Atlantis Platon

October 25, 2017 | Author: bicycletour | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Atlantis Platon...

Description

Atlantis Platon’un iki diyaloğuna konu olmuştur. Bunlar, Platon M.Ö. 427-347 yılları arasında yaşamış olan ve düşünce tarihinin tanıdığı ilk ve en büyük sistemin kurucusu olan ünlü Yunan filozofu. 20 yaşında Sokrates'le karşılaşınca felsefeye yönelmiş ve hocasının ölümüne kadar (M.Ö. 399) sekiz yıl boyunca öğrencisi olmuştur; hocası ölünce, diğer öğrencilerle birlikte Megara'ya gitmiş ama burada uzun süre kalmayarak önce Mısır'a, oradan da ythagorasçıların etkili oldukları Sicilya ve Güney İtalya'ya geçmiştir. ...Tümünü okumak için linke tıklayınız. Timaios ve Kritias adlı dialoglardır. Platon Atlantis’in öyküsünü anlatmaya Timaios adlı dialoğunda başlamış Kritias’da yeniden ele alarak devam etmiştir. Ancak, Kritias yarım kalmıştır. Timaios Platon’un en ilginç eserlerinden biridir. Platon bu eserinde evrenin doğuş temasını işlemiş ve çağına göre oldukça radikal bir anlayış ile sergilemiştir. Platon’un bu dialogda bir "Evren’in Yaratıcısı" kavramı kullanması da değişik yorumlara neden olmuştur. Bazı yazarlar bunu bölümlerin daha sonra eklendiğini söylemiş bazıları da Platon’a tanrısal ilhamın geldiğini söylemişlerdir. Ancak çoğunluğun kabul ettiği bu eserin Platon’un özgün eseri olduğu yolundadır. Gerçekten de dikkatle incelendiğinde Platon’un diğer eserlerinden büyük farklılık göstermez. Timaios, daha çok son yıllarına yaklaşan bir yazarın, döneminin ezoterik bilgisini daha yoğun bir şekilde verdiği bir eserdir. Timaios’un bir başka özelliği de, bu dialogda Sokrates’in sadece dinleyici olması ve lafa fazla karışmamasıdır. Bu eserde Evren ile ilgili bilgileri içlerinde "en iyi astronomi bilen ve dünyanın özüne varmak için en çok uğraşmış" olan Timaios ve Atlantis ile ilgili bilgileri de Kritias vermektedir. Kritias da tarihsel bir kişilik olmakla birlikte bu eserde adı geçen Kritias’ın kim olduğu tam olarak bilinememektedir. Burada Kritias Solon’un dedesinin dostu olduğunu söylemekte, aynı öyküyü dedesinden de duyduğunu belirtmektedir. Buada Platon’un ustalıkla öykünün çok eski çağlardan beri anlatıldığını ima ettiğini düşünebiliriz. Timaios’da Atlantis ile ilgili bölümler şu şekilde geçer : "Solon’un anlattığına göre Mısır’da Delta’da, Nil’in ikiye ayırdığı çıkıntıya doğru Saitikos denilen bir ülke vardı ; bu ülkenin en büyük şehri de, kral Amasis’in memleketi olan Sais’tir. Bura halkına göre şehirlerini kuran bir tanrıçadır ; ona kendi dillerinde Neith adını vermişler, fakat bu tanrıçanın Hellencede adı Athena’dır. Bu adamlar Atinalıları pek severler ve onlarla uzaktan akrabalıkları olduğunu söylerler. Solon onların memleketine varınca pek parlak karşılandığını, bir gün eski zamanlara dair, en bilgin rahiplere bir şey sorduğu zaman, ne kendisinin ne de ne de başka bir Hellen’in hemen hemen hiç bir şey

bilmediğini gördüğünü anlattı. Bir seferinde de onları eski şeylerden söz açmaya sürüklerken, bizde bilinen en eski şeyleri anlatmaya koyulmuş. Onlara ilk insan olarak anılan Phoroneus’dan, Niobe’den, tufandan, kendilerini kurtaran Deukalion ve Pyrrha’dan, onların doğuşu hakkında dönen mythos’lardan ve torunlarının neslinden bahsetmiş. Olayların geçtiği tarihleri tahmin ederek de tarihleri hesaplamaya çalışmış O zaman pek ihtiyar olan rahiplerden biri ona "Ah Solon, Solon, demiş, siz Hellenler her zaman çocuksunuz, sizin memleketinizde hiç ihtiyar yok.» Bunun üzerine Solon «Bununla ne demek istiyorsun ?» diye sormuş. Rahip -Sizin hepinizin ruhları çok genç diye cevap vermiş, çünkü kafanızda ne bir eski geleneğe dayanan, öteden beri edinilmiş fikir ne de zamanla ağarmış bir bilginiz var. Bunun sebebi şudur. İnsanlar birçok şekillerde yok edilmişler daha da edileceklerdir. En büyük felâketler ateşle sudan gelmişti, ama bin türlü başka sebeplerle meydana gelen daha küçük felâketler de vardır. Sizin memleketinizde de bir gün babasının koşu arabasını koşturup yine aynı yoldan süremeyince yeryüzündeki her şeyi yakan, kendisi de yıldırımlarla vurulup ölen Helios’un oğlu Phæton’un hikâyesi gerçekten bir masal gibi anlatılır, ama hakikat şudur ki, gökte dünyanın etrafında dönen gök cisimleri bazan yollarından şaşarlar, uzun aralıklarla meydana gelen bir tutuşma yeryüzündeki herşeyi mahveder. O zaman dağlarda, yüksek kuru yerlerde oturanlar, şehirlerde, deniz kenarında oturanlardan daha çok mahvolurlar. Fakat, Nil, her zamanki kurtarıcımız olan Nil, taşarak bizi bu felaketten de kurtarıyor. Bunun aksine Tanrılar, bir tufanla dünyayı yıkadıkları zaman yalnız dağdaki sığırtmaçlarla çobanlar kurtuluyor, ama sizin şehirlerin ahalisini nehirler alıp denize sürüklüyor. Halbuki bizde sular hiç bir zaman ovalara yükseklerden gelmiyor, her zaman tabiî bir şekilde toprağın altından çıkıyor. İşte burada en eski adetlerin bundan dolayı korunmuş olduğu söyleniyor. Fakat gerçek şudur ki : kendilerini kaçıracak kadar şiddetli bir soğuğu da yakıcı bir sıcağı da almayan bir yerde, her zaman az ya da çok insan vardır. Hem sizde olsun, bizde olsun,, yahut da adını duyduğumuz başka bir ilde olsun, güzel, büyük, yahut da başka bir bakımdan ilgiye değer bir şey meydana gelmişse bütün bunlar, en eski çağlardan beri burada tapınaklarda duruyor, böylece de korunmuş oluyor. Sizde ve başka uluslarda tam tersi, daha yazmayı ve devletlere lazım olan her şeyi öğrenir öğrenmez, gök yüzünün suları belirli bir zamandan sonra, bir hastalık gibi sağanak halinde üzerinize yağıyor, içinizden okuyup yazması olmayanlarla cahillerden başkasının kurtulmasına meydan bırakmıyor ; o kadar ki toy çocuklar gibi kendinizi yeniden, hareket ettiğiniz yolun başında buluyor, eski zamanlarda, burada, kendi memleketinizde olup bitenlerden hiç bir şey bilmiyorsunuz ; çünkü Solon, yurttaşlarının biraz önce saydığın soyu sopu, sütnine masallarından pek farklı değildir. Her şeyden önce daha eskiden bir çok tufanlar olduğu halde siz, bir tek kara tufanını hatırlıyorsunuz ; sonra insanlar arasında görülen en güzel ve en iyi soyun sizin memleketinizde doğduğunu ve kendinizin, senin de bugünkü devletinizin de, felaketten kurtulabilmiş bir tohum sayesinde o soydan geldiğinizi bilmiyorsunuz. Bİlmiyorsunuz, çünkü felaketten kurtulabilenler, bir çok nesiller boyunca, hiç bir yazı bırakamadan ölüp gittiler. Evet, Solon, bir zamanlar suların sebep olduğu en büyük felaketlerden önce, bugün Atina adı verilen devlet, savaştan yana en yiğit, her bakımdan ölçülemeyecek kadar da medeni bir devletti : Göğün altında sözünü işittiğimiz en güzel

şeyleri başaran, en güzel siyasa kurallarını icat eden odur, diyorlar." Solon’un anlattığına göre, bunları duyunca şaşkalmış, rahiplerden eski yurttaşlarına dair ne biliyorsa hepsini dosdoğru, hemen kendisine anlatmasını rica etmiş. Bunun üzerine ihtiyar rahip cevap vermiş : "İsteğini yerine getirmememe hiç bir sebep yok, Solon, bunu senin hatırın için olduğu kadar yurdunun hatırı, hele sizinki kadar bizim ilimizi de koruyan, onları büyütüp yetiştirmiş olan tanrıçanın hatırı için de yapacağım. O tanrıça ki, sizin ili bizimkinden bin yıl önce, toprak ile Hephaistos’tan aldığı bir tohumla vücuda getirmişti, kutsal kitaplara göre, bizim ilin kuruluşundan beri sekiz bin yıl geçmiştir. Demek oluyor ki sana dokuz bin yıl önceki yurttaşlarının kurumlarını, onların en şanlı başarılarını kısaca anlatacağım. Başka zaman vaktimiz olunca bunların hepsini yeni baştan sıra ile teker teker ele alırız. … Biz burada ilinizin hayranlık uyandıran büyük başarılarından bir çoğunu yazılı olarak saklıyoruz. Ama bunların içinde bir öylesi var ki büyüklük, kahramanlık bakımından hepsini geride bırakıyor. Gerçekten eski yazılar, vaktiyle ilinizin, büyük Atlas denizinin ötelerinden gelip Avrupa ile Asya’ya küstahça saldıran koskoca bir devleti yok ettiğini söylüyor. O zamanlar bu koca denizden geçilebiliyordu ; çünkü sizin Herakles Sütunları dediğiniz o boğazın önünde bir ada vardı. Bu ada Libya ile Asya’nın ikisinden daha büyüktü. O zamanlar oradan başka adalara, oradan da karşılarında uzanan ve gerçekten adını hak eden denizin kenarındaki bütün kıtaya ulaşılabiliyordu. Çünkü sözünü ettiğimiz boğazın iç tarafı, girişi dar bir limana benzer, dış tarafı ise gerçekten büyük bir denizdir. Etrafını çeviren kara parçası da gerçekten kıta denebilecek bir topraktır. İşte bu Atlantis adasında, hükümdarlar, hakimiyetini bütün adaya, öteki adalara, hatta kıtanın bazı parçalarına kadar uzatan büyük, hayranlığa değer bir devlet kurmuşlardı. Bunlardan başka boğazın iç tarafında, bizim tarafta, Mısır’a kadar Libya’nın, Tyrhenia ya kadar da Avrupa’nın hakimi idiler. Bir gün bu devlet bütün kuvvetlerini bir araya toplayarak sizin yurdunuzu, bizimkini, boğazın iç tarafındaki bütün ulusları boyunduruğu altına sokmak istedi. İşte o zaman, Solon, iliniz bütün değerlerini, bütün kuvvetini dünyanın gözü önüne serdi. Cesaretten, savaş bilgilerinden yana öteki illerin hepsinden üztün olduğu için Hellenlerin başına geçti ; ama ötekiler kendini bırakıp çekilince bir başına kalan, böylece en tehlikeli duruma düşen iliniz istilacıları yendi, bir zafer anıtı dikti, şimdiye kadar hiç kölelik etmetyenleri kölelikten kurtardı ve bizim gibi, Herakles sütunlarının iç tarafında oturanları iyi yüreklilik ile serbestliğine kavuşturdu. Ama bundan sonra korkunç yer sarsıntıları, tufanlar oldu. Bir gün, bir uğursuz gecenin içinde, ne kadar savaşçınız varsa hepsi birden bir vuruşta toprağa gömüldüler. Atlantis adası da, aynı şekilde, denize gömülerek yok oldu. İşte bunun içindir ki, ada çökerken meydana getirdiği sığ bataklıklar yüzünden o deniz bu gün bile, geçilmez, dolaşılmaz bir haldedir." Atlantis ile ilgili anlatılanlar Timaios adlı eserde burada son bulmaktadır. Platon, Critias da ise daha ayrıntılı bilgi vermektedir :

Bu iki eserde geçen Atlantis öyküsünü dikkatlice incelersek burada anlatılanların sadece basit bir kurgu olmadığını anlarız. Gerçi Platon yine Devlet adlı kitabında anlattığı devlet düzenine dayanmaktadır fakat bilerek, başka bir devlet kurgulayacağına, özellikle Mısır’daki erginlenme merkezlerinde anısı yaşayan Atlantis’i örnek göstermektedir. Atlantis’le dolaysız olarak ilgili bir Mısır kaynağı elimizde olmadığı için Atlantis’in orjinal adını bilemiyoruz. Ancak Platon’da geçen Atlantis sözcüğünü etimolojik olarak inceleyebiliriz. Yunanca’da Atlantis ("Atlant…j,-…doj ) Atlas ile ilgili bir kökten gelmektedir. Atlas bilindiği gibi, Yunan mitolojisinde Titan Iapetos’un oğlu olarak geçer ve Hesiodos’a göre Atlas göğü ayakta tutar: "Dünyanın bittiği bir yerlerde güzel sesli akşam perilerinin karşısında dimdik durup ayakta tutuyor göğü başı ve yorulmaz kolları üstünde. Akıllı Zeus’un ona ayırdığı kader bu." Atlas Homeros’a göre de yeri göğü birbirinden ayıran direkleri taşır : "Bu Atlas görür denizin bütün uçurumlarını, ve koca direkleri omuzlarında taşır, yeri göğü birbirinden ayıran direkleri." ( Odysseia I, 53-55 ) Atlas’ın çocukları da incelememiz açısından önemli bir yer tutmaktadır. Efsaneye göre Pleione’den olma Pleiades ve Hyades, Hesperis’ten olma Hesperid’ler Atlas’ın kızları, Hyas ve Hesperos da oğulları olarak mitolojik kaynaklarda yer almaktadır. Bunlar içinden Hesperid’ler mitolojide ilginç bir yer tutmaktadırlar. Azra Erhat "Mitoloji Sözlüğü"nde Hesperid’leri ayrıntılı olarak anlatır : "Hesperos ya da Batı Kızları diye anılan Hesperid’ler Hesiodos’a göre Okyanus Irmağının ötesinde, geceyle gündüzün sınırlarında oturan ince sesli perilerdir. … Hesperid’ler dünyanın batı ucunda, Mutlular Adalarının dolaylarında otururlarmış, ama zamanla coğrafya bilgileri artınca, Hesperid’lerin yurdu Atlas dağlarının eteğinde bir yer sayıldı.

Hesperid’lerin başlıca görevi, altın elmaların bittiği bahçeye bekçilik etmekmiş. Bir zamanlar Gaia tanrıçanın Hera’ya düğün hediyesi olarak verdiği bu elmaları dünyanın batı ucundaki bir bahçeye dikmişler ve başlarına bekçi olarak Hesperid’lerden başka bir ejder koymuşlardı. Batı Kızları bu cennet bahçesinde ezgi söylemekte ve tatlı balı akan pınarların başında hora tepmekle vakit geçirirlermiş Altın elmalar ölümsüzlük bağışlayan bir yemiştir. Herakles onları koparmakla ölümsüzle hak kazanmış olur. Altın elma motifi Üç Güzeller ve Paris efsanesinde de geçer." DİĞER ANTİK KAYNAKLARDA ATLANTİS EFSANESİ Odysseia MÖ 8 ila 6ncı yüzyıllar arasından kaynaklanan ve Homeros’a atfedilen Odysseia, mitolojik kahraman Odysseus’un, Troya savaşından sonra evine dönmek için yaptığı yolculukları anlatmaktadır. Odysseia, her ne kadar içrek anlamı ağır basan bir destan olsa da o dönemde anlatılan, yaygın olan efsanelerden izler taşımaktadır. O dönemde bilinen ve yok olan bir kara parçasından söz eden bir efsanenin izlerine Odysseia’da rastlıyoruz. Tanrılar Odysseus’un tutsak bulunduğu Kalypso’nun adasından ayrılıp yurduna dönmesine karar verince, Odysseus kendine bir sal yapar ve denize açılır. Ancak denizde bir fırtınaya yakalanan Odysseus Phaiak’ların ülkesine kadar sürüklenir. Odysseia’da geçtiği kadarı ile burada bambaşka bir mitos ile karşı karşıya olduğumuzu anlarız. "Eskiden Phaiak’lar engin Hypereia’da otururdu, güçte üstün zorba Tepegözlere yakın, Tepegözler onların topraklarını boyuna yağma ederdiler. Tanrı yüzlü Nausisthoos onları kaldırdı, götürdü yerleştirdi Skherie’ye, alın teriyle yaşayan insanlardan uzağa. Dört yandan surla çevirmişti kenti, evler kurmuş, tapınaklar yapmıştı tanrılara, tekmil topraklar dağıtmıştı, Ama çoktan boylamıştı Hades ülkesini,

düşünceleri tanrılardan gelen Alkinoos kraldı şimdi." ( VI, 4-12 ) Bu bölümde ilginç bir mitos ile karşı karşıya kalmaktayız. Phaiak’ların kökeni anlatılırken Hypereia adlı bir ülkeyle de karşılaşıyoruz. Bu isim Hyper (Upšr-), üzerinde sözcüğünden gelmekte olup, bizim kanaatimizce üzerinde olan - belki de deniz üzerinde - anlamına gelmektedir. Burada Tepegözler, yani Kyklop’lar ( KÚklwpej ) da yer almaktadırlar. Kyklop’lar, mitolojik varlıklarının yanı sıra Dev anlamında da kullanılmaktadırlar ve bu pasajdaki devler daha önce gördüğümüz Nefilim ile benzerlik göstermektedirler. Kısaca Phaiak’ların bir ülkede devlerle birlikte yaşadığını öğrenmekteyiz. Ancak devlerin zorbalığından kaçan Phaiak’lar başka bir yere belki de bir adaya yerleşmişlerdir. Bu da daha bir çok efsane ile benzerlik göstermektedir. Odysseus’un Alkinoos’un sarayına gitmesi ve sarayı betimlemesi ile Platon arasındaki benzerlikler de gözden kaçırılmamalıdır : "Bu ara Odysseus’da gitti Alkinoos’un şanlı konağına, giremedi içeri, gözleri kamaşıverdi, durakaldı tunç eşiğin önünde, ulu canlı Alkinoos’un yüksek çatılı sarayı ışıldıyordu güneş gibi,ay gibi ! Tunç duvarlar uzanıyordu iki yanda girişten ta içerilere dek, kuşaklar vardı bu duvarlarda, mavi mineden altın kapılar açılıyordu sağlam evin içerisine doğru, eşikleri tunçtan, söveleri gümüştendi, iki yanları ve kapı tokmakları altından Yerde iki köpek vardı, biri altındı, biri gümüş, bütün ustalığını göstermişti Hephaistos bunlarda, korusunlar diye ulu canlı Alkinoos’un konağını, ölümsüzdüler ve eskimek bilmeyeceklerdi.

… Heykeller dikilmişti güzel ayaklılar üstüne, yanan çırağılar tutuyordu ellerinde altından delikanlılar, konaktaki şölenleri aydınlatmak için geceleri. … Bir büyük bahçe vardı avlu dışında, kapılara yakın, dört dönümlük, çitlerle çevrili çepeçevre ; Ağaçlar dal budak salmıştı burda kocaman kocaman, armut ve nar ağaçları, pırıl pırıl yemişli elma ağaçları, bal gibi incirler, yemyeşil fışkıran zeytinler, ne yok olur, ne eksilir yemişleri bu ağaçların, yaz, kış ara vermeden bütün yıl yeşerirler, Zephiros estikçe biri biter, biri düşer, taze armut biter kuruyan armut yerine, elma üstüne elma biter, salkım üstüne salkım, incir üstüne incir biter. Bir bağ var ötede,salkım salkım üzümlü, arada bir güneşlik çardaklar kurulu, işte kızarmış salkımlar, koparıp ezilmeye hazır, ama koruklar var yanıbaşında, çiçek dökmedeler yeni yeni, alttan da başka salkımlar kızarır . En dipte öbür ucunda bağın,

asma kütüklerinini yanında, düzenli bostanlarda, fışkırırı yol boyunca çeşit çeşit bitkiler. Bağın içinde iki çeşme akar, biri dolaşır bütün bahçeyi, biri gider avlu eşiğinden yüksek konağa doğru, hep bu çeşmeden su alır yurttaşlar. İşte parlak armağanlar bunlardı, tanrıların Alkinoos’a verdiği." (VII 83-133) Her türlü meyvenin, her zamanda yetiştiği bir tür "Cennet Bahçesi" tanımlaması bir çok mitte ortaktır. Özellikle Platon’un da Atlantis’i bu şekilde betimlemesi ve Odysseia’da aynı motiflerin bulunması dikkat çekicidir. Bir başka ortak nokta da iki su kaynağının bulunmasıdır. Ayrıca burada dikkat çeken bir husus da sarayda madenin bol kullanılması ve otomatik robotumsu eşyaların varolmasıdır. Odysseia’da Phaiak’lar denizcilikte çok kuvvetli bir halk olarak geçerler ve dolayısıyla Poseidon önemli tanrılardan biridir. Odysseia’da bir çok yerde Phaiak’ların denizcilikte üstünlükleri anlatılır. BUZLARIN ALTINDAKİ KAYIP UYGARLIK

Antartika, 1820 yılında keşfedilmiş olup bugün hala her yeri araştırılmış değildir.FlemAth çifti ve diğer bir çok araştırmacı, her geçen gün şu teorinin daha çok gerçeklik payı

olduğunu savunuyor: Antartika’nın buzlarının altında kayıp bir uygarlığın kanıtları olabilir.

Harika bir ülkeydi.Denizcilikle meşgul gelişmiş tekniğe sahip bir uygarlığa aitti.Ayrıca harika bir mimarlık ve göz alıcı bir başkent. İnsanlar materyalist ve aldatıcı olduktan sonra, yıldızlar yerlerinden oynamaya başladı, güneş diğer taraftan doğdu. Depremler yeri yardı, yanardağlar lav püskürttü. Herşey üzerinde bulunduğu toprakla birlikte denize gömüldü ve sonsuza dek haritadan silindi. 20 YIL SÜREN ARAŞTIRMA Bu, eski yunan filozofu Plato’ nun M.Ö. 400’de bahsettiği Atlantis efsanesinin kısa bir özetiydi.Şimdi, 2000 yıl sonra Plato’ nun bahsettiği bu kayıp ülke, Kanadalı çift Rand ve Rose Flem-Ath’ ın topladığı delillerden sonra gerçekten var olmuş olabilir.Çiftin araştırması 20 yıl sürdü ve Kanada’ dan Londra’ ya British Museum’ a geldiler. Çift burada, uğraşılarının sonuçlarını almaya başladı.Modern bilimin buluşları ve eski yazıtlar ve bilgiler, haritalar ve mitler sayesinde, sonsunda radikal teorilerini destekleyen delillere ulaştılar.Sonuçta şu ortaya çıkıyordu: M.Ö. 10.000’ den beri kayıp uygarlık Atlantis, buzların altında Antartika’ da gömülü duruyordu. Plato’ ya göre Atlantis M.Ö. 9600 yıllarında (modern toluluklardan 1000 yıl önce) büyük bir doğa felaketinden sonra yerle bir olmuştu.Flem-Ath çifti, doğa felaketleriyle Atlantis’ in yok oluşunu birbirine bağlayan ilk kişiler değildi.Amerikalıların efsaneleri uzak doğudakilerle benzerlik gösteriyor, Yahudi ve Hristiyan incilleride aynı ayrıntıları taşıyordu.Bir tsunami sonrası yok olan bir ülke.

Rand Flem-Ath 1976’da Charles Hapgood’un “Eski deniz kırallarının haritaları” adlı kitabını okudu.birden Antartika’da eski bir uygarlık olabileceği fikri ile heyecanlandılar.Daha sonra Antlantis’i arama macerasına atıldılar.

1982’deki ölümüne kadar 5 yıl boyunca Hapgood tarafından bilgisel olarak desteklendiler. Londra’da oturdukları zamanlar kitapları”gökyüzü düştüğünde” için bir çok araştırma yaptılar.

ESKİ TEORİLER Flem-Ath çifti, Atlantis’ in Atlantik’ te ve Akdeniz’ de olduğu hakkındaki teorileri çok iyi incelemişlerdi.Ve başka ihtimaller üzerinde durmaları gerektiğinide görmüşlerdi.Onların yeni teori için çıkış noktası, 1953 yılında Amerikan akedemisyeni Charles Hapgood tarafından öne sürülen ve sadece Albert Einstein tarafından desteklenen jeolojik bir teoriydi. Hapgood, bir zaman sonra artan ağırlığı sebebiyle, kutup buzunun kara parçalarına doğru, bir portakal kabuğunun meyve üzerinde kayması gibi, kayacağına inanıyordu.O, bunu, “yer kabuğunun yer değiştirmesi” şeklinde adlandırıyordu. 1958 yılında “kayan yer kabuğu” adlı kitabını yazdığında Albert Einstein bir cevap yazdı. Günümüzde bu, bilimadamları tarafından “kıtaların hareketi ve tektonik haraketler” olarak adlandırılmaktadır. Fakat böyle büyük kara parçalarının kayması her 1 milyon yılda ancak 16 km. olmaktadır.Hapgood, daha radikal bir şeyle geldi.Ona göre, kara parçası aniden hızlı ve yok edici bir şekilde haraket edebilirdi.Bu batık uygarlıklar böyle ortadan kaybolmuşlardı.

Plato’nun Atlantis hikayesinin temeli Mısırlı Rahiplerin Solon’a anlattıklarına dayanıyor. Atlantis’in başkenti halkalardan oluşan bir görünüme sahipti. Buradaki yaşama merkezleri, dükkanlar ve kraliyet arazisi birbirine bağlanmıştı.

KAÇIŞ Eğer 10.000 yıl önce, bu kadar gelişmiş özelliğe sahip uygarlık var olduysa,böyle bir felaketin gelişini görebilmeleri ve bir kaçış ve tahliye planı yapmış olabilmeleri gerekiyor. Diğer yandan, başka bir ihtimalle, topluluktan bazı insanlar büyük dalgaların ulaşamayacağı yüksek yerlere kaçmş olablirler.Böyle yüksek yerler, And dağlarındaki Titicaca gölü civarı ve Taylan’ ın ve Etyopya’ nın yüksek yerleri olabilir.Bu yerlerde tarım kendiliğinden M.Ö. 9600 yıllarında ortaya çıkmıştır.Bu tarih, Flem-Ath çiftinin dikkatini çekti. Aynı zaman dliminde Plato’ nun bahsettiği Atlantis sulara gömülmüştü.Bu tarım olayı acaba Atlantis’ ten kurtulanlar tarafından başlatılmış olabilirmi?

resme tıkla büyült Piri Reis’in haritasının temel alındığı kayıp eski haritalar denizcilikle uğraşmış bir uygarlığın eseri olmalıdırlar. Harita Afrika’yı, Güney Amerika’yı ve Bugün buzlarla kaplı olan Antartika’yı göstermektedir.Harita yarım dereceye kadar hassasiyetle çizilmiştirki bu 1735’ e kadar imkansız görünüyordu.

resme tıkla büyült Oronteus Finaeus’un yaptığı haritada eski haritalardan temel alınarak yapılmıştı.Bu haritada Antartika (sağdaki kara parçası) dağlar ve nehirlerle birlikte çizilmişti.Buda gösteriyorki Antartka buzlarla kaplanmadan önce, insanlar tarafından ziyaret edilmiş hatta yaşama mekanı olarak kullanılmıştır.Bu kıta “modern insan” tarafından ancak 1820 yılında keşfedilmiştir.

HARİTALARIN GİZEMİ Şöyle bir düşünelim. Bu felaketten kurtulan insanlar, kendileriyle birlikte başka şeyleri batık ülkelerinden kurtarmış olabilirler mi?Böyle bilgi parçaları daha sonraki insanların eline geçmiş olabilir mi? Mesela eski haritalardan yararlanarak kendi gizemli haritasını 1513’ te yapan büyük denizcimiz Piri Reis gibi. 1956 yılında harita Hapgood’ un masasına gelince önemi ortaya çıktı. 1513 yılında yapılmasına rağmen harita nasıl oluyorda Güney Amerika sahillerini gösteriyordu? Ve bir bölümü haritada çizili olan Antartika ancak 1820 yılında keşfedildi. Daha sonra haritanın incelenmesi için Amerikan Hava Kuvvetleri’ ne ( USAF ) gönderdi. 1949 yılında yapılan ve Antartikanın buzlarla kaplı olmadan önceki halini gösteren haritayla Piri Reis’ in haritasını karşılaştırdıklarında, ikisininde aynı olduğunu gördüler. Varılan sonuca göre, Antartika’ nın deniz kıyısındaki bölümlerini gösteren haritadaki kısım, bu bölgenin buzlarla kaplanmadan önceki halini gösteriyordu.Şu anda aynı yerdeki buz kalınlığı 1,5 km. dir. Anlayamadığımız nokta, nasıl oluyorda 1513’ deki coğrafya bilgisiyle yapılan böyle bir harita günümüz bilgisiyle yapılan haritalarla aynı oluyor? Bu arada Hapgood diğer bir “imkansız haritayı” incelemeye ald.Bu harita 1531 yılında Oronteus Finaeus tarafından yapıldı.Bu harita Antartika’ yı dikkati çeken detaylı bir şekilde, dağlarıyla, ovalarıyla ve nehirleriyle gösteriyordu.Bu detaylar 1949 yılında yapılan haritayla ve Plato’ nun 2000 yıl önce yazdıklarıyla uyuşuyordu. Bu haritalar gerçek.Bu haritaların yararlandığıo daha eski haritaların günümüz teknolojisine ve bilgisine tarihin çok daha eski zamanlarında erişmiş br topluluk tarafından yapıldığı akla gelen ilk önyargısız çözümdür. Kendisini geliştirebilmesi için bu topluluğun bulunduğu kıtanın ılıman bir iklime sahip olması, topluluğun yiyecek ihtiyacını karşılaması açısındanda gereklidir. Eğer Antartika’ yı 3200 km. kuzeye kaydırırsanız, bunun sonucunda denizci bir topluluktan bahsedebiliriz.

Eğer dünya kabuğu 10.000 yıl önceki gibi 3200 km. yer değiştirirse Antartika bölgeside kayacaktır.Bu noktadan yola çıkarak, Plato’nunda bahsettiği Atlantis gibi Antartika’da okyanuslarla çevrili bir yer oluyor.

Bilimadamları Antartika yüzeyinden reinlere doğru borularla aldıkları buzkalıplarını inceliyorlar.Buna göre M.Ö. 4000 yıllarında Antartika’da nehirler akıyordu.Oronteus Finaeus’ un haritasında belirtildiği gibi.

Piramitlerin konumu Orion takım yıldızındaki yıldızların M.Ö.10.450’deki konumuyla aynı. Buda gösteriyorki bizim bilmediğimiz tarih dönemlerinde bazı uygarlıklar teknolojik bakımdan oldukça gelişmiş olabilirler.

MISIR İLE BAĞLANTI Eski Olmek kafası.Orta Amerika’da bulunmasına rağmen yüz hatları itibariyle bulunduğu yerle uyuşmuyor.Bazı Plato’ nun Atlantis hikayesi Eski Mısır’ada uygulanabilir. Bu eski arkeologlar bu uygarlık piramitleri inşa etme bilgisine sahipti.Bazı arkeolojik kafa heykellerinin kanıtlar, Sfenks’in sandığımızdan çok daha eski olduğunu Mısır’ın gösteriyor.Yüzündeki yağmur erezyonu bunun en az 10.000 yıl önce Sfenksiyle yapıldığını gösteriyor. karşılaştırıldığında Bilim adamları ayrıca piramitlerin konumunun Orion yıldız takımının , eski bir kopyası olduğunun farkına vardılar.Fakat bu günkü konumunun uygarlıklardan değil M.Ö. 10.450 yılındaki konumunun bir kopyasıdır. Yıldızlar her bazılarının bizim yıl biraz yer değiştiriyorlar.Çünkü dünya çevresinde düzgün bir bilgimizin ötesinde şekilde dönmüyor.Sanki merkezine göre biraz sallanıyormuş gibi çok uzak yerlere haraket ediyor. yolculuk edebildildiği sonucunu çıkarıyorlar. M.Ö. 10.000 yıllarında teknolojik olarak gelişmiş bir uygarlığın varlığı, bugün bütün dünyada karşımıza çıkan gizemli eski yapıtları açıklayabilir.Bunlar, Aztekler ve Mayalar tarafından kurulmuş olan Güney ve Orta Amerika’ daki antik şehirlerdir. Onların bilgisinin temel alındığı eski bilgiler Atlantis’ in hayatta kalanlarındanmı gelmişti?

Antartika’daki Ross Island’da bulunan aktif volkan Erabus Dağı, Atlantislilerin muhtemel enerji kaynağı vazifesini görmüş olabilir.Bitki fosillerinin gösterdiğine göre Antartika bir zamanlar ılıman bir iklime sahipti.

GEÇ KALAN FELAKET Bu yerkürenin “sallanması”, manyetik kutupların kaymasına yol açıyor. Her 500.000 yılda bir dünyanın manyetik kutupları yer değiştirmektedir. Sonuncusu 780.000 yıl önceydi. Ve bu yüzden bilimadamları bir sonraki kaymanın çok geciktiğini belirtiyorlar. Bu kutupların yer değiştirmesi, birden bire olacak ve çeşitli doğa felaketlerine yol açacaktır.Burada Hapgood’ un teorisini hatırlıyoruz.Neyse bunu zaman gösterecek.

BİLİMİN AÇIKLAYAMADIĞI 36 KEŞİF Not: Bu konu UFONET tarafından hazırlanmıştır. Aynı resimleri ve yazıları kullanıpta kendi eseriymiş gibi gösterenlerin alıntı yaptıkları yeri belirtmeleri daha profosyonelce olacaktı.(Buna gazetelerden biride dahildir.) İnsanlığın aydınlanmasında en büyük rolü hiç kuşkusuz Modern Bilim rol oynuyor. Hatta Bilime tapanlar bile var. Ancak bazen birçok bilim adamının çokta geniş fikirli olduğunu söyleyemeyiz. Hatta dünyaya at gözlükleriyle baktıkları bile söylenebilir. Onlar bir doktrini temel alarak yollarına devam etmekte ve aldıkları bilimsel öğretilerin sınırlarını zorlamadan olaylara açıklık getirmektedirler. Buda bazen dar görüşlü teorilere yol açmaktadır. Klasik tarih ve diğer bilim öğretilerine ters düşen ve bir muamma olarak karşılarına çıkan bir çok olayı ve buluntuyu "vardır mantıklı bir açıklaması " deyip geçiştirmekte , hatta incelememektedir. Çünkü ulaşacağı sonuçlar hiçte klasik tarihin sıralamasına uyacak cinsten olmayacak. Klasik yolu değiştirmek istemediklerinden dolayıda bu buluntuları

görmezlikten gelmekte, tartışmalara girmemektedirler. Buradaki amacımız bilim adamlarını kötülemek falan değil. Bilime karşı olmakta saçmalıktır. Ancak düşüncemiz Klasik bilimin daha geniş fikirlilikle incelemeler yapması ve insanlığı gerçeklerle aydınlatmasıdır. Evrim teorisinde olduğu gibi yüzyıllar öncesinin yanılgılarını devam ettirmek yerine yeni sayfalar açarak insanlığı gerçeklerle buluşturmak onların görevi olmalı. Şimdi gelin bakalım, şu dünya üzerinde bulunan ve bilimin görmezlikten geldiği , tarihimizin karanlıklarından buluntulara kısaca göz atalım. Buluntular sadece bunlarla sınırlı değil tabiki. Şimdilik sadece bu kadarına yer vereceğiz.

Mısır , Dendera 'daki Hathor tapınağında göze çarpan ampuller. Bu ampuller kıvrımlı kablolar ile bir jeneratöre veya açma kapama düğmesine bağlıdırlar. Ampul şeklindeki cismin içine bir yılan tasviri konulmuş. Bu da ampulün içindeki ince teli gösteriyor olabilir.

Rudolf Gantenbrink tarafından Büyük Piramitte keşfedilen bakır kulplu kapı. Resim UPUAUT 2 adlı bir araştırma robotu tarafından çekilmiştir.. Hangi amaca hizmet ettiği bilinmeyen gizemli kapı ,kraliçe odasından başlayan güney kanallarında yer almaktadır. Bu kapının arkasında başka bir kapı daha bulunmuştur. Yapılan bazı araştrmalar sonucunda içinde ne oldğunu bilmediğimiz bir oda veya odalar bu ikinci kapının arkasında bulunmaktadır.. Aynı kapıdan kral odasından başlayan kuzey kanallarındada bulunmuştur. Burada sorulan en önemli soru şu : Görünüşte hiçbir amaca hizmet etmeyen bu kapılar Neden buralara kondu ? Piramitteki bu araştırma hakkında daha fazla bigi için : www.cheops.org (site İngilizcedir)

Yukarıdaki resimde gördüğünüz çekiç bir kum taşı içinde bulunmuştur. Yani Prensibe göre ,bu kum taşı oluşurken çekiç oradaydı. Keşif 1844 yılında Fizikçi David Brewster tarafından yapılmıştır (Kingoodie , Myinfield - İngiltere). İngiliz jeoloji arştırma merkezinden dr. A. W. Med tarafından yapılan analizlerde bu kum taşının yaşının 360 ile 460 milyon yıl olduğu saptanmıştr. Yani çekicinde o kadar eski olması gerekiyor. Bu sefer soru sormayacağım. Soruları siz üretin.

Üzerinde oyularak yapılmış, tam gelişmemiş olsada rahatlıkla farkedilen bir insan yüzü bulunan bir deniz kabuğu. Bu buluntu 1881 yılıında jeolog H. Stopes tarafından rapor edilmiştir.Yapılan testler sonucunda, oyma işleminin kabuklu henüz yaşarken yani fosilleşmeden önce yapıldığı ortaya çıkmıştır.Bu deniz kabuğu Pliocene devrine ait ve 2 milyon yıllıktır.

Bu metal kürecikler Güney Afrika, Klerksdorp 'tan. Birinin üzerinde kürenin çevresini dolaşacak şekilde birbirine paralel 3 çizgi oyulmuştur. Bu küreler Cambrian devri öncesine ait pek çok mineral arasında bulunmuştur (2,8 milyar yıl öncesi). Bu kürelerden bazıları 6 milimetre kalınlığında, ince bir kabuğa sahiptirler. Bu ince kabuk kırıldığı zaman kürenin içinden süngerimsi garip bir şey çıkıyor.Bu süngerimsi şey havayla temas edince parçalanıp toz haline geliyor. Bu kürelerin ne oldukları ,ne amaçla yapıldıkları bilinmiyor. Üstelik 2,8 milyar yaşındalar. İnsanın inanası gelmiyor ancak bilimsel veriler bunlar.

"Geode of Coso" antik bir parçadır. Bu kaya parçasının üzeri doğal kristallerle kaplanmıştır.içinde bir boşluk bulunmuştur. Bu boşlukta, malzemesini metal ve porselenin oluşturduğu garip bir cisim bulunmuştur. Resim A : Kaya parçasının iki parçaya bölünmüş hali. Resim B : Taşın her iki yarısının iç kısmını görüyoruz. Resim C : Radiography tekniğiyle içindeki cismin resmi çekiliyor. Cisim o kadar eski olmasına rağmen metal bir yapıdadır. Bu cismin üzerinde meydana gelen ve onu kaplayan kristal oluşumlu kabuğun oluşabilmesi için 500.000 yıl (beş yüz bin yıl) geçmesi gerekiyor ! Resim D : Yan taraftan çekilen radiography resminde metal cismi daha ayrıntılı bir şekilde görüyoruz. Sonuç olarak bu garip cisim 500.000 yıl yaşındadır. Günümüzde bir şeye ait bir parça olsaydı ,çoktan ne olduğu tespit edilirdi.

Japonya 'nın Yonaguni adasının yakınında , denizin 23 metre altında insan yapısı olduğu apaçık belli olan piramitler bulunmaktadır. 183 metre genişliğinde ve 27 metre yüksekliğindeki bu piramitler yaklaşık , 8000 - 10.000 yıllıktırlar. Daha fazla bilgi için

Peru Sacsahuaman 'daki bu duvarlar ,Bimini adasındaki esrarengiz su altı yapıları ile kesin bir benzerlik göstermektedir. Bu arkeolojik duvarlar bir gizem taşımaktadırlar çünkü ,antik çağlarda yapılmalarına rağmen ,bu kadar kusursuz bir şekilde işlenip yerlerine koyulana kadarki aşamalar için yüksek bir teknoloji ve bilgi gerektirmektedirler. İnsanın açıklayamadığı , garip iç ve dış açılara sahip bu duvar taşları hakkında cevabını bilmediği sorular ise şunlar : Nasıl taşındılar?Nasıl ölçülüp nasıl kesildiler ? Nasıl bu kadar doğrulukla yerleştirildiler ? Hemde ilkel insanlar tarafından.

Bazı Nazka (Nazca) çizgileri ,yukarıdaki resmin orta kısmında görüldüğü gibi ,birbirine paralel kilometrelerce ve hatta dağları ,vadileri aşarak uzanmaktadırlar. Bu çizgileri kim takip ediyordu ve ne amaçla ?

Mısır 'daki Abydos tapınağındaki hiyerogliflerde ,helikopteri ,tankı, kargo uçağını ve planörü çağrıştıran şekiller vardır. Bu hiyeroglifler başka hiyerogliflerin altına gizlenmişlerdi. İlk tabaka hiyerogliflerin yerinden kopup düşmesiyle bu esrarengiz şekiller gün yüzüne çıkmıştır.

Bu daire şeklindeki taş oluşumları 30 metre çapındadır ve Loch Ness gölünün dibinde görüntülenmiştir.

1900 'lü yılların başlarında 250 civarında hiyeroglif Sydney 'in 100 km. kuzeyindeki Hunter Valley ulusal parkında keşfedilmiştir (Avustralya). Bunlar antik Mısır hiyeroglifleridir. Kuşkuya yer bırakmayacak olan Eski Mısır Tanrısı "Anubis" çizimi ile birlikte hiyeroglifler şu soruyu akla getiriyor: Acaba Eski Mısırlılar Avustralya 'yamı gitmişlerdi ?

Lochness canavarını gösteren bu fotoğraf 70 'li yıllarda çekildi. (Gerçekmi değilmi bilemiyoruz.)

Kafatası Peru'da (Ica) bulunmuştur. İlk bakışta günümüz insanının kafatasına benzemektedir, ancak soru işaretlerine yol açan bir kaç etken öne çıkmaktadır. Göz boşlukları günümüz insanının göz boşluklarından %15 daha büyüktür. Beynin yer aldığı boşluk ise 2600 ccm ile 3200 ccm arasında değişmektedir. Şu andaki insanın kafatasındaki beyin beyin boşluğu kapasitesi 1450 ccm 'dir !!!

Yukarıda Alban Dağına kazınmış pervaneli bir uçağı hatırlatan eski devirlere ait bir resim görüyorsunuz. Olmek topluluğunun inanılmaz ve çözümlenemeyen örneklerinden birisidir.

Bu altın maket Kolomb öncesi döneme ait bir mezarda bulunmuştur. Yaklaşık 1800 yıllıktır. Görünüşe göre bir uçağın doğru ölçekli maketi gibi duruyor. (Delta kanatlı ,motor yerine sahip ,pilot kabini var ,kuyruk kanatları bile doğru şekilde tasvir edilmiş.) Güney Amerika 'da buna benzer bir çok eser bulunmuştur. Daha fazla bilgi için

Buache Haritası 1737 'de eski yunan haritalarından kopyalanarak çizilmiştir. Harita Antartika 'nın buzla ötülü olmadan önceki halinide göstermektedir. şaşırtıcı olan ise şu: Eğer bugün Antartika buz ile örtülü olmasaydı Ross ve Weddell denizleri bu kara parçasının ortasından geçerek kıtayı 2 büyük parçaya ayırmış olacaktı. Ancak modern jeoloji araştırmaları sonucunda 1968 yılında bu gerçeğin farkına varılmıştı.

Peru 'daki Ica çölünde bulunan ve binlerce yıl öncesine ait Ica taşları akılları karıştırıyor. Dr. Javier Cabrera büyük bir sabırla bu taşları koleksiyonunda toplamış ve binlerce taştan oluşan bir müze açmıştır. Bu taşlara kazınmış olarak , kalp naklini göstern ameliyatlardan dinozorları avlayan insanlara kadar bir çok olay gösterilmektedir. Hatta evcilleştirilmiş dinozorların üzerinde oturan insanlar bile tasvir edilmiştir. Bu konu hakkındaki geniş araştırma yazımızı bir çok fotoğrafla birlikte görüntülemek için tıklayınız.

Alışıldık olmayan bu spiral cisimler 1991 - 1993 yılları arasında Rusya'daki Ural dağlarının doğusunda bulunan küçük bir dere olaran Narada 'da bulunmuşlardır. Boyları en fazla 3 cm. olan bu cisimlerden (inanılmaz ama) 0,003 mm. olanlarıda bulunmuştur. Büyük olanları bakırdan , küçük ve çok küçük olanları ise çok ender rastlanan "tungsten" ve "molybdenum" maddelerinden yapılmıştır. Mikroskopla yapılan incelemeler sonucunda spiraller kusursuz bir biçimde "altın oran" tekniğiyle yapılmıştı. Dahada şaşırıcı olan şey ise: bütün bilimsel incelemelerin gösterdiği gibi bu cisimlerin yaşlarının 20.000 ile 318.000 yıl arasında değiştiğidir. Bu yaş farkı cisimlerin bulundukları derinliğe göre değişmektedir.

Tarih öncesi devirlerde yaşamış olan Toxodon 'nun bulunan birkalça kemiği. (Arjantin). Resimde ok ile gösterilen şey ise bir ok veya mızrak ucudur. İnsanın yaşamadığını sandığımız devirde , biri onu avlamış anlaşılan.

1932 yılında Pedro Dağlarında bulunmuş bir mumya. (ABD ,Wyoming eyaleti , Casper şehrinin 60 mil güney batısı). Mumya koyu bronz renginde ve oldukça buruşmuş vaziyettedir. Hayattayken boyu 35 cm. ' yi geçmiyordu !!! Röntgen ışınlarıyla yapılan incelemede bu canlının ağırlığının 5,5 kg. olduğu ortaya çıkarıldı. Cinsiyeti erkek ve bütün dişleri yerinde. Öldüğünde aşağı yukarı 65 yaşında idi. Mumya 350 gr. ağırığındadır. Alnı çok aşağıdadır. Ezik bir burnu ile büyük ve geniş burun delikleri

vardır. Çok geniş ağzı ile incecik dudakları bulunmaktadır. Bu yaratık bilinen insan türlerinden çok daha küçüktü. Bazı araştırmacılara göre bu çok küçük boyutlarda olan bir ırkın üyesiydi.

Lübnan 'ın Ballbek şehri yakınlarındaki işlenmiş dev kaya blokları. Bu taşlar binlerce yıl öncesinde buraya getirilmişti. Resimde gördüğünüz parça 1050 ton ağırlıkta ve 25 metre uzunluğundadır. Bu " momolit " takma adlı yekpare blok dünya üzerindeki işlenmiş en büyük taş bloktur. Soru şu: Bu taşları kimler ve nasıl buraya getirebilmişti ? Daha fazla bilgi için

Puru 'daki bronz dişliler. Modern dişlilerden farkı yok gibi. Tek farkı çok uzun zaman önce yapılmış olmaları.

Ünlü " Kiev Astronotu " . Bu heykelcik Avrupa 'da bulunan " uzay adamı " özelliklerini gösteren tek buluntudur. Yaşı çok eskidir.

Tarih öncesine ait küçük japon heykelcikleri. Yakalarında civata taşıyan bu heykelcikler bir tür uzay başlığı ve elbisesi taşımaktadır. Hatta bunlardan biri çok büyük gözlük takmaktadır. Sanki güneş ışığından korunmak ister gibi. Daha fazla bilgi için

Filippo Lippi tarafından yapılan "La Madonna e san Giovannino" tablosu. (15. yüzyıl) Yukarıdaki koyu renkli ve ışık saçan cisim sanki haraket ediyor gibi. Çünkü seyredenler var. Tablodaki adam ve köpek. Ressamın tablosuna aksettirdiği bu cisim hiç bir inanç ve dinsel anlatımla alakalı görünmüyor. Roma döneminde olduğu gibi günümüzdede " ufo " fenomenleri aynı şekilde gözlemlenmektedir.

Bu resimde Antikythera makanizmasını görmektesiniz. Sağ tarafta ise teknik şeması yer almaktadır. 1900 yılında Girit adasında bulunmuştur.M.Ö. 1.yüzyıla tarihlenmektedir. Bu antik bronz mekanizma bize eski uygarlıkların düşündüğümüzün aksine daha ileri bir teknik bilgiye sahip olduğunu kanıtlıyor. Astronomik takvim olduğu düşünülen bu makanizmada (yada bir makinanın parçası ) içinde başka dişlilerde bulunmaktadır.

1895 yılında İrlanda 'da Dyer tarafından mineral araştırmaları sırasında bulunan bir dev fosili. Boyunun karşılaştırılması amacıyla bir tren vagonunun önüne koyulmuştur. Yüksekliği 3 metre 70 santimetre ve ağırlığı 2050 kg.dır.(taşlaşmış olduğu için daha ağır geliyor herhalde) Sağ ayağı 6 parmaklıdır. Ancak daha sonra bu dev fosiline ve sahibine ne olduğunu kimse bilmiyor.

Kafaları karıştıran bir şehir daha. Lübnan 'daki Balbek şehri. 20 metreden daha büyük taşlarında kullanıldığı bu antik şehir Roma imparatorluğundanda eski. Hatta Sümerlilerin bilgilerine göre bile burası antik bir şehirdi o zamanlar. Taşların büyüklüğünü göstermek amacyla 2 kişi yapıların arasında dikiliyor. Bugün kimse burasını kimlerin yaptığını ,nasıl yaptığını ,ne amaçla ve ne zaman yaptığını bilemiyor. Modern bilim ise Baalbek 'i görmezlikten gelmeye devam ediyor.

Bu cisim Kanada 'nın Kuzey kutup bölgesindeki Axel Heiberg adası eski fosiller koleksiyonunda bulunmuştur. İncelemeler bunun bir insan parmağı fosili olduğunu gösteriyor. Bu fosil 100 ile 110 milyon yıl öncesine aittir (Creataceous jeolojik dönemi). Bu fosil " DM93-083 " numarasıyla arşivlenmiştir. Röngen ışınlarıyla yapılan inceleme sonucunda yukarıdaki resimdeki siyah kısımların parmak kemiklerine ait olduğu ortaya çıkmıştır. Bu kadar eski zamanlarda insan yaşamış olabilirmi ?

Yapımı bitirilmemiş bir Obelisk (dikilitaş). Şu anda dikili bulunan en büyük obeliskten 2 kat daha büyüktür. Yapımında bir çok Mısır tapınağının inşasında olduğu gibi kırmızı granit kullanılmıştır. Yaklaşık 40 metre yüksekliğinde ve 1150 ton ağırlığındadır. (Eğer bitirilmiş olsaydı)

Kolombiya , Bogota yakınlarında bulunmuş bir insan eli fosili. Fosilleştiği kayanın yaşı 100 - 130 milyon yıldır. Yani , fosilde o kadar sene önce meydana gelmiştir.

Bu 120 milyon yıllık taş parçasının yüzeyi ,Ural Bölgesini gösteren (tabiri caizse) bir haritayla kaplıdır. Görünüşe göre bu kadar eski bir haritanın olması imkansızdır. Bashkir State Üniversitesindeki bilim adamları , çok eski zamanlarda , gelişmiş uygarlıkların olduğuna dair kanıtlardan biri olarak yorumluyorlar eseri. Bu greçektende insan eliyle yapılmış bir rölyeftir. Günümüz askeri haritaları ile neredeyse aynı karakterik özellikleri sergilemektedir. Harita sivil çalışmaları göstermekte yani uzunluğu 12.000 Km ' yi bulan kanallar , nehirlere çekilen çitler , güçlü barajlar... Kanallardan çokta uzakta olmayan yerde elmas biçimindeki yerler gösterilmiştir.( Ne anlattığı bilinmemektedir). Ayrıca harita bazı yazılarıda içermektedir. Hatta sayılar bile vardır. Bilim adamları önce bunun eski çince olduğunu düşündüler. Daha sonra bu düşünce bilinmeyen bir kaynağa ait hiyeroglif - syllabic türü yazıya dönmüştür. Bilim adamları bu yazıları şimdiye kadar çözemedilier. Daha fazla bilgi için

1945 yılında Waldemar Julsrud adlı deneyimli bir arkeolog El Toro dağı ( Meksika ) eteklerinde gömülmüş vaziyette kilden yapılmış küçük heykelcikler buldu. Daha sonra El Tro şehri yakınlarında ve şehrin diğer tarafında Chivo Dağ yakınlarında poselenden yapılmış 33.000 'den fazla heykelcik bulundu. Buluntular Chupicuaro , klasik kültür öncesine aitti. (M.Ö. 800 'den M.Ö. 200 'e kadar olan dönem) Bulunan heykelcikler , 65 milyon yıl önce yok oldukları düşünülen çeşitli türlerdeki dinozorları kusursuzca tasvir ediyordu. Modern bilim döneminde, neye benzedikleri ancak çözümlenen tarih öncesi bu yaratıkları ,nasıl olduda böyle eski bir uygarlık kusursuzca sanat eserlerine yansıtabilmişti ? İnsan görmeden tasvir edemez.

Yeni Zellanda 'da bulunan çok eski bir uygarlığa ait kusursuzca yerleştirilmiş taşlardanoluşan duvarlar bulundu. Bu duvarları yapan uygarlık hakkında en ufak bir bilgi yoktur.

1877 yılında Montezuma tünel şirketinin bir tünel çalışması sırasında 50 milyon yıl eski olan bir lav akıntısının içinde bir tokmak ile bir kap bulundu.( Table dağı - California) Tomak yaklaşık 30 cm uzunluğunda ve kap ise 10 cm çapındadır. Bu buluntudan şu sonuç çıkıyor: 50 milyon yıl önce yanardağdan fışkıran lavlar sel olup akarken bu tokmak ile kap oradaydı ve ikiside lavın içinde gömülü kaldılar. 50 milyon yıl önce ???? !!!! Genel soru olarak şunu sorabiliriz: Bizlere öğretilen tarih yanlışmı yoksa bizler hayalmi görüyoruz.? Acaba ,aynı UFO olgusunda olduğu gibi bir takım gizli yapılanmalar gerçek tarihimizi bizden saklıyorlarmı? Aynen 1915 Ermeni olayları gibi siyasi gizli güçler gerçeği çarpıtıyorlar ve gerçekleri görmemiz engelleniyormu? Bilim buna alet mi ediliyor.Eğer öyleyse NEDEN ? Bilmemizi istemedikleri şey ne ?

TÜRKiYEDEN USO RAPORLARI

Türkiye'de, USOlar ve USOlojik fenomenler öteden beri gözlenegelmistir. Özellikle gözlemleri açisindan oldukça sansli görünmektedir. Ayrica, ülkemizde, USOlojik fen olgularin da sikça rapor edildigi iyi bilinmektedir. Ege UFO Üçgeni ve Marmara Den aktiviteler oldukça dikkat çekicidir (her iki konu da, daha sonra ayrintili olarak ele ali Türkiye'deki USO tipi etkinligi niteligine göre ayristiracak olursak, su siniflandirmayi simdilik kaydiyla, mantikli olacaktir: A- Türkiye'de, USOlarin yogunlukla gözlendigi yerler ana hatlariyla sunlardir: Alanya Açiklari Antalya Açiklari Bodrum Açiklari (Kara Adasi Civari)

Ceyhan Baraj Gölü Ege Denizi (Ege UFO Üçgeni, izmir Körfezi Karaburun Civari ve Saros Körfezi) Marmara Denizi (Marmara UFO Üçgeni ve istanbul Civari) Mersin Açiklari Van Gölü Diger Yerler (Kayseri Karasaz Batakligi, Samsun Dereleri)

B- Ayrica, ülkemizde bazi ilginç USOlojik fenomenler özellikle su yerlerde göz Ege Denizi Marmara Denizi Van Gölü

Asagida, ülkemizde görülen bazi USOlarin ve USOlojik fenomenlerin kisa bir özetin

OLAY-01 Tarih: 18 Haziran 1845 Yer: Antalya Açiklari? Tanik: Rev. F. Hawlett F.R.A.S. Olayin Özeti: Haluk Egemen Sarikaya ( 1979) ilginç bir USO olayini ele almisti. Bu g Sarikaya'dan aynen alinmistir: "Malta Times gazetesine göre, 18 Haziran 1845'te, V gemisinden, Türkiye, Antalya'nin yaklasik 1350 kilometre dogusunda (Enlemi 36 De Boylami 31 Derece 44'36" Dogu), yelkenlinin 750 metre kadar açiginda, denizden ü çiktigi görülmüstü. Cisimler yaklasik, 10 dakika süreyle izlenebildiler. Bu olay, hiçbir ama, bu sansasyonel tezahür üzerine sanki kendiliklerinden gönderilen, baska gözl de Profesör Baden-Powell tarafindan yayimlandi. Victoria yelkenlisinin olay sirasind 1350 kilometre kadar batisinda, Anadolu'daki Antalya kenti yer alir. Victoria'nin kapt gözlemin yapildigi siralarda, Rev. F. Hawlett'de (F.R.A.S. üyesi) Antalya'da bulunuy görmüs ve Prof. Baden-Powell'e olayla ilgili bilgiler göndermisti. Rev. Hawlett'in gör olan cisim, ortaya çiktiktan sonra parçalara ayrilmisti. Rev. Hawlett'in gözlemi, yirmi arasinda bir süre boyunca sürmüstü." Hatta, bu olaya tanik olan Antalyali yerli halk saskinliklarini dile getirmislerdi (Lore & Deneault, 1969). Yorum: Gerçek USO mu? Algisal Yanilsama mi?

Kaynak: (Lore & Deneault, 1969; Sarikaya, 1979).

OLAY-02 Tarih: 02 Kasim 1885 Yer: istanbul Üsküdar Vapur iskelesi Açiklari Tanik: Çevre Halki Olayin Özeti: Haluk Egemen Sarikaya'dan (1982 ve 1985) aynen aktarilmistir: "Þafa mavimsi ve sonra yesilimsi bir renk alan ve 5-6 metrelik bir irtifada seyreden, son de Üsküdar Vapur iskelesi çevresinde bir dizi dönüs yapar. Göz kamastiran parlakligi s içini isikla doldurur. Bir buçuk dakika süreyle izlenen UFO, daha sonra denize dalar hiçbir su sesi isitilmez (Vallee, 1965; Passport to Magonia Database Internet-Online Yorum: Gerçek USO mu? Meteorit mi? Kaynak: (Sarikaya, 1982 ve 1985; Vallee, 1965; Vallee's Book of "Passport to Mago

OLAY-03 Tarih: 30 Kasim 1955 Yer: izmir-Seferhisar Sigacik Koyu Tanik: Bazi Balikçilar Olayin Özeti: Haluk Egemen Sarikaya'dan (1982 ve 1985) aynen aktarilmistir: "Sefe Koyu'nda balik avlamakla mesgul olan balikçilar, saat 15:30'da alevler içinde bir obj görmüslerdir. Balikçilar, göz açip kapayincaya kadar sulara gömülen objenin mahiy uça olabilecegini düsünmüslerdir. Ne var ki, derhal olay yerine gittiklerinde, hiçbir ka rastlamamislardir. Daha sonradan, bölgedeki yetkililer de, ne civarlardaki hava alan üzerinde yapilan uçuslardan hiçbir uçagin kayip olmadigini bildirmislerdir. Dolayisiyl alev görünümü yaratan kirmizi isiklar saçarak, aynen Marmara Denizi'nde oldugu g alan bir UFO üssüne yönelik uçusu sirasinda denize dalmis olmasi kuvvetle muhtem Yorum: Gerçek USO mu? Meteorit Mi? Uçak mi? Kaynak: (Sarikaya, 1982 ve 1985).

OLAY-04 Tarih: 05 Mayis 1962 Yer: Kayseri incesu ve Yesilhisar ilçeleri Arasindaki Karasaz Batakligi Tanik: Çevre Halki Olayin Özeti: Haluk Egemen Sarikaya'dan (1982 ve 1985) aynen aktarilmistir: "ince arasinda yer alan Karasaz Batakligi'na, sabah saat 08:00'de kirmizi isiklar saçan bir görülmüstü. UFOnun inisi sirasinda duyulan müthis gürültü, halki heyecanlandirmis Yorum: Gerçek USO mu? Bataklik Gazi mi? Kaynak: (Sarikaya, 1982 ve 1985).

OLAY-05 Tarih: 31 Temmuz 1973 Yer: istanbul Yenikapi Açiklari Tanik: Çevre Halki Olayin Özeti: Haluk Egemen Sarikaya'dan (1982 ve 1985) aynen aktarilmistir: "Hav saatlerde, arkasinda yogun bir iz birakarak Yenikapi açiklarinda Marmara Denizi'ne görenler, büyük bir heyecana kapilmislardi." Yorum: Gerçek USO mu? Meteorit mi? Uçak mi? Kitle Hallüsinasyonu mu? Kaynak: (Sarikaya, 1982 ve 1985).

OLAY-06 Tarih: 1976 Yer: istanbul Tanik: Haluk Egemen Sarikaya ve Arkadaslari Olayin Özeti: Haluk Egemen Sarikaya'dan (1985) aynen aktarilmistir: "1976 yillarind arkadaslari, istanbul'da bir deniz kiyisinda oturup, UFOlara iliskin konusmalar yapar deniz üzerinde tam dairesel ve tahminen 8 metre çapinda tam anlamiyla dümdüz bi alanin kenar daire çizgisi, 15 santimetre kadar yüksekliginde ve dagilmadan aynen meydana geliyordu. Bu düz satih (alan), kenar su halkasi ile çirpintili deniz üzerinde degistirerek ve gene düzgün bir küçülüsle ortadan kalkmis ve yerini gene çirpintili d sanki Haluk Egemen ve arkadaslarinin hemen 5 metre ilerisinde ve denizden birkaç etherik (görünmez) gemi var gibiydi. Burada, kendileri ve çevredeki diger kimseler d gözlemleri yapmislardi." Yorum: USOlojik Fenomen mi? Kitlesel Hallüsinasyon mu? Algisal Yanilsama mi? Kaynak: (Sarikaya, 1985).

OLAY-07 Tarih: 1977 Yer: izmir Körfezi Tanik: Mümin Durmaz Olayin Özeti: Tanigin agzindan aynen aktarilmistir: "1977 yiliydi. Okulda, bir pazarte töreni için toplanmistik. Mars basladi, herkes saygi durusunda bayraga bakiyordu. O bahçesinden, tüm izmir körfezi görülür. Ben, en arka siradaydim, bir an gözüm körfe içinde kaldim. Balik agina benzer kocaman bir sey, kus gibi süzülerek yavasça alça rengiydi. Yanimdakileri dürtükledim. Ama, mars bitmedigi için dönüp bakmadilar. On ise, ag benzeri sey denizde hiç etki yaratmadan kayboluverdi. En büyük üzüntüm, o kimsenin görmeyisi oldu (Bilinmeyen Ansiklopedisi, 1984-86, Fasikül iç Kapaklari N Yorum: Gerçek USO mu? Algisal Yanilsama mi? Hayal mi? Dünyasal Kaynakli Obje Kaynak: (Bilinmeyen Ansiklopedisi, 1984-1986, Fasikül iç Kapaklari No: 36).

OLAY-08 Tarih: 1980 Yili (Bahar veya Yaz Aylari?) Yer: Antalya Kiyilari Tanik: M.A. Olayin Özeti: Haluk Egemen Sarikaya'nin (1982) Türkiye Gizemleri adli kitabinin, 23 ilginç fotografa yer veriliyor. Bu resim dizisinde, birtakim isikli izler deniz yüzeyinden ve hatta bunlarin uçlarinda bir çesit isikli yildizlar meydana geldigi görülmektedir. Bu fotograf karesinde belgelenmistir. Gerçi, bu olaya, deniz yüzeyinden firlatilan bir tür olabilir. Fakat, olayla ilgili olarak elimizde daha detayli bir bilgi yoktur ne yazik ki. Sa vakaya dair degerlendirmelerini aynen aktaralim: ".... resimler, 1980 yilinda Antalya aile gazinosunda, gece saat 23:00 sularinda M.A. ile esi N.A.'nin çektirdikleri hatira çikan isikli izleri göstermektedir. Dünyanin çesitli yerlerinde de benzeri fotografik tes nadir örnekleri mevcuttur. Fotograflarda ortaya çikan tuhaf isikli izler, astral varliklar ya da UFOlojik varliklarca olusturulmus olabilir." Yorum: Gerçek USO mu? Fotograf Lekesi mi? isaret Fisegi mi? Ruhsal-Etherik Ola Kaynak: (Sarikaya, 1982).

OLAY-09 Tarih: Temmuz 1980 Yer: izmir Karaburun Açiklari Tanik: Amatör Mercan Avcisi Refik Tanergün ve Arkadaslari Olayin Özeti: Haluk Egemen Sarikaya'dan (1985) aynen alinmistir: "Karaburun açik avlanmaya çikan çogu balikçi, geçtigimiz (1980 yilinda) Temmuz ayinda meydana g animsamaktadir. O aylarda avlanan grubun 300 metre ötesinde, Midilli sahiline bak denizde 35-40 metre yüksekliginde, adeta sudan yapilmis bir perde olustu. Bu perd andiran bir sesle, parlak bir cismin sulara gömüldügü gözlendi. Bu, bir deniz patlam köpürmedi ve etki alani sadece belirli bir noktada kaldi." Yorum: Gerçek USO mu? USOlojik Fenomen mi? Algisal Yanilsama mi? Kaynak: (Sarikaya, 1985).

OLAY-10 Tarih: Agustos 1980-Ocak 1981 Arasinda 6 Ay Boyunca Birçok Kez Yer: izmir Karaburun Açiklari Tanik: Amatör Mercan Avcisi Refik Tanergün ve Diger Denizciler Olayin Özeti: Haluk Egemen Sarikaya'dan (1985) aynen alinmistir: "Yine, amatör m Refik Tanergün, yukarida bahsi geçen USO olayi ile buna bagli olarak gerçeklesen 1980 ile Ocak 1981 tarihleri arasinda pek çok kere tekrarlandigini ve bu olaylara bir oldugunu söylemistir. Refik Tanergün'e göre: "Bu alanin içine düsen veya rastlanti s tekne veya herhangi bir deniz araci alabora olmakta, adeta deniz dibine çekilmekte

Kalkavan adli Türk silebi ile Tenya-2 adli Yunan silebinin bu alan içinde kaza yaptig teorik arastirmalar yapmakla gerçek ortaya çikabilir." Yorum: Gerçek USO mu? USOlojik Fenomen mi? Algisal Yanilsama mi? Kaynak: (Sarikaya, 1985).

OLAY-11 Tarih: 20 Eylül 1980 Yer: Bodrum'un Kara Adasi Arkasi Tanik: Þahsuvar Kaptan (Bitez Yalisi) Olayin Özeti: Tanigin agzindan aynen aktarilmistir: "Hava sert oldugu için günlük tu istegi ile Kara Ada arkasinda gece yemegi kararlastirdik. Adanin arkasinda deniz ta yoktu. Küpestede tekneyi gözden geçirirken uzaktan Yunan Adasi tarafindan parlak hizla inmekte oldugunu fark ettim. Yildiz kaymasi olabilir diye düsünüyordum, tahmi Adasi civarlarinda deniz ufkunda kayboldu. Aradan 5 dakika gibi bir zaman geçti ve (Þah 1) sancak tarafinda yaklasik 500 metre ilerde suyun altinda bir aydinligin oldug yapacak herhangi bir sey de yoktu. Isik bir müddet durdu, sonra renk degistirdi ve k dibe dogru iniyordu. Sonra sola dogru hizlandi ve teknemizin etrafinda yarim çembe kaldim, simdiye kadar hiç böyle bir sey görmedim. Daha sonra açik yesil ve parlak b kayboldu. Bu olayi, benimle beraber, teknedeki bütün insanlar gördü. Ne oldugunu Bodrum'un Kara Adasi, UFO gözlemleri açisindan Türkiye'de oldukça meshur bir ye ada arkasinda gözden kaybolan isiklar gözlemlemislerdir. Ancak hiçbir görsel kanit Yorum: Gerçek USO mu? Meteorit mi? Uçak mi? Kaynak: (internet Alintisi-TUVPO).

OLAY-12 Tarih: 1980li Yillar Boyunca Birçok Kere Yer: Ceyhan Baraj Gölü Tanik: Çevre Sakinleri. Olayin Özeti: Bilinmeyen Ansiklopedisi'nin (1984-86) 2. Cildinin, 525. Sayfasinda be taniklar, Ceyhan Baraj Gölü'ne özellikle 1980li yillar boyunca birçok UFOnun dalis y Yorum: Gerçek USO mu? Algisal Yanilsama mi? Kaynak: (Bilinmeyen Ansiklopedisi, 1984-1986, Cilt: 2, 535).

OLAY-13 Tarih: 19 Aralik 1989 Yer: Mersin Açiklari Tanik: Ugur Turhan Olayin Özeti: Elektrik teknisyeni Ugur Turhan, denizin bes mil açiginda, balik avlark iddia etti. "Hizla denize düstü ve suda kayboldu. Çok korkmus, donup kalmistim." de

kirmizi isiklar saçan uçan dairenin garip metalik sesler çikardigini öne süren Turhan denize düstügünü de sözlerine ekledi. Yorum: Gerçek USO mu? Meteorit mi? Uçak mi? Kaynak: (Hürriyet Gazetesi, 20 Aralik 1999, Uçan Daire Denize indi).

OLAY-14 Tarih: 15 Agustos 1990 Yer: Saroz körfezi Tanik: Erol Erkmen ve Arkadasi Olayin Özeti: Tanigin agzindan aynen aktarilmistir: "Arkadasim Kemal ile beraber sa derinlikteki bir batik için kesif dalisina basladik. Batik etrafinda dolasirken sanki yaln gözlendigimiz gibi bir hisse kapilmistik. Ben sik sik ilerilere, arkama dogru bakip bir gibiydim. Evet, ilerde karanlik bölgenin içinde (tam mesafe kestiremiyorum) bir yesi kaybettim. Ama hep gözüm oradaydi ve tamamiyla konsantrasyonumu kaybetmistim tarafimda oldugunu kesfettim. Hareket ediyordu, öyle olmaliydi. Aradan ancak 3 dak Kodak marka eski makinemle (seffaf su geçirmez kilifini ben yaptim) bir kere deklan sirada sönmüstü ve havamizda bitmek üzere idi yukari çiktik. Eve döndügümde der herhangi bir sey görülmüyor gibiydi. Tab ettigimde, bir nokta gibi leke oldugunu fark Netice oldukça sasirtici idi. Gözlenmistik, ama ne tarafindan? Resim yaklasik olarak bu sebeple net olarak tani yapmak zordur. Bir cisim gibi görülmektedir." Yorum: Gerçek USO mu? Dünya Yapisi Denizalti mi? Fosforlu Denizalti Canlisi mi? Algisal Yanilsama mi? Kaynak: (internet Alintisi-TUVPO).

OLAY-15 Tarih: 1991-1992? Yer: Samsun Yakinlarinda Bir Dere Tanik: Osman Ölçer Olayin Özeti: Yaklasik 7-8 yil öncesinde, yani 1991 ya da 1992 yillarinda, Samsun'u sabahleyin sürü otlatmakta olan Osman Ölçer adli vatandas, yaninda bulunan diger beraber, yakindaki derenin 2 ila 3 metre üzerinde duran, 30 metre çapinda, metalik UFO görüyorlar. Tam bu sirada, son derece garip bir olay gerçeklesiyor ve UFOdan uzaniyor. Bu olay, görgü taniklari üzerinde, sanki UFO, dereden su aliyormus gibi b iki tanik, yanlarindaki köpekle birlikte UFOya dogru yürümek istiyorlar. Bu sirada, ço sinerek, daha fazla ileriye gitmek istemiyor. Ama görgü sahitleri UFOya dogru yakla belki de, bu insanlarin varligini hisseden UFO, isik saçarak birdenbire gökyüzüne do nesne, korkunç bir hizla uzaklasarak gözden kayboluyor. Yorum: Gerçek USO mu? Hayal mi? Kaynak: (Çesitli Özel Notlar: A TV, Gün Ortasi Programi, 03 Nisan 1998).

OLAY-16 Tarih: 1993-1994? Yer: Mudanya'nin Bir Sahil Köyü Tanik: Mutlu Payasli'nin Bir Kiz Arkadasi Olayin Özeti: TUVPO'dan sitesinden aynen aktarilmistir: "Bundan 5-6 sene evvel, b Gemlik körfezinde, Mudanya'nin bir küçük sahil köyünde basindan geçen ilginç bir o ortasinda sürekli dönen ve belli bir mesafede duran bir disk görüyorlar. Disk denizin diskten çikan daha küçük parlak cisimler sürekli denize inip çikiyorlar. Sanki bir örne yapiyor gibi. Olay 3 saatten fazla sürüyor. Olayi tüm köy hali görüyor ve basta Jand gazetesi olmak üzere, bazi makamlara haber veriyorlar. Klasik duyarsizligimiz yüzü gelmiyor. Fakat, benim esas kizdigim, bu kadar uzun süre gözlenen olay, ne bir film karesine girmiyor. "Neden" diye sordugumda ya "aklimiza gelmedi", ya "sinirimiz bo karsilastim. Gerçekten çok ilginç ve traji-komik. iste, bu tip olaylari, sadece gözlemle belgelemek gerekiyor. Bu gruptakilere sesleniyorum. Gücünüzün yettigince bir film edinip, özellikle disarida gezdiginizde yaninizda tasiyin ve ilginç olaylari belgeleyin. makineler ve filtreler yok ama oldugunca idare edelim." Yorum: Gerçek USO mu? Algisal Yanilsama mi? Kaynak: (internet Alintisi-TUVPO).

OLAY-17 Tarih: 1995-1996? Yer: Alanya'nin Sanayi Sitesinin Hemen Karsisindaki Plaj Tanik: Cankut Okutur ve Arkadaslari Olayin Özeti: Tanigin agzindan aynen aktarilmistir: "Tarihi tam olarak hatirlamama i üzerinden üç, dört sene falan geçti. Ama, arkadasim dogum günü oldugu için Agust eminim. Neyse, bu olay Alanya'nin Sanayi Sitesinin kavsaginin karsisindaki plajda m hava gayet güzeldi. Eger kötü olmus olsaydi, zaten biz plajda parti yapmak için disa biraz kipirtiliydi. Yalniz bu kipirtilar, her zamanki gibi normaldi. Fazla dalga yoktu. Eg nesne gördük dersem yanilmis olurum. Sadece, parlak iki tane obje gördük. Biri yes isik gördük. Büyük ihtimalle de, bu isiklar ya suyun altinda ya da su yüzeyinin heme olsaydi, ilk etapta, çok yakindik. Mutlaka görürdük diye düsünüyorum. Gerçi, isiklar fenerleri gibi gözümüzü aliyordu. Belki, isiklarin parlakligindan dolayi, ardindaki nes Sonra, bu cismin ne oldugunu anlamak için suya girmeye çalistigimizda, kirmizi isik koskocaman bir hal aldi. Biz, o sirada korkup kaçtik. Ama, bir kaç dakika sonra dön uzaklasmisti. Ve sanirim, yaklasik yirmi dakika sonra bu isik gökyüzüne dogru yüks "yükselerek kayboldu" diyorum. Çünkü, bu nesne çok uzakta olmasina ragmen isikl görünüyordu. Eger, nesne su yüzeyinde olsaydi, ufukta kaybolan gemiler gibi önce görünürdü. Sonrada etrafta bir aydinlik birakarak kaybolurlardi. Yanimdaki arkadasl Umut idi. Biri hala Alanya'da ama ötekinin Ankara'da oldugunu sanirim. En detayli b biz, olayin ilk anindan itibaren bütün arkadaslari topladik. Bu yüzden, o isiklari, uzak

mahalledeki herkes gördü. Aslinda, bir denizalti veya çok büyük bir nesne olabilece olsa bir Uno veya Tipo marka otomobil kadar olabilir. Çünkü isiklari ilk gördügümüz yerdi. Aslinda, size daha yararli olabilecek baska bilgiler vermek isterdim. Ama olay geçti. Eger, ben, o zaman USOlari bilseydim, bu konuyu daha fazla arastirirdim. Ba sonra birkaç kere daha benzeri isiklari hem denizde ve hem de hava da gördüklerin hiçbirine tam olarak rastlayamadik. O gün bugün, isin kötüsü, herkes bu olayi geçis durup arastirdigim için adim "UFO Manyagi"na çikti. Arkadaslar, bir gün seni götüre geçiyorlar. Ama benim için önemli olan, gerçekten bunlarin ne oldugunu ögrenmek! aldanmasi mi yoksa bu yesil yaratiklar mi diye çok merak ediyorum!" Yorum: Gerçek USO mu? Algisal Yanilsama mi? Hayal mi? Kaynak: (internet Alintisi-Kisisel E-mail).

OLAY-18 Tarih: 1990li Yillar Boyunca Birçok Kere Yer: Van Gölü Tanik: Çevre Sakinleri. Olayin Özeti: Van Gölü civarinda yasayan bazi insanlar, göl sularinin yüzeyinde birt (örnegin, sularda meydana gelen tuhaf ve açiklanamayan kabartilar gibi) ya da, bas fenomenlerin gözlendigini iddia etmektedirler. Yorum: Gerçek USO mu? Algisal Yanilsama mi? Göl Canavari mi? Düzmece Rapo Kaynak: (internet Alintisi-TUVPO).

OLAY-19 Tarih: 17 Agustos 1999 Yer: Gölcük Açiklari Tanik: Bazi Askeri Gemi Personeli, Balikçilar, Deniz Kiyisinda Oturan Vatandaslar Olayin Özeti: 17 Agustos 1999 tarihindeki Marmara Depremi sirasinda, bazi görgü t Marmara Denizi'nin derinliklerinden gelen bir isikla adeta kirmiziya boyandigini söyl da, tam deprem olurken, denizin içinden gelen kirmizi bir isik topu ile tsunami dalga dogru gittigini gördüklerini iddia ettiler. Bazi uzmanlar, bu isik topunun, deprem siras içinde yirtilan fayin en uç patlama noktasindan bosalan enerji ile olusabilecegini öne Yorum: Gerçek USO mu? Deprem Isiklari mi? Kaynak: (Çesitli internet Alintilari).

OLAY-20 Tarih: 27 Agustos 1999 Yer: izmit-Degirmendere Açiklari. Tanik: Tiyatro Sanatçilari Funda ilhan ve Ümit Esitmez Olayin Özeti: 27 Agustos 1999 tarihinde, tam da artçi depremin yasandigi bir sirada

bulunan izmit Þehir Tiyatrosu Sanatçilari Funda ilhan ve Ümit Esitmez, denizden gö isigin yükseldigini söylediler. Daha önce yasamlarinda böylesine bir olayla karsilasm sanatçilardan Funda ilhan "Yerin sarsilmasiyla birlikte irkildik. O anda denizden bir i Masmavi bir isikti. iyice yükseldi. Tam karsi sahildeki Derince'ye dogru kaydigini gö kayboldu" dedi. Yorum: Gerçek USO mu? Deprem Isiklari mi? Kaynak: (Hürriyet Gazetesi, 28 Agustos 1999, Denizden Isik Yükseldi).

OLAY-21 Tarih: 06 Eylül 1999 Yer: Çinarcik, Esenköy Limani Tanik: Bazi Balikçilar Olayin Özeti: Deprem sirasinda bazi balikçilarin aglarinin yirtildigini ve aglarindan vo biliyoruz. Ayrica bir sürü çok ilginç gece gözlemi var ve bizzat ben dinledim. iste bir dün aksam adalar civarinda açiklayamadigim bir simsek gibi olayi vardi sedef adasi yukari dogru çiktigini gördügümüz 3 sütun halinde isiklar gözledik, ayni zamanda he olarak yaklasik 40 dakika kadar simsek düstü. Yorum: Gerçek USO mu? Deprem Isiklari mi? Çanakkale'de Kaybolan Alay

"Bölükler Anzak Koyu'na çikarken 1915'te Gelibolu'da yartlar korkunçtu: Dizanteri, erleri yere yikip, her tarafa cesetler yayildikça, kabus büyüyordu..." 10 Agustos 1915 Çanakkale... Günesin göz kamastiran parlakligi, toplarin bitmez, tükenmez gürlemelerine karisiyor... Gelibolu Savasi'nin son dönemi, Cehennemi Çanakkale'ye tasimis... Siperler firin gibi... Savas kokusu ile dolu sicak bir rüzgar, ovada eserken, ince bir koz tabakasini da havaya kaldiriyor. Yiyeceklerin, siperlerin, ölü ve yaralilarin üzerine bulutlar halinde çöken iri yesil sinekler, dizanteriye yakalanan Ingiliz askerlerini büsbütün perisan ediyor... Ve Mehmet Akif'in dedigi gibi "O ne müthis tipidir ki; savrulur enkazi beser" iNGiLiZ KOMUTAN YENiILECEKLERiNi ANLAYINCA Ingiliz askeri tarihinin en büyük yenilgilerinden birine adim adim yaklasiyor. Ingiliz komutan Sir Ian Hamilton, korkunç bir yenilgiye ugrayacaklarini sezmis, savasi

kazanmanin tek yolunu, taze kuvvetlerle birlikte yapilacak büyük bir saldirida görmüstü. NORFOLK ALAYI GELiYOR Kraliyet Norfolk Alayi, taze kuvvetlerin bir parçasi olarak 29 Temmuz 1915'te Ingiltere'de gemilere bindirildiler. Savas tecrübeleri yoktu. Ordu mensuplarinca tatil gecebi askerleri diye anilan savunma birliklerine bagliydilar. Norfolk alayi, savas hatti gerisinde iklime alismalari için bekletilmeden 10 Agustos günü Suvla Koyu'nda unutulmaz bir macera yasamak hayali yerine, cehennemi andiran kabusla kucaklastilar. BASLARINA GELECEKTEN HABERSiZ Sahile yakin bir yerdeki tuz gölü, kavurucu yaz günesinin etkisi ile kurumus ve günesin parlakligini ve isisini ayna gibi Norfolk alayinin üzerine yansitiyordu. Kuzeydeki Kireçtepe, iki yaninda Kavaktepe ve Tekketepe, güneydeki Saribayir arasinda kalan Suvla düzlügü, dev bir arenayi andiriyordu. Ingiltere'nin Dereham Kasabasi'nda toplanan Norfolk alayi 4. ve 5. taburlari, anayurtlarindan uzak bu topraklarda, kendilerinden önce gelenlere mezar olan bölgede saskina döndüler. Savasta hersey olabilirdi ama, Norfolklular, savasin disinda baslarina gelecek olayi asla düsünemezlerdi... iNGiLiZLERiN BOSUNA HÜCUMLARI Sir Hamilton, Tekke ve Kavaktepeleri'ne bir gece karanliginda ani ve hizli bir saldiri yapmayi planlamisti. Bu is için 12 Agustos gecesi 54. tümen ilerlemeye basladi. Içlerinde Norfolk tugayi da bulunuyordu. Tepelerin yamacina kadar gemecekler ve safak sökerken saldirmak üzere hazirlanacaklardi. Fakat, gece yürüyüsünün yapilacagi bölgede, Küçük Anafarta Ovasi denilen yerde, Türk askerinin pusuya yattigi saniliyordu. Bu yüzden Bir Norfolk tümeni önden yolu açsin diye 12 Agustos ögleden sonrasi harekete geçti. Bu öncü tümenin ilerleyisi tam bir bozgunla sonuçlanmisti. Gelibolu savasinda Ingilizler'in gösterdigi saskinlik ve beceriksizlik, topçu atisinin 45 dk. önce baslamasina neden oldu. Bosuna cephane harcayan Ingilizler, savas alaninida hiç incelememislerdi. Araziyi bilmiyorlardi. Hedeflerin yerini çalakalem belirlemislerdi. Gücünden habersiz olduklari Türk birliklerini yarimadanin diger tarafinda çizilmisti. 4. Norfolk Taburu, geride olmak üzere 163. tümen, gün isiginda çiplak ovayi geçmeye çalismanin bariz bir hata oldugunu anladiginda, ancak 900 m ilerleyebilmisti. Türkler'in direnci, Ingilizler'in tahmin ettiginden çok daha büyüktü. Ingiliz tümenin büyük bir kismi yogun makineli tüfek atisi altinda kaldigi için oldugu

yerde çakilmisti. Ancak sag tarafta yer alan 5. Norfolk taburu daha az bir mukavemetle karsilastigi için ilerlemeye devam etti... BULUTUN iÇiNE DOGRU Iste tam bu sirada 22 kisilik bir Yeni Zelanda sahra birliginin gözleri önünde Norfolk alayinin 4. taburuna bagli çok sayida asker, karsilarindaki tepeye yürümeye basladilar. Tepenin üzeri ekmek somunu biçimli beyaz bir bulutla kapliydi. Ingiliz askerleri, yavas yavas tepeye yaklastilar ve bulutun içinde kayboldular. Son asker de bulutun içine girdikten sonra, bulut sanki kargosunu almis gibi yavasça havalandi ve rüzgarin aksi yönüne dogru hareket etti... Dahasi gökyüzünde bu bulutun kopyasi olan 3-4 bulut da rüzgara ragmen yerlerini koruyorlar. Ve sanki diger buluta eskortluk ediyorlar... KOMUTAN HAMILTON ANLATIYOR Kumandan Hamilton, Ingiliz Savas Bakani Lord Kitchener'e gönderdigi telgrafta, olayi söyle anlatiyordu: "Savas sirasinda, 163. tümen her bakimdan üstün oldugu bir anda, çok garip bir sey meydana geldi... Türkler'in zayiflamakta olan kuvvetlerine karsi, Albay Sir H. Beauchamp, cesur ve kendinden emin bir subay olarak büyük bir gayretle, hizla ilerledi ve savasin en güzel kismi böyle basladi. Mücadele daha kizismis ve iyice kizismisti. Bu askerlerin çogu yarali ve susuzluktan perisan bir haldeydiler. Bunlar, kampa ancak gece vakti geri dönebildiler. Fakat, Albay, 16 subayi ve 250 askeriyle önüne düsmani katmis, hizla ilerlemesine devam ediyordu... Daha sonra bunlardan hiçbir haber alamadik.Ormanlik bölgeye hücum ettikten sonra gözden kayboldular ve sesleri de duyulmadi. Içlerinden hiç biri geri dönmedi." 267 kisi, hiç bir iz birakmadan kaybolup gitmisti. YENiLGi KAÇINILMAZ OLDU O gün ögleden sonra baslayan ilerleyisin basarisizlikla sonuçlanmasi, Sir Ian Hamilton'in savasi kendi lehine döndürme ümidini de yok etmisti. Böylece, 1915 yili sonunda Müttefik Kuvvetler, geri çekilerek, büyük bir yenilgiye ugradilar. Gelibolu savasi, sekiz buçuk ay sürdü.ve 46 bin askerin ölümüyle sonuçlandi. O zamanin savaslari için, korkunç bir rakamdi bu. 1916'da Ingiliz Hükümeti, savasin kaybedilme nedenlerini arastirmak üzere, resmi bir kurulu görevlendirdi.

GiZLENEN RAPOR Gelibolu Kurulunun Son Raporu adi altinda bastan asagi sansür denetiminden geçmis bir rapor, önce 1917'de ve daha sonra da 1919'da yayinlandi. Raporun asli, 1965 yilina kadar ortaya çikarilmadi. 1918 sonunda, ingilizler, gelibolu'ya sanki galip gelmisçesine geri döndüler. Isgal Kuvvetleri'nin bir askeri savas alaninda gezinirken, Kraliyet Norfolk Alayi'na ait bir rozeti buldu. Çevrede yaptigi bir sorusturma sonunda, bir Türk çiftçisinin kendi arazisinde buldugu bir sürü cesedi, yakindaki bir dereye attigini ögrendi. DOSYA KAPANMADI 8.5 ay süren Çanakkale Savasi Bogaz'in iki yani için de tam bir Cehennem olmustu. Savasin tarihi yazildi. Ölenlerin , yaralilarin, kayiplarin sayisi tespit edildi. Fakat bir tek sey, özellikle unutulmadi. Kaybolan Norfolk Alayi Askerleri... Ikinci dünya savasindan kalan Philedelphia Efsanesi gibi bu savastan da bu olay tüm gizemiyle kalmisti ortada. Bir çok kitapta bu olaya genis yer verilir hatta bazilari bunun Çanakkale Savasi'nin kendisinden de önemli oldugunu düsünüyor. Philedelphia 2. deneyinde de Eldridge 'in ilk görüldügü limanin NORFOLK olmasi sanki bu isimde bir sey var diye düsündürüyor. Güncel bir konu Titanik... Herkes filmini konusuyor ama arkada inanilmaz bir tarihi gizem var. Olaydan bir asir kadar önce bir yazar kitabinin içerigini bir transatlantigin üzerine kurmustu. Romaninda dev bir transatlantik Avrupa-Amerika seferine çikiyor ve bu ilk seferinde gemi evet bir buz dagina çarparak batiyor. Romandaki geminin adi TITANIA ve ölçüleri asagi yukari Titanik'le aynı brani folklorunda adlari "Nefilim". Eski Misir'da "Neter" olarak adlandiriliyorlar. Sümer, ilk kez adlarinin duyuldugu yer. Bütün bu kültürlerde ortak olan ve "Gözcü" olarak nitelenen bu "siradisi" varliklar birer mit mi, yoksa gerçek mi? Kim bu "Gözcü"ler ?

Ibrani mitlerinde ve Tevrat'ta onlara "Nefilim" diyorlar. Eski Misir'da adlari, "Neter". Sümer mitlerinde "Anunnaki" diye geçiyorlar. Diger yandan "Sumer" sözcügü, "Gözcü'lerin ülkesi" anlamina sahip. Hangi adla anilirlarsa anilsinlar, bütün eski kültürlerde ve bu kültlere iliskin mitlerde basrol onlarin. Eski diller uzmanlari, Antik Çag kültürlerine sasilacak biçimde net biçimde damgasini vurmus bu esrarengiz

varliklarin, neredeyse bütün eski uygarliklarda "gözcüler" olarak adlandirildiklarini söylüyorlar. Sözünü ettigimiz dönem, Isa'dan en az 3000 yil öncesi. Iyi ama, "geç neolitik" olarak adlandirilan dönemin bütün uygarliklarinin literatürlerine benzer ifadeler ve anlatilarla girmis bu "Gözcü"ler kimler? Neyi ya da kimi "gözlüyorlar"? Bütün bunlar yalnizca antik Çag insanlarinin düsgüçlerinin bir ürünü mü, yoksa gerçekten bugün anilari silinmis, izleri bulunamayan, haklarinda hiçbir sey bilmedigimiz birileri, bu gezegende yasamislar mi? Mitler ve gerçekler Sürekli vurguladigimiz gibi, bilginin az oldugu ya da bazen üzerinin örtüldügü yerlerde, spekülasyonlarin basini alip gitmesini engellemek mümkün degildir. Bilimsel yöntemlerden, bilimsel süphecilikten (scepticism) ve somut bulgulardan baskasina güvenmemekten söz ederken, ayni süpheciligi su anda bildigimizi varsaydigimiz alanlara uygulamamak, bazen spekülasyonlardan da olumsuz sonuç verir. Bilim eger "gerçegi aramak" amacini içeriyorsa bizler için, bu ayni zamanda kurumlasmaya, bilimsel otokrasiye de karsi çikmamizi da gerektirir. Herhangi bir alanin "spekülasyona açik" olmasi bizi ürkütmemeli; verileri dogru okumak, burada anahtar sözcük niteligine sahip. Ortodoks bilim ve akademisyenler, çogu kez içinde bulunduklari "bilimsel bürokrasi"nin ellerini kollarini baglayici hantalligi ve "agaçlardan ormani görememe" aliskanligi nedeniyle; yeni ve sarsici düsüncelere bastan olumsuz tepki vermeye egilimlidirler. Hele bu, onlarin "Akademisyenler Olimpos'u"nun disindan geliyorsa. Arkeoloji ve arkeoastronomi, yirminci yüzyilin baslarindan bu yana bu sorunu yogun biçimde yasiyor. Siradisi oldugu varsayilan düsünce ve teoriler yalnizca dislanmakla kalmiyor, bir de asagilaniyor kendilerini "bilimsel süpheci" diye adlandiran ortodoks çevrelerde. Oysa tarih, uzun ve yavas bir yürüyüs. Genis dilimler halinde onu inceledigimizde, her asamasinda ortodoksinin engellemelerini ve inanilmaz tutuculugunu fark ediyor, ama uzun vadede "siradisi" varsayilan fikirlerin yasadigini görüyoruz. "Neter"ler ya da "Gözcüler" sorunu da yirminci yüzyilin bitmeyen tartismalarindan biri. Dogmalarla gözünü baglamayan ve açik fikirli olmaya çaba gösterenler, bugün "mitler" deyip geçtigimiz anlatilarin bu denli genis bir cografyada ve neredeyse birbirinin ayni ayrintilarla varolmasindan yola çikarak, bu metinlere daha farkli bakmamiz gerektigine isaret ediyorlar. Oysa ortodoks bilim akademisyenlerinin yaklasimi, oldukça farkli. Onlar, eski toplumlari bütünüyle çözümlediklerine inaniyor ve ekliyorlar: "Din dindir, mitoloji de mitoloji. Bunlari gerçek tarihsel olgularla karistirmayin." Bunu söylerken de, bilerek ya da bilmeyerek, bugünün egemen dinlerinin yörüngesinde duruyorlar. Esine az rastlanir bir ikiyüzlülük ve çifte standart uygulamasi bu. Bir yandan somut bilimsel bulgular disinda hiçbir seye prim vermemekten söz ediyorlar, bir yandan da yasadiklari çevrenin egemen diniyle sürtüsmemeye çaba gösteriyorlar. Bunun kendilerine göre "etik" bir yolunu da bulmuslar: "Bilim ayridir, din ve inanç ayri."

Oysa "inanmak ve inanç" sözcüklerinin egemen oldugu bir kültürde bilim ve bilginin her zaman bu çifte standartin gölgesinde kalacagini bilmezden geliyorlar. Ama ne gam; "bilimsel" kurumlarin birçogunun bütçesini, Kilise'yi destekleyen holdingler, hatta bazen bizzat dini vakiflar sagliyor. Çogu üniversitede kürsü baskanlari arasinda en az bir musevi var. Bilimin "besigi" oldugu varsayilan ABD'de halkin ezici bir çogunlugu Incil'e bütün kalbiyle inaniyor. Ortaligi bulandirmanin anlami var mi simdi? "Gözcüler" sorunu, Antik Çag tarihi ve modern arkeolojiye iliskin en kilit noktalardan biri. Bir biçimiyle, felsefe ve ilahiyat akademisyenlerini, hatta dilbilimcileri de bu tartisma çemberi içinde düsünebiliriz. Simdi, bu uzun girizgahtan sonra meseleyi olabildigince yalin biçimde ortaya koyalim: Eski Misir'in "Neter"leri Bütün Antik Çag metinlerinde, kendi tarihlerini derleyen toplumlardan kalmis belgeler, geriye dogru giden kronolojilerinin sifir noktasina, net olarak çözümlenemeyen bir tür "baslangiç dönemi" yerlestiriyorlar. Bu, onlarin tarihlerinde, "yönetimin tanrilardan insanlara geçmekte oldugu" bir ara dönemi belgeliyor. Belirsiz bir baslangiç döneminden beri bizzat "tanrilar" tarafindan yönetildigini söyledikleri ülkelerinin, bu ara dönemde "Gözcüler" adi verilen üstün yaratiklarca yönetildigini ve sonuçta kralligin insanliga devredildigini anlatiyorlar. Eski Misir'da bunlarin adi, "Neter"ler. Son olarak Osiris'in oglu Horus tarafindan yönetilen ülke, belli bir dönem sonrasinda, bir "Kral yaratma" (Kingmaker) töreninden sonra insanlara birakiliyor ve Neterler geri plana çekiliyorlar - sonra da, izleri siliniyor. Bu ilk "insan kral", bugün arkeolojinin degismez bir gerçek biçiminde kabul ettigi, Firavun Menes. Bildigimiz, yazili tarihe göre I.Ö 3100 dolaylarinda Yukari ve Asagi Misir'i bir tek ülke halinde birlestiren Menes, Misir tarihinde "Hanedanlar Dönemi" denen bir evrenin de baslaticisi. Misir kronolojisi üzerine bildiklerimiz, iki ana belgeye dayaniyor: Bunlar Misirli tarihçi Manetho'nun yazdigi krallar listesi ve bugün "Torino Papirüsü" olarak bilinen bir yazit. Her iki belge de birbiriyle uyumlu. Bu sayede arkeologlar ve ejiptologlar, Misir'in kronolojik gelisimini formüle edebiliyorlar. Buna göre, Firavun Menes'le baslayan Hanedanlar Dönemi, alt evrelere ayriliyor: Eski Krallik, 1. Ara Dönem, Orta Krallik, 2. Ara Dönem (Hiksoslar Devri) ve Yeni Krallik. Bugün okutulan tarih kitaplarinda da bu kronolojik düzen aynen böyle. süreç içindeki arkeolojik bulgularin Manetho'yu ve Torino Papirüsü'nü dogrulamasi sayesinde, Yeni Krallik ve sonrasi, neredeyse bütünüyle tarihlenebilmis durumda. Eski Krallik'ta, en fazla 150 yil yanilma payiyla arkeologlar hanedan listesini ve Krallari siralayabiliyorlar. Yani bu iki belge, dogrulugu desteklenmis veriler içeriyor. Bütün sorun da aslinda burada: Çünkü Manetho'nun listesi ve Torino Papirüsü, yalnizca hanedanlar dönemi Misir'ini degil, ondan çok daha öncesini de kronolojik sira içinde sunuyor. Yalniz burada yöneticiler insanlar degil, Neterler. Normal insanlara göre çok daha uzun yasayan, ülkeyi binlerce yil yöneten, esrarengiz varliklar.

Ejiptoloji ve modern arkeoloji bunun üzerine ne yapiyor? "Alt paragraflarini" tartismasiz biçimde kabul ettigi ve bulgularla dogrulanan bir tarihi yazitin "üst paragraflarini" ya yok sayiyor, ya da "Bunlar mitoloji" deyip isin içinden çikiyor. Neden? Çünkü hayranlikla benimsedigi alt paragraflarda "normal insan"lar krallik yapiyor; üstteyse, kim olduklari anlasilamayan üstün yaratiklar. Böylece bilimsel ortodoksi, ayni belge üzerinde isine gelen bölümü "olgu" diye benimseyip dosyalarken, isine gelmeyen, çünkü anlayamadigi, isin gerçegi "dini inanislarina aykiri düsen" bölümleri "mitolojik" bulup ayikliyor! Mezopotamya'da ayni seyle karsilasiyoruz: Layard ve Wooley'nin yaptigi arastirmalarda, son derece degerli ve ilgi çekici kil tabletler ele geçiyor. Bunlar, Sümer Kral Listeleri olarak adlandiriliyor. Ayni Misir'da oldugu gibi, listenin en üst sirasinda, yani "normal krallar"dan önce, her biri neredeyse 10.000 yil, 15.000 yil yasayan yöneticiler var. Bunlar, "Tufan'dan önce" uzun süre ülkeyi yönetmisler, sonra insanlara devretmisler. Babil metinleri bu olayi "Krallik gökten indiginde" gibi bir deyisle açikliyor. Bütün Mezopotamya'da ayni kült var asagi yukari. Bulunan belgeler, "en eski metin" olduguna inanilan Tevrat'in, Tufan basta olmak üzere bir sürü temayi Sümer ve Babil anlatilarindan ödünç aldigini ortaya koyarak Kilise'de ve dini çevrelerde buz gibi rüzgarlar esmesine neden oluyor. Üstelik, Tufan öncesi ülkeyi yöneten "tanrilar"dan söz ediliyor, tek bir tanridan degil! Bu durumda ortodoks arkeoloji ne yapiyor? Misir'da yaptiginin aynisini. Yani Sümer Krallar Listesi'nin "normal insan ömrüne sahip" krallari dogru kabul ediliyor ve belgenin bu bölümü "somut bulgu" sinifina sokuluyor ama Tufan öncesi ülkeyi yönettigi anlatilan, 200.000 yil hüküm sürmüs "tanrilar" ve onlarin sonrasinda, "ara dönem"de insanlara yönetimin geçisini üstlenen ve denetleyen "Gözcü"ler, "mantiksiz" bulunarak "mitoloji" sinifina sokuluyor yine. Ayni belgenin alt kismi dogru, üst kismi "masal"! Enoch'un sasirtici hikayesi Benzeri durum, Tevrat'la ilgili incelemelerde de söz konusu. Mezopotamya bulgularindan sonra, çok daha eski metinlerden esinlendigi belli olan Tevrat, bütün o eski metinlerdeki "Tanrilar" sözcügünü tek bir "Tanri" olarak düzeltmis. Bu arada, Tanri'ya verilen sifat ve onun genel adi, "Efendi" ya da "Sahip" anlamina gelen "Lord" sözcügünde somutlaniyor. Yahudi toplumunun mesken tuttugu bölgenin eski mitleri, büyük tanri Baal'den söz ediyor. "Baal"in sözlük anlami da "Efendi" ve "Sahip". Ayni sifatlarin, daha sonraki yillarda bütün Bati toplumlarinda yöneticiler için kullanilmasi ilginç. Ama daha ilginç olan, bütün o eski anlatilari ayiklayarak "Tanrilar" sözcügünü "Tanri" olarak tashih eden Tevrat'in, birkaç yerde bunu unutmasi. "Elohim" sözcügü, Tevrat'ta birkaç kez geçiyor. Ibranicedeki anlami, "ilahlar"; yani, "çogul" bir sözcük. Ilahiyatçilar bunun tartisma konusu yapilmasina bile karsi çikiyorlar - arkeologlarsa, sessiz. Ama bundan daha kafa karistirici olani var: Yaratilis (Genesis) bölümünün 6. Bab'inda "O günlerde ve sonrasinda da, dünyada Nefilimler vardi" diye bir ifadeye rastliyoruz. Sözü edilen zaman, Tufan'dan öncesi. "Nefilim" sözcügü, Ingilizce'ye "devler" diye çevriliyor.

Oysa Ibranicedeki fiil yapisina göre tam ifadesi, "yukaridan asagiya inmis olanlar". Yaratilis'taki hikayede "devler"in hiçbir anlami yok - daha sonra da Nefilim sözcügüne rastlanmiyor zaten. Sanki "araya yanlislikla girmis" gibi bir sözcük. Igreti duran, ne anlatmak istedigi belli olmayan bir ifade. Oysa aradan yillar geçip 1947'de Ölü Deniz yakinindaki bir magarada orijinal el yazmalari bulundugunda, "Nefilim"in aslinda son derece önemli, neredeyse kilit denebilecek bir kavram oldugu çikiyor ortaya. Bunun yani sira, Tevrat'in din adamlarinca "edit edildigi" de anlasiliyor. Çünkü I.Ö 4. yüzyildan kalma yazitlar arasinda yer alan ve daha önce Etiyopya'daki Kutsal Kitap'ta rastlanmis olan kopyasi "sahte" sanilan "Enoch'un Kitabi"nin orijinal nüshasi da bulunuyor Ölü Deniz magaralarinda. Yaratilis'ta yalniz birkaç satirda adi geçen ve "Tanri'yla birlikte yürüdügü" söylenen Enoch'un, aslinda son derece ilginç bir hikayesinin oldugunu ve Tevrat'tan çikarilan bu parçalarin "Nefilim" sözcügüne de açiklik getirdigini fark ediyoruz. Bosluklar Enoch'un Kitabi'nda yazanlarla dolduruldugunda, Bap 6'nin ayni satirinda sözü edilen "..ve Tanri'nin ogullarini insanin kizlarini gördüler ve onlar güzeldi. Onlari kendilerine es seçip onlardan çocuk sahibi oldular" ifadesi de anlamli hale geliyor. Ilahiyatçilari, dilbilimcileri ve tarihçileri yillardir ugrastiran "Tanri'nin ogullari" ile insanin kizlari arasindaki iliski Tevrat'ta yalnizca o cümlede geçiyor ve bir daha sözü edilmiyor. Ama Enoch'un Kitabi'ni okudugumuzda, bunun müthis sonuçlar doguran bir olay oldugu çikiyor ortaya. Evinden, ailesinden ayrilan ve "Tanri katinda" yasamini sürdüren Enoch, "Gözcülerden" söz ediyor anatisinda. Bunlar, Tanri ile insanlar arasindaki iliskinin bazen "ara halkasi" olma görevini üstlenen, insanlara nezaret eden, üstün varliklar. Ama hepsi, "emir kulu" sonuçta. Enoch'un ayrintili olarak anlattigi hikayede, bir gün bunlardan birinin dünya üzerindeki "gözcülük" görevi sirasinda "insan kizlari"ni arzuladigi ve bu fikrini diger "gözcü"lere de söyledigi belirtiliyor. Bir grup Gözcü (ya da Nefilim - "yukaridan inen") aralarinda karar aliyor ve yemin ediyorlar: Hepsi insan kizlariyla sevisip onlardan birer kari alacak ve bu bir sir olarak kalacak. Çünkü ögreniyoruz ki, yapilan aslinda "yasak". Sonuçta bu birlesmeden "melez" çocuklar doguyor ve genetik sorunlar yüzünden bu çocuklar sagliksiz, vahsi, garip yaratiklar oluyorlar. Diger yandan, "insan kizlariyla" birlikte olduklari süre boyunca Nefilimler, onlara bilgi aktariyor, bir seyler ögretiyorlar ki, bu da çok büyük bir yasagi çignemek anlamina geliyor. Sonuçta Tanri hem Nefilimleri cezalandiriyor, hem de yarattigi Tufan'la insanlari. Sümer ve Babil metinlerini bulmus olmamiz, Enoch'un kitabinin da, Tevrat'in diger bölümleri gibi Mezopotamya anlatilarindan esinlenilerek, daha dogru bir deyisle bunlar "revize edilerek" yeniden yazildigini anliyoruz. Ama bu, bir garip durumu fark etmemize engel degil: Çok eski zamanlarda "Gözcü"ler denen birilerinin dünya üzerinde dolastigi ve yaptiklariyla dünyadaki hayati derinden etkiledigine iliskin en az on toplumun kültüründen gelen tanikliklar var elimizde. Isin en kafa bulandirici yani, çok benzeyen anlatilara, Antik Yakin Dogu'yla fiziksel temasi hiç bulunmadigi varsayilan eski Inka ve Maya folklorunda da rastliyoruz! Simdi, bütün bunlara "Mitoloji iste canim" deyip, elimizin tersiyle bir yana mi itmemiz gerekiyor,

"bilimsel tavir" sergilemis olmamiz için. Yoksa eski metinleri farkli bir bakisla bir daha inceleyip, "Kim bu Gözcüler?" diye sormak mi daha mantikli bir davranis? ERIK VON DANIKEN'İN GÖRÜŞLERi

Yirminci yüzyilin insani,türünün evrendeki tek örnegimidir? Baska yildizlardan gözmüzle görebilecegimiz örnekler gelmedigi srece bu soruya verilen ' evet Dünyamiz üzerinde insan yasiyan tek gezegendir ' karsiligi geçerli ve inandirici kalicaktir. Ancak son arastirma ve bulgulardan ortaya çikan gerçekler dikkatle incelendiginde soru isareti ormaninin büyüdükçe büyüdügü görülecektir. Astronomlar bulutsuz bir gecede çiplak gözel 4500 yildiz görülebilecegini söylüyorlar.Küçük bir gözelem evi teleskopu bu sayiyi 2.000.000 a çikartabiliyor.Modern yansitici teleskoplarsa samanyolunu olusturan milyarlarca yildizin isigini gözlemciye getirmek gücünde.Ancak ,evrenin heybetli ölçüleri açisindan samanyolu çok daha büyk bir yildizlar sisteminin ufacik bir parçasidir.Bu sistem 20 ye yakingalaksiden olusur ve yariçapi 1.500.000 isik yilidir.(bir isik yili isigin bir yilda aldigi yoldur ve 300.000 x 60 x 60 x 24 x 365 = 9.460.800.000.000 kilometreye esittir).Ancak böylesine korkunç bir sayyiyla anlatilan bu sistem bile ,elektronik teleskoparin gösterdigi nebulalarin büyüklügü karsisinda küçük kalir. Astronom Harlow SHAPLEY teleskoplarimizin görüs alani içinde yaklasik olarak 1000000000000000000 (10 üzeri 20) yildiz bulundugunu ve bunlarin binde birinde gezegenler sistemi bulundugunu tahmin ediyor.Bu tahmin temelinden hareketle söze konusu yildizlarin binde birinde 100000000000000000 (10 üzeri 17) hayat için gerekli kosullar oldugunu kabul edersek geriye 100000000000000 ( 10 üzeri 14 ) yildiz kaliyor.Peki bunlarin kaçinda hayata uygun atmosfer var? Binde birindemi ? Öyleyse 100000000000 ( 10 üzeri 11 ) yildiz hayat için gerekli atmosferi tasiyor demektir.Daha ileri giderek bunlarin binde birinde hayatin ortaya çiktigini dsnürsek su anda üzerinde hayat olan 100 milyon gezegen bulundugu anlasilir.Bu hesaplar günümüzün teknigiyle yapilan teleskoplarin gösterdigi yildizlar temel alinarak yapilmistir. Bu arada teknigin hergün gelismeler gösterdigi unutulmamalidir.Biyokimyaci Dr. S. Miller'in varsayimini izledigimizde hayatin ve hayat için gerekli kosullarin bir takim baska gezegenlerde daha çabuk gelismis

olabilecegini görürüz.Bu varsayimi kabul edersek 100.000 gezegende bizimkinden daha gelismis uygarliklarin bulundugunu da kabul etmemiz gerekir. Taninmis bilim adami yazar ve W. Yon Braun'un arkadasi Prof. Dr. Willy Ley , New York taki konusmamizda görslerini söyle açikladi. Yalniz samanyolundaki yildizlarin sayisi 30 milyar kadardir.Günümüz astronomi bilginlerin bunlarin 18 milyarinda gezegenler sistemi bulundugunu kabul ederler.Gezegen sistemleri arasindaki uzakligin , gzegenlerin ancak %1 ine bir yildiz yörngesine girme olanagi tanidigini düsünelim.Bu durumda hayati destekleyecek güçte 180 milyon gezegenle karsi karsiya kaliriz.Bunlarin %1 inde de hayatin gerçekten ortaya çiktigini düsnürsek geriye 1.800.000 gezegen kalir. Üzerinde hayat bulunan gezegenlerin yine %1 inde ¨Homo Sapiens'e esit akil düzeyindeki canlilarin yasadigini kabul edersek samanyolunda 18000 uygarlik oldugu ortaya çikar¨. Samanyolundaki yildiz sayisinin son zamanlarda yüzmilyara çiktigi göznünde tutulursa Prof. Ley'in dikkatle yaptigi hesaptaki uygarlik sayisi büyük çapta artar. Ütopik sayilari yada bilinmeyen galaksileri katmaksizin yapilan yukaridaki tahmini biraz daha ilerletebiliriz ve 18000 gezegenin en az %1 inde gerçekten hayat oldugunu ileri sürebiliriz. Dünyaya benzer gezegnlerin var oldugu gerçek hesaplar gerekse bilimsel arastirmalar sonucu kusku taniumaz bir duruma gelmistir.Ancak hayati destekleyen kosullarin illede dünyadakilerle özdes olmasi gerekmez. Hayatin yalniz dünyadaki kosullar altinda gelistigi düsüncesi tümüyle yanlistir.Oksijen ve su olmayinca hayat da olmaz düsüncesi çoktan çürütülmüstür.Öyleki Dünyamizda bile oksijene gerek duymayan canlilar vardir.Anaerobik bakteri adi verilen bu yaratiklara oksijen öldürücü etki yapmaktadir.Neden uzayda ayni sekilde yasiyan gelismis türler bulunmasin. Çalismalarini pek yakin tarihlere kadar dünyamiz üzerinde yogunlastiran arastirmacilar gezegenimiz hayat için ideal olarak nitelendirmislerdir.Bol bol suyu ,tükenmeyen oksijeni, organik yollarla kendiliginden yenilenen dogasi ve ne çok sicak ne çok soguk iklimiyle Dünyamiz bu niteligi hak eder görünüyordu. Iyi ama ,hayatindogusu ve gelismesi böylesine kati kurallarla sinirlandirildiginda ortaya çikan sasirtici durumlara ne demeli? Bilginler Düyada 2.000.000 a yakin degisik canli türünün bulundugunu tahmin ediyorlar;bunlarin 1200.000 i bilimsel olarak taniniyor.Ancak taninanlarin içinde birkaç bin türünün bugün geçerli kurallar geregince yasamamasi gerekiyor.Bu durumda hayat için gerekli kosullari belileryen yasalarin yeni bastan ele alinip incelenmelerinden baska çikar yol yoktur. Normal olarak yüksek radyoaktiviteli sularin mikroptan arinmis olacagi düsünülebilinir.Ne varki bir takim bakteri türleri nükleer reaktörleri çevreleyen öldürücü sularda yasamayi basarmislardir.Dr. Siegel'in yaptigi bir deney ise korku vericidir. Siegel Jüpiterin atmosferini laboratuarinda yaratarak bir takim bakterileri burda üretmeyi denemistir.Bilindigi gibi Jüpiterin atmosferi bizim anladigimiz biçimde

hayat için hiç bir uygunluk göstermemektedir.Bunlarla birlikte Siegel'in bakterileri amonyak metan ve hidrojene rahmen ölmemis ve üremelerini sürdürmüslerdir.Bristol Üniversitesi entomolojistlerinden (Böcekler bilimiyle ugrasan kimse) Hinton ve Blum'un deneyide ayni oranda ürkütücüdür.Bu bilim adamlari bir tatarcik türünü bir kaç saat 100 santigrad isida kuruttuktan sonra uzay kadar soguk olan sivi helyuma atmislardir.Daha sonra yüksek isi vererek dogal hayata döndürdükleri hayvanciklar hiç bir sey olmamis gibi yasamalarini sürdürmslerdir.Hatta saglikli yavrular bile dogurmuslardir.Bunlarin disinda yanardaglarda yasayan tas yiyen,demir üreten bakteri türleride taninmaktadir.Soru isaretleri ormani büyüdükçe büyüyormu? Bir çok arastirma merkezinde deneyler sürdürülürken hayatin hiç bir zaman dünyamiz kosaullariyla sinirlandirilamiyacaginin delilleride artmaktadir.Dünya yüzyillar boyu yerküreyi yöneten kosullar vve yasalar çevresinde dönüp duruyor.Bu inanis alisilmis ölç ve düsünce sistemlerini benimseyen arastirmacilarin gözlerine herseyi bulanik ve titrek gösteren bir gözlük gibi yerlesti.Uzay incelenirken de çikarilmayan bu gözlük yüzünden çag açan düsünürlerden Teilhard De Chardin uzayda ancak hayalin gerçek olabilecegini ileri sürdü. Eger baska gezegenlerde yasayan akilli yaratiklar da bizim gibi düsünüyorlarsa kendi hayatlari için geçerli kosullari bütün evren için geçerli sayiyorlar gemektir.Böylece bizim anladigimiz biçimde bir hayat için öldürücü olan -150 ,200 derece isida yasiyan yaratiklar evrende hayat izi ararken -150 dereceyide birlikte arayacaklardir.Tipki bizim geçmisimizi aydinlatmaya çabalarken kullandigimiz mantik gibi. Su yada bu zamanda ortaya çikan her atak düsünceye Ütopya gözüyle bakilir.Ama günlük gerçekler arasina giren Ütopyalar sayilamiyacak kadar çoktur.Burada verilen örnekler en uzak ihtimahali türden olmakla birlikte bugn kavramakta güçlük çektigimiz bri taim kavramlar açiklaninca gerçek durumuna gireceklerdir.O zaman tüm engeller yikilacak ve insan evrenin gizli tuttugu bilgilere bir adim daha yaklasicaktir.Gelecek kusaklar evrende bugün hayal edemedigiz ölçüde degisik türde canlilar bulacaklar.Biz orada olmasak bile evrende tek akilli yaratik olmadiklarini hele hiçte en eski yaratik olmadiklarini kabul ediceklerdir. Yasi 8 yada 12 milyar olarak bilinen evren de kopup gelen göktaslari mikroskolarimizin altina organik bilesimleri izlerini getirmektedirler.Milyonlarca yillik bakteriler yeniden hayat kazanirken uzaydaki sayisiz güneslerden çikan sporlar boslugu asarak gezegnelerin çekim alanina kapilmaktadirlar.Milyonlarca yildir süre gelen dönemlerde yeni hayat türleri yaratilmakta ve gelismektedir.Bu arada her yanindan toplanan saysizi tas örneklerinin incelenmesi Dünyamizin 4 milyar yil önce meydana geldigini ortaya çikarmistir.Ne varki bilimin tek bildigi sey bir milyon yil önce insani andirir bir seyin Dünyada yasadigidir.Ve dev zaman nehrine ,agir çalismalar ,Büyük serüvenler ve genis çapta merak karsiliginda kurdugu barja ancak 7000 yillik bir insanlik tarihi toplayabilmistir.Evrenin milyarlarca yilla ölçülen geçmisi karsisinda bu sayi gülünç kalmiyormu?

Insanin bugnkü durumuna gelebilmesi için 400000 yil geçmesi gerekmisti.Neden basak gezegenler bize benzeyen yada benzemeyen varliklarin gelismesi için daha elverisli kosullar saglamamamis olsun.Neden baska bir gezegende bize esit yada bizden üstün rakipler bulunmasin? Bir takim kestirme karsiliklarla bu sorular hasir alti edilemez. Geçmiste yikilmaz görülen yasalara bugün gülndügü unutulmamalidir.Sözgelisi 100 lerce kusak Dünyanin düz oldugu inancindaydi.Binlerce yil günesin Dünya çevresinde döndgü ileri sürüldü.Bugün bile samanyolunun merkezinde 30000 isik yili uzaklikta siradan minicik bir gezegen oldugu ispatlandigi halde Dünyanin herseyin merkezin olduguna inananlarimiz var. Uzay arastirmalarinda elde ettigimzi bilgiler evren karsisindaki küçüklügümüzü ve degersizligimiz çoktan ortaya koymustur.Ancak gelecegimizin evrnede gizli oldugu gerçegi degerinden birsey yitirmemistir. Gelecege söyle bir bakmadan geçmisi tarafsizlik ve içtenlikle arastirma gücünü bulabilecegimizi sanmiyorum... Erich von DANIKEN

iIk kez 1953 yilinda, Uluslararasi Uçan Daire Bürosu'nun (IFSB) 200 üyesi, kurulusu yayin organinin Ekim sayisini aldiklarinda garip bir seyle karsilastilar; Büro, çalismal dergiyi kapatiyordu. Büro'nun kurucusu Albert K. Bender uçan garip cisimlerin gizem bilinmeyen bir "yüksek kaynak" veya "Güç" tarafindan açiklama yapmamasi için uya bir baski altinda oldugunu belirtiyordu. UFO fenomenini arastirirken zorlanmaya bas kaynagina ulastiginda, sert uyarilar almisti. Yapacagi bir sey yoktu, IFSB dosyasini yayinlamayacakti. Zaten her iki yönden de pes pese maddi kayiplara ugramisti; Ben

renkli elbiseler giyen ve kendilerini Birlesik Devletler Hükümeti'nin üyesi olarak tanit ziyaret edilmisti. Adamlar uçan daireler konusunda, Bender'i bilgilendirmisler ve son bir kelime daha yazar veya konusursa kalan zamanini hapiste geçirecegini söyleyer garibi, koyduklari yasagin UFO'larla ilgili olmasiydi, kendileri hakkinda bir yasaga ge Sonraki on yilda Bender çok dikkatliydi ve sorulan tüm sorulardan ya kaçindi, ya da

Havadan gelip, havaya karistilar... Bir zaman sonra, iFSB'nin bas arastirmacisi Gray Barker sert bir tepki verdi; 1956'd Too Much About Fiying Saucers/Uçan Daireler hakkinda çok sey biliyordular" adli k sömürücü oldugunu yazdi. Ama daha ötesi de vardi; üç Kara Adam'in hükümetle ilg uzayliydilar yani bir baska dünyadan gelmislerdi. Bender bunu biliyor ama açiklamiy karsin Bender yine sustu, ta ki 1962 yilina kadar. 1962'de Bender "Fiying Saucers a Daireler ve Üç Adam" adli bir kitap yayinladi. Kitap, çok yumusak veya hafifti, iddial degildi. Bender'in öyküsünde, Güney Kutbu'na inen bir dünya disi araç anlatiliyordu bu araçla gelen uzaylilar 1960 yilma kadar dünyada kalmislar ve sonra kendi gezeg dönmüslerdi. Kitaptaki en belirgin imaj ise Kara Adamlar'di yani sonra alacaklari ad kitabinda üç adamin 1953 yilinda yatak odasinda birden bire belirdiklerim yaziyordu içindeydiler, MIB Fenomeni MiB fenomeni çesitli düzeylerde incelenmelidir, aslinda tam olarak ne zaman baslad ilgili daha eski ve degisik baska mitler de vardir. Eger insanlik Tarihi iyi okunursa, ilg rastlanacaktir. MIB türü iliskiler anlatilmaktadir, kötü amaçli, korkutucu ve gizemli ka tarihte de rastlanmaktadir ve hemen her kültürde yer alirlar. Ortadogu mitlerinde çö ve cazibeleriyle kurbanlarini etkileyen kara giysili ve türbanli insanlar vardir. Benzer ve Güney Avrupa'da rastlanir;halk arasinda kara giysili cinler olarak tanimlanirlar ve Vampirizmle karistirilarak insanlara ve çiftlik hayvanlarina saldirdiklari anlatilir. Bir d benzeyen kara giysili çekici perilerdir, bunlar insanlarin arasina nifak sokarak birbirl

MIB fenomeni veya miti Asya'da ise çok uzun bir sürece saraptir. çin,Tibet ve Hindi gelen, kara giysili insanimsi bir IRKA inanilir, bu yaratiklarin isI insanlarin arasini boz kizilderilileri, ormanlarda gizlenen kötü niyetli "Kara Adam"dan çok korkarlar. Natha yazdigi"Genç Goodman Brown" adli öyküsünde bu Kara Adam'dan söz eder. Bu bir ya da Bender'in anlattigina benzer bir arsetip degilseler durum farkli olabilir. Bender yüklemektedir yani MiB'ler UFO meraklilarina karsi özel olarak görevlendirilmislerdir iliskilerinin Bender'in kitabinin öncesinde sansür edilmesi ve ilk kez Bender'in MiB'le öncelerde hiçbir UFO arastirmacisi, MiB'lerle karsilasmamisti, ya da kimse söz etme neredeydiler ?

Onlarda bir gariplik var; Tipik bir MIB iliskisi nedir ve nasildiri Bir tanikligin sonrasindadir, UFO fenomenini ka destekleyen bir fotografi çeken veya gözlemi yapan kisi, MiB'ler tarafindan ziyaret e tanik tehdit edilerek susturuluyor. Arastirmaci Tim Beckley'in "The UFO Silencers" a ortadadir. Isiltili bir rozet takarlar, adlarini verirler hatta isyerlerini bile belirtirler ama John J. olarak tanitan MIB, isyeri adresi olarak da, 1960'larin sonunda varolan Robi Ajans devlet adina görevlendirilmisti. Ajans dogruydu, isim de dogruydu ama o John degildi. Bir diger MIB özelligi ise, taniklarla çok yakin iliski kurulmasi ve tanigin yani tüm bilgilerin elde edilmesidir ve olay daima UFO olayinin yasandigi yerin yakininda MiB'lerin genelde UFO olayinin ardindan bölgeyi temizlemekle görevli olduklari da d saticisi, portre fotografçisi olarak kendilerini tanitan MiB'lerden de söz edilir. Sonuç olursa olsun, amaç UFO olayinin fazla sorusturulmasini, arastirilmasini engellemekt görünümleri ise çogunlukla aynidir, insana benzerler yani insan gibidirler ama birbirlerine benzerlikle kopyalanmis gibidirler; yagli gibi parlak bir ten, ince dudaklar, çikintili elmacik kemik asiri parlak gözler. Sanki asiri makyajli gibidirler ve baslarinda çok belirgin kötü bir p degiskendir, çok uzun veya çok kisa. ilk bakista, normal bir insana benzemedikleri h Yaslari ise belirsizdir yani tahmin edilememektedir. Hareketleri mekanik ve sesleri e nefes darligi çekiyormus gibi zor nefes almaktadirlar, enerjilerini hemen tüketiyor gib bilindigi gibi siyahtir ama onlari anlatanlara göre, elbiselerinin yeni mi, eski mi oldug Lüks arabalari seven, kaba, ilkel ve ucuz MiB'ler MiB'ler genelde üçer kisilik gruplar halinde gezmektedirler, ikili veya tek olanlarinda degildir. Çogu zaman Cadillac, Buick veya Lincoln gibi siyah ve çok büyük otomobil otomobiller genelde, otuz yasin üstünde tanimlanirlar, görüntüleri gariptir ve markal okunmaz bir halde, ya da yoktur, plakasi olup da, belirlenen numaralarin sahte oldu MiB'lerin tavirlari ve karakterleri, genellestirilemez çünkü belirli ve ortak davranislari kadariyla MiB'lerin görev anlayisi veya görevlerin! sergileme tarzlari kopya edilmis g derecede yapaydir. Adi tükenmezkalem kullanmalari, uygunsuz sorular sormalari, k haddinden fazla ilkel ve anlamsiz görünmektedir. Literatürde MiB'lerle ilgili yaklasik iliskilerle veya iliskilerin kapsamiyla ilgili ipuçlari zayiftir ve ciddi izler yoktur. Ama ola örnegi gözden geçirmek yararli olacaktir;

Li'yi uyaran kimdi? Çinli UFO arastirmacisi Shi Bo'nun basindan geçen olay öncelikle dogalligi île dikka

MiB'ler, UFO fenomeninin bir parçasi ya da UFO folklörünün bir parçasidirlar. Çin'de ve kolay konusulamaz ama bu yasak son yillarda gevsemeye yüz tutmustur. Shi'nin yayinlanan "China and Extraterrestrials/Çin ve Dünyadisi Yaratiklar" adli kitabinda, yasindaki bir erkek çocugu olan Li Jingyang'in öyküsü anlatilir. Çocuk, 1963 yili May görmüstür; cismi göge asili duran parlak, gümüsi bir disk olarak tanimlar. O esnada oyun oynamaktadir, henüz olayin farkinda degildir, birden yaninda uzun boylu, zayif belirir. Li'yi durdurur ve parmagiyla göge uzatarak, UFO'yu gösterir, çocuk merakla sorunca da, garip adam; "Bunu asla kimseye söylemeyeceksin..." der, sonra uzakla çocuklar gibi olayi tabii ki herkese anlatir, tüm çocuklarin anlattigi ortak yön adamin Adam bir robot gibi mekanik hareketler yapmistir, sesi çok gariptir ve Li adamin kon oynamadigim söyler. Ama olayin en garip yönü, Li'ye UFO'yu göstermesi ve ardinda uyarmasidir. Salt bu son olay, MiB'lerin anlamsiz davranislarinin mükemmel bir örne

Nereden telefon etmisti? Bir diger örnek olay ABD, Maine, Orchard Beach'de 1976 yilinda bir psikiyatr olan D basindan geçmistir.Hopkins bir UFO meraklisi degildir hatta ilgilenmez bile.Ama o s UFO tarafindan kaçirildigini iddia eden bir hastasi vardir; David Stephens adli bu ge tedavi etmektedir; Stephens hipnoz altinda bir çok kez dünya disi canlilarla karsilas anlatmaktadir.Doktor saatlerce süren bantlar kaydetmistir.11 eylül 1976, Cumartesi Hopkins evinde yalnizdir.Telefon çalar ve kendisinin New Jersey UFO Arastirma Gu yardimcisi ( böyle bir kurulus olmadigi daha sonra anlasilmistir.)oldugunu söyleyen olayi hakkinda konusmak istedigini söyler.Doktor önce itiraz eder ama sonra hastan açik bilinmesinden etkilenerek, konusmayi kabul eder.Telefondaki kisi ziyarete gele telefonu kapatir.Koridora çikip dis kapinin önündeki isigi yakmaya giden Doktor, dah yanindaki bahçeden gelen birisinin , kendi bahçesine girdigini ve kapiya dogru geld garipseyen Hopkins, her seye ragmen merakina yenilmistir.Kapiyi açar ve o anda k demin telefon eden kisi oldugunu ögrenir ve onu içeri davet eder.

Rujunu suratina bulastiran erkek MIB KONUK içeri girer ve bir koltuga oturur; Hopkins'in ilk izlenimleri söyledir; adamin ü çoraplarina ve kafasindaki siyah fötr sapkaya kadar. Sapkanin kenarlarindan görün gözbebekleri hareketsizdir, hiçbir isilti yoktur ve kirpikleri de yoktur. Teninin rengi öl dudaklari rujla boyanmis gibi kipkirmizidir. Burnuyla yüzü arasinda hiçbir oranti yokt yüzüne gömülmüs gibidir. Çenesi içeri çekiII, boynunu iyice uzatmis, omuzlarini kas oturmaktadir. Kisacasi Hopkins, karsisinda garip bir seyin oturdugunu anlar. Yaban bir sesle konusmaya baslar, sesinde hiçbir tini veya vurgu yoktur. Amacinin, Stephe Doktor'la görüs birligine varmak oldugunu söyler. Birkaçcümle sonra Doktor konusm rahatsiz olur, adam kendisine hastasiyla ilgili bilgi vermek yerine, daha çok Hopkins neler ögrendigini sorusturmaktadir. Birkaç dakika süren gerilimli bir konusmanin ard renkte eldivenler çikarir, onlari giyer, elinin tersiyle dudaklarini ikide birde silmektedi kirmiziya bulanmistir yani ruju bulasmaktadir. Hopkins, o anda adamin dudaklarinin agzi bir yarik gibidir, rujla boyanmasinin nedeni agiza benzetilmek istenmesi yüzünd

de yoktur. Göründügü kadariyla konusmadan kendince tatmin olan MIB konuyu deg iki adet bozuk parayi sorar, gerçekten de Hopkins'in pantolon cebinde iki tane birer Adam, birisini avucuna almasim ve gözlerinin önüne getirerek yakindan dikkatle bak söyleneni yapar ve birkaç saniye sonra bronz renkli paranin parlak gümüs rengine d gözleri bulanir ve para soluklasip, kaybolmaya baslar.

Köpek bile onlardan kaçiyor... O anda MIB, paranin bir daha bu planda asla görülmeyecegini söyler, benzeri bir ol UFO kurbani Barney HilI'den söz eder. (Barney ve Betty HiII, UFO'lar tarafindan ka belleklerini yitirdiklerini iddia etmislerdi, yapilan tibbi arastirmalarda yalan söyledikle Hopkins, bu olayi duydugunu söyler ve Barney Hill'in kisa bir zaman önce yogun bir sonra ölmüs oldugunu anlatir, MIB bunu dogrular ve; "Barney'in kalbi yoktu, sende uzun süre bu kalan paraya sahip olamayacaksin." der Hill'in bir beyin kanamasindan öldügünü bilmektedir, itiraz eder ama MIB konusmas Stephens olayi ile ilgili tüm bilgiyi yok etmesini önerir. Bu sirada Doktor'un dikkatini konusmasini gittikçe yavasladigi ve sanki enerjisini yitirdigidir. Ayakta zorlukla durm kapiya gider, merdivenleri çok agir bir yürüyüsle, tek tek adim atip, duraklayarak gü tarafima dogru yürür. Ardindan giden Doktor, adamin evin kösesini dönüp yok oldug olusan mavimtrak bir isik patlamasiyla gözleri kamasir. Doktor önce orada bir araba isik bir araba farinin isiginin çok ötesinde bir güçtedir. Evine dönen Hopkins çok sar Korkusuz bir Alman kurdu/Collie karisimi olan köpegini, kuyrugunu bacaklarinin ara dolaba saklanmis olarak bulur, köpegin MiB'in geldigi andan beri ortada görünmedi zorlamalarina ragmen dolaptan çikmak istemez. Mutfaga gidip masaya oturur ve uz kalkip çalisma odasina geçer, Stephens olayi ile ilgili tüm teyp bantlarim miknatisa t oturup binlerce parçaya ayirir ve diger yazili dokümanlarla beraber yakar. Ertesi gün dönen Hopkins ailesi, onu sessiz bir sekilde otururken bulurlar. Olayi hemen ailesin dogduktan sonra disari çiktigim ama normal bir araba izi göremedigim söyler fakat b vardir. Ailesine gösterdigi izler caterpillar veya traktör türü bir aracin çok derin teker çapinin bir metreden fazla oldugu anlasilmaktadir, izleri tüm aile yani karisi genç bir damadi görürler ama daha garip birsey olacak ve iki saat sonra kumlu zeminde bulu olacaktir.

MiB'lerin tesekkürü de bir garip oluyor; Bu olay, tipik bir MIB ziyaretidir, önceden yapilan telefon konusmasi çok rastlanan b konusma yarim kalmis yani kesilmis, bazilarinda ise yanlis bir numara oldugu söyle aranilmistir. Daha sonra telefon idaresine basvuran Hopkins, telefonun nereden edi kayitlarindan ögrenmek ister ama idare bir sey bulamaz, çünkü kayitlarda böyle bir Sanki o anda Hopkins'in telefonu hiç çalmamis ve konusulmamistir. iki hafta sonra b Maureen, çalan telefonu açar; telefondaki ses bir kadin sesidir, kocasi John'un arka gelmek istedigini söyler. Maureen kocasini çagirir, John sesi animsayamaz, bunun sahibi, hemen yakindaki bir restorantda bulusmalarim ister. John kabul eder ve rest garip bakisli, eski moda giysiler giymis bir kadin beklemektedir. John, kendisini hiç t

sesini çikarmaz. Ortada bir gariplik vardir, John tedirgin olarak hemen oradan ayrilir baslar, ama kadin da onunla beraber yürümektedir. Yürüyüsü bir tuhaftir, kiritir gibi kalçalarini sallamamaktadir. Yol boyunca konusarak, John'u resmen sakinlestirir ve ettirir. Evde karikoca ile konusarak (Diger ev halki disardadirlar), özel sorular sorar, seyrederler, hangi konularda konusmaktan hoslanirlar türünden sorulari siralar. Joh zaman adam Maureen'e gelip yanma oturmasini söyler, genç kadin reddeder ama k kendisini çirilçiplak görüyormusçasina rahatsiz ettigini sonradan söyleyecektir. John kadin ayaga kalkar, ama hareketleri gariptir, sanki ayakta zor durmaktadir, gitme va ama orada öylece bir dakika kadar durur. Sonra kapiya ilerler, üçü birden disariya ç önünde kipirdamadan duran bir adamla karsilasirlar. Maureen ve John adama hayr öylesine bakmaktadir. dördü öylesine bakisarak dakikalarca kipirdamadan dururlar yanma gider, çevresinde bir tur atar ve John'a dönerek;"Lütfen onu it, hareket etsin ama John bir sey yapamadan adam birden hareket eder ve ikisi yan yana sarsak ve ilerlerken, kadininin sesi duyulur; "Dr. Hopkins'e mütesekkiriz." ve köseyi dönüp kay yönü, yine benzer olaylarda oldugu gibi, kari kocanin hipnoza girmisçesine yabanci evlerine almalari, korkmamalari ve sorulan her seye cevap vermeleridir. Ancak olay saat sonra olanlari mantikla ammsayacak ve dehsete düseceklerdir. Hopkins olayi b Stephens olayi da tabii ki. çünkü Doktor Hopkins bir daha onunla beraber olmamist tarafindan kaçirildigim iddia eden birisinj tedavi eden doktorun bu kez kendisi MiB'te

Ve Philadeiphia 1980 Bu olay MIB fenomeninin dogal yapisini çok iyi anlatan bir olay olarak literatüre geç olayi degil, yani sira da aktif bir UFO olayidir. Bu seferki kahramanimiz da bir bilim a Rojcewicz New York, Julliard School'daki Jung Analitik Psikoloji Vakfi'nda insanlik v vermektedir. 1980 yilinin bir gününde. Pennsyivania Üniversitesi kampüsünün kitap kitap okumaktadir. Olay, bir folklörist olan Profesör'ü yakindan ilgilendirmektedir, UF degil, çok eski bir folklorik unsur oldugu sonucunu arastirmaktadir. Kitaptan notlar a durdugunu hisseder, göz ucuyla baktiginda siyah pantolonlu ve ayakkabili bir bacak karsisinda 1.80 boyunda, zayif simsiyah giysili bir adam durmaktadir. Bakislari için P üç gün uyulacak kadar etkiliydi." diyecektir. Ama bir fark vardir, bu adamin gömlegi ayni renktedir. Davet edilmeden yandaki koltuga oturur ve Rojcevvicz'e ne yaptigim UFO'larla ilgili bir kitabi inceledigini söyler, adam bu kez, hiç UFO görüp görmedigin görmemistir, adam sormaya devam eder; UFO'larin gerçek olduguna inanmakta mi fikri olmadigini, bunun için arastirma yaptigim ama konuya yeterince ilgi duymadigim ayaga kalkar ve haykirircasina; "Uçan daireler çok önemlidir, yüzyilin olayidir ve sen ilgilenmiyorsuni" der. Sonra du kontrolunu yeniden kazanmis olarak yerine oturur ve elini Rojcevvicz'in omzuna koy "Amacina iyi niyetle git." der ve sonra inanilmaz bir sey olur; adam orada, o anda P gözlerinin önünde yok olur. Yokolustan sonra geçen on dakika süresince Rojcevvic kipirdamadan yerinde oturur. Genelde paranormal olaylara inanmaktadir ve bu inan yerinden kalkar ve kafasini toplamak için dolasmaya baslar. Birden çevresinde hiç k farkeder. Odadan çikar, yandaki ve alt kattaki salonlari dolasir, binada tek bir kisi bi

okumaya oturdugunda çevresinde yüzden fazla insanin bulundugunu iyi bilmektedir uyarak yine yerine döner ve kipirdamadan bir saat öylesine oturur. Sonra sesler duy birileri girerler, tekrar odanin disina çikip baktiginda demin göremedigi insanlarin bu görür. Her sey normale dönmüstür. Bu olay olana kadar Prof. Rojcevvicz MiB'leri hi konunun en önde gelen otoritelerinden birisidir.

ABD Hükümeti ve MiB'ler MiB'lerle ilgili en ilginç yön, adlarinin genelde ABD Hükümeti ile karistirilmasidir. 1 M Kuvvetleri'nden Komutan yardimcisi General Hewitt T. VVheless, tüm alt birimlerine Hava Savunma Komutanligi'na bir genelge yolladi. Genelgede, tüm personelin UFO herkesle iliski kurmasi ve olanlari ögrenip bildirmeleri emrediliyordu. Özellikle de, si kendilerini Hava Kuvvetleri mensubu olarak tanitan ve halkin elindeki fotograflari ala edinilecekti. Olaylar, özgürlük haklarina ve özel esyaya tecavüz olarak degerlendiril bagli sivil personel bu emre uyarak, sorusturmalarda bulundular ve raporlarim yolla sürüyor ve 1967'den beri Hava Kuvvetleri bilgi toplamaya devam ediyor. Sonuç ne sadece bilgi toplaniyor ve hiç kimse bir MIB tutuklamasini ve de sanigini henüz görm oynuyori Kim bu MiB'leri Yukardaki örneklerde oldugu gibi, saygin, ciddi ve akli bas basma gelen olaylarin ardinda yatan sir nediri Neden MiB'ler bazen UFO taniklarini ve neden bilim adamlarim ilgilenmeleri için tesvik ediyorlari Acaba, sadece belirli bir UFO'larla ilgilenmesini istiyorlari MiB'ler nediri insan mi, robot mu yoksa dünya disi Tüm bu sorular halen cevapsiz ama MiB'ler gerçekten varlar. Size de gelirler mii Bu çünkü MiB'lerin ziyaret nedeni de kendilerine özgü. Simdilik en iyisi, galiba isi sakay seyretmek ve bol bol eglenmek. Ama unutmayin MiB'ler hiç de filmdeki gibi degiller ABD iLE UZAYLILAR ANLAŞMA iMZALADI !

Burada bilgileri veren kaynaklara göre, tüm anlatilanlar ABD Hükümeti tarafindan "Çok Gizli" olarak tanimlaniyor. Ve yine ayni kaynaklara göre, ABD'de geçeni olan "Bilgi Özgürlügü Kanununun" kapsamina alinmadigi gibi, ABD Hükümeti asagida anlatilan olaylarin hiçbirisinin dogrulugunu kabul etmemekte. Fakat, anlatilanlarin tümünün gerçek oldugu iddia edilirken, sadece ABD'nin degil daha birçok hükümetin benzeri gerçekleri sakladiklarini ve daha da ötede bu konularda konusanlarin susturulduklari da belirtiliyor. Anlatilanlar ve kimligi saklanan taniklarla yapilan görüsmeler büyük bir gizlilik içinde gerçeklestirilmis, ses ve video bantlarindan isimler özellikle sili-nirken, konusanlarin kimlikleri titizlikle saklanmis. Öyleyse, bu durumda anlatilanlarin dogrulugundan nasil emin olunabilir? Buna verilen cevap ise söyle; "Bu taniklar, Amerikan Hükü-meti'nin 'Çok Gizli' düzeyi ile olan iliskileri, verdikleri isimler ve kaynaklar bakimindan inanilir ve güvenilirdir. Taniklar, görev yaptiklari dönemin istihbarat sen/islerindeki personelin adlari-ni ve rütbelerin! dogru olarak biliyor ve anlatiyorlardi ve bunlar en ciddi düzeyde arastirilarak dogrulandi." Gizemli bir grup Birkaç yil öncesine dönelim, UFO A-rastirmacisi William Moore "Dünyadisi Canlilarin Biyolojik Varliklari" adli bir radyo programi yapiyordu, ikinci programin sonrasinda, bir telefon aldi. Arayan eski bir istihbarat görevlisiydi, 9 arkadasi adina konusurken, "Dünya-daki Yabanci Varliklarla ilgili dokümanlari Moore'a verebilecegini söylüyordu. Moore, ikna olarak konusmayi kabul etti ve konusmalara ve konus-macilara "Faicon" kod adi verildi. Bu arada Moore, Jamie Sanders adli bir TV yapimcisi ve yönetmeninden yardim isteyerek, görüsmelerin videoya kaydedilmesini planladi. Bu asamanin ardindan, Faicon kod adli ama gerçek adi "MJ 12" olan grupla çalismalara geçildi. Peki, "MJ 12" neydi? Bu özel grup, ABD içindeki UFO faaliyetlerini arastirirken, "Dünyadaki Yabanci Var-liklar"la da iliskileri yönlendirmekle görevliydi.

Yani resmen, insanlik ile "Dünyadaki Yabanci Varliklar' arasindaki politikayi belirliyorlardi. Çalismalar sürdürülü-yor, kararlar veriliyor, Baskan'in onayina sunuluyor ve politika uygulaniyordu. Yani ABD Baskani'nin "Dünyadaki Yabanci Varliklardan haberi vardi... Faicon'a göre, "MJ 12" 1950'lerde bizzat Baskan Truman'un emriyle kurul-mustu ve bu emrin belgesi de vardi. Faicon bu belgeyi gösteriyordu. Ek o" larak da, 1947'de, New Mexico Ros-vvell'e düsen UFO'nun ve içindeki dünyadisi canlilarin cesetleri hakkindan bilgi veren "MJ 12" dokümanlari bulunuyordu. Bu dokümanlarda dönemin Baskan'i Eisenhovver'in imzasi bulunuyordu. Asagidaki satirlar teyp kasetinden aynen alinan bir bölümdür. Bu incil baska bir incil Faicon'un sesi: "MJ 12, 1950'lerde, hükümetin içinden seçilen bir grup insanla olusturuldu. Görevleri, UFO'larla ilgili arastirmalar yaparak, elde edilen bilgileri derlemekti. En önemli amaçlari, UFO'tarla ilgili bilgileri, bilimsel olarak gelistirmek ve teknolojimize yardim saglayacak sekilde analiz etmekti. "MJ 12 'nin üyeleri arasinda, ABD Baskani, Baskan Yardimcisi, Merkezi ?stihbarat Örgütü "CIA" Baskani ve Ulusal Güvenlik Danismani da dahildiler. "MJ 12"nin yönetim merkezi ise. Washington DC'deki Deniz Kuvvetleri Gözlemevi'ydi ve ABD Deniz Kuvvetleri "MJ 12" politikalariyla ilgili faaliyetlerin tümünde öncelikli sorumluluga sahipti. Deniz Kuvvetleri personeli tarafindan derlenen tüm bilgiler, analiz edilmek üzere "Aquarius" kod adiyla komutanlik merkezine aktariliyordu." Falcon devam ediyor; "MJ 12'nin kendi arasinda 'incil' adiyla taninan bir kitap veya basili bir dosya vardi. Bu kitapta, Truman döneminde, ABD'nin misafiri olan üç dünyadisi yabanci anlatiliyor ve tüm ayrintilar veriliyordu. Ayrica kitapta, dünyadisi canlilardan alinan teknolojik ve tibbi bilgiler, onlarin kendi gezegenlerindeki sosyal yasamlari, Roswell'de bulunan cesetlere yapilan otopsilerin sonuçlari ve evren ile ilgili bilgiler de yer aliyordu. Ama bu kadar degildi, devami da vardi, 1988 yilinda gelen ve yine ABD'nin konugu olan ve dev bir gizlilik perdesi altinda saklanan ikinci bir dünyadisi canli grup daha anlatiliyor." "Dünyaya bugüne kadar üç ayri dünyadisi canli türü geldi.." Faicon sürdürüyor; " Bir diger kitap daha var, adi "Yellow Book". Bu ise son olarak gelen iki dünyadisi canli tarafindan yazilmis. Kitapta, geldikleri gezegeni, Günes Sistemi'ni, diger günesleri, kültürlerini, kendi toplumlarini ve dünyada nasil yasamlarini sürdürdüklerini anlatiyorlar." Bu noktada Falcon'a önemli bir soru soruluyor, dünyadisi canlilarin kökenlerinin neresi oldugu soruluyor: Faicon açikliyor; " Zeta Reticuli takimyildizindan geliyorlar. Bu takimyildiz onlarin ilk evi degil." Bu noktada hemen akla gelen biri var, bir dönem hükümet adina çalisan hipnoz uzmani ve fizikçi Bob Lazar dünyadisi canlilar tarafindan kaçirildigini iddia eden ünlü Betty Hill'i hipnoz etmisti ve Hili 1961 yilinda yapilan bir seansta hipnoz altindayken Zeta Reticuli yildiz sistemini tipatip tarif etmisti. Ama dünyali astronomlar bu takimyildizi ancak 1969 yilinda ilk kez gözlemleyebildiler ve

buldular. Öyleyse, arada kesin ama garip iliskiler vardi ama bu iliskilerin arasindaki bag açikça görülemiyordu.

Bob Lazar

Bob Lazar'in tarif ettigi ufo'nun temsili bir resmi

Simdi Faicon grubundan bir baska kisiye geçelim, onun kod adi "Condor". Condor, ABD Hükümeti ile dünyadisi canlilar arasinda yapilan anlasmalardan söz ediyor; "ABD Hükümeti ile dünyadisi canlilar arasinda imzalanan anlasmaya göre, ABD Hükümeti dünyadisi canlilarin varligini açiklamamayi kabul ederken, onlar da insan toplumuna yani dünyaya karismamaya söz veriyorlar. Ayrica ABD, dünyadisi canlilara özel bir bölgede, çok gizli tutulmak kaydiyla bir üs de veriyor. Söz konusu yer Nevada'daki 51.Bölge ya da öteki adiyla "Dreamland / Rüya Ülkesi" olabilir." Simdi söz yine Fal-con'da; "Dünyadisi canlilar bu bölgede üslendiler yani Nevada'da. Benim bil-digime göre 1948 veya 1949'dan gü-nümüze kadar üç ayri dünyadisi canli türü dünyamizi ziyaret etti veya konakladi, dünyada ilk dünyadisi bir canli New Mexico Çölü'ndeki kazadan sonra ele geçirildi. Dünyadisi canlinin adi EBE'idi. Hükümet tarafindan üç yil konuk edildi ve bakildi. Ondan kültürleri, irki ve araçlari hakkinda çok sey ögrenildi. Diger bir dünyadisi canli ise, bir degisim programinin parçasi olarak, ABD Hükümeti'nin 1982 yilindan bu yana konugu oldu." "400 yil yasiyorlar ve çok zekiler..." Birçok görgü taniginin çizdikleri resimlerin yani sira, Falcon dünyadisi canlilari söyle tanimliyor; "Boylari yaklasik bir metre ile bir metre on santim arasinda degisiyor. Böcek gözüne benzer çok büyük gözleri var ayrica birer iç gözkapaklari bulunuyor. Yasadiklari gezegende, gündüzleri günes isigi bizimkinden iki veya üç kez daha fazla. Onlar da disi ve erkek olarak iki cinsiyetteler. Bizim burnumuzun oldugu yerde iki küçük delik var ve küçük bir agiza sahipler. Bildigimiz türde disten yok, dislerin yerinde çok sert kauçuk benzen bir alan bulunuyor, iç organlari çok basit, kalbin ve cigerlerin görevini tek bir organ yapiyor. Yine çok basit bir sindirim sistemleri ve büyük olasilikla gezegenlerindeki çok güçlü günes isisi nedeniyle sertlesmis ama son derece elastiki bir deriye sahipler. Beyinleri ise, bizimkinden

çok daha karmasik ve çok daha fazla kivrim görülüyor. Bizim görme sistemimiz beynimizin arka tarafindan yönetilirken, onlarinki beyinlerinin önündeki bir merkezden yönleniyor. Duyma yetileri bizlerden hatta köpeklerden bile çok ötede. Böbrek ve mesane sistemi de tek bir organ halinde, onlar da atiklari vücutlarindan atiyorlar ama kati atiklari siviya dönüstüren ve bilimcilerimizin bir türlü tam olarak çözümleyemedikleri ekstra bir organlari daha var. Ellerinde bas parmak yok, dört parmaklari bulunuyor, ayaklari küçük ve parmak aralari perdeli. Yasamlari ortalama olarak bizim zaman ölçümüze göre 350-400 yil arasinda. Aslinda genel olarak sürüngenlere benziyorlar. Bilindigi gibi dünyada bazi sürüngen türleri 500 yil yasayabiliyorlar. Bir timsahin 850 ya-sinda oldugu resmen açiklanmisti. Ve tabii çok zekiler, eger IQ ölçüsünü alacak olursak, IQ dereceleri 200'ü n üzerinde." Falcon dünya disi canlilarin sosyal yasamlari hakkinda da bilgi vererek konusmasina devam ediyor; "Onlarin da bir dini var, evrensel bir dine sahipler. Evreni Tanri olarak kabul ediyorlar. Sevdikleri müzik türü eski Tibet müzigine çok benziyor. Genelde sebzeleri severek yiyorlar, dünyada en çok dondurmayi sevmisler, en çok da çilekli dondurmayi..." Simdi Faicon'u birakip, adim saklamayan birine geçiyoruz;

51.bölgenin bir fotografi

51.bölgeye gelmeden bir uyari tabelasi

Çok gizli bir üs... Robert veya Bob Lazar yukarda adi geçen Nevada'daki ünlü 51.Bölge'de bulunmustu. Aslinda bir fizik uzmani olan Lazar, ABD Hükümeti tarafindan resmen görevlendirilmisti. Lazar, hiç çekinmeden birkaç ayri UFO tipini tarif etti. Lazar, ayrica Las Vegas'in 15 mil kuzeyindeki Pagose Gölü yakininda gizli bir arastirma merkezi bulunuyordu. Burada U2, SR71, F-117A ve SR75 gibi çesitli uçaklar gelistirildi. Üste çok ciddi ve inanilmaz derecede bir gizlilik uygulaniyordu. Ölüm cezasi bile vardi. Pagose Dagi'nin içine 9 hangar insa edilmisti. Hangar kapilari öylesine dogaya uydurulmustu ki, birkaç yüz metre yakindan bile fark edilemiyordu. Lazar'a göre, bu hangarlarin içinde UFO benzeri uçan disklerin deneyleri yapiliyor ve uçus prensipleri deneniyordu. Lazar, disklerin uçabilmesi için adina "Yerçekimi Amplifikatörü" denen bir aygit gelis-tirilmisti. Aygitin planlari

dünyadisi canlilar tarafindan hazirlanmisti. iki tür UFO vardi, birisi "Omicron" adi veri-ten bir gezegen veya bir yildiz çevresinde kisa yolculuklar yapabilen diskti. "Delta" adli diger tip ise, uzay-zaman alani içinde hareket edebilen, ve bu sekilde yildizlar ve galaksiler arasi yolculuk yapabilen olaganüstü bir araçti. Araçlarin üçüncü ve bir baska tipi ise, hem Omicron, hem de Delta konumuna geçebilen bir modeldi. Bu diskler veya araçlarla ilgili tüm bilgi vardi ve uygulaniyordu.

51.Bölge'nin yerini gösteren bir harita Lazar, üsten ayrildiktan sonraki yillarda çalismalarin bitirilmis olacagini ve dünyada 80'li yillardan sonra görülen UFO'larin hemen hemen tamaminin dünya yapisi olduklarini iddia ediyordu. Ve bu araçlar gizli tutuluyordular. Lazar, dünyadisi canlilarin sadece güney yarimküreden gözlemlenebilen Zeta Reticuli yildiz sisteminden geldiklerini vurgularken, Faicon grubunun söylediklerini onayliyor. Bu yildiz sistemi dünyaya 38 isik yili uzaklikta ve bir ve iki diye numaralandirilan ikili bir yildiz sisteminden olusuyor, dünyadisi canlilar Reticulum 4 planetinden, yani Zeta 2 Reticuli yildizinin dördüncü planetinden geliyorlar. Galaksimizi ve yildiz sistemlerim dogal olarak kendilerine göre isimlendirmisler. Örnegin bizim günesimize "Sol", dünyamiza ise. günesin üçüncü gezegeni oldugu için "Sol 3" diyorlar. Yasadiklari gezegende yani Reticulum 4'te bir gün, dünya zamaniyla 90 saat sürüyor. Lazar in dünyadisi canlilari tarifi, Falcon'dan çok farkli degil, hatta ayni gibi. Boylari bir birbuçuk metre arasinda, agirliklari 15 ile 30 kg arasinda, hemen hemen yeni yürümeye baslayan bir çocuk görünümündeler, baslari büyük, her yönü görebilen badem seklinde kocaman gözleri var ve genelde saçsizlar. Daha çok mavi gri renkte tek parça tayf benzeri bir giysi ite görülmüsler. UFO'lar nasil çalisiyor (!) Sonuç olarak gerek Faicon'un gerekse de Lazar'in anlattiklari gerçekten ilginç; Örnegin Lazar, disklerin reaktörlerinin benzinle çalistiklarini söylerken önce sasirtiyor ama sonra bu benzinin bizimkinden çok farkli oldugunu anliyorsunuz. Çok yüksek oktanli ve petrolden degil, atom sayisi 115 olan bir elementten üretiliyor. Bu element ise bizim elementler için kullandigimiz periyodik kartimizda bulunmuyor. Lazar Element 115'in dünyadaki elementler gibi tek yönlü degil, iki

ayri amaçla kullanilabilen bir element oldugunu belirtiyor ve açikliyor; "Dünya biliminin henüz bilmedigi ve özelligini tanimla-yamadigi Yerçekimi Enerjisi'ni Element 115 sagliyor ki bunun adi A E-nerjisi, bu enerji Element 115'in çekirdeginden kaynaklaniyor ve yayiliyor, ikinci olarak da, Element 115 antimadde radyonunun kaynagi, bu da gereken hareket gücünü olusturuyor." Lazar'in bu sözcüklerinden su anlam çikiyor; Her disk, kendi içinde birer minik gezegen olarak kabul edilebilirler. Lazar'in anlatimina göre, yukarda adi geçen Çekim veya Uçus Amplifikatörü'nün sistemi A enerjisini bir yere odaklayarak, uzay-zamanin bükülmesini sagliyor, uzay-zaman bükülümü ise, bir astrofizik deyimi, basit bir anlatimla isik hizindan çok daha fazla bir süratle zamanin ve üç boyutlu uzayin disinda mekan degisimi olarak düsünülebilir. Uzay-zaman bükülmesi yine bir astrofizik tanimiyla bir Kara Delik'in çekim alani kadar bir güç alanini .olusturuyor. Böylece elde edilen dev enerji, isik yili gibi çok büyük uzakliklarin asilmasin sagliyor. Lazar ekliyor; "Bir uzay-zaman bükülümü içinde yolculuk yap ilirken, Element 115, Element 116 denen bir baska elemente dönüserek bir antimadde alanini da yaratiyor. Antimadde alaninda olusan zit alan ise, Elenet 116'nin sayesinde % 100 enerjiye dönüsebiliyor. Reaksiyonun ISISI sonucunda, ortaya çikan elektriksel enerji yeterli oldugu gibi, bir tür termo elektrik jeneratörü olusturuyor. Sözünü ettigim A Enerjisi, böyle saglanirken, Delta durumuna geçildiginde A Enerjisi, uzay-zaman bükülümünü saglayinca bir tür Kara Delik ortaya çikinca, isikyillari asilabiliyor..." Bütün bunlar saçmalik mi yoksa?.. Lazar'in anlattiklarini anlamak çok zor, sadece örneklemek istedik. Çok daha uzun anlatimlari var ama aslinda konu sadece bilim çevrelerini ilgilendiriyor. Sorular ve kuskular sonsuz, tüm bu bilimsel ama amatörce gözüken iddialarin resmen kanitlanmasi gerek ama öte yandan da Robert Lazar'in da bir fizikçi oldugu biliniyor. Bilimsel çevreler ilginçtir, susuyorlar hatta Lazar'i yalanlayan veya karsi çikan kimseye de rastlanmiyor, iki sey olabilir Ya Lazar veya Faicon öylesine saçmaliyorlar ki, yetkililerin hiçbirisi onlara cevap vermeye tenezzül dahi etmiyor, kisa casi ilgilenmiyorlar ya da Lazar veya^ Faicon dogru söylüyorlar ve konunun daha fazla karistirilmamasi için yetkililer seslerini çikartmayi, yorumsuz kalmayi tercih ediyorlar. En iyi çözüm, dünyadisi canlilarin ortaya çikmasi, o zaman tartisacak bir sey kalmayacak.. Ama onlar da resmen ortada yoklar. Bu arada akla yukarda geçen bir söz de ister istemez geliyor; dünyadisi canlilarin IQ dereceleri gerçekten 200'ün üzerindeyse, o zaman onlari anlamamiz hiç de kolay degil, hatta imkansiz gibi... Her seyi bir yana birakip, bir an düsünelim. Eger Falcon ve Lazar dogru söylüyorlarsa ve ABD ile dünyadisi canlilar arasinda böylesine gizli tutulan bir iliski

varsa, hatta ABD dünyadisi bir zekanin temsilcileriyle özel bir anlasma imzaladiysa ve bunu dünya insanlarindan sakliyorlarsa çok iyi düsünmemiz gerekiyor. Böyle bir olasilik, tüm siyasi, etnik, dinsel ve hatta ekonomik sorunlardan daha önemlidir çünkü göründügü kadariyla çok uzakta degil, kisa bir dönem içinde dünyada ciddi bir degisimin, belki bir bölünmenin ama en önemlisi insanligin bir bölümü için bir tehdidin ortaya çikmasi olasidir. Neden mi? Eger anlatilanlar gerçekse, ABD neyin karsiliginda dünyadisi canlilari saklamak ve hatta korumak için milyarlar harciyor? Bunun bedeli nedir? Fakat önemli bir soru daha var, dünyadisi canlilar bu isbirliginden ne elde ediyorlar ve neden saklanmak istiyorlar? ?htiyatli olmak isteyen çevrelere göre, eger bizlerden çok ötede bir zekaya sahipseler. korkmamiz gerekir çünkü onlarin gerçek amacini anlamamiz asla mümkün olamayacaktir, çünkü bizler onlarin yaninda resmen geri zekali sayilar biliriz...Ya öyleyse..? UFOLAR BAŞKA BİR BOYUTTANMI GELİYORLAR ? Ufolara açıklama getirmek isteyen bir çok teorinin gösterdiğine göre bu cisimler sanki bizim boyutumuzun dışından başka bir boyuttan geliyor gibiler.UFO NET sizler için araştırdı.

Havada hiç bir şey yokken ,birden kübik bir cisim havada beliriyor.Cisim gittikçe büyüyor,yavaşça çevresinde dönüyor ve yine arkasında hiç bir iz bırakmadan birden kayboluyor.Bir kaç saniye önce bir dört boyutlu cisim bizim üç boyutlu dünyamızda belirdi.Evet, gerçekte hayal edemeyeceğimiz bir olayı bir anlık gördük.Eğer böyle bir anlatım inandırıcı geliyorsa sebebi son 50 yıldan beri gelen ufo raporlarıdır.Bir çok görgü tanığına göre cisimler hiç yoktan birden beliriyorlar ve birden yok oluyorlar.Bu görgü tanıklarının yaşadıklarından dünya üstü bir araç gördükleri kanısı ortaya çıkıyor. Peki ama bu olayların açıklaması bu mu? Ufologlar arasında bir fikir önemini arttırıyor.'' Başka boyutlar ''. Bu teori belkide sadece ufolerı değil bir çok paranormal fenomenleri en iyi şekilde açıklayan alternatif bir fikir olabilir.

BAŞKA BİR DÜNYANIN GÖRÜNTÜSÜ Günümüz bilim adamları 4 boyutu kabul ediyorlar.(3'ü boşluktan 1'i zamandan oluşuyor) 3 boyutlu bir evrende yaşadığımızı eski yunan matemetikçisi Euclides o ünlü geometri kitabında ( Element - MÖ 300) yazdığından beri biliyoruz.Bilim adamları ancak 20. yüzyılda 4 boyutlu yer zaman konusunu anlamaya başlamışlardır. 20. yüzyılın başında Albert Einstein 'ın çalışması ve sonre Alman matematikçisi Herman Weyl bir 4 boyutlu yer - zaman sürekliliğini daha anlaşılır bir dille açıklamaya çalışmışlardır.Bu düşünceler bir devrim niteliğinde olup diğer bilimadamlarınıbu konuda araştırmaya itmiştir.Hatta yakında 5. boyutu algılayacağımızın sinyalleri var bazılarına göre. Bazı ufologlar ufolar hakkında başka bir boyut açıklamasını çok garip buluyorlar.Gerçekten eğer boyutumuz ve yer -zamanımız dışında böyle bir cisim varsa ve bu boyutumuza gelse çok büyük dünya dışı bir izlenim yapardı.

İKİ BOYUTLU ÜLKE 1884 yılında Edwin A. Abbott bu olaylara benzeyen şeyler yaşanan romanını okuyuculara sundu.( Flatland - Düz Ülke) Düz ülkede yaşayanlar çok incedir.Onlar 2. boyutta yaşıyorlar ve yanı başlarında bulunan 3. boyuttan haberleri ve fikirleri yok.Kitabın konusu kısaca ; eğer 3. boyuttan bir cisim bu insanların yaşadığı düz ülkeden geçerse ne olur ? Örneğin eğer kurşun şeklinde bir cisim düz ülkede haraket ederse önce kendisini o ülkeye (2. boyuta) değdiği yerde bir nokta şeklinde gösterir.Yoluna devam ederken düz ülkede yaşayanlar bir daire görüyorlar.Daire büyümeye devam ederken birden küçülüyor ve kayboluyor.Bu olay onları 2. boyutta görülen bir 3.boyuttan gelen cisim olayını yani UFO fenomenini araştırmaya itecektir. 1947 'den beri inanılmaz manevralar yapan, birden ortaya çıkan ve birden ortadan kaybolan , şekil değiştiren ,çok yükseklerde uçabilen garip ufolar rapor edilmektedir. Bu esrarengiz cisimler genelde teknolojik bakımdan gelişmiş , dünya dışı yapısı olarak görülüyor.Peki ama başka bir boyuttaki esrarengiz cisimler dünyamızda beliriyor olamaz mı ? Bir çok ufolog bu hipotezi başka bir gezegenden gelenler hipotezinden daha

inandırıcı buluyor. Güneş sisteminde yapılan araştırmalar komşu dünyalardan birinin akıllı hayat barındıramayacağını gösteriyor.Ve eğer başka dünyalarda yaşayanlar varsa bile çok büyük bir olasılıkla bize ulaşamazlardı.Çünkü bize ulaşmak için uzayda yüzlerce,binlerce ışık yılı yolculuk etmeleri gerekecekti. ALGILANAMAYAN VARLIK Eğer ufolar başka bir boyutun eserleri ise ,bize gelmeleri için güneş sisteminde başka bir gezegende yaşamaları gerekmez.Sadece zaman - mekan aşmalarıda gerekmez.Sadece tepemizde yaşayıp bu dünyayı bizimle paylaşabilirler.Tabiki bizim algılayamadığımız bir boyutta.Cismin (bizim boyutumuzda)belirmesi, sadece bir geçiş , kayboluş ise diğer boyutta belirmesi olarak gerçekleşecektir. Başka bir çekici fikir , belkide birçok diğer boyutlar olduğudur. DAHA ÇOK BOYUTLAR Kablo teorisine göre 15 milyar yıl önce kainat yaratıldığında 4 değil 10,11 boyutluydu.O günden bu güne kadar geçen süre içinde kainat kendisini 4 boyuta kadar açmıştır.4. boyuttan 3'ü boşluk 1'i zaman olarak kalmıştır.Diğer boyutlar katlanmış durumda kalmışlar ve bildiğimiz evren üzerinde neredeyse hiç etkileri olmamıştır.Bu yüzden kablo teorisinin katlanmış durumdaki bu boyutları , ufo ve diğer paranormal fenomenleri açıklamada çok az bir yer almaktadır.Prensip olarak bizim boyutumuz dışındaki boyutlar, dünyamıza etki ettiği sürece algılanabilir.Yapılan bir çok deneye göre bu söz konusu değil.Bilim adamlarına göre eğer bu boyutlar gerçekten varsa bile dünyamıza etkileri olmadığı için yokmuş gibi algılanacaktır. BOŞLUK - DOLULUK Ancak yinede bu bir çok ufoloğun cesaretini kıramamaktadır.Onlar bu teorilere biraz hak verirken farkında olmadığımız diğer önemli rol oynayabilecek faktörleri aramaya devam etmektedirler. Bilim adamları şunuda ekliyorlar: Başka bir cismin veya varlığın bizim boyutta belirmesinin imkansız olduğunu kanıtlamak olanaksızdır.Bu yüzden bir çok ufolog ufoların başka bir boyuttan 4 boyutlu ( 3 yer 1 zaman) dünyamıza geldiği fikrini bir kenara koymuyorlar.Veya o cisimlerin içinde gri küçük adamlar oturuyorlar mı? Bu başka bir tartışma konusudur. NAZİ UFOLARI VE TEKNOLOJİK SIRLAR

Nazi ufolarıyla ilgili resimler 7 haziran 1945 tarihli new york times gazetesindeki haber şöyleydi: "uçan daireler bir gizli silahtır. Almanlar tarafından üretilmiş ve ülkenin batı sınırında ortaya çıkmıştır. Amerikan hava kuvvetlerinin verdiği bilgiye göre , almanya göklerinde uçan gümüş balonlar görülmüştür.Hatta bunların bazıları neredeyse saydam yapıdadır." Haberi izleyen günlerde UFOların alman yapımı silahlar olduğu dedikodusu hızla yayıldı.Alman silah endüstrisinin bu garip nesneleri ürettiğine inanılıyordu.UFO gözlemleri hızla artarken,özellikle iskandinavya gökleri sık sık uçan gemiler tarafından ziyaret ediliyordu.İskandinavyada alman garnizonları kurulmuş ve bunlar savaşın sonuna kadar bölgede kalmışlardı.Bu dönemde "SS" ideolojisi, yapılan bilimsel araştırmalar doğrultusunda insanlığın yararına ve çok sayıda kişi tarafından kullanılabilecek yeni enerji kaynakları aramaya yönelikti.Araştırma birimleri U-13 ve E-4, bu yeni teknolojiyi mükemmel hale getirmek için çalışıyordu.Böylece Victor Schönberger 'in uçandaire taslakları ortaya çıktı.Cisimlere Haunebu-1 ve haunebu-2 isimleri verildi. Hazırlanan plan ve çizimlerin, ünlü temascı George Adamski'nin 1952 yılında resmini çektiği ufolarıyla inanılmaz bir benzerliğe sahipti... Almanlar 1941 ve 1942 yıllarında daire biçimli uçak üretimine çoktan girmişti bile.Ancak ilk denemelerde çok büyük yapım hataları ortaya çıktı. V-1, V-2, V-4 den sonra,1942

yılında mühendis Richard Miethe, italyan bilim adamı Giuseppe Bellonzo ile V-7 nin yeni modeli üzerinde çalışmaya başladı. Zaman geçerken Hitler'in de desteğini alan Miethebellonzo ekibi, Schriever-Habermohl ikilisiyle ortak araştırmaya girdiler.Böylece inanılmaz efsanevi V-7 ortaya çıktı ilk uçuş denemesi 20.813 metre, ikinci uçuşta ise 24.200 metreye kadar yükseldi. Diğer yandan Vril adıyla bilinen uçan diskler projeside devam ediyordu. Bu projenin mimarı Schumann grubuydu ve mucize yaratan silahlar konusunda uzmanlaşmış SS E-4 bölümünden destek alıyordu. Vril-1 serisinde tam17 cismin üretildiği biliniyor. Disklerin çapı 11.56 metre idi ve 2.900 kilometre saat hızına ulaşabiliyorlardı. garip bir biçimde Vril-1 ve Vril-9 un görünümleri, amerikalı astronot Edwin Aldrige'in ay yüzeyinde gördüğü nesnelere çok benziyordu!.. Nazi ufoları teknolojisi

Almanlar savaşın sonuna kadar silahlarını mükemmel hale getirmek için çalışmayı sürdürdüler. Yeni projelerine " ateş topu" adını wermişlerdi. Radyo dalgalarıyla

yönlendirilen ateş toplarının tek amacı vardı: yok etmek!.. Düşman uçaklarından çıkan gazı buluyor ve radarlarını işlemez hale getiriyordu. Motorun yada elektrik sisteminin tümüyle çökmesini sağlayan ateş topları ürkütücüydü. Bu özellik, bazı UFO gözlemlerinde, UFO'nun yakın teması sırasında araba motorlarını durdurması , elektrik kesilmesi yada elektrikle çalışan cihazlardaki geçici bozulmayı akla getiriyor. O dönemde, bugün UFO adını verdiğimiz dairesel biçimli taşıt araçları inşaa edildi, kullanıldı we tanıklar tarafından sayısız gözlem yapıldı. Şimdi bu tanıklardan birini orjinal almanca metinden yapılan çeviriyle yeniden gözden geçirelim.Çok gizli askeri belge özelliği taşıyan gözlemde tanığın adı ve kimliği açıklanmamıştır: "Almanya'nın Bavyera bölgesindeydim.Cumartesi öğleden sonra, akşam olmak üzereydi. Karşı taraftan yüksekliği pek de fazla olmayan uçan bir cismin yaklaştığını gördüm.Çapı 8 ila 20 metre arasındaydı. Çevresine ıslık sesi yayıyordu ve cisim hafif bir titrreşim ile sarsılıyordu.Cismin alt kısmında üç yarım küre bir tanede mavi nokta vardı. Ortadaki gamalı haç resmi hemen dikkatimi çekti.Pencere benzer bir şey yoktu sadece delikler vardı. Bu ıssız mekanda ve çevrede artık çalışmayan eski fabrikalardan başka bina yoktu.Garip cisim alçaldı ve görebildiğim kadarıyla bir duvarın arkasında yere indi. Az sonra ortaya çıkan kamyon cisme yaklaştı ve uzaktan pek de seçemediğim şeyler olmaya başladı.Sadece insan formunda iki silüet görebildim. Biri uçan cismin alt tarafında diğeri ise üstündeydi.Uçan disk yüzeyi :-):-):-):-)l plakalarla kaplanmışa benziyordu. Hem alttaki üç küre hemde üst tarafta çıkış borusuna benzeyen bölümler dikkatimi çekti. Az sonra 'NSU 80 Solingen' plakalı bir araba geldi. Bunu yeşil bir volkswagen izledi.Gidip yakından bakmaya karar verdiğimde ise, uçan cisim çoktan ortadan kaybolmuştu.Yaptığım gözlemden bir hafta sonra, bu bölgede pek çok kişinin UFO gördüğüne dair raporlar verildi.Benimle aynı cismi yada benzerlerini görmüş olabileceklerini düşündüm.Benzincide çalışan bir adamla konuştuğumda onunda aynı cismi gördüğünü öğrendim." Çetin BAL: UFO teknolojisi konusunda çalışmalar yapan ''Nazi Almanyası'' görünmezlik teknolojisi, zamanda yolculuk ve boyut atlaması konularıylada yakından ilgilenmişlerdir.Hatta bu ve benzeri teknolojilerin araştırılması için Tibet ve Hindistan taraflarına VİMANA adı verilen, destanlarda adı geçen uçan araçların tarih öncesi kayıtlarının incelenmesi yönünde bir ekip gönderildiği speküle edilmektedir.Benim kanımca o dönemdeki NAZİ bilim adamları elektromanyetik gücün bir çok doğa üstü gibi görünen fenomenlere yol açabileceğini biliyorlardı.Ve bahsi geçen teknolojilerin elektromanyetizmin gizemli yapısı içinde çözülebileceğini her nasılsa bir şekilde biliyorlardı.Ve elektromanyetizmin prensiplerini kullanarak yerçekimine karşı gelebileceklerini düşünüyorlardı.

Hitler OKÜLT bilimlerlede ilgileniyordu.Alman ırkının geçmişteki büyük bir uygarlığın (ATLANTİS'in) devamı olan üstün bir ırk olduğunu düşünüyordu.Adolf Hitler spiritüel (ruhsal) bilgilerle ve bu kanaldan yapılan dünya dışı bağlantılarla da ilgilenmekteydi.Her ne kadar da bilinen alışıldık tarih kayıtları içinde yer almasa da Hitler'in ufolar ile ilgili bir takım çalışmalar yaptığı ve hatta UFO'ları kullandığı doğrudur. İnanması hayli güç bir spekülasyona göre O zamanlar Adolf Hitler'in sağ kolu Genaral Himmler'e bu görev verilmişti. O da son derece negatif bir varlık olduğu için düşünce formu şeklinde negatif Orion'lu uzaylılardan yardım alarak çok gelişmemiş UFO araçları yaparak kullandıkları söylenebilir ama gelişmiş UFO'ları kullanmalarına ''Dünya Dışı Konfederasyon'' tarafından izin verilmemiştir... Eğer dünyaya koruyucular ve Satürn Konseyi tarafından karantina uygulanmamış ve özgür irade yasası olmasaydı, Hitler gelişmiş Ufo'ları devreye alacak ve tüm dünyayı 1 hafta içinde denetim altına alabilecekti... Almanya'da ortaya çıkan yeni tarihi kaynaklar Hitler'in savaşın son döneminde UFO'lara benzeyen uçaklar geliştirdiğini ortaya koydu. Alman belgeseline göre 1943 yılında Naziler Avrupa'da üstünlüğünü korumaya devam ediyordu. Ancak diğer bölgelerde orduları gerilemeye başlamıştı. Bunun üzerine Hitler çareyi Pseudonym 7 adı verdiği kanatsız uçaklar üretmekte buldu. Andreas Epp adlı bir mühendisten çalınan planlarla hazırlanan

prototip uçaklar, radarlara yakalanmıyor ve kendi çevrelerinde dönerek hareket ediyordu. Hazırlanan 15 prototip uçağın görünüşü UFO'lara benziyordu. Mussolini'ye tanıttı Hitler test uçuşları başarıyla sonuçlanınca bunları dostu İtalya lideri Mussolini'ye de tanıttı. Mussolini'nin silah danışmanlarından Luigi Romersa (84) Almanlar'ın UFO'sunu "Yuvarlaktı, ortasında çevresi tamamen camla kaplı bir kokpiti, kenarında jet motorları vardı" diyerek tarif ediyor. Fabrika hataları nedeniyle uçaklar üretilemedi. Savaşın son aylarında da Prag'da Skoda fabrikası ile beraber çizimleri ve prototipleri de yok edildi. ADOLF HİTLER, EMELLERİNE ULAŞABİLMEK İÇİN BİLİMİN EN UÇ SINIRLARINA GİTMEYİ DE İHMAL ETMEDİ. KUSURSUZ IRK İÇİN GENLERLE OYNADI, DÜNYAYI FETHETMEK İÇİN UFO İMAL ETTİRDİ.” Haziran 1937”de, Hitler ve Goering”inde aralarında bulunduğu Nazi ordusunun başta gelenleri, birliklerinden özel olarak seçilmiş kuvvetleri ülke dışına yolladılar. Bu birliklerin görevi, uzay ve uzaylılarla ilgili bilgi toplamaktı. Araştırmalar sırasında Türkiye sınırları içinde Nuh”un Gemisinin bulunduğu farz edilen Ağrı Dağı”nda bazı hikayeler dinlediler. Bu hikayelere göre 200 nesil önce, gökyüzünden büyük ve de çok gürültülü bir ev yeryüzünüze indi. Ev olarak adlandırılan uçan nesnenin çıkardığı gürültü, köyde bulunan herkes tarafından duyulmuştu. Daha sonraları köy halkından biri; bu nesneyle karşılaşmış. İçinden çıkan insana benzeyen varlıklar adamı selamlamış. Adama gemiye gelmesini söylemiş. Adam köylülere geminin dışının dokunulmayacak kadar sıcak ve parlak olduğunu, ayrıca içeri girdikten sonrada geminin havalanıp bir kuş gibi uçtuğunu, adamların içeri girdikten sonra taştan yapılmış şapkalarını çıkarıp onunla konuştuğunu anlatmış. Resimlerin çekildiği tarih: 1944 Anlatılan hikaye Almanya”ya bildirildi. Bir ay sonra aynı bölgeye iki birlik daha gönderildi. Birinci grupta, Hitlerin ünlü kimyasal ölüm silahlarını üreten bilim adamları vardı. Bu grup, bahsedilen evi bulmak üzere görevlendirilmişti. Bilim adamları, o günün bütün teknolojisini kullanarak bahsedilen evi aramaya başladılar. Sonunda da bu amaçlarına ulaştılar. Bir dağın tepesindeki mağaranın içinde bu gemiyi buldular. UFO, 25 metre genişliğinde ve 8 metre yüksekliğindeydi. Dünyada bulunmayan katı bir maddeden yapılmıştı. Bilim adamları gemiyi çalıştırmayı denediyse de başarılı olamadı.

Aralık 1938 yılında, bulunan UFO, büyük bir gizlilik içinde Almanya”ya getirildi. UFO araştırması için Almanya”da ki en ünlü bilim adamları Münih’in kuzeyinde kurulan bölgeleye getirildiler. Araştırma laboratuarı, başka kuvvetler tarafından fark edilmemesi için eski tuz madenlerinin bulunduğu bir bölgeye konuşlandırıldı. Fakat bu bölgenin Amerika Birleşik Devletleri ajanları tarafından fark edilmesi uzun sürmedi. Nazi bilim adamları ise, UFO ve bileşenleri hakkında birçok bilgiye sahip olmuşlardı. Temmuz 1941”de, Amerika Birleşik Devletleri, Oz kod adını verdikleri bir ajanını bu laboratuara sokmayı başardı. Oz, buranın resimlerini çekmiş, burası hakkında birçok belge almıştı. Fakat bunların Amerika”ya gönderilmesi sırasında, Almanya”da ki Nazi hazinesini toplayan Rus birlikleri tarafından bu belgelere ve resimlere el konulmuştu. Büyük bir Rus birliği bu topraklara gönderilmiş, ondan sonraki zamanlarda da ne bu kurulan UFO üssünden ve ne de belgelerden hiçbiri bulunamamış. Nazilerle UFO’ların yakınlığı hakkında birçok belge ve söylenti mevcut. II.Dünya Savaşı”nda Nazi”lerin bu UFO’ları kullandığı söylentisi var.Gerçekten bu teknoloji savaşta kullanılabilmişmiydi? Yada buna fırsat oldumu? Bunu kimse bilmiyor ama bir gerçek varki oda ortalığın bunca dumana boğulduğu bir yerde mutlaka bir gerçek payı olmalı..!

THULE örgütü -Nazi ideolojisi ve Gizli zaman yolculuğu deneyleri Çetin BAL: Aşağıda bahsi geçen Thule örgütüne dair resmi tarih kayıtlar içinde yer almayan ve sadece bir takım söylentilerden ibaret olan ilginç bazı bilgileri siz okurlarımın dikkatine sunmam gerektiğini düşündüm.Çünkü en az bir çok gizemli olay kadar Thlu örgütü ve Nazi teknolojisi ve Nazilerin ilginç araştırmacı yanları ve Nazi bilim adamlarının ilgi alanları hep bir sis perdesi altında kalmış ve bu noktada bir çok spekülasyon üretilmiştir.Bu spekülasyonlar NAZİ lerin Atom bombası yapma girişimlerinden, yerçekime karşı gelen uçan disk teknolojilerine ve zaman yolculuğu araştırmalarına kadar bir çok konuyu kapsamaktadır.Bunlar ne kadar gerçek yada ne kadarı doğru bunu bilmek yada bu konuda net bir fikir beyan etmek oldukça güç ve hemen hemen imkansızdır.Resmi ve bilimsel anlamda tarihe baktığımızda tüm bunlar bir deli saçmasıdır.Ama ben Modern bilimin gelişen serüveni içinde bu NAZİler ve zaman yolculuğu hikayesini en tutarlı konsept içinde kalmaya çalışarak ve en uçlarda gezerek toplamaya çalıştım.Sonuç olarak sizler için biraz fantastik/ bilimkugusal gelebilecek aşağıdaki kısa makaleyi oluşturdum. Bizim söz konusu edeceğimiz Thule ise, bir ezoterik öğreti ve örgüt... Şurası hiç de ilginç değildir ki, Thule Örgütünün sembolü, çift boynuzlu Viking

miğferidir. Söylemsel kökleri, kayıp kıta Mu'ya dayanan bu öğretinin temel konusu, insan psikolojisinin derinlikleri ve zamandır.Kimileri bu çift boynuzlu migferin bir wormhole tünelini simgelediğini düşünmektedir. (...Yanınızdakilerle birlikte bir zamandan başka bir zamana sıçrayabilmektesiniz! Bu yanınızdaki, bir çakmak da bir uçak da bir uzay gemisi de bir fabrika da olabilir!) Thule örgütü'nün amaçlarına gelince ; bunlar özetle : · Zamanda gidip gelen üstün yaratıklarla ilişkiye geçmek, · Üstün bir Âri ırk oluşturmak : (Bunun için de saf bir Cermen ırkı oluşturup panCermenik bir Alman Imparatorluğu'nu kurmak ve bu imparatorluğu Âri ırkın oluşturulmasında kullanmak) ve bu arada, · Hıristiyanlık öncesi antik Alman kültürünün yeniden uyandırmak, · Böylece dünyanın yazgısını değiştirmek ve · Mu uygarlığına ulaşmaktı. Gizlici örgüt ve öğreti olarak Thule'un felsefesine gelince; Bunu Eckart, şöyle açıklıyordu: "Tule'un tüm sırları, eski bir kayıp uygarlığa dayanır. İnsanoğlu ile dış zekalar arasında bazı varlıklar, bu sırlara erenlere büyük bir güç kaynağı oluşturmaktadır. İşte bu güçtür ki, Almanya'yı dünyaya egemen kılacaktır". Bu sözler, Nazizmin de temelini oluşturuyordu. Dikkat edilirse bu sıralamada adı geçen öğreti ve örgütlerin, aslında yeterince heterojen bir kök ve geçmişe sahip olmadıkları görülür. Üyelerin çoğunluğunun Hristiyan görünmelerine karşın, Thule için bu bile gerek ve yeter bir koşul değildir. Açıkçası, Thule'un üye ve öğreti olarak içeriğini netleştirmek oldukça zordur. Bu içerik içinde Pagan, Cermen, Gnostik, Kabalacı yani yahudi mistizmi, Âri ırk ve bolca Katolik unsurlar vardı. Yani, Thule'un oluşumu tek tip ve homojen değildi. Bir kök Tötonlara giderken öbürü Cermenlere, bir başkası Mu'ya, bir başkası Hint ve Tibet Aryenlerine, bir başkası Tapınakçılara, bir başkası ise, doğrudan Masonlara gidiyordu. Saydığım ve saymadığım bir çok öğe ve etken, kolayca Thule'da bir araya gelebiliyorlardı ; çünkü ortak ve temel bir konu vardı: Zaman gezmenliği! 19. yüzyılın başında, Almanya'da aşırı sağ eğilimleri ve birbirleriyle de yakın ilişkileri olan Tapınakçılığa bağlı üç örgüt kurulmuştu: Armanenschafft, Ordo Templi Orientis ve Ordo Novi Templi. Her üçü de Tapınakçıydı.Bu üç örgütün en önemli işlerinden biri, Germenorden (Alman Tarikatı) adlı örgütün kurulmasına katkıda bulunmalarıydı. Bu Alman Tarikatı 1912'de kuruldu ve Âri ırkın varlığına ve üstünlüğüne inanıyordu.

1. Dünya Savaşı sırasında ateşli Alman milliyetçilerini organize etmişti. Onu önemli kılan asıl şey ise, Tuhule örgütünün oluşmasına önayak olmasıydı. Thule Derneği ya da Almanca adıyla "Thule Gesselschaft". Thule Derneği’nin kurucusu "Baron Rudolf von Sebottendorff"tur. Diğer adı, Rudolf Glauer.Yüksek öğrenimini yarım bırakıp, gemilerde üç yıl elektrikçi olarak çalıştı. Böylece bir çok yer gezmiş oldu. Uzak Doğuya, ezoterik öğreti ve gruplara da ilgisi bu sayede oluştu. Bu gezileri sırasında simya, astroloji ve Kabala üzerinde çalışmış, Gül-Haç felsefesi üzerinde de uzun araştırmalar yapmıştı. Türkiye'de onu "Gizli Müslüman Baron" olarak biliyorlardı. Sufizmi ayrıntılı biçimde biliyordu. Birçok tarikatla ilişkisi vardı. Güçlü bir Mason kariyerine sahip olarak özellikle, Bektaşilikle ilgilenmişti. Rudolf Hess: Bu topluluğa ilk katılanlardan biri kimdi dersiniz? Rudolf Hess; Hitler'in kötü yoldaşı! Antisemitik düşünceleriyle ünlü, "Oyuk Dünya Kuramı"nın babası, Aryan ırkının varlığına ve üstünlüğüne inanan, ezoterik ve inisiyatik tarikatlarla bağlantılı bir bilim adamıdır. Barış görüşmeleri için İngiltere’ye gönderildi ama orada tutuklandı. Spandau cezaevinde ömür boyu hapse mahkum edildi. Haushoffer: Thule’un en önemli ve etkili üyelerinden biri. 1869 doğumlu. Bir bilim

adamı, Münih üniversitesinde profesör. Profesör ve general. Hitlerle onu tanıştıran Rudolf Hess'ti. Kavgam'ı Hess ve Haushoffer yazdırmıştı Hitler'e. Nazi Partisi için Gamalı Haçı seçen de oydu. Deitrich Eckart'tan sonra Hitleri en çok etkileyen ikinci insandı. 1934'de genç bir general ve çok güvenilir bir kâhindi. Düşmanın saldıracağı yeri, saati ve mermilerin düşeceği yerleri söylüyordu. Hitlere de Parise ne zaman gireceğini, nerede ne kadar dirençle karşılaşabileceğini söylemişti. Rooswelt'in ölüm tarihini de doğru olarak vermişti. Uzak doğuda uzun yıllar resmi görevde bulundu. Japonca biliyordu. Ona göre Alman ırkının kökleri Orta Asya'da idi. Aslında o da bir Gurdjief öğrencisiydi. İkisi de Tibet Locası'na üyeydiler ve bu Tibet Loca'sının dünyanın altında yaşayan ve insandan daha üstün bir tür ile ilişkisinin olduğuna inanıyorlardı. Hitler, Himmler, Goring, fizikçi Morell de aynı locanın üyeleri idiler. Thule derneğinin özünü şöyle açıklıyordu: Thule'un tüm sırları eski kayıp bir uygarlığa dayanmaktadır. İnsanoğlu ile dış zekaların arasında bulunan bazı aracı varlıklar bu sırlara erenlere büyük bir güç kaynağı oluşturmaktadırlar. Bu güç Almanya'yı bütün dünyaya egemen kılacaktır. Yine bu güç ve bu gücün kaynağı, geleceğin üstün insanının ortaya çıkması için imkan sağlarken, insan türünün de değişimine yol açacaktır. İşte bu ifadeler özet olarak Thule’un da Nazizmin de temelini oluşturmaktadır. Nazi ufolarıyla ilgili bir video

Yaşlı bir okültist kadının kendisine yıllar önce anlattığı "Almanya'yı kurtaracak Mesih" prototipini Hitler'de görmüştü. Bu nedenle bu genç adamın elinden tuttu, onu Thule'nin zengin ve etkili üyeleri ile tanıştırdı. 1923 yılında kurulan Milliyetçi Sosyalist Parti’nin yedi kurucu üyesinden biriydi. Aynı yıl öldüğünde, elindeki tüm bilgi birikimini Karl Haushofer’e bırakmıştı. Vasiyetinde ise, şöyle diyordu: Hitler’i izleyiniz. Dans edecektir; ancak müziği ben yazdım. Onlarla temasa geçmesi için gerekli araçları kendisine verdik. Bana da sakın acımayın. Tarihi herhangi bir Alman’dan daha fazla etkilemiş olacağım. Eckart ve Rosenberg 1920'de Hitler’le tanıştılar ve onu üç yıl sıkı bir eğitimden geçirdiler. Hitler’e doğu ezoterizmini, gizli dilini ve bu dille konuşmayı öğreten Eckart'tı. Öğretisini iki bölümde Hitlere aktarmıştı : Gizli öğreti ve propaganda. Bu da gösteriyor ki, Hitler üzerinde birinci derecede etkili olan bir isimdir. 1923'de Nazi partisi kurulduğunda Kurucu yedi üyeden biriydi. Hiç kuşkusuz, Hitler’in ve Nazi Partisinin Thule’un bir ürünü olduğu söylenebilir. Onun da Thule’a derin ilgi duyduğu, onayladığı, çalışmalarını yakından izlediği, zaman zaman derneği ziyaret ettiği doğrudur. Hiç kuşkusuz, onun akıl hocaları ve yaratıcıları oradaydı. Hitler’i tetikleyen, eğiten, ideolojisini, düşünce yapısını veren, hedeflerini belirleyen onlardı. Eckart başta olmak üzere Alfred Rosenberg ve Karl Haushofer Hitlere çok zaman ayırmışlar, ilgi göstermişler ve onu eğiterek hazırlamışlardı. Özelikle Eckart, Hitler’e mistik doğunun gizemlerini öğretmiş ve Thule’un temel değer ve öğretisini benimsetmişti. Thule’de Güneş, Aryanların kutsal sembolü olarak bilinirdi. Bir Tibet söylencesine göre, üç-dört bin yıl önce, Orta Asya’da, Gobi’de çok büyük bir uygarlık vardı. Bu uygarlık yıkıldı ve Gobi de bir çöle dönüştü. Buradan canını kurtarabilenler, Kuzey Avrupa’ya ve Kafkasya’ya göç ettiler. Thule Örgütü’nün ermişleri, bu Gobi göçmenlerinin, insanlığın temel ırkını (Âri soyunu) oluşturduğuna inanıyorlardı. Bu yüzden General Haushofer, kaynaklara dönmeyi istiyor, bunun için de Doğu Avrupa’yı, Türkistan’ı, Pamir’i, Gobi’yi ve Tibet’i ele geçirmeyi planlıyordu. Ona göre, bu bölgeleri ele geçiren, Dünya’ya egemen olacaktı. Hiç kuşkusuz, Hitler'i siyasete sokan, yükselten ve ona mali destek bulan da Gamalı haçı Nazi bayrağı yapan da Thule idi. Tuhule, temelinde, o bir tür Zaman Gezmenleri Derneği idi! Hitler’i seçmesinin temel nedeni, Hitler’in bir çok özelliklerinin yanısıra onun zaman gezmenliğine duyduğu ilgi idi. Bu durum Hitler’de Thule’a karşı direnilemez bir çekim oluşturuyordu. Ayrıca Hitler sıkı bir ezoterikçi idi. Öne çıkmağa, kahraman olmağa meraklıydı ve tipik bir medyumdu!

Onun bu özellikleri de Thule’un ona çekilmesini sağlıyordu. Şimdi Hitler’in biraz da medyumsal-parapsişik yönünden söz edelim: Zaten tamamı kırklara karışmış bir kasabada doğmuştu. O kasabada ruhlardan, medyumlardan geçilmiyordu! Kendisinin de medyumik yeteneği vardı. Bir çok vizyonlar gördüğü, bir çok bilgiler ifade ettiği bilinmektedir. Hitler' in çevresindekilerin görmediği fakat kendisinin gördüğü, bir çok varlıktan söz ettiği kayıtlara geçirilmiştir. Hatta bu yüzden şizofren olduğundan bile kuşkulanılmıştır. Onun hitabeti ve kitleleri etkilemesi de bir çok kişilerce parapsişik bir yetenek olarak algılanır. Keza yakın çevresi Hitler'in geceleri ''Büyük Ruh'' isimini verdiği bir bedensiz varlıktan geleceğe dair bilgi aldığı söylenir. Bu bilgilerden sonra büyü, mitler, Büyük Ruh, Mu, Tuhule, zaman gezmenliği, Şamballa derken, Hitler’in nasıl bir zihinsel karmaşaya sürüklendiğini açıkça görüyoruz. Hess, Oyuk Evren kuramı yanında bir de buzul kozmozdan ve bir Buz Çağı'ndan söz ediyordu. Hitler kendi döneminde bu buz çağının ateş çağına dönüşeceğine inanmıştı. Üstelik bu çağı başlatmak için de kendisi seçilmişti! Rusya buzuluna orduyu yazlık elbiseyle göndermesinin nedeni buydu! Hep bunlar, kara büyünün, Şamballa’nın, Büyük Ruh’un (aslında Einstein'lada bağlantılı olduğu düşünülen bir zaman yolculuğu grubuyla gelen, zaman Volf Messing'in telepati gücünün) marifetiydi. Böylece süreç tapınakçılardan başlıyor, Masonlara bulaşıyor Germonerden’i (Alman Tarikatını) doğuruyor ve o da Thule’un doğuşunu hazırlıyordu. Sonra Thule örgütü kendi etkisi altında zaman gezmenliği uğruna Hitler’i ve Nazi Partisini yaratıyor. Âri Irk’la dünyanın kurtuluşu ve zaman gezmenliği uğruna Naziler, Doğu gizliciliğine bulaşıyor ve sonunda II. Dünya Savaşı ortaya çıkıyordu. Bir çok başka amaç ve ideallerle kuşatılmasına ya da zenginleştirilmesine karşın Thule’nin merkezî konusu yine de Zaman'dı ve bu durum Hitler’in onlarla daima ilişkide olması için için yeterliydi. Hitler’in eski uygarlıklara, mitolojilere olan ilgisi de Thule ile örtüşüyordu. Doğa yasalarının üstüne çıkmak istemesi ve bu yüzden büyü ile ilgilenmesi de öyle. Bir farkla ki, Thule ileri gelenlerinin hiç biri kendini böyle ortaya atmamasına karşın Hitler, güç ve imperium uğruna kırklara karıştığına ve seçilmiş olduğuna inanıyor ve dünya egemenliği fikrine lâpinler gibi atlıyor ve öne çıkıyordu.

HİTLER NAZİLER VE SEKÜLERİZM Peki din ve dindarlık bakımından Hitler’in durumu neydi? O, sağın neresine düşmekteydi? Düz tarih bile, Hitler ve Naziler konusunda, din söz konusu olduğunda, bir garipliğin olduğunun farkındadır. Ortaya konan fotoğraflarda bir tuhaflık vardır gerçekten de... Marksizmle silahlı mücadele, yoğun bir Yahudi katliamı ve kiliseye çok soğuk bir yüz. Sağın da solun da neresine düştüğü belirsiz bir kimlik bu. Bence güce soyunmuş bir ezoterizmin tipik örneği. Tapınakçıların da soğuk ve din dışı bulunmalarının nedeni sanırım buradadır. Ne ki, sonuçta Hitler de tüm güce soyunan ezoterik öğreti yandaşları gibi, sekülerliğini korumaktadır. Güç isteğinin girdiği yürekte Tanrı yada evrensel sevgi barınamamaktadır. Açık olan budur. Tanrının (evrensel birliğin) çıktığı gönle de genellikle güç isteği egemen olmakta ve bu da eski mısır'ın Tanrı-Kral misyonuna giden yolun kapısını aralamaktadır.Bu ne tapınakçıların ne başka misyonsal eğilimlerin ne de Nazilerin sorunudur... Sekülerleşmenin gerçek kaynağı, ırkçılık değil, güç isteğidir ve bu güç isteği, zamanımızdaki bazı gizlici örgüt ve öğreti yandaşlarını bugün, dünya imparatorluğuna soyunma noktasına getirmiştir. Oysaki demaokratik, katılımcı,daha hoşgörülü ve sevgi dolu bir dünya gerçeği için daha uzun ömürlü bir insan uygarlığı için çoğulcu bir yönetim söz konusu olmalıdır.

Bu anlamda Devletlerin kendi aralarında savaş kararı alamadıklarını, savaş kararını almada kapitalist dünyada sömürü üzerine dayanan kar ve çıkar hesaplarının tehlikeye girdiği bu güç efendilerinin yani uluslararası büyük finans şirketlerinin bunda etkili olduğunu belirtmek gerekir. Demek ki, sanayileşmenin gündeme geldiği bu dünya arenasında savaş çıkaranlar, terörizmi bir şekilde destekleyenler işte bu güç efendileridir. Rasyonel değil de güdüsel güç isteğinin sonuçları daima savaştır. Bunun artık görülmesi gerekir.Birey bu noktada kendi çıkarlarını toplumun çıkarlarının önüne almaktadır. Gamalı Haç'ın NSDAP'a Thule Örgütü tarafından yerleştirildiği doğrudur. Ama aslında o, arşetipik bir şeydir. Onda paganik kökler de bulmak olanaklıdır, ama paganlığa mal etmek de yanlıştır. O, yalnızca Kabalacılığın tekelinde de değildir. Onun umulmadık kadar gerilere giden bir tarihi olduğu doğrudur. Söylentiye göre, Thule bu sembolü Mu uygarlığından alıp Nazi Partisi’ne amblem yapmış. Mu tabletlerinde gerçekten de bu sembol vardı ve Mu'ya özgü gizli bilgiler içeren çok önemli bir semboldü. Bu sır, çok sıkı eğitimden geçmiş, eski Mısır ve Tibet rahiplerince de biliniyordu ve onlar tarafından korunuyordu. Bu sembol bir de iki yeraltı uygarlığı olan Şamballa ve Agartha'da kullanılıyordu. Nazilerin önde gelenleri de (yedi kurucu üye) bu sırrı öğrenmişlerdi ve bu bilgi de doğal olarak Tibet'le olan ilişkileri sayesinde ele geçirilmişti. Onların gamalı haç hakkında edindikleri bilgi Şamballa'dan geliyordu ve Şamballa pek de hırlı bir uygarlık ve güç olarak bilinmiyordu. Temeli şer ve karanlıktı. Bu da bize Hitler'in haklı olarak, nereye yakalandığı ve nereye hizmet ettiği hakkında bir fikir vermektedir. Gamalı Haç'ın, Thule'nin Tapınakçı kökenine uygun olduğu da doğrudur ama bu sembol Tapınakçıların da tekelinde değildir. Ona eski Hint mandalalarında da Cengiz Han'ın yüzüğünde de rastlıyoruz! Öbür taraftan, Kabalistik ve Masonik kaynaklarda, Siyon yıldızı ile iç içe kullanıldığı da doğrudur. Haushoffer'ın Hindistandaki çalışmaları sırasında bu sembolü görüp etkilenerek aldığı ve Nazi bayrağı yaptığı da söyleniyor. Aslında Gamalı Haç şekil olarak başka bir şeymiş de o şekli ters çevirerek Gamalı Haç yapmış. Hah! İşte burası ilginçtir. Ters çevirdiği orijinal örnek acaba neydi dersiniz? UZAK DOĞU BAĞLANTILARI Thule ve onun bir uzantısı olan Nazi Partisi, aktüel ve siyasi alanda dünyayı ateşe vermişti ama bunlar başında da sonunda da ezoterik içerikli ve nitelikliydiler. Hess Oyuk Dünya kuramı geliştirmişti. 1930'larda tümüyle Atlantis gibi kayıp kıta ve toplumları araştırmaya adanmış dergiler çıkıyordu. Otto Rahn 1938'de Güney Fransa'da "Kutsal Kâse"yi aramaya girişmişti. Bu kâse son yemekte kullanılan şarap kabıydı ama olağanüstü bir sırrı da beraberinde taşıyordu. Ahit Sandığı gibi bir güç yaydığına inanılıyordu. Thule'un Tibetli rahiplerle de ilişkileri vardı ve Dalai Lama ile iyi ilişkileri olmuştu.

Bu uzak doğu ilişkilerinin temelindeki nedenler; · Âri ırk · Ezoterizm ve · Zaman gezmenliği idi. Thule de Nazi ileri gelenleri de tarih öncesi Ariyan ırkının Hindistan ve Tibet'te hâlâ var olduğuna inanıyorlardı. Önce Cermen ırkını saflaştırıp, bu ırkı Âri ırkın ortaya çıkması için hizmete koşacaklardı. Yani doğu ezoterizmini tanımak, oraya bağlanmak ve orayla ilişkide olmak zorundaydılar. İşte o nedenle,Thule Örgütü 1943 yılına kadar Tibet'le yakın ilişkisini sürdürmüş, birbirlerine karşılıklı heyetler göndermişlerdir. Bu ilişki çok derin, anlamlı ve yoğundu; çünkü temelinde Âri ırk, uçandaireler ve zaman gezmenliği vardı! Bu Thule’yi de Hitleri de çok yakından ilgilendiriyordu. Bu ilişki konusunda ümitlenip heyecanlanmamaları olanaklı değildi. Çünkü uzak doğu yalnızca ezoterizm yönünden değil, uçandaireler ve zaman gezmenliği bakımından da görmezden gelinemez bir kaynaktı. Hint-Tibet mitlerinde, zaman yolculuğu yapan Dhurakhapalama, Vaidor; UFO benzeri uçan disklere de Vimana denilmekteydi. Hint mitlerinde, Vaidor’ların, Turan Dağı’nda olduğu; Vimana’ların ise, Tor Dağı’ında bulunduğu, daha doğrusu inip, kalktıkları yazılıydı. Hatta, Çinliler’in, Fransızlar’ın (Kont Sédir) ve Ruslar’ın (Çar Nikola) büyük paralar harcayarak kurdukları ekiplerle Dhurakhapalam’ı arattırdıkları söylenir. General Haushofer da Tibet’te bu konuda araştırmalar yapmıştı. Onu Gurdjief bulmuştu ve Kamensky diye birini iki yıl ileri yani zamanda iki yıl geleceğe göndermişti. Şu da var, Thule ve Nazi partisinin bu uzakdoğu ilişkisi pek tekin bir şey değildi ve Hitler’e de Almanlara da pahalıya patladı. Çünkü birçok araştırmacı, Nazilerin, aslında çok daha karanlık bir örgütün görünen yüzü olduğuna inanmıştır. Bunun için nedenler yok da değildir. Çünkü bir çok toplantıda, Nazi Partisi'nin ileri gelenlerinin yanında doğulu, şeytani, ucube tipler görülmüştür. Bunların Nazilerin iplerini ellerinde tutan Tibetli rahipler olduğuna inanılıyordu. 1840'larda Almanya'da "Agarta"dan söz ediliyordu. Bu söylenceye göre, yer altında bir krallık vardı. Buranın kralı, dünyadaki birçok kralı denetiminde tutuyordu. O, dünyanın efendisiydi ve çok yakında da Dünya krallığını gerçekleştirecekti. Yaygın kanıya göre, büyük bir olasılıkla Hitler onun bir numaralı adamıydı. Doğrusu Hitler de buna hiç hayır diyecek gibi görünmüyordu; çünkü elinde Amerika'nın bile işgali ile ilgili planlar vardı. İtalyanlar Afrika'yı, Japonlar Asya'yı yöneteceklerdi. 1926'da Berlin ve Münih'e küçük bir Hintli kolonisi yerleştirilmişti. Ruslar Berlin'e girdiklerinde ölüler arasında bin kadar alman üniformalı ama kimlikleri olmayan Tibetlili ile karşılaşmışlardı. Nazilerin "Odessa" adlı bilim örgütünde, üst rütbeli Tibetliler de bulunuyordu. Thule'nin, Tibet kökenli "Yeşil Ejjder" örgütü ile de bağlantıları bilinmektedir. II. Dünya Savaşı'nın sonunda yıkılan Nazi karargahında 12 Tibetli rahibin ne işi vardı?

Önceleri buna bir anlam verilmemişti. Çünkü eylem zamanıydı; kimsenin soru soracak yorum yapacak durumu yoktu. THULE örgütünün temel amacı zamanı saptırıp gelecekteki dünyada NAZİ egemenliğini sağlamaktı.Thule Örgütü’nün Hitler tarafından Nazi’leştirilmesinden sonra, Nazi’lerin, zaman yolculuğu teknolojisini siyasi amaçlarla kullanmak istemişlerdir. Örneğin satır aralarında, zaman gezmenliğinin fazla uzak olmayan bir zamanda başlayacağı... Bunun için ışık quantlarının bulunması daha doğrusu anlaşılması gerektiği, bu konuda her şeyin Thule’un yapacağı deneylere bağlı olduğu filan... gibi ilginç bilgilerin varlığındanda bahsedilmektedir.Bu ne demek? Thule’un var ve devam ettiği demek. Zaman üzerine deneyler yaptığı demek!.Thulu örgütüne dahil olan bilim adamları magnetizmal alanlar içinde cisimleri geçmişe ve geleceğe doğru yürütebileceklerini düşünüyor ve iç içe dünyalar ve boyutlar gerçeğinden söz ediyorlardı. Kitap kurdu olan çok yönlü araştırmacılar NAZİ bilim adamlarının bu konudaki çalışmalarının Amerika'daki Philadelphia deneyine, Montauk projesine ve ordan da 51.inci UFO araştırma üssüne doğru uzanan ilginç bir bağlantı ağını içerdiğini sezecektirler.Belki bu bağlantı doğrudan planlı bir bağlantı değil ama sonuçta bir şekilde bu bilgiler bir yerlerde kesişiyor.

ATATÜRK GELECEĞi Mi GÖRÜYORDU? Bazi bilim adamlarina göre gelecegi görme yeteneginin merkezi,diansefal dedigimiz ve sempatik sinir sisteminin birlestigi beyin merkezidir.Bu sinir sistemi,Merkezi Sinir Sistemi denilen ve vücut hareketleri yani bilinçli hareketleri kontrol eden sinir sisteminden büsbütün

baskadir.Bilginlere göre ,Diansefal,beynin en eski ,yani atalarimizda ilk olarak gelisen beyin kismidir.Belki de tarihten önemli insanin içgüdüleri ile hareket etmesini temin eden altinci his,beynin bu merkezindeydi.Bugünkü hayatimizda merkezi sinir sistemimizin faaliyeti o kadar fazlaydi ki,"diansefal" altinci his ortaya çikarmiyor.Ancak belli sayidaki kisilerde kendisini gösterebiliyor.Gelecekten haber alabilmek için yetenekler ise daha ender ortaya çikiyor.Bu görüs dogruya,Atatürk ,Cayce,Messin gibi duyarli kisilerde beynin bu bölümünü daha faal oldugu düsünülebilir. Beynin bu bölümünün altinci his ile irtibati tama olarak nedir? Atatürk'ün yasaminda "gelecegi görme" gücünün kanitlari bulunmaktadir.En basit örnek Kurtulus Savasi'nda görülmüstür zaten. Örnegin Muhiddin Arabi'nin gelecekle ilgili yazdigi kitabinda,büyük ihtimalle Atatürk'ü kastettigi anlasilmaktadir: "Devleti Aliyye yikilacak.Batidan uzun boylu,mavi gözlü bir adam gelecek. Baktigi zaman karsisindaki insani eritecek.Serbest Firka kuracak. Adina da Serbest Cumhuriyet denilecek. Dünyaya milletini tanitacak ve 15 sene hükümdarlik sürecek" ESRARENGiZ HiNTLi MiHRACE 'NiN SIRRI HALA ÇÖZÜLEMEDi… Bilindigi gibi Hint halki,Kurtulus Savasi'nda,Atatürk'ü ve Türk halkini yalniz birakmamis ve maddi-manevi olarak ,Türk halkinin yaninda yer almislardi. Kurtulus Savasi'ndan yillar sonra , 1929 yilinda,Bir Hintli Mihrace,Atatürk'ü Pera Palas'taki(ayrintili bilgi için medya yorumlarina bakabilirsiniz) 101 no'lu odasinda ziyaret etmeye gelmisti… Ne amaçla ziyaret ettigi bilinmemesiyle birlikte bir baska nokta da,Mihrace'nin kim oldugudur.Mihrace'nin ,Atatürk'e sundugu hediyenin kendisinde de bir sir gizliydi… Bu hediye altin sirmali Hint isi bir ipek seccadeydi. Seccadenin üzerindeki desende,bir samdanin asili oldugu bir düz kemeri;her iki yaninda birer güvercini bulunan,bes kubbeli bir diger kemerin çevrildigi görülüyordu.Bordür motifi,fillerden olusuyordu. Desenin en ilginç unsuru ise,her iki kemerin arasindaki,dal kivrimi ve gül motifleriyle süslü boslukta yer alan romen rakamli bir saat kadraniydi: Bu saat 09.08'i gösteriyordu. Seccade halen Perapalas'da bulunmaktadir. BULGAR iVAN MANELOF'A SÖYLEDiGi KEHANETLER… Mustafa Kemal basindan beri Türk Milleti'nin yasadigi zor kosullardan siyirip çikaracagini biliyordu.1906'da Bulgar ivan Manelof ile Selanik'de yaptigi konusmalardir: "Bir gün gelecek,ben,hayal olarak kabul ettiginiz bu inkilaplari basaracagim.Mensup oldugum Türk Milleti bana inanacaktir. Düsündüklerim demogoji mahsülü degildir.Bu millet gerçegi görünce arkasindan yürür.Saltanat ortadan kalkacaktir.Devlet mütecanis(tek çesit) bir unsura dayanamayacaktir.Din ve devlet isleri birbirinden ayrilacaktir.Bati medeniyetine dönecegiz.Bati medeniyetine girmemize engel olan yaziyi atarak,Latin kökünden alfabe seçilecektir.Kadin ve erkek arasindaki farklar kalkacaktir.Emin olunuz ki hepsi bir bir olacaktir…" Atatürk bu konusmayi yaptigi sirada Abdülhamit ülkenin tek hakimiydi.Ve padisahlik kuvvetli ve kutsal bir kurumdu. ONCEDEN YAPiLAN BiR UYARi AMA…. Çanakkale Savas sirasinda Mustafa Kemal Nablus Karargahi 'nda ikinci defa 7 nci Kolordu Kumandani oldugu yillarda yasanan bu olayi kendisi daha sonra söyle anlatmistir: -"Bir gün Erkani Harbiye Reisi bana o günkü raporlarini okudu.Basit raporlardi,her zamanki gibi…Yalniz bu raporlarlar içinde bir nokta dikkatimi çekti…" Evet görünürde hiç bir sonuç çikartilamayacak bu rapordan Mustafa Kemal inanilmaz bir sonuç çikartmis ve çok degil bir veya iki gün sonra ingilizler'in büyük taaruzu baslamistir.Bundan sonrasi Mustafa Kemal'in kendi agzindan:

"Yataktan kalktim,giyindim.is odasina girerek bir muharebe emri yazdim." Emirde sunlar yaziyodu: "Düsmam 19 Eylül aksami taaruz edecektir." "Sonra bu emre alinmasi gereken tedbirleri ilave ettim.Bu emri Grup kumandani olan Liman Fon Sanders Pasa'ya da gönderdimÇok hürmet ettigim bu zat,benim raporuma gülmüs ve 'ihtiyattan zarar gelmez" diye bana da bir sey söylemeye lüzum görmemis" 19 Eylül gecesi kolordu kumandanlari telefon basinda çagirarak verdigi emirlerin ve alinmasi gereken tedbirlerin yerine getirilip getirilmedigini sordu.Kendisine tüm tedbirlerin alindigi bildirildi.Ancak ne yazik ki,kolordu kumandanlari da böyle bir emri ciddiye almamislar ve gerekli hiç bir önlemi almamislardi. Mustafa Kemal gerekli tedbirlerin alinip alinmadigini ögrenmek için bir müddet sonra telefon açti… Olayin sonucunu yine Mustafa Kemal'den dinleyelim: "Ben daha telefon konusmami bitirmeden,düsman topçusu muharebe hattimiz üzerine ates etmeye basladi.Gece muharebe ile geçti.Benim ordumun sag cenahindaki ordu yarildi,esir oldu ve bos kalan cepheden geçen düsman süvarileri Leyman Fon Sanders'in karargahina basti.Hakikat anlasilmisti.Fakat neye yarar…" DÜSMAN DONANMASi iLE iLGiLi KEHANETi… Almanya ile birlikte,Birinci Dünya Savasi'na giren Osmanli imparatorlugu her seyini kaybetmis durumda idi. 30 Ekim 1918'de imzaladigi Mondros mütarekesi ile Türk topraklarini kaybettigi gibi yavas yavas tarih sahnesinden de silinmeye baslamisti… istanbul'un isgal edildigi günlerde,istanbul'a dönen Mustafa Kemal düsman zirhlilarini Dolmabahçe önünde gördügü zaman üzüntüyle: "Geldikleri gibi gidecekler.." Daha sonrasini zaten biliyoruz.Sonuç olarak geldikleri gibi gittiler. isin ilginç tarafi Nostradamus'un da bu konuyla ilgili bir kehanetinin bulumasidir."Centurien" adli kitabdaki kehanet su sekildedir: Kongre baskanini tutan devlet adamlari isgal kuvvetlerince sürülecek Malta'ya Girilmis istanbul'a alinmis Rodos Adasi Ama geldikleri gibi gidecekler 4 Eylül 1919'da hatirlanacagi gibi Sivas Kongresi toplanmisti.Kongre Baskanligi'na, isgal kuvvetlerine karsi açikça tavir alan Mustafa Kemal seçilmisti.Kurtulus Savasi'ni ve Atatürk'ü destekleyen istanbul'daki mecliste olan milletvekilleri de isgal kuvvetlerince Malta Adasi'na sürgüne gönderilmisti.Bu hatirlatmanin isiginda dörtlük bir kere daha okunursa ,durum daha iyi anlasilacaktir. MUSTAFA SAGiR'iN CASUS OLDUGUNU iLK KONUSMADA BiLMESi… 16 MART 1920'de istanbul'un isgal edilmesi üzerine ,Kemalettin Sami Pasa Anadolu'ya Geçerken gemide bir Hintli ile tanisir.Bu adam Mustafa Sagir'dir. Milli Harekete yardim için Hint müslümanlarini'nin kendisini gönderdiklerini söyler.Böylelikle pasayi etkilemistir.Ankara'ya telgraf çeken Sami Pasa,Mustafa Sagir'e ilgi gösterilmesini ister.Bir süre sonra Sami Pasa Atatürk'e Hintliyi anlatir ve görüsmesini rica eder.Ertesi gün Atatürk ,Mustafa Sagir'i kabul eder. Bu görüsme uzun sürer.Hintli gönderilir.iki pasa yalniz kalinca Atatürk: "Bana bak Kemal bu adam casus!…" der Sami pasa:"Aman pasam siz de çok süphecisiniz" diyerek Atatürk'e inanmaz. Atatürk konusmayi keserek yaveri Hayati Bey'i çagirir ve su emri verir: -"Bu Hintli ingiliz Casusu olacak..Kendisini takip etsinler.Mektuplarini da sansürde çok dikkatli okusunlar..." Bundan sonra mektuplar o zamanlar kimya hocasi olan Avni Refik Bey'e verilir.Bir iki

tecrübeden sonra gizli yazilar bulunur.Mustafa Sagir yakalanarak suçu itiraf ettirilir ve idam edilir. GÖZLE GÖRÜLMEYEN YERi BiLMESi…. Sakarya Savasi'ndan sonra bir subay cepheden alinan bilgileri Baskomutan Maresal Gazi Mustafa Kemal'e okuyordu.Kagittaki notta cephe komutanlarindan biri ,Seyit Gazi'nin kuzeydogu tarafinda bir düsman firkasinin göründügünden bahsediyordu… Bunun üzerinde Mustafa Kemal kaslarini çatarak: " Hayir!..Orada düsman yoktur..iyi baksinlar.." Subay ögle yemeginde geri geldi.Biraz da sikilarak: "Haber aldim komutanim.Bahsedilen yerde düsman yoktur." BU KEHANETiNE DÜSMAN GÜÇLERi DE iNANMAMiSTi… Düsman Ordusu'nu tamamiyla yoketmek amaciyla baslatilan Büyük Taaruz amacina ulasmisti.Ordularini korkunç sondan kurtarmak isteyecek olan itilaf devletlerinden durumu gizleme amaci güden fakat bu basarilari haber alan itilaf devletleri kendisinden görüsmek üzere randevu istedikleri zaman.ATATÜRK elçilere: "Sizinle 9 Eylül 1922 Nif(Kemalpasa) kasabasinda görüsebilirim." isin ilginç tarafi,bu sirada Türk Ordulari Nif'den çok uzakta bulunuyordu.Ve 9 Eylül'e kadar oraya çarpisarak varmak çok zor,hatta imkansiz gibi görülmekteydi.Çünkü bu bir savasti.Yani kesin tarih verilmesi norma sartlarda hiç bir sekilde mümkün degildi.Savas sirasinda neler olabilecegini kim önceden kestirebilirdi ki? Aradan 10 gün geçti.Bu olayi daha sonra ünlü Nutku'nda kaleme alarak söyle demistir: "Dedigim gün Nif'te idim.Fakat benden randevu isteyenler orada yoktu…" BASKENT ANKARA Atatürk'ün Ankara'yi Baskent yapmasinin ardindaki sebep hayli ilginçti: "Ben Türk'ün imkansizi imkan haline getiren kudretini bütün dünyaya göstermek için Ankara'yi istedimBir gün gelecek su çorak tarlalar yesil agaçlarin çevirdigi villalar arasindan uzanan yesil sahalar,asfaltlar ve binalarla bezenecek.Hem bunu hepimiz görecegiz,yakinda olacak…" Ankara 13 Ekim'de baskent oldu.Bazi Batili devletler Ankara'nin nüfusu ve kirsalligi yüzünden büyükelçi göndermeyeceklerini açiklamalarina ragmen karar degismedi. RADYO VE SiNEMA HAKKiNDAKi GÖRÜSÜ Atatürk'ün radyo ve sinema hakkindaki sözleri onun "ileri görüslü"lügünü bir kez daha kanitliyor. "Sinema,gelecekteki dünyanin bir dönüm noktasidir.Simdi bize basit bir eglence gibi gelen eglence olan radyo ve sinema bir çeyrek asra kalmadan yeryüzünün çehresini degistirecektir.Japonya'daki kadin,Amerika'daki zenci,Eskimo'nun ne dedigini anlayacaktir.Tek ve birlesik bir dünyayi hazirlamak bakimindan sinema ve radyonun kesfi yaninda tarihte devirler açan matbaa,barut,Amerika'nin kesfi gibi olaylar oyuncak nispetinde kalacaktir." Bu sözler radyonun emekleme,sinemada ise yeni yeni çalismalar yapildigi bir dönemde ifade edilmistir. Bir diger önemli nokta ise "Tek ve Birlesik Dünya " düzeninden bahsetmesidir.Bana kalirsa herkesin internet'i tanimasi bu olayi kavramasi için bile yeterlidir. iTALYANLARiN HABESiSTANA SALDiRMASi.KiM BiLEBiLiRDi Ki? Bu olayi aktaran Atatürk'ün yakin arkadasi Münir Hayri Egeli'dir.Egeli'nin agzindan naklediliyorum: Habesistan Savasi baslamadan önce italya'nin Rodos'a askeri harekatta bulundugu günlerdi…Bir aksam Atatürk'ün sofrasina davet edilenler onu balkonda gezinirken buldular.Atatürk:"Tevfik Rüstü" nerde?" Diye sordu.Ankara Palas'da bazi sefirlere ziyaret

veriyorlar,dediler. Daha sonra hep birlikte davetin verildigi Ankara Palas'a gidildi. Atatürk Arnavutluk Elçisi Asaf Bey'in yakininda giris ve çikis kapisini iyi görebilecegi bir yere oturdu. Atatürk: "Asaf Bey,gazetelerde bir takim resimler görüyorum.Arnavutluk'da operet mi oynaniyor?". Bu sözleri ile Kral Zogo'nun sorguçlu resimlerini kastettigini anlayan elçi sasiriyor…Atatürk devam ediyor: "Cumhuriyet'de ne zarar görüldü ki,krallik ilan edildi.Hem takip edilen politika tehlikelidir.italya'nin Arnavutluk'u Balkanlar'da bir basamak yapmasi muhtemeldir." Müdahaleye kalkan italyan sefirine Ata: "Haber aldigimiza göre Roma'da bazi ögrenciler elçilik önünde gösteri yaparak Antalya'ti istemisler.Antalya sigara paketi midir ki sefir cebinden çikarip versin.Antalya buradadir.Buyurun alin.Hem benim bir teklifim var.Hakikaten böyle bir sey düsünüyorsa,Musolini'ye müdahale edelim.Antalya'ya asker çikarsin.Bütün ihracaat tamam olunca harp ederiz.Maglup eden hakkina razi olur." Bu sözleri duyan italyan elçisi atiliyor:"Bu bir harp ilani midir?" Atatürk: "Hayir ben burada bir fert olarak konusuyorum.Türkiye de harp ancak Türkiye Büyük Millet Meclis'nin yetkileri içindedir." Bu durum üzerine Basbakan ismet Pasa'ya haber verilir telefonla.Ve Ankara Palas'a çagrilir. Atatürk bunu haber alinca: "Hükümet geliyor,biz gidelim" der. Çankaya'ya döndügü zaman sunlari söyler: "italya ile harp tehlikesi yoktur.Rodos'a yapilan hareket Habesistan'a yönelecektir." O yillarda italya'daki fasist yönetim kendine yeni sömürgeler ariyordu.Avrupa gazetelerinde zaman zaman italya'nin Rodos Adasi'na yakin Anadolu topraklarini isgale hazirlandigina iliskin haberler yayinlaniyordu.Türk hükümeti de her ihtimale karsi bütün tedbiri almisti.Ancak Atatürk'ün söyledigi yine gerçeklesti ve italya Türkiye yerine Habesistan'a saldirdi. RUSYA'NiN GELECEGi Kurtulus Savasi sirasinda en büyük destegi Rusya'dan alan Mustafa Kemal,savas sonrasinda ise iliskileri belli bir düzeyde sürdürüyordu.Çünkü Lenin'den sonra iktidari ele geçiren Stalin Rusya'yi keyfi bir sekilde yönetiyordu… 1936 yilinda Atatürk her zamanki gibi Çankaya'daki aksam yemeklerinde ülkenin sorunlarini konusurken,masadakiler sik sik Pasam,Ruslar söyle ileri adimlar atiyor,ekonomide,sanayide,askeri alanda söyle basarili oluyorlar diye anlatiyordu. Atatürk'ün bunun üzerine yemegi birakip masanin üzerindeki içinde meyvelerin bulundugu tabagi aliyor ve yere atacakmis gibi yapiyor.Masadakilere : "Eger bunu yere biraksam kaç parça olur?" diye soruyor. "40 parça olurdu Pasam"diyorlar. "Hayir.." diyor Atatürk,soruyu yine tekrar ediyorlar,ayni cevabi aliyor.Bunun üzerine "Bilemediniz…" diyor. Ve devam ediyor: "Biraz sabredin…Yurtta Sulh,Cihan'da Sulha sarilin.Çünkü 60 yil sonra Rusya 60 parça olucak.Bu nesil Bolsevik ihtilali yapti.Kan kussa,kizilcik yedim der.Ogullari da babalarinin istikametinde gider.Ama ondan sonraki nesil Rusya'yi 60 parçadan böler…" Bu sözler 1936 yillarini söyle bir hatirlayalim..Henüz daha ii.Dünya Savasi çikmamis ve Rusya büyük bir güç olmamisken,bu söz söylenmistir.Anlattigi seyler 64 yil sonra gerçeklesmistir.Atatürk devam etmistir: "Bu gün Sovyetler Birligi dostumuzdur,komsumuzdur,müttefikimizdir.Bu dostluga ihtiyacimiz vardir.Fakat,yarin ne olacagini kimse bugünden kestiremez.Tipki Osmanli gibi,tipki Avusturya Macaristan imparatorlugu gibi parçalanabilir,ufalanabilir.Bu gün Rusya'nin elinde simsiki tuttugu milletler avuçlarindan kaçabilirler.Dünya yeni dengeye ulasabilir.iste o zaman Türkiye ne yapacagini bilmelidir.Bizim,bu dostumuzun idaresinde dili bir,inanci bir,özü bir kardeslerimiz vardir.Onlara sahip çikmaya hazir olmaliyiz.Hazir olmak yalniz o günü susup beklemek

degildir.Hazirlanmak lazimdir.Milletler buna nasil hazirlanir?Manevi köprüleri saglam tutarak..Dil bir köprüdür.inanç bir köprüdür.Tarih bir köprüdür.Köklerimize inmeli ve olaylarin böldügü tarihimiz içinde bütünlesmeliyiz.Onlarin bize yaklasmasini beklemeliyiz,bizim onlara yaklasmamiz gerekliligidir.Rusya bir gün dagilacaktir.O zaman Türkiye onlar için örnek bir ülke olacaktir."diyen Atatürk : "Türkiye 21 nci Yüzyili sekillendiren Avrasya için bir kilit ülke konumundadir.Onlar bizi örnek alacaklardir." diye görüsünü bildiriyor. Atatürk'ün ileri görüsünü 1999 yilindan 2000 yilina girerken gözlem yapan ve gazeteleri televizyonlari yani kisacasi dünyayi takip eden herkes su an bile anlayabilir. AVRUPA BiRLiGiNiN KURULUCAGiNi BiLiYORDU… Atatürk dis politikaya da önem verilmesini çok iyi biliyordu.Türkiye'nin komsularinda meydana gelebilecek olaylardan etkilenebilecegini savunan Atatürk bir aksam Çankaya Köskü'nde çocukluk ve mahalle arkadasi Asaf ilbay'in da aralarinda bulundugu dostlarina dis siyaset hakkinda dis siyaset hakkinda sunlari anlatir: "Bir Balkan Birligi'ne lüzum vardir.Beni birakiniz ki firkamin lideri olarak Balkanlar'da bir seyahat yapayim.Balkan devlet adamlariyla konusayim ve efkari umumiyeyi hazirlayayim.Dünyanin ufuklarinda kara bulutlar görüyorum.Balkan Birligi kurulabilirse,bir Avrupa Birligi'ne yol açilabilir.Bati devletleri de er geç birlesmis olacaklardir." Avrupa Birligi düsüncesi ilk olarak ancak ii.Dünya savasi sonrasinda ortaya çikabilmistir.1960'larin basinda Bati ülkeleri tarafindan üzerinde konusulmaya baslanmis olan bu düsünce,1980'lere gelindiginde ancak genislemeye baslayabilmistir. Oysa ki,Atatürk bakislarini bir noktada yogunlastirarak dalgin bir halde israrla sunlari sunlari söylüyordu: "..Evet,bir Balkan Birligi ve sonra da Bati Devletleri Birligi beseriyeti ve uluslari,görünür görünmez felaketlerden koruyabilir.Yoksa insanligin basina gelecek sefalet ve istiraplara ölçü yoktur.Dünya bir uçurama dogru gidiyor…" UÇAKLARLA iLGiLi KEHANETi Atatürk uçaklarin henüz daha birakin savaslarda kullanilmasini normal günlerde bile kullanilmadigini ve birçok kimse için ölüm kutusundan baska bir sey olmayan günlerde ,Fransa'da Abidin Daver'e söyledigi uçaklarla ilgili söyle demistir: "Teyyareler gün gelecek savaslarda önemli roller oynayacaktir." 1908 yilinda söylenen bu söz ,Abidin Daver'in hiç aklina yatmadigini itiraf etmistir.Çünkü o yillarda uçagi savasta kullanilmasi akillarda dahi yok gibi bir seydi. ANNESiNiN ÖLÜMÜYLE iLGiLi GÖRDÜGÜ RÜYA… Zübeyde Hanim rahatsizligi artigindan Ussakizadeler 'in evinde ogluna hasret vefat eder.Ancak bu haber Pasa'ya nasil haber vereceklerini düsünüyorlardi. Annesinin ölümünden habersiz olan Mustafa Kemal ,ayni saatlerde trenle çiktigi Yurt gezisinde uyumaktaydi. Gecenin ilerleyen saatlerinde gördügü kabus gibi rüya yüzünden kan ter içinde uyanir..Bir sigara yakar ve zile basarak kompartimanindaki hizmetine bakan Ali Çavus'u çagirip: -"Gördügüm rüya canimi sikti…"der. Ali Çavus : "Hayirdir Pasam" deyince Atatürk de rüyasini anlatir: -"Pek hayir olacaga benzemiyor.Kirlik bir yerdeymisiz.Her taraf yesillik.Birden bire sel geliyor,annemi alip götürüyor.Endise ediyorum.Yaverlere söyle,Izmir'e telgraf çekip annemin saglik durumunu sorsunlar…" Aci haber tez gelir derler…Kisa bir süre sonra Yaver Salih'in yolladigi sifreli telgraf le gelir.Atatürk telgrafin sifreli oldugunu derhal anlayarak: -"Annem öldü mü?" Ali Çavus üzgün bir sekilde telgrafi uzatir: "Basiniz sag olsun Pasam." Gözleri yasla dolan Atatürk : "Bana malum oldu..Bana malum oldu…Bunun kabusunu gördüm ben..Anam..Zavalli çilekes

anam..Benim anam öldü baska analar sag olsun.." diyerek koltuguna çöker. Vatan hizmetinin zorunlulugu yüzünden annesinin cenaze törenine katilamaz. Bunlar ve bundan daha fazlasi kehanet Atatürk'ün düsüncelerinde belirmistir.Daha sonra bunlari çesitli olaylardan sonra dile getirerek parapsikolojik yetenegini görmemize neden oluyor.Daha fazla bilgilenmek için Gazeteci Ali Bektan'in 18 yillik alin teriyle çikardigi "ATATÜRK'ÜN KEHANETLERI" adli kitabini alabilirsiniz.Gerçekten bizim için bir "Kader" diyebilecegimiz Atatürk sözleri,fikirleri ve düsüncerini TÜRK HALKINA her zaman önüne sunmustur.Bize düsen böyle bir kisilige sahip oldugumuzla övünmek yerine,bize kalan miraslari olan ülkemiz ve düsüncelerini gelistirip yeni neslin çocuklarina "net bir " TÜRKIYE birakmak için çalismamiz gerekecektir. Durumumuzu özetlersek : "Bilginin efendisi olmak için Çalismanin kölesi olmak lazimdir." tatürk'ün dogum haritasi Atatürk'ün dogum tarihi ve saati bilinmemektedir. Dogum Haritasinin olusmasi için bu bilgiler önemlidir. Atatürk'ün dogum tarihi ve saati bilinmemektedir. Dogum Haritasinin olusmasi için en önemli bilgiler bunlardir. Bu nedenle Bati Astroloji Sistemi (Tropik Zodyak) ile tarih ve saati bilinmeyen kisiye ait horoskop hazirlanmasi olanaksizdir. Ancak, dünyanin en eski ve etkili astroloji sistemlerinden olan Hint (Vedic) Astrolojisi ile dogum bilgilerinin bulunmasi mümkündür. Bu yöntemi açiklayan bilgiler ünlü Vedic astrologu B.V. Raman'in "Hindu Predictive Astrology" adli eserinin 210. Sayfasinda "Unknown Birth Times" (Bilinmeyen Dogum Zamanlari) bölümünde bulunmaktadir. Ayrica, hesaplarin nasil yapildigi "Mistik Hint Astrolojisi" adli eserimde açiklanmaktadir. Vedic kurallarina göre yapilan arastirma sonucunda Atatürk'ün 17 Mayis 1881, Sali günü, Saat 11.45 de Selanik'te dünyaya geldigi saptanmistir. Horoskopun Özellikleri Atatürk'ün Bati haritasinda yedi önemli gezegen ; Günes, Merkür, Plüto, Neptün, Jüpiter, Venüs ve Satürn Basucunda (Mc) toplanmistir. Boga gibi degismez grup burçta toplanan gezegenler kozmosta çok ender rastlanan olaylara neden olurlar. 5 Mayis 2000 tarihinde Boga burcunda toplanacak gezegenler için çesitli senaryolar üretilirken, 1881 yilindaki kozmos olayinda dünyaya nasil büyük bir adam armagan ettigi gözden kaçirilmamalidir. Böyle bir mistik olayi binlerce yil içinde çok ender zamanlarda görebiliriz. Atatürk'ün dogum haritasi yeryüzüne gelmis dünya çapindaki insanlar ile astrolojik kistaslar altinda karsilastirildiginda, benzersiz oldugunu ispatlamaktadir. Hint sistemine göre Atatürk'ün horoskopu çok güçlü, olaganüstü ve özel bir haritadir. Her seyden önce Rasi ve Navamsa'da Yükselen burç Aslan'a rastlamistir. Iki haritada Yükselen ayni evde olmasi büyük basari ve yükselis isaretidir. Bunun yaninda dogum haritasinin en ugurlu ve bereketli evleri olan 5 ve 9.cu evlere önemli gezegenler yerlesmistir. Hint sisteminde en önemli gezegen olan Ay, "Parlak Ay" evresindedir ve 5.ci eve yerlesmistir. Haritada çok etkin ve gizemli Yogalar bulunmaktadir. Bunlar içinde gözümüzü kamastiran Yoga, Jüpiter ile Ay arasindaki olusan "Gajakesari yoga" olmaktadir. Atatürk'ün Dogum haritasinin önemli bir özelligi de karmasinin olaganüstü güzelligi ve yapisindaki gelecegi görme (kahinlik) yetenegidir.Atatürk'ün Dogum Haritasinda Söhret, Anne

ve Babanin Hayatlari, Karakter ve Kisilik, Meslek ve kariyer, Evlilik, Çocuk, Yasam Periyotlari (Nakshatra) , Yasam sonu hakkinda yapilan analizleri ve yorumlari incelemek isteyenler ; Yücel Sügen'in "Mistik Hint Astrolojisi" adli kitabina basvurabilirler. Gökyüzünde hala felaket haçi var Astrolog Metin Kiraz'la konustuk. Kisa sorulara, kisa cevaplar aldik. Astrolog Metin Kiraz Iste son dönemlerde merak edilen bazi sorulara yanitlar... Dünya'nin "Kova Çagi"na girmesi ne ifade ediyor? Bu Çaglar Astrolojisinden ortaya çikan bir durumdur. Aslinda bu konu spekülasyonlara da açiktir. Bazi astrologlar hala BalikÇagi'nda oldugumuzu söyleseler de, kabul edilen görüs 2000 yilindan itibaren Kova Çagi'na girmis oldugumuzdur. Dünya'nin Kova Çagi'na girmesi, insanlarda gizli bilimlere ve astrolojiye merakin artmasina neden olacaktir. Uranüs gezegeninin, Dünya'ya etkisi nedir? Kova Burcu'nun sembolü "Uranüs"tür. Uranüs en kaba anlatimiyla; sarsintilari sembolize eder. Uranüs'ün etkisiyle, bu dönemde Dünya insanlari ruhlarindaki sarsintilari hissedecekler. Bazi degerlerin degistigini farkedecekler. Ayrica Kova burcu entellektüelligi de sembolize eder. Insanlarda bilgiye ve ögrenmeye merak en üst düzeye ulasacak. 1999 yilinda gökyüzünde olusan " Felaket Haçi" nedir? Ben 1995 ve 1997 yilinda bazi dergilere yazdigim yazilarda, 1999 yilinin ruhlarin depremi olacagini yazmistim. Çünkü daha o tarihlerde 1999 yilinda planetler arasinda bir felaketler haçi olustugunu görmüstüm. Satürn ve Uranüs arasinda gerçeklesen bu haç, tarot kartlarinda da Yikilan Kule'yle sembolize edilir. Yikilacak kadar betonlasmis tüm yapilari, düsünce yapilarini kokusmus deger yargilarini evlilik, sirket gibi müdahaleleri temsil eder. Gökyüzünde felaket haçinin olusmasi çok büyük, dramatik felaketlerin habercisidir. Bu haç önümüzdeki günler için de beliriyor mu? Ben astrolojik tahminlerime göre 10 Mayis 2000'i biraz riskli buluyorum. Çünkü o gün de Uranüs ve Satürn yine daha önceki 17 Agustos ve 12 Kasim depremlerinde oldugu gibi ayni açiyi olusturuyorlar. Bir de o gün Jüpiter ve Merkür' de onlara yakin bir yerde. Sabit burçlardaki bu planet birikimi felaket tehlikesi isareti. Gökyüzünde sfenks burçlar olan boga, aslan, kova, akrepde yine o felaket haçi var. Ve bu haç üzerinde günes ile ay ayni derecelerde bulusuyorlar. Bu açilarin olusmasi tüm Dünya için geçerli , peki bu durumdan neden en fazla Türkiye etkilendi? Bu politik astrolojiyi ilgilendiren bir konu. Benim bu konuda ihtisasim yok. Ama saniyorum Türkiye'nin akrep burcu olmasiyla bu konunun bir ilgisi olabilir. Bu depremlerin günes tutulmasiyla da ilgisi oldugu söylendi. Bu sizce dogru olabilir mi? Depremlerin, günes tutulmasiyla çok ilgisi oldugunu düsünmüyorum. Burada önemli olan günes tutulmasinin gökyüzünde bir felaket haçi varken, haçin üzerinde meydana gelmis olmasi.

Bu felaket haçi 2000 yilinda dogacak bebekleri de etkileyecek mi? Tabii ki etkileyecek. Çünkü bu felaket haçi onlarin horoskoplarina da yansiyacak. Ve yasamlarinin bir bölümünde adeta deprem yaratacak felaketlerle karsilasmalarina neden olabilir.. Bunu önlemenin bir yolu yok mu? Aslinda en iyi yolu, 2000 yili içerisinde çocuk sahibi olmamak. Ama illaki isteniyorsa bir astrologtan yardim alinarak, hiç olmazsa sezaryenle dogacak bebeklerin dogum saatleri ayarlanabilir. Bebegi astrologun belirledigi saatte dünyaya getirmek etkili olabilir. Bu yöntemle çocugun, bu açinin etkisinin azalmis oldugu bir zamanda Dünya'ya gelmesi ve horoskobunda beliren yasaminin en optimum düzeye ulasmasi saglanabilir. Bu "felaket haçi" ne zamana kadar etkisini sürdürecek? 2000 yilinin Temmuz ayina kadar devam ediyor. Daha sonra 2001 yilinda yeniden basliyor. Sizce bu dönemde dünyaya gelecek bebekler arasinda bir Dünya lideri ve avatar olabilir mi? Sabit burçlarin; boga, aslan, akrep ve kova'nin onbesinci derecesi gizli bilimlerde, avatar; ruhsal kurtarici kapisi olarak da bilinir. Yani burada bir kozmik enerji desarji gerçeklesir. Her ne kadar beliren açilar nedeniyle, ruhsal ve fiziksel anlamda depremler yasansa da bir anlamda ruhsal bir kurtaraci kapisinin olusmasi da çok muhtemel. Yenilikçi liderler ve bir avatar bu dönemde Dünya'ya gelebilir. Boga,aslan, akrep ve kova burçlarina canavar burçlar veya sfenks burçlari da deniliyor degil mi? Evet. Sfenks insan suratlidir. Bu surat entellektüelligi temsil etmesi açisinda kova burcunu sembolize eder. Ayaklari aslan ayagidir.. Arka bölümü bogadir. Kanatlari da akrebi temsil eder. Atatürk ile ilgili bilinmeyenler Atatürk'ün olaganüstü yasami boyunca basindan son derece ilginç ve gizemli olaylarin geçtigi biliniyor. Türkiye Cumhuriyeti kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün Atatürk'ün üstün sahsiyetinin yanisira bir de olaganüstü ve bilinmeyen bir yaninin da oldugu gözler önüne seriliyor... ILK BAS KALDIRISI : Atatürk, oldu olasi Arapça derslerinden, yere bagdas kurarak oturmaktan ve dizleri üstünde durarak yazi yazmaktan hiç memnun degildi.Yine dizlerinin üstünde durmaktan dizlerinin agridigi bir gün ayaga kalkarak dersi ayakta dinlemeye basladi.Fakat bu seferde hocasi bundan memnun olmamisti ve Atatürk'e yerine oturmasini söyledi.Atatürk ise dizlerinin agridigini ve oturamayacagini söyledi. Bunun üzerine hocasi sinirlenip, deliler gibi haykirarak ; "Neee bana karsimi geliyorsun " dedi. Atatürk bunun üzerine ; "Evet karsi geliyorum" dedi. Tam bu anda diger bütün çocuklarda ayaga kalkip, "Evet karsi geliyoruz" diyerek ayni sözleri tekrarlayinca,hoca ne yapacagini sasirarak onlarla uzlasmak zorunda kalmisti. Bu onun ilk bas kaldirisiydi.Liderlik vasfinin ve kitleleri

pesinden sürükleyen karizmasinin ilk ortaya çikisiydi. 15 YIL HÜKÜM SÜRECEKSIN... Atatürk hakkinda yapilmis birçok kehanet vardir. Bunlarin en ilginci onun el falina bakan bedevinin söyledikleridir. Mustafa Kemal arkadaslari ile Bingazi'ye, Trablusgarp savasina katilmaya gidiyordu. Yolda bir Bedevi'ye rastladilar. Bedevi el falina çok iyi baktigini ve genç subaylara da isterlerse bakabilecegini söyledi. Hepsi ellerini açarak bedevinin söylediklerini dinlemeye basladi. Sira Mustafa Kemal'e gelince, o önce baktirmak istemedi ama arkadaslarinin israri karsisinda, sonunda o da elini bedevi'ye açti. Bedevi ele bakar bakmaz yerinden siçradi ve heyecan içinde ; "Sen padisah olacaksin," dedi ve ilave etti "15 yil hüküm süreceksin." Genç subaylar gülüstüler ve yollarina devam ettiler. Aradan yillar geçti, Mustafa Kemal Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaskani oldu. Cumhuriyetin 14. yilinda hastalandi. Karacigeri kötüye gittiginde çevresindekiler ona "Artik içme, Pasam" dediler. Atatürk onlara bir zamanlar yolda rastladiklari falci bedevi'yi hatirlatti ve gülerek, "Arap vaktiyle söylemisti. Bizim padisahlik nasil olsa 15 yil sürecek...Hesapça bu son senemizdir..." Yil 1938 'di... SECCADE ÜZERINDEKI KEHANET Bilindigi gibi Hint halki Atatürk'ü ve Türk halkini yanliz birakmamisti.Kurtulus savasindan yillar sonra ,1929 yilinda Bir hintli Mihrace Atatürk'ü Pera Palas'taki 101 No'lu odasinda ziyarete gelmisti. Mihrace'nin Atatürk'ü hangi nedenle ziyaret ettigi ve adi ve ziyaret sebebi hala bilinmiyor. Mihrace'nin ziyaretindeki bir sir da getirdigi hediyede yatmaktadir. Bu hediye altin sirmali, hint isi ipek bir seccadedir. Seccadenin üzerinde bir samdanin asili oldugu düz bir kemeri,her iki yaninda birer güvercin bulunan bes kubbeli bir diger kemerin çevreledigi görülmektedir. Bordür de fillerden olusmaktadir. En ilginç yer ise her iki kemerin arasinda orta kisimda dal kivrimlari ve güllerin çevrimi ile olusan boslukta romen rakkamli bir saatin bulunmasidir ve saat. 09.08' i göstermektedir.Atatürk Mihracenin ziyaretinden 9 sene sonra saat 09.05 'te vefat etmisti. Seccade halen Pera Palas' ta bulunmaktadir. Atatürk birçok defa gelecege ait olaylari büyük bir kesinlikle haber vermisti. Atatürk 1931 yilinda, 2.Dünya savasi'nin patlamasinin yakin oldugunu söylemis ve bu konudaki düsüncelerini General McArthur'a söyle anlatmisti. "Versay antlasmasi, 1.Dünya Savasi'na yol açan nedenlerden hiçbirini ortadan kaldirmadi. Tersine rakipler arasindaki uçurumu büsbütün derinlestirdi. Simdi içinde yasadigimiz baris dönemi, sadece bir ateskesten ibarettir. Avrupa'nin gelecegi Almanya'nin alacagi tavra baglidir." General McArthur'a göre,savasin 1940-1945 yillari arasinda çikacagini söyleyen Atatürk, Almanya'nin ancak Amerika'nin savasa katilmasi ile yenilecegini ifade etmistir. Atatürk hayatinin sonlarina dogruda söyle diyordu ; "Bir dünya savasi yakindir.Bu savas sonucunda, dünyanin durumu ve dengesi bastanbasa degisecektir." Atatürk, Mussolini hakkinda da su görüslerini açiklamisti: Mussolini bir maceraperesttir. Milletini bir uçuruma sürüklemektedir. Her tarafa saldiriyor. Bu adam yüzünden, çok simarmis olan bu millete dersini vermeyi çok isterdim, lakin yakinda bir küçük millet onlara layik oldugu dersi verecektir. Ve sunuda hatirlatirim ki, bir gün gelecek, Mussolini'yi kendi milleti linç edecektir." Bu görüsleri aynen gerçeklesmistir. ATATÜRK'ÜN RÜYASI :

Atatürk'ün bir rüyasini da Dr.Resit Galip Bey'den ögrenmekteyiz, "Mustafa Kemal ,Ankara'ya geldikten bir süre sonra ilginç bir rüya görmüstü. Ertesi gün bana söyle anlatti. ; "Resit Bey, rüyamda bana 'Pasam ,Inönü'den ne haber?'diye sordunuz. Bende vaziyet kritiktir' cevabi verdim. 'Kritik nedir? Anlamadim ki!'dediniz. Bende 'Bunun cevabini 15 dakikaya kadar veririm' diyerek odama çekildim." Mustafa Kemal bana bu rüyasini anlattiginda düsman henüz Izmir'e çikmamisti, Inönü mevkii de henüz bir önem tasimiyordu. Aradan yillar geçti 2.Inönü savasi'nin kritik günlerinden biriydi. Mustafa Kemal'in arabasi Millet Meclisinin önünde durdu. Hemen yanina kosarak, telas ve endise içinde, "Pasam, Inönü'den ne haber?" diye sordum. Aynen su cevabi verdi ; "vaziyet kritiktir" O zaman ben ; "Kritik nedir? Anlamadim ki!" dedim. O da ; "Sana bunun cevabini 15 dakikaya kadar veririm" dedikten sonra gülümsedi ve ; "Hani Ankara'ya geldikten sonra bir rüya görmüsdüm,hatirladin mi?" Hafizami yoklayarak, rüyasini anlattim. Gülerek; "iste, rüya ayniyle vakidir. Ben Ismet'i tanirim, göreceksin 15 dakikaya kadar kendisinden muzafferiyet haberi alacagiz." Gerçekten de 5 dakika geçmeden bir telgraf gelmis ve 2.Inönü savasi'nin da zaferle sonuçlandigini ögrenmislerdi... Atatürk, Kurtulus savasindan çok önce, bir Türkiye haritasi çizmisti. ATATÜRK'ÜN 1907'DE ÇIZDIGI T.C. HARITASI : Atatürk, Kurtulus savasindan çok önce, ittihatçilarin Trakya'da 1907'de yaptiklari bir toplanti sirasinda, bir Türkiye haritasi çizmisti. Orada bulunanlarin anlattiklarina göre, o günkü Osmanli devleti sinirlariyla hiçbir ilgisi olmayan ve o zaman hiçbir anlam veremedikleri bu harita, gelecekte, yine Atatürk'ün kuracagi Türkiye Cumhuriyeti'nin haritasi olacakti. Haritada bugünkü sinirlarimiza uymayan tek bir fark vardi ;Atatürk, bizden ayrilmasina gönlünün bir türlü razi olmadigi Kerkük'ü de Türkiye topraklarina katmisti. DENEME UÇUSU : Uçaklarin ilk deneme ve gelisme dönemleriydi. Fransa'da yapilan bir uçak gösterisine katilan, birçok ulusun temsilcileri arasinda, Osmanli atesesi olarak Mustafa Kemal'de katilmisti. Gösteriyi izleyenler, sirasiyla uçaga bindirilerek gezdiriliyorlardi. Sira Mustafa Kemal'e geldiginde, gösteride bulunan ve genç atesenin komutani olan sahis, birden bir rahatsizlik duyarak Mustafa Kemal'in uçaga binmesine engel oldu. Öteki temsilcilerle havalanan uçak kisa bir süre sonra düstü ve içindekilerden sag kurtulan olmadi. ATATÜRK VE "9" VE "19" Rakkamlari : Atatürk'ün hayatinda "9" rakkaminin kendine özgü önemli bir yeri olmustur.Örnegin Atatürk'ün dogum yili olan 1881 rakkami, "9" rakkami ile birçok ilskiler göstermektedir. 1+8=9 8+1=9

18=2x9 81=9x9 18+81=99 19x99=1881 Atatürk'ün harb okuluna girdigi tarih : 1899 Vatani kurtarmak için Samsun'a ayak basti : 19/05/1919 Bandirma vapurunda yolcu sayisi 19 'dur. Ittihat ve Terakki'nin yillik toplantisina Trablusgarp delegesi olarak katildi : 22/09/1909 Sivas kongresinde Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti Heyeti Temsiliyesini kurdu : 04/09/1919 Erzurum Mebus adayligini kabul etti : 19/10/1919 TBMM tarafindan kendisine gazi ünvani verildi ve Maresallige terfi ettirildi : 19/09/1921 Atatürk 19.yüzyilda 19 yil yasamistir. Atatürk 19.yüzyilin bitmesine 19 yil kala dogmustur. Atatürk'ün ilk askeri görevi, 19.Kolordu Komutanligidir. Mustafa Kemal Atatürk : 19 harften olusmaktadir. Mustafa Kemal Atatürk'ün nüfus cüzdaninin numarasi da 993814-B idi. Bu sayi dizisindeki 938 rakkami öldügü yili hatirlatmakta geriye kalan 9 ve 14 rakkami da ölüm saatinin yakin bir benzeridir. "Ne mutlu Türküm diyene" =19 "Istikbal göklerdedir" =19 Ismini farkli farkli adlarla andigimiz Sonsuzlugun Sonsuz Gücü, Bütünün Gücü.... ATATÜRK'ÜN ÖNSEZILERI : Bunlar bir gün olacaktir... Görürsünüz, isitirsiniz... Prof. Dr. Afet Inan "Atatürk hakkinda hatira ve belgeler" adli kitabinda ilginç bir hatirasini naklediyor. Atatürk 09 ocak 1936 Persembe günü, dil ve tarih cografya fakültesi'nin açilis dersinde okumasi için Afet Inan'a : "Tarih belgelerinin ilerideki kesifleri buna dayanacaktir. Her tarihi kisinin söyledigi sözler toplanabilecek ve böylece biz onlari kendi seslerinden ve sözlerinden dinleyebilecegiz." diyerek yaziyi verir. Buna karsilik Afet Inan : "Bu çok uzak bir gelecekte belki olabilecek kesfin benim ifadem olarak verilmesine cesaret edemiyecegimi" kendisine söyledigim zaman cani sikildi ve söyle dedi : "Bunlar bir gün olacaktir...Görürsünüz, isitirsiniz..." 30 yil sonra : Atatürk tarafindan bu yazinin verilmesinden 30 yil sonra yine ayni ay ve günlere tesadüf eden, 01 Ocak 1966' da söyle bir haber yayimlandi : "Venedik'in Saint Georges Adasi'ndaki Benedictis Manastiri Labratuvarlari'nda, manastir rahiplerinden Pellegrio' nun yönetiminde, seslerin ayirimi esasina dayanan çok dikkate deger arastirmalar yapilmaktadir. Italya Içisleri Bakanligi, 1962 'de baslayan bu çalismalari kontrol etmektedir. Fakat elde edilen sonuçlar halen açiklanmamistir. Saint Georges Adasi'ndaki bilim kurulunun geçmise ait sesleri toplayacak, elektronik araçlar üretmeye çalismaktadirlar. Bilim adamlari özellikle Demosten, Pitagor ve Jul Sezar'in söylevlerinden kendi sesleri ile parçalar

elde etmeye ugrasmaktadirlar." Haberin sonunda ise daha açiklayici bilgilerin su anda verilemeyeceginden bahsediliyordu. ATATÜRK'ÜN GÖRDÜGÜ SON RÜYA : 26 Eylül 1938 tarihinde Atatürk, rahatsizligi ile ilgili olarak ilk defa hafif bir koma atlatmisti.Prof.Dr.Afet Inan,olayi söyle anlatiyor : "O geceyi rahatsiz geçirdi,ilk hafif komayi o zaman atlatmisti.Ertesi sabahki açiklamasinda" : "Demek ölüm böyle olacak" diyerek "uzun bir rüya gördügünü" söyledi ve "Salih'e söyle ,ikimizde bir kuyuya düstük, fakat o kurtuldu" dedi. Atatürk'ün, burada "kuyuya düsme" sembolü ile gördügü rüya vizyonu,kendisininde söyledigi gibi ölümün habercisiydi. Salih Bozol'un kuyudan kurtulmasi ise bilindigi gibi, Atatürk'ün vefat ettigi gün, buna çok üzülen Salih Bozok'un da intihar etmesi ve sonunda onun kurtarilmasini simgeliyordu. Iste bu ATATÜRK'ün son rüyasi idi... "Bir yolcunun yolda yürüyebilmesi için, ufku görmesi yeterli degildir, ufkun ötesini de görmesi gerekir..."

SİMYA Simya, kimyanın bir bilim olması ile hep küçümsenmiş, gerek felsefesine, gerekse sembolizmine gereği kadar değer verilmemiştir. Simya, yaygın olarak, maddeden altın elde etmek için yapılan çalışmalarla ilgili olarak bilinir. Simyacı ise vaktini altın elde etmek için geçiren kişidir. Aslında Simya köken olarak çok eski zamanlara dayanır ve maddi olarak altın elde etmekten çok daha derin amaçları vardır. Genel olarak Simya Etimolojik olarak Simya sözcüğü Türkçe’de varolan Kimya sözcüğü ile aynı kökenden gelmektedir. Kökeni Arapça olan bu sözcükler Arapça’ya da “Kara Ülke” anlamına gelen Khem sözcüğünden gelmiştir. Bu “Kara Ülke”ise Mısır’dır. Etimolojik olarak da Simyanın kökeni Mısır olarak gözükmektedir. Simya gerçekte bir dönüşüm sanatıdır. Kirli olanı, hasta olanı bir çok süreçten geçirerek , arınmış ve mükemmel olana dönüştürmeyi amaçlar. Simya okült bir sanat olarak gözükmektedir. Bunu sadece belli kimseler uygulayabilmekte, geniş kitlelere yayılması engellenmektedir. Ayrıca Simyanın ezoterik bir karakteri de vardır. Simya öğrenimi inisiyasyona dayanmakta, kullanılan semboller sadece bu eğitimi geçmiş kişiler tarafından anlaşılabilmektedir. Simya felsefesinde ise Tanrı’nın birliği ve ruhun ölümsüzlüğü yer almaktadır. Simya eğitimi sırasında adaya öğretilen temel esas , simyacının bir şeyler icat ettiği değildir; simyacı sadece sırları çözmektedir. Bu yönüyle simya uzun yıllar boyunca genel karakterini değiştirmemiştir. Simya aynı zamanda Hermetik felsefenin de bir uygulaması olarak kabul edilmiştir. Zaten simyacılar da kendilerini filozof olarak kabul etmişler ve bu sırların Hermes (Mısır panteonunda Thoth) tarafından verildiğini iddia etmişlerdir. Simya en genel anlamı ile bir sanat ya da bir teknik olarak anlaşılabilir ve amacı maddenin içindeki altını ortaya çıkartmaktır. Simyacılara göre madde hastadır ve iyileştiğinde altın ortaya çıkmaktadır.

Simya bu amaçla “Felsefe taşını” aramaktadır. Bu taş maddeyi altına çevirebilmekte ve bundan elde edilen iksir (Elixir) ile insan ölümsüzlüğe kavuşabilmektedir. Simyada ulaşılan bu son noktaya giden yol Ars Magna (Büyük/ulu Sanat) olarak adlandırılmaktadır. Tarih boyunca simya mistik ve pratik simya olarak iki yönde gelişmiştir. Pratik simya , kimya biliminin doğuşunda büyük rol oynarken , mistik simya,ezoterik felsefenin bir başka çehresi olarak günümüze kadar gelmektedir. Mistik Simya Pratik simyanın teorilerine ve sembollerine geçmede önce mistik simyayı incelemek gerekmektedir. Böylece pratik simyada da madde ile yapılan benzetmede aslında insana ait sonuçlar çıkarılabileceği çok rahat gözükecektir. Simyanın, maddenin içinde sağaltım ile altını keşfetmesi, bir bakıma insandaki Tanrısal tözün ortaya çıkarılması ile benzerlik göstermektedir. Metallerdeki hastalığın,kirin yok edilip altının ortaya çıkarılması gibi , uzun bir süreçten sonra da insandaki tanrısal töz açığa çıkabilir ve kişi İyi için çalışabilir. Ars Magna , bu açıdan insan için de kullanılabilir, bu anlamı ile inisiyasyonu da temsil etmektedir. Ars Magna ile insan Tanrı ile birleşebilmekte, kendini maddeye bağlayan bağlardan kurtulabilmektedir. Bu bağlamda Felsefe taşı da mutlak olana , tanrısal töze kavuşturan bilinç anlamını kazanmaktadır. Aynı şekilde İksiri içip ölümsüzlüğe kavuşmak da ruhun ölümsüz olduğunu anlamak anlamına gelmektedir. Öyleyse kendi içindeki Tanrısal tözü bulmak isteyen kişi , tıpkı maddenin saflaştırılması gibi , kendi içine dönerek kendini saflaştırmalı ve gizli olan , içindeki Felsefe taşına ulaşmalıdır. Simyada kullanılan yöntemler ezoterik olarak inisiyasyonu da bu anlamı ile temsil etmektedir. Bu , en güzel ifadesini VITRIOL sözcüğünde bulmaktadır. VITRIOL aslında Latince bir cümledeki sözcüklerin baş harflerinden oluşmuştur. Bu cümle “Visita Interiora Terræ Rectificando Invenies Occultum Lapidem” dir ve “Dünyanın derinliklerini ziyaret et gizli taşı bulacaksın” anlamına gelmektedir. Bu pratik simyada kayıp taş ya da mineral olarak düşünülmekle beraber, aslında insanın Tanrı’yı , tanrısal olanı kendi içinde bulacağı anlamına da gelmektedir. Bu şekli ile simya gerçek bir ezoterik doktrin olup günümüzde de bazı prensipleri ile yaşamaktadır. Simyanın Temel Prensipleri Simyacılara göre madde birdi ancak farklı şekiller almaktaydı. Madde ayrıca kendi parçaları ile birleşebilir ve sonsuz sayıda yeni form alabilirdi. Kuyruğunu ısıran yılan olarak gösterilen Ouroboros sembolü de bunu temsil etmekteydi. Bu düşünce aslında Tanrı’nın birliğinden kaynaklanmaktaydı. Evreni yaratan Tanrı Ruh’a çeşitli formlar vermiş ve madde oluşmuştu ; ancak bu Tek olanın farklı görünüşlerinden ibaretti. Her yaratılan unum in multa diversa moda , Türkçesi ile farklı şekillerde tek olan idi. Simyacı ise bu formların arasında Altın olanı aramaktaydı. Bu yönüyle simya, kendinden önce gelen tek tanrılı ezoterik düşüncenin , dönemindeki temsilcisidir. Simyaya eşlik etmiş olan ezoterik felsefe, Mısır tanrısı Thoth’a Yunanlıların yakıştırdıkları Hermes isminden ötürü Hermetik felsefe ya da düşünce , ya da kısaca Hermetizm diye adlandırılır. Orta Çağ boyunca Hermes’e atfedilen hermetik metinler Corpus Hermeticum diye adlandırılmışlardır. Corpus Hermeticum genelde diyaloglardan oluşmaktadır. Hermetik metinlerden en önemlisi Zümrüt tablettir.

Hermetik felsefede ruh ve madde birbiri ile iç içe girmiştir. Birisi ötekinin farklı bir görüntüsüdür. Aynı şekilde çoğu hermetiste göre maddenin de bir ruhu vardır. Simyacılar eski düşünceye bağlı kalarak Ateş, Toprak, Su , Hava olmak üzere dört elementin (Tetrasomia) varlığını kabul etmişlerdir. Bu elementler bildiğimiz anlamlarından öte bazı özellikleri temsil etmektedirler. Simyaya göre görünen iki element , Toprak ve Su , içlerinde görünmeyen iki elementi de barındırmaktadırlar: Ateş ve Hava. Bunun dışında , bazı simyacılara göre beşinci bir element daha vardır ki bu da Ether’dir. Ether beden ile ruh arasında da aracılık görevi görmektedir. Simyada Platon döngüsü denilen kavrama göre elementler arasında sürekli bir de dönüşüm vardır. Ateş Havaya, Hava Suya, Su Toprağa ve Toprak Ateşe dönüşmekte olup bu döngü bu şekilde sürmektedir. Simyacılar ayrıca , Zümrüt tabletlerde belirtilen “Yukarıda olan aşağıda olanın aynısıdır” prensibinden yola çıkarak da her bir gezegen ile bir metal arasında bağlantı kurmuşlardır. Buna göre bilinen yedi gezegen ile metaller arasındaki ilişki aşağıdaki gibidir :

Güneş > Altın Ay > Gümüş Merkür > Cıva Venüs > Bakır Mars > Demir Jüpiter > Kalay Satürn > Kurşun Bunlar içinden Altın ve Gümüş mükemmel metaller olup diğerleri mükemmel olmayan metallerdir. Bir teoriye göre metaller demir > bakır > kurşun > kalay > cıva > gümüş > altın sırasını izleyerek altına dönüşmekte , bu süreç döngü şeklinde devam etmektedir. Simya ile astroloji arasında da sıkı bir ilişki vardır. Her metale bir gezegen karşılık geldiği gibi, bazı reaksiyonların gerçekleşebilmesi için gezegenlerin uygun konumu da gözlenmektedir. Simyacıların , gnostiklere benzer bir de evren modelleri vardı. Merkezde Dünya, daha sonra yedi gezegen , etrafında sabit yıldızlar , en dışta da saf ruhlar bulunmaktaydı, bundan sonrası ise Tanrı’yı göstermekteydi. Simyacılar için Güneş de büyük önem taşımaktaydı. Güneş bazılarına göre hayatın kaynağı , hatta Tanrısal sözün görünebilir hali idi. Bu nedenle, simyacılar Dünya merkezli evren teorisinden Güneş merkezli teoriye geçişte fazla zorlanma yaşamamışlardır. Simyada bir önemli ayrım da dişil/eril ya da dişi/erkek ayırımıdır. Bazı simyacılar İlk Çağdaki bir düşünceyi savunmuşlar ve Tanrı’nın yaradılıştan önce hermafrodit olduğunu ve yaradılışla birlikle erkek ve dişi olarak ayrıldığını iddia etmişlerdir. Buna göre Güneş eril, dünya dişildir. Aslında dişil özellik en çok Ay ile kendini belli etmektedir. Simyadaki bir başka düalite de macrocosmos / microcosmos ‘dur. Bu ikisi arasındaki benzerlik de daha önce gördüğümüz gibi ifadesini zümrüt tabletlerde bulmuştur. Bir başka görüş de insanın doğuşunun evrenin doğuşuna benzediği yönündedir. Simyadaki bir önemli kavram da düalitenin yanında üçlemedir. Ünlü simyacılardan Robert Fludd “Üç dünya vardır : arketipler dünyası, macrocosmos ve microcosmos; yani, Tanrı, Doğa ve İnsan.”

demektedir. Bu üçleme elementlerde de karşımıza çıkmaktadır. Nasıl Tanrı’da bir üçleme var ise insanda da ruh,can,beden olarak üçleme vardır. Bunun elementler dünyasına yansıması ise , Kükürt, Tuz ve Cıva şeklindedir. Burada anlaşılması gereken bildiğimiz anlamda kükürt, cıva ve tuz olmamakta, ancak bunların temsil ettiği prensipler olmaktadır. Aslında kükürt ve cıva iki karşıt prensip olup aralarında tuz ortayı temsil etmektedir. Kükürt aktif olanı temsil etmekte olup erildir. Cıva ise tam tersi olarak pasif olanı temsil etmekte olup dişildir. Tuz ise ikisini arasında bir bileşim olup , gövdeyle ruhun bağlanması gibi bağlayıcı bir görev yapmaktadır.

Kükürt – Cıva karşıtlığı aşağıdaki gibi de özetlenebilir : (Hutin) Kükürt > Eril – Aktif – Sıcak – Sabit Cıva > Dişil – Pasif – Soğuk – Uçucu Bazı simyacılara göre bu prensipler baba/anne düalitesini göstermekte ve ayrı duran bu prensipler , çeşitli şekillerde birleşip yeni maddelerin oluşmasını sağlamaktadırlar. Bazı simyacılar üç prensip ile dört elementi birleştirmeye çalışmışlar ve aşağıda özeti görülen sonuca varmışlardır (Albert Poisson , Théorie et Symboles des Alchimistes, Paris,1891) : Kükürt Toprak (Görülebilir, Katı) (Sabit) Ateş ( Gizli,sübtil) Tuz Ether Cıva Su (görünür, likit) (Uçucu) Hava ( Gizli,gaz) Bu arada dikkat edilmesi gereken bir nokta da simyada her sıvının Su, her katının Toprak, her gaz Hava ve de her ısı kaynağı Ateş olarak adlandırılabildiğidir. Pratik Simya Simyanın en bilinen ve en yaygın şekli pratik simyadır. Simya pratiğini gerçekten bilinçli ve dönemine göre oldukça bilimsel yapan üstadların yanı sıra bir çok maceraperest de bu konu ile uğraşmışlardır. Ancak o dönemden kalma prensipler, özellikle de metodlar günümüz kimyasına da temel oluşturmuştur. Simyacı için amaç Felsefe taşını elde etmektir. Ancak bunu elde edebilmesi uzun ve zahmetli bir iştir. Simyacı uzun proseslerden geçireceği ilk maddesini dikkatli seçmek zorundadır. Latince Materia Prima diye adlandırılan ilk madde çalışmanın başarıya ulaşabilmesi için çok büyük önem taşımaktadır. Pratik simyada genelde uçucu ve hareketli olarak Cıvaya karşılık gelen ilk madde, ezoterik olarak da çırağı, inisiyasyona alınacak, mükemmel olmayan, kişiyi temsil etmektedir. Simyacı kendi laboratuarını da kendi kurmak zorundadır. Aletlerini kendi temin etmeli ve laboratuarını bütün gözlerden uzak bir yerde oluşturmalıdır. Simyacı için çalışmalarına başlayacağı zaman çok önemlidir. Simyacılar genel olarak İlkbaharda Güneş Koç burcundayken çalışmalarına başlarlar. Bazen Boğa ya da İkizler de çalışmak için uygun zaman olmaktadır. Ancak, İlkbahar doğanın canlanmaya başlamasını, bir tür doğumunu sembolize ettiği için, böyle bir çalışma için de en uygun zamandır. İlk madde ile uygun zamanda çalışmaya başladıktan sonra, gelen aşama hasta olan metalin temizlenmesi, arınması işlemidir. Bunun için gizli ateş , ignis innaturalis gerekmektedir. Bu elleri ıslatmayan su ya da alevsiz yanan ateş diye açıklanmaktadır.

Bütün bunlar hazırlanıp uygun şekilde hazırlandıktan sonra hermetik olarak kapatılmış bir kap içine , ya da yaygın adı ile Filozofik yumurtanın içine konduktan sonra, tıpkı kuluçkada olduğu gibi burada sabit bir sıcaklıkta beklemek üzere, Athanor adı verilen fırının içine konur. Yumurta aynı zamanda yaradılışın da bir sembolüdür. Burada da görüldüğü gibi pratik simya ile ezoterik simya arasında büyük bir paralellik vardır. Adayın yetişebilmesi için içinde yakmayan bir ateş olması gerekmektedir. Hermetik kap ise dış etkilerden uzaklaşmayı temsil etmektedir. Yumurta sembolizmi ise zaten adayın yeniden dünyaya geleceğini göstermektedir. Bazı simya metinlerine göre de Materia Prima içinde Cıva ile belirtilen pasif prensibin yanında Kükürt ile belirtilen aktif prensip de vardır ve bunlar yumurtanın içinde etkileşime girerler. Daha sonra bunların ölümü ile Bilge Cıvası doğar. Bu siyah olandır. Bu yine mükemmel bir metal değildir , ancak bu da bir aşamadır. Daha sonraki aşamada ise beyaz olan açığa çıkar. Albedo diye adlandırılan bu beyazlık aşmasında Rosa Alba, Beyaz Gül ortaya çıkar. Bu aşamanın sonucu kırmızı olan Bilge Kükürdü ile tamamlanır. Son aşama ise Kırmızı kükürt ile beyaz cıvanın birleşimidir. Bu Kutsal birleşme sonucu Felsefe taşı ortaya çıkar. Bazı metinlerde Felsefe taşı “AZOT” olarak adlandırılır. Bu doğal olarak bildiğimiz azottan farklıdır. Felsefe taşı bütün maddelerin başı ve sonu olarak görülmektedir. Bu yüzden Azot sözcüğü de bütün alfabelerde ortak olan A ile başlamakta, sırası ile Latin , Yunan ve İbrani alfabelerinin son harfleri olan, Z,O ve T ile bitmektedir. Simyanın pratiğine de baktığımızda ezoterik yön açığa çıkmaktadır. Bu aşamalar aslında adayın inisiyasyon yolunda kat ettiği mesafedir. Simya tarihi Simyanın tarihi çok eski devirlere uzanmaktadır. Aslında ilk devirlerde kimya ve simya tarihi ortaktır denebilir. İnsanın ilk bu kavramlar hakkında düşünmesi ve kullanması kuşkusuz ateşin elde edilmesinin öğrenilmesi ile başlamıştır. Daha sonra metalleri kullanmayı ve doğal halinden saf haline getirmeyi öğrenen insan zamanla madde üzerine düşünmeye başlamıştır. Aslında metallerin maden filizinden elde edilmesi de ezoterik simyada sık kullanılan bir örnektir. İnsan da filiz içinde saflaştırılmayı bekleyen metal gibidir denir. Her durumda, madenin filizden ayrılması , simya için önemli bir örnek oluşturmuştur. Filizinden ayrıştırılan metalin geçirdiği evreler gibi , altın da pisliklerinden arınabilir diye düşünülmüştür. Simyanın tarihi altının maden filizinden elde edilmesiyle başlar diyen görüş bir yana , tarihçiler simyanın Mısır’da doğduğu konusunda ısrarlılardır. Aslında Mısır’da altın elde etmek bir ruhban sınıfının elinde olduğundan iki görüş de birbirine yakın kabul edilebilir. Doğuda, Çin ve Hint’te de simyanın varolduğu bilinmektedir. Ancak biz kendimizi simyanın batı dünyasındaki tarihi ile sınırlayacağız. İlk simya bilgilerinin Hermes Trimegistus, Üç Kere büyük Hermes, tarafından verildiği söylenir. Bu ise daha önce de belirttiğimiz gibi , insanlığa bütün bilgileri veren Mısır tanrısı Thoth’un Yunanlaşmış halinden başka bir şey değildir. Hermes Trimegistus Orta Çağ simyacıları tarafından tanrısal bilgileri bilen ve veren, ilk mürit olarak görülmüştür. Orta Çağ boyunca varolan simya sadece Mısır’dan gelme değildir. Karmaşık bir kökeni vardır, daha doğrusu bir çok kültürden farklı şekillerde etkilenmiştir. Yunan kültüründen simyaya geçen en önemli teori elementler teorisidir. Eski Yunan’da maddenin yapısı ile ilgili iki önemli teori gelişmiştir. Bunlardan biri atom teorisi öteki de elementler teorisidir. Kökenleri

daha eskiye de dayansa dört elementin teori haliyle sunulması Eski Yunan’da olmuştur. MÖ Yedinci yüzyılda yaşayan Thales , doğanın akıl ile anlaşılabileceğini savunmuş ve suyun dünyanın ana prensibi olduğunu iddia etmiştir. MÖ 610-545 yılları arasında yaşadığı düşünülen Anaximandros apeiron diye adlandırdığı amorf bir prensibi ortaya atmıştır. Anaximenes ise her şeyin kökeninde hava olduğunu söylemiştir. Heraklit’e göre ise bu prensip ateştir. MÖ 540-450 yılları arasında yaşayan Parmenides ise daha ilginç bir görüş geliştirmiş ve evrenin aslında Tek olduğunu ve farklı görüntüler aldığını savunmuştur. En büyük karakteristiği hareketli olması , devamlı form değiştirmesidir. MÖ 485-425 yılları arasında yaşayan Empedokles için ise ateş, hava,su ve toprak maddeyi oluşturan dört elementtir ve aşk adı verilen çekim kuvveti ile Parmenides’in evrenine benzeyen evreni oluştururlar. Ancak Nefret adı verilen itim kuvveti ile itildiklerinde çözülmeler olur. Dört element düşüncesinin Orta Çağlar boyunca varolan şekli kuşkusuz Platon’un ve özellikle de Aristo’nun eseridir. Platon elementleri geometrik formları ile ortaya koymaya çalışmıştır. Ancak simyadaki teori büyük ölçüde Aristo’nun teorisidir. MÖ 384-424 yılları arasında yaşayan Aristo, bir çok konuda olduğu gibi dört element teorisi ile de Orta Çağ boyunca tek otorite olarak kalmıştır. Aristo’ya göre ilk madde çeşitli formlar alabilmektedir. Bu alınan formlar da bazı temel özelliklere bağlıdır. Bu özellikler dört tanedir : Sıcak, soğuk, kuru, ıslak. Buna göre Ateş : Sıcak – Kuru Hava : Sıcak – Islak Su : Soğuk – Islak Toprak: Soğuk – Kuru olarak özellik gösterirler. Bu da simyada kullanılmıştır. Aristo ile olgunluğa ulaşan elementler teorisi ve Mısır kaynaklı simya İskender’in fetihleri ile beraber karşılaşma olanağı bulmuş ve bir senteze ulaşmıştır. Bu senteze doğu kökenli okültizm, Yahudi ve Hristiyan mistisizmi de karışarak, Orta Çağdan itibaren simyacıların temel teorilerini oluşturmuşlardır. Yunan-Mısır sentezi simya ile ilgili en önemli belge MS. üçüncü yüzyıldan kaldığı sanılan Leyden papirüsüdür. Dördüncü yüzyıldan itibaren ise simya eğitimi yaygınlaşmıştır. Özellikle Panopolis’li Zosimus simyayı daha ritüelik bir hale getirmiştir. Bu dönemde, özellikle İskenderiye’de simya üzerine bir çok eser ortaya çıkmıştır. Bu eserler arasında Hermes, İsis gibi tanrısal kişiliklerin yazdığı varsayılan eserlerin yanı sıra Keops gibi hükümdarların, Platon, Pythagoras, Tahles gibi filozofların ya da Zosimus gibi simyacıların yazdıkları söylenen eserler de vardı. Bunlar Felsefe taşından ve ölümsüzlükten de söz etmekte , aynı zamanda simyanın ezoterik yanını da ortaya koymaktaydılar. Simya daha sonra Bizans’ta da varlığını sürdürmüştür. İmparator Heraklius Simyayı desteklemiştir. Ancak Bizans’ta simya çok gelişememiş, daha sonra da Batıya geçmiştir. Arapların Mısır’ı işgal etmesi , simyanın İslam dünyasına da girmesini sağlamıştır. Arap kültüründe İslam öncesinde simya hakkında yazılan eserler bilinmemekle birlikte, Mısır’ın işgalinden sonra bu konuda yazılan eserlerde bir patlama olmuştur. Bütün İslam dünyasında Arapça tek resmi dil olduğu için , eski Mısır ve Yunan eserlerinin Arapça’ya yapılan tercümeleri de bütün İslam dünyasına yayılmış, bu konuda çalışmaların çoğalmasını sağlamıştır. Müslüman simyacılar arasında en tanınmışı kuşkusuz Batıda Geber adıyla tanınan Abu Abdullah Cabir ibn Hayyan’dır. Cabir’den kalan eserlerin bir bölümü Corpus Jabirianus adıyla toplanmıştır. Çoğu

kaybolan bu yazılarda simya kadar İslam’ın ezoterik açıklamalarının da varlığı bilinmektedir. Cabir bu yazılarda ezoterik bilgi vermesine rağmen olabildiğince açıklama yapmıştır. Simyanın Orta Çağ Avrupa’sına geçişi göreceli olarak daha geç olmuştur. Özellikle Arap istilaları ve Haçlı seferleri sırasında bu kültürle tanışan Batı dünyası Orta Çağın sonlarına doğru simya ile ilgilenebilmiştir. Simya anlamına gelen Alchemy/Alchimie sözcüğünün ve simyada kullanılan Alkol, Alambik, Elixir gibi sözcüklerin Arapça’dan gelmiş olması da bu kökeni ortaya koymaktadır. On üçüncü yüzyılın ilk yarısından itibaren Fransisken manastırlarında simya yaygınlaşmaya başlamıştır. Buradan Robert Grossetête tarafından Oxford’a da geçen simya, burada da popüler olmuş ve Robert Grossetête’in öğrencilerinden biri olan Roger Bacon da bu konuda oldukça sivrilmiştir. Simya kadar astroloji ve okült bilimlerle de ilgilenen Bacon sonunda kilisenin de dikkatini çekmiş ve bu yüzden hapse girmiştir. Daha sonra gizemli bir şekilde ortadan kaybolan Bacon, simyacıların ölümsüz olduğu konusunda rivayetlerin çıkmasına da neden olmuştur. 1240 – 1311 yılları arasında yaşamış olan ve Rosarium Philosophorum adlı eserin de yazarı olan Arnaud ve Villeneuve de bu konuda zamanının tanınmış isimlerindendir. Villeneuve simya kadar astroloji ve tıpla da uğraşmıştır. Eserleri ise ölümünden sonra yakılmıştır. Villeneuve’den etkilenen iki Fransisken de simya konusuyla ilgilenmişlerdir, bunlar Raymond Lulle ve Jean de Rupescissa’dır. Fransiskenler kadar Dominikenler de simya ile ilgilenmişler ve 1193-1280 yılları arasında yaşayan ve Büyük Albert adıyla da anılan Albert de Bollstaedt Dominikenlerin arasından çıkmıştır. Her şeye rağmen On üçüncü yüzyılın sonuna kadar simyacılar manastırlarda rahat rahat simya ile ilgilenebiliyorlardı. Ancak zamanla simya kilisenin tepkisini çekmeye başlar. Bu arada manastırlar dışında da simya ile ilgilenen kişiler türerler. Artık Hermes’in bilimi ile kilise karşı karşıya gelmeye başlar. Ancak Kilise önlemini almakta gecikmez ;1317’de Papa Jean XXII bir karar yayınlayarak (Spondent quas non exhibent) sahte altın yapanları ve simyacıları mahkum eder. Buna göre simyacılar fazlasıyla çoğalmışlardır. Bu sırada gizemli bir kişinin simyanın sırlarını bulduğu konusunda bir rivayet yayılmıştır. Bu kişi Nicolas Flamel’dir. 1330 – 1418 yılları arasında yaşadığı söylenen Flamel , söylentiye göre “Yahudi Abraham” isimli , simyanın sırlarını veren bir kitap bulmuş, ve yıllarca karısı Pernelle ile uğraşarak buradaki şifreleri çözmüş ve bu sanatın sırrına vakıf olmuştur. On beşinci yüzyılda gelişen simyada döneminin en önemli isimlerinden biri de Basil Valentin’dir. Yaşamı hakkında tam bir bilgiye sahip olamadığımız Valentin özellikle “On iki Anahtar” isimli eseri ile ünlüdür. Simya Rönesans ile birlikte en yüksek noktasına ulaşmış ve bu dönemde Kabala , büyü, Yeni Plantonculuk gibi diğer ezoterik doktrinler de simyaya katkıda bulunmuştur. Bu dönem ayrıca RoseCroix gibi gizli örgütlerin de ortaya çıktığı bir dönemdir. Bu dönemde Denis Zachaire,John Dee gibi ünlü simyacılar da ortaya çıkmıştır. Dönemin en önemli ismi kuşkusuz 1493 doğumlu Paracelsus’dur. Maceralı bir hayat yaşadıktan sonra 1541 yılında hayata gözlerini yuman Paracelsus, kariyerine önce doktor olarak başlamış, bir çok maceradan sonra şifacılığı ile ün kazanmıştır. Doktor olmasına rağmen, simyanın tıptan ayrılamayacağını söylemiş ve doğa ve insan üzerine çalışmıştır. Macrocosmos ve microcosmos üzerine düşünce sistemini kuran Paracelsus, tuz, kükürt, cıva ile ruh, can, beden ilişkisini de savunmuştur. Ezoterik düşüncenin ifadelerini iyi bir biçimde ortaya koyan Paracelsus , Rose-Croix örgütünü de büyük ölçüde etkilemiştir.

On yedinci yüzyılda simya ile ilgili çalışmaların büyük bölümü Rose-Croix tarafından yapılmıştır. İngiltere’de de Robert Fludd bu düşünceyi sistematize etmiştir. On yedinci yüzyıl sonundan itibaren ise okült bilimlere olan ilgi yavaş yavaş azalmış, materyalizm ön plana geçmiştir. Eski öğretiyi savunan örgütlerin varlığını sürdürmesine rağmen simya artık popülerliğini yitirmiştir. Günümüzde simya artık mistik/ezoterik anlamı ile sürmektedir. Ezoterik düşünceler çağlara göre farklı şekillerde ortaya çıkabilir, simya da bunun özel bir türüdür. Zamanın doldurmuş ancak ezoterik içeriği ve sembolizmi ile yaşayan, tarihçilerin ilgisini çeken bir düşüncedir.

... AZTEKLER NASIL YAŞADILAR

...................

Tarih 15. yüzyıl ile 16. yüzyıl başlarında, bugünkü Meksika’nın orta ve güney kesimlerinde büyük bir imparatorluk kurmuş halk. Nabuva dili konuşan Azteklerin adı, atalarının bir olasılıkla Kuzey Meksika’da bulunan anayurdu için kullanılan Aztan’dan (Beyaz Ülke) gelir. Öteki adlarından “Tenoçka”, ataları Tenoch’tan kaynaklanır. Gene Aztekler için kullanılan “Meksika” adı, Texcoco Gölünün mistik adı Metzliapan (Ay Gölü) ile ilişkilendirilir. En büyük kentleri Tenochtitlan’ın adı “Tenoch”tan türetilmiş, “Meksika” ise önce kentin ve çevresindeki vadinin, sonradan da tüm ülkenin adı olmuştur. Azteklerin kendilerinden söz ederken kullandığı “KulhuaMeksika” adı ise, Meksika Vadisinin en gelişmiş merkezi olan Colhuacan ile özdeşleşmek çabasını yansıtır. Azteklerin kökeni kesin olarak bilinmemektedir. Ama bazı gelenekleri, 12. yüzyılda Orta Amerika’ya gelene değin, daha kuzeydeki Meksika Platosunda avcılık ve toplayıcılıkla geçinen bir kabile oldukları izlenimini verir. Gene de, Aztlan, yalnızca destanlarda doğmuş bir yer olabilir. Azteklerin güneye göçünün, Toltek uygarlığının çöküşünü izleyen ve belki de bu çöküşü hızlandıran genel bir göç hareketinin parçası olduğu sanılır. Texcoco Gölündeki adalara yerleşen Aztekler, tarihleri boyunca başlıca merkezleri olan Tenochtitlan’ı İS 1325’te kurdular. Büyük bir devlet ve sonunda bir imparatorluk kurabilmelerinin temelinde, kullanılabilir tüm toprakların entansif biçimde ekildiği, gelişkin bir sulama ve bataklık kurutma sistemine dayalı olağanüstü tarım düzenleri yatar. Bu yöntemlerle sağlanan yüksek verimlilik, zengin ve kalabalık bir ülkenin doğmasını sağlamıştır. Tenochtitlan, Itzcoatl döneminde (1428-40) komşu Texcoco ve Tlacopan devletleri ile ittifak kurarak Orta Meksika’da egemen güç durumuna geldi. Daha sonra hem ticari ilişkiler, hem de fetihler yoluyla, 400-500 küçük devletten oluşan, 5-6 milyonluk nüfusuyla 1519’da 207.200 km2’lik alana yayılan bir imparatorluğun merkezi oldu. Kent, en gelişkin döneminde, 13 km2’yi aşkın bir alanda 140 binden çok insan barındırıyordu; dolayısıyla Orta Amerika uygarlıklarınını tarihinde en yoğun nüfuslu yerleşim yeriydi. Aztek devleti, askerlerin egemenliğindeki bir

despotluktu. Kastlara ve sınıflara bölünmüş ama dikey akışkanlığını da koruyan Aztek toplumunda yükselmenin en güvenli yolu savaşta kahramanlık göstermekti. Devlet işlerini rahipler ve bürokratlar yürütürdü. Toplumun alt katmanlarında, serfler, sözleşmeli hizmetkarlar ve köleler yer alırdı. Aztek dini, birçok Orta Amerika kültüründen değişik unsurları özümsemiş, çeşitli inanç sisternleninden karşıt öğeleri bir araya getirmişti. Önceki halkların birçok kozmolojik inancını paylaşan bu din, özellikle evrenin bir dizi yaradılışın sonuncusu olduğu ve 13 gök katı ile 9 yeraltı dünyası arasında bulunduğu yolundaki Maya inancını benimsemişti. Azteklenn başlıca tanrıları, Savaş ve Güneş Tanrısı Huitzilopochtli, Yağmur Tannsı Tlaloc ve yarı tanrı-yarı kahraman Tüylü Yılan Quetzalcoatl idi. İnsan kurban etme töreninde, kurbanın yüreği Güneş Tanrısı’na sunulurdu. Kan akıtma töreni de yaygındı. Dinle yakından ilişkili Aztek Takvimi, rahiplerin uğraşı olan kapsamlı bir ayinler ve törenler döngüsünün temeliydi. Orta Amerika’nın büyük bölümünde kullanılan bu takvim, 365 günlük (20’şer günlük 18 ay, artı 5 uğursuz gün) bir güneş takvimi ile 260 günlük (20’şer günlük 13 devre) bir dinsel yıldan oluşuyordu. Birbirine koşut giden bu iki yıl döngüsü, 52 yıllık daha büyük bir döngünün parçasıydı. Yöreye 1519’da gelen İspanyol kaşifler bu uygarlığın gelişmesine son verdiğinde Aztek İmparatorluğu’nun genişlemesi ve toplumsal evrimi henüz durmuş değildi. Son İmparator Il. Montezuma (hd 150220), Hernan Cortas tarafından tutsak, alındı ve hapiste öldü. İmparatorluk, üstün silahlarla donanmış Avrupalılarca hızla fethedildi. Azteklerin Batı dünyasında Codic olarak bilinen ve geyik derisi ya da sabırotu liflerinden yapılmış kağıtlara yazılmış kutsal metinleri ve elişleri, tapınaklarda korunurdu. Yazıcılar, ideogram, resimyazı ve fonetik imgelerin karışımı bir teknik kullanırlardı. Dinsel tören takvimi, kehanetler, törenler ve tanrılar ile evrene ilişkin yorumlar da yazıcıların ilgi alanına girerdi. Ülkenin fethedilmesinden sonra bu metinlerin çoğunun yok edilmesine karşın, Codex Borbonicus, Codex Borgtav, Codex Fejervary-Mayer ve Codex Cospuno gibi bazı örnekler günümüze ulaşabilmiştir. Bu el yazması metinlerin anlaşılması çok güçtür ve pek azı gerçekten Azteklere aittir. Arkeolojik kalıntılar arasında tanrı heykelleri, dinsel içerikli taş alçak kabartmalar, duvar resimleri, kilden yapılmış insan heykelleri ve vazolar ile taş ve ahşap maskeler bulunur. Aztek sanatı temelde simgesel olduğu için bu kalıntılar yardımıyla önemli bilgiler elde edilebilir.

Aztek Takvimi Tonalpohualli denen 260 günlük dinsel yıl ile 365 günlük güneş yılını birleştiren takvim sistemi. Örnek aldığı Maya takvimi gibi, Aztek takvimi de 20'şer günlük 13 döneme bölünen dinsel yıl ile 20'şer günlük 18 aya bölünen ve ayrıca uğursuz sayılan beş günlük bir dönemi (nemontemi) içeren toplumsal yıldan oluşuyordu. Gene Maya takviminde olduğu gibi, dinsel ve toplumsal Aztek yılları her 52 yılda bir, birbirlerine göre aynı konuma gelirdi. "Yılların Bağlanması" ya da "Yeni Ateş Töreni" adıyla kutlanan bu olaya hazırlık olarak önce tüm kutsal ateşler ve evlerdeki ateşler söndürülürdü. Törende heyecanın doruğa ulaştığı anda rahipler yeni bir kutsal ateş yakardı. Ardından Aztek halkı da ocaklarındaki ateşi yeniden tutuşturur ve şölene geçerlerdi. 1790'da Mexico'da yapılan kazılarda bazalttan yapılmış, ağırlığı 25 tonu bulan, 3,7 metre çapında daire biçiminde bir takvim taşı ortaya çıkarılmıştır. Bugün Mexico Ulusal Antropoloji Müzesi'nde sergilenmekte olan taşın tam ortasında Aztek Güneş Tanrısı Tonaiuth'un yüzü görülür. Bu yüzün çevresinde de tanrının önceki cisimleşmiş biçimlerini yansıtan ve dünyanın

dört eski çağını simgeleyen kare biçimindeki dört pano vardır. Bunları da Aztek ayının 20 gününü simgeleyen işaretler çevreler.

Aztek Tanrıları Huitzilopochtli : Uitzilopochtli olarak da yazılır (Nahuva dilinin Nahuvatl lehçesinde huitzilin: “kolibri” ve opochtli: “sol”). Güneş ve savaş tannsı. Aztekler ölen savaşçıların ruhlarının kolibri (çok güzel, parlak renkli bir kuş) bedenine büründüğüne inanırlar ve güneyi dünyanın sol yanı olarak kabul ederlerdi. Bu nedenle Huitzilopochtli’nin adı “güneyin dirilen savaşçısı” anlamına geliyordu. Öteki adlarından ikisi Xiuhpilli (Turkuvaz Prens) ve Totec’ti (Efendimiz). Nahual’ı (büründüğü hayvan biçimi) kartaldı. En eski inanışa göre Huitzilopochtli, Coatepec Dağında, Tula kenti yakınında doğmuştu. Annesi Yeryüzü Tanrıçası Coatlicue, gökten düşen bir top kolibri tüyünü (Yani bir savaşçının ruhunu) bağrında sakladıktan sonra Huitzilopochtli’ye hamile kalmıştı. Erkek kardeşleri olan güney yarıküre yıldızları Centzon Huitznaua (Dört Yüz Güneyli) ve kız kardeşi Ay Tanrıçası Coyolxauhqui onu öldürmeve karar vermişler, ama Huitzilopocthli, Xiuhcoatl'ıı (turkuvaz yılan) silah olarak kullanıp onları yok etmişti. Başka efsanelere göre Huitzilopochtli, Aztekleri geleneksel yurtları Aztlan'dan Meksika vadisine ulaştıran uzun göç sırasında kabilenin kutsal önderiydi. Rahipler onun colibri biçimindeki tasvirini omuzlarında taşıyorlardı. Bir gece onun buyruk veren sesi duyuldu;bu bu buyruk gereğince Aztek başkenti Tenochtitlan 1325’te Meksika Vadisindeki gölde küçük ve kayalık bir adada kuruldu. İlk tapınak, rahiplerin bir kartalı bir yılanı yutarken gördükleri kaya üzerinde yer alıyordu. Sonraki Aztek hükümdarları bu sunak yerini genişlettiler. Sekiz Kamış yılında (1487) imparator Ahuitzotl burada görkemli bir tapınak yaptırdı. Huitzilopochtli genellikle kolibri biçiminde ya da kolibri tüylerinden miğfer ve zırh giymiş bir savaşçı olarak betimlenirdi. Bacakları, kolları ve yüzünün alt bölümü maviye, yüzünün üst bölümüyse siyaha boyanırdı. Ayrıntılarla işlenmiş tüylü bir başlık giyer, elinde bir kalkan ile bir turkuvaz yılan bulunurdu. Dinsel takvimin Panquetzaliztli (Değerli Tüy Bayraklar Þöleni) adı verilen yılının 15. ayı. Huitzilopochtli’ye ve yardımcısı Paynala (Tez Canlı: Paynal’ı canlandıran rahip, tören alayı kentin çevresinde dolanırken en önde koşardı) adanmıştı. Bu ayda, savaşçılar ve auıanime (fahişeler) tanrıya adanan tapınağın önündeki alanda geceler boyunca dans ederlerdi. Savaş esirleri ya da köleler Huitzilopochco’da (bugün Churubusco, Mexico yakınında) kutsal bir kaynağın suyuyla yıkanır, Paynal’ın başını çektiği tören alayının kenti dolaşması sırasında ya da daha sonra tapınağın sunak taşında kurban edilirlerdi. Rahipler ayrıca tanrının en önemli silahını simgeleyen, ağaç kabuğundan yapılmış bir yılan yakarlardı. Son olarak Huitzilopochtli’nin öğütülmüş mısırdan yapılan bir tasviri törensel olarak okla öldürülür, rahipler ve rahip adayları arasında paylaşılırdı. “Huitzilopochtli’nin bedeni"ni yiyen gençler bir yıl boyunca ona hizmet etmek zorundaydılar. Aztekler güneş tanrısına günlük besin olarak (tlaxcaltiliztli) insan kanı ve yüreği sunmak gerektiğine ve "güneş insanları" olarak kendilerinin de tanrıya bu kurbanı bulmakla yükümlü olduklarına inanırlardı. Kurban yürekleri quauhtlehuanitl'e (yükselen kartal) sunulur ve quauhxicalli'de (kartal vazosu) yakılırdı. Savaşta ya da sunak taşında ölen savaşçılara quauhteca (kartalın insanları) denirdi. Savaşçıların öldükten sonra, ilkin güneşin parlak

kuyruğunun bir parçasına dönüştüğüne, dört yıl sonra da sonsuza değin kolibrilerin bedeninde yaşamaya başladıklarına inanılırdı. Büyük Huitzilopochtli rahibi Quetzalcoatl Totec Tlamacazqui (Tüylü Yılan, Efendimizin Rahibi), Yağmur Tanrısı Tlaloc'un büyük rahibiyle birlikte Aztek din adamlarının başıydı. *** Quetzalcoatl : Nahuatl dilinde quetzalli: "değerli tüy" ve coatl : "yılan". Eski Meksika tanrılarının en önemlilerinden olan Tüylü Yılan. Tüylü Yılan betimlemelerinin ilk örneklerine ülkenin merkezindeki Teotihuacan kültüründe (3-8. yy.) rastlanır. O dönemde Quetzalcoatl, Yağmur Tanrısı Tlaloc'la yakından ilgili bir yer ve su tanrısıydı. Nahua dili konuşan kabilelerin kuzeyden göç etmesiyle Quetzalcoatl inanışında önemli değişiklikler oldu. Tula kenti çevresinde gelişen Toltek kültüründe (10-12. yy.) gökcisimlerine tapınmayla ilişkili olarak savaşın ve insan kurban edilmesinin önemi arttı. Quetzalcoatl sabah ve akşam yıldızı tanrısı sayıldı ve tapınağı Tula'daki törenlerin merkezi oldu. Aztek döneminde (14-16. yy) Quetzalcoatl rahiplerin koruyucusu, takvimin ve kitapların mucidi ve demircilerle başka el sanatçılarının koruyucusu sayıldı. Aynı zamanda Venüs gezegeniyle eş tutuldu. Sabah ve akşam yıldızı olarak ölümün ve yeniden dirilişin de simgesiydi. Arkadaşı köpek başlı Tann Xolotl’la birlikte ölmüş ataların kemiklerini toplamak için Mictlan’ın yeraltı cehennemine indiğine ve topladığı kemikleri kendi kanına bulayarak bugün yeryüzünde yaşayan insanları doğurduğuna inanılıyordu. Bir başka önemli efsaneye göre OuetzalcoatI Tolteklerin başkenti Tula’nın rahip kralıydı. İnsan değil, yalnızca yılan, kuş ve kelebek kurban ederdi. Ama Gece Göğünün Tanrısı Tezcatlipoca büyü yaparak onu Tula’dan atmıştı. Quetzalcöatl da “tanrısal su” (Atlas Okyanusu) kıyılarına inmiş ve kendini ateşe atarak Venüs gezegeni haline gelmişti. Bir başka öyküye göreyse yılanlardan yapılmış bir sala binerek doğu ufkunda kaybolmuştu. Tezcatlipoca’nın Tüylü Yılan’a karşı kazandığı zaferde gerçeklik payı olabilir. Toltek uygarlığının ilk yüzyılında Teotihuacan kültürünün rahipler düzeni ve barışçı ilkeleri geçerliydi. Kuzeyden göç edenlerin baskısı toplumsal ve dinsel bir devrime yol açmış, yönetim rahiplerden askerlerin eline geçmişti. Ouetzalcoatl’ın yenilgisi klasik teokrasinin çöküşünü haber veriyordu. Onun doğuya yaptığı deniz yolculuğu, Toltek özellikleri gösteren Itza kabilesinin Yucatan’ı istilasıyla ilişkili olabilir. Quetzalcoatl’ ın takvim adı Ce Acatl’dı (Tek Kamış) ve onun Tek Kamış yılında doğudan geri döneceğine inanılırdı. Bu inanç Aztek hükümdarı Il. Montezuma’nın, Meksika Körfezine çıkışları (1519) Tek Kamış yılına rastlayan İspanyol fatih Hernan Cortes ile arkadaşlarını tanrısal elçiler olarak görmesine yol açtı. Quetzalcoatl tüylü bir yılandan başka, sık sık sakallı bir erkek olarak da betimlenirdi. Rüzgar Tanrısı Ehecatl kimliğiyle içinden rüzgar geçen iki oluklu bir maske takar ve kuzeydoğudaki Meksika kabilesi Huasteklere özgü koni biçiminde bir şapka giyerdi. Azteklerin başkenti Tenochtitlan’daki (bugün Mexico) tapınağı Ehecatl’a uygun, yuvarlak bir yapıydı. Çünkü Ehecatl’ın, rüzgara karşı keskin köşeleri bulunmadığı için dairesel tapınaklardan hoşlandığına inanılırdı. Bu tür anıtlara özellikle Huastek yöresinde sık rastlanır. Ouetzalcoatl hem ehecatl (rüzgar) günleri, hem de ayin takviminin 13 günlük dizilerinin 18.‘si boyunca egemenlik sürerdi. Ayrıca gün saatlerinin 13 tanrısı arasında dokuzuncu sayılırdı.

Genellikle birinci derece tanrılar listesine alınmakla birlikte, kendisine adanmış bir tören ayı yoktu. Eğitim, yazı ve kitap tanrısı olarak rahip adaylarıyla soyluların çocuklarının eğitildiği calmecac’ta (tapınağa bağlı din okulu) özellikle saygı görürdü. Tenochtitlan dışında Quetzalcoatl inanışının önemli merkezleri arasında Pueblo Platosundaki Cholula sayılabilir. *** Tlaloc : (Nahuatl dilinde “Tomurcuk Verdiren”). Yağmur tanrısı. İri, yuvarlak gözlü ve uzun azı dişli bir maske takmış olarak betimlenen figürlerinin ilk örneklerine İS 3-8. yüzyıllar arasındaki Teotihuacan kültüründe rastlanır. Aynı dönemde Mayaların taptığı yağmur tanrısı Chac’la büyük benzerlikler taşır. Aztek uygarlığı döneminde bütün Meksika’ya yayılan Tlaloc kültüne büyük önem verilirdi. Kahin takvimlerinde Tlaloc günlerin sekizinci hükümdarı ve gecelerin dokuzuncu efendisi olarak yer alırdı. On sekiz yıllık dinsel yılın beş ayı Tlaloc’a ve dağ doruklarında yaşadıkların inanılan öteki tanrılara (Tlaloque) adanmıştı. Dinsel yılın ilk ayı Atlcaualo ile üçüncü ayı Tozoztontli'de Tlaloc’a çocuklar kurban edilirdi. Altıncı ay Etzalqualiztli’de yağmur yağdırmakla görevli Aztek rahipleri gölde yıkanır, yağmur yağması için su kuşlarının seslerini taklit eder ve büyülü sis çıngıraklarını (ayauhchicauaztli) kullanırlardı. On üçüncü ay Tepeilhuitl ise Tlaloque’ye adanmıştı; bu ayda yoğrulmuş horozibiği etinden yapılma küçük tasvirler dinsel törenle "öldürülerek” yenirdi. On altıncı ay Atemoztli’de de benzer bir tören yapılırdı. Tlaloc, kuzeyli savaşçı kabilelerin Orta Meksika’yı ele geçirmesinden önce, yüzyıllar boyunca bölgedeki çiftçi kabilelerinin ana tanrılarından biri olarak varlığını korumuştu. Savaşçı kabilelerle birlikte bölgeye Hluitzilopochtli ve Tezcatlipoca kültleri de girdi. Aztekler bağdaştırıcı bir yaklaşımla hem Huitzilopochtli’yi, hem de Tlaloc’u en büyük tanrı olarak benimsediler. Başkent Tenochtitlan kentindeki Büyük Tapınak’ta (Teocalli), her iki tanrıya ayrılmış, eşit büyüklükte iki kutsal bölüm yer alıyordu. Yağmur tanrısı başrahibi Quetzalcoatl Tlaloc Tlamacazqui’nin (Tüylü Yılan, Tlaloc’un Rahibi) ünvanı ve konumu Güneş tanrısı başrahibininkine eşitti. Saygı gördüğü kadar korku da uyandıran Tlaloc, yağmur yağdırdığı gibi kuraklığa ve açlığa da neden olabilirdi. Yeryüzüne yıldırımlar fırlatır, korkunç kasırgalar estirirdi. Tlaloque ise Yeryüzüne bereketli vağmurlar yağdırabilir ya da ekinlere zarar veren seller gönderebilirdi. Bu tanrıların ayrıca cüzam, romatizma, vücutta su toplanması gibi hastalıklara da neden olduklarına inanılırdı. Azteklerin ölüleri yakma geleneğine karşın, bu hastalıklardan ölenlerle boğulma ya da yıldırım çarpması sonucunda ölenler gömülürdü. Bu yollarla yaşamı sona erenlerin Tlalocun cenneti olan Tlalocan’da sonsuza değin mutlu bir yaşam süreceklerine inanılırdı. Tatlı su gölleriyle küçük akarsuların tanrıçası olan ve Matlalcueye (Yeşil Etekli Kadın) olarak da bilinen Chalchiuhtlicue (Yeşim Etekli Kadın) Tlaloc’un eşi sayılırdı. *** Tezcatlipoca : (Nahuatl dilinde “Puslu Ayna”). En önemli Aztek tanrılarından. Büyükayı takımyıldızının ve karanlık gökyüzünün tanrısıdır. Tezcatlipoca kültü, İS 10. yüzyılın sonlarına doğru, kuzeydeki savaşçı Tolteklerce Orta Meksika’ya getirilmiştir. Tezcatlipoca’nın, Tanrı

Ouetzalcoatl’ı (Tüylü Yılan) Tula kentinden nasıl kovduğunu anlatan çok sayıda efsane vardır. İstediği kılığa giren büyücü Tezcatlipoca kara büyüyle birçok Toltekin ölümüne neden olur; erdemli Ouetzalcoatl’ı içkiye, günaha ve bedensel tutkulara sürükleyerek Tolteklerin altın çağına son verir. Orta Meksika’daki insan kurban etme geleneği onun etkisiyle başlamıştır. Tezcatlipoca’nın nahual'ı jaguardır; bu jaguarın benekli postu, yıldızlı bir gökyüzünü andınr. Yaratıcı Tanrı Tezcatlipoca bugünkü evrenden önce yaratılıp yok edilmiş dört evrenden ilki olan Ocelotonatiuh’ta (Jaguar-Güneş) hüküm sürmüştür. Tezcatlipoca genellikle yüzünde siyah bir şeritle betimlenir; ayaklarından birinin yerinde obsidiyenden bir ayna vardır. Guatemala’daki Mayalar ve Kiçeler 10. yüzyılda sonra Tezcatlipoca’ya Hurakan (Tek Ayak) adını verdikleri bir şimşek tanrısı olarak taptılar. Bazı betimlemelerde ayna Tezcancatlipoca’nın göğsünde yer alır. Bu aynada her şeyi gören Tezcatlipoca görünmeyen ve her yerde var olan bir tanrıdır; insanların bütün eylemlerini ve düşüncelerini bilir. Tezcatlipoca Aztekler döneminde (İS 14-16. yy) Huitzilopochtli, Tlaloc ve Ouetzalcoatl’la birlikte en yüce tanrılardan biri durumuna geldi. Bu dönemde Tezcatlipoca’ya Yoalli Ehecatl (Gece Rüzgarı), Yaotl (Savaşçı) ve Telpochtli (Delikanlı) adlarıyla tapılırdı. Geceleri dörtyol ağızlarında savaşçılara meydan okuduğu söylenen Tezcatlipoca, halktan kimselerin ilköğretim ve askerlik eğitimi için erkek çocuklannı gönderdiği telpochcalli'lere de (delikanlılar evi) başkanlık ederdi. Ayrıca köleleri korur, “Tezcatlipocanın çocukları”na kötü davranan köle sahiplerini cezalandınrdı. Erdemi zenginlik ve ünle ödüllendirir, yanlış yol tutanları ise cüzam gibi hastalıklarla ya da kölelik ve yoksullukla cezalandırırdı. Tezcatlipoca için, beşinci ayin ayı Toxcatl’da törenler düzenlenirdi. Rahip genç ve yakışıklı bir savaş esirini seçer, bu genç bir yıl boyunca tanrının yerini alarak lüks içinde yaşardı. Tanrıçalar gibi giydirilmiş dört güzel kız da ona eşlik ederdi. Ayin günü bu genç, çaldığı flütleri kıra kıra tapınağın merdivenlerini tırmanır, tepeye geldiğinde yüreği sökülerek kurban edilirdi. Azteklerin başkenti Tenochtitlan dışında Tezcatlipoca’ya özellikle Texcoco’da ve Oaxaca ile Tlaxcala arasında yaşayan Mikstek ve Puebla Yerlileri tapardı. *** Tlazoltéotl : (Nahuatl dilinde “Kirlilik Tannçası”). Ixcuina ya da Tlaelquani olarak da bilinir, saflıktan uzak, günahkar davranışlan temsil eden tanrıça. Huaxteca körfez ovalarındaki halklardan alındığı sanılır. Önemli ve çok yönlü bir toprak ana tanrıçaydı. Yaşamın değişik evreleriyle bağlantılı dört ayrı kimliğe bürünürdü. Genç bir kadın olarak hafifmeşrep ve baştan çıkarıcıydı. İkinci kimliğinde insanları kötü alışkanlıklara sürükleyen yıkıcı bir tanrıçaya dönüşürdü. Orta yaşlarda, insanların günahlarını yüklenebilen büyük bir tanrıça biçimini alırdı. Son kimliğinde gençlere musallat olan öldürücü ve korkunç bir kocakarı olarak ortaya çıkardı. Aztekler tören kurallarının çiğnenmesini, yasak cinsel ilişkileri ve geleneklere uymayan davranışları günah ya da “kirli” sayarlardı. Tlazoltéotl, rahiplerine itirafta bulunan insanların günahlarını bağışlama gücüyle ünlüydü. Bir kimliğiyle insanları günaha sürüklerken, başka bir kimliğiyle günah işleyenleri bağışlayabiliyor ve dünyayı günahtan arındırıyordu. Kaba pamuktan yapılma süslü bir başlıkla, bazı tasvirlerinde de bir kurbanın derisini sarmış olarak ya da Ay simgeleri taşıyan giysiler içinde betimlenirdi. ***

Xipe Totec : (Nahuatl dilinde “Derisi Yüzülmüş Tanrımız”), Meksika’da yağmur mevsiminin başlangıcı olan ilkbaharın ve yeni yeşeren bitkilerin tanrısı. Aynı zamanda kuyumcuların koruyucusuydu. Yeni yeşeren bitkilerin simgesi olarak Xipe Totec, insan derisine bürünürdü. Bu deri ilkbaharda yeryüzünü kaplayan “yeni deri”yi temsil ederdi. Heykellerinde ve taştan yapılma masklarında da hep yeni yüzülmüş bir deriye bürünmüş olarak betimlenirdi. Anauatl iteouh (kıyı tannsı) olarak tanımlanan Xipe Totec, başlangıçta altın yönünden zengin olduğuna inanılan bugünkü Oaxaca ve Guerrero eyaletlerinde yaşayan Zapotek ve Yopi Yerlilerinin tanrısıydı. Zapotekler onu bir bitki tanrısı olarak kabul ediyor ve Quetzalcoatl’la (Tüylü Yılan) ilişkşili görüyorlardı. Kesinlikle yabancı bir tanrı sayılan Xipe Totec’in tapınağı Yopico ya da Yepi Evi olarak anılıyordu. Xipe Totecin ilk temsili resimleri, Teotihuacan yakınlarındaki Xolalpan’da ve Texcoco'da Mazapan kültürüyle bağlantılı olarak yani klasik sonrası Toltek döneminde (10-12. yy.) ortaya çıktı. Aztekler bu kültü daha sonra Axayacatl yönetimi (1469-81) sırasında benimsedi. Aztek yılının ikinci dinsel tören ayı olan Tlacaxipehualiztli'de (İnsanlann Yüzülmesi), rahipler yüreklerini çıkararak insanları kurban ederlerdi. Daha sonra bu kurbanların yüzülerek sarıya boyanan ve teocuitlaquemitl (altın giysi) denen derilerini üzerlerine giyerlerdi. Öteki kurbanlar ise bir çerçeveye bağlanarak oklarla öldürüldü. Yere damlayan kanlarının verimli ilkbahar yağmurlarını simgelediğine inanılırdı. Xipe Totec, onuruna söylenen bir ilahide, Yoalli Tlauana (Gece İçkicisi) olarak anılırdı. Bunun nedeni bereketli yağmurların gece yağdığına inanılmasıydı. Aynı ilahide Xipe Totec'e, bereketin simgesi Ouetzalcoatl’ı getirdiği ve kuraklığı önlediği için şükranlar sunulurdu. *** Mictlantecuhtli : Ölüler tanrısı. Genellikle yüzü bir kurukafa biçiminde betimlenir. Karısı Mictecacfhuatl’la birlikte yeraltı dünyası Mictlan’ı yönetir. Savaşta, kurban edilerek, çocuk doğururken, boğularak, yıldırım çarpması sonucu ya da bazı hastalıklardan öldükleri için çeşitli cennetlerin hiçbirine giremeyenler, Mictlan’ın dokuz cehenneminde yargılanmayla geçen dört yıllık bir yolculuğa başlar. Mictlantecuhtli’nin yaşadığı sonuncu cehenneme ulaşınca ya yok olur ya da huzura kavuşurlar. *** Coatlicue : (Nahua dilinin Nahuatl lehçesinde “Yılan Etekli”). Yeryüzü tanrıçası. Yaratıcı ve yok edici özellikleriyle yeryüzünün simgesi, tanrıların ve insanların anası olarak kabul edilir. Mexico kentinde, Ulusal Antropoloji Müzesi’ndeki heykeli mitolojideki anlamını çok güçlü bir biçimde somutlaştırır: Yüzü birbine dolanmış iki yılandan oluşmuş, eteği gene yılanlardan örülmüştür; yılanlar verimliliği simgeler. İnsanları ve tanrıları beslediği için göğüsleri sarkıktır. Ellerden, kalplerden ve bir kafatasından oluşan kolyesi vardır. Ayak ve el parmakları pençeyi andırır; yeryüzünün insanları yutması gibi o da insanlarla beslenir. Teteoinnan (Tanrıların Anası) ve Toci (Büyük Anamız) olarak da bilinen Coatlicue, korkunç doğum tanrıçası Cihuacoatl (Yılan Kadın; Tonantzin Anamız olarak da bilinir) ve Kirlilik Tanrıçası Tlazolteotl olarak ortaya çıkan yeryüzü tanrıçasının bir görünümüdür.

MAYALARA NE OLDU

Yüzyilin basindan beri bilim adamlari Mayalar'in kim olduklarini, nasil yasadiklarini, ve uygarliklarinin bir anda neden yok oldugunu arastiriyorlar. Bu garip uygarlik MS 300'lerde dünyanin en gelismis uygarligiydi ama dünyanin günesin çevresinde 365 günde döndügünü bile bilen Mayalar tarihin en kanli kasaplariydilar ve yemeklerini dahi yarim birakarak birden yok oldular. Mayalar'in bilimi ve kültürü vardi, onlara bu bilgiyi kim ögretmisti?.

Isik ve sihir Her yil ilkbahar ve sonbaharda, turistler, El Kastide Chicken Itza'nin etrafinda toplanip, günes Isiginin yavas yavas piramidin merdivenlerinden yükselip muhtesem iki iblis basinin taban oymasini izliyorlar. Bu piramit, yaradilis ve dönüsümün kudretli tanrisina, Kukulcan'a ithaf edilmistir. Piramitte 4 merdiven ve her merdivende 91 basamak bulunur. En tepedeki platformla birlikte bu basamaklar 365 adettir. Bu günese göre hesaplanan yila esittir ve Mayalar'in astronomide ileri olduklarini gösterir. ?blislerin baslari, dinsel ayinlerde kurban edilmis insan kemiklerinin ve onlarin altin mücevherlerin bulundugu dogal bir kuyuyu isaret etmektedir.

Guetamala ormanlarindaki, kan kirmizi rengindeki piramidin önünde, büyük bir kalabalik saatlerdir ayakta bekliyordu. Kimse kipirdamiyordu; tüm gözler, piramidin dorugundaki atalarin bilgileriyle dolu süslü kafatasindaydi. Kalabalik kralin hareketlerini göremiyor fakat dinsel bir ayin oldugunu anlayabiliyordu. Kral yanardagda olusan keskin taslari alip penisini delecek ve sonra yaranin üstünü bir iple baglayip; kanin agaç kabugundan yapilmis kaba akmasini saglayacakti. Daha sonra bunu alip, bir ates yakacak, bu atesten yükselen duman araciligiyla iblisle konusacakti. Ve Kral, ortaya çikti pestemalinin altindan kanli elini göstererek, atalarinin mesajim daha öncelerde de oldugu gibi yine haykirdi; "Savas için hazirlanin" Kalabalik, nese içinde tekrarladi. Artik kan dökme zamani baslamisti.

Savas, onlarin yasamiydi Mayalar kimdi? inanilmaz büyüklükteki piramitleri Amerika'nin ortasina insa eden ve sonra birdenbire terkedip kaybolan bu insanlar kimlerdi? Neden o garip dinsel kurallara inaniyorlardi? Bu sorular bugüne kadar sayisiz bilim adaminin zihnini kurcaladi. 150 yil geçtikten sonra Mayalar daha anlasilir olmaya basladilar. Artik, Mayalarin MS. 250-900 arasinda yasadiklarini, dönemlerinin en gelismis yazi sistemini bulduklarini, matematikle ilgilendiklerini , astrolojik takvimler olusturduklarini ve piramitler insaa ettiklerini biliyoruz. Bugüne örnek olacak mimari örnekler bulundu, insaatlarini, yagmur ormanlarina zarar vermeden belli zamanlarda yapiyorlardi. Mayalar dogalligin bozulmamasi için bize iyi bir ders vermislerdir, Güney Belize'nin orman kapli daglarinda; yeni bulunan dört Maya kenti gösteriyor ki; Mayalar buralarda yasamaktan kaçinmislardi, iste KAN HASADI buralari 900'lü yillarda yokolan Mayalarin toplumsal Eski Maya toplumunda politik ve dini olaylar, korkunç kan dökme ayinlerinin nedeniydi.

yasamlari hakkinda henüz çözülememis bir çok soruya isik tutacaklardi. "National Geographic" yazarlarindan arkeolog George Stuart; "Her sabah uyandiginida Maya'lar hakkinda ne kadar az sey bildiginiizi düsünüyorum, bu tropik iklimde nasil yasadiklarinin %1 ini ancak biliyoruz" diyordu. Kisitli imkanlara ragmen, arkeologlar, sanat tarihçileri, yazit uzmanlari, antropologlar, cografyacilar, ve dil uzmanlari yillardir Mayalarin pesinde. Ortada, Oyun topu "Mayamanik" bir durum var; Tennesse Mayalar'in top oyunlari hem eglence hem de Üniversitesi arkeologlarindan Arthur Demarest dinsel törenler içindi. Seyirciler, sonuçlar üzerinde son 4 yildir Kuzey Guetemala'da Maya kenti bahis oynarlardi. Günesin veya Ay'in sembolü olan Dös Pilas'i inceliyor. Demarest'e göre ormanin bu top hep havada kalmaliydi. Topu düsüren içinde kayip kentler var; buralarda kaybediyordu ama oyunu degil yasamim da; çözümlenemeyen yazitlar bulunuyor ve bu oyunun finalinde kurbanlar hazirdi. Galipler, yazitlar Mayalarin ani yok olusunu açiklayabilir. kaybedenlerin baslarini kesip top olarak kullandilar ya da öldürüp vücutlarini piramitlerden Ortaya çikan bilgi patlamasi, siddetli tartismalar asagiya sallandirdilar yaratti. Kimin kuraminin dogru oldugu tartisiliyor. Yine de uzmanlar bir görüs üzerinde fikir birligine vardilar; savas, Maya halkinin olusmasinda ve yasaminda kilit noktaydi. Maya kentleri yasamak için degil miydi? Mayalarin spordan dine kadar her konuda iskence ve kurban törenleri düzenliyorlardi. Meksikali Antropolog Carlos Navarette "Bu, Mayayla ilgilenenleri sok edecek bir iddiadir" diyor. Klasik Maya Kültürü'nün olusmaya basladigi MS 250'den sonraki yüz yillarda, küçük çatismalardan, büyük savaslara dönüsen kabile çekismeleri, görkemli kentlerin

hayalet kasabalara dönüsmesine neden oldu. ilk batili arastirmacilar olan Stephens ve Latherwood, büyüleyici diye tanimladiklari Copan, Palenque, Uxmal ve digerleri hakkinda kitaplar yazmaya basladilar. Stephens'in yazdigi basarili kitaptan sonra onu, Catherwood ve diger yazarlar takip etti. Sonraki yarim yüzyilda Popol Vuh (Mayalari anlatan kutsal kitap) ve "Relacion de las Cosas de Yucatan" adli kitaplar yayinlandi. 16. yüzyildan sonra piskopos Diego de Lan da, Maya kültürüne karsi ispanyol zaferlerini anlatan bir kitap yazmisti. 1890'larda ise, ingiliz arastirmaci Alfred Maudsiay degisik kaynaklardan derleyerek, Maya kentlerinin mimarisini anlatan bir katalog olusturdu. Tüm bilgiler, 19. Yüzyil bilginlerini hiyeroglif yazilarini yorumlamaya, Mayalarin tarihini yeniden incelemeye ve bu toplumun neden yok oldugunu arastirmaya itti. 20. yüzyilin ilk yarisinda daha çok kazilar yapildi ama hala ortaya ciddi bir sey çikmamisti. 1950'lerde Carnegie Enstütüsü'nden J. Eric Thompson ve SIyvanus Morley, bölgeyi incelemeye aldilar onlara göre bulunan kentler, yasamak için degil dinsel ayinler için yapilmisti. Yazitlarda astronomi ve takvim çalismalari yer aliyor, tarihi olaylar, çiftçilik yöntemleri ve tarinidan bahsedilmiyordu. Böylece bu mekanlarin sadece özel durumlar ve çalismalar için yapildigi kanitlaniyordu. Morley ve Thompson; Mayalarin yok oluslarina ait bilgileri antik kentlerden elde edemeyeceklerini düsünüyorlardi. Çagdas bilginler, daha iddiali ve umutlu, modern teknoloji gibi bir de avantajlari var; örnegin radyo karbon testi. Dos Pilos'ta çalisan Arthur Demarest MS. 761'den önce ve sonra olarak Mayalarin tarihçesini iki bölüme ayirdi. 761'den önce savaslar düzenliydi; kabileleri tek bir yönetim altinda toplamak için yapilirdi. Ama 761'den sonra savaslar; kabile üstünlügüne ve mallarin yagmalanmasina dayanmaya basladi. O yil, Dos Pilos Krali kabilelere dur demek için savas açti ama Tamarindito'da yakalanarak kurban edildi. Demarest'e göre; bu dönemden sonra ortaya çikan soylu kanun yapicilari, çikar ugruna birbirlerini yemeye basladilar ve güçleri çok artti. Böylece sivil iç savas basladi; iste bu da Mayalarin sonu oldu ve buna benzer olaylar baska bölgelerde de yasandi. Susuzluk ve nüfus patlamasi kuramlari Florida Üniversitesi arkeologlarindan Arlene ve Diana Chase'e göre Belize'de yaptiklari arastirmalarin sonucunda, kabile savaslari Mayalarin sonunu hazirlamisti. Bu iki arkeolog, kazilarda binalar üzerinde hasarlar tespit etmisler ve gömülmemis bir çocuk iskeletiyle, silahlar bulmuslardi. Bir çok uzman yok olusun nedenini savaslara baglarken, baskalari bunun hikayenin tümü olmadigini düsünüyor. Yokolmada rol oynayan bir diger neden; yagmur ormaninin ekolojik dengesindeki ani bir bozukluk olabilirdi. Arizona Üniversitesi arkeologu Patrick Culbert; "Yeralti çalismalarindan anladiginiiza göre, neredeyse orman tamamen yok olmus"diyordu.Su sikintisi, yok oluslarinda rol oynamis olabilirdi. Cincinnati Üniversitesi arkeologlarindan Vernon Searborugh ise, Tikal'deki kazisinda gelismis kanalizasyon sistemleri buldu. Yilin 4 ayi yagmurlu bir bölgede yasayan bu insanlarin ani bir susuzluga ugramalari gerçekten yok olus nedeni olabilirdi. Bir baska neden nüfus patlamasi olabilir, yirmi kentten toplanan bilgilerden anlasildigina göre km kareye 200 insan düsüyordu. Culbert'e göre; endüstrisi olmayan bir toplumda nüfus bir sorun olabilir. Arastirmacilar, kazilarda, iyi gelismemis çocuk iskeletleri buldular, bu da yetersiz beslenmenin göstergesi olarak kabul edilebilir. Yine Culbert, böyle karmasik ve kalabalik bir toplumun çöküs nedeninin; savas, çilgin bir kral, açlik ya da susuzluk olabilecegini düsünüyor ve ekliyor "Böyle bir toplumun çöküsü için milyonlarca neden söylenebilir".

Takvimi ve dis dolgusunu bilen insanlar Bu çöküsten çikarilacak ders nedir? Birçok uzman, çevreci mesajlar veriyor; Culbert; "Nüfus patlamasi, ekolojik dengeyi bozdu ve milyonlarca insan öldü." diyor. National Geographic dergisi yazari George Stuart ;bu fikre katiliyor ve bu bilgilerin günümüz dünyasinin sorunlarini yeterince çözemese bile önemli uyarilarda bulundugunu düsünüyor. Ona göre en önemli mesaj, Mayalar tapinaklarini yaparken yagmur ormanlarini kesmemek ama digerleri bundan pek emin degil. Hiyeroglif uzmani Stephen Houston de, Mayalardan daha pek çok ders alinacagi düsüncesinde; "Çok farkli bir toplumdular ve onlari bir arada tutan çok baska bir seydi". Arkeologlar, Mayalarin gerçekten farkli bir toplum oldugunu, onlarin günlük yasamlanndan çikariyorlar. Mezarlarda bulunanlar, gömütler, alelade evlerin mimarisi ve bulunan duvar resimleri; ortalama bir Maya gününün nasil geçtigini bizlere gösteriyor. 57 kisiden olusan tipik bir Maya ailesi kahvaltida sicak çukulata, yeterince zengin degillerse haslanmis misir ve seker kamisi yiyorlardi ve "atole"denilen bir içki içiyorlardi. Genelde evler tek odali ve çamur sivaliydi. Büyük olasilikla gün içinde misir, bezelye, tavsan ve hindi diger yiyecekleri arasindaydi. Hasat mevsimi erkekler tarlalarda çalisirken, kadinlar evde yemek pisiriyorlardi. Günün sonunda tüm aile evde toplaniyor ve evin reisi küçük bir dini ayinle atalara dua ediyordu. Zamanlarini sadece tarimla geçirmiyorlar, piramitler ve tapinaklar insa ediyorlardi. Genelde dügün törenlerine kutlamalara, astrolojik ve takvimsel çalismalara katiliyorlardi. Böyle zamanlarda kral kurbanlar kesiyor ve top oyunlari düzenliyordu. Kaybedenler piramide asiliyor ya da kurban ediliyordu. Çiftçiler bu günler için yemek hazirlayip, standlar açiyorlardi. Mayalar'in gelismis bir estetik anlayisi vardi. Yale Üniversitesi antropologu Michael Coe "Mayalar" adli kitabinda; "Aileler çocuklarinin burunlanna onlarin gücünü artirici süsler takarlardi" diye yaziyor. Mayalar ayni zamanda bebeklerin iskeletlerine sekil vermek amaciyla onlari sararlar ve koni seklinde bir sapka takarlardi. Belki de günümüzün besik ve kundak aliskanligi onlardan miras kalmistir. Bazi arastirmacilar, bu sekildeki kafataslarinin bu aliskanligin sonucu oldugunu ileri sürüyorlar. Mayalar dislerini bazen "T" seklinde bazen de delerek doldururlardi (anestezi yapip yapmadiklari kesin degil). Dislerini çogunlukla degerli taslarla en çok da yesimle kaplarlardi. Coe'ya göre; genç erkekler evlenene kadar kendilerini siyaha boyuyorlar daha sonra ise degisik dövmelerle süsleniyorlardi. Bu bilgiler sadece bulunan nesnelerden degil geride biraktiklari hiyerogliflerden de ögrenildi.

GECMiSi YASIYORLAR Meksika daki tur rehberleri bir öykü anlatirlar.Bir turist, korku içinde piramitlere bakar ve rehbere dönüp; "Bu binalarin hepsi çok güzel, fakat tüm insanlar nereye gitti?" der. Rehber kafasini alayci bir sekilde sallayarak cevap verir; "Su anda bir Maya île konusuyorsun, bizler hala buradayiz hiç bir zaman burayi terk etmedik". Yasanan karmasa, Maya bilmecesinin kalbindedir. Bilim adamlari binlerce yil Öncesindeki Maya imparatorlugu'nu arastirirlarken bugün Guatemala çevresinde 1.200.000,Belize çevresinde ise, 5.000.000 Maya insani yasiyor. Etnik olarak, onlar dünyanin en gelismis imparatorlugunu Orta Amerika'da kurmus insanlarin soyundan geliyorlar. Maya kalintilarini gezmeye gelen birçok turist Amerika'da eski Mayalarin torunlarinin yasadigini ögrenseler soka girerlerdi. Yüzyillardir olagelen kültür etkilenmesinden sonra Orta Amerika'da yasayan Mayalarin torunlari yeni kültür yaratarak yasamlarini sürdürüyortar. Orta Amerika'da yasayan Mayalarin torunlari simdi sadece gelen ziyaretçiler ?çin atalarinin kiyafetlerini giyiyorlar. 1992'de Orta Amerika'nin yerlileri olan Maya halkina karsi Meksika devleti tarafindan zulmedildi, yapilanlar, insan haklarina aykiriydi.1990'daki toprak kavgasinda 11 kisi,1988'de de Maya halkindan 100 kisi yakalanmis ve iskence edilmisti.

"Birden beyin kanallarim açildi..."Maya yazitlari, çesitli ilgi alanlari olusturdu. Güney Alabama Üniversitesi sanat ögretmeni Linda Schele eski yazitlar konusunda birdenbire ortaya çikan ilginç bir örnektir. 1970 yilinda 30 saat boyunca hiç bir tibbi müdahale olmadan aç birakildilar ve Mayalar, Meksika ziyaretinde, 140.000 Guetamalaliyi öldürecek gerilla savasina basladilar. Hükümet Palenk konferansinda onlarin köylerini yakti.16.yy'da ispanyol istilasi sirasinda birçok yerli, dini inançlarindan uzaklastirildi. Kabartmalar yikildi, dini inançlarina ait olan Schele; 7. Yüzyil hersey misyonerler tarafindan harap edildi.Yeni koloniler kurmak için köle baslarindan 8. Yüzyil gibi çalistirildilar.400 yil ispanyollar tarafindan ezildikten sonra Meksikalilar sonlarina kadar tarafindan isgale ugradilar ve hala öyleler... Bugün Meksika Hükümeti, yasayan yasa insan haklari adina Mayalara esit sans taniyacaklarini açiklamasina ragmen; yapicilarin kanunlarini Mayalar hala sosyo ekonomik siranin en altindalar. Chipas'ta 9 tane yerli dili musuluyor ve Meksikalilar azinliklara ragmen iktidari ellerinde 2.5 saat süren bir konusmada açikladi ve tutuyorlar. Ne yazik ki, yerli nüfusu ülke potansiyelinin çok üzerinde. Ayrica yerlilerin % 70'i su sikintisi çekiyor. Bu kötü kosullarda Birçok Maya insani bunlar dogruydu. Bu modern ,yasam sartlarini reddederek eski aliskanliklarini sürdürüyor. nasil olmustu? Çünkü Daglarda yasayan Mayalar, 4000 yil önceki atalari gibi yasiyorlar. Schele bir amatördü; Profesyoneller kabartmalarin açiklamasinin bir çesit içgüdüye ve sezgiye bagli oldugunu söylüyorlar. Verilen yazi sistemine uyularak çözülmüs olabilecegin'i de ekliyorlar. Linda Schele; "Aydinlanma dakikalari kariyeriniin dönüm noktasiydi. Birden beyin kanallarini açildi ve hersey yerli yerine oturdu" diye anlatiyor. Bu olaydan sonra, bir çesit dil çözüm devrinii basladi. Bölge genç tarihi yazit uzmanlari ile doldu. 34 yasindaki Stephen Houston ile 28 yasindaki David Stuart'da bunlara dahildi. Kariyerlerine çok küçük yaslarda baslamislardi. Maya arkeologu George Stuart'in oglu ilk Maya gezintisini 3 yasindayken yapmisti ve 1984'de 18 yasindayken çözdügü bir Maya grafigiyle, Maç Arthur Dernegi tarafindan en genç yazi çözücüsü ve dahi ilan edildi. Stuart'in sonraki projesi simdiye kadar çözülmüs tüm Maya yazitlarini inceleyen bir katalog yapmak. Neredeyse yüzyillik bir çalisma bu ve genç Stuart; "Bu çalisma benden sonra da aranan bir kaynak olacak" diyor.

Bir uygarligin umutsuzlugu Örneklerde görüldügü gibi kabartmalarda propaganda da var. Düsünün, Körfez Savasi'ni anlamak için Saddam'in konusmalannin duvarlara yazildigini... Arlen Chase; Mayalar'in politik ve sosyal yasamlarini çözmek için bu yazitlari okumanin yeterli oldugunu, arkeolojinin bunu saglamak için gerekli oldugunu ifade ediyor. Houston ise, yazitlarin propaganda ile dolu oldugunu, yine de bir toplumu anlamak için yararli oldugunu söylüyor. Maya yazitlarini desifre etme üzerindeki tartismalar sürüyor, hiçbir zaman nihai çözüm bulunmayacak. Çünkü yeni bulgular farkli bakis açilari getiriyor. Chase'in arastirmalarina dayanarak söylenebilir ki, Mayalar orta sinif bir toplumdu. Mezar kazilari, yasam tarzlarinin, bilimsel yönleri kadar gelismedigini gösteriyor. Kimyasal toprak arastirmalari, iskelet incelemeleri bize onlarin hastaliklarini, tarini yöntemlerini hatta iklim kosullarini gösteriyor. Birçok arastirmaci ve bilim adami Mayalar'in yok olus gizeminin pesinde. David Freidel, Mayalar'in tarihte esine az rastlanan bir umutsuzluga düsmüs olduklari görüsünde; ona göre, geçmise bakildiginda Mayalar'in ulastigi bilimsel ve toplumsal düzeyin nedeni, hayalgücü ve reel eylemin disindadir çünkü onlar yasami anlamli kilmak istiyorlardi. Mayalar'in birden yokolus nedeni veya nedenleri hala bilinmiyor, dev bir uygarlik nasil ve neden kayboldu? Uxmal'da yansi yenmis yemek tabaklari hala durmaktadir; kimden ya da neden kaçtilar ve en önemlisi su anda onlarin kalintilari nerede?

AZTEK GÖÇÜ EFSANESİ Ülkenin sakinleri olan diğerleri gibi bu insanlar da, Aztlân adlı ve yaşadıkları yerdeki Yedi Mağaralar'dan ayrıldılar. Aztlân, "Beyazlık" ya da "Balıkçılların Ülkesi" demektir. FRAY DIEGO DURAN, 16. YÜZYIL. Aztekler ve müttefikleri 15. yüzyılda ve 16. yüzyıl başlarında orta ve güney Meksika'da bir imparatorluk kurdular, imparatorluk, Hernân Cortes'in İspanyol Seferi sonunda, ancak yüz yıl yaşadıktan sonra yıkıldı. Günümüz Meksika ulusal efsanelerinde, Aztekler, kahraman yerli geçmişi ve yabancı istilasının trajedisini temsil edecek biçimde popüler hayal gücünde idealleştirilmiştir. Aztek başkenti Tenochtitlan'ın İspanyol sömürgesi Mexico City'ye dönüştürülmesi ve çağdaş

milletin başkenti olmaya devam etmesi Aztekler'i İspanyol öncesi kolektif 3000 yıllık kültürel mirasın en önemli temsilcileri olarak diğer kızılderililerin üzerine çıkarmaktadır.

Codex Boturini'den bu sayfalarda, Aztekler'in bir gölün ortasında bir ada olan Aztlân'dan göçmeleri resmedilmiştir. EFSANENİN KÖKENİ Aztekler nereden gelmişlerdir? Aztek kaynaklarına dayanılarak hazırlanan ilk sömürge tarihçeleri, resimli belgeler ve arkeolojik kazılar Aztekler'i tarihsel bir kesinlikle ancak 13. yüzyılda Meksika Vadisi'ne kadar izleyebilmiştir. Kökenlerinin coğrafi bölgesi hâlâ çözümlenmemiş bir muammadır. Aztekler'in, 13. yüzyılda kuzey çöllerinden Meksika Merkez Yaylaları'na göçen göçebe avcı ve kısmen çiftçi kabilelerden biri oldukları anlaşılmaktadır. Efsanelerde çıkış yerleri olarak kuzeyde Aztlân'dan, "Balıkçıl kuşlarının yeri"nden söz edilmektedir. Aztlân bir göldeki bir ada tepe olarak tanımlanmaktadır. Aztekler yaratılış zamanında orada topraktan ve mağaralardan çıkmışlardır. Bir gün gelmiş oradan ayrılmaya karar vermişler, kanolarına binip karaya çıkmışlar ve uzun göçlerine başlamışlardır. Çok geçmeden Meksika "ay insanları" diye bir grup kendilerine katılmıştı (ondan sonra Meksika-Aztekleri adını almışlardır). Başlarında reisleri Huitzilopochtli ("Soldaki Sinekkuşu") vardı. Bu daha sonra, rahipler tarafından taşınan kutsal bir simge olarak görülmektedir. Göç devam ederken rahipler Huitzilopochtli'nin kabilenin ne yöne gideceği hakkındaki kehanetlerini sözlü olarak ifade etmekteydiler. Huitzilopochtli'nin mucizevi doğumu, göçten önce gerçekleşmişti. Efsaneye göre yaşlı rahibe Coatlicue, Coatepetl ("Yılan Dağ") tepesinde bir tapınağı süpürürken gökten bir tüy topu düşmüş ve kendisini Huitzilopochtli'ye hamile bırakmıştı. Coatlicue'nin oğulları Centzonhuitznaua ("dört yüz" yani çok) ve büyük kızı Coyolxauhqui annelerinin hamileliğini öğrenince kızmışlar ve onu öldürmeye karar vermişlerdi. Silahlı düşman dağa tırmanmaya başlamıştı. Huitzilopochtli birden yüreklere korku salan, doğaüstü güçlü bir savaşçı olarak doğmuştu. Bir "Ateş yılanı" atarak Coyolxauhqui'yi delmiş ve başını kesmiş, gövdesini dağdan aşağı atıp parçalamıştı. Sonra Centzonhuitznaua'yı kovalamış, hiç acımadan hepsini öldürmüştü.

Kabile göçe devam ederken bazı yerlerde yıllarca kaldığı oluyordu. Yine konakladıkları bir yerde muhalif bir grup kabileden koptu. Kabile, 10. yüzyıl Tolteca-Chichimecaları'nm daha önceki göç hikâyesinde de yer alan Culhuacan-Chicomoztoc Dağı'nda da durakladı. Aztekler Meksika Vadisi'ne gelince, Chapultepec pınarları yakınlarına yerleşmek istediler. Burada bir savaş daha yapıldı ve Huitzilopochtli düşman reisini öldürüp kalbini göl kıyısındaki bataklığa attırdı. Ama bataklığa atılan kalp, göçebe kabilenin daha sonra büyük piramitlerini yapıp başkentleri Tenochtitlan'ı kuracakları yere düştü. Burası efsanelerde, beyaz ardıçlarla ve söğütlerle kaplı bir alan olarak tarif edilir. Anlatılanlara göre, bir derede beyaz yılanlar, kurbağalar ve balıklar yüzüyordu. Bir başka hikâyede suları kara ve sarı renklerde olan iki dereden söz edilir. Aslında bu görüntüler Historia Tolteca-Chichimeca'da yer aldığından, daha eski kaynaklardan alınmadır. Aztekler sonunda bir kaya üzerindeki kaktüsün üstüne konmuş bir kartal gördüler. Bu, Huitzilopochtli'nin, kabilenin yerleşeceği kehanetinde bulunduğu ve uzun zamandır aradıkları noktaydı. Bu olay, Aztek takvimine göre "2 ev" yılında gerçekleşmişti ki, bu da Hıristiyan takviminde 1325'e tekabül ediyordu. GERÇEĞİ GERÇEK OLMAYANDAN AYIRMAK Bu efsanevi olaylardan ne anlam çıkarabiliriz? Aslında Aztekler'in Meksika Vadisindeki ilk yılları çok farklı bir tablo çizmektedir. Aristokrat bir hükümdar ailesi olmayan barbarlar olarak aşağılanan ve diğer eski kentli topluluklar tarafından yenilgiye uğratılan kabile, sazlıklar arasına kaçmak zorunda kalmıştı. Ancak dirençli ve girişimci insanlardı. 1428 yılı geldiğinde kentli hayat biçimini benimsemişler ve Tetzcoco ile Tlacopanlar'la ittifak kurmuşlardı. Güçler dengesini ustaca dengeleyerek yaptıkları fetihlerle Tenochtitlan'ı Meksika'nın en korkulan ve en zengin kentine dönüştürmeyi başardılar. Hükümdar Itzcoatl çok geçmeden yeni bir tarihi kimlik belirleme ihtiyacını gördü. Toplanan meclis karanlıkta kalmış geçmişlerini, varolan kabile göç hikâyelerini, katlanılan aşağılanmaları ve saygın ataların eksikliğini gözden geçirdi: Bütün bunlar yeni imparatorluk statüsü için kabul edilemez şeylerdi. Eski belgeler yakıldı. Çok tanınmış efsanevi olayları içeren yeni ve "resmi" bir tarih hazırlandı, Huitzilopochtli tanrılaştırılmış Aztek koruyuculuğuna yükseltildi.

(Solda) Yenilgiye uğramış Coyolxauhqui: Büyük Tenochtitlan Tapınağı'nda bulunan bir heykel. (Sağda) Aztekler'i Tenochtitlan başkentlerini kurmaya götüren alamet: Bir kaya üzerindeki kaktüse tünemiş bir kartal (Codex Mendoza'dan). Bu "resmi" metinleri inceleyen araştırmacılar Aztlân'daki başlangıcın Guatemala, Meksika'nın içleri kuzeybatıdaki Michoacan ve kuzeyde New Mexico'ya yayılmış göç hikayeleriyle uyumlu olduğuna dikkat etmişlerdir. Olay uzak bir ülkede ya da kuzeyde bir gölde yeni bir çağ ile başlar. İnsanlar genellikle toprağın altından ya da sudan çıkarlar. Bir anlaşmazlık ya da savaş sonunda bir Tanrı ya da Tanrıça'nın önderliğinde göçe çıkılır. Göçen gruba başkaları katılır ve doğaüstü bir lider ya da ulak göç yolunu gösterir. Böylece resmi Aztek göç hikâyesi de varolan örnekleri yansıtmaktaydı ve Aztlân da belirli bir coğrafi mekândan çok Aztekler'in yarattığı bir efsane mekânıydı. Bu neden Aztlân'ı bulma çağdaş çabalan hep başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Huitzilopochtli'nin "babasız" doğumu ve düşmanlarını öldürmesi, Aztekler'in "yasal" bir aristokrat soyun eksikliğini kapamak için konulan bir efsane olarak görülmektedir. Huitzilopochtli'nin zaferini kutlamak için Büyük Tenochtitlan Piramiti, efsanevi Coatepetl Dağı'nın simgesi olarak inşa edilmiştir. En tepede Mezoamerikan tarımsal Yağmur Tanrısı Tlaloc'un tapınağının yanında Huitzilopochtli'nin tapınağı vardı, aşağıda da Coyolxauhqui'nin parçalanmış cesedinin heykeli duruyordu. Aztekler böylece cesaret, gurur ve yıkıma odaklanan savaşçı kültürleri için bir esin kaynağı yaratmışlardı.

(Solda) Aztekler'in Tenochtitlan başkentlerini kurmak için çıktıkları efsanevi göç yolu. (Sağda) Çifte tapınaklarıyla Büyük Tenochtitlan Piramiti. Ancak eski Meksika'da en azından İÖ l. binyılda orta yayla havzalarının kentli insanlarıyla kuzeyin kurak bölgelerinin kavimleri arasında ilişkiler olduğu gerçeği vardır. Aztekler'in bu geniş bölgeden oldukları düşünülebilir ve Aztekler kent hayat biçimine ne kadar alışmış olsalar da, geçmişlerini tümüyle unutacak insanlar değillerdi. Bu nedenle Aztlân'ın araştırılması, bir zamanlar Birleşik Devletler'in güneybatı çölleri ile Meksika yaylaları arasında yaşayan pek çok toplum arasındaki kültür tipinin araştırması ve bu insanların eski ve çağdaş Meksika tarihine nasıl biçim verdikleri sorununun araştırılması olarak görülebilir.

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF