatt — Bu, işleri biraz zorlaştumaz mı? Hükümet­ lere pel: pahalıya mal olmaz mı? Russall — Evet, elbette olur. Ama düşünün ki, adam öldürmekle haksız olarak suçlanıyorsunuz. Vergi ödeyen her yurttaş, sizin adam öldürdüğünüzü ispatlamak için gerekli m asrafları ödüyor ve siz kendi cebinizden, öldür­ mediğinizi ispatlamaya çalışıyorsunuz. Hoş bir şey değil bu. Bir suçsuzun cezalarmasmdansa, doksan dokuz suç­ lunun cezadan kurtulması daha iyidir. Bizse tam karşıt il­ keye göre davranıyoruz: Bir suçlunun cezadan kurtulmasmtlansa, doksan dokuz suçsuzun ceza görmesi daha iyi­ dir, diyoruz. Çünkü, vergi ödeyen yurttaş suçun ispatlan­ mam için, özel kişi ise suçsuzluğunu ispatlamak içiıı pa­ ra vermeli diyoruz. W yatt — Evet ama, bir kimsenin haksız yere mah­ kum olduğuna pek süc raslanmaz. Eir kimsenin haksız ye­ re suçlandığı zaman, her seferinde, suçu ispatlamak için devletin o kadar büyük m asraflara girmesine değer mi? 70

Russell — Suçsuzun hüküm giymesine pen fazla raslanmaz mı, bümiyoruz. Tartışılması gereken bir şeydir bu. Bu, polisin kolayca açıklayacağı şeylerden değildir. Bütün bildiğimiz şu ki, sık sık olabilir böylp şeyler. Ger­ çekten bümiyoruz ama, herhalde, yapüacak büyük mas­ raf, bugün suçlunun ispatı için yapüanlar kadar olmaya­ caktır. W yatt — Şimdi de hükümetlerin davranışları üze­ rinde biraz daha duralım. Sizce hükümetlerin, seçmenle­ re filan başvurmadan, işleri çabucak karara bağlama ko­ nusunda pek büyük özgürlükler olmamalı mı dersiniz? Böyle olursa, is görme bakımından etkinlikleri bir ' r/llr* » - 1 azalmaz mı? Russell — Evet, azalır. Üstelik yaşadığımız dünyada öyle yerler vardır ki, orada işleri halkın oyuna, ya da başka bir yola başvurularak yönetmek olacak şey değil­ dir. Barış ve savaş sorunları —ki hepsinden daha önem­ lidir— çabuk karara bağlanmak ister. Savaş ve barış ka­ rarının yavaş yavaş, üzerinde direte direte durularak ve­ rilmesi için, bütün dünya kurum lannda çok büyük deği­ şiklikler yapüması gerekir. Evet, bunu yapabilseniz çok iyi olur. W yatt — Genel olarak, hükümetlerin birazıcık daha az etkin olmasından yana rmsmız? Russell — Kötü işlerin yapıldığı yerde, bu etkinlik ne kadar az olursa o kadar iyidir. İnsanoğlunun yaradılışı öyledir ki —daha doğrusu bugüne değin öyle olmuştur ki —öyle büyük kötülükler vardır ki, halk onları işlemekte etkinliğe can atar. Bence denebilir ki, insan soyu dünya yüzünden kalkmadıysa, etkinsizlik yüzünden kalkmamış­ tır. Ama, bugünlerde etkinsizlik azalıyor, onun için de insan soyunun yokolması başgösteriyor. W yatt — Gevşeklik ve etkinsizlik, insan soyunun bu­ güne değin yaşamasına nasıl yardım etmiştir?

Bussell — Birbirini öldürme etkinliğini azaltmakla. Zeki bir katilseniz, etkinsiniz ve bir hayli insan öldürebi­ lirsiniz demektir. Budala bir katilseniz, yakalanırsınız, öldüremez olursunuz. Ne yazık ki, katiller gitikçe zeki, da­ ha zeki oluyorlar. W yatt — Bir başka güçlülük türüne — ekonomik güçlüğe— geçebüir miyiz? Marx sizce, ekonomik gücün önemini pek fazla abartmamış mıdır? Russell — Marx, ilk önce, ekonomik gücü öbür güç­ lülük biçimleri karşısında çok fazla abartmiştır. Sonra, 1840 Ingiltere’sindeki duruma kapılarak, güçlülüğün, dev^ ^ a jje tim in d e n değil, mal sahipliğinden geldiğini dü{r/feti Her üıi yorum onu, dünyanın bütün dertleri için bir tek deva önermeye götürdü. O devanın da baştanba­ şa yanıltıcı olduğu ortaya çıktı. W yatt — Siz ekonomik gücü nasıl değerlendiriyor­ sunuz? Bussell — Ekonomik gücün önemi çok büyüktür gerçekten. Ama, güçlülüğün bir biçimidir sadece- Onun, asker gücünden ve propaganda gücünden daha önemli ol­ duğunu söyleyelim. Bir örnek alalım. Kraliçe Boadicea’ nın Romalılara karşı ayaklandığını bilirsiniz. Ayaklanma­ sının nedeni şuydu: Seneca ona çok yüksek faizle ödünç para vermişti ve kraliçe para bulamıyordu. Demek ki, o çağda Seneca’nm ekonomik gücü vardı. Ama sonra, Boadicea’yı Boma ordusu tamamen alt edince, im parator, Seneca’yı da ölüme mahkum etti ve bu, bir ekonomik güç­ lülük değü, .asker güçlülüğü idi. W yatt — Ekonomik güçlülüğün dizginlenmesi geıvkir mi sizce? Bussell — Evet, her çeşit gücün dizginlenmesi ge­ rektiği kanısındayım. Çünkü, koca ülkeleri yoksun bırak­ mak güçlülüğü elbette hiç istenmeyeoek bir şeydir. Ben ce, Ortadoğu’daki bazı bölgelerde, petrolü dilediği zaman 72

vermemek gibi ekonomik güçlülük de, hiç mi hiç istene­ cek şeylerden değüdir. W yatt — Propaganda gücü ne dereceye kadar önem­ lidir? Bussell — Propaganda gücü son derece önemlidir, bu önemi her zaman kabul edilmiştir. Din kurbanlarının ka­ nı kilisenin tohumudur, der halk. Bu demektir ki, din kur­ banlarının kanı büyük bir propaganda gücü olmuştur. Yine halk der ki, doğru olan büyüktür, egemen olacaktır. Bununla da demek ister ki, bugün geçerli olan inanç ege­ men olacaktır. Propaganda türlü alanlarda büyük ölçüde önemlidir. Hıristiyanlığın, ekonomik ve askerî yardım ol­ maksızın kurulduğunda şüphe yoktur. W yatt — Sizce propaganda gücü kötü bir şey midir her zaman? Bussell — Yo, hiç değil. Değil elbet. îyi inançları kö­ tülerle karıştırdığı zaman kötüdür ama, her zaman için kötü olduğu düşüncesinde değilim. Her zaman için kötü olduğunu söyleyemem elbet. Böyle söylersek her eğitimin kötü olduğunu ileri sürmüş oluruz. Çünkü, her eğitim bir çeşit propaganda demektir. W yatt — Propaganda gücünü dizginlemek gerekir mi sizce? Büyük kitlelere aşılanan düşünceler, insanları kendüiklerinden açık seçik düşülm eyecek duruma getirmi­ yorlar mı? Bussell — Evet, propagandanın iyice dizginlenmesi gerekir. O rta bir Rus yurttaşının, Doğu ülkelerinde olup bitenler üstünle düşündüklerinin gerçekten uzak, çok uzak olduğunu ve bunun komünist ülkelerde eğitim üs­ tündeki propaganda denetiminden geldiğini büiyorum. Komünist olmayan ülkelerde bu denetim daha az sıkıdır ama, insanların doğru düşünmeyi değü, hükümetlerin is­ tediği gibi düşünmesini gözeten büyük bir kontrol var hâlâ. 73

W yatt — Batı için ne diyorsunuz? Propaganda gücü­ nün Batı’da da bir hayli dizginlenmesi gerekmiyor mu? Russell — Elbette gerekiyor. Doğu’daki kadar değil­ se de yine gerekiyor. Çünkü okul ve üniversitelerde deği­ şik inançlar arasında özgürce bir yarışmaya yer verildi­ ğini görmüyoruz. Tersine, kimi inançlar tutulup İtimi inançlar yeriliyor. W yatt — Bir insanın yaşamında güçlülüğün iyiye ve­ ya kötüye kullanılması sorunu ne ölçüde önemlidir? Russcll — Son derece önemlidir bence. İyi ve kötü yönetim arasındaki başlıca ayrılık budur diyebiliriz. îyi bir yönetimde güç, sınırlı olarak, denetimler ve dengeler­ le uygulanır; kötü yönetimdeyse, gücü engelliyen hiçbir şey yoktur. Bence çok önemlidir bu. Wyatt. — Kabaca diyebiliriz ki, Batı’nm demokratik s iste i'.ileri, hükümetin sağlam ve kararlı eylemlere giriş­ mek gereksinimi ile, bu eylemlerin halkın isteğine uygun olup olmadığı bakımından hesap vermek gereksinimi ara­ sında akıllıca bir denge kurmaktadır. Russell — Doğrusu, totaliter devletten çok daha iyi durumdayız, çok daha iyi. Çünkü bizde, güçlülüğü dizgin­ leyen bazı son çareler vardır. Ama bence, zaman zaman başvurulan genel seçimlerden daha tez sonuç veren diz­ ginleme yollan bulmalıyız. Günümüz dünyasında her şey öylesine birbiri içerisine giriyor ki, referandum yollarını cek daha geliştirmek zorundayız. W yatt — Gücü dizginlemekte referandumlar gevşek bir çare olmuyor mu? Russell — Evet, gevşek ve ağır yürüyen bir çare. Ama, hükümetin hiç kimseye sormadan memleketi her an toptan en büyük yıkımlara siirükliyebileceği sistem­ den daha iyi olabüir referandumlar.

SAVAŞ ve BARIŞÇILIK

Woodrow W yatt — Lord Ilussell, haklı savaşlar ol­ m uştur demek, sizce akla uygun olur mu? Russell — Evet olur pekâlâ; yalnız, tabii, haklı sö­ züyle ne demek istediğinizi, açıklamanız gerekir. Haklı nedenlere dayanan savaşlar demek istiyorsanız, evet, bir tarafın pek haklı nedenler gösterebileceği birçok savaş olmuştur. Ama zarardan çok yarar sağlamış savaşları düşünüyorsanız, onlar aynı türe girmez. Hiç mi hiç gir­ mez? W yatt — I^cr.iki türe örnekler verbüir misüıiz? Russell — Evet, kolaylıkla. Bence her saldın ya da işgale karşı koymakta haklıdır. îngilizler, İspanyol Arma­ dasına karşı koymakta pek haklıydılar. Macarlaruı da özgürlüklerine kavuşmak için ayaklanmalan pek haklıy­ dı bence. Birinde başan sağlandı, öbüründe sağlanamadı. Sorunu işin sonucuna göre ele alırsanız başka bir yana kayarsınız : Sonucun yararlı olup olmadığına bakarsınız. Şimdi hukuk yönünden lıiçbir dayanağı olmayan bir sa­ vaşı, Beyazlann Kuzey Amerikayı işgal etmelerini düşü­ nelim. Genel olarak bu savaş iyi sonuç verdi denebüir, r.n a hiç de haklı bir nedene dayanmıyordu. W yatt — Amerika'nın bağımsızlık savaşı için ne der­ siniz? Russell — Tam anlamıyla haklıydı, derim. Hukuk yö­ nünden dayanağı yoktu her halde ve bugün Amerika'ya

gitmek isterseniz, George Washington’u için için suçla­ yan bir tutum göstermek zorundasınız. Hukuka uygun olarak kurulmuş hükümetlere karşı diretilmeli, savaşılmalıdır diyeceksiniz. W yatt — Uzun bir süre içüı başarılı olmuş savaşlar var mıdır sizce? Russell — Vardır, vardır elbet. Çok eskilere gider­ sek, İskender’e ve Sezar’a bakın örneğin. Her ikisi de büyük bir fatihti, her ikisinin de giriştiği savaşlaruı hak­ lı bir dayanağı yoktu, ama başardıkları fetihler yararlı oldu. İskender’in fetihleri Yakın - Doğu’da Helenizmi yer­ leştirdi, Yunan dilini yaydı ve eski Yunanistan’ın kütlür mirasını korudu. Bana sorarsanız, diyebüirim ki, İsken­ der olmasaydı bugün hiç birimiz Yunanlıların uygarlığa 11e getirdiğini bilmiyecektik. W yatt — Sezar için ne diyorsunuz? Russell — Sezar Galya’yı fethetti ve Galya’yı uygar dünyanın bir parçası yaptı; bu arada hep hayranı oldu­ ğumuz fransız düinin doğmasına yol açtı. Sezar olmasa Fransızca olmayacaktı. W yatt — Savaşın başlıca nedenleri üstüne ne dersi­ niz? Ekonomik midir bu nedenler, yoksa yönetimlerin çıl­ gınlıklarına mı bağlıdırlar? Halkuı heyecan veya ruh taş­ kınlığı da bir neden olabilir mi? Russell — Doğrusu hepsinin de örnekleri var. Bazan biri, bazan öteki başta gelir. Büyük Friederich’in Maria Terasa’ya saldırısını alın. Bence sadece bir hükümdarın keyfi sebep oldu buna. Başka hiç bir nedeni olduğunu san­ mıyorum. Onsekizinci yüzyılda hükümdarların hiç bir haklı neden olmaksızın sırf şan şeref için savaş açmaları pek olağandı. Onsekizinci yüzyıldan sonra öylesine pek raslanmaz. W yatt — Yöneticüerin çılgınlığı denebilir buna her­ halde. 76

Russell — Evet. Sonra ekonomik nedenler geliyor. İngiltere’yle İspanya arasındaki bitmez tükenmez çatış­ malarda bu nedenlerin büyük payı oldu elbet. İngiltere için nedenler daha çok ekonomikti, Ispanya içinse dinsel­ di. İngilizler istedikleri bir şey için savaşıyorlardı. Ispanyollar istemedikleri bir şey için. Çok uzun süren bu hi­ kâye bizim bakımımızdan sadece, ya da hemen hemen ekonomikti. Sonra, halk çılgınlığının payı da oldu. Wal­ pole uzun bir süre başbakanlıkta kaldı, sonra halkın taş­ kınlığı ve Ispanyollarla savaş inadı yüzünden devrildi. Biz İspanyollarla savaşmaya alışmıştık: Seviyorduk bu işi, Walpole ise sevmiyordu. W yatt — Siz Birinci Dünya Savaşında barışçıydınız, tlünci Dünya Savaşmda barışçılığı bırakmanız tutarsız­ lık olmuyor mu biraz? Rııssell — Yoo, ben hiç de öyle düşünmüyorum. Ben bütün savaşların haklı ya da bütün savaşların haksız ol­ duğu görüşüne katılmadım hiçbir zaman. Kimi savaşları haldi bulmuşumdur, kimi savaşları haksız. Bence İkinci Dünya Savaşı’nın haklı nedenleri vardı, birincisinin yok­ tu. ' W yatt — ikinci Dünya Savaşını niçin haklı buldu­ nuz? Russe!] — Çünkü, Hitler’in bütün hoşgörü şuurları­ nı aştığı kanısındayım. Bütün Nazi dünya görüşü kesin­ likle korkunçtu. Diyordum ki, Naziler bütün dünyayı ele geçirirlerse, İd güçleri yetse buydu yapmak istedikleri, dünya o zaman tam anlamıyla cehennem yaşamı sürülen bir yer olur. Onun için durdurmalıyız bunu diyordum, durdurmak zorundaydık. W yatt — Birinci Dünya Savaşma girişmenin bir ha­ ta olduğu kanısında mısınız hâlâ? Elutüsiül — Evet. Bence Ingiltere yansız kalmalıydı. O zaman böyle söylemiştim, bu^'in de o kanıda diretiyo77

runı. Bence Birinci Dünya Savaşında yansız kalmış olsay­ dık, herhalde kısa bir savaş olurdu bu. Almanya, başlangıçtakinden biraz daha güçlü bir devlet olurdu sonunda; ama hiç de en güçlü devlet olamazdı. Kayser’in Almanyaei da, o zaman İngiltere'de yapılan propagandanın tersi­ ne, pek o kadar kötü değüdi. Gerçekten bugün dünyamız­ da Kayser’in yönettiği hükümet kadar iyisi pek azdır, pek az; çünkü kötü bir hükümetle savaşa giriştiniz, mi, büsbütün kötüleştirirsiniz onu. Bu düşüncem Nazilere karşı savaş için pek geçcrlidir diyemem, çünkü ondan da­ ha kötü hiçbir türlüsü olamaz. Ama genel olarak geçerlldir bu söylediğim ve biz eğer 1914’te yansız kalsaydık, Naziler de olmazdı dünyamızda, Komünistler de. Komü ­ nistlerin Rus ordusunun dağılması sonucunda geldikleri apaçık bir gerçektir. Savaş kısa sürseydi, Rusya’da o ge­ nel kaos olmazdı. W yatt — Rusya’da ne olurdu o zaman? Russell — Rusya’da 1905 devriminin varmak istediği çizgide bir devrim olurdu. Sosyal devrimcüer şaşmaz de­ nebilecek bir olasılıkla devletin başına gelirlerdi ve hiç de komünistler kadar kötü olmazlardı. Pekâlâ hoşgörebiIeceğimiz bir durumu gerçekleştirebilirlerdi. W yatt — Almanya’da Naziliğe benzer hiçbir şey ol­ maz ve Almanya adım adım akılhca bir demokrasiye doğ­ ra gelişebilir miydi demek istiyorsunuz? Russell — Evet, öyle olmaya başlamıştı bile. Alman­ ya, buna doğru ölçülü adımlarla ilerliyordu; eskiden İn­ giltere’nin gidemediği kadar hızlı bile gidiyordu. Bence, Almanya zamanla oldukça iyi bir parlamenter demokra­ si olurdu ve bir çöküşe tepki olarak doğan Nazi düşünüşü Almanya’da gelişemezdi. W yatt — Ama diyelim ki, biz Birinci Dünya Savaşı’ na girmedik. Almanlar hiç kuşkusuz Fransa'yı yener, son­ 78

ra İngiltere’den yana bakıp: Elimiz değmişken, onu da temizleyelim, diyebilirdi. Russell — Ben böyle düşünmek için hiçbir neden gör­ müyorum. O zaman, Almanların istekleri pek sınırlıydı. İyi bir deniz gücü edinmek, sömürgelerini bizim pek ho­ şumuza gitmeyecek ölçüde büyütmek, Balkanlar üzerinde de bir çeşit egemenlik kurmak istiyorlardı. Daha doğru­ su, Avusturya'nın Balkanlar’da bir çeşit egemenliği ol­ masını istiyorlardı. Ama, Kayser’in amaçlan, benim gör­ düğüm kadanyla, hiç de sonsuz, sınırsız değüdi. Dünya egemenliği peşinde olduğunu sanmıyorum. W yatt — Ama, îngüizlerin görüşüne göre Birinci Dünya Savaşı haklı bir savaştı, değü mi? Russell — Evet, Belçika’yı savunmak için savaşa gir­ diğimizi üeri sürerseniz, ki bu bir hayli söz götürür, hu­ kuka uygundu bü savaş. Bu yüzden girdiğimize inanıyor­ sanız, hukuk bakımından haklıydı elbet. Ama ben, hukuk sal dayanağı olan her savaşa girilmesi gerektiği düşünce­ sinde değilim. W yatt — İnsanlar savaştan hoşlanıyorlar mı sizce ? Russell — Eh, bir çoklan hoşlanıyorlar. Birinci Dün­ ya Savaşı başladığı zaman beni şaşırtan şeylerden biri de bu oldu. O zaman birlikte çalıştığım bütün banşçı dost­ lanm a göre halk, hükümetlerin kurnazca dolaplariyl.ı savaşlara zorla sürükleniyordu; ama Londra sokakların­ da dolaşırken bir de baktım, savaş başlayınca herkes es­ kisinden daha mutlu görünüyordu açıkça. Bu görüşümü yazdığım zaman banşçı dostlarım çok üzüldüler; bunu söylemem hoşlarına gitmemişti. Bugün de ben o kanıda­ yım ki, insanların bir çoğu, yakınlarında olmayan ve ken­ dilerine büyük kötülüğü dokunmayan bir savaştan hoş­ lanıyorlar. Ama, savaş kendi yurdunuza girdi mi, pek kadar hoş olmuyor.

W yatt — Bir çok insan savaşlardan hoşlandığına gö­ re, onlara savaş fırsatı verilmediği zaman saldırganlık is­ teklerini nasıl doyurabilirler? Russell — Onların duyduğu aslında saldırganlık de­ ğil, serüven gereksinimidir. Bence, insanların serüven se­ venlerinin hepsine olabildiğince serüven fırsatı sağlamaya çalışmak önemli, çok önemlidir. Fazla para harcamadan dağlara tırmanma fırsatını bulabümelisiniz. Canı isterse Kuzey Kutbuna, Güney Kutbuna, gidebilmeli insan. Se­ rüven için her çeşit fırsatı bulabilmeli. W yatt — İskandinavyalIlar ya da İsveçlüer diyelim, uzun süredir savaş görm edikleri için daha mı mutludur­ la r dersiniz?

Russell — Evet, 1814'den beri savaş görmediler ve ta ­ nıdığım kadarıyla, İsveç büdiğim en mutlu memleketler­ den biridir. Yaşamın tadını çıkarıyorlar doyasıya ve sa­ vaşa girmediklerinden ötürü bir tedirginlik belirtisi gör­ medim İsveçlilerde. W yatt — Kendi kendini öldürenler çok oluyor ara­ larında. Russell — Ha, evet, yapıyorlar bunu, ama kendileri­ ni din bağlamadığı için yapıyorlar. Pek dindar insanlar değildir isveçliler. Dindar isveçlüer hep Amerika'nın Ya­ kın Batısına gittiler. İsveç’te kalanlar dinsizlerdi daha çok. Wyatt. — Ama, savaş insan yaradılışının bir gereği dcğü mi? Russell — İnsan yaradılışının ne olduğunu bilmem; ama yaradüış istendiği kadar yoğurulabilir ve işte bunu anlamıyor insanlar. Evcil bir köpekle yabani bir kurdu karşılaştırırsanız eğitmeyle neler yapdabileceğini görür­ sünüz. Evcü köpek, tatlı, uysal bir yaratıktır; arada bir havlar, belki postacıyı ısırdığı da olur, ama genellikle za­ rarsızdır. Oysa kurt bambaşka bir yaratıktır. Aynı şeyi SO

insanlarla da yapabilirsiniz. Yetiştirilmelerine göre insan, hır bambaşka olabilirler, insan y a r a tılışının değiştiril mcyeceği düşüncesi saçmadır bence. W yatt — Ama nice zamandır insanları, savaşları is­ tememeleri gerektiğine inandırmak istiyoruz, yine de pek başarmış değiliz bu işi. Bussell — Hayır, insanları inandırmaya çalışmadık. Az kişi pek az İçişi çalıştı buna, büyük çoğunluksa çalış­ madı. W yatt — tsveçlüer bir savaşla sarsılıp kızışsalar bi­ raz daha mutlu olmazlar mı sizce? Bussell — Böyle düşünmek için en küçük bir neden yok. Hayır. Bugün ulusların çoğu bir savaş görmüş dü­ rümdalar, öyleyken hiç de tsveçlüer kadar mutlu olduk­ larını sanmıyorum. Hiç değilse gezilerimde bu kanıya vardım. W yatt — insanlar İkinci Dünya Savaşı’ndan pek o kadar hoşlanmadılar diyebüir misiniz? Bussell — İkinci Dünya Savaşı birincisinden çc' farklı geçti. Birinci Dünya Savaşı’nda cepheye gidenler pek mutlu değülerdi, çünkü büyük, çok büyük bir olası­ lıkla öleceklerini büiyorlardı. O savaştan hoşlananlar, ev­ lerinde kalanlar oldu. Ama, ikinci Dünya Savaşı başka, bambaşka oldu, insanlarda bir görmüş geçirmişlik vardı: Savaş coşkusunu Birinci Dünya Savaşı’nda tatmışlardı. W yatt — Bu konuşmanın en başlan.ıda Ispanya’ya karşı bir savaştan sözettiniz. Sürü çılgınlığı, başbakan Walpole’a karşı tutm uştu o savaşı. Sürü çılgınlığı bugün insanların daha az kapılacağı bir şey midir sizce? Busscll — Hayır, o zamankinden daha az değü. Ben­ ce insanların okumasını sağlayan eğitim, sürü çılgınlığını basın yoluyla bir hayli artırm ıştır. Ama, buna karşı bir eğilim türem iştir bugün ve bence daha çok televizyon 81

sağlamıştır bunu. Çünkü, halk dünya haberlerini coşkui: salonlarda bağırıp çağırmaya başlayan kalabalıklar için­ de değil, evinde oturarak izliyor. Bence, sürü çılgınlığının başhca nedeni büyült mitinglerdeki gibi geniş topluluk­ lardır. Mitingler önemini yitirdikçe sürü çılgınlıkları aza­ lacaktır. W yatt — Savaş ilanı sıralarında halkın Trafalgar Meydanında kendiliğinden toplanmasına benzer durumler artık pek olmaz mı dersiniz? Russell — Yine olur herhalde. Trafalgar Meydanı hep canlı kalacak ama, eski önemi azalacaktır sanırım. Halk T rafalgar Meydaıuııda alkış tutm ak için toplanır. İnsanlar orda, kendüerinin öldürülmesi için hükümetin verdiği ka­ rarı onaylar. Ayıp bir şey bu. İnsan yaradılışı dediğiniz şeyden bekleyeceğimiz bu olmamalıdır. Bugün için durum bu. ama sürü çügınlıklan gittikçe azalacak sanırım.

82

MİLLİYETÇİLİK

W yatt — Sizce milliyetçilik iyi bir şeymi, kötü bir şey mi? Lord Russell — Milliyetçüiğin kültür ve politika yön­ lerini birbirinden ayırmak gerekir. Kültür bakımından bu­ günkü dünyanın içinde bulunduğu tekrenklilik oldukça ta t sız bir şeydir. Pahalı bir otele giderseniz, size dünyanın ne­ resinde olduğunuzu anlatacak hiçbir şeye raslayamazsınız, bütün dünyada pahalı oteller *'.ep birbirine benzer. Yaban­ cı memleketleri zengince gezmek hiç de özenilecek bir şey değil. Yabancı memleketleri gerçekten görmek istiyorsa­ nız, fakirce gezmelisiniz. İ.şte, bu yönden milliyetçiliğin üstüne söylenecek çok şey vr.r sanıyorum. Edebiyatta, sa­ natta, dilde ve her türlü kültür işlerinde değişikliği sür­ dürmek için müliyeteilik istenebilir. Ama, politika yönün­ den alırsanız, milliyetçiliğin kötü bir şey olduğu su götür­ mez. Milliyetçi politikayı iyi gösterecek tek şey bulunabi­ leceğini sanmıyorum. W yatt — Milli bir dc. ;:ı kuruluşundaki amaçlar başlıca amaçlar - nedir, sizce? Russell — Her devlet kendisi için bu amaçların sa­ vunma olduğunu söyler, ö b ü r devletler içinse, bu ‘‘savun­ ma” bir ”saldırma"dır. İki tarafın yaptığı aynı şeydir, ama, ay n ayrı adlar alır. Devlet, başlangıçta, yabancı­ ları öldürmek için kurulan bir düzendir, başlıca amacı budur. Devletlerin yaptığı başka isler de vardır, tabii. Bir

parça eğitim yaparlar ama, bu eğitim sırasında gençlere yabancıları öldürmenin iyi şey olduğu inancım aşılamak için de bir hayli çalışırlar. Benim gençliğimde, şimdi pek sık söylenmeyen bir millî m arş vardı. Bu m arşta şöyle bir söz yer alıyordu: “Aşağılık oyunlarını bozun, politi­ kacılarını tepeleyin!” Her yabancı için bunları büyült bir coşkunlukla söylerdik. W yatt — “Başa geç Britanya!” gibi, değil mi? Russell — Evet. “Britanya” için de öyle. Britanya denizlere egemen olmaktan çıkalı artık şöyle diyemiyoruz pek: “Başa geç, Amerika. Dalgalara egemen ol. Ameri­ ka". Çünkü şiire girmiyor bu söz. Onun için bütün marşı atıyoruz. W yatt — Sizce milliyetçilik bu bakımdan mı zararlı? Russell — Zararlı olması şundan geliyor bence. Ver­ diği öğüde göre kendi memleketiniz şanhdır, her zaman, her işde haklıdır, ö b ü r memleketlere gelince Dickens'de Podsnap’uı dediği gibi “Kusura bakmayın ama, yabancı mületler ne halt ederlerse etsinler”. Yabancı milletlere böyle bakmanm doğru olduğunu sanmıyorum. Bunun ga­ rip örneklerini görüyoruz. Ber. bir kitap yazdım, içinde milliyetçüikten söz ederken şöyle demiştim: “Dünyada bir tek millet var, bütün yüksek değerler ondadır. Başkala­ rının bu değere sahip çıkmaya haltları yoktur. Bu tok milletse, okuyucum hangi millettense, o millettir” Bir PolonyalIdan aldığım mektupta, şöyle diyordu: “Polonya’ mn üstünlüğünü kabul etmenize çok sevindim.” W yatt — Evet, anlıyorum. Peki, başka rie gibi du­ rumlarda ortaya çıkıyor bu? Daha başka örnekler verir misiniz, demek istiyorum. Russcll — Tabii. Birleşmiş Milletlerin bir toplantı­ sında çok hoş bir genç bayan vardı, bisiklet meraklısı bir bayan. Ekvator’dan geliyordu. Çok dik bir tepede, bisik­ letinin freni patlamış ve var hızıyla tepeyi inmiş, ama az 84

kalsın ölecekmiş. Dostum Gilbert M urray bu bayana: “Bi­ siklet son hızıyla giderken korkmadmız mı?” diye sordu. “Yo, hayır, dedi genç bayan, korkmadım, çünkü, kendi kendime Ekvadorlu olduğunu unutma diyordum.” W yatt — Ama tabii, herkes için bu böyledir: lîussell — Evet. Bu öyküyü sık sık anlatırım ve her­ kes güler. Benim de şunu diyesim geliyor onlara: "Gülü­ yorsunuz ama, büdiğiniz bir başka milletin adını söyleseydim, hiçbiriniz gülmezdiniz.” W yatt — Peki, insanlar niçin millî devletlere ayrıl­ mak isterler? Russell — Biraz da duygu sistemimiz gereği, hem sevme, hem de nefret yoluna gidiyoruz. Bu duygularımızı işletmek hoşumuza gidiyor. Böylece de yurttaşlarımızı sevip yabancılardan nefret ediyoruz. Ama, tabii, y u rt­ taşlarımızı yalnız yabancıları düşününce seviyoruz. Ya­ bancıları unutunca, peK o kadar sevmiyoruz onları. W yatt — Peki, ama siz-e nasü olacak? Diyorsunuz ki, müliyetçilik bir ölçüde hoş ve doğrudur. Ölçüyü kaçır­ mayacağımızdan nasıl emin olabiliriz? Russell — Emin olamazsınız. Bu gibi işlerde hiçbir şeyi kestirip atamazsınız. Ama, şunu söyleyebüirsiniz ve herkes de söylemelidir ki, eğer insanlığın yaşamasını isti­ yorsak, ordular, donanmalar, hava güçleri ulusal değil, uluslararası olmalı. Böyle olunca, başka bir memleketi kötü görmenizden fazla bir zarar gelmez, elverir ki, onla­ rı yokedecek bir durumda olmayasınız. W yatt — Başka bir şeye geçiyorum. Bir şeyi memle­ ketiniz için yapıyorsunuz duygusu varsa içinizde, örne­ ğin, Everest tepesine çıkarken ya da fezaya gidecek bir alet üzerinde çalışırken, işinizi daha büyük bir coşkun­ lukla ve etkinlikle yapabilirsiniz. Bunu belirsiz bir dünya amacına bağlarsanız, o kadar ateşli olmıyabilirsiniz.

Bussell —- Doğru, insanı diirtiikliyen şeylerin daha yakın, daha dar bir çevresi vardır. Ama, bu coşkunluğu sürdürmenin bir çok yolları vardır, sanıyorum. Everest seferini alın, örneğin. Bunu yapan yalnız bir memleket değil. Hemen her zaman bir enstitü ya da araya giren çok zengin adamlar, dernekler yapıyor bu işi. Kendi mem­ leketleri kadar bu toplulukların onuru için de yapıyorlar bu işi. YVyu.lt — Ama, bir yarışmada sen mi üeri gideceksin, ben mi diye bir dürtüklenme istersek, milliyet duygusu da bu işe gerçekten elverişli geliyor, değil mi? Bussell — Evet, işin içine öldürme girmedikçe, bu türlü yarışmalarda bir sa. 'nca görmüyorum. Belediye iş­ lerinde de yarışmayı doğru bulurum. Bir kent çok güzel bir belediye sarayı yaparsa,'öbür kentler, bizim de güzel bir belediye sarayımız olmalı derler. Buıdar iyi şeyler. Benim bildiğime göre, Manchester ve Liverpool birbirini sevmezler ama, birbirleriyle savaşma için özel orduları yoktur. W yatt — Peki, haklı olsun olması" vatanım, düs­ turuna inanmazsanız, tehlike, bunalım ve gerginlik anla­ rında bir topluma düzen vermek için başka hangi vo!a başvururdunuz ? Bussell — içinde bulunduğumuz durumda ne yapüması gerektiği düşünülürse, demin de söylediğim gibi, bir tek oıdu bulundurmalı; bu ordu ulusal değil, uluslararası olmalı. O zaman, sizin sözünüzü ettiğiniz Lehlikeli durum­ lar kalmaz. Çünkü, ulusal bir saldırıya olanak kalmayın­ ca, ulusal savunma da gerekmez. W yatt — Ama şimdi bu tehlikeler beliriyor. Bussell — Evet, şimdi beliriyor. Onun için insanların kafalarına şunu sokmalısınız ki, saldırıya îcarşı koymak doğru, ama saldırmak yanlıştır. Kimse saldırmazsa, sal­ 86

dırıya karşı koymaya da yer kalmaz. Ama saldırıya kar­ şı koymanın gerekli bir şey olduğuna inanıyorum. W yatt — Son Dünya Savaşından bu yana O rta Doğu’da neler oluyor, bir bakalım. Arap milliyetçiliği bu bölgede bir sürü yeni devletler çıkardı ortaya. Geniş Arap topluluklarına büyük ölçüde bir kendine güven duy­ gusu ve bir iyi yaşama isteği verdi. Bu, iyi bir şey midir, kötü bir şey mi? Russell — Doğrusu şimcülik bir şey söylemek zor. Araplarda kendi kendüerine saygı ve büyük işler başar­ ma duygusu uyandırması bakımından iyi bir şeydir. Ama, halkına, arap olmıyanlara karşı, örneğin, Israel halkına karşı bir kin uyandırması iyi bir şey sayılamaz. W yatt — Milliyetçi duygular bir defa iyi amaçlarla ayaklandıktan sonra, nasıl sınırlandırılabilir, bunu merak ediyorum. Bu duyguları kötü yanlara kaymaktan nasıl alıkoyabilirsiniz? Russell — Hükümetleri hürleştirerek, sadece. Örnek olarak Ingiltere üe îskoçya’yı aim. Bu iki memleket yüz yıllarca, evet yüz yıllarca birbiriyle savaştılar, iki mem­ leket, sınırlarının ötesindeki insanlardan nefret etmek gerektiği düşüncesini ileri sürer oldu. Derken, sadece bir kral evlenmesi rastlantısıyla hükümetler birleşli ve kin ortadan kalktı. W yatt — Yani, ikisinin bu tek kralı oldu demek is­ tiyorsunuz. Russell — Evet. W yatt — istemeden mi oldu bu iş? Russell — Evet. W yatt — Irk düşmanlığının milliyetçilikle ne ölçüde bir yakınlığı var, sizce? 87

Russell — iste r istemez düşmanlık karışıyor işe. iki komşu millet arasında bir ırk düşmanlığı varsa, tabü. O zaman, ırk düşmanlığı doğuyor ve iki tarafın milliyetçi­ liğini azdırıyor, ikisi aynı şey değü. Ama, çok kolay kay­ naşıyorlar birbirleriyle. W yatt — Son elli yıl içinde ırk düşmanlığı arttı mı, dersiniz? Russell — Evet, artmış olsa gerek. Ama, pek emin de değilim. Bilmem ki... nasıl söyliyeyim, Rudyard Kip­ ling ’ı aim, ürneğin. Bu yazar Ingiliz emperyalizmini kö­ rüklemede çok iş gördü. "Geri ırklar” diye tutturdu ve bütün yazüarında beyaz olmıyanlan, h a ttâ diyebüiriz ki, fng üz olmıyanlan az çok aşağı insanlar saydı. Onun için 0 l:adar yeni bir şey de değü bu. W yatt — Amerikalıların, AvrupalIların ırk düşmanlrğ rdan neler çektiğini büıyourz. Asyalüarda, Afrikalı­ larda bu düşmanlık daha mı az? Russell — Hiç de daha az değü. H attâ onlarda bu düşmanlık biraz yeni olduğu için, belki de bugün daha çok 1; j; iilüğünü görüyorlar. Afrika ve Asya müliyetçiliği, bu­ gün Avrupalüar arasındakinden daha azgın olabilir, di­ yebilirim. Çünkü, daha yeni uyanıyor. Bunun büyük, çok 1üyük bir tehlike olduğunu sanıyorum. Bana kalırsa, bir >oğu - Batı gerginliği vc savaş tehlikesi dışında, milliyetf ilik, bugün insanlığın karşısına çıkan en büyük bir teh­ likedir. W yatt — Hor görülen mületleri, olduklarından daha yaman bir miüet saymıyor mu insanlar zaman zaman? Değerlerini gerçekten daha fazla büyütmüyorlar mı? Russell — Büyütüyorlar, doğru. Bir mlüet, bir sı­ nıf, ya da herhangi bir topluluk haksızca ezüdi mi, in­ sanlık duygusu taşıyan herkes, bu insanları pek erdemli ve pek sevilmeye değer bulurlar. Bu değişmez bir kural 8&

gibidir. Ama, bu ezilen insanlar, er geç kurtuluyorlar, kurtulur kurtulmaz da kendilerim ezenlerden çektkilerini başkalarına çektirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. W yatt — önüne geçümez bir şey midir, bu? Russcll — Hayır, hayır, önüne geçümez, demiyorum. Her zaman da öyle olmuş değildir. Hindistan’ı örnek alır­ sanız, bunun her zaman böyle olmadığım görürsünüz. Bana öyle geliyor ki, Hindistan özgürlüğe kavuşalı beri, kurtulmuş milletlerin basma gelen o kötü huydan şaşı­ lacak kadar uzak kaldı. W yatt — Sizce, niçin müliyetçüik, bugün her zaman­ kinden daha çok azıtmış görünüyor? Russcll — Eğitim yüzünden. Eğitimin çok büyük za­ rarları oldu. Zaman zaman, insanların okuma yazma bil­ memesi daha iyi olurdu diyesim geliyor. Çünkü, büyük çoğunluk okuma0 yazma öğrenince, propagandaya açılı­ yor ve her memlekette propaganda devletin eline geçip devletin istediği gibi oluyor; devletin istediğiyse, sizi öl­ dür dediği zaman öldürecek duruma sokmaktır. W yatt —>Biraz önce, müliyetçüiğin dünyamız için en tehliketi şey olduğunu söylediniz. Sizce bu, komünizmden daha büyük bir tehlike midir? Russell — Doğu - Batı gerginliğinden daha büyük tehlike olduğunu sanmıyorum. Bence, dünyanm karşısın­ da bulunduğu en büyük tehlike budur. Ama, bu gergin­ lik ortadan kalkınca, milliyetçilik daha da tehlike olabilir. Milliyetçilik, barış yoluyla yapılacak bir kominizmden in­ sanlar için daha tehlikeli olabüir. W yatt — Milliyetçilik ne yoldan önlenebilir? Merihlilerin dünyayı almaya kalkmaları bu sorunu çözümlemez mi, sizce? llussell — Tabii, milliyetçilik hemen biter. O zaman bütün gezegenlere karşı kendi dünyamızın milliyetçi'

oluruz. Okullarımızda bizim gezegenimizin o aşağılık Merihlilerden ne kadar üstün olduğunu öğretiriz. Merih üs­ tüne hiçbir şey bilmez, bilmediğimiz için de ona türlü kö­ tülükler yükleriz. Böylece, çözümlenir bu iş. Ama, kor­ karım böyle olamıyacak. Bence, umut, insanların yapıcı amaçlara yönelmelerinde. Bu amaçlar, insanları yıkıcı savaşlara değil, kendüeriyle birlikte başka memleketleri de daha iyi yaşamaya götürecek amaçlar olmalı.

İNGİLTERE

Woodrow W yatt — Lord Russell, sizce biz İngiltere’ de kapitalizm ile sosyalizmi gereğince kaynaştırmış sayı­ lır mıyız? Russell — Evet, öyle sanırım. Bugün için gerekli kaynaştırmayı sağlamışızdır derim, ama bunun her za­ man için doğru bir kaynaştırma olduğunu söyleyemem, çünkü koşullar değişiyor sanınm. Uzun bir süreden beri benim görüşüm, her hangi türden bir özel ekonomi çabası tekel aşamasına vardı mı, onun özel girişimden çok, dev­ let eliyle yürütülmesinin daha iyi olduğu yolundaydı; bu­ gün İngiltere’deki durum da az çok‘ budur. W yatt — Bu tutum her alanda yeterince başarılı oluyor mu sizce? Russell — Evet, elimizden geldiği ölçüde oluyor. Ek­ siksiz bir başarı denemez buna, ama eksiksiz ne var ki! W yatt — İngiliz toplumunun başlıca erdemleri neler­ dir sizce? Russell — Birincisi ve en önemlisi bir çeşit yaygın nazikliktir diyebilirim. İngüiz olmayanlarla ilişküerimiz bakımından söylemiyorum bunu, orası ayn bir konudur; ama kendi aramızda, benim görebildiğim birçok milletlerinkinden daha nazik davrandığımızı sanıyorum. W yatt — Biraz açıklar mısınız bunu? Russell — Elbette, seve seve hem de... Başka ülke­ lerde pek yaygın olan katı dogmaların tngilizlerde de ol­ 91

duğunu sanmıyorum. Bence bunu biraz da 1066’danberi düşman istilâsına uğramamış olmamıza borçluyuz. Başka birçok ülkede olduğu gibi bizim tarihimizde katı yürekli, azgın olmamızı gerektirecek şeyler olmamıştır pek o ka­ dar. W yatt — iyi bir adalet sistemi uygulamakta îngili Ti­ lerin başka uluslardan daha başanlı olduğu kanısında mısınız? Bussell — Adalet sözünden tam neyi anladığınızı bil­ miyorum. Yasaları un, yoksa ekonomi bakımından ada­ leti mi düşünüyorsunuz? W yatt — î ’.Jsini de. BusscU — Sanırım tam bir ekonomik adeleti sağla­ mak gerçekten zordur ve pek özenilecek bir şey de değil­ dir. Bence bu adalete umulabileceği kadar ve herhalde komünist ülkelerden daha fazla yaklaştık. Onlarda y o k ­ sulla zengin arasmdaki ayrılık buradakinden çok daha büyüktür. W yatt — Yasa adaleti ve alış veriş dürüstlüğü bakı­ mından? Busscll — Eh, kusursuz olduğumuzu düşünemem: hiçbir memleket kusursuz olamaz o bakımdan, ama kir seden daha kötü durumda değiliz. W yatt — Pek övündüğümüz o bizim uzlaşma yetene­ ği üstüne ne dersiniz? Bussell — Belki de en büyük erdemimiz odur derim. Her zaman olmadı bu yeteneğimiz. On yedinci yüzyılda yoktu ve büyük sarsıntılar geçirdik o yüzden. Ama de o belâları aramamaya karar verdik. Her zaman uzlaş­ ma yolunu tuttuk ve bu çok iyi sonuçlar verdi, örneğin, Fransız gelip çattığı zaman Fransız aristokratlarına sor­ dular: Ayrıcalıklarınızdan vazgeçmeyi mi istersiniz, başı­ nızın kesilmesini mi? Elbette başımızın kesilmesini dedi­ ler ve başları kesildi. Oysa 1832’de reform fermam bildi­ 92

risi, parlamentoda, aristokratların ayrıcalıklarının kald; rılmasını önerdi. Benim dedem, ki koyu bir aristokrat', bildiriyi tu ttu ve kazanmasını sağladı. W yatt — Lord John Russell’dı o değil mi? Russell — Evet, ve başım hâlâ omuzlarım üstünde du­ ruyorsa, bunu ona borçlu olduğumu söyleyebilirim. W yatt — Avrupa'nın tutumundan nasıl ayrılıyor bu? Russell — Avrupa'nın tutumu çok daha katıdır. Şun­ dan ya da bundan yana oluyorlar, iki yana uygun bir ayarlama aramıyorlar. Buna felsefeden bir örnek verebi­ lirim. Bir zamanlar Amerika’da Princetone’daydım. Eins­ tein da orada idi. H aftada bir evine gider, onunla ve baş­ ka ünlü Alman aydınlarıyla görüşürdüm. Hepsi Yahudiydi, Almanya’dan kovulmuşlardı, Nazi rejimine düşmandı­ lar ve alabildiğine liberaldi hepsi. Felsefenin temel sorun­ ları üstünde tartışırdık ve anlaşmaya can atardık; kav gacı bir tutumu yoktu hiç birimizin. Ama ne zaman te­ mellere insek hep bir uçurum açılıyordu aramızda. Onlar bir çeşit mistik idealizmde diretiyorlardı, bi nse sağduyu­ lu bir deneycüikten yanaydım; bir türlü çıkamıyorduk işin içinden. W yatt — Siz kendinizin İngiliz geleneğine uyduğunu­ zu r.ıu söylemek istiyorsunuz? Russell — Evet, elbette. Büiyorsunuz, İngiliz gelene­ ği en başta Locke’dan gelir. Loclte, üç büyük İngiliz filo­ zofunu az çok etküemiştir. Ben gençken İngiliz üniversi­ telerine alman idealizmi yayılmıştı; ama Almanlar Bel­ çika'yı işgal edince, alman felsefesinin köti; olması ge­ rektiğine karar verildi. Ben de böylece kendi yoluma gir­ dim; aslında alman felsefesine karşıydım zaten. W yatt — Bir İngiliz olarak mı duyuyorsunuz kendi­ nizi? Russell — Doğrusu öyle, hem de geleneğin tam için­ de olarak.

W yatt — İngiltere’nin kendini mantıklı ve oturaklı bir yolda tutm ası yeteneğinde bu geleneğin büyiik payı olduğu kanısında mısınız? Ruşsell — Evet, o kanıdayım. Bence biz, açıkça za­ rarlı olmadığı sürece geleneğe uymasını severiz, örnek olarak sokak adlarını alın. Benim bildiğim bütün Avrupa memleketlerinde, boyuna değiştirirler sokak adlarını, po­ litikaları değiştiği ve beğendikleri büyük adamları beğen­ mez oldukları için. Biz de onlar gibi olsaydık, York Du­ kası anıtını yıkar atardık. York Dukasını artık beğen­ mez olduğumuz için. W yatt — Gelenek der-en başka ır'e ri düşünüyorsu­ nuz? llussell — Varlığımızı sürdürmenin her türlü yollan­ ın düşünüyorum. Mahkemelerde ya da parlamentoya çağ­ rı yazılarında kullanılan söz kalıplarını, birazcık gelenek taşıyan herşeyi; İngiliz ulusu çok sever onlan ve silinip gittiklerini görmek istemez. W yatt — Üyesi bulunduğunuz o bize özgü kuruma. Lordlar Kamarasına ne dersiniz? Russell — Evet, Lordlar Kamarası özgül bir kurum­ dur. Onu savunmayı üstüme alabilir miyim bilmem; bir hayli tuhaf bir kurumdur çünkü; ama ben yine de hoş­ lanıyorum ondan. W yatt — Kırallık üstüne ne düşünüyorsunuz? Bü­ yük bir rolü var mıdır sizce? Russcll — Evet, ben Kırallıktatı yanayım, pek bağlı olarak hem de. Kırallık olmadı mı, bir Cumhurbaşkanı­ mız olacak, onu seçmek do belalı bir iş. Kimi seçseniz mil­ let her zaman sevmez onu; milletin yansı, ya da yanya yakını sevmez. Ama kıral oldu mu, hepimiz sevebiliriz oııu. Böylesi çok daha iyi. Ben çok daha iyi buluyorum bunu. W yatt — Kırallığa saygılı oldunuz mu her zaman? 91

Bussell — A, evet. Pek erken başladım hem de say­ gılı olmaya. İki yaşındayken Kıraliçe Victoria bizunkik'ri görmeye gelmiş ve herkes şaşmış kendisine ne kad ir saygılı davrandığıma. W yatt — Tarih üstüne ne düşünüyorsunuz? İngil­ tere’deki tarih bilinci az çok kırallık rejiminden mi ge­ liyor dersiniz? Bussell — Ne dereceye kadar ondan geliyor bil­ mem; çünkü kırallığa karşı olduğu zaman da, halkta bu tarih bilinci vardı hep. îngiltere’nüı iç savaşları üstiino o zamanki Cumhuriyetçilerin yazdıklarım çok okumuş­ tum bir tarihte. Adamlar aristokratlan Normanlar ve yabancılar gibi görüyorlardı. Devrimci oldukları halde bir hayli tarih doluydu kaîalan. W yatt — Sizce bir millette tarih bilinci olması önemli midir? Bussell — Evet, son derece önemlidir bence: Oturak­ lılık sağlar; insanın düşündüklerine, duydukların;, derin­ lik kazandırır. W yatt — Bizde bu var rm diyorsunuz? Bussell — Evet, Ingütere’de bir hayli var bu, gerdek­ ten. Eski yapılann, Roma kahntılannm ve daha birçok şeyin etki payı var elbet bunda. Tarih büincini besleyen çok şey var bu memlekette, olması da hoşuma gidiyor benim. W yatt — Ingütere’nin dünyanın en züppe memleket­ lerinden biri olduğu düşüncesinde misiniz siz de? Bussell — Evet, elbette. Ama belki de benim gör­ düklerim arasında en züppesi değil pek. Amerika’da öyle züppeler gördüm ki, en azından bizimkileri aşıyordu. Ama îngütere’de bir hayli züppelik olduğu su götürmez. W yatt — Bunun bir zararı oluyor mu, sizce? Bussell — Evet, zararı da oluyor, y a ra n da. Demek istiyorum ki, züppelerin beğendikleri kişiler, kendilerin­ 95

den daha iyi iseler, yararlı oluyor; ama, iyilikleri sadece uydurma ise, zararlı oluyor. W yatt — Züppelikten ne anladığınıza bir örnek verir misiniz? Russell — Benim zamanımda King’s College’m bir yüksek sınıf öğrencisi vardı. Oscar Browning’di adı ve bir züppe idi hiç kuşkusuz. Imparatoriçe Frederica, gü­ nün birinde Cambridge’e geldi. Ne yazık ki, King’s’deki başka bir öğrenciyi ona yeğledi. Oscar Browning üniver­ sitede bütün gün döndü durdu. Akşam geç vakit ona ra st­ ladım. Bitkin bir haldeydi. Bana : “Bütün gün imparatoriçenin peşinde koştum, durdum” dedi. W yatt — Hatırladığıma göre, bana bir de Cave adın­ da birinden söz etmiştiniz. Russell — Ha, evet, züppece yaşama örneğiydi o. Benimkiler Richmoııd’da oturuyorlardı. Ben de orada bü­ yüdüm. Orada Richmond’un üeri gelenlerinden Cave adın­ da biri vardı. Kimi Richmond’lular ona şövalyelik payesi verilmesi için imza topluyorlardı. Bir bakandan dul ka­ lan büyükanneme drı geldiler. Büyükannem: “Yo, olmaz bu kıralla ilgili bir iştir” dedi. Böyle bir konuda kırallığı etkilemeye kalkmayı olacak iş saymıyordu. Onun için de, düekçcye imza atmaya yanaşmadı. Gel . zaman git zaman, Cava’in oğlu içişleri bakanı oldu ve beni hapse attırdı. Ama, ben yine de onun züppeliğinden biraz ya­ rarlandım. Çünkü kardeşim ona benim için ba^ı dilekler­ de bulunmaya gidiyordu. Bana dedi ki : “Cave’in oğlu el­ bette dediğimi yapar, çünkü o Wincester’de benim çömezimdi.” W yatt — Ve yaptı mı dediğini? Russell — Evet, evet yaptı. W yatt — Sizce Amerika günün birinde Ingiltere gibi olabilir ım? 96

Russell — Birçok nedenden olamaz, derim. En önem lisi, İngiliz asıllı Amerikalıların durmadan azalmasıdır. Ama bundan başka nedenler de var. Biri şu : Amerika­ nın her hangi bir Avrupa ülkesi gibi geçmişi yok. Bir başka neden de şu : Amerika’ya göçen îngilizler, uzlaş­ ma eğilimine katlanmayan kimselerdi. Buna alışamayan aşırı insanlardı. Bizden başka bir dünya görüşü kurdular. Başka bir neden de şu: tik göçmenler durmadan kızılderi­ lilerle savaştılar, bundan ötürü de bir hayli değiştiler in­ san olarak. W yatt — Bizim demokrasi anlayışımız tarihe mi, ya­ radıksa mı, iklime mi, neye bağlanabilir? Russell — Her şeyden önce tarihe bağlanır, bence. Ve öyle sanıyorum ki, en önemli etken, bizim 1066’dan beri düşman istüasma uğramamış olmamızdır. Avrupa’ da hemen her memleket yabancı istilasına uğram ıştır ve yabancı işgalcilerin, ezdikleri halkın düşünüşü üstünde çok, çok kötü etkileri olmuştur. W yatt — Sizce 1832 aristokratlan, büyük babanızın Reform Fermanı ile onlar için ııe yapmak istediğini anla­ mışlar mıydı? Russell — Eh, yarısı aplamış, yansı anlamamıştı. Ama anlayanlarsa, bence, çok, çok iyi anladılar. W yatt — Ingütere’nin yüksek suııfları, ayrı çalıkları­ nı yitirmemek için mi uzlaşma yoluna gittiler? Ruscll — Evet, öyle sanıyorum. Devrimleri önlemek, kafalarının kesilmesini ve daha birçok şeyi önlemek iste­ diler. Akıllıca davranmasalar başlarına ne geleceğini gör­ düler. W yatt — Hâlâ aynı şeyi mi yapıyorlar? Russell — Evet, elbette. VVyatt — Artık gerçekten büyük devletler arasında olmamak İngiltere için önemli bir kayıp mıdır sîzce? 97

Bussell — Doğrusu, duygusal yanımla vahlanımyor değilim buna. Yurtseverli!: duygularımla herkes gibiyim ben de ve üzüntü duyuyorum o bakımdan. Ama duygula­ rımdan sıyrılarak düşünmeye çalışınca gerçekten pek önemli saymıyorum bunu. W yatt — Neden saymıyor sunuz? Bussell — Çünkü bence Ingüizlerin özel değerleri yurt dışından çok yu rt içinde çıkıyor ortaya. Yabancı uluslarla ya da uyruklarımız olan halklarla üişkilerimizde bümem biz daha mı iyi idik başkalarından. Nedenler­ den biri bu. Bir başka neden de şu ki, kimi devletler is­ ter istemez başkalarından daha güçlü oluyor. W yatt — Bizden daha güçlü duruma gelenler sizce daha iyiye mi kullanacaklar güçlerini? Bussell — Hayır, daha iyiye kullanacaklarını sanmı­ yorum. Amerika’nın bizim kadar iyiye kullanacağını uma­ rım, ama hiçbirinin daha iyiye kullanacaklarım sanmam. W yatt — İngiltere'nin geleceğini nasıl görüyor sı:.nuz? Bussell — İngiltere’nin geleceğini Hollanda’da olana benzer görüyorum. Hollanda on yedinci yüzyılda bir bü­ yük devletti; sonra büyük devlet olmaktan çıktı; ama bir yıkıma uğramadan çıktı; başı belaya girmedi çıkmakla. Pek uygar, pek saygıdeğer bir küçük devlet olarak yeri­ ne oturdu pekâlâ. Bizim umacağımız da bu olmalıdır ben­ ce. W yatt — Bu düzen içinde Ingütere’nin nasü bir top­ lum olabileceğini söyler misiniz? Bussell — Orasını büemem doğrusu, öyle sanınm ki. az çok bugünkü gibi oluruz, geleneksel yanlarımızı sos­ yalist yanlarımızla arada bir beklenmedik biçimlerde ka­ tıp karıştırarak. Her iki yönümüzün sürüp gideceği kanı sındayım. 08

W yatt — İngiltere’nin dünya üzerinde güçlü bir ma­ nevi etkisini sürdürecek mi, dersiniz? Russcll — öyle demek islerdim; ama bu politikacıla­ rımıza bağlı; ne türlü politikacılarımız olacağım da bil­ miyorum.

99

HİDROJEN BOMBASI

Woodrow W yatt — Lord Russell, bir hidrojen bom­ bası savaşı patlarsa, ne olur dersiniz? Lord Russell — Çok zor bir soru bu, ne olur diye bir deneme yapmak da istemem. Ama pek olası görünüyor lü ilk H. bombası savaşmda dünyanın kuzey yansındaki insanların tümü yok olur, güney yansındaküerin de he­ men hemen hepsi ölür. Sanınm öyle bir durumda kimse isteyebileceği hiçbir şeyi sağlayamaz ve değer verdiğimiz şeylerin hemen hepsi ortadan kalkar. W yatt — Böyle bir savaşta tarafların hiçbiri zafer kazanamaz mı demek istiyorsunuz? Russell — Evet. Hiçbir ta ra f için zafer olmaz, ama zafere yeni bir anlam verirseniz o başka. Demek istiyo­ rum ki savaşın sonunda Batı cephesinde altı, Rusya’da dört, Çin’de dört kişi kalır. O zaman bir ta ra f öbüründe iki fazla olmak ister. Tabü, buna bir zafer diyebilirsiniz isterseniz, ama hoş bir zafer olmaz herhalde. W yatt — Bir II bombası savaşı olabüir mi dersüıiz? Russell — Olmamasını -andan dilerim; ama işler bu­ günkü gibi giderse bir II. bombası savaşı pekâlâ kopabi­ lir. Başlıca şundan ötürü: Bomba saldırısına anında kar­ şılık verme gereği, ordu bakımından pek önemli bir zorunluktur; bu ise, düpedüz yanlış bir anlama yüzünden, belki bir doğa olayını saldırı sanarak harekete geçmeniz tehlikesini yaratır. Bir taraf öbür tarafın H. bombası sa­

100

vaşına başladığı vehmine kapılır ve kimsenin öyle bir ni­ yeti yokken var gücünü birden salıverebilir. Hiç de olma­ yacak bir şey değüdir bu. W yatt — Zaman zaman söylendiğine göre, silah ya­ rışmasına dökülen bir durum ister istemez savaşa sürük­ ler dünyayı. Siz de öyle mi düşünüyorsunuz? Russell — İster istemez sürükler diyemem, “ister is­ temez” sözünü İliç sevmem çünkü; ama bunun genellikle savaşa götürdüğü doğrudur. Büdiğim kadarıyla tarihte­ ki silah yarışmalarının çoğu savaşla sonuçlanmıştır, Iluhbüimi açısmdan böyle olması da olağandır; çünkü bir ta ­ rafın silahlanması, korku ve kin yaratarak öbür tarafın daha fazla silahlanmasına yol açar; bu da karşı tarafı yeniden daha üstün bir silahlanmaya götürür ve böylece sürer gider bu iş. Silahlar çoğaldıkça çoğalır ve insanla­ rın sinirleri gerildikçe gerilir; sonunda bu gerginliğe da­ yanamaz olur, hiçbir şeyin bundan beter olamayacağını sanırlar. Olan budur süah yarışmalarında. 1914 başların­ da olan da buydu. W yatt — Gerçi 1951’do Batı büyük ölçüde süahlanma yoluna girmişti; bu sizce bir savaşı durdurmuş ola­ maz mı? Çünkü bu, Ruslara kolay ve çabuk bir zafer ka­ zanamayacaklarını anlatmış, böylece de onları savaştan vazgeçirmiş olabüir. Russcll — Olabilir. O zaman Sovyet hükümetinin ne­ ler kurmuş olduğunu bilmek zordur. Bir saldın savaşına girişmek istemiş olabilirler mi olamazlar mı, bunu kimse kesinlikle söyleyemez. Ama, istemiş olsalar da olma­ salar da ben derim ki, hükümetler süahlanma yarı­ şından başka bir yol bulamadıkları sürece, savaşı gecik­ tirmekten başka bir şey yapamazlar. 1914’ten önce, bi­ zim brinkmanship politikasındaki bunalımlara çok ben­ zer bunalımlar olmuştur ve bunlar 1914’e kadar hiçbir savaşa yol açmadılar. “îki ta ra fta süahlann eşit olması­ 101

nı sağlayabilirsek savaş olmaz” diye düşünüyordu herkes. Ama böyle olmadı, yine olmayacağından korkarım. W yatt — H. bombası üstüne söylenecek bir şey daha yok mu dersiniz? Bu bombanın varlığı bütün devlet adam­ larım ve hükümetleri savaş patlar diye ürküterek savaşı engellemiş olmuyor mu? örneğin, Berlin bunalımlarında olduğu gibi, ki, eskiden böylesi anlaşmazlıklar yüzünden bir savaş patlayabüirdi. Bussell — Söyleyebilirsiniz bunu aireıiebüirsiniz de bu düşüncenizde, ama bence tarih bunda da size karşıdır. Herkes büir ki, barış ödülünün kurucusu ve pek ateşli bir barış savunucusu olan Nobel, dinamiti icat eden adamdı aynı zamanda. Ona göre dinamit, savaşı öylesine korkunç­ laştırıyordu ki, bir daha savaş olamazdı artık. Sonuç hiç de umduğu gibi çıkmadı: H. bombasmm aynı sonucu ver­ mesinden korkarım. W yatt — H. bombasmm bambaşka bir silah olduğu su götürmez. Sadece daha zorlu değü, büsbütün başka bir araç bu. Bussell — Evet, ama insanlar her şeye öyle ürkütücü bir çabuklukla alışıyorlar ki! Hiroşima’ya- ve Nagazaki’ye atom bombası atüdığı zaman dünya dehşete kapılmıştı: Ne korkunç bir şey bu, diyordu herkes. Oysa, şimdi atom bombasına taktik bir silah gözüyle bakılıyor: Kimstnin al­ dırdığı yok artık ona. Okla yay gibi sevimli bir eski zaman silahı oldu. W yatt — H. bombasma karşı neler yapılabilir sizce ? Bussell — Birçok şey yapılabilir. îlki ve en kolayı, denemeleri durdurmaktır. Bunun yararı hemen görülebi­ lir. îlk ağızda atom yağmurlarına son verilmiş olur ki bu­ nun, uzmanların söylediklerinden daha da kötü, belalı bir şey olduğu anlaşılıyor. Ama bundan daha önemlisi ben­ ce denemelerin durdurulmasıyla H. bombasının birçok devlete daha yayılması önlenmiş olacağıdır. Bugünkü du­ 102

ruma göre, Doğu ve Batı bloklarında bir hayli devlet H. bombası edinmek üzeredir ve sorumsuz bir hükümetin pek çügınca bir şey yapması olasılığı büyük ölçüde artmış oluyor böylece. Yapılan bombaları yoketmenin zorluğu da gittikçe artıyor aynca. Onun için ben diyorum ki, her şeyden önce denemeleri durdurmada anlaşmayı sağlamak gerekir, bu da pratik bir politikadır ve üstünde durulmak­ tadır. İkinci olarak da, yeni devletlerin H. bombası edin­ memeleri üzerinde bir anlaşmaya varılmalıdır. İngiltere’ nin H. bombasını bırakması böyle bir anlaşmanın koşulu ise, bence bu anlaşmaya girmek akıllıca bir iş olur. W yatt — Bu anlaşmayı nasıl sağlarsınız, Fransa'nın ve endüstri yeteneği olan öbür ülkelerin H. bombası yap­ malarına nasü engel olabüirsiniz? Bussell — Bu ancak, Amerika ile Rusya arasındaki bir anlaşma ile sağlanabilir. Bu iki devletin her biri bü­ tün ekonomik ve propaganda gücünü peyk devletleri ay­ nı politikayı izlemeye inandırmakta kullanılır. ' W yatt — H. bombası bakımından îngütere’nin tek yanlı bir silahsızlanmaya gitmesi düşüncesini mi ileri sü­ rüyorsunuz? Russell — Böyle bir anlaşma için şart koşulursa, evet. H. bombasınm yalnız Amerika’da ve Rusya’da bu­ lunması anlaşmanın şartı olarak ileri sürülürse, ben o za­ man îngütere’nin şöyle demesini isterim: “Peki, öyleyse biz de öbür küçük devletlerle anlaşmaya katılırız.’’ W yatt — Demek istiyorsunuz ki, îngütere biı pazar­ lığa girişecek: îngütere, H. bombasmı bırakırsa bütün küçük devletler H. bombası yapmaktan vazgeçecekler ve Rusya üe Amerika yapmamalarını sağlayacaklar. Russell — Evet, bence akıllıca bir yoldur bu. Bu, bir ilk adımdır sadece. İstediğimiz sonucun sağlanması ke­ sin değildir ama, yine de bir ük adım'olur. W yatt — H. bombasmın yalnız Amerika ve Rusya’ da kalması yine de tehlikeli olur mu sizce? 103

Russell — Elbette tehlikeli olur. Aslında, yeni poli­ tik önlemler alınmadıkça tehlikenin önlenebileceğini san­ mam. Kimsenin H. bombası olmasa bile, onu yapma bil­ gisi yine vardır ve savaş çıkarsa, taraflar hemen bomba­ yı yapıverirler. Onun içir., bence savaşı önlemenin yolunu bulmadıkça tehlikeyi ortadan kaldıramazsınız. H. bomba­ sı yalnız bu iki devlette kalırsa, bence savaş olasılığını bir hayli azaltır. Bir kaza yüzünden savaş çıkma tehlike­ sini azaltır. Delifişek herhangi bir hükümetin savaşı baş­ latmakla eline bir şeyler geçeceği düşüncesinden doğacak tehlikeyi de azaltır. Buna karşüık, daha sağlam bir ön­ lem yapılacak görüşmeleri daha bir kolaylaştırır. W yatt — Devlet adamlarını ve hükümetleri, yapma­ ları gerekeni yapmaya inandırmak için, pratik olarak ne yapılabileceği sorununu bırakıp, yapabüecekleri ideal şe­ yin ııe olduğu sorununa mı geliyoruz şimdi? Uussell — Henüz değil, sanırım. Yakında geleceğiz. Ama pek pratik ve çok önemli bir şey var sanırım. DoğuBatı gerginliğinde, her iki tarafın, anlaşmaya varmanın önemini anlamalarıdır bu. 1945’ten bugüne kadar her iki tarafın düşündüğü anlaşmalara varmak değil, karşı ta ra ­ fın geri çevireceğini, reddettiği için de ayıplanacağı öne­ rileri vermekti ve bütün bunlar o kadar uzun sürdü ki, hiçbir anlaşmaya varılamadı. Hükümetlerin sadece gö­ rüş alışverişi değil, anlaşmalara varmanın önemli olduğu­ na inanmalarını sağlarsanız, büyük, çok büyük bir adım atmış olursunuz. Bu, pratik politika alanına girer pek­ âlâ. W yatt — Demek ki, asıl sorun şu: H. bombası ile birlikte savaşları da önlememiz gerekiyor. Çünkü, bir sa­ vaş oldu mu H. bombaları da kullanümaya başlayacak, ya da, eğer daha önceden bırakılmışsa, yeniden yapılmaya başlanacak. 104

Bussell — Öyle ve işte onun için, nükleer süahlar yapma konusundaki anlaşmalar, çoklarının sandığı gibi, o kadar önemli değüdir. Başlıca önemleri, gerginliği azalt­ mak ve sürekli bir çeşit anlaşmaya varmayı daha ola­ ğan kılmasıdır. Ama, dünyanın bugünkü durumuna ba­ kılırsa, yalnız nükler silahlar değil, H. bombası kadar za­ rarlı olabüecek biyolojik ve kimyasal silahlar, bütün bun­ lar, hesaba katılırsa, savaşların olmamasına bir çare bu­ lamazsak, insan soyunun günleri sayüıdır. Gerçek olan bu. W yatt — O çare ne olabüir sizce? Bussell — Benim görebildiğim bir tek yol var. O da, bütün önemli savaş süahlannı tekelinde bulunduracak bir dünya devletinin kurulmasıdır. Bu dünya devleti, çeşit­ li devletler arasındaki bütün anlaşmazlıkları göz önünde bülunduracak; bir çözüm yolu önerecek ve gerekirse, bu çözümü zorla uygulayacak; o devletin elinde öyle bir güç olacak ki, baş kaldıracak hiçbir devletin ona gücü yetme­ yecek. W yatt — Ayrı ayrı devletlere bırakacağınız ordular, deniz ve hava güçleri ne olacak? Bussell — Sadece iç düzenlerini sağlamaya yetecek kadarmı bırakırım: Polis eylemi diyebileceğimiz şeyleri başarıp hükümetine kendi memleketinde sözünü geçirt­ meye yetsin, ama başkalarına saldırmaya yetmesin. W yatt — Demek istiyorsunuz ki Rusya, Amerika, Ingiltere yalnız kendi memleketlerindeki baş kaldırmala­ rı bastırabüecekler, ama diyelim Rodezya gibi tam ken­ dilerinin olmayan memleketlerdeki durumlarla ilgilenme­ yecekler. Bussell — Evet, bunu demek istiyorum. Bir ulusun devleti değü, uluslararası devlet Rodezya’ya da onun gi­ bilerle uğraşacak. Bütün ulusal devletlerin kendi eğilim­ leri vardır. Bu eğüimler başka ulusal devletlerin eğilimle­ riyle çatışabilir. Bu tü r sorunları güçlü bir ulus değü ulus lararası bir otorite çözümlemeliuh’. 105

W yatt — Uluslararası otoritenin çözümlerine boyun eğmeyen herhangi bir ulusal devlete karşı atom silahları­ nın kullanılmasını göze alabilir misiniz? Russell — Çok zor bir sorun bu, çok zor; kesin bir karşılık vermek istemem. Kesin olarak zorunlu bir du­ rumda insan evet diyebüir buna, ama atom süahlan ko­ nusunda şu zorluk var ki, yalnız çevrildikleri uluslara za­ ra r vermekle kalmıyor, bütün dünya uluslarına zarar ve­ riyorlar. Bundan ötürü bütün eski silahlardan bambaşka bir nitelik taşıyorlar. W yatt — İnsanların ve hükümetlerin H. bombası so­ rununa doğru bir çözüm bulabilecekleri konusunda iyim­ ser misiniz? Russeli — Ha balem, bu konuda kimi zaman iyimse­ rim, kimi zaman değilim. Hükümetlerin ne ölçüde sağdu­ yulu olacaklarını kimse kestiremez. Uğraştıkları sorunla­ rı zamanla anlamaya başlayacaklarını umuyor insan.

106

İNSANLIĞIN GELECEĞİ NE OLABİLİR?

Woodrow W yatt — Lord Russell, bu konuşmaları­ mızda çok değişik konulara değindik. Bütün bunların özü olarak, insanların umutları ve korkuları üzerine ne düşü­ nüyorsunuz? Lord Russell — Çok zor bir soru bu. Gelecekte ola­ bilecek şeyleri görüyorum, kimi karanlık, kimi umut do­ lu şeyler. A m a,... W yatt — Peki, karanlık olanlardan başlayalım. Bu konuda ne umutlarımız olabilir? Russell — İnsan soyunun büyük bir savaşla kendini yok etmeyeceğini farzedersek ki öyle umuyoruz - be­ nim'gördüğüm en büyük tehlike, insanlığın bir kışla dü­ zenine girmesidir. Bilimsel buluşlar, yönetim olanakları ve örgütlenmelerin etkisi ile dünya öylesine sıkı bir dü­ zene girer ki, hiçbir yerde yaşamının tadı kalmayabilir. W yatt — Yönetici insan tipinin ağır basacağı düşün­ cesinde misiniz? Russell — Ağır basabilir, sanınm. Bir çeşit bilimsel etkinlikle birleşen yönetici insan tipi. Çünkü, yönetici tipi, bugün daha önce hiç yapmadığı şeyleri yapabilecek güç­ tedir. Bu yapabüeceği şeylerin kimisi iyi ama, bir çoğu da değildir. W yatt — Bu yönetici insan tipi, kötü olacak neleri yapabilir?

107

Bussell — En başta şunu yapabilir: Ana okulundan başlayıp daha yukarısına da el atarak insanların inanç ve düşünceleri üzerinde çok büyük bir güç kazanabüir. O ka­ dar ki, bir insanın düşündüğü, umduğu ve korktuğu her şey, eğitimin başlarınca belirlenmiş olur. însan aııcak, onlann dilediklerini umacak, onların dilediklerinden kor­ kacak. Böyle bir eğitimin temellerinden biri şu olacak ki, her zaman hiç de iyi olmayan hükümetin hep.-iyi olduğu­ nu düşünecek. ’ W yatt — Böyle bir eğitimi kötüleyebüecek siziıı gibi güçlü ve bağımsız düşünceli insanlar olmayacak mı her zaman? Bussell — Hayır, sanmıyorum. Benim de içinde oldu­ ğum tipteki insan, modası geçmiş bir dünyada yetişmiş­ tir, demek istiyorum. Gelecek için düşündüğüm dünyaya göre, çok daha rastlantılara bağlı b;r dünya idi bu. Dünya­ da, çok daha fazla kaçamaklar, ayrılıklar vardı ve in­ sanlar orada, gelecekte clacağmı düşündüğüm gibi, aynı kalıptan çıkma değülerdi. W yatt — Yönetici tipinin baskısı altında, insan uı ki­ şisel bir yaşamı olamayacağı üstünde durdunuz, buıuı bi­ raz daha açıklar mısmız? Bussell — Olur, peki... Bütün bu işin çok, çok önemli olan bir yanını genetik bilimini alalım. Diyelim ki, bilimci bir hükümet, bizimkinden daha iyi olmasını istedikleri bir insan soyu yetiştirmek olanaklarını iş ediniyor kendine. Salt büimsel bakımdan pek açıkça ortaya konabilir ki, yetiştirilecek yeni insan soyunun, diyelim, erkeklerin yüz­ de beşinden, kadınların da yüzde otuzundan üretilmesi; geri kalanların kısırlaştırılması gerekiyor. Hiç de hoş bir şey olmaz bu, tabü. Ama, ileıide bu yola gidilmesi bence hiç de olmayacak bir şey değildir. W yatt — Ama bilimin böyiesi şeyleri yaptıracak ka­ dar insanların kafasını sarabilmesi ciddi olarak düşünülebüir mi sizce? 108

Russell —. Evet, insanlar savaşta başan kazanmak kaygısıyla bu yola gidebilirler. Çünkü, buna elverişli bir soy yetiştirileceği açıkça bellidir. Böylesi bir soy, savaş­ ta, gelişi güzel yetiştirilen insanlardan çok daha etkin olabilir elbette. Halkı kolayca inandırabilirsiniz ki, bilim­ sel yoldan insan yetiştirme gereklidir. Çünkü, bu işi karşı taraf nasıl olsa yapacaktır, nasıl şimdi karşı ta ra f atom süahlan yapıyor diye, bizim de yapmamız gerekiyorsa. W yatt — Bütün bunlar Orwel’in 1984 ve A. Huxley'in Yeni Dünya adlı romanlarında düşünülen şeyler. Ama, sizce komünist dünya dışında geçerli mi? Örneğin, konfcrınist düşünce v.b.’nın pek •leri gitmesi demek istiyorum? Russell — Bence bu tehlike' featı’da, komünist dün­ yada olduğundan bir parça daha azdır. Ama orada pek korkulur ölçüde var... pek korkulur ölçüde. W yatt — Sizce, konformist inanç ve giysüer, alış­ kanlıklar, düşünceler filan neler olabüir? Russell — Sanatı alalım, özellikle Amerika’daki ge­ zilerim sırasında boyuna gördüm ki, sanata çok büyük bir saygı gösteriyorlar, Avrupalı sanatçıları yüceltiyor­ lar ve avuç dolusu dolar veriyorlar onlara. Ama, hiçbir Amerikalı çocuğun Sanatçı olabilmesi için gerekli özel bir çeşit kafayı edinmesine olanak bırakmıyorlar. Onun içrn, beğendikleri büyük sanatçılar Amerikalı değil, Avrupa­ lIdır. W yatt — Sizce, sanat Rusya’da zarar gördü mü? Russell — A, orasını bilmem. Çünkü, 1920’den bu ya­ na gitmedim oraya. Ama, zarar görmüştür elbet diyebi­ lirim. Doktor Jivago adh romana karşın, öyle sanıyorum ki, edebiyat orada bir hayli zarar görmüştür. Demek is­ tiyorum ki. Çarlık Rusya’sında edebiyat pek üstün bir durumdaydı. Bugün öyle olduğunu kimse söyleyemez sa­ nırım. W yatt — Rusya’daki bale sanatı üstüne ne dersini“? 109

Russell — Bale çarlık zamanından kalma bir sanat­ tır. 1920’de Rusya balesini gördüğüm zaman, bende va­ zoya konmuş kesik çiçekler izlenimi bıraktı. Çok güzeldi, çok hoştu. Ama, topraktan çıkma bir tazeliği ve canlılı­ ğı yoktu. Şimdi artık sadece müzelik bir sanat bence. W yatt — Sizce bütün bunlar hiçbir yeniliğin doğma­ yacağı genel bir kemikleşmeye götürür mü? Russcll — Evet, bu tehlikenin çok büyük olduğunu sanıyorum. Bir çeşit durağan bizans toplumu ki, kuşaklar boyunca hepsi ayni kalıyor, sonunda öylesine kalıplaşı­ yor ki, halk dayanamıyor ona ve sıkıp atıyor bir yana. W yatt — İnsanların karşılaşabüecekleri zorluklar­ dan biri, hiçbir şeyi ölçüyü kaçırmadan yapamamasıdır. Bir şeye çok iyi başlıyor, sonra aşınbğa götürüyorlar. İn­ sanlar günün birinde ılımlı olmasını öğrenebilecekler mi dersiniz? Russell — Öğrenmelerini düerim, umarım elbet. Çok zorunlu bir şey bu. Hem, hiç de olmayacak birşey değü. Gelecek üstüne giriştiğimiz karanlık kestirmeleri bir kut­ sal kitap gerçeği saymıyorum. Büyük umudum, bütün bunların gerçekleşmemesidir. W yatt — Şimdi daha iç açıcı şeylere dönebilir miyiz? Russell — Bence, gerekli olan ilk şey, dünyadaki kö­ tülüklerin, şimdiye kadar önlenememiş kötülüklerle bir­ likte, önlenebilmesidir. Kötülükler hâlâ yaşıyor. Çünkü insanların yüreklerinde kötülüğe giden ve başkalarım mutlu kılma isteğine yanaştırmayan tutkular var. Mo­ dem tekniğin güçlükleri ile birlikte yeni dünyanın bü­ tün derdi bence, insan tekinin psikolojisinden, insan teki­ nin kötü tutkularından gelmektedir. Yeni ve iyice bütün­ leşmiş bir dünyada mutlu olabilmek için, ne denli nefret de etseniz, komşumuzun da mutlu olmasına katlanmanız gerçekleşirse, daha da iyi gerçekleşirse... Bütün bunlar gerçekleşirse, şimdiye kadar var olmamış daha mutlu bir dünya kurulabilir. 110

W yatt — İnsanlar tutkularını sizin önerdiğiniz yola yöneltirlerse, hangi çeşit kötülüklerin ortadan kaldınlabüeceğini düşünüyorsunuz? Russell — Eh, hepsinden önce savaş, sonra yoksul­ luk. Eskiden yoksulluk halkın çoğunluğu için önlenemez, bir şeydi. Bugün öyle değil. Dünya isterse, kırk yıl için­ de yoksulluğu ortadan kaldırabüir. Hastalık bir hayli azaldı elbet. Daha da azalabilir, tnsanlarm daha sık se­ vinçli günleri olmaması için hiçbir neden yoktur. W yatt — Peki, şimdi, öyle sanıyorum ki, olumlu iyi­ liklerin yaratılması konusuna geldik. İnsan ileride daha hangi olumlu iyüikler sağlayabüir? Russell — Bence bunların birçoğu eğitime bağlıdır. İnsan soyunun ortak çıkarlı bir aile olduğunu eğitim yo­ luyla durmadan aşılamak gerekir. Bundan ötürü, işbirliği yapmak yarışmaktan daha önemlidir ve komşumuzu sev­ mek, sadece kiliselerin sözle aşıladıkları bir ahlak ödevi değü, kendi mutluluğunuz bakımından en akıllıca bir dav­ ranıştır. W yatt — Bilimin insanlara getirebileceği iyiliklerden biri, oldukça kısa zamanda, haftalık çalışma süresinin on saate kadar indirilmesidir. Geri kalan boş satlerinde ne yapacak insanlar? Kus seli — Mutlu olduğum zamanlarda düşlediğim dünya gerçekleşirse, insanlar eskiden varlıklı ve kültürlü insanların yaptıklarını yapacaklardır. Bir XVIII. yüzyıl aristokratım alın örneğin. Çok kez, pek kültürlü bir in­ sandı o. Bir hayli boş vakti vardı ve, bir çoklarının ya­ pılmayacak şeyleri yapmış olmalarına karşın, boş vakit­ lerinde, ne yapacaklarını büiyorlardı. Birçoklan hayli gü­ zel işler başardılar, sanatı yüreklendirerek, güzel parklar, güzel evler, özlenmeye değer şeyler yaparak. Sevinçli gün­ lerimde kurduğum dünyada, boş vakitlerini* değerlendir­ mek herkesin elinde olacak. Çünkü, herkes yeterli bir kül­ tü r düzeyine erişmiş olacak. 111

W yatt — Serüven isteğinin yeri ne olacak bu konuda? Russell — Serüven isteğini baştakiler bir yol a. koy­ malıdır. Bu demektir ki, baştaldler, fazla para ve zaman harcamalarına gitmeksizin, gürbüz gençlerin hoşlandığı gerçekten serüvenli ve gerekirse tehlikeli girişimlere ola­ nak hazırlamalıdırlar. Yüksek dağlara tırmanmak eliniz­ de olmalıdır. Uzay gezileri yapılırsa, uzay gezüerine düş­ kün olabümelisiniz. Böylesi şeyler sağlanmalı; böylece, bugün büyük ölçüde savaşa yönelen itiler dana iyi bir yo­ la konmuş olur. W yatt — Geleceğin insanlarına son olarak başka hangi öğütü vermek istersiniz? Russell — Şunu demek isterim ki, bügüeriniz insanın hiçbir zaman elde etmediği güçler veriyor size. Bu güç­ leri iyiye de kullanabüirsuıiz, kötüye de. İnsanlığın bir aile olduğunu, hep birlikte mutlu, ya da hep birlikte mut­ sun olacağını aklınıza koyarsanız, bu gücünüzü iyiye kullaııabüirsiniz. Büyük yığınların yoksulluğu üstüne kurul­ muş bir azınlık mutluluğu sağlayabileceğiniz günler geç­ miştir. O zamanlar geçmişte kaldı. İnsanlar katlanamaz artık buna ve mutlu olmak isterseniz, başkalarının da mutlu olduklarını öğrenmeğe alışmak zorundasınız. Eğer insanlar akıllıca eğitilirse, daha anlayışlı olurlarsa, kendi mutlulukları için başkalarının da mutlu olmasını kaçınıl­ maz bir koşul saymakta güçlük çekmezler. Zaman zaman düşümde, hepsi gürbüz, hepsi akıllı, hiçbiri ezmeyen, hiç­ biri ezilmeyen bir mutlu insanlar dünyası gördüğüm olu­ yor. Bir dünya ki, orada insanlar, ortak çıkarlarının ken­ di çıkar çabalarından daha az ağır bastığı bilincine var­ mışlardır, insan zekâsının ve düş gücünün yarattığı ger­ çekten parlak olanaklar gerçekleştirme çabasındadırlar, lîöyîesi bir dünya, insanlar olmasının isterlerse olabüir ve eğer olursa - gerçekten olursa - çok daha onurlu, çok daha mutlu, bundan önce görülmedik düşler ve- mutlu coşkularla dolu bir dünya olur bu. 112

DEGIŞtK ÇAĞDAŞ SORUNLAR

ZARAKLI DÜŞÜNCELER

İnsanların başına gelen belalar ikiye ayrılır. Birin­ ciler insana dış çevreden gelir, İkincilerse, insanların in­ sanlara ettikleridir. İnsanlar bilgide ve teknikte ilerle­ dikçe, ikinci belaların yüzdesi durmadan artm aktadır. Eski zamanlarda açlık doğal nedenlerden ileri geliyordu ve insanlar bununla ne kadar savaşırlarsa savaşsınlar, birçoklan yiyecek kıtlığından ölüyordu. Bugün dünya­ nın birçok yeri kıtlık tehlikesiyle karşı karşıyadır ama, bunda doğal nedenlerin payı olsa da, asıl nedenler insan­ lardan gelmektedir. Altı yıl dünyanın uygar mületleri bü­ tün güçlerini birbirlerini öldürmeğe harcadılar ve birden bire, birbirlerini sağ bırakmanın zorlaştığını gördüler. Ekinleri yok ettikten, makinelerini parçaladıktan, ge­ mileri yollarından ettikten sonra, gördüler İti, bir yer­ deki bollukla başka bir yerdeki kıtlığı gidermek hiç de kolay bir iş değü. Oysa, ekonomik düzen yolunda gitse, bu iş hiç de güç olmıyacak. Bununla görüyoruz ki, insan bugün insanın en büyük düşmanıdır. Gerçi, doğa gereği yine de ölüyoruz. Ama, hekimliğin üerlemesi sayesinde, insanın yaşıyabildiği kadar yaşaması gittikçe daha ola­ ğan bir duruma geliyor. Bundan öteye yaşamak, cennetin sonsuz hazlarım tatm ak istiyoruz. Nedense bu tekdüze yaşamak isteğinin hiç sonu gelmiyor. Ama, yaşını başım almış, saf bir insana sorarsanız, bu dünyadaki yaşamı tattıktan sonra, başka bir dünyada çocuk olmayı istemem 115

diyecektir, size. Onun için gelecekte insanların üstünde duracakları en önemli kötülükler ya budalalıkları, ya köLü niyetleri ya da her ikisi yükünden birbirlerine ettikleri kö­ tülükler ciacaktr. İnsanların birbirlerine, dolayısıyla, kendi kendüerine ettikleri kötülüklerin kaynağı, bence, düşünceler ya da inançlardan çok tutkulardır. Ama, zararlı düşünceler ve ükeler, her zaman değüse bile, genel olarak, kötü tutkuları perdelemişlerdir. Lizbon’da dinsizlerin ulu o rta yakıldığı zamanlar, bazı kurbanlar hak yoluna döndüklerini söyle­ mekle ateşe atılmazdan önce boğularak ölmek mutluluğu­ na erebiliyorlardı. Kurbanların işkenceler içinde kıvran­ dıklarını görmek, tatsız bir yaşam süren halkın görüp gö­ receği başlıca zevklerden biri oluyordu. Dinsizleri yakma­ nın doğru bir şey olduğuna inanmanın da elbette bu zevk­ te bir payı olacaktı. Aynı şeyi savaş için de söyliyebiliriz. Güçlü kuvvetli ve hoyrat insanlar savaşta bir ta t bulur­ lar, elverir ki savaşı kazansınlar, k a n lan kızlan kaçırıl­ masın, malları ellerinden gitmesin. Bu zevkin, halkı sa­ vaşların doğruluğuna inandırmakta büyük bir payı vardır. “Tom Browne’s Schooldays” adlı kitabın kahramanı ve halk okullarının ünlü reformcusu Dr. Arnold çocukları kırbaçlamanın yanlış olduğunu düşünen kafasız bir kaç kişiyle karşılaşır. Bu düşünceye karşı ı.asıl bir öfkeye kapıldığını okuyan herkes, onun kırbaçlamaktan zevk al­ dığım ve bu zevkin elinden alınmasını istemediğini gö­ rür. İşkenceyi haklı çıkaran düşüncelerin insanın içindeki hoyratlık güdülerinden geldiği görüşünü destekliyecek örnekler boldur. Saçmalığı meydana çıkmamış eski za­ man düşüncelerini gözden geçirirsek, görürüz ki. bun­ ların onda dokuzu acı çektirmeyi haklı gösteren düşün­ celerdir. örneğin, hekimlik mesleğini alalım. Acı duyma­ yı önliyen bayıltıcı ilaçlar bulunduğu zaman, bunu günah sayanlar, Tanrının isteğine aykırı görenler oldu. Delilik, 11#

insanın şeytanın eline düşmesi sayılıyordu ve bir deliyi düğmekle içindeki şeytanların kaçırılacağına, rahatsız edüeceğine marnlıyordu. Bu düşünce ile dehler, yıllar yı­ lı, sistemli ve bilinçli olarak döğülüyordu... Ahlak eğitimine de bakın, ölçü ve uyak ile nasıl haldi çıkarıldığım görürsünüz : Bir ceviz ağacım, bir kadım ve bir köpeği Nc kadar düğersen o kadar iyi. Ceviz ağacını düğmekle nasıl bir ahlak elde edildiğini büemem. Ama, hiçbir uygar insan kadınlan düğmeyi hak­ lı çıkaramaz. Cezanın iyileştirici bir etkisi olduğu inancı kolay kolay ortadan kalkmıyorsa, bunun başlıca nedeni bence, cezanın sadik güdülerimize hoş gelmesidir. insan yaşantımdaki kötülüklerde, inançlardan çok tutkuların payı olmakla birlikte, inançlar, özellikle, eski ve sistendi oldukları ve bir çok kurum lan içine aldıldan zaman, istenen görüş değişmelerini geciktirmese de be­ lirli duygulan olmıyanlarm yanlış yola sapmasında bir hayli ağır basar. Benim konum “insanlığa zararlı düşün­ celer” olduğuna göre, zararlı inanç sistemlerini ele ala­ cağım. Geçmiş zamanın tarilıi bakımından, en açık örnek, herkesin kendi açısına göre, din ya da boş inan dediğimiz inançlardır, insan kurban etmenin ekinleri geliştireceğine inandırdı; bu inanç ilkin sadece büyülere dayanıyordu, sonra, kurban kanının Tanrıların hoşuna gittiğine inanıl­ dı. Tanrdar da kendilerine tapanlara benzetilmişti. Zaten Kutsal K itapta fethedilen bir yerin halkını öldürmek din­ sel bir ödev sayılıyordu. Sığırlarını, koyunlarım öldürme­ mek bile günah. Mısırlılar ve Etrüskler gelecek yaşamın karanlık ve belalı korkuları içinde yaşadılar. Ama, bu korkular Hıristiyanlığın getireceği korkular yanında hiç kalır. Nice dertli ermişler beden hazlanndan kaçarak 117

çöllerde tek başlarına yaşadılar. Etten, şaraptan, kadın­ dan yoksun bıraktılar kendilerini, hem de buna hiç zor­ lanmadıkları halde. Ruhun haz]an bedenin hazlanna üs­ tün sayıldı. Bu hazlar arasında da paganlann ve dinsiz­ lerin cehennemde çekecekleri sonsuz işkenceleri düşün­ mek büyük bir yer tutuyordu. Keşişliğin zararlı yanlanndan biri şu ki, beden hazlarından başka hiçbir yerde kö­ tülük görmüyor. Oysa, hazların yalnız en iyileri değil, en kötüleri de ruhumuzdan gelir. MUton’da, şeytanın insana ettiği eziyetleri seyrederken duyduğu zevkleri büirsiniz. Mütcn şöyle dedirtiyor ona : Ruh azabın kendi yeridir ve kendiliğinden Cenneti cehennem yapabilir, cehennemi cennet. Ve şeytanın psikolojisi Tertullianus’unkinden pek ay­ rılmıyor, o da, cennetten lanetlilerin çekecekleri azapları seyredebilme düşüncesiyle coşup taşıyor. Beden hazlannın küçümsenmesi ne iyilik getirdi, ne hoşgörü, ne de kör inançlardan sıyrılmış bir insan yaşamının bizi götürebile­ ceği erdemlerden hiç birini. Tam tersine, bir insan kendi kendine işkence etti mi, başka!arma işkence etmek hak­ kını da bulur kendinde ve bu, o halikı destekliyecek her dogmatik sistemi kabul etmeğe götürür. Keşişçe zalimlik, ne yazık ki, yalnız Hıristiyan dog­ masının en azgın biçimleri içinde kalmıyor yalnız, tik az­ gın inançlar gevşiye dursun, dünya aynı psikolojinin yeni ve korkunç başka biçimlerini yarattı. Nazi’ler başa geç­ meden önce, çalışmalar, didinmeler içinde yaşadılar, güç­ lüğe ve Nietzsche’nin zor yaşam düsturuna olan inançla­ rıyla, rahatlarından, zevklerinden çoğunu hiçe saydılar. Devletin başına geldiklerinden sonra bile. “Tereyağı yeri­ ne süâh” sloganı, yine gelecek zaferin manevi hazlanna, beden hazlannı feda etmeyi gerektiriyordu. Müton’un şey­ 118

tanı da cehennem ateşlerinde yanarken aynı umutla avu­ tuyordu kendini. Politik bakımdan zararlı yanlış inançları doğuran bir başka tutku da gururdur - millet, ırk, cins, sınıf ve inanç gururu. Ben genken, F ransa’ya, Ingiltere’nin gelenekten düşmam gözüyle bakılırdı. Bir Ingilizin üç Fransızı tepeliyebileceği su götürmez bir gerçek sayılıyordu. Düşman Almanya olunca, bu inanç değişti ve Ingiliz • halkı artık Fransızların kurbağa yeme m eraklan ile alay etmez oldu. Ama, hükümetin bütün çabasına karşın, yine de pek az Ingüizin, Fransızlara eşit gözüyle baktıklarım sanıyorum. Amerikalılarla, tngüizler Balkanları yakından tanıyınca, Bulgarlarla Sırpların, Macarlarla RomanyalIların düşman­ lıkları karşısında hayretle kanşık bir nefret duymuşlar­ dır. Bu düşmanlıkların saçma olduğu ve bu küçük, ulusla­ rın her birinin kendi üstünlüklerine olan inançlarının nes­ nel hiçbir temeli bulunmadığı onlarca apaçıktı. Ama, Ame­ rikalılarla Ingilizlerin çoğu, bir türlü anlamıyorlar ki, bü­ yük bir devletin milli gururu, küçük bir Balkan memleketininki kadar savunulur şey değüdir. Irkıyla öğünmek, milletiyle öğünmekten çok daha za­ rarlıdır. Ben Çin’deyken, okumuş Çinlilerin, tanımak m ut­ luluğuna erdiğim birçok başka insanlardan belki çok daha uygar olduğunu hayretle görmüştüm. Oysa, nice kaba ve bügisiz beyaz insan bilirim ki, sırf derileri sa n diye, en iyi Çinlileri bile aşağı görmüşlerdr. Genel olarak, bu ba­ kımdan tngilizleri Amerikalılardan daha çok kınayabliriz ama, her zaman değü... Yalnız geleneksel Çin bakımından değil, bizim batı üniversitelimiz bakımından da geniş bilgüeri olan bir Çinliyle tanıştım. Benim de. bu kadar geniş kültürüm olmasını isterdim doğrusu. Birlikte bir garaja bir otomobü kiralamaya gittik. Garajın sahibi kötü tü r­ den bir Amerikalıydı. Çinli dostumuza çok kötü davrandı, onu Japon diye tersledi ve bilgisiz hoyratlığıyla kanımı 119

beynime çıkarttı. Politik güçlerine dayanarak Ingilizlerin Hindistan’daki davranışları da buna benzer. İngilizlerle okuryazar Hintliler arasındaki çalışmaların başlıca nedeni bu davranıştı... Erkek cinsinin üstün olduğu inancı, ki bugün batı ulusları arasında resmen ortadan kalkmıştır, garip ve bir kötü böbürlenme örneğidir. Erkeğin doğuştan üstünlüğüne inanmak için hiçbir neden yoktu bence. Bu üstünlük beden bakımından olurdu yalnız. Bir sürü cins boğaların bes­ lendiği bir yere gittiğimi anımsıyorum. Orada, bir boğa­ nın soyluluğu dişi atalarının süt verme değerlerine bağ­ lanıyordu. Soyağacını boğalar yapmış olsaydı, iş değişirdi. Dişi atalar m sözü bile geçmezdi, sadece uslu, namuslu ol­ dukları söylenirdi. Oysa, erkek atalar savaş üstünlükleriy­ le övülürdü. Sığır konusunda cinslerin değer bakımından göreceliğini kabul ederiz de, kendimize gelince, aynı ta ra f­ sızlığı göstermek gücümüze gider. Eski zamanlarda erke­ ğin üstünlüğüne kolay inanılırdı. Çünkü, bir kadın ağzını açar açmaz kocası onu dövebüirdi. Bu güç üstünlüğün ar­ dından başkaları da gelirdi. Erkekler kadınlardan akıllı­ dır, daha yaratıcıdır, daha az heyecana kapılırlar, falan filân... Kadınlar oy hakkı alıncaya kadar, anatomistler be­ yin incelemesinden, erkeğin düşünce gücünün kadınınkinden fazla olduğunu göstereck bir takım kurnazca kanıtlar koyarlardı ortaya. Bu kanıtların hepsinin aldatıcı olduğu anlaşıldı sonradan. Ama, her seferinde bunların yerini, ay­ nı sonuçlara varan kanıtlar aldı... Erkek egemenliğinin bir hayli zararları oldu. İnsan Uişküerinin en mahremi olan evlenmeyi bir efendi - köle ilişkisi durumuna soktu. Bir erkeğin kadın edinmesi için hoşa gitmesi gereğini ortadan kaldırdı. Kadına hoş görün­ me hakkının evlenme dışında kalmasına neden oldu. Dü­ rüst kadınların evlerinde kapalı kalarak aptal ve tatsız kimseler olmalarına yol açtı. Hoşa giden, merak uyandı­ 120

ran kadınlar yalnız serbest yaşıyan kadınlar aldu. Ev ha­ nımlarının tatsızlığı yüzünden, en uygar memleketlerin en uygar insanları cinsel sapıklıklara kaydılar. Evlenmede alışkanlıklar edindiler. Bütün bunlar, bugün uygar memle­ ketlerde az çok ortadan kalktı. Ama, kadınların ve erkek­ lerin yeni duruma alışmaları için daha çok zaman ister. Ka­ dının kölelikten kurtulması, ilkin her yerde kötü sonuçlar veriyor. Eski ezenleri acüığa, eski ezilenleri de üstünlük he­ vesine götürüyor. Ama, başka konularda olduğu gibi, bun­ da da zamanla bir ayarlama olabileceğini umabiliriz... Mutlu olabümek için kendimizi büyük görmeye, kendi gururumuza türlü dayanaklar aram aya kalkıyoruz. Biz in­ sanız diyoruz, onun için de, yaradılışın amacı insanlardır. Biz Amerikalıyız, onun için de Tanrının öz yurdu Amerikadır. Biz beyaz ırktanız, onun için de, siyah soydan olan Ham’ı ve evlatlarım Tanrı lanetJemiştir. Biz katoliksek, protestan olmak bir felakettir, ya da tersine. Biz erkeğiz, onun için de kadınların aklı yoktur. Biz dişiyiz, onun için de erkekler kabadır. Biz doğuluyuz onun için de batılı yabandır, kıllıdır. Biz batılıyız, onun için doğu, sönmüş bir yerdir. Biz kafamızla çalışıyoruz, onun için de, yalnız okur yazar sınıflar önemlidir. Biz kolumuzla çalışıyoruz, onun için de, inşam insan eden kol gücüdür. Son olarak ve hepsinden önemlisi de, her birimizde kimsede olmayan bir değer vardır : Biz KENDÎMtZÎZ. içimizi rahat ettiren hu düşüncelerle dışan çıkar, dünya üe savaşırız. Bunlar olmasa, cesaretimizi yitirebili­ riz. Bunlar olmasa, kendimizi küçük görürüz. Çünkü, bi e eşitlik duygusunu vermediler. Kendimizi, içten gelen bir duyguyla başkalarına eşit sayarsak, ne onlardan iyi, ne onlardan kötü bilirsek, belki o zaman yaşam, bir savaşa dalıa az benzeyecek, büyüklük efsaneleriyle daha az ze­ hirleneceğiz. 1‘.

İnsanların düştüğü en üginç ve en zararlı lıam hayal­ lerden biri de kendini Tanrı dileğinin özel aracı saymala­ rıdır. Biliyoruz ki, İsrail oğulları Adanmış Toprak’a gel­ dikleri zaman, Tanrının buyruğunu kendüeri yerine geti­ riyorlardı, Hitit'ler, Amorit’ler, Kenardılar, şunlar bunlar değil. Bellu bu ötekiler de uzun tarih kitapları yazmış ol­ salardı, bu iş biraz başka türlü olurdu. H itit’lerden kalan yazıtların hiçbirinde de, kendüerini Tanrıların hor gördü­ ğü berbat insanlar saymazlar herhalde. Roma Roma olduk­ tan sonra, Tanrıların dünyayı fethetmek üzere Romalıları seçmiş olduğu meydana kondu. Müslümanların bağnazca inandıklarına göre, gerçek iman uğrunda ölen her asker dosdoğru cennete gider. Bu cennetse, Hıristiyanlannkinden çok daha çekicidir. Çünkü, huriler, arp çalan melek­ lerden daha hoştur... Tanrıyı bizden yana bilmek iyi bir şey anıa, düşmanımızın da Tanrıyı kendinden yana say­ dığım gördük mü, iş karışıyor biraz. Birinci Dünya Savaşı sırasında ozan şöyle diyordu : Allah İngiltere’yi batırsuı, Allah İngiltere’yi korusun Allah şunu yapsm, Allah bunu yapsın! “Allah Allah” dedi Allah “Gel de çık bu işin içinden”. Bugün, dünyanın iki şeye gereksemesi var : Biri dü­ zen, savaşları önleyecek düzen, insanların daha verimli çalışmacım sağlayacak ekonomik düzen, özellikle, sava­ şın yıktığı memleketlerde, sağlam uluslararası işbirliğini sağlayacak bir eğitim düzeni. Öbürü de, bir takım ahlak değerleri; çağlar boyunca, ahlakçıların savuna geldikleri, ama, az dinletebildikleri, değerler. Bize en çok gerekli olan değerler, anlayış ve hoşgörüdür. Birçok azgın, bir sü­ rü “izm”lerin istediği yobazca inançlar değü. Bence, bu iki amaç, düzen ve ahlak, birbirlerine sıkı sıkıya bağlıdır. Bi­ rine kavuşuldu mu, öbürü de ardından gelir. Ama, dünya gerçekten doğru yola girmek istiyorsa, her ikisine bir­ den yönelmelidir. Böylece, savaşın doğal meyvalan olan

kötü tutkular yavaş yavaş azalacak ve insanların birbiri­ ne yadrım etmesini sağlayacak düzenler gittikçe çoğala­ caktır. Bir düşünce ve ahlak gerçeği olarak hemen şunu ortaya koymalıyız ki, hepimiz bir ailedeniz ve bu ailenin bir kolunun mutluluğu başka kolunun yıkımı üstüne sağ­ lamca kurulamaz. Bugün, ahlak bpzukluğu açık düşünce­ ye engel oluyor, bulanık düşüncelerse ahlak bozukluğunu besliyor. Pek ummuyorum ama, belki hidrojen bombası insanları korkutup ahlak temizliğine götürecektir. Bu olursa, bu bombayı bulanlara ne kadar teşekkür etsek azdır.

123

FELSEFE T.'E YASA

İnsanın vicdanına uyup yasaları dinlememesi iki tü r­ lü oluyor. Bunlardan biri, belli bir yasanın buyurduğu ve birçoklarının yürekten kötü saydığı bir işi yapmamaktır. Çağımızda bunun en belirli örneği savaşa çağınlıp da git­ meyenlerin durumudur. Burada sözünü edecek olduğum bu değü. Benim üstünde durmak istediğim yasa dinlemezlik yasada ya da müli politikada bir değişiklik sağlamak amacını güdendir. Dinlcmezliğin bu çeşidi bir propagan­ da yolu oluyor, bu yüzden de bazılarınca kötü sayılıyor. » Birçoklarına göreyse, ki ben de onlar arasmdayım, günü­ müzde bu dinlemezliği zorunlu saymak gerekir. Birçoklarına göre yasaların çiğnenmesi bir demokra­ si içinde hiçbir zaman hoş görülemez, ama başka devlet düzenleri içinde yasaları çiğnemek bir ödevdir, tkinci Dünya Savaşından sonra muzaffer hükümetler, birçok Al­ mam, kendilerine iğrenç işler buyuran yasaları niçin çiğ­ nemediler diye sorguya çekip suçlu buldular. Bilmem han­ gi mantık bir demokraside hükümetin bize çirkin işler bu­ yurmayacağını, buyurduğu zaman da bu buyruğu dinle­ mememin kötü olacağım ispat edebilir? Bir demokrasinin yurttaşları en çok kendi işleriyle uğraşır ve zor sorunları bütün derinliğiyle incelemezler. İnanışları en kolay sağladıkları haber ve bilgi araçlarına dayanır ve baştakiler bu haber ve bilgilerin aldatıcı olma124

sim sağlayabilirler, çok kez de sağladıklarım görüyoruz. Baştakiler derken yalnız hükümette ya da muhalefetteki politika adamlarım değü, onların teknik danışmanlarını basım, radyoyu, televizyonu ve en sonunda polisi de dü­ şünüyorum. Bütün bu güçler bugün batı demokrasilerin­ de atom silahlan konusundaki gerçeği yurttaşlardan giz­ lemekte kullanılıyorlar. Bu durum karşısında iyimser davrananlara salık ve­ ririm; Ohio devleti Üniversitesinin, bir kaza yüzünden savaş patlama olağanlıklarını incelemek üzere seçtiği uz­ manların raporu, bir de Pugwarsh konferanslarında bü­ yük yetkili büim adamlarının sunduklan belgeler üstün­ de dursunlar. Savunma sorunlannda Amerikan uzmanı Oskar Morgenstem “Survival” adlı dergide şunları yazı­ yor : “Bir atom savaşı patlaması olağanlığı, patlamama­ sı olağanlığından bir hayli fazladır.” Sir Charles Snow şöyle diyor: “Bütün sorumluluğunu yüklenerek şunu söyleyebilirim ki, en çok on yıl sonra, bu bombalardan birkaçı patlacaktır: îster istemez patlayacaktır.” (Times, 26 Kasım 1960). Bir kaza, bir yanlışlık yüzünden savaşm kopması türlü türlü olabilir, bir kez de az kalsın bu yüzden kıya­ met kopacaktı. En az bir kez Ay, birkaç kez de yaban kazları Radar araçlarında Rus füzeleri sanıldı. Buna k ar­ şın İngiliz Başvekili Parlamentoda bir Papa keser atarlığıyla kaza yüzünden savaş patlamayacağını söyledi Söy­ lediğine inanıp inanmadığım bilmiyorum. Eğer inanıyor idiyse, bümek zorunda olduğu şeyleri bilmiyordu, inanmı­ yor idiyse, insanlığa büe bile boş umutlar vermek kadar korkunç bir cinayet işliyordu. Atom silahlan konusunda Ingütere’nin tek yanlı bir karar vermesi konusunu ele alalım. Böyle bir politikadan yana olmayanlar, ellerindeki haberleşme araçlarıyla olan bitenleri öylesine yanlış bildirmişlerdir ki bu dayanakları 125

halka anlatmak çok zor duruma girmiştir. Bir örnek ve­ reyim: Ingiltere’nin en liberal sayılan gazetesinin bir ya­ zan tek yanlı silahsızlanmaya karşı koyanların “aldın buyruğuna’’ uyduklannı ileri siirdü. Buna karşı yazdığım bir yazıda aklın, tam tersine, tek taraflı silahsızlanmadan yana olduğunu, karşı tarafın iti yüzlülük ettiğini yazdım, anlattım. Gazete yazımı basmadı. Tek yanlı silahsızlan­ mayı savunanlar buna benzer briçok engelle karşılaştılar. Amerika’nın Ingütere’deki üsleri sorunu üstünda de duralım. Kim biliyor bu üslerden herbirinde, alacakları buyruğu hemen yerine getirecek ve birkaç dakika içinde havalanmaya hazırlanmış bir uçakçı kümesi bulunduğu­ nu? Bu küme üs içindeki öbür askerlerden kesin olarak a y rılm ıştır: Yiyecek, yatacak, okuyacak yeri, sineması falan ayrıdır ve süahh bekçiler bütün öbür Amerikalıla­ rın bu kümeyle görüşmesine engel olmaktadırlar. Ayda bir, bu küme komutanıyla birlikte bütün kadrosuyla Ame­ rika’ya geri gider ve yerine başka bir küme gelir. Uçakçılann sivülerle ve üsteki başka askerlerle tek kelime ko­ nuşmaları yasaktır. Bu yasaktan amaç, besbelli, IngUizlerin hiçbir şey öğrenmemeleri ve uçakçılann alacakları buyrukları kö­ rü körüne yerine getirmeye alışmalıdır. Bu buyruklar üs komutanından değü, doğrudan doğruya Washington’dan gelecektir. Savaş patladığı an, gelecek buyruklar üstün­ de îngütere hükümetinin en küçük bir karışması olabile­ ceğini düşünmek saçmadır. Kuşlardan öç almaya gidebi­ lirler ve bir saat içinde bütün Ingiltere halkının yok edil­ mesine yol açabilirler. Bu uçak kümelerinin durumu, Polaris denlzaltılannkinin aynıdır. Anımsarsanız, İngiliz Başbakanı, bir Pola­ ris füzesinin atılabilmesi için Amerikayla Ingütere’nin an­ laşması gerektiğini bildirmiş vc bu bildiriyi Amerika ya­ 126

lanlamıştı. Biitün bunlardan büyük halk yığınlarının ha­ beri yoktur. Genç yaşlı, kadın erkek, çoluk çocuk bütün Ing diz­ ler her saniye ölüm tehlikesi içinde bulunduklarını, bu tehlikeye savunma adı altında girdiğimizi ve hükümetle­ rin bu tehlikeyi azaltmak istedikleri ölçüde çoğalttıkla­ rım herkese büdirmek için elimizden gelen her şeye baş­ vurmayı biz bazı îngilizler boynumuzun borcu saydık. Böylece, atom silahlarına karşı savaş pek etkili bir yola girdi. Ama basın bizim bu çabalarımızdan bıkmış ve bunların gazetecilik bakımından değeri kalmadığına ka­ ra r vermiş görünüyor. Onun için bazılarımız savaşınım daha ileri götürmek ve ister istemez sözü edilecek dav­ ranışlar göstermek zorunda kaldık. Bu büyük tehlike günlerinde sivü - diretmenin bir başka ve belki daha önemli bir nedeni daha var. Çok yaygın bir inanışa göre, insan tekinin hükümetler karşın­ da hiçbir gücü yoktur ve hükümetlerin politikaları ne ka­ d ar kötü olursa olsun, insanların tek tek yapacakları hiç­ bir işe yaramaz. Yanlıştır bu, çok yanlış. Hükümetin poli­ tikasını doğru bulmayanlar kalabalık gösterilere katıla­ cak olurlarsa, hükümetlerin çügınlık etmesini önleybilir, sözde devlet adamlarım insanlığın yok olmamasını sağla­ yacak önlemler almaya zorlayabüirler. Halk düşüncesinin haklı bir öfkesinden esinlenecek olan böyle bir davranış olgandır ve belki de olmak üzeredir. Baştakilerin, hiç değilse Amerikadakilerin gücünü ortaya koyan bir olay çok ügi çekicidir: Hiroşima’ya bom­ ba atan Claude Eatherly’in başma geleni söylemek istiyo­ rum. Onun durumu, bugünkü dünyada bir insanın çoğu kez ancak yasayı çiğneyerek korkunç cinayetleri önleyebüoceğini gösterir. Kendisine atacağı bombanın ne etküeri olabüeceğini söylememişler. Yaptığı işin sonuçlarım öğrenin­ ce dehşet içinde kalıyor. Bu insan, yıllarca atom silahlan127

mn korkunçluğu üstüne dikkati çekmek için yasaya aykı­ rı davranışlar gösteriyor ve böylece içindeki suçluluk duy­ gusundan kurtulmaya çalışıyor. Çalışmasa bu duygu­ nun ağırlığı altında ezilecek. Baştakiler, bu insanın deli sayılması gerektiğine karar veriyorlar ve ruh doktor­ larının kurduğu bir komite, şaşılacak bir uyarcılıkla, bu resmi görüşün sorumluluğunu yükleniyor. Yaptığına piş­ man olan Eatherly deli sayılıyor. Eatherly’nin neden böy­ le davrandığını açıklayan bildirilerini okudum. Bunlar kendisinin tam bir ruh sağlığı içinde olduğunu açıkça gös­ teriyor. Ama yalancı bir propagandanın gücüne bakın ki, hemen herkes, Eatherly’nin aklını kaçırdığına inanmıştı. Ben de buna inananlar arasmdaydım. Bizim allak bullak dünyamızda insanları yaşatm a ve öldürme gücünü ellerinde tutanlar, sözde basın ve propa­ ganda özgürlüğünün bulunduğu memleketler halkının he­ men hepsini, insanlığın sağ kalmasını önemli gören her adamın deli olması gerektiğine inandırabüecek durumda­ dırlar. Böylece, ben de ömrümün son yıllarını bir dehler evinde geçirirsem hiç şaşmam: Orada insanlık duygulan besleyebilen bütün insanlarla bir arada olmanın tadını duyarım.

128

BİLİM VE DEĞERLER

Bilim başlangıçta dünyayı seven insanların işi oldu. Bu insanlar yıldızların, denizin, rüzgârların güzelliğini ta ­ dıyorlardı. Bütün bunları sevdikleri için düşüncelerine ko­ nu diye aldılar ve sadece seyirle kalmayıp onları daha ya­ kından anlamak isteğini duydular. Heraklitos: "Dünya alevlenip sönen ama, hep canlı kalan bir ateştir” dedi. Bi­ limsel bilgiye ilk hızını veren Heraklitos ve öteki tonia filozofları dünyanın güzelliği karşısında bir çeşit baş dön­ mesine tutuldular. Bunlar coşkun, dev zekâlı insanlardı. Bütün yeni dünya akımı onların bu gergin düşünce tu t­ kusundan doğdu. Ama, yavaş yavaş, büim geliştikçe, onu doğuran sevgi itişi hızını yitirdi. Güç kazanma isteği, baş­ langıçta, anlama isteğinin bir yol arkadaşı olduğu halde, beklenmedik başarılar elde edilince, yönetimini ele alma­ ya başlauı. Doğanın sevgilisi hor görülerek, doğanın zor­ bası baş tacı oldu. Fizik bilimi geliştikçe bize yavaş ya­ vaş fizik dünyanın duygularımızla kaynaşan, senli benli yanı bırakıldı. Renkler ve sesler, ışıklar ve gölgeler, bi­ çimler ve çizgiler, biitüıı bunlar artık tornalıların sevgili bir nişanlıya bağlanır gibi bağlandıkları dış doğadan kop­ tular. Bütün bunlar sevilmeden sevene aktarıldı ve sevi­ len soğuk vc korkunç, takur tukur bir iskelet, h a tta bel­ ki düpe düz bir hayalet oldu. Zavallı fizikçiler formülle­ rinin ortaya koyduğu boşluktan korkarak Tanrıya yardım­ larına çağırdılar. Ama, Tanrı yarattığı bu dünyanın kut129

şıllığını paylaşmaktan başka bir şey yapmadı ve fizikçi­ lerin çağrılarına aldıkları yanıt kendi ürkmüş yürekleri­ nin vuruşları oldu. Doğanın aşıkı olarak düş kırıklığına ı ¿rayan büim adamı onun zorbası oldu. Pratik adanı der I:i: Dünyayı dilediğim gibi evirip çevirebildikteıı sonra bu diinya gerçekten var mı, yoksa sadece bir düş mü diye düşünmek ne işe yarar? îşte, böylece bilim seven bilgi yerine, güçlü bügiyi koydu ve koydukça da bilim gitgide daha sadik, güçsüzü ezmekten hoşlanır oldu. Doğrunun aranmasıyla başlayan bilim gittikçe doğınlukla uzlaşmaz duruma geliyor. Çünkü, tam doğruculuk gittikçe bilimsel şüphecüiği güçlendirmeye doğru gidiyor. Büimi, pratik yanı ile değil, düşünce yanıyla ele abrsak, görürüz ki, inandığımız şeye biz etimiz kemiğimiz yüreği­ mizle inanınz. Bilime yalnız inanmayışlarımızı borçluyuz, ö te yandan bilimi, kendimizi ve çevremizi değiştirmeye yarayan bir teknik olarak ele alırsak, bize verdiği gücün metafizik değeri ile hiçbir ilintisi olmadığını görürüz. Ama, biz bu gücü ancak gerçeğin yapısı üstüne metafizik sorunlar ortaya atm aktan vazgeçerek kullanabiliriz. Oy­ sa, bu sorunlar dünyayı seven insanın davranışından ayrı­ lamaz. Böylece, biz dünyayı, teknik adamı olarak fethe­ debilmek içrn onun aşıklan olmaktan vazgeçmek zorun­ da kalıyoruz. Bu iküişme insanın en güzel yanı için bir tehlikedir. Metafizik olarak büimin işe yaramadığını gö­ rünce bir teknik olarak bize verdiği gücü ancak bir çeşit şeytan inancı ile, yani sevgiye sırt çevirmekle elde edebi­ liyoruz. işte, asıl bundan ötürü gelecek bilimsel toplum, insanı ürkütebilir. Soyut anlamıyla büimsel toplum, in­ sanların bugüne kadar sevip ardına düştükleri doğruluk, sevgi, sanat, içtenlik ve kendiııdenlikle bağdaşamaz. Dün­ yadan vazgeçen eski keşişlerin davranışı ile bağdaşabilir bollu. Yarınki tehlikenin kaynağı bilgi değildir. Bilgi bir 130

iyilik, bilgisizlik bir kötülüktür. Bu ilkeye dünyanın bütün sevenleri kayıtsız şartsız katılırlar. Tehlikeli olan, gücün bir iyilik uğrunda değil, sadece güç elde etmek için kul­ lanılmasıdır. Yeni dünyayı yönetenler bir “güç” sarhoş­ luğu içindedirler: Kendilerinden önce kimsenin yapabile­ ceğine inanmadıkları şeyi yapmak gücünde olmaları, onu yapmaları için yeter bir neden oluyor. Yaşamda güç, bir amaç değildir, sadece başka amaçlara ulaşmamıza yara­ yan bir araçtır. İnsanlarsa bilimin hangi amaçlara yönel­ mesi gerektiğini açıkça bilmedikleri için, bilimin gücü ya­ şamı iyileştirmekten yana gitmeyebilir. Ama, okuyucu so­ rabilir bana, yaşamın am açlan nedir diye. Bence, bu ko­ nuda bir insanın başkaları için bir yasa koymaya hakkı yoktur. Her insan teki için yaşamın am açlan kendinin de­ rinden istediği ve kavuşursa rahat edeceği şeylerdir. Ra­ hatlığı, banşı kavuşmayı istemek, insanlar için ulaşılması aşırı bir iyilik isteği olduğuna göre, yaşamın am açlan se­ vinç, keyif, kendinden geçmedir, diyelim. Güç için güç arayan insan yakalanmaz bir şeyin peşindedir isteklerin­ de: Durmadan daha fazla güç ister ve hiçbir zaman elin­ dekinin tadına varmakla yetinmez. Aşık, ozan ve mistik, gÜÇ peşinde koşanlann hiçbir zaman tadam adıklan bir keyfi tadarlar. Çünkü, onlar bütün duygu ve düşüncele­ rini sevgilerinin konusu üstünda toplayabilirler. Güç pe­ şinde koşansa, sıkıntı ve boşluk duygusundan kurtulabil­ mek için durmadan yeni dolaplar, yeni çarklar çevirmek zorundadır. Onun için, bence sevenin keyifleri (bu sözü en geniş anlamında kullanıyorum) zorbanın keyiflerini aşar ve yaşamanın amaçlan merdiveninde daha üstün bir yeri hakeder. öleceğim zaman, kendi kendime boşuna ya­ şamadım diyebüirim. Batan günün ışıklarıyla tutuşan dünyayı gördüm, sabah sabah pınldayan çiğleri, kış gü­ neşinde pırü pırıl karlan gördüm. Kuraklıktan sonraki yağmurun kokusunu duydum, Cornouailles kayalık! anıı131

da patlayan azgın A tlantik’i gördüm. Bilim, bu sorunlan ve çok daha başkalarım, daha çok insanlarla sağlayabi­ lir. Bunu yaparsa akıllıca davranmış olur ama, yaşam­ dan, yaşamı değerlendiren anları kaldırıp atarsa bilim, hayranlığımıza hiç de hak kazanmaz. Bilim, bilginin ardı­ na düşmek oldukça, değerler alanı bilimin ötesindedir. Bi­ lim bir “güç” aram a olarak değerler alanını çiğnememelidir ve bilimsel teknik insan yaşamını gerçekten zenginleş­ tirmek istiyorsa, gerçekleşmesine hizmet ettiği amaçlan unutmamalıdır. Bizim dünyamıza bir kültür ve güzellik mirası kaldı. Ama ne yazık ki, biz bu mirası her kuşağın en az etkin ve en az önemli insanlarının buyruğuna verdik. Dünyanın yönetimini (ki bununla bakanlık koltuklannı değil, dev­ let gücünün kilit noktalarını kastediyorum) geçmişi bümeyen, geleceğe saygısı olmayan, yıktıklarının ne olduğu­ nu anlamayan insanların ellerine düşürdük, öyle olması için küldü hiçbir neden de yoktur. Bunu önlemek bir eği­ tim işidir. Bu iş de o kadar zor değüdir. Eski zaman in­ sanları, çoğu kez, düşünceleri uzay içinde kapalı kimse­ lerdir. Bizim çağımızı yöneten insanlarsa zaman içinde kapalıdırlar. Geçmişi haketmediği ölçüde küçümsüyor ve bugüne haketmediği ölçüde bir saygı gösteriyorlar. Geç­ miş zamanın özdeyişleri bayatladı, bugünkü özdeyişlere gereksinimiz var. Bunların başına ben şunu koyuyorum: “Çok kötülük yapmaktansa biraz iyilik daha iyidir.” Bu özdeyişe uymak için iyinin ne olduğu üstüne bir şeyler bilmek gerekir elbet. Zamanımızda, örneğin, yolda hızlı gitmenin hiç de ahım şahım bir şey olmadığını anlatabile­ ceğiniz insanlar azdır. Cehennemden cennete çıkmak ne kadar yavaş ve eziyetli bir çıkış da olsa, iyidir. Cennet­ ten cehenneme düşmek Milton’un şcytan’ı kadar çabuk da olsa, kötüdür. Dış rahatlık araçlarının çoğalması kendüiğinden büyük bir değer taşımaz. A şın yoksulluğa en­ 132

gel olmak çok önemli bir iştir. Ama, zaten fazla malı olan­ ların zenginliğini arttırm ak değersiz bir iş ve zararlı bir güç savurganlığıdır. Cinayetlere engel olmak şarttır ama, polis suçluları bulmakta usta olduğunu göstersin diye ye­ ni cinayetler icat etmek hiç de öğünülecek bir şey değil­ dir. Bilimin insanoğluna verdiği yeni güç, tarih bügüeri ve kendi görgüleriyle, insan duygusuna saygısı olan ve er­ kek ve kadınların yaşamlarım renklendiren coşkulara sev­ gi gösterebüen insanların elinde yaşam için yararlı olabi­ lir. BUimsel tekniğin, günün birinde, insanların bugüne kadar yaşadıklarından, birçok bakıma, daha iyi bir bilim­ sel dünya kurabüeceğini inkâr etmek aklımızdan geçmez. Ben yalnız şunu demek istiyorum ki, böyle bir dünya yok1 amalar, denemelerle ve bir yönetimin sadece yönetenleri keyiflendirmek değil, yönetilenlere yaşamı çeküebilir du­ ruma getirmek olduğunu unutmaksızm kurulabüir. Sevinçsiz ve sevimsiz bir dünya, değersiz bir dünya­ dır. Büimle uğraşanın bunu hep göz önünde tuttuğu ölçü­ de bilimle uğraşması iyilüt getirebilir. Yeni güç insanları esküerin büdiği doğrulan unutturacak kadar sarhoş et­ memelidir. Her akıllüık yeni, bir delilik eski değildir, in ­ san bugüne dek doğaya uymakla dizginlenmiştir. Doğa­ ya uymak istemeyen insanda efendi olmuş kölenin bazı kusurları ortaya çıkar. Bize yeni bir ahi alt gerek. Bu ah­ lakta doğa güçlerine uymanın yerini, insanda en iyi olan şeye saygı almalıdır. Bu saygı olmadığı zaman, büimsel teknik, tehlikelidir. Bu saygının olduğu yerdeyse, bilim in­ sanı doğanın kulluğundan kurtardıktan sonra, kendi do­ ğasının aşağılık yanlarına bağlı kalmaktan da kurtarm a­ ya başlar. Tehlikeler içindeyiz. Ama, bu tehlikeler kaçınıl­ maz değildir ve gelecek karşısında korku kadar umut da yerindedir.

133

BİLİM VL TOPLUM

Ortaçağ sonlarına doğru iki önemli buluş bilimde devrimin başlangıcı olmuştur. Bu devrim o çağdan bu­ güne hızını durmadan arttırm ıştır. Bu iki buluş, barut ve pusuladır. Bunlardan birincisi, kralların derebeyler ve kentler üzerindeki üstünlüğünü sağlamış ve bugün alıştı­ ğımız merkezci devletlerin doğmasına yol açmıştır. İkinci buluş, ülke bulmalara ve Avrupa kültürünün Amerika’ya ve Asya'nın büyük bir bölüğüne yayılmasına yol açmış­ tır. O zamanlardan beri, insanlar, daha geniş topluluk­ lar halinde birleşecek kadar uygarlaştılar. Kollektif dav­ ranışın temel amacı, kendi topluluklarım ayakta tutmak ve komşu milletleri ortadan kaldırmaktır. Savaşların ço­ ğunda bir "ideoloji” anlaşmazlığı olmuştur. İdeolojinin körüklediği bu savaşlar da, "gerçek"in ne olduğu üzerinde son sözü söylemiştir. Tek çıkar yolun savaşta olduğu düşüncesi, değiş­ mez bir kural değildir, elbet. Roma’nın son günlerinde, Hıristiyanlık savaş yoluyla güç kazanıp yayılmamıştır. Ama Birmanya, Güney ve Kuzey Amerika savaşla Hı­ ristiyan olmuştur. Amerika’da, kızılderililer altedilmişse, bilimsel üstünlükle edilmiştir. Savaş zamanında, bilim, yaşamı kurm akta olduğu kadar onu yok etmekte de önemli bir yer tutmuştur. 131

Genel olarak, bilimin kendisi, savaşın yıkıcılığım a rt­ tırmış değildir; çünkü, büim genel olarak, savunmayı ol­ duğu kadar saldırmayı da güçlendirmektir. Bugünkü dün­ ya durumunun tehlikelerini arttıran şey, yeni bulukların savunmadan çok saldırıya yaramasıdır; ama bu, bilim her yerde ve her zaman savaşa uygulanır demek değildir. İnsanlık tarihindeki mutlu dönemler savunmanın saldı dan güçlü olduğu dönemlerdir. Bugün, ne yazık ki, tanı tersi bir dönemde bulunuyoruz. Bugünün uygar bir toplumunda insanların çoğu bü­ yük birliğin parçası olarak çalışmaktadır. Bu birlikte hiç­ bir insanteki, yararlı hiçbir şey yapamaz. Rubiııson Orusoe her şeyi kendi eliyle yapmak zorunda kalmıştı, hem bunu yapmak yctisindeydi de. Ama, aynı koşullar içende, bugünün pek az insanı aynı yetiyi gösterebüir. Geri mem­ leketlerde tarım hâlâ t i r ölçüde bağımsızdır: Bir aile, sa­ tın aldığı, az sayıda araçları kullanabüiyor ve özellikle kendi emeğinin ürünü ile yaşıyabiliyor. Ama, ta n m ala­ nında büe bu durum, modem teknik yüzünden birçok memlekette ortadan kalkmış ve birçoklarında da hızla kalkmaktadır. Bugünün çiftçisi, makinalar ve kimyasal gübreler satın almak ve ekinin büyük bir parçasını sat­ mak zorundadır; böylece bağımsızlıktan çıkmakta ve dünya ekonomisine katılmaktadır. Yalnız yazarlar ve sanatçılar son zam ani anla zana­ atçıların ve köylülerin, gerçekteyse, halkın büyük bir bö­ lüğünün yararlandığı bağımsızlıktan bir parçasını elle­ rinde tutmuşlardır. Genel olarak, büim adamları, bugün hâlâ, bazı mem­ leketlerde sanatçılar vc yazarlara özgü bağımsızlıktan uzun zaman yararlanamadılar. Bilimin gelişmesi dolayı­ sıyla birçok bilim adamı - özellikle fizik bilginleri büy üt ölçüde, pahalı araçlara gereksinim duyuyor. Bunları da ancak hükümetler ya da Amerika'nın trilyonları Bağlaya­ bilir. 13fi

Bilim işlerinde yön verme konusunda hükümetlerin oynadıldan rol gitgide önem kazanıyor. Eskiden bir bilgi­ nin yaptığı herhangi bir araştırm a, yalnız kendisince önemliydi. Şimdiyse, bilimin savaş zamanında y aran hü­ kümetlerce anlaşılalı beri, bu eski serbestlik çarçabuk or­ tadan kalktı. Bazı memleketlerde bu serbestlik büsbütün yok olmuş; bazılarındaysa, yok olmak üzeredir. Hükümetlere bağlı olmalarının sonucu olarak, bilim adamları, kendi isteklerinden çok, hükümetlerin amaçları­ nı gerçekleştirmeye zorlanıyorlar. Hükümetlerin tasan lan nın yansı insanlığın yararına, yansı zarannadır. Onlar kendi memleketlerinin rahat ve güçlü olmasını düşman memleketlerin ya da düşman olabüecek memleketlerin yoksun ve güçsüz kalmasını isterler. Bilimin amacı olan “Büim için bilim” formülü unutul­ muştur. Uranium üzerinde çalışmalı isteyen bir fizik bil­ gini, Devlet kasasma istediği gibi el uzatıyor arza, aynı çabayı carbon üzerinde toplamak isterse, para ve araç sağlamak içüı hükümeti kandırması gerekiyor. Devlete bağlı olmak ille de kötü bir şey değüdir. Eğer devletin amacı kötüyse, o zaman devlete bağlılık iyi olmaz. Ama, dünya yüzünde birçok devlet bulundukça ve savaş tehli­ kesi de kalkmadıkça, devletlerin amacı bütün insanlık baukurundan düşünülürse, az çok kötü olacaktır, ister iste­ mez. Yalgın bir açlık ve korkunç bir yoksulluğun hüküm süreceği bilim öncesi bir topluma dönmek işten büe değü­ dir. Bilimi yıkıcı yollara sürüklemekten alıkoymanın tek yolu, savaşları adam akıllı önleyebüecek kadar güçlü bir dünya devleti kurmaktır. Bu sorun çözümlenirse dd bu bilüne dayanan bir top­ lumda olabilir- bilim tekniği insanların tamamen iyiliğine dönebilir. Bugün gereksediğimiz çalıÂmamn verimce a rt­ ması şimdiye kadar kuşkuyla karşılanıyordu. Çünkü bu, çalışmanın yükünü azaltmaktan çok, savaş işlerinde kul136

1anılacak insanların oranını arttırm aya bakıyordu. Ama savaş korkusu kalkarsa, insanoğlu bilimin yardımıyla çalışarak çok şey elde edebilir; dünyanın hiçbir yerindiinsanı aşağılatan yoksulluğun izi bile kalmaz. Bilim, daha şimdiden, insan ömrünü uzatmak, hasta lıklan azaltmak yoluyla büyük başarılar elde etmiştir Savaşm ortadan kalkmasıyla düzelecek olan ekonomik koşullar sayesinde, -tıpta ilerleme olmasa büe- hastalık­ ların azalması olasıdır. Burunla birlikte, eğer ölüm ora­ nının azalması nüfusun artm asına yanyorsa, doğum ora­ nını azaltmaya bakmalıdır. Bu orantı yalnız Batı memle­ ketlerinde değü, bütün öbür memleketlerde de azaltılma­ lıdır. Bugün, bütün hükümetler, milli nedenlere, dayanarak kendi nüfuslarım arttırm a eğilimindedirler. Oysa doğum oranının artm ası savaş nedenlerinden biridir. Ama savaş tehlikesi kalkarsa, dünyada daha az çılgın bir politikanın ağır basacağına inanıyoruz. Eğer savaş önlenir ve hasta­ lıktan üeri gelen ölüm oranı azalırsa, açıktır ki bütün mem­ leketlerin birden uygulayacakları akıllı bir doğum politika­ sıyla, dünya yüzünde beslenme güçlüğü diye bir şey kal­ mayacaktır. Bir zaman için, yeme içme sıkıntısı, büimin büyük ölçüde tarım işlerine uygulanması üe önlenebilir; ama dünyanm nüfusu boyuna artarsa, uzun bir süre içiıı de insanlar beslenemez olurlar, öyleyse, bilime dayanan bir toplumun durulması için ancak, doğum oranının nüfusu gereğinden çok artmayacak bir düzeyde kalması gerekir. Bilim üzerine kurulu bir toplum, doğum oranını azalt­ mak ve geniş ölçüde savaşları önlemekle durulabilir ki. bugün bu durumdan çok uzaktayız. Ama toplum durul­ muş olsa büe, bugünkü değer ölçülerine göre, bizi hayran bırakan şeylerden pek az ya da hiçbir şey kalmamalıdır. Barutun bulunmasından bu yana, bilim tekniği alanında­ ki en ufak bir üerleme bile devletin gücünü arttırm ıştır Bir noktaya kadar bu, bir kazanç sayılabüir; hükümet İST

gücü, muhakkak ki anarşiden çok iyidir. Ama, kötü hükü­ metlerin devrimle ortadan kaldırılması mümkün olunca­ ya kadar, bu, zorbalık yolunda uygulanan şeyleri sınırla­ mıştır. Şimdi görülüyor ki, bilim tekniğinin bir sonucu olarak, böyle bir sınırlama yoktur. Küçük de olsa, bir oli­ garşi yönetimi, elindeki polis ve ordu güçleriyle politik muhalifleri y,«k edebilir, eğitim ve basın tekelciliğiyle de bütün bir kuşağı, yaptığı işlerin iyi ve zorunlu olduğuna ve milletin iyiliğinden başka bir amacı olmadığına inan­ dırabilir. Bu arada da, bütün enerjisini kendi gücünü a rt­ tırm aca ve günsüzlerin zararına rahatını çoğaltmaya h ar­ cayabilir. Gitgide artan haksızlık ve zorbalıkla kendini hal ­ ka beğendirmeye çalışır. Çünkü kimsenin elinde hüküme­ tin istediği şeylerin kötü olduğunu söyleyecek vc gerçek­ leri ortaya çıkaracak bir araç yoktur. Bu umut verici bir görünüm değüdir. Bu, her yerde böyle olmazsa demokrasi de kurtulmuş ve güçleşmiş olur. Hükümetin gizli tutm ak istediği şeyler, olayların ortaya konması ve halk oyunun susturulmasıdır ki, bunların açı­ ğa vurulması gerekir. Hükümeti değiştirecek anayasa hü­ kümlerinin olanakları genişletilmelidir. Baştaki hükümet yasasız olarak halkı özgürlüğünden, yeme içmesinden yoksun bırakmamalıdır. Yargıçlar uygulama gücünden bağımsız olmalıdırlar. Baştaki hükümetin politik muhale­ fete karşı eleştirmeleri tarafsız ve öfkesiz olmalı ve sor­ gu sırasında işkencelere başvuıımamalı. XVHI. yüzyılda ölmüş olan Ayduı zorbaJığı’na olan inanç, zamanımızda biraz zorba olmayı umanlar, biraz da kötülükleri ortadan kaldırmayı düşünen bilgisizlerce diritilmek istenmiştir. Sonuç olarak ortaya, bilime dayanan toplumun zorba bir toplum olması olanakları çıkmıştır. Bu çeşit bir toplumun önüne geçilmez kötülüklerini aklımızdan çıkarmamamız gerekir. 138

En başta ekonomik kötülükler gelir. Halkı yöneten azınlık, halka ayırdıkları gelirin büyük bir parçasını kendüerine ayıracaklarına güvenirler. Onların eline güç ve propaganda tekelciliği verilince, çoğunluğa ölmeyecek ka­ dar bir şey vermemeleri için hiçbir neden yoktur. Olgiarşi yönetimi böyle bir eşitsizliği elden bırakmaz, çünkü baştakilerinin rahatı böyle bir eşitsizliğe bağlıdır. Yalnız güçlerin bölümündeki eşitlik ekonomik adaleti sağlar İkinci olarak, kültür alanındaki kötülükler gelir. ' Ellerinde güç bulunmayanların haksızlık nedir bümemeleri için, öğrenimsiz kalmaları ya da kötü öğrenim gör­ meleri gerekir. Bilime dayanan toplumda, son zamanlarda iri bir yol bulunmuştur. Yoksullar okula gidiyor, birçok şey okuyabüiyorlar ama, okutulan ve okumalarına izin ve­ rilen şeyler, hükümetin uygun gördüğü ve olaylarla ilgisi olmayan şeylerdir. Moskova’nın orta halkı, Batı Avrupa memleketlerinde yeraltı trenleri bulunduğunu söyleyen tu ­ ristlere “Sizde de mi var?” gibilerden şaşkın şaşkm bakıyoriarmış İr insanın acıyanı geliyormuş. Bu türlü büyük hayal kırıklıklarını önlemek için, yan­ lış bügileriıı girmesine karşı ciddi tedbirler almak gerekir. Bu, aptalca ve basmakalıp bir bağnazlık doğurur. Bu da düşünce bakımından yenilik ve derlemelere adam akıllı engel olur. Bu türlü bir rejimde yetişen birkaç kuşakta kendiliğinden düşünme yetisi kalmaz ve insanlar ağır ba san dogma’nm koyduğu ve kitaplarda yer alan beylik söz­ leri yinelemekten başka bir şey yapmazlar. Oligarşik düzenin emekçileri gittikçe daha çok ezebi­ leceğim söyleyenler, hiç de önemsiz sayılmayacak bir g er­ çeğe dokunuyorlar. Kongo’daki ve Ingiliz endüstriciliğinin yakın tarihindeki baskısından pek farklı olmayan şeyler Rusya’da çalışma kamplarında yapılıyor. Bunlarsa Sov­ yet ekonomisinin bir parçası olmuştur, insan doğası so­ 139

rumsuz güce güvenemez; sorumsuz gücün bulunduğu yer­ deyse en korkunç işkenceler brldenebüir. Bu alanda, bilim üzerine kurulu bir toplumda güçlü bir demokrasi rejimini korumalı ve büyük ölçüde düşün­ ce özgürlüğünü sağlamalıdır. I'.&na öyle geliyor ki, en iyi biçimiyle bile, bu toplum, düşünce özgürlüğü ve ondan da çok, sanatla verimü olabilir. Biüm üzerine kurulu bir top­ lum yaşamaya hak kazanırsa, savaşa dökülecek olan o kendini beğenmişlik ancak dünyayı yöneten güçle altedüebüecektir ve insanın içgüdüsü de türlü yönlere dağılmak­ tan alıkonacaktır. Sonuç: Savaş önlenir de, demokrasi, düşürme ve kül­ tü r özgürlüğü yaşarsa, bilim bir nimet olabüir. Eğer sa­ vaş önlenmezse, bilim de, toplumu insanoğlunun şimdiye kadar görmediği ölçüde büyük bir yıkıma sürükleyebüir.

140

DİN VE BİLİM

Büyük fizücçüerin ve biyolojistlerin çoğu, son yıllar­ da bilimin yeni buluşlarıyla eski maddecüiğin güzden düş­ tüğünü ve din gerçeklerinin göze girmeye yüz tuttuğunu üeri sürdüler. Bilginlerin belirsiz terimlerle ve bir görüş ol ara'- ortaya attıkları bu düşünceyi, din adamları kapıştüar, yaydılar. Bu arada gzetelerde din damlarının ağzın­ dan öyle sarsıcı haberler verdiler İd, büyük kalabalıklar nerdeyse Kutsal Kitabın dediklerini fizik biliminin doğru­ ladığını sandılar. Bana kalırsa, yeni bilimlerden alınacak ders, halkın sürüklendiği bu görüşe indirgenemez. Bir ke­ re bilginler, söyledikleri sanılan şeylerin hepsini söylemiş değildirler. Sonra da, geleneksel din inançları yararına söylediklerini, birer bügin olarak, gerçekten büimsel bir ağızla değil, daha çok erdemi ve mülkü savunmak isteyen birer y u rttaş olarak söylediler. 1914 - 1918 savaşı ve onun ardından gelen Rus devriminden sonra bütün çekin­ gen insanlar eskiye bağlanır oldular; profesörlerin de, çokluk, çekingen yaradılışlı kimseler olduklarını bilirsiniz. Ama, bunları bir yana bırakalım da bilimin gerçekten ne dediğini görelim. 141

1) T aun Karşısında İnsan — Son yıllara kadar, sanlara bir “cüzi irade” 1 tanıyan katolik dinbilimi, evre­ nin doğal yasalarına bir yakınlık gösteriyor ve bu yakın­ lık mucizelere inanmalarına da engel olmuyordu. XVIII. yüzyılda Neıvton’un etkisi altında dinbüim ile doğa yasala n arasındaki bağlantı daha da arttı, öyle sanılıyordu ki, T ann dünyayı bir plana göre yartm ıştır ve doğa yasa­ ları da bu planın ta kendisidir. XIX. yüzyıla kadar dinbi­ limi düşünceye dayanıyordu, sağlam ve açık seçikti; ama, Tanrıya inanmaz olmuş aklın saldırılana karşı koyabil­ mek için, son yüzyıl içinde, gittikçe duygulara daha çok başvurur oldu, insanların kafa gücünü serbest bırakıp kendilerini çekmeye uğraştı. Böylece, bir deli gömleği ol­ m aktan çıktı, yumuşak bir hırka haline geldi. Bugün, dü­ şünceye dayanan eski ve ağırbaşlı geleneği sürdüren bir­ kaç bügin katolik ‘din adamı ils bazı toptancüardan baş­ kası kalmadı. Diğer bütün din adamları kafadan çok, yü­ (1) ötedenberi din bilginleri 'unvanın Tanrı karşısındaki du­ rum unu tartışm ışlardır. Bu görüşe göre, dünyada olup biten her şeyi Tanrı önceden k ararlaştırm ıştır, herkesin bütün yapacakla­ rım önceden alnına yazm ıştır. Bunımla çatışan bir başka görü­ şe göre, İnsanoğlunun, az da olsa, kaderini değiştirm e gücii var­ dır. İnsan, itendi çabasıyla. Tanrının kendisine çizdiği kaderi değiştirebilir. Bu son görüşe göre, Tanrı iradesi karşısında insan İradesinin, eski deyimle, külli İradenin karşısında cüzi İradenin blT yeri vardır. İslâm lıkta olsun, H ıristiyanlıkta olsun, uynı ta r­ tışm a yüzyıllarca süregelm iştir. Hırisciyanlar arasında bu İki gö­ rüşe göre, değişik mezhepler türem iş vc bu mezhepler arasında­ ki kavgalar XVII. yüzyıl sonlarına ¡tadar önemli çatışm alara yol açmıştır, örneğin, Jarisenistlerle Cizvitler arasındaki çatışma. Cizvitlcrin ciizl iradeyi kabul etmelerine karşılık Jansentstlcr, kötü bir insanın ancak Tanrının bağışlam asıyla kurtulabileceği­ ne —bununda dışında— ne yaparsa yapsın cehennemlik olacağı­ na İnanıyorlardı. Doğuda bu çatışm a hep kiilli iradeden' yana çö­ zülmüş ve bundan ötürü de Doğu, goncl olarak, çok daha kader­ ci (fatallst) kalm ıştır. (Çevirenlerin r.otu).

142

reğe seslenerek mantığın tırnaklanın körletmeye çalışı­ yor ve duygulanmışla aklımızın sürüklendiği bir sonucun yanlışlığım ortaya koyabileceğimizi üeri sürüyorlar, ^ord Tennyson’un yiğitçe söylediği bu sözde olduğu gibi: “Yü­ rek öfkelenmiş bir insan gibi şalılandı ve duydum diyo karşüık verdi.” Günümüzde, yüreğin atomlarla, nefes borulanyla, deniz kestaneleriyle ve araya büim karışmadığı sürece iigüenmeyeceği daha birçok konulara bağlı duygulan var­ dır. Günümüzün din büginlerinin ileri sürdükleri düşünce­ lerden biri atomların davran ışını bilmeyişimize dayana­ rak, insanın cüzi iradesini kurtarm aktır. Görülecek ka ­ dar büyük olan cisimlerin devinimleri ile ilgili eslıi meka­ nik yasalan, bu cisimler için doğruluklannı hiç de yitir­ miş sayılmazlar; ama, bu yasalar, atomlara, hole p rc :i" , elektronlara, uygulanmıyorlar. Yalın atomlann devinimle­ rini yöneten yasalar var mı, yok mu? Bu devinimler ne öl­ çüde rastlantılara bağlı? Bunu kesin olarak bilemiyoruz henüz. Büyük cisimlerin devinimlerini yöneten yasaların Statistik yasalan olması, her biri bir rastlantının etkisi olan birçok devinimlerin ortalam a sonucunu vermesi ola­ ğan görünüyor Bu yasalardan bazıları ve özellikle termo­ dinamiğin ikinci yasalan Statistik yasalan sayılıyor. Bun­ lara eklenecek başka yasalar da olabilir. Atomun olağan bakaç hali vardır, bunlar içiçe değil, birbirinden küçük, belli aralıklarla ayrılmışlardır. Bir atom, bu hallerin bi­ rinden ötekine atlayabilir, atlarken de birbirinden ayrı sıçrayışlar yapabüir. Bugün için şu ya da bu koşullar al­ tında sıçraman m ne türlü olacağını önceden kestirmemi­ zi sağlayan bir yasa bilmiyoruz. Bundan da şu sonuç çı­ karılıyor ki, atom bu bakımdan, hiçbir yasaya uymuyor, benzetme yoluyla “iradei cüziye” diyebücceğimiz bir güç

taşıyor. “Fizik, dünyanın özü" adlı eserinde Eddington bu olanak üzerinde bir hayli duruyor (s. 311). Ona göre, in­ san düşüncesi beynin atomlarım, şu ya da bu hale geçire­ bilir ve böylece, sanki bir düğmeye basarak istemine uy­ gun, geniş sonuçlar elde edebilir. İstemin kendisine ge­ lince, onun nedeni olmadığını sanıyor. Dediği doğruysa, fizik dünya, en büyük gövdelerde bile, yasalarla önceden belirlenmiş değildir, nedensiz insan istemlerine göre de­ ğiştirilebilir demektir. Bu görüşün üstünde durmadan önce, “belirimsizlik (indétermination) ilkesi”nden söz etmek iseiyorum. Fi­ ziğe 1927’de Heisenberg’in soktuğu bu ükeyi (herhalde adı dolayısıyla) birçok din adamı iyi karşıladı. Çünkü, bu ilke onları matematik yasalarının kulluğundan kurtarabüecekti. Doğrusunu isterseniz, beni biraz şaşırtan Eddington’un bu ilkenin kullanılmasını desteklemesidir, (önceki kitap, s. 306). Bu ükeye göre, bir parçacığın du­ rumu ve hızı önceden belirlenemez. Bu iki belirlemenin her birinde bir yanlışlık payı olacaktır ve her iki yanlışlı­ ğın sonucu da değiştirilmez. Başka türlü söyleyecek olur­ sak, birinin belirlenmesi ne kadar doğru olursa, öbürününki de o kadar yanlıştır. Yanlışlık payı çok küçüktür elbet. Tekrar söyleyeyim ki, Eddington’un bu ilkeyi "cüri irade” sorununa bağlamasına şaşıyorum. Çünkü, bu il­ ke doğa olaylarının belirli olmadığı sonucuna götüremez. Bu ilke sadece şunu gösterir ki, eski “zaman - mekân” görüşü yine fiziğin gereksemelerini tam karşılayamıyor. Bu, artık her bakımdan büinen bir şey. Eski Yunanlıların bulduğu “zaman mekân” kavramları günümüze kadar büyük bir başarıyla iş gördüler. Eiıısteiıı, onların yerine “mekân zaman” dediği y a n hayvan y a n insan, bir çe­ şit karma anlam getirdi ve yirmi yıl kadar her şey bu görüşle yolunda gitti. Ama .modem quanta mekaniği da­ ha kökten bir yenilenme zorunluğu ortaya koydu. Beli144

rimsizlik ilkesi bu zorunluğun açıklanmasından başka bir şey değildir. Ama, bu hiç de fizik yasalarının doğa olay­ larını belirleyecek güçte olmadığını göstermez. J.E. Tum cr (N ature dergisi, 27 Kasım 1980’ diyor İd “Belirimsizlik ilkesinin yanlış anlaşılması, büyük öl­ çüde, belirli sözcüğünün ikiliğinden doğmuştur. Bir an­ lamda, bir nicelik, ölçüldüğü zaman belirlidir. Bir başka anlamda, bir olay, bir nedenin sonucu olduğu zaman be­ lirlidir. Belirimsizlik ilkesi ölçülere uygulanabiliyor. Ama, nedenlere uygulanamıyor. Bir parçacığın hızı ve yeri be­ lirimsizlik ilkesine göre tam ölçiilemiyeceği için, belirsiz­ dirler. Bu ölçülemeyiş hem kendi nedenine, hem de ölç­ me dediğimiz şeyin ölçülen üzerinde fizik bir etki yapma­ sına bağlı fizik bir iştir. Belirimsizlik ilkesinde, fizik bir olayın nedensiz olabileceği sonucm a götürecek hiçbir şey yoktur." Tum er’le birlikte şunu söyleyebiliriz: “Doğru­ lanmadığı sürece belirimsiz sayılan bir değişmenin kesin anlamda belirimsiz yani nedensiz olduğunu ileri süren her düşünce, bir yanlışa ve yanlış anlamaya dayanır.” Şunu söyleyelim ki, atoma ve onun sözde cüzi iradesine, gelince bir atomun canı istediği gibi davrandığını bilmi­ yoruz. Eir atomun canı istediği gibi davrandığını ileri sür­ mek canı istediği gibi davranamayacağını ileri sürmek ka­ dar yanlıştır. Bilim, son zamanlarda, atomun eski fizik yasalarına uymadığını ortaya koydu ve bazı fizikler bun­ dan atomun hiç yasaya uymadığı sonucunu çıkarmakta belki, çok acele ettiler. Eddington’un düşüncenin beyin üzerindeki etkileriyle ilgili görüşü aynı konu üzerinde Descartes’m görüşlerini anımsatıyor. Descartes, yaş'.ana gücünün (vis viva) saklanımını (conservation) biliyordu ama, itme gücündekini bilmiyordu. Onun için de, düşün­ cenin, canlı varlıkların yönünü değiştirebileceğine inanı yordu, devinimlerinin hızım değdi. Hızın saldanımı ortaya ■çıkarılınca, Descartes’m görüşünden vazgeçüdi. Edding145

ton’uıı görüşü de, onun gibi, bir yana brakılabüecektir. Çünkü, deneyci fizikçiler, bugün yarın tek tek atomların davranışını düzenleyen yasalan bulabilirler. Geçici olabi­ lecek bir bilgisizliğin üstüne dinsel bir yapı kurmak aşırı bir atılganlıktır. Böyle yapılar kurulabüse büe, anca!: za­ rarlı olabilirler. Bünkü, insanların elinden yeni buluşlar umudu alınmış olur. Ama, cüzi irade inancına salt görgül (empiric) açı­ dan da karşı konabilir. Hayvanların ya da insanların davranışları sıkı bir bilim gözlemi altında tutulabüdiği zaman, Pavlov’un deneylerinde olduğu gibi, bu davranış­ ların başka alanlardaki olaylar gibi büim yasalarıyla doğrılanabildikleri görülmüştür. Gerçi, insanların bütün ya­ pacaklarını önceden kestiremiyoruz. Ama, bu kestireme­ yiz mekanizmanın karmaşıklığı ile kolayca açıklanabili­ yor. Böylesi savları yakından inceledik mi, yanlış oldukla­ rı görülür her zaman. Dünyayı gelişi güzel bir yönetimin buyruğunda görmek isteyenler, bunun ne demeye vara­ cağını düşünemiyorlar. Doğanın akışı üstüne üeri sürdü­ ğümüz bütün düşünceler nedensel (causal) düşünceler­ dir ve eğer doğayı nedensel yasalar yönetmiyorsa, bizim bütün düşüncelerimiz yıkılır. O zaman, kendi görgümüz dışında hiçbir şey, nedensel yasalara bağlı olduğu için, biz, kesin anlamda, yalnız yaşadığımız anın görgüsünü bi­ lebiliriz. Düşünce yoluyla başka insanların varlığuıı, h at­ ta kendi geçmişimizi büemezsek, nasü bunca şeyin varlı­ ğını ileri sürebiliriz. Nedensellik Ukesi doğru ya da yan­ lış olabilir. Ama, onun yanlış olduğu savını tutan ve bu savı tutmakla içi rahatlayan kimse kendi düşüncesinin bu davranışla neler yitirdiğini, bindiği dalı kestiğini bilmiyor. Kendini yakından ilgilendiren bütün nedensel yasalan kabul ediyor, yediği yemeğin kendini beslediğine, para ya­ tırdığı bankanın kendi imzasını taşıyan re!:i ödeyeceğine inamyor ama, kendini yalcından Ugüendinr.ey. n ya da işi146

ı-e gelmeyen yasaları şu ya da bu nedenle tanımak istemi­ yor. Böyle bir davranışa en azından “çocuksu” denebilir. Atomlaruı davranışları hiçbir yasaya bağlı değildir demenin iler tu ta r bir yanı yoktur. Atomların tek tek davranışlarını az çok aydınlatan son zamanların deney­ sel yöntemleri olmuştur. Bu davranışın yasalarının he­ nüz bulunmamış olmasmda şaşılacak bir şey yoktur. Bir talum olayların yasalara bağlı olmadığı ispatlanamaz. Böyle bir ispatlama kökünden ve kuramsal bakımdan ola­ cak çey değüdir. îleri sürülebüecek tek şey, bu yasala­ rın henüz bulunmamış olduğudur. Diyebüirsiniz ki, bu ya­ salar gerçekten var olsaydı atomu inceleyen, onlan bula­ cak kadar yetkilidir. Ama, ben böyle bir düşüncenin, bir evren kuranıma temel olacak kadar sağlam bir öncül (preınisse) olduğunu sanmıyorum-

2) Matematikçi Tanrı — Sir A rthur Eddingto atomların matematik yasalarına uymayışından dini çıka­ rıyor. Sir Jam es Janes ise, dini atomların bu yasalara uy­ masından çıkarıyor. Bu çili armaları din adamları hep seve seve kabul ediyorlar. Çünkü, mantık isteği onlarca soğuk akim isteğidir; bununsa, bizim daha derin olan din duygu­ lanm ışla bir ilişkisi yoktur. Eddington’un sıçrayan atom­ lar görüşüne dayanan düşüncesini gözden geçirdik. Şimdi, Jeans’ın yıldızların soğuması üstüne kurduğu düşünceyi gözden geçireceğiz. Jeans’m Tannsı Platoncadır. Ona gö­ re, Tanrı, nc mühendis, ne biyolojisttir, sadece matematik­ çidir (The Mysterious Universe, s. 134). Doğrusunu ister­ seniz, bence bu çeşit Tanrı, büyük işlere girişen insanlara benzetilen T ann’dan daha iyi. Çünkü, ben düşünceyi, yap­ m aktan daha önemli buluyorum. Yapıcı bir Tanrı düşünen din adamı kas gücünün etkisi altında gibi görünüyor. Kas­ ları gergin bir insan, yapıcı bir Tanrıya inanır. Kasları gev­ şek bir adamsa bir düşünce ve derinleştirme Tanrısına 147

inanır. Sir Jam es Jeans, Tanrıcı görüşlerine güvendiği için, evrimcilerin görüşlerine pek sert davranıyor. Gizem­ li evren üstüne yazdığı kitap, güneşin bir yaşam tarihçe­ siyle başlıyor. Nerdeyse güneşin bir mezar taşı yazıt mı yazıyor. Onca, yüz binlerce yıldızın bir tekinin, yalnz bir tekinin gezegenleri vardı- . Ama, aşağı y u kan 2 milyon yıl önce, güneş nasılsa bir başka yıldızla buluşmuş, bu bu­ luşma da bir hayli bereketli olmuş; çünkü, var olan ge­ zegenler düzeni ondan doğmuş. Gezegenleri olmayan yıl­ dızlar yaşam yaratamazlar. Onun için de yaşam evrende binde bir rastlanan bir şeydir. “Evrenin, başlangıçta bizim­ kine benzer bir yaşam yaratm ak üzere kurulduğu inanıl­ maz bir şey gibi geliyor, diyor Sir Jam es Jeons, öyle olsay­ dı, bu düzenin büyüklüğü ile yarattığı şey arasında iyi bir orantı bulunurdu.” Evrenin bu az raslanır köşesinde la­ le, yaşama yalnız çok sıcak üe çok soğuk iklim arasında­ ki bir ortam da olasıdır. “İnsan soyunun tragedyası şudıır ki, evrenin özü yaşamı besleyip sürdüremeyecek kadar sıcak olduğu halde insaneğiu, ister istemez soğuktan öle­ ceğe benziyor.” Yaşamı, yaradılışın amacı olarak gören tannbilimcüer, astronomide de aldanıyorlar, kendilerine ve benzerlerine gereğinde çok değer veriyorlar. Jeans’m modem fizik üstüne, madde ve ışmlaşma üstüne, görep­ lik ve eter üstüne yazdığı güzel bölümleri özetlemeye kalkmayacağım. Bunlar yeterince İm a oldukları için hiç bir özet onlan tam anlatamaz. Bununla birlikte, okuma isteğinizi arttırm ak için, kendi verdiği özeti buraya ala cağım. "Kendimi özetleyecek oiursam diyebilirim ki: Düzen­ siz ve buruşuk yüzeyli bir sabun köpüğü, görece kuramın ortaya koyduğu evreni yalın vc kabaca anlatmak için ve­ rilebilecek en iyi örnektir bence. Evren, sabun köpüğü­ nün içine değü, yüzeyine benzer ve İliç unutmamalı ki, sa­ bun köpüğünün yalnız iki boyutu vardır, evren kabarcığıliS

ııuısa dört: Uç uzay boyutu, bir de zaman. Bu kabarcığı oluşturan öz, yani sabunun zanysa, boş zaman ile, içiçe boş uzaydan başka bir şey değildir.” Kitabın son bölümü, sabun köpüğünü matematikçi bir Tanrı gücünün, matematik özelliklerine duyduğu ügiyle şişirliğini ispatlamaya çalışıyor. Tannbilimciler bu kü­ çük okşayıştan kendüerine büyük pay çıkardılar. Bilgin­ ler kendilerine bir Tanrı versin de, bu Tanrı nasıl olursa olsun. Sir Jam es Jcans’ın Tanrısı, Platonunki gibi toplam­ lara meraklı bir Tanrıdır. Ama, soyut bir matematikçi ol­ duğu için, vardığı rakamın ne olduğu onu ügüendirmez. Sayın bilgin, yeni fizikten aldığı birçok çetin tanıtlarla bu Tanrıya, aslında almayan derinlik havası veriyor. Bu gö­ rüş kısaca şöyledir: Madem iki elme iki elmaya eklenince dörte elma eder, öyleyse T ann iki kere ikinin dört ettiği­ ni biliyordu. Buna karşı, bir kadınla bir erkeğin, kimi za­ man üç ettiği ve Yaradanın toplamda sanıldığı kadar güç­ lü olmadığı söylenebilir. Daha ciddi konuşacak olursak, diyebiliriz ki, Sir James Jeans, piskopos Berkeley’in kura­ mını yeniden ele alıyor. Bu kurama göre, var olan yalnız idea’lardır ve dış dünyada gördüğümüz süreklüik tam ol­ masa da, Tanrının uzun zaman nesneleri de düşünmesin­ den geliyor, örneğin, nesneler hiçbir insan onlara bakma­ dığı zaman var olmaktan çıkmıyorlar. Çünkü, T ann on­ lara her zaman bakıyor, daha doğrusu, bu nesneler onun kafasında her zaman birer düşünce olarak yaşıyor. “Ev­ reni en iyi anlatmanın yolu, çok eski ve uyarsız da olsa, onu bir salt düşünce olarak göstermektir. Bu düşünce, daha anlaşılır bir sözcük bulamadığımız için, matematik­ çi düşünür dediğimiz bir varlığın düşüncesidir.” Biraz ile­ ride şunu öğreniyoruz ki, Tanımın düşüncesini yöneten yasalar uyanık yaşamımızın olaylarının yöneten yasalar­ dır ama düşlerimizi yöneten değil. 149

Coşkularına dokunmayan başka bir konuda Sir J tmes Jeans’m bu ispatlamasında arayacağı bilimsel kesin ligi aramadığını görüyoruz. Birçok ayrıntılar bir yana, soyut matematik ile uygulanan matematik alanlarını bir birine karıştırmakla temelden bir yanılgıya düşmüş olu­ yor. Soyut matematik İliç gözleme bağlı değildir, onun işi simgelerledir ve değişik simgelere dayandığı içindir ki deneye başvurulmaksızın incelenebilir. Fizik ise, tersi­ ne, ne kadar matematiksel olursa olsun, baştan başa göz­ leme ve deneye, yani, önünde sonunda, duyuların algısı­ na bağlıdır. Matematik her çeşit matematikle uğraşır ve uğraştığı dalların sadece birkaçı fizikçinin işine yarar. Ve fizikçinin matematiği kullanırken üeri sürdüğü, soyut matematiklerin ileri sürdüğünden apayrıdır. Fizikçi kul­ landığı matematik simgelerinin, sadece duygu izlenimle­ rinin yorumlanmasına, birbirine bağlanmasına ve önce­ den kestirilmesine yaradığını söyler. Yaptığı iş ne kadar soyut olursa olsun, deneyle üişiğini kesmez. Matematik formüllerinin evreni yöneten bazı yasaları anlatabüeceği ortaya konmuştur diye, Jeans bu yasaların işleyişini gör­ me hevesiyle dünyayı bir matematikçinin yarattığı sonu­ cuna varıyor. Bu görüşe kesinlik kazandırmaya çalışsay­ dı, kuşkusuz ki, ne kadar aldatıcı olduğunu görmekte ge­ cikmezdi. Hem zaten, her hangi bir usta matematikçi bir dünyayı, herhangi bir dünyayı genel yasalar çerçevesi içine sokabüir. Böyle olunca, yeni fiziğin matematik nite­ liği dünya i’e ilgüi bir olay değil, sadece fizikçinin usta­ lığını gösteren bir şeydir. Sonra şu da var: Eğer Tanrı onu savunan kahramanların sandıklan kadar an, bir ma­ tematikçi olsaydı, düşüncelerine kaba bir dış varlık ver­ mek isteğine kapümazdı. Bir takım eğriler çizmek ve geo metrik yapılar kurmak hevesi okul çağındaki çocukların işidir ve bir öğretmen bunlan kendine yakıştırmaz. Bu­ nunla birlikte, Sir J. Jeans bu hevese kapılmış görüyor 150

yaratıcısını. Onca, dünya düşüncelerden kumludur. I' düşünceler üç türlüdür: Tanrı düşünceleri, uyanık uısai: ların düşünceleri ve uyuyan, kötü düşler gören insanin rın düşünceleri. Bu son iki çeşit düşünce Evren’in yetki: ligine ne ekliyor, oranı pek anlaşılmıyor. Tanrı düşünce­ lerinin en iyüeri olacağı besbelli ama, öbür baş belaları­ nın neye yaradığı belli değil. Bir zamanlar çok bilgüı ve çok softa bir tannbüimci tanımıştım. Bana, uzun araştır­ malardan sonra her şeyi anladığını, yalnız Tanrmn niçin dünyayı yarattığını anlamadığını söylemişti. Bu çetin so­ m u üstünde Sir J. Jeans’m durması iyi olur. Belki bunu çözümler de din bilginlerinin gönlünü hoş eder.

3) Yaratıcı T ann — Bugünkü büimin karşılaştı en ciddi zorluklardan biri Evren’in bir dağılmaya doğru gitmesinden geliyor, örneğin, dünyada radyoaktif nesne­ ler var. Bunlar durmadan daha basit öğelere ayrılıyorlar ve bunlan yeniden birleştirmenin yolu bulunamıyor. Ama, dünyanın dağılma halinde olduğunu gösteren yalnız bu değü. Daha önemli ve daha çetrefil gerçekler de gösteri­ yor bunu. Her ne kadar basit öğelerin karmaşık öğeleri nasıl yarattığını bilmiyorsak da, böyle bir şeyin nasıl olaT bileceğini düşünebüiriz ve belld de bir yerde buna ben­ zer oluşmalar vardır. Ama, termodinamiğin ikinci yasası­ na gelince, daha büyük bir zorlukla karşılaşıyoruz. Kaba olarak termodinamiğin ortaya koyduğu ikinci yasa şüdur: Nesneler kendi hallerine bırakıldıkları za­ man düzensiz bir duruma düşerler ve kendiliklerinden ilk düzenlerini bulamazlar. Sanıldığına göre, çok eski bir za­ manda Evren tam bir düzen içindeydi, her şey yerli yeriııdeydi, sonradan gittikçe düzeni bozulmaya başladı, o kadar ki, Evren’i ilk dummuna götürmek için bir zor gör­ mesi gerekir. Termodinamiğin ikinci yasası, ilk biçimiyle daha as bir şey atıyordu ortaya, özellikle diyordu ki, yan 151

yana gelen iki nesnenin ışılan ay n ayrıdır; bunlardan da­ ha sıcak olanı bu buluşmada daha soğuk, daha soğuk olansa daha sıçalı olur ve sonunda iki nesnenin ısısı eşit­ leşir. Bu ağıdan yasa herkesin bildiği şu olayı ortaya ko­ yar; Elinizde kızıl kor haline gelmiş bir nesneyi tuttuğu­ nuz zaman, bu nesnenin kendisi bir yandan soğurken çev­ resindeki hava da ısınır. Ama, çok geçmeden görülür ki. bu yasanın daha genel bir anlamı vardır. Çok sıcak nes­ nelerin parçacıldan çok hızlı bir devinim içinde oldukla­ rı halde, soğuk nesnelerin j^arçacıkları daha ağır devinir­ ler. Çabuk devinimli birçok parçacık ağır devinimli par­ çacıklarla bir arada bulundular mı, zamanla çabuklar .ağırlara çarpa çarpa iki ta ra f ortalama bir hıza varır. Bu gerçek, enerjinin bütün biçimlerine uygulanır. Bir yer­ de çok büyük bir enerji, onun yanı başında küçük bir ener­ ji varsa, her zaman büyük enerji küçük enerjiye geçerek eşit duruma girerler. Bu oluşu bir demokrasi eğüimi ola­ rak belirtebiliriz. Bu oluş tersinmez olduğu (yani küçük enerji büyük enerjiye geçmediği için) geçmiş zamanlarda devlet gücünün dağılışında herhalde bugünkü kadar eşitlik yoktu (yani güç, azınlıktan çoğunluğa geçemiyordu). Bu­ gün madde dünyası bitimli sayıldığına ve bilinmemekle bir­ likte belli elektron ve proton sayısı ile kurulduğuna göre, enerjinin belli bir yerde başka bir yerden daha fazla birik­ miş kalması kuramsal bakımdan zamanla sınırlıdır. Dünya­ lım gelişmesini geriye doğru izleyecek olursak, sayısız yıllar sonra (ama herhalde 4004’den fazla) dünyanın da­ ha öncesi olamayacak bir durumuna varırdık, eğer te r­ modinamiğin ikinci yasası orada yürürlükte ise, Dünya­ lımı bu Uk halinde, enerji olabüdiğince eşitsizlikle dağıl­ mış olacaktı. Bu konuda Eddington şuıılan söylüyor : “Sonsuz bir geçmiş düşüncesinin zorunluğu mey­ dandadır. Kendimizi sonsuz bir hazırlama çağının miras­ çıları sayamayız. Kendinden öncesi olmayan bir zamanı 1 52

düşünmek de olanaksız. Zamanın başlangıcı dilemma’sı bizi daha da şaşırtırdı, eğer sonsuz zamanla bizim aramı­ za giren daha ezici bir başka zonınluk bu dilemma’yı gizlemeseydi. Evren’in derece düşümünü inceledik. Bu konu üzerinde düşündüklerimiz doğruysa, evrendeki bü­ yük değişme zamanın başlangıcı ile bizim zamanımız ara­ sında bir yerdedir. “Geçmişe doğru yükseldikçe, gitgide düzenli bir dünya buluyoruz. Daha yukarılara gitmemize hiçbir en­ gel çıkmazsa, öyle bir zamana varırız ki, orada dünya­ nın enerjisi rastlantıya hiç yer vermeyen kusursuz bir düzen içindedir. Bugünkü doğa yasaları sistemine göre daha yukarı çıkamıyoruz. Kusursuz düzen sözünün bir kaçamak olduğunu sanmıyorum. Bizi ilgilendiren düzen tıpa tıp belirlenebilir bir düzendir ve kusursuz olduğu bir nokta vardır. Gittikçe yükselen sonsuz düzenleme halleri olamaz. Kusursuzluk noktasının da gittikçe da­ ha yavaş yaklaşılan bir yer olduğunu sanmıyorum. Ku­ sursuz ya da tam düzen, kusurlu düzenden daha az fire verme yolunda değildir. “Hiç duraksamadan kabul edebiliriz ki, üç çeyrek yüzyıldan beri kurulan fizik şeması üe Evren’in öz temel­ lerinin kusursuz bir düzen içinde yaratılmış olduğu bir zaman bulabiliriz. Elverir lıi, daha önce var olan öz te­ mellerde bu düzen bulunup da sonradan kaybedilmiş ol­ masın. Ayrıca, bu düzende hiçbir şey rastlantıdan doğ­ muş olamazdı. Çünkü o, rastlantı ile doğamayacak bir şeydir. “Uzun zaman bu durum fazla kaba maddeciliğe karşı kullanıldı. Bu, biz insanların zamanından sonsuz uzaklık­ ta olmayan bir zamanla Yaradan.’m işe karışmasının bi­ limsel bir tanıtı sayılır. Bence bu fizik şemadan sonuçlar çıkarmakta acele etmemeliyiz.

"Bilginler ve tanrıbilimciler, bugünkü termodinamik araştırm aların hepsine ustaca gizlenen Tanrıcı kuram ço­ cuksu kabalığını görmelidirler. Bu kurama göre, T ann bir­ kaç milyar yıl önce Evren’e son biçimini vermiş ve son­ ra onu rastantıya bırakmıştı. Bilginin yapacağı burada, termodinamik gelişme üstüne bir varsayımda kalmak ve bir inanç bildirme yoluna gitmemektir. Bir büim adamı olarak ben, dünyanm bugünkü durumunun bir sıçrama­ dan doğduğuna inanmıyorum. Büim dışı bir açıdan da, sözü geçen varsayımın gerektirdiği süreksiz bir Tanrılık kavra­ mını da kabul edemem. Bu işin içinden nasıl çıkılır büınem" ■ Bu sözlerden anlaşüdığına göre, Eddington bir yara­ tıcının elinden çıkmış belli bir yaradılışı tutmuyor. Tut­ mamasının tek nedeni de, bu düşünceden hoşlanmaması­ dır. Kabul etmediği sonucu destekleyen bilimsel tanıt “cüzi irade”yi destekleyen tanıttan çok daha sağlamdır. Çünkü, biri büimsizliğe, öbürüyse (bizim burada inceledi­ ğimiz) bilgiye dayanıyor. Bu da gösteriyor ki, bilginlerin bilimlerinden çıkardıkları Tannbilim sonuçlan sadece hoşlanna gittiği için kabul ettikleri sonuçlardır. Ne ka­ dar akü yoluna başvurursa vursunlar, bu sonuçların din­ sel inançlara aykırılığını bir türlü benimsemiyorlar. Bana kalırsa şunu kabul etmeliyiz. İd, Evren’in bizden sonsuz bir uzaklıkta olmayan bir zamanda bir başlangıcı olduğu düşüncesi, son zamanlarda bilginlerin bize kabul ettirmek istediği Tannbilim sonuçlarından çok daha savunulmaya elverişli görünüyor. Bilimsel kanıtın ispatlayıcı bir kesin­ liği yoktur. Termodinamiğin ikinci yasası her yerde, her zaman geçmiyebilir. Ya da Evren’in uzayda sonlu oldu­ ğunu düşünmekte aldanıyoruz. Ama, bu çeşit kanıtlarda 11 1

154

KddLng'lon 83 vd.

The N ature

of tlıe

l ’lıyaical World, 1928,

s.

her zaman olduğu gibi bu kanıt da iyidir ve bence yeni bir duruma kadar dünyanın, bilinmemekle birlikte, belli bir zamanda bir başlangıcı olduğunu kabul edebiliriz. Bundan, dünyanın bir yaratıcısı olduğu sonucuna varabilir miyiz? Büimin sağlam kurallarına bağlı kalmak istiyorsak, elbette hayır diyeceğiz:. Dünyanın bir başlan­ gıcı olmadığı düşüncesine hiçbir m antık karşı koyamaz, bunu garip bulabiliriz sadece. Ama, garip görünen bir şe­ yin gerçekleşmeyeceğini gösteren hiçbir doğa yasası da yoktur. Bir yaratıcı öne sürmek, bir neden öne sürmektir. Nedensel sonuçlamalarsa, bilimde ancak nedensel yasala­ rın gözlemine dayandığı zaman kabul edilebilir. Oysa, hiç­ ten başlayan bir yaradılış şimdiye dek görülmüş bir şey değildir. Böylece, dünyanın nedeni bir yaratıcıdır demek, dünyanın nedeni yoktur demekten daha akla uygun de­ ğildir. Ayrıca, dünyayı bir yaratıcının kurduğu varsayımı, bence hiçbir fayda sağlamıyor. Bir yaratıcı olsun olma­ sın, dünya neyse odur. Size kötü şarap satmaya kalkarlar­ sa, bu şarap üzümden çıkarılacak yerde laboratuvarlarda lıazarlandı diye onu daha iyi bulmazsınız. Onun gibi, “lıiç de hoş olmayan bu Evren’in” belli bir amaçla bir laboratuvardan çıkmış olmasında ne kazancımız olacağını göremiyorum. Bazı kimseler (ki Eddiııgton onlar arasında değildir) şununla avunuyorlar ki, dünyayı Tanrı yaratm ış olursa, bozulduğu zaman onu düzeltebilir. Bense, hoşa gitmeyen bir oluşun durmadan yinelenmekle ne diye daha hoş ola­ bileceğini kavnyamıyorum. Belki de dinsel duygum eksik cîe ondan Bugünlerde eski biçim maddecükiten ve onu yeni fizi­ ğin çürüttüğünden çok söz ediliyor. Aslında, fiziğüı değişen yanı teknik yanıdır. Filozoflar ne derse desin, eskiden fi­ zik. teknik bakımından maddenin küçük sert parçalardan 155

oluştuğu düşüncesine dayanıyordu. Bugün öyle değü ar­ tık. Ama Demokritos’dan sonra, bu küçük s e rt parçalara inanmış füozoflar pek azdır. Berkeley ve Hume buna hiç inanmıyorlardı her halde. Leibniz, Kant ve Hegel de öy­ le. Kendisi de fizikçi olan Mach, çok başka bir öğreti üeri sürüyordu. Az çok felsefeye bulanmış bilginliği üe bu küçük sert parçaların teknik bir uydurma olduğunu ka­ bul etmeye hazırdı. Böyle f ulaşılınca, maddecilik ölmüş­ tür. Ama daha önemli bir başka açıdan maddecüik her zamankinden daha iyidir, önemli sorun, maddenin küçük parçacıklai’ ya da başka bir şeyden kurulu olup olmadı­ ğım bümek değil, doğadaki gelişmenin fizik yasalarına bağlı olup olmadığım bilmektir. Biyolojik, fizyolojik ve psikolojik ilerlemeleri her zamankinden daha büyük bir olağanlıkla gösterdi ki, doğa olayları fizik yasalarının buyruğu adadır. îşte, gerçekten önemli olan da budur. Bumı anlatmak için, yaşam bilimleri ile uğraşanların düşün­ celerinden bazıları üzerinde duracağız

4) Evrimci Tanrıbilim — Evrim önceleri dine dü man sayıldı. Köktenciler (Fondamentalist) hâlâ öyle sa­ yıyorlar. Ama, yeni türeyen bütün bir dinciler okulu d a , evrimde çağlar boyunca ağır ağır gerçekleşen bir Tann planı görüyor. Kimi, bu planın Tanrının düşüncesinde ol­ duğu, İtimi dc canlı yaratıkların belirsiz isteklerinde sak­ lı olduğunu ileri sürüyor. Kimine göre, bizler Tanrının isteklerim gerçekleşti­ riyoruz, İdmine göre de, sandığımızdan daha iyi olan ken­ di isteklerimizi. Tartışılan birçok sorun gibi evrim soru­ nu da bir hayli ıvır zıvırla doldu. Eskiden Huxley ve Gladston Nineteontlı Ccntury dergisinde hıristiyen dini­ nin doğruluğu üstüne tartışılırken her şey Gadarin do156

mi’zunun bir Yahudiye mi yoksa bir gentil’e 1 mi ait oldu­ ğu konusu etrafına dönüyordu. Çünkü, ancak ikinci hal­ de bu hayvanların öldürülmesi, özel bir mala ahlaksızca saldırış oluyordu. Yine bunun gibi evrimin erekliliği (fi­ nality) sorunu da amoplıila'nın yaşayışı, tersine çevrilen deniz kestanelerinin davranışı, axolatl’ın karada ve de­ nizdeki alışkanlıkları gibi ayrıntılara döküldü. Oysa, bu sorunları, ne kadar önemli de olsalar, uzmanlara bırak­ mak gerekir. Fizikten biyolojiye geçerken sanki cosmic’dcn kilise dünyasına geçiyoruz. Firikte ve astronomide, genel ola­ rak evrenle karşılaşırız, sadece evrenin birim bulunduğu­ muz köşesiyle ya da bizim gördüğümüz yanıyla değil, ılozmik bakımdan yaşam, az önemli bir olaydır. Çok az yıldızın peykleri vardır ve yaşama elverişli koşullar gös­ teren peykler de çok azdır. Dünyamızda bile yaşam, mad­ denin çok küçük bir parçasına, yüze en yakm yerine öz­ güdür. Varlığın en uzun geçmişinde dünya yuvarlağı ya­ şamla uzlaşamayacak kadar sıcaktır. Varlığının en uzun geleceğinde de yaşamla yaşamın uzlaşamayacak kadar soğuk olacaktır. Şu anda yaşamın yalnız birim dünyamız­ da olup başka hiçbir yerde olmaması hiç de olanaksız de­ ğildir. Ama çok cömert davranıp da uzaya serpili yüz binlerce başka yıldızlarda yaşam olduğunu kabul etsek bile, bütün yaradılışın amacı yaşamdır diyemeyiz. Çünkü, yzşıyan madde, koca evrenin öıiemsiz bir ürünüdür niha­ yet. Birçok yaşlı bay, sonu iyiye bağlanmalı koşuluyla bir talum sıkıcı öyküler dinlemekten hoşlanırlar. Bütüıı bu öykülerin hepsinden uzun ve vardığı sonuç hepsinde da­ ha kısa olan bir öykü düşünün. Böyle biyolojistlerin gö­ rünüşüne göre, Tanrının yaratıcı çalışmaları üzerine çok az bir fikir edinebiliriz. Üstelik de öykünün sonucu bu kailj

Yahudllere süre yabancılar, H ırlsU yanlara güre payenler.

157

dar uzun bir önsöz yanında gök küçük kalır. Tükiıün kuy­ ruğu üe, ardıç kuşunun ötüşü üe, yabani tekenin boynuz­ lan üe uğraşılmasına bir şey demem. Ama, tannbilimcilsrin böbürlene böbürlene uğraştıkları bunlar değildir. Onları ilgüendiren insanın ruhudur. Ne yazık ki, iıısan so­ yunun değerleri üstüne söz söyleyecek yansız bir yargıç yoktur. Bana sorarsanız insanın zehirli gazlarını, mikrop savaşı araştırmalarını, bütün işkencelerini, .baskılanın, türlü kötülüklerini düşününce, yaradılışın baş tacı sayı­ lan bu soyu pek o kadar parlak görmüyorum. Ama geçe­ lim buıın. Evrimin oluşmasında kendinden ya da aşkın bir ereklilik (finality) varsayımı gerektiren bir şey var mı? Asıl sonııı budur. Biyolojist olmayan biri için bıı konuda duraksamadan konuşmak zordur. Bununla birlikte, erekli­ likten yana ileri sürülen tanıtlar hiç de inandıncı gelme­ di bana. Canlıların ve bitkilerin davranışı, şu ya da bu özellikleri dolayısıyla, şu ya da bu sonuçlara varınca, bi­ yolojist bunları davranışın bir amacı diye yorumluyor. Hiç değiise bitküerde, biyolojist, genel olarak, bu erekli­ liğin organizmaca büinçli olarak duyulmadığını kabri c yor. Sonucu Tanrının baştan zorla koyduğunu ispatlamak iikiycrsa, işine gelir bu. Ama benim anlamadığım şu Neden akıllı bir Yaradan organik dünyada olan biten her şeyi önceden kurar da, amaçlarını bize zorla kabul ettir­ meye kalkar, bu am açlan kendinden bilmeye zorlar bizi? Bir de şu var: Büimsel araştırmanın gelişmesi, yaşayan maddenin fizik ve kimya yasalarından başka bir şeyle yö­ netildiğini gösteren hiçbir tanır getirmiş değildir. Örne­ ğin, sindirim oluşmasını ele aldım : Bu oluşmanın ilk adı­ mı dışarıdan yiyeceğin alınmasıdır. Bu abş birçok hayvan üstünde ve özellikle tavuklarda incelenmiştir. Yeni doğan civcivlerde, yutabilecekleri tane büyüklüğünde ve biçimin­ deki her şeyi gagalamaya iten bir tepke (reflexe) var153

ılır. Birçok denemeden sonra, bu koşulsuz tepke koşu İhı bir tepke oluyor. Tıpkı Pavlov’un incelemesinde ı gibi. Aym davranışı çocuklarda da görüyoruz. On! :r ûj. yalnız annelerinin memelerini değü, fizik bakımı-ıd-rı, emilebüccek her nesneyi emerler, omuzlarından, k ı l a ­ rından, ellerinden yiyecek çıkarmaya çalışırlar, aylarca süren denemelerden sonradır ki, yiyecek alma çabalarını memelerde sınırlarlar. Emmek çocuklarda, başlangıçta, koşulsuz bir tepkedir, hiç de bir akıl işi değüdir. Emme­ nin başarılı olması ananın aklına bağlıdır. Emme ve y u t­ ma, deneme yoluyla koşullu olan koşulsuz tepkelerdir. Sindirim sırasında yiyeceğin geçirdiği kimyasal değişme­ ler bütün aşam alar içinde titizce incelenmiş ve hiçbir yer­ de bir yaşam ilkesinin işe karıştığı varsayımını haklı çı­ karacak tek şey görülmemiştir. Bir de üremeyi ele alalım. Canlılar dünyasında ev­ rensel olmamakla birlikte, en Uginç canlı özellikle; lr.de ı biridir. Bu oluşmanın da bugün gizemli diyebileceğiniz hiçbir yanı yoktur. Bütün inceliklerini büdiğimizi söyle­ mek istemiyorum. Ama, mekaniksel ilkelerin açıkladı ;i olaylar o kadar boldur ki, bunlâra dayanarak üreme işi­ nin tam bir açıklamasına varabüeceğimiz umulabilir. Otuz yıl önce, J. Loeb bir yumurtadan, ispermatozoitleri işe karıştırmadan civciv çıkartma yolunu buldu. Kendi denemelerinin ve başka araştırıcıların vardıkları sonuçla­ rı şöylece özetliyor: “Kesin olarak söyleyebüiriz ki, be 71 fizik - kimyasal etkenler spermatozoitlçrin gördüğü i.ş: i tıpkısını görebilmektedir.” 1 Üremeye sıkı sıkıya bağlı olan soyaçekim sorunuV.u da ele alalım. Bu konu üstündeki büimsel bilgüerimizin durumunu Prof. Hogben, ( ‘anlı Maddenin Yapısı adlı ki­ tabında ve özellikle akrabalığın atomcu kavramı bolü
View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF