ZİG-ZAG ÖĞRETİSİ 2.BAND CİLT 3
ARZdan ARŞa
Mİ'RAC 3 Hans von Äiberg
Hazırlayan Metin KILIÇ
[email protected] Mart 2011 Amacımız, HANİF kazanmaktır, onlara hangi milletten olursa olsun ulaşmaktır. Hans von AIBERG
THE COURSE OF
In the name
TRANSSIENTEFIC
Beneficent
ZIG-ZAG LEHRE
Merciful
of ALLAH AL RAHMAN AL RAHİM
THE MIRACLE OF ALLAH The assencion miracle upto paralel universies
Authorized by HANS von AIBERG Band: 2 / Vol. 5
Arz’dan Arş’a
M İRAC (1989)
İNSANLARA HÜRRİYET; MİLLETLERE İSTİKLAL!
Afganlı “Mücahidiin” Filistinli “Fedaiin” Hoş geldin! * Sadece “insanız” biz, ne köle, ne köleci insan haklarına… * Bilimsel inanca susamış gençliğe “Özellikle” geleceğe…
SUNUŞ Milletlerin uygarlığı, görgüsü, kültürü, dili, teknik birikimi ve sanatının düzeyi kitaplarıyla ölçülür. Kitap üretimi ya bilgi kısırlığından, ya yasaklardan sekteye uğrar ya da 21. yüzyılda bile “kâğıt” denen sun‘i sıkıntıdan… Oldukça gecikmeli olarak, “Arz’dan Arş‘a Mi’rac” bandının üçüncü cildi ile “nihayet” huzurunuza gelen yazarımız, Türk okuyucuya yönelmenin mutluluğunu yayınevimiz ile paylaşıyor. Eserlerimize gelen ezici çoğunlukla olumlu tepkilerden anket ediyoruz ki, İslam, yeşerdiği çağdan bu yana böylesine “Bilim ile anlaşılır” bir din olmamış!... “Arz’dan Arş’a Mi’rac” bandımızın ilk cildi, ALLAH’ın yeryüzü ve gökyüzü halifesi kıldığı insanın uçma, göğe yükselme ve uzayı fethetme serüvenini dile getiriyordu. İzleyen ikinci cildimizde ise yazar, klasik evrenin dışına çıkma yollarını soruştururken, “KARADELİKLERİN” evren dışına açılan “GÖKLERİN GÖRÜNMEYEN KAPILARI” olduğunu göstermiş, onların türleri, türevleri ve işlevleri üzerinde ileri düzeyde açıklamalarda bulunmuş, paralel evrenlerin kapılarını aralamıştı. Şimdiki bu üçüncü cildiyle yazarımız, evren modellerinin klasik, belirsiz, tartışmalı ve GERÇEK yapıları üzerinde soruşturma açıyor. Evren bilmeceleri, beyazboşluklar (Akdelikler), gizemler bu cildin içeriğini oluşturuyor. Bu cildimizi kimi okuyucu “Ağır” bulacaktır. Çünkü bilim adamlarının tartışmaları gerçek anlamda ilk kez “Halka” açıklanıyor. Üstelik dünya çağdaş biliminden geride kalmamak için “Ne varsa bilinmesi”, bilim adına yazılan her şeyin Kur’an’a hizmet etmesi, en önemlisi de içinde bulunduğumuz evreni “İyice” bilmemiz gerektiğinden “Ağır, ağdalı” oluşuna rağmen, bu cildin tutarı “Müslüman’ı bilgilendirmek” amacındadır. Gelecek cildimizde “Paralel evrenlere” ve onların fidanlığı olan Süper Uzay’a Rabbi’n âlemlerini izleyerek, tırmanışını sürdürerek “Pozitif bilim içeriğinde” yazarımız, insan bilgilerin mi’racını Arş’a kadar yüceltecektir. Bu bant belki de dört ciltte bitmeyecek ve özellikle “Resulullah’ın mi’racını” ayrıca yayınlamayı düşünüyoruz. Daha sonra üçüncü bandımız olan “Can-İnsan” gündeme gelecek, insanın kendisini ilk kez hakkıyla tanıyabileceği başat eserleri “Cin-Şeytan”, “Nur-Melek” bantları izleyecektir. Kısaca “Zig-Zag Öğretisi” denen dizimizin kitaplarının amacı, Kur’an biliminin, insan bilimi ile aynı olduğunu vurgulamak, ortaya koymak ve yorumlamaktır. Batılı Kozmolojist ve Kozmogonistlerin bu bilim dallarında mükemmelleşmelerini izleyerek, kendi saflarına cephe olarak, İslamiyet kabul ediyor ve bu yepyeni akıma katılıyorlar. Onlardan biri olan yazarımız Türk okuyucuya yönelmenin mutluluğunu
yayınevimiz ile paylaşıyor. Eserlerimize gelen tümüyle olumlu tepkilerden anlıyoruz ki, İslam, yeşerdiği çağdan bu yana, böylesine bilim ile anlaşılır bir din olmamıştır. Din ve bilimi buluşturan yazarımız inanan, inanmayan her kesimden okurun ufuklarını genişletmekle kalmamış, “İslam’da yeni bir akımın ebesi” olmuştur. Beceri bizden; beğeni sizden; başarı ALLAH’tan…
KİT-SAN/ZİG-ZAG
Eserlerimin sevabını, sayesinde MÜSLÜMAN-TÜRK olduğum, Annem MÜFİDE ATALAY Hanımefendi’nin ALLAH rahmetine vesile olması umuduyla ithaf ediyor, vefalı okuyucumdan kendisine “FATİHA” okumasını özellikle istirham ediyorum. Hans von AIBERG
“ŞİMDİKİ BİLİM, SADECE TİCARİ TEKNİĞE DAYANDIĞINDAN, HIZLA USTALAŞMIŞ BİLİM ADAMLARININ SAYISI AZALDI VE ADETA NESİLLERİ TÜKENDİ. GERİYE KALAN BİRKAÇ TANEDEN BİRİ OLAN HANS AIBERG, GEREK BASININ GEREK DİNİ BASININ “KAPALI DEVRE” YAYINLARI GELENEĞİNİN DIŞINA ÇIKARAK, BELKİ DE İLK DEFA HALKA DÖNÜK BİR ÖĞRETİ ZİNCİRİ OLUŞTURDU. BİR MESLEKTAŞI OLARAK, İSLAM FİZİĞİNİN ÖNCÜ MİMARLARINDAN HANS AIBERG İLE GURUR DUYUYORUZ.” FATİH BÖHÜRLER Gazeteci-Yazar
İLK SÖZ BİLMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM: OKU! ARZ’dan ARŞ’a; kulundan ALLAH’a; yaratılandan YARATAN’a hamdolsun. Her şeyin doğrusunu “O” bilir… ARZ’dan ARŞ’a Mi’rac eden ALLAH elçisi Hz. MUHAMMED’e insanların en ahlaklısına, Sünnet yolunun mimarına salât ve selam olsun… Altta yağız ARZ; üstte nurlu ARŞ ve ikisi arasındaki saadet zincirine Mevlana Halid’e, Müslüman bilim grubuna, Hz. Hızır’ın nezaret ettiği bütün Müslüman zaman gezmeni gelecek kuşaklara selam ve selam… ALLAH “OL!” dedi, KALEM, KİTAP ve YARATIK OLDU. Kalem’e “YAZ” dedi, kalem kitaba yazdı ve kader oldu. Kitabın okunması için okuyucu olarak, İNSANI seçen RABB, insana ilk komutunu verdi: “OKU!” Bu ilk buyruk, ne meleklere, ne cin-şeytana ne de başta maymunlar olmak üzere hayvanlara değildi. Sadece “İLK RUH, İLK ASIL-İNSAN” olan Resulullah’a emredilmişti. Resulullah “Levhi Mahfuz’u, kitabı daha bedenen yaratılmadan” okudu ve ALLAH’tan sonra en büyük Âlim oldu. Son Peygamber olarak evreni onurlandırdığında da bu ilk emir kendisine aynen bildirildi: “OKU!” Bu demekti ki, O’na tabi olanlar çok iyi birer “OKUYUCU” olacaklardı. Okuma-yazma bilip de “Bakar-kör” olup, gerçekte okur-yazar olmayan insanlar bu kategoriye girmez. Resulullah’a tabi olmayan bütün diğer insanların bildiği okuma-yazma kıstası, sadece Allah’ın Hz. Âdem’e öğrettiği “Esma-İsimler”den ibarettir. Fakat okumak bambaşka bir yetenektir. Bu kategoriye girmek sadece Ta-Ha-114. ayetin “RABBİM İLMİMİ ÇOK ARTTIR” pasajının sırrındandır. Bu sırrın kerametini örneğin üniversiteye girmek isteyen bir genç bile okursa fark edecektir. Çünkü “Çok”, kavramı sırayla öğrenim basamaklarını da kapsamaktadır. Bu duaya devam eden okuyucu sırayla mümin, abit, arif ve âlim olarak, inanılmaz aşama yapacaktır. Elbette bunun yanında hakkını vererek “Bilime de niyet ederek” tevekkül olmak şartıyla… En uzun yoluculuklar ilk küçük adımKur’an’da Allah’ın bildirdiği her duayı ederiz de, her nedense bu “bilim bereketi” duasını hiç etmeyiz. Eğer etmiş olsaydık, şimdi ümmetler, milletler yarışında en önde olurduk. Bu duayı kalbinizden eksik etmeyin; ALLAH ilminizi sürekli çoğaltsın, sevgideğer okurlar…
Çünkü çoğalmak demek, bir dev balonun içine doldurulan hava gibi, dolup, hafiflemek sonra yükselmek, en azından Misal Âlemine uçarcasına “Mi’rac” etmek, orada diğer benzeri ve rahmani düşüncelerle buluşmak, rezone olmak, birleşmek, bütünleşmek, “Cüzz” denen ayrılıklar ve çokluklar yerine, “Küll” denen tek birlik ve teklik oluşturmak demektir. Misal âlemi ya da “süper uzay” bölge bir BİRLEŞİK BÜTÜN olup, asla ayrılığa ve tek başınalığa yer vermez. Evrenimizde ayrılık kuantlaşmadır. Fakat kuantların ayrıldığı bütünlük Nur’u (Globular pritimiv sonsuz-özenerji) yekpare, monoblok bir TEK Kur’an’da sürekli “Biz” demesinin sırlarından biri de bu bütünlük ilkesidir. Maddi, yani kuantik bedenlerle TEK-BÜTÜNLÜK vardır. Örneğin, “Ruh, akıl, nefis” birer TEK’tir, soyut bedenlerdir. Işıktan hızlı olan soyutlarda “Zaman-üstülük” vardır. Zamanüstü olarak bu soyut bedenlerimiz “Her zaman” ya da geniş zaman olarak Esir’de yaşarlar. Fakat bir bedene, maddeye katılmaları gerektiğinde, çağlar boyunca sanki ayrı ayrı insanlarmış, ayrı ayrı nefislermiş gibi gelir bize… Oysa hepsi aynı nefistir. Geçmişte firavun ne yaptıysa, şimdi ve gelecekte modern firavunlar da aynı nefsanî şeyleri yapacaklardır. İyi ya da kötü, o NEFİS denen “AYRILIKÇI BENLİK”, aslında bir tek külli PAYDA’nın, zaman dilimleri içinde ardışık ve ötelenmiş “PAY”larından başka bir şey değildir. Bu paypayda ilişkileri, dinimizde Küll-Cüzz diye gösterilmiştir ve aynı anlama gelmektedir. Payda (Küll), globular (Tümal, bütünlükçü) fakat bunun kesirleri olan pay’lar (Cüzz) lokal (Yerel) ve çoklukçu yani ayrılıkçıdır. Küll bütünlük ülkesi içinde BİRLEŞTİRİCİLİĞE giderken, Cüzz yerellik ilkesi içinde de ayrımcılığa gitmekteyiz. İşte “Künnes-Hûnnes” ikilisinin bir örneği daha… Görüldüğü gibi maddi kuantik (ayrılıkça, çoklukçu) evrenin dışında kalan sonu gelmez her dev evrenler ve katların karakteri BİLEŞİKLİK, BÜTÜNLÜK’tür. Bunun nedeni her çokluğun (altyapının) üstyapılardan yani yarılananlardan oluşmasıdır. Bu yarılanma geriye sayarak, sonunda ALLAH TEKLİĞİ (Vahdaniyet) ve ALLAH TEKİLLİĞİ (Ehaddiyet) olur. Bu nedenle ayrılıkçı BEN değil; bütüncü uzlaşmacı BİZ olmayı her konuda uygulamamız gerekiyor. Çünkü Rabbimiz bile Kur’an’da “TEK” zatı için dolaylı olarak “O” diyor, ama dolaysız olarak “Ben” demiyor; “Biz” diye söz ediyor. “O kübriya sahibi” ALLAH bile “Bencil” değilken, biz insanlar her “Ben” dediğimizde çok, çok, çok, çok düşünmeliyiz sevgideğer okurlar… Yazarı
REFERANS: 1
BEN, SEN, O, SİZ, ONLAR YOK; BİZ, BİZLER VARIZ! Bir tane birleşik ve tek yapı iken, çokluğa ufalanarak ayrıklaştırıldık ve böylece yaratıldık. Aslımıza döneceğimiz, yani çokluklar ve ayrılıklar evreninden kıyametle yeniden tekliğe dönmek üzere birleşeceğimize göre, şimdiki “Dünya sınavı olan KULLUK borcunun” sırrı, sadece BİRLEŞMEK, BÜTÜNLEŞMEK kaderimizi bu ayrılıklar, çokluklar evreninde, şimdiden başarmaya çalışmaktan ibarettir, sevgideğer okurlar… Birleşmek, zaten İslamiyet’in bu kulluk borcu sınavına özdeş, CEMAAT-ÜMMET ruhu olup, “Bencillikten” sıyrılarak, “BİZCİLİĞE” ulaşmak demektir. Önceki söyleşilerimde de değindiğim gibi, Müslüman olalım-olmayalım insanlık olarak “Bir atadan, ilk insan çiftinden” KARDEŞ olarak doğduk. Habil-Kabil’den itibaren katil-maktul ilişkisine girdik ve ilk ayrıklılar böyle başladı. “BEN” öznesi ayrılıkçı; “BİZ” öznesi ise birleşikçidir. Biz bölünmemeliyiz, kendi “Bencilliğimizi” önce insancıllık “BENCİLLİĞİNE” o soylu paylaşma ve yardımlaşma duygusuna ulaştırmalıyız ki, “Birlikte BİZCİL” olalım, Gerçek “Hümanizma-İnsancıllık” sadece İslam bünyesinde vardır. Bu “Birleşik insanlık” ruhuna dinimizde “ÜMMET” denmektedir. Bu tanıma göre ümmetçilik hiç de sevimsiz değildir, tam tersine insancıllıktır. Kıyamet dönemi ile ilgili kesin hadisler, “GELECEKTE BÜTÜN DÜNYANIN İSLAM ÜMMETİNDEN OLACAĞINI” bildirmektedir. İşte tüm dünya insanlık ruhu, insancıllık GELECEĞİN PLANI içindedir. Bu görülmemiş muhteşem dönemi ise yeniden ayrılıkçılık izleyecek ve “KIYAMET” arz-talep olarak gündeme gelecektir. Ayrıcalıkçılık olmasaydı, hele yeryüzünde bir kez bir kişi ALLAH diyebilseydi, KIYAMET, insana haram olurdu. Ayrılıkçılık, bizim daha soyut “zaman-mekan ötesi” yaratılışımızda vardır: “Elesti…” sorusuna muhatap olduğumuz ve genelde “Kalû belâ” denen o dönemde, daha kompleks ve ayrık bir statüde değilken, Rabbimiz Ruh’un bileşenlerini ayrı ayrı sınamıştı: Önce akla öğretmiş ve sormuştu. Akıl Rabbini bilmiş ve ona BİRLENMEK, BİRLEŞMEK üzere koşmuştu. (Hûnnes) Bunun üzerine Rabbimiz, “AKLIN FONKSİYON OLARAK ZIDDI” olan NEFSİ yaratmıştı. Aynı soruyu nefs, aklın tersine “Sen sensin ama ben benim” diyerek, ayrılık (Künnes) istemişti. “Akıl” birlenmek için, çokluğa bölünmekten kaçınırken, “Nefs” tam tersine birleşmekten kaçtığı için “çokluğa” bölünerek, fakat dolayısıyla küçülerek, varlığını teklikten çokluğa, çokluktan da iyice ufalanarak “Yokluğa” yani sıfırı tüketene kadar, Rabbinden kaçmaya kendini adamış ve “İlla da ben, daima ve sadece ben, aman ben” diyerek, kendini “Aciz” de olsa bir küçük tanrı (!) ilan etmişti. Rabbimiz, RUH kompleksi içine, hem “Ben” duygusuna yabancı AKLI; hem de “Biz”
duygusuna yabancı bencil nefsi (Birer düalite-diyalektik zıt önermeler çifti, pozitif ve negatif geri besleme ikilisi diye) iki bileşen olarak vermişti. Bunlardan birine Rahmani (Melekût), diğerine Zülmani (Şeytan) yoldaşlarımızı da “TAKVİYE” olarak görevlendirmişti. Böylece “saf ruh” içinde birbiriyle çelişen AKIL ve (ters akıl olan) NEFS güçleri kavgaya tutuşmuştu. Akıl, “Sen, ben, o, biz, onlar yok, hep biz varız” diyordu, kendi doğasındaki birleşmeyi birlikçiliği öneriyordu. Fakat yine kendi ayrılıkçı tabiatı üzerindeki nefs, “İlla ben, daima ben” diyordu ve sürekli ayrılık istiyordu. Kimi “bütün, bileşik” görse üzülüyor; kimi ayrık, parçalanmış, kopmuş, kavgalı görse sevincinden kendinden geçiyordu. İşte içimizdeki bu yaman ayrılıkçılık hiçbir zaman yakamızı bırakmaz. Hatta mezhep ve din ekollerini bahane eder, yine ayrılır ve 73 fırkaya (ayrılıkçı gruba) paramparça oluruz. Oysa biz “İSLAM CEMAATİYİZ; BİZLER İSE İNSANIZ!...” Bizler ilk insan çiftinin öz be öz çocuklarıyız. Ama kendimizi Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın çocuğu bile saymaya tenezzül etmeyen, kibrinden dolayı, insanlardan ayrılan “BEN” diyenler var ya, onların karakteri kısaca “Anlamsız gurur, azametli kibir, fesat, ifrat, ifsat, iftiracılık, fırsatçılık, öfkecilik, alaycılık, gıybetçilik, hilecilik, sahtecilik, haksızlık, emperyalizm, gaddarlık, zorbalık, diktacılık ve özellikle itici bir saldırganlık ve ezme duygusu” ile dokunmuştur. O masumiyetini kaybetmiştir, o narsistir, kendine deli-divane âşık olduğu için “BEN” demektedir. Oysa gerçekte alçakgönüllü “Naçizane BEN” ile megolamanyakca “İLLA BEN” arasındaki fark çok açıktır. Tevazulu olan “BEN” masum özne; “İLLA DA BEN” diyen diğer şeytanlaşmış insanın, “Fisudurinnas=İnsandan olan şeytan” cinsini bencilliğidir. Ayetler, bize ŞEYTANIN AP-AÇIK İNSAN DÜŞMANI OLDUĞUNU bildirmekte ve bu DÜŞMANDAN sakınmamız istenmektedir. Ne tuhaftır ki, Cifir bilimini kullandığımızdan “Şeytan ve İblis” kelimelerinin rasyonel karşılığı, Arapçadaki “ENE-Ben” olarak çıkmaktadır. Ya da Şeytan’ın İngilizce karşılığı olan Sami kökenli SATAN (şeytan) kelimesinin Cifir karşılığı “Enemy=düşman” çıkmaktadır. O halde, “ben” demekte ısrar etmek, kendini övmek, her şeyde vurgulayarak, ön plana getirmek, şeytandan bir tabiattır ve dolayısıyla ap-açık bir düşman olan şeytanı dost edinmektir. Nefs, 72 şeytan kuvvetinde ve şeytanla birlikte 73 AYRILIK GRUBU oluşturmaktadır. Bunun için hadisler doğrultusunda, “Resulullah ümmetini önceki ümmetten bir fazlayla 73 düşman gruba bölüneceği; bunların 72’sinin helak olacağı, yalnızca birinin (Hz. Mehdi ve Hz. İsa döneminde) sağ kalacağı bildirilmektedir. Hz. Yunus Emre’nin “Bir ben vardır bende, benden içeri” dediği kendi nefsinin “BEN”i ile kendi AKLININ BEN’i farklıdır. Çünkü birinci ben’in Kur’an karşılığı aktüel olarak NEFİS (Nefs)-Özkimliğimiz demektir. İkinci BEN ise, üstün-ben olup, nefsin değil salt akılla birleşik bir benliğin, mütevazı, orijinal adresidir. Nefsimiz yani ÖZKİMLİĞİMİZ, sadece “Beslenme, savunma ve üreme içgüdülerini” meşru olarak kullandığından GÜNAH yükünü yüklenir. Örneğin: * BESLENME DÜZGÜDÜSÜ, bize beslenmek için örneğin ÇALIŞMAYI önerirken, bu ters güdü halinde kullanılırsa, “Çalışmak yerine çalmayı, hırsızlığı” daha uygun gösterir. Oysa
çalışmak, helal ve ibadet kadar sevaptır. Ama çalmak, haram ve günahtır, öyle ki hırsızlığı alışkanlık haline getiren, ıslah olmayıp ve 4 tanığı olan suçlunun elin kesilmesine kadar caydırıcı ve korkutucu önlemler getirilmek zorunda bırakılmıştır. Çünkü “Benim” alın terimle kazandığımı, biraz ötedeki zorba ya da kurnaz birinin gasp ederek, aldatarak bende alması, hazıra konması (Allah’a değil) kulun kula haksızlığıdır. * SAVUNMA DÜZGÜDÜSÜ, korunma amacıyla masum ve helaldir. Ama siz, eğer, savunacağınıza, TERSGÜDÜ olarak, saldırıyorsanız, başkalarının can, mal, ırz ve özgürlüğünü işgal ediyorsanız, bu haramdır, günahtır ve cezasız kalmamalıdır. * ÜREME DÜZGÜDÜSÜ, anne-baba olmak motifidir. Bunun meşru olanı, kalıcı-ikili bir beraberliğin nikâh ile tescili ve eşlerin birbirine bağlılığıdır. Böylece çocukların kime ait olduğu, miras hukuku, boşanmada nafaka, talak hukuku ve her türlü aile güvencesi nikâhla tescil edilir. Ama bunu tersgüdü olarak kullanmaya kalkarsanız zina eylemi ortaya çıkar. Geçici bir kaçamak, belki de bir başkasının nikâhlısını hamile bırakmak ve hukuk güvencesi olmayan gayri meşru çocuklar, terk edilmiş, aldatılmış, fuhşa yem olarak ortada bırakılmış kadınlarla sonuçlanır, toplum çürür, ya da cinsel sapkınlıkta kalır. Nefsimiz, kendisini “Evrenin merkezi” sanmakla şartlanmıştır. Böyle bir bencillikli düşünce kendisini evrenin merkezi sayınca canlılar ve diğer insanlar birer figüran; eşyalar da birer dekor oluverir. Kendisi ise “EN BAŞ OYUNCU”dur, küçük bir firavun, Nemrut ya da ALLAH ORTAĞIDIR. Oysa dünyada milyarlarca “BEN” diyen nefs vardır. (Şu ana kadar 130 milyar insan yaşamış ve yaşamaktadır, daha doğacaklar bu sayının içinde yer almaz.) Öyleyse dünyada yüz milyarlarca “İLLA DA BEN” diyen bencil nefslerin her biri kendini evrenin merkezi görürse, ibret dolu tarihte olduğu gibi kaçınılmaz çıkar çatışmaları bu “BEN”leri ayrılığa düşürür. Haksız rekabetlere karşı haklı direnişler başlar. Savunan değil de saldırgan olan “BEN”ler hoşgörü duygusuna yabancılaşır, karşısındakine fırsat tanımaz, söz hakkı vermez, uygar bir platformda tartışmak, saygı-sevgi ve dostluk ortadan kalkar, sömürü, ihtiras, gasp, barbarca despotluk, zorbalık, diktatörlük, işkencecilik, kölecilik, öfkecilik kol gezer. Hırçın, huysuz, can, mal, ırz güvenliği kalmamış savaşçı bir toplum düzeni oluşunca, orman kanununu bile özleyebiliriz. O zaman bu yaşanılmaz dünya kimine zindan, kimine mezar, kimine de terör arenası olur. Özgürlük, kardeşlik ve hakkaniyet (Adalet, eşitlik, yurttaşlık hakları, kişisel düşünce ve vicdan özgürlükleri ile tüm insan hakları) sadece lafta kalır. Bu laflar ise, ya Birleşmiş Milletler örgütünün parmak demokrasisini oynayanların ya da ”Düdüklü demokrasilerin” üst düzeydeki politikacılarının (süslü protokol gereği) belirli günlerde, miting, nutuk ve demeçlerde kullandığı, uygulaması hiç olmayan kavramlar olarak özlem çektirir. Oysa İslam ruhu, her türlü bencilliği (Hatta ibadette bile inzivayı, uzleti, cemaatten koparak, tek başına kalmayı) en baştan reddeder, sırayla, önce, cemaatleşmeyi sonra milletleşmeyi ve en sonra ümmetleşmeyi öngörür. “BEN” diyenleri “BİZ” demeye yani her türlü birliğe, beraberliğe, dayanışmaya ve işbirliğine, kısaca “BİZCİLLİK” çatısı altında toplamaya teşvik eder. Küskünlerin hemen barışmasını, varlıklıların yoksula “çıkış” yaparak, sosyal denge kurulmasını, komşudan başlayarak, dünyanın öbür yarıküresinde yaşayan dindaş kardeşlerimize kadar manevi ve maddi ve de bedenle (Bilgi ve cihat) yardımlaşmasını, âlicenap bir dinamizm olarak emreder.
REFERANS: 2
ÖZGÜR VE CESUR “BEN”likten vazgeçmemiz için, grup ruhuyla “BİZ” denen cemaati ve “BİZLER” denen milletler yelpazesinden oluşmuş ümmet hümanizminin” bilincini sırayla emreden İslam dininin en çarpıcı tarafı da insanı doyasıya özgür, kıyasıya cesur yapmasıdır. Müslümanlığı seçerken en çok bu insancılığa, evrenselliğe, olabildiğine kişiyi özgürleştirmesine ve korkusuz kılmasına gönül vermiştim. Gerçekten İslam insanı tam özgür yapıyor. İslam, idrak etmeden önce; sizi haklı ya da haksız sindiren, dalkavuk yapan, makam ve mevki sahibi ve zorbalardan ya da çıkarlarınızı zorlayan, sizleri taciz ve tedirgin eden herkesten korkuyor; tam bir köle ve tutsak olduğunuzu fark etmiyorsunuz bile… Fakat “İslam”da yalnızca ALLAH’tan korkmak zorundasınız. O’ndan başka ikinci bir şeyden korkarsanız, onun ALLAH’a ortak olması tehlikesiyle başınız tam beladadır. Oysa ALLAH’a teslim olan biri, daha önce kendini korkutan ve kaygılandıran kullardan ve istenmeyen durumlardan korkmuyor. Dolayısıyla siz vicdan olarak olabildiğine özgür olmanın yanı sıra çok cesur olarak ve dalkavukluktan arınmış, vakarlı bir kişilik kazanıyorsunuz. İşte gerçek özgürlük yalnız ALLAH’tan korkmak ve başkaca hiçbir şeyden (Ama, istisnasız hiçbir şeyden) korkmamaktır. Bu nedenle sonu şehitliğe gitse bile göz kırpmayan mücahade cesareti, (Türkiye ve Afganistan’daki gibi) kurtuluş savaşı ruhu oluşuyor. Böylece siz cepheden kaçmıyor, kılıçla (ya da kalemle) bir birlik yani BİZLER denen o Müslüman “Mehmetçik birliği” oluyorsunuz. Şehit olduğunuz anda yine “DİRİ”siniz ve yeşil sarığınızla savaşa devam ediyorsunuz. Zaten özgür ve cesur olan kazanır. Hele ayette bildirdiği üzere “KULLARI İÇİNDE YALNIZCA ÂLİMLERİN ALLAH’TAN KORKMAYI” hakkıyla idrak etmesi sonucu, evrende en özgür ve en cesur kimselerin, öldürülenlerin ya da işkencelere göğüs gerenlerin bilginler (dikkat her âlim aynı zamanda bilim adamıdır. Ama her bilim adamı âlim değildir) olduğu tarihte yer alır. İster Müslüman olsun, ister Müslüman olmasın kendi gitmese de bilginin BİLİMİ (ilmi) mutlaka Cennet’e girer. Bu hadis, yine büyük sırları bünyesinde barındırmaktadır. Büyük İskenderler, Romalı askerler her ne kadar büyükse, o kadar küçük fıçılara sığışan mütevazı yaşayan bilginlere güya armağan vermek istemiyle yanaşırlar. Örneğin, Diogenes’i ele alalım: Kum üzerine çizdiği geometrik eskizlerinin üzerine basmaya kalkan Romalı üniformalı bir yetkilinin “Dile benden ne dilersin?” sorusuna karşılık, “GÖLGE ETME BAŞKA İHSAN İSTEMEM” diyerek orada öldürülmeye göz alması, sözünü ettiğimiz korkusuzluğun ilk örneklerindendir. Bu pervasızlık, umursamazlık değil; doğrudan (Kelle koltukta) korkusuzluktur. Galileo’ya engizisyoncu kilisenin idam kararı çıkarmasına rağmen Galileo’nun “Yine de dünya dönüyor” demesi o korkusuzluğun tarihe yazılmışlığıdır. (Bu konuya Referans 4’de
değineceğiz.) Eğer “İncil”i tahrif etmeseydi, önce o kilise erbabı dünyanın döndüğünü savunacaktı. Oysa tahrif ve ruhbanlık gibi İslam’da yasak olanları baş tacı eden kilise, bilime düşman kesilmiştir. Eski bir Hıristiyan olarak, siz okurlarıma Hıristiyanlıktaki üçlenmiş tanrı kavramının nasıl soytarıca olduğunu kısaca sunmak isterim: Hıristiyanlığın başlangıcında, evren tıpkı kilise kubbesi kadar yakın bir göktür. Ortada yıldızlar minik (göründüğü kadar) noktalardır. Bu bücür evrende o gök kubbe ile bulutların arasında bir Tanrı vardır. O “Tanrı” Yunanlı tanrılar gibi insansı öfkelidir, zaman zaman yeryüzüne iner ve peygamberlerine ateşli, barutlu, dumanlı sirk gösterileri yapar, böylece kullarını korkutur ve onları sömürmek için, din adamlarını (Haham ve papazları) vekil kılarak, cahil kullarından adak, bağış, servet toplatır. Bu “Bücür Tanrı” karısı (Meryem) ve oğulları (İsa, Üzeyir) ile bulutların üzerinden insanlara kuşbakışı kin ve nefret saçar. Sözünü dinlemeyen insanları, kilise ve (Seçilmiş kulları olan, Yahudilerin öldürülmesini emreder. Yalnızca dünyada koparacağı kıyamet sonrası, dünyayı Cehennem olarak kuracak ve orada yakacaktır. Kendine Arap Yarımadası’nın en güneyindeki ADEN (EDEN) Yemen, Hadramut ve şimdiki ADEN (Güney Yemen) ülkesinde yeşerteceği büyük bir vahaya koyacaktır. Orası çok güzel bir BAHÇE olacaktır (!) Zaten “Tanrı” da orada aramızda yaşayacaktır. Çünkü onun başka bir yeri ve evreni daha yoktur ki… Bilginler böyle “Cahilce ve kısıtlı” düşünemezler. Onlar, bilirler ki evren çok geniştir ve onun yasalarına koyu cehalet ile uzak olan yobazların fikirleri gülünçtür. İşte Galileo’dan günümüze kadar gelen Hıristiyan bilim adamlarının kiliseye olan tavrının nedeni budur. Ama ateist (Müslüman diye kaydedilmiş) bilim adamının Kur’an’a aynı olumsuz batı taklidiyle tavır koyması ise bir fecaattir. Daha önceki cildimizde de “Tekerlekli sandalyedeki dahi” diye sunduğum, eski Hıristiyan ve sonra ateist, şimdi de Müslüman olan MUSTAFA STEPHEN HAWKING’ı okurlarım tanıyacaktır. Ayrıca dünyanın en büyük dergilerinde kapak konusu olan ve tercüme yoluyla gazetelerimizde de yer alan, son olarak iki kez TV ekranında yayınlanan bu felçli, konuşmaktan bile aciz olduğu için bilgisayar aracılığıyla meram anlatan İngiliz profesörü son programında, “Hristiyanların bu güdük soytarı tanrısına ve onun bücür bulutlara kadar daraltılmış evrenini savunan Hristiyanlığı, Anglikan Darwinizmini” taşlaması yanlış tercüme ile berbat edildi.
REFERANS: 3
HAWKING OLAYI Hawking, evrenin sonsuz büyük olduğunu, dünyanın ise bu sonsuzlukta insanın bir “Hiç” olduğunu ve hiçbir öneminin bulunmadığını, insanların birey olarak ZERRECE DEĞERİ olmadığını, yani tek evrensel değerin BİRLEŞİK İNSANLIK ve birleşik – bütün bir evren olduğunu anlattı. Açıkça “BİZLER” diye nefsini yenmiş ya da nefssiz, bütün yaratıkların (Melekler vb.) bütünleşince tanrıcık yerine evrensel böyle bir ALLAH’a
inandığını anlattı. Ne var ki, bunları anlatmaktan aciz olan röportajcı yanında TRT’nin de yanlışa sadık kalması sonucu bir tahrif yansıtıldı. Bu ekran yanlışlıkları, ilk değildir, sonuncu da olmayacaktır. Daha önce de “Haberler” içeriğinde yayınlanan iki gaf vardı: Birinde “Uzayın karanlık ve boşluk olduğu anlaşıldı” diyordu haber spikeri… Elbette spikerin bir kabahati yoktu. Ama ajansın İngilizce orijinalinde “Uzayda bir BLACK HOLE (Karadelik) bulundu” cümlesi vardı. Bilimden nasibi olmayan TRT çevirmeninin karadeliklerden haberi olmadığı için “Karanlık ve boşluk” diye çevirmesi pot kırmasına neden olmuştu. Bu potların yanında, bir de sanki batı ajans ve yayınları kusursuzmuş ve onların her söylediği “Pravda Gazetesi” gibi en doğruymuşçasına, o Musevi-Hıristiyan haçlı ve haçsız (ateist) diliyle konuşmak, onların kasıtlı fikirlerini tıpatıp tercüme etmek alışkanlığı da var bizde… Örneğin, yine Stephen Hawking’in tanıtımı yapılırken, bu gelmiş-geçmiş dünyanın en büyük bilgini için “Einstein’ın halefi” diye “İkincilik” payesi verildi. Çünkü Yahudi fiziğinin yayın organları, kendilerinden olan Einstein’ı hiçbir zaman ikinci yapmak istemezlerdi. Oysa Hawking’in yalnızca “Başlangıç tekilliğini” bulması “TANRI”yı bulmasıdır. Bununla da kalmamış, “YARATILIŞI” çözümlemiştir. Karanoktaları bulmuş ve bunların “Sızıntısını” göstererek, bilim tarihinde ilk kez “Rölativite ve kuantum ile birleşik olanlar” tek bir teoride toplanmıştır. Einstein‘ın başarısı ise sadece kuantum fiziğine katkısı ve “Derleyip-uzlaştırdığı” Rölativite teoremidir. Hawking, bunların tamamını ilerletmiş ve “yaratılışın tekillik=Tanrı tarafından başlatıldığını” ispat etmiştir. Onun “Erken karadelikler” dediği mini karanoktalar, kuantum fiziğiyle (Zerreler) rölativitenin kürre evrenini TEK bir teori altında toplamıştır. Einstein’ı, beş kez katlayan bu teoriler üstelik ispatlıdır. Fakat bizler kişinin değerini mantığımızla ölçmek yerine, “Ölçüde hile yapanların” tercümesi yoluyla düşünmek alışkanlığındayız… Özellikle, batının en popüler dergi ve gazetelerini kıskıvrak ellerine geçirmiş olan Musevi sermaye ve redaksiyon, kendi “Irkından” başarılı bilim adamlarını “Bir dudağı yerde; bir dudağı gökte devler” yapıyor. Einstein’ı tam bir abide ve efsane göstererek, beyinlerimizi öylesine süreli yıkamaktadırlar ki, hiç kuru kalmaya fırsat kalmadığından, sürekli sulu beyinliyiz. Einstein’ı bütün dünya bilim adamlarının piri sayanlar, Müslüman bilim adamlarını da “Musevileştirilmiş Hıristiyan batının hayranı ve taklitçisi” olarak esir almıştır. Dolayısıyla, Hawking’e “Haleflik” yakıştırması daha temkinli bir yaklaşım oluyor. Kaldı ki, “Halef” bile olsaydı, en azından bir “Nobel ödülü” ve birçok alternatif Nobel ödülü alması kaçınılmaz kesinleşen Hawking’e birkaç paye, bir madalya teselli ikramiyesi kabilinden verilmiştir. Çünkü onun “Gizli” de olsa, Müslüman olduğundan iyice kuşkulanılmıştı. Bir batılı Müslüman bilim adamına ödül vermek âdeti hiç olmadığından, ödüller daha çok “Yahudi” kimliğine rezerv edildiğinden, Hawking bu övgü değerliğine rağmen sadece “Nasihat” almıştır. Hawking’in yanlış bir umutla ödül beklediği yıl, Nobel Barış Ödülü, bir süre sonra Filistinli Müslüman kadın ve çocuklara soykırım uygulayan İsrail başbakanına
“Cinayetlerine mükâfat olarak” veriliyordu. Stephen Hawking’in çok özel bir tebliğ yöntemi vardır, sevgideğer okurlar… Birçok “Fon” ve “Vakıftan” ve özel kişilerden, gerek bilimsel çalışmalarının finansmanı, gerekse sağlığı konusunda “Yaşatılması” ve konuşma yeteneğinden yoksun olduğu için “Özel sibernetik bilgisayar donanımlarına” muhtaçtır. Bu nedenlerle ek olarak kendi özel sırrı nedeniyle, açıkça Müslüman olduğunu “Şimdilik” söylemekten kaçınıyor. Fakat bize gönderdiği özel mesajlarla “Diğer Zig-Zag yazarlarının bunu söylemesini” istiyor ve ben de bunu kitaplarımda yapıyorum. İslamiyet konusunda ben özgürüm ve “Elhamdülillah Müslüman’ım” diyorum. Bu nedenle bantlarımda “ALLAH, RESULÜ, DİNİ VE KUR’AN’I” kavramlarının sürekliliği var. Müslüman bir ülkede tepki görmem. Yazdıklarım, müminlerin “İmanını pekiştirirken, ortada olanlara, çıkış yolu arayanlara” bir anahtar olmaktadır. Ama batıda durum böyle değildir. Onlara orada benim gibi “İslami” işlenişle bir eser verirseniz, tüyleri diken diken olur. Bu nedenle Hawking’in eserlerinde açıkça benim gibi yazması mümkün olamazdı. Hawking, bu ilk ve tek yapıtında, “Tanrı arayışını” okuyucuya empoze etmek ve ateizmle arasında bir tercih edilsin diye, bilimin gerçeklerini dolaysız sunmaktadır. Çünkü, ÖNCE “Tanrımız” yani, “Tanrı imanımız” olmalıdır ki, daha sonraki “eserlerde” Tanrı‘nın “Hangi dinden razı olduğu” ortaya çıksın!... Bu bakımdan ben Hawking’in kısıtlanmasından ayrılıyorum ve serbestçe samimi olarak, dinimizin verilerini eserlerime koyabiliyorum. Eğer Hawking şimdi yazdığı kitaba, bu kavramları korsa, iki türlü çıkmaza sıkışacaktı. Eğer yazdığı kitabında Tanrı’yı” alabildiğince savunsaydı, bu yanlış anlaşılacaktı ve Müslümanlar “Kilisenin reklamını yaptığını” sunacaktı. Eğer doğrudan ALLAH, KUR’AN ve İSLAM’ı savunsaydı, onu batıda kimse okumayacaktı. Dolayısıyla diğer arayış içindeki bilim adamlarını ve okuyucuyu “Tanrısızlıktan tanrı kavramına getirmek üzere eserlerini başka türlü yazmak zorunda olduğunu” kestirebiliriz. Hawking ateist değildir. Hawking Hıristiyan da değildir. Bu ikisinin olmaması demek geriye “Müslüman olması” seçeneğini bırakıyor. Ateist olmadığını zaten “TANRI TEKİLLİĞİNİ” (bizzat kendisinin) ispatı nedeniyle fiziki olarak ortaya koyuyor. Şimdi “Hıristiyan” olmadığına ilişkin (kitabının müsveddesinden) bir pasajı izleyelim: “Vatikan’da Papa’nın düzenlediği “Kozmoloji” konulu seminerde, dünya kozmolojistlerini akıl danışmak üzere çağıran Katolik merkezinde 1981 yılında konferans verdim. Konferansta, “Evrenin başlangıcı olduğunu, bir TEKİL yaratılışla zaman içinde yaratıldığını fakat sınırsız olduğunu evren ötesinde evren katları olduğunu” dünyaya ispatlamıştım ve bunu anlattım. Fakat herhalde Papa benim konferansıma kulak vermemişti ki, huzuruna çıkma şerefi verdiği, davetli bilim adamlarıyla yaptığı baş başa görüşme sırasında “Evrenin yaratıldığını bulmamdan ötürü” beni kutladı ama “Büyük patlamanın kendisi ve daha öncesini soruşturmamamı” özel olarak istedi. Çünkü ona göre yaratılış anı ve öncesi “Tanrı’nın işiydi”, Tanrı’nın işine ise hiç karışılmazdı…” “Aslında ben yaratılışla birlikte, yaratılış öncesinin de sonlu-sonsuz, sınırlı-sınırsız olduğunu, dolayısıyla bir başlangıç olan yaratılış anının hem var olduğunu hem de yok olduğunu kastetmek istemiştim.”
“Tanrı’yı bu kadar dar bir evrenin öncesine yerleştiren Papa, “Tanrı’yı evrenden biraz önce yaratılmış bir YARATIK(!)” yapıvermişti. Oysa fizik yaratılış, kendinden önceki bir dizi yaratılışın devamı ve sonuydu. Tanrı, bu peş peşe yukarıdan aşağıya domino taşlarının üst üste yıkılması gibi olan yaratılışlar zinciri içinde niçin “Araya sıkışmış” yani yaratılmış olsun?” “Ben bunun için konferansta “Tanrı yaratmadan önce ne yapıyordu?” diye sordum. Tanrı’yı yermek için değil; kilisenin 300 yıllık hatasını yeniden tekrarlamasını önlemek için böyle konuştum. Benim tanrım Papa’nın tanrısı değildi. Papa’nın tanrısı bir yaratıktı. Ama benim bilim ve içimdeki gizli güçlerle bulduğum gerçek tanrı mutlak yaratandı. Tek yaratan, ortağı ve benzeri olmayan, her şeyin üstünde bir “TEKİLLİK”, (Singularite=Ehad, Hawking sanki İhlâs süresini anlatıyor) benim tanrım, Papa’nın temsil ettiği görüşün (Bütün Hıristiyanları kastediyor) beynindeki hayali sahte tanrıyı bile yaratandı…” “Bu konferansı 1981 yılında vermiştim. Ne tuhaftır ki, 300 yıl önce kaderini kendimle özdeşleştirdiğim Galileo ile aynı kilisenin Papa’sı uğraşmakla meşguldü. Kilise “Güneş’in çevresinde dünyanın döndüğü” fetvasını vermişti. Galileo ilk defa kâfir bir düşünceyle “Dünyanın Güneş çevresinde döndüğünü” söylüyordu Papa’ya…” (*) Engizisyon önüne çıkan Galileo, “Göstermelik bir pes edişle” ölümden kurtuldu ama ömür boyu evine hapsedildi. Evindeki hapis sırasında “Siz isteseniz de istemeseniz de dünya yine dönüyor” diyordu. Bu müebbet hapis boyunca “İki Yeni Bilim” isimli eserini yazdı. Galileo’yu “Galileo” yapan bu kitap oldu.
“Şimdi ben Papa’nın huzurunda Galileo gibiydim. Papa cehaletin inatçı, ısrarcı temsilcisi gibiydi. Benim dinim bilimin işaret ettiği içimdeki gizli gücün diniydi. Papa’nın dini değildi!..” Hawking’in makalesinde ne demek istediği belli oluyor mu sevgideğer okurlar? Tanrı’ya inanıyor, fakat Hıristiyan (Ya da Musevi, Budist vb.) olmadığını söylüyordu. Bu makalesi ardından, kendisinin “Müslüman kürsüsü olan sonra Dirac’ın oturduğu ve onun ölümünden sonra boş kalan ünlü “Lucasien profesörlüğü” makamına layık görülen üçüncü Britanyalı bilim adamı oldu. Hawking, bilimi, ALLAH’a ulaştıran ve kilisenin “Kilise kubbesi kadar basit” evrenini, Arz’dan Arş’a kadar genişleterek, tek bir evren yerine “Âlemlerin Rabbi” uyarınca paralel sayısız evreni bulmuş ve insanlık tarihinde ilk kez bilimle ispat etmiştir. Böylece Tevrat ve İncil’in tahrifiyle ortaya çıkan bücür-tıkız evreni çökertmiş, bunun yerine bilimin görüş açısını dünyasallıktan evrenselliğe ve Kur’an’ın engin yüce boyutlarına ulaştırmıştır. Çünkü İSLAMİYET EVRENSEL BİR DİNDİR. Ötekiler ise ya dünya çapında ya da Güneş sistemi çapında kafaları gibi cılız bir evrendir…
REFERANS: 4
ÂLİMİN TAHRİFİ
İslam’da bu sonsuz evrensellik zaten var olduğu için evrensel bilimler ile aklını ikna eden bir bilgin kolaylıkla “İslam İmanına” gelebilmektedir. Evrensel bir bilim adamı, sadece dünya ile hiç ilgilenmez: Genel ve tümden gelimli yani evrensel bir düşünüş sahibidir. Oysa tahrif edilmiş din kitaplarında bu evrensellik yerine dünyasallık vardır. Bulutlar üzerinde üç tanrı (Tıpkı Olympos tepesindeki eski Yunan tanrıları benzeri, bu aile yerine, bütün evreni inkâr ederek, bu dünyayı cennet-cehennem kılan küçük bir tanrı) yerine, sonu gelmez evrenlerin ebedi ve en büyük ALLAH’ını aklımız tercih etmektedir. Allah’a böylesi azamet ve kübriya yakıştığı için, eski dinlerin dar kafalılığına karşı çıkarız. Önce ateist oluruz ve şansımız varsa, en sonunda Müslüman olarak, evrensel bir dinin ve gerçek tek “İlahinnas=İnsanların Tanrısı” olan ALLAH’a teslim oluruz… 1789 Fransız ihtilalcileri, şimdi fizik kitaplarımızda “Yasalarını halen ders kitaplarından okuduğumuz”, bir düzine kadar fizikçi ve kimyacıyı, “İhtilalin bilgine ihtiyacı yoktur” diyerek giyotine göndermiştir. Çünkü onlardan “Rejim için fizik kanunları icat edin” diye bakkaldan sipariş eder gibi, ısmarlama Fransız ihtilal-bilimi istenmişti. Oysa Resulullah’ın bildirdiği gibi, “Gereğinde her fiile yasak konur ama bilime hiçbir yasak konamaz” sırrı uyarınca, bilim adamları zorba ve yamyam ihtilalcilere karşı çıkarak, bile bile giyotine gitmişlerdi… Müslüman olsun ya da olmasın, bilim adamının en azından yürekliliği vardır. Çağımızda birçok bilim adamının devletin zorla gasp etmesiyle “Ismarlama” askeri ve rejim lehinde araştırmalar için laboratuara hapsedildiğini, şantaj, blöf gördüğünü, filmlerdeki gibi kaçırıldığını sansür yazdırmaz. Ama bunlar, giyotine gidenlerden daha şanslıdır. (Hiç değilse bir kısmı Müslüman olduğu için ödül alamıyor, bir kısmı da üniforma zoruyla buluş yapmak üzere deney bölmesine kapatılıyor. Bu tutsaklığa rağmen, bilim adamının içsel özgürlüğü, cesaretinden hiç fire vermez.) Gerçekten Müslüman olan bir bilgin, “Üniversitede kilit adamların suyuna gitmezsem, terfii edemem” gibilerden bir koruk da taşımaz. İşine gelmiyorsa, rahatlıkla diplomasını tuvalet kâğıdı yapar ve üzerine sifonu çekerek, bir başka mesleğe geçebilir. Çünkü gerçek bilgin, özgür ve cesurdur, ayrıca yalnız kalmaya mahkûmdur. Çağımızda bilim mafyası, böyle cesur ve özgürlerden nefret ettiği için, onları hep tartaklar. Çilekeş Müslüman bilgin, böylesi işkence ve örselenmelere bağışıklık kazanmıştır. Tıpkı tarihteki ilk 40 Müslüman gibi… Resulullah’a tabi olan o “40 kişilik mümin çekirdek Müslüman grubu” hep tartaklandılar, hatta şehit edilenler oldu. Ama onlar öylesine EVRENSEL, ÖZGÜR VE CESURDULAR Kİ, günümüzün BİR MİLYAR MÜSLÜMANININ NÜVESİNİ oluşturdular. Onlar sayesinde bu din evrenselleşti. O kırkların en başında İLMİN ŞEHRİ olan Resulullah; ve onu izleyerek “İLMİN KAPISI” olan bilginler bilgini Hz. Ali vardı. Âlim ruhu da devreye girince, artık özgürlük aşkı ve cesaretle “Dur” demek mümkün değildir. İslam âlimleri de bu hiyerarşinin devamı, özgür, cesur ve çağdaş bilim yeteneği olan kimselerdir. Onlar “yaratmanın” peşinden gidenlerdir. Aksi halde “ALLAH KORKUSU” ile tanışılmıyor… Allah önce “SONSUZ ÖTESİNİ” yaratmış, daha sonra, kısıtlı sonsuzları yaratarak en son ve “Aşağıların aşağısında” bize düşen şimdiki sonsuzu yaratmıştır. Bizim
sonsuzumuz üzerine çıkıldığında hem “KENDİMİZİ” tanımış oluyoruz; hem de bir yukarıya bakarak, ALLAH KORKUSUNU anlamaya çalışıyoruz. Okurlarımız, “Kuran’ı sadece bilginler anlıyorsa, ivedi yoldan bize de anlatsınlar” diyorlar. Bu da yanlış. Çünkü İslam’ı anlamak için “ilim” son çaredir. Ama Kur’an âlimden önce “Arifler”ce, yani akıl-mantık, izan yoluyla, sağduyu ve aklıselim öğelerini toplayan İRFAN kavramıyla da anlaşılabilir. Anlaşılamayanlar için âlimler devreye girer. Bu da ALLAH’tan bir imtiyazdır. (Ankebut-43) Sevgideğer okurlarımız, Mi’rac bandımızın ilk cildinde söz ettiğim “CİFİR” bilimini Kur’an ile deneyerek pek çok keramet bulduklarını belirttiler ve Cifir konusunda yayınevimizden acilen bir kitap yayınlamamız için yoğun istek geldi. Fakat okurlarımız “Asıl Kur’an’ın Cifir ile anlaşılacağı” izlenimini edinmişler. Hayır! Kur’an herkese açık bir kitaptır. Herkes ismini artırdığı ölçüde onun “daha da açık” olduğunu anlayacaktır. İnsan sünger gibidir: Süngerini ne kadar büyütmüşse o kadar “Kur’an denen deryanın” suyunu emer. (sırrını özümser) Çok boyutlu bir ANA-BİLİM olan “Cifir”i sadece matematiğe yormak büyük hatadır. Çünkü 65 pozitif; 49 gizli bilim dalının tümünü birden bünyesinde toplayan bu “LEVHİ MAHFUZ” öğretisi, İslam kriptolojisinin tüm dallarını kapsar. İlmi havası, ilmi ledünni, batın ilimleri (İçrelik), semantik (Tefsir bilim), tılsım (sembol bilim), yıldızname (İlmi nücüm), burç (karakter, davranış bilimleri), astroloji (toplum yazgısı), simya (Alşimi), biyo-simya (Canlı metamorfisi ve parabolizması), fonksiyonsuz transkozmoloji, bütün büyüler (Harut-Marut meleklerin öğretileri) yanında, tılsım-vefk ve “Bilinen-bilinmeyen ve eskiden var olup unutulan tüm bilimlerin Kur’an’da mevcut olduğu” hadisi doğrultusunda Kur’an bilimlerinin GENELLENMİŞ “Levhi Mahfuz” ile bağlantısıdır. Ama Cifir’i “Akıl edemeyenler” karalamaya ve yanlış tanımlamaya çabalamaktadırlar. Örneğin “Cifir değil de CEFR biçiminde yazılan, Hz. Cafer’in keşfetti bir bilim” diye tanımlayanlar da var. Oysa biz doğrudan CİFİR (Fransızca Chifrée=Şifre diye geçen) bilim dalını yani kriptolojiyi ima ediyoruz.
REFERANS: 5
ARİFİN TARİFİ Bu çok ileri bir teknolojiyi, çözümlemek için “Sonsuz ötesi-Beşinci işlem” denen matematiği ve Cantor’un sonsuz setlerini bilmek gerekir. Rasyonel bütün matematikten başka, imajiner (Sanal, soyut) matematiği, “Anomali” denen negatif ihtimalleri determine eden kare matris cebirini, üç boyutlu küp matriks cebirinin 10 ve 11 boyutlu geometri düzeyinde uzay transformasyonlarını, kristalojik transformasyonlar (Raumgitter) ile Elif noktası (sonsuz-ötesi matematik bölge) ve tekillik (singularity) kardinallerini SanskritSami sembolizmini, ebced ve Kur’an Arapçasındaki şifre-açkıları bilmek gerekir. Bunları
değil yazmak, öğrenmek birkaç ömür boyu tutar. Dolayısıyla beni aşan Cifiri yazmam için belki de 20 yıl daha etüt gerekir. Bunun yerine Cifirden bildiğim kadarını, konularımızda yeri geldikçe kullanabilirim. Cifir, gelmiş geçmiş bütün varlıkların, evrendeki her özün, kıyamete kadar bütün “Levhi Mahfuz” yazgısını “Sonsuz set” kavramları içinde tespit ederek, en özel adresleri de bulabilmektir. Cifir, “Tümden gelen” vahdaniyeti olan ve “KALEMİN YAZDIĞI” bir bilim dalıdır. Bu arada çok hassas bir konu üzerine geçmiş bulunuyoruz: Felsefeci İslam’da, “Arif” sıfatı veli, şeyh, mürşit gibi din önde gelenlerinin de rütbesi olmuştur. Bu değerli insanlarımız, kendilerinin “Âlim” olmaya yetmedikleri yerde “Arif kalmakla” yetinmişlerdi. Ne var ki, “Kraldan daha kralcı” olan çevrelerince bu teslimiyet hemen saptırılır ve “İrfan” ilimden de üstün sayılır. Böyle düşünmeye şartlandırıldığımızdan da kavram kargaşasına düşeriz. * İnsanların Allah indinde dereceleri vardır: Önce “Mümin=İnanmış” olursunuz ki, bu ilk derecedir ve öteki adıyla “Kelime-i Şahadet” imanı olup beş ibadetin biridir. * Ya öylece “Hardal tohumu kadar iman” ile kalırsınız ya da kalmamak için diğer ibadetlerin tümünü de yaparak, “İbadet eden=Abit” olursunuz. * Sadece ibadet etmek yani “Abit” olmak yetmemektedir. Nitekim İslam âlemi yani “BİZİM ÜMMETİMİZİN” geri kalmışlığının başlıca sorumlusu “Abit” derecesinde kalakalmaktır. Çünkü ibadet yetmedi ve halen de yetmiyor. Çünkü ibadet, kulun “KENDİ İÇ DEVRESİ” olup, bu kapalı devre, sadece kişinin kendine yönelik çalışmasını sağlar ve insanlığa bir katkıda, bir hitapta bulunmaz. Dolayısıyla “insanlığa” mal edilen bir aşamaya yani ARİF’liğe tırmanmamız gerekir. “Arif=İrfan sahibi” olan, maarif (Öğrenim) görmüş abit demektir. Abit’in öğretmeni “Arif”tir ama arif olan kimse de “Âlim”den öğrenir. Türkçemizdeki karşılığı Arif-Bilge olan hem öğreten hem (Maarif=Öğrenim gören) öğrenendir. Marifet, bu konuda diploma almak hünerliliğidir. İrfan “Bilgilenmek, bilgi sahibi olmak” demektir. Dolayısıyla irfan sahibi olan kişiye de arif=bilge, bilgiç, entelektüel demekteyiz. * Daha sonraki aşama ise “Âlim=Bilgin” olmaktır. Abit’in yalnız kendisine; Arif’in yakın çevresine, fakat âlimin bütün insanlığa hitabı ve aitliği vardır. Bilim, bütün insanlığa “Bir kişinin” vermesidir. Ama arif, sadece bildiği, aktarabildiği kadar yayandır. Örneğin, İslam’da fukaha (Hukukçular) birer ariftirler. Ama 14 yüzyıldır anlıyoruz ki, Müslümanlığa ibadet ve irfanın katkıları yetmemiştir. Yalnızca iman, ibadet ve kısa maarif (Tedrisat) kurtuluş yolu olmadığına göre, artık Müslüman bilginlerin öğretisine 8 elle sarılmak gerekiyor. İslam öğretisini bilenlerin öğretisini bir ders kitabı gibi kabul ederek, gün be gün ve tekrar tekrar izlemezsek, aradaki gediği, boşluğu, dengesizliği başka türlü kapayamayız. Bilinmeyeni, bulanların öğretisinden “İYİCE” özümsemekle, bu 14 yüzyıllık açığı bir anda giderebiliriz. Çünkü zor olan bulmaktır ve kolay olan, bulunanı izlemektir. Âlim bulur; arif bu bulguyu dağarcığına alır. Okurlarıma sunduğum “Mümin-Abit-Arif-Âlim” sıralamasını elbette İslam verilerinden
süzerek çıkarıyorum. Örneğin, Resulullah’ın bir hadisi şöyledir: * “YA ÖĞRETENLERDEN (Âlimlerden, bilginlerden) OLUNUZ, YA ÖĞRENENLERDEN (Arif, bilginlerden) OLUNUZ, YA BU İKİSİNİ (Öğretmen-öğrenen arasındaki aktarımı) DİNLEYENLERDEN (Abit) OLUNUZ YA DA BU ÜÇÜNÜ DESTEKLEYENLERDEN (Mümin) OLUNUZ. BENİM HUZURUMA BUNLAR DIŞINDA (Münafık ve kâfir) GELMEYİNİZ. Âlim ile bir kökten türevi olan Muallim=Öğretmen gibi, Arif ve Maarif’ten de kastedilenin öğrenci olduğunu anlıyoruz. Dolayısıyla buradaki mantığı göz ardı edemeyiz. “Ariflik” daha sonra KUR’AN DIŞINA ÇIKILARAK, âlimlikten üstün tutulmuştur. Ne var ki, Allah’ın seçkin kulları olan Velilerin “Biz arifiz” demeleri çevrelerince anlaşılmamış, saptırılmıştır. Oysa bu nezih kullar “Bizler arifiz” derken şunu söylemek istiyorlardı: “Bizler âlim=bilgin değiliz, bizler onların öğretisine muhtacız. Onlar, bizim gibi mana âleminde gözle görmeden de bilim yoluyla görmeden tanımlarlar. Biz gördüğümüzün bilimsel açıklamasını yapamayız. Ama âlimler, bizim gördüklerimizi görmeden de görür gibi açkılarlar. Bizlerin arif derecesinde kalmasının nedeni, bilimi gözümüze kestirmemesi olmamızdır. Âlim olmaya acizlik getirmişizdir.” Ne var ki, o yüce insanların “Ariflik” ile yetinmelerindeki bu hikmet, çömezlerce çiğnenmiştir ve yeni “Marifetler” ortaya konmuştur. Atalarımızdan gelen her söz doğru mudur? Size çok iyi bulduğunuz bir “Atasözü”nü yazıyorum sevgideğer okurlar. Bu atasözü yüzünden 50 milyonluk milletimiz 3,5 anarşist evlerine kitlemiş ve 1980 ihtilali gerekmişti. * “Erkekliğin onda-dokuzu kaçmak, biri de hiç gözükmemektir.” O zaman bunun, bir atasözü değil “Hata sözü” olduğunu anlıyoruz. Bunun benzeri bir değer Hata sözü de şöyle: * “Bin cahilden, bir âlim efdaldir. Bin âlimden de bir arif efdaldir.” Yani sırayı şaşırmışız: Cahilden sonra âlimi (öğreteni daha sonra da arifi (Bilge, fakat öğrenen, henüz üretimde olmayan) derecelendirmişiz. İşte bu yanlışa şartlandırılan beyinlerimiz de kanmıştır. Oysa AKIL-İZAN yoluyla bunun böyle olmadığını şu verilerden anlayabiliriz: * Kur’an ve hadisler hep “İLİM ve ÂLİMİ” teşvik ederek över. Fakat bunun yerine “Arif ve İrfan” kavramlarına hiç değinmez. * Kehf suresinde, “Katımızdan ilim verdiğimiz” diye ÂLİM olduğu belli edilen biri (Hz. Hızır), Allah’ın en sevgili peygamberlerinden olan Hz. Musa’yı azarlar. Oysa Hz. Musa “Ondan ilmini öğrenmek” talebindedir. Dolayısıyla ayetlerde âlim ile peygamber de kıyaslanmakta ve âlim onu bilgide geçebilmektedir. Nitekim Resulullah, “ÜMMETİMİN BİLGİNLERİ YAHUDİ PEYGAMBERLERİ GİBİ (Yüce)DİR” buyurmuştur. Fakat sunduğum ne ayette, ne de hadiste “Âlim” kelimesi yerine “Arif” kelimesi konmamıştır. Biz bu iki kelimenin yerini değiştirecek cüreti nasıl gösterebiliriz? * Şehidin kanı “Canından” verdiği çok değerli bir şeydir. Oysa bilgin, mürekkebini, bir
kırtasiyeciden alır ve yazar. Buna rağmen ünlü hadis “ÂLİMİN MÜREKKEBİ ŞEHİDİN KANINDAN DA ÜSTÜNDÜR” buyurmaktadır. Dikkat edilirse burada vurgulanan hala “Arif” değildir. * Kur’an’da da “YALNIZ ÂLİMLER ANLAR…” ve “ALLAH’TAN YALNIZ ÂLİMLER KORKAR” buyrulurken, ariflere değinilmemiştir. Eğer Kur’an ve hadislerdeki ÂLİM, İLİM yerine ARİF, İRFAN terimlerini koyarsak (Örneğin, “İrfan yapmak kadın-erkek her Müslüman’a farzdır” dersek) biz Allah Resulü’nden daha bilgiç olmaz mıyız? Ne Resulullah, “Hiç irfansız Kur’an olur mu?” demiştir, ne de bize “Rabbim irfanımı artır” diye dua etmemizi buyrulmuştur. “Âlim” Allah’ın da 99 adından biridir ve Arif diye geçmez. O halde, “İslam felsefeleriyle şartlanmış aşağıladığım zannına dayanan serzenişleri de yersiz olur. Böyle bir mektupta ayrıca “Sen âlim misin?” sorusu vardı. Şunu da önemle belirteyim ki bizlerden hiçbiri “Âlim” olduğumuzu bilmeyiz. Allah’ın kastettiği anlamdaki yani “İlmimizle kuşattığımız” dediği âlimlik inşallah nasip olur ve son nefesimizde bildirilir. Özellikle ilk cildimin önsüzünün sonunda “Kimse kendini ALLAH’ın vurguladığı anlamda ÂLİM ilan edemez. Çünkü bu kozmik bir mezuniyet diplomasıdır ve son nefeste verilir ya da verilmez. Son nefeste insana CennetCehennem’deki makamı, Müslüman olarak ölüp-ölmediği bildirilir. Bu böyle biline!..” diyerek böyle bir güvencemiz olmadığına değinmiştim. Ve kendimden bahsederken sadece bilim adamı olduğumu vurgulamıştım. Âlimlik için bir birikim gerekir: “RABBİM İLMİMİ ÇOK ÇOĞALT” ayeti uyarınca “O ÇOKLUK NE KADAR İSE, O KADAR BİR DOLUMDAN SONRA” âlim olmayı diyebiliriz. İlmiyle amel yapan ve ilmini çoğaltan kimseye Allah’ın takdiri ölçüsünde yani ilahi kıstasa göre âlimlik verilir. Çünkü şehitten üstün ve Yahudi peygamberlerine denk olan o âlimliği biz kendimize ne ısmarlayabilir, ne diplomasını edinebilir, ne de kariyer olarak taşıyabiliriz. Son nefeste bildirilecek bir âlimliğin şahidi de yoktur, bu yüzden “Filanca İslam büyüğü âlimdi” diye yalancı şahit sözlerinden etkilenilmemelidir. Sevgideğer okurlarım bir daha altını çiziyor ve yanlış anlaşılmalara karşı dinimizin gerçek yüzünü savunmaya ve İslam’ı, Kur’an’ı, hadisleri haklı olarak korumaya çalışıyorum. Amacım ifrat ve tefridde bulunanları, taassup ve bağnazlıkta kalanları, İslam’da olmayan bencillikten kurtarıp, “Biz” birleştiriciliğine getirmek üzere, bir asıldan gelmenin kavgasını (Vahdaniyet mücahadesini) vermek… İslamiyet, özgürlükten başka BİLİM dinidir ve bu en önemli özelliğidir. İslamiyet’in “Bilim dini” olduğunu bize sayısız ayet ve hadis bildirmektedir. Bunlardan pek azını dizimizin kitapları boyunca söylemiştik. Ne var ki, rehavet basınca, bin yıldan bu yana bizler İslam’ı ve onu mübarek Allah beyanını hukuk bilimleriyle kısıtlamışız, şimdiki tavrımız olan çağ dışılık gibi yakışıksız bir kelime yakıştırılmış bize… Resulullah ümmeti, “YANLIŞ ÜZERİNE BİRLEŞMEKTEN” korunmuştur. Bunun anlamı, bir seçim, referandum, plebisit, oy çokluğu demek değildir. Seçimle “DOĞRU, GERÇEK” saptanamaz. Doğru ve gerçek üzerine birleşmek “BİLİM” ile saptanır. Çünkü bilim asla, yanlışı sürekli barındırmaz. Er-geç, yanlış ayıklanır ve doğrular bulunur. Bu doğruların iyice birikmesi ise, bilim ve teknolojideki medeniyet patlaması olarak ortaya çıkar. Şimdi bizler bu patlamanın tam içindeyiz. “Sora sora Bağdat bulunur.” Bilim, mutlaka doğruda
karar kılar, yanlışı kovar, yanlış yapanın yüzüne hatayı yüzler ve bilimsel bir “Yanlış hesap” çok geçmeden “Bağdat”tan döner!.. Ama bilimi andıran (daha çok sosyal boyutlara giren) “felsefe” güvencesizdir. Örneğin Marksizim bir felsefedir ama bilim değildir. Bilimin yanılmazlığına karşılık, felsefe sadece bir inanç olayı, adeta bir parzitanlıktır. Oysa bilim partiler üstü bir devlet gibidir. Dolayısıyla burada bir materyalizm (Tarihi maddecilik, mekanizm) diğeri spirtüalizm (Ütopik, manacılık, vitalizm) karşıtları olan iki felsefeye yani iki karşıta istemeden değinmiş bulunuyoruz. Onların tarihsel kavgaları asla bitmeyecek sanırsınız. Fakat bilim, nasıl ki, birleşik alanlar teorisiyle, (hem parçacık, hem dalgacık özellikli) kuant teorisiyle, hem tardyon (Madde), hem takyon (Mana) düalitesiyle zıtları uzlaştırıp, “İkisi de bir arada birlikte vardır, ikisi de inkâr edilmez” diyorsa, maddecilik ve manacılık da aynı genel kural içindedir. Hayatımız ve tüm evren bu somut madde ve soyut madde (Mana) üzerine kuruludur. Biri olmadan diğeri de olmaz. Cennet’te ya da Cehennem’de maddi yanımız (Örneğin +70 kg. olan bedenimiz) ile manevi yanımız (-70 kg. olan bilincimiz) bir arada varsa hayat vardır. Madde ve mana bir paranın yazı-tuğrasıdır, bir arada yanı yerde vardırlar. Dolayısıyla bilimin gelişmediği dönemlerde tek bilimsel düşünce felsefesiydi. Maddeci ya da değil, ama böyleydi. Oysa bilimin patlama yapıp, felsefeyi itmesiyle bu tarihsel kavga da bilimde sunduğumuz uzlaşımla sonuçlanmıştır. Ama felsefe bağnazları, hala o ayrılıkçılığı yürütürler. “İrfan”da bilimden çok felsefe ve ZANN hâkimdir. Bilimde ise tersi… Bilim, ister hurafeci kiliseden, ister Marksist düzenden olsun, tüm felsefe ehlinin düşüncelerini boşa çıkarmıştır. Kiliseye olan tepkiden, önce “Maddeciler” kazançlı çıkmışlardır. Ama bilim “Soyut kütle=Takyonlar” bulgusuyla onları da şoke etmiş, evrenin yaratıldığını göstererek umutlarını söndürmüştür. Artık materyalizme, egzistansiyalizme, Darwinizme “Bilimsellik” yakıştırmasını çok seyrek kullanır olmuşlardır. Çünkü Marksizm bilime değil; felsefeye dayanır ve felsefe de bilim değildir. Tek bir teoriyle GERÇEĞİ bulmayan felsefe, kendi yandaşı ya da karşıtı olan diğer felsefelerle binlerce doğru(!) üretmektedir. Dolayısıyla felsefe, günümüzde bilimin sonuçlarından türemektedir ve doğru olan d abudur. Ama yanlış olan, (Bir düşünce tarzı olan) felsefenin nabzına göre bilim ısmarlamaktır. Bilimin şimdiki görüntüsü ise sürekli BİRLEŞİK ALANLAR yani TEKELLEŞME=Ehaddiyet, vahdaniyet yolundadır. Evren yaratılmış ve yaratıldığı ispatlanmıştır. Artık Tanrı’yı ispat etmeseniz de olur. Çünkü edilgen olan “YARATILMAK” demek, zaten saklı özne olarak etken ALLAH demektir. Bilimin kısa tarihi boyunca, önce kiliseye karşı çıkması, sonra maddecilik ile flört ederken, birden HAK YOL’dan KUR’AN ile ağır birliği ederek TEKLİĞE tırmanmasının nedeni, artık felsefe ya da referandum ile kandırılmaması demektir. Bilim artık Kur’an kitabının yazdıklarına ulaşmaktadır. Bir kuşak sonraki okurlarım bunun “Tartışılmaz doğru” olduğunu kabul edeceklerdir. (Şimdiki filozoflarımızın tersine.) Gelecek kuşaklar, Kur’an ve İslam’ın, bir arkeolojik kalıntı olmadığını, Resulullah’ın tarihte bir “Ölü” sima olmadığını çok iyi bileceklerdir. Kur’an her çağın, geleceğin,
kıyametteki son nefesini verecek son Âdem’in de kitabıdır. Resulullah, içimizde, aramızdadır. Sünneti seniyyemizle yaşamaktadır. Usulen salâvat getirenler varsa, onlar da kafalarını değiştirmelidirler. Kur’an nasıl ki düne, şimdi bize ve daha sonra geleceğe yazıldıysa, Resulullah da aynı mantıkla bizleri “Sonraki sahabem” diye anmıştır. Sahabe, “Resulullah’ı görenler, çevresindeki hazirûn ve havaryum” demektur. Biz Resulullah’ı görmediğimiz halde, bize “Sonraki sahabem” demesinde şu mesaj vardır: Biz Resulullah’ın dönemine gidemiyorsak, onu “KENDİ ZAMANIMIZA” getiririz ve günlük hayattaki hemen her soruyu sorabiliriz: Acaba Resulullah, otomobilini nerede park ederdi? Videosunda hangi bantları izlerdi?” Bunların sonuncu tanıtımını Mehdi Resul yapacaktır. Ama o güne kadar, bizler de akılizan yoluyla çağlara göre sünnet-şeriat yolumuzu bulmasak bile aramak zorundayız. Arayacağımız TEK KAYNAK ilahi Kelam olan KUR’AN ise sadece ve sadece AKIL-İZAN yoluyla öğrenilir ve İLİM yoluyla kavranılır. Ve biz Kur’an’ı da AKIL-İZAN ile anlamak zorundayız. Akıl-İzan işte “ARİF”liğin ölçüsüdür. Ama nedir akıl-izan?..
REFERANS: 6
ALLAH KELÂMINA KİTLENMEK Sevgideğer okurlarım, asla muğlâk, esnek, yuvarlak konuşmadığımı ve yazmadığımı artık hissetmiş olmalılar. Bu yüzden yeni referansımızda, AKIL-İZAN yoluyla yani salt bilgelikle (Ariflikle) nasıl Kur’an’ı anlayabileceğinize ilişkin somut örnek vermek istiyorum: Akıl, “Akıl etmek” içindir. İzan ise anlayış-yorumlayış diyeceğimiz arif kültürüdür. Dolayısıyla, ikisini birden kullanabilen bir “Entelektüel=Arif” yorumlama özelliğine de sahiptir. Elbette Kur’an Arapçası her Müslüman’ın anadili değildir. Ama “Şimdiki Arapça konuşanların da dili değildir!” Bu nedenle Kur’an günümüze kadar bilhakkın anlaşılmış değildir. Eğer anlaşılmış olsaydı “Fıkıh”tan başka da çağdaş eserleri şimdi okumuş olurduk… Bunun elbette haklı gerekçeleri vardır: Öncelikle Kur’an’ı anlamanın bir filolojisi, grameri, basmakalıp sözlükçülüğü gerekmez. “HİÇ İLİMSİZ KUR’AN OLUR MU?” hadisi uyarınca Kur’an’ı anlamak için ilim izanı olmazsa, Arabiyatçı olmak da yarar vermez. Osmanlıca (Yarı Arapça) temeli üzerine kurulu bir millet olarak, günlük hayatta da Kur’an’dan bin kadar kelimeyi kullandığımızı gözledim. Dolayısıyla Türk okurların çok az bir gayretle “Kur’an”daki Arapçayı” kısa bir dönemde kavrayacaklarına eminim. Aksi halde, piyasadaki yüzlerce meal-tefsire bağımlı kalacaklardır. Bu da tam bir felaket olur!.. Rabbimiz TEK Kur’an’ı dünyada yüzlerce çeviri-meal ile çoğaltılmış gibidir. Birbirinden farklı olarak bu TEK olanı çoğaltan eserleri salt Türkçeyle anlamamız mümkün değildir.
Çünkü BİR TEK ALLAH BEYANI, keyfi olarak sayısız beyan haline gelmektedir. Oysa Kur’an ap-açık kolaylatılmış, herkesin anlayacağı bir kitap olarak ayetleriyle tanımlayan Rabbimizin DOLAYSIZ hitabı şaibeli meal ve tefsirlerle tam bir açmaza sokulmuştur. Bir meali olup okuyunca, sanırsınız ki ALLAH, oradakini “Tıpa-tıp” aynen, öyle söylemiştir. Öncelikle bunun için, ne bir TEFSİRE bakıp şartlanmak, ne de çağımızın şimdi konuşulan dili olan Arapçayı bilmek gerekmez. Çünkü gerçekten Kur’an dilinin filolojisi, grameri, uzay-mekân-zamana raptedilmiş bir basmakalıpçılığı yoktur. Geniş zamanlıdır, sadece geçmiş zamanı, eski kıssalardan ve gelecek zamanı ise ileride olacak birkaç yerde kullanılır. Ama hep geniş zamanlıdır ve bunu Rabbimiz hep “ZAMAN” edatıyla vurgular: Örneğin “GÖK YARILDIĞI ZAMAN… YILDIZLAR BULANIP DÜŞTÜĞÜ ZAMAN…” gibi… Okuyucunun Arapçayı bilmesi değil; Arapçaya aşina olması için KUR’AN dilinin sözcüklerini öğrenmesi ve bunu, sözlükten değil, kendi arayışından bulması gerekir. Bu nedenle, bir Arapça bilen filolog ya da sözlükçü (TRT’nin karaboşluklarla ilgili yanlışı gibi) sizi yanıltabilir. Belki de “saçma” demenize kadar yol açar. Şartlanma ya da saplantıdan uzak durmak için, kesinlikle bir MEAL ya da TEFSİRE gönül vermeyiniz, sadece okuyunuz. Çünkü KUR’AN yani ALLAH BEYANI tektir. Allah HER ÇAĞDAKİ BÜTÜN KULLARI İÇİN BİR TEK DİL KULLANMIŞTIR ve bu yüzden KUR’AN hiç değişmeden TEK KİTAP kalmıştır. Fakat tefsirler ve mealler, bu “Tek kitabı” (Şu andaki meal enflasyonuyla kıyaslarsak) BİN TANE yapmışlardır. Oysa Kur’an yani BEYAN BİR TANEDİR. Ama bir müfessir, kendi akıl-izan-bilim potansiyeline göre bireysel zehabını ve kişisel zanlarını, sınırlı bilgisini, duygusallığını yansıtır. Tek başına Kur’an tefsirinin yapılabilmesi için, dünyanın en zor bilimi olan ve Levhi Mahfuz’un (Mübiyn’in) kavranma bilimi olan CİFİR’i bilmeye çok yetkin olması gerekmektedir. Cifiri bir kişinin bilmesi için de en iyimser tahminle 60 yıl kadar etüd etmesini gerektirir. Bu kolay olmayacağına göre, en son ve geçerli çare, tek yol, bütün dünya Müslümanlarının yetkin, seçkin, liyakati, bilim dalındaki ihtisası tam yüzlerce bilginin bir araya gelmesi, yani “Kur’an tefsirinde de BEN yok BİZ VARIZ” demesi, kolektivizmden (Cemaat) ortak olarak tefsiri olabilecek, bir ALLAH BEYANI oluşturulması gerekmektedir. Bu, Müslümanlar için ALLAH’tan bir özel imtiyaz olarak verildiği halde bugüne kadar (benler nedeniyle) yapılmamıştır. Oysa Allah, bizden önceki ümmetler için, hiçbir zaman “Yanlıştan alıkoyma” garantisi vermemiştir. Zaten böyle bir şey olsaydı, ne İncil ne de Kur’an’ın doğrultucu olarak gelmesi gerekmezdi. Fakat Allah, Kur’an’ı korumuş ve Resulü ağzından şu büyük hadis ile (ümmet-i Muhammed’in yanlışın peşinden gitmesini) engellemiştir: * “BENİM ÜMMETİM ASLA YANLIŞ ÜZERİNE BİRLEŞMEYECEKTİR, BU ALLAH VAADİDİR.” Kitap korunmuş, yanlış ittifaktan arındırılmışsak ve bu hadis örtülü olarak, bütün dünya Müslüman bilginlerinin liyakatli olanlarının bir heyet, şura oluşturarak, bugüne kadar Kur’an tefsirinde CEMAAT olması için emir verilmişse, bu niçin hiç yapılmamıştır? Finansman yapmakla yükümlü olan Müslüman devletlerin atıl durması ise
çifte sorumluluk taşımaktadır. Eserlerimize “Zig-Zag öğretisi” dememizin nedeni “Batılı Müslüman bilim adamlarının” BİZLERCİLİK ruhu ile hareket etmemizden başka bir şey değildir. Bu yüzden “ZİG-ZAĞ ÖĞRETİSİ” ana imzamız oluyor. Öyle ki biz yazarların ismi bile formalite gereğidir. (*) (*) İsmimizi usulen koymaktayız. Eğer, bu konuda mevzuat yeterli olsaydı, ismimi hiç koymayacaktım. Ne var ki, gerek kötü ellerin üzerinde hak iddia etmemesi, gerekse çocuklarımıza mirasla devrolacak bir emanet olması bakımından ismimizi yazıyoruz. Ama “öğreti” demekle “BEN yokum, BİZ varız” sembolüne bağlıyız.
Hadis, “Sonraki ümmetten olan bu çağımıza bir mesaj bırakarak, topluca-ortak bir tefsiri vasiyet etmekte ve kişisel tefsirin sakıncalarını vurgulamaktadır. Şimdiki çağın aldığı bu mesajı yerine getirmekle vebal altındayız. Çünkü çağımız bilgi ve bilgileme çağıdır, yorumlama çağıdır. Çağımız artık bilim-teknikle de kerametlerin yapılabildiği o çağdır. Geçmişte ermişlerin kerameti olarak tayyı mekân yapılabiliyorsa, şimdi Philadelphia deneyinde olduğu gibi, koca bir geminin ve tayfalarının da tayyı mekânı yapılabiliyor. Çok ileri düzeyde bütün elverişli bilim ortamı hazırdır. Şimdi bunun tam zamanıdır ve işaret de gelmiştir. Bu işaret, sanki gizli bir emir almışçasına, batılı bilim adamlarının İslam’a kendiliğinden akışıdır. O halde batılı ve doğulu Müslüman bilim adamları birleşmeli ve çağdaş, yanlışı hiç olmayan bir kolektif (imeceli) tefsir denemesi bir an önce yapılmalıdır. Böyle bir tefsir denemesini “ARİF” ve “ÂLİM” gözlüğüyle yapmaya çalışalım:
REFERANS: 7
“ADİYAT”: AT YARIŞLARI MI? Mümin-abit-arif-âlim sıralamamız asıl alındığında, Kur’an’ın anlaşılması da bu sıraya göre olur. Kur’an okur-yazarı olmayan bir mümin, Kur’an’a hiç anlamadan huşuyla baksa bile, Resulullah’ın “ÜMMİ” olmasının yüzü suyu hürmetine, bu manyetik kitabın görünmeyen ilahi titreşimleri ile regüle olur. Gönlündeki safiyete göre, muhtemelen ilk rüyasında bu ayetleri canlı bir sahne olarak görecektir. Abit, sadece Kur’an’ı anlamadan hatmedip, okusa ya da hafızı olsa, bu dili hiç anlamadığı halde beynindeki “İşlevi bilinmeyen” 6500 kadar “Merkez” birbiriyle koordine olur. (Harf adedince melek tahsis edilir ve kümeleşip, bu matristik yapı oluştururlar.) Arif, yani bilge kişi ise bunların da üstündedir: Hem mümin, hem abit, hem de arif olduğundan “ÜÇ KATLI” bilinç akışması oluşur. Çünkü mümin ve abit gibi “Anlamadan” değil; anlamaya çalışarak, AKIL-İZAN mekanizmasını kullanarak, hiç değilse Kur’an’ın kendi çağına düşen yorumuyla tanışır. Bu arada “Bilgisiz”likten kurtulur. Oysa mümin ve abitin bilenlerden olması gerekmez…
Kur’an’ın apaçık kitap olması, elbetteki ariflere “Göre”dir. Yani abit ile müminin anlayamayacağı Kur’an arif tarafından “Açık edilir…” Âlim ise, hem mümin, hem abit, hem arif ve üstüne üstlük âlimdir. Dolayısıyla dört katlı bir akış diyagramı vardır. Bunun daha üstü yoktur. Çünkü “Yahudi peygamberleri gibi” olup, aynı zamanda “şehitten de üstün” ayrıca, Allah’tan korkuyu yalnızca o yaşar, Allah’ın özel mesajlarını yalnızca kendisi anlar. Fakat bizler, âlim olmaya gerek kalmadan, Kur’an’daki bir kısa sureyi “SALT İRFAN” yani arif akıl-izanıyla çözümlemeye çalışalım: Seçeceğimiz sure “ADİYAT” olup, bunu seçmemizdeki neden, sürenin Cifirdeki tarih çarkının DELV (Kova) yılına düşmesidir ve bizler bu çağın şu anda tam geçişindeyiz. Bu çağ, Uranüs gezegeninin son geçtiği ve dünya tarihinde General Washington’un İngilizlere karşı ABD istiklali için savaştığı yıldır. Uranüs’ün dört kez geçmesiyle yani 2025 yılına kara sürecek olan “Adiyat” bu yıllar boyuna TEKNİK SİMGE kalacaktır. Önce, surenin beş ayetini ve (piyasadan rastgele alınmış bir mealden) Türkçesini sunalım. Daha sonra da “ARİF” olup, asıl mealini çağımıza göre bulalım: * BİRİNCİ SURE: VEL ÂDİYÂTI DÂBHAN VERİLEN MEÂL: “Cenk meydanında soluk soluğa koşan atlar hakkı için” Oysa ne cenk meydanı, ne at, ne de atların soluk soluğa koşması ve ne de “Hakkı için” diye hiçbir Allah kelamı orijinal ayette yok. Sadece surenin inme nedenine (Esbab-ı nüzul) bakılarak, o dönemde atlarla (süvari) kazanılan bir zafere saplanılmıştır. Oysa o savaşta DEVE ve süvarileri de vardı. Dolayısıyla “Adiyat”ın yalnızca et olması mümkün değildir… Fakat “Adiyat” terimi, “AT GİBİ, ATIN YAPTIĞI FİZİK İŞGÜCÜNE DENK” demektir, ama AT değildir. Örneğin bir filin yaptığı iş için “Beş Adiyat kuvvetinde” denirdi, fakat AT kullanılmazdı. Niçin “ATIN İŞİ” deniyor ve BİZZAT ATIN KENDİSİ denmiyor? Şimdi akıl-izan denen yorumlama gücümüzü kullanalım ve çağımızda böyle bir kelimenin karşılığının olup olmadığını arayalım. İngilizce Horse Power (HP) ve Almancası Pferde Starke (PS) olan, şimdi çağımızın motorlu araçlarında aynen BEYGİR GÜCÜ (BG) diye kullanılan fizik iş birimi AT ile değil fakat bir atın kıstas (ölçüt) alınmasıyla ortaya çıkan ve ata ihtiyaç göstermeyen motor güç birimidir. (*) O halde ALLAH, bu “Beygirgücü” birimini 14. yüzyıl önceden bizlere bildirmiştir ve biz farkında olmadan BEYGİR GÜCÜ=ADİYATI günlük hayatla, uçak, otomobil, gemi, uzay endüstrilerinde kullanmaktayız. (*) Nasıl ki ampulün watt değeri için örneğin “60 mum” diyorsak, beygir gücü de böyledir.
Adiyatın kusursuz anlamı, “At çekmediği halde, kendiliğinden o güçlerle giden binek hayvansız bir araç” demektir. Fakat geçmiş çağ insanlarından böyle düşünmeleri beklenmezdi. İlk akla geleni “Abit” gözüyle “Soluk soluğa atı koşturmayı” düşünmek yerine “Arif” gözüyle bir daha yazalım: VE BEYGİR GÜCÜ DABHAN(dan söz edeyim) DABHAN, bir şeyin soluk soluğa koşması değil; örneğin bir ağır kayanın yokuş aşağı
hızlanması, yani İVMELENME, yani beygir gücü içeren aracın motorunun vites ya da hız olarak inişli-çıkışlı değişken olmasına işarettir. Bir at çekmediği halde araba kendiliğinden beygir gücüyle ve giderek artan bir hızla ivmelenmektedir. İşte “VE”, “ADİYAT” ve “DABHAN” denen üç kelimeden oluşmuş bu ilk ayette, piyasadan rastgele alıp koyduğumuz bir tefsirdeki hiçbir sözcüğün geçmediğini; Allah’ın başka, (mealci) kulun başka bir şey söylediğini irfanımızla anlıyoruz… “VE”, Türkçede de kullandığımız “ve” bağlacı olup, burada “Hakkı için” gibi bir karşılığı yoktur. Sadece CİFİR’de, bir başka yerde olan bir başka ayetin devamı olduğunu “BİLENLERE” gösterir. Birinci ayet topluca “VE BEYGİR GÜCÜ İVMELENEN(nesne) demektir. VE kelimesi daha önce askeri taktik amaçlı bir Cifir bağlantısından geldiği için, ayrıca askeri anlam da vermemiz gerekmektedir. Nitekim günümüzde “SÜVARİ” birlikleri, artık atlarla, katırlarla değil; tank, zırhlı taşıyıcı, yani atların değil de onların beygir güçlerinin ve “Süvari” kelimesinin miras kaldığı, atların çekmediği fakat otomotiv sanayinin BEYGİR GÜCÜ ile değişik hızlarda olabilen motorize birliklerin tanımını yapmaktadır. O çağlarda akıl bile edilmeyen böyle bir şeyi, günümüzün müfessiri çoktan akıl etmeliydi, sevgideğer okurlar… Müfessire bir suçlama yöneltmiyorum, isim de önemli değil, sadece rastgele bir düzine Kur’an tefsirinden ya da mealinden gerçekten gözü kapalı olarak bir tanesini aldım ve alıntı olarak sundum. 70 kadar Müslüman ülkede hemen her birinde mutlaka “Mealler” bulunur ve hemen hepsi de aynı açmaza düşmüşlerdir. Dolayısıyla benim teessürüm, sadece Müslüman âleminin bir ortak meali-tefsiri olmayışından… * İKİNCİ AYET: FEL MÜRİYÂTI KADHAN VERİLEN MEÂL: “Tırnaklarıyla taştan ateş saçan atlar hakkı için…” Görüldüğü gibi “Atlı mahrebe saplantısı” tefsircinin hamasi ve duygusal, şiirsel ifadesinden sürüyor. Oysa mantık hataları için akıl-izan mekanizmasını hemen kullanmak gerekir. Örneğin, atlarda tırnak değil; toynak bulunur. Üstelik o çağda “Nal” denen metal tesviye bilinmiyordu. Tam tersine, at ayağına torba gibi bir şey geçirilerek, sert zeminle temasının yumuşatılmasına ya da kuma gömülmemesine çalışılırdı. Böyle bir düzeneğin, değil taştan kıvılcım çıkarması, kıvılcım çıksa bile soğurucu etkisi vardı. Ama gel gelelim, aslında burada zikredilenlerin hiçbiri yine bu üç mübarek orijinal kelamda bulunmuyor. “Fel mûriyatı kadhan” demek, bir önceki beygir güçlü, ivmeli motorize nesnenin, SADECE BİR YERİNDEN ATEŞ BIRAKTIĞI’dır. Roketler, egzozlar, namlular bu iş için hemen akla gelen “Ateşi bir yerinden salan, fakat şiddetle, büyük bir tepkimeyle ateş bırakan” anlamındadır. Kadhan’ı en basit anlamak için şişirip de iple bağlamadığımız, sonra birden serbest bırakıp, TEPKİLİ BASİT MOTOR olarak kullandığımız bir balonlu deney gibi düşünmeliyiz. İşte buna bir de ateşli yani yapma tepkimeli bir egzoz eklerseniz, ortaya jet ve füze prensibi çıkmış oluyor. Dolayısıyla bildiğimiz tepkili uçaklardan uzay mekiklerinden, roketlerden başka askeri anlama da ulaşıyor ve tüfek mermisinden ROKETATAR’dan başlayarak, kıtalararası dev balistik füzelere kadar bütün BALİSTİK araçların, önceden haberi verilmiştir. Bu araçların beygir gücü yüksek motorlarla ve giderek ivmelenen atış fiziği ile olan ilişkisi ortadadır. Fakat bunların pervaneli değil; yakıt tepkimeli füze prensibiyle işlendiğini de
iki ayeti birleştirince anlıyoruz. * ÜÇÜNCÜ AYETTE VERİLEN MEAL: “Sabah vakti baskın verip…” Bu ayet, aslında İMSAK zamanı biçiminde çevrilmelidir. (Ayrıca iki süper devlet güç arasında hem gündüz-gece farkı vardır, hem de Bering Boğazı’yla komşu oldukları için farksız saat vardır.) Bunun anlamı kıtalararası ve orta menzilli balistik nükleer roketlerdir. Basit çıkarmalar askeri taktik gereği, örneğin yazın sabaha karşı 03:00 ila 04:00 arasında zamanlanır. Çünkü gündüz, çıkarma yapan taarruzdaki birlik, savunan muhkem birliğin karşısında şanslı değildir ve %80’e varan zayiat verir. Ama sabaha karşı çıkarma yapıldığında, taarruzdaki birliğin hem alacakaranlıkta gizlenmeye, hem de gün ışığının örttüğü göremediğimiz, ateşli silah yuva ve mevziilerinin namlu ağzından çıkan (kadhan budur) ateşi görmeleri ve böylece o odakları tespit etmeleri çağımızın askeri bir stratejisidir. Ne var ki, Kur’an bunu 1400 yıl önce (Bu kadar önemsemeden meallerde hemen okuyup geçtiğimiz ayetlerde) bildirmiştir. * DÖRDÜNCÜ VE BEŞİNCİ AYETLERE YAKIŞTIRILAN MEAL: “Ayakları altından toz kopararak, onunla düşman ordusunun arasına giren atlar hakkı için…” Kısaltarak sadece şöyle söylemek isterim: Ayette “Eğik atış, ivmeli atış” anlamıyla özdeşlenen PİKE YAPMAK vardır. Fakat meal veren kimse bir atın uçarak, havlanarak düşman gerisine düşmesine bir anlam veremediğinden “İçine dalmak, içine girmek” cümlesini seçmiştir. Dolayısıyla atlar da “tozu dumana katmaktadır.” Oysa ayette bildiğimiz toz değil; tam hakkıyla “ETKİ” olan atışa, “TEPKİ” olan patlama ve bunun çıkardığı infilak bulutu anlatılmıştır. Özellikle DUMAN çıkaran bir at düşünülemez. Beygir güçlü, ivmeli, bir yerinden ateş çıkararak gelen tepkili aracın, tepeden PİKE yaparak, düşman cephesinin arkasına, onların içine, ortasına düşerek, daha sonra patladığını ve bir patlama bulutu çıkardığını çağdaş akıl ve izan ile anlayabiliyoruz. Toz-dumana bir örnek de sis bombası ya da kamuflaj sisleri olabilir ama, kesinlikle “Atla işe gidip gelmediğimiz” bu çağda, toz-duman kaldırmak diyemeyiz. Gerçekten çağımızın mealcisi artık atıyla işine gitmiyor. Bunun yerine (örneğin) 60 beygir gücündeki, hiçbir atın çekemediği, kendinden motorlu ve değişik vites hızları olan, egzozundan yakıt yanığı bırakan otomobilini kullanıyor. Bir de mealler bu çağın gerçeklerine göre yazılsaydı!.. Bir mealci, okuyucusunu kendi çevirisiyle kısıtlar ve şartlandırırsa, Müslüman doğmuş okuyucu bile, işin aslını anlamaz ve –hâşâ- “Allah ne kadar basit konuşuyor, cenk meydanlarında atları koşuşturuyor, şimdi bunlar mı kaldı?” diye kendi dininin aciz olduğunun zehabına kapılabilir. Oysa Rabbimizin doğrudan söylediğinin dışında kalan tefsirci bu izlenimi yansıtmaktadır. İşte bütün bunlar olmasın diye, Kur‘an tefsirinin CEMAATLE yapılmasının altını çizip, duruyorum. Görüldüğü gibi, yalnızca “Dini bilimleri bilmek” yetmiyor. Bunun yanında “akıl-izan ve yorum” gücü de gerekiyor ki, surelerin bugünkü anlamına BİLİMDE UZMAN olmadan da ulaşalım ve onaylayalım.
REFERANS: 8
ADİYAT/1500 Kaldı ki “Yalnız âlimler anlar” ayetiyle bildirilen ve BİLİM gerektiren iler bir meal için akıl-izan ve yorum yanında âlimce akıl etmek gerekir. Normal olarak insanların sorumlu olmadığı ayetlerden (örneğin Cifir bilen) bir âlim için sorumluluk vardır. Aynı “Adiyat” suresinin çağımızda değil ama gelecek yüzyılın sonlarına doğru tecelli edecek derin ve ilahi anlamlarını burada uzun uzadıya açmak yerine kısaca, ama çık kısaca verip geçmek istiyorum: ADİYAT: Katı, sıvı ve gaz yakıtlı olmayan, fakat ışık yakıtlı yani saniyede 300.000 km.ye yaklaşan ve milyonlarca beygir gücüyle temsil edilen motor düzeneğinin genel adı. İçinde Dhurakhapalam (TARIK) barındıran teknoloji… DABHAN: Tarık suresinde ve Nur 35.-36. ayetlerde bildirilen, geçmişte de DHURAKHAPALAM diye bilinen, Nur-35. ayetteki tarifiyle tıpatıp uyan ve zeytin (Defne) simyasına bağlı olarak çalışan torunlarımızın zaman yolculuğu yaptığı aracın ismi. KADHAN: Foton (ışık) tepkimeli motor teknolojisi. Madde ve antimadde egzoz bölmesinde birbirine karıştırılınca, birbirini yok ederek, çok güçlü tepkimeli ışık ivmesine dönüşürler. (Foton tepkimeli manyetik şişe) SUBHAN: Uzay-üstü-uzay çıkabilen ve zaman ile eşleşerek, mekânı ortadan kaldırıp, uzay-üstü bölgede ya da gri hiçlik bölgesinde ebediyet çizgisinde kalan, Dhurakhapalam (Nur-35. ayet) ile birlikte kullanılan düzeneğin adı. NA’KAN: Yüksek negatif UFO (Tabandaki) merceği. Hiçbir hızlanmaya gerek duymaksızın, dünya ivmesi dışında kalarak, fakat dünyada olduğu halde hiç etkilenmeyen, çekimle yere düşmeyen, dünya ivmesinden daha büyük ivmeli düzeneğin adı. CE’MAN: Doğanın dört temel kuvvetinin niceliklerini (Enerji durumlarını) birbirine çevirebilen kompleks ve komprime motor fonksiyonu. Örneğin, güçlü nükleer kuvvet motoru madde-içinden-madde olarak geçirgen (Matter-through-matter) nötrinoları ve bozonları maddi parçacık haline getirebilen teknolojiler. Bunları kullanabilecek olan torunlarımız, çağımızda Philadelphia deneyi ile bile kanıtlanmış olan “elektromanyetik kuvveti de elektromanyetik aşırı fırtına amplifikatörleriyle yapabilmekte” ve teleportasyon (Tayyı mekân-Demateryalizasyon-İyonizasyon-Veliction) ile uzay-zamanda kat etmeden uzay-zamanda sıçrama yapabilmektedir. Son olarak çekim kuvvetini bir kütleden kurtararak, zahiri odağa alabilen Levitik motor, yerçekiminin tersine işlevi başarmaktadır. Sistem, kendi çekimini, kütleden arınmış olarak örneğin, araçtaki üç doğa kuvvetini, birbirine dönüştürebilmektedir. Böylece dünya çekimini yenmeye kullanabilmektedir. Böylece dünya çekimini yenmeye kullanabilmektedir. Araç dünyadan milyonlarca kez küçük, hafif ve dünyada, dünyanın çekimine tabi olduğu halde, çekim sabiti, dünyanınkinin üstünde kaldığı için, karadelik haricinde her kütleden hiç etkilenmeden kaçabilir ve böylece çekilme zıt bir anti-çekim oluşturarak, bir göksel
cisimden kaçmak için bilinen klasik bütün meşakkatleri (Kademeli roketler gibi) zahmetsizce yener. (Sur gravitik motor fonksiyonu) Böylece, viraj alırken otomobillerin bizi yana savurduğu, ya da uçakların merkezkaç kuvvet etkisiyle zig-zag çizemediği implus sakınımı yasasının üzerine çıkar, kendi momentumunu kendi oluşturur ve ani hareketlerde, viraj ve zig-zag ile indi-çıktı manevralarında hiçbir biçimde savrulamaya uğramadan korunmuş olur. Bu dört motor fonksiyonu, CEM’AN denen sistemde bir arada oluşturulur ve dilenirse bütün ivmeler, dilenirse biri, ikisi ya da üçü kullanılır. Adiyat içinde Dhurakhapalam barındıran kompleks motor düzeneği olup, torunlarımızın bulacağı UFO teknolojisinin tam adıdır. Rölativite güvencesinde, eğer ışık hızına yakın bir hızda gidip de öz-zamanı kısaltarak, gelecekteki çocuklarımızı, torunlarımızı SENKRONİZE olarak yakalayabilseydik, onların Kur’an’ın bu ileri anlamlarını çoktan aletli teknoloji ile başardıklarını görecektik. Eğer onların (UFO diyebileceğimiz) aygıtına konuk olsaydık, görecektik ki, dört motor fonksiyonunun tam randımanlı yol verilmesi sonucu, uzay-zaman’ın bittiği, ışık hızıyla eşlenildiği Feinberg bölgesi ya da Kurşuni Hiçlik denen, sür vites (Uzay-üstü-uzay) bölgesine geçecektir… Bu bölgede zaman durmakta, mekân ortadan kalkmaktadır ve TÜNELLER-ESİR-ZAR (membran) görünür olmaktadır. Ne siyah ne beyaz fakat tam gri olan bu bölgede, Nur-35. ayet gereği, “Dokunmasan da neredeyse tutuşacak” denen esir işlevi bulunmaktadır. Bu bölgenin konuğu yani madde bir nesne, o kurşuni hiçlik bölgesinde Dhurakhapalam ya da TARIK denen ve “Gece altın ya da metalik ışıltılar saçan” bir görüntüye sahip olur. Ama Kur’an’ımızda Tarık ismiyle verilmiştir. Tarık ve Nur ile Adiyat birbirinin Kur’an Cifirindeki DEVAMLARIDIR… Tarık suresinin ilk ayetleri “And olsun o göğe (Gri hiçlik bölgesine) ve Tarık’a… Tarık nedir bildin mi? (Nur suresinin 35. ayetine gönderiyor ve soruyor bu soruyu âlime, “şimdi anladın mı?” diyerek soruyor) O (Tarık) geceleyin (Gri hiçlik içinde) ışıklar (Dhurakhapalam ışıltıları) saçan bir tek yıldızdır. (Çünkü kurşuni hiçlik bölgesinde zaman ve mekân ortadan kalkınca, yıldızlar ve evren de ortadan kalktığı için, sadece uzay-üstüuzaya çıkan ve tek yıldız gibi parlayan sizin aracınız dışında hiçbir ışık yoktur.) Tarık suresi, daha sonra bu kitaba temizlerden (Arındırılmışlardın) başkasının el süremeyeceğini ve “Hiçbir nefis olmasın ki üzerinde gözetleyeni bulunmasın” diyerek sürenin sonunu, bir az önce çağımız ve ileri çağlara yönelik tefsirini yaptığımız Adiyat suresinin başına “VE” ile bağlayarak gönderiyor. Adiyatı “Âlimlere” anlattıktan sonra, Tarık’ın neyin nesi olduğunu “İleri anlamda verdiğimiz” tefsirle açıyor, sonra uzay-üstü-uzay bölgesine çıkan ve içinde bizim de bulunduğumuz o UFO’dan o noktada (Feinberg hız sıçrama fazından) bütün yaratılışı tümden ve gerçek olarak görmemizin mümkün olduğunu ve gözetleme yerinden (Hiçbir nefis yoktur ki, üzerinde gözetleyeni olmasın ayetiyle) istediğimiz ZAMAN’daki istediğimiz bir GALAKSİ ya da dünyanın bizzat kendisini “TARİHE GERİ GİDEREK” Hz. Hızır ve Zülkarneyn teknolojisindeki gibi, ya da KEHF ashabının (mağarada 309 yıl uyuyakalanların) nasıl uzay-üstü-uzay girerek, zamanda sıçrama yaptıklarını sunuyor…
Gerçekten de eğer görebilseydik, uzay-üstü-uzay yanı gri hiçlik bölgesi, rengiyle de biçimiyle de tam bir MAĞARA gibidir. Siz eğer Tarık ya da Dhurakhapalam aygıtında iseniz, istediğimiz bir ZAMAN RAKIMINI (Râkim) (*) işaretleyebilir ve o çağın dünyasının konuğu olabilirdiniz. Sizi ezkaza görenler ise “Uzaylı ya da UFONOT” sanabilirlerdi. Zaman yolculuğuna akıl erdiremediklerinden ise sizin kendi öz torunları olduğunuzu (Şimdiki durum da budur) akıl edemezlerdi. Adiyat, torunlarımızın zamanda geriye giderek, biz dedeleriyle hemzaman ve çağdaş olduran teknolojinin de adıdır. (*) Hz. Hızır, “Zamanın efendisi” olma niteliğini Kehf suresinde geçen “RÂKİM=Rakam, Rakım” tekniğiyle “Çağlar saatinin” herhangi bir zamanına ileri-geri gidebilmektedir.
Adiyat’ın “Beygir gücü” olduğunu akıl ve izan ile fakat Adiyat’ın ileri anlamını şimdi sunduğumuz uzay-üstü-uzay yolculuğu olduğunu ise bunlardan başka mutlaka bilim ile anlamak gerekir. Her çağın kitabı olan Kur’an’ın özüne inmek, Allah’ın asıl demek istediğine erişmek için, oradaki KULLARIN TERCÜMANLIĞINI ortadan kaldırmanız gerekir sevgideğer okurlar, Kur’an’ı doğrudan akıl-izan ile anlatmaya çalışarak, tahkiki imana kavuşmak için önce bilgilenmeye azmederiz. Her an “Rabbim, ilmimi çokça artır” diye dua ederek, önce ARİF olmaya yöneliniz, o zaman “Beygir gücünün” Adiyat olduğu hemen gözümüzün önüne serilecektir. Eğer daha ileri gider, daha çok öğrenir ve daha çok “Rabbim bilimimi çokça artır” denirse, bu dua, sizin bilmenizi, kavramanızı, analizci akılcılığınızı, sentezci muhakemenizi, mantık izanınızı harekete geçirecek, Allah’ın yolunda bilgi ivmelenmeniz çokça artacak, zekânız kıvraklaşacak, hafızanız evrensel bir depo gibi size binlerce kez genişleyecektir. O zaman büyük bir korkuya kapılacak ve AKLEN ARŞ’a gittiğinizi görerek, oradaki melekler gibi korkudan titreyeceksiniz. İşte o zaman size “ÂLİM adayı” denebilir ve size kozmik sırlar ve gelecek bir sır olmaktan çıkar… Ankebut-42. ayetteki gibi “İnsanlara Allah’ın verdiği ders ve misalleri yalnızca kulları içinde âlimlerin anlaması” uyarınca anlar ve anladığınız anda “Kulları içinde yalnızca âlimler Allah’tan korkar” ayetleriyle de tir tir titrerdiniz… Ve en önemlisi İslamiyet, “BİLİM” dinidir. Bunun böyle olduğunu Allah’ın sayısız ayetinden ve Resulullah’ın bir o kadar hadislerinden anlıyoruz. Şimdiki cildimizin içeriği uzayın ve paralel evrenlerle-ihtimal hesaplarının, daha sonra 11 boyutlu harika kuantum teoremlerinin üzerine kurulu bir öğretidir. Bu öğretiyi, mutlaka sırayla ve daha önceki ciltleri de okuyarak, izlemek gerekir. Böylece mümin okurlarımız, yitirdiğimiz 1400 yılın açığını birden kapamış ve yeni ufuklara, engin iklimlere açılmış olacaklardır. Bu öyle bir açılmadır ki, gelecek yüzyılın müşrik bilginlerinin de üstüne çıkmaktır. Çünkü onların, REHBER olan Kur’an ile ilişkileri kesilmiştir ve hem zarf (Göz) hem de mazruf (Kalp) mühürlenmiştir. Onlar “Madde uydusu”durlar. Madde uydusu olmak ise çok aşağılanmaktan öte yerin dibine geçmektir. Çünkü madde ÇEKİM yasasına uyar. Uyducusuna da kendiyle birlikte aşağıların aşağısı olan bu dünyaya çeker ve evrensel yükselişlere, mi’raclara, illiyyin’lere, Arş eşiğine götürmez insanı!.. Sadece Cehennem’in Gayya Kuyusu’na, Siccin’e götürür…
REFERANS: 9
“BEN ZAMANIM” Okurlarımıza sunduğumuz Arz-Arş dizisi, ne günümüzde ne gelecekteki ilk kuşağın döneminde dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir üniversitede okutulmayan bir ÖĞRETİ’dir. Bu öğretiyi özümseyen ve başucu kitabı yapan okurlarımız, dünya bilim limitinin üzerine çıkmış olacaklardır. O zaman bilginlerin âlim olmadığını göreceklerdir. Bu nedenle ZigZag öğretisi eserlerinin müminlerimizce ve bilime gönül vermiş olanlarca BİR DERS KİTABI gibi izlenilmesi gereklidir. Eserlerde fantezi ve kurgubilim hiç yoktur! Bugün bize masal gibi geleni örneğin UFO’sunda okuyan geleceğin insanı “İleri görüş” diye değerlendirecektir. Klasik Müslümanlığa ve onun klişeleşmiş terimlerine tepki duyan karşı görüşlü okurlarımızın bile kitaplarımızı okumasından son derece mutluyum. Bu nedenle o okurlarımla da kısa bir söyleşim olacaktır. Ben “ISMARLAMA” olarak Allah demiyor, iliklerime kadar korkuyla hissediyorum. Resulullah ve çevresindeki dinin dört direğini gerçekten seviyorum. Nasıl ki, sevgiliye şiir yazmakta özgürsek, bunu “ısmarlama” olarak yapmıyorsak, biz ALLAH KORKAĞI bilginler için de ALLAH, RESULÜ ve SAHABESİ bir aşktır. Ama bunu patoloji edebiyatı gibi yazmaktan da kaçınırım. Ben bilime âşık değilim. Daha doğrusu, bilim şehvetini, İslam’ı iyice idrak edince hemen bıraktım Kendimi bir an “Hz. Süleyman’ın yüzlerce at tavlaları ve haraları şehveti içindeymişçesine dünya milim mafyası içinde” buldum. Ama Hz. Süleyman gibi tövbe ederek, (Tövbeler, sibernetik dilinde, pozitif feed-back’ten kaçınmadır) laboratuar ve sermayedar gibi bağımlılıklardan kaçındım. Beynimi laboratuar yaparak ve hedefimi Kur’an’ın özel şifre hedeflerine kitleyerek, hiç acele etmeyerek, fakat birden ortaya çıktım. Ortaya çıkmamdaki zamanlama işareti es, kendi içimdeki bir akıllı dönüşümdü. Bilimin heva-heves hobisini ve şehveti olan aristokrasisini kariyerciliğini aşarak, “Halk ahmaktır” diyenleri karşıma alarak, halktan yana, HAKK’tan yana oldum. Bilim Allah’a giden bir köprüdür. Ama biz bu köprüyü aşınca, artık, bu köprünün bir cazibesi kalmıyor. O zaman anlıyoruz ki, “BİLİM” de bir araçmış; amaç değilmiş. Fakat bilimi bilmeyen için kesinlikle AMAÇ olmalıdır. Köprüden geçmek ya da şehirlerarası yolda otobüse, trene binmek zorundasınız. Ama bu ARAÇ sizin amacınız değildir. İlmen yakinlik de böyle bir araçtır. Bunu “SON DURAĞA” kadar götürürsünüz. Son durak “Amaçtır” artık!.. O an bilim hobisini, bilim otoritesi olmayı da aşıyorsunuz. Bunlar yolun sonunda otobüsten inince bir şey ifade etmiyor. Çünkü siz bilinmeyen ülkesine gelmiş oluyorsunuz. O ülkenin adı da GAYB (Kayıp dev âlem)dir. Siz orada kayboluyorsunuz. Bilmem kaybolmanın korkusunu, agora-fobisini hiç yaşayan oldu mu? Minicik bir çocuğun karanlıkta sokakta kaybolmasının paniğini
düşündünüz mü? Bilim sizi ışıklı bir yol gibi, KAYIP ülkesine, yani sonsuz ülkesine götürünce, o karanlıklarda başlarsınız TİR TİR titremeye… Orada cin-peri-hortlak-fare-akrep ve benzeri hiçbir nesne yoktur. Orada korkacağınız hiçbir şey yoktur. Orada siz bile yoksunuz. Orada “ORASI” var. Daha doğrusu “O” var!.. O’ndan korkuyorsunuz. O karanlık dev kayıp âleminde sizi korkutan “Karanlık” değildir. Çünkü karanlıktan kasıt, “BİLİNMEYEN ÜLKE”dir. Ama o ülkenin bizzat sizi YARATAN olduğunu hissediyorsunuz. Eğer karanlıklar olmasaydı, O’nu apaçık ve net-sarih olarak ÂYNEL YAKÎN da görebilirsiniz… Ne var ki, içinde bulunduğunuz o âlem, Nur-35. ayetin “NUR ÜSTÜNE NUR”udur. Bu nuru ruhunuzun gözü de göremez. Süper spektrum bölgesinde duyu-ötesi duyular da yetersizdir ve siz sonsuz boyutlu o ALLAH ülkesinde göremiyor, fakat “O”nu hissediyorsunuz: Karanlığın prizması, mutlak yokluğun gözleri, sensizliğin sesi size sesleniyor. Kendinizi evrenin en yalnızı hissediyorsunuz. “Burada” siz bile kendinize fazlasınız. Öz varlığınız nefsiniz bile kalabalık gibi geliyor. Ruhunuz “Ben yok oldum bende” diyor. Çünkü siz artık GAYBDAN bir parça oluyorsunuz, sizin adınız gayb oluyor. Önce şunu anlıyorsunuz: “BEN ZAMANDA GEZMİYORUM, ZAMAN BENDE GEZİYOR, BEN ZAMANIM!..” Hz. Hızır, bilgiç bilgiç başını sallıyor Bir süre ona hayran oluyorsunuz. Ama birden onu da istemiyorsunuz. Burada tek yalnız siz olmalısınız. Bir tefekkür daha: Resulullah, o insanların en doyumsuzu beliriyor birden. Hayransınız, hayransınız, hayransınız. “Ya giderse” diye korkuyorsunuz. Ama birden gitsin istiyorsunuz. Çünkü o size “ANCAK BEN DE SİZİN GİBİ İNSANIM” diyor. Ama diyene değil dedirtene bakıyorum: “DE Kİ, ancak ben de sizin gibi bir insanım” dedirten ve “DE Kİ…” diyene bakıyorum… Bir tefekkür daha: Ben, sen, o yok!.. Yok da yine de BİRİ var, bu gayb âlemi ülkesinde… Hani dokunmasan da nurlanacak olan… “HİÇBİR NEFİS OLMASIN Kİ ÜZERİNDE GÖZETLEYENİ BULUNMASIN!..” Karanlığın prizması beni gözetliyor. Karanlığın prizması mı? Hayır Yaratan!... Sadece “O” GAYBDA ERDİM BEN MURADA BİLİYORUM “O” BURADA!... Sonra birden “aşağıda” var oluyorsunuz: Aşağıların en aşağısında… Başlangıcın sonusonun başlangıcı oluyor. Yine “DE Kİ, Rabbim ilmimi çok çok çoğalt”tan başlıyorsunuz… Allah ilmimizi artırsın, sevgideğer okurlar…
“KUDRETİMİZE İNANMAYANLARA UFUKLARDA VE KENDİ SÜBJELERİNDEKİ AZAMETİMİZİ BİLDİRECEK, KUDRETİMİZE KANIT OLAN AYETLERİMİZİ MUTLAKA GÖSTERECEĞİZ…” Fussilet Suresi, 23. Ayet (Secde ayeti)
ONDÖRÜNCÜ BÖLÜM
KLASİK EVREN Kozmolojinin tarihçesi
KESİM: 69
ANTROPİK GÖRÜŞ
MİDİ BOYUT: İNSAN Evren, bizim evimiz, mekânımızdır. Yeni doğmuş bir çocuk gibi, önce en yakın çevremizi (doğayı, dünyayı) sonra evimizi (bilimde büyüdükçe) tanımamız gerekiyor. Evrenimizin bilinmesi, tanınması, tanımlanması, içeriği, tutarı ve “Ne”liğinin evinizin mimarisi için bir dizi önbilgiler sunmak istiyorum. Müslüman okuyucuyu bilgilendirmek ve halktan koparak, başını almış giden bilimden haberdar etmek üzere, evren-bilimin tarihçesi ve gerekçesi üzerinde durmamız gerekiyor. Kur’an öncesi kutsal kitapların tahrif görmüş anlayışına göre, evren fazla büyük olmayan ve yüksek bulutlara kadar uzanan bir KUTUR (Çap)’dur. Dünya bu evrenin merkezindedir. Atmosferimiz kadar olan bu minik evren, çevremizde dönmektedir. Dolayısıyla dünyanın merkez olduğu, yukarıda gök diye çevremizde dönen bir karpuz kadar güneş ve ay’a inanılan Hawking’in aşağıladığı bücür bir evren, bütün âlem olmaktadır. İşte bu modele yer-merkezli (Geosantrik) ilk evren modeli denmektedir. Gerçekten de kutsal kitaplar, “İnsan’ın evrenin merkezi” olduğunu söylerler. Ne var ki, insan ile dünya kastedildiği sanılarak, bu tebliğ yanlış ve güdük yoruma kurban gitmiştir. Allah ayetinde bizleri “Zerre” ile kıyaslamaktadır. Zerre gözün görebildiği en küçük partikül, (parçacık)tır. Ayrıca bundan büyüğü (Makro âlem, kürreler evreni) ve bundan küçüğü (mikro alem, atomaltı evren)de zikredilmiş ve insanın “GÖZLEMİ” (ya da gözlemcilik statüsü) bütün bunarın en ortasında konmuştur. İnsan, “Daha büyüğünü” teleskopla ve “Daha küçüğünü” bunu ters çevirerek mikroskopla görürkne, çıplak gözünün gördüğü çevreye de MİDİ-KOZMOS demiştir. İşte bu ÜÇLÜ düzen, bir yandan da evreni var eden RAHİM (Modül, servis)in ÜÇ KARANLIĞININ sırrıdır. Bilindiği gibi Kur’an’da “Doğum öncesi üç karanlıktan” söz edilmektedir. Başka ayetlerle açıklandığından, ÜÇ KUTUR (üç çap) ortaya çıkmaktadır. Bu hiyerarşik üç kutur’un en içteki ZERRE-ALTI(MİKROKOZM) ikincisi İNSAN (MİDİKOZM) ve en büyüğü, endıştakı ise KÜRRE-ÜSTÜ (Makrokozm) kuturlardır. Evrenin hiyerarşisi bu temel üzerindedir. Ve insan boyutu hem gerçekten hem rölatif en ortadadır, evrenin insana “göreceli” oluşuna örnek, bizim galaksimiz sabit gibi ve diğerleri “Bizden” kaçıyormuş gibi sanılmasıdır. Üç kutur olayını öncelikle burada açmakta yarar var. Böylece evrenin kuturlarının nasıl bir hiyerarşi oluşturduğunu izleyebileceğiz. Bir formülü okuyucularımdan bir kısmı hatırlayacaktır. İnsanın kutrunun bir atomun KUTUR‘una uzaklığının oranı ile Güneş (Kadar bir yıldızın) kutrunun insanın çapına oranı aynı sayı olarak ölçülmüş ve 1028 bulunmuştur.
İnsan
Güneş
İnsan
Kürre
_______ = _______ = 1028 _______ = ________ Atom
İnsan
Zerre
İnsan
Bu formülde insan, ORTA=MİDİ, MEZZO antropik boyuttur. Atom=Mikro minimum ve Güneş=Makro mega maksi boyutları temsil eder. Midi=n _________ Mikro= n∞
Makro=n∞
1
1
= ____________ = 1028 = ____ = ____ =1028 Midi=n
1
1
İçler dışlar çarpımı yapıldığında midinin karesi, yani insanın kutur karesi, maksimum ve minimum çarpımlarına yani 1028 ‘e eşittir. İnsanın kutur değeri karekökten çıkınca kalan sayı 1028 = yüz katrilyondur. Evrendi maddenin antimaddeye baskınlığı da 1028 fazlalıktır ve bu BİNDE-BİRE eşittir. (1028 kozmoloji ve nükleer fizikte beş yerde karşımıza çıkıyor. Eksponensiyal artışlara göre bir galaksinin de evrene oranı 1028‘dir. Aynı zamanda evrenin, eğrilik izafi yarıçapı 1028 cm’dir.) İnsan (Orta=Midi) boyutunun karesini temsil eden 1028 karekökten çıkarılınca 10=yüz katrilyon olup, zayıf nükleer kuvvetin, güçlü nükleer kuvvete oranıdır. Bu güneşin %7 oranında nötrino yaydığı 1014’ün de kareköke alınmasıyla çıkan 107 = 100 milyon sayısı olup “Uzak göklerin” yani gözlem ufkunun ışık yılı olarak bize uzaklığıdır. 1028 bir “SINIR” sayı, bir parametrik birimdir. Gökleri de belirler. Atom göğü, insan göğü, nücüm(yıldız) sistem göğü, metagalaktik gök, gözlem ufku olan gök ve sırayla diğer gökler. Evren sabitleri ve sınırlı nicelikleri, bu işleyişin faktörleridir. Çekimsel ve diğer kuvvetlere bağlı bütün dengeler bozulduğunda evren denen bildiğimiz en büyük yaratık da ömrünün sonuna gelmiş olacaktır. Görüldüğü gibi dünya bir merkez değildir. Fakat insan zerreler ve kürreler evrenin tam ortasında bir boyut olarak merkezdir. İnsanı (1) olarak kabul edersek ve evreni (n) = Sonsuz ve Kuantları 1/n (Sonsuzda bir) olarak düşündüğümüzde (1) ve sonsuzla (1)’in çarpımı yine sonsuz olduğu için sonsuzu (1)’e eşitlemiş oluruz. Bu demektir ki insan hem (1) kendi başına varlıktır, kısıtlıdır, kaderine tutsaktır; hem de insandaki kudret ve süperuzay’daki cemaat olmak sonsuz güçlere açıktır. Dolayısıyla insan aklı evrenden de büyüktür. İnsan aklı sonsuzu sınırlandırabilir, Allah’ın izin verdiği yere kadar yani sonsuz tane boyuttan oluşmuş “Gayb âlemine” kadar bütün evreni, maddi her katı gitmeden bilim
yoluyla hayal edebilir. Bunların bilinebileceğini Allah Kur’an’da birçok ayetle haber vermiştir. Örneğin Rahman suresinde “Cennetten başka iki cennet” ve bundan başka “iki cennet” ve buna ek olarak “Koyu yeşil iki cennetten” söz ederek, bu sırların “Âlimlerce” deşifre edilebileceğini bildirmektedir. Aksi halde Rabbimiz bu tanımlara girmez, “Koyu yeşili” anlayanlara şifre olarak vermez ve hiç söz etmezdi. Ama bilinmesini istemişse, bilmeye azmedenlere bir Bâtıni yol göstermektedir. Gerçekten, insan aklı sonsuz boyutlu gayb âlemine kadar uzanabiliyor. Bilim yalnız insan için verilmiş bir haktır. Maymunlar bilim yapamaz. Her melek kendi katını tanır, fakat isimlendirmeyi bilemez, başka kurtlardan habersizdir. Rükudaki secde edemez, ka’dedeki melek kıyam edemez!.. Atmosfer dışına çıkması yasaklanmış cinler ise, bilimi insanlardan izleyerek, dış evren sırlarına ulaşmaya çalışırlar. Kısaca, bilim insanın harcıdır, insanın Allah’tan kendisine ulaşılsın diye verdiği, haktır, nimettir. Fakat insan bilimde eli çok yavaştır. Kutsal kitapları da yorumlayamadığından, kısır meallendirerek tahrif eder. Örneğin Tevrat ve İncil de “İnsan’ın merkez oluşu, dünyanın merkez oluşu” sanılmış ve dünya merkezli=Geomsantrik bir işaret sanılmıştı. Kısaca özgür bilim, yalnızca insanın harcıdır, ALLAH’ın, kendisine ulaşılması için verdiği bir yetkidir. Bu nedenle bilim hem nimet hem hikmettir. Bilindiği üzere, KimyaFizik bilimin adı Arapça (ve Osmanlıca) “İlmi hikmet”tir. Gel gelelim insan, bilimde eli yavaş davranmaktadır. Çok ağır işleyen bir denemeyanılma-doğruyu bulma mekanizmasıyla çoğunlukla doğruyu bulmaya ömrü yetmemektedir ve “Yanlışlar” üzerinde ölmektedir. İnsan “Duygularını”, Allah’ın hikmetine katarak tahrif (Bozma, çürüme, etme gayretindedir. Bilimin içine kendi ideolojilerini katarak bilimin sürecini dün olduğu gibi bugün de geciktirmektedir. Oysa BİLİM’İ ALLAH başlatmış ve daha Hz. Âdem’e indirdiği sayfalar biçimindeki kitaplarında ve onun Cennet ile dünya hayatı terbiyesinde empoze etmiştir. Ama insanın açık düşmanı Şeytan ve bunun 72 katı tersgüdü olan NEFS aklı prangalamaktadır. Özellikle insan, kutsal kitapları, yorumlayamadığında kısır meallerle tahrif etmektedir. Örneğin Tevrat ve İncil’de “Antropik=insancı, insan merkezli” görüş, “Dünya merkezli=Geosantrik” görüş sanılmıştır. Allah’ın bildirdiği gerçek evren modeli yerine efsaneler (Mitler) konmuştur. Öyle ki, günümüzün ünlü İslami eserlerinde bu efsanelere, Yunan mitleri ve Tevrat’ın kara şeytani kitabı olan Kabbala’dan alıntılarla yer verilmektedir. (*) Esiri biçimler olan balık-boğa gibi takyonik modeller gerçek evren modellerine karıştırılmış, eski Yunan yarı-tanrıları(!) Atlas ve Herkül (Herkail) melek adı ile İslami eserlere alınmış, Kabbala’nın 7 dünyası da eklenmiştir.
Hz. Âdem’e gelen “Doğru bilim”, böylece peri masalları haline sokulmuştur. Zaman zaman gelen peygamberler, yanlışları doğrultmuş, ama neredeyse “Ertesi gün” insanlar
bunu saptırmışlardır. Örneğin, “Antik Mısır uygarlığı” çok tanrılıyken, gelen bir peygamber (muhtemelen Horus) onu “tek tanrılı din” yapmıştır ki bu Hz. Musa’dan çok çok öncedir. Ama yeniden bozulan bu dinde, Horus da bir ilah haline gelmiştir. Böylece Hz. Âdem’den başlayan “Irksal belleğin gizli sürekliliği” ya da “mental genetik(kalıtım)” yanlış ve doğruları sonraki kuşaklara ve uy2garlıklara taşınmıştır. HintMısır-Çin uygarlıklarında hem ALLAH peygamberlerinin öğretileri hem de cinlere tapınmanın bir karmaşası olduğunu görüyoruz.
KESİM: 99
EVREN BİLİME İLK AÇILIŞ
KOZMOLOJİ DOĞUYOR Böylesi karmaşa dönemlerden binlerce yıl sonra, bu uygarlıklar ile “Ön-Asya” uygarlıklarından etkilenen, “Antik Elenistik çok tanrılı Yunan masalcılığı”, dünyayı düz bir tepsi olarak algılamıştır. Bu tepsinin kenarları vardır. (Uçurum) kendisi de sonsuz büyük bir kaplumbağanın sırtındadır. Neyse ki “Eski Mısır da yetişmiş olan” Aristoteles, yunan masalcılığının dışına çıktığı “Gökyüzü üzerine” isimli eserinde, “Dünyanın tepsi değil de yuvarlak olduğu” gerçeğine ulaşıyordu. Ama kitabında gerçek olmayanlar, “Dünyanın dönmeden sabit durduğu ve evrenin tam merkezi olduğu” idi. Evren bizim çevremizde dönmekteydi. Evren ise, uzaklığın (Pek kestiremediğimiz bulut yükseklikleri) kubbesiyle ölçülüyordu. Bu kubbede Güneş, Ay ve yıldızlar “Göründüğü minik boyutlarda” (özellikle gece) yer alıyorlardı. Bu görüş 500 yıl gündemde kaldı. Milattan sonra 2. yüzyılda Ptolemy (diğer adı Batlamius) 500 yıl sonra Aristo’nun küçük evrenini biraz daha genişletti: Dünya yine yuvarlak ve merkezde olup, dönmektedir. Bunun üzerinde soğan kabukları gibi katmerli 7 gök (Ay, Güneş, Merkür, Venüs, Mars, Satürn felekleri) vardır. Bunlar bir yarıküre olarak dünya çevresinde dönerler. En dıştaki sekizinci çember ise “Sabit yıldızlar” feleğidir, (Atlas) bunun dışında da artık tanrı, Cennet, Cehennem için sonsuz geniş yer vardır. Dolayısıyla kilise bundan memnun olmuştur. Ptolemy, henüz elipsi akıl edemediğinden çember yörüngenin sorunları çıkmıştır. Örneğin Ay bize yarı-yarıya yaklaşmalıdır ya da iki katı uzaklaşmalıdır. Aristo-Ptolemy görüşü 1400 yıl kadar yürürlükte kaldı. Ancak 1514 yılında Leh rahibi Copernicus(Kopernik), dünya-merkezli (Geosantrik=Yer özekli) görüşün yerine, evrenin merkezinin Güneş olduğu (Gün özekli) modeli akıl etti. Buna göre Güneş merkezdeydi ve dünya, ay ile bilinen diğer 5 gezegen bu güneşin çevresindedir. Kopernik’in bu görüşü kilisenin hışmına uğradı. Onun bir asır sonra Danimarkalı Tyco Brahe ve öğrencisi Alman Johann Kepler ve İtalyan Galileo Galilei yeniden gündeme getirdiler. 1609 yılında Galileo, kendi elleriyle dünyanın ilk dürbününü yapınca, Aristo-Ptolemy
görüşünün sonu geldi. Galileo dünyanın döndüğünü ve Kepler ise daire yerine ilk kez “Elips” yörüngeleri fark etti. Böylece ilk dürbünle yapılan gözlemlerle, Kepler’in, “İki gök cismi arasındaki üç yasasının hesapları” birbiriyle tam uyuştu. (Gözleme dayalı fiziğin ilk siftahıdır bu olay.) Gök cisimlerinin niçin döndüğünü Kepler, Güneş’in mıknatıslık özelliğine yoruyordu. (Manyetik Güneş etkisi) Yaklaşık 80 yıl kadar sonra İngiliz rahibi ve tayfın bulucusu Isaac Newton’un “Matematik İlkelerinin Doğal Felsefesi” isimli 1687 yılı basımlı kitabı “Cisimlerin uzay ve zaman iç indeki hareketlerinin nasıl olduğunu”, matematiğiyle açıklıyor, ayrıca “Evrensel çekim yasasını” ortay koyuyordu, Çekim (Gravitation) ve görecelik (Rölativite) teriminin de isim babası olan Newton, “Göksel cisimlerin, kütleleri ve aralarındaki uzaklıkla orantılı olarak birbirlerini çektiğini” belirleyerek, modern bilimin temelini attı. Fakat Newton’un evreni, durağan, sabit (statik) ve sonsuzdu. Evrenin dinamik (hareketli) olup-olmayacağını ilk kez Alman Heinrich Olbers 1823 yılında sordu: Sonsuz statik bir evrende, yıldız sayısı da sonsuz olmalı ve gece bile gökyüzünü tamamen aydınlatmalı hiç gece olmamalıydı. “O zaman, evrenin sonsuzluğundan ya da statik oluşundan kuşku duyulmalıdır” diyordu. Bu “Kuşkuculuk” yolunu daha önce 1781 yılında Alman Kant, “Yalın düşüncenin kritiği” adlı yapıtında başlatmış ve diyalektik iki karşıt tezi işlemiştir. Kant ilk kez evren modelleri, başı ve sonu (geleceği) ile sınırları üzerine konuşan kişi olmuştur. Tez olarak, “Evrenin, zamanda başlangıcı, uzayda sınırı olup olmadığı” üzerine “Zamanın başlangıcı yoksa bir fizik olaydan önce sonsuz uzunlukta bir zaman gerekliliğinin” anti-tezi olarak “Evrenin bir başlangıcı varsa, ondan önce de sonsuz uzunlukta bir zaman” gerekliliğini ele alıyor ve şu soruyu soruyordu: “Evren işe başlamak için neden belli bir an seçmişti? Evrenin başka seçeneği yok muydu?” Biz bu soruları sürdürebiliriz: Evren ezeli olarak vardıysa, onu ezeli kılan kimdi? Evrenin yaratılması söz konusu ise, “Tanrı”, evreni yaratmadan önce ne yapıyordu? Bu soruların cevabını ileride vereceğimize göre, biz yine evren-bilim (Kozmoloji) tarihçemize dönelim. Galileo’nun dürbünü bulmasından önce, çıplak gözle görünen yıldız sayısı sadece 7 bin iken ilk gök dürbününde bu sayı birden 7 milyon oluverdi. Galileo, bir yandan da “Eylemsizlik kütlesini” bulmuştu. Newton bunu genelledi ve daha sonra Einstein da geometrik çekim (Genel rölativite) olarak evrenselleştirdi. Newton tayfı bulmuştu: Avusturyalı Doppler ise kendi adı verilen etkiyi tanımlamıştı. Bir ses (Işık da olabilir) kaynağından uzaklaştığımızda (ya da kaynak bizden uzaklaştırdığında) o ses (ışık) pes (bas) olur, ya da aynı kaynağa yaklaştığımızda (kaynak bize yaklaşırsa) bu ses bize tiz (treble) gelir. Işıkta pes=kırmızı ve tiz=mor renklerdir. Danimarkalı astronom Römer 1676 yılında “Işığın çok hızlı, sabit sonlu, sınırlı hızla gittiğini” Newton’dan on yıl önce belirledi. Hatta ışık hızını %75 doğrulukla ölçme başarısını göstermişti. Işığın yayılmasını açıklayan ve birbirinden aynı sanılan elektrik ve manyetizmayı “Elektromanyetizma” diye birleştiren İngiliz Maxwell, 1865 yılında ışığın dalga boylarını
ölçmeyi başarmış, radyo dalgalarını emrimize vermişti. Bu elektromanyetik dalgaların “Esir” denen bir ortamda yayıldığı inancına göre, Esir aranabilirdi artık… Mekanik bir “Esir” bulacaklarını sanan Amerikalı Michelson ve Morley ışık hızının gerçek hızını bulduktan başka, bu hızın sabit olduğunu gösterdiler… Evrende ilk kez “TEK BİR SABİT” bulunmuştu. Bu hareketli evreni, tek dayanak tek sabit kavram olan “Işık hızıyla” ölçebilirdik. Newton bu deneyden önce yaşadığından ömrü boyunca, evrende böyle bir sabit bulamayınca kendini sabit merkez saymak zorunda kalmıştı. Esir aranırken, ışığın hangi yöne gönderilirse gönderilsin, eşit zamanda, eşit yol aldığı ve asla birbirlerine ters ışık demetlerinin girişim yapmadığı anlaşılmıştı. İşte bu ışık hızının sabitliğini tescil ediyordu ama mekanik yobazlar bunu Esir’e karşı tutmuşlardı. 1887-1905 yılları arasındaki çalışmalarından Hollandalı Lorentz, “Esir’in içindeki bir saati geri bırakması gerektiğini ve uzunluğun esir içinde kısaldığını bildirerek, ilk kez, sabit sanılan uzunluk, zaman kütle gibi değerlerin, tam tersine yüksek bir hızda, esir içinde sabit değil; değişken olduğuna ilişkin, ünlü Lorentz dönüşüm (Değiştirgeç) formüllerini buldu… Einstein, hemen bu formülleri aldı. Newton’un bulamadığı (sabit tek şey olan) ışık hızına artık sağlam dayanabileceği fikrini kendisine üç hafta önce Fransız Poincare vermişti. Riemann’ın “Eğri Uzayı”nı bir arkadaşı tavsiye ederken öğretmeni Minkowski’den “Soyut zaman boyutunu” alarak tümüne “Newton’un evrensel çekimini” oturtunca, artık ünlü Rölativite kendiliğinden ortaya fırladı. Einstein, önce ayrı olan uzay ve zaman kavramını birleştirip komplike dört boyutlu kıldı. Enerji-madde eşdeğerliliğini ve parçacık-dalgacık özelliğini de uzay-zaman gibi birleştirdi ve uzlaşım armonisi olan teoremlerini kurdu. (1915) Evren, çekim etkisiyle eğrilmişti ve bu eğrilik ışığı da eğiyordu. Bu kıvrılmalar sonucu hem ışık dolandığı için zaman kaybediyordu hem de bir çekim etkisinin güçlü olması halinde, asıl geldiği kaynağın yerine onun serabını gösteriyordu. (*) Vakıa-75. ayette “Mevakiin nücüm=Yıldızların (kendileri değil) yerleri”, yedi anlamından biri “uzay-zamanın çekim etkisiyle eğrilen uzayın, gelen yıldız ışığını bükerek, bize zahiri (Serap) yerini” göstermesidir.
Önceki anlayışta, uzayın ve zamanın, içindeki olaylardan etkilenmeden, sonsuz geçmişten sonsuz geleceğe uzadığı sanılıyordu. Fakat rölativite teoremi ile, “İçinde olup-biten olaylardan uzayın ve zamanın birlikte etkilendiği” ortaya çıktı. Bu demekti ki, geçmişte sonlu bir zamandan gelecekteki belki de sonlu bir zamana kadar evren sabit (statik) kalamıyordu, dinamikti, hareketliydi!.. Bunun tek ispatını ise Hawking ile çalışma arkadaşı Penrose yapmış, “Rölativitenin, evrenin başı ve sonu olması gerektiğinin tekilliğini” açıklamışlardır. Şimdi “Evrenin hareketliliği” konusunun tarihçesini incelemeye alabiliriz:
KESİM: 100
“EVRENİ GENİŞLETMEKTEYİZ”
Kur’an’ın “Evrenin dinamik yani genişlemekte olduğunu Zariat-47. ayet zaten bildirmekteydi. Bu dinamik yapının ilk farkına varan Einstein Rölativitesidir. Ne var ki, Einstein bu dinamizmden rahatsız oldu ve 1915 yılında evreni statik(sabit) gösteren “Kozmik bir katsayı” icat etti. Einsetin’a tapınıldığı için, diğer fizikçiler bunu aynen kabul ederken, 1917 yılında Hollandalı Willem de Sitter, evrenin genişlemekte olduğunu gözlemledi. Newton’un “Tayfını” ve Doppler”in “Dalga kayması” buluşlarını(*) birleştiren Fraunhoffer’in yıldız prizması buluşunu, gözlemlere uygulayan “de Sitter” bazı yıldızların sabit, bazılarının da uzaklaşmakta yani hareketli olduğuna ilişkin “Kırmızı renkli dalga boyuna kaydığını” gözlemledi. Ne var ki, Einstein’ın teorik kozmolojik ilkesi” yüzünden bu gözlem bile boşa gidiyordu. (**) (*) Prizma: (Tayf, spektrografi), yıldızların soğurulma çizgilerine göre kimyevi ve hareketli yapısını çok duyarlı ölçer ve şeritteki kayma saptanır. Doppler etkisi: Hareketli bir ses dalgaları kaynağının bize yakınlaşırken tizleşmesi; uzaklaşırken, pesleşmesidir. Örneğin bir ışık kaynağı gerçekte “Yeşil” ise, biz bunu ancak, karşı karşıya anlarız. Ama bu gerçek renkten uzaklaşırsak, onu “Kırmızı=Pes dalga boyunda” görürüz. Bunun tersine ona yaklaşırsak “Mavi=Tiz dalga boyunda” görürüz. Hareketle ilgili olarak, dalga boylarının (ışık, ses vb.) sabit olmadığı böylece anlaşılmıştır. (**) Kozmolojik Sabit: Newton evrensel çekim sabitine özdeş Einstein geometrik çekim uzay katsayısı. Oysa rölativite denklemleri kesin sonuçlar verebildiğinden kozmolojik katsayı bir kariyer hatasıdır. Bu sabit “karşı çekim” kuvvetini icat ediyordu. Diğer doğa kuvvetlerinin bir yapayı gibi olan bu kuvvetle, çekim gideriliyor ve evren genişlemeden öyle sabit kalıyordu. Böylece Einstein kendi teoremiyle çelişkiye düşmüştü. Evrenin genişlemesini istemiyordu ve bunun yerine evrenin toplam enerjisinin sıfır olması için eklediği kozmolojik sabit faktörü, gerçek ölçümlerle, teorik hesapların farkını kapıyordu.
Einstein’a karşı çıkan Friedmann (1922) oldu. Çünkü rölativite, evrenin mutlaka hareketli olmasını öngörüyordu. Evren olduğu gibi duramazdı. Ya genişlemeli (Tayflar kırmızıya kaymalı) ya da daralmalıydı. (Tayftaki kayma mor ışığa doğru ilerlemeliydi.) De Sitter’in gözlemi ile Friedmann’ın hesaplarını birleştirmek yürekliliğini Amerikalı Edwin Hubble (Habıl okunur) üstlendi. Hubble daha önce galaktik evreni de fark etmişti. Galaksiler bilindiği gibi yıldızların oluşturduğu “evren adaları”dır. 1800 yılına gelmeden önce Uranüs gezegeni ve daha sonra berrak yaz gecelerinde gördüğümüz “Samanyolu ırmağının” bir yıldızlar kolu olduğunu bulan, yıldızların uzaklıklarını bize iyice hesap eden Herschell idi. Böylece artık bir “Galaksi” içinde yaşadığımız fikri yer etmeye başladı. Hubble döneminde, bu konulara açıklık geldi. Evrendeki tek galaksinin bizim Samanyolu olmadığı ve milyarlarca galaksinin (yani içinde milyarlarca güneş barındıran gök adaları, samanyolları denen evren adalarının) olduğunu
ortaya koyan Hubble’un güçlü dürbünleri en yakın komşu galaksi olan Andromeda’nın görüntüsüne bakarak, Samanyolu’nun da tıpa tıp ona benzediğini analojiyle ortaya koymuştu. (1924) İşte Habble, Andromeda’nın bir yıldız değil de galaksi olduğunu buldukta başka bu en yakındaki komşumuzun çok az bir kırmızıya kaymayla yani bizden uzaklaştığını buldu. Fakat en uzaktaki galaksiler çok daha büyük bir hızla kırmızıya kayarak, ne kadar uzaksa o büyük hızlarda genel bir kırmızıya kayma göstermekte ve aynı zamanda her birinin bizden ve birbirinden kaçtığı yani resesyon denen geri çekilmeyi yaptığını gösterdi. (1929) Bunun anlamını Hubble şöyle vermişti: Evren bir balon gibi genişliyor ve galaksiler arası uzay şişiyor… Zariat-47. ayet böylece tecelli etmiş ve genç kozmoloji bilimi 1927’de Hubble’un kendi adını taşıyan yasaları, sabiteleri ve diyagramlarıyla başlatılmıştı. Hubble eğrisi, galaksilerin bir noktadan çıkıp, giderek, hızlanıp, uzaklaştıklarını dile getirir. Bu dev hamleyi izleyerek, Gauss uzay geometrisi ve Minkowski zaman geometrisinden oluşan rölativite, Schwarzschild metrikleri ve Ricci tensorlarının da eklenmesiyle ilk kez başlatılıyordu.
İLERİ BİLGİLER: 48
ZARİAT-47 NASIL TECELLİ EDİYOR? Hubble’un yöntemi, bir galaksi merkezi alındığından diğerlerinin ondan uzaklığıyla orantılı olarak alındığından diğerlerinin ondan uzaklığıyla orantılı olarak hızlandığını, kaçtığını ortaya koymaktı. Uzaklaşmanın hızını giderek zayıflayan, dolayısıyla kırmızıya kayan tayf çizgilerindeki gözlenen dalga boyu ile dünyanın dalga boyunu oranlayarak, Hubble sabitini buluruz. Bu aktüel dalga boyu Doppler olayını yansıtır. (Hareketli olan pesleşir.) Bu kaymanın dalga boyunun birbirine bölümü, ışık hızıyla çarpılırsa bir galaksinin (Z) ile gösterilen uzaklaşma hızını verir. Bu, iki galaksinin uzaklaşma hızının, oradaki mesafe ile Hubble sabitinin çarpımına eşit olması demektir. Astronomide, uzaklık çap olduğunda astronomik bir üçgenin gök açısının yay üzerinde ayırdığı uzaklığa yani 3086x10¹³km. uzaklık ölçüsüne parsec denmektedir. Ancak kozmik uzaklıklar (on milyon parsec olan) megaparsec (mpc) ile ölçülür. Hubble ölçümleri, bütün galaksilerin ortak bir noktasından fırlamışçasına grafik doğrusuna yerleştirildiğinde, uzaklığın hıza oranının, her galaksi için sabit olduğunu gösteriyor. Bu durumda km/s cinsinden hız; mpc cinsinden uzaklığın birbirine oranı Hubble sabitini verir: (H: km/s¹/mcp) 3000 ışık yılında 100 km/s bir hızı anlatır. Zamanı ölçmemiz gerektiğinde de bu sabiti ters-yüz eder, uzaklığın hızla oranını buluruz:
1
mpc
___ = ______ = 1 H
km/s
H sabitini bildiğimizden evrenin yaşını bulabiliriz: Hubble sabiti her milyon ışık yılı için 15,3 km/s olup, 6 milyon ışık yılı uzaklığa kadar güvencelidir. Bundan ötede, gök cisimleri silikleştiği için bu yasadan sapmaların ölçümü zorlaşır. Birkaç yüz milyon ışık yılı ötede ise iyice belirsizleşir. Hubble yassı galaksilerin hızını (Z) cinsinden bulur. Yakın bir galakside (0,3) olan bu değer; uzak bir Kuazarda (4)’tür ve bu ışık hızının bir katından küçüktür. Işık hızı korsesini giyince, zorunlu olarak, Hubble formülüne çıkarma (Fren) elemanı ekleriz. Sözgelimi C172 Kuazarı Z-4=ışık hızının %91’i hızla bizden kaçmaktadır. Bu durum onun aktüel evrenin kenarına çok yakın olduğunu anlatır. 1028 km’den sonra gözlem sınırımız kısıtlanmıştır. Bu limitten sonra gör cisimleri ışık hızıyla kaçar ve bize ışık gönderemezler, istesek de “gözlem ufkumuz” dışını göremeyiz. Çünkü ışık hızıyla kaçan galaksilerle bile “kör” durumdayız… Evrenin yaşı da Hubble sabitiyle bulunur: Gözlem ufkumuzla ölçülen sabit “75-180” arası bir değer için evrenin yaşını 5 ila 3 milyar yıl, daha küçük bir değer için 10-20 milyar olarak hesaplattırır. 7,5 milyar yıl tolerans ile ortalama olarak evren 15 milyar yıl yaşındadır. Eğer evren sürekli genişleyecekse (Açık bir evren ise) ve sabit bir hızla genişleyecekse, Hubble sabiti değişmeyecektir. Ama bu kez ileri-geri değişirse, sabiteye de yansıyacaktır. Son olarak evrenin bu hesaplanan yaşının “gerçekte” yaşanmamış, daha kısa (belki de 6 gün olduğu) söylenebilir. Çünkü mekân boyutlarının sabit oluşuna karşılık, zaman boyutu ALABİLDİĞİNE DEĞİŞKEN hızlanan, yavaşlayan, bir saniyeye ebediyeti, 6 güne evrenin bütün ömrünü sığıştırabilen çok esnek bir boyuttur.
KESİM: 101
EVRENİN YARINI GÜNDEMDE
HUBBLE TEPE NOKTASI Hubble’un kozmogoninin babası olduğunu da açıkça söyleyebiliriz. 1920’lere kadar evrende tek galaksi olduğumuz sanılıyordu. Galaktikosantrik bir model, yine Hubble’un Andromeda’nın da galaksi olduğunu ortaya koyması ve daha sonra 10 28 tane galaksi bulunmasıyla terk edildi. Hubble açıklayana dek evrenin genişlemesinden kuşkulanılmaması nedensiz değildi. Çünkü bazı yıldızların sabit olduğu, diğerlerinin kaçtığı sanılıyordu. Sabit yıldızlar
Samanyolu’muzun içindedir ve Samanyolu genişlemez. Genişleyen yalnızca “Galaksiler” arası uzaydır. Galaksilerin boyutları değişmez. Kozmolojik bir sabit ise hiç yoktur. Evren genişlemektedir. İnsan daha çok “Gelecekle” ilgilendiğinden akla ilk gelen şu soru oluyor: Genişleme sürerse nereye ulaşırız? Hubble eğrisi bütün galaksilerin tek bir noktadan çıkıp, giderek hızla uzaklaştıklarını gösterince, bütün gözler “ortak nokta” üzerine çevrildi. Bu nokta evrenin başlangıcı mıydı, yoksa sonsuzdan gelip, sonsuza giden, bir parabolün en alçak noktası mıydı? Bunun cevabı uzayın “Küre” ya da “Semer” biçimli olmasındaydı. Öklid’in “Kutu” gibi evreni dışında “Egri” evrenler olabileceğini Gauss göstermişti. Gauss’in öğrencisi Riemann “Küre” biçiminde üç boyutlu uzayı; yani başladığımız noktaya er geç dönebileceğimiz “kapalı” bir evreni öngörmüştü. Buna göre galaksilerarası uzay, (bu küre bir balon gibi şiştiği için genişliyor denilir) öte yandan Labotchewski de evrenin bir “Semer” gibi sonsuzdan gelip sonsuza giden, başlangıcı-sonu olmayan bir yapısı daha olduğunu ortaya koymuştu. Bu ikincisinde; bir yolcu, bir noktadan çıkar, asla oraya geri dönemez, sonsuza yol alır… Evrenin iki ucu açık olabilir; evrenin yaradılışı varsa bir ucu kapalı öteki ucu sonsuza açık olabilir; ya da evrenin yaratılışı gibi yok oluşu da mümkün olabilir. Evrenin geçmişini ve gelecekteki yazgısını iki bölümde incelemek gerekir. Biz önce bu ikincisinden yani “Evrenin geleceğinden” orada bir kıyamet olup olmadığını soruşturalım. Evrenin ikinci ucu, açık ya da kapalı mıdır? Bu sorunun cevabı, evrenin genişlemesini önleyecek yeterli kütle çekimi olup-olmadığının belirlenmesinde yatar. Eğer evrende genişlemeyi önleyecek yeterli kütle çekimi varsa evren geri dönüp üzerine çökecektir. Aksi halde sonsuza kadar kaçacaktır. Evrenin genişleme enerjisi ile çekim enerjisinin cebirsel toplamı pozitifse evren sonsuza açılır; Negatifse durup, geri döner ve eğer “Sıfır” ise ara bir durum oluşur.
İLERİ BİLGİLER: 49
FREN PATLADI MI? Evrenin sonunun açık ya da kapalı olma ihtimalleri “Deuterium” ve “Desaccelaration” verileriyle izlenebilir: DEUTERIUM: Bu ağır hidrojen izotopu olan Deuteriumun yoğunluğu hesaplanırsa, çekim gücündeki değişiklik de hesaplanır. Uzayın oluşumundan günümüze kadar gelen bu yoğunluğun değişikliği, yani azalıp çoğalması, evrenin “açık” ya da “kapalı” olması demektir. Bu yöntem çok zor olup, sonuçlar günümüz için yetersizdir, ayrıca Helium yıldızlarda yok demektir.
DESACCELARATION: Evrenin genişleme hızının, birim zamanda azalması olan negatif ivmedir. Evreni genişleten ivmeye karşı gelen negatif ivmenin saptanması için yakın yıldız sistemlerinin hareket hızı, daha uzaktakilerle karşılaştırılıp, ilk günden bu yana, uzayın genişlemesindeki yavaşlama gözlenir. Bu yavaşlama varsa evren kapanacak; yani genişlemesi durup, terinse geriye bize doğru büzülecektir. Patlamayla oluşan itici gücün hızı sabit olursa Hubble sabiti de değişmez ve (H=50) değeri için evrenin çapı ve yaşı 20 milyar ışık yılı olur. Aksi halde değişir. Işık hızıyla kaçan bir galaksinin olay ufku bize 12 milyon ışık yılı ötededir ve biz bu sınıra 3 milyon ışık yılı kadar yakınız. Bu ufku görürsek, evrenin ucu açık olacaktır. Kozmik uzun yıllar sonra, bütün galaksiler gözlem ufkunu aşarak, gözümüzden silinecek ve bizi tek başımıza bırakacaktır. Ancak biz bu gözlem ufkunda gözümüzden kaybolanların (uzak kuazarlar vb.) yeniden o sahneye çıkmasıyla evrenin daralmakta olduğunu anlarız. Şimdiki gözlem ufku uzaklığının iki katına çıkması için evrenin kütlesinin de bir ya da iki misline çıkması gerekir. Ama evrende, onu iten ivmenin etkinliği azalıyorsa, açık bir evrenin uzaklaşma-yayılma hızı iyice yavaşlayabilir. Bugün bazı uzak galaksilerin bizden uzaklaşma hızından düşüldüğü gözlenmiştir. Bu da karşıt ivmenin habercisi olabilir. Evrenin içeriği ve tutarı olan kütle (yani misafir kütle) cisimlerin kümelendirdiğinde birine uygulandığı evrensel genel çekim; evreni genişleten patlamanın itici gücüne yetişirse evren kapalı, toplam enerji negatiftir. Çekim gücü eğer itici gücü dizginleyemezse evren açık, toplam enerji pozitiftir… Evrendeki kütle yeterliyse çekim genişlemeyi frenler. Madde ile eşdeğer olan ve evrenin itici gücü olan enerjinin de bizatihi bir kütlesi vardır ve ölçülebilir niceliktir. Enerjinin sakınımı ilkesi gereği evrenin toplam sabiti vardır. Evrenin toplam enerjisi ise evrenin kinetik enerjisiyle çekim enerji birleşmelerinden çıkar. Kinetik enerjisi evreni dışarıda açan, iten merkezkaç ittirici güçtür. Çekim ise bunun tersine evrenin bir noktaya dönüp, tüm radyant enerjilerini “Schwarzschild-Weber” çekim enerjisine çevirecek olan merkezcil (Hünnes) güçtür. Kinetik enerji evrende düzgün biçimde dağılmıştır. Ne var ki çekim, enerjinin herhangi bir dağılımını en küçük hacme indirger (ki bu da entropi bilgimize aykırıdır.) Madde-enerji eşdeğerliği, bize genişlemenin depo edilmiş kinetik enerjisini hesaplattırabilir. Kinetik ve gravitik enerjinin toplamları pozitif ise evren açık model olup, sonsuza doğru genişler. Bu değer negatifse evren kapalı olup, gerisin geriye darlaşacaktır. Eğer bu ikisi “Sıfır”la eşitleniyorsa o zaman da evren dinamik değil; statik-kararlı olacak demektir. Şimdiki gözlemlere inanırsak, sayılan madde miktarı evreni kapayacak olan kritik kütlenin üçte-biridir. Evrenin 1028 km. ile gösterilen rasat ufku içindeki istatistiksel dağılıma göre evren, kendini çekmeye yetecek, genişlemeye karşı koyacak olan kütlenin üçte-birine sahiptir. Bu doğrudan nükleer tekniğin şahsi sonuçlarıdır. Sonuç olarak evrenin geleceğini belirleyecek olan üç gözlemi değerlendirirsek, “Deuterium” yıldızlar da yok edildiğine göre bu yöntem çözüm değildir. Uzak galaksilerin ancak yavaşladığı gözlenince “karşıt ivme” doğrulanır. Evrende madde
kayıptır, kütle açığı gözlemlemediğimiz bir yerlerde olmalıdır. Evren göremediklerimiz, bilmediklerimiz, görmemezlikten gelinerek ya da dar görüşlü fizik evren görüşüyle, gereksiz ihtiyatlı ve bağnaz sayılar, hattı ideolojik art niyetli sakladığımız minimum dışında çok daha büyük olmalıdır. Yalnızca optik (ışıyan) yıldızlar, radyasyon veren beyaz üyeleri istatistiksel olarak dağılım hesaplarıyla sayıyoruz. Sistemimizin son gezegeni olan Plüton’a daha 1930’da (Tombaunh-Lowell) yeni buldu… Onun ötesinde kuşkulanılan onuncu ve daha geride bulunması muhtemel diğer gezegenleri henüz bulamıyoruz. Koca evrende, sadece ışıyanı (optik) sayarak yaptığımız bu hesaplar yalnızca “Gözleme dayalı” olduğundan, “Gözlemleyemediklerimizi” hiç saymamaktayız. Koca evren bize bomboş gibi gelmekle birlikte, ileri kesimlerde, bunun böyle olmadığını anlayacağız… “Toplam enerji pozitif” ise (Şimdi saydığımız madde miktarı itibariyle) evrenin kendi kendini çökertmeye yeterli çekimsel gücü yoksa sonsuza dek genişlemesini sürdürür ve yetersiz olan kütlesi onu tutmaya yetmez. Evren, “Semer” biçimini almak üzere sonsuza doğru kopup-gider. Açık evren modeli kenarları sonsuzda biten bir eyere benzediğine göre, sonsuz büyüklükte bir tek evren modeli demektir. Büyüklükçe sonsuz bir evrenin araştırılması ise esrarını korur. Böyle bir sonsuz çerçevesiz evrende hiçbir şey, herhangi bir özel durum ve konumda olamaz. Bir uzay gezegeni asla başladığı noktaya gelemez, sonsuza açılır. Semer (eyer) biçimli bir uzayda üçgenin iç açıları toplamı 180°’den küçüktür. Burada verilen bir noktadan sonsuz paralel çizilebilir.
KESİM: 102
GELECEĞİ AÇIK EVREN
SONSUZLUK TAKVİMİ Henüz yeteri kadar kütle sayımını bitirmediğimiz gibi evrenin yayılma hızının da sabit olup olmadığını bilmiyoruz. Hubble sabiti uzaklıkla orantılı olarak belirsizlik ilkesini büyütmektedir. Evrenin genişlemesi, uzaklığa bağlı olarak artar ve 12 milyon ışık yılı ötede genişleme hızı “Işık hızına” ulaşır. Bundan sonraki sınırı göremeyiz. Genişleme açık bir evrende sürünce de sınırdaki uzak galaksiler gözlemlemeyeceğimiz ötelere geçerler. Böylece sınırda olanlar da hızlanır ve bizi en sonunda lokal (yerel) kümemizle yalnız bırakırlar. 3 milyon ışık yılı sonra biz (Samanyolu) de sınıra ulaşıp “tek” bir galaksi olarak sonsuza yol alırız… Sonsuza gidersek sonumuz ne olur? Biliyoruz ki evren “Mutlak-zemheri soğuğundan” donacak ve kararacaktır. Yıldızlar ise sönüp kara üyelere dönüşecektir. Yıldızlar ise sönüp kara üyelere dönüşecektir. BU açık seyreltik evrendeki çökme merkezi namına ne varsa, kozmik karadeliklerin tüneline yakalanıp, sonsuz zamanlarda çürüyüp yozlaşacak ve sonsuzluk takvimi içinde sonlanacaktır. Bu senaryoya göre yaklaşık 50 milyar yıl sora güneşimiz; bir trilyon yıl sonra da tüm yıldızlar yakıtlarını tüketip, çökecekler ve 1019 yıl sonra galaktik dev bir karadelik olmak üzere birleşecektir. Bundan kurtulabilen çok az bir göksel cisim de galaksi dışına
savrulacaktır. 10106 yıl sonra (metagalaktik) merkezi karadelikler evrenin %98’ini yutarlar. Ancak hiçbir parçacığın sonlu bir uzayda sürekli kalmayacağını bildiren BELİRSİZLİK İLKESİ, “Tünel sürecini” ortaya çıkarır. Worm Hole denen Bükümlü tünel 101009 yıl sonra, bütün karadelikleri tahrip eder ve yeniden evren kütlesinin %98’i buharlaşarak ışıma enerjisine dönüşür. Bu sıcak enerji sürekli genişlemesini sürdüren evrene yeniden ışıma biçiminde dağılır. Bu arada geriye çok az bir sönük yıldız artığı ve gezegenler kalmıştır ki bunlar da dezentegrasyon sonucu diğer tüm evren elementleriyle birlikte demire dönüşmeye başlayacaktır. 102000 yıl sonra artık her şey katı bir demirden oluşan evrendir. Ancak demir-evren içeriği de bu andan itibaren yeniden karadeliğe dönüşür ve yeniden tünel onu çekip, alarak, kaynatır ve tüm maddeyi enerjiye çevirir. Sürekli genişlemekte olan evrenin son enerji ışıması mutlak soğuk dereceye kadar sürer. Sonuncu zayıflayan ışınımın son kuantı (Son fotonu) da yayınlanır ve evren bir daha aydınlanmamak üzere temelli, hem kararır, hem boşalır, buz tutar. Sonsuza ulaşmadan, evren sonsuz bir boşluk olarak kalacaktır. (Ancak biz karadeliklerin “Paralel kozmosa” açıldığını burada şimdilik bilmiyormuş gibi davranalım ve ileriye erteleyelim.) Evrenin toplam enerjisi “Artı” olduğunda evren açıktır. Fakat ikisi eşitse, yani toplam enerji sıfırsa, yine evrenin açık olduğu anlamına gelir. Elbette böyle bir evren modelinin açmazları vardır. Willem De Sitter, böyle bir evrenin gerçekten, dümdüz olması gerektiğini göstermektedir. Dümdüz evren demek, “içinde onu eğecek hiçbir kütlenin, cismin, maddenin olmaması” demektir. Bu bakımdan “De Sitter” evreninde madde yoktur ve kendiliğinden kozmolojik sabit oluşur. Toplam enerji (artı-eksi) değil de sıfırsa Einstein’ın uzay katsayısı olan kozmolojik sabit devreye girer ve kararlı duruma ulaşır. Bu “Ara durum” nötr olmak demektir. Eğer bu nötr bir nötral enerjiyse, bundan pozitif etki üreten yerel enerji sapmalarına neden olan bazı etkenlerin varlığı zorunlu olur. Açık bir evrene benzer biçimde genişleme sürer ama etkinlikler azaldıkça da uzaklaşma iyice yavaşlayabilir. Ara durum bize tek bir olay ufku olmaksızın, yalnız başımıza kalmamızı gerektiriyor. Yavaşlama, negatif ivme faktörü olmakla birlikte galaksiler asla geri dönmez; tam tersine her biri kendi başına yapayalnız kalır. Evren ne genişler, ne de kendi üzerine düşmek için geri dönmez, “Durağan-stabil” kararlı olarak durur ve her galaksiye “yalnızlık” kaderi kalır. Galaktik yalnızlık ötesinde karadeliklerin yutması, yani çok aşırı bükülmüş uzay da, çok küçük mesafeler için de geçerlidir. Işıktan hızlı olmak durumunda da ortaya çıkan bir “Yalnızlık”tır.
KESİM: 103
GÜNEŞ BATIDAN DOĞUYOR
GELECEĞİ KAPALI EVREN
Toplam enerjinin negatif olması, evrende yeterli kütlenin var olması demektir. O zaman evrenin gelecekteki biçimi küre olur; çekim etkisiyle yuvalandığı ortaya çıkar. Genişlemesini sürdüremeyen evren, büzülerek kendi üzerine kapanmak üzere geri döner. Bu tersine oynayan bir film gibidir; Hubble sabiti değişir ve evrenin yaşı on milyar yöresinde olur. Galaktik bileşenler çekime yenildiklerinden, tersine yolculuk giderek darlaşan, tayfı “Mora” kayan evren içinde yaşadığımızı bize haber verirdi. Kapalı bir evren konsantrik (eş merkezli) bir küre olup, evrenin tüm bileşenleri, bu küre yüzeyinde yaşar. Işık, bu yüzeyden ayrılamadan eninde-sonunda başladığı noktaya döner. Kapalı küre evrene “Riemann soyut uzayı” denir. Böyle bir küre sonludur, aynı zamanda “Sürekli” olduğu için sonsuzdur. Dışarıya sinyal göndermeksizin, yola çıktığımız noktaya gelebiliriz. Geometrik çekim etkisiyle küreleşen bu uzaya dünyamız biçim olarak iyi örnektir. Yüzeyinden ayrılmadan tur atabilir, yola çıktığımız noktaya bir ekvator turu atarak dönebiliriz. Ekvatorun üzerinden iki dik açı çıkarıp, bunları paralel gibi çizeriz. Ama kutuplarda “dik açı” olarak birleştiğinden, bir doğruya dışında verilen bir noktadan hiçbir paralel çizilmeyeceğini ve bir üçgende iç açılar toplamanın 180°’den büyük (örneğimizde üç dik açı 270°) olduğunu görürüz. İki nokta arasında en kıza yol da bir doğru parçası değil; yay parçasıdır. Dünya yüzeyi yalnızca iki boyutludur. Evreni insanlar (Öklid’in şahsındaki sembolik biçimiyle) “Üç boyutlu ve düz” olarak algılamışlardır. Ta ki, “Gauss” bu sezgili görüşü “Soyut uzay modelleriyle” yıkana kadar… Gauss, öğrencisi Riemann ve daha sonra Lobatçevski, uzayın düz olmadığını gösterdiler. Onların bu matematik modelleri Einstein’in ünlü “uzayına” ilham oldu. Uzaydan başka “Zaman” da dört boyutluyla birleştirildiğinde, “Genel rölativite” teoremi ortaya çıkıyordu. Bu teorem, evrenin genişleyip daralmasını yani hareketli olmasını şart koşuyordu. Hubble, bunu resmen doğruladı ve evrenin genişlediği kesinleşti. Evren genişliyorsa “Başı” nedir, nerededir? Hubble tepe noktası bulunduğuna göre, acaba evren sonsuz bir zamandan alçalmış ve Hubble tepe noktasından sonra yeninde yükselmeye koyulmuş “Öncesiz” bir evren miydi? Yoksa Hubble tepe noktasında yaratılmış mıydı? “Hubble tepe noktası” hakkında, başlıca iki görüş gelişti; Hubble’un tepe noktasında evrenin yaratıldığını ileri süren ve evrene önceliksizlik tanımayan görüş ve bunun terinse, daha önceki bir büzülmenin yeniden açılması olan “Ezeli-ebedi” yaratılmamış evren modeli. Birincisi Riemann’ın küresi; ikincisi de Lobatçevski’nin semeri idi. (Öklid’in düz uzayı değil.)
ŞEKİL: 40 RÖLÂTİVİST EVREN MODELLERİNİN EN YALIN GÖSTERİMİ Sunduğumuz grafiği, tablo tamamlamaktadır. Evren modellerini tanımlayan bu anahtar çizimde beş seçenek vardır. Harflendirilmiş, eğriler, modelleri göstermekteyiz. Z harfleri ise numaralandırlımış olarak ZAMANI vermektedir. X ise “Hubble”un tepe noktasıdır. a. (Z5) aslında SOYUT bir uzay-zamandır. Koordinatlar sanaldır, eksidir ve anomalisi vardır. Zaman boyutu da imajinerdir. Bir bakıma da “Daha hiç yaratılmamış, bekleyen bir evreni” ya da “Takyonik, ışıktan hızlı titreşen bir evreni anlatmaktadır. Bu bizden önce çökmüş bir evren de olabilir. Enerjisi süper uzayda beklemededir.
b. (Z4) evreni, Einstein’ın kozmolojik ilkesinin ve W. De Sitter’in “içinde madde olmayan DÜMDÜZ” evrenidir. Ama biliyoruz ki evrende onu çekim etkisiyle eğrilten madde vardır. “Boş” denen bu evren modeli olsaydı bile geçmişi 20 milyar yıla uzardı, yani başsız olamazdı. c. (Z3) zaman çapı ve uzay modeli eğrisi, daha önceki ciltlerimizde sunduğumuz
Lobatçevski’nin semeri ya da eyeri olan, sonsuzdan gelen ve sonsuza giden parabolik uzay modelidir. Buna “Açık evren” de demekteyiz. d. (Z2) eski evren anlayışını, Öklid’in tanımladığı hacimli uzayı anlatır. Fakat eğrisi itibariyle buna “BASIK EVREN” denir. “Açıktır”, sonu gelmez. (Hawking katsayısına göre o da 20 milyar yıllık bir başlangıca sahiptir. Enerji pozitif olduğundan bu evren de çökmez.)
e. (Z1) “Yaratıldığı gibi kapanmasıyla yani kıyameti de şart olan bu evrene “KAPALI” model denir ve bunu Riemann’ın Küresel evreni olarak önceki cildimizde tanımlamıştık. Bu modelde, hem de bir kez yaratılma ve yok olma söz konusudur, hem de eğriyi “Osilasyon” haline getirdiğimizde “Genişleyip-büzülen” pulsatif evren modeli de ortaya çıkacaktır.
Tablomuzda Hubble sabiti değeri (H=50) verilmiştir. Bu sayede, hem evrenin yaşını hem de ortalama yoğunluğunu bulabilmekteyiz. Yoğunlukları, evrenin çöküp çökmeyeceğini belirler. (b) modelinde evrenin toplam enerjisi “sıfır”dır. (Burada yalnızca Takyonlar vardır.) (c) ve (d) evrenlerinde de enerji pozitiftir ve evreni çöktürmez. Evren yalnızca (e) şıkkında toplam enerjisi “POZİTİF” olduğu için çökmek zorundadır. Evrenin yaratıldığını belirten görüş, Belçikalı rahip Lemaitre’den gelmiştir. Hubble, evrenin genişlemesini haber verince 1930’larda Lemaitre “Evrenin” dev bir NÖTRON’un parçalanıp açılmasından doğduğunu ileri sürdü. (Nötronun bir elektron bırakarak, protona dönüşmesinden yararlanılmış model) Bu nötron ağırlığı evrenin ağırlığına eşit çok yoğun bir “kozmik yumurta” diye nitelendirilmiştir. Çünkü evren onun içinden kuluçkadan çıkma zamanı gelince bir civciv gibi ortaya çıkmış, sonra giderek büyümüştür. Böylece Hubble’un tepe noktasında sonsuz sıkışmış olan evrenin tutan dışarı saçılmış, yaratılış gerçekleşmişti. Evrenin yaratılmadığını savunan ve tanrısızlık ideolojisini savunan Milne’dir. 1932 yılında onun bu görüşünün tek dayanağı Einstein’in (yanlışı olan) Kozmolojik ilkesi idi. Milne’nin modeli kütle ve basınç etkilerinden hiç söz etmemekte olduğundan zaten bilimsel değildi. Her iki “Prototop” öngörülüşler, çok geçmeden daha gelişkin modellere temel olacaklardı. Şimdi bu modelleri ve tarihçesini sunacağız. Öncelikle “Milne’nin açık evreni” üzerinde duracağız. (*) Dileyen okuyucu, bu klasik modelleri ve ilkel-öncü senaryoları okumadan atlayabilir. İleri bilgileri, uzman ya da titiz okur kesimi için sunmaktayız.
İLERİ BİLGİLER: 50
SÜREKLİ YARATILAN KARARLI EVREN MODELİ Einstein da dinamik bir evreni durdurmak için “Kozmolojik katsayı”yı gündeme getirmişti. İzotropik eşçekim ileri durumlarda sınırlandırmalar getirmiyordu. Böylece bilim çevreleri ve kamuoyu Einstein’a sarsılmaz bir inançla bağlandığından 1948-1965 yıllarından moda teorisi “Kararlı, durağan sabit bir evren” görüşüydü. (Steady state üniverse) Böylece maddeci, egzistansiyalist ve internationalist – çıkarcı çevreler “Tanrı” yerine “Evreni” koymayı yeğlediler. Evrenin tarihi (yani ne zaman yaratıldığı) ve evrenin coğrafyası (yani nerede bulunduğumuz) önemli değildi. Ne zaman, nerede yaşadığımızı soramıyorduk. Evren, kenarları sonsuzda biten bir “Semer” üzerindeydi ve her zaman vardı, hep oradaydı. Önceden sunduğumuz gibi bir başlangıcı da yoktu. (Ezeliymiş!) Çünkü sonsuz bir başlangıç, sonu olmayan son ile telafi edilebilir. Kozimk bir zaman, her parçacığın bir bileşeni ve onun da bir bileşeni ve yine bunun da bir bileşeni… olarak sonsuzlaşıyordu. Böylece zamanın sonu gelmiyor ve bir çıkışı, yaratılışı (akıllarınca) olmamalıydı. 1948 yılında öncülüğünü Fred Hoyle’un yaptığı Gold, Bondi gibi popüler, ateist astronomlar, böyle bir evren modeli “balonu” uçurdular. Bu model, tanrı inancının “Nedeni”ni de gideriyordu. Evren de Tanrı’ya şirktir ve ebedi ezelidir. Tanrı gibi (!) doğmamış-yaratılmamış-ölümsüzdür. Evren, sonsuz uzayda sonsuz bileşenlerin yasalarının oluşturduğu tek bir bütün, bütün bir sistemdir. Hubble’un “Tepe” noktası, sonsuzdan gelip sonsuza giden “Eyer”in en alçak noktasıydı. Evrenin öncesi ezeliydi (!) ve patlayarak yaratılmamıştı. Evren hep vardı ve sonsuza kadar da var olacaktı. (!)
İLERİ BİLGİLER: 51
EVREN DURUR, BİZ KÜÇÜLÜRÜZ!... Kararlı evren modellerinden biri de P. A. M. DIRAC’ın “kendisi kararlı olduğu halde genişleyen” evren teorisidir. Dirac gibi çok ünlü biri, bunu bir model olarak değil de, “OLABİLİRLİK” üzerine kurmuş ve 1937 yılında ortaya koymuştur. Dirac, “Yıldızsal parlaklığın (Kadir) zamanın dördüncü kuvveti ile ters orantılı olduğunu” bulunca, aklına kararlı (Steady State) evren için şöyle bir olabilirlik gelmiştir: Evren genişlemekte, fakat içindeki atomik boyutların küçülmesi sonucu, bizim evrenimizin genişlediğini sanmaktayız.
Bu görüşü bir örnek ile açıklayalım: Evreni sabit bir ODA sayalım: Bu odanın içindeki gözlemci, giderek küçülmekte. Ama düzgün biçimde küçüldüğünün farkına varamamakta, bu nedenle göreceli olarak, odanın ve odadaki eşyaların büyüdüğünü sanmaktadır. Burada oda evrendir ve gözlemcinin elinde tayf vardır. Odadan köşegenlerine tayfla bakan gözlemci, tayfın kırmızı ışın bölgesine kaydığına bakarak “Kendisinin sabit bir referans” olduğuna inanarak, odanın (evrenin) genişlediğini söyleyecektir. Bunun için de atomik mesafelerin kısalması, değişmezliğine inandığımız kuanta sayıları, ışık hızı vb. gibi sabitlerin değişmesi gerekmekte ve mevcut bilimi terk ederek, yeniden bir bilim kurmak zorunluluğu doğmaktadır. Çünkü atomlar arası mesafe küçülmekte olunca, bütün bilim kitapları sil-baştan yeniden yazılmak zorundadır. Bu olabilirliğe Dirac da inanmıyordu. Fakat inatçı ateist Fred Hoyle yeniden kuracağı bu teoriye Dirac’ın dinamik ve geometrik çekiminin uyumlu değişmez, teorisini mesnet olarak aldı. Yıldızsal parlaklık zamanın dördüncü kuvvetiyle ters orantılı olarak azalıyorsa, zamanla ters orantılı olarak çekim sabiti de değişmelidir. Bu yeni dengeli durum (Stady State) teorisi uyarınca çekimin zayıflaması nedeniyle (şimdiki elips olan) yörüngeler sabit olmaz, giderek genişleyen helezonlar oluşturur. Bunu uydumuz ay için uygularsak, Ay’ın ortalama hareketleri, on milyar yılda dörtte-bir oranında azalmalıydı. Bu %25 azalma içindeki %13 payı, Dünya’nın Ay ile gel-git çatışması ve %12’lik payı da zayıflayan çekim göstermelidir. Ne var ki, Hoyle-Dirac modelinde çekimin etkisi yok denecek kadar azdır. Dolayısıyla evrenimizin, bu modeldeki gibi “Sabit kaldığını, fakat bizlerin boyutlarının küçüldüğünü” söylemek mümkün değildir. Nasıl ki Einstein’ın itirafı üzerine “Hata” olduğunu belirttiği kozmolojik sabitini “Ateist ideoloji mensubu” bilim adamları ısrarla kendi tezlerini kurmak için kullandılarsa, Dirac’ın bu “Eğlencelik” modelini de aynı mantıkla kullanmaya yeltenmişlerdi. Aslında Dirac’ın bu evren modeli “Maddi=Tardyon” evrende geçerli olamaz. Ama (Eğer kendisi akıl edebilseydi) model “Takyonik=Esiri” bir evrende soyut kütle nezdinde geçerlidir. Çünkü maddi evrende mekân boyutları REEL (Gerçel, somut, sıfırdan büyüktür) fakat zaman boyutu imajiner (Sanal, soyut) olup, zaman ileri akar. Fakat takyon evreninde tam tersine mekân boyutları sanal (Soyut); zaman boyutu ise REEL (Gerçel, somut, sıfırdan büyüktür) fakat zaman boyutu imajiner (Sanal, soyut) olup, zaman ileri akar. Fakat takyon evreninde, tam tersine mekân boyutları sanal (Soyut); zaman boyutu ise REEL (Sıfırdan büyük) olup, “NEGATİF DELTA UZAYI” denen Hilbert modelinde zaman ters akmaktadır. Dolayısıyla orada bir genişleme değil; tersine bir büzüşme söz konusu olunca, sabit bir soyut evrende, o türün varlıklarının boyutları küçülebilirdi. Fakat bu özel şart sadece
“Hilbert’in negatif delta-2 modelinde” geçerlidir.
KESİM: 104
KOZMOLOJİNİN YÜKSELİŞİ
YARATILAN EVREN TEORİSİ Gerek Hoyle’un gerekse Dirac’ın ve gerekse Einstein’ın SABİT (Dengeli) evrenlerinden sonra şimdi de, sabit olmayan, genişleyen evren modeli üzerinde duracağız. Belçikalı Lemaitre’nin teklifi üzerinde birleşen Ralph ALPHER, Hans BETHE ve George GAMOW, 1948 yılında bir araya gelerek, “Big Bang” denen büyük patlama teoremlerini yaptılar. Bu modelde, “Evrenin mutlaka başı var” düşüncesinden yola çıkılmıştı. Teorem, Alpher’in öğretmeni de olan teorik deha Gamow’un adının öne geçmesini sağlamıştır. (1948) Hubble’ın 1926 yılında bildirdiği tepe noktasından, sonsuz küçük bir hacimde ve sonsuz bir uzay-zaman eğrilmesine sahip, sonsuz sıcaklıklardaki noktasal bir kaynaktan geldiği fikrine, “Üç kafadar”, (Genişleyen Hubble enlemlerini tersine bir evrimle küçülterek, genişleyeceği yerde) filmin tersine oynatıldığı evrenin büzülmesi kurgusuyla ulaşmışlardı. Böylece bir periyodun en alt yani başat bir noktasından, sonlu bir başlangıç fikri ortaya çıkıyordu. Evren bu “Tepe noktasına” öteki görüşlerin tersine sonsuza kadar açık bir semerden gelmemiş, sonlu bir başlangıçtan gelmiştir. Hubble’un tepe noktası “Doğruyu” yarı-doğru yapıyordu ve evrenin eski sonsuz ucu kapandığı için ezelilik iptal oluyordu. Bunun için “geçmişte yaratılmış olduğumuzu” söylüyorlardı. Evren zaman içinde bir dönemde sonsuz küçüklükte bir nokta (Hubble‘un tepe noktası ya da öğretimizdeki Aknokta)dan büyük bir patlamaya birden açılmış, şişmeye başlamış ve halen genişlemesini sürdürmektedir. Genişledikçe de kararmakta ve soğumaktadır. Şimdi madde, enerji ve galaktik bileşenler olarak ne varsa hepsi bu iğne ucundan milyarlarca kez küçük noktada “Minyatür kalıplar” olarak beklemekteydi. Sonra büyük patlamayla evren ortaya çıktı. Evrenin yaratıldığını yerinde düşünmüşlerdi. Ama ne var ki, teorileri “Einstein’in kozmolojik sabiti” ile çatışıyordu. Einstein ve Hoyle’un popülerliği, bu teoriyi bir ilahi rastlantıya kadar gölgede bıraktı ve hiç söz edilmedi. Ateistlerin süksesi 1965 yılına kadar sürdü. 1965’de “Şanslı bir kaza” diye literatüre geçen buluş gerçekleşti. FM radyosu denen 7 cm’lik radyo dalgaları bandında istenmeyen sürekli bir hışırtıyı yok etmeye çalışan Wilson ve Penzias isimli bir çift radyo-astronom, bu paraziti yok etmek üzere anteni ne tarafa çevirirlerse çevirsinler, her yönden-her doğrultudan eşit değerde bir hışırtı geldiğini hayretle gördüler. “İzotrop” bu gürültü yok edilemezdi. Çünkü evrenin her yerinden gelen doğal bir radyo elektrik ışımadır. Bu bulguyu Peeples ve Dicke yorumladıklarında kozmolojide ikinci darbe gerçekleşmiş bulunuyordu…
Bu vızıltı büyük patlamanın yani Gamow’un haber verdiği “Big Bang’in” milyonlarca yıl sonra soğuyan sesiydi. Şiddetli patlama on-onbeş milyar yıl boyunca genişleyen uzayda yol aldığından, zamanla soğuyup, kalınlaşarak “Uzun IR radyosunu bandına” geçmişti. Bu giderilemeyen ses, geçmişin radyodan seslenişi; yaradılışın hoparlördeki sesiydi! Gamow’un başını çektiği üçlü, bilim tarihinde ilk defa inanılmaz bir şeyi başarmışlardı. Teorik fizik Gamow, Bethe ve Alpher ile biz mensuplarını yüreklendirdi ve gerçekten, artık deneylemeden önce ileri sürdüğümüz teoriler o andan beri ilahi bir hikmet eseri, hep doğrulanıyor! Gamow önceden haber verme yeteneğini “Yaradılışından yüz saniye sonra %10 oranında oluşan Helyum’un bu oranını 1948 yılında hesaplayarak ve “Sıcaklığın zamanın kareköküyle orantılı” olarak azalıp, bugün buz tutmaya 3°C kaldığını çok yakın bir tahminle ölçmüştür. Bütün bunlar doğrulanmıştır. Gamow, “evren-bilimin” ikinci mimarıdır. Newton’a kadar astroloji ve 1925 yılına kadar da, sadece astronomi bilimi, Hubble sayesinde ilk kez kozmoloji (Evren-bilim) adını alıyordu. Yaklaşık 40 yıl sonra Gamow teoreminin doğrulanmasıyla resmen kozmoloji başlatılıyordu. Üstelik bu çok yeni bilim dalının içine klasik astronomi ve yepyeni “Kozmogoni=Yaratılış-bilimi” giriyordu. Kozmoloji ANA BİLİM olurken, astronomi artık onun bir dalı oluyordu…
İLERİ BİLGİLER: 52
KLASİK BİG-BANG SENARYOSU Şimdi kabaca, “Big-Bang teoreminin” klasik senaryosuna göz atalım. Bu ilk haliyle, henüz, parçacık fiziğinin o dönemde hakkıyla bilinmemesi yüzünden, birçok eksiği vardır. Örneğin, “Antimaddenin varlığı”na yer vermez. Evren neden tek-tiptir? Niçin en başta o kadar sıcaktı? Bu sorulara “Big-Bang teoremi” bir açıklama getirmemiştir ama yaratılışı, büyük patlamanın birinci saniyesinden bu yana anlatır. Buna termodinamik ve kuantum denklemlerinin iyice gelişmesi izin vermiştir. Öyle ki yaratılışın ilk saniyesinin milyondabirinci saniyesinden öncesi, belirsizleşir… Evren, yaratılış anının örneğin 10-35 saniyesinde ve 10-36 cm. çapındayken henüz soyuttur. Biz ancak “Planck sabitinin tabanı” ya da ”Hilbert uzayının tavanı” denen limitten sonrasını anlayabiliriz. Çünkü daha önce evren henüz kuantlaşmamaktadır. Evren o dönem imajiner (Soyut, sanal)dır. Isı, sonsuz sıcaklık derecelerindedir. Yoğunluk da sonsuza yakındır. Örneğin yaratılışın 10-24 (saniyenin milyon kez milyar kez milyarda-biri) zamanda, bu noktasal evrenin santimetreküpteki yoğunluğu 1044 (10 sayısının yanına 44 sıfır konacak) tondur. Isı ise yüz trilyon derece kadardır. Güneş yüzeyinin 6000 derece olduğu düşünülürse, ne demek istediğimiz anlaşılır. Asıl somut yaratılış, saniyenin milyonda-biri zamanda ve sıcaklık on trilyon dereceyken başlamıştır. Evrende şimdi ne varsa, içeriği, tutarı neyse, “OL” ilahi buyruğu gereği
HEMEN olmuştur. (*) Yaratılış patlamasıyla ilgili ayetleri bu bandın önceki ciltlerinde sunmuştuk. Bu bakımdan, ayetlerin, sürelerin adresini sürekli tekrarlamak gereksiz olacaktır.
I-TÜM YARATILMA DÖNEMİ: Önce sert etkileşen HADRONLARI (Nükleonlar ve mezonlar) var edilmiştir. Buna rağmen henüz, uzay-zaman yoktur, yaratılış soyuttur. Bu arada cehennemi sıcaklık her saniyenin trilyonda-biri kadar geçen bir zaman süreci içinde bir milyar derecede daha azalmaktadır. Bu düşmenin eşiğinde “Isı dengesi2 dediğimiz termodinamik yasa işbaşına geçince, artık SOMUT yaratılışı iyice çözebilmekteyiz. Buna göre saniyenin milyonda-bir bir zamanda sıcaklık 10 trilyon ısı derecesidir. Bu sırada yaratılan çekirdekler çok sert etkileşmektedir. “Hadronik dönem” de denen bu evre, saniyenin yüz binde-biri kadar olan zamana kadar sürer. Bu arada çekirdekler ve antiçekirdekler birbirinden ayrılırlar ve karşı karşıya gelip birbirlerini yok etmeye başlarlar. Eşlenikler birbirini böylece yok edince, milyarda-bir fazlalıkla 1028 tane maddi (antimaddi değil) çekirdek (Nükleon) artığı kalır ki evrenimiz işte bu nicelikten ortaya çıkmıştır. Bu sırada evrenin sıcaklığı ise 4 trilyon derecedir. Hadronik bu dönem, saniyenin yüz binde-birinden on binde-birine kadar sürer. II-PİYONLARIN YOK OLMASI: Saniyenin on binde-birinden başlayarak günümüze kadar süren bu dönemde, kararsız çekirdek parçacıkları (Hyperon) ve nükleonlar ardından piyon (*) denen mezonlar da aynı yolla birbirini bir anda yok ederek ışımaya dönüşürler. Sıra muonlara gelir ve onlar da yok olurlar. (*) Şimdilik bunları özetlerken örneğin “Kuarklardan” söz etmeyeceğiz ve o dönemin tanımını taklit edeceğiz. Kuarklar o dönem henüz bilinmediği için birbirinin karşıtı olan iki kuark kombinezonundan oluşan Pi-mezonlarından (Piyon da denir) söz edeceğiz…
Bu sırada evrende yoğunluk, suyun yoğunluğu (1) olduğunda suyun dört milyar katı olup, ısı da bir milyar derece daha düşmüştür. Parçacıklar rölâtivist olarak birbirini oluşturmaktadırlar. Evren ise henüz 10 km. yol almıştır. Yani evrenin o dönem büyüklüğü, bir kasabanın çapı kadardır… III-LEPTONİK DÖNEM: Leptonlar hafif ve kararlı parçacık ailesinin ismidir. Bu ailede nötrinolar, elektron pozitron çiftleri ve en ağırı olan maunlar vardır. Tıpkı madde-anti madde çekirdeklerinin birimini yok edip de geriye 1028 parçacık ya da milyarda-bir artık elektron dışında kalanı fotonlara (ışımaya) dönüşür. Bir önceki dönemde proton ve nötron milyarda-bir fazlalıkla elektron bırakırlar. Gerisi fotonlara (ışımaya) dönüşür. Bir önceki dönemde proton ve nötron sayısı eşittir. Ama nötronlara nötrinolar çarptığında, nötronlar pozitron ve protona dönüşürler. Böylece hızla nötronların sayısı protonlara oranla azalır. Kalanlar da protonlarla birleşerek helyum çekirdeğini oluştururlar O andan itibaren, etkileşime giren nötronalar da artık SESSİZ görevlerini günümüze kadar sürdürmek üzere serbest kalırlar ve hiçbir tepkimeye girmeden uzayda yol alırlar. IV-IŞIMALI DÖNEM:
Birinci saniye ile ilk milyonuncu yıl arasında sürer. Elektron-pozitron yok olmaları fotonlara dönüşür ve geriye fotonlar ile çekirdek parçacıkları kalır. Lüksüz olan fotonlar yok olmadığından, radyasyon yoluyla yayılıp, fosil ışımayı bize getirmek üzere yola çıkarlar. Fotonların sayısı nükleonların (Baryonların) milyar katıdır. Evren, o dönemde aşır ısıcak bir plazma halindedir. Yaratılış patlamasından tam bir saniye sonra bu plazma biraz soğur ve parçalar birbiriyle etkileşip, eşleniklerle birlikte yok olmaya başlayarak “Foton”lara dönüşürler. Kalan milyarda-bir proton ve elektron “Artık” yaratılacak evrenin “Belirlenmiş niceliğidir”. Bu artık 1028 hidrojen atomu olup “Baryonik” terimiyle açıklanır. Yani madde-antimaddeden 1028 birim fazladır. Üç dakika sonra ısı bir milyar derece daha düşer ve çekirdekler oluşmaya koyulurlar. Ama bu yükler ısıda henüz atom olacak biçimde bu elektronlar çekirdeklere bağlanamaz. 13 dakika sonra radyoaktif nötronlar elektronları ve nötrinoları bırakarak protona dönüşürler. Geriye “Helium ve Deuterium çekirdeğine” bağlı olan nötronlar kalır yalnızca… Serbest nötronlar 13’üncü dakikada elektron ve protona dönüşürlerken çok önemli bir miktarda nötrino kalıntısı da evreni tıka basa doldurur. V-İLK YARIM MİLYON YIL: Uzay genişledikçe fotonlar daha da soğur. Proton ile elektronlar foton basıncından kurtulurlar. Böylece Hadronik dönemde iş başında olan güçlü nükleer kuvvet etkisini azaltınca Leptonik dönemde “Zayıf nükleer kuvvet” ortaya çıkar. En son olarak, “çekim” kuvveti kütlesi genişlemeyi tempoca denetlemeye başlamak üzere sahneye çıkar. Fotonlar ise ışıyarak alabildiğine uzaya açılırlar. VI-ATOM YILDIZ DÖNEMİ: Yaratılışın 600.000’inci yılında evren, 5000°C sıcaklığa iner. Evrende yüksük dolusu (1 cm³) uzayda 1000 parçacık vardır. Yüz bin yıl sonra sıcaklık 3000°C’ye düşer ve artık, bu proton ile elektronu bağlayacak olan elektromanyetik kuvvet ortaya çıkar. Her proton bir elektron bağlayarak “Hidrojen” atomunu; Helyum çekirdekleri de çift elektron bağlayarak “Helyum elementini” oluştururlar. Helyumun bu durumu bir fizik evrim değildir. O soy gazdır. Eğer böyle olmasaydı, doğada yasaklanan Helyum-5 ve Lityum-8 izotopları ile birlikte evrenin enerjisini “Sünger gibi emip” yok edeceklerdi. Fakat doğada bir izotopları yasaklayan Rabbimiz evrenin yaratılışına yol vermiştir… Atom döneminde yaratılışın sayısal niceliği belirlenmiştir. Bu nicelik “madde sakınımına” temel alınmıştır. Atomların birleşmesi ve uzayın genişlemesi, aralarından süzülüp geçen fotonların bize ulaşmasını sağlar. Serbest elektronlarla etkileşen fotonlar; elektronların bağlanması nedeniyle önleri açılır. Genişledikçe tenhalaşan evrende artık madde ile rastlaşamayan bu fotonlar, o günkü 3000°C ’den, şimdiki -270°C sıcaklığa kadar giderek soğurlar. Bu soğuma 0,3 eV olup Wilson-Penzlas’ın “Fosil ışıması” olarak günümüzde yaratılışı anlatır ve bize kendini radyonun FM bandından dinletir…
İLERİ BİLGİLER: 53
EVRENİN GENİŞLEME HIZI VE İZOTROPİ Evrenin yapısında çok hassas iki faktör vardır. Bunlardan birincisi evrenin genişleme hızıdır. Evrenin genişleme hızı öylesine inanılmazdır ki, bu garip rastlantı için ALLAH’tan başka bir etmen ihtimali düşünülemiyor. Çünkü evren, (sonsuza kadar genişleyen modellerle, çöken modelleri ayıran) “kritik hıza” çok yakın bir hızla genişlemiş ve bu hızını 16 milyar yıl sonra bile kesmemiş, aynı hızla genişlemektedir. Büyük patlamadan bir saniye sonraki genişleme hızının yüz milyarda-bir oranında eksilmesi halinde, evren bugünü görmeden, daha önce çökecekti. Bu kritik hızı yine “Dahi Hawking” bulmuştur. Yaratılmanın evriminde ve evrelerinde sırlar vardır. Hawking “en başta garip bir şey geçmiş olmalıdır” diyerek tekilliklerin (ALLAH etkisinin) kaçınılmaz olduğunu kanıtlıyordu. Evren “ışıktan hızlı” nasıl haberleşip, izotropiyi sağlardı? Bütün bölgeler tıpatıp aynı davranmaya nasıl zorlandı? Karşı galaksiler var mıdır? Evrenin biçimi nasıldır? Geleceği-öncesi?.. Termodinamik-Kuantum denklemleri bize saniyelerin milyonda-biri zamanları tanımlayan kesin hesaplar verir. Çünkü sonsuz eğrilmiş bir uzayda nokta hacimde kütle yoğunluğu uzay geometrisi olan Riemann Lobatçevski önermeleri, Newton ve Einstein sabitleri o dönemde önemsizdir. O dönemde her şey “sonsuz” gözükür. Sıcaklık, statik uzay bükülmesi ve zamanın varlığı gibi… Ne var ki, “Uzay” başlayınca, bu etkiler bizi açmaza itecek kadar büyür. Yaratılışın “Sıfır zamanın” öncesini bilemediğimiz gibi 10-23 saniyeye kadar soyut uzayın olduğu tekilliği de normal fizik yolla bilemeyiz. Aynı zamanda, milyon yıl ile 500 milyon yıl arasında olup bitenleri de bilemiyoruz. Bu galaksi bulutlarının olduğu dönemdir. “Galaktik dönem” öncesi kesinsizlikler ve ölçüm eksiklikleri, ölçüm sapmaları da “genişleyen uzayla” birlikte genişler. Baryon fazlası olay Lepton döneminde başlar ve ışımalı o dönemde iyice karışır. Bunun gibi homojen bir bulutun 500 milyon yıl boyunca galaksi olması için acaba ne etkimiştir? Heterojen ayrık kümeler nereden gelmiştir? Bu kümelerin sarmallarının dönüş hareketinin başlangıcı nedir? Rotasyon gibi bir şoku hangi etki başlatmıştır? Galaksilerin kütle eksiğini telafi eden nedir? Kuazarlar mı? Yaratılışa kuark-gluon-rişon nasıl sokulmalıdır? Akıl (takyon) boyutu nasıl bizimle ilişkilendirilmelidir? Birleşik olan teorisyenleri bu sorulara henüz bir cevap bulamamışlar… Bu soruların cevaplarını, kısmen sunmuştuk. (*) Yazarımızın Arz’dan Arş’a Sonsuzluk kulesi ve Arz’dan Arş’a Mi’rac bantlarında Hawking ile birlikte ortak bu sorulara cevap bulduklarını okuyucu hatırlayacaktır. Buradaki soruların anlamı, evren-bilimin gelişme dönemindeki soruları yansıtmaktadır. Bilim tarihçesindeki modellere ve teorilere döneceğiz. Daha önce “izotropi” ve parçacık
ufuklarının iki türü” üzerinde ileri bilgilere başvurmayı deneyelim. Şimdi bu soruların içinde en can alıcısı olan izotropi olayına değineceğiz. WilsonPenzias’ın !”Büyük Patlamayı doğruladıkları” ışıma, bütün evren modellerini aynı zamanda çıkmaza sokmuştur. Evreni dolduran bu tek-tip ışımaya, hatırlanırsa, daha önceki ciltlerimizde de yer vermiştik. Bu tek-tip ışımanın çok adı vardır. Back ground (Zemin) ya da “Arka-plan” ışıması, artık ya da fosil ışıma, fon ışıması, kozmik radyasyon vb. denmektedir. Evrenin bütün zemini bir tür (Uniform), türdeş (Homojen) ve her yönden gelen, her yönden aynı değerde gelen bu elektromanyetik radyasyonla doludur. Evrenin her doğrultuda aynılığına “İzotropi” diyoruz. Hubble ile başlayan kozmolojinin temel ilkelerinden ikincisi ve en önemlisi ve bir o kadar önemli bilmecesi de “Evrenin nasıl olup da hangi doğrultudan bakılırsa bakılsın” aynı (izotrop) ve türdeş (homojen) göründüğüdür. “Gözlem ufkumuz” içindeki fizik evrenin içeriği türdeş yapısı tek-biçim homojendir. Anizotrop kuraldan sapmalar binde-birden bile az ölçümlenmiştir. Dolayısıyla 12 milyon ışık yılı içindeki evren TEK-TİP’tir. Bu ayrıcalık, aynı zamanda türdeştir. (Uniform-homojen) Bütün bunlar da evrenin geri planı diye nitelendirilir. Geri plan radyasyonu yani arka-fon ışıması sabit bir duvar gibi düşünüldüğünde, bizler, “Doppler etkisiyle” bu arka plandan kaçmaktayız. Ne kadar uzaklaşırsak, bunun anlamı, evrenin o kadar soğumakta olduğudur. Kırmızıya kaymayı (Doppler etkisini) eğer bazı yerlerde değişik izleseydik, bir istisna olarak, bu antizorpiden yararlanabilir ve hareketimizin yönünü belirleyebilirdik. Ama gelen izotropluktan şaşma (Anizotropi) binde-bir olduğundan, bu oranı kullandığımızda, evrenin çapını saniyede 300 km. bir hızla büyüttüğünü anlıyoruz. Bu da ışığın hızının binde-biridir. Evren 12 milyon ışık yılı gibi devasa bir ölçekte niçin böyle tekdüze ve düpdüzgündür? Sadece madde yoğunluğunun düzensiz değişimine etkiyen meçhul kuvvet dışında, uzaydaki her koordinat noktasından ve her yönden evren tamamen aynı monotonlukla görünmektedir. Isı derecesi birbirine eşit olan zemindeki mikrodalgadan evrenin kaçma hızı (kozmik hız), Gamow metrikleriyle ölçülebilmektedir. (Binde-bir olan izotropsuzluğu=aniztropi oranı, evrenin saniyede genişleme hızının 300 km. olduğunu gösteriyor. Biz arka plan ışımasında özel bir yönü gözleme sınırındayız.) “Birbirinden uzaklaşan parçacıklar, aralarına ışık hızı girdiği halde, birbirleriyle haberleşemeyecek kadar uzaklaşmalarına rağmen nasıl birbirinin aynı davranmaktadırlar? Bu parçalar nasıl eşdeğer ve tıpkı-yoğunlukta olmuşlardır? Birbirine görünmedikleri halde, birbirlerinin aynı davranmaktadırlar? “Hiçbir etki ışıktan hızlı yayılmaz” ilkesine gönül vermiş isek “evrenin bileşenleri birbirinden habersizken aynı tip davranışa nasıl zorlandıkları” sorusu ortaya çıkar. Göreceli olarak galaksiler birbirlerinden ışık hızının bile erişemeyeceği mesafelerle uzaklaşmakta oldukları halde nasıl bir istihbarat birliği kurmuşlardır? Birbirine görünmeyen kendi başına kalmış galaksilerin, parçacıkların yekdiğerinden habersiz olmaları gerekirdi. Böyle bir evren “İZOTROP” değil; ANİZOTROP olurdu… Ve homojen değil; HETEROJEN olurdu. Hiçbir kesim, bir diğerine benzemezdi. Oysa evren
tek-biçimdir. Ama böyle olmamalıdır. Çünkü bir kaynaktan çıkan iki yayılma yönü arasında 30 açı derecesinden daha fazla açılar gözlenmektedir. Bu açımlık yayılan bir çift nesnenin birbiriyle iletişimde bulunmasını yasaklarken, buna rağmen evren nasıl türdeş olarak ışımaktadır? Bunun öncesinde, evren “TAM İZOTROP” olmalıydı. Öyle ki kümelenmiş yıldız ve galaktik lokal düzensizliğe de yer verilmemeliydi. Evren modellerini “açmaza sokan” bir izotropi bilmecesini gidermek için bilim adamları başka planlar geliştirmişler, “ışıktan hızlı gidilemeyeceği” yasağını ihlal etmemek için kimi evrenin patlamadan birden dev bir şişme gösterdiğini, kimi aynı anda, birçok noktada aynı değerde patlamalar olduğunu ve iç içe eridiğini ileri sürdü. Bunlara yeri geldikçe değineceğiz. Daha önce, izotropinin nasıl sağlanacağına ilişkin tespitlerimi inceleyelim:
İLERİ BİLGİLER: 54
UFUKLARDAKİ KUDRET, NEFİSLERDEKİ KUVVET Öğretimiz, “Evrende hiçbir etkinin ışıktan hızlı yayılmayacağı” yasağına karşıdır. Evrende doğal olarak ışıktan hızlı yayılan “Soyut” kütle birimleri vardır. Bunun dışında zaman okunun tersine çalışacağı bir “Geri haberleşme” de ışık hızıyla gerçekleştirilebilir. Evren, ayrıca “Tarih içinde geriye yolculuk yaparak” öncesiyle haberleşebilir. Ancak biz önce karadelik olay ufuklarındaki maddenin ışıktan hızlı gitmesini hatırlatalım: Çok hızlı dönen bir karadelik üzerinde “Normal” bir hızla yolculuk yaparak “Işık hızını aşarız. Karadeliğe bu yutulma da ışıktan hızlı gittiğimizin imasıdır. Çünkü karadelik bize “ışıktan” hızlı hareket eder gözükür. Yüksek derecede bükülü uzaydaki çok küçük mesafelerde, özel relativity aksiyomu geçersiz kalmaktadır. Yani bizim olay ufkumuzun bir parçası da karadelik ufkunun yüzeyidir. Evrendeki izotropi böyle bir “Işıktan hızlı” gitmekte de mümkün olabilir. O zaman evrenimizin “Thorne’un cüce kara evreni” olduğu anlaşılırda. Daha önceki cildimizde “Seyreltik kara evren” adı altında bu konuyu sunmuştuk. Durum böyleyse, “İzotrop-türdeş” olmak, sadece bizim evrenimizdedir. Bu önerme, “Olay ufuklarıyla” ilgilidir. Seyreltik karadelik örneğinde olduğu gibi, evrene şamil bir Schwarzschild yarıçapı, “Yeterince yoğun” olmayınca bütün galaksiler birbirlerini (Gözlem ufkuyla olay ufku aynılaştığı için) eşit çekerler. Eğer evrenimiz bir karadelik (Seyreltik cüce evren) uzayı biçimindeyse bütün olay-gözlem ufuklarımız sadece 12 milyon ışık yılı uzakları kapsıyorsa, izotropiyi açıklayabilirdi. Ama bu da yeterli değildir. Çünkü böyle bir evren, dışarıda kalan bütün sonsuz evren inde bir kısıtlı bölgedir.
Şimdi “Ufuklardan” söz edebiliriz: İki türlü ufuk vardır. Bunlardan biri KÜRRELER evrenin ufku; diğeri de bunun minyatür yapısı olan ZERRELER evreninin ufkudur. Kürreler evreninin ufkuna fizikte “GÖZLEM UFKU” demekteyiz. Gözlem ufkumuz şimdi 12 milyon ışık yılı uzaklıktadır ve evrenin izafi yarıçapı buna göre 10 28 cm’dir. Bu alan içinde kalan çevre evren tamamen izotroptur. Fakat evren, genişlemesi nedeniyle balon gibi şişmektedir. Dolayısıyla yüzeyi genişlemektedir. Bu yüzeyde, yüz milyar kadar galaksi bulunmaktadır ve balon genişledikçe birbirlerinden iyice uzaklaşmaktadırlar. Bir galaksiden çıkan ışık, öteki galaksiye bu genişleme nedeniyle sabit bir aralıkta ulaşamaz. “Hedef sürekli kaçtığından” birbirlerine bir dönem sonra ışıklarını ulaştıramayacaklardır. Çünkü biz evrenle ışık (fotonlar) aracılığıyla haberleşiriz. Eğer bir yerden bize hiçbir ışık gelmiyorsa, o kaynağı göremeyiz. Bize en yakın galaksi Andromeda’yı okurlarımız hatırlayacaklardır. Bugün, bizim galaksimiz Samanyolu’ndan 3-4 milyon ışık yılı ötede olan Andromeda galaksisi, sürekli olarak aramızdaki uzay şişip-genişlediğinden bizden uzaklaşmaktadır. Bir gün bizden kaçması 12 milyon ışık yılı (Şimdikinin yaklaşık dört katı) olunca bizim gözlem ufkumuzun da ardına geçip, saklanacak, görünmez olacaktır. Dolayısıyla bizden çok sonraki kuşakların insanları, “Evrende tek galaksinin kendi (Samanyolu) galaksimiz olduğunu” söyleyeceklerdir. Her galaksi kendi “Ufku” inde tek başına kalacaktır. Çünkü 12 milyon ışık yılı ötedeki ufkumuza yaklaştıkça daha hızlanarak, bu ufkun tam üzerinde ışık hızına erişerek, bize görünmüş olacaklardır. Günümüzde, keşfettiğimiz 200 kadar kuazar, gözümüzden silinerek, bu ufkun ardına geçmişlerdir. Bunları izleyerek, diğer uzak galaksilerden birkaçının da “Ufkumuzun” ötesine geçtiğini tespit edebiliyoruz. Böylece en uzaktakilerden sonra, bize daha yakın olanlar ve sonra en yakın olanlar bu ufkun ardına geçerek, bizi yalnız bırakmaktadırlar. Belki gözlem ufkunun ardında izotrop olmayan (Yani anizotrop) bölgeler olduğu da düşünülebilir. Ama bizim gözlem ufkumuz tamamen izotrop ve türdeş (Uniform) bir yapıya sahiptir. Galaksilerin türlü türlü hızları vardır. Bazıları yanı başımızda olduğu halde ışık hızına yakın bir hızda seyrediyor olabilir. Onlardan bu hızda “Işık” alamayız ve onları görmemiş olabiliriz. Çünkü ışık hızıyla bizden kaçan her şey bize ışık gönderemez ve (karadelik olayı ufkundaki durum gibi) bizim “ufkumuz” ile haberleşemezler. Evrenin 12 milyon ışık yılı ötesindeki gözlem ufku ardında, galaksilerin kaçma hızı ışıktan hızlıdır. Diğer ufuk türü ise “Parçacık ufku”dur. Bu ufuk, görünen ve görünmeyen galaksilerin ayrılma hattıdır. Bir galaksinin yayılan ilk ışığının bize ulaşmasıyla onun o an yaratıldığını sanırız. Çünkü gelen ışık (Fotonlar, kuantlar) bize ulaşınca “Şimdi”mizmiş gibi gelir. “Bir galaksinin yayılan ilk ışığının bize ulaşmasıyla, yaratıldığını algıladığımızda “PARÇACIK UFUKLARI oluşmuştur” deriz. Büyük patlamanın (Yaratılmanın) ilk anlarında parçacık ufukları birbirini etkilemez. Bu da Einstein’ın “Mükemmel kozmolojik ilke” dediği katsayıyı tatmin etmez. (Nesneler
birbirinden olay ufuklarıyla ayrılınca yekdiğerinden habersiz olur.) Dolayısıyla “Işık hızıyla şartlanmamızı” sonucu, daha başka teorik değişik Big-Bang modelleri önerilmiştir. Örneğin Guth’un modelinde evren, “Sütün kaynadığında yüzeyinin birden kabarması” gibi, aniden genişlemiş sayılmakta ve bir patlamaya gerek kalmamaktadır. Böyle olunca da izotropiye bir açıklama getirilmek istenmiştir… Bir başka modelde ise Big-Bang’ın yani yaratılış patlamasının BİR TEK NOKTADA değil; BİRÇOK NOKTADA, fakat AYNI ANDA ve AYNI ŞİDDETTE patladığı önermesiyle izotropi açıklamaya çalışılır. İlerleyen kesimlerde polarizasyon (Kur’an’da Doğu ve Batının Rabbi) sırrının ilerletilmişi olan DİPOLARİZASYON (Kur’an’da “İki doğunun ve iki batının Rabbi” sırrı) teoremimi sunacağım.
KESİM: 105
YÖNTEM MODELLERİ
EVRENİ İNSAN AKLI DA GENİŞLETİR Bu kesime kadar ilkel haliyle incelediğimiz klasik evren modelleri üzerinde genel bir gözden geçirme konusu açmadan önce, bilim adamlarının yöntem modellerini sonra “Mekân modellerini” incelemeye alabiliriz: Evreni kısıtlayan ya da genişleten, sırlarının ulaşım menziline insan bakış açılarının da katkısı vardır ki, bunlar başlıca üç maddede incelenir. Evren-bilimi hızlandıran ya da yavaşlatarak bilimsel evren genişletmesini belirleyen, “Bilim adamının bakış açısı”dır. 1. GÖZLEM UFKU EVRENİ: Bu kategoriye giren bilim adamları, son derece septik, radikal olup, kuşkuculuk ve yorumdan kaçınmayı benimsemişlerdir. Onlara göre sadece “Gözleme dayalı” bir bilim vardır. Gördüğümüz her şey, var olandır. İnsan buldukça bu nicelik artmaktadır. Ne var k,i bu görüşe katılan bilim adamlarının görebilecekleri en uzak görüş, “Gözlem (Rasat) ufku” ile sınırlanacaktır. Evren, gözlem ufkumuz içinde kalandan çok daha geniştir. Gözleme dayanan ve sadece var olanı “gördüğümüz” sanan bu bakış, tümevarımlıdır. En büyük sakıncası da aklınızı, “Gözlem ufkuyla” sınırlandırmasıdır… Bu görüş bir temkinlilik ya da ihtiyat değildir. Eğer bir terim kullanmak gerekirse “Bilimde maddeciliğin bir yobazlığı”dır. Evrenden çok daha geniş olan akıl, idrak ve bilimsel hayal gücümüze hayat hakkı tanımadığı için çok geçmeden yerini (izleyen) ikinci görüşe bırakmıştır. 2. FİZİK EVREN: Kendinden daha yobaz olan birinci görüşten daha geniş kapsamlı bu görüş, “Fizik evrenin şimdiki fizik yasalarımızla işleyen evren olup, mevcut bilim yasalarının “Görmediğimiz ve sınayamadığımız evren bölümlerinde de geçerli” olduğunu savunur. Dolayısıyla, bu görüş, sınırlı gözlemlerinin …. letir.
Evrenin genişlemesi, nesnelerin keşfiyle değil; fizik yasalarının “Gözlemleyemediğimizi de kapsayacağı bulgularla” sürer. Şimdiki “Güdümlü dünya resmi bilimi”, daha çok bu görüşü benimsemiştir. Böylece bilimi, ”fiziksel evren üzerine yapılan bilimsel çalışmalar öğretisi” sayarken, (örneğin) ruhsal olayları “Yok” kabul ederek, “Bilimin gelenekselliğini bozmamaya çalışmakta olduğunu” ileri sürer. Dolayısıyla, güdümlü olarak “Materyalist” ideoloji peşinden gitmekte olan bu görüşün, mensuplarını zorunlu olarak madde yobazı kıldığını söyleyebiliriz. (Diğer adı da “Yahudi fiziği”dir…) 3. TRANS-FİZİK EVREN: Görebildiğimiz-göremediğimiz, bildiğimiz bilmediğimiz fakat evrende var olmasını bilimin yasaklamadığı tüm nesnelerin evrenidir. Bu evreni, “BİLİMİN YASAKLAMADIĞI HER ŞEY EVRENDE VARDIR, BİR GÜN BULUNACAKTIR” ilkesi uyarınca, psikolojik (Parapsikolojik vb.) bilgilerle de genişletiriz. Parafiziksel evren, insan aklıyla sonsuza genişlemektedir. Bunun bir örneği, “Öğretimizin” yöntemidir. Okuyucu dikkat ettiyse, öğretimizin içeriği, ne materyalist ne spirtüalisttir. Ama “Birleşik alan” uzlaşımı içinde “HER İKİSİDİR”. Bizim tercihimiz bu üçüncü şık olup, diğerlerinin sadece tümevarımlı olmasının tersine, hem tümevarımlı, hem tümden gelimlidir ve sınırsız özgürdür. Bilimin (ve Kur’an’ın) yasaklamadığı ve var dediği her şeyin evrende var olması hasebiyle, bilimin aklen bulduklarının da evrenin içinde kendiliğinden yer aldığını benimseriz. Örneğin (-70 kg.lık) bir BİLİNÇLİ yaratık da bu evrende vardır. Bunun için cin ve melekleri yani enerji ve takyonları da görmeden evrende postulat olarak kabul ederiz. (Sıfırdan küçük kütlenin varlığı bir matematik sonucudur. Dolayısıyla bize mantıksız gelmemelidir…)
KESİM: 106
GENEL DİYAGRAM
EVRENİN MEKÂN MODELLERİ Evren modellerini topluca gözden geçireceğimiz bu kesimin kolay anlaşılması için, modelleri “Geometrinin temel kavramlarıyla” örnekleyerek adlandıracağız… * Bilindiği gibi “Doğru” sonsuzdan gelip, sonsuza giden kesiksiz çizgidir. “Doğru” derken, biz model olarak, Öklidin klasik evreni yanında Sitter’in dümdüz, lineer sonsuz evrenini ve Lobatçevski’nin kenarları olmayan sonsuz semerini (Hiperbolik ve parabolik evrenleri) kastediyoruz. * Yarı-doğru ise, bir ucu nokta ile sınırlandırılmış, diğer ucu sonsuza giden bir ucu kapalı çizgidir. Doğrunun “Ezeli-ebedi” özelliğine karşılık, yarı doğrunun bunlardan birine sahip olması vardır. Bu, basık evren modelidir ve yaratılışı kabul eden görüştür. Bir ucu kapalı, diğer ucu sonsuza açık olduğundan “Ebedi” süreklilik özelliği vardır.
* Son olarak, bir doğru üzerinden iki nokta ile ayrılış olan “Doğru parçası” ile anlatacağımız kapalı evrenin, bir başı ve bir sonu vardır, sonlu bir çizgidir. Fakat bu doğru parçası bir tane de olabilir, uç-uca eklenmiş birçok tane da (Pulsatif ya da osliasyonik model). Ya da elektrik akımında olduğu gibi “Doğru akım” yerine “Alternatif akım” modeli de… I. DOĞRU: İki ucu açıktır. Başlangıç ve sonunda “sonu”u olmayan Lobatçevski’nin semer (Eyer biçimli) uzayıdır. Bu çevrimde eyerin başı ve sonu “sonsuzda” bittiğinden, en küçük ve en büyüğün ilişkisi kopmuştur. Bu evren olasılığa yer vermeksizin katı deterministtir. Maddenin temel parçacıklarının altındaki Bileşenlerin bileşenleri “sonsuz” tanedir, ama ihtimal her yerde birdir ve evren tek bir bütün olup, her yerde türdeş ve izotroptur. Hiçbir seçilmiş özel yer (Coğrafya) ve zaman (Tarih) yoktur. (Bu bakımdan evrenin coğrafyası ve tarihi önemsizdir.) Ne varsa buradadır, dışarıda hiçbir şey (Tanrı bile) kalmaz. Madde burada üretilir. Bu evren modelini özellikle Milne-Hoyle gibi “Kararlı-Dengeli” sabit durumcuların (Steadist’ler de denir) tanrısız, sürekli yaratılan evreni olarak incelemiştik. Elbette, bu model tutmamış, evrenin en azından bir “Yarı-doğru” olduğu, başını bulunduğu anlaşılmıştır. Alan Sandage (Kuazarların da bulucusudur) yakın ve uzak sistemleri gözlemleyerek, hız farklarından dolayı “Evrenin açık olduğunu” ilan etmişti. Ne var ki, ölçümlerinin göreceli (Rölatif) olduğunun farkında değildi. Çünkü güneş sistemimiz, komşu sistemlerin hareketlerine bağlı olarak, galaksi merkezine doğru ilerler. Sondage’ın hız farkı sandığı olay bundan kaynaklanıyordu. Üstelik ne kadar uzaklar gözetlenirse belirsizlik ilkesi de o kadar büyür ve “Hubble’un sabiti” iyice sapmaya uğrar. (Hubble sabiti-50 değer olduğunda evrenin yaşının 20 milyar yıl olduğu anlaşılır…) II. YARI-DOĞRU: Yarı-doğrunun “Bir ucu” açıktır. Bunu Evrenimize uygularsak, bizim başlangıç (Yaratılışneden) ucumuz kapalıdır. Ama sonumuz (Kıyametimiz, sonuç ucumuz) hiç yoktur, ebedidir, açıktır. Bu yarı-doğru örneği Alpher, Bethe ve Gamow tarafından “Big-Bang” planı olarak geliştirilmiş olup bu gruba giren bilim adamlarına Expandistler (Yaratılışla açılan ve sürekli genişleyen evren yandaşları) denmektedir. M. Ryle, evrenin bir Big-Bang ile açıldığını ve 13 ila 41 milyar yıldan beri genişlediğini savunur. Daha başka planlarda da evren 2 trilyon ışık yılı bir hacme sonsuz güçte çok daha büyük bir patlamasıyla (The biggest bang) ile birden yayılmıştır, halen yayılmasını sürdürmektedir… III. DOĞRU PARÇASI: Her iki ucu da kapalı evreni anlatır. Evren yaratılmıştır (başı kapalı) ve genişlemektedir. Ancak, duracak, geriye doğru büzüşüp-daralacak ve sonunda yaratıldığı noktada çekimsel çökmeyle sonu da kapanacaktır… Evrenin asıl durumu budur ve gerekçeleriyle tartışmasını açacağız. Fakat bu model beraberinde, evrenin sadece bir “Doğru parçası” mı, yoksa peş peşe doğru parçalarından oluşmuş bir DOĞRU MU olduğunu bize sordurmaktadır. Böylece Pulsatif (Osilasyonik) modeller ve işin doğrusu olan “Geri Sekmeli” pulsatif evreni de inceleyeceğiz. Doğru
parçası tanımına uyan evren modelinin de dört tip tanımı vardır: a) GERİYE YAVAŞ SAYMA: Şimdiki genişleyen evren, giderek yavaşlayacak ve sonra durup, “Geriye sayma” işlemine geçecek ve yaklaşık 20 milyar yıl sonra yeniden yaratıldığı noktada toplanacaktır. Eğer sıkışmanın sonu olan minik uzay aralığına (10-36 cm.) büzüşürse, yeniden açılacaktır ve yeniden genişleyecektir. Eğer bu sıkışmayı da aşarsa, evren yok olup gidecektir. b) GERİYE HIZLI ÇÖKME: Evren, kendi çekimine hızla yenilirse, 12 milyon ışık yılı boyunca karadeliğe çökecektir. Tünelde toplanıp, akdelik ucundan “Paralel evrende” yeniden “Doğru parçası” olarak var edilecektir. Bu bölge ya bizim eşleniğimiz ya da paralelizm olan bir bölgedir. (Parite); ya da nakledildiğimiz sonsuz sayıda başka bölgelerden rastgele biridir. (Probabilite) c) PULSATIV (Osilasyonik) SÜREKLİLİK: A. Satharow bu evrenin bizden 20-40 milyar yıl önce var olan bir başka evrenin karşıt evrimi, aynadaki simetrisi olduğunu düşündü. Yani bizden önceki evrenin sonu (Kıyameti) bizim başımız (Yaratılış) olmaktadır. Aynı model sürekli hale getirildi. Buna göre evren, Satharow’un “Bir kez” öngördüğünün sürekli hale getirmesi demek evrenin sürekli yaratılması ve yok edilmesidir. Böylece sürekli bir Osilasyon oluşturmaktadır. Bizden önce sayısız kez yaratılışı izleyerek, geleceğimizde yine bir kıyametle yok olacağı, daha sonra yeniden yaratılıp, sonsuza kadar böyle açılıp-kapanma pulsasyonu göstereceği öne sürülmüştür. Bu model gerçekten doğrudur ama Kur’an’daki “tek yaratılış-tek yok oluş ve sonra tekrar yaratılıp, artık ebedi yaşama tanımına aykırıdır. Fizik olarak da “Madde-Enerjinin sakınımı ilkesine” karşıdır. Hem doğru olan; hem doğru olmayan bu evren modelindeki açmazı yine bana çözümleten Zig-Zag koordinasyonunun yüzünü kara çıkarmadığımı sanıyorum. Bu modeldeki “Yanlışı” aşağıda belirlediğimiz isimle ve teoriyle giderebildim. d) GERİ TEPMELİ ALTERNATİF AKIMLI EVREN (AIBERGSCHE ALTERNATIV) Pulsatif modeller de (elektrik akımı türlerini bilen okurlarımızın hatırlayacağı) Doğru Akım (Direct Current) düşüncesi vardı ki, bu “NEDENSELLİK İLKESİ” ile uyumludur. Fakat alternatif akım (Alternative Current) gibi bir pulsasyonu önerdim ve “Nedensellik ilkesini” reddettim. Bu evren modelini ilerleyen kesimlerde sunacağım. (*) Okurlarımız, bu
sürekli
ertelemelerimiz mazur
görmeliler.
Çünkü
klasik düşünceyi
öğrenemeden neoklasik ve daha sonra KUR’AN-BİLİM düşüncelerine birden geçemeyeceklerdir. Şimdi sunacağımız ileri bilgiler içeriğinde “doğru” diye nitelendirilen, fakat gerçekte bilimsel doğruluğu
olmayan
kanıtlanmasından
“Açık
sonraki
revizyonlarını izleyeceğiz.
evren
modelinin”
“Neo-stadist”
Big-Bang,
ısrarlı
büyük
görüşlerinin
patlama
doğruluğu
teoreminin konusundaki
İLERİ BİLGİLER: 55
STEADİST REVİZYON “Doğru” yani “Lobatçevski’nin hiperbolik evrenini model olan görüş Milne’nin ortaya attığı, Fred Hoyle’un başını çektiği kararlı ve dengeli evren olarak sürmüş, fakat “Kozmik ışımanın” bulunmasıyla (yaratılış gerçekleşince), havası sönmüştü. Kozmik artık ışıma hemen beraberinde “İzotropi” açmazını da getiriyordu. Daha önce Hoyle grubu (Steadistler) kenarsız, sonsuz, öncesiz-sonrasız evren hipotezlerini korumak için, “Boşlukta sürekli madde üretildiğini” ileri sürmüşlerdi. Ama Big-Bang teoreminin gerçeklenmesiyle, (Evrende, bir anda her şeyin bir kez yaratılmasının ortaya çıkmasıyla) “Açık evren” modelini revizyona aldılar. Bütün evrenin her kesiminin bizim bölgemiz dışında da izotrop olup olmadığını, söylemek yürek ister. İzotropi-homojenik “Sıvı bir etheric” özelliği gibidir. Evrenin görünen kesimi izotropudur ve özel bir yönlenme yoktur. Her şey değerini eşit biçimde çeker ama bu eşçekimin uzak ve yakın galaksilerde aynı izotropiye sahip olduğu da beklenemez. Uzaklarda her şey değişebilir. İzotropik eşçekimin varlığı ancak “Sürekli yaratılarak” ayrılık sağlayan ya da Einstein mükemmel kozmolojik ilkesi(!) gibi “Durağan evren” modelleriyle açıklanabilirdi. Kozmolojik ilkeyle evrenin genişlemesi uyum halinde olmalıdır. Evren Hubble’un o tepe noktasından ve ışıktan küçük tüm hızlarla yayılan bir bulut olduğundan, her bir parçacık ya da galaksi merkez alındığında ötede en uzaktaki ışık hızıyla kaçıyor gözükür. Sanki “Öteki daha hızlı gidiyormuş” sezgisine kapılırız. Ne var ki aslında uzaklıkla birlikte hızları artmaktadır ve bu bir üstünlük değildir. Çünkü biz de sınırdaki galaksiye göre ışık hızıyla kaçıyormuş görünürüz. Evren ışık hızıyla genişleyen bir balon olup, yüzeyihomojen genişleyen bir toz bulutu görünümündedir. Dolayısıyla hiçbir parça tek başına değildir. İstediğimiz kadar kenara gideriz. Çünkü kenarda gerçek parçacıklar yoktur. Bu yeni modelde, madde üreten mekanizma yine işbaşındadır: Böyle olunca da evrenin toplam kütlesi zamanla yavaş yavaş artmakta, fakat bireysel kütleler sabit kalmaktadır. Çünkü üretilen şey, eşyanın kütlesi değil; sayısıdır. Yine ateist gruptan olan ve Hoyle’u izleyen Halton C. Arp isimli astronom, bir ara “Maddenin üretildiği yer olarak kuazarları” öngörmüştü. Ona göre kuazarlar, yeni üretilenleri evrenimize nakleden enerji kapılarıdır. Çünkü Arp, kuazarları gözlerken, bunlardan uzayda bir tek gök noktasından çifter çifter çıktıklarını ve giderek hızlandıklarını kanıt olarak göstermiş ve bir ara, en kuşkucu bilim adamlarından bir kısmını inandırmıştı. Ancak kendisine daha sonra, bu, “çift çift çıkan kuazarların” evrendeki dev ÇEKİMSEL MERCEK” etiksiyle öyle bir vizyon verdiğini kanıtlamıştık. (*) Çekimsel mercek etkisi, (örneğin karadelikler gibi) yoğun çekim bölgelerinde uzayın burulması nedeniyle ışığın çekimsel alanda BÜYÜTEÇ etkisi oluşturmasıdır. Çekimsel mercek etkisi sadece uzayın genişlediğini ve gözlendiği limitlere kadar RÖLATİVİTE teoreminin geçerliğini ortaya koyar. Ayrıca evrendeki “Karanlık ve gölge madde” dizi ve aksiyonlarının kanıtı sayılmıştır.
Arp’ın fiyaskosundan sonra bu revizyoncu modele Hintli Jayant Narlicar taze kan olmaya çalıştı. Ona göre, başka evrenlerden bu evrene yollanan daha hafif bir madde türü vardır. Dirac‘ın olabilirli modeliyle Hoyle modelini, kendi görüşüyle birleştirerek, “Atomların ağırlıklarının uzun dönemler boyunca azaldığını, böylece daha hafif bir madde türünün bizim evrenimize katıldığını” önerdi. Bunun sonucu hafif atomların tayf çizgisi alışılmıştan daha pes olarak kırmızıya kaymaktaydı. Bu nedenle evrenin genişlediğini sanmaktaydık. Sözde “Oda” sabit; biz ise sürekli küçülmekteyiz(!) O zaman evrende biri ağır, diğeri hafif iki tür atom olmalıdır. (Böyle bir gözlem henüz yapılmış değildir.) Narlicar’a göre, zamanla bütün evren tek tip hafif atomla donanacağından, tayf çizgilerinin de kırmıza kayması duracak ve biz o zaman “Evrenin sabit olduğunu” anlayacaktık (!) Kısaca, evrenin seçilmiş bir özel zamanı olmadığı için, başlangıcı olmamalıdır. Big-Bang aldatmacaydı (!) Başlangıç yoktu, evren hep oradaydı. Evren, ezeli zaman ve mekân içindeki bir “Süresizlikten” çok yalın bir biçimde hep vardı. Bir kökeni olmaksızın kendi kendini var ediyor, kendine yeterli olabiliyordu (!) Elbette bunların hiçbirinin aslında bir olabilirliği yoktur. Çünkü Dirac, Bu modelini bir tür oyun olarak ortaya atmıştı denebilir. Ne var ki, ateist grup bunu pek ciddiye almıştı. En başta yaratılan madde miktarı sabit ve değişmez ise, genişleyen bir evrende nasıl olur da izotropluk olur? Evrende izotropi kesinlikle var olduğundan, zorunlu olarak (izotropinin korunması için) “Boşluğun yeni yeni madde üretmesi” gerekmektedir. Fred Hoyle, tanrısız hipotezini korumak üzere, genişleyen evrene “MADDE KATARAK” izotropinin açıklamasını yapacağını sandı. Çünkü genişleyen bir evrende, belli sayıda olup da hiç üretilmeyen bir madde miktarı izotrop (Türdeş) olamaz. Evren genişledikçe, her bir komşu parçacık ya da madde, birbirinden öylesine uzaklaşır ki, artık kendi başına yapayalnız kalır. Kendi olay ufku içinde saklandığından bu uzak komşular birbirini asla göremez. En kötüsü de evren sonsuza kadar genişlerse içinde hiç madde varlığı gerektirmediğinden) “De Sitter” evreni olur, içinde hiçbir parçacık ve madde olmayan evren de “Evren” olmaktan çıkar. Bu nedenlerden dolayı, ateist Hoyle, “Boşlukta madde üreten bir mekanizma” olduğunu var saydı. Einstein’ın kozmolojik sabit de böyle ısmarlama ya da 40 katlı bir apartman büyüklüğündeki bir uzay boşluğu, eğer bir tek hidrojen atomu üretilebilirse, evren İZOTROP olurdu. Her yüz bin metreküpte bir hidrojen atomu (ve dolayısıyla bir antihidrojen atomu) doğmalıdır. Böylece boşluk fabrikasından evren sürekli yaratılmaktadır (!) Madde ise sürekli olarak yoktan var edilmektedir. Maddenin hiçbir yerden gelmesi, ithal edilmesi de gerekmez. Çünkü böyle bir evren modelinde “Seçilmiş, ayrılmış özel bir zaman” olmamalıdır. Eğer evren genişlemeseydi, zaten bu üretime de gerek yoktu (!) Fred hoyle ve izdaşları, böylece “Yaratılmayı” Tanrı gerektirmeksizin akıllarınca belirlemişlerdi. Sıra “Yok etmeye” gelince ona da şöyle bir yaklaşım bulmuşlardı: “Atomlar sonsuz hiçliğe doğru açılıp bizden uzaklaştıkları için, evrenin bir sonu, kıyameti olamazdı.”
Sevgideğer okurlarımız sabit durağan bir evrenin “Enerjinin sakınımı” ilkesine ve “Maddenin yoktan var edilemeyeceğine” inanan yine kendi görüşlerine aykırı olduğunu anlamış olmalıdırlar. Einstein’ın en büyük kariyer hatası olan “Kozmolojik ilkeye” uyuyor diye sürekli yaratılan bir evren modeli düşünülemez! Nitekim 1965 yılına kadar popüler olan bu teori, yaratılış patlamasını haber veren “Arka fon ışımasıyla” çökmüş gitmişti… Big-Bang denen büyük patlamanın varlığı evrenin sonsuzdan gelip sonsuza giden “İKİ UCU AÇIK” bir model olmadığını, bir ucunun (yaratılmayla başlangıcının) KAPALI olduğunu ortaya koymuştu. Evren bildiğimiz topluiğne ucundan trilyonlarca kez küçük bir noktaya yani Hubble’un tepe noktasından itibaren patlayarak açılmış ve Zariat-41. ayet uyarınca genişlemektedir. Big-Bang’in kesin ispat edilmesiyle, “Sürekli yaratılan sabit evren ideolojisi” de kesin yenilgiye uğradı. Nasıl ki Darwinizm de birçok yerinden kof çıkınca işgüzar yeni Darwinistler türlü kurtarma operasyonu yaptılarsa, Hoyle’un da bu çöküntüsünün peşinden giden neosteadistler, klasik görüşlerini revizyona alarak, hız kısıtlaması (bu bir kozmik sansürdür) ile zamanın sonsuzlaştırılmasını gündeme getirdiler. Bu yeni model çok şeyi kurtarır görünüyordu ama bilimin bilmek istediği “Evren niçin böyledir?” sorusuna bir cevap getirmiyordu. Öyle ya evren niçin yaratılmıştı? Niçin büyük patlamanın sesini FM radyo bantlarımızdan dinliyorduk?...
İLERİ BİLGİLER: 56
HEM SONLU HEM SONSUZ ÖNCEMİZ Revizyoncu modelde “Hawking”in bir bulgusu olan “Mikro düzeyde sonsuzlaşmış zaman” bulgusu da kullanılıyordu. Buna göre evrenin bir başı olduğu kabul edilmiştir. Neo-steadistler Hubble’un tepe noktasından türemenin açıklamasını saliselerin en küçük dilimleri içinde düşünmeye koyuldular: Zamanın en küçük kesirlerinde başlangıca ne kadar yaklaşırsak yaklaşalım, bize sonsuz gelen sonsuz uzunlukta (ezeli) ve de sonsuz akmaya bir zaman geçmiş görünür. Dolayısıyla evrenin yaratılışının ne kadar küçük zaman kesirlerine yaklaşırsak yaklaşalım, her bir kesir için “Sonsuz uzun” bir zaman bizimle eşleşir. Ama bunun olabilmesi için, maddenin bileşenlerinin bileşenleri (ve bunların da sonsuza kadar giden, hiçbiri temel olmayan sonsuz bileşenleri) olması gerekmektedir. Böyle bir şey olsaydı dahi açmazları vardır: Dev evreni, altyapısından koparır ayrı ayrı bağımsızlaştırır ki, böyle bir şey düşünülemez… Milne’nin evren modeli gerçek değildi. Çünkü kütle ve basınç etkilerinden hiç söz edilmemiştir. Onu izleyen yeni steadistlerin temel güçlüğü teorilerini bir türlü rölativitenin kaçınılmaz şartı olan “Geometrik çekim” teoremine uyarlayamamalarıdır. Zaman “Soyut” bir dördüncü boyut, soyut uzunluktur. Bu bakımdan Hubble’un gök noktasından (Aknokta) yani ben baştan bu yana geçen kozmik bir zaman vardır. Uzaklaşan galaksilerde ileri akan bir saatle ölçülebilen kozmik zaman, evren çapında eşzamanlılığı sağlarken, bir etken gibi davranan evrenin genişlemekte olmasıdır. Böylece
evrenin mekân görünümü gözlenmekte olduğu zamana sımsıkı bağlıdır. Oysa zamanın bir de özel saati vardır. Bu diğer üç boyut küçüldükçe o oranda küçülür, yani hızlanır. Mikroskobik evrende geometrik boyutların akıl almaz küçülmesi sürerken, mekân sabit; fakat zaman değişken olduğundan zaman da akıl almaz derecede hızlanır. Sonsuz küçük bir parçacık da zamanda sıfır olur. Zaman mekân gibi sabit değildir. Değişken ve esnektir, boyutlara ve hıza bağlıdır. Galaktik uzayda, atomik uzayda ve atomaltı uzayda farklı hızlarda akan ZAMAN, bir KÜZMİK dönem boyunca da tensör gösterir. Örneğin dünyamızda zaman, yüz bin yıl önce “Daha yavaş” akıyorsa, bilimsel ölçümle on-on beş milyar yıl diye belirlediğimiz evrenin ömrü belki de aslında yüz bin yıldı!... Zaman hesapları, termodinamik soğuma süreçlerine bağlı olduğu için ampiriktir, izafidir. Çünkü termodinamiğin yönü de zaman gibi tek yönlüdür (ki bu da ayrı bir zaman) oluşturur. Zamanın ileri ve geri akan türleri, reel ve sanal sayılarla gösterilenleri vardır. Boyutlar küçüldükçe zaman da o oranda küçüldüğünden ve hıza orantılı uzayıpkısaldığından, çekimden etkilenmesinden, termodinamik nedeniyle sanallaşmasından ötürü, varlıkların ömrü, boyutlarına, hızlarına ve uzayın hangi kesiminde bulunduklarına göre değişmektedir. Çünkü mutlak tek-tip bir zaman yoktur… Hawking ve Penrose, yaratılma başlangıcının en küçük zaman kesirlerine ne kadar yaklaşırsak yaklaşalım, her bir yeni evrenin yeni bir zaman karşılığı bulunduğunu gösterdiler… Maddenin bileşenleri hiç sonlanmıyor, sonsuz küçülüyorsa, en diplerdeki bileşenleri hiç sonlanmıyor, sonsuz küçülüyorsa, en diplerdeki bileşenlere inildiğinde, yeni bir zaman karşılığı olacak, yani zaman, boyutlarının küçülmesi oranında eşdeğer bir hızla azalıp, Hubble noktasında sonsuzlaşacaktır. İşte bu, pratik olarak, başı-sonu olmayan bir evren demekti. (Çünkü en sonda da bu aynen olacaktı.) Evren kapalı olsa bile, başı ve sonu sonsuzlaşacaktı. Başı-sonu olmayan bir zaman ve kapalı olduğu halde sonsuz bir uzay ortaya konmuştu. Böylece neo-steadistlerin ekmeğine yağ sürülmüştü. Aradıklarını bulmuşlardı. Ama bunun için tek şart vardı: Maddenin bileşenlerinin bileşenleri, sonsuz en küçüğe kadar sonlanmadan, hiçbiri temel olmadan gitmeliydi. Örneğin büyük cisimleri moleküller, onları atomlar oluşturur. Atomları proton, nötron ve elektron oluşturur. Bunları da kuarklar ve lepto kuark (Rişon) vb. oluşturur. Bunlar da daha başka kuark-altı bileşenleri kurulur. İşte bu atomaltı zincir hiçbir yerde sonlanmadan sonsuz çevrime kadar giderdi. Hiçbir bileşen temel ve asal olmayınca, atomun içine giden yolun hiç sonu gelmeyecektir. Bu sonu gelmeyen bileşenlerin her birine orantılı, sonu gelmeyen ve her birine eşdeğer bir “Zaman, ömür” bulunacaktı. Evrende etkinlik miktarıyla saptanan zamanın sonsuzlaşmasını tanımı, evrene aslı bir başlangıç ve son tanımaz. Büyük patlamanın gerçekten olmasına rağmen, (Kıyamet de olabilirliğine rağmen) neo-steadistler, istedikleri kaypak çıkış yolunu bulmuşlardı. Onlara göre, “Hiçbir zaman başlangıç yoktu. Başlangıcı düşünmeksizin”, evren, daima hazırdı, öncesiz hep oradaydı ve vardı. Bunun bakışıklığı olarak da hiçbir zaman sonu olmayacaktı. Evren çökse bile, yine bileşenlerin bileşenleri
olan en minik noktaya kıyametle çökse bile, çöküşün sonu gelmeyecekti. Dolayısıyla kıyamet de olmayacaktı. Ateist grup, böylece “Başsız ve sonsuz evren modeline, sonsuzluk seçenekleri aramak zorunda kalmışlardı. Fakat başlıca şart, bir kez daha tekrarlayacağımız, sonsuz sür-git çevrimidir: Bunu karadeliklerden, önceki cildimizden de tecrübe etmiştik. Karadelikler, bilindiği gibi, “Küçük bir evrendir” ve bize en iyi minyatür model olmaktadır. Karadelik içinde yok olmamız demek, sonsuz bileşenlerimize doğru un-ufak ayrılmamız demektir. Bunun sonu yoksa o zaman, tutsak olan madde, karadelik içinde daima bir bileşen bulup, sonsuz bir yolculuğa çıkmaya zorunlu kalacaktır. Çünkü bileşenlerin sonu gelmemektedir. Öyleyse tutsaklar asla yok olmamaktadır. Ne var ki, “Tek ve bir bütün” olan evrenin makroskobik ve mikroskobik dünyaları asla birleşmeyecektir. Böyle olunca da “Mikro-dünya, makro-dünyanın altyapısıdır” diyemeyeceğiz. Karadelik içinde “yol alan madde” her bileşenin karşıtı olan bir zaman bulacağı için, gerçekten sonsuzlaşırdı. Üstelik olasılık denen şey sonsuz sıfırda-sıfır olacağı için olasılıkkesinsizlik ilkesi de ortadan kalkardı. (*) Bu söylenen ilk karadelik anlayışıydı. Önceki anlayış, dönmeyen ve uygun olmayan şartlarla düştüğümüz karadeliklerin bizi parçalamasını sonsuza götürüyordu. Bileşenlerin bileşenlerinin sonsuz bir zincir olmadığını, karadeliklerin bir kısmının bize “Geçit vermesiyle” bir önceki cildimizde ispat etmiştim.
“Hilbert uzayının” bileşenlerin bileşenlerini sonlu hale getirdiğini, bileşenlerin sadece kuantlaşma içinde var olduğunu belirmemiştik. Bileşenler sür-git değildir ve kuantlaşma mesafesinin bittiği yerde sonlanırlar. Aksi takdirde, sonsuz en küçükle bunun tersine genişleyen en büyük evrendeki daha da büyük mikyasta sonsuz büyüklüklerin, birbirinden ilişkisi kopacaktır. Bu durum, evrenin en temel ilkesi olan “EN BÜYÜK EN KÜÇÜĞE HÂKİMDİR” bulgusuyla çelişmektedir: Zamanın başlangıcında her şey mikro-âlemdendi. Atomun derinlikleri içindeki “Bileşenlerin bileşenlerinin bileşenlerinin… sonsuz yolu” sonsuz bir zincir ve ÇEVRİM (Sonsuz son) olduğunda, gelecekten kopar. Evrenin geleceğindeki şimdiki dev boyutları da bir o kadar sonsuza doğru büyümektedir ve ÇEVRİM ile sonsuzlaşmaktadır. Dolayısıyla Hoyle’un karşı çıkmasına da biz (Zig-Zag öğretisi) karşı bir önerme getirerek, “Makro-evren ile mikro evreni, başı ve sonu sonsuz olan bir yapıda nasıl birleştirirsiniz?” diye sormuştuk. Bilindiği gibi, en küçük altyapı, şimdiki üstyapıyı oluşturmakta ve büyük olan küçük olana egemen olmaktadır. Dolayısıyla mikro ve makro-evrenlerin ilişkisiz olduğu yani, ilişkilerini kopartarak, başlarını alıp-gittikleri düşünülmez… Pekiyi, parçacıklar birbirini nasıl var etti? Bu sorumuza karşı da yeni bir plan yapıldı. Bu yeni plana göre, evren kendi kendini var etmiştir. Yani evren kendi kendini yaratan bilimlerden oluşmuştur (!) Böyle bir evren kendi kendine yeterliyse, o zaman hiçbir şey temel değildir ve her şey birbirinden yaratılmış olmalıdır! (Çünkü aralarında bu uygun kuvvetin olduğunu var saymışlardı.) John Taylor’un “Karadelikler” sempozyumunda, ateist yeni Hoyle’cular tarafından şu
komik açıklama yapılmıştı: Önce çocuk yaratılır. Sonra bu çocuk yaratıldığı için o da kendi anne-babasını (öncesizliğini) yaratmış oluyordu. Yani çocuk yaratıldığı için aynı zamanda anne-baba sahibi oluyordu. Örneğin 4 hidrojen atomu bir helyum doğruyordu. (Fusion olaylarında) Bunun gibi bebek kendisinin dedesi de olabiliyordu. (Ne var ki atomların periyodik tablosunda bu “EVRİMCİLİK” hiç yoktur. Helyum-5 ve Helyum-8 izotopları da yoktur. Radyoaktif elementler ise tırmanacaklarına gerisin geriye bozunurlar. (Evrimin atomik yanını savunan modern yarı-cahillere ithaf olunur.) Zamanın sonsuzlaşmayacağını, 15. bölümde “Uzay ve Zaman” konularımızda ele alacağız. Dolayısıyla, “Baş ve son” AYNI yerde birleşmezse, bunlar birbirinden koparsa, yaratılmanın olamayacağını, hem çocuk, hem ana-baba olmanın mekanizmasının birbirinden koparak değil; karadeliklerdeki gibi “Büyük ve küçüğün aynı yerde, aynı şey olmaları” sırrında ele alacağız. Hilbert uzayında bileşenler sınırlanır, zaman boyutu bu ışıktan hızlı mekânda kendiliğinden ortadan kalkarken, kendini de sınırlamış olur… Maddenin bileşenleri ister sonsuza kadar sınırsız olsun, ister sınırlı olsun, kozmik ışımanın bulunmasıyla, evrenin yaratıldığı ispat olmuştur. Bu evrenin daha önce Hubble tepe noktasında (SÜPER UZAY ÇİFTLİĞİNDE) minik Hilbert mekânlarında “Küçük bir kozmik yumurtacık” olarak beklediği (Sonsuz öncesiz bir zamandan beri) öylece soyut ve hazır durduğu anlamına gelir. Fakat o mekânda zaman yoktur. Zamanın akmadığı bir mekân zaten sonsuzdur. Yaratılışla birlikte “Zaman akmıştı.” Bu nedenle, evren hiç yaratılmamış olarak sonsuzda beklemekteydi, hem de zaman içinde yaratılmıştı. Bu “İkili durum” ışığında bazı sorular sorabiliriz:
İLERİ BİLGİLER: 57
EŞLENİK KÜTLE: ANTİMADDE İyi ama evren niçin halen ortada beklememiş de, patlayıp açılmış, bizi ortaya çıkarmış? Evren patlayıp, açılacağı zamanı (Patlama saatini) nasıl seçti, nereden bildi bunu?... Evren o noktaya nereden geldi?... Bu sorular, “Tanrı’nın aklından neler geçtiğini anlamaya çalışan” tahkiki iman (ya da imansızlık) arayan düşünenlerin sorularıdır. Bilimin böyle sorular sorma tarzında bir laubalilik yoktur. Tıpkı minik çocuklarımızın bize “Allah’ı” sormaları gibi, son derece masumdur. Bu soruların cevabını, cildimiz boyunca bulacağız… Şimdi klasik büyük patlama teoreminin “İzotropiyi” açıklayamamasından başka “Antimaddeye” yer vermesi kusurlarını gündeme getireceğiz. Önce anti-maddenin bu teoriye nasıl sokulduğunun tarihçesini izleyelim: Evrende her şeyin çiftler halinde yaratıldığını biliyoruz. Çiftler “Birbirinin aynısı” demektir. Bunlar da hemcins ve karşıt cins diye iki türlü olmaktadır: Özdeşlik ve eşleniklik!..l özdeşlik için örnek olarak iki hidrojen atomunu gösterebiliriz. Fakat eşlenikte
durum değişir ve “İki kare farkı” denen cebirsel olay doğar. Örneğin (+a) ile (-a) ya da (-1) ile (+1) birbirinin eşleniğidir. Bir hidrojen atomunun eşleniği de “Antihidrojen atomu”dur. Özdeş iki hidrojen atomu, “Çekim gücüyle” bir araya geldiklerinde dış yörüngeyi paylaşan bir çift hidrojen (molekülü) oluştururlar. (H2) Fakat eşlenik olan bir hidrojen atomu ile antihidrojen atomu bir araya geldiklerinde, önce ÇEKİM nedeniyle çok kısa bir anlık molekülerliğe yanaşırken, cebir toplaması sonucu, hemen SIFIRLANIRLAR. Örneğin, (+1)+(-1)= 0 cebir işlemi hemen onları YOK eder. Elektron ve (onun antielektron eşleniği, yani antimaddesi olan) pozitron çok kısa bir an “Pozitronium” denen birbiri çevresinde dönme hareketinden sonra çözünerek birbirlerini “Maddeten” yok eder, yerlerini BİR ÇİFT POLARİZE FOTON (ışık çifti denen yüksüz enerji) alır. Maddenin enerjiye dönüşmesidir. (E=mc²) Aynı yolla hidrojen çekirdeği olan “Proton” ile “Antiproton” da birbirlerini yok ederek, daha şiddetli bir törpülenmeyle bir çift ışımaya dönüşürler. Antimadde, “Matematik-cebir teorisini” de böylece İSPAT etmektedir. Bunu tersine düşünürsek, cebirin eşlenik formülleri sonucu, evrende madde ile (Birbirinin ağırlıkça, kütlece, enerjice tam eşdeğeri olduğu halde yüklerinin tersliği dolayısıyla ayrıldığı) antimadde çifti ortaya çıkar. Antimadde-madde ayrımı, genelde yüklerin zıtlığına dayanır. Örneğin, yükler kanununa göre bir elektronun değeri (-1) ve bir protonun değeri (+1) olduğundan, “Elektromanyetik kuvvet” bunları bir arada tutar. Bu ikisinden, evrenin en basit atomu ve elementi olan “Hidrojen” doğar. Bunun karşıtı olarak, “Antihidrojen atomu” da antielektronun tersine (+1) yüklü; antiprotonu da (-1) yüklü olarak bir arada bulunurlar. Bu iki eşlenik element bir araya gelmediği sürece, sağlıkları bozulmaz. Ama bir araya geldiklerinde “Küçük bir kıyamet” koparırlar. Antimaddenin var oluşunun tarihçesine bir göz atarak, bilgilerimizi tazeleyelim: Kuantumda Schrödinger denklemlerinin “biri pozitif diğeri negatif” iki çözümü olduğunu önce Dirac fark etti. Buna göre “Elektronun bir de tersi olması” yani eksi iken artı olan bir antielektronun (pozitronun) da var olması gerekiyordu. Beklenen pozitronu Anderson buldu. Bu ilk siftahtan sonra antiproton, antinötron ve antinötrino da peş peşe bulundu. Yalnızca yüksüz pion, eta, foton vb. gibi sınırdaki parçacıklar dışında evrende her parçacığın bir de “Ters yüklü” eşleniği yani karşısında bir de antimaddesi vardır. Yalnız yükleri değil; spin ve üçüncü bileşenleri de terstir. Bu üç özellik dışında eşlenik parçacıklar kütle ve diğer sabitler olarak tıpatıp birbirinin aynıdır. Öyle ki yüksek enerjili iki foton çarpıştığında, bu eşlenik maddecik çifti yaratılır. (Pair Production) Ne var ki her ikisini de bir molekül olarak birleştirmek isteyen çekim onları bir araya getirdiğinde onlar birbirini “yok eder” ve kısa yoldan enerjiye dönüşürler. Bu öyle bir kuvvettir ki, eğer bir manyak politikacı antimaddeyi yalıtabilseydi, bir antimadde bombası ile dünyasal kıyamet koparırda. Geçimsiz bu eşlenik çiftlerin birbirini yok etmelerine “Annihilation” denmektedir.
Yok olma enerjinin bu dehşetli gücü kuazarlara enerji kaynağı olarak önerilmiştir. Manyetik şişe denen “Foton” tepkimeli roketler de annihilationa dayandırılacaktır. Bu teknoloji, ışık hızına çok yakın bir hızla gitmemizi sağlardı. “Biz maddeyiz”, derken bu seçim rastgeledir. Biz hangisi isek, öteki “Anti”mizdir. Oysa büyük patlamayla “Simetri” uyarınca her iki eşlenik madde türü de eşit yaratılmalıydı. Steigman galaksi çevresinin maddeden; galaksi çekirdeğinin de antimaddeden yaratıldığı (Atom modeli gibi) önerisinde bulunmuştu. Ne var ki galaksi merkezleri, düzlemden birkaç basamak daha küçüktür ve bu kararlılığı “Çevreye nova denen” bir püskürtme ile sağlarlar. Eğer bu novalar antimaddeden olsaydı, biz buna dehşetle yok olurken tanık olurduk. Bu bakımdan, hiç değilse ve en azından galaksimizde kümelenmiş bir antimadde izi yoktur. Ama şimdilik biz, antimaddeyi, yalnızca “Atomik hızlandırıcılarda” üretebiliriz. Yani Dünyamızda Ay‘da, gezegenlerde, güneş sistemlerinde “Antimadde” hiç yoktur, ya da galaksimizin çekirdeği maddeden, galaksi düzlemimiz de antimaddeden yapılmamıştır. Galaksiden ve galaksilerarası uzaydan gelen kozmik ışınlarda da antimaddeye asla rastlanılmamıştır. Yakın galaksilerde de yok olmanın (Gamma ışını biçiminde) o keskin ışınlarına tüm çabaya rağmen gözlem olarak yakalanamamıştır. Acaba evrenin her köşesi antimaddeden yana böyle nasipsiz miydi? Evrenin en başında madde ve antimadde birlikte yaratılırlar. Ama bu cehennem sıcağında etkileşemez, yani birbirlerini yok edemezler. Tam tersine süratle sayıları durmadan çoğalır. Ama termik dengenin devreye girdiği yaradılışın on binde-birinci saniyesinde evren yeterince soğur. O an çiftlerin oluşum hızı, birbirilerini yok etme hızına göre geride kalınca, artık her bir parçacık kendi eşleniğini bulup yok etmiştir. Eğer bunlar eşit olarak yaratıldıysa, şimdi evrende “Madde” olarak biz var olamazdık. Evren saf enerji durumunda kalırdı. Çünkü birbirini eşit miktarda yok eden eşleniklerin ardından geride yalnız ışıma kalır, evren (Madde) oluşamazdı. Bu güçlüğü gidermek için yeni başka planlar geliştirilmiştir. Madde ve antimaddeden biri diğerinden daha mı fazlaydı? Bu asimetri baştan beri mi vardı? Sonradan mı oluştu? Bunlar yoksa yarıldılar da başka bölgelere mi dağıldılar? Burada karşımıza temel iki tez çıkar: Birisi evrenin simetri ilkesi; diğeri de birleşik alanlar kuramıdır.
İLERİ BİLGİLER: 58
ANTİGALAKSİLER Madde ve antimaddeden biri olmadan diğeri yaratılmazdı. Bu altın kural uyarınca, “Evrenin simetri ilkesini“ benimseyen görüş her iki maddeden de eşit sayıda parçacık olmasını öngörür. Evrenin tek ve simetrik olduğunu söyleyen Hoyle’un “Madde” üretim
mekanizmasının her iki eşlenik maddeyi de üretmesi beklenir. Bu “Tek bütün evrende” madde ve antimadde miktarı toplam olarak eşit olmalıdır. O zaman bölgemizdeki maddede fazlalığının bir dalgalanma ya da ayırıcı mekanizmadan kaynaklanması gerekir. Yeniden yaratılışın on binde-birinci saniyesine dönersek, birbirini yok eden madde ve antimadde birimlerinin topolojik bir uzayda istatistiksel dağılımına göre serpişmesi gerekir. Özdeş olan kümeler birleşirken, eşleniklerini eriterek küçük “Adacıklar” oluştururlar. Bu Big-Bang teorisine “Birleşme dönemi” diye alınmıştır. Topolojik matematiğe göre adacık denen kümeler akslında birbiri üstüne dolanan solucanlar labirenti, koridorlar yumağıdır. Bu akıntılar değdiklerinde şiddetli bir yok olma basınca ya da foton rüzgârı onları “Ayırmaya” başlar. Bu tepkimeler sonucu onların birbirinden uzaklaşmalarını sağlar. Evren genişledikçe de bunlar birbirine değmediklerinden iyice soyutlandılar. Sonunda yeterince genişleyen evrende bu kaçışlar iyice hızlandı ve galaksileri oluşturacak materyal bulutlarının her biri yalnız başına kaldı. Öyle ki, günümüz limitlerinde artık onların etkileşmeleri imkânsızlaşmıştır… Ancak madde ve galaktik kümelerinin nasıl dağılmış olacağı hakkında yalnızca fikir yürütebiliriz. Acaba rastgele bir “Dantel” gibi mi dizildiler? Yoksa düzenli bir matris mi oluşturdular? Belki de “Kozmik bir kutuplanma” ile iki ayrı antibölgeye çekildiler. (Birbirine paralel fakat zıt bir çift elektrik akım teli birbirini iter.) Ters bir manyetizma ya da polarize bir çift evren bölgesine mi elektrolize oldular? Parite uyarınca paralel kozmoslara mı bölündüler? Küçük bir mini mekâna mı saklandılar? Şimdilik biz, olasılıklı kesinliksiz-istatistiksel galaktik dağılmaya revaç edelim. Evrenin her yerde aynı olmadığını, şans yasalarına göre her iki türden galaksinin bulunabileceğini savlayalım. Durum böyleyse, “Olasılık” ihtimal hesabı yasaları hayallerimizi çalıştıracaktır. Antiproton ve pozitrondan oluşan antihidrojen atomu örneği; antikarbon biyokimyasına bağlı bir antigalakside anticanlılar da olmalıdır. Böyle galaksileri gözlemlemek demek, onlardan ışık, yani radyasyon olmak demektir. Yansız, yüksüz olan foton, her iki tür galaksiden de gelir, tayfları aynıdır ve asla ayrıt edilemez. Neyse ki doğa kendi güçlüğünü kendi yener: Fotonların antisi yoktur ama “Nötrinoların” karşıtı olan antinötrinolar vardır. Madde galaksisinden “Antinötrino”; antigalaksiden de “Nötrino” yayımı geleceğine göre; biz “Nötrino astonomisi!” tekniğiyle antigalaksileri ayrıt edebilirdik. Ancak, günümüzde “Nötrino radyo-teleskopu” henüz başarılamamıştır. 1962’de sunulan İsveçli ALFVEN-KLEIN teoremi bu antimadde teoremini içeriyordu. Bu teorem Gamow’un Big-Bang kuramıyla birleştirilip, “Simetrik model” oluşturulmuştur. Evrende ilk dönemlerde sıcaklık yüz milyar ısı derecesi üzerinde olduğunda, maddeantimadde arasında ayrılma ve birleşme evreleri oluşur. Evrenin içeriği o sırada on km. çapındadır ve bir yıldız kütlesi kadardır. Bu bakımdan evrenin bir “Birleşme dönemi” geçirmesi gerekir ki, umduğumuz kütleye kavuşalım. Ayrılma 1015 °C’de durur ve mikron boyutlarda topolojik labirentler oluşturur. Bunlar giderek büyür, biçimlenir.
Çünkü yok olma basıncı (X) ışını denen foton rüzgârı olup; labirentlerin dışbükey yüzeye daha çok; içbükey yüzeye daha az çarpıp, değişik basınçlar uygular ve böylece labirentler topluca “Yüzey küçültme ilkesine” doğru biçimlenmeye giderler. Nasıl ki suyun 100°C’de buhar ve sıvı halinden birini seçmesi durumu varsa, bu triple noktası 4 trilyon °C sıcakta nükleonlarla (Maddi çekirdek birimleri) karşı nükleonlara da bir ayrılma mekanizması uygulayabilir. Nükleonlar ve karşı nükleonlar ister ayrılır; ister ayrılmayabilir. Sonraki dönemdeki yok olmalar ise (istatistiksel fiziğe göre) artık eşit olmaz. Saniyenin yüz binde-bir zamanda 100 milyar °C sıcakta Pi-mezonları (Piyonlar) nükleonları yok ederek kaybolurlar ve bu yok olma basıncı da “Birleşmeyi” başlatır. Küçük odacıkların birleşmeleri büyür ve giderek bir galaksi oluşturacak kütleye sahip olurlar. Bu madde ve antimadde galaktik kümelerin sınırındaki yok olma basıncı, seyreltik hidrojen gazında manyetik alanlar oluşturduğundan, bunlar, yaratılışın ilk milyonuncu yılında bile birbirlerini iterler ve artık etkileşemeyecekleri uzaklıklara kaçarlar. Ne var ki, evrende “İzotropi” ışıktan hızlı bir etkileşim izlenimi veriyorsa, mutlaka bunları bir vesileyle etkilemeli, yok olmaya, kazalara terk etmeliydi. Evrende “Diziler” şablonu varsa, bu da etkili olabilirdi, baştan antimaddeyi yok etmeye yönelebilirdi. Görüldüğü gibi “TEK TİP BİR SİMETRİ” yetmemektedir. Bu nedenle evrene ÜÇ DEĞİŞİK SİMETRİ MODELİ öngörülmüştür. Bütün bunların karşısında ise bir tek ASİMETRİ modeli vardır. Öncelikle asimetriye değinelim: Çünkü Big-Bang teoreminde bir de antimaddenin dışarlandığı salt-madde evreni olabilirliği de vardır. Bu asimetri, “Birleşik alan” teorisyenlerinin gözbebeğidir.
İLERİ BİLGİLER: 59
ASİMETRİK BARYON EVREN İlerde göreceğimiz “Büyük birleştirme teorisi” doğanın dört kuvvetinin aslında bir kökten geldiğini kanıtlamıştır. Alfven-Klein modeliyle birleştirilen (Big-Bang teoreminden sentezlenen sunduğumuz ilk modelin tersine) madde miktarı antimaddeden 1028 kat fazlalık olarak arta kalmıştır. Yani her on milyon antiprotona karşı on milyon +1 proton yaratılmıştır. Patlamanın ilk kısa dönemindeki aşırı sıcakta bu bir çift eşlenik proton etkileşemiyordu. Ama onbinde-birinci saniyede etkileşmeye giren; proton ve karşı-protonlar sayıca eşit olarak birbirini bulup bozundular, geriye milyarda-bir oranında “Artık protonlar” kaldı. Yok olacak eşleniği olmayan bu “Artık 1028 atomdan oluşan” maddeden sadece galaksiler oluşmuştur. Öyleyse evrenimizde antigalaksiler hiç yaratılmamıştı (!) Ancak sürekli olarak madde, antimaddeye göre +1 baryon baskındır. Neden eşit değildir? BU soru “Birleşik alanlar kuramcılarını” tedirgin ediyordu. Evren gerçekten her yönden “Simetriktir”, her bozunan iki eşit parçaya bölünür. Ama 1964’de Cronin ve Fitch kozmik ışınları ve akseleratörler içinde ilk kez bir istisna buldular. Ka-mezonlarının bir türünün
“İki” çeşidi vardı ve bunlardan biri uzun ömürlü idi. Uzun ömürlü (K0L) yüksüz Kaon eşit miktarda elektron ve protona bölünmesi gerekirken daha çok pozitron ya da muon denen yüklü parçacıklara bozunurlar… Bu tepkimeyi güçlü ve zayıf iki kuvvet yönetir. Birleşik alanlar teoremi maddeyi bir arada tutan kuvvetlerin birleştirilmesini amaçlamıştır. Kaon bozunmasındaki asimetri, aynı yöntemle evrenin en başındaki cehennem sıcağına da uygulanabilir. Kuşkusuz bunar teorik olacaktır, 1035’inci saniyede 1028 santigrat derece sıcaklarda sınanamaz, iç aksiyonlar dizisine ancak matematik uzantıyla ulaşırız. Bu sıcaklıklarda örneğin bir (X) parçası vardır. (X simgesi W, Z ve Y parçacıkları ile özel kodlarıdır.) Bu X parçacığı bir katrilyon proton (p x 1015) kütleli eşit olmayan iki alt (X)’e bölündü. Bunlardan X1 maddeyi; X2 ise antimaddeyi üstlendi. Saniyenin on binde-birindeki düşük sıcaklarda X 2 1028 antiprotona; X1 ise 1028 + 1 protona bozunup, mevcut stok birbirlerini yok ederek 5
antiprotona karşı 6 proton geldiği için maddenin (1) fazlalığı evrende serbest kalmış oluyordu. Böylece hiçbir özel şart ve simetri gerekmeksizin, doğal bir asimetrik bozunma ile BARYON fazlalı evrenin yaratılması mümkün olmuştur. Evrenin bünyesinde antimaddenin izi yoktur, madde tek ve otoritedir. Simetri mi, asimetri mi doğrudur? Simetri, eşit sayıda “Leptokuraklar” ve antileptokuarklara kadar bozulmamış, ama daha sonra milyarda-bir “Artık” ile leptonlarkuarklar ayrışmıştır. Elbette bunu sınayamayız. Çünkü evrenin milyarlarca derecelik yaratılış sıcağını hiçbir laboratuarda oluşturamayız. Cronin ve Fitch’in K0L mezonu (Yüksüz long Kaun da denir) ile evrenin ilk dönemlerindeki şartlar benzeştirilmek istenmiştir. Ama temelde bu analoji yoktur. Yüksüz kaonlar, niçin iki değişik tip oluşturup, yarı-ömürleri ve bozunmalarının ürünleri farklıdır? Şimdi bu soruya, bizzat cevap vereceğim: Bilindiği gibi, mezonlar, biri kuark, diğeri antikuark olan bir çiftin yan yana gelmesinden ortaya çıkan parçacığın adıdır… Yüksüz K1 mezonu (ds-) kuraklarından ve K2 mezonu (-ds) kuarklarından oluşmaktadır. Ama uu- (Pion°) ile ilgili olan (K1) mezonudur. (K2) ise adını (J) parçacığı koyduğum cc-
kuarkların çiftiyle ilgilidir. U (Üst) kuarkı +2e/3 yüklüdür. C (Çekicilik) kuarkı ise e/3 yüklüdür. Biri diğerinin yükçe iki katı olduğundan “Asimetrik bozunma” ortaya çıkmaktadır. Aslında K1 ve K2 farklı mezonlardır.
Nitekim bunlardan birinin yarılanma ömrü 0,92 x 10-16 saniye, diğeri 2,6 x 10-8 saniyedir. K0L formülünde olduğu gibi yan ürünlere bozunur. Soldaki tepkimesinden doğar ve mezonuna etki etmektedir.
Bu formülü dünyada anlayanlara sunmaktan memnunum. Çünkü bu başka evrende, öteki
Kaon da tersine elektronu fazla üretecektir ve baryon sayıları pozitif ile negatif değerler olarak birbirinin eşiti olacaktır. Bunun nedeni Kaonun uzun yaşayan tipinin 2/3 elektrik yüklü olmasıdır. Oysa ötekiler, 1/3 elektrik yüklüdür. Kaonun yapısında NEGATİF ENERJİ, diğer ikizinden daha azdır. Bu da elektron yerine pozitron fazlası doğurmaktadır. Buna rağmen karşı bir evrende ya da bu evren içindeki polarize bir başka lokalde yan ürünlerde de bakışımsızlık doğacak ve iki asimetri toplam olarak birbiri ile toplanıp, ikiye bölününce, bu DENGE ortaya çıkacaktır. Bizzat parçacık fiziği uzmanı olduğum için, okuyucu bu konuda şahsıma iyice güvenmelidir. “En iyi Hıristiyan batılılar bilir” düşüncesi yanlıştır. Çünkü onlar en iyisini düşünselerdi, çoktan Müslüman olurlardı. En iyisi “Kur’an bildirir” deselerdi, böyle birbirlerine düşerek ideolojik kördöğüşüne girmezlerdi. Bunu burada sunduğumuz bilim tarihçesi iyi anlatıyor. Doğadaki asimetriye kaonların örneğinde olduğu gibi, iki farklı parçacık olması örneksenmeze. Bunu evrenin TEMEL yaratılışına sokmayız. Asimetrik evrenden yana olanlar, yine de belli bir noktaya kadar SİMETRİ ilkemizi uygulamak zorunda kalmaktadırlar. Müthiş sıcaklıklardan itibaren, önce birbirine SİMETRİK olan LEPTO KUARKLAR ile ANTİ-LEPTOKUARKLARIN yaratıldığını kendileri de kabul ediyorlar. (Ama tek yönlü kuvvetleri bahane ederek, erken dönemlerde bir asimetrinin oluştuğunu da ileri sürerek, Kaonlardaki gibi “Leptokuarklar ile antileptokuarklar”ın eşit miktarda elektron-pozitron ve kuark, antikuark olarak ayrışmadığını öneriyorlar: Antileptokuarklar bölünürken, daha çok pozitron ve kuarka bölüştüler. (Leptokuarklar, güçlü-zayıf elektromanyetik kuvvetin birleşik parçacığıdır. Soğumayla elektron ve antikuarklara bölünürler, iki kuvvet birbirinden ayrışıp, bağımsızlaşırlar.) Pozitronlar, elektron olan karşıtlarıyla buluşup birbirini yok ederek, ışınmaya dönüşürken, kuarklardan bir “Bakiye” kalır. İşte bizim evren (ve bizler) bu kuarklardan ortaya çıkmış, antikuarklar da evrenden yok edilmiş oluyor. Cronin ve Fitch, bu fikrin oluşmasına yol açan “Kaon asimetrisini” bulmuşlar ve birleşik olan teorisyenleri (BBT=Büyük Birleştirme Teoremleri. İngilizce kısaltılmışı GUTs= Grant Unified Theories) bu asimetriye cankurtaran simidi gibi sarılıp, evrenden antimaddenin varlığını dışarı atmışlardır. Ne var ki, bu arada ÇEKİM KUVVETİ, bu teorilere bir türlü yerleştirilemediğinden, çok iddialı isim olan “Büyük birleştirme” lafta kalıyor. Einstein’ın önerisiyle başlatılan Büyük Birleştirme teorileri, “Güçlü çekirdek kuvvetini, zayıf çekirdek kuvvetini ve elektromanyetik kuvveti” gerçekten birleştirmektedir. Ama çekim için önerdiği “SÜPER ÇEKİM” kuramı açmazdadır ve diğer üç kuvvet ile birleşmeyi reddetmektedir. Bunun nedeni de “SİMETRİYE” inanmamalarıdır. Oysa bizler tünel dipolarizasyonuyla temelli birleştirmeyi başarmak üzereyiz. Yeni bölümde, hem asimetrik hem de simetrik evren modellerine yer vereceğiz.
”BİZ GÖĞÜ (Uzay-zamanı) KİTAP SAYFALARINI (Bütün paralel evrenler gökleriyle birlikte) DÜRER GİBİ BÜKECEĞİZ. İLK YARATILDIĞI (Büyük patlamanın aknoktacığı) GİBİ (Tersine karanokta odağında) İADE EDECEĞİZ. (Öte âleme nakledip, yeniden açacağız.) (Enbiya Suresi, 104. suresi)
ONBEŞİNCİ BÖLÜM
İLERİ EVREN MODELLERİYLE GERÇEĞİN ARANIŞI
İLERİ BİLGİLER: 60
SESSİZ ŞİŞME TEORİSİ Bu teorem, (Antimaddeye yer vermeyen alan Guth’un) “Şişkinlik teoreminin” açmazlarını da gidermektedir. Şişkinlik teorisi, evrenin birden genişleyerek, her yanının önden izotrop olduğunu söylemektedir. Ama bunun dışındaki bütün evren modellerinde izotropi bilmecesi sırıtmaktadır… Big Bang (Büyük patlama) teoremi, adından anlaşılacağı üzere “Gürültülü” bir başlangıçtır. Büyük patlamanın varlığını kozmik ışıma “denel” olarak ve Hawking “teorik” olarak kanıtlamışlardır. Big Bang teorisinin tek eksiği “İZOTROPİYİ” açıklayamamasıydı. Onun bu eksiğini bu bölümdeki ileri bilgiler kapsamında gidereceğim. Zig-Zag öğretisi, dünya bilim düzeyinden gerçekten ileride olduğu için, tipik dünya kozmolojistleri, henüz bizim burada yazdıklarımızı akıl edecek düzeyde değillerdir ve bunu gerçekten tüm tevazuumuzla söylüyoruz. Onlar için bir şans kapısı var: Öğretimizin eserleri, tercüme yoluyla ellerine geçerse ve bunları özümseyip, sindirdikten sonra, akılları başlarına gelirse, yakın gelecekteki bilimin gidişinde harikalar patlaması olacaktır. Onlardan farkımız, aklımıza her geleni hemen ileri sürmememiz, Kur’an ile bağdaştırana kadar sabırla en doğruyu yakalamaya çalışmamızdır. Onların Kur’an’a danışamaması büyük bir kayıp! Acelecilikleri ise ikinci kayıp. Çünkü Ta-Ha 114. ayette “OKURKEN ACELE ETME, ‘RABBİM BİLMİMİ ÇOK ARTIR’ DE” uyarınca yöntem bellidir. Büyük bir samimiyetle söylüyorum ki, kaleme aldığım bu bantları 15 yıl önce de yazabilirdim. (Çok az bir eksik dışında kozmolojiyi biliyordum.) Kuantum teoreminin aslında “Noktasal (boyutsuz) kuantlara değil; 10 ve 11 boyutlu tünellere dayandığını” da tam 15 yıl önce bulmuştum. Ama genel ve kuşkulanılmaz inanç (benim dışımda), kuantların noktacıklar olduğuydu. Bu yüzden, Arz’dan Arş’a Sonsuzluk Kulesi’nin her iki cildinde de “Klasik noktasal kuantum teoremini” işlemiş, fakat çok sık olarak, onların aslında tüneller olduğunu belirtmiştim. Çünkü tüneller hem uzundur ve hem de bir anda öte evrene açılırlar yani noktasaldırlar. Big-Bang teoreminin “İzotropiyi” açıklamadığına çok üzülmüştüm yıllarca önce… Bunu telafi etmek için daha 1966 yılında “Patlamanın birden bütün evren içine şiştiğini” düşünmüştüm. Elbette bu “Acele etme!” ayet pasajına ters düşmüştü. Çünkü ilk aklıma gelen, evrenin birden şişmesiydi. Böylece her yanı izotrop olacaktı. Fakat evren, ışıktan hızlı genişlemiş de olacaktı. Bu ilk aklıma gelenden vazgeçtim ve bu kez birçok yerde aynı anda sayısız Big Bang noktasını aynı değer şiddette patlayacağına sonra da Ryle’ın “Çok daha şiddetli bir patlama sonucu, evrenin birden 2 trilyon ışık yılı bir alana yayılma” önerisine göç ettim. Sonunda, sizlere bu bölümdeki ileri bilgiler ışığında sunacağım “Işık hızı yasağına dokunmadan” izotropiyi açıklayan modelleri bularak “işi” bitirdim. Böylece 1966’da ilk düşündüğüm “Birden şişme” varsayımımı terk etmiştim. Ama 13 yıl sonra aynısını Amerikalı Alan Guth ileri sürdüğünde çok şaşırmıştım. Çünkü bu çok ilkel ve en sevimsiz klasik düşüncemdi. Çünkü madde ve anti-maddeye birlikte yer vermiyor,
maddenin “artıklığına” inanıyordu. Bilim yeniden zaman kaybedecekti. O ana kadar bilim bir asimetri yöntemi ve üç tip simetri yöntemi biliyordu. Ama ben ayrıca DİPOLARİZASYON dediğim yeni bir SÜPER-SİMETRİ bulmuştum bile… Guth’un şişen genişleme modeline burada yer vermek zorundayız. Daha önce Guth’un şişen teoremiyle Big Bang teoreminde, evrenin çok erken dönemlerinde, sıcaklığın bir bölgeden ötekine akmaya yetecek kadar zamanı yoktu. Evrenin izotrop olmaması gerekirken, her yer aynı sıcaklıktaydı. (İzotroptu.) Evrenin genişleme hızının, kendini çökertmeye çalışan negatif ivme hızından kaçınması için, genişleme hızının “Çok özel” seçilmesi gerekmişti. Biz Allah inancı taşıyanlara göre bu özel hız bir hikmettir. Güneş sisteminin ve dünyada hayatın oluşması için neredeyse “Sonsuz ihtimalde-bir azlıkta” şartlar gelişmiştir, böylece yaşam dünyada başlamıştır. Ama ateist ideolojilerde, böyle son derece özel şartlar seçildiğine karşı “Tesadüf”ten başka bir inanç yoktur. Böyle tesadüfleri de ört-bas etmeye çalışırlar. Büyük patlamayı ayrıca Hawking’in de teorik ispatlamasından sonra, bu telaş başlamıştı. Big Bang ile aynı sonuca ulaşacak ve üstelik fazladan da “İzotropiyi” açıklayacak asimetrik model girişimlerinin en tutarlısı Guth’dan geliyordu. Guth, bir patlamayı reddederek “Sessiz bir şişme” ile evrenin birden genişlediğini (Bugün evrenin genişlemesi giderek azalmaktadır. Bunun tersine çok büyük bir hızla yani önce minicik iken) birden 1030 kez çapını büyüterek şiştiğini ileri sürdüğü bu modelinde evren yine çok sıcaktır. Bu sıcaklık içinde, doğanın temel kuvvetleri tek ve birleşik bir kuvvet olarak beklemektedir. Evren birden şişip soğuyunca, parçacıkların enerjisi azalacağından, (faz geçişi denen olay sonucu) kuvvetlerin bakışımı bozularak, dört asimetrik kuvvet ortaya çıkacaktır. Ancak evren birden şiştiği için, “Süper soğutma” denen bir etkiyle birden soğuk şoku yiyen parçacıklar, kritik sıcaklık altına kalacaklar, simetri durumundan öngörülenden daha fazla enerji artığı ortaya çıkacaktır. (Bu da Einstein’ın kozmolojik sabitini yani evreni sabit tutmaya, genişletmemeye çalışan negatif ivmeye neden gösterilmiştir. Einstein’ın vazgeçtiği ve hatası olarak kabul ettiği kozmolojik sabitten, onu izleyenlerin vazgeçmemesi çok ilginçtir.) Ortaya çıkan enerji fazlası, evreni birden daha büyük bir hızla genişletecekti. Bu da çekimi yeneceğinden, birden büyük bir hızla evreni, “sütün aniden kabarması gibi” hemen şişirecekti. Ani şişme sonucu, maddi parçacıklar birbirinden uzaklaşacaktı. (Bu hem izotropiyi sağlıyordu, hem de galaksilerin oluşumuna çıkış gösteriliyordu.) Evrende kaçınılmaz düzensizlikler ise bu şişmenin yüksek limitlerinde (Örneğin sönük iken buruşuk bir balonun şişirildiğinde, buruşukluklarının giderilmesi gibi) kendiliğinden düzene giriyordu. Böylece evren, kendiliğinden düzene girmişti. Yani birbirinden çok farlı (anizotrop) başlamasına rağmen iztropluğa ulaşmıştı. Şişme öncesi dönemde, parçacıklar birbiriyle haberleştiklerinden, aynı izotropluğa kavuşmuş, daha sonra birbirlerinden koptukları halde, aynı davranışı korumuşlardı. Üstelik “şişkinlik” teoreminin Big Bang teoreminden bir başka üstünlüğü daha vardı: Bu modelde evrenin genişleme hızı (Pozitif ivme), evrenin enerji yoğunluğuyla belirlediğimiz kritik hıza kendiliğinden yaklaşıyordu ve özel bir şart (Tanrı’nın özel seçimini)
gerektirmiyordu. Elbette bunun bir tanığı bulunamaz. Çünkü evren günümüzde şişen biçimiyle genişlemiyor. Geçmişte “Birden şiştiğini” nereden bilelim? Bunun da cevabını şöyle veriyorlardı: Doğanın dört temel kuvveti bir arada eşit ve simetrik iken, aralarına ani şişmenin girmesiyle “Süper-soğutma”ya uğramışlar, dolayısıyla asimetrik olmuşlardır. Asimetri (Bakışımsızlık) enerjisi, simetri (Bakışım) enerjisinden çok daha fazla enerji artığı ortaya çıkarır. (Wilczek ispatlamıştır: Bu durumda “Evren kuvvetlerinin eşit olduğu simetrik enerjinin” belirlediği kritik sıcaklığın hemen hemen biraz altında evren maddi yaratılmış oluyordu.) Böylece evrenin “Seçilmiş” değil; “Kendinden doğal belirlediği” bir hıza kavuşmuş olduğu anlaşılmaktadır. Ama Guth’un bu modelinde, evrenin genişleme hızının, izotropiyi sağlayamayacağını, parçacıkların birbiriyle yine haberleşemeyeceğini en başta Stephen Hawking olmak üzere “Zig-Zag öğretisi” mensupları olarak kanıtladık. Çünkü Guth’un şişkinlik teoreminde, evrenin bir yerinde doğanın farklı güçteki dört temel kuvvetinin “Aynı, simetrik” olduğu bölgeler de olmalıydı. Oysa evren hepten izotrop olduğundan bu istisna hiçbir yerde gözlenmemektedir. Guth’un temel yanlışı, “Dört kuvvetin eşitliği (Simetrisi)” birden şişmeyle imkânsızlaşıyordu. Hawking ve öğrencisi Albrecht, Rus Linde’nin görüşüne yöneldiler. Böylece ”Yeni şişkinlik teoremi” ortaya çıktı ve eski teoremi kurtardı. (1979) Bu teoride, dört kuvvetin bakışımının bozunması için “Birden” değil çok yavaş bir süreç kanıtlanmıştı. Guth’un “Kabarcık” dediği faz bölgelerinin oluşumuyla, dört kuvvet arasındaki simetrinin birden bozulması yerine “Yavaş bozulması” revizyonu konunca, evrenin “Niçin gördüğümüz gibidir?” sorusuna da açıklama getiriliyordu. Ama niçin birden şişme içinde buna çelişen bir “Yavaş süreç” vardır? Bunu açıklayamayan yeni şişkinlik teorisinin 1983 yılında sonu geldi ve eskisi gibi terk edildi. Linde o yıl, bir makale yayınlayarak, (Eski ve yeni şişme teorilerinin saplanıp kaldığı “Faiz geçişi ve süper soğutmayı” ret ederek, yerine) “Spinsiz=dönüsüz” olanlar önerdi. Dolayısıyla şişmeyi bunlar sağlayacaktı. Bu alanlar, yerel etkinlikler uygulayınca, o bölgeler kendiliğinden şişkinlik biçiminde genişleyecekti. Yerel genişleme sürdükçe, içerdiği alan enerjisi de sönüşmeye yüz tutacağından, genişleme şimdi gördüğümüz gibi normal hıza yavaşlayacaktı. Bu şişme bölgelerinden biri de şimdi bildiğimiz BİG BANG bölgesi yani evrenimizdir ve yaratılmış olduğumuzun kanıtıdır. Böylece, eski ve yeni haliyle birlikte terk edilen “Şişkinlik teoreminin” çok başkalaşmış, çok karışık bir çeşitli olan Linde kuramı ortaya kondu. Ama eski modellerin yararları da büyüktür: Çünkü bize, “Big Bang”dan başka yaratılış olabileceğini gösteriyordu. Evren şimdiki görüntüsüne, değişik başlangıçlardan gelmiş olabiliyordu. Fakat zaman içinde geriye gidildiğinde, yani “Filmi ters oynattığınızda” Big-Bang teoremindeki “Netlik” yerine, kargaşa bulacaksınız ve hiçbir şey anlayamayacaksınız. Oysa Big-Bang teoremi bu kargaşayı yok etmiş, evrenin ileri-geri gitmesi, (darlaşıp-büzüşmesi) halinde içeriğinin özdeş olduğunu göstermektedir. Ama bunun böyle olması şart değildir. Yani, “Geçmiş değiştirilebilir mi?” sorusunun cevabı ihtimal hesabına göre mümkündür. Çünkü
Feynman, bir parçacığın geçmişinde, bir tek geçmiş yerine “Çok alternatifli geçmişler” olacağını, bu parçacığın durumunu anlamak için “Geçmişlerinin toplanması gerektiğini” gösterdi. (*) ALLAH’ın günde 360 kez Levhi Mahfuz’a bakmasıyla ilgili bir hadis çok önemlidir. Üstelik “Arz’dan Arş’a Sonsuzluk Kulesi” isimli bandımızın ilk cildinde, başta Hz. Hızır olmak üzere, Zülkarneyn ve diğer zaman yolcularının geçmişi ve geleceği değiştirebileceğini ayetlerin ışığında görmüştük. Allah bu konuda izin vermektedir. Ama ayetlere göre “Yalnız kendi reyiyle” (Kehf83. ayet) Geçmişin ve geleceğin değiştirilmesi konusunda bandımızın izleyen sonuncu cildinde yer vereceğiz.)
Şimdi “Big Bang ya da yaratılış neden olmuştur? Niçin maddesel evrenin varlığı, maddesel yokluğuna nazaran tercih edilmiştir?” sorusuna cevap bulalım: Evreni yaratan patlamanın gerisine gidebilmek için, son aşamada “Patlama” anına ulaşıp, bu konudaki kalan bilgilerimizi de sunalım:
İLERİ BİLGİLER: 61
VARLIĞIN YOKLUĞA TERCİH EDİLMESİ Big Bang neden oluştu? Varlık yokluğa göre neden mevcuttur? Bunlar kozmolojinin en önemli sorularıdır. Cevabını Wilczek buldu. Wilczek teorisini “Büyük birleşme teoremleri”ne cevap verdiğine inandığı “ŞİŞKİNLİK teoremi” için geliştirdi. Fakat bu “Şişkinlik teoremi” terk edildikten sonra da Wilczek’in önermesi gerçeklendi. Şişme teorisinin bir diğer tutarlılığı da evrende niçin toplam 1080 tane parçacık olduğunu açıklamasıydı ve bu da evrende anti-maddeyi reddeden görüşün canına minnetti. Çünkü Wilczek, “Parçacıkları oluşturan enerjinin nereden geldiğini” bularak şişkinlik teorisinin 4 yıl tedavülde kalmasını sağlamıştı. Önce evrenin toplam enerjisinin “SIFIR” olduğu W. De SİTTER’in “Madde içermeyen, saf enerjisi olan, hiçbir maddi parçacığı olmayan, dümdüz ve sınırsız uzay modelini” seçti. Hiç madde barındırmayan bir evrenin (Big-Bang ile) bu evrene niçin tercih edildiğini, yani (Enerjinin hesaplanabilir bir nicelik olduğundan) “Parçacıklar oluşturan enerjinin nereden geldiğini, Big Bang’ın niçin olduğunu” cevaplamaya koyuldu. Sitter’in “Saf enerjiden oluşmuş” modeli ile evrenin “Şimdiki maddeden oluşmuş” yapısı arasında (O enerjiden bir kısmının maddeleşmesiyle ortaya çıkmış bu maddi evrenin) başlıca farkına Wilczek iyice belirledi: Birbirine yakın duran iki maddi cismin birbirlerine uzak olduklarından daha az enerjileri vardır. (Yakın olanları birbirinden zor ayırırız, enerji vermeden ayıramayız.) Bu da gösteriyordu ki, bir çekim alanının kendi (negatif diyebileceğimiz) bir enerjisi
vardır. Bu enerji ile maddenin kendi (pozitif enerjisi) birbirini giderdiğinden, toplam evren enerjimiz şimdi “sıfırdır” diyoruz. Şişkinlik teoremi, Big Bang teoreminden farklı olarak “Madde üretebilmeye” izin veriyordu. Sıfırın kendisiyle çarpımı yine sıfırdır. Dolayısıyla negatif enerji kendi kendini çoğaltamaz ama pozitif enerji (Enerjinin korunması ilkesine ters düşmeden) şişkinlik teoreminden kendini katlar ve niceliğini artırır. Aynı anda negatif enerjiyi de katlayarak çoğaltır. Bu ikisi, birbirini sürekli sıfırlayarak, sayılarını artırır. Evren genişledikçe maddenin seyrelmesi nedeniyle bu durum şimdiki evrene göre mümkün değildir. Ama birden şişme olduysa, süper soğutulmuş bir evrende, genişleme halinde bile enerji yoğunluğu sabit kaldığından, genişleme oranında madde ve çekim enerjileri (Pozitif-Negatif enerji ikilisi de sayıca katlanır. Böylece Hoyle’un sürekli yaratılan madde savı da doğrulanırdı. Ama ne var ki, “Şişkinlik modelleri” bırakılınca, bu varsayım geçersiz kalmıştır. Fakat Wilczek’in teoresi bize çok önemli bir şeyi ispat etmiştir: Varlık durumundaki enerji miktarı, yokluk durumundaki enerji miktarına oranla daha az olduğunda, termodinamik ısı dengelemesi (Doğa sistemlerinin en yoğun enerji düzeyinden, en düşük enerji durumuna hareket etmesi ilkesi) uyarınca, boşluk denen saf enerji vakumu, kendiliğinden kararsız olup saf enerjisinden madde üretecektir. Böylece saf enerji durumundaki boşluk (De Sitter uzayı) Big-Bang’ı oluşturmuştur. Bunu en yalın şöyle anlatabiliriz: Saf enerji ile saf madde arasında, termodinamik tek yönlü bir gidiş vardır. Çünkü salt enerjinin olduğu bir “Varlığın” henüz maddenin “Yokluğu” durumundaki enerji niceliğini ölçümleyebilirsek, “Maddenin var olduğu VARLIK” durumundaki enerji niceliğiyle farkını kıyaslayabiliriz. Madde, bağ enerjisi (Pozitif enerji) ile çekim enerjisine (Negatif enerji) gerek duymaktadır. Enerjiyi maddeye dönüşmediği sürece, bağ enerjisi ve çekim enerjisi toplamıyla “Maddesiz bir evrende” (De Sitter’in içinde madde olmayan dümdüz uzayında) düşünebiliriz. Varlık durumundaki enerji miktarı, yokluk durumundaki enerji miktarından daha az olduğunda, ısı farkını kapatmak üzere hareket ettiğinde, saf enerjili Sitter uzayında kararsız ve hemen bozulmaya hazır bekleyen statik enerji dalgalanacak ve kendiliğinden madde üretmek üzere “Big Bang” patlaması yapacaktır. Wilczek’in açıklaması, ardından yeni bir soru getiriyordu: “Varlığın yokluğa tercih edilmesini açıkladınız da, bu saf enerji Sitter’in uzayına nereden geldi? O enerji oraya nasıl gider?” Bilim, “Nereden ve nasıl” sorularına cevap aramaya can atar. Ama “Onu oraya KİM getirdi?” sorusunun sorulmasını sevmez. Çünkü “resmi bilim” ALLAH’ı dışarlamak için elinden geleni yapmaktadır. Bunun biz müminlere büyük yararı vardır. Çünkü kâinat Allah’ı hem gizler hem gösterir. Onların gizlemeye çalıştığı bize görünen olur. Soru ilerledikçe ALLAH’a yakınlaşır. “Enerjiyi oraya ne getirdi, nereden getirdi, nasıl getirdi?” Yeni cevap arayışlar sonucunda, “Sürekli yaratılıp-yok olan ve yeniden yaratılan evren” modeli (Pulsatif evren) geliştirilmişti. Daha sonra “Paralel evrenler” gündeme gelince, bu
enerjinin “Paralel bir uzaydan geldiği” ya da “Yaratılıştan (Big Bang) çok az önce çöken bizden önceki bir evrenin kozmik karadeliğine çökerek, tünelin ucundan bize fırlattığı enerjidir” diyeceğiz. Bu da yeni soru fakat aynı sorudur. “Pekiyi, o enerji oraya nereden geldi?” Cevap: “Süper Uzay’dan ya da Sonsuz özünlü enerjiden…” Yine aynı soruyu soracağız: “Süper uzayın nur’u nereden geldi?” Hyper uzaydan (Mutlak misal âleminden)… “Ya oraya?” Böyle sora sora ateist bilim adamları ancak milyon yılda Arş’a dayanacaklardır. Bir soru daha: Niçin “Varlık” yoluğa tercih edilmiştir? Varlık ve yokluk birbirine özdeştir, ebedi dengededir. Eğer, bunun üzerine bir TEKİLLİK (Tanrı, Allah) rey hakkı kullanmazsa, yaratılamazdık. Ama Allah (Hallak, mütekevvin) “OL!” iradesini buyurmuştur. İşte sözünü ettiğimiz TEKİLLİK=ALLAH’ın Ehad oluşunun sembolik kendisidir. Üstelik bu tekilliklerin KAÇINILMAZ olduğunu Fiziko-matematik ispat ile HAWKING-PENROSE ikilisi ortaya koymuştur. YARATILDIĞIMIZI bilim tarihinde ilk kez ispatlamışlardır. Sonuçta nasıl ki karadelikler bizi yutacaksa, sonun en başındaki yaratılış patlaması sırasında da bu karadelikler yaratılmış ve bizi üretmişlerdir. Tıpkı ENBİYA-104. ayette olduğu üzere biz “İADE” edilmiş, ALLAH’a RÜCU ile ÇEVRİLMİŞ oluyoruz. Yine aynı mantıkla, bizler söz konusu ayet gereği, “YENİDEN BİR BAŞKA ÂLEMDE” tekil olarak, tekillikli (Ehaddiyet, Vahdaniyet) yaratan tarafından aynen iade edilecek ve mahşeri müşahede edeceğiz. Elbette, şimdiki resmi bilim “Big Bang”in yani Hubble’un tepe noktası arkasına geçememektedir. Bunu sadece Kur’an’a gönül veren bilim adamları becerebilmekte ve ateistleri kesin yenilgiye uğratmaktadırlar. Bu konuda “Yarı cahil” (Yani tam entel) bilim adamlarını ve o doğrultudaki yayınlarını izleyerek bir şey elde edemeyiz. Ama gerçek ENTELEKTÜEL bilim adamlarını izleyerek, yaratılışın bütün safhalarını, nereden nereye geldiğimizi izleyebilirsiniz sevgideğer okurlar… Yarım aydınlık bilimciler, daha bunlara akıl erdirmeye çalışırken, onların tamamen üstüne çıkmış, mümin bilim adamları (Örneğin Zig-Zag öğretisi mensupları) dini hiç karıştırmadan salt bilimle YARATILDIĞIMIZI ve TEKİLLİĞİ (Allah’ın Ehad-Vahid oluşunu) bulmuşlardır. Bizi, “ALLAH tekilliği” var ettiği için yaratıldık. Evren bizden önce süper uzayda (Misal aleminde) beklemekteydi. Ama bizim bir öncemiz (Çünkü süper uzayda zaman yoktur), ezeli bir varlığımız yoktur. Bizler, “Niçin yaratıldığımızı değil; NASIL yaratıldığımızı soruşturmaya yetkiliyiz. Bilim adamlarının (aslında bir laubalilik olmayan) ünlü bir vecizesi vardır: “Tanrı’nın ne düşündüğünü anlamaya çalışıyoruz.” Zaten bu, “Tahkiki iman” nedenidir. ALLAH Kur’an’ına başvuran mümin bir bilgin, (Allah’ın kelamı ve bilginlere özel bir dili de olan) Kur’an ile konuşabilir: Biliyoruz ki Allah varlıkların tamamını “ANCAK KULLUK İÇİN YARATMIŞTIR.” Kulluk kavramının 7777 anlamı vardır. “Abit” diye geçen kulluk nedir? İbadet mi? (Cennet’te ve Cehennem’de ibadet yoktur.) Abit=Kulluk, yaratılışın limitidir, tabanıdır, üç aşamanın ilki abit, ibadet edendir. Arif irfanı, marifeti olandır. Âlim ilmi olandır. Kulluğun başlıca şartı Allah’tan korkmaktır. İşte bu kulluk idrakinin ve eyleminin en yücesidir. Bunun altında Arif, irfanı olandır. O
korkuyu az tanır ama zaman zaman hisseder. Abit ise taklitçidir. Korkuyu hakkıyla ne bilir, ne hisseder? Çünkü TAKLİDİ İMAN, TAHKİKİ İMANDAN ÇOK FARKLIDIR. Allah’a kulluk, bu üç grup için ayrı ayrıdır, farklıdır. “Evren” de bir yaratıktır. Dolayısıyla evren kulluk mekânıdır. Evrende sadece mekan olsun diye yaşayanla, evrenin “Neliğini anlayan arasında üç türlü mecazi evren vardır. Abit evreni, arif evreni ve alim evreni!.. Bu üç evrenin birbiri ile hiç ilgisi yoktur ve çok az benzerler birbirine… Balığın karaya vurması gibi. Tıpkı bir denizaltı ile karaya çıkıp, başka bir evrenle karşılaşan bir insan gibi… Daha sonra karada otomobili ile gezen insanı, roketle uzaya çıkarmak, farklı farklıdır. “Deniz seviyesi altında, deniz seviyesinde ve deniz seviyesinden yukarıda” olmak üzere evren düzeyleri vardır. Aşağısı “Ashabı mahlûk” ortası “Ashabı Kehf” ve üst boyutu (denizden yüksek olan ise) “Ashabı Rakim”dir. Buna şöyle de diyebiliriz: İlminiz dünyayı kavrıyorsa siz ARZ düzeyindesinizdir. İlminiz SEMA’yı kavrıyorsa (Evrensel ise), siz o düzeydesiniz. Rabbimiz yer ve gök ile “İKİSİ ARASINDAKİLERİN RABBİ” olduğundan, arifler de ayağı yerde, gözleri gökte olanlardır. Bunun için Allah’ın niçin yarattığını değil; nasıl yarattığını cevaplandırmak isteriz. Bunun için Kur’an’ın anlaşılması yeterlidir. Allah bizleri yarattığını söylemiştir ve bunun böyle olduğunu bilim de bildirmiştir. Kıyamete inanmamız gerektiğini Allah bildirmiştir. Bilim onun da olacağını göstermiştir. Ayrıca bulmuştuk, ispatlamıştık. İşte Big Bang kuramı, işte Hawking ve Penrose gibi fizikçi-matematikçilerimizin “Evrenin başındaki TEKİLLİK”leri ve yaratılışın Enbiya-104 ile tıpatıp uyuşan Karadelikten türeyen biçimi… Karadelik kıyametleri…
KESİM: 107
CPTS İLKELERİ
BİLİMDE SİMETRİ İLKELERİ Buraya kadar, “Asimetrik” ilkelere ve “Antimadde”siz bir evrene yer verdik. Şimdi sıraya simetri ilkelerini alabiliriz. “Simetri (Bakışımlık)” her şeyin çift-çift yaratılması uyarınca HAKK ile kavramdır. “Simetri” olayında birbirine tam eşit iki varlık vardır. Bunun tersi ise bakışımsızlık (Asimetri) diye nitelendiriliri. Asimetride ise eşitlik-denge yoktur. Simetri %50 iki ihtimal üzerine kurulmuştur. Ama asimetride ihtimaller farklıdır. (örneğin 3 x 8 = 6 x 4 = 24 gibi) Simetri (Bakışımlık) üç biçimde olmaktadır: 1. ÖZDEŞ SİMETRİ: İki parçacık birbirinin tam eşitidir. Bunu anlamı, fizik yasalarının madde ve antimadde parçacıkları için eşit ve aynı olduğudur. Yani madde ile antimadde parçacıklarını değiştirseniz bile aynı kalırlar. Seçim rastgeledir. 2. EŞLENİK SİMETRİ: Diğer adıyla Parite’dir ve P-simetrisi olarak da bilinir. Bu görüş, fizik yasaların her durumda ve onun aynadaki “Ters” görüntüsü için aynı geçerlilikte olmasıdır. Özdeş simetride, ayna etkisi yoktur. Terazinin iki kefesine konmuş dengede iki adet okka gibidir. Ama eşlenik simetride, kendimizi aynada gördüğümüz gibi bakışık
görürüz. Nasıl ki saç ivimiz, soldan sağa geçmiş ya da yazılar ters gözükmekteyse, bu madde ve antimadde parçacıkları için de geçerlidir: ekseni çevresinde sağa spin yapan bir parçacık, aynada sola doğru spin yapmış olan görüntüsüyle bir eşlenik pariter simetri oluşturur. (Sağ ile solun yerini değiştirmek ve ters görüntüsünü almak.) 3. ZAMANDA TERS GİDEN (Nedenselliği ters olan) SİMETRİ: Eğer madde ve antimadde parçacıklarının zamanda hareket yönlerini de değiştirirsek, yani onu zamanda ileri değil de geriye götürürsek, sistemin başlangıç anına ulaşırız. Bu görüşe göre, zamanın ileri ya da geri akışında fizik yasalarının özdeşliği bozulmaz. Bu üç görüşe birden bütün fizik kurallarının uyduğu sanılırken, 1956 yılında Çin asıllı üç Amerikalı Yang, Lee, Wu, “Zayıf nükleer kuvvetin, eşlenik simetri kuralına uymadığını” gösterdiler. Aynı yönde dönecek biçimde sıralanan manyetik alan parçacıklarının her iki yöne de eşit miktarda elektron bırakacakları yerde “Solak” yönde daha çok elektron bırakarak eşlenikliği bozması nedeniyle simetriye uyulmadığı ortaya çıkıyordu. İzleyen yıllarda, yine zayıf kuvvetin, bu kez de “Özdeş simetri” ilkesine de uymadığı görüldü. Zayıf kuvvet ancak birleşik olarak ÖZDEŞ-EŞLENİK simetriye uyuyordu. 1964 yılında Amerikalı Cronin ve Fitch ikilisi, bir tür K° mezonunun bozunması sırasında, Özdeş-eşlenik ortak simetriye de uymayan asimetrik bozunmasını ortaya koydular. (Bu konuya daha önce değinmiştik.) Cronin ve Fitch, aynı zamanda maddi ve antimadde parçacıkların nedensel olmayan simetriye de uymadığını K°1 mezonlarıyla kanıtlamışlardı. Madde ile antimaddenin yerleri değiştirilir ve aynadaki görüntüleri alınırsa eşitlik olmuyor, bir asimetri doğuyordu. Bunun için zamanın ok yönü değiştirilmezse, evrenin davranış biçim aynı olmamaktadır. Zamanın ok yönü değiştirilince, fizik yasaları da kendiliğinden değişmezse bu simetriye uymazlar. Zaten evren bu simetriye nedensellik ilkesi başta olmak üzere türlü yönden uymaz. Örneğin, “ileri” akınca eren genişlemektedir; zaman “geriye” akarsa büzüşecektir. Çekim ve termodinamik gibi tek yönlü kuvvetler bu simetriye uymazlar. Öyleyse, bu tek yönlü kuvvetler, evrenin genişlemesi sırasında eşit yaratılmadığı izlenimi verirler. (ASİMETRİ teorileri, evrenden anti-maddenin varlığın atmıştır. Biz anti-maddeyi sadece çok yüksek enerjili parçacık hızlandırıcılarında kısa bir an için elde edebiliriz. Büyük birleştirme teoremleri doğanın üç kuvvetini kapsarken, çekimi ise kapsamı dışında bırakmaktadır.) Simetrinin özdeş ve eşlenik olan türlerinde fizik yasalarının sonucu değişmediğinden, tıpkı bizim gibi yaşayan, fakat anti-maddeden oluşmuş, ama bizim aynadaki görüntümüz gibi ters olan ANTİ-EVREN mutlaka olmalıdır. Fizik ilkeleri her iki âlem için de aynıdır. (Allah hem doğunun hem batının Rabbidir.) Fakat “ters nedensellikli” olan simetride “Biri zamanda ileri, diğeri zamanda geri giden ANTİ-DÜNYALAR” ortaya çıkar. Güneşin batıdan doğmasını haber veren ayet uyarınca bu da var olmalıdır. O zaman ALLAH’ın “İKİ DOĞU ve İKİ BATININ RABBİ” olması uyarınca bu da doğrulanır. Çünkü Allah, sayısız ALEMLERİN RABBİDİR!.. Nedenselliği ters olan, yani zaman oku, geçmişten geleceğe değil de, gelecekten geçmişe TERSİNE DÖNMÜŞ olan simetriyi soruşturmak için, ZAMAN konusuna değineceğiz: Grafiklerde “zaman” boyutunu ok ile gösteririz. Mekân boyutlarının okları her yöne
olduğu halde, zaman oku, TEK YÖNDE”dir. Yani geçmişten geleceğe akar. Zaman okunun üç tanımı vardır: 1. Termodinamik zaman oku yönü: Isı dengesi, sıcaktan soğuğa TEK YÖNDE bir termik dengeyi öngörmektedir. Entropi denen ısı düzensizliğinin zamanla artması, zamanın ok yönünde belirtmekte ve bizi sürekli geçmişten uzaklaştırarak, geleceğe yaklaştırmaktadır. 2. Zamanın sezgisel ok yönü: Psikolojik olarak zamanın ileriye aktığını hissettiğimiz yöndür. Zamanın “geçtiğini” hissederiz. Çünkü “Geçmişimizi biliriz, hatırlarız.” (Ama ”Geleceği hatırladım” gibi bir cümle kullanmayız.) 3. Zamanın, evrenin genişlemesi yönündeki ok yönü: Kozmolojik ok denen bu yön, evren dışa genişlediği için çap boyunca “ileri” akmaktadır. Evren büzülünce yaşlı doğup, genç öleceğimiz bir ters-nedensellik de mümkündür. Buna negatif zaman da denir. Zamanın oku ters yönde çalışır. Üç ok yönü de “AYNI YÖNDE”dir. Evrenin genişlemesi ile termodinamik yön doğrudan paralel oldukları için bu böyledir. Evren, sonsuz öz enerjiden yaratıldığı için çok sıcak bir başlangıca sahiptir. Zorunlu olarak sıcak uçtan soğuk uca… …ge akımı olmaktadır. Zamanın termodinamik okuyla, genişleme yönündeki kozmolojik oku beraber aynı yönde olunca, dolayısıyla “psikolojik zaman sezgisinin oku” da bu yöndeymiş zehabını vermektedir. Çünkü geçmişimizi “Entropik düzensizliğin yoğun” olduğu yönde hatırlarız. (*) Gelecek cildimizde zamanın anatomisini yazarımız hakkıyla inceleyecektir. Bu ciltte de zaman zaman ilgili bilgiler sunulmuştur. Eukleides (Öklid) uzayını üç boyutlu (Küp-uzay) olarak kurmuştu. Zamanı bundan çok ayrı düşünüyordu ve zamanın da bir cetvel gibi uzunluğu olduğunu ise el Cabir buldu. Zaman bir yazgılar cetveliydi. Zamanın bu tanımını, El Cabir elimizle tutulmayan (soyut) bir cetvel olarak başarmıştır. Einstein’a öğretmeni Minkowski’nin verdiği zaman boyutu da budur. El Cabir’den sonra, bu konuyu ilk ele alan Minkowski olmuştu. Feynman ise, parçacıklar düzeyinde bu imajiner zamanı kullanarak, parçacıkların geçmişteki “Dalga davranışlarının” toplanacağını belirledi. Böylece her bir parçacık için geçmişinde BİR DEĞİL; birçok “Geçmiş” vardı. Tıpkı, geleceğimizde de aynı mantıkla birçok alternatif gelecek olması gibi… Fakat Feymann tekniği “Somut=Reel” bir zaman çizgisine dayanmaktadır. Eğer bunun yerine “imajiner=Soyut” zaman kullanılırsa, “Uzay ve zamanın” üzerindeki ayrımın ortadan kalktığını “Kronosfer teoremimde”
kanıtlamıştım.
Böylece
Öklid’in
uzayı
ile
el
Cabir’in
soyut
zamanını
birleştirdiğimizde, uzaydaki yönlerle, Einstein’ın uzay-zamandaki tüm yönler arasında hiçbir fark yoktur. İleri konularda “Zaman küre=Kronosfer mekânı” içinde hem somut (Reel) hem de soyut (İmajiner) iki tip zaman olduğunu sunacağım. Bu iki görüşümün ispatı Hawking gibi bir dostuma karşı çıkmamı gerektirmişti. Ama biz, arkadaşlıklardan öte, GERÇEK uğruna birbirimize karşı çıkmalıyız. Hawking’in “Sonu gelmeyen zamanı” ile “Zamanı lineer sayması” bilimin gerçekleriyle bağdaşmamaktadır. Bu konuda Hawking bana “Ben inatçı keçinin biriyim” demiş ve ispatlı olduğu halde teoremimi kabul etmeyi reddetmişti. Evren geriye büzülmeydi. Ya da çok geniş olarak yaratılıp, giderek darlaşsaydı, zamanın oku, termodinamik yöndeki okuyla özdeş olmayacaktı. İmajiner (Soyut=Sanal) zaman yönü, tersine akacaktır. O
zaman yaşlı doğup, genç ölecektik.
İLERİ BİLGİLER: 62
KARŞIT EVRENLER Parçacık düzeyinde “Antimadde”, atomun göbeğinde saklıdır. Büyük enerjiler verildiğinde ortaya çıkmakta, eşleniğini bularak yok olmaktadır. Anti-madde bir asimetri ilkesinde olmamasına karşılık; üç simetri ilkesinde ve bizim buna ekleyeceğimiz dördüncü simetri (Dipolarizasyon) ilkesinde yer almaktadır. Okurlarımız, üç simetri ve bir simetrisizlik modelinden oluşan bu görüşlerin ne anlama geldiğini anlamış bulunmalıdırlar. Aslında bu dört maddenin birleştiği kendi özgün savım da var: Ama buna gelmeden önce, biz dört görüş altında evrenin dört modelde gösterimini sunalım. Simetri ilkeleri, anti-galaksileri, anti-evrenleri ve tersine akan zamana sahip antigalaksi ya da evreni öngörürken, asimetrik ilke anti-maddeye yer vermez ve evrenin maddeden türediğini, anti-maddenin evrenimizde hiç bulunmadığını ileri sürer. Simetrik ilkeleri Alfven-Klein teorileri birleştirmiştir. (Ama asimetrik bir evreni de mümkün kılan Cronin ve Fithc’in bulgularıdır. Maddenin anti-maddeden bakışımsız fazla olmasına “Baryon” terimi kullanılır.) Öte yandan, belirsizlik-olasılık (ihtimal) matrislerine göre bir “ANTİ-EVREN” dizisi olduğu da kaçınılmazdır. Bu anti-evren ya da anti-evrenler dizisi, evrende mutlaka bulunmak zorundadır, ihtimal hesaplarım her iki çifte de %50 eşit şans tanımaktadır. Fakat evrende, gerçekten anti-madde adası hiç mi hiç gözlenmemektedir. O halde bu kayıp anti-madde nerededir? Konunun üzerine gittiğimde, temel parçacıklardan başlayarak, beynimdeki modeli sadeleştirdim. Madde ile anti-madde parçacıklar arasında bilinen şu farklar vardır: 1. Elektrik yükleri birbirinin zıddıdır. 2. İzotropik spinlerinin üçüncü bileşenleri terstir. (I3) 3. Maddesel parçacıktan “Anti-nötrino” ve anti-maddesel parçacıktan da “Nötrino” yayımlanmaktadır. Asimetri ya da simetri (Üç tür) bazlı dört görüşten hangisinin evrenin yapısına uygun olduğunu soruşturmak için, anti-madde teoremleri bana tevdi edilmişti. Dört görüşü kısaca şöyle değerlendirdim: 1. ÖZDEŞLİK UYARINCA: Yalnız simetri mümkündü. 2. EŞLENİKLİK UYARINCA: Yalnız simetri mümkündü. 3. ÖZDEŞLİK-EŞLENİKLİK ORTAKLIĞINDA: Yine simetri mümkündü ama asimetri de bariz olarak mümkün görünüyordu. 4. TERS ZAMAN GÖRÜŞÜ UYARINCA: Sadece madde – anti-madde eşitliği mümkündü.
Fakat bu garip bir sonuç ortaya çıkarıyordu. Madde ile anti-maddenin birbirinden 3 farkına bir de “Sanal-reel” zaman okunun ters-yüz bakışıklığı eklenmeliydi. Maddesel parçacıklar, zamanda bildiğimiz yönde “İleri” gidiyor: “Anti-madde parçacıklar” ise zamanda GERİ gidiyordu. Gerçekten bu durum “Evrenin simetri ve bütünlük ilkesine” çok ters düşüyordu. Fakat tekrar tekrar incelediğimde, yaptığım hesapların doğru olduğunu gördüm. Madde ve anti-madde parçacıklar birlikte “Yaratıldıkları” ilk andan itibaren zaman faktörü onları etkilediği için ZAMANLARI çalışmaktadır. Ama bunlar henüz bir ASILDA enerji çift olduklarında, zamanları sonsuz genleşmekte ve zamandan münezzeh duruma gelmekteydiler. Bunlar yaratılmadan önce, Hilbert uzayının “Sonsuz özünlü enerji” bölgesindedirler. Örneğin nötrino ve anti-nötrinolar, aslında Hilbert uzayının bu sonsuz özünlü enerjisi içinde hep saklıdırlar. Ama “Çekirdek dengesi” gereği ve çekirdekteki patlamayı önlemek üzere bir sünger gibi enerjiyi gizleyerek açığa çıkarmaktaydılar. Bunlar evrenin “Yan penceresinden” dışarıya “Spin kazanarak” çıktıklarında “Yaratılmış” oluyorlardı. Nötrino ve anti-nötrinoların yüksüz oldukları halde birbirinin anti-parçacığı olmalarında bir aykırılık vardı: Bunlar tau mazonları, fotonlar gibi “Anti-maddesi, karşıtı olmaması” gerekirken, tam tersine “Karşıtları” vardı. Burada açamayacağım bir dizi karmaşık hesaplardan sonra, nötrinoların zamanının (bildiğimiz gibi) “ileri” akmasına karşılık; anti-nötrinoların zamanının “Gelecekten geçmişe” aktığı ortaya çıkıyordu. Öyleyse, bütün anti-parçacıklar “Zamanda ters yönde” akıyorlardı. Bu bulgumu “Genelledim” ve evrende madde ile anti-maddenin oluşturduğu galaksilerden de ötede iki ayrı evrenin, “Aynı yerde” oldukları halde, birbiri arasına “ZAMAN, TAKVİM FARKI” girmesiyle “Birbirlerini algılayamadığı, etkileşemediği” ortaya çıkıyordu. Bundan Kur’an’a da bir aykırılık yoktu. Örneğin, bizler Cinler ile aynı “MEKÂN İÇİNDE” yaşadığımız halde, rölâtivist zaman farkı yüzünden, birbirimizi “Dolaysız” algılayamamaktayız. Bundan daha somut olarak Yecüc-Mecüc ırklarıyla aramızda bir “ZAMAN FARKI” olması nedeniyle, (onların geçmişten geleceğe nakledilmelerinden nakil süreci boşluğunda da) tıpkı bu madde – anti-madde “Zaman oku yönü tersliği” ZAMAN DUVARI gibi onlarla aramıza girmektedir. (*) Yazarın “Çeyrek Kala Kıyamet” ve “Çeyrek Geçe Kıyamet” isimli eserlerinde bu konular ayrıntılı olarak sunulacaktır.
Yaratılışın sıfır anında, madde ile anti-madde birlikte yaratılmışlardı. Bunlar, en başta evren çok sıcak olduğu için birbirini yok edemiyorlardı. Fakat yaratılışın onbinde-birinci saniyesinde, yeterli soğuma nedeniyle yok olma işlemi başladı. Bu yok olma işlemi, “Milyarda-bir artık” gösteren HER İKİ MADDE – ANTİMADDE fazını zaman içinde ileri-geri götürerek, evrende birbirinden ayırdı. Madde evren, o andan günümüze kadar, bildiğimiz gelişmesini “ZAMANDA İLERİ” yönde, yani geçmişten günümüze doğru sürdürdü. Bunun tersine anti-maddenin milyarda-bir artığı ise “ZAMANI TERSİNE ÇALIŞTIĞI” için “zamanda gerimize” gitti.
Biz yaklaşık 16 milyar yıldır zamanda İLERİ yönde genişlerken, anti-madde evreni ise zamanda GERİ yönde genişlemeye koyuldu ve o evren 32 milyar yıl kadar ARDIMIZDA kaldı. Şimdi akla birçok soru geliyor: Örneğin zamanın başlangıcı nihayetsizleşiyorsa, acaba Hubble’un tepe noktası, bu madde – antimadde evrenlerinin başlangıç noktası mıdır? Zamanda geri gitmek demek, Big Bang patlamasının da gerisine düşmektir. Oysa o dönem evren yoktu. Biz nasıl yaratılışın ÖNCESİNE uzanırız? Bunları kendi kendime sorarken, defalarca doğru olan hesaplarımı kontrol ettim: Çok geçmeden can alıcı yanlışımı buldum: İki evreni birbirine 180° zıt düşünmüştüm. Bu durumda evren kendi gerisine düşüyor ve ezeli bir sonsuza genişliyordu. Oysa iki evren arasındaki açı 180° değil; 45° idi. Yani ikisi arasında POLARİZE düzlem vardı. Buna da Kur’an’da “Rabbimizin hem iki doğunun (Maşrıkeym) hem de iki batının (Mağribeyn) Rabbi olduğu” cifir şifresinden kavradım. Dolayısıyla 45 açı derecesiyle kaymış iki doğu ve iki batı bulunuyordu. Bir diğer ayet “Rabbim bizi iki kez öldürdün, iki kez dirilttin” diyor, yok olmayı (Annihilation’u) bildiriyordu. Madde ile antimadde yaratılmıştı. (Birinci yaratılış) Sonra bunlar birbirlerini yok ederek, bir artık bırakmışlardı. (Birinci ölüm) Daha sonra bu artıklar, kendi başlarına evrimleşmişlerdi ve onları ileride “ikinci ölümleri” bekliyordu. Bu kıyametin ardından “ikinci kez yeniden dirilecek ve hiç ölmeyeceklerdi.” Madde ve anti-madde evrenleri arasındaki farkı, en basit kare matris ile Şekil-41’de açıklamasıyla birlikte izleyelim.
ŞEKİL: 41 CİFİR GEOMETRİSİ MADDE – ANTİ-MADDE DİPOLARİZASYONUNUN CEBİRSEL VE GEOMETRİK CİFİR İLE GÖSTERİMİ: Birinci şekilde, “Anahtar” kare matris cebiri vefki sunulmuştur. Bu simetrik toplama vefkinin “Cifir geometrisindeki açılımını” sağlamak üzere şu gözlemleri belirleyebiliriz:
* Köşegenlerden birincisi (Kuzeybatı-Güneydoğu) 4-5-6 diye dizilmiştir ve birer aralıkla ardışmaktadır. * Ortadaki yatay sıra ise 3-5-7 biçiminde, yani “iki aralıklı” dizilmiştir. * Diğer köşegen ise 2-5-8 olarak “ÜÇ ARALIKLI” dizilmiştir. * Ortadaki kolon (Sütun) ise 1-5-9 olarak, yani “DÖRT ARALIKLI” sıralanmış ve 4 unsurun şifresini oluşturmuşlardır. Bu aralıkları, “bir-birim” üzerinden “Geometrik-Cifir” haline getirelim: B1 ve B2 şekillerinde bu geometri gösterilmiştir. Dikkat edilirse bir büyük ve tam kuzey-güney’e bakan bir eşkenar dörtgen ve diğeri de buna 45° SAĞA yatık ve daha küçük ikinci bir eşkenar dörtgen ortaya çıkmaktadır. İkisi arasında iki batı ve iki doğunun 45 açı derecelik farkı vardır. Kuzey ve güneyler de çifttir. Bunun gizli haberini ise Nur-36. ayet bildirmekte, “… NE KUZEYDE NE GÜNEYDE YETİŞEN ZEYTİNDEN YAKILIR” diyerek Allah Nur’undan söz edilmektedir.
B1
ŞEKİL: 41
B2
Bu özel zeytin “Anti-zeytin ya da defne”dir. Anti-zeytin, bildiğimiz dört yön ve diğer doğu-batı’da değil; 45° faz açısı bulunan “Öteki kuzey-güney”de bulunmaktadır. Hatırlanırsa Tarık-Dhurakhapalam aygıtında da “Defne külünün” yakıt olduğu Tibet-Hint yazıtlarında bildirilmiştir. Buradaki zeytin ve defne aynı familyadan geldiğine göre (Defne, meyvesiz zeytin ağacığıdır) onun külü de “Madde – Anti-madde” yok olmasına bağlı bir sonuçtur. “Manyetik şişe” de denen foton tepkimeli (Madde – anti-madde yok olmasın bağlı) roket sisteminde bu konuyu “ADİYAT” suresi içeriğinde biraz olsun
açmıştım. Şeklimizde, iki eşkenar dörtgenin arasındaki faz açısı farkı (45°), aynı zamanda “Tabiatta doğal olarak bulunan şekerin (Sakaroz), niçin POLARİZLEŞNMİŞ ışığı SOLA (Levo) kırdığını da anlatmaktadır. Çünkü buradaki Cifir geometrisi yapısı, SAĞA (Kalbin tersine) bir yolculuğa dönüktür. Dolayısıyla doğal şeker, polarizlenmiş ışığı SOLA bükmektedir. Fakat yapay şeker, cansız davranmaktadır. Yani, laboratuarda ürettiğimiz yapay şeker asla canlılarda organik tepkimeye girmez. (Diyabetik yapay şeker olan sakarin bu bakımdan şeker hastasına etkimez ve kullanana kilo aldırmaz.) Aradaki fark, birinin KİMYA, diğerinin SİMYA ile ilgili olmasıdır.
C1
ŞEKİL: 41
C2
Sözü edilen ZEYTİN de, bildiğimiz zeytinden farklı olarak ANTİ-MADDE SİMYASINA bağlıdır. Anti-maddede simya kuralı uygulandığında, madde-antimadde birbirini yok etmezler, tam tersine bir molekülerlik oluşur. Bunun nedeni şudur: Nasıl ki, anti-madde zamanda geri gidiyorsa, buna özdeş ve paralel olarak SİMYAYI oluşturan takyonlar da zamanda geri gitmektedir. Takyonlar ile anti-madde aynı fazda KİMYADAN SİMYAYA dönerek birleşebilirler. Fakat bizler bunu sadece Anti-takyonlarla yapabilirdik. Ne yazık ki takyonlar kuantlaşmadıklarından biri ANTİ-TAKYON yoktur. Simya (Alşimi) bilimi, anti-madde ile takyonları birleştirip, madde ile karşılaşınca yok olmayan bir ANTİ-MADDE türü imal etmek ilkesini türetmiştir. Okurlarımızdan bu evrensel sırları kitaplarımızın kapasitesi gereği açamadığım için özür diliyorum. Simya,
Esir vb. gibi kavramları reddeden tek tip dar kafalı bilim adamları (Bütün tevazuumla söylüyorum) çok ileri teknikleri akıl edemedikleri için, bilgisizliklerinden dolayı reddetmektedirler. Oysa gelecek kuşaklar, sunduğum bu ipuçlarını çok iyi değerlendireceklerdir. Biz Müslümanların da, Nur-35. ayeti “Kandil” ya da “Ampul” gibi addedip geçmeleri doğru değildir. Şimdi bunun Lazer tekniği olduğunu da anlıyoruz. Daha sonraki kuşaklar “Dhurakhapalam’ın SİMYA yoluyla, anti-zeytin yakmasıyla uzayüstü-uzaya çıkabileceklerini, yani, ne madde ne anti-madde bulunmayan 45 açı derecelik EVRENİN ÜÇÜNCÜ DÜZLEMİNE geçecekleri” yorumuna ulaşacaklardır. Şekil C1’de “Çakışık iki eşkenar dörtgen” arasında “eşit köşegen büyüklüğü” yoktur. Bunun nedeni, madde ve anti-maddenin yaratılışın hemen başında değil; ileri akan zamanın onbinde-birinci saniyesinden itibaren zamanda ileri-geri ayrılmalarıdır. Kare matristeki özel hesaplamalar da tıpatıp “milyarda-bir artık değeri” vermektedir. (Bu değer 1028 atom olup, daha önce değindiğimiz makro-mikro-midi boyut ortalamalarına tam eşittir.) Milyar sayısını şeklimizdeki kare matristeki özel cifir karelerinden hesaplayabiliyorum. (Örneğin anahtar vefkin sol üst iki kutusu yan yana 49 (7’nin karesi) ve bunun tam tersine sağ alt iki kutu 16 (4’ün karesi) gibi hesaplarla 4 (2’nin karesi), 9 (3’ün karesi), 1 (1’in karesi) ve küpler (2’nin küpü 8, tam zıttındadır) 3’ün küpü 27, sağ yukarıdan aşağıya iki kare ve dördüncü kuvveti 81 (en altta solda iki kutu) gibi hesaplar yanında bunların müvekkili olan “Meleklerin” Cifir sayıları (1-Ahin, 2-Bikatrilyalin, 3Celişin, 4-Demyalin, 5-Hethetuşin vb.) ve çift kutuların ayrı melekleri (Örneğin 35=CH=Cehin gibi) bir dizi BEŞİNCİ İŞLEM SONUCU bize tam bir milyar sayısını BİR FAZLASIYLA vermektedir. Bu fazlalığın adı BARYON olarak fizikte tescil edilmiştir
İLERİ BİLGİLER: 63
POLARİZE DÜZLEMLER Şekil-41’den anladığımız üzere, birbirinden 45°’lik faz açısıyla ayrılarak polarizlenmiş iki düzlem-evrende hem madde, hem anti-madde EVRENLERİ ÇİFTİ vardır. Bunların 180° olmaması nedeniyle, birbirlerinden 32 milyar yıl geriye gitmediklerini, YİNE BU EVRENDE BİZİMLE İÇ-İÇE olduğu halde ZAMAN FAZIYLA ayrıldığını ve aramızda zaman perdesi girdiğini anlayabiliriz İki şiddetli foton çarpıştığında şiddetin değerine göre madde-antimadde bir çift ortaya çıkar. Örneğin bunlar elektron ve pozitron olsun. İkisi birbirine zıt yönde (180°) uzaklaşırlar ve manyetik alanda bir daire çizerek bir eşleniğine rastlayan pozitron (antielektron) yok olur, diğeri yok olan elektronun yerine var edildiğinden yaşar ve Baryon sayısını sürekli sabit korur. Yok olmaya uğrayan elektron ve pozitronun ZAMANI BİRLEŞMİŞTİR! Oysa bunların özel zamanları 45° polarizlenmişi düzlemde biri ileri, diğeri geri olarak ayrılmıştı. Bunların bir çift olarak üremeleri sırasında ZAMANLARININ BİRLEŞMESİ (Zamandaş-senkronize olmaları) bize şu açıklamayı getirir:
Madde, yaratıldığından bu yana ortalama 16 milyar yıl geçmiştir. Anti-madde’de yaratıldığı aynı anda, bizimle birlikte zamanda ileri geleceğine, geri gitmiştir. İyi ama bu iki bölük evren nereye kadar giderler? Los Angeles’de Berkeley Laboratuarında deney sırasında bunu da çözebilmiştim. Bu çift fotonu çarpıştırdığımızda ortaya çıkan elektron-pozitron çiftinden, elektronun 180° yerine 45° sapmasını polarizatörlerde temin ettiğimde, hayretle gördüm ki, pozitron bir başka elektronu bulup, yok olmadı! Yani bir yok oluş enerji ışın çifti bırakmadı. Tam anlamıyla iz bırakmadan YOK OLDU, evrenimizin dışına hayalet gibi gitti. O zaman bunu, kimseye bildirmedim ve ilk kez okurlarıma burada açıklıyorum: Bu pozitron kendi evrenine gitmişti ve burada yok olmaktan kurtarmıştım onu!.. Bu olayı gözlemleyince şunu anladım: Madde evren ile anti-madde evreni, örneğin bir cebir skalasında biri, zamanda ileri (artı sayılar) diğeri zamanda geri (eksi sayılar) olarak birbirlerinden uzaklaşıyorlardı. Ama aynı zamanda ikisi de kütleli olduklarından, bildiğimiz geometrik çekime bağımlılıkları nedeniyle, YUVARLAK evrende bir ÇEMBER SKALA üzerinde birbirlerinden uzaklaşıyorlardı. Bu sonsuza lineer bir açılma değildi! Kur’an’daki “Güneşin batıdan doğması” ve Hz. İbrahim’in Nemrut’a “Gücün yetiyorsa, güneşin doğudan doğmasını ters çevir bakalım” demesiyle ilgili iki ayetin sırrı küreler üzerindeydi. Madde evreniyle antimadde evreni bir çember üzerinde birbirlerinden uzaklaştıkları halde, yaratıldıkları noktanın (Big Bang) (çemberdeki çap boyunca tek karşısına düşen nokta anti-sıfır zamanı) rastlamaları kaçınılmaz olacaktı. Madde ve antimadde evrenleri, biri zamanda ileri; diğeri geri gittiği halde birbirlerine rastlayacaklardı ve ikisi birbirini yok edecekti. İşte KIYAMETİN bir başka mekanizması da buydu. Kıyamet “TEK BİÇİM” değildir, sevgideğer okurlar… Rabbimiz Kur’an’da kaç adet değişik süreyle ayrı ayrı kıyametler bildirmişse, hepsinin birden olacağını anlıyoruz. Nasıl ki, evrenin yaratılışı BİR ANDA olmuşsa, “Yaratmanın türlü biçimleri OL zamanında” birleşmişse, değişik kıyametlerin de BİRLEŞECEĞİ bir TEK AN olacaktır. Bunlardan biri, bildiğimiz KARADELİK çökmesidir. Bu Birinci sur ile ilgilidir. İkinci Sur’da ise maddi – anti-maddi evrenler birbiriyle ZAMANDAŞ olacaklar, geleceğimizde anti-evrenin geçmişi yer alacaktır. Geleceklerimiz birleşince ANNIHILATION (yok olma) kıyameti başlayacaktır. Laboratuarlarda da elde ettiğimiz BİR ÇİFT madde – anti-madde eşlenik parçacıklarının gelecekleri 180° açı ile birleştiğinde, birbirlerini yok etmektedirler. Ama bunu 45 ya da bunun ters olan 135 açı derecelik fazda polarizleyebilseydik, anti-parçacık yok olmayacaktı! Kıyametten asla böyle kaçınamayacağız. Çünkü ANOMALİ denen 360 dereceden büyük= 405 açı derecelik “AKTARISSEMAVAT” oluşacaktır. Biz bu ANOMALİ’li uzay-zamanını denetleyemeyiz. Çünkü bizim tümler açımız sadece 360 derece (400 grad)’dir. Bunun üstündeki açılar negatif bir uzayda, eksi koordinatlarda, sıfırdan küçük boyutlardadır. Nasıl ki (-70 kg.) ile örneksediğimiz bilincimizi, günahımızı, teraziye koyup tartamıyorsak (Çünkü sıfırdan küçüktür) bu kıyametten kaçınmayı da hiçbir zaman başaramayacak ve Rahman-33. ayetteki “Ey insan ve cin toplumu, gücünüz yeterse Aktarıssemavat (Uzaysal küre açının tamamının dışındaki başka ÇAPLAR)’tan dışarı çıkın bakalım!” diyen Allah ifadesine muhatap olacağız. Çünkü Anomaliyi sadece
RABBİMİZ denetlemektedir. Hiçbir varlık bir ihtimali yüzde sıfırdan (%0) küçük tutamaz. Ama Rabbimizin indinde %-33 gibi NEGATİF ihtimaller de seriul hısab olarak mevcuttur. (*) Daha önce “Arz’dan Arş’a Sonsuzluk Kulesi” isimli eserinde, yazarımız, “Gizli Değişkenler” hipotezinde anomalilere değinmişti. 1989 programındaki “Çeyrek Kala/Çeyrek Geçe Kıyamet” isimli özel bandında, aynı konuyu ayrıntılı olarak değinecektir.
Negatif ihtimallerin düzenli bir matrisi vardır. Bunun en basit açıklamasını Şekil-42’de gösteriyoruz.
A
ŞEKİL: 42
B
ANOMALİ’NİN MATRİS CEBİRİYLE TANITIMI Yukarıdaki anahtar ilk kare matris vefkteki her yönden toplam izotrop 15’tir. Bunu sıfırlamak yani cebire adapte etmek için her bir sayıdan (determinant sayı olan) 5 rakamını çıkarınca, izleyen ikinci vekfte, EKSİ sayılar ortaya çıkacaktır. Bunları hem cebirsel “Negatif sayı” (Yani fiziksel “Anti-parçacık”) hem de “SANAL=Soyut, imajiner” sayılar olarak düşünebilirsiniz. Bu ikincisinde, o sayılar yerine ANOMALİ yüzdeleri konduğunda, evren dengeye girmiş, sıfırlanmış bulunmaktadır. Eksi sayılar görünmez kütlenin ya da boyutların değeridir ve DİPOLARİZASYONU sağlayan operatör sayılardır. Dikkat edilirse aritmetiğin 1-9 arasındaki 9 adet sembolü, Cebir matriste 5 sembole inmektedir. (0, 1, 2, 3, 4) Bunların yarısı negatif ya da imajinerdir. Onlu sistem, hiç dokunmadan “Beş sembollü” sistem haline gelmiştir.
C
ŞEKİL: 42
D
Görünenler artı ve görünmeyenler eksi sayılardır. Sıfır vektörü ise her iki tarafa da görünür, girişim yapar. (Determinist yani ihtimalin sıfır olduğu “TEK İHTİMALLİ” yaratılışı üstlenir.) Üçüncü vefkte sadece bize görünenler (Beş üzerinden yüzdesi alınınca) yüzde ihtimal hesabıyla ortaya çıkmaktadır. Biz negatif ihtimalleri (Anomali) göremeyiz. Eğer bu ihtimalleri görmek istersek onları reel yapar ve izleyen biçimde olduğu gibi gösteririz. Böylece “GİZLİ DEĞİŞKENLER” mekanizmasının anomalilerinin tamamlama (sıfırlama) mekanizması ortaya çıkmaktadır. Bu anomalilerin geometrik açılımı, sonuncu şekildeki gibidir. Daha karmaşık hesaplar (Cifir skaler vektörünü almak, bileşkelerini bulmak vb.)
ŞEKİL: 42/E
yapıldığında polarize düzlemlerin yönleri elde edilmiş olacaktır. Sanal ihtimallerin toplamı, gerçel ihtimallerin toplamına eşittir. (Genel toplam %0’dır, yaratılış determinedir.) Aradaki tek fark, her iki geometrik biçimin birbirinin tersi (Dipolesi) olmasıdır. Süper simetri ilkesi ALLAH varlığı dışında her yerde geçerlidir. Allah TEK, fakat yarattıkları çiftçift simetriktir.
İLERİ BİLGİLER: 64
İZOTROPİNİN AÇIKLAMASI Evren ve anti-evren üzerine mevcut iki görüşü ve problemlerini sunduk. Birinci görüş “simetriden” yanadır ve evrende hem madde hem de anti-maddenin varlığını “ayrı ayrı bölgelerde” kabul etmektedir. Buna göre, madde galaksileri gibi antimadde galaksileri de olmalıdır. Bu durum aklımıza birçok fantastik sorular getirir: Örneğin bir “AntiSamanyolu” olabilirdi. Buradaki anti-Güneş isimli bir yıldızın, anti-dünya isimli bir gezegeninde yaşayan anti-canlılar ve de anti-insanlar olabilirdi. Bu insanlarla aramızda fark hiç yoktur. Fark “Sıfır”dır. Ama onlardan biriyle “Tokalaşamaya” kalkıştığımızda, ikimiz birlikte yüzlerce atom bombası şiddetinde patlayarak, yok olurduk. İkinci görüş, “Asimetrik evren” teorisi olup, “Büyük birleştirme teorilerine” uyarlanmıştır. Evrende “Anti-madde”nin varlığına yer vermez. Elbette anti-madde laboratuarlarımızda bol miktarda üretebilmektedir. Ama bu kısa süreli üretimdir. Çünkü var edilen anti-parçacık, hemen eşleniği olan maddi parçacığı bularak, birlikte yok olmakta, enerjiye ya da kararlı yan ürünlere dönüşmektedir. Fakat anomali yüzdeleri, bize “Madde ve anti-maddeden biri olmazsa diğeri de olmaz” demekte ve Kur’an’daki gibi, her şeyin çift çift yaratıldığını söylemektedir. Bunun da gerçekliğini “Polarize evrenler” savında ileri sürmüştüm. Aynı yöntem yani polarizasyon (Doğu batının Rabbi) ilerletilince (ismini) “DİPOLARİZASYON” koyduğum) iki doğu iki batı oluyor ve izotropiyi de açıklıyordu. İzotropiyi okurlarımız hatırlayacaklardır: (Bu kesime ertelemiştik) İzotropiyi evrenin düzgünlüğü, türdeş olması ve her doğrultudan evrenin bize aynı görünmesidir. Fakat izotropi, bir cisimden çıkan iki ışığın ortasında 30 açı derecesi olmasında mümkün; bundan daha büyük bir değerde mümkün olmamalıdır. Evren, bu mümkün olmayanı tercih etmiştir. İzotropiyi, ”Birden şişen evren” modeline Alan Guth işlemiştir. Buna göre evren birden şişmiştir. Onu izleyenler daha da gelişkin teoriler oluşturdular. “Şişkinlik” ya da “Kabarcık” teorisi dediğimiz Guth’un önermesi aslında Big Bang gibi dehşetli bir patlama değildir. Çok “sessiz” biçimde evren, birden şişmiştir ve izotropiyi muhafaza etmiştir. Evrenin genişleme hızı da kritik hızdadır. Yani şişme, kritik hız ile paralel olmuştur. Fakat ortada bir gerçek vardır: Evren yaratılmıştır. Büyük patlamanın soğumuş sesi bize
ulaşmıştır. Evren Big Bang teoremine uygundur. Big Bang teoremi, izotropiyi açıklamaz ama bunun dışında kusursuz bir teoremdir. Wilson-Penzias ikilisi onu denel olarak doğrulamışlar, Hawking teorik ispatını yapmıştır. Buna rağmen Birleşik Alan teorisyenleri evrenin birden şişmesine sığınmaktan başka bir çare göremiyorlar. Aksi halde, birleşik alan teoremleri suya düşmektedir. Bunun için çok patlamalı ya da sessiz şişmeli teoriler türetilmişti. Fakat okurlarımız fark etmiş olmalılar ki, bunlar son derece ÖZEL ŞARTLAR gerektirmekte olan önermelerdir. Niçin özel şart arıyoruz? Evrende başta izotropi olmak üzere, hemen her yapı son derece geneldir. Aslında ana model, hem bilimin hem de ayetlerin ışığında bizim “PULSATİF” dediğimiz bir evren modelidir. Bu evren modelinde sürekli Big Bang’ler vardır. Bunun sonucu nesneler birbirinden olay ufuklarıyla (Karadeliklerin bizden ayrılması gibi) ayrılınca nesneler yekdiğerinden habersiz olur ve her birinin kendine göre bir “İzotrop” kıvamı oluşur. O zaman her ayrı kıvamdaki izotrop kesimler birbirini etkilemez, birbirine ihtiyaç duymaz ve çok alternatifli bir bütün evren olulardı. İhtimal hesapları (İstatistik matematik=Probabilite) söz konusu olduğunda ise, bu “İzotropluk kıvamlı bölgeleri” ne kadar ihtimal (Olasılık) varsa o kadar çoğaltır. Eğer evren böyleyse, bölge-bölge türlü kıvamlarda ve değişik değerlerde izotropileri varsa ve bunlar aynı değilse, o zaman başlangıç zamanı, her uzay bölgesinde değişik olacaktır. Bu da evrenin yaşını saptamamıza imkân vermez. Her bölgenin ayrı bir yaşı olurdu. Bunun için “Evrenin birçok noktada aynı anda ve aynı şiddette patladığı” önerilmişti. Aslında bu son model, bizim evrenimiz için geçerli değildir. Ama paralel evrenler için mutlak doğrudur. Çünkü gerçekte paralel evrenler bölümümüzde değineceğimiz gibi, her bir evren, diğeriyle haberleşmeden, diğerine görünmeden, kendini hiç hissettirmeden ve diğerine hiç ihtiyacı olmadan sonsuz sayıda var olabilir. Yeniden konumuza dönersek, parçacık ufkunun evrenin genişlemesi nedeniyle diğer nesnelerden koptuğunu anlarız. İleride evren kendi çekimine yenilerek, genişlemesini durdurup, geri döndüğünde olay ufkunun ardına kaçmış olan bütün galaksiler geri dönmeye başlayacak, bizi terk edenler yeniden olay ufkumuzun igçine girecekler ve daha önce görmediğimiz trilyonlarca galaksiler tıkış tıkış evrenimizi yeniden dolduracaklardır. Evren büzüştükçe, gökyüzünün her noktası bir galaksi olacak, adeta karanlığı göremez olacağız. Bu durum, evrenin “Işık hızıyla çökmesi” demektir. Evren bu çökmesi sırasında “Birinci Sur üfürülmesi” etkisine maruz kalacaktır. Çökme tamamlanınca da İkinci Sur ile kıyamet kopacaktır. Işık hızı “sabitliği” yasağına dokunmadan “Her parçacığın, birbirinden kopuk parçacık ufuklarına rağmen birbirleriyle davranış birlikteliği olan izotropinin “Polarizlenmiş çiftler” benzeri bir açkılamasını oluşturmuştum. Zig-Zag öğretisine alınmasına ittifakla karar verilen bu teori, “Hidden variables=Gizli değişkenler” mekanizmasının da aynı zamanda açkılanmasına yol açıyor. Gizli değişkenler, Einstein-Rosen-Podolsky’nin
öngördüğü bir varsayımdı.
İLERİ BİLGİLER: 65
DİPOLARİZE İZOTROPİ Bilindiği gibi Kur’an’dan sonra bilim de her şeyin ÇİFT ÇİFT yaratıldığını tanımlamışlardır. Bu çiftler, ya iki güçlü fotonun (Işık zerreciğinin) birbiriyle şiddetli çarpışmalarından doğmakta olan bir çifttir (Pair Production) ya da tersine maddeantimadde olan bir ÇİFT eşlenik parçacığın birbirini yok etmesi (Annihilation) sonucu, birbirine POLARİZE, bir çift foton oluşturmaları biçimindedir. Bu foton çiftinin aralarında bir 45 açı derecelik kutupluluk düzlemi bulunmaktadır. Böylece polarize olmuş böyle bir çift foton, ışık hızıyla birbirinden uzaklaşmaktadırlar. Polarizasyon, maddeci “Entel” bilim adamlarını mosmor eden bir olaydır. Zig-Zag öğretimizde yer alan, kendi bulgumun (Dipolarizasyon olayı) “Gizli değişkenler=Hidden variables” denen mekanizmayı yönettiği ittifakla benimsenmiştir. Buna göre, ne kadar zaman geçerse geçsin, bir “Parçacık çiftinden” birini şaşırttığınızda, bu parçacık, “Kuantum bilgisini” ZAMAN İÇİNDE GERİYE GİDEREK, EN BAŞTAKİ BİR ÇİFT OLARAK YARATILDIĞI GEÇMİŞTEKİ TARİHSEL DOĞUŞUNA, MAZİSİNDEKİ DOĞUM ANINA ULAŞTIRIP, DİĞER ÇİFTİ (İKİZİ) OLAN PARÇACIĞA, DOĞUMLARI SIRASINDA KUANTUM BİLGİSİNİ NAKLEDEREK, GELECEKTE ONU DA KENDİSİYLE AYNI DAVRANIŞA MECBUR ETMEKTEDİR. Dolayısıyla bu şaşırtmadan “Anında” haberi olan öteki ikiz de, kendini hiçbir şaşırtan olmadığı halde, AYNI ANDA (öncelikli-sonralıklı olmaksızın) aynı tıpatıp davranışı yapmaktadır. Bu da BİR İZOTROPİ olayıdır. Olayı zerrelerden kürelere büyütürsek, evrenin izotropisine de bir açıklama getirmiş olmaktayız. İlgili matrisi şekilde göstermeden önce, polarizasyon ile ilgili bilgilerimi tazeleyelim ve daha sonra “DİPOLARİZASYON” teoremini Şekil-43’ün açıklamasıyla sunalım.
KESİM: 108
POLARİZASYON
ÇİFT KUTUPLULUK YASASI Evren dört boyutlu anlatılır. Fakat evrenin bilinç olaylarıyla başlantısı “Beş boyutla tümlenmezse” anlatılamamaktadır. Kuant felsefesinde, “Bilinçle evren arasında GİZLİ İLİŞKİLER” vardır.
Teilherd de Chardin ise “En başından beri var olan atomun somut oluşu yanında, bilinç (Şuur), bellek (Hafıza) ve zaman gibi soyut parçacıkların da, henüz açıklanmayan yollarla birbirine bağlı ve ilişkili olduğunu” söylemiştir. Einstein’dan 30 yıl önce, ünlü düşünür Rosen, “Determinizm ve İndeterminizmi birleştiren “İki ihtimali” yöntemi önererek, “Bir gizli geçitle” iki ihtimalli evren çiftinin birbirini “Ödemelerle” dengelendiğini bildirdi. Böyle bir teklif ile olay edildiği sırada Schwarzchlid “İKİ BOYNUZLU” uzayı bulundu ve alaycılar donup kaldı… İki ihtimal olayı, “Her şeyin çift çift yaratıldığını” söyleyen Kur’an’ımızın on dört yüzyıl önceki gerçeklerindendir. Bilim ilerledikçe, gerçekten mıknatısın iki kutbu, elektrik yüklerinin artı ve eksi ikilisi, madde-antimadde çifti ve polarizasyon denen iki düzlemli oluşum gibi “Kozmik çiftler” bulundu. Rosen, evrenin hep ikililer (Yani negatif ve pozitif cebir sayıları ile temsil edilen çiftler) üzerine kurulduğunu anladığında kendi adıyla anılan “Rosen=Rothschild köprüsü” gündeme geldi. Daha sonra bu görüşe Podolsky de katıldı. Son olarak Einstein söz konusu köprünün varlığına taraftar oldu. Bu köprünün tanımını da bilmeden Schwarzschild, “Hunileri” ile bulmuştu bile… Schwarzschild=Rotschild köprüsü yani bizim Zülkarneyn çift boynuzlu dediğimiz olgu sorumsuzca düşünülmüş değildir: Evrende Polarite denen çift kutupluluk vardır. Yani tek kutup yasaklanmış (Monopol yasağı) olduğu için ister mıknatıs kutupları, ister elektrik yükleri, ister madde – antimadde kutuplaşması, isterse polarizasyon olayları, kuark ve kuant yaratılışlar hepsi bu çift kutupluluk yasasına tabidir. Böylece zıt eğilimlerin etkisiyle hareket hali doğmaktadır. Hücrelerin amitoz çoğalması, doğal şekerin kutuplanmış ışığının sola bükülmesi (Levo yasası) gibi her şey bu polariteden kaynaklanmaktadır. Kutupların bir ETKİ, diğeri TEPKİ kutbudur. Kutuplar arası akım alanı ise NEDEN’den SONUÇ’a akma biçimindedir ve bu dış uzayda tersinmez. (Elektrik akımı eksiden artıya akar.) Kutupların bu özelliğine, biri saçar (Yayınlar, emisyon eder), öteki yutar (Soğurur, absorbe eder) diyoruz. Mıknatıs örneğindeki gibi bir çubuk dışında, herhangi bir çift nokta da birbirini bu etkiyle çeker-iter. Örneğin elektrik yükleri ya da Karadelik-Akdelik yutup yayması… Bu da yaratılış (Başlangıç kutbu) ile yok oluş (Sonuç kutbu) arasına evrenin sıkışmasıdır. Çekim dalgalarını ve evrenin termik dengelenmesini yutarlar. Bunun tersine akdelikler çekim dalgalarını yutar, zaman-uzayı ve termik ışımayı yayarlar. İşte bu diyalektik yasanın derin sonuçları vardır. Bir çift enerji ışınımı, yeterli şiddetteyse bir çift madde oluşturur. (Madde-antimadde buna ÇİFT ÜRETİMİ (Pair Production) diyoruz. Bunlar birbiriyle karşı karşıya gelince, bu kez birbirini yok ederek TEK ASIL olan enerji çiftine dönmeleridir. Ama bu enerji çifti de POLARİZLEŞMEKTEDİR. Polarizasyon, IŞIĞIN KUTUPSALLAŞMASIDIR. Bir enine dalga olan ışık, bir “Alan” içinde polarizlenir. Titreşim arasında ortalama bir bileşke yol oluşur. Normal ışık, ışınlarını çevresinde her yana saçarken; kutuplandığı zaman iki aynı yolda yayınlanır. İşte Polarize olayı budur.
Bir çift eşlenik madde (Elektron-pozitron) birbirlerine rastladıklarında hemen yok olarak, yani enerjiye dönüşerek, iki ayrı yol tutar, polarizlenirler. Onları şaşırtsak bile yine de PARALEL davranışla karşılıklı sonuç getirirler. Örneğin elektron ve pozitron yok olmasından çıkan ve birbirinin 180 derece tersine uzaklaşan çift kuantın (Fotonun) birini analizör olan kimse engellese de, öteki foton çok uzakta olmasına rağmen, o da ilişki bölgesine fırlayıp, yine doğru yolu bulur, yani hiç şaşırtılmazlar. Kesinlikle bu polarize dosdoğru gerçekleşir. Birini izlediğimizde, ötekinin de nasıl davrandığını İZLEMEDEN biliriz, çünkü mutlaka konumu zıttır. Fakat fizikçileri şaşırtan odur ki, hangi bilinmeyen etki, sinyal ya da komut, bu iki kuant ışının polarize uyuşumunu sağlıyor? İki eşlenik arasında birbirine paralel davranmayı emreden ince bir ayrım mı vardır? Bohr ile rastlantı sonucu evrenin ortaya çıktığına inananlar için bu bir bilmecedir. Ama evrenin ÇİFT YARATILDIĞI anlamına gelen PARİTE (Parity=Eşlenik bir çift yaratılış) savunucuları için bir zaferdir. Çünkü bir çift polarizlenmeyle elektron ve pozitron zıt spinleri seçer, zıt kutuplanır ve birbirlerini Pair Production denen çift üretimiyle var ederler. Yok ederken de yine bir çift polarize kuant olarak yok olurlar. Bu ikisi aynı anda olmaktadır. Güneş lekelerindeki gibi bir öncü güneş fırtınasını taklit eden izleyici fırtına gibi değil… Çünkü foton ya da elektron-pozitron çiftinin birbirinin aynı davranması “Sıfır anında” oluyor, biri ötekini taklit etmiyor, araya nedensellik (öncelik-sonralık; öncü-taklitçi) kavramı girmiyor. Birbirinden uzaktaki bir çift kuantın nasıl birbirinden haberi oluyor? Bir başka deyişle, evren, ilk patlayarak yaratıldığında, birbirinden uzak bölgelerin de nasıl birbirinin eşi davrandığını bir fizikçi daima sorup, durmuştur. Çünkü evren gözlenmiştir ve her yeri her doğrultuda aynıdır. (Binde-bir sapma dışında) Oysa evrenin bölgeleri arasına, ışığın hızının güdüldüğüne rağmen, yani ışık bu görevi yapmamasına rağmen, paralel bir davranma vardır. Evren her doğrultudan aynı görülür ve arka fon ışıması da türdeştir. Peki, oraya ışık girmeden bu nasıl oluyor? Hiçbir etki ışıktan hızlı yayılamadığına göre, evrenin her bölgesi, nasıl tıpatıp birbirinin aynı davranmaktadır? İşte bu inanılmaz olay karşısında Bohr grubu “Rastgele, tesadüfî evren” oluşması konusunda iflas etmişlerdir. Ama karşı tarafın da getirdiği bir açıklama yoktur. Karşı taraf derken, bu da Schwarzschild Rosen tünelinin görüşüdür. (Buna sonradan, Einstein ve Podolsky de katılacaklardı. İsimlerinin baş harflerinden dolayı bu paralellik tüneline SERP tüneli de deniyor. Söz konusu tünelin öteki isminin Worm Hole da olduğunu, bir ucunda karadelik, bir ucunda akdelik olan bir köprü geçit ya da kanal olan bir çift huni oluşumu olduğunu hatırlayalım. Aynı tünele “Sur borucuğu” ya da “Her bireyin kendi öznefsinin kişiye özel tüneli” de diyebiliriz.) Rosen’e göre bu tünelde iki olay birbirini dengelemekte, birbirini ödemektedir, iki parçacık arasındaki birbirine eşit davranışın nedeni, bu iki parçacığın birbiriyle bu tünelden haberleşip, karşılıklı birbirini dengelemeleri ve ödemeleridir. (Compansating Tünel)
İLERİ BİLGİLER: 66
DİPOLARİZASYON
ŞEKİL: 43 Şekil 43/A’da Kur’an vefki ve aynı zamanda Kare Matris Cebiri (ve de iki boyutlu CİFİR şifresi olan) simetrik toplama verilmiştir. Şekil-43/A’da verilen bu vefk üzerinde bize çok düzgün gelen bir olayı, Şekil-43/B’de 3-4-5-6-7 sırasıyla veriyoruz ve bunu ilgili kutularda işaretliyoruz. Görüldüğü gibi olayın ardışık sıra sayılar nedeniyle DÜZGÜN BİR NEDENSELLİĞİ vardır ve mantıklıdır. Çıkan grafik de bize NORMAL gelir. Bu işin bizce olağan görünen yanıdır. Ama izlemediğimiz “İkinci” polarize diğer çift, aynı grafiği, ardışmayan ve düzgün olmayan bir KARŞIT simetri ile Şekil-43/C’de çizmektedir. Aynı grafiğe (olaya) rağmen ardışıklık ve nedensel bir düzgünlük yoktur. Sayı kutuları 3-8-5-2-7 biçiminde dizilmişlerdir. Ardışıklık hiç olmadığı halde, CİFİR de aynı sonucu, aynı anda ve aynı değerde vermiştir. (Kur‘an’da birbirini açıklayan ayetleri böylece bulmaktayım.) Bu olguda, sadece başlangıç (3 sayısı) ve sonuç (7 sayısı) ve bunların VEKTÖRÜ olan (5 orta sayısı) iki olayda ortaktır. Böylece her iki polarize grafiğin, BAŞ-ORTA ve SONLARI birleştiği için “AYNI HAREKETİ BİRBİRİNDEN HABEBRSİZ ÇİFTLER” yapmış bulunmaktadırlar. Çünkü bu çiftlerin baş ve sonları AYNI rakamlarda birleştirmiştir. (Kanon) Dolayısıyla, bu çiftler birbiriyle aynı anda yaratılmış fakat polarizlenmişlerdir. Bize 3-4-5-6-7 sırası çok mantıklı gelmektedir ve zaten hareketi bu ardışmaya göre planladığımız için ortaya çıkan eylemde “DÜZGÜN NEDENSELLİK” vardır. Ama polarize karşı eylemde 3-8-5-2-7 dizilmesinde “GARİP TESADÜF” rastlantı saydığımız PARALEL EYLEM doğmuştur. Eğer bu ikinciyi yani ardışmayan ve düzgün nedensel saymadığımız olay görmüşsek, paralel bir evrende diğeri (3-4-5-6-7) dizgesi oluşmuştur, ama bunu görememişizdir. Ya da tersine düzgün olan bizde oluşmuştur, diğeri ise kaşı bir mekânda oluşmuştur. Ama bu iki olay birbirine bakışıktır ve birbirinin aynıdır. Biz birini saptırdığımızda örneğin 3-4-5-6-7 sırasını bozup da 3-4-5-6-1 yaptığımızda, hemen polarize eylem de 3-8-5-2-1 şeklinde sapmaktadır. Şaşırtmayı hangi CİFİR sayısına
uygulamışsak, o sayının operatörü öteki ÇİFT’e de zamanda geriye giderek aynı sapmayı AYNI ANDA yapmaktadır. Dünyada ilk kez açıkladığım bu teori, aslında hem ışık hızı yasağına uymakta hem de bu yasağı delmektedir ve İZOTROPİYİ oluşturmaktadır. Aynı eylemi yapan çiftlerin birbiriyle tıpatıp davranmalarında haberleşme şartı ortadan kalkmaktadır. Bu matris, biri madde diğeri antimadde olan çiftler için de geçerlidir. Grafiklerimizdeki zıt ok yönünü aynı yönde kılarsak, iki evrenden ya da iki evren kesiminden birinin ZAMANDA İLERİ; diğerinin zamanda GERİ gittiğini görürüz. O zaman, BİG BANG’in 16 milyar yıl önce olduğunu var sayarsak, anti-evrenin zamanda bizden 32 milyar yıl polarize öteye kaçtığını da anlarız. Dikkat edilirse bu CİFİR, ışık hızı yasağına dokunmadığı halde, ışıktan hızlı davranmaktadır. Işık hızı yasağına hiç dokunmadan bir başka teoriyi de hemen önerebilirim: Hawking, büyük patlamanın çok şiddetli etkinliklerinin milyarlarca mini-karanoktacık oluşturduğunu ispat ettiğine göre, bunların (Galaksi çekirdeği olduktan başka) bir diğer fonksiyonları olduğunu da geçen ay içinde matematik olarak çözümlemiştim sevgideğer okurlar: Bu mini karanoktacıklar ışığı, yuttuklarından, ışığı, milyarlarca yılda ulaşamayacakları uzaklara, evrenin “ışık değmemiş” kesimlerine taşımaktadırlar. Yani ışığı yuttuklarından, uzayı yürütmektedirler. Bunu şöyle de anlatabiliriz: Diyelim ki bir kaplumbağanın hızı sabittir. Onu bir uzun kutu içinde yürütmekteyiz. Fakat bu kaplumbağa (ışık) sabit hızıyla gittiği halde biz onu, roketle habersizce Ay’a ulaştırmaktayız. Böylece kaplumbağa, hiçbir zaman gidemeyeceği ya da yüzyıllar boyunca gidebileceği Ay’a birkaç günde (Fakat sabit hızıyla) gitmiş olacaktır. İşte karanoktacıklar, bizim roketimiz gibi davranarak, ışığı çok uzaklara nakletmişler, yani ışığı UZAYDA YÜRÜTMÜŞLERDİR. (Bir başka deyişle, uzay ışığa yürümüştür.) Dolayısıyla İZOTROPİ ve TÜRDEŞLİK böylece de sağlanmış olabilmektedir. Dikkat edilirse, ışık hızı yasağına hiç dokunmadan ışıktan hızlı olarak ”Evrenin bütün kesimleriyle” haberleşebilmekteyiz. Zamanda TERSİNE bir akma (Kozmolojik zaman okunun “ışık hızıyla zamanda GERİ gelmesi” de) mümkündür. “Takyonların (Soyut kütlenin) yola çıkmadan amaçlarına ulaşmaları” kanıtlanmıştır. Takyon bir astronot, yola çıkmaya niyet ettiğinde, yola çıkar, yolculuğu ne kadar sürerse sürsün, geri dönüp geldiğinde, henüz yola çıkmaya hazırlandığı andan bir öncesine gelir. (*) Bu konuları Arz-Arş dizimizin birinci bandı “Arz’dan Arş’a Sonsuzluk Kulesi”nin ilk iki cildinde ve “Arz’dan Arş’a Mi’rac” bandımızın da bundan önceki iki cildinde zaman zaman ele almıştık. Bu konularda, çiftlerin oluşumu, polarize çiftlerin şaşırtılmaması konuları yer almıştı. Polarizasyon olayını “iki doğu ve iki batı” ayet sırrına “DİPOLARİZASYON TEORİSİ” olarak uygulayan yazarımızdır. Polarizasyon olayı daha önceden bilindiği için, yazarımızın adının geçmemesi
doğaldır.
“inceletildiğinden”
Öte
yandan
yazarımızın
(Kur’an’ın bilmeyen)
bilim
Dipolarizasyon
çevrelerince
henüz
teorisi
üç
yıldır
“Anlaşılması
hala
mümkün
olmadığı” gerekçesiyle askıya alınmıştır. Yazarımızın bu teori içinde “gizli değişkenleri”, çok ileri kare matrislerle ve holografikle anlattığından, yani “Esir”i ispat ettiğinden, kasıtlı olarak
teorem askıda bekletilmektedir. Bu hipoteze göre ışıktan hızlı olan iletişimi bizzat ESİR (Ether) yönetmektedir. Dolayısıyla, kuantum bilgisini zaman içinde bir gizli değişkenler halinde ÇİFTLERE iletmekte ve birbirinden trilyonlarca ışık yılı ile ayrılmış evren kesimleri veya evrenleri İZOTROP yapan, bu ışıktan hızlı ESİR iletişimidir. Esir, uzayın boşluklarını bile taşıyan sonsuz özenerjinin en alt eşik hali, bir süper uzay malzemesidir. Kuantik değildir ama gereğinde GEON’ları gibi kuantlaşabilir. Takyonlar’da da bu nedensellik vardır.
Takyon perspektifiyle ışık hızıyla şartlanmadığımızda, ışıktan da hızlı etkiliklerin parçacıklar arasında bilgi bağı kurduğunu anlarız. Kaldı ki, ışığın hızı rölatif (göreceli) ve çekimle zamanın tensörü olduğu da ortaya çıkmaktadır. Bu durumda, bizim saydığımız evren tarihi Hubble’a göre 16-20 milyar yıl olmakla birlikte gerçekte pozitif bir tensör ile bu ömür sadece 500 milyon yıl ya da negatif tensör ile bunun tersine 40 milyar yıl da olabilmektedir. Fakat kesin çözüm “Yola çıkmadan amacına ulaşan takyon fazından” bir esiri regülasyon sonucu izotropinin oluştuğudur.
KESİM: 109
MUTLAK BİR NEDİR?
HÜVALLAHÜ EHAD/ LEHÜ KÜFUVEN EHAD Saygıdeğer okurlarımız, bu kesime gelinceye kadar, yaratılışın “HAKK” olduğunu gördük. Big Bang (ya da isterse o terk edilmiş şişme teorilerden herhangi biri olsun, hepsi) yaratılışın “Gerçekliğini” yani zaman içinde bir başlangıca sahip olduğumuzu kesin sonuçlandırıyor: Biz ezeli değiliz, YARATILDIK!... Gelgelelim, “Büyük patlamanın hem olduğunu hem de olmadığını söyleyen görüşlere… Onları bu kesime ertelemiştik. Burada özetle açacak, fakat asıl sonucu gelecek cildimizde vurgulayacağız. Bunu niçin ertelediğimi ise çok ilginç bulacağınızı umuyorum. Çünkü konu, Zig-Zag bilginleri içinde bir bölünmeye neden oldu. Daha doğrusu, çoğunluğumuzdan, her nedense Britanya azınlık gurubu ayrılığa düştü. Onlar. “Eğer sonlu bir yaratılış tanırsak, bu ALLAH’ı çok çok yakına getirmek demektir. Rabbimiz daha uzakta olmalıdır” düşüncesindelerdi. Böylece, yaratılışı doğrulayan, Big Bang’ın teorik ispatını yapan Hawking bile, kendi ispatladığının içinde ”Sonu gelmez bir zamanın saklı olduğunu” söylemekteydi. Hem yaratılmıştık, hem de bu yaratılışın gerisine sonsuz gidebiliyorduk. Öyleyse “Tanrı” yaratılışın biraz dışında kalıyor, fakat kendinden de büyük bir sonsuz onu arkadan kuşatıyordu. Bu sonsuz “Tanrı’dan büyük” olmak izlenimi verecekti. Okurlarım hatırlarlarsa, “Arz‘dan Arş’a Sonsuzluk Kulesi”nin ikinci cildimde içeriğinden ve referans son bölümde “Tanrı’yı süper uzayda kıstırmak” açmazına düşmüştük. Hawking (ve Britanya grubu) “Tanrı”yı bu kıstırmaktan kurtarmak için, bizden değişik bir
yol izleyerek, “Yaratılış patlaması olduğu halde, ezeli bir sonsuz blok zamanlara uzandığını ispata” yeltendiler. Rahmetli Borges’in “Elif noktalarını” bildirmesinden sonra, biz bu açmazı gidermiştik. Ama “Sonsuz-ötesi” denen bir aşka matematik yöntemiyle… Benim bu matematiği kapsayan Cifir’i bilmem, Kur’an aritmetiğini iyice tanımam yüzünden “Tanrı’yı, mutlak sonsuz ALLAH mertebesine” yükseltebildim. Karmaşık “Sonsuz ötesi matematik” ve bundan çok daha karmaşık olan “BEŞİNCİ İŞLEM=CİFİR” cebirini ve geometrisini kullanmam sonucu, “Elli yıldan önce anlaşılamayacağımı” söyleyen daha basit (sonsuz ötesine geçmeyen) bir matematik arayışına giren Hawking grubu ile ayrılmamızı okurlarımızın mazur görmesini rica edeceğim. Çünkü bizim ayrılığımız, yapıcı bir ayrılıktır. Ayrı ayrı yönlerden aynı sonuca ulaşmak için bir çabadır. Sonsuz ötesi “Tanrı” kavramına (Pek ihtimal vermiyorum ama) Britanya Zig-Zag öğretisi mensuplarının “Bildiğimiz basit matematikle” ulaşmalarını candan dilerim. Çünkü sonsuz ötesi matematik, içtenlikle söylüyorum, yazılsaydı, herhalde ömrümden 20 yıl alan bir kütüphane doldururdu. Üstelik yazdıklarım sadece semboller kitabı, yani “Yüksek Matematiğe Giriş” adını alırdı. Daha sonra da herhalde birçok kütüphane daha doldurarak, Elif noktasını, elif kez katlayarak sonra buna BİR ekleyerek, Allah’ı “Arş’ı istiva ettiğini” ancak gösterebilirdim. Dolayısıyla Britanya grubumuzun, evrene çok daha basit bir açıklama getirmesi için, önce “Yaratılışı” hem kabul edip, hem de etmeyerek, “Tanrı’yı” yaratılışın hemen ardına, burnumuzun dibine koymaları sakıncalıydı. Çünkü daha arkada bir süper uzay vardı. Bu kez “Tanrı” oradaki trilyonlarca paralel evrenin (Dolayısıyla trilyonlarca) tanrılarından biri olacaktı. (Hâşâ) Ben, “Hyper uzayı” ispatlayarak, “Tanrı”yı, bu tanrıların asıl tanrısı yaptım. Yani, Süper uzayın sonsuz tane tanrısını bir tanrısı vardı. Ama Allah o da olamazdı! Biz ALLAH’ı yaratılanlardan müstağni ve münezzeh (Beri) kılmak istiyor, fakat yüzümüze bulaştırıyorduk. Aslında düşe-kalka yürümeyi öğreniyorduk. Fakat bizler “TAHKİKİ VE AKLEN MÜSLÜMAN OLANLAR” değil miydik? Devam etmeliydik. L. J. BORGES, sonsuz ötesi matematik yolunu Cantor-Hilbert uzaylarından yola çıkarak insanlık tarihinde ilk kez uyguladı ve ALEPH=Elif noktalarını buldu. Dolayısıyla benim tanrılar tanrısının üzerinde bir ÜST-TANRI daha ortaya çıkıyordu. Bu bizi hemen rahatlattı. Ama başımıza bir de “Elif’in elif üssü” sayısı çıktı. Elif noktalarını benim Hyper uzay teoremi ile birleştirdiğimde, Rabbimizin Elif kere elif (Sonsuz+1 kez sonsuz +1 üssü yine sonsuz +1) ötesinde olması gerektiğini bularak daha uzağa koydum. Bu da Rabbimizi, Hyper uzaydan daha üst âlemlere götürüyordu. Bu sayede GAYB ÂLEMİNİ çözümlemiş, fiziko-matematik tanımını yapabilmiştim. Rabbimiz karşısında Gayb âlemi bile “SIFIR” hacimde kalıyordu. Bu dev âlemlerin tamamı, “Tanrı içinde bir boşluk muydu?” Hayır! Peki, bunlar, Tanrı’nın bir parçası mıydı? Hayır! Peki neydi? Allah kendi nurundan (ilk cevherden) yaratmamış mıydı evreni? Varlıklar,
yaratıklar “Tanrı boşluğu” olamazlardı. Ama varlıklar “Birlenerek” tanrı da olamazlardı. Allah ne bizi kendi nurundan ne de başka bir mekanizma ile değil; “OL!” diyerek yaratmıştı. Ama Allah, nasıl bir biçimde “OL” der. Allah, seslenir ama bu nasıl bir sesti? Evrenleri, âlemleri dolduran bir izotropi gibi miydi? Allah ile birlenemezdik. Çünkü Allah, bize “Şahdamarından” da yakındır, ama sadece yakındır. Allah bizim kalbimizin içindeki sırrın ardındadır: Ama bizimle birlenmekte de münezzehtir. Allah aslında ÖYLE BİR “BİR”DİR Kİ, DÖRT TANE BİR’İN İŞLEMİNİN SONUCU OLAN MUTLAK BİR’DİR. Arş’ın dört direği olan bu “BİR”ler şöyledir: (+1) Pozitif BİR: Maddenin yaratıcısı olan ALLAH’tır. (-1) Negatif BİR: Anti-maddenin de yaratıcısı olan AYNI ALLAH’tır. (+1) Soyut pozitif BİR: Allah aynı zamanda TAKYONİK (Nur, meleklerin ruh vb.) yaratıcısıdır. (-1) Soyut negatif BİR: Allah başka türlü âlemlerin ve yaratıkların (Şeytan, vb.) da yaratıcısı olan yine TEK (Çünkü hepsi bir sayısıdır) ALLAH’tır. Bu Arş’ı ala’ya kadar böyledir. Ya üstünde ona İSTİVA eden Rabbimizin BİR’i hangisidir? İŞTE BEŞİNCİ İŞLEM BİR’i (Ehad) ALLAH’ın niceliğidir. Bunun altındaki diğer dört adet bir ALLAH’ın nitelikleridir. (İki doğunun, iki batının, doğunun ve batının Rabbi, yer ve gök ile arasındakilerin Rabbi, Âlemlerin Rabbi vb.) Okurlarım izin verirse bu ASIL BİR’in (EHAD TEKLİK, VAHDAN TEKİLLİK) açıklamasını (İnce H harfiyle bağlantılı “En büyük isim=İsmi Azam” dâhil ne demek istediğimi bu dizinin en sonuncu bandı olan) “ARZ’DAN ARŞ’A, ARŞ’TAN ARZ’A ALLAH’A” içinde İNŞAALLAH yazacağım. Bunu şimdi yazmam mümkün değil. Çünkü bütün “Arz-Arş dizisi” bitmeli, okuyucum Allah’ın kavranmasını istediği bilgi düzeyine ulaştırılmalı, en sonra bunların ne üstüne “ALLAH”ın Kur’anda da kendini tanımladığı surelerin çözümlen… ALLAHUEKBER!..
KESİM: 110
SONSUZ SÜR-GİT
HEM SONLU HEM SONSUZ YARATILIŞ! Britanya grubunun Kur’an bilimleriyle henüz tam içli-dışlı olmaları pek mümkün değildi. Sadece meallerden (Bir kısmı da Arapçasıyla) biliyorlardı Kur’an’ı… Çünkü en eskisi 8 yıllık, en yenisi bu Ağustos ayı içinde dinimizi seçen Müslümanlardı. Dolayısıyla bir bilgi birikimi için henüz erkendi ve onlara fazla yüklenemeyiz. Eğer Cifir’i ve sonsuz matematiği kullanabilselerdi, çok başka olacaktı. Ama “Basit bildiğimiz matematik ispatlar aradıklarından” Big Bang’ın hemen ardında
mevzilenmiş bir “Tanrı”nın ardındaki daha başka tanrılar dizisinden kaçınmak için, özellikle Hawking, “Zamanın ezeli olduğu fakat yine de bir zaman içinde yaratılmış Big Bang’den” yanaydı. Bu ikisi nasıl oluyordu? Bunun ayrıntısını gelecek ciltte verecek, burada özetleyeceğim. Hawking’in kendi kanıtladığı “Büyük patlama” teoremini yine kendi “Sonsuz zaman, ezeli öncesiz bir yaratılış barındıran ama EZELİ OLMAYAN, zaman içinde yaratılmış bir İKİLİ STANDART” ile bağdaştırmaya çalışması, büyük patlama gibi basit bir işlemde, mevcut fizik yasaları henüz Tanrı’nın müdahale ve desteğini gerektirmeyecek kadar uygundu. Örneğin “Sonsuz özünlü enerji (NUR)”, bu evreni oluşturmaya zaten yeterlidir. Ama “Nur” bizatihi Tanrı’nın kendisi değildir. Bu Nur ise “Nur ala nur=Nur üzerine nur” olan Tanrı’nın kudretinin altında kalıyordu. Bu katmerli Nur da yine tanrı olamazdı! Tanrı’nın kudretinin daha büyük bir fazıydı. Öyleyse ALLAH Önce Big Bang’e değil, onun çok çok üstünde sayısız katlar üzerindeki (Sanki piramidin en tepesindeki doruk) noktaya “OL” emri vermişti. Ve bu ilahi emir alt katlara patlayarak sayısız kat ve âlem yarattı. Sonra bu yankı aşağıya indi (Süper uzay) ve daha sonra “AŞAĞILARIN AŞAĞISINA” yaratılış patlaması olarak yansıdı. Allah yalnızca bu evreni yaratmadı. Bundan önce melekleri ve daha sayısız üst katları yarattı. EN SON BU EVREN YARATILDI!... Britanya grubu, bu bakımdan “Tanrı”yı aşağıların aşağısına indirmekten kaçındı ve Big Bang’in kendinden önceki bir dizi oluşumun, sonuncusu olduğunu, bir üstten (ve önceden) gelen fizik ve transfizik yasaların, bu evreni OL emrine uygun oluşturmaya yeterli olduğunu söylemek isterken, “TANRISIZ GİBİ” bir duruma düşürülüyorlardı. Çünkü yaratılışı kabul etmemekle şartlanmış olan, yıkıcı ateist grubun çıkarı doğrultusunda çalışmış izlenimi verdi. Konuşmaktan aciz olan Hawking’in “Big Bang”in teorik ispatını yapmasına rağmen, aynı zamanda ezeli sonsuz bir zamana dayandırması çelişkisi ateistlerin silahı oldu. Bunu Yahudi güdümlü dergiler de kapak konusu yapmaya koyuldular. Britanya grubu aslında son derece masum niyetle hareket etmişti ama taktik hataları, ateist grubun “Bilimsel demagoji” yapmalarına yol açtığı için bu işgüzarlığa gerek yoktu. Çünkü grubun biz diğer Müslümanları “ELİF NOKTALARININ MATEMATİK İSPATINI” YAPMIŞTIK! Bununla da ateistlerin yerin dibine geçirmiştik. Ne var ki, (Halk bir yana) henüz bilim çevrelerinin anlamakta ve anladıklarında sindirmekte güçlük çektikleri “ELİF=The Aleph”in pek az tanınması yüzünden çok daha basit olan Hawking çelişkisini (Her çağda olduğu gibi) ALLAH düşmanları, istismar ederek, kendi teorileri olan “Sonsuz, açık, kenarsız ve zamanı da sınırlı olmadığından yaratılma gereği duyulmayan evren modeline” yonttular. Çünkü Hawking, bir yaratılış olmakla birlikte, bu yaratılışın derinliklerine girdikçe, sonsuz ezeli, sona göre “Hem yaratılmıştık hem de öncesizdik (Yani yaratılmamıştık)” yorumunun çifte standardı oluşuyordu.
Fakat bu karmaşanın olacağını, elbette Rabbimiz biliyordu: Anlayanlar için Zariat-47. ayette “SEMAYI (Evreni, uzay-zamanları) KİDRETİYLE (Sonsuz özünlü Nur enerjisiyle) YARATAN (Big Bang) BİZİZ VE ONU GENİŞLETMEKTEYİZ. (”Hubble’un bildirdiği genişleme” deniyordu.) Rabbimiz, burada “BEN” değil; “BİZ” öznesini kullanmaktadır. Bunun konumuza dönük yorumu da, belliydi: Big Bang öncesi başka yaratılmalar olmuştu. Big Bang “En aşağı katın yaratılması” idi. Daha önceki katları (Örneğin NUR’un oluşturduğu Süper uzayı=Misal âlemini) oluşturan sonsuz özünlü enerji yasalarını bilmekte olduğumuzdan “Tanrı tekilliği ihtiyacı” için henüz erkendi. Aksi halde, Rabbi’mizi patlama anının hemen gerisine yerleştirirsek, Tanrı’dan daha güçlü olan (ve Tanrı’nın –hâşâ- yaratmadığı, fakat “Daha büyük bir tanrının” yaratacağı) Süper uzay tanrısı ortaya çıkacak, bu daha büyük tanrı, Big Bang tanrısını da yatarmış gibi olacaktı (!) Süper uzay tanrısını (!) da Hyper uzay (Mutlak misal âlemi) tanrısı yaratmış olacaktı. Bu böylece sonsuza tırmanacak ve “La ilahe illallah” ile çelişecektik. Bu nedenle ALLAH, biz bilginlerin bulacağı uzaysal katlar arasına sıkışmış, her kat için bir tanrı üretmemeleri için, PEŞİNEN “BİZ” kelimesini kullanmış, ayrıca ALLAH tekliğinin ELİF NOKTALSINDAN SONRA yer aldığına” ELİF NOKTASINDAN SONRA yer aldığına” ilişkin MİSAL vermişti. (Zariyat-47) Bu bakımdan Elif noktalarına (Beşinci işlem) gelecek cildimde yer vereceğim. Öte yandan, burada “hem yaratılışı olan hem olmayan bu garip görüşü” biraz iğneleyeceğim. (Bu hiciv Britanya grubuna değil; ateist demagog meslektaşlarıma olacaktır!...) Konu özetle şu: Bir “Big Bang” olmasına rağmen, bunun yine de bir başlangıç olmadığını ileri süren görüş, maddeyi oluşturan atomların da altında (Sub-atomal) elementlerin (Örneğin, kuarklar, gluonlar, Leptokuarklar, rişonlar vb.) bir sonu olmadığını savunmuşlardır. Buna biz fizikte “Bileşenlerin bileşenlerinin sonsuz olması” diyoruz. Örneğin Rişonları da bir başka bileşen oldurmaktadır. Bunların da bir altta yine temel olmayan bileşenleri vardır ve bu sonsuza kadar gitmekte, hiç sonu gelmemektedir. Dolayısıyla ZAMAN OLARAK DA SONU GELMEMEKTE’dir. O halde Big Bang bir başlangıç değildir. (!) Öncelikle “maddenin bileşenlerinin sonsuz” olması için başlıca şart AÇIK evrendir, “Sonsuz açık bir evrende, baştan sona; ezelden-ebede uzatılan bileşenlerin bileşenleri…” zinciri (ve evren) sonsuzdan gelip, sonsuza giden bir doğrudur. Uzayın biçimi de (uçları ezel ve ebette biten) bir Lobatçevski semeri tipidir. Ama o zaman çok büyük bir sakınca doğar: Sonsuz küçük ile sonsuz büyük; üstyapıyla-altyapı asla birleşemez; başlangıcın sonu ile sonun başlangıcı kavuşamaz; makro ve mikro kozmoslar sonsuz ayrılır ve birbirlerinden uzaklaşırlar. Boyutlar ufaldıkça zaman boyutu da hızlandığından, zamanın bir çıkışı, başlangıç ucu olmaz artık… Atomun sonsuz içine inen yolu soruşturduğumuzda; atomaltı bileşenlerin sonsuza kadar sürgit zinciri mi gösterdiğini; yoksa sonlu bileşenler mi olduğunu ya da parçacıkların kendi kendini mi yarattığını sorarız! Atomun derinliğinin sonlu ya da sonsuz olması, öncelikle sonsuz büyüğün, sonsuz küçüğe hâkim olup olmadığı; sonra da altyapının mı üstyapıyı belirlediği ya da bunun tersi mi olduğu; sıfır ihtimalli olasılıksız mı, sonsuz
ihtimalli olasılıklı mı bir yaratılmaya uğradığımızı sorduruyor. Evrenin altyapısı (Kesret) tüme mi varıyor; yoksa tüm denen tek paydadan paylar olarak mı geliyor? Atomaltı sonsuzluktan ya da sonlu bileşenlerden atom ortaya çıkar. Atom bir yıldızı, bir hücreyi oluşturur. Evren atom kaprisiyle mi yönetiliyor? Biz bir hücre yığını mıyız? Başımızda deneyen-yanılan bizi nedensellik ilkesiyle yöneten bir “tanrı” mı var? Nedensellikli bir tanrı, dört boyutlu uzay-zamanda mutlaka kıstırılıp, teşhis edilirdi. Madem bu gözlenmiyor, acaba bu tanrı gerçekte yok mu? Nedensellik mekanizması kesinsizlik mi yoksa kesinkes tek bir ihtimal üzerine mi kurulmuştur? Sonsuza uzanan bileşenlerin bileşenleri… zincirinin “ihtimal hesabını sıfıra indirdiğimizde” EVREN KESİNKES (Determinist, belirlikli) yaratılmış olur. Nasıl yaratılmışsa, o biçimiyle TEK ve KESİN bir seçenek olarak ortaya çıkar. Bu alternatiften başka hiçbir seçilmiş başkaca bir özel ihtimal, yer ve zaman da yoktur. Evren dışarıda hiçbir şey kalmaksızın ve üstüne hiçbir şey eklenmeksizin, ne varsa burada gözümüzün önündeki tek-sonsuz bütün olur. Olasılıksız bir evren için sonsuz yüzlü bir zar ya da sonsuz kez zar atıp, “İstenen” tek sayıyı, hiçbir yanlış ve başka bir ihtimale yer vermeksizin düşünmek gerekir. Bunun gibi bir zarın sonsuzdan da çok kopyasını yapıp atmak gerekir. Ama determinist bir evren için asla sonsuzdan küçük sayıda zar atamayız. Sonuç ne kadar sağlıklı olursa olsun; ne kadar ezici çoğunlukta aynı sayı gelirse gelsin, bir tek istisna bile gelse bu kesin olasılık sayılamaz. Zarın kopyaları gibi bu evrenin kopyalarını da çıkarıp gözlem yapabilseydik kesin olasılık sonucunu saptardık. Homojen ve izotrop bir evrende kesin olasılık (ihtimal) sonucu sonsuz büyüklükte bir evrenin araştırılması mümkün olmadığından esrarını korur ve sınanılamaz. Olasılıksız bir evren “Bir başka hiçbir ihtimal daha olmaması” demektir. O zaman minik evren hiç ihtimalsiz (mikrokozmos olasılıksız) bir altyapıya sahip olurdu. O zaman atomun bileşenlerinin bileşenleri… sonsuza uzardı. Çünkü olasılık en derinlere inilince giderek azalır ve sonunda sıfır olur. (Bu son ise sonsuzluktur) (*) O zaman karadeliklerin de “Tek tip” bir maddeden yapılmış olduğu düşünülemez. Dolayısıyla da kıyametle çöken bir evren, sonsuz küçük bir hiçlikte toplanmalıdır. Bu durum kütle ile ilgilidir. Sözgelimi, sıkışma nötron yıldızlardaki pionaltı (yani kuark) yoğuşmaya ulaşınca Pauli ilkesinin “Gluon”lara da uygulanabileceği “Gluon” basıncının direnmesiyle birinci tür karadelik oluşur. Bu ışıma kuazarlarla bile atfedilebilir. Daha büyük bir çöken yıldız, bu basıncı da yener; Kuarklar nötr-rişonlara dönüşür. Sonra rişonların “Değişim parçacığı” direnir ve bu sonsuz sürgit uzayıp giderse karadeliklerin “Hiçbir nokta” olduğunu söylerdik. Oysa aslında karadelikler “Tünel=String” ya da “Zar=Membran” tünelidir.
KESİM: 111
ZAMANIN ÇIKIŞ UCU…
SONLU SONSUZ
Sonsuza en yakın sayıda “zar” atıp, sonuncuyu yine istediğimiz gibi getiremediğimiz takdirde kesinkeslik (determinizm) yıkılır. Çünkü dışarıda bir şey unutulmuş olurdu. O da “Bir başka” olasılıktır, dolayısıyla bu ihtimal de evrende kendiliğinden başka bir alternatif oluştururdu. Üç görüşten “DETERMİNİST” olan ve ihtimale hiç yer vermeyen ilkini bir önceki kesimde soruşturduk. Atomun bileşenlerinin sonsuza gidemeyeceğine artık inanabiliriz. İkinci ve üçüncü görüş ise maddenin bileşimlerini iki türlü önerme ile sınırlar. Bu sayede, en küçük ile en büyük bir arada olurlar. Aksi takdirde evren anlamsız olur; ne tüme varılır; ne de tümden gelinirdi. Evren eğridir ve sonsuz “Doğru” da evrene girince eğrilir. Öyle ki başı ile sonu çember olup birleşir. Açılırsa doğru parçasıdır. Bu çember “Ömür” denen süreçli kavramı oluşturur. Geometrik çekimdeki kütlesel yoğunluk nedeniyle “Sonsuzluk” yasaklanmıştır. Zaten bilimin görevi gidebileceği yere kadar gidip öylece sınırlandırılmaktır. Matematikfizik evren sonlu sonsuzları en azından “RIEMANN” bir küre içine hapsedebilmektedir. Bu hapse proton’un ömrünü de katabiliriz. Öğretimiz protonun ancak evren dinamik olduğu sürece “Ömürlü” olduğunu saptamıştır. Dinamizmin (Hareketin) ölüm noktası ise mutlak soğuktur. Bu soğukta madde dalgası o kadar soğur, peşleşir ve genleşir ki, kıyamet oluşur. Biz Big Bang denen aknoktadan yaratıldığımızı biliyoruz ve başlangıç ucumuz kapalıdır. (Yarı doğrudur.) Steadist (Sonsuz-sabitçi) grup expandist (Genişleyen) grupla uzlaşmak için, “Başlangıca ne kadar yaklaşırsak yaklaşalım daima yeni bir zamanın karşılığı doğacağını” ve asla bir “Son” ile muhatap olunmayacağını, her bileşen için bir özel zaman olması gerektiğini ileri sürerler. “Hubble’un” tepe noktasında kozmik “Big Bang” yumurtasının sonsuz bir zamandan beri orada beklediğini söylerler. Ama bu kozmik yumurta hala orada neden beklemiyor? Aksine yumurta açılmış ve bu evren olmuştur. Big Bang’in gerisine düşersek, kozmik yumurtanın sonsuz bir zamandan beri orada durmakta olduğunu ya da başka bir yerden geldiğini, geldiyse nereden geldiği, patlayacağı zamanı nasıl saptadığını da sormamız gerekir. Yığınla bu gereksiz sorunun cevabını sadece “Maddenin bileşenlerinin sınırlı olmasıyla” verebilirdik. Maddenin bileşenlerinin sonu, aynı zamanda sıkışmanın da sonu olacaktır. Lineer olmayan bir zaman tasarlarsak, tek bir noktadan genişleyen evrenin ilk anlarında çok sayıda teorik değişiklikler umulur. O şartlardaki şiddet olaylarında dolayı, ilk saniyenin milyarlarda birinde zaman çok yavaş geçer. Kaldı ki yalnız milyarda-bir saniye bile sonsuz zamandır. Bu modelde şiddet miktarıyla doğru orantılı zaman saptanmış olur. Bileşenlerin hiyerarşisi çokluğa tırmandıkça sıcaklık düşer, hacim genişler, zaman genleşir. Kısaca “etkinlik” yayılan uzayda seyrelip-azalır. Maddenin bileşenlerini (7 gök gibi) bir yerde sonlandıracak doğal bir boyut bulunmuştur. Çünkü evrenin sıkıştırılmasına direnebileceği en küçük mekân 10-36 cm bir uzunluktur. Bu “Hilbert mekânından da küçük” olduğundan çekim burada sıfırdır, yani graviton etkisi
(etki gravitonu) eylem yapamaz. O zaman da evren 10-36 cm uzunluğa büzülüp, çekim etkisi kalkınca “Negatif ivme tepmesi” evreni yeniden genişletir ve doğanın dört kuvveti böylece atoma inen sonsuzluğu sınırlamış olur. Ama en temelde ne olduğu yine de meçhul mini-mekânların soyut uzayların pınarından öğrenilirdi. Sözgelimi atomun çapı bir Angström (10-8 cm) protonun çapı bir fermi elektronun noktasal çapı 10-16 cm’dir. Ama kuarklar 10-20 cm’de ne ifade eder? Orada “Dört boyutlu” uzay yoktur. Bir tek boyutla da temsil edilebilir. Zaman boyutu teğet olabilir. Aslında o mini-mekânlarda yedisi hapsedilmiş, dördü serbest kalmış 11 boyut vardır.
KESİM: 112
KENDİNE YETMEK
KIYAMET MAKİNESİ TERS İŞLER Mİ? Bileşenleri sınırlandıran yukarıdaki pulsatif görüşün dışında üçüncü görüş ise “Kendi kendine yeterli bir evreni” savunur. Herhangi bir parçanın tümünü yaratmaya yeteneği olduğunu savunan bu görüşte “Hiçbir şey temel değildir.” Böyle olunca da göreceli bir durumla, yaradılışın ilk anıyla onbinde-birinci saniyesi arasında sürekli olarak parçalar birbirini yaratmış, bir bileşen çarpışarak ötekini üretmiştir. (Oysa başlangıçsız bir evrende madde böyle yaratılmaz: Olasılıksızdır.) Rastgele kaynaşan o ilk sıcak parçacık dönüşümlerinin temelinde “Olasılık” bulunmalı, tesadüflerin bileşkesinden maddi evren, atom kaprisiyle ortaya çıkmalıdır. Mikro kozmos böylece olasılık bir altyapıya sahip sayılır bu görüşte… Cehennemi ilk sıcaklarda oluşan etkinliklerin aralarında uygun kuvvet bulunan, hiçbir şeyin temel olmadığı, ama her şeyden bir şey yaratılabilecek kaynaşmayı başardığı var sayılır. Bu termodinamik öncesi dönemde, belirli kütledeki parçacık sayısı da kütle arttıkça artacaktır ve henüz donma söz konusu olmadığından parçacıklar çarpışıp birbirine dönüşür; biri ötekini üretir ve bu biçimde uygun kuvvet birbirini yaratır. Ancak, termodinamik yasanın işe el koyduğu onbinde-birinci saniyede sıcaklık düştüğü için kaynaşma durur ve etkileşme, yerini, donmaya bırakır. Evren artık en başta kendi kendini yaratan birimlerin “Öylece donup kaldığı, başka bir şeye dönüşemediği” etkileşemez ortama dönüşür. Aynı yöntemle 4 Hidrojen atomu bir Helyumu oluşturacaktı. Bu görüşe göre her bir bileşen bir bebek tarafından yaratılır. Bebek doğunca da kendi anne-babasına sahip olmuş olur. Böylece sonsuz dizisi kendiliğinden ortadan kalkarken, küçük ile büyük bir arada olurlar. Üstelik hiçbir şey de “Temel” olmaz. (Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın yaratılmasıyla bir anne ve babalarının da yaratıldığı savunuluyor. Bu açmazı olan bir görüştür.) Ne yazık ki kendini ve içindekileri yaratan tek bir evrenin bedeli vardır. Bir parçanın tümünü yaratmaya yönelik kendini programlayan bir altyapısı olduğu düşünülünce, evrenin homojen bir toz bulutu olarak sonsuza dek öyle kalması ve galaktik
bileşenlerin oluşmaması gerekirdi. Evren toz değildiyse kısmen ölecekti. Çünkü evreni bir kıyamet makinesine benzetirsek bir çekimsel çökme olan “Heterojenlik”, bu makine patladığı anda tam parçalanmayacak ve geriye artıkları (Schwarzschild ışıması) kalacaktır. Madde sürekli yaratılmadığına ve biçimlerini ilk patlama anından aldığına göre, “Var etme” fikri bu görüşü imkânsız kılar. Zaman ve uzay; enerji ve madde, nedensellik, teoremler kendi kendini nasıl yaratır? Fizik var olanı keşfeder; kendi yasa ve ilkelerini keyfi oluşturamaz. Evren böyle açıklanamaz. Evreni ya “Tanrı” tek başına yarattı (Determinizm), ya da evren denen 1080 atomun her biri bir tanrıydı. (İndeterminizm) “Kendi kendini var eden evren” Tanrı’ya rekabet açmış demektir. Madde kaynağı enerjiler bir kez yaratıldı mı var olmanın tekil zorluğu kolayca geçiştirilir. Bir kez yaratık bulundu mu, onu yok etmek de kolaylaşır. Çünkü nedensellik ilkesine de “Tanrı” gibi tapınanlar bu biçimde düşünür. Ne var ki var olma ve yok olma özdeş değildir. Yok olma “Çekim” ile et-tırnak örneği ilişkilidir. (Biz karadelikte yok olursak bu basınç evrene daha çok enerji ekler ve çöküşü hızlandırır.) “Olasılıksız” bir evreni ilk model olarak sunmuştuk (ve pek de olası bulmamıştık.) Zaten bu, tüm Kuantum fiziğini yerle bir ederdi. Maddi oluşumda “Maddenin bileşenleri” sınırlı olmalıdır. Ayrıca zamanımızın başlangıcı olduğunu da biliyoruz. Makro (Kürre) ve mikro (Zerre) dünyaları da birleştirebiliyoruz. Şimdi trilyonlarca trilyonlarla anlatılabilen “İhtimaller” erken yaratılış dönemlerinde çokluktan tekliğe doğru giderek azalmaktadır. Bileşenlerin sınırlandırdığı yerde ihtimaller sadece birkaça iner. Bu arada yaratılışın erken evrelerinde bu bir-iki ihtimal dev bir rol oynar.
KESİM: 113
ALTYAPI SORUŞTURMASI
KUANTUM FİZİĞİ ÇATIRDIYOR Kuantum teorisi ve maddi fizik, “Makroskopik evreni”, mikroskopik evrenin tanımladığına ilişkin altyapının üstyapıyı oluşturduğuna peşinen inanır. Birleşik cisimler özelliklerini, bileşenlerinden almaktadırlar. Olasılık kavramı içinde hiçbir şey temel olmayınca yani, parçaların kendi kendini yarattığına inanılırsa katı bir maddeci oluruz. Buna göre “Yaratılışın onbinde-birinci saniyesindeki donmada “Ne kadar az sayıda olasılık varsa” o geride kalmış, bu bakiye evreni oluşturmuştur. Donma öncesinde ise olasılık dev rol oynamış, rastgele yığınlardan plansız biçimde bilinçsiz ve kaprisli madde doğmuştur (!) Bu görüşte bileşenler son derece önemli olduğundan, zerreler düzeyinde olasılık, tüm evrenin tohumunu atmıştır. Mikroskopik etkileşim (Yalın doğada) sadece birkaç ihtimal ile oluşur ve makroskopik karmaşayı belirler. Milyonlarca yaratık (Varlık, nesne, eşya), sadece yüz küsur elementten oluşur. Yani ihtimal “Sonsuzlardan” kimya element sayısına indirgenir. Yüz kadar element ise sadece proton, nötron ve elektrondan oluşmuştur: İhtimal sayısı üçe iner, doğa iyice yalınlaşır. Böylece donmadan geri kalan bu üçlünün bir rastlantılar bileşkesine etkiyen
bilinmeyen güçler bu çok yavaş ve temelde yanlışlarla dolu maddeyi oluşturur. Madde “Dener-yanılır, olasılık geliştirir ve bu olasılık (Dalgasının) tüm gelişmelerinden evren doğmuş olur (!)” Çevremiz maddenin “Olası geometrik görünümden” ibarettir. Evren bileşenlerinin mikroskopik olasılık dalgası makroskopik maddeye eşitlendiğinden proton, nötron ve elektron da kesintisiz olasılık yasaları etiksindedir. Ama bu asla kanıtlanmamıştır. Aslında bu bir kanıt değil “Nedenselliğin” şaşı mantığıdır. Çünkü yaratılış “Neden” ve (bir zaman sonra) donan parçacıklar “Sonuç” oluveriyor! Evren, bu zaman oku yönündeki mikroskopik evrenin gerçek altyapısının “Olasılıklı” olduğuna inandırıyor bizi… Böylece madde denen “Olasılık dalgasının”, olası tüm gelişmeleri ve düzenlemelerinin tümüne “Evren” diyorlar. Bu da “Maddenin fizik evrim geçirmek zorunda kalması” anlamına gelir. Tüm varlıkların zorunlu temeli “Sadece madde” olmalıdır. Dolayısıyla maddenin bağnaz sabitleri, yobaz sayılarını kutsallaştıran maddeci, maddeyi bu dar limitlerin hapishanesine, dört duvar (Boyut) içine kıstırırken kendi de kapana kısılır. Madde uydusu bilimcilere göre, “Bilim, sadece gözlemlerden sonuçlandırılmalıdır. Gözlenemeyen her şey “Metafizik” sayılmalıdır. Kendilerine zıt her görüşü ise “Bilimkurgu” ilan ederler. Matematik, saymaya; geometri kaba bir çizgi bilimi olmaya yarar. Fizik ise madde şablonunun iç dolgusudur. Bu görüş “Hiçbir zaman, bir birleşiğin, bileşenlerinden küçük olmamasını” temenni eder. Fakat 11 boyutlu kuantlar (Tünel ya da membran) teoremini oluştururken, BİR ÜSTÜN KÜTLENİN varlığını matematikle ispat etmiştim. Çünkü evrende sonsuz sayıda boyutlar vardır. Bunlardan sadece 22’si bir kuant içinde saklanmış, dört tanesi de “Evrene” açılmıştır. Örneğin, bir protonun evrene yansıyan dört boyutlusu ardında, protonun bilinen ağırlığı ardında katlı ağırlı olan “Bağlanma” enerjisi protonun “İÇ TÜNELİNDE” saklıdır. Dolayısıyla bu boyutlarda dördü, protonun SOMUT ağırlığını ölçtürürken, saklı diğer 7 boyutu TRANSKOZMOS evrende SOYUT olarak saklıdır. Dolayısıyla fizik evren ayrı; parafizik evren ayrı bir kombinezon olarak, tek bir varlıkta açık-saklı iki yanlarıyla bir arada bulunurlar. Işık hızı ötesindeki bu parafizik evrene ilişkin “Spirtualist-vitalist-Sübjektif (Enfüsi)” görüşü, maddeci fizik evren reddeder. Maddeci fizik evren ise mekanik, objektif (Afakî) bir yapıda düşünülmüş, “Soyut sayılar” ve bunlara bağlı soyut kütle (Takyonlar) da ideoloji gereği reddedilmiştir. Bu duygusallıkta temel yanlış, soyut kütleli bileşenlerin, “EKSİ YÖNDE” de büyümelerinin sezilmemesidir. Dolayısıyla “Bakışım kuralı” bozulmaz. “Bir bileşik, bileşenlerinden büyük olamaz” demek, atomun, bileşenlerinden daha ağır olması gerekirken, bağ enerjisinin atomdan ağır olması, onların “TÜNELDE=11 boyutlu kuantlarda” saklanması ile açıklanır. Çünkü burada, ÜSTÜN KÜTLE saklı bulunmaktadır. Ama bu soyut kütle imajiner (Soyut, sanal) olduğundan ölçülemez. En küçük ile en büyük, “MİNİ HİLBERT” mekânında buluşurlar. Kural bozulmadan, üstyapı bu kez altyapıyı organize etmiş olur. O zaman, atom kaprisi, rastlantılar, olasılıklar (İhtimaller) nedensellik-kesinsizlik gibi ilkeler toptan kahrolup, iflas eder. Çünkü her dört boyutlu varlık, içinde ayrıca saklı (Çok
çok mini mini mekânlarda sıkışmış ve ortaya çıkmamış, ama sanal bir zaman çizgisi olan) 7 çok boyut daha içermektedir. (Ayet: “And olsun biz sana şu Kur’an’ı ve katlanan 7’yi verdik…”) Bu evren bize göre “Çok mini mini” bir yerdedir. Ama o tarafa geçince, bunun “DEV BİR EVREN” olduğu anlaşılır. Ölenin diriden farkı, 7 boyutlu yeni dünyasında dört saklı boyutu yüzünden “Bedenlenememesi”dir. Dolayısıyla bu saklı “Dört boyutlu uzayzaman” nedeniyle orada “MADDE” yoktur. Dünya hayatı orada bir hayaldir, maddesel hayat geçici bir rüya gibi tükenmiştir. Fakat ASIL yaratılışta, bizler, hiçbiri artık saklı olmayan, hepsi birden ortada olan 11 boyutlu varlıklar olarak ortaya çıkacağız. Bu 11 boyutlu varlıklarımızın çevre uzayı ise ayrıca 15 boyutlu olacaktır. Dolayısıyla bizlerin beş duyu ötesinde, beynin saklı kanallarından ve süper uzay denen bilinçüstü seviyelerden şuurlandırılmış 26 boyut algılayan, 26 duyu organımız daha olacaktır. Söz konusu “TÜMSEK” tipli evrendeki CENNET olunca, (Çift çift cennetler uyarınca) daha 400 küsur duyu sistemimiz de bedenimize eklenecektir. Fakat buradaki evrenimizde 7 boyut saklı-kapalı kalmış, bunun yerine büyük patlamayla sadece dört boyut açılmıştır. Evrenle birlikte dört boyut açılıp genişlerken, diğer soyut (Sanal) 7 boyutlu da “Tersine ZAMAN” ile atbaşı olarak “BÜZÜŞMEKTEDİRLER.” Büzüşme ise, termodinamiğin negatif bir sıcaklık derecesi ne kadar (-1K0) sürecektir. Bu “MUTLAK ÇOK SICAK” bizim “MUTLAK EN SOĞUĞUN” bir derece altındaki “İMKÂNSIZ BÖLGE” içinde kalmaktadır. Evrenimizde bir protononu ağırlığı, aşikâr 4 boyutlu ile saptanır. Ama zımni (Virtüel, Bâtıni, sezilgen) 11 boyutlu TÜNEL (Buna başka teorisyenler on boyutlu String=Sicim, yay ve Membran=Zar olan 11 boyutlu kuant da diyorlar) içinde onların NEGATİF bir enerjisi, intrinsic sonsuz özenerjik kudreti vardır. Onlar NUR denen (ve NAR=Ateş, elektrojen olmayan) gizli-esiri bir kudret olarak evrenimizdeki dört boyutlu çerçeve içinde asla görülmezler. Sadece düşlerde ve uyanık uyku hallerinde bunları görebiliriz.
İLERİ BİLGİLER: 67
SÜPER UZAY SAHNEDE! İleri konularda pulsatif modellerini (Özellikle öğretimizin öngördüğü SONUÇSALGERİTEPMELİ OSSİLASYON modelini) göreceğiz. Teorimiz aşağı yukarı tüm evren modellerini üstün sentezle uzlaştırmaktadır. İlk bandımızda kara ve akdelikten iki çıkış ucu olan “Bükümlü tünelin” süper uzaya açıldığını, geri sekmeli evreni ima etmiştik. Bir evren tek bir kozmik karadeliğe (DOOMDAY BLACKHOLE) çöker ve tünel onu yok edince yeniden kozmik bir akdeliğe (BİGBANG WHITE HOLE) dönüşür ve yeniden var olur.
Biz bu tanıma pulsatif (Seken) evren demekteyiz. Parite uyarınca şimdiki evren, öteki bir paralel kozmostan buraya sekmişti. Eğer ihtimal hesaplı bir evrende yaşıyorsak, “Şimdiki evren” yine aynı yolla süper uzaydan buraya gelmiştir. Geri-sekmeli evrende ise Schwarzschild ışıması, yeniden evrenin en başına ulaşırken, nedensellik ilkesi terk edilir. Sıkışmanın sonu yani bileşenlerin bileşenlerinin sonuçlandığı yerde 1,4 x 10 -13 cm. olan “Zamansız mini Hilbert uzayı; bundan da derinde 10-36 ile belirlenen ve çekimin “Çekmediği, paralize olduğu” mini-mini uzay ve bunda da öte cebirdeki negatif sayılar ya da imajiner sayılarla anlatılan, sıfırdan küçük ağırlığı, ışıktan büyük hızı olan sonsuz ötesi evren, Elif noktaları vb. vardır. Öyleyse Arp’ın dediği anlamda kuazarlar “Evrenler arasındaki madde dengeleyen” ödeme delikleri (Bükümlü tünellerin çok çıkışları) olmaları halinde mümkün olabilirdi. O zaman Einstein-Rosen-Podolsky’nin burada “Gizli değişkenleri” de takas edilirdi. Bizdeki radyoaktif her iki atomdan birini götüren tünel süreci, karşılığında enerji bırakmakta olabilir, yani “Öteki bozunan atom” da bize ödeştirilebilirdi. Fizikte yaratma ve yok etme özdeştir. Ama yok olma “Çekim” ile ilgilidir. Ne var ki karaboşlukların bulunması Hoyle’un karşısına bunalım olarak çıkmıştır. Maddeyi, enerjiyi yutan, sabit avlarıyla donmuş gözüken karaboşluk, tutsak enerjileri, bozulan yörüngeleri ile Hoyle’un yok etmesini yani evrenin sonsuz açılmasını, atomların bizden uzaklaşmasını, protonun kararlı, maddenin istikrarlı olduğuna ilişkin sakınım kurallarını da yok etmiştir. Üstelik karadelik “Sonsuz kavramını” da fırlatır ve sonsuzun kesikli (inkıtalı) tehir edildiğini bir başka yerde varlığını sürdürdüğünü de ortaya koyuyordu. Öyleyse evren çöküyorsa bir sonu vardır; tekrar açılıyorsa başlangıcı da vardır. Sürekli açılıp kapanan böyle bir pulsatif evren “Kapalı” evrene girer. Evrenin bir tür geçmiş yaşamları (Ekminezis) ve gelecekteki yaşamları (Reenkarnasyon) vardır sanki… Geri tepmeli modelimiz ise geleceğin bozunmasının geçmişimizi entegre ettiği maddesiyle-antimaddesiyle, soyut maddesiyle ya da soyut antimaddesiyle “Süper simetrik” bir model olacaktır. Bu üstün sentez zorunludur. Çünkü evrenimiz kapalı olunca tüm nesneler olay ufku içinde kalır. Bir termos gibi her yönden tecrit edildiği içindir ki dışarıya sinyal gönderemez ama “Dışarıdan sinyal alır.” Bizim dört boyutlu uzayımızın dışındaki üst boyutları da evrene dâhil etmek, hiçbir şeyi dışarıda bırakmamak gerekir. Asimterik “simetri ilkesine” uzayımız dört boyutlu uzayzaman olarak eğri ve kapalıdır. Ama beş boyutlu uzayda “Açık”tır. Dört boyutlu uzaydan çıkış madde için yasaktır; giriş ise yasaldır. Kozmik bir Hubble aknoktasında neden-sonuç; enerji-madde uzay-zaman; dört kuvvet aynı şey olurlar. (Cosmo-Osmas Aiberg Modeli uzay-zaman uyarınca.)
APENDIX-A Okurlarımızdan “Anlaşılmadık gelen” ifadeler için özür dileriz. Bu özel son bölümde, ağır diyeceğimiz anlatım tarzının kullanılmasının ilk nedeni, Kur’an tefsirine yönelik olması; ikinci amacımız bir kuşak sonraki “Genç kozmogonom ve astronomlara” çok iyi anlayacakları mesajlar iletmesidir. Üçüncü amacımız ise, şimdiden merak edenlere ipucu mahiyetindedir. Öğretimizdeki ismiyle “Cosmo-Osmos Aiberg modeli geri-sekmeli ve nedenselliksiz evren modeli”, tam anlamıyla Kur’an’daki yaratılmanın geleceğe dönük nihai biçimidir. Bu başlıbaşına ve uzun içerikle konu bütün evren katlarını “İLK CEVHERDEN” başlayarak, kuantlaşmaya kadar anlatacak olan dizinin 9. ve son cildi “ARZ’DAN ARŞ’A; ARŞ’TAN ALLAH’A…” içeriğinde yer alacaktır. İlişkilerin koptuğu başlarını alıp ayrıldıkları ateist modeldeki son itirazları da Zig-Zag öğretisi mensupları tamamen silip-süpürmüşlerdir. Maddenin bileşenlerinin bileşenleri sonsuz bir zincir gibi geriye gitmez. Kuantlaşma bitimi Hilbert mekânı (ya da Delta uzayı) başlar. Planck sabitinin alt eşiğinde maddi evren biter ve yerine sonsuz özenerji (Takyonik NUR) uzayı gelir. Evren ilk yaratıldığında, kuant aralığının milyarlarda-biri kadar soyut bir tünelcik içindeydi. Henüz kuantlaşma yoktu. Üstelik sıkışmanın bundan fazla sıkışmanın mümkün olmadığı limit 10-36 cm’dir. Burada sonsuz küçük ile sonsuz büyük (Makro Hilbert uzayı; bu sayının 40. eksponansiyel artışı ile belirlenen dev evren) bir yerde buluşmuş oluyorlardı. Dolayısıyla sonsuz küçük ve sonsuz büyük birbirinden kopmuyor, tam tersine AYNI ŞEY oluyorlardı. Böylece sonsuzu sınırlandırmış olabiliyoruz. Bu konuda Arz-Arş dizimizin “Sonsuzluk Kulesi-2. cildine” göz atmakta ve Hilbert uzayında EN KÜÇÜK İLE EN BÜYÜĞÜN aynı şey olduğunu, aynı yerde olduğunu hatırlarsak, aynı mantıkla, en uzak ile en yakının da aynı yerde (Karadeliklerdeki uzay yürüyümünü hatırlayınız) olduğunu kavrarız. Yine en sıcak ile en soğuk (-273,16°C) yine birliktedir. Bunun nedeni OL=ÖL diye neden ve sonucun, zamanın akamadığı blok evren bölgelerinde birbiriyle birleşmesi olduğunu kanıtlayan yazarın teorisidir. Örneğin, kuant mesafesinin çok altında olan ve evrenin ilk yaratıldığı en küçük anda, çapının bir santimetrenin milyar x milyar x milyar x milyon olduğu soyut dönemde, ne çekim ne zaman yoktur. Çünkü bu kısa zamanda, zamanın akıp da ilerleyeceği bir “ZAMAN” yoktur. Pratik olarak, Hilbert uzayında saklı bu EN ERKEN EVREN’in maddi âlemle bir ilgisi yoktur. Ama biliyoruz ki, evren “ORADAN” gelmiş, kuantlaşıp, maddeleşmiştir. Öyleyse, bizi MANA (Soyut, takyonik) başlangıç ortaya koymuştur. Bizler, somut bu maddi yaratılış öncesi SOYUT manevi (Takyonik) evrenden gelmiş bulunmaktayız. Bizler şimdiki +60 kg. olan, maddi, somut bedenlerimizin soyut, ruhani karşılığı olan -60 kg.’lık bedenlerimizi de (Bilinç bedenimiz) oradan buraya birlikte getirmiş bulunmaktayız. Sonra kıyametle yeniden soyut (Mücerret takyonik, esiri) evrene döndürüleceğiz. Bu evren de kendi aslına (Süper-Hyper uzay-üstü katlara) dönecek ve sonuçta TEKLİĞİN eşiği olan ARŞ’a kadar tek bir varlık halinde, tıpkı yaratılışın tersine İADE olunarak götürüleceğiz.
İLERİ BİLGİLER: 68
İÇYÜZÜ Okurlarımız, “Evrenin sonsuz olmasa bile ömrünün sonsuz olmasını” savunan Steadist (ve ateist) görüşlere itibar etmemelidirler. Sonlu bir evren, sonsuzdan uzun yaşayabilir mi? Bu sorunun cevabı, şimdiki dünyasal (Kapalı evren) yaratılışımız için “Hayır” ve ikinci yaratılışımız için “Evet” olacaktır. Çünkü, Kuantum teoreminin belirsizlik ilkesi, “Sonlu bir uzayda, hiçbir varlığın sonsuz kalamayacağını, ardından tünel ile başka bir uzaya sıçrayacağını” birinci kural olarak bulmuştur. Bunun anlamı biz kapalı evrendeyiz. (başımız vardı ve sonumuz da olacaktır.) Bir karadelik kıyametiyle evrence tünele ütüleceğiz ve bir başka, evrene (Ahret açık modeldir. Çünkü Arş dört direk üzerinde olmakla, gerçek bir Öklid uzay olacaktır) sıçrayacağız, orada yeninde var edileceğiz. Orası açık evren olduğu için SONSUZ olarak yaşanacaktır. Sonsuz küçük ile sonsuz büyüğün birleştiği ve tek şey oldukları ELİF noktaları matematiği (Borges) sonsuzun da ötesindedir. Bu nokta enfüs ve afak’ı birleştirmektedir. Elif, sonsuzun dışında olmasaydı, steadistlerin “Sonsuz küçük ile sonsuz büyüğün ilişkisinin kopması” açkılamasına çözüm olurdu. Yalnızca, bizim ezeli değil, ebedi olduğumuzu bilmek şartıyla… Onlara göre başlangıçta başlangıç yoktu ve biz hep buradaydık! Başlangıç daima hazırdı ve böylece “Tanrı imanı” zahmeti ortadan kalkıyordu. Fakat başlangıçsız bir yaratılış olmayacağını Hawking kanıtladı ve bu konu artık kapandı. (Ancak bundan henüz haberleri olmayanlar, söz ediyorlar.) “Tanrı zahmetinden” yüksünenler, “yoktan var olmayı” nasıl başlangıçsız düşünebilirler? Onlara göre, “Var olan, yok olmayacağı için” maddenin bileşenler zinciri sonsuza gitmektedir. Ama nasıl yoktan var olmuşuz? Olay bir tek emrin “OL” buyruğunun ileri ve geri (Senkronize etki ve tepki) sonuçlarıdır. Allah, “OL” dediğinde yoktan var olduğumuz anda yok olmaktayız. Şimdi bunu açalım: Öldüğümüz anda “zaman ters” çalışsın: Biz dirilir, mezardan kalkar, giderek gençleşerek, doğduğumuz güne geliriz. Sonra ana rahminde ilkah olduğumuz güne kadar ZAMANDA geriye gideriz. Bundan önce ise yokuzdur. Demek ki, “Ölerek yok olmakla, hiç yaratılmamak aynı” şeydir. İkisi de ölüdür. Birincisi henüz yaratılmadığı için ölüdür; ikincisi ise yaratılıp yok edildiği için ölüdür. Üstelik ikisi de “Aynı insanın, aynı hayat hikâyesinin filmini, bir ters-bir de düz oynatılmış” biçimidir. Bu nedenle ALLAH, “OL” dediğinde olur ve hemen “ÖL!” emrine aday oluruz. O ilahi buyruk, OL/ÖL birleşmesidir. (Neden ve sonuç aynılaşması, öncelik ve sonralık sıralamasının kalkması, zamanın sonsuz genleşmesi anıdır.) ALLAH hem ebedi (SONRASIZ), hem ezelidir. (ÖNCESİZ) Ama onun varlıkları, yaratık olduklarından, bize ALLAH (Ahretteki gibi sonsuz ömür verse de, kul, ALLAH’ın geçmişte ortağı olamaz. Yani kul, Rabbi gibi, hem ebedi hem ezeli değildir; kul sadece ebedi olabilir. O da ALLAH izin verince…) ALLAH’ımız yaratandır: O yarattıkları, sayıları, sesleri, uzayları, zamanları, boyutları,
fizik yasalarını, nedensellik ve indeterminizm gibi ilkeleri MUTLAK YARATAN’dır. O’nun yarattığı ölçülerle kendisi ölçülemez. Çünkü ALLAH ÖLÇÜM SİSTEMLERİMİZİN DE YARATICISIDIR. Boyutları-sayıları yaratmasaydı, bilim de yaratılmazdı. Dolayısıyla Rabbimizi hiçbir yasa ve ilkeyle sınırlayamaz, test edemeyiz. Buna gücümüzün yetmemesi çok normaldir. Örneğin biz dört boyutlu evrende yaşıyoruz. Ama onun sadece GAYB ALEMİ 4444444444444444…..n=sonsuz boyutludur. İnsanoğlu, “En-boy-yükseklikten” başka bir dördüncü boyuta bile akıl erdiremezken, nasıl olurda örneğin 44. boyutu hesaplayabilir ve “Kısmen de olsa” Tanrı’yı ölçer? Fakat, Allah’ın her şeyin evveli (AL AWAL) ve her şeyin sonrası (AL AKHIR) olması demek, yine bileşenlerin bileşenlerinin en sonuncu bileşeninin sonsuz EZELDE kendisinde bittiği ve bunun tersine büyük sistemlerin sonsuza açılmasındaki, 7 gök ve daha 77777777…..n kadar gök katı sonra SONSUZ EBEDİYETİ de ALLAH kuşatmıştır. Böylece gerçekte en küçük ile en büyüğün ilişkisi kopmaktadır. Ama ALLAH, bu ilişkinin bizatihi bağlantısı olduğu için, en küçük ihtimalle-en büyük ihtimali; en önceyle en sonrayı (Dev nedenselliği) tasarrufunda bulundurmaktadır. En küçükte “O” vardır (Şahdamarından da yakındır); en büyükte (ARŞ ÖTESİNDEKİ DEV MUTLAK SONSUZDA) yine “O” vardır. Çünkü Allah’ın GİZLİ 100. isminin “KUŞATAN” (ABLUKA ile özdeş) ve Kehf-91. ayette yer alan EHATNA=İhata edici” olduğunu da anlıyoruz. Allah zatı için bir mutlak sonsuzluk düşünülebilir. Ama yarattıkları için asla! Nasıl ki, evreni “Başsız-sonsuz” yani ezeli-ebedi kılmak isteyen (Steadist) sabit evrencilerin görüşleri TANRI yerine kadim ve baki (kıdemi-bekası sonsuz) evren koymak istemişlerse, aynı mantıkla, bu kez evreni oluşturan bileşenlerin bileşenleri… zincirini de sonsuz kılmak ve her bir bileşeni TANRI, her atomu bir ilah yapmak gayretkeşliğine girişmişlerdir. En küçük ile en büyüğün ilişkisini birbirinden kopardığımızda, NEDEN ile SONUÇ’un da işleyişi durur. O zaman bir NEDEN ile başlayan evrendeki hiçbir olayın SONU gelmezdi. (Örneğin siz cama taş atarsınız, ama taş asla bu cama ulaşmaz ve cam kırılmadığı içi, taş atma nedeninize bağlı olarak, camın kırılası SONUCU asla gerçekleşmezdi.) Allah’ın yaratması, doğrudan sonsuz ihtimalin sıfır ihtimalle (Ve hatta bunda da küçük olan yüzde-eksi sonsuz ihtimale) indirgenmesiyle evren BİLİNÇLİ ve EVRİMSİZ DETERMİNİST olarak, bir intikal süreci (ZAMAN) eklenerek nedensellikli kılınmıştır. Allah ilminin, insanlara yansımasından hayret verici ve nedensellikli (Düzgün-determine) rastlantılar vardır. Bunların binlerce olduğunu söyleyebiliriz. Eğer cifir bilinseydi ya da biraz dikkat edilseydi, bu “İlahi tesadüfler” anlaşılabilirdi.
İLERİ BİLGİLER: 69
BİR DEMET TESADÜF (!) Sevgideğer
okurlarıma,
“Yaratılış
teoremlerinin
doğruluğundan
NİÇİN
kuşkulanmamamız gerektiğine” ilişkin anlamlı cifir ipuçlarına değinmek isterim: Kur’an’da “YARATILIŞ” eyleminin bayraktarlığını “SEMA’yı (Evreni, uzay-zamanı) kudretiyle (Bir patlamayla) yaratanın (bizatihi ALLAH olduğu halde BİZ dediğini ve) EVRENİ GENİŞLETTİĞİNİ” anlatan Zariyat-47. ayetinden söz etmiştik. Zariyat suresi, Kur’an (Cifir fihristinde adres olarak) 60. sırada olup, ayrıca tamamı 60 ayet olduğundan içinde 13 ve 19 şifresi içerenlerdendir: 60-47=13 bulur, ikisini birlikte 1347 olarak yazarız. Bu İslami takvim ile miladi 1927 yılının karşılığı olan Hubble’un evren genişlemesini gözlemlediği, Zariyat-47. ayetin tecellisi, kozmoloji biliminin ilk temelinin atıldığı tarihtir. Söz konusu sure, aynı zamanda 19 kategorisine uygulandığında, 1947 olarak yazdığımızda, “Kozmoloji biliminin ikinci kez yüceldiği” yılı buluyoruz. Ralph ALPHER (Lemaitre’nin felsefik “Dev nötron” görüşünü bilimselleştirmiş), “Tanrısız” modellere karşı “Yaratılışa dayanan evren” modelinin daha az bilimsel olması yüzünden, kendi paralelinde düşünen (ve yaratılışa inanan) George Gamow’u buldu ve bilgilerini birleştirdiler. Bu ikili teorilerinde “Parçacık fiziği” eksiklerini gidermek üzere konunun uzmanı Hans BETHE’yi de aralarına almaya ikna ederek, ünlü Big Bang teoremini kurdular. (1947) Birkaç ay sonra da yayınladılar. (1948) Bunu bir tesadüf kabul edebiliriz. Ama olay bununla kalmıyordu: Rabbimiz Kur’an’da birbirinin zıt kutbu olan “Yaratılış ve Kıyameti” önemle vurguluyordu. Yaratılış’ın karşılığı “Künnes” olup, bir merkezden dış çevreye genişleyen (Evren gibi…) merkezkaç kuvveti ve yaratılış başlangıcının, “OL!” buyruğunu CİFİR’de üstlenmiştir. Bunun tersine “Hûnnes”, yok oluşun, kıyametin simgesidir. Çevreden bir merkeze çökmek eğilimi olan “Merkezcil kuvvet, çekimsel kuvvet” yönünü gösterir. Yaratılanın sonunun gelmesini sağlar ve ÖL!” emrinin işlevini üstlenir. Çok ilkel topluluklar dışında, dünyanın her yerinde ilkel toplulukların ABCD sırasını akıl etmeyen ve dünyada (Örneğin Cuma’yı Cuma günü bilmeyen, Pazar sanan) aynı gün ismi veremeyene günleri sayamayan topluluklar olduklarını anlıyoruz.) Dünyanın her geçmiş uygarlığında, sanki söz birliği edilmişçesine, alfabenin ilk harfleri aynıdır. Çok ilkel ve kapalı topluluklar dışında bunun böyle olması çok ilginçtir. (Rabbimizin, “Kitaplarını hiç duymayan peygamber gönderilmemiş topluluklardan hesap sormayacağına” ilişkin ayet sırrı uyarınca “Sorguya çekilmeyecek olan kavramı da buradan türemiştir. (A, B, C ve D) Kıyamet de her şeyin sonlu olduğu için alfabenin son üç harfi ile gösterilir. (Bunu “Çeyrek Kala ve Çeyrek Geçe Kıyamet” isimli kitaplarımızda sunacağız.) Yaratılış her şeyin başı olduğu için, Cifirde alfabenin ilk üç harfiyle gösterilir: A, B, C (ABCeD=Ebced bu sıra, birbirinden habersiz söz birliği edilmiş gibi aynıdır. Arapça “ElifBe-Cim” denen bu harfler, (Arapça, İbranice, Sina, Fenike ve bu gruba giren aileden dillerin en eski atası olan) Sami dilinde Aleph=Alf, Elif / Beth=Bet, be / Gimmel=Cimmel, Cim’den gelerek bütün dünyada kullanılmıştır. Eski Mısır’dan şimdiki Kiril alf abesine (Yunan ve Doğu Slavlarının alfabesine) kadar, ilk üç harf aynıdır: Alpha=Alfa / Betha=Beta ve Gamma (Yanına ince sesli geldiğinde c ve y okunan G harfi): “Yaratılış teorisi” insanlık tarihinde ilk kez bi araya gelen üçlü tarafından ortaya kondu: Okurlarımız bu üç ismin sırrını anlayacaklardır:
* R. ALPHER: ALPHA, Alfa * H. BETH: BETHA, Beta * G. GAMOW: GAMMA, Gama Böylece A-B-C şifresi ortaya çıkmıştı. Bu “Üçlü” acaba, şaka olsun diye mi böyle yapmışlardı? Üçü birden önceden birbirini tanımadıkları halde bilinçli olarak nasıl bir araya gelirler? Meslekleri, ideolojileri de aynıdır. Diyelim ki mesleklerini seçmekte özgürdürler. Pekiyi de soyadlarını yüzyıllardan beri kendileri kimliklerine yazdırabilir miydiler? Bunların tümüne “Bir tesadüf demeti” diyebilir miyiz? Bunun benzeri durumlar başımdan biraz geçmişti. Örneğin Hawking ile aynı doğum tarihine sahibiz. O benden üç yaş büyüktü ama doğduğumuz gün, ay ve saat bile aynıydı. Aynı bilim dalında okuduk, birbirimizi tanımadan aynı çalışmaları sürdürdük. İkimiz de kozmolog, kozmogonist, karadelik uzmanı ve çekirdek fizikçisiyiz. İkimiz de sonradan Müslüman olduk. Onun 22 yaşında geçirdiği ve yavaş felç (Motor Nöron hastalığı) üç yıl sonra tam felce dönmüştü. Aynı günlerde ben d e ani bir yarım felç getirmiştim. Benzer hastalıkların aynı servise yatırılmaları normaldir ama ikimizin de yazgımızı paralel paylaşmamız nasıl bir rastlantıydı? Orada hasta olarak tanıştık ve aynı meslekten olmamıza bir o kadar şaşırdık. Bu benzerliği “Burçların bir oyunu” olarak yorumlamıştım. Cifir eşliğinde de, ALLAH’ın çağdaş bilimin gidişine bir “Özel yönlendirme” uyguladığını seziyoruz. Dini ne olursa olsun, isterse kâfir olsun, doğru bulguları ile bu ilahi güdüme tabi olan bilim adamlarına “Haberci rüyalar” gösterilmektedir. Hem “Hıristiyan Rutherford” hem “Ateist Bohr”, ünlü atom modellerini “Rüyalarında” gördüler. Radar ve bilgisayarın bulucusu NORBERT WIENER”e buluşları rüyasında çizdirilip, imal edildi. Bu rüyaların, “MİSAL ALEMİDEN” bize yansımakta olduğunu “Arz’dan Arş’a Sonsuzluk Kulesi’nun 2. cildinde sunmuştum. Misal âleminden gelen bu önemli semboller (MİSALLER), Ankebut-43. ayetinin “ALLAH MİSALLERİNİ BÜTÜN İNSANLAR İÇİN İRAD EDİYOR. BUNA RAĞMEN BU MİSALLERİ YALNIZCA ÂLİMLER ANLAR” tecellisindendir. Örneğin, rastgele bir insan değil; Wiener, Radar’ın misalini (Düşteki krokisini) anlayabilirdi. (Zevcesi değil.) Çünkü bilimi kutsal uğraş haline getirene Allah nimeti erişir. İster kâfir, ister ehli kitap dininden olsun, kim ne dilerse ve ne kadar yorulursa ona kavuşur. İster iyi ister kötü olsun, eğer RAHMAN (Hem kendini bilen hem inkâr eden HER KULUNU koruyan, rızıklandıran, nimetlendiren demektir) çalışana, hak edene bu dileğini vermeseydi, kendi EL-ADL (Adil) ismine ters düşerdi. Kim, hangi milletten olursa olsun, ALLAH yolundaki farz olan bilim ile uğraşıyor, yoruluyorsa onu alır. Önce Müslümanlar, sonra Hıristiyanlar ilim konusunda öne geçtiler. Bunun sorumlusu, artık ilim istemek (Rabbim ilimi çok artır-Amin) tenezzülünde bulunmayan, ilimden başka ilim zannıyla nafile uğraşlarla yetinmek durumunda kalan ve gerileyen (İrtica=Ümmetler yarışın kaybetmek demektir) biz klasik Müslümanlarız!... Bu noktaya kadar “Rastlantılardan, tesadüflerden bir demet” sunarak, okurlarımıza “Bir
başka görüş” getirmeye çalıştık. “Yaratılış patlamasına inanmaları gerektiğine ilişkin” olağanüstü tesadüflere (!) yer verdik. Bu tesadüfler “Yaratılışın gizli onayı” gibidir. Artık “Yaratılış patlamasının” olduğunu iyice biliyor ve kuşkulanmıyoruz. Çünkü “Steadist modellerle işimiz bitti ve yaratılış doğrulandı: BİZ YARATILDIK! O halde Big Bang teoreminin (yaratılışın) bir toplu senaryosunu sunalım. Daha önce, yaratılışını minik kesirlerinde, zamanın sınır anında olup-bitenlere bakabiliriz.
İLERİ BİLGİLER: 70
YARATILIŞ TAKVİMİNİN MODERNİZASYONU Hubble’un bildirdiği tepe noktasında, sonsuz küçük bir hacimde, sonsuz uzay-zaman eğrilmesine sahip, sonsuz sıcaklıktaki “AKNOKTA” patlamış ve evrencik yaratılmıştır. Yaratılıştan bir saniye sonra fotonlar, üç dakika sonra da atom çekirdekleri, o sonsuz küçük nokta içinde yaratılmıştır. Saniye, dakika, yaratılış için “Asırlar kadar uzun”dur. Çünkü kuantum ve termodinamik yasalarını çok iyi bilmekteyiz. Bu sayede “Miniminnacık zaman dilimleri” içinde uzun uzadıya anlatabileceğimiz dönemler vardır. Bunların ilki SOYUT (Maddi olmayan) dönemdir. Biz Big Bang planından, “Kozmik Hubble tepe noktasından” geriye düşmemek şartıyla söz edebiliriz. Kuantlaşma olmadığı dönemler hep SOYUTTUR. Örneğin 10-1000 (on rakamının sol yanına bin tane sıfır koyunuz) santimetre eninde bir evrende ne vardır? Trilyonda-bir saniyelik zaman ne demektir? Bu sorulara SOMUT cevap bulamayız. Uzay ve Zaman eğrileri sonsuz bükülmüştür. Sıcaklık sonsuzdur. (Nur) Var oluş PLANCK kuantlaşma aralığı ile ortaya çıktığından, kuantlaşma öncesi var oluşun ilk kısa anlarında SOMUT yaratılış düşünülemez. Orası “Hilbert uzayı”nın içindedir. Aknokta binlerce “Cehennem sıcaklığında”dır. Big Bang teoremi bu aşırı şartlarda bize, soyut ve somut var oluşların nasıl olduğunu anlatmaz. Sadece bizim “Ezeli” olmadığımızı ortaya koyar, geçmişte yaratıldığımızı ispat eder. Yaratılışın soyut döneminde mekân o kadar küçüktür ve zaman o kadar küçük dilimlerde bekliyordur ki, soyut zaman dönemi Big Bang teoreminde bir sır gibi kalır. (Elbette Kur’an ışığında bunu biz Müslüman düşünürler deşifre edebiliyoruz.) Evreni çok ağır bir çekimde incelersek, soyut dönemi şöyle tanımlayabiliriz: Yaratılışın ilk saniyesinin milyar kez milyar kez milyarda-biri kadar zamancık içinde henüz ışık bile yol alamaz ve o cehennemi sıcaklar “SINANAMAZ” olduğundan, tanımlanmayan parçacıklar var olur. Yaratılışın 10-35‘inci saniyesinde ve evren 10-36cm’lik bir çaptayken çekim, zaman, doğanın dört kuvveti vb. asla bu aralığa sımazlar. Hilbert mekânı da denen bu soyutluğun
üst sınırı 1,4 x 10-13 cm. olduğundan henüz kuantlar yani enerjinin sürekli değil de mini paketçikler halinde salınması denen somut yaratılış da söz konusu olamaz. Çünkü bu eylem aralığının altında kuantlar spin yapamaz ve kendi spinleri içinde gizlenirler. Burada artık kuantlaşma değil; SONSUZ ÖZÜNLÜ ENERJİ VARDIR. (*) “Arz’dan Arş’a Sonsuzluk Kulesi” isimli eserin ikinci cildinde yazarımız bu konuyu iyice açmıştır. İlgilenen okuyucu bu esere başvurabilir. Öğretimiz boyunca göreceğimiz gibi, evrenimiz, SÜPER UZAY denen bir EVRENLER çiftliğinde, sonsuz “Mini aknoktacık”lardan biri olarak beklemekteydi. Oradaki aknokta “Bu bölgeye” patladı. Sözünü ettiğimiz şiddet hareketleri, Süper Uzay’daki SONSUZ ENERJİ İMPULSMOMENT’idir. Bunun “Nur” kavramına karşılık olacağını da ileride göstereceğiz. Kudret ne kadar büyükse, uzay da o kadar küçük olur. Evrenimiz “Soyut” bir dönemde Hilbert Uzayı denen düşünebilecek en küçük bir mekândan filizlendi, “Ol!” emri, bu aknoktadan tecelli etti. Daha yaratılışın milyonda-bir saniyesinde “Hadron” döneminde yapıtaşlarımız olan ”Atomaltı parçacıklar” ortaya çıkmıştı. Bu kısa zamanın geçmesi evrenimize uyarlanması için gerekli bir intikal gecikmesi süreciyle ilgilidir. En başta bir tek “Kuant” olan aknokta, sonra şimdiki parçacıklara ve kuvvet alanlarına bölünerek çoğaldı. Bu olayı tersine düşünürsek, “Birleşik Alanlar” teorisini kastetmiş oluruz. Söz konusu teori, en gelişkin son şekliyle “Süper diziler” öngörmektedir. Bunun sonucu olarak da, evrenin gördüğümüzden başka görünmeyen fakat çekimle hissedilen bir “İkizi/Gölgesi” olduğu varsayılmıştır. Buna göre evren, iki takım madde olarak yaratılmıştır. Bunların iki farklı kuvvet alanları bulunmaktadır. Big Bang teorisinde, görmediğimiz, fakat evreni çökertecek olan ikinci takım maddenin patlamada ayrıştığı öne sürülmüştür. Bizim “Takım” madde, şimdiki içeriği yanında, kuvvet alanları olarak da bir ağırlık taşımaktadır. Evrenin en baştaki etkin patlaması çok küçük karanoktacıklar da oluşturmuştu. (Hawking bulgusu) Bunun yanında, bilinmedik yasalara, bulunmadık maddelere bağlı birçok parçacık daha var olmalıdır. Hatta bunlardan çok soğumuş olan dördü de öngörülmüştür. (*) En hafif süper parçacık olan fotinolar, Wilczek’in “Matematik yolla” bulduğu mini kütleli, “Aksiyonlar” bulunmaktadır. Galaksilerin oluşumunu “Süper diziler” önermesi açıklar. Bu teorik parçacıklar ve madde, patlamanın ilk anında ayrılmışlardır. Bildiğimiz madde önce tür olarak az, fakat kütle olarak çok büyük temel parçacıklardan oluştu.
Planck dönemini kuark dönemi izler. Süper simetri parçacıkları yanında, Hiğğs bozonları (“Antimaddesi” olmayan bir tür parçacık) bu dönemin üyeleridir. Daha sonra üçer kuarktan ortaya çıkan nötronlarla birlikte Hadron dönemi başladı. Bu dönem yaratılıştan itibaren, “OL” emrinin ilk saniyesinin onbinde-biri zamana kadar sürdü. Evrenin tutarı da o an belirlendi. Madde-antimaddenin birbirini yok etmesi
(Annihilation) sonucu, ağır parçacıklar yok olup, geriye kararlı parçacıklar kaldı. (Proton, nötron, elektron, muon ve nötrinolar ile bunların anti parçacıkları Higgs bozonları) Higgs alan parçacıkları evrenin içine işleyerek, parçacıkların özeliklerini oluşturdular. Nötrinolar sıcaklık on milyar dereceye düşene kadar, sıcak plazma içindeydiler. Bu sırada evrenin yarıçapı sadece bir santimetredir, geçen zaman ise saniyenin on milyarda-biri kadar kısadır. Sıcaklığın on milyar dereceye düşmesiyle, nötrinolar içinde bulundukları ortamdan geçebildiler ve serbestçe yayılmaya başladılar. Bu evreye hafif parçacıklar dolayısıyla “Lepton dönemi” adı verilmiştir. Evrenin yaratılışının daha birinci saniyesinde beklenen “Nükleer tepkimeler” dönemi başladı. Işımalı dönem de denen bu evrede madde-antimadde yok olmaları yüzünden, evrenin her noktası güneşten de parlaktı: Karanlık hiç yoktu!... Isı ise hızla düşmekteydi: Üç saniye sonra ısı 3 milyar dereceye düştüğünden, ilk 30 saniyeye kadar henüz atom çekirdekleri (Hidrojen, deuterium, tritium ve Helyum izotopları) ortaya çıktı. Fakat ışık (Foton) basıncı onların atom halinde bağlanmasını önlüyordu. Yaratılıştan 700 bin yıl sonra sıcaklık 3000 dereceye düşünce elektronların, atom çekirdeklerinin yörüngesine bağlanmalarına fırsat doğdu. Böylece fonlar da atomlar arasından artık serbestçe yayılmaya başladılar. Bunlar başta çok şiddetliydiler ama daha sonra (-270 dereceye kadar) soğudu. Sözünü ettiğimiz “Radyo dalgaları” evrenin şimdiki zeminindeki bu arkafon ışımasıdır. Bilim, yaratılışın milyarlarda-bir saniyesini bu kadar hassas ve doğru ölçerken, 700 bin yıldan sonra bazı “Sırları” çözememektedir. Bu sırlardan birisi, evrenin (Hidrojen-Helyum ve yüksek ısılı fotonlardan oluşan) tek, birleşik bir bulut olarak kalması gerekirken, nasıl “Galaktik” bulutlara bölündüğü problemidir. Konuya ilişkin birçok teori ileri sürüldü. Bunlardan birisi “Süper diziler” teoremidir. (Mısır patlağı biçiminde şimdiki galaksileri serpiştirir.) Diğeri de bizim “Karanoktalar”dır. Galaksilerin nicelik ve nitelikleri vardır. Niceliğini “Kütlesi”, niteliğini de “ROTASYON” denen kendi çevresinde burgulanması, dönmesi üstlenmektedir. Başka (İster süper dizinin görünmez maddelerinden, isterse Weizsaecker’in “Anafor teoremi” dolayısıyla) başlayan burgu hareketleri, sonradan galaksileri oluşturacak olan, bu ayrık bulutlara dönme (Tavaf) sağladı. Bu kendi çevresinde dönen bulutlar, değişik hız ve biçimlerdedirler. Başlangıçta biçimsiz, şekilsiz bu galaktik bulut, böylece gaz akımlarıyla bu simetri ekseninin çevresinde önce yavaş, sonra da açısal momentumlarını korumak üzere giderek hızlanıp dönerler. Hızlandıkça bulut sıkışıp düzgün bir küre olur. Yeterince sıkışma olduğunda çekim daha da güçlenir ve bulutu her yönden merkeze doğru büzmek ister. (HUNNES) Ancak, simetri eksenine dik gelen ekvatoral kemer formundaki açısal momentum (Klasik merkezkaç kuvvet Künnes) buna direnir. Zamanı gelip de çekim, çökmeyi başarınca, direnen ekvator düzlemi bir disk biçiminde kalır. Direnemeyen diğer bölgeler çöker ve böylece mercek (Kurs, disk) biçimi ortaya çıkar. Bu kürenin izi kalır. (Hale ya da ayla denir.) Galaksi düzlemi de bu kürenin tam ortasında yer alır. Böylece galaksiler biçimlerini ilk anda alır ve sürekli korurlar. (Yoksa Hubble şemasındaki gibi küreleşmeye eğilimli evrimleşmezler.) Biçim değişmesi için galaksiye madde eklenip-
çıkarılması gerekir. Tam tersine galaksilerin açısal momentumları azalmaktadır. Galaksiler biçimlerini ilk ayrık andan beri korumaktadırlar. Hubble şemasında “Küresel, kurs, kollu, çubuklu-çubuksuz spiraller” ile gösterilen geometrik tasnifleri vardır. Onların biçimleri yoğunluk eğrilerinden dolayıdır. Kollu galaksilerde ayrıca farklı hızdaki yıldızların dağıtılmasını önleyen ve dizaynını (Eşit yoğun olmayan bölgeleri) koruyan mekanizma bulunmuştur. Bu durgun bir kompresyon dalgası olup eşit yoğunlukta olmayan eğrileri oluşturur ve bu eğriler akısı üzerinde yıldızlar dizilirler. Yıldızlar çekirdekte yaşlı birinci kuşak olup, çoktan çökmüşlerdir ve artık orada yıldız oluşmasına imkân vermeyen gaz-toz bulutları kalmamıştır. Ama çevrede genç kuşak yıldızların oluşumuna her zaman malzeme olacak zenginlikte gaz-toz bulutu vardır.
İLERİ BİLGİLER: 71
MÜZEYYEN SEMA İlk sezgisel anlayışa göre, “Yıldızların galaksileri oluşturduğu” sanılıyordu. Yeni yıldızlar tuğla ya da hücreler gibi “Galaksiyi” örüyorlardı. Daha sonraki anlayış değişti ve “Galaksilerin yıldızları oluşturduğu” ortaya çıktı. Çünkü yıldızlar galaktik toz-gaz bulutunun odaklaşmalarından doğarlar. Fakat bunu izleyerek “Süper diziler” teoremi ortaya atılınca, “Tavuk mu yumurtadan; yumurta mı tavuktan çıkar?” örneği “Galaksilerin mi yıldızları ya da yıldızların mı galaksileri oluşturduğu?” problemi ortaya çıktı. Çünkü süper dizi teoremleri “Çifte sonuç vermekte” idi. Bu teoremlerin çözümü bana tevdi edildiğinde, nedensellik ilkesini reddeden bir çözüm bulmuştum. Galaktik oluşumlar “Gelecekteki bir kıyametten, geçmişteki yaratılışa, ZAMANDA TERS GİDEN OK YÖNÜNDE kuantik bilgi aktarımıydı” ama polarizasyona dayanmıyordu. Çünkü teoremimin geometrik uzay modelini bir türlü kuramıyordum. Sadece fiziksel olarak, “Gelecekteki bir karadeliğin yuttuğu bir varlık biçiminin, bu tekillikte uzay ve zamanın sonsuz eğrilmesiyle (ve de uzay ile zaman çizgilerinin yer değiştirmesiyle) varlığın yok olmasına karşılık, varlık BİÇİMİNİN KORUNDUĞUNU, bu “biçimin” tünelden geçirilerek, AKDELİK çıkış ucundan yeniden KARATERİSTİĞİMİZİ taşıyan bir BAŞLANGICA püskürtüldüğünü” bulmuştum. Çünkü sonsuz bükülen ve birbiriyle yer değiştiren uzay-zaman çizgileri BİR HOLOGRAFİK deseni çizgi haline getiriyor, sonra üç boyutlu olarak (Hatırlayan metallerdeki gibi) yeniden açıyor ve biçimlendiriyordu. Biçim henüz varlık değildir, ama onun HOLOGRAFİSİ’dir. Bu sayede, bizim biçimlerimiz, gelecekten-geçmişe nakledilmekteydi ki, bu görüntü GİZLİ DEĞİŞKENLER mekanizmasının “Kapalı devre” bir türü sayılabilirdi. Depolarize yöntemle gizli değişkenlerin tamamını geometrik olarak yapıyordum ama bir başka yöntemle yapamıyordum. Eğer yapabilseydim, “İDEO-HOLOPLAZMİK AKILLARIN” rastgele olmadığını, bilinçli bir nakil ile yıldızları, insanı, galaksileri ve türlü rölâtivist biçimleri gerçekleştirdiğini görebilirdik.
Bu varlığın (Ölümü, sonu olan) SONUÇTAN, yine aynı varlığın (Doğumu, başı, oluşu olan) NEDEN ucuna “Kapalı bir devre içinde biçim planının taşındığını” anlatmış olacaktım. Ne var ki, aradığım soyut uzay modelini bir türlü bulamadığımdan dolayı çaresiz 13 yıl geçti. Fakat kitaplarım vesilesiyle tanıştığımız çok değerli Müslüman-Türk bilim adamı Prof. Dr. Edip BÜYÜKKOCA’nın bulgusu olan Helis uzay transformasyonları (Nolo-uzay dönüşümleri) aradığımı bir anda buldurmuştu. Bu öyle bir buluştu ki, bizim ivmeli, lineer ya da hiperbol olarak düşlediğimiz “Soyut uzay” modeli eğirlerine son veriyor, evrensel SARMAL=Helis biçimini bulduruyordu. (*) Genetik bilimdeki DNA sarmallarını okurlar hatırlayacaklardır. İşte bu helislerin doğal mekanizması
olan
HOLO-UZAY
TRANSFORMASYONUNU
kullanmayı
akıl
edip
Edip
BÜYÜKKOCA’nın teorik, teknik, askeri ve hatta sosyal boyutlara da kullanılabilen TEK EVRENSEL uzay transformasyonu, 13 yıldır bir türlü başaramadığım için beklettiğim “Lazer Hologramına” dayalı ÜÇ BOYUTLU TV”yi yapmamı belki sağlayacaktı. Hatta genetik kusurları, kalıtsal hastalıkların giderilmesinde de yeni ufuklar açılacaktı. (Kusurlu gen taşıyan erkek ya da kadının kalıtım materyalinizi içeren kromozomların kusurları genetik mühendislerince giderilebilir.)
Hatta
uzaktan
kumandasız,
pilot
gerektirmeyen
uçak
yapılabilir
diye
düşünebilirdik: Holo-transformasyon programıyla bu uçak kendi kendini yönetebilir ve içinde bir pilot varmış gibi kendisi üç boyutlu hedeflerde karar verebilirdi. Kanser hücrelerinin rastgele urlar biçiminde yığılmasını önleyebilirdik. (Onları helis biçiminde bir tümör yapmaya yönlendirilerek kontrol edebiliriz.) Bütün bunları bir çırpıda Edip BÜYÜKKOCA’nın birkaç sayfa ile anlattığı uzay transformasyonlarına borçlu olduğumuzu “GELECEK KUŞAKLAR” çok iyi anlayacaktır.
Bu müthiş buluşu, bu yıl galaktik ve sideral kozmolojiye uyguladım, 11 boyutlu ve varlığın biçimini hafızasından saklayan bir uzay dışındaki (Elif noktası benzeri) P noktasının, evrendeki yüzeye izdüşümü vurduğunda, bu tek noktanın her şeyin karşılığı olarak temsil edilebileceğini biçimlendirmeyi sağlayabileceğini sezebildim. Sarmallar, apsis ve ordinata indirgendiğinde, bu P noktasının (Karadeliklerdeki birbiriyle yer değiştirmiş ve sonsuz bükülmüş BERZAH noktası biçimi, (tıpkı genler gibi) bir BİÇİMSEL hafızayla yaratılsın tümden ve gerçek biçimini sakladığını, sonra galaktik biçimlere yansıdığını anladım. (Büyükkoca’nın P noktası, Banach-Tarski’nin DİLİM matematiğiyle de birleşiyordu. Süper diziler ve Conandrum parçacığını da modelize ediyordu.) Böylece P noktası çok boyutlu bir BİÇİM HAFIZASIYLA “Belli bir ısı derecesinde verilen biçimi, sabit bir sıcaklıkta hatırlayan metallerdeki gibi) öte yanda var ediyordu. Öte yan ise, o varlığın “NEDENİ” yani oluşuydu. Bu durumda, dışarıdaki yani 11 boyutludaki holografik bir P noktası, Schwarzschild ışıması ve karaboşluk sıkıştırması sonucu oluşan “DURGUN BİR MADDE DALGASINI” galaktik biçim olarak “SÜPER DİZİYE” aktarıyordu. Bu yoğunluk eğrilerine oturan gaztoz bulutu da “GALAKSİNİN BİÇİMİNİ” veriyordu. Bu biçimlendirme (Holotransformasyon nakli) mekanizmasını PULSATİF evren modellerinde izleyeceğiz.
İLERİ BİLGİLER: 72
GALAKTİK EVREN Süper diziler teoremi (Birleşik alanlar gereği), istatistik, olasılık yasalarına dayandırılarak ortay atılmış olup, “Galaksilerin bir şablonu olduğunu” anlatır. Bu şablon ayette “Müzeyyen Sema” olarak geçer. (“En aşağıdaki göğü yıldızlardan ibaret bir süsle donattık” ayeti.) Fakat bu süsün yani “Müzeyyen Sema”nın “Rastgele” bir dağılımı mı yoksa “Biçimli mi” olduğunu soruşturmadan önce Süper dizileri” neyin etkilediğini anlatmaya çalışacağız. Diziler kendiliğinden oluşmamalıdır. “Bir başlatıcı faktörü” bulunmalıdır. Bu konuda Hawking’in karanoktacıkları önemli bir çıkış olarak bana ilham vermiştir. Evren tek parça bir gaz bulutuyken nasıl 200 milyar kadar ayrık bulutlara bölünmüştür? Hawking’in bulduğu Karanoktacıklar, yaratılışın en başındaki şiddetli etkinliklerin sonucu olarak var olmuş “ERKEN KARADELİKLERDİ.” Yaradılışın yedi yüz bin ile milyonuncu yıllarında evren yekpare bir hidrojen bulutuydu. Ama bu homojen bulut böyle kalmadı. Öte yandan en ufak bir çekim dengesizliği bu tek bulutun, bir tek karadelik odağında yok olmak üzere çökeceği heterojenlik de oluşmamış; bulut yüz milyara parçalanmış ve galaksileri oluşturmuştur. Bu kozmolojinin en büyük bilmecelerinden biridir: Evren, neden homojen ya da heterojen değil de galaktik evrendir? Yaklaşımlardan biri “Pulsatif” bir evren modeli için dışarı sızan “Gravitation” yani çekim ışımasıdır. Yani ömrünün sonuna gelmiş bizden önceki bir evren, kendi çekimine yenilip; kendi Schwarzschild yarıçapına büzüşür ve çökene kadar çap dışında, çöktükten sonra da çap içinde serbest kalan gravitation (Çekim) enerjisi “Schwarzschild” ışıması biçiminde yayılır. Bu ışıma içinde milyonlarca yıl süren patlamalar oluşur ve böylece enerji miktarındaki dalgalanmalar, gel-gitler oluşur, bulut parçalanmaya başlar. Bu öneriden başka, Hawking’in karanoktaları da en akla yatkın açıklamadır. Öğretimiz uyarınca karaboşluklar, bu tek bulutu türlü odaklar çevresinde toplamak üzere anoforize ettiler. Böylece homojensizlikler başladı ve heterojensizlik odağı olan karanoktalar; evreni bir yere değil; milyarlarca yere çöktürdüler. Sonra çevrelerine topladıkları bulutun ortasında galaksi tohumu olarak işe başladılar. Tüm galaksiler bu tek bulutun parçalanıp, ayrık bulutlara bölünmesinden oluşurlar. Evrenin sürekli evrimleştiğini anlatan dinamik yasalar bütün galaksilerin yaşıt olduğunu, aynı dönemde yaratıldığını anlatır. Genişlemekte olan evrende galaksiler bir nabız darbesi gibi atarak sıçramalı uzaklaşırlar ve artlarında olağanüstü, manyetik düzgün içyapısı olan “Bir çift kuyruk” bırakırlar. Uzakta olduğu için bizden rölâtivist hızlarla kaçan galaksilerde gözlenen bu bir çift kuyruk bizde de bulunmaktadır. Galaksiler rastgele dağılmış gözükmekle birlikte, hem kendilerine bağlı uyduları: Hem de kendilerinin uydu olduğu metagalaktik bir üst sisteme bağlanırlar. Örneğin
Samanyolu’muza bağlı 25 uydu galaksi vardır. Komşumuz Andromeda ile 6 milyon ışık yılı çapında ortak bir küre oluştururuz. Böyle binary (ikiz) galaktik 100 ila 1000 sistem bir araya gelerek, 150-180 milyon ışık yılı çapında birçok trilyon güneş kütlesinde “Süper dev kümeler” oluştururlar. Bunlardan Virgo (Kız) kümesi doğrudan Samanyolu olan 3000 galaksiyi düzgün bir elips-kurs gibi bünyesinde toplamıştır. Samanyolu galaksimiz 90 ışık yılı çapında ve spiral galaksi grubundan olup, yüz milyar yıldız içeren (Orion, Yay ve Perseus gibi) spiral kollardan oluşur. Güneş, merkeze 30 ışık yılı uzaklıktadır.
KESİM: 114
KAYIP KÜTLE
KARANLIK MADDE Evren modellerini incelerken, en başta geometrik “Doğru” dediğimiz, sonsuzdan gelip, sonsuza giden, öncesiz-sonrasız, yaratılışsız-kıyametsiz (Dolayısıyla tanrısız) iki ucu da açık evren modelinden başlamış ve bunun mümkün olmadığını göstermiştik. Çünkü Alpher, Bethe ve Gamow’un teorileri yönünde evrenin izotrop olmasını sağlayan arkaplan ışımasının gözlenmesi ayrıca teorik ispatını da Hawking ve Penrosse’un yaptığı “Kaçınılmaz başlangıç tekillikleri” yaratılışı kanıtlamıştı. “Tekilliklerin sonunun gelmediği” yorumuyla, “Hem yaratılmanın hem buna rağmen yaratılmamış gibi ezeli olmanın birlikte söz konusu olduğu” görüşünün de imkânsızlığını anlatmıştık. Böylece evreni “Doğru” yerine ezeli olmayan yani başlangıcı (Yaratılışı) olan ve bir ucu kapalı; diğer ucu açık “Yarı doğru” olarak belirledik. Yarı-doğru kavramına ulaşmamız bir geçişti. Evreni sonsuza kadar açık olup genişlemesi ya da terinse çökmesi gibi geleceğinin iki alternatifi vardır. Bu seçenekleri (Evrenin yarınını) planlayan tek etken, evrendeki “KÜTLE” miktarıdır Eğer, evrende yeterli kütle varsa, evren kendi çekimine yenilecektir. Yani evrenin çekimi, onu genişlettiği gibi büzmeyi de başaracaktır. Böylece evren, karadelik denen kendi merkezini oluşturan bir noktada sonlanacaktır. Eğer bu kütle, evreni gerisin geriye toplamaya, dizginlemeye yetmezse, evren kendi çekimini alt ettiğinden, sonsuza kadar genişlemesini sürdürecektir. O zaman evrenin yarıdoğru olduğuna inanırdık. Ama eğer çekimsel çökmeyi sağlayacak nicelikte kütle varsa, bu kez, evrenin genişlemesi duracak, sonra gerisin geriye büzüşecektir. Bu “Büzüşme” sırasında üç simetri modeline göre üç tip işlev söz konusudur: Eğer özdeş simetri ilkesini kullanırsak, evrenin geriye büzüşmesinde hiçbir anormallik yoktur. Eğer eşlenik simetri ilkesini kullanırsak ve bunu üçüncü ilkeyle birleştirirsek (Ters zaman oku) büzülmeyle birlikte “ZAMAN TERSİNE AKACAK” biz yaşlanacağımız yerde gençleşeceğiz. Çünkü zaman okunun yönü, evrenin genişlemesi doğrultusunda ve termodinamik okunun yönündedir. Ama evrenin genişleme-daralma yönü, zamanın geçmişten
geleceğe ya da tersine akmasını sağlıyorsa, işler değişecektir. O zaman Kıyamete doğru tuhaf zaman çarpıklıkları olacaktır. Bu tuhaflıklar olmasaydı, “Zaman” büzülmede de yine normal aksaydı, bilirdik ki, evrenin çökmesi, 12 milyon yıl sürecektir. Yani, evreni gözlerken, tayfların ışığının kırmızı yerine mor dalga boyuna kaydığını gördüğümüz anda, büzüştüğünü anlayacaktık ve bilecektik ki “Kıyamete daha 12 milyon yıl var!” Oysa kıyamet tüm kutsal kitaplarda çok daha ani gelecek bir olay diye takdim edilmiştir. Bunu destekleyen gerçekten fiziğin böyle bir çıkış yolu var: Eğer zaman oku büzülmeyle tersine dönerse, ANTİ-EVREN ile karşılaşabiliriz. Anti-evrenle karşılaşmamız ise her şeyin sonudur. Diyelim ki, Anti-evren zamanda geri gidiyor ve o da yeniden bizden kaçıyor ya da anti-evren yoktur! Yine de bize kurtuluş yolları tıkalı görünüyor. Çünkü zaman oku terinse döndüğünde, 12 milyon yıllık geriye çökme (Bir tek karadelikte toplanma) süreci çok daha kısalacaktır. (Örneğin 40 yılda olup-bitecektir.) Evrensel bir kıyametten kaçınsak bile karadeliklerden birine yakalanmamız kaçınılmaz olacaktır. Hawking’in ortalama karanokta dağılım hesaplarına göre, Pluto’dan ötesiyle bir milyar kilometre arasında mutlaka bir karanoktaya rast gelmemiz gerekiyor. Bu “Atomdan küçük” gezgin karanoktanın dünyaya düşmesi halinde, onun dünya merkezine yerleşmesiyle ve bir dizi seri afet doğmasıyla insan soyu kuruyacaktır. Zamanın ters dönmesiyle “Deccal”ın çıkışı gerçekleşecektir. “Güneşin batıdan doğması” da bu tersine akan zamanın bir başka habercisidir. Yine hadislerde, zamanın eş zamanlı akmayacağı, periyodunun ve tensörünün bozulacağı bildirilmiştir. Örneğin Deccal’ın dünyadaki kırk günü (Birinci gün, bir yıl, ikinci gün bir ay, üçüncü gün bir hafta ve kalan günler birer gün olması dolayısıyla) toplam olarak 440 günü kapsamaktadır. Deccal, bu evrenin yaratığı değildir. Zamanı tersine akan bir paralel acunun yaratığı olup, bizdeki zaman okunun bocalaması nedeniyle, onun bize difüzyonu (Sızıntısı) gereği burada var olacaktır. Yine hadisler, kıyamete doğru, “Bir saatlik zamanın, bir saman çöpünün yanıp bitmesi kadar kısalacağını” bildirmektedir. Bütün bunlar bize zamanın tersine döneceğini bildirmektedir. (*) Bu konuları yazarımız, “Çeyrek Kala/Çeyrek Gece Kıyamet” isimli eserinde işlemektedir. 1989 programı içinde çıkacak olan bu bant, gerçekten, klasik kıyamet kavramlarının ve ilgili kitaplardaki yorumlarının çok dışında olağanüstü bir bakış açısıyla ve tam bilimsel olarak sunulacaktır.
Yaratılış ÇİFT ÇİFT oluşlar biçiminde yarılanarak gerçekleşmektedir. Bu yarılanmalar, giderek çokluktan yokluğa ufalanmaktadır. Kıyamet ise, bu çoklukların (Yarılanmanın tersine) katlanarak, çokluktan tekliğe doğru azalması, bir öze dönmek, nedenselliği tersine çevirmek (Yaratılış filmini tersine oynatmak) biçimindedir. Biz yaratıldığımız gibi aynen İADE (Enbiya-104) ile düz ve ters nedenselliği yaşayacağız. (İade terimi, düz çekilen bir filmin tersine sondan başa doğru oynaması anlamına da gelir.) Kıyameti iyice anlamak için, yaratılışı çok iyi izlemek gerekir. Çünkü OL=ÖL birbirinin aynısıdır. Elbette maddi yaratılışın ÇİFT ÇİFT’lerden kurulu bir öncesi vardır. Daha sonra göreceğiz ki, bu evren SÜPER UZAY’da (Misal âleminde) TAKYON denen soyut dönemde ve Hilbert
uzayının NUR denen sonsuz özünlü enerji kudreti potansiyeliyle dolu ve kuantlaşmaksızın kendi tünelinin ucunda yaratılmayı bekliyordu. Ama takyonlar (Soyut kütle) “Yola çıkmadan amaçlarına ulaştıkları için” hem madde ile aynı anda ve hem de maddeden önce yaratılmışlardır. Takyonlar, nedensellikle bakarsak, bizden önce yaratılmıştır. Bunlar iki türlüdür: Birincisinin enerjisi sıfır, kütlesi sonsuz; diğerinin tersine enerji sonuz, kütlesi sıfırdır. Bunlardan biri “Soyut kütle varlıklarını (Bilinç)”, diğeri de “Esir, tünel alanlarını” oluşturmuştur. Birincisi bilinç denen eksi kütlemizi; ikincisi de esirin eksi alanını, negatif ortamını temsil eder. Her şey “Hilbert uzayındaki sonsuz özünlü enerji=Nur” bölgesinde yani TÜNEL içinde başlamıştır. Bu tünelin bizim maddi evrene çıkış kapısı ise PLANCK’ın (ünlü sabitinin belirlediği) “KUANTLAŞMA” aralığıdır. Daha önce bütünlüğü olan bu takyonik kudret, kuantlaştığı anda, cazibe (Manyetizma çekim) etkisine girerek ufalanmakta ve bu evreni oluşturmaktadır. Kuarklara kadar gelen bu maddi parçacık dizgesi, yanı zamanda enerji rezonansları, dalgalarıdır. Süper-simetri ilkesine göre, ince büyük sıcaklıklarda maddenin plazması faz olarak ayrılmamıştır. Ama gravitation, Higgs bozonları vb. gibi (Aynı zamanda kendisinin de anti-parçacığı olan) maddi türevler ortaya çıkmıştır. Higgs alanlarıyla diziler birbirini tamamlayarak, “İki tip madde” ortaya çıkarırlar. Yani evrende iki takım madde ve iki takım kuvvet alanı bulunmaktadır. Bunlar, büyük patlamada ayrışmışlar ve kendi başlarına evrimleşmişlerdir, bir tür asimetrik antimadde gibi davranmışlardır. Tıpkı biri madde parçacıkları; diğeri de “Görünmez alan enerjileri” olan bir çift oluşum sürmüştür. (Higgs alanının izotropisi yoktur.) Değişik yer ve sıcaklıklarda (hatırlayan metalar gibi) değişik değerler almaktadır. Bu değerlerdeki değişimler bir ülkeler haritası gibi olmuş ve böylece galaktik türlü yapıların şablonu kurulmuştur. Bunlara “Diziler” demekteyiz. Diziler çekimle hissedilen karanlık maddeyi oluşturmaktadır. Bu karanlık (ya da gölge) madde evrenin NEGATİFİ’dir, daha doğrusu varlık adına ne görüyorsak onun gölgesidir. Aynı zamanda süper dizi halinde galaksi kümelerini birbirine bağlayan bir ŞABLON görevi yapmaktadır. Karanlık bu maddenin ilkel-keşfedilmemiş, madde ile enerji olarak henüz ayrılmadan BİRLİKTE kalmış bir türü de vardır. Bu nedenle 1979 yılına kadar öğretimiz büyük birleştirme teoremlerinde diğer grupla işbirlikçiydi. Ama onların BARYON (Yani maddenin tek başına hüküm sürdüğü görüşü), KUR’AN’A ve imana aykırıydı. (*) Çünkü madde ve antimaddenin bir arada olmadığı bir evreni düşünmüyoruz. Ama sadece maddenin egemen olduğu evreni savunan BBT’ciler, özellikler Alan Guth çevresinde şişkinlik teoremini önerdiler. Bu teoreme göre, büyük patlamadan hemen sonra evren bir sütün kabarması gibi, birden 20 milyon ışık yılı bir alana şişti. Bu görüşte izotropi (Yani Omega sayısı) ve baryon sayısı (1)’dir. Bu görüşte tek birleştiğimiz yenilik “Conandrum” denen (“Arz’dan Arş’a Sonsuzluk Kulesi” isimli iki cildimizde de yer verdiğimiz) yapıdır.
KESİM: 115
IŞIMAYAN KÜTLE
GÖLGE EVREN “Büyük Birleştirme”den ayrılıp “Pariter süper simetri” teorisine yönelmemizin yararlarını gördük. (Sadece çekim kuvvetinin Gravitino denen Graviton-altı yapısını redderek.) Fotino ve Aksiyom isimli yavaş ve hafif parçacıkları gündeme getirdik. Bunlar ve gölge madde (İkiz evren) büyük patlamayla yaratılmıştı. E=mc2 dönüşüm ve eşdeğerlilik denklemi, mutlaka enerji ve maddeyi birbirinden kesin ayırır. Ama bunlar dönüşmeden hem enerji – hem madde karışımı olan garip bir plazma da olabilirdi. O zaman bunları fark edemeyiz. Fotinolar ise evrenin en hafif parçacıkları olduğundan ayırt edilemezdi. Bu arada evrende sayısız mini-karanoktacık (Erken karadelik de deniyor) vardı. Evreni ise nötrinolar doldurmuştu. Bütün bu hissedilmez maddelerin, daha sonra (Bizden başka) bir enerji-madde takımı daha oluşturmaları zorunluluğu bulundu. Öteki maddenin adı CONANDRUM’dur ve bunu hiç hissetmezsiniz. Gökkuşağı gökte ne kadar yer tutuyorsa, gölgenizi ağırlığı neyse öyle bir özelliği vardır. Fakat Conandrum kendini SADECE ÇEKİMLE hissettirir. Süper simetri teoremlerinin “Süper parçacıkları” ile bu gölge madde ve çift madde-enerji takımları ve bunlara ek olarak bizlerin kaçınılmaz gördüğü antimadde ile kütlesi olduğu anlaşılan nötrinoların ağırlığı, evrenin belini bükmekte, neredeyse “GÖKLERİ TEPELERİNDEN ÇATLATMAK ÜZERE”dir. (Ayet) Wilczek’in önerisine göre, evrende bir yüksük dolusu yerde 1 katrilyon (1.000.000.000.000.000 tane) olan çok küçük kütleli, karanlık ve soğuk, çabuk ve kolay kümeleşebilen manyetik aksiyonlar ve fotinolar bulunmalıdır. Evrenin en başında hem ışıyan maddemiz hem de elektromanyetik olmadığı için ışımayan kayıp kütle (Karanlık madde) birbiriyle etkileşmeye girdi.) Etkileşmeyi şöyle tanımlıyorlar: Evren ileri genişlerken, diziler de geriledi ve kütle kazanırken birbirlerini kesmeye başladı. Kenardan açılıp, yeniden bağlanarak anafor hareketleri yaptılar. (Bu haliyle bizim Süper Uzay topolojisine benzer.) Diziler de tüneller gibi çevresi dolandığında 360 dereceden küçük bir açı tararlar. Çekimsel mercekleriyle de uzayı bir tararlar. Uzay-zaman geometri dilimlerinden farklılıkları ve çekimci özellikleri nedeniyle uzayı bir yandan gerip, bir yandan büzerek, “Çekimsel mercek etkisi” oluştururlar. Böylece birbirlerini iterek yapışıp kümeleştiler. Zamanla soğuyarak, merkeze çöktüler. Bunlar ışımazlar. (11 boyutlunun saklı yedi boyutlusuyla da ilişkilidirler.) Gölge madde, radyasyon içermediğinden, merkeze çökme sırasında kazanılan enerjiyi dışa yayamadı. Oysa diğer ışıyan (Bildiğimiz) maddenin özelliği elektromanyetik ışımasıdır. Evrenin genişlemesine karşılık büzüşen bu gölge madde, elektromanyetik dalgalarını yayamadı ve potansiyeline hapsetti. Sadece çekim dalgalarını yayabildi.
Biri ışıyınca diğeri ışımayınca, başta karışık olan bu iki tür birbirinden ayrılmak zorunda kaldılar. Dolayısıyla ışıyanlar “Galaksi=Mercek” biçiminde çökerken, ışımayanlar da bir küresel “Hâle (Ayla)” olarak onları çevreledi. Gölge madde, doğrudan görünen her şeyin gölgesidir. Evrende, çekimsel mercek etkisinin gözlenmesi de gölge madde ve süper parçacıkların dolaylı habercisidir. Bir tür “ESİR” gibi davranan görünmez madde, gölge madde ve bunlara ek olarak evrenin KAYIP kütlesi “Gözlenmeyen ağırlık” demektir. Çünkü galaksilerin “Görünen madde ışıması” ile dinamizmleri arasında ON KAT KADAR GÖRÜNMEZ MADDE açığı yakalanmıştır. Acaba, haritadaki devletçikler gibi rastgele biçimler (Topoloji) çizen bu galaksi dağılım modeli doğru mudur? İstatistik hesaplarına göre evet! Biliyoruz ki, istatistik fizik “İndeterminizm ve probability=olasılık” hesaplarının bir anket sonucuna dayanır. Dağılımları açısından bu biçimler ve dağılımlar doğrudur. Fakat ileride “Geri tepmeli pulsatif” evren modelimizde inceleyeceğimiz gibi, orada, PARİTE (İki ihtimallilik) vardır ve ayrıca ANOMALİ (Negatif olasılıklar) nedeniyle ayrıca DETERMİNİZM=Kesinlilik vardır. Bizdeki %100 kesin (NORMALİ) kesin ihtimal ile (A olayı) buna karşı gelen %-100 (ANORMALİ) ihtimalin (B olayı) birbirini götürüp SIFIR İHTİMAL oluşturması sonucu, DETERMİNİST bir yaratılışın var olduğunu ispat ettim: “Kuantlaşmaya kadar” her şey determinist, bu andan itibaren ise indeterminist’tir. Kuantlaşmaya kadar her şey SIFIR ihtimallidir. (Yaratan bilinçli ile dilediği gibi yaratmıştır.) Ama bundan sonra ÇİFT ÇİFT (İki ihtimalli, iki eşit olasılıklı zıt-paralel, zıt-polariter ve zıt-pariter) ÇİFTLİ yaratım devreye girmiştir. Dolayısıyla, galaksilerin rastgele bir şablonla değil; “MÜZEYYEN SEMA” diye geçen ayetteki “GÖK SÜSÜ” ile yaratıldığı Pulsatif modeli irdelerken anlayacağız. Gök süsleri, SONUÇ’tan (Yaşlılıktan) NEDEN denen başlangıca (Gençliğe) BİÇİM naklidir. GİZLİ DEĞİŞKENLER (Karadelik-akdelik tünel sürecini kullanarak) kıyameti (ölümü) doğuma doğru GERİ NEDENSELLİKLE taşımakta ve varlıkların HOLOTRANSFORMASYONEL BİÇİMLERİNİ “Geçmişe” taşıyarak, onu geçmişte var etmektedirler. Şimdi “Doğru” evren tipinin DOĞRU OLMADIĞINI anladıktan sonra, YARI-DOĞRU evren tipinin gerçekliğini araştıralım. Evrenin en azından bir doğru parçası olması gerçeklenmiştir. Evrenin öteki ucu, yani kıyameti var mıdır? Evrenin bir kıyameti olması için gereken madde miktarının sadece onda-biri gözlemlerde sayılmıştır. Önceden belirttiğimiz gibi “Sadece gözleme dayalı” olan şimdiki “Resmi Bilim” gözlemlediğini var saymakta; gözlemleyemediği için teorik beceriksizliğinin ve teknik eksikliğinin sıkıntısını yaşamaktadır. Dolayısıyla onlara göre evrenin sonuç (Kıyamet) ucu alabildiğine açıktır. (Sanki kıyamet olmasaydı, sonsuza kadar “Beylerimiz” ölümsüz yaşayacaklardı!) Evrende “Olması gereken” fakat “Gözlemlenemeyen” kayıp madde, kayıp kütlenin farkına ilk varan 1933 yılında Fritz Zwicky, “Görünen galaksilerin, göründüklerinden on
kat daha kütleli bir eşdeğerdeki hızlarla seyrettiğini” gözlemledi. Bu bütün evren için geçerli bir kuraldır. Galaksiler, görünenin on katı kadar “Görünmeyen, kayıp” bir kütleyi daha içlerinde barındırmaktadırlar. Dolayısıyla galaktik evren şimdikinden on kat daha ağır olmalıdır. Bu rakama, daha bilinmedik, görülmedik, sayılamayan diğer kayıp kütleler dâhil değildir. Sıra, teorik parçacıklara geldiğinde, bir de “KARANLIK ya da GÖLGE MADDE” sırıtmaktadır. Matematiksel hesaplarımıza göre evrenin çekimsel çökmesi şart ve haktır! Hesaplarıma demagojiyle yaklaşanlar denklemlerimdeki İmajiner sayılar ve Anomali denen negatif ihtimal hesapları (ki bunlar deterministtir) “Hayali” saydıkları için, denklemleri “Saçma” diye, baştan reddetmelerine karşılık, evrende gözlemlenmeyen, fakat kendini çekimle hissettiren, evreni çökertecek 9 madde türünü beş bölümde toplayabiliriz: 1. Işık göndermeyen ilkel madde. 2. Keşfedilmemiş her parçacık türü: Bunlar, “Bilimin yasaklamadığı her şeyin evrende var olduğu” kuralına göre keşiflerini beklemektedirler. (Örneğin teorik bozonları henüz on yıl dolmadan denel olarak doğruladık.) 3. Büyük patlama kalıntıları: Bunların sayısı yüzü aşkındır. (Hawking’in minik karanoktacıkları da bu kategori içindedir.) 4. Madde-enerjinin ilk karışım halinin süreğenleri: Zımni-gerçek yarı-soyut yarı-somut bileşim. 5. Diğer parçacık türleri ve galaksilerin gözlem ufkumuz dışında kalan görünmeyen maddenin sayıları vb. Bu sonuncuya örnek olarak “Nötrinoları” düşünebiliriz: Reines, tümden kütlesiz sanılan nötrinoların önemli bir kütlesi olduğuna ilişkin deneylerini başarıyla sonuçlandırdı. Evren, nötrino denen bir dolguyla (Öyle ki Louis de Broglie, nötrinoların doğrudan Esir maddesi olduğuna inancını bildirmiştir) tıka-basa doludur. Nötrinoların kütlesi olması halinde sonucu beklenmelidir: a. Evren şimdikinden en az on katı ağırlıktadır ve çökmesi kesinleşmiştir. b. Nötrinoların kütlesi olduğuna göre, bunların evrenin bileşeni, yapıtaşı olduğu ortaya çıkıyor. O zaman, bunun da iki sonucu vardır: Ya galaksiler önceden oluşmuşlardır ve kümelere ayrılmışlardır ya da tersi… Evrendeki “Görünmeyen-gölge madde” bir galaksi şablonu gibi davranır. Yani karanlık maddeden yapılmış ve galaksileri birbirine bağlayan bir kavrama biçimidir. Dolayısıyla bu ağırlığı olan karanlık madde, evrenin kaderine ayrıca hâkim olmakta ve çökme darbesini yapabilecek güçtedir. Bu durumda evrenin izotroposi (Tekdüzeliği) de söz konusu olmayabilir, başka yerlerde başka biçimlerde yoğunluklardan ve yerel omega sayılarından söz edebiliriz. Kısaca evrenin çökeceğini anlıyoruz. Bunun adı da şudur: Yaratıldığı gibi (Big Bang) yok olacağı bir kıyamet çökmesine adaydır. (Big Crunch)
İLERİ BİLGİLER: 73
NÖTRİNOLAR Kıyamet çökmesi ise, evrenin “İki ucunun” kapalı olduğu, “Doğru parçası” modelini kesinleştirmektedir. Sadece nötrinoların olması bile evreni çökertecektir. Şimdi, nötrinoların evrenin kıyametine haberci olmalarına ilişkin önemine binaen, geçmiş ciltlerdekilerden başkaca da bilgi sunalım. Nötrinoların önemini ülkemizde tek kavrayan Müslüman-Türk bilim adamı Dr. Haluk Nurbaki, çok önemli iki eserinde (“TEK NUR” ve “SONSUZ NUR” kitaplarında) vurgulamıştır. Anlaşılması ve hele yorumu son derece güç olan Kuantum teoreminin, ülkemizdeki yegâne tefsircisi olan Sayın NURBAKİ, özellikle mensubumuz olan “Hilbert”in uzaylarını da ilk kez Türk okuyucuya sunmuştur. Bu bakımdan Nötrinolara (ve gelecek ciltte de Kuantum fiziğinde) kendi “Görüş açısına” da yer vermekten gurur duyacağım. Hatırlanırsa iki eşlenik madde birbirine rastlayınca yekdiğerinin spinini çözerek, yok olma, yani enerjiye dönüşme özelliği gösteriyorlardı. Bu madde-antimaddenin değişmez yasasıdır. Ne var ki, nötrinolar ve antinötrinolar, rastlaştıkları zaman birbirlerini yok etmiyorlar. İşte bu bir fizikçi için inanılmaz olaylardan biridir ve bir tek açıklaması vardır: Nötrino ve antinötrino birbirlerini yok etmiyorlarsa, bu demektir ki, “Kuantlaştıları madde sınırından geriye kaçarak, yani boyutlar sisteminin ardındaki Hilbert uzayına ve tünellere gizlenerek HEM MADDE hem MADDE ÖTESİ çift davranış ve tuhaf bir düalite” daha gösterebiliyordu. Hilbert uzayına gizlenerek kuant özelliğini kaybediyorlar, böyle geri kaçtıkları gibi, ileri de çıkabiliyorlar. Çünkü nötrinoların görevi, çekirdek dengesine esneklik sağlamaktır. Aynı avantajla, çekirdekteki üç boyutlu mekânın dışında kalabilmekte ve evrenimiz dışına çıkmak üzere, kuant olma özelliğini terk etmektedirler. Mekâna giren enerjinin “Yavaşlayıp” kuantlaşıp, maddileşmesini “Normal” buluruz. Fakat tersine, “Hızlanıp”, manyetik alanı terk edip, madde ötesine geçmesine hayretlerle bakıyoruz. Böylece zamana ve mekânda sabit değerlere bağımsızlaşan nötrinolar, madde ötesine geçmiş oluyorlar. Biliyoruz ki, madde ötesi varlıkları zamana uymayışı ve mekâna sığmayışı ile ayırt ederiz. Dolayısıyla nötrinolar da MADDE ÖTESİ” konuklardır. Nötrinolar, Beta bozunması denen bir enerji açığının sonucudurlar. Proton nötrona dönerken, bir pozitron ve bir nötrino bırakır. Ya da nötron protona dönerken bir elektron ve antinötrino bırakmaktaydı. Enerjinin moment korunumu ve madde-enerji eşdeğerliliği gereği momentum korunmasındaki fark olarak Pauli tarafından öngörüldü. İsmini de E. Fermi koydu: (Küçük nötr) Ancak denel olarak bulunması 1953 yılında Cowan ve Reines’e nasip oldu. Spinleri de manyetik alan paralelinde ve +1/2’dir. Madde ötesine en yakın varlık olan nötrinolar en küçük kuantlar olarak çekirdekteki güçlü kuvvetin salınan bir bölümü olmaktadırlar. Güçlü kuvvetin açığa çıkardığı Cehennemi
enerjiden şiddetli parçacıklar ya da patlamalar olmasını engelleyen bir supap gereği “NÖTRİNOLAR” vardırlar. Güneşimiz de böyledir: Işığının ve korkunç gücünün 2/3 7’sini nötrino olarak yayınlamaktadır. Bunlar sekiz dakika sonra dünyamızın aydınlık yüzüne ulaşırlar; sanki önlerinde dünya yokmuş gibi, dünyanın içini saniyenin yirmi beşte-biri bir zamanda geçerek, dünyanın gece olan yüzeyinden çıkarak yollarına devam ederler. Sonra milyarlarca yıl ve galaksileri aşarak sonsuz yolculuklarını sürdürürler. Çok ender bir tepkimeyle belki Samanyolu içinde tutulabilirler. Normal olarak her elektromanyetik radyasyonun fotonlarını elektronun enerji seviyeleri içinde bir soğurup, bir saçan ve böylece geciktiren ışıma ile ilgileri yoktur. Bunlar soğurulmadan ve maddeyle etkileşmeden tam bir hayalet gibi yollarına devam ederler. Nasıl biz onları hayalet gibi görüyorsak, onlar da (Biz maddeyi) “Hayalet” olarak görmektedirler. Enerji dengesi gereği çekirdekten üretilen nötrinolar spin yaparak bu evrende var oldukları gibi, hem de spinlerini yok ederek madde ötesi Hilbert uzayına saklanırlar… Böylece bu “Hem madde hem de madde ötesi çift davranışlı bir düaliteleri” olması, nötrinoların, madde ile ötesi arasında bir geçiş elemanı olduklarını göstermiştir. Bu da madde uyducularının tüm hayallerini yıkar. Nötrinolar ilk düşünüldüğünde madde-enerji arasında bir değişme sayılırken, daha sonra bulunan güçlü ışınlarda da bulununca bu görüş terk edilmiştir. Muon ve Taon nötrinolarının da bulunması onların “Parite ürünü olduğunu” göstermektedir ve Parite ikili yaratılış teorisinin de ispatı olmuştur. Nötrionlar ilk görüş ışığında ağırlıksı, yani kütlesiz sayılıyorlardı. Ancak elektron nötrinosundan başka, (elektrondan 207 kez ağır elektron olan) Muonunda da kendine özgü bir nötrino türü içerdiği anlaşıldıktan hemen sonra, elektronudan 3500 kez ağır olan Tau mezonu nötrinosu da bulundu. Üç tip nötrinonun arasında birer kütle farkı, dolayısıyla ağırlık olması gerektiği anlaşıldı. (Aralarındaki bu kütle farkı 0,2 eV’yi geçmemesine rağmen, 1983 ölçümlerinde, nötrinoların 6 ila 30 eV.luk arası kütleye sahip olduğu anlaşıldı. Bu nedenle evrenin ilk zamanlarında maddeyle etkileşiyorlardı.) Ayrıca bütün galaksiler tam bir nötrino küresi içindedir. Nötrinoların kütlesi olması, evrenin kendi çekimine yenilerek, karadeliğine sokmaya yeterli görülüyor. Evrenin yaratıldığı on binde-birinci saniyede sıcaklık 1 milyar derece olduğunda, nötrinolar artık plazma maddeyle etkileşmeden serbestçe uzaya açıldılar. O günden bugüne o çok sessiz rollerini oynamaktadırlar. Süpernova patlamalarından, karadelik buharlaşmalarından ve yıldız enerjilerinin %7’si olarak evren bu hayalet nötronlarla doludur. Evrende gözlenen madde ile olması şart olup da gözlenemeyen “Kayıp kütle”nin büyük bir bölümünü nötrinolar oluşturmaktadır. Üç tip bu nötrinonun birer de antinötrinosu vardır. Tümü de Lepton sınıfında yer alırlar. Nötrinolar, sanki yüksüz bir elektron gibidir. (*)
Çünkü
elektronun
bir
parçacık
olarak
çapı
vardır.
Ama
bu
çapı
biraz
daha
küçülttüğümüzde tıpkı kuantlar gibi noktasal fakat “Sonsuz özenerji güçlüğü” olan bir parçacık
ortaya çıkmaktadır. Aiberg Intrinsic Impusmoment isimli doktorasında yazarımız, nötrinoların birer “Yüksüz elektron” olduğunu göstermiştir. Böylece elektron-pozitron gibi artı ve eksi yüklü iki elektron arasında sanki “Yüksüz” elektron gibi davranıyor, bunun yanında bir nötron ile gizli bir yolla haberleşiyordu. Yazarımızın denklemlerinde sanki bir nötron çekirdeğin elektronu gibi davranan nötrinodan oluşmuş bir “YÜKSÜZ ATOM” ya da saklı bir atom modeli vardır. Fakat nötrinolar elektron gibi “Yerleşik dalga” değillerdir. Özgür “Yerleşik olmayan” yapıdadırlar.
Madde, antinötrino yayımlarken, antimadde de nötrino bırakmaktadır. Böylece evrende antigalaksiler varsa, bilim adamları bunları bir nötrino astronomisiyle ayırt etmeyi düşünüyorlar. Ne var ki teoremimde, Feynmann’ın “Antimaddenin zamanda geri gittiği” ilkesi yer aldığı için, ne antigalaksilerle karşılaşabiliriz ne de antinötrinolara dayalı bir astronomi kurabiliriz. Çünkü antinötrinolar da zamanda geri gitmelidir, geçmişi yaşamalıdır. Dolayısıyla aramıza zaman farkı girdiği için etkileşmemiz mümkün değildir. Çünkü nötrinolar hayalet; antinötrinolar tam bir hayalet olmalıdır. Bunlarla aynı mekânda, fakat ayrı zamanda (Asenkronize) birlikte var isek, birbirimizle etkileşmeyiz…
KESİM: 116
DOĞRU PARÇASI EVRENİ
İKİ UCU KAPALI EVREN MODELİ Evrenin çökeceğini, özellikle nötrinoların bunu başaracağını ve evrende çift takım halinde görünmeyen kütlelerin de bunu kamburu olduğunu anlıyoruz. Ayrıca evrenin antimaddesi varsa, ölçülen bu miktar kendiliğinden iki misline çıkar. İlk yaratılışta ortaya çıkan bir takım madde (Aslı ile gölgesi) evreni çifte kütleli kılar. Bunlar yaratılış açısından ikiye ayrılmıştı: Cisimler ve alanlar… Böylece 4 tür içerik oluşmuştu. Cisimleri ışıyan kuantlar ve diğerleri yani alan kuvvetlerini de zımni (Sezgisel, virtüel) kuantlar oluşturmaktadır. (Bunlar ışımayan kuantlardır, sadece hissederiz.) Böylece “Çiftin çifti” olarak evreni dolduran “8 takım” ağırlık bulunmaktadır. Oysa biz, 14. bölümde, sadece gözleme dayalı olarak bunlardan bir tür maddeyi haber vermiştik. Şimdi en azından bunun sekiz misli olduğu ortaya çıkmaktadır. O halde, ARTIK EVRENİN ÇÖKECEĞİNE DE İNANMAMIZ gerekir. Böylece evren, “Yaratıldığı gibi iade olunarak (Yani iki ucunu da kapatarak) yarı doğru değil; doğru parçası olacak ve “NASIL YARATILDIYSA ÖYLE İADE EDİLECEKTİR.” (Enbiya-104) Zaten, dünyamıza bakarak, evrenin aynen böyle bir Riemann KÜRESEL evreni olduğunu anlardık. Dünyamızı hazır “Model” tutmuşken, RIEMANN matematiğine göre evrenin başladığı gibi yok olması sürecine de çok sade değinelim.
ŞEKİL:44 YARATILDIĞI GİBİ İADE OLUNMAK Soldaki ilk küre, dünyamızın konumudur: Burada enlemler gösterilmiştir. Kutup noktalarında enlemlerin çapı sıfırdır. Ama giderek genişler ve ekvatorda (Eşlek) en geniş olur. Daha sonra yeniden daralarak, bu kez karşı kutba doğru daralan çemberler halinde çapını küçülterek karşı kutupta yeniden son bulur. Sağdaki ikinci küre şeklide yanı mantıkla evrenin nasıl genişlediğini ve sonra nasıl daralacağını göstermektedir. Kuzey kutbundan patlayarak açılmış olan evren, genişler, daralır ve karşı kutupta karadeliğe tıkışır. İki kutup noktasına “TEKİLLİK” denir. Çünkü noktasaldır, çapı yoktur, bilim yasalarının hiçbiri bu tekilliklerde işlemez. Evren çekim etkisiyle böyle yuvarlanmış bir küredir. Uzay-zaman düz olduğu halde, içine madde (ve kendi eşdeğeri olan kütlesel çekimi) konduğunda, uzay-zaman eğrilmektedir. Bu eğrilikler, şişen evrende YÜZEYE yansır. Yüzey ise üç boyutlu değil iki boyutludur. Çünkü biz “ŞİMDİ” dediğimiz her an, bu yüzeyin EN DIŞ bölümde (yıldızlardan ibaret bir süs olan zarında) yaşıyoruz. Bu şekillerde iki boyutluluk gösterilmektedir. Gösterilmeyen iki boyut daha vardır. (Gerçek derinlik = Evrenin üçüncü ve saklı mekân boyutuyla, zaman boyutu)
Şekil 44’de izlediğimiz üzere, evren-küresi iki boyutludur ve bunu üç boyutlu (Derinlikli) gibi sanırız. Oysa biz sadece evrenin iki boyutlu yüzeyinde yaşamaktayız. Bu üçüncü boyutu beş duyuyla sezmek mümkün değildir, sadece soyut uzay matematik modelleriyle, yani SAF MATEMATİK olarak düşünebiliriz, sezgiyle zihnimizde canlandıramayız. Evrenin “Resimdeki” görüntüsünde nasıl derinlik yoksa, küresi de gerçek küre değil, iki boyutludur. Evrenin aslı ise üç boyutlu küredir. Dünya paralellerinin (enlemlerinin) çapı ekvatorda en geniş; kutuplarda sıfır olması gibi, evren önce genişleyecek, sonra da tekrar büzüşecektir.
Işık ise başladığı yere gelecek, yani güneş batıdan doğacaktır. Evreni, bir karadelik (hatta pulsar) yöresindeki “Küçük evren” olay ufku gibi düşünürsek aynaya baktığımızda yüzümüzle beraber ensemizi görme durumumuz, “Güneşin batıdan doğması” olarak tanımlanır. Böylece monitörde geçmişimizi izleme olanağı doğar. Zaten bu izlence görecelikte “Kaderin ekranize olması” diye bilinir. Güneşin batıdan da doğması, tek bir ışığın lineer yolculuğunu anlatır. Bu olay gökte gözlenmiştir: Söz konusu olay, Kuzey ve Güney yarıkürede birbirinin antipodunda (ayakucunda) boyutları, biçimi ve tayfı aynı olan bir çift galaksiyi gözlemimizle kanıtlanır. Biri Kuzey yarıküredeki bilinen bir galaksiydi. Ama Güney yarıkürede yeni bulunan eşi radyoastronomi sayesinde fark edildi. Bu güçlü radyo sinyalleri vermektedir. Birincisi suskun; ikincisi seslidir. Oysa önce ikincisinin keşfi beklenirdi ve üstüne üstlük bu sesli olanın ilk keşfedilenin ardında olması beklenirdi. Olayın çözümü “Güneşin batıdan doğması” sırrındadır. Işık çıktığı kaynağa yine geri dönmüştür. “Sesli galaksi” ilk keşfedilenin kendisi, daha doğrusu “Geçmişi”dir. “Evrenin süreli genişlemesinin buna engel olacağı” biçiminde karşı çıkanlar açık evren modelini savunanlardır. Ama beklentilerinin tersine uzak galaksilerin yavaşladığı da saptanmıştır. Negatif ivmenin de habercisi olan bu durum, evrenin kapalı olduğuna yani, onun sonsuz açılmasını frenleyerek yeteri kadar kütle içerdiğine inanmamızı gerektiriyor. Açıkladığımız üzere, evrende görünmeyen saklı bir kütle vardır. Ayrıca evrenin en zengin dokusu olan ve önceleri kütlesiz sanılan, hayalet parçacık “Nötrinoların” bir kütlesi olduğu da kanıtlanmıştır ki, bu durum evrenin şimdiki ölçülen ağırlığının on katını bulması demektir. Dolayısıyla evrenimiz kendi çekimine yenilerek merkezine çökecek ve Enbiya-104. ayette RABBİMİZİN deyimiyle “Yaratıldığı gibi aynen İADE edilecektir.” Evrenin genişlemesini kendi kütlesi durduracak, sonra evreni geriye doğru daraltmaya başlayacaktır. Evrenin, “Geri dönen bu modelini”, okurlarımız Şekil-40’tan incelerlerse, artık, sonsuza kadar hep genişleyecek “Açık evren modeli” senaryosunun geçersiz olduğu anlaşılır. Çünkü “Sonsuz büyük, sonsuz küçüğe egemen”dir. “Kapalı” dediğimiz, yani büzüşen bir evrende, genişlemesinin tersi olan “Negatif ivme” iş başındadır. Şimdi büzüşmenin, “Genişlemenin tersine çekilmiş bir film” gibi olmasını ters edelim: Önce, 12 milyon ışık yılı ötedeki gözlem ufkumuzun ardında kalan tüm göksel cisimler, ışık hızıyla kaçan kuazarlar ve galaksiler, bilmediğimiz sistemler yeniden sahneye çıkarak görünür olacaklardır. Giderek gözlem ufkumuz darlaşmaya başlarken, galaktik bileşenler birbirine yaklaşmaya ve daha dar bulgular içinde seyretmeye başlarlar. Sonunda birbirlerine değmeye başlarlar. Biz bu sırada, tayflarımızın “Mor ışık bölgesine” kaydığını ve evrenin ısınıp, aydınlanmaya başladığını görürüz. Öyle ki, bir ara bütün uzay, o alışılmış karanlık ve soğuk görüntüsünün yerine her noktası “GÜNEŞ” gibi parlayan bir ısı ve ışık ile gözleri kamaştırır. Daha önce Alman Olbers, kendi adı verilen bir açmazda “Sonsuz bir gökte, toplam parlaklığın da sonsuz olması gerektiğini” düşünmüştü. Böyle büzüşen bir evrende
gece bile olmayacaktır. Büzüşme sürdükçe, galaksiler birbirine değecek, sıkışıp, ısınacak ve yaratıldıkları enerjiye dönüşecektir. HUBBLE eğrileri dediğimiz, şimdi, gittikçe genişleyen o sarmallar, tam tersine gittikçe büzüşerek, en dar sarmal halinde, evrenin MERKEZ olan Aknokta’da bir CEHENNEMİ SICKALIKTAKİ PLAZMA haline gelecektir. Evren bir pinpon topu kadar olacaktır. Enbiya-104. ayetteki, “GÖĞÜN KİTAP SAYFASI GİBİ KIVRILMASI VE NASIL YARATILDIYSA ÖYLECE İADE EDİLMESİ” sırrı budur. Çünkü büzüşen bir evrenin “Tersine oynayan bir yaratılışı” olması özdeştir. Düz bir evrende, örneğin bir kitap sayfasında “ÇAP” yoktur. Ama bu sayfayı kâğıt külah gibi kıvırdığınızda, iç-içe giderek darlaşan türlü ÇAP=Kutur ortaya çıkacaktır Bu çapların merkezi ise doğrudan AKNOKTA’dır. Önceki ciltlerimizden de incelediğimiz üzere, AKNOKTA, ilk yaratılışın merkezidir. Gelecekte çökeceği KARANOKTA ile aynı İADE (yani filmin ters oynatılması) kurallarına bağlıdır. Evren, yaratıldığı “OL”duğu noktaya, yeniden İADE edilerek, “ÖL”düğü kıyamet gününe döndürülecektir. Kur’an’ımız, yeniden yaratılışı bu İADE ile geldiğimiz MERKEZ ardına geçerek, ÖTEDE yeniden ve OLDUĞU GİBİ yaratılma olduğunu “ANLAYANA” bildirmektedir. Kur’an’dan haberi olmayan bir bilim adamı ise şunları düşünür: Acaba, evren o noktaya dönünce, patlayarak yeniden YARATILIR mı? Yani yeniden açılıp, genişler mi? Yeniden canlı türleri ortaya çıkar mı? Bu böyle hep sonsuza kadar uzayıp gider mi? Evren hep sürekli açılıp, kapanmış mıdır? Evren, bizden önce çökmüş bir evrenin, yeninde açılmış bir hali midir? Kur’an’dan haberdar bir bilim adamı da şöyle düşünür: Evren, karanoktada toplanır. Bu minicik noktadan yutulur (Hûnnes) daha sonra TÜNEL sürecine girer. Tünelin ardındaki AKNOKTAYA çıkış ucundan ÖTEYE, yeniden var olmak üzere aynen nakledilir. Evrenin böyle kendi üzerine çökmesi 12 milyon ışık yılı boyunca sürer. Çünkü çekimsel çökme de ışık hızına eşittir. Bu arada bütün karadelikler çevrelerindeki bir tek karadelik içinde birleşmeye, birbiri içinde erimeye ve teklemeye başlarlar. Bu birleşmeler, evrenin merkezi iade noktası olan KIYAMET KARADELİĞİNDE sonlanır. Orada bir DEV KUAZAR oluşur ki, yapısı bir enerji plazması olup, trilyonlarca ısı derecesinde tam bir “Cehennem”dir. Bu nokta o kadar küçüktür ki, plazma sonsuz bir hacme kaçar. Bu hacim sıfırdan küçük yani soyut-eksi yönde büyüktür. Fakat bilinen en küçük uzay aralığı olan kuant mesafesinden de küçüktür. Dolayısıyla artık, YARATILDIĞIMIZ ilk kaynağı, kuantlaşılmamış sonsuz özünlü enerji (Nur) bölgesine İADE ile dönmüş oluruz. Bu bölge, tünel âlemidir ve süper uzay’a açılmakta, bizim gibi trilyonlarca evren de bu çiftlikte büyümektedir. Orada sonsuz tane KİTAP SAYFASI GİBİ evrenler tarlası ekilip-
biçilmektedir. Bu tohum noktası hem geçmişin yaratılma (OL=Künnes) merkezi olan büyük patlama akdeliğidir. (Big Bang White Hole) Hem de bu bölge, geleceğin kıyamet (ÖL=Hûnnes) merkezi olan büyük çökme karadeliğidir. (Big Crunch ya da Doom Day Black Hole’undur.)
KESİM: 117
EVREN PARANTEZİN İÇİNDE
DOĞRU PARÇASI MODELLERİ Böylece, gelecek ile geçmiş “AYNI” zamanda birleşmiş olacaklardır ki, bu ZAMANIN ortadan kalkması, dün-şimdi ve yarının TEK BİR GENİŞ ZAMAN OLMASIDIR. Bu durum, NEDEN ile SONUÇ’unda birleşmesi ve nedenselliğin ortadan kalkmasıdır. Aynı mantıkla, bildiğimiz mekân koordinatlarının da belirsizleşmesidir. “Evrenin iki ucu kapalı olduğuna göre, evren, “Bir tek doğru parçası” mı; yoksa “Peş peşe dizilmiş birçok doğru parçaları” mı olduğu sonuçları akla geliyor. Madem, evren başta yaratıldı ve sonra yok olacak; evren nereden gelmişti ve nereye dönecekti? Geri dönünce yeniden açılacak mıydı? Biz daha önce kıyametle çöküp sonlanmış bir evrenin yeniden başlatılmış devamı mıydık? “Doğru parçası” modelinde, artık evrenin çökeceğine bilimsel olarak inanmamız yanında, daha da önemlisi olarak “SON GÜNE İMAN ETMEK = Vel ba’sü mevt hakkun” İslam’ın iman şartı olarak benimseriz. Hem bilim, hem dinimiz böylece bir yaratılış, yani evrene verilmiş start olan Big Bang’i hem de onun kıyamet denen finalini (Doom Day ya da Big Crunch denen büyük çökme) birlikte belirlemişlerdir. Din verilerimiz peşin hedefi gösterir ve bilim, buna daha sonra mutlaka ulaşır. Dolayısıyla evrenin “İki ucu da kapalı” olduğundan, ona doğru parçası diyebiliriz. Bir doğru üzerinde iki nokta işaretlerseniz, bu iki nokta arasında kalan bölüm “Doğru parçası” diye tanımladığına göre, evrenin bir “doğru parçası” olduğu kesinleşmiştir. Ancak bu durum beraberinde yeni yeni sorular getirmektedir: “Evren bir kereye özgü olarak mı açılıp kapanıyor? Yoksa bu devamlı olmakta mıydı?” A. Satharow, şimdiki evrenimizin, bizden 20-40 milyar yıl ÖNCEKİ bir başka evrenin “Karşı evrimi, aynadaki görüntüsü” olarak patlayıp, (Parite simetrisi budur) geliştiğini öne sürmüştür. Bu demektir ki, bizim başlangıcımız, bizden önceki evrenin sonudur. Hubble’un “Tepe noktasının” böyle bir baş-son birleşmesinin gerçekleştiği tekillik noktası olabilmesi de mümkündür. Bu nokta sürekli midir yoksa tek midir? Yaratılış ve bunu izleyecek olan kıyamet acaba BİR KERE mi oluyordu? O zaman evren, “aç parantez-kapa parantez” içinde kalan bir doğru parçasıdır. Ne var ki Satharow modelinde, bizden önce ve bizden sonrada “Açılıp-kapanan doğru parçaları” olan evren ya da evrenler zinciri önerilmektedir.
Durum böyleyse, evrenimiz, zaman içinde peş peşe dizilmiş doğru parçaları olmalıdır. (Art arda, ardışık, ötelemeli evren.) Bunlar “DALGA” çizimleri gibi olduğundan “OSULASYONİK” ya da “PULSATİF” adını alan modellerdir. “Nabız halinde atan, nedensellik ilkesine uygun, bir dalga gibi, zaman oku yönünde (Geçmişten geleceğe doğru) sürekli yaratılan ve sürekli kıyametle kapanan (Sonra yeniden yaratılan ve yeniden yok edilen, yine yaratılan… bir sür-git) evren modelidir. Gerçekten evrence yok olunca, yeniden açılacak mıyız? Biz daha önce kıyamet görmüş bir evrenin yeniden yaratılışının devamı mıyız? Evrenimiz ile paralel bir evren arasında bir “Nakil” mi söz konusudur? Satharow ile Gamow’un modellerine Asimov’un ve diğerlerinin de katılımıyla “PULSATİF” yani sürekli açılıp kapanan OSİLASYONİK türlü evren modelleri oluşturuldu. Ama bu modeller de hemen birçok değişik ilkeye ve fizik yasaya dayandırıldı. Biri determinizm; diğeri indeterminizm ilkelerine, kimi simetrik evrenler arası geçişlere, kimi de Süper Uzay’a vb. yaslanıyordu. (Bu kargaşaya öğretimizin “Nedenselliği reddeden ve ters bir nedenselliği de mümkün gören, ayrıca İKİ İHTİMALLİ, pariter simetrisi olan, sonsuz sayıda yaratılmış paralel evrenleri de eklenecekti.) Elbette bu modellerin tamamı mantıklıdır. Bizler bunları oyun olsun diye durup dururken üretmeyiz. Fakat işin aslını Enbiya-104. ayetteki “Sizi nasıl yarattıysak öyle aynen iade edeceğiz” sırrında yakaladığım için, işin doğrusunu yeni bölümde açmaya çalışacağım. Bir ön bilgi fısıldarsak, evrenin böyle izotrop ve türdeş olmasının ışık hızıyla sınırlanmaya gerek kalmadan “İADE” prensibi ile mümkün olabileceğini söyleyebiliyorum. Eğer yaratılış patlamasının “Gerisine” düşersek, görürüz ki sınırlı bileşenler vardır. Bunların en altındaki temel bileşen ise ancak 10-36cm.’ye kadar inebilmektedir. Evren bu minicik aralığa bir kıyametle birlikte bir mini karanokta olarak sıkışırsa, sıkışmanın sonu geldiğinden, yeniden bir BİG BANG ile açılacaktır. Biz buna “Seken ya da tepmeli” (Diğer popüler yabancı dildeki isimleri ile) “Pulsatif ya da Osilasyonik” evren modeli diyoruz ki sürekli yaratılış patlamasıyla açılan ve kıyametle kapanıp, yeniden yaratılış ile açılan ve kıyametle kapanıp, yeniden yaratılış ile açılan bir dalga hareketi benzerinde pulsasyonu, osilasyonu bulunan bu evren modelleri ayetteki “İADE” hariç diğer her ilahi kelimeye uymaktadır. Ne var ki, sadece “İade”ye uygun değildi. Bunu anlayınca Zig-Zag öğretisine “Geri seken ya da geri tepmeli” modelimi ekledim. (Yeni bölümde değineceğiz.) O zaman şimdiki evrenimizin, sonlu bir zamandan önceki evrenden yani süper uzay’dan geldiğini anlarız. Sürekli açılıp-kapanan bu evrenler dizisi, içinde şimdiki dönem, “ALPHER-BETHE ve GAMOW’un haber verdiği” evrendir. Ancak, Big Bang teoremi, bütün görkemine rağmen, “Maddenin nereden geldiğini” açıklayamamaktaydı. Oysa pulsatif modellerde, madde, “Bir önceki evrenden aktarılmakta”dır. Temel kökeni de, “SÜPER UZAY’dan gelmektedir. Ama en başta madde nereden gelmişti? Hoyle’un “Sürekli yaratılan maddesi” nasıl mümkün değilse, Pulsatif modellerin de “Sürekli açılıp kapanan ve dışarıya enerji kaçıran ve böylece giderek azalan, enerjinin sakınımına göre sonunda durması gereken bir evreni vardır. Enerji giderek azalacak ve en
sonunda evren BİR DAHA AÇILMAYACAK’tı. Eğer biz bu sonuncu durmanın bir öncesinde (Hemen eşiğindeysek) o zaman dinimizdeki “Yeniden yaratılma” umudumuz suya düşer. Eğer biz (Daha pek çok açılacak ve kapanacak bir silsilenin ya da) evren zincirinin herhangi bir lokmasındaysak, yeniden yaratılışımız da “Ebedi” olmayacak ve daha küçük ve daha kısa ömürlü bir evrende var olacaktık. Bütün bunların dünümüzle çelişmesi yüzünden, hiç akla gelemeyen, sadece Kur’an’ın hatırlatacağı (Cosmoosmos=Geri sekmeli evren) modeli bulmuştum. Evrenin “GERÇEK MODELİNİ” açıklayacak ve “Kur’an’a TAM UYGUN” (Biz Müslümanlardan başka hiçbir kimsenin AKIL EDEMEDİĞİ) bu evren modelini, ÇOK İYİ ANLAYABİLMEK İÇİN, zorunlu olarak, bir ara bölüm açacak, uzayı, zamanı, uzayzamanı, bilimin dört ilkesini (Kesinsizlik, kesinlilik, nedensellik, olasılık vb.) topluca bir kez daha anımsatarak, daha sonra GERÇEK EVREN MODELİNİN neyin nesi olduğunu sunacağım.
“… SONRA, ARZ’A (Yer, zemin, mekânın üç somut boyutuna) VE SEMAYA (Evren, gök, soyut zaman boyutuna) ‘İSTEMEYEREK (Somut ve soyutun toplanıp aynı şey olması) YA DA İSTEYEREK (Toplama işlemi yerine, toplanmadan, aynı şey olmadan, fakat birbirinden hiç ayrılmadan) BİR ARAYA GELİN’ DEDİK. ONLAR DA (Zeminin üç boyutu, zamanın bir boyutundan olan) ‘BİZ (Uzay-zaman) İSTEYEREK (Beşinci işlemle) BİR ARAYA GELDİK’ DEDİLER.”
ONALTINCI BÖLÜM
KARA KABİR’DEN AK RAHİM’E Siyah boşluk / Beyaz boşluk
İLERİ BİLGİLER: 74
KARABOŞLUKLAR ÖZETİ Evren küçükten büyüğe doğru sıralanır ve bütündür. Ayrık bulutlardan galaksiler, bundan da yıldızlar oluşur. Yıldızlar doğar, erginleşir ve ölürler. Ölümleri kendi çekimine yenilme biçimindedir. Çekimsel çökmeyi fusion önlüyorsa yıldız asal dizidedir. Çökmeyi elektron basıncı durdurursa “Akcüce”: nötronlar durdursa “Pulsar”; hiçbir şey durduramazsa “Karadelik” oluşur. Karadeliği teorik olarak “YILDIZ YERLERİ” diye Schwarzschild bulmuştur. Karaboşluklar gözlem ufkumuz dışında kendi olay ufukları içinde ayrı bir evrendir. Buraya tek yanlı olarak düşülür, oradan, haber alınmaz. Düşen madde olay ufkunun neresine değerse orada bir tutulma diski oluşur. Yıldız orada donmuş gibidir, tutsakları da sabit bir av gibi sonsuza dek orada kalmıştır. Ancak biz saniyenin 67 milyonda-biri zamanda ona düşeriz ve bu arada çekimi bizi sonsuz uzunlukta bir iplik gibi çeker biz maddenin temel bileşenine yani kuant denen enerjilere dönüşürüz. Karadelikler, ya evrenin yaratılışında en başta ortaya çıkmış mini karanoktacıklar olan mini-minnacık kuantlardır; ya da üç güneş kütlesi büyüklüğündeki bir yıldızın, çökmesi ardından, en küçük bir hacimde toplanmak üzere kendi çekimine yenilip, sonsuza doğru büzüşme eğilimi sonucu ortaya çıkmış yıldız artıklarıdır. Bu bir tek nokta da olabilir. Fakat bu nokta yine de 2 güneşten ağırdır, santimetreküpü milyarlarca ton gelmektedir. Kendi ışığını bile yuttuğundan, ondan ışık, mesaj, uzayzaman, enerji ve madde yani bildiğimiz hiçbir şey kaçamamaktadır. Dolayısıyla kendini gösteremez ve “Olay ufku” denen bir kara çarşaf ardında saklayarak, kendinden 20 kat büyüklükteki yıldızları eğer bu çukuruna düşülürse, emerek yok eder ve kendine katar. Karaboşlukların kendi ışıklarını yutması, onları görünmez yaptığından Wheeler, onlara “Karaboşluk=Siyahdelik” adını vermiştir. Uzay-zaman dokusunu uçurumlaştırarak, bir kozmik süpürgenin hortumu gibi buldukları atom düzeyindeki parçacıkları, gaz-toz materyalini, yıldızları doymak bilmez bir iştahla ve oburca yemekte olan dipsiz bir sindirim sistemi hortumu gibi çalışırlar. Kur’an’da “Aktarıssemavat=Yer/Gök çaplarından” kaçmanın bir sultan kuvvet ile yani fizikteki “Kurtulma ya da kaçma kuvveti hızı” denen bir belirteci boyutu olduğu bildirilmiştir. “Kaçamama” uzaklığını belirleyin sınır, çöken yıldızın kütlesine göre karaboşluğun boyutlarını belirleyen “Olay ufku” denen ve bir “Kara örtü = Zulmet hicabı” olarak karadeliği kuşatan düşsel bir küredir. Bu sınırı geçen bir nesne, çekile uzatıla ince bir ipliğe dönüşür. Çekim gel-gitleri, böyle bir cismi, en küçük toz haline getirerek, maddeyi enerjiye, enerjiyi de en küçük bileşeni neyse ona ufalar, böylece “DEVE İĞNE DELİĞİNDEN GEÇİRİLMİŞ” olur. Rölâtivist etki sonucu, dışarıdan bakan için zaman donmuş, saat durmuştur. Ama
karadeliğe düşen bir tutsağın bir saniyesine tüm evren tarihi eşitlenmiş olduğundan, evrenin kalan ömrü de akıp gider ve biz olay ufkunu aşınca “Dışarıda kalanın saatinin ters çalıştığını” görürüz. Neden-sonuç ilkesi ve rölativite-kuantum belirsizlik ilkesi burada yıkılır. Karadelikler görünmeden bizi çekimle saptırdıklarından, yıldızları itip-kakmalarından ve sonra onları yutmalarından kanıtlanır. Ayrıca röntgen (X) astronomisi ile dış çatışmaları algılanır. Gravitation astronomisi de intihar eden galaksileri, yutulan dev yıldızları ortaya koymuştur. Kozmik ışın fotoğraflarında da mini karanoktacıklara rastlanılmıştır. Ayrıca transferro olaylar ile kuzarlar da karadeliklerin tanıtı kabul edilmiştir. Hem galaksimizde dev bir karadelik-çekirdek hem güneşin çekirdeği milyon karadelikten biri hem de Güneş merkezinde karanoktalar olduğu kanıtlanmıştır. Karadelikler bütün evreni yutmakta ve karartmaktadır. Maddeyi ve enerjiyi yutarak bunların “Sakınma ilkelerini” de yıkmıştır. Kendi yapısı hayalet ve soyut davranmaktadır. Karaboşlukların temel enerjisi indirgenemez gravitation yüzey enerjisidir. Ayrıca dönüyorsa “Dönme” ve elektrik yüklü ise “Elektrik enerjileri” vardır. Bunlar asla küçülmez, parçalanmaz; tam tersine büyür ve diğerleriyle birleşir. Bu karaenerjiden nasiplenmeyi gelecekteki uygarlıklar ummaktadır. Karadelikler en başta da yaratıldığı gibi yıldız kalıntısı da olabilirler. Eğer kritik bir çapta yeterli yoğunluk yoksa seyreltik bir evrencik oluşur. Karanoktalardan evrenin kıyamet merkezi olan DOOMDAY karaboşluğuna kadar, dönen-dönmeyen; yüklü-yüksüz ve türlü tekillik içeren tipleri vardır. Dönmeyen karadeliklerin tekilliği nokta gibi; dönenlerin halka ve asimetrik bir yıldızın tekilliği disk biçimindedir. Aşırı elektrik yüklü ve ışıktan hızlı dönen; ya da dik çöken bir asimetrik yıldızda “olay ufku” kalkar ve yerine örtülmemiş tekillik yani “Çıplak karadelik” gelir. Bu çıplak tekillikler; nokta, halka, disk ya da “Yılanımsı uzun bir iplik” biçiminde göze görünür olurlar. Bilimin tüm bulguları dinin bilgileri ile tam uyuşmaktadır. Karaboşluklardan sayısız tane bulunmuştur ve yalnızca Samanyolu’nda bir milyon kadar oldukları sanılmaktadır. Dolayısıyla astrofiziğin sevimsiz gözdeleri durumuna gelmişlerdir. Düşmanın görünmezliği yüzünden, bir hayalet ile uğraşmanın sıkıntısını çeken astrofizikçiler, artık inanılmaz bir sonucu kabul etmişler ve “Astrofizik ile metafizik; yani din ile bilim buluştu!” demişlerdir. Karaboşluklar, uzay-zaman ve evren yasalarının çalışmadığı, bildiğimiz fizik yasalarının geçersiz kaldığı çatlaklardır. Bir karadelik daima yutar, yuttukça güçlenir, güçlendikçe daha çok yutar ve sonunda yakınında ne varsa hepsini bitirir ve uzayın o kesimini yiyip, bitirmeye başlar. Birbirlerine rastlarlarsa, birbirlerine de yutarak, tek bir karadelik haline gelirler. Örneğin, galaksi merkezlerinde, birbiriyle birleşmiş, 2000 ila bir milyon güneş kütleli “Karaboşluklar” bulunmakta ve içlerinde bulunduğu galaksiyi çekirdeklerinden itibaren yemekte, sonra da galaksi çevrelerini kendilerine çekmektedirler. Böylece sıra çevredeki güneşlere ve yıldızlara gelmektedir. Bizim de Güneşimizin akıbeti bu olacaktır. Karaboşlukların orijinal tasnifini, bir önceki ciltte sunmuştum. Karanoktaların, dönmeyen karadeliklerin ve tekilliği nokta halinde olan bütün karadeliklerin ve tekilliği nokta
halinde olan bütün karadeliklerin “ÖLDÜRÜCÜ” olduğunu vurgulamış, yuttuğu maddeyi, en küçük bileşenine ufalayıp, toz ettiğini anlatmış, fakat dönen, elektrik yüklü olup da halka tekilliği olan ve bazı özel karaboşlukların, tutsaklarını yutmayıp, “Arkalarına” naklettiğini bildirmiştim. Karadeliğin kendi maddesi ve yuttukları, bu halka tekilliğin içindeki 560 metre boyundaki bir “Gök çatlağından” içeri girebilirlerse, kendilerini kurtarabilmektedirler ve hiçbir şey olmadan, bir başka evrende ya da bir uzak uzay kesiminde haytalarını yeniden sürdürebilmektedirler. Bunu belirleyecek olan karaboşluğun niteliği ve kütlesinin çokluğu-azlığıdır. Bu değerlere göre, yutulan bir astronot, bu uzay içinde başka bir yere çıkabilir. Eğer büyük bir karadelik bulursak, o zaman, gözlem ufkumuzun dışındaki görmediğimiz evren kesimlerine BİR ANDA, BİR ADIMDA çıkabiliriz. Daha büyük bir karadelikte ise, bizi naklettiği bölge, evrenimizin limitlerini aşarak, KOMŞU BİR PARALEL EVRENE tecavüz eder. Dolayısıyla biz “BAŞKA BİR UZAY ZAMAN’a yani PARALEL BİR EVRENE” fırlatırız. Ancak kuantum fiziği, bir karadelik ardında “Tünel” ya da “Kanal” öngörür. Buna göre bir karadelik iki uzak ve paralel evreni bir köprüyle birleştirir. Olasılık uyarınca da ikiz evrenler milyarlarca sonsuz çift oluştururlar. Karadelik bu durumda “Bir boşluk” gibi bize yol verir. Onun etkisi sadece yüzey çekim-indirgenemez enerjisidir. Bu aşılır aşılmaz çekirdeksiz olay ufkunun paraleline fırlatırız. Karadelikler aynı zamanda bir zaman makinesidir. Tarih ve gelecekte yolculuk yapmaya izin verir. Karadelik tüneli için “Gizli değişkenlerin” değiş-tokuş edildiği; paralel kozmoslar arasında “Ödemeler-dengeler” önerisini ZİG-ZAG öğretisi getirmiştir. Nasıl tanımlanırsa tanımlansın; bir ucu karaboşluk; çıkış ucu akboşluk olan bu tünele “Bükümlü tünel / Worm Hole” denir. Uzay bu “Korno borular” biçim tünellerle doludur. Onların hepsi topluca süper-uzaya açılırlar. Süper-uzay doğrudan doğruya ahreti andırır. Sadece geometrodinamik yasalarla yönetilir. Boyutsuz, sıfatsız, zamansız yapısıyla, “Madde” burada Geonlardan oluşur. Süper uzay paralel evrenlerin fidanlığı olup, bu ikisini izleyen cildimizde iyice ele alacağız.
ŞEKİL: 45 Bir karadeliğe yakalanarak çözünmeye uğrayan tutsak yıldızdan bir ayrıntı.
APENDIX-2
ZİG (Zemin) ZAG (Zaman)
Zig-Zag öğretisinin mensupları arasındaki kuşaklar boyunca miras kalan mistik inanca göre, Zig-Zag’ın koruyucu Mevlana Halidi Bağdadi’dir. Kadiri dergâhından eğitim görmüş olan Bağdadi (1750-1820) daha sonra “Hz. Hızır”dan ders aldı. İnanışa göre vefatından sonra bile Osmanlı-Rus Savaşında ve Rus-Bulgar ordularının Yeşilköy’e kadar geldikleri dönemde (Ayastefanos) ve Osmanlı dönemi Halep demiryolunu inşa eden Alman mühendislere “Canlı” olarak görünmüştü. Onun bu sırrını “Hz. Hızır’ın ilminden aldığı” söylenmiştir. Bağdadi’nin Goethe, Cantor, Prens Bismarck’ı Müslüman yaptığı da köklü bir inanıştır. Bağdadi “Klasik doğuda” kendi adıyla anılan dergâhı kurmuş; fakat batıdaki Müslüman bilim adamları için “Zig-Zag” isimli İslam bilimcileri ekolünü kurarak, doğuda mürşit; batıda ise inisiyatör olarak anılmıştır.
Batı dalı, Gurdjieff’in ve doğu dalı Hekim Bey’in önderliğinde Halid öğretisini üstlendiler. Bu ikisi ikinci kuşaktan öğrencileri olmuşlardır. Doğu dalını “Ekim Bey” ve batı dalını “K. M. Allein” müstear isimleriyle yöneten (Kuşaklar boyu aynı ismi kullanan) koordinatörler öğrencilik kurumunu sürdürüyorlar. Doğu dalının başyönetmeninin ilki, Türk olan fakat vefatına kadar Kahire’de yaşayan Ekim Bey’dir. Doktor anlamına gelen “Hekim Bey” müstear adı, günümüzde de doğu yönetmenini lakabıdır. Hatta bu isim Fransızcaya “Tabip” anlamında “Le Toubib” olarak geçmiştir. Batı dalının başı ise ilk kez Axel Heiberg olmuş, fakat gizli Müslüman olması nedeniyle önceleri Karl M. Allein ismiyle yazışmıştır. Ondan sonra da bu müstear (Takma) isim, haleflerine konmuştur. Zig-Zag mensupları sadece ilim yoluyla Müslüman olmayı akıl eden, özellikle teorik bilim adamlarının cemaatidir. Bunların sayısı (Eleme yöntemiyle) 300 civarında tutulmaktadır. Bunun dışında Zick-Zack tabelası vardır ki bu cemaat Müslümanlığa yatkın ya da iyice niyetlenmiş ya da “Aklen” ikna olmak isteyen “Fahri” üyelikleri kapsar. Saklı ya da gizli Müslüman üyelerin bulunduğu tabela ise Sieg Saga (Zig zağa okunur = Zafer destanı demektir) adını alır. Zig-Zag öğretisinden olmadığı halde, her Müslüman batılı bilim adamı Sieg Saga tabelasının tabii üyesidir. (Qousteau, Garaudy, Bucaille gibi Fransız; Feynman, Feinberg, Hawking gibi Britanya Müslüman ekolü. Fransızlar kendilerini gizlememekte, fakat tersine Britanya ekolü ise gizliliği, propagandaya tercih etmektedir.) Bunun sayıları 310 olan Zig-Zag öğretisi mensuplarına bu “Tabela” ismini vermen M. Halid Bağdadi’dir. Daha önceki ciltlerimizde de kısaca değindiğimiz üzere, Arş (En yüksek yer, Allah’ın tek başına istiva ettiği yer) 7 katmandır. Fatihaül Fukara (Hz. Hızır’ın ünlü duası) bu katları belirlemiş ve her bir katı Fatiha suresinin bir ayetiyle denkleştirmiştir. Bu katların en altındakinin CİFİR ismi ZEZ-ZAĞ (Ya da Zeğ-Zağ) olup, bu katın bir yüzü Arş’a, dibi ise âleme dönüktür. Dibinde Levhi Mahfuz vardır ve o da âleme dönük olduğundan, bilimin son durağıdır. Bu kelimenin Kur’an karşılığı Zilzal olup anlamı “Dalgasal oluşlar, gel-gitler, indi-çıktılar ve zik zak çizen dinamizmler”dir. Allah’ın “Zülcelâl” ve “Zahir” isimlerinin karşılığı olduktan başka Zem-zem (Zemin-Zaman) olarak da Zig-Zag adıyla gösterilmiştir. İsmin koyucusu M. Halid Bağdadi olup, ZezZağ’ın telaffuz zorluğu bakımından Batı dillerine Zig-Zag olarak aktarılmıştır. Aslında Fatiha’nın son ayeti ve Batı alfabelerinin son harfi olan “Z” Hz. Hızır’ın da simgesidir. Hızır tezkiresinin “Uzayın fethi ile ilgili olan bölümünü” Mi’rac bandının ilk cildinde sunmuş, bu ciltte de “Bir demet tesadüf” başlığı altında biraz değinmiştim. Şimdiki bölümü ise inanılmaz evrensel sırlar veriyor, adeta evrenin yapısının tamamını şifreliyor. M. Halidi şöyle yazmıştı: “DEVİR TALEBELİRİMİN TALEBELERİNİN TALEBELİRİNE VASIL OLDUĞUNDA, ONLARA Z-K (ZE VE KEF) HARFLERİNİN ESRARINI MUHTEVİ BU DELİLLERİ İZHAR EDİNİZ: Z HARFİ ÜÇ KARANLIĞIN BAŞ HARFLERİDİR. BUNLAR; Z-KÜRRE, Z-ZERRE, Z-ZEMAN (Zaman). DİKKAT EDİNİZ, BU ÜÇÜ, ÜÇ KARANLIK KUVVETİN ANA İŞARETİDİR. DEVİRİN VASIL OLMASININ ANA İŞARETİ DE EVVELA NASRANÎ ULEMASININ (Hıristiyan bilim adamlarının) ÜÇ AYDINLIĞI BULMASIDIR. MÜSLÜMAN GARİPLERİM ÜÇ KARANLIĞI ONDAN SONRA BULALAR. ÜÇ AYDINLIĞIN HARFİ KEF-KAF SÜRÇMESİDİR. ONUN DA ANA İŞARETİ İSİM CİM HARFİ OLAN BİR NASRANÎ ŞAİRİN MISRALARINDA SAKLIDIR. ÜÇÜ ZAHİRDE
AYDINLIK, ÜÇÜ BATINDA KARANLIK OLAN ALTI KUVVET VARDIR Kİ, KÂİNAT BUNLAR ÜZERE MUHARREKTİR. (Hareketli, dinamik) CÜMLESİNİN (Hepsinin) ÜZERİNDE DE YEDİNCİ KUDRET VARDIR Kİ, O ALTI KUVVET BUNDAN ÇIKMAKTADIR. AŞİKÂR KUVVETLER AYDINLIKTIR VE TABİATI MÜMTEZİÇTİR. (Değişkendir.) ÜÇ KARANLIK KUVVETLER İSE ZİFİRİ-ZIMNİ VE ZEMANE ZULMETTENDİR (Karanlıktır) TABİATLARI SABİTİYYE’DENDİR. (Sabittir.) ÜÇ AYDINLIK KUVVETLERİNE HÂKİM OLAN KEF HARFİ, KEF-KÜRRESİ, KEF-ZERRESİ VE KEF KUVVEİ IRKI (Irk kuvveti)’DİR. BUNUN ANA İŞARETİ DE CİM ADLI ŞAİRİN YAZILMAMIŞ MISRALARINDADIR. O YAZILMAMIŞI YAZDINA VE BANA TEZKİREYİ (Öğüt demektir) YAZDIRAN (Hızır As. kastediliyor) BÖYLE YAZDIRDI. NUN, KALEM VE YAZDIKLARINA YEMİN OLSUN. (Kalem suresi birinci ayet) HER KİM YAZILMAMIŞ SÖYLENDİĞİNDE ONU VAKTİ GELİNCE İDRAK EDERSE, 7 MESANİ BUUTLARIN BATINDAKİ (Hicr-87. ayet. Mesani 7 katlı şifre demektir) SIRRININ SEBİT (7) İLE SABİT OLMUŞ KUVVAYI IRKİYYE ESRARI İLAHİSİNE MAZHAR OLUR.” Tezkirenin devamı daha sonraki çağlara hitap ediyor ve tam anlamıyla iyice anlaşılmaz şifrelere dönüşüyordu. Tezkire, Doğu-Halid dalının lideri olan Hekim (Ekim Bey‘de saklı bulunuyordu. Herhalde O, kendince bir işaret almış olacak ki, “Artık çağı geldi” gerekçesiyle Batı-Halid dalının lideri K. M. Allein’a bu dokümanı devretmişti. K. M. Allein ise, bundan kopyalar çıkararak ve “Tercüme” notları düşerek Zig-Zag mensuplarından bir kısmına yıllar boyunca aralıkla göndermişti. Bana ikinci elden gelen kopyada ayrıca kendi notu da vardı. (Bu not, tezkirenin kenarında yanlamasına olarak, Arap alfabesiyle fakat soldan sağa İngilizceyle yazılmıştı. Bir yerinde de “İnşallah, “Kara takım elbiseli hahamların bundan haberi olmaz” yazılıydı.) Sevgideğer okurlarım Tezkireden ne anladılarsa ben de onu anlamıştım. Ayrıca Türk asıllı olan Ekim bey’in kendi çağının dili olan Osmanlıca olanı yukarıda yazmıştım. Bunu günümüzün Türkçesine basitleştirdiğimizde aşağı-yukarı şu metin çıkıyordu: “Üç kuşak sonraki öğrencilerime Z ve K (Kef, Kaf) harflerinin gizliliğini içeren bu kanıtları açık edebilirsiniz. Z harfi üç karanlığın (Ayette yer alır) baş harfidir. Bunlar Z-Makrofizik (Gök mekaniği), Z-Mikrofizik (Kuantum mekaniği), Z-Zeman boyut bilimi olup, büyük bir sırrın ana işaretidir. Çağın erişmesinin ana işareti de Hıristiyan bilginlerin “Üç aydınlığı” bulmalarıdır. Önce Hıristiyan bilim adamları bu üç aydınlığı bulacaklar ki, ardından Müslüman gariplerim (“Mağrib=Batı” kelimesinin her iki anlamda da kullanılması) “ÜÇ KARANLIĞI” bulacaklardır. Üç aydınlığın gizemli (Cifirsel) harfi Kaf (Kalın) Kef (İnce K) sürçmesi (Yanlış telaffuzu)’dir. Onun ana işareti ise ismi C (Cim) olan bir Hıristiyan ozanın dizelerinde saklıdır. Oradaki ana işaret, üçü aydınlığı dışa vurmuş, üçü vurmamış (Zifiri=Koyu kara; Zımni=Sezgiyle anlaşılan görünmeyen ve zemane kuvvet) 6 aydınlık ve karanlık kuvvet olup, evren bu 6 kuvvet üzerinde dinamiktir. Tümü yedinci bir kuvvetin türevleridir. (Bir kudretten 6 kuvvet çıkmaktadır.) Işıyan kuvvetlere K-Makroevren, KMikroevren ve K-Irk kuvveti denmektedir. Bunun ana işareti de yeni Hıristiyan ozan C (Cim)’in yazılmamış dizelerindedir. O yazılmamışları ozana ve bana yazdıran böyle yazdırdı. (Kalem suresi birinci ayet araya giriyor.) Kim, yazılmamışın söylendiğini duyarsa ve zamanı gelince kavrarsa, 7 gizlilik boyutlarının batındaki sırrının 7 ile sabit kalmış 7 ırk kuvvetinin ilahi gizeminden başka açıktaki dört boyutlusunu da açıklamış olur.”
APENDIX-3
RÜYADAKİ ŞİİR Tezkirede ışıyan kuvvetlerin bulunduğu yazıldığına göre, mantık olarak önce neyin bulunduğunu belirlemeliydim. İlk aklıma gelenleri sıraladım: * KAF-KÜRRE: Yıldızlar (Asal dizide optik=Işıyan yıldızlar) * KAF-ZERRE: Fotonlar (Detektörlerin kaydettiği, gözlenebilen kuantlar) * KAF-KUVVEİ-IRK: ?... Öncelikle Kaf ve Kef harflerinin Latin alfabesi kullanan dillerdeki telaffuz özelliklerini belirledim. Bilindiği gibi alfabelerin tümü birbirinden ayrılmalıdır. Her alfabede K harfi iki tanedir. Bunlardan biri K diğeri Q diye yazılır ve ilki kalın K (Kadı gibi) olup, Arapçadaki Kaf harfine, diğeri de ince K (Kedi gibi) Kef harfine karşılık olsun diye oluşturulan Q (Kû, kü) harfidir. Fakat zamanla “C” harfi “K”nın yerini almıştır ve günümüzde bu harfi kuzeyli Germen dileri kullanır. Key=Anahtar, Kraft=Kuvvet gibi. Latin dilleri bu harfi kaldırıp dilleri bu harfi kaldırıp yerine C harfini koyup kalın K gibi okumaktadırlar: Casa=Ev gibi… Fakat Q harfini de deforme ederek kalın K harfi gibi okumaktadırlar: Quo=Nereye kelimesinde olduğu gibi Kuo, Ko okunmaktadır. Ama Fransızca olduğu gibi bu harf aslı gibi Kef=İnce K okunmaktadır: Qui=Kim? (Ki okunur) Tezkirede KEF (İnce K) ve KAF (Kalın K) sürçmesi bunu kastediyorsa, işim kolaylaşıyordu: Bilgilerimi Latin gramerine uyguladığımda karşılığında şunlar çıkacaktı: * Kaf-Kürre: Quasar (Kuazar=Çok parlak gök cisimleri) * Kaf-Zerre: Quant (Kuant)=Işıyan (Zımni olmayan) optik, aktüel ışık zerreleri * Kaf-Kuvvei-Irk: Quark (Kuark) olabilirdi, ama anlamı neydi? Los Angeles’taki UCLA Üniversitesi’ne bağlı Berkeley Laboratoy’de çekirdek fiziği uzmanı olarak, parçacık hızlandırıcılarında şef görevi yaptığım sıradaki konum, “Kuark” denen parçacıkların doğruluğunu kanıtlamaktı. Hızlandırıcılarının enerjisi yetersiz olduğu için, bunları orada değil ama Hamburg’daki Petra hızlandırıcısında gözlemleyebilmiştim. (1976) Kuarklar, birleşik alan teoremlerinin öngördüğü bir parçacıktı: Doğanın iki kuvvetini bizden olan Abdüsselam ve Weinberg birleştirmişlerdi. Elektromanyetik kuvveti taşıyan fotonlar ile zayıf kuvveti taşıyan (Nötrinolar ile ilgili) iki parçacık vardı. Ama bu teori iki parçacığın ayrıca elektrik YÜKÜ de vardı. Oysa fotonlar yüksüzdü ve zayıf kuvvetin yüklü iki parçacığının (W-, W+) üzerinde YÜKSÜZ bir bileşene gerekiyordu. Bu parçacık protondan 93 kez ağır olan “Z° BOZONU” olarak öngörüldü ve İsviçre’deki CERN hızlandırıcısında ayırt edildi. Bu yüksüz Z° Bozonu doğanın birbirinden farklı “İki
kuvvetini” birleştirmişti! Böylece elektromanyetik kuvvet ile zayıf etkileşim kuvvetleri birleştirilince, sıra “Güçlü nükleer kuvvet (Güçlü etkileşim)” denen çekirdek içi parçacığın da bulunup bu iki kuvvetle birlikte birleştirilmesine gelmişti. Önce piyonlar denen bir mezon biçimi bulundu ve bu temel bir parçacık sanıldı (1949 H. Yukawa) Fakat bir tane yerine yüzlerce mezon daha bulununca daha basit bir açıklama gerekti. 1963 yılında Amerikalı Murray Gell-Mann, yüzlerce mezonun Quark (Kuark) dene bileşenlerden ikisinden; çekirdek parçacıklarının da (Proton, nötron) üç kuarktan oluştuğunu ortaya koydu. Ama üç kuark da sayısız parçacığı açıklayamamaktadır: Çünkü çift sayıda 4, 6, 8, … gibi bir dizi kuarklar da olmalıdır ki, hyperon denen kararsız çekirdek parçacıklarını da açıklasın!.. Fazla kuark bulunması ise yine bizi mezonların yüzlerce olması gibi enflasyonist bir açmaza sürükleyecekti. İşte, bu üçten öte kuarkı arıyordum Amerika’da… Dördüncüsünü Glashow bulmuştu ve sayının 6 olup olmadığını kontrol ediyordum. O sırada kuarkları öneren Gell-Mann, laboratuara çıkageldi. Kendi konusuyla uğraştığım için, hemen benimle muhatap oldu ve tanıştık. Söyleşimizin bir yerinde, birden aklıma geldi: Gell-Mann, niçin anlamını dünyada hiç kimsenin bilmediği, hiçbir sözlükte yazılı olmayan “Kuark” kelimesini seçmişti? Öyle ya! Kimsenin bilmediği bu anlamı, adını koyan, isim babası olandan başka kim bilebilirdi? Bunu sorduğumda, aldığım cevaba bir o kadar şaşırdım: Gall-Mann, “Anlamını ben de bilmiyorum. Bu cevapsız bir bilmecedir. Bu ismi, rüyamdaki bir şiirde gördüm. Hiç okumadığım bir şairin kitabındaki bir mısra ile bağdaştırırdım” diye açıklıyordu. Bu konu o kadar ilgimi çekmişti ki, kendisinden ısrarla ayrıntılı ileri açıklamalar istedim. Anlattığına göre, mezonların en basit açkılayacak bir model için bütün gün ve gece zihninin yormuş, sonra sabaha karşı uyuyakalmıştı. (Zaten gün ağarmadan uyuyan bir düşünüre henüz rastlamadım.) Gell-Mann, öğlene doğru gördüğü ilginç rüyasında, iki eline iki yumurta verildiğini, bunların markası olduğunu ve bu minik markayı inceleyince küçük harflerle birinin üzerinde (p+); diğerinin üzerinde (n°) sembollerinin yazılı olduğunu görerek, elektrik yükü işaretlerinden, o yumurtaların “Proton ve nötron” olduğunu hemen anlamıştı. Bu arada avucundaki yumurtalar “İçeriden vurulan darbelerle” hareketlenmiş ve kabuğu çatlamaya başlamıştı. Bir çift civciv çıkacağını ummasına rağmen, Gell-Mann ürkmüş ve yumurtaları yere atmıştı. Yumurtalar parçalanınca her birinin içinden “Birbirine yapışık üçer tane küçük bilye” çıkmıştı. Rüya görmeye pek alışık olmadığını söyleyen Gell-Mann’ın rüyasının devamı daha da ilginçti: Rüya bu ya, Gell-Mann bu bilmecenin ne olduğunu, yüzü “Noel Baba” tipinde, ondan zayıf ve kır sakallı (Klasik Batıda erkeklerin yatak kıyafeti olan) gece entarisi ve yatak takkesi giymiş esrarengiz bir erkek, kendisine kafiyeli üç beyit okumuştu. Gell-Mann bu şiiri ezbere biliyordu: * “For master mark, three DARK Dark is strenght of light”
(Ustabaşı Mark için üç karanlık. Karanlık aydınlığın kuvvetidir.) * “For master mark, three ARK Ark is string of bright” (Ustabaşı Mark için üç yay. Yay parlaklığın ibrişimleridir.) * “For master mark, three QUARK Quark is STRANGE of tight” (Ustabaşı Mark için üç Kuark(?) Kuark gerginliğin yabancısıdır.) (Strange, yabancı, tuhaf, bilinmeyen anlamına da geliyordu. Tight ise sıkı, sızdırmaz, yapışık, sıkışık, perçinli, sıkıştırmak, sıkışmak vb. demektir.) Gell-Mann, şiirdeki son beyti anlamadığını söyleyince, rüyasındaki o esrarengiz kişi kendisine şair James Joyce’un şiir kitabındaki o bölümü okutmuş ve gitmişti. Rüya bu ya!.. Gell-Mann bu garip şiiri güçlü hafızasına iyice nakşedene kadar rüya 2-3 veya 4 kez tekrarlanmıştı. Öyle ki hiç duraksamadan hızla şiiri okuyabiliyordu. Bu rüya sayesinde Gell-Mann, ünlü Quark (Kuark) teoremini kurduğunu söyledi ve “Bunda yadırganacak bir şey yok, çünkü doğaüstü ilahi güç, diğer atom ve teknik araç modellerini kuranlara hep bu rüya muzipliğini yapıyordu” diye ekledi. Gell-Mann, üniversite kitaplığında, şair James Joyce’un bu kitabını bulmuş; biçimi, kapağı her şeyiyle rüyasındakinin aynısıymış kitap. İlk iki beyit dışında son beytin orada olduğunu hayretle görmüştü. Çünkü hiçbir zaman gerçek hayatında bu kitaptan haberi bile olmamış ve okumamıştı. Ama kısmen rüyasında okumuştu! İşin tuhaf olanı sadece diğer beyitlerin (İkili dizeler) kitapta yer almasıydı. Gell-Mann tam bu noktada öyle bir şey söyledi ki birden beynimde şimşekler çaktı ve irkildim. - “Son iki dize dışında şair diğerlerini kitabına YAZMAMIŞTI. Ne tuhaftır ki yazılmamış bölümünü ben okudum.” Sıçradım, çünkü “Hızır Tezkiresi”nde geçen “Yazılmamış şiirin ve yazılmamışın söylenmesi” cümlesi tecelli etmişti! Şiirin tamamını dikkatle Gell-Mann’a tek tek okutarak not ettim. Bunun üzerinde iyice kafa yoracaktım. Çünkü “Yazgım” beni bu işe bulaştırmıştı. “Esrarengiz güçler” ya da bir demet tesadüften biri sayesinde “Suç ortağı” misali sır ortağı olmuştum. Anladığımı kadarıyla Tezkireyle aramdı Gell-Mann’ın rüyası iletişim sağlamıştı. Fakat niçin ben?.. Gell-Mann ve ben iki ayrı kıtanın insanıydık. Ben Amerika’ya, bu laboratuara niye gelmiştim? Gell-Manna ile niçin rastlaşmıştım? Nasıl bir plan ya da rastlantıydı bu?... Kef-Kuvveyı ırk ile Kuark arasında böyle bir ilişki ortaya çıkıyordu. Bu rüya niçin benim bilgilerimle sımsıkı ilişkiliydi? Neyi tamamlıyordu, niye tamamlıyordu? Niçin ben?... Gell-Mann başına gelenlerden iyice meraklanmış ve şair James Joyce’un aile efradını buldurarak, onlarla telefonlaşmış “Şair Joyce’un bir mısrasını bilimsel buluşuna isim koymak için izin istemek” bahanesiyle bir hafiye gibi iyice konuşmuştu: Joyce hakkında aile bireyleri, o sevinçle çok şey anlatmışlardı. Onun aile içindeki kısa adı (James’in
kısaltılmışı olan) Jim=Cim idi. Şaire Quark’ın ne anlama geldiğini kendileri de sormuşlardı. Fakat şair, “Onu yazdığımı kitap yayınlandıktan sonra fark ettim. Anlamını ben de bilmiyorum, niye yazdığımı da bilmiyorum veya öylesine yazmış bulunabilirim” demişti çocuklarına… Adı ve soyadı J ile başlayan şairin ailesinde iki tane “James” olduğu için onları ayırt etmek üzere, birine J (Cey) diğerine de Jim (Cim) kısa adını takmış ebeveynleri… Jim=Cim okunuşu, aynı zamanda Arapçadaki C=Cim harfinin okunuşu olunca “Hızır Tezkiresi”ndeki bir sır daha ortaya çıkıyordu: “İsmi C=Cim olan bir Hıristiyan şairin mısralarında yazılan ve yazılmayıp da söylenen” deniyordu. Yazılan belliydi. Yazılmayan fakat yazılanlarla TAM UYUMLU olan ise Gell-Mann elbette bunlardan hiçbir şey anlamamıştı. Ama ben çok şeyi net anlamıştım Gell-Mann’ın anladığndan sadece “Kuark teoremi” ortaya çıkmıştı. Ya anlamadıklarından kimbilir neler, neler çıkartabilecektik? Daha sonra şiir üzerinde türlü karşılıkları olan kelimeleri sözlükle çalışırken, bir şeyi daha fark ettim: Gell-Mann beni öylesine şartlandırmıştı ki, onun iradesiyle çocukluğunda (Mahallesindeki muslukçu ustası Mark zihninde yer etmişti) “Master Mark”ın karşılığı “Ustabaşı Mark” ya da “Mark usta (Üstad)” biçiminde yorumlanmıştı. Önce ben de öyle sandım ama, sözlükte Master kelimesinin asıl anlamı “TEMEL, ANA, BAZ BÜYÜK” demekti. Mark ise (eski haliyle Marcus, Marcos yeni haliyle Marc, Mark gibi özel bir isim yerine) örneğin “Marka=Trade mark=Alâmetifarika markası” ya da para birimi Mark (Alman Markı, Fin Markka’sı) ya da Mark Twain (Oniki kulaç) esprisindeki gibi “İŞARETLEMEK” oluveriyordu. “Master Mark” böylece ANA İŞARET anlamına gelince, “Hızır Tezkiresi”ndeki ANA İŞARET ile birleşiyordu. Bunları başlıklarla izleyelim: QUARK, STRANGE, TIGHT ÜÇGENİ VE KUVVEİ IRK’I Ana işaretlerin ilki olan Quark=Kuark adının kelime kökenini ya da anlamını ne Joyce, ne Gell-Mann, ne ben (Hatta bir alman ürünü olan Quark markasına adını veren) bilmiyorduk. Bilinen tek şey şair Joyce’un dizeleriydi: “ANA İŞARET İÇİN ÜÇ KUARK. KUARK, SIZDIRMAZLIĞIN TUHAFLIĞIDIR.” (Ya da “Kuark yapışkanlığın garabetidir.”) İşin tuhafı, Kuark adı artık aşina ve kalıcı olmuştu. Gell-Mann’ın önerdiği biri (u) diğeri (d) olan ilk iki kuarkı izleyerek, üçüncüsü bulunmuş ve adına STRANGE (s=tuhaf, garip, acayip) denmiş, kısaca s harfiyle gösterilmiştir. Kuarkları bir arada tutan (Örneğin sss üçlüsüne Omega parçacığı denir. Ancak yanı yüklüler birbirini ittiğinden, onları bir arada tutan, güçlü nükleer kuvvetin “Alan parçacığı” olan 1 spinli) gluonlardır. Glue=Tutkal kökünden gelen bu kelime, Gell-Mann’ın rüyasında yumurtadan çıkarak, birbirine yapışık duran üç bilyeyi birbirinden ayrılmayan tutkal görevini üstlenmiştir. Bu bağlamda, TIGHT işte bu sımsıkı, sızdırmaz ya da yapışıklık terimlerinin karşılığıydı. Her nasılsa, Gell-Mann’ın “Quark” teoresini, “MİSAL ÂLEMİNDEN GELEN” ilahi misal olan bu rüyaya borçluyduk. Hatırlatma olsun diye okurlarıma, kısaca kuarkları özetlersem, (Bölünmez ve asal parçacık sanılan) proton ile nötronların, “Bileşik alanlar teorisinin amacı olan, doğanın bütün kuvvetlerinin birleştirilmesi” uyarınca ortaya atıldığını anlıyoruz. Proton, iki tane u=up=yukarı ve bir tane d=down=alt isimli üç kuark kombinezonunun “Glueball=Yapışkan kabarcık” adıyla ve (uud) biçiminde bir araya
gelmesinden ortaya çıkar. Bunun tersine nötron da udd yapışkan kabarcığı içindedir. Bütün kararsız çekirdeklerin tamamı (Bugün sayısı 8 olup, sonradan bulunan) kuarkların üçlü kombinezon tertiplenmeleridir. “Kuvvayı ırk” terimi, “Hızır Tezkiresi”nde yer alıyor ve Gell-Mann’ın rüyasındaki “Kuark”lara rüyasındaki “Kuark”lara karşılık oluyordu. Telaffuz benzerliği bile insanı irkiltiyordu. Irk (Tıpkı fark gibi) bilindiği üzere Arapça kökenli olup, dilimizde de kullanılır. Nasıl ki insan ırkları asılda veren kıstas alındığında “Siyahî ırk, beyaz ırk ve sarı ırk” olmak üzer 3 renk üzerinden tasnif ediliyorsa, “Kuark teoreminde” de renk dinamiği vardır. Kuarkların üçü aynı tipte oldukları halde birbirlerini itecek yerde. Bir arada “Gluon” sayesinde kalabilyiorlar. Gluon her biri kuarkı “Ayrı bir renk” kılarak, üçünü bir arya getiriyor. (Toplam renk BEYAZ oluyor), fakat her bir kuark üç ayrı renk olarak, kendi başına kalabiliyordu. İşte bu ispatlanmış modelle “Kuark kromodinamiği= Kuark renk dinamiği = Quarks chromodynamics” denmektedir. Renk-ırk, yapışkanlık, strange kuarkı özelliklerinin şiirselliğinin tümünün bir rastlantı olması mümkün müdür? ARK, STRING, BRIGHT ÜÇGENİ VE K-ZERRE “Ana işaretlerin” ikincisi, “Yazılmamış fakat söylenmiş” şu dizeydi: “ANA İŞARET İÇİN ÜÇ YAY. YAY PARLAKLIĞIN ŞERİDİDİR.” Ark, “Kavis ve yay” demekti. String ise ip, iplik, sicim, kınnap, yaylı sazların yayı, şerit, mekanik minik yaylar vb. demekti. Bright ise düz, parlak, yüzeyi yansıtan ve cilalı, ayrıca bright string=simli iplik, ibrişim, lepiska saç teli vb. anlamına gelebilmektedir. “Hızır Tezkiresi”ndeki “K-Zerre” sembolü, Gell-Mann’ın düşündeki “Mikrofiziğin Kuantlarına” karşılık geliyordu. Kuantlara “Quant=Nicelik” adını, onları bulan Alman Max Planck vermiş, aynı şeye Einstein da “Işık veren” anlamında foton (Photon) demiştir. Kuantların bu optik türü, elektromanyetik kuvvetin etkileşim parçacıklarıdır. Klasik Kuantlar, enerjinin noktasal (ve dolayısıyla boyutsuz) mini-mini paketçikler halinde enerjiyi ileten parçacıkları ve aynı zamanda dalgacıklarıdırlar. Enerjik ve maddi ne varsa sırf bunlardan kurulmuştur. Kuantların ilk modelini, okuyucunun aklı karışmasın diye, “Arz‘dan Arş‘a Sonsuzluk Kulesi”nin ikinci cildinde “Noktasal” diye vermiştik. Daha sonraki ciltlerinde ise “İplikçik, tünelcik” gibi on ve on bir boyutlu olduklarını da çıtlatmıştık. Kuantlar hakkında gelecek kitabımızda bilgi vereceğimiz için, şimdilik, ZigZag’ın bilimsel zafer destanlarından birinin öyküsünü anlamakla yetineceğim. Kuantlar, onları bulan Planck ve izleyenler tarafında noktasal, boyutsuz paketçikleri olarak düşünülmüştü. Elektro-dinamik yasa uyarınca böyle düşünülmesi normaldir. İster morötesi ister kızılötesi olsun, gözle görelim ya da görmeyelim, (Mutlak soğuk dereceye kadar) bu kuantlar OPTİK yani ışıyan ailedendir. Ama Zig-Zag teorisyenleri, klasik görüştekilere çok saçma gelen bir şeyi düşündüler: “Eğer elektro-dinamik” varsa, niçin bir de “Magneto-statik” model olmasın? Nitekim “Dört kuvvetin birer ALANI” olduğu ve bu kuantlaşmış alanlarda görev yapan kuantların optik yani ışıyan birinci kategoriden olmadığı, Zımni (Virtüel, saklı) esrarengiz
ikinci kategoriden olduğu anlaşılmıştı. Örneğin, iğne, mıknatısa yakalandı mı, deli gibi koşuyor ve yapışıyordu. Ya da tersine aynı kutuplar birbirini itiyordu. Bu çekim ve itimi “Işımayan, zımni (Sezginsel de deniyor)” başarıyordu. Alanlar birbiriyle etkileşirken bu görünmez zımni kuantları takas ediyorlardı. Başkalarına saçma gelen “Magneto-statik zımni kuantum” teoremini inceleme alanın aldık. Gördük ki, bunların “Noktasal” değil; uzunluklu olması gerekiyordu. Eğer zımni kuantlar böyleyse, diğer ışıyanlar (Optik) niçin yanı olmasındı? Tutarlı, YEPYENİ BİR KUANT teoremi oluşturmak çabasındaydım. Hawking, o sırada inanılmaz bir buluş başarmıştı: Birbirinden apayrı ve ilgisiz duran iki dev teoremi RÖLATİVİTE ve KUANTUMU BİRLEŞTİRECEK BİR ÖNERİ buldu. Bu buluşu matematik uygulamaya koyduğumda, kuantların noktasal, boyutsuz değil, tam tersine; on bir boyutlu mini-mini tünelcik olduğunu buldum. (1969) Makro boyutlarda “karadelik ardında olan dev tüneller”, aynı anlamda mikro boyutlarda da kesinsizlik ilkesi uyarınca atom dünyasında da vardı: Örneğin radyoaktif elementlerin “Yarılanması” sırasında, her iki atomdan birini yutmak üzere ona uzanan TÜNEL SÜRECİ vardır. Böylece tünel, her iki atomdan birini enerjiye çevirmek suretiyle imha ediyor ve geriye kalan atomlar kütlece yarılanmış (Yarı-ömür kavramı budur) oluyorlardı. Makro yani yıldızsal karaboşluk tünellerini dünyaya tanımlamış, onların topolojik yapılarını kurmuştum. “Tünel” teoremimde, hem bir anda evrenin öteki ucuna çıkacağınız “Sıfır kalınlıkta” ve “Hiçbir zaman geçmesini gerektirmeyen” bir kapı vardı. Milyarlarca yılda gidemeyeceğiniz yerlere bir anda uygun bir tünelle çıkıyordunuz. Bu “Tünelin uzunluğunun” SIFIR yani boyutsuz olması demekti. Fakat tünelin oluşturduğu Schwarzschild çift hunisini açtığınız anda bu tünelin boyu karadeliğin çekim ve büzme değerine bağlı olarak milyonlarca ışık yılı uzunluğunda da olabiliyordu. Tüneller hem sıfır uzunlukta (Noktasal) hem de açıldığında tek boyutlu olarak sonsuz uzunlukta olabiliyordu. Çünkü uzay, tünelleri kullanarak yürüyebiliyordu. Siz karadelikten geçiyorsanız, uzay size kısalmak üzere ayağınıza geliyordu. Bir nokta ya da sonsuz uzun bir yol oluyordu TÜNEL… Kuantlar da sakın aynı şey olmasındı? Her bir kuantın ardında bir tünel (Bir noktanın ardında bir kalem) olması dinimize uygundu. Bilime niçin uygun olmasındı? Böyle bir tünelin “KAPALI” olarak uzunluğu “Noktasal” yani sıfırdır. Fakat “AÇIK” olduğunda “Uzun bir iplik” gibiydi. Elbette bu iplikçik fikrinden caymak zorundaydım. Çünkü “Tünel”, (Adı üzerinde) içe geçmeye elverişli olmalıydı. On boyutlu bir iplikçik yerine 11 boyutlu yani yan yana dizilmiş ve böylece bir ZAR olmuş “AÇIK YAY” örneğini rulo biçiminde kıvırdığımda 11 boyutlu KAPALI YAY yani TÜNEL biçimi alacağını anladım. Bu açık yay, evrenin yüzeyi (Membran) olabilirdi, ama onu dürüp kıvırdığınızda (TÜNEL rulosu yaptığınızda) “Evrenin yüzeyi” yerine, evrenin BİR TÜNEL (BİR SUR BORUSU) içinde olduğu ortaya çıkıyordu. Tünel modeli kuantlar, hem Rölativite teoremindeki Hawking’in noksanlarını giderek birleştiriyor, hem de kürreden zerreye kadar “Evrenin her özünde TÜNEL denen ortak bir biçimini olduğunu” gösteriyordu. Karadelik tünelleri, bilindiği gibi Rölativite teoremi uyarınca vardır. Kuantum teoremi ise noktasal olup, iki ayrı biçim birbiriyle çelişiyordu. Oysa evrende kürre-zerre ne varsa
hepsi BİR TEK BİÇİMDE olmalıydı. Bu tekliği sayısız teorem içinde sadece TÜNEL TEOREMİ’min çözdüğünü ve bu teorem, aynı zamanda “BBT=Büyük Birleştirme Teoremleri”yle de birleştiğini anladım. Evrenin fiziği (Rölativite, kuantum, bileşik alanlar) tamamen bir tek birleşim içinde genelleniyordu. Buna ayrıca Tünel ile teğet olan Takyonları eklersem, ortaya ESİR çıkıyor ve teoriyi evrenselleştiriyordu. Bu kapıyı bana aralayan dahi Hawking, proto-tip “Kuantum ve rölativite teoremlerini birleştirme çabaları” sayesinde ZİG-ZAG öğretisi olarak mutlu sona ulaşmıştık. Bu arada Hawking’in ilk ve ilkel fakat yerinde önerisini bizden habersiz olarak ele alan Britanyalı Birleşik alan teorisyenleri, halen mutlu sona ulaşmış değiller. (Okurlarımıza burada ilk kez yazdığım bu bilgileri bilmeye can atarlardı!) Anglo-Amerikan ve Britanyalı teorisyenler, Hawking’in peşinden giderek, noktasal kuantlar yerine “Uzun iğne biçimi” kuant modelini öngördüler. Bunların daha sonra dümdüz, kaskatı değil, bir iplik ve yay gibi esnek olduğunu akıl ettiler. Nasıl ki, “Asimetrik çöken bir yıldızın, (Gök yılanı dediğimiz) iplik karadelik tekillik biçiminde çökeceğini ve böyle bir karadelik tekilliği oluşturacağını” öngördümse, onlar da bu kuant iplikçiklerinin aynen böyle bir yapısı olduğunu ve “Kuyruğunun büzüşmesi” gerektiğini anladılar. Bu ilmek atılmış iplikçiler gibi olan KUANT’lara, “STRING=Sicim ya da Yay” dendi. Bu kuant modeli on boyutludur. Daha sonra onların uç-uca getirilmesiyle Süper sicim (Super String) teoremi aşamasına eriştiler. Şahsen 1974’de tek başıma (Mutlu son olarak) ulaştığım tümdengelimli modelin “Yarım” haline on yıl sonra (1984) varmışlardı. Schwarz, Scherk ve Gren isimli Britanya grubu, 1988 sonunda da Membran (yani string denen sicimlerin yan yana oluşturduğu yüzeyi, AÇIK YAY olarak düşünüp bir EVREN ZARI bulacaklarını akıl ettiler. İşte bu yayın adı STRING’dir. Uzayı ve zamanı tıpkı bir “Örümcek ağı” biçiminde evren yüzeyi (Membran=Zar) benzerinde dokurlar. Bunlar, zaman ve uzayın dört boyutunu esneterek, dört kuvvetin akıl almaz dehşetli gücünü YAY gibi, amortisör gibi hafifleterek taşırlar. Ankebut=Örümcek suresine ismini veren ilgili ayetin asıl anlamlarından biri de kuantların geometrik çekimsel yapısıdır. Çünkü bir “Örümcek ağı”, biz kozmolojistlerin ve matematikçilerin uzay-zaman modellerinin AĞ biçiminde tasarladığımı (Evrensel bir şebeke grafiği olan) çizimlerimizdeki “İki boyutlu” gösterimine 1400 yıl önce en yakın örnektir. Bu ağ hem çok sağlamdır hem de bir karadelik onu kuyulaştırıp, dibinde yırtık oluşturacak kadar gevşektir. Evrenin String denen özelliği, sayısız kuanttan oluşmuş ve “Yaylanabilen, esnek” bir örümcek ağı biçiminde YÜZEYDİR. Her yüzey gibi o da iki boyutludur. (Tıpkı bir kitap sayfası gibi) 1989 yılı içinde Anglo-Amerikan grubu, nihayet bu zarı, kıvırıp-bükerek (Konik bir yuvarlak olan) “Kapalı yay” biçiminde bir rulo olabileceğini de anladılar. Bunu onlara gösteren de Hawking idi. İşte 15 yıl önce (şahsen) akıl ettiğim TÜNEL buydu ve 1989’da ötekiler ancak bu noktaya ulaştılar. 15 yıl önce hemen herkes noktasal kuantları düşünürken, bu sonuca erken ulaşmamın nedeni “Enbiya-104.ayet” olmuştur. Ayetle evren seması (Uzay-zaman) önce düz kitap sayfaları olarak MİSAL verilmiştir. Gauss’dan başlayarak uzay matematiğini ve soyut geometrisini kurabilen biz modelistler yüzeyi iki boyutlu ve kalınlıksız bir tabaka
olarak sunar, sonra her bir ayrı tabakayı ÜST ÜSTE koyarak, onun üç boyutlu modelini ve o modelde hareket eden ya da statik bükülen bir olayın durumlarını davranış olarak belirleriz. Ayette “Kitabın sayfaları” diyordu ve iz uzay matematikçilerine geometrik uzay modellerinin nasıl kurulacağını bu mübarek MİSAL ilham ediyordu. Ayet, daha sonra kıyametle “Bu sayfaların kıvrılıp-dürüleceğini” bildiriyordu: “O gün semayı (Uzay-zamanın membran yüzeyini) bir kitabın sayfaları gibi kıvırıp düreceğiz (Yuvarlayacak ve bir izafi çap oluşturacağız.)” Böylece açık bir yayı (Membranı) bükersiniz, kapanmaya eğilimli bir “Yarı-açık yay” elde edersiniz. Bunu tam kıvırıp birleştirirseniz, TÜNEL denen evrensel biçimi bulursunuz. (*) Bir tünelin kalınlığı (Tekillik maksimal çapı olan) Hilbert’in mini mini aralığıdır. Hilbert uzayını, okurlarımız “Arz’dan Arş’a Sonsuzluk Kulesi”nden hatırlayacaklardır. Enbiya-104. ayet sayesinde “Tünel biçimi Kuantlara” 15 yıl önce ulaşmama rağmen diğer kuantumcular bunu henüz akıl etmiş değiller. O kadar dolambaçlı gidiyorlar ki, belki iki yıl içinde ancak Enbiya-104’ün sonucuna ulaşabilecekler. Bu nedenle öğretimizi izleyen okuyucu, “Everest Tepesi’nde sandığı dünya bilim adamlarının” üzerine çıkarak düşünecekler ve şimdiden onları aşmış olacaklardır. Nitekim bizim açık yay ve kapalı yay (Tünel olan her iki görüşümüz de kabul edilmiş ve “Kuantlarda noktasallık” terk edilmiştir.
Hızır tezkiresi, Joyce’un mısralarında şöyle birleşiyordu: “HER KİM YAZILMAMIŞ SÖYLEDİĞİNDE, ONU VAKTİ GELİNCE İDRAK EDERSE, 7 MESANİ BUUTLARIN BATINDAKİ SIRRININ SEBİT (7) İLE SABİT OLMUŞ KUVVAYI IRKİYYE ESRARI İL/AHİSİNE MURABBASIYLA MAZHAR OLUR.” Bunu sadeleştirirsek şöyle diyordu: “Her kim, yazılmamış söylendiğinde zamanı gelince onu kavrarsa, 7 şifreli boyutların batındaki (içteki) gizliliğin 7 ile sabit kılınmış (belirlenmiş) Irk-Kuvvetlerinin ilahi sırrına açıktaki dörtlüsüyle birlikte ulaşmış olur.” Yazılmamış söylemişti. Zamanı gelmiş ve kavramıştım: Kur’an’ın 7 ile belirlenmiş ve batında (İçte, tünel içinde saklı) 7 boyutu daha vardı. Bu boyutlar çok mini-mini bir çapta ortaya çıkamamış, saklanmış, pusup büzülü kalmışlardı. Gerçekten matematik hesaplarımız, bir Kuantın, iplik halinde ON ve membran (Zar) halinde ON BİR boyutlu olduğunu bize en az düzine teorisyenimizin ispatıyla doğrulamışlardı. Açıkta “Dört boyutlu” (Uzay-zaman) olduğuna göre, (11-4=7) içeride suskun ve açığa çıkamayıp, kıvrılı kalmış 7 boyut daha vardı. Eğer bunların tümü açığa çıksaydı, biz 11 boyutlu bir evren görecektik. (*) Allah buna göre bize uygun beş duyu ötesinde 400 kadar duyu daha verebilirdi. Ama bunların insanı iadesi AHIRET’e bırakılmıştır. Dördüncü cildimizde de izleyeceğimiz gibi ALLAH rabıtası bizzat Kalb (Gönül) uzayı, bir KEHF (Mağara) biçiminde tüneldi. Onun ardında 7 mesani saklı bir uzay-zaman vardı. Buna SZIR deniyordu. Ve o sırrın ardında hiçbir yere sığmayan, fakat bir mümin’in kalbine sığan ALLAH yolu, irtibatı vardı!.. Planck ve Hilbert uzaylarını topladığınızda 11 boyutlu oluyorlardı. Planck uzayı dışa açılmış 4 boyutlu; Hilbert uzayı da içe açılmış 7 boyutlu olunca, toplam 11 boyutlu bir RUH yapısına sahip olduğumuz
ortaya çıkıyordu. Maddeci için 4 boyutla, beş duyuyla yetinmek tam bir entel cehalettir. Manacı (Sprirtualist) için tam cehalet ise BİLİMSİZ olarak manayı muğlâkta bırakmaktır, hayal âleminde gezmektedir. Oysa evren madde beden ve manevi yapımız olarak komplike 11 boyutludur. (Bunu ölür ölmez anlayacağız ama geri gelip de söyleyemeyeceğiz. Çünkü o zaman biz İMTİHAN ediliyor olamazdık.)
İşte bu büyük sır çözümlenmişti: Kuantlar, BOYUTLU uzay-zamanı içerliyorlardı. Ama aralığında tünel içinde) hapsolan 7 boyut karanlıklarında bükülü kalmış, buna karşılık açılmışlardı!..
Planck mesafesinden bize doğru kendi nefislerinde (Yani Hilbert genişleyip, dışarı çıkamamış ve bizim tersimize Hilbert uzayında
DÖRT uzayı kendi geriye
Büyük patlamada dört boyut (Üçü mekân biri zaman) açığa çıkarken, saklı diğer boyutlar, tünelin BERZAH ardında kaldılar. Bunlar halen de iç âlemlerinde (Enfus, kendi nefislerinde) gizlidirler. Bu nedenle evreni zahirdeki 4 boyutlu görüyor, diğeri MESANİ yani 7 gizliliği batında görmüyorduk. Dördü bize SABİT MURABBA görünürken, yedisi SABİT-MESANİ olarak görünmüyorlardı. DARK, STRENGHT, LIGHT ÜÇGENİ VE K-KÜRRE K-Zerreyi anladıktan sonra K-Kürreyi geçebiliriz: Bunun da inanılmaz bir aydınlık veren QUASAR=Kuazarlar olduğunu Apendix’lerimizin bitiminden sonra anlayacağız. Gerçekten kuazarların boyutları “Kürre boyunda yani makrofiziğe uyan boyutlardadırlar. Onların ışımasında öyle bir STRENGHT=Kuvvetlilik vardır ki, o aydınlık (Light) bize inanılmaz biçimde ulaşmaktadır. Bir kuazarın bir saniyede bıraktığı ışık enerjisi, bin dünyanın bir milyon yıllık uygarlık enerji ihtiyacını karşılayabilmektedir. İşte böyle bir “Işıma (Light) kuvveti (Strenght)” olan Kuazarların AKDELİKLER olup olmadığını başlık konusunda anlayacağız. Bundan önce “Üç karanlığın” sırrını soracağız. Çünkü üç aydınlık ile üç karanlık birbirinin SİMETRİSİ ve göstergesidir. Zıtların birbirini göstermesi avantajıyla bu konuya “Üç karanlık” tespitinden sonra girebiliriz.
APENDIX-4
“ÜÇ KARANLIK” Üç aydınlık kavramını, topluca (Yani “Hızır Tezkiresi” ve Gell-Mann rüyasıyla birleşince) şöyle tespit etmiştik: * K-Kürre= Kuazarlar * K-Zerre = Kuantlar * K-Kuvve = Kuarklar Aydınlığın üç K harfindeki Qua (Kuva okunur) gerçekten Arapçadaki KUVVET (Kuvve) kelimesiyle ÇOK BÜYÜK BİR ANALOJİ (Benzeşim) göstermektedir. Üç aydınlığın bulunmasıyla “Üç karanlığın, Müslüman bilim adamlarınca daha sonra bulunacağını”
Tezkire’den biliyoruz. Şimdi bu konudaki tespitlere geçelim: Üç aydınlık sırrını izleyerek “Üç karanlık” diye Kur’an’da da geçen sırrın aslında pek çok yorumu vardır. (Örneğin ana rahmindeki bir bebek adayı ceninin organik üç karanlık zar ardında korunduğunu okurlarımız duymuş olmalılardır. Biz burada üç karanlığın kürrezerre-zaman karşılıklarını soruşturacağız.) “Hızır Tezkiresi”nde ZİKREDİLEN ÜÇ Z(ZULMET) HARFİNİN KARŞILIKLARI: ZKÜRRE, Z-ZERRE VE Z-ZAMAN’a karşılık gelen ZİFİRİ, ZIMNİ ve ZEMANE’dir. “ZİFİRİ ZÜLMET”, öyle bir terim olmalıydı ki, hem Z-Kürreyi temsil etmeli hem de KKürreye karşı simetrik durmalıydı. Yani Kuazaların karşısında bulunmalıdır. Böyle bir bulgumuz var: Biliyoruz ki, bütün gözlemler, “Karadeliklerin bir Kuazar içinde gezdiğini” gösteriyor. O halde karadelikler bu küresel karanlık için biçilmiş kaftandır. Zaten olay ufku ve iç olay ufku ile birlikte bir de tekilliğe kadar giden ÜÇ ZİFİRİ KUTUR (3 karanlık çap) karşılığı “üç karanlığı” olduğunu bilim olarak bulmuş ve bir önceki cildimizde buna yer vermiştik. Karadelik olay ufku, onu bizden saklayan ve dinimiz verilerinde “ZULMET HİCABI=Karanlık örtü, zifiri perde” olarak geçmekteydi. Daha kuazarlar bilinmezken ve bulunmazken, genç bir öğrenciyken, “Bir karadeliğin karşıtında BİR AKDELİK olması gerektiğini” söylemiştim. Ama, daha karadeliklere inanılmıyordu ki, Akdeliklere inanlısın!.. Çaresizdim.. İnatçı değilsem de bilime güvenim tamdı. İhtimal hesapları gösteriyordu ki, karadelik ardında bir tünel olmalı ve tünelin ucu da Akdelik olmalıydı. Akdelik ve karadelik ikilisi (Yazı-tuğra gibi), bir tünelin iki kapısı olmalıdır. Şu farkla ki, tıpkı bir mıknatıs gibi (DİPOLE) olan tünelin “Karadelik=Black hole” adını alan YUTMA (Emisyon) çıkışıdır. Kısaca karaboşluk yutar, akboşluk kusar. Siyahdelik ne yutmuşsa, beyazdelik onu yeniden oldurur. Karadelikler HUNNES gereği, çekimsel çökmenin en aşırı halidirler. Çünkü Hûnnes gücü, çekimle anlatılır. Çekim, kelime olarak “Toprak” demektir. Toprak bizi çeker ve öldürür. (Grabe=Mezar) “Evrensel simetri uyarınca ÇİFT ÇİFT yaratılış” gereği, akdelikler (Beyaz-boşluklar) da KÜNNES’in temsilcileridir. Bu da evreni GENİŞLETEN ters çekim, pozitif-ivmedir. Bir başka anlamıyla da ANTİ-GRAVİTATİON = Levitation yani evrensel itim, ters çekimdir. Akdelikler bu “Evrensel itimin” (Levitation) en aşırı halidir. Çünkü Künnes gücü levitation ile anlatılır. Levitation, topraktan bitme, havlanma demektir. Bu da bize hayat verir, mezardan biri diri ortaya çıkarır. (Levite=Yükselme, bitki tohumunun topraktan sürgün vermesi, baharla birlikte yeniden yaratılışla yükselme. Bitkinin tohumundaki genetik bilginin (ENFUS) onu biçimlendirmesi (AFAK) ve parapsikolojik paranormal havalanma.) Hünnes yani karadelikler “ÜÇ KARANLIK” ile temsil edilirler. Bu karanlığın adı ZİFİRİ ZÜLMET’tir ve üç Z harfiyle gösterilir. Zifiri Zülmet’in göksel anlamı “OLAY UFKU=Zulmet hicabı”dır. Diğer zulmet Z’sinin adı, yine Kur’an cifirinde ZIMNİ’dir. Zımni’nin anlamı Virtüel, sezginsel demektir. Örneğin kuvvet alanlarının parçacıkları görünmezler, bunlar diğer kuantlardan, hiç ışımamakla ayrılırlar. Oysa bunlar da kuantlardır. Ama diğer kuantlar
ışık verir ve aktüeldir. Bu kuarklar ise hiçibr biçimde ışık vermezler ve virtüeldirler. Fakat hissedildiklerinden zifiri değil zımnidirler. (Örneğin mıknatısın çektiği bir demir eşyanın, mıknatısa yapışması sırasında hiçbir ışıma çıkmaz ama çeken kuvvet, mıknatıs ve o cisim arasındaki görünmeyen ZIMNİ kuantların elektromanyetik alanda alış-veriş kurmalarını sağlar.) Buna karşılık, (Örneğin ampülü yaktığımızda) elektriğin ışıdığını görürüz. En baştan beri, biri “Madde”yi; diğeri “Enerji”yi oluşturan iki takımı sunmuştum. Maddenin de iki takımı vardır: asıl madde, gölge madde… Enerjinin de biri aktüel (Optik, ışıyan) diğeri virtüel (Zımni, ışımayan) iki türü vardır ki bunlar, yaratılış patlamasından sonra ayrışmışlardır. İşte ZIMNİ kuantlar bu görünmeyen, fakat kuvvetin birimlerin olan kuantlardır. Işıyan kuantlara bu bakımdan FOTON(Photon) adı verilmişti. Foto=Işık demektir. Sonunda Z harfi de “ZAMAN ENERJİSİ”dir. Bunu öğretimiz mensuplarından Kozirev teşhis etmiştir: Zamanın bir enerji kalıbı vardır ve görünmez. Söz konusu tezkirede değindiğim üç Z harfi ayetteki “ÜÇ KARANLIĞIN, Z-Kürre, ZZerre ve Z-Zaman” adını, * Z-Kürre: Zulmetin zifiri hicabı=Karadelik ve onun olay ufku örtüsü * Z-Zerre: Zımni zerreler=Işımayan kuantlar, kuvvetin taşıyıcısı kuantlar * Z-Zaman: Zaman enerjisi=Kozirev’in bulduğu ışımadan yayılan bir enerji kalıbıdır Gelecek cildimizde sunacağımız bu “SABİT” ve TEK YÖNLÜ kuvvetleri kısaca şöyle tanımlarız: * Zulmet=Çekimin en son haline işaret olduğu için “GRAVİTATİON” * Zımni=Görünen ve görünmeyen kuantlar arasındaki fark yani TERMODİNAMİK denen ısı dengelenmesi * Zaman=Adı üzerinde zaman ve onun enerjisi ile gerçel ve sanal zaman boyutları (Zaman enlemi reel; zaman boylamı imajiner olup, ikisinin oluşturduğu alan enerjisi ortaya çıkmaktadır.) Bu “Üç karanlık kuvvetin” (ÇEKİM, TERMODİNAMİK ve ZAMANIN) ortak bir özelliği vardı: Üçü de PARALEL OLARAK TEK YÖNLÜYDÜ: Çekim hep kütlenin merkezinedir. (Elma bu yüzden yere düşer!) Termodinamik hep sıcaktan soğuğa bir dengeleme ısı farkı kapama akımıdır. Bu da tersine çevrilemez. (Soğuk sıcağa akmaz, soğuk hava ve su yükselmez.) Son olarak “Zaman” hep, geçmişten geleceğe akar. (Yarına randevu verilir, düne değil!) Bu üç karanlık kuvveti ters-yüz edip de üç aydınlık haline getirirsek, (Nedensellik ilkesine rağmen) şu sonuçları elde ederiz: * Karadelik çekimi yerine AKDELİK itmesi (Evren bunun için genişlemektedir.) * Termodinamik tek yönün TERSİNMESİ (Evren bunun için büzüşecektir.) * Zamanın ileri akması yerine TERSİNMESİ (Evren büzüşünce, zamanın akması da tersine
dönecektir.) Bunu Kur’an cifirinden de doğrulandım. (*) Müzemmil 17/18. ayetlerde Allah şöyle buyurmaktadır: “EĞER SİZ KÜFÜR (İnkar) EDERSENİZ, ÇOCUKLARI AKSAÇLI İHTİYARLARA BENZETECEK KADAR ŞİDDETLİ BİR GÜNDEN KENDİNİZİ NASIL KORUYABİLECEKSİNİZ? SEMA (Uzay-zaman, evren) BİLE O NEDENLE YARILMIŞ VE O’NUN (Allah’ın) VAADİ EYLEME GEÇMİŞ, GERÇEKLEŞMİŞTİR.” Bu ayette, zamanın “Ucu ve başı” birleşip aynı şey olmaktadır. Yaşlılığın ileri hali, “Yeni doğmuş bir
bebek
benzerinde”
ya
da
tersine
“Bebeğin
doğum
öncesi”
çok
yaşlı
bir
insan
görünümündedir. Nedenselliğin baş ve sonu, genişleyen evrenin, durmasıyla birleşecektir. Baş ve son kavuşunca, “Doğum öncesi ölüm ile ölüm sonrası doğum” arasında kalanlar olacaktır. Bunların çocuk mu, ihtiyar mı olduğuna karar verilemeyecektir. Ayrıca zaman geriye çalışacağı için, ölüler mezardan geriye kalkıp dirilmiş gibi kıyamete şahit olup, o dehşeti yaşayacaklardır. Sadece defterleri “İliyyin”de olan Müslüman ölüler için bu dehşet fark edilmeyecek, onlar, İliyyin tüneli yoluyla, evren takvimi dışında kalacaklardır. Müminlerin tamamı, yeniden dirilişe kadar “Kabzedilmiş” olacaklar ve kıyameti kabirden bile görmeyip, sadece dirilişlerini hatırlayacaklardır. Onların İLİYYİN yoluna (Yukarı katlara) çekilmesi, kıyamet alametinden olan “Bir rüzgârın müminlerin canını, latif (kolay, zevkli) biçimde alması ve kıyametin kâfirler üzerine kopması” verisine dayanmaktadır. Bu ileri konuları, “Çeyrek Kala – Çeyrek Gece KIYAMET” isimli eserimizde sunacağız.
APENDIX-5
SUR BORUSU BUHARLAŞMASI “Zaman okunun üç türüne” daha önce uzay-zaman çizelgelerini anlatırken değinmiştik; gelecek cildimizde de zamanın boyut enerjisi ötesindeki SON ÇÖZÜMÜNE ulaşacağız. “Zaman oku”, bildiğimiz psikolojik yönünde termodinamik yönünde ve evrenin genişleme yönünde olmak üzere üç türlüdür. Bizim psikolojik olarak ileriye aktığını bildiğimiz zaman oku, mekân boyutları gibi reel=gerçel bir sayıyla (√-1 yerine √+1=+1) olarak yazılsaydı, Feynmann’ın gösterdiği “Ebedi ve ezeli bir zamana” ulaşacaktık. Yani yaratılışın sonlanamayacağı bir zaman elde ederiz. Bunun bize büyük yararı var: Çünkü yaratılışın geçmiş ve gelecekte bir kereye özgü olduğunu ve gelecekte yeniden yaratıldıktan sonra EBEDİYEN hiç sonunun gelmeyeceğini gösterip, “Ebedi hayatı” garanti ederken, yaratılış tekilliğimizi mecburi kılar. Ama bizi Big Bang öncesindeki “Kalu bela” dönemi gibi öncesizliğin başına götürür. İşte bu KUR’AN ile paralel harika buluşu, maddeci bilim adamları “Ezeli yaratılmamış olmamıza rağmen, ezelde sonsuz öncesizlik” açmazı ile istismar ediyorlar. Oysa tünellerin hem sıfır kalınlıkta hem de evrenden bile uzun olması gibi zaman boyutu da hem sıfır hem sonsuz olur. Bu ikisi uzay-zaman boyutu olarak birleşince “Tanrı ihtiyacımız olmadığına” bizi inandırmak için Hawking’i bile kapak konusu yapmışlardır. Oysa biliyoruz ki, ezeli bir zaman bizi Big Bang öncesindeki RUH-AKIL-NEFİS-GÖNÜL
dörtgeninin yaratıldığı döneme götürmekte, madde öncemiz olduğunu da kanıtlamaktadır. Madde olarak Big Bang ile birlikte yaratılmamıza rağmen, Ruhsal materyal ve takyonlar evreni olarak daha önce yani “Yola çıkmadan amaca ulaşmış” RUHLAR düzeyinde yaratıldığımızı reel bir zaman boyutu açıklar. (Fakat kalp gözü mühürlü olan biri böyle düşünse, zaten imana gelirdi. Bu bakımdan Hawking’i “Tanrı ihtiyacı yok” biçiminde yorumlayanlara sakın inanmayınız sevgideğer okurlar…) Evrenin tek yönlü kuvvetlerinin tamamı DARK=Karanlık (Zulmet, zifiri, zimni, zamani ve zemini) olmaktadır. Gell-Mann’ın rüyasındaki “Dark” Hızır Tezkiresi’ndeki Zulmet ile özdeşleşmektedir. Elbette Kur’an’sız bir bilimle çözülemezdi bunlar. Bu bakımdan, GellMann’ı kınayamayız. Tam tersine Hıristiyan olmalarına rağmen Gell-Mann ile şair Joyce her nasıl planlandıysa bize iletişim elemanı olmuşlardır. Bilime katkılarında seçilmelerinde dinlerinin olumsuzluğu yoktur. Çünkü BİLİM, ONU KİM İSTERSE ONUN MALIDIR. Bilim müminin kayıp malıdır. Çünkü müminler onu ehli kitap ve ateistlere kaptırmışlardır. Buna rağmen onların Hidayete erme garantisi yoktur, sadece bilimin gidişine katılırlar. Tezkire’deki 7 IRK KUVVETİ, belki de yüksek bir genelleme ve tümdengelimli olarak BÜYÜK BİRLEŞTİRME TEOREMİNİN ereğidir. DARK (Karanlık) ARK (Yay teoremi) ve KUARK (Güçlü çekirdek kuvvet birimleri) içinde, daha fazla sayıda evren kuvvetlerinin habercisidir. Bunlardan evrenimize sadece dördü (Bizim dört boyutlu uzay-zaman örneği, güçlü ve zayıf çekim kuvvetleri, elektromanyetizma ve çekim kuvvetleri) açığa çıkmış; diğerleri de evren ötesine saklanmış olmalıdırlar. Bu, evrende 7 saklı, 4 zahiri kuvvetin olduğunu ve toplam olarak 11 kuvvetten oluşmuş bir bileşik alan teoremi yapılabileceğine işarettir. Örneğin tardyon (Madde), lukson (Kuantlar, enerji) ve takyon (Soyut madde) birimlerinin kuvvetleri bir üst sistemde birleşecektir. Bunları dördüncü cildimize ertelemekle birlikte şöyle özetleyebilirim: Kuvvayı-ırk=Irk kuvvetleri, belki de birleştirilebilen üç kuvveti (Zayıf ve güçlü kuvvetler ile elektromanyetizma) işaret ediyor, fakat Çekim denen dördüncü kuvvetin bunlarla birleşemeyeceğini işaret ediyor olabilir. Çekim kuvvetini de kuantlaştırmak için süper çekim teorileri oluşturulmuştur. Örneğin graviton denen (Elektromanyetizmadaki foton, zayıf kuvvetteki bozon ve güçlü kuvvetteki gluon denen değiştirme parçacıklarının benzerinde) diğerleri gibi spinleri 01/2-1-3/2 değil; bunun devamı olan 2 spinlidir. (Tamsayı 2 dönemli) Bu da evrende alışılmamış bir spindi. Dolayısıyla Gravitonlar hep sürüncemede kaldı. Daha sonraki teoremler fotina, gravitino vb. gibi daha üst parçacıklarda önererek iyice çıkmaza girdi. Oysa tek yanlı kuvvetler yani çekim, zaman ve (Big Bang genişleme enerjileri sonucu) termodinamik oku bir çizelgede yukarı eksenlerle gösterilirse, yatay eksende de doğanın “İKİ YÖNLÜ” diğer üç kuvveti gösterilirse,(Ayrıca soyut bir çizelgede tek yönlü kuvvetlerin oku tersine çevrilirse) 9 kuvvet grubu ortaya çıkacaktır: Bunlar elektromanyetik kuvvet, zayıf kuvvet, güçlü kuvvet, çekim, zaman, termodinamik yönü, ters-çekim, ters-zaman ve ters-termodinamik dokuzlusunun bir üstte birleştiği onuncu boyut olarak ta TAKYONLAR-ESİR (Nur) düşünülünce, tüneller (Yay=ARK, sicim=String
de deniyor) ortaya çıkacaktır. Kuantların yapısı bu on-on bir boyutludur. Ama süper uzay üzerinde ayrıca NUR denen sonsuz özenerji bulunmakta olduğundan bütün kuvvetlerin en üst bileşik alanı bizim Corn Hole dediğimiz SUR BORUSU bileşiminde yer alacaklardır. O zaman en büyük tünelin, ana tünelin SUR BORUSU olduğu ortaya çıkmaktadır. Şu anda evrende ne varsa (Takyon, lukson, tardyon) tümü “Sur borusuna bağlı” olup, kendilerinden oraya tek yönlü (Üflemeli) olarak emisyon vermektedirler. Emisyonun kaynağı, Allah’ın rızkının verildiği Levh’i Mahfuz’dur. Oradan bize gelen ve adı RIZK olan yaşam destek birimleri, bizde işlem gördükten sonra, karşılık olarak başka bir dönüşüm halinde ”Sur borusuna” iade olunmaktadır. Sürekli orada toplanan bu “ÇIKTILAR”, RIZK DENEN GİRDİ’LERİN ÖDENTİSİDİR. Ama bunun tersine Sur üflenince, rızık değil; anti-rızık dediğimiz (Panzehir yerine zehir) amellerimiz bize dönecek ve öldürecektir. Allah rızkı kesilince kıyamet bizi kıskıvrak yakalayıverir. Sur borusu denen ANA TÜNEL (Bütün evrenlerin ana tüneli) ya da bilimdeki koyduğum adıyla CORN HOLE=KORN LOCH=Nefhi Surul karın=Sur borusu, Zülkarneyn borusu, doğası gereği, bütün tünelleri, yani misal âleminin tümünü kendi bünyesinde konik olarak topluyor ve her tünel “Yuttuğundan” yani üfürmediğinden, sadece içine çektiğinden, evrenin düzeni şimdilik iyi işliyor. Ama biliyoruz ki, tüneller, er-geç yutan uçlarındaki karadelikleri de imha ederler. Böylece “Yutan kapı” kapanınca geriye sadece “Saçan kapı” kalır. (Bu “İsrafil As.’ın Sur borusunu üflemesi” karadeliklerin yutacakları yerde, tersine saçarak işlevlerini TERS-YÜZ etmelerine işarettir.) Çünkü Hawking bize, karadeliklerin (daha doğrusu arklarındaki tünellerin) bir sızıntı=ÜFLEME yaptığını da göstermiştir. İşte onun bu bulgusu benim “Corn Hole=Boynuzlu ana tünel” teoremimle birleştirildiğinde ortaya “Sur üflenmesi” fenomeni çıkmaktadır. Sur’un İKİ KEZ üflenmesini Kur’an ve hadisler resmen bildiriyorlar. Öte yandan saklı ayetler (Örneğin “Onlar derler ki, ‘Rabbim bizi iki kez öldürdün iki kez dirilttin, çıkmaya bir yol var mı’” ve “İki doğu ile batının Rabbi” ayetlerini okurlarımız önceki ciltlerimizden hatırlayabilirler) Sur’un iki kez üfleneceğini bildirmektedir. İki kez “OL” ve iki kez “ÖL” uyarınca Sur borusu iki kez üflenecektir. Bu “ÖL” emrinin önceden başlaması, daha sonra “OL” denmesi ile yaratılmamızı” açıklar: Biz ebediyen var olacağız ve bir daha ölmemiz yasaklanacaktır. Çünkü doğumdan önce ”Zaten ölüydük” ama Kalu belada vardık yani diriydik. Bundan önce yine ölüydük, çünkü hiç yoktuk. Sadece ALLAH vardı ve biz ezelden ölüydük. Önce dünya hayatında sonra da kıyamette iki kez öleceğiz. Bu sıra yokluk denen ölümden başladığı için ebediyen diri kalacağız: OLÖL-OL-ÖL: Sonuç ikinci ve son “OL” ile bitecek ve ölümü asla tatmayacak, Cehennem ya da Cennet’te (İster Malik ile İster Rıdvan ile dost olarak) ebedi yaşayacağız!.. Rıdvan tercihan dostunuz olsun sevgideğer okurlarım. Çünkü o öylesine müşfik, öylesine sevecen, öylesine insan sevgisi dolu ki… Rıdvan denen Cennet’in baş meleğinin Allah’ın RAHİM ismiyle, fakat Cehennem baş meleği olan 19’un lideri Malik’in duygusuz (Merhamet, şefkat bilmeyen) yapısı ile yüzleşmeyelim. Cehennem’in görevli melekleri olan zebaniler insan düşmanı değillerdir.
Onlar için EN GÜZEL CENNET, içlerinde bulundukları CEHENNEM’dir. Onlar, “Bu güzeller güzeli Cehennem’de” insanların niçin böyle bağırdıkları, dehşetle oradan çıkmak istediklerinin nedenini hiç bilemezler, anlayamazlar! Çünkü onlar Cehennem dışında yaşayamazlar, tıpkı bizim uzayda, havasız yerde yaşayamayışımız gibi… Onlar için en leziz gıdalar, zakkum, irin, kan, kaynar su, kezzap ve en temiz hava kara dumandır. Onlar, başka bir mekân tanımadıklarından, kendilerince “Bu en güzel mekândan” insanların şikâyet etmelerine “Nankörlük” diye bakmaktadırlar. Bu yüzden Zebani dene melekleri “Zalimlikle” suçlayamayız. Onların Cehennemlikleri sunacakları menü (Sofra) bellidir: Orada olan yakıcı eriyikler ve ateşten yiyecekler!.. Üstelik (Örneğin) zakkum olmasaydı, insanoğlu orada açlıktan kıvranacaktı. (Üstelik ölmek de olmayınca açlığın sonu gelmeyecekti.) İnsan gölge arayınca, orada tek gölge (Fakat kaynar bir gölge) olan duman sunulacaktır. Bütün bunlar Rahim değil ama Rahman (İnkârcı kulunu da rızıklandıran ALLAH anlamına gelen) esmasının sonuçlarıdır.
İLERİ BİLGİLER: 75
SİYAH-KIRMIZI-BEYAZ ŞİLTLER “Üç aydınlığın makro sırrı” olan Akdelikler, hem ayette hem Hızır tezkiresinde hem de Gell-Mann’ın rüyasında “3 Dark=3 karanlık” zıddı olan “Üç aydınlığın” birincisidir. Bütün bunlar “Garip bir rastlantı” sayılabilir. Ama Cifir öyle bir operasyondur ki, rastlayınca hiç yer vermez ve mutlak kaderin fonksiyonelliğini anlatır. Şimdi bir dizi garip tesadüflere daha değineceğim. * Karadelikleri (Schwarzes löcher) ve uzayın hunileşmesini bulan, Alman kozmoloğu Karl Schwarzschild (Şvartsşild okunur) idi. * Karadeliklerin ardındaki karşıt hunileşmeyi (Worm Hole denen tüneli) bulan Danimarka asıllı, Alman Serp Rosenskild=Sepp Rothsihld idi. (Rotşild okunur. Dan’ca yazılışı Rosenskild okunuşu Rosşild olup, Ros kırmızı ve Rosen “sen” yani oğlu ekiyle geçmektedir. Andersen, İbsen vb. gibi.) * Karadeliklerin çıkış ucu olan Akdeliklerin bulucusu Danimarka asılı Alman Hans Weissschild (Vayzisşild okunur)’dir. Okurlarımız biraz dikkat etmiş olurlarsa, her üç soyadı arasında analojik bir yapılanma benzerliğini fark edeceklerdir. Her üçü de “Tünel astronomisinin” kurucuları olan bu ünlü bilginlerin soyadlarındaki Almanca “Schild” kelimesi, Türkçe sözlüklere “Şilt” diye geçen bir tür nişan, madalya anlamına gelmektedir. (Skandinav dillerinde de Skild yazılıp, şild okunan bu kelime “Bayrak şeridi, milli renk kordelası” anlamına da gelmektedir.) Yani Alman dilinde Schwarz=Siyah, kara; Rot=Kırmızı, al, koyu pembe (Eskiden Roth yazılırdı) ve Weiss=Beyaz, ak anlamındadır.
Böylece kronolojik sırayla “Kara şilt, kırmızı şilt ve beyaz şilt” anlamındaki soyadlarının temsil ettiği bu üç renk Alman bayrağının o dönem yatay şerit renkleriydi. Ben de o dönemde doğdum. Daha sonra beyaz şerit yerine acı sarı şerit eklendi.) * Schwarzschild, karadeliği 1917’de bulmuş ama bu adı (Schwarzes loch) 1969 yılında J. Wheeler koymuştur. Schwarzschild, “Yıldızların ölümü ile insanın ölümü farklı değil. Her ikis de kara kabre gömülüyorlar. Ama benim kara kabrim MÜSLÜMAN mezarlığında olsun” vasiyetini yaptığında, dört tanık adresleyerek Müslümanlığının da tescilini yapmış, Zig-Zag kütüğünde “Karadeliklerin bulucusu olan Müslüman üyemiz” diye şilt üzerine kazılmıştır. * Danimarka’da doğduğu için adı önce Serp Rosen Roskilld olan, daha sonra Alman uyruğuna geçtiğinde adını Sepp Rotschild (Dünyada Rosen diye de tanınır) Allein takma adıyla “Halidi-Batı” kolunun ikinci lideri olduktan başka. Yugoslavya’daki “Halidi-Doğu” kolu dergâhını da kurdu. Yugoslavya ve Arnavutluk’u da Müslüman ülke sayan Rothschild, daha sonra son kez adını (M. Halid’in hatırasına atıf yaparak) “Umar Khalid=Ömer Halit” yaptı. Arnavutluk’taki mezarında halen bu isim yazılıdır. Rothschild, Einstein’dan otuz yıl daha önce, yani henüz ortada Rölativite teoremi ve Karadelik olgusu yokken, polarizasyon çiftlerini dengeleyen bir felsefik “Hemzemin ödemler geçidi” ya da “Gizli bir fizik haberleşme kanalı” önermişti. 1917 yılında Karl Schwarzschild’in “Çekimin aşırı hali olan sonsuz büzüşmüş bir yıldızın, uzay-zamanı bir uçurum gibi çukurlaştırması” tespitinin bir karşıtı olması gerektiğini de göstermiştir. Çünkü böyle bir çukurluk konisinin tek olamayacağını, bir karadeliğin teğet olduğu diğer komşu uzay-zaman bölgesinin de eşit etkiyle aynı biçimde çukurlaştırması gerektiğini matematik olarak gösterdi. Ortaya çıkan (Bizim Zülkarneyn sembolü dediğimiz kozmik kum saati) iki huninin boğazlaşmasının “Karadelik ardında bir tünel” olduğu anlamına geldiğini ve arkaya yol verdiğini matematik ispatla gerçekleştirdi. Schwarzschild, gözünden kaçan bu “Simetrinin” varlığını hemen kabul ederek Rothschild’e katıldı. Aynı gruba ayrıca Rosen ve Podolsky de girdi. En sonra ise Einstein “Gizli değişkenler” önerisiyle bu gruba katıldı. Önce adı “Compansating Channel=Ödemeler-dengelemeler kanalı” olan bu görüş, şimdi Worm Hole = Solucan deliği, kurt yeniği” ismiyle de bilinmektedir. Böylece beş ünlü bilgin “Tünel yolunu” açtılar. Şimdi okurlarımız bir şeye daha dikkat etmelidirler: Rothschild’in ön adı Serp’tir. Serp ismini, harf harf yazar ve karşısına aynı harflerle başlayan bilginlerin adını yazarsak, yine garip bir rastlantı çıkacaktır: S= Schwarzschild E= Einstein R= Rotschild ve Rosen P= Podolsky * Hans Weisschild ise, onların tümünün gözünden kaçan bir şey fark etti: Bir karadelik ardındaki tünelin bir de çıkış ucu olmalı ki, “Yutan ucun” yuttuğunu “Nakletmek” üzere o kapıdan fırlatsın!.. Dünyada ilk ve tek olarak kendi adıyla kurduğu “Weissschild çıplak negatif tekillik” astronomisi daha sonra “Akdelik teoremi” olarak benimsendi. Ne tuhaftır
ki, kara (Schwarz) deliği Schwarzschild; beyaz (Weiss) deliği ise Weissschild bulmasına rağmen bu isimlendirme daha sonra yapıldığında, bulucularının soyadhlarına bağl olarak bir armoni ortaya çıkıyordu. Karl Schwarzschild ve Serp Rotschild’i izleyerek Hans Weissschild’den de söz edelim: Bir evlat, tali olarak da anne sülalesin (Bekârlık) soyadını taşır. Beni doğuranın adı Eva Weissschild idi! Dünyada ilk ve tek (Halen yine tek) akdelik astronomisinin kurucusu olarak Schwarzschild’in kendi buluşu olan Schwarzes Loch = Karadelik için “Benim kabrim” diyerek ölüşün simgesi olarak Akdelikleri öngördüğümde onu, ana rahmindeki üç karanlık içinden, aydınlığa doğan bir bebek aday (Cenin) ile özdeşleştirdiğim için “Beni doğuranın” bekârlık soyadını teorime vermiştim. Çünkü o dönemde henüz karadeliklere isimleri 1969’da verilmişti. Dolayısıyla simetri olsun diye “Akdelik, beyaz boşluk = White Hole” öncesi “Weissschild süper ışıyan yıldızında negatif uzay-zaman” tali olarak anne soyadıma atıf olarak kısaca “Weissschild astronomisi” olarak sunmuştum. Fakat hiçbir zaman beni doğuranı annem olarak kabul edemedim ve sürekli tavsadım. (*) “Beni doğuran” diyorum, çünkü ondan annelik görmek bir yana, ömrümce kendisini bir kez tanıyıp, temelli vedalaştım. Eğer “Normal” bir anne söz konusu ise muhakkak o, Rahmetli Müfide Atalay Hanımefendi’den başkası değildir. Arapça “Müfid” faideli (Faydalı, yararlı) anlamındaki kelimenin dişi biçimi olan Müfide Hanım, öylesine “Faideli” idi ki, O’nun en küçük faydası, Müslüman olmamadaki inanılmaz başarısıdır. O’nun sayesinde Müslüman’ım ve bu O’nun sayesinde bu mübarek dini biliminin hizmetindeyim. O’nun sayesinde şimdi bu kitapları okuyorsunuz. Ben sizlerden nasıl ki ilmimi esirgemiyorsam, sizler de hemen şimdi bir Fatiha’yı O’ndan esirgemeyin ki adalet oluşsun sevgideğer okular!..
Weissschild astronomisinin ortaya çıkmasının bir kısa tarihçesi var: O dönemde kozmoloji (Evrenbilim) birkaç sayfada yazılı bilgilerden ibaretti. Kozmogoni ise Big Bang teoreminden ibaretti. Fakat Hubble’dan on yıl önce kozmolojiye inanılmaz Schwarzschild yıldızı (Karadelik) konuk olmuştu. Ama buna hemen hiç kimse inanmıyordu. 1964 yılında yüksek öğrenimin üçüncü sınıfındayken Schwarzschild ve Rothschild grubunun “Karaboşluk, tünel” sürecini tek benimseyen bendim. Onların akıl edemediğini, tünelin çıkış ucunu “Weissschild astronomisi” olarak belirlemiş, öğretmenim Werner Heisenberg ile tartışmak üzere Berlin Üniversitesi’ne yollanmıştım. Kuantum fiziğinin en ünlü mimarlarından biri ve kesinsizlik (İndeterminizm) ilkesini kurucusu Heisenberg’in matrislerine “Tünel sürecinin” varlığını borçlu olmamız nedeniyle özellikle “DESTEK” aramak için gitmiştim. Çünkü Heisenberg değişkenleri, bize bir varlığın ardında “Olasılık=İhtimal hesapları” uyarınca bir TÜNEL aralığı olduğunu söyler. Buna rağmen, Heisenberg’in karadeliklere inanmadığını hayretle gördüm. “Matematiksel Weissschild metrikleri teoremimi” inceledikten sonra, fikrini şöyle belirtti: - “Sen hiç olmayan bir otobüsün, kapısından binmeden öteki kapısından inmeye kalkışmışsın. Eğer bir Weisschild yıldızı benzeri varsa, biz onu çok görürdük. Çünkü, Schwarzschild yıldızının hiç görünmemesine karşılık, senin yıldızının bağıra bağıra, “ben buradayım” demesi gerekir, çünkü kendi hesaplarına göre bu yıldız görülmemiş bir ışık vermelidir. O halde bu işi hemen bırak ve gerçekçi şeylerle uğraş.”
Heisenberg, “Tünele” otobüsle; karadeliği “Biniş kapısıyla” ve akdeliği “iniş kapısıyla” özdeşleştirerek, böyle alay yollu bir imada bulunmuştu. Ertesi yıl öldüğünde üç yanlışı birden ortaya çıkmıştı: Big Bang’e inanmıyordu ama ölüm yılında Wilson-Penzias-Peebles büyük patlamanın denel ispatını yaptılar. İkinci olarak, “Belirsizlik ilkesi” ise sadece ışık hızı aşılmadığında geçerlidir. Eğer ışık hızı (Öyle ya da böyle) aşılırsa, kuantum teoremi bütünüyle hapı yutar. Heisenberg ertesi yıl, yani 1965’te öldüğünde, ne Big Bang’den ne de Kuazarlardan kıl payıyla haberi olmadı. Heisenberg’in yanlışları bana cesaret vermişti. En büyükler bile bir yada birkaç hata yapabiliyorsa, onları niçin sarsılmaz, tartışılmaz bir inançla doğrulamalıyız!.. “Işımanın” beklediğim AKDELİK niteliğindeki bir yıldızın 1960 yılı itibariyle, sadece mavi dev bir yıldız sayılması yüzünden ben de farkında olamadım. Ama beş yıl sonra (1965) bu çok parlak cisim “Yıldız ya da galaksi olmadığı” anlaşılınca ümitle “Akdelikler hipotezime” sarılmıştım. 1965 yılı bilimin “Sihirli” bir yılıydı. Big Bang ve Kuazarlar ikisi birden ortaya konmuş, bir yandan da çok güçlü radyo teleskoplar, gökdürbünlerinin gösteremediği ufuklardaki “Kudretleri” bize göstermeye başlamıştı. “Harika bir çocuk” olduğum söylenemez, sevgideğer okurlar, sadece kozmoloji, kozmogoni, kuarklar gibi birleşik alan parçacıklarının, Big Bang ve radyo astronominin benim dönemimde keşfedilmesi (Biyografimi yazan Taylor’un söylediği gibi, “Bilimin patlaması sırasında, bilim ile yaşıt olmam”) avantajlarım vardı. O dönemde ne kadar yeni şey bulunmuşsa, bir not defterine sığdırılabiliyordu. Bu erken dönemde bilim dünyasına katılmam kolay oldu. Hem de fiziğin birçok dalından nefret etmeme rağmen… (*) Hatta öğrenciliğimde çok düşük notlar almışımdır. Mekanik avantaj denen basit iş makineleri (Palanga, çıkrık, vida, çark, kaldıraç gibi) ve basit şeyler nedense hafızamda hiç tutunamaz. Bunları, sadece ders geçmek için kopya hazırlarken öğreniyordum. (Dolayısıyla kopya çekmeme de gerek kalmıyordu.) Sevmediğim, yani çok basit olan bir konuyu aklımda tutamayışımdan ötürü hep mağdur oluşumdur.
1961 yılında yükseköğrenime geçmiştim Astro1fizik ile mikrofiziği eşit olarak hırsla izliyordum. 1960 yılında Schmidt’in “Dev mavi yıldızlar” diye bulduğu o çok parlak radyoastronomik cisimlerin aradıklarım olduğunun farkında değildim. 1915 Rölativite, 1917 Schwarzschild karadelik astronomisi ve 1927-1929 Hubble ile 1963 Kuarklar (GellMann) ve buna bağlı olarak “Birleşik alanlar” üzerinde iyice egemenlik kurmuş, asistan düzeyine ulaşmıştım. 1965 yılında Big Bang’in ispatı ardından, kozmogoniye dört elle sarıldım. Bu arada bileşik alan teorisyenlerine de bilerek ya da bilmeyerek yığınla malzeme bulmuştum. Sonsuzu sınırlandırmak, ayar (Gauge) matematik anomali giderilmesi vb. gibi yaptıklarım transfer edilerek kullanılıyordu. Ben genç olduğum için, yayınlanan bir makale, hemen “Kaşarlanmış” özellikle Yeni Dünyalı Anglo-Amerikan ve Yahudi-Amerikan öteki bilim adamlarınca çarçabuk değerlendiriliyordu.
İLERİ BİLGİLER: 76
AKDELİKLER UFUKTA GÖRÜNÜYOR Schwarzschild’in karadeliğinde, Rothschild’in tünel sürecine gönül vermiştim. Ama onların hiçbirinin düşünemediğini de düşünmüştüm. Tünel “Bir yere ve bir kapıdan” açılmalıydı. Yani karadeliklerin tersine bir akdelik neden olmasındı? Schwarzschild metriklerini ters-yüz ederek Weisschild metriklerini oluşturdum. Akdelik adayı Kuazarlarla ilgili birkaç konu başlığı açacağım. Dileyen okuyucu Kuazarları okumadan atlayabilir. Söz konusu “Akdelikler” hipotezim, eğer doğruysa, Heisenberg’in dediği gibi ve her türlü radyasyon vermek zorundadır. Akdelik tanımına en yakın göksel cisim KUASARLAR bulunmuştur. Kuasarlar radyo astronominin evrenin en uzaklarına açıldığı ilk yıl 1960’ta Alan Sandage tarafından gözlenmiştir. Gelen radyo sinyalleri, kuasar’ın yüzey ısısını 30.000°C olarak saptanmıştır ki, bu Güneş yüzeyinin beş katı bir sıcaklık olup, Sandage bu nedenle onu “Süper mavi dev” bir yıldız sanmıştı. 1964’te “Akdelikleri” dünyaya ilk kez önerdiğimde, Marteen Schmidt yıldızlardan çok farklı olduğunu kanıtladığı bu Sandage’ın yıldızlarına 1965’te “Quasistellar objects; Quasistar sources” kısaca QSS dendi. Anlamı “Yıldızsı (Yıldızı andıran) radyo kaynağı (ya da cismi)”dir. Bu esrarengiz gök cisimlerinin yorumunu bugün Quasar=Kuazar genel adıyla sunacağım. Schmidt’in, tespitlerine göre Kuazarların olağan yıldızlardan farkı, kızılötesi (IR) bandında radyo dalgalarından (UV) morötesi ışımaya kadar tüm radyasyon bandlarını (Kütlelerinin yarısını bu uğurda tüketmek pahasına hovardaca) harcamalarıdır. Fakat bu enerji hiç bitmemekte, “Yerine konmaktadır.” Kuazarların kaynakları Güneş sistemimizden de küçük bulunmuştur. Yani ne Hubble’un galaksiler tasnifine; ne de Herzsprung-Russel diyagramındaki yıldızlara girmezler. Bugün 200’den fazla kuazar bulunmuştur. Bir derecelik-kare (Dolunay çapı yarım derecedir) gök alanında 8-10 kuazar gözlenmektedir. Bunların milyonlarca ve milyarlarca olması gerekmektedir. Kuazarlar geleneksel astrofiziği alt-üst eden üç çelişkiyi gösterirler. Onların nokta kadar küçük kaynağı, akıl almaz bir aydınlığı, evrenin en uzak bölgesinden bize ulaştırmaktadırlar. Şimdi bu akdelik tanımına uygun düşen kuazarların üç özelliğini sunalım: Bunlar kısaca “En küçük, en aydınlık, en uzak” diye bilinir. Evrenin en uzağından en yoğun ve keskin ışımayı yapan kuazarların aşırı aydınlığı nedeniyle “İçyapıları” görülemiyor ama tüm radyasyonu yayınlamakta olduğunu biliyoruz. Bu görülmemiş emisyon, (Gök takviminde çok kısa diyebileciğimiz) aylık, hatta haftalık periyotlarla değişmeler gösterir. Oysa tasnifteki diğer bütün cisimlerin aydınlatma periyodundaki değişme binlerce yılı bulmaktadır. (Kaynak olan gök cismi ne kadar büyükse, aydınlatma miktarındaki bu değişiklikler de onbinlerce yılı bulacaktır.) Kaldı ki
normal göksel cisimler ışıma yönünden kuazarlara oranla yok denecek kadar yoğundur. Kuazarların ise haftada bir aydınlatma miktarları iki katına çıkıp, yarı-yarıya azalmaktadır. Bir yıllık dönemde yayımlanan ışığın düzenliliğini korumak için bu düzenli değişme periyotlarından onların çok yoğun ve çok küçük olmaları gerekir ki; tüm sistemce hemen hemen aynı anda aydınlatma değişsin!.. Net olmayan en kusurlu görüntülerle bile bir kuazarın bir ışık ayı çapında (780 milyar km, 1017 cm) olduğu görülmektedir. Oysa galaksimiz 360.000 ışık ayı genişlikte (otuz bin ışık yılı yarıçapındadır.) Netliği bozulmuş bir kuazar lekesi bile normal bir galaksinin yüz bin ila milyonda-bir çapta fakat bir galaksiden bin ila milyar kez daha şiddetli ışımaktadır. Bize en yakın kuazar dört milyar yıl ötede olup, galaksimizin yüz binde-biri çaptadır ama galaksimizden yüz bin kez kuvvetli ışık saçmaktadır. Gelen ışımanın asıl bilgi kaynağı tam merkezde noktasal çapta, çok düzenli ve çok şiddetli radyoelektriksel tek bir sinyalin varlığıdır. Bu çok yüksek manyetik alanda dönen yüklü parçacıkların yayınıdır. Bunu aksiyonların çekimsel mercek yöntemiyle sinyalin birkaç km. çapındaki bir gramofon saçağından geldiğini ileri sürerek açıklamaya çalıştım. Bu ilhamı tıpkı karadelik yakalama diskinin tersi olan bir yakalama diski (Desaccretion disc) olarak düşünmüştüm. Gramofonun en geniş yeri birkaç ışık ayı gibi gözükmekte ve diğer radyo parazitlerle beslenmektedir. Öğretimiz kuazarların gerçekte “karanoktalar” kadar, onlarla özdeş mini-mini çapları olduğunu kabul etmiştir. Çünkü son derece küçük bir çaptan son derece büyük bir ışıma gelmesi, üstelik bu enerjinin hiç bitmemesi akıl almaz bir görüntüdür. Orası sanki Cehennem fırınıdır. Noktasal bir kaynağın evrenin en uzağından, içinde bulunduğumuz galaksinin yüz binmilyar katı kadar bizi aydınlatması gerçekten akıl almaz bir olaydır. Kuazarların kozmik uzaklıklardan kendilerini keskin bir ışık emisyonu ile hissettirmeleri için, trilyonlarca güneşe denk enerji yaymaları gerekir. Öyle ki en güçlü teleskoplar bile onların gerçek iç çaplarını gösteremez. Ancak elektromanyetik metrik gamın tüm radyasyonları ve radyo dalgalarını yayınlarlar. Oysa normal hiçbir cisim bunu yapamaz!.. İçinde bulunduğumuz galaksi en az yüz milyar güneşten oluşur. Bizim toplam galaktik radyo sinyallerimizin milyon katı kuazarlardan gelir. Işımalarını ölçerek saniyede bıraktıkları enerji dünyamızın milyonlarca yıllık enerji ihtiyacına eşit bulunmuştur. Bünyesinin sadece yarısını UV (morötesi yüksek enerjetik fotonlar) ışını olarak saçmakta, kütlelerin önemli bir bölümünü enerjiye çevirmektedirler. Oysa bu güçlü ışıma şimdiye kadar onların kütlesini çoktan yok etmeliydi. 3C147 simgeli bir kuazar gözlendiğinde milyonlarca yıldıza bedel enerjisinin kendisince üretilmediği anlaşılmıştır. Kimi kuazarların yüzey sıcaklığı 100.000°C’dir. Enerji madde dönüşümü (E=mc²) uyarınca en ihtiyatlı rakamla yılda en az on milyon güneş kütlesine eş enerji ışımakta olan kuazarların tayfı, asla yoğun bir yıldız tayfı değil, ince-sıcak bir gazdır. Kuazarların galaksilere göre ışınımı çok büyüktür. Yakınımızdaki galaksi bir kibrit alevi kadar ışıdığında en uzak kuazarlar 100 watt ampul gibi yanmaktadır.
Bin galaksi parlaklığında, on küsur milyar yıl geride en küçük optik çaptaki bir cismin ışıması çelişkisi çok anlamlıdır. İlk bulunan kuazar (3 C 273) dört milyar yıl ötedeydi ve astronomi tarihinde bu mesafe görülmemiş bir uzaklıktı. Bu inanılmaz uzaklığa rağmen bulunan ilk kuazar kırmızı ışık yayımı ile bize seslenecek kadar güçlüydü. Şimdilerde bulunanlar ise 16 milyar yıl ötededirler. (10²³ km ötede OQ172 ve QH471 sayılı iki son kuazar hemen hemen evrenin gözlem ufku sınırında olup, birkaç yıl sonra onları hiç göremeyeceğiz.) Onların bize uzaklığıyla orantılı olarak “Kaçmaları” hızlanmaktadır. Hızlanıp uzaklaştıkça da sonunda ışık hızına ulaşıp, gözlem ufkumuz ardında gözümüzden kaybolacaklardır. Her an bir uzak kuazar rasat ufkumuz dışında kalmaktadır. OQ172 kuazarı ışık hızının %92’si hızla gözümüzden kaçmaktadır. Böylece evrende en uzak ve en hızlı kozmik cisimler kuazarlardır. Kuazarların bu uzaklığı, evrenin “Hubble yasası”yla uyuşum halinde olmasına rağmen, kuazarların bu akıl almaz uzaklıklara tartışılmakta, bir kısım astronomlarca, yıldız-galaksi kümelerinin ışığının, birkaç yüz milyon ışık yılından daha fazla uzaklıktan fark edilemeyeceği ileri sürülmektedir. Tayfın, kırmızıya kayması evrenin atomlarının bizden uzaklaştığını anlatır. Merkez bir galaksi verildiğinde çevredeki galaksiler, bu merkeze uzaklıklarına göre daha hızlı uzaklaşırlar ve uzaktaki ışık hızıyla gözümüzden yiter. Tayftaki kırmızıya kayma ya evrenin genişlemesi, ya da çekimsel ışığın gecikmesi mekanizmasıdır. Bu ikincisi özel, diğeri genel durumdur. Yakın galaksiler bizden (z=0,3) değerde, fakat kuazarlar z=2 ya da 4 gibi değerlerde kaçmaktadır. 3C9 simgeli kuazar ışık hızının %80’i ile (z=2) bizden kaçarken optik olarak da gözümüze ışımaktadır. Bu kuazar 12 milyar yıl ötededir. z=4 değerli OQ172 ise optik değil ama radyo ışımayla bizden uzaklaşmaktadır. Merkezi 6 x 10²² km. öteden gelen bu radyoelektrik sinyal olduğundan ayırt edilmişlerdir. Bu kuazarların ışığı yola çıktığında, daha Güneş sistemimiz bile oluşmamıştı. Onların şimdi gelen ışığı 4-12 milyar yıl önceki tarih, mazi ışıması geçmişin “Ekranizasyon” olayıdır. Bunlar şimdi çoktan başka bir şeye dönüşmüşlerdir ya da yerlerinde yokturlar. (Mevakiin nücum=Yıldız yerleri!) Aslında kaçması ışık hızına erişen bir kuazardan bize ışık gelmediğinden, bu hıza erişenler “Gözlem ufkumuzdan dışarı” giderler. (Işık kaynağı ışıktan hızlı gidebilir ama ışık sabit hızını korur. Bağnazca ışık hızı üstünü yasakladığımız için, gerçekte Hubble formülüne bir “Çıkarma elemanı” eklenmektedir.) Optik küçük çaplarına rağmen, inanılmaz aydınlatma miktarıyla olağanüstü uzaklıklarda bulunan kuazarlar karadelikler kadar akıl almaz sayılmaktadırlar. Kuazarların yakınımızdaki en parlak galaksilerle en uzaktan boy ölçülmesi, yani galaksilerden milyon kat uzakta oldukları halde, bize ışıklarının ulaşıp, görünebilmesi için ışık enerjilerinin akla hayale sığmaz büyüklükte olması gerekiyor. En uzaktaki bir cisim içinde bulunduğumuz galaksiden nasıl daha fazla ışık verir? Aydınlatma miktarının Cehennem’e eşit olduğu kuazarların uzaklıkları tartışmalıdır. Kuazarların kendilerine yakıştırdığımız uzaklıklardan çok daha yakın olduğunu söylemek için (Çok güvenceli olan) “Hubble yasası”nı tümden terk etmemiz gerekirdi. Onların “Hubble yasası”yla bulduğumuz kadar uzak olamayacakları söz konusu edilirse,
kuazarların özel durumlarından söz edebiliriz. Buna göre evrenin genişlemesi uyarınca tayf “Genel olarak” kırmızıya kaymaktadır. “Özel olan” ise çekimsel kırmızıya kaymadır. Karadelik gibi bir çekim alanında yakalanan bir kuazar ışığı, ışık yolu üstündeki bu “Ağırlıklı bölgede” gecikebilir, özel Doppler kayması gösterir. Bu elbette onların kırmızıya olağanüstü kaymalarını açıklar. Ancak incesıcak bir gaz olan kuazar tayflarını açıklamaz. Bu tayf sıradan bir yıldız tayfı değildir. Eğer bu güçlük giderilseydi kuazarların bir karadeliğe çöktüğü düşüncesiyle birleştirilebilirdi. Hız kavramıyla ilgili olarak “Kuazarlar bize göreceli olarak yakın” olan ve galaksi merkezinden yüksek hızla atılmış novalar ya da kozmik bir küme olarak da lanse edilmiş, ama bu düşünce bırakılmıştır. Çünkü böyle bir dışa atılma (Nova) her yönde ve eşit olarak galaksi merkezini terk eder, bize doğru gelen ise kırmızıya değil, maviye kayardı. Bazen de çekimsel mercek denen rölativiteyi ve aksiyon varsayımını doğrulayan bir göz aldatmacası da bizi kandırabilmektedir. (*) Nitekim Halton C. Arp de aynı yanılgıya uğramıştı. Kuzarların hem düzensiz hem sıradan galaksilerle ilgili olduğuna NG3 1073 galaksisi örnektir. Söz konusu galaksi 75 milyon ışık yılı ötede olup, içindeki üç kuazarın da (Hubble yasasına göre), 5,8 ve 9 ışık yılı ötede ve yine 70 milyon ışık yılı uzaklıktaki NGC 2859 galaksisinin (Çekirdek çevresi %0-5 kaçma hızı gösterir, spiral kollarında da dört uydu galaksisi vardır. Bunlardan içinde de birerden) üç kuazar bulunduğunu (Hızları %20, %70, %83 c) ispat olarak kullanmaya çalışan Arp’ın en ilginç bulgusu da 6 kuazarın üçerli iki hat üzerine dizilip, hatlar birleştiğinde de sanki tümü aynı yerden kaynaklanıp, çifter çifter uzaya yayılmış izlenimi verdiğini göstermesiydi. (İki hat güneye doğru ışık hızının %81, %39, %76; ikinci hat %81, %41, %74 değerindedir.) Oysa birbirine böylesine yakın ve iki unsur farklı süratte kırmızıya kaymamalıdır. Bu ilginç keşiflere rağmen kuazarların yakın bir galaksiye bitişik olduğu halde neden uzaktaymış gibi en büyük hızlarda tayfının kırmızıya kaydığını “Çekimsel mercek” yanıltması olarak gösterdik. Henüz bilmediğimiz ilkelere dayandırmadan önce bilimden tüm mevcutlar kullanılıp, tüm veriler sınanır ve bunar yetersiz ise, yeni yasalara başvurmak gerekiyor.
Büyük radyo bileşenlerinde kuazar filmlerindeki “Kırınım merkezinde” bir kuazar barındırıp, barındırmadığını ayırt ettirmeyince galaksi içinde gözüken kuazarların kesin ayırımını kısmen “Çekimsel mercek” denen rölâtivist doğal yöntem yapmaktadır. Bir galaksinin çekimini mercek niyetiyle kullandığımızda, uzayın genişlediğini, rölativitenin uzaklarda da geçerli olduğunu ve Hubble yasasının 6 milyon ışık yılı ötesinde de fazla sapma göstermediğini anlıyoruz. Bu yöntemle bazı galaksiler ile kuazarlar ayırt edilmiştir. Ancak bazı galaksilerin merkezlerinde açıkça kuazar bulunmaktadır. Aydınlatma periyotlarının değişmesi bu galaksilerin ya da nebulanın doğurduğu gaz-toz gölgelemesi ya da perdelemesidir. 1983 yazında 3C48 çevresinde de sönük bulut perdesinin ışınımı incelediğinde, burada genç ve sıcak yıldızlarla dolu tipik bir galaksi tayfı gözlenmiştir. Kuazarların bulutlarla çevrilmesi onların galaksi merkezi olduğu düşüncesini sağlamıştır. Birçok kuazarın enerjisi onu soğuran bulutlara da kısmen yansımaktadır. Tayf soğurma çizgilerini “Kuazarların galaktik bulut materyali yaydığı” yorumuyla açkılarız. (Oke ise kuazarların çevrelerindeki bulutu yutan karadelikler olduğunu ve galaksinin sonuna
geldiğini söylemektedir.) Kuazarların galaksi oluşturma yeteneğini soruşturmak üzere “Kuazar” benzeri gök cisimlerini sıralayalım: * GÜDÜK GALAKSİLER: Zwicky buldu. On bin ila yüz bin ışık yılı çapında ve tümü olağanüstü parlak H gazından yapılmıştır. Bunun nedeni kuazarlar kadar küçük çaplı olmalarıdır. Bugün binden fazla bulunmuştur. * UV (Mavi) GALAKSİLER: Haro ve Luyten buldu. Optik çapları küçük olup, bu yoğun UV ve mavi optik ışıma yapar, ancak kuazarlar gibi radyo sinyali vermezler. Bunlardan 500 kadar bulundu. * SEYFERT GALAKSİLER: 1943’te Carl Seyfert buldu ama çözümü 1965’te kuazarların anlaşılmasına kadar bekledi.
İLERİ BİLGİLER: 77
KUAZAR MERKEZLİ GALAKSİLER CEHENNEM’İN YAKITI NEREDEN GELİYOR? Seyfert galaksileri çekirdeğinde bir kuazar olan galaksilerdir. Aydınlatma periyotlarına göre bu kuazarların boyutu Güneş sisteminden on kat daha büyük olmasına rağmen, olağanüstü IR (Kızılötesi) bandındaki radyo yayını normal bir galaksinin 100-1000 katı daha güçlüdür ve yayın 300 ışık yılından küçük bir çekirdek tarafından yapılmaktadır. Bu çekirdek tek başına çevresi kadar enerji yayar. Optik küçük çapları dolayısıyla gözlenemeyen çekirdek IR astronomisi ve tayf ile analiz edildiğinde çok sıcak, enerjetik ve süper iyonize olmuş bir gaz ışımasını bize buldurmuştur. Üstelik bu gaz 16.000-30.000°C yüzey sıcaklığına ve santimetreküpte üç milyon atom yoğunluğu göstermektedir. (Yıldızların tümünde 10²4 atom bulunur, yıldızlararası uzayda ise cm³’te bir atom vardır.) Bir Nova, fazlalığın denge gereği atılmasıdır ki, yerel bir kıyamettir. Bir süpernova ise göksel bir kıyamet olup, yıldızın, bir yıldız şehrini kendisiyle birlikte havaya uçurması dehşetidir ve gözlenen en büyük patlamadır. Kuazarlar ise bir kez değil, SÜREKLİ SÜPER NOVA halinde akıl almaz enerjetik bir kıyamet süreklisidirler. Kuazarlar bu akıl almaz enerjilerini nereden almaktadırlar? Cevabının “Cehennem’den” olması bir abartma sayılmazdı. Kuazarların sonsuz enerjileri için birçok teorem ileri sürülmüştür ki, bunlardan akılcı olan alternatiflere kısaca yer verelim ve mümkün olup olmadığını görelim: 1- INTERACTION: Doğada bilinen en güçlü kuvvet (Güçlü nükleer kuvvet) yalnızca yıldızların oluşumuna yetecek güçtedir. Dev cehennem enerjisi saçan kuazarların herhangi bir doğa temel kuvvetinden kaynaklanmaları mümkün değildir. Çünkü Fare dağ
doğuramaz!.. Nükleer fusion kuvveti yalnızca yıldız enerjisi oluşturup, böyle bir kuazarın hakkından gelemez. 2- ANNIHILATION: Bu görüşe göre madde-antimadde yok olmasının ürünü kuazar enerjisinin nedeni sayılmaktadır. Bilindiği gibi eşlenik maddeler moleküler bileşmeye girmez ve birbirini yok ederler. Kuazarların enerjisi böyle bir yok olma ürününe yorumlanmışsa da beraberinde uygulamada sayısız güçlükler getirmektedir. Daha evrenimizin “Baryonik” ya da iki bölgeli veya karışık olup olmadığı tartışılmaktadır. Galaksimiz maddeden kuruludur. Tersi olsaydı fark ederdik. Örneğin iki galaksi ya da iki bulut karışıp birbirini yok ediyorlarsa geniş ve düzensiz bir ışıma gösterirler. Bu da kuazar olabilmek için, sözgelimi madde-antimadde bulutunu kuşatıp “Yuvarlak” olma gibi özel bir şart ister. Üstelik antimaddenin yoğun ya da seyrek, ya da sıcak-soğuk sıfatlarının bilinmesi gerekmektedir. Eğer böyle olsaydı biz durmadan milyonlarca süpernova şiddetinde patlamalara rastlar dururduk. Eğer uzakta, bir “Madde-antimadde galaksi çifti” yok oluyorsa, o zaman da bu ışıma kuazarın yarıçapının yüz binlerce katı genişlikte olmalıydı. Antimaddeyi ise bugüne kadar kozmik ışınlar dışında gözlemiş değiliz. 3- KARANLIK MADDE İKMALİ: Galaksi aylasındaki gaz-toz materyali ve tek tek yıldızların göründüğü madde köprülerinden de ya da galaksi içindeki madde değişimi yaptığı saptanan sürekli bir akıntı vardır. Ancak bunlar da dev enerji ihtiyacını karşılayamaz, başarsaydı bile sürekli olamazdı. 4- NOVA: Merkezden atılan hidrojenin üretim kaynağı on milyon yıl önceki kozmik patlamalar olup, bunlar gelecekte de patlayacaklardır. Bu patlamanın süregelen katkısı Andromeda’da da, galaksimizde de dev kaynağı oluşturur. Ama bu özel bir şart gerektirmektedir. Novaların hiçbiri kuazar kalitesinde bir ışıma göstermediğinden, yok olmaları milyarlarca yıldan beri bitmesi bütün kütlelerini çoktan çevreye yaymaları gerekmektedir. 5- DEVLER FUSİONU: Kuazarlar ilk bulunduklarında mavi dev yıldızlar sanılmıştı. Ancak, ışık hızına ancak yakın bir dönme enerjisinin böyle bir enerjetik ışımaya çevrilmesiyle bu seçenek mümkün olabilirdi. Merkezde her tür tüm yıldızların dış çatışmalarından doğan sideral zincirleme tepkilerin oluşturduğu bir güç düşlenmiştir. Ancak bu Samanyolu çekirdeği için geçersizdir. Çünkü şimdi net ölçülenin “3.000 katı daha yoğunluk” gerektirmektedir. Merkezde milyon güneş kütlesine eşdeğer çok aşırı-yoğun bir küme vardır ve bu yıldız kümelerinin sıkışıp, birleşip sideral fusion (yıldız kaynaşmaları) sonucu tek parça olarak birleştiği öne sürülmüştür. Ama bu, hem sürekli ışıyamaz hem de radyasyondan ziyade iç çatışmalarından çıkan serbest çekim enerjisi bırakır. Kaldı ki böyle dev birleşik bir yıldız büyüdükçe ömrü kısalır. Öyle ki, bu dev kütle, kararsızlığı sonucu çoktan çöküp dev bir karadelik olmalıydı. Bir mavi dev nasıl olur da içinde bulunduğu galaksiden daha çok ışık verir? Üstelik mavi devler, çabuk ölüp bir karadeliğe dönüşmelidirler. Sayısız mavi dev yıldızın
aynı türde ve çok yakın olarak birbirine çarptığını var sayarsak, bu küme bize kuazar olarak görünmüş ve enerjisini de bu çarpışmalardan ürettiğini söylerdik. Ama bu çok özel bir sistemdir. Oysa kuazarların bir kısmı katrilyon güneş enerjisi vermektedir. Böylesine dev rakamlar, mavi yıldız fusionundan çok çok büyüktür. 6- KARADELİK ENERJİSİ: Tünel teoremi uyarınca karadelik-akdelik ikilemi yekdiğerinin enerjisini sağlar. Bu durumda Kuazarlar kendilerini çevreleyeni yutan karadeliklerin içine çökmüş olmalıdır. Gerçekten de bu yöntemle kuazarların karadelikler içinde gezdiği doğrulanmıştır. Karadelik bileşimleri ya da onların yuttuğu dev güneşlerin yok edilmesi kuazarlarda gözlenen sabit hızla ve tükenmeyen enerji üretimini açıklamaktadır. Eğer böyleyse kuazarlar sonlarına gelmiş galaksiler de olabilirlerdi. Bilinmeyen başka bir neden yoksa (Örneğin Hoyle-Narlicar madde üretim mekanizması) buradaki dev enerji başka bir uzay ya da varlığın kendi neden ya da sonucundan ışıyan bir madde naklini gerçekleştiren “Bükümlü delik” girişi olan bir karadelik ve/veya akdelik (Kuazar) olup, enerjisi seken bir galaksiden gelmektedir. Galaksiler gerçekten de ilkel gaztoz bulutlarının yoğuşmasından değil; kendi çekirdeklerinden oluşmalıdır. Bu da çekirdek görevi yapan bir karanokta gibi, aşırı yoğun bir cismin patlaması sonucu ulaşan şok dalgaları (ya da ideohoplazmik manyetik ekran ya da çekimsel dengesizlik) sonucu galaksiler ortaya çıkıyor demektir. Evreni izlediğimizde, 4 milyar yıldan sonra kuazarları; galaksiler sınırına kadar Seyfert galaksilerini ve bundan beride de galaksileri görüyoruz. Bunu basitçe anlatırsak “ÖNCEKİ GÜN” sınırında “Kuazar” olarak bulunan bir cisim, “DÜN” merkezinde bir kuazar bulunan Seyfert galaksisi, BUGÜN ise Samanyolu; YARIN da bir karadelik olacaktır. (Kuazarları tarihe mal ettiğimizde bu sonuca ulaşmaktayız. Buna “Arian evrimi” denmektedir.) Galaksileri soruşturduğumuzda, onlardaki “Kütle kaybı” sorununu görmüştük. Gruplaşan galaksilerin kütlesi genel rölativitenin öngördüğünün ancak yüzde-biridir. Bu madde açığı sürekli merak konusu olmuştur. (Galaksilerarası uzayda dev bulutlar gözlenmekle birlikte, bunların payı çok küçüktür.) Galaksimizden her yıl bin güneş kütlesine eşit sıcak madde çekirdekten fırlatılır. Bu durumda otuz milyon yılda çekirdeğimizin boşalması gerekirken, bu madde açığı aynen yerine konmaktadır. (Hoyle’un “Madde üreten mekanizması” buna yorumlanmıştı.) Galaksi düzleminden ve diğer taraflarından gelen enerji miktarları farklıdır. İzotropi bir güneş kütlesine eşittir. Çekirdek otuz milyon yılda boşalacağına bu kütleyi düzenli ikmal ederek hatta milyarlarca fazlasını da novalarla çevreye fırlatmaktadır. Yani galaksi çekirdekleri hiç de sakin değildir, tam tersine olağanüstü şiddet olayları göstermektedir. Gerek kendi çekirdeğimiz, gerekse komşu Andromeda gökadasının çekirdeği dehşet verici dinamizme sahiptir.
İLERİ BİLGİLER: 78
GALAKTİK KARADELİK TOHUMU Galaksi çekirdeğimizde ne olduğunu anlamak için, ön bilgi olarak IR astronomisini gündeme getirelim. IR denen kızılötesi ışınlar, enerjetik biçimde hızlandırılmış yoğun ve sıcak partiküllerin durulması, soğuması sonucu oluşur. Bizler spiral galaksiler grubundan olduğumuz için, gaz-toz materyali bir tül gibi çekirdeği örter ve çekirdeğin çevreye sürekli yaydığı bütün radyasyonun, optik ışımanın %99,5 oranı soğurulur ve biz yalnızca çekirdeğin kızılötesi (IR) ışınlarını alabiliriz. Çekirdeği yalnızca “Uzun IR bandından” gözleyebiliyoruz. Uzun IR aynı zamanda bize radyo dalgaları olarak ulaşır. Buna göre yılda güneş kütlesine eşit hidrojen atomu, hem Samanyolu, hem de Andromeda çekirdeğinden ışık hızına yakın rölâtivist bir ivmeyle fırlatılmaktadır. Ana düzleme doğru saniyede 100 km. ile başlayan bir hidrojen bulutu ortalama 70 km/sn. hızla genleşip Güneş yöresinde saniyede 6 km’ye kadar düşer. Bu süper kaynağın hidrojen saçması kendinden bin ışık yılı uzakta, dönen bir halka olup, ışık hızına çok yakın tepmeli bu gaz iki taraflı sıkılmış yumruk benzerinde ilginç bir yapı oluştururken, bize de saniyede 50 km. hızla dönmesi sonucu itilen parçacıkların galaksi hareketine bağlı biçimlenmesi ya da yıldızlararası uzaydaki gaz direncinin özel bir biçimidir. Ancak bu gülleli kolun 9 ışık yılı ötesinde bir karadelik varlığı (21 cm. boyundaki IR astronomisiyle) saptanmıştır. Tüm galaksi merkezlerinde çok yıldız vardır; öyleyse, bir karadelik oluşturmak üzere kendi üzerine çökecek olan en az bir aşırı yoğun yıldız bulunması şansı daha fazladır. Ayrıca galaksi merkezinde, bu “Karadelik tohumu”nu besleyecek madde de çoktur, böylece bu tohumun zamanla büyüme ve gitgide güçlenme sonucu, galaksi çekirdeğinde oluşan yıldız kökenli bir karadelğin, birkaç milyar yılda yavaş yavaş büyüyebildiği ve bu zaman sürecinde kütlesinin bir milyon veya daha fazla kat arttığı düşünülmektedir; sonuçta dev bir karadelik oluşmakta ve enerji üretmek üzere olağanüstü bir motor olarak işlemeye başlamaktadır. Galaksimiz merkezinde bir karadelik bulunduğu kesinleşmiştir. Bu sıkışık nesnenin kütlesi 106 güneş kütlesidir ve 1/20 ışık yılı yarıçapında bir yer kaplamaktadır. Gökbilimciler bu karadeliğe, önemli bir kızılötesi kaynak olduğu için, IRS 16 adını vermişlerdir. IRS 16, gökbilimcilerin gözlemlerinde ayrıcalıklı bir yer tutar; çünkü en yakın karadeliktir ve bu yüzden gözlenmesi en kolay olanıdır. Samanyolu merkezimizde bu karadelik saptanmıştır. Galaksiler, komşu galaksilere optik olmayan aşırı bir çekim enerjisi vermektedirler. Bu, merkezlerinde karadelik olduğunu kanıtlamaktadır. Çekim dalgalarına dayanan astronomi uyarınca 1969’dan bu yana, yılda bir kez görünmez Schwarzschild-Weber etkisi, Samanyolu çekirdeğimizdeki dehşetli uyarılmayı haber veriyor. Süpernovalar “400 yılda-bir” olurken, Weber detektörleri dört günde-bir uyarılmaktadır. Bu bir tek atış 200 güneş kütlesinin çökmesinden serbest kalan çekim dalgaları radyasyonudur. 12 saatte şiddet periyodu değişen 1600 saykıl (devir) ve yarım saniyeden daha kısa süreli, dört günde-bir tekrarlanan tek atış sinyali
çekirdeğimizdeki karadelikten gelmektedir. Samanyolu merkezimizdeki yüksek hızla dönen yüz milyon güneş eşit ağırlığıyla ve bir ışık-saniyesi (300.000 km.) çapında galaktik karadelik her yıl 1-40 güneş kütlesini oburca yemektedir. Güneş’in Neptün’e etkisi neyse o da on ışık yılı öteyi etkilemekte, güçlendikçe de bu etki alanı kıyımızı dalga dalga yalamaktadır. Uzun IR astronomisi ile saptadığımıza göre saniyede 50 km. hızla yutulma merkezine yaklaşmaktayız. Bu “Kıyamet makinesi” Samanyolu’muzun girdaplı merkezine 30.000 ışık yılı ötededir. Bundan kaçınmanın bir yolu yoktur. O bütün galaksiyi sırayla yutarken, bizim uzun ömürlü başka bir galaksiye göz etmemiz gerekir. Ama her galaksinin merkezinde o karadelik bizi beklemektedir. Radyo astronomi, çekirdeğin yüreğinde 100 ışık yılından küçük radyoelektrik bir kürecik katmanı saptamıştır ki (Andromeda’da da bu 48 ışık yılı çapında ve on üç milyon yıldızı kapsamaktadır.) Bunun içinde de 45 ışık yılı çapında kendi çevresinde döne bir yıldız kümesine benzeşir. Bu elipsoit çekirdek galaksimizin onda-bir yoğunluk barındırır. Yayınlanan ışık enerjisinin yarısı bu ana çekirdekte yoğuşmuştur. Yoğunluk (Bir kenarı 300.000 km. olan) bir ışık-küpü hacimde 30.000 güneş kütlesi göstermektedir. Yalnızca bu yoğunluk Güneş’in milyon katı daha fazla kızılötesi (IR) ışını saçar. Güneş yöremizdeki yoğunluğun milyon katı olan bu çekirdek tam anlamıyla tükenmekte olan bir kuazara benzemektedir. (Bize en uzak gezegen Plüton’un mesafesinin milyar katı uzakta, en yakın diğer güneş olan Proxima Centauri bulunu. Bu yoğunluğun milyon katı dikkate alınmalıdır.) Devşirilen madde ancak kuazar gibi dev bir enerji kaynağından ivmelenmektedir. Kuazarlar ile karadelikler bir “paranın” iki yüzü gibi birbirine bitişik ve aynı yerde, dualitelidirler. O zaman kuazarlar kendilerini çevreleyen bulutu yutan karadelikler olduğu gibi, aynı zamanda “Seyfert galaksileri” gibi galaksi oluşturmak üzere sızıntı yapan karadelik veya kuazarlar olur. O zaman galaksi merkezimizdeki dev enerji santralinin hem kuazar hem de karadelik olması gerekmektedir. Karadelik tanıtlarında karadeliklerce itilip kakılan gök sistemlerinin M87 galaksisinin intiharının virgo dev galaksisinde de kaybolan maddenin çöken uydu galaksiler olduğunu önceki cildimizde belirtmiştik.
İLERİ BİLGİLER: 79
ARİAN EVRİMİ Evrende kara-üyeler optik üyelere %98 oranında ezici olarak egemendir ve bu sayı ilk dönemde saptanan miktarın on-yüz katı orandadır. Kaldı ki tasavvurumuzdan fazla mat(donuk) yıldız artığı, başlangıçta yaratılan karadeliklerce birlikte evreni “Ölüdejenere” maddeye doğru karatmaktadır. Galaksimizde demirden ağır elementlerin galaksi çekirdeğinde olmaması gerekirdi. Bunu engellemek için özel bir şart olarak on
milyon yıl önce yeterince süpernova patlamalarının olduğu öngörülmüştür. Merkezdeki süper dev yıldızlar, ilk yıldızlar olup, ömürleri kısadır ve çoktan içe çöküp karadelik koleksiyonu oluşturmuşlardır. Bunlar, ilk kuşak karadelikler de birbiriyle birleşip merkezde milyon güneş kütlesine eşit bir karadelik oluşturmaktadır. Bizlere henüz ulaşılmamış olduğundan, felaketin tam kıyısında hayatımızı sürdürüyoruz, ama ergeç sıra bize gelecektir. Evreni izlediğimizde, 4 milyar yıl geride “Kuazarları” buradan galaksiler sınırına kadar “Seyfert galaksilerini” ve bize yakın bölgede de “Galaksileri” görüyoruz. Bunu basitçe anlatırsak; önceki günü “Kuazarlar” temsil etmekte, dünü ise (Merkezinde bir kuazar bulunan) Seyfert galaksileri, bugünü ise galaksiler ve yarını da “Galaktik bir karadelik” temsil eder. (Kuazarları tarihe mal ettiğimizde bu sonucu çıkarırız.) Evrenin merkezini kendi galaksimiz sayarsak, çevremizde içten dışa doğru bir dizi göksel çaplar bulunmaktadır. Bunlar da Aktarıssemavat (Rahman-33. ayet) sırrının bir başka yorumunu oluşturmaktadır. Her bir çap bir zaman, bir geçmiş dilimine karşı gelmektedir. Geçmiş ışımaktadır ve çok sıcaktır. Gelecek ise genişleyeceğimiz bölgeler olup, çok soğuktur. Geleceğimizde evren, bir karadelik evreni olacak ve kıyamet çapına göçecektir. Şimdimizde ise biz ve çevre galaksiler kuşağı yer almaktadır. Bir gün önceki kuşak, bunun daha dışında 4 milyar yıl geçmişte yer almaktadır. Bunlar SEYFERT galaksileri olup, merkezi kuazar; çevresi galaktik normal bir düzlem olan yarı-galaksi; yarı-kuazardır. Ama onlar “Şimdiyi” değil dünümüzü milyarlarca yıl önceki “Geçmişimizi” temsil ediyorlar. Onlar şu anda gerçekte çoktan dönüşüme ya da evrime uğramışlardır. Çünkü onların 16 milyar yıl gerisinde de kuazarlar yer almaktadırlar. Yani Seyfert galaksisi olmadan önceki konumlarındaki geçmişlerini görmekteyiz. Hepsinden önce ise 15-20 milyar yıl önceki gözlem ufkumuz ardındaki görmediğimiz yaratılış patlaması dönemi vardır. Bu diziyi bandımızın ilk cildinde de yer vermiş, başka ciltlerde de zaman zaman söz açmıştık. “Arian dizisi” denen bu oluş şöyledir: Big Bang akdeliğinden (Tek ak noktadan) sayısız kuazar (Daha minik akdelikler) olarak ortaya çıktı. Bunlar milyarlarca yıl sonra, püskürttükleri ışımanın soğuması sonucu çevrelerinde “Galaktik düzlem” oluşturdular. Seyfert galaksileri bunlardır ve merkezlerinde bir kuazar barındırmaktadır. Birkaç milyar yıl sonra, bu Seyfert galaksileri de bütün içeriklerini boşaltarak, galaksi merkezindeki kuazarlık fonksiyonlarını yitirip, yerlerini SOĞUMUŞ KUAZAR olan “Karadeliklere” bıraktılar. Karadelikler ise, galaksi merkezini yiyip-bitirmeye başladılar. Günü gelince galaksinin tümünü yutacaklardır. Fakat nasıl ki doğumdan (Galaktik Big Bang’ler diyeceğimiz) kuazarlar sorumlu oldularsa, bunların tam karadeliklerle dönüşmesiyle de ölüm gelecektir. Bir insanın yaş evrelerini, galaksilerin evreleriyle özdeşleştirelim: Çocuk=Kuazarlar/Genç=Seyfert galaksileri/Emektar=Galaksiler/İleri yaşlılık ya da ölüm eşiği=Karadelik merkezli galaksiler…
Bundan şu tuhaf matematik sonuç çıkmaktadır: Karadelikler “Geleceğimizde” ve Akdelikler “Geçmişimizde” REEL BİR ZAMAN ÇİZGİSİ BOYUNCA kalmaktadırlar. Bu bir yanında doğum; bir yanında ölüm işaretlenmiş olan bir doğru parçası gibi olup, uzunluğu ise 16-20 milyar yıldır. Yani baş (neden) ve son (sonuç) iyice birbirine uzaktır. Fakat bu çok uzun doğru parçasını bir çember gibi büker, başı ve sonucu birbiri üzerine çakıştırırsanız aşağıdaki sorunun cevabını verebilirsiniz: - “Pekiyi ama nasıl oluyor da, birbirinden ayrı durmaları gereken ‘Akdelik’ yani kuazarlar ile karadelikler, birbirinin içinde geziyor? Bu BAŞ VE SONUN birleşmesi, aynı yere gelmesi, nedenselliğin ortadan kalkması demek değil midir? Karadelikler önüne ne çıkarsa yutmakta, ardındaki tünelden geçirip, yine tek yönlü olarak, akdeliklerden püskürtmektedirler. Bu bir trenin tünele girip, “Dosdoğru ve tek yönde” karşıdan çıkması demektir. Bu nedenle biliyoruz ki, karadelik bir treni yutuyorsa, buna ardından yol vermek zorundadır. İşte çıkış kapısı AKDELİKLER ya da kuazarlar. Kuazarllar bu tükenmez enerjilerini ardalarındaki karadeliğin yuttuğu enerjileri kusarak sağlamaktadırlar. (Bu nedenle kuazar terimi için “Kusarca yıldız” karşılığını öneriyorum. (Pulsar=Atarca gibi…) Geleceğin en sonu ile geçmişin en başı AYNI YERDE buluşmuşlardır. Baştan önerdiğimiz, 20 milyar yıllık bir doğru parçası yerine tek bir noktada baş ve son buluşmaktadır. Bu da (Sanal değil!) gerçek bir zaman ekseninin sürprizi oluyor. “Reel bir zaman ekseni”nin hem böyle “TEK NOKTA” (Yani zamanın hiç akmadığı) hem de 20 milyar yıl gibi uzun bir süre boyunca uzunluğu olmasının nedeni, BELİRSİZLİK İLKESİ’dir. Belirsizlik ilkesi, aynı anlamda, bir kuantın (Örneğin fotonun) hem “Parçacık” (Particle) olarak minik bir yere kıstırılması ve aynı anda, “Dalgacık” (Vibration olarak elimizden sonsuza kaçması) düalitesiyle birleşiktir. Bir başka belirsizlik ilkesinin de “Karadelik tünellerinin hem sıfır uzunlukta hem de yine 20 milyar yıl boyunca kat edilecek bir uzaklığa eşleştiğinden” hatırlıyoruz. Makrofizikteki bu durum, mikrofizikte aynen “11 boyutlu kuantlarda” da vardır. İşte BELİRSİZLİK İLKESİNİN birbiriyle uyumlu birleştirdiği bu evreni artık (Her ne kadar bunu yapmak hep bana düşüyorsa da) genelleyebilirim. “Makro bir karadelik tüneli” neyse, “Mikro bir kuant tüneli” de odur. İkisi de 11 boyutlu ve kapalı yay biçimindedir. Belirsizlik ilkesi nedeniyle onları hem noktasal (Boyutsuz) hem de öte bakış açısıyla up-uzun boyutlu olarak tanımlarız. Uzay ve zaman BİRLEŞİK bir dört boyutlu olduğundan, tünelin hem uzunluğu hem zamanı düalite vermektedir: Sıfır saniyede sıfır metreyi aşarak, 15 milyar yıl ve 1070 km. ötede olabiliriz. Çünkü tüneller, uzay-zamanı yürütür. Uzay ve zaman yürüyümü gerçekleşir. Belirsizlik (Kesinsizlik) ilkesinin bu sonucu, aynı zamanda NEDENSELLİK ilkesinin de düz ya da ters akması değil ama DURMASI olan neden ve sonucun birleşip, birbirini izlememesi, aynı şey olmasıyla sonuçlanır. İster, doğumdan ölüme doğru 70 yıl boyunca gider ve olağan kaderinizi, ömrünüzü yaşarsınız; ister, doğumun ardına gider, orada ona bitişik olan ölümü bulur ve ölümün
ardına da geçerek, hayata yaşlı olarak doğarsınız. Ya da tersine öldükten hemen sonra geçmişte doğmuş olursunuz. (*) (Parçacıklar düzeyinde, Feynman, Geçmişlerin toplanabildiğini bize “Gerçel=Reel” bir zaman boyutu kullanıldığında göstermiştir. Bu konu çok hassas olduğu için, gelecek cildimizde değineceğiz. Karadelik bizi öldürür. Ama gelecekte öldürür. (Şimdi yaşıyoruz, henüz ölmedik.) Karadelik yutar, fakat ardındaki tünelden akdelikten geriye yuttuğu bizi iade eder. Bu akdelik ise ne gelecekte, ne şimdi’dedir; o GEÇMİŞTE’dir. Tıpkı, kuazar, Seyfert galaksisi, normal galaksi ve karadelik galaksilerinin Arian evrimi gibi…
ŞEKİL: 46 SONSUZUN SINIRLANDIRILMASI
Evren, çekim etkisiyle yuvarlandığından (a), içine uzatılan bir sonsuz doğru da çekim etkisiyle yuvarlanır ve bir dolanım oluşturur (b). Bu da sonsuzu sınırlar. Fakat çağımızda Öklid’in bu klasik sezgi yanlışı sürüyor. Yanlış olarak, evreni şeklin (c) şıkkındaki gibi düz görürüz. N=Neden (Ya da doğum) ve S=Sonuç (Ya da ölüm) arasında kalan doğru parçası “Bizim ömrümüzdür”. Şekil d’de bu ömür, (Boyu evrenin çapı ve zaman evrenin yaşı olmak üzere) 20 milyar yıl olarak gösterilmiştir. Bu anahtar şekil üzerine karadelik-akdelik uçlarını koyarak, izleyen şekli yorumlayalım:
ŞEKİL: 47 SONSUZUN SONLU SONSUZ HALİNE GETİRİLMESİ Bir önceki şekilde “Neden” yerine AD=Akdelik ve sonuç yerine KD=Karadelik işaretlerini koyarak oluşturduğumuz “Evren uzay-zamanın ömrü ve çapı” karşılığı olan “Evren doğru parçasını”, geometrik çekim etkisiyle bir çember biçiminde yuvarlamaktadır. (a) Hem uzay çizgileri “Güneş’in batıdan doğması” örneği başı ile sonu kavuşmakta hem de “Zaman çizgisi” buna atbaşı olarak bükülmektedir. (b) Bu nedenle, karadelikler (Gelecekteki sonumuz) ile akdelikler (Geçmişteki başımız bir araya gelmekte ve iç-içe geçmektedir. Zaman okunu düz düşündüğümüzde, çemberi kat etmeye ömür diyoruz. Bu aynı zamanda reel uzayı izlemektedir. Fakat zamanı reel; uzay çizgisini sanal kıldığımızda, zaman tersine işleyecek, ömür bir çemberde tur atacağı yerde geriye dönüp, ardındaki karadelikten akdeliğe (Ya da tersine) “Bir anda bir ömür boyunu aşmak” biçiminde uzayı tersten yürütecektir. Karadelik ve akdeliğin bitişik iç-içe olması nedeniyle bir tünelin boyu “Sıfır uzunlukta” ve dolayısıyla “Sıfır saniyede” geçilebilmektedir.
ŞEKİL: 48 SCHWARZSCHILD (Karadelik) GEOMETRİK ÇEKİM METRİKİ YA DA ANKEBUT (Örümcek) AĞI YA DA ZÜLKARN (Tek boynuz) SUR BORUSU Schwarzschild bir karadelik olabilecek yıldızın, uzay-zaman çizgilerini çekimsel bir etkiyle büzdüğünü ve geometrik çekimin uzayı bozduğunu gösterdi. Şekilde “Örümcek ağına benzetilmiş” uzay-zamanın hayali çizgileri perspektif amacıyla gösterilmiştir. Fakat bize bu işareti (Misali) Ankebut suresindeki “Örümcek ağı” sırrı vermektedir. Bu konik çukur, aynı zamanda “Tek boynuz=Zülkarn” sembolüdür. Göğün çekim etkisiyle eğrildiğini Zariyat-7. ayet bildiriyor. Schwarzschild çukuru ise Enam 127. ayette geçmektedir: “(ALLAH) kimi sapıklıkta bırakmak isterse, onun göğsünü (Distorsiyonunu) son derece daraltır (İplik gibi çeker) ve sıkar. Sanki sema (Uzay-zaman çizgilerinin sıkıştığı bir tekillik) çekiliyormuş gibi olur.”
ŞEKİL: 49 ROTHSCHILD KOZMİK KUM SAATİ YA DA ZÜLKARNEYN SEMBOLÜ Rothschild, “Tek boynuz=Zülkarn” biçimindeki Schwarzschild konisinin (Dibinde yer alan) karadeliğin, her yönde aynı çukurlaştırma etkisi uygulaması gerektiğini buldu. Buna göre, Schwarzschild’in konisinin bir de karşıtı, (Öte yanda) oluşuyor ve ikisi konu sivrilerinden boğazlaşıyorlar, Zülkarn yerine Zülkarneyn (İki boynuzlu) kozmik kum saati oluşuyordu. Bunun anlamı uzaylar arasında bir karadelikle nesnelerin nakledildiğidir. Einstein’dan 30 yıl kadar önce, rölativite ve Schwarzschild metrikleri bilinmeden, Rothschild, evrende polarizasyonu dengeleyen bir “Ödemeler=Cmpansating” hemzemin geçitleri (ya da köprüleri ya da kanalı) adıyla ince ayırımlar ve gizli ilişkiler şebekesini öngörmüş, buna Rosen ve daha sonra Podolsky, en son olarak “Gizli değişkenler” önermesiyle Einstein da bu tünel-kanal varsayımına katıldı. Heisenberg, bu “Tünelin” kesinsizlik (İndeterminizm) ilkesiyle ispatını yapmış, daha sonra “Tünel süreci” radyoaktif bozunmalarda ve 1917 yılında da “Karadelikler ardında” ortaya çıkmıştır. Bunlar genellenmiş ve Zig-Zag öğretisinde Corn Hole (Boynuzlu tünel) batıda ise Worm Hole (Solucan deliği) adıyla teorik fiziğin konuğu olmuşlardır. Bunu ilk akıl eden Rothschild (Rotskild ya da Rosen)’dir. Şekilde, birbirinden habersiz “İki uzay düzleminin” bir karadeliğin oluşturduğu uzay-zaman bükülmesi sonucu, kestirme olarak birleşmeleri görülmektedir. Bu iki düzlem, iki ayrı evren kesimini ya da bir çift paralel evreni temsil etmektedir.
ŞEKİL: 50 TRANS-TÜNEL UZAY YÜRÜYÜMÜ Üstteki şekilde, Zülkarneyn tünelinin, birbirinden kopuk değil de, evrenin iki uzak bölgesi arasında nasıl bağlantı kurduğunun (İndeterminist) gösterimi sunulmuştur. Evrenin A ve B gibi iki noktası son derece yakınlaşmış görünmektedir. Bunun nedeni Zülkarneyn sembolünün “Bir anda, hiçbir mesafede” iki uzay bölgesi arasında dolaysız bağlantı kurmasıdır. Burada tünel noktasaldır ve onu, bakınca asla göremeyiz. Ama ikinci şekil onun açılmışı olup, (Örneğin) 20 milyar yıl süren bir uzaklığın nasıl sıfırlanıp bağlandığını göstermektedir. Bu nedenle tünellerin uzunluğu hem sıfır mesafedir hem de uzayda ne kadar mesafe kapsıyorsa, o uzunluktadır. Zaman da bu mesafeyle ortakçı ve birlikte olduğundan, hem sıfır (Üst şekil) hem de 20 milyar yıl boyundadır. (Alt şekil) Bunu anlamak için, ilk şekli açarız. Tünellerin bu durumu kuantlar düzeyinde de aynıdır. Bu nedenle kuantlar hem noktasal hem de tünel gibi astronomik uzunluktadırlar. Zaman ise birinci şekilde “Reel”, ikinci şekilde ise “İmajiner” eksen ile gösterilmektedir.
KESİM: 118
AKDELİKLER
BEYAZ BOŞLUKLAR Schwarzschild “Karadelik çukurlaşmasını” ve Rothschild, “Tünel sürecini” bulduktan sonra, Naçizane bana da Weissschild “Akdeliklerini” önermek kalmıştı. Pek genç olduğumdan dolayı ciddiye ve dikkate alınmamanın verdiği bir öfkeyle, Junhangs Weissschild takma ismiyle yayınladıklarım, bilimsel çevrelerde bayağı tutmuştu. Müslüman olunca K. M. Alain ismiyle de bilimsel yazılar yazdım. Fakat kendi ismimi en sonra kullandım. İsmimin tanınması “Akdelikler” sayesinde olmuştu. Karadeliğin yuttuğunu tüneli emiyorsa, bunun karşılığında “Gizli değişkenlere ve ödeşmelere” denge olması için, “Işıyan ve çekimin hiç geçerli olmadığı” bir kapıdan öte uzaylara (Transkozmos) bir nakil sağlaması gerekiyordu. İşte o kapının adı “Beyaz delikler” olacaktı. Aslında bir şey açıklandığında çok basit geliyorsa da bulması o kadar da kolay olmuyor. Birer süper bilgin olan Schwarzschild ve Rothschild’in hatta Einstein’in bile akıl edemediği “Beyazboşluklar” nedense bana kalmıştı. Fakat akdeliklerin şansı hiç yoktu. Heisenberg’in söylediği gibi “Otobüse binmeden inmek” durumunda olduğu için, tutucular tarafından halen dikkate alınmıyordu. Sadece basit bilimsel bir doktora tezi olarak yayınladı. (Üstelik teksire basılmış, matbu basıma tenezzül edilmemişti.) Karadeliklere (Daha doğrusu o zamanki adıyla Schwarzschild yıldızına) benim dışımda inanan yoktu. Karadelikler öyle bir başarıdır ki, diğer gök cisimlerinin hepsinden sonra fark edileceği yerde, “EN ÖNCE” Schwarzschild tarafından yakalanmıştır. Çünkü bir yıldız çökmesinde “Beyaz cüce” bunu izleyerek “Nötron yıldız ya da Pulzar=Atarca yıldız” bulunması İkinci Dünya Savaşı öncesine rastlamaktadır. Karadelikler bu sıraya göre “En sonra” düşünülmeliydi. Ama Schwarzschild bunu en başta düşünmüş, İSLAM FİZİĞİNİN en önemli başarısını elde etmiştir. Rothschild ise Heisenberg’in (Henüz belirsizlik ilkesini bulmasından önce bir belirsizlik ilke sonucu olarak var olması gerekli) “Rothschild ya da Rosen köprüsünü” akıl etmiş, bunu Schwarzschild karadeliğinin ardına koyarak, hayali ve felsefik bir kavram olmaktan kurtarıp, matematik model olarak kurmuştur. Heisenberg’den önce, belirsizlik ilkesinin bu sonucunun bulunması da İSLAM FİZİĞİ için inanılmaz bir başarıdır. Bana kalan ise “Akdelik astronomisi” oldu. 1969’da “Karadelik” adı (Black Hole) John Wheeler tarafından konar konmaz, bunu okuduğum an, ben de bakışıklık olsun diye beyaz delik (White hole, Weisses Loch) adını Weissschild yerine hemen önerdim. Ama öte yanda Birleşik Amerika’da popülerliği tam olanların, öteki yıl adını koyup önerdikleri “White Hole” terimine sahiplenmeyi Avrupa kıtası olarak başaramadık. (İslam dünyası olarak, Kur’an’daki ana bilimi 500 yıldır terk ettiğimizden dolayı hiç şans tanımıyorum.) Taylor’un biyografimde yazdığı gibi Karadelik-akdelik tüneli konusunda, dünya teorik fiziğinin önünde gidiyordum. Karadelikleri kabul eden hiç yoktu. “Gizli değişkenler
tüneli” ise onlara göre “En aşırı cehalet” sayılıyordu. Karadeliklerin ardındaki Schwarzschild hunisinin ikileştiğini savunduğumda, ancak karadeliklerin varlığının “Belki mümkün olacağı” aşamasına gelmişlerdir. Ama ben “Tüneli de aşmış” akdelikleri önermiştim. Yıllar sonra “Akdelikler” Amerikan tekelinde Asimov tarafından önerilince çok hayıflandım. Gerçek bir bilim adamı, rekabet yapmaz, hele Zig-Zag mensubu hiçbir zaman isminden söz ettirmez mi, hayıflandığım nokta, bilimde böylesine DEĞERLİ ZAMAN KAYBININ türlü askıya almalarla oyalandırılmasıydı. Akdelikleri “Weisschild” adıyla önerdiğimde, “Böyle güçlü bir ışımanın niçin görünmediğini” sordukları yıl, Kuazarlar bulundu ve bunların yıldız niteliği taşımadığı anlaşıldı. Çünkü evrenin en uzak cisimleri, en küçük cisimleri, fakat evrenin en güçlü ışımasını yapan cisimleri olan kuazarların bugün akdelik olup olmadığı da halen tartışılıyor. (İyi tartışmalar!) “Kuazarların ve karadeliklerin birbiri içinde gezmesi gerektiğini” de bunun gökte gözlenmesinden 11 yıl önce söylemiştim. Çünkü bir bildiğim vardı: Yakında bir karadelik ile uzaktaki bir kuazarın aynı yerde olmaları gerekiyordu. Yakın ve uzağın nasıl bir araya geleceğini, “Evreni yuvarlayan” ve “Karadelik ile akdelik uçlarını birleştirip” AYNI nokta yapan (Bunun için karadelik-kuazar iç-içeliği oluyor) evrensel çekim, zaman okunu ters çevirebiliyordu. Bunun sonucunda: * En uzak cisimler olan kuazarlar bir karadelikte bize yakınlaşıyor ve/veya tersine bize yakın bir karadelik, uzakta bir kuazarın içinde bizden sonsuz uzaklaşmış oluyordu. Bu “Uzay”ın tanımı cephesindeki tespitimdi. * Zamanın tanımı söz konusu olduğunda şunu anlıyoruz: Bize en yakın olan bir karadelik, yarını, en azından şimdiyi simgelemektedir. Bunun tersine bir kuazar da dünü simgelemektedir. İkisi iç-içe olunca, dün-şimdi ve yarın da bir araya gelmiş, birleşmiş oluyordu. Böylece uzay zamanı da birleştirebiliyordum. Elbette bu “İmkânsız” göründüğü için 11 yıl önce yine “Resmi bilimce” reddedilmiştim. “Bir şey, hem en uzak hem en yakın ve bir tarih hem dün hem şimdi olur mu?” diyorlardı. Bu mantığa nasıl ulaştığımı, (Pulsatif evren modeli yaparken) evrenin, geçmişte yaratılıp, yeniden çöküp, bir daha yaratılıp-çöküp, böyle pili bitene kadar gitmesinin imkânsızlığı olan enerjinin sakınımı denklemlerinde fark etmiştim. Evren bir kıyametle çökeceği için, onun karadeliği yutacak ve daha sonra tünelinden geçirip, açılan akdelikten “DÜN” yaratmış olacaktı. Böylece yarın ile dün arasında bir köprü, hem de sıfır metre ve sıfır saniye kalınlığında bir tünel olduğunu anlamıştım. Denklemlerim ve analitik çizimlerim son derece güvenliydi. Uzay-zaman’ın bilinen çizgilerinden kurulan eksen grafiklerini ters-yüz ediyor, uzayı sanal üç boyutlu ve zamanı reel (Gerçel) bir boyut yapıyor, böylece evrenin sonu ile başının tek bir noktada “BİRLEŞMESİNİ” sağlıyordum. Ama bu birleşme “Ömür çemberi” yönünde değil; tersi yönde olmaktadır. Nitekim kapalı bir (Yay) evreninde, “Ölümün bir adım ötesi” doğum ya da “Doğumun bir adım
berisi” ölüm olmak zorundadır.
ŞEKİL: 51 EVRENSEL MIKNATIS Daha önce “Evrensel kum saati’nden söz etmiştik. Basit bir mıknatıs neyse evrensel mıknatıs da odur. Şekilde görülen bir mıknatıs ve manyetik akılarının uzay geometrisini evrenin Karadelik-akdelik ikilemine de aynen uygularız. Şu farkla ki, bu kez yayılan elektromanyetizma değil, çekimdir. Evrenin başı “Yayan” akdelik, sonu ise “Yutan” karadelik olduğuna göre, bunu mıknatısın manyetik akıları saçan (Emisyon) S kutbu ile bunun tersine Absorbe eden N kutbu ile özdeştirler. Her ikisi arasında yer alan mıknatıs çubuğu ise bizdeki adıyla “Tünel’in açılmış” uzunluğudur. Fakat mikrofizik düzeyinde çubuklar olamayacağı için iki kutbu “Moleküler kutupluluk” gibi düşünebiliriz. Tünelin ortası çekimsiz (Çekim ve itimin sıfırlandığı) bölgedir.
ŞEKİL: 52 MOLEKÜLER DİPOLE (Geri besleme) Mıknatıslık, moleküler düzeyde, şekilde görüldüğü gibi iki atomun iki ayrı elektrik yükü yüklenerek birbirinden uzaklaşması biçimindedir. Bu mikro mıknatıslıkta bir çubuk yoktur. Bu görüntü bize tünellerin uzunluğunun (Şekil açımladığında, kapalı kaldığında) sıfır uzunlukta olması ile büyük bir çağrışım oluşturmaktadır. Bu şekildeki iki atom yerine, biri karadelik diğeri akdelik olan iki kutbu yerleştirelim. Gerek mıknatısın gerekse moleküler mıknatıslığın manyetik akılarının nasıl olduğu ok yönünden belli olmaktadır. Yani NEDEN (Doğum=Emisyon) ucundan, SONUÇ (Ölüm=Absorbe) ucuna dolaşarak akan ve bir çember çizen bir akılar bizim “ÖMÜR” dediğimiz vadeyi oluşturmaktadır. Ama reel bir zaman ve imajiner bir uzay çizgisi oluşturulduğunda, bu ömür çizgisi, mıknatısın çubuğu içinden (ya da iki ters yüklü atomun dışından değil içinden) dolaşmaktadır. Böylece ölümün ardı doğum ve/veya doğumun ardı ölüm olarak kavuşmaktadır.
ŞEKİL: 53 STATİK UZAY-ZAMAN BÜKÜLMESİ (a) şeklindeki paraleller, bugün ve dün paralelleri olup, De Sitter uzayındaki gibi “İçinde madde olmayan” birbirinden habersiz iki evreni anlatmaktadır. Üstteki paralel, çekimi ve normal akan zamanı temsil eder. Alttaki ise ters çekim (Levitation) ile tersine akan reel zamanı simgelemektedir. Gerçekte uzayda madde olduğuna göre (b) şeklindeki gibi uzayzaman düzlüğünü bozar. Bu kez üstteki paralel çukurlaşır, çekim elmayı yere düşürür. Buna karşıt olarak alt paralelde çökme yerine şişime oluşur, uzay bombe verir ve oradaki soyut elma yere değil göğe düşer. Karadelik gibi uzayı sonsuz çukurlaştıran çekim-aşırı cisimler öylesine derin bir çukur oluşturur ki, diğer paralele de tecavüz eder. Dolayısıyla karadelikler geçmiş zamana yolculuk yapabilirler. Bu demektir ki, karadelikler geçmişteki bir akdelikle birleşerek yapışmakta, böylece her ikisi de birbirinin içinde gezmiş gibi görünmektedirler. Onların bu özelliği tünelde inanılmaz mesafelerin bir anda ve bir adımda aşılmasını sağlamaktadır.
ŞEKİL: 54 YILDIZ VE GALAKSİ OLUŞUMU Yıldızlar zaman içinde evrimleşerek yavaş bir süreç ile ortaya çıkarlar. Şekilde zaman çizgisi (Dik eksen) boyunca evrimleşen bir yıldızın aşamaları gösterilmiştir. Her bir “İleri” evre, bir oluşumu anlatmaktadır. Aynı mantıkla ikinci olarak bir galaksinin oluşum evreleri de gösterilmiştir. En altta kuazar, sonra Seyfert galaksisi sonra galaksi ve gelecekte de karadelik galaksisi ile en sonra karadelik haline gelen bir galaksinin evreleri gösterilmiştir. Fakat bu evrimi “Esir Arşimet prensibi” izleyen şekildeki gibi mümkün kılmaz.
ŞEKİL: 55 UZAY ZAMANDA ARŞİMET PRENSİBİ Klasik Arşimet (Arkhimides) prensibine göre, cisimler ağırlıkları oranında suya batar ve hacimlerine eşdeğer sıvı miktarı taşması gösterirler. Şekilde, yüzen bir tahta, ortada kalmış bir yumurta ve dibe çökmüş bir demir bilye gösterilmiştir. Aynı ilke, uzay-zamanda da vardır: Yıldızlar geniş tabanlı çelik gemiler gibi yüzebilmekte, fakat beyaz cüce, pulsar ve karadelik olduğunda giderek patlamaktadır. Karadelik, uzay-zaman su kabını da dibinden deler ve “Başka bir uzay-zamana” düşmeye devam eder.
ŞEKİL: 56 BİR YILDIZIN ÖLÜMÜ Çok kısa zaman dilimlerinde bir yıldız çökmektedir: Dev yıldız bir eğriyle gösterilmiştir. Daha sonra beyaz cüce oluyor ve durmadan nötron yıldız ve en sonra karadelik haline geliyor. Fakat yoğunlaştıkça uzay-zamanda “Geçmişte” batmaya başlıyor. Öyle ki,
karadelik olduğunda “Gelecekten” geçmişe birçok dilim geride gidiyor ve geçmişteki oluşum sırasındaki bir yıldızla “EŞZAMANNLI” oluyor. Uzayda gravitik çökme, tıpkı yoğunluklarına göre suya batan cisimler gibidir. Ne kadar dibe düşerse o kadar yoğundur. Arşimet prensibi neyse, cisimlerin Esir’de kütle değerlerine orantılı olarak batmaları da odur. Şu farkla ki, uzayda dibe batmak demek, dibe yani zamanda geriye gidildikçe, “Geçmiş” denen uzay-zaman dilimlerine, maziye-tarihe geri dönmek demektir. Çünkü zaman oku reel (Gerçel) olur ve zaman gelecekten geçmişe akmaya başlar, bunun yerine uzay gelecekten geçmişe akmaya başlar, bunun yerine uzay gelecekten geçmişe akmaya başlar, bunun yerine uzay gelecekten geçmişe akmaya başlar, bunun yerine uzay sanal (imajiner) olur. (Büzüşmeye başlar.) Karadelik olarak çöken bir yıldız, “Zamanın gerisine” batarak, o dönemdeki bir yıldızla ya da bizzat kendi genç geçmişiyle tarihte rastlaşmış olur. Belki de o yıldızı ya da “Kendinin gençliğini yok edebilir. “Vakitsiz ölümün” neden budur. Her varlık mutlaka yaşlanıp ölmez, gençliğinde de ”Ölüm kazalarının kurbanı” oluverir. Feynman, “Geçmişlerin toplamı” isimli muhteşem teorisinde, geçmişe gidildikçe, “Tek değil, birçok alternatif geçmiş olabileceğini” kanıtlamıştır. Eğer cismin şansı varsa, gelecekten dönen ve geçmişe yol alan kendi karadeliğiyle rastlaşamayacağı bir “Alternatif”e düşerse, ölümden kurtulur. Fakat eğer bu alternatif geçmişin öteki %50 olumsuz alternatifine rastlarsa “Kendisinin katili” olur. Çünkü gelecekteki karadeliğine son nefesine ulaşmadan, ona geçmişte rastlamıştır ve karadeliği onu yutmuş, yok etmiştir. İşte bu bize (Örneğin, niçin bebeklerin yaşlanmadan ölüm kazasına uğradıklarını) yani ALLAH’ın takdir ettiği ömrün mekanizmasını açıklamakta ve herkesi eşdeğerli bir ölüm sahibi kılmamaktadır.
ŞEKİL 57: SCHWARZSCHILD VE WEISSSCHILD METRİKLERİNİN BAKIŞIMI: EVRENSEL UFO BİÇİMİ
Evrende üç ana biçim vardır: Kum saati (Kur’an’da Zülkarneyn), evrensel mıknatıs (Kur’an’da Hûnnes ve Künnes) ile evrensel küre (UFO gök cisimlerinin biçimi, özellikle halka düzlemli yapılar. Kur’an’da felekler.) Daha önceki şekillerde ilk ikisine değinmiştik. Bu şekilde de evrensel UFO (ya da galaksi biçiminin) küresel yapısını sunmaktayız. Şekilde taramalı bölge bizim uzayımız; bunun tersi ise çekim yerine levitationun çukurlaştırmayıp, şişirdiği uzaydır. İkisi de birbirine eşdeğer çökme-şişme gösterir. Bir gök cismi, aradaki boşluk şablonuna yerleştiği için o küresel biçimi alır. Arşimet prensibini “Esir=Uzay-zaman’ın reel ve imajiner boyutlarının tamamı” içinde aynen uygulayan yazarımız, göksel cisimlerin Esir’inde kütle değerleri ve yoğunlukları oranında “Battığını” göstermiş ve geometrik-matematik ispatını yapmıştır. Bu ispatta Esir, iki uzay-zaman içermektedir: Bunlardan birincisi bildiğimiz üçü gerçel, biri imajiner olan dört boyutlu uzay-zaman’dır. Esir bunların tamamının bileşimidir. Geometrik çekim “Bu yandaki uzayı konkav çukurlaştırırken, karşıt çekim (Levitation, evrenin genişlemesi) ise konveks bir bombe vererek “Öte yandaki uzay” şişirir. İkisi de birbirine eşdeğer bir eğri çizerler. Cisimler işte bu boşlukta var olurlar.
ŞEKİL: 58 UFOİD – MERCEKSİ (GALAKTİK) HOLOGRAMI OLUŞTURAN HUNNES (YIN) VE KÜNNES (YANG)
Bir önceki şekildeki kozmik şablondan oluşan galaktik küresel bulut, öylece kalmaz ve merceksi biçim olmak üzere çöker. Çökmeye dönme aksındaki dönme momenti karşı koyduğundan, galaksi düzleminde çekim (Hûnnes) ile dönme momenti (Künnes) yenişemezler ve çökme galaksi düzeninde geçersiz kalır. Hûnnes ve Künnes, örneğin Taoizm ve Japon Budizm’inde de yer alır. YİN (Hûnnes) YANG (Künnes) işlevlerini üstlenmektedir. Bu sembolik çizim “zamanda ZİG-ZAG” dergisinin Türkçe versiyonundan alınmıştır.
ŞEKİL: 59 HOLO-UZAYDA GELECEKTEN GEÇMİŞE GİZLİ DEĞŞİKENLER MEKANİZMASI
Yazarımız, Weissschild teorisinde, Schwarzschild’in konkav konisinin eşdeğeri konveks bir bombenin “Karşı uzay-zaman negatif bükülmesiyle” rezervi “Öte uzay-zaman bölgesine” taşıdığını matematikle ispatlamıştır. Karadelikçe yutulan, ötede akdelikçe “AYNEN” fakat zaman içinde geri giderek, “AÇILMAKTA” ve bir hologram oluşturmaktadır. Bunu sağlayan Rothschild “Compansating Channel=Ödeşmeler tüneli”dir. Çünkü doğaları gereği absorbe yani yutma işlemini Karadelik (Schwarzschild çukuru) üstlenmekte, transmission denen nakliyatı Tünel (Rothschild köprüsü) ve emisyon denen saçma, yayınlama işlemini de akdelik (Weissschild bombesi) üstlenmektedir. Karadeliğe yutulan tutsağa eşlik eden uzay-zaman çizgileri sonsuz bükülüp-birleşir ve birbiriyle yer değiştirirler. Sonra ötedeki akdelik fırlatma diski ucundan levite olurlar ve çekimle eşleşince orada öylece biçimlerini korurlar. Bu biçim yeniden açılıp, oluşacak cismin, takyonik diyeceğimiz “Esiri” biçiminin gölge maddede oluşumudur. Burada, daha sonra manyetik akılar ve yoğunluk bölgeleri çizgileri oturmakta, en sonra da yutulup buraya kusulan maddenin bileşenleri yerleşerek, ölen cismi “Geçmişte” doğumuyla var ederler. Zamanda geriye gitmenin dipolarizasyon olarak açıklamalarını sunmuştum. Öte yandan karadeliğin yuttuğu bir cisim, tekillik merkezine varana kadar, evrenin kalan tarihini bitirir. Tekillik merkezine (Tünelin tam içine) girdiğine ise evrenin zamanı tersine çalışmaya başlar. Çünkü zaman çizgisi reelleşir. Bu nedenle ölen (yutulan) bir cisim geçmişteki “Doğumuna” akdelikten ulaşır. Şekilde merkezi karadelik olan bir yaşlı galaksinin planının geçmişe merkezi kuazar olan Seyfert galaksisi olarak taşınması, temsili olarak gösterilmektedir.
İLERİ BİLGİLER: 80
WEISSSCHILD SİMETRİSİ Acaba “Muhtemel” bir akdelikte yasalar, ilkeler ne olabilir? Dikkat edilirse biz görünmeyen karaboşluğu iyice anlatabiliyoruz ama bir optik (ışıyan) kuazar hakkında çok az şey biliyoruz. Öğretimiz “Zıtların birbirini göstermesi” sonucu, evreni tümlemeyi genellemeyi süper simetri kurmayı üstlenmiştir. Şekillerden izlediğimiz “Weisschild yasalarına” ek olarak, daha önce de sunduğumuz “Karadelik-Akdelik” kıyasını yeniden yayınlayalım: Daha önce bir kuazarın da akdelik olduğunu belirtmiştik. Evrenin de bir tek ”Aknoktadan yaratıldığını” biliyoruz. Akdeliğin mekanizmasının tam tersi olduğunu da kavrayabiliyoruz. Karadeliğin yuttuğunu püskürten akdelik, karadeliğe karşıt gelmektedir. Karadelik nasıl ki milyonlarca yıldızı dehşet içinde yutuyorsa, ardındaki Akdelik de, aynı dehşetle bize yutulanı dökmektedir. Bu nedenle patlayan galaksilerin Akdelik olduğuna inanılıyor. Üstelik çok küçük çapta bu Akdelikten bütün evren bile çıkabiliyor. (Big-Bang’ın Akdeliğinden bütün evren böylece ortaya çıkmıştır.) Aynı zamanda Kuazarların birer akdelik olarak galaksileri oluşturduğunu da biliyoruz. Bunun kanıtı da yarı kuazar; yarı galaksi olan Seyfert galaksileridir.
Hatta mini mini aknoktacıklar, “Kuantlar” dediğimiz ışıma yapan fotonların ta kendisi olabilmektedir. (11 boyutlu kuantlar.) Karşı sayfada CPTS simetrisine (Tasavvuf felsefesinde “Zıtların birbirini göstermesi, karşıtını nitelendirmesi” olgusu) göre karadeliklerin ve akdeliklerin “Birbirinin zıttı işlevlerine” ilişkin bir dökümü okuyucu kıyaslayabilir.
KARADELİKLER * Karadelikler maddeyi, uzayı, zamanı ve enerjiyi yutar. Arkasındaki Akdeliğe tünel aracılığıyla nakleder. * Karadeliklerden yalnızca çekim dalgaları kaçar, karşıt dalgalar (Levitation) yutulur. * Karadelikler, akdeliklerin içinde gezinmektedir. (Gözlenmiştir.) * Çekim dalgaları maddeden kaçarken, özellikle karadelikten kaçarken çekimci (Gravitik) özellik gösterirler. * Karadelik ışımaz, ışığı yutar. Uzayı yer ve yok eder, uzay ve zamanın sonunu getirir. * Karadelik maddenin sonudur. Karadelik SONUÇTUR. Sonuç sonralık ve yarın demektir. Yani “Öl” emridir ve kıyamettir. Karadelikler evrenin yutan kutbudur. Sonuç kutbu yutar. * Karadelikler sonumuz, yarınımız ve varlığımızın sonucudur.. Karadelikler enerjimizin tüketilmesi, yitmesidir. * Karadelikler mutlak soğuk derecenin ve hiçlik bölgesinin alanıdır.
AKDELİKLER * Akdelikler, ardındaki karadeliğin yuttuğunu yayınlar. Madde, enerji ve uzay ile zaman yeniden var olur. * Akdeliklerden yalnızca karşıt çekim dalgaları kaçar, çekim dalgaları (Gravitation) yutulur. * Akdelikler karadeliklerin içinde gezinmektedir. (Kuazarlar=Akdelikler) * Ters çekim dalgaları özellikle sıfırdan küçük maddeden ve akdelikten kaçarken itimci (Levitik) özellik gösterir. * Akdelik ışır, ışığı serbest bırakır. Uzayı imal eder, uzay ve zamanı oluşturur. * Akdelikler maddenin başıdır. Akdelikler NEDENİDİR. Neden öncelik ve dün demektir. Yani “Ol” emridir ve yaratılıştır. Akdelikler evrenin saçan emisyon kutbudur. Neden kutbu saçar!.. * Akdelikler dünümüz, geçmişimiz ve varlığımız nedenidir. Akdelikler enerjimizin üretilmesi kaynağıdır. * Akdelikler mutlak sıcak derecenin ve C noktası hiçlik bölgesi alanıdır.
Karadelikler ve akdeliklerin bu kıyaslaması, ikisinin de birbirine “Eşlenik” yani zıt paralel olduğunu gösteriyor. Bütün bunlara eklenecek bir “Akdelik” teorisini, Weissschild adıyla ileri sürmüştüm. Akdelik teoreminde akdeliklerin yaymadığı tek şey “Schwarzschild” dış ışımasıdır. Uzay ve zamanın parçalarını sıklaştıran akdelikler, nötrino ve çekim dalgalarını da tersine yutarlar. Bunları arkalarındaki karadeliğe nakleder ve bu da karadelik buharlaşmasına neden olur, sonunda karadelikler patlayarak açılırken, akdelikler de karadelik haline gelir. Akdeliklerin bir fırlatma diski vardır. Bu diske zıt giren şey enerjinin yarılanmasına neden olur. Akdelikler, uzay ve zamanı, evreni üretirler. Dönen, sabit ve elektrik yüklü akdelikler de vardır. Akdelikler sıfırdan küçük kütleleri yutarlar. Ama onların da iç-dış olay ufku arasından soyut bir madde (Düşünce gibi) paralel bir evrene kaçabilir. En büyük akdelik, evrenin ana patlaması olan Big Bang Kozmik Kuazarıydı. Sonraki kuazarlar ise galaktik akdeliklerdi. Yıldızların doğacağı yerde de böyle akdelikler vardır ve “Kızıl cüce” üretimden sorumludurlar. Işıyan her madde ve bu ak-kuantlardan yapılmıştır. Bunlar ışık vb. fotonlarıdır. Ama kuvvet alanlarının görünmeyen “Zımni” kuantları ise “Karakuanttır.” (3 karanlığın Zzerresi) Kara-kuantlar alan kuvvetini taşıyan “Foton, Bozon, Gluon ve muhtemel gravitonlar vb. ile bir üst sistemde birleşir. Sonunda evrenin bütün kuvvetleri “Tek kuvvet” olur. (Birleşik alanlar teoremi) Bu tek kuvvet parçacığı da evreni yaratan o mini aknoktadır. Normal bir karadeliğin ardındaki normal bir akdeliği ele aldık. Bu sistem uzak bağlantıları sağlamaktadır. Evrenimizin başka bir yerine gitmekteyiz ve orada bir karadelik daha bulup, onun ucundaki akdelikten, yine buraya dönebilmekteyiz. Bu, sözünü ettiğimiz “Paralel evrenler arası geçiş” değildir. Her şey, burada olmaktadır. Kendi uzayımız içindeki geçitleridir bunlar… Evren daha önce bir Akdelikten yaratılmamış mıydı? Demek ki onu “DAHA ÖNCE” yutan bir karadeliği vardı. Yani bir evren daha vardı ve o evren bir karadeliğe çökmüş, tünele girmiş, sonra da bizim Büyük Patlama (BİG-BANG) dediğimiz iğne ucundan küçük cehennemi AKDELİKTEN buraya, bugüne fırlatmıştı. Peki, o evren, neyin nesiydi? Şöyle ki, bizden önce bir evrenin yaratılıp yok edildiğini düşünmekten çok, aynı anda yaratılan, fakat biri zamanda 20 milyar yıl geri giden, ötekisi de tersine 20 milyar yıl ileri giden bir çift ANTİEVREN olarak düşünebiliriz. Ya da “O evren” bir karadeliğe girince zamanı tersine çalışan ve giderek gençleşip, ilk patladığı güne dönen şimdiki evren demektir. Çünkü karadeliklere girene kadar evrenin kalan ömrü de biter ve siz kıyameti de görürsünüz. Tam indirgenemez yüzey enerjisi zarına girdiğinizde ise saatiniz tersine çalışmaya başlar. Bu kez terk ettiğimiz evrenin “Bir kıyametten” geriye doğru yeniden dirildiğini, gençleştiğini, yani genişlediği yerden büzüldüğünü ve sonra da en küçük noktaya ulaşıp, yeniden bir AKNOKTA olarak geçmişte patladığını görürdük.
İşte böylece bir anda ve bir adımda 20 milyar yıl ötedeki başlangıcımızdaki yaratılış AKDELİĞİNDEN fırlamış oluyoruz. Yani gelecekte kıyamet kopacağı için, geçmişte var olduğumuzu görüyoruz. Kıyamet günü karadelik bizi yutacaktır ve içindeki 20 milyar yılı bir anda alan evren, geçmişimize nakil olacak ve geçmişteki “Yaratılış patlaması” dediğimiz Akdelikten ortaya çıkmış olacaktır. Gelecekte olacak kıyamet, bizi geçmişteki yaratılışa iade etmiştir. Gelecekti, galaksimiz dâhil her galaksi kendi karadeliğine çökecek, her galaktik karadeliğin de yekdiğerleri ile birleşerek kozmik bir tek karadelik olacağının biliyoruz. Bu karadelik yuttuğunu, arkasındaki tünelden akdeliğe yani, geleceği geçmişe naklediyor! Dönüp de geri baktığımızda bunun geçmişteki kuazarlar tarafından başarıldığını görüyoruz. Örneğin karadelik gelecekte güneşimizi yutuyor. Hemen ardından onu akdeliğiyle, en başta güneşin geçmişi olan “Yaratıldığı” güne ulaştırıyor. Ne yuttuysa onu naklediyor. Neyi ne menzil aldıysa aynen iade ediyor. Küp, yuvarlak, madde, enerji ya da insan!... Neyi yutuyorsa gençleştirip, geçmişte var ediyor. Çünkü bir karadelik uzay-zamanı hapseder ve bunların yer değiştirmesini sağlar. Bir bakıma kolumuzdaki saat birden cetvel oluverir ya da tersine cetvelimiz saat haline gelir. Bu, uzunluk ile zamanın yer değiştirmesidir. Karadelik bu yutma işlemini yaparken, (birbiriyle yer değiştirilen uzay ve zaman) tünelden akdelik çıkış ucuna ulaşır ve normal karakteristiğimizi taşıyan bir ortamı bulunca, uzay ve zaman çizgileri yeniden yer değiştirip serbest kalır. Bu arada nakil de gerçekleşir. Demek ki, güneşimizin geçmişteki oluşumu, onun gelecekte bir karadelik tarafından yutulduktan sonra, aynı biçimde geçmişine nakledilmesidir. Şimdi, geçmişte güneşimizin nasıl var olduğunu anlıyoruz demektir. O zaman gelecekte yok olmanın ürünü olarak geçmişte yaratıldığımızı görüyoruz. Güneşin batıdan doğmasının bir anlamı da budur. Karadelik ve akdelik, birlikte evrenin neden ve sonuç ucunun birleştiği ve dolayısıyla zaman ile mesafenin ortadan kalktığı nedenselliğin olmadığı tek odaktır. Bu tünel içinde öncelik sonralık sıralaması yoktur. Neden ile sonuç aynı şeydir. Doğum ve ölüm birlikte beklenmektedir. Akım yönüne göre, doğum öncelik kazanacak, ölüm sonralık kazanacaktır. Bu bildiğimiz zaman akışıdır. Ya da tersine negatif ve geriye akan bir zaman akışı olacak. Yani önce ölümle doğulacak, doğumla ölünecek. Böylece evren, bir ucu karadelik (Absorbe) diğer ucu akdelik (Emisyon) olan bir mıknatıs çubuğudur. Ama bu mıknatısın uzunluğu “Uzay yürüyümü” gibi kısa gösterebilir. Çünkü aslında bu mesafe, sıfır metre ve sıfır zamanda olduğu için bu iki kutup birbirine bitişiktir. Yani bir paranın yazı yüzü akdelik; tuğra yüzü de karadelik ve paranın kalınlığı da tünel süreci diye düşünülebilir. Böyle bir mıknatısın yayan (Akdelik) kutbundan, yu…fesi vardır. Uzay-zaman bu kafestir.
(Ankebut=Örümcek ağı.) Nasıl ki bir mıknatısın çubuğu, sanki bu akıyı içinden gizlice tersine çeviriyorsa ve bu kez içeriden yutan uçtan, yayan uca NAKİL yapıyorsa, tünel içinde de tersine bir akım vardır. Yani akdelik yuttuğu çekim dalga(vb.)larını ardındaki karadeliğe geçirdiğinde yutulan cisimlerin bıraktığı çekimci dalgaları karadelik yayınlamaktadır. O halde çekim denen şey, geçmişten geleceğe yayınlanan bir evren dalgasıdır. Zamanla aynı yönde akan çekim, yarın ile dünümüzün haberleşmesini sağlar. Rothschild’in bildirdiği “Nakiller, ödemeler ve dengelemeler tüneli” içinden geçen GİZLİ DEĞİŞKENLER bunlardır. Evren çok genel anlamda ve asıl olarak, gelecekteki kıyamet (ya da sonuç ucu olan karadelik yutma kutbu ile geçmişteki yaratılış ya da neden ucu olan) akdelik saçma kutbunun ikilisinden oluşan dinamik bir akımdır. Dün Cehennem’den sıcaktı ve yarın ise evren buz tutunca zemheriden soğuk olacaktır. Çok sıcak uçtan az sıcak uca olan TERMODİNAMİK ISI DENGESİ de çekim ve zaman gibi tek yönlüdür, üçü de birlikte akar. Akdelikten karadeliğe olan akım aynı zamanda TERMODİNAMİK yasaları oluşturmaktadır. İki olay ufku arasındaki geçit, başka bir evrenle birleşmektedir. Oradan geçtiğimizde çekimin çekemediği tersine ittiği antiparalel evrene bir akdelik kapısından fırlamış olacağız. Aradaki bölge ise “SUR TÜNELİ” bölgesi diye adlandırdığımız WORM HOLE’dur. Bir tür hiçlik bölgesidir ve ışıktan hızlı giden ya da titreşen, sıfırdan küçük kütlelerin yer aldığı alandır. Karadeliğin cehennemi çekimi ile akdeliğin ters çekim denen itme-ivmesi (Antigravitation ya da Levitation) bu ara kesitte yer almaktadır. Olası bir akboşluk bir kuazar göbeğindeki o noktasal büyüklükteki odak olmalı ve boy boy hiyerarşileri de bulunmalıdır. Bunlar bir kuanttan (Dev Big-Bang patlaması olan) akdeliğe kadar çeşitlenebilir. Yani zamanda geriye gidilince tüm aknoktalar tek big-bang kozmik akboşluğunda toplandığında yaratılış serüveni başlar. Aknokta öyleyse “Enerji emisyonu” ile evreni genişleten kutuptur. Ama bu evrenin heterojensizliğine yani evrenin bir tek hidrojen bulutu olarak öylece kalmasına neden olurdu. Bu enerji ışımasının nedeni, “Bilenlerin bileşenleri…” dizisinin kuantlaşmasıdır. Yoğuşma sırasına göre enerji (ki bu takyon levitationudur) rahat kanallara (tünellere) yerleşir. Bunlar Schwarzschild ışıması kanalları-nötrino-elektron-lepton kanalı, nötron-protonnükleon kanalıdır. Kanallar (tüneller) boyunca gelen rezonanslar, bozon, gluon, foton, kuark vb. olarak yıldızsal materyali oluşturur. Spinler ve manyetik yerleşim sağlanır. (Manyetizma kütlesi, sıfır enerjili intrinsic (özünlü) olan sonsuz enerjinin kendisidir.) Kuazar=akdelik enerjisi Hilbert mekânından Planck mekânına çıkış ile somutlaşır ve r=(1,4 x 10-13) 40 cm. uzaklığa kadar etkir. Bir “Ak enerji” sıcaklığı cehennemi mutlak sıcak, (-1 °K) olan “Beyaz cisimdir.” Bu kuantum fiziğinin etkisiz kaldığı parçacıkların çarpışma anındaki çözünmeyi ve rezonanslaşmayı anlatan Niteliksel (KUALİFİKUM) fiziği, davranış bilimidir. Parite simetrisine ve Feinberg (Takyon) uzayının göreceliğine uyar. Akdelik yasaları üç soyut, bir somut “Dört boyutlu” uzayın negatifidir. Bizim bir uzunluğumuz orada saat yerine geçer. Biri ortak olan 11 boyutlu uzayda temsil edilir.
“Karşı uzayda” en büyük hız, 0°K hızın bir altıdır. En düşük hız da, tam tersine ışık hızıdır. Akenerji (Nur) hızlandıkça kütlesi azalır ve o derece azalır ki artık “Somut” oluveren sınıra gelir. Akenerji (ve onun akkütlesi) uzayı, bize göre ters (Negatif=Konveks) şişirir. Yani tek yanlı çekim burada ok yönünü değiştirir ve elma yere değil, havaya düşer. Levitation denen bu ters çekim kuvveti, sürekli uzayı genişletip, şişirmektedir. Zaman tersine akmakta ve evren termodinamiği orada soğuk uçtan (0°K) sıcak uca (Big-Bang -1°K) akar. Genişlemenin kutru LF x 1040 cm’dir. Bundan öte de leviton denen itimci dalga birimleri etkide bulunamazlar. (LF=Long Fermi=Fermi uzunluğu) İtimci dalgalar (Ters çekimci dalgalar) bir cisim diğerinden uzaklaşmaya başlayınca oluşur. Bunlar o cisme akan ve akarken de ters çekimci özellik gösteren, maddeye saydam olmayan çekimin tersine dönüşmüşüdür. Manyetik değil antimanyetikdirler. Aynı zamanda soyut noktasal büyüklük olan elektronlar. Bunlar da antielektronik olan oluşturur. Her ikisi birleştiğinde de antielektromanyetizma oluşur. Antigravitation evreni genişleten impulsun fazıdır. Takyonları dört boyutlu uzay dışına iterken bizi de dört boyutlu uzaya çeker. Kurtulma hızı ise evrenin genişleme hızını aşmaktan ibarettir. O zaman dört boyutlu uzay dışına çıkmış oluruz. Schwarzschild yarıçapının altından gelen bu iten emisyon varlıkların doğumuna neden olur. Kuazarlar kendi varlıkları dışına sığışan soyut kütle, o paralel kozmosun uzantısı ve bizim de “dünümüzdür.” Maddenin %98’i oradan gelir. Ama artık hayalet değil somuttur ve evrenimizdedir, gözlem ufkumuz içindedir. Zaman burayı etkiler; uzay onu kontrol eder. Olay ufku yoktur ve sıfıra doğru ufalanmasının ardından “Matris-holoplazmasını” fırlatma diskinden yayar. (Şekil-68) Beyazboşluğa maddemizden hiçbir şey giremez. Ama o eğer dönüyorsa bir girdap yönünde girersek, beyazboşluk bizi yutar ve ardındaki tünele alır, başka bir kozmosdaki karadelikten fırlatır. Beyazboşluğun bu garip davranışı onun sürekli çekim dalgaları yutmasından ileri gelir. Beyazboşluktan takyonlar-bilinç ve çekim kaçamaz. Ama uzay-zamana “Şişirici” etki yapar. Madde atomlarına eşlenik olan takyon dizgesi kristalize uzay kafesi oluşturup maddi evrene yerleşemezler. Akboşluk olmaya elverişli bir çöküntü, ters çekimine (levitation) yeniden bir paralel evrenden buraya gelmelidir. Bu “Dışa patlama”nın tekilliğine girmek imkânsızdır. O bizi sürekli iter, zamanımız son derece hızlanır ve biz oracıkta yaşlanıp ölürüz. Levitation gel-giti ise bir sonsuz uzunluğu “Matrislemeye” yöneliktir. Saatler de tersine çalıştığı için biz hep “Çocuk” kalırız. Arkadan bize bakan, bu taraf evrene geçerken hızla yaşlandığımızı, evren tarihinin saniyelerde tükeneceğini sanırken, bizim saatimiz donar ve tersine çalışmaya koyulur. Madde-enerji ölümsüz olur. Akboşluklar her atom, yıldız galakside var olan “enerji”dir. Bu da levitation astronomisi ile (WEISS-SHILD) saptanabilir. Bu onun indirgenemez enerjisidir ve ayrıca dönme ile elektrik enerjileri de var olabilir. Beyazboşluk levitationu eğer karaboşluk çekimine yenilirse “fusion, akfusion” oluşur ama bunun için de iki karadelikten biri yok olur. O zaman akdelik “SCHWARZSCHILD” ışıması yaparken karadelikten de WEISSSCHILD ışımasını soğurur.
Akdeliklerin tasnifleri: En başta yaratılanlar, yeterli yoğuşamayanlar. Big-Bang akdeliği kuazarlar, sideral ve aknoktacıklar olup, elektrik yüklü ve yüksüz; dönen ve dönmeyen akdelik türleri vardır. Ayrıca ışıktan hızlı döndüğü için, “örtülü, olay ufuklu” olanları da bulunur. (Çıplak bir karadelik de budur.) Kesinsizlik ilkesi yerine intrinstic (özünlü) sonsuz özenerji güçlüğü olan akdelikler, Rothschild tünel süreci aracılığıyla bir “karadeliğe” açılır ve karadelik ne yutuyorsa onu alıp aynen yayarlar. Karadelikten kaçan ise, akdelikte tutularak “karşı kanal”a yakalanır. Ak-tünel süper uzaya bağlı olup, “doğum, neden, başlangıç” olaylarını üstlenir. Karatünelin aldığı radyoaktif atomu yerine kor. Sur (Corn) kornosuna üfleme etkisi yapar. Galaksilerin kalbi olan kuazarlar mutlaka akdeliklerin bir göstergesi olmalıdır. Seyfert galaksileri bunlara en büyük kanıt olmaktadır.
İLERİ BİLGİLER: 81
“NEDEN-SONUÇ” OLUNCA… Okurlarımıza, “Akdelik astronomisi” verilerini çabuk, kısa fakat karmaşık olarak sunduk. Çünkü bu konu başlı başına kalın bir cilt olacak kadar uzun olup, ya ayrı bir kitap yazmak ya da Kur‘an tefsiri sırasında ilgili yerlerde iyice açmak durumundayız. Üstelik naçizane şahsımdan başkası tarafından da akıl edilemediğinden, Kur’an tefsiri gereği ve gelecek kuşaklara mesaj açısından “Çok kısa, çok özetli” olarak sunup geçmek zorunda kalıyorum. (Sıkılan okuyucu bunları atlayabilir.) Kullandığım mantık çok sadedir: Takyonlar ve akboşlukları, sadece normal fizik denklemlerinin başına “Eksi” ve “İmajiner sayılı” rakamlarla değiştirerek, bu garip simetriye ulaşmaktayım. Kuazarları geçmişe mal ettiğimizde, onların şimdi ömürlerinin sonuna gelmiş, ergin (asal) galaksilerin “Bebeklik, doğum” devresi olduğunu anlıyoruz. Buna “Kaderin ekranizasyonu” denen ve “Rölativite, teoremi uyarınca öngörülen özel bir çözüm” olarak bakmaktayız. Çünkü evrende oluşan tek bir olay, aradaki mesafelere bağlı olarak, ayrı ayrı zamanlarda “Ekranlaşmakta”dır. Örneğin, bize 1410 ışık yılı mesafede olan bir yıldızdan bakılsaydı, Resulullah’ı Hira dağında görebilirdik. Aynı mantıkla, “kuazar-Seyfert galaksileri-galaksiler-karadelik merkezli galaksiler ve tümden karadelikleşmiş galaksiler” sırası da böyle bir kaderin ekranizasyonudur. Bu kuazarları Neden=Doğum ve karadelikleri ise Sonuç=Ölüm kılmak demektir. Kuazarlar, akdeliklerin ta kendisi ise, aynı zamanda bir karadeliğin de habercisi olmalıdır. Kuazarları, “geleceğe” mal edersek, onların sonlarına yaklaşan galaksiler (yani “sonuç” ucu) olduğu anlaşılır. Karadeliklerin bu dönmesi ve yoğunluğu, onların yuttuğu maddenin yarısını UV (morötesi) ışıması ya da kuazar ışıması olarak yayınlamalarıdır. Nitekim kuazarların enerji üretimi terk edilmiş radyant enerjiden gelmelidir. Gerçekten de kuazarların karadelik içinde gezmeleri onların merkez odağının karadeliğin içine çökmesi
sonucu karadeliğin sızıntısını üstlenmiş oldukları gözükmektedir. Kuazarlar, karadeliğin de kanıtıdırlar. Başlangıçta karadeliğe dönüşmüş ağır bir galaksi olması ihtimalinde “etkin bir jeneratör” görevi yaparlar. Fusion denen birleşmeler sonucu sayıları daha fazla olur. Böylece de (eşit yükü-dönmesi olmayan) karadelikler fusion biçiminde birleştiklerinde, kuazarlarda gözlenen sabit bir hızla enerji üretimini gerçekleştirirler. Bu da kuazarların mekanizmasını açıklar. Eğer bu tanım tam gerçekse yani kuazarlar kaynaklarını karadeliklerden alıyorlarsa sonlarına gelmiş yaşlı galaksiler olduğuna hükmetmeliyiz. Uzlaştırıcı öğretimiz daha şanslıdır: Kuramsal kozmolojimiz neden-sonuç ilkesini bir tek yerde toplar: Bükümlü tünelde. Yani her ikisi birden galaksi çekirdeğimizde olmalıdır. Homojensizlikler döneminde ayrık bulutları oluşturan “karanokta” odaklar yeterli kümeyi toplar ve patlayarak açılır, bu da galaksimizin yoğunluk eğrilerini, yükseklik önlemlerini, biçimlerini vb. temin eden bir kompresyon (sıkıştırma) dalgasıdır ve hemen hemen durağandır. Karanoktanın patlaması, orada olan aknokta iki ayrı paralel kozmosun paritesi olabilir. Neden-sonuç tek bir bükümlü tünelde ve galaksi merkezinde bulunmaktadır. Karadelik yutmakta, kuazar yayınlamakta ve toplam enerji birbirini dengelemektedir. Bu ödemeler uzay üstü-hemzemin-diğer zaman geçişlerdir. Beyazboşluklar, karadelikler gibi değildir, optik ışıyıp gözle görülebilir, kanıtlanabilirler. Onların bu simetrisi nedeniyle öğretimiz, akboşluklara “Kuantlardan” başlayarak, evreni yaratan BİG-BANG kozmik akdeliğe kadar, yıldızsal galaktik vb. beyazboşluklar önermektedir. Önermelerimiz burada sorumsuzca değil; bilimin yeniden kurulması sorumluluğuna yöneliktir. Paralel evrenler-arası büyülü geçitler, Sur boruları birbirini dengeleyen hemzemin-diğer zaman (asenkronize) geçitler trafiği sonucunda aknoktalar bir çıkış ucu, doğuş kutbu olarak “nedenimiz” oluverir. (*) Bilimi tekzip etmek için var olan karaboşluklar arasındaki olasılık=ihtimal hesapları ya da parite denen simetriden türetilmiş tünellere emanet edilen maddenin iletimi mekanizmasının kuşku götürmez işlerliğini üstlenmişler ve tüm olasılıkların tek olasılık olduğu süper uzaydaki Elif noktalarından, geonlardan kurulu çok-evrenleri oluşturmuşlardır. Bu matematik öngörüler fantastik değildir. Kaldı ki rölativite teoremleri çok daha fantezidir.
Akdelikler 1964’te “Hoyle”un madde üreten mekanizması gibidir. Hoyle yaratmayı belirlemiş, yok etmeyi de “Evrenin sonsuz hiçliğe açılması” yok etmeyi de “Evrenin sonsuz hiçliğe açılması” diye niteler. Buna göre tünel karadelikleri de parçalar ve evren akdelik ışıması halinde her bir parçacık kendi olay ufkunda, donup soğuyana kadar yalnız kalır. Sürekli açılıp kapanan evren için yaratılış patlaması “Big-Bang” denen o cehennemi aknoktadır. Öğretimizde fantastik WEISSSCHILD ışıması olarak lanse edeceğimiz “Yarınki sonumuz, dünkü yaradılışımız” zaman içinde geri yaratılış öykümüz “Süper uzaya” oradan da Schwarzshild ışıması ile evrenin başına, neden ucuna yakalanır. Yani sonu gelen tutsak’ın
saati saniyeleri (-1) gibi REEL aralıkta ya da o up-uzun iplik uzunluk olarak aynı şey olmak üzere, geri çalışır, giderek gençleşip doğmamış oluruz ve bu tersinir süreç insansız bölgede, tünelde oluşur. Burada neden ile sonuç, start ile final birleşir. Geleceğimizin bir adım sonrası geçmişimiz olur ve akdelikten yaratılmış oluruz.
İLERİ BİLGİLER: 82
ADİYAT (Kozmoozm) O zaman bir karaboşluk ile bir kuazar iç-içe geçmektedir. “Uzaktaki” bir kuazarın olduğu yerde “yakındaki” bir karaboşluk da olmalıdır. Ya da yanı başımızdaki galaksinin çekirdeğinde yan yana durmalıdırlar. Galaksimizin çekirdeği bu nedenle geçmişte kuazar; şimdi ise karadelik içeriyor. Kuazar nedenimiz; karaboşluk sonucumuz olmaktadır. Doğum olan nedenimiz “uzakta” gözükmektedir, geçmişte ekranize olmuş kuazalardan biri belki de “Samanyolu’nun bebeklik” evresiydi. O kuazar şimdi Samanyolu’muz merkezinde bir karadelik ile temsil ediliyor. İleride tüm karadelikleşme olduğunda onun gerçekte “gelecekteki (ati) ışıma” olmasına rağmen “şimdi” bizimle eşzamanlı olması kaçınılmaz olacaktır. Önceki referansta belirttiğimiz gibi bir akdelik ve onun kuazarı, levitation (ters çekim) ışıması yapmalı, uzayı şişirmeli ve ışık onun yolu üzerinden ve gecikmelidir. Bu da kuazarların uzaklık tartışmasını “İkisi aynı yerdelik” uyarınca bağdaştırırdı. Işık “akdelikten” kaçmakta, uzaklaşmaktadır ve bu bize yansımaktadır. Yakın ile uzak (en küçük ile en büyük ”elif noktaları” uyarınca” aynı yerde olabiliyor. Elif noktaları “BARİSAL”dır. Yani uzak, yakın vb. kavramları yoktur. Bu konuya gelecek ciltte yer vereceğiz. Bir ucu karadelik; diğer ucu akdelik olan tünellerin işlevi ise yine “Adiyat süresinin” çok ileri anlamdaki “Dev kozmik” sırrındandır: “(Çekim ve itim etkisiyle) İVMELENDİKÇE İVMELENEN (Tünel mekanizmasını oluşturan karadelik ve akdelik motorları) BİR YERİNDEN ALEV BIRAKAN (Kuazar, akdelik) SABAHA KARŞI (olay ufku bölgesi içi gece, dışı gündüz, sınırı ise alaca karanlıktır) BASKIN VEREN (aniden kurbanını habersizce hortumuyla yakalayan) ETKİYE TEPKİ (Karadelik-Akdelik emisyon ve absorbsiyon ikilemi) VEREREK (Tünel içinden baş aşağı pikeyle geçen) KARŞIT MATRİSLERİ (Düşman birlikleriyle özdeş) BOZUP DAĞITAN TÜNEL FONKSİYONU İÇİN…” Gerçekten tünel mekanizması, önden yutan, ardından tepki bırakan, gafil yakalayan, cisimlerin yapısını (Matrisini) bozarak onları tek boyut yaptığı gibi, geride yeniden var eden bir kozmik motordur. Böylesi kozmik motorlara ya da jeneratörlere evrensel anlamda “Adiyat” denmekte olduğuna ilişkin Kur’an’ın “MİSAL” kapsamındaki büyük işaretleri vardır. Rothschild’in tünelinin bugünkü ismi “Worm Hole”dur. Ucu akdeliklere açılmaktadır.
Anlamı solucan, kurtçuk olan Worm’u biz, “Bükümlü ya da berzahlı” tünel diye tercüme edeceğiz. Aslında bir BOYNUZ’un yiv ve setleri anlamında bükümlü demekteyiz. Bükümlü tünel (Worm Hole) bize “Süper uzaydan” uzanmakta, karadeliğin öğüttüğü tozumsu maddeyi tekillikten çekip almak, eğilimindedir. Karadeliğin aşırı ısındırıp fokurdattığı bu kaynayan madde, tünel sayesinde tek yönlü olarak emilir. Yani karaboşluğa varan bir madde, bu tünelin ucundan ışıyan enerjiye dönüşür. (E=mc² eşdeğerliği uyarınca) (*) Bu görüşü 1963 yılı sonunda henüz pek gençken ilk kez ortaya atmıştım. Daha sonra Asimov ve grubu da aynı görüşü önerdiler. Fakat her nedense hiçbir ilgim olmadığı halde beni de “Aynı grubun mensubu” diye gösterdiler. Asimov ile daha sonra başka biçimde (Takyonlar teoreminde) tanıştık. Daha önce tanışıklığımız yoktu.
Karadelik-akdelik arasındaki Rothschild tünelinin en önemli taraf, hem uzaylar, paralel evrenler arasında hem de bir varlığın başı (Doğumu) ile sonu (Ölümü) arasında dolaysız bağlantı kurmasıdır. Süper uzay (Misal âlemi, ileride değineceğiz) böyle sayısız tünellerden oluşmuştur. O tünellerden her biri, bir galaksiye açılmakta, galaksiler (galaktik) tünellerin ucunda ve tünelin “ŞİMDİ” dediğimiz kesitinin ucundadır. Bir galaksinin merkezin bulunan bir kuazar (NEDEN) daha sonra karadelikleşmeye başlar. (SONUÇ) Bu ikisi galaksinin birleşik noktası olan NEDEN ve SONUÇ kavuşmasında AYNILAŞIR; fakat “ŞİMDİLER” söz konusu olduğunda, gerçel yerine sanal bir zaman okunda ise “Mahrekâr seyri” denen ömür çemberinde AYRIKLAŞIR. Böylece baş ile son arasında bir ÖMÜR sığar. Çünkü sanal (soyut) zaman geçmişten geleceğe akar. Fakat reel (somut) bir zaman ise tersine akar. Bunun “en kısa” örneği, “Sonun bir adım ötesi başlangıç; başlangıcın bir adım gerisi sonuç” ilişkisidir. Bu bir adım ileri-geri gitmekle bir ömür ve bir ömür boyu uzayda alınan yol kat edilmektedir. Tüneller konusunda daha sonra değineceğiz: Tüneller, evrendeki en küçük madde temsilcileri olan kuantlardan (11 boyutlu, string’lerden) başlar, atomaltı-atomüstü-makro, yıldızsal, galaktik, meta-galaktik ve sonunda evrenin yaratıldığı (aknoktacık) ve yok edileceği (karanoktacık) arasında kalan en dev KOZMİK tünele kadar bir hiyerarşi gösterirler. Bu nedenle atomlar arasında paralellik kuran polarizasyon bilgi takası vb. mini tünellerde; evrensel makro yıldız, galaksi ve evrenin kendisi ise makro tünellerde temsil edilir. Makro (iri) tüneller, aslında mikro (mini) tünellerin BURULMASI, bir halat burması olarak küme halinde toplaşmasıdır. Atomlararası iletişimden “Gizli değişkenler” ödeştiren “Rothschild hemzemin tüneli” sorumludur. Böylece daha makro sistemlerde de bunun adı Worm Hole olmuştu. Aslında bunların tümü aynı şeyin, değişik terim kargaşasıyla adlandırlımasıdır. Bunun Kur’an’a dayanan ve bilimsel sonuçlanan adını CORN HOLE daha sonra ise Corn Tunnel demiştim ki, anlamı açıkça SUR BORUSU’nun daha miniği olan sur borularından ibarettir. Tünelin içinde, en sıcak ile en soğuk “ILIKTA” birleşirler. Zaman ileri-geri akmadığı için DURMA noktasına gelir. (Ashabı kehf bu tünel içinde konsezerve olmuşlardı. Çünkü KEHF aynı zamanda Süper Uzay’ın biçim geometrisidir.)
Worm Hole’dur neden sonuç aynı şeydir ama bunun açıldığı galakside somut olarak nedensel, soyut madde olarak sonuçsal yani zıt yönlü saat-çekim vb. ile anlatılır. Bir karadelik ile kuazar aynı yerdedir. Evreni genişleten kuvvet “Worm Hole”ların ısınsal açılması yani Corn Hole tarafından “emilmek”tir. Her galaksi ve varlık mahreker seyrinin bileziği içinde sayılı enerji (rızık) ve sayılı zaman (nefes) ile tahsis edilmiştir. Bu iki boyutlu çember üç boyutlu olarak Worm Hole’lara açılır. (Sur=Corn Hole’un “samed” sonsuz özenerji ve aktivitesinden yararlanır.) Aslında bütün bunlar, çok daha ileri bir teoreminin daha altyapıdaki sonuçlarıdır. Söz konusu teoriyi “Adiyat” ismini vermeyi istedim. Ama bilim literatüründe ona koyduğum orijinal isim COSMOS-OSMOS! (Okunuşu Kozmoozm) yerleşmiştir. Bunun anlamı evrenler (kozmoslar) arasında Ozmoz denen ve biyolojideki hücrenin dış zarının geçirgenliği benzeri süper transmisyondur. Evrende kuantumların bir membran=Zar’ı olduğunu bulduğundan bu yana, “Osmos” terimini kullanmak yerinde olur. Çünkü evrenler arasında ya da uzak bölgeler ya da bir varlığın ömrünün başı ile sonu arasında “TÜNEL SÜRECİNİN BAŞARDIĞI” böyle bir iletişim, bilgi alışverişi, nakil, ödeşme, ödemeler, ozmoz geçirgenliği vb. gibi türlü gizli değişkenlerin hemzemin geçitleri vardır. Bunlara topluca COSMO-OSMOS diyordum. Elbette bu gizli değişkenler, tüneller, takyonlar, esir 5 duyuyla görünmezler. Çünkü kuantlar nasıl hem noktacık hem tünelcik ise, türlü tüneller de hem noktacık (Elif noktaları gibi) hem de uzun bir uzay rayıdır. Ama dört boyutlusunu gördüğümüzden bize nokta yani hiç fark edilmeyen boyutsuz varlıklar gibi gelir. Oysa saklı yedi boyutundu da görebilseydik, onların tünel biçimlerini aşikâr görebildik. (Elbette 11 duyu organımız olması şartıyla…) Tüneller, takyonlar ve “Esir=Etherodynamics” aslında birbirinin tam akrabası olan ışıktan hızlı rezonansları olan varlıklardır. Bunlar ışığın (kuantların) kaynağı olup, ışıktan hızlı gittikleri halde, ışık hızı onlardan yavaş kalmaktadır. (Cerenkof) ÜST KATLARDAKİ evreni, fizik tanımadığı için biz bunlara dördüncü cilt içinde yer vereceğiz ve fizik dünyasına tanıtmak üzere bu “bilimsel tesisi” açacağız. Sonsuzun ötesindeki en büyük sayı olan ELİF noktasının tersine olarak sonsuzda bir’den de küçük bir zıddı bulunur. Her Esir noktası yazarın Transgeodezik fonksiyonsuz uzayındaki paratopolojik TRANSKOZMOS yapısında yer alır. Tünel, evrenin üçüncü düzlemi veya mekânın dördüncü boyutu olduğu için transkozmolojik bir yapısı vardır. En altta geometro-statik fakat Etherodynamics yasalarla yönetilir. Yeri gelince bir kısmını inceleyeceğimiz bu teorilerin tamamı yazarın bulgularıdır. Takyo-dinamik genel bir teoremdir. Bunun alanları içeren bölümü ise “Etherodynamics” dediğimiz Esir Dinamiğidir. Varlıkları içeren takyonlar ise Qualitumechanics (Nitelik mekaniği) isimli teorisinde yer almaktadır. Gerek fizik ve gerek madde ötesi evreni bir bütün halinde açıklayan teoriye, bilim çevreleri “Hyper Simetri” demektedirler. Süper Simetri sadece fizik evreni açıklar. Hiper simetri ise bütün kâinatı on, on bir gibi… boyutlara kadar açıklayabilecek çok boyutlu bir teoridir. Tardyon lukson ve takyonlarla anlatılan “Madde, enerji ve bilinç” üçgenidir. Takyonlar sayesinde, Esir, Tünel gibi kavramları ortaya çıkaran yazar, Cosmo-Osmos adıyla “Gizli değişkenlerin mekanizmasını” açıklamış, tünel sürecini
Corn Hole/Horn Hole önermesiyle “Sur Borusu” kavramına ulaştırmıştır. Süper uzaya misal âlemini ve Hiper uzay ile de “Mutlak Misal Âlemi”nin açıklamasını yapmıştır. Ayrıca dört matematik işlemi “TEK” işleme indirgeyerek, iki boyutlu matematik olan BEŞİNCİ İŞLEM bulmuştur. Yazarın teorileri (hipotezleri, varsayımları değil!) çağının bilimini o kadar aşmıştır ki, rölativitenin 1905 ve 1921 yılları arasında nasıl ki sözü bile edilmemiş ise, yazarın teorileri de o kadar ki sözü bile edilmemiş ise, yazarın teorileri de o kadar darbeci bulunmuştur. “21’inci yüzyıl bilimi” diye John Wheeler tarafından nitelendirilen, Trankskozmogoni doktorasına “Aiberg Uzayı” isminin verilmesini önermiştir.
Kitabın içinde yer alan Zig-Zag öğretisinin özgün teoremlerinin tamamı “Aiberg Uzayı” ismi altında mütalaa edilmektedir. Yazarın olağanüstü buluşlarını neye borçlu olduğuna ilişkin bir röportajda “Kur’an rehberimdi. Teori aramaya gerek yok. Kur’an’ın ilmini öğrensinler. Çünkü bilim adamlarının bütün düşündükleri ve düşünecekleri ve düşünemeyecekleri bütün teoriler bu Kutsal Kitapta vardır. Kur’an bir anlamda, teoriler “Fihristi”dir. Kur’an’dan başka kitaplarda ise 4 incil gibi 4 çarpışan teori doğar. Oysa gerçek bir tanedir ve o da Kur’an’dır” diyerek İslam olduğunu o gün ilan etmişti.
ÜÇÜNCÜ CİLDİN SONU
Mi’rac odur ki: ALLAH’a önce
: Âbit’in imanı
ONA DOĞRU (Lillah)
: Ârif’in imanı
O’NA (Lehu) O (Hû)
: Âlim’in imanı : Yâkin iman
İÇİNDEKİLER Sunuş İlksöz Referans-1 Ben, Sen, O, Siz, Onlar Yok; Biz, Bizler Varız! Referans-2 Özgür ve Cesur Referans-3 Hawking Olayı Referans-4 Âlimin Tahrifi Referans-5 Ârifin Tarifi Referans-6 Allah Kelamına Kilitlenmek Referans-7 “Âdiyat” At Yarışları mı? Referans-8 Âdiyat/1500 Referans-9 “Ben Zamanım” ONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM KLASİK EVREN Kesim 98 Midi Boyut: İnsan Kesim 99 Kozmoloji Doğuyor Kesim 100 Evreni Genişletmekteyiz İleri Bilgiler-48 Zariyat-47 Nasıl Tecelli Ediyor? Kesim 101 Hubble Tepe Noktası İleri Bilgiler-49 Fren Patladı mı? Kesim 102 Sonsuzluk Takvimi Kesim 103 Güneş Batıdan Doğuyor İleri Bilgiler-50 Sürekli Yaratılan Kararlı Evren Modeli İleri Bilgiler-51 Evren Durur Biz Küçülürüz Kesim 104 Yaratılan Evren Teorisi İleri Bilgiler-52 Klasik Big-Bang Senaryosu İleri Bilgiler-53 Evrenin Genişleme Hızı ve İzotropi İleri Bilgiler-54 Ufuklardaki Kudret, Nefslerdeki Kuvvet Kesim 105 Evreni İnsan Aklı da Genişletir
Kesim 106 Evrenin Mekân Modelleri İleri Bilgiler-55 Steadist Revizyon İleri Bilgiler-56 Hem Sonlu Hem Sonsuz Öncemiz İleri Bilgiler-57 Eşlenik Kütle: Anti Madde İleri Bilgiler-58 Anti Galaksiler İleri Bilgiler-59 Asimetrik Baryon Evren ONBEŞİNCİ BÖLÜM İLERİ EVREN MODELLERİYLE GERÇEĞİN ARANIŞI İleri Bilgiler-60 Sessiz Şişme Teorisi İleri Bilgiler-61 Varlığın Yokluğa Tercih Edilmesi Kesim 107 Bilimde Simetri İlkeleri İleri Bilgiler-62 Karşıt Evrenler İleri Bilgiler-63 Polarize Düzlemler İleri Bilgiler-64 İzotropinin Açıklaması Kesim 108 Çift Kutupluluk Yasası İleri Bilgiler-66 Dipolarizasyon Kesim 109 Hûvallahû Ehad/Lehü Küfüven Ehad Kesim 110 Hem Sonla Hem Sonsuz Yaratılış Kesim 111 Zamanın Çıkış Ucu Kesim 112 Kıyamet Makinası Ters İşler mi? Kesim 113 Kuantum Fiziği Çatırdıyor İleri Bilgiler-67 Süper Uzay Sahnede Apendix-A İleri Bilgiler-68 İçyüzü İleri Bilgiler-69 Bir Demet Tesadüf İleri Bilgiler-70 Yaratılış Takviminin Modernizasyonu İleri Bilgiler-71 Müzeyyen Sema İleri Bilgiler-72 Galaktik Evren Kesim 114 Karanlık Madde Kesim 115 Gölge Evren İleri Bilgiler-73 Nötrinolar
Kesim 116 İki Ucu Kapalı Evren Modeli Kesim 117 Doğru Parçası Modelleri ONALTINCI BÖLÜM KARA KABİR’DEN AK RAHİM’E İleri Bilgiler-74 Karaboşluk Özeti Apendix-2 Zig (Zemin) Zag (Zaman) Apendix-3 Rüyadaki Şiir Apendix-4 “Üç Karanlık” Apendix-5 Sur Borusu Buharlaşması İleri Bilgiler-75 Siyah-Kırmızı-Beyaz Şiltler İleri Bilgiler-76 Akdelik Ufukta Görünüyor İleri Bilgiler-77 Kuazar Merkezle Galaksiler-Cehennemin Yakıtı Nereden Geliyor? İleri Bilgiler-78 Galaktik Karadelik Tohumu İleri Bilgiler-79 Arian Evrimi Kesim 118 Beyaz Boşluklar İleri Bilgiler-80 Weissschild Simetrisi İleri Bilgiler-81 “Neden-Sonuç” Olunca İleri Bilgiler-82 Âdiyat (Kozmoozm)
Hans von Aiberg Günümüzde, Viyana’dan öteye olmak üzere Avrupa’da 6 milyon Müslüman batılı bulunmaktadır. Yalnızca Almanca konuşan ülkelerde 2,5 milyon sonradan Müslüman olmuş manevi kardeşlerimiz var. Bunlar içinde evrensel ve yaratılışa yönelik bilimlerle uğraşanlar, derinleşmelerinin ardından, eski saplantılarının tümünü bırakarak, İslamiyet kabul ediyor ve yepyeni bir akım oluşturuyorlar. Batıdaki 300 kadar Müslüman bilginden biri de yazarımız… Bilim adamı, düşünür, yazar, mucit ve gazeteci Hans von Aiberg, İskandinav asıllı bir Alman olup, daha sonra, bilim yoluyla MÜSLÜMANLIĞIN yanı sıra gönüllü Türkleşmiş, dinimizin bilimlerine vakıf bir “Olay adam”dır. Din ve bilimi buluşturan yazarımız, inançlı-inançsız, her kesimden okurunun ufuklarını genişletmekle kalmamış, İslam’da yeni bir akımın ebesi olmuştur. Dünyadaki ilk ve tek olarak, yayınladığı ”ARZ-ARŞ” dizisi içeriğinde, din ve bilimin buluşmasında okurlarına da bir görev düştüğüne ilişkin şu mesajı veriyor: “Nasıl ki, biz bilim adamları, din adamının görevini de üstlenmişsek, müminlerin de ‘Amatör bilim adamları’ olarak bilgilenmeye azmetmeleri, kendisinin akıl yoluyla bulunmasını farz kılan ALLAH emri, Resulullah’ın da şefaat nedenidir.