ZİG-ZAG ÖĞRETİSİ 2.BAND CİLT 2
ARZdan ARŞa
Mİ'RAC 2 Hans von Äiberg
Hazırlayan Metin KILIÇ
[email protected] Şubat 2011 Amacımız, HANİF kazanmaktır, onlara hangi milletten olursa olsun ulaşmaktır. Hans von AIBERG
The course of
In the name
of ALLAH
Transscientefic
The most Beneficent AL RAHMAN
ZIG-ZAG Lehre
The most Merciful
AL RAHİM
THE MIRACLE OF ALLAH The assencion miracle upto paralel universies Authorized by Hans von Aiberg
“BLACK HOLES” Hans von AIBERG
Arz’dan Arş’a
M İRAC (1988)
Bilim adamı, düşünür, yazar, mucit ve gazeteci Hans von Aiberg, İskandinav asıllı Alman olup, daha sonra Müslümanlığı ve Türklüğü kabul etmiştir. Dünya’da ilke ve tek olarak yayınevimiz aracılığıyla ülkemizde yayınlanmakta ve “OLAY ADAM” sayılmaktadır.
SUNUŞ Geçmişte askeri fetihlerin yapamadığını, günümüzde İSLAM, “Bilim” yoluyla başarmakta, eski haçlı ve ateistleri “Yepyeni Müslümanlar” olarak saflarımıza gönüllüler olarak katmaktadır. Böylece Batılı Müslüman Bilim adamlarının “Bilim-akıl-kalem cihadı” ile “İslam’ın Batı Cephesini” açtıklarını sezmekteyiz. Sadece bilimle ilgili bu ekibin “Cemaat çalışmalarının toplu bilimsel sonuçlarından” ZİGZAG Öğretisi ortaya konmuştur. 21. yüzyıl bilimi sayılan bu öğretinin “Arz-Arş Dizisi” İskandinav asıllı Alman teorik fizikçi Hans von Aiberg’in payına düşmüştür. Aynı zamanda düşünür, yazar ve gazeteci olan Prof. Dr. von Aiberg, Müslümanlığın yanında Türklüğe de gönül verdiğinden, dünyada ilk ve tek olarak, bu eserlerini yayınevimiz aracılığıyla, öncelikle TÜRK okuyucuya sunmaktadır. Beceri bizden, beğeni sizden, başarı ALLAH’tan… KİT-SAN
“Eserimin sevabını, sayesinde MÜSLÜMAN-TÜRK olduğum MÜFİDE ATALAY’a ALLAH rahmetine vesile olması umuduyla ithaf ediyorum…” Hans von AIBERG
“Arz-Arş dizisinin kitapları Kur’an’ı Kerim’in Teorik Fizik ilmi ışığında bir yorumu mahiyetinde… Bu güne kadar binlerce kitap okudum. Böylesini görmedim. Böylece bütün “Bilinmezler” çözülüyor, bütün “İzm”ler iflas ediyor, “Tek doğru” ortaya çıkıyor. İlk okuyuştan altı ay sonra ikinci defa başladım. Sanki 21. yüzyılın bilgilerini veriyor, hayatımızı yeniden “Dizayn” ettiriyor. Hans von Aiberg’e ve onu bize ulaştıran KİT-SAN’a minnet ve şükran duygularımı bildiririm. Bu kitapları okumayan kişi, kim olursa olsun dünyadaki yüklerini hafifletmekte güçlük çekecektir. Prof. Dr. Sacit ADALI
“… Bu güne kadar birçok kitap okudum ama benim hayatımın akışını değiştiren kitap Prof. Dr. Hans von Aiberg’in “Arz’dan Arş’a Sonsuzluk Kulesi” adlı kitabı oldu. Şimdi bambaşka bir insanım…” Bay. H. İZ./ANKARA
ÖNSÖZ BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM: OKU! ARZ’dan ARŞ’a MİRAC bandımızın bu ikinci cildiyle yeniden huzurunuzdayız, sevgideğir okurlarım… İlk bandımız ARZ’dan ARŞ’a SONSUZLUK KULESİ, bir genel ve kısa özet olarak ARZARŞ dizimizin girişini oluşturmak üzere yayınlanmıştı. İkinci bandımız olan ARŞ’dan ARZ’a Mİ’RAC ise –adı üzerinde- Dünyadan havalanan insanın “Gizli içgüdüsü olan yükselişin” ve yükselişlerin son durağı olan ARŞ’ın Mİ’RAC’ını dört cilt halinde sunmaktadır. Önceki cildimiz, insanın uçma ve uzay serüvenini, bunun yanında bir KUR’AN mucizesi olan “Gök Mekaniğini” yorumlamış, kapalı bir sistem olan Evrenin dışına olağan yolarla çıkılamayacağını göstermişti. Tam kendimizi tutuklu hissettiğimiz bu aşamada gökten bir kapı, “Görünmeyen bir kara kapı” aralanmış, böylece evrenin dışına çıkacağımız tek çıkış yolunu keşfetmiştik. Bu gök kapıları “Karadelik”lerdir. Şimdiki eserimiz işte, bu “Karaboşluk mekaniğini” dünyada ilk ve tek hatta eşsiz olarak, en geniş kapsamlı olarak ele almaktadır. “Karadelik” konusu, inanmak isteyen ve mümin okuyucum için büyük bir silah olacaktır. Çünkü karadelik gibi inanılmaz bir bulguyu ortaya koyan ve ayrıntılayan ekibin %80 kadarı ZigZag öğretisi mensuplarıdır. Karadelikler konusunda sadece mini broşürler, birkaç sayfayı geçmeyen makalelerden başka hiçbir bilgi yoktu. 1974’de Profesör John Taylor, bu konuda bir kitap yazmak istediğini belirterek bütün karadelik uzmanlarına ve ünlü Astrofizik teorisyenlerine davet vermişti. Bu değerli bilim adamının hatırını kırmayarak 29 kişiden kurulu bir ekip oluşturduk. Bunlardan onyedisi isimlerinin önsözde geçmesini istediler. Ekibimizden onlalar ise prensip üzerine isimlerinin geçmesine karşı çıktılar. Söz konusu prensip “İslam’ın Ruhunu” yansıtmaktadır. Çünkü Zig-Zag öğretisi mensupları ilke olarak reklam, propaganda, bilim aristokrasisi ve resmi bilim burjuvazisinin protokolcülüğünü peşinen reddetmişlerdir. İslam bir cemaat, bir ümmet, bir şura (Heyet) dini olduğundan icmâ-i ümmet yöntemi bilimde de geçerlidir. Dolayısıyla sivri uçlara yer vermeyi önceden reddederek, bilimsel bencillik olan “BEN” yerine, “BİZ” denen cemaat olmayı ilke edindik. Gerçek Müslüman bilim adamları olarak şunu benimsedik: BEN YOK, BİZ VARIZ!..
Ayrılıklar böyle çözümlenir. Uzlaştırıcı, birleştirici İslam ancak böyle temsil edilir. İsmimi kitaba koyarken ya da üstlendiğim bir şeyi, yaşadığım bir olayı anlatırken, normal “Özne” olan “Ben”’i kullandım. Fakat hiçbir zaman nefsimin baş tacı, şeytanın kovulmasının nedeni olan azameti “BEN” ile hitap etmeyi hiç düşünmedim!.. Çünkü BİZ bir cemaat dini olan İSLAM mensuplarıyız. Benlik ve bencillik kavgamızı peşinen bırakarak, soytarı benliğimizi “Bilgimizin” içinde erittikten sonra Kelime-i Şahadet getirip, MÜSLÜMAN olduk. Biz “Bencil” değil; tam tersine “SENCİLİZ.” BEN Müslüman’ım ama BİZ CEMAAT VE MİLLETİZ, BİZLER ise ÜMMETİ MUHAMMEDİZ. Bunun için sırayla BEN, Türk ve Müslüman’ım demekle, aslında “BİZLER” kavramına nasıl ulaşmamız gerektiğini anlatmak istedim. Bencillik ve onun “Ben” kibri doğrudan şeytana aittir. Önceleri meleklerden bile melek olduğuna inanılan Şeytan, ebedi kaybedişini ”Ben secde etmem” dediği için başına sarmıştır. “İN ORADAN, ORADA BÜYÜKLÜK TASLAMAK SANA DÜŞMEZ, DEFOL, SEN AŞAĞILIK BİRİSİN!” diye Rabbinden hitap bulmuştur. İşte “BEN” demek, bu kadar korkunç bir fecaat olup, onu özne diye mi yoksa “KİBRİYA” için mi kullandığımıza, yani art niyetimize bakar, masum ya da şeytandan oluşumuz… Bütün Zig-Zag öğretileri eserleri şu ayet doğrultusunda kaleme alınmıştır: * “DOĞRUCULAR (Sadık yazarlar) İSENİZ BİLİME DAYANARAK HABER VERİN. (Eğer okurlar iseniz) BİLİME DAYANMAYANA İNANMAYIN, İNCEDEN İNCEYE DÜŞÜNÜN!” Resulullah da bir hadisinde şöyle diyor: * “Nakle dayanan kökleşmiş inançlar, eğer BİLİME AYKIRI ise, siz BİLİM İLKELERİNİ kabul ediniz.” Bilmek boynumuzun borcudur: * “O HALDE SAKIN BİLMEYENLERDEN OLMA!” (En’am-35) Çünkü bilmeyenler, bilenlerle iki ayrı sınıf oluştururlar: * “HİÇ BİLENLER İLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (Zümer-9) Bunun ne anlama geldiğini bize Hud-46. ayet açıyor: * “SENİ BİLMEZLERDEN OLMAKTAN BİLHAKKIN MEN EDERİM!” Hatta bilmeyenlerle ilişkimizin kesilmesi istenmektedir: * “SEN KOLAYLIĞI TUT, İYİLİĞİ EMRET, CAHİLLERDEN YÜZ ÇEVİR.” (A’raf-199) Buradaki cahiller artık bilim talep etmeyen, öğrenmek istemeyen, öğrenimi reddeden, bilimin gereksizliğini savunan, cahilliğin eseri gerçek yobazlardır. İrtica lafını onlar hak etmişlerdir. Onlar BİZDEN de değildir, onlar ALLAH buyruğuna karşıdırlar. Çünkü rabbimizden bilim istememiz, bilimimizi arttırmasını istememiz “RABBİM İLMİMİ ÇOKÇA ARTTIR.” Ayeti uyarınca ve Resulullah’ın iki hadisiyle sabittir: * “İbadetin efdâli (En yararlısı) bilim talep etmektir.” * “Cenab-ı Hak bir kulunu rezil etmek isterse bilimden yoksun kılıp, cahillerden eder.”
Cehalet (bilgisizlik) Resulullah’ın yerdiği İslam dışı ya da İslam’ın yüz karası bir beyin tembelliğidir. Çünkü “Cahil yoktur”; Cahil kalmak isteyen vardır. Resulullah (sas) cehaleti kâfirlikten şiddetli saymıştır: * “Cehalet küfürden; yoksulluk ateşten daha şiddetlidir.” * “Cahiller arasında bilim talep eden bir kimse ölüler arasında diri gibidir.” Bizler “Haksız biçimde” geri bıraktıran şeytan, tek kelimeyle cehalettir: * “Başka ümmetleri geçmeyen ümmetime şefaat etmeyeceğim.” “İlim tahsil etmeyi kadın-erkek her Müslüman’a farz kılan, ilmi nerede bulursak almamızı isteyen, bilimin müminin kaybolmuş malı olduğunu, Çin’de bile olsa arayıp almamızı, her fiile yasak konulabileceğini, fakat bilime asla yasak konulamayacağını, bilimin bir sonu olmadığını, bilimin bir saatinin yetmiş yıllık ibadete bedel olduğunu, bilginin mürekkebinin şehit kanından da üstün olduğunu,” sahih olarak söyleyen Resulullah bilimsiz bir Kur’an düşünülemeyeceğini bildirmiştir. Kendisine birisi “Bilim öğrenmeyi tavsiye ediyorsunuz, Bilim Kur’an’dan da efdâl midir?” sorusuna şu cevabı verdi: * “Hiç bilimsiz Kur’an olur mu?” Hazreti Ali (r) ilmin kapısı olmasının sırrını şöyle açıklıyor: * “Rütbelerin en âlâsı ilim rütbesidir.” Yahya bin Halit’in özdeyişi de çok anlamlı bir öğüt: * “Oğlum ilmin her türlüsünü öğrenmeye çalış. Kişi bilmediğine düşman olur.” Gerçekten de insan bilmediğini, açıklayamadığını, yok etmeye çalışır. Yok etme işlemini, ya o şeyi öldürerek ondan kurtulmayı seçer; (Bunu yapamıyorsa, örneğin korktuğu şey soyut ve güçlüyse) ona esirce tapınarak kendini güvenceye alan müşrik biri olur. Oysa aydın mümin, açıklanamayanı bilimle açıklayıp, onu öldürmeden yok etmiş olur. Dolayısıyla bilim, maddeciler gibi inkâra saptırmaz, müşrikler gibi taptırmaz. Bilmek yoluyla açıklanan şey çözüme kavuşur. Kur’an dolusu olarak bilimin maddeci ve müşrike bu tartışılmaz üstünlüğü hep istenmiştir. Bilim kısıtlanamaz. Bilim en kocaman bir bütündür. Onun dallarından biri “Bilim sayılıp”, diğer dallar (Ve gövde ile kökler) inkâr edilemez. Örneğin, “Yalnız fıkıh bilimdir” demek evrenin doğasına aykırıdır. Çünkü evren, insan ve fıkıh’ı olmadan da “FİZİKOMATEMATİK” yasalarla yönetiliyordu, kıyamete kadar da yönetilecektir!”.. Bu nedenlerle fiziko-matematiği 1400 yıldan beri ilk kez hakkını vererek öğretimizde işlemeye çalışıyoruz. Bir önceki cildimizde gök mekaniği yasalarını ele almıştık. Şimdi bir başka evren’e kapı olan karadelik ya da siyahboşluk konusuyla birlikte rölativiteyi sunacağız. Karadelikler konusunda daha önce “BEN yerine BİZ olarak” ve John Taylor adına ünlü “Black Holes=Karadelikler” kitabı bahanesiyle bir türlü icma-i ümmet oluşturmuştuk. Elbette içimizde başta Prof. John Taylor olmak üzere birçok inançsız vardı. Fakat Karadelikler olayının onları da imana getirdiği gördük. John Taylor aslen matematikçi olmasına
rağmen bu nedenle Parapsikoloji sahasına kaymış ünlü bir Zig-Zag öğretisi mensubudur. Dolayısıyla “Ekibin bilginlerinin” toplu sonuçlarının öncelikle Türk okuyucuya bu kitap aracılığıyla verilmesine karşı çıkmamıştır. ARZ-ARŞ dizisini belki daha sonra yayınlayacaktık. Fakat “Bir an önce yazmamı sağlayan itici güçlerin, yapıcı dostların basıncı ile dizimiz ortaya çıktı. Büyük manevi ve maddi katkıları olan iki can kardeşime çok şey borçluyum. Bu uğurda gazeteci kardeşim Fatih Böhürler, kendince çok değerli olan tüm sermayesini “Bilim ideali uğruna harcamakta” tereddüt etmedi. Yine gazeteci ve sanatçı dostum RAGIP DERİN, çocuğumun süt parasını bile finanse ederek, başka işlerde çalışmamı engelleyip, bu eserleri şümullendirmemi sağlayan zamanı bana lütfetti. Bu arada ev sahipliğini üstlenen, yine gazetece ve sanatçı kara gün dostum Erol ARISAL olmasaydı, bu eserler de olamazdı. Teşviklerin en büyüğü ise, bana “Evladım” diyen, değerli gazetece ve sanatçı Nezih DÜNDAR ağabeyimden geldi. Bir yazar ve bilgin için gerekli ideal çalışma ortamını sağlayan ve beni uzun süre evinde kusursuz ağırlayan Güneş GÜRSEL’e benimle beraber bu kitabın da borcu vardır. Ve kitaplarımı yayınlayan cesur, ilerici mümin ESER ile GÖKNAR ailelerine teşekkür ötesinde minnet doluyum. Yazarı
“O (ALLAH) İŞLERİNİ GÖK’TEN YER’E DOĞRU (Arş‘tan Arz’a, tümden gelimli) YÖNETİR. O’NA DOĞRU YÜKSELENLER, SİZİN ÖLÇÜLERİNİZE GÖRE BİN YIL SAYDIĞINIZ BİR TEK GÜNDE VARIRLAR.” Secde Suresi, 5. ayet)
SEKİZİNCİ BÖLÜM
ZAMANSIZ EVREN
KESİM: 29
SOMUT UZAYLAR
SEZGİNİN BOYUTLARI Matematik bir şiir, geometri onun resmidir. Fizik ile bu resim canlı bir hayal oluverir. Evren bir fiziko-matematik yasalar topluluğudur. Her şey sayılarla anlatılır. Öyle ki “Sezginin boyutları” matematiğin sonucudur. Bir varlığın evrendeki konumunu, matematiğe dayanarak belirleriz. Canlı biri önce kendini idrak ederek anlar, sonra çevreye yönelir. Kendi konumunu tespit ederek, diğer konumlarla bilgi alış-verişinde bulunur. Bu mekanizmanın radarı “Göz”; değerlendirme merkezi beynimizdir. Dolayısıyla yorumlamalarımızda şartlanmalarımız vardır. Derinlik duyumuz uzayı üç boyutlu gösterdiğinden, (İlk insanların bilginlerinden) Öklid uzayı düz saymıştı. Bir yanda bu greko-romen düşünce, diğer yanda Horasanlı Cabir ve İbn-i Sina gibi Türklerin ayrık düşünceleri vardı. Şimdiki bilim, doğu ve batının ortaklaşmasından doğmuştur. İslami pozitif bilimleri temel aldığında Rönesans ve İslam âlemini yakalayan Galileo’nun batı âlemi, doğulu El Cabir’in cebirini tanıdı. (*) Modern fiziğin Babası Galileo’dur. Descartes, Galileo Cebirini geometrik bir şekil çizmeksizin cebirle birleştirip düzlem geometri yapılabileceğini, hız ve zaman süreklilik kavramları koordinatlarını
“İvmeyi=hızlanmayı”
tanımlamasına
imkân
veren
çözümler
buldu.
(Kartesyanizmin üç elemanları)
Ancak her çağın en büyük matematikçisi ve aynı zamanda fizikçisi olan Gauss, öğrencisi Riemann ve izdaşı Lobatçevski, daha sonra Wundt, Hilbert uzayın düz olmadığını, Astronomik bir üçgende iç açıları toplamının 180°’den büyük ve küçük olduğunu sırayla gösterdiler. Riemann modeli uzay bir küre yüzeyidir. (Pozitif Jeodezi) Gauss uzayı Semer biçimi bir Jeodeziyle negatif eğrilik gösterir. Bir çapı yoktur ama eğrilik çapı vardır. Gauss’un açtığı bu soyut uzaylar çığırı, matematik genişleme ve derinleşmenin sonucuydu. Uzay hakkında artık sezgiye değil, saf matematiksel denklemlere inanan uzaylara dayanılıyordu. Uzayın kendisi rölatif=göreceli olduğundan, söz konusu uzaylar göz önünde canlandırılamaz ancak denklemlerle tasarlanabilir. Örneğin biz “Semer küre” derken “İki boyutlu” anlatıyoruz. Ama (Gerçekte var olan) üçüncü boyutla anlatamayız. Descartes’in SAYI (Cebir) - ŞEKİL (Geometri) ilişkisi birbirinden koptuğundan dönüştürülemez. (*) Fakat Öklid, Descartes sezgileri de şaşmıştı. Örneğin bir küre yüzeyi bize üç boyutlu gibi görünür. Ama onu düzelttiğimizde iki boyutlu olduğunu anlarız. İşte bunun gibi aslında dört boyutlu olan uzayı üç boyutlu görüyor, gözlemle de anlaşılmayacak biçimde sezgi ile uzayı düz sanıyorduk. Bu nedenle Arşimet, Descartes, Galileo, Leibniz ve Newton, Öklid’e karşı çıkmayı
düşünmemişlerdi.
Dolayısıyla soyut uzaylar Öklid’in ki gibi düz değil; esnek, elastiki, kâh çukurlu, kâh yüksekli bir indi-çıktı yapıya sahiptir. İşte böyle Distorsiyon bozukluğu olan uzaya geodezik yüzey demekteyiz. Bu yüzeyde dağlar ve deniz çukurları olduğu halde aslında yükseklik, derinlik yoktur; onlar da iki boyutlunun tepeleri ve çukurlarıdır. İşte evren de böyle iki boyutludur (Öklid’in sandığı gibi en, boy ve yükseklikten oluşmamış; sadece en ve boyla dokunmuş bir alandır. Evren eğridir ve eğrilik çapı o kadar büyüktür ki sezgimiz onu bize düz gösterir.
Şekil: 14
Öklid/De Sitter uzayı İki nokta arasında en kısa yol doğru parçasıdır, bir üçgenin iç açıları toplamı 180°C’dir. Bir doğruya dışındaki noktadan bir tek paralel çizilebilir. Sonsuzdur, yola çıktığımız noktaya hiç dönemeyiz. De Sitter uzayı ise “Maddesiz”dir.
Şekil: 15
Lobachevsky Uzayı Öklid’in paralelinden sonsuz tane çizilebilen Lobachevsky uzayında iki nokta arasındaki en kısa
yol negatif bir eğridir ve buradaki üçgenin iç-açıları toplamı 180°’den küçüktür. Sonsuzdur, yola çıktığımız noktaya hiç dönemeyiz.
Şekil: 16 RİEMANN UZAYI Bir üçgenin iç açıları toplamı 180°’den büyüktür. Örneğin şekildeki jeodezik üçgenin iç açıları toplamı 270°’dir. Küre yüzeyinde sürekli paraleller kesiştiğinden, verilen bir noktadan bir doğruya hiçbir paralel çizilemez, iki nokta arasındaki en kısa yol ise bir yay parçasıdır. Ya da çıktığımız noktaya geri dönebiliriz. (Sonlu bir sonsuzdur.) Maddi Evrenimiz bu biçimdedir. Daha çok boyutlu olarak (5 boyutlu) uzay modeli ise HİLBERT uzayıdır.
KESİM: 30
RÖLATİVİTE GELİYOR:
MODERN FİZİĞİN ÇIKIŞ UCU Modern fiziğin kurucusu Galileo ise eylemsizlik ilkesini tanımlamıştır. Eylemsizlik kısaca şudur: “Bir cismi uzayda kendi haline bırakırsanız ya durur ya da (Düzgün doğrusal bir rotada en küçük uzay aralığını aşmak üzere) ilerler.” Fizik’de ikinci üstat ise Newton’dur. Galileo kütlesinin “Kendini harekete geçiren kuvvetlere direncini yani “KUVVET” kavramını ortaya koyarak, bunu Kartezyanizm ile
(Hızın da hızı olan) ivmeye uyarlanıp, hız-zaman “Süreklilik=Continuum” fenomeni çözümledi. Böylece kuvvet ve evrensel çekim ilk kez belirlenmiş oluyordu: “Kütle bir cismin kendini harekete zorlayan kuvvetlere geri tepmesi (olan) ağırlığıdır. Kuvvet ise, gravitation denen “Çekimin ta kendisidir!..” Newton, “Principia” isimli eserinde evrenin bu genel çekim etkisinde olduğunu bulmuş, hareketleri de “Mutlak=Absolü” ve “Göreceli=Rölatif” olarak ikiye ayırmıştır. Newton, “Mutlak dayanacak sabit bir nokta” bulmadığından “Kendi gözlemlerine” dayanmak zorunda kalmış, ilk kez Rölativite ilkesinin isim babası olmuştur. Bu ilkeye göre düzgün doğrusal hareket eden bir cismin hareket halinde olduğunu gösteren hiçbir deney yapılamamaktadır. Locke, Newton’un rölativitesini ele alarak, bir dayanak noktası olmaksızın, “Kimin hareket ettiğinden tespit edilemeyeceğini” gösterdi. Locke örnek olarak, bir gemi içindeki bir insanın (Sarsılmadığı sürece) hareketi algılayamayacağını ileri sürdü. Gemideki insan, sadece denize bakarak, gidip-gitmediğini anlayamaz. Bir gemi içindeysek ve bize bitişik bir gemi daha varsa, gemilerden biri hareket ettiğinde, içinde bulunduğumuz geminin mi; yoksa öteki geminin mi hareket ettiğini hemen anlayamayız. Kimin hareket ettiğini anlamak için “SABİT” iskeleye bakarız. İskeleden uzaklaşmıyorsak öteki gemi hareket etmiştir. Eğer iskele bizden uzaklaşıyorsa hareket eden bizim gemimizdir. Locke de örneğinde bir gemideki yolcunun denizde hareket edip etmeyeceğini anlamak için “Sabit bir referans (Gözlem dayanağı, başvuru sistemi) olarak bir “Ada”yı gözlemler. Ne var ki bu “Ada” aslında, dünya çevresinde saniyede 1.670 km hızla hareket etmektedir. Dünya ise saatte 180.000 km hızla güneş çevresinde hareket eder. Güneş de saatte 160.000 km. hızla galaksi içinde hareket etmektedir. Galaksimiz ise saniyede 300.000 km. hızla evrende yol almaktadır. Görüldüğü gibi, dinamik evrende her şey birbirine göre rotasyon, proseksiyon, nütasyon yapar. Dolayısıyla biz asla “Mutlak=absolü” değişmez bir referans bulamayız. Bunun yerine kendimizi sabit referans olarak sayarız. O zaman da uzay bize düz gelir. Herkese göre aynı akan EŞ bir ZAMAN düşünürüz.
KESİM: 31
EINSTEIN OLAYI
BÜYÜK UZLAŞIMCI Newton’un kuvvet kavramı, (O zamanki inanç olan mekanik) Esir ortamında yayılmalıydı! Amerikalı Michelson ve Morley ikilisi “Esir”i ararken, dayanılacak bir sabit referans buldular; bu da hiçbir zaman değişmeyen ışığın hızıydı. Yani değişen evrende değişmeyen tek şeyin ışık hızı olduğu anlaşılmıştı. Işık hızının bu değişmezliği bulununca, Einstein ortaya çıktı: Rölativite ismini Newton’dan, düşünsel (idealize) deneylemelerini ise Galileo, Newton ve Locke’den aldı. Böylece özel rölativite taslağını hazırladı.
Daha sonra (Yalnızca düzgün ivmeli doğrusal hareketleri değil) bütün hareketleri kapsayan “Genel rölativite teoremini oluşturmaya koyuldu. Sınıf arkadaşı Grossmann bu konuda kendisine Gauss matematik uzayını öğretti. Dolayısıyla Einstein, Eğri uzayını “Riemann modelinde almış oldu. Einstein’ın lisedeki matematik öğretmeni Hermann Minkowski de ona “Hayali bir zaman boyutundan” söz ettiği için, dördüncü boyut “zaman” da, öğretmeninin √ - 1 sayısından aldı. Bununla da kalmayarak, Fitzgerald ve Lorenz dönüşüm formüllerini de dağarcığına kattı. İşte rölativite bu alıntıların tümüdür. Buna rağmen Einstein büyük bir uzlaşımcı, büyük teorisyen ve büyük Kuantumcu ve genelleme uzmanıdır. Ne var ki Kozirev, Einstein’ı art niyetli olarak tanımlamaktadır: Çünkü Kozirev’e göre, Einstein, hiçbir şeyin ışıktan hızlı gidemeyeceğini söyleyerek, rölativiteyi sadece maddi fizik ile kısıtlamıştır. Yani Einstein’a göre sadece madde ve enerji ikilisi vardır; madde ötesi yoktur. Maddenin ışık hızıyla gidemeyeceği doğrudur ama yalnızca ışık hızıyla! Yani bu hızın altında ve daha üstünde bir hızla gidebilir. Feinberg göstermiştir ki, ışık hızına hiç değmeden bir kütle ışık hızı ötesine sıçrayabilmektedir. Bu nedenle Kozirev, Einstein’ın insanların manevi âlemle ilişkisini kesmek istediği doğrultusunda art niyet taşıdığında ısrar eder. Einstein’a karşı çıkan gruptan birçok bilimci, fiziko-matematik yollar ile ışık hızının aşılabileceğini hep kanıtlamışlardır.
İLERİ BİLGİLER – 32
IŞIK HIZI AŞILIR MI? Okuyucu, burada şuna dikkat etmelidir: Einstein’ın muhteşem başarısı iki yöndedir: Biri Kuantum Teoremi, diğeri Rölativite Teoremi’dir. Einstein, Kuantum teoremiyle (Tam tersine) Determinizmin yanında yer almıştır, kesinsizlik ve istatistiğe (Evrenin kör rastlantılar sonucu ortaya çıktığına) karşıdır. “Gizli değişkenler” ve “Büyük Birleşik Alanlar teoremi”, gerçekten MADDECİ FİZİĞİN karşısındadır. Fakat Rölativite formüllerinde ise, tamamen MADDECİLERİN yanında yer almıştır. Einstein’ın içindeki bu çelişkiyi onun biyografisinde şu satırlarda görüyoruz: “Einstein, paranoya derecesinde bir Alman düşmanı ve Alman fizik tekeline karşı pasifist bir sosyalist idi.” Bu, Yahudi katliamının söz konusu olmadığı ve Einstein’ın Almanlarca çok sevildiği bir dönemde kaleme alınmıştı. Kozirev ise Einstein’ı doğrudan karşısına alarak şunları yazmıştır: “Einstein, Almanların bütün bilim ve fiziği tek başına temsil etmelerine çok içerliyordu.
Bir Yahudi fiziği kurmak ve bunu maddeleştirmek için bağlı olduğu ırkçı kuruluşların direktifiyle bilimi yanıltmaya çalışıyordu. Örneğin, uzayın saf vakum (Boşluk) olduğunu, sırf Esir’e yer vermemek için zoraki belirtmişti. Oysa dini duyguları çok yüksek bir Musevi’ydi, Esir’e inanıyordu. Taktiğe göre, yalnızca MADDE vardı; uzay ise HİÇ BİR ŞEYDİ. Fakat uzayın tıka basa enerji alanları ve elektromanyetik dalgalardan oluştuğu çok geçmeden anlaşılınca, bu Yahudi abidesi ve efsanesi çökmesin diye, yine Yahudi fizikçi ve çetenin öteki üyelerinden “Velikowski” devreye girdi ve sözde “Einstein”ı yalanladı, uzayın vakum (Boşluk) değil, enerjetik alanlardan oluştuğunu, yeni bir buluşmuş gibi sunarak, güya bir rekabet yarattı. İki taraf da Yahudi’yse başarı yine Yahudi’nindir. Tıpkı demokrasilerdeki iktidar ya da muhalefet adayı olan parti başkanlarının ikisinin de kendilerinden seçmek üzere ve hangisi seçimle işbaşına gelirse, yine kazananın Yahudi politikacı olması için uygulanan klasik çift alternatif taktiğidir bu… Einstein, uzayın genişlediğini bizzat bulmuş, fakat bu ölü (Statik) uzayın canlanmasından ideoloji namına ürkmüştü. Gerçekten de durağan bir evren yerine dinamik bir evren başson veya yaratılış-kıyamet gibi DİNLERE yönelik postulatlardı. Bu maddi dünya yatırımını tekzip etmekti, materyalizmi kendi ırkları dışında her millete yayma politikaları ve protokolleri sarsılacaktı. Einstein, aldığı talimat üzerine, bir kozmolojik sabiti uydurup, formüllerine ekledi ve uzayı durdurmaya kalkıştı. Fakat yakın arkadaşım Friedmann (Friedmann ve Kozirev, her ikisi de Rusya’da doğmuş Almanlardır) onun foyasını ortaya çıkardı ve uzayın genişlediğini bildirince Einstein “Hata yaptığını” kabul ederek, özür diledi. Evren genişliyordu. Öyle ki uzak galaksiler ışıktan da hızlı olarak bizden kaçıyordu. Aynı kozmolojik sabiti, çömezleri “Hiçbir şey ışıktan hızlı olamaz” diye galaksi hızlarına da kullanıyorlar halen… Einstein E=mc² formülünü nasıl sadece madde-enerji eşdeğerliliği üzerine kurarak, vakumundaki enerji alanlarının da bir kütlesi olduğunu ve bunların da formüle eklenmesini es geçmişse, birçok şeyi maksatlı yarım bırakmıştır. Zamanın ve çekimin Tensorunu ölçümleme güçlüklerini bildiğinden kurnazlığa kalkmıştı. O tekzip edilene kadar “Efsane” olacaktı, bunu çok iyi biliyordu. Esir’e mutlaka inanıyordu. Fakat ideolojisi uyarınca Esir inancını saklaması gerekiyordu. Esir’e zoraki karşı çıkışını “ ’Michelson-Morley’ deniyini” bahane ederek başlatmıştı. Amerikalı ikilinin ışığın hızını bir masada aynalarla ölçmeleri, ışık hızının bulunması için harikaydı ama Esir adına tam bir skandal idi. Çünkü ışık gibi süper bir hız, bir deney masasında değil; uzaya çıkı uzayda dağılmayan bir ışık huzmesiyle çok geniş en azından 186.000 mil bir mesafe içinde ölçümlenmelidir. O zaman iki ışık demeti arasında FAZ farkının interferensi olup olmadığı anlaşılır. Einstein hep denenmeyecek, ya da denenmesi ileri yüzyıl teknikleri gerektirenleri ortaya atar ve namının yürümesi için zaman kazanır. Bir başka kurnazlığı da mevcutları uzlaştırıp bünyesinde toplaması hatta hırsızlığıdır. Einstein bu kez de Fitzrald ve Lorenz düşünüm formüllerini Rölativite için istismar ederek kendine mal etmeye kalkıştı. Nasıl ki Gauss ve Riemann’ın matematik uzayını, Minkowski’nin Zaman boyutunu çalıp birleştirip, uzay-zamanını ileri sürdüyse, bu kez de Lorenz’in omuzlarına basmaya çalıştı… Başaramayınca da evreni kısıtladı. Işık hızıyla giden bir cetvelin boyunu sıfırladı, zamanını ebediyen durdurdu, kütlesini sonsuzlaştırdı ve denklemlerinin sonucu hep sonsuz çıktığı için, matematik tekilliğin çözümsüzlüğüne
bıraktı. Oysa bu sonsuzun çözümsüzlüğünün üçü de aşılabilir. Yakın bir gün “Yenidünyanın fizikçilerine madde-enerji arasında tutsaklık kampından kurtulmaları için akli özgürlükler diliyorum...” “Einstein’a geldiğimizde, bir takım çevrelerin onu ırkından dolayı tabulaştırmalarına karşıyım. Çünkü bilim binlerce kuşağın sürgiti ve alın teridir. Bilim isimsiz kahramanlarıyla da güzeldir. Bilim “Aria fiziği” ya da “Yahudi fiziği” diye lanse edilmekten de beridir. Bilim hiçbir üniversite aristokrasisinin, beynelmilel sermaye çevrelerinin ya da en masum kemikleşmiş kafaların malı değildir. Bilime politikanın iğrençliğini sokmak, maddeyi yüceltmek fakat enerjiyi küçültmek bir çözüm değildir. Bilimi, çıkarcı ve tekelci bir ırkın tıpkı tahrif edilen Tevrat gibi tahrif edilmesinden korumak için, aramızda bu uğurda akademik kariyerlerini terk ederek, aramıza girmiş ve totemleşmek istemeyen gerçekten idealist kişileri barındırmak ve onlarla koordine olmaktan başka çıkar yok!.. Bu kişiler için Relativity teoremi de zincirin sonuncu bir halkası değildir, evrenin de bilimin de sınırları olmadığı için, bu zincir de sürüp gidecektir. (Nitekim saniye başına bir buluş veren çağımızda, teorik fiziğin, relativity gibi bu yüzyılın başındaki bir görüşte tıkanıp kalması, insanlık adına üzüntü vericidir. Nasıl ki NewtonEinstein arasında 230 yıl beklemeyle geçmişse, Einsten’dan bu yana da 75-80 yıl geçmiş ve Relativity üzerine bir arpa boyu bile yol almamışız.!) Kozirev’in yazdıklarını sadece “Einstein”ın yanlışları olup olamayacağına ilişkin bir tartışma açmak için yazmaktan kendimi alıkoyamadım sevgideğer okurlarım… Gerçekten de Feinberg, Geinberg, Bilaniuk ışıktan hızlı gidilmesinin madde için bile mümkün olduğunu matematikle gösterdiler. Geinberg ve Bilaniuk takyonlara başvurdu ve işin MADDE yanını ele aldı. Feinberg ise Enerji yanını ele alarak, enerjinin bir durumdan diğerine sıçrayabileceğini göstermiş, ispatlamıştır.
KESİM: 32
GENEL RÖLATİVİTE
GEOMETRİK ÇEKİM Şimdiye kadar sunduklarımızdan anlaşılacağı üzere uzay eğridir. Işık da bu eğri yolu izler. Uzayın genişlemesi ve (Çekim şoku olan) karadelikler gibi özel çözümler, üç boyutlu uzay ve dördüncü boyut zamanın bileşiminden oluşan uzay-zaman birliği altındaki çekim, geometrik bir özellik olarak ortaya çıkar ve evrenin yapısını çarpıtıp ışığın yoğunluğunu eriterek ışığın ulaşımını geciktirir. Hareket denen şey, hem Uzay hem zaman içinde alınan bir yol, bir mesafe kat ediştir. Eylemsizlik kütlesini barındıran her şey cisimdir ve kendine eşdeğer çekim uygulanır. Kendini hareket ettiren kuvvetlere kütlesiyle direnir. İşte kısaca genel rölativite budur. Cisimler uzayda ağırlıksız olsalar bile kütlesiz olmadıklarından hızlanmayıp kendilerini harekete zorlayan kuvvetlere kütleleriyle direnirler. “Kütle” bir cismin hızlandırılmasının
kolaylığıyla ilgilidir: Hareket ettirici (Kinetik) güç, hareket eden cismin hız ve kütlesine bağlı bir enerji miktarı ile katılır. İttiğimiz cisme katılan bu enerji artışı hem hızda hem de kütlede büyümeye neden olur, cisim daha hızlanır ve kütlesi büyür. Düşük ve olağan hızlarda kütle artışı gözlenemeyecek kadar küçüktür. Bu bakımdan klasik anlayışla bir cismi ittiğimizde, onun hızının arttığını, kütlesinin sabit kaldığını sanıyorduk. Oysa rölativite teoremi bize, “Hızı arttıkça kütlesi büyüyen bir cisme, bu kez daha büyük bir atalet kütlesinin engel olmasıyla daha çok itici kuvvet gerektiğini” söylüyor. Hız ile kütle arasındaki bu geri tepme bağlantısı nedeniyle, hızın artması, ona engel olan kütleyi de artırır. Işık hızı eşiğinde (ışık hızına erişmeye ramak kala) itme gücümüz hızdan çok kütleyi büyültmeye başlar. Artık, itme gücü, hızlandırmaya değil; kütlenin artmasına etkili olur. Kütle böyle büyüdükçe, o cismi itmemiz için gereken enerji ihtiyacı ve açığı da büyür. Bu kez, o büyük enerji de kütleye katılır. Tam ışık hızında artık hız artmaz, böylece ışık hızı sabit kalmış olur. İzleyen formülden anlaşılacağı üzere, bir cismin hızı ışık hızı ile eşitlenirse kütlesi sonsuzlaşır. Bu demektir ki madde ışık hızıyla gidemez, ışık hızıyla gitmek enerjinin hakkı ve harcıdır. Dolayısıyla bu cismi hızlandırdığımızda onun kütlesinin ne kadar arttığını formülden değerlendirebiliyoruz: Hareketsiz durumda 1 kg. gelen bir (m◦) cismi eğer saniyede 30.000 km (ışık hızının onda biri) bir hızla giderse bu 1 kiloluk okka 1005 gram olur. Aynı okka ışık hızının yarısı hızla giderse 1150 gram çeker. Işık hızının %99’u hızla giden bu okka 2290 gram ’a yükselir. Eğer ışık hızının %99,9 hızıyla gidiyorsa 1 kilogram SONSUZ kilogram’a büyür. Sonsuz kg. derken, örneğin evrenin bütün ağırlığını söylemek isteriz. Bu “Kütle sonsuzlaşması” kitabımızın “Karadelik” bölümlerinde ayrıntılanacaktır. Bu arada Einstein’in ışık hızı yasağının aslında var olmadığının belirtmek isterim.
Şekil: 17 m◦= Hareket öncesi cismin kütlesi m= Hareket bitimi cismin kütlesi V= Cismin hızı C= Işık hızı
Formülden görüldüğü üzere, madde asla ışık hızında gidemez, çünkü kütlesi sonsuz büyür ve bu büyüyen kütle de hareket etmeye direnir ve madde, kendini enerjiye çevirir. Enerji ise özkütlesi sıfır olduğundan, zaten ışık hızıyla giden bir araçtır. Maddenin ışık hızıyla gidemeyeceği doğrudur ama maddenin ışık hızına ulaşmadan ışık hızını aşabileceğini de Feinberg göstermiştir. Böylece sonucun sonsuz değil “Belirsiz” olduğu anlaşılmaktadır. Oysa Einstein bizi kısıtlamış, maddeyi, asla ışık hızına erişemez göstererek “Öteki manevi âlemle” ilgimizi kesmek üzere maddi fiziğe yönelmiştir.
KESİM: 33
RELATİVİTY ARDINDAKİ EVREN
HANGİ KÜTLE? Konuyu (Klişesini sunduğumuz) denklemin “Sonucu sonsuz” çıkan ve dolayısıyla bize ışık hızı yasağı koyan Einstein formülünden girmiştik: Bu formülle Hareketsizlik (Mutlak soğuk) ile (hareketin sonu olan) ışık hızı (0 ila 300.000 km./s) arasında sınırlanmış maddi bir evren “Gerçeğimiz” sayılmıştır. “Sıfır hız-ışık hızı” ile şartlandığımızdan bu hız dışında kalan, engin ve sonsuz iklimleri ise “Tekillik” veya anlamsız diyerek reddediyoruz. Çünkü tekillik demek, tek boyut, imajiner (Hayali, Kompleks) Anomali (Anlam verilemeyen, karmaşık) sayılar demektir. (*) Uydurma Türkçede buna imgesel sayı diye de rastlayabilirsiniz. Bu kadar çok ismi olan bir sayıya aslında Soyut=Mücerret sayı ya da düşsel sayı demek en doğrusu olacaktır.
İşte tekillik denen bölge, sıfırdan küçük soyut sayıların sonsuz matematiğidir: Bir şeyin matematik anlatımı varsa, bunu geometrik boyutlara geçirebilir, bundan da bir fizik dinamizm ile söz edebilirsiniz. Soyut bir sayı, “Soyut boyutlar” ve “Soyut kütle” demektir. Dolayısıyla soyut (Yani nedenselliği tersyüz edilmiş) ilkeleri, eksili denklemleri ve negatif fizik yasaları olan bir kavramdır. Elbette bu yapının da bir uzayı yani mücerret (Esiri) evreni vardır. Tekillik, mademki soyut sayıların başladığı, reel (gerçek) sayıların da bittiği yer olup limiti ışık hızı diye belirlenmiştir; mademki, Feinberg bizim, ışık hızına hiç değmeden, ışık hızının berisinden, ötesine dolaysız sıçrayabileceğimizi ispatlamıştır, o halde Einstein formülünü bir kez daha fakat ışıktan hızlı olarak yazabiliriz: v=Aracın hızı saniyede 1.600.000 km. ve bizim de ağırlımız 70 kg. olsun. Işık hızını kat kat aşacağımız için, bedenimizi tamamen enerjiye çevirmeden, birden ışık hızının eşiğinden ışık hızının katları olan bir bölgeye sıçrarız! Bu demektir ki, örneğin 70 kg. ışık hızına ulaşırsak ağırlığımız sonsuz olur ve gerçekten bu duvar (ya da ip) üzerinde sıkışır kalır, yani enerji oluruz. (Enerji de madde gibi Kuant denen boyutsuz noktasal yapıdan oluşur.) Ama bu ışık hızının “Kıldan ince” ipine cambaz olarak çıkmak zorunda değilsek, Feinberg
uzayı sıçramasıyla öte yandaki ağırlığımız, sıfırdan da küçük (-70 kg) ağırlığa ulaşacaktır. İşte bu; takyonların, yani esirin, yani soyut kütlenin ispatıdır. Çünkü kök içindeki (1)den çıkan sayı (2) olmuş, sonuç, kök içinde eksi (√ -1) kalmıştır. Bu sayı ise ZAMAN BOYUTUNUN bizzat Einstein’ca benimsenmiş soyut değeridir. Böyle bir soyut sayıyı, SONSUZ VE TEKİLLİK ÖTESİ olmasına rağmen, Einstein niçin kabullenmiş, kullanmıştır? Bilindiği gibi rölativite’nin dördüncü boyutu olan zaman, (√ -1)’dir. Üstelik gizli değişkenler de Einstein önermelerinden biridir ve (% -50) gibi bir Soyut ANOMALİ ile tanımlanmaktadır. Einstein bu soyut sayıları TEKİL olduğu halde eleman olarak kullanıyor, fakat sonuçta benimsemiyor, yani ışık hızı ötesini durduruyor!... (*) Feinberg-Geinberg bu ışık hızı yasağını aşmışlardır, fakat Resmi(!) bilim bunu hiç mi hiç yorumlamak istememiş, belirsizliğe terk etmiştir. Öğretimizin görevi unutturulanın, örtülenin, akla gelmeyenin, yorumlanamayanın, cesaret edilemeyenin üzerine gitmek, KUR’AN tefsirine yönelik pozitivist sonuçların da altını çizmektir. Bir kısım okurlarımın şahsını “Mekanik” bulmalarını önlemek üzere, ÖZELLİKLE mekanizm ile vitalizmi başa baş sunmayı ilke edindim. Yine okuyucunun isteklerinden biri de, ARZ bölümünü, yeniden ve Kur’an’ı KENDİ ŞİFRESİ ve ifadeleriyle tefsir etmem istendiği için Arz’dan Arş’a Mi’rac 4 cilt halinde bir bant olarak planlandı. Sunduğumuz bu ikinci cilt ardından paralel evrenler ve kuantum teoremleri soyut kütle, Süper Uzay ele alınacaktır. Son cilt ise buradan Arş’a türlü evren katlarını işleyecektir.
KESİM: 34
HANGİ BOYUT?
HANGİ UZUNLUK? Lorenz formüllerine göre, bir cisim, hareketi yönünde (Esirde) kısalmaktadır. Kısalmanın miktarı cismin hızının ışık hızına yakınlığı oranında artmaktadır. Bunu Fitzgerald-Lorenz, Einstein’dan önce (1893) fark etmişlerdi. Bir cismin giderken, durduğunda daha kısa geldiğini ispatlamaktadır. Örneğin saatte 30.000 km. ile giden Apollo serisi bir roketin boyu %3 x 10¹º oranında (Hareket doğrultusunda) kısalmaktadır. Işık hızına ulaştığımızda ise boyu “Kuant” denen boyutsuz küçük noktacıklarla eşit olur.
Şekil: 18/A V= Cismin hızı C= Işık hızı L= Cismin hareketli uzunluğu L◦=Cismin durduğunda uzunluğu Formül bize, bir cismin giderken durduğundan daha kısa geldiğini açıklamaktadır. Işık hızına yaklaşıldıkça bir cismin boyu hareket doğrultusunda kısalmaktadır. Bir metre boyundaki bir cetvel, ışık hızına iyice yaklaştıkça boyu sırayla 80 cm., 70 cm., 50 cm. olur, yani ışık hızının %90’ında bir metre yarım metreye iner.
Şekil: 18/B Hareketli cisim hareketi doğrultusunda ve hareket hızıyla orantılı olarak bir kısalıma uğrar. Hareket doğrultusuna dik gelen doğrultuda kütlesi sonsuzlaşan cismin boyu ışık hızında SIFIR değerine eş olur. Kütlenin sonsuzluğu, cismin enerjiye dönüşmüşlüğünü getirir. Kütle gibi uzunluk da mutlak ve değişmez değildir. Kütle hareket doğrultusunda dik yöne yayılırken, hareket
doğrultusunda
dik
yöne
yayılırken,
hareket
doğrultusunda
cismin
boyu
büzüldüğünden, uzunlukta kısalma ortaya çıkar. Işık hızının %90 hızla giden bir kg. ağırlığında ve bir metre boyundaki cisim 1275 gram’a büyürken boyu da 50 cm.’ye kısalır. Işık hızında boyu SIFIR uzunluk olurken eni SONSUZ İPLİK gibidir. Dolayısıyla ışık hızında bir cismin ENİ ile BOYU yer değiştirmiş, zamanı da durmuş olur.
Çekim dalgaları, hızlı hareket eden cismin içine sıkıştığından, cisimden kaçamazlar ve bu nedenle cismin atomik yapısında sıkışma basıncı (Yoğunluk) oluştururlar. Kısalma
sürdükçe, iç basınç etkinliğinin artmasıyla cismin atomları hareket doğrultusundan çıkmaya zorlanır. Böylece cismin hareket doğrultusuna dik doğrultuda “Enine kütle yayılması” olayı doğar. (*) Nasıl ki kütlenin “Yarı-Ömür” süreci yani zaman olarak yarılanması varsa ve ağırlığını YARIYA indiriyorsa, aynı durum ‘Uzunluk Yarılanması’ diye de belirlenebilir. İşte bu önemli konuyu bilim adamları gözden kaçırmışlardır. (Ki ileride ”Süper-rölativite” bölümünde değineceğiz.) Işık hızının eşiğinde bu kısalma iyice belirginleşir. Magnetosferimizin yapısı nasıl ki “Güneş yönünde” basılmış, arkada ise tam serbest ise yanı durum, yine konumuzla benzeşen ve gözden kaçmış evrensel bir olaydır.
Tam ışık hızında ise, daha önceki kütle formülünde olduğu gibi kök içinde sıfır (Yani sonsuz sonucu) çıkar ve tekilliğe terk edilir. Bu, “Cismin boyunun sıfır olması” demektir. Cismin boyunun sıfır olduğunu daha söylemeden, cismin kütlesi sonsuz değerine ulaşacak, yani cisim maddeyi çözüp, enerjiye dönüşecektir ki, işte bu belirsizlik anında maddi cisimden değil; enerjiden söz etmek gerekiyor. Konuyu bilim-İslam verilerine kaydıralım: Kuantum teoremi cisimlerin önceki ve sonraki durumlarıyla ilgilenip, (Çarpışma, ışık hızı gibi) DALGA DAVRANIŞLARINA geçtikleri an ile ilgilenmez. Orada bizi “Esiri rezonans” davranışları beklemektedir ki onların maddeyle ilgisi yoktur. Çünkü TAM IŞIK HIZI’na ulaşan madde, birden enerji olur. Bunun dinimiz verilerindeki tanımı Toprağın (Kristal yapı) Nâr (Enerji) olmasıdır. Toprak ise bir anlamda insandır ve Ateş Nar da Cindir!.. Kütlenin sonsuz olmasıyla boyunun sıfır olması gerçeklerinde sanki bir çelişki sezilmektedir. Oysa bu cismin hareket doğrultusunun kaybını ENİNE biriktirmesiyle dengelemektedir. Hızı ne kadar arttırırsak, hareket doğrultusu o kadar kısalır, enine doğrultuda (UFUK) genişleme olur. (Şekil 8) Tam ışık hızında aktif madde dalgalarının iç tutunumu sarsılır ve dışarı kaçma eğilimi doğarken bir yandan da güçleri iyice artar. Fakat hem kendi hızları (v) hem de gittikleri hız (Işık hızı=c) eşitlendiğinden, bu aktif dalgalar kaçamayıp hapsedilirler. Bu öylesine bir iç potansiyel enerji birikimi oluşturur ki, bu aktivitasyon cismi imha etmeye ya da parçalanmaya kullanılır. Madde de böylece parçalanarak enerjiye dönüşür. O anda “Cismin kütlesinin sonsuz olduğunu” söylemekteyiz. Yine aynı anda (bir DÜALİTE sonucu) cismin kütlesi enerjiye dönüştüğünden SIFIR değer almaktadır. Sonsuz ve sıfır aynı anda vardır. Bu değer, eğer madde için kullanılıyorsa sonsuz; enerji için kullanılıyorsa “Sıfır” ağırlık demektir. Cismin boyunun hareket doğrultusunda kısalması, (Bu kaybını hareket doğrultusuna dik olarak) enine kaydırmasında da fark edilmemiş, gözden kaçmış sırlar vardır. Kaybolan (yani kısalan) uzunluk, cismin burnunun ucundan enine genişlemeye aktarılır. Cismin boyu sıfır uzunluk olduğunda ise eni SONSUZ olur ve artık eni, (ileride göreceğimiz uzay-zaman çizelgesinin sağ ve sol yanında kalan) PARALEL evrenlere geçer. Biz artık onu nokta olarak görürüz. Önceki ciltlerimizde, kuantların nokta olmasına karşılık, buna dik bir düzlemden bakıldığında “Kalem=Tünel” gibi “TEK BOYUT = Uzunluk boyutu” olduğunu ele almıştık.
Yine, karadelik tekilliğine çekilen bir cismin boyunun uzadığını, makarna gibi çekildiğinden söz etmiştik. Çünkü cismin eni ne kadar kalın olursa olsun, bir TEK BOYUT İPLİĞİ haline çekilir ve böylece karadeliğe sonra, arkadaki PARALEL EVRENE değmiş olur. (Bu konuyu 3. cildimizde şematik olarak sunacağız.) Cismin boyunun, hareket doğrultusunda kısalması demek, buna dik doğrultuda uzayzaman standart grafiğinin (Tren rayının) dışına çıkıp iki yanında kalan engin yerlere ulaşması demektir. Eğer bu trenin kalınlığı raydan (Uzay-Zamandan) daha geniş olursa, rayın iki yanında kalan türlü paralel evrenlere değeriz. Hareket doğrultusunda kaybettiğimizi sandığımız, uzunluk farkı, aslında bizim enimize eklenmektedir. Biz bu durumdayken hiçbir şey fark etmeyiz. Çünkü içinde bulunduğumuz bütün sistemi oluşturan atomlar, “Eşit” büzülmüşlerdir. Bizim hareket doğrultusunda kısaldığımızı, enine şişmanladığımızı söyleyen “Dışarıdaki” gözlemcidir. Biz de onun boyunun kilometrelerce uzadığını fakat eninin bir çizgiden kalın olmadığını görürüz. Enerjiinsanların (örneğin cinlerin) bizi böyle gördüğünü söyleyebiliriz. Tam ışık hızında ise yine sonsuz sonucu ortaya çıkar. Bu demektir ki bizim bir metrelik cetvelin boyu sıfır cm. yani boyutsuz bir noktaya inmiştir. Artık o bir KUANT noktacığıdır. Çünkü evreni şimdiki düzlemiyle noktasal kesit olarak algılıyoruz.
KESİM: 35
ABSTRE İLE ABSÜRT
KAYIP ÂLEM Fakat buna dik doğrultuda ise cetvelin boyu SONSUZ BİR İPLİK GİBİ ÇEKİLİR UZAR. İşte biz o DİK DOĞRULTUYU GÖREMİYORUZ. İŞTE UNUTULAN BUDUR!.. ORASI İSE “EVRENİN KAYIP ÜÇÜNCÜ DÜZLEMİ”dir. Böylece bir metre boyundaki cetvel ışık hızının %90’larında yarılanır, ışık hızında bir-tek enerji noktası olur. Fakat eğer ışık hızının iki misli bir hızla gidiyorsak, bu kez, ötede (Karekök içinde) eksi bir metrelik bir SOYUT CETVEL olarak ortaya çıkacaktır. O cetveli tutamayız. (Ama rüyada görebiliriz.) Bizim terazilerimiz, ne sıfırdan küçük bir ağırlığın kütlesini ölçebilirler ne de böyle sıfırdan küçük soyut bir uzunluğu… Çünkü terazilerimizin en küçük sayısı “SIFIR”dır. (Ahretteki Mizan=günah-sevap tartan terazi gibi sıfırdan küçük değerleri gösteremezler. Mizan, soyut ve gerçek sayıların 4 işlemini yapabilen 5. İŞLEM aracıdır.) Cetvellerimizde de “Sıfırdan küçük bir sayıyı eşeli yoktur, çünkü anlamsızlaşmaktadır. Hiçbir kimse “Bana eksi bir metre kumaş kes, eksi bir kg. elma tart, eksi iki dönüm arazi sat, eksi üç metreküp kereste ver” diyemez. Zaten bu fark bizim takyon âlemine (Ahret) vakıf olmamızı önlüyor. “Ahret inancı” bunun için çoğunluğa saçma, anlamsız, hayali geliyor. Çünkü soyut kütlenin matematiği bu imajiner=Anlamsız, hayali, saçma(!) sayılara dayanıyor. Oysa bu anlamsız soyut şeyler
maddemizi doldurmuştur. Beynimizdeki düşünce kaç gramdır? Kalbimizdeki aşk ne kadar büyüktür? “Rüyamda sabaha kadar kilometrelerce koştum durdum” ne demektir? Gökkuşağı kaç gramdır? Melekler kaç kilodur? Ruhumuzun uzunluğu nedir? Esirden koparılmış bir parça, kaç metreküp tutar? Günahım-sevabım kaçar kilo acaba? Kabrim öteki âlemde kaç arşın genişleyecek ya da daralacak? Bu tür soruların anlamı nedir? Ne anlam verilebilir, bunu yaşar görürüz. Eğer kök isek ölür, ötede görürüz!.. Sonra yeniden dirilir, bir kez daha görürüz. Dünyada bir kez görmemiş olsak bile ölümden sonra ve kıyamette olmak üzere İKİ KEZ göreceğiz. Önemli olan onu ÜÇE TAMAMLAMAK! Dünyada da şahadet getirmektir. Amentü budur, kulluk borcu da budur!.. Somut “Gerçek” ve soyut “Hayal” ise, o zaman, varlığımız daha çok hayalle iştigal ediyor demektir: çünkü düşüncesiz bir anımız bile yok. Ömrümüzün üçte birini (örneğin 25 yılı) uyuyarak geçiriyor ve rüyalarla, hülyalarla, hayallerle, sanrılarla, vesveselerle pek çok beşeri duyguyla da her salisemizi geçiriyoruz, sürekli düşünce üretiyoruz, sürekli heyecanlanıyor, seviyor, öfkeleniyor, hüzünleniyor, neşeleniyor ve analık gibi daha pek çok beşeri duyguyu “Kalbimizde” taşıyoruz, “Beynimizde” yaşıyoruz: Kalbimiz ve beynimiz belli: Birer kilodan az et parçaları!.. Ya içindeki eksi trilyarlarca tonluk duygular? Niçin hemen “KALBİ” duygusallığın kaynağı; beynimizi mantıksallığın kaynağı olarak belirliyoruz? Oysa bir mekanist olarak şöyle demek gerekirdi: - “Ben beyin salatasına bayılırım, köpeğim de dana kalbi yer!” Bütün bunların “Anlamı ne?”, niçin insanlar özel “Hayali” dünyalarında yaşıyor, bir de “Gerçek dünyadan” söz ediyorlar. Dünya ne kadar gerçek? Dünya demek, şu adam (Kim) ve şu nesne (Ne) demektir. Fakat şu adama öfke ya da antipati duyuyorum. Bu nesne benim olunca seviniyorum, vitrindeyse onu almayı düşünerek, ileride elde edeceğimi hayal ederek coşku duyuyorum, alamazsam hayıflanıyorum, üzülüyorum. - “Onu çok seviyorum. Aşk öyle bir duygu ki, intihar etmekten başka çıkarım yok!” Pek çok intihar mektubunda benzeri sözü duymuş olmalıyız. İnsanı öldürecek kadar güçlü bu duygu nedir? - “Geçmişimden utanıyorum!” Geçmiş geçmiştir, hâlâ niçin yüzü kızarıyor? Önce geçmişe uzanabiliyor, daha sonra utanabiliyor demek ki! - “Yarın bir otomobil satın alıyorum!” Söyleyene bakıyorum, coşku dolu. Çünkü bilinci geleceğe uzanmış, hatta söylediği gelecekte gerçekleşiyor. Aklen “Geleceğe” gitmiştir!.. Biz somut muyuz; soyut muyuz? Varlığımızın nedeni, işte yaramaz çevre cisimlerini anlamlandırmak mıdır? Beslenmek için süt de yeterli, serum da!.. Fakat bir takım lezzetler
peşindeyiz, tatlar yanında kokular da arıyoruz: Serum kötü kokuyor ama eninde sonunda serum olup kanımıza karışacak olan “Biftek” nefis kokuyor. Biftek nefis mi? Hani o çif et parçası!.. Bayatlayınca kokuyor, çiğken de çok feci. Ama bir şey var ki, ateş azabı bile değince bir lezzet geliyor, bir koku ki nefsi galeyana getiriyor, tokken bile yine yediriyor. (Oburluk budur!)
İLERİ BİLGİLER: 32
ZAMAN BOYUTU Zamanın bir boyut olduğunu, diğer boyutlar gibi bir mekân çizgisi olarak temsil edildiğini fakat diğer üç boyut (örneğin en, boy ve yükseklik gibi) somut yani elle tutulur değil, SOYUT bir boyut olduğunu ilk olarak 12 yüzyıl önce “Müslüman-Türk El-Cabir” öngörmüştür. Gauss ekolü ise uzayın tanımını yapmışlardı. Minkowski, “El-Cabir önermesini” kullanarak zaman boyutunu cT= √ -1 biçiminde gösterdi. Artık Einstein’a uzay ve zaman birleşmesini göstermek kalmıştı. Bu sırada Zig-Zag; öğretisinin mensuplarından Kozirev, zamanın hem boyut hem enerji olduğunu belirtti. Mekân boyutları SABİT; fakat zaman boyutu DEĞİŞKENDİR. Mekân bir “YER”dir. Zamanın “Yeri” gösterilemez, bir mekânı yoktur. Zaman bağılı değildir. Doğanın dört temel kuvveti de “Zamana” bağımlı değildir. Zaman boyutu, diğer boyutlar (Mekân) küçüldükçe, aynı oranda küçülür. Zerreler evreninde (Atom-altı ölçekte) boyutların küçülmesi sürdükçe zaman hızlanır. Bir ışık işaretinin 1 cm. uzaklığı aşması için geçen zaman “birimi” 0,000000000003 saniyedir. Uzay aralıkları bu minicik birimde, kısmen zaman aralıklarına ve/veya zaman aralıkları uzay aralıklarına dönüşebilir. Birbirlerine tam bir dönüşme ise Karadelik tekilliğinde gerçekleşir. Çok “Mini mekânlarda” zaman sıfır olur. Zamanın akma hızı olan ivmesi ve tensoru sabit ve belli değildir. Yeryüzünde, atomda, uzayda, kuantik yapılarda türlü, farklı ve esnek değişken akması vardır. Ayrıca zaman bir olayın başında (Neden) ve sonunda (Sonuç) eşit akmaz, farklı akar. Yine çağlar boyunca “Zaman” tensör gösterip farklı akabiliyor. Örneğin şimdiki “Zaman akışı” hızıyla ölçümlersek, Güneş ve Dünyanın oluşumunun beş milyar yıl öncesine uzandığını sanıyoruz. Fakat dinozor gibi dev hayvanların çağındaki oluşumlar, bize bu beş milyar yıllık sürenin, gerçekte yüz bin yıl önce olduğunu göstermektedir. Çünkü bize yutturulan çağ hesaplarımız termodinamik soğuma gibi yanlış bir dayanağa dayanan izafi ve ampirik ölçümlerdir.
İLERİ BİLGİLER: 33
RÖLATİVİTE Uzayda düzgün ivmeli ve doğrusal hareket eden (Uydu gibi) cisimleri kapsayan “Özel (Kısıtlı) Rölativite”den sonra Einstein, 1915’de “Genel Rölativite”yi oluşturmaya yönelerek, “Evrendeki bütün hareketleri içine alan” genellemeye koyuldu. Einstein, “Tüm cisimlerin eşit hızda düşerlerse, onlara etkileyen çekim kuvvetinin, düşen cisimlerden bağımsız olarak var olduğunu” tespit etti. Çekim, uzay-zaman dört boyutlu birleşiminin özünde var olan olağan bir davranışıdır. Yani uzay, “İçinde barındırdığı ağır yıldızlardan etkilenerek” kavisleşir. Bu kavis, uzay bükümü olduğundan, çekim ile eşleşip, bizi de etkilemektedir. Genel rölativite, bize, madde ve enerjinin birinden diğerine, hız değerine bağlı olarak dönüşebileceğini, hızlı gidenin yavaş olandan daha yoğun gözüktüğünü, bir cismin uzunluğunun hareket doğrultusunda kısaldığını, zamanın farklı yerlerde farklı hızlarla aktığını, ışığın çekim alanında eğilip geciktiğini, bir enerjinin eylemsizlik kütlesine itici olarak katılmasıyla bu kütlenin suskun kalamayacağını, (Böyle bir kütleyi ister ısıtalım, ister hızlandıralım, ister bir karadeliğe itelim) büyüyeceğini göstermektedir. Genel rölativitenin saydığım bu toplu etkileri günlük yaşantımızda fark edilmeyecek kadar küçüktür. (Bu etkiler iki km. ötedeki bir madeni parayı gören açıdan da küçüktür, ama bu açı astronomik ve kozmik boyutlara uzatılırsa büyüdüğünden çok önemli olur. Uzay, düzdür, fakat bir yıldız (Güneş) yöresinde çukurlaşır. Gezegenler de bu çukurun konik yolu üzerinde plak iğnesi gibi dolanırlar. Dolayısıyla zaman boyutu da genel yapıya uyum sağlar. Uzay ile zaman aynı şey değillerdir ama birbirlerinden ayrılmayan bir birlik, bir bileşim örgüsüdür. Karadelikler gibi aşırı hallerde ise birbirleriyle yer değiştirebilirler, fakat asla birbirinden ayrılamazlar. Uzayın türlü katlarında “Yarı-ömür” kavramı değiştiği fark edilince rölativitenin olayda yer almadığı, fizik evren şartlarında var olduğu ortaya çıkmıştır. Yani değişken olan mekân dilimlerindeki zamanın akışıdır. Zamanın uzayıp-kısalması (Ömrüm büyüyüp küçülmesi) varlıkların boyutlarıyla orantılıdır: Örneğin evrenin ömrü on milyarlarca yıl. Fakat mini mini bir atomaltı parçacığın ömrü milyarlarda-bir saniyedir. Zamanın, bir boyut enerjisi, yani statik bir enerji olup, varlıkların bu enerjiyi soğurduğunu (Absorbe ettiğini) ilk ve tek olarak Kozirev göstermiştir. Varlığın tüketim enerjisi olan ZAMAN, diğer boyutlarla da enerji iletişimi yapabilmektedir. Zaman enerjisini kaybeden bir varlık ömrünün sonuna gelir. (Sayılı nefes budur!) Zaman enerjisinin değişkenliği (tensörü) olması, zaman enerjisinin olaylara ve yüksek frekans ışımalarına enerji katıp, bir kalıp halinde yayıldığını ortaya koyar. Bunu fark eden Kozirev, bir olayın başında ve sonunda zamanın aynı hızla akmadığını, gösterdi. Ayrıca varlıkların geometrik yapısının zaman enerjisini mümkün olan en çok olabilecek, maksimal ideal biçimler, Moleküler yapıların DNA helisleri gibi organik, yaşayan
biyogeometrik bir şekil oluşturduğunu bize yine KOZİREV açıklamıştır. Böylece zamanın matematik-fizik bir niteliği olduğu, bu niteliğinin zamanı bir yazgı cetveli yaptığını, böylece kaderin kazasını, karmaşık koordinatlar biçiminde gerçekleştirdiğini anlamış bulunuyoruz. Kozirev, nasıl ki elektrik akımı için bir iletken gerekiyorsa, “Canlının iletimi için” de kuşaklar boyu genetik (Kalıtım) birimlerine ihtiyaç duyulduğunu, bu birimlerin ise, zaman enerjisine adapte olmuş sarmal bir merdiven biçimini almasını, varlıkların biyolojik yazgısı olarak öngörmüştür. Yani varlıkların en küçük birimi ve yapısı olan kromozomların “Niçin bu biçimi aldıkları” sorulduğunda, cevabını “Zaman enerjisi kalıbına uyum” ile verebiliyoruz.
KESİM: 36
HANGİ ZAMAN?..
Şekil: 19 RÖLATİVİTEDE ÖZ ZAMANIN KISALMASI T = Bildiğimiz zaman t = Araçta geçen zaman v = Aracın hızı c = Işığın hızı v = c : Zaman DURUR v > c : Zaman NORMAL (geleceğe) akar v < c : Zaman TERS (geçmişe) akar
Bir önceki cildimizin, son bölümünde, zamanın rölativite teoremleri içinde yer alan çelişkilerini kısmen sunmuştuk. Özellikle Asimov ve Gamow’un ünlü iki makalesinden alıntılar vermiştik. Zamanın, bir kozmik engel olduğunu, milyonlarca yılı bulan sonu gelmez yolculuklara rağmen, evrenin ışık hızıyla sınırlandığını öğretimiz boyunca hep vurgulamıştık. Rölativitenin en inanılmaz sonuçları, zaman boyutuyla ortaya çıkmıştır. Uzay-zaman ölçme sistemini kullandığımızda “Mutlak” “AYNI-ANDA”lık (Senkronizasyon) kaybolur. Yani aynı olan iki olay arasını “Zaman aralığı” ayırmaktadır. Cinleri, enerjiyi, YecücMecüc ırklarını göremeyişimizin nedeni de bu Asenkronizasyon (Zaman Seddi)dir. Zamanın yüksek hızlarda pesleşip genleştiğini (Yani yavaş aktığını) sağlıklı deneylerle artık biliyoruz. Işık hızıyla sınırlanmasına rağmen, yarı-ömrü çok kısa ışınlar, iki gök cismi arasında diğerine ulaşamadan yolda ölmeleri gerekirken, Güneşten bize ulaşan Pi (π) ve Eta (Ξ) mezonları genç kaldıkları için dünyamıza ulaşabilmektedirler. Bu demektir ki, değişen ömür değil; uzaydaki zaman akışıdır. Çünkü yarı ömür kavramı sabit matematik bir gerçektir. Değişen yarı ömür olmadığına göre değişen uzaydaki zamanın akışı olmalıdır. Gravitational geç yaşlanmayla, ışık hızına çok yakın hızlardaki geç yaşlanma birbirlerine özdeştir. Çünkü gravitation da ışık hızına yakın bir ivme ile bizi etkilediğinde “Hız” değeri kaile alınır. Işık hızının %99’unda zaman yedi kat hızlanır. Tam ışık hızının yüzbinde-bir eksiği hızda ise MİLYONLARCA KAT daha ağır yaşlanılır. Daha yüksek bir hızda ise, biz gidip gelene kadar dünyada insanın soyu çoktan kurumuş olabilir. İhtimal hesaplarına dayanarak süpernova patlamalarından gelen enerjetik protonların (Atmosferimiz moleküllerinde çarpışmalarından doğan yan ürünlerden biri olan) muonların denize varmadan bozunmaları gerekirken, bunların zamanları 7 kez daha genleşmektedir. Yani hareketsiz zamanlarından 7 kez daha gençtirler. Enerjetik muonların deniz seviyesine varan mezonlardan neden fazla olduğunun tek açıklaması zamanın genleşmesi ile anlatılabilir. Yüksek hızda Maser saatlerinin yerdekinden 50.000 kat daha yavaş ilerlediği, proton ve nötronların ivmelendirilmesinde ve hızlı jetlerdeki ölçüm ile (Saniyenin yüz milyonda biri süre) doğrulanmıştır. Bu paradox (ikiz çelişki)ye göre dünyada kalan, ikizinin kendinden genç geri döndüğünü görür. “Uzay ikizine göre dünya ikizi de hareket etmektedir.” Öyleyse her ikisi de birbirine göre daha az yaşlanmalıdır. Ama bu durum yasaklanmıştır. Çünkü uzayda seyahat eden çeşitli zamanlarda hızlandırılıp, yavaşlatılır. Ama evren böyle değildir. Fotonların hızı değişmezdir, bunlara baktığımızda hareketsizliği kavrayamamaktayız. Hızlı değişken (yani hareketli) genç kalmaktadır. Sunduğumuz formüller bize ışık hızına yaklaştığımız ölçüde “Öz zaman kısalmasını” yani zamanın yavaşlama oranına ilişkin değerleri ölçmemizi sağlamaktadır. Daha önceki ciltlerimizde zamanı iyiden iyiye başlı başına bir konu olarak açmıştık. Şimdi sadece, bize gereken hatırlatmaları kısaca gündeme getireceğiz. Genel Rölativite teoremi, mevcut üç mekân boyutu üzerine, soyut bir boyut olan zamanı
da dördüncü boyut olarak eklemektedir. Böylece, evrenin “Uzay-zaman bileşimi” olduğunu anlıyor ve çekim etkisiyle eğrildiğini anlatıyor. Cisimler kütlelerinin artması oranında bu “ÖRÜMCEK AĞI” benzerindeki Uzay-Zaman eğrilerine batarlar, yani düz olanı eğerek, çukurlaştırırlar. Gerçekten de uzay-zaman çizgileri, bir örümcek ağı gibi, hemen esneyebilen, yırtılabilen bir yapıdır. Ankebut Suresine adını veren “Ankebut=Dişi örümcek”’in yaptığı yuvayı anlatan ayet, aynı zamanda uzay-zamanın tanıtımıdır. Zamanı ise ”Işık hızına” göre tanımlarız. Yani ışıktan ne kadar yavaş isek, zaman da o kadar hızlı akar. Fakat ışık hızına ne kadar limit yaklaşırsak, “Zaman” da o kadar yavaşlar ve biz “Genç” kalırız. Rölativite formülleri bize ZAMAN, BOYUT ve KÜTLENİN ışık hızına yaklaştıkça, sabit kalmadığını değiştiğini anlatır. Çabuk giden bir araçta, yavaş gidene oranla zaman, daha yavaş akmaktadır. Işık hızının %87 kadarıyla gitmeyi başardığımızda astronotların zamanı yerdekilerden iki kez yavaş akacaktır. Işık hızının %99’unnda giden bir araç da geçen bir “Yıl”a karşılık; dünyadakiler 10 yıl daha yaşlanmış olacaktır. Roket içinde zaman on kez yavaşladığında, dünyada geçen bir yıla karşılık rokette bir ay geçecektir. Böylece uzay yolcusu yurduna dönecek, fakat asla kendi çağına dönemeyecektir. Çünkü 14 yıl sonra dünyaya döndüğünde, dünyada yüzyıl geçecektir. Işık hızının %99,999 gibi ondalıklarında bu kez roketteki bir saat’e karşı dünyada 18 yıl; ondalığı daha yürüttüğümüzde roketteki 1 dakikaya karşılık bir yüzyıl geçmiş olacaktır. Böylece bir saniyemizin karşılığında, dünyamızda bin yıl, milyon, milyar… sonsuz yıl geçecektir. Bir güne karşılık “BİN YIL”ın geçtiği kozmik bir takvim, göksel kitapların tamamında yer almaktadır: Üç göksel din kitabının da aynı anlatımla verdiği bu asenkronize rölativite imanın şartlarındandır. Kur’an hep ayetlerde, zaman ile ilgili değişkenliği ve mekân ile ilgili geçiciliği, iğretiliği vurgulamıştır. Daha önce de Tevrat ve İncil’de de kısmen tahrif edilmemiş Allah kelamına rastlıyoruz: * “Çünkü senin gözünde BİN YIL, dünkü gün ve bir gece süresi nöbet gibidir.” (Tevrat/Mezamir) * “Ancak, ey sevgililer, Şunu unutmayın ki Rabbi’nin katında BİR GÜN, BİN YILdır.” (İncil-II, Peter-8) * “ANCAK ŞU DA BİLİNMELİ Kİ RABBİNİN İNDİNDEKİ BİR GÜN, SİZİN ÖLÇÜLERİNİZE GÖRE SAYDIĞINIZ (Hesabını tuttuğunuz) BİN YIL GİBİDİR.” (Hacc47) * “O (ALLAH) İŞLERİNİ GÖKTNE YERE DOĞRU YÖNETİR. O’NA DOĞRU YÜKSELEN GÖREVLİ (Kimse) SİZİN ÖLÇÜLERİNİZE GÖRE SAYIP HESAPLADIĞINIZ BİN YIL SÜREN BİR YGÜNDE O’NA ÇIKAR.” (Secde-5) * “BU YÜKSEKLİKLER, YÜKSELİŞLER SAHİBİ ALLAH’TANDIR. MELEKLER VE RUH, ELLİ BİNY IL SÜREN BİR GÜNDE O’NA YÜKSELEREK VARIRLAR.” (Mearic-4)
Böylece Rabbin, 6 günde yaratımının karşılığı 6.000 yıl ve diğer ayete göre 300.000 tutmaktadır. Dünyamız saniyede ortalama 30 km. hızla bir yılda bir milyar km.lik yolu yörüngesinde kat etmektedir. Bu rakam, bin yılda bir trilyon km. tutmaktadır. Bir görevli (örneğin melek) saniyede on bir milyon km. hızla “Arş’a yükseliyor” denebilir. 50.000 yıl hesabı üzerinden de dünyamız 5.000.000.000.000 km. kat edince, bu saniyede beş yüz elli milyon km. hız yapan bir görevlinin varlığını ortaya çıkarır. Feinberg, dış uzay (Enine) ve iç uzay (dikine) yolculukların farkını, uzay yürümüyle yani bir enerjik hız durumundan öteki enerjik hız durumuna oradaki ardışık basamaklara gerek kalmadan sıçrayabileceğini gösterdi. Enerji, örneğin ışık hızının %90, %91, %92… , %99, %100 gibi değerlerinde bir sıra izlemeden, örneğin ışık hızının %65’inden birden ışık hızının %135’ine sıçrayarak, sıra izlemeksizin, dolaysız da faz atlıyordu!.. Bu halde ışık hızı yasağı lafta kalıyordu. Örneğin eğer biz böyle sıçrayan bir enerji olmaksızın madde olarak ışık hızının %80’inden birden %120’sine sıçrayabilirsiniz. Yani bir hız durumundan diğer hız durumuna, aradaki ışık hızı yasağı duvarına hiç değmeden geçebilirsiniz. Örneğin illa ki bir duvara taş atacağınıza, arkadaki bahçeye duvarı aşırtarak taşı geçirebilirsiniz. Mutlaka duvara nişan almak gerekmez, duvara hiç değdirmeden de attığımız taş “Arka bahçeye” geçebilir.
KESİM: 37
RELATIVITY
İKİZLER ÇELİŞKİSİ Zamanın bir boyut yani lineer (doğrusal) bir uzunluk olduğunu Türklerden El Cabir bulmuş, Cebir’in Eksi sayılarıyla tarif etmiştir. Ondan yüzlerce yıl sonra Einstein, zamanın dördüncü boyut olduğunu fark etmiştir. Avusturyalı öğretmeni Minkowski de bu boyutun eksi değer ile (√ - 1) yazılacağını göstermiştir. Böylece Riemann’ın “Uzay” modelini Minkowski “Zaman” değeriyle Lorenz dönüşüm formülleri üzerinde kullanarak, “Rölativite” teoremini oluşturan Einstein’a bu ilham “Işık hızının değişmez yegâne sabit olduğu anlaşılınca” gelmiştir. Artık, evrendeki bütün hareketlerin, bu sabit bir başvuru (Referans) sistemi olan ışık hızına dayanarak, genellenebileceği anlaşılmıştır. Evrendeki bütün hareketler, ışık hızı değişmezine “Göre=İzafeten” değerlendirilebiliyordu. Bu nedenle teorem, “Rölativite=İzafiyet=Görecelik” adını aldı. (İsim babası Newton’dur.) Rölativite, bize evrende oluşan tek bir olayın, oradaki mesafelere bağlı olarak, “Başka başka zamanlarda algılanan, ayrı ayrı olaylar” gibi gözüktüğünü ortaya koyar. Bu ayrık olayları gözlemleyen herkes haklıdır, çünkü gördüğü kendi doğrusu ve gerçeğidir, hayal değildir. Güneş sönseydi biz bunu 8 dakika sonra ve en yakın öteki güneşten 51 ay sonra; Andromeda’dan da üç milyon yıl sonra görecektik.
Genellenmiş rölativite teorisi ise, bütün evrenin çekim etkisiyle düzlüğe yer vermediğini, uzay-zaman dört boyutlusunun çekim etkisiyle geometrik olarak büküldüğünü anlatır. Evrende hiçbir şey doğrusal, düz ve sonsuz değildir. Evren maddesiz düzdür, fakat içine madde girdiğinde, bu madde kendi atalet (Eylemsizlik) kütlesine eşdeğer bir çekim alanı yaratır. Bu çekim alanı da düz uzayı, çukurlaştırır. Işık (Enerji) da bu yolu izlemek zorunda kaldığından, engebelerde zaman kaybederek gecikip bize ulaşır. Çekimin hızı ışık hızına eşittir: Dolayısıyla hızlanan bir cisim, çekime daha az bağımlı olur. Fakat çekime ne kadar az bağımlı olursa, o kadar da “Madde” özelliğini yavaş yavaş yitirmeye başlar. Hız çekim-zaman-boyutlar ve kütle arasında bir orantı vardır. Hızlı olan bir şey, yerdeki ikizinden daha “GENÇ” kalmaktadır. Çünkü zamanın akma hızı olan ışık hızına ne kadar yakınlaşırsa, o kadar zaman pesleşmekte, yavaş akmaktadır. Aynı gün doğmuş bir çift (ikiz)den birisi evinde dursa, diğeri dünyayı bir saniyede 7 kez dolanacak bir hıza ulaşsa, hızlı olan yerdeki ikizine göre 14 kez genç kalmaktadır. Yani hareketli olan bir yıl yaşlandığında, ikizi 14 yıl yaşlanmaktadır. Bu yolculuk on yıl sürerse, yerdeki ikizin yaşı 140 olacaktır. Dolayısıyla hızlı olan, hareketsiz olanın “GELECEĞİNE GEÇMEKTE”dir. “Çekimsiz alan”da da bu “Genç kalma” özelliği ortaya çıkmaktadır. Çok uzun bir direğin dibindeki ikizin zamanının normal geçmesine karşılık; direğin tepesindeki ikizin zamanı daha yavaş akmakta, dolayısıyla daha genç kalmaktadır. Hızlı olanın boyu da “Hareket doğrultusunda” kısalmakta, buna dik doğrultuda ise iplik gibi çekilmekte, yayılmaktadır. Hareketli olanın ağırlığı üç misline çıkmaktadır. (Çay sıcakken, soğuduğundan daha ağırdır.) Rölativitenin bütün tespitleri ispatlanmış olduğundan, rahatlıkla, zaman, kütle, boyut ve değişmez sandığımız diğer mutlak değerlerin, “HIZLANMA” oranında değiştiğini görebiliriz. Çünkü enerji, çok hızlı bir maddedir. (Veya madde çok yavaş hızdaki bir enerjidir.) Enerji çok seyrek madde; madde ise çok yoğun bir enerjidir. (E=mc²) İkisi aynı şey olduğuna ve aynı teklikten ve tekillikten (Vahdaniyetten, Ehadiyetten) geldiğine göre, aradaki fark, HIZ FARKIDIR. Enerjiyi yavaşlattığımızda madde oluverir ve/veya maddeyi hızlandırdığımızda enerji oluverir. Bu da (formüle göre) maddenin asla enerji (ışık) hızıyla gidemeyeceğini, (kütlesinin ARTI değerden SIFIRA küçüleceğini) ağırlığının ortadan kalkacağını gösterir. Kur’an’da en çok tekrarlanan ayetlerden biri de “Her şeyin çift çift yaratıldığı”dır. Gerçekten de evren, bir tek asıldan (Paydadan) çift çift payların oluştuğunu gösterir. Evren iki kutupludur, (Elektrik yükleri, mıknatıs kutupları vb.) Matematik iki kefeli bir terazidir: (Pozitif (Artı) ve Negatif (Eksi) sayılar…) Madde de bu yasaya göre “Çift çift” yaratılmıştır: Madde ve bunun simetriği (Aynadaki bakışıklığı) olan anti-madde… Ayrıca bunlar da çift-çift birer takımdır. (Tardyon-Takyon)
Madde (ARTI) değerlidir: Sıfırdan ağır, uzun ve dolayısıyla YAVAŞTIR. Enerji ise SIFIR değerlidir: Enerji tam ışık hızında akmakta olduğundan hiçbir madde kütlesini bu hızda koruyamaz, enerjiye yani kuant denen ağırlıksız, boyutsuz noktacıklara dönüşerek ağırlığını (Özkütlesini) yok eder, sıfırlanır. Artıdan sıfıra; ve bundan ötede EKSİYE doğru bir başka MADDE’nin “evren çiftleri ve matematiği” Kur’an haberidir. Eğer bizler, dünyanın çevresini 7,5 kez SANİYEDE dolanacak bir hıza ulaşabilseydik, ARTI (örneğin +70 kg.) bedenimiz, ENERJİYE DÖNÜŞECEK, yani SIFIR grama inecekti. Böylece BEDENİMİZİ KAYBETMİŞ olacaktık. (beden kaybetmek, bilinçsiz ve ölü olmak değildir.) Eğer dünyanın çevresini saniyede 15 kez dolanabilseydik, bu kez bedenimiz (Sıfırdan da küçük olan -70 kg ağırlığında yeniden görünecekti. Sıfırdan küçük olan bu bedeni ölçemeyiz: Çünkü terazilerimiz sıfırdan küçük bir sayıyı ölçemez. Cetvellerimiz de sıfırdan küçük bir boyutu ölçemez. O halde (-70 kg) olan bir VARLIĞI göremeyiz, hissedemeyiz. Bu varlığa bir örnek BİLİNCİMİZ (Beşinci boyutumuz olup, kendi gibi EKSİ bir uzay-zamanda Mücerret=Soyut âlemde Takyonik, esiri bir) Nur=sonsuz özenerji olarak bedenleşmektedir.
KESİM: 38
TRILEX PARADOX
ÜÇÜZLER ÇELİŞKİSİ Demek ki evrende BİR TEK GÖVDE, çeşitli hızlara göre, MADDE, ENERJİ VE SOYUT MADDE olarak bedenleşebiliyor. (Kütleleşiyor.) Bunu bir üçüzler deneyi olarak da test edebiliriz. Aynı saat içinde doğmuş üçüzlerin üçüne de değişik hızlar verebiliriz: Biri test olarak dünyada “İNSAN” olarak kalırken, diğerlerinin başına gelenleri izleyelim: Üçüzlerin her biri tıpatıp birbirinin benzeridir. Örneğin üçü de tastamam 70 kilodur, boyları 1.70 cm.dir ve saatleri de aynıdır: 12:00. Aslında bunlardan biri, bildiğimiz insan olup, TEST gereği dünyada kalacaktır. Adı da İNSAN’dır. İkincisi ışıktan bir gemiyle gidecek, üçüncüsü bundan da hızlı (Takyon gemisine) binecektir. Işık hızına erişen ikizimiz, maddenin bu hızda kütlesinin sonsuz olması dolayısıyla enerjiye dönmesi yüzünden bir ENERJİ İNSANI OLACAKTIR. Saati ise zamanı genleşeceği için EBEDİYEN DURACAK ve saat 12:00’de kalmış olacaktır. Oysa dünyadaki ikizimizin bu süre zarfında saati aylar boyu, yıllar boyu her gün 12:00’yi kat etmiştir. Işık hızına erişen ikizimiz artık “MADDE” değil “Enerji”dir. Maddeyi tutarız ve biçimi olduğunu biliriz. Ama enerjinin ne olduğunu bilmeyiz. Yani bir biçimi yoktur, seyyal (akıcı) ve cevval (Dinamik)tir. Bu aşamadaki ikizimiz, artık bizim gibi MADDE insan değil ENERJİ İNSAN olmuştur.
Özkütlesi sıfıra inmiştir, artık o 70 kilo değildir. Boyu ise cetvelin hareket doğrultusunda boyunun kısalması yüzünden sıfıra (Işık noktacığına) inmiştir. Artık ikizimiz, yine bir CANLI ve BİLİNÇLİ olmasına rağmen, boyu sıfır; ağırlığı sıfır; zamanı sıfır ve çekimi sıfır olan bir ENERJİ yaratığıdır. Aslında şimdi ikizimizin nasıl olduğuna bakabiliriz: Eğer onun yerine biz ışık hızıyla gitmiş olsaydık, bir anormallik fark etmeyecektik. Her şey bize aynı gibi gelecekti. Ama bu arada dünyada bıraktığımız ikizimizin boyunun beş on kat uzadığını ağırlığının ise sıfıra yaklaştığını ve saatinin deli gibi dönüp bütün ömrünü bitirdiğini görecektik. Aslında bizim hareket doğrultusunda boyumuz kısalmaktadır ama bunun tersine (yatay doğrultuda) kütlemiz yayılıp büyümektedir. Karadeliğe düşen birinin boyunun “Hareket doğrultusunda” kısalması sonucu “İplik gibi ince bir biçimde” aşağı çekildiğini önceki bandımızdan hatırlayalım. Dolayısıyla enerjinin bizim bıraktığımız doğrultuda noktasal (sıfır boyda) olduğunu görürüz. Kalem ile yaptığımız deneyi okuyucu hatırlarsa, bu tek noktanın bir kalemin kesiti olduğunu bildirmiştik. Aslında başka bir doğrultudan (örneğin eksenden bakan biri için) bu noktanın bir kalem olduğunu anlatmıştık. Öyleyse enerji bize ışık noktaları gibi gelmekte birlikte, buna dik doğrultuda bir ışık ipliği gibi up-uzun olmaktadır. Yani ışık hızına erişen kimse bizim baktığımız doğrultuda bir ışık noktası (Kuant) fakat bizim bakmadığımız buna dik doğrultuda ise upuzun bir çizgidir. (10 boyutlu iplik) başka bir doğrultuda bu CİN ikizimizin aslında bir kalemin, kitabın sırtı olması gizin aslında bir kalemin, kitabın sırtı olması gibi “Bir çizgi değil; bir resim olduğunu” görecektik. Yani ikizimiz, iki boyutlu bir uzaya yapıymış, kalınlıksız, derinliksiz, bir dergi sayfasındaki resim gibidir. O halde enerjiden yapılmış (CİN) İNSANLARIMIZ bir RESMİ vardır!.. Yine doğrultu değiştirdiğimizde bu kitabın, bir sandık kapağı örneği gibi, resmin kalınlığının yani eni boyu ve yüksekliğinin olduğunu görecektik. Dolayısıyla bu CİN İNSANI ikizimizin bir biçimi vardır. Ama onu biz, evrenimizde bir ışık noktası gibi görüyorduk. Oysa onun bir uzunluğu, bir fotoğraf sureti ve heykel gibi üç boyutlu yapısı olduğunu anlıyoruz. Bu konu bize, CİNLERİN konumunu ve kurgusunu bilim ışığında öngörmektedir. Bilim, “Bir insanı ışık hızına hızlandırdığımızda bu insan ‘Enerji-insan’ olur” diye tanımlamaktadır. (*) Önemli olan çocuğun adını koymak ise o çocuğun ismini veren tarafından Cin, İnsan ve Melek diye ayrıt edilmiş olmasıdır. Öğretimiz konan ismin sözcülüğünü yapmaktadır. Okuyucu isterse “CİN” yerine “Enerji-insan” diye resmi bilim diliyle düşünmekte serbesttir.
KESİM: 39
ÜÇ BEDEN - DÖRT UNSUR
SUR-VİTES BEDENLER
Nasıl ki madde denen “Şey” CANSIZ sandığımız atom kurgusundan oluşup, cansızdan canlı türemiş ise biz, akıllı madde insanların var edilmesi gibi Enerji insanlar da söz konusudur. Örneğin, insanoğlu Karbon kimyasına bağlıdır. Karbon elementi atomundan kömür, grafit (Kalem) sıkıştırılarak elmas, yakarak kül, dönüşüm sonucu petrol türer. Bu cansız şeyleri oluşturan Karbondan, aynı zamanda bitki, hayvan, insan gibi canlılar da yaratılmıştır. Kısaca biz, BİLİNÇLİ MADDEYİZ. Peki, maddenin özü enerji değil midir? Karbon enerjisi hem kömür ısısı hem nükleer enerji gibi cansız, hem de ENERJİİNSAN(CİN) gibi karşımıza çıkacaktır. BİLİMİN VAR DEDİĞİ HER ŞEY ZATEN VARDIR! Ama “Yok” dediğinde aynı şeyi söyleyemiyoruz. Mübarek kitabımız, cinlerin NÂR denen, bildiğimiz enerjiden yaratıldığını Hicr-27’de “Cannı da her mesamata (Her mini-uzay aralığına) girgin dumansız-zehirli-yalın bir ateşten yarattığı” bildirilmiştir. Cinlerin atası ve çoğulu olan, saklı anlamına gelen “Cânn”ın yaratılışında Dumansız bir ateş olarak elektriği zehirli olarak Radyoaktiviteyi, sezmekteyiz. En ufak uzay aralığına girginliği de kozmik ışınlardan oluştuğunu doğrulamaktadır. Örneğin gamma ışınları (Kurşun dışında) her kristal yapıya girebilirler. Daha girgin yalın bir ateş ise Kozmik (Primer ve sekonder) ışınların yapısında vardır. Yani Cinlerin yapısında yüksek radyoaktif kozmik ışınlar, girgin enerji yer almıştır!... Örneğin “Hayatın sulardan” başladığını ayetle bildiren Rabbimiz, insanın da “Kurutulmuş süzülmüş bir balçık olan toprak kökeninden yaratıldığını” haber vermiştir. “Toprak”, içinde kimyanın 114 elementini barındıran katı yapımızdır. Kur’an’ın indiği çağda, insanların Hidrojen, Azot, Karbon ve Oksijenden (ile diğer toprak-alkali metallerden) yaratıldığı ismen verilseydi, örneğin bir KARBON sözü geçseydi, kim bilir ne sanırdık? Allah (cc) bu bilgiyi insanların bulacağı günlere (Kur’an’ın her çağa hitabı dolayısıyla) bu biçimde bildirmiştir. Bugün toprakta hemen her elementer birleşik vardır ve insan biyolojisinin bünyesinde yer almaktadır. “Topraktan gelip toprağa dönmek” de, parçalanan (dezentegre) bedenimizden dağılan bu atomların, başka bir çocuğun doğmasında ya da mezarlıkta otların bitmesinde ya da bizim aldığımız bir vitaminde yer alması anlamındadır. Toprak, en başta C, H, O, N dört unsurunun simgesidir. Rabbimiz, bizim “Kurutulmuş bir balçıktan” yaratıldığımızı bildirmekle, öncelikle hayatın sulardan başladığını, daha sonra karaya geçtiğimizi, içimizde sıvı sitoplazmik sıvıların (%98) yer aldığını ipucu veriyor. Balçık sözünü ele alırken, “Denizi kurutulmuş” gibi düşünmeliyiz. Geride bir “Balçık” yani bataklık çamuru süzülmüş olur. Bu bileşim de başta su olmak üzere metan, amonyak ve karbondioksit vardır. (C, H, O, N dört unsuru) İşte bu dört unsuru bir araya getiren MİLLER, bu karışımı (yıldırım yerine geçen) bir elektrik akımıyla şarj etti. O zaman bu dört cansız maddeden çekirdek asitleri dediğimiz “Adenin, Guanin, Sitosin ve Timin” denen dört hayat unsuru kendiliğinden ortaya çıktı. Genetiğimizde ve bütün canlıların yapısında yer alan protein, bu dört maddenin bir helis merdiven gibi DNA-RNA fermuarı biçiminde şifrelenip dizilmesinden doğmuştur. Bu dört ana madde, birbiriyle öyle dizilişler yapmaktadır ki, bunlardan ister fil, ister bir
mikrop, ister bir çınar ağacı isterse insan çıkmaktadır. Öz birdir, sübje birdir, yüzeysel görünüm farklıdır. İşte yaratılışın bu BALÇIKTAN gelmesi Allah’ın bir hikmetidir ve ayetlerin açıklanması şimdiki BİLİMİN bir zaferidir. Ama Miller bunu bulmakla birlikte, inançsız olduğu için yani insanın topraktan geldiğini İncil’de de yazdığı halde, yorumlama gücü olmadığından öylece bıraktı. (Urey-Miller deneyleri) Bilim aynı zamanda yorumlamaktır. Yorumsuz bilim olmaz. Aksi halde bu kitapta sözünü ettiğimiz birçok terim “Havada” kalırdı. Birçok buluşa yorum da bulunmazsa insan, bilim adamı da olsa “Kâfir” olarak kalabilir. Yorum, Allah çağrısı ve hidayetin sesidir. Yorum olmazsa bilim yolunu kaybeder, amaçsızlık içinde karanlıkta kalır. O zaman da bu tür insanların üniversite aristokrasisi, bilim burjuvazisi oyunu oynamaktan başka çıkarları kalmaz. ALLAH, bilimini yorumsuz kimselere de verir ama yorumlu kimseler elinde bilim sıkıcılıktan zevke dönüşür ve insana hayat felsefesini verir. Yani felsefeden bilim değil; bilimden felsefe doğmalıdır. Bilim Allah’ın yolundadır ve istesek de istemesek de, inançsız da olsak olmasak da bilim, doğruyu düşüp-kalkarak bulur. Zaten Resulullah efendimiz bu konuda şöyle buyurmamış mıdır? “Gereğinde her fiile yasak konur ama BİLİME asla!..” Bilim isterse “Enerji-insan” desin, Cin cindir ya da onların dediği gibi enerji-insandır. Can, Cin ve Cenin öz olarak saklı demektir. Maddenin neye benzediğini biliriz ama enerjininkini değil. Onlar saklı birer nokta gibi dururken, dik başka bir doğrultuda uzunluk, öteki dik bir doğrultuda resim ve üst doğrultuda da “Varlık, biçimli bir enerji kalıbı” olarak durmaktadırlar. Tıpkı ikizimiz gibi: Işık hızıyla giden ikizimiz böyle bir “Cin” olmuştur. İstesek de istemesek de, onun hızı madde olarak kalmasına elverişli değildir ve o enerji olarak kalacaktır. Ama bir adım öne çıkarak, yani ışıktan daha da hızlanarak NUR bölgesinde MELEKLEŞEBİLİR!..
KESİM: 40
TACHYONS
“TAHAYYÜL”ÜN ADI Şimdi yeniden o NUR enerjisinden yaratılmış TAKYON konusuna yani Üçüncü kardeşimizin evrenine geçiyor, soyut kütleye geri dönüyoruz. Yüzmilyar kilometre uzunluğunda ve eksi yüzmilyar ton ağırlığında bir meleğin sıfırdan küçük, kumdan hafif olduğu evrenimiz içindeki evrendir burası!.. Üçüncü kardeşimiz, (Üçüzümüz) ışıktan hızlı hareket etmiştir. Fakat yola çıkarken +70 kg. bir ağırlığı vardı. Işık hızında bu ağırlığı sıfıra inmiş, kendisi madde kütlesini yitirerek,
enerjiye dönüşmüştü. Işık hızını aşınca bu kez yeni bir kütle kazandı: Sıfırdan küçük eksi yönde 70 kilo oluverdi. (Bakınız Sayfa 33, Şekil 17) Boyu da eksi yönde -1.70 cm. oldu. Yani bir daha kendi biçimiyle belirdi ve kıyamete kadar ölümsüzleşti. Artık maddenin dar bölgesinden yani 7 renkten çıkarak, 777777 milyar renkten birine büründü!.. Bu yeni uzaydaki her şey ışıktan hızlı titreştiği için bizim âleme gözükmüyordu. Ama şimdi o evrenin tıka basa dolu olduğunu görüyor: Her yer soyut (Esiri) olan TAKYONLARDAN kuruludur. Evrende, dünyamızda, çevremizde, neye baksanız, (Canlılara, ormanlara, denize ve başka nesnelere, gök cisimlerine vb.) akla gelebilecek her şey atomlardan kuruludur. Atomlar da kuantlardan kuruludur!.. Aynı durum “Öteki” uzayda da vardır. Takyon denen yapılardan kurulu dopdolu simetrik evrendir burası. Her nokta sahiplidir. Zaten hangi evren olursa olsun “İğne ucu kadar sahipsiz” hiçbir boşluk ya da ihmal edilmiş yer yoktur. Çünkü böyle bir ihmal (hâşâ) Yaratanın o bölgeden habersiz olduğu anlamına gelir ve Rabbimizin vahdaniyetine aykırı olur. Takyonların dünyasında esir denen bir yordam vardır. Bu, ciltler boyunca sözünü ettiğimiz tünellerin dokusudur ve Süper Uzay denen Misal Âlemi buraya açılmaktadır. Çünkü evrenin SOMUT dediğimiz yanıyla SOYUT DEDİĞİMİZ yani arasında SINIR bölgedir burası!.. İslam verilerine göre burası Melekler-ruhlar âleminin en alt tabakasıdır. Burası cisimler âlemine en yakın, en yoğun ve en teğet bölgedir. İslam inançlarında ve din verilerinde buraya MÜCERRET (Soyut) Âlem denmektedir: İşte Takyonlar bunun kanıtıdır. Öteki isimleriyle de bu âlem “Berzah” veya Misal âlemidir. Böylece buranın canlılarına “Melekler” diyebiliriz. Çünkü bizim +70 kg. diye ölçtüğümüz bedenimiz geçici emanetimiz olan hücre yığını tuğlaların biçimlendiği bir yeryüzü elbisesi, zarfıdır. Ama Einstein eşdeğerlilik formülüne göre (E=m.c²) Enerji, maddeye hâkimdir. Biz canlıların bir enerji bedeni, cinlerinkine çok benzer bir enerji kalıbı olduğu, KİRLİAN, (Yüksek biyo-elektromanyetik alan) fotoğraflarında bulundu. Bu beden yüksek alanda filme alınabiliyor ve psikolojik davranışlardan etkileniyor. Bedenimiz ile bilincimiz arasında bir TEĞET ya da TAMPON olarak davranan bileşke gövdedir. Enerji maddeye hükmediyor ve enerjiye de bizim Akıl boyutu (Takyon) dediğimiz BEŞİNCİ BOYUT=BİLİNÇ hükmediyor. Eksi 70 kg’lık bir soyut bedenimiz var: Bu beden şimdi bildiğimiz maddi bedenimizi yöneten yasaların TAM TERSİ yasalar ile yönetiliyor. Örneğin itince hızlanmıyor. Soyut bir elma yere değil; buna dik doğrultuda göğe, havaya düşüyor. Evrende boyutlar tablosuna bir daha göz atalım: En, boy ve yükseklik, bize yer=Uzam=mekân koordinatlarını oluşturur.
Dördüncü boyut “ZAMAN” ise SOYUT bir koordinat olarak, ışık hızına değin bize teğet oluyor. Evren böyle dört boyutlu ile yönlendiriliyor. Oysa bir de BİLİNÇ yani akıl, zihinsel olaylar boyutu olduğu da fizik tarafından ortaya kondu. Böylece varlığımızın üç boyutlu bir mekânda, dördüncü boyut “Zaman” içinde hareket eden ÜST BOYUT akıl ile yönlendirildiği açıklandı. Bugün, “AKIL-BİLİNÇ-ZİHİN” denen psikolojik boyutun varlığını fizik talep etmiş, bilgisayar zekâsını yaratanlar da kanıtlamışlardır. Elbette 3 boyuttan sonraki her bir boyut sonsuz artsa da artık soyuttur. Beynimiz somuttur ama onun içindeki duygular, rüyalar, ilhamlar ve hayaller soyuttur. Onlar, sıfırdan küçüktür ve ölçülemeden kendini hissettirmektedir. Rüya, beynimizde ne kadar yer tutar? Âşık olmak kalbimizde ne kadar yer tutar? Görüldüğü gibi SOYUT dediğimiz her şey bizi etkilemekte, yani önce o PSİKOLOJİK ve -70 kilo ağırlığındaki beden yönlendirmektedir. O beden ZAMAN VE MEKÂN DIŞI olarak istediği yere ulaşabilir. Rüyamızda bilmediğimiz yerlere gideriz. Ya da geçmişteki bir utanç verici olayı hatırlayarak geçmişteki bir zamana gideriz. Bu olay bizim arada kalan “Cin bedenimizi, (Kirlian nefis bedenimiz)” etkiler ve ışınları renk-karakter değiştirir. Sonra Soyut beden ile teğet olduğundan enerji bedene algı, olarak geçer. Aslında bir ceset olan şimdiki +70 kg.lık bedenimiz üzerinde kan basıncı gibi değişiklikler yapar. O zaman utançtan kızarırız, yüzümüzü kan basar. Ya da korkudan kan çekilir, sararırız. Laboratuar deneyleriyle anlaşıldığı gibi aslında soyut bedenimiz, şimdiki fizik bedenimizi yönlendirmekte ve bir araç, bir alet olarak kullanmaktadır. Zekâ beynin bir fonksiyonu değildir. Eğer bizde bir beşinci boyut yani akıl olmasaydı, “Ölü” gibi ifadesiz, kaskatı düşüp kalacak ve bir süre sonra çürüyecektik. Bizi organize eden, elektrik alanımız, (Cesedimizi) hayat harikasına kavuşturan MANYETİK ALAN bedenimizdir. Beşinci boyutumuz, aklımız, idrakimiz dediğimiz her şey odur!.. Akıl boyutu ile Takyon kuramı aynı şeydir. Elektrik alanı anlamış anlatmışızdır ama manyetik alanı hiçbir zaman anlamamışızdır. Neye benzediğini bilemiyor, sadece onu mıknatısın büzdüğü uzay-zaman çizgilerine dizilmiş demir tozlarının nedeni olarak fark etmişizdir. Manyetik alan bir AKIL olayıdır ve dolayısıyla Takyon teoremidir. Işıktan hızlı hareket eden BİLİNÇ/ŞUUR olayları ise Takyon-Esir dinamiğine girer. Bu arada evrenin DÜALİTE’sini yani İKİCİLLİĞİNİ savunmak gerekir. Çünkü çift çift yaratılış ve zıtların birbirini göstermesi (Eşleniklerin ötekine gösterge olması) Kur’an ve tasavvuf içinde temel kavramalardandır. Batılı buna Diyalektik de der. Ama sözünü ettiğim kavram DÜALİTE’dir diyalektik değildir. Işığın bir parçacık mı yoksa dalgacık mı olduğu, Einstein’a kadar hep tartışıldı. Örneğin Newton’a göre ışık, korpüskül dediği bir parçacık akımıdır. Ama dalgaları bulan Maxwell’e göre ışık dalgacıktır ve parçacıkla ilgisi yoktur.
Einstein ışığın hem parçacık hem dalgacık olduğunu buldu. İşte bu ikicilliğe biz DÜALİTE (Duality) diyoruz. Dolayısıyla o güne kadar birbirine düşman kamplar gibi bölünmüş bilim adamları UZLAŞMAK durumuna girdiler. Uzlaşmak ise ikinin bire inmesi ve BİRLENMEK’tir. Kuantum teoremi çözümü bulmuştur: Schrödinger dalgaları ile Broglie’nin madde dalgaları (Duran, yerleşik dalga) aynı şeydir. En başta madde ve enerji ayrı ayrı şeyler sanılıyordu. Dolayısıyla ayrı ayrı yasalar oluşturulmuştu. Örneğin Maddenin sakınımı (Korunum, konservation) ile Enerjinin sakınımı yasaları vardı. Ama E=m.c² formülüyle Enerji ile maddenin birbirine eşdeğerliği (Maddenin çok yoğun bir enerji: enerjinin çok seyrek bir madde olduğu) ortaya çıktı. Birbirinden ayrı ayrı düşünülen “Enerji ve Maddenin korunumu yasaları” birleştirildi ve tek bir yasa haline geldi. İşte bu tüme varmaya, TEKLİĞE (Ehaddiyete) yöneliş, bilimin kaçınılmaz bir gidişidir. Ama bilim bir üst sistemde UZLAŞIM, birleşim sağlayınca, bu kez yepyeni bir ufuk açılıveriyor. Bugün en yoğun çabalardan biri de “Birleşik Alan” kuramını ispatlamaktır. Ama bunu yapanlar “Ateist, yani Allahsız” bilim adamlarıdır. Bilimin en güzel teorisine onların hizmet ettirilmesi kendileriyle çelişiyor. Çünkü Birleşik Alanlar teorisi, evrenin dört temel kuvvetinin “Aynı teklikten” geldiğini açıklayan harika bir kuramdır. Bu ise “VAHDANİYETİN, EHADDİYETİN” açıklaması değil de nedir? Birleşik alanlar kuramını Zig-Zag bilginleri yorumlamıştır. Weinberg ve Abdüsselam eğer “Zayıf kuvvet ile elektromanyetik kuvveti birleştiren Bozonları” ortaya koymasaydı, teori başlamadan bitmiş olacaktı. Çünkü iki kuvvet de kendi başlarına “Sonsuz” gözüküyorlardı. Bütün denklemlerin sonucu sonsuz çıktığı için birleştirme ve ayar getirilemiyordu. İki sonsuzun birbirini sınırladığını fark eden ikili, Bozonları ortaya atarak Vahdaniyet yolunda ilk adımı atmışlardır. Güçlü nükleer kuvvetin birleştirilmesi için de Murray Gell-Mann’a atom’un kendinden daha ağır ÜSTÜN BİR KÜTLE içerdiğini bu kütlenin eksi yönde (Takyonik) olduğu için atomdan hafif gözüktüğünü, dolayısıyla soyut sayıların kullanılması gerektiğini Bilaniuk, Jessup tavsiye etmiş, böylece Kuark teoremi ortaya atılmıştı. Sonra kuarklar da bulunmuştu. Bugün bilim Vahdaniyetin yani Allah tekilliğinin hizmetçisidir. Bu, yorumlayabilen Müslüman bilim adamlarının yani Zig-Zag öğretisinin zaferidir.
“AND OLSUN YILDIZLARIN (Çöktükten sonraki çekim odağı) YERLERİNE…” (Vakıa Suresi, 75. ayet)
DOKUZUNCU BÖLÜM
YILDIZ YERLERİ
KESİM: 41
COLLAPSARS
YILDIZ İNTİHAR EDİYOR Yıldızlar de evrenin her üyesi gibi doğar, erginleşir yıpranır ve ölürler. Onların da “Cesedi” evren mezarlığında kalır. Yıldızlar iki etkinin altındadırlar. Birincisi onların dev kütlesidir ki, çekim ile temsil edilir ve yıldızı bir tek noktaya büzmek isteyen kuvvettir. İkincisi de bu kuvvete karşı gelen “Hayat enerjisinin ışıması”dır. Yüzeyindeki yakıtı biten yıldız, ömrünün sonuna gelmiş demektir. Yaşamını sürdürmek için, (Tıpkı aç kalan bir canlının vücudundaki yağ stokunu eritmesi gibi) gövdesindeki hidrojeni yemeye başlar. Bu işlem sırasında yıldızın çapı yüz katına kadar genişler ve bu hacim büyümesi akkor ışımanın “Kırmızı” gibi soğuk bir ışımaya dönmesine neden olur. Bu bakımdan son demlerini yaşayan yıldızlara “Kırmızı dev” denmesi adet olmuştur. Sırada yıldızın son nefesi vardır: Süpernova denen intihar sonucu, yıldızın pek az bir kütlesi, dışa püskürtülürken, yıldızın pek az bir kütlesi dışa püskürtülürken, asıl önemli olan kütlesi ise, görülmemiş bir sıkışma biçiminde içe doğru patlar. Artık yakıtı bitmiş olan yıldız kendini savunamaz durumda olduğu için kendini ortada kalan yegâne kuvvete, çekimin öldürücü cazibesine temsil eder. Yıldızın nereye kadar çökeceğine “Kütlesi”nin ağırlığı karar verir. Eğer bu kütle bir karadelik çökmesine elverişliyse, işte o zaman konuya girmiş oluyoruz: Arap alfabesini bilenler, “Noktalı” ilk harf olan B harfinin klasik sırlarını bilirler. Yepyeni anlamda ise Hz. Ali’nin “Ben B harfinin noktasıyım” derken şimdi konuya gireceğimiz “Kara Noktaları” öngördüğünü serimizin ilk cildinde açıklamıştım. Bu satırlardaki her hangi bir noktayı ele alalım: O “Kara-nokta”dır. Ancak onu küçümsememek gerekiyor. Öylesine ağırdır ki, uydumuz Ay bile ona düşer ve o nokta içinde nokta olmak üzere yutulup, gözden silinir. Bir bilyeyi ele alalım: Bir bilye eğer bir karadelik ise Dünyadan da ağır olduğu için, onun geri dönülmez çekimine koca dünyamız çaresiz yenilecek ve o bilye üzerinde bir nokta kadar yer bile tutmayacak kadar basılıp, küçülecek, bir başka deyişle yok olacaktır. Şimdi bir başka kara deliği ele alalım: Bu futbol topu kadar olsun: İşte Güneşimizi de o yiyip bitirecektir. Yumurta kadar bir karadeliğe yakalanan bir insan ona yüz kilometre uzakta durduğunda, tek başına yüz milyon insanın ağırlığına eşit bir kütle kazanır. Dolayısıyla Karadelikler “Dönüşsüz” olup, çekmelerinden asla kurtuluş yoktur. Çünkü bir elma daima “Yere” düşer, bunun aynısı karadeliğe düşen için de geçerlidir. (Çekim evrenseldir.) Aynı insan, yumurta kadar karadeliğin yüzeyine on kilometre yaklaştığında, kendi ağırlığı, tek başına beş milyar insanın (Dünya nüfusunun tamamının) ağırlığına eşit olacaktır. Yüzeye birkaç kilometre kala, aynı bir tek insan, (Şimdiye kadar gelmiş geçmiş dünya
nüfusu olarak tahmin edilen ölü ve sağ) 150 milyar insan ağırlığına ulaşır ki bu da 9 milyar tondur. Bir insanın dokuz milyar ton ağırlığında olması ve yumurta kadar bir kadar deliğe kurban olması, tek sözle resmi bilimin en büyük ŞOKU olmuştur. Bu öyle bir şoktur ki “Resmi bilimcilik ve akademik maddecilik” oynayanların iplerini pazara çıkarmıştır. Bir noktacığın, bütün evrene meydan okuması gerçekten akıl almaz ve inanılmaz bir olaydır. Astrofizik ve kozmolojinin en yeni konuğu ve konusu olan “SİYAH BOŞLUKLAR” tam anlamıyla, resmi bilimin başının belası ve iflası olmuştur. Öyle ki siyah delikler yüzünden; Bilim, kurguya; Hayal, gerçeğe; fizik yasaları meta-fiziğe dönüşmüştür. Gerçekten de bilim, tarihi boyunca böylesine ciddi bir kriz, kozmik bir sürpriz yaşamamıştır. Karadeliği onaylayan resmi bilim kendi inancını sarpa sardırmıştır. Öyle ki, geriye dini inançlarımız kalmıştır.
KESİM: 42
HİYERARŞİ
BOY SIRASI Karadeliklerin oluşumuna girmeden önce kısaca evrenin temel ilkelerine göz atmamız kaçınılmaz oluyor. Bu ilkelerin en önünde gelen kuşkusuz “Hiyerarşi” kavramıdır: Hiyerarşi, evrenin alt yapıdan üst yapıya (Tüme) varması ya da tersine “Tümden gelmesine” ilişkin sıralanmadır. Her bir “Etap” bağımsız davranır ama bir üst disiplin sistemine muhtaç olması nedeniyle aynı zamanda bağımlıdır. Her sistem bütünü içinde kendi muhtar fonksiyonunu (Özerk işlevini) sürdürür: Atom altı parçacıklar atomu; Atomlar molekülü; Moleküller hücreleri; hücreler canlıları oluştururlar. Evren düzeyinde yine atomlardan yıldızlar; yıldızlardan galaksiler; galaksilerden meta-galaksiler kurulur. Temelde her şey kuantlardan yapılmıştır. Dolayısıyla evren, tek bir bütün, yaşayan canlı bir organizmadır. Evren de her canlı organizma gibi doğmuştur, gelişmektedir (Genişleme) ve ölecektir. (Kıyamet) Evrenin de her canlı organizma gibi hiyerarşik dizilimi vardır. Hiyerarşi küçükten büyüğe doğru sıralanmadır. Boyutlar büyüdükçe, ömür kavramı da bununla orantılı olarak büyür. Örneğin saat başı doğup ölen mikroorganizmalar vardır. Yirmi milyar yıl boyunca yaşayan galaksilerin ömrüyle saniyenin milyonda-birinde doğup, ölen parçacıklar birbirine özdeştir, her ikisi de “Bir koca ömür” sürdüklerine inanırlar. Evrende, her beş yüz ila bin yılda-bir yıldız ortaya çıkar. Topluca, her saniyede milyonlarca yıldız oluşurken, bir o kadarı da çökerek ölür. Evren bir tek hidrojen (DUHAM) bulutunun ayrık-bölük bulutlara bölünmesiyle (Tekliğin kesirleşerek çokluk haline gelmesiyle) şimdiki görünümün kazanmıştır. Söz konusu bulut bütün uzayda çok seyrek olarak bulunmakta olan gaz-toz materyali (Nebula) biçiminde her zaman mevcuttur. Bu çok seyreltik DUHAN’ın sıklaştığı yerlere “GÖK CİSİMLERİ” diyoruz. Bu bulut, küçük bir çekim çekirdeği bulursa oraya doğru
yoğuşur, milyonlarca yıl boyunca giderek kalınlaşmaya başlar. İşte bu bulut yıldızları doğuran “Kuluçka makinesi” gibidir. Bir “Yıldız Yeri”nin belirlenmesi için geçen bu kümelenme süresi 500.000 yıl sürer. Gök cisimlerinin embriyo süresi oldukça uzun olduğundan, onların tohumuna Vakıa-75’de “Yıldız yerleri” ismi verilmiştir. Bu evrendeki yıldız adayında CO molekülleri radyo dalgaları yaymaktadır. Yıldızlar arası seyrek madde yoğuştukça büzüşmeye; büzüştükçe sıkışıp, üst üste bastırılmaya ve iç çatışmalarla ısınmaya başlar. Böylece yıldız adayı olan odak iyice toparlanıp, daha fazla madde çeker. Bu süre ise 25.000 yıl sürer. Bu ısınma merkezi önce kızıl ötesi sonra da kızıl ışık dalga boyunda ışımaya başlar. İşte yıldız kuluçka makinesinde çıkan bu civcive KIZILCÜCE denir. Civcivlik süresi 25.000 yıldır. “Palazlanma” evresinde çökmenin verdiği aşırı ısı yükselmesi sonucu termonükleer reaksiyonlar (Çekirdek tepkimeleri) başlar. 25.000 yıl kadar sonra yıldız oluşumunu tamamlamıştır. Bu evrede bize mor-ötesi ışınlar gönderir. Bu mor ötesi ışık yayınması buluttaki hidrojen moleküllerini çözerek hidrojen atomlarına çevirir. Böylece ortaya bir bulut kuşağı çıkar ve 30.000 yıl boyunca itmeye başlar. (H-II bölgesi) Biz o bulutun ardındaki ışımayı henüz göremeyiz. Çünkü kalın bir sis ardında kalan yıldızın ışığı bize ulaşamaz. İşte bu olgu da Kur’an’da “Gecenin gündüzü bürümesi, sarması” sırrından bir tecellidir. Yıldızın çevresindeki sisli H-II bölgesi 500.000 yıl boyunca çevresindeki gaz bulutunu dışa iterek genişler ve sisi yok ederek çıplak gözle görülecek biçimde parlamaya başlar. Bu kez “Gündüz, geceyi” sarmış, bürümüştür… 2 milyon yıl süresince H-II bölgesi itme işini genişlemeyle yapmakta, fakat soğuduğu için gaz bulutunun içine karışmaktadır. Dört milyar yıl sonra tamamen bu bölge genişleyip buluta karışır. Bu hareketler sonucu çevredeki toplaşma “Gezegenler sistemi” oluşturmaya adaydır. 6 milyon yıllık bu serüven sonucu yılda kızılcüceden Turuncu yıldıza, sonra sarı dev ve en sonunda akkor yıldıza (Güneşe) evrimleşir. Çevresindeki saf-tavaf bulutlarından da gezegenler ortaya çıkar. Örneğin Güneşimizin henüz kızılcüceyken merkez olduğu bu yoğunluklu gaz bulutu aslında Plüton gezegenine kadar 6 milyar km. genişliğinde devasa bir çapı (Kuturu) kapsıyordu. Söz konusu ani çökmeden ötürü yüksek yoğunluğun getirdiği aşırı ısınma başlar. Isınma, zamanla Fusion denen nükleer ışımaya dönüşür. Fusion (Çekirdek erimesi, hidrojen bombası) ve fission (Çekirdek bölünmesi ve atom bombası) olayları Kur’an’da “Sevakib” terimiyle bildirilmiştir ki, anlamı, yıldızların tandırı’dır. ”Fusion” olayı dört temel kuvvetten biri olan “Güçlü kuvvet”in ta kendisidir. Bu kuvvet, yıldızın büzüşmesini engeller. Çünkü çekim (Hûnnes), yıldızı büzmek isterken güçlü nükleer kuvvet tandırı yıldızı dışa fırlatmaya çalışır. (Künnes)
Sonuçta Hûnnes-Künnes dengelenir ve yıldız artık boyutlarına oturur. Güneş de bir yıldız olup, aynı mekanizmayla doğmuştur. Artık erginleşmiş ve akkor ışımalı yıldıza ASAL YILDIZ denir. Ergin yıldız, ortalama elli milyar yıl yaşayacaktır. Onun yaşaması içindeki sevakib (Hidrojen güç santrali) aracılığıyla olur. Ergin bir yıldız artık kırmızı, turuncu ya da sarı değil; akkordur. Rüştünü ispat eden yıldıza “Asal dizi” üyesi denir. Asal dizi evresindeki yıldızlar kendilerini büzmek isteyen çekime karşı, “Hidrojen yakıtı tüketimiyle” karşı koyarlar. Bu işlem sırasında, sürekli olarak, dört hidrojen çekirdeğinden bir helyum çekirdeği üretirler. Bunu yıldızların “Hidrojen soluyarak helyum vermesi” diyoruz. Tıpkı canlıların oksijen alıp karbondioksit vermesi gibi kozmik bir artık olan helyum yıldızın işine yaramayan bir elementtir. Yıldıza çevre kirlenmesi uygular, ağırlaşır ve soğur. Yıldızlar atmosferindeki temiz hava ve gıda olan hidrojeni tüketene kadar “Asal dizide” kalır. Günün birinde soluyacağı bir hidrojen bulamayınca artık “Emekli” olmuş, ölümünü beklemektedir.
KESİM: 43
YILDIZLARIN ÖLÜMÜ
KIRMIZI CÜCE’DEN KIRMIZI DEV’E “Kırmızı bebek” olarak doğan yıldızın emeklilik döneminde sayılı nefesi olan “Hidrojeni tükenince” artık bitkisel hayata başlayarak gövdesindeki hidrojeni tüketmeye yönelir. Kendi kendini yemeye başlayan yıldız binlerce kat genişlemeye başlar. Öyle ki, bütün gezegenlerini yutacak kadar seyrelerek genişlemiştir. Bu çözünerek büyümesi nedeniyle “Akkor” ışıması “Kırmızı” grup zamanına benzemeye başlar. Artık asal dizide olmayan yaşlı yıldız giderek sönükleşip silikleşir ve solar. Artık akşam hüznünü, güz dönemini yaşamakta, hiç ısıtmamakta ve bir akşam güneşi olarak kalmak zorundadır. Ölüm halindeki bu kırmızı yıldız o kadar genişlemiştir ki ona en uygun isim hemen verilmiştir: KIZIL DEV!.. Bu birkaç yüzbin yıllık yozlaşıp-çürüme “Enerji” tükenene kadar sürer. Artık o, madde biçiminde donmaya başlamış bir helyum yıldızıdır. Ona kadar cansız davranan Helyum da tepkimeye girer. SÜPERNOVA denen bir intiharla son nefesini verir. Süpernova denen alev devi, kaçak kıyamet infilak yıldızı iki katmana ayırır. Yıldızın çok az bir dış yüzeyi çevreye püskürürken; iç düzeyi de içe büzüşmüş olur. Buna yürek ya da çekirdek de denir. Ne denirse densin artık “Tıkanmış yıldız artığı”dır ki, bu kelimenin karşılığı “Collapsar”dır. Süpernova denen bu infilak ne kadar uzakta olursa olsun, bize en yakın yıldız olan Güneşin bile “Gündüz aydınlığından” daha parlaktır. Süpernova ile birlikte demirden ötedeki elementlerle birlikte elektromanyetizmayı temsil eden fotonlar ve zayıf çekirdek
kuvvetini temsil eden nötrinolar akım halinde uzaya fırlayarak yayılırlar.
Şekil: 20 KIYAMET PROVASI: SÜPERNOVA Yengeç bulutsusu (Crebb Nebula), bir süpernova patlaması ardından oluşmuştur. Söz konusu Süpernova patlaması 1054 yılında Çinliler tarafından gözlenmiş ve kayıtlara geçirilmiştir. Gündüz patlamasına rağmen güneşten 100 kez daha parlak olan bu patlama, birkaç ay sonra ışık gücünü kaybetmiştir. Bulunan ilk puslar, bu patlamanın kalıntısıdır. Patlayan dış kısım uzayda trilyarlarca km. yayılırken, asıl madde ise büzüşüp, on km. bir çapa hapsolmuştur.
KESİM: 44
PAULİ YILDIZI
BEYAZ CÜCE’DEN SİYAH CÜCE’YE Collapsar, yani çökmekte olan yıldızın, eğer güneşimiz kadar kütlesi varsa onun öyle ahım şahım bir yoğunluğu olduğu söylenemez. Çünkü Güneş’imiz sıradan ve küçük bir yıldızdır. Dolayısıyla içe çökmesine neden olan çekimi dengeleyecek ve daha çok çökmeyi önleyecek bir elektromanyetik kuvveti vardır. Bu direnci, sonuna kadar tamamen çökmeyi sürdürmesini önler. Elektromanyetik kuvvet; doğanın dört temel kuvvetinden biri olup, çekirdeklerin birbirine bastırılmasını önleyen bir iç tutunum kuvvetidir. Net ve özdeş elektrik yükleri birbirini iterek çekime direnecekleri bir çapa kadar çökmeye izin verirler. Böylece tamamen çökmeyi önleyen bir elektron gazının basıncı ortaya çıkar. Bunu bulan kuantum fizikçisi Wolfgang Pauli olup, kuantum fiziğinde bulgusuna “Dışarlama” ilkesi denilmektedir. (*) W. Pauli’nin Exculision=Dışarlama, ihraç formülü beyazcüce denen yıldızların çapını belirler. n/m Böylece, Güneşimiz kadar (Ya da Güneşin 0,6 ila 1,3 kadarı arasında kütlesi olan) bir çöken yıldızın kaderi “BEYAZ CÜCE” olmaktır.
Güneşimizin ömrü 50 milyar yıldır. Bu süre boyunca, yapısındaki hidrojeni helyuma çevirip, “KIRMIZI DEV” sürecine ulaşarak helyumu da yakar ve süpernova ile intihar eder. Dış azınlık katmanlar uzaya; iç asıl katmanlar da “İçe” patlayarak çöker. Bu çökme dünyadan 1.300.000 kez büyük olan Güneşimizi, “Dünyamız” çapına sıkıştırır. “Çekim kuvveti” yıldızı, merkezdeki bir tek noktada toplamak ister. Ancak, çökmenin ardından “Eş yüklerin birbirini itip, sokulmalarını önleyen” elektromanyetizmanın derindiği bir çapa ulaşana kadar süren büzüşme, bu çapta durdurulur. Elektronların basıncının çökmeyi engellediğini bize “Pauli ilkesi” öngörmüştür. Dünyadan 1.300.000 kez büyük olan Güneş’in, dünya kadar bir hacme sığışması sonucu bu madde çok ağırlaşır. Beyaz cüceden yapılmış bir bilye BİN TON tutar. İşte, çökmenin bu noktada durmasıyla elektronlar kararlı hale geldiklerinden, Güneş’ten bin kat daha parlak ve keskin ışıma yaparlar. Hem böylesine bir küçülme hem de bu aşırı
parlak ışıması yüzünden, böyle yıldızlara “AK-CÜCE=Beyaz cüce” ismi verilmiştir. “Beyaz cüceler” yapılarındaki bütün elementleri “Demir elementine” çevirene kadar yakarak, çekirdekleri birleştirip, daha ağır yeni elementler oluşturup, ışımalarını sürdürürler. Ak cücelerin bu ışıması yüz ila ikiyüz milyon yıl boyunca sürer. Yapılarındaki elementlerin tümü demire dönüşünce, “Bir çift demir elementi çekirdeği” artık birleşemediğinden, yakıtı biten Beyaz cüce, ışıyamaz, kararıp söner. O artık, temelli karanlık bir “DEMİR-YILDIZ”dır. Bu nedenle onun adına “KARACÜCE=Siyah cüce” denmiştir. Bir kara-cüce, ışıma yapamadığından, artık, görünmeyen evren üyeleri arasına katılır. Karacüceler, evrende ışımayan “Kara üyelerin” ilki ve en hafifidir. İster görünen bir Akcüce, ister görünmeyen bir karacüce olsun. Güneşimizden geriye kalacak olan bu ceset, yine Güneş ağırlığında olduğundan, kendine bağlı dünya ve gezegenleri çekmesini sürdürür. Çünkü bir yüksük (cm³) dolusu karacüce maddesi bin ton çekmektedir. Elbette bunun daha beteri çekimler de vardır: Nötron yıldızlar…
KESİM: 45
PİON YILDIZLAR
NÖTRON YILDIZLAR Eğer bu çöken yıldızın kütlesi Güneşimizin 1,3 ila 2,9 katı arasındaysa, çekim Pauli ilkesinin direncini kırarak, elektron gazının basıncını deler. Süpernova patlamasından hemen sonra şiddetle çöken yıldızın çekimi, elektromanyetizmal kuvveti de yenerek çekimsel çökmesini sürdürür. Bunu 1930 yılında Chandra Saghar akıl etmişti. Landau ise 1932’de daha çok yoğuşma eğiliminin sonucu atomlarında kırılarak sıkışması ve nötrinolar haline gelmesi gerektiğini öngörmüştür. Zwicky-Baad ikilisi ise bir süpernova patlamasından 16-20 km. çapına büzüşmüş böyle bir “Nötron yumağı” olduğunu doğruladılar. Yaklaşık, Güneşten üç kez büyük bir yıldızın çökmesinde, dünya kadar bir beyazcüce aşamasında kalamayıp, yirmi km. çapında bir küreye küçülürler. Çünkü atomlar üst üste bastırılıp, elektromanyetik gücün üstesinden gelinir. Elektronlar çekirdeğe bastırılınca elektronları yutan protonlar yüksüz nötronlara dönüşür. Bu tepkime şöyle gösterilir:
Yüksüz nötronlar birbirine tıka basa yapıştığından yıldız artığının tümü, nötronlardan kurulduğu için onlara “NÖTRON YILDIZI” demek akla gelebilecek ilk isimdir. Yüksüz nötronlar yüzünden bir Angström (10
-8
cm.) olan atom boşluğu, bir Fermi’ye (10-
13
cm.) bastırıp indirilir. Böylece yıldız, “Demir aşaması”nda kalamayarak, saf nötronlardan kurulu inanılmaz bir sıkışmayla ve küçülmeyle ortaya çıkar. Bu yıldızın yoğunluğunu Oppenheimer ve öğrencileri Synder ile Volkof 1939’da özellikleriyle birlikte ölçümlediler. Örneğin “İki Güneşe eşdeğer” kütlesi olan bir yıldız 10 ila 16 km. çapında bir küreye büzüşür. Dolayısıyla yoğunluğu (Yoğunluk birimi olan) suyun yoğunluğunu milyon kat aşar. Bu demektir ki bir yüksük dolusun nötron maddesi 4,5 milyar ile on milyar ton tutarındadır. (cm³ de 1014 ila 1016 gram) Bunun anlamı, “Bir çay kaşığı dolusu nötronun” orta büyüklükte bir dağ ağırlığına eşit olmasıdır.
Elbette bu durum büyük çelişkilere gebedir: Çünkü nötron yıldıza genel ve özel rölativitenin bütün açmazları gözlemlenir. Uzay zaman kargaşası, elektromanyetik fırtınalar ve türlü aşırı biçimsizlikler gözlenir. 16 km. çapında bir nötron yıldız üzerinde en yüksek dağ bir santimetre yüksekliğinde olabilir. Bu “Bir cm.”yi tırmanmaya kalkışan bir dağcı, bütün ömrünün toplam enerjisini (Yüz milyar Joule!) sarf etmek zorunda kalır. Çünkü çekim alanı, dünyanın on milyar katıdır. Bu öylesine bir çekimdir ki, çekime meydan okuyan hür ışığı bile yakalarsa bırakmaz, kendi çevresinde yörüngeye oturur. Dolayısıyla orada yaşayan biri olsaydı “Güneşin hem doğudan hem batıdan doğduğunu” görürdü. Çünkü ışık kendini kurtaramayıp, bir yörünge turu atarak, kaynağına geri döner. Bu biçimsizliğe, kozmoloji literatüründe “Aynaya bakan bir insanın hem yüzünü hem ensesini görmesi” örneklenir. Rölativitede ise bir santimetre yukarıdaki “Dağcı” ikizin ovadaki ikiz kardeşine oranla genç kaldığı daha geç yaşlandığı belirtilir. Bu ölümcül çekim nedeniyle bir nötron yıldız, beyaz cüce gibi çok ağır bir cismi bile yutup, kendine katabilir. Eğer sistemimizde bir nötron yıldızı olsaydı, Güneş ve gezegenler onun çekimine yenilecek ve sistemimiz, 16 km. çapındaki nötron yıldıza katılmak üzere bu kozmik süpürge tarafından yutulacaktı. Nötron yıldızlar da “Karacüceler” gibi optik (Gözle görünen) ışıma yapamadığından, evrenin karanlık üyelerinden birini oluştururlar. Dolayısıyla en başta sadece hipotetik (varsayımsal) olarak öngörülmüşlerdi. 1967 yılına kadar bir varsayım sayılırken, aynı yıl bayan radyo astronom Bell‘in kurduğu basit bir radyo astronomi düzeneğine şanslı bir rastlantı olarak sinyaller göndermeye başladılar. Bu sinyallerin yorumunu yapan Gold, sinyallerin kaynağının “Dönen bir nötron yıldız” olduğunu söyledi. Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş oldu: Hem varsayım halindeki nötron yıldız, hem de dönen nötron yıldızların varlığı kanıtlanmış oluyordu. Ancak bir nötron yıldız dönse bile çevresinde manyetik alan yoksa yine de görülemez. Radyo Astronom J.Bell’in aldığı sinyaller saniyede otuz kez tekrarlanmaktadır. Saniyenin %3’ünde-bir gelen tek bir sinyalin yaydığı enerji, güneşin ömrünce yaydığı enerjiden bile
fazladır. Bu nedenle rabbimiz kendi azamet ve büyüklüğüne gösterge olsun diye “Başımızı göğe kaldırıp, bakmamızı ve düşünmemizi” istemektedir. Çevresinde manyetik alan bulunan dönen bir nötron yıldız, bizimle düzenli ve sık sık yanıp sönen sinyallerle haberleşir. Fizikte bu olaya Pulsation yani “Nabız gibi atmak, zonklamak” denmektedir. Bu nedenle dönen nötron yıldızlara PULSAR adı verildi. Ülkemizde bunun Türkçe karşılığı “Atarca yıldız” olarak benimsenmiştir.
İLERİ BİLGİLER: 34
PULSARLAR Bir süpernovadan sonra iki güneş büyüklüğündeki bir yıldızın “Saniyeden kısa bir zamanda” ve birdenbire 16 km. çapa büzüşmesi sırasında kutur=Çapın küçülmesiyle, (Açısal momentumunun sakınılmasından doğan bir fark nedeniyle) çılgınca bir dönem başlar. Bu inanılmaz içe çekilme inanılmaz bir periyod (Kendi çevresinde dönme) ile telafi edilmek zorundadır. Dünyadan yüzbin kat büyük bir yıldızın, birden bire dünyanın çapının yüzbinde birine küçülmesi onun kendi çevresinde dolanım süresini kısaltır. Bunu dengelemek için yıldız kendi çevresinde delice bir hızla dönmeye başlamıştır. Dünyamız, kendi çevresinde dolanımı olan “Gece gündüzü 24 saatte-bir” oluşturur. İlk bulunan Pulsar ise bir saniyede otuz kez gece-gündüz yapabiliyordu. Daha sonra gözlenen PSR-1937-214 kollu pulsar ise bir saniyede 642 kez dönmektedir. Pulsarların bu inanılmaz dönmesi sırasında, çok sık ve düzenli yanıp-sönen bir sinyaller alınır. Pulsarlar böyle çılgınca dönerken, çevrelerindeki manyetik alan geometrisini de sürüklerler ki, bunu çok çabuk dönen bir mıknatıs olarak düşünebiliriz. Dünyamızın manyetik alanı sadece bir pusula ibaresini oynayacak kadardır. Bir puslarda ise Gauss alanı 10 milyar kat büyüktür. Puslar oluşurken yani kollapsarın çökmesi sırasında, manyetik alan bu elektromanyetik aşırı değere erişince, puslar yüzeyindeki nötronları bile koparabilen, güçlü bir elektromanyetik alan oluşturur.
Şekil: 21 BİR NÖTRON YILDIZ ŞEMASINDAKİ YOĞUNLUK KATMANLARI Çizimde çapı 16 km olan bir pulsar ve/veya nötron yıldızın dıştan içe doğru matematiksel değerlere sunulmuştur: En dışta bir nükleon-elektron atmosferi bulunmaktadır. Asıl yıldız ise ince, katı demir bir kabuk ya da demir zırh içindedir. Bu zırhın yoğunluğu cm³’de 10 kg.dır. Bu demir zarftan 11 km. içeriye kadar olan katmanda süper akışkan nötronlar bulunur ki, bunların (Bir yüksük dolusu ya da bir çay kaşığı dediğimiz) santimetreküpünün ağırlığı milyar tonu bulur. Merkeze doğru yoğunluk iyice artar cm³’de 2 milyardan 4,5 milyar kg. ulaşır. Bu durumda nötronlar, “Nötron olmaktan” da çıkarak, Pion mezonları denen süper akışkan bir sıvı kristal oluştururlar. Ancak öğretimiz nötronların bileşenlerinin Pi-mezonlarından da asıl olarak “Kurakları” benimsediğinden, en içteki katmana “Kuark yoğuşması” diyebiliriz. Pulsarlar döndüklerinden dışındaki demire hapsolmuş bu süper akışkan sıvı da sıvılar dinamiğine uyarak içerde dönmeye başlar ve artık durmak bilmez. Fakat bir “Yalpa” oluşturur. Bu da bazı pulsarların yavaşlayacakları yerde niçin hızlandıklarını açkılar. Çünkü kozmik yasalara gör,e gökcisimleri zamanla dönme enerjisinden kaybederek, yavaşlamak ve bir milyon
yıl
içinde
durup,
“Nötron
yıldız”
haline
gelmek
zorundadır.
Dolayısıyla,
yavaşlayacağına; tam tersine hızlanan bir yıldızı açıklamak için, onun içinde “Süper akışkan”
bir sıvı olması gerekir. Bunun yanında, Pulsarın yutup da kendine kattığı bir kütle de hızını arttırıyor olabilir. Örneğin iki nötron yıldızın birbirine rastlayıp yapışıp iç içe eriyerek birleşmeleri sonucu hızlanmaları da akla gelebilir. Vega pulsarındaki dönmelerde “Milyonda-bir saniyelik” değişme, bize büyük ipucu vermiştir: Merkezkaç kuvvet pulsarı elips biçimine sokmaya zorlamış ve sert demir kabuğu çatlatmıştır. Bu deprem bize pulsarın içyapısını anlatmaktadır.
Şekil: 22 PULSAR PERİYODU FORMÜLÜ: Pulsar’ı dışa savuran kuvvetin dağıtma etkisini dengeler.
Şekil: 23 BİR PULSAR’IN MANYETİK ALANI
Dünyamızın magnetosferi benzerinde bir pulsarın da “Manyetik alanı” vardır. Dünyamızın ağır dönmesine karşılık bir pulsar çok hızlı döner. Aynı hızla çevresindeki “Manyetik alanı” da kendisiyle birlikte dönmeye zorlar. Bir pulsar çok hızlı dönen bir mıknatıs gibi davranır. (10
13
Gauss) değerindeki bu manyetik alan (ve ona eşlik eden elektrik alan) nedeniyle yüklü parçacıklar Sinkrotron ışıması denen her doğrultuda bir ışıma yayarlar. Ancak, odaklaşma kutup ekseni boyunca oluştuğundan, bu ışın demeti fener gibi uzayı tarar. Bir başka görüş ise pulsar yüzeyindeki sıcak bir lekenin radyo yayımı nedeniyle pulsarların yanıp-söndüğünü ileri sürer.
Eğer
ışıma
mekanizması
“Yavaşlamanın”
dönmesinden
kaynaklanıyorsa
X
ışını
biçiminde algılanır. Bazı pulsarlar hem görünen hem de (X ışını biçiminde) görünmeyen ışıma yaparlar. Örneğin 30 km. çaplı bir pulsar kendi çevresinde saniyede 60.000 km. hızla (Işık hızının beşte biri hızla) dönerken saniyenin yüz milyonda-altısı kadar bir değerde dönme hızını kaybedip, yavaşladığında güçlü X ışıması sinyalleri satar. Pulsarların yaşları dönme hızının yavaşlamasıyla ölçülür. Pulsarlardan pek azı “Süpernova patlamasının olduğu yerde” kalırsa da bazı “Biçimsizlikler” ortaya çıkar! Örneğin, süpernovanın artığı olan bir Nebula’nın yaşı yirmi bin yıl fakat orada bulunan bir pulsarın yaşı (Dönme hızına göre) ikibin yıldır. İlk bulunan “Yengeç pulsarı” bin yıllık olup, Çin kayıtlarına geçmiştir. Bir Nebula ile oradaki pulsarın yaşının birbirini tutmayışı, pulsarların gezindiğini ortaya koymuştur. Saniyede 642 kez döne bir pulsarın yaşı, yirmi yıl olmasına rağmen yirmi yıl içinde hiçbir süpernova patlaması gözlenmemiştir. O halde pulsarlar, süpernova patlamasının şiddetiyle bulundukları yerden ayrılarak bir milyon yıl boyunca gezinirler ve giderek yavaşlayarak, dönmelerini durdururlar, böylece nötron yıldıza dönüşürler. Aslında süpernova ve galaksi soğuma süreleri göreceli ve ampirik olduğundan, rakamlar çelişmektedir. Günümüzde bulunan pulsar sayısı 350’yi aşkındır.
“AND OLSUN HUNNES VE KÜNNES’E…” (Tekvir Suresi – 15./16. ayetler)
ONUNCU BÖLÜM
“SİYAH BOŞLUKLAR”
İLERİ BİLGİLER: 35
DOĞANIN DÖRT TEMEL KUVVETİ Pulsarlar kara deliklere geçişin bir öncesidir. Bu bakımdan ön bilgilerimizi hatırlamanın yararı olacaktır: Daha önceki bilgilerimizden biliyoruz ki “Fizik (Maddi) Evren “Dört temel kuvvet” etkisindedir: 1. GÜÇLÜ NÜKLEER KUVVET (Güçlü etkileşim) Asal dizideki yıldızların içindeki akkor fusion mekanizması “Güçlü nükleer kuvvet”in eseridir. Bu kuvvet, asal yıldızın en büyük otoritesidir. Maddenin “Binde yedisini” enerjiye dönüştürerek yaşamını sürdürür. 2. ZAYIF NÜKLEER KUVVET (Zayıf etkileşim) Yıldız enerji üretiminin %7’sinden sorumludur. Süpernova patlamalarından fışkıran zayıf nötr dalgaları, bu kuvveti salmaktadır. 3. ELEKTROMANYETİK KUVVET Bir yıldızın nükleer bir çifti kuvveti tükendiğinde elektromanyetizma işbaşına geçer. Yıldız “Kırmızı dev aşamasında” iken güçlü kuvvet onu terk etmeye başlar. Süpernovayla birlikte zayıf çekirdek kuvveti de yıldızı terk eder. Böylece çöken bir yıldıza elektromanyetizma tek başına karşı koyarak çekimsel çökmeyi frenlemeye çalışır. Beyaz cüce, elektromanyetik bir yıldızdır. Eğer çekim elektromanyetizmayı da yenmişse, yıldız “Demir” olmaya yönelir. O zaman, nötronların zayıf nükleer kuvveti sayesinde demir protonları “Nötron” olmaya zorlanır. Bu durumda yıldız, “Nötron yıldız-pulsar” haline geçer. 4. ÇEKİM KUVVETİ Evrenin bu “En zayıf” kuvveti, eğer güneşin üç katı büyüklükte bir kütle tarafından temsil ediliyorsa, yıldızın diğer üç iç tutunum kuvveti çekime yenilir. Yerel olarak çok zayıf görünen çekim kuvveti, kütleler üst üste eklendikçe büyür ve evreni tek başına etkileyecek boyutlara varır. Uydular gezegenlere ekledir. Gezegenler yıldızlara; yıldızlar da galaksilere eklenince, evren, çekim etkisiyle bir bütün halinde kalır. Çekim=Gravitation “Hacim” genişliğiyle, yoğunluk değil; kütle ağırlık büyüklüğüyle artar. Bu nedenle (Pulsarlarda olduğu gibi) çok küçük bir hacme büzüşen dev bir yıldızın, tüm kütlesi “Hacimden bağımsız olarak” çekimci kuvvetini uygular. Bilindiği gibi, çekim cisimler arasında ortaya çıkar. Çekim, cisimlerin kütlesi ile doğru; uzaklığın karesi ile ters orantılıdır. “Çekim mesafesi” ana cismin, uydu cisimlerin merkezine uzaklığı ile belirlenir. Deniz seviyesinde 60 kg. gelen bir insan, Everest tepesinde 120 gram daha hafifler. Dünyanın çapı olan 6370 kg. yukarıda ise 15 kg. gelir. Dünya ve Ay çekimlerinin sıfırlandığı bölgede ise çekimsizlik, ağırlıksızlık demektir. Cisimler ağırlıksız olabilirler, ama asla kütlesiz olamazlar. Uzayda ağırlıksız olan fakat dünyada 60 kg. olan birinin, kendi kütlesini harekete geçirmek kadar yakınlaşırsak kütlemiz artmaz. Jules Verne’nin
“Dünyanın merkezine yolculuğunu” yapmaya kalkışırsak, ağırlığımız derinlerde artmayacaktır. Çünkü biz yeraltına indikçe, dünya kütlesinin en büyük bir kısmı üstümüzde kaldığından, tam tersine dünya merkezi çekimsizdir. Dünyanın tam merkezinde uzaydaki gibi ağırlıksız kalırız. Çünkü her yönden eşit çekiliriz. Dışımızda kalan dünya bizi çektiğinden, yeniden indiğimiz kuyudan geri ve dış dünyaya fırlatırız. O halde bir kuyu kazarak değil; dünyayı nötron yığını olabilecek biçimde büzülmeye zorlayarak merkeze yakınlaşmalıyız. Dünyanın yarıçapı 590 km. olsaydı, çekim, 16 kat daha şiddetlenirdi ve 60 kg. ağırlığındaki bir insan bir ton ağırlığa ulaşırdı. Yıldızlar bu yüzden ölümcül çekime yenilerek çökerler.
Şekil: 24 GEOMETRİK ÇEKİM Genel relativity (Kısıtsız görecelik) bize bütün evreni tüm cisimlerin serbest düşmeleri dışında bağımsız bir çekim etkisinde olduğunu söyler. “Öklid’in Uzay’ı ile Newton’un çekimi” rölativite’de Gauss uzayı; Minkovski zaman yapısı olarak dört boyutludur. Bu dört boyutlu bileşime uzay-zaman denir ki, çekim, uzay-zamanı kavisleştirir. Relativity hızlı olanın (hızlı hareket eden, hızlı düşen, hızlı kaçanın) daha yoğun, daha genç, hareket doğrultusunda daha kısa olduğunu anlatır. Galileo’nun klasik kütlesi, hızlandırıldığında ağırlıkça büyür, atalet kütlesi artar, hız ile kütle arasında bir geri tepme bağıntısı oluşur. Hız arttıkça ona engel olan kütle de artar ve son hız olan ışık hızı eşiğinde, itme gücü enerjisi ortak hızı değil kütleyi
artırmaya doğru katma değer oluşturur. Kütle sonsuz olunca da hız limiti ışık hızında donar. Gerek hız artışı; gerek çekimsel geç yaşlanma, gerek mutlak soğuk derecede bir “Hareket” özdeş olup, zamanın yavaşlamasıyla sonuçlanır. Çünkü zaman boyutu değişkendir. Yukarıdaki illüstrasyon PM dergisinden Einstein’ın anısına alınmıştır. Einstein bir karadelik tekilliği çukuruna
çekilirken,
yörede
kıvrılan
ışık
ise
zaman
ve
yoldan
kaybeder.
Böylece
gözlemlediğimiz bir yıldız ve yoldan kaybeder. Böylece gözlemlediğimiz bir yıldız, aslında orada değil, daha farklı yerdedir. “Yıldızların yerleri” ayetinin bir diğer sırrı da budur!..
İLERİ BİLGİLER: 36
ALT ORBİTAL HIZ Önceki cildimizde “Sultan kuvvet” diye nitelendirilen “Dünyanın çekiminden kaçma” ya da “Kurtulma hızı”nın fizik adı “Alt orbital hız” olarak tanımlanmıştır. Geometrik çekim, uzay-zamanın yapı özelliği olup, bir cismin kendi kütlesi yörüngesindeki uzay-zamanı büzerek, kendi çekim alanını oluşturması diye de anlatılabilir. Görecelik (Rölativite) uyarınca “Çok uzun bir direğin altındaki ve tepesindeki ikizler” arasında çelişki doğmaktadır. Direğin tepesindeki, direğin dibindekinden daha hafif ve gençtir (yavaş yaşlanır), bir “çekim alanından” kolayca kurtulabilir. Kurtulma hızı, bir çekim alanından kaçma hızı demektir. Bu kaçma hızı, ışık hızına kadar her zaman mümkündür. Ancak, Rölativite, “Işıktan hızlı kaçmayı” yasaklamaktadır. Kütlesiz hiçbir cisim yoktur: Hızlandıkça kütle artar. (Örneğin ışık hızının %99’u bir hızda giden bir kilo okka üç kilo çeker.) Dünyada bir metre sıçrayan bir insan, (Çekimi az olan) Ay’da 6 metre; bunun tersine çekimi çok güçlü olan Güneş’de ancak 6 cm. sıçrayabilir. Fakat bir beyaz cüce, nötron yıldız (ve karadelikte) sıçramak hiç mümkün değildir. Bizi çekim alanından uzaklaştıran, yani sıçramamızı o cismi temelli terk ettirecek biçimde sürdüren hıza “Alt orbital hız ve/veya kritik kurtulma hızı” diyoruz. Bu kaçma sürati dünyamız için saniyede 11,23 km.; Güneş için saniyede 617 km. , bir karadelik için üçyüz bin km.dir, ki bu, evrendeki en son hızdır. Ne ışık, ne roket, ne de evrenin (Uzay ve zamanın) bizzat kendisi bu çekimden kurtulamadıklarından, geriye dönerek, kendilerini çeken karacisme düşerler.
İLERİ BİLGİLER: 37
GÖZLEM UFKU / OLAY UFKU Evrenin görebildiğimiz, bize görünen en uzak ufuk çemberi bizlerin “GÖZLEM UFKU”DUR. Biz, evrenle ışık aracılığıyla haberleşiriz. Buna göre gözlem ufkumuz on ila yirmi milyar yıllık “Evren tarihini” kapsar. Kur’an’da “Ufuklardaki kudretimizi
göstereceğiz” bildirimi iki anlamdadır. Bunlardan birincisi, bizim rasat mesafemizin bulduğumuz optik, radyo astronomik metrik ölçümlerimizle genişlemektedir. Evrenimizin bu “gözlem ufkunun” “Gözlemleyebildiğimiz her yer olduğu” anlaşılır. Ayetin ikinci anlamı bu gözlem ufku değil, bu ufkun arkasında (veya nefsinin içinde) saklı bulunan, gözlemleyemediğimiz başka bölgeleri anlatmaktadır. Gözlemleyemediğimiz engin ufuklar ardında neler olduğunu gözlemle bilemeyiz. İşte, Rasat ufku dışında kalan her yere OLAY UFKU demekteyiz. Karadeliklerin bulunmasıyla “Gözlem ufkumuz” içinde “Enfüsi ufuklarına” tanık olduk! Olay ufku, aynı zamanda “Işıma yapmayan karadeliklerin” de adı olmuştur. Eski inançlarımıza göre evren “Bir tek bütün” idi. Resmi bilim bu kurala sımsıkı sarıldığından, mevcut gözlem ufkumuz içinde bir “delik” gibi ufku beklenmiyordu. Karadelikler bir sürpriz olarak ortaya çıkınca, yanı başımızda olduğu halde gözlemleyemediğimiz (gözlem ufkuna kapalı) olay ufku bulununca “Evrenin bütünlüğü” denen kutsal ilke delindi. Çünkü karadelikler bir olay ufku ardına gizlenerek bizden ayrı-gayrı, bölük-pörçük evrenler oluşturur. Bu nedenle de fizikçilerin “Evrenin bütünlüğünden” söz eden ilkenin delik-deşik olduğuna değiniyorum. Karadelikler “Evrenin bütünlüğünün sakınımına” son vermişlerdir. Gözlemleyemediğimiz bir karaboşluk, kendini ışıma ile değil; “Çekim” ile hissettirir. Yani Karadelik yöresi bir gözlem ufku değil; olay ufkudur. Artık görmediğimiz bir yerden “Gözlem ufku” diye söz edemeyiz. Görmediğimiz ufuklar “Olay ufku”dur. Olay ufku bizi bir karadelikten saklayan kara örtü ve sınırdır. Çekim etkisiyle uzayın statik çizgileri öylesine bükülmüştür ki böyle yerler artık başka bir evrendir. Pulsarlar bu evrenin gözlem ufku içindedir ama karadelikler gözlemlenmezler. Dolayısıyla onlar gözlem ufkumuzun sınırları ardındaki “OLAY UFKU” varlıklarıdır.
Şekil: 25 GÖZLEM VE OLAY UFKU
Gözlem ufku, çerçevesiz bir resim olan evreni kısmen çerçeveleyen yöremizi kapsar. Fakat bu çerçeve içinde “DİK” sayısız OLAY UFKU bulunur. Şekildeki kuyulaşmış karaboşluk dikmesini yani çukuru göremeyiz.
KESİM: 46
TARIK YILDIZI
KARA GÜNEŞ!.. Bilim en yeni konusu, konuğu ve bulgusu olmasına rağmen, eski uygarlıkların bilgelerinin ve göksel kitapların da tanımladığı “Karadelikler” adeta, dolaylı olarak biliniyordu. Sanki kıyamet korkusuyla birlikte, insan beyninin saklı kanallarında bir “Siyah boşluk” kaygısı örtülü olarak hep vardı. Gerçekten de (İleride göreceğimiz gibi) Karadelikler=Siyah boşluklar, evrensel kıyametten sorumlu tek mekanizma, bir “Kıyamet makinesi” niteliğindedir. Hz. Musa’dan bin yıl önceki Eski Mısır’da “Tek tanrılı din” uygulaması vardı. Göksel bir din (La ilahe illallah diyebilen her din gibi) olduğu anlaşılan bu dönemin, kralı bilgesi (Belki de peygamberi) Hor (Horus)un gökleri gezmesinde inanılmaz bir ifade belgelenmiştir. “… Yıldızların yuvarlanıp, yok edildiği lanetli uçurumlar gördüm.” İnanılmaz diyorum, çünkü Bilge Hor’un tanımı günümüzün karadeliklerinin en yalın, en eski olduğu kadar, EN YENİ tanımıdır: Karadelikler, uzayı öylesine bükerler ki, bir dipsiz uçurum oluştururlar. Bu lanetli uçuruma düşen güneşler=yıldızlar da orada yok olurlar!.. Karadelikler ile kıyamet ve alametleri arasında DİREKT İLİŞKİ olduğu, başka antik uygarlıkların belgelerinde de yer almaktadır; Hint kökenli antik din yazıtlarında “Jüpiter’den ötede olan görünmeyen, karanlık bir RAJA=Kral güneşinden” söz edilir. Bu GÜNEŞ “Söndürülmüş” olup, kıyamete doğru dünyaya etkilerini yaklaşarak, hissettirecektir. Güney, Güneydoğu Asya ve Uzakdoğu inanışlarında da İslam inancına benzer “Kıyamet alametleri” bulunmaktadır: Hinduların “Maitreya” (Mitra) dediği bir Mehdi, Mesih vardır. (Bu aynı zamanda Hz. Muhammed’in de ileride çıkacağının işareti olan Mahatma’nın da adıdır.) Maitreya, “Sönmüş Güneş”in ortaya çıkacağı gelecekte yeniden dünyaya dönmek üzere (Tıpkı Hz. İsa gibi) gider ve dönüşte karanlık demir çağına (Kali Yuga) son vererek insan refahına ve barışa yönelik “Altın çağı başlatacak” olan kişidir. Aynı “Maitreya”nın beklentisi bilindiği gibi, Hıristiyanların ve Müslümanların beklediği Mesih ve ayrıca Müslümanların beklediği “Mehdi” için de geçerlidir: Hz. Mesih İsa’dan az önce Mehdi inecek ve İslam’ın ilahi düzenini yeryüzüne yerleştirecektir. Hint inanışlarındaki hain yılan Kali ile Maitreya’nın mücadelesi aynı anlamda İslam inancında Mesih ile Deccal’ınkine çok benzemektedir. Gelecekteki kıyamet öncesine yönelik bütün
bu alametlerin başlangıcı ise “Karanlık Güneş’in” görünmesiyle sökün edecektir. Bu karanlık güneş “Jüpiter” sanılmaktaydı. Dolayısıyla söz konusu karanlık güneşin “Bizim Güneş sistemimiz dışında kaldığı” anlatılmak istenmiştir. Günümüzde bilim, Güneş’in bir “Karanlık ortağı” olan karadeliğin varlığına ilişkin ipuçları bulmuştur. Öte yandan, Hint belgelerindeki “Güneş” hem de “Karanlık bir güneş” tanımı kullanılması çok ilginçtir. Çünkü “Karanlık ve Güneş” kelimeleri birbirine tam zıttır. Bağdaşmaları, uzlaşmaları için geriye tek mantıklı açıklama kalıyor: Bu “Güneş” bir karadeliktir. Budizm (Özellikle Tibet Budizm’i) ile Şamanizm efsane ve belgelerinde de “Tişya” denen “Dünyaya yaklaşan bir karanlık gök cisminden” söz etmektedir. İnsanlığa yeni bir çağ açacak olan bu cisim “Görünmeden dünyaya yaklaşan karanlık bir komet=Kuyruklu yıldız”dır. Benzeri bir efsane de Orta Amerika yerlilerinin “Cuculcan=Tüylü yılan yıldız tanrısı”dır. Görünmeyen bir kuyruklu yıldız ya da Yılan, Deccal gibi anlamlar yanında, günümüzdeki astronomik yorumlar iki ihtimal içermektedir: * Ya gezgin bir karadeliktir ve Güneş sistemimize girecektir; * Ya da o bizi çeken bir karadeliktir ki, etkilerini iyice yaklaştığımızda ileride hissedecek olabiliriz. Bu karanlık yıldızın etkisinin yüzyıllarca süreceği Lama metinlerinde yazılı bulunmaktadır. Şaman dinlerinde ve diğer özgün Budizm verilerinde “Güneş yutup söndürecek” Tişuta, Targa, Darga, Durağ, Tarka, Arka isimli karanlık yıldızlardan söz edilmektedir. Arkaik Sibirya Bahşilerinden biri (Dolgan’lı Turgut) sözlü edebiyat olarak “Tarık”tan söz etmiştir. Eğer çok büyük bir isim benzerliği yoksa Kur’an’ı Kerim’deki sureye ismini veren “Tarık” ile özdeş bir gök cismidir. Tarık suresinin ilk üç ayetinde Rabbimiz, “Uzay’a ve Tarık’a yemin ederek, Tarık’ı bize bildiren işaretin bir gece yıldızı” olduğunu belirtir. Kur‘an mealcilerimiz ise, bir “Karanlık yıldız kavramından ve karadelikten bihaber oldukları için, Tarık suresindeki çeviriyi genelde şöyle yapmışlardır: “O geceleri gelen ve parlayan bir yıldız (Kuyruklu yıldız)dır.” Bazı mealcilerimiz de bu yıldızın “Erke” yıldızı olduğuna hükmetmişlerdir. Tevrat’ın yan kitaplarından biri olan Kabala (Gabballah)daki 7 başka dünyadan biri “Arqa=Arka” dünyasıdır. O dünyada bir çift güneş bulunmaktadır. Biri kırmızı dev bir karadelik adayıdır. Bu Erke yıldızı ve Şaman Targa ile Arka yıldız isimleriyle benzeşir. Tevrat ve İncil’de de “Kıyamet sahneleri” uzun uzadıya yer alır. (*) Bu konuları yazarın “Çeyrek kala/Çeyrek gece Kıyamet” isimli seri dışı eserinde bulabilirsiniz.
İncil ve Tevrat anlatımı kıyamet bahsinde (Apocalypse), “Gökler bir tomar parşömen (Kâğıt tabakası, defter) benzerinde kıvrılacak, dürülecek, yukarı toplanıp çekilecektir” ifadesi vardır. Aynı tıpatıp anlatım Kur‘an’da Enbiya suresi 104. ayette de yer almakta, “Kıyamete göklerin bir kitabın sayfaları gibi dürülüp, burulacağı” anlatılmaktadır.
Gökleri (Uzay-zamanı) düren, buran, kıvıran mekanizmadan sadece “Karadelik çekim astronomisinin” sorumlu olduğunu hep vurgulamıştım. Öğretimiz boyunca geçmişte sunduklarım ve bu bantta anlatacaklarımdan anlaşılacağı üzere kıyamet makinesi “Karadelikler” olup, bunlar gökleri dürmekte, uzay-zaman bükmekte ve evreni yutmaktadır. O halde dolaylı ve örtülü olarak, karadeliklerin “Göksel kitaplarda” bildirildiğini, tıpkı Kur’an’daki (19) sayısının esrarını yeni yeni anladığımız gibi, Karaboşluklar’da henüz yeni bulunmuş bir Kur’an mucizesidir. Kur’an’da “Göklerin nice görünmez kapıları” olduğu, bunların hicabı=Karanlık olay ufku örtüsü” ile gizlendiği ayrıca belirtilmiştir.
bir
“Zulmet
Tekvir-15/16. ayetlerde Hûnnes=Karadelikler ve Künnes=Kuazar denen akdelikler sunulmuş ve bunlara yine yemin edilmiştir. Kollapsar dediğimiz “Çökmekte olan” yıldızlar ve (gaz-toz bulutu) Nebula odağından türeyecek “Kızıl cüce” yıldız adaylarından ise Kur’an’da “Yıldızlar” olarak değil; “YILDIZ YERLERİ” olarak söz edilmiştir. * “… İŞTE YILDIZLARIN (Düştüğü) YERLER(in)E AND EDİYORUM. BİLSENİZ BU NE BÜYÜK YEMİNDİR!” (Vakıa-75,76) Horus’un “Yıldızların düştüğü lanetli uçurumlar gördüm” diye anlattığı mükaşefesi ile tam benzeşen bu ayette, Rabbimizin “BÜYÜK YEMİN ETMESİ”nin nedeni, Kıyametten sorumlu olan mekanizmanın yalnızca “KARADELİKLER” olduğunu özellikle vurgulamasıdır. Bu nedenle Kur’an’daki “EN BÜYÜK YEMİN” Vakıa suresinde verilerek, evrendeki “Vakî” olan en büyük olay=Vakıa’dan yani kıyametten sorumlu olan “Yıldız yerleri” olan Karadelikler açıklığa kavuşturulmuştur. Oraları bir SÜPERNOVA ile “KIYAMET PROVASI” yapan yerlerdir: Vakıa-75’deki “Mevakiin nücum=Yıldızların yerleri” iki kategoridir. İlki bütün KOLLAPSARLAR’ı yani çökme ardındaki yıldız kalıntılarıdır. Bunlar beyazcüceler, karacüceler, nötron yıldızlar, Pulsarlar, Karadeliklerdi. İkinci kategori sonucu değil doğumu yani başlangıcı anlatır: Nedensel “Yıldız yerleri” aynı zamanda yıldızların “Doğduğu Nebula ve Nebülözlerin” Kızıl cücelerin türediği yerlerdir. Birinci kategori “Sonucu=ölümü” anlatan Kollapsar artığı beyaz-kara cüceler, nötronpulsar yıldızlar, karadelikleri içermektedir. Hatırlanırsa, nötron yıldızlarda “Işığın yörüngeye oturduğunu”, o yıldızdaki bir insanın elindeki aynada hem yüzünü hem ensesini iki yanlı görebileceğini sunmuştuk. Bunun nedenini de “Işığın bir tur atarak Güneşin batıdan doğmasını gerçekleştirdiği” biçiminde açmıştık. Ayrıca öğretimizin önceki ciltlerinde de “Uzay-zaman denen göğün, karadelik gibi çekimi en güçlü bir bölgeyi büküp uçurumlaştırdığına değinmiş, “Göklerin dürüleceği, yıldızların bulanıp düşeceği, Güneşin söndürüleceği, göğün yarılacağı ve ardındakini göstereceği” tarzındaki Kur’an ayetlerinin, sözün tam anlamıyla bir karadelik kıyameti olduğunu, dolayısıyla çekim dengesizlikleri nedeniyle “Dağların atılacağı ve yürüyeceği, yerin dümdüz uzatılacağı, denizlerle ateşin birbirine karıştırılacağı” ayetlerinin de desteğiyle sunmuştum. Bundan daha ileri kozmik sırları örneğin “Nur”dan (Akdelik) ve “Zulmet”den (Karadelik) perdeler (Olay ufukları) olduğuna ilişkin sırlara değinmiştim. Bunların en önemlisi,
“Gökteki yarık” (İnşikak ve İnfitar) sırrıdır. Arapça “Zulmet=Mutlak ışıksızlık” tanımı “ışığın bile kaçamadığı karadeliklerin” ta kendisidir. Bu sık biçimde “Zulmet hicabı” olarak kullanılmakta olan bu terimdeki “Hicap”, aktüel anlamıyla “Örtü, perde”; Kur’an anlamıyla “Karanlık engeller ve geçitler”; Bilim diliyle de “Olay ufkudur.”
KESİM: 47
LAPLACE YILDIZI
TARİHÇE Önceki bölüme ilişkin bilgilerimiz “Bir karadeliğin oluşumuna” geçişi sunmaktaydı. Güneş kadar bir yıldız: beyaz cüce; İki Güneş büyüklüğünde bir yıldız Pulsar; Üç Güneş büyüklüğünde bir yıldız ise KARADELİK aşamasına gelir. Newton dönemindeki inançlar, ağırlığı yoğunluğu ne kadar büyük olursa olsun, bir yıldızdan kaçma hızı “Sonlanmadığı için” her zaman ondan ışık alınabileceği ışığın bize ulaşacağı biçimindeydi. 1798 yılında Laplace “Evren düzeninin açıklanması” isimli eserinde çok ağır ya da çok sıkıştırılmış bir yıldızdan ışığın kaçamayacağını dolayısıyla onun görünmez karanlık bir yıldız olacağını yazmıştı. Söz gelimi dünyamız kadar yoğun fakat çapı güneşten 250 kez büyük olan bir dev yıldızın cehennemi çekiminden ışık dâhil hiçbir şey kendini kurtaramayacağı öngörülmüştü. Böylece Laplace’ın “Karanlık yıldızı” konumuz olan karadeliklere ilk modern ve bilimsel yaklaşımı oluşturur. Gerçekten de 1901 de kuantum fiziğinin babası “Planck”ın mekaniği ile 1917 SCHWARZSCHILD metrikleri, Laplace’ın ışımayan yıldızını doğrulayıp, haklı çıkarmıştır. Karl Schwarzschild, rölativite teoreminin “Çok özel çözümleri” olduğunu görerek, daha beyaz cüceler, nötron yıldızlar, pulsarlar bilinemezken “Karadelikleri” hipotetik olarak keşfetmek başarısını göstermiştir. Hatırlanırsa Güneşin, 1,4 kütledeki çökmekte olan bir yıldız (Kollapsar) elektron basıncıyla durdurulabiliyordu. Eğer bu Kollapsar, güneşin 1,4 ila 2,95 katı kütleye sahipse, çökme elektron basıncını da aşarak kırar ve nötronların minimum sıkışması sınırına kadar sürer. Eğer bu kollapsar “Güneşin yaklaşık üç katı ya da bundan büyüğü ise, onun çökmesini hiçbir şey durduramaz, artık ona, Karadelik=siyah boşluk (Black, Hole, Schwarzes loch) denmesi adet olmuştur. 1907 de Schwarzschild böylesi bir çökmenin hangi kritik yarıçap altında büzüleceğini hesapladı. “SCHWARZSCHILD kritik yarıçapı” diye bilinen bu tanım, büyük yıldızların “Kara boşluk olarak” sonuçlanmasının değerini belirler. Çökmekte olan yıldız, birden, ışık hızıyla, söz konusu kritik yarıçap altında büzüldükten sonra, bir daha beyaz cüce,
pulsar gibi sabit kalamaz, çünkü doğanın üç kuvveti birden dördüncü kuvvete yani, çekim kuvvetine yenilmiştir. Artık tek otorite, yegâne iktidar çekim kuvvetinin eline geçmiştir. (Her nefis mutlaka ölümü tadar!) Çekim, doğası gereği, bütün kütleyi bir tek noktada toplamak ister. Bu noktaya tekillik denir. Böylece üç güneş kütleli yıldız tekilliğe doğru toplanırken, çökmeyi hiçbir kuvvet durduramaz ve “Karadelik” denen olgu ortaya çıkar. Yıldızın çökmesi (Schwarzschild kritik yarıçapı diye bilinen) bir noktadan sonra, artık “Bizim uzayımızda” değildir.
Şekil: 26/A Bir yıldızın içindeki saklı türlü gizli çaplar: AKTARISSÂMAVAT Yukarıdaki çizenekte merkezi karadelik dışı ise yıldızın kendi büyüklüğü olan iki limit arasında doğanın dört temel kuvvetinin türlü direnme çapları sembolik olarak gösterilmiştir. Büyük kesitli çizgiler dışında kalan bölge uzaya püskürür. Küçük kesitli çizginin iç i ise bizim evren değil başka bir evrendir. İzleyen formülde başka evrene geçiş bölgesini belirleyen kritik yarıçapın formülü sunulmuştur.
Şekil: 26/B Schwarzschild kritik yarıçapının formülü Yıldızın varlığı kendi dışına sığışmış, kendi hacmini aşıp, soyut bir başka uzaya gitmiş, evrenimizin dışına yol almış, imkânsızlığın ötesine geçmiştir… Geometrik çekim yasaları uyarınca, bir cismi uzaya koyduğunuzda, zaman ve uzay, bu kütleye eşdeğer biçimde eğrilmektedir. Bu eğrilme karadelik olayında “Sonsuz” uçurum haline gelir. Işık, evren, zaman, tümü bu uçurum tarafından baş aşağı alınırlar. Böylece Laplace’in dediği gibi büyük kütleli çok sıkıştırılmış bir yıldızdan ”Işık” alamaz oluruz. Çünkü cehennemi çekimin hızı, ışık hızına erişmiştir, ışık bile kendini ondan kurtaramaz. O halde Schwarzschild yarıçapı, kaçma hızının ışık hızına erişmesi halinde yıldızın sahip olması gereken kritik hacmi anlatır. Elmayı yere düşüren tek yönlü çekim kuvveti, kara-uçuruma tutsak ettiği kurbanlarını “Öteki” evrene götürür ve onların “imdat mesajları” bize artık ulaşamaz. Onlar sonsuza kadar orada kalmak zorundadırlar. Çünkü öteki dünyaya gidilir, ama asla geri gelinemez. Bizi baş aşağı çeken kuvvet de, dünyanın çapının milyarda-biri kadar bir karadelikten ibarettir. Bu gözükmez karadeliğin çevresinde bütün gezegenler dönmeye devam eder. Eğer yolu üzerine dünyamız çıkarsa, bu bilye kadar karadelik, onu da yutar ve dünyayı zamanından önce öldürüp, “Vakitsiz ölüm” denen kaderin KAZASINI gerçekleştirir. Çekim=Toprak çekmesi ölümün ta kendisidir. Çekim kuvveti öğretimiz boyunca her zaman değindiğimiz “Hûnnes” olup, doğası gereği, bir kütleyi en küçük noktada (B’nin noktasında) toplamak ister. Bir çöken yıldız (Kollapsar) bir kez Schwarzschild yarıçapının altına küçüldükten sonra, yıldızın tüm kütlesini merkezdeki sıfır hacimde ve sonsuz yoğunluktaki bir düşsel tekillik noktasında toplamaya çalışır. Hûnnes’in tersine Künnes kuvvetleri (Güçlü ve zayıf çekirdek kuvvetleri de elektromanyetizma) ise yıldıza dışa açmaya çalışır. Yıldız asal dizide iken bu iki zıt kuvvet dengededir. Fakat yıldızın çökmesiyle “Ölümü ve geldiği yere dönüşü” temsil eden Hûnnes, tarafı ağır basar, çekim “KARATOPRAK” denen “Kara kabri” gerçekleştirir. Kur’an’ı Kerim’de “Topraktan gelip toprağa döneceğimizi, Allah’a döndürüleceğimizi, nasıl yaratılmışsak öylece iade edileceğimizi, aslımıza rücu edeceğimizi” bildiren bütün
ayetler, bu Hûnnes‘in sözcüleridir. Gerçekten de toprak çekimi anlatır. Çünkü gaz, sıvı ateş’e en YOĞUN madde KATI=TOPRAK halidir. Topraktan gelip toprağa dönmek, eninde sonunda çekime yenilmek, sırası gelen diri, canlı-cansız her asal özün bir ceset olarak sonuçlanması demektir. Zaten Newton “Gravitation” yani ÇEKİM deyimini “Grave=toprak ve Grabe=Mezar”dan esinlenerek koymuştur.!...
KESİM: 47
SCHWARZCHILD YILDIZI
GEREKÇE Çekim kuvvetinin “Hûnnes işlevleri” çok farklıdır: 1. Çokluğu yok ederek, bir çift çoktu, aslı olan tekliğe dönüştürmek üzere, bir tek noktada toplamak ister. 2. Hûnnes, hacim ne olursa olsun, onun kütlesel ağırlığını bozmadan en küçük noktaya sığıştırabilir. Örneğin, dev güneşimiz kalem ucuyla konulmuş bir nokta kadar bir yere ağırlığından hiçbir şey kaybetmeden sığabilir. (B harfinin noktasının sırrı.) Evrende önemli olan hacim değil; kütledir. Bir şey ne kadar hacimce büyük olursa olsun, eğer kütlesi seyrekse (Az yoğunsa) kendinden daha yoğun fakat çok küçük bir kütlenin çekimine kapılmak zorundadır. Güneşimiz ister şimdiki gibi olsun, ağırlığından hiçbir şey kaybetmez. O zaman dünyanın da içinde bulunduğu bütün gezegenler, yine onun çevresinde dönmeye devam ederler. İşte, bu bir tek noktada toplanma eğilimi, sıfır hacimde, sonsuz yoğunluk oluşturmak demektir. Çünkü bir nokta zaten boyutsuzdur. Uzay-zaman sanki bir bulutmuş gibi o ağır fakat boyutsuz noktaya akmaya başlar. Yani uzay zaman çizgileri sonsuza doğru bir fırtına hortumu gibi anaforlar yaparak bükülmeye başlar. Hatırlanacağı üzere, rölativite bize, uzay ve zamanın dört boyutlu akılar olduğunu, bunların bükülebilen çizgilerin kütlesine bağlı olduğunu anlatır. Sanki uzay gergin bir çarşaftır, bunun içine konan bir “Top güllesi” onu çukurlaştırmaktadır. Eğer bu çarşafın ortasına bir karadelik konsaydı, o gülleden milyonlarca kez ağır olduğu için, çarşafı yırtacak ve görmediğimiz çarşafın ötesine (Bir başka evrene) geçecektir. Kısaca, Karadelik, bir uzay yırtığıdır. İşte Schwarzschild “Riemann uzayının” böyle bir huni oluşturduğunu ayırt ederek, Einstein’ın rölativitesi’nin açıklanmasından birkaç ay sonra (Einstein’ın bile fark etmediği) çok özel bir çözümü buldu. Schwarzschild 1907 yılında bile birden bire 1967 yılına aşama yapmış bir Zig-Zag öğretisi üyesidir. Bu 60 yıllık aşama çok önemlidir: Çünkü 1939 da Oppenheimer’in nötron yıldızları ile ilişkili formülden öteye en başta geçmiştir. Oysa kozmik bulguların sırası şöyle olmalıydı: Önce beyaz cüceler, sonra nötron yıldızlar, daha
sonra karadelikler bulunmalıydı. Schwarzschild üç etabı birden aşmak başarısını göstermiştir. Uzay ve zaman çizgileri, Schwarzschild’in tanımladığı gibi konik bir boynuz biçiminde sivrileşir. Boynuzun en ucunda ya da huninin dibindeki karadelikte, uzay ve zaman çizgileri, yer değiştirmek üzere tam bükülüp, yer değiştirirler.
Şekil: 27 ESİR’DE ARŞİMED PRENSİBİ Mİ? Nasıl ki cisimler suda ağırlıkları oranında batar ve hacimleri kadar su taşırırlarsa, aynı şey uzay-zaman denen Esir için de geçerlidir. Şekil bir uzayın cisimlerin kütlesi oranında nasıl batarak eğrildiğini anlatıyor. Bu geometrik çekim nedeniyle uzayın distorisyonu bozuluyor. Kütlesi çok olan şey uzay çarşafını daha çok çukurlaştırır. Uzayın eğriliği yer koordinatları denen “Apsis, ordinat ve eksenlerle anlatılır. Bunlara x, y, z denir. Çekim ise kendi çevresinde kendi kütlesi kadar yarattığı eşdeğer cazibe kuvvetine eşittir. Örneğin, bir mıknatısın çekimi, kendi kütlesinin çevresindeki uzayı büzerek yarattığı çekim alanından kaynaklanır. Demir tozları bu çukur uzaya yakalanarak, bir manyetik akı dizisi halinde kuvvet çizgilerine yakalanırlar.
Yani uzay, “Zaman”; zaman ise “Uzay” olur. Kabaca bir örnekle, elimizdeki “Cetvel” bir “Kol saati”; kol saatimiz ise cetvele dönüşürler. Statik bu uzay bükülmesi nedeniyle, siyah boşluklar, evrenimizi, “Isırdıkları yerden itibaren” yemeye başlarlar.
Uzay uçurumundaki uzay-zaman bizim karakteristiğimizden olmadığından tekillik engelinin kendine özgü yasalarıyla yönetilir. Karadelik tekilliğinin kara odağı uzayın çizgilerini burgulayarak burup, kozmik bir anafor gibi emer. Bu şelaleden aşağı akan akıları izleyen ışık, ses, madde, enerji dâhil, evren adına ne varsa, Schwarzschild çapının altındaki “Boyutsuz mekâna” kurban verilerek, gözden ve elden çıkarılır: Bunun anlamı, evren yok ediliyor demektir. Bunun anlamı maddenin yoktan var edilmediğini, varken yok edilemeyeceğini söyleyen klasik fiziğin iflasıdır! Schwarzschild özel çözümü “İki boyutlu uzay” için yalınlaştırılıp sade modelle açıklanabilir: Kendimizi bu düz kitap sayfası olan uzayda “Resim” gibi kalınlıksız insan olarak düşünebiliriz. Çekim etkisiyle bu sayfa hafifçe kıvrılıp, eğri uzayı oluşturur. Eğer bu söz konusu çekim, karadelik çekimi ise, bu yoğun çekim düz sayfamızı, kâğıt bir külah gibi kıvırır. Düz uzayımız konik biçiminde dürülünce, artık bir de çap kavuşur. İşte bu basit külah uzay anlatımı Schwarzschild uzayı ya da hunisini anlatır. Bu huniye yakalanan “Derinliksiz” resim-insanlar halen kendilerinin “Düz” sandığı uzay boyunca baş aşağı çekildiklerini fark etmezler ve Schwarzschild kritik yarıçapının altına doğru yol alırlar. Bu kritik çap, 3 güneş kütlesi büyüklüğündeki, bir çöken yıldızdan, “Kaçma hızının ışık hızına eşitlendiği” yıldızın maksimal çapıdır.
Şekil: 28 UZAYIN UÇURUM BİÇİMİNDE EĞRİLMESİ Çizimde, uzay çok yumuşak bir yatağa benzetilmiştir. Cisimler kütleleri (Ağırlıkları) oranında
bu yatağa batmaktadırlar. Böylece düz uzay, gömüldüğü ölçüde eğrilmekte, distorisyonu bozulmaktadır. Yatağın üstü bildiğimiz dış uzayı, aktüel evrenimizi gösteriyor. Ama uçurum haline gelmiştir. Bu kuyulaşmaya “Tekillik” adı verilmektedir ve artık dış uzaya dik bir iç uzay (Çap doğrultusunda) bir başka uzay görünümü vermektedir. Artık karadelik evreni, bizim evrenimiz değil; bambaşka bir evrendedir. Işık bu kuyuyu zorunlu olarak da izlediği için, bir daha geri dönemez. Kıyı ağında da pusuyla yakalanmış bir güneş görülüyor.
Bunun altına büzüşen “Yıldız konsantrasyonu”, artık kendi varlığını, kendi dışına sığıştırmış, bizim evrenimizden dışarı çıkmış demektir! Orada ise bir karaboşluk oluşmuştur! Schwarzschild hunisinin en dar noktasında yer alıp da görünmeyen bu karadelikten, ancak “Işık hızını aşarak” kurtulup, kaçabilirdik. Ama ışık hızını olağan koşullarda aşmak madde-enerji için yasaklanmıştır. Uzay-zaman, ışık bile bunu başaramaz ve o, öldürücü cazibenin odağına tek yönlü olarak akıp, orada kalırlar. Böylece biz o tutsaklardan gözükür ve gözükmez hiçbir radyasyon, işaret, mesaj, haber alamayız. Sinyaller bize kurtulup, ulaşamadığından, o kara noktayı göremeyiz. Bu yüzden John Wheller’in koyduğu ad olan “Siyah delikler” o noktalar için uygun bir isim olur. Çünkü biz yıldızlar ile sadece “Işıma” sinyalleri ile haberleşiriz. Bize ışımayan bir şeyi asla fark edemeyiz. Işık bile, kendini çekimin tek başına iktidarından kurtaramadığından, bize ulaşamaz. Dolayısıyla karaboşluklar, bir yıldızın kendi ışığını bile yutması demektir. Bir kuyunun, uçurumun dibini nasıl ki göremezsek, o kuyudaki karaboşluk, uzay çizgilerini sonsuz eğerek, evrenimiz dışına çıkan bir uçurum oluşturmuştur.
KESİM: 48
KOZMİK YAMYAM
EVREN KEMİRİLİYOR!.. Uzay ve zaman bu tek noktada birleşip yer değiştirir ve uzay-zamanın sonsuz bir eğimle bükülmesine neden olurlar. Uzay ve zaman çizgilerinin BİRLEŞTİĞİ bu noktaya artık “Tekillik” diyoruz: Oradan sonsuza kadar tutsak olan, fizik evren etkilerinden bize hiçbir şey geri dönemez. Tekillik (Singularity), fizik yasalarımızın yani imkânsızlığın ötesi, fiziğin ötesi olup, oraya yalnızca çekimsel çöküntü geçmeye başarır. Bu çöküntü ise tek kelimeyle “Ölüm”dür… “En az üç güneş kütlesindeki yıldızın kendi içinde çökmesini hiçbir şeyin durduramaması” demek, artık onun bizim uzayımızın ve gözlem ufkumuzun dışında başka bir evrene yol alması demektir. Schwarzschild yarıçapının altında kalan o başka evren, artık bizim evrenimiz değildir. Orası bir başka evrene ait bir hacimdir. Bir başka deyişle, “Bir yıldız kendi hacmine sığışamayıp, kendi varlığı dışına sığışmak üzere beraberindeki maddeyi yok ederek gözden kaybolursa”, resmi bilim, şaşkınlıktan küçük
dilini yutmak zorunda kalır! Çünkü maddeye tapınan, yalnızca gördüğüne inanan “Resmi” bilimsel düşünce ilk kez bir “Hayalet kavramı” ile yüzleşmek zorunda kalmıştır. Bu bir soyutlanma olayıdır, ölümsüz diye bildiğimiz maddemiz, evrenimiz dışındaki soyut bir evrene, adeta ahrete intikal etmiştir. Resmi bilim, çaresiz karadelikleri kabul ederken, kendini de “Gözden geçirmek” zorunda kalmıştır. Çünkü çekimsel özellikleri alt-üst olan bir uzay-zaman da ters-yüz olur. Yıldız kalıntısı olan bir siyah boşluk, uzay ve zamanı kopararak (kendisi de evrenimizden koparak) başka geri planlardaki “Paralel evrenlere” yol alarak, “Gözükmeme” durumuna ulaşır. Yıldızın kendisi göz ardı olur ve Ayetteki “Yıldızların yeri” olarak bir olay ufku bırakır. Artık ortada bir yıldız değil: “Yıldız yeri” vardır. Yıldızın kendisi ise, cebirin “sıfırdan küçük SOYUT uzayına” mal olmuştur. Orasının adı tekilliktir, orası dünya olmadığı için o tekillik bölgesine yalnızca gidilir, aslar oradan geri dönülmez. İçeride olup bitenlerden hiçbir etki (ışın, ses, enerji, madde vb.) dışarı iletilmez. Kısacak her şey, orada yok edilmiştir. Işığı bile yutup bize göndermeyen bir karadelik, bize varlığını sadece çekim dalgalarıyla belli eder. Ölen bir yıldızdan geriye kalan tek şey, onun öldürücü çekimidir. Bu çekim biz “Dirileri” de yakaladı mı, tutsak alıp, dönüşsüz ve tersinmez tek yönlü akıntısına kaptırarak götürür. Bir “Karadelik” içinde her şey yok olur. Bu soyut hayaletin vurucu gücü ”Çekim” kuvvetidir. Onu gözle fark etmesek bile bizi saptırıp, yolumuzdan çevirir ve düşürüp yutar. (*) Söz konusu çekimi sadece Gravitation astronomisi ayırt edebilir. Çok özel olarak da ileride sunacağımız “Çıplak tekillik” bize öteki evrenin yapısını gösterebiliyor.
Dev yıldızları bir yakaladı mı, itip-kakar ve her önüne çıkan gibi kesinkes yutar. Ona ne rastlarsa rastlasın, tutsağı olur. Daha da kötüsü (Bir hidrojen atomundan daha küçük olduğu için, görünmesi mümkün olmayan ve bu nedenle adına KARANOKTA denen) mini-mini karadelikler, saniyede yüz km. hızla evrende gezindikleri için, “Her an sistemimize girebilirler.” Güneşe rastlayıp, onu söndürebilirler, bütün Güneş sisteminin ve dünyanın çekim dengesini bir kalemde bozabilirler. Bu “Kara-gezginin” noktaya sığışmış konsantrasyonu, kütle olarak “Bin dünya ağırlığında” olabilir. Dolayısıyla, önüne çıkan ne olursa olsun bu kara kuyuya yakalanırsa, ona doğru hızlanarak, yutulur ve gözden kaybolur. Artık ona ne olup bittiğinden haberimiz olmaz. BERZAH ÂLEMİ de böyledir, tek yanlı yutar ve hiçbir “Ruh” yeninde dünyaya doğmaz, ölene ne olup bittiğinden de asla haberimiz olamaz.
KESİM: 49
ALARM VE PANİK
KARA MÜJDE Bir tek noktanın trilyon ton ağırlığında olmasından daha şaşırtıcı hiçbir fizik konusu olamaz. Hele uzay-zamanın delinmesi, evrenin bütünlüğünün olmadığının anlaşılması,
gök fizikçilerini adeta tokatlamıştır. Yer fizikçileri ise tapındıkları madde ve enerjinin göz göre göre, gözlerinin önünde (Düşündüklerinin tersine) yok olmasını asla sindirmiş değillerdir. Dizimizin ilk cildindeki resimlerimizden sunduğumuz “Kalınlıksız insanların uzayzamanı” “İki boyutlu”dur. Aslında uzay dört boyutlu olup, çizimle anlatılamaz. İki boyutlu uzay, şimdi okuduğunuz bu sayfa gibi düzdür. Üstünde de derinliksiz türlü resimler vardır. Örneğin buradaki her harf bir yıldız ya da galaksi olabilir. Birden bire çok şiddetli bir çekim alanı bu sayfayı kâğıt bir külah gibi dürüp kıvırır. Bu koni kıvrılma Schwarzschild hunisi olup Kur’an ve diğer göksel kitaplardaki “Defter gibi dürülmek”tir. Dolayısıyla böyle bir konik kıvrılmanın bir çapı vardır. İşte bu çap, eğer “Bir karadeliğe ait” ise, onun adı karaçaptır. Bu karaçap, Rahman-33. ayetteki “Aktârıs Semâvat=uzayların çapları” olarak bildirilmiştir. Her şey kendini bu ölümcül çekimden kurtaramamak üzere uzay-zamanın dipsiz kuyusuna tepe taklak düşer. Bu pusu-kuyusu, bizzat karadelik kazmış olup, avını beklemekte, kendini de hiç göstermemektedir. İster görünen (Optik) ışık, ister karanlık diye görmediğimiz (elektromanyetik türlü radyasyonlar) ve elektromanyetik olmayan süper ışıklar, kendilerini bu tek yönlü cazibeden kurtaramaz, zorunlu olarak kara odağa yapışırlar. Bu odak, işte o sözünü ettiğimiz kara boşluğun ta kendisidir. O kara odak bizden kopmuş, gitmiş, başka bir uzayın giriş kapısı rolünü üstlenmiştir. “Kâğıt külah” örneği verdiğimiz “Schwarzschild hunisi içinde yaşayıp da uzaylarını düz zanneden bütün insanlar” ve cisimler baş aşağı çekilir, yok olup, temelli gözden kaybolurlar. Karadeliklerden ancak ışık hızını aşan biri kurtulabilir. Bu aşma işi madde ve enerji için imkânsızdır. (Fakat ışıktan hızlı giden takyonlar ve bunlardan yaratılmış melek gibi canlılar istisnadır.) Karadeliğe yakalanmış bir tutsağı kurtarmak için evrendeki en büyük enerjiyi bulsak bile bulduğumuz bu enerjinin de bir kütlesi olduğundan, o enerji kütlesi tutsak cisme eklenecektir ve tutsağımız normalden üç milyon kat daha ağırlaşacaktır. Onu bu haliyle kurtarmaya çalışmak için bulacağımız, “Sonsuz bir enerjinin” de kütlesi olacağından, kurtarma işlemine hiçbir enerji yetmeyecektir: Bir ışık zerresini (Kuant, foton) oradan kurtarmak için, değil dünyanın; evrenin toplam enerjisi bile yetersiz kalacaktır. Tek kelimeyle “Evrensel kıyametten kaçınılamıyor.” Evren bile ölümü tadıp, kıyamete kurban gitmekten kendini kurtaramıyor. Halk masallarımızdaki “Fili yuttu bir yılan…” diye bilinen tekerleme, adeta karadelikler için biçilmiş kaftandır. Karadelik, evreni yavaş yavaş, yuttukça daha güçlenen, kozmik bir hortumdur. Bu hortumun olay ufku enindeki çapından yüzbin kat uzakta durup, saat yüzbin km. hızla gidebilen biri güvenlikte olup, tehlikeden korunmuştur. Yanlışlıkla o çap’a biraz yaklaşırsak, 60 kilo olan bir insanın yüzeli milyon ton çektiği yani, otuz milyar insanın toplu ağırlığının bizde yani bir-tek insanda toplanmış olduğunu fark edecektik. Schwarzschild yarıçapı, (Formülle orantılı olarak) “Kütleden kütleye” değişmektedir. İleride de göreceğimiz gibi evrende her şey içinde bir karadelik barındırır. Ölüm, bu kişisel karadeliğe yenilmektir. Dünyamızı, şimdiki ağırlığını koruyarak, bir karadeliğe
çökertip, büzebilseydik, şimdiki çapının milyarda-biri olan “Bir bilyeye” sıkıştırılabilirdik. Aradaki fark (Suyun yoğunluğu santimetreküpte 1 gram olduğunda) dünyanın 5 olan yoğunluğunun trilyar kez artmasıdır. Dünya böyle bir mini misket de olsaydı, Ay yine onun çevresinde dönmesini sürdürecekti. Aydaki bir insan, bu bilyeyi asla göremez ama çekimini algılayabilir. Bir karadelik, eğer “Nokta” biçiminde “KIYAMET TEKİLLİĞİ”ne sahipse yuttuğu maddeyi “BİLEŞENLERİNE” ufalar. Varlık önce moleküllerine, sonra atomlarına, sonra atomaltı parçacıklarına ayrılan bir “İPLİK” olur ve bu öldüren noktaya çekilir. Atomaltı parçacıklar da kendi bileşenlerine (kuark, rişon vb.) ayrılır. Sonunda her şey “En küçük bileşen” olan kuantlara ayrışır. Bunların da sonu gelir ve “Madde-enerji”nin son kırıntısı da yutulup tüketilince yerine “Mevakiin nücum” denen, “Mekân boşluğu” yani “SİYAHBOŞLUK” gelir. Karaboşluklar bir cazibe (Çekim ve manyetizma) alanı yani üreteç ve kaynağıdır. O boşlukta, soyut bir yoğunluk vardır. Buna rağmen somut her şeyi (ışık, madde, enerji kütleleri, uzay-zaman) tutsak alarak, kendi evrenine götürür. Bu dehşetli götürülüş bir girdap biçiminde tecelli eder. Girdap geniş başlar ve giderek derinleşirken, iyice daralır ve kuyu, hortum, burgu çizer. Uzay-zamanın soyut çizgileri, eğrileri, akıları bu burguya paralel olarak, tutsak ne varsa sürükler ve onları tekillik denen “Boyutsuz mekâna” ulaştırır. Böylece evren ile içerdiği madde “Kalıcı” değil; fani=ölümlü olur. Madde ve enerjinin “yok edilemeyeceğini” söyleyen madde uyducusunun, karadelikle başı gerçekten beladadır! Evrendeki bütün olayları birbirine bağlayan ve anlamlandıran “ZAMAN BOYUTU”nun etkisiz kaldığı tek yer yalnızca karaboşluktur. Tam tersine karadelik “Zamanı” yutar, hapseder, zamanı somut bir varlık olarak ortaya çıkarır. Öğretimiz, karaboşlukları, “Ölen yıldızı yeniden var eden, sonuçsuz neden ve/veya nedensiz sonuç” olarak benimsemiştir: “Nedenselliğin” tersine çalıştığı ya da neden ve sonucun aynılaştığı neden ve sonucun bir karadelik tekilliğinde birleştiği özel durum ileride ele alınacaktır. Şimdilik karadeliklerin arkasını yani paralel evrenleri bilmemezlikten gelerek, karadeliklerin, bizi VAR EDEN ve gelecekte de YOK EDECEK zorunlu geçiş kapısı olduğunu önceden belirtelim. Evren mini bir aknoktadan yaratıldı; mini bir karanoktada da yok olacaktır. Yani yaratıldığımız gibi iade edileceğimizi söyleyen Enbiya-104. ayetteki kozmik sır gerçekleşecektir. Çünkü madde mini karadeliklerin içinden doğmuştur, evren ise karaboşluktan üretilmiştir!... Galaksilerin tohumunu karanoktacıklar ekmiştir. Bu “Hayat tohumu” gelecekte ölüm nedenimiz olacaktır ve maddi evren olarak şimdikine benzer ikinci bir yaşam yeşeremeyecektir. Karaboşluklar türlü türlüdür: Noktasıyla, deliğiyle, halkasıyla, seyreğiyle, yoğunluğuyla, kopmuşuyla, çıplak olanıyla, dönmeyeni ve döneniyle, elektrik yüklüsü ve yüksüzüyle, yarığıyla, çatlağıyla bu evrenin %95’i ölü karadeliklerle doludur. Bu kara kabristan içinde
halen yaşıyor olmamız gerçekten büyük şans!..
KESİM: 50
“ZULMET HİCABI”
“KAPALI KAPILAR ARDINDAKİ ÜÇ KARANLIK” Büyük kütleli bir yıldızın kendini aşıp baş aşağı içine çekilmesi demek, kara merkez çevresinde uzay-zamanın çizgilerinin 360 derece kavisleşip, kendini bizim evrenimizden koparması ve kapalı karakapılar ardında kalması demektir. Böylece, kollapsar uzayın geri kalan kısmına kendini kapatarak, gözükmeyecek biçimde çöker ve gözlem ufkumuz dışında kalır. Kendi uzay-zamanını bir koza gibi örmüş olay ufku bize kapılarını kapamıştır. Arkadaki yıldızdan bize ışık kaçamadığı için, karadeliğin “Olay ufku içini” rasat edemeyiz. Dolayısıyla onun için bir gözlem ufku olduğunu söyleyemeyiz. Gözlemleyemediğimiz “Kara koza” bizimle çekimi aracılığıyla haberleşir. Yani ona çekilince orada olduğunu anlarız. Ona düşen bir cismin kendine değdiği yerde de şiddetli X-ışıması yaptığından, dolaylı olarak, orada olduğunu söyleyebiliriz. “Olay ufku” bizi karadelikten saklayan, tıpkı ipekböceği kozası ya da bir yumurta gibi içini göstermeyen kara kamuflajdır. Kozanın için başka evren, dışı bildiğimiz evrenimizdir. İki evrenin de kıyı zarları birbirine teğet olduğundan, bu iki evrenin farklı olduğunu anlamamıza imkân veren şiddet olayları oluşur. İşte bunu gözlediğimizde, görmeden orada bir karadelik olduğunu anlarız. Mucize kitabımız Kur’an’ın, “Zulmet hicapları=Kara örtü” ve “görünmez gök kapıları” diye bildirdiği “OLAY UFKU”nun ardı, (Kesinlikle çevremizdeki evren değil;) bize yabancı, uzay ötesi başka bir âlem, diğer evrendir. Burada uzay-zaman tek şey olmuştur. Burada bildik yasalar, tekillik (Matematik imkânsız bölge) denen soyut yasalarla yer değiştirir. O halde bizden ayrı yasalarla yönetilen başka bir evren, bizim evrenimiz değildir!... O halde (Resmi bilimcilerin kutsal ilkelerinden biri olan) “Evren’in bütünlüğü” suya düşmüştür. Evrenimiz ne kadar geniş olursa olsun, karadeliğin, kara evrenciği ne kadar küçük olursa olsun bu ikisi apayrı, bambaşka evrenlerdir. Orası “Schwarzschild kritik çapının” altına saklanmış, uzayı üstüne katlayarak kendi içine çekilmiş “Öteki” âlemlerden, evrenlerden biridir. Karadeliğin oluşması için en küçük limit, o gök cisminin 2,95 güneş kütlesi büyüklüğü içermesidir. Eğer (Tesadüfen tam bu değerde olan) böyle bir yıldızın çökmesiyle, karadeliğin çapı, olay ufkunun çapıyla EŞİT olur. Çünkü bu limit (Eşik) bir değerdir. Nötron yıldızlarda ve beyazcücelerle bütün ASAL yıldızlarda olay ufku yıldızın içinde kaldığından, bir “Olay ufku” yoktur. Ne var ki karadelikte, olay ufku (Yukarıdaki istisna dışında) kendisini çepeçevre kuşattığından içeriğini ve içerdeki olup biteni göstermektedir. Karadelik adayı yıldızların merkezlerine ışık hızıyla çökmesi sonucu, her şey salisenin binde-birinde olur-biter. Bu ani oluşu gözle izleyemeyiz ama eğer “Ağır bir çekimle,
izleyebilseydik, yıldızın (sırayla) beyaz cüce, sonra demir yıldız, sonra nötron yıldız en sonunda da karadelik haline geldiğini fark edecektik. Karadeliğin kütlesiyle orantılı olarak “Olay ufku çapını da aşarak” içe çekilmesi Schwarzschild kritik çapı, karadeliğin kendi çapı ve olay ufkunun çapı ayrı ayrı çaplardır. Aktarıs Semâvat=Uzayların çapları burada yine karşımıza çıkıyor: Gerçekten de üç değişik çap değeri (3 kuturu) olan “3 KARANLIK” içinde kalmış bir Karadelik yapısı ile karşılaşıyoruz. Bu kuturlar=çaplar sırasıyla kritik çap, dış olay ufku ve iç olay ufkunun 3 KARANLIĞININ çaplarıdır. Karadeliğin olay ufku ise, ayetlerdeki GÖSTERECEĞİZ” sırrının bir başka tecellisidir.
“UFUKLARDAKİ
KUDRETİMİZİ
Yine, karanlık örtü anlamına gelen bu olay ufku evrenimizi bir zar ile kendinden ayıran “Ölüm atmosferi”dir. İçeride kalan “Birinin” evreni, bu koza ile sınırlanmış olduğundan onun da bizden haberi yoktur. Bizim de ondan asla haberimiz olmaz. İçerideki ve dışarıdaki ayrı ayrı ÂLEMLERİN varlıklarıdır. Buna karşılık, karadelik “Hep çektiği” için, içerdeki kişi bizim mesajımızı alır; fakat o da bize mesaj gönderemez. Dolayısıyla bizden haberi olması: bile anlamsızdır. Tıpkı ölülerin bize mesaj gönderememesi gibi… Bizim telsizimizin verici sinyalleri oraya ulaşır ama telsizimiz alıcı görevini yapamaz. Oraya gidilebilir, girilebilir; fakat asla oradan geri dönülemez, çıkılamaz. Bu, “Tek yönlü bir ok doğrultusunda” zorunlu tersinmez gidiştir. Hal böyle olunca “Karaevren” içinde olup bitenleri bize iletememiş olur. Bizim “Gözlem ufkumuz”, onun “Olay ufkuna kadar olan bölgedir. Ne kara-kozayı; ne içindeki karadeliği göremeyiz, ölçümleyemeyiz. Çünkü ölçü sistemimiz soyut (İmajiner) sayılarla ölçülen matematik tekilliği ölçemez. Çünkü orası “Boyutsuz” dediğimiz noktaya, yani sıfıra indirgenmiştir. Arapça’da “Sıfır” sayısı nokta ile yazılır. B harfinin noktası aynı zamanda SIFIR’dır! Bu sıfırlanmış “Hacim” noktayı da aşmış nokta ötesindeki soyut sonsuza doğru büyüyen, sıkışık yoğun bir kütlenin boyutsuz ağırlığıdır. İşte, bunun için tekilliğe, matematik imkânsız bölge diyoruz. Tekillik, aynı zamanda VAHDANİYET ve EHADİYET’in göstergesidir!...
KESİM: 51
ACCRETION DISC
YAKALAMA/TUTULMA DİSKİ “Karadelikler” en başta, varsayımsal=hipotetik olarak öngörülmüş gözlenemeyeceği ve dolayısıyla ispat edilemeyeceği maddeci bilim adamlarınca ileri sürülmüştü. Çünkü Karadelikler ışığı hapsettiğine göre ışımamaktadırlar. Bu görünmezlik onların “Yok
sayılması” anlamına gelemez. Olmadıkları iddiasına karşı tutulamaz. Nitekim var ola hakkı günümüzde dolaysız ve dolaylı tanıtlarla (Delillerle) gösterebilmektedir. Onları ispat için ilk aklımıza gelen, “Göklerdeki bir kollapsar çökmesini yakalama şansı” aramaktır. Bu ise, hem kozmik bir sabır gerektirir; hem de “Çöken göksel bir cismin” saniyenin milyarda-bir zamanında “yok olması nedeniyle”, artık onu göklerde gözlemleme umudumuzu suya düşer. Işık hızıyla “Kendi çapından merkezine büzüşen bir yıldızın, Güneşimizden on kez büyük olsa bile, bir saniyenin dört milyonda-biri zamanda gözlerimizden birden silinir. Astronomik daha doğrusu kozmik boyutlu bir yıldız çökmediği sürece, karadelik uzunuzadıya gözlemlenemez! Gerçekten de çöken bir yıldıza rastlamak için kozmik sabır yanında “Şans” da gerekir. Çökmekte olan bir yıldızın nerede, ne zaman çökeceği, çökmüşse, yerinin tahmin edilmesi vb. bize güçlük getirmektedir. En iyisi bu iş için elverişli bir “Kırmızı dev” yıldızın çökmesini kuşaklar boyu beklemek pahasına sabırlı olmaktır. O halde “Dolaysız” tanıtlar yerine onu “Dolaylı” gözlemlemek daha az sabır ister. Böyle bir olguyu izlememizi “X ışını astronomisi” imkân vermiştir. Çünkü Karadeliğe tutsak cismin “Elektronlarının” geriye kavislenmesiyle sağlanan “Radyant enerji” tasarrufu “Çok yoğun X-ışınlarıyla” telafi edilir ve o zaman karadelik olay ufkundaki bir “Çanak” aydınlanır. X-ışını astronomisi bize istediğimiz tanıtı bu “Çanak” ile sağlar. Bir karadeliğin varlığını eğer yakınındaysak çekilmemizden; eğer uzağındaysak, dolaylı etkilerden hissederiz. Onun pusuya yatmış olay ufku zarı, kendisine bizden bir madde değmediği sürece suskundur. Fakat evrenimizin malı olan tutsak bir cisim, bu görünmez kozanın bir noktasına değerse, o yerde aktif şiddet olaylarının canhıraş feryadı olan X-ışıması oluşur. Bizler bu aktif tepkimeleri izleyerek kara deliklerin yerini keşfedebiliyoruz. Tutsak olmak üzere karadeliğe yönlenmiş, ister büyük, ister atomdan küçük bir cisim, kendisini eski model bir gramafon saçağının ağzında yakalanmış bulur. Tabii, biz bu saçağın hunisi kara evrende kaldığı için onu göremeyiz. Buna rağmen, çıplak tekillik denen görünür bir karadelik bulabilseydik, o antika gramofon saçağının fotoğrafını çekebilirdik. Bu saçak Kur’an’ı Kerim’de (Kıyametle ilgili ayette) “GÖK ERGİMİŞ BAKIR RENGİ BİR GÜL GİBİ OLACAKTIR” diye tanıtılmıştır. Söz konusu saçak, gerek renk açısından (Kırmızı, pembe, turuncu ve kayısı-gül) gerekse katmerli biçimiyle gül çiçeğiyle tam bir benzeşme gösterir. Sözünü ettiğimiz bakır rengindeki katmerli gül ya da gramofon saçağı, giderek iyice daralan bir hortumla karanoktaya bağlanır ve/veya tersine oradan açılarak dışa genişlemiş olur. Eğer bir çıplak karadelik bulsaydık, onunla haberleşebilirdik. Çünkü kara-evren “Müzik yayınını” bu gramofon saçağından bize kaybettirebilirdi. Olay ufku zarının, her neresi aktifleşirse, orada bu disk biçimli saçak, girdap, gül katmeri oluşur. İşte bu diskin astronomideki adı “Eklips kursu=yakalama diski”dir. Tutsak madde bu diskten tutulmaya uğrar. Girdapta döne döne tekilliğe gider. Evrensel anafor teorisi burada da yürürlüktedir.
Tutulan madde, bu olay ufku diskine nereden yakalanmışsa, oradaki kozmik bir kasırga hortumu, deniz girdabına kapılır. Karadelik onun kara-odağını emmeye başlar. Biz bu hortumu (sunacağımız resimdeki gibi) kuş bakışıyla bir girdap olarak görürüz. Bu obur ağız, dev Güneşleri bile önce yumrulaştırarak, bir meyveyi bıçakla soymamız gibi giderek darlaşan burgulu helisler biçiminde soyar. Sonra sıra meyve kabuğunun altındaki iç katmanlara gelir. Bu gövde de helezonlar (Sarmallar) çizerek geride hiçbir şey bırakmadan emilip yok olur. Yani, bu olayı gözlemleyen biri, dev bir göksel cismin, gözleri önünde “Hiç yaratılmamışçasına” yok olduğunu, kara güneşin yerinde yeller estiğini görür. İşte bu olgu maddenin yok oluşudur. Maddecinin de korkulu düşüdür… Yıldızın tutulması boyunca yakalama diski öyle şiddetli ısınır ki, artık çıplak gözle de görünür hale gelir! Diske yakalanan yıldız materyali yakalama diskine eklenerek onu güçlendirip, aydınlatır. İşte burası aktif bir bölge olup, karaboşluk görünmediği halde, bu aktif çatışmadan çıkan radyasyonla yerini belli eder. Bir yıldız, bir karadeliğe yakın geçişte ya “geçer-gider” ya yakalanıp yörüngeye oturur, ya da onun tuzağına yakalanarak, vakitsiz ölüme doğru yumru vererek meyleder. Bu üç durumda da çok şiddetli X ışıması yayarak “Yerini” belli eder. Okuyucu izleyen şekillerden sunduklarımızın ayrıntısını edinebilir.
Şekil: 29’un açıklaması 1) Bu dev mavi yıldız Güneşten 30 kat; ortağı karadelikten de 3 kat kütlece büyüktür. 2) Karadeliğin yörüngesine giren dev mavi yıldızın aşırı sıcak gazları yıldızı terk etmeye başlıyor. Daha sonra yıldızın gövdesi yumrulaşacak, karadelik yakalama diskine emilecektir. 3) Karadelik yakalama diski “Fil’i yutan bir yılan” misali pusudadır. Mavi dev yıldız yumrusundan akan gaz ve materyal, yakalama girdabında helisler çizerken milyonlarca derece ısınıp, X ışını biçiminde açığa çıkar. Bu orada diski görünür biçimde aydınlatır. 4) Ölümün plağı giderek daralan Helislerle plağın merkezine doğru yakaladığı cisimleri evire çevire toplar. 5) TEKİLLİK: Yani “Tek boyut” resimde gösterilmekle birlikte aslında, bu sayfanın ardındaki bir başka sayfada sayılmalıdır. Tekillik kuyusuna düşen tutsak eğer şansı varsa paralel evrende ölmeden ortaya çıkacaktır.
ÖLÜMÜN GRAMOFONUNDAN CENAZE MARŞI Şekil: 29 Bir gramofon çiçeğine ya da bir kasırga hortumuna benzeyen “Yakalama diski” karadelik olay ufkunun bir cisme değdiği herhangi bir yerde, kendiliğinden oluşur. Burası yutma-emme girdabıdır. Yutulan nesne ister bir yıldız ister bir gaz-toz bulutu olsun, ana materyali hidrojen ve helyumdan oluştuğu için, çok kolay çözünür. Bu spiral çözünme yakalama diskine eklendikçe, disk daha da güçlenir. O zaman karadelik, yıldızı daha kalın spirallerle yutmaya başlar. Akışın oluşturduğu sürtünme ısısı milyonlarca ısı derecesine ulaşınca, elektronlara şiddetli bir uyarma etkisi yapar. Uyarılan elektronlar önce kaçmak üzere ivmelenir, fakat kendilerini kurtaramadıklarından, kavis (Radyant) çizerek geri dönerler. Çünkü ışık hızında tutulduklarından, bu manyetik-ışırı alandan kurtulamazlar. Bu geriye dönme sırasında “Kendilerini
izleyebildiğimiz”
ışımayı
salarlar.
Tutulma
diski
tutsağının bütün
radyant
enerjilerini teslim aldığından, tutsak cismin bu hafiflemesinden ve elektronların yeniden geri dönmelerinden elde edilen çifte kazanç X ışınları ışıması salınarak telafi edilir. Bilindiği gibi, X ışınlarının
diğer
adı
Röntgen
ışınlarıdır.
Röntgen
astronomisi
bize
tutulma
diskinin
aydınlandığını gösterir. Dönen ve elektrik yüklü (Yükü nötr olmayan) karadeliklerin yakalama diski, aynı zamanda “Fırlatma diski” görevini de üstlenir. (Desaccretion Disc) Dönen karadelik, kendisiyle birlikte manyetosferini de sürüklediğinden bir cisim yakalama diskinin dönme yönünde yakalanırsa geri fırlar; ters yönde ise yutulur.
Şekil: 30 ASİMETRİK BOZUNMA Karadelik bazen de kendine yakın geçen bir dev yıldızı tam yakalayamaz, materyalini çalmakla yetinir. Eğer yıldızı biraz daha iyi yakalarsa, onu kendi çevresinde yörüngeye oturtur ve yıldızın dönme hızını artırır. Bir karadeliğin türlü çapları=Aktarı içinde ergosfer, Litosfer, iç olay ufku, dış olay ufku, Schwarzschild yarıçapı, halka-disk çapı gibi 7 gök katmanı olan Aktarıssemâvat’ı vardır. Litosfer (Kaya-küre) çapı da uzaktan etkili olan bir dış atmosfer gibidir. Bu kritik bölge karadeliğin kütlesiyle orantılıdır. Örneğin yüzmilyon güneş kütlesi ağırlığında çok yoğun bir karadeliğin, kendi yarıçapı Litosfer çapından daha büyüktür. Yakın geçen bir yıldız, bu litosferin sınırını aşarsa, yuvarlaklığını kaybederek, yufka (Kurs) biçimini alır. Bu sırada iyice yassılaşarak, sıkışan yıldızın hem biçimsel hem kimyasal doğası değişir. Yaklaşmanın kozmik sürtüşmeleri onun iyice ısınmasına yol açtığından, bu yufkalaşmış yıldız aşırı sıcak ve yoğun bir yapıya ulaşır. Saniyenin onda-birinde yapısındaki elementler patlayarak yeni tepkimelere ve izotop üretimine başlar. Bu işlem boyunca inanılmaz büyük bir enerji açığa çıkar ve karadeliğin çevresindeki tüm gaz-toz materyalini milyonlarca km. uzağa üfler. Yıldız karadelikten kurtulsa bile, tüm gazını yitirecek biçimde çekildiğinden, hayatının kalanını yufka biçiminde sürer. Bu yıldızın ileride çökme sırası geldiğinde, (Kütlesi Karadelik oluşturmaya elverişliyse) gelecekte iplik veya gök yarığı biçiminde bir karadelik olarak GÖZÜKECEKTİR. (Çıplak tekillik)
Şekil: 31 EVİRE ÇEVİRE YOK ETMEK Yukarıdaki büyük resimde bir dev yıldızı çekim kuyusuna düşürmüş karadeliğin işlevi gösterilmektedir. Dev yıldız sonsuz küçük bir noktaya doğru girdaplar, sarmallar çizerek çözülmeye başlamış, yıldızın yapısını oluşturan hidrojen ve helyum gazları kendilerini çeken görünmeyen odağa doğru gittikçe daralan bir halat gibi bir daha dönmemek üzere yol alıyorlar. Okuyucu ortadaki yuvarlağı Karadelik sanarak resimde görmeye çalışmalıdır. Aslında
Karadelik bu sayfanın arkasında yani bir başka evrendedir. Fotoğraf ve şekilde, bir karadelik, görünen yıldızı yutmaktadır. Bu durum, yıldızın “Vakitsiz Ölümü”dür. Çünkü yıldızın ölüm sırası henüz gelmeden (Henüz kollapsar olmadan) gençliğinin baharında karşısına çıkan bir karadelik kazasına uğrayarak, ölüm komasına girmiştir. Bir yıldız saniyede 500 km. üzerinde bir hızla karadeliğe yakalanırsa, çok sert bir kırılmaya uğrar. Bundan daha düşük bir hızla yakalandığında ise, karadeliğin yakalama diskine bakan yanında bombe vererek yumru oluşturur. Yıldız yumru denen uzantıyı oluşturduğunda, buradan itibaren, karadeliğe doğru yıldız kan kaybına uğrar. Çünkü karadelik çekim gel-git kuvvetleri, yıldızın iç tutunum kuvvetlerini
yener.
O
zaman
da,
önce
yıldızın
dış
atmosfer
katmanlarındaki
hafif
katmanlardan itibaren “Kaçak” başlar. Kaçak bu katmanlar, eğriler çizerek, görünmeyen karanokta çekimine doğru uzantı oluştururlar. Bu giderek darlaşan sarmalların en uçtaki kayboldukları yerde “Bir karadelik var” demektir. Atmosferden sonra sıra yıldızın kabuğuna, dış katmanlarına gelir: Bir meyvenin kabuğunun soyulması gibi, dış katmanlar yıldızdan ayrılıp, burgular çizerek, kara odağa yol alırlar. Sırayla yıldızın bütün iç katmanları da helezonlar çizerek, kalın bir emiliş ile çözülürler. Çözülmenin tam sonunda o hayalet noktaya emilen güneşler, hiçbir iz bırakmadan gözden silinir. Koca yıldız yok olduğunda, karadelik, suskun, fakat daha güçlenmiş olarak, yeni kurbanlarını bekler.
The black hole pulls gas of the star orbiting around it. The gas heats up and emits X-rays (yellow) as it falls into the black hole. Şekil: 32 RÖNTGEN ASTRONOMİSİ: Sözünü ettiğimiz karadeliğe tutulma olaylarını röntgen astronomisi yakalamıştır. Dünyadan 6000 ışık yılı ötedeki (Cygnus) “Kuğu X-1” kodlu gök cisminin analizlerinin sonucunda, biri görünmeyen bir “Karanlık ortak”, diğeri Güneşten 20 kat büyük bir “Dev mavi yıldız (MDE
22.868)ının, binary=ikili etkileşimi keşfedilmiştir. Görünen yani optik süper mavi yıldıza eşlik eden “Kara ortağın” 3,5 Güneş kütleli bir karadelik olması gerekir. Çökmeden önce ise (Asal dizideyken) on Güneş kütlesi büyüklüğünde olması gerekmekte olan bu dev karadelik, dev mavi yıldızı hortumuyla emmektedir. Tutulma diski şiddetle “X=ışını” yaymaktadır. Satelitlerimiz, Cygnus X-1’in röntgen ışınlarının saniye ile saniyenin onda-biri arasındaki periyot değişimleri olduğunu ortaya koymuştur. Dev mavi yıldızın hızının da 5,5 günlük sinüs dalgaları biçimindeki periyodu tespit edilmiştir. Bu tespite bir “Beyaz cüce uyamaz.” (Ak cüce sisteminin yayınması saniyede 30.000 km.yi bulmasına rağmen, asla X ışıması yapmaz.) Öyleyse bu gök cismi doğrudan bir karadeliktir. İkinci bir gözlemde yine ikili (Binary) olan sigma-Aurigoe sistemidir. Bunlar da eş merkezli dönüşü olan optik (Aydınlık) ve karanlık bir çift cisimdir: Görünen üye, 25 Güneş kütleli dev bir yıldız olmasına rağmen, karanlık ortağına doğru emilirken, yayma diskinden bize başta X ışınları olmak üzere kızıl ötesi (IR) ışınları ve Ultraradyo dalgaları radyasyonu göndermektedir Analizler, karanlık ortağın 20 Güneşin kütleli bir karadelik olduğunu ve beyaz ortağının yamyamlığını yaptığını göstermiştir. Ayrıca aynı gözlemler V861 Scorpil Circinus X¹ GX 3394 karadeliğe yakalandığı ispatlanan diğer yıldızlardandır. Fotoğrafta yoğun çekirdek aslında karadeliğin aktif şiddet olaylarının merkezidir. Cygnus-X-1 yıldızı şiddetli karadelik etkisine girmiş ve X ışımasıyla imdat istemektedir.
KESİM: 52
KARADELİK GRAVITATION ASTRONOMİSİ
KARA ORTAKLAR Karadeliklerin X astronomisinden sonra “İkinci dolaylı gözlemlerinden biri” de “Çekim=gravitation” astronomisidir. Görünmeyen “Siyah boşluk” kendisini ışık olarak göstermez, fakat elektromanyetik olmayan radyasyon (Çekim dalgaları, nötrino akımları, aksiyon, gölge madde vb.) ile hissettirir. Gravitasyon astronomisi, çok şiddetli göksel olaylardan ancak alınabilmektedir. Çok zayıf olan çekim dalgaları normalde kaydedilemez. Fakat iki karadeliğin birleşmesinde ya da bir yıldızın süpernova patlamasından salınan çekimci dalgaların gel-git ışıması biçiminde alınabilmektedir. Bu tespiti ilk kez, 1969’dan itibaren Weber detektörleri, yılda bin uyarılma halinde yakalamaktadır. (*) Weber saniyede 1660 Hertz değerindeki müthiş bir süpernova patlamasını kaydetmiştir. Bu öylesine bir şiddet olayının simgesidir ki, bilinen elektromanyetik radyasyon enerjilerinden bambaşka ve milyonlarca kat daha enerjetik, daha sık impulslu, 180 km. dalga boyunda bir çekimci dalganın enerji boşalımıdır. Bu tespit, Güneşten 20 kez büyük dev bir mavi yıldızın bir karadeliğe çökmüş olması anlamına gelir. Söz konusu karadelik, 100 km. den de küçüktür.
Galaksilerdeki yıldızlar, Güneşimiz gibi tek başına (Tekil) değil; ikili, üçlü, beşli… gibi gruplaşmış sistemler olup, çoğul biçimde kümeleşirler. Tüm yıldızlarda tek başına olan
Güneş gibi bir yıldız daha yoktur. İkili (Bineer) alanlar ise evren yıldızlarının onda-birini oluşturur. Biner (İkili) gruplaşmalarda, üyeler “Birbiri çevresinde” dolanırlar yani eş merkezlidirler. Fakat bu iki üyeler farklı büyüklükte yıldızlardır. Üyelerin büyük olanı erken çökerek asal diziden çıkar. (Beyaz cüce, pulsar ya da karadelik olur.) Diğer çökmemiş asal yıldız, bu çekimden “Aynen eskisi gibi” etkilenmesini sürdürür. Fakat önceden çöken, eğer bir beyaz cüce, pulsar gibi görünen yıldız değil de, “Nötron yıldız ve Karadelik gibi” karanlık bir yıldız olduğunda (Onu göremeyen, fakat asal yıldızı gören) bir gözlemci, görünen yıldızın anormal hareketlere zorlandığını anlayarak şaşırır. Bu “Ortaklar” birbirlerine çekim dalgaları uyguladığından, enerji yutmak zorunda kalırlar. Böylece “Sistemin toplam enerjisi” azalır. Enerji azaldıkça, ortak cisimler birbirine yaklaşır. Böyle “Periyot kısalmaları” sayısız gözlemle ayırt edilmiştir. Söz konusu çekim dalgaları, görünen bir yıldızın “Karanlık ortağına doğru hızlanması” sırasında oluşmaktadır. Çekim, doğası gereği cisimleri birleştirmek istemektedir. İşte karadeliklerin dolaylı kanıtlarından biri de “Görünmeyen” ortağın bizi saptırması tanıtıdır. Eğer, bir cismi, hiçbir iz bırakmadan ortadan kaldırsaydık, onun “Uzay eğriliği” de ortadan kalkardı. Onun çevresinde dönen gezegenleri ve uyduları dümdüz bir yolda başlarını alıp giderlerdi. Sözgelimi Güneşimizi bir anda “Hiç” ederek, çekip götürseydik, Dünyamız 4 dakika daha yörüngesinde kalır, sonra diğer gezegenlerle birlikte, düz bir çizgi üzerinde ileri savrulup, uzayda yörüngesiz dümdüz yol alırdı. Oysa karadelikler, (Ay örneğimizdeki gibi) BİRDEN YOK OLMAZLAR! Onlar, kendi olay ufuklarının ardında, görünmeyen bir çekim merkezi olarak var olmalarını sürdürdüklerinden, (Keppler yasası uyarınca) çekme etkilerini sürdürürler. Söz konusu Keppler yasası bize, “Güneş düzleminin elips odaklarından birinde, bir karadelik bulunduğunda, onun çekimine uyarak, sistemin gezegenlerinin dönmeye ve ikili sistemlerin birbiriyle etkileşmelerini sürdürdüklerini” söyler. Keppler’in bu modern yorumuna uygun bir kanıt bulunmuştur: 1967 yılı uydularımız Scorpion (Akrep) takımyıldızında böyle bir biner (ikili) sistemin varlığını kanıtlamıştır. Sistemin görünen yıldızı, görünmeyen karanlık ortağınca hırpalanmakta, düzensiz bir yörüngede ite-kaka dönmeye zorlanmaktadır. Yine, çekimci dalgaların şiddetlendiği, ikisi de karanlık olan bir çift yıldız daha bulunmuştur. Ayrıca 1913-16 pulsarına bir karadeliğin eşlik ettiği, her ikisinin de ortak bir çekim merkezinde dönmelerinden anlaşılmıştır. Bu “Kara delik” öylesine güçlüdür ki, ortağı olan pulsar, her sekiz saatte-bir onun çevresinde “Milyon km. hızla” dolanmaktadır. Bu durum çekimci dalgaları yakalayabilmek için ideal ortam, doğal bir laboratuar ortaya koymuştur. Şiddetli çekim, bu yıldız çiftlerinin periyotlarını (Dolanım süreçlerini) giderek kısaltmaktadır. Öyle ki, er-geç, bu iki arkadaş birleşeceklerdir. Bir “Beyaz cüce” kozmik bir hortum gibi önüne çıkan bir yıldızı siler süpürür. Bir nötron yıldız (ya da pulsar) ise bir beyaz cüceyi kolayca emip, yok ederek kendine
katar. Bir karadelik ise, bir pulsarı bir lokmada yutar. Görülüyor ki göksel olaylarda “Küçük balık büyük balığı yutmaktadır.” Kara üyelerin (Yıldız artıklarının) optik üyeleri (ışıyan yıldızları) itip-kakma örneği, evrende çok yaygın olup, kara üyelerin şimdi tahmin ettiğimizin on ila yüz katı daha çok olması beklenmektedir: Karadelik uzmanı Kipp Thorne’a göre en ihtiyatlı bir ölçümle, yalnız Samanyolu kollarında bir milyon karadelik bulunmaktadır. O halde evren, tasavvurumuzdan çok fazla karadelik ile tıka basa doludur.
KESİM: 53
BİNEER İNTİHARLAR
GÜNEŞİN İKİZİ Güneşimiz niçin bir istisna olarak tek yıldızdır? Gökbilimciler için, Güneşin de bir ortağı daha bulunması gerekir. Fakat bize ışıyan bir başka yakın Güneş daha yoktur. Öte yandan son üç gezegenimizde (Uranüs, Neptün, Plüton) yörünge düzensizliği vardır. Bunun nedeni, önceden sekiz milyar km. ötedeki bir “Onuncu gezegenin varlığına” yorumlanmıştı. Ancak bu süper dev bir gezegen olmalıdır ki, böyle bir gezegen bulunamamıştır. Dolayısıyla, geriye bir başka alternatif kalıyor: Son üç gezegeni etkileyen bu “Güçlü çekim”, Güneşten 80 milyar km. ötedeki “Bir karadelik zanlısı”dır. Eğer bu “Zanlı”, on güneş kütlesine eşdeğer bir karadelik ise, bizden 160 milyar km. ötede bulunmalıdır. İşte bu varsayım olmaktan çıkmış, korktuğumuz başımıza gelmiştir: Gerçekten de Güneşimiz, galaksideki normal yörüngesine direnerek, şelaleden yukarı tırmanırcasına, “Aslan burcu yönünde” “Özel bir yönlenme” ile çekilmektedir. Bu çekimin sorumlusu, cüce bir yoldaş yani Güneş’in ikincisi olan çökmüş bir yıldız olmalıdır. Samanyolu galaksisi uzayda, saatte iki milyon km. bir hızla yol almaktadır. Uçak ve uydularla sağlanan prezisyon ölçümleri sonucu kozmik arkafon ışımasının (Artık-ışıma) şiddetinin Aslan burcuna doğru, yavaş da olsa arttığı saptanmıştır. Aynı mantıkla tam karşıda (Arkada) kalan Kova burcundan ise Güneşimiz uzaklaşmaktadır. Tam tersine, Dünya, zıt yöne yani, Aslan burcuna doğra saniyede 400 km. hızla özel olarak hareket etmektedir. Güneş sistemi ise galaksi merkezine doğru hareket eder. Oysa bunda bir aykırılık vardır. Aykırılığı telafi etmek için bizi çeken bir başka karanlık yani ışımayan bir yıldız artığı olmalıdır. Eğer bu bir beyaz cüce olsaydı görünürdü. Pulsarlar da görülür! Eğer bu bir kara cüce ya da nötron yıldız olsaydı uzun süreçler gerektirirdi. Bu çok zayıf ihtimal göz ardı edilirse tek bir açıklama kalıyor geriye… Bu kara arkadaş mutlaka bir karadelik olmalıdır. Güneşin bir arkadaşı olmasa bile bu kara çekim merkezi uzayın
başka bir bölümünden gelen gezgin görünmez bir karadeliktir. İster güneşimizin ortağı, ister yabancı bir gezgin olsun, bu karadelik Güneş sistemini kendisiyle birlikte sürükleyip götüren bir “Karanlık arkadaş”tır.
Şekil: 33 GÜNEŞ’İN GİZLİ YOLDAŞININ ROTASI Güneş sistemi, bağlı olduğu güneş ile birlikte saniyede 400 km. hızla “Karanlık yoldaş”a sürüklenmektedir. Gözlemler, onun bir “KARADELİK” olduğunu ve Güneş’ten 5 kat büyük olduğu için erken çöken bir “İKİZİ” ya da sisteme giren rastgele gezgin bir karadelik olduğunu göstermektedir. Oklar, Güneş’in kural dışı olarak galaksi merkezine çekildiği yönü gösteriyor. Bu çekilmenin nedeni belki kara arkadaş, belki de galaksi merkezindeki dev karadelik’tir. Fakat ayetlerde
(Yasin
Suresi
gibi)
“GÜNEŞİN
BELLİ
BİR
GÜNE
KADAR
TAKDİR
EDİLEN
YÖRÜNGESİNDE YÜZECEĞİ” daha sonra bu yörüngenin saptırılacağı bildirilmiştir. Bu mesaj ışığında Karaortağa inanmak caiz düşmektedir.
KESİM: 54
KOZMİK KARABASAN
KARADELİK PUSUDA Bir “Karadelik” ya da “Mini mini bir kara nokta” Her zaman, her yerde, birden karşımıza çıkabilir, birden burnumuzun dibinde ya da yanı başımızda bitebilir!
Ama o bizim evrenimizin malı değil; başlı başına, kendi başına “Bambaşka bir evren”dir. Onun varlığı kendi hacmine değil, kendi dışına sığışmış, yani soyut sayılarla anlatılan “TEKİLLİK=Singularity” denen imkânsızlığın ötesindeki bir bölgeye aittir. O bölgeyi çekimsel çöküntü bulur ve “varlık” imkânsızlığın ötesine geçmeyi başarır. O zaman da bugüne kadar özenle biriktirdiğimiz ve oluşturduğumuz “Fizik yasaları” ile kozmik ilkeler ve “Doğal” dediğimiz her prensip, kısaca, bilim gelenekselliğimiz iflas eder! Karaboşluklar hiçbir “Kozmik sansür” tanımazlar. Karşılarına çıkan bir yıldız, ne kadar büyük olursa olsun, sürekli kabuğu soyulan bir elma gibi kat be kat çözünüp karadelik içinde yok olur, evrenimizin dışına çıkar! İşte bu olgu, bilimi “Hayal ve hayalet” ile uğraştırmaya zorlar! Karaboşlukları yalnızca, teorik akıl yürütmelerle (İdealize edilmiş analizlerle sentezleyen) aklımızla çözümlemeye çalışırken, bilimsel yetersizlik ortaya çıkmış, klasik bilimin revizyonu gerekmiştir. Aklımız evrenden de geniş olduğu için, zekâmız çevremizle anlaşmaya yetkin ve yatkındır. İnsanın ısrarlı sabrı bu uzatmalı zinciri çağlar boyu kendi payına düşen çabalarla sürdürür. Hiçbir araştırman ölmeden sınırlandırılmayı kabul edemez! Maddeci astronomun kâbusu, kaosu ve karabasanı haline gelen karadelikler, gerçekte şimdiden bir alarm konusudur. Fakat “Görünmez düşman”, henüz kapımızı çalmadığı için, erken bir alarm vermek istenmemektedir. Oysa riskin boyutları çok büyüktür: İnsanoğlu bilime “Çok az yetenek” gösterdiğinden, böyle tehlikeleri umursamaz gözükerek, günlük geçim telâşası içinde, daha “Gerçekçe saydığı şeylerle” uğraşır: İnsanoğlu bilinmeyen ve açıklanamayandan ürker ve korkar. Korktuğunu ya reddederek yakasını sıyırır ya da tersine tutsakça ona tapınmaya başlar. İnsanlığın şimdiki genel görüntüsü ise, sanki “Üstüne ölü toprağı serpilmişçesine pervasız” bir tutum izlemesidir. Oysa düşman çok ciddidir, düşman görünmemektedir, düşman pusu kurarak şimdiye kadar milyarlarca yıldız (Necm), gezegen (Kevkeb) ve hatta galaksileri bitmez tükenmez bir iştahla-oburca yemiş bitirmiştir. Dev evren, milyarlarca yamyam karadelik tarafından kemirilmekte, tüketilmemektedir. Evrenin %90’ı şimdiden ölüdür. Bizler ise bu ölümün son kalıntıları ve uzantıları olan son dirileriz… Son demlerimizi yaşıyoruz, artık bir geleceğimiz yok! Geleceğimiz tek kelimeyle bellidir: KARADELİK KIYAMETİ!..
“GÖK AÇILMIŞ KAPI KAPI OLMUŞ, DAĞLAR YÜRÜTÜLMÜŞ BİR SERAP HALİNE GELMİŞTİR…” (Nebe Suresi – 190. ayet)
ONBİRİNCİ BÖLÜM
KARABOŞLUK İÇİNDE
KESİM: 55
DONMUŞ YILDIZ
ÖLESİYE GİDİŞ Karadelik olmaya elverişli kütlesi olan bir yıldız, zamanı gelince, kendi çekimine yenilerek, kendisini “Olay ufku” ardına büzer. Hemen ardından Schwarzschild çapının da içine çekilir ve böylece “Işık hızıyla, başka bir evrene” yol alır. Üç Güneş kütleli bir kollapsarın çökmesi, saniyenin 67 milyonda-biri zamanda olup-biter: Yani yıldız, aniden yok olur! Güneşimizin “On kat” kütlesi olan bir yıldız, saniyenin 4 milyonda-biri zamanda gözlerimiz silinir. Milyon Güneş kütleli süper dev yıldız toplulukları “Saniyenin dörtte birinde” kararıp, kaybolur. Yüz milyar yıldız içeren Galaksimiz ise, on günde merkezi noktaya çöker. Üç Güneş kütleli bir karadeliğin içine düşecek olursak, yakalama diskinden merkezine, saniyenin “20 milyonda-biri” zamanda varırız. Milyon Güneş ağırlığındaki bir karaboşluğun merkezine ise on saniyede ulaşırız. Milyar Güneşe eşdeğer bir karadeliğin merkezine üç saatte düşeriz. Galaksimize eşit (Yüz milyar güneş kütlesi) bir karadelik merkezine de iki hafta boyunca düşerek erişiriz. O halde, biz karadelikleri, küçük değil de büyük (Astronomik) boyutlu bir yıldızın çökmesi sırasında, uzun-uzadıya gözlemleyebiliriz: Çünkü saniyenin 67 milyonda-biri kadar bir an çok kısa bir zaman olup, karadeliğin merkezine düşmemiz akıl almaz kadar kısa zaman dilimlerinde gerçekleşir. Karadeliğe, olay ufkundan yakalanan biri, onun ölüm merkezine kısa ya da uzun fakat “Sonlu bir zamanda” düşer. Bu “Sonlu düşme süresi” vurguladığım gibi karadeliğin kütle büyüklüğüyle orantılıdır. Normalde her şey “Göz açıp kapayamadan” olup biter. Dolayısıyla oraya yakalanan ne olup bittiğini anlayamaz… Şimdi “Çok yavaş bir çekimle” idealize deney eşliğinde, bir karadeliğe düşmenin mekanizmasını anlamaya çalışalım: Bu andan itibaren anlatacaklarımın daha anlaşılır olması için, bir “İkizimiz” olduğunu varsayalım. İzimiz, bir karadeliğin olay ufkunun bize değdiği yerde oluşan yakalama diskine kadar, bizimle her türlü haberleşmeyi sürdürür. Eğer bu ikizimiz çöken bir yıldız üzerinde ise, yıldız kritik yarıçapı altına çökene kadar ikizimiz, yıldız üzerinde yürüyebilir, hatta bir kaya parçası “Numuneyi” alıp, roketiyle hemen kaçabilir. Çöken bir yıldızı dışarıdan izleyen bir gözlemci, yıldızın aniden çöktüğünü, fakat bu
“Çökme hızının” giderek yavaşladığını görerek şaşıracaktır. Oysa evrende “İVME” giderek hızlanmaktadır. Karadelikde ise negatif bir ivme vardır sanki… O halde, biz karadelikleri, küçük değil de büyük (Astronomik) boyut bir yıldızın çökmesi sırasında, uzun-uzadıya gözlemleyebiliriz: Çünkü saniyenin 67 milyonda-biri kadar bir an çok kısa bir zaman olup, karadeliğin merkezine düşmemiz akıl almaz kadar kısa zaman dilimlerinde gerçekleşir. Karadeliğe, olay ufkundan yakalanan biri, onun ölüm merkezine kısa ya da uzun fakat “Sonlu bir zamanda” düşer. Bu “Sonlu düşme süresi” vurguladığım gibi karadeliğin kütle büyüklüğüyle orantılıdır. Normalde her şey “Göz açıp kapayamadan” olup biter. Dolayısıyla oraya yakalanan ne olup bittiğini anlayamaz… Şimdi “Çok yavaş bir çekimle” idealize deney eşliğinde, bir karadeliğe düşmenin mekanizmasını anlamaya çalışalım: Bu ondan itibaren, anlatacaklarımın anlaşılır olması için, bir “İkizimiz” olduğunu varsayalım. İkizimiz, bir karadeliğin olay ufkunun bize değdiği yerde oluşan yakalama diskine kadar, bizimle her türlü haberleşmeyi sürdürür. Eğer bu ikizimiz çöken bir yıldız üzerinde ise, yıldız kritik yarıçapı altına çökene kadar ikizimiz, yıldız üzerinde yürüyebilir, hatta bir kaya parçası “Numuneyi” alıp, roketiyle hemen kaçabilir. Çöken bir yıldızı dışarıdan izleyen bir gözlemci, yıldızın aniden çöktüğünü, fakat bu “Çökme hızının” giderek yavaşladığını görerek şaşıracaktır. Oysa evrende “İVME” giderek hızlanmaktadır. Karadelikte ise negatif bir ivme vardır sanki… Yıldız gerçekten çok küçüldüğü halde, çok süratli olan çökme hızı olay ufkuna erişince yavaşlar. Tam olay ufkunda da öyle yavaşlar ki artık “DURMUŞ” olur. Artık kaskatı hareketsiz “Donmuş” gibi kalır. Çünkü yıldızın çökmesinin (Schwarzschild çapına ulaşması) dışarıdan bakan birisi için, sonsuza kadar sürmüş gibidir. Bunun nedeni, zamanın donması, kolumuzdaki saatin durmasıdır. Çünkü “ikizler arasına rölativistik özel zaman farkı” girmiştir. Olay ufku dışında kalan ikizine “Göre” olay ufkunun içindeki ikizin zamanı sonsuz genleşmiş, uzamış geç yaşlanmakta ve genç kalmaktadır. Oysa içerideki ikizimiz için bu çöken yıldız donmamış; tam tersine hızlı çekilmiş bir film gibi hareketlidir. Şimdi, “İkizlerden birini” karadeliğe doğru gönderelim. Diğeri, onu dışarıda güvenceli bir bölgeden izlesin: Çekime tutsak olan ikiz, olay ufkuna doğru son hızla baş aşağı düşmeye başlar. Onun daha da hızlanması gerekirken, tam tersine yavaşlayıp, sonunda durma noktasına geldiğini, bu arada kolundaki saatin “İyice yavaşlayıp” sonunda durduğunu ve zamanın durduğu bu anda, onun “Temelli donup kaldığını” fark edecektir. Tutsak olan ikizimizin, hiçbir zaman olay ufkuna erişemediğini, ebediyen oraya varamamak üzere donmuş, hareketsiz kıpırtısız, sonsuza kadar bir askıda, sanki örümcek ağına yakalanmış böcekler gibi sonsuza dek asılı kaldığını görecektir. Rölativite ile ilgili kesimlerimizde bu ikizler çelişkisine sürekli yer vermiştik. İkizler arasına giren fark “Zaman farkı”dır. Zamanın sonsuz durmasının nedeni, karadeliğin
“Tutsağını” ışık hızıyla çekmesidir. İşte bu ışık hızıyla eşleşme sonucu zaman da hapis olur. “Zaman”, çalışamaz, saat durur. Dolayısıyla hareket de durmuş olur. Böylece biz, karadeliğe yakalanan birini orada “Sonsuza dek heykelleşmiş” gibi görürüz: * “BİZ DİLESEYDİK ONLARI(n zamanını) DONDURUVERİRDİK DE, NE (zamanda) İLERİ NE DE (zamanda) GERİ GİDEBİLİRLERDİ. (Bununla birlikte) KİMİN ÖMRÜNÜ UZATIYORSAK, YARATILIŞTA ONU TERSİNE ÇEVİRİYORUZ. HALA AKILLANMAYACAKLAR MI?..” (Yasin-67/68) Benzeri bir durum da Kehf suresi 18. ayette yer alır: * “BİR DE ONLARI (Ashabı kehf, yedi uyurları) UYANIK SANIRDIN (Kaskatı öylece dondurulmuşlar sanırdın) HÂLBUKİ ONLAR UYKUDADIRLAR VE BİZ ONLARI SAĞA SOLA ÇEVİRİRİZ. KÖPEKLERİ DE, MAĞARANIN GİRİŞİNDE, İKİ KOLUNU UZATIP (Sfenks) YATMAKTAYDI. EĞER DURUMLARINI GÖRSEYDİN, MUHAKKAK, YÜZ GERİ DÖNER, KAÇARDIN VE ONLARDAN DEHŞET İÇİNDE KALIRDIN.” Ashabı Kehf’in durumları “Yaşayan fakat 309 yıl boyunca hiç kıpırdamayan heykeller” gibidir. Çünkü insan ya ölüdür ya diridir. İkisinin arası olamaz. Ölüden beklenen “Ölü” gibi davranması; diriden beklenen de canlılığı, hareketliliğidir. Doğal olan bu ayrımdır. Fakat ölü ile diri arasında “Canlı heykel olmak” herhalde göreni “Dehşet” içinde bırakır! Karadelik olay ufkundakine benzeyen bu donmaya, ayet “GÖRSEYDİN SANIRDIN” diyerek dışarıdaki bir gözlemciye “Görecelik” tanımaktadır. Bu hitap ap-açık RÖLATİVİTE TEOREMİNİN HABERCİSİDİR. Özellikle “309” yıl geçmiş fakat “Ashabı Kehf” için sadece bir günden az bir zaman geçmiştir. Karadelik tekilliğini kuşatan olay ufkunu örümcek ağına boşuna benzetmedik. “Sonsuza kadar tutsak olmuş cisimlerin tekillikte hareketsiz kalması “Ankebut” suresi 41. ayet’te şifrelendirilmiştir: * “ALLAH’TAN BAŞKASINA TAPINANLARIN DURUMU, KENDİNE YUVA EDİNEN (dişi) ÖRÜMCEK GİBİDİR. OYSA YUVALARIN EN GEVŞEĞİ ÖRÜMCEK YUVASIDIR. BUNU BİLSELERDİ PUTLARAR TAPINMAZLARDI.” Ayet, Allah’a asi olanların “Kara ölümlerinde” nasıl bir “Zaman eziyeti” çekeceklerini anlatmaktadır. Çünkü insan ana rahmi olan, gün ışığını gören bir akdelikten doğar ve kollapsarlardaki gibi bir karadeliğe defnedilir, bir kara kabir de ölür. İnsanın gençliği asal yıldız; yaşlılığı kırmızı dev; son nefesi süpernova ve cesedi karadelik gibidir. Ölen insan kendi olay ufkuna kapanmış olup, dünyaya hiçbir sinyal verememektedir. Fakat dışarıdan sinyaller (Fatiha, evlatların durumları mezarın başucuna gelenlerin ayak sesleri gibi mesajlar) alabilmektedir.
KESİM: 56
KARA EVRENE GİRİŞ
DÖNÜŞSÜZ TEKİLLİK
Sunduğumuz ayet, dikkat edilirse, “Sonsuza kadar donmayı” Dışarıdaki gözlemciye göre anlatmıştır: Oysa “İçeride tutsak olan ikizimiz” için zaman durmamıştır. “Sağa-sola çevrilmeleri” demek “Çekimsel gel-gitlerle” aşağı yukarı uzatılacağımız bir zaman genleşmesini haber vermektedir. Bunun anlamı, karadelik olay ufkuna saniyenin milyonda-birinde varmış olan ikizimizin, (Orada donmuş olarak ebediyen beklemekte olduğunu sanmamıza rağmen) çoktan, bir daha geri dönmemek üzere evrenimizin dışına yol almasıdır. Bu olayı, “Çökmekte” olan bir yıldız üzerinde yeniden sınayalım: Çöken bir dev güneşin üzerindeki bir gözlemci, yıldızın Schwarzschild çapına göçmesinde hiçbir anormallik sezmez iken, bu Güneşe bağlı bir dünyadaki diğer “İkiz gözlemci”, Güneşin saniyenin milyonda-biri zamanda birden söndüğünü görür. Fakat (Artık karadelik olmuş, eski güneş) çevresindeki cisimleri çekimle etkilediğinden, gezegenler onun çevresinde dönmeye sürdürürler. Karaboşluk, kendi olay ufku içinde, bize donmuş görünür. Oysa “Olay ufku içinde” aslında gerçek bir ışıma olmayan çok silik bir ışıma vardır. Bu silik ışıma, çökme sırasında Schwarzschild çapı ile olay ufku arasında kalan bölgede hapis olmuş “Artık” bir ışımadır. Bu aldatıcı ışıma, karaboşluğun olay ufkuna girdiğimizde bizi kandırarak, sanki karaboşluk “Oradaymış” gibi gösterir. Oysa biz bu donmuş hayale tam çarpacağımızı hesaplarken, o kaybolur. Çünkü bu çökme artığı sentetik bir ışımadır, gerçekte yoktur!.. Bu ilk tuhaflığı aşınca, “Donmuş sandığımız yıldız” birden hareketlenip, dinamik bir göksel varlık oluverir. İşte bu “Hareketlenme”, bizim başka bir evrene geçtiğimizin ilk belirtisidir. Bu aşamayı izleyerek, bu yeni evrenin, yani olay ufku denen kürenin keşfine çıkalım. Biz, bu sırada, merkezdeki kara noktaya düşmekteyiz: Olay ufku küresi, gittikçe yoğuşan katmalardan, iç-içe giderek, daha farklı katmerli tabaklardan oluşmuştur. “Her tortul tabakadan, bir diğer tabakaya bindiğimizde”, derinliklerine işlediğimizde, karaboşluklar daha etkin (Aktif, dinamik) olur. Tek yönlü düşüşümüz nedeniyle, bulunduğumuz tabakanın yüksekliğine bağlı olarak, yine tek yönlü haberleşme yapabiliriz. Diğer ikizimizin de bizimle birlikte yanımıza geldiğini, fakat bir üst tabakada olduğunu varsayarsak, onun telsiz mesajını alırız ama karşı cevap gönderemeyiz. Bizi altımızdaki tabakada bir üçümüzü varsa, o, her ikizimizin de mesajını alır, fakat bize mesaj gönderemez. Çünkü radyo dalgaları kavis çizerek (Radyant) yıldıza geri döner ve üst katmanlara ulaşamaz. Karadeliğin “Ölüm merkezine” zorunlu olarak, tek yönlü çivileme düşme ile çekiliriz. Her aştığımız tabakada, kütlemiz sonsuza doğru büyümeye ağırlığımız artmaya başlar. Her tabakayı geçişimizde ağırlığımız bin, milyon, milyar… katlanarak artar. Çekimin gel-git etkisi de bununla orantılı olarak çok artar. Ölüm merkezine düşmekten kurtulmak aradığımız “Enerji ihtiyacı açığı” büyür. Çünkü, Enerjinin de kütlesi olduğundan o da ölüm merkezine tutsak olmak zorundadır. Kısaca, hiçbir biçimde madde ve/veya enerji kütlesi geri dönemez. Sözünü ettiğimiz
“Karadelik” mutlak ölümle sonuçlanan ve dönmeyen (Statik noktasal tekilliği olan) bir türedir. Onun ölüm merkezi olan “Dönüşsüz tekillik” tastamam ortasında yer alan, boyutsuz bir noktadan ibarettir. Bu kara noktanın görevi, yuttuğu maddeyi bileşenlerine çözerek ufalamaktır. Biz önce işkence aletinde çekilen biri gibi kopup parça parça oluruz. Sonra moleküler yapımız dağılır. Daha sonra et ve kandan eser kalmayacak biçimde atomlarımıza ayrılırız. Bununla da kalmayarak, atomlarımız “Atom-altı Subatomal” yapıya ufalanırlar. (*) “Atom”, proton, nötron ve elektron üçlüsünden yapılmıştır. Proton ve nötron ise pion denen Pi-mezonlarından kuruludur. Pion yoğuşmasını daha önce nötron yıldızlar konusunda sunmuştum. Aslında pionlar da kendilerini oluşturan “Kuarklardan kurulu” olduğu için, çözülme süregelir. Bir anlamda, karadelikler küçük kütleliyse “Kuark” yıldızlardır. Eğer daha büyük kütleli ise Rİshon, Leptokuark ve bunları da oluşturan en küçük kuantlara dönüşür. Böylece karadelikler “BİRLEŞİK ALAN” makinesi oluverirler. Her şey, temelde birlenmektedir. Bir karadeliğe ne ilave edilirse edilsin, her şey “En küçük bileşeni” neyse ona dönerek temelde birlenir (Vahdaniyete rücu) ve karamaddede her şey özel ve kişisel kimliğini kaybeder. (Vahdaniyette yok olmaya rücu). Atomaltı yapı, bir “Sür-git” biçiminde bileşenlerinin en temeli neyse ona çözünür. Karadelik tekilliğinde 10
-14
cm.den sonra çekim etkisi sıkışmasının
sonu geldiği için yok olur. Aynı mantıkla, kuantlaşmanın bittiği madde ötesi madde olan ve 1,4x10
-13
cm. diye gösterilen “Mini Hilbert uzayı” başlar. Hilbert uzayı akla gelebilecek, en
küçük uzay aralığı (Esir) olup, bunun yanında hiçlik denen sıfır bile “Kocaman bir varlık” oluverir. İşte bu olgu, bütün nefisleri (Yani özel kimlikleri) ortadan kaldırıp, “BÜTÜNLÜK” denen Kuantik ilkeyi gerçekleştirir. Bu aşamada, her şey boyutsuzdur. Özler arasında “Hiçbir mesafe ve ayrılık” yoktur, her şey bitişik ve birbirinin aynıdır. Bundan ötürü İslam’da birlenmek olan Vahdaniyetten söz ediyoruz.
“Yok olmak”, bir karadelik içinde, bileşenlerin en küçüğüne ayrılarak oraya sıkışmaktır. Bu sıkışma basıncı çökmekte olan yıldıza daha çok enerji ekler ve çöküşü hızlandırır. Çöküş, “Hilbert uzayı denen” en küçük uzay aralığına kadar sürer. Eğer maddenin “Bileşenlerinin bileşenleri” böyle bir uzayla sınırlandırılmasaydı, her tür karadelik içinde ölüm kaçınılmaz olurdu. Maddenin bileşenleri sınırlı olmasaydı, yutulan tutsak nesne, tekillik içinde daima yeni bir alt bileşenini bulup, sonsuza kadar bir iplik gibi yol alırdı.
KESİM: 57
SİNGULARİTE
“PERÇEMDEN VE TOPUKTAN YAKALANMAK” Karadeliğin ölüm merkezi olan noktasal tekilliğin görevi maddeyi bileşenlerine çözerek onu enerjiye çevirene kadar öğütmektir. Böylece, maddenin imhası (ölümü) ortaya çıkar. Enerji de burada yutulduğu için onun da ölümsüzlüğü lafta kalır. Uzay ve zaman da aynı yere ütüldüğü için “Evrenin ölümsüzlüğü” de bir masal olur.
İşte, bu nokta tekillik, yuttuğu şeyin dört boyutunu önce üç boyuta, sonra iki boyuta ve tek bir uzunluğa indirger. Cismin hacmi, preslenerek önce yüzey olur, sonra da lineer uzunluk oluverir. Bu uzunluk, bir İPLİK biçiminde karadeliğin iğne deliğinden, kalınlıksız, fakat sonsuz uzunlukta çekilmeye başlar. İşte buna “Boyut yitmesi” denir. Hacim ve mekân çözülür, her şey bir iplik gibi tekillik merkezine çekilir. (*) Bir cismin hızlandırılması sırasında, boyunun hareket doğrultusunda kısaldığını sunmuştuk. Şekil 18’den hatırlanırsa, düzgün küp biçiminde bir cisim, ışık hızına doğru hızlandırıldığında, hareket doğrultusu yönünde boyu kısalırken, buna karşılık, eni zıt yönde yayılmaktadır. Işık hızı eşiğinde, bir metre boyundaki cetvelin boyu yarıya iner. Buna karşılık cetvelin eni kalınlaşır. Tam ışık hızında bir cismin boyu sıfır uzunlukta, eni (Yani hareket doğrultusuna dik yöndeki uzunluğu) sonsuz bir tek boyutlu iplik haline dönüşür. Biz, kuantları, ensiz (Sıfır kalınlıkta noktalar olarak görürüz. Oysa onlar gerçekte sonsuz uzunlukta bir makarna ipliği gibi çekilmiş on boyutlu mini-tünellerdir. Çünkü ışık hızında, bir kuant “Tekillik” denen sonsuz bir uzunluk haline gelir ve ucu karadeliğe değerek yakalanır. Eğer evrenin üçüncü düzlemine geçseydik, kuantların noktasal (boyutsuz) değil; tek boyutlu iplikler olduğunu görecektik. (İleri ciltlerde izleyeceğimiz kuantlar, on boyutlu iplikçiklerdir.) Karadeliklerin asimetrik çıplak tekillikleri olan türünde “Gök yarıkları” doğar ki, kuantın dev bir iplik görüntüsünden başka bir şey değildir. Bu konudaki ileri bilgilerimizi, “Çıplak tekillik” konusunda okuyabilirsiniz.
Bu iplik olup iğne deliğinden geçmenin sorumlusu, elbette çekim kuvvetidir. Karadelik olayında, doğanın en zayıf kuvveti olan çekim, kendinden tirlyarlarca kez güçlü, diğer görkemli üç doğa kuvvetini alt ederek, üstesinden gelir. (*) Çekim kuvveti, iki cismin birbirine yanaşması sırasında ortaya çıkan ve kendini “Gel-Git” biçiminde hissettiren bir “Çekimci dalga”dır. Çekimci dalgalar, bir cisimden kaçarak, çekimci özellik gösterirler. “Süper çekim teorisi” ile çekimci dalgaların “Gravitino” adlı bir kuantik parçacığı olduğu öngörülmüştür.
Yüzmilyar Güneş ağırlığındaki bir galaktik karadeliğin merkezinden 200 km. dışarıda (Yani olay ufkundan 1,5-2 km. uzakta ya da Schwarzschild yarıçapından milyon kat uzakta) güvencedeyizdir. Ama olay ufkuna değdiğimiz anda, çekim gel-git dalgalarının ölümcül etkisine gireriz. Çekim dalgaları, bizi uzatmaya başlar. Normal boydaki bir insanın başı ile ayakları üzerinde çekim farkı çok büyümüş olarak ortaya çıkar. Ayaklarımızda çekim çok etkilidir ve ayakları birleştirip, boyunu birkaç misli uzatmaya başlar. Tutsak olmuş insanın iki omuzu da merkeze paralel inmediğinden, omuzlar birbirine bitişmeye zorlanır. Bu çifte etki nedeniyle tutsak olan insan, görülmemiş biçimde uzayıp, incelmeye başlar. Sonra ayaklarındaki çekim katmerli arttığından, ayakları yüz misli uzarken, omuzları bir “Yüksek atlama sırığı” kalınlığında darlaşır. Çekim, tutsağını bir iplik halinde uzatmaya başlar. Bu tek boyutlu (Eni, derinliği olmayıp, sadece tek bir uzunluk boyutu haline gelen) tutsak, artık kimliğini kaybetmeye başlar ve ayaktan itibaren kendini oluşturan atomaltı bileşenlerin bileşenlerinin bileşenlerine küçülmeye başlar.
Çekimin dayanılmazlığını, daha önce, bir cm. yükseklikteki Nötron yıldız dağına tırmanmaya çalışan bir dağcı örneğinde sunmuştuk. Karadeliklerde ise bu çaba imkânsızlaşmıştır. Çünkü hiçbir kalori, enerji ve kuvvet karadelikten kaçmamıza izin veremez. Kaçabilecek tek nesne olan ışık bile karadeliğe yenildiği, yutulduğu için, madde çoktan karadeliğin yemi olmak zorunda kalır. Gel-git etkisinin bu işkencesini, karadeliğe en yükseklerden düşerken hissederiz. Bu çekim osilasyonundan ötürü karadeliğe yutulan her şeyin, bir “İPLİK” gibi çekildiği görüntüsü ortaya çıkar. Gel-git dalgalarına olan direncimizi formülize edebiliyoruz: Olay ufkundan itibaren bu direnç giderek kırılmakta ve yutulan her nesne, kimliğini kaybederek, tek tip bir “İPLİK” görüntüsü vererek, karadeliğin “İĞNE DELİĞİNE” girmektedir. Bir kez tutsak olduk mu, artık bizi (ve her maddeyi) iplik gibi çeken-uzatan bu çekimsel gravitik osilasyon gel-git’i bizi önce atomlarımız düzeyinde “TESBİH” gibi ”TEK BOYUTLU” olarak dizer. Daha sonra atomaltı parçacıklarımız daha ince bir tespih gibi dizilmeye başlar. Sonra d ağabeyleşenlerimizin bileşenleri neyse ona doğru daha küçük “TESBİH” gibi diziliriz. Bütün kuantlar tam bir “TESBİH” görüntüsüyle peş peşe dizilerek tekilliğe yutulurlar. Tekillik “İğnenin deliği” olup oraya uzay-zaman boşluğu denmektedir. Orada madde, kendisini oluşturan enerji paketçiklerine, kuant denen tespih taneciklerine dönüşerek “Aslına rücu” eder. Bu zorunlu bir gidiştir. Çünkü karadelik, sadece yutar ve çeker. Kaçamama limitinde, ağırlığımız milyar katına çıktığından, 1.80 cm. olan boyumuz da milyonlarca km. uzunluğa “İplik” gibi uzar. Ayaklarımızda çok şiddetli; başımızda daha düşük bir çekim gel-git’i hissederiz. Boyumuz uzadığından, çekim çekilmesiyle düştüğümüz sürece Ayak tabanımız ile başımız arasında “Sınırsız bir uçurum” doğar. Bu da Rahman 41. ayetin ledünni (örtülü) sırlarındandır: * “SUÇLULAR SİMALARINDAN (Yani farklı görüntülerinden) TANINIRLAR DA, PERÇEMLERİNDEN VE AYAK TABANLARINDAN YAKALANIRLAR.” Bu ayet açıkça, “Çekim gel-giti’nin” yakalamasını karadelik düzeyinde açıklamaktadır. İnsanın en üst limiti, özellikle saçları, en alt limiti de bilindiği gibi ayak tabanlarıdır. Sözünü ettiğimiz iplik gibi çekilme burada da en üst ile en alt arasındaki uçurumu sunmaktadır. Bu sınırsız uçurum, tekilliğe doğru, vücudumuzu “Sonsuz” uzatır. Öyle ki kaslarımızın kanı, eti ve organik izlerini bile göremeden “Hiçliğe doğru” un-ufak tozumsu tek bir uzunluk olarak ölürüz. Böylece bütün vücut kütlemiz, çok kısa bir anda ve TEK BOYUT olarak, sonsuz sıkıştırılma etkisiyle hacmini sıfıra küçültmektedir. Bu serüven “İğne deliği” olan tekillik noktasında sonlanınca, artık, biz de karadeliğin bir parçası haline geliriz. Oradaki mezarımız “Öteki dünyaya” uzatılmış olur. Burada sunduğumuz karadelik, örneğin bir “Karanokta” gibi kesin kes öldüren karadelik tipidir.
Böyle bir karadelik, ölüm merkezine bizi sonlu bir anda mal ederek, mutlaka öldürmüş olur. Çünkü sıkışma bizi en küçük bileşenlerimize ayırmış, karadelik maddesiyle “Eşit” yapıya ulaştırmıştır.
KESİM: 58
KOZMİK SIRLAR
"GÖĞSÜN VE KALBİN DARALMASI” Her insanın “Kişisel” tüneli, kalbinin ardındaki saklı uzaydadır. Beynimiz “Süper uzay denen misal âlemine”; fakat kalbimiz, kendi ölüm-doğum (Kara ve akdeliğimizin hortumu olan) “Tüneline” açıktır. Bu tünel ya Arş’a Mi’rac yolu olan dosdoğru=Sıratal müstakiym=İliyyin âlemine, yükselir; ya da tersine, esfeli safilin olan Siccin’i aşağılanır. Seçim, ise nefsimizin muhtar iradesindedir. Kalbimiz, Kirlian fotoğraflarında ve “Suptil duble” denen saydam bedenimizde “Sağda” görünmekte ve paranormal kalp atışları aygıtlarda kayıtlanmaktadır. Kalbin, niçin, öteki vücut organları gibi suptil dublede aynı yerde kalmayıp, yer değiştirdiği anlaşılamamıştır. Sözünü ettiğimiz kalp, bildiğimiz organik kalp değil, onun “Sağa” geçmiş olan KEHF denen mağaraya benzer boşluğudur. Bu boşluk, “Suptil duble” denen “Enerjik ikizimiz” ruhsal durumlarımıza göre genişleyip daralmaktadır. Kederli iken darlaşmakta olan bu kalp boşluğuna uygun olarak, akciğer dublesi de omuzlardan basılarak darlaşmakta ve psikolojik (Ya da alerjik bir nefes darlığı) astım ortaya çıkmaktadır. Kalp ve akciğerler, ayetlerde, birlikte, “Göğüs=Sadrek” adını almaktadır. “Göğsün genişletilmesi, göğsün yarılması, göğsün sıkıntıya düşmesi” biçimindeki ayetlerde, tıpkı “Karadelik tekilliğine” çekilen birinin omuzlarından içe bastırılıp preslenmesi gibi bir “Daralma” duygusu doğmaktadır. * “ALLAH KİMİ DOĞRU YOLA (Sıratal müstakiym ki, iplik gibi dümdüzdür) KOYMAK İSTERSE, ONUN KALBİNİ İSLAMİYETE AÇAR. KİMİ DE SAPTIRMAK İSTERSE, GÖĞE YÜKSELİYORMUŞ GİBİ (Karadelik tekilliğine çekiliyormuş gibi) KALBİNİ DAR VE SIKINTILI KILAR.” Ayette, “Göğe yükselmek” ile “Gök kapılarından” yani karadeliklerden geçtiğimiz anlatılmıştır. Bu nedenle “Karadeliğe çekilmek” ile “Göğe yükselmek” arasında bir aykırılık yoktur. İkisi de aynı şeydir, çünkü bir karadelik daima “Gökte”dir, yerde veya burada bir yerde değildir. Ayetin “Arz=Yer” anlamı, atmosferin yukarı tabakalarında oksijen olmayışını öncede haber vermektedir. (Özellikle, dağ başlarından itibaren bu oksijen yetersizliği bilindiği gibi hissedilmektedir.) Aynı ayetin “Gök=Sema” anlamı da, insanın “Tünelini” kullanarak (Ya da bir kaza sonucu kendi tüneline yakalanarak) kendi varlığını “Uzaya taşıması”dır. Bu konuda bedensiz astronomi dediğimiz önceki bilgilerimizi hatırlayabilirsiniz. Bedensiz astronomi, kozmik rastlantılar sonucu ya da çok güçlü bir elektromanyetik
alanda “Bedenle birlikte” dış uzaya iç uzayımızı taşımaktır. Elektrik ve manyetik alanlar dipole olduğunda, yerdeki bir beden ile yukarıdaki bilinç, birbirini çekebilmekte “Yukarıda” yeniden birleşerek, vücudu uzaya ve/veya uzayı vücuda getirebilmektedir. Kendiliğinden yananların (Yani uzaydan “Şıhab” denen kozmik ışınları isabet alanlar) ve ünlü “Philadelphia deneyi” tayfalarının “Uzaylarının donmaları” ve alev almalarından bu mekanizma sorumludur. Yine elektromanyetik şeytan üçgenleri fırtınalarında insan ve taşıt kaybolmaları da, bu mekanizmanın doğada kendiliğinden olan biçimidir. İster kendiliğinden, ister bir deneyle isterse (Piri Reis’in haritalarında olduğu gibi) bir din disiplini ile “Tünelden yukarı uzaya kısa bir mi’rac” mümkündür. Burada, kişisel tünelimizi, yani bizi doğuran, ruh üfleten ve hayat boyunca SAMED’den besleyen rızık kablomuzu” kullanmaktayız. Aynı kablo, bizim vademiz dolunca, karakabire çeken kara-tüneldir. Bu kozmik tüneller vücudumuzda kalın halatlar (Aku-atlas) biçiminde izlenebilmektedir. Tünellerden en önemlisi ise, kalbimize giren ve ŞAHDAMARINI TIPATIP İZLEYEN ANA TÜNELDİR. Buradan kalbe ve kalbin içindeki “SIR” perdesi ardından ALLAH’a Mİ’RAC EDEN “En kısa İliyyin tünel” ile bağlantı kurulur. Kalp tüneli mühürlendiğinde yani kapı yasaklandığında ise, tünel ters yöne, “SİCCİN”e yönelmektedir. Çünkü tüneller dinamiktir ve mutlaka bir yukarı ya da aşağı irtibatlanmak zorundadır. Doğru yolu seçenler (İliyyin doğrultusu) için “Öteki evrene yol veren” karadelik kapıları vardır. Fakat aykırı yoldakiler için “Mutlak bir daralma, sıkıntı” vardır. Bu durumu, maddenin ölmesi yanında, maddenin efendisi olan akıl boyutunun (Bilincimizin) maddeye (Cesede) bağımlılığı nedeniyle “Ruhsal sıkıntı=Kabir azabı” olarak da algılarız. Çünkü bilinç boyutunun uzayının “Kuant=Madde bölgesi” uzayından KÜÇÜK olması nedeniyle, bilinci oluşturan yapıyı maddenin “bileşenlerinin” sonuçlandığı, sonsuza uzadığı gibi düşünmeliyiz. Böylece ölüm sonrası mekanizma da açığa çıkmış, kabir sefası veya kabir cefası biçiminde ölümden sonraki kaderimiz ortaya çıkmış olacaktır. Madde ile beraber tutsak olan ruh, zamansız bir yolculuğa çıkar. Nasıl ki karadelik, aslında bir yıldızın “Cesedi” ise, karadeliğin yuttuğu bir canlı da ceset olmak zorundadır. Bilinç bu cesede bağlı kalır, ceset ufalandıkça (Yani bir karadelik içinde yol aldığı sürece) daima bir alt bileşen bulur ve bu bileşenin mutlaka zaman olarak bir karşılığını bulur. Dolayısıyla “Kıyamet” karadelikleri yok edene kadar, sonu gelmeyen zamanın sonsuz olduğu bir yolculuğa çıkmış olur. “İYİ” dediğimiz bir insan için, bu durum (Belki de Cennetten açılan bir müjde kapısı olarak gösterilen mekân) bir kapı olarak sonlanırsa, adına “Kabir sefası” denmektedir. Gerçekten de dönen bir karadelikte, başka bir evrene (ya da âleme) açılabilen 565 metre boyunda “Nurlu” bir kapı vardır. Nitekim İslam verileri ve özellikle hadisler, “GÖKLERİN GÖRÜNMEZ KAPILARININ NURDAN BİR HALKASI OLDUĞUNU” bildirmektedir. Öğretimizin gök fizikçileri bu halkayı bulmuş ve ona “HALKA TEKİLLİK” adını vermiştir. “Göklerin kapısının görünmez olmasının” nedeni, olay ufku denen “Zulmet hicabının” arkasını göstermemesi yani onunla haberleşmemizi sağlayan ışığın çıkmasına izin
vermeyip karanlıkta kalmasıdır. Fakat “Dönen bir karaboşluğun “Olay ufkunun içindeki” biri, bu “Nurlu halka tekilliği” görecektir. Oysa dönmeyen (Statik) bir karadelik tekilliği nokta biçiminde olduğundan “Kapılar” iptal edilmiştir. Dolayısıyla bir “Nurdan kilidi” yoktur. Dışarıdan kalan biri, olay ufku ardındaki bu halkayı göremediği için onu fark edemez. Oysa gerçekte orada “Görünmeyen bir gök kapısı” vardır. Dışarıdaki birine göre, nasıl ki çökmekte olan yıldız donup kalmışsa, bunun yuttuğu bir varlık da sonsuza dek erişemediği tekillikte ebedi bir askıda kalmış gözükür. Oysa o varlık saniyenin yüz milyonda-biri zamanlarda, ölüm merkezine çoktan girmiştir. Dışarıda kalan gözlemci, aslında ne yıldızın donduğunu, ne tutsak ikizinin heykelleşip asılı kaldığını gerçekte göremez. Bu ancak (Olay ufuksuz) çıplak bir karadelikte görülebilir. Çünkü olay ufkundan dışarı (Haberleşmemizi sağlayan) ışık geri dönemez. Sunduklarımı, “Dışarıdaki ikizin” olay ufkunu gördüğünü varsayarak anlatıyorum. Bu gözlemlerden en tuhafı da “İplik gibi çekilmek” görüntüsüdür. Bu bir tespih değil; sözün tam anlamıyla, tam bir ipliktir. Dolayısıyla noktasal biçimdeki bir tekilliğe de “İĞNE DELİĞİ” diyebiliriz. Aslında bu tespitimizi 1400 yıl önce söyleyen bizzat Rabbimizdir. Bunu bir sonraki kesimde izleyebiliriz.
KESİM: 59
NOKTA TEKİLLİK
“DEVE İĞNE DELİĞİNDEN GEÇMEDİKÇE” “Nokta tekillik” yani, kesinkes dönüşsüz, “SİCCİN” (Vakıa Suresi) biçimindeki tekillik mübarek kitabımızda A’raf Suresi 40. ayette geçmektedir: * “AYETLERİMİZİ” (delillerimizi, göstergelerimizi, ibaretlerimizi, derslerimizi) YALANLAYANLARA VE ONLARA KABULLENMEYİ KİBİRLERİNE YEDİREMEYENLERE, (*) GÖKLERİN KAPILARI (Sonsuz küçük bir nokta olan karadelik tekilliği ki bu kapı değildir, asıl kapı halka biçiminde tekilliktir) ELBETTE AÇILMAZ VE DEVE İĞNENİN DELİĞİNDEN (Noktasal tekillikten) GEÇİNCYE KADAR ONLAR CENNETE GİREMEZLER, BİZ SUÇLULARI İŞTE BÖYLE (Tek boyuta indirgeyerek de) CEZALANDIRIRIZ.” (*) Monşercilik oynayan güya septik, sözde radikal, kimi ateist kimi münafık resmi bilim entelleri buradaki tanıma uyuyor.
Rabbimizin “İğne deliğinden” söz etmesi, örtülü anlamda “İPLİK” tanımını da beraber getirmektedir. Çünkü iğne ile iplik birbirinden ayrılmazlar, fonksiyon olarak birbirlerini tamamlarlar. “DEVE” terimi de hem bir bilimsel orantı; hem de devenin eğri biogeometrisinin çekim osilasyonuna benzemesi nedeniyle verilmiş bir şifredir. (*) Burada sunduğumuz noktasal yani iğne deliği biçimindeki tekillik “Siccin” denen gök
kapısını anlatmaktadır. Daha sonra ele alacağımız ve ardından başka alemlere geçeceğimiz “İliyyin” tipi karadelik ise ulvi gök kapılarıdır. Nurlu bir halka biçiminde olan bu halka tekillik, dönen bir karadeliğin çökmesi sonucu ortaya çıkar. Sunduğumuz ayete ilişkin yorumuma okuyucu bir tepki göstermemelidir. Çünkü Kur’an (Bilimsiz düz mantıkla) sadece hukuk ve sosyal içeriği bakımından “Apaçık bir kitaptır”; Bunun dışında özellikle “Âlimleri muhatap” alan sırlar, ancak bilim mantığıyla anlaşılır. Yani bilim bulur ve ayet’e hizmet etmiş olur. Hem bilimi hem cifiri bilmek ise çifte avantaj olup Ankebut 40. ayetin sırrına ulaşmaktır. Sunduğumuz ayetin ikizi “Vakıa” suresidir. Dolayısıyla, ayetin cifir
devamı
“Rahman
41-de
saklıdır.
Devenin iğne
deliğinden
geçmesi,
“Felâ” diye
yasaklanmamış, tersine “Hatta” biçiminde desteklenmiştir. “Felâ” “kesinkes mümkün değil” demektir. “Hatta” ise “Ta ki” anlamında olabilirliği sunmaktadır. Rahman 41. ayeti “Gökyüzüne çekiliyormuş gibi, kalbin dar ve sıkıntılı kılınmasından” hatırlayınız.
Cifir matriks geometrisinde “Deve” terimi, tipik bir elektromanyetik duran dalga biçimidir. Cifir biliminde, üç boyutlu bir cisim (Matrix) en yalın biçimde, iki boyutlu vefk denen (Kore Matris) cebiri ile gösterilir. En basit ve ilk kare matris 3*3lük (dokuz kutulu) sayılardır. Bu sayıların hiç biri tekrar edilmeksizin nereden toplanırsa toplansın aynı sayıyı vermektedir. (Şekil-34) Şekil: 34/A
Şekil: 34/B
Şekil: 35
“DEVE=GAMMA DALGASI” Bu Matris dalga mekaniğine “Ardışık” grafik edilirse aşağıdaki biçim çıkar: Buradaki dalgada çift
horgüçlü
boynuzlu
olan
bir
deve
grafiği
saklıdır:
Bu
grafiğin
özgün
adı
“Gimmci=Cemel=Gamma=Deve” dalgasıdır. Grafik çizilirken, en üstteki eşelde yer alan ardışık (Sıralı) sayılar matriste (Vefkte) hangi sırayla (I, II, III) rastlıyorsa orası işaretlenip, dalga mekaniğine göre şekil sinüzoidal eğriltilir. Örnekteki kare matris, kolon, sıra ve köşegen olarak simetrik toplama sonucu aynı sayıyı veren ayetteki Cemel=Deve’nin EBCeD’i değeri olan 3+40+30=73’ün determine yazılmasıdır.
Şekil: 36
Şekil: 37 Böylece deve heykeli, önce deve resmi sonra da “İĞNE DELİĞİNDEN GEÇEN İPLİK” oluveriyor. Tıpkı ayetteki gibi:
“AYETLERİMİZİ
YALANLAYANLARA
VE
ONLARI
KABUL
ETMEYİ
KİBİRLERİNE
YETİREMEYENLERE GÖKLERİN KAPILARI ELBETTE AÇILMAZ VE DEVE İĞNE DELİĞİNDEN GEÇİNCEYE
KADAR
CEZALANDIRIRIZ.” (Araf-40)
ONLAR
CENNET’E
GİREMEZLER.
BİZ
SUÇLULARI
İŞTE
BÖYLE
İLERİ BİLGİLER: 36
ZAMANIN DOĞASI/ZAMAN KÜRE Şu ana kadar kesimlerde, karaboşlukların, sadece çekimsel etkilerini vurgulamaya çalışırken (Rölativitenin 4. boyutun olan) zaman çarpıklıklarına, elektromanyetik zaman fırtınalarına değinmedik. Öğretimiz ciltlerinde rölativite teoremini (bir diğer adıyla ikizler çelişkisini) olduğunca anlatmaya çalışmıştım. Şimdi ise, bir karadelikteki zaman açmazlarını, akıl almaz “Zaman kavşaklarını” ve “Nedensellik” denen “Yobaz” fiziğin en kutsal ilkesinin Karadeliklerde nasıl alaşağı edildiğini göstermek bakımından zaman ile ilgili hatırlatma ve tazeleme kabilinden kısa bir özet veriyorum: Rölativite uyarınca “Uzay ve zaman ile bileşim”dir. Uzay, yani mekân 3 boyutludur. (En, boy, yükseklik) Zaman dördüncü bir başka üst boyuttur. Bu dört boyutlu birbirlerinden asla ayrılmazlar. Et tırnak gibi yapışıktırlar ama birbirinin aynısı değillerdir. Evrendeki bütün olayların arasında yer alan, olayları birbirine bağlayan “Zaman” koordinatı “Soyut”tur. Müslüman Zig-zag bilgini Prof. Kozirev, “Zamanın” aynı anda, bir enerji olduğunu bulmuştur. Biri boyut, diğeri enerji olduğunu bulmuştur. Biri boyut, diğeri enerji olan iki teoremi birbiriyle uzlaştırmak için, “Üç boyutlu zaman” teorisini oluşturmuştum. Buna göre, mekân (Yer) boyutlarında, “Örneğin (a) uzunluğu” eğer bir karadelik tekilliği ardına geçerse (-a) ismini alır. Birincisi somuttur. (Örneğin bir cetveldir.); İkincisi soyuttur. (Örneğin saattir.) Kozirev, zamanın (Einstein’ın tek boyutundan öte) bir enerji olduğunu söylediğinde, “Zaman boyutunun” yalnızca lineer=doğrusal olamayacağını, bunu bir alanı olduğunu varsayalım. Nasıl ki bir “Arsa” en ve boy çarpımı olan ”iki boyutlu yüzey” ya d alan kavramıysa, zamana denen boyut-enerjisinin de “İki boyutlu” olabileceğini varsaydım. Özellikle “ışık hızının karesi” derken (km²) gibi) “Saniye kare” üzerinde düşünerek, zamanın bir enlemi ve bir de “Boylamı” olduğunu kanıtladım. Zaman enlemi ve zaman boylamı demek, a x b alanının, ötede (örneğin ahrette) (-a) x (-b)den oluşmuş, “Sıfırdan küçük bir mekân boyutu olduğunu” sezdim. Gerçekten bu bulgu, Kozirev’in “Zaman enerjisinin” açıklamıştır. Bununla da yetinmeyerek, ayrıca “Zaman yüksekliği” yani (-c) boyutunu öngördüm. Demek ki “Bir zaman küpü, bir zaman küresi=Chronosphere” söz konusuydu. Nasıl ki bu evrende, bir şeyin hacmi varsa, soyut bir evrende de soyut bir hacim vardı. İşte biz bunu ZAMAN diye algılıyorduk. Aslında, ZAMAN öte âlemin (Sıfırdan küçük esiri, takyonik âlemin) mekân boyutlarıydı. Bu bulgum, madde (Tardyon) ve mana (Takyon) birbirine bakışık (x, y, z, -x, -y, -z) diye sayılan altılı koordinattan oluşan iç-içe yaşayan “Altı mekân boyutlu bir bileşik evren”in ispatı olarak benimsenmiştir. Mekân koordinatları sabit, zaman koordinatı değişkendir. Bir mekânın “Geometrik
boyutları” ne kadar küçülürse ve bir cisim ne kadar hızlıysa zaman da bunlarla orantılı olarak değişkenleşir. Mekân boyutlarının uzamda sabit bir yeri (en, boy, yüksekliği) olduğu halde, zaman boyutunun mekânda sabit bir durağı yoktur. Zaman kuantları etkiler. Fakat çekim akılarından (Gravitik gel-gitlerden) etkilenir. Mekân dilimlerinde değişken olan zaman akışları “Her yerde aynı hızla” akmaz. Boyut ya da statik enerji olan “Zaman” diğer her boyuta teğettir. “Uzay-zaman kenetlenmesi” ile oluşan evren, madde yaratılmasaydı dümdüz olacaktı. Fakat içine madde yaratılıp konduğundan, maddenin “Kütlesine eşdeğer” bir çekim alanı “Uzay-zaman örümcek ağını” bozar yani çukurlaştırır. Hız artışı “Özel görecelik”; Çekimsel geç yaşlanma “Genel görecelik” demektir ki, ikisi de birleşmiş olur. Özel görecelik “Evrende şaşmaz ve değişmez tek hızın ışık hızı sabiti olduğunu, ışığın kaynağının kendinden hızlı gitmesiyle bile ışığın hızının değişmeyeceğine” ilişkin aksiyom sunar. Böylece mutlak ve değişmez bildiğimiz değerler, hız arttıkça, değişip artmaktadır. Çünkü cismi hızlandırmaya katılan (ivmelendiren ya da ısıtan) enerji, cismin sabit kütlesini büyütür. Dolayısıyla bu durumda “Durgun kütleden” söz edilemez. Bir bardak çayı ısıttığımızda ya da onu hızlandırdığımızda “Soğuk ve hareketsiz” halinden daha ağır olur. (Durgun kütle budur.) Hızı arttıkça, büyüyen bu kütle, kendini hareket etmeye zorlayan güçlere direnmesi olan eylemsizliğini de büyültür. Hız ile kütle arasındaki bu geri tepme bağıntısı, hızın artmasıyla, ona engel olan kütlenin de artmasının “Doğru orantılı” olduğunu ispatlar. Kütle, tam ışık hızına erdiğinde, verdiğimiz itme enerjisi, artık onun hızını değil: kütlesini sonsuza doğru arttırmaya harcanır. Böylece, “Maddenin hızı, ışık hızında” SONLANIR. Bu nedenle evrende, her platform sistem bir diğerine göre olarak rotasyon, osilasyon, nütasyon, prosesyon yaptığından, bütün hız çeşitleri birbirine göre farklı ve göreceli (Rölativistik) olur. Bu nedenle dinamik evrende “Işık hızından” başka hiçbir referans” (Başvuru, dayanak, nirengi) bulamayız. Evrende tek bir yerde oluşan, “Tek bir olay” oradaki mesafeye bağlı olarak, başka “Zamanlarda” yaşanmış gibi gelir bize… Örneğin, Güneş’in “Şimdi” söndüğünü düşünürsek, bu dünyada 8 dakika sonra, en yakın bir yıldızda 50 ay sonra, en yakın galakside 3 milyon yıl sonra “Fark edilir.” Olay bir tanedir. Fakat sunduğumuz yerlerdeki gözlemciler bu tek olayı, üç ayrı zamanda görmüş olurlar. O halde her birimizin ayrı bir öz zamanı, “Kolunda özel bir saati” vardır. Aynı hızla giden saatler özdeş; farklı hızla giden saatler ise birbiriyle görecelidir. (Rölatiftir.) Işık hızının %89’u hızla giden bir saatin bir yıl çalışmasına karşılık; Dünyada kalan ve diğeriyle aynı ayarda olan saat, 14 yılı yaşlanmış olur.
KESİM: 60
ZAMAN ÇEKMECESİ
EVREN TARİHİNİ DONDURMAK Yeniden karadeliklerle ilgili “ZAMAN” kavramına döndüğümüzde, tekilliğin uzay ve zamanı tamamen birleştirip, rollerini değiştirerek hapsetmesi sonucu zamanın, karadeliği etkileyemediği anlaşılır. Zaman boyutu da (Diğer dört boyutlunun bütün faktörleri gibi) “İplik” biçiminde tek boyut, doğrusal tekillik olarak evrenimiz dışına çıkar. Karadelikler ZAMANI da YUTAR. Zaman da bir enerji olduğundan diğer enerji türleri gibi karadeliklerce emilip, yok edilir. Rölativite teoremi bununla birlikte kısaca “HAREKETLİ OLANIN DAHA YOĞUN, DAHA KISA, BUNA DİK DOĞRULTUDA İPLİK OLMAYA DOĞRU YÖNELDİĞİNİ” de ortaya koymuştur. Yine rölativite teoremi “Çekim yoğunluğu ile hız artışı”nın ikisinin aynı şey olduğunu “eşdeğerlik” ile açıklar. Buna göre, “Işık hızıyla yolculuk neyse bizi ışık hızıyla çeken karadeliğe düşmek aynı şey” oluyor. Karadelik gibi bir yoğun çekim alanından “Kaçmaya çalışmak” ile ona düşmek ve yıldız çökmesine uğramak özdeştir. İster ışık hızıyla uçalım, ister aynı hızla karadeliğe düşelim: Her ikisi de aynı şey olduğundan, öz-zamanımız kısalmakta, genleşmekte yani saatimizi geri bıraktırdığından dünyadaki ikizimize göre daha geç yaşlanmaktayız. Çekim yoğunluğu ile hız artması aynı şey olduğundan rölâtivist çelişkilere düşeriz. Çelişkilerin hepsi de doğrudur. Çünkü rölâtivist etkiler ve çekim yoğunluğu bize “Her bir nesnenin ayrı bir öz zamanı olduğunu, hareketli olan ya da karadelik gibi çok yoğun bir çekim alanına yaklaşanın özel saatinin yavaşladığını” söyler. Çok uzun bir direğin tepesindeki ikizin, direğin dibindeki ikize oranla daha yavaş akan bir zamanı vardır. Çekimsiz alanda zaman yavaş akar. Dolayısıyla direğin üstündeki (Gökteki) ikizin, direğin dibindeki (Yerdeki) ikizinden daha genç kaldığını anlarız. Genel rölativite teoremi, çekim yoğunluğu ile hız artmasını birleştirdiğinden, iki durumda da “İkizler çelişkisini” yaşamamız gerekmektedir. Schwarzschild “Geometrik çekim yoğunluğunun karadelik çökmesine ulaşması halinde, bu çekim alanından asla kurtulamayacağımızı” belirtir: Çökme hızının ışık hızına eşitlenmesiyle, zamanda da ikizler çelişkisi boş gösterir. Karaboşlukların evreni, bizden farklı olduğundan, olay ufku dışında serbestliği önlenemeyen zaman akışı, çekim altında hapsolur. Uzay-zamanın bu hapsolması, düz (Öklid) uzayın düzlüğünün “Schwarzschild hunisi” biçiminde dürülmesi demektir. Işığın da bir kütlesi vardır. Dolayısıyla ışık da bu dürülmeden etkilenerek enerji kaybeder. (Mecali kalmaz soğur.) Bu soğumanın “Kaybı” zamanın uzaması ile telafi edilir. Madde ışık hızı yasağını olağan durumlarda olduğundan, her madde kütlesi karaboşluk çekiminin tutsağı olmadan kaçınamaz. Kütlenin (Örneğin bir insanın) bu tutsaklıktan kaçması için, ışıktan hızlı gitmesi gerekmektedir. Madde olarak ışık hızını aşamadığımıza göre bizim kaçmamız için, dostların verdiği (Kurtulma hızına katkı olacak) her enerji, bizi
daha ağırlaştırdığından, saplandığımız batağa çeker. Dolayısıyla aklımıza ilk gelen “Enerji bulup da kurtulma umudumuz” aldatıcı olur. Karadeliklerdeki zaman faktörünü anlatmak için bir karadeliğe yolculuğu idealize edelim. Fakat öncelikle bir karadeliği bulmanın zor olduğunu belirtelim. Çünkü eğer onu “Yakalama diskindeki” bize teğet etkilerden tanıyamazsak, rastgele bulmamız zordur. Onu tanımamızda iki güçlük vardır. Adı üzerinde karadeliktir: Işığı bırakmadığından onu göremeyiz. İkinci güçlük ise onun çok küçük olmasıdır. (*) On Güneş kütlesindeki bir karadeliğin yakalama yarıçapı 29 km. olup, eğer bize uzaklığı güneşinki kadar olsaydı bu bilyeyi 110 km. öteden görmek kadar imkânsız olduğundan fark edilemeyecekti.
Daha önce birçok kez, olay ufkunun biraz dışındaki gözlemci-ikizin, tutsak-ikizini izlemesi halinde, onun karadelikle birlikte sonsuza dek donmuş olduğunu, hiçbir zaman merkeze düşmemek üzere sonsuz bir süreyle askıya alındığını fark edeceğini belirtmiştik. Oysa tutsak ikizi sorarsanız, saniyenin milyonlarda-birinde çoktan merkeze çekilmiştir. Buradaki bizi şaşırtan çelişki ve püf noktası, o “Kara evrenle” bizim evrenin zaman kavramıyla yapılan ölçümünü karıştırmamızdan kaynaklanır. Olay ufku ardındaki kara evrende saat ile metre (Zaman ile uzay çizgileri) yer değiştirdiğinden, zaman artık serbest değildir. Dolayısıyla evrenimizin bildik “Zaman kavramıyla yapacağımız bir ölçme” orada geçersiz olduğundan “İkizler çelişkiye” düşmektedirler. Deneyin başında ikizlerin saatleri dosdoğru olarak birbirine ayarlanmıştır. (Bire-bir eşdeğerlilikle eşit çalışmaktadır.) İkizlerden biri olay ufkuna girince, dışarıda kalan ikizi, onun hızlanacağını umarken, tam tersine yavaşladığını görerek şaşırır. Olay ufkundaki ikizden gelen saniye başı sinyaller bire-bir senkronizasyonunu (Eş zamanlılığını) kaybeder. Tutsak ikizden gelen sinyaller bire-bir saniyeden, bire iki, bire-yirmi, bire-ikiyüz, bireikibin, bire-iki milyon olarak seyrelmeye başlar. (Tekabül bozulur.) Oysa gerçekte her ikisi de bire-bir eşit sinyal vermektedirler. Ne var ki, tutsak olan ikizi, ışık hızıyla kendine düşüren karaboşluk, tutsak ikizin saatini geri bıraktırmıştır. İşte bu zaman farkı serbest ikiz, tutsak ikizinin giderek yavaşlayıp sonunda durup, sonsuza kadar donduğunu yani merkeze hiçbir zaman düşmeyeceğini sanmasına yol açar. “Her saniye çakan ışık sinyaliyle zamandaş” olan ikizlerden “Hangisi hareketliyse” onun zamanı yavaşlamıştır. İte bu zaman yavaşlamasını, bire-bir sinyallerin, örneğin biremilyar “Uzamasıyla” anlamış oluruz. Öyle ki, iki sinyal arası birer saniye iken, karadelik merkezine yakın bir yerde iki sinyal arası torunların bile ömrünü aşacak kadar genleşir. Zamanın sonsuz uzamasıyla, serbest ikiz, tutsak ikizin saatinin ebediyen durduğunu sanır. Gelecekte kıyametle birlikte evren bir tek karadelik halinde çöktüğünde, eğer dışarıdan biri bizi gözlemiş olsaydı, evrenin ebediyen donmuş olduğunu ve sonsuza kadar evrenin zamanının durmuş olduğunu söyleyecekti. Evren bu haliyle (Davranış dinamizmi yerine statik durum donmasıyla) konserve edilerek, sonsuzluk çekmecesinde saklı duracaktır. Böylesine donmuş zamanı durmuş
bir evrenin asla geleceği olmaz. Çünkü zaman akarsa “Gelecek ya da geçmiş” vardır.
KESİM: 61
RÖLATİVİTENİN YÜKSELMESİ
EVREN TARİHİNİ TÜKETMEK Şimdi de ikizler çelişkisine “Tutsak ikizin” gördükleriyle bakalım: Karadeliğe tutsak olan ikiz, dışarıdaki ikizini görebilseydi, onun kolundaki saatin ibrelerinin delice bir hızla dönmeye başladığını fark edecektir. İşte tam bu an o, olay ufku sınırındadır. Bizi ışık hızıyla çeken karaboşluk çekimi, saatimizi geri bıraktırdığından, dışarıda kalan ikizinin kendisinin bir saniye ara ile verdiği bir sinyale, bu bir saniye içinde milyarlarca sinyal tekrarı verdiğini görecektir. Pulsarların saniyede 622 kez dönmesi gibi bu sinyaller bir saniyede çok sıklaşacaktı. * Olay ufkuna doğru biz, alçaldıkça, saatler önce saniye kadar kısalır. Düşmemiz sürdükçe, “Bir saniyemiz” dışarıda kalan evrenin “Bir haftasına eşit” olur. Düşmemiz daha da sürdükçe saniyelerimiz “Dışarıdaki bir ay bir yıl, bir asır, bin yıl gibi” karşılık olmaya başlar. Öyle ki evrenin geriye kalan bütün gelecekteki tarihi, bizim bir saniyemize eşitlenir. Bir saniyede bütün evrenin gelecek zamanını bitiriveririz. * Olay ufkuna sadece bir adım kala, “Geleceğin” bizi bekleyen milyonlarca yıl sonraki derinliklerine işlemiş oluruz. Bu dönem’in sonunda artık evrenin kıyameti, insan soyunun yok oluşu vardır. * Olay ufkuna değdiğimiz an ise “EVRENİN KALAN BÜTÜN ÖMRÜ, GÖZLERİMİZDEN SANİYELER İÇİNDE AKIP GİDER. BÖYLECE EVREN TARİHİ HEPTEN TÜKETİLMİŞ, BİTİRİLMİŞ, OLUR.” * Bizim “Geleceğimiz olmadığı” izlenimine kapılmış biçimde “donduğumuzu gören” dışarıdaki ikizimize inat, EVRENİN KALAN GELECEĞİNİ BİR ANDA YAŞAYIP TÜKETMİŞ” OLURUZ. Nasıl ki çekim gel-gitleri (Çekimci dalgalar) maddeyi ve mekânı iplik gibi çekip uzatıyorlarsa, zamanı da bir iplik olarak çekmekte ve zaman gel-gitleri oluşturmaktadır. Nasıl ki, çekim saçta ve topukta “Uçurum yaratıyorsa”, baş ve ayağın “Zamanları” da farklılaşır. Yani karadeliğe çekildiğimizde, el bileğimizdeki saat ile ayak bileğimizdeki iki saat arasında (Merkeze yakınlık oranında) yüzyıl fark girer. İşte bu da zamanın iplik gibi çekilmesi (Lineer tekillik) olayıdır. Einstein’ın “Zaman boyutu” aslında bu biçimdir. Ama bu biçim yalnızca Karaboşluk tekilliğinde geçerlidir. Kozirev’in “Zaman enerjisi” de, bu zaman ipliğinin “Perçem” denen NEDENİNDE hızlı; “Topuk” denen “SONUCUNDA” ise yavaş harcanır. Böyle bir tutsağın başı çok yaşlı ayağı ise çok gençtir. Bir ara öyle bir durum oluşur ki baş hücreleri ile ayak hücreleri arasında BİN YIL YAŞ FARKI girer.
Saç hücreleri bin yıl önce ölürken, topuk hücreleri henüz sağdır!.. Böyle bir insanın vücudu “Standart eş zamanlı” olamaz. Böyle bir insan, örneğin “Ben 25 yaşındayım” diyemez. Kafası, gövdesi, ayakları için “Ayrı ayrı” yaşlar söyleyebilir. Örneğin “Başım bin yaşında, ayağım 25 yaşında” diyebilir. Rabbimiz tümümüzü “Başından ve topuğundan yakalananlardan” olmaktan korusun sevgideğer okurlar. Çünkü böyle azaplarda, komplike eşzamanlı bir azap yoktur. Günahkâr organlar “BİN YIL” yanarken, diğeri saatlerle beraat edecektir. Örneğin hırsızın eli için ayrı; günaha yürüyen ayağı için ayrı bir takvim vardır. (*) Baş ve topuk arasındaki zaman farkının çekimle nasıl oluştuğunu daha önce KESİM-57’de sunmuştuk.
KESİM: 62
RÖLATİVİTENİN ÇÖKMESİ
TARİHİ TERS-YÜZ ETMEK “Karadeliğin olay ufkuna” değdiğimizde, “Bizim tarihimiz ve geleceğimiz tükenir” dedik. Olay ufkuna girince, artık başka bir evrene, dolayısıyla bir başka evren tarihine mal oluruz. Eğer dışarıdaki ikizimiz astronotun kol saatini görseydik (dijital değilse) akrep ve yelkovanın “TERSİNE ÇALIŞTIĞINI” fark edecektik. Bu demektir ki, o giderek gençleşiyor, evren tarihine, gerisin-geriye oynayan bir film gibi “TERSİNE” yaşıyor. Daha aşağıya düşen ikizimiz gençleşecek, çocuklaşacak ve bebeklikten öteye geçerek “Cenin=embriyon” olacaktı. En sonra, hiç yaratılmamış, olacaktı. Onun ardından “Kendine önceki” nesiller yani “Ölüler” mezardan kalkarak ölmemiş olacaklardı. Bu kez onlar da kuşaklar boyunca bir cenin olana kadar gençleşmeye başlayacaklardır. Böylece ilk insana (Âdem a.s.) kadar tarihe geri gidecektik. Eğer gözlemlerimizi sürdürseydik, insan öncesi döneme ve dünyanın bir ateş top olduğu (Cinlerin zamanı) çağlara, sonra, Güneş sistemi öncesi döneme, Galaksilerin oluş dönemine, evrenin dünya büyüklüğünde olduğu (Galaksi öncesi) döneme ve son olarak “İğne ucundan küçük bir Akdelik” içinde “Ol” emriyle yaratıldığımız tarihin en başına, zamanın çıkış ucuna ulaşacaktık. İşte “Evren tarihini tüketmek” derken “Zamanın geriye çalıştığı, nedensellik ilkesinin tersine döndüğü” bu geriye sayışsı kastediyorum. Tersine oynayan film, bu kez evreni büzerek bir aknoktada kaybettirir. İşte bu durum, rölativite teorisinin çöküşüdür. Bunun da anlamı, “maddeci kuantum teorisyenlerinin” tapındığı “Nedensellik ve belirsizlik ilkelerinin” yerle bir edilmesidir. Kuantum ve Rölativite gibi muhteşem bir çift teoreme inat ve ihanetle dolu “Karadelik evreninde” bildiğimiz bütün yasalar geçersiz kalır. “Resmi bilim” adına özenle oluşturulan ve kutsal diye ilan ettiğimiz ilkeler darbe alarak ölür. * “Madde ve enerjinin yok olmadığını” söyleyen sakınım ilkelerinin terk edilmesi
gerekir. Çünkü madde ve enerji, yutulursa evrenimizin dışına yol alır. * Evren dışına yol almak ise, “Evrenin bütünlüğü ilkesini” mahveder. Çünkü Evren “Bir tek” iken ÇİFTLEŞİR. Daha doğrusu milyarlarca karadelik olduğundan, milyarlarca evren ortaya çıkar. * Saatin tersine çalışması ise “Olasılık, kesinsizlik, nedensellik” ilkelerini rafa kaldırıp, bunlar üzerinde yeni bir bilim kurulmasını gerektirir. * Rölativite abidesi belki evrenimiz çapında geçerlidir ama Karadelik bu abideyi de çökertir. Einstein’i bile yutar götürür!.. * Işığın yutulması açıkça bizim “IŞIKTAN HIZLI GİTMEMİZ” mantığıyla bağdaşır. Çünkü madde, “Enerjinin hızı” ile eşleşmeliydi. Fakat çok hızlı dönen bir kara gezegenin (Işık hızına yakın dönen karaboşluk) üzerindeki iki nokta arasında yüksek bir hızla giden bir uzay aracı “Işık hızını aşmış” olmaktadır. Böylece “Einstein hanedanı” yıkılmaktadır. Hızların toplanmayacağını söyleyen “İvme formülleri” de iflas eder. * Daha sonra göreceğiz ki ışıktan hızlı giden etki, “Takyonlardır. Takyonlar ışığın kaynağıdır, ışıktan hızlı giderler. Fakat kendilerinden kaynaklanan ışık, kaynağından daha yavaş kalır. Bildiğimiz madde öz kütlesi sıfırdan ağır ışık hızından düşük hareket eden, çevremizdeki fiziksel ve aktüel evrendir. (Tardyonlar) Öz kütlesi sıfır olup, ışık hızıyla giden etkiye ise enerji adını veririz. (Luksonlar) Takyonlar ise ışıktan hızlıdırlar. Dolayısıyla madde ve enerji ötesindedirler. Beşinci boyut (Akıl boyutu) ile anlatılan (Soyut kütle mimarı) takyonlar ışıktan milyonlarca kez hızlıdırlar. Buna rağmen madde, ışık hızını aşabileceği “Karadelikleri” bulmuştur: Bir karadelik üzerinde toplam hız olarak ışık hızını aşan bir astronot (Takyon olmasına gerek kalmadan) “Rölativite teoreminin” arkasına geçer. Oysa takyonlar rölativiteye aykırı olmaksızın kendi işlevlerini yürütürler. Ne var ki maddenin ışıktan hızlı gitmesini sağlayan yukarıdaki örneğimiz rölativiteye aykırıdır. Örnek doğru olduğuna göre, rölativite karadelik düzeyinde işlememektedir. Gerçekten de, ışık kaynağının kendi ışığından hızlı olması yasaklanmış değildir. Feinberg, “Hızın”da metrik kanunları olduğunu, her hızdan bir başka hız fazına “Dolaysız” geçilebileceğini ortaya koymuştur. Böylece ışık kaynağı takyonlardır. Işığın kendisi kuantları; kuantlar da enerji ve maddeyi oluşturmaktadır. Ötedeki kütle soyut; bu taraftaki kütle somut madde olup, ikisi arasında “Işık hızı duvarı” vardır. Neo-klasik ve de “Resmiyetli” bilimin kutsal yasalarının baş konuğu “Nedensellik ilkesinin” Karaboşluklarla iflas ettiğini, daha sonra da Rölativite teoreminin “Işık hızı yasağının” çöktüğünü sunduk. Şimdi ise bir başka “İlke”nin intiharına değineceğiz: Bu “Maddenin sakınımı=Maddenin korunumu” ilkesidir. Söz konusu ilke “Maddenin yoktan yaratılmayacağını, varken yok edilemeyeceğini, toplam atom çekirdek sayısının hiç değişmediğini, ne yeni madde yaratılacağını ne de yok olacağını, kendinden bozunma ve kararlılık süreçleri içinde sabit madde sayısını değişmeden korunacağını”
söylemektedir.
KESİM: 63
MADDE SAKINILMIYOR
MADDENİN İNTİHARI Gerçekten de madde temelindeki “Kararlı Proton” düzeneğinden oluşur. “Kararlı” derken, anlatmak istediğimiz, Güneşimizin şu an beş milyar yaşında olduğu, proton denen yapı taşlarımızın bundan milyar kez uzun ömürlü olmasıdır. Yani madde ölümsüz sayıla gelmiştir. Protonun bu kez kararlılık inadı sayesinde atomlar bozulmazlar, yok olmazlar. (Aksi halde bunu gözlemlerdik.) Ne var ki karadelikler proton ve nötronu “En çabuk yolla” Evrenden yok etmektedirler. Karadelikler madde adına her şeyi yutup, yok ettikleri için kutsal(!) “Maddenin sakınılması” ilkesi, ders kitaplarında öğrencilere “Resmi bilim yutturmacası” olmaktan öteye geçemez. “Sonsuz ömürlü ve mutlak değişmez yasalarla yöneltildiği” sanılan hazreti maddenin “Sakınım ilkesini” karadelikler tekzip etmişlerdir. Böylece, “Maddenin toplam ve değişmez Nükleon (Çekirdekteki proton ve nötron) sayısının sakınılmasından” söz etmek artık cehalete girer. Çünkü karadelikler maddeyi yeni bir tür sona ulaştırmak üzere bu evrenden alıp götürürler. Materyalist görüş daha “Karadelikler” bulunduğu anda iflas etmiştir. Halen materyalist olanlar varsa bile onlar “Resmi cehalet” erbabıdır. Karadeliklerin maddeyi sakındırmayan bu yapısından en başta onlara “Karadelik=Black Hole” adını veren Wheeler paniğe kapılmıştır. Ünlü karadelik uzmanı ve isim babası Wheeler, vaftiz ettiği karadelikleri için “Bilim adamlarının karşılaştığı, her çağların en büyük bunalımı” diye alarm vermiştir ve eklemiştir: “Maddenin bu kadar kısa ömürlü olabileceğini düşünmemiştik.” “Resmi bilim” böylece, ilk kez kendi ilkelerinin kutsallığından kuşku duymuştur. Yeni tanıma göre madde, karadeliklerde, “Manyetik alanlara ve gravitation enerjisine dönüşür. Bu enerji de tekillik ardında yok olur. O zaman “Maddenin ölmeyeceği, ancak biçim değiştirip enerjiye dönüşeceği ve enerjinin de korunacağı” kuyruklu bir yalan oluvermiştir. Böylece resmi bilimden kopmalar olmuş ve yeni tespitler getirilmiştir. Şimdiki bilim, “Ölümümüze neden olan “Karaboşlukların geçmişte de doğum nedenimiz olduğunu yani maddenin karadeliklerden türeyip yine ona döndüğünü” söyleyerek dönüş yapmıştır. Yapılan son ve hassas gözlemler, duyarlı ölçümler “Maddenin %98’inin ölü karaboşluklardan; %2’sinin ölümün ortasında yaşayan optik (ışımalı, asal) evrenden oluştuğunu” kesinleştirmiştir. Bu sayılı bir avuç yaşayan (ışıyan) madde de, gelecekte karadeliklerce yutulacaktır.
“Geleceğin de geleceği”nde bütün karadelikler birbiriyle birleşecek, bir kozmik karaboşluk olmak üzere karamerkezde nokta biçiminde toplanacaktır. Bu durum yaradılış patlamasının bir tek (Ak)noktada başlaması ile hem özdeş hem eşlenik. Nasıl ki kuazarlar karadelikler içinde geziyorsa, işte (yaratılış patlamamızın odağı olan) akdelik, kendi geleceğinin odağı olan kıyamet karadeliği içinde gezmekteydi. Burası OLUŞ ile ÖLÜŞ’ün AYNI olduğu, yani mekan ve zamanı temsil eden nedenselliği olmayan süper uzay=Misal âlemidir. (*) İzleyen üçüncü cildimiz, “Süper Uzay ve Misal Âlemi”ni tanımlayacaktır. Öğretimiz şimdiki evrenin önceden çöken “Kendisinin” karşıt evrimi olduğunu benimsemiştir. İki evren, çift evrim düşüncesi Pulsative=Oscilationic=sürekli açılıp kapama evren modeli benzerindedir. Ancak bu sürekli açılıp kapanan bir evren değil; zamanı “Tersindirerek” nedenselliği ters-yüz ederek kendi kendini ödeyen (Compansating) başı ve sonu kavuşmuş bir evrim modelidir. Öğretimiz nedenselliği reddettiğinden “Satharow” modeli “Zonklayan=Pulsativ” nedensellikli teoremden ayrılmaktadır. Yine öğretimiz özellikle Kur’an’da sayısız kez tekrarlanan “Çift çift yaratım” şifresine göre evrenin de bir çift yaratıldığını benimsiyor. Bu evrenlerden biri bildiğimiz evren olup, şimdi olduğu gibi zamanda ileri gider. Diğer ide bunun polarize olanıdır. O çiftimiz de zamanda geri genişlemektedir. Dolayısıyla evren toplam olarak 30-40 milyar yaşındadır. Bu rakam da ampriktir. Yani evrenin gerçek yaşadığı yaş bu değildir. Bu sayıyı şimdiki zaman takvimimizle ölçüyoruz. Bu “Süpernovaların soğuma süreçleri ve termodinamik verilerle” hesaplanıyor. Aslında zaman başlangıçta “Yavaş” akıyordu. Dolayısıyla insan ömrü bin yılı bulabiliyordu. Bu bin yıllık ömür, şimdiki 70 yıllık ömürle ölçülemez.
KESİM: 64
ENERJİ DE KORUNULMUYOR
ENERJİNİN İNTİHARI E=mc² ile gösterilen ünlü madde ile enerjinin eşdeğerliliği, olduğunu anlatan formülden anlıyoruz ki enerji, pek seyrek bir madde; Madde de çok yoğun bir enerjidir. Dolayısıyla her ikisinin de bir kütlesi vardır, her ikisi de aynı TEK yapıdan “Kuantlardan” kurulmuştur. Önceki bilim anlayışıyla, madde ve enerji için iki ayrı sakınım yasası yapılmıştı. Günümüzde bu yasa “Kütlenin korunumu” yasası olarak birleşmiş, tekleşmiştir. Bu demektir ki, Karaboşluklarda “Maddenin yok edilmesi yanında enerjinin yok edilmesi” aynılaştığında, karaboşluklar bir kez daha akılcılığımızı alt-üst eder. Çünkü karadeliğe yutulan madde, kendi eşdeğerinde “Manyetik olan ve çekim dalgalarına” dönüştürülüp, “Enerjiye” çevrilir. Genel bir kıyamette, bir tek karadeliğe çökecek olan evrenin bu çekimsel ışıması eşdeğerliliğine bulucusunun ismi ile SCHWARZSCHILD GRAVİTİK IŞIMASI” denmektedir.
Evren bir tek karadeliğe çökünce, çöken maddenin eşdeğeri olan Schwarzschild ışıması, olay ufku ve tekillik ardında kaldığından pek az bir kısmı bu evrene, daha çoğu ise evrenin dışına (Paralel başka evrene) yayılır. Böylece dev bir termos olan evrenin “Toplam enerjisi” korunamadığından, tekillik ardındaki hiçliğe (Ya da başka âlemlere) doğru bir enerji kaybı oluşur. Dev evren bir kıyametle kendi karadeliğine çökeceği zaman (Schwarzschild yarıçapına kadar olan bölgede) bu gravitik eşdeğer çekim dalgalarını yine bu evrende bırakır. Fakat Shwarzschild kritik yarıçapının altında kalan enerji, bu evrene değil; tekilliğe “Kaçak” olarak yol alır. Dolayısıyla evrenin sürekli açılıp kapandığını söyleyen (Yaratılış-kıyamet-üç üncü kıyamet…) Pulsativ evren modelleri sürekli enerji kaçırarak, sonunda enerjisiz kalırlar. Dolayısıyla pulsatif evren modeli açmaza düşmüştür. Oysa sunduğumuz nedensel olmayan modelim (Aiberg Cosmo-Osmos), enerjinin yitmesini önlemekle Schwarzschild kaçak ışımasının, geleceğimizden geçmişimize hiç kaybedilmeden nakledilmesini (Transmision) sağlamaktadır. Fakat bu mekanizma yeniden “Burada” yaratılıştan bağımsızdır. Yani gelecekten geçmişe nakledilen ikmal ile kayıp yine evrende kalmaktadır. Evren gelecekte yok edileceği için geçmişte yaratılmıştır. (*) Bu ileri bilgileri bu bandın dördüncü cildinde açacağız.
KESİM: 65
ENTROPİNİN İFLASI
TERMODİNAMİK DELİNİYOR Evrenimiz, genişlemekte ve genişlerken de kararmakta, soğuyup donmaktadır. Bu nedenle evren, buz tutmamak için ışık, alev, bir pırıltı biraz ısı adına ne bulursa, bir enerji oburu gibi yutmaktadır. Çünkü “Canlı bir varlık olan evren”de, uzun bir ömür sürmekte, her canlı gibi “Rızık” almaktadır. Evrenin rızkı enerji olduğundan insanın da rızkı enerjidir. Yediğimiz her şey “Joule, kalori” denen iş ve hareket enerjisine dönüşür. Aç bir varlık rızkını yer, rızkı onu yemez. İşte evrende de böyle tek yollu bir gidiş vardır. Bu gidişi kısaca hatırlayalım: Sıcak uçtan soğuk uca akarak termik dengelenme yapmak, bu tek yöne gidişin en genel tanımıdır. Bir metali bir ucundan ısıtırsanız, soğuk ucu da kendiliğinden ısınır. Buna termik (ısıl) dengelenme deniyor. Daha önceki ciltlerimizde termodinamik hakkında açıklamalar sunmuştum: Termodinamik, duran (Statik) bir şeyin, bir ucunun ısıtılmasıyla, bu ısı akımının soğuk tarafa koşması sonucu ortaya çıkan hareket (Dinamizim) akışının ismidir. Hareket ise, bir düzensizlik yaratır. Bu düzensizliğin ölçümüne “Entropi” deriz. (Termodinamik ikinci yasa) Böylece ısı dengesinden hareket doğar; hareketten de hayat
doğar. Kozmik “En sıcak uç” Evrenin patladığı (Trilyarlarca kez trilyarlar santigrat değerindeki ısının yer aldığı) “Big-Bang Aknoktası”dır. Güneşin sıcaklığı altı bin derece olduğuna göre, verdiğimiz değerin gerçek bir cehennemden farksız olmadığını düşünebiliriz. Evrenin en soğuk kozmik ucu ise (Eksi) -273,16 santigrat derece olup, buna sıfır Kelvin derece, ya da MUTLAK SOĞUK DERECE denmektedir. Kısaca evrenin patladığı sonsuz (Cehennemi) sıcaklıklardan, en soğuk derece olan mutlak soğuğa doğru (Zemherir) soğuması söz konusudur. Çünkü evren genişlemekte olduğundan ısıtmak güçleşmektedir. Bir sobanın bir odayı ısıtması yeterlidir. Ama bu oda genişliyorsa örneğin bir kapalı spor salonunu ısıtıyorsa yetersizdir. Hele bu bir kent büyüklüğündeyse, göğü ısıtmak imkânsızlaşır. Evrenimizdeki bu ısı ölümü ve düzensizliği daima mutlak soğuk dereceye doğru soğumaktadır. Termodinamik yasalar düzeyinde ısı düzensizliğinin ölçümünü “Entropi” ile ölçeriz. Enerjinin her çeşidi zorunlu olarak sıcaktan soğuğa akar. Fakat tek istisna enerji çeşidi çekimdir. Çekim entropisinde ısı hareketlerinin düzensizliği yoktur. Çekim “Sıcak uçtan soğuk uca” değil; bundan bağımsız olarak tek yönlü bildiğimiz doğrultuda akar. Elmayı yere düşürür, havaya düşürmez. Karadelikler bulunana kadar “Çekim entropisi” DOKUNULMAZ ilan edilmişti. Ne var ki karaboşluklar bu ilkeyi de yerle bir etmiştir!..
KESİM: 66
İNDİRGENEMEZ YÜZEY ENERJİSİ
KARABOŞLUKLAR ENERJİLERİ Karadeliklerde entropi düzenlidir. Yani evrenin tümünün tersine hiçbir ısı düzensizliği yoktur. Oysa karadeliklerin yuttuğu cisimlerin “Entropisi düzensiz” olduğundan, onları da düzene sokar ve bu arada Anti-Entropi (Entropi kaybı) oluşturur. Böylece, karaboşluk entroposine, tutsak cisim entropisi eklendiğinde termodinamik yasaya TERS düşen bir anormallik ortaya çıkar. Bundan kaçınmak için Karadeliklerin de bir entropisi bulunması gerektiği önerilmek zorundadır. Sibernetik dille konuşulursa, normal bir cismi yutan karadelik, onu evren dışına yolladığından, bir “BİLGİ KAYBI” oluşur ki bu kayıp, entropik düzensizliğin nedeni olur. İşte bu bilgi kaybını karaboşluğun çekim enerjisinden alarak, başka bir enerji türüne dönüştürmek üzere asla kullanmayız. Bu nedenle “Termodinamik ikinci yasayı korumak için” karadelik entropisini kabulleniriz. (Dönmeyen ve yüksüz) karadeliklerin olay ufukları, küresel olup, içeriği ve tutarı olan
toplam madde niceliğinin göstergesi, bu olay ufkunun toplam yüzeyidir. Çünkü madde miktarı ve yüzeyin olanı kütlenin karesiyle artar. Sözgelimi, on Güneş kütlesindeki bir karadeliğin olay ufkunun yüzey alanı 10.000 km² dir. Bu yüzey ne yutarsa yutsun, yuttuğuyla orantılı olarak genişler, asla büzülmez. İster bir tek atom, ister bir başka birleştiği karaboşluk olsun, yüzey daima büyür, toplam entropi de asla azalmaz. Karaboşluk birleşmelerinde entropi azalması söz konusu olamaz!.. Sadece bir istisna olarak, TAM 2,95 Güneş kütleli bir “En küçük” sayılan karadelik geçici bir “SIZINTI” bırakır. Bu son derece özel bir durumdur. Çünkü “Karaboşluğun çapı” ile orijinal “Olay ufku” çapı birbiriyle eşittir. Bu özel durumda, karaboşluk, “Dağılmamak için” çekim dalgası (gravitation radyasyonu) sızdırmak zorundadır. Böylece bir istisna olarak, enerji kaybeder. Çünkü tüm karadeliklerde (ve de küresel elektrik yüklenmiş cisimlerde, dinamonun armatür halkasında olduğu gibi) gravitation enerjisi karaboşluğun içinde değil; yüzeyindedir. Karar kılarak yuvarlanmış bir su damlasının “Yüzey gerilim enerjisi” neyse, bu durum “Özel karadelik”de de aynıdır. Her ikisi de fazla enerji aldıklarında, yüzeylerini arttırmayacaklarından, dağılmak üzere salınım (Ossilasyon) yaparlar. Ancak karaboşluk, dağılmamak (Gerisin geriye evrenimize çıkmak için, olay ufkunu aşmamak) üzere, limitini korumak için bir salınım (Enerji) bırakır. Bu istisna, yalnızca yüzey alanının sıfır olduğu 2,95 güneş kütleli karadelik için geçerlidir. Bu özel istisna dışında, asla karadeliklerden çekim ossilasyonu salınmaz. * Böylece “Yüzey enerjisi” asla azaltılamaz. Bu olguya “İNDİRGENEMEYEN KARADELİK YÜZEY ENERJİSİ” denir. Belli bir alana sahip olarak bir kez karadelik oluştu mu, yüzeyde depolanmış indirgenemeyen enerji, orada sonsuza, (Zamanın sonuna) kadar kalır. İşte karadeliğin enerjisi, bu yüzeyde yer alır. Yüzey enerjisi, aynı zamanda “Kaçış hızının, ışık hızına eşleştiği” SCHWARZSCHILD IŞIMASI’dır. * Dönen bir karadelikte, bundan başka, dönme hızıyla orantılı bir dönme enerjisinin de katkısı vardır. (Ama bu enerji karadelik dönmesinin yavaşlayıp-hızlanmasına bağlı olduğundan, entropinin karadelikte bu enerjiden oluşmadığını anlarız.) Üçüncü bir enerji türü de yüklü (Elektrik Şarjlı) karaboşluktaki, elektrik enerjisi olup, karadelik entropisiyle ilgisi yoktur. Çünkü yük nötral olunca elektrik enerjisi ortadan kalkar. Öyleyse bir karaboşluğun entropisi yalnızca onun indirgenemez yüzey enerjisinden oluşur. * Hawking analizi” sonucu bir karadelik girdabının, dönme yönüne düz ve ters yakalanan “Bir çift cismin radyant enerjilerinin “Birbirine ters iki akıntı yaptığı” anlaşılmıştır. Dönen girdaba ters yönde giren bir tutsağın orada terk ettiği radyant enerji, birleşmek üzere karaboşluğa akarken; tutulma diskinin girdabına düz giren bir tutsağın orada terk ettiği enerji “Radyant enerji” birleşmek üzere karaboşluğa akarken; tutulma diskinin girdabına “Düz yönde” giren tutsak ise yutulmayıp, karaboşluğun içinden, öndekinden daha fazla enerji yüklenerek fırlamaktadır. Bu katma enerji, karaboşluk kütlesinden karşılanan bir kütle azalması olup, bunun sürekli olması halinde, en sonunda karaboşluğun patlayıp açılmasını ve yok olmasını gerektirir. Özellikle kütlesi çok küçük
olan mini karanoktalarda, tünel, karanoktayı imha eder. * Schwarzschild ışıması evren dışına; fakat Aiberg ışıması “Evrenin yaratılışının başına” (Parite ile) aktarılır. * Bu sekme ve sızıntılara ek olarak, kuazarların, aynı zamanda karadelik odaklarındaki ışıma olduğunu” da hesaba katarak, karaboşlukların “Çoğunlukla yutmalarına karşın; az bir sızıntı” kaçırdıkları bulunmuştur.
KESİM: 67
FUSİON İLE BÜYÜYEN RİSK
KARA NİKÂH Karaboşluklar, bir atomdan küçük ve bir evrenin kendisi olacak kadar büyük, türlü çaplarda çeşnilenmiştir. Bir hiyerarşileri (Küçükten büyüğe doğru dizilmeleri) olmakla birlikte, onların hiyerarşisi evren hiyerarşisi gibi tümden gelimli (Künnes) değil; tüme varmaya çalışan (Hûnnes) bir işleve sahiptir. Milyarlarca karadelik tek bir kozmik karadelik içinde toplanmak ve bütünleşmek eğilimi gösterir. Karadelikler “Hûnnes”in yani birlenmenin en genel sembolüdür. “Hûnnes”in yani birlenmenin en genel sembolüdür. “Hûnnes”, aslına dönmek, çokluktan tekliğe bütünlemek ve bu uğurda ÖLMEK demektir. Nasıl ki, “Bir ölüyü bir daha öldüremezsek” ya da “Yanmış bir kâğıdı” bir daha yakamazsak, evren var olduğu sürece, karadelikler yok edilemez, küçültülemez, parçalanamaz. Tam tersine onlar bizi yok ederler, parçalarlar ve büyürler. Ne bulurlarsa yuttuklarından, iyice semirirler ve güçlenirler. Semirdikçe de daha çok sömürürler. Dev güneşleri yutarak yolları boyunca ilerlerler. Sonunda birbirlerine rastlayarak akıl almaz bir dehşetli etkileşme ile birleşirler. Bu birleşmeler sonucu içinde bulundukları “Galaksi”yi de yutarlar. Kıyamete çeyrek kala, bütün madde karadeliklere dönüşmüş olur. Bunlar da aralarında birleşerek hep Hûnnes’e=birlenmeye yönelirler. Sonunda hepsi, bir tek “KIYAMET KARADELİĞİ” olarak evren’i tümüyle yutarlar. Bu “Final” ile evren, kara kabri olan tekilliğe, ardında hiç ağlayanı, yas tutanı olmamak üzere gömülür. İşte bu kıyamet senaryosu Enbiya-104. ayetteki yaratılışın senaryosuyla “iadeli” ve aynıdır: Evren yaratıldığı aknoktanın tersine, karanoktada yok olur. Önce yutulan yıldızlar kimliğini kaybeder sonra atomlara bölünür. Bu kez atomlar da bileşenlerine bölünerek atomik kimliklerini kaybederler. Böylece evren enerjiye dönüşüp, geleceğinin sonuna ve/veya geçmişteki aknoktasında yaradılış patlamasının en başına iade edilir. (Nedensellik, ilkesini Kur’an’a dayanarak evren dışında sınırlayan öğretimiz, bir şeyin en sonunu, aynı şeyin en başına nakil olunduğunu benimsemiştir.) Karadeliklerin indirgenemeyen yüzey çekim enerjisi, onların küçülmelerini önler. (Bundan mini-karanoktalar ve mutlak soğuk derecedeki karadelikler muaftır.) Böylece küçülmeyen tam tersine onları büyüten birbiriyle birleştiren “Hûnnes” işlevi bir mezarcı görevini üstlenmiştir. Birbirine rastlayan karadelikler kütlelerine, olay ufuklarını
birleştirip, dev boyutlara erişirken, toplam entropileri de azalmaz. Karadelikler yöresinde “Uzay-zaman” sonsuz bir kuyu (Tekillik) olarak büküldüğünden, karadelik birleşmeleri, aynı zamanda bu kuyuların birleşmeleridir. Onların rastgele kaynaştığı kümeler de yani çoğul sistemlerin tek bir karadelik içinde erimeye gitmesine KARA FUSİON denmektedir. Fusion’un anlamı iç-içe erimek, çekirdek birleşmesi demektir. Ayetler de “Sevakib” diye zikredilmiştir. Karadelik fusionu denen bu rastgele kaynaşmalardan ortaya çıkacak yeni karadeliğin tanımlanmasında, birleşmeye katılan karadeliğin tanımlanmasında, birleşmeye katılan karadelik sayısı çekim, dönme, elektrik enerjileri gibi faktörler rol oynar. (Bu birleşmelerin disiplinize edilmesi için en basit örnek ikili=biner (İki karadelik) çiftinin birleşmesini kıstas (Ölçüt) olarak kullanırız.) Karadelikler birleştiğinde, olay ufku ardında kaldığı için, “Görünmeyen çekimsel Schwarzschild ışıması” ortaya çıkar. En sonunda tüm karadelikler birleştiğinde bütün evrene eşdeğer en genel Schwarzschild ışıması, (Tüm karadeliklerin bir tek kozmik karadelik olarak birleşmelerinden) ortaya çıkar. Dolayısıyla Evren’in %98’i karadelikte kalırken, geriye kalan %2’si Schwarzschild ışıması biçiminde evrenimizin dışına yayılır. (Aslında bu %2’lik ışıma, kıyamette en sondan en başa, “Ölümden-doğuma” nakledilen Schwarzschild ışımasıdır.) Bu ışımanın içinde milyonlarca ışık yılı süren patlamalar oluşur. Böyle patlamalardan biri de, bizi yaratan Big-Bang idi. Big-Bang’ın enerji tutarı (Patlama şiddeti, enerji sakınımı yasası uyarınca) Schwarzschild ışımasına eşittir.
”GÖKLERİN NİCE NİCE KAPILARI VARDIR Kİ, ASLA GÖREMEZSİN…”
ONİKİNCİ BÖLÜM
KARABOŞLUKLARIN TASNİFİ
KESİM:68
AIBERGSCHE DIAGRAMM
KARABOŞLUKLARIN TASNİFİ Bu bölüme kadar, karadeliklerden ve onların türleri, çeşitleri olduğundan zaman zaman söz etmemize rağmen, bir açıklama getirmedik. Oysa karadeliklerin beş kategoride tasnifi yapılabilir. Bu orijinal tasnif tarafımca ilk ve tek olarak yapılmıştır: 1. KRONOLOJİK TASNİF Zamanda en önce yaratılan “Karanoktalar” ve daha sonra bir yıldız çökmesinden oluşan karadelikler. 2. HİYERARŞİK TASNİF Küçükten büyüğe doğru, yani karanoktalardan evren birleşik karadeliğine kadar, yıldız artığı ve galaktik dev karadelikler. 3. YOĞUNLUKLU TASNİF Yoğunluğuna göre, seyreltik ve sıkışık karaboşluklar. 4. KLASİK TASNİF Dönen, dönmeyen, elektrik yüklü, yüksüz türlü siyah delikler. 5. TEKİLLİĞE GÖRE TASNİF Biçimi nokta, halka, disk, orbital biçimi olan tekillikler ile bunlara ek olarak görünen karadelikler (Çıplak tekillikler) türleri ve gök yarıkları. Kronolojik tasnif, mini karanoktalar ile sonradan bir yıldız çökmesinden olan büyük karadelikleri “Zaman” içinde ayırmaktadır. Karadelikler, yalnızca yıldız çökmeleri sonucu oluşmamışlardır: Evren ilk patlamasında yani 20 milyar yıl önceye dayanan “Karanoktalar” da vardır. Dolayısıyla karanoktalar, dolaysız, dönüşümsüz ve ilk olarak zaman içinde önce yaratılmışlardır. Karanoktalar, aynı zamanda “Hiyerarşik tasnifin” de en küçük birimleri olduğundan, bunları şimdiki kesimde ele alacağız. Daha sonra ise çap ve büyüklük sırasına göre sonradan olan, yıldız artığı diğer karaboşlukları inceleyeceğiz.
KESİM: 69
KRONOLOJİK HİYERARŞİK TASNİFİN TABANI
“MİNİ KARANOKTALAR” Karadeliklerin keşfi “Onların yıldız artığı” olmalarının fark edilmesiyle olmuştur. Fakat Zig-Zag öğretisinin mensuplarından ve Karadelik kozmogonisi konusunda en önemli uzman olan Müslüman İngiliz Profesör Hawking, “Maddenin nasıl yaratıldığı” üzerine zihin yorarken, evreni yaratan büyük patlamanın kudret etkinliklerinin, manyetik aşırı şiddet olaylarının her boy “Mini karanokta” oluşturmaya elverişli olduğunu bulmuş ve “MADDENİN NEREDEN GELDİĞİNİ” bize açıklayarak, kozmogoni (Yaratılış) biliminin EN BÜYÜK KEŞFİNİ gerçekleştirmiştir. Büyük patlama, bütün evren çapında inanılmaz kudretli bir “Dev süpernova” (Hypernova)’dır. Bu yaratıcı patlamanın şiddeti ve kudreti, bir santimetrenin on trilyonda birinden (Bir protondan) küçük “Mini-mini noktacıklar” oluşturmaya elverişliydi. Büyük patlamanın enerji miktarındaki dalgalanmalar ve gel-git (Osilasyon) dolayısıyla, Schwarzschild ışıması ile birlikte “Mini karanoktalar” ortaya çıkmıştır. Bunlar dolaysız ve yıldız artığı olmadan (Direkt ve dönüşümsüz) yaratıldıklarından zaman içinde en başta var edilmişlerdir. “Hawking karanoktaları” bir atomdan küçük (olabileceği gibi, bundan büyük, fakat mutlaka nokta olan) türlü boylarda ortaya çıkmıştır. Bunlar karaboşluk tasnifinin en küçük üyeleridir. Onlar da karadelik olduklarından bir atomdan da küçük olsalar bile, önlerine çıkan bir trilyon atomu bir lokmada kendilerine yem yaparlar. Mini karanoktaları bu konudaki tek uzman olan Profesör Stephen Hawking bulmuştur. Hawking yaradılışı (Kozmogoniyi) araştırırken, yaradılış patlamasının “Bir atomdan binlerce kez küçük karanoktacıkları” oluşturabileceğini matematik ispatladı. Hawking’in en baştaki amacı, evrenin oluşumu üzerine “Başlangıç noktasına” bir çözüm getirmekti. Matematikçi arkadaşı Penrose ile düet oluşturarak, zamanın bir başlangıcı olduğunu ortaya koydu. Çünkü “Karadeliklerin oluşumu yalnızca yıldız çökmelerine” bağlanıyordu. Oysa evrenin başlangıcında ortaya çıkan muazzam güçler sonucu, ufacık karanoktalar yaratılması gerekiyordu. Bu karanoktalardan çoğu “Bir protondan küçük”; fakat Himalaya dağları kadar ağırdır. İşte bu “Mini karanoktalardan” en az 200 milyar tane yaratılması gerekiyordu. Böylece Hawking, yaradılışı (Kozmogoni) rölativite teoremiyle bağdaştırmış, daha sonra inanılmaz bir şeyi fark etmişti: “Karadeliklerin hep yuttuğu” ve çekim dalgası dışında hiçbir şey yayımlamadığı sanılırken, bu mini karanoktaların bir “İstisna sızıntısı” olduğunu hesaplarında fark etti. Bu mini karanoktalar, uzay ve zamanı daha küçük dilimlere ayırarak, bir sızıntı biçiminde iade edebiliyorlardı. Her şey bu mini karanoktalara akıyor; fakat karşılığında bir “Ters akıntı” da evrene geri fırlıyordu. Oysa “Dönüşsüz tekillik” bunu yapmamalıydı. Demek ki karanoktalar ve karadelikler, zamanın dışında kalıyordu.
Öyleyse sabit yıldız bozunumları artığı diğer karaboşluklar çözümlenemezdi. Çünkü bu çözüm, evrenin ömrünü aşmaktadır. Orta büyüklükte bir karadelik en az on milyar yaşındadır. Daha büyüğü ise evrenden de yaşlıdır. Öyleyse EVRENİN ÖNCESİNE ışık tutabilecek tek şansımızdı!.. Bu konuya girmeden önce, mini karanoktaların yapısına değinelim: Yaradılışın ilk patlamasındaki etkinlikler, gravitation denen çekime karşı genişleyebilecek kadar kudretli olduklarından, türlü biçim ve çaplarda karanokta olabilecek biçimde madde sıkışmak zorundadır. Erken dönemde oluşan bu karaboşluklar “Kendi bileşenlerinden birinin boyutlarından küçük olması” beklenmediğinden, bir atom boyutundan başlayarak (Noktalı bir harfin) noktası kadar boy-boy bilirler. Ağırlıkları da kabaca gramın on milyonda birinden onbinlerce tona kadar değişebilir. Bunlar saniyede bin km. hızla hareket ederek, gezen ve boşlukta saniyede milyon kez çevrelerinde dönerek, milyon yılda dönmeleri giderek yavaşlar ve sonunda dururlar. (Pulsarların nötron yıldız olmaları gibi.) Herhangi bir nedenle başlayan dönmeleri (Spinleri) normal olarak milyon yıl sürer. İlk oluştukları yerden itibaren gezgindirler. Karanoktalar, elektrik yüklü de olabilirler. Bir karaboşluğun yüzeyi ne kadar küçükse o kadar aç ve oburdur. Karanoktalar bu nedenle pek çok madde tarafından “Ancak” yavaşlatılabilirler. Karanoktacıklar, “Hawking ışıması” denen bir sızıntı yapmaktadırlar. Bu sızıntı, parçacık ışıması ve nötrino akımları olup, karadeliklerin, kütle kaybetmelerine neden olur. Bu kayıp en sonunda karanoktanın içeriğini boşaltıp, “Patlayarak serbest kalmasına” neden olur. “Ay” kadar kütlesi olan bir karanoktanın, içini boşaltıp patlayarak açılması için geçen süre 16-20 milyar gibi, neredeyse, evrenin ömrüne eşit çok uzun bir dönemi kapsar. Fakat “Onbin ton ağırlığındaki atomdan küçük bir karanokta” için bu süre kısalır ve bir milyon yılı bulur. Böylece sırası geldikçe, mini karanoktalar patlayarak açılmaktadır. Halen de bu patlamalar sürmektedir. Patlayıp açılma (Karanoktanın tünelinin karanoktayı imhası) süreci; karanoktanın kütlesiyle orantılıdır. Karadelikler ve karanoktalar da sırası gelince “İmha” olacaklardır. Çünkü Karadeliğin yönetimi “TÜNEL” sürecidir. Tüneller, Kıyamete çok az kala, karadelikleri de imha edeceklerdir. Karanoktaları da imha ederek patlatan kendi “Tünelleri”dir. Dolayısıyla karanoktalar “Radyoaktif dezentegrasyonun benzeri” imha sürecine yenilirler.
İLERİ BİLGİLER: 37
KARA MUSİBET “Mini karanoktaların varlığını” Kur’an’da “Şıhab, Nuhas, Şuvaz kelimeleri” şifreleri vermektedir. Bunların “Ayrı ayrı isim” olmasının nedeni, bir kısmının kozmik ışın primer
ve sekonderi; bir kısmının ise “Mini karanokta” olmasındandır. Mini karanoktalar, ayette “Zerre ağırlığınca ve BUNDAN KÜÇÜK, hiçbir şey olmasın ki, Allah’tan saklı değildir” sırrına da girerler. Elektrik yüklü olduklarından, kozmik ışınlardaki “Enerjetik protonlar” olan nuhaslar gibi davranırlar. BU nedenle karanokta olması gereken bazı gizemli izler, kozmik ışın fotoğraflarında yakalanmıştır. Mini karanoktaların kütlesi arttıkça, “Yük değeri ve olan duyarlığı” da artmaktadır. Bu karanoktaların “Olay ufukları”, kozmik ışınların “Parçacık olay ufku” kadardır. (10-16 cm. olup mikroskop bile göremez.) Fakat eğer, bunlardan biri dünyaya düşerse, türlü anormalliklere neden olduktan sonra, dünyayı boydan boya geçerek, dünyanın öbür ucundan çıkarak, daha güçlü bir çekim alanı olan “Güneş”e giderler. Çünkü dev dünya kütlesi bile onları frenlemeye yetmez. Eğer onlardan biri dünya merkezince yakalanmış olsaydı, şimdi hayat olmazdı. En azından bir dizi afetler, korkunç tufanlar baş gösterirdi. (Hatta bazı karanokta uzmanları, Nuh tufanını bile böyle bir kazaya yorumlamışlardır. Elbette bunun böyle olduğunu kimse söyleyemez.) Karanoktacıkların, dünyayı delip-geçmesi ve öbür ucundan çıkarak, yollarına devam ederek, Güneş tarafından yakalanmaları sırasında türlü sürpriz kazalar oluşur. Örneğin bazı paranormal uzay kazaları, krater izi bırakmayan meteor gibi dünya felaketleri oluşabilir. Bazı amaçlarımız, kozmik ışınların en şiddetlisinden bile kat kat dehşetli gücü olan “Mini parçacıklar” kaydetmektedirler. Oysa “Kozmik ışınlar, ne kadar güçlü olursa olsun hızla törpülendiğinden (Yan ürüne dönüştüğünden) kalıcı değildir. Fakat öyle parçacıklar vardır ki bunarlın “Kozmik geçişini” bütün dünya almaçları aynı anda kaydedebilmektedir. 1957 yazında 8 km² bir alan içinde 1500 sayıcıyı (Almaç, detektör) aynı anda etkileyen tek bir tanecik
kaydedildi. Bu tanecik, orta boy bir atom bombasının 50 milyar katı kadar (1018 eV gücünde) inanılmaz bir eneri taşıyordu! Elektrik yüklü olduğu için, bir simyager gibi önüne çıkan bütün atomları tarumar ederek geride muazzam bir atom enkazı ve madde kalıntısı bırakmıştı. Belki de bu inanılmaz türden bir “ŞIHAB” idi. Fakat Sibirya’daki “Tunguska felaketi” tam anlamıyla, bir karanokta geçişine benzemektedir. Milyonlarca hektar çam orman; binlerce sürülük ren geyiği kavrularak kül oldu. Olayın şiddeti Kanada’yı bile aydınlattı. Bunun sorumlusunun bir meteor (Göktaşı) olması halinde mutlaka bir krater açması gerekiyordu. Ortada krater olmayışının sonucunda Tunguska’ya düşen “Görünmez mini minnacık nesnenin” tek açıklaması, onun mini bir karanokta olduğudur! Dünya onu kendi içinde tutmaktan acizdir. Bu enerjetik elektrik yüklü karanoktalar çok miktarda madde tarafından yavaşlatılabildiklerinden, dünyanın tüm kütlesi, çapı, çekim değeri ve yoğunluğu frenleme etkisi uygulayamaz. Dolayısıyla, Tunguska felaketini hazırlayan “Mini karanokta” dünyanın içinden geçerek, öte taraftan çıkıp, Güneş çekimine yönelerek, Güneş’e doğru yol almak zorunda kalır.
İstatistiksel fiziko-matematik hesaplara göre, 200 milyon aşkın karanoktacıklardan (Henüz patlayarak açılmamış alanların) en az sekiz tanesi “Güneş tarafından yakalanmış” olmalıdır. Güneş’e düşen bir karanokta, eğer onu delip geçemeyecek kadar küçükse, ”Tam Güneş merkezine” yerleşip kalır. Tıpkı, bir ulu çınar ağacını, için için kemirerek yere deviren “Kurtçuklar” gibi, Güneşi yiyip bitirmeye başlarlar. Güneşin bırakamadığı, yani “Karadeliklerce” yenilmiş bir takım noksan “Işınlar” tespit edilmiştir. Bunlar Güneş tayfının (Spektral analizinin), metrik radyasyon gamında “Eksik bölgeler” oluşturmakla kendilerini belli ederler. Bu demektir k,i bir karanoktanın kendilerini belli ederler. Bu demektir ki, bir karanoktanın körlettiği ve soğurduğu o ışınlar dünyaya ulaşamadığından, taytta “Karanlık bölge” olarak gözlenirler. Bu karanlık tayf çizgilerinin biri hariç, diğerlerinin nedenini biliyor ve açkılayabiliyoruz. Birini ise bugüne kadar açıklamak mümkün olmamıştır. İŞTE BU AÇIKLANAMAYAN kayıp ışımanın nedeni ÇOK MUHTEMEL OLARAK, “Minikaranoktacıklar” olmalıdır. Aksi halde Güneş’in bazı enerjetik radyasyonlarının üretim ve iletim noksanlığı açıklanamaz!.. Güneş’in beklenen ömrü 50 milyar yıl daha sürecektir. Ne var ki, “Merkezindeki bir karanoktacık” onu içeriden “On milyon yılda” yutup, söndürebilecek güçtedir. “Güneşin söndürüleceğini” bildiren ayet uyarınca, böyle bir risk Kur’an’da haber verilmiştir. Eğer bu karanoktacıklar, Güneş merkezinde “Birden fazla ise” o oranda “Dar vakitler” içindeyiz, demektir!.. Dolayısıyla güneşimiz 50 milyar yıl sonra değil; her an gezegenleriyle birlikte vakitsiz ölmeye adaydır.
İLERİ BİLGİLER: 38
OLUŞ VE ÖLÜŞ NEDENİ KARANOKTALAR Mini karanoktalar hakkında söylenecek önemli üç konudan ilki onların, tutsaklarını “MUTLAKA YOK ETTİKLERİ”dir. Çünkü karanoktaların, diğer büyük karadelikler gibi, bir çapı ve onun içinde düşsel bir tekillik noktası yoktur. Karanoktalar, doğrudan doğruya hem bir karadelik hem de BİZZAT TEKİLLİKLERİ KENDİLERİDİR. * Dolayısıyla bu noktasal tekillik aynı zamanda karadeliktir ve kurbanını yakaladı mı; KESİNKES ÖLDÜRÜR. * Karanoktaların, karadeliklerden ikinci farkı ise, karadeliklerin dışarıya hiçbir sızıntı bırakmamasına karşılık karanoktaların “Sızıntı” vermeleridir. Karanoktanın bizi öldürmesi, çekip yok etmesindendir. Fakat evrende hayatın var olmasının nedeni ise “KARANOKTALARIN SIZINTISI”dır. Bu sızıntıdan hayâ doğmuş, yer ve gök ayrılmıştır.
(*) Karanoktaların bu hayat kaynağı sızıntılarına, bir kez daha hatırlatalım ki, “Hawking ışıması” ya da “Karanokta buharlaşması” demekteyiz.
* Karanoktalar yutar öldürür. Fakat EN BAŞT bu sızıntıyı yaparak HAYATI OLDURMUŞLARDIR. Stephen Hawking, evrenin çok yoğun olduğu dönemde “Mini karanoktacıkların yaratıldığını” öngörerek, yaradılışı çözümlemiştir. Daha sonra ise bu karanoktaların, sürekli ışınım ve nötrino yayarak kütle kaybetmeleri sonucu varlığını boşaltarak, öteki evrenden bu evrene geri fırlayıp, burada patladığını bulmuştur. Bu halleriyle mezardan dirilen hayalet gibidirler. Karanoktaların, patlayarak serbest kalmalarını bulan Hawking “MADDE NEREDEN GELDİ?” sorusuna beklenen cevabı da bulmuştur. Bu cevabın bulunması yüzyılımızın en önemli bulgusudur. Rölativite teoremini bile aşan bu inanılmaz buluş sayesinde, Hawking, yüzyılın bilim adamı durumuna yükselmiştir. “Hawking ışıması” sayesinde, “Karadelik dinamiği içinde” evrenin oluşumu BİRLEŞTİRİLMİŞTİR. Atomaltı parçacıkların nasıl oluştuğu ve oluşum aşamasında birbirleriyle nasıl etkileştikleri çözümlenmiştir. Bu arada Hawking, bir başka darbe yaparak, aynı zamanda rölativite ve kuantum teoremlerini kendi “KARANOKTALAR” teoremiyle birleştirerek, 21. yüzyıl bilimini başlatmıştır. Zig-Zag öğretimize bağlı kozmogonistler evrenin yoktan var olduğunu (Yaratılış tekilliğini) ortaya koyan Big-bang teoremi ve Hawking kozmogonisini “Birleşik alanlar teoremi” ile ele alarak yaradılışı kanıtlamışlardır. Bu “Süper Big/bang” teoremine göre, “Kararsız boşlukta oluşan kozmik anaforlar ve çalkantılar, farklı bölgelerde “Enerji değişimleri” yaratmış, bunlardan birisi kritik enerjiyi üretince parçacık oluşumu ortaya çıkmıştır. Bu olay hızlanıp bütün boşluğa yayılmış, önce leptokuarklarla, antileptokuarklar oluşmuştur. Bunlar da lepton ve kuarklara ayrılmıştır. Böylece atomlar oluşmuştur. Daha sonra da, bildiğimiz senaryosuyla evren ortaya çıkmıştır. Evren en başta bir “HİDROJEN BULUTU” yani, bir önceki cildimizde değindiğimiz, “YER VE GÖĞÜN BİTİŞİK=RATK” olduğu bir DUHAN halindeydi. * Eğer bu bulut (Hiçbir galaktik buluta çökmeden) öylece kalsaydı, bugün hayat olmayacak, evren öylece sonsuza kadar bekleyecekti. (Heterojensizlik) * Eğer evren-bulut, tek bir noktaya çökseydi, yine evren olamayacaktı. Çünkü bütün evren-bulutunun, bir tek noktaya çökmesi demek, “KOZMİK BİR KARANOKTAYA ÇÖKMEK” yani, yaratıldığımız gibi, çabuk yoldan yok olmak demekti. Evren ne “Yer ve gök bitişik” halde kalmıştır. Ne de bir tek noktaya çökerek bütünüyle “YER” olmamıştır. Evren, tam tersine, 200 milyar ayrı ayrı odağa bölünmüştür. Evrenin bu tek bulutu, 200 milyar alt buluta, (Galaksi oluşturacak olan) ayrık bulutlara parçalanmıştır. Böylece bu ayrık bulutlar “YER=Arz” ve kalan boşluk “GÖK=Sema” olarak İKİYE AYRILMIŞTIR. Ratk=Bitişik, fatk=Ayrık olmuştur ki, Kur’an’ımız bu yeni bulguyu 14 yüzyıl önce bildirmiştir.
Pekiyi, bu ayrılma nasıl olmuştur? Hangi etki evreni, hem öylece bırakmamış, hem de bir tek merkezi karadeliğe çöktürerek yok ettirmemiştir? Bütün bilim adamlarının bu 200 milyar çekim odağının nasıl oluştuğunu düşündükleri sırada, Hawking, karadeliklerin bir kısmının sonradan değil; en başta var olduklarını ispatlamıştı. Diğer bilim adamlarının, bu önemli olgunun önemini anlayamadan, başka varsayımlar peşine düşmeleri gafleti işime yaramıştı. Hawking’in bile fark edemediğini sezinlemiştim: Hawking’in en başta büyük patlamanın etkisiyle sayısız mini-minnacık karanoktalar oluştuğunu kanıtlaması gerçek olduğuna göre, acaba bu karanoktalar evrenin (Yeri-göğü bitişik, tek homojen evren bulutunu) 200 milyar galaksiye bölünmesine neden olan ÇEKİM ODAKLARI olabilir miydi? Çünkü bu dev evren-bulutunda en başta süper denge vardır. Her şey birbirini eşit biçimde çektiğinden, ÇEKİM kuvveti hissedilmez. Bu bulutun içinde yer alan Hidrojen (Ve pek az helyum) atomunun hiç biri bir çekim odağı olamaz. Oysa bu mini karanoktacıklar, böyle bir evren bulutunu parçalayıp, koparıp, çevrelerine toplayacak çekim merkezi yapısına sahiptirler. Fakat karşımda büyük bir problem ve bana yöneltilen “Haklı” bir soru vardı: “Bir karanokta, böyle bir çekim merkezi olarak bir galaktik bulutun içinde duruyorsa, bu dehşetli karanoktanın, içinde bulunduğu bulutu yiyip-bitirmesi gerekirken, yememiştir, bu nasıl oluyor?” Sorunun cevabını 3 yıl sonra bilmeden, yine Hawking bulmuştu: Karanoktalar, kütleleriyle orantılı olarak, (Örneğin bir milyon yılda) sızıntıları nedeniyle patlayarak açılıyorlardı. Böylece, o karanoktalar, galaksi odaklarında çekme görevlerini yaptıktan sonra, serbest kalıp, izlerini kaybettiriyorlardı. Böylece mini karanoktalar, bir tür karatohumlar olarak, galaksi çekirdeklerini oluşturup, HAYATI VAR ETMİŞLER, Gök ve yeri ayırarak, YERDE HAYATI oluşturmuşlardır. Onlar önce hayatı var etmişlerdi, şimdi de ölümü!.. Hayatımızı karaboşluklara borçlu olduğumuzu anlıyoruz. Fakat hayatımızı aynı anda, müstakbel ecdadımıza borçlu olmanın kozmik karayaslarını tutmaktayız. Hayatımızı oluşturan, doğmamızı sağlayan “Yaratılış patlamasında çekime karşı genişleyerek yoğunluktaki türlü biçimde 200 milyar kadar karanoktanın birleşik-yekpare bulutunu, ayrık Galaktik bulut-adalara parsellemeleridir. Onların tohumunu oluşturduğu galaktik bu bulutlar, sonradan soğudu ve yüz milyonlarca yıldız doğdu. Bunlardan biri de Güneş idi. Güneş’in gezegenlerinden birinin de adı Dünya idi… Galaksiler bu karatohumların merkezi olduğu çevrede yeşerdiler. Daha sonra bunlar “Hawking sızıntısından” dolayı patlayarak açıldılar ve yerlerini aknokta dediğimiz kuazarlara bıraktılar. Galaksiler ise kuazarların enerji yumaklarının genişlemesiyle (Galaksi yoğunluk çizgileri olarak) ortaya çıktılar.
Sonradan (Dolaylı ve dönüşümlü yani yıldız artığı olarak) ortaya çıkan karaboşluklar kendi çekimsel çökmelerinin sıkışması sonucu oluşurlar. Aralarında öncelik ve sonralık sıralaması olan bu iki karadelik türünün, ilki (Hawking karanoktaları) Künnes sırrındandır. (Tekvir-15) Çünkü evrenin yaratılması Künnes=ol emri uyarıncadır. Bu etkiye karşılık Hûnnes=öl emri uyarınca “Karanoktalar tepkisi” meydana gelmiştir. Bunlar, en başta yaratılmasaydı, “Kütlenin nereden geldiğinin cevabını” hiçbir zaman bulamayacaktık. Fakat Hawking bize “KÜTLENİN KARABOŞLUKLARDAN GELDİĞİNİ” söylemişti. Künnes, bir “Doğum” olayı olup, her “Doğan” doğduğu andan itibaren, ölmeye aday olur. Hûnnes ise ölüm olup, ölüm ise yaşamaya nedendir. Hiç “Yaratılmamış birinin” ölmesi gerekmez. Ama yaratılmış (Yaşayan) birinin ölmesi kaçınılmaz olur. Bir gün evren, maddecilerin umutlarını boşa çıkararak, müminlerin inancı doğrultusunda bir kez daha sonradan var edilmek için “KIYAMETLE” yok edilecektir. Bu, “RABBİM BİZİ İKİ KEZ ÖLDÜRDÜN, İKİ KEZ DİRİLTTİN…” ayetinin tecellisidir. Bu sayede “Nedensel olmayan” ve “Gelecekten geçmişe yaratılışı ve yeniden doğumu iade eden “Yaratılışın sırrını” çözüyoruz. Rabbimizin kozmik yaratma tekilliğine uzanacak kadar büyük bir deha olan Hawking’e, “İnsan nankördür” ayetine rağmen insanlık olarak borcumuz vardır. Bu tamamen felçli MÜSLÜMAN KARDEŞİMİZ’den “Doğulu İslam âleminin” hiç haberdar olmaması çok acıdır. Müslüman ülkelerin din kurumları ve Diyanet başkanlarının “ALLAH” bilimine hizmetkâr olan batılı Müslüman âlim kardeşlerinin” bu olağanüstü çabalarına karşı değil takdir ve tavsiye etmek, onlardan tamamen bihaber olması şayanı hayrettir. Böyle kuruluşlar, “Anladıklarını” tavsiye eser saymakta, anlamadıklarını ise sonsuza kadar “Askıya” almak, hatta şaibeyle baskıya almak yanlışını yapmakta ve sinsi İslam düşmanlarının “Burunlarının dibindeki cevheri görmekten acizler” diye alay hedefi olmaktadırlar. Bu nedenle Stephen Hawking’in bilim ve İslam dünyasındaki “SAKLI” önemini, seçkin yerini vurgulamak ve onu okuyucuya tanıtmak istiyorum. Gerek kendisi gerek “İkili oluşturan Penrose’un yaratılış tekilliğini yani ALLAH’ın oluşturduğunu MATEMATİKFİZİK ile ispatı İLK KEZ gerçekleşmiştir. Müslüman Zig-Zag öğretisinin değerli bir cemaat üyesi olan İngiliz asıllı Prof. Dr. Stephen Hawking, evrenbilim ve yaratılış-bilim konularında, inanılmaz buluşlar yaparak, sayısız batılı bilginin ALLAH’a yakınlaşmasını kitleler halinde Müslüman olmasını sağlamıştır. Yaratılışın tekil olduğunu, (ALLAH’ın geldiğini) MADDENİN “Karadeliklerin sızıntısından” türediğini, göstererek, mini karanoktaların ve karaboşlukların astronomisini oluşturmuştur. Bu astronomi sayesinde, ilk kez “Rölativite ve kuantum teoremlerini” birleşmiştir, evrenin komplike yaratılışı çözümlenmiştir. Allah‘ın saklı bir hazine olup kendisinin bilinmesini (Özellikle BİLİM yoluyla) istemesine yönelik en büyük çaba Hawking’den gelmiştir. Nasıl ki “Bilim müminlerin kayıp malı” ise, Müslüman bilim adamları da “Müminlerin kaybedilmiş öksüz kardeşleri” durumuna sokulmuştur. Dünya’da resmi bilim kurumları ve İslam ülkelerinde resmi diyanet kurumları ile “Müslüman geçinen basının” gafletine rağmen, İslam’ın medarı iftiharı Müslüman bilim
adamları Allah’ın nimeti olarak hep vardır. Günümüzde, bilim konulu dergilerde evren bilim ve yaratılışı ile ilgili makalelerde yazılanların tamamına yakını Hawking’in bulgularından türemiştir. Çağımızın hatta her çağın en büyük kozmogoni uzmanı olan Hawking teoremleri, hala aynı hayret ve hararetle güncelliğini korumaktadır. Hawking ve Penrose’un “Birlikte” oluşturduğu bu başarı, maddeciye en büyük darbeyi indirmiştir.
Şekil: 38 TEKERLİKLİ SANDALYEDEKİ DEHA Yukarıdaki kupür, “Zamanda ZİG-ZAG” dergisinin Aralık 1984 basımı, ikinci sayısının 7. sayfasından alınmıştır. Yazıyı kaleme olan İngiliz Profetör John Taylor olup, Hawking sayesinde Müslüman olmuştur. Bu yazıyı kaleme aldığı sırada Taylor Ateist olduğu için Hawking’in Müslümanlığı” konusuna hiç değinmemiştir. Bu yazıyı aynen iktibas ederek sunuyoruz. Daha önce de “Arz’dan Arş’a Sonsuzluk Kulesi’nin ikinci cildinin son ek bölümünde, yazarımız hakkında John Taylor’un bir yazısını sunmuştuk. John Taylor, ZigZag öğretisi mensuplarıyla toplu müşavere ve seminer yaparak, ünle “Black Holes=Karaboşluklar” kitabını oluşturan, dahi bir matematik profesörüdür. Hawking’i tanıyınca manevi âleme dönüş yapmış “Parapsikoloji” öğrenimine kendini adamıştır. 50 yaşına kadar maddeci ve ateist olan Taylor, doğruyu bularak, bilimin gerçeğinin ta kendisi olan ALLAH’a yönelmiştir. John Taylor, Hawking ile yazarımız Aiberg arasında nedensel olmayan benzerlikler olduğunu da bulmuştur. Hawking ve Aiberg her ikisi de yıl farkıyla aynı gün doğmuş,
aynı gün felç geçirerek, aynı hastanede yatmış ve tanışmış, Müslümanlığı sonradan benimseyerek, Zig-Zag öğretisine katılmışlardır. Her ikisinin de branşı kozmoloji olup, her ikisi de “Alternatif Nobel ödülüne aday” gösterilmiş, fakat “Müslüman” oldukları için, beynelmilel Resmi(!) bilim mafyasına ödülden geri bırakılmışlardır. Yan sayfada, Zig-Zag dergisinin, “Stephen Hawking” ile ilgili John Taylor tarafından kaleme alınmış makalesini okuyucuya aynen naklediyorum:
APENDIX: 1
TEKERLEKLİ SANDALYEDE BİR DEHA: STEPHEN HAWKING Cambridge Üniversitesi’nde Stephen Hawking’in özel bir çalışma odası vardır. Hemen hemen bütün gününü bu odada geçirir. Gelen ziyaretçileri çelik telli gözlüklerinin ardında parlayan mavi gözleriyle selamlar. Çünkü konuşmak onu çok yormaktadır. Üstelik söylediklerini anlamak da imkânsız gibidir. Yüzünde masum bir çocuğun ifadesi vardır. Oysa yüzyılın en büyük matematik dehalarının başında gelen Hawking 42 yaşındadır. Bütün bu engellere rağmen Albert Einstein’dan sonra fizik ve matematik alanlarında adeta devrim yaratmıştır. Hatta ona son yüzyılın ikinci yarısının Einstein’ı denmektedir. Bazı fizikçiler için bilim tarihinin en önde gelen ismidir. Hawking için bugünkü fizik-fantastik fizik ikilisini bir köşe pervazıyla birleştirmek hiç de zor olmamıştır. Bir yanda gezegenlerin, sabit yıldızların, galaksilerin ve tüm evrenin kütle çekimiyle açıklanan davranışları (Einstein’ın ”Genel rölativite” teorisi); diğer yanda maddenin atomsal düzlüklere göre hesaplanması mümkün olmayan davranışlarını açıklayamayan kuantum teorisi. Yaşamının son 10 yılını doğal olayların birbirleriyle olan çelişkisine hasreden Einstein, kuantum mekaniğinin olasılığıyla kafasını karıştırmayı göze alamamıştı. Her iki teori için birleştirici bir köprü atmak, ortay bir dil oluşturmak yıllar boyu birçok bilim adamının rüyası olmuş, ama hiçbiri bunu gerçekleştirememişti. Evrenin temel yapısı için bir kaftan uydurmak Hawking’in en büyük emeliydi. Hayat hikâyesi dikkat, sabır ve bilinç gerektiren çalışmalarıyla dopdoluydu. SÜRÜNDÜREN HASTALIK Hawking entelektüel çok zeki anne-babanın dört oğlundan en büyüğüydü. Babası bir doğa araştırmacısıydı. 1959 yılında Oxford Üniversitesi’nde yüksek öğrenimine başladığında disiplinsiz bir öğrenci olarak tanınmıştır. Şehrin belli başlı eğlence yerlerinde onu tanımayan yoktu. Ancak çok zeki, içine kapalı, ruhsal açıdan zangin bir kişiliği vardı. Bu nedenle çok seviliyordu.
Profesörler onun ihmalciliğine pek ses çıkartmıyorlardı. Çünkü çözülmesi çok zor matematik problemlerini önceden çalışmamış olsa da kısa sürede çözüyordu. Daha sonra öğreniminde derinleşmek amacıyla Cambridge Üniversitesi’ne geçti. Ancak aradan birkaç ay geçmişti ki, onu süründürecek hastalığını4n ilk belirtileri başladı. Kolları ve bacaklarına hâkim olamıyordu. Zaman zaman dili sürçüyor, konuşmakta güçlük çekiyordu. Bu az tanınan hastalık istemli kasları felç ediyor ve çoğu kez ölüme götürüyordu. Amyotrofik, yan tarafa inen katılaşma henüz 25 yaşında onu bastonsuz yürüyemez duruma getirince depresyon geçirerek kendini içkiye verdi. 1963 Ocak ayında Londra’daki St. Albans’da tanıdıklarının verdikleri partide yabancı diller öğrencisi olan Jane Wilda’ı tanıdı. Hawking’in gizemli kişiliği onu çok etkilemişti. İki yıl arkadaşlıktan sonra 1965 yılında evlendiler. Evlilik Hawking’in hayatında bir dönüm noktası olmuştu. Artık ölümü düşünmüyordu ve kendini bilime vermişti. Bugün üç çocuk babasıdır. ZAMANIN BAŞLANGICI Evlendikten kısa bir süre sonra ilk tezlerini oluşturmaya başladı. “Evrenin oluşu” konusu 60’lı yılların üzerinde en çok konuşulan konularından biriydi. Bilim adamları evrenin düzenli olarak genişlediğini düşünüyor, başlangıç noktasına bir çözüm getiremiyorlardı. Hawking o dönemde evrenin sonsuz yoğunlukta bir noktadan yaşamına başladığını buldu ve fikrini o zamanlar Londra Üniversitesi’nin tanınmış matematikçisi Roger Penrose’a açtı. 1969 yılında birlikte çalışarak Einstein’ın rölativite teorisiyle bağdaşan teoremlerini ortaya koydular. Einstein’ın zamanı ve mekânı bu noktada birleşiyorlardı. “Daha başka bir deyişle” diyor Hawking, “zamanın da başlangıcı olduğunu gösterdik.” 70’li yıllarda sağlığı öyle bozuldu ki, tekerlekli sandalyeye oturmak ve hayatının geri kalan kısmını orada geçirmek zorunda kaldı. Ama durumuna eskisi kadar üzülmüyordu. Çünkü geliştirdiği her teori onu ruhsal açıdan besliyor, yaşam sevinci aşılıyordu. “En büyük zaferim” dediği “karadelikler” teorisi ilgiyle karşılanınca “Nihayet kendimi temize çıkardım” demişti. Eğer büyük bir yıldız yanıcı termonükleer maddesini tüketmişse, kendi yerçekiminden yararlanır. Bu büyük bir güçtür. Yıldız materyali belirli şartlar altında top halini alarak öylesine ufalarak yoğunlaşır ki, artık öz maddesi yıldızdan kaçamaz olur. Hatta kendi ışığını bile emen yıldızın farkına varmak mümkün olmaz. 1971 yılında teoremini daha da ileriye götürerek, kara deliklerin sadece ölü yıldızların bir aşaması olmadığını, evrenin başlangıcında oluşan muazzam güçlere bağlı olarak ufacık kara deliklerin de oluştuğunu açıkladı. Hawking’e göre sadece bizim galaksimizde en fazla bir proton büyüklüğünde, ama en az Everest dağı kadar ağır bir milyona yakın karadelik yaşamaktadır. GİZEM DUVARI 1973 yılında Hawking materyal davranışlarının karadeliklerle ortak yönlerini araştırdı. Bir
kalemi tutacak kadar bile güç yoktu ellerinde. Bu nedenle tüm hesapları kafasından yapıyordu, düşündüklerini mümkün olduğu kadar grafik şekillere dönüştürerek asistanına anlatmaya çalışıyordu. Bir gün böyle bir dikte seansında delirdiğini sanmıştı. Çünkü vardığı sonuç inanılmaz bir teorinin başlangıcı olmuştu. Karadelikler sürekli olarak bazı parçacıklar gönderiyorlardı. O zaman da karadelikler zamanın dışında kalıyordu. Bu ne demekti? Sabit yıldız bozunumlarında veya astronomların galaksi çekirdeklerinde bulacaklarını tahmin ettikleri çözüm, şimdiki dünya yaşının çok gerilerine sürüklüyordu teoriyi. Hawking orta büyüklükte bir kara deliğin ortalama 10 milyar yaşında olduğunu ortaya koydu. Evrenin yaşından biraz daha genç olduklarını düşünecek olursak, karadeliklerin evreninin öncesine de ışık tutabileceği ortaya çıkmış olur. Küçük bir karadelik içeriğini yitirse, ışınlarından oluşan enerji deposu patlayarak serbest kalır. Bu teoriyi şimdiye kadar bilinenlere öylesine ters düşüyordu ki Stephen Hawking uzun süre defalarca kontrol etmek zorunda kaldı. Eğer söyledikleri yanlış olsaydı, kendine olan güvenini tekrar kazanmak yıllar alacaktı. Ama teorisinde en ufak bir uyumsuzluk bulamadı. 1974 yılında, tam 32 yaşındayken Rutherford Enstitüsü’nde “karadelikler yoluyla parçacık oluşumu” adını verdiği bir çalışmasını ışıklı tabelalar aracılığıyla tanıttı. Dinleyiciler onun bilinmezliğin sınırına dayandığının farkındaydılar ve yetersiz kaldıklarını hissediyorlardı. Ancak “Anlaşılmaz” damgası yemesine rağmen Hawking tüm gayretiyle çalışmalarına devam ediyordu. Bir ay sonra çalışmaları haftalık bilimsel “Nature” dergisinde yayınlandı ve teorileri tüm dünyaya yayılarak tartışılmaya başlandı. Bu gerçekten bir dönüm noktasıydı. Bu arkada karadeliklerin parçacık ışıması yapabilecekleri ve patlayabilecekleri matematiksel olarak kanıtlandı. Bugün karadeliklerin parçacıkları yayımladığını anlatmak için “Hawking ışıması” deyimi kullanılmaktadır. Hawking’in bulduğu karadelik dinamiği evrenin oluşumuyla büyük paralellik ve benzerlik göstermektedir. Bu nedenle teori, atomaltı parçacıkların nasıl oluştuğu ve evrenin oluşum aşamasında birbirileriyle nasıl etkileştikleri konusunda fizik uzmanlarına yardımcı olacaktır. Her şeyden önce, rölativite teorisiyle kuantum teorisinin karadeliklerde bir araya gelmiş olması yepyeni ufukların adımı olacaktır. Hawking’le birlikte bilim fabrikası haline gelen Cambridge Üniversitesi tarafından kendisine tahsis edilen odada halen çalışmalarına ve fısıltılarına devam eden Hawking, bilim alanındaki son gelişmeleri de yakından takip etmektedir. Felçli olması, onu eskisi kadar üzmüyor. Çünkü Hawking “İçimde beni şaşkın bırakan güçler buldum” diyor. (İslamiyet) KESİM: 70
SIDERAL-ASTRAL KARADELİKLER
“Hawking karanoktaları”, sonradan değil; büyük patlamayla ve “Evrenle birlikte” aynı
anda en başta yaratılmışlardır. (*) Bunlara “Kara kuant” ismini de vermiştim. İzleyen cildimizde bu önemli konu sunulacaktır.
Oysa hep sunduğumuz “Karaboşluklar”, (Üç Güneş kütleli bir yıldızın, ömrünün sonuna gelmesiyle) çekim çöküntüsü olarak ortaya çıkmış, “Sonradan olma” ve sıralamada “ikinci büyülükte” olan kategoriye giriyorlar. Hiyerarşik sıralamanın en küçüğü “Karanoktalar” olup, onu izleyerek, “Yıldız artığı” olan sideral=Astral karaboşluklar gelmektedir ki, bunların oluşumu ile ilgili bilgileri önceki bölümde sunmuştuk. Karanoktalar, bir atomdan küçük ya da kum tanesi kadar türlü boylarda karalekeler olabilmektedir. Oysa Sideral yani “Yıldız artığı” karadeliklerin en küçüğünün oluşması için, çöken bir yıldız şartı vardır. Bu şartın da şartı, yıldızın Güneşimizden 2,95 kat daha büyük kütleli olmasını gerektirmektedir. Bu “Taban” değerine sahip ender bir karadeliğin çapı ile orijinal olay ufku çapı birbirine eşitlendiğinden yüzeyi aynı zamanda “Olay ufku”dur. (Yüzey alanı sıfır kalınlıktadır. Onun olay ufkuna girdiğimizde, aynı anda yüzeyine ayak basmış oluruz.) Bu taban ve limit sayıdan başlayarak, yıldızların “Kütle” büyüklüklerine göre değişen çaplarda “Sideral” karaboşluklar, “Yıldızın mezarı” olarak kazanılmış, ceset konmuş ve mezar dış dünyaya açılmamak üzere gömülmüştür. Sideral karaboşluklar, süpernova patlamasının çekim şoku kalıntıları olup, cazibe aşırı (Çekim ve elektromanyetizma fırtınaları) etkilerinden oluşan dehşetli enerji farkının telafi edilmesi için yaratılan “Kara-unsur”lardır. Bunlar bildiğimiz 4 hali olan madde kimyasına değil; maddenin beşinci hali olan SİMYA olgusuna girerler. Bir karaboşluk, yuttuğu maddelerin tümünü tek tip “En küçük bileşenlerine” doğru ufalar. Yani madde TABAN ya da ALT YAPI olan kuantlara doğru indirgenmek zorunda kalır. Madde ve enerji, kendilerini oluşturan fundemental öze (Aslına-astarına) dönüşür. Bu dönüşüm, Planck uzayı denen “En mini minnacık maddi mekân” aralığının tabanına kadar sürer. Bu da nötron yıldızların kuarklaşmasıdır. Fakat kütle çekimi çok büyükse, bu mini aralık da “Çekim baskısıyla” sıkışıp tutunamaz ve daralır. Kuantlar, “Eylem aralığının tabanını” aşınca, artık (Yıldızın kendisi ve tutsağı olan) enerji ile madde de yenilip-bitirilmiş olur. Yerine “MEKÂN BOŞLUĞU” denen SİYAH BOŞLUKLAR gelir. Burayı ne uzay ne de zaman boyutları etkileyemez olur. O halde orası “Uzay-zaman boşluğu”dur!.. İşte Vakıa-75 ve 76. ayetler, 14 yüzyıl önce AYNEN bu olguyu haber vermiş “Mevakiin nücum=Yıldızların boş yerleri” ifadesini kullanmıştır. Okuyucu dikkat ederse, biz bilimciler de AYNI ANLAMDA “Karaboşluk” demekteyiz. Gerçekten de orası, “Görünmez yıldız boşluğu, Uzay-zaman deliği, yıldızdan boşalan ve bu evrene ait olmayan bir başka “Uzay, evren” bölgesidir. “Mevakiin nücum” ifadesinin önemine dizimizin bantları boyunca hep değinmiş, çöken
yıldız artıkları olan, beyaz cüce ve nötron yıldızları da aştığını vurgulamıştık. Çünkü beyaz cüce (Ya da kara cüce) ile nötron yıldızlar (Ya da Pulsarlar) yıldızın BOŞALAN YERİ değildir, yıldız orada yani evrenimizdedir. Ama evrenimiz dışına yollanmak yalnızca KARABOŞLUKLARA özgüdür. Çekim ve elektromanyetizmanın şarj ettiği aşırı bir enerji birikiminin patlak vermesiyle ortaya çıkan çekimsel ve elektromanyetizmal fırtınalar, cüce ve nötron yıldızları da aşarak, “Siyahdelik” olma şiddetine ulaşıp, karaboşluk eğilimine tırmandığı zaman, yıldız, kendini ve beraberindeki uzay ile zamanı da yutmuş olur. Uzay demek, “Mekân” demektir ki, yıldızın kendi mekânını yutması ilk kez başımıza gelen, inanılmaz bir olgudur. Kendini, kendi ışığını, kendi hacim, yer ve zamanı yutan bir yıldız, (Kendini ve tutsaklarını) bir başka manyetik alana, paralel evrenlere göndermiş olduğundan, yerine bir UZAY-ZAMAN BOŞLUĞU bırakmıştır. İşte “Yıldız yerleri” diye geçen ayet, bu maksimal çökmenin habercisidir. Çünkü karaboşluklarda, yıldız gider yerine “Sonsuz bir kuyu” olan uzay-zaman tekilliği gelir. “Yıldızların yeri” derken, bu uzay-zaman uçurumunu” anlatırız. Yıldız, o uçurumdan düşerek intihar etmiş, öteki dünyaya intikal etmiş, yerine sadece “YERİ, BOŞLUĞU, DELİĞİ” kalmıştır. Dolayısıyla Kur’an’da “Sideral karaboşlukların” ismi doğrudan “YILDIZ BOŞLUKLARI” diye verilmiştir: Vakıa-75. ayet, “Felâ” diye başlamaktadır. Bu Allah ifadesi, mecaz anlamda, “Hiç kuşku yok, başka türlüsünün olamayacağı tek biçim ve kesinkes gerçek” demektir. Edebi anlamda ise “Artık bir başka söze, iddiaya gerek yok” demektir. Batıni (Gizli bilimler) anlamında ise “Artık yerinde olmayan…” yani bir yıldızın kolapsar olarak çökmesiyle, orada yok olmasından doğan “Boşluğu” anlatmakta, yıldızların ebedi ASAL olmadığını, genç doğup, yaşlanıp, sonunda KOLLAPSAR olarak çökeceklerini ve artlarında kara cesetler bırakacakları bildirilmektedir. Şimdi söz konusu Vakıa-75. ve 76. ayetleri belleğimize iyice yerleştirmek üzere bir kez daha yorumlayalım. Çünkü Vakıa suresi Resulullah’ın kuşaklar boyu ebeveynden evlatlarına VASİYET etmeleri emredilmiş bir ayrıcalıklı suredir. Bunun nedeni iki türlüdür. İlki kozmolojik olup, “Mevakiin nücum” ve buna edilen yemindir. Diğeri ise “Sosyolojik”dir. * “FEL” (Artık bir başka söze gerek yok, şimdi o yıldızlar yerlerinde yok) UKSİMU (And ederim ki) “Bİ MEVÂKI’UN NÜCÛMİ” (Yıldızların mevkileri üzerine yani kara boşluklar denen yıldız yerleri, yıldız kalıntıları, teşekkül halindeki yıldızlar, Cüce ve nötron yıldızlar, ışığı geldiği halde aslında çoktan yok olan ya da var edildiği halde henüz ışığı bize ulaşmadığı için göremediğimiz yıldız yerleri) İzleyen ayet ise “BUNUN NE BÜYÜK BİR YEMİN OLDUĞUNU BİLSEYDİNİZ…” biçimindedir. Rabbimiz böyle bir ifade kullanması üzerinde çok-çok-çok düşünmek gerekir. Üstelik Resulullah kendi dönemi ümmetine, “Vakıa suresini çocuklarına öğretmeyi, onların da kendi çocuklarına öğretmesini” önemle tavsiye etmiştir. Vakıa suresinin sosyolojik önemi ise içinde gelecekteki ekonomik-politik ve sosyolojik büyük fitne olan “SOLCULUĞU, MARKSİZMİ, insanı köleleştiren Hürriyet düşmanı ve
ahlak ile manevi değerler yoksunu komünizmi önceden haber vererek uyarmasıdır. Vakıa suresinin “Kozmik önemi” ise “Büyük yeminden de anlaşıldığı üzere”, Yıldızların yerleri üzerine yapılan katmerli vurgudur. İşte bu vurgunun ağırlığı, karadeliklerdedir. Çünkü ayette yıldızlardan değil; yıldız yeri olan karaboşluklardan söz edilmiştir. Çağımız karaboşluklarla artık tanıştığı için kıyametle aşina olmuştur. Dolayısıyla mevakiin nücum, manevi olarak tecelli etmiştir. Maddi olarak da “KIYAMET” sorumlusu karadelik yutmalarıyla tecelli edecektir.
İLERİ BİLGİLER: 39
KARA-EVREN “KUTURUSSEM”SI Önceki ciltlerimizde önemle üzerinde durduğumuz “Aktarıssemavat“ “ÇAPLARI” karaboşluklar=Mevakiin nücum ile dolaysız bağlantılıdır.
Göklerin
“Göklerin ülkeleri, başka uzay-zamanların, öteki âlemlerin, paralel evrenlerin” de habercisi olan “Aktarıssemavat” Gök ve yer çizgilerinin KAPALI bir uzayı dışında kalan “BAŞKA UZAYLARI” da bildirmiştir. Karadeliklerin olay ufuklarının ardına saklanarak bizim evrenimiz “DIŞINDA” kalmaları “Aktarıssemavat” üzerine bilimsel tefekkür yapıldığında ortaya çıkar. Daha önceki kitaplarımızda çokça değindiğimiz Rahman-33. ayet şöyledir. * “EY (Birleşik) CİN VE İNSAN TOPLUMLARI, YER VE GÖKLERİN AKTAR (Kutur=çap)INDAN DIŞARI (Üst boyuta) ÇIKMAYA GÜCÜNÜZ YETERSE ÇIKINI FAKAT ÇIKAMAZSINIZ! VELEV Kİ SULTAN (Kurtulmaya elveren) BİR KUVVET OLMAZSA.” Karadelikler, bizim evrenin “Aktarıssamevat”ı olan kapalı sistem dışına kaçabilen SULTAN KUVVET’tir. Çünkü uzaydan sadece kaçabilen tek nesne KARADELİK’tir. Bir karadelikten kaçmak için de gerçekten ışık hızının üstünde SULTAN BİR KAÇ MA KUVVETİ gerekmektedir. “Yıldızların yerleri ile göklerin çapları” Kur’an ifadesiyle özdeşleşmiştir. Yıldızların kendileri yerine, birer “Yerleri” varsa, onların göklerinin (Uzay-zaman limitlerinin) de bir çapları, eğrilik kuturları bulunmalıdır. Karadelikleri kuşatan kara evrenlerin gerçekten de türlü çapları bulunmaktadır. Bu çaplar, hem karadeliklerin hiyerarşik büyüklük çapları hem de, bir karadeliğin “Kara örtüsü”nün içinde ve dışında yer alan türlü katman ve tabakaların iç-içe çaplarıdır. Öncelikle bu çapların kollapsar düzeyinde ne anlama geldiğine ilişkin bilgilerimizi tazeleyelim: * Bir yıldız dört kuvveti dengesini kurmuşsa, ona Asal yıldız demekteyiz. Bu yıldızın yüzey çapıdır. Buna kuşatan Çekim çapı ve küresel bulut olduğunu erken dönemdeki “Sistem çapı” (Güneş düzlemi) vardır.
* Eğer Güneş gibi bir küçük yıldız, çökmesi ardından, çökmeyi sonuna kadar götürecek yeterli kütle çekimine sahip değilse, elektromanyetizmanın karşı koyduğu bir BEYAZ/KARA CÜCE çapında karar kılmış görürüz. * Eğer çöken yıldızın kütlesi elektromanyetik çapı bile delip geçecek kadar büyükse, yıldız nötron yıldız çapına büzüşür. * Eğer kütle bunu da aşacak kadar büyükse karadelik olmak üzere mümkün olan en küçük çapa (Tekilliğe) büzüşür. Bir başka anlatımla, bir yıldızın “Olay ufku” ve kritik yapıçapı, yıldızın içinde kalıyorsa, (Yıldız bu “Çaplardan” GENİŞ ise) o yıldız cüce ya da nötron yıldızdır. Ama “Yıldızın çapı, olay ufku ve Schwarzschild çapından küçükse ona “Karadelik” deriz. Sideral bir karadeliğin limit çapının oluşması için 2,95 güneş kütlesindeki bir yıldızın çökmesi yeterlidir. Bu limit tastamam bu değerdeyse, “Karadeliğin çapı ile olay ufkunun çapı birbirine eşitlenip “Yüzey alanı” sıfır olur. Böyle özel bir kara yıldızın olay ufkuna g3irdiğimiz anda aynı zamanda yüzeyine ayak basmış oluruz. Görüldüğü gibi karadelik oluşması için “Eşik değer” olarak 2,95 kütleli bir yıldızın çökmesi gerekir. Tastamam bu değerdeki bir yıldızın, olay ufku ile yüzeyi birbirine eşit olduğundan böyle bir karadelik son derece özel sayılır. Bu değer aşıldıkça, olay ufku büyümeye başlar. Böylece Schwarzschild yarıçapından başka, bir de “Olay ufka” denen “ÇAP” ortaya çıkar. Karadeliğin niteliğine göre, olay ufku ikiye ayrılır. Bunlar “İç olay ufku” ile “Dış olay ufku” çaplarıdır. Eğer bu karadelik dönüyorsa, onun döndüğünü dış olay ufkunda değil; iç olay ufkunda görürüz. Bu iç olay ufkuna ERGOSFER denmektedir. Ergosfer, olay ufku ile karadelik çapı arasında bir tampon çaptır. Eğer, bir karadeliğe yakın geçişi sırasında bir yıldız dış olay ufkuna tam yakalanmadan kısmen kendini kurtarabilmişse, o zaman onların bir yufka ya da puro biçiminde çekildikleri bir Litosfer=Taşküre çapı olduğundan söz ederiz. Evrende her yapı “Tabaka tabaka” kuturlardan yani çaplardan oluşmuştur. Bu da “Tabakadan tabakaya bindirilmek” sırrının tecellisidir. (İnşikak süresi) “Tabakadan tabakaya bindirilmek” gravitik yorumla, birbirini çeken “Kara ortakların” gidecek birbirine yaklaşması, birbiriyle birleşmeye eğilim göstererek, tabakalarını birbirine BİNDİRMESİ demektir. Güneşimizin de böyle bir KARADELİK ORTAĞI bulunduğundan söz etmiştim. İşte bu kara-ortak, Güneşin göbeğindeki karanoktalardan sonra, Güneşe en yakın ikinci tehlikedir. Güneşin ömrünün normal olarak 50 milyar yıl olması, bize hiçbir güvence veremez. Vakitsiz ölüm “Evrensel” bir yasadır!
KESİM: 71
TRANSFERRO OLAYLAR
GALAKTİK DEV KARABOŞLUKLAR Hiyerarşik tasnifi sunarken mini karanoktalar ile başlayıp, yıldız kalıntısı “Sideral=Astral” karaboşluklara uzandık. Şimdiki disiplin konumuz ise, bunların daha büyüğü olan yıldız boyutunda değil de, Galaksi boyutunda olan “Üçüncü” türde felaket müjdesi olan Galaktik karaboşluklardır. Galaksilerle ilgili, öğretimizin önceki bilgilerinden Galaksilerin “İKİ ANA YAPI”dan oluştuğunu hatırlarız: * Birincisi merkezdeki topaklaşma yani Galaksi merkezi olan dev çekirdektir. * İkincisi ise galaksiyi kuşatan ve genellikle sarmal kollar halindeki ÇEVRE bölümüdür. Galaksilerin merkezleri çevrelerinden daha yaşlı olduğundan yıldız oluşturacak malzemeden, günümüzde eser kalmamıştır. Genç çevre, gaz-toz malzemesi bakımından çok zengin olduğundan yeni yıldızlar hep Galaksi çevresinde oluşur. Bu öylesine zengin bir malzemedir ki, bir anda milyarlarca yıldız doğar. Oysa en önce yani Galaksi tarihi başlangıcında Galaksi merkezi yıldız üretirken, çevrede henüz hiçbir yıldızdan eser yoktu. (Sadece yıldız yerleri vardı.) Dolayısıyla galaksinin soğuduğu bu erken evrelerde, önce merkezde ilk yıldızlar oluştular. Bu zengin malzeme, çok sıkışık olarak, galaksi çekirdeğine bir toplanma merkezi, çekim odağı olarak topaklaşmıştı. İşte bu evrede, çevrede henüz bir yıldız yokken, merkezde tam tersine güneşten 50 ila 5000 kez kütleli “MAVİ DEV” denen çok parlak, çok büyük yıldızlar’dan milyarlarcasının hemen seri üretimi başladı. Bu milyarlarca dev mavi yıldız hem çok büyüktüler hem birbirine çok yakındılar, hem de çok sıkışık kümelerdi… Öte yandan, bir yıldız ne kadar BÜYÜKSE, o kadar çabuk söner. Örneğin küçük bir yıldız olan Güneşimizin elli milyar yıl yaşamasına karşılık, bin Güneş büyüklüğündeki bir mavi dev yıldız milyon yıl sonra “Karadelik” olarak çöker. Dolayısıyla galaksi merkezi kısa vadede milyonlarca dev karadeliklerle doluşmuş ve dokunmuştur. Galaksi merkezi o kadar yoğundur ki, aşırı sıkışıklıktan bütün yıldızlar, neredeyse birbirlerine değerler. Bu yıldızlar kısa zamanda kendi dev çekimlerine yenilerek karadelikleşirler. Karadelikler, aynı zamanda birbirlerini de çektiklerinden birleşirler. Böylece birleştikleri oranda güçlenerek, “Diğer yıldızların normal çökmesini beklemeden” önlerine çıkanı yiyip-bitirirler. Böylece çekirdekte muazzam bir dev karadelik oluşur. Sonra merkezi karadelik daha da güçlenmiş olarak, hem öteki karadelikleri hem bütün dev yıldızları, hem de gaz-toz bulutlarını siler-süpürürler. Bu nedenle ilk yıldızların galaksi merkezinde oluşan mavi devler olduğunu, dolayısıyla galaksi merkezinin çevresinden çok daha yaşlı olduğunu en baştan belirttim. Buna eş anlamda, galaksi çekirdeği bir yıldız kabristanıdır. Bu kara mezarlığın üzeri
yutulmaya aday yıldızlarla kaplanmıştır. Ölü Evren bir yana, içinde yaşadığımız galaksinin %90’ı ÖLÜ MADDE’dir. Ölü maddeden kasıt “Karadeliklerdir.” Canlı madde ile asal yıldızlar olup, bunların sayısı galaksimizde yüzmilyarı aşmaz. O kadar evrende, hayal ettiğimizden daha çok katrilyonlarca karadelik olduğunu “Transferro” olaylar ortaya koymuştur. Bunlar “Demir-ötesi” ağır elementler olup, bizim için bir göstergedir: Yıldızlar galaksi düzleminde yer aldıklarından, “Demirden ağır elementlerce” zengin çevreleri kendilerine katarlar. Ama merkezdeki yaşlı yıldızlar bünyesinde, asla demir ötesi elementler olmamalıdır. Çünkü yıldız reaksiyonlarının en son durağı ”Demir” elementiyle sonlanır. Dolayısıyla, Demir ötesi elementler en baştan beri var olamazlar. Ancak, daha sonra süpernovaların şiddetli basınçlarıyla oluşup çevreye püskürtülürler. İşte bu “Transferro güçlüğü” telafi etmek için, günümüzden on milyon yıl önce “Yeterince süpernova patlamaları” öngörülmektedir. Yıldızlar daha devleştikçe ömürleri de o kadar ömrü kısaldığından, merkezdeki bu ilk dev yıldızların oluşturduğu galaksi çekirdeği, demir aşamasında da kalamayıp, karadeliğe dönüşür ve fonksiyonunu bitirir. Galaksi “Ayla=Hale”si içindeki, yıldız artıklarının istatistiksel sayılması sonucu, galaksimizin %90’ının, çoktan ölmüş madde olduğunu, özellikle “Galaksi merkezinin tamamen dev siyah boşluk” haline geldiğini görerek, feci sonumuzdan ürkmekteyiz. Galaksimiz merkezinde “DEV GALAKTİK KARABOŞLUK” var mıdır? Bu konudaki gözlemlerimizi, başta çekim ve elektromanyetik astronomi olmak üzere her tür veriyle destekleyebiliyoruz. Elektromanyetik yani radyasyon astronomisi görünen (Optik) ve görünmeyen (Röntgen, radyo dalgası kızıl ötesi – mor ötesi) ışımaların tümüdür. Fakat çekimci dalgalar elektromanyetik değildir. Buna onların çok zayıf olan güçleri de eklenirse, çekim astronomisinin zorluğu anlaşılır. Bu güçlüğe rağmen, çekim astronomisini Joseph Weber’in detektörü ile başlatmış bulunuyoruz. Konuyla ilgilenen okuyucular, şimdiki ileri bilgilerimizi okuyabilirler.
İLERİ BİLGİLER: 40
KOLEKTİF İNTİHARLAR Weber detektörünü galaksi merkezimize yönelttiğimizde sinyal, frekans ve duyarlığı en yüksek düzeyde olan bu duyarlı aygıt, süpernova ve karadelikleri “Çekim astronomisi” yöntemiyle yakalayabilmektedir. Weber 1660 devir/cycle şiddetinde bir tek dehşetli atışı kaydetmiştir. Sinyal şiddetinin değişimi 12 saat kadardır. “Atış” dört gün boyunca, birer kez, yarım saniyeden daha kısa değerlere sahiptir. Bunun anlamı “Güneşten ikiyüz kez
büyük bir kütleyi içeren bir Karadeliğin” çekim ışımasının bize ulaşmasıdır. Burada şaşırtıcı olan sinyallerin dört gün arayla yayınlanmasıdır. Oysa bu sinyaller bir Süpernova’dan gelseydi, dört yüz yılda-bir kez ulaşırdı. Görecelik (Rölativite) teoremi doğru olduğuna göre, geriye tek alternatif kalmıştır: Sinyalin kaynağı yüzmilyon Güneş kütlesinde ve çapı üçyüz bin km. olan bir merkezi karadelik tehdididir. Yani “Galaksimizin merkezinde dev bir karadelik” olduğuna ilişkin ilk tanıttır. “Galaktik karaboşluğumuz, Samanyolunun tam göbeğinde, bir ışık saniyesi (300.000 km.) çapında olup, her yıl üç ila 40 Güneş kütlesi yutarak daha da güçlenmektedir. Böyle bir “Galaktik karadelik” içinde bulunduğu bütün galaksinin tüm madde tutarına ve niceliğine hâkimdir. Zamanla içinde bulunduğu galaksiyi de peyderpey yutacaktır. Söz konusu “Galaktik karadeliğimiz” hem dönmekte hem bir manyetik alan oluşturmakta hem de saniyede 50 km. hızla bize yaklaşmaktadır. “Kol”a ya da bir çift “Yumruk güllesine” benzetilen bu yapının, 9 ışık yılı ötesinde “Hidrojen atomundan oluşan 21 cm. radyo dalgalı yayın aktifliği “merkezindeki şiddetli olayın” bir karadelik’ten yayınlandığı kanıtlanmıştır. Güneş’in Neptün gezegenine olan çekim etkisi neyse, galaktik karadeliğin on ışık yılı öteye etkisinden doğan bağımlılık tehdidi de odur. Güneş’in yerine eğer Güneş’i gökte gördüğümüz büyüklükte bir karadelik olsaydı, 9,5 trilyon km. ötedeki (En uzak gezegen olan Pluton’un 1610 katı uzaklıkta) bir gezegeni yörüngesinde tutabilirdi. Böyle bir “Karadelik” Güneş’in Merkür’ü saptırmasının 10 000 000 000 000 000 000 katı olarak bizi saptırırdı… Samanyolu’muzun halesindeki “Üç küresel uydu galakside” de birer karaboşluk çekirdeği olduğu artık anlaşılmıştır. Çünkü bu yoğun yıldız gruplarının iç kesimlerindeki yıldızlar, dışarıdakiler gibi ağdalı, alışılmış yavaşlıklarıyla hareket edeceklerine, sanki bir çekim merkezince uyarılmışçasına, hızlı düzensiz ve itilip-kalkılarak hareket etmektedirler. Bunu ancak binlerce Güneş kütleli dev merkezi bir karadelik başarabilir. En yakın galaksi “Komşumuz Andromeda”nın çekirdeği de, açıkça bizimle paralel hareketler yapmakta yani, bir galaktik merkezi karaboşluğu çekirdeğinde saklamaktadır. Tüm galaksilerde bir merkezi karadelik koleksiyonu vardır. NGC 6251 Galaksisinde merkezi karaboşluğun uyguladığı olağanüstü kabarmalar yaygındır. “Elips” biçimli galaksilerde bulunan, Güneş’ten 60 kat büyük yıldızlar arasında olağanüstü şiddet ve etkileşim alışverişleri, kütle spektrogramıyla ölçümlenmektedir. Karadeliklerin galaksi çekirdeğine yerleşmelerinin nedeni bu merkezdeki dev yıldızların, kesinkes karadelik adayı olmalarından kaynaklanır. Galaksiler ilk yaratıldığında bu kara tohumlar, tam merkeze ekilmiş, orada büyüyüpgüçlenmiş ve birkaç milyar yılda kütlesini bir milyon ila bir trilyon kadar arttırmışlardır, sürekli birbirleriyle buluşup, kaynaşmışlardır. Böylece bütün karadelikler birleşip, devleşmişler ve (Galaksi merkezindeki) on milyon güneş ağırlığındaki 300.000 km. yarıçapındaki “Manyetik kalbi” hem de kızılötesi
astronominin yayın kaynağı olduğundan IRS 16 kod numarası almıştır. Bağlı olduğumuz ve yeri kesin bilinen en yakın Galaktik karadelik burasıdır. Bu yüzden gözlemlenmesi kolay olduğundan onun uçurumuna düşen maddenin can çekişmesinden bu merkezi karadeliğimizin varlığından kuşku duyulmamaktadır. Çünkü bütün galaksiler aynı yaşta olduğundan, merkezi karadeliğimiz Samanyolu’muzun çekirdeğini tamamen kaplamıştır. Muhtemel çapı 300.000 km. olup, delice dönmektedir. Bizi yutması ise saniyede 50 km. hızla artmaktadır. Yani her saniye onun ölüm tuzağına 50 km. hızla yaklaşmaktayız. Galaksi merkezlerindeki dev karadelikler yalnız bize ve komşu Andromeda galaksisine özgü değildir. Gözlenen tüm galaksilerin merkezlerinde bu olağanüstü kabarmalar yani karadelik paralelliği belirgindir. Çevreye aşırı enerji vererek gözlemlememize neden olan bu olguların, gaz-toz materyali olmayan yani çevresini de merkeze çekmiş olan elips küresel galaksilerde gözlenmesi, anormaldir: NGC 4486 galaksisinden içinin %98’i küreleştiği için, içini göstermemesine rağmen, komşu cisimlere aşırı bir enerji uygulanır ki, bunun kaynağı açıkça “Karadelikler” oluşmasına bağlanmaktadır. Bütün elpsoid galaksilerin merkezi, çökmüş yıldızlar olup, bu ilk yıldızlar kısa ömürlü mavi devlerdir. Dolayısıyla bu galaksilerin milyarlarca yıl boyunca çekirdekleri iyice “Karadelik”ten ibaret olmalıdır. Messier-87 galaksisi, bütünüyle intihar ederken, olağanüstü dozda X-ışını yaymaktadır. Bu yayımın galaktik karaboşluğa gerisin geriye düşen ya da yutulan yıldızların, sıcak gaz emisyonundan kaçtıkları anlaşılmıştır. Öte yandan, Başak (Kız, Virge) galaksisinde eksik kaybolan madde (Kütle) açığı vardır. Bu açığın karadelik çökmesine uğrayan “Üye” galaksilerden olduğu kesinleşmiştir. (Bu kütle açığını tüketen, başka bilinmedik bir mekanizma yoksa) kaybolan maddenin, “Karadeliklere” dönüştüğünü söyleriz. Başka bir açıklayıcı mekanizma henüz bulunamamıştır. Galaksilerin minyatürü olan “Küçük ve cüce galaksilerde” de merkezi-dev karadelikler bulunmuş. Samanyolu aylasında üç küresel uydu galaksisinin de çekirdeğinde uydugalaktik karadelikler ayırt edilmiştir. Bir başka deyişle, fark edelim ya da fark etmeyelim, her galaktik sistem merkezinde kesinkes bir “Galaktik karaboşluk” barındırmaktadırlar.
KESİM: 72
KOZMİK KARABOŞLUK
KIYAMET KARADELİĞİ Karanoktalar, Sideral karadelikler ve Galaktik merkezi karaboşluklardan sonra, sıraya, dördüncü ve EN BÜYÜK karaboşluğu, yani bütün evrenin içine sığabileceği, sıkışıp bir tek nokta gibi bastırılacağı, “KOZMİK KARADELİĞİ” bir başka deyişle “KIYAMETİ” alıyoruz:
En küçük ile en büyüğün aynı yerde olduğunu, ikisi arasında (Nedensellik kalktığında) hiçbir fark olmadığını öğretimiz tespitlerinden biri olarak sunmuştuk. (*) Arz’dan Arş’a Sonsuzluk Kulesi’nin ilk ve ikinci ciltlerinde okurlar, gereken bilgilenmeyi sağlayabilirler.
Dolayısıyla, Hawking karanoktaları ile bütün evrenin bir tek karadelik halinde iç-içe eriyip birleşeceği “KOZMİK KARABOŞLUK” “Başlangıcın sonu ve/veya sonun başlangıcında” BİRLENMEKTEDİR. Kıyametin nedeni ve bütün diğer karadelikleri kendi bünyesinde toplayarak tek bir karaboşluk oluşturacak bu büyük birleşmenin adı “KIYAMET KARADELİĞİ” olacaktır. Kıyamete çeyrek kala, bütün evrenin içe çökmesiyle bütün karadelikler, birbirine bastırılıp birbiriyle birleşip sonunda “MERKEZİ KOZMİK TEK BİR KARANOKTA” olarak birleşeceklerdir. O kozmik kıyamet karanoktasının ağırlığı, bütün evrene eşittir! Çünkü, bütün evren kütlesi onun içine çökmüştür! Onun sıcaklığı, Big-Bang denen yaratılış patlamasının ışıma sıcaklığına eşittir. Kozmik karadelik için kıyamete özgü “Yabancı dilde terminolojiler” türetilmiştir: Genelde BigBang=Büyük patlama’nın tersine, DOOM DAY=Patlama günü. Bilim dilinde “BİGGROUNCH=büyük çökme, semavi kitaplarda “Apocalypse=kıyamet ve Germen efsanelerinde “Götterverhaengnis=Tanrıların kahrettiği gün” diye isimler verilmiştir. Bu evrensel kozmik kıyamet karadeliği, diğer bütün küçük karadeliklerin (Son kıyamete doğru bütün küçük karadeliklerin (Son kıyamete doğru katostrofik patlamalarının son anında) birbiriyle birleşerek Doom Day karadeliği oluştururlar. Bu da Big-Bang Akdeliğinin ödenmesidir… Kıyamet bilimin de konusudur. Ne kadar değişik “Evren modeli” oluşturulursa oluşturulsun, kıyamet karadeliği her evren modelinde hazır ve nazırdır. Sürekli açılıp kapanan evren modellerinin senaryoları uyarınca, daha önce çöken bir evren vardı. Bu evren çökerken Schwarzschlid çapının içinde hapis kalan çekim ışımasının şimdiki evrenimizin sonundan en başına kaçarak yayılmış olduğunun öngörüldüğü türlü modeller vardır. Sürekli açılıp-kapanan yani yaratılış-kıyamet-patlamalarını benimseyen Pulsatif modellerde, Schwarzschild ışıması bu evrenin dışına kaçar. Işımanın tutarı, evrenin patladığı tutar ile özdeş olup, bu ışıma içinde milyarlarca ışık yılı süren patlamalar olmaktaydı. Evrenin finalinde de madde, yine karadeliğe geri yürüyecektir. Sürekli genişleyen bir evren modelinde de, sonuç kozmik karadeliğe dönüşmekle sonlanacaktır. Kuantum teoremine ait “Belirsizlik ilkesi”, Karadeliğin ardında “Tünel süreci”ni öngörür. Finalde bu tüneller uzandıkları bütün karadelikleri tahrip eder, evren radyasyona dönüşür. Bu sızıntı Hawking’in sızıntısının en genelidir.
Sızıntı tünelin ucundaki bir Akdelikten ışıyarak, evrene yayılır. Sızıntı arkaya, (Paralel evrene ya da en doğrusu başlangıcımıza) doğru olur. Böylece karadeliklerin evreni yutar. Tünel de karadelikleri yutar, madde enerjiye dönüşür, Enerji giderek mutlak soğuğa doğru soğur ve burada buz tutar. Kapalı bir evren modelinde de bütün karadelikler bir tek DOOMDAY karadeliği olmak üzere yine çökerek birleşeceklerdir. Şimdi sunacağımız izleyen konu bu karadelik birleşmelerinin ayrıntısını sunmaktadır.
İLERİ BİLGİLER: 41
KARA NİKÂH Karadelik birleşmeleri (fusionları) iki karadeliğin birleşmesi halinde şu dört biçimde ortaya çıkar. 1. İKİ KARADELİK DE DÖNMÜYOR, ELEKTRİK YÜKLSÜZ VE EŞİT BÜYÜKLÜKTE İSE, birleşmelerinde kütleleri toplanır, açığa çıkan Schwarzschild ışıması %30’dur. 2. İKİ KARADELİK YANI HIZLA VE BİRBİRLERİNE TERS YÖNDE DÖNÜYORLARSA, birleştiklerinde kütle iki misli olmaz; tek karadelik olurlar. Yani birinin kütlesi ortadan kalkarken diğerinin kütlesi %50 Schwarzschlid ışıması biçiminde yayımlanır. (Daha fazla ışıma için karadelik çiftinin momentleri ve yükleri artırılamaz, aynı durum aşağıdaki iki sunu için de geçerlidir.) 3. KARABOŞLUKLARIN İKİSİ DE DÖNMÜYOR; FAKAT ZIT ELEKTRİK YÜKÜ TAŞIYORLARSA, elektrik yükleri nötrlenir. (Yüksüzlük) kütlenin, %50’si enerjiye dönüşür. 4. İKİ SİYAH BOŞLUK DA ELEKTRİK YÜKLÜ, DÖNÜYOR, KÜTLELERİ EŞİT, DÖNME HIZLARI AYNI, DÖNME YÖNLERİ VE ELEKTRİK YÜKLERİ ZIT İSE, bu birleşmenin %65’i Schwarzschild enerjisine dönüşür. Dönmeleri, elektrik yükleri yukarıdaki dört maddede eşlenik (Anti paralel) olarak sunulmuştur. Fakat bu bir çift karadelik özdeş ise birleşmeleri sonucu, enerjinin %30’u Schwarzschild çapının içinden geçer. Birleşmede dönme şiddetle hızlanır ve elektriksellik artar. Söz konusu birleşme ikili değil SCHWARZSCHILD IŞIMASI yayınlar.
de;
dört,
sekizli
ise
tablodaki
oranlarda
Böylece bileşen karadeliklerin sayısı 16, 32, 64… gibi geometrik artışlarla, dev birleşmeler olarak anlatılırsa, kütleyi ışıtan, görünmez Schwarzschild yayını %100’e yakın değerlere ulaşır.
Şekil: 39 KARABOŞLUK BİRLEŞMELERİ NİTELİĞİ
İKİLİ
DÖRTLÜ
SEKİZLİ
YÜKSÜZ DÖNMEYEN
%30
%65
%65
YÜKSÜZ DÖNEN
%50
%75
%80
YÜKLÜ DÖNEN
%65
%90
%96
Bütün evren tek bir karadelik’te toplansa (Birleşse), Evrenin %98’inin KARADELİKTEN İBARET, KALAN %2’SİNİN EVREN DIŞI KAÇAK OLDUĞU ANLAŞILIR. Pulsatif evren modeli (*) teorisi şimdiki evrenin, işte bu %2’lik kaçaktan yaratıldığını ileri sürer. “Nedenselliğe inanan” bu teoriye göre, bizden önce bir evren daha vardı. O çökünce, onun %2’sinden şimdiki evren, bu tarafa kaçarak var oldu. Dolayısıyla “Büyük patlama” öte taraftan bu yana kaçan, %2’nin infilakıdır. (*) Evren modellerine izleyen cildimizde (3. kitap) yer verilecektir.
İLERİ BİLGİLER: 42
HÛNNES’E VARMAK, KÜNNES’TEN GELMEK… Kapalı bir evrende yaşıyoruz. Evrenin “Açık, değişmez, durağan” olduğunu söyleyen, bütün maddeci teoriler terk edilmiştir. Çünkü bilimin gidişi, bulguların sonucu, maddeciyi pes ettirmiştir. Kapalı bir evrendeyiz ama “Sürekli açılıp kapanması gereken, gerçekten mantıklı bir başka evren modeli” daha vardır: Bütün yaratılan, yarın kıyamet ile yok edilen, öbür gün yeniden yaratılıp, izleyen ertesi gün yeniden yok olacak “PULSATİF=OSİLASYONİK” bir evren modeline “Enerji sakınımı” izin vermez! Çünkü her bir kıyamette, evrenin tüm tutarı olan, enerjinin bir kısmı, Schwarzschild çapının altında kalacağı için, “Öteye” nakil olur. Sonunda pilin bu enerjisi bittiğinde evren, artık, açılıp kapanamaz ve temelli durur. Buna rağmen bu model gerçekten “İdeal”dir. Fakat bilim olarak açmazdadır. Şimdi bu açmazı “Gerçek bir çözüme, Kur’an’ın ima ettiği” biçimde getirmeden önce ön bilgi donanımı gerekecektir. İlk tartışılması gereken, Resmi bilimin “NEDENSELLİK ŞARTLANMASI’nın açmazları” olacaktır. Çünkü Resmi bilim “TÜME VARMAYI” amaçlarken, öğretimiz de “TÜMDEN GELİMLİ MUHAKEMEYİ” benimsemiştir. Oysa Resmi bilimin tuttuğu yol, yani “Tüme varmak”, insanoğlunun bütün kuşaklarının da ömrünü aşar, milyonlarca yıl sürecek “Gözlemlere” ihtiyaç duyar.
Oysa Kuantum teoremi ve evrenin türdeşliğini söyleyen diğer teoremler, birleşik alan teoremleri, bize her şeyin aslının TEKLİKTEN, TEKİLLİKTEN (Ehadiyetten ve Vahdaniyetten) geldiğini söyler. Dolayısıyla “Bilim” çağımızda “HER ŞEY TEOREMİNİ” içeren tek teorem olan “TÜNELLER” kuantumuna ulaşmıştır. İşte bu zorunlu gidişin anlamı, artık “TÜMDEN GELİMLİ” bilime talep doğduğudur. “Tüme varmak”, alt yapıdan üst yapıya ve nedensellik ilkesini baş tacı yapmayı gerektirir. Evren sabitleri ve rölativite gibi ışık hızına dayanan teoremler de bizi kısıtlar. Dolayısıyla tüme varmamız için ölümsüz olmamız gerekir. İşte bu sinir bozucu, ağır kalınlığın, yapay tembelliğin bizi çürütmesini beklemektense, Tümden gelmeyi yani “İŞ BİTİRİCİ” olmayı seçmek zorundayız. Bu kestirme yol, tümden yani ALLAH’ın yaratımından, teklikten çokluğa ufalanarak, kesirlere bölünerek, geldiğimizi söyler. Oysa “Tüme-varım” da gereksiz partizanlık, yaratılma ihtiyacının reddine yönelik art niyetler yatar. Bu özellikle maddeci ve çıkarcı çevrelerin yatırımıdır. Öğretimiz boyunca izleyeceğiz ki, “Neden” ile “Sonuç” iki ayrı uç değil; tek bir nokta ve aynı şeydir. Neden ve sonucu oluşturan “Zaman boyutunun işlerlik kazanmasıdır.” Zaman ise, bir varlığın hızı ışıktan küçük olunca kendiliğinden ortaya çıkan “Sınırlı bir ömürdür.” Sebep-tehir ya da neden-sonuç ilkesi, kısaca, ÖNCE doğmamız; SONRA ölmemizdir. Önce bugündür; sonra yarındır. Yani zaman içinde bir sıralama vardır ki bu nedensellik ilkesidir. İlkeye oluşturan zaman boyutudur. Oysa “Zaman boyutu” ışık hızında (Ya da eş anlamda karadeliğe hızla çekilmekle) sonsuza kadar kalkar. Dolayısıyla rölâtivist hızlarda artık “Zaman” yoktur. Zamanın olmadığı yerdeki bir varlık, zamandan münezzeh olur. (Arınır.) Zaman boyutundan soyutlandığımızda bir şeyin nedeni ile sonucu, bir şeyin etkisi ile tepkisi, bir şeyin oluşu ile ölüşü, yaratılışıyla yok oluşu, AYNI VE TEK ŞEY olarak BİRLEŞİR. Bu durumda “Zaman içinde bir sıralama” olmaz!... Yaratılışı, zamanın hükümsüz olduğu bu noktada ele alalım: Evreni yaratan etki, daha sonra kıyamet denen tepkiyi oluşturur. Varlık yok olunca, artık “Zamandan bağımsız olduğundan”, geçmişinin en başına “Sıfır saniyede dönebilir. Evrenin ömrü 20 milyar yıl olsun. Bu süre sonunda evren kıyametle yok olunca geçmişinin en başına “Sıfır saniyede” dönerek, kendini “Geçmişte var etmiş” olur. Yani, zaman içinde tersine bir yolculuk yaparak, yaşlılıktan bebekliğe dönmüş olur. Evren’de bir hiyerarşi (İç içe anaforlar denen döngüler, platformlar denen dizgeler) olduğu için alt varlıklar da ömürlerinin başına dönerler. Söylediklerim bir fantezi değil; son derece önemli bir “KUR‘AN SIRRI”dır sevgideğer okurlar… Kurgumuzu önce evren düzeninde “AKNOKTACIK”tan yaratılmıştır.
ele
alalım:
Evren
sonsuz
küçük
Kıyametle, aynı evren, sonsuz küçük bir karanoktacıkta toplanıp yok olacaktır.
bir
Yok olduğu için var olması ışık hızı aşıldığında mümkündür. Çünkü ışık hızı, zamanın da akma hızı olup, bu maksimal limitte zaman kavramı yoktur: Dün, bugün ve yarın “BİR”dir. Dolayısıyla evrenin, “Geçmişte yaratılma nedeninin, kıyametle sonuçlanması” ile “Gelecekte yok olan bir evrenin yok olma nedeniyle ve etkisiyle geçmişte kendini var etmesi “BİLİM OLARAK ÖZDEŞ” VE AYNI ŞEYDİR. Işıktan hızlı giden bir nesnenin nedenselliği tersine işler: Önce ölür sonra doğar. Işık hızında ise öncelik-sonralık kalkar, geçmiş-hâl-gelecek aynı şey olur. Yani sonuçsuz neden ve/veya nedensiz sonuç denen “MONOPOLARİTE” ortaya çıkar ki, bunu dünyada ilk kez öğretimiz akıl etmiştir. Evreni bir akdelik var etmiş; karadelik yok edecektir Aynı olayı “Galaktik düzeye indirgeyerek” şöyle diyebiliriz: “Galaksileri bir kuazar (Akboşluk) var etmiştir; bir Karaboşluk yok edecektir.” Bir karadelik GELECEKTE yutar; sonra yuttuğunu ardındaki tünelden geçirerek tünelin çıkış ucundaki Akdeliğe ulaştırır. Akdelik ise hep püskürttüğünden, yutulan materyal (Nesne): * Ya paralel evrene gönderilir; * Ya da geçmişin en sonundan, geleceğin en başına nakledilir. Çünkü evren çekim etkisiyle yuvarlaktır, tam deyimiyle kısır döngü=Fasit daire denen felek biçimindedir. Bunun anlamı “Maddi evrenin başı ile sonunun” birleşmiş, kavuşmuş olmasıdır. Çünkü madde, evreni çevresinden çemberleştirip, neden ile sonucu başlangıç ile finali, doğum ile ölümü, var oluşla yok oluşu etki ile tepkiyi, dede ile torunu, dün ile yarını, Hûnnes ile Künnes’i, Yin ile Yang’ı birleştirir. Neden ve sonuç kategorileri aynı yerde buluştuklarından, aynı TEK şey olurlar. Dolayısıyla, ölümden sonraki birinci saniye ile doğumdan önceki birinci saniye AYNI ANDIR. O halde bir galaksi, ömrünün sonunda merkezdeki karadeliğe yutulur, tünelden geçerek, geçmişteki doğumuna (Akdeliğe olan kuazara) ulaşıp geçmişte var olur. Yaratılışımız buydu! Tesadüfen biçimlenmemiştik! Bütün gözlemler, istisnasız olarak “KARABOŞLUKLARLA AKBOŞLAKLARIN, İÇ İÇE, AYNI YERDE, AYNI ANDA VE AYNI ŞEY OLARAK BİR ARADA BULUNDUKLARINI” göstermektedir. Böylece bir deve iğne deliğinden yani karanokta tekilliğinden tek boyut olarak iplik gibi çekilerek, geçmişte doğumuna ulaşmakta, deve yavru olarak doğma nedenine döndürülmektedir. Ceninin (Embriyonun) evrimi demek, onun tek boyutken (Tek hücreyken) yeniden biçim kazanması demektir. Çünkü bir “Karadelikte” uzay ve zaman çizgileri tek çizgi olduğundan, yutulan varlık da bu çizgilere benzemek zorunda kalmakta, sonra onu akdelik üflediğinde uzay-zaman çizgileri yeninde serbest kaldığından varlık doğmaktadır. Bunun bir diğer tanımı da Kur’an’ın “Aslına rücu ettirmek” ilahi yasası uyarınca “Nasıl yaratıldıysanız öylece aynen iade edileceksiniz” diye bildirilmiştir.
Dolayısıyla, “Tümden gelimli olarak galaktik karaboşluklar ve galaktik akboşluklar (Kuazarlar) bu nedenle ve önceden “Belli kozmik biçimlerle ve şablonlarla (Klişe) “Tesadüfe yer verilmeksizin” bir bilinçli plan içinde yaratılmışlardır. “Deve biçiminde” bir galaksi düşünelim: Bunu merkezindeki karadelik yutsun. Bu “Deve-galaksi” hacimden alana; alandan uzunluğa yani ipliğe dönüşecek, iğne deliğinden geçerek, gelecekteki bu ölümün ardından, geçmişte yeniden doğmak üzere “Bir yavru deve” olarak var olacaktır. (Kuazar) Daha sonra büyüyecek (Seyfert galaksisi) sonra yaşlanıp (Galaksi), en sonunda kendi karadeliğinde yok olacaktır. (Karadelik) “Tümevarımlı muhakeme” ise, alt yapının, kör tesadüflerle “Olasılık” denen ihtimallerden birinden, belirsiz ve nedensel, rastgele ortaya çıktığını savunarak, şans serilerini de nedensellik ilkelerini put edinmeye zorlar. O zaman aklımızı şartlandırarak, beynimizi yıkayarak bir takım rastlantıların bileşkesi olarak maddenin, galaksilerin ortaya çıktığını kabullenir. Bu tarz da ikinci tür galaktik karaboşluklar oluşmaktadır. Ne var ki bunlar “Şablon teoremi” sonucu ortaya çıkar. Yani nasıl ki bir deve iğne deliğinden geçip, öte yandan fil olarak çıkmazsa, söz konusu “Göksel varlıklar” da bir değişime uğramamalıdır. Sanki bir hologram, gelecekte yutulanı geçmişte “AYNEN-TIPKI” bir daha oluşturmak üzere “Geriye” yayar. Levhi mahfuz, yani varlıkların biçim geometrisi sabitliği de budur. İster “Tümden gelsin”; ister “Tüme varsın”, bir galaktik kara boşluk önce galaksi merkezinde oluşur. Önceki cildimizde “Seyfert galaksileri”nin, yarı-kuazar yarı-madde olduğunu, soğumayla birlikte galaksi evriminin “Kuazar-Seyfert galaksisi-asal galaksi” biçiminde üç aşamada ortaya çıktığını savunmuştuk. * Dolayısıyla kuazarlar, saf enerji halindeki “Bebek galaksi” adaylarıdır. * Seyfert galaksileri ise, merkezdeki kuazar, çevresi gaz-toz bulutu olan “Çocuk galaksiler”dir. * Ergin galaksi örneğin Samanyolu’dur. Artık merkezinde bir kuazar bulunmaz, bunun yerine “Karadelikleşme” eğilimi başlar. Her galaksi çekirdeğinde mutlaka birleşmiş dev bir merkezi galaktik karadelik bulunmaktadır. Çünkü galaksiler oluşum evresinde çok muhtemelen birer “Kara noktadan” yani Hawking’in öngördüğü ilk kara tohumdan kümelenmişlerdir. Bu kara tohum sızıntı verdiğinden daha sonra patlayarak açılmış ve kendini yok etmiştir. Öğretimiz boyunca göreceğiz ki, karadelikler ve (Kuazar da dediğimiz) akdelikler, bir tünelin iki ucu olup bitişiktirler. Galaktik karadeliğin karşılığı ve karşıtı “Galaktik Akdelikler” olan henüz soğuma sürecine girmemiş kuazarlardır. Hawking ile birlikte çalışmalarımız sırasında onun bulguları üzerine geliştirdiğim yan çözümlerden biri “Evren tek bir bulut iken, onu en az 200 milyar galaktik buluta bölen çekim merkezlerinin yaratılış patlamasıyla ortaya çıktığı anlaşılan mini karanoktacıklar
olduğuydu. (*)
Arz’dan Arş’a
Mi’rac
isimli
bu
bandın
ilk cildinde
evrenin
homojensizliklerini
ve
heterojensizliklerini okuyabilirsiniz.
Yan çözümlerinden ikincisi de, bu karanoktacıkların, “GELECEKTE ÖLECEK OLAN”, galaksilerin, planını “GEÇMİŞE” taşıyan “Meyvenin çekirdekleri” olmasıdır. Meyvenin bu tohumu onun planı, klişesi, şablonu ya da kalıp (Matriks) denen kozmik hologram ile sonuçtan nedene taşınmasıdır. Evren hep çift çift takım halindedir. (Ayetler) iki takım madde, yanında, biri zamanda ileri; diğeri geri giden “Madde-Antimadde” bir çift evren DAHA komplike yaratılışta yer almıştır. Evrende ışımayan madde ve Levhi Mahfuz’un şablonu olan AKSİYONLAR vardır. Bütün bunların, “Gelecekte çürüyen cesedi” (Dezentegrasyon) geçmişte var edilecek olan “Embriyonun gelişmesi” (Entegrasyonu için GİZLİ DEĞİŞKENLER ile, varlığın geçmişi ve geleceği arasında “GİZLİ DEĞİŞKENLER ile, varlığın geçmişi ve geleceği arasında “GİZLİ ELİTİŞİM, TERS NEDENSEL BİLGİ GERİ-TEPMESİ OLDUĞUNU” Kur’an’dan anlamıştım. Zaten, yaratılış da budur!...
KESİM: 73
YOĞUNLUKLU TASNİF
SEYRELTİK CÜCE-EVREN Bu kesime kadar karaboşlukların büyüklükleriyle orantılı hiyerarşik bir tasnifini yaptım. Bunlar kozmik evren karaboşluğu, galaktik karadelik, Astral (Yıldızsal, sideral) karadelik ve karanoktalardır. * Kozmik karadeliğin en az 200 milyar Galaktik karadelik şubesi vardır. * Galaktik karaboşluğun 200 milyar sideral kara üyesi vardır. En büyük karadelik, bütün evrenin bir tek karadelik halinde toplanacağı “KOZMİK KARANOKTA” yani Kıyamet odağıdır. En küçük karaboşluk üyeleri ise küçük mini mini karanoktacıklardır. Bunlar bir atomdan küçüktür fakat bir trilyar atomu bir lokmada kendilerine yem ederler. Yalnızca galaksimiz içinde milyonlarca yıldız artığı karadelik vardır. Bunlardın birçoğu gezgindir, birden Güneş sistemine girebilirler ve bizim sistem göğünü bir defter yaprağı gibi dürer götürür. Hiyerarşik tasnif ardından şimdi sunacağımız “Yoğunluklu” tasnife giren bu “Geniş ve seyrek karadelik” tipi, aslında bir “KARA-EVREN”dir ve belki de EVRENİMİZ doğrudan budur!.. Ünlü karadelik uzmanı ve John Wheeler’in öğrencisi, ekibimizin ve öğretimizin üyesi Kip
Thorne, “EVRENİMİZİN BİZZAT KARADELİK EVRENİ” olduğunu matematiksel olarak göstermiştir. Bir kütlenin eğer Schwarzschild çapı içinde yeterli yoğunluğu varsa, Yıldız kütlesinin %100’ü enerji olsa bile bu kütle KARADELİK olarak ÇÖKEMEZ!.. Hatırlanırsa, “Kritik Schwarzschild metrik çapı” bütün göksel cisimlerin, karadelik olarak sonsuza kadar tuzağa düştükleri çökmüş bir yıldızın kritik kütle büyüklüğüdür. Bu değere uygun bir yıldızın karaboşluk olarak çökmesinin anlamı “Hapis olmuş yüzey” demektir. Ne var ki “Hapis olmuş bir yüzey oluşturmak için” illa ki yüksek sıkışma gereği olmayabilir. Eğer Sclhwarzschild çapının içinde kalan madde yeterince yoğun değilse, karaboşluk gibi davranan fakat kara boşluk olmayan bir “CÜCE EVREN” yaratılmış olur. Bu, bir karadelik gibi sıkışık değil; gevşek bir Karakoza‘dır. Söz gelimi yüz milyon güneşi bir hapsolmuş yüzeye çökerttiğimizde, onların Schwarzschild çapı içindeki yoğunlukları suyun yoğunluğuna (cm³’de 1 gram) göre ince bir gazdır. İşte Kur’an’da bu ince gaz “Yer ve Göğün” bitişik olduğu DUHAN=duman’dır. Ayırım buradan başlamaktadır. Oysa normal bir karadeliğin 1 cm³’ü (bir çay kaşığı dolusu maddesi) trilyar ton ağırlığındadır. Bu nedenle başlığımıza “Yoğunlukla tasnif” disiplinini önerdim. Schwarzchild yarıçapı içinde karşılıklı çekimin kısıtlandığı bu cüce, kara evren bizim evrenimiz gibi olağandır. Yani bu evrende yaşayan varlıklar normal hayatlarını sürdürürler, anormallik fark etmezler. Bu evrende ışık yine kaçamaz. Dolayısıyla bu “Evrenin hapsolmuş yüzeyi, “Olay ufkunun ardında” kalır. Kısaca, çok aşırı büyük bir yıldız (Ya da yıldızlar kümesi) için Schwarzschild yarıçapı zorunlu olarak çok büyük olduğundan, bu çap içinde kalan madde yoğunluğu yeterli ise karadelik çökmesi oluşur. Fakat yoğunluk yüksek değilse, sözünü ettiğimiz “Hapsolmuş cüce bir evren” ortaya çıkar. * Thorne, her biri 10²4 atomdan oluşan yüz milyar Güneş’in bizim Güneş sistemimizin 50 katı kadar bir bölgeye sığışabileceğini, fakat yoğunluğunun yine bir su yoğunluğu kadar olacağını hesaplamıştır. * Perspektif büyütüldüğünde yüz milyar yıldızdan oluşmuş galaksimizin tümü, üçyüz milyar km. çapında bir küreye indirgenebilir. Verdiğimiz sayı uzayda çok küçük bir değer olup, kozmik bir adım gibidir. Bu bir adım, Güneş-Plüton arası mesafenin elli katı ya da üçyüz ışık saniyesi dediğimiz çapa eşittir. Işık bu mesafeyi 5 saat zarfında alırken, Samanyolu galaksimizi yüz ışık yılında kat eder. * Evrende yüz milyar galaksi var ise, bu bütün maddi evrenimizin kütle tutarı olan yüz milyar galaksi, yine yoğunluğu suyunkine eşit olmak şartıyla, on milyar ışık yılı bir çapa sığdırabilir. Bu çap ise evrenimizin Schwarzschlid çapına eşittir!... Evrenimiz 1028 cm. yarıçapındaki gözlem ufkumuzu kapsamakta ve içinde 1020 göksel cisim saymamıza fırsat vermektedir. Eğer bu rakam iki katı değerde olsaydı (Yoğunluğu
suya eşit olmak şartıyla yüzmilyar ışık yılı içinde bir dev “Karakoza” ya da seyreltik karadelik evreni içinde yaşıyor olabilirdik. Sunduğumuz yoğunluk ve nicelik yine de Schwarzschild çapının öngördüğü değerden uzaktır. Böylece evrenimiz bu çap içinde, olağan bir evrendeki gibi yine karşılıklı çekimle tüm cisimleri bir arada tutan fakat bu çap dışına kaçamayan “Işığın sınırladığı hapsolmuş bir yüzey” oluverirdi. Şimdiki EVREN, ÇOK GENİŞ OLAY UFUĞU OLAN SEYRELTİK BİR KARA EVREN de olabilir!.. Evrenimiz böyle ise biz çok seyreltik bir kara çap içinde yaşıyor olabiliriz. Çevremiz bir karadelikse “Yasalarımız” neden farklıdır?.. Göğe baktığımızda, gördüğümüz bütün çevre, böyle bir karadelik ise artık evrenin sonsuza kadar genişleyeceğini söyleyen kıyametsiz modellerin anlamı nedir? Böyle “Su yoğunluklu=Gevşek bir evrenin” “Schwarzschild çapından dışarı” ışık kaçamadığından, bu evren ışık vermez ve dolayısıyla gözümüze gözükmez. Böyle bir evren, seyreltik bir karaboşluk olduğundan, kendi olay ufkunun arkasına saklanır, yanı başımızda olsa bile ap-ayrı bir evren oluverir. Biz böyle bir evrende yaşamasak bile, şu koca uzayda hemen yanı başımızda ışımayan bir cüce evrenin olmadığına söylemek yüreklilik ister…
İLERİ BİLGİLER: 43
KARABOŞLUK FURYASI Karaboşluk tasnifi sürdürerek, şimdiki konumuz olan “Klasik” (ya da fizik) tasnife ulaşıyoruz. Söz konusu tasnif, “Yıldız kalıntısı” (yani Kollapsar artığı olan Sideral=Astral) karaboşlukları dört kategoride toplamaktadır. En baştan beri sunduğumuz “Yıldız artığı” karadelikler, bilinen en statik, durağan ve kurbanını kesinkes öldüren, nokta biliminde düşsel tekilliği olan DÖNMEYEN “KATİL KARABOŞLUKLAR” idi. Genel olarak sunduğumuz bu dönmeyen yüksük (Statik) karakatiller, aslında sükûnet bulmuş sinsi ölüm infaz makineleri olup, “Nötron yıldızlar gibi” statiktir. Fakat aslında bir “Süpernova geri tepmesiyle, oluşan taze karadelik” inanılmaz bir hızla döner. Ve bulunduğu yerden fırlar. (*) Pulsarlar da böylece dönmeye başlamakta, milyon yıl kadar sonra giderek dönme enerjilerini
yitirdiklerinden,
sonunda
“Nötron
yıldız”
olmak
üzere
durup,
sükûnet
bulmaktadırlar.
Kaldı ki “Karaboşluklar” Pulsarlardan da delice dönen, gezgin ve elektromanyetik niteliklidirler. Bu demektir ki genelde karaboşlukların kendileriyle birlikte çılgınca döndürüp sürükledikleri magnetosferi ve elektrik yükleri bulunmaktadır.
Dolayısıyla, statik (Dönmeyen ve yüksüz) karadeliklerden farklı olarak, “Dinamik karadeliklerin” (Çekim enerjisinden başka) dönme enerjisi, elektrik enerjisi gibi ekstra enerjileri bulunmaktadır. “Dönmeyen karadelikler” için ölüm makinesi deyimini sevimsizliğine rağmen tercih ettik. Fakat dönen ve elektrik yüklü karaboşluklarda, ölmeyeceğimizi, tam tersine, bir başka âlemde yaşamaya devam edeceğimizi ilerleyen kesimlerde kavrayacağız. * Dönmeyen karadeliklerin öldürmemesi için, “Çok büyük kütle içermesi” gerekmektedir ki, böyle bir karaboşluk galaktik karadeliğimizden de büyük olmalıdır. * Dönmeyen karadelikler içinde, bizi öldürmeyecek olan ikincisi ise “Elektrik yüklü dönmeyen karaboşluklar”dır. Şimdi dönmediği halde elektrik yüklü olan bir karaboşluğu inceleyelim: Daha önce yüksüz (Nötrol) bir dönmeyen karadeliğin yüzeyine ayak bastığımız anda, bu yok etme makinesinde ölümle buluştuk. Ne var ki ölüme karşı çıkmak için bir fırsatı “Elektrik yüklü, dönmeyen bir karadelik” vermektedir. Bilindiği gibi Yük(Şarj) kütle ile ilgili değildir. Yükler pozitif (Artı) ve negatif (Eksi) iki eşlenik işareti olan belirli parçacıkların eşit sayıda patlayışlarıdır ki bu, elektromanyetik kuvvetin tanımıdır! Elektromanyetizma yalnızca yükü olan parçacıklara etkiler. (İster yüksüz ister yüklü, bütün parçacıklar çekim etkisindedir.) Eşit yükler özdeş ise birbirine iter; eşlenik ise çekerler. (Mıknatısta aynı kutupların birbirini itmesi, karşıt kutupların birbirini çekmesi.) Burada yükçe eşitlik aranır. Kütle önemli değildir. (Örneğin Proton +1 yüklü olup, elektronun -1 yükünün tam eşiti; fakat kütlece 1836 katıdır.
KESİM: 75
ŞARJLI KARABOŞLUKLAR
KARABOŞLUK ELEKTRİĞİ Gerek kütlesi, gerekse elektrik yükü olan kurbanlar, bir karadeliğe tutsak olduklarında “En küçük bileşenlerine ufalandıklarından” kimliklerini kaybetmek zorundadırlar. Karaboşluğun kendisi ise madde değildir. Çekim merkezi olup ne yutarsa yutsun, kendi bünyesinde hiçbir değişiklik peydah olmadan yuttuğunu kendine ekler. 1963 de Roy Kerr, bulduğu bu analizi şöyle açıklamıştır: “Karaboşluklara, ister bir kilo cıva, ister bir kilo organik madde ekleyin onun kütlesini asla değiştiremezsiniz.” Karaboşlukça tutsak edilen “Enerji” de olsa, karadeliğin karakterindeki diğer enerjileri (Çekimsel indirgenemez yüzey enerjisi, dönme enerjisi, elektrik yükü enerjisi) katılamaz, toplanamaz. Çünkü karadelik, yolu üstünde toplandığı cisimlerle, kinde karakterini baştan belirlemiştir. Bu sabit karaktere, enerji türlerimizin hiçbir katkısı olmaz. Madde ve enerjinin kütleleri bu hayalet kütleye ne eklenebilir, ne de ondan eksiltilip,
azaltılabilir. Kara boşluklar, hiçbir zaman kütlesi azalmadan, tam tersine çoğalarak birleşip büyüyebilirler. Bu birleşme aslında bir tek karadelik olmaya yönelişin ilk işaretleridir. (Hûnnes budur.) Bir karadelik, eğer elektrik yüklü ise, kendinden bağımsız bir elektrik enerjisi alanı kuvvetine sahiptir. Kütlesi büyüdükçe, tutacağı elektrik yükü ve elektrik alan duyarlığı o oranda artar. Karadelik birleşmelerinde zıt yüklü karadelikler birbirlerinin yükünü giderirler. (Karadelik nötralize olur.) “Elektrik yüklerinin sakınımı” ilkesi, evrende ne kadar (-) yük varsa, tastamam aynı miktarda (+) yük yaratıldığını söyler. Bu ilke uyarınca “Yüklü karadelikler”, tüm elektrik yüklerini “Sıfır” yapmakla sorumludurlar. Aksi halde kendi yüklerinden hiç vermezler. Yüklü karadelikler, ister tutsağını kendine katsın, ister sonradan oluşsun, bütün elektrik yüklerini YUTAR. Yük toplamını (0) sıfır yapmadan, elektrik yükünü kütlesine katmaz. Çünkü önce tutsağın yükünü yok etmelidir ki, onu sonra yutsun… Yükü sıfırlama yani tutsağın yükünü yok etme işlemini, bu yüke zıt, başka bir tanecik soğurarak başarır. Yutulan tutsağa göre daha fazla enerji vermek zorunda kalmak pahasına, böyle bir karadelik, zıt yüklü karşıt-tanecik toplayarak, yok etmeyi gerçekleştirmektedir. Bu işlemi yaparken de yüklü parçacıkların, elektriksel alanlarının birbirini itmesi sonucu fizikteki “İş” oluşur. Bu durum, yüklü parçacıkların bir araya gelmek için gösterdikleri direncin, enerji birikimine yol açmasıyla aktifleşme demektir. Elektrik enerjisinin şarjı nötralleşmek zorundadır. Yüklerin sıkıştırılmasıyla üretilen elektrik enerjisi “Sürekli toplam elektrik yükünü” sıfırlamak istemi yüzünden rahatsızdır. Yüklü bir karadelik bu rahatsızlığını gidermek üzere kendine zıt yüklü tutsaklar arar. Yüklü tutsağına karşı gelen başka bir tutsak bulup, onun yükünü soğurup, nötralleşmek ile yükümlüdür. Bu arada çekim kuvvetinin güdümünde olan yükler, yüzeyden olay ufkuna kadar olan bölgeden “Uzak” tutulur. Eğer karadeliğinkiyle aynı olan yükler, fazla birikirse, bu yüklerin elektriksellik çatışmaları da birikir. Zıt yüklü tutsaklar, olay ufku içinde barınamaz biçimde yitmişse, bu kez elektromanyetizma kuvveti umulmadık biçimde gravitationu aşmış olur ve o zaman olay ufku kalkar, karadelik gözükür. Sözün tam anlamıyla, artık yükü olay ufkunda tutmak kıyametten farksızdır. Böyle bir çıplak tekillik, artık kendini kuşatan “Doğal ayna” olan olay ufkunun soğurma kozasından çıkarak, evrenimize veriler, bilgiler gönderir. Olay ufku kalkınca, rasat ufkumuz içinde bu örtülmemiş tekillik “Görünür bir karadelik” oluverir. Fakat bize “CEHENNEMİ” gösterir ve alevler o cehennemden evremize fırlayarak göğü tutuşturur!.. Elektrik yükünün bu alev devi olarak patlaması, bin süpernova patlamasından da dehşetlidir. Çünkü o elektrik cehenneminin tandırı patlamıştır, evrenin bir kısmı alev almıştır. Çünkü elektrik şarjı ne kadar fazla olursa olsun bu şarj, karadelikte çekime yenildiği
sürece güvencededir. Yani karadelik olay ufku, oradaki aşırı enerji birikimini bir AYNA gibi geriye yansıtarak, o cehennemi bizden soyutlamış bu evrene sızmasını, görünmesini, kaçmasını engellemektedir. Fakat “Aşırı elektrik yükünün ön plana çıkmasıyla” karadeliklerin diktatör gücü olan Çekim kuvveti, elektromanyetizma kuvvetine yenilir. O zaman “Ayna” parçalanır, ya da kazan patlar, yani olay ufku ortadan kalkar!.. O zaman da bir “Kozmik Cehennemle” yüz yüze geliriz. Bu tür “Görünür karadelikleri” daha sonraki “Tekillik tasnifi” kesiminde “Çıplak tekillikler” başlığıyla yeninde ele alacağız. * Dönmeyen bir karadelikte, sadece “İndirgenemez yüzey enerjisi” dediğimiz çekim enerjisi vardır. * Eğer, bu dönmeyen karadelik, “Elektrik yüklü” ise, buna ek olarak, bir de elektrik enerjisi vardır. Çekim enerjisi yalnızca “Karadelik yüzeyinde” olup, buna karşılık, elektrik enerjisi yüzeyden olay ufkuna kadar olan bölgede yer alır. Bu kuturussemâ’da inanılmaz, akıl almaz büyüklükteki elektriksel gerilim evrenin bir bölümündeki kıyamete yeterli bir hanedir. * Eğer bu karadelik, hem elektrik yüklüyse ve hem de DÖNÜYORSA, bu kez ÜÇ KATLI enerjiye sahiptir. Birincisi her karadelikte olan indirgenemez yüzey enerjisi; ikincisi, yüklü karadeliklerde olan elektrik enerjisi ve sonuncusu da DÖNME ENERJİSİ’dir. Sadece elektrik yüklü bir karadelikte, yüklerin sıkışmasıyla üretilen elektrik enerjisi vardır. Bu karadelik, toplam yük sayısını eşitleyip, sıfırlamak zorundadır. Dolayısıyla ona yutulan bir tutsağın elektrik yükünün tam zıttı yükteki bir başka tutsak bulup, soğurmak zorundadır. Eğer bu zıt tutsakları hiç bulamazsa, o zaman bu elektrik yükündeki aşırı birikim “Aynayı” kıracaktır. Eğer bir zıt yüklü tutsak bulup da, ondan zıt yük alırsa, aslan kükremeyecek yine uykuya devam edecektir. Bu elektrik yüklü karadelik dönüyorsa, mutlaka bir “Zıt kurban” şartı gerekmez, yüklü ya da yüksüz olsun bir tutsağın “Aks hızını” yani dönme enerjisini devir alarak, yeniden rahatlayabilir. Zıt elektrik yükü ihtiyacı yerine, dönme enerjisini kendine kattığı bir kurbanı da ona yeterlidir. Fakat eğer bu elektrik yüklü karadelik dönmüyorsa, “Artık yükünü” yani fazlasını gidermek için çok rahatsız olur. Hele bu fazlalar büyürse, o zaman kıyamet kopacaktır. Karadeliğin elektrik enerjisinden yararlanmak için böyle bir “Balistik yöntem” karadelik enerji seminerinde önerilmiştir. Buna göre, kara enerjiyi evcilleştirmek için, birbirine zıt yüklü iki “Mermi” oluşturulur. Eğer karadelik nötrol değilse, bu mermilerden biri nötr olmak zorundadır. Zıt yüklü olan balistik araç (Mermi) karadelik tarafından çekilip yok edilir. Fakat nötr yüklü diğer mermi, çekim etkisiyle önce karadeliğe gider, karadelik onun yükünü reddedince, ilkinden daha fazla enerji yüklenmiş olarak bize GERİ FIRLATIR! YUTMAYI REDDEDER!
Elektrik yükümüz nötrol ise, böyle bir karadelik bizi yutmayıp, tam tersine güçlendirip iade ettiğine göre biz intihar edemeyiz. Çekim etkisi yerine elektriksel reddiye enerjisi bize etkili olur. Nötr yüklü bir astronot, ne yaparsa yapsın, elektrik yüklü bir karadeliğe giremez!... (*)Elektrik katkıya karşı gelen iki unsur vardır: birincisi ya zıt yüklü bir tutsak bulmak: ikincisi de rastgele dönen bir tutsağın dönme enerjisini (Eksen hızını) teslim almak… Dolayısıyla dönen bir karadeliğe giren kimse nötr yüklü olsa bile “Bir dönme momenti” olmamalıdır.
Elektrik yüklü döne bir karadelikteki toplam enerji içinde yer alan bu elektriksel katkıya karşı gelen terim “Tıpkı elektrik yüklenmiş bir metal küre üzerindeki enerjiyi tanımlayan terime” eşit olup, tutsağın siyah deliğe zıt yükü “Eksen hızı da denen” dönme enerjisine eşdeğer olur.
KESİM: 76
UMUT VEREN DÖNÜŞ
DÖNEN KARABOŞLUKLAR İster yüklü ister yüksüz olsun genelde ve yaygın olarak bir karadelik DÖNER. Duran bir karadeliği nötron yıldızlara; dönen karadeliği ise pulsarlara benzetebiliriz. Elbette bir karadelikten pulsarlarda olduğu gibi ışık alamayız. Karadelik dönmesi, tıpkı pulsarlarda olduğu gibi, ışık hızıyla tek noktaya çökmenin şok etkisiyle ortaya çıkar. Bu şoka, klasik bilim diliyle açısal (Angular) momentum ya da impuls sakınımı ilkesi denir. Bu konuya daha önceki cildimizde galaksi bulutlarının ve yıldız bulutlarının çökmesi sırasında değinmiştik. Buna göre, çöken bir yıldız, açısal momentumunu korumak üzere, görülmemiş biçimde dönme momentini artırır. Bu dönü, o cismin çapıla ilgilidir. 10 km. çap içine birden büzüşüp pulsar haline gelen dev yıldız yüreğinin saniyede 642 kez kendi çevresinde döndüğünü önceki bölümlerde yazmıştık. Oysa Karadeliklerin çapları (Değil kilometrelerle) metre ve santimetre ile ölçülebilecek kadar küçüldüğünden, saniyede onbinlerce, yüzbinlerce kez dönerler. Normal bir yıldızın ekseninin, merkeze uzaklığı arttıkça dönme hızı azalır. Ne var ki dönmesini normal sürdüren bir yıldız, birden karadelik çöküntüsüne uğrarsa, merkezine bu kadar yaklaşması onun eksen (Aks) hızını büyültür. Çok verilen bir örnekte olduğu gibi “Buz patinajcısının hızlanmak için önce ellerini açması sonra da kapaması, yani bir tür büzüşmesi hızlanmaya” neden olur. Hızlanma da dış yüzeyinin salınım yapıp savrulmaya (Fırlatmaya) yöneltmesine nedendir. Bu aynı zamanda bir Süpernovanın da anlatımıdır. Süpernovanın patlama şiddeti faktörü ile erişim uzaklığı faktörü “DÖNEN KARADELİĞİ” oluşturur. Dönme hızı kütlenin büyüklüğüyle sıkı sıkıya ilişkilidir. Karadeliklerde
indirgenemez
yüzeysel
çekim
enerjisi
varlığından
ve
bunun
azalmadığından, bu enerjinin tutsak cismin entropisine katıldığından söz etmiştik. Fakat elektrik yükünün ve dönme enerjisi çiftinin, tutsak cismin entropisine katılmadığının altını çizmiştik. Çünkü dönen bir karadeliği yavaşlatmak, yükünü nötralleştirmek mümkündür. Dönme ve elektrik enerjileri tutsak cismin entropisine etkimez, bunlar indirgenebilir enerjilerdir. Asıl olan “İndirgenemez yüzey enerjisinin” katkısıdır. Yüzey enerjisi de kaçış hızının ışık hızıyla eşleştiği “SCHWARZSCHILD IŞIMASI”dır. Tutsağın, zıt elektrik yükünün eşdeğer karşılığı bir başka tutsak cismin “Eksensel dönü hızı” olan dönme enerjisinden de sağlanabilir. Dönme bir karaboşluğa eklenen her kütlenin (Madde=enerji) bedeli, karadelik dönme momentinden alınır. Tutsak cisme geçen “Dönme momenti kaybı” karadeliğin ”Dönü”sünü güçlendirir. Siyah deliğin iç-dönme enerjisinin üçte-birinden biraz azı, dönme sınırı içinden geçerek, yolu üstündeki gaz-toz asteroit, yıldız, cüce yıldız ve pulsarları hatta mini karadelikleri bünyesine katarak süpürürken “Dönme karakterlerini” de değiştirir. Yani tutsağın momentini devir aldığından, dönmesi daha da hızlanır. Karadeliklerin birbirleriyle birleşmesi söz konusu olduğunda bileşenler dönüyorsa, bu dönüş hızı, ışık hızına yaklaşır. Fakat pulsar ve ak cücelerde olduğu gibi eninde-sonunda “Siyah boşluklar” da durmak zorunda kalırlar. Artık dönme enerjisinin tümünü yitiren bir karadelik tam anlamıyla saniyede 100 km. hızla giden, kütlesine, elektrik yüküne ve karakterine katkı yapılamayan bir hayalet olarak kalır. (Çok özel durumlarla yeniden döndürülebilir, elektriksel uyarılabilir.)
KESİM: 77
GÜÇLENMİŞ BOOMERANG
FIRLATMA DİSKİ Biz genel olarak dönmeyen (Statik) karaboşluklar üzerinde kaldık. Fakat genelde karadelikler çökmeden sonra ve süpernova geri tepmesiyle inanılmaz bir hızla döndüklerini milyonlarca yıl sonra dönme enerjilerinin ancak tükenebileceğine ve durana karadelik haline gelebileceklerine değindik. “Doğuştan dönmeyen bir karadelik”, en başta “Tekilliğinden” fark gösterir. Tekilliği “NOKTA” biçimindedir. Dönmeyen bir karadeliğin, (Eğer dev bir kütle içermiyorsa) kesinlikle yuttuğunu öldürdüğünü; eğer elektrik yüklüyse bizi yutmayıp, geri fırlattığını belirtmiştik. Dönmeyen bir karadeliğin tekilliği, olay ufkunun tamamen küresel olduğu karadeliğin tam göbeğindeki düşsel bir merkezdir. (Karanokta gibi) Dönen bir karadelik, dönmeyen karadelik gibi noktasal değil; bir halka, simit gibi
“Ekvatoral kemer formu” biçiminde TEKİLLİĞE sahiptir. Klasik anlatımla, galaksilerin daha bir küre iken çöküp, spiralli ya da disk biçimli olmalarını sağlayan (Merkezkaç-Merkezcil kuvvet dengelenmesi) biçimi ya da Satürn gezegeninin halkasına benzemesidir. Karaboşluk, kendini büzmekle yükümlü çekim kuvvetine DİRENDİĞİNDEN, ekvatoru kuşatan bu HALKA tekillik oluşur.
DÖNMESİYLE
“Durma tutulma diski”, yine bir gramofon saçağındaki girdap biçiminde işlevini sürdürür. Fakat girdabın dönme yönü vardır ve bizim için bir sürpriz getirecektir. Durma diskine yakalanan tutsak cisim, “Dönme girdabına zıt yönde” (Akıntıya karşı) yakalanırsa mevcut enerjisi frenajla azalacak ve kendisi halka tekillikte yok olacaktır, ölecektir!.. Fakat tutsak cisim “Dönme girdabıyla aynı yönde” sürüklenirse, ilk girdiği nerji düzeyinden daha fazla enerji kazanarak, “Yakalama diskinden” bize GERİ FIRLATILMIŞ olur. Şu şartla diske girersek, yakalama diski bizi yutacağına; “Fırlatma görevi” yapar. (*) Bir karadeliğin enerjisin balistik yöntemle yani ikiye ayrılabilen bir füzeyle geri alabiliriz: Füzelerden biri yutulurken ötekisi çok daha enerji kazanmış olarak geri fırlar ve karadelikten dönme enerjiyi çalmış oluruz.
Ölümcül çekime rağmen, merkezkaç kuvvet halka tekillikte bu çekime direndiğinden halkaya düzlemden yaklaşan biri artık çekimi hissedemez ve ölmesi gerekmez. Girdabın dönme yönüne paralel olan biri, artık tutsak sayılmaz. Öylesine bir fırlatılma kazanır ki karadeliğe düşmez. Hatta dönen bir karadeliğin dönme yönüne zıt giderek, ZAMANI DENETLEME şansını kazanır. Bu sayede “Geleceğe” uzun ömürlü bir yolculuk yapabilir. İşte bu aşamada rölativite ve nedensellik yasaları yıkılır: Çünkü biz AYRILDIĞIMIZ YERE, TERK ETTİĞİMİZ TARİHTEN, DAHA ERKEN BİR ZAMANDA GERİ DÖNERİZ. HALKA TEKİLLİK BOŞUNCA KENDİ KOPYALARIMIZLA KARŞILAŞIRIZ. (*) Bu sürprizlere ilerleyen konularda değineceğiz.
Dönen karadeliklerin pek azı ışık hızıyla dönerler. Dolayısıyla çekim dalgalarının hızıyla eşleştiklerinden, parçacıklar, ışık hızıyla dönen bir karaboşluktan bağımsız olarak hareket ederler. O zaman ”Olay ufku” ORTADAN KALKAR. Halka biçiminde tekilliği görürüz. İşte böyle olay ufuksuz karadeliğe “ÇIPLAK VE DÖNEN TEKİLLİK” deriz. Aynı olgu aşırı yüklenmiş elektrikli karadeliklerde de ortaya çıkıyordu!.. Bu iki durumda çıplak (Örtülmemiş, olay ufuksuz, yalın gözle görünen) tekillik gökte
belirir ve bize aynasız, dolaysız, olay ufuksuz olarak “Cehennemi” gösteriverirler!.. KESİM: 78
ERGOSFER
ZAMAN MAKİNESİ-1 Dönmeyen bir karadelikte ve olay ufkunun ardını görebilseydik, çökmesi olay ufkuna kadar varan bir Kollapsar’ın (Çöken yıldız) olay ufkunda donup kaldığını fark edecektik. Aslında yıldız çoktan tekilliğin ardına düşmüş, orada sonsuza kadar süren görüntüsü kalmıştır. Şimdi dönen bir karadeliği aynı biçimde gözlemleyelim: Bu kez onun olay ufku içinde sonsuza dek donduğunu değil; döndüğünü görecektik. İşte yıldızın donduğu değil de döndüğü bölgeye ERGOSFER denmektedir. Dışarıdan bakıldığında Ergosfer, karadeliğin donmuş yüzeyiyle olay ufku arasındaki bölgedir. Yani Ergosfer donan bölgeden daha içerideki küredir. Olay ufkunun hayati tehlikesine karşılık, Ergosfer hem tehlikesizdir hem de uygun bir uzaklıkta durulduğunda zamanın akış hızını denetlememizi sağlar. Karadelik ne kadar büyük ise, Ergosfer de merkeze o kadar uzaktır. Dolayısıyla dönen büyük bir karadelikte Ergosfer bulunduğundan, kendimizi güvenceye almış oluyoruz. Karadeliğin büyüklüğüyle orantılı olarak, Ergosfer’in ara katları rölativite etkisiyle, bizi bir zaman çekmecesine saklar ve geleceğin içlerine kısa yoldan iletir. Ergosfer’in içine daha da işlediğimizde, orada kalınacak bir yılımıza karşılık, bin ila milyon yıl geleceğe geçmiş oluruz. Dolayısıyla “Zamanda ileriye yolculuk” yapabiliriz. Ne var ki Ergosfer’in karaboşluk yüzeyine kadar sokulursak, yakalanma rizikomuz o kadar büyür. Bu tehlikeyi göz ardı edebilirsek, orada kaldığımız birkaç saat’e karşılık bin milyon yıl geleceğe geçebiliriz.
Şekil: 39 KARABOŞLUK “KUTUR”LARI: Ergosfer’in basit gösterimi Tekillik ile olay ufku arasında katmerli tabakalar vardır. Bunlardan biri de Ergosfer’dir ve dönen her karaboşlukta kendiliğinden oluşur.
Ergosfer’in tabakaları arasında sürekli indi-çıktı hareketi yapabilseydik, “Zaman makinesini” çalıştırmış olurduk. Ergosfer’in bir tabaka altına inerek, zamanı denetler, geleceğe yolculuğu dilediğimiz kadar ileri götürür, sonra yeniden dünyanın (Örneğin BİN yıllık sonraki) geleceğine geçmiş olurduk. Eğer Ergosfer’de, uygun bir katman seçip, orada sürekli kalsaydık, bu bir tür ÖLÜMSÜZLÜK olurdu. Çünkü evrenin bile ömrünü aşardık!... Fakat biz evrenle var olduk, onunla öleceğiz. Yani kıyametle öleceğiz demektir. Gerek ışık hızındaki gerekse bir karadelikteki “ZAMANIN DONMASI” Allah’ın zamandan münezzehliğine kesin bir göstergedir. Kaldı ki varlıklar bile (Cennet ve Cehennemlerinde) EBEDİ, sonsuza dek yaşayacaklardır. Rabbimiz “Öncesiz bir ezelden” başlayarak, “Sonrasız bir ebediyete” kadar Kıdem ve Beka sıfatlarıyla mutlak sonsuz ömürlüdür. Oysa onun varlıkları, ezeli olamazlar; ancak ebedi olabilirler. Ebedi olmalarında da “Allah ile iddialaşmamaları için” kıyamet tüm varlıkları, hatta ölümsüz ruhları bile geçici öldürür. Böylece daha sonra insanların, Allah’ın izniyle “Ölümsüz ebedi olmaları” gerçekleşir.
KESİM: 79
HALKA TEKİLLİKTE ZAMAN
ZAMAN MAKİNESİ-2 Ergosfer’den başka, halka tekillik de bir “ZAMAN MAKİNESİ” görevi görebilmektedir: Eğer bir karadeliğin “Dönmekte olduğu çizginin” çevresinden, dönme yönüne zıt dairesel bir hareketle tersten, bir halka biçiminde tur atarsak, karadeliğin dönme değeriyle orantılı olarak, zaman uzamasına sahip oluruz. (Dilersek bu zaman tasarrufunu, arkaya geçerek, oradaki paralel evrende de harcayabiliriz.) Dönen karadelikler, bize “Geçmişe yolculuk” izni de vermektedir: Yani karadeliğin içinden geçmeden, yakınında; zamanda ileri ya da geri gidebiliriz. Eğer halka tekilliğin dönmekte olduğu yöne zıt ve o hızla eşlenerek biraz daha hızlanıp, ters yönde gidebilseydik, kendi kopyalarımıza rastlardık. Önce biz, “Düz yönde” gitmekteydik, sonra ters dönmüştük. Dolayısıyla, biraz önce “Düz yönde gelmekte olan” BİRAZ ÖNCEKİ KENDİMİZE RASTLARDIK. Ya da eş anlamda o bize, yani geleceğine rastlamış olurdu!.. Aramızdaki tek fark, o geleceği bilmemekte, biz ise onun geçmişimizde kaldığını yani mazisini bilmekteyiz.
Bu da gösteriyor ki, dönen karadeliklerde, bildiğimiz Rölativite teoremi, nedensellik ilkesi ve Kuantik belirsizlik ilkeleri GEÇERSİZ kalır!.. Saniyede 250.000 km. hızla dönen bir karadeliğin üzerindeki iki uzak nokta arası “NORMAL DÜNYADAKİ UZAY” gibi davranır. Böyle bir dünyanın iki şehri arasında saniyede 55.000 km. hızla giden bir uzay aracıyla yolculuk yaparsak, “Hızların ivmelerin toplanmasını yasaklayan” formülleri deleriz. Çünkü (Takyon olmadan) MADDE olarak, geçmişe gitmek zorunda kalırız. Bir hava limanından ötekine gittiğimizde, orası (Örneğin) bir yıl önceki hava limanı olup, “Bizden henüz haberleri” yoktur. Oysa, biz bu yolculuğa çıkmadan önce onlarla “Sözleşmiş” idik, bizden haberleri vardı ve bekliyorlardı! Böylece, Rölativite bu olayda yıkılır. Biz ışıktan hızlı gitmediğimiz halde, IŞIKTAN HIZLI GİTMİŞ etkilere uğrarız. Eğer bir dönen karadeliğin, dönme yönünde hızlanırsak “Geleceğe geçeriz”; eğer ters yönde hızlanırsak GEÇMİŞE YANİ TARİHE GİTMİŞ OLURUZ. Bu gidiş sırasında da geçmişten geleceğe normal olarak giden “Kendimize” rastlarız. Böylece bir iken ikileşmiş oluruz! Sonra bu “İkimiz” ile birlikte yolculuk ederek yine gider-gelir ve yine kendimiz olan “Karşıt ikiliye” rastlayarak “Dörtleşiriz.” Böylece Dörtlüler sekizleşir, sonunda sonsuz adet oluruz. Bu en genelde, “Evrenlerin ÇİFT ÇİFT SONSUZ olduğunu” bildiren ayetlerin sonucudur. Bir evren, kıyametinin ardından (Karanoktası tarafından yutulup, tünelin ucundan akdeliğe ve onun açıldığı) başka bir UZAY bölgesine fırlar. Eğer bu naklolmuş evren geri dönebilseydi, yok olmakta olan kendine rastlayacaktı. Sonra ikisi birden yok olacak ve eğer yeniden geri dönebilselerdi, dörtleşmiş dörtyüzleşmiş olacaklardı… (*) Rahman suresinde “İki Cennet” ve bu iki Cennetten başka “İki Cennet” ve bunlardan başka “Dört Cennet” ve “8 Cennet” daha zikredilmesinin nedenine yaklaşmış oluyoruz: Cennet demek, ebediyen bıkmadan, doymamak, bezmemek, sıkılmamak, her saniye görülmemiş orijinal 70.000 nimetle şaşırmak, daha onları keşfedip, sıkılmaya zaman bulamadan, yeniden yepyeni hiç bilinmedik nimetler enflasyonuna ebediyen mahkûm(!) olmaktır. Nice Cennetlerle buluşmak ve bunun ebediyen sonunu getirememek, Cennet üzerine Cennet ve bunlar üzerine katmerli çift, dördüz ve “Çerçevesiz sonsuz bir resim gibi” cennetler edinmektir. Cenneti tekdüze sınırlı bir yer sanan biri, Rabbini “Acze düşürmeye” kalkışmış olur. Çünkü Rabbimiz, ebediyetin her salisesinde Kur’an’da bildirdiği “Akla hayale gelmeyen güzellikte Cennetinden” sonsuz
tane
yaratacak,
hiç
biri
diğerine
benzemeyecek
sınırsız
büyüklükte
Cennet
oluşturabilecek kadar KUDRETLİDİR! Okuyucu Cenneti umut etsin fakat sıkılacağını gına getireceğini hiç sanmasın!..
Toplu bir sonuç olarak, dönen bir karadeliğin, hem bir ZAMAN, hem de MEKÂN MAKİNESİ olduğunu anlıyoruz. Şu ana kadar, dönen bir karadeliğin Ergosfer ve halka tekilliğinde oyalandık: Eğer dönen bir karadeliğin içine girseydik ne olurdu?
Kördöğüşü girseydik, rastgele bir intihar ile öldürdük. Ancak, halka tekilliğin (Yani düzlemin) kesitinden girseydik yaşamamız için bir şans doğardı! Bu şans daha önce “Elektrik yüklü bir dönmeyen karadelikte” de karşımıza çıkmıştı: Bu karadelik bizi önce öldürür, sonra cesedimizi PARALEL bir evrene fırlatırdı.
KESİM: 80
PARALEL EVREN EŞİĞİNDE
MADALYONUN ÖTEKİ YÜZÜ Dönmeyen elektrik yüklü bir karadeliğin tutulma diskine özdeş yüklü olarak girersek geri fırlarız. Ama yükümüz özdeş değilse, o bizi “Halka tekilliğine” çekim gel-gitleriyle buyur edip, ölüm noktasındaki iğne deliğinden bir iplik olarak bizi çekip öldürür, sonra da cesedimizi. “Paralel evrene” fırlatırdı. (Elektrik yükümüz nedeniyle bizi öteki âleme reddetmiş olurdu.) Bir ceset olarak öteki evrene fırlamanın pratik bir yararı yok. Oysa dönen bir karadelikte, hiç ölmeden, öteki paralel evrene bir mekân yolcusu olarak gitme şansımız var: Fakat yine de her dönen karadelikte değil! Örneğin, bin Güneş kütlesine eşdeğer bir dönen karadelikte çekim o kadar güçlüdür ki, bütün kurtulma şanslarımızı sıfıra indirir. Bu durumda, elektrik yükümüzün ya da halkadaki pencereden geçmemizin verdiği avantajlar çekim tarafından iptal edilir. Söz konusu avantajları normal büyüklükteki bir dönen karaboşlukta sınayabiliriz: Halka tekilliğe dik olan dönme ekseni (Kuzey-Güney gibi dik alındığında) biz ekvator düzleminde bulunan bir noktadan karadeliğe düşersek ÖLMEYİZ! Çünkü bu noktada (Klasik) merkezkaç kuvvet çekim kuvvetiyle dengelenmiş, öldürücü çekim bu noktada sıfırlanmıştır. Bizi iplik gibi çeken ve azalıp-çoğalan çekim gücünün yok etmesinden kurtuluruz. Hâlbuki ekvator düzlemi dışında hangi noktadan karadeliğe düşersek düşelim, bizi kesinlikle iplik gibi çekerek öldürür. Karadeliğin bu halka tekilliği Satürn, Uranüs gezegeni halkaları, bir galaksi düzlemi ya da “Güneş sistemi düzlemi” ile aynı yasalara sahiptir. Bu halka, bir eksen çevresinde yani mihvere dik olarak dönmektedir. Dönme ekseni ile ilgili kozmik bilgileri bir önceki cildimizde özellikle sunmuştum. Ekvator düzlemleri çekimi hissetmez ve dolayısıyla çökmez, çevrede kalırlar. Oysa ekvator düzleminde, çekim kuvvetinin öldürücü etkisini dengeleyerek, çekimi bir nebze bile hissettirmeyen bir “Merkezkaç kuvveti” direnmesi vardır. Dolayısıyla biz en büyük korkumuz olan çekimi bir nebze olsun hissetmeden dönen karadeliğin halkasına sokulabiliriz. Karahalka’nın dönme hızıyla eşleşirsek, o zaman gökte 565 metre boyunda NURDAN, ışıklı bir KAPI açıldığını hayretle görürüz.
Oysa o hızla eşleşmeden önce böyle bir kapı hiç yoktu! İşte “Görünmez Gök kapısı” açılmış, arkasındaki paralel evreni göstermektedir!.. İster oradan “Arka âlemleri seyredersiniz”, isterseniz oradan dalar-geçer ve PARALEL BİR EVRENE ÇIKARSINIZ. “Rabbimizin âlemlerini Kalp gözüyle” yani bedensiz astronomi yaparak, bir karadelik penceresinden seyreden mükaşefeciler okuyucuya “SAÇMA” gelmemelidir. Onlara “Kara evrenlerin” gizli kapıları açılmış ve gök-sema olayları gösterilmiştir. Onların tek farkı, bedensiz durugörü yapmalarıdır. Bu kapıları sıradan bizler de “Rüyalarımızda” görebiliriz. Böyle bedensiz fakat saf bilinçle “Gezici duru-görü” astronomisi insanda en azından “Rüya” görmesiyle doğal bir yetenek olarak verilmiştir. Gerekirse o kapılar, “Resulullah’ın mi’rac’ında” olduğu gibi, BEDENİYLE, bedenli astronomiyle de madden görülebilir, içinden geçilebilir, ardından çıkılabilir. O “Görünmez gök kapıları” uygun fizik şartlarla ve eşleşmelerle görünür bir hale gelebilir. Onlar elektriksel, optik görünür enerji ve görünürleşen sonsuz öz-enerjetik takyon ışımasıyla “NURLANIR”. Halka bir tekillik, rastgele gökte görünmez. Çünkü onu örten “Kara örtü=Olay ufku=Zulmet hicabı” vardır. Onun ardına geçilirse, ya da o kendini bir kara örtüden sıyırarak “Çıplak tekillik” diye gösterirse, o zaman, “Göklerin görünmez nice kapıları olduğunu” bildiren ayetin “Görünürlük” limitine erişiriz. Dönen bir karadelikteki görünen bu NURDAN halka tekillik, gerçekten de, bu gök kapılarının NURDAN KİLİDİ oluverir. Kimi yerde gök çatlar ve ardındaki cehennemi gösterir!.
İLERİ BİLGİLER: 44
EVCİLLEŞTİRİLMİŞ KARA ENERJİ Şimdi, karadeliklerin tasnifindeki “Tekillik tiplerine geçmeden önce, bir “Ara bölüm” vererek, “İnsan denen tek hâkimin emrine” karadelik kara enerjilerinin (Çekim, dönme ve elektrik enerjileri) alınıp-alınamayacağına, onu evcilleştirebileceğimize ilişkin “Karadelik enerjileri seminerindeki “Fantastik önerilere yer vererek, okuyucunun kıyamet ürküntüsü ardından rahatlamasını sağlayabilirim; Evrende her şey mademki insan emrine verilmiştir, acaba karadeliklerin bu enerjisi uygarlık adına kullanılabilir mi? Aslında bir katil olan karadelik enerjisini yararlı kılmak (Barbarı evcilleştirmek) düşüncesinden yola çıkılarak türlü bilimsel fanteziler, karadelikler için düzenlenen bilimsel kongre ve seminerlerin gündeminde tartışılmıştır. Bu bilimsel seminerler dünyanın en ünlü karadelik uzmanları yanında enerji teknisyenlerini de bir araya getirmiştir. İnsanın hayali “Karadelik çiftlikleri” kuracak kadar ileri gitmiştir. Bir karadelikten elde edilecek enerji türlerin en başında onun indirgenemez çekim enerjisi sürekliliği gelmektedir.
* Eğer bu karadelik bir de dönüyorsa, dönme enerjisi elde edilir. * Ayrıca bu elektrik yüklü bir karadelik ise o zaman elektrik enerjisini de ayrıca elde ederiz. * Bunların yanında tutulma diskindeki girdabın ters yönünden giren bir cismin yutulacağına, eskisinden daha güçlü enerji kazanarak fırlamasından alınan enerji ve yapay mini karadelik enerjileri insanın halifeliğine tahsis edilmiştir. (Maymun ve Cinler bunu kullanamaz!) Enerji istismarımız şimdilik teorik olarak önerilmiş, altı yöntemle belirlenmiştir: GRAVİTASYON ENERJİSİ: Çöplük yöntemi Bu enerji karadelik birleşmelerinde açığa çıkan enerjinin uygarlığa nakli yöntemidir. Dönmeyen bir karadeliğin indirgenemez yüzey enerjisi yüzeyde hapis olduğundan, bunu asla alıp, kullanamayız. Fakat olay ufkundaki sınır çarpışmalarından (Daha az riskli ama daha az verimli) enerji sağlayabiliriz. Bunun için tutulma diskine bir çöplük maddeyi attığımızda karadelik onu enerjiye çevirir. Attığımız çöp Helisler (Sarmallar) çizerek (disk)e düşerken %5 randımanlı (Hidrojen bombasının 5 katı) bir enerji sağlar. Eğer geciktirmeli ve eğilimli bir yollama tarzı bulabilirsek çöplük maddesinin %40’ını umduğumuz enerjiye çevirebiliriz. DÖNME ENERJİSİ Kablo, Balistik ve Karadelik bombası yöntemleri Çekim enerjisinden, dönen bir karaboşluk bulabilseydik başka, dönme enerjisini de elde edebilirdik. Dönen bir karadeliğin enerjisi bu karadeliğin açısal momentumu enerjisinin transferi amacına yönelik olup dönen bir karadelikten %50 randıman alabiliriz. Fakat alacağımız her enerji, dönmeyi yavaşlatmaya neden olacağından randıman düşer. Çünkü tutulma diskinden transfer edilen bir saçılma dalgası, dönme enerjisinin kaybına karşı gelir. * Dönen Karadelik Ergosfer’ine bir maddeyi asılı bıraktığımızda ondan bir kablo ile enerji salınımını alırdık. (Ne var ki kablo yöntemi bu cehennem kuvvete dayanamadığından pratik değildir.) * BALİSTİK YÖNTEM, yine dönen bir karadeliğin sonsuza dek döner gözüktüğü bölgeye (ki buraya Ergosfer denmektedir) fırlatılan bir füzenin ikiye ayrılmasıdır: Füzelerden birinin olay ufkuna düşerken patlaması, ötekinin de dışarı fırlatılması, başlangıcındaki miktardan çok daha fazla enerji yüklenip, bize geri dönmesiyle sonuçlanır. Ancak bunun için bize özel olarak olay ufkunun sıfır olduğu çok özel (2,95 güneş kütleli) bir karadelik gerekiyor. (Üstelik düşen mermiler karadeliğe indirgenemez çekim enerjisi kazandırdığından katmerli bir güçlük yaratır.)
* KARADELİK BOMBASI yöntemi ise binde-bir randıman alan daha gerçekçi yöntemdir. Yine karadeliğin fırlattığı bir maddenin daha çok yüklenmiş enerji yayınımı bir kolektöre yansıtılıp amplifikasyon ile güçlendirilerek geri alınır. Verimi çoğaltmak için yansıtıcı aynalar ile aşırı birikim dönme enerjisinden çalınır. (Zaten bu aynalama yöntemi doğa tarafından yapılmakta plazma haline gelmiş tutsaklardan yansıyan ışığın, yine karadeliğe düşüp yükselmemesi için doğa radyasyon basıncı ile kendi aynasını oluşturmuştur. Aksi halde bu çok yüksek güçler dünyamızı yerle bir edecek çatapatları engellemektedir.) ELEKTRİK ENERJİSİNİN TRANSFERİNDE BALİSTİK YÖNTEM Yine balistik yöntem bu kez elektrik yüklü bir karadeliğe uyguladığımızda elektrik enerjisi transfer ederiz. Füzelerden biri yüksüz olduğundan çok daha enerji kazanarak bize geri fırlatılır. Karadeliğin yüküne zıt yüklü olan ikinci mermi derhal karadelik ergosferince parçalanır. Bu elektrik enerjisinin alan kuvveti karanoktadan bağımsız olduğundan kara boşluğun kütlesi ne kadar büyükse o kadar elektrik yükü biriktirip, elektrik alan duyarlılaşır. Santimetre küp başına 100.000 volt değerinde bir alan oluşturulup korunabilirse ve boşluk izolasyonu (Yalıtım) sağlanabilirse enerji transferi mümkün olur. YAPAY KARANOKTALAR Aynı seminerde ünlü karadelik uzmanı Kip Thorne yapay mini karadelikleri önermiştir. Güneşimiz kadar bir kütle Beyaz cüce olarak çöker, iki katı pulsar, üç katı karadelik olur. Böyle bir kütle bulamayacağımızdan (Fusion reaktörleri yapımı gerçekleşirse) 1600 ton demiri alıp bir cm.nin yüzbinde-biri hacme sığıştırarak basınç oluşturup, atom boyutunda bir yapay (Suni) karadelik imal etmiş oluruz. Bu karadelik eğer dünyada imal edilirse dünyayı yerle-bir eder. Bu nedenle onu “Güvenceli ve uzak bir uzay bölgesinde” oluşturmalıyız. Bu elverişli yörüngeden dünyanın kalan tüm ömrünün gereksinimi olan enerjiyi ondan bedava elde edebilirdik. (Hatta elektrik yüklü yapay karaboşluk da yapabilirdik.) Bu yapay karanoktaya yine süprüntü olarak karşılığında radyasyon (Enerji) iadesi elde ederdik. (Güvenceli bir yörünge derken karadeliklerin küçüldükçe yüzeylerinin daha aç ve obur olduğunu anlatmak istedik. Bu atomik büyüklükteki yapay karadeliği hem görünmez hem de çok küçük olduğu için ikinci kez görünmez olduğunu da ekleyelim. Sunduğumuz bu kara fantezilerin kaynağı unutmayalım ki yine o uzak durulması gereken karadeliklerdir. On milyon yılda Güneşi bile yok edecek bir karanoktanın tehdidini taşıyan karadelik imal etmektense, “Böyle enerji eksik olsun!” demek daha güvencelidir. Bu yöntemlerden en akla yatkını (Hidrostatik basınç örneği) bir uzaklık ayarlamasıyla bir
karadeliğe komşu olmak pahasına onun olay ufkundan çekim enerjisi devşirmektir.
İLERİ BİLGİLER: 45
TEKİLLİK TASNİFİ Karadeliklerin merkezlerinin birer biçim olduğunu ve onlara tekillik adını verdiğimizi bir kez daha hatırlatarak, bu tekilliklerin biçiminin nokta, halka, eliptikli disk (Kurs) düzensiz yarık, iplik, çatlama olarak tasnif edildiklerini önbilgi olarak sunalım. Şu ana kadar karaboşlukların türlü tasniflerinden sonra son olarak tekilliklerinin tasnifini gündeme alıyoruz. Tekilliğin tanımından sonra, inanılmaz bir konuya “Çıplak tekilliklere” değineceğiz. Evrenimizi ve çevremizi, uzay-zaman dört boyutlusu ölçü sistemleriyle kavrarız ve ölçeriz. Ama “Karadelikler evrenimiz dışında olduklarından” ölçüm sistemimiz dışına da çıkmış olurlar. Oradaki “Başka evrende” uzay ile zaman yer değiştirmiş, varlıkların hacmi sıfır’a indirilmek üzere kütleleri sonsuz sıkıştırılmıştır. Bu boyutsuz noktada ve onun iplik örneğindeki tek boyutlu evrenin “Uzay-zaman sonsuz bükülüp bir uçurum oluşturduğundan” oradaki uzay-zaman’ın tanımı ve ölçümü yapılamaz: Nokta boyutsuzdur. Boyutsuz bir noktanın akıl almaz ağırlığı çelişki oluşturur. Uzay-zaman bu noktada normal evrendeki gibi açılıp yayılamaz, bunun yerine toplanıp burulup orayı kapar. Uzay ve zaman “TEK BOYUT İPLİĞİ” olurlar ki, bu da ÖLÇÜMLENEMEZ!.. Evren’i dört boyutlu matematik denklemlerle belirleyen bilim adamı karadeliklerde şok geçirir. Çünkü bir yıldız tümüyle kendi çekimine yenilmiş, kendi uzayına sığmadığı için başka bir uzay’a, eksi bir Hacim’deki başka bir evren’e kaçmıştır. Kendi varlığını kendi dışına taşımış ve uzay-zamanı orada hapsetmiştir. İşte tekillik budur: Zaman-mesafe kavramı ortadan kalkar; saat keyfi olarak hapsedilir, düz uzaya düğüm atılır, uzayı zamana, zamanı uzaya dönüştürür. Böyle olunca da bildiğimiz evren yasaları işlemez ve bilim orada terk edilir!. En, boy, yükseklik ve zamandan oluşmuş uzay-zaman dört boyutlu dokusu, çevremiz matematik denklem, örümcek ağı gibi geometri ve fizik anlatımla ölçer. Ne var ki bu örümcek ağı yani statik uzay çizgileri burulup, tek boyut olup bizden kopunca, evrenimizi ölçen cetvel ve saat orayı ölçemediğinden, “Tekillik denen imkânsızlığın ötesi” bölgeden fizik yasalarımız alt-üst olur. Yani doğa ilkelerimiz doğaüstü ilkelere, keşfedilmemiş yasalara ve hatta fizik “metafiziğe” dönüşür. Bütün bunlardan anlıyoruz ki, tekillik nitelik olarak dönüşsüz ve düşsel bir kara merkez olayıdır. Fakat tekillik biçim olarak türlü türlüdür: * En başta tekillik tasnifi, olay ufuklu (Görünmez) * Ve olay ufuksuz (Görünür)
Olmak üzere ikiye ayrılır. Bir olay ufku (Zulmet hicabı) ardına saklanmış tekillikler biçim olarak nokta, halka ve iplik biçiminde görünmez tekilliklerdir. * Dönmeyen karadeliğin tekilliği küresel olay ufkunun tam merkezindeki sonsuz küçük bir NOKTA’dır, aynı şey mini karanoktalar için de geçerlidir. * Dönen bir karadeliğin tekilliği Ekvator’u kuşatan bir SİMİT biçimindedir. * Elips biçiminde bir yıldızın çökmesinden basık DİSK=KURS biçimi bir tekillik oluşur. Kuzey-güney kutupları basık bir yıldızın çökmesi sonucu ortaya disk biçiminde tekillik çıkmaktadır. Böylece örtülü tekillikler “Nokta, halka ve disk” biçiminde olmak üzere üçe ayrılır. Bunları sunmuş bulunuyoruz. Şimdi ise “Çıplak tekillik türlerini” ele alacağız.
KESİM: 81
ÖRTÜLMEMİŞ TEKİLLİKLER
ÇIPLAK KARADELİKLER Bir karadelik genelde olay ufkunun ardına saklandığından yani zulmet çarşafını giydiğinden görünmez. Ama ayetler defalarca “Kıyamette göğün kapı kapı açıldığını, göğün yarıldığını, gök’te çatlaklar oluştuğunu, gök’te kızarmış bakır gibi bir gül görüneceğini” (Özellikle amme cüzünde 19. ayette) anlatmaktadır. İşte bu ilahi anlatım, Rabbimizin bizden 14 yüzyıl önce ÇIPLAK KARADELİK olayını bildirdiğine ilişkin Kur’an mucizesidir. Kıyamet senaryolarında çıplak tekilliklerin görev alacağı, Kur’an’da açıkça belirtilmiştir. Bilimin bunu anlaması ise ancak 15 sene öncesine dayanır. Kıyamette rol alan bu görünür karadelikleri kozmik önemlerinden dolayı ve Kur’an tefsirini amaçladığımızdan yazmadan geçemeyiz. “Çıplak” yani görünen ile “Karadelik” yani görünmeyen arasında bir çelişki vardır: Karaboşluk görünmediği için bu adı almıştır. Oysa şimdi görünür olunca ona bundan sonra “Çıplak tekillik” ya da “Örtülmemiş tekillik” ya da “Olay ufuksuz” yani “Görünen tekillik” demek uygun düşer. Çünkü o artık bir “Aydınlık boşluk”tur. Örtülmemiş bir tekilleri 3 başlık altında inceleyebiliriz: 1. NOKTA ÇIPLAK TEKİLLİK Bu aşırı durum, dönmeyen fakat yüklü bir karadeliğin çevresindeki olay ufkunu tutan çekimin elektromanyetik kuvvet’e yenilmesinden ortaya çıkar. Yani ortada nokta biçimi bir karadelik vardır ve o olay ufku içine saklanmıştır. Fakat elektrik yüklü olduğundan elektrik yüklerini devamlı sıfırlamak zorundadır. Fakat bu elektriksel nötrolazisayonu anında yapamazsa ya da elektrik yüklerinin aşırı birikiminden
oluşan elektromanyetik kuvvetin çekimi alt etmesinden dolayı, olay ufku ortadan kalkar. O zaman da “Kara çarşaf” ardındaki hortlak birden gözükür. O hortlak yeniden evrenimize dönmüş ateş kusan bir Ejderha biçimindedir. “Ejderha deyimini” bir benzetme olarak değil, doğrudan biçimi öyle olduğu için yazdığımı okuyucu bilmelidir. Böylece çekim gücü, elektrik yükünün dağılmasını önleyemediğinden olay ufku (Zulmet örtüsü) ortadan kalkar ve biz öbür evren’i görmüş oluruz. Bu görünürlüğü, karadeliği geri almak tekrar kurtarmak gibi yorumlamamalıyız. Sadece öteki evrenden bir pencere açılmıştır. Görünen “Ejderha ağzı” tastamam bir gül gibi katmerlidir. İç-içe küçülerek dürülen, katreciklerden oluşmuştur. Gülün rengi ise “Göğün tutuşması rengindedir.” İşte kıyametle ilgili ayetlerde “Göğün ergimiş bakır renginde ve gül gibi” çıplak tekilliği ortaya koyması budur. Rabbimiz Kur’an’da talep edilmediği halde, kendinden verdiği ipuçlarını, mutlaka insanlığın araması, soruşturması için yeminle vermektedir. Dolayısıyla Zig-Zag öğretimiz, o günden bu güne ayetleri dünyada ilk ve tek olarak keşfedebilmektedir. Nasıl ki 1400 yıldan beri 19 mucizesi (Müddesir suresi) saklı tutulmuş ve ancak son 25 yıl içinde bunun matematiğini anlamak nasip olmuşsa, işte çıplak tekillikler de bu dönemin keşiflerinden birisi olup, dünyada ilk olarak bu kitaplarımız aracılığıyla sunulmaktadır. Görüldüğü gibi artık keramet “Allah Biliminin” aracılığıyla gerçekleşmektedir. Bu tecelliler hep soyut olarak düşünülmüştür. Örneğin “Başımıza taş yağması” bir gök mekaniğidir, Meteor bilgisidir. Gök yarılması, göğün gül gibi açılması yine bir astrofizik bilimidir. Bilimi ve bilim yasalarını evrene koyan Rabbimiz’dir. Kur’an’ımızda geçen bu veriler doğrudan ALLAH İPUÇLARIdır. Bilimi yalnızca fıkıh sananlar artık bu kaçınılmaz dönüşüme uymak zorundadırlar. 2. HALKA ÇIPLAK TEKİLLİK Dönen ve elektrik yüklü bir karadeliğin halka biçimindeki tekilliği, bundan önceki tekillikte olduğu gibi aşırı elektrik yüklenmeye uğrarsa, çekim, olay ufku tutmaya yetmez ve ortaya elektromanyetizma’nın aydınlattığı halka biçiminde tekillik çıkar. (Ayetlerdeki gök kapılarının anahtarlarının açtığı nur’dan kilit halkası) Burada asıl anlatmak istediğim, elektriksel olmayan dönen bir kara boşluktaki ikinci bir tür çıplak halka tekilliğin ortaya çıkmasıdır: Bir karadelik (İleride değineceğimiz nedenlerle ve) uyarılarla dönmesini hızlandırır. (Örneğin elektrik şarjı ilavesiyle dönme hızını arttırma.) Eğer bu uyarma karaboşluğu ışıktan hızlı dönmeye zorlarsa, olay ufku tutunamaz, dağılır.
O zaman da perde kalkmış, ardındaki kamufle edilmiş halka görünür. Eğer o halkaya dönme yönünden ters yönde gelirsek, bu kilidin 565 metre boyunda bir anahtar deliği olduğunu görürüz. Gözümüzü anahtar deliğine diktiğimizde, ARKADAKİ PARALEL EVRENİ’DE GÖRÜRÜZ. İşte o anda “ALEMLER’İN RABBİ’nin paralel evrenlerinden biri” tecelli etmiş, karşımıza dikilmiştir. ALLAHÜEKBER!.. 3. ASİMETRİK ÇIPLAK TEKİLLİKLER Nokta ve halka tekillikler tam küresel yani eş merkezli yıldızların çökmesinden ortaya çıkar. Fakat tam küresel olmayan beyzi (Puro biçimindeki bir elips küre, deyimi yerindeyse yumurta biçiminde) bir yıldız asimetriktir. Dolayısıyla bir uzun bir kısa iki çapı vardır. Oysa küresel yıldızların her noktada çapı eşittir. Küre eş merkezli (İzotrop ve simetrik)tir, asimetrik bir yıldızın kesitinde de elipsteki gibi iki odak vardır ve merkez yoktur. Dolayısıyla bir karadelik çökmesi hep merkeze doğrudur. Asimetrik bir yıldızda bu “Tek merkez” olmadığından, yıldız odaklara çöker ve geride küresel değil beyzi(disk) karadelik oluşturur. Bu kurs biçimindeki tekillik kutup ve ekvator çapları farklı olan çökmenin sonucudur. Eğer bu çökme biçimi çok karmaşık durumlarda gerçekleşirse olay ufku oluşamaz ve disk biçiminde tekillik görülür. O zaman “Gökteki ejderin vücudu” da görünür!.. İşte, bu olgu, Kur’an’ın kıyametle ilgili, hemen her ayetinde yer alan Gökteki çatlak fenomenidir.
KESİM: 82
GÖK YILANI
GÖK’DEKİ ÇATLAK Şimdi sunacağımız yine asimetrik bir yıldızın çökmesi sonucu ortaya çıkan ve disk biçimi alamayan kıyamet karadeliği olan gök yılanıdır. Daha önce bazı yıldızların karadelik taş küresine girdiğinde yufka biçiminde yuvarlaklığını kaybettiğin sunmuştum. Bu yufka biçimi bazen tam anlamıyla bir ”Puro” biçimi olur. İşte böyle bir yıldızda, yüksek bir asimetri vardır. Bu bir tavuk yumurtasından çok rugby topuna benzer.
Eğer yıldız yatık duran bu rugby topu gibiyse disk=kurs biçiminde çökmeye çalışır. Fakat dikine bir rugby topu gibiyse iplik biçiminde garip bir tekillik ortaya çıkar. Bunun biçimi sanki bir kuyruklu yıldızın kalın başı ve kilometrelerce uzunlukta kuyruğu gibidir. İşte “Gök yılanı” derken bu biçimden esinleniyoruz. Çökme mekanizması yüksek asimetrisi olan bir yıldız da ışık hızıyla oluşur. Çökmenin hızı Schwarzschild sınırına ulaşınca, bir çökme merkezi aramaya başlayan yıldız, bunu bulamaz. Toplam kütlesinin çökebileceği bir disk alanı bulamayan yıldızda kütle bölüm bölüm çözünür. Her bölüm aslında var olmayan birçok noktaya doğru çökmeye başlar. Bu noktalar bir iplik gibi peş peşe dizilmiştir. Yani iplik, yer çekimi gel-gitlerinin azalıpçoğalan farklarının çekip-uzattığı bir bölgesi olur. Bu iplik sonsuz bir yoğunluk kazanıp çekim ışıması yaymaya başlar. Çekim ışıması ise olay ufkunu oluşturduğundan, çekimin olmadığı yerde olay ufku da barınamaz. Asimetrik yıldız izotrop olarak çökemediğinden ortaya çıkan bu an izotrop tekillik dolayısıyla nerede olay ufku tesis edileceğine karar verilemez. Böylece olay ufuksuz bir çıplak tekillik bize ışık göndermeye başlar. Böyle bir çıplak tekilliği çıplak gözle görürüz. Kuyruklu yıldız gibi başı olan ve kuyruğu giderek incelen bu iplik biçimindeki tekillik uzadıkça sonsuza uzar. Çiğnenmiş bir sakızın çekilip uzatılması gibi uzamanın sonuna kadar giderek incelmesi sürer. Çikletin kopmasıyla ipliğin sonradan boyu büzülür. Fakat bu büzülme onu kalınlığı yanında önemsiz kalır. (*) (Bu büzülme 10 boyutlu kuant-tünellerinin yani Süper-İp, süper sicim teorisinin en dev biçimidir. Bu konuyu izleyen ciltte ele alacağız.) Bu iplik biçimindeki çıplak tekillik işte Kur’an’da göğün yarılmasının ta kendisidir. Örtülmemiş böyle bir tekillik, artık, kara üyelerden değildir. Gözün bütün dehşetiyle gördüğü tam bir cehennemdir. Aslında yaratılışın sırrı bu iplik biçimindeki tekilliklerde yatmaktadır. Daha önce karadeliklere düşen bir maddenin iplik gibi çekildiğini ve buna eş değer olarak ışık hızıyla giden bir cismin boyunun hareket doğrultusunda iyice kısalıp sıfır boyda olduğunu, buna dik doğrultuda ise eninin sonsuz bir iplik gibi tek boyut halinde uzadığını sunmuştuk. Daha sonra gireceğiz ki kuantlar bize nokta gibi görünmekle birlikte aslında on boyutlu, sonsuz uzunluklu “Süper sicimler gibidir.” Eğer dümdüz bir iplik olsalardı bu 27 boyutlu olurdu. 27 boyutu on boyuta indirmenin bu 27 boyutlu olurdu. 27 boyutu on boyuta indirmenin tek yolu onu ucundan kıvırmak, büzmek, düğümler gibi dolamaktır.
KESİM: 83
BİLİM DİN DEĞİŞTİRİYOR
VE GÖK ÇALTADI Çıplak tekillikler için John Taylor “Sanki cennet ve cehennem aniden yeryüzüne taşınmış da, biz ona bakıyor gibi olacağız” demekten kendini alamıyor.
Böyle bir çıplak tekillik, ardındaki başka bir evrene de aynı büzme etkisini yaptığından, aradan kozmik sansür kalkar ve öteki dünyayı gök’te görmüş oluruz. Kısaca uzay yarılmış, evren’in gözlem ufku çatlamış, gök yırtılmış ve aralığından “Öteki âlem” resmen görülmüştür. Simsiyah gökte başı kalın kuyruğu sonsuz incelen bu gök yılanı ayetlerde bildirilen gökteki çatlağın ta kendisidir. * “GÖĞÜ KAPANMIŞ TAVAN YAPTIK” (Enbiya-32) * GÖZÜNÜ BİR ÇEVİR (Göğe) BAK, BİR ÇATLAK GÖREBİLİR MİSİN? (Mülk-3) * “O GÜNÜN (Kıyametin) ŞİDDETİYLE GÖK BİLE PARÇALANIR” (Müzemmit-18) * “GÖK YARILIP DA GÜL GİBİ KIZARDIĞI YAĞ GİBİ ERİDİĞİ ZAMAN DURUMUNUZ NE OLACAK?” (Rahman-37) * “GÖK YARILIP, O GÜN ZAAFA DÜŞER” (Hakka-16) * “GÖK YERİNDEN KOPARILDIĞI ZAMAN” (Tekvir-11) * “GÖK YARILDIĞI ZAMAN” (Mürselat-9) * “GÖK YARILDIĞI ZAMAN… YILDIZLAR DAĞILIP DÖKÜLDÜĞÜ ZAMAN” (İnfitar1,2) * “GÜNEŞ DÜRÜLDÜĞÜ ZAMAN… YILDIZLAR DÜŞTÜĞÜ ZAMAN…” (Tekvir-1,2) * “GÖK YARILDIĞI, RABBİNİN DİLEDİĞİNE BOYUN EĞDİĞİ ZAMAN… Kİ GÖK ZATEN BU GÖREVLE YARATILMIŞTIR…” (İnşikak-1) Görüldüğü gibi kıyamet, bir çıplak ve yarık tekillik biçiminde kendini gösterecektir! Diğer tekillik türleri de ayrıca Kur’an’da bildirilmiştir: * “GÖK KAPI KAPI AÇILACAKTIR” (Nebe-19) * “GÖKLERİN VE YERİN (kapılarının) ANAHTARLARI O’NUNDUR” (Zümer-63) * “DOĞRUSU AYETLERİMİZİ YALAN SAYIP, BÜYÜKLÜK TASLAYANLARA GÖĞÜN KAPILARI AÇILMAZ. DEVE İĞNENİN DELİĞİNDEN GEÇMEDİKÇE DE CENNET‘E GİREMEZLER” (Araf-40) Artık “Anlayan için” karadelikler, örtülü ya da örtüsüz tecelli etmiş Kur’an mucizesidir. Kur’an’ın gelecek zamandan da genç olduğunun “Anlayan için” gerçekten bir mucizesi vardır. Din verileri, (Örneğin tahrif olunan) Tevrat ve İncil’de insan havsalasına uymayan yerlerde temelli yok edilmiştir. Bu tahrif ve eleme sonucu “Kilise ile bilim çatışmaya” başlamış, bilim gerçeği göz ardı edilemediğinden, din adına cahil ruhbanlar kısır keşişler haklı olarak suçlanmıştır. Rönesans’ı olduran neden, sadece “İslam Bilimi”dir. Ortaçağ karanlığındaki batı cehaleti ile aynı anda Ortaçağ nur‘unu yaşayan, İslam bilimi, birlikte vardılar. Haçlı seferlerinde ve ticari ilişkilerde bunlar takas edildi. Batılı, İslam bilimini götürüp, kiliseye baş kaldırdı.
Batı için geçerli olan bu başkaldırı, İslam için geçersizdir. Çünkü İslam doğuda ve batıda bilimi yüceltmiştir, kitap tahrif olmamış, saklanmış, korunmuştur. Kiliseyi “Diskalifiye eden batı”, Galileo’dan bu yana resmi bilimini oluşturmaya başladı. Fakat “Din”i iyice uzak tutalım derken, din verilerinin kılavuzluğundan yoksun kaldılar. Batılı taklitçisi ve çevirmeni hatta hayranı olan doğulu, sözde Müslüman ve ateist bazı bilim adamları ise, sanki “Batıda bilimin geri kalmışlığının sorumlusu olan kilise” ile çağrışım yaptığından, “Mübarek Kur’an’ı” haksız olarak suçlamak üzere “TAM TAKLİT” uyguluyorlar. Aslında, “Batı bilimi” de karadelikler gerçeğinde iflasa girmiştir. Çünkü karadelikler bulunmadığı sürece dinsiz bir bilim mümkündü. Fakat bir tek karadelik bulgusu günümüzün bilimini kurgu-bilime çevirmiştir. Üstelik bilim-kurgunun hayal ettiğinden daha fazlasını resmi bilim bulmuştur. KESİM: 84
RESMİYETE İTHAF
VE “KARAKUTU” AÇILDI… Karadelikler özenle biriktirilen, tüm “Bilimsel ve kutsal” diye nitelendirdiğimiz ilkeleri çürütüp, ayıklamıştır. Çünkü “Yaşadığımız evreni yöneten yasalar” karaevren’i ve paralel evrenleri tanımamıza, kavramamıza ve anlamamıza izin vermez. Bu demektir ki, “Resmi bilimin dokunulmazlığı” ortadan kalkmaktadır. Karadeliklerle birlikte bilimi yeniden gözden geçirmek hatta ayıklayıp, yeniden kurmak gerekiyor. Dolayısıyla bir anlamda “Kitap ortadan kalkmıştır.” Örtülmemiş bir tekillik gözlendiği anda, “Ahret, Cennet, Cehennem benzeri yasalar” da bu aralıktan görülecektir. Böyle bir “Kıyamet öncesi” bilim adına her şey bitmiş, bilim adamının yapacağı tek şey seyirci kalmak olacaktır. Karadelikler yıldızları itip-kakar, vurup-devirir, örseler, parçalar, kemirip yer, tüketir ve güven vermez. Resim bilimi de böyle yapmıştır. Çünkü “Karaboşluklar” bir tutsağı da, evren kanunlarını da “Orman kanununa” çevirirler. Sanki bu barbarlık için var olmuşlardır. Resmi bilim, “Dinsizliği” baş tacı ettiğinden “Karaboşlukları”, BARBAR ilan etmiştir. Karaboşluklar, “Dini” bilimle buluşturmuşlardır. Bu gerçeği bütün kozmolojistler ittifakla itiraf etmişlerdir. Karadelikler varoluşun, hayatın, aklın ve bütün evrenin anlamını çözmeye çalışan bilim adamlarını, “Teolog=din adamı” yapmışlardır. Çünkü karadelikler, mistik bir yola uzanmaktadır: Başka alemler, öte evrenler ve ahret kavramı, hiçbir zaman böylesine, deney masalarına inmemiş, laboratuarlarda sınanmamıştır!.. Karadelikler bilimin belkemiği ilkelerini de yutmuşlardır: * Madde ve enerji, yani kütle sakınımı geçersizdir. * Kütlenin sonsuz kalıcılığı, mutlak kararlılığı, süreç tanımayışı geçersizdir. Çünkü
karadelikler de, vakitsiz ölmekte yani “Süreç=ömür” kazanmakta ve ölümlü olduğu ortaya çıkmaktadır. İşte “Her nefis mutlaka ölümü tadacaktır” ayetinin sırlarından biri de madde ve enerjinin vakitsiz de olsa mutlaka fani olduğudur. * Karadelikler, evrenin sonsuz bir tek bütün oluşunu savunan kutsal bütünlük ilkemizi bitirmişlerdir. Bir karadelik iki ayrı evreni büzdüğünden evrenler çiftlemekte ve çift çift çoğalmaktadır. Evren bir tane iken sonsuz taneye çoğalmaktadır. (ALLAH, bunun için Rabbil âlemin=Âlemlerin Rabbi’dir.) Karadelik olay ufku, bu çiftleşen evrenlerin aramızdaki farkına ortaya koymuştur. Evren tekil ve sonsuz iken şimdi sonsuz tane tekil evren bilmecesi ortaya çıkmıştır. Karadelikler bu evrenleri öyle düğümler ki, trilyarlarca yıl uzaktaki bir başka evren, birden yanı başımıza gelir. Dolayısıyla karadelikler evrenleri yürütmektedir. Rölativitenin ışık hızı yasağından bağımsız olarak bir anda bizi yüzmilyarlarca yıl ötedeki başka evrenlere bitiştirmektedir. “En uzaklar”, aynı zamanda en yakınımızda komşumuz oluvermiştir. Kuantum kesinsizlik ve ihtimal (Probability) yasaları uyarınca hiçbir madde (Örneğin evren) sonlu bir uzayda kalmamakta, sonu gelip bir tünel aracılığıyla paralel evrenine fırlatılmakta, orada doğmaktadır. (*) Gelecek cildimizde göreceğimiz gibi, “Tünel sürecini” kuantum fiziği öngörmüştür. Bu tüneller, ihtimal aralığı ya da fizik adıyla, “Bükümlü delikler=Worm hole”dur. Sonsuz sayıda tüneller ise “Süper uzayın dokusunu” oluştururlar. Oraya Hilbert uzayına ya da Elif noktası düzeyindeki birisi ulaşır. Dört boyutlu fizik uzay Süper Uzay’da sonsuz boyutlardan oluşur, sonsuz ötesi matematik ile yönetilir.
Günü gelince, bildiğimiz bütün fizik ilkeleri, gökteki bir çatlakta intihar edecektir. Kozmik büyücü Deccal “O dönemin değişkenlerini” istismar ederek kendine mal edecektir. Örneğin hadislerde “Güneşi hapsedeceği, zamanı istediği gibi yavaşlatıphızlandıracağı, bir günü kırk güne eşitleyeceği ya da tersine bir günü bir saman alevinin yanışı süresince uzatıp-kısaltabileceği” bildirilen Deccal, aslında karadelik kıyametinin etkilerini göz boyamaya kullanacak, ilim yoksunlarını peşine takacaktır. Karadelik ışığı bırakmayıp, bir tur attırabildiğinden, “Güneşin batıdan doğması” gerçekleşecektir.” Nötron yıldızlarda ışığın yörüngeye oturması ve aynadan hem yüzümüzü hem ensimizi görmemiz, doğudan doğan güneş ışığının kurtulamayarak bir yörüngeye oturup, dolanıp, geri gelmesi ile ortaya çıkan “Güneşin batı’dan da doğması” olayı aynıdır. Her üç göksel din kitabı da kıyamet senaryolarını aynı biçimde söz birliğiyle anlatırlar. Örneğin İncil “Göklerin bir tomar parşömen kâğıdı gibi dürülüp büküleceğini, dağların atılacağını, denizlerin ateşle karıştırılacağını ve göğün yarılmasını” (İnsan kalemi oynatılmasına rağmen) bildirmektedir. Kur’an’da Enbiya-104, “Nasıl yaratıldığımızı ve aynen iade ile nasıl yok olacağımızı” net anlatmaktadır: * “(Kıyamet olan) O GÜN Kİ, (Karadelikle) GÖĞÜ KİTAPLARIN SAYFASINI DÜRER
GİBİ DÜRECEĞİZ. İLK YARATILIŞTA (Aknokta) BAŞLADIĞIMIZ GİBİ YİNE ONU İADE EDECEĞİZ. (Karanokta) BU ÜSTLENDİĞİMİZ BİR VAADDİR. KUŞKUSUZ BİZ ONU YAPARIZ.” Yukarıdaki ayette uzay-zaman bükülmesi, Big-Bang, kıyamet açıkça sezilmektedir. Bütün paralel evrenler bir kitabın sayfası gibi bükülecektir. İşte bu çekim boşlukları yıldızları, galaksileri bulandırıp dökecek, güneşleri söndürecektir. Kıyameti oluşturacak olan etki ise Kur’an’da “SUR BORUSU=CORN HOLE ya da HORN HOLE”dur. Sur borusu izleyen ciltlerde ele alacağımız “Tüneller” dokusunun bileşkesinden oluşur. Bilimde bizler “Boğumlu, bükümlü, kıstaklı, berzahlı Tünel” demekteyiz. (*) Yazarın çeyrek kala-çeyrek gece KIYAMET adlı eserinde ve bu bandın izleyen ciltlerinde konular işlenecektir.
KESİM: 85
KARABAHTIMIZ
KARAYAZGI %95’i karadelik halinde olan bir evrenin ortasında yaşıyoruz. Daha doğrusu sayılı günlerimizi bekliyoruz. Mü’min bilimciler olarak, “Kıyametin yaratıldığımız aknoktanın tersine“ bir karanoktayla kapıda beklediğini biliyoruz. * Ve diyebiliyoruz ki, Güneşin içinde mini karanoktalar var, günün birinde o feneri de söndürecek!. * Güneşin ikizi olan bir karadelik az ilerde Güneşi kendi kuyusuna sürüklüyor. * Ondan kurtulmayı umsak, bu kez Samanyolu’nda devriye gezen milyon karadelikten biri, birden karşımıza dikiliverir. * Bütün bunları aştığımızı varsaysak bile, her an, günlük turuna çıkmış bir karanokta “Dünyayı kalbinden“ vurup devirebilir. * O badireyi de atlatırsak, galaksi merkezindeki karadeliğin bizi saniyede 400 km. hızla kendine çekmesinin önüne geçemeyiz. * Bütün bu rizikolar bizi şans eseri bulmasa da, kaçınılmaz sorumuzu biliyoruz: Karadelik kıyameti bizzat koparacaktır! Evrenin kozmik karadeliği ardındaki “SUR BORUSU” ölüm marşını üfleyecektir. Kısaca Allah’ın vaadi biliminde ona katıldığı gibi HAK olacaktır. Çünkü kıyameti hak ediyoruz!.. Sunduğumuz karakanıtlar (Deliller) ve bilimsel tanıtlar (Aksiyomlar) kara yazgımızı belirtiyor. Nereye kaçarsak kaçalım, görünmez düşmanın karagüçleri bizi yutmaya hazırlanıyor. Görüldüğü gibi karadeliklerle dolu, karanlık, soğuk, ıssız karamsar bir evrende yaşıyoruz. Evren bizi gözetliyor!. Karanlığın gözleri, karanlığın prizması burnumuzun dibinde kazılı bir siyah mezarı, bir
kara kabri görüyor. O mezar taşı üzerinde Evrenimizin adı yazılı!.. Demiştik ki, “Biz evrenle birlikte varız, biz onun bir parçasıyız, ondan soyutlanamayız. Yaşayan bir varlık olan “Evren de ölümlüdür.” O ölürse biz de ölürüz, birlikte ölürüz!” Ayetlerde anlatıldığı gibi, bu “Tehditten” kaçınamayız. Dönüş yalnız Allah’adır. Biz istesek de istemesek de evimiz olan evren, Rabb’ine döndüğünde, biz kiracılarını da götürecektir!.. Karadelik telaşası içindeki sayısız tutsaklardan ve kurbanlardan kurulu evren koleksiyonunun önemsiz bir parçasıyız: İnsan bu dünyasında güvencede değildir! Bunun, “Kaza ve kaderden başka” insanın katılımıyla da ilgisi vardır. Örneğin hayvanlar yüz milyonlarca yıl boyunca güvenle yaşadılar, insanlar da… Fakat günün birinde Atom bombası ilk kez yapıldığında “Dünya”da da güvence kalmadı! Biz, önce kendimizi tehdit ediyoruz. Üniformalı sabırsız parmakların devletleşmiş terörün çözmezleri, Dünyayı her an Nükleer felaketin içine çekmeyi ve şu güzelim dünyayı yaşanmaz kılmayı amaçlamışlar! Silahlar savunmak ve caydırmak için değil; saldırmak ve sindirmek için bilenmiş!.. Nükleer tehditten başka kozmik tehditler için açık hedefiz! Dünya denen şövalyenin ozondan yapılmış zırhındaki gedikten Güneş fırtınaları, Kozmik-Şıhab ışınlar, Atomik boyutlarda karanoktalar gibi mermiler bizi kalbimizden vurmak için bekliyor! Karadelikler de işin tuzu-biberi oluverdi!... Biz hangi yıldıza kaçsak, hangi galaksiye göçsek, mutlaka, bizi pusuda bekleyen bir “Karadelik gardiyanımız” orada hazır olacaktır. Bir süre sonra da gardiyanımız “Cellât” olarak sonumuzu belirleyecektir. Söz konusu ölüm, maddenin ölümüdür, kutsal yasalarımızın ölümüdür! Aslında bu ölüm, zaten yedi iklim-dört bucağı sarmıştır. En iyimser bilimsel hesaplamalarla evrenin tümünün %90’ı tıkanmış, yoz karadelik maddesidir. Gördüğümüz ikiyüz milyar kadar ışık merkezi olan yıldız ve galaksi bizi aldatmasın. Çünkü Evrenin %98’i “ARTIK ÖLMÜŞ”tür! Biz canlılığın son pırıltı ve kırıntılarıyız, bütün evrenin %2’sini temsil ediyoruz. %98’i ise ölü kara kabir! Çepeçevre ölülerle yaşlılarla, yaslılarla kuşatılmış karakapanların bizi de kapacakları o anı bekliyoruz. Bir gün evrenin başını kı4yamet yiyecektir. Evrenin enkazından geriye sadece uçaklardaki “Kara-kutu” gibi, bir karadelik kalacaktır. O kara kutu, yeniden diriliş için açılınca “Evrenin hâkimi geçinen aciz insanın” içyüzü ortaya çıkacaktır. Karamsar olan ben değilim, bizzat evrenin ta kendisi sevgideğer okurlarım…
“O (Allah) YERE GİRENİ, YERDEN ÇIKANI, GÖKTEN İNENİ, GÖĞE ÇIKANI (Tüneller trafiğini) BİLİR,” (Sebe Suresi, 2. ayet)
ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM
BU EVRENDEN/ ÖTE EVRENLERE/ Mİ’RAC
KESİM: 86
DETERMİNİZM
KESİN OLUŞUM Evren’in yaratılışı ve “Evren-öncesi” yaratılışlar, soyut var oluşlar hep bir kargaşa halinde başlamıştır. Kargaşadan kasıt, eski Yunanlıların “Kaos” dediği primitif ilkel plazmalardır. Aslında bunların kargaşası düzensizlikten düzenlilik oluşturan ilahi tavaflardır. Bir önceki ciltteki “Anafor teoremini” okuyucu hatırlarsa, gaz-toz bulutu olan biçimsiz bir yapısı, belirsiz kurgusu olan bir başlangıcımız vardı. Evren, kısaca, biçimsizlikten biçimliliğin çıkmasıdır. Çevremizdeki doğa böyle bir biçimsiz jeodeziye ve evrende topoloji denen “Biçimsizlik” geometrisiyle dokunmuştur. Fakat biçimi yakıştıran BİZİZ! Çünkü beşinci boyutumuz olan akıl, idrak, sezginin şartlanması, belirsizlikten belirlilik aramak biçiminde zuhur edin bilinç boyutumuzun işlevidir. Bilinç boyutu AKIL dört boyutlu evreni algılamak için var edilmiştir. Ruhun anlamı budur! Eğer Ruh, cesedimiz gibi dört boyutlu evren içinde kalsaydı, kendisi dördüncü boyut olsaydı altta kalan üç boyutu algılar, kendini algılayamazdı! Fakat bilinç, beşinci bir boyut olduğundan, dört boyutlu evreni kavramaktadır. Bunu karşılık içinde bulunduğu kendi beşinci boyutunu algılayamaz. (Doğumdan önceyi bunun için hatırlamayız.) Bilinç, kendinden üstteki boyutları da hiç algılayamaz. Dolayısıyla onları, dolaylı olarak, bilimle algılamaya çalışır. Eğer buna yetersiz kalıyorsa ve kötü niyetli ise, doğrudan ve kısa yoldan inkâr’a saparak sıyrılmaya çalışır. Sıyrılması ona ömrü içinde bir kazanç olabilir ama ebediyet boyunca hüsran’da kalır! “Dört boyutlu evreni” böylece kavrıyor, düzensizlikten, düzenlilik oluşturarak çözümlemeye çalışıyoruz. Düzensizlik aynı zamanda kesinsizlik ve belirsizlik demektir. Bunun “ilkel adı” kaos=kargaşa ve bilimdeki adı İnderetminizm’dir. Bu terim, belirliliği “kesinliliği ve biçimliliği” bu birbirine zıt iki kelimeyi şimdiden hafızasına nakşetmelidir. Çünkü KUR’AN, kesinlilik ve kesinsizlik denen kavramlarla dopdoludur. Bu zor kavram ise yine “Âlimlerin anlayabileceği” ve anlatabileceği özel sırlardandır. Sezgi ve idrakimizin biçimsizlikten (İndeterminizm) biçim araması (Determinizm) nedeniyle, bilim hep Determinizm’e alet olmak zorunda kalmıştır.
Determine bir şey “Kesin, belirlenmiş, sonuçlanmış” anlamına gelir. Dolayısıyla klasik bilim, nedenini bildiği bir olayın nasıl sonuçlanacağını her zaman önceden bilmekteydi. Örneğin fizik yasalarının içine bulgular yerleştirilirse bir olayın gelişimi ve davranış biçimi önceden kestirilebilir. En genelde determinizm (Makrofizik dediğimiz) gözün görebildiği evren için biçilmiş kaftan’dı. Günün birinde Rutherford atomun varlığından söz etti. Böylece insanoğlu ilk kez mikroâlemle teorik de olsa yüz yüze gelmişti. İlk atom modeli sanki ortada dünya ve çevresinde dönen, belli bir yörüngesi olan Ay örneği gibiydi… Dünya çekirdek; ay ise düzgün bir yörüngede izlenebilen elektron’du. Böyle bir tek yörünge, bir tek ihtimal demekti. Bu da Fatalist (Cebri) kaderciliğin kayıtsız şartsız tek ihtimali gibiydi. Determinizm eski bir felsefe olup Buchner, Melescot, Ekil gibi fatalistlerce güçlenmişti. Onlara göre olaylar, doğanın madde yasalarıdır. İnsan da bir eşya olduğundan belli fizik yasalar onu etkilemektedir. İşte bu aşırı maddeci bir fatalizmdir. Bu görüş “İrademizi devre dışı” bırakır. İşte maddeci determinizm doğa yasalarını (Naturalizmi) her şey saymıştır. Oysa doğa yasaları o kadar azdır ki, (Deretminist, yani) düzgün nedensel bir tespit yapılamaz. Zaten evren yasaları pek yalın, çok sadedir. Sosyal ve psikolojik yasalar ise çok karmaşıktır. Bu nedenle fatalist görüş kendini daha ılımlı maddeci olan “Cehdiye” görüşü ile hafifletmiştir. Cehdiyeciliğe göre “İnsan iradesi” de olaylara katılıp onu yürütür. Cehdiyecilik, “İnsanın kaderini, kendi zekâ ve iradesiyle oluşturduğunu” söyleyerek yaratıcı tanımaz. Oysa insan biyolojik etki ve psikolojik davranışlarıyla kaderine hakim gibi görünmekle birlikte, kaza geçirmek, koma gibi bilinci çekildiği, yönetimi iç tepkilerin ele aldığı kritik anlarımızı açkılayamaz, göz ardı eder. Determinstler, fatalistler, ateistler ve materyalistler “KADERİN BELİRLENMESİNDEN” yanadırlar. “Bilimde DOĞA yasalarının olaylarının akışına katkısı olmadığını” benimsemişlerdir. Bu görüş (Eşyalar fizik kaderini yaşadığından) bize önce doğru gibi gelir. Örneğin bir ışık tanesi olan foton bir elektron’a çarpar ve onu koparır. Burada Atom, fizik kaderini yaşamaktadır. Ama foton ve elektron’un YARATICISI KİMDİR, böyle bir davranışı yani KADERİ KİM OLUŞTURMAKTADIR? İşte materyalizm ve bilimsel determinizm burada haklılığını yitirir. Mikro (Zerreler) fiziğinin tek teorisi olan Kuantum teoremi bile, parçacıkların kadersiz ve kazasız durumuyla ilgilenir. Fakat iki parçacığın, yani maddi bir çift çarpışmanın, birbiri ile tam çarpışma anında, maddenin çözülüp yerine DALGA DAVRANIŞI gösterdiği kısacık kader ve kazası anıyla ilgilemez. Çünkü Kuantum teoremi, evreni dalgacık değil
parçacık görmek üzerine kurulmuştur. Bu nedenle parçaların çarpışma anında teorem etkisiz kalır. Kuantum teoremi parçacıkların çarpışma öncesi ve sonrası durumuyla ilgilidir. Öyleyse parçacıkların (Eşya, nesne, nefis, özler) kaderinde fizik yasalar vardır. Bu tespitten sonra iki görüş ortaya çıkar: * Evren kör rastlantılardan ortaya çıkmıştır. * Evren bir bilinçli organize ile yani yaratıcıyla ortaya çıkmıştır. Yine öğretimiz boyunca değindiğimiz nedenselliğin mekanizmasının bu iki görüşten hangisi olduğunu ileriye erteleyeceğiz. Bilimde “Determinizm, (Hiçbir insan lafı araya girmeden) doğrudan “KADER”i bilimin gündemine getirmiştir. Çünkü bir mesafeden ve zamandan ne kadar uzak kalırsak kesinlilik (Determinizm) o kadar bulanıklaşıp yerini kesinsizliğe (İndeterminizm) bırakır. Rölativite teoreminin bir sonucu olarak “KADERİN EKRANİZASYONU” ortaya çıkar. Evren ile ışık yoluyla haberleşiriz. Işık yoluyla evrene yansıyan tek bir olay, (Işığın hızı hiç değişmediğinden) aradaki mesafelere bağlı olarak ayrı ayrı ve birçok olay gibi gözükür. Örneğin Resulullah’ın hadislerinde “Çelişkiler ve belirsizler “İnsan eliyle” oluşturulmuştur. Hâlbuki bize 1400 ışık yılı mesafedeki bir yıldızda olan gözlemci (Eğer dürbününü ya da çok özel ekranını) ŞİMDİ DÜNYAYA ÇEVİRSEYDİ, günümüzü değil RESULULLAH dönemini görecekti. Tek bir olaydan uzaklaştıkça, görüldüğü gibi, olaylar ve değerler determinize (Belirginlilik) gösterir. Zaman da bir mesafe olduğundan, onun da gerisi belirgindir. Bunun anlamı, zamanın bir yazgı eşeli ve alanı olduğu ve kaderin değişmezliğinin ispatıdır.
KESİM: 87
INDETERMINISME
KESİNSİZLİK, BELİRSİZLİK 1900 yılı Aralık ayı, Planck’ın ısı ışıması yasası sonucu, elektronların sıçramalı yani sabit olmayan yörüngeleri olduğunu, her şeyin kuant denen mini enerji-paketçikleri olarak salındığının anlaşıldığı tarihtir. Beş yıl sonra, ışığın dalga özelliğinin yanında bir de parçacık özelliği bulunduğu “Düalite” anlaşıldı. Işık, bir parçacık olduğu an noktasal bir uzaya hapis ediliyordu. Fakat aynı zamanda dalgacık olduğundan, elimizin altından uzayın sonsuzluğuna kaçıyordu. Oysa bu bulgudan önce parçacık ve dalgacık ayrı ayrı özlerin özelliği sayılıyordu. Örneğin Newton’a göre ışık “Corpuscle” denen parçacık akımıdır, Maxwell’e göre ışık, sadece dalgaydı. Oysa gerçekte ışık, bunlardan hangisiydi? Sorunun cevabını (Zaman zaman yermekle beraber, hayranı olduğum) Einstein verdi: “Işık hem parçacık; hem dalgacıktır!” Böylece Düalite de gündeme alınarak, mikrofizik
dönemi başlatılmıştı. İşte bu ikilem yani ikili davranış=düalite aynı paranın iki yüzü gibiydi. Yazı ve tuğra’nın her ikisinin de %50 ihtimalle eşit şansı vardı. İşte Determinizm’i (Düzenli ve tek ihtimalli görüşü) ilk kez bu düalite yaraladı. Çünkü ilk kez ortaya Probability=İhtimal (Türkçedeki olabilirlik) kavramı ortaya çıkmıştı!.. Bu durum kesinlilik, belirlilik yerine (İhtimale dayanan İndeterminizm denen) belirsizliği ortaya çıkardı: Makro fizik determinist, mikro fizik indeterminist idi. Bunda bir ayrılık vardı: Alt yapı (Mikro fizik) belirsizlik yönetilirse, üst yapı (Makro fizik) nasıl “Belirgin” olurdu? Kuantum fiziğinin büyük dâhilerden Louis de Broglie maddenin dalga yapısını soruşturmuştu. Çünkü kendinden öncekiler hep ”Dalganın madde yapısını” ele almışlardı. Bu yeni eşdeğerlilik sonucu “Lineer Cebir’in biçimler arası matris denklemleri”nin determinist olamayacağı anlaşıldı. Çünkü determinizm’de konum (Cismin mekândaki yeri) ve hareket momentumu matrisleri değiş-tokuş edilebilir. Fakat indeterminizm’de bu matris alış verişi mümkün değildir. Boltzmann, da gazların istatistik mekaniğinde “İhtimal” yolunu bomba gibi açmıştı. Broglie, aynı yöntemle maddenin “İhtimal dalgası” diyebileceğimiz yeni bir tanımını yaptı. Böylece Determinizm’in geleneksel sınırlarının dışına itelendiğimizi anlayan Heisenberg “Belirsizliğin bir evrensel yasa olduğunu” açıkça formüle etti. O günkü aşamada bir parçacığın aynı zamanda ihtimal dalgası olduğunu, örneğin bir fotonun (Kuant) paranın yazı-Tuğra gelmesi gibi ya parçacık ya dalgacık olarak ortaya çıkacağını anlamıştı. İşte hem bu işi bozan hem de işin aslı BELİRSİZLİK=İndeterminizm idi. Yine radyoaktif elementlerin yarı-ömür dediğimiz bir bozulma sürecinde yarılanmalarında da aynı belirsizlik vardı. Örneğin bir kilo uranyum 1620 yıl sonra yarım kiloya iner. Yani atomlarının yarısı enerji olur kalan yarısı madde olarak durur. Biz maddeyi tutarız ve onun “YARIYA” indiğini söylerken, bu yarılanma sürecini de biliriz. Fakat hangi atom’un bozunacağını; hangisinin kalacağını BELİRSİZLİK nedeniyle bilemeyiz. Heisenberg de bir elektron’un herhangi bir anda kesin olarak nerede olduğunu ve hızını belirleyemeyeceğimizi ortaya koydu. Böylece “Yörüngeli atom modeli” yerine “İndeterminist atom modeli” oluşturuldu. Determinizm elektronun bir yörünge çizerek, tek bir çizgi (yol) üzerinde çekirdek çevresinde çember biçiminde döndüğünü söyler. Fakat determinizm, böyle kesin bir yol yerine “Bir ihtimal aralığı” olan “Küre zarf” tanır. Bu durumda bir elektronun konumu (Yerini belirlediğimiz anda, “Ne zaman orada olduğunu” kaybederiz. Bunun tersine, zamanını tespit edersek, konumunu kaybederiz. Çünkü ikisi aynı anda belirlenemez. Birini belirlediğimizde öteki kaybolur. Bunun yerine yörüngesel bir elektron yolu fikrinden vazgeçilerek “Bir ihtimal küresi” öngörüldü. Böylece elektronun yörüngesi değil; bir küresel zarf ya da buluttan oluşan “İhtimal aralığı” modeli bulundu. Elektron bu ihtimal küresinin herhangi bir yerinde, her
an, herhangi bir hızda olabilirdi. Fakat bu ihtimal küresi dışında bir yerde olması ihtimali sıfırdır. E=mc² formülü bir parçacığın ve bir durumun anlatımıdır. E=hf ise aynı şeyin dalgacık ve davranış anlatımıdır. Buna göre, “Parçacığın belirli bir konumda bulunması ihtimalinin” sahip olduğu dalga karakterince belirlendiği anlaşıldı. Kısaca belirsizlik ilkesi bir mikrokozmos çekirdeğinin, herhangi bir noktasında, herhangi bir zamanda ortaya çıkacak fizik bir olayın önceden hesaplanacağını anlatmıştır. Buna rağmen kesinsizlik (İndeterminizm) nedensellik ilkesinin bir mekanizmasıdır. Evren dinamiktir. Onun da her noktasında her an değişen bir fizik vardır. Dolayısıyla evren, belirsizlik ilkesince yönetilmektedir. Ne var ki bu belirsizlik, “Zaman boyutunun olduğu yerde” geçerlidir. Çünkü nedensellik ilkesi zaman içinde bir öncelik-sonralık sıralamasıdır. İleride değineceğimiz gibi, ışık hızı aşıldığında, nedensellik ters döner ve belirsizlik de ters bir matris gösterir. Fizik evrende belirsizlik; fakat fizik-aşırı evrende belirlilik ikisi birden vardır. Yani iki tarafında belirsizliklerinden bir belirlilik ÜST SİSTEMDE denetlenir. (Allah gaybına kimseyi ortak etmez.)
KESİM: 88
PROBABILITY AND CHANCE
İHTİMAL VE ŞANS SERİLERİ Kendini düzeltmeye giren Determinizm “Parity” kuramını fakat asi İndeterminizm “Probability” ilkesini savunur. Biz bunların her ikisini de inceleyeceğiz. İlk olarak belirsizliğin sonucu olan “İhtimal” yani şans, rastlantı istatistik serisini izliyoruz. Determinizm’i yıkan ilk darbe “Zayıf kuvvet bozonları”dır. Radyoaktif elementler beş tür bozunma halinde (Alfa, beta) ikiye bölünme iki protonlu yarı ömür denen bir süreç içinde) ağırlıklarını yarıya indirirler. Bu huzursuzluk atomların yarısının “Dezentegre” olmasıyla biter. Matematik bir gerçek olan “Yarı-ömür kavramı” değişmez. Çünkü mekân sabit, zamanın akışı değişkendir. Radyoaktif elementlerin “Mutlak kalıcı olmayışı” sonucu, biz onların yarı-ömürlerini (Bir süre zarfında ne kadar atomun bozunacağını ve bu süre içinde bu atomların yarısının bozunacağını) biliriz. Artık, hangi özel kimlikli ne zaman bozunacağını( Tekil-bireysel olarak) bilemeyiz. Sadece, belirli bir zaman aralığında, ne oranda eksileceğini anket yapar, asla belirli bir atomun bu süre içinde eksilenlerden biri olup olmadığını bilemeyiz. Bu durum, ölçme tekniğimizin yetersizliğinden değil; şans-rastlantı yasaları uyarınca doğan kesinsizliktendir. De Broglie’nin madde dalgaları, Boltzmann’ın gazları istatistik eden mekaniği,
Heisenberg matrisleri böylece bir “İhtimal” aralığı diyebileceğimiz “şansı” gündeme getirdi. Matematik dilinde ihtimal neyse, istatistik de aynıdır. İhtimal, bir durumun gerçekliğiyle ilgili bilgimizin derecesini belirtir. Belirli bir olayın gerçekleşme eğilimini; imkân ile realite arasındaki bir yeri anlatan “İhtimal” kavramı, özel bireylerle değil; genel çoğul ile ilgilenir. Bilinen bir örnekle bunu açarsak, bir sigorta şirketi, yılda ortalama kaç kişinin öleceğini hesaplar. Kimlerin öleceğiyle hiç ilgilenmez. Maddeci için evren şudur: İhtimal dalgası diye tanımlanan, “Madde” ile ilgili ihtimallerin, tüm gelişmelerini “Evren” diye tanımlar. Atomaltı dünyanın, ihtimal tertipleri üzerinde kurduğu evrene deneme-yanılma olunca, maddede böylece, tesadüflerin bileşkesi bir ihtimal dalgası olur. İhtimal kavramı bu limit içinde her yerde var olup, ihtimal asla sıfır değildir. Determinizm(in atoma yörünge tanıması gibi,) iki nokta arasında en kısa ve belirgin tek yoldan gidileceğini öngörür. Belirsizlik ilkesi ise iki nokta arasının “Sonsuz yoldan” “aşılacağını” söyler. Öyle ki, her yolu deneyebiliriz: Dünyayı ters dolaşarak da öteki kente gideriz. Dünyada muhtemel her yoldan bir ileri ya da geri tur atarak gideceğimiz noktaya yine gideriz. Hatta göğe taşınıp uçakla sonsuz bir yoldan kente döneriz. Ya da uzaya taşınıp önce Satürn’e, oradan Andromeda galaksisine gider ve kentimize geri döneriz. Uzay dışına çıkar, üst boyuttan da öteki kente gidebiliriz! Öyleyse iki nokta arasında zig-zaglı ve indili-çıktılı sonsuz yol vardır. Ancak ihtimal giderek zayıflamaktadır. Örneğin bir bebeğin tek hücreden olma şansı bin milyar kere milyar kere milyarda-bir ihtimal (10-30) ile gerçekleşir.
KESİM: 89
KOZMİK KUMAR MI?
İHTİMALİN YORUMLANMASI İhtimal’e yer vermeyen Fatalizmi şimdilik soruşturmadan; ihtimalin en az iki ihtimal ile başlamasına değinelim. Biz yazı-tuğra atıyoruz: onun bir kez atıldığını ve “Yazı” gelmişse bunun evrenimizde gözlendiğini söyleriz. Ne var ki aynı eşit şansa sahip “Tuğra” gelmesi başka bir paralel evrende de gerçekleşmelidir. Parite teoremi ikilini aynı anda iki ayrı kozmosta gerçekleşeceğini öngörür. Ama kesinsizlik ilkesi ya bu tek paranın “Sayısız” kez atılmasıyla ya da sayısız parayı bir tek kez (Veya daha çok sayıda) atarak ihtimali anket etmek ister. Dolayısıyla ihtimal kavramı çok sayıda tekrarlanan olaylara uygulanır. Bir zar atınca istediğimiz sayının gelmesi ihtimali altıda-bire iner ve çok yüzlü bir zarda yüzey sayısıyla orantılı olarak ihtimal sonsuza doğru azalır. İhtimalin sıfır olması için sonsuz sayıda yazı-tuğra, zar vb. atarsak, hep istediğimiz gelirse bu gerçekleşir. “Determinizm bu olgudur.”
Ya da kesin ihtimalin bulunması için, bir tek paranın sayısız kopyasını çıkarıp çok sayıda atarak “İhtimalin” kesin sonucunu bulurduk! Bu şans serileri evrene uyguladığında evrenin görüntüsü değişir. İhtimal kavramı yıkılırsa, fizik yasaları da sarsılır. Başlangıcı olmayan bir evrenden gelmiş oluruz. “Dışarıda hiçbir şeyin kalmaksızın ve dışarıdan bir şey eklenmeksizin burada ne görüyorsak o tüm evren oluverir. Temel parçacıkların derinliğinde de ihtimal olmayınca da başsız-sonsuz bir evren, tek evren olmak” zorunda kalırız. Ama temel parçacıklar ihtimal tertipler üzerine kurulmuşsa, karşımıza kozmik bir karadeliğin ardındaki ihtimal aralığı olan “Tünel” ve hatta “Süper-uzay” dolusu sayısız, sonsuz “Evrenler” olduğu ortaya çıkar. En az ihtimalle indirgenen “Parite” teoreminde “Yukarıdaki ile aşağıdakinin” aynı olduğu görüşü vardır. Maddenin eşleniği (Cebirin negatif sayıları olan antimadde) ve Cebirin soyut sayıları Takyon kütlesi ve bunun “Anti”si madde-enerji ikilisi; Parçacık dalgacık dualitesi vb. evrenin ikilemi olduğun ortaya koyar. Parite kavramı da “Her şeyin çift yaratıldığı” görüşündedir. Bu çiftleri de “Bir tünel” bağlar. Schwarzschild tüneli böyle bir “Kanal=Tünel” olayıdır. İkilem dolayısıyla birbiriyle “%50’şer eşit şansa sahip” iki olay birden oluşur. Aralarındaki belirsizlik, netsizlik bireysel ince ayırımlar ve gizli değişkenlerle kanal olayını yaratır. “Karşı kanal” ile aramızdaki değiş-tokuş, “Eşlenik karakterli” iki şey arasında oluşur. Buradan yapılan bir nâkili; oradaki eşleniği dengeler ve böylece “Rosen ödemeler tüneli” fikri ortaya çıkar. Parite kavramı iki %50 ihtimali; İndeterminizm’de sonsuz sayıda ihtimali öngörür: Sonsuz boyutlarımız olduğundan, sonsuz mekânlardaki, sonuz boyutların kurduğu, sonsuz evrenler gündeme gelir. Böyle olsa bile “Paralel evrenler” hep çift parite göstermelidir. Yani her iki evren alındığında bunlar birbirinin aynadaki yansısı olmalı, aynı karakteristiği taşımalıdır. İhtimal dalgası, böylece bize belirsizlik sonuçları getirir. “Tek ihtimal, mutlak kalıcı ve nedensel değerler yerine”, net-absolü olmayan, belirsiz-kesinsiz bir evren sunar. Kuantum teoremi de hiçbir parçacığın sonlu bir uzay içinde sonsuza kadar kalamayacağını, öteye fırlayacağını öngörür. Bir sonraki cildimizde bu kargaşanın “Kur’an” ile nasıl çözümlendiğinin “Negatif anomali ihtimaller” konusunda sunacağım. Böyle bir ihtimal de Takyonik ya da Soyut (Esiri)dir. Örneğin paranın yazı gelmesi %50 ihtimaldir. (Nomali) Fakat soyut bir evrende bir paranın yazı gelmesi %-50 ihtimaldir. (Anomali) Yani SIFIRDAN KÜÇÜK (Eksi) ihtimaldir!. Bunun ne anlama geldiğini ve ALLAH’ın yaratmasının “İHTİMALİN SIFIR” olduğu, “Levhi Mahfuz’da” önceden ve kumara yer verilmeksizin nasıl başladığını izleyen cildimizde sunacağım. Rabbin “Kumar oynamadığını” İHTİMALİN SIFIR OLDUĞU DETERMİNE bilinçli bir yaratılışla evreni var ettiğini anlayacağız. Her şey çift yaratıldığından ve Allah “İki doğu (Yazı) ve iki batı (Tuğra)nın Rabbi olduğundan” %200 ihtimalin ASIL olduğu ve dörde bölündüğü (%50, %50, %-50, %-50) yaratılışı ve Rabbin BİR=EHAD olan sayısının +1, -1,
+√-1, -√-1 dörtlüden oluştuğunu açacağım.
KESİM: 90
TÜNEL-KANAL SÜRECİ
SON ŞANS ARALIĞI Önceki bilgiler ışığından ve Kur’an’ın “Çift çift yarattık” sırrı uyarınca, her tekil varlık ardında bir eşleniğinin yani zıt paraleli ve polarize olan kendinin de yaratıldığını anlıyoruz. Bu demektir her varlıktan “Bir çift takım” vardır. Dolayısıyla TEKİLLİK’de tek değil; karşıtı olan çiftlerden biridir. Böylece, (iki kendi başına tekillik çifti, bir tünel aracılığıyla birbirleriyle gizli değişkenler bilgisini takas ederek, çift kutuplu davranabilirler. Karadelikleri sunarken, “TEKİLLİKLERİYLE BİRLİKTE” ele almıştık. Karadelikler bir ölüm makinesi olarak tanımlamış ve kuantum teoreminin kesinsizlik ve ihtimal aralıkları kavramlarını kesinsizlik ile ihtimal aralıkları kavramlarını görmemezlikten gelmiştik. Çünkü karadeliklerin öngörülüşü, bu kavramların bulunmasından öncedir. O zamanki inanca göre bir karadelik mutlaka öldürürdü. Yani hiçbir biçimde yaşama şansı bırakmaz. Çünkü “Tekillik kesin ölüm makinesi” sayılmaktaydı. Karadelikleri test ederken hep bir ağır çekim ile anlattık. Oysa karadeliğe düşen biri, saniyenin yüz milyonda-biri zamanda, tekilliğin kara kalbine gömülüverir. Yüzeydeki çekim enerjisi bizi iplik gibi germekte ve etsiz-kansız noktalar halinde en küçük bileşenlerimize ayırıp, varlığımızı silerek, enerjiye dönüştürür. Ancak, Kuantum fiziği, bu ölümlü noktada, birden imdadımıza yetişip ölüm infazı emrini durdurur. Kesinsizlik etkisi devreye girer. Söz konusu bağıntı ya da etki, “Hiçbir parçacığın sonlu bir uzayda kalıcı-mutlak özellik göstermeyeceğini” bildirir. O zaman karadelik tekillik noktası, gerçek bir nokta değil; bir ihtimal boşluğu, bir ihtimal kanalı olan TÜNEL SÜRECİNİN girişidir. Günlük hayatta yani makrofizik evrenimizde rastlamadığımız tünel süreci kendini mikrofizik atomik süreçlerde hemen ortaya koyar. Bir radyoaktif bozunmada, her iki atomdan birine bir tünel uzanır ve onu yutar. İşte bu tünele yakalanma olayını deneylerle saptıyoruz. Örneğin Beta bozunmalı radyoaktifleşmede, tünel, atomlardan birini elimizden çekip-kaçırır. İhtimal hesabı kavramının bu sonucuyla, bir karadeliğe yakalananın (Hatta karadeliğin kendi kütlesi) bu kesin ölüm sahnesinde, mezar dekorundaki son zemine ayak bastığımız anda, sahne ardında bir kulis gibi tünel var olur ve bu da başka bir sokağa (Paralel evrene) açılır. Böyle bir tünelin varlığını zaten Schwarzschild hunisi denen uzay konusunda sezebiliriz. Determinizmin baş tacı olduğu dönemde Schwarzschild metrikleri için ölümün kaçınılmazlığı şart koşulmuştu. Determinizm’e göre “Karadelik olay ufku, bir cismi sıfır
hacme kadar ezerek öldürmek” zorundaydı. Sonradan, İndeterminizm (Kesinsizlik) ve probabilite (İhtimal, istatistik, anket, olasılık, şans serileri) kavramları ortaya çıkınca ve karadeliklerin tek tip olmayışı sonucu, ölümden dönüş beratı verdiği anlaşılmıştır. 1917 yılında Schwarzschild kendi adıyla anılan metrikleri açıklamakla kalmayıp, Laplace karanlık yıldızını doğrulamış, tutsak çökmüş bir yıldızını kritik büyüklüğünü ölçüp, uzayın bükümünü ayrıntılı olarak tanımlamış, karaboşluk yörelerinde eğrilen uzay-zaman kuyusu ya da uçurumu olan koniyi ortaya koymuştu. Daha önce ayrıntılı sunduğumuz Schwarzschild hunisi, hacmi sıfıra indirgenmiş bir karadelik tekilliğini oluşturup, Riemann uzayını ve Minksowski zaman yapısını buruyor, dürüyor ve hapsediyor. O tekil noktada uzay ile zaman da yer değiştiriyordu. Üç boyutlu (Kutu gibi) bir uzay içine madde konduğunda, kütlesiyle eşleştirerek eğriliyordu. En güçlü kütle olan karaboşluk, eğer bu kutuda yer alırsa, bu kutu ortasından sıkılı bir kum saati gibi bir görüntü verir. Önceki anlayışta Schwarzschild’in çukuru bu bir tek boyut (Zülkarn) biçimindeydi. Fakat çok yönlü bilim teorileri ışığı altında, bir karadeliğin yalnız bu tarafta bir huni, bir boynuz oluşturmayıp, arkadaki başka bir evreni de yine boynuzlaştırıp, her iki boynuzu sivri uçları birbirine değmek şartıyla birleştirdiği ispatlanmıştır. İki boyutlu üzerinde bir örnek verirsek, evrenimizi çok büyük bir sayfa olarak düşünüp, üzerinde varlıkları da kalınlıksız, derinliği olmayan fotoğraflar gibi düşünmeliyiz. Bu dümdüz evren, bir karadeliğe yakalandığında, kâğıt bir külah gibi kıvrılmaktadır. Fakat üzerinde yaşayan “Resim insanlar” yine de uzayı düz gördüklerinden, böyle bir tuzağa yakalandıklarının farkına varmazlar. Oysa kâğıt uzay külah biçiminde bükülüp kendi üstüne katlanmış ve bir de hesapta olmayan eğrilik çapı ortaya çıkmıştır. Bu eğrilik çapı içinde gittikçe daha daralan türlü çaplar bulunmaktadır. Yolun sonunda, Schwarzschild kritik çapı bulunur ki, orası artık başka evrendir. Böylece “Resim insanlar” bu kritik çap içine girdiğinde dış uzaydan koparlar. İşte bu çaplar=kuturlar bir önceki cildimizde sunduğumuz “Aktarıs semavat (Rahman-33)” ayetinin sayısız yorumundan biridir. Bu çaplardan (Aktar=kuturlar) biri de, kaçma hızının (Yani yıldızın çekmesinde kurtulma hızının) ışık hızına eriştiği maksimal çap olan Schwarzschild çapıdır. O çapın ardındakiler bizimle haberleşemezler. Çünkü haberleşmeleri için gereken radyo mesajları tastamam ışık hızıyla bize ulaşmaktadır. Dolayısıyla “Bu mesajlar” oradan kaçamadıklarından, bize ulaşamazlar. Karadelik kendi ışığını ve kendi mesajlarını da yutmaktadır. Eğer Schwarzschild hunisi “Zülkarn=tek boynuz” olsaydı “Kritik Aktarıs semavat” içine düşen tutsaklar, “Sıfırlanana kadar” ezilip yok olacaklardı. Ancak Schwarzschild hunisinin tek boynuz (Zülkarn) olmayıp, çift boynuz (Zülkarneyn) olmasıyla, hem ölümden kurtulma şansı bulundu, hem de BİR BAŞKA EVRENİN daha var olduğu anlaşıldı.
KESİM: 91
İKİ BOYUTLU DÜNYALAR
EVRENLER ÇİFTLEŞİYOR Schwarzschild uzayın boynuzlaştığı Zülkarn=tek boynuzu ile o evreni de büzmelidir. İşte ROSEN, bu “Zülkarneyn=iki boynuzlu” soyut uzay geometrisini buldu: Uzayda bizim kesimin hunileşmesine neden olan karadelik öteki kesimdeki başka bir ortamda da aynı etkiyi yaptığından bu bir çift huni, tekillikte birbirleriyle boğazlaşıyorlar ve bir KUM SAATİNİ andıran biçimi oluşturuyorlardı. Bu demekti ki, karadelik, birbirine çok uzak iki evreni bu boğaz ya da köprü geçit ile birbirine bağlıyordu. Böylece evren tek iken çiftleşiyordu!.. Bir huniden baş aşağı çekildiğimizde tekilliğe varır, oradan da “KARŞI BİR EVRENE” fırlatırız. Karşı evren mutlaka bildiğimiz uzay-zaman karakteristiğini taşıyan ve bizimkine tıpa tıp benzeyen “PARALEL BİR EVREN” olmalıdır. Karadelik hortumunda yer değiştirip hapsolan uzay-zaman eğrileri, bu “Karakteristiğimizi taşıyan evrende” yeniden serbest kalıp açılır. Uzayın serbest kalmasıyla “Zaman” normal olarak aktığından, göz açıp kapayana dek öteki evrene fırlamış oluruz. “Karşı evreni” öngören ve söyleyen bizim hayalciliğimiz ya da kurgu-bilim romancılığımız değildir. Doğrudan bilim “Karşı evreni” öngörmektedir. Zaten Kur’an’daki “ÇİFT ÇİFT YARATILIŞ” mealindeki sayısız ayet, bu Zülkarneyn boynuzlarının (Yani boynuzun iki yanındaki çiftleşmiş evrenlerin) kozmik haberciliğini yapmaktadır. Schwarzschild’in bu bir çift hunisi, bir tünelle birbirine yapışınca, uzay-zaman çizgilerinin statik bükülmesini o noktada kontrol edemediğimizden, “Tünel sürecinde” kalır, Berzah âleminin “Aktarıs Semavat” çizgilerine hapsoluruz, Ankebut=dişi örümcek yuvasına tastamam benzeyen statik uzay-zaman bükümüne yapışırız. “Ölüm, süresiz tünelde kalmak”tır. Fakat ölüm kaderimiz değilse, bu tünel sürecinden milyarda-bir saniyede geçer ve milyonlarca yıl uzaktaki, en uzak paralel evrenlerimizden birine aniden sıçramış oluruz. Evrenin bu ani değişmesi öylesine birdenbiredir ki, tekilliğe yakalanan bir tutsak, daha beyninde anlama (İdrak intikal sürecini) oluşturamadan, birden karşıta başka bir gök manzarası görüverir! Evrenin, bir iken ikiz olması “Evrenin bütünlüğü ilkesini” sarstığından, Schwarzschild’in bu ikiz hunilerinin düzleştiği ve en geniş yuvarlak yanlarının birleştiği görüşü getirilmişti. Ancak Probalitiy (İhtimaliyet=Olasılık) ve indeterminizme (Kesinsizlik=Belirsizlik) olgusu ortaya çıkınca, yeniden evrenin bütünlüğü ilkesi yıkıldı. Kuantum teoremi, bu iki kavramı mikroskobik düzeyde kaçınılmaz şart koşmaktadır.
En küçük ile en büyük birbirlerinin yansısı olduklarından, (Nasıl ki kuantum teoreminde “SONSUZ İHTİMAL” varsa) evrenlerin de sonsuz sayıda olması gerekiyordu. Böylece bir çift yerine; sayısız Schwarzschild hunisi bir karadelik yöresinde dışa bakan sayısız hoparlörden oluşmuş bir küre gibi görünüm sergiliyordu. Her bir hoparlör kendinin temsil ettiği bir evrene açılıyordu. Çekimin başardığı, bu inanılmaz olay ortaya çıkınca, bir kısım kozmoloojistler “Evrenin tek olduğunu, fakat sonsuz ihtimal taşıdığını” savundular. Bu tarz öneriler evrenin bütünlüğünü ilkesini “Hala” korumak üzere yapılan tutucu zorlamalardır. Enbiya suresi 104. ayette bu âlemler (Yani paralel evrenler) bir kitabın sayfaları biçiminde anlatılmıştır. Kıyametle birlikte bu kitabın sayfaları dürülecek yani uzay-zaman bükümüne uğrayacaktır. Kitabın sayfa adedi verilmediğinden, gerçekten evrenin “SONSUZ İHTİMALLERDEN” kurulu, sonsuz sayıda olduğu hükmüne varabiliriz. Öte yandan tünellerin yani boynuzların “BİR ÇİFT=ZÜLKARNEYN” olduğu da bildirmiştir. Öğretimiz bu iki görüşü uzlaştırmak için, bütün evrenin “BİRER ÇİFT’TEN KURULU SONSUZ ÂLEMLERDEN TERTİPLENDİĞİNİ” benimsemiştir. Her hangi bir tekillik ile bu evrenler arası bağlantı bağlanabilmektedir. Hatta bir çıplak tekillik ardında, paralel evren bu yandan bakınca ortaya çıkmaktadır. Bir tek karadeliğin sayısız evrene açılıp her birine teğet olup, değmesi belirsizlik ve ihtimal hesapları sonucu ortaya çıkmış ilginç bir görüntüdür. Yani sonsuz sayıda birleşmiş evrenler içinde hep o aynı bir tek karadelik vardır. Bu bir tek karadelikten de milyarlarcası olduğuna göre uzayın birbiriyle dolaysız bağlanmış bir tüneller yumağı olduğunu anlayabiliriz. Bu kozmik bir “Labirent” benzeridir. Fakat sezgi ile canlandırılamayıp, sadece saf matematik denklemlerle anlatılabilmektedir. (*) Yazarın oluşturduğu bu parakozmolojik uzay modeli, “Aiberg Uzay Modeli” olarak tescil edilmiştir. Bu modelde her bir evren çiftine açılan tünellerden sonsuz tanesi bir üst disiplin ve boyut sistemi olan SÜPER UZAY=AŞAĞI MİSAL ALEMİ’ne açılmaktadır. Böylece mesafe ortadan kalkar, zaman sıfırlanır ve hiçbir adım atmadan hiçbir salise geçmeden, bütün paralel âlemlerle dolaysız ve her noktayla bağlantı kurularak ilişkiye geçilebilir. Buna yazarımız, uzayın yürütülmesi ya da “UZAY YÜRÜYÜMÜ” adını vermiştir.
Biz bir karadelik aracılığıyla paralel evrene salisenin milyonlarda biri zamanda aniden geçebiliriz. Peki, sonra, aynı yolla dönebilir miyiz? Bunun 3 alternatifli 3 cevabı var: * Determinizm, öleceğimizi ve hiçbir zaman dönemeyeceğimizi söyler. Oysa bu “Tek boynuz” görüşü terk edilmiştir. * İndeterminizm, evreni bir çift (Pariter dublex) gibi iki ihtimale dayandırdığında, biz gerçekten evrenimize geri dönebiliriz. Yani, buradaki bir karadelik bizi yutar ve paralel evrene verir. Sonra aynı karadeliği kullanırız, bir daha yutuluruz ve yeniden bu evrende var oluruz, aynı yoldan evrene geri döneriz…
* Ancak sonsuz ihtimale dayanan (Yani sonsuz tane Zülkarn’lardan söz eden) istatistiksel matematik ise bizim aynı evrene geri dönmeksizin “Sonsuzda-bir” ihtimal olduğunu söyler. Dolayısıyla bir karadelik bulursak, bunun ardındaki paralel evrene gidebilir, ancak yeniden dönmeyi istediğimizde, buranın ne ilk, ne ikinci evren değil; üçüncüsü olduğunu görürüz. Kendi evrenimizi aramayı sürdürürken böylece dördüncü beşinci… ve sonsuzuncu evrene girer-çıkar, asla kendi evrenimize dönemeyiz. Bu yolculuk boyunca “Zaman HİÇ akmayacağından” yaşlanmadan sonsuza dek kozmik bir yurttaş gibi evrenler labirentinde kaybolmuş bir “Evrenler-arası-gezmen” oluveririz. ”Sonsuzluk” derken dönen bir karadeliğin, dönmekte olduğu çizginin çevresinde, dönme yönüne zıt yönde giden birinin, yaşlanmasının sonsuza kadar durduğunu ve dolayısıyla ölümsüzleştiğini” kastederiz.
KESİM: 92
KARADELİĞİN İÇİNDE
HAYALET BOŞLUĞU Şimdi öyle bir noktaya geldik ki, aklımıza şöyle bir soru geliyor: “Göz açıp kapayana dek içine düşüp başka paralel evrene fırlatıldığımız karadeliğin, kendisine niçin çarpmıyoruz?” * İlk anlayış bize karadeliğe çekilen birinin, un-ufak bir madde yani enerji tozu olacağını öngören Determinizm idi. * Fakat Kuantum fiziğinin “Olasılık” kavramı bize karadeliğin olduğu yerde “Bir madde yani çarpacak bir yüzey ve engel olmadığını”, bunun yerine, bir tünel boşluğu olduğunu söyleyen indeterminizmden türemedir. Kuantum fiziği sayesinde, hiçbir şeye çarpmamız gerekmez: Tutsak cisim hiçbir darbe hissetmeden, saydam bir karadelik kapısından geçecek biçimde değiştirilmiştir. Karaboşluğun öldürücü çekimi yalnızca yüzeyindedir. Çünkü yalnız yüzey limitindeki, indirgenemez yüzey enerjisi birden yok olur. Böylece hiçbir çarpma sadmesi hissetmeksizin ve karşımızda hiçbir madde yığını hissetmeksizin adeta saydam bir kapı buluruz. Zaten doğanın dört kuvvetinde de bu geçirgenlik vardır. * Güçlü nükleer kuvvet birimleri soyut sayılara sığıştırılmıştır. * Elektromanyetizma yalnızca bir cismin yüzeyinde bulunur. (Örneğin Dinamo çekirdeği olan armatürlerde ve Elektroskop küresi içinde yükler bulunmaz, buraları nötr davranır.) * Zayıf çekirdek kuvvetinin zayıf nötr akımları olan nötrinolar da madde ile etkileşmez,
maddeden hiç tedirgin olmadan içinden geçerek yoluna devam ederler. * Çekimci dalga birimleri (Gravitonlar) da nötrinolar kadar seyyal ve hayalet davranışlarda bulunurlar. Böylece doğanın dört kuvvetinin maddeyi taciz ve tedirgin etmediği, karadelikler gibi aşırı oluşlar vardır. Dolayısıyla biz de örneğin bir nötrinoya ve karadeliğe hiçbir engel oluşturmadan, karşımızda engel bulmadan onları aşabiliriz! Biz karadelik yüzeyine ayak basıp, onu aşınca birden “Çekim” yok olur ve tünel süreci başlar. Oradan mademki madde yoktu, neden karadeliğin etkisi devam etmektedir, kütlesine ne olmuştur, merkezinde çöken bir yıldız olmadan olay ufku nasıl oluşmuştur? Madde tamamen yok olduysa, etkilerinin de yok olması gerekirken, böylesi bir karadeliğin çevresindeki cisimlerin yörüngelerini neden bozduğunu, onları oraya niçin çektiğini sormak hakkımızdır. Çöken yıldızın, maddesinin ardında kalan “Uzayın bükülmesi” öylesine sonsuz büyüktür ki, maddeye sonradan ne olursa olsun, bu büzgü ardındaki olay ufku bize hiçbir bilgi iletmez. Dışarıdan bakan birine “Karadelik”, kendisiyle birlikte avlarını da sabitleştirip, dondurmuş görüntüsü verir. Yani hem karadelik yüzeyi, hem de yuttuğu avlar sabitleşmiş, hala oradaymışlar gibi gösterilmektedir. Çünkü orada zaman durmuştur, tutsaklar ve yıldız donmuştur. Oysa dışarıdan seyreden biri değil de olay ufkuna giren bir gözlemci, birden donan ve sabit olanların hareketlendiğini görüyordu. Yüzeyin çekim enerjisi kabuğu ile olay ufku arasında saat geriye çalışır. Bunun ötesine geçilemediğinden, işte etkiler de bu etkinliğini sürdürmektedir. Vakıa-75. ayetteki “Yıldızların yeri” bu sırrın ve kudretin nişanesidir. Ayette YILDIZLARDAN DEĞİL; YILDIZLARIN YERİNDEN SÖZ EDİLMEKTE, artık orada bir yıldız değil de onun yeri adı altında (Örneğin bir karadelik) ETKİSİ bildirilmiştir. Bu büyük anlam için Rabb‘imiz hiç mecbur olmadığı halde “Yıldızların yerlerine” yemin etmiş ve bu yeminin en büyük bir yemin olduğunu 76. ayette vurgulamıştır. İnsanoğlu Rabb’i tarafından yemin edilmeye, yeminle ikna edilmeye layık görüldüğü için yaratıcısı tarafından yemin edilerek önemsenmiştir. Eğer bizatihi Rabb’imizin bu yeminin şuradaki açkılamama rağmen halen anlamamışsak o zaman da Rabb’imizin bize “İnsan gerçekten nankördür” dediği kadar, aşağılık ve zeliliz demektir. Yücelmek O’na mi’rac’dır. Aşağılanmak ise şeytan ve onun ebedi yurdu olan Esfelissafilin cehennemine, Haviye denen, Arş’a en uzak noktaya, Cehennemin karaboşluğu olan Gayya kuyusu aracılığıyla düşmek demektir. İşte bu kuyu Zülkarneyn’in en uzağındaki ve en sonuncu karaboşluk kuyusudur. Olay ufkunun altına büzüşen ve karaboşluk olmuş dev yıldızın aldatıcı bir ışıması olduğundan ve orada karadeliği varmış gibi göstermesinden söz etmiştik. Böylece biz orada karadeliği bir kütlesi varmış gibi sanmaktayız. Oysa karadeliğin kendisi dâhil, bütün tutsakları ve yuttukları, çoktan başka evrene naklolmuştur.
Karadelik bile kendi varlığını ardındaki tünele sığdırmıştır. Fakat yüzeydeki çekimsel enerji ile olay ufku arasına bütün etkiler hapsolunduğundan, o bölgede yalnızca çekim dalgaları (Yani görünmez Schwarzschild etkisi) ışımaktadır. Öyleyse, siyah boşluklar “Gerçekte çekirdeksiz olay ufkudur.” Çekimin kendisi bir çekirdek gibi davranıp, ışıktan hızlı gidemeyen her şeyi tüneline tutsak alır! O zaman, içinde “Karadelik” barındırmayan, yani “Çekirdeksiz” bir olay ufku görüntüsü var demektir. Orası çekim şokunun ve manyetik aşırılaşmanın bir “Mekân boşluğu” içindeki ESİRİ etkisi durumuna ulaşmıştır.
KESİM: 93
HAWKING OLAYI
ÇEKİRDEKSİZ OLAY UFKU “Çekirdeksiz olay ufku” çekim ve manyetik aşırı şokun, çekim kalıntısı yıldızın nötronlarını da kendi alanında çözmesiyle ortaya çıkan mekân boşluğu olup, oradaki etkinlikler zaman faktörünü de yener. Burası artık başka planlardaki evlerin giriş kapısıdır. Buradaki manyetik alanlar ve Gravitational kuvvetler çekirdeksiz olay ufkunun oluşmasına neden olmuş, tünel yolunu açmşıtır. Tünel süreci, atomik boyutludan; evren boyutuna kadar her yere “Kanal” gibi uzanır ve “Çekip alır.” Karaboşlukların bu sırrını Stephen Hawking’in çözdüğünü sunmuştuk. Karaboşluk yöresindeki uzay vakumu büyük bir enerji potansiyeline sahip olup, dönen karaboşlukta girdap yönünde ve buna ters iki akıntı oluşturuyordu. Birincisi karaboşluğa akıp, onunla birleşirken; diğeri de eskisinden daha güçlü olarak karaboşluk içinden fırlamışçasına uzaklaşıyordu. Bu ikincisi “enerji durumunu” karadelik kütlesinden karşıladığından, kütle kaybına uğrayan karadelik bu sızdırmasını tüketince büyük bir patlamayla açılıyordu. Bu patlamalar halen de sürmektedir. (Hawking buharlaşması) Karadelik patlaması kendisinin bile kalıcı olmadığını anlatmakta (ve olasılık uyarınca kendini bu biçimde) “kendi tüneline” terk ettiğini göstermektedir. Evren sonsuza dek genişleyecek bile olsa durum değişmez. Çünkü karadelikler asal maddenin %98’ini yutacaklar, birbiriyle birleşecekler. Karadeliğe yakalanan her madde tünelin ucunda, ışıyan enerjiye (AKDELİK ışıması) dönüşecek, bunlar da yeniden bir karadeliğe yakalanacaktır. Sonra karadelikler de tünele yakalanıp imha edileceklerdir. Böylece tünelin tahrip ettiği karadelikler de “Akdelik” biçiminde patlayarak açılacak ve evren yeniden radyasyona dönecektir.
Radyasyon bir Kuasar tarafından karadelikten sızdırılıp, serbest bırakılır. Evren, salt ışımaya döner. Ancak sürekli genişleyip kararmaktadır ve mutlak soğuk dereceye ulaşıp buz tutunca, son ışımalar da son gücünü harcayacak, onlar da artık ışımayacak ve evren mutlak karanlığa gömülecektir. (*) Gerçekte evren için düşünülen bu değildir. Açık bir evrenin tersine kapanan bu evren için, bizden önceki kaybolan bir evrimin karşıt evrimi olduğunu ileri süren teoriler de vardır. Bir başka görüş de PARİTE’deki durumdur. PARİTE’ye inananlar, iki evrenin birbirinin aynadaki hayali olduğunu savunur: Bizden önceki evren bir karadeliğe çöker ve tünel ardından “Akdelik” (Yani Big-Bang patlaması) olarak “Bu tarafa” çöker ve bu sür-git biçiminde gider. Ancak o Osilasyonik
modelin
“Schwarzschild
ışıması”
denen
sürekli
enerji
kaybıyla
durması
gerekmektedir. Öğretimiz bu güçlüğü gidermek üzere, nedensellik ilkesinin ters yüz edildiği ve Schwarzschild ışımasının evrenin başına ışıdığı “Bir kez öldüğü için” dün doğan evrende “Şimdiyi yaşadığımız” görüşünü savunur. O zaman eğri doğasıyla “Çember” olan evrenin başı olan “Big-Bang” Akdelik kaderi olan yörüngeyi izleyerek çıktığı noktaya yani kıyamete dönen Doomday (karadeliği) ile birleşir, neden ve sonuç aynılaşır ve böylece evren, “Süper uzaya” tünel aracılığıyla alınır ve geçmişe “Yeniden serbest” bırakılır.
KESİM: 94
İNSANSIZ BÖLGE
EVREN KAPILARI Tünel sürecine yani tekillik yöresine “İnsansız bölge” adı verilir. Bu bölge, herhangi bir paralel evrene ya da bize ait değil; doğrudan Süper Uzay’a aittir. Tünel süreci ardında fonksiyonsuz, jeodezi-üstü ve gri-esiri hiçlik denen bir mekân sardamı vardır. Burası ne bu evrene ne paralel evrenlere aittir. Doğrudan Süper Uzay’a yani “Aşağı misal âlemine” ait uzay üstü uzaydır. Bir “Kıyamet makinesi” gibi davranan karadelik tekilliğinin, öldürücü cazibesi göz ardı edilirse, aynı zamanda bir “zaman makinesi” gibi davranması nedeniyle “Yaşama” şansımız doğmuş olur: Dışarıda kalan ikizimiz bizim sonsuza dek donmuş olarak tekilliğe yapıştığımızı düşünüp yasımızı tutarken, biz milyarda bir-saniyede çoktan bu insansız bölgeyi geçmiş ve bu kısacık sürede evrenin kalan bütün tarihini tüketmiş oluruz. Elektrik yüklü, dönen ve aşırı istisnalaşmış karadeliklerde, uygun şartlarda tekilliğe girilirse, yaşamasa şansımıza doğar, ölmeyiz. Kısaca hatırlarsak, duran karadeliklerde sadece çekim etkisi vardır ve bu nokta tekillikli karadelik karakabir adını alır ve kesinlikle bizi öldürür. Fakat dönen bir karadelikte çekim etkisine karşı çıkan bir dönme kuvveti enerjisi ile dengelenme vardır. Dolayısıyla bu Satürn halkası gibi bir halka ya da simit biçimi tekillik oluşturur. Çünkü Galaksi düzlemindeki çökmeyi önleyen bir yapay çekim kuvveti (Merkezkaç kuvvet) daha ortaya çıkmış ve halka düzleminde çekim kuvvetiyle dengelenip sıfırlanmıştır.
İşte bu sıfırlanmış noktadan yani ekvator halkasının dışındaki düzlemdeki bir noktadan karadeliğe girersek, bizi öldürecek olan çekim gelgitlerini hissetmeyiz. Böylece baş aşağı çekildiğimiz huninin boğazın açıldığı, ikinci bir huniden geçerek paralel evrene fırlamış oluruz. Bütün bu anlattıklarımız saniyenin milyarlarda-birinde olup-bitmiş olur. İşte böyle bir yaşama şansı için (Beş ila yüz Güneş kütlesinde) dönen bir karadelik bulup, onun ekvator yönünde dönme eksenine aykırı girmemek şartıyla daldığımızda, karaboşluk “Uzay yürüyümünü” gerçekleştirip, bizi bu evrenin en uzak bir noktasına çıkarır. Bu kütle değer ne kadar büyürse o kadar evrenin en uzak bölgesine fırlarız. Sıfır saniyede ve bir adımda bu mesafeyi geçmiş ve ışık hızı yasağını delmiş oluruz. Dikkat edilirse bu olguda biz yol olmayız, biz durduğumuz halde UZAYIN KENDİSİ YÜRÜR. Dönmeyen, fakat 1000 Güneş kütlesi büyüklüğündeki süper dev bir karadelik, “Karadelik aşırı” bir özellik taşıdığından yine bizi öldüremez, uzayımızı en sonuna kadar yürütür. Bu da yetmezse bitişik paralel evrene yürür ve bizi “Başka evren fırlatır.” Bu dev karadelik gibi, elektrik yüklü ve çıplak tekillik dediğimiz karaboşluk türleri ve başka bir evrenle birleşmeye açıktır. Bir evren gezmeni dönen karadeliğin (Döndüğü çizgi) kuzey-güney dikmesine göre, bu eksenin dönüş yönüne zıt bir yörüngesel yol izlerse ÖLÜMSÜZLEŞİR. Karadeliğin dönme periyoduna (Dolanım süresi) orantılı olarak sözünü ettiğimiz adaptasyonu uyguladığımız oranda “ZAMAN KAZANIR” ömrümüzü kontrol altında tutarız. Çünkü yaşlanmamız durdurulur, rölativite”deki sonsuz zaman genleşmesi mekanizması iş başına geçer. Daha önce sözünü ettiğimiz Ergosfer katmanlarında da zaman denetimi yapabildiğimizi hatırlayalım: Karadelik tekillik merkeziyle Ergosfer arasında ne kadar uzaklık varsa o kadar güvenceli olarak zamanı denetleyebiliriz. Ergosfer de kalacağımız bir yıla karşılık geleceğin ufuklarına bin ila milyon yıl daha girer ve uzun ömürlü yolculuklar yapabiliriz. Riskine rağmen Ergosfer’de biraz daha aşağı indiğimizde, örneğin bir ay kalınacak bir süre karşılığında zaman öylesine genleşir ki dünyada insan soyu tükenmiş bile olur. Böylece bir yok etme makinesi olan karadelikleri de Allah’ın lütfüyle ve ilmiyle emrine alacak insanoğlu onu zaman makinesi olarak kullanabilecektir. Gaibi bilimler düzeyindeki “Hz. Hızır”ın zaman denetimi ile karadelik zaman makineleri AYNI YÖNTEMLE çalışmaktadır.
KESİM: 95
Hz. HIZIR’IN ZAMAN MAKİNESİ
NEDENSELLİK TERS-YÜZ OLUYOR “Zaman makinesi gibi davranan bir karadeliğin halka tekilliği boyunca dolandığımızda,
zaman içinde geri yolculuğa çıkar, kendi kopyalarımıza rastlarız“ dedik. Çünkü saatimiz tersine çalışmaktadır. Gördüğümüz “Kopyalarımızın” her biri kendini gerçek sanır. Bu durum ve görüntü nedensellik ilkesinin çöküşüdür. Ayrıca, karadeliğe çekilen biri, eğer olay ufkunun ardını görseydi, orada saatinin tersine çalıştığını, ikizinin gençleştiğin izleyecekti. Saatin bu geri sayması, yine denesellik ilkesine çöktürür. Eğer bir karadeliğe girip, yine aynı yoldan geri dönebilseydik, ayrıldığımız yere terk ettiğimiz tarihten daha erken bir zamanda geri döner ve yola çıkmadan amacımıza ulaşmış olurduk. Dönüşte yola çıkmaya hazırlanan “Kendimize” rastlar, kendi yolculuğumuzu anlatırdık. (*) Sonra da var: Bu “İkimiz birden” yeniden yolculuğa çıkar ve dönüşte yolculuğa çıkmaya hazırlanan “İkizimizle” dörtleşiriz. Böylece katlanarak 8, 16, 32, 64 ve sonsuz sayıda olabiliriz. Bu mültikopya olayı, soyut varlıklar olan ve din verilerinde Melek adıyla geçen varlıklar ile paylaşığımız özdeş bir yasadır. Arz’dan Arş’a Sonsuzluk Kulesi adlı bandımızın ikinci cildinde Melekleri sunmuştuk. Işıktın hızlı giden saat geriye çalışmakta ve üreme ile değil; Lineer bir kopyalama ile çoğalmaya “Cinsiyetsiz” tıpatıp kopya olmakta ve özenerjili fantastik gerçeğe uyarlı bir Nur termodinamiği oluşturmaktadır.
* “Zamanda yolculuğun ileriye” doğru mümkün oluşunu anlattığımız kesimlerden çıkan sonuca göre geleceğin içlerine girerek, her zaman bir geleceğimiz olduğunu kavrayabiliyoruz. Biz şu an yaşayan bir “Geleceğimiz, orada torunlarımız olduğunu düşünüp, bunları saçma bulurken; bir karadelik ergosferi aracılığıyla “Geleceğe” doğru hızlanıp, henüz “Doğmamış” torunlarımızın orada var olduğunu görürüz. Artık onlarla birlikte bu gerçeği yaşarken “Geçmiştekiler”, yüzlerce yıl önce “Ölmüş” olurlar. Eğer geri dönseydik, bu kez onlarla buluşurduk ve “Öldü” bildiklerimiz dirilmiş olurdu. Göreceliğin bu sonuçları her zaman bir geleceğimizin “KESİN belirli” olduğunu ve bizi beklediğini anlatır. Zamanın görecelikteki yapısı “Kader”i kanıtlar. Zaman ekranize olmasıyla kaderin “Kazaları” da belirginleşir. * Oysa maddeci ve resmi bilim, geçmiş ile geleceği özdeş kılar. “Şimdi yaşayan birinin” geleceğinin bilinemezliğini savunur. Böyle biri, olmayan bir geleceğe yolculuk yapamaz; bin yıl öncesine de gidemez. Çünkü geçmişte var olamaz inancındaki bu görüş, “Geçmişe gidilse bile (örneğin) atalarının evlenmesini engellerse, o zaman kendisi hiç doğmamış olurdu. Ve doğmamış biri geçmişteki ölü ile buluşamaz” diye savunma yapar. * Bunun böyle olmadığını Rölativite teoremi ile artık yüksek hızlarda, çekimin yüksek yoğunluklarında, sıvı azot hiberasyonu gibi mutlak soğuk yöntemi teknolojilerinde, zamanın milyonlarca faktör yavaşlayıp, bir günümüzü dünyadaki bin yıl ile eşitlemesinden anlıyoruz. Bu demektir ki istikbalimizde her zaman hazır-kurulu bir gelecek hazır beklemektedir! Oraya gidersek bu hazır gelecek ile yüzleşiriz. * Tümdengelimli muhakemeye göre, uzayda, örneğin bir karadelik çevresinde ileri giderek, zamanda geri gidebileceğimiz; tarih değiştirme çizgisinin “Dününe”
ulaşacağımız Lineer bir yolculuk yapmamız demek, yola çıkmadan amacımıza ulaşmamız demektir. Bu görüş ise geçmişin asla yeni bir biçime sokulamayacağını, ancak geçmişe giderek orada var olunabileceğini savunur. * Olasılık=İhtimal hesabı yasalarının ön gördüğü zaman gezmenliği, bizi her türlü geçmiş ve geleceğin olduğu garip bir evrene götürür. Sonsuz sayıda her türlü gelecek ve geçmişimiz vardır. Geçmişe gidince atalarımızın buluşmasını önleyip, tarihin akışını değiştirsek bile her türlü geleceğimiz olduğu için bir başka gelecekte var oluruz. Bu dört görüşten üçü “Kader”i kanıtlar ve yazgımızın özelleşmesine izin verir. Zamanın yalnızca doğrusal olmadığını, “Yolları çatallanan bir bahçe gibi” bir noktadan yeni bir zaman çizgisi daha çıkabileceğini, “Zaman içinde zaman” çekmecelerinde yaşayabileceğimizi, bedensiz astronomi örneği başarabileceğimizi anlıyoruz. Bütün bunlar, kaderi zorluyor görünse bile, tüm değişiklikler ve zaman yolculukları yine “Kader” sonucu olan yazgılardır, kaderdendir! Zaman yolculuğunda, geriye gitmek yani zaman okunun geriye dönmesi, nedensellik ilkesini yerle bir ediyor! Nedenselliğin kalkmasıyla Kuantum teoreminin “Belirsizlik matrisleri” de darmadağın oluverir.
KESİM: 96
“BÜTÜN YÜKSELİŞLER O’NA VARIR” (Ayet)
NASIL Mİ’RAC?... Zaman yolculuğu ile birlikte “EVREN” yolculuğu da yaptığımızı okurlar fark etmiş olmalılar. Fakat bu cilt boyunca paralel evrenlere girebileceğimizi anlayarak, bu geçişe bilendik. İzleyen cilt boyunca da paralel evrenlere “Mi’rac” edecek, daha sonra bunların da dışına çıkarak Rabb‘imize “Mİ’RAC” yolunu inşallah sunacağız. Işığın hızı sabittir, saniyede 300.000 km.dir. Fakat “UZAY-ZAMANIN YÜRÜME HIZI” ışık sabitinin milyarlarca, trilyarlarca katıdır. O zaman: * Ya biz, ömrümüz elverdiğinde en uzak bildiğimiz bir cisme “Az gider uz gider ve bir de arkamıza bakarız ki “Arpa boyu yol bile gitmemişiz!” * Ya da bir karakapı buluruz ve oradan geçerek, ömrümüzün en kısa bir anında, bin milyon ömür boyunca gidemeyeceğimiz, öteki âlemlere bir anda ulaşırız! En uzaklar, bir bakarız EN YAKIN olmuş!... Ufukların ardındaki kudreti görmüş oluruz! (Ayet) Ufuklar bize gelir! Biz o bitmez tükenmez ufkun ardına gitmeyiz. Çünkü her ufkun ardında, bir başka engin ve geniş ufuk bulunacağından, bize trilyarlarca ömür verilseydi, ışığın hızını da trilyarlarca kez aşmamıza izin verilseydi, yine o ufukların ardını getiremezdik. ALLAH BUNUN İÇİN ÇOK BÜYÜKTÜR!
Bizim, o ufuklara gitmemiz yerine; (Bir rastlantı sonucu, biz evimizde dururken) dünyaya bir karanokta düşseydi, oturduğumuz yerde milyarda-bir saniyede başka bir evrene geçmiş olurduk. “Göğü üzerinize düşmekten o tutuyor” ayetinin sırrı uyarınca âlem değiştirirdik! Allah hem bize ARŞ kadar uzak; hem de evimizde otururken isabet aldığımız bir karaboşluğun burnumuzun dibine getirdiği bir Paralel evren kadar, hatta ayetteki gibi “ŞAHDAMIRIMIZDAN” da yakındır. “O şahdamar” ki, biz nabız gibi atarak genişleyen evrenin ANA SUR BORUSUDUR. O bizim kozmik ve özel tünelimiz rızkımızın gönderildiği ilahi kablodur! Bizim, Rabbimize ulaşmamız için, gidilmeyecek uzaklara, ömrümüzü hatta evrenin ömrünü aşan UFUKLARA gitmemiz gerekmez. Ufuklar bizim için sadece bir ALLAH KUDRETİ göstergesi ve vesilesidir. Onları uzaktan seyredebiliriz!.. Bizim Enfus’umuzda da bize, “Şahdamarından yakın ALLAH” vardır. Bu kestirme gidişi olup O’na mi’rac etmek gerektiğinde, insanın içine dönmesi, şahdamarı simgesindeki “ENFUSİ TÜNELİNDEN” kalbe, oradan kalbin içindeki SIR tabakasına ve sonra onun ardındaki ALLAH’a ulaşması yeterlidir. Pekiyi bu nasıl başarılacaktır? Biz sadece niyet edeceğiz, biz değil; O bize yürüyecek: ALLAH BİZE ULAŞIR, İLAHİ UZAY YÜRÜR VE BİZE GELİR…
KESİM: 97
ASCENCION MIRACLE
HANGİ Mİ’RAC? Çünkü biz sadece “Maddemizi” asıl yapı gibi düşünüyor, asla eksi maddemizi, bilinç denen RUH yapımızı hesaba katmıyor, rüyalardaki gibi TAM SERBEST kaldığımız düşünemiyor, sadece lafta “MANACI” geçiniyoruz. Üstelik “Namaz müminin mi’racıdır” ilahi kelamının “Mana”sından da milyarlarca ışık yılı uzağız! Mi’rac odur ki, bilimin (Bu öğreti çerçevesinde) verdiği ŞUUR ve İDRAK ile, evrenin ve evren biliminin ve yaratılış biliminin (Kozmoloji ile kozmogoninin KİME HİZMET ETTİĞİNİ, KİMİN GÖSTERGESİ OLDUĞUNU ANLAMAK, AKLEN ALLAH’I BULMAKTIR!.. Pekiyi “ALLAH”ı nasıl buluruz? Burada bir örnek vererek, Allah’ı bulmanın, yani hedefe kilitlenmesinin bilinçli, planlı ve gittikçe daha karmaşık olduğunu sunmak istiyorum: Örneğin aradığınız “ŞEY” Amerika’da yani öteki kıtadadır. “Amerika’ya gitmeye” niyetlendiniz. Dümeni sizin elinizde olan bir de açık deniz tekneniz var. Eski dünyadan Yeni dünyaya açılıyorsunuz. Fakat Atlantik ortasında, “Kuzey, Güney ve Orta Amerika’dan hangisine” gideceğinizin gündeme geldiğini görüyorsunuz. Artık Amerika anlamını yitirir ve yeni bir hedef belirlemesi yaparsınız.
Çünkü dümeninizi ona göre kıracaksınız. “O’NA DOĞRU” rotanızı ÇEVİRECEKSİNİZ!.. Diyelim ki seçtiğiniz rota “Güney Amerika”dır. Fakat bu rota üzerinde Atlantik kıyısında yer alan Panama’dan Şili’ye kadar türlü ülke var. Bunlardan BİRİNİ seçeceksiniz. Çünkü “Varmak, buluşmak istediğiniz ŞEY bu ülkelerden birinde” bulunmaktadır. (Örneğin burası Arjantin‘dir.) O zaman, rotanızı “O’NA” çevireceksiniz. Bu kez karşınıza yeni bir rota ayrıntısı gerekiyor: Arjantin’in hangi limanına demir atacaksınız? İşte bu limanın adı “O=Hüve”dir!... Vuslat, kavuşmak, rücu etmek “O’NA DOĞRU, O’NA gitmek ve sonunda “O”nun ile buluşmaktadır. Mi’rac da budur. Allah’ı hedef almak yetmez: Kitabımızın kapak kompozisyonunun mesajı alttaki dördüncü satırdan üste doğru sırayla şunları anlatmaktadır: Önce ALLAH’a…
(Abit’in imanı)
“O’NA DOĞRU”
(Arif’in imanı)
“O’NA…”
(Âlim’in imanı)
“O!”
(İlmel yakin iman)
İKİNCİ CİLDİN SONU
Arz’dan Arş’a Mİ’RAC isimli bu bandımızın, dört cildinden ikincisini tamamlamış oluyoruz. Birinci cildimizde, İnsanın Arz denen dünyadan yakın Gök olan gezegenlerine başlayan “Mini Mi’rac” olan teknolojik yükselişini sunmuş, evrenin hiçbir zaman dışına çıkılamayacağına karar vermiştik.
Bu ikinci cildimizde de Evrenin dışına çıkmak gitmek sürpriziyle karşılaşıp, uzayı yürüterek, ayağımıza getiren KARADELİK kapılarıyla tanışıp, içli-dışlı olacak: Üçüncü cildimizdeki konular şöyle olacak: Akdelikler denen çıkış ucundan, Paralel evrenlere ve bunun niteliklerine, tanımlarına ulaşacağız. Daha sonra, bütün “Paralel evren sayfalarının” bir tek kitap halinde ciltlendiği “SÜPER UZAY=Aşağı Misal Âlemi” denen yedi göğün üstünde ve dışında ALT ÖRNEKSEME KÂİNATINA, sonra bunun bir üstündeki MUTLAK MİSAL ÂLEMİ olan HYPER UZAY’a Mi’rac ederken, bu arada Esir, soyut kütle ve takyon mekaniğiyle birlikte YENİ KUANTUM teoremini keşfedeceğiz. Bunun ardından, MANA Âlemi’ne çıkacağız. Böylece izleyen ciltler boyunca Arş’a yani Rabbin bize “bilim” ile izin verdiği sınıra ulaşacağız. Allah ilminizi sürekli artırsın sevgideğer okurlarım!...
İÇİNDEKİLER Sunuş Önsöz SEKİZİNCİ BÖLÜM ZAMANSIZ EVREN Kesim 29 Sezginin Boyutları Kesim 30 Modern fiziğin çıkış ucu Kesim 31 Büyük uzlaşımcı İleri Bilgiler 32 Işık hızı aşılır mı? Kesim 32 Geometrik çekim Kesim 33 Hangi kütle? Kesim 34 Hangi uzunluk Kesim 35 Kayıp âlem İleri Bilgiler 32 Zaman boyutu
İleri Bilgiler 33 Rölativite Kesim 36 Hangi Zaman? Kesim 37 İkizler Çelişkisi Kesim 38 Üçüzler Çelişkisi Kesim 39 Üç Beden-Dört Unsur Kesim 40 “Tahayyül”ün Adı DOKUZUNCU BÖLÜM YILDIZ YERLERİ Kesim 41 Yıldız intihar ediyor Kesim 42 Boy Sırası Kesim 43 Kırmızı Cüce’den Kırmızı Dev’e Kesim 44 Beyaz Cüce’den Siyah Cüce’ye Kesim 45 Nötron Yıldızlar İleri Bilgiler 34 Pulsarlar ONUNCU BÖLÜM “SİYAH BOŞLUKLAR” İleri Bilgiler 35 Doğanın dört temel kuvveti İleri Bilgiler 36 Alt Orbital Hız İleri Bilgiler 37 Gözlem Ufku/Olay Ufku Kesim 46 Kara Güneş Kesim 47 Tarihçe Kesim 47 Gerekçe Kesim 48 Evren Kemiriliyor Kesim 49 Kara Müjde Kesim 50 “Kapalı kapılar ardındaki üç karanlık” Kesim 51 Yakalama/Tutulma diski Kesim 52 Kara ortaklar Kesim 53 Güneşin ikizi Kesim 54 Karadelik pusuda
ONBİRİNCİ BÖLÜM KARABOŞLUK İÇİNDE Kesim 55 Ölesiye gidiş Kesim 56 Kara evrene giriş Kesim 57 “Perçemden ve Topuktan Yakalanmak” Kesim 58 “Göğsün ve kalbin daralması” Kesim 59 “Deve iğne deliğinden geçmedikçe” İleri Bilgiler 36 Kesim 60 Evren Tarihini Dondurmak Kesim 61 Evren Tarihini Tüketmek Kesim 62 Tarihi Ters-yüz etmek Kesim 63 Maddenin intiharı Kesim 64 Enerjinin intiharı Kesim 65 Termodinamik Deliniyor Kesim 66 Karaboşluk enerjileri Kesim 67 Kara nikâh ONİKİNCİ BÖLÜM KARABOŞLUKLARIN TASNİFİ Kesim 68 Karaboşlukların tasnifi Kesim 69 “Mini Karanoktalar” İleri Bilgiler 37 Kara musibet İleri Bilgiler 38 Oluş ve Ölüş Nedeni Karanoktalar Apendix-1 Stephen Hawking Kesim 70 Sideral-Astral Karadelikler İleri Bilgiler 39 Kara-Evren “Kuturussema”sı Kesim 71 Galaktik dev boşluklar İleri Bilgiler 40 Kolektif intiharlar Kesim 72 Kıyamet karadeliği İleri Bilgiler 41 Kara Nikâh
İleri Bilgiler 42 Hûnnes’e varmak Kesim 73 Seyreltik Cüce-Evren İleri Bilgiler 43 Karaboşluk Furyası Kesim 75 Karaboşluk Elektriği Kesim 76 Dönen Karaboşluklar Kesim 77 Fırlatma Diski Kesim 78 Zaman Makinesi-1 Kesim 79 Zaman Makinesi-2 Kesim 80 Madalyonun öteki yüzü İleri Bilgiler 44 Evcilleştirilmiş kara evren İleri Bilgiler 45 Tekillik tasnifi Kesim 81 Çıplak karadelikler Kesim 82 Gök’teki çatlak Kesim 83 Ve gök çatladı Kesim 84 Ve “Karakutu” Açıldı Kesim 85 Karayazgı ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM BU EVRENDEN/ÖTE EVRENLERE/Mİ’RAC Kesim 86 Kesim oluşum Kesim 87 Kesinsizlik, Belirsizlik Kesim 88 İhtimal ve Şans Serileri Kesim 89 İhtimalin Yorumlanması Kesim 90 Son şans aralığı Kesim 91 Evrenler çiftleşiyor Kesim 92 Hayalet Boşluğu Kesim 93 Çekirdeksiz olay ufku Kesim 94 Evren kapıları Kesim 95 Nedensellik Ters-yüz oluyor Kesim 96 Nasıl Mi’rac? Kesim 97 Hangi Mi’rac?