Arslan Baser Kafaoglu - Coken Turkiye
March 18, 2017 | Author: muammer66 | Category: N/A
Short Description
Download Arslan Baser Kafaoglu - Coken Turkiye...
Description
Arslan Başer KAFAOĞLU TEORİ DERGİSİ – Ağustos 2008
Çöken Türkiye Ekonomisi Yukarıdaki başlığı okuyan, özellikle ekonomik olayları 1990 yılı öncesi çözüm mantığından kurtulamamış ekonomi uleması şiddetle itiraz edecektir. Onlara bakılırsa, Türkiye ekonomisi, özellikle emperyalist yönetimin daha da kontrolü altına girdiği 2003 yılından bu yana sürekli büyüyor; dünya ekonomisi içindeki payı gelişiyor; dış sermaye ile iyi ilişkiler içine girmiş huzur içinde bir ekonomi. Bazı gelir dağılımı bozuklukları varsa ve işsizliğin resmi (!) oranları bile artıyorsa da bu kadar kusur kadı kızında da olur. Biraz daha sola yakın olanları da, gerçekleşmelerin dışardan gelen fon akımları sayesinde olduğunun üstünde durarak, bu fonların gelişinde bir azalma ya da kesilme halinde ülke ekonomisinin "KRİZE" gireceğini vurguluyor. Bunun dışında ise, gelir dağılımından bazı şikâyetleri söz konusu. Biz bu ekonomistler grubunun hepsinin yanlış içinde olduğuna inanmaktayız. Bana göre, TÜRKİYE EKONOMİSİ HELE 2003'TEN BERİ BÜYÜK BİR KRİZ İÇİNDE BULUNUYOR. Klasik yöntemlerle krizden kurtulma olanağı da elimizden kaçmıştır. Bunu anlatabilmek için emperyalizmin yeni sömürü ve dünya ekonomisini yönetme yöntemini iyi anlamak gerekir.
Yeni sömürü yöntemi Emperyalist ekonominin yöneticileri 2000 yılına yaklaştıklarında ekonomilerinin yeni bir sömürü yoluna girmedikçe ayakta kalamayacaklarını anlamaya başladılar. Yeni yöntemi anlayabilmek için Bağımsız Sosyal Bilimciler'in son yayımladıkları kitapta dünya ekonomisinin zaman içinde değişimini son derece sağlıklı biçimde özetleyen sunumuna burada yer vermek isteriz: "... (Tablo 1) Üç kritik yıl için dünya ekonomisinin ana bloklarının cari işlem dengelerini aktararak... (konuya) ışık tutuyor. 1996, bugün kullanılan anlamda küresel dengesizlikler olgusunun hemen öncesini temsil eden bir yıldır. 2003, sözü geçen dengenin bozulmasının genelleştiği başlıca ülke gruplarını kapsıyor; 2006 ise, güçlük ve gerilimlerin sürdürülemezlik teşhisine yol açan boyutlara ulaştığı yıllar olarak değerlendirilebilir. Tablo 1: Dünya ekonomisinin cari işlem dengeleri (milyar dolar olarak) Metropol ABD Japonya Diğer Batı Çevre Petrol İhracatçılar Çin Diğer Çevre Kayıt Dışı
1996 36 -118 66 88 -85 39 7 -131 49
2003 -302 -527 136 89 228 109 46 73 74
2006 -597 -812 170 45 684 423 250 11 -87
Kaynak: IMF, World Economic Outlook (en son Ekim 2007) farklı yıllarda yapılan hesaplar
http://genclikcephesi.blogspot.com
1
"... 1996 verilerinde gözlendiği gibi (ABD'nin cari dış açığı), başta Japonya olmak üzere diğer gelişmiş ekonomilerin sağladığı cari işlem fazlaları ile sürdürülüyordu. Dünya ekonomilerinin ABD dışında kalan metropolleri sadece ABD'nin tasarruf açığını değil, petrol ihracatçısı olmayan üçüncü dünya ülkelerinin cari açıklarını da kapatıyorlardı... Sonraki yıllarda dünyanın en zengin ülkesi olan ABD'nin tasarruf / yatırım açıkları, bunun sonunda da cari dış açığı kesintisiz bir tempoyla arttı; sürdürülmesi giderek güçleşti... Tablodaki 2003 verileri bunu yansıtıyor. Türkiye çevre ülkeleri arasında istisnai konumdadır; yani cari işlem açığı vermeye devam etmekte ve cari açık GSMH'ya oranla çok yüksek bir düzeye ulaşmış bulunmaktadır. Türkiye bu açıdan AB'ye son katılmış Doğu Avrupa ülkelerine benzemektedir"* "2003–2006 döneminde ABD ekonomisi herhangi bit uyum sürecine yönelmedi. Tam aksine Irak Savaşı'nın bütçe açıklarını artırması, öte yandan özel kesimin (dünyamızı bir çevre felâketinin sınırlarına getiren tüketim çılgınlığının da katkılarıyla oluşan) tasarruf açığının süregelmesi Amerikan ekonomisinin cari işlem açıklarını adım adım artırdı; 'sürdürülemezlik' eşiğine yaklaştırdı. Aynı yıllarda çevre ekonomilerinin petrol ihracatçısı olmayan ülkelerinde cari işlem fazlaları aşınmaya, hattâ dış açıklar oluşmaya başladı. Tablo 1 'de gözlemlendiği gibi, 2006 yılına gelindiğinde 'diğer çevre' grubunun cari işlem fazlaları hemen hemen tümüyle erimiş durumdadır." Yani Amerika, ihtiyaç duyduğu kaynak akımını sağlayamaz duruma gelince, "bu kaynak akımı büyük kısmıyla petrol ihraç eden ülkelerle Çin'e kaldı. Bunlar, cari işlem fazlalarını dramatik boyutlarda artırdılar ve 2006'da 673 milyar dolara çıkardılar."1 Aslında bu çalışmada köşe taşı olarak gösterilen 2003 ve 2006 yılları yerine, yeni durumu daha iyi resmeden başka yıllar da bulunabilir. Ama cari dış açıkların büyümesi ve karşılanışı resmeden yukarıdaki tablo da yeterlidir.
Emperyalizm çare arıyor Sorun sadece cari dış açık değildi. Gelişmiş kapitalist ülkeler kendi ülkelerinin dışında yatırım yapıp o gelişmemiş ülkelere satmak zorundaydı, bu onların tek çıkış yoluydu. Prof. Uçkun Geray hazırlamakta olduğu ve bana göndermek lûtfunda bulunduğu bir çalışmada bu noktayı berrak bir biçimde ortaya koymaktadır: Bir ekonominin enflasyon ya da işsizlik çekmeden, yani dengede büyüyebilmesi için mutlaka NET yatırım yapması gerektiğini belirleyen Harrod ve Domar formül ve postülasına işaret eden Geray, şöyle diyor: "Bu, dışarıya, çevre ülkelerin pazarlarına açılma yolunda başarısız olan bir ekonomi için, hele gelişmiş bir ülke için pek mümkün değildir. Zira gelişmiş bir ekonominin önemli özelliği, ülke içi tüketim artış hızının yavaşlaması (ev, otomobil, tatil, beslenme, giyinme...), dahası doygun hale gelmesidir. Bu nedenle tüketim mallarının üretimine yatırım bu ülkelerde çekici değildir. Başka deyişle tüketimdeki yavaşlama ülke içi talepleri dikkate alarak gerçekleştirilecek bir yatırımı öne çıkartmamaktadır. Çevre ülkelerine tüketim malı arzedebilmek üzere, gelişmiş ülke, ya kendi coğrafyasında ya da çevre ülke coğrafyalarında yatırım yapmalıdır. Yani asıl olarak çevre ülkeler pazar yapılmalıdır. Yatırım malları üretiminde ve pazarlaşmasında da benzer bir durum bulunmaktadır." Kısaca ilk çare dış * Bu ülkelerden 2003–2006 döneminde Türkiye, Orta ve Avrupa ülkeleri ve G. Afrika kronik açı vermiş. Kore, Tayvan, Arjantin ve Tayland'ın fazlası aşınmıştır (World Economic Outlook). 1
Bağımsız Sosyal Bilimciler, 2008 Kavşağında Türkiye
http://genclikcephesi.blogspot.com
2
ülkelere yatırımı artırmaktır. Bu zorunlulukla özellikle tüketim mallarını çevre (yani gelişmiş ülke karakterinde olmayan) ülkelerde üretecek ve satacaktır. Bu zorunluluk ve serbest piyasanın kamuca yönlendirilen Asya ülkelerinden geri kalması, emperyalizmi yeni yollar aramaya itmiştir. Burada serbest piyasa ekonomisinin mutlaka kamuca yönlendirilen ekonomilerin gerisinde kalacağını iyice vurgulamak isterim
Serbest piyasa en israfçı sistemidir Serbest piyasanın, kamuca yönetilen ekonomilerden daha üstün olacağını savunanlar hep şöyle konuşurlar: "Serbest piyasada girişim sahipleri hata yapar, iflâs ve tasfiyeye uğrarlarsa zararını kendileri çeker. Onun için hatasız çalışırlar. Kamuca yönlendirilen ve hele yönetimi ağırlıkla kamu elinde bulunan üretim birimlerinin ağırlıkta olduğu ekonomilerde ise, işletmenin zarar etmesi yöneticinin umurunda değildir. Bu nedenle serbest piyasa düzeni en iyi düzendir." Hem piyasada "görünmeyen bir el" işleri yoluna koyar! Bu tarz düşünce belki daha önceki yüzyıllarda doğru olabilirdi. Ancak büyüklüğü, kârlılık derecesi ne olursa olsun her firma içinde bulunduğu toplumun korunması gereken bir değeridir, bu nedenle başarısız kalan, hele iflas eden bir firma sadece sahip veya hissedarları için değil ülke ekonomisi için de bir kayıptır, liberal iktisatçıların yüz yıllardır anlayamadıkları en önemli nokta burasıdır. Liberal tutumun ne kadar israfçı olduğunu anlayamayışlarıdır. Son yıllara kadar, liberal sistemle yönetilen ülke ve firmalar böylesi israfın zararını bol bol ödemektedir. Ancak ne zaman ki kamucu bir görüşle yönetilen ulusal ekonomiler dünya pazarına girdiler, görüşlerinin temelden gülünç olduğunun, yanlışlıklarının hafiften de olsa farkına vardılar. Artık kapitalist hedeflerle yönetilen bir firma, hele kendi pazarı içinde kaldıkça, hem gereği ölçüde üretim yapamıyor, hem de içeride bu ürettiği malları satamıyor. Sürekli kâr ancak kamunun yönettiği bir plânlı ekonomide mümkündür. Buna iki çarpıcı örnek verelim: 1) Kimsenin, hiçbir yabancı ülke üreticisinin rekabet edemediği Amerikan çelik sanayi 1990'larda kısıtlayıcı ithalât önlemleri alınmadığı için gerekli üretimi yapamaz hale geldi. Hatırlanacağı gibi o zaman ABD, liberalliği kapının arkasında bırakıp, çelik sanayinde dışarıdan gelecek mallara büyük ölçüde yasaklar koydu. Bu yol belki kendi ulusal sanayini batmaktan kurtardı, ama girdileri arasında çelik bulunan bütün ABD sanayini, sırf bu nedenle dünyadaki rekabet gücünü büyük ölçüde sabote etti. 2) Dünyada 25 yıl önce hayranlıkla sözü edilen bir General Motors (GM) firması vardı. Gerek aktiflerinin büyüklüğü, gerekse neredeyse trilyon dolan zorlayan cirosu ve gerekse elde ettiği kârlarla dünyada herkese parmak ısırtıyordu. Bugün yerli ve yabancı basında ne zaman iflâsının tamamlanacağına dair çeşitli tahminler yapılıyor. Geçenlerde bir gazetemizde General Motors'un, firma büyüklüğünde Türkiye'nin şampiyonu Enka'nın yarısında kaldığı yazılıyordu.
Sömürü yöntemleri değiştiriliyor Emperyalist Batı (ve bunların ortağı Japonya) uyguladıkları sömürücü liberalleşmenin kendi ekonomilerini ayakta tutmaya yeterli olmadığını düşünmeye ve düşündüklerini emperyal güçleriyle "çevre ülkeleri" dedikleri ülkelere kabul ettirmeye başladılar. İlkönce adı "Washington Mutabakatı" denilen bu uygulama döneminde ülkeler Batı sermayesini sınırsız ve koşulsuz biçimde kabul etmeye zorlandı ve bunda başarı sağlanmıştı. Yükselen dış borçlanma yükü 1980'lerde çevre ülkelerini "dış borç yükü krizi"ne soktu. Emperyalizm bu http://genclikcephesi.blogspot.com
3
borç kriziyle dirençleri zayıflayan ülkelerde (bu arada Türkiye'de) milli ekonomileri yıktı. Bağımsız Sosyal Bilimciler bu boyun eğişi şöyle açıklıyor: "Yüksek borçlu gelişmekte olan ülkeler artan faiz yükü altında çöktüler... Böylece ülkenin seçkinleri/yönetici sınıflar yeni finansal kaynaklar elde edebilmek için bu gidişata teslim oldular. IMF ve Dünya Bankası "çevre ülkelerini" bu yeni koşullara uydurmak üzere görevlendirildi. Çevre ekonomilerinde ithal ikameci, plânlı-müdahaleci ekonomik yönetimin imkan verdiği sanayileşme ve (IMF ve Dünya Bankasının karalamak için kullandığı deyimle) 'popülist politikaları' öğelerinden oluşan düzenleme biçimleri adım adım tasfiye edildi. Neoliberalizm ve 'IMF reformları', diğer adıyla 'Washington Mutabakatı rejimi', bu ülkelerin sermaye ve mal piyasalarını dışa açtı. Kamu işletmeleri yok pahasına satıldı. Bu ülkeler özellikle finansal bunalımlara sürüklendikçe emperyalist kurumlara teslim oluyor. Ülke ekonomileri hızla yabancı sermayenin ve yabancı güç merkezlerinin denetimi altına giriyor; ABD Hazinesi, Wall Street Bankerleri ve Washington Mutabakatı'na tabi oluyorlardı. 1987'den, yani Amerika’daki Borsa Krizi'nden sonra uluslararası sermaye hareketleri gittikçe hızlandı; kısa dönemli spekülatif sermaye hareketleri, yatırım araçlarının da yardımıyla öne çıktı ve baş döndürücü bir hızla büyümeye başladı. Bu dönüşümler 1990 sonrasında uluslararası mali sistemin istikrarsızlaşmasına katkı yaptı. 1993 Sterlin Krizi, 1994 Meksika / Türkiye, 1997–98 Doğu Asya ve Brezilya-Rusya, 1999 Arjantin, 2000–2001 Türkiye krizleri hatırlanabilir."2 İşte bu krizlerden sonra çevre ülkelerinin krizden kurtulma ve ekonomiyi yürütme yolunda ekonomi politikaları farklılaştı. Rusya, Malezya, Arjantin başta olmak üzere krize uğrayan bazı ülkeler krizden çıkmak üzere IMF ve Dünya Bankası önerilerine aykırı krizden çıkış yöntemleri uyguladı. Bu ülkeler bu yöntemlerle sadece "dış ödemeler" krizinden sıyrılmakla kalmayıp başta sanayileri olmak üzere ekonomi kesimlerini millici bir yolla geliştirmeyi başardılar. Krizden IMF'nin gösterdiği yolla çıkan Güney Kore, Tayvan, Tayland gibi ülkeler ise, bu razı oluş karşılığı aldığı fonları yeni ve milli üretim birimleri yaratma yolunda kullanarak, bir daha krize kolay kolay uğramayacak, sağlam milli sanayi birimlerine dayalı milli ekonomiler kurdular. Türkiye ise emperyalistler ne dediyse yaptı ve ekonomisini geçirilen krizden daha büyük bir krize soktu.
2001'den sonra Türkiye ekonomisi 2001 yılına kadar eski tip, yani dış ödeme güçlüğünden ileri gelen, bunalımlardan geçen ülkelerin durumu şöyledir: Rusya: Tamamen IMF ve AB öğütlerinin tersi politikalar izliyor. Biraz da yükselen ham petrol fiyatlarının olumlu itişiyle 2008 Şubat ayı itibariyle 146 milyar dolar dış ticaret fazlası ve 92 milyar dolar cari dış fazlası vermiştir. Yüzde 6,5 faizle on yıllık devlet bonolarını satabilmektedir. Mart 2008 itibariyle GSMH artışı yüzde 7, 7 ve endüstriyel üretim artışı yüzde 7,5'tur. Sadece tüketici fiyat endeksi yüzde 12,5 olması gibi olumsuz bir faktöre sahiptir. İşsizlik oranı yüzde 6,5'tur. Arjantin: Şubat 2008 itibariyle 12,1 milyar dolar dış ticaret fazlası ve 7,3 cari dış ticaret fazlası vardır. Yüzde 0,5 faizle borçlanabiliyor. 2007 yılında yüzde 9,1 oranında 2
Bağımsız Sosyal Bilimciler (BSB). 2008 Kavşağında Türkiye, s. 34-35.
http://genclikcephesi.blogspot.com
4
büyümüş, sanayi üretimi aynı yıl yüzde 9,3 büyümüştür. Tüketici fiyat artışları yüzde 10,5, işsizlik oranı yüzde 7,5'tir. Malezya: 31 milyar dolar dış ticaret ve 28 milyar dolar cari dış fazlası vardır. Devletin on yıllık borçlanması için yüzde 3,45 faiz ödemekte. 2007 yılında yüzde 7,3 oranında büyümüş, sanayi yüzde 7 oranında daha fazla üretim yapmıştır. Tüketici fiyatları sadece yüzde 2,7 artmış ve işsizlik oranı sadece yüzde 3,4'tür. Görüldüğü gibi IMF ve Dünya Bankası öğütlerine uymayan politikalarla eski tip (dış ödeme güçlüğünden doğan) bunalımı atlatan bu üç ülkede ne işsizlik, ne dış ekonomik ilişkiler sorunu ve ne de son yıl dışında fiyat yükselişi problemi vardır. Ayrıca yüzde 7–9 oranında sanayi ve ülke büyümesi yaşıyorlar. Üçünün de rahat dış cari fazlası vardır. Krizlerden kurtulurken IMF ve DB öğütlerini tutan ve bundan dolayı IMF'den krediler alan, örneğin Güney Kore, Tayvan ve Tayland aldıkları kredileri milli bir güçlü sanayi kurma yolunda kullanan ülkelerde de büyüme hızı yüzde 5-6'dadır; işsizlik yüzde 4'ün, tüketici fiyat artışları yüzde 5'in altındadır. Dış ticarette ve cari dış işlemlerde sağlam fazlalar vermektedirler (Bu karşılaştırmalar İngiliz The Economist dergisinin (April 2008) son sayfalarında yer alan "Economic and financial indicator" tablolarından yararlanılarak yapılmıştır). Yukarıdaki özet karşılaştırmalardan anlaşılacağı üzere, daha önce dış ödemeleri yapamayıştan doğan bunalımlardan kurtulan Türkiye ise, emperyalizmin yeni tuzağından kurtulamayıp, içinden çıkılması zor bir bunalıma düşen nadir ülkeler arasında yer almıştır (Benzeri ülkeler; Endonezya, Filipinler, Meksika ve benzer bir bunalımdan geçmeyen Yunanistan ve Mısır'dır).
Yeni sömürü yöntemleri Emperyalizmin özellikle yukarıda anılan eski tip (tekrarlayalım, dış ödemelerdeki bunalımdan doğan) bunalımlara düşen ülkelere buradan kurtulmaları için ilkönce IMF ve Dünya Bankası'ndan o zamana kadar görülmemiş büyüklükte krediler açılmıştır (Örneğin Türkiye'ye parça parça toplam 40 milyar dolar ve Güney Kore'ye 61 milyar dolar). Konumuz olan, "Türkiye'ye memur edilen" Ekonomiden Sorumlu ve son derece yetkili Devlet Bakanı Kemal Derviş eliyle Türk ekonomisi yepyeni bir modele sokulmuştur. Bu modelde, ülkede faizler "dışarıdan ve içeriden" borçlanmayı kolaylaştırmak için yüksek tutulmuştur. Bir yandan görülmemiş cömertlikteki IMF kredileri, öte yandan yüksek faizler sayesinde içeriden ve dışarıdan sağlanan borçlanmalarla oluşan likidite bolluğuyla, özellikle tuzu kurular başta olmak üzere, ülkenin her tabakasının tüketim düzeyi yükseltilmiştir. Oysa bunalımdan çıkan Asya ülkeleri, örneğin Güney Kore, verilen daha da cömert fonları milli sanayilerini yeniden kurup daha da güçlendirme yolunda kullanmıştır. Türkiye'de, IMF fonları ve yüksek borçlanma faizleri sayesinde gelen dış fonlar, ülkenin ihtiyacının üstünde gelince dış ülke paraları (özellikle dolar ve avro) kambiyo değerlerinde hızla düşüşe girmiştir. Bunun sonucu dışarıdan gelen mallar karşısında yarışamayan (rekabet edemeyen) milli sanayi içerideki pazarını adım adım yitirmeye başlamıştır. Eskiden dış ödeme araçlarının kıtlığı yüzünden azgelişmiş ülkeleri insafsızca sömüren emperyalist ülkeler, bu kez aynı amaca daha karşı konulamaz yöntemlerle varma yolunu seçmişlerdir. Bu yepyeni bir yöntemdi ve aldatıcılığı da daha yüksekti. Emperyalist sistem sömürülen ülkelere diyordu ki:
http://genclikcephesi.blogspot.com
5
1) Senin milli sanayinin sahipleri sana ürettiği her şeyi dünya fiyatlarının üzerindeki fiyatlarla satıp senin halkını ve devletini sömürüyorlar. Ama sen bunlara karşı çaresiz değilsin! Gümrüklerini, gümrükle eş etkili sınırlarında ithal mallarından aldığın vergileri azalt, hatta istersen büsbütün kaldır! Her şeyi, batakçı özel ya da kamu kuruluşundan yüksek fiyatla alacağına dışarıdan ucuz ucuz getir! Sen hala o milli sanayiyi, sosyal politikaları savunan, dünyayı mutlu edecek globalleşme politikalarını eleştirenlere bakma, onlar tarih öncesinin yaratıkları dinazordurlar! 2) Böyle politikaları uygulamak için paran yoksa önemli değil! Dünyada para kadar bol hiçbir şeyin olmadığı bir dönemden geçiliyor, yeter ki sen gerekli faizi öde. Bu faiz bazen yüksek görünebilir, ama sağlayacağın öyle büyük avantajlar var ki göze almaya değer! (Aslında söyledikleri arasında tek doğru olan para bolluğuydu. Mali piyasalarda yaratılan finansman imkânının, daha dün diyebileceğimiz 1990'da 3,5 trilyon dolarla dünya hâsılasının yüzde 27'sine eşit büyüklükten, 2007'de 380 trilyon dolarla dünya hâsılasının yüzde 778’ine ulaşması, ne yaman bir likidite büyümesi karşısında olduğunuzun işaretidir. 3) Emperyalizmin yeni sömürü yönteminin sonucunda sömürülen ülkede karşı çıkış, yeni yöntemli sömürünün vahametini bilmeyenler ve ekonomide milliyetçi bir yönün var olabileceğinin farkında olmayanlar için mümkün değildi. Şöyle diyorlardı karşı çıkanlara ekonomistlerin çoğu: — Eskiden dış ödeme aracı eksikliği, yani döviz sıkıntısı sonucu sınaî tesisler tam kapasitede çalışıyorlar mıydı? Hayır. Şimdi böyle bir sorun kaldı mı? — Eskiden enflasyon olağan yıllarda yüzde 50’lerde, kriz ve krize yakın yıllarda ise yüzde 80-150'lerde gezerdi. Şimdi yüzde 10 bile eleştiriliyor. Bu, globalleşme ve tam serbest bir ekonomi sayesinde olmuyor mu? 2007'ye kadar yukarıdaki gibi yürürlükteki ekonomik düzenin sadece faydalı ve haklı olmayıp, "kaçınılmaz" olduğunu savlayan ekonomistler, Batı ekonomi bilimleri dünyasında çoğunluktaydı. Oysa bugün durum öyle değildir. Hele ekonominin dümeninin özel kesime bırakılmasını savunanların sayısı çok azalmıştır. On yıllardır liberalizmin ve globalizmin en büyük akıl vereni, bilgisi ve otoritesine itiraz edilemez bir ekonomistin, şimdi verdiği akıllardan dolayı özür dileyen yazısında şöyle deniyor: "Piyasa güçlerine fazla serbestlik vermek doğru değildir." (...) Ama bugün FED Başkam B. Berrnanke bile, kendisi dahil hiç kimsenin büyük Nevvyork, Londra, Frankfurt ve Tokyo bankalarının konut kredisi sonucu iflas etmeyeceklerini tahmin edemez durumda olduklarını söylüyor. Ben, geçmişte bugünkü finansal araçların işleyişinin teorisinin geliştirilmesine katkı yapmış biri olarak, tabii suçluyum. Bugün açıkça ortadaki bu araçlar şeffaflığı ortadan kaldırıyor ve aşırı riskli borçlanmaya yol açıyor... Bugün neden konuşuyorum? Geçmişte A. Greenspan'ın Fed'ine ve İngiltere Merkez Bankası'na para politikasında güçlü hizmet vermiş olan araçlar değişmek zorunda... [İçinde bulunduğumuz] bu durum tabii ki umutsuz değil, ama borçlanmayı düzenleyecek yeni ve rasyonel düzenlemeler gerekli. Böyle durumlarda (Büyük depresyonda önerildiği gibi) Merkez Bankası ve Hazine son borç veren olmalı ve kendileri de borçlanmamalı. Spekülatif piyasalar kendi kendilerini düzeltemezler. Böyle ortamlarda orta yol izlenmelidir. Piyasa güçlerine fazla serbestlik vermek iyi değildir."3 Ne yazık ki bizde iktidar goygoycuları ekonomi fikir dünyasındaki bu değişiklikten haberdar değiller. Ama 3
P. Samuelson, Heralde Tribune, 27 Kasım 2007.
http://genclikcephesi.blogspot.com
6
hükümetin ve Türkiye oligarşisinin destekleriyle düdüklerini öttürüp kafa karıştırmayı sürdürüyorlar. Bu zorunlu girişten sonra yukarıdaki iki asılsız iddiaya yanıt verelim: 1) Son ürün (örneğin konfeksiyon ya da otomobil) üreten üretici tesisleri buldukları borç dövizlerle hammaddelerini dışarıdan sağlayıp atıl kapasitesiz çalışıyor. Bu doğru. Ama bu son ürünü üretirken satın aldıkları hammaddeler ve ara mallar nereden geliyor? Çok büyük oranda dışarıdan. Bu nedenle ara malı ve yedek parça üreten sanayi tesisleri birer birer kapanıyor. Örneğin oto yedek parçası ya da iplik üreten fabrikalardan eser kalmama yolunda gidiş var. 2) Evet enflasyon tek haneye indi, 2008'de belki de o da olmayacak. Bunun nedenini anlamak isteyen ekonomistlere The Economist dergisi koleksiyonunu salık veririm. Bütün dünyada enflasyonun büyük oranda düşmesinin nedeni olarak, ucuz mal üreten Çin ve Asya ülkelerinin dünya ticaretinde ki ağırlıklarının artması olarak gösteriliyor bu dergide. Görüldüğü gibi özel girişimin ve küreselleşmenin övgücülerine, vaktiyle bu sistemin kurulmasına akıl veren kişi ve dergiler artık katılmıyor. Bugünkü dünya ve Türkiye ekonomisinde edinilmiş, üzerinde yanlış kanı oluşturulmuş kavramları hakkıyla anlatabilmek için zorunlu olarak geniş tutma zorunda kaldığımız bu girişten sonra Türkiye ekonomisinin bu gün içine girdiği müzmin krizin durumunu şöyle açıklayabiliriz:
I. Müzmin kriz durumu Türkiye ekonomisi bugün dışarıdan ürettiği mal ve hizmetlerin en az yüzde 5'i oranında net borçlanma yapmadan yaşayamaz durumdadır. Yaşadığımız son yıllarda "dış fon akımları" en az bu düzeyde gelmektedir. Ve buna dayanılarak Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından geliştirilen bir hesap sistemiyle Yurt İçi Gayri Safı Hasıla olsun, Gayri Safî Milli Hasıla olsun doyurucu oranlarda büyüdüğü ilân edilerek dış ve iç kamu oyunda AKP hükümetlerinin ekonomik icraatı alkışlatılmaktadır. Oysa, TÜİK bu hesaplamalarında bilimselliğe sırt çevirerek ekonomiyi iktidarın iyi yönettiği yolunda ona kanıtlar uydurma yolundadır. Bunu gerek ben ve gerekse başta Sayın Selim Somçağ birçok kez ortaya koyduk. Ama ne yazık ki bizde akademik çevrelerde bile, eskiden beri istatistikleri düzenlemekle görevli kuruluşların yayınladıkları veriler, saçmalığı ne kadar görülse bile, esas almıyor. Ancak, TÜİK'in yayınladığı veriler doğru kabul edilse bile Türkiye ekonomisinin, TARİHİMİZİN EN BÜYÜK KRİZİ İÇİNDE OLDUĞUNU kanıtlayacağız.
Toplumsal yanıyla kriz 1. a) Türkiye ekonomisi, yukarıda anlattığımız gibi dışarıdan, en az GSMH'nin yüzde 5'i kadar dış kaynak girmesi sayesinde ayakta durabilmektedir. Bu kaynak girişini sağlayan en önemli etken dünyanın en yüksek borçlanma faizinin Türkiye'de uygulanmasıdır. Yani elde edilen gelirler yurt içinde kalmıyor, faiz olarak önemli bir kısmı ülkeden çıkıyor. Bu yıl Cari Dış Açık denen bu fonlar toplamının 50 milyar dolan bulacağı resmi ağızlardan ifade ediliyor ve hesaplanıyor. Bugün Merkez Bankası'nın resmen kabul edip duyurduğu faiz oranı yüzde 22 olduğuna göre, sadece bu açığa karşılık ödenecek dış faiz 11 milyar dolardır, yani 13 milyar YTL dış borçlar faizine gidiyor.
http://genclikcephesi.blogspot.com
7
b) Yukarıda anıp tanımladığımız cari dış açığın büyük kısmı Türkiye özel sektörünün dış açıklarından ileri geliyor. Kamu kesimi, harcama / gelir açığını büyük ölçüde içerideki kurum ve kişilerden aldığı borçlanmalarla kapatıyor. Türkiye bütçelerinde her yıl en az 45 milyar YTL (bu yıl 54 milyar YTL) faiz ödemeleri görünüyor ve bunların kesin hesaplarında yaklaşık tamamının hak sahiplerine ödendiği görülüyor. Yapılan inanılır birçok hesaplamalarda bu ödemelerin yüzde 30'nun dışarıdaki, ama yüzde 70'inin içerideki kurum ve kişilere ödendiği merkezinde sonuçlar veriyor. Bu hesapla 2008 bütçesinden ödenecek 50 milyar YTL borç faizinin yüzde 70’i olan 35 milyarının Türkiye'deki alacaklılara ödendiği meydana çıkıyor. 2) Ülke içinde mal ve hizmet üreten firmaların sayısı ve toplam ulusal sermaye içinde hisseleri her yıl hızla artmaktadır. Doğal ki yabancı firmaların kârları ve hisse senedi sahiplerinin elde etti kâr paylarından yurt dışına transferler de yıldan yılda artmaktadır. 2007 yılında bu götürülen paralar hakkındaki Cumhuriyet gazetesinde çıkan bir yazıyı buraya alıyorum: "Yabancı sermaye son yıllarda Türkiye'deki doğrudan ve portföy yatırımlarından rekor düzeyde kâr elde ederek ülkesine aktardı. Yabancılar 2003 yılı başından bu yılın Nisan sonuna kadarki dönemde Türkiye'deki doğrudan yatırımlarından elde ettikleri kârlar ve 'sıcak para' ile gelen dış sermayenin portföy yatırımlarından sağladıkları gerililerin toplamdan 25 milyar dolara yakın bölümünü ülkelerine transfer etti. Bu transferlerin 2007 yılma isabet edeni 7 milyar dolardır."4 Ki bu da yaklaşık 8,5 milyar YTL eder. Buraya kadarki açıklamalardan anlaşılacağı gibi 2007 yılında yabancılara giden faiz, kâr ve kâr paylarının (temettülerin) toplamı (13+8,5) 21,5 milyar YTL'yi bulmaktadır. Ki bu tutar TÜİK rakamlarının belirttiği GSMH'nin yüzde 2,2'sine eşittir. 2007 yılının abartmalı olarak ilân edilen TÜİK GSMH büyümesi yüzde 4,5 olduğuna göre, demek ki büyüyen ekonominin büyüyen kısmının hemen hemen yarısı yurt dışına gitmiştir. Milli gelirden yurt içindeki tefecilere giden ise 35 milyar YTL'dir. Ki GSMH'nin yüzde 4'üne yakın bu gelirlerin en az yüzde 80'i büyük gelir sahiplerine gitmektedir. Kaldı ki yurt dışına giden ve halkımızın refah ve birikimine yararı olmayan fonlar sadece yukarıda anlattıklarımızdan ibaret değildir. Ülkenin tek menkul değerler borsası olan İstanbul Menkul Kıymetler Borsası'nda da yüzde 70 oranında yabancılar egemendir. Buradan elde edilen rantların hesabı mümkün değildir ve tabiatıyla yukarıdaki hesabın içinde yoktur. Tuzu kuruların elde ettikleri yıllık 35 milyar YTL ise, büyük oranda ertesi yıl yeniden yüksek faizli devlet fonlarına yatırılmakta ya da yüksek gelirlilerin lüks harcamalarına eklenmektedir. Anlayacağınız ilan edilen büyümenin, işçi, çiftçi, emekçi, hele çiftçi ve esnafa bir yararı yoktur. Aslında hükümet icraatında bunu itiraf ediyor. Memur maaşlarına sadece bir yıl önceki enflasyonu gözeterek zam veriyor, büyüme dolayısıyla aynı bir refah payını hiç düşünmüyor. Ülkenin nüfusunun yüzde 90'ına refah ve ek geliri yıllardır veremeyen bir ekonomi için ancak KRİZDEKİ BİR EKONOMİ tanımı yapılabilir.
Ekonomik yönüyle kriz Ekonomide Cari Dış Açık yıldan yıla artarak sürüyor. Başbakan ve iktidar sözcüleri borç olarak sadece kamu borcunu ve bunun GSMH'ya oranının düştüğünü ileri sürerek iç 4
Cumhuriyet gazetesi, "Kaşıkla Verip Kepçeyle Aldılar". 17 Haziran 2008.
http://genclikcephesi.blogspot.com
8
kamuoyunu idare ededursun, özel kesimin dış borçlanması yıldan yıla roket hızıyla artış halinde. Bizde Cari Dış Açık hakkında eleştiriler eksik yapılıyor. Aslında yüksek cari dış açığın en önemli göstergesi, milli ekonominin kendi başına yürüyemediğini ortaya koymasıdır. Türkiye ekonomisi en az yüzde 5 dış cari açık vermeden büyüme şurda dursun, üretim yapamama durumuna girer. Dünyada Türkiye'ye benzer bir ülke aranırsa bu Amerika Birleşik Devletleri'dir. ABD ekonomisi tıpkı bizim ekonomimiz gibi tek başına bir ÜRETİM MAKİNESİ olmaktan bir süredir çıkmıştır. Benzemek istediğimiz ABD'nin ekonomiside bizimki gibi zavallı durumuna düşmüş bulunuyor. Her iki ülkede de özel kesimin dış borçları büyümektedir. ABD'nin 3,3 trilyonu bulan dış borçlarının -ki GSMH'nin üç katıdır- dörtte üçü özel sektör borçlarıdır. Bizde de gidiş o yöndedir. ABD'de olsun bizde olsun özel kesim, imalatının büyükçe kısmını ya doğrudan ya da finansal açıdan dışarının yardımı olmadan yapamıyor. Millî sanayinin iç pazardaki talebi karşılama payı yıldan yıla düşüyor. Bir örneğini otomobil endüstrisinden verelim: Eskiden Amerika'da milli firmalar iç talebin yüzde 80'ini karşılardı. Şimdi bu oran yüzde 20'ye inmiştir. Aynı olumsuz trend Türkiye'de başka biçimde gelişmiştir. Ürünlerde yerli parça toplamı yıldan yıla düşmüş ve yüzde 20 düzeyine dayanmıştır. Bu hesapla diyebiliriz ki, üretilen her 1000 arabanın 800'ü dışardan geliyor gibidir. Cari dış açık asıl bu açıdan önemlidir. Hele bizdeki (ve ABD'deki) gibi yıldan yıla artıyorsa, ekonomi yıldan yıla milli ellerden çıkıyor ve yabancıların eline geçiyor demektir. ABD bu açığı doların rezerv para olmasıyla para basarak atlatıyordu, Türkiye ise en değerli milli firmalarını satarak...
Ekonomistlerin "KRİZ" yanılgısı Ekonomistlerimiz milli firmalarımızın, bankalarımızın, sigortası" ketlerimizin, yani milli üretim araçlarımızın giderek elden çıkması KRİZ olarak bakmıyorlar. Onlar, yurtdışından gelen fonların ciddi biçimde azalması ve eskisi gibi dış ödeme araçlarında bir kıtlık doğması sonucu eski anlamıyla bir krizi bekliyorlar. Oysa bu mümkün değildir. Çünkü; 1) Yukarıda anlattığımız gibi dünyada vaktiyle hayal edemediğimiz bir likidite bolluğu vardır. Bunların toplamı, yukarıda yazdığımız gibi 2007'de 380 trilyon dolar (dünya hâsılasının 778 katı) idi, aradan altı ay daha geçti, bugün daha fazla olmalı. Bu likidite kitlesinden yüksek faizi verdikten sonra ihtiyacınız kadar, hatta onun da üstünde dış ödemeye elverişli fon (döviz) çekebilirsiniz. Bizim hükümetimiz ve Merkez Bankamız da evvel Allah yüksek faizi hiç eksik etmiyor. Emperyalizm eskiden bizim gibi ülkeleri döviz kıtlığına uğratır öylece sömürüsünü artırırdı. Bugün bunu ülkeyi dövize boğarak yapıyor. Bu maksatla da durmadan ABD ve AB'de para basılıyor. Bu paraları eline geçiren aç gözlü bankerler anasının nikâhı faizlerle bizim gibi ülkelere satıyor. Karşılığı ise, yüksek faize ek olarak ülke halkının yarattığı pazarı gitgide yüksek oranda ele geçiren emperyalizmin ayakta kalmasının yolları açılıyor. 2) IMF, ne olur ne olmaz, bazı arkadaşların anladığı anlamda, bir kriz olursa diye, bunu da hesaba katmıştır. Bunun için TC Merkez Bankası'nı güçlü rezerv biriktirmeye zorlamıştır. Bugün Banka'nın 75 milyar dolarlık bir döviz rezervi vardır. Bu döviz, ihracat ve benzeri yollardan hiç döviz elde etmese bile -ki bu düşünülebilecek en uç olasılıktırTürkiye'nin altı aylık ithalâtını ve geçmiş yıllar borç faizini ödemeye yeter de artar bile.
http://genclikcephesi.blogspot.com
9
Aslında bu süre sonunda da bir çare bulunur. Üç aylık süre artık bu yenidünya ekonomi sisteminde gerekli önlemi almak için çok uzun bir süredir. Bu nedenlerle birçok değerli ve sol ekonomistin, "dışarıdan gelen fonlar yavaşlarsa, hele büsbütün kesilirse" yönündeki eleştirileri yerinde ve yanıtı bulunmayacak bir eleştiri değildir. Ama Türkiye Ekonomisi özellikle 2003 yılından bu yana ciddi ve onu çöküşe götüren bir bunalım içindedir.
Ekonominin içinde bulunduğu çökertici kriz Bunalım şu şekilde gelişmektedir: 1) Her yıl bir öncekinden daha yüksek bir hacimde dış kaynak ihtiyacı bulunduğundan borçlanma faizleri yüksek tutuluyor. 2) Bu politikanın sonucu olarak Türkiye dünyanın en yüksek faiz yeren ülkesi haline geldi. Bizden çok daha yüksek cari dış açık veren İspanya'da (GSMH'nın yüzde 9'u), on yıllık Hazine Bonosu faizi yüzde 4,92 Yunanistan'da GSMH'nın yüzde 14'üdür hazine borç faiz oranı yüzde 5 dolayındadır. 3) Bu yüksek faiz sayesinde ülkeye ihtiyacın bile üstünde dış fonlar gelmektedir. 4) Borç olarak gelen dış fonlar nedeniyle, dövizler ucuzlamaktadır. Bunun sonucu ithal malları, içeride üretilen mallardan daha ucuz hale gelmektedir. 5) Bir yandan bu nedenle dış ticaret ve cari dış açıklarımızın daha da yükselmekte bir yana içeride mal ve hizmet üreten firmalarımızın iç pazar payı yabancıların eline geçmektedir. 6) Bu, sadece imalât sanayiinde değil, bankacılık (bugün en düşük hesapla kesimin yüzde 40'ı) ve sigortacılık (bugün kesimin yüzde 70'i) kesiminde de aynı şekilde oluşan bir olumsuz gelişmedir. Böylesi bir gelişmeyi Türkiye ekonomisi, Türklerin ekonomisi olmaktan çıkıp, Türkleri, yabancıların ve toprak ağalarının, iktidarın beslediği müteahhit ve tefecilerin soyduğu devasa bir tezgâh haline gelmiştir. Emperyalist sömürü türlü biçimlerde içerdeki işbirlikçileriyle ülkenin önce iç pazarını, sonra on yılların birikimleriyle kurulmuş üretim tesislerini yok pahasına eline geçirmektedir. Hem de "bak ne güzel kalkınıyorsunuz" diyerek. Bu öyle bir kriz ki DEVRİM derecesinde bir değişim olmadan önüne geçilemez.
http://genclikcephesi.blogspot.com
10
View more...
Comments