Anatoli Ribakov - Arbat Çocukları

April 6, 2017 | Author: Arnaldo Cappi | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Anatoli Ribakov - Arbat Çocukları...

Description

ANATOLI RIBAKOV - Arbat Çocukları ARBAT ÇOCUKLARI TARİH ANATOLİ RIBAKOV ARBAT ÇOCUKLARI Türkçesi: Uğur Büke İ S T A N BUL Cem yayınevi Dizgi: Metin Dizimevi Baskı: Gümüş Basımevi İSTANBUL—1988 ANATOLI RIBAKOV 14 Ocak 1911'de Çernigov kentinde doğdu. 1919'dan beri Moskova'da oturuyor. 1928'de ortaokulu bitirdikten sonra kimya fabrikasında hamallık ve şoförlük yaptı. 1934'de Moskova Ulaşım Enstitüsünü bitirdi. 1941'e kadar Ufa, Kalinin, Ryazan kentlerinde mühendis olarak çalıştı. 1941'de orduya katıldı ve değişik cephelerde savaştı. Madalya ve nişanlar aldı. Savaşı 4. Muhafız av. cı kolordusu nakliye komutanı olarak bitirdi. Î946'da terhis oldu. 1948'de ilk öyküsünü yayınladı. SSCB ve RSFSC Devlet ödülünün sahibi. Önemli yapıtları : 1. Meç, uzun öykü. (1954'de sinemaya, 1975'de TV'ye uyarlandı, tiyatrolarda sahneye kondu) 2. Şoförler, Roman, 1950. 3. Yekaterina Voronina, Roman, 1955 (Aynı adla sinemaya aktarıldı.) 4. Bronz Kuş, öykü 1956 (Aynı adla TV filmi)' 5. Kroş'un Maceraları, Öykü, 1960 (Aynı adla TV filmi.) 6. Çam Ormanında Yaz, Roman, 1964. 7. Kroş'un Tatili, Öykü, 1966 (Aynı adla TV filmi.) 8. Meçhul Asker, Öykü, 1970 (Sinema ve TV filmi.)) 9. Atış, Öykü, 1975 (TV filmi.)

10. Ağır Kum, Roman, 1978. 11. Arbat Çocukları, Roman, 1987. A. Rîbakov'un yapıtları 45 dile çevrildi. SSCB halklarının dilleri dışında Arnavutça, İngilizce, Arapça, Bengalee, Bulgarca, Macarca, Viyetnamca, Yunanca, Bani-markaca, İbranice, İspanyolca, Çince, Korece, Moğolca, Almanca, Norveççe, Lehçe, Rumence, Türkçe, Fince, Fransızca, Çekçe, İsveççe, Japonca yapıtlarının çevrildiği dillerin başlıcalarıdır. BİRİNCİ BOLÜM 1 Arbat'ta, şimdilerde Plotnikov ve Vesnin olarak adlandırılan Nikolski ve Denejnıy sokakları arasındaki en büyük ev. Birbiri ardına yükselen sekiz katlı üç bina. îlkinin cephesi beyaz çiniyle kaplı. «El işi», «Kekemelikten Kurtulma», «Bevliye ve Zührevi Hastalıklar» benzeri tabelalar asılmış. Köşeleri saç kaplı, alçak kemerli geçitler iki avluyu birleştiriyor. Şaşa Pankratov evden çıkıp sola, Smolenskaya alanına doğru yöneldi. «Arbatski Ars» sinemasının önünde paltolarının yakasını özensizce kaldırmış, boyalı dudaklar, kıvrık kirpikler, bir şeyler bekleyen gözler ve boyunlarında renkli eşarplanyla kızlar, Arbat, Dorogomilovski ve Pluşçiha kızları dolaşıyorlar. Arbat'ın sonbahar şıklığı... Film bitmiş. Seyirciler avludan dışarı çıkıyor, kendilerini buraların ezeli sahibi yeni yetmelerin neşeyle oynaştıkları sokağa atıyorlar. Arbat bir günü daha bitiriyordu. Arası hâlâ taş döşeli tramvay raylarının dışında yeni asfaltlanmış köprüden ilk Sovyet otomobilleri «GAZ» ve «AMO»lar atlı arabaları geride bırakarak geçip gidiyordu. Tek ya da iki vagonlu tramvaylar büyük kentin ulaşım sorununu çözmek için umutsuzca bir yeltenişle parktan çıkıyordu. Yeraltında ise çoktan metro kuyruğu oluşmuştu. Smolenskaya metro istasyonunun tahta kulesi yükseliyordu ilerde. El örgüsü yün bir süveter giymiş, elâ gözlü, elmacık kemikleri çıkık bozkır kızı Katya, Saşa'yı Deviçye'de, Kauçuk Fabrikası'nın kulübünün önünde bekliyordu. Şarap kokusu yayılıyordu Katya'dan. — Kızlarla kırmızı şarap içtik. Bayram yok mu senin için? — Ne bayramı? — Ne mi?... Pokrov! (*) — Yaa... — Sana da bir «yaa»...

— Nereye gidiyoruz? — Nereye mi? Arkadaşıma. — Ne alayım? — Meze var. Votka al. Önce Büyük Savvinskiy sokağından, sarhoş naralarının, düzensiz şarkıların ve armonikayla gramofon seslerinin duyulduğu eski işçi yatakhanelerinin yanından, sonra da tahta fabrika çitlerinin arasındaki dar yoldan geçerek nehir kıyısına indiler. Solda, Sverdlov ve Livers fabrikalarının geniş camları, sağda Moskova nehri, ilerde Novodeviçye manastırının duvarları ve çevre demiryolu köprüsünün metal gövdesi, onların ardında da bataklık, çayır, Koçki ve Lujniki... — Beni nereye götürüyorsun? — Nereye, nereye... Yürü, aç adam için yol ne ki! Şaşa kızı kucakladı. Katya kollarından kurtulmaya çalışarak, — Sabret, dedi. Şaşa kızın omuzlarını daha sert sıktı. —• Yapma! Dört katlı, sıvasız ev sapa bir. yerdeydi. Sağlı sollu bir sürü kapının sıralandığı kötü aydınlatılmış uzun koridoru geçtiler. Son kapının önünde Katya, — Marusya'nın arkadaşı evde, dedi. Hiçbir şey sorma. Yüzü duvara dönük bir adam divanda uyuyordu. Pencerenin yanında oturan on-onbir yaşlarındaki kızla oğlan dönüp Katya'yı selamladılar. Köşedeki masanın yanında, lavabonun önünde duran kısa boylu, Katya'dan oldukça yaşlı bir kadın hareketlendi. Marusya'ydı bu. Ellerini kurulayıp önlüğünü çıkarırken, (•) POKROV : Eylülün ilk haftası kutlanan Hıristiyan bayramı (ç.n.) — Bekledik, bekledik, dedi. Gelmeyeceğinizi düşünmeye başlamıştık. Gezmeye daldılar herhalde, dedik. Vasili Pet-roviç, kalkın, konuklar geldi. Asık suratlı, zayıf adam kalktı, seyrek saçlarını düzeltti, uykusunu dağıtmak için avucuyla yüzünü oğuşturdu. Kravatı çözülmüş, yakası ezilmişti. — Börekler soğudu. Marusya çavdar unundan yapılmış böreklerin üstündeki havluyu kaldırdı.

— Bu soyalı, bu patatesli, bu da lahanalı. Torna, tabakları ver. Kız tabakları masaya koydu. Ceketini çıkaran Katya büfeden çatal bıçak alarak masayı düzenlemeye başladı. Her şeyin yerini biliyordu, anlaşılan birçok kez gelmişti buraya. — Odayı topla, dedi Marusya'ya. Sandalyelerdeki giysileri alırken kendini temize çıkarmak istercesine, — Yemekten sonra uyuduk, dedi Marusya. Çocuklar da kâğıtları dağıtmışlar, Vitya, kâğıtları topla. Oğlan yerde sürünerek kâğıt parçalarını topladı. Vasili Petroviç yüzünü yıkadı, kravatını düzeltti. Marusya her börekten bir parça kesip, pencerenin yanına koydu. — Haydi yiyin. Vasili Petroviç de votkaları doldurdu. — îyi bayramlar! — En kötü günümüz böyle olsun! Katya, Şaşa dışında herkese baktı. Onu ilk kez tanıdıklarına getirmişti. Onunla birlikteyken hep şarap içmesine karşın burda votka içiyordu. — Tam da kara gözlüsünü kapmışsın, dedi Marusya başıyla Saşa'yı göstererek. — Kara gözlü, hem de kıvırcık saçlı, diye gülümsedi Katya. — Saçlar gençlikte kıvır kıvırdır, yaşlılıkta araşan da bulamazsın, diyen Vasili Petroviç yeniden şişeye uzandı. Sa-şa'ya somurtkan gelmiyordu artık. Konuşkanlığıyla, tanısık9 lığı pekiştirmek ister gibiydi. Marusya da anlayışla bakıyordu onlara. Marusya'nın konukseverliği, kentin dışındaki bu ev, dışardan duyulan armonika sesleri ve şarkılar Saşa'nın hoşuna gitmişti. — Niye yemiyorsunuz? diye sordu Marusya. — Yiyorum, sağolun, börekler çok nefis. — Doğru dürüst maya bulunmuyor ki. Sağolsun Vasili Petroviç getirdi de böyle güzel oldular, yoksa...

Vasili Petroviç maya konusunda ciddi bir şeyler söyledi." Çocuklar biraz daha börek istediler. Marusya onlara yeniden börek verdi. — Yalnızca sizin için mi pişirildi? Hadi yeter, elinizi yıkayın! Çocukların yataklarını topladı. Ve onları odadan çıkardı. Çocuklar yatmaya gittiler. Vasili Petroviç de toplandı. Marusya onu yolcu etmeye çıktı. Çıkarken Katya'ya: — Temiz yatak örtüsü dolapta, dedi. Marusya kapıyı kapatınca Şaşa, — Bu adama ihtiyacı mı var? diye sordu. — Kocası nafaka vermiyor, bulabilirsen bul. Yaşamak da gerek. — Çocukların gözünün önünde? — Aç oturmak daha mı iyi? — Çok yaşlı. — Marusya da genç değil. — Niye evlenmiyor? Katya kaşının altından ona baktı. — Sen niye benle evlenmiyorsun? — Evlenmek mi istiyorsun? — istemek... Öyle olsun! Hadi yatalım. Bu da olağandışıydı. Her seferinde sanki ilk kez karşıla-şıyorlarmış gibi onu elde etmeye çalışırdı. Bugünse hemen yatağı hazırlıyor, soyunuyordu. Yalnızca, — Işığı söndür, dedi. Sonra saçlarını karıştırdı Saşa'nın. — Güçlüsün, herhalde kızlar çok seviyordur seni. Ama 10 çok, dikkatsizsin. —Üstüne iyice eğildi ve gözlerinin içine baktı— Sana bir kara gözlü doğurmamdan korkmuyor musun? Er ya da geç olacaktı bu. Çaresiz, aldırırdı. Çocuk ne ona, ne de Katya'ya lazımdı.

— Hamile misin? Katya, sıkıntı ve mutsuzluktan korunmak istercesine başını Saşa'nın omuzlarına gömdü, ona iyice sokuldu. Ne biliyordu onun hakkında? Nerede kalıyordu? Teyzesinde mi? Yurtta mı? Kirada mı? Kürtaj! Evdekilere, iş ye-rindekilere ne söylerdi? Birden günleri mi şaşırmıştı? Ne yapardı çocukla? — Öyleyse doğur, evleniriz. Katya başını kaldırmadan sordu: — Adını ne koyacağız? — Zaman çok, kararlaştırırız. Katya yeniden gülerek ondan uzaklaştı. — Sen evlenmezsin. Hoş ben de seninle evlenmem ya. Kaç yaşındasın? Yirmi iki? Ben senden daha büyüğüm. Sen okumuşsun, ya ben? İlkokul... Evleneceğim ama seninle değil. — Kiminle? İlginç. — İlginç... Bizim köyden bir delikanlı. — Nerde? — Nerde, nerde?... Ural'da, gelecek ve beni alacak. — Ne iş yapıyor? — Ne mi? Makine uzmanı. — Çoktandır tanıyor musun? — Aynı köyden olduğumuzu söylemiştim. — Şimdiye kadar niye evlenmedi seninle? — Aşkımdan deliye dönmemişti de onun için. — Şimdi deliye döndü mü? — Şimdi otuzuna dayandı. Bir bilsen, elinde ne kızlar vardı... — Onu seviyor musun? — Eh, seviyorum... — Öyleyse niye benimle birlikte oluyorsun?

11 — Niye, niye?... Ben de yaşamak istiyorum. Polis gibi soru soruyorsun. — Ne zaman geliyor? — Yarın. — Bir daha görüşmeyecek miyiz? — Düğüne mi çağırayım seni?... Çok güçlüdür, bir dokundu mu, yandın. — Görürüz. — Vay vay! — îyi de, hamilesin. — Kim söyledi? — Sen. — Ben hiçbir şey söylemedim. Kendin uydurdun. Yavaşça kapıya vuruldu. Katya Marusya'ya kapıyı açıp yeniden yattı. — Uğurladım, dedi Marusya ışığı yakarak. Çay ister misiniz? Şaşa pantolonuna uzandı. — Ne oldu? Rahatsız olmayın, — Çok utangaçtır, dedi Katya gülümseyerek. Benle dolaşmaktan utanıyor, evlenmek istiyor. — Evlenmek çok kolay, boşanmak da öyle, dedi Marusya. Şaşa, kalan votkayı kadehine boşalttı, bir parça börek yedi. Aslında Katya'ya her şey böyle güzel bittiği için gönül borcu duyması gerekirdi. Bu makine uzmanı mutlaka vardır. Ama işin aslı o değildi. Katya onu yine kızdıracak, o ise susup kalacaktı. Aptal! Kalktı. — Nereye? diye sordu Katya. — Eve. — Ne oldu? Uyuyun, sabah gidersiniz, dedi Marusya. Ben komşuda yatarım, kimseyi rahatsız etmiyorsunuz.

—¦ Gitmem gerek. Katya somurtarak bakıyordu. — Yolu bulabilir misin? — Kaybolmam. 12 Kız onu kendine çekti. — Kal. — Gideceğim. Hoşça kal. Her şeye karşın iyi bir kızdı Katya. Yazık! Kendisini aramazsa bir daha hiç görüşemiyeceklerdi. Şaşa adresini bilmiyordu. «Teyzem kızıyor» deyip adresini vermiyordu Katya. Hattâ çalıştığı fabrikayı bile söylemiyordu. «Kapının önüne postu serersin sonra.» Önceleri Katya ara sıra telefon ediyor, sinemaya ya da parka gidiyorlar, sonra da Neskuçnıy parkının derinliklerinde kayboluyorlardı. Birinde parktaki sıralar ay ışığında pırıl pırıldı. «Ne düşünüyorsun... işte yakınlaştın...» diyen Katya ona dönmüş, kuru, sert dudaklarını onunkilere yapıştırmış, pürtüklü parmaklarıyla saçlarını okşamıştı. — Seni ilk gördüğümde çingeneye benzetmiştim. Köyümüzün yakınına çingeneler konaklamışlardı, senin gibi karaydılar. Yalnız senin tenin daha düzgün. Yazın, annesi teyzesine yazlığa gittiğinde Katya evlerine geldi. Gözleri kızgındı, evin girişinde oturan kadınlardan utanmıştı. «Gözbebekleri fıldır fıldır. Bir daha gelmem.» Telefon ettiğinde genellikle susar, telefonu kapatır, sonra yeniden arardı... — Katya, sen misin? — Evet... —• Niye yanıt vermedin? — Ben aramadım ki... — Buluşuyor muyuz? —¦ Nerde buluşacağız? — Parkın yanında? , — Attın... Deviçka'ya gel.

— Altıda, yedide? — Ben altıda gelirim... Şimdi onun aramasını bekleyeceğini düşünürken, bütün bunları anımsamıştı. Ertesi gün okuldan çabucak eve dön13 mek istedi, belki arardı. Ama Ekim Bayramı için çıkardıkları duvar gazetesinin bitmesi için kaldı. Sonra da parti bürosunun oturumuna çağırdılar. Kapının yanında boş yer yoktu. Şaşa öne dizilen sandalyelerin arasına tıkış tıkış oturanları sıkıştırarak sokuldu. Yakası iki beyaz düğmeyle kapanmış, mavi saten gömleğini zorlayan geniş göğse sahip, yuvarlak, düz ve somurtkan yüzlü, kumral saçlı parti büro sekreteri Baulin, Saşa'ya hoşnutsuzlukla baktı. Onun köşeye oturuşunu izleyip yeniden Krivoruç-ko'ya döndü. — Siz, Krivoruçko, yurdun yapımını sekteye uğrattınız. Nesnel nedenler hiç kimseyi ilgilendirmiyor! Fonlar acil yapılara harcandı. Siz Magnitka'dan değil enstitüden sorumlusunuz. Verilen zamanın gerçekçi olmadığı konusunda niye uyarıda bulunmadınız? Ha, zaman gerçekçi... Neden zamanında bitirilmedi? Yirmi yıldır partidesiniz?... Geçmişteki hizmetleriniz için başımız kıldan ince, ama hataları da bağışlamayız. Baulin'in ses tonu Saşa'yı şaşırttı. Öğrenciler müdür yardımcısı Krivoruçko'dan çekinirdi. Enstitüde onun başarılı askeri geçmişi konuşulurdu: Hâlâ asker pantolonunu, gömleğini ve çizmelerini giyiyordu. Göz altları şiş, uzun burunlu, hafifçe kambur olan bu adam hiç kimseyle konuşmaz, verilen selamları bile yalnızca başım eğerek karşılardı. Krivoruçko elleriyle sandalyenin arkalığına dayanmıştı. Şaşa ellerinin titrediğini gördü. Böyle insanların zayıflığı hep zavallıca gelmişti ona. Ama gerçekten de inşaat için gerekli malzemeyi vermemişlerdi. Şimdi bu konuyu hiç kimse düşünmek istemiyordu. Yalnızca Saşa'nın fakültesinin dekanı, soğukkanlı Letonyalı Yanson enstitü müdüresi Glinskaya'ya dönüp uysalca, — Ek süre verilse? dedi. Baulin hemen atıldı: — Ne süresi? 14 Glinskaya susuyordu. Böyle beceriksiz bir yardımcıyla çalıştığı için incinmiş biri gibi oturuyordu. Uzun boylu, heybetli Asistan Lozgaçev ayağa kalktı, ellerini tiyatrovari havada savurarak konuşmaya başladı: — Kürekler de mi Magnitka'ya gönderilmişti? Öğrenciler donmuş toprağı elleriyle mi kazdılar? Grubun komsomol sorumlusu burda, küreksiz nasıl çalıştıklarını

anlatsın. Baulin, merakla Saşa'ya baktı. Şaşa ayağa kalktı. — Küreksiz çalışmadık. Bir seferinde ambar kapalıydı. Sonra ambar görevlisi geldi ve kürekleri verdi. Krivoruçko başını kaldırmadan sordu: — Çok beklediniz mi? — On dakika kadar. Saşa'nın tanıklığından hoşnut olmayan Lozgaçev, sanki hatayı Şaşa yapmış gibi sitemle başını salladı. — Her şey yoluna girdi mi? diye sordu gülerek Baulin. — Girdi. — Ne kadar çalıştınız, ne kadar1 beklediniz? — Malzeme yoktu ki. — Bunu nerden biliyorsun? — Herkes biliyor. — Avukatlığı bırak, Pankratov. Yeri değil. Üyeler Krivoruçko'ya bakmamaya çalışarak partiden ihraç edilmesi için oy verdiler. Yalnızca Yanson çekimser kaldı. Daha da kamburlaşan Krivoruçko odadan çıktı. —¦ Doçent Azizyan'm yazısı geldi, diyen Baulin, Saşa'ya bakalım şimdi ne diyeceksin der gibi baktı. Azizyan, Saşa'nın grubunda sosyalist muhasebe dersleri veriyordu. Ancak ne marksizm, ne de temeller hakkında konuşuyordu. Bu temelleri tahrif edenlerden söz ediyordu hep. Şaşa, muhasebe konusunda böyle bilgi vermesinin doğru olup olmadığını sorduğunda, kıvırcık saçlı, kurnaz Azizyan gülmüştü. Şimdi Saşa'yı muhasebedeki marksist bilimsel verilere karşı çıkmakla suçluyordu. Baulin soğuk, mavi gözleriyle Saşa'ya bakarak sordu: — Doğru mu? 15

— Teorinin gereksiz olduğunu söylemedim. Muhasebe dersi almadığımızı söyledim. — Parti ülkülerine bağlılık seni ilgilendirmiyor mu? — ilgilendiriyor. Gerçek bilgiler de. — Parti ülküleriyle gerçeklik arasında fark mı var? Lozgaçev yeniden ayağa kalktı. — Yoldaşlar... Apolitikliği açıkça yaydıkları zaman... Sonra da, Pankratov, Krivoruçko hakkında kendine özgü düşüncelerini parti bürosuna kabul ettirmeye yeltendi ,geniş öğrenci yığınlarının temsilcisini aldattı. Kısaca siz, Pankratov kimi temsil ediyorsunuz? Yanson somurtarak oturuyor, tıklım tıklım dolu çantasına parmaklarıyla vuruyordu. Glinskaya, Baulin'e döndü: — Komsomola devredelim... Sesinde yüksek mevkideki insanlara özgü bir yorgunluk . duyumsanıyordu: Küçük bir sorun, önemsiz bir öğrenci. Lozgaçev, Baulin'e baktı, sanki onun Glinskaya'nın önerisinden hoşnut olmamasını istiyor gibiydi. — Parti bürosu bundan kaçınmamalı... Bu dikkatsizce söylenen sözler kararı belirledi. — Kimse kaçınmıyor, diye somurttu Baulin. Her şeyin bir yolu var. Komsomol baksın. Politik olgunluğunu görürüz. Askıda kahverengi deri bir palto asılıydı... Mark dayı! — Dolaşıyor musun?... Şaşa, Mark'm düzgün traşlı yanaklarını öptü. Mark'tan güzel pipo tütünü ve annesinin «müzmin bekâr kokusu» dediği kolonya kokusu yayılıyordu. Mark otuz beş yaşından daha yaşlı gösteriyordu: Şişman, neşeli, kel dayıcık. Sanayinin seçkin komutanlarından biri olan ve nerdeyte efsaneleşen bu adamın çelik iradesini yalnızca sarımtırak gözlüklerinin arasındaki gözleri anlatıyordu. Doğu'da yürüttüğü inşaat da efsaneleşmişti: Sovyetler Birliği'nin yeni metalürji merkezi, düşman uçaklarının erişemeyeceği yer, proleter devletin stratejik cephe gerisi. 16 — Seni göremeyeceğimi düşünmeye başlamıştım, başka yerde yatacaksın sandım... — Şaşa hep evde uyur, dedi annesi. Masada Mark'ın her zaman getirdiği şarap, salam, çaça balığı konservesi, «Türk çöreği» tatlıları vardı. Annesinin «mucize»de pişirdiği geleneksel börekleri de

masadaydı. Anlaşılan Mark, geleceğini daha önceden bildirmişti. — Uzun süre kalacak mısın? — Bugün geldim, yarın gideceğim. — Stalin çağırmış, dedi annesi. Annesi kardeşiyle ve oğluyla gurur duyuyordu. Kocası tarafından terkedilmiş, kısa boylu, güzel beyaz yüzlü ve uzun ak saçlı bu yalnız kadının gururlanacak başka şeyi yoktu. Mark, divanın üstünde duran paketi gösterdi. — Açsana. Sofya Aleksandrovna düğümü çözmeye çalıştı. — Bana bırak! Şaşa, bıçakla ipi kesti. Mark, kız kardeşine paltoluk kumaşla başörtüsü getirmişti. Saşa'ya da boston kumaşından lacivert bir takım elbise. Biraz buruşmuş olan ceket Saşa'nın üstüne tam oturdu. Sofya Aleksandrovna, — Özel diktirilmiş gibi oldu, dedi. Sağol Mark, dışarı çıkacak bir şeyi yoktu. Şaşa memnunlukla aynada kendini seyrediyordu. Mark her zaman, ne gerekliyse onu armağan ederdi. Çocukken onu çizmeciye götürmüş, Saşa'ya uzun çizmeler diktirmişti. Benzeri ne avludaki, ne de okuldaki çocuklarda vardı. O günlerde çizmeleriyle gurur duyuyordu. Onların kokusunu, çizmecinin küçük dükkanındaki deri ve katran kokusunu hâlâ anımsıyordu. O gece Mark'ı birkaç kez telefonla aradılar. Alçak ama etkili bir sesle fonlar, limitler, kademeler hakkında emirler verdi, geceyi Arbat'ta geçireceğini, sabah sekizde araba göndermelerini söyledi. Sonunda odaya döndüğünde yan gözle şişeye baktı. — Ooo! 17 Şaşa, Mark'ın sevdiği şarkıyı mırıldanmaya başladı. Daha küçük bir çocukken öğrenmişti ondan : — îç yoldaş, içmişken, doldur yaşamın acısını. Mark sürdürdü : — Sessiz daha sessiz, unut kaygılan bu gece... Böyle miydi?

— Aynen! Yarın, belki bu sıralar Burda görünür Çeka. Belki de bu sıralar Kurşuna dizeriz Kolçak'ı... Şaşa annesinden almıştı sesini. Annesini bir zamanlar radyoya çağırmışlardı, ama babası izin vermemişti. Yarın, belki bu sıralar Yoldaşlarımız gelirler. Belki de bu sıralar Bizi kurşuna dizerler. — Güzel şarkı, dedi Mark. — Siz çok kötü söylüyorsunuz, dedi Sofya Aleksandrov-na. Körler korosu gibi. Mark güldü. —¦ Körler düeti. Mark'a divan hazırladılar, Şaşa portatif yatağa yattı. Mark ceketini, askılarını, gömleğini çıkardı; yakasına ve kol uçlarına desenli su geçirilmiş iç gömleğiyle banyoya yöneldi. Şaşa onu beklerken elleri başının altında uzandı... Parti bürosundaki oturumdan sonra merdivenden inerken Yanson omuzunu okşamıştı. Bu, duyumsadığı boşlukta Şaşa' yi cesaretlendiren tek jestti. Başkalarıysa kimi eve, kimi de yemekhaneye gecikmiş gibi davranmıştı. Tramvay durağına yürürken çitle çevrilmiş yolda siyah bir otomobil onu geçmişti, önde oturan Glinskaya arkaya dönerek orada oturana bir 18 şeyler söyledi. Yanından geçip giderlerken konuşmaları, onu fark etmemeleri ve düşünmemeleri yeniden haksız olarak aforoz edilmenin boşluğunu duyumsattı. Şaşa, Glinskaya'yı ta ilkokuldan tanıyordu. Onu okul aile birliğinin toplantılarında görürdü. Az konuşan, somurtuk yalnız dağcılıkla ilgilenen oğlu Yan ile aynı sınıftaydılar. Ko-mintern'de çalışan bir görevlinin karısıydı Glinskaya. Konuşurken doğal olmayan zorlamaları ve Polonya aksanı hemen belli olurdu. Bugünkü toplantı sırasında susmayacağı düşünülüyordu, ne de olsa en az Krivoruçka kadar yurttan sorumluydu. Ama susmuştu. Mark yıkanıp odaya döndü; çantasından kolonya çıkardı, kurulandı, yatağa uzandı; rahat bir duruma gelinceye kadar döndü, gözlüğünü çıkardı ve koyacak bir yer aradı. Bir süre hiç konuşmadan yattılar, sonra Şaşa sordu:

— Stalin niye çağırmış seni? — Stalin çağırmadı, onun emrini iletmek için çağırdılar. — Onun kısa boylu olduğunu söylüyorlar. — Benimle sen gibi. — Tribünde daha uzun boylu görünüyor. — Evet. — Elli yaşına bastığında kutlamalara verdiği yanıt hiç hoşuma gitmemişti. «Parti, beni tam kendisi gibi doğurdu» benzeri bir şey söylemişti. — Kutlamaların onun şahsına değil partiye yapılması düşüncesiyle. .. — Lenin'in Stalin hakkında «kaba ve partiye tam bağlı değil» dediği doğru mu? — Nerden biliyorsun? — Ne önemi var... Biliyorum. Yazmış ya! — Bunlar kişisel özellikler, önemli olan politik çizgidir. O an Baulin ile Lozgaçev'i anımsayan Şaşa, — îkisi birbirinden ayrılabilir mi? diye sordu. — Bundan kuşku mu duyuyorsun? — Hiç aklıma gelmedi. Ben de Stalin'in yanındayım. Ama bu övgülerin daha az olmasını isterdim. Kulak tırmalıyor. 19 — Anlaşılmayanda yanlış vardır demek doğru değil. Partiye ve onun bilgeliğine inan. Zor dönemler başlıyor. Şaşa gülümsedi. — Evet, bugün kendim tattım. Parti bürosunda olanları anlattı. — Muhasebe? Prensip meselesi bu mu?... — Biliyorsun, prensip meselesi bütün bir yaşam beklenebilir... — Anfide tartışmak çok kaba. —r Beni kabalıkla değil apolitiklikle suçluyorlar. Bunu itiraf etmemi istiyorlar, anlıyor musun?

— Hata yapıldıysa itiraf edilebilir. — Bunu daha çok beklerler. Neyi itiraf edeceğim? Düzmece şeyler! — Müdürünüz hâlâ Glinskaya mı? — Evet. — Oturumda mıydı? — Evet. Mark Aleksandroviç şoföre önden gitmesini söyledi, kendisi yürümeye başladı. Pırıl pırıl bir sonbahar günü, insanı canlandıran bir soğuk. Herkes işe gitmeye uğraşıyor. Fırının önünde bekleşen kadınlar yüksek sesle konuşuyorlar. Onların tam tersine sigara kuyruğundaki erkeklerden hiç ses çıkmıyor. Mark Aleksandroviç, Sonya'yı öteki kız kardeşlerinden hep ayrı tutar, onu sever ve ona acırdı. Özellikle kocası ter-kettikten sonra daha özenli davranmaya başlamıştı ona karşı. Saşa'yı da severdi. Çocuğa ne diye yüklenmişlerdi sanki? Söylediği doğruydu. Ama onlar yapmadığı bir şey yüzünden pişmanlık duymasını istiyorlardı. Kendisi de aynı şeyi söylemişti ona. Mark Aleksandroviç Arbat alanını geçti; canlı Arbat'tan sonra ansızın sessizleşen ıssız Vozdvrjenka'da yürümeye baş20 ladı. Ordu pazarının açılışım bekleyen büyük bir kalabalık vardı yalnız. Az ilerde Kalinin'in kabul odasının yakınında da küçük bir kalabalık. Mark Aleksandroviç kendisini bekleyen arabaya bindi; önce Mohovaya'dan sonra da Teatralna-ya ve Lübanskaya alanlarından geçerek Ağır Sanayi Halk Komiserliği'nin beş katlı uzun koridorlu, sayısız odalı, gri binasının bulunduğu Nogin alanına geldi. Ülkenin her köşesinden binlerce insan geliyordu buraya; her şey burada çözümleniyor, planlanıyor, onaylanıyordu. Mark Aleksandroviç ziyaretine her zaman olduğu gibi genel müdürden değil de birim ve şubelerden başladı. Dünyadaki en büyük inşaatın sorumlusu, Orconikidze'nin gözdesi Rya-zanov'un önce sıradan çalışanlara uğraması olumlu bir davranıştı. Onlara değer veriliyor, onların, dolayısıyla aygıtın gücü anlaşılıyordu. Onlar da büyük bir istekle işleriyle uğraşıyorlar, sorunları fabrikanın çıkarları doğrultusunda çözüyorlardı. Beş yıllık planın gururu ve yüzakı olan fabrikanın çıkarları doğrultusunda, yani Mark Aleksandroviç'in istediği biçimde. Şubeleri geçerek ikinci kata çıktı, bir dizi koridoru geçti, yeniden bir merdiven çıkıp bir başkasından indi ve Halk Komiseri'yle yardımcısının odalarının bulunduğu pek kalabalık olmayan bölümde kendini buldu. Halı döşeli

kabul odasındaki sekreterler Ryazanov'u tanıyorlardı, o da haber vermeksizin Budyagin'in odasına girdi. Parti MK üyesi, Stalin'in sürgündeyken tanıdığı Budya-gin'i birkaç ay önce yurtdışından çağırmışlar; büyük bir Avrupa devletinde elçi iken Halk Komiser yardımcısı yapmışlardı. Diplomatik bir görevden geri çağrılmasının rastlantı olmadığı, ondan memnun olmadıkları söyleniyordu. Ama Budyagin'in kara kuru yüzünden ve gür kaşlarının altındaki kül rengi gözlerinden bir şeyler okumak olanaksızdı. Askeri komiser paltosunu elçi smokiniyle, il Çeka başkanı ee-ketini tröst müdürü giysisiyle kolayca değiştiren bu işçi aydınlar, Mark Aleksandroviç için her zaman Devrim'in kor kunç ruhunun ve diktatoryanın her şeyi ezip geçen gücünün canlı örnekleriydiler. 21 Dördüncü yüksek fırın konusunu konuştular. Fırının planda öngörüldüğü gibi sekiz ay sonra değil, beş ay sonra, partinin on yedinci kongresinde işletmeye açılması gerekiyordu. Ekonomik çıkarların politik çıkarlara feda edildiğini Mark Aleksandroviç de, Budyagin de anlıyorlardı. Stalin'in isteği böyleydi. Her şeyi konuşup bitirdiklerinde Mark Aleksandroviç sordu : — Yeğenim Şaşa Pankrotov'u tanıyorsunuz değil mi? Kızınızla aynı okulda okumuştu. Budyagin'in yüzü yeniden anlamsızlığa büründü. — Tanıyorum. —• Aptalca bir iş... ' Mark Aleksandroviç olanları Budyagin'e anlattı. -— Şaşa namuslu bir delikanlı, dedi Budyagin. — Muhasebenin apolitikliği, düşünebiliyor musunuz! Müdürleri Glinskaya'yı tanımıyorum, siz tanıyorsunuz. Zahmet olmazsa bir konuşun. Yazık çocuğa, onunla uğraşıyorlar. Çernyak'a başvurabilirim, ama bölge komitesine iletmek istemiyorum. — Çernyak artık sekreter değil. — Nasıl? — öyle... — Daha neler göreceğiz! Budyagin omuz silkti. — Kongre şubatta... —Ara vermeden sürdürdü.— Şaşa hoş delikanlı, bize gelir gider. Tuhaf, bana hiçbir şey söylemedi. — Yardım isteyeceklerden değil.

— Glinskaya bir şeyler yapabilir mi? — Bilmiyorum. Ama onun perişan olmasına izin veremem. Çocukları kösteklememek gerek, daha yeni başlıyorlar yaşamaya. — Şimdi böyle şeyler yalnızca senin yeğeninin başına gelmiyor. 22 Mark Aleksandroviç, berbere indi, saçını kestirdi, ayrıca hiç adeti olmamasına karşın sakal traşı oldu. Berberin kolonya sürmesine kızdı, keskin kokuları sevmezdi. Yabancı parfüm kokusunun yarattığı tatsızlıkla üst yöneticilere ayrılan yemekhaneye gitti. Büfedeki kadın, — Ryazanov yoldaş, Semuşkin yoldaşa uğramanızı söylediler, dedi. Yukarı çıktı. Orconikidze'nin sekreteri Anatoliy Semuşkin, Mark Aleksandroviç'i gerektiği zaman bulamamanın verdiği hoşnutsuzluğu belli ederek onu kuru bir biçimde selamladı. Semuşkin herkesle «sen» diye konuşurdu. Sergo'dan başkasını pek saymazdı. Herkes Sergo'dan çekindiği kadar ondan da çekinirdi. îç savaş sırasında onun emir eriydi; yirmi birden başlayarak Zakafkas'da, CSKK-RKİ'de (*), şimdi de Ağır Sanayi Komiserliği'nde sekreterliğini yapıyordu. Semuşkin, son derece anlamlı ve az önceki gibi hoşnutsuz bir yüzle telefonu çevirdi. — Ryazanov yoldaş telefonda... Ahizeyi Mark Aleksandroviç'e uzattı. Saat dörtte kendisini Kremlin'de bekliyorlardı. Mark Aleksandroviç, daha önce bunun için çağrıldığını anlamış, ama dönüş bileti verilince görüşmenin ertelendiğine karar vermişti. Oysa kırk dakika sonra Stalin'in yanında olacaktı. Semuşkin öteki telefonla Bobrinski kimya fabrikasını aramıştı. Ona Grigoriy Konstantinoviç'in fabrika içinde olduğunu söylemişlerdi, ama o telefonda konuşmayı sürdürüyordu. Stalin'e geç gitmenin, Orconikidze'nin emirlerini almadan gitmekten daha mantıklı olacağını düşünerek Mark Aleksandroviç'i oyalıyordu. Ama Mark Aleksandroviç böyle düşünmüyordu. Semuşkin üst düzeyde daha yeni dolaşıyordu, o ise iyice eskimişti. Semuşkin'in sekreter gayretkeşliği ona engel olmamalıydı. Sakin ve soğukkanlıydı Mark Aleksandroviç. Yalnız bu (*) CSKK-RKI : Merkezi Denetim Komitesi Îşçi-Köylü Müfettişliği () 23

yabancı parfüm kokusu onu rahatsız ediyordu. Kremlin'e, Stalin'e böyle gitmesi çok saçma olacaktı. Yeniden berbere girdi, yüzünü ve başını yıkadı. Berber koltuktaki müşterisini bırakıp elinde havlu onu beklemeye başladı. Bu, yarım saat önce kellik konusunda şakalaştığı Mark Aleksandroviç değildi. Buyurgan yüzü, özellikle şimdi, gözlüğünü çıkardığında çok amansız görünüyordu. Mark Aleksandroviç, Troitski kapısında parti kimliğini küçük pencereye uzattı. Cam kapandı, sonra yeniden açıldı. Camın ardında bir asker görüntüsü belirdi. Asker ileri doğru eğildiğinde Mark Aleksandroviç onu görebildi. — Silahınız var mı? — Yok. —¦ Çantada ne var? Mark Aleksandroviç kaldırıp açtı çantayı. Nöbetçi, giriş kartıyla parti kimliğini verdi. Özel giriş kapısının iki yanında silahlı iki asker beklemekteydi. Parti kimliğindeki resme bakan nöbetçi, yüzüne de bir göz attı. Çalışma odasının kapısında sivil giyimli biri belgelere yeniden baktı. Büyük çalışma odasındaki masada Poskrebışev oturuyordu. Mark Aleksandroviç onu ilk kez görüyordu. Anlamsız ve kaba bir suratı olduğunu düşündü. Ryazanov, adını söyledi. Poskrebışev onu yan odaya götürdü, divanı gösterdi, ardından kapıyı sıkı sıkı kapayarak çalışma odasına döndü.- Az sonra yeniden geldi. — Stalin yoldaş sizi bekliyor. Stalin'in çalışma odası uzunlamasına genişleyen bir odaydı. Solda, duvarda büyük bir SSCB haritası asılıydı. Sağda, pencerelerin arasına kitap dolapları yerleştirilmişti. Yakın köşede büyükçe bir yerküre, uzak köşedeyse çalışma ma-sasıyla koltuk vardı. Odanın ortasında yeşil çuha örtülü uzun bir masa ve sandalyeler göze çarpıyordu. Stalin odada dolaşıyordu, kapı açılınca durdu. Üstünde 24 kahverengiye çalan haki kumaştan bir ceket ve paçaları çizmelere sokulmuş aynı renk pantolon vardı. Boyu ortadan daha kısa gösteriyordu. Sağlam vücutlu, hafif çekik gözlüydü. Dar alnının üstündeki sık saçları yer yer ağarmıştı. Mark Aleksandroviç'e doğru birkaç küçük adım attı ve nazikçe, ama el sıkışmanın anlamını bilen bir tavırla elini uzattı. Sonra masadan iki sandalye çekti.

Oturdular. Mark Aleksandroviç, Stalin'in canlı, açık kestane rengi gözlerini yakından gördü. Bu gözler ona neşe dolu gibi geldi. Mark Aleksandroviç, inşaat hakkındaki genel raporunu vermeye başladı. Stalin hemen sözünü kesti. — Ryazanov yoldaş, zaman kaybetmeyin. Merkez Komitesi de, sekreter de inşaatın nerede ve ne için yapıldığını biliyor. Güçlü bir Gürcü aksanıyla konuşuyordu. Mark Aleksandroviç, işlerin gidişi konusunda iyice bilgili olduğunu anladı. — Komsomolcular kaçıyor mu? — Evet. — Kaçmak için seferber olmuşlar, demek. Kaç kişi? — Seksen iki. Stalin bakışlarıyla onu inceler gibiydi. — Raporu gösterin! Mark Aleksandroviç çantasından iş gücü tablosunu çıkardı ve gerekli yeri gösterdi. — Kendinize ne diye kara çalıyorsunuz, Ryazanov yoldaş? Herhangi bir fabrikadan yalnızca seksen iki kişi kaçsa o fabrikanın müdürü kendini kahraman sayardı. Gülümsedi, Gözlerinin çevresinde kırışıklıklar beliriver-JBiMark Aleksandroviç, donanım veren fabrikadan şikâyet etti. Stalin, fabrika müdürünün adını sordu. Adı duyunca da, — Akılsızın teki, dedi. Her şeyi suya düşürecek. Gözleri birden sararıp kaplan gözlerine benzedi. Mark Aleksandroviç'in çalışkan bir adam olarak tanıdığı fabrika müdürüne duyduğu kin Stalin'in gözlerinde parlayıp söndü. 25 Ryazanov en nazik soruna geldi: İkinci Martin fırınının yapımı. — Bir yılda bitirir misiniz? — Hayır, Stalin yoldaş.

— Neden? — Teknik maceracı değilim. Sözünü bitirir bitirmez söylediğinden ürktü. Stalin ona dikkatlice baktı. Gözleri yeniden sarardı, ağırlaştı, bir kaşı havaya kalktı. Yavaş yavaş, sözcükleri uzatarak sordu: — Yani MK teknik maceracı mı? — Öyle söylemedim, bağışlayın. Şunu anlatmak istemiştim... Mark Aleksandroviç, ayrıntılı ve inandırıcı bir biçimde ikinci Martin fırınının neden gelecek yıl bitirilemeyeceğini anlattı. Stalin, avucundaki piposunu bırakmadan, sol elini göğsüne yapıştırarak —kolu zor hereket ediyor gibiydi— dikkatle dinledi. — Dürüst davrandınız. Bize her şeyin yolunda olduğunu söyleyen komünistler değil, doğruyu söyleyen komünistler gerekli. Bunları gülümsemeden söyledi. Bu sözlerin tüm ülke için olduğu ortadaydı. Mark Aleksandroviç, raporuna devam etmek istedi, ama Stalin dirseğine dokundu. — Sizi dinledim, şimdi siz beni dinleyin. Metalürji, Doğu, ikinci beş yıllık plan, ülke savunması gibi konularda konuşmaya başladı. Yavaş yavaş, açıkça, pürüzsüz, sanki dikte ettiriyormuş gibi konuşuyordu. Herkesin bildiği şeylerden söz ediyordu ama, şimdi söyledikleri yeni ve çok önemli şeylermiş gibi geliyordu sanki. Kendisinin kabul etmeyeceği ve yalnızca Ryanazov'a zarar verecek itirazlara yol açmasını istemediği için dördüncü fırına değinmedi. Stalin ayağa kalkarak, — Ne zaman gidiyorsunuz? diye sordu. — Bugün. — Mümkünse iki gün geciktirin. Politbüro'da sizi dinlemek yoldaşlar için ilginç olacak. Mark Aleksandroviç'in Stalin'le konuşurken duyumsadı26 ğı kaygı ve rahatsızlık duygusu geçmiş, tattığı büyüklük duygusu kalmıştı yalnız. Yönettiği büyük inşaat çelik gibi bir irade gerektiriyordu. Üzerlerinde Stalin'in çelik iradesi olmasa, kendi iradesini gösteremezdi ki. Çok katı bir iradeydi bu. Ne yaparsın! Tarihsel değişimler iyi yüreklilikle gerçek-leşmiyordu.

Halk Komiserliği'nde Mark Aleksandroviç'in Stalin'le görüştüğünü biliyorlardı. Politbüro'ya verilecek karar tasarısının hazırlanması için gereken her şey yapılmıştı. Gerekli herkes akşam ve gece kaldılar: Şube görevlileri, sekreterler, büfe nöbetçisi. Oluru alınması gerekli üst yönetim üyeleri ilk telefonla gelecek, belgeler sabahleyin özel ulakla MK'ye ulaştırılacaktı. Hiç kimse Stalin'in ne dediğini sormadı. Aktarmada tahrifler olabilirdi. Stalin gerekli gördüğü şeyleri halka doğrudan söylerdi. Mark Aleksandroviç, süreleri ve konulan belirtmişti, bu da Stalin'in isteğiydi. Önemli olan ikinci Martin fırınının bitirilmesinin bir yıl gecikmesiydi. Bu, ikinci beş yıllık planın hazırlanmasında yeni ve gerçekçi bir yaklaşıma yol açmıştı. Her şeyin temeli: Metal. Budyagin, Mark Aleksandroviç'le dostluklarına dayanarak görüşmeye ilişkin soru sorabilirdi, ama sormadı. Mark Aleksandroviç, onun Stalin'e karşı olduğunu hissetmişti. Ama bu karşı oluşun politik olduğu düşüncesine kapılmadı. İki dost arasında dostluk bittiğinde görülen kişisel bir şeyler belki. Belki de yurtdışından çağınlıp yüksek, ama ikinci derecede, hattâ daha aşağı mevkilere basamak olacak bir göreve atanmasından duyduğu kırgınlık. Orconikidze geldi. Mark Aleksandroviç'in yanında ken dini rahat hissettiği tek kişi. Orconikidze de kızıp köpürebi-lirdi, kimi zaman öfkesi çok korkunçtu, ama herkes onun uysal ve insancıl olduğunu bilirdi. Mark Aleksandroviç, güneydeki küçük bir fabrika müdürlüğünden bu göreve yükselişini ona borçluydu. Bu düzeye onu Sergo getirmiş, ülkenin metalcisi yapmıştı. Sergo insanları bulup çıkarmayı bilir, onları savunur, çalışmalarına olanak sağlardı. 27 Büyük bir çalışma masasında oturuyordu Orconikidze. Şişkin yüzlü, etli, kartal burunlu, beyaz saçlı, sarkık bıyıklı, yorgun bir insandı. Asker ceketinin üst düğmesi açıktı, altta leylak rengi gömleği görünüyordu. Gömleğinin yakası iri boynuna yapışmıştı. Çalışma odasının pencereleri, dar bir sokakla Yauza, Solyanka ve Moskova nehri arasındaki bölgede epeyce çok bulunan eski kiliselerden birine açılıyordu. Kilise ortadan kaldırılmadığına göre bir özelliği vardı anlaşılan. — Bravo! övgü, Politburo karar tasarısıyla Mark Aleksandroviç'in Stalin önünde şaşırmamasına ve onun hoşuna gitmesindey-di. Aynı zamanda kendine de. İyi bir insan seçmişti. Genellikle zor ve sorumluluk isteyen durumlarda çalışabilecek insanları seçmesini bilirdi, zaten. — Anlat!. Mark Aleksandroviç Stalin'le konuşmalarını aktardı. Orconikidze, sanki Stalin'in her sözünün gerçek anlamını yakalamak istercesine gergin bir biçimde dinliyordu

onu. Mark Aleksandroviç'in gözünde bu görüşme, Stalin'den uzaklaştıkça daha da büyüyordu. Böylesi görüşmeler bir kez gerçekleştirdi insanın yaşamında. Önemli olan dehasıyla zamanı değiştiren büyük insanı anlamanın verdiği mutluluk duygusuydu. Orconikidze gülerek sordu: — Ben teknik maceracı değilim... Böyle mi dedin? — Evet, öyle dedim. Orconikidze yeniden gülerek sordu: — Yani, MK teknik maceracı mı? — Evet, öyle sordu. Orconikidze, iri, patlak, kestane gözleriyle ona anlamlı anlamlı baktı. — MK'ye saat ona doğru geleceksin. Rapor süresinin beş dakika olduğunu.daha fazla süre vermediklerini göz önünde bulundur. Sovyet iktidarının ajitasyonuna girme, sana gerekli olan her şeyi açıkça söyle. Soruları yanıtla, yanıtların düzgün olsun. Çekinme, arkandayım. 28 Raportörlerin odasında, kaynayan bir semaver, limon dilimleri, sandviçler ve maden sularının konduğu masa hemen göze çarpıyordu. Garson da büfeci de yoktu. Duvarlarla pencere önlerine çalışma masaları konmuştu, belgeleri orada hazırlamak mümkündü. Bölge komitesi sekreterleri, Halk Komiserleriyle yardımcıları, genel müdürler, birkaç asker ve büyük bir Kafkaslı grup çağrılmayı bekliyordu. Yaşlı kadın sekreter, çağrılan yoldaşı adını belirterek açıklıyor, birkaç kişi birden çağrıldıysa bölgenin ya da Halk Komiserliği'nin adıyla hangi yoldaşların çağrıldığını belirtiyordu. Mark Aleksandroviç'i soyadıyla çağırdılar. Sekreterlerin çalışma odasından geçerek, oturum salonuna girdiğinde sıra sıra koltukları ve oturanları gördü. Başkan kürsüsünde Molotov oturuyordu. Sağında kürsü, solunda biraz arkada raportör, daha solda da stenograf bulunuyordu. — Yoldaş, lütfen, buraya! Molotov kürsüyü gösterdi. Kürsünün iç kısmında, «süre beş dakika» yazan ışıklı tablo yandı. Kürsünün karşısındaki kapının üstünde Kremlin saatlerine benzeyen akrep ve yelkovanı altından siyah bir saat asılıydı.

Stalin üçüncü sırada oturuyordu. Sıranın solu, Stalin'in rahatça çıkabilmesi için boş bırakılmıştı. Mark Aleksandroviç, onun odasında dolaşma alışkanlığını duymuştu ama iki gün önce Stalin yerinden kalkmadığı gibi dolaşmamıştı da. Mark Aleksandroviç, karar tasarısını kısaca özetledi. Politik dile alışık insanları inandıracak özlü, teknik bir dille konuşuyordu. Dördüncü fırının zamanından önce açılacağını belirtti; söz arasında ikinci Martin fırınındaki gecikmeye değindi. İkinci, birinciden daha önemliydi. Ama burada, bunun nedenlerini vurgulamak daha önemliydi. — Sorular? diye sordu Molotov. Birisi, karar tasarısında, kereste teminatından söz edilen yerde Orman Ürünleri Halk Komiserliği'nin onayı olmadığını söyledi. Mark Aleksandroviç yanıt vermeye hazırlandığında bir29 den bir sessizlik oldu ve Stalin'in sesini duydu: — Bırakalım Ryazanov yoldaş fabrikaya gitsin ve çelik üretsin. Kâğıtlar yüzünden Ryazanov yoldaşı bekletmek doğru olmaz. Yüzü dinleyicilere dönük, herkesi kendini dinlemek için tüm güçlerini seferber etmeye zorlayarak alçak sesle konuşuyordu. — ... Ryazanov yoldaş olmadan da oluru alabiliriz, sanırım. Tasarı güzel hazırlanmış, gereksiz şeyler yok. Bizler de tüm gücümüzle Ryazanov yoldaşa partinin görevini tamamlaması için yardım etmeliyiz. Başladığı gibi birden sustu. Başka kimse soru sormadı. Devrim öncesinde Arbat'm en saygıdeğer evi, şimdi en çok nüfusu barındırıyordu. Katlar tıklım tıklımdı. Ama bazıları bundan kendini korumasını bilmişti: Sakinlerin yeni düzene karşı küçük zaferleri... Muzafferler arasında terzi Şarok da vardı. Bir terzi dükkânında çırak, sonra makastar, sonra usta, sonunda da patronun tek kızının kocası... Şarok'un kariyeri böyleydi işte. Kariyerini başarıyla tamamlamasını devrim engelledi. Beklediği miras, yani dükkân ulusallaştırıldı. Şarok da konfeksiyon fabrikasına girdi ve evde çalışmaya başladı. Ama ona ulaşmanın yolu yalnızca tanışlardan geçiyordu. Maliyeyle başının derde girmesini istemiyordu çünkü. Şarok boylu poslu, sağlam yapılı, kadın konfeksiyon atölyesi sahipliğinin verdiği saygılı davranışlarla çizgilerini yitirmeden yaşlanan bir adamdı. Haftada altı akşam, boynunda sallanan mezurasıyla masanın başında durur, kumaşları tebeşirlerle çizer, keser-biçer, özenle ütülerdi, tyi para kazanır, pazarlarını hipodromda geçirirdi. Tek tutkusu at yarışlarıydı.

Yaşlı Şarok, apartman yönetimi, komşular ve bin türlü 30 beklenmedik şeyler karşısında duyduğu sonsuz korku olmasa belki yaşamla barışabilirdi. Bu korkulardan biri, büyük oğlu Vladimir'in bir mücevher mağazasını soymaktan sekiz yıl kamp cezası istemiyle yargılanmasıydı. Kendisi önceleri de anasına, dolayısıyla maymuna benzeyen bu yerinde durmaz, çirkin çocuğa pek güvenmezdi. Ama Vladimir'in Prag lokan-tasındaki aşçılık okulunu bitirip eve para getirmesiyle memnun olmaya başlamıştı. Kuşkusuz aşçılık eskisi gibi değildi. Şimdiki lokantalar neydi ki! Ancak fizik olarak güçsüz ve yeteneksiz Vladimir mesleğini iyi seçmişti. Bir at yarışı tutkunu olduğu için Vladimir'in kumar oynamasına pek ses çıkarmamıştı. Ama hırsızlık! Yalnızca Sovyet yasalarına göre değil, herhangi bir ülkenin yasalarına göre de sonu belliydi: Hapishane. Moskova yankesicilerinin ve serserilerinin barınağı Smolensk pazanyla Protoçnıy sokaklarının yakınındaki Arbat bahçesinde büyüyen ölçülü, düzenli, sinsi ve dikkatli küçük oğlu Yuri, ağabeyinin hırsızlık yaptığını bilir, ama evde bundan sözetmezdi. Sokağın yasalarına, içinde yaşadığı toplumun yasalanndan daha büyük bir zevkle boyun eğmişti. Devrimin ona nasıl zarar verdiğini bilmiyordu, ama daha küçük yaştan zarar verdiği düşüncesiyle yetişmişti. Başka bir düzende nasıl yaşandığını düşünemiyor, daha iyi olacağından da kuşku duymuyordu. Alaylı yoldaşlar sözcüğü ailelerinde yaşamın yeni sahiplerini belirten bir anlam kazanmıştı. O da okuldaki komsomol üyelerini bu sözcükle betimliyordu. Bu kibirli aktivistler, sanki dünya kendilerininmiş gibi davranıyorlardı. Okul komsomol ocağı sekreteri Şaşa Pankratov, kürsüye çıkıp atıp tutmaya başladığında Yura kendini savunmasız hissediyordu. Politikadan nefret ediyordu, insana bağımsızlık verecek tek meslek olarak mühendisliği görüyordu. Bu planını ağabeyinin tutuklanmasıyla ilgili bir raslantı değiştirdi. Yaşlı Şarok avukat arıyordu. Müşterilerine sordu, sonunda beş yüz rubleye davayı alacak birini buldu. Büyük paraydı bu. Şarok, parayı tanık olmadan avukata vermekten korktu, yanına Yu-ri'yi aldı. Avukat paralan saymaya yeltenmedi bile, masası31 nın gözünü açıp tomarı özensizce içine attı. Böylece ziyaretleri de bitti, ama Yuri yaldız çerçeveli tablolara ve raflarda-ki altın işlemeli kitap ciltlerine göz atmayı becermişti. Böyle bir şeyi o zamana kadar görmemişti. Yaşlı Şarok, sokakta kıskançlıkla soluklandı. — Millet yaşıyor... Avukat Yura'yı mahkemede daha çok etkiledi. Bu bozuk yüzlü, bakımlı sakallı küçük adam, müthiş proleter mahkemesinin önünde istediği gibi oynuyordu. Daha doğrusu genç Şarok'a öyle gelmişti. Avukat, yasaların maddelerini deşeli-yor, kurnazlık üstüne kurnazlık yapıyor, yeni tanıklar çağrılmasını, ek ekspertiz çıkarılmasını istiyor, yargıç ve savcıyla alaylı ağız dalaşma giriyordu.

Somurtkan yargıçla amansız savcının elinde de yasa vardı ama yasa onları da ürkütüyordu. İşte bütün bunlar genç Şarok için yeni yaşam planının başlangıcı oldu. Avukat olmanın yolu yüksek öğrenimden, yüksek öğrenimin yolu da konısomol ve fabrikadan geçiyordu. Yuri Şarok böylece dokuzuncu sınıfta komsomol üyesi oldu. İşçi çocuğu... Buna, Arbat aydınlarının çocuklarının okuduğu okulda büyük değer veriliyordu. Bağımsız davranışlarını kızlar gizemli buluyorlardı. Özellikle de akıllı, ciddi, etkin kızların hoşuna gidiyordu. Onu eğiteceklerini, kişiliğini biçimlendireceklerini sanıyorlardı. Saf ve dürüst olanlar içinse bu delikanlı oldukça çekiciydi: Yakışıklı ve ölçülü. Şarok, sonraları fabrikada kendinde eksik olan niteliğe de kavuştu : Güven. Mavi ve her zaman temiz olan tulumu biçimli vücuduna çok güzel oturuyordu. İlkelere bağlılık görüntüsü altında kabalık, işçi sadeliği görüntüsü altında da keskin aydınlara duyduğu nefret ortaya çıktı. Okulda alçak gönüllü ve suskun olan Şarok, burada her fırsatta toplantılarda konuşuyordu. Kalabalık önünde konuşma yeteneğinin geleceğin avukatına yardım edeceğini düşünüyordu haklı olarak. Şarok, enstitüde göze çarpan biri değildi ancak kendini aktivist olarak tanıtıyordu. Göze çarpmayı kendisi de istemiyordu. Gazeteler sabotajcılar, yıkıcılar ve soyguncularla ilgili haberlerle doluydu. «Foyasını açığa çıkarmak!», «Acımasız32 ca cezalandırmak!», «Alçaklar!», «Yok etmek!», «İmha etmek!», «Kökünü kazımak!», «Yeryüzünden silmek!» Şarok, bu amansız kısa tümceleri okurken korkuya kapılıyordu. Her şe* yi anlıyor, her şeyi doğru değerlendiriyordu. Enstitüden sonra onu, başka bir bölgede yargıçlığa ya da savcılığa atayacaklardı. O zaman avukat olma isteğini savunamayaçaktı. «Kıvırtıyorsun, Şarok!» böyle yanıt vereceklerdi. Böylesine yürekten istediği amacından vaz mı geçecekti? Babası, Yura'ya son moda «Çarlston» kumaşından takım elbise dikti. Uzun, geniş bir pantolon ve göğsü vatkalı, yüksek omuzlu, kalçasını tam saran bir ceket. Mavi gözlü Yu-ra, bu giysiyle oldukça alımlı görünüyordu. Kumaşı Tverska-ya'daki Torgsin mağazasından(*) almışlardı. — Arbat'taki mağazada komşular vakit öldürüp çene çalıyorlar, demişti baba Şarok. Denizde kum, Şaroklarda altın, altın içinde yüzüyorlar. Bilezikle altın kol düğmelerine acımayan yaşlı Şarok, Moskova'da iyi bir yer edinmenin yolunun deri ceketi ve es-ki moda gömleği atıp güzel giyinmekten geçtiğini anlamıştı. Ailesine karşı duyduğu bencilce kayıtsızlığa karşın küçük oğluna babalık duygusuna benzeyen bir şeyler duyuyordu. Onda kendi gençliğini görüyor, Yuri'nin Moskova'da kalmasıyla yakından ilgileniyordu. İkinci odaya Yuri'yi yazdırmak mümkün olmadığı gibi epeydir odada gözü olan apartman yönetimini dürtüklemek olacaktı bu yönde atacağı adım. — Adamını bulmalı, adamını, diye akıl veriyordu Yuri' ye.

Ne ki Yuri, ne enstitüde ne de fabrikada arkadaşlarıyla yakın ilişki kurmamıştı. Yoldaşlarını eve getirmesi yasaklanmıştı. Anası-babası yoksuldu, yaşamlarında omuzlarındaki yükten başka bir şeyleri olmamıştı. Baba Şarok boş zamanlarını yarışlarda, anne ise kilisede geçiriyordu. Paskalyada görüp görecekleri tek şey bir parça paskalya çöreğiydi. (*) Torgsin : O dönemde altın ya da değerli kâğıt karşılığında ya-bancı mal satan mağazalar, (ç.n.) 33 Onlar için bayram işte bununla sınırlıydı. Baba Şarok Tanrıya inanmazdı. Perişanlığından dolayı da onu affetmezdi. Hele Sovyet iktidarını hiç! Bir Mayıs ve Yedi Kasım'da normal iş günüymüş gibi çalışırdı. Yuri'nin en iyi ilişkileri ilkokul arkadaşlarıylaydı. Aynı sınıftan üç kişi Yuralarm apartmanında oturuyordu. Okul komsomol ocağı sekreteri Şaşa Pankratov, yoldaşlarının Mark diye çağırdıkları asansörcünün oğlu Maksim Kostin ve Şa-rok'u eğiten iyi yürekli komsomol üyesi Nina İvanova. Ünlü diplomatın kızı Lena Budyagina ile okulda bir grup oluşturmuşlardı. Yüksek düzeydeki kişilerin oturduğu 5 nolu evde, Lenalarda toplanırlardı. Budyagin yurtdışındaydı, ev çocuklara kalmıştı. Yura, oraya bu tür ilişkilerin gerekli olacağı düşüncesiyle giderdi. Şimdilerde bu düşünce, bir umuda dönüşmüştü. Yurtdışından çağrılan ve Ağır Sanayi Halk Komiser yardımcılığına atanan Budyagin ona yardım edebilirdi. Yura, Vozdvijenko'dan Granovski sokağına döndü. Bu sokakta, gri granitten yapılmış 5 nolu evde onlar oturuyordu. Parmaklıklarla çevrili küçük bahçede onların çocukları oynardı. Yuri, kapıcı Budyaginlere telefon edene kadar anlamsız bir yüzle girişte bekledi. Sonra üçüncü kata çıkıp zile bastı. Kapıyı, yüzündeki her zamanki utangaç gülümsemesiyle Lena açtı. Oval, güzel yüzünde hafif şişkin dudaklarıyla kırmızı ağzı çok güzel görünüyordu. Nina'nın dediği gibi, Lena' nın levanten bir profili vardı. Yura, «Levanten»in ne olduğunu bilmiyordu, ama Lena Budyagina'nm okuldaki en güzel kız olduğunu çok iyi biliyordu. Yura, eski arkadaşlığın verdiği yarı kabalıkla kızı kendine çekti. O da geri çekilmedi. — Çocuklar geldi mi? — Hayır. — Ivan Grigoryeviç evde mi? Lena, yeni silindiği kokusundan belli olan koridordan onu babasının çalışma odasına götürdü. — Baba, işte Yura!

Şarok'u içeri iterken ona mutlu bir gülümsemeyle baktı34 Duvar çıkıntısı pencerenin yarısını örttüğü için oda yarı karanlıktı. Masanın, etajerin, sandalyelerin üstlerinde, yerde kitaplar, gazeteler, dergiler, yerli-yabancı broşürler duruyordu. Gemilerin yollarının işaretlendiği yarıküre haritası divanın üstüne asılmıştı. Yura, bültenin üstündeki üç rakamlı sayıyı farketti. Budyagin bülteni kapatıp bir kenara koydu: Yalnızca MK ve CSKK üyelerine gönderilen gizli belge. Yura «Parker» marka dolmakalemi, «Troyka» sigaralarını, kauçuk botları, ünlü Entin'in yalnız yüksek diplomatlara diktiği güzel ceketi de farketmişti. — Dinliyorum, dedi Budyagin sakince. Kendisine başvurulmasına alışıktı. Zayıf, kara bıyıklı yüzünde kalın kaşlarının altındaki gözleri Lena'nınkilerden daha maviymiş gibi görünüyordu. — Enstitüyü bitiriyorum, îvan Grigoryeviç, Sovyet hukuku. Kardeşim ise hapiste... Koridordan zil sesi ve açılan kapının gürültüsü duyuldu. — Yargıç ya da savcı olmama izin vermezler, diye sürdürdü konuşmasını. Yalnız bir işletmede hukuk sorumluluğu kalıyor. Fabrikada kalmak istiyorum. Enstitüden önce Frunze fabrikasında çalışmıştım, insanları, üretimi biliyorum. Budyagin, baştan ayağa Yura'yı süzdü. Başkalarını yönetme hakkına sahip olduğuna inanıyordu kendisi. Onun için Yura ve Yura gibiler neydiler ki? Kitleleri yönetmeye, kitlelerin yazgısını çizmeye alışıktı. — Egert'e git. Ona söylerim. — Sağolun, Ivan Grigoryeviç. — Kardeşin niye hapiste? — Hırsızlık, birileriyle ilişkisi olmuş... — Eski adaleti attık, dedi Budyagin. Yeniyi ise tam bilmiyoruz. Bize okumuş insanlar gerekli. — Anlıyorum, Ivan Grigoryeviç, ama her şey bana bağlı değil ki. Yargıç ve savcılık organları... Oysa kardeşim... — Egert'e, Egert'e git. Telefon ederim. Demek, hukuk müşavirliği? Öyle demişti, hukuk müşavirliği. Yüreği çarptı. Ve amacına ulaştı. Sonuç, işte önemi olan tek şey. Na-

35 sil yapılıyormuş! Kimi için çok güç, kimi için çok kolay. Önceleri kimin parası varsa onun için kolaymış, şimdi iktidar kimdeyse. Enstitüyle, yemekhanesiyle, kokan ekşi lahanayla, nefret edilen subbotniklerle, bıktırıcı toplantılarla, ebedi eleştirilerle, gerekeni söylememe korkusuyla hiç ilişkisi kalmamıştı. Enstitüde bir kez olsun yeni giysisini giymemişti Bir çuha pantolon için sendika komitesinde yalvar yakar dolaşan öğrenciler arasında göze batmak istemiyordu çünkü. Kuşkusuz toplanacak, bir sürü şey söyleyeceklerdi. Yura, onların düşmansı yüzlerini, liderlerin somurtkan bakışlarını gözünün önüne getirdi. Kıvırtıyorsun Şarok, kaçıyorsun... Onların karşısında sakin ve gülümseyerek duracaktı. îyi de ne olmuştu? Bu patırtı da niye? Onu büyüten topluluğa dönüyordu. Önceleri orada yedi yüz işçi vardı, şimdi beş bin. Beş yıllık planın öncüleri! Oradaki iş, genç uzman için bir şerefti. Bu görevi kendisi mi istemişti? Niye kendisi? Yalnızca fabrikayla ilişkiyi koparmanııştı. Enstitüden sonra dönmek isteyip istemediğini sorduklarında «istiyorum» demişti. Ne yanıt vermeliydi? Yazgısına, sıradan Sovyet insanının yazgısına gösterilen ilgiden dolayı gurur duyuyordu. Onlara bunu söyleyecekti. Yaltaklanmaya başlayacaklardı. Hattâ sırtını sıvazlayıp, «Hadi, Şarok, göster kendini» diyeceklerdi. Enstitüdekiler ve buradaki, 5 nolu evdekiler üstündeki gücünü, üstünlüğünü duyumsadı. Bu egemen aydınlar ona hep lütfen iyi davranmışlardı. Şaşa Pankratov, Budyagin'e aynı ricayla gitse anında reddedilirdi : Partinin gönderdiği yerde çalışmalı! Ama saygı duymadığın kişinin önüne bir parça atabilirsin. Sorun buydu. Lokantada oturan okul arkadaşları da ona hiçbir zaman saygı duymamışlardı. Şimdi de îvan Grigoryeviç'e yardım için gitti diye nefret edeceklerdi ondan. Canları nasıl istiyorsa öyle düşünsünlerdi. Budyagin'e akıl danışmaya gitmiş olamaz mıydı? Yaşlı bir yoldaşa gitmiş gibi. Evet, yaşlı bir yoldaşa! Mamafih, niye gittiğini de sormazlardı, ne de olsa terbiyeliydiler. — Selam, dedi Şarok. 36 — Selam, diye yanıtladı herkes adına Maksim Kostin. îyice ütülenmiş asker gömleği, pırıl pırıl boyalı çizmeleri, özenle taranmış kumral saçlarıyla geniş omuzlu, kırmızı yüzlü Maksim, bütün bir gün izin alan tüm askeri öğrenciler gibi neşe içindeydi. Onun yanında, divanda Nina İvanova oturuyordu. Ayakkabılarının arkasına topuklarıyla basmıştı. «Aptal, bir numara büyük alsaydın ya!» diye düşündü Şarok. Ninka hiçbir zaman giyinmeyi beceremiyordu. Şölene de, sokağa da aynı giysiyle giderdi. Saçlarını taramayı da beceremezdi, atların alnına benzeyen alnını saçlarıyla örteceği yerde, iyice açığa çıkarırdı. Vadim Maraseviç'in sırtını okşadı. Moskovalı ünlü bir doktorun oğlu olan bu zararsız boşboğaza Yuri dostça davranırdı. Şişman, kalın dudaklı, eski püskü

elbiseli, donuk gözlerinin üstünde vaşaklarınkine benzeyen kaslarıyla hantal Vadim koltuğa yayılmış Wells hakkında konuşuyordu. Küçük Vladlen Budyagin, uzun kahverengi çoraplı ayaklarını altına toplamış ders çalışıyordu. Defterlerini masanın üstüne iyice yaymıştı. Lena kardeşinin eğri büğrü harfler yazdığı kaleminin hareketini dalgın dalgın izliyordu. Yura'ya gülümseyerek başıyla otur işareti yaptı. İşte grupları bu kadardı. Yalnızca Şaşa Pankratov yoktu. — Wells, savaşı, epidemiyi, ABD'nin çöküşünü anlatıyor, diyordu Vadim. Sonra da bilginler ve pilotlar iktidarı ele geçiriyorlar. — İnsanlık tarihi, fantastik bir roman değildir, diye karşı çıktı Nina. İktidarı yalnızca sınıflar ele geçirir. — Tartışmasız, diye kabul etti Vadim hoşgörüyle. Ama yaklaşım çok ilginç : Bilginler ve pilotlar, gelecek iktidarın itici güçleri, boşluğa egemen olan teknokrasi! — Kardeşler, dedi Maksim. Almanya silahlanacak, herkes silahlanıyor. — Hitler uzun süre dayanamaz, diye yine karşı çıktı Nina. Sekiz milyon kişi sosyal demokratlara, beş milyon da komünistlere oy verdi. — Telman'ı bile saklayamadılar, diye söze karıştı Yura. 37 Bir kişiyi koruyamayan beş milyonun bir işe yaramayacağını anlatmak istiyordu. Ama hiç kimsenin aklına bu sözlerdeki gizli anlamı aramak gelmedi. Arkadaşlarının inancından kuşkulanmamaya kendilerini inandırmışlardı. Tartışabilirler, hatta tartışmaları sertleşebilirdi ama yaşamlarının anlamının, sınıflarının ideolojisinin —Marksizm, savaşımlarının son hedefi dünya devrimi ve uluslararası proletaryanın yıkılmaz kalesi— Sovyet devleti olduğunda kesinlikle hemfikirdiler. — İllegal eylemden vaz geçtiler, dedi Maksim. — Dimitrov, devleti armut gibi silkeliyor, diye söze karıştı Vadim Maraseviç. Peri masalı gibi, çağın davası! Dimitrov davasından, savaş olasılığından, yani kendisinin anladığı, başkalarının anlayamadığı belirtilerden sözediyor-du. Ne ki Vadim'i çok iyi tanıyorlardı, zevzeklik etmesine izin vermediler. Yeni bir savaş? İnsanlık, on milyon cana mal olan dünya savaşını daha unutmadı. Sovyetler Birliği'ne saldırı mı? Dünya işçi sınıfı buna izin verir miydi? Rusya da o zamanki Rusya değildi. Magnitka ve Kuznetsk fabrikaları demir üretiyordu, Stalingrad, Çelyabinsk ve Harkov traktör fabrikaları üretime geçmişti, Gorki ve Moskova otomobil fabrikaları çalışıyordu;

«Freze», «Kalibre» ve «Rulman» gibi büyük fabrikalar açılmıştı. Yürekleri gururla doldu. İşte onların ülkesi; dünya proleterlerinin öncü gücü, dünya devriminin kalesi. Doğru, karnelerle yaşıyor, çoğu şeyden kendilerini yoksun bırakıyorlardı, ama yeni bir dünya kuruyorlardı. İnsanlar açken, Torgsi mağazalarının dolu vitrinleri nefret edilecek bir manzaraydı, ama bu altınlarla fabrikalar yapılacaktı. Gelecekteki bolluğun güvencesi... Her zaman bunları konuşuyorlardı. Burada her şey de aynıydı. Tertemiz döşeme, iyice sarkan lambanın altındaki masa, masanın üstünde de marmelat... Yani yüksek düzeydeki birinin evindeki rahat! Çay koyarken Aşhen Stepanovna sorardı: «Maksim, limonlu mu?» Rus «Maksim» adı, bu Ermeni kadının ağzında yapmacıkmış gibi gelirdi Şarok'a. Sonuç neydi? Onlara yetecek yerlere ulaşmışlar mıydı? 38 Nina, öğretmendi. Lena, teknik kütüphanede İngilizce çevirmen. Maksim, piyade okulunu bitirecek ve askercilik oynayacaktı. Saftılar. Yazgısal zayıflıkları işte buydu. Yuri Şarok bunları düşünüyordu, ama başka bir şey sordu : — Çocuklar, Şaşa nerde? —• Gelmeyecek, dedi Maksim. Onun kısa yanıtında başkalarının bilmemesi gereken şeyleri bilen komsomol aktivistlerinin nahoş ölçülülüğünü yakaladı Şarok, — Bir şey mi oldu? Lena, Saşa'nm başına gelenleri, babasının Glinskaya'ya telefon ettiğini anlattı. Eğilmez Şaşa! İşte bu harika! Yura'nın morali düzeldi. Şarok'u komsomola aldıklarında, Şaşa yalnızca «güvenmiyorum» demiş, çekimser oy kullanmıştı. Fabrikada Şarok'u frezeyi öğrenmesi için ayırmışlar, Saşa'yı ise vagonların yüklenmesine yollamışlardı ve o, bir yıl takılıp kalmıştı orada. Ne de olsa ülkenin hamallara da gereksinimi vardı. Tarih enstitüsüne girmek istemiş, teknik enstitüye girmişti: Ülkenin mühendislere gereksinimi vardı. Eh, Budyagin'in onu böyle sevmesi boşuna değildi. Ama ne olmuştu? Önemsiz bir şey olsaydı, Budyagin karışmazdı. — Bizim enstitüde, dedi Yura. Çocuğun biri toplantıda şöyle demişti: «Kadın nedir? Sandalyedeki çivi...» — Mendel Marenets'den almış, diye belirtti Vadim Maraseviç. — Toplantı, Sekiz Mart Dünya Kadınlar Günü içindi. Enstitüden, komsomoldan ve sendikadan attılar...

— Yerinde söylememiş, dedi Nina İvanova. — Herkesi atıyorlar, kim kalacak? diye somurttu Maksim. — İstisnalar kural olduklarında, istisna olmaktan çıkarlar, dedi Vadim. Lena Budyagina, yurtdışında siyasi göçmen olarak yaşayan bir ailede doğmuştu. Devrimden sonra diplomat olan 39 babasıyla yurtdışında yaşamış, ana dilini doğru dürüst bilmeyen biri olarak ülkeye dönmüştü. Oysa yoldaşlarından farklı olmak istemiyordu. Durumunun ayrıcalığının halktan saydığı kişilerce özellikle belirtilmesinden üzüntü duyuyordu. Bağımsız, kendine âşık, gizemli bir Moskovalı işçi delikanlı olan Yurka Şarok hemen dikkatini çekmişti. Onu eğiten Nina'ya yardım ediyordu, ama bunu yalnızca toplumun çıkarları için yapmadığını anlıyordu. Yura da bunu anlıyordu. Ancak okulda gönül işleri gerçek komsomolcular tarafından aşağılanıyordu. Devrimin çocukları, kişisel işlere eğilmenin toplumsal işlere bir ihanet olduğuna içtenlikle inanıyorlardı. Yura okuldan sonra, yakınlaşmak için kararlı adım atmadan, ilişkilerini var olan düzeyde sürdürmeye başladı: Ara sıra telefon etti, sinemaya ya da lokantaya çağırdı onu, herkes onlarda toplandığında o da gitti. Birgün Lena'yı koridorda kucaklayarak ilk kez çizilen sınırı aştı. Beklenmedik kaba, ama onun gibileri fetheden bir kararlılıkla. Lena birkaç gün telefon bekledi, sonunda daha çok bek-leyemedi ve kendisi aradı. Öylesine, daha -önce birbirlerini aradıkları gibi. Sesi pürüzsüzdü, sözcüklerin sonlarını açıkça söylemeye, vurguları yerinde kullanmaya çalışıyordu. Yavaş yavaş konuşuyordu. Telefonda bile utangaç gülümsemesi du-yumsanıyordu. Yura onun aramasını beklemişti ama, — Seni ben arayacaktım. Altısına, kulüp için iki biletim var. Danslı. Gidelim mi? — Elbette. Altı kasım akşamı kızı almaya gitti. Kısa kuyruklu, yeşilimsi uzun bir gece elbisesi giymişti Lena. Yabancı parfüm kokuyordu, taralı saçlarına inci bir toka takmıştı. Başka bir dünyanın kadını; güzel ve etkileyici. Yalnızca gülümsemesi eskisi gibi utangaçtı. Bu gülümsemesiyle, Yura'nın hoşuna gidip gitmediğini, onun için böyle giyindiğini anlayıp anlamadığını soruyor gibiydi. Lena yemek odasının kapısını açtı: — Vladik, saat onda yatacaksın! 40

Bir şeylerle uğraşan Vladlen, — Olur, dedi. Yura paltosunu tutarken sordu : — Seninkiler nerde? — Babam Kramatorsk'ta, annem de Ryazan'da. — Bayram için mi? Paltonun altındaki uzun giysisini toplarken, gülerek yanıtladı : — Babam bayramlarda hep fabrikalara gider, annem ise konuşmacı. Off, şu uzun giysiler... Şansları yaver gitti. Bahçeden çıkar çıkmaz araba buldular. Şoför, Lena'nın tanıdığı çıktı ve onları Myasnitskaya' ya kadar götürdü. Yaşlı şoför yukardakileri taşıyanlardandı, Lena'ya çok nazik davranıyordu. Yura'yı hiç görmedi bile. Ama Yura da bunu kafasına takmadı, düşündüğü tek şey Le^ na'nın yalnız olduğu, dönüşte ona uğrayabileceğiydi. Onunla yanyana oturuyorlardı, Lena'nın yakınlığı onu heyecanlandırıyordu. Ama heyecanının asıl nedeni her şeyin özellikle bugün olabileceği düşüncesiydi. Daha önce de kadınlarla birlikte olmuştu, ama onlar başkaydı. Komşu hizmetçi kadın, babasıyla birlikte gittiği köylerde karşılaştığı kızlar, kendi sokağının çapkın kızları... Onlarla her şey çok kolaydı, kendilerinden kendileri sorumluydular. Ama burada her şeyden kendisi sorumlu olacaktı, Budyaginlerle şaka edilmezdi. Onun yerinde başkası olsa Le-na'yla evlenirdi, ama Yura'yı bir şeyler rahatsız ediyordu. Büyük bir sıçrama olurdu bu. Ayrıca Lena kendisine gere^ ken bir eş olacak mıydı? Ailesi yabancı ve düşmansıydı. Onları kendi ailesiyle bir arada düşünemedi. Beklemek gerekti. Avukat olup bağımsızlığına kavuşma umudunu yitirmemişti. Oysa Lena'yla evlenince bu çarka girecekti. Kulübün yanında durdular. Yura, arabanın kapısının nasıl açıldığını bilmiyordu, kolun birini çevirdi, sonra ikincisini denedi, ama kapı açılmadı. Bunun üzerine Lena, onun üstünden eğilerek gerekli kolu çevirdi ve gülümseyerek, — Arabadaki kapı kolları çok kullanışsız, dedi. Lena'nın, kendi beceriksizliğini gizlemeye yeltenmesi ona 41 çok dokundu. Kız, Şarok'un daha önce hiç arabaya binmediğini vurgulamıştı. Ama hemen kendini topladı. Şoföre soğukça bakıp Lena'nın ardından kulübe girdi. İstediğini yapacak, canının istediği gibi yaşayacaktı. Şimdi canı Lena'yı istiyordu. Onun yanında oturuyor, kendilerine yönelen bakışları yakalıyordu. Aslında kadınların bakışlarına alışıktı, ama bu seferkiler daha başkaydı. Bu bakışlarda gecenin en göze çarpan kadınıyla dikkatleri üzerinde toplayan erkeğe

duyulan merak okunuyordu. Ruslanova şarkı söyledi; Henkin, Zoşçenko'dan öyküler okudu. Sonra da dans başladı. Lena uysalca dans ediyordu. Pistlere alışık kızlar gibi olmasa bile kendi beceriksizliğiyle alay ederek Yura'ya sokuluyordu. Lena saçlarını düzeltmek için çıkınca sütunların yanma çekilen Yura, buraya toplananları seyretmeye başladı. Ülke sanayiini yönetenler, bilim adamları, Moskovalı aydınların üst kesimi... Kısacası Halk Komiserliklerinde çalışan, yukar-dakilerin çevresinde dönüp yüksek maaş ve ödül alanlar ve çıkarı bol görevlere gidenler. Yura, enstitüden sonra iyi bir daireye giren şanslıların çabucak yükseldiklerini, ülkenin diğer yerlerine gönderilenlerinse neler çektiklerini çok iyi biliyordu. Fabrikadaki işinde nereye kadar yükselecek, nereye ulaşacaktı? Halk mahkemelerinde koşup duracak, işten çıkarmalar, işe gelmemeler gibi küçük işlerle uğraşacak, çadır bezinden yapılmış eldivenlerin kalitesinin kötü olduğuna ilişkin davalarla oyalanacaktı. Oysa Halk Komiserliği'nin, genel müdürlüğün ya da tröstün hukuk işleri bambaşkaydı. Büyük işler, yüksek merciler, Sovyetlerin Yüksek Mahkemeleri ya da Cumhuriyetlerin Yüksek Mahkemeleri... Gelecekteki avukatlık için yararlı olabilecek şeyler bunlardı işte. Ama sırası vardı hepsinin. Şimdi önemli olan, genel değerlendirmeden paçayı sıyırmaktı, gerisi çok kolaydı. Saat on biri gösteriyordu. Yura, kapıcı kapıyı kapatmadan Lenalara dönmek istedi. — Yorulmadın mı? — Biraz daha kalalım, dedi Lena gülümseyerek. 42 Kulüpten çıktıklarında saat gecenin biriydi. Salonun boğucu havasından sonra insanı canlandıran, dinçleştirtn bir yağmur çiseliyor, sokak fenerlerinin camlarından sular damlıyordu. Sokakta kimsecikler yoktu. Yalnızca, Lubyanskaya alanındaki OGPU(*) binasının ışıkları yanıyordu. Lena'nın evine yaklaştılar. — Girelim, otururuz? Onun bu sözcükleri böylesine yalın söylemesi Yura'yı şaşırttı. Hiç sesini çıkarmadan onu izledi. Kapıyı yine aynı yaşlı kapıcı açtı. Yabancı bir adamın gecenin bu saatinde Budya-ginlere niçin gittiğini sormadı bile. Şaşıracağı bir şey yoktu. Lena girişin ışığını yaktı, odanın kapısını araladı. — Uyuyor... Babamın odasında otur, üstümü değişeyim. Çalışma odasının ışığını

yaktı, Yura'ya bir kez daha gülümseyip onu yalnız bıraktı. Yura, kitapları karıştırmaya başladı: Sayfaların arasına küçük kâğıtların iliştirildiği Lenin'in eserleri, metalürji kitapları, Aleksey Tolstoy'un «Birinci Petro»su. Yalnızca onların okumasına izin verilen resmi kâğıtlar, gizli bültenler ve yasaklanmış yayınlar yoktu görünürde. Sonra hepsinin taşıdığı silah... Yura bunun bir Browning olduğundan emindi. Arka cepte taşınması mümkündü. Gizli bir şeyler bulma isteği, onların iktidarlarının gizlerini paylaşma tutkusu içini doldurdu. Lena her an içeri girebilirdi, acele etmeliydi. Masanın orta gözünü çekti, kapalıydı, öteki gözleri denedi, ama onlar da açılmadı. Lena, görmeye alışık olduğu beyaz bluz ve mavi eteğiyle içeri girdiğinde koltuğa kendini daha yeni bırakmıştı. — Kahve ister misin? Ona dokunarak, gülümseyerek davramyordu yanında. Kahveyi doldurmak için eğildiğinde göğüslerini gördü. Le-na'yla hiç gece yalnız kalmamış, böyle bir kahve, böyle bir likör içmemişti. (•) OGPU: Devlet Birleşik Siyasi Müdürlüğü. Bugünkü KGB'nin 1922 - 1934 yılları arasındaki adı. 43 — Daha ister misin? — Yeter. Yura divana geçti. — Oturalım... Elinde fincanla Lena da divana oturdu. Yura, elinden fincanı alıp masaya koydu. Lena şaşırmış gibi gülümseyerek ona bakıyordu. İşte o an, kızın çekingen gözlerine bakarak bir sokak delikanlısının teklifsizliğiyle onu kendine çekti. Yedi Kasım'da, Şaşa, kendi enstitüsünün yürüyüş kolunu Tverskaya ve Balşaya Gruzinşkaya sokaklarının köşesinde bekliyordu. Yürüyüş kolları yavaş hareketlerle ilerliyordu. Sıraların üstünde bayraklar dalgalanıyor, Pankartlar, portreler sallanıyordu... Stalin... Stalin... Stalin... Yaşlı adamlar kaygıyla boru çalıyorlar, düzensiz seslerle marş söylüyorlar, asfaltın üstünde dans ediyorlardı. Kızıl Meydan'ın gürültüsü, radyo yorumcularının sesleri, Mozoleden gelen kutlamalar, alandan geçen göstericilerin uğultusu hoparlörlerden her yana yayılıyordu.

Enstitünün korteji saat iki sularında göründü ve hemen durdu. Sıralar karıştı. Şaşa kalabalığı yararak kendi sırasına girdi. Aynı anda kendine yönelen kuşku dolu bakışları fark etti : Başı belaya giren adama böyle bakarlardı. Bu, büroda olanlardan dolayı değildi. Başka bir şeydi. Ama kimse Saşa'ya bir şey söylemedi, o da sormadı. Yalnız, arkadaşı Runoçkin ona bir şeyler söylemeye çalışıyor gibiydi ama tuttuğu pankartı bırakıp gelemiyordu. — Sıraya girin, sıraya girin! diye bağırdı kortej başkanları. Sıralar daha önceden oluşturulmuştu, Şaşa, kortejin en sonunda kaldı. Durduğu yerden fakültesinin sancağını, Ru-noçkin'le başka bir çocuğun tuttuğu pankartı gördü. Rüzgâ44 ra dayanmaya çalışan pankart öne doğru eğildi, sonra arkaya yattı, sonunda doğruldu. Kortej yürümeye başladı. Ama Triumfalnaya alanına gelmeden yeniden durdu. Şaşa, kendi fakültesinin sıralarına doğru yürüdü, Runoçkin onu karşıladı. — Duvar gazetesini kaldırdılar. Kısa boylu, hafif yampiri vücutlu Runcçkin'in gözleri şaşıydı ve nedense başını eğerek konuşurdu. Duvar gazetesini kaldırdılar! Neden? Daha önce hiç olmamıştı. — Kim kaldırdı? •— Baulin. Epigramlar yüzünden. Öncü çalışmayı aşağılama!.. Runoçkin redaktördü. Ama epigramların yazılmasını Şaşa önermişti, hattâ grup mümessili Kovalev için bir tane de kendisi yazmıştı: «Sebatlı çalışma ve emek moda, çok orji-naldir güncesini yitirir sanki savaşta, her şeyi bilir hiç oku-masa da.» Öteki üç epigramı Roza Palujan yazmıştı. Borka Nesterova için: «Boris'e eri iyi mezar taşı, biraz pilav ve domuz pirzolası»; Petka Puzanov için «Uyumayı seviyor» ve Prihodko için de «Uygulamaya gitmeye bayılır, herkesten daha çok gider.» Evet, epigramlar dahiyane değildi, hattâ gülünç bile değildi, ama masumdu. «Öncü çalışmayı aşağılama!» — Aşağılama bunun neresindeymiş? Runoçkin başını yana eğdi. — Epigramlarda. Neden yalnızca öncüler hedeflenmiş? Yalnızca öncülerin fotoğraflarını koyduğumuzu, bu nedenle epigramların yazıldığını söyledim. Başyazı niye yokmuş? Başyazı yazılmamasmı da Şaşa önermişti. Öteki gazetelerde olanları yinelemenin ne anlamı vardı? Duvarda somur-tuk biçimde durmayacak, okunacak, neşeli,

bayramsı bir sayı çıkarmak gerekliydi. Çocuklar kabul etmişti. Yalnızca temkinli Roza Palujan, Saşa'ya anlamlı bakmıştı: — En iyisi bir başyazı yaz ve imzala. — Azizyan'dan mı korkuyorsun? Roza'ya bunları söylemişti. Neler olmuştu böyle? Azizyan' 45 la iş sürerken bir yenisi açılmıştı başına. Neyse, üstesinden geliriz! Kortej, Strastnaya alanında yeniden durdu. Daha sonra hiç duraksamadan gidildi. Kortej başları sıralarda yabancı var mı, yok mu; kortej düzgün mü diye özenle denetliyorlardı. Kızıl Meydana kadar olan kısa yolu hızlı adımlarla geçecekler, hiç durmayacaklardı. Baulin ve Lozgaçev gruba yaklaştılar. Lozgaçev'in kolunda enstitü kortejinin sorumlusu olduğunu gösteren kırmızı bant vardı. Baulin, Saşa'ya sert sert baktı: — Pankratov, yürüyüşe başından katılmayı gerekli görmüyor musun? Baulin haksızdı. Şehirde yaşayanlar korteje hep yolda katılırlardı. Baulin de binlerce öğrencinin içinde kimin okula geldiğini, kimin daha sonra korteje katıldığını bilemezdi. Sa-şa'nın okula gelmediğini biliyordu, demek özel olarak ilgilenmişti bununla. Böylece Saşa'nın durumunu herkesin gözü önünde saptamış oluyordu. Ayrıca, Saşa'nın herkesin önünde ona karşı çıkamayacağından emin olması büyük bir adaletsizlik, hattâ aşağılayıcı bir tavırdı. Neden karşı çıkmayacaktı sanki? — Yürüyüşteyim, herhalde görüyorsunuzdur beni. Üstelik ha-lü-si-nas-yon da değil bu. Şaşa, Arbatlı çocukların kavga öncesi ağzıyla yarı alaycı bir saygıyla konuşmuştu. — Haddini aşma, diye yanıtladı Baulin. Saşa'nın yanıtını beklemeden uzaklaştı. Tarih müzesinin yanından kıvrılarak Kızıl Meydan'a girdiler. Adımlarını uydurmaya çalışarak Kızıl Ordu askerlerinin böldüğü yerlerden nerdeyse koşar adımla geçiyorlardı. Saşa'nın sırası Mozole'ye yakın bir yerden geçti. Tribünlerde, sanki tiyatro giysileri içinde askeri ataşeler yer almıştı, ama hiç kimse onlara bakmıyordu bile, bütün bakışlar Mozole'ye yönelmişti. Herkesi heyecanlandıran tek şey vardı; Stalin burada mıydı? Onu görebilecekler miydi?

Gördüler. Sayısız portre ve heykelinin tıpkısı siyah bı46 yıklı bir yüz. Kasketini iyice aşağı »düşürmüş, hiç hareket etmeden duruyor. Uğultu büyüyordu. Stalin! Stalin! Şaşa da herkes gibi gözlerini ondan hiç ayırmadan yürüdü ve bağırdı: Stalin! Stalin! Trübünün yanından geçenler ona bakmaya devam etmek istiyor, ama askerler onları yürümeye zorluyordu. Durma! Daha hızlı! Kilisenin yanında kortej karıştı, düzensiz kalabalık Moskova nehrine doğru inmeye başladı. Köprüyü geçip kıyıda biriktiler. Trampetleri, borazanları, bayrakları, pankartları kamyonlara doldurdular. Herkes aç büaç evine gitmek için Taş köprüye, Preçistenski kapısına ve tramvay duraklarına akın etti. Tam bu sırada alandaki uğultu iyice yükseldi, kıyı boyunca yankılandı. Stalin göstericileri selamlamak için elini kaldırmıştı. Bayramdan sonra parti bürosunu aktif üyelerle olağanüstü toplantıya çağırdılar. Kürsüde oturan Lozgaçev, kâğıtları karıştırıyordu. — Fakültede parti karşıtı iki olay oldu. Birincisi, Pank-ratov'un muhasebede marksizme karşı çıkışı; ikincisi, yine Pankratov tarafından çıkarılan duvar gazetesi. Pankratov'un yardımcıları, komsomol üyeleri olan Runoçkin, Palujan, Ko-valev ve Pozdnyakova'dır. Gruptaki könünistler ve komsomol üyeleri onlara karşı çıkmamışlardır. Bu, politik uyanıklığın zayıflığının kanıtıdır. Gazetenin bayram sayısında —diye sürdürdü konuşmasını— Ekim'in on altıncı yıl dönümü hakkında başyazı yok, yoldaş Stalin'in adı bir kez olsun anılmamış, öncülerin portreleri aşağılayıcı sözlerle birlikte konulmuş. Pankratov tarafından yazılanlara bakın: «Sebatlı çalışma ve emek moda, çok orjinaldir güncesini yitirir sanki savaşta, her şeyi bilir hiç okumasa da.» «Emek moda» ne demek? —Lozgaçev sert bakışlarını salonda gezdirdi.— Bizde emek «moda» mıdır? insanlarımız emekleriyle sosyalizmin 47 temelini kuruyor, emek bizim için namustur. Pankratov içinse gelip geçici bir «moda». Bunları ancak insanlarımıza kara çalmak isteyen kötü yürekliler yazabilir. Geçen toplantıda, Azizyan'm dersindeki çıkışının ve Krivoruçko'yu savunması-nin raslantı olduğunu söyleyip onu aklamaya çalışmışlardı. Baulin kimden söz edildiğini herkes gibi bilmesine karşın sordu : — Kim? v — Fakülte dekanı Yanson'dan söz ediyordum. Sorumluluktan kaçamayacağını düşünüyorum. — Kaçamayacak, diye söz verdi Baulin.

— Yanson yoldaş, diye sürdürdü Lozgaçev, fakültede laçka bir ortam yarattı, bununla da Pankratov'un politik kundakçılık yapmasına göz yumdu. Bütün enstitünün tanıdığı dördüncü sınıf öğrencisi demagog ve dalkavuk sevimli Karev, — Utanç verici! diye bağırdı. Lozgaçev konuşmasını bitirdi: — Enstitü parti bürosu kararlı biçimde tepki göstermiş, duvar gazetesini kaldırmıştır. Bu, parti örgütünün tamamen sağlıklı olduğunun kanıtıdır. Kararlı ve dirençli tavrım'.z bunu bir kez daha gösteriyor. Kağıtları toplayıp kürsüden indi. — Redaktör burada mı? diye sordu Baulin. Herkes Runoçkin'e bakarak hareketleniverdi. Kısa boylu, şaşı gözlü Runoçkin kürsüye çıktı. Baulin her zamanki yapmacık iyi yürekliliğiyle konuştu: — Bu işin nasıl olduğunu anlatın, Runoçkin! — Fabrika gazetesinin başyazısını yinelemenin gereksiz olacağını düşündük. — Fabrika gazetesiyle ne ilgisi var? Siz gazeteyi çıkardığınızda, o daha çıkmamıştı bile. — Sonra çıktı ya! — Siz de oradaki başyazının ne olduğunu biliyordunuz? — Elbette, biliyorduk. Salondakiler gülüştüler. 48 — Kendinizi aptal yerine koymayın, —Baulin kızdı— başyazıyı kim yazdırmadı? Pankratov mu? — Anımsamıyorum. — Anımsamıyorsunuz... Bu sizi şaşırtmadı mı? Runoçkin, omuz silkmekle yetindi. — Pankratov'un epigram yazma önerisi şaşırttı mı? — Daha önce de yazmıştık. — Hatanızı anlıyor musunuz?

— Yoldaş Lozgaçev gibi değerlendirirsek anlıyorum. — Ya siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Runoçkin yanıtlamadı. — Aptallığa vuruyor, diye bağırdı yeniden Karev. Baulin kâğıtlara baktı. — Pozdnyakova burada mı? Güzel Pozdnyakova gülümseyerek kürsüye çıktı. — Ne söyleyebilirdim? Şaşa Pankratov, başyazı yazmamayı kararlaştırdı. Onu dinlemek zorundaydık ne de olsa komsomol sekreteri. — Ya size beşinci kattan atlamanızı emretse? — Atlamayı beceremem, diye yanıtladı. Düşünmüştüm ki... — Hiçbir şey düşünmediniz. Başarılı öğrencilerle, öncülerle dalga geçmeleri hoşunuza mı gidiyor? — Hayır. — Neden karsı çıkmadınız? — Beni dinlemezlerdi ki. — Parti bürosuna neden gelmediniz? — Ben... Ben... Pozdnyakova, mendilini gözlerine götürdü. — îyi, oturun! Baulin yeniden kâğıtlara baktı: — Polujan! Salondan birisi bağırdı: — Onları dinlemenin anlamı yok, Pankratov yanıt ver* sin! — Pankratov'un da sırası gelecek. Anlatın, Palujan! 49 — Olanların hepsini büyük bir hata olarak niteliyorum, diye başladı. — Çeşit çeşit hata vardır. — Politik bir hata olarak görüyorum.

— Gerekeni hemen söylemeli, lâfı dolaştırmanın anlamı yok. — Bunu kaba, politik bir hata olarak değerlendiriyorum. Başyazı yazılmasını önerdiğimi dikkate almanızı rica ediyorum. —• Bunun sizi haklı çıkaracağını mı sanıyorsunuz? Elinizi yıkayıp kendinizi sağlama aldınız, ama bu edepsiz şeyin duvarda kalması sizi hiç endişelendirmedi mi? Siz de epigram yazdınız mı? — Evet. — Kime? — Nesterov'a, Puzanov'a ve Prihodko'ya. — Biri pisboğaz, öteki uykucu, üçüncüsü de düzenbaz. Bunu başarının övülmesi mi sayıyorsunuz? — Bu benim hatam. — Oturun!.. Kovalev! Solgun Kovalev kürsüye çıktı, — Dürüstçe itiraf etmeliyim ki, buraya gelirken işin politik özünü tam anlayamamıştım. Bana şaka gibi geliyordu. Aptalca, yersiz ama şaka. Şimdi hepimizin Pankratov'un elinde birer maşa olduğumuzu görüyorum. Gerçekten de başyazıda ısrar ettim. Ama epigramlar söz konusu olunca sustum, çünkü karşı çıksam çocuklar eleştiriden kaçtığımı düşüneceklerdi. Ne de olsa birini de benim için yazmışlardı. — Utandınız mı? diye soran Baulin gülümsedi. — Evet. Lozgaçev, — Kovalev hemen büroya gelip olanları dürüstçe anlattı, dedi. — Gazeteyi aşmadan gelmesi en doğrusuydu. Topografi öğretmeni Siverski ayağa kalktı. Şaşa, onun parti üyesi olduğunu hiç düşünmemişti bile. Mavi külot pan50 tolonlu, uzun, beyaz Kafkas gömlekli, az konuşan, asker du-ruşlu adamı Çarlık ordusunun subaylarına benzetirdi. — Kovalev! Sizin için yazılan epigrama karşı çıkmaktan utandınız mı? — Evet, — Peki, ötekiler için yazılanlara neden karşı çıkmadınız? Karev'in sesi salonda

gürledi: — Demagojik bir soru! Başka birisi de bağırdı: — Olayı saptırıyorlar! Baulin, eliyle salonu susturdu. — Siverski yoldaş, üyelerin sorunuzu nasıl değerlendirdiklerini görüyorsunuz. — Bu gence yaşama böyle başlamasının doğru olmadığını söyleyecektim. Siverski sözünü bitirip yerine oturdu. — Tartışmalar sırasında söyleyebilirsiniz. Şimdi, baş organizatörü dinleyelim. Pankratov, lütfen. Şaşa, öteki fakültelerden öğrencilerle birlikte en arka sırada oturuyor, konuşulanları dinliyor, ne diyeceğini tasarlıyordu. Hatasını itiraf etmesini bekliyorlardı. Onun nasıl nedamet getireceğini, kendisini neyle haklı çıkaracağını duymak istiyorlardı. Olanlara üzülmüş müydü? Evet, üzülmüştü. Âzizyan'la sürtüşmeye girmeyebilir, gazeteyi her zaman çıkardıkları gibi çıkarabilirdi. O zaman, kendisinin ve arkadaşlarının yaşamını böylesine birdenbire ve saçma bir biçimde sarsan bu olay hiç olmazdı. Her şeye karşın ayakta kalmalı, çocukları savunmalı, ve onu dinlemelerini sağlamalıydı. Burada yalnızca Baulin, Lozgaçev ve Karev yoktu; Yanson, Siverski ve yoldaşları da burdaydı. Onu yalnız bırakmazlardı. Salon sustu. Sigara içmeye çıkanlar geri döndü. Çoğu onu daha iyi görmek için ayağa kalktı. Şaşa başladı: — Ağır bir suçlamayla karşı karşıyayım. Lozgaçev yoldaş, politik kundakçılık, parti karşıtı eylem ve kötü yüreklilik gibi deyimler kullandı. 51 — Doğru kullandı, diye bağırıldı salondan. Galiba Karev' di. Ama Şaşa, bağırış çağırışlara dikkat etmemeye kararlıydı. Baulin kalemle masaya vurdu. — Doçent Azizyan derslerinde teoriyle pratiği birleştire-medi, kitabın önemli bölümlerinden bizi yoksun bıraktı. Azizyan yerinden fırladı ama Baulin eliyle onu durdurdu. — Duvar gazetesine gelince. Ben, komsomol sekreteri olarak bu sayının bütün sorumluluğunu taşıyorum. — Ne asilcenap! diye bağırdılar salondan. Sırf hava!

— Başyazı yazılmamasını ben söyledim, epigramları koymayı ben önerdim, birini de kendim yazdım. Çocuklar bunu direktif olarak nitelediler. — Direktif? Bunu kimden aldınız? diye sordu Baulin Sa-şa'nm gözlerine bakarak. Şaşa, ilk anda soruyu anlayamadı. Anlamını tam olarak kavradığında yanıtladı: — Beni küçük düşürecek soruların dışında her şeyi sormaya hakkınız var. Daha atılmadım. — Merak etme, atarız! diye bağırıldı. Bu seferki kesin Karev'di. — Evet, başyazı yazmadık, çünkü fabrika gazetesinde ve okul bülteninde olan bir şeyi yinelemeyi istemedik. Orada daha usta gazeteciler... — Epigrama baktığımızda senin ozan olduğunu söyleyebiliriz, dedi alayla Baulin. — Yazar taslağı! diye bağırdılar. — Başyazı yazılmalıydı hata yaptım. Epigramlara gelince, onlarda çok kötü bir şey yok. Hata, şiirleri resimlerin altına koymamızda. Bu da anlamı değiştirdi. — Niye koydunuz? — Çocukları neşelendirmek istedik. — Çok doğru hepimiz neşelendik. Herkes güldü. — Ancak, politik kundakçılık suçlamasını kesin olarak reddediyorum. — Söyleyin, Pankratov, kimseye yardım için başvurdunuz mu? 52 — Hayır. Baulin önce Glinskaya'ya, sonra Saşa'ya baktı. — Ya Halk Komiser yardımcısı Budyagin'e? — Hayır. — Peki neden sizin için okul müdürlüğünü aradı? Şaşa, Mark'tan söz etmek

istemedi, ama çıkış yolu yoktu. — Ryazanov'a, dayıma anlattım, galiba o da Budyagin'e. —¦ Galiba... —Baulin alayla yineledi.— Ryazanov, Doğu'da değil mi? — Moskova'ya gelmişti. — Ryazanov tesadüfen Moskova'da, siz tesadüfen ona anlatıyorsunuz, o tesadüfen Budyagin'e anlatıyor, Budyagin tesadüfen Glinskaya'ya telefon ediyor... Tesadüfler pek fazla değil mi? Şöyle demeniz daha dürüstçe olmaz mı? Evet, dolambaçlı bir yol aradım. — Gerçek olanı anlattım. — Kıvırtıyor! îçten değil! Dürüst değil! Karev'e birkaç geveze daha katıldı. — Söyleyecek başka bir şeyiniz var mı? — Her şeyi söyledim. — Oturun. Şaşa kürsüden indi. — Konuşmak isteyen var mı? — Yanson! Yanson! Yanson konuşsun! Yanson kızgın bir suratla kürsüye çıktı. — Yoldaşlar, tartıştığımız sorun oldukça önemli. — Bunu söylemesen de biliyoruz, diye bağırıldı. — Ancak objektif sonuçları sübjektif isteklerden ayırmak gereklidir. — İkisi de aynı! — Felsefeyi bırak! — Hayır, ikisi aynı değil, izin verin, sözümü sonuna kadar söyleyeyim... — izin vermiyoruz! Yeter! Siverski yeniden ayağa kalktı. — Baulin yoldaş, şu bozguncuları düzene sokun. Böyle bir ortamda çalışmak olası değil. 53 Baulin, söyleneni duymamış gibi davrandı.

— Pankratov, apolitik, dolayısıyla küçük burjuva bir tutum içine girmiştir. Karev yeniden bağırdı: — Az! Az! Yanson yüzünü ekşitti. — Bekleyin, yoldaşlar. Dinleyin... — Dinleyecek bir şey yok! — Bu tutumu parti karşıtı saymak için, politik kundakçılık olarak adlandırmak için, Pankratov'un kasıtlı olduğunu bilmemiz gerekir. — Kıvırtma! — Kendinden, kendi rolünden söz et! — Yani, Pankratov partiye zarar vermek istemiş midir? Ben, bilinçli bir eylemin olmadığını düşünüyorum. — Uzlaşmacı! Örtbas ediyor! — Yanson yoldaş, dedi Baulin. Sizden, bu olaydaki rolünüzü anlatmanız isteniyor. — Benim hiçbir rolüm yok. Gazeteyi ben çıkarmadım, çıkması için de onay vermedim. Doçent Azizyan bana değil, size başvurdu. — Gazeteyi neden siz kaldırmadınız? — Anlaşılan 'siz daha önce görmüşsünüz. — Siz neden1 görmediniz? Size daha yakın, sanırım. Yanson omuz silkti. — Eğer buna bir anlam veriyorsanız... — Yeter! Yeter! Yanson bir süre durdu, yeniden omuz silkti ve yerine doğru yürüdü. Baulin kürsüye çıkmadı, başkan kürsüsünden konuşmaya başladı. Ceketini çıkarıp sandalyenin arkasına astı. Artık gülümsemiyor, kesin tümcelerle konuşuyordu : — Pankratov, cezalandırılmayacağına inandı. Yukarda-ki koruyucularına bel bağladı. Bu adların karşısında parti örgütünün onu bağışlayacağından emindi. Ama parti örgütü için, partinin görevi ve parti çizgisinin doğruluğu herhangi bir isimden, herhangi bir yetkiliden daha yüksektir...

54 Beklediği alkışlar için bir ara durdu. îki-üç yerden pek dostça olmayan el çırpmaları duyuldu. Baulin alkış istemiyormuş gibi bir tavır takınarak konuşmasını sürdürdü : — Runoçkin, Pozdnyakov, Palujan, Kovalev gibi kom-somolculara bakmak utanç verici. Bunlar, birkaç gün sonraki mühendisler, Sovyet uzmanları. Yanson yoldaş zayıf, politik olarak etkisiz kişiler yetiştiriyor. Bu nedenle onlar bir sınıf düşmanının elinde böylesine kolayca oyuncak oluyorlar. İşte Yanson'u bununla suçluyoruz. Yanson, Pankratov gibiler için rahat bir ortam hazırladı... Oysa siz burada onu işin içinden çıkarmaya yelteniyorsunuz... Bu da kuşku uyandırıyor!. Yura, Lena'dan ilişkilerini gizli tutmasını istedi. Kızı seviyordu, kız da onu. Başka kimseyi ilgilendirmezdi, özellikle bu yüzden kızın ailesinden, evinden, tanıdıklarından kaçıyordu. Lena, onun onurunu kırmaktan korkarak istediği gibi davrandı. Babası, Yura'nm eve kız getirmesine izin vermiyordu, ama Halk Komiseri'nin kızı... Şaka mı yapıyorsun! Yuri'nin önceleri böyle arkadaşı yoktu. Yaşlılar Lena'ya çok ölçülü yaklaştılar: Yuri'ye geliyordu, gençlerin, kendilerinin bileceği işti. Anlaşırlarsa evlenirler, anlaşamazlarsa ayrılırlardı. Yaşlılar bu anlamda çağın düzeyindeydiler. Evlenirlerse, kız kaynanasını ve kaynatasını saymak zorundaydı. İsterse Halk Ko-miresi'nin kızı olsun. Evlilikten önce yatağa girdiği için evlenirse dua etmeli... Lena, bu ölçülülüğü bir meziyet gibi değerlendirdi. Yura'nm anababası da ona alışılmışın dışında gelmişti. Baba, yakışıklı ve gösterişli bir ustaydı. Anne, inanan bir kadın. Ataerkil yaşam biçimi: Bambaşka, yalın ve gerçek. Bazan Vladimir'in Bolemorkanal'dan yolladığı, «sevgili babacığım», «sevgili anneciğim» ve «sevgili kardeşim Yuri» 55 sözleriyle dolu; kötü kader, «kuş gibi uçmak» hayalleri üzerine ağlamaklı hapishane ağzıyla yazılmış mektupları tartışırlardı. Yura, Lena'dan utanarak yüzünü buruştururdu ama Lena, babanın dikkati ve annenin hüzünlü kaygısıyla, Yu-ra'nın içinde bulunduğu ortama karşın gösterdiği metanetle duygulanıyordu. Her şey hoşuna gidiyordu. Sade yemekleri, babanın elindeki tebeşiri silmesi, ceketini silkelemesi ve ailenin sofra başında toplanmasını, çalışmasının en büyük ödülü olarak gören bir insanın ağırbaşlılığıyla masaya oturması... Annenin ilk parçayı özellikle ona —evi geçindirene— ikinci parçayı Yura'ya —evin ikinci erkeğine— üçüncü parçayı da konuk Lena'ya vermesi, geriye bir şey kalırsa kendine alması —ne de olsa sürekli mutfaktaydı, karnı her zaman toktur— hoşuna gidiyordu. Haftalarca birbirlerini görmeden, herkesin hayatını yaşadığı kendi ailesine hiç benzemeyen, birlik içinde yaşayan bir aile. Bazan Yura'yla «Metrepol»e Skomorovski'yi dinlemeye gidiyordu; bazan da «Grand

Otel»e Tsfasman'ı dinlemeye. Lena, harcamaları ortak yapma konusunda epey direndi. Ne de olsa çalışıyor, para kazanıyordu, paranın ortak harcanmaması arkadaşlığa sığmazdı. Yura hoşgörüyle kabul etmişti sonunda. Böyle bir güzelin onun için para harcaması, garsonların nazikliği gururunu okşuyordu. Komşu masalarda güzel kadınlar, iyi giyimli erkekler olur, orkestra çaz çalardı; «Met-repol»de ışıklar söner.çevresinde dans edilen salonun ortasındaki havuzu renkli spotlar aydınlatırdı. Yura, Lena'ya gülümser ve elini tutardı. Çevredekilerin onlarla ilgilenmesi hoşuna giderdi. Lena, Yura'dan gece geç vakit ayrılırdı, kuşkusuz gitmesine izin vermişse. Bahçe kapısı kapalı olurdu. Zili çalar, uykulu kapıcı her seferinde ona kuşkuyla bakarak kapıyı açardı. Lena, onun eline bir ruble sıkıştırır, bahçeye dalardı. Ayakkabılarının sesi gecede yankılanırdı. Evde, yine geç gelişinden söz edilecek, olan biteni anlamaya çalışacaklar, ama hiç kimse hiçbir şey sormayacaktı. Babası, Yura'yı sevmiyordu; onun hakkında alaylı, hattâ' nefretle konuşurdu. 56 Sonuçta, bu Lena'nın işiydi. Lena, ailesine bağlıydı ama gerektiğinde hiç düşünmeden çekip gidebilirdi. Aralık başında Yura'yı Halk Komiserliği Hukuk Müşa-virliği'ne çağırdılar. Bir sürü masanın olduğu ama hiç kimsenin ortalıkta görünmediği personel dairesinin büyük odasında sarışın, küçük göğüslü, orta yaşlı bir kadın onu karşıladı. Adının Malkova olduğunu söyledi ve masasının karşısındaki sandalyeyi gösterdi. — Okulu bitiriyorsunuz, Şarok yoldaş. Önümüzde atamalar var. Daha yakından tanışmak istedim. Biraz kendinizden söz edin. Yura'nın dışarıya atanmamak için kendini Malkova'nın gözünde kötü göstermesi gerekliydi. Ama öz savunma, mekanizması, yıllarca biriken lekelenmemiş görünme duygusu ve saklıyacağı her şeyin onurunu kıracağı düşüncesi kendini gösterdi. Kendini hep anlattığı gibi anlattı: Konfeksiyon işçisinin oğlu, eski tornacı, komsomol üyesi... Hakkında hiç dava açılmadığım da belirtti. Kardeşinin hırsızlıktan yargılanması kötü bir durumdu. Bu olayı anlatmasının hikâyesine içtenlik katacağım düşünüyordu. Malkova sigara içiyor, onu dikkatle dinliyordu. İzmariti kül tablasına bastırıp sordu: — Komsomol üyesi olarak kardeşinizin bu yola düşmesine nasıl izin verdiniz? — İçeri düştüğünde on altı yaşındaydım. — Devrimde on altı yaşındakiler alaya komuta ediyorlardı. Malkova, bunu sanki kendisi on altı yaşındayken bir alaya komuta etmiş gibi söylemişti. Belki de etmişti? Gerçekten de ağzındaki sigarası ve zayıf vücuduna geçirdiği deri ceketiyle bir asker gibi duruyordu... Ne yapmalı yani? Herkes komuta etmek zorunda mıydı? Alay yetmezdi! Fabrikaya ya da kuş uçmaz kervan

geçmez bir yere yollamaları bu san çiroza bağlıydı. Enstitüde buranın Batı ve Doğu Sibirya'ya atama yaptığı söyleniyordu. 57 Yura gülümsedi. — Kardeşim benden epey büyüktür, onu nasıl etkileyebilirdim? Malkova masanın üstündeki kâğıtları karıştırdı, gerekli olanı buldu. — Kimya sanayi müdürlüğü sizi hukukçu olarak istiyor. Bu nereden çıktı? — Enstitüden önce kimya fabrikasında çalışmıştım. Hukukçuya gereksinimleri var. Fabrikayla ilişkiyi kesmemiştim, onlar da beni çağırmışlar. Malkova somurttu. — Herkes Moskova'da kalmak istiyor. Taşrada kim çalışacak. Kim yargıç ya da savcı olacak? Yura her sözcüğü tartarak yavaş yavaş konuşmaya başladı: — Yargıç ya da savcı olmak için güven ve lekesiz bir ad gerekli. Kardeşi mahkûm olan birine güvenileceğini sanmıyorum. — Bu görevler için her şeyden önce gerçek bir Sovyet yurttaşı olmak gereklidir. Kardeşinizin başına gelenler buna engel mi oluyor? — Kardeşime neden göz kulak olmadığımı siz sordunuz. Ayrıca, sanayide de yetenekli hukukçulara gereksinim olduğunu düşünüyorum. Malkova ayağa kalktı. — Konuyu müdüre ileteceğim. Kararı atama komisyonu verecek. Yura da kalktı. — Gönderecekleri her yerde çalışmaya hazırım. — Bir de, —Malkova gülümsedi— burs almışsınız, bunu çalışarak ödemeniz gerek. — Kuşkusuz, Moskova'da kalmak istiyorum, annem ve babam buradalar, yaşlı insanlar. Ben de şu an için tek evlatlarıyım. Ama bu, —masadaki kâğıdı gösterdi— fabrikanın isteği. Kimyasal üretimi bilen hukukçuya gereksinimleri var. — Moskova'da kalmak isteyen herkes bir bahane buluyor ve herkesi birileri işe çağırıyor.

53 Sustu sonra beklenmedik biçimde konuşmasını sürdürdü: — Enstitü parti örgütü size başka bir görev öneriyor. O da burada. — Bu konuda hiçbir şey bilmiyorum... Nerde? Malkova kaçamak yanıt verdi. — Boş bir yer var... örneğin savcılıkta. Ama siz fabrikayı yeğliyorsunuz galiba? — Evet, fabrikayı. Orada çalıştım, büyüdüm. Onlar beni okula yolladı. Fabrikaya çok şey borçluyum. Yura'nın sözlerindeki kararlılık Malkova'yı yumuşattı. — isteğinizi ve müdürlüğün talebini göz önünde bulunduracağız. Yine de son kararı komisyon verecek. Yazgısı böyle bir kadının elindeydi. Belki kendisi Ore-hovo-Zuyev gibi bir yerden buraya gelmişti ama, doğma büyüme Moskovalıyı kervan geçmez kuş uçmaz yerlere yollamaya hazırdı. Babası, «Dağdan gelip bağdakini kovuyorlar» derken ne kadar da haklıydı. Bir de uyduruyor: Moskova'daki bir iş için sizi öneriyorlar! Mutlaka yumurtladı. Belki de uydurmamıştır. Kayıtlı olduğu ev Moskova'daydı. Bunu göz önüne alıyorlar... Onu gerçekten önermiş bile olsalar, bu, alacakları anlamına gelmiyordu. Kardeşin niye ceza aldı, diye soracaklardı. Gerçek proleter ailesinde mahkûm olmamalıydı. Yani aile istenen ailelerden değil, mimlenmiş! Güvenilir, kendilerinden biri yok muydu? Çocukça düşlerle yaratılan serbest avukatın romantik görüntüsü yavaş yavaş kayboluyordu. Mah-kemelerdeki pratik, madalyonun ters yüzünü de göstermişti. Ünlü avukatların göz kamaştırıcı konuşmalarının yanında bir yığın pislik içinde, para peşinde koştuklarını *da görmüştü. Mahkeme sekreterlerine nasıl yaltaklandıklarını, et kafalı ihtiyarların öğütlerini olumlu not alabilmek uğruna nasıl ezberlediklerini görmüştü. Müşteri gittikten sonra mutfağa ve yatak odasına dönüştürülen debdebeli büroların değerini biliyordu. Yine de bu yaşam onu çekmişti. 59 Ama tuhaf şey! Yukardan onu reddedecekleri korkusu yüreğine işledi. Yine bir kenara atacaklardı. Kendi adamlarına yüksek mevkiler verilecek, o da köhne bir yerde ömür çürütecekti. En iyi olasılıkla bir kıyak yapacaklar, fabrikaya, Budyagin'in nefretle andığı hukuk müşavirliğine yollayacaklardı. Halk Komiserliği'ne çağırıldığını kimseye söylemedi. Ne var ki tedirginliği Lena'nın gözünden kaçmadı.

Tiyatrodaydılar. —. Niye kaygılısın? Derin ve sevecen bakışlarla bakıyordu. Yura gülümsedi, gözüyle yandakileri gösterdi: Rahatsız etme! Evde, kollarında yatarken onu kaygılandıran şeyi yeniden sordu. Yura, önemli bir şey olmadığını, yalnızca fabrikaya gidişinin zorlaştığını söyledi. — istersen babamla konuşayım. — Ivan Grigoryeviç yapabileceğinin hepsini yaptı. Lena üstelemedi, babasının daha fazlasını yapamayacağını anladı. — Dün Şaşa bize geldi, yazık! — Ne oldu? — Bilmiyor musun? Komsomol'dan ve okuldan attılar. Yura dirseklerinin üstünde doğruldu. — İlk kez duyuyorum. — Onu görmedin mi? — Epeydir görmedim. Yura yalan söylüyordu. Saşa'yı kısa bir süre önce görmüştü, ama o kendisine bir şey söylememişti. Yura da bundan Lena'ya söz etmek istemedi. — Ders yüzünden mi? — Evet. Sonra duvar gazetesi, — Gazeteye ne yazmış? — Şiirimsi bir şeyler. — Şiir de mi yazıyor? — Yazmış ya da gazeteye koymuş. Acelesi vardı, doğru dürüst anlatmadı. Yazık! 60 Şaşa Pankratov atılmış! Oysa nasıl inanıyordu, işte sil-kelenmişlerdi! Aktivist! Eğilmez! Taş gibi! işte o da gümbürtüye gitmişti. Budyagin bile yardım

edemiyordu. Dayısı Rya-zanov ünlü biriydi. Korkunç! Saşa'yı da... Başına bir şey gelse ona kim yardım edecekti? Terzi babası mı? Mahkûm kardeşi mi? Şaşa gibi her şeye burnunu sokmazdı ama yine de... Savcılığı boşuna reddetmişti. Orada ona kimse dokunamazdı. Tam tersine o istediğine dokunabilirdi. Elinden kimse kurtulamazdı... Ertesi gün Yura, Saşa'ya rastladı. — Selam! — Selam! — Okulda kötü şeyler olduğunu duydum. — Kimden duydun! — Lena'yı görmüştüm. — Her şey yolunda, diye yanıtladı. Şaşa somurtarak. — öyle mi? Çok iyi. —Yura gülümsemesini gizlemedi.— Çok çabuk döndün. — Evet, bazan oluyor. 6 Her şey yolunda! Şaşa herkese böyle diyordu. Annesinin kulağına söylentilerin ulaşmasını istemiyordu. Büro oturumunun ertesi günü Glinskaya'nın kararını tebliğ ettiler. Şaşa «Parti karşıtı eylemlerin organizatörü» olarak okuldan atılmış, Pakujan, Runoçkin ve Pozdnyakova' ya kınama cezası verilmiş, ve Kovalev bu olayda suçsuz bulunmuştu. Çark dönmeye başlamış ve rapor hemen hazırlanmıştı. Yanson'm yerine dekan olan Lozgaçev, Saşa'nın belgelerini çabucak ama nezaketle doldurdu. Parlak yüzü sanki senden kişisel olarak alıp veremediğim yok, durum bunu gerektirdi, geri alırlarsa memnun olurum, der gibiydi. Şaşa gruptaki herkesle vedalaştı. Yalnızca Kovalev'e elini uzatmadı. — Alçaklarla işim yok! 61 Runoçkin, Kovalev'in gerçekten de alçak olduğunu —bu arada diğerlerinin de— yineledi. Kısa boylu, şaşı bakışlı Runoçkin hiç kimseden korkmuyordu. Zil çaldı. Koridor boşaldı. Saşa'nın işi yan yarıya bitmişti. Belgeleri almış, yalnızca mühürlenmesi kalmıştı.

Krivoruçko, hâlâ ekonomi bölümü müdür yardımcısıydı. Mührü basarken kısık sesle. — Aralık standart raporu karne dairesine yollandı. — Sağolun. Aslında raporlar daha geç gönderiliyordu, ama Krivoruçko ona gıda karnesini vermek istemişti. Vermeyebilirdi. Artık annesi aralık sonuna kadar hiçbir şeyden kuşkulanma-yacaktı. O zamana kadar da yeniden başlardı. ' Bir daireden ötekine koşuşturma, kabul edilmek için bıktırıcı bekleyiş, üzücü açıklamalar, inanmayan yüzler, samimiyetsiz söz verişler... îşi anlamaya kimse yanaşmıyordu. Atılmayı durdurmak, sorumluluğu üstlenmek demekti. Kime neydi? Semt Komitesinde onun işiyle Zaitseva adlı sevimli, genç bir kadın ilgilendi. Şaşa onun, boyu pek uzun olmamasına karşın iyi basket oynadığını biliyordu. Saşa'yı dinledi, önemsiz gelen sorular sordu. Sorular nedense hep Krivoruçko ile ilgiliydi. Okuldan, çalıştığı fabrikadan referans almasını öğütledi ve davasına parti semt komitesi ve komsomol bürosunun bakacağı konusunda uyarıda bulundu. Şaşa fabrikaya yaklaşırken sokaklardaki sabah tazeliğini, geçitlerden akan insan selini, fabrikanın sessizliğini fark-etti. Tekniğe hiç eğilim duymamıştı. Fabrikada çalışmayı «proleter» sözcüğü onu çektiği için istemişti. Büyük devrimci sınıfa dahil olmak! Yaşamın şiirsel ve unutulmaz başlangıcı! Daha ilk günden onu vagonların acil yüklemesine yolladılar. Reddedebilirdi, örneğin Yura Şarok, reddetmiş onu torna başına yollamışlardı. Şaşa gönderilen yere gitmişti. Onu unutmuşlardı, o da bunu kimseye anımsatmadı. Birilerinin vagonları yüklemesi gerekliydi. O zamanlar yaşam hiç bit62 meyecekmiş gibi geliyordu, her şey ilerdeydi. Çadır bezinden ceketi, aynı bezden eldiveniyle yağmurda ve karda, sıcakta ve soğukta vagonları yükledi, boşalttı. Ülkesi için gerekli bir şeyi yapıyordu. Kapağı sıcak bir yere atan Yurka'dan nefret ediyordu. Yemekhanede herkes onlardan uzak durmaya çalışıyordu. Ceketleri ve önlükleri kaya, tebeşir, kaynak taşı ve kömürden dolayı pislik içindeydi. Bağırıp çağırıyorlar, ana avrat düz gidiyorlardı. Şaşa, NEP'le uyuşamadığı için partiden ayrılan ve kendini alkole veren eski tümen komutanı Morozov'u anımsadı. Alkolik olduğu için karısının terk ettiği ekip başları Averkiev'i ve diğerlerini gözünün önüne getirdi. Para peşinde koşmuyorlardı, yirmi beşlik votka parasına çalışıyorlardı. Parça başı çalışmaktan yan çizmeye bakarlar, posta başları ve çavuşlarla tartışırlar, daha kolay iş için pazarlık yaparlar, ders diye adlandırdıkları periyodik işleri isterlerdi. Böyle bir iş verildiğinde çabuk çabuk çalışırlar, bir an önce sıvışmak için didinirlerdi. Şaşa onları gerçek işçi saymazdı ama onlardaki dokunaklı, insansı bir şeyler onu çekerdi: Talihsiz insanlar. Görev alırken kurnazlık yaparlar, ama birbirlerine düşmez,

birbirlerine kazık atmazlardı. Şaşa onların içki âlemlerine katılmaz, onlara belden aşağı fıkralar anlatmaz, küfür dolu espirilerine bulaşmazdı, ama onlar kendisine hep iyi davranırlardı. Bu toplama, kalifiye olmayan tapon ekibi genellikle her işe yollarlardı. Bazan da asıl işlerine, boya varillerini vagonlara yüklemeye dönerlerdi. Kimi zaman boş vagon vermedikleri için vagonlar peşpeşe gelir, aralarına Saşa'nın da çalıştığı Averkiev'in ekibi olmak üzere bütün ekipleri yüklemeye (yollarlardı. Boya varili seksen kiloydu. Vagona iskeleyle çıkıp üst üste üç sıra yapıyorlardı. Dik iskeleden varili vagona yüklemek için hamle yapmak gerekliydi. Belini doğrultmadan sekiz saat boyunca seksen kiloluk varilleri dik iskeleden çıkarmak ve dikine yerleştirmek çok zor işti. Hızlı çalışmalısın, ardından gelen dik iskelede bekleyemez, onun da hamle yapması gerek. Varille bir saniye bile 63 fazladan oyalanırsan bütün zinciri geciktirmiş, çalışma ritmini bozmuş olursun. ¦ Şaşa, ilk zamanlarda varili tam konulması gereken yere koyamıyordu. Bir süre sonra ona nasıl yapacağını gösterdiler: îki elinle varilin kenarından tutup kendine doğru eğecek ve varili ekseninde döndürerek yerine koyacaksın, Şaşa, bunu öğrendikten sonra bir daha gecikme olmadı.' Yüklemede genel olarak iki ekip çalışıyordu: Birincisi Ulyanovsk yöresinden çalışmaya gelen Tatarlar, ikincisi ise iyi para kazanmak isteyen profesyonel hamallar. Yükleme işinde iyi para vardı. Bir seferinde görev dağılımı yapılırken posta başı Malov: — Averkiev, demişti. Birinci ekibe birini yolla, adamları hastalanmış. Averkiev, Tatar Gaynillun'a, seslendi önce. — Sen git! — Gitmiyorum. — Livşitz! Dar alınlı, sağlam vücutlu Odessalı Yahudi Livşitz şakayla, — Gidemem, onlar domuz yemiyor, dedi. Bunun üstüne Malov, kızdı. — Saçmalıklarınızı dinleyecek vaktim yok. Seçmiyorsanız ben yollarım. Güreşçiye benzeyen eski takım komutanı Malov kararlı bir adamdı. Kendisi de eski

bir hamaldı, bu yüzden Averkiev' in kaşarlanmış ekibiyle bile başa çıkabiliyordu. — Ayır! dedi, Averkiev. Malov'un bakışları Saşa'mn üstünde durdu. — Pankratov, birinci ekibe gidiyorsun! Malov, Saşa'yı pek sevmemişti. Belki de tahsilli hamallar hoşuna gitmiyordu. Burada en tahsilli Şaşa sayılıyordu. Liseyi bitirmişti. Malov, onun da reddedeceğini düşünerek Şaşa' ya yarı soru dolu, yarı nefret dolu bakışlarla bakıyordu. — îyi, giderim! Averkiev hoşnutsuzlukla mırıldandı: — Her şeye burnunu sokuyorsun! 64 Tatarlar, varilleri sırtlarında taşıyorlardı. Küçük köprülerden ve iskeleden koşarak vagona giriyorlar, varili anında yerine koyuyorlardı. Kuşkusuz daha hızlı ama değişik ve dayanılmaz bir yöntemdi. Başkasının yerine gün boyu koşmak, seksen kiloluk varille, sallanan köprüden, dik iskeleden koşarak geçmek, ayaklarını ezmeden varili yere atmak, tam yerine oturtmak! Varil sırtından kayacakmış gibi gelir, ağırlığıyla iyice çökersin, ama bir an bile durmazsın çünkü arkandan gelenin soluğunu ensende duyarsın, onun ter kokusunu solursun. Kazara oturursan üstüne yığılıverir. Bütün gücünle dayanır, varili tutmaya çalışırsın, vagona çıkıp atarsın ve hiç kimseye acımayan —hele hele senin gibi bir yabancıya hiç acımayacak— güçlü ve deneyimli hamallardan geri kalmamak için yeniden koşarsın. Yemek zili: Şaşa istiflerin yanma yığılıverdi. Gözlerinde kırmızı halkalar uçuştu, monoton bir uğultu başını iyice sardı. Kâh dalıyor, kâh uyanıyordu. Uyandığında yalnızca yeniden kalkacağı ve sabah peşinden koştuğu sarışın Tatarın ardında, sırtında seksen kiloyla sallanan derme çatma köprüden koşacağı anı düşünüyordu. Dört saat daha dayanamayacağını, yere yığılacağım biliyordu. Büroya gidip buraya seksen kiloluk varil taşımaya değil, yetişmeye gönderildiğini, önceden yerinin belli olduğunu söyleyebilirdi. Lanet olsun! Bu işe gönüllü gelmişti ama onu unutmaya başlamışlardı. Kuşkusuz büroya gidebilirdi ama zil çalar çalmaz sarışın Tatarın peşine takılacağını, varili sırtlayıp koşacağını biliyordu. İşçiler yemekhaneden döndüler. Demek az sonra mola bitecekti. Şaşa iradesini zorlayarak toplandı, oturdu. Parmaklarını, ayaklarını ve başını oynatmaya başladı. Her yeri ağrıyordu.

Adının söylendiğini duyunca başını kaldırdı, Averkiev ve Morozov karşısındaydılar. Anlaşılan yemekte içmişlerdi. Averkiev'in şişkin yüzü daha da kızarmıştı. Morozov'un ise mavi gözleri daha mavi, daha derin, daha hülyalı gibiydi. 65 Averkiev, Saşa'nm kucağına bir parça ekmek attı. — Çiğne! — Sağol! Averkiev, — Varili sırtıma tam oturttur, dedi. Anladın mı? Sonra bırak! Sırtını eğdi, ellerini arkaya uzattı, Morozov ve Şaşa varili sırtına koydular. Varil tam artındaydı. Averkiev tüm gövdesini oynattı, varil omuzlarına doğru kaydı. Varili ortasından tuttu. — Sen de sırtında taşımalısın, omuzunda değil. Sırtına ver. Dene bakalım! Şaşa, sırtını eğdi. Averkiev ve Morozov varili koydular. — Omuzlarını niye bırakıyorsun? diye bağırdı Averkiev. Şaşa omuzlarını kaldırdı, varil sırtının her yerine değdi ve dengelendi. —¦ tşte; böyle taşı! Sıkı yapış ve taşı! Şaşa, şimdi kendini daha diri hissediyordu. Varil sırtından kaymamıştı. Ama ağırlığı yine eskisi gibi eziyordu. Ayakları yampirileşti. Geri dönerken sırtı doğrulmuyordu. öğleden sonrayı nasıl çıkardığını bilmiyor, eve nasıl geldiğini anımsamıyordu. Kendini divana atmış, sabaha kadar uyumuştu. Sabahleyin Malov, — îki gün daha orada çalış, dedi. Sonra değiştiririm, Orada tam iki hafta çalıştı.. Varil taşımayı öğrendi. Tatarlar ona, o da Tatarlara alıştı. Hattâ vergiler için köy Sov-yetine dilekçelerini bile yazdı. İki hafta sonra eski işine değil, garaja kamyonları yüklemeye yolladılar. — Şoförlüğü öğrenirsin, dedi Malov. Saşa'yı ödüllendirmek mi, ondan kurtulmak mı istediği belli değildi. Şaşa garajda çalıştı, şoförlüğü öğrendi.

Ama şimdi fabrikaya yaklaşırken nedense özellikle hamal olarak çalıştığı günleri anımsamıştı. Ne de olsa fabrikadaki yaşamının ilk ve animsanabilecek tek aylarıydı onlar. Kiminle karşılaşacaktı? Belki de eskilerden kimS3 kalmamıştı. Belki de hâlâ çalışıyorlardı. Topu topu dört yıl geçmişti. Eski, tahta girişi yıkmışlar, yerine daha büyük ve taştan bir giriş yapmışlardı. Giriş kapısını da başka yerden açmışlardı. Cephesi alana dönük yani bir bina vardı: Fabrika Müdüriyeti. Yüksek taş duvarların ardında yeni binalar yükseliyordu. Öndeki alan asfaltlanmış, mağazalar, dükkânlar ve büfeler açılmıştı. Fabrika çalışmış ve büyümüştü. Her şeye karşın ülkenin yaşadığı ve yaşamak zorunda olduğu gerçek buydu. Malov, parti örgütü sekreteri olmuştu, pek hoş bir sürpriz değil! Yine eskisi gibi güreşçiye benziyordu. Saçları dökülmeye başlamıştı. O zamanlardaki kırmızı yanaklarından eser yoktu, zayıflamış, yorulmuş ve sararmıştı. Büyük çalışma masasında, eskiden iş karnelerini imzalarken pencere kenarına oturduğu gibi oturmuştu. Saşa'yı hemen tanıdı. Sanki aradan dört, yıl geçmemiş, sanki Şaşa hâlâ fabrikada çalışıyormuş gibi sordu : —¦ Eee, Pankratov? Ne istiyorsun? Şaşa istediği şeyleri söyledi. —¦ İyi, dedi. Büroda ben de olacağım, anlatırım... Referans vermemek için kıvırtıyor. — Zaitseva referansı yazılı getirmemi istedi. — Kâğıtlar gerekli, diye mırıldandı. İyi, yazarım. Nerede çalıştın ve neler taşıdın, anımsat bakalım. Saşa'nın yaptıklarını yazdı, sonra başını kaldırıp alayla sordu: — Sonunda ökseye takıldın mı? — Neden «sonunda»? — İşte öyle. Neyse. Bir saat dolaş ve gel! Fabrikanın merkez bölümü eskisi gibi kalmıştı. Yeni binaları öbür tarafa yapmışlardı. Birinci, ikinci ve üçüncü atölyeler, kazan dairesi ve işte garaj... Müdürün siyah «fordu» aşağıda. Müdürün şoförü Sergey Vasilyeviç tezgâhın başındaydı. O da Saşa'yı tanıdı. — Fabrikaya mı döndün?

67 — tş için. Sergey Vasilyeviç, siyah deri bir elbise, geyik derisinden bir şapka ve çizmeler giymişti. Unuttuğu çoğu şeyi buraya gelince, atölyeleri görünce, fabrikanın sesini duyunca anımsaması çok ilginçti. O zaman her şey yalın ve açıktı. Çalış, paranı al ve Komsomol'un verdiği görevi tamamla! Birisi hakkında politik dava açıldığını duymamıştı. Üretirler, fabrika kurarlardı. Belki şimdi burası da değişmiştir. Malov nasıl bir referans verecekti acaba? Malov'un verdiği referans şöyleydi: «1928-1930 yılları arasında fabrikada hamallık ve şoförlük yapan A.P. Pankratov'a verilmiştir. îşe yaklaşımı dürüstçedir. Verilen işi hep yapmıştır. VLKSM (*) ulaşım atölye ocak sekreteri olarak toplumsal faaliyete katılmıştır. Hakkında dava açılmamıştır.» — Büroda olacağım gerekirse eklerim, diye de söz verdi. Fabrikadan dönen Şaşa, posta kutusunda mavi bir zarf gördü. Mektup babasmdandı. Onun yazısı! Babası, teknik rehberleri yollamasını istiyordu. «Dolabın alt gözündeler, dolabın alt gözünün nerede olduğunu biliyorsundur. Senden bunu istemeye cesaret etmezdim, ama başka kimse yok. Almak için Moskova'ya gelmek... Gelmem hiç kimseyi memnun etmeyecek.» Bu, babasının sesiydi, her zaman böyle konuşurdu. Annesi «Yemek yiyecek misin?» diye sorduğunda «Yemeyebilirim» diye yanıt verirdi. «Toplantıya mı gidiyorsun?», «Dans etmeye gidiyorum.» Kısık sesle konuşulur da duymazsa kendi hakkında konuşulduğunu sanır ve küfrederdi. Sabahları elması, akşamları da kefiri verilmezse yine küfrederdi. Ayak seslerini koridorda duyan annesinin dili tutulurdu, işten somurtarak döner, ortalığı karıştırmak, olay çıkarmak için bahane arardı. Kıskandığı zamanlar annesi ondan korkmazdı. Evde olan (*) VLKSM: Itonsomol. 68 bitenler Saşa'nın yüreğini sıkıştırırdı: Çığlıklar, kapıları çarpmalar, annesinin yüzündeki tavşansı ifade, ağlayış! Babası altı yıldır onlardan ayrıydı. Annesi ise, uzaklarda olmasına karşın hâlâ ondan korkardı. Şimdi de mektubu görünce yüzündeki o tanıdık endişe ve korku ifadesi yine belirmişti. — Babandan mı? — Rehberleri yollamamızı istiyor.

Sofya Aleksandrovna, endişeli bir yüzle mektubu aldı, bitirene kadar yüzündeki ifade değişmedi. Saşa'yı her şeyden çok annesi olanları duyunca neler olacağı düşüncesi korkutuyordu. Hiçbir şey öğrenmemesi için elinden geleni yapıyordu. Sabahlan, okula gidiyormuş gibi evden çıkıyordu. Kiev pazarında hamallık yaparak Aralık ayı bursunu çıkarmıştı. Gidecek bir yer bulamayınca Nina îva-nova'ya gidiyordu. Nina anahtarı ona vermişti. Sabahlan ya kitap okuyor ya da bir şeylerle zaman öldürüyordu. Daha sonra, koyu renk paltolu, minik ayakkabılı Vary a —Nina'nın kız kardeşi— okuldan dönerdi. Eşarbını hep yolda çıkarırdı. Uzun, düz saçları yakalığına dökülürdü. Bacak bacak üstüne atıp oturur, tombul dudaklarım uzatır ve kâhkülünü soluğuyla oynatarak on altılık kızların oğlanları huzursuz eden bakışlarıyla Şaşa' ya bakardı. Sararmış muşamba örtülü masa odayı ikiye bölüyordu : Divanın altındaki eski terlikleri, masanın üstüne atılmış kitap ve defterleriyle Nina'nm bölümü; yastığın üstündeki renkli eşarbı, camın önündeki gramofonu ve uzatılmış kaslı bir kola benzeyen bronz lambasıyla Varya'nın bölümü. — Enstitüden niye attılar seni? — Geri alacaklar. — Ben olsam hepsini atardım. Bizim okulda da kimin canını çıkartalım diye bakan bir sürü ahmak var. Dün yazılımız vardı. Lyakin «Varya, bacaklanna kopya yazmış!» dedi. Bacaklanmı uzattım ve sordum: «Hani?» Sınıfta nasıl yaptığını göstererek bacaklannı uzattı. — Matematikçi Kuzya domates gibi kızardı. îvanova, ye69 ter! Niye bana diyor ki! Lyakin başlattı. Geçen yıl kızın birinin çantasını çalmıştı, şimdi öğretmenler kurulunda. Kendi kopya çekiyor, başkasını jurnallıyor. Böylelerine dayanamıyorum. — Kopyayı nasıl çekiyorsun? — Çok kolay, —bacaklarını okşadt— mürekkepli kalemle yazıyor ve çekiyorum. — Kopyasız yapamaz mısın? ¦— Yaparım ama istemiyorum. Varya bacakları dizlerinin üstüne kadar açık oturuyor, davetkâr bakışlarla bakıyordu. Bütün bunlar Saşa'ya gülünç geliyordu. Ciddi olmaya çalışıyordu, ancak Varya'nm, kardeşinin başına ne işler açacağını biliyordu.

Kızlar babasız büyümüşlerdi, daha sonra da anneleri ölmüştü. Şaşa, büro oturumunu anımsadı. Kardeşini yetiştirmesi için Nina'ya nasıl yardım edebileceklerini tartışmışlardı. Emekli maaşı alıyorlardı. Yine de Nina'yı maaşlı önder yaptılar. İlkokulu bitirdikten sonra ayrıldılar. Bir gün kapıda yeni yetmelerle görünce Varya'yı anımsamıştı. — Kcmsomola üye misin? — Niye? — Eşikte durmak hoşuna mı gidiyor? — Evet. — Evde yatmıyormuşsun? — Hah ha! Bir sefer kız arkadaşımın yazlığında kalmış^ tim. İstasyona gitmeye korkmuştum. Nina da gece dönmezdi. O benden de korkaktır. Maks'ıyla çıktığında hiçbir şey beceremez, hoş Maks'a da hiçbir şey gerekmez ya! Birlikte ucuz bir lokantaya giderler... — Böyle öğütler vermek için daha küçük değil misin? — Benim işlerime burnunu sokmasın. Hele bir soksun. ;— Ne olmak istiyorsun? Yanıt yerine çocuk sesiyle şarkıya başladı Varya: Kokulu çöl çiçeği Kavaldan daha narin gülüşün Gözlerin mavi göğü gibi Cesur kovboyun bozkırlarının. 70 Zil sesi koridorda yankılandı. — Ninka geldi, dedi yerinden kımıldamadan. Yine anahtarını unutmuş. — O olduğunu nerden biliyorsun? — Herkesin zil çalışını bilirim. İçeri giren Nina, Varya'yı dizleri açık yakışıksız saydığı bir halde görünce başladı: — Oğlanların aklını çelmiş. Ojeler, havuç rengi rujlar anlıyor musun? Saatlerce ayna karşısında durur, ekmek bıçağıyla kaşlarını alır. Şaşa şaşırdı. — Bıçakla mı?

— Ya da telefonun başına çöreklenir: krep jorjet, kadife, kırmızı markizet, mavi ipek... Ben, beş yıl aynı bluzu giydim. Her gün yıkardım. Kumaşının ne olduğunu hâlâ bilmem. Kardeşim ise elbisesine bir düğme bulmak için üç gün mağaza mağaza dolaştı durdu. Keçe çizmelerden nefret ediyor, mesti ise hiç bilmiyor. Ayakkabılarımı çaldı, dans pistlerinde parçaladı ve kaldırıp banyoya attı. Bugün ayakkabı yarın para. Benim param olmadığına göre çalmaya çıkacak. —Endişelenme! dedi Şaşa. Endişelenme! Onu da korkutma! Ama Varya korkmamıştı. Yalandan esnedi, sıkılmış gibi yaptı. Bunları daha önce de, belki yüz kez dinlemişti. — Gaddarlığı beni şaşırtıyor. Maksimle dalga geçiyor. Bu onun işi mi? Alçaklık! — Maks'ın görünüşü pek neşeli değildir, dedi Şaşa diplomatça. Nina'nın gözleri karardı. —¦ Maks'a önem veriyorum, yakışıklı ve temiz bir çocuk ama ne düşünebilirim ki? önce bunu bir baltaya sap yapmak zorundayım. — Üstüme gelme! — Duvar gazetesini buna vermişlerdi. Yandaki sınıfa gidip onlannkini sözcüğü sözcüğüne kopya etmiş, öyle ki isimleri bile değiştirmemiş. Nereye gidiyor? Onu neler bekliyor? Varya, yoklayarak ayakkabılarını bulup ayağa kalktı. 71 Kokulu çöl çiçeği Kavaldan daha narin gülüşün... Şaşa, semt komitesine çok sakin geldi. Oturumu birinci sekreter, Stolper yönetecekti. Koridorda çağırmalarını bekleyerek oturuyordu. Kapının ardından sesler, bölük pörçük tümceler duyuluyordu. Sert bir ses bütün bu gürültüyü susturdu. Ürken adamlar odadan fırlayıp dolaplara atıldılar, dosyaları aldılar. Ses arkalarından hâlâ duyuluyordu. Stolper'in memurları kovması Saşa'nın hoşuna gitti. Saşa'ya düşman etiketini yapıştıran Baulin ve ve onun gibilerini de böyle kovacaktı. Kapı aralandı. — Pankratov! Duvarların önünde de, yeşil çuha serili uzun masalarda da hiç boş yer yoktu.

Yorgun bakışlı, zayıf ve kötü biri olan Stolper Saşa'ya somurtarak baktıktan sonra Zaitseva'ya döndü. — Anlatın! Kısaca! Zaitseva, özenli bir öğrenci sesiyle konuyu anlattı. Epigramları okuduğunda birileri güldü. Epigramlar aptalca gelmişti. Zaitseva, bunları asıl konuyla birlikte gözden geçirmek gerektiğini söyledi. Şaşa, ilk kez orada Krivoruçko'nun adını tam anlayamadığı bir muhalif hareketin eski üyesi olduğunu duydu. Zaitseva, partinin on birinci kongresini, «îşçi muhalefetini» ve Krivoruçko tarafından da imzalanıp MK'ye yollanan ortak mektubu anımsattı. Mektubun içeriğinden söz etmedi. Sonra, Krivoruçko'nun, o sıralar, bu ilişkileri bırakmadığı içîn partiden atıldığını söyledi. Bu ilişkilerin neler olduğundan, ne zaman olduğundan, kiminle kurulduğundan hiç söz etmedi. Partiye geri alındığını, ama kınama cezası verildiğini ekledi. S'nıf düşmanı kişilerle demiryolunu zarara uğratma yüzünden bir kınama daha aldığını belirtti. Bu yolun nerede olduğunu, Krivoruçko'nun görevi ve öteki kişiler gibi ayrıntılara yine değinmedi. Ve işte, inşaatı baltalamaktan bir kez daha ihraç edilmişti. îhraç ve kınama cezaları 72 Krivoruçko'nun kişisel işi olmasına karşın, eski defterlerden öğrendiği suçlara katılan bir adamı deşifre etmekten heyecanlanan Zaitseva, sanki bunları kendisi ortaya çıkarmış gibi konuşuyordu. Zaitseva'yı dinleyen Şaşa, Krivoruçko'nun işinin pek öyle kolay olmadığını anladı. Eski defterleri de karıştırıyorlardı. Ama bütün bunların kendisiyle ne ilgisi olduğunu bir türlü anlayamıyordu. Stolper, Saşa'nın dosyasını aldı, sayfalara bir göz attı. Herkes susmuştu. Yalnızca çevrilen sayfaların hışırtıları duyuluyordu. — Baulin neler oluyor? Baulin kalktı: — Krivoruçko'yu partiden ihraç ettik. — Yurdu yapmadı. —Stolper dosyayı kaldırdı.— Bu onun işiydi. —Avucuyla dosyaya vurdu.— Farkına varmadın? Parti karşıtı gazeteyi çıkarınca uyandınız. —¦ Pankratov'un Krivoruçko ile ilişkisi hakkında elimizde kanıt yok. — Kanıt yokmuş! Pankratov, marksizme karşı çıkıyor, buna karşın gazetenin bayram sayısını çıkarması için ona güveniyorlar. O da gazeteyi parti karşıtı yayına dönüştürüyor. Pankratov, Krivoruçko'yu savunuyor, şu dekan, adı neydi? Zaitseva konuyu iyi bellediğini göstermek istercesine hemen atıldı:

— Yanson! — Yanson, Pankratov'u savunuyor. Arap saçı gibi! Politik değerlendirme nerde? Açıklayın, neden özellikle Pankratov, Krivoruçko'yu savundu? —¦ Pankratov da bu yüzden ihraç edildi, dedi Baulin. — Hayır, bu yüzden değil. Onu, açıkça eyleme geçince attınız. Krivoruçko'yu savunması sizi kuşkulandırmadı mı? Büro üyeleri karar almayı önerdi, ama siz, Baulin yoldaşı istemediniz. Lozgaçev yoldaş önermişti. Siz ise, konuyu sürüncemede bıraktınız ve Pankratov'un parti karşıtı gazete çıkarmasına olanak tanıdınız. Krivoruçko, burnunuzun dibinde öğrencileri işledi. Yoksa siz, Pankratov'un kendi başına mı 73 gazeteyi çıkardığını, marksizme karşı çıktığını sanıyorsunuz? Arkasında kimler var? Ortaya çıkarmak istemiyorsunuz! Kimden korkuyorsunuz? — Hiç kimseden korkmuyoruz, dedi Baulin. Stolper bunu anladı, Baulin'e dikkatle baktı ve umulmadık biçimde sakin sakin devam etti: — Enstitüdeki duruma daha iyi bakmak gerekecek? — Lütfen! dedi Baulin. Stolper yeniden parladı. — «Lütfen» ne demek! Sizden izin isteyen yok, Baulin yoldaş! Yanson niye burda değil? — Hasta. — Hasta... Enstitü müdürü nerede? — Gelmedi. — Vay be örgüte bak. —Stolper gülümsedi.— Sizi parmaklarında oynatmaları raslantı değilmiş. İşte bir yufka yürekli daha; Malov yoldaş! Övgü dolu referanslar dağıtıyor. Malov, Pankratov'un bunu niye istediğini biliyor muydun? Uzun boylu, geniş omuzlu Malov, yerinden doğruldu. Sa-şa'yla hemen hemen aynı sırada oturuyordu, ama Şaşa daha önce onu görmemişti. — Biliyordum. — Niye atıldığını anlattı mı? — Anlattı.

— Burada duyduğun gibi mi? — Tamamiyle. — Buna karşın referans verdin? — Bu ne demek oluyor Malov yoldaş? —¦ Dört yıl önce olanları yazdım. — Belki o zaman da partiyi aldatmıştı? — O zaman partiyi aldatmadı, o zaman sırtında boya taşıdı. — Ne boyası? — işte, —Malov masayı gösterdi,— sizin çuhanızın boyandığı boyayı! — «Sizin» ne demek? 74 — Sizin masanızın örtüsü! — Bundan ne çıkar? — Delikanlı komsomol üyesi, çalıştı ve fabrikayı inşa etti. Ne yazmalıydım? Olan neyse onu yazdım. — Olanın rengi değişti, dedi Stolper uysalca. Pankra-tov yalnızca sana gelseydi, başkaydı. Ama adam Halk Komiserliklerine koşar, akrabalık ilişkilerini zorlarsa daha başka. Göz önüne almadığınız işte bu, Malov yoldaş! — Olabilir. Ben onu yalnızca çalışırken gördüm. Onun parti düşmanı olduğuna inanmak benim için çok zor. — Öyle olmayanlar parti düşmanı kesiliyor. Pankratov'u dinleyelim... Şaşa ayağa kalktı. Atacaklardı! Artık belli olmuştu. Konuşulanlar çok saçmaydı ama iş deşildikçe suçlamalar daha da artacaktı. Bu burgaçtan hiçbir şekilde kurtulamazdı. Aptalca epigramlar, Azizyan ile sürtüşme, Krivoruçko! tşte gerekli şeyler! Yenilmez güç görev başında. Her şeye karşın kendini savunmalıydı. — Krivoruçko'ya gelince, büroda kürek olayını anlatmıştım. — Ne küreği? — İnşaattaki kürekler. Ambarcı yoktu... — Suyu bulandırmayın!. Krivoruçko'yu niçin savundunuz onu söyleyin? — Onu savunmadım. İnşaat malzemesinin gerçekten de olmadığını söyledim.

— Yani yalnızca kürek değil malzeme de yoktu. —Stolper gülümsedi.— Böyle dediniz değil mi? İyi, devam edin. Stolper, Saşa'ya soru sormanın gereksiz olacağını belir-tircesine konuşuyordu. — Yakayı kurtarmaya bakıyorlar! — Krivoruçko'yu yakından tanımam. Yaşamımda bir kez olsun onunla konuşmadım. Stolper başını salladı, dudaklarını oynattı ama bir şey demedi. — Muhasebe hocasına gelince; dersi eften püften anlatıyordu. 75 — Marksizm eften püften mi? diyen Stolper Saşa'nın gözünün içine baktı. — Hayır, ama... — Yeter; Pankratov, yeter! Stolper ayağa kalkıp asker gömleğini düzeltti. Gömlek üstünde, dar göğüslü, dar omuzlu biri giymiş gibi duruyordu. — Sizi dinledik! Partinin önünde dürüstçe davranmak istemiyor, bizi de aldatmaya yelteniyorsunuz. Serbestsiniz, gidin! 8 Yeni yılı Nina îvanova'da kutladılar. Varya'nın pişirdiği —nerden öğrendiğini Tanrı bilir— lahanalı kaz masayı süslüyordu. Bu gece kafaya hiçbir şey takmamalı, sabaha kadar eğlenmeliydiler. Sabah, doğruca işe! 1 Ocak, normal iş günü! Odadaki tek koltukta, bacak bacak üstüne atıp sigarasını tellendiren Vika Maraseviç, —Vadim'in kardeşi— oturuyordu, Şişko, tembel bir kız. Herkes çalışırken «ben ne yapayım?» diye soranlardan. Kibirli bir kız olarak büyümüştü. Sarışın ve uzun boyluydu. Böylelerine cumartesi geceleri «Metrcpol»de, pazar günleri de «Nasyonal»de rastlanabilirdi. Yeni yıl öncesinde, son anda âşığıyla tartıştığı için bu gece buradaydı. Davranışlarıyla bunu anlatmak istiyordu. Yura Şarok, onu neşelendirmeye çalışıyor, kur yapıyordu. Bununla Lena'yla olan ilişkisini gizlemeye uğraşıyordu. Ama bu, çok tuhaftı, çünkü ilişkilerini Vadim'den başka herkes biliyordu. Vadim henüz kadınları tanımıyordu. Kendisinin tatmadığı bu ilişkilerin insanı kökten değiştirdiğine inanıyordu. Bu düşüncesinden vaz geçmiyordu. Lena da bu değişiklikleri henüz fark etmemişti. Vadim farklı farklı şeylerden söz ediyordu, «ölü Canlar»! MAHT'ta (*) sahneye koyan Dmitrov'un aklanmasından

(•) MAHT : Moskova Akademik Sanat Tiyatrosu (ç.n.) 76 Lunaçarski'nin Menton'da ölümüne, oradan da Rooswelt'in «yeni tutumu» na atlıyordu. Hattâ herkesin bildiği konuları bile iç yüzünü yalnızca kendi biliyormuş gibi anlatmayı be-ceriyordu. Yura Şarok, buraya gelmeden önce babasıyla içmiş, yeterince canlanmıştı. Vika'ya kur yapması herkesi kızdırıyordu. Çok iyi! Daha çok kur yapacaktı! Varya, güya kazı pişirmede Nina'ya güvenmediğinden evde kalmıştı. İşin aslında yetişkinler, yaşıtlarından daha çok çekiyordu onu. Maks da rumba yapmayı bilen bir arkadaşını getireceğini söylemişti. Bu tuhaf adlı —Serafim— askeri öğrenci şimdi özenle gramofonu kuruyordu. Serafim'in yanında somurtkan Maks oturuyordu. Nina' ya ciddi olarak açılmış, o da reddetmişti. Hattâ umut bile vermemişti. Saşa'nın başına gelenler de iyice canını sıkmıştı. Onu sever, sayar ve önünde eğilirdi. Saşa'mn da hiç keyfi yoktu ama, gruba katılmamazlık yapamazdı. Şimdiye dek nasıl davranmışsa öyle davranmalıydı. Yeni yılı, yeni yıl gibi karşılamalıydı. Ve işte hepsi beyaz örtülü masaya oturmuşlardı. Nina, masanın başındaydı. Sağında Maksim, Şaşa, Varya, Serafim. Solunda Vadim, Lena, Yura ve Vika. Masadaki her şey güzeldi. Her şey doğaüstü kokuyor, insanın iştahını açıyor, neşesini yerine getiriyordu. Dışarısı soğuk, içerisi sıcacıktı. Yüksek topuklu ayakkabılar giyen kızların bacaklarında ince çoraplar vardı. Gezegen kendi amansız yolunda yürüyor, parlak dünya sonsuz devinimini yineliyordu. Onlar ise Isa' nın doğumundan bu yana geçen bin dokuz yüz otuz dördüncü yılı karşılıyorlardı. Votkaları, şarapları, mezeleri vardı. Bin dokuz yüz otuz üçü böyle karşılamışlardı. Hardallı ringa balıkları ve iyi jambonları vardı. Otuz beşi de, otuz altıyı da, otuz yediyi de ve daha birçok yılı da böyle karşılayacaklardı. Gençtiler, ne ölüm ne de yaşlılık akıllarına geliyordu, ölüm ve yaşlılık için değil yaşamak için, gençlik için, mutluluk için doğmuşlardı. — Gönderelim artık şu eski yılı, dedi Vadim. Hayatımı77 zm yılıydı. Odessa'da dedikleri gibi, kimse yolumuza gül sermedi. Ama gül serilmiş yol, yaşam yolu değildir. Yaşamın gerçek yolu dikenlidir... Saatin sesi duyuldu. Herkes sandalyeleri iterek ayağa kalktı, kadehleri kaldırdı. — iyi yıllar, nice mutluluklar! diye bağırdı Vadim. Kadehleri tokuşturdular, meze tabakları elden ele dolaştı. Maks çekinerek kazı kesti. — Usta! dedi Şaşa.

— Kaz ......... Yura tümcesini bitirmeden tabağını uzattı. Vika tabağını verirken, — Maksim, bana bacak, dedi. Yemek yemeyi seven Vadim de atıldı: — İkincisi de bana. — Maraseviçler her şeyi yutacak! — Maraseviçleri durdurun! Vadim bıçağıyla tabağa vurdu. — Kadehimi, Kızıl Ordu'nun umudu Maks için kaldırıyorum. — Maks!. Maksimuşko!. — Yoldaşlar! Çatalımı çaldılar! Vadim yeniden tabağa vurdu. — Yegâne konuğumuz, Kızıl Ordu'nun umudu Serafim için içelim! — Genç! Sağlığına! — Gençlik kusur değil, büyük bir domuzluktur! — Serafim, kardeşin Georgi nerde? Serafim'in yüzü pembeleşti, ayağa kalktı ve bu gürültücü kalabalıktan biraz da çekinerek selam verdi. Vadim, —güzelimiz— Lena ve Vika için içmeyi önerdi. Ama bunda hiçbir şey yoktu, çünkü bu gevezenin kimseye zararı olmazdı. Maksim, — Okula içelim dedi. — Selam! Duygusal su aygırı! Yura ayağa kalktı, Maks kaş altından ona baktı. 78 — Yeniden mi başlıyoruz? — Maksim'in önerisini destekliyorum, dedi Vadim. Baba ocağımızı, ana kucağımızı, kaynağımızı unutmamalıyız! — Okula! Biricik, yegâne! diye bağırdı Yura alayla... Sümüklüler! Salyalılar! Boş ver! Okulun şerefine içmek

istiyorlar. Okul için içiyor, şerefine içeceği şey onun için hiç önemli değil. — Yura, lütuf yapma! dedi Nina. Onun Vika'ya kur yapması hoşuna gitmiyordu. Vika'ya tahammül edemiyordu. Kimse davet etmemişti. Şarok'un Lena'yı inciteceğinden çekiniyordu. Vadim tehlikeli bir laf etti. — Yuri Şarok'a, geleceğin başsavcısına! — içeri attıklarında yardım et! diye ekledi Maks. — Şimdi de —Vadim peçeteyle dudaklarını sildi— ev sahibesine, Nina'mıza, grubumuzun yüreği ve beynine! — Ninoçka! Ninok! Şaşa Varya'ya dönerek, — O halde iki ev sahibesine! dedi. Zarif, ince ve içlerinde en gençleri olan Varya, gereksiz bir şey söylemekten korkarak sessizce oturuyordu. Serafim, onunla konuşmaya yeltenmişti. Çocuğun çekingenliği Saşa'yı eğlendiriyordu. Şaşa, konuşmayı Serafim'e devretmek için Varya'yla laflamaya başladı. Varya, Saşa'ya zevkle yanıt veriyordu. Şaşa, kızın çekik gözlerini ve güzel yüzünü yakından görmüştü. Masayı, sandalyeleri bir yana itip dans etmeye başladılar. Gramofondan «Ah o siyah gözler, beni esir ettiler, unutamam onları!» sözleri dökülüyordu. Yura Vika'yla, Vadim Lena'yla, Varya Serafim'le dans ediyordu. Daha sonra Maks'la Nina da kalktı. Şaşa plağı değiştirirken, — Kardeşler! dedi. izninizle ben de dans edeyim! Varya'yla dansa başladı. Kızın vücudunun kıvraklığını, hafif adımlarını ve sevincini duyumsuyordu. Nina'yı kızdı* ran pudraların, kokuların ve oğlanların önemsiz şeyıer 79 olduğunu; bunların şimdi kendini zorla koparmak istedikleri güzel dünyaya ve yaşama girmeye uğraşan genç kadının büyük merakından başka bir şey olmadığını anladı. Tartışma hiç beklenmedik anda patladı. Yura ve Vika'nın koridora çıkması Nina'yı kızdırdı. —' Gürültü yapılmamasını istemiştim. Kom-şu-la-nm var! Hayır! Sanki burada yer yokmuş gibi özellikle koridorda konuşacaklar!

Yüzü öfkeden kızarmıştı. — Bırak, ne oluyor? dedi Lena gülümseyerek. Bu durum Lena için hiç de iyi değildi. Nina, Yura'nın küçültücü davranışına dikkatleri çekmişti. Maksim de uysalca, — Tamam,- bırak! dedi. — Bu yüzsüzlük deli ediyor beni! Birazdan çekip gide-çekler, ben kalacağım. — Yeter! dedi Şaşa. Yura ile Vika'nın yaptıkları onun da hoşuna gitmiyordu ama, skandal da istemiyordu. Vadim işi şakaya vurmak istedi: — Kardeşim, tuvaletin yolunu pek bulamaz! Herkes, akılcı Nina'nm öfkesini bilirdi. Başladığı gibi biterdi. Nitekim öyle de oldu. Herkesin yorulduğu, uyumak istediği ve en küçük şey karşısında patladığı yeni yıl gecesinin en kritik anları gelmişti. Yura, Lena'mn yanına oturdu, elini kızın omuzuna koyup soğukça, — Kız kurusunun olağan sinir krizi! dedi. Yura, bunu sakince, önceden tartarak söylemişti. Elini Lena'nın omuzuna koyarak ilişkilerinin yalnızca ikisini ilgilendirdiğini gösteriyordu. Bu sözler ağzından kaçmamıştı. Şaşa kaş altından Yura'ya bakarak, — Şarok, diline sahip ol! dedi. Hesaplaşmak için bahanesi vardı. Yura'nın annesi, okuldan atıldığını annesine yetiştirmişti. Bu yüzden Yurkin'e pek dostça duygular beslemiyordu. Vadim yatıştırmak istercesine araya girdi: — Herkes içti... 80 — Senin ne mal olduğunu tâ eskiden biliyorum, dedi Şaşa. Herkesin öğrenmesini ister misin? Yura sarardı. — Ne biliyorsun? Ne? Söyle!

— Ne yeri, ne de zamanı. Hem herkesi ilgilendirmez. — Yeri ve zamanı niye sen seçiyorsun? Niye sen empoze ediyorsun? Kendini çok yukarlarda görüyordun. Sonunda belanı buldun! — Ağzını topla, dedi Maksim. — Faullü döğüşüyorsunuz, diye söylendi Vadim. — Bu yalnız beni ilgilendirir. Ne seni, ne de ananı-baba-nı. Senin için ne mi düşünüyorum? Sen egoistsin, bencilin tekisin. Tartışma benim için bitmiştir. — Sen, çıplak kralsın! Ordusuz general! Benim için de tartışma bitmiştir. Gidelim Lena! — Lena! diye bağırdı Şaşa. Lena, anlaşmazlığı yatıştırmaya çalışarak dostça bir gülümsemeyle döndü. — Efendim. — Kendine daha iyi bir bok bulamadın mı? Kıpkırmızı kesilen Lena odadan koşarak çıktı. Yura kapıda bir an durup Saşa'ya baktı ve kızı izledi. — Boşuna konuşuyorsun, dedi Maks. — Düzenbazları sevmiyorum! Ne ki daha da kederlenmişti. Kendini tutamamış, geceyi mahvetmişti. Annesi keşke rğlasaydı. Donmuş, teş kesilmişti. Ayrıntıları hiç sormadı. Saşa'nın başı dertte! Önemli olan buydu. Annesinin durgun bakışları Saşa'nın yüreğine işledi. Akşamları sözüm ona kitap okuyordu, ama yazılanları hiç görmüyor, sayfaları mekanik olarak çeviriyordu. Gece ve gündüz düşündüğü tek şey vardı : Saşa'nın yanında erkek yoktu, 81 ailesini koruyamamıştı. Mutsuz yaşamları Saşa'yı daha çocukken yaralamıştı. Pavel Nikolayeviç, işi biter bitmez, bir buçuk ay kadar sonra geleceğini söylemişti, Sofya Aleksandrovna kocasını tanıyordu. Bir buçuk ay içinde işlerin o olmadan da yoluna gireceğini düşünmüştür. Pavel Nikolayeviç, «Mark bir şey yapamaz mı?» diye sormuştu. Karısının akrabalarına yönelik bitmeyen sitemi? Mark'a mektup yazdı. O da kongreye geldiğinde her şeyi yoluna sokacağını söyledi. Mektuplar Sofya Aleksandrovna'yı sakinleştirmedi. Şaşa yine savunmasızdı. Sofya Aleksandrovna, uzun süreler evden ayrılmaya başladı. Şaşa, onun —kısa

boylu, tombul, yaşlı ve yalnız— bahçede yürüyüşünü seyrediyordu. Yemeğini kendi ısıtıyordu, bazen de ısıtacak bir şey olmuyordu. Nereye gidiyordu? Kardeşlerine telefon etti, orada yoktu. Daire daire dolaşıp tanıdık mı arıyordu? Ama öyle çok tanıdığı yoktu ki! — Neredeydin? Nereye kayboldun? Yanıt vermez ya da kaçamak yanıt verirdi : Hiçbir yerde, Arbat'ta dolaştım. Şaşa da çocukluktan beri bildiği, eski zengin evlerinin sıralandığı Arbat sokaklarında dolaşırdı: Sütunlar, kabartmalar, yeşil çatılar, beyaz sıvalı cepheler... Krivoarbat'daki okul meydanına mimar Melnikov, tuhaf yuvarlak bir bina yapmıştı. Okulun basma perdeli bodrum pencereleri eskisi gibi aydınlatılmıştı. Teknik adamlar burada oturuyordu. Şaşa, grup başı olarak piyonerlerle Rublevo kampına gidişini anımsadı, «Rublevo'ya gidiyoruz, çoktandır her şey hazır, herşey var orada, yalnızca biz yokuz.» O zamanlar sert bir disiplin uyguluyordu. Çocuklar ondan çekinirdi. Yalnızca, okul marangozunun yaramaz, söz dinlemez oğlu Kostya Şab-rin ile başa çıkamazdı. Son olayından sonra Şaşa, onu eve yollamaya karar vermişti. Okulun aşçısı, — Gönderme, Şaşa, babası öldürür onu, demişti. — öldürür, ne demek? Hiç kimsenin öldürme hakkı yoktur? 82 Şaşa, Kostya'ya acımıştı, çocuklar da rica etmişti ama kararından dönmesi otoritesinin sarsılması demekti. Kamptan döndüler, dersler başladı. Kostya'nın babası Saşa'ya hiçbir şey söylemedi. Yalnızca bir seferinde koridorda durmuş ve ona uzun uzun bakmıştı. Şaşa, bu bakışı hep anımsadı. O zamanlar ne kadar da saçma davranmıştı. Kamp çıkarları disiplini gerektiriyordu, o da küçük Kostya'yı kurban etmişti. Bu cezanın Kostya'ya da yararlı olacağını düşünmüştü. Kostya'nın, babasının karşısına nasıl çıkacağını hiç düşünmüş müydü? Plotnikov sokağından Magiltsevski'ye, sonra da Mörtviy'e döndü. Danimarka elçiliğinin karşısındaki malikaneye bir zamanlar komsomol bölge komitesi yerleşmişti. Sekiz yıl önce onu burada komsomol'a almışlardı. O zamanlar ,deri ceket giyen, züppelerden nefret eden ve kitaplardan başka şeye değer vermeyen biriydi. Okuduklarını kütüphaneye bağışlardı. Hattâ bir okul komünü kurmaya yeltenmişti. Hayal gücü nerelere sürüklememişti ki! Bu iş, neden özellikle onun başına gelmişti? Çoğunluğun düşüncesine güvenmek zorunda değil miydi? Ama Bau-lin, Lozgaçev, Stolper çoğunluk değildi. Stalin'e yazmak? Sta-lin, ülkeye uzmanların gerekli olduğunu biliyor, gevezelerle yarı cahillerden nefret ediyordu. Azizyan, gevezenin tekiydi, Stalin, kariyeristleri sevmezdi. Lozgaçev, kariyeristin tekiydi. Koltuk delilerinden de nefret ederdi. Baulin, koltuk deli-siydi. Stalin, mizah anlayışıyla bu masum epigramları gerektiği gibi değerlendirirdi. Ama özel bir iş için Stalin'e baş vurmak nezaketsizlik olurdu.

Eve dönen Şaşa, yolda annesini gördü. Bahçe kapısında ' durmuş birine bakıyordu. Saşa'yla evin girişine kadar yürdü. — Sen git, dedi. Ben biraz daha dolaşacağım. — Donarsın. — Biraz daha dolaşacağım. Yüzünde kocasıyla tartışma öncesinde onaya çıkan inatçı ifade belirdi. Bir başka sefer Şaşa onu Arbat'ta gördü. Apartmanın 83 önünden yavaşça geçti. Vitrindeki saatlere bakıyormuş gibi saat tamircisinin önünde durdu. Yolun karşı tarafına bakarak geri döndü, eczaneye kadar yürüdü, durdu ve yeniden geri döndü. Bir zamanlar, kocasının komşusu Militsya Petrovna ile buluştuğunu düşünüp onu izlediği gibi birini izliyordu. Oysa şimdi ne kocası vardı, ne de uydurma sevgili. Kıskançlık da yoktu, ama beynine musallat olmuş bir düşüncenin etkisiyle, aynı inatçı ve gergin ifadeyle bir yerlere bakıyordu. Sonra, her zamanki gibi, yoldan geçen arabaları görmekten kcrkuyormuşcasına başını eğerek sokağı geçti. Şoförler keskin fren yaptılar ve arabalarından inerek küfürler yağdırdılar. Annesi onlara hiç dikkat etmeden bir an önce kurtarıcı kaldırıma ulaşmaya çalıştı. Şaşa sordu : — Kime bakıyorsun? Saşa'nın inanmayacağı bir şey söylemekten korkarak telaşlandı. — Ne gizliyorsun? Annesi korkudan iri iri açılmış gözlerle ona bakıyordu. — Seni izliyorlar. Şaşa şaşırdı. — Kim? , — Üç kişi. Biri, kulaklıkları inik şapkalı; ikincisi kosto-rin paltolu, kısa boylu; üçüncüsü de uzun boylu, kötü bakışlı bir adam. Sırayla izliyorlar. — Çok doğru! Niye hepsi bir arada izlesin? Şaşa güldü. — Hepsini sima olarak tanıyorum. Sırtlarından, seslerinden tanıyabilirim. Fırında duruyordum, uzun boylu olan hemen arkamda, geriye bakmadım ama orda olduğunu biliyordum. Ekmeği alıp uzaklaştım, o da ayrıldı ama ekmek almadı. Başkasına göstermek için arkamda durdu. Onları tanıdığımı farkettiler. Geriye döndüğümde kayboluyorlar. Nikolski'ye yönelip Denejnıy'den çıkıyorlar. Arkama

pek bakmıyorum. Ne de olsa benimle konuşmaya hakkı yok. Ama sesini çok iyi tanıyorum. Şaşa, annesine dehşetle bakıyordu. Kötü bir şeyler ola84 çaktı. Bu odada büyümüştü, her eşya yaşamının bir bölümü olmuştu. Buradaki her şey duracaktı, ama olmayacaktı. Onu dibe çeken bir burgaca düşmüştü. Bir an burgacın annesini de çekmemesini düşündü. Onun için en değerli varlık anne-siydi. — Bazen arkamda olduğunu hissediyorum. Geriye bakmadan soruyorum : «Saşa'yı alacak mısınız?» Susuyor, hiçbir şey söylemiyor. Kendimi tutamayıp geriye dönüyorum. Parmağım dudağına götürüp susmamı istiyor ve kalabalığa karışıyor. — Bunların hepsi hayal ürünü! Ne seni, ne de beni izleyen var. Bizi kim, ne yapacak? Vatan haini miyiz? Gülünç! Beni almaları gerekseydi çoktan alırlar ve bu aptalca izleme işiyle zaman öldürmezlerdi. Okula geri alacaklar, bunu aklından çıkarma. Şimdi herkes kongreyle ilgileniyor, benimle uğraşacak zamanları yok, kongreden sonra her şey yoluna girecek. Kafandakileri at! Yaşamı zehir etme! Annesi hiç konuşmadan sırtını kamburlaştırıp aynı noktaya bakıyor, sanki tiki varmış gibi başını sallayıp duruyordu. Şaşa ne derse desin her şey onun söylediği gibiydi, bundan emindi. Bugün de, dün de böyleydi, yarın da böyle olacaktı. Sokağa çıkacak, üçünden birini görecek, kısa boylusu görevdeyse ona yine bir şeyler söyleyecek ve o da belki Saşa'yı alıp almayacaklarını açıklayacaktı. Paltolu, kısa boylu olanı sorusuna yine yanıt vermedi. Kadına acıyarak baktı ve geri döndü. Sofya Aleksandrovna şimdi zayıf adamı bekliyordu. Her şey onu kaygılandırıyordu. Sessizlik korkunç geliyordu. Ya merdivenlerdeki sesleri dinleyerek saatlerce kapının önünde ya da avludan gelip geçenleri izleyerek pencerenin önünde bekliyordu. Eve yaklaşan bir polisi görünce korkudan dona kaldı. Polis eve girmedi, demek ki komşulardan bilgi almaya gelmişti. Hiç kimse Şaşa hakkında kötü bir şey söyleyemezdi, ama insanlar kendilerini kurtarmak için başkalarına çok kolay çamur atabiliyorlardı. Bütün apartman Saşa'nın işini biliyordu. Avludaki bank85 ta oturuyor, kimin nasıl geçtiğini, ona nasıl baktığını, nasıl selam verdiğini değerlendirmeye çalışıyordu. Apartman yönetiminden telefon edip Saşa'nın kendilerine uğramasını istediler. Sofya Aleksandrovna, apartman yönetiminden hep korkardı, ama Saşa'nın yerine kendi gitti. Saşa'nın iş belgesini kontrol etmek istiyorlarmış! Bahane! Yönetici Viktor İvanoviç Nosov'u yirmi yıldır tanıyordu. Küçük Vitka avluda dolaşır dururdu. Vitka'nın merhum annesini de tanırdı. Şimdi bu adam şöyle bir bakmış ve

öğrenci olan Saşa'nın neden hamallık yaptığım sormuştu. Demek, her şeyi biliyor. Soğukça vedalaşmıştı. Sekreter ise çalışıyormuş gibi yapmış, hiçbir şey söylememişti. Birisi sık sık eve telefon ediyor ve Sergey Sergeyeviç'i soruyordu. Sonra yine telefon, ama bu kez karşıdaki hiç konuşmuyordu. Birkaç kez de komşuları Galya'yı telefona çağırdılar. Eskiden onu bu kadar sık aramazlardı. Galya üstü kapalı konuşuyor, telefonu kapatıp doğruca odasına dönüyordu. Bir zamanlar kocasını kıskandığı, şimdilerde dost olduğu Militsa Petrovna yardım edeceğini söyledi. Gençliğinde etkili kişilerden epey âşığı vardı ama şimdi pek kimse kalmamıştı. Avluda sık sık birlikte oturduğu sakin, bilge, aklı başında, yaşlı Ermeni kadın Margarita Artemovna, Saşa'nın bir süre Moskova'dan uzaklaşmasını, isterse Nahçıvan'daki akrabalarına gidebileceğini önermişti. Sofya Aleksandrovna da bu öneriyi tutmuştu. Bunu, Sa-şa'ya söylemekten çekindi ve komşusu Mikail Yuriyeviç'e söylemesi için rica etti. Bu tür öğütleri erkeklerin söylemesi daha doğru olurdu! Sapsız gözlük kullanan müzmin bekâr Mihail Yuriyeviç aydın bir insandı. Kitap ve gravür toplardı. Albümler, kitaplar ve raflarla dolu odası mürekkep, tutkal, boya kokardı. Değerli şeyleri Saşa'ya gösterir, onunla konuşmayı severdi. Bugün de Dore'nin resimlediği Dante'nin «Cehennem»ini göstermişti : Bir insan kasırgası, erkekler, kadınlar, çocuklar, kafalar, kollan, bacaklar ve insanlığı yakan tutku ve isteklerin ölümsüz ateşi! 86 Mihail Yuriyeviç'te Dante'den başka «Akademi» ve «Go-sudar» yayınlarından Makyavelli de vardı. — Bu kitabı biliyorum, dedi Şaşa. İktidar üstüne düşünceler çok yüzeysel, bilimsel yorumlanmadan uzak! — Olabilir. Ama iyi ve kötü başlangıçların tarihini öğrenmek her zaman iyidir. îyi başlangıçlar ne çoğunluğun, ne de azınlığın adına ayaklar altına alınır. Şaşa, işine karıştığım için bağışla, ama annen bana olanları anlattı, ona kızmayacağınıza söz verin. Tanrı, dikkatli olanı korur. Babanızın ya da dayınızın yanına niye gitmiyorsunuz? — Gitmek? Bir neden göremiyorum, iş bensiz çözülmez. Annem boşuna vesveseye kapılıyor. Ne yazık ki bugünlerde hayli fazlalaşan sıradan bir hikâye! Beni tutuklamak istediklerini sanmıyorum. Bunu isteseler babamın, dayımın yanında da yapabilirler. İllegal mi olmalıyım? Güldü. O, Şaşa Pankratov, kendininkilerden gizlenecek! Mihail Yuriyeviç, Saşa'ya katıldı. — Kuşkusuz, Sofya Aleksandrovna büyütüyor. Her durumda daha çok insanı sürüklersiniz, iş bir kartopu gibi büyür, politik davaların özelliği böyledir.

Saşâ, Mihail Yuriyeviç'e baktı. Politikadan uzak, parti üyesi olmayan bu adam gerçeklerden söz ediyordu. — Ben partiye inanıyorum, ondan kaçmayı da hiç düşünmüyorum. 10 Şaşa sabahleyin Eski alana gitti. Çin duvarlarının yerinde büyük çukurlar, yanlarında karla kaplanmış tuğla yığm-Jarı görünüyordu. Şaşa, büyük, gri binaya girdi: «Merkez Denetim Komisyonu». Girişteki panodan Soltz'un odasını öğrendi, doğruca ikinci kata çıktı. Uzun koridorda bekleşen insanlardan çıt çıkmıyordu. Soltz'un odasından mavi takım elbiseli, beyaz gömlekli, kravatlı genç bir adam çıktı, Şaşa, bu adamın da iş için uğradı87 gına karar verdi ve kuyruktakilerin kapıya yönelmediğini görünce kapıyı açtı. Büyük odada iki masa vardı. Kapının yanında küçük sekreter masasıyla edanın sonuna doğru kocaman bir masa. Şişman, ak saçları karışık, kısa boyunlu, iri burunlu, «tavşan» dudaklı Soltz ikinci masada oturuyordu. Şaşa, onu ünlü satrançcı Emanuil Lasker'e benzetti. Soltz'un yanında kişiliksiz memur suratıyla biri duruyor, imza için ona kâğıtları uzatıyordu. Soltz'un meşgul olduğunu gören Şaşa, kapının yanındaki sandalyeye oturdu. Soltz ona baktı, ama miyop olduğu için kimin girdiğini tam göremedi. Kimsenin izinsiz içeri giremi-yeceğini biliyordu. Girmişse demek ki sekreterin haberi vardı ve girmesi gerekliydi. Memur evrakları bıraktı. Evraklar yargılanan parti üyeleriyle ilgiliydi. Bunu yargılananın adını, partideki konumunu, ceza yasasının maddesini ve verilen süreyi söyleyen memurun kısa yorumlarından çıkarmıştı. Belirtilen maddeler Saşa'ya hiçbir şey ifade etmiyordu. Soltz çatık kaşla, hiç konuşmadan evrakları imzalıyordu. Alt dudağı sarkmıştı. Yüzü iyice bitkindi. Sanki partiden ihraç etme davalarından daha kötü şeyler düşünüyordu. Şaşa, odaya raslantıyla ve zamansızca girdiğini, burada bulunmaya hakkı olmadığını anladı, ama kalkıp gidemezdi. Kapıdan çıkarsa bir daha ne zaman gireceğini kimse söyleyemezdi. Belki de Soltz'u hiç göremezdi. Koridordakilerin kabul edilmeyi beklediklerini —belki de aylarca— ancak şimdi kavradı, Soltz birden patladı. Ak saçlı başı titredi, elleri masanın üstünde dolaştı. — Kırk metre tel için sekiz yıl! — Yirmi altıncı madde, paragraf b. — Madde, madde, madde... Kırk metre için sekiz yıl! Memur kâğıtlara eğildi, göz gezdirdi. Yüzü yeniden ka-

yıtsızlaştı. Belgeler doğru hazırlanmıştı. Soltz, ne kadar ba-ğırsa da cezayı değiştirecek yetkisi yoktu. Soltz da cezayı değiştirmeye hakkı olmadığını biliyordu*. Ceza yiyen birini partiden atmak gerekliydi ve kendisi bu 88 ihraç kararını onaylamak zorundaydı. Memura zehir kusmasının anlamı yoktu. Bakışları yeniden Saşa'nın üstünde durdu. Kapının yanında oturan yabancı kişi onu rahatsız etmişti. Kimdi bu? Burada ne işi vardı? Aynı anda Saşa'nın iş için geldiğini düşündüğü mavi elbiseli genç sekreter odaya girdi. Deneyimli bir sekreterdi, Soltz ile uzun yıllar çalışmıştı. Durumu hemen farketti: Soltz bir ceza yüzünden köpürmüş ve yabancı birinin odada bulunmasına şaşırmıştı. Bu genç adam, sekreterin hatası sonucu —sigara almaya çıkmıştı— içeri dalmıştı. Titreyen parmağını Saşa'ya uzatan Soltz sordu: — Bu ne istiyor? Şaşa, sekreterin yıldırımı andıran bakışında «Ne istiyorsan söyle! Bekleme!» sözlerini okudu. Şaşa ayağa kalktı. — Enstitüden attılar... — Hangi enstitü? diye bağırdı Soltz. Enstitünün burada ne işi var? Ne diye buraya geliyorsunuz? — Ulaşım Enstitüsü! işini bilen sekreter araya girdi. — Yoldaş Ulaşım Enstitüsü'nden, öğrenci, okuldan atmışlar. Sonra kısık sesle ekledi. — Ona yaklaş! Soltz'un masasına yaklaşan Şaşa. — Duvar gazetesi ve muhasebe dersindeki sürtüşme yüzünden attılar. — Ne duvar gazetesi? Ne muhasebesi? Neler söylüyorsunuz? — Politik kundakçılık olarak nitelendi.

Soltz ne olup bittiğini, bu adamın neden odaya girdiğini, kararları neden dinlediğini, neden gazete ve muhasebeden söz ettiğini tam olarak anlayamamıştı, öylesine Saşa'ya bakıyordu. Memur, görevinin verdiği kendine güvenle aşağılayıcı biçimde gülümsedi. İş düzeninin yürümesini savsaklarsan iş89 te böyle olur! özellikle Soltz bu düzeni kavrayamadığı için alt mercileri atlayarak ona koşuyorlardı. Bu aşağılayıcı gülümseyiş Soltz'un gözünden kaçmadı. Kaş altından Saşa'ya bakarak beklenmedik biçimde sakince, — Herkesi çağırın! dedi. Şaşa yerinden kımıldamadı. — Ne duruyorsunuz? diye bağırdı Soltz. Gidin buradan! Şaşa gitmeye hazırlandı, sekreter işaretle yanma çağırdı onu ve, — Kim çağırılacak? diye sordu kısık sesle. önüne «SBKP MDK Yürütme Kurulu» antetli kâğıt destesini çekti. Şaşa, ancak o an Soltz'un, kendi işine kansan herkesi çağırdığını anladı. Yüreği son aylarda ilk kez çarptı, boğazı düğümlendi. Sekreter bekleyen gözlerle ona bakıyordu. Şaşa başladı. — Baulin, parti büro sekreteri. Çağrı kâğıdına söylenen adı yazan sekreter sözünü kesti. — Görevleri bırak! Görevleri bırak! — Glinskaya, Yanson, Runoçkin... Çocuklar da olur mu? — Söyle, uzatma! — Polujan, Kovalev, Pozdnyakova. Şaşa, arkadaki memurun söylediği adları ve maddeleri işitiyordu.

—¦ Tamam mı? — Evet. —. Ne zamana? — Yarın olur mu? — Herkese verebilir misin? — Evet. — Kaybol! Şaşa kapıda durdu, Soltz ona bakıyordu. 90 «Yürütme Kurulu, 17 Şubat saat üçte yoldaş Soltz'a gelmenizi rica eder.» Çağırılanların soyadları. Yalnızca Şaşa' nın soyadı yazılmamıştı, soyadını kimse sormamıştı. Komikti, ama önemi de yoktu. Davayı kazanmıştı. Hiç kuşku duymuyordu. Soltz'un hiçbir merciye, hiçbir evraka, hiçbir karara gereksinimi yoktu. Herkesi çağırabilir! Ne ki, onun odasına girmese ve sekreter hatasını gidermeye kalkmasa, bunların hiçbiri olmayacaktı. Ayrıca Soltz'u kızdıran o memur gülümseyişi! Ama işte başarmıştı! Başarmıştı! Yine de bir şeyler onu rahatsız ediyordu... Duvar boyunca banklara dizilen ve sessizce yazgılarını bekleyen bu insanlar! Proletarya diktatcryası kendisini savunmak zorundaydı. Kesinlikle gerekliydi! Ama yine de koridorlarda insanın çektiği acının havası duyumsanıyordu. Ve o, kırk metre tel için sekiz yıl yiyen adam! Şaşa, onun işinde yazgısal bir rol oynamamış mıydı? Ona gösterilen merhameti çalmamış mıydı? Ama Şaşa gençti, yaşamak istiyordu. Kederli duvarlar boyunca dizili banklarda suskun suskun oturan insanları değil, kendi işinin yoluna girdiğini ve yalnızca kendini düşünmek istiyordu. Şaşa, sekreteri geçip odaya girdiğinde Glinskaya telefonla konuşuyordu. Önce şaşkınlıkla sonra da endişeyle ona baktı ve durumu kavrayınca, eliyle ahizeyi kapattı. — Ne istiyorsun? Şaşa, çağrı kâğıdını önüne koydu. Glinskaya okuyunca mırıldandı. — Neden beni? Baulin'e git! Acıklı bir hali vardı. — İmzalayın lütfen! — Neden? Neden? Parti komiserine gidin!

— Bunu size ulaştırmam istendi. İmzalayınız! Sonunda ahizeyi yerine koydu, kâğıdı aldı. Hemen «sen»li konuşmaya başlayarak sordu: — Soltz'a mı gittin? — Evet. Kâğıda bakıyordu. MDK Yürütme Kurulu karışmış... 91 Ryazanov'suz, Budyagin'siz olmazdı kuşkusuz. Bunu beklemeliydiler. Tam da kongre arifesinde. Soltz'un ya da Ya-roslevski'nin, hattâ belki de Rudzutak'ın kongredeki konuşmalarına Pankratov'un davasını, gelecekteki genç uzmana ruhsuzca bir yaklaşım örneği olarak alabileceklerini gözünün önüne getirdi. Son sınıftayken atmışlardı, emri de kendi imzalamıştı. Evet, imzalamıştı, çünkü parti bürosunun kararını kabul etmişti. Ama Baulin'i uyarmıştı: Son sınıf öğrencilerinin elenmesini yasaklayan bir yazı gelmişti. Bau-lin kulak asmamıştı! Hadi şimdi çıksın işin içinden! Saşa'ya bakıp gülümsedi. — Bunların hepsi çocukça şeyler. Şiirler, epigramlar!... Şaşa, kâğıdı yeniden uzattı. — imzalayın lütfen! — Geleceğim. — Lütfen, imzalayın! Suratını astı, ama adının karşısını da imzaladı. Baulin çağrıyı okudu ve kinle gülümsedi. — Çok yukarılarda uçuyorsun, düşmeyesin? Sanki Şaşa kendisine hakaret etmiş gibi kırılmış bir yüzle kâğıdı imzaladı. Gruplarında kâğıt elden ele dolaştı. — Kaşıyacaklar! dedi Runoçkin memnuniyetle. Kovalev, şimdi de pişman olacak mısın? — Şaşa, bravo! dedi Pozdnyakova. İhtiyatlı Roza Polujan yavaşça sordu: — Zafer mi? Soltz anlaşılan Saşa'yı unutmuştu. Sekiz kişinin odasına girişine şaşkın şaşkın baktı, toplantı yapacağını düşündü. Ama takviminde hiç not yoktu.

Glinskaya elini uzattı. Tanışıyorlardı. Soltz, onu anımsadı ve yerinden doğruldu. Olduğundan daha kısa görünüyordu. — Ulaşım Enstitüsü işi için, dedi sekreter. Bu söz, Soitz'a hiçbir şey ifade etmedi. Ulaşım Enstitüsü işini bilmiyordu, Saşa'yı da uzaktan tanıyamamıştı. Alışkanlıkla herkese oturmalarını işaret etti. 92 Glinskaya, Soltz'un önüne duvar gazetesini koydu. Gazete o zamandan beri rulo halinde durduğu için Glinskaya bir ucuna kalemliği, öteki ucuna da kâğıt kıskacını yerleştirdi. Soltz, şaşkınlıkla onun hareketlerini izliyordu. — îşte epigramlar bunlar, dedi Glinskaya. Soltz gazeteye eğildi, miyop gözleri kısıldı: Boris'e en iyi mezar taşı. Biraz pilav ve domuz pirzolası. Bu epigramların ne için olduğunu anlamadan başını kaldırdı. Saşa'nın kendisine gerginlik içinde baktığını gördü. Ancak o an, odasına giren dünkü delikanlıyı anımsadı. Epig-ramı yeniden ckudu ve somurttu. — Karşı devrim bunun neresinde? — Birkaç epigram var, dedi. Glinskaya. Soltz yeniden gazeteye eğildi. Sebatlı çalışma ve emek moda, Kendisi çok orjinaldir, Güncesini yitirir sanki savaşta, Herşeyi bilir hiç okumasa da. — Sayı, Ekimin on altıncı yıl dönümüne adanmıştı, dedi Baulin. Soltz, sesin kime ait olduğunu anlamak için kısık, miyop bakışlarla cdadakilere baktı, önünde sarışın, güzel Nadya, kısa boylu, şaşı Runoçkin, şaşkın Kovalev ve endişeli Roza oturuyordu. Soltz soğukça yanıtladı: — Ekim devrimi epigram yazmayı yasaklamadı. — Öncülerin resimleri altına konmuştu, diye diretti Baulin. Soltz, kimle tartıştığını şimdi görmüştü. — Önceleri, yalnızca yukardakiler için epigram yazılması yasaktı ama, yine yazılıyordu. — Emek, modadır, bu doğru mu? dedi Baulin.

93 — Emek, emek! diye sinirlendi Soltz. Burjuva anayasalar da emek sözcüğüyle başlıyor. Sorun, hangi emek ve ne adma emek olduğudur. Bu epigramlar da emeğe karşı olan ne? — Görüyor musunuz?... — Genç yaşamları nasıl budadığınızı görüyorum. Soltz, eliyle önünde oturan çocukları gösterdi. — Onlara nasıl acı çektirdiğinizi ve süründürdüğünüzü görüyorum, tlyiç «Komünizmde yaşayacaksınız!» sözünü onlar için söylemiştir. Onlara nasıl bir komünizm vereceksiniz? Okuldan attınız, nereye gidecek? Hamallık mı yapacak? — Hamallık da yapıyor, diye ekledi Yanson. — Onu okuttuk, gelecekteki Sovyet uzmanımız, tşte bu! Oysa siz, onu sokağa! Ne için? Epigramlar için! Gençliğin de hakları vardır. İlk hakkı da gülmektir. Hantal bir nezaketle yeniden Glinskaya'ya döndü. — Onların yaşındayken biz de gülüyorduk. Şimdi de onlar. Tanrıya şükür! Gençler gülüyorsa, işler yolunda ve bizimle birlikteler demektir. Siz ise onları ısırıyorsunuz! Bir- • birlerine epigram yazmışlar... Kime yazacaklardı? Bana mı? Beni tanımıyorlar ki! Kimle eğlenecekler? — İhraç kararı bölge komitesince onaylandı, diye uyardı Baulin. — Onaylandı, onaylandı!. Ne de çabuk beceriyorsunuz! Kendini okuldakinden daha emin hisseden Glinskaya arabulucu bir tavırla sordu: — Ne yapalım? Soltz somurtkan ama kararlıca yanıtladı. — Geri alın! 11 Çocuklar sokağa çıktı. Runoçkin yan yan baktı. — Kutlamalı! 94 — Benden evet, dedi Nadya sevinçle.

— Benim başka bir yere gitmem gerek, dedi Roza. — Ben de gidiyorum, dedi hüzünlü Kovalev. — Lozgaçev'e selam söyle! Ancak birkaç rubleleri çıktı, Nadya'da da o kadar vardı. — Bize gidelim sermayeyi arttırırız, dedi Şaşa. Evde annesini kucaklayıp öptü. — Merhaba! Geri aldılar!.. Yaşasın!.. Sofya Aleksandrova ağlamaya başladı. Şaşa yeniden, — Merhaba! dedi. Annesi gözünü sildi, gülümsedi. Yüreği yine de kuşku doluydu. — Nina telefon etti. — Ona gidelim. Nina evde yoktu. Varya, koridorda telefonla konuşuyordu. Şaşa telefonu kapattı. — Toplan! — Nereye? Varya, merakla güzel Nadya'yı süzdü. — Yiyip içmeye! Hava çabuk karardı, fenerler yandı. Şaşa, akşam öncesi kalabalık Arbat'ı ve onun canlılığını severdi. Her şey yolunda, her şey yerinde! Arbat'ta eskiden olduğu gibi dolaşıyordu, her şey bitmişti! Afanayevski'nin köşesinde yarım geyik kürkü ve kemere kadar uzanan kulaklıklı Yakut şapkası giymiş Vadim'le karşılaştılar. — Antarktika fatihi! Hadi bizimle! Vadim durumu hemen kavradı, — Zaferi ıslatmaya? — Tabi! Vadim, Nadya'ya bakarak, — «Kanatik»e gidelim, harika bir yer! dedi.

— Nina buraya gelecek! Yuvarlak merdivenden «Arbat Bodrumu»na indiler. İri sütunlarla bölünmüş alçak restoranda diplerde bir yer ara95 dılar. Mutfak kokusu, restoran meyhane karışımı bir kokuyla karışmıştı. Kemerlerin köşelerine eğri büğrü asılmış fenerler sönük sönük yanıyordu. Orkestradaki kontrbas ve saksafon hemen göze çarpıyordu. Müzisyenler daha yeni gelmişti. Şaşa menüyü uzattı. — Ne ısmarlayacağız? —¦ Amma da pahalı, diye iç çekti Nadya. — Biraz ondan, biraz bundan, dedi Runoçkin. Şaşa itiraz etti. — Salata yiyip çorba içmeye gelmedik. Vadim, restoran müdavimi olduğunu belli ederek, —¦ Buraya gelişin ana amacı, «kakao - şua» liköriü kahvedir. Yan masada, ispirto ocağının mavi alevi üstünde kahve cezvesi duruyordu. Masadaki iki züppe küçük fincanlarla li-körlü kahve içiyorlardı. — Biz açız, dedi Şaşa. Varya, bir şey yiyecek misin? — Bifstrogonof. Oğlanlara bir şişe votka, kızlara bir şişe portvein ve herkese bifstrogonof ısmarlandı. — Değişik yemek ısmarlamak daha kârlı, dedi Vadim. Yüzü kapıya dönük oturan Varya, kendinden bahsediyormuşcasma kısık sesle, — İşte Nina! dedi. Masaya yaklaşan Nina neşeyle konuşmaya başladı! — En dibe girmişsiniz... Saşenka, kutluyorum. ¦—-Onu öptü.— Zaten hiç kuşku duymamıştım. —Varya'ya baktı.— Sen de mi buradasın? — Ben de buradayım.

— Yazık, Maks bilmiyor, dedi Vadim ile Runoçkih'in arasına otururken. Orkestra gürledi... «Ah, limoncuklar, limoncuklanm! Büyürsünüz Sonya'nm balkonunda...» Garsonlar, dar ve alçak kapılara girip girip çıkıyorlardı. Runoçkin, — Soltz, tam anlamıyla insan, dedi. 96 — Ama çok sinirli, diye ekledi Nadya. Vadim bifstrogonofu çiğnerken, — Şaşa, acı çemberinden geçti. Acısız... — Cefakârlardan nefret ederim, diyerek sözünü kesti Şaşa. Vadim, Nadya'ya. çalım satmayı sürdürüyordu. — Prudon'un sözleri. Ezenlerden sonra ezilenlerden daha çok nefret ediyorum. Ama bazı durumlar oluyor ki... Örneğin, bu... Gözüyle yan masayı gösterdi. îki züppenin yanına soluk benizli güzel bir kız oturmuştu. — Sosyal bir dert, dedi Nina. — Belki de patolojik bir olay, diye itiraz etti Vadim. — Ne patolojik, ne de sosyolojik, orospuluk bu, dedi Şaşa. Bu işle niye uğraştığı ve onun psikolojisi beni hiç mı hiç ilgilendirmiyor. İşte Nadya, Varya, Nina onları sevmeye saymaya hazırım. İnsan ahlâk sahibidir. Bu ise onu hayvanlardan ayıran başlıca özelliğidir. İnsanın yaşamsal fonksiyonu onun acı çekmesinde değildir. Orkestrayla birlikte söyleyen Varya sesini yükseltti. — «Seni çok içten sevmiştik... iSenle gezmek büyük zevkti...» — Bu saçma şarkıları neden seviyorlar? diye soran Vadim kendi sorusunu kendisi yanıtladı. — Murka ölüyor, zavallı oğlan unutulmuş ve terkedilmiş, mezarının nerde olduğunu kimse bilmiyor. Acı çekiyor, işte anlamı. — Midemizi bulandırma! dedi Şaşa. Vadim somurttu. — Dayanılmaz olduğunu biliyorsun! — Kırılma! Seni kırmak istemem. Bu senin için soyut bir şey ama, benim başımdan

geçti. Haydi ceplerimize bakalım, bir şişe daha alabilir miyiz? Paraları, oğlanlara bir şişe daha, kızlara da dondurma almaya yetti. — Acele etmeyelim, dedi Vadim. Vaktimiz çok. —¦ Varya, yarın okula gideceksin, dedi Nina. 97 — Müzik dinlemek istiyorum. — Dokunma ona, diye araya girdi Şaşa. Bırak otursun. Varya'yı memnun etmek hoşuna gidiyordu. Kendisi de mutluydu. Sorun, herkese haklı olduğunu göstermesi değildi. Daha önemli bir şeyi, bu çocukların inancını savunmuştu. İnsanların savunmasızlığı, şimdi her zamankinden daha çok rahatsız ediyordu. Onun yerinde Runoçkin olsaydı, eii-ni sallar ve çeker giderdi. Nadya Bozdnyakova ağlar, o da giderdi. Vadim'in de başına böyle bir şey gelse pek dayanamazdı. Yalnızca Varya, Saşa'nın hikâyesine öyle özel bir önem vermemişti. Onu okuldan, atsalar memnun olurdu. Restoranda onun karşısında oturuyordu. Bu, meyhane ona olağanüstü geliyordu. «Çarliston» yapan genç insanlar, orkestradaki cazcılar, yanaklarını şişiren saksafoncu, hokkabazlık yapan batarist. Yan masadaki kıza iki sarhoş musallat olmuştu. Züppeler korkmuş, karşı çıkmamışlardı. Kız küfretmiş ve ağlamaya başlamıştı. Garson da kızı dışarı atmakla tehdit etmişti. Saşa'nın kara gözleri kısıldı. — Köpek soyu! — Bulaşma! diye uyaran Vadim hemen geri çekildi. Çünkü Saşa'yı tutmanın olası olmadığını biliyordu. Şaşa omuzunu silkerek ayağa kalktı, yan masaya yaklaştı ve pis pis güldü. Şaşa iyi dövüşürdü. — isterseniz dışarı çıkalım, ha? Leylak rengi gömlek giyen iki suratsız serseri. Birinin ayağında çizme, diğerinde yarım bot vardı. îtoğlu itler, sıpalar! Çizmeli olan Saşa'nın kolunu kabadayıca itti, ikincisi ayırmak istiyormusçasma aralarına girdi. — Bırakın çocuklar! Ama Şaşa işi biliyordu: Ayırmak isteyen ilk yumruğu vuracaktı. Şaşa araya girene

insanı eğilmek ve karnını tutmak zorunda bırakan, açık ağızla soluk almaya çalıştıracak bir yumruk yapıştırdı. Sonra ikincisine döndü ama o geriye bir adım attı, masaya yapıştı, masadaki tabaklar birbirine 98 çarptı, kız zırlamaya başladı ve züppeler yerlerinden fırladılar... Saksafoncu yan gözle bakarak yanaklarını şişirdi, piyanist o tarafa döndü ama parmakları tuşlarda oynamaya devam etti. Baterist, çubuklarla hokkabazlığı sürdürdü... «How do you, do you, mister Brayn... How do you, do I...» Orkestra çalışıyordu, her şey yolunda. Yurttaşlar! Dans edin tango yapın, «kakao - şua» likörlü kahvenizi için! Önemsememize bile gerek yok, küçük bir anlaşmazlık, işte bitti bile... Çizmeliyle botlu da masalarına yürüdüler. Karagözlü olanı yerine oturdu, yumruğu yiyen de. Züppeler hesabı verip kızla dışarı çıktılar. Garson masayı toplamaya başlamıştı bile... Her şey yolunda, yurttaşlar!.. Vadim, — Sokağa çıkmamızı bekleyecekler, dedi. — Titremeye başladın, diye güldü Nina. Kavga ederken sakin olan Saşa'nın şimdi her tarafı titriyordu. Kendine hâkim olmak istedi. — Varya, hadi dans edelim... Orkestra vals çalıyordu. «Ramona, sen benimsin...» Güzel bir kızla, Varanko'yla dans ediyordu... Varya ona bakıyor, gülümsüyor ve davranışından dolayı ona hayranlık duyuyordu. Sokak kahramanı gibi davranmış, biraz önce kötü-lediği kızı savunmuştu. Varya, onun bu davranışında kendinden bir şeyler görüyordu. Ne ki Şaşa bilinçli olarak yapıyordu bunu, kendisinin okulda kendini iyi bir öğrenci olarak göstermesi gibi. Varya onu seyrediyor, gülümsüyor ve ona sokuluyordu. Orkestra ağlıyor, saksafoncu hıçkırıyor, bateristin çubukları havada donuyor, piyanist tuşların üstüne eğiliyor... «Çiçekler arasında dolaşırken bir düş gördüm, sen benimleydin...» — Bravo, güzel dans ediyorsun, dedi Şaşa. — Yarın öğleden sonra kaymaya gideiim mi? — Niye özellikle yarın öğleden sonra? — Cumartesileri müzik var. Kaymayı biliyorsun değil mi? — Bir zamanlar kayıyordum. — Gidiyor muyuz? — Patenlerimin nerde olduğunu bile bilmiyorum. 99

12 «Öğrenci Pankratov'un hatasını kabul etmesi nedeniyle kınama cezası verilerek okula geri alınması...» Beklenen bayram gerçekleşmedi. Atılması herkesi ayağa kaldırmıştı. Geri gelişi hiç kimseyi ilgilendirmedi bile. Yalnızca, Saşa'nın yeni kimliğini imzalayan Krivoruçko, — Memnun oldum, demişti. Önceleri çok sert görünen bu adam şimdi ezilmiş biri gibiydi. Son günlerde hep odasında oturuyor, dışarı çıkmıyordu. — Sizin işler nasıl? Krivoruçko, başıyla masanın kenarındaki kâğıtları gösterdi. — Hazırlanıyorum. Büyük çalışma masasının gözünden mühürü çıkardı. Öğlenciler bu masaya, güverte diyorlardı, öğrencilerin ona sık sık işi düşerdi. Burs, yurt, karne gibi işlere Krivoruçko bakıyordu. — Bu arada, dayını tanırım. Onunla aynı yerde çalışmıştık. Çok önceleri, yirmi üçlerde falan. Sağlığı nasıl? — İyi? — Görürsen selam söyle! Şaşa, başarısından utandı, kendisi yakayı sıyırmıştı, ama Krivoruçko daha kurtulamamıştı. — Siz de Soltz yoldaşa başvursanız! — Benim işimde Soltz bir şey yapamaz. Başka birinin elinde... Saşa'ya bakmadan, sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi ekledi : — Bu aşçı daha çok acı yemek pişirecek! Hemen kaşları çatıldı. Şaşa, hangi aşçıyı kastettiğini anlamıştı. Şaşa, daha sonra Lozgaçev'e gitti. Lozgaçev, onun başarısından memnun olmuş gibi

gülümsedi. — Krivoruçko'ya gittin mi? Saşa'nın ona uğradığım bile bile sormuştu. , 100 HALK KÜTÛPHANES&f — Kimliğimi ve giriş kartımı onaylattım. içeri giren Baulin, Saşa'nın yanıtını duyunca Lozgaçev'e, — Mühür Krivoruçko'da mı? diye sordu. ¦— Yeni gelen pazartesi başlıyor. — Mühürü kendisi alabilirdi. Lozgaçev, Glinskaya'nın mühürle uğraşmayacak kadar kendini yüksek gördüğünü anlatmak istercesine omuz silkti. Sanki hiçbir şey olmamış, sanki vicdan azabı duymuyor-larmış gibi günlük işleriyle uğraşıyorlardı. O zaman öyle gerekiyordu, şimdi de böyle... Onun yanında Glinskaya ile dalga geçiyorlar, ona duydukları düşmanlığı gizlemiyorlardı. Bu açık yüreklilik güven anlamına gelmiyor muydu? Bütün bunların anlamı şuydu : «Sana, Pankratov, başka türlü davranmak gerek. Artık mimlendin, ikinci kez yırta-mazsın. Soltz uzakta ama biz yakındayız, ona göre davran. Genç ve deneyimsizsin, faka bastın. Herkesin başına gelebilir, anlıyoruz... Şimdi Krivoruçko'nun kim olduğunu biliyorsun, bizimle birlikte ona saldırmaksın. Karşılıklı güven, ortak düşman olduğunda vardır. 'Arkadaşını söyle!' bu laf eskidi! 'Düşmanını söyle, kim olduğunu söyleyeyim!' İşte, şimdi asıl olan bu!» 1— Krivoruçko'ya acıdın mı? diye sordu Lozgaçev. Onlara bulaşmamalı! Ama yine de kendisi değil, onlar yemişti darbeyi! Unutmasınlar! — Ben niye acıyayım. Yürütme Kurulu değilim ki! Lozgaçev, teşvik edici bir tavırla güldü. —¦ Ne de olsa dert ortağısınız. «Ortak?» diye sordu alayla Şaşa. Geri atamadılar ya! Şaşa, Baulin'in karanlık bakışındaki uyarıyı duyumsadı. Ama bu bakış onu yalnızca teşvik etti. Ne diye uyarıyor? Yine mi atacaklar? Kolları o kadar uzun

değil. Elleri yandı, ama kazanmış gibi görünmek istiyorlar. Bu, seni Soltz değil Parti bağışladı, demekti. Parti biziz, yani seni biz bağışladık... Hayır, dostlar, siz henüz parti demek değilsiniz! Lozgaçev, alaylı bir merakla ona bakıyordu. — Krivoruçko'nun tekrar başlayacağını mı sanıyorsun? 101 — Beni aldılar. — Seninki başka, sen hata yaptın. Krivoroçko ise maddi,.. — Politik hatasından dolayı attıklarında geri almışlar, şimdi yurt, yüzünden... Baulin koltuğa yaslanıp Saşa'ya dikkatle bakarak, — Büyük yenilik, dedi. Eskiden böyle konuşmazdın. — Eskiden sormazdınız, şimdi soruyorsunuz. — Eskiden Krivoruçko'dan uzak dururdun. «Bilmiyorum, tanımıyorum, bir çift söz bile konuşmadım.» — Şimdi de yineliyorum : Bilmiyorum, tanımıyorum, bir çift söz bile konuşmadım. — öyle mi? diye sordu Baulin kinle. Lozgaçev, konuşmasını inatla sürdürdü. — Haksızsın, Pankratov. Parti, saflarını temizlemek zorundadır. .. Şaşa sözünü kesti: — Özellikle kariyeristlerden. — Kimi kastediyorsun? — Genel olarak, tüm kariyeristleri. — Hayır, —Lozgaçev başını salladı.— parti, saflarından politik düşmanları ve kararsızları atıyor. Sen ise tutturmuşsun, önce kariyeristler, kariyeristler. Kuşkusuz, bu da gerekli. Ama bu kıyaslama nerden çıktı? Lozgaçev'in yapmacık ses tonu, soğuk yüzü ve ezberlediği formüllerin kısıtlılığı Saşa'yı şaşırttı. — Belki de en iyisi, Lozgaçev yoldaş, hemen etiket yapıştırmamak! Bu konuda deneyimimiz var! Ben, bir kariye-ristin, eski bolşevik Krivoruçko'nun tüm hatalarından daha çok zarar vereceğini söylüyorum. Krivoruçko, partiyi düşünerek hata yaptı, ama bir kariyerist için değerli olan tek şey, koltuğudur.

Bir an sessizlik oldu. Baulin yavaşça, — Pek doğru düşündüğün söylenemez, Pankratov, dedi. — Ne yapalım! Kuşkusuz söylediklerini tahrif edeceklerdi. Lozgaçev'in odasından çıkar çıkmaz bunu anladı, içten konuşmak için 102 tam adamını bulmuştu! Onlardan korkmuyordu ama aptal-caydı. Anfide yerine oturdu. Yoklama defterinden adını silme1-mislerdi. Her şeyin yoluna girdiğine pek inanamıyordu. Soltz işi gerçek gibi gelmiyordu. Gerçek olan, enstitü. Baulin, Lozgaçev, umutsuz Krivoruçko... Tıklım tıklım tramvayla eve döndü. Hava çabuk kararmıştı : Alaca kış akşamı. Karşısında seyrek sarı sakallı, çol-pa bir köylü oturuyordu. Elde dikilmiş keçe çizmeleriyle bacaklarının arasındaki çuvalı sıkıştırmıştı. İkinci çuval koltukta duruyordu. Sivri şeylerle dolu çuvallar tramvaydaki herkesi engelliyordu. Rahatsız bakışlarla çevresine bakıyor, kondüktör uyaracağını söylemesine karşın ineceği yere gelip gelmediğini soruyordu. Ne ki Şaşa, onun soran gözlerinin derinliklerinde gergin, hattâ sert bir ifade gördü. Anlaşılan bu köylü evinde bambaşkaydı. Şaşa, insanın değişik koşullarda değişik davrandığı düşüncesini Köprü ve Yol Yapımı dersinin defterinin üstüne çiziktirdi. Evde, kâh yazıp kâh bıraktığı güncesine bu düşünceyi yazmak istiyordu. Günceyi sürekli tutmayı kararlaştırdı. Geç vakit, yattığı sırada Katya telefon etti. Eskisi gibi, sessizlik, telefonun kapanışı ve yeniden açılışı. — Katya sen misin? — Tanımadın mı? Sesi, sanki şehir dışmdaymış gibi uzaktan geliyordu. — Konuşmazsan nasıl tanıyayım? — Konuşmazsan... Kıyamet mi koparmalıyım? Neyse, nasılsın? — Yaşıyor ve seni arıyorum. — Arıyorum... Kızlara kıran mı girdi? — Benimkilerin hepsi kaçıp gitti. Sen nasılsın? — Nasıl, nasıl... Marusya seni özlemiş. Onu anımsıyor musun?.. Sana âşık olmuş,

kara gözlünü getir, diyor. — Ben hazırım, ne zaman gidiyoruz? — Gidiyoruz... Ben evli bir kadınım, ne sandın? — Senin makinecinle mi evlendin? 103 — Makineci... Makineci, yankesici, dalavereci. — Hayrola çok mu içtin? — Kokusunu mu aldın? — Ne zaman buluşuyoruz? — Nerde buluşacağız ki? Dışarda otuz derece soğuk, donarsın. — Marusya beklemiyor mu? — Bekliyor... Kocası geldi. Neyse, Deviçka'ya gel. — Nereye gideceğiz? — Fare deliğine... — Tamam, yarın Deviçka'da. Altı, yedi? — Ben altıda gelirim... Katya, döndüğünü bildirmişti böylece. Ona karşı duyduğu, hiç sönmeyen arzu yeniden vücudunu sardı. Eylül ya da ekimde görüşmüşlerdi. Şimdi, ocak1 Döı-t ay! Evlenmediği ortadaydı, Marusya'nın da kocası dönmemişti. Yarın ona gideceklerdi, bu yüzden Marusya'dan söz açmıştı. Hep üstü kapalı konuşmalar, tuhaf kız! Yatakta onu düşünüyordu, düşündükçe daha çok arzu-luyordu. Yarın onun kuru dudaklarını öpeceği, ona sanlaca-ğı düşüncesi uzun süre uyutmadı. Koridorda yankılanan zil sesi Saşa'yı uyandırdı. Gecenin ikisiydi, yeni dalmış olmalıydı. Zil yeniden çınladı, Şaşa, don gömlek koridora çıktı, kapının zincirini indirdi. — Kim o? — Apartman yönetiminden. Şaşa kapıcı Vasil Petroviç'in sesini tanıdı ve kapıyı açtı.;

Vasili Petroviç'in arkasında paltolu, şapkalı, tanımadığı genç biri ve apoletleri kırmızı iki asker duruyordu. Vasili Petroviç'i ve Saşa'yı iteleyen genç adam içeri girdi. Askerlerden biri kapıda, öteki Vasili Petroviç'in ardından mutfağa geçerek arka kapının önünde durdu. — Pankratov? — Evet. — Aleksandr Pavloviç? — Evet. Genç adam dikkatli bakışlarını Saşa'dan indirmeden, ara104 ma ve Arbat'ta... yerde oturan Aleksandr Pavloviç Pankra-tov'un tutuklanma emrini uzattı. Saşa'nın odasına girdiler. — Belgelerin! Şaşa, sandalyenin arkalığına asılmış ceketinin cebinden pasaportunu, öğrenci kimliğini çıkardı. Adam, dikkatle gözden geçirdi ve masanın kenarına koydu. — Silah! — Silahım yok! Adam başıyla annesinin odasını gösterdi. — Orda kim var? — Annemin odası. — Uyandırın! Şaşa pantolonunu, gömleğini, çoraplarını giydi, terliklerini ayağına taktı. Yetkili, Saşa'nın giyinmesini bekliyordu. Palto ve şapkasını çıkarmamıştı. Şaşa, annesini birden uyandırıp korkutmamak için dikkatlice kapıyı açtı. Annesi, beyaz geceliğinin göğüs kısmını tutarak divanda oturuyordu. Ak saçları alnına ve gözlerine düşmüştü. Durgun bakışlarla Saşa'nın ardından odaya giren yetkiliye bakıyordu. — Anne, korkma... Arama yapacaklar. Bir yanlışlık. Anlaşılır. Yat rahatça. Annesi, Saşa'nın yanında duran tanımadığı adama yan yan bakmaya devam ediyordu. —¦ Anneciğim, sana söyledim. Bir yanlışlık. Sakin ol ve yat lütfen.

Odasına dönerken kapıyı kapatmak istedi, ama yetkili bir el hareketiyle kapıyı tuttu : Kapı açık kalmalıydı! Yetkili ya da görevliyle tartışmanın, onu protesto etmenin anlamı yoktu. Kendine güvenli ve neşeli olmalıydı, annesini ancak böyle sakinleştirirdi. — Ne aramak istiyorsunuz, belki ben verebilirim. Yetkili paltosunu ve şapkasını çıkarıp astı. Üstünde lacivert bir elbise, koyu renk gömlekle kravat vardı. Resmi dairelerde sıkça rastlanan, göbek bağlamaya başlarmç sıradan bir memur. 105 Masada defterler, okul kitapları ve ders notları duruyordu. Yetkili birini aldı, sayfalarını çevirdi, göz gezdirdi ve dikkatlice üst üste dizdi. Saşa'nın Köprü ve Yol Yapısı ders defterinin üstüne yazdığı not dikkatini çekti: «Tramvayda dalgın, açması köylü. Evinde ise sert ve despot.» Defteri kimliklerin yanına koydu. Masanın gözleri fotoğraflar, mektuplar ve kağıtlarla doluydu. Yetkili, mektupların içeriğiyle değil kimin gönder-diğiyle ilgileniyordu. Göndereni imzadan çıkarmazsa soruyordu. Şaşa da kısaca yanıt veriyordu. Yetkili, mektupları sağ tarafa koydu, onlara gereksinimi yoktu. Doğum kâğıdı, diploma, iş belgesi ve diğer belgeler oldukları yerde kaldılar. Komsomol ve sendika kimliklerini sol tarafa koydu. — Komsomol kimliğimi niye alıyorsunuz? — Henüz hiçbir şey almıyorum. Çocukluk ve ilkokul fotoğrafları da onu ilgilendirmedi. Yetişkinlerin olduğu fotoğraflarla ilgilendi. Yeniden sormaya başladı: Bu kim? Ya bu? Annesi ayağa kalktı. Şaşa, divanın gıcırtısını, terliklerin sesini ve sabahlığın asılı olduğu dolabın gıcırdamasını duydu. Odaya sabahlıkla değil aceleyle giyindiği gece elbisesiyle girdi. Acıyla gülümseyerek Saşa'ya yaklaştı ve titreyen ellerini saçlarında dolaştırdı. — Lütfen, odanızda oturun! dedi yetkili. Sesinde, Sofya Aleksandrovna'yı hep ürküten resmi bir keskinlik vardı. Belki de oğluna zarar verecek bir şey yapmıştı. Şaşırmışcasına başını salladı. Şaşa gülerek sordu: — Hepsini yere indireyim mi?

Raflardaki kitapları ayıran yetkili hayretle döndü, ama yanıt vermedi. — Anne, odana git! Annesi başını daha sık sallayarak ve yetkilinin geniş sırtına korkuyla bakarak odasına döndü. Soltz işini biliyorlar mıydı? Bilmiyorlardı, yoksa gelme106 ye cesaret edemezlerdi. Bu güçlü aygıt demek tam çalışmamıştı. Yazık! Bu yanlışlık çok şeyi karıştıracak. Yetkili, elbise dolabını açmasını, ceketinin ceplerini boşaltmasını emretti. Ceketin cebinden adres defteri çıktı. Onu da masaya koydu. Her şeye bakıp bakmadığını kontrol eden yetkilinin gözleri divanın altındaki valize takıldı. Açmasını emretti. Valiz boştu. Adam, kendi görevini yapıyordu. Dikkatli ve vicdanlı bir memur! Şaşa da onun yerinde olabilir, parti onu OGPU'da görevlendirebilir, aynı tür bir iş verebilirdi. Belki de suçsuz birine gidecekti. Bu işde hata kaçınılmazdı. Kişisel gücenikliği bir yana bırakıp MDK'de gösterdiği gibi suçsuzluğunu göstermeliydi. — îkinci odaya gidelim. Annesi, dirseklerini komodine dayamış, parmaklarmı ak saçlarına geçirmiş kapıya bakarak oturuyordu. — Yoldaş, odana bakacak. Sen otur, anne! . Ne ki annesi istifini hiç bozmadı. Yetkili yaklaştığında belli belirsiz yana çekildi. Komodinin üstünde Saşa'nın, Mark'ın ve teyzelerin fotoğrafları vardı. — Bu kim? — Kardeşim, Mark Aleksandroviç Ryazanov. Kardeşinin ünlü Ryazanov ve Saşa'nın da onun yeğeni olduğunu bilsinlerdi. Hep, bunu söyleyince aramayı durdurup Saşa'yı tutuklanmayacaklarını düşünmüştü. Mark'ı bütün ülke tanıyordu. Onu Stalin de tanıyordu. Acıklı bir gülücükle ekledi! — Bu da Saşenka, küçükken. Somurtkan yetkili, Mark'ın fotoğrafını aldı, çerçeveden çıkardı, aradaki kartonu söktü ve arkada yazı olu{> olmadığına baktı. Yazı yoktu. Sonra hepsini komodinin üstüne bıraktı. Fotoğrafı, çerçeveyi, kartonu. Sofya Aleksandrovna, koltuğuna yığıldı, elleriyle yüzünü kapatıp ağlamaya başladı.

Yetkili eliyle komodinin gözlerini yokladı. Gözlerden, annesinin yatak örtülerini değiştirdiğinde kokan temiz çamaşır kokusu yayıldı. — Arama benim için değil miydi? 107 — Birlikte oturuyorsunuz ya! Saşa'nın odasına döndüler. Arkalarından Sofya Alek-sandrovna da çıktı. Arama bitmişti, odasına dönmesini söylemediler. Saşa'yı götürecekleri düşüncesi durgunluğunu yenmişti. Ne yapacağını bilmeden telaşla kâh Saşa'ya yanaşıyor, kâh gözleriyle yetkiliyi izliyordu. Yetkili, masada arama tutanağını yazıyordu. Şu tarihte, şu kişinin evinde, şu emre göre... Müsadere edilenler : ... nolu pasaport, ... öğrenci kimliği, ... nolu komsomol kimliği, adres defteri, «Köprü vfc Yol Yapımı» defterini elinde tutuyordu sonunda almamayı kararlaştırarak bir kenara koydu. — Elimi nerde yıkayabilirim? Sofya Aleksandrovna, telaşla atıldı. — Buyrun, ben göstereyim. Aceleyle komodinin gözlerini açtı, temiz bir havlu çıkardı, yetkili elini yıkamayı bitirmeden temiz havluyla banyonun kapısında beklemeye başladı. Acınası dalkavukça bir gülümseyişle havluyu uzattı: Belki bu adam orada oğlunun başına gelecekleri yumuşatabilirdi. Yetkili elini sildi, koridora çıktı ve telefon etti. Şifreli bir şeyler söyledi. Konuşmasından yalnızca Arbat sözcüğünü anlayabildiler. Ahizeyi yerine koyup işini yapan kişinin huzuruyla kapıya yaslandı. Kapının yanındaki asker rahatta duruyordu, ikinci asker de mutfaktan döndü. Ana ve arka kapılar boştu. Kapıcı Vasili Petroviç gitti. Aramanın bittiğini komşulara kimse söylememesine karşın Mihail Yuriyeviç ve Galya koridora çıktılar. Annesi, Saşa'nın eşyalarını topluyordu. Elleri titriyordu. — Sıcak tutacak çorap koyun, dedi yetkili. Mihail Yuriyeviç saygıyla, — Yiyecek bir şeyler de koymak gerekir, dedi. — Para! dedi yetkili. — Lanet olsun! diye köpürdü Şaşa. Sigaram bitmiş. — Benimkilerden getireyim. Galya bir paket «Boks» getirdi. — Şaşa, paranız var mı? diye sordu Mihail Yuriyeviç. — Bir şeyler var.

108 Şaşa ceplerini karıştırdı. — On ruble. — Yeter, dedi yetkili. — Oradaki büfe pahalı değil, diye açıklık getirdi asker. Her şey sakince yapılıyordu. Sanki Şaşa, bilmediği bir kente, güneye ya da kuzeye bir yerlere gidiyordu da, onlar da neler olması gerektiğini söylüyorlardı. Yetkili kapıya dayanmış sigara içiyordu. Askerlerden biri Galya ile konuşuyor, öteki de çömelmiş sigara tüttürüyordu. Mihail Yuriyeviç, Saşa'ya yüreklendirircesine gülümsedi. Şaşa da gülümsedi, ama gülümseyişinin acı dolu olduğunu duyumsadı. Ne ki başka türlü yapamazdı. — Saşenka, koyduklarıma bak! Sofya Aleksandrovna, titreyen parmaklarla bohçanın bir kenarını açtı. — Sabun, diş macunu, fırça, havlu, ustura... — Usturaya gerek yok, dedi yetkili. — özür dilerim, —usturayı çıkardı— temiz çamaşır, mendil... Sesi titriyordu. — İşte tarak, işte... İşte atkı, senin... atkın... Sözcükleri hıçkırığa dönüştü. Ondan koparıp hapisaneye götürdükleri oğlunun eşyalarını yerleştirirken kahrolmuş, bitkin düşmüştü. Sofya Aleksandrovna, koltuğa yığıldı ve hıçkırıklar tüm vücudunu sardı. Galya, omuzunu okşayarak, — Sakin olun, her şey yoluna girecek. Almazovlar'ın oğlunu da almışlardı, sonra bıraktılar. îş işten geçti, ağlanacak ne var! Sarsılarak mırıldandı: — Bu, her şeyin sonu, sonu, sonu... Yetkili saatine baktı. — Toplanın! İzmariti attı, kemerini düzeltti, yüzünü ekşitti. Askerler de üstlerini başlarını düzelttiler, yeniden iş başı yapmışlardı. Artık öğüt vermiyorlardı.

Tüfeklerini bacaklarına yapıştırıp göreve hazır duruma gelmişlerdi. Yetkili, Mihail Yuri109 yeviç ve Galya'ya tutuklunun geçeceği yoldan çekilmelerini işaret etti. Şaşa paltosunu, şapkasını giydi, atkısını taktı. Asker Fransız kilidiyle epey uğraştıktan sonra kapıyı açtı. Sofya Aleksandrovna bu sesi hem bekliyor, hem de korkuyordu. Koridora atıldı, hıçkırıklardan sarsılarak Saşa'ya sarıldı. Mihail Yuriyeviç, omuzlarından nazikçe tuttu. — Sofya Aleksandrovna, boşuna, yapmayın! Şaşa, annesinin karışık ak saçlarını öptü. Mihail Yuriyeviç ve Galya annesini tutuyorlardı. Hıçkınyor, ellerinden kurtulmaya çalışıyordu. Şaşa evden çıktı. Araba, evin yanında duruyordu. Şaşa arkaya oturdu. Bir yanına yetkili, bir yanına da askerlerden biri bindi. Hiç konuşmadan gidiyorlardı. Şaşa, hapishaneye hangi yönden gittiklerini çıkaramadı. Yüksek demir kapı açıldı, araba dar ve uzun avluya girdi. Arabadan önce muhafızlar, sonra Şaşa, en sonra da yetkili indi. Saşa'yı büyük, boş tonozlu bir odaya götürdüler. Ne bank, ne de masa vardı orada. Duvarlar klor kokuyordu, taban yer yer aşınmıştı. Şaşa, buranın kabul odası olduğunu, içeri ya da dışarı buradan yollandıklarını anladı. Oda şimdi boştu. Yetkiliyle muhafızlar artık her hareketini izlemiyorlardı. Buradan kaçamazdı. Operasyonlarını başarıyla tamamlamışlardı, tutukluyu getirmişlerdi. Daha fazla sorumluluk taşımıyorlardı. — Burada bekleyin! diyen yetkili dışarı çıktı. Muhafızlar da nöbetçi kulübesine gittiler. Açık kapıdan ıslak kaput bezinin ve asker çorbasının kokusu odaya doldu. Bohçasını yere bırakan Şaşa, duvarın yanında duruyordu. Kimse onu izlemiyor, kimse korumuyordu. Tutuklama operasyonunun bittiğini, ama tutukluluk döneminin henüz başlamadığını belirten bir ara... Özellikle bu dakikalarda içinde bulunduğu yeni ortamın bilincine vardığını anlıyordu. Bir adım bile atsa onu engelleyeceklerini, durduğu yerde 110 beklemesini emredeceklerini, kendisinin de buna boyun eğmek zorunda kalacağını, bu durumun kendisini daha da küçük düşüreceğini biliyordu. Böyle bir şeye olanak verme-memeliydi. Kendi onurunu, buraya yanlışlıkla getirilen Sovyet insanının

onurunu, ancak böyle koruyabilirdi, îçeri giren asker ona bakmadan, — Gelin! dedi. Şaşa, bohçasını aldı, meraktan başka bir şey duymadan yürüdü. İlk kemerin ardında bir masa vardı. Adam oturdu ve basılı bir kâğıt aldı. Soyadı? Adı? Baba adı? Doğum tarihi? özellikler? Dövme? Yara izi? Yanık izi? Ben? Göz? Saç rengi?... Parmağını basması için ıstampayı uzattı. Şaşa parmağını kağıda bastı. Saşa'nın eşyalarını yazdı: Palto, şapka, bot, süyeter, pantalon, ceket, gömlek. — Para! Paralan sayıp kâğıda yazdı, imzalaması için uzattı. — Alındı makbuzunu getirdiler. —Kapıyı gösterdi.— Oraya gidin! Küçük odada sivil giyimli, şişko, derisi porsumuş biri Saşa'yı bekliyordu. — Soyunun! Şaşa palto ve şapkayı çıkardı. — Botları çıkarın! Şaşa botlarını çıkardı, çoraplarla kaldı. — Bağlarını sökün! Şişko, bağları masaya koydu ve köşeyi gösterdi. — Orada durun! Köşede santimlere ayrılmış bir lata duruyordu. Şişko, Saşa'nın başını arkaya yapıştırdı ve duvarın ardında oturanın duyması için yüksek sesle bağırdı: — Yüz altmış yedi! Sonra paltonun ceplerini, şapkayı yokladı, küçük bir bıçakla astarı yırtıp orada baktı. Paltoyu tahta banka koydu, elbiselerini gösterdi. — Çıkarın! Şaşa ceketi çıkardı. 111 — Hepsini çıkarın!

Şaşa külot ve atletle kalmıştı. Şişko, pantolonu ve ceketi yokladı. Ceketin astarını, pantolonun paçasını söktü, kemeri çıkardı. Kemeri, ayakkabı bağlarını yanına koydu. Ceket ve pantolonu banka fırlattı. — Ağzınızı açın! Uykulu yüzünü Saşa'ya yaklaştırıp ağzına baktı, dudaklarını çekip dişlerle dudaklar arasına bir şeyler saklayıp saklamadığını kontrol etti. Sonra atletle külotu gösterdi. — Çıkarın! Şişko, yanık, yara izi ya da dövme arıyordu, ama bulamadı. — Dönün! Şaşa, soğuk parmakların dokunuşunu kalçalarında hissetti. .. — Giyinin! Kemersiz pantolonunu eliyle tutan Şaşa, ayağında botları, muhafızın eşliğinde kısa koridorlardan geçti, demir kapılarla parmaklıklara vurdu, kilit gıcırdadı. Her tarafta hücreler vardı. Koridorun birinde durdular. Onları bekleyen gardiyan hücreyi açtı. Şaşa içeri girdi. Kapı kapandı. 13 Dördüncü fırın Stalin'in istediği gibi zamanından önce, otuz kasım günü işletmeye açıldı. Soğukta çalıştırılan birinci fırının başına gelen kazanın yinelenmeyeceğinden emin olan Mark Aleksandroviç gidebilirdi. Bölge heyetinden daha sonra, yirmi ocakta Moskova'ya hareket etti. Hizmete özel vagon, trene bağlanmıştı. Kar temizleyici önden gidiyordu. Rüzgâr, kürtünleri süpürerek uğulduyor, tek tük görünen fenerleri sallıyordu, istasyona ve şehre sınırlı elektrik veriliyordu. Elektrik fabrikaya gerekliydi, istasyonun küçük binasında, sobanın etrafına, fabrika yönetiminin Moskova'ya hareketinden önce bir şeyler görüşmek için gelen 112 fabrika görevlileri dizilmişlerdi. Mark Aleksandroviç'in ardından ıslak çizmeleri, karlı şapka ve paltolarıyla kondüktörde hoşnutsuzluk uyandırarak vagona girdiler. Üstlerini başlarını silkelediler, sigara içiyorlar, çevreyi kirletiyorlardı. Oysa kondüktör her tarafı temizlemişti. Her zamanki gibi kendisi yalnız olduğunda içeriyi gerektiği gibi ısıtıyordu.

Mark Aleksandroviç, kürkünü ve şapkasını çıkardı, ama yine de sıcaktı, özellikle de bu çizmelerle. Lambalar düzensiz ama iyi aydınlatıyorlardı. Moskova'da gerekli olacak her şeyin bulunduğuna güvenerek, evraklara çabucak göz attı. MK raporlarında fabrika inşaatının bitiş tarihi 1937 olarak gösterilmişti. Ülkedeki pik üretimi de beş yıllık planın sonunda yirmi iki milyon tondan, on sekiz milyon tona düşmüştü. Yani gerçekçi bir yaklaşım kazanmıştı. Dün kısık sesle istenen şeyleri yüksek sesle isteme zamanı gelmişti: Evler, sosyal tesisler, makineleşme. Kapıda görünen istasyon müdürü: — Hareket emri veriyorum. Mark Aleksandroviç, dedi. Siyah paltolu, siyah kulaklıklı kondüktör elinde fenerle vagonda dolaştı ve mırıldandı: — Hareket ediyoruz, yurttaşlar, hareket ediyoruz. Yolculayanlar vagondan çıktılar. Buz gibi hava içeri doldu. Kondüktör, eşikte biriken karları ayağıyla iterek kapıyı kapadı. Hareket memurunun düdüğü, lokomotifin çığlığına karıştı. Vagon sarsıldı ve hareketlendi. Mark Aleksandroviç, çizmelerini çıkardı, valizinden terliklerini alıp giydi. Ayaklan birden rahat etti. Pencereye yanaştı ve perdeyi araladı. Küçük tren, fırınların, Martin ocaklarının alevlerinin aydınlattığı şehrin kurulu olduğu dağı dolaşarak karlı bozkırda ilerliyordu. Dört yıl önce buraya geldiklerinde her yer bomboştu. Şimdi, iki yüz bin nüfus, dünya çapında bir fabrika, bir milyon ton pik, yüzbinlerce ton çelik ve üç milyon ton cevher üreten bir dev vardı. Mark Aleksandroviç, kendini onlara kaptırmadı, buna zamanı yoktu. Bu dakikada düşünmesi gerekli olan şeyleri düşünmeliydi, önünde kongre 113 vardı. Kongre düşüncesi, onu bölge heyetiyle Moskova'ya giden Lominadze'ye götürdü. Lominadze teorik hatalarından dolayı bütün yüksek görevlerinden alınmış, şehir komitesi sekreterliğine gönderilmişti. Şehir, fabrika demekti. Şehir komitesi de, fabrika parti komitesi demekti. Mark Aleksandroviç ile aynı yaştaydılar. Parti kıdemi açısından daha kıdemli olan Lominadze —Ryaza-nov on dokuz, Lominadze on yediden beri parti üyesiydiler— büyük bir politikacı, akıllı ve bilgili biri olarak görülüyordu. Kongrede eski muhaliflere darbe vurulursa Lominadze'ye de vuracaklar demekti. Fabrika da bundan nasibini alacaktı. Demir çelik önemliydi, ama politika daha da önemliydi. Ortamı değerlendiren Mark Aleksandroviç kongrenin sakin geçeceğine karar verdi. Kongrenin adı da bunu gösteriyordu. Muzafferler Kongresi. Önceki üç kongre savaşım bayrağı altında geçmişti. Yeni yönetimin çevresinde partinin birlik ve beraberliğinin gösterilmesi zamanlarıydı. Yine de beklenmedik şeylere hazır

olmalıydı. Ona özel vagon vermedikleri, sobalı yük vagonunda, koridorda ya da sırtında çuvalı, kaputuna sarınmış, vagonun üstünde Moskova'ya gittiği günlerde bir şeylerden korkmak aklının ucundan bile geçmezdi. Şimdi yüzbinlerce işçinin yaz-gısıyla oynuyordu. Partiye, partinin politikasına inanıyordu. Muhalif düşüncelere hiç kapılmamıştı. Sergo onu seviyor, Sta-lin onu sayıyordu; ama özellikle şimdi her zamankinden daha çok her şeyi tartmak ve zamanında hatalar yapan —bu hatalarla ne Mark Aleksandroviç'in, ne de yönettiği kuruluşun en küçük bir ilgisi vardı— Lominadze'nin, onlara şehir komitesi sekreteri olarak yollanmasının başına işler açabileceğini göz önüne almak zorundaydı. Bir de Saşa'nın, beklenmedik ve anlaşılmaz tutuklanışı. Kızkardeşinden mektup alınca içini çaresizlikle acının yakıcı duygusu kapladı. Neler olup bittiğini bilmiyordu. Muhasebe hocalarıyla sürtüşmesi tutuklama nedeni olamazdı. Saşa'nın o gece kendine söyledikleri neden olabilirdi. Stalin'in şöhret düşkünlüğü, Lenin'in mektubu... Lenin'in mektubunu okumuş muydu? Nerede, ne zaman, kimde? Stalin'in şöhret düş114 künlüğü... Bundan yalnızca kendine mi söz etmişti? Başkasına söylemiş miydi? Kendi düşüncelerini mi, yoksa başkasının öğütlediklerini mi söylemişti? Kim telkin etmişti? Her şeyi bilmeliydi. Konu olan yeğeniydi. Dikkatli ve objektif bir soruşturmanın yapılmasını isteyebilirdi. Mark Aleksandroviç, Sverdlovsk'ta, Bölge İcra Komitesi bünyesindeki fabrikanın temsilcisi Kirjak ile karşılaştı. Mark Aleksandroviç'in aktarma yapacağı Moskova - Vladivostok posta treni gecikmişti, istasyon müdürü perona çıkarak onu, hükümet üyeleriyle yüksek düzey yöneticileri için ayrılan odaya götürdü. Büfedeki kadın, çay ve sandviç getirdi. Kısa boylu, sinirli telaşlı Kirjak durumu özetledi: Sevkiyatlar düzensiz, ulaşım yetersiz, fonlar gerçek dışı, muhasebenin sürekli engellemeleri, bölge örgütünün kötü çalışması... Mark Aleksandroviç, iyi bir levazımcı ve eksikleri olağanüstü biçimde gideren Kirjak'ın gücenik ses tonuna alışıktı. Kirjak'la işini bitiren Mark Aleksandroviç istasyona geçti. Her yer bohçalar, çuvallar, sandıklarla doluydu. İnsanlar bankların üstünde yerlerde yatıyorlar, kasanın önünde kuyrukta bekliyorlardı. Sıcak su makinasının önünde de çoğunluğunu kadınların ve çocukların oluşturduğu büyük bir kuyruk vardı. Bu, koyun postlarıyla, tahta ayakkabılarıyla, şaşkınlıklarıyla, acı veren yoksulluğuyla yerinden koparılmış, toprağından uzaklaştırılmış, yokluğa bir türlü alışamamış köylü Rusya idi. Bu, Mark Aleksandroviç için yeni bir şey değildi. Böyle olaylarla ülkenin bütün yollarında karşılaşmak olasıydı. Çuvalları, bohçaları, evleri ve çocuklarıyla bir yığın insan fabrikasına da geliyordu. Fabrikanın barakalarında da keskin, ekşi, koyun, sarımsak kokusu vardı. Tarihin amansız yasaları böyleydi, sanayileşmenin yasası böyleydi. Bu, vahşi, pis, karanlık, eski ve canlı köyün sonuydu. Bu özel mülkiyetin sonuydu. Yeni bir tarih yaratılıyordu. Eski şeyler acı ve kayıplarla yıkılıyordu.

Mark Aleksandroviç'in bineceği uluslararası vagon yan 115 boştu. Kompartımanda çalışmaya başladı. Saat üç sularında hava kararmaya başlayınca koridora çıktı. Halı yolluklar, tekerleklerin uyumlu sallantısını yumuşatıyordu. Kompartımanların kapıları, Fransızca konuşan kadın ve erkek seslerinin geldiği biri dışında kapalıydı. Koridora çıkan kadın, Mark Aleksandroviç'i görünce şaşkınlıkla gülümsedi. Mark Aleksandroviç, koridorda biriyle karşılaşmayı beklemediği için şaşırdığım düşündü. Kadın sabahlıkla, terlikle, saçları dağınık dışarı çıkıp tuvalete yöneliyor ve daha önce hiç görmediği bir Rus ona bakıyordu. Mark Aleksandroviç, onlar uyurken trene binmişti. Uzun boylu, iri gözlüklü kadın otuz beş yaşlarında gösteriyordu. Tuvaletten dönerken yeniden gülümsedi ve kompartımana girip kapıyı örttü. Az sonra Lunaçarski'ye benzeyen iri yarı bir adam dışarı çıktı. Mark Aleksandroviç, İkinci Enternasyonal'in liderlerinden Belçikalı ünlü sosyal demokratı hemen tamdı. Bir ay kadar önce gazetelerde onun Sovyetler Birliği ve Çin üzerinden Japonya'ya gideceği yazılmıştı. Mark Aleksandroviç, daha o zaman bu haberin bugünkü uluslararası ortamda yeni ve akılcı ilişkilerin habercisi olduğunu düşünmüştü. önlerinde uzun bir yol olan bütün yolcular gibi çabucak konuşmaya 'başladılar, Mark Aleksandroviç, tngilizceyi çok iyi biliyordu, Fransızcası da işini görecek kadar iyiydi. Gri yün bir etekle iri göğüslerini belirginleştren bir süveter giymiş Belçikalının karısı da koridora çıktı. Yüzündeki gülümseme şimdi, Fransızca konuşan bir yol arkadaşı bulmanın yarattığı sevimli bir şaşkınlığı yansıtıyordu. Kıştan, uzaklıktan, iletişim ve yolculuk zorluklarından söz ediyorlardı. Tokyo ve Osaka'da ılıklık, Nagazaki'de sıcak, burada ise soğuk vardı. Soğuk, Rus insanını dinçleştiri-yordu anlaşılan. Belçikalı, Sibirya ve Urallar'dan geçerken ünlü Kuzbas ve Magnitostroy'u göremediğinden yakmıyordu. Vagonun pencerelerinden yalnızca ünlü Rus karı görünüyordu. Rus tecrübesini görmek istermiş. Hemen ardından gülümseyerek deyimin bayağılığı için özür diledi. Kompartımanından, ikinci beş yıllık planın büyük inşaat116 larını gösteren «Pravda»nın son sayısını getirdi. Yüksek fırın, otomobil, traktör, biçerdöver, lokomotif, vagon, otomobil lastiği fabrikaları, barajlar... Mark Aleksandroviç, kumaş toplarının tekstil fabrikalarını, şeker pancarının şeker fabrikalarını, dairelerin rulman fabrikalarını gösterdiğini anlattı.

Belçikalı onaylayıcı bi tavırla gülümsedi. Sonra da bu büyük programın ancak öteki ekonomik alanların, başta da tarımın sırtından gerçekleştirilebileceğini ekledi. Mark Aleksandroviç, bu menşevik kanıtları biliyordu. Rusya'da ikinci bir devrim yapılıyordu. Bu, iyi bakımlı muhterem bey, bu yapmacık parlamento politikacısı birinci devrimi anlamadığı gibi, ikincisini de anlamıyordu. Mark Aleksandroviç sustu. Politik tartışmanın anlamı yoktu. Yurtdışında çok bulunmuştu, yabancılarla konuşmaya alışkındı, ama politik konuşmalardan uzak durmaya özen gösterirdi. Hiç kimse, hiç kimseye, hiçbir şeyi kanıtlaya-mazdı. Şimdi de ünlü bir politikacıyla konuşmanın zevkiyle kendini tutuyordu. Ama muhatabının, tartışmaktan korktuğunu düşünmesini de istemiyordu. Mark Aleksandroviç, bu anlamda bencilin tekiydi ve işi bırakıp gidecek biri değildi. Bu nedenle bir çelik fabrikasında iki yıl çalıştığı Biileşik Amerika'yla ilgili izlenimlerini aktarırken, New-York'ta gördüğü komik bir sahneyi anlattı. Topuklarına kadar uzun, eski moda siyah elbiseli, kuş yuvasına benzer siyah şapkalı, yaşlı, mecalsiz bir kadın kiliseden çıkmıştı. Kolunda torunu, belki de torununun torunu olan bir kız, yürümesi için yardım ediyordu. Kız özenle ninesini merdivenlerden indirmiş, kaldırımın kenarında duran «Packart»a götürmüş, oturtmuş, yanaklarından öpmüş, kapıyı kapatmıştı. Arabaya- kadar zar zor yürüyen yaşlı kadın, direksiyonun başında canlanmış ve arabayı çalıştırmıştı. «Pac-kart» yerinden fırlamış, ileri atılmıştı. Mark Aleksandroviç, bu olayın yorumunu hiç yapmazdı. Sevecenlikle piposunu çekerek anlatırdı. Ama konuşmanın öyle bir yerinde anlatırdı ki akıllı muhatabının benzetmeyi anlamaması olanaksız olurdu. Amerika'da da yeni teknolojiyle donanmış ömrünü bitiren sosyal katmanlar vardı! Belçika117 lı'ya konuşmaya alışık olduğu düzeyi diplomatik biçimde gösteren Mark Aleksandroviç, yabancılar karşısında geniş bilgisi, inceliği, keskin zekâsı, geniş bakış açısıyla kendini göstermeyi severdi. Ülkesinde iktidar sahibi her insanın da, böyle davranması gerektiğini düşünürdü. Belçikalının karısı, benzetmeyi anlamadı. Ama anlatılan olay, ona çok komik geldi, uzun süre güldü. Mark Aleksandroviç, istasyondan Sadova Karetnaya'ya, üç nolu eve gitti. Organizasyon komisyonunun bulunduğu salon boştu, bütün delegeler gelmişti, nöbetçiler yerlerinde kalmıştı. Mark Aleksandroviç, kaydını yaptırdı, mazbatasını, otel kartını, yemek fişlerini ve «SBKP (B) 17. kongre delegesi» bloknotunu aldı. Gerekli olan ve zevkle boyun eğdiği disiplini ve düzeniyle kongrenin alışık olduğu atmosfere girmişti. Günlük uğraşlarının yükünü atarak düne göre daha önemli ve daha yüksek bir konuma girdi. Yeniden göreve çağrılan eski bir askerin duygusuna eş bir duygu içini kapladı. Otelde onu, üç kişilik bir odaya verdiler. Yatak ve komodin... başka bir şeye

ihtiyacı yoktu. Mark Aleksandroviç, delegelerin arasında birçok eski dostuna rastlayacağını, biliyordu. Birkaçıyla vestibülde karşılaşmıştı bile. Mutlu, canlı bir ruh haliyle duruyorlardı. Onlara bakarken, olanların doğruluğuna, gerekliliğine bir kez daha inandı. Parti ve neyi, nasıl yapacağını bilen, olgun, denenmiş, çelikleşmiş parti üyeleri vardı. Stalin'i desteklemeleri yalnızca onların gücünü anlatıyordu. Bu namuslu, dürüst, adil insanlar hiçbir zaman yasa dışılığa izin vermezlerdi. Saşa'nın başına gelenler tam anlamıyla saçmalıktı. Sonya'dan son mektubu on gün önce almıştı. Belki Saşa'yı bırakmışlardı? Kardeşine telefon etti. Onun ses tonundan, hiçbir şeyin değişmediğini anladı. — Gelecek misin? diye sordu Sofya Aleksandrovna. Canı, şimdi Arbat'a gitmek istemiyordu. Geç olmuştu, 118 araba yoktu, yan odada arkadaşları bekliyordu. Ama şimdi gitmezse bir daha ne zaman gideceği belli olmazdı. — Yatmazsan, bir - bir buçuk saat sonra orada olurum. — Uyuyabilir miyim ki?.. Kardeşini ziyareti, Mark Aleksandroviç'i hüzünlendirdi. Kardeşi onunla dalkavukça konuşuyor, teleşla bazı evraklar arıyor, onları titrek parmaklarıyla okşuyor, ona korkuyla karışık bir umutla bakıyordu. Kendisi bu anda onun için kardeşi değil, dünyânın güçlü insanlarından biriydi: Oğluna yardım edebilir, etmeyebilir de; oğlunu kurtarabilir, kurtarmayabilir de. Üzüntüsü, gözlem duygusunu da geliştirmişti, bu işin Mark'ın hoşuna gitmediğini anlıyordu. Sofya için, Saşa'nın hapisanede olmasından başka bir, olayın olmadığı bir durumda, o olayları tartmak istiyordu. Çaresizliğin bezginliği Mark Aleksandroviç'i yeniden sardı, ensesinde bir sızı duydu. Sonya'yı, Saşa'yı seviyordu. Ama boşuna söz vermek istemiyordu. Tecrübeliydi, Komünistti. — Hemen yarın, ilgileneceğim. Saşa'nın suçu yoksa bırakırlar. Sofya korku ve şaşkınlıkla bakıyordu. — Şaşa suçlu... Bunu sen mi söylüyorsun? Sert davranmıştı. Ama her şeye hazır olmalıydı. Yoksa daha kötü olabilirdi. — Bir şeyle suçluyorlardır... Neyle olduğunu öğrenmeden Moskova'dan gitmem... Mark Aleksandroviç, Budyagin'e de uğradı. Onun yüzünden Budyagin kötü bir duruma

düşmüştü. Uğraştığı adam tutuklanmıştı. Budyagin'in suratı asıktı. Kongrenin adını bile ağzına almadı, günlük işlerle uğraşıyordu. Belki de kongreye seçilmediği için kırılmıştı? Ama istişari oyla öteki MK ve MKK üyeleri gibi delege sayılıyordu, bunda kırılacak bir şey yoktu. Sistem böyleydi. Belki de kongre onun için bir bayram 119 değil, ağır bir çalışmaydı! Yine de... Bugün onda özel bir somurtkanlık, dalgınlık ve soğukluk duyumsanıyordu. — Yeğenimin başına gelenleri biliyor musunuz? — Biliyorum. — Size geldiğimde böyle bir şeyi kesinlikle beklemiyordum. — Anlaşıldı. Budyagin, bir şikayeti olmadığını belli edercesine sakince yanıt vermişti. — O, benim yeğenim. Bilgi almak benim hakkım. Budyagin susuyordu. Dirseklerini masaya dayamış, elleriyle çenesini tutmuş oturuyor ve Mark Aleksandroviç'e bakıyordu. Mark Aleksandroviç, anlaşıldığı gibi Budyagin'in pek tutmadığı bu konuşmayı noktalamak isteyerek, — Kongrede Yagoda ya da Berezin'le konuşmaya çalışacağım dedi. — Yeğenin olduğunu biliyorlar. Mark Aleksandroviç dikkatle Budyagin'e baktı. — Ne anlatmak istiyorsunuz? — Senin karışacağını anlamışlar, bu durumu göz önüne almışlardır. Tuhaf tuhaf bakarak ekledi : — Saşa'mn tutuklanışı rastlantı değil. Bunu, geçen sefer Çernyak'm bölge komitesi sekreteri olmadığını söylediği tonla söylemişti. O zaman bu ton bir bildirimdi, şimdiyse konuşmaya bir davet. Kongrede bir şeyler hazırlanıyordu?! Ama ne? Gruplar, fraksiyonlar, oyların ve ayrı düşüncedekilerin fişlenmesi? Yönetimde, yeni bir ayrılık? Onun yerine kimi getirecekler? Eski liderlerin onurları sarsıldı. Yeniler? Kim? Bu, başarısızlığa

mahkûm. Parti desteklemez. Stalin, partinin politikasının ve çizgisinin kendisiydi. Budyagin ile oldukça ciddi konulardan söz ediyorlardı. Herhangi bir üstü kapalılığın, anlaşmazlığın en küçük bir gölgesini bile bırakmak, oldukça ciddi sonuçlar doğurabilirdi. — Saşa'mn tutuklanmasının ardında, böyle derin şeyle120 pin olacağını sanmam. Rastlantı, böylesine uzak tespitler için temel değildir. Budyagin'e net ve uzlaşmaz bir bakışla bakıyordu. Yazık! îyi bir komünist, kendini yetiştirmiş büyük devlet adamı. Yurt dışında uzun yıllar kalmış ve ülkeden kopmuştu, halkın neyle yaşadığını, partinin neyle yaşadığını bilmiyordu... Zamanın istediği kurbanlar ve zamanın belirsizliği karşısında kayboluyorlar, ayakları sürçüyor. — Parti kör değildir, îvan Grigoryeviç, bunu benden daha iyi bilirsiniz. Budyagin'e bakıyordu. Bugün değerli olan her şey ve unutulmayacak her şey, gençlik, iç savaş hep onlarla ilgiliydi. Ama şimdi temel olan tek şey, yüksek fırınların ve Martin ocaklarının alevleriyle aydınlanan dağdaki şehriydi. Şimdi, bu devrimdi. Devrim sürüyor ve sürecekti. Budyagin de diğerleri gibi çekip gitse de! Mark Aleksandroviç, artık Budyagin'in ona ne yanıt vereceğini düşünmüyordu. Bundan sonra söyleyeceği şeyler önemsizdi. Bu yüzden Budyagin'in sesi çok uzaktan geliyormuş gibi göründü, onu hiç işitmemiş gibi geldi, sözlerindeki acıyı çok sonra duyumsadı... — Kcmsomolcuları içeri tıkıyoruz! ... Büyük Kremlin sarayının vestibülü, yukarı çıkan geniş mermer merdiven ve oturum salonunun yanındaki fuaye tıklım tıklımdı. Delegeler gruplar halinde duruyor, birbirlerini çağırıyor, kongre gereçlerinin dağıtıldığı masaların önünde birikiyorlardı. Mark Aleksandroviç de ilgili gereçlerden aldı. Daha önce çalıştığı Donbas delegasyonunundan çocuklar onu çağırdılar. Az sonra zil çaldı ve salona yöneldiler. Salonu değiştirmişler, konuklar için büyük bir yer açmışlardı. Ağaç ve boya kokusu duyuluyordu. Bir gün sonraki gazetede şöyle yazmışlardı, «Salon daha sade, daha düzenli olmuş. Gereksiz bezemeler, yıllardır biriken çöpler —Sütunlar, armalar, madalyalar— duvarlardan çıkarılmıştı. Salon daha geniş daha aydınlık olmuş.» Onların heyetine, kürsünün karşısındaki dördüncü ve 121

beşinci sıralarda yer ayrılmıştı. Kürsünün yanında Kagano-viç, Orconikidze, Vorosilov, Kosior, Postişev, Mikoyan ve Maksim Gorki duruyordu. Basamaklarda oturan Kalinin, metal çerçeveli köylü gözlüklerinin ardından salona bakarak hızlı hızlı bir şeyler yazıyordu. Delegelerin Molotov'un başkan kürsüsüne geçişini selam-lamalanyla başlayan alkışlar, Stalin'in yan taraftan içeri girmesiyle daha da şiddetlendi. Alkış sesleri, geriye itilen koltuk sesleriyle birleşerek gittikçe arttı. Herkes ayağa kalkmış, bağırıyordu. «Yaşasm Stalin Yoldaş! Hurra!... Hurra! Yaşasın Bolşevizmin genelkurmayı! Hurra! Yaşasın dünya proleteryasınm büyük önderi! Hurra! Hurra!...» Stalin için alkış tufanı, birkaç kez yinelendi... Molotov onu andığında; «Zaferlerimizin organizatörü ve önderi Stalin yoldaşın yanında...» Konuşmasının sonunda; «Yoldaş Stalin'in önderliğinde ileriye, yeni zaferlere...» Kruşçev'in prezidyum kadrosunu önerdiğinde. Sonunda en şiddetli alkış tufanı, başkanın onu kürsüye çağırışında koptu : «Stalin Yoldaş!» Mark Aleksandroviç herkes gibi kalktı, alkışladı ve «Hurra!» diye bağırdı. Öteki prezidyum üyelerinden daha açık bir askeri ceket giyen Stalin kürsüde duruyor, önündeki evrakları karıştırarak alkışların kesilmesini sakince bekliyordu. Alkışların, haykırışların kendine değil, temsil ettiği şeye, ülkenin ve partinin zaferlerine olduğunu var sayıyor gibiydi. O da bu konuşmasında yarı alayla bunu belirtmişti : «Stalin yoldaşa selam yollamadık mı? daha ne istiyorsunuz bizden...» Bu sözleri, onu heyecanla selamlayan insanlarla arasında bir yakınlık ve anlayış duygusu yaratmıştı. — On beşinci kongrede —dedi Stalin— parti çizgisinin doğruluğunu kanıtlamak ve bilinen Lenin düşmanı gruplarla savaşmak gerekmişti... Bu kongrede kanıtlanacak bir şey yok, hattâ savaşılacak kimse de yok. Herkes parti politikasının kazandığını görüyor. Bu sözler Mark Aleksandroviç'in tahminini doğruladı. Kongre sakin geçecek, Lominadze yüzünden, gerginlik okna122 yacaktı. Stalin'in kendisi birlik ve beraberlik istiyordu. Savaş bitmişti, ona bulaşanlar da ortadan kaybolmalıydı. Bu tekdüze saçmalıklar da yok olacaklardı. Stalin'in kapanış konuşması yapmak istememesi de Mark'ın düşüncelerini doğrular nitelikteydi. — Yoldaşlar! Kongredeki tartışmalar parti yöneticilerimizin, parti politikamızın bütün sorunları konusunda görüş birliği içinde olduklarını gösterdi. Bildiğiniz gibi, sonuç raporuna hiçbir itiraz olmadı. Partimiz saflarının ideolojik politik ve örgütsel birlik beraberliği tam olarak ortaya kon' du. Böyle olunca,

kapanış konuşması yapmaya gerek var mı? Gerekmediğini düşünüyorum. Bu nedenle kapanış konuşmasından izininizle vazgeçeyim... Stalin'den nerdeyse hemen sonra Lominadze konuştu, sonra da öteki muhalifler, Rıkov, Buharin, Tomski, Zinovyev, Kamanev, Pyatakov, Preobrajenski, Radek. Bu, on altıncı kongredeki gibi bir pişmanlık bildirimi değil, kişisel hataların bir analiziydi. Seslerini, partinin sesiyle birleştirmişlerdi. Hiç kimse sözlerini kesmedi, daha fazla şey istemedi, konuşmalarını yetersiz saymadı. Yalnızca bir kez Rıkov'un konuşması sabırsız bir sesle kesildi: «İntizam!» Pyatakov MK üyeliğine, Rıkov, Buharin, Tomski ve So-kinikov MK üyeliği adaylığına önerilmişti. Oylanmak için dağıtılan MK listesi de, hemen hemen eskisinin aynısıydı. Her kongrede olan ufak tefek doğal değişiklikler vardı : Kimi yönetime geçmiş, kimi ayrılmıştı. Mark Aleksandroviç listede kendi adını da gördü, MK üyeliği adaylığına önerilmişti. Mark Alaksandroviç bunu, fabrikasının ikinci beş yıllık planda oynadığı rolün kabul edilmesi olarak değerlendirdi. Listede, büyük inşaatların ve büyük fabrikaların müdürlerinin adlarını da gördü. Çağın belirtisi, ülkenin sanayileşmesinin belirtisi... Listede Budyagin yoktu. Şaşa, Budyaginler'e sık sık gidiyordu. Ivan Grigoryeviç, onun yanında konuşmuş olmasın? Lenin'in mektuplarını o vermemiş midir? Belki de yalnızca konuşmayla kalmamıştır? Mark Aleksandroviç ne Yagoda'yı, ne de Berezin'i tanı123 yordu. Ama Saşa'nın işi için OGPU başkanına başvurması yakışık almazdı. Bu, içine kapanık, somurtkan adam hoşuna gitmiyordu. Berezin'e baş vurması daha iyi olurdu. Bu işlere de özellikle o bakıyordu. Ama kongre aralarında kâh biri Mark Aleksandroviç'i meşgul etti, kâh o Berezin'i bulamadı. Uygun ortam, otuz bir ocakta, on yedinci kongre onuruna yapılan gösteride ortaya çıktı. Bu gösteri Mark Aleksandroviç'in gördüğü en görkemli gösteriydi, iki saat gibi kısa bir süre içinde bir milyondan fazla insan, soğuk ve alacakaranlıkta, projektörlerin ışığında —ki bu da olaya büyük bir heybet veriyordu— Kızıl Meydan' dan geçmişti. Bütün pankartlarda, herkesin ağzında tek sözcük vardı : «Stalin!» Bütün bakışlar Mozole'nin üstündeki kürsüye dönmüştü. Kaputu ve kulaklıkları inik sade şapkasıyla orada duruyordu. Onun yanındaki herkesin kulaklı şapkası vardı, ama bir tek Stalin'in kulaklıkları inikti. Onun için hava soğuktu ve bu onu bir milyon insan için daha sade, daha insansı yapıyordu. Onlar da üşüyordu, ama Stalin daha çok. Çünkü insanlar yürüyor, o ise insanları selamlamak için saatlerdir hareketsiz duruyordu. Mark Aleksandroviç, öteki kongre delegeleriyle birlikte Kremlin duvarlarındaki kürsüdeydi, inşaat yerinde, bundan daha kötü soğuklara alışıktı, ama yine de ayakları dondu. Ayakkabı değil, koca çizmelerini giymesi gerekliydi. Az ötede duran Berezin'i gördü, miting bitip, yürüyüş başlayınca yanına gitti.

Berezin'in bronzu andıran eskimo yüzünde yalnızca ölüm - kalım sorunu için başvurulan insanın gergin ifadesi belirdi. Saygıyla başını eğdi : Ne de olsa bir kongre delegesi yanma gelmişti. Ama Ryazanov adını söyleyince selam verdi, hattâ içten davrandı denilebilir. Mark Aleksandroviç, Saşa'nın işini kısaca aktardı, duvar gazetesi ve Soltz'dan söz etti. Asılsız suçlamalara karşı, gençliği ve ateşliliğinden dolayı söylenmemesi gereken yanıtlar vermesi olasılığını da göz önünde bulundurarak yeğenine kefil olduğunu söyledi. Yok, Şaşa başka bir şey yüzünden tutuklanmışsa, kendisine bildirmesini rica 124 etti. Yeğenini ilgilendiren şeyin, onu ilgilendirmeyeceğini düşünmek anlamsız olurdu. Berezin, ara sıra alandan geçenlere bakarak onu dikkatle dinledi. Alana baktığı anlarda yüzü projektörle aydınlanıyordu. Yüzü yorgun, şişkin ve porsumuş göründü. Mark Aleksandroviç'i hiç konuşmadan dinledi, yalnızca Saşa'nın soyadını sordu ve Saşa'nın işi hakkında bilgi ricası üzerine gülümseyerek «Kalın bir sis perdesi içinde...» dedi. Böylece konu hakkında bilgisi bulunmadığını, bilse de bunu konuşmanın yeri ve zamanı olmadığını anlatıyordu. Uygun bir yerde olsalar da bir şey söyleyemezdi, işleri böyleydi. — işi öğrenip, yapılabilecek her şeyi yapacağım. Soruşturma, dikkatle ve nesnel bir biçimde yapılacaktır. Bu yanıt Mark Aleksandroviç'e ciddi, içten, olumlu geldi. Rahatlamış olarak Berezin'in yanından uzaklaştı. Mark Aleksandroviç, Soltz ile de görüşmek istedi, ama hastalanan Soltz, kongreye katılmadı. Mark Aleksandroviç, hasta bir adamın evine gitmeyi uygunsız, Berezin'le konuştuktan sonra da gereksiz buldu. 14 Moskovalıların, Mozole'de duran Stalin'i selamlayarak projektörlerle aydınlatılmış Kızıl Meydan'dan geçtikleri anlarda Butirka hapisanesinde akşam yemeği vakti gelmişti. Koridorda keçe çizmelerin hışırtısı, kilitlerin şıngırtısı, kaşığın demir tabakta çıkardığı ses ve maşrapaya doldurulan sıcak suyun şırıltısı duyuldu, kapının sürgüsü oynadı, bir anlığına bir ışık demeti ve gardiyanın başı göründü, içeriye baktı, sürgüyü indirdi ve küçük pencereyi açtı. — Akşam yemeği! Şaşa tabağını uzattı. Mahkûmlardan biri olan dağıtıcı, yine mahkûm olan yardımcısının tuttuğu tencereyi karıştırarak bir kaşık lapa koydu, maşrapaya sıcak su doldurdu. Gardiyan, Saşa'nın dağıtıcıya bir şey vermemesi, dağıtıcının da Saşa'ya bakmaması için dikkat ediyordu. Bu koridorda, politik tutuklular kalıyordu. Diğerleri de 125

pencereye yanaştılar, tabak ve maşrapalarını uzatıp lapayla sıcak sularını aldılar! Kimdi bu insanlar? Şaşa iki hafta boyunca dağıtıcılardan başka yalnızca iki mahkûm görmüştü. Dar alınlı, sivri çeneli, kötü bakışlı, zayıf, yaşlı, katil berber kör usturayla traş ediyordu. Şaşa bir daha traş olmadı ve sakal bırakmaya karar verdi, ikincisi, kadın yüzlü genç biriydi. Saşa'yı getirdiklerinde, koridoru temizliyordu, hemen yüzünü duvara döndü. Mahkûmlar ne başkasına bakabilirler, ne de yüzlerini başkasına gösterebilirlerdi. Yine de Şaşa, onun meraklı hattâ neşeli yan bakışını hissetti. Saşa'yı havalandırmaya ya da tuvalete götürdüklerinde öteki hücrelerden hiç ses çıkmazdı. Ama Şaşa, ilk gece yemekten sonra sağdaki duvardan özenli tıkırtılar duydu. Hızlı, kısa darbeler, kısa aralar ve sanki duvarda bir şey sürünü-yormuş gibi hışırtılar. Sonra sesler kesilmişti. Komşusu yanıt bekliyordu. Şaşa yanıtlamadı, vurarak işaretleşmeyi be-ceremiyordu. Ertesi gün, yemekten sonra vuruşlar yinelendi. Şaşa, onu duyduğunu belirtmek için parmağıyla duvara birkaç kez vurdu. Artık her akşam öyle yapıyordu. Komşusunun vuruşlarındaki düzenliliği yakalamasına karşın, ne anlatmak istediğini çıkaramıyordu. Birkaç vuruş, kısa bir ara, yine birkaç vuruş ve sürtünme. Komşusunun ne söylemek istediğini anlamamasına karşın umut dolu bu vuruşlar oıui heyecanlandırıyordu. Sol duvardan kimse işaret yollamadı, onun vuruşlarına da yanıt veren olmadı. Şaşa, lapayı bitirdi. Kaşığı iyice yaladı, maşrapadaki demle şekeri karıştırdı ve soğuk çayı içti, kalkıp hücrede dolaşmaya başladı. Duvardan kapıya ve köşeden köşeye altı adımdı. Bu durum geometri kurallarına ters düşmüyordu : Hipotenüs, kenarlardan daha uzundur. Aradaki fark, farkedil-meyecek kadar azdı. Birinci köşede lazımlık, ikinci köşede ranza, üçüncü köşede de masa vardı, dördüncü köşe boştu. Tavanda, demir kafes içinde sönük bir lamba. Duvarla, tavanın 126 birleştiği yerde, kalın parmaklıkların ardında duvara gömülü, önü eğimli pis camlı bir pencere. Bağsız botları betonda ses çıkarıyordu. Kemersiz pantolonuna, askı düğmesini yukardaki iliğe geçirerek bir biçim vermişti. Ne ki pantolon yana kaymıştı ve yürümesini engelliyordu. Zaten pantolonunun düğmesinden duyulacak utanma duygusunun burada bir anlamı da yoktu. Saşa'yı hiç çağırmadılar, sorgulamadılar ve suçunu söylemediler. Suçunu belli bir süre sonra söyleyeceklerini biliyordu. Ama bu sürenin ne kadar olduğunu bilmiyordu, bilmesi de olası değildi. Bazen onu unuttuklarını, burada sonsuza kadar kalacağını sanıyordu. Bu konuyu

düşünmemeye, endişelenmemeye karar verdi. Beklemeliydi. Çağıracaklar, sorgulayacaklar, her şey açığa çıkacak ve onu serbest bırakacaklardı. Eve nasıl döneceğini düşündü. Kapıyı çalacak... Hayır bu çok ani olurdu. Önce telefonla uyaracaktı: «Şaşa yakında gelecek.» Sonra da ortaya çıkacaktı. «Merhaba Anne, ben geldim...» Annesinin acı çektiği düşüncesi dayanılmazdı. Belki de nerede olduğunu bile bilmiyor, hapisane hapisane dolaşıyor, bitmek tükenmek bilmeyen kuyruklarda çile çekiyordur. Her şey unutulur. Ama annesi, hiçbir şeyi unutmayacaktı. Bu darbeden sonra kendine gelemeyecekti. Duvarlara vurmak, demir kapıyı sarsmak, bağırmak, bağırmak istiyordu. Kilit gıcırdadı, kapı açıldı. — Helaya! Şaşa havlusunu omuzuna attı, lazımlığı aldı ve gardiyanın önünde yürümeye başladı. Helada, hücredekinden daha yoğun klor kokusu vardı. Lazımlığı yıkadı, klorladı. Hiç kullanmamıştı ama yine de kokuyordu. Döndü, demir kapı sabaha kadar açılmamak üzere kapandı. Donuk pencerenin ardında yıldızlar henüz kaybolmamıştı. Koridorda yeniden sesler duyuldu. Onun kapısı da sarsıldı. — Helaya! 127 Sıradan bir hapisane günü başlıyordu. Gözetleme deliğinin sürgüsü oynadı, küçük pencere açıldı : — Kahvaltı! Dağıtıcı, boynunda, üstünde kara ekmek parçaları, şeker, çay ve tuz kümeleri, ortalarında bölünmüş «Boks» sigara paketleri, kibrit çöpleri ve bir parça kibrit kavı olan kontrplak tabla taşıyordu. Saşa'nın şahsı vardı. Günde sekiz sigara veriyorlardı, pakette ise yirmi beş sigara vardı. Böylece üçüncü kişi, hem dokuz sigara alıyordu, hem de sigara paketini. Kâğıdın adının bile geçmediği yerde, bu karton parçası oldukça önemliydi. Bugün de Şaşa almıştı karton parçasını. Belki de tahliyesi için dilekçe yazabilirdi. Yalnızca onu nereye saklayacağını bilmiyordu, kaloriferin arkasına koydu. îçi hamur, kötü pişmiş bir ekmek verdiler. Ne olursa olsun sabah sabah normal, taze ekmek gibi kokuyordu. Bu koku Saşa'ya, babasına altı aylık hakkı olan ekmek yerine verdikleri unu annesinin fırına verdiği günleri anımsattı. Fırından, verdikleri undan daha çok ekmek alıyorlardı. Bu gizemli artış kafasını epey süre oyaladı. Ekmeği annesiyle kızakta taşırlardı. Açlık çekilen o kış, kızağın

karlar üstünde gıcırdaması, fırından yeni çıkmış ekmeğin sıcak kokusu... Bütün bunları şu sıra, çay içip, ekmeğin kabuğunu yerken anımsamıştı. Birden yüreği sızladı: Bu çocukluk anıları, hapisane için, içinde niye bulunduğu belli olmayan bu yarı karanlık hücre için fazlasıyla insalcıldılar. Kilit şıngırdadı, kapı açıldı ve elinde tüfeğiyle gocuklu muhafız göründü. — Havalandırma! Giyinmek, hücreden dışarı çıkmak, sola dönüp koridorun sonuna kadar yürümek ve avluya açılan kapıyı, muhafız açmcaya kadar beklemek... Sonra yine aynı yoldan, aynı açılma ve kapanmalarla geri dönmek. Havalandırmayla birlikte bunların hepsine yirmi dakika! Dört köşe avlunun iki yanında hapisane binaları, öbür yanında yüksek bir duvar, öteki yanda ise Saşa'nın daha sonraları adını öğrendiği, tuğladan yapılmış yuvarlak Puya-çev kulesi vardı. Şaşa, avluda daha önceden çiğnenmiş kar128 ların üstünde daire çizerek yürüyordu. Karlar avlunun enine ve boyuna da ezilmişti. Bazı mahkûmlar, daire çizerek dolaşmayı sevmiyorlardı demek. Nöbetçi, kapının kenarına yaslanmış duruyordu. Elinde tüfek bazen sigara içiyor, bazen de yarı kapalı kirpiklerinin arasından Saşa'ya bakıyordu. Ezilmiş kar, ayaklarının altında gıcırdıyordu... Mavi gök kubbe, mavimsi yıldızlar, sokakların uzak gürültüsü, duman ve yanık kömür kokusu Saşa'yı heyecanlandırmıştı. Hücrelerin camlarındaki ışıklar, hapisanede yalnız olmadığını gösteriyordu. Hücrenin pis kokusundan sonra, temiz hava sarhoşa çevirmişti onu. Hapisanedeki yaşam, yine de yaşamdı. în-san soluk alıp, umdukça yaşıyordu. Yirmi iki yaşında ise yaşam, umut demekti. Muhafız yaslandığı duvardan doğruldu, tüfeğiyle tıklattı ve kapıyı açtı. — Girin! Şaşa, dairesini tamamlayıp avluyu terketti. Merdivenden yukarı çıktılar, anahtarlar yeniden gıcırdadı, hücre kapısı kapandı. Yine çıplak duvarlar, yatak, masa, lazımlık, kapıdaki gözetleme deliği... Ama soğuk havanın ve sokağın uzak gürültüsünün dinçleştirdiği etkisi Saşa'yı, uzun süre terketmedi. Camdan görünen bir parça gökyüzüne, biraz önce başının üstünde duran gök kubbeye bakıyordu. Bir mutluluk daha vardı! Duş. Haftada bir gece götürüyorlardı. Kapı açıldı ve muhafız Saşa'yı uyandırdı. — Çok oldu mu yıkanalı? — Çok. — Hazırlanın!

Şaşa yerinden fırlayıp, çabucak giyindi, havlusunu aldı ve hücreden çıktı. Muhafız, soyunma odasında küçük bir parça gri sabun verdi. Şaşa, kabine girdi. Su kâh sıcak, kâh soğuk akıyordu, belli bir ısıda tutmak mümkün değildi. Şaşa suyun zevkini çıkararak duşun altında duruyor, şarkı söylüyordu. Suyun şırıltısına karışan sesinin, soyunma odasında oturan muhafıza gitmeyeceğini düşünüyordu. Uysal görünüşlü, neşeli, kısa boylu bu asker, Saşa'yı aceleye zorlamıyor, 129 sabırla oturuyordu : Kimi beklediği önemli miydi? Onu ya da başkasını. Şaşa uzun uzun yıkandı, sabun parçası iyice küçüldü. Suyu sırtına, karnına ayaklarına vererek durdu... «Çıngıraklı troykayla gidiyorduk uzaklarda görünüyordu ateşler... Sizin peşinizdeyken yüreğim acıdan kurtulurdu...» Soyunma odasına döndü, kurulandı. Muhafız, ona merakla bakıyordu. Belki böyle genç birini neden burada tuttuklarını anlamadığından ya da tahsilli birini görmekten, belki de Saşa'nın kaslı vücuduna hayran olduğundan. Bir gece muhafız olağan soruyla Saşa'yı uyandırdı. — Çok oldu mu yıkanalı? Şaşa önceki gece yıkanmıştı, muhafız anlaşılan şaşırmıştı. — Çok. — Toplanın! Banyodan çıkan Şaşa, bir yandan kurulanırken, — Daha sık olsa ne iyi olurdu, dedi. Kısa boylu muhafız yanıtlamadı ama ertesi gece yeniden geldi. Şaşa, hemen her gece yıkanmaya başladı. Bazen kalkmak istemiyor, uyumak istiyordu ama reddederse, muhafızın ertesi gece gelmeyeceğini de biliyordu. Peki, bu hoşgörü ni-yeydi? Belki öbürleri gece yıkanmayı reddediyorlar ve bu, uğraşıp didinmeyi seven köylü delikanlısının canı sıkılıyordu. Belki de duştan boşu boşuna akan suya acıyordu. Ya da yönettiği banyonun değerini, Şaşa bildiği için ona hoşgörüyle davranıyordu. Kilidin gıcırtısı Saşa'yı uyandırdı. Hücreye, onu banyoya götüren muhafız değil, tanımadığı bir muhafız girdi. Muhafız kapının yanında durdu. — Soyadın? — Pankratov. — Giyin!

Şaşa divandan doğruldu... Nereye? Serbest mi bırakıyorlar? Niye gece? Saat kaçtı acaba? Paltosunu giymek istedi. 130 — Gerek yok! Muhafız, başıyla sağ tarafa yürümesini işaret etti, kendisi de peşinden yürüdü. Kemerindeki anahtarlar birbirlerine çarpıyordu. Demir parmaklıklarla bölünmüş, kısa koridordan yürüdüler. Bir sonraki koridorun parmaklığını açmadan önce muhafız, anahtarla parmaklığa vuruyordu. Koridordan aynı şekilde yanıt geliyordu. Yanıttan sonra paramaklığı açıyordu. Şaşa, muhafızın önünde yürüyor, yönünü belirlemeye çalışıyordu. Kâh merdivenlerden çıkıyorlar, kâh iniyorlardı. Saşa'ya göre birinci kattaydılar. Burada da bir sürü kapı vardı. Ama demir değil, sür-güsüz, gözetleme deliksiz, tahta kapılar. Muhafız kapılardan birini çaldı: — Girin! Işık kümesi Saşa'yı bir an kör etti. Masada oturan adam, lambayı onun yüzüne tutmuştu. Şiddetli ışıkla sersemleyen Şaşa ne yapacağını bilmeden, öylece duruyordu. Lamba normal durumuna çevrildi ve masadaki adam konuştu: — Oturun! Şaşa oturdu. Karşısında soluk, sarı saçlı, büyük gözlüklü, askeri ceketinin yakasında üç çarpı bulunan genç bir sorgucu oturuyordu. Bu üniforma içinde olmasa, çok iyi tanıdığı köylü komsomol üyesine, kitaplık memuruna ya da köy öğretmenine benziyordu. Masada duran formu doldurmaya başladı... Adın?... Soyadın?... Baba adı?... Doğum yılı?... Doğum yeri?... Adres?;.. — İmzalayın! Şaşa imzaladı. Formda sorgucunun soyadı da yazıyordu: Dyakov. Kalemi hokkanın yanına koydu ve gözünü Saşa'ya dikti. — Niye buradasınız? Şaşa böyle bir soruyu hiç beklemiyordu. — Sizin söyleyeceğinizi düşünmüştüm. Dyakov, sabırsızlıkla sandalyeye yaslandı. — Bunları bırakın! Nerde olduğunuzu unutmayın! Bura131

da soruları ben sorarım, siz de yanıtlarsınız! Ben de size soruyorum: Niye tutuklandınız? Bunu sanki Saşa'yı başka birisi tutuklamış da Dyakov'a işi değerlendirmek kalmış gibi söylemişti. Şaşa, niye tutuklandığını bilemezdi. Bunun bir an önce ortaya çıkması en iyisiydi. Zaman yitirmeye gerek yoktu. Oda karanlıktı. Lamba yalnızca masayı aydınlatıyordu. Dyakov, geriye yaslanınca yüzü kayboluyor, sesi karanlıktan geliyordu. — Galiba enstitüdeki hikâye. — Ne hikâyesi? diye sordu Dyakov. Bu hikâyeyi biliyormuş, bunun Saşa'nın tutuklanmasıyla ilgisi yokmuş gibi konuşmuştu. Bütün sorgulamalar böyle başlardı. Bu tekdüze, anlamsız saçmalıklar onun canını sıkmasına karşın dinlemek zorundaydı. Yapmacık mıydı? Yoksa gerçekten bilmiyor muydu? Her şey Saşa'nın düşündüğü ve hazırlandığı şeylerden bambaşka gelişiyordu. Çocukken yangın merdivenlerinden evin çatısına çıktığında içini saran mide bulandırıcı duyguyu yeniden duydu. Merdivenin son basamakları duvardan kopuktu, duvara yaklaştığı anı iyi hesaplayıp çatıya çıkması gerekiyordu. Sekizinci kattan derin bir kuyuya benzeyen avludaki çocukları görmüştü. Başlarım kaldırmışlardı, onu izliyor, bekliyorlardı. O an içini bir korku sarmış, zamanında at-layamayacağını, avlunun zeminine çakılacağını sanmıştı. Sorgucunun karşısında otururken aynı ölümcül ve yazgı-sal oyun duygusu yüreğine yerleşti, yüreği sıkıştı. Başına gelenler saçma sapandı. Hele tutuklanıp, hapse atılmasının, sorgulanması sonucu politik bir içerik kazanması çok korkunçtu. Karşısında yoldaşı, bir komünist oturuyordu. Ama Şaşa, onun için bir düşmandı. Yine de kendisini savunmalıydı, söylemeyi tasarladığı şeyleri söylemeliydi. Hücreden kendi kendine defalarca yinelediği sözcüklerle Azizyan'la olan çelişkiyi, duvar gazetesini, Soltz'u anlattı. — Ama MKK'nın sizi geri aldığım söylüyorsunuz? — Evet, geri aldı. 132 — Demek ki sizi bu yüzden tutuklamamışlar, başka bir-şeyler... — Başka bir şey yok. — Pankratov, sizi muhasebe öğretmeniyle çatışmaktan ya da başarısız duvar gazetesi yüzünden mi tutukladıklarını düşünüyorsunuz? Ne yani burada topla kuş avına mı çıkıyoruz? ÇEKA hakkında düşündükleriniz çok tuhaf. — Beni neyle suçluyorsunuz?

— Formalite gereği bir suç mu istiyorsunuz? Ne kazanacağınızı sanıyorsunuz? — Neden tutuklandığımı öğrenmek istiyorum. — Biz sizin söylemenizi istiyoruz. Size parti önünde namuslu ve açık olma olanağı veriyoruz. — Neden kuşkulanıyorsanız söyleyin, yanıtlayayım. — Devrim karşıtı konuşmaları kimle yaptınız? — Ben mi? Hiç kimseyle? Böyle bir şey yapamam. — Peki sizinle kim konuştu? — Benimle de kimse konuşmadı. — Bunda direniyor musunuz? — Evet. Dyakov suratını ekşitti, kâğıtları masaya bıraktı... — Ne yapalım, yazık! Sizden başka türlü davranmanızı beklerdik. İçten ve dürüst olmak istemiyorsunuz. Bu, durumunuzu iyileştirmeyecek. — Enstitüdeki olaydan başka bir şey yok. — Yani sizi hiç yoktan mı tutukladılar? Suçsuz insanları mı içeri tıkıyoruz? Burada bile karşı devrimci ajitasyonu sürdürüyorsunuz. Biz jandarma mıyız? Üçüncü şube miyiz? Biz, partinin silahlı birliğiyiz. Siz ise Pankratov, ikiyüzlünün tekisiniz! — Benimle böyle konuşamazsınız? Dyakov yumruğunu masaya vurdu. — Neyi yapıp, neyi yapamayacağımı size göstereceğim. Tatile geldiğinizi mi düşünüyorsunuz? Sizin gibi, ikiyüzlüler için başka türlü davranmasını da biliriz. Yaşamınız boyunca işçi sınıfının sırtında oturdunuz, şimdi de devletin sırtında 133 oturuyorsunuz. Devlet sizi eğitiyor, burs veriyor, siz ise onu aldatıyorsunuz! Bir süre somurtarak sustu, sonra hiç istemeden sanki gereksiz bir yükümlülüğü yerine getiriyormuş gibi devam etti: — Ne yapalım, söylediklerinizi yazacağız. Ara sıra Saşa'ya scru sorarak yazmaya başladı. Gazeteyi kimlerle, ne zaman

çıkardı; öğretmenle neden ve ne zaman takıştı, ne zaman ve nerede okuldan atıldı, neyle suçladılar? Yazmayı bitirince Saşa'ya uzattı. — Okuyun ve imzalayın. Geriye yaslandı. Şaşa, dikkatli bakışları üzerinde hissetti. Dyakov, onu seyretmek için en iyi zamandan yararlanarak Sa-şa'nın yüz ifadesini izliyordu. Her şey doğru, ama tek yanlı yazılmıştı. Gazetenin bayram sayısını çıkarmışlar, öncüleri aşağılayan epigramları koymuşlar, bu işe şunlar şunlar da katılmış, ocak ve bölge komitesi tarafından atılmış... Bütün bunlar, kuşkusuz sorgulama yapıldığı için yazılıyordu. Asıl tutuklanma nedeni başkaydı. Yine de söylemeden duramadı. — Burda MKK kararıyla okula geri alındığım yazılmamış. îyice somurtan Dyakov kâğıdı aldı. — Geri alma kararında ne yazılmıştı? —¦ Tam doğru yazmamışlardı. Dyakov sözünü kesti. — Nasıl yazılması gerektiğini değil de, ne yazıldığını soruyorum. — «öğrenci Pankratov'un hatalarını itiraf etmesi nedeniyle. ..» Dyakov kalemi aldı ve kâğıdın altına ekledi: «Daha sonra hatalarımı itiraf ettiğim için beni okula geri aldılar.» Kâğıdı yeniden Saşa'ya uzattı. Şaşa imzaladı. Dyakov kâğıdı alıp, masanın bir köşesine koydu. — Pankratov, size düşünmenizi öneririm. Sizi kaybetmek istemiyoruz. Yalnızca bu yüzden size iyi davranıyoruz. Size 134 cömert davranıyoruz, anlayın. Bunu değerlendirin. îyice bir düşünün. Yerinden kalkıp, kapıyı açtı. Muhafıza: — Götürün! dedi. Şaşa, hücresine döndü, kapı ardından kilitlendi. Kirli pencerede, eskisi gibi yıldızlar pırıldıyordu. Gece mi? Şafak öncesi mi? Duvarda tıkırtıları duydu. Anlaşılan, komşusu onu nereye götürdüklerini soruyordu. Şaşa her zamanki gibi üç vuruşla yanıt verdi ve soyunmadan yatağa

uzandı. Dyakov ondan ne istiyordu? Neyi kavramalıydı? «Devrim karşıtı konuşmaları kimle yapmıştı?» Ne konuşmasıydı? Sorular içinde kayboldu. Okuldaki olay yüzünden tutuklandığına inanmıştı. Bunun böyle olmaması onu, iyice afallatmış-tı. Her şey birbirine karışmıştı. Güven sağlayacağını ummuştu. Ne ki tam tersi olmuştu. Okul, tutuklanması için neden olamazdı, başka bir neden vardı... Onu karşı devrimcilikle suçlamak kimin aklına gelirdi ki? Partiyle en ufak bir anlaşmazlığı yoktu. Gerçi dalkavuk ve yaltakçılar Stalin'i göklere çıkarıyorlardı, ama bundan kimseye hiç söz etmemişti. Bu, Stalin için de pek öyle önemli değildi. Yalnızca Mark'a söylemişti. Mark'ın bu konuşmayı anlatacak hali yoktu ya! Belki o da tutuklanmıştı? Arama sırasında görevli onun fotoğrafını almış, arkasına bakmış, iyice evirip çevirmişti. Dyakov kendisinden Mark'a karşı kullanacağı bir şeyler mi bekliyordu? Korkuya kapılmasını mı istiyordu? ' Budyagin? Olabilir. Eysmont ya da Smirnov ile dost muydu? Smirnovlar da beş nolu evde oturuyorlardı. Smirnov'un soluk saçlı, tıknaz kızıyla aynı okulda okumuştu. îvan Gri-goryeviç'i baharda, hemen Smirnov - Eysmont olayının ardından merkeze almışlardı. Ve işte, Budyagin'in Glinskaya'yı aradığını, Saşa'nın sık sık onlara gittiğini öğrenmişler ve ondan Budyagin'e karşı kullanacakları bir şeyler istiyorlardı. Saçmalık! Oraya koyuyor olmuyor, buraya koyuyor olmu135 yordu. Birinin yeğeni olduğu için ya da biriyle aynı okulda okudukları için onu tutuklamazlardı. Başka bir şey yüzünden burada tutuyorlardı... Sorgucu, komedi oynamıyor ya! Şaşa, yaşamının son aylarını günbegün gözden geçirmeye başladı. Sinirlendiğinde ağzından bir şey mi kaçırmıştı? Okulda olanları bile hiç kimseye anlatmamıştı. Yalnızca çocuklar biliyordu. Nina, Lena, Vadim, Maks, Yura... Yura Şa-rok. Yeni yıl gecesi tartışmaları... Ama Yura böyle bir alçaklığı yapamazdı. Gruptaki çocuklar? Kovelev? Ama iş okulla ilgili değildi ki! O halde neydi? Gündüz, hücreye yakasında iki çarpılı bir memur geldi. Evde yaptığı gibi hemen yerinden fırladı. Sonra bunu yaptığı için kendisini affetmedi. — Soyadın? — Pankratov. — İsteğin? —¦ Gönderilenleri alamıyorum. — Sizi sorgulayana başvurun.

— Gazete, kitaplar? — Hepsini sorgucuyla. Dışarı çıktı. Gardiyan kapıyı kapattı. Hapisane deneyimini yine hapisane öğretiyordu. Buraya ilk kez düşen biri, daha önceki mahkûm kuşaklarmca yaratılan ve hapisane yaşamını biçimlendiren yazılmamış kuralları kendisi öğreniyordu. Memurun gelişi Saşa'ya kendisinin başka bir kategoriye dahil olduğunu, işin daha yeni başladığını göstermişti. Memur istekleriyle ilgilenmemişti bile. Saşa'ya yazgısının yanısıra, onu burada nasıl tutacaklarının da sorgucuya bağlı olduğunu anlatmak istemişti. O günden sonra Saşa'nın yaşamı, yine eskisi gibi hiç değişmeden sürdü, önceleri sorguyu sabırsızlık ve umutla bekliyordu. Oysa şimdi gizli bir korkuyla. Sorgucunun birden karşısına çıkacağım, kendisinin hazır olmadığını, temize çıkamayacağını düşünüyor, onunla aralarındaki kuşku ve güvensizlik uçurumunu daha da derinleştirecek yeni bir şeylerden korkuyordu. 136 15 Yaşlı Şaroklar, Pankratovları sevmezlerdi. Mühendis babayı, «oldukça iyi okumuş» anneyi, hele hele yukardakilerden biri olan dayıyı hiç sevmezlerdi. Saşa'nın annesi avluda «aydınlarla otururdu, Şarok'un annesi asansörcünün ve kapıcıların kanlarıyla. Saşa'nın tutuklanmasını şöyle değerlendirmişlerdi: «Yoldaşlar birbirine düşmüş, bırak yesinler birbirlerini?» Ama Yura Şarok, Saşa'mn tutuklanmasına kayıtsız kalamazdı. Ne de olsa aynı gruptandılar. Onu bu gruba bağlayan neydi? Onlarla arasında gerçek bir dostluk yoktu, kendisine zar zor dayanıyorlardı. İsterik Nina, alık Maksim, geveze Vadim... Şimdi Saşa'ya gözyaşı dökeceklerdi. O, bu anlamda onlara hiç yardım edemezdi. Lena... İyi kan, hoş, temiz, ama yabancı. Üstelik karısı da değildi. Ne becerebilir? Kahve pişirmek? Bir şeyler yapmaya çalışıyordu, ama beceriksizliği onu kızdırıyordu. Üstelik akrandılar da! İşte altmışlık babası! Ashen Stepanovna! Annesi gibi kırkında iyice şişmanlayacaktı. Stalin, Budyagin'den hoşnut değildi. Lena söylemişti. O ise Stalin'in «hoşnut olmadığı» şeylerin nasıl bittiğini çok iyi biliyordu. O ev, o debdebe hepsi dış görünüştü. Budyagin ona Sovyet hukukundan, ahlâkından sözetmişti. Peki kendisi bundan ne anlıyordu? Parti vicdanından uzaklaşmıştı. Her şey değişmişti. Budyagin mahvolursa, babasının karşısına ne yüzle çıkardı! Al bakalım, işte sana Halk Komiseri kızı! Yeter! Moskova'da iyi kız tonla! İşte Vika Maraseviç, bir işaret ver, tamam. Ya Varya İvanova! Olağanüstü bir kız! Lena'yı bir hafta aramadı. O arayacaktı. Kendisi de onunla daha fazla görüşmek

istemediğini anlatacak biçimde konuşacaktı: Ama Lena'nın «Yuroçka, nerelere kay boldun?» diyen sesini duyunca aklı karıştı. İşi olduğunu, mezuniyete hazırlandığını, eve geç vakit döndüğünü, okuldaki tek telefonun da bozuk olduğunu gevelemeye başladı. Lena avucuyla ahizeyi kapattı. — özledim. 137 — Serbest kalır kalmaz ararım. Belki bu hafta. Ama ne bu hafta, ne de öbür hafta telefon etmedi. Bir daha da aramayacaktı. Açıklama yok! Ne ki Lena yine aradı. — Yura, seni görmeliyim. — Sana söylemiştim, işim biter bitmez arayacağım. — Seni hemen görmeliyim. — îyi, diye mırıldandı. Dokuzda «Sanat» tiyatrosunun önünde. Arbat alanını geçip, Nikitskiy bulvarında yürüdüler. Zehir gibi bir soğuk vardı. Lena kürk, kürklü şapka, kırmızı eldivenler giymiş, kulaklarını örten yünlü bir eşarp takmıştı. Yüksek ökçeli botları, dolgun ve düzgün baldırını iyice be-lirginleştirmişti. Bu baldırlar, Yura'yı hep heyecanlandırmıştı. Bir de bu bildik kokular. Belki bugün son bir defa daha? Bu havada gezilmezdi ki! —¦ Şaşa! Ne korkunç, dedi Lena. Yura omuz silkti. — Ona acımıyor musun? — Sorun acımak değil. O herkesten nefret ediyor. Ben de ona güvenmiyorum, evet, güvenmiyorum. — Saş.a'ya güvenmemek?! — Beni komsomola aldıklarında Şaşa, Şarok'a güvenmiyorum demişti. Bu, kimseyi şaşırtmamıştı. Oysa ben «güvenmiyorum» dediğimde herkes şaşırıyor. Yura'nın öfkesinden ürken Lena'nın aklı iyice karıştı. — înan bana çocuklar sana çok iyi davranıyorlar.

— Tenezzül ediyorlar. Sen de öyle. Lena Yura'nın yüzüne şaşkın şaşkın bakıyordu. îki haftadır aramamıştı. Şimdi de tartışacak bahane arıyordu. Ne için geldiğini söylemeye korktu. Konuşmadan Nikitskiy kapılarına kadar yürüdüler. —¦ Dönelim mi? — Puşkin anıtına kadar yürüyelim. İşlerin nasıl anlat. Omuz silkti, anlatacak bir şey yoktu, iyice sıkmıştı. — Tayin durumu nasıl? -Hiç. 138 Karla kaplı Puşkin anıtı> alanın ortasında yükseliyordu. — Oturalım, yoruldum. Yura, memnun olmayan bir yüzle banktaki karları te-mizledi. Kendisi ayakta duracak ve Strastnıy manastırına bakacaktı... — Yura, ben hamileyim. —Emin misin? — Evet. — Belki gecikmiştir? — Bu ikinci hafta. îki hafta, onunla görüşmediği iki hafta. İki hafta önce başka bir şeyler düşünebilirlerdi, oysa şimdi kürtaj... Nasıl olmuştu bu? Oysa ne kadar da dikkatliydi. Böyle durumlar için yurt dışından gelen bir hap yok muydu? — Bir şeyler yaptın mı? — Sana danışmak istedim. — Ben doktor değilim. Lena sanki onun canını sıkmak için hamile kalmış gibi somurtkan bir yüzle ekledi: — Bu durumda ailenize giremem. Lena canlanıverdi. — Bunun ne anlamı var? — Beklemek gerek. Kızın yanına oturdu, elini tuttu, eldivenle kürkün kolu arasındaki sıcak kısma

dokundu. Yeter ki kız kabul etsin, yeter ki inatçılık etmesin. — Bir düşün : Okul, tayin... daha hiçbir şey belli değil... Şaşa! Bizim gruptan, onu silip atamazsın... Her şey iyice zorlaştı, durumu daha da zorlaştırmaya gerek yok. Bu, hiç de hoş bir operasyon değil, biliyorum ama birkaç dakika. Sabırlı olalım, bekleyelim, çocuklarımız olacak. Benim de annem babam var... Eski insanlar, önce nikâh, sonra çocuk. Kuşkusuz, bu çok saçma ama karşı çıkamam, bu onları küçük düşürür anlamalısın. Lena hüzünle, — Anlıyorum, dedi. — Gidelim, yoksa donacaksın. 139 Ayağa kalkıp kıza elini uzattı, kendine hakim olamadı ve iki haftanın hiçbir şey demek olmadığım bilmesine karşın kıza şöyle bir baktı. Ama yine de kızın kilo aldığını, banktan zar zor kalktığını düşündü. Olabilecekler karşısındaki korku tüm benliğini sardı. Yedi ya da sekiz ay sonra hiç haberi olmadan baba olacaktı. Bu da tüm yaşamı boyunca sürecekti. Lena utangaçça gülümsedi. — Daha belli değil. Daha önce hiç böyle gece geçirmemişlerdi. Lena, onun için kürtaja razı olmuştu; o, dünyadaki en değerli varlıktı. Kızın uysallığı onu duygulandırdı, gururlandırdı. Kıza karşı çok nazikti, kendine iyice bağlamak için elinden geleni yapıyordu. Dünyada her şey yineleniyordu, milyonlarca kez daha yinelenecekti, bu ne ilkti ne de son olacaktı. Bu, sıradan, her kadının başına gelen bir olaydı. Annesi, yedi kez kürtaj olmuştu. Köylerinde hamile kızlar, yüksek bir yerden atlarlar, sonra da normal biçimde yaşamlarını sürdürürlerdi. Yaşamı zorlaştırmanın anlamı yoktu. Yazın Soçi'ye gideceklerdi, dediklerine göre orada birinci sınıf bir tatil yeri kurulmuştu. Denizi görecekti, Moskova dışında nereyi görmüştü ki? Lena her yeri gezmişti, ya o? Yura, kızın en ince yerinden vuruyordu. Söyledikleri Le-na'ya akılcı, sağduyulu, mantıklı geliyordu. Gerçekten de şimdi onu çocuklarla, bir dizi kaygıyla uğraştırmak mümkün müydü? Bununla onu kendine bağlayamaz, yalnızca uzaklaştırırdı. Ona engel olmayacaktı, kendisine ilerde sitem edecek bir şey vermeyecekti. Hamileliğini de öylesine söylemişti. Başka kime söyleyebilirdi? Yeter ki bunu kafaya takmasın, yok yere telaşlanmasın. Olanlar, onları yakınlaştırmıştı. Hiçbir zaman, şimdiki gibi içten ve sevecen olmamıştı. Kız onu ilk kez böyle şaşkın, panik içinde görüyordu. Yüreği acımayla doldu, onu eskisinden daha çok sevmeye başladı. Sabahleyin eli Lena'nın göğsünde uyuklamış, Lena onu uyandırmaya kıyamamıştı, önceleri, sabaha kadar tutmaz, geceleyin kimse görmeden yollardı. Bugün kendisi yollamamıştı. Uğurlarken her

zamanki gibi ayak uçlarına basarak değil, gürültüyle, kızla yüksek ses140 le konuşarak dış kapıya kadar gelmiş, kapının gıcırdamasını, kilitin zangırdamasını önemsemeden gülümseyerek kızın yanağına yanağını koymuştu. Kapıcı da ona uzatılan bir rubleye kuşkuyla bakmamış, minnetle kabul etmişti: «Teşekkürler!» Kızın ayakkabısının çıkardığı sesler Arbat'ta yankılanıyordu. Kız onun sokağında, kendi sokağında yürüyordu. Ancak Arbat alanına gelince, merdivenden inerken Saşa'nın evinin yanından geçtiğini anımsadı. Neden ancak şimdi anımsamıştı? Aşkı her şeyi unutturmuş muydu? Oysa Sofya Aleksandrovna gece tek başına gözleri açık yatıyor, Saşa'nın nasıl olduğunu düşünüyordu... Lena üç gün hastane için ortadan kaybolamazdı. Budya-ginler şimdi bile bir şeyler olduğunu hissederlerdi. Hele annesinden hiçbir şey saklayamazdı, mutlaka durumu kavrardı. Lena inkâr edemezdi, hem ne diye inkâr etseydi. Bu yakışık almazdı: Anında kimden olduğunu anlarlardı. Doğur, senin Şarok'un elmadan da işin üstünden geliriz, diyeceklerdi. Lena'nın aklında ne vardı? Yura Lena'yı işten aradı, sevecen konuştu, ama sesinde bir yorgunluk seziliyordu, işi gücü başından aşkındı, bir de kendisininkilerle onu uğraştır-masındı. Arbat'm sıradan kızları, başına hiçbir zaman böyle bir iş açmamışlardı. Önlemleri kendileri almışlardı... Sirke? Permanganat? Kinin? Bu, onu hiç ilgilendirmemişti. Oysa bu zarif, anasının kuzusu, hiçbir şey bilmiyor, hiçbir şey becere-miyordu. Lanet olsun! Ondan şimdi kurtulamazsa, bir daha kurtulamazdı. Bir düşürseydi! Özellikle onun gibi miyop ve beceriksiz olanlar buz tutmuş tretuvarda düşerlerdi: Şarok ailesinde içten konuşmalar pek sık olmazdı. Yura yine de annesiyle konuşmaya karar verdi. Annesi halkın kullandığı gizli yollan ya da en kötü ihtimalle kimin yardım edeceğini bilirdi. Onun avluda kadınlarla fısıldaştığını duymuş, yüz ifadesinden, konuşmanın bu konuyla ilgili olduğunu anlamıştı. Şimdi de annesi gözünün içine bakıyordu, yüzü bir anda kızarıverdi. Demek Lena hamile, orospu neyle uğraşıyordu, 141 kaltak! Okumuş, yazmış ama sade kişilerden daha beter. Oğlunu eline geçirmek istiyor demek, kancık! Kendisi düşünmeliydi, on beşinde değil, kazık kadar! Daha bugün, Yura'nın Halk Komiseri'nin kızıyla evleneceği, Kremlin'de yaşayacağıyla övünüyordu, oysa şimdi kin kusuyordu. Yöneticilerimiz, bu yoldaşlar, Yura'mn ana-baba-sıru eşikten içeri sokmazlardı. Yura'yı da! Lena'ya, kocanın yanında otur, bir odası var diyeceklerdi. Yura'nın bir odası vardı. Ama onların üç! Kocasının da ilişki kurduğu birisi vardır. O da dadı olur. Hayır, yanlış kapı çalmışlardı, bu onların ailesi için değildi. Kız, Rus da değildi üstelik! Burnundan belliydi. Şimdi, kürtaj için para isteyecek, it soyu!

— Kes! diye bağırdı Yura. Ne yapmak gerek? Annesi dudaklarını büzdü : — Kaç aylık? — Birkaç günlük! Yura, gerçek zamanı söylerse yardım etmeyeceğinden korkmuştu. — Hardal banyosu yapsın, ayaklarını suya soksun. Dayanabileceği en son hadde kadar sıcak suya! Kovaları da yoktur onların! — Bulurlar. Lena'nm, evinde bunu yapamayacağını söylemedi. Burada yapmak gerekiyordu. Arbat'ta hardal bulamadı. Usaçevka'ya gidip satın aldı, annesinin bakmayacağı tek yer olan çantasına sakladı. Mutfağa girip, kova olup olmadığını kontrol etti. Vardı, hattâ iki tane. Akşam, Devrim sinemasına «Çantalı Adam» filmine gittiler. Yura, Granatov'u severdi. Granatov'un yaşamındaki kader anlarını, kendi yaşadıklarına benzetirdi. Fuayede kalabalığı seyretti. Parfüm ve pudra kokularını içine çekti. Tiyatroya her gidişi bir bayram gibi değerlendirir-, di. Bu yüzden iş arasında tiyatroya uğrayan Şaşa Pankratov'u, Nina'yı hiç anlayamazdı. — Sana iyi bir haberim var. Fakültede bir çocuk var,. Kolya Sizov... Babası ünlü bir doktor, duymuş muydun? 142 — Sizov... Hayır duymadım. — Profesör, Jinekolog. Lena, birden onun neden söz ettiğini anladı, ama bu hemen olmazdı. — Tehlikesiz bir yol var. Ayaklar için, hani üşütünce yapıyorlar ya! Biraz rahatladı. — işe yarayacak mı? — Yarar diyorlar!

—¦ Ama epey zaman geçti. — Tam zamanı. Yura'nın kesin tavrı, kızı şaşırttı. — Belki en iyisi doktora gitmek... Yura diretti. — Bu kürtaj değil, hiç acı vermeyecek. Hardallı suya biraz dayanmak yeterli. Ne riski var? Her şeyi düşündün mü? — Pek düşünmedim. Ama zor olacak, evde görecekler... — Sorun bu mu? Sanki o an aklına gelmiş gibi ekledi: — Bende yaparız. Babam nezle olunca aynısını yapar. Hardal da vardır mutlaka. 16 — Sıcak mı? — Yoo... Hattâ çok iyi. Lena, kahverengi suyla dolu kovaya ayaklarını sokmuş, divanda oturuyordu. Başını geriye atmıştı, hardal gözlerini yakıyordu. Yukarı çektiği geceliği beyaz, yuvarlak, güzel dizlerini ortaya çıkarmıştı. îri ayakları, kovaya zar zor girmişti, öne eğilmiş, ellerini karnına koymuş oturuyordu. Askıları, dolgun omuzlarını ve mavi dantelalar arasındaki göğsünü ortaya çıkararak düşmüştü. Ayaklarım büzdü, oynattı, gülümsemeye çalıştı. — Hattâ çok hoş! Yura, sıcak suyun kızın ayaklarına dökülmemesi için. 143 demliğin ağzını kovanın kenarına yapıştırıp yeniden su koydu. Kız, omuzunu kaldırdı, ayaklarını oynattı... — Sıcak... — Dayan, şimdi soğur... Bir eliyle demliği tutuyor, öteki eliyle de kovadaki suyu kontrol ediyordu. Su

yeterince sıcak gelmemişti, boraz daha sıcak su koydu... — Oy! Kız kıvrıldı, inledi, gözlerini kapattı, zorlukla soluk aldı. — Dayan, dayan, şimdi geçecek, Lenoçka bir dakika. Geriye yaslandı, başı duvara değdi, ellerini geceliğine geçirdi. — Şimdi, şimdi geçecek, dayan... Lena'nm üst dudağında, alnında ter damlaları birikti. Yura suya baktı, biraz daha ekledi. Kız inledi, kıvrandı. Ayaklarını kovadan çıkardı. Yura, kızın pembe baldırlarını gördü. Hardal kokusu tüm odayı sarmıştı. — Yuroçka, yapamıyorum. Bir dakikacık çıkarayım, bir dakikacık... — Şimdi bitecek her şey, biraz daha dayan. — Ayaklarım uyuştu, onları hissetmiyorum. Benim değiller... Dişlerini sıktı, gözlerini kapayıp divana yığıldı. — Soluk alamıyorum... Yura, kızın terli vücuduna eğildi; askılarını, sutyenini çıkardı, dizlerini ovmaya başladı. — Hadi, hadi sakinleş. Dikkatle biraz daha su döktü, kız sessiz inledi, ayaklarını belli belirsiz kımıldattı, tri, beyaz, hareketsiz, buruşmuş mavi geceliğinin örttüğü vücudu yavaşça oynadı... Yura, mutfağa gidip, ikinci demliği aldı. Demliğin kulpu iyice ısınmıştı, eski ve defalarca lehimlenen kovanın kulpu da iyice ısınmıştı. Elbeziyle tutmak gerekti. İçeri birisinin girdiğini hissetti, şaşkınlıkla geri döndü. Kapının önün144 de annesi duruyordu. Hiç konuşmadan, birbirlerine baktılar.

— Ayaklarını haşlama! Hiçbir şey söylemedi, odaya dönüp kapıyı iyice kilitledi. Elektrik düğmesinin sesini duydu, annesi mutfak ışığını söndürmüştü. Lena'nın başı yastıktaydı. Ayakları aşağı sarkmıştı. Baldırlarında koyu kırmızı bir çizgi görünüyordu. — Lenoçka uyuyor musun? Kirpikleri titredi, hemen hemen belli belirsiz soluk alıyordu. Üst dudağında, çenesinde iri ter damlaları vardı. Havlunun kenarıyla terleri dikkatle sildi. — Lenoçka: — Soluk alamıyorum... Yura, onun başını kaldırdı, dudaklarına maşrapayı götürdü. Dişleri zar zor maşrapanın kenarlarına değdi. Zorlukla bir yudum aldı, yuttu ve güçsüzce yastığa gömüldü. Battaniyeyi üstüne örttü. Biraz daha sıcak su döktü. Çok dikkatli hareket etmesine karşın, ayağına birkaç damla döküldü. -Ay... Kız yeniden inledi, üstündeki battaniyeyi attı. — Tamam, tamam. Bu son... Lena, üşüyormuş gibi titredi. Omuzları, elleri iyice sarsıldı. Yura, battaniyeyi yeniden örttü. — Tamam, tamam. Umutsuzca ağlamaya başladı. — Yeter, yeter, daha fazla dayanamam. Saate baktı. îkiye çeyrek var. Kırk dakika geçmiş. Beş dakika daha. Ağlamayı bıraktı, bir ölü gibi yatıyordu. Şarok, kızın üstüne eğildi, dudağını alnına koydu. Alnı buz gibiydi. Kulağını dudaklarına yaklaştırdı, evet soluk alıyordu. İyice kızarmış ayaklarını, kovadan çıkardı. Kızarıklar geçer... Odaya yeniden hardal kokusu yayıldı... Ayaklarını özenle divana yerleştirdi, battaniyeyi örttü. Kovayı mutfağa götürdü, içindeki suyu döktü, hardal kalıntılarını temizledi. Yerine koyup, odaya döndü. Lena uyuyordu. Pencereye gidip perdeyi araladı. Yan 145 binada merdiven boşluklarındaki lambalar soluk soluk yanıyordu. Boşa gitmese bari. Muhallebi çocuğu! Başkası olsa sesi bile çıkmazdı. Kimse ölmemiş şimdiye

kadar. Bir şeyler sürer. Soyunup ışığı söndürdü ve Lena'nm yanma yattı. Ayaklarını dikkatle düzeltti. Battaniyenin köşesini üstüne çekti. Kızın sıcaklığı vücudunu yaktı. Lena hareketsiz, sere serpe yatıyordu. Vücudundan keskin bir hardal kokusu yayılıyordu. Bu yanıt vermeyen, yanıt vermediği için de daha çok uyarıcı olan vücudu kucakladı. Bunda, daha önceden bilmediği, hayvansı bir şeyler vardı. Kızın içinde yaşayan şeyi yok edecek, bu cenini ondan koparacak bir sarsıntı yapmak istedi. Kız inlediğinde içinde yaşamaya başlayan ceninin sonunda öldüğünü anladı. Sabahleyin Lena çoraplarım giyemedi. — Acıyor. Daha sonra botlarını ayağına geçiremedi. Yura, elde dikilmiş, büyük bir çizme getirdi. — Şimdi oldu, dedi. Odada dikkatle ve beceriksizce dolaşmaya başladı. Birden boyu kısalmıştı. Acı çeken gözlerinin altındaki mavilikler ve solgun yüzüyle bambaşka bir kıza benziyordu. Birden divana oturdu. — Başım döndü. Evine kadar geçirmeye karar verdi, sokakta da düşebilirdi. Bir bardak sıcak çay vermeliydi, ama annesi mutfağa girip çıkmaya başlamıştı. Yura da o oradayken mutfağa girmek istemiyordu. Avluda kimseye rastlamadılar. Arbat'ta sokağın öbür tarafına geçtiler. Ekmekçinin önünde, tanıdıklar bekliyordu. Lena, Yura'nın eline dayanarak yavaş yavaş yürüyordu. El ele yürümenin tam zamanım bulmuştu. Ama bu, son ortak yollarıydı. Çekmek gerekliydi. Yeter ki düşmesin, evine ulaşsın. Bugün boş günüydü. Evde dinlenebilirdi. Lena ken146 di avlularını tek başına geçti. Girişte geri dönüp, ona gülümsedi. Gündüz telefon edip nasıl olduğunu öğrenmek istedi, ama aramadı. Aceleciliği yalnızca telâşını ele verir, yapılanın tehlikesini vurgulardı. Yarın sabah iş yerine telefon ederdi. îşe gitmişse sağlıklı demekti. Neler olduğunu anlatırdı. îşe gitmişti. Kız, eliyle ahizeyi kapatarak yavaşça: — Her şey yolunda, dedi, Sesinde, bu haberin Yura'yı sevindireceği sezgisini du-yumsadı.

— îyi, kutlarım; bravo, öperim. Daha sonra arayacağını söyleyip telefonu kapattı. Bir daha aramayacaktı. Yeter! Akşam okuldan dönünce annesi: — Nina tvanova telefon etti, dedi. — Ne istiyormuş? —¦ Aramanı istedi. Saşa'dan sözederek konuyu lâstik gibi uzatacaktı. Lanet olsun hepsine! Nina yeniden aradı. — Lena'ya. ne olduğunu biliyor musun? Yura'nın yüreği durdu. — Ne oldu? — Kanama. — Tunaf. Onunla epeydir görüşmedik. Bugün telefonla konuşmuştuk! işteydi. — tşten götürmüşler. — Hangi hastanede? Nina, hastanenin numarasını, adresini verdi. Marya koruluğunun oralardaydı. Bir an durakladı ve kararlıca sordu: — Neden olmuş? — Bilmiyorum. — Hastanede olduğunu kim söyledi? — Ashen Stepanovna, durumu ağırmış. Odasına döndü, kapıyı kapadı ve masaya oturdu. Tongaya basmıştı. Yasaları iyi biliyordu, ne de olsa hukukçuydu. 147 Yasadışı kürtajcı! Eylem... Ölüme neden olmak... Budala! Niye kendi evinde yapmıştı? Evinde yapabilirdi. Ayrı odası vardı, hiç kimse görmezdi. Aptal! Aptal!! Aptal!!! Yaşarsa onu ele vermezdi. Ölürse her şeyi yadsıyacaktı. Kanıt yoktu. Evet, hamile olduğunu, doğurmak istemediğini ve önlem alacağını biliyordu. Ama yabancı bir tablet alacağını düşünmüştü. Şimdi bile onun ne yaptığını bilmiyordu. Bir gün önce işyerine telefon etmişti. İlişkileri gereği telefon etmesi normaldi ve

bu, işe bulaştığını kanıtlamazdı. Hardal banyosu, kürtajla bir tutulur muydu? Yasa koyucu neden özellikle bu sözcüğü seçmişti? Kürtaj! Bu sözcük geniş bir yoruma olanak veriyor muydu? «Gebeliğe yapay son verme.» îşte bu deyim, istenildiği gibi yorumlanabilirdi. Ancak, yasa koyucu, açık biçimde belirtmişti: Kürtaj! işin tıbbi anlamını yani cerrahi müdahaleyi göz önüne almıştı. Olayı netleştirmeli, ayrıntıları hesaplamalıydı. Nerede, ne zaman, gün, saat, dakika, yer, inandırıcı ayrıntılar... Lena ölürse Budyagin yakasını bırakmazdı. Belki de skandal istemezdi. Ünlü bir kişi! Kızı ise kendi parçasından kocakarı yöntemleriyle kurtulmaya çalışmıştı. Eğer işi deşerlerse onlar, yani Budyaginler suçluydular. Ve asıl sorumluluk onlardaydı. Evlenmelerine karşı çıkmışlardı, özellikle bu yüzden Lena doğurmak istememişti. Onu, bu yola açıkça onlar sürüklemişlerdi. Belki yalnız açıkça da değil! işin yayılmasını istememişlerdi. Konu iyice kurcalanırsa, böyle görünüyordu işte. Onu neye hazırlamışlardı? Ne öğretmişlerdi? Ingilizceden çeviri? Bu, yaşamak için çok azdı. Her zaman bu aileden nefret etmişti. Şimdi de duruma hâkimdiler. Ellerindeydi. Küçücük odasında, dört dönüp duruyordu. Onlarsa beş nolu evde, ele geçirilmez kalelerinde doktorları seferber ediyorlar, Lena'yı kurtarmaya uğraşıyorlardı. Büyük olasılıkla kurtaracaklardı da! Sonra da kendisiyle hesaplaşacaklardı. Annesi somurtarak susuyordu. Her şeyi öğrenmişti, ama konuşmanın suçlamaya dönüşmesinden korkarak konuşmak istemiyordu. Ne yapmalıydı? iyi olmasını istemişti. Herkes yapıyordu. Ne bilsin böyle süt çocuğu olduğunu, iyi, hoş, Yu148 ra da az daha kızı haşlayacaktı. Ne yapması gerektiğini bilmiyordu. Yura, hastaneye gitti, ama Budyaginler'le karşılaşmaktan, yeni tanıklar yaratmaktan korkarak içeri girmedi, uzakta dolaştı. Onu ne kadar az insan görürse, o kadar iyiydi. Arbat'a döndü. Sokaktaki kulübeden hastaneye telefon etti. Hasta Yelena İvanovna Budyagina'nın durumunu sordu. «Durumu ağır. Ateş 39,8» Her gün telefon etti. Ancak hafta sonunda «Durumu orta ağırlıkta, ateş 38,2», üç gün sonra da «Durum umut verici, ateşi normal» dediler, ikinci haftanın sonunda Ashen Stapanovna, Lena'yı eve getirdi. Aynı akşam annesi Yura'ya sordu. — Senin dünya güzelinden ne haber? Yura güldü: —- iyi, yaşıyor. Yura, Lena'ya telefon etmedi. Telefonunu nasıl karşılayacağını bilmiyordu. Bir kez olsun hastaneye gitmemiş, yazmamıştı. Hiç tutar yeri yoktu. Boş ver! Gitmemekle iyi etmişti. Tek şeyi öğrenmesi gerekliydi: Kimseye söylemiş miydi? Ama ahizeyi kaldırmaya karar veremedi. Lena da aramadı. Nina aradı.

— Yura, çocuklar bugün Lena'da toplanıyorlar, gidelim mi? — Bugün işim var. — İşin bitince gelirsin. — Çok geç biter. Kendi mi aramıştı, yoksa Lena mı istemişti? Öğrenmeliydi. Lena'ya telefon etti. Kızın yumuşak, sevecen, derin sesini duydu. — Nihayet. Seni merak ediyordum. — Asıl ben seni merak ettim. — Hep bunu nasıl atlatacağını düşündüm. — Niye hiç gelmedin? — Her gün arayıp sordum. — Öyle mi? diye sordu sevinçle. Bugün çocuklar bana geliyor. Sen de gelir misin? 149 — O sürüde olmayı canım istemiyor. — Anlıyorum. Ne zaman? — Ararım. 17 Nina, okuldan saat beşte döndü. Kapının yanında Varya, arkadaşı Zoya ile basamakta oturuyordu. — Kapı kapalıydı, anahtarı unutmuşum. Anahtarı unutmuş... Uyduruyor. Zoya'yı eve getirmesi yasaktı. Onlar da merdivene oturmuşlardı. Merdiven senin değildi ya, yasaklayamazsm! — Yarım dakika düşünmene, iki dakika da yapmana veriyorum, dedi Varya Zoya'ya. Hele bu yarım yamalak yanıt vermesi yok mu? — Sofya Aleksandrovna'ya uğradın mı? — Evet.

— Her şeyi aldın mı? — Evet. — Karne. — Tamam. — Ne kadar para kaldı? Varya paraları uzattı. — Elli kapik aldım. Kaymaya gideceğim. — Ya dersler? — Yaparım. Herkes kendi görevini yapmalıydı. Nina, eşekler gibi çalışıyor, öğle yemeğini de akşam okulunda yiyordu. Yarım günlük ücreti bırakmazdı. Varya ise kâh kaymada, kâh sinemada, kâh tiyatrodaydı. Demek ev işleri pek zaman almıyordu. — Akşama bulamaç pişir, tavayı hazırlıyorum, yağ büfede. Nina paltosunu giyerken uyardı: — On birden önce dön. Kapıyı kapatıp çıktı. Varya Zoya'ya telefon etti. — Gel, Nina tüydü! 150 Sofrayı topladı, akşam yemeğini hazırladı, bulaşıkları yıkadı. Her şey yolundaydı. Nina, hiç bir şeyi yerine koymazdı. Telefonun zili çınladı. Varya elinde havlu, ahizeyi kaldırdı. — Nataşa sen misin? Bu, telefonda tanıştığı, bir kez olsun görmediği çocuktu. Adı Valodya'ydı. Kendi adını söylememişti. — Nataşa mı? — Hadi Nataşa olsun. Çocuk da onu bu adla aramaya başlamıştı. Ama her seferinde soruyordu: — Nataşa, senin adın ne?

Oğlanın sesi Varya'nın hoşuna gidiyordu. Onunla çok içten ve açık konuşuyordu. Hiçbir zaman görüşmeyecekti, her şeyi anlatabilirdi. O da, onunla olduğu kadar, hiç kimseyle içten olmadığını söylüyordu. — Nataşa'nın açık renk saçları olmalı. — Benimkiler de tam öyle. — Ya gözler. — Mavi üstüne portakal rengi. —• öylesi de mi var? Dün akşam ne yaptın? — Harikaydı. Bir teknik okulun balosundaydık, dans ettik, rumba. — Kıskanıyorum. Bense ders çalıştım. — Çalış, dostum, çalış. înan okumak en iyi şeydir. Eğitim bizi karanlıktan aydınlığa çıkaran yoldur... — Ne zaman buluşuyoruz? — Hiçbir zaman. — Belki birbirimize âşık oluruz? — Hayır, seninle bakış açılarımız hep ayrı. — Bugün ne yapacaksın? — Kaymaya gideceğim. — Nereye? — Fabrikada, — Hangisinde? — Adı yok fabrikasında. — Beni de al, çok iyi kayarım. 151 II — Bence çok kötü, sıkılırsın. Hadi, eyvallah, gelenler

var! Beyaz şapkası, eteğinin altındaki uzun şalvarıyla Zoya içeri girdi. Nina ona çöplük gülü derdi. Zoya'mn annesi «Karnaval» sinemasında büetçiydi. Zoya'yı ve Varya'yı biletsiz içeri sokuyordu. Zoya'nın şapkasına bakarak, __ Niye beyaz giydin? diye sordu. Anlaşmıştık. — Kırmızının lastiği koptu. Kırmızıyı sen giy, sana yakışıyor. — Beyaz bluza kırmızı şapka? Sen benim kırmızıyı tak, ben beyazı. — Niye hep senin dediğin oluyor? — Benim dediğim değil, anlaştığımız. Zoya gücenmiş gibi omuz silkti. — Eğer çok istiyorsan... — Bana lütufta bulunma! Kaymaya gitmiyorum. Varya terlikleri fırlatıp, divana oturdu. — Aptalca, dedi Zoya. İyi, kırmızıyı ben giyiyorum. — Kaymaya gitmiyorum. Bir süre konuşmadan durdular. Zoya, saçma sapan bir şey için darılmalarına üzülüyordu. — Gidelim, dedi yalvarırcasına. — O oradayken hiç bir yere gidemem. — Hazırlanmıştın. — Hazırlanmıştım, ama şimdi iyice düşündüm. Saşa'nm tutuklanması, Varya'yı arkadaşları arasında ayrı bir yere kavuşturmuştu. Şimdi o da birden ortadan kaybolan, sonra yeniden ortaya çıkan ve hep beklenenlerden olmuştu. Eğer dürüstçe beklemezlerse gerektiği gibi cezalarını çekiyorlardı. Herkes onun Saşa'yla «Arbat Bodrumunda dans ettiğini biliyordu. Onları, sonra kavgayı görmüşlerdi. Şimdi Varya, Saşa'mn annesiyle dost olmuş, hapisaneye eşya götürüyordu... Saşa'yı bütün hapisanelerde aradılar. Varya, sabah er152

kenden gidiyor, kuyruğa giriyor, ayazda bekliyordu. Sofya Aleksandrovna daha sonra geliyor, birlikte pencereye yanaşıyorlardı. Sofya Aleksandrovna pencerenin gerisinde oturanı kızdırmaktan korkarak, sabah beşten beri soğukta, hapisanenin duvarları boyunca bekleyen yorgun insanları geciktirmekten utanarak tartışmak istemiyordu. Varya, hiç kimseden korkmuyor, utanmıyordu. Pencereden bir form uzatıyorlardı: Tutuklananın adı, soyadı, baba adı, adresi. Sofya Aleksandrovna formu dolduruyor, yeniden kuyruğa giriyorlardı. Formu veriyor, yanıtı iki - üç saat bekliyorlardı... «Burada değil...» O zaman Varya küstahça soruyordu, «Nerede?» «Belli değil.» «Kim bilecek. Onu siz aldınız sizin bilmeniz gerek.» Varya her şeyi bilen Arbat sakinlerinin öğütlerini dinliyordu. Taganka'da arkadaşı hapis olan Navinski bulvarından bir kız çamaşırların arasına nasıl not gizlendiğini göstermiş, daha çok şeker, elma göndermelerini söylemişti. Orada şeker ve elmadan şarap yaptıklarını anlatmıştı. Sofya Aleksandrovna, onu başını sallayarak dinlemişti. — Hayır, Varenka, Saşa'nın şaraba gereksinimi yok... Yaşlı, güzel Sofya Aleksandrovna bir gecede çökmüştü, ilk zamanlar Saşa'yı tutuklayanlarm karşısına dikilirse yüreklerinin sızlayacağını düşünüyordu. Ne de olsa onların da anası vardı. Sonraları bir sürü anne gördü, görünüşleri hiç kimsenin yüreğini sızlatmıyordu. Bütün anneler uzun kuyruklarda bekleşiyor ve sağır duvarların ardında acıma duygusunun daha ölmediğini, bunun kendilerine değil de, duvar ardmdakilere yarayacağını düşünüyorlardı. Tüfekli nöbetçileri, ardında oğlunun, Saşa'sının her canlı varlığın sahip olması gerekli şeylerden yoksun olarak yattığı geçit vermez taş duvarları görmüştü. Oğlu özgürce soluk almaktan yoksundu. Ona nasıl bir yazgı hazırlıyorlardı? Geceleri uyuyamıyordu. Oğlu nerede yatıyordu ki? Hiçbir-sey yiyemiyordu. Onun en değerli varlığı, canı, kanı, bir tanesi hapisane çanağına eğilmiş ne yiyordu ki? Yastıklardan 153 onun kokusu yayılıyordu. Ayakkabılarından yalınayak koşup durduğu kuru toprağın, masasından onun defterlerinin mürekkep kokusu... Tutuklanmasından önce onu izleyenlere rastlamak umuduyla sokaklarda dolaşıyordu. Onlar, oğluna neyin gerekli olduğunu bilirlerdi. O kısa boylu, paltolu adamı görse, yaklaşıp Saşa'yı soracaktı. Onlara hiç kızmadığını, işlerinin bu olduğunu söyleyecekti. Nasılsa işlerini bitirmişlerdi, iyi yürekli davranabilirlerdi. Onlara göre artık hava hoştu. Arbat' ta bir o tarafa, bir bu tarafa dolaşıyor, dükkânlara girip çıkıyor, kuyrukta bekliyormuş gibi yapıyordu. Ama ne kısa boylusunu, ne şapkalısını, ne de uzun boylusunu gördü. Güçsüzlüğünün mahvedici bilinciyle eve döndü, odaya girip çoktandır terkettiği Tanrıya dua etmeye başladı. Şaşa' ran yazgısını belirleyecek olanların yüreklerinin yumuşaması, içlerine iyilik ve merhamet dolması için yalvarıyordu.

Sabahları posta kutusunun çıkardığı ses onu uyandırıyordu. Savcılıktan yanıt ya da gizli bir mektup bekliyordu. Sa-şa'nın birlikte yattığı, sonradan tahliye olan ya da sürgüne giden biriyle gönderebileceği mektubu bekliyordu. Böyle olaylar oluyordu, ona anlatmışlardı. Gazeteleri okurken Sta-lin'in portresine gözü takılıyordu : Gösterişsiz giysisi, gözlerinin çevresinde sevecen kırışıklıklar, temiz vicdanlı birisinin dingin yüzü. Kısa bir süre önce onun ellinci yaş gününü kutlamışlardı. Şimdi elli dört olmalıydı. Hayır kocası Pavel Ni-kolayeviç gibi elli üçündeydi. En büyük oğlu da Şaşa kadar olmalıydı. Bir oğluyla bir kızı daha vardı. O, çocukların, aile acısının ne demek olduğunu iyi bilirdi. Kısa bir süre önce eşini yitirmişti. Yeter ki Saşa'nın işi ona kadar ulaşsın! Bütün umutlarını Mark'a bağlamıştı. Mark, Stalin'e Saşa'dan söz edecekti. Stalin işi öğrenmek isteyecek, belki de onu yanına çağırtacaktı. Şaşa da hoşuna gidecekti. Saşa'dan hoşlanmaması mümkün değildi. Pavel Nikolayeviç geldi. Üzüntülüydü, ama belayı görmemişti. Saşa'yı kurşuna dizmezler, ömür boyu hapse mahkûm etmezler. Bizde ömür boyu hapis yok. O genç, her şey önünde. Evet, bir şeyler yapmalı. Ama ancak yüksek makam154 lar yardım edebilirdi. Oralara ulaşamazdı. Ancak Mark ula-' şabilirdi. Yapamayacağını anlamak istemiyordu! Pavel Nikolayeviç sabırlı, hattâ iyi yürekli olma niyetiyle gelmişti. Bu iğrenç eve girer girmez, bir zamanlar karısı olan bu yaşlı kadınla karşılaşır karşılaşmaz, onun sesindeki bir şeyler isteyen tonu duyar duymaz, yüzündeki inatçı, tavşan ifadesini görür görmez yine sabırsız ve kötü olmuştu. Olanlardan o ve kardeşi sorumluydu. Onlar eğitmişlerdi Saşa'yı. işte karşı karşıya oturuyorlardı. Titrek dudakları, titrek başıyla yaşlı Sofya ve tertemiz traşlı, gri patlak gözlü Pavel. Uzun yıllar oturdukları, muşamba kaplı masada oturuyorlardı. Sofya Aleksandrovna sinirli sinirli avucunu masaya sürüyor, üstünde hiçbir şey olmamasına karşın eliyle masayı süpürüyordu. Bu hareket de Pavel Nikolayeviç'i kızdırıyordu. — Daire daire dolaşmamı mı istiyorsun? Bunun yaran yok. Sana anlattım. Bozma kararı istenebilir, ama önce karar olması gerekli. Henüz soruşturma sürüyor. Bundan yararlanmak ve onu geri almak istemiyor muydu? — Eline ne geçecek? Fabrikadan ayrılayım mı? Beni bırakmazlar. Unutma, ben de Moskova'ya dönmek istemiyorum! Ne? Sanki bir şeyler söylemiş de duymamış gibi dikkatle dinlemeye başladı. Ama Sofya hiçbir şey söylememişti, dudakları sessizce oynuyordu. — Bir şey yok.. Dinliyorum. — Ya, evet, dinliyorsun... Dinliyor ve düşünüyorsun: Babası alçağın teki, oğluyla uğraşmak istemiyor. Benim hakkımda hep böyle düşündün ve bu alçaklık oğlumuzu mahvetti.

Sofya Aleksandrovna, onun saçmalıklarını ve sitemlerini dinlerken önceleri de acı çekmişti. Şimdi bu acı yeniden dönmüştü. Onun karşısında duyduğu korkuyu, özellikle şimdi oğlunun, onların oğullarının kurtuluşunun söz konusu olduğu an yenemeyeceğini dehşetle hissediyordu. Sözlerinde onun Saşa'ya duyduğu antipatiyi duyumsuyordu, kendini bu 155 işten sıyırmak istiyordu. Kırgınlıklarını, yakınmalarım nasıl oluyor da şimdi söyleyebiliyordu? Oğlunun yaşamı sözkonu-suyken eski kocasından nasıl korkuyordu? Hiç kimseden korkmaya hakkı yoktu. O anneydi! — Senin yanında onu götürselerdi... Bunu acıyla söylemişti. Ama Pavel'le yüksek sesle, hattâ bağırarak konuşması gerekliydi. Yoksa dinlemezdi. — Tabii, tabii, suçlu yine benim... Sen çilekeş, cefakâr birisin. Ben de alçağın, serserinin teki. Dolaşıyor, sarhoş oluyorum. Tanrım! Böyle bir felaket bile onu değiştirmiyordu. Eskisi gibi kızarıyor, ona bağın}? çağırıyordu. Oysa gelişini beklemiş, yardım ummuştu. Ne de olsa babaydı, erkekti! Şaşa' dan başka ne düşünebilirdi ki! Başka şey düşünmeye hakkı yoktu. Sofya da onu düşünmeye zorluyordu. Sofya Alek-sandrovna çalışma masasına gidip savcıya yazdığı dilekçeyi aldı. — Bak! Pavel Nikolayeviç hoşnutsuzlukla yüzünü buruşturdu. Bu şirret kadın, onu yeniden boş işlerle uğraştırmak istiyordu. Dilekçenin kime yararı vardı? Kim okurdu ki? Ama kendisi okumamazlık edemezdi. Böyle bir anda yapılacak tartışmayı herkes kınardı. Pavel Nikolayeviç, herkes için normal bir insan ve baba olarak kalmak istiyordu. «Dilekçeyi bile okumak istemedi,» denmesine fırsat veremezdi. Neler neler yazmıştı! «Size bir anne yazıyor... Oğlumu bana geri verin...» Safça, duygu dolu ve zayıf, «Âdil ve iyi yürekli hükümetimize başvuruyorum...» Lâf, lâf... «Oğlumun suçsuz olduğunu biliyorum.» Buna kim inanır? «Bir hata işlemişse de düşünmeden yapmıştır. Çocuk.» Yirmi iki yaşında, çocuk değil! Ne hatası? Niye suçlu olduğunu vurguluyor? Sofya Aleksandrovna başını önüne eğmiş, Saşa'rrn divanında oturuyor ve aptallığını ortaya koyan zehir dolu sözlere hiç aldırmadan kocasını dinliyordu. Dilekçe bile ya-zamıyordu. Ne yapalım! Düzeltsin, yeter ki Saşa'ya yardımı dokunsun! Sofya, eski kocasının önüne kâğıt kalem koydu. 156 — Gerektiği gibi yaz!

Pavel Nikolayeviç dalgın dalgın ona baktı! Aptalca davrandığını farketti. Nasıl yazılırsa yazılsın dilekçenin yararı yoktu. Şimdi kendisi yazmak zorundaydı. Oğlunun neyle suçlandığını bilmeden ne yazabilirdi ki? — Böyle de gönderilebilir. Yalnızca «Oğlumu geri verin» sözünü çıkarmak ve yazım hatalarını düzeltmek gerek. Gerisinde... Evet, böyle yollanabilir. — iyi, dedi dilekçeyi alarak. Kendim düzeltirim. Zaten, kocasının başka türlü davranmasını beklemiyordu. Nasılsa Mark gelmeden dilekçeyi yollamayacaktı. — Ne zaman gidiyorsun? Yeniden köpürdü. — Yarın işde olacağımı bilmiyor musun? — Para bırak, lütfen, Saşa'ya yolladıklarım için gerekli. Az kalsın küfürü basacaktı. Sıradan bir mühendisti, maaşla geçiniyordu. Gerçi paraya önem vermezdi, ama onu bu ses tonu, bu talep kızdırıyordu. O, Sofya'ya hep para için gerekliydi. Yüz elli ruble çıkardı. — Daha fazla veremem. 18 Yine gece! Kilidin madeni gıcırtısı Saşa'yı yine uyandırdı. Dün akşamki muhafızla birlikte sayısız, kısa koridorlardan geçtiler. Muhafızın kentlerindeki anahtarlar yine birbirlerine çarpıyor, sakırdıyordu. Yine aynı şekilde parmaklıklara vurup tutukluyu getirdiğini belirtiyordu. Şaşa, bu sefer çıkış ve inişleri saymıştı: Birinci kata geldiklerinden emindi. Koridorun sonundaki kapıdan sesler ve kahkahalar geliyor, hapisane yaşamından başka bir hava esiyordu. Dyakov bu sefer yüzüne lambayı tutmadı. Anlaşılan bunu yalnızca ilk karşılaşmada kullanıyorlardı. Bugün askeri üniformasını çıkarmış, mavi bir süveter, kahverengi ceket giymişti. Başıyla sandalyeyi gösterdi. Kendisi yazmaya devam etti. Yazdı, okudu, yeniden yazdı. Saşa'ya hiç bakma157 11! dan işini sürdürüyordu. Onunla Saşa'yı yazı takımıyla kâğıtların üstüne konan ağırlık ayırıyordu. Şaşa, onu alıp Dya-kov'un kafasına geçirmesinin hiç de zor olmadığını düşündü. Burada her şey, her adım, her hareket düşünülmüştü. Ama bu nedense gözden kaçmıştı. Ya da hareketi kimsenin yapamayacağını düşünmüşlerdi. Belki de ona uzandığı anda gizli bir mekanizma çalışacaktı! Kuşkusuz, bundan emin olmak çok zordu. Ama umutsuzluğa düştüğü anda birisi buna yeltenebilirdi. Yine de Dyakov bundan korkmuyordu. Belki de, gerçek suçluları burada sorgulayamıyorlardır.

Dyakov, yazdığı kâğıtları topladı, kapıyı açık bırakarak dışarı çıktı. Anlaşılan daha ciddi bir işle uğraşıyordu. Şaşa' yi daha önceden ayarlandığı için getirmişlerdi. Demek o zaman Dyakov, yeni ve acil bir işle uğraşacağını bilmiyordu. Sivil giysileri içinde çok sade görünüyordu. Saşa'nın başına vurmasından korkmadığı gibi masanın üstündeki evraklara bakmasından da korkmuyordu. Koridorda kapı sesleri ve Dyakov'un sesi duyuldu. Biriyle konuşuyordu. Odaya döndü kapıyı yarı açık bıraktı, masaya oturup önceki sorgunun evraklarını çıkardı. Sonra yeniden çekmeceyi karıştırarak bir şeyler aramaya başladı ve Saşa'ya bakmadan sordu: — Evet, Pankratov, bugün ne söyleyeceksiniz? Soruyu öylesine sakin ve dostça sormuştu ki sanki geçen sefer konuşulanları hiç anımsamıyordu. — Görüyor musunuz, diye başladı Şaşa. — Hah! Dyakov, sonunda aradığı kâğıdı bulmuştu. Kâğıtla birlikte yeniden dışarı çıktı. Döndükten sonra oturmadan kâğıtları çekmeceye yerleştirdi. Oturup Saşa'nın dosyasını açtı. — Evet, Pankratov, söylediklerimi düşündünüz mü? — Evet. Düşündüm. Ama neden söz edildiğini bilmiyorum. — Kötü! Dyakov başını salladı. Sesinde sitem, üzüntü, hattâ merhamet —kendine acımıyor musun kardeşim— hissediliyordu^ 158 Düşünmeye başladı. Başıyla dosyayı göstererek sordu: — işi uzatmak mı istiyorsunuz? — Geçen sefer sözünü ettiğiniz karşı devrimci konuşmaların ne olduğunu bilmiyorum. Dyakov somurttu. — Samimi değilsiniz. Pankratov. Asıl sorunla değil okul işlerinizle uğraşmamızı istiyorsunuz. Bu konuda bize samimi davranmalısınız. Çok şeyi sakladınız. Bu da sizi çok güzel karakterize ediyor.

— Neyi gizlemişim? Şaşa şaşırmıştı. O anda içeriye, vücuduna tam oturan lacivert bir elbise giymiş, eskimo yüzlü, yaşlı bir adam girdi. Dyakov ayağa kalktı. Adam, başıyla Dyakov'un oturmasını işaret etti ve kendisi de onun yanına oturdu. —Devam edin! Saşa'ya dikkatle baktı. Şaşa, bu adamın Dyakov'un üstü olduğunu anladı. Bakışında sorgulanana duyulan ilgiden daha fazlasının olduğunu hissetti. Bu adamın, yazgısını değiştireceğine dair bir umut geldi geçti içinden. — Evet, Pankratov, nerde kalmıştık? — Bir şeyler sakladığımı söylüyorsunuz, neyi saklamışım? — Bunun için parti toplantısı raporlarına bakmak yeterli. Yüksek mevkideki kişilerin himayesine sığınmak İstemişsiniz... Dyakov, dikkatle Saşa'ya bakıyordu. Tamam. Anlaşıldı. îş, Mark'a, Budyagin'e ya da ikisine birden uzanıyordu. Dyakov, «yüksek mevkideki yoldaşlar» yerine bilerek «yüksek mevkideki kişiler» demişti. Adlarını söylememişti. Hayır, adlarını söylesin! Bu adları Saşa'dan duyamayacaktı. — Kimden söz ediyorsunuz? — Pankratov!.. Dyakov'un dudakları yargılayan bir gülümsemeyle büzüldü. — ... Ayıp, Pankratov! Kedi fare oyununu bırakın. Dü159 şündüğünüzden daha çok şey biliyoruz. Siz, bizim konuşmamızı istiyorsunuz. Biz ise sizin konuşmanızı istiyoruz. Gerisi sizin bileceğiniz iş. Ryazanov ve Budyagin'in sizin için uğraştıklarını parti toplantısında söylemişsiniz, burada ise kıvırtıyorsunuz. Yine «Ryazanov ve Budyagin yoldaş» değil, sıradan Ryazanov ve Budyagin. — Geçelim, ama ilk görüşmemizde bundan niye söz etmediniz? Neden özellikle bu adları söylemekten kaçındınız? Bir yığın ad söylediniz. —Saşa'nm dosyasından bir kâğıt çıkardı. Şaşa, onu ilk kez görüyordu.— Baulin, Lozgaçev, Aziz-yan, Kovalev... Ama Ryazanov ve Budyagin'i saymamışsınız. Neden?

Şaşa heyecanla düşündü. Şimdi söyleyeceği her söz hem Mark için, hem de îvan Grigoryeviç için çok önemli olacaktı. Dava onları ilgilendiriyordu. Ama onları neyle suçluyorlardı? — Önemsiz saydım. Akrabalık ilişkileri. Buna neden bu kadar dikkat ettiğinizi de doğrusu hiç anlamıyorum. Şaşa, tartışma götürmez bir şeyden söz eder gibi kesin bir tavırla konuşmuştu. Dyakov geçmesi gereken yolu gösteriyordu, ama o, bu yoldan geçmeyecekti. Dyakov, Saşa'ya baktı. Şaşa bu bakışın ilgili, dikkatli ve biraz da ürkek olduğunu hissetti. — Soltz'a ulaşmanızı dayınız mı sağladı? — Hayır, hiç kimse, Soltz'a kendim gittim. Dyakov gülümsedi. — insanlar aylarca bekliyorlar; siz gidiyorsunuz, her şey hazır. Hemen kabul ediyor ve işi yoluna koyuyor. Size kim inanır? — işin aslı böyle. Odasına girdim, beni gördü ve ne olduğunu sordu... — Şansınız yaver gitmiş. — Olabilir... MDK'ya başvurma hakkım yok mu? Dayımın benimle ilgilenmeye hakkı yok mu? Benim suçum ne? Beni niye burada tutuyorsunuz? Hiç yoktan! Dyakov'un yüzü bir an ekşidi, ama bir şey söylemedi. Yalnızca kimle uğraştığını anlamaya ya da bir şeyler söyle160 meye davet eder gibi müdürüne yan gözle baktı. Ama eski-mo yüzlü adam hiçbir şey söylemeden yerinden kalkıp dışarı çıktı. Dyakov somurttu, bambaşka bir tonla konuşmaya başladı. — Parti önünde samimi ve dürüst olmadığınız için suçlusunuz. Daha başka şeyler de sakladınız. Hep sizi suçlayanlardan söz ettiniz. Sizi savunanlardan hiç söz açmadınız... Olayınıza bir sürü kişi karışmış... Örneğin, Krivoruçko... Şaşa tehlikeyi duyumsadı. Her şey hiç beklenmedik yerde kopabilirdi. Mark ve Budyagin hakkında onları lekeleyecek hiçbir şey söyleyemezdi. Ama Krivoruçko... «Bu aşçı, daha çok acı yemek...» Krivoruçko bunu Stalin hakkında söylemişti. Onun sözlerini burada yinelemek yalnızca kendi durumunu güçleştirmekle kalmayacak, Krivoruçko'ya da ihanet etmesine yol açacaktı. Susması ise içtensizliğini kanıtlayacaktı. — Odasında iki kez bulundum. Birincisinde ihraç belgelerini düzenlemişti, ikincisinde de geri almışımın...

Dyakov gülmeye başladı. — Kâh atılıyoruz, kâh geri alınıyoruz, kâh hapse düşüyoruz... Size hiçbir şey söylemedi mi? — Kırgın gibiydi. Onu da partiden ihraç etmişlerdi. — Sizi de attılar. Size söyleyecek bir şey bulamadı mı? Dyakov, eskisi gibi gözlerini Saşa'ya dikti. Bir şeyler biliyor muydu? Anlamış mıydı? Dalgınlığını fark etmiş miydi? — Atılmanız, sonra da geri alınmanız hakkında düşüncelerini söylemedi mi? Hiçbir şey de sormadı mı? Ne de olsa onu parti toplantısında savunmuştunuz. — Yalnızca işin nasıl olduğunu anlatmıştım... — İşte görüyorsunuz... O da yalnızca işlerinizi halletti... Hayır, teslim olmamalı! Aklım karıştırmak, yakalamak istiyor. Dikkatini asıl konudan, Mark ve Budyagin'den uzaklaştırmaya, belleğini bulandırmaya çalışıyor. — Özel bir konuşma olamazdı. O müdür yardımcısı, bense sıradan bir öğrenci... * Dyakov, ona dikkatle bakıyordu. 161 — Elimizde Krivoruçko'nun bazı öğrencilere parti karşıtı konuşmalar yaptığına ilişkin bilgiler var. Oysa size, kırılmış birine, hele hele kendini savunan birine hiçbir şey söylememiş. Tuhaf! Krivoruçko, Mark'm tanıdığıydı. Selam yollamıştı. Hayır, söylememeli! — Evet, aynen öyle. Dyakov, Saşa'yı seyretmeyi sürdürüyordu. Birden yüzüne kötü bir gülümseme yayıldı. Kötü kötü gülümseyerek boş kâğıtlara uzandı. — Ne yapalım, biz sabırlı milletiz. Dürüst olmaya karar verene, anımsamanız gerekenleri anımsayıncaya kadar bekleriz. Dyakov, bu sefer sorgu zaptına şöyle başlamıştı: «Daha önce söylediklerime ek olarak...» Saşa'nın Krivoruçko'nun odasında bulunduğunu, parti bürosunda onu savunduğunu, Yanscn ile Siverski'nin de Saşa'yı savunduklarını yazmıştı. Yazıda Mark ve Budyagin'den söz edilmiyordu. Her şey doğru yazılmıştı, ama yine geçen seferki gibi Saşa'da tedirginlik yarattı. Tedirginlik ve tehlike nerdeydi, anlamıyordu. Krivoruçko'ya işleri için

uğradığını eklemesini istedi. — Siz" öğrencisiniz, iş için uğradığınız ortada. «Lanet olsun!» Şaşa kâğıdı imzaladı. — Annemden haber alamıyorum, bu da beni rahatsız ediyor. Sonra gazete ve kitap istiyorum. Dyakov başını salladı. —¦ Sorgulama sürüyor, bunlara izin verilmez. Bize karşı açık yürekli olsaydınız, elimizden geleni yapardık. Siz de istediğinizi alırdınız. Gelecek görüşmemizin sonuncu olacağını unutmayın, Pankratov. Bana da soruyorlar. îşi, sizin için en iyi şekilde bitirmek istiyorum. Bu fırsatı kaçırmayın. Ya Mark ya da Budyagin. Belki de ikisi birden. Namuslu ve partiye bağlı komünistler! Budyagin'i pek tanımıyordu, ama Mark'ı çok iyi tanıyordu. Ona gözü kapalı kefil olur, 162 hakkında tek söz söyletmezdi. Mark'ın tutuklanması, kendi tutukluluğu gibi büyük bir yanlışlıktı. Hattâ daha da fazla : Kendisinin ardında okuldaki olay vardı, oysa Mark'ın ardında hiçbir şey olamazdı. Büyük bir mühendis, mükemmel bir ekonomist ve kişisel çıkar peşinde koşmayan gerçek bi.r komünist. Belki bu koridorda, belki de yan hücredeydi. Miyop ve kalp hastası olan Mark, böyle bir hücrede! Mark'ın tek hatasını bile anımsamıyordu. Dürüstlüğüne inanıyordu. Ryazanov'u koruduğunu düşünüyorlarsa, kendileri bilir. Mark'ın yazgısını bölüşmeye hazırdı. Olaylar böyle gerektirmişti, yapacak bir şey yoktu. Dimdik durmak gerekiyordu. Zaman gelecek o da, Mark da suçsuzluklarını kanıtlayacaklardı. Her şey açıktı. Kafa patlatacak bir şey yoktu. Parti karşısında dürüsttü, hiçbir şey gizlemiyordu. Mark'ın aleyhine söyleyecek tek sözü yoktu. Hepsi bu. Yalnızca Krivoruçko midesini bulandırıyordu... Kendini zayıf hissettiği tek nokta buydu. Olanları anlatmamış, gizlemişti. Belki çok önemsiz ve gereksizdi ama gizlemişti. Vicdanının temiz olmasını istiyordu ama Krivoruçkc, bu temizlik ve açıklık duygusuna engel oluyordu. Ertesi gün, daha önce görmediği bir gardiyan elinde kâğıt kalemle geldi. — Kütüphaneden isteklerinizi yazın! Kütüphaneye izin çıkmıştı! Şaşa, kaç kitap alabileceğini, kitapların onda ne kadar kalabileceğini bilmiyordu, ama bilgisizliğini açığa vurmadı. Personel, deneyimli tutukluları deneyimsizlerden daha çok sayıyordu. Tolstoy'dan «Savaş ve Barış», Gogol'den «Ölü Canlar», Balzac'tan «Yitik Hayaller»,

Stendhal'den «Parma Manastırı», «Kraşnaya Nov», «Novy Mir», «Oktyabr», «Molo-daya Gvardiya» ve «Zvezda» dergilerinin son sayıları. . Hiç düşünmeden yazıyordu, düşünecek zamanı yoktu. Gardiyan bekliyordu. Tutuklu ne isteyeceğini önceden düşünmeliydi: Şimdi, aklına geleni yazıyordu. Önemli olan kitapları a'mak-tı. Daha çok kalın kitapları seçiyordu. Zamanı belli olmayan gelecek sefere kadar yetmeliydiler. 163 |!! Önceden tasarlayarak yazdığı tek şey «Ceza Yasası» oldu. Vermeyeceklerdi. Yine de yazdı. «RSFSR Ceza Yarası». Hiç olmazsa içinde bulunduğu ortamı protesto etmiş oluyordu. Dyakov, kitap almasına neden izin vermişti? Kıyak mı yapıyordu? Saşa'nın buradaki durumunu dayanılmaz yapmak ve kendisini itirafa zorlamak onun çıkarmaydı. Yasalardan mı korkuyordu? Acıma? Karşı devrimcilikle suçlamanın olduğu yerde acımaya yer yoktu. Belki bu da duş gibi Dyakov' un haberi olmadan gerçekleşmişti. Hatayı anlarlar, kitapları vermezlerdi. Ertesi gün yeni bir gardiyan, yer yer yanmış beze sarılı bir paket getirdi. Şaşa, bezi hemen tanıdı. Evde ütü yaptığı bez! Demek yalnızca kitaplara değil dışardan gelen paketlere de izin vermişlerdi. —¦ Soyadın? — Pankratov. — imzala! Gardiyan kalemle kâğıdı uzattı. Kâğıt annesinin el yazısıyla yazılmıştı. Yalnızca «Çikolata» başka biri tarafından yazılmıştı. Şaşa, bu yazıyı tanımıyordu. Kâğıdın yarısı mürekkepli kalemle karalanmıştı. Şaşa, annesinin özenle yerleştirdiği sonra başka ellerce dağıtılan paketi açmaya başladı... Beyaz somun, peynir, pişmiş et, sucuk... Bütün bunlar denetlemede küçük parçalara bölünmüştü. Parşömen kâğıdına yağ ve şeker sarmıştı. Çamaşır, çorap, mendil. Demek annesi yaşıyor, nerede olduğunu biliyordu. İ , — Çamaşırları yollayabilir miyim? — Sarın. Kirli çamaşırlarını sardı. Ütüyle sararmış bu bez parçası ona evin kokusunu getirmişti. — İstediğiniz bir şey varsa yazın! Şaşa listenin arkasına «Her şeyi aldım. Ekmek, et ve çamaşırdan başka şey

yollama. Her şey yolunda, sağlığsm iyi. Öperim. Şaşa.» — Kalem, dedi gardiyan. 164 19 Sofya Aleksandrovna, bu kâğıt parçasına dokundu, onu yüzüne sürdü, onlarca, yüzlerce, binlerce kez okudu. Bu kâğıt oğlunun acılarının ve yazgısının sembolü, aynı zamanda da yaşadığının habercisiydi. Kâğıdı herkese gösterdi: Mi-hail Yuriyeviç'e, Balka'ya, Militsa Petrovna'ya, Varya *vano-va'ya, Maksim Kostin'e... Hiçbir şeye gerek yok, her şey yolunda, iyiyim, öperim... Bunları ancak onun iyi ve yiğit oğlu yazabilirdi... Şimdi yeni bir düşünceye kapılmıştı: Buruşuk kâğıtla hapisane kokan çamaşırlar onu geceleri girdiği yalnızlık dünyasından kurtarmış, oğlunun yanına götürmüşlerdi. O nun yanındaydı, ne yaptığını biliyor, her hareketini duyum-suyordu. Yüreğinin sıkışması oğlunun keyifsiz oluşu, uyuya-maması, oğlunun orada uyuyamaması, bir korku duyması, oğlunun sorguya götürülmesi, üzülmesi ve acı çekmesi demekti. Onu, tiyatroya yollamayıp cezalandırdığı günü anımsadı. Acıdan değil kırıldığı için ağlamıştı. Küçücük çocuğu küçük düşürmüştü. Şimdi, bu işi yaşamın kendisi yapıyordu. Mark, Şaşa için yukardaki kişilerle konuşmuştu. Mark'a inanıyordu. Onu aldatmazdı. Yapabileceği her şeyi yapmıştı. Yine de Mark'tan çok, hapisane kuyruklanndaki kadınlara inanıyordu. Orada her şey açık, yalın ve âdildi. Bu zayıt kadınlar, yakınlarını savunma işinde iyice bilenmişlerdi. Ayazda dura dura yitirdikleri sıcaklıkla onları ısıtıyorlar, kendi yoksul tayınlarından kestikleriyle açlıklarını gideriyorlar, sağır taş duvarların ardına umutlarını ve sevgilerini ulaştırıyorlardı. Sofya Aleksandrovna, artık hapisane kuyruklarını korkusuzca düşünebiliyordu. Orada kendini yalnız hissetmiyordu. Bu duygu acısını azaltmıyordu, ama istisna olduğu saplantısını siliyordu. Diğerlerinin yaptığını yapmak zorundaydı. Önceleri korkunç gelen dünya hareket bekliyordu. Hareket de korkuyu bastırıyordu. Kadınlar, Saşa'yı «as.l arayacağını, nasıl paket yollayacağım, bunun için kime ve nasıl başvuracağını öğretmişlerdi. Özellikle onların öğütiediği yere başvurmak gerekliydi. OGPU tarafından tutuklananlar165 la ilgilenen savcıya ulaşmıştı. Kadınların daha önce söyledikleri, ama yine de önemli olan yanıtı savcıdan duymuştu • «Sorgu bitince sonucu öğrenirsiniz!» Şimdi savcı Saşa'nın işine eğilecekti, bu da çok şeyi değiştirebilirdi. Kuyrukta Sa-şa'ya yargılanırsa ne yapılması gerektiğini biliyorlardı. Bütün yolları biliyorlardı. Bu yol, insanların yürüdükleri yaşam yoluydu. Bu, insanı umut ve sözden daha çok yatıştırıyordu. Saşa'yı yollayacakları yer doktor raporuna bağlıydı: Bronşiti varsa Sibirya yerine Privoljye'ye yollarlar. Eğer Sofya'ya telefon edip oğlunun eşyalarını hazırlamasını söylerlerse, Sibirya ya da Kuzey'e yolluyorlar demektir. Hiçbir şey söyle-mezlerse, Ortaasya...

Yönetici Viktor tvanoviç Nosov geldiğinde buna hazırdı. Saşa'nın odasını mühürleyecekleri konusunda onu uyarmışlardı. Yöneticinin hoşuna gitmese bile bunu yapmak zorunda olduğunu söylemişlerdi. Yalnızca Nosov'un kaba davrar nacağından korkuyordu. Böyle bir durum için özel bir cümle tasarlamıştı. «Viktor îvanoviç, benimle sakin konuşursanız sizi daha iyi anlarım» diyecekti. Ama Viktor tvanoviç kabalaşmadı. — Usul böyle, Sofya Aleksandrovna. Zamanı gelince açarız. Sizin için daha iyi. Bizim milleti biliyorsun. İçerden bir şey taşımak gerekiyorsa kapıcıyı yollayayım. Gerekmeyen şeyleri bırakın. Oda sizin nasılsa. Bütün eşyaları toplamasının gerekmediğini anlatmıştı. Sofya Aleksandrovna da bunu anlamıştı: İçerde eşya varken odayı kimse alamazdı. Kapıcıyı yollamasını istemedi. Para vermesi gerekirdi ve verecek parası yoktu. Saşa'nın yattığı oturma odasını değil, kendi yatak odasını boşalttı. Oradan kendine gerekenleri getirmesi, Saşa'nın çalışma masasını, divanı ve portmantoyu oraya götürmesi gerekti. Bu işlerin hemen ardından Varya geldi. Paltosunu çıkarıp yardım etmeye başladı. Çamaşırları, giysileri, kilimleri, yastıkları ve battaniyeyi taşıdı. Neyi, nereye koyacağını çok iyi biliyordu. 166 Bu kızın yardımı Sofya Aleksandrovna'nın hoşuna gidiyordu. Kızın kendisinden de hoşlanıyordu. Sofya Aleksandrovna, bazen Varya'yı yaşamına, mutsuzluğuna sokmakla hata ettiğini düşünüyordu ama Varya'nın davranışları ve yardım isteği öylesine güçlüydü ki onu reddetmeyi bile düşünemi-yordu. Bu kızın yardımı, didinmelerine günlük uğraş görüntüsü yeriyordu. Sofya Aleksandrovna bu görüntüyü bozmamak için ona hiçbir şey söylemiyordu. Ama Varya Sofya'nın cesaretini nasıl yitirdiğini görmüştü. Kocası bırakmış, oğlu tutuklanmıştı, şimdi de odayı kapatıyorlardı. Odayı çok önceden Saşa'nın üstüne yapmalıydı. Yetişkin bir erkeğin ortak bir odada yaşaması uygun değildi. Ama Sofya Aleksandrovna kendi rahatını düşünmüş, vermemişti. Bencilce bir yaklaşım. Biricik mütevazi oğlu da bunu ona hiç söylememişti. Demir divanı düzeltmediler, dolap tarafındaki ayağı kırılmıştı. Çekmecelerini taşımalarına karşın komodini de yerinden oynatamadılar. Mihail Yuriyeviç işten geldi, Galya ortaya çıktı ve hep birlikte dolapla komodini çektiler, divanı düzelttiler. Küçük odaya Saşa'nın divanım, çalışma masasını, etajerini taşıdılar. Sonra Aleksandrovna yazı takımlarını yerleştirdi, Şaşa' nın birkaç kitabını koydu ve perdeyi çekti. Varya kendisini Maks'ın yeni yıl gecesi getirdiği Sera-fim'in beklediğini bile

bile işlerini bitirip öyle eve gitti. Bu Serafim —ortaya çıkmış, bir daha kaybolmamıştı— hemen ertesi gün Varya'yı aramış, Arbat'ta randevu vermişti. Varya yanına Zoya'yı ve bir kızı daha alarak sırf iş olsun diye gitmişti. Arkadaşları karşı kaldırımda durmuş, askeri öğrencinin Varya'ya yaklaşmasını, ikisinin birlikte yürümelerini izlemişlerdi. Kızlar da karşı kaldırımda yürüyor, Varya'nın anlamadığı bazı işaretler yapıyorlardı. Varya da onlara anlamadıkları bir dizi işaretle karşılık veriyordu. Serafim onu Kızıl Ordu Evi'ne davet etti, ama Varya o akşam gi167 demezdi. Sinemaya gidecekti. Ama oraya gitmenin çok zor olduğunu bildiğinden gelecek cumartesi geleceğine söz verdi. Serafim bütün moda dansları beceriyordu. Her hafta oraya gitmeye başladılar. Arkadaşları da onu kıskanıyordu. Varya, onun komik gelen adına alışmıştı. Znamenski kardeşlerden birinin adı da Serafim'di. Arbatlı, Moskovalı çocuklara hiç benzemiyordu, utangaç bir taşralıydı. Ama kendisine ciddi ciddi kur yakıyor, bu da Varya'nın hoşuna gidiyordu. Kendini büyümüş hissediyordu. Nina dostluklarına laf söyliyemezdi, çünkü Serafim, onun Maks'mm arkadaşıydı ve Maks'ın kötü yoldaşı olmazdı. Nina evde onu ciddi bir yüzle karşıladı: Serafim bir saattir kitaplara gömülmüştü, çevrilen sayfaların hışırtısı sinirini bozmuş ve çalışmasına, öğrencilerin defterlerini düzeltmesine engel olmuştu. Bakışları, «Biriyle sözleştiysen zamanında gel, senin kavalyelerinle uğraşmak zorunda değilim» diyordu. Varya niye geciktiğini açıklamaya koyulmadı. Söyleyecekti ama daha sonra. Şimdi Serafim'i koridora çıkarmalıydı Giysisini değiştirecekti. Ayna dolabın kapısındaydı. Varya ışığı arkasına değil de yanına almak için kapıyı araladı ve giyinmeye başladı. Bu da Nina'yı sinirlendirdi. Çok güzel giysileri vardı da özene bezene giyiniyordu!. Hele çoraplarını bir giyişi vardı ki! Ayağını uzatıyor, öylece kalıyor, bacaklarını okşuyordu. Odada yarı çıplak dolaşma huyunu nerden almıştı! On altı yaşında! — Beklendiğini unutma! — Evet, diye kısaca yanıtladı Varya ve yine kısaca sordu: — Bugünlüğüne ayakkabılarını verir misin? Nina, dışarıda giydiği yegâne ayakkabılarını vermek istemedi ama Varya'ya daha fazla dayanamazdı. — Al. Varya ayakkabıları aldı, uzun süre gözden geçirdi, yok1 ladı. Giydikten sonra da epey baktı, elledi. Sonunda makyajını tamamlayıp kapıyı açtı.

168 — Gir, Serafim. Paltosunu giyen, eşarbını bağlayan ve son kez aynada kendini gözden geçiren Varya, kardeşine döndü: — Sofya Aleksandrovna'daydım. Eşyaları toplamasına yardım ettim. Saşa'nm odasını mühürlediler. Varya, Nina'ya iç güdüsel, ama kesin bir darbe vurmuştu: Saşa'nın evinde olan bitenleri bile ondan öğreniyordu. Kuşkusuz, ne Nina, ne de başka biri Saşa'ya yardım edebilirdi. Ne yapabilirlerdi ki? Neyle suçlandığını bile bilmiyorlardı. Yine de Saşa'nın karşısında kendisini suçlu hissediyordu: Kendi özgürdü, ama o içerdeydi. En iyisi bunun ortasıydı! Herkes susuyordu. Nina, bu yanlışlığın düzeltileceğini umuyordu, ama odasını mühürlemeleri onu bırakmayacakları anlamına geliyordu. Ne olacaktı o zaman? Saşa'yı Sovyet İktidarının düşmanı olarak kabul etmek? Ondan uzaklaşmak? Saşa'yı felâket içinde bir başına bırakmışlardı. Bir ara Sofya Aleksandrovna'ya uğramış, üzüntülerini bildirmişti. Üzüntülerinin kime yararı vardı ki? Mektup yazmak... Çocuklardan imza toplamak... Ne de olsa Şaşa onların komsomol ocağının sekreteriydi. Ona kefil olduklarını yazmak! Maks imzalardı, Vadim de, Lena da, öteki çocuklar da. Okulun müdürü de, Saşa'yı tanıyan öğretmenler de. Nina, bir zamanlar Saşa'yla okudukları okulda öğretmenlik yapıyordu. İmza toplayacağını umuyordu. Yurka imzalamazdı. Lanet olsun ona! Lena ve Vadim'i aradı, ertesi gün Lena'da toplanmaya karar verdiler. Sonra Maks'ın annesine indi ve sabah gelir gelmez Maks'ın kendisine uğramasını söyledi. Toplantı neşesiz geçti. Bir örtüye bürünen Lena susuyordu. Mektup mu imzalanacak, hay hay! Marks da üzgün görünüyordu. Mektubun boşuna olacağını, sonuçlarını biliyordu, ama Nina'nm onun korktuğunu düşünmemesi için karşı çıkıyordu. Yalnızca Vadim karşı çıktı. — Kardeşler, dedi. Böyle bir mektup ne kazandıracak? Saşa'ya yardım edecek mi? Ya zarar verir, durumu daha da 169 karıştırırsa? Bizi çağıracaklar: Pankratov hakkında ne biliyorsunuz? Okulda iyi bir komsomol üyesiydi. Oysa onunla, altı yıl önce okumuştuk. Şimdi nasıl biri? Enstitüde olanları biliyor musunuz? Size anlattı mı? Size ne anlattı? Sonra Saşa'yı çağıracaklar: «Yoldaşlarına neler anlattın?» Şaşa' ran namusluluğuna gölge düşürmek istemiyorum. Yalnızca bu işin nasıl görüneceğini aktarmak istiyorum. — Saşa'yı yüzüstü mü bırakalım? — Niye yüzüstü? İşin aslı ortaya çıkacak nasılsa. îşin düzelmeyeceği konusunda

kanıtınız var mı? Evet, biz Saşa'yı tanıyoruz, ama onlar da tanıyorlardır. Onu, Şaşa Panktarov olduğu için değil, başka bir şey yüzünden tutukladılar. Biz de, bu şeyin ne olduğunu bilmiyoruz. — Onu desteklemeliyiz, dedi Nina. — îyi düşün, dedi Vadim. Şaşa mektubumuzu bilmeyecek bile. Tam tersine, ona bizim hakkımızda soru sormaya başlayacaklar, bu da yalnızca onun durumunu daha da zorlaştıracak. — Senin hakkında soru sormalarından korkuyorsun? — Hiçbir şeyden korkmuyorum, Herkes Vadimin haklı olduğunu anlıyordu. Nina da anlamıştı. Ama bundan daha yüce, daha önemli bir şeyler vardı. "Utanç verici ve acı bir şey de kendileri için korkuya kakılmalarıydı. Bu korkuyu yenmek, mektup yollamaktan daha zordu. — Babama danışalım mı, dedi Lena. — Çok iyi! Nina içten içe îvan Grigoryeviç'in işe bulaşmasını ve Saşa'ya yardım etmesini umuyordu. Bu düşünce Vadim'in de hoşuna gitti: îvan Griyoryeviç bu anlamsız mektubun gönderilmesine karşı çıkacaktı. Ne olursa olsun kendisi imzalamayacaktı, buna kesin karar vermişti. Yalnızca Maksim, köylü uyanıklığıyla îvan Grigorye-viç'i zor bir duruma sokmanın gereksiz olduğunu kavramıştı. — Bizim karar vermemiz daha doğru değil mi? diye sordu Maksim. Nina anında itiraz etti: 170 — Ama danışmak mümkün! îvan Grigoryeviç ve Ashen Stepanovna çay için yemek odasına geçtiler. — Baba, dedi Lena. Saşa'yı ne yapacağız? — Ne yapılabilir? — OGPU'ya mektup yazmak istiyoruz. Budyagin somurttu. — Mektubunuzun, kime yararı olacak? — Ama bir şeyler yapmamız gerek, diye atıldı Nina. Budyagin kızgınca yanıtladı. — Siz olmadan da hallederler!

20 îvan Grigoryeviç'in basında çıkmayan ve gözardı edilmesi olanaksız çok şeyi vardı. Ama yurt dışından döndükten sonra Stalin, onu bir kez olsun kabul etmedi. Budyagin ran-, devu isteğinde bulundu, her seferinde aynı yanıtı aldı: «Bek'-leyin, sizi çağıracaklar!» Bir yıldan fazla zamandır bekliyordu. Bu da, MK üyeliğine seçilmeyişi de rastlantı değildi. Büyük bir Batı ülkesinde elçi olarak Merkez Komitesi'nin politikasını yürütmüştü ve Merkez Komitesi'ne kendi görüşlerini söyleme hakkı vardı. Ne ki Stalin'le ilişkisi her zaman zor olmuştu. Sürgünde, çoraplarıyla yatmasıyla alay eden yoldaşlarına küsmüştü Stalin. Sibirya'da soğuğa karşı dayanıksız olduğu ortaya çıkmış, üşüdüğü için çoraplarıyla yatmaya başlamıştı. Alaca bu-laca, rekli ipek bir yorganı vardı. Bu da alay konusu olmuştu. Stalin, bu şakaları zayıflığının ve ortama uyum sağlaya-mamasının belirtilmesi olarak algılamıştı. Onunla tartışmak mümkün değildi, uyuşmayı bilmiyordu. Sonunda şaka yapmayı kesmişlerdi. Keskin Gürcü aksanı, konuşmalarında kullandığı ağır deyimler onun büyük bir hatip olmasını engelliyordu. Polemiklerde de savunmasızdı ve herkes onu gü-cendirmemeye çalışıyordu. Gücendirmemek demek, onunla çelişkiye düşmemek demekti. 171 Tartışmalar ve farklı düşünceler sürgünlerin birbirleri arasındaki ilişkiyi pek etkilemiyordu. Yalnızca Stalin, hiçbir zaman uzlaşma için adım atmazdı ve karşıt düşünceli biri onun kişisel düşmanı olurdu. Bir yoldaşının kendisinin de gereksinimi olan çizmesini ona vermesini çok doğal karşılıyordu. Ama daha önceden tartıştığı birisinden asla bir şey almazdı. Kaprisleri, darılmaları, sürtüşmeleriyle dayanılmaz biriydi. Başkaları avlanmaya, balığa çıkarken, o hiçbir yere gitmez, akşamları pencerenin önünde oturur, gaz lâmbasının ışığında bir şeylerle uğraşırdı. Issız Sibirya taygasında, köyün sonundaki kulübesinde tek başına yaşayan bu boyun eğmez Gürcü, bir arada yaşamanın zor olduğu köy sakinleri arasında bir acıma duygusu uyandırmıştı. Yoldaşlarından çoğu onunla ilişkiyi kesmişti. Onunla yakınlık kuran tek kişi Budyagin'di. Motovilihalı işçi genç, Kafkasyalıyı ilk gördüğünde, bir Rusun bile kolay kolay dayanamayacağı koşulların egemen olduğu Sibirya'ya sürülen bu güneyliye acımıştı. Budyagin, onun için elinden ne geliyorsa yapmış, Stalin bunu bir görev olarak algılamıştı, tvan Grigoryeviç, burada diğerlerinden daha rahattı. Demirciliği, marangozluğu becerebiliyordu. Eli baltaya, pulluğa, silâha alışkındı. Özellikle sonbahar gecelerinde, burnunda reçine yanan kayıkla balık avlamayı seviyordu. Aydm yoldaşlarının tartışmalarını, konuşmalarını, fikir yürütmelerini konuşmadan dinlerdi. Çok okurdu. Sürgünde İngilizce bile öğrenmişti. Çoğunluk Almanca ya da Fransızcayla ilgileniyordu, yalnızca Stalin yabancı dille ilgilenmezdi. Sürgünler, Budyagin'e kitaplar verir, anlatır, açıklarlardı. Stalin de anlatır, açıklamalar yapardı. Stalin'in yorumlarındaki doğrudan ve katı yaklaşımı, kendi bilgisinin bilgeliğin sınırı olduğuna dair sarsılmaz güveni, inandırıcılığı o zamanlar Bud-yagin'i diğerlerinin ayrıntılı, güzel konuşmalarından daha çok çekiyordu. Zamanla bu eğilim değişti: Kendisini çok çabuk geliştirdi ve Stalin'den daha bilgili, daha

parlak insanlarla karşılaştı. Ama sekiz aylık bu sürgün yaşamı yalnızca anılarına yerleşmekle kalmadı, yüreğine de işledi. İlerde tüm yaşamı olan işle ilk tanışmaları! 172 Budyagin, Stalin'le iç savaş yıllarında da karşılaştı, özellikle o zamanlar Stalin önemli rol oynamaya başlamıştı. İradesi ve enerjisi devrime hizmet edebilirdi: Rejime tam bağlı olmama, kabalık, tek başına yönetim eğilimi dayanılabilir ölçüdeydi; devrim en uç noktaları bile kullanıyordu. Ama kuruluş yıllarında bu kişisel yetersizlikler tehlikeli olmuşlardı. Stalin, her şeyi kapsayan denetimsiz bir iktidarın sahibi olmuştu. Lenin'in mektubunun anlamı da burada yatıyordu. Stalin, düşünceye bağlılığı, kendine bağlılıkla değiştirmişti. Ryazanov o zaman her şeyin bittiğini, Budyagin ise daha yeni başladığını görmüştü. Budyagin, kongrede değişiklikler olacağını söylemişti. Ama hiçbir şey olmadı. Kongrede ayrıcalığını onaylatan Stalin, şimdi tek oluşunu onaylatacaktı. Budyagin olan biten her şeye sahip çıkmıştı: Her devrimci eylemi, kendi eylemi; her hatayı kendi hatası; her adaletsizliği kendi adaletsizliği saymıştı. O, bir devrimcinin en yüce yazgılarının sorumluluğunu üstlenmişti. Suçlu, suçsuz bir sürü insan harcanmıştı, ama yeni kuşağa yol açıldığına inanmıştı. Gerçek devrim NEYİ yıktığıyla değil, KİMÎ yarattığıyla büyüktü. Stalin, Ryazanov'u tutuyordu. Ivan Grigoryeviç bunda yanılmıyordu. Birini MK üyeliğine alırken, onun yeğeninin tutuklandığı gözden kaçmazdı. Tutuklanan yeğen Ryayanov' un en zayıf noktası, Asil topuğu olacak ve böyle bir durumda onu koruyan insana bağlılıkla hizmet etmesini sağlayacaktı. Eğer bu böyleyse, Budyagin'in, Saşa'nın işine bulaşması kendisinin Stalin'le ilişkisini daha da zorlaştıracaktı. Her şeye karşın karışmamazlık edemezdi. Lena da toplanıp Saşa'ya yardım etmeyi tartışan çocukların görünümü onu sarsmıştı: Temiz, çıkarını düşünmeyen çocuklarda devrimin devamım görmüştü. Devrimi hazırlayan ve gerçekleştiren eski bir bolşevik olarak onlara hiçbir şey söyleyememişti. Söyleyemezdi de. Niye böyle olduğunu açıklamak zorunda kalırdı. Karışmanın yararsız olacağını bilmesine karşın Berezin'i aradı. Onu, dürüst ve yiğit bir Çekacı olarak tanıyordu. Be-rezin'e, Saşa'ya kefil olduğunu söyledi, işin bir an önce sonuçlandırılmasını rica etti. 173 Berezin, Saşa'nın suçsuz olduğunu Budyagin'den de, Rya-zancv'dan da daha iyi biliyordu, tşin ne olduğunu da. Şaşa' nın sorgulanmasında bulunmuş, dürüst bir genç olduğuna karar vermişti. Sık ve kara sakalları, dürüstlük, yiğitlik ve bağlılık dolu genç güzel yüzünün görünmesini engelleyemi-yordu. O kısa ve anlamlı «Hiç yoktan!» yanıtı, gülümsemesi... Ancak Berezin, Budyagin ve Ryazanov'un bilmediği çok şeyi biliyor, onların tahmin edemeyeceği şeyleri tahmin ediyordu. Komintern'in eski yöneticilerinden Lominadze, Çin devrimi hakkında Stalin'in

görüşlerine uymayan görüşler öne sürmüş, bu konuyu Şatskin ve Sirtsov ile görüşmüştü. Bu konuşma Stalin'e onları «Sol sapmacılar» olarak deşifre etmek için temel olmuştu. Lominadze görevinden alınmış, parti kent komitesi sekreteri olarak Ural'a yollanmıştı. Lominadze hakkında dosya açılmıştı. Dosyada Komintern'in eski çalışanlarından Çer'in, Lominadze'nin sözde yeni bir Enternasyonal kurmaya hazırlandığına dair ifadesi vardı. Hangi ulustan olduğu bilinmeyen ve birkaç ülkenin vatandaşı olan Çer, sözde Lominadze'yle ilişkisi olan bir dizi insanın adını vermişti. Bunların arasında Polonya Sosyal Demokrat Partisi eski yöneticilerinden, sürgündeyken Le-nin'e çok yardımı dokunan Glinski de vardı. Glinski'nin karısı Ulaşım Enstitüsü'nün müdürüydü. Sözde okulda Glinskaya'nm yardımcısı, «işçi» muhalefetinin eski katılımcılarından Krivoruçko başkanlığında gizli bir muhalefet oluşturulmuştu. Yagoda, bu işin üstüne hemen atılmıştı. Gizli muhalefetle Glinski'nin karısının ilişkisi Çer'in söylediklerinin doğruluğunu kanıtlıyordu. Her ilişki davaya genişlik ve inandırıcılık, her olay ağırlık veriyordu. Eğer işin içindeyse ya da ana konuyla bağlantı kurulduysa her isim önemliydi. Berezin okulda hiç bir muhalefetin olmadığını, Şaşa Pan-kratov'un Krivoruçko ile ilişkisi bulunmadığını, Krivoruç-ko'nun Glinski davasıyla ilgisi olmadığını, Glinski'nin Lominadze ile bağlantısının ve Lominadze'nin de yeni bir Enternasyonal toplamaya yeltenmesinin var olmadığını çok iyi bi174 liyordu. Ama Lominadze işini bizzat kendisi yürütüyordu ve Berezin'in anladığı kadarıyla iş epey yukarılara uzanacaktı. Bu yukarıları da ancak o tahmin edebiliyordu... Berezin de bu işin fiyatını çok iyi biliyordu... Korkunç ve acımasız bir zincir... Pankratov'un salınması, zincirin küçük de olsa bir halkasının çıkarılması olarak yorumlanırdı. Yagoda buna izin vermezdi. Vişinski de izin vermezdi. Soltz Pankratov'u okula iade etmiş, Vişinski ise tutuklanmasını onaylamıştı. Pankratov'u gölgede tutmak, ve ona kimsenin dikkat etmemesini sağlamak gerekliydi; bu genci ancak bu yol kurtarabilirdi. Her şey şu an olduğu gibi kalmalıydı. Dyakov işini sürdürsün, onun görevi nasılsa okulla sınırlandırılmıştı. Daha fazlasını bilmiyordu. Berezin'in yaptığı tek şey, Saşa'nın paketlerini ve kitaplıktan kitap almasını sağlamak oldu. Berezin'in emrini saygıyla dinlemişti Dyakov. Onun bu görevde uzun süre çalışmayacağım düşünerek Berezin'i hep saygıyla dinlerdi. Paket ve kitapların verilişi kuşkusuz zayıflıktı, ama bazan sorgunun sağlığı için izin veriliyordu. — Yerine getirilecektir, dedi Dyakov. Berezin devrime inanıyor, Çeka'daki görevini devrim borcu sanıyordu. İç savaş yıllarında il Çeka başkanı olarak kızıl terör estirmişti, ama devrim için tehlikeli olmadıklarını bilse iyice korkan burjuvalarla talihsiz liberalleri dört bir yana dağıtabilirdi. Dyakov'un küçük, ama çelik ellerinden kimse kurtulamazdı. Onun eline düşmek suçlu olduğunun kanıtlanması demekti. Dyakov, insanların gerçekten suçluluğuna değil, suçluluğun genel versiyonuna inanırdı.

Bu genel versiyonu belirli kişiye uygulamayı ve net bir versiyon yaratmayı becermek gerekliydi. Bu net versiyonu yarattıktan sonra sorguyu da, sorgulananı da ona uydururdu. Sorgulananın bu versiyonu reddetmesi, Dyakov'un emin olduğu devlet düşmanlığının kanıtı anlamına gelirdi. Dyakov'un yarattığı versiyon (ona göre mantıklı, sağlam ve çürütülemez) şöyleydi: Okulu Krivoruçko yönetiyordu. Eski bir muhalif, yaralı, bu yüzden kırgın, hattâ Dyakov'un mantığına göre sonsuza kadar kızgın Krivoruçko. Böyle biri eli kolu bağlı durmazdı. Su uyur, düşman uyumaz! Fırsat 175 bulduğu anda, özellikle de politik olarak tam olgunluğa erişmemiş gençler arasında işe koyulur. îşte bunlardan bir grup, parti düşmanı bir duvar gazetesi çıkarıyor. Bu iki durum arasında ilişki var mı? Olmaz mı! Bu grubun başındaki Pankra-tov, Krivoruçko'yu savunuyor. Bu bir raslantı mı? Raslantı olamaz! Krivoruçko davasıyla Saşa'mn davasının aynı zamana denk düşmesi raslantı mı? Buna kim inanır? Pankratov'un arkasında eski muhalif bir akıl hocası var. Krivoruçko, Pankratov'u etkiledi. Eh, işte bu, karşı devrimci bir örgüttü artık! Pankratov'un kıvırması, versiyonun kanıtlanacağını gösteriyordu. Dyâkov bundan hiç kuşku duymuyordu. Dyakov, sorgulananları, sorgulamaya güvenenler ve güvenmeyenler olarak iki gruba ayırırdı. Güveniyorlarsa Sovyet iktidarına inanıyorlar, güvenmiyorlarsa Sovyet iktidarına inanmıyorlar! Ayrıca onları bir alt gruba daha ayırıyordu: ifadedeki her sözcüğe itiraz eden mızmızlar ve mızmız olmayanlar. Pankra-tov, devlete inanıyor, mızmız değil; tutuklanmasına şaşırmış, kurtulacağını umuyor, güven arıyor. Deneyimsiz, saf yürekli, yoldaşlarını davadan uzak tutacak, her şeyi kendisi üstlenecek, hattâ yakmadıklarını bile üstlenecek. Kolay iş. Saşa'yı tutukladıkları gece Krivoruçko'yu da tutuklamış-lardı. Pankratov davasını duyduğunu, ancak onu anımsamadığım —okulda binlerce öğrenci vardı— söylemişti. İşin aslında Krivoruçko, Pankratov'un büroda söylediklerini unutmamıştı. Belgeleri onaylatmaya gelişini de anımsıyordu. Onu tanıdığını, kendisine zarar verebilir, diye reddetmemişti. Şu an ona hiçbir şeyin ne yararı ne de zararı dokunurdu. Bu dava, bir zamanlar muhalif olanlara karşı açılmıştı. Reddetmesi, tasarlanan versiyonu tahmin ettiği için de değildi. Pankratov'un tutuklandığını bile bilmiyordu. Söyleyeceği her adın, o adı taşıyan insana zarar vereceğini bildiği için Saşa'yı tanıdığını yadsımıştı. 176 21 Saşa'ya dört kitap getirdiler. Kütüphane memurunun, yazdıklarına yakın şeyler göndermeye çalışması bile onun istediklerini alamamasından duyduğu hoşnutsuzluğu giderememişti. «Yitik Hayaller»in yerine «Sezar», «Savaş ve Ba-rış»ın yerine «Çocukluk, Ergenlik ve Gençlik»; 1905 yılının «Doğa ve insanlar» dergisi, «Krasnaya Nov»un 1925 Şubat sayısı. Hepsi berelenmiş ve sararmıştı. Üzerlerinde mavi renk oval bir damga vardı. «Butırka Şehir Hapisanesi Kütüphanesi». Balzac 1899'da, Tolstoy

1913'de yayımlamıştı. Birçok sayfası eksikti, kitabın arkasındaki eksik sayfalar dizini tam değildi. Ama her şeye karşın bir haftalık bayram! Önce dergilere baktı, sonra kitapları okudu, daha scnra yine dergilere döndü. «Krasnaya Nov»da Yesenin'in «Mavi Sis» şiirini buldu, daha önce okumamıştı. «Sezar»ı ilk okuduğu zaman bu talihsiz parfümcünün hikâyesini melodram olarak nitelemişti. Oysa şündi kitap onu heyecanlandırmıştı... «Mutsuzluk, deha için yükselme basamağı, Hıristiyan için günahtan arınma kâsesi, becerikli için define ve zayıf için uçurumdur.» O ne dâhi, ne Hıristiyan, ne becerikli, ne de zayıftı. Yine de bu sözlerde kendisi için önemli şeyler olduğunu duyumsuyordu. Kitaplar, temiz çamaşırlar ve annesinin yolladığı yiyeceklerle haftanın tadını çıkardı. Çorbanın içine bir parça et atıyor, bu yolla ısıttığı eti lapaya katarak onu yenebilir duruma sokuyordu. Sabah ve akşamları beyaz ekmek, yağ, sucuk ve peynirden sandviç yapıyordu. Okula giderken yaptığı kahvaltının kokusu, hapisane kokusunu bastırıyordu. Karnı doymuş ve keyifli bir halde ranzaya uzanıyor, oku-yuyordu. Gündüzleri yatmak yasaktı, ama gardiyanların sözlerine pek kulak asmıyordu, onlar da Saşa'yı rahat bırakıyorlardı. Ama yukardakilerden biri gelince ciddileşiyorlardı. Karnını tam doyurarak, kitapla, sucukla ve çikolatayla tembelliğe gömülerek geçirilen bir hafta... Birden buna alışmış gibi geldi. «Her şey duruldu, memnun olsak da olmasak da buradayız...» Buna inanmadı ama oyalandı. 177 Kitap ve dergilerdeki yaşamın şimdiki, hattâ geçmişteki yaşamıyla hiç ilintisi yoktu. «Çocukluk ve Ergenlik»-te çekilen acıların onun çocukluğundaki ve gençliğindeki acılarla hiç ortak yanı yoktu. O zaman babasına şöyle demişti: — Annemi kırmana izin vermem! Babası yerlerinden fırlamış gözlerle ona bakmış, başını ellerinin arasına alarak, — Güzel oğlum... demişti. Hemen ardından ağlamaya başlamıştı. Ne olursa olsun babaydı. Elleri buz gibi bile olsa onun dokunuşunu hâlâ anımsıyordu. Onu sakinleştirmek, ondan özür dilemek istemişti. Babası ellerini yüzünden çekmiş, korkunç ve kuru gözleri ortaya çıkmıştı. — Sana karışma hakkını kim verdi? — O, benim annem. Babası birkaç gün sabahları sessizce kalktı, traş oldu, yıkandı, giyindi, aynada kendine baktı. Sessizce masaya oturdu, yemeğini sessizce yedi. Çantasını topladı, bir şeyler mırıldanarak odayı süzdü, yine konuşmadan yemeğini yedi, gürültüyle tabağını itti, annesinin sorduklarına yanıt vermedi. Bir gece, geç vakit yatak odalarında babasının kısık sesini duydu. Annesi

susuyordu. Şaşa, bu suskunluğun yüreğini durduracağından korktu. Biraz sonra odalarından çıkan babası. — Seninle konuşmalıyım, dedi. Evden çıkıp Arbat'ta yürümeye başladılar. Sokak lambalarının ışığında kar taneleri uçuşuyordu. Uzun boylu, düzgün traşlı, yakışıklı, itirazlara hiç dayanamayan babasının üstünde yakası kürklü bir palto vardı. ... Oğlunu aralarındaki ilişkiye karıştırmak istemiyordu. Annesi, ona karşı hep oğlunu kışkırtmıştı. Geçimsizliklerinde annesi suçluydu, hiçbir zaman onun ilgilerini ve isteklerini paylaşmamıştı. Kardeşleri ona daha yakındı. Yalnızca kıskanmayı beceriyordu. Kurtuluşu olmayan bir acı Saşa'yı sardı. Sokakta baba178 sına nasıl itiraz ederdi? Babası ağır duyduğu için bağırması gerekirdi. Şaşa da yalnızca, — insanlar birlikte yapamıyorlarsa ayrılmalılar, dedi. Bir ay sonra babası Yefremov sentetik kauçuk fabrikasına geçti. Böylece Şaşa, on altı yaşında evin sorumluluğunu üstlenmek zorunda kaldı. Dyakov, Saşa'yı çağırmadı. Bu da Saşa'yı pek endişelendirmedi, ilk sorguyu umutla, ikincisini korkuyla beklemişti. Şimdi ne umut, ne de korku duyuyordu. Yalmzca Krivoruç-ko onu tedirgin ediyordu. Ya Krivoruçko'yu tutuklarlar, o da Saşa'ya söylediği aşçıyla ilgili sözü itiraf ederse! Böylece Saşa'nın yalan söylediği ortaya çıkar, bir yalancıya ise güven duyulmazdı. Özellikle de asıl öteki konuda, yani Mark konusunda. Krivoruçko bunu niye söylemişti? Onu ne kadar aptalca bir durumda bırakmıştı. Geveze! Krivoruçko'nun davası parti bürosunda görüşülseydi Şaşa nasıl davranırdı? Orada ba tümceyi gizlemezdi... Krivoruçko yoldaşın neyi anlatmak istediğini açıklaması gerekirdi! Neden burada farklı davranıyordu? Neden Krivoruçko'yu gizlemek zorundaydı? Her şeyi anlatacak, vicdanını rahatlatacaktı. Bu yükten kurtulacaktı. Gerisini onlar halletsin... «Sibirya çok korkunç, Sibirya çok uzak, ama insanlar orada da yaşıyorlar...» Nereden çıktı bu? Hapisanede yaşıyor, yatıyor, okuyor, sucuk ve çikolatayla kendine ziyafet çekiyor, her gece duşun altında şarkı söylüyor, düşünüyor ve eskileri anımsıyordu. Sakalı iyice uzamıştı. Sakallı nasıl göründüğünü görmek istiyordu, ama aynası yoktu. Gardiyan elinde kâğıt kalemle yeniden ortaya çıktı. Kitapları aldı. Şaşa yeni

bir liste yazdı. Bu sefer on kitap. Belki bazıları kütüphanede bulunurdu. «Savaş ve Barış»la 179 «Yitik Hayaller» i yineledi. Ocak, şubat, mart aylarının dergilerini, Stendhal ve Babel'i, Gibbon'un «Roma İmparatorluğunun Gerilemesi ve Yıkılışı»nı —tutuklanmadan kısa bir süre önce okumaya başlamıştı— sevdiği Gogol'u, hiç sevmediği Dostoyevski'yi yazdı. Ceza Yasası'nı da yineledi. Yasayı istediğini bilsinler! Dyakov, mutlaka yazdıklarını gözden geçirecekti. Hiç olmazsa haklarını bilmek istediğini unutmazdı. Kitapsız iki gün onu eski haline döndürdü. Yine sağır duvarlar, bıktırıcı sessizlik, onu izleyen göz, tuvalete gidiş, ağır yemekler, mide ekşimesi... Annesinin yolladıkları da bitmişti. Katya'yı düşündü, onun rüzgârdan kurumuş dudaklarını, sıcak ellerini anımsadı. Yatmadı, kalkıp dolaşmaya başladı. Ama gardiyanlar geceleyin hücrede dolaşılmasını yasaklamışlardı. — Tutuklu! Yat! Yattı ama uyuyamadı. Bazen dalıyor, rüyasında kâh kötü olaylar, kâh on yedi yaşındayken yaşadığı bir dizi olayı görüyordu. On yedi yaşındayken annesiyle Lipetzk'e gitmişti. Yanlarına gittikleri kadının, Samaralı genç bir gelini vardı. Gelinin kocası orada, demiryolunda çalışıyordu. Yelizeveta Pet-rovna zayıf, sarışın biriydi. Saşa'ya yan gözle bakıyor, cilve yapıyor, anlamlı anlamlı gülümsüyordu. Ne olursa olsun, onun bu gülümsemesi, düğmelerinin arasından görünen teni ve ucuz kokusu Saşa'yı heyecanlandırıyordu. Yelizeveta gündüzleri genellikle bahçede sabahlığının düğmelerini açarak düzgün, beyaz bacaklarını güneşe veriyordu. Şaşa o yana bakmazdı, ama elma ağacının altındaki yastığın beyazlığını, sabahlığın alacasını ve yuvarlak dizlerle çıplak, düzgün bacakları hissederdi. Kadının bakışlarını, gülümseyişini görür gibi olurdu. — Saşşşa!.. diye bağırmıştı bir seferinde «Ş»leri iyice uzatarak. Şaşa yanına gidip oturdu. — Saşşşa! demişti, yeniden. Ona doğru dönünce sabah180 lığı iyice açılmış, zayıf omuzlanyla küçük memeleri ortaya çıkmıştı. — Şaşa, bütün gün nerelerde geziyorsun? Kızlarla mı? Anlatsana... Tek sözcük bile söyleyemedi. Kadının bacaklarını, küçük beyaz göğüslerini seyrediyordu... Güneş yakıyordu. Yakınlarda bir yerden eşek ansının vızıltısı

geliyordu. Her yer elma kokuyordu. Şaşa yerinden kalkamıyor, hareket edemiyor, kadının dalga geçtiğini utançla duyumsuyordu. — Hep okuyor, okuyorsun. Kitap kurdu oldun. Yelizeveta, Saşa'mn elinden Anatole France'm cildini çekip aldı. —¦ Vermeyeceğim! Kitabı arkasına sakladı. Şaşa, kitabı almak için uzandığında elleri birleşti, kadının sıcaklığı her yanını sardı. Kadın evden yana şöyle bir bakıp başını geriye attı ve zorlukla soluk almaya başladı. Yüzünde kararlı, gizemli bir şeyler vardı. Yanan elleriyle onu boynundan yakaladı, kendine çekti, dudakları dudaklarını buldu ve sırt üstü uzandı. Sonra her şey bittiğinde Saşa'mn gözlerine bakıp güldü: — Şu yaptığına bir bak!... Şimdi yıkamak gerekecek. Kötüydü değil mi, söylesene? Neyse güzelim, ilk seferinde hep böyledir. Senin de ilk seferdi, değil mi? Doğruyu söyle! Şaşa ondan utanıyor, kaçıyordu. Ne ki ertesi gün öğleden sonra kadın ona seslendi: — Şaşa, erkekliğini göster beni kayıkla dolaştır. Saşa'mn Lipetzk'de sıkıldığını düşünen annesi. — Şaşa, git! dedi. Voronej'in —ırmağın adı böyleydi— karşı kıyısına geçmişler, kadın çayırda kendini Saşa'ya cömertçe teslim etmişti. Geceleyin Saşa'mn yamna gelmişti. Şaşa, mutfaktaki divanda yatıyordu. Sonraki günler, her gece yatağına gelmeye, gündüzleri de onunla öbür kıyıya gitmeye başladı. — Orospu, çocuğun kanına girdi, dedi kaynanası.. Annesi hiçbir şey farketmedi. Yelizeveta Petrovna'nın kocası geldiğinde Saşa'ya kuş181 kuyla baktı, anlaşılan annesinden bir şeyler duymuştu. Ye-lizeveta Petrovna sadık bir eş rolü oynuyordu. Saşa'yı umutsuz bir âşık olarak tanıtmıştı. Sözcükleri uzatarak kocasına, — îşte benim kavalyem... diyordu. Odalarında kocasıyla konuşurken, gülüşürken yaptığı iş* veler Saşa'ya çok ters geldi.

Kısa bir süre sonra da fabrikaya gireceğini bahane ederek annesini orada bırakıp Moskova'ya döndü. Bu deneyimden sonra uzun süre kadınlardan kaçtı. Bir seferinde fabrikada subbotnik düzenlenmişti. Herkes çalışmış, çevreyi temizlemiş, odunları yığmış ve biriken karları kurumuştu. Üçüncü atölyede çalışan uzun boylu güzel Polya, o gün Saşa'nın yanında çalışmış, onunla şakalaşmış, oyunlar yapmıştı. Subbotnik bittiğinde yavaşça, — Bize gidelim, ısınırız! demişti. Sonra daha da sessizce eklemişti: — Bugün yalnızım. O gün gitmemişti. Kız, çok açık seçik bir istekte bulunmuştu. Şimdi, gitmediğine üzülüyordu. Kanı kaynıyor, ona rahat vermiyordu. Yalnızlığın bazan insanı neye götürdüğünü biliyor, bundan korkuyordu. Sabah akşam jimnastik yapıyor, gündüzleri yatmıyor, bir köşeden ötekine hücreyi adımlıyordu. Günlük bir ölçü belirlemişti : On bin adım. Buz gibi duş alıyor, geç yatıp erken kalkıyordu. İki gün sonra istediği kitapları getirdiler. Yeniden okumaya gömüldü. Yatarak değil oturarak, hattâ ayakta duvara yaslanarak okuyordu. Gibbon'un ilk iki cildini, «Kara-mazov Kardeşler»i ve «Ölü Canlar»m yerine «Taraş Bulba»' yi göndermişlerdi. Yanına birini verdiler : îyice eskimiş mevsimlik paltosu ve yırtık ayakkabısıyla zayıf, bitkin biri. önce onu, sonra ranza, yatak ve battaniyeyi getirmişlerdi. Adı Saveliy Kuskov'du, Moskova Pedagoji Enstitüsü üçüncü sınıf öğrencisi olan Saveliy, Butırka'da beş aydır ya182 tıyordu. Saşa'nın yanında iki gün kaldı. Saveliy'i götürdüler, ama yatağı almadılar. Saşa'da tam fıttırık olmasa bile biraz kaçık izlenimi bırakmıştı. Hiç konuşmadan ve kıpırdamadan saatlerce yatıyor, sonra birden fırlıyor, ranzalara çarpa çarpa dolaşarak alçak sesle şarkı söylüyoddu. «Peygamber çiçekleri tarlalarda pırıl pırıl parlarlar.» Bu sözlerin tekdüze yinelenmesi anormallik düşüncesini pekiştiriyordu. Havalandırmaya çıkmıyor, Saşa'yla duş almaya gitmiyor, jimnastik yapmıyordu. Moskova'da ne akrabası, ne de yakını vardı; bu yüzden dışardan hiçbir şey gelmiyordu. Ha-pisane yemeğini de hemen yemiyor, iyice soğuduğunda yemeye başlıyordu. Saşa'nın kendi tabağını nasıl dikkatle yıkadığını kayıtsızca izleyerek kendisininkini şöyle bir sıyırıyordu. O günlerde Şaşa, annesinden ikinci paketi aldı. Ne var ne yok masaya koydu, ama Saveliy hemen hemen hiç dokunmadı bile. Gibbon'u eline almış, bir kenara ayırmıştı. Gogol ve Dostoyevski'yi daha önce okuduğunu söylemişti. Saşa'nın davasıyla ilgilenmedi. Kendisininkini

de kayıtsızca anlattı. Sebej bölgesindendi, köyleri sınıra yakındı. Tatil için eve gitmeye hazırlanırken annesinin oralarda bozuk para sıkıntısı olduğunu ve para üstü alamadıklarını yazan mektubunu almış. Gümüş para biriktirmeye başlamış. Arama sırasında yirmi sekiz ruble kırk kapik bulmuşlar ve onu yurtdışına kaçmaya hazırlanmakla suçlamışlar. Yabancı diller bölümünde okuması işin tuzu biberi olmuş. îlk sorgulamada suçu kabul etmiş ve sorgulama bitmiş. Şimdi verilecek cezayı bekliyormuş. — Niye itiraf ettin? — Nasıl kanıtlayacaksın? —- Sen değil onlar kanıtlamak zorunda. — Kanıtları var : Gümüş biriktirmek! Saçma ve anlamsız. Ne ki kendisinin tutuklanma nedeninin gazete ya da dayısı olduğunu anlatsa buna da kimse inanmazdı. Saveliy, yalnızca hapisaneden kaçış efsanelerini anlatırken canlanıyordu. Pencere demirini eğeyle kesiyorlar, cam183 dan çatıya, oradan başka bir çatıya, oradan da bahçeye ve daha sonra da sokağa! Kısa bir süre önce iki karaborsacı kaçmıştı. Dördüncü kattan atlamışlardı. Hapisanede bulunduğu süre, Saşa'ya buradan kaçmanın mümkün olmadığını öğretmişti. Ama tartışmadı. Saveliy'in kolaycılığına şaşmıştı. Okuldan anımsadığı birkaç sözcükle onunla Almanca konuşmayı denedi. Saveliy Almancayı mükemmel konuşuyordu. Şaşa bir an onun öğrenci olamayacağını düşündü. Saveliy, hapisane revirini de canlı bir ifadeyle anlatmıştı. Orada her şey vardı. Diş doktoru, fizik tedavi... Çıban, kan çıbanı, yel, her gün tedavi yapacaklar, o da oraya postu serecekti. Orada beyaz ekmek ve süt vardı. Doğru dürüst bir şey yememesine karşın ekmek ve sütten heyecanla söz ediyordu. Şaşa için önemli sayılacak konulardan da söz açıyordu: Doktorun hücereye gelip «Bir şikayetin var mı? diye sorması sürgüne yollanacağın anlamındadır. Güneyi, Orta. Asya'yı ya da Kazakistan'ı istiyorsan veremin, romatizman, siyatiğin ya da radikulitin olduğunu; kuzeyi istiyorsan kalbinin hasta olduğunu söyleyeceksin. Doktorun gelmemesi, çalışma kampı demektir. Şaşa hapisane binalarının adlarını ondan öğrendi. Avludaki kule, Pugaçev kulesiydi. Bu avlu en küçüğüydü. En büyük avlu mahkûmların çalıştığı atelyelerin önündeydi ve oradan dışarıya mektup yollamak mümkündü. Üçüncü gün Saveliy'i götürdüler. Geldiği gibi kayıtsızca gitti. Tanımadığı birine gelmiş, tanımadığı birinden ayrılmıştı.

Şaşa, kendisine hiç bakmadan ve kendisiyle vedalaşmadan kapıdan çıkan Saveliy'in dar ve hafif kambur sırtını görünce bitmek bilmez hapisane yolunun ne olduğunu duyum-sadı. Bu yolda daha çok insanla karşılaşacaktı. Saveliy birinciydi. 184 22 — Budyagin yoldaş, sizinle görüşecekler. Bir an sonra iyi bildiği ses, — Merhaba îvan! demişti. Stalin'e soyadıyla hitap etmeye alışkın değildi, adıyla hitap etmeye de karar veremedi. — Merhaba... — Geldin, hiç uğramadın. Burnun büyüdü, yolu unuttun. — Ben hazırım. Ne zaman? — Hazırsan gel. Karşı karşıya otururuz. Budyagin, Stalin'in yanına en son Nadya'mn ölümünden bir ay kadar önce —yani iki yıl önce— gitmişti. Ülkeye döndükten sonra, işlerini Stalin'in gözüne giren Dış İşleri Halk Komiseri Litvinov'la halletmişti. Stalin'in tezine göre Sovyetler Birliği'nin düşmanları İngiltere, Fransa ve Japonya'ydı. İngiltere, SSCB'yi sömürge imparatorluğuna, Japonya Çin'deki saltanatına, Fransa da Avrupa'daki etkisine bir tehdit olarak görüyordu. Aynı zamanda İngiltere ve Japonya, Birleşik Devletler'in dünya pazarındaki başlıca rakipleriydiler. Yenilen Almanya, kazanan Fransa'nın karşısındaydı. Böyle bakıldığında bütün karmaşık sorunlar yalınlaşı-veriyordu : İngiltere, Fransa ve Japonya bir tarafta; SSCB, ABD ve Almanya öteki tarafta. Stalin, sorunları karmaşıktan yalınlığa aktarmada kendi yeteneğine hayrandı. Ivan Grigoryeviç, Stalin'in Weimar Cumhuriyeti zamanında oluşan tezini eskimiş sayıyordu. Stalin'in küçültme, hafife alma yeteneğini de facia diye niteliyordu. Hitler'in iktidara gelişi güçler dengesini değiştirmiş, Alman sorununu temel sorun yapmıştı. Litvinov, görünüşe göre Budyagin'in bakış açısını paylaşıyordu, ama bunu belli etmiyordu. Zamanla Stalin'in tavrının değişeceğini umuyordu. Budyagin'e «Laisser Passer!» demişti. Stalin, Avrupa'yı bilmezdi. Her şeyi bilen kibirli, göçmenlerden, smokin ve fraklı Batılı işçi liderleriyle aynı ha185

murdan yoğrulmuş partili aydınlardan nefret ederdi. Rusya'da yer altında çalışmış, sürgüne gitmiş, kaçmış ve gizlenmişti. Onlarsa yurtdışında güvenlik içinde yaşamışlar, rahatlarına bakmışlar, ünlerine ün katmışlardı. Partinin Lond-ra'daki beşinci kongresinde onları yakından görme fırsatını bulmuştu. Stalin, bu kongreye kadar yalnızca Tammerforse ve Stokholm'de bulunmuştu. Ama oradaki kongreler, üç yüzden fazla delegenin katıldığı Londra kongresiyle kıyaslana-mazdı bile. Stalin, büyük bir devletin başkentini, kapitalizmin Babil'ini, burjuva demokrasisinin merkezini ilk ve son kez görmüştü. Bambaşka ve anlaşılmayan geleneklerle yetişmiş soğukkanlı insanların arasında dil bilmemesinin üzücü silikliğini duyumsamıştı. Nisanda çok soğuk olan Londra' da atkısını yitirmişti. Litvinov ile yenisini almaya çıkmış, ama sıcak tutacak atkıyı almamıştı. Çünkü yün boynunu tahriş ediyordu. En yumuşak ve en pahalı atkıyı almışlar, ama Stalin yine de kapris yapmaya başlamış, İngilizlere küfürler yağdırmıştı. Litvinov, dokların yanında bir ara onu yalnız bırakmıştı, döndüğünde Stalin'in çevresini saran işçilerin ona sataştıklarını görmüştü. Büyük olasılıkla ona bir şeyler sormuşlar, o da dil bilmediğinden yanıt verememişti. Cesur biri olan ve doğma büyüme Londralı gibi ingilizce konuşan Litvinov, işçileri ordan kovalamıştı. Litvinov, çok sonraları atkı olayını Budyagin'e anlatmış, ama doktaki olaya hiç değinmemişti. Stalin bu hikâyenin anlatılmasını bağışlamazdı. Çocukluğundan beri zayıf, sıska biri olan Stalin, fiziki gücüne, cesaretine ve daha sonraları kuşkuculuğunun doğurduğu ruh haline gölge düşürecek bütün davranışlara ve sözlere karşı aşırı duyarlıydı. Sürgündeyken Budyagin'e şunları söylemişti : Kabalığın karşısına daha büyük bir kabalık koymak gerek, insanlar onu zorla kabul ederler. Uzun kış gecelerinden birinde doktaki o olayı kendisi anlatmıştı: Onu Hintlilere benzetmiş, dövmek istemişler. Ama suratlarının ortasına yumruğu gömünce kaçmışlardı. Stalin «Suratına gömmek» deyimini çok severdi. 186 — îşte, övülen ingiliz işçi sınıfı. Efendilerinin aynısı! demişti. Budyagin, bir yılı aşkın bir süre Stalin'le görüşmeye uğraştı. Görüşlerini ona aktarmayı gerekli sayıyordu. Stalin'i ikna etmenin zor olduğunu biliyordu. Duyduğu sempatiyi çabuk yitiren, antipatiyi hiçbir zaman unutmayan bir insandı. Ama Stalin'in savaştan çekindiğini de biliyordu. Budyagin şimdi, denemesinin başarısızlığa mahkûm olduğunu biliyordu. Zaman, Stalin'in tutumunu değil, kendisini değiştirmişti. Şimdi, kusursuzluğuna her zamankinden daha fazla inanıyordu. Ivan Grigoryeviç, onunla çelişkiye düşerse bunun neyle sonuçlanacağını çok iyi biliyordu. Budyagin, Kremlin'e her zaman geçtiği Vozdvijenka'dan değil, Troitski kapısından girdi. Herzen sokağından, Manej alanından, Aleksandr bahçesinin yanından geçerek

yolunu biraz uzatmış, böylece biraz sonraki görüşmeyi iyice düşünmek istemişti. Belki de yazgısında önemli rol oynayacağını duyumsadığı bu görüşmeyi birkaç dakika geciktirmekti amacı. İvan Grigoryeviç, parti içi çekişmelerden hep uzak kalmıştı. Aynı zamanda ortak koroya da katılmamış, övgüler düzmemişti. Bu, Stalin için yeterliydi. Budyagin, devrime daha iyi bir yaşam için katılmamıştı. Ailesinin durumu oldukça iyiydi. Babası da, kardeşleri de, kendisi de Motoviliha fabrikasında usta birer demirciydiler. Hazinenin, devletin olan Motoviliha fabrikası, ülkedeki en büyük fabrikalardan biri sayılıyordu. Elli tonluk çekici, dünyadaki en büyük çekiçti. Kama ırmağının sol kıyısında, demiryoluna yakın bir yere kurulan Motoviliha, Perm kentinin ticaret ve sanayi merkezi durumundaydı, öteki yerlere oranla daha iyi yaşıyorlardı. Elektrikli ark kaynağının mucidi Nikolay Gavriloviç Slavyanov, bu genç işçinin yeteneğini görmüş, onu kaynak makinasının başına vermişti. O zamanların ileri teknolojisi ve onun önde gelen temsilcileriyle yakınlık düşüncesi Bud187 yagin'i heyecanlandırmıştı. Budyagin, kentteki politik sürgünlerin arasında epey güçlü olan sosyal demokratlarla ilişki kurdu. îvan Grigoryeviç de sıradan sosyal demokrat olarak kalabilirdi. Olgunluk diploması ve enstitüye giriş hakkı veren Tomsk Teknik Enstitüsü bünyesindeki açık öğretim kurslarına yazıldı. Birinci Rus Devrimi onu profesyonel devrimci yaptı. 1905 Aralığında genel politik greve, sonra da silahlı çatışmalara katıldı. Tutuklanıp Narım'a sürüldü. Budyagin, mutlakiyete karşı savaştığı için bunun ne demek olduğunu anlıyordu. Devrim kavramı da anlaşılır bir şeydi: Savaşımların son hedefi! Tehlikeli durumlar kaçınılmazdı. Halkın kini, yüzyıllardır kendisini ezenlere yönelmiş, devrim korunmuştu. tç savaş bitmiş, her şey yerine oturmuştu. NEP yalnızca yeni ekonomik politikayı belirlememiş, yeni bir yaşam tarzı da getirmişti. Ne ki Lenin'in «ciddi ve uzun süreli» olarak niteliği şeyler hiç de uzun sürmemişti. Stalin, Lenin'in vasiyetini uyguladığını belirterek NEP'i ortadan kaldırmıştı. Lenin'in adına ant içmeyi, ona atıfta bulunmayı seviyordu. Lenin'in Rusya'yı yeterince tanımadığı için toprağın uluslaştınlması düşüncesini ortaya attığını (Stalin'e göre köylüler bu düşünceye sahip çıkmayacaklardı) sürgündeyken Ivan Grigorye-viç'e söylemesine karşın Lenin'in sözlerine dayanmayı seviyordu. Tsaritsin'de de Budyagin'e Lenin'in askeri işlerden pek anlamadığını söylemişti. Bütün bunlara karşın Lenin'in önemini ve parti içindeki rolünü iyi kavramış, hiçbir zamai? ona karşı çıkmamıştı. Lenin'in haklı, kendisinin haksız çıktığı durumlarda kendini onunla aynı düşüncede ve Leninci politikanın sarsılmaz yürütücüsü olarak göstermişti. Şimdi de her adımda Lenin'in adını ağzından düşürmüyor, kendini öncü değil, Lenin'in kararının uygulayıcısı olarak gösteriyordu. Ne ki Stalin, Lenin'in istediği sosyalist demokrasi yerine bambaşka bir rejim kurmuştu.

188 Son gelişinden bu yana Stalin'in odasında değişiklik yoktu. Yalnız olan Stalin, yemek masasında oturuyordu. Masada bir şişe şarap, kadehler, meyveler, iki şişe maden suyu ve açık bir ki,tap vardı. Evinde de pantolonunun paçaları çizmesine sokulu, yarı askeri giysiyle dolaşırdı. Stalin başını çevirdi. Ceketi karnının üstüne taşmıştı. Dar alnı, bildik izler, yumuşak güzel eli! Budyagin, bu görüşmelerinin son görüşmeleri olduğunu anladı. Stalin, yerinden yavaşça kalktı. Elini uzatmadan ona bakmayı sürdürdü. Budyagin'den kısaydı, ama aşağıdan değil, sanki inik kirpiklerinin arasından bakıyor gibiydi. îvan Grigoryeviç, Stalin'in onu oturmaya davet etmesini, bu yakışıksızlığı bırakmasını bekliyordu. Stalin başıyla pencereyi gösterdi. — Orada bana küfrediyorlar mı? Ne Budyagin'in geldiği, ne de şimdi yaşadıkları ülkeyi soruyordu. Penceresinin ardındaki tüm insanları, tüm dünyayı kastediyordu. Sibirya'daki yalnız Gürcü, Asyalı amansız bir Tanrı olmuştu. Şimdi penceresinin ardmda tayga değil, egemenliğindeki ülke vardı. Bunu kongredeki zaferinden sonra soruyordu. Eskisi gibi hiç kimseye inanmıyor. Güvensizliğinin ve kuşkularının doğruluğuna emin olmak, Budyagin ve Budyagin gibilerin nasıl olduğunu görmek istiyordu. Budyagin'e karşı olmaya karar vermişti. Gülümsemiyor, ailesini sormuyor, eski ilişkilerine hiç değinmiyordu. — Eh işte, dedi Budyagin. Küfreden de var. Stalin, eliyle Budyagin'i oturmaya davet etti. Piposunu elinde sıkarak odada dolaşıyordu. Dolaşma alışkanlığı hiç değişmemişti. — Ryazanov nasıl? Beklenmedik bir soru. Oysa Ryazanov'u kabul etmiş, Po-litbüroda dinlemiş, MK üyeliğine getirmişti. Yeğeninin tutuklanmasıyla ondan kuşku duymuş olabilir miydi? — İşini bilen birisi. — Gereksiz inşaatlar yaptığını söylüyorlar? 189 Halk Komiserliği'ne Ryazanov'un kendiliğinden sinema, spor tesisi, hattâ tatil yeri yaptırdığına dair bilgiler gelmişti.

— Pyatakov komisyon yolladı. Stalin, doğrudan gözlerine baktı. Budyagin bu bakışın ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Güvensizlik! Yanıtı Stalin'i tatmin etmemişti. Neden? Budyagin doğruyu söylemişti. Stalin'in, muhatabının huzurunu kaçırma huyunu iyi biliyordu: Kuşkuya hiç yer olmayan yerde kuşkulanmak, kuşkulanmak gerektiğinde inamyormuş gibi yapmak. Stalin bakışlarını yavaş yavaş indirdi ve gülümsedi. — Sergo, Ryazanov'u MK'ya önerdi. MK'nın yalnızca ekonomistlerden oluşmasını istiyor. Budyagin'in tepkisini görmek için sustu. Karakteri böyleydi: Ryazanov'u MK'ye Orconikidze önermiş, Budyagin'i önermemişti. Sesini yükselterek devam etti: — Sergo'ya duyduğumuz saygıya karşın partimizin MK' sim VSNH (*) yönetim kuruluna döndürenleyiz. Partimizin Merkez Komitesi ekonomistlerin de, politikacıların da, askerlerin de, kültür adamlarının da temsil edildiği bir yerdir. Merkez Komitesi'nde partimizin bütün güçleri temsil edilmelidir. Özellikle de genç güçleri! Budyagin'in karşısında durdu. — Bir kenara çekilmek ve halktan gelen kişilere yol açmak gerek. Halk, devletin başında kendi çocuklarını görmek istiyor, soyluların ve yabancıların yeni kuşaklarını değil! Rus halkı soyluları sevmez. Rus halkının tarihi, soylularla yapılan savaşın tarihidir. Rus halkı Korkunç İvan'ı, Birinci Petro'yu seviyordu, yani özellikle boyarları ve soyluları yok eden çarları. Bolotnikov'dan Pugaçev'e kadar bütün köylü ayaklanmaları, iyi bir çar için soylulara karşı yapılmıştır. Söylediklerini, onun için olağan sayılan, tarihe bir göz atma o1 arak değerlendirmek mümkündü. Tarihi çok iyi bilirdi. Özellikle de kilise ve mezhepler tarihini. Ama şöyleVSNH : Tüm Rusya Ekonomi Konseyi, (ç.n.) 190 dikleri şöyle de anlaşılabilirdi: Budyagin gibi eski kadrolar yeni soylulardı! Halk, artık onları istemiyordu. Stalin devam ediyordu: — Köylü, devrimi neden merkezi yerlerde destekledi de uzak yerlerde, örneğin Sibirya'da desteklemedi. Merkeze yakın yerlerde köylü, soyluyu görmüştü. Sibirya'da ise soylu moylu yoktu. Soylu Kolçak ortaya çıkınca Sibiryalı köylü de devrimi destekledi.

Stalin, Budyagin'e bakıyordu. Gözleri kararmıştı. Sonra pencereye doğru yürüdü, orada durdu ve sırtı Ivan Grigorye-viç'e dönük konuşmasını sürdürdü. — Ama bütün gençler bu YENÎ güce dahil değil. Yazın bir ara Arbat'tan geçiyordum, orada yabancı malı giysiler giyen işsiz güçsüz gençlerin dalga geçtiklerini gördüm. Sorarım, onlar için Sovyet ülkesi mi, yoksa yabancı markalı bir giysi mi daha değerlidir? Hangisi? Gençlerden söz etmeye başlamıştı. Demek Şaşa için ricada bulunduğunu biliyordu. — Yabancı marka giysi giyerek de Sovyet ülkesi sevilebilir, dedi Budyagin. — Öyle mi düşünüyorsun? —Stalin ona döndü.— Ben ÖYLE düşünmüyorum. BENÎM çocuklarım yabancı malı giysiler giymiyor, BENÎM çocuklarım bizim, Sovyet mallarından hoşlanıyor, BENÎM çocuklarımın yabancı mal bulacak yerleri yok. Sorarım, ONLAR nereden buluyorlar? Lena'yı kastediyor olabilir miydi? Birisi fısıldamış olabilirdi: «Budyagin'in kızı yabancı mallar giyiyor!» Stalin, her zaman ufak şeylere önem verirdi, önemsiz şeyleri dinler, o konuyu bildiğini göstermek için bunları ortaya koyardı. Ufak şeyleri genelleştirme, onlardan sonuç çıkarma yeteneğiyle gurur duyardı. Budyagin, yurt dışında yaklaşık on yıl kaldığını, kendisinin de, ailesinin de doğal olarak yabancı malı giysiler aldıklarını ima edercesine: — Benim üstümde de yabancı elbise var, dedi. Stalin atılan taşı anladı, alaylı bir saygıyla kollarını açtı. 191 — Ooo... Sen bizim uluslararası düzeyde bir adamımız-sın, sana nasıl lâf söyleyebiliriz?... Yavaş yavaş Budyagin'e yanaştı, birden elini uzatıp başına dokundu. — Gencecik, kara saçlı, yakışıklı... Budyagin, Stalin'in ulaşabileceği kadar başını eğmenin ne kadar da kolay olduğunu düşündü. Stalin, sanki onun düşüncelerini anlamış gibi elini çekti, gülümseyince bıyıklan yeniden oynadı. — îvan, sen her zaman tartışmayı seviyorsun, başa çıkılmaz polemikçinin tekisin. Yine pencereye yürüdü, yine îvan Gregoryeviç'e sırtını döndü ve konuşmaya başladı: — Biz gençliği seviyoruz, gençlik bizim geleceğimizdir. Ama, onu eğitmek gerek. Gençliği, çiçek yetiştirir gibi özenle yetiştirmek gerek. Onu pohpohlamamalı, hatalarını bağış-lamamalıyız...

Evet, Saşa'dan söz ediyor. Bilgisi olduğunu gösteriyor. Bilgisinin çok azım. Gerektiğinde tümünü ortaya koyacak. — ... Ucuz, şöhretli gençleri aramaya gerek yok. Halk, ucuz şöhret arayan liderleri sevmez. Lenin aramadı, sokaklarda dolaşmadı. Halk, dilbaz liderleri sevmez. Troçki gevezenin tekiydi, şimdi ondan ne kaldı? Bu taş Kirov'aydı. Kirov, Leningrad sokaklarında dolaşırdı. Kirov, partinin en iyi hatibiydi. Bu sözlerin altında ne vardı? Hayır, Kirov'u Orconikidze'yi şimdilik bir kenara atamazdı. Zamanı gelmemişti. Şimdi, ondan başlıyordu. Ast-rahan savunması ve Kuzey Kafkas'taki askeri operasyonlar zamanından beri Kirov'la Orconikidze'nin yakını olan insanı yokluyordu. Bunun için çağırmıştı. Uluslararası sorunlar onu ilgilendirmiyordu. îlgilendirseydi bir yıl önce çağırırdı. Yakınındaki kişiler hakkında söylediklerinin açıklığı ve söylenenlerin dışarıya çıkmayacağına dair inancı, insanı şaşırtıyordu. Burada duyduklarını Kirov ya da Orconikidze'ye ima etmesi bile entrikacı olarak lekelenmesine neden olurdu. Zaten, Stalin kötü bir şey söylememişti. Yalnızca Orconikidze'nin MK'de daha fazla ekonomist görmeyi istediğini ve 192 Kirov'un Leningrad sokaklarında dolaşırken tehlike içinde olabileceğini belirtmişti, Stalin, ona dönmeden sordu: — Bu arada, Kodatski nasıl biri? Sanırım, Astrahan'da senin yanındaydı? — Evet, bölge balıkçılığını yönetiyordu. Onu sen de tanırsın, ne de olsa Leningrad Belediye Başkanı. Stalin, Budyagin'in yanıtındaki gizli zehiri anlamamış gibi davranıp, sakince, — Kodatski, Zinovyevci değil mi? diye sordu. Budyagin, gerçekten şaştı. — Kodatski, Zinovyev'e karşı çıkmıştı. — Evet, karşı çıkmıştı, sanki... Leningradlı işçiler, Troçki ile Zinovyev'in partiden atılmalarını istediklerinde Kodatski yoldaş büyük bir coşku göstermemişti. Hem de böyle bir sorunda! O zaman Kirov yoldaş, onun Moskova Narv bölge sekreterliğinden alınmasını önermişti. Aldılar. Şimdiyse Leningrad Belediye Başkanlığı'na seçtiler. Eski başkan Gri-gori Zinovyev'in yerine, yine bir Zinovyevci. Leningradlı işçiler buna nasıl bakıyorlar? — Bildiğim kadarıyla Kodatski muhalefete hiç katılmadı. Örgütsel bir konuda tereddüt ettiyse, bu tip tereddütlerden hiç kimse, ne sekiz yıl önce kurtulabilirdi, ne de şimdi.

— Kimse Kodatski yoldaşın kanını istemiyor, diyen Sta-lin Budyagin'e döndü. Yine de Leningrad örgütü gibi örgütlerde kadro seçimine özen göstermek gerek. Maamafih, parti Kirov yoldaşa yardımcılarını kendisinin seçmesi için yetki verdi. Karışmayacağız. Son tümce, Kodatski konusunun resmi değil, kişisel bir nitelik taşıdığına dair bir uyarı içeriyordu. Stalin görüşmenin sona ermesi için Budyagin'in beklediği soruyu sordu: — Hitler kim? — Hitler, savaş demektir. Bir ara sustu, sonra sordu: — Savaşacak aracı var mı? — Almanya'nın sanayi potansiyeli çok yüksek. Silahlanması zor olmaz. 193 — Silahlanmasına izin verirler mi? — İzin isteyecek değil. — İktidarda kalabilecek mi? — Görünüşe göre, evet. Stalin yeniden sustu, parmaklarını yakasında dolaştırdı. — Almanlar savaşır mı? — Zorlanırlarsa savaşırlar! — İngiltere ve Fransa Almanya'ya savaş tazminatı ödemeyi kabul ettirmişlerdi. Almanya'yı iyice böldüler, sömürgelerini elinden aldılar. Danzing'i, Sudetler'i, Polonya koridorunu, Doğu Prusya'yı ondan kopardılar. Almanlar, kimle savaşmaya hazırlanıyorlar? — İngiltere ve Fransa, Almanya ile bizim hakkımızda pazarlığa uğraşıyorlar. Stalin, Budyagin'e döndü. Her şey açıktı, görüşünü saklı tutmayı gerekli saymıyor, onun önünde, evinde söylemeyi gerekli sayıyordu. Yine de sakinliğini bozmadan, — İngiltere ve Fransa, Avrupa'nın göbeğinde güçlü bir Almanya'ya izin vermezler. Tam tersine güçlü bir Almanya, İngiltere ve Fransa dengesi için bizim işimize gelir.

Budyagin, kendinden emin olarak, — Almanya, bizim için en gerçek tehlikedir, dedi. Stalin somurttu. — Alman tehlikesini büyütmek ana tehlikeyi küçültmek demektir. Kuşkusuz, İngiliz emperyalistleri bunu istiyor. Ama biz, Sovyet insanları böyle olmadığını biliyoruz. — Ben düşüncemde direniyorum. — İşte bu nedenle orada daha fazla kalmadın. Gözlerini Budyagin'den ayırmadan söylemişti bunları. Budyagin de gözlerini indirmemişti. Stalin yine bir süre sustu. Budyagin'e bakmadan sanki başka birine söylüyormuş gibi devam etti. — Partinin böyle ayrıntılarla caka satmaya gereksinimi yok, işe gereksinimi var. Bunu anlamayan parti için gereksizdir. 194 — Partiye gerekli olup olmadığına parti karar verir, dedi Budyagin. Stalin masaya oturdu, öbür tarafa döndü, eline kitabını aldı. — Meşgulüm, özür dilerim. 23 Kapı, Budyagin'in ardından kapandı. Stalin kitabı bıraktı, kalktı, elinde piposu odada dolaşmaya başladı. Pencerenin önünde durup gözünün alıştığı, cephesine bakır toplar yerleştirilmiş eski silahhaneye baktı. Motovilihalı, diplomat! Silahlarından yoksun bırakılmış Almanya... Mançurya'da, Dalnıy Vostok'umuzun cephe gerisinde ise Japon orduları: İşte tehlike. Budyagin'in bakış açısı, bu derece sınırlı olamazdı, bunu anlıyordu. Hitler için gelmemişti. Partide kendi görüşü olan ve bu görüşü koruyan, gerektiğinde onun görüşüne karşı çıkabilecek güçler olduğunu söylemek için gelmişti. Kendi kafasına göre de gelmemişti, bunun için küçük sayılırdı. Verilen görev üzerine gelmişti. Karşıtlarını yok etmek için ona, Stalin'e sözde yardım edenlerin, onun eskiden, şimdi ve gelecekte dayanmak zorunda olduğu kişilerin (yoksa diğerlerim eledikleri gibi onu da bertaraf edeceklerdi) verdikleri emir gereği buraya gelmişti. Onun her şeyi onlara borçlu olduğuna inanıyorlardı. Tam anlamıyla yanılıyorlardı. Gerçek lider KENDİSİ gelirdi. Gerçek lider iktidarını yalnızca KENDİSİNE borçludur. Onlar kendisini değil o, onları

seçmişti. Kendisini ileriye yürüten onlar değildi. O, onları arkasına almıştı. İktidara yerleşmesine onlar yardım etmemişti, tam tersine, devletin en yüksek kademelerine onları, o getirmişti. Bugünkü mevkilerini, onunla birlikte olmalarına borçluydular. Lenin, kime borçluydu? Londralı ve Cenevreli göçmenlere mi? Petro kime borçluydu? Menşikov'a mı? Lefort'a mı? İktidar mirası, işin özünü değiştirmez. Hükümdarın lider olması için, onu kukla olarak gören çevresini yok etmesi ge195 I rekir. Petro'da böyle olmuştu. Korkunç tvan'da böyle olmuştu. Kendisi karşıtlarını yok ettiği için lider olmamıştı. Lider olduğu için onları yok etmişti. Ülkeyi yönetmek için özellikle kendisi seçilmişti. Karşıtları bunu anlamamışlar, yok olmuşlardı, şimdi de anlamıyorlardı ve yok olacaklardı. Başarısız bir talip, her zaman potansiyel bir düşmandır. Tarih onu, bu ülkedeki iktidarın sırlarını bilen tek kişi olduğu için, bu halkı nasıl yönelteceğini bilen tek kişi olduğu için, halkın meziyetlerini ve yetersizlilkerini sapma kadar bildiği için seçmişti. Özellikle yetersizliklerini çok iyi biliyordu. Rus halkı, kolektif bir halktı. Cemaat güdüsü, varlığının ezeli biçimiydi, eşitlik onun ulusal karakterinin temelinde vardı. Bu, Rusya'da yarattığı toplum için elverişli koşullar sunuyordu. Lenin'in NEP'i taktik olarak iyi bir manevraydı, ama «ciddi ve sürekli» oluşu bir hataydı. Manevra, buğday alımı için köylüyle yapılan bir uzlaşma; «ciddi ve sürekli» oluş da çiftlik sahibine dayanan bir politikaydı. Çiftlik sahibi ise halkın psikolojik yapısına ters düşen eşitsizliğe giden yol. Stalin kitaplığa yanaştı ve Lenin'in sayfaları işaretlenmiş bir kitabını alıp yeniden okumaya başladı: «Halkın NEP yoluyla kooperatifleşmesi için... Bunun için tarihi bir dönem gereklidir... Herkes okur yazar olmadan, yeterli düzeyde açıklık ve halkın kitaplardan yararlanması için yeterli düzeyde eğitim, maddi temeller, örneğin açlık, kıtlık ve benzerlerine karşı yeterince önlem olmadan amacımıza ulaşama-yız.» Kitabı kapattı, yerine koydu. Bu yol, köylüye yabancısı olduğu çiftlik sahibi psikolojisini aşılamak demekti. Çiftlik sahibi içinse proletarya diktatörlüğü gereksizdi. Rus köy-lüsündeki mülkiyetçiliği ve kişiselciliği doğmadan yok etmek gerekir. Kooperatif? Evet. Ama köylünün yalnızca işçi olduğu bir yapı... Kendisi bunu yapmıştı. Bu, Ekim Devrimi kadar önemli ikinci bir devrimdi. Ekim Devrimi'nde köylü yanımızdaydı, kolektifleştirmede ise karşımızda. Doğru, ki196 tap da, bilim de, kıtlıkla savaşım da gerekliydi... Bunların hepsi gerekliydi,

ama kolektifleşmenin öncüleri olarak değil temeli olarak. Kendisi de böyle. yapmıştı! Önce kolektifleş-me sonra kültür. Lenin'in bürokratik sapma diye nitelediği şey yegane yönetim biçimiydi. Ama bu yönetim biçiminde bir söz tehlike konusuydu : Bürokrasi halkla iktidar arasına girmeye çalışıyor, iktidarı değiştirmeye yelteniyordu. Bunu acımadan engellemek gerekiyordu. Yetkili organlar, yüksek iradenin tartışmasız icra gücüydü. Onu sürekli korku içinde tutmak gerekliydi; böylece ondaki korku halka da geçerdi. Kendisi böyle bir aygıta sahip miydi? Hayır! İktidar savaşı içinde kurulan devlet aygıtı, henüz liderin aygıtı değildi. Aygıt, kendini zaferi gerçekleştiren güçlerden biri ola,-rak görüyordu. Budyagin'in ziyareti bunun kanıtıydı. Liderin gerçek aygıtı, iktidara geldikten sonra kendisinin yarattığı aygıttır. Bu aygıt, uzun süreli olamazdı. Yoksa karşılıklı ilişkileri pekiştirir, gücü eline geçirirdi. Aygıt karıştırılmalı, değiştirilmeli ve yeniden düzenlenmelidir. Böyle bir aygıtı oluşturmak karşıtlarını yok etmekten daha zordu. Aygıt, yukardan aşağıya zincir gibi birbirine kenetlenmiş, bağlanmış yüzbinlerce insan demekti. Bugünkü Politburo üyeleri, bir zamanlar Lenin'le yurtdışından dönen insanlar değildi. Bu insanlar, aygıt içinde yukardan aşağıya ilişkileri olan kişilerdi. Bütün zinciri sarsmak için tek bir halkaya dokunmak yeterliydi. Kendisi çevresindekilere güveniyor muydu? Politikada hiç kimseye güvenilmez! Molotov, Kaganoviç ve Voroşilov diğerlerine göre daha güvenilir kişiler. Bağımsızlık istemeyen iyi uygulayıcılar! Gerekli durumlarda kendilerini göstermişler ve bu durumlarla kendilerini özdeşleştirmişlerdi. Onsuz hiçbir şeydiler! Voroşilov karşı tarafa geçebilirdi, ama onun tarafını tutmaya devam edecekti. Çünkü asker aydınlardan, özellikle de Tuhaçevski'den korkuyordu. Voroşilov, orduda süvarilere dayanıyordu. Budennıy, Timoşenko, Sçadenko, Gorodovikov. Ama bu, zayıf bir destekti, kılıç devri geçmişti. 197 Kalinin ve Andreyev. Politbüronun en yaşlı ve en genç üyeleri. Birincisi elli dokuz, ikincisi otuz dokuz yaşında. Sivrilenler! Kalinin köylülerden, Andreyev işçilerden; ikisi de çoğunluk nerdeyse, orada otururlar. Ve güven vermeyeneler: Kirov, Orconikidze, Kosior, Kuybişev ve Rudzutak. Lenin, vasiyet olarak adlandırılan o mektubuyla zamanında Rudzutak'ı gizlice onun yerine genel sekreterliğe önermişti. Lenin'in Rudzutak'la bu sorunu görüşmemiş, ondan olur almamış olması olasılığı var. Rudzutak dikkatli davranıyor! Aygıt içinde ciddi ilişkileri yok. Londra kongresinden şubat devrimine kadar yaklaşık on yılı sürgünde geçirdi. Yine de Lenin'in, onun yerine getirmek istediği biri. Bunu unutmamak gerek. Rudzutak da bunu unutmaz.

Kuybişev, soylulardan. Soylular okulunda okumuş! Zevkine düşkün, hasta. Köşesine çekildi ve kendisine dokunmalarını istemiyor. îyi bir eleman, ama parti içinde daha çok iyi eleman var! Kosior gelmiş, onunla dolaşmış, ama kâh sağa kâh sola dönmüştü. Neden yalpalamıştı? Samimiyetsiz bir adam. Güvenilmez! Orconikidze! Zor iş. Ona yakın tek insan. Otuz yıl önce Tiflis'te tanışmışlardı. Evet, işte özellikle bu yüzden... Çok önceden beri tanıyordu onu. Çok değişik durumlarda görmüştü. Kendisini ortak sayıyor. Oysa liderin ortağı yoktur. Liderin silah arkadaşı vardır. Apostol, arkadaşların içinden değil, öğrencilerin arasından seçilir. Romantik, saf, çabuk kanan, söylediğine yaptığına içtenlikle inanan biri. Politikacı için tehlikeli özellikler. Muhaliflerin sindirilmesinden sonra, onları ayırım gözetmeden yeniden partiye almayı önermişti. Ona karşı çıkanların yok edilmeleri gerektiğini anlamıyor muydu? Halk, ona karşı çıkmanın Sovyet iktidarına karşı çıkmak olduğunu anlamalıydı. Sovyet iktidarının düşmanlarını —hem de parti içindekileri— yok etmeyi neden istememişti? Bu, bir hata değildir. Parti içinde onu dengeleme, ilerde hakem olma ve gerektiğinde ona karşı elinde güç bulundurma politikasıydı. 198 Lominadze bunun kanıtıydı. Sergo, Lominadze'nin Şats-kin'e yazdığı otuzda ele geçen mektubu biliyordu. Nasıl tepki göstermişti? Omuz silkerek... «Çocuk...» Ama bu «çocuk» mektubunda ondan söz ediyordu. Politikada çocukluk olmaz. Politika da çocuk oyuncağı değildir. Lominadze ve Şatskin kendilerini varis olarak hazırlıyorlardı, acele ettiler. Lominadze kim oluyor? Üç yıl erken doğsa menşeviklerle; Jordan, Çheidze ve Tsereteli ile birlik olurdu. Onlar da onu cahil sayıyorlardı. Bu Gürcü aydınları ulusal Gürcü karakterin-deki en kötü yanları almışlardı: Kendilerini Asya'da Avrupa'nın bir adası gibi görüyorlardı. Lominadze şimdi Ural'day-dı, ama Sergo onu eskisi gibi koruyordu. Raslantı mı? Hayır. Lominadze politikasının halkalarından biriydi. Orconikidze bu politikada yalnız mıydı? Yalnız değil. Bu onların, Kirov'la onun politikası. Ayrılmaz dostlar! Kirov Moskova'ya geldiğinde hep Sergo'da kalırdı. Dostluklarının temelinde ne var? Onları birleştiren ne? Politikacılar arasında kişisel dostluk nasıl olabilir? Neden iki Politburo üyesi dostluklarıyla diğerlerinden ayrılıyor? îkisi de kırk sekiz yaşında. Kuzey Kafkasya'da, Gürcistan'da birlikteydiler. îkisi de otuzdan beri Politburo üyesi. Hayır, bütün bunlar, böylesi bir dostluk için yeterli temel değil. Dostlukta eşitlik yoktur. Dostluk da politika gibidir : Kimi yönetir, kimi yönetilir; kimi etkiler, kimi etkilenir. Bu dostlukta etkili kişi Ki-rov'du. Her az bilgili gibi ikbalperest, her taşra gazetecisi gibi demagog, her geveze gibi onu partinin en iyi hatibi ve nerdeyse «devrimin sözcüsü» sayan yandaşları olan biri. Zamanında Kirov'u Leningrad'a yollayan Stalin, Lenin-gradlılara oranın ikinci başkent değil, ülkenin kuzey-batısm-da sıradan bir kent olduğunu göstermek

istemişti, iki başkent olmaz. İkincisi her zaman birincinin rakibi olur. Lening-radlılar hep büyük adlara alışıktılar. Oysa Azerbaycan'dan, az tanınan, hattâ politbüro üyesi bile olmayan biri yollanmıştı. Piterli işçiler devrimci geçmişleriyle övünüyorlardı, ama onlara devrime kadar küçük bir gazetenin, «Terek» gazetesinin sıradan bir elemanı gelmişti. Muhalif ayaklanmayı kökünden kurutacak biri olarak gönderilmişti. Leningradlılann 199 buna dayanamayacakları, durumun daha da karışacağı ve bu sürekli kaynayan merkezin toptan tasfiyesi için gerekli koşulların oluşacağı düşünülmüştü. Kirov, Leningrad'daki sekiz yıl içinde Leningradlılarm kendi adamları, «sevgilileri» oldu. Parti örgütünü kendi çevresinde topladı, Leningrad'ın devlet içinde ikinci kent oluşunu sağlamlaştırdı. Bitmek bilmeyen Leningrad ayrılıkçılığını, bu kentin Rusya'daki yegane Avrupai kent olduğuna dair gülünç iddiaları teşvik etti. Şöhret düşkünlüğü sadeliği öldü rür. Kamenna-Ostrovski caddesinde herkesin girip çıktığı bir evde oturuyor, işe yürüyerek gidip geliyor, Leningrad sokaklarında dolaşıyor, otomobiliyle çocukları gezdiriyor ve onlarla «kedi-fare» oynuyor. Silah arkadaşı, lidere benzemelidir. Liderin yaşam biçimi, onun temsil ettiği çağın ve yönettiği devletin stilidir. Sadeliği ve açıklığıyla hava atan Kirov, ona meydan okuyor ve Stalin'in Kremlin'de koruma altında yaşadığını, sokaklarda dolaşmadığını, çocuklarla «kedi-fare» oynamadığını gösteriyor; böylece Stalin'in halktan korktuğunu, kendisinin korkmadığını belirtiyordu. Kirov, on yedinci kongrede şunları söylemişti : «Leningrad'da eski olarak yalnızca Petersburg işçilerinin ünlü devrimci gelenekleri kaldı. Bunun dışında her şey değişti, yeni-leşti...» Doğruyu söylememişti. Leningrad'da devrim öncesinden bürokrasi, soyluluk, burjuva aydınlar kalmıştı. Litvanyalılar, Estonyalılar, Finliler, Almanlar, yani burjuva gizli servislerinin ajanları hâlâ vardı, Kendini Ekim Devrimi'ni gerçekleştirenlerden sayan küçük burjuva işçiler. Zinovyev ile onun partideki işlerini destekleyen binlerce insan hâlâ oradaydı. Leningrad örgütü Zinovyev'i desteklemişti, komünistler ve komsomolcular muhalefetten yana oy kullanmışlardı. Şimdi nereye gitti onlar? Yaşıyorlar, günlerini gün ediyorlar, Leningrad örgütünde şimdi çoğunluğa sahipler. Kökler kaldı. Kökler! Kirov kökleri neden söküp atmıyor? Zinov-yev'e karşı çıkanlar Çudov'a, Komanov'a ve diğerlerine dayanıyorlar! Peki neden karşı çıktılar? Zinovyev onları gücen200 dirdi de ondan. Yeteneksizler! Zinovyev bunu görmüş, onlara geçit vermemişti. Kendisi de geçit vermeyecekti. Ona karşı akılları karıştırmayı sürdürecekler! Kirov yoldaş, işte bu insanları çevresine topluyor! Bütün bunlardan sonra, orada eski olarak yalnızca devrimci geleneğin kaldığı nasıl söylenebilir? Bu, açık ya da gizli, deşifre edilmiş ya da edilmemiş

Leningradlı muhaliflerin açıkça savunulmasıdır. Bu, Leningradlı küçük burjuva isçilerin pohpohlanmasıdır. Bu, onları Stalin'e karşı koruduğunu göstererek onların sempatilerini kazanma isteğidir. Bu, Leningrad kalesini kendisi için saklama niyetidir. Sergo gibi, ona karşı bir güç hazırlıyor! Ortak taktik, ortak politika. Stalin'i aldatmayı düşünüyorlar! Stalin'i aldatamazlar! Onu istedikleri kadar göklere çıkarsalar, istedikleri kadar onun adına yemin içseler de aldatamazlardı! Geçen yıl, Kirov'la bir hafta birlikteydiler. Voroşilov da vardı. Belomorkanal'a gitmişler, Sorok, Murmansk ve Leningrad limanlarını gezmişlerdi. Kirov'un Belomor'u pek önemsemediğini hissetmişti. Kuzey deniz yolu, Pasifik okyanusuna ve Japonya'nın arkasına çıkış yoluydu. Kirov, bu stratejik soruna başka türlü yaklaşıyor; Doğu'ya değil, Batı'ya önem veriyordu. Bunu da Petersburglulardan almıştı. Ne de olsa kendilerini Avrupalı sayıyorlardı. Bakış açısı Budyagin' le aynıydı. Dolayısıyla Budyagin, onu yalnızca genel olarak değil, somut olarak da uyarmaya gelmişti. Kirov, heyecanını göstermeyi her zaman becerirdi. Ama Belomarkanal hakkında susmuş, hattâ konuşmayı gereksiz saymıştı. Yine de kendini tutamamıştı. Murmansk liman müdürü yeni vinci tanıtırken açıklamalar yapıyordu. Kirov, onun açıklamalarım açıklamaya yeltenmiş, böylece üstünlüğünü göstermeyi düşünmüştü. Elbette! Sanayi okulunda okumuş teknik adam sıfatı taşıyor! Ne var ki geçen yirmi yıl boyunca bir gün olsun teknik adam olarak çalışmamıştı. «Terek» gazetesindeki işi ortadaydı. Onun orta düzeyde teknik eğitiminden eser kalmamıştı. Eskimiş, çoktan unutulmuş bilgiyi sergilemenin anlamı yok! Teknik eğitim görmemiş yönetici işi anlamaya çalışır, teknikle üstünkörü uğraşmış yönetici ise geve201 t zelik ederek akıl hocalığı yapar. Kime akıl hocalığı yapmaya kalkıyor? O zaman, o akşam Nadya ona bağırmıştı: «Seni doğru yola çekmek için etkilemeyi düşünüyorlar... Saflar! Seni tanımıyorlar. Seni etkilemek mümkün değil, sen ıslah olmazsın...» ONLAR, Nadya'nın yakın dostları, Kirov ve Orconikidze. Nadya'yı onlar işlemişti! Onlar! Onlar!.. Nadya kanalıyla onu etkilemek istemişler, Nadya'nın yüreğine ona karşı güvensizlik tohumu ekmişlerdi! Politik açıdan sınırlı bir kadını kullanmışlar, kendisini evinden, ocağından, karısından, eşinden etmişler, sırtından vurmuşlardı. Bunu hiç unutmayacaktı! Nadya da iyiydi! Ölümü ona bir meydan okumaydı. Nadya da bu lanet kenttendi, orada büyümüştü, Leningradlıydı. Her şeyi ona karşıydı onlar da onu iyice doldurmuşlardı. Hiç kimseye inanmayacaksın, karma bile. Onu yalnız bırakmak istiyorlar. Önemli değil! Tek başına bile onların hepsine yeter! Etkilemek!.. Sergo da etkilemek istiyor... Onu etkilemek! Kendine güvenen aptallar!

Kirov, yarı aydın ve damagogun biri. On yedinci kongrede büyük çıkış! Kongre onuruna Kızıl Meydan'da yapılan mitingde yine büyük alkış, tezahürat! Moskovalılar karşısında BÜTÜN partiyi temsilen bir politbüro üyesinin konuşması gereklidir, Leningrad örgütünden birinin değil. Ama Kirov reddetmemiş, konuşmuştu. Güvenilmez! Kirov'u Moskova'ya almak gerek! Burada göz önünde olur. îkinci başkent hikâyesi de yetti artık! Kimi göndermeli? Ivan Budyagin! Daha akıllısını bulamadı mı? Ryazanov hakkındaki sorusunda onu yakalamıştı: «Pyatakov, komisyon yolladı...» Yanıt vermekten çekindi. Ryazanov komisyonu eve hapsetmiş, sonra da gerisin geri yollamıştı. Neden ondan gizliyorlar? Anlaşmazlıklarını gizlemek, kendilerini yek vücut göstermek istiyorlar. Lominadze, Ryazanov'un kent komite sekreteri! Onun rolünü de gizlemek istiyorlar. Ondan, ondan gizlemek! Her adımlarını, her düşüncelerini bilenden gizlemek! Komisyonun hapsedilip geri gönderilmesi büyük bir olay202 di. Ryazanov yanıt vermek zorunda! Bu olay, Orconikidze'nin çevresindeki ciddi gelişimlerin bir kanıtı. Bu, komisyonu Pyatakov oluşturmuş olsa bile Orconikidze'ye vurulan bir şamardı. Anlaşmazlığı aralarında çözmek için olan biteni ondan gizlemek istemişlerdi. Hata ediyorlar. İşi kendisi çözecek! Stalin pencereden uzaklaştı, telefonu kaldırdı ve Pask-rebişev'e Ryazanov'u ivedi olarak Moskova'ya çağırmasını emretti. 24 Ryazanov çağrılmayı bekliyordu; öğrenir öğrenmez yola çıktı. Neler olacağını çok iyi biliyordu: Görevinden alacaklar, partiden atacaklardı. Bu durumu kendi yaratmış, yanıtını da hazırlamıştı. Mark Aleksandroviç, gerçekten de evlerin yanına sinema, kulüp, izci kampı, kreş ve kükürtlü sıcak su kaynağının yanına tedavi merkezi yaptırmaya başlamıştı. Normal yaşam koşullarını sağlamadan fabrikaya devamlı kalifiye işçi bulmak mümkün değildi. Herkes gibi Mark Aleksandroviç de ülkeye demir gerektiğini biliyor, onu sağlıyordu. Ülkenin sanayie gereksinimi vardı. Asya kesimi birkaç fabrikayla sanayileşmiş olmazdı. Birkaç fabrika Kongo'da da inşa edilebilirdi çünkü. Avrupa Rusyası sanayileşmiş, sosyalistleşmişti. Sanayileşme için bir tezgâhta şöyle böyle çalışmış köylü değil, çağdaş uygarlığın bütün tekniklerinden yararlanabilecek kültürlü işçiler gerekliydi. Yaşam kültürü, üretim kültürünün bir parçasıydı. Karda tipide fabrika kurabilirsin, ama bu yolla çağdaş sanayii yaratamazsın!

Topu topu bir sinema, bir kulüp, bir kreş ve bir tedavi merkezi! Hepsi bu! Ama herkes bunun başlangıç olduğunu anlıyordu. İnsanlar geceleri ve tatillerde fırınları inşa ederken çalıştıkları gibi şevkle çalışıyorlardı. Oysa Moskova'ya bu ko203 nu Ryazanov'un plan dışına çıkarak fabrikaya zarar verdiği, insanları ücret vermeden çalıştırdığı şeklinde iletilmişti. Pyatakov bir komisyon yollamıştı. Komisyon başkanlığını ünlü, ama dar görüşlü ve yalnızca tek şey bilen biri yapıyordu, îlk görev: Pik Baraka yapmayı mı düşünüyorsun? tç savaşta karda yattık! Komisyonun uzmanlığına da Buharin ekolünden ünlü bir ekonomisti atamışlardı. Yirmili yılların sonlarında Uralların sanayileşme için uygun olmadığını, kömürün, petrolün ve elektrik için en önemli kaynak olan suyun bol bol bulunduğu Sibirya'ya açılmak gerektiğini savunuyordu bu uzman. Komisyonun, Ryazanov'un sosyal programını onaylamayacağı daha baştan belli olmuştu. Böyle bir komisyonu fabrikaya sokmak ve onların çalışmalarına izin vermek işçilerin moralini bozmak demekti. Mark Aleksandroviç'in emriyle saygıdeğer komisyon üyelerini, fabrikadan yirmi kilometre uzaklıktaki rezidans dedikleri hükümet üyeleri için yapılmış özel aşçılı, özel hizmetçili eve yerleştirdiler. Komisyon üyeleri başlangıçta küçük bir terslik dışında çok memnundular: Onlara araba yollamıyor-lardı, fabrikaya gidecek araçları yoktu. Günde üç kez çok güzel yediriyor, içiliyorlardı ama ne Ryazanov ne de Moskova ile bağlantı kurduruyorlardı. İlk gün, karınlarını doyurduktan sonra araba göndermeyen Ryazanov'la dalga geçmeye başlamışlardı. İkinci gün kuşkulandılar. Üçüncü gün ise arabanın gelmeyeceğine inandılar. Dördüncü gün istekleri uyarınca onları istasyona götürdüler, görev kâğıtlarını imzaladılar, birinci mevki biletlerini verdiler ve Moskova'ya yolladılar. Mark Aleksandroviç, bu operasyonu Lominadze'den habersiz yapmıştı. Stalin onu sevmiyordu, tşe karışması ancak zarar verirdi. On yedinci kongreden sonra Ryazanov'la Lominadze'nin ilişkileri gerginleşti. Lominadze'yi MK üyeliğinden atmışlar, Ryazanov'u almışlardı. Politik olarak Lominadze'den daha yüksek bir yere gelmişti. Mark Aleksandroviç mühendisti. Lominadze ise üstün yeteneğine ve aklına karşın teknikten hiç anlamryordu. Üstelik fabrika müdürü yıllardır partidey204 di. Atölye, ekip ve vardiya başları hep komünistti! İç savaşın askeri uzmanı değil! Askeri komiserlere gereksinimleri yoktu. Parlak konuşmalar, tarihsel paralellik! Çok güzel! Ama izninizle, başka bir

zaman, başka bir yerde, başka bir sefer! Mark Aleksandroviç Amerika'da üç yıl kalmış, bütün Avrupa'yı dolaşmıştı. Çalışmak, yetişmek gerektiğini biliyordu. Gerisi boş laf! Komünizmi kurmak gerek, komünizm hakkında gevezelik etmek değil. Herkes Lominadze'nin önceki ağırlığını koruyacağını sanıyordu. Merkezde evet, ama burada Ryazanov daha ağır basıyordu. Doğru, Lominadze Orconikidze'nin gözdesiydi, onunla arasında direkt telefon hattı vardı; ama Mark Aleksandroviç, fabrika için gerekli şeyleri doğrudan doğruya Orconikid-ze'den alıyordu. Ufak tefek şeyler için Sergo'ya gidemezsin, devlet aygıtı sorunu çözebilir. Aygıt ise yalnızca Ryazanov'u tanıyordu. Fabrika Ryazanov demekti, yaşamı ve ölümü demekti. Komisyona karşı davranışını etraflıca düşünen Mark Aleksandroviç girdiği riskin farkındaydı. Ama kazanırsa başarısı da çok büyük olacak, yerini iyice sağlamlaştıracaktı. Orconikidze'nin onu destekleyeceğini biliyordu. Pyatakov, komisyonu ondan habersiz yollamıştı. Sergo, Ryazanov'un işe Lominadze'yi karıştırmamasını değerlendirecektir. Ryazanov, Voroşilov'un desteğine de güveniyordu Voroşilov bir ay önce Dalnıy Vostok'tan dönerken ona uğramış, her şeyden hoşnut kalmış, omuzuna vurarak Mark Aleksandroviç'i kutlamıştı. — Burnum bolşevik burnudur, demirin kokusunu duyuyorum. Ryazanov, Stalin'in onu anlayacağını umuyordu. Çünkü kendisinin yerinde Stalin olsa o da böyle davranırdı. Ryazanov, Stalin'in adamı, fabrikası, Ural'ıydı. Stalin bunu değer-lendirmezlik etmezdi. Sorun Kremlin'de Stalin, Voroşilov, Orconikidze ve sessiz, saygılı biri olan MK Planlama Dairesi'nin yeni başkanı menekşe gözlü Yejov arasında görüşüldü. Mark Aleksandroviç açıklamasını yaptı. Hiç kimseyi hap-setmemişti. Komisyon üyeleri istedikleri yere gidebilirlerdi. 205 Yalnızca, Orconikidze yoldaşla görüşünceye kadar fabrikaya girişlerini geciktirmişti. Orconikidze yoldaştan komisyonun geri çağrılmasını isteyecekti. Çünkü komisyon fabrikaya zarar verebilirdi. Moskova'yı aramış, Sergo'nun güneye gittiği, birkaç gün sonra döneceği söylenmişti. Komisyon birkaç gün bekleyebilirdi, ölecek değillerdi ya! İnşaatlara gelince... İnşaatlar daha önceden onaylanan tahsisatlar çerçevesinde ve işçilerin gönüllü çalışmalarıyla yürütülüyordu. Denetim için böyle saygıdeğer bir komisyonun yerine bir mali müfettiş gönderilmesi yeterliydi. Ryazanov'u sözünü kesmeden dinlediler. Stalin, elinde piposu odada dolaştı, Orcanikidze surat astı. Masanın ucunda oturan ve elinde büyük bir bloknot tutan Yejov yerinden hiç kımıldamadı. Voroşilov, Ryazanov'un komisyonu saygıdeğer olarak nitelemesini onaylar biçimde gülümsemişti. İlk sözü o aldı: — Kısa bir süre önce fabrikadaydım. Fabrika gelişiyor, demir üretiyor. İşçiler birbirine bağlı, yönetim otoriter. Fabrikanın oraya yapılmasına karşı çıkan profesör neden komisyon üyesi olarak gönderildi? Ryazanov doğru davranmış,

hareketinde çirkin bir şey görmüyorum. Sergo yoldaşı beklemiş, komisyon da bekleyebilirdi. İstememişler! Ne yapalım! İş ekonomik! Ryazanov şu konuda da haklı: Bir müfettişin bile halledeceği bir iş için komisyon yollamayı seviyoruz. Ryazanov yoldaşı desteklemek gerek. Herkes Orconikidze'nin ne diyeceğini bekliyordu. Soğuk bir biçimde konuşmaya başladı : — Her şey öyle. Öyle olduğunu varsayalım. Ama siz, Ryazanov yoldaş, komisyonu yalnızca araçsız değil iletişimsiz de bıraktınız. Benimle konuşmak istemişsiniz, bu sizin hakkınız. Ama onlar da Moskova ile görüşmek istemişler, bu da onların hakkı. — Grigori Konstantinoviç, konu size tam olarak iletilmemiş. Burada en önemli sorun Moskova'yla iletişim değil, bu ortada. Normal yolla Moskova'yı bulmak mümkün değil çünkü. Bizde, direkt olarak size bağlı iki hat var. Biri bende, öteki Lominadze yoldaşta. Lominadze yoldaşa başvurmamışlar» 206 Zaten o genel olarak işin dışında. Kendi telefonunumu ise onlara vermeyi gerekli bulmadım. Pyatakov ile görüşselerdi, komisyonun yetkisini onaylardı. Bense sizi bekledim, sizin bu yetkiyi onaylamayacağınızı göz önünde bulundurdum, doğru söylüyorum. Mark Aleksandroviç, Lominadze ile Sergo'nun direkt hatları olduğunu söylediğinde Stalin'in sırtının ürperdiğini hissetti. Stalin hemen konuşmaya başladı. Güçlü Gürcü aksanıyla sözcüklerin üstüne basarak yavaş yavaş konuşuyordu. Anlaşılan heyecanlanmıştı. — Ural'da Ural'ı anlamayan insanlara gereksinmemiz yok. Ural'ı anlamayan Moskova'da koltuğunda otursun. Böyle bir komisyonun gönderilmesi büyük bir hata. Bunu Pyatakov yoldaşa sormak gerek. Bir süre durakladı. Yejov hemen yazmaya başladı. — Akla uygun ölçülerde, konut ve öteki sosyal yapılat* da gereklidir. Özellikle üretimin başarıyla yapıldığı yerde işçi sınıfı, sosyalizmin sonuçlarını görmek zorundadır. Yalnızca ücret değil; ücreti kapitalistler de veriyor. İşçi sınıfı sosyalizmin sonuçlarını sanatoryum, kreşler ve özellikle çocuklar için, işçi çocukları için yapılan kültür kurumlarında görmelidir. İşçiler görevlerini yapıyorlar; öyleyse bunlara da hakları var. Bu, insanları düşünmek demektir. Mantıklı mı? Mantıklı. Açık mı? Açık. Piposunu doldurdu ve sordu: — Bu konuda kent komitesinin rolü ne? Rolünü göremiyorum. Nerede? Fabrika müdürü, komisyon hakkında neden ona bilgi vermedi? Neden göz önüne almadı?

Ryazanov yanıt vermeye yeltendi ama Stalin eliyle onu durdurup devam etti: — Otorite mi yok? Otorite niye yok? Lominadze yoldaş fabrikayla uğraşmıyorsa, sorarım neyle uğraşıyor? O, etkin biridir, boş oturmaz. Dünya sorunlarıyla mı uğraşıyor? . Asıl görevini niye yapmıyor? Parti organlarının görevlerini yapmadıkları yerde, ekonomistler onların onurlarını zedeleyebilecek adımlar atmak zorunda kalıyorlar. Kent komitesi 207 sekreterinin neden Halk Komiseri'ne bağlı direkt hattı var? Onun, bölge komitesi sekreteriyle direkt hattı olması gerekir. — Direkt hattın ne ilgisi var? diye somurttu Orccnikidze. — Önemsiz, diyen Stalin birden sevecen sevecen gülümsedi. Ama biliyor musun, onu işinden alıkoyuyor. Öteki kent sekreterlerinin seninle direkt telefonları yok, ama işlerini yapıyorlar. Sevgili Lominadze yoldaşımıza neden özel bir kc-num yaratılıyor? Genç parti adamı Lominadze yoldaş açısından düşünürsek bu pek akıllıca değil. Bu, kişiliği üstüne kendisinde yanlış duygular uyandırabilir. Lominadze yoldaşa kötü hizmet veriyoruz. Mark Aleksandroviç, Stalin'de yanılmamıştı. Stalin de onda. Birbirlerine yakınlaşmışlar, buysa Mark Aleksandro-viç'i yükseltmişti. Aralarını açan insanlar, evraklar... Hepsi geçip gitmiş, anlamlarını yitirmişlerdi. Şimdi Mark Alek-sandroviç'i yalnızca Stalin yönetiyordu. Fikren kendisine başvurmuş, onunla görüşmüş, davranışını buna göre ölçmüş ve değerlendirmişti. Bu, Mark Aleksandroviç'in kendi gücünün ve değerinin bilincine varmasına yaradı. Yaradılışı gereği, artık bunu gizlemiyordu. Yaşam biçimini, alışkanlıklarını değiştirmedi. Halk Komiseri'ne çıkmadan önce bölümleri, daireleri dolaştı; sıradan memurlarla konuştu. Eskisi gibi kendisinin işleriyie büyük bir zevkle uğraşıyorlardı. Sorunları, fabrikanın çıkarları gerektirdiği için, yani Mark Aleksandroviç istediği için anında hallederlerdi. Hiç kimse Ryazanov'da olan değişikliği —o-naylanmış emrediciliği— farketmedi. Önceleri masaya otururdu. Şimdi ayakta konuşuyordu ve tabii konuştuğu kişi de ayağa kalkıyordu. Konuşma iyi hoştu da ayak üstüydü. Bu doğal görünüyordu: Konuşan yalnızca ünlü bir fabrikanın ünlü bir müdürü değil, Stalin ile Orconikidze'nin gözdesi, belki de geleceğin Halk Komiseri'ydi. Ama işte hiç burun kıvırmadan, havaya girmeden onlara, sıradan çalışanlara geliyordu. Mark Aleksandroviç açısından küçük bir sorun da Or208 conikidze ile çıktı. Stalin'in yanındaki toplantıda Orconikidze, Stalin'e ve Voroşilov'a karşı çıkmamıştı. Ama Ryazanov'un daha diplomatik davranacağını, Halk Komiseri için iyi olmayacak bir skandaldan kaçınacağını düşünüyordu. Mark Aleksandroviç, Sergo'nun hoşnutsuzluğunu gördü ve buna üzüldü. Ama

Orconikidze'nin kindar olmadığını, kinini saklamadığını biliyordu. Daha da önemlisi, aslında Mark Aleksandroviç haklıydı ve onun Lominadze yüzünden Stalin' le ters düşmesinde de suçu yoktu. Mark Aleksandroviç, Orconikidze'ye gitmedi. Onun çağırmasını bekleyerek bakanlıkta, planlanmada, merkez bankasında işlerini yaptı. Moskova'ya her yolculuk, hattâ ivedi çağrılma bile bir yığın işi, yalnızca Moskova'da çözülecek sorunları getiriyordu. Halk Komiserliği'nde son günlerini yaşasa bile Budyagin'e uğramak zorundaydı. Mark Aleksandroviç, ona Lominadze'den daha çok acıyordu. Teorisyen, hatip, mühendis olmamasına karşın iyi bir görevliydi. îşi hemen kavrardı. Ama bir köşeye çekilmişti. Zaman onu geçmişti. Zaman Stalin'di. O Stalin'i sevmiyor, ona karşı çıkıyordu. Yani ülkeye ve partiye karşı çıkıyordu. Mark Aleksandroviç, müdürüyle, Halk Komiser yardımcısıyla konuşur gibi resmiyet içinde konuştu Budyagin'le. Birden, neden Sergo'nun yardımcılıklarına Pyatakov ve Bud-yagin'in atandığını düşündü. Sergo'nun çevresinde Stalin'e bağlılıkları kuşku götürecek bir yığın insan vardı. Sergo yardımcılarını kendisi mi seçmişti, yoksa onları atamışlar mıydı? Hangi amaçla? Budyagin de Ryazanov ile ölçülü konuşmuştu. Hattâ komisyon konusunu bile sormamıştı. Evrakları imzalayıp işini bitirince bambaşka bir şey sordu : — Yeğenin nasıl? Mark Aleksandroviç, bu soruyu hiç beklemiyordu. Akşam kardeşine uğramayı planlamıştı, ama ne yazık ki akşama dönmesi gerekti. —¦ Şimdilik yatıyor... Budyagin, başka bir şey sormadı; Mark Aleksandroviç de odadan çıktı. Ama hoş olmayan bir iz bırakmıştı bu soru onda. Budyagin, Saşa'nın tutuklu olduğunu biliyordu. Sorusu209 nun" anlamı başkaydı: Mark Aleksandroviç, Stalin'le görüşmesi sırasında Şaşa için bir fırsat bulmuş muydu? incitici bir soru! * içerde anlaşılan hiç de nedensiz tutulmayan bir çocuk için ONDAN zaman ayırmasını istemeye hakkı var mıydı? Tam anlamıyla bir aptallık yapmıştı Şaşa. Mark Aleksandro-viç'in Berezin'e başvuracağı mutlaka göz önüne alınmıştı, ama Şaşa yine de oradaydı. Demek tutuklanmasının arkasında bir şeyler vardı. Mark Aleksandroviç böyle bir durumda Stalin'e nasıl başvurabilirdi? Stalin, yeğeni tutuklandığı halde onu MK üyeliğine almıştı, onu Saşa'dan ayrı tutmuştu. Şimdi kendisi Saşa'yı Stalin'in önüne koyacaktı! Anlamsız! Stalin bunu göz önünde bulunduracak, b zaman fikri yakınlıkları, karşılıklı anlayışları yıkılacaktı, işin özü buydu. Budyagin, onun bu konuyu Stalin'le görüşmekten korktuğunu düşünüyordu. «Basit, politik olarak bitmiş biri» diye düşündü Budyagin hakkında. 25

Saveliy, Saşa'ya tıklatma yoluyla haberleşmeyi öğretmişti. Alfabe, her dizide beş harf olmak üzere altı diziye ayrılmıştı, ilk darbeler diziyi, ikinciler dizideki harfi gösteriyordu. Vuruşlar arasındaki kısa duraklamalarsa sırayı belirtiyordu. Harfler arasında duraklama biraz uzundu, sözcükler arasında ise daha uzun. Duvara sürtme, «bitti» ya da «yineleme» anlamındaydı. Duraklamalarla belirtilen aralar çok kısaydı, deneyimli tutuklularda bu aralar saniyelerle ölçülüyordu. Asıl zorluk da buradaydı. Duraklamayı yakalayamazsan sesler karışıyor, başka bir harf oluşuyor ve anlam kayboluyordu. Şaşa alfabeyi yanmış kibritle sigara kâğıdına yazdı ve duvarı tıklatmaya başladı. Ranzaya uzanıyor, gardiyanın duymaması için battaniyeyi üstüne çekiyordu. Uzun aralarla, çok yavaş vuruyordu. Komşusu onu anlamıştı, ama Şaşa harfleri karıştırmış, onu anlayamamıştı. Komşusundan, çok net tık210 latmasına karşın, yinelemesini istemişti. Saşa'nın soyadını sordu, kendisininkini söyledi: Çernyabski, parti üyesi, Şaşa' mn gazete alıp almadığını sormuş, kendisinin almadığını söylemişti. Ama epey bilgisi vardı. Öteki komşularından öğrenmişti. Parti kongresi yapılmış, kongrede ciddi bir şey geçmemişti. Böylece her akşam Saşa'ya haberleri iletti. Ona ya da Saşa'ya gardiyan gelmişse haberleşme kesiliyor, sonra yeniden başlıyordu, iki gece, Buz Denizi'nde buza çarpan «Çe-lüstin» gemisinin batışıyla ilgili haberler geldi. Sonraki iki gece Fransa'daki antifaşist genel grev haberi. Şaşa, hücreye atılmayı göze alarak onun yalnızlığını renklendirmek isteyen bu adama şükran duymamazlık edemezdi. Ülke kaynıyor, yeniden inşa ediliyor; o ise burada yatıyor ve korkuyla kapıya bakıyordu : Gardiyan, Şaşa Pankratov' un Sovyet gazetelerinin yazdıklarıyla ilgilendiğini farke^ derse! Kaçınılmaz olanla uyuşma, yazgısını kabul etmeye hazır oluş duygusu onu terketmişti. Hayır! Böyle bir yazgıyı kabul etmek istemiyordu. Uyuşmak istemiyor, istemiyor, istemiyor... bu yolu istemiyor. Onun yolu partinin halkın, devletin yoluydu. Ne yapmalı? Kime yazmalı? Savcıya? Savcı tutuklanmasını onaylamıştı. Stalin'e? Mektubu ancak Dyakov'a kadar giderdi. Neden yakınacaktı? Mark'ın işine bulaşmadığını mı söyleyecekti? Daha bu işin ne olduğunu, bu işle ilgili olarak mı tutuklandığını bile bilmiyordu. işte o zaman Saşa'nın kafasındaki plan yavaş yavaş olgunlaştı. Gerçekçi değildi, ama denenebilirdi. Akşam Mark'ın yönettiği inşaat hakkında neler söylendiğini öğrenmek istedi. «Öğreneyim, söylerim!» yanıtını aldı. Komşusu ertesi gün haberi iletti: «Fırın çalıştı, madalya aldılar.» Şaşa sordu «Ryazanov!» Komşusu yanıtladı. «Lenin madalyası.» Mark özgür ve işinin başında!.. Demek sorun o değil. Bu da nereden aklına gelmişti. Okuldaki olay işin en önemsiz yanıydı. Önemli olan Krivoruçko. Bölge komitesinde de bunun üstünde durmuşlardı. Baulin ve Lozgaçev'le son konuş-

211 r ması belirleyici rolü oynamıştı. O zaman da bunu anlamış, hata ettiğini hissetmişti. Şimdi bu hatanın ürünlerini topluyordu. Dyakov da inatla Krivoruçko'yu sormuştu. «Sizinle kim karşı devrimci konuşmalar yaptı?» îşte her şeyin nedeni! Belki Krivoruçko da tutuklanmış, Saşa'ya Stalin hakkında söylediklerini —Şaşa, korkuyla onun sözünü kesmişti— itiraf etmişti. Demek oluyor ki Krivoruçko itiraf ettiği için namuslu, kendisi onu sakladığı için dürüst değildi... «Sizinle kim karşı devrimci konuşmalar yaptı?» Dyakov haklıydı. îçten değildi. Hakettiği cezayı kendisi hazırlamıştı. Üç haftadır onu çağırmamışlardı, belki de ça-ğırmayacaklardı. Hem neden çağırsmlardı, yine yadsımalarını dinlemek için mi? Belki de dava sonuçlanmış, karar verilmişti. Odasında dolaşırken koridordaki ayak seslerini dinliyordu. Ona gelip, cezasını açıklayacaklarını bekliyordu. Bunu kendisi istemişti. Karar verilmemiş bile olsa, Dyakov onu bir daha çağırsa bile, her şeyi itiraf etmek için çok geçti artık. Doğruları ilk sorgusunda anlatsaydı, itirafı gönüllü ve dürüst görünürdü. Oysa şimdi, itirafı zorunlu, içtenlik-siz ve dürüstlük dışı olarak nitelenecekti. Sabahları kalkmak, gündüzleri akşam tuvaleti molasına kadar beklemek istemiyor, Saveliy gibi lâzımlığı kullanıyordu. Duşu da istemiyordu. îki kere reddetmiş, muhafız da bir daha gelmemişti. Yalnızca yemek istiyor; hapisane yemeğini, annesinin göndereceklerini bekliyor, onları düşlüyor ve annesine yalnızca beyaz ekmekle et göndermesini yazdığı için üzülüyordu. Şimdi birazcık salam olsaydı! Neyse ki düş kurma hakkı vardı. Ne olursa olsun onun için yaşam bitmişti. Muhalif damgasını silemezsin. Çernyabski duvarı tıklattı. Ama Şaşa yanıt vermedi. Çernyabski'nin kim olduğunu bilmiyordu, ne diye onunla haberleşecekti? Onunla ve burada bulunan başkalarıyla hangi ortak yanları var? Mark'm Budyagin'in, hiç suçu olmayan namuslu komünistlerin de burada olduğunu düşünmüştü. Oy212 sa ne Mark buradaydı, ne de Budyagin; burada namuslu komünist yoktu. Burada haklarında dava açılanlar vardı. Sa-veliy'in, Çernyabski'nin, kendisinin olduğu gibi. Krivoruç-ko'ya acımış, zayıflığını göstermişti! Şimdi bunu ödeyecekti. Uzlaşmaz bir tutum içinde olmuştu he'p. Azizyan ile çatışması bu yüzdendi. Stalin'den, büyük Stalin'den kuşku duyması gibi, duvar gazetesi de rastlantı değildi. Kendisine güvenen, düşüncesiz; her şeye yalnızca kendi aklıyla ulaşmaya çalışan biriydi. Ama daha güçlü bir akılla çözülebilecek kimi sorunlar vardı işte. Penceresinin parmaklıkları arasından nisan güneşi görünüp kayboldu. Baharın ilk günü... Şaşa dışardaki güneşi düşündü. Kalkıp masanın üzerine çıktı ve yalnızca havalandırmaya giderken açmalarına izin verilen camı açtı. Kaldınm-lardaki

kuruyan asfaltı gözünün önüne getirdi. Kızlar, artık hafif giysiler giyiyorlardır: Açık boyunlar, kollar, düzgün bacaklar. Bunlardan yoksun mu bırakacaklardı onu? Şimdi, böylesine genç ve sağlıklıyken. Hayır! Orada, ilkbaharın geldiği sokakta olmak istiyor; herkes gibi yaşamak istiyor. Geçen yıl bahan, araba servis merkezinde pratik yaparak geçirmişti. Garaj benzin ve egzoz gazı kokuyordu, içerisi hep yarı karanlıktı. Cam olan tavanda, neredeyse camlı bölme hiç kalmamıştı: Saçla onarmışlardı. Moskova'nın en eski garajlarından biriydi. Bir tonluk «Ford T» otomobiller, ekmek taşıyan üstü kapalı at arabaları bile duruyordu. Merkezin müdürü Antonov, Saşa'nın hoşuna gidiyordu. Genç kumral, gözlüklü, sağduyulu, bütün gününü garajda geçiren biri. Sorumlu bir yere getirilen bu işçi, devrimin getirdiği yeni şeyleri temsil ediyordu : Yaratıcı yaşama yönlendirilmiş en düşük kesimden insanlar, gerçek işçi iktidarı, halk! O da halkla birlikte olmalıydı. Eski şoför Antonov'la, eski hamal Malov'la... Yeri orasıydı. Onlar bilgiçlik taslamıyorlar, fikir üretmiyorlar, yalnızca çalışıyor ve yaratıyorlardı. Ne kadar da güzeldi bu yaşam ve kıymetini ne kadar da az bilmişti. Ama neye mal olursa olsun bu yaşama geri dönecekti! Kitap getirdiler. Şaşa kayıtsızca gözden geçirdi hepsini, îlkinde duyduğu o heyecan, şimdi yoktu. Gibbon'un ikinci 213 ve üçüncü ciltleri; Fransız senatörü, küçük burjuva politikacısı solcu radikal De-Monzi'nin karton ciltli «SSCB'de Gezi İzlenimleri» adlı kitabı. Yirmili yılların ortalarında SSCB' ye gelmiş, bu kitabı yazmıştı. Cesur ama yüzeysel. Şaşa, onu istememişti. Niçin yollamıştı kütüphane memuru? De-Monzi, Sovyetler Birliği hakkında yer yer eleştirel bir dil kullanmıştı, özellikle hukuk ve yargı konularında. Kp.-nıt olarak da elli sekizinci maddeyi gösteriyordu. Kütüphaneci özellikle bu madde yüzünden kitabı yollamış olmalıydı. Gönderemediği ceza yasası yerine. Saşa'nm bu maddeyi doğru dürüst anlaması olanaksızdı. Zaten sorun elli sekizinci madde değildi ki! Önemli olan, bir kütüphane görevlisinin, onun sesine kulak vermesi, isteğini göz önüne alması, ona karşı insanlık, güven, cesaret göstermesiydi. Onu, buna yönlendiren neydi? Görevini ihlal mi etmişti? Evet, mümkündü! Ama daha büyük bir görevi yerine getirmişti, insanlık görevini. İnsanlar tarafından konulan yasalar, vicdanın yasalarını engelleyemiyordu. Savunmasızları savunmasız bırakan, hakları alınanların son haklarını da ellerinden alan ve suçsuzları yargılayanların arasında olması gereken biri görevini ihlal ediyordu. Şaşa ranzadan fırlamadı, hücresinde dolaşmadı. Olan biteni böylesine açık ve net bir biçimde görmesi içinde hâlâ insancıl bir şeyler olduğunu; ne aklını kaybettiğini, ne de şok geçirdiğini gösteriyordu. Bulması gereken şeyi bulmuştu. Cesaretini yitirdiği için yalnızca utanç duyuyordu. Şaşa, son sorgulamasına umutsuz gitti, onu nelerin beklediğini biliyor, ama korkmuyordu. Stalin'in acı yemekler hazırlayacağını söyleyen kişi düşman

sayılamazdı. Dyakov, sözcüklerin asıl anlamlarını göz ardı edip onları yorumluyor-du. Bu işe karışmak istemiyordu. Buradan çıkmak istiyordu. Ama partinin ve vicdanının önünde temiz olarak... Dyakov onu resmi bir tavırla Karşıladı. — Okul işini bitirelim, itiraflarınız tutanağa geçirildi. 214 Şimdi sizin bunlan politik olarak değerlendirmeniz gerek. — Duvar gazetesinin çıkarılmasının hata olduğunu itiraf ediyorum. — Sübjektif... Ama hataların objektif nedenleri ve objektif sonuçları vardır. Değil mi? Yorumlama başlıyor, Dyakov'a göre insan, tutanağın doldurulması için bir varlıktı. Tutanak ise bu insana ceza verilmesi için gerekliydi. — Evet, Pankratov, hatalarınızın objektif nedenleri ve sonuçlan neler? Şaşa, Dyakov'un çocuksu yüzüne baktı. Arbat'ta onu görmüş müydü... Dyakov, bir öğretmen havasıyla sürdürdü: — Şöyle düşünelim. Okulunuzda sağlam bir politik ortam olsaydı bu duvar gazetesinin çıkması mümkün olmazdı. Ama sağlam bir politik ortam yoktu. Krivoruçko, parti karşıtı gizli bir örgütü yönetiyordu, örgüt ortaya çıkanldı, üyeleri zararsız hale getirildi ve tutuklandı. Buradalar, her şeyi itiraf ettiler... Fabrikada böyleleri kendilerine bir delik bulmuşlardı. Dyakov cna ne yapabilirdi? Sırtında seksen kiloluk varilleri taşıyabiliyordu, ekip başı Averkiev'e, Morozov'a dönerdi yeniden. Onlar her yerdeydi, onlar halkın kendisiydi... Bu Dyakovlar ise partinin gerçek düşmanları. Dyakov bir süre Saşa'yı seyretti, sözlerinin yarattığı etkinin tadını çıkarmaya çalıştı. — Pankratov, siz deneyimsizsiniz, onlan tanımazsınız. Krivoruçko, öğrencilerde hoşnutsuzluk yaratmak için yurt inşaatını sürüncemede bıraktı. Öğrenci kitlesini politik açıdan yoldan çıkarmak için düşünülen bir taktik. Sizin çıkardığınız gibi bir gazetenin çıkması böyle bir ortamda, mümkün olabilir. İstediniz mi, istemediniz mi belli değil, ama objektif olarak Krivoruçko'nun ve çetesinin silahı oldunuz. Sizi karşı devrimci amaçlan için kullandılar. Bu yüzden buraya düştünüz. Daha kötüsü hatalarınızı politik olarak yorumlamak istemiyorsunuz. Ama artık öyle yorumlamak için çok geç. İnanın bize. 215

«înanın bize...» Yeter, inanmıştı! Defalarca duyduğu, de-lalarca söylenen böylesi sözlere inanmıştı. Bunlar, insan sözleri değil, samanların büyüsü... Lozgaçev ve Azizyan büyülemişti; Baulin büyülemişti, Stolper büyülemişti, şimdi de Dyakov büyülüyordu. Suçsuz insanların yaşamı bu şaman sunağmdaydı. Dyakov, Saşa'ya baktı. — Beni anladınız mı? — Sizi anladım. — Bu iyi, öyleyse yazalım, — Yalnız inandırıcı olsun dedi Şaşa. Hiçbir Arbatlı çocuğun kaçırmayacağı özel bir vurguyla. Ama bu beyinsiz hiçbir şey anlamamıştı. İnsanları şaşırtma yeteneğinden, onların yazgılarını çizme hakkından son derece emindi. Kabarmış bir hindi gibi burada, bu duvarlar arasında ne olduğunu bilemiyordu. Diğerleri bu yalanı, bu büyücülüğü, samanlığı görüyorlar, er ya da geç bunun sona ereceğini biliyorlar ve yaşamlarını tehlikeye atarak buradaki insanlara yardım ediyorlardı. — Kuşkusuz, diye yanıtladı Dyakov. Kâğıda bakarak —Dyakov, Saşa'nın itirafının karalamasını daha önceden hazırlamıştı— tutanağa yeniden yazdı, göz gezdirdi ve Saşa'ya okumaya başladı. «Durumumu ve davranışlarımı gözden geçirdim, onları içten ve dürüstçe değerlendirmek istedim. Daha önceden söylediklerime ek olarak söyleyeceklerim aşağıdadır : Ekim Dev-rimi'nin 16. yıldönümü için çıkardığım parti karşıtı duvar gazetesi için Runoçkin, Kovalev, Palujan ve Pozdnyakov adlı öğrencileri etkilediğimi itiraf ediyorum. Krivoruçko'yu savunmamın da politik bir hata olduğunu itiraf ediyorum. Bu hatalar, Enstitü müdür yardımcısı Krivoruçko tarafından yaratılan politik ortamın sonuçlarıdır. Parti karşıtı duvar gazetesinin Ekim Devrimi yıldönümü sayısının da Krivoruçko'nun enstitüde yürüttüğü parti karşıtı politikanın bir parçası olduğunu itiraf ediyorum.» Kâğıdı Saşa'nın önüne koydu. 216 — Bakın bakalım, doğru yazmış mıyım? imzalayın. Şaşa, doğrudan Dyakov'un gözlerine bakarak, — Bunu hiçbir zaman imzalamam! dedi. 26 Arbat eski yaşamını sürdürüyordu. Nisan güneşi camlara vuruyor, kaldırımları ve

yolları ısıtıyordu. Bulvarlarda kar yığınları çözülüyor, asfalttaki çatlaklar uyanan toprağın sıcak kokusunu çevreye yayıyordu. Okul çocukları paltolarını, şapkalarını atmışlar, sokaklarda top peşinde koştu-turuyorlardı. Evlerde onarım başlamıştı. Duvarlar boyanıyor, evler yazı karşılamaya hazırlanıyordu. Arbat alanında trafiği engelleyen bahçeleri ve evleri yıkmışlardı! Moskova yeni fabrikalar, yeni mahallelerle bezenmişti. Akşamları Arbat'taki sinemaların ışıkları yine yanıyordu : «Arbatski Ars», «Karnaval», «Prag», «Sanat». Arbatlı, Dorogomilovskili, Pluşçihalı kızlar yakaları devrik paltoları, ten rengi çorapları ve ayakkabılarıyla, açık renk saçları omuzlarında geziniyorlardı. Saşalar'ın evinin önünde de bir yeni yetme sürüsü dolaşıyordu. Varya selâm verircesine elini sallayıp yanlarından geçmiş, mezuniyet balosu için Kızıl Ordu evine gitmişti. Daha önce böyle büyük bir geceye hiç katılmamıştı. Sahnede ve localarda ülkece tanınmış ünlü askerler yer almıştı. Varya, Budennıy'i tanıdı. Serafim'in kulağına fısıldayarak anlattıklarından Tuhaçevski'yi, o güne kadar gördüğü en yakışıklı kişiyi çıkardı. Varya toplantılardan, raporlardan hoşlanmazdı ama bu gecenin bayramsı havası, salonun güzelliği, efsanevi komutanların mezunlara söyledikleri coşkulu sözlerin romantikliği, askeri birlik-beraberlik ortamı, bu ortam da yeni mezunun kendisini büyük bir komutan olarak görmesi, komutanların mezunlarda kendi gençliklerini anımsamaları Varya'yı büyülemişti. Komutanların eşleri de çok özel bir görünümdeydiler sanki. Zorlukları ve mesleklerinin tehlikelerini kocalarıyla bölüşüyorlardı. Davet edilen genç 217 kızlar da bu yaşama adım atmışlar gibi davranıyorlardı. Varya onları dikkatle izliyordu. Bazıları çok güzel giyinmişti. Varya hiçbir zaman Kızıl Ordu orkestrasına özel bir ilgi duymamıştı, ama bugün askerlerin, kendi askerlerinin, coşkulu Rus askerlerinin oynamaları, şarkı söylemeleri hoşuna gitmişti. Fuayedeki bando da bir caz orkestrasından geri kalmayacak ölçüde fokstrot, rumba, tango çalıyordu. Giysileri düzgün, çekingen ve neşeli öğrencilerin yanında geniş pantolon-lu, renkli kravatlı ve boyasız ayakkabılı delikanlılar çok çirkin görünüyorlardı. Nina da bugün bambaşkaydı, can sıkmıyordu. Maksim'in gitmesine ve onunla evlenmeyi reddetmesine üzülüyordu. Serafim de yarın sabah Dalniy Vostok'a gidecekti ama Varya üzülmüyordu, çünkü bu akşam onunla evlenmeyi kabul etmişti. Okulu bitirecek ve ona gidecekti. Bir yıl boyunca Serafim ona yazacak, o da yanıtlayacaktı. Okuldaki bütün arkadaşları onun Dalniy Vostok'a kocaya gideceğini öğreneceklerdi. Bu durum arkadaşlarının arasında ona yine özel bir yer sağlayacaktı. Tanıdığı kızlardan hiçbirini Dalniy Vos-tok'ta bekleyen yoktu. Tiyatroya, sinemaya, buzda kaymaya yalnız başına gidecekti; dans etmeye ise hiç gitmeyecekti. Giderse de yalnızca Zoya ile dans edecekti. Gerçi erkeklerle de dans edebilirdi, ama yeni biriyle tanışmak

istemiyordu... Teşekkürler... Hayır, özür dilerim... İstemiyorum... Tek, yalnız başına, bütün dikkatleri üstüne çeken, elde edilmez ve Dalniy Vostok'a gitmeye hazırlanan bir kız! Saşa'ya gelince... Sofya Aleksandrovna'yı bırakmayacaktı, yani Saşa'yı da bırakmayacak, Dalniy Vostok'ta beklenmesi, Moskova'da Sofya Aleksandrovna ve Saşa'nm ona gereksinim duymaları, kendisini,daha ilginç, daha orjinal görmesine yol açtı. Varya neşeliydi. Serafim ile çok güzel dans ediyorlar, yüksek komutanlar bile eşleriyle onları izliyorlardı. Varya, daha çok Tuhaçevski'nin bulunduğu yerde dans etmeye, dönmeye çalışıyordu. Maksim, Nina'yla dans ediyordu. Kısa ve kalkık burunlu şişko yüzü, iyi yürekliliğini yansıtıyordu. Kendi arkadaşları 218 Nina'dan bir sonraki dans için izin istediklerinde Maksim yine gülümseyerek köşede onu beklemişti. Uzun boylu, geniş omuzlu, güçlü kuvvetli biri olan Maksim, güçlü insanların çoğu gibi bu gücünü kullanmaktan, birine ya da bir şeylere zarar vermekten çekiniyordu. Kaloriferci olan babası çok içerdi ve sıtmadan ölmüştü. Asansörcü annesi ise dört çocukla kalmıştı. Maksim en büyükleriydi. Çocukluğundaki yoksulluk ona tutumlu olmayı öğretmişti. Okulda arkadaşları tutumluluğunu cimrilik olarak görürlerdi. Tarağını meşin bir kılıfta, kâğıt paralarını cüzdanda, bozuklukları kesede taşırdı. Kurşun kalemine kırılmaması için mutlaka koruyucu bir kap takardı. Adres ve telefon defterlerini yıllarca saklardı. Sade şeyleri severdi, sade ama doyurucu yemekleri. Yiyeceğe çok para harcamaya alışık değildi, yeri geldiğinde aç kalabilirdi. Okulda, bütün işbilirlere yapıldığı gibi pratik işleri ona vermişlerdi. Tutanakları tutuyor, üyelik başvurularını kabul ediyor, bölge komitesinin direktiflerini dosyalıyor, sonuçlan yayımlıyordu. Bildirileri yazmak, açıklamak, pankartları yapıştırmak, bayram için kırmızı kumaş bulmak, tiyatroya toplu gidişler için bilet almak, seminerlerde masa toplamak, oylamalarda oyları saymak, bütün bu işler Maksim'in üstündeydi. Daha önemli işler için onu yeteneksiz saydıklarından değil, yalnızca buna alıştıklarından böyle sürüp gidiyordu. Arkadaşlarından bir-iki yaş daha büyüktü. Tartışmalarının incir kabuğunu doldurmadığını anlar, işi şakaya vurur, gönüllerini yapardı. Kıvrak zekâsıyla en güç durumlardan bile kolayca sıyrılırdı. Arkadaşlarına hiçbir zaman önyargıyla davranmazdı. Yıllar geçtikçe içindeki olumlu davranışlar daha da oturdu. Maksim, askeri okula, okul sonrası girdiği işten geçmişti. Bu iş ona maddi açıdan epey yardımcı olmuş, yaşamın iyice yorduğu annesine ve ailesine yardım etmişti. Düzenli olmayı ve askerliği seviyordu: Kızıl Ordu'da genç, bilgili ve güçlü bir komutan. Onun yeri, çelişkilerin doğabileceği sınırlarda, ordudaydı. Yine de Moskova'yı üzülerek terkedi219

yordu. Arkadaşlarından ayrılmak, Nina'yı, Şaşa Pankratov'u, Lena Budyagina'yı, Vadim Maraseviç'i bırakmak hüzün vericiydi. Bu çocuklar, onun gibi binlercesinin, karanlık bodrumlarından çıktıkları yaşamı ifade ediyorlardı. Küçük Maksim bazen annesinin yerine merdivenleri temizlerdi. Nina da ona yardım ederdi. Maksim'e zor geldiği için değil, apartman sakinlerine bu işin de öteki işler gibi olduğunu ve insanı küçültmediğini göstermek istediği için... Bu komsomolca bir eylem, bir yoldaşlık göstergesiydi. Maksim bu tür davranışlardan kitaplardan öğrendiklerinin daha çoğunu öğreniyordu. Dokuzuncu sınıftayken korkunç bir olay olmuştu... Babası, «Moskovalı komsomolcu» uçağının yapımı için toplanmış, o zamanlar için epeyce büyük bir miktar sayılan yaklaşık otuz rubleyi almış, içkiye yatırmıştı. Maksim •intihar etmek istemişti. Bu kadar parayı nerden bulur, arkadaşlarının yüzüne nasıl bakardı? Nina, onun durumunu farkedip her şeyi söylemiş ve durumu hemen Saşa'ya anlatmıştı. — Eh, demişti Şaşa ona. Yaşamın bu kadar ucuz mu? Annesinden ve Mark Aleksandroviç'ten aldığı on beşer rubleyi ona vermişti. Moskova'dan ayrılınca böyle arkadaşlardan yoksun kalacaktı. Şaşa onu korumuştu, ama o Şaşa için hiçbir şey yapamıyordu... Nina, daha arka bahçede saklambaç oynadıkları günlerde hoşuna gidiyordu. Okulda da hoşlanıyordu ondan : Yetişkin, akıllı, kararlı. Onun beceriksizliği, inatçılığı, zayıflığı hoşuna gidiyordu. Nina'nın onu sevmediğine inanmıyordu. Nina'nın kendisi de bunu bilmiyordu. Maksim, Serafim'i bilerek getirmişti, Varya'nın bu iyi, akıllı, yakışıklı gençle evlenmesini istemişti. O zaman Nina'nın dayandığı bahane ortadan kalkacaktı. Varya'nın ayakları yere basmadan hiçbir şeye karar veremezdi çünkü! Nina şöyle düşünüyordu... Kuşkusuz komutanlara saygıyla davranıyorlardı, ama ya politikacılar, stratejistler, devlet adamları... Maksim ne politikacı ne de strategist olacaktı, o askerleri eğitecekti... Bir -iki!.. Bir - iki!.. îşte karşısında duruyor ve onu bekliyor. Geniş omuzlu, kırmızı yanaklı, düzgün taranmış saçları... Çiz220 meleri, düğmeleri pırıl pırıl... Dans ettiğinde çizmesinin konçları parkeye vuruyor... Emektar bir asker olacak... Yazık! Daha iyi yerlere ulaşabilirdi. Savaş başlayınca herkes savaşacak, yaşamak gerektiğinde de çalışacaktı. Nina bütün bunları daha Maksim askeri okula girdiği gün söylemişti. Onu dinlememişti, Maksim. Canı isterse! Kendi düşüncesine göre davranmaya hakkı vardı. Ama onun da yazgısını belirleme hakkı... Nina, Maksim'le evlenmemeye ve Moskova'dan ayrılmamaya kesinkes karar vermişti. 27 Vahtangov tiyatrosunda «Hamlet»i sahneye koymuşlardı. Yura Şarok, Vahtangov oyuncularını Seviyordu. Vadim Maraseviç'i aradı ve ondan oyuna bilet bulmasını istedi. Akşam üstü onlara uğrayacaktı.

Ünlü terapist Profesör. Maraseviç ayda bir kez Gagarin sokağındaki TEKUBU (*) polikliniğinde konsültasyon yapardı. Ona muayene olmak için altı ay önceden sıra alınırdı. Piro-govsk'daki klinik Profesör Maraseviç'in kliniği olarak adlandırılıyordu. Tıp fakültesindeki kürsü de Profesör Marasevinç'in kürsüsü! Evinde yalnızca yakın tanıdıklarını kabul ediyordu. Ukraynalı bir hetmanın uzak akrabası olan Maraseviç —babası da kendisi gibi doktor ve profesördü— doğma büyüme Moskovalıydı ve Moskovalı aydınlar arasında iyi bir yeri vardı. Starokonyuşennıy sokağındaki evine İgumnov, Stanis-lavski, Prokofyev, Nejdanova, Geltzer, Kaçalov, Sumbatov-Yujin, Meyerhold ve Lunaçarski gelir giderdi. Turneye çıkan yabancı topluluklar bu düzensiz ağa evini ziyaret etmeden gitmezlerdi. Konuklan güzel kızı karşılar, masaya kolalı örtüler serer, bakara kristallerini çıkarırdı. Oyundan sonra sık sık onlara gelen genç aktörlerse dana etiyle som balığına saldırırlardı. Gençler herkesi coşturur, bazen masada doğaç(*) TEKUBU : Bilim Adamlarının Yaşamlarını İyileştirme Komitesi. (Ç.N.) 221 tan oyunlar oynanır, eğlenilirdi. Vadim de katılırdı eleştirilere. Profesör Maraseviç'e göre bu, üstün zekâlı olduğundan değildi. Vadim üniversiteyi bitirmiş, sanat uzmanı diplomasını almıştı. Bazen de üniversitede ders veriyordu. Tartışmalara katılarak tiyatro eleştirmem olmayı deniyordu işte. Profesör Maraseviç maden suyu içerdi. Yeri geldiğinde kendisinin ya da babasının başından geçen bir-iki gülünç olayı anlatırdı. On ikiden sonra dayanamaz, herkese iyi geceler dilerken onun mesleğinden olanların düzenli olmaları gerektiğini eklerdi. Vika da tiyatroyu ve sinemayı denemişti, ama rejisörleri umutlandıran ünlü aktörlerle, ünlü gazetecilerle aşk ilişkisi kuramadığı için doğru dürüst bir şey ortaya çıkmamıştı, ilişki, çiçeklerle mektuplarla, lokantalarla, taksilerde gezmelerle başlıyor; tartışmalarla, sitemlerle, telefon açıklamalarıyla bitiyordu. Yalnızca Yura Şarok'la ilişkisi çok sade başlamış, çok sade bitmişti. Raslantı sonucu Arbat'ta karşılaşmışlar, bahar güneşinin ısıttığı kaldırımlarda yürümüşlerdi. Sonra Yura, — Bize gidelim, demişti. Nasıl yaşadığımı görürsün. Vika, ona uğrayıp nasıl yaşadığını görmenin ne demek olduğunu çok iyi biliyordu. Ama bu davet biçimi onu sanki kendiliğinden etkilemiş, Lena Budyagin ile gizli rekabetini de körüklemişti. Yura'nın Lena ile bir daha görüşmeyeceğini bilmiyordu. Yura'nın nasıl yaşadığını görmekle başlayan ilişki, sanki yıllardır sürüyormuş gibi gereksiz söz ve açıklamalar yapılmadan yürüdü. Artık alışkanlık haline gelen ve köleleri olanlarla kıyaslandığında Yura üst düzeydeydi. Ama bu oda. bu acınası oda, defalarca ütülenmiş kumaş kokusu, onun babasının kim olduğunu anımsatıyordu...

Vika, Yura'nın sırnaşık çıkacağını ve onu silkelemek gerekeceğini düşünmüştü. Daha önceleri bunu çok kolay yapmıştı. Ama Şarok dürüst çıkmıştı. Terzinin oğluna bak! Ancak nezaketi çok kolay açıklanabilirdi: Vika, ona kayıtsız, soğuk, aptalca davranmıştı. O da onu Lena'yla karşı222 laştırmış, Lena daha ağır basmıştı. Böyle rahatça başkasının yatağına girmek! Her şehvetli kadının yerinde kendi karısını gören küçük burjuvanın kızgınlığı içini doldurdu. «Hamlet» için Vadim'e uğradığında, — Bir şeyler atıştıralım, dedi Vadim. Şaroklar'ın evinin bütününden daha geniş olan yemek odasına geçtiler. Vadim, sanki kıtlıktan çıkmış gibi yiyordu. Küçük gözleri, farelerinki gibi kısa, tüylü kaşları... Dış görünüşüne karşın sesi olağanüstüydü : Yumuşak, aydınlara özgü bir ton... Çorba içmesine karşın ekmeğe bolca yağ sürerken bir yandan da konuşuyordu : — Yarıyla yargılamayı, örnekle derneği, istekle desteği karıştırıyor. Bunun adı da yeni biri oluyor. Nasıl istersen öyle adlandır : Önce, atılımcı. Kendi konusunu baş konu, kahramanlarını geleceğin kahramanları sayıyor. Geleceğimizi yüz gram yağa değişiyormuşuz gibi! —Vadim yağ tabağını iteledi.— Acı çekenler özellikle bu yüz gram yüzünden acı çekiyorlar. .. Yura, Vadim'in geleceğin kahramanları hakkındaki düşüncelerini kızmadan dinliyordu. Kısa bir süre önce Vadim tam tersini savunuyor, aptalca zevklere küfrediyordu. Nabza göre şerbet vermeyi çok iyi biliyordu. Hep güçlünün yanında oldu. Okulda Şaşa Pankratov'un, üniversitede bir başkasının, şimdi de çılgın şiir üstüne makaleler yazan ünlü bir eleştirmenin yanındaydı. Ama Yura, Vadim'in bu yanar dönerli-ğini yüzüne vurmadı. Maraseviçler'in evi, bu evdeki aktörler, neşeli, kaygısız ve ünlü insan seli hoşuna gidiyordu. Bu şımarık ünlülerin konuşmalarında ikiyüzlü, adice bir şeyler yakalıyordu. Ünleri basit, kolay, raslantı eseriydi sanki. Bu in sanlar dokunulmazlıkları varmış gibi davranıyorlardı. Profesör Maraseviç'ten de hoşlanıyordu : Bakımlı yüzlü, güzel sakallı, yumuşak elli ve elbette yine dokunulmaz biri. Şu sıra Vadim'le hemen her gün görüşüyorlar. Vadim onu tiyatroya sokuyordu. Yura, o olmadan da onun ya da evlerine girip çıkan tanıdıklarının telefonuyla tiyatroya girebiliyordu. 223

Olağanüstü dönemler! Otuz dört yılının baharı uzun süre unutulmayacak, Yura Şarok da unutmayacaktı. Savcı adaylığı henüz onaylanmamıştı. Ama Malkova işin çabuk çözüleceği konusunda söz vermişti. Yura son aylarını kaygısızca geçirmiş, günlerini daha ilginç kılmaya çalışmıştı. Yalnızca Lena'nın anısı onu rahat bırakmıyordu. Tiyatroya gittiğinde, onu orada görmekten korkarak çevresine bakmıyordu. Hastalığından beri Lena bir kez olsun tiyatroya gitmemişti. Hemen hemen evden hiç çıkmıyor, hiç kimseyi aramıyordu. Hattâ çocukları bile Saşa'ya mektup yazmak için toplandıkları o günden beri görmemişti. O gün Hera Tretyak ansızın Lena'ya uğramıştı. Hera da bir büyükelçinin kızıydı. Yurt dışındayken bazen Londra'da, Paris'te, Berlin'de karşılaşıyorlardı. Ama Moskova'da birbirlerinin izini kaybetmişlerdi. Kıvrak zekâlı, güzel, esmer bir kız olan Hera en saçma konularda bile özenle konuşmayı becerir, Lena da or.u gülümseyerek dinlerdi. Güney Wels'e gidişlerini, Cardiff'te ucuz bir otelde kalışlarını anımsadılar. Aynı otelde futbolcular da kalıyordu. îki futbolcu onlara, on dört yaşındaki kızlara evlilik izni veren bir ülkeye kaçmayı, önermişlerdi. Lena'yla Hera o zaman on beşlerine yeni basmışlardı. Fontaine Bleu sarayına gidişlerini, rehber kızın Napolyon'un yatağını gösterirken boyunu —yüz elli iki santim— özellikle söyleyişini andılar. Hera şaşırmış, yüz altmış iki olmalı demişti. Rehber gücenmiş, kocasının boynunun da yüz elli iki santim olduğunu, ayrıca onun Napolyon'la aynı boyda olduğunu herkesin bildiğini söylemişti. Bu olay nedense şimdi daha komik gelmişti onlara. Kahkahalarla güldüler. Hera'nın uğraması Lena'yı sevindirmişti. Onu kucakladı, öptü ve üzüntüyle «Beni unutma!» dedi. 28 Varya, Nina ve Marks'm Kızıl Ordu Evi'nde dans ettikleri akşam Yura, Vadimler'de yemek yemiş: Hera Tret224 yak da Lena Budyagina'ya uğramıştı. Aynı akşam saat sekize doğru Sofya Aleksandrovna'ya telefon etmişler, sabahleyin saat onda, oğlu Aleksandr Pavloviç Pankratov ile görüşmesi için hapisane müdüriyetinde olmasını söylemişlerdi. Birlikte kalın giyecekler, para ve yiyecek getirmesini de eklemişlerdi. Ses, sakin ve sıradandı, her gün aynı şeyleri söylemeye alışmış bir insanın sesiydi. Söyleyeceklerini bitirdik ten sonra soruları beklemeden telefonu kapatmıştı. Sofya Aleksandrovna, onun söyleyeceklerini tam olarak söylemediğinden, önemli bir şeyleri unuttuğundan ve bu unuttuğu şey yüzünden her şeyi gerektiği gibi yapamayacağından korkuya kapıldı. Bir şeyleri unutmaktan, karıştırmaktan korkuyordu. Söylenen her şeyi aklında tutmaya çalışıyordu. «Yarın, onda. Butırka'da, görüşme, kalın giyecekler, yiyecek, bir şey daha, bir şey... Tanrım, unuttum, bir şey daha... Hah, evet para, yol parası...» Sofya Aleksandrovna bir daha unutmamak için her şeyi kâğıda yazdı. Para ve yiyecek sürgün, kalın giysiler Kuzey ya da Sibirya anlamına geliyordu.

Her şeyi o gece hazırlaması gerekiyordu; üzülecek, dövünecek zamanı yoktu. Daha önceden bir şeyler hazırlamadığı için kendisini hiç affetmeyecekti. Çocuğunu böyle bir yola önceden hazırlamayı uğursuzluk saymıştı. Paltosu, şapkası, süveteri, yün atkısı yanındaydı. Keçe çizmeleri yoktu ama şimdi, nisanda onlara gereksinimi yoktu. Nasılsa kışın gerekli olacaktı, o zaman da yollardı. Şimdi normal çizmeye gereksinimi var, oralar çamur deryasıdır. incecik botlarla yürüyemezdi. Yaşamını kurtaracak tek şey! Ama Saşa'nın çizmesi yoktu. Mağazalar da kapalıydı. Hoş açık olsa bile çizme siparişe göre satılıyordu, o ise siparişte bulunmamıştı. Bit pazarından büyük paralar karşılığı alabilirdi. Ama kimileri deri yerine karton kullandıkları için aldatılabilirdi. Ayrıca bit pazarı da kapalıydı. O an, kardeşi Vera'nm yazlığında sağlam bir çift çizme olduğunu anımsadı. Tam Saşa'nın ayağına göre, kuk numara! Daha sonra kaça olursa olsun onlara yenisini alırdı. Şimdi o çizmeleri Saşa'ya vermek gerekiyordu. 225 Vera'ya telefon etti. Vera'yla kocası Volodya yazlığa gitmişlerdi, iki gün sonra döneceklerdi. Ne şans! Küçük kız kardeşi Polina'nm telefonu yoktu. Komşusunda telefon vardı. Sofya Aleksandrovna kardeşinin komşusuyla iyi geçindiği günlerde öğrendiği numarayı unutmamıştı, ama birkaç yıldır onu telefona çağırmıyorlardı. Polina da bu numaradan kendisini aramalarını istemiyordu. Onu çağırmayı reddedeceklerini bile bile telefon etti. Dinç bir erkek sesi telefonda yankılandı. — Özür dilerim, dedi Sofya Aleksandrovna. Sizi rahatsız ettiğim için bağışlayın, ama çok âcil bir durum... Polina Aleksandrovna'yı çağırabilir misiniz? — Hangi Polina Aleksandrovna? — Komşunuz, yirmi altı numaradaki. Tanrı aşkına bağışlayın, ben kardeşiyim. — Ama biliyor musunuz... Adam telefonu kapamadı, ahizeyi kadın aldı. — Kimi istiyorsunuz? — Tanrı aşkına, bağışlayın. Komşunuz Polina Aleksand-rovna'nın kardeşiyim. Biliyor musunuz, çok kötü, çok âcil bir durum... Kardeşimi çağıramaz mıydınız, lütfen? Kadın hoşnut olmadığını belli eden bir sesle. — Şimdi, dedi.

Sofya Aleksandrovna uzun süre bekledi. Sonunda Şaşa' nın başına kötü bir şey geldiğini tahmin eden ve heyecanlanan Polina aldı telefonu. — Yarın Saşa'yı gönderiyorlar. Vera'ya, yazlığa gidip çizmeleri almak gerek. — Çok kötü, çok kötü. tgorek'in ateşi var, Kolya da on birden sonra gelecek. Ne yapmalı? Kolya gelir gelmez sana gelirim, ama yazlığa gidemem herhalde. — îyi, gel, eşyaları toplamama yardım edersin. Çizme için bir şeyler düşünürüm. — Ne getireyim? — Hiçoir şey, her şey var. Kendisinin gitmesi gerekiyordu, ama geceleyin yolu bulup bulamayacağını Dilemiyordu. Evler arasındaki patikaların 226 adlarını kimse bilmiyordu, evlerin numaralan da karışmıştı, üstelik soracak kimse yoktu. Ne olursa olsun gitmeliydi. Kendisi yazlığa giderse mağazaya kim gidecekti? Varya'ya telefon etti. Varya evde değildi, Nina da yoktu. Militsa Petrovna' dan rica etse? Gitmezdi. Gitse bile kalbi tutar alacaklarını getiremezdi. Oysa çok şey alması gerekliydi: Ekmek, şeker, peksimet, limon, pastörize süt, —orada vitaminsiz kalmıştı— salam, peynir, jambon... Bunların hepsini bir kâğıda yazdı ve Mihail Yuriyeviç'in kapısını çaldı. Yuriyeviç masanın üstüne eğilmiş, bir şeyler yapıştırıyordu. — Hoş değil ama başka yel yek. îşte liste, işte para. Kurutulmuş salam yoksa az kurutulmuşu da olur. O havada bozulmaz, pek tuzlu olmazsa biraz da balık türünden şeyler. Mihail Yuriyeviç asık suratla ona bakıyordu, — Geceleyin kent dışına nasıl çıkacaksınız? Ne zaman döneceksiniz? — Gece dönerim. — Tramvay çalışmaz. — Bir şey bulurum. — Siz mağazaya gidin, ben de kardeşinize. — Ne diyorsunuz, Mihail Yuriyeviç; çok uzak, kırk sekiz kilometre, istasyondan sonra da yirmi dakika yürümek gerek. Köy elektriksiz, ne yol var ne iz, çamur diz boyu, siz ne diyorsunuz, sizi öldürürler. — Adresi yazın, becerebilirseniz nasıl gideceğimi gösteren bir şeyler çizin,

şimdi giyiniyorum. Becerebildiği kadar çizdi, açıklayabileceği kadar açıkladı. İstasyonun yanında kışları kapalı olan dükkân vardı. Dükkânı sağına alırsan ilgili patikayı bulursun. O patikayı bulmak en büyük dert. Patikadan yürürken soldan üçüncü sokak, üçüncü Yeşil sokak diyorlar ama levha yok, çocuklar koparmış. Yazlığın numarası yirmi altı. Numara dış kapıda yazılı. Çitlerinden evi hemen tanıyabilirsin. Yanında büyük bir duvar, ilerde yine duvar aralarında çitli ev. îşte o, Vera' nın yazlığı. Ama en önemlisi, dükkânı sağa almak. 227 Mihail Yuriyeviç botlarını, kürk şapkasını giymiş bekliyordu. Onu bu haliyle çamurlu, ıssız yollarda düşünmek! Bütün gece arayacaktı, yarın ise işe gitmesi gerekiyordu. Sofya Aleksandrovna saate baktı ve birden dehşete kapıldı. Sekizi çeyrek geçiyor! Nöbetçi mağaza dokuzda kapanıyordu. Tramvay tıklım tıklımdı. Sofya Aleksandrovna ikinci vagonun ön kısmından bindi. İsterlerse ceza versinler, nasılsa indirmiyorlar. Ama kimse ona ceza kesmedi, parayı uzattı ve orada kalmaya devam etti. Mağazadan sonra yine bir sürü işinin olduğunu düşünüyordu. Valiz sağlam mı, kırık mı; kilidi bozuk mu, değil mi? Uzun süredir valizi kullanmamıştı. Kilitsiz olmazdı. Saşa'yı âdi suçlularla yollarlarsa her şeyini çalarlar. . Saşa'nın âdi suçlularla birlikte gideceği, valizin kilidini kıracakları, eşyalarını çalacakları düşüncesiyle oğlunun yazgısına düşen şanssızlığı duyumsadı yeniden. Çilekeş, hakir görülen, sürülen, haksız bırakılan oğlu! Şimdi, içinde yaşadığı sokaklar, ışıklar, vitrinler, alanlar, otomobiller, tramvaylarla bezenmiş bu kent ona gerçek dışıymış gibi geliyordu. Her şey hareket ediyor, bir yerlere gitmeye uğraşıyordu. Her şey gerçek dışı, sislerin arasmday-mış gibiydi. Tramvay ışıklarıyla aydınlanan vitrinlerdeki mankenler, balmumu figürler, hepsi kötü bir düş gibiydi. Ohotmy'de tramvaydan indi. Ona çeyrek var. Duraktan nöbetçi mağazanın kapısındaki hareketliliği gördü. Açık! Aceleyle yürümeye başladı. Mağazaya yaklaştığında kapının önündeki kalabalığı gördü, içeri bırakmıyorlardı. Yarım dakika kadar geç kaldıkları için içeri alınmayan insanlar bağırıp çağırıyorlardı. Bazıları içeri dalmaya çalıştılar, ama giremediler. Şişman tezgâhtar kadın, kapıyı tutuyordu. Sofya Aleksandrovna da girmeyi denedi, ama onu kızgın kalabalığa doğru itelediler. Biraz sonra bekleyenler iyice azaldı, mağazadan çıkanlar seyrekleşti, içerde ışıkları söndürmeye başladılar. Herkes dağılmıştı. Yalnızca Sofya Aleksandrovna kalmıştı. Kapı açıldığında tezgâhtardan içeri bırakmasını rica etti. 228

Tezgâhtar —kırmızı, şişko bir suratı vardı— kaba bir sesle, — Anne, git surdan, engel olma! — Lütfen, çok rica ediyorum. Mağazadan neşeli bir grup genç çıktı, aralarından biri temiz bir sesle bağırdı: — Bırak karıyı bir otuzbeşlik alsın! Neşeli grup Ohotnıy'e doğru yürüdü. Sofya Aleksandovna kapı yeniden açıldığında yalvardı: — Rica ediyorum, nasılsa açık! Tezgâhtar hiç bakmadı bile. Her akşam, kapıya kilit vu-ruluncaya kadar böyle inatlaşanlara alışıktı. — Yılışma! Çekil kapıdan! Temizlikçiler yerleri süpürüyor, talaş serpiyorlardı. Tezgâhtarlar aceleyle tezgâhtaki yiyecekleri topluyorlardı. Sofya Aleksandrovna bekliyordu. Tezgâhtar son müşteriyi de yolladıktan sonra kapıdan çekildi. Sofya Aleksandrovna kapıyı itip içeri girdi. Şişman tezgâhtar ona doğru atıldı. — Nereye? — Gitmiyorum, dedi sessizce Sofya Aleksandrovna. — Şimdi polisi çağırayım da gör! — Oğlum hapiste, Sofya Aleksandrovna, soğukta durmaktan dondurma ve eskimo satıcılarının yüzüne benzeyen bu üşümüş, kaba yüze baktı. — Yarın sürgüne yolluyorlar, yiyecek vermek gerek. Tezgâhtar ofladı. — Herkes uyduruyor, bir şeyler söylüyorlar. Bizim de dinlenmeye gereksinimimiz var. Sofya Aleksandrovna susuyordu. Kadınlar paltolarını giydiler, çantalarını topladılar. Satıcı olanca sesiyle bağırdı: — Miheyeva, ilgilen!

Polina, daha sonra da nerdeyse gece yarısı Mihail Yu229 riyeviç ile Vera geldiler. Çizmeleri getirmişlerdi. Kırk değil kırk bir numaraydılar, ama önemli değildi, uyardı. — înce ama sağlam, dedi Vera, Yün çorapla çok iyi olur. Vera çizmeden başka bir de sırt çantası getirmişti. Askısı sayesinde uzatmak ve kısaltmak mümkündü. — Yiyecekler çantaya, eşyalar valize. Vera, kız kardeşler içinde işe en yatkın olanıydı. Kocası avcıydı, balıkçılık da yapardı. Çocukları kayakçıydı. Yazlıkta otururlar, bahçeyle uğraşırlardı. Zamanında kocasından ayrılmasını söylediğinde «Amma da uysalsın.» demişti. Kardeşinden yana tavır takınmış, Pavel Nikolayeviç ile tartışmış, onun laflarına dayanamamış ve Pankratovlar'a gelip gitmeyi kesmişti. Vera, her şeyi özenle yerleştiriyordu. Çatal, kaşık, bıçak, maşrapa vermelerini söyledi. Sofya Aleksandovna bunları tamamen unutmuştu, usturayı da unutmuştu. Hep göndermeye alışık olduğu şeyleri hazırlıyordu. Oysa şimdi her şeye izin veriyorlardı. — Yanma fazla para verme, dedi Vera. Yolda çalabilirler. En iyisi daha sonra yollaman. Görüşmede, varır varmaz telgraf çekmesini söylemeyi unutma. O zaman elindeki bitmeden parayı ulaştırırsın. Önemli değil, dayanır, daha genç! Vera'nın söyledikleri değil çalışması, didinmesi, enerjisi sakinleştiriyordu. Yaşam bunlardaydı, Saşa'yı yaşama hazırlayan da bunlardı. 29 Nina, Sofya Aleksandrovna'nm ışığının yanık olduğunu farketmedi, ama Varya farketmişti. Ne ki buna özel bir anlam vermemişti. Sofya Aleksandrovna bazı geceler ışık yanarken uyuyordu, bunu kendisi söylemişti. Zaten Varya'nın aklı da başka şeylerle meşguldü. Yarın akşam Nina'yla, Maksim ve Serafim'i uğurlamaya gara gidecekti. 230 Kızıl Ordu Evi'ndeki dans gecenin ikisine kadar sürdü. Çoğu kişi tramvaya yetişmek için erkenden gitti. Nina da kalkmak istemişti, ama Varya ve Serafim kalmasını rica etmişlerdi. Maks sevecen sevecen gülümsüyordu. Azınlıkta kalan Nina kabul etmişti. Soğuk havada yürümeye başlamışlardı. Varya'nın üstünde yalnızca tül bir eşarp vardı. Şerefim, kendi pardesüsünü ona giydirmiş, şapkasını başına takmıştı.

Sokak lambasınla altında aynaya bakmıştı. Şapka alnına düşmesine karşın çok yakışmıştı. Küçük bir askere benzemişti. Serafim'le arkadan yürüyorlardı, Serafim kolunu onun omuzuna atmıştı. Maks'la Nina bir köşeyi döndüklerinde fırsattan yararlanıp öpüşüyorlardı. Serafim onu dudaklarını acıtıncaya kadar öpüyordu. Varya, o zamana kadar gerçek biçimde hiç öpüş-memişti, şimdi de doğru dürüst tat almamıştı. Ama bunun anlamını biliyordu. Bu, Serafim'in tutkulu olduğunu gösteriyordu. Nina, Serafim'le Varya'nın neden geride kaldıklarını anlamıştı ama farketmemiş gibi yapıyordu. Evde de bir şey söylemedi. Yalnızca çabucak yatmasını, ışığı söndürmesini emretti, sabah işe gidecekti. Sabahleyin masanın üstüne Varya'nın öğretmeni için bir not bırakmıştı : «Varya Ivanova'ya üçüncü dersten sonra ailevi nedenlerden dolayı izin vermenizi rica ederim.» Ailevi neden, Maks'la Serafim'di. Ama Varya okula hiç gitmemeyi düşünüyor, istasyona güzelce giyinip gitmek istiyordu. Askeri okul mezunları yola çıkıyordu, onları bir sürü uğurlayan olacaktı. Varya'nın Kızıl Ordu Evi'nde gördüğü iyi giyimli güzel kızlar da orada olacaklardı. Varya da güzel giyinmek, olgun görünmek istiyordu, ne de olsa müstakbel kocasını uğurluyordu. Siyah değil ama dar ve göze çarpıcı bir şeyler giymeliydi. Saçlarını yaptırmalı, makyaj yapmalıydı. Üçüncü dersten sonra okuldan çıkacak olursa bunların hiçbirini yetiştiremezdi. Çünkü öğlenciydi. Aceleyle Nina'ya yemek hazırladı, kitaplarını alıp Zoya' ya yollandı. Zoya da okula gitmeyip Varya'ya yardım etti. Saçlarını yaptı, kirpiklerine rimel sürdü. Çelik ökçeli son moda ayakkabılarını ona verdi. En önemlisi de ara sıra giy231 meşine izin verilen annesinin kürk mantosunu verdi. Şimdi de Varya giyecekti, ne fark vardı. Kürk manto, son moda ayakkabılar ve yine Zoya'mn annesinin beyaz eşarbıyla olgun, göze çarpan bir kadın oluvermişti işte. Varya, beşe doğru hazırlanabilmişti. Nina'ya telefon etti. — Doğrudan tramvay durağına geliyorum. — Nerden arıyorsun? — Okuldan. Durağa aynı zamanda geldiler. — Baloya mı gidiyorsun? — Dolap kapalıydı, Zoya'mn mantosuyla eşarbını giydim. — Ya Zoya? : — Benimkini giyecek. — Kitapların nerede?

— Sınıfta bıraktım, istasyona mı taşısaydım? Gardırop ders sırasında kapalı olabilirdi, ama Varya yine de yalan söylüyordu. Zoya'nınkilerin de orada olması gerekirdi çünkü. Tabii bunlar gerçekten Zoya'nınsa. Ama işi kurcalamak istemedi. Artık küçük bir kız değildi, yakında kocaya varacaktı. Serafim'in iyi bir çocuk olması bayağı şanstı. Umarım yaşamı istediği gibi olur, Serafim'ini istediği gibi evirir çevirir. istasyon tıklım tıklımdı, peronda adım atacak yer yoktu. Nina ve Varya girişte şaşkın şaşkın durdular. Maks ve Se-rafim ellerini sallayarak onları karşılamak için atıldılar. Birlikte vagonlarına doğru yürümeye başladılar. Kalabalığı yarmaya çalışıyorlar, hep acele eden, kendi yakınlarım arayan, pırıl pırıl giysiler içindeki Kızıl Ordu'nun bu yeni komutanlarını öpen, sarılan kızların, kadınların, erkeklerin arasında birbirlerini kaybetmekten korkuyorlardı. Genç subaylar şap-kalanyla paltolarım vagonda bırakmışlardı... Hepsi genç, coşkulu, mutlu ama aynı zamanda ciddiydiler: Sovyet devletinin müthiş askeri gücü! Nina da, bu kırmızı yanaklı çocukların savaşa en önde gideceklerini, her şeyi üstleneceklerini anladı. Kendi yerinin güçlü ve sakin Maksim'in yanı olduğunu düşündü. Şimdi o giderken onun sevecenliğinin, sakinliğinin kendisine yetmeyeceğini aklından geçirdi. 232 Varya ise Serafim'in ona sevgiyle bakışını, öteki genç subayların onu seyretmesinin tadını çıkarıyordu. Buradaki en güzel kız oydu, boyu da birden uzamış, Nina'ya yetişmişti. Hiç kimsede böyle güzel, böyle alımlı mantoyla şal yoktu. İstasyondaki kalabalıktan, uzun bilinmeyen yollara hazırlanan lokomotiflerin çığlıklarından heyecanlanan Varya kızarmıştı. Maks, onun artiste benzediğini söylemiş, Serafim onu yaşamından daha çok sevdiğini fısıldamış, Nina da böyle bir kızkardeşi olduğu için gururlanarak gülümsemişti. Her olgun kadın, nişanlı kız gibi Varya da yalnızca Nina'ya, Maks'a ve Serafim'e bakıyordu. Oradakilerin, çevreye göz gezdirdiğini düşünmelerini istemiyordu. Çevresine baktığında da trenlere, aceleyle koşan insanlara öylesine bakıyordu. Başını yandaki perona çevirdiğinde Saşa'yı gördü. iki askerin arasında yürüyordu. Önde, uzun paltolu, kısa boylu bir komutan kalabalığı yara yara ilerliyordu. Şaşa, sırtında çanta, elinde valiz onu izliyordu. Şaşa kendisine bakıldığını hissetti, çevresine bakındı. Varya, onun kâğıt gibi beyaz yüzünü, çingenelerinki gibi siyah sakalım gördü. Şaşa, askerlere, Maks'a, Nina'ya, Varya'ya şöyle bir baktı ama hiç kimseyi tanıyamadı; döndü ve peronun sonunda duran trene doğru yürüdü. Arkasından sandıkları, valizleri, çantalanyla büyük bir kalabalık geliyordu. Bir süre sonra kalabalıkta kayboldu. Varya Saşa'nm kaybolduğu yere bakıp duruyordu. Kalkış düdüğünün çalmışını duymadı, oradakilerin vedalaşmaya başladığını hiç görmedi. Nina'nın Maks'ı

alnından öpüşünü, kendisine doğru eğilişini, Serafim'in gözlerinin içine bakışım da görmedi. — Varya, uyan! dedi Nina. — Saşa'yı gördüm. Nina birden onun doğru söylediğini anlayarak bağırdı: — Neler saçmalıyorsun? Varya, sanki Şaşa, valiz ve çuvallanyla koşuşan insanların arasında gidiyormuş, o da onu görebilirmiş gibi gözlerini yan perondan ayırmadan mırıldandı. 233 — Muhafızlar götürüyordu. Sakalı vardı. Sakalı vardı. Sakalı, yaşlılar gibi... Birden gözyaşlarına boğuldu. — iyice yaslanmış, yaşlanmış... — Yeter, karıştırmışsındır, dedi Nina. Onun da sesi titriyordu. Maksim de heyecanlanmıştı; ama soğukkanlılığını yitirmemeye çalışarak, — Yanılıyorsun Varya, dedi. Onu böyle göndermezler. — Hayır! Oydu... Onu tanıdım... Dönüp baktı, bembeyazdı, yaşlanmıştı... Şaşıran Serafim elini uzattı. — Hoşçakal, Varya. — Bembeyaz bembeyaz, ölü gibi! —Varya hıçkmyordu.— Valizini taşıyordu, onlar yürüyor, o taşıyordu... Serafim utanıp kızararak gözyaşlarıyla ıslanmış, kirpiklerinden sızan rimelin boyadığı yanaklarını öptü. Tren yavaşça hareket etti. Genç subaylar pencerelere yığılmış, el sallayıp bağırıyorlardı. Uğurlayıcıları da trenle birlikte yürüyor, onlara karşılık veriyorlardı. Maks da, Serafim de el sallıyorlardı. Varya peronun ortasında durmuş ağlıyor, eşarbıyla yüzünü siliyor; böylece yüzünün boyaları iyice birbirine bulaşıyordu. Şaşıran Nina onu sakinleştirmeye uğraşıyordu: — Yeter artık, yapacak bir şey yok. Doğruca Sofya Alek-sandrovna'ya gidip öğreniriz.

Yanlarından geçen yaşlı bir kadın, durup Varya'ya baktı ve acıyarak başını salladı. — Kızlar askerler için ağlıyor! 234 İKİNCİ BÖLÜM tik sakinlerin açtığı eski Angara yolu Tayşet'te başlıyordu. Yenisi ise Kansk'ta. Demiryolu yolculuğu burada bitiyordu, gerisi yaya gidilecekti. Tahta kaldırımlı, sakin, bahçesiz şehir, bozkırdakilere benziyordu. Başının üstünde yeniden gökyüzü. Yaşamın baygın kokusu. Artık ne hücre, ne Dyakov, ne hapisane avlusu, ne de uykulu gözlerle seni izleyen tüfekli nöbetçiler vardı. Gerçek olduğuna inanamıyorsun. Burada herkes gibisin. Sokakta özgürce yürüyorsun, kendi valizini taşıyorsun, yanında Kansk'ta kalmasına izin verilmeyen Boris Solaveyçik yürüyor. — Benim gibi bir uzmanı köye yollamak? Bunun devlete yararı var mı? Küçük posta binası, yanında banka. Parmakları mürekkep ve tutkallı, günlük giysileriyle çalışan kızlar Solavey-çik'i tanıyorlar. Sempatik, konuşkan bir Moskovalı. Mektupları taahhütlü olarak geliyordu. «iyiyim, Boguçanı köyü, Kansk; taahhütlü yaz, öperim Şaşa» Anneye ilk telgraf. Postacı kız sözcükleri saydı, ücreti söyledi. Sonra da makbuzu yazıp parayı aldı. Buradaki kızlar neşeli, güzel... Solaveyçik'in ev sahibesi, sakin yüzlü, zayıf genç kadın masayı hazırladı. Onu Boris'le olmaya iten ne? Gidecek ve onu unutacak. Hoşuna mı gitmişti? Sürgüne acımış mıydı? Boris'in, başkent zamparası huylarıyla kadının yanında acı-nası bir hali vardı. 235 Şaşa valizinden bir kutu balık konservesi çıkardı: Annesinin aldıklarından kalan son şey. Boris votka şişesini açtı. Kadehleri, hattâ peçeteleri vardı. Burada da insanca yaşamak istiyordu. Kim oldukları anımsanmazsa her şey normal yaşamdaki gibiydi. Saşa'nın birinci kadehten sonra başı dönmeye başladı. — Hapisaneden sonra normal, dedi Boris. Uzanın. An-gara'da ispirto içeceğiz, oraya ispirto taşımak votka taşımaktan daha ucuz, at üstünde altı yüz kilometre. Yaşayacağız nasılsa! Boguçam büyük bir köy. Mesleğimle ilgili bir iş bulurum. Siz de mühendis sayılırsınız. Traktör, harman makinesi, mibzerler vardır.

— Traktörden anlamam, diğerlerinden de öyle. — istersen öğrenirsin, önceden aydınlar yurt dışına gi-derlermiş, biz de beyaz ayılara. Bülbül adasında serçe olmaktan Moskova'da bülbül olmak yeğdir. (*) Şimdi yapacak bir şey var mı? Ağlamak, zırlamak? Gözüm Devlet Planlama başkanlığındaydı, daha doğrusu başkan yardımcılığında. Bütün yükü çeken bendim, hiç kimseye zararım yoktu. Tam tersine yararım vardı. Ama yoluma noktalama işaretleri çıktı ve iki nokta beni durdurdu. Aklınızda bulunsun, sürgünde hiç kimse doğruyu söylemez: Ciddi bir iş yüzünden gelen, kendisini hiç yoktan sürgün ettikleri; hiç yoktan sürülen de ciddi ya gerçek bir olay yüzünden yollandığı izlenimini verir. Ama bana inanabilirsin. Evet. Bizim dairede bir pankart asılıydı: «Teknoloji rekonstrüksiyon çağında her şeyi çözer. Stalin.» Bu sözleri biliyorsunuz değil mi? Biliyorsunuz. Çok güzel. Bu sözü, çok güzel bir kızın yanında okudum. O da benim noktalama işaretleri bilgimin eksikliğini gösterdi. Dikkatle dinleyin. Kız, bu sözü şöyle okuduğumu sanmış : «Teknoloji: Rekonstrüksiyon çağında her şeyi çözer Stalin.» Eğitim görmüş bilgili bir kızdı, cehaletime dayanamazdı. Bunu üzülerek ilgili kişilere anlatmış. Telaffuzum her zaman kötüydü. Bu yüzden kınama cezası alacağımı düşünürken elli sekizinci maddenin dokuzuncu paragrafını aldım: Karşı devrimci ajitasyon ve propaganda. Dilbilgisini öğrenmem için üç yılın (•) Söz oyunu yapıyor, Soloveyçik, bülbül anlamındadır. (Ç.N.) 236 yeteceğini düşünmeleri isin iyi yanı. Burada durumum iyiydi. «Kürk Tedariksin ekonomisti. Benim gelişimle tedarik edilen kürk sayısının azalmadığından emin olabilirsin. Ama anlaşılan Kansk, noktalama işaretleri eğitimi için pek yeterli değil. îlk partiyle, yani sizinle Angara'ya gideceğim. Bo-guçanı'daki «Kürk Tedariksin saymanlığını düşünüyorum. Elde etmeye çalıştığımız şeyler, Şaşa, Moskovalı bir züppeye çok saçma gelir. Ama bu, bizim için yaşamak demek. Belki de Boris haklıydı. Ama Şaşa, kendisine başka bir yol çizmişti. Nereye gönderirlerse oraya gidecek, yolladıkları yerde yaşayacaktı. Bir şeyler elde etmeye çalışmak, Dya-kovlar'ın onu burada tutma haklarını kabul etmek demekti. Bunu hiç bir zaman kabul etmeyecekti. — Moskova'da nerede oturuyordun? diye sordu Boris. — Arbat'ta. — Fena değil. Ben Petrovka'daydım. Paten, pistinin yanındaki evde. Orayı biliyor musunuz? — Biliyorum. — Tahmin ettiğin gibi gençliğim «Ermitaj» bahçesinde geçti. Orada çok iyi akşamlar geçirdim. Ama tsadik dedem derdi ki... Tsadik ne demek biliyor musun? Bilmiyorsun. Tsadik, bilgeyle ulunun, ortasında bir şey. Evet, ermiş dedem böyle

durumlarda «Ginug» derdi. Bunu da bilmiyorsun değil mi? «Bırak!» «Yeter!» demektir... Şimdi de ben, ginug diyorum. Ammsamaya, gözyaşı dökmeye ginug! Sabahleyin daha onlar uyurken ev sahibesi işe gitmişti. Kahvaltı ocağın üstünde hazırdı. —¦ işte, sade kadının büyük üstünlüğü, dedi Boris. Karımdan bu yüzden ayrıldım. Erkenden kalkıp bana sıcak bir kahvaltı hazırlamak istemiyordu. Ne oldu? Kocasını kaybetti. Ama beni nasılsa kaybedecekti. Hadi, şu büyük tröst «Kürk Tedarik»e gidelim de çıkışımı yapalım. Tazminatımı onlara bırakacağım, ama Boguçanı için mutlaka mektup almalıyım. Traş olacak mısın? — Hayır. — Şaşa, dinle beni, sakalını kes, ne isine yarıyor? Şimdi sokağa çıkalım da bir bak, ne tatlı kızlar var... 237 I Şaşa kızları görmüştü. Gerçekten çok güzeldiler. Güçlü vücutları, güçlü bacakları, uzun boyları, sarı saçlarıyla tam Sibiryalı güzeller. Sibirya'daki yaşamı, münzevi yaşamı olarak düşünmüştü. Fransızca, İngilizce ve ekonomi politikayla ilgilenecekti. Üç yıl boşu boşuna geçmemeliydi. Şimdi bundan kuşku duymaya başlamıştı. Anlaşılan, yalnızca bunlarla yaşamayacaktı. — Ne boya, ne parfüm, her şey doğal. Yolculuk üç gün sonra, dolaşacak epey vaktimiz var. Ama dostum, bu sakalla evde otursan daha iyi. — Traş olmayı canım istemiyor. — Deneyimli birinin öğüdünü dinle. Sürgündeki ilk günün, oysa benim tam üçüncü ayım. Eğer yaşamı, özgür olacağımız güne kadar donduracaksan tükenmiş bir adamsın. Kendini ancak tek yolla koruyabilirsin: Hiçbir şey olmamış gibi yaşamak. O zaman yırtma şansımız olur. Çiçekli duvar kâğıdı kaplı alçak oda. Tavandaki kâğıtlar yer yer kabarmış. Duvarın ardında bir bebek ağlıyor. İçerisi kolonya ve pudra kokuyor. İki tane normal berber koltuğu, çizmelerini çıkarmamış iki usta, beyaz önlüklü. Yüzleri, Moskovalı ustalannki gibi sert, uyarıcı berber yüzü. Bulanık, yer yer dökülmüş aynada Saşa'nın solgun yüzü, sanki berberde düzeltilmiş gibi duran siyah, gür sakalları göründü. — Hepsi mi kesilecek? Berber dalgın dalgın makası havada şakırdattı, sonra kararlı bir hareketle Saşa'mn sakalını kesmeye başladı. Sakalları beyaz beze düşmeye başladı. Ardından makina gırıl-dadı. Sabun köpüğü yanaklarını ısıttı. Şaşa, Arbat'taki berber dükkânını,

kokularını, aydınlığını, bayram öncesi kargaşasını anımsadı. ¦ ¦—• Bu sen misin? Şimdi yakışıklı delikanlı oldun. Yeniden sokağa çıktılar. Şaşa, kızlara kendinden emin bakmaya başladı. Onlar da ona bakıyorlardı. — Bizi burada bıraksalardı, buradaki soyu bayağı güzel-leştirirdik, dedi Boris. Kansk'da bir sürü sürgün var, iki tane daha olabilirdi. 238 — Kimi bırakıyorlar? — tılar... Bıraktılar! Hastaları, çok çocukluları, zayıfları. İşte. Yalnız hemen bakmayın, Menşevik liderlerden biri geliyor. Uzun ak saçları yakasına dökülmüş, paltolu ve şapkalı bir ihtiyar, elindeki değneğe dayanarak onlara yaklaştı. So-loveyçik eğilerek selam Verdi. İhtiyar da eğilerek selamladı onu, ama tanımadığı birini selamlayan birisi gibi. Bir en sonra Soloveyçik'i tanıdı, şapkasını kaldırdı, nazikçe gülümsedi. İhtiyarın gösterdiği saygıyla gururlanan Boris, — Kontrole gidiyor, dedi. Kontrol peşinde ve yirmisinde. Kaç yaşında dersin? — Altmış. — Yetmiş iki diyemez misin? Burada herkesi görebilirsin: Menşevikleri, eserleri, anarşistleri, Troçkistleri, milliyetçileri. Eskiden ünlü bir sürü adam var. Şaşa, Sovyetler Birliği'nde hâlâ menşeviklerin ve eserlerin olduğunu hiç düşünmemişti. Troçkistler, onları anımsıyordu, ama bunlar? Hâlâ anlamıyorlar mı? Bir şeyler mi umuyorlar... Kendilerini devam mı ettiriyorlar?.. Belki de hiçbir şeyi sürdürdükleri yok? «Kürk Tedarik»in yemekhanesinde öğle yemeğini yediler. Örtüsüz kare masalar. Geniş, dört köşe servis penceresinin arkasındaki mutfak, ocağın üstünde üç büyük alüminyum tencere, tencerelerden yükselen buhar ve elinde tutacakla kırmızı yüzlü aşçı kadın. — Burası yalnızca çalışanlar için. Ama yabancıları da görmezden geliyorlar. Ne de olsa taze para! Domuz, tavşan, tavuk bulunur. Sürgünlerin yarısı burada yer. Biri, kendisini buraya benim soktuğumu söylerse inan. Boris'i gören aşçı tutacağı bıraktı, elini önlüğüne sildi ve mutfaktan çıktı. — Boris Savelyeviç, bugün borşç, püreli bifstregonof var. Eğer beklerseniz patates te kızartırım. —Boris'e doğru eğildi— Bir de şişe var.

Boris azametle izin verdi : 239 — Kızartın. — Boris Savelyeviç, gidiyor musunuz? — Gidiyorum. —Boris'in yüzü ekşidi.— Kepekleri getirdiler mi? — Getirdiler, dört çuval. Yarın yine getirecekler. Fiyatlarla yine oynadılar: Gulaş sekiz kapik ucuza veriliyor. Sobacıyla da anlaşamadık, sobayı yakınca tütüyor, göz açılmıyor. Kadın, onunla o varken her şeyin yolunda gittiği, o ayrılınca işlerin sarpa saracağı birisiymiş gibi konuşuyordu. Boris de duruşuyla bunun böyle olduğunu, olması gerektiğini gösteriyor; burada sıradan bir kişi bile olmamasına karşın herkesin ona eskisi gibi saygı gösterdiğini görmesi hoşuna gidiyordu. — Çeneye daldım, oysa siz yemek bekliyorsunuz. — Benden önce yemekhanede beş kişi çalışıyordu, şimdi iki. Mutfak işçisi ve bu kadın. Hem aşçı, hem kasiyer, hem garson, hem de müdür. Yemekhane hikâye. Burada iki ay içinde neler yaptığımı anlatabilirdim ama bunlar artık kimseye ilginç gelmiyor. Yerimiz doldurulmaz değil: Bugün ben, yarın sen. Derin derin düşünürsen bu sözler anlamsız gelir. Kütüphanede Puşkin yoksa onun yerine Tolstoy alabilirim. Ama bu Tolstoy olur, Puşkin değil. Benim yerime de başkasını atadılar, ama bu başka Puşkin. Kısa boylu biri çekinerek yemekhaneye girdi. Genç ama kambur, kötü giyinmiş, traş olmamış biri. Üst baş perişan. Kırık siperlikli şapka, kirli gömleğin üstüne giyilmiş eski , püskü bir mont, kavuşmayan düğmeler, yırtık ayakkabılar, beceriksizce dikilmiş kaba, geniş pantolon... — O, Igor! Hadi gel, gel! îgor yaklaştı. Utangaç utangaç gülümsüyordu. Şaşa mavi gözlerini, ince beyaz boynunu gördü. — Şapkanı çıkar, yemekhanedesin, dedi Boris. îgor, şapkasını eline aldı. Uzun süredir kesilmemiş, yıkanmamış sarı saçları dağıldı. — İşler nasıl?

— Bir şey yok, iyi. 240 — îyi, iyi demektir. Bir şey yok, bir şey yok demektir. Yine mi kovdular? — Yoo, niye ki? Daireye Sokmuyorlar. Ses tonunda özel bir şey vardı, ama Şaşa ne olduğunu bulamadı. Ses aklında kalmıştı. — îgor, envanter dairesinde çalışıyor, öyle toz içinda çalışma değil: Binaları ölçmek, plan çizmek. Parça başı çalışıyor, îyi para kazanılır. Ama bu herif tembellik ediyor. Projeleri yağ lekeleri içinde götürür. Sahi, sende yağ buiunur-mu îgcr? Varsa, ekmeğine sür, projelere değil. Seni daireye sokmamalarına gelince, atıyorsun! Partinin yarısı Kansk'ta kalıyor, adam olsan sen de kalırdın. îgor suçlu suçlu gülümsedi, şapkasını buruşturdu. — îyi! diye bitirdi Boris öğütlerini. Yemek istiyor musun? Kuşkusuz evet! Paran var mı? Kuşkusuz hayır! — Bugünlerde sekiz projenin parasını alacağım. — Bu sekiz proje hikâyesini iki aydır dinliyorum... Boris bağırdı: — Marya Dmitriyevna, îgor'u doyurun, ben ödeyeceğim. Aşçı kadın somurtarak pencereye bir tabak borşç ve bir parça ekmek koydu. îgor, şapkasını cebine soktu, ekmeğini koltuğunun altına sıkıştırdı ve tabağı iki eliyle beceriksizcs tutup bir masaya yöneldi. — Kim bu? diye sordu Şaşa. — Buradaki ünlü tiplerden biri. Şair. Beyaz göçmenlerden birinin oğlu. Paris'te konısomol müptelası olmuş, SSCB' ye gelmiş. îşte şimdi Kansk'ta. — Neden? — Çok saf sorular soruyorsun. îsyanı doğmadan boğuyoruz. Başka bir fıkra anlatmış olmam benim belirli bir düşün* ceye sahip olduğumu ve uygun koşullarda anti Sovyet eylemler yapabileceğimi gösterir. Sen, yanlış bir gazete çıkarmışsın; yarın gizli bir dergi, öbürsü gün de bildiri basarsın. Gazete için üç yıl vermeleri insancıl bile sayılır. Bildiri için kurşuna dizilir. Yaşamınızı kurtarmışlar. Îgor, Paris'te büyümüş, babası mülteci, yani devrim yüzünder. acı çekmiş biri, 241

ondan her şey beklenir. O zaman kendi yararı için onu çevresinden soyutlamak en iyisi. Igor köşeye oturmuş aceleyle yiyordu. Boris ona bakarak devam etti: — Sade bir insan çevresini kendisi temiz tutar, bu nedenle de insan olarak kalır. Aristokrat, çevresini arkasından temizlemelerine alışıktır, eğer temizleyen yoksa bir hayvana dönüşür. Monsenyor çalışmak istemiyor, yemekhanede artık yemeklerle karnını doyuruyor. Evden kovuyorlar! Çapaçul! Herkesten para alır, ama kimseye vermez. Evet, bildiğin gibi sürgünler arasında karun yok. Ama sürgünler onu bozdu. Onunla uğraşıp durdular. Dalga geçtiler: Şair! Parisli! Paris! Fransa! Üç silahşor! Baba Dumas! Oğul DumasL. Yalnızca benden korkar: Onunla uğraşanlar lokma vermezler, ama ben veriyorum. İçinden benden nefret etmesine karşın benim nutuklarımı dinlemek zorunda kalıyor. Şimdi ben gidiyorum, burada açlıktan nefesi kokacak! Ama daha ilginç başka bir şey var. Dülsine'sini bekliyor. Eğer gelirse hiç görmediğin ve göremeyeceğin bir manzara. Ve işte o. Yemekhaneye otuz yaşlarında, olağan üstü güzel, tanrıçalar kadar güzel, büyük ağızlı bir kadın girdi. Çevreye sakince bir göz attı. Boris'e kayıtsızca başını salladı. Boris de nezaketle başını eğdi. Kadın, köşede tabağın üstüne eğilmiş yemek yiyen tgor'u gördü. Boris kahırla mırıldandı: — Böyle bir pisliğin elindeki kadına bak. — Kadın kim? — Leningrad'dan geldi, sürgündeki kocasını arıyor. Burada, bu korkuluğa âşık oldu. Her gün oturuyorlar, o şiir okuyor, kadın da onu Dorian Gray'in portresi gibi seyrediyor. Kadın, Igor'a bir şeyler anlattı, îgor kıkırdadı, masadaki ekmek kırıntılarını toplayıp ağzına attı. Sıradan, hiçbir özelliği olmayan bir adam. Sonra kadın servis penceresine yürüdü, aşçı kadın yine hoşnutsuzca bir tabak borşç uzattı, îgor, yardım etmek için doğruldu ama sonra yine oturdu. Kadın ekmek ve kaşık için gittiğinde, onun arkasından yürüdü, ama hemen döndü. 242 Kadın yemeğini yiyordu. Şimdi de Igor bir şeyler anlatıyordu. Yüzü genç, aynı zamanda bitkindi. Kadın dinliyor, bazen başını sallıyordu. Kadın ikinci yemeğini aldı, yansını kendi tabağına, çorbasının içine döktü, geri kalanı Igor'un önüne uzattı. — Hayvan! Sabahtan akşama kadar yiyebilir. Sevdiği kadının yemeğini alıyor, insanlar, en kötü koşullarda bile insan olarak kalırlar. Ama bu Parisli sokak serserisinin dönüştüğü şeye bak. Onun saf ve içten olduğunu sanma. Pla-yır!

Alçağın, serserinin teki, soyduklarıyla alay eder. Parazit! Kendine kıyamıyor. Kendine kıyamamak başkalarına kıymak demektir. Bunu ermiş dedem söyledi. SSCB'ye gelmiş! Sovyetler Birliği'ne büyük şeref bahşedeceğini düşünmüş, ama burada çalışmak gerek. Çalışmak istemiyor. Toplum da onu soyutladı, içinden attı. Şaşa gülümseyerek. — En iyisi Paris'e geri göndermekmiş, dedi. Bu arada kadın yemeğini bitirdi, tabağım ileri itti. Dirseklerini masaya dayadı, çenesini avucuna aldı ve Igor'u seyretmeye başladı. O ise suratını asmış, geriye yaslanmıştı. Başını öne eğmiş bir şeyler mırıdanıyordu... Sesini yükseltmeden şiir okuyordu. Şaşa yalnızca birkaç sözcük duydu: Haçlılar, Kudüs'ün duvarlan, sarı kumlar, yakıcı güneş, hiçbir zaman dönmeyecek şövalyeleri bekleyen kadınlar. Boris alçak sesle sordu: — Hoşuna gidiyor mu? Yürekli şövalyeler, hayal kınk-hğma uğrayan kadınlar. Nasıl? Kansk'ta, «Kürk Tedarik» yemekhanesinde? Gerçekten gülünçtü. Yine de îgor'un bitkin yüzünde, güzel kadının derin bakışlannda, büyüleyici bir şeyler vardı. Şaşa kızgınlığına engel oldu ve Boris'e. — Hoşgörülü olalım, dedi. Stalin, Moskova nâzım planı toplantısına bitime doğru 243 luj geldi. Kaganoviç'in açış konuşmasında ne söyleyeceğini biliyordu, Budganin'in raporunu okumuştu. Rekonstrüksiyon hakkındaki bütün görüş ve öneriler ona iletilmiş, politbüro-da iki kez görüşülmüştü. Kendi görüşünü de hazırlamıştı. Bu görüş Moskova nâzım planı olarak saptanmıştı. Nâzım plan onu görüşü demekti. îçeri girdiğinde herkes ayağa kalktı. Gittikçe artan bir alkış tufanı koptu. Stalin, selam verircesine elini kaldırdı ve oturdu. Bununla diğerlerini de oturmaya davet ediyordu. Kürsüdeki kişi konuşmasını bitirmek üzereydi. Onu dikkatle dinliyormuş gibi yapan Stalin önündeki kâğıda, babası ayakkabıcı Cugaşvili'nin müşterilerinin yaşadığı Gori'den on kilometre kadar uzaklıkta küçük bir köy olan Ateni'deki eski kilise harebelerini çiziyordu. Babası oraya daha önce diktiği ayakkabıları götürürdü, ama bazen de bir gün kalıp orada çalışırdı. Yanına sık sık küçük Jozef'i de alırdı. Gori'den sabah erkenden çıkarlar,

bağların yanından Tana ırmağı boyunca Ateni'deki kilise harabeleri görününceye kadar yürürlerdi. Bu küçük köyde dckuz ya da on kilise vaxdi. îçlarinde efsaneye göre yedinci yüzyılda yapılmış, kubbeli Sion manastırının kilisesi hemen göze çarpardı. Cephesinde bulunan o dönemin tarihi kişilerinin yontuları korunmuştu. Kilisenin içinde de yine tarihi kişilerin işlendiği freskler vardı. En önemli ve anlamlı anıtlar, mimari anıtlardır: Malzemelerinden dolayı uzun ömürlüdürler, açık yerlerde dururlar, hem reprodüksiyonda, hem fotoğrafta, hem de doğada güzel bir görünüm verirler. Anıtlarla propaganda yapılmasını isteyen Lenin de yontunun önemini anlamıştı. Ancak Lenin yontuyu, yeni tarihi kişileri kitlelerin bilincine sokma aracı olarak görüyordu. Anıtlarla propagandanın temel hedefi dönemi ebedileştirmektir. O zamanlar yapılan elli anıttan kaçı kaldı? Bir? İki? ONUN döneminin anıtı, ONUN yeniden kuracağı kent, yani Moskova olacaktı. Yalnızca kentler uzun ömürlüdür. Yirmili yılların mütevazi mimarisi hataydı. Devrimci çilekeşliğin yerine NEP'in gösterişli ihtişamını koyma, klasik 244 mirası reddeden formalist mimarlar için bir sığınak olmuştu. Oysa her şeyden önce klasik mirastan yararlanmak gerekirdi. Petro bunu anlamış, Petersburg'u klasik biçimde yaptırmıştı. Bu nedenle mimari açıdan Leningrad bir kentti. Ama geçen yüzyılların kentiydi ve binalar çok katlı değildi. Moskova gelecek kuşakların önünde göğe yükselen bir kent olarak duracaktı. Klasik öğelerin ağır bastığı yüksek binalar... îşte Moskova'nın yeni biçimi. îlk yüksek bina Sovyetler sarayı olacaktı. Bunun yapımını yirmi ikide Sovyetler'in ilk kongresinde Kirov önermişti. Bunu şimdi kim anımsardı ki? Sovyetler sarayını O inşa ettirecekti. Yeni Moskova'nın mimari merkezi olarak. Yeni yollar açılacak, metro yapılacak, çağdaş evler, iş yerleri yükselecek; yeni köprüler inşa edilecek; oteller, okullar, kütüphaneler, tiyatrolar, kulüpler, bahçeler ve parklar yapılacaktı. Bütün bunlar ONUN döneminin olağanüstü anıtları olacaktı. Bu düşünceler Stalin'e Ateni'deki kilise harabelerini anımsatmıştı. O zamanlar, çocukluk yıllarında bu yarı yıkılmış tapınaklar sessizlikleri ve gizleriyle onu büyülemişlerdi. Şimdi de uzun masada otururken onların görüntülerini düz çizgilerle çiziktiriyordu. Resim yapmayı beceremezdi, ama düz çizgili motifleri cetvelsiz çok güzel çizerdi, güçlü bir eli vardı. — Söz Stalin yoldaşın, diye açıkladı Kaganoviç. Herkes yine ayağa kalktı, aynı alkış tufanı yine patladı. Stalin kürsüye çıktı, el hareketiyle alkışları dindirdi ve alçak sesle konuşmaya başladı.

— Moskova'nın yeniden inşasının gerekliliği üstünde epeyce duruldu. Bunları yinelemeyeceğim. Dar caddeleri, sokakları, yine yolları, çıkmazları, yapıları, yoksul evleri, kötü işçi kışlaları, elverişsiz ulaşım araçlarıyla eski Moskova başkent emekçilerini tatmin etmemektedir. Bir süre durdu, sessizliği dinledi, ne bir hareket ne de bir soluk alma. — Sovyet iktidarı yıllarında, —Stalin daha da alçak sesle devam etti,— Moskova emekçilerinin yaşam koşulları245 nın iyileştirilmesi için çok şey yaptık. Bodrumlarda yaşayan işçileri, eski sömürücü sınıfların temsilcilerini sıkıştırarak normal dairelere yerleştirdik, tşçi çocukları için çok sayıda okul, işçi kulüpleri ve kültür sarayları yapıldı. Bu alanda ulaştığımız nokta oldukça önemli ve Sovyet insanının haklı bir gurur kaynağı. Ama geleceği de düşünmek zorundayız. Yönetmek, geleceği görmek demektir. En az on yıllık plan yapmak zorundayız. Bu, Moskova nâzım planı olacaktır. Kürsüden indi, ön sahnede gezindi, salonda yine aynı sessizlik hüküm sürüyordu. Kürsüye döndü ve konuşmasını sürdürdü: — Bu planı gerçekleştirirken iki cephede birden savaşmak zorundayız. Birincisi, Moskova'nın «büyük bir köy» olarak kalmasını isteyenlerle, ikincisi de şehircilik aşırıcılı-ğıyla. Körükörüne Batı'yı kopya edemeyiz, Moskova sosyalist bir kenttir, sosyalist bir devletin başkentidir. Onun çehresini belirleyecek olan da budur. Bu, varsılların saraylarda, işçilerin kulübelerde yaşadığı bir kent değil, tam tersine özellikle işçilere daha iyi, daha elverişli yaşam koşullarının sağlandığı bir kent olacaktır. Dolayısıyla planın ilk amacı, kenti yaşamaya uygun hale sokmaktır. Yeni apartmanlar yapmalıyız. Yeşil alan içinde yeni apartmanlar. Moskova nehriyle Yauza kıyılarına da rahat ve güzel evler. Bu durumda fazladan elli kilometrelik sokağa sahip oluruz. Kentin ana sokak-larmdaki eski evleri yıkıp yenilerini yapmak, ana yolları elli, hattâ yetmiş metreye kadar genişletmek zorundayız. Böylece kentin ulaşım sorunlarını emekçilerin yararına çözmüş olacağız. Stalin yeniden durdu. Genel, herkesin bildiği şeylerden söz ettiğini biliyordu. Ama aynı zamanda onu dinleyen herkesin bu sözleri bir ilham olarak kabul edeceklerini de biliyordu. Çünkü bu sözleri O söylüyordu. — ikinci amaca geliyorum. İkinci amaç şudur: Dünyadaki ilk sosyalist devletin başkenti, güzel bir kent olmalıdır. Daha devletimizin ilk günlerinde büyük Lenin'in yönetiminde anıtlarla propaganda planı üstünde çalışılmıştı. Büyük Lenin, dönemimizin çağa anıt bırakmasını istemişti. Lenin' 246 in bu arzusunu korumak ve geliştirmek zorundayız. Ancak o yıllarda yoksulduk ve mütevazi mimari kararlarla yetinmek zorundaydık. Ne yazık ki bu, formalist sanata geniş bir yol açtı. Formalist sanat ise kitlelerin anlamadığı, bize yabancı olan bir sanattır. Şimdi yeterince güçlü ve varsılız, her şeyden önce

klasik mirastan yararlanmak zorundayız. Kuşkusuz, klasik mirası da Petersburg mimarlarının yaptığı gibi körü körüne kopya edemeyiz. Klasik biçime yeni, sosyalist bir biçim, içerik katmalıyız. Yine uzun bir ara verdikten sonra devam etti: — Nihayet, yoldaşlar, son soru şu : Moskova hangi yöne doğru gelişecek? Birinci öneri, Moskova'yı olduğu gibi, yani açık hava müzesi gibi bırakmak ve yeni Moskova'yı başka bir yere kurmak. Bu önerinin sahibine duyduğumuz büyük saygıya karşin bunu kabul edemeyiz. Moskova Rusya'nın tarihi merkezidir, Moskova Rusya'yı birleştirmiş ve yaratmıştır. Ondan vazgeçmemiz mümkün değildir ve olamaz. İkinci öneri, Moskova'nın bugünkü merkezine —Sadovaye Koltso sınırlan içinde— dokunmamak ve on sekiz büyük uydu kentle kuşatmak. Yeni Moskova'yı oluşturacak on sekiz yeni kent kurmak. Bunun, birinci önerinin yumuşatılmışı olduğunu görmek pek zor değil. Bu iki önerinin hareket noktası nedir? Her şeyden önce Moskova'yı yeniden yapma yeteneğimize inançsızlıktan yola çıkıyorlar. Kuşkusuz, yeni bir kent kurmak daha kolaydır. Ama bizim, bolşeviklerin önündeki görev, Moskova'mızı yeniden kurmak, Moskova'mızı eski yerinde, ülkemizin ve dünya devriminin merkezi olarak bırakmaktır. Bu nedenle Moskova'yı artık tarihselleşmiş halka biçimindeki planına göre geliştirmeyi kararlaştırdık. Mimari açıdan merkezi, Vladimir Ilyiç Lenin'in muhteşem anıtıyla bezenmiş Sovyetler sarayı olacaktır. Her birinde sağlı sollu yüksek binalar bulunan ana yollar uzayacak, Moskova yukarıya doğru büyüyecek. Klasik ama sosyalist yorumlamalarla yukarılara yönelen Moskova! İşte, Moskova'nın gelecekteki çehresi. 247 Ona çeyrek kala toplantıdan dönen Stalin odasına geçti. Poskrebışev, — Josef Vissarionoviç, Şumyatski filmi getirdi, dedi. — İyi, Şumyatski evine gidebilir. Kliment Yevremnoviç'e gelip izlemesini söyleyin. Sinema salonu Stalin'in odasının arkasındaydı. ikisi arasında koruma görevlilerinin odası vardı. Küçük salonda yedi sıra, her sırada sekiz koltuk bulunuyordu. Stalin, filmleri genellikle politbüro üyelerinden birileriyle izlerdi. Gözlüğünü takar, son sıranın son koltuğuna otururdu. Sinema makinesinin ışığına engel olmak istemez, onun kulağının dibinde uğuldamasını sevmezdi. Çok seyrek olmakla birlikte konukları olduğu zaman ikinci sıranın ortalarına oturur, gözlüklerini takmazdı. Gözlüklerle hiç kimseye görünmezdi. Nitekim gözlüklü haliyle hiç betimlenmemiştir. Bugün Stalin'in emriyle Charlie Chaplin'in «Şehir Işıkları» filmini getirmişlerdi. Stalin filmi üçüncü kez izliyordu. Chaplin'i seviyordu, ona en yakın insan olan babasını anımsatıyordu. Bazen de Chaplin'in kahramanlarında kendinden bir şeyler bulurdu : Onun gibi yalnız. Ama bu düşünceyi çabucak kafasından atardı. Çünkü gerçeklerle bağdaşmıyordu. Chaplin, babasını

anımsatıyordu, yalnızca babasını. Zavallı Charlie yolda yürüyor, geriye bakıyor, savunmasızca gülüm-süyordu.Stalin'in gözleri sulandı, mendille gözlerini sildi... Voroşilov, ona doğru eğildi. — Koba, neyin var? Stalin kuru bir biçimde yanıtladı. — Film benim hakkımda. Ama film onun hakkında değil, babası talihsiz ayakkabıcı Vissarion Cugaşvili hakkındaydı... Ekmek parası kazanmaya Telavi ya da başka bir yere giderken aynı Chaplin gibi yolda geriye döner, Josef'e el sallar, hüzünle gülümserdi. O zamanlar yine bir ayakkabıcı olan Kulumbegaşvili'nin evinde oturuyorlardı. Evde iki oda vardı. Birine Kulumbe-gaşvililer diğerine Cugaşvililer sığınmışlardı. Kulumbegaşvili' nin çalıştığı küçük ev hep ayakkabı kokardı. Babası eve seyrek uğrardı. Annesiyle geçinemediği için Kahetiya'ya gider, 248 oradan oraya dolaşırdı. Annesi özbeöz Gürcüydü, Kartveli ailesindendi. Babası ise Gori'ye yerleşen güney Osetinlerden. Ataları iyice Gürcüleşmişlerdi ve Osetin dedesi «Cugaev» Soyadındaki «ev»i atmış, Gürcülerin «vili»sini almıştı. Annesi, varsıl bir dul olan Egnatoşvili'nin evine temizliğe giderdi. Okulda, Josef'in babasının bu adam olduğu söylenirdi. Josef'i dini okula o sokmuştu. Eğer babası ayakkabıcı olsaydı, ona baba mesleğini öğretirdi. Gürcistan'da avars avare dolaşmazdı. Herkes yalan söylüyor, kimseye inanmak mümkün değil! Küçük Josef, babasının ayakkabıcı Vissarion Cugaşvili olduğunu çok iyi biliyordu. Annesinin, babasına sürekli küfretmesine, onun yüzünden yoksul olduklarını söylemesine karşın bundan emindi. Bu sitemlerinden ötürü annesini sevmezdi. Hiç kuşku yok ki annesi onun iyiliğini istiyordu. Onun papaz olmasını, onu Tanrıya adamayı diliyordu. Karnım doyurması için Engatoşvili'nin evine götürürdü. Onlara gitmek istemezdi. Onlar varsıl, o ise yoksuldu. Ona avluda bir tabak harço, bir tabak etli mısır verirler; kendileri de odada oturur, şarap içer gülüşürlerdi. Egnatoşvililer'e gidecekleri zaman annesi üstüne başına çeki düzen vermeye çalışırdı. Neden? Bazıları varsıllıklarını gösterirler giysiyle; bazıları da yoksulluklarını gizlemeye çalışırlar. O ise yoksuluğundan utanıyordu. Pantolonu mu eskimiş? Tükür gitsin! Başka ayakkabısı yok. Tiflis'teki papaz okulunda hırpani görünüşüyle gururlanmıştı bile. Gerçek erkek böyle görünmeli! Şimdi de bir er gibi giyiniyordu... Annesinin iradesine boyun eğmek istemiyordu. Babasını seviyordu, ama babası iradesiz biri olduğu için onunkine de boyun eğmedi. Annesi iradeli bir kadındı. Herkes onun karakterini anasından aldığını söylüyordu. Ama annesinin iradesi de,

karakteri de bir parça ekmek bulma yolunda kaybolup gitmişti. Babası ise para kazanmayı bırakmıştı. Şarkı söylemeyi, eğlenmeyi, arkadaşlarıyla yarenlik etmeyi seviyordu. Bu dakikalarda gerçek bir erkek olur, sempatiklesin 249 sevecenleşirdi. Annesinin yanında ise suskun, zayıf biri olurdu. Zayıf adam! Bir gün babasımn bir sarhoş kavgasında öldüğünü bildiren mektubu aldılar. Yine yalan söylüyorlar. Sessiz, sakin biri olan babası kavgayı sevmezdi. Kim, ne için onu öldür-sündü? Eceliyle ölmüştü! Okuldaki çocuklar Jozef'i kızdırırlardı : Babası kendini savunamamış! Ama Jozef bunun böyle olmadığını, bunların hepsinin yalan olduğunu bilir, hiç yanıt vermez, gülerek oradan uzaklaşırdı. Okul arkadaşlarından nefret ediyordu, varsıllıklarıyla öğünen varsıllardan, yoksullarından utanan yoksullardan nefret ediyordu. Babasını Telavi'ye gömmüşlerdi. Nerede gömülü olduğunu kimse bilmiyordu. Oğlu da bilmiyordu. O babasını, babası da onu severdi. Oğlunu hiç cezalandırmamış, ona hiç kötü söz söylememişti. Onun başını okşar, şarkılar söylerdi. Müziğe karşı olan yeteneğini ondan almıştı. Okul korosunda hep kısa boyluların yer aldığı arkadaki yüksek sırada dururdu, ONUN sesi en iyi ses sayılıyordu. Koro şefi kulağının da iyi olduğunu söylerdi. Bunların hepsini babasından almıştı. Babasına da benziyordu : O da kısa boylu, kumraldı; annesi ise uzun boylu, esmer. Babası şakayı sever, şakadan anlardı. Annesi şakadan anlamayan somurtkanın biriydi. Hemşerileri Stalin'e Gori adını vermek istiyorlar. Hayır, gerek yok! Güney Osetiya'nın başkenti Shinvali'nin adını versinler ona. Bu babası ve babasının Osetin soyu için bir anıt olur. Babasının, ayakkabıcı Vissarion Cugaşvili'nin anısına saygı gösterdiğini annesinin bilmesi iyi olur. Kadın aptal değil, anlar. Kuşkusuz, Sovyet halkının gözünde uslu bir oğul olarak görünmesi gerek. Bu, onu daha yakın, kendilerinden biri yapıyordu onlar için. Ama çocukluğu onun için her şeyden önce babası demekti. Babasıyla Ateni'ye gidişlerini yeniden anımsadı. Köylüler üzümleri toplarlar, ayaklarıyla ezerler, büyük toprak küplere «Atenuri» şarabını doldururlardı. Babası da akşamları dostlarıyla Ateni şarabı içer, onlarla şarkı söylerdi. Yürekleri yakan Gürcü sesi! iyi söyler, iyi içerlerdi. Öyle votkayla kafayı bulup kavgaya tutuşan Rus 250 köylüleri gibi değil, şaraptan zevk alarak, neşelenerek Gürcü usulüne göre içerlerdi. Tarih yalnızca hem nüfus, hem toprak açısından büyük olan Rus halkıyla yapılabilir. Rusya'yla birleşme Gürcüleri bir ulus olarak korudu. Bu nedenle Gürcü sosyalizmi genel Rus sosyalizminin bir parçasıdır. Ne ki Ruslar, Gürcüler gibi değillerdi. Okulda, papaz okulunda hiç kimse elleri sakat olduğu için ona dokunma-mıştı. Bunun nedeni doğuştan gelen Gürcü

asaletiydi. Ama daha sonraları insanlar ne Baku'da, ne Batum'da, ne de Sibirya'da onun bu fiziksel kusurunu göz önünde tutmuşlardı. Kaba ve acımasızdılar. O zaman karşı koymuş, onlara daha kaba davranmıştı. Lenin, kabalığından dolayı sitem etmişti, ama ancak böyle yönetebilirdi: Aygıtın kabalığı halkın kabalığını dizginler. Daha sonra eski püskü gibi onu bir yana atıveren aydınlar ona çok nazik davranmışlardı. Daha gençliğinde, Rusya'daki demokrasinin yalnızca kaba güçlere özgürlük demek olduğunu anlamıştı. Kabalık içgüdüsü, yalnızca güçlü bir iktidarla bastırılabilir. Böyle bir iktidara diktatörlük deniyor. Halkı tanımayan Menşevikler bunu anlayamadılar, halkı tanıyan Bolşevikler anladı. Onun içindir ki Rus sosyal demokratlarının çoğu Bolşeviklerden yana, Rus olmayan sosyal demokratlar ise Menşeviklerden yana tavır koymuşlardır. Bolşevizm bir Rus olgusudur. Menşevizm ise yabancı. Bütün büyük Gürcülerden yalnızca O Rus halkını anlamış, Bolşeviklere katılmıştı, öteki Gürcüler, Noy Jor-daniya, Tsereteli, Çheidze ve benzerleri Rus halkını tanımıyorlardı, onun için Menşeviklerle birlik oldular. Doğru, o zamanlar O, toprağın ulusallaştırılmasına karşıydı. O dönem konusunda kim, Lenin mi, o mu haklı belli değil. Geçmişta kimin haklı; kimin haksız olduğu sorusuna tarih tek söz-cüklük yanıt vermeyecek. Kazanan haklı! Ama O Lenin'e karşı çıkmamıştı: Onun yolu Bolşeviklerle, politikacısı olacağı Rusya'ylaydı. Ulusal sorunla uzun süre uğraşmıştı ve şunu kesinlikle biliyordu : Ulusların arasında da insanlar arasında olduğu gibi en güçlüler kazanır. Halklar arasında da politikacılar arasında olduğu gibi yönetenler ve yönetilenler vardır. Yüzden fazla halkın yaşadığı Sovyetler Birliği'nde yöne251 tici olabilecek tek halk, Rus halkıdır. Ülkenin nüfusunun yarısından fazlası Rus'tu. Yalnız mutlakiyetçi Rus şovenizmine karşı amansız bir savaş AÇMAK gerekirdi. Çünkü yerel nasyonalizmi doğururdu bu. Ama, temel birleştirici gücün Rus halkı olduğunu bir dakika bile unutmamak gerekiyordu. Fransızlar için Fransız olan Korsikalı Napolyon Bonapart gibi Rus halkı için Rus olmalıydı. Stalin toplantıdan memnundu. Toplantıda Moskova'nın rekcnstrüksiyonunun yalnızca öncüsü ve organizatörü olarak konuşmamış, adı her Rus için değerli olan bu kenti Rusya için korumuştu. Her Rus insanının bildiği ve düşündüğü biçimde Moskova'yı KENDİSİ korumuştu. Salonda, Rus kültürü diye tutturup oturan burnu yüksek aydınlar değil O; özellikle O yalnızca O, Rusların Moskova'ya duydukları derin sevgi ve saygıyı değerlendirmişti. Bu yüzden de Moskova şimdi ONUN kentiydi, gelecekteki Moskova ONUN anıtı olacaktı. Bir Rus olan KİROV, Leningrad'ın yeniden düzenlenmesi için yırtınıp duruyordu, ama orada yeniden yapılacak ne vardı? Leningrad, hiçbir şey yapılması mümkün olmayan, Kirov'un da bir şey yapamayacağı oturmuş bir kent, bir taş yığınıydı. Ama her zaman olduğu gibi O kendi ayrıcalığını gösterdiğinde içini yoğun bir yalnızlık duygusu kaplıyordu. Herkes ayağa kalkıyor, onu alkışlıyordu ama onu sevmiyorlardı; ondan korktukları için ayağa kalkıyor ve onu alkışlıyorlardı. Büyük bir memnuniyetle, sevinçle, törenle ayaklarının altına alırlardı onu. Onun üstünlüğünü, ayrıcalığını, tekliğini kabul etmek istemiyorlardı. Onlar için yarı cahil bir papaz okulu öğrencisi, dar görüşlü bir plebistti. «Silah arkadaşları» bile iktidarını sağlamlaştırmasından korkuyorlar, kolektif yönetimden ve MK'nın rolünden dem vuruyorlar, tarihte kişilerin rolünü yadsıyan Pokrovski ekolünü

tutuyorlar; bununla ONUN parti tarihindeki, Rusya tarihindeki rolünü küçültmek istiyorlardı. Bunu başaramayacaklar! KENDİSİ yalnızca yeni bir Rusya tarihi yaratmakla kalmayacak tarihsel olayların değerlen252 dirilmesinde yeni bir ölçü de getirecekti. Ancak bu yolla şimdiki kuşaklarla gelecek kuşaklara gerçek yargılar aktarılabilirdi. ONUN dönemi hakkında. Sezar ve Napolycn şöhret düşkünlüklerinden değil tarihsel gereklilikten imparator olmuşlardı. Yalnızca Sezar mutlak iktidarıyla barbarları püskürtebilmiş, yalnızca imparator Napolyon Avrupa'yı ele geçirebilmişti. Yüksek iktidar azametli olmalıdır. Halk ancak böyle bir iktidar önünde eğilir, ona boyun eğer; ancak böyle bir iktidar korku ve saygı uyandırabilir. Rus tarih bilimi, Korkunç îvan'ı kötü gösterir. Oysa işin aslında Korkunç îvan büyük bir devlet adamıdır. Kazan'ı, Astrahan'ı, Sibirya'yı Rusya'ya katan odur. Rusya tarihinde ilk kez, belki yalnızca Rus tarihinde de değil, dış ticareti te-kelleştirdi. Rus çarları arasında ilk kez devletin büyüklüğü ilkesini gerçek bir ilke yaptı: Herkes, her şey devletin çıkarlarına boyun eğmelidir! Boyarlar, merkezi devletin oluşturulmasına karşı çıkmışlardı. Korkunç'un hatası, boyarları asması değil az sayıda boyarı asması, dört ana boyar sülalesinin kökünü kazımamasıydı. Eskiler bu konuda daha ileri görüşlüydüler, düşmanlarını üçüncü, dördüncü kuşağa kadar temizlemişlerdi. Tertemiz ve sonsuza kadar. Tarih, Opriçnina'nın rolünü de yanlış değerlendirmişti. «Opriçnina», ve «opriçnik» kavramlarını ayırmak gerek, Op-riçnina, Korkunç'un hassa alayıydı. Boyarlık ve boyarlarla savaşmak için düzenlenmiş ilerici bir orduydu. Opriçnik ise emri yerine getirendir. Aralarında cellatların da olması olağandır. Ölüm cezasını insancıl parlamentolar, yüksek eğitimli hukukçular onaylar, cellatlar yerine getirir. Büyük Petro, yüce bir devlet adamıydı, yeni Rusya'yı yarattı. Peki Pokrovski, Petro hakkında ne yazmıştı? İşte yazdıkları : «Yalancı tarihçilerin Büyük diye adlandırdıkları Petro, Estonyalı bir papazın hizmetçisi olan Katerina ile evlenebilmek için karısını manastıra kapattı. Oğlunu kendisi eğitti, sonra da Petropavlovsk kalesi zindanlarında gizlice idam edilmesini emretti... İkinci karısına da hastalık bulaştırarak Sifilisten öldü...» İşte Pokrovski'nin Petro'da gördükleri! 253 «Tarih okulunun başı» işte bu saçmaları yumurtluyor! Petro'nun Rusya'yı yeniden yarattığını ise farketmemiş! îş-te, söylenebilecek en saçma şeyler! İşte marksizmin doktri-ner açıdan kavranmasının ve tarihte kişinin rolünü yadsımanın insanı götürdüğü yer! Lenin, bu ilkel sosyologu tarihçi olarak nitelemiş ve onu «En özgün biçimde Rus tarihi»nin yazarı olarak övmüştü. Oysa kitabı, Rus tarihindeki devlet adamlarını yeteneksiz gösteren bir beceriksizlik anıtıdır!

Pokrovski kendisini Leninizmin koruyucusu ve Lenin'in -görüşlerinin tek yorumcusu olarak göstermek istiyor. Hayır, bağışlayın! Vladimir Ilyiç Lenin'in görüşlerinin tek yorumcusu yalnızca onun halefi, yalnızca onun işlerini devam ettiren, yalnızca ondan sonra ülkeyi yöneten kişi olabilir... Onun halefi ve işlerini devam ettiren Stalin'di. Ülkeyi yöneten de Stalin. Demek ki Lenin'in mirasının —tarih de dahil olmak üzere, çünkü bu tarihi O YAPIYORDU— yegane yorumcusu Stalin'di... Ne ki on yıl boyunca Pokrovski yoldaş, Stalin yoldaşın toplum bilim araştırmalarına katkıları hakkında tek sözcük söylememişti. Pokrovski yoldaş devlet yönetmenin, devlet teorisini hazırlamak ve bu teoriyi işlemek olduğunu anlamıyor mu? Anlıyor. Ama Stalin yoldaşı ne bir bilim adamı, ne de bir teorisyen olarak kabul ediyor. Pokrovski'nin anti marksist «tarih» okulunu param parça etmek gerek. Lenin'in otoritesini de onun halefi üstlenmek zorunda. Stalin bugünün Lenin'idir! Stalin öldükten sonra onun halefi o günün Stalin'i olarak adlandırılacak. Ancak bu yolla iktidarın devamlılığı, sarsılmazlığı sağlanabilir. Tarih bilimi Stalin'in, Lenin'in gerçek halefi olduğunu; başka bir halefin mümkün olmadığını, Lenin'in halefliğine soyunan ve bunu isteyen başkalarının düzme, politik maceracı ve entrikacı olduklarını kanıtlamalıydı. Tarih, Stalin'in sürekli Lenin'in yanında bulunduğunu göstermeliydi. Yurt dışında Lenin'in sekreterliğini yapan Zinovyev ya da eski raportörü olan Kamenev'in değil. Özellikle O. Rusya'da partiyi yaratan kişi olarak O, Lenin'in yanındaydı. Bu yüzden parti, Le-nin-Stalin partisiydi. Stalin'in, Lenin'le olan küçük anlaş254 mazlıkları unutulmalı ve tarihten sonsuza kadar çıkarılıp atılmalıydı. Tarihte yalnızca Stalin'i bugünün Lenin'i yapan şeyler kalmalıydı. Temel görev, güçlü sosyalist bir ülke yaratmaktır. Bunun için de güçlü bir iktidar gereklidir. Stalin, bu iktidarın başındadır. Yani daha işin başında Lenin'in yanındaydı ve Ekim Devrimi'ni Lenin'le birlikte yönetmişti. John Reed, Ekim değişikliğinin tarihini başka türlü gösteriyor. Böyle John Reed'e gereksinimimiz yok. Tarih tahrif edilebilir mi? Hayır, edilemez. Ekim Devrimi'ni Paris, Londra ve Zürih'te oturan mülteciler değil, parti gerçekleştirdi. Onlar oralarda tartışmalarda, toplantılarda, konferanslarda çene yarıştırıp Paris kahvelerinin verandalarında bitmek bilmeyen gevezelikler yaparken Rusyalı devrimciler susmak ya da alçak sesle konuşmak zorunda kalmışlardı. Ama özellikle onlar, partinin sıradan mütevazi üyeleri, kitleleri en önemli anda harekete geçirmişler, sonra da devrimin savunulmasına katılmışlardı. Bu kadroların temsilcisi de O'ydu. Bu yüzden ONLARIN Ekim Devrimindeki rolleri ONUN rolüydü. Kitlelerin ve kişilerin tarihteki gerçek rolü işte buydu. İç savaşı askeri uzmanlar kazanmadılar, onlar yalnızca ayak bağı oldular. İç savaşı ordular, tümenler, alaylar, birlikler oluşturan on binlerce komünist ve partili kazan» di. O, bu kadroların temsilcisiydi; bu nedenle ONLARIN iç savaştaki rolü ONUN rolüydü, ONUN rolü de partinin rolü demekti. îşte bu ilkeler doğrultusunda tarihi, parti tarihini yazmak gerek. Kolektif

yönetim dedikleri hikâyeydi. İnsanlık tarihi boyunca «kolektif yönetim» diye bir şey olmamıştır. Roma senatosu? Neyle bitti? Sezar'la. Fransız triumvirası? Na-polyon'la. Evet, insanlık tarihi, sınıf savaşlarının tarihidir. Ama sınıf sözcülüğünü LİDER yapar, bu nedenle insanlık tarihi, onun liderlerinin ve yöneticilerinin tarihidir. Orada idealizm yoktur. Dönemin ruhunu, o dönemi yaratan belirler. Petro'nun dönemi, Rusya tarihinin en yakıcı dönemlerinden biridir. Üçüncü Aleksandr'm yönetimi ise en sönük dönemdir. Onun kişiliksizliğine bütünüyle uygun. 255 Sabahleyin Boris arabacıyla konuşmaya gitti. Şaşa, mektup yazmaya oturdu. ... «Sevgili Anneciğim!» Cezasını onu daha önce sorguladıkları edada söylediler. Birisi, özel oturumda alınan kararı okudu. Elli sekizinci madde onuncu paragraf, Doğu Sibirya'ya üç yıllık sürgün, tutuklu bulunduğu süre düşülecek. — imzalayın! Şaşa kâğıdı okudu. Ona neden üç yıl verdikleri yazılmış olabilirdi. Hayır, hiçbir şey yazılmamıştı. Bu, bir karar bile değildi. Beş, yirmi beş, belki de üç yüz yirmi beş adın bulunduğu genel bir listenin son paragrafıydı. Şaşa imzaladı. Kararı sabah açıklamışlardı, öğleyin annesiyle görüştü, akşamüstü de yolladılar. Görüşme öncesi gardiyan gelmiş, kâğıtla kalem uzatmıştı : — Kimle görüşmek istiyorsun? Annesini ve babasını yazdı... Varya? Yazabilirdi: Var-ya Ivanova, nişanlısı. Nişanlısını mutlaka çağırırlardı. Neden özellikle Varya? O kızı, kız da onu seviyor muydu? Yine de onu, özellikle onu görmek istiyordu. «Çöllerin kokulu çiçeği, gülüşün kavaldan daha ince.» Bu ince, nazik sese doymamıştı. Ama Varya'yı yazmadı: Bu görüşmeyi ister miydi, onu bekliyor muydu, ona gerekli miydi? Gardiyan, Saşa'yı küçük bir odaya götürdü ve kapıyı dışardan kitledi. Şaşa, masaya oturdu. Annesinin onu böyle sakallı görünce nasıl dehşete düşeceğini, annesi için hapisane koridorlarında yürümenin nasıl korkunç olacağını düşünmeye başladı. Anahtar döndü, önce gardiyanın yüzü ardından annesinin ak saçlı başı göründü. Gardiyan, annesinin Saşa'ya yaklaşmasını engellemek için ortalarında durdu. Annesine masanın karşısında duran sandalyeyi gösterdi. Kısa boylu, ak saçlı annesi de başını eğerek, oğluna hiç bakmadan gösterilen ye256

re oturdu. Yerine oturduktan sonra başını kaldırdı, bir daha da gözlerini ondan ayırmadı. Dudakları titriyor, başı yana düşüyordu. Şaşa ona bakıyor, gülümsüyordu. Yüreği hızlı hızlı çarpıyordu. Nasıl da yaşlanmış, nasıl da çökmüştü. Çektiği acılar gözlerinden okunuyordu. «Gabardinim» dediği sezonluk mantosunu giymişti. Bu manto, Saşa'ya artık baharın geldiğini anımsattı. Pencerenin alt bölümleri üstübeçle karartılmıştı, üstten bahar güneşi vuruyor, güneş ışıkları kayıtsız bir yüzle gardiyanın oturduğu uzak köşeye düşüyordu. Şaşa gülümseyerek, — Traş olacaktım ama olmadı, dedi. Bugün berber yoktu. Annesi konuşmadan ona bakıyordu. Dudakları, başı titriyordu. Titremeyi durduramıyor ve ağlamamaya çalışıyordu. — Berber çok beceriksiz, acıtıyor. Kimse traş olmak istemiyor. Hem bana sakal yakışıyor gibi, bırakayım mı, ne dersin? Yine hiç konuşmadan başını hafifçe salladı ve ona baktı. — Herkes nasıl? İyiler mi? Arkadaşlarını kastediyordu, iyiler miydi? Sorusunu anlamıştı. — Herkes iyi. Ama herkesin iyi olduğu, yalnızca Saşa'nın kötü olduğu düşüncesi dayanılmazdı. Neden özellikle o? Başını ellerine götürüp ağlamaya başladı. — Bırak ağlamayı, konuşmamız gerek. Mendil çıkarıp gözlerini sildi. — Temyiz edeceğim. Önemli değil, okulla ilgili. Gardiyan sözünü kesti: — Davadan konuşmayın! Ama annesi korkmadı. Hapisaneyle ilk tanıştığı günkü korku kalmamıştı. Yüzünde Saşa'nın yakından bildiği inatçı ifade belirdi. Saşa'yı dinlerken gerginleşti, sonuna kadar dinledi. Bu, annesinde gördüğü yeni bir ifadeydi. — Novosibirsk'e gidiyorum, her şey yoluna girecek. «Sibirya» demek istememiş, «Novosibirsk» demişti. 257 — Gider gitmez telgraf çekerim, sonra da mektup yazarım, iş bulurum para yollama. — Yüz elli ruble verdim.

— Niye o kadar çok? — Yiyecek de, çizme de. — Çizme iyi de yiyecekler boşuna. — Yün çoraplar, atkı. Gözünü kaldırıp sordu: — Ne kadar verdiler? — Üç. Üç yıl. Bir buçuk yıl sonra döneceğim. Babam geldi mi? — Şubatta gelmişti. Şimdi çağıramadım, dün gece aradılar. Sağlığın nasıl? — Çok iyi! Hastalanmadım, çok iyi besliyorlar, tatü gibi! Şaşa neşelendi, annesini de canlandırmak istedi. Ama annesi onun acılarını görüyor, kendisi de acı çekiyordu. Oğlunun şakalarına acıyla gülümsüyor, o da oğlunu canlandırmak istiyor, yalnız olmadığını, onu düşünen biri olduğunu bilsin istiyordu. — Vera, onu çağırmadığın için çok üzüldü. Benimle geldi, ama içeri bırakmadılar, Polina'yı da bırakmadılar. Nedense teyzeleri hiç aklına gelmemişti. Daha önceden tasarladığı sözleri karıştırarak konuşmaya başladı: — Kendine dikkat et, hepsi geçecek. Beni düşünme işe gireceğim. — Ne işi? — Zubovski bulvarında, çamaşırhaneye. Çok yakın, anlaştık. — Kirli çamaşırları mı ayıracaksın? — Kabul ettim. Sana ne zaman geleyim. — Bana niye geleceksin? — Geleceğim! — îyi, yazışırız, dedi Şaşa uysalca. Okuldan kimse geldi mi? — O kısa boylusu, şaşı... 258 Runoçkin! Demek çocuklar iyiydi. — Ne dedi?

— Müdür yardımcısı hakkında... Krivoruçko! Demek burada. Dyakov yalan söylememiş. — Dava hep o yüzden. Gardiyan ayağa kalktı. — Görüşme bitti. — Bütün iş onda, diye yineledi Şaşa. Mark'a söyle. Anladığını belirtircesine başını salladı: Saşa'yı müdür yardımcısının yüzünden tutuklamışlardı, .Mark'a söylemek gerekiyordu. İşe yaramayacağını bile bile iletecekti. Her şey faydasız. Öyle olsun yeter ki daha da kötüleşmesin. Üç yıl bitecekti. Sayılı gün çabuk sona erer. — Hiçbir şey söylemediğimi de ilet. Gardiyan kapıyı açtı. — Çıkın bayan! Şaşa kalkıp annesine sarıldı. Annesi ağlamaya başladı. — Bak!. Şaşa, annesinin yumuşak ak saçlarını okşadı. Her şey yolunda sense ağlıyorsun. — Çıkın bayan! Kucaklaşmak yasak, birbirine yanaşmak yasaktı, ama herkes kucaklaşıyor ve öpüşüyordu. — Haydi, haydi! Gardiyan, annesini kapıya doğru yavaşça çekti. — Kırk kere mi söylenecek, çıkın! Şaşa, her şeyin yoluna gittiğini, sağlıklı ve neşeli olduğunu, hiçbir şey yollamamasını yazdı. Kendisine Kansk kenti, Boguçam köyüne taahhütlü yazmasını belirtti. Boris öfkeli döndü : Hiç kimse gitmek istemiyor, kötü yoldan korkuyorlar. Büyük para istiyorlar. Komutan ise beklemiyor, acele edin, diyor. Verdikleri yol parası, yolun yarısını bile götürmez. Yine «Kürk Tedarik»te öğle yemeği yediler. Köşedeki masada karnını doyurmayı bekleyen Igor oturuyordu. — Kont yerine yerleşmiş! Beni ve Dülsine'yi bekliyor. 259

Dülsine'yi şiir okumak için, beni yemek ısmarlamam için. Ama çok bekler. Şimdi ben de işsizim. Aşçı kadın bu kez Soloveyçik'in yanına gelmedi. Tencereleri gürültüyle oynattı, alüminyum tabakları şakırdattı. — Alıştırdılar, Boris Savelyeviç. Sabahtan beri oturuyor, burası kilisenin önü değil ki dilensin. — Onunla konuşurum. Boris artık müdür değil, ama aşçı dünkü gibi yine tabağına fazladan bir kaşık sos koydu. — Onun durumunu anlamak gerek, dedi, Boris. Yoksulları yemekhaneye sokmuyorlar, sorumluluk onda. — Ama îgor aç. — Biliyor musun Şaşa sürgünleri buraya ben yerleştirdim. Şimdi benim için hava hoş, gidiyorum. Ama kalanlar içia bu, bir ölüm kalım sorunu. Onların kovulmalarıyla sonuçlanacak. Onları uyardım : Çalışanlar yedikten sonra, ikiye doğru gelin, gürültü etmeyin, sessiz sakin olun, dedim. Ama hayır! Bu, sabahın köründe geliyor, bütün gününü burada geçiriyor, zıkkımlanıyor, şiir okuyor. Biliyorsun şiirden şiire, şiiri sevenden sevmeyene yüzlerce fark var... Beni anlıyor musun?.. — Paris'te insanlar kafelerde toplanır, gevezelik ederler, tgor da buna alışmış. — Ben de sıcak klozete, banyoya, telefona, lokantaya alışkınım ama görüyorsun her şeyden vaz geçtim. — Onu son kez doyuralım, çağır, ben ödeyeceğim. Boris omuzunu silkti, somurtarak Igor'a işaret etti. tgor, bu işareti bekliyordu, birden hareketlendi, masadan beceriksizce kalktı, gülümseyerek yaklaştı. — Eee, proje paralarını aldın mı? diye sordu Boris. — Bugünlerde verecekler. — Kadın nerde? — Valeriya Andreyevna Leningrad'a gitti. — Tamamen mi? — Tamamen. — «Çok tuhaf karşılaştık ve çok tuhaf ayrılacağız.» Haydi, otur.

260 Igor aceleyle oturdu, buruşuk şapkasını masaya bıraktı, sonra anımsayıp dizlerine koydu. Boris başıyla Saşa'yı gösterdi. — Yarın bizi... tgor doğruldu ve Saşa'ya selam verdi. Şaşa ona gülümsedi. — tşte böyle, yarın bizi Angara'ya yolluyorlar. Seni ve öteki arkadaşları eskisi gibi yine buraya sokacaklar, onlarla konuştum. Ama buranın Monmartr'daki kafe olmadığını anlamanın zamanı. tgor masaya eğilerek fısıldadı: — Anlıyorum. — Burası yalnızca çalışanlar için. Yemeğini yiyip gideceksin. Paran yoksa uğramayacaksın. Buranın düzeni böyle. Sense düzeni bozuyorsun. Seni buraya sokmayabilirler, ama bu felaketin yarısı. Senin yüzünden başkalarını da, sürgün yoldaşlarını da almazlar. Anladın mı? — Anladım, ama ben sürgün değilim. — O halde kimsiniz, yüksek müsadenizle öğrenelim? diye sordu Boris alayla. — Beni yargılamadılar, çağırıp «Kansk'a gidin veı orada yaşayın» dediler. — Kontrole gidiyor musun? — Gidiyorum. — Pasaportun var mı? — Sovyet pasaportum hiç olmadı. — Buradan gidebilir misin? — Hayır. — Demek ki sen de bizim gibisin. Hadi gidelim! Boris ve tgor servis penceresine yanaşıp döndüler: îgor, borşç tabağıyla, Boris de ekmek ve kaşıkla. — Ye! diye emretti. Boris. Yavaş ye, ardından atlı gelmiyor. Tabağa eğilen tgor sessizce yiyordu. —¦ Sen ressamsın, portre yapabilirsin, tgor kaşığı bıraktı, eliyle ağzım sildi.

— İstemiyorlar, fotoğraf daha iyi ve daha ucuz, diyorlar. 261 — Peyzaj falan yapabilirsin, diye diretti Boris. Burada peyzaj seviyorlar. Bayram üstü iyi para kazanabilirsin. Birazcık kafa çalıştırıp kendini aristokrat saymayı bırakacaksın. — Öyle saymıyorum. — Uydurma, sayıyorsun. Beni de pleb sayıyorsun, îgor başını salladı. — Hayır, pleb değil. — Öyleyse ne? îgor başını eğdi, kaşığı havada öylece kaldı. — Köle! tyice tabağa gömüldü. Şaşa gülümsemesine engel olamadı. Boris sarardı. — Benim için yeni bir şey değiL Serseri, pleb, köle, hepsi aynı, Rusya'da. Paris'te nasıl bilmiyorum. Plebler, özür dilerim, köleler soyluları doyurmak zorundadır. Ben de sana yedi ruble bırakıyorum, on günlük yemek için. —Boris cebinden para çıkarıp saydı.—¦ Parayı mutfağa bırakacağım yoksa bir günde yiyip bitirirsin. On gün sonra ya başka bir köle bulursun, ki mümkün değil, ya çalışmaya başlarsın» ki kuşkulu, ya da açlıktan geberirsin ki bu hepsinden daha mantıklı. Servis penceresine yaklaştı, aşçıyla konuştu ve ona parayı verdi. Kadın hoşnut olmadığını belirten bir şekilde kasa yerine kullandığı tabağa paraları attı. Şaşa kalktı. îgor da kalktı. Şapkası yere düştü, eğilip aldı. Şaşa elini uzattı, — Hoşça kalın, sonunda işin yoluna gireceğini umarım. — Çalışacağım, dedi üzüntüyle îgor. — Eyvallah! dedi Boris. Sabahleyin yırtık giysili, yağlı şapkalı ve ökçesi kırık ayakkabılı arabacı eve geldi. Buruşuk yüzü sakal yerine sa-rımtrak kıllarla kaplıydı. Kaygı ve endişeyle bakıyordu : Ucuza mı anlaşmıştı?

262 Şaşa ve Boris eşyalarını arabaya yerleştirdiler. Ev sahibesi de yiyecek torbasını koydu. Onlara bakarak uzun süre eşikte durdu. Arabanın arkasından yürüyen Boris hüzünle, — Söylenmez, ama benim için çok şey yaptı, dedi. Komutanlıkta onları yol arkadaşları bekliyordu: Çalışma kampı cezasının bitimine bir ay kala beş yıl ceza alan uzun boylu, yakışıklı Gürcü Volodya Kvaçadze, Minsk'den yaşlı matbaa işçisi îvaşkin, on günlük açlık grevinden sonra yukarı Ural karantinasından Kansk'a gönderilen Moskovalı komsomolcu Kartsev. Boris cama vurarak arabasının geldiğini bildirdi. Alek-sandr Pavloviç Pankratov da geldi. — Bekleyin! Pencere kapandı. Volodya Kvaçadze kibirle duruyor, somurtuyor ve susuyordu. Kartsev de konuşmaya katılmadı, gözleri kapalı, sandalyede oturuyordu. Zayıf, acı çekmiş ve her şeye karşı kayıtsız. — Arabacı yüz ruble aldı, dedi Boris. Yolluklarımız ise elli ruble. Geri kalanı ödememiz gerek. — Ben öyle düşünmüyorum, diye kesti Volodya. Onlar ödesin. — Öngörüldüğü kadar veriyorlar, diye açıkladı Boris. Bu parayla kuşkusuz yazın gidilebilir. — Yazın da gidebilirim, dedi Volodya. Acelem yok. Zaten boşuna konuşuyoruz, hiç param yok. Kartsev kaşını kaldırmadan söze girdi. —¦ Benim de yok. îvaşkin suçlu suçlu ekledi. — Benim de yok. Pencere açıldı. — îvaşkin!... İmzalayın! îvaşkin dalgın dalgın bakındı. Kvaçadze onu iteledi ve başını cama uzattı. — Onar ruble veriyorsunuz, ama araba yüz ruble. — Ne öngörüldüyse onu veriyoruz. 263 Boris pencereye yanaştı.

— Herkesin parası olacak değil ya! — Nasıl istiyorsanız öyle düşünün! — Sizin düşünmeniz gerek! diye bağırdı Volodya. Sizin! Kvaçadze yumruğuyla pencereye vurdu. — Ne tantana ediyorsun? — Müdürü çağırın! Ivaşkin onu kolundan çekti. — Skandal yaratmayın! Volodya ona nefret dolu bir bakış attı. Şişman, apoletinde iki çizgi olan biri ortaya çıktı. — Kimin şikayeti var? Volodya Kvaçadze, — Yolculuk için para ödeyemeyiz, ödemek zorunda da değiliz, dedi. — Yayan gidin. — Eşyalar? Siz mi getireceksiniz? — Kiminle konuştuğunun farkında mısın? — Kim olursa olsun, hiç farketmez.. Eşyaları kim getire cek, ben bunu soruyorum. Müdür kendini tutarak açıkladı! — Yol giderleri tç İşleri Halk Komiserliği'nce belirlenmiştir. — O halde sizin Halk Komiseriniz bu yollukla gitsin— Yine kampa mı gitmek istiyorsun? Volodya duvarın yanına çömeldi. — Gönderin! — Göndermesini biliriz! — Luuutfeeen! — Muhafız! diye bağırdı müdür. tki muhafız çıktı. Kvaçadze'yı kaldırıp elini arkadan bağladılar. — Parası yok diye mi bağladınız? dedi Şaşa.

— Sen de mi istiyorsun? diye bağırdı müdür kızararak-Şaşa sakince devam etti. — Benim de param yok! Müdür dönüp emir verdi: 264 — Arabayı avluya alın! Kvaçadze'yi komutanlığa soktular, îvaşkin öksürdü. — Çattık, çocuklar! Kartsev kaşını kaldırmadı. Pencere açıldı. — Soloveyçik! Boris yaklaştı. — Arabacıya yolluklarınızı verin, geri kalanı Boguçaıu' daki yetkili verecek. Bu paketi ona verin, belgeleriniz orada! Gidin!.. Sokağa çıktılar. Araba ve arkasından atlı, tüfekli iki muhafız göründü. Elleri bağlı Kvaçadze arabada yatıyordu. Kötü gözlerini çevrede dolaştırıyordu. Kafile hareket etti. Kerpiç duvarın yanında çocuklar ayağa kalktı, öğretmenler banklara oturdu. Giyinmiş, süslenmiş kızlar... Dersler kesilmiş, okul bitmişti. Okula veda ediyorlardı. Yalnızca Varya gelmemişti. Böyle bir günde gelmemek! Nina öfkeden kuduruyordu. Yaşamının dokuz yılını birlikte geçirdiği arkadaşlarıyla ve-dalaşmamak, son günü bir fotoğrafta olsun yaşatmamak ve kardeşini öğretmenlerin önünde nasıl bir duruma sokacağını hiç düşünmemek. Birkaç gün önce öğretmenler odasında matematikçi ona yaklaşmış, Varya'yı övmüştü : «Yetenekli bir bey kızı.» «Bey kızı» sözü iğnelemek için söylemişti. Gerçekten de kardeşinde çağdaş olmayan bir şeyler vardı: Saçlarında bir yığın ıvır zıvır taşıyordu. Saçlarını ensesinde toplamıyor, eski resimlerdeki kadınlar gibi yansını kulaklarına indiriyordu. Sonra başını öyle bir döndürüyordu ki sanki her şeye yan bakıyor gibiydi. «Bey kızı» sözünü toplumsal açıdan yabancı ve nedense 265 aşağılayıcı kabul etmişti. Bu yüzden matematikçinin dalga geçtiğini sandı. Ama matematikçi sevecen sevecen bakıyordu. Fizikçi ve kimyacı Varya hakkında iyi şeyler söylemiş, matematikçi de onlara katılıyormuşçasına başını sallamıştı. Varya'nm sınavdan korkmamasını, onun enstitüye gireceğine emin olduklarını söylemişlerdi. Nina genel sözlerle geçiştirmişti: Varya hem güzel resim yapıyor, hem de çok iyi çiziyordu. Eh, bir insanın yeteneği çoksa kendini bulması da zor oluyor... Onun kendisini hiç takmadığını, canı nasıl isterse öyle yaşadığını, öyle davrandığını itiraf edemezdi.

Sigara içiyordu. Onluk pakette, pahalı «Gertsogovina Flora.» (*) Sigarayı nerden buldun diye sordu mu hemen yanıtlıyordu : «Satın aldım!» Eve niye böyle geç geliyorsun, nerdesin sorularına da yine kısacık bir yanıt: «Tanıdıklarda!» Sigara parasını nereden bulduğunu, hangi tanıdıklara gittiğini ise hiç söylemiyordu. Nina, yabancı gramofon plaklarını kimin verdiğini sorduğunda küstahça göz süzmüş, «Japon ajanı olduğumu bilmiyor musun?» demişti. Meydan okurcasına söylemişti. Nina öfkesini engellemiş, gülümsemişti: — Ajanlıkta da yüksek öğrenimlileri daha çok değerlendirdiklerini düşünüyorum. Varyuşa, şöyle bir çevrene bak, hangi zamanda yaşıyoruz. Herkes yeteneklerini geliştirme olanağına sahip, bu önemli değil mi? Yıllarını niye boşa harcıyorsun, herkes okuyor... — İlgimi çekmiyor, anladın mı? — Senin ilgini çeken ne? diye bağırdı Nina. Kapı önünde çene çalmak mı? Bu kapı önü sözünün ağzından nasıl çıktığını kendisi de bilmiyordu. Sorunun, eski arkadaşları olmadığını anladı, bunu söylediği için kendisine küfretti. Varya ne istiyordu? Projeci olmak? Sekreter? Saşa'ya Sibirya'ya gitmek? Her şeyi bırakabilir, atabilir. İstasyonda Saşa'yı muhafızlarla gördüğünde sinir krizine tutulmuş, ağlamış, hiçbir şey dinlemek istememişti. Tram(*) Stalin'in en çok sevdiği sigara. (Ç.N.) 266 vayda onlara bakmışlardı: Başkasının kürkünü giyen kadın görünüşlü bir çocuk ağlıyor ve yüzünü eşarbıyla kapatıyor. Eve gelince onun Sofya Aleksandrovna'ya gitmesini yasakladı. Varya da birden söz dinledi, yatağa yattı ve titremeye başladı. Nina üstüne battaniye örttü: İyice uyursa, uyandığında her şey geçer! Varya bütün bir akşam ve gece uyudu. Zoya'nın kürkü almaya gelişini, Nina'nın okula gidişini hiç duymadı. Nina endişelendi ve erken döndü, ama Varya evde yoktu. Varya iyice geç döndü. Sofya Aleksandrovna'da olduğunu söyledi. Yine dünkü gibi yatağa yattı. Üstünü iyice örttü. Ertesi günü yine Sofya Aleksandrovna'da geçirdi. Aradan bir süre geçtikten sonra Nina da Sofya Aleksandrovna'ya uğradı. Sofya Aleksandrovna, sanki Saşa'yı onun yüzünden sürmüşler gibi kuru bir şekilde ve eski içtenliğini hiç göstermeden karşıladı. Varya divana oturmuş kitap okuyordu. Nina içeri girince ona şöyle bir baktı, sohbet bir türlü kurulamadı. Sofya Aleksandrovna, tek sözcüklük yanıtlar veriyordu. Yanıtlar arasında Varya'nın

kitabının hışırtısı işitiliyordu. Galiba o da Nina'nın Saşa'ya ihanet ettiğini, onun için hiçbir şey yapmadığını düşünüyordu. Nasıl isterlerse öyle düşünsünler. Nina, Sofya Aleksandrovna'ya gitmemişti ve gitmeyecekti. Varya'ya da açıklamada bulunmayacaktı. Kendini haklı çıkaracak bir şey yoktu, suçlu olduğu bir şey yoktu. Ama hoş olmayan bir izlenim, onu evden kovmuşlarmiş gibi bir duygu edinmişti. Kendisi orada yabancıydı, Varya ise kendilerinden. İşte uzlaşmazlığı bu yüzden! Sofya Aleksandrovna ona ne telkin ediyor? Ne de olsa o, öbür tarafta, çünkü Şaşa da öbür tarafta. Saçma ama öyle. Nina, Saşa'nm okuldaki halini anımsıyor, ama politik güven için duygusal okul arkadaşlığı yeterli değil. Çocukluk çocukluktu. Yaşam da yaşam. Şaşa sürülmüştü. Onların grubundan geride ne kalmıştı? Maks, Dalniy Vostok'ta. Evlenecek ve çoluk çocuğa karışacak. Şarok savcı. Bu da saçma! Yur-ka Şarok yazgıları belirleyen biri, savcı. Bu söz, Nina için 267 devrime şövalye bağlılığıyla eş anlamlıydı. Şaşa Pankratov ise sürgün, karşı devrimci! Yine de sert, ama amansız bir mantığı vardı tarihin! Komünist kişisel özellikleriyle değerlendirilirse parti iyi yürekli aydınların şekilsiz bir yığınına dönerdi . Evet, kim kaldı? Vadim Maraseviç? Arbat'ta rastlaştık-larında yine eskisi gibi saygılıydı. Gazete ve dergilerde yazılar yazıyor, ailesinin bütün bireyleri gibi başarı kazanıyor. Varya, rengi atmış bir elbiseyle yalın ayak pencerenin önüne çıkmış, camı siliyordu. Kirli damlalar camdan sızıyor, çerçeveyle camın arasına giriyorlardı. — Fotoğraf çektirmeye niye gelmedin? — Unuttum. Anımsadığımda ise zaman geçmişti. — Tanrıya şükür ki diğer işlerini olsun anımsıyorsun. Varya bezi tasa fırlattı ve aşağı atladı. — Fotoğraf çektirmedim, —Sandıkları karıştırdı, fotoğrafları buldu ve masaya koydu.— İşte altıncı sınıf, yedinci, sekizinci. Ha, bu arada. îşte dokuzuncu sınıf; sonbaharda çektirmiştik. Altı ay içinde çok değişmedim. İnanabilirsin. Nina, fotoğraflara bakmadan soğukça, — iki gün sonra seminere gidiyorum, dedi. Ne yapacağına karar ver. Yalnızca yüksek okula hazırlanırsan sana yardım edebilirim. Bunun dışındaki her durumda bundan sonrasını kendin düşünürsün.

— Çok endişelenmene gerek yok. îşe giriyorum. Varya'nın Saşa'yı gördüğünde geçirdiği sarsıntı geçmedi. Muhafızlar arasında götürülüşü, bakışı, solgun ve yaşlı görünümü, uzamış sakalları Varya'yı dehşete düşürmüştü. Yalnızca tek şey düşünen —bir an önce iyi bir yer tutmak— kalabalık onun yanından nasıl da koşup gidiyordu. Ve o genç, neşeli genç subaylar muhafızlarla getirilen adama hiç bakmamışlardı bile. Her şeyin normal olarak yapıldığından emin, Dalniy Vostok'a gitmişlerdi. 268 Varya'yı en çok Saşa'nın uysalca gidişi, valizini kendi taşıyışı, kendi ayağıyla sürgüne gidişi sarsmıştı. Neden karşı koymamıştı, neden onu bağlı olarak getirmemişlerdi? Eğer karşı koysa, dirense, bağırsa, protesto etse, eğer onu elleri, ayakları bağlı getirseler iki muhafız yetmez, bütün bir takım gelirdi. Normal vagonu değil özel, parmaklıklı bir vagon olurdu ve insanlar böyle delicesine peronda koşmazlardı. Yeni giysileri içindeki bu Maksimler ve Se-rafimler de böyle kendilerinden emin, sınırlı ve uysal olmazlardı. Şaşa boyun eğmişti. Butırka'ya yiyecek götürdüğünde bu yüksek, kalın duvarların Şaşa için yapıldığını, bu silâhlı adamların ondan korktuklarını düşünürdü. Hayır, onlar korkmuyordu. Şaşa onlar için korkulacak biri değildi, tam tersine Şaşa onlardan korkuyordu. Bu nedenle, bir eliyle alt edebileceği iki muhafızın arasında böyle ses çıkarmadan gidiyordu. Demek, alt edemiyordu. Ama Varya, Sofya Aleksandrovna'ya acıyordu. Her gün uğruyor, değişik şeyler anlatıyor, onu neşelendirmeye çalışıyordu. Sofya Aleksandrovna çamaşırhanede çalışmaya başladığında da oraya gidiyor, ona yardım ediyordu. Sofya Aleksandrovna Saşa'yı övüyor, onu namuslu, yiğit ve korkuşuz sayıyordu. Varya itiraz etmiyordu, ama kendisi onu artık yiğit saymıyordu. Kendisini böyle küçük düşürmelerine izin verdiyse o da diğerleri gibiydi. Her zaman diğerleri gibiydi, ne derlerse onu yapmıştı. Şimdi de ona sürgüne gitmesi söylenmiş, o da gitmişti. Uysalca yürümüş, valizini taşımıştı. Sofya Aleksandrovna, Saşa'nın odasını kiraya vermeyi kararlaştırdı. Varya ortalığı toplamaya yardım etti. Dolapta Saşa'nın eskimiş botları, uzun bağcıklı, bağcıkları kopan yerlerinden düğümlenmiş patenleri duruyordu. Sofya Aleksandrovna patenleri eline aldı ve ağlamaya başladı. Saşa'nın çocukluğunu anımsamıştı. Oysa patenler Varya'ya paten alanının soğuğunu, soluk ışıkta buz üstünde dönen gölgeleri, açık sahnedeki orkestra269

yi, büfedeki sıcak çayı, soyunma odasındaki itiş kakışı anımsattı. Onun bağcıkları da kopuk yerlerinden beceriksizce bağlanmıştı. Bu düğümler patenlerin deliklerinden geçmemiş, uzun süre uğraşmak gerekmişti. Varya, «Arbat Bodrumu»nu da, Saşa'yı kaymaya davet edişini de anımsadı. O zamanlar her şeyin iyi biteceğini, Sa-şa'nm herkesi yeneceğini sanıyordu. Neşelenmişler, tango yapmışlar, dans etmişlerdi. Orkestra, «Mister Braun»u, «Siyah Gözler»i, «Ah, Limoncuklar, Limoncuklanm»ı ve «Nerde dolaşmadım ki çiçekli baharda»yı çalmıştı... Şaşa da tanımadığı bir kızı korumuş, yiğitçe davranmıştı. O gün «Arbat Bodrumu»nda Şaşa ona kahraman gibi gelmişti. Şimdi onun kahraman olmadığını anlıyordu. Zaten kahraman denen şey yoktu. Havasız, güneşsiz, lahana ve çürümüş patates soluyan büyük evler vardı. Ortak dairelere yerleştirilenlerin hır gürleri vardı. Kokan merdivenler vardı. Ekmek, şeker ve yağ kuyrukları vardı. Koparılmayan karneler vardı. Yamalı pan-tolonlu aydınlar, eski püskü bluzlu aydın kadınlar vardı. Hemen karşıda, Arbat'ın köşesinde ve Smolensk alanında her şeyin olduğu mağazalar... Yalnızca altım ve dövizi olanlara. Ve yine hemen karşıda Plotnikov sokağında yine her şeyin olduğu distrübütör. Yine burada, her şey var, ama çok parası olan için. Namussuzca, adaletsizce! Varya, altıncı sınıfta tiyatro derneğine gitmişti. Eski bir artist olan Yelena Petrovna götürmüştü onu. Aktivistler Pet-rovna'y1 Sovyet yazarlarının ajite oyunlarını değil de Ost-rovski ve Griboyedov sahnelediği için suçlamışlardı. Yelena Petrovna'yı işten atmışlar, hasta kızıyla kala kalmıştı. Böyle yaşlı birinin ekmeğini elinden alan gaddarlık Varya'yı Şaşırtmıştı. O günden bu yana üç yıl geçmişti, ama tiyatro derneği belini doğrultamamış, küçük maaşla başka bir yönetici bulamamıştı. Her şey dağılmıştı. Kimse de sorumluluk üstlen-memişti. Varya, okul toplantılarından kaçardı. Orada her şey daha önceden belirleniyordu, el kaldırmak küçültücü geliyor270 du. Ninka da onları savunuyordu. Ninka aptalın teki, her şeye yanıtı hazırdı. Sorular değişik, yanıtlar aynıydı. Varya avluda çocukların elebaşısıydı. Sigara içmek yasaktı; çocuklar içerdi. Dudak boyamak çirkindi; kızlar boyanır, süslenir, uzun saçlarını salıverirler, dantelli çorap giyerlerdi. Ama şimdi bunlar ilginç gelmiyordu. Varya'nın istasyonda geçirdiği sarsıntı onu yeni bağımsızlıklar aramaya itiyordu. Zaten avluda yeni gruplar oluşmuştu. Bir ara Varya, Arbat'ta Vika Maraseviç'i kırk yaşlarında, aşırı şık ve aksi bir adamla görmüştü. Vika önce Varya'yı farketmemiş, sonra durup onu kucaklamıştı. Vika, çok güzel

parfüm kokuyordu. — Vitali, arkadaşım. Varya, okuldan arkadaşım... Varya, kendi hakkındaki bu belirsiz nitelemeyi hemen yakaladı. Taş çatlasa aralarında beş sınıf fark vardı... — İşte bizim Arbat'ta böyle güzeller var! Ha? Ne dersin Vitalik? Vitalik aptal kaşlarını kaldırdı, söyleyecek bir şey bulamayarak ellerini açtı. — İyice ortalıktan kayboldun, ne arıyorsun, ne de uğ-ruyorsun. Varya, Vika'ya hiç telefon etmemiş, onlara hiç gitmemişti. — Nina nasıl? — İyi, çalışıyor. — Nina, onun kardeşi, diye açıkladı arkadaşına. Telefon et, ben de ararım. Vika, çantasından adres defterini çıkardı, karıştırdı, onların numarasını buldu. — Değişti mi? —¦ Hayır. — Hadi, ortalıktan kaybolma. 271 îki gün sonra Vika aradı ve onu evine çağırdı. Varya gitti. Yeni kalktığı belli olan Vika sabahlıklaydı. Çorapları, ipek iç çamaşırları, giysisi koltuğun üstündeydi. Pılı pırtı diyecek bir şey yoktu. Vika gardrobunu gösterdi: Etekler, elbiseler, yağmurluklar, altı ya da yedi çift ayakkabı. Küçük bir anahtarla bir kutuyu açtı. Kutu parfüm şişelerinin arasında duruyordu, içinde küpeler, kolyeler ve broşlar vardı. Böbürlenmek için değil moda olan şeyleri, yurt dışındakilerin neler giydiklerini öğrensin diye gösteriyordu. Yabancı moda dergilerini karıştırdılar. Kürkler içinde, ten rengi çoraplı, parlak ayakkabılı güzellere baktılar. Sonra masaya oturup kahve ve küçük kadehlerle «Be-nedictin» likörü içtiler, sarı filtreli uzun sigaraları yaktılar. Büsbütün bambaşka bir dünya! Bir yanda kuyruklarda bekleşiyorlar, karnelere talim ediyorlar; öbür yanda kahve ve sigara içip yabancı modayı izliyorlar. — Nina bana geldiğini biliyor mu?

— Hayır. — Benimle karşılaştığını söyledin mi? — Rapor vermek zorunda mıyım? — îyi yapmışsın. Kardeşine saygı duyuyorum, onunla dokuz yıl birlikte okuduk. Erkek gözüyle bakıyor. Kadmla-rm yaşadıkları şeylere karşı kayıtsız. Biliyorum, benden nefret ediyor. Nina'yı suçlamıyorum, onun eğilimine saygı duyuyorum. Toplumcu olması çok güzel! Ama herkes öyle değil ki! — Nina, herkesin kendisi gibi yaşamasını istiyor. Vika gramofonu kurarken sordu: — Kimi seviyorsun? Melehov? «Söyleyin, kızlar, arkadaşlarınıza...» önce Vertinski, sonra da Leşçenko koydu. «Pribaltık'ta dolaşırken her şey sıktı beni...» — Vitali'nin çok güzel plakları var. Bir ara gidip dinleyelim. Varya güldü. — Ona mı? — Niye karşısın ona? — Kuşkusuz insanın maymundan geldiğini biliyorum, ama niye ona gidelim? — Onu tanımıyoısun. Vitalik, etkili biridir. — Başkalarını etkilesin. — Tiyatro enstitüsüne hazırlanmıyor musun? — Bu yıl hiçbir yere girmeyeceğim. Çalışacağım. — Nerede? — Nerede olursa, projeci olarak. — Varya! diye haykırdı Vika. Vitali sana hemen iş bulur. Bütün Moskova onun tanıdığı. Şimdi onu arıyorum. Uzun kordonlu telefona uzandı ve numarayı çevirdi. — Ben Vika. Ahizeden caz sesi duyuldu.

— Kes şu zırıltıyı! Varya bende. Okuldan arkadaşım, Arbat'tan... İyi... Varya, sana selamı var. — Mersi! — Dinle, Varya projeci olmak istiyor... Okulda... Çizim-proje dersi vardı, çok güzel çiziyor. Ne? Kim var?.. Hayır, hiç ilginç değil... Onu nerede bulacaksın? (Anlaşılan konuşma, Vika'nın hatırına gitmek istediği adam hakkındaydı.) Hayır! Yarından sonraya, cumartesiye, herhalde Erik de gelir. «Metropol»e gideriz... Şimdi sorarım... Varya, öbürsü gün boş musun? — Evet. — Boş, Erik de gelecek... Ben sana ne diyorum? Gelecek! Yoksa Varya ile gelmeyiz. Aklına sok, gelmeli... Vika telefonu kapattı. — Yanımızda biri daha olacak, adı Erik. Manyetik araç gereç üstüne çalışıyor. Va.rya'ya baktı. — Öbürsü gün altı gibi bana gel, buradan gideriz. Senin işi konuşuruz. Elbirliğiyle hallederiz. Vika gülümsedi ve Varya'nın saçlarım okşadı. — Seni Pavel Mihayloviç'e götüreyim de saçını yapsın. 272 273 Pavel Mihayloviç, ünlü bir kuafördü. «Pol» adlı salonu «Prag»ın yanındaydı. Gel zaman git zaman müşteriler de ona «Bay Pol» demeye başlamışlardı. Onu adı ve baba adıyla anan Vika, yakın dostluklarını açıklamış oluyordu. Yarın ne giyecek, «Metropol»e neyle gidecekti? Varya, kendini Vika'yla karşılaştırdı. Eski giysili kız çocuğu. Sahip olduğu her şey eski moda ve yıpranmıştı. Ya çorapları? Ya ayakkabıları? Dolabın altını üstüne getirdi; giyindi, Cxkardi. Yalnızca eski mavi elbisesi güzel durdu. Yüksek topuklu ayakkabıları yine Zoya'dan isteyecekti. Ne yaparsın? Vika, boncuk işli bir giysi giymişti. Önden dizlerin, arkadan baldırların altında ve bir yanı diğerinden daha kısa. Giysisi göğüslerine ve beline iyice yapışmıştı. Beyaz tenli, iri gözlü, uzun boylu, nefis biri. Giysiyi çıkardı, gül kurusu iç çamaşırlarıyla kaldı, öylece oturdu, saç şeklini değiştirdi. Saat yedide buluşacaklardı, ama saat sekize gelmesine karşın hiç acele etmiyordu.

Telefon çaldı ve Vitali ile konuştu. Erik'i bulamamıştı, ona gelmelerini öneriyordu. Vika, burada da rahat olduklarını söyledi. — Seninle iyi olurdu, ama ne yazık ki telefonun başında nöbet tutacaksın. Vika hâlâ iç çamaşırlarıyla makyaj masasının önünde oturuyordu. — Lenka Budyagina size geliyor mu? — Yeni yıldan beri hiç gelmedi. — Yurka'ya gidiyor mu? — Görmedim, Yurka itin teki, ona dayanamıyorum. Vika, döner pufla birlikte Varya'ya döndü, öfkeyle baktı. Onların evinde böyle konuşulmaz! Vika, kardeşi, babası ve bütün çevreleri bu gerçeği, var olmanın kaçınılmaz koşulu olarak kabul etmişlerdi. Bunun yolu çok basitti: Saygılı bir ölçülülük ve sonunun nasıl biteceği çok iyi bilinen kötü sözlere, fıkralara, serzenişlere yer vermeme. 274 I — Varya, şunu çok iyi anla! Seni insanlarla tanıştıracağım, îşgal ettikleri yer çok önemli. Bu yüzden sözlerine dikkat etmelisin. — Ne söyledim ki? Vika «it» sözünü yinelemek istemedi. — Kullandığın sıfatlar sokak ağzı. Varya köpürdü. — Ben sokakta büyüdüm. — Beni anlamadın. Adilikten söz etmek gibi bir düşüncem yok. Ama bazı eşyalarla bazı sözcüklerden uzak durmak en iyisi. Yura kendi işiyle uğraşıyor, seninle biz ise bunu anlayamayız. Varya sustu. Nasıl anlayacaktı? Nerde? Hapisane kuyruklarında mı?... Ama Vika haklıydı: Burası yeni ve bilmediği bir dünyaydı. Daha değişik davranmalıydı. — Şarok'u sevmiyorum o kadar, çok kötü bakıyor. Vika onu kucakladı. — Sen çok akıllısın. "Yaşam kısa" sözü banal bir söz; ama bu sözde gerçek payı da var. Geri kalanlarsa bizi ilgilendirmez, öyle değil mi?

Varya, Vika'ya geldiğinde ev oldukça sessizdi. Saat dokuza doğru ev canlandı, sesler duyulmaya başladı, koridorda ayak sesleri, kapıların açılıp kapanma gürültüleri yankılandı. Vika bunlara dikkat bile etmedi: Burada herkes kendi yaşamını yaşar, hiç kimse başkasına karışmaz. Hattâ Vadim bile kız kardeşine bir kez olsun karışmamıştı. Varya da bunu, Nina'yla ve onun bezdirici denetiminde yaşadığı ortak daireyle, odayla karşılaştırdı. Saat onda Vitali aradı, en geç on beş dakika sonra orada olmalarını, aşağı indiğini söyledi. Vika hiç acele etmeden saçlarını düzeltti, dudaklarını yeniden boyadı ve boncuk işli giysisini giydi. Erik, arkaya düzgünce taralı parlak, siyah saçlı, uzun boylu, genç biriydi. Giysisinden ve giysisinin üstüne oturuşundan yabancı olduğu anlaşılıyordu. Arabadan indi, Vika 275 ve Varya'ya pamuk prensesi arabaya davet eden prens na-zikliğiyle arabanın kapısını açtı. Sonra direksiyona geçti ve yol boyunca tek söz etmedi. «Metropol»ün önünde kızların inmesine yardım etti. Restoranın önündeki kuyruk onlara yol verdi, üniformalı kapıcı kapıyı açtı, metrdotel hemen ortaya çıktı ve tıklım tıklım salonda hemen boş bir masa buldu, garson masayı yerleştirdi. Kapıcıyla, vestiyerciyle, metrdotelle ve garsonla hep Vitali konuşuyordu; ama Varya, hepsinin ve hepsinden çok da Vitali'nin kendisinin Erik'in yüzü gözü hürmetine bunca koşuştuklarını görüyordu. Vitali kendi evindeymiş gibi menüyü inceledi, ne ısmarlanacağını danıştı ve garson söylenenleri anında yazdı. Vika bambaşka biri olmuştu. Restoranın önündeki kuyruk, kapıcı, vestiyerci, boş yer olmayışı, metrdotelin özeni, garsonun hizmet severliği onu hiç ilgilendirmiyordu. Salondaki kısa yürüyüşünü bir zafer yürüyüşüne çevirmişti. Ona yönelik bütün bakışlar, onun güzelliğini kanıtlayacak ve Erik' te yaratmak istediği etkiyi artıracaktı. Dosdoğru önüne bakarak yürüyordu. Laubaliliğiyle onun onurunu kıracak tanıdık yoktu. Bugün kiminle görüşeceğine kendisi karar ve^ recek. Masaya oturdu ve salona kayıtsız ama hiçbir şeyi kaçırmayan bakışlarla baktı. Siyah gözlüklü, kısa boylu, şişko bir Japon'la oturan minyatür tipli sarışına başıyla selam verdi. — Noemi'yi tanıyor musun? Arbat'ta karşılaşıp yakın arkadaş gibi davrandığı zamanki gibiydi. Varya'nın Noemi ile uzaktan yakından ilgisi yoktu, yalnızca bir saat kadar önce Vika'nm onunla «Metropol»' de buluşmak için sözleştiğini duymuştu. Sonra güzel bir Çinli kızı gösterdi.

— Bakın Sibilla da burada! Garsonun çatal kaşıklan yerleştirmesinden sonra Vitali, Varya ve Erik'e, Sibilla Çen'in, Çin Dışişleri Bakanı'nın kızı olduğunu, ünlü bir dansçı olan Çen'in Moskova turnesinin yarın başlayacağını ve Leningrad'da devam edeceğini, daha 276 sonra da Avrupa ve Birleşik Amerika'ya geçeceğini anlattı. Birkaç artistten daha söz etti. Yarım saat sonra tiyatrolar dağılınca içerinin daha da kalabalıklaşacağını söyledi. On birden itibaren Utesov'un tea-cazı başlayacaktı. Kızların çoğu yabancılarla birlikteydi. Varya, yabancıların onlara yeni moda giysiler verdiklerini, otomobillerle dolaştırdıklarını ve evlenip dışarı götürdüklerini biliyordu. Varya yabancılarla ilgilenmiyordu ama bu restoran ve müzik... Nina'yla sürdürdüğü boğucu ortak yaşamdan kurtulmak istemiyor muydu? Kolalanmış masa örtüleri, peçeteler, avizelerin parlaklığı, gümüş, kristal... «Metropol», «Savoy», «Nasyonal», «Grand Otel»... Doğma büyüme Moskovalı olmasına karşın bu adları yalnızca duymuştu. Şimdi onun saati gelmişti. Cin gibi bir Arbat kızıydı. Erkeklerin ona nasıl baktıklarını yanlarından geçerken kadınların onu yan gözle nasıl süzdüklerini farke-diyordu. Ciddiye almıyorlardı, çünkü kötü giyiniyordu. Olsun, buraya çoklarından daha şık giyinip geldiğinde ona başka gözle de bakacaklardı. Bütün bunları nasıl ele geçireceğini düşünmedi. Kendini yabancılara satmayacaktı, orospu değildi. Buradaki herkes de orospu değildi. îşte, bir masa ötede bir grup! Herkese bir şişe, para yok, dans etmeye gelmişler. O da kendi grubunu bulacaktı. Şarabın markasını tartışıyorlardı. Vitali «Chatau-i-Cam» önerdi, ama Vika «Barzac» istedi. Varya bu şarabın adını ilk kez duyuyordu. Erik ise Votkayla havyarı tercih etti. Yüzündeki saygılı gülümseme kaybolmamıştı. Hafif bir aksanla da olsa Rusça'yı çok güzel konuşuyordu. Bazen sözcük bulmakta zorlanıyordu. Babası, fabrikalarımızda özel hat kuran ünlü bir isveç telefon firmasının sahibiydi. Erik de mühendis ve babasının firmasının temsilcisi. Annesi Rusya'da, Pribaltık' ta doğmuştu. Erik'e Rusça'yı o öğretmişti. Babası da Rusça biliyordu. Firmaları daha devrim öncesinde Rusya'da telefon kurmuştu. Varya gülümseyerek İskandinavyalıların mavi gözlü, sarı saçlı olmaları gerektiğini söyledi. Erik yine ciddiyetle, anneannesinin Rus ordusunda general olan bir baronla evlenmiş bir Gürcü soylusu olduğunu açıkladı. Var277 ya'nın uğraşmayı sevdiği soyadlardan birini söyledi. Var-ya'nın sınıfında eski soylu ailelerin çocukları okuyordu. Sivtsev-Vrajok, Gagarin, Starokonyuşennıy ve Arbat'm diğer sokaklarının oğlanları, kızları. Erik'in soyu ırmağın öte yakasından değil, nerdeyse ülkenin öte yakasından geliyordu. Eski soyları dağıtan, karıştıran tarihin kendisi gibi Erik'in soyu da karmakarışıktı. Vika masaya eğilip yavaşça,

— Hemen bakmayın, dedi. Sonra bakarsınız. Arkamızda, sağdaki ikinci masada iki kişi oturuyor. Bir İtalyan'la bir kız... Herkes sırayla, çaktırmadan oraya baktı. İtalyan'ın biri, uzun boylu, zayıf bir kızla oturuyordu. Kızın iri gözleri, bembeyaz teni vardı. — Nina Şeremetyeva (*), dedi Vika. — Onlardan mı? diye sordu Erik. Erik'in kontese ilgisini farkeden Vika: . — Onlardan, ama önemlilerinden değil, sıradan olanlardan. Vitali tanıtmayı tamamladı: — Bir foto muhabiriyle evliydi, sonra bir aktörle evlendi. Aktör karısına döndü, bakalım İtalyan'la macerası nasıl bitecek? Vika bu açıklamaların yapılmasını istemişti. İstediği oP muştu, şimdi nezaketini göstermeliydi, — Ama biliyorsunuz, her güzel kadın için bir şeyler uydururlar. Işıklar söndü, projektörler salondaki çeşmeyi aydınlattı ve orkestra çalmaya başladı. Orta boylu, oval yüzlü, yüksek alınlı, düzgün yatırılmış kestane saçlı, küçük dik burunlu, gülümseyen mavi gözlü bir çocuk Varya'ya bakıyordu. Giysisi, gömleği, kravatı, ayakkabıları yerli yerindeydi, ne bir kırışık ne de bir toz vardı. Tam kartpostal çocuğu! Varya onun aktör olduğuna karar verdi. Böyle yakışıklı ve şık biri ancak aktör olabilirdi. Çok sade dans ediyordu. Son günlerin (•) Soylu Şeremetyev ailesinden olduğu vurgulanıyor. (Ç.N.) 278 stiline uygun olarak sağa sola sallanmadan dansediyordu. Vitali ise eski biçimde dans ediyordu. Varya, böyle yaşlı bir kavalyeyle dans etmekten utanıyordu. Genç adam, Varya'ya sırnaşıkça değil sevecenlikle gülümsüyordu. Tamam, güzel, «Metrcpol»de dans ediyoruz, belli arkadaşın yabancı değil, eh biraz serseri ve restoran müdavimi, der gibiydi. Müzik sustu, herkes yerine döndü. Genç adam, Varya'nın yanından geçerken yine gülümsedi, dans ettiği kızı yerine oturttu, teşekkür etti ve kendi masasına yürüdü. Masasında kaç kişinin oturduğu belli değildi. Birileri geliyor, diğerleri gidiyor, sonra yenileri gelip oturuyordu. Genç adam ve güzel, çilli yüzlü, hafifçe şişman kız —ki masada kadın olarak bir tek o vardı— hiçbir dansı kaçırmıyorlardı. Şişko kız gruptan herhangi biriyle, oğlan da değişik kızlarla dans ediyordu. Orkestra rumba çalmaya başlayınca Varya'nın masasına yaklaştı, herkese selam verdi, Vitali'den arkadaşıyla dans etmesine izin vermesini rica etti. Varya bu ricayı restoran formalitesi olarak değerlendirdi. Kimle dans

edeceğine kendisi karar verebilirdi. Yerinden kalktı ve yürüdü. Rumbayı da aynı fokstrot gibi yapıyordu. Varya, kötü partnerle çok iyi dans ederdi ama böyle biriyle... — Ben sizi tanıyorum, dedi gülerek. Bembeyaz dişleri vardı ama güldüğünde bir dişinin eğri olduğu belli oluyordu. Bir tanışma entrikası! Telkinle sorular sorup istediği yanıtları almak, çok ilkel! Varya hafifçe yüzünü ekşitti. Madem tanıyor, çok iyi. — Arkadaşınızın adı Vika. Varya aynı yüz ekşitmeyle yanıt verdi. Varya'yı niye tanımasın? Belki de onu burdaki herkes tanıyordu. — Arbat'ta yaşıyorsunuz diye devam etti. Eğri dişini göstererek yine gülümsedi. Nedense gülüşü daha sevimli bir hal aldı. Sesi de güzeldi. — Vika'nın Arbat'ta oturduğunu bildikten sonra bunu tahmin etmek zor olmasa gerek. — öbür arkadaşınızın adı da Zoya! 279 Zaferle gülümsedi. Oynamış oynamış, sonunda kazanmıştı. Varya biraz geri çekildi, onun yüzüne baktı. Demek entrika ve oyun değildi. Kendisini Zoya'yla nerede görmüştü? — Onu nereden tanıyorsunuz? Gizemli gülümsemesi onun epey şey bildiğini, ama hemen söylemeyeceğini, açılma sırasının Varya'da olduğunu anlatıyordu. — Adım Leva, ya sizin? — Varya. — Gelecek dansa kaldırmama da izin verir misiniz? — Tabii. Masaya Vika ve Erikle aynı anda döndü. Vitali oturmuş dans etmemişti. — Varya, hadi biraz dolaşalım, dedi. Kadınlar dudaklarını boyuyorlar, pudra sürüyorlar^ saçlarını tarıyorlardı. Tuvalet, kuaföre dönmüştü. Kadınlardan birisi de kopuk düğmesini dikiyordu.

Tuvalette peçete veren kadından iğne ve iplik almış, kadına biraz para vermişti. — Bu ne demek? diye sordu Vika. Bizimle geldin, önüne gelenle dans ediyorsun. Anlamıyor musun? — Ama Vitalik izin verdi. — Seni davet etmesine izin verdi, sen reddetmek zorun-daydın. Beni ne duruma soktun, Erik ne düşünecek? Hiç kimseyi reddetmeyen bir kızı gördüler ya, şimdi herkes masamıza üşüşecek. — Ya Vitalik'le dans etmek istemiyorsam? — O zaman dans etmek istediklerinle gel. Madem bizimle geldin Vitali'yle, Erikle yani kısaca ortak tanıdıklarımızla, önüne gelenle dans etmek! — O, önüne gelen biri değil, seni tanıyor. — Evet. beni tanır. İsmen. Ben de onu tanıyorum. Le-voçka! Herkes onu tanır, proje bürosunda, projeci. Zoya'yı ordan tanıyordu. Zoya da proje bürosunda çalı* şıyordu. Kendisini orada görmüştü. Onun aktör olduğunu düşündüğü aklına geldi. Olsun, projeci olması daha iyiydi, kendisi de projeci olmak istiyordu. 280 — Restoran müdavimi, diye devam etti Vika. Bir bilar-docuya yapışmış, onun kesesinden yiyip içiyor. Eğer hoşuna gittiyse bir dahaki sefere onunla gelirsin, onunla ve arkadaşlarıyla dans edersin. Ama bu sefer, lütfen beni budalaca bir duruma sokma. Salona döndüler, Erik ve Vitali ayağa kalkıp oturmalarına yardım ettiler. Leva kendi masasında oturuyordu, ama eskisi gibi Var-ya'ya sırtını dönmemişti. Müzik başladığında sorarcasına ona baktı. Varya belli olacak biçimde hayır anlamında başını salladı. Leva başka bir masaya yöneldi. Vika, Erikle dansa kalktı. Varya, Vitali'ye dans etmek istemediğini söyledi. Akşamın tadı kaçmıştı. Vitali, Vika'ya bozulmuştu: Kendisi dürüstçe Erik'i kafalamıştı. Oysa ona kakaladıklarına bak! Normal insanları kendi çıkarları için kullanan egoistlere attı tuttu. Vika, onun sitemlerini anlamıyormuş gibi yapıyordu. Varya ise Vitali'ye çoktan boş vermişti. Saat üç dolaylarında restorandan çıktılar. Vitali, eve gidip plak dinlemeyi önerdi. Vika genç olduğunu, yorulduğunu söyledi. — Ya sen? diye sordu Varya'ya— Benim çoktan evde olmam gerekirdi.

Erik, şoför olduğunu ve her emri yerine getirmeye hazır beklediğini söyledi. Vitali arabaya binmedi. Gorki caddesinde oturuyordu ve yürüyerek gidebilirdi. Bu güzel akşam için teşekkürler! Vika alaylı alaylı ona el salladı. Vika genel olarak Varya'dan memnundu. Böyle birisine güvenebilirdi. Kendini ucuza satmayan, aklı başında, güzel bir kız. Saflığı Vika'nm da işine yarardı. Ona özellikle böyle biri gerekliydi. İkisi klasik bir çift oluşturacaklardı: İkisi de güzel, aynı boyda, biri sarışın, biri esmer. Yalnızca onu giydirmek, saçını yaptırmak ve biraz terbiye etmek gerekliydi. Ertesi gün «Nasyonal»de buluşmak üzere Erikle sözleştiler. Varya ile ve daha geçenlerde bir yarışmada ödül alan ün281 lü bir mimar arkadaşıyla gelecekti. Erik memnun oldu. Vika' nın söylediği ad yabancı değildi. öteki «Metropol» kızları gibi Vika da bir yabancıyla evlenip gitmeye mi çalışıyordu? Buna daha karar vermemişti. Birtakım sevimsizlikler içinde büyümüştü. Onların odasına yerleşen, koridorda ve mutfakta kendi düzenini kuran, sabaha karşı gece vardiyasından dönen, banyoyu bir su gölüne çeviren ve babasını, yani evin sahibini başı ezilmemiş bir karşı devrimci olarak gören işçi ve çocukluğu. Dünya çapında bir profesör olan babası ise ücretini un, şeker ve marmelatla almak zorunda bırakılmıştı. Bunu bile burjuva dememeleri için komşularından gizliyorlardı. Çocukluğunun unutulmaz dönemleri... Şimdi her şey değişmişti. Evlerini geri vermişlerdi, babasının ücreti oldukça iyiydi, yiyecek içecekleri birinci sınıftı, evlerinde ünlüler toplanıyordu. Her şeyi vardı, giysileri, parfümleri... Moskova'nın en güzel kızlarından biriydi. Ya sonrası? Profesörlük? Halk sanatçısı? Büyük bir müdür? Boşanmalar, nafakalar... Gençler ise sıfırdan, dört yüz rubleyle başlıyorlardı, eve bir sığıntı almak da onun yapacağı iş değildi. Doğru, yeni bir elit sınıf doğmuştu: Pilotlar, havacılar gibi. Hükümet onları destekliyor, onlara güzel evler veriyordu. Maaşları iyiydi, maaşlarının bir bölümünü de dövizle satış yapan mağaza çekleriyle ödüyorlardı. Vodopya-nov, Kamanin, Doronin, Lyapidevski, Levanevski, Molekov, Steppev Moskova'daki en ünlü adlardı. Ama neredeydiler, neredeydi bu pilotlar? Belki de evliydiler. Nerede bu havacılar? Evlilik konusunda genel olarak karar verilmemişti. Her halükârda ne bir Japon, ne bir Amerikalı. Oralar hayli uzaktı. Ne de bir Alman. Orası da pek güvenli değildi. Soylu bir İngiliz, varsıl bir Fransız, hattâ uçan bir İtalyan. Yani Paris, Roma... Kibrit kralının soyundan bir İsveçli ya da petrolcü soyundan bir Hollandalı olabilirdi. İsveç ya da Hollanda yurttaşıydılar, ama Londra ve Paris'te yaşarlardı. Erik'in karısı olmak. Bütün kızlar kıskançlıklarından ölürler.

Ayrıca ne olursa olsun, lokantaya yabancılarla gitmek 282 gerekir. Servis olağanüstüdür, davranışlar değişiktir. Döviz olunca akan sular durur çünkü ve insan olduğunu duyum-sarsm. Yarın gündüz «Nasyonal»e gidecekti. Erik'in odasına çıkıp çıkmayacağını bilmiyordu. Bunu Varya'nm yanında da konuşabilirdi. Onun masumluğunu koruyarak kendi erdemini gösterecekti. Vika ve Varya Nasyonal'in restoranında küçük bir masada Erik ve otuz beş yaşlarında zayıf yüzlü, sinirli sinirli konuşan ünlü mimar Igor Vladimiroviç'le oturuyorlardı. Dört kişilik küçük masalarla dolu uzun bir salon... Garsonlar çay servisi yapıyorlar. Fincanlarda, şekerliklerde va tabaklarda «Nasyonal» damgası var. Çörekler, şarap... Her şey güzel, yerinde ve olağanüstü. Varya, dün akşamki «Metropol» müşterilerinden bazılarını gördü burada. Japon'la Noemi, İtalyan'la Nina Şeremetye-va... Çilli yüzlü şişko da oradaydı, ama yanında Leva yoktu. Kadınlar uzun değil kısa, günlük şeyler giymişlerdi. Noemi, gümüş tokalı bir kuşak bağladığı, «kardinal» rengi bir giysi giymişti, yeleğinin omuzlarında apolete benzer şeyler vardı. Müzik ve baleden sözediyorlardı. Erik, Stravinski'yi, Dyapilev'i ve Pavlova'yı anlatıyor, yurt dışında yaşıyan Rus müzikçileriyle artistlerini sayıyordu. Varya, müziği severdi. Kızlarla konservatuara giderdi ara sıra. Ama Igor Vladimiroviç ona hangi müziği sevdiğini sorduğunda, — Gürültülüsünü, demişti. Igor Vladimiroviç ve Erik güldüler. Vika da onlar güldüğü için güldü. Orkestra çalmaya başladı: Keman, viyolonsel, piyano, saksafon ve bateri... Orkestra önündeki küçük pistte de dans ediliyordu. Igor Vladimiroviç, Leva gibi profesyonelce değil, ama iyi dans ediyordu. Herkes onlara bakıyordu. Igor Vladimiro-viç'i tanıyorlardı. Şişko, Varya'ya onu tanıdığını anlatırcası-na gülümsedi. 283 II — Çok güzel dans ediyorsunuz, dedi îgor Vladimiroviç. Sizinle dans etmek çok kolay. — Sizinle de.

tgor Vladimiroviç, yaşlı, terbiyeli birisinin genç bir kızı tuttuğu gibi onu tutuyordu. Ama Varya, onun hoşuna gittiğini duyumsuyordu. Vika, Erik'le dans etti. Erik, onu edasına davet etti, reddetmek doğru olmazdı. Dördüncü kez birlikte görünüyorlardı, işi uzatmak yanlıştı. Bu kararda Ncemi'nin «kardinal»i de etkili oldu. Ne giysi! Vika'nın ise boncuk işli gece giysisinden başka doğru dürüst bir şeyi yoktu. Diplomat karılarının dışardan getirdiği modelleri kiralıyor, terzi de benzerini dikiyordu. Onlar dikebilir miydi? Karar vermeli. Bugün. Gece değil şimdi. Duyguların etkisi kaybolmadan. Konuşmaları iyi bir başlangıçtı. Bu, zevkten başka, aydın birine duyulan bir hasret. Gündüzleri odaya girmek yasak değildi. Ama Varya'yı ne yapacaktı? Onu odaya götürüp sonra yollamak uygun olmazdı. Niye kaldığı belli olurdu. Eve götürüp sonra yollamak daha kötüydü. Kavalyeleri değiştirmeyi önerdi ve îgor'la dans ederken Varya'yı geçirmesini rica etti ondan. — Terziye gitmem gerek. Varya iyi kız, ama işin içinde terzi olunca ayrı gitmek daha iyi. «Nasyonal»den çıktılar. Igor Vladimiroviç, — Aleksandr bahçesinde dolaşalım, dedi. Vaktiniz var mı? Geç olmamasına karşın nedense bahçenin girişi bankla kapatılmıştı. — Bu engeli aşalım. tgor Vladimiroviç bankı iteledi. Parmaklık boyunca yürümeye başladılar. Hava ılıktı, ortalık tam kararmamıştı. Kremlin duvarlarının üstünde gün batımmın ışıklan pırıldıyordu. 284 — Bir zamanlar buradan Neglinka geçerdi, dedi îgor Vladimiroviç. Sonra göletler ve bahçeler yapıldı. Projesini ünlü mimar Bove yapmıştı. — Doğru, öyle biri vardı, dedi Varya alayla. îgor Vladimiroviç, onun müzik konusundaki yanıtını anımsayarak sustu. — Maneji, diye sürdürdü Varya. Küçük tiyatroyu, yangından sonra Bolşoy tiyatrosunu, GUM'un(*) cephesini yaptı... Başka? Zafer takını, birinci kent hastanesini, Novinski bulvarındaki Kinyaz Gagarin'in evini.(**) — Bütün bunları nereden biliyorsunuz? — Okulda çizim dersi görmüştük, orada geçmişti.

— Gözünüzün yapısı çok değişik, şakaklarınıza kadar uzanmış. — Bende biraz Tatar kanı vardır. — Hayır, gözleriniz Moğcl gözü değil. Sizinki gibi gözlere îran minyatürlerinde rastlanır. — Tatar minyatürleri yok mu? dedi Varya. îkisi de güldü. — Gürültülü müziği sevmeniz ne kötü, ben sakin müzikleri severim. — Ben güzel müziği severim, dedi Varya. Uzaktan bekçi göründü. — Şimdi bizi kovacaklar mı? — Hallederiz, diye yanıtladı îgor. — En iyisi, gidelim. Su birikintilerinden atlayarak çıkışa yöneldiler. Arkalarından düdük sesi duyuldu. Ama bankı atlamışlar ve bahçeden çıkmışlardı. — Kurtulduk. Varya, duvara dayanarak tek ayakla atladı. Sonra ayakkabısını çıkardı. — Islandı mı? — Daha kötüsü. Çorabım kaçtı. ( *) GUM : Kızıl Meydan'daki büyük alışveriş merkezi. (Ç.N.) (•*) KtNYAZ : Çarlık döneminde bir soyluluk unvanı. (Ç.N.) 285 tgor Vladimiroviç, onun üzüntüsüyle canı sıkkın, ne yapacağını bilmeden onun yanında duruyordu. Varya ise iyice üzülmüştü : En iyi çorabı... îgor Vladimiroviç ayakkabıyı aldı, içini dışını mendiliyle iyice kuruladı. Varya, parmaklığa dayanmış duruyordu. — Kaç numara? — Otuz beş. Varya ayakkabıyı giydi. — Tamam, iyi gidebiliriz. Durağa yürüdüler.

— Size telefon edebilir miyim? diye sordu tam Varya tramvaya binerken. — Nasıl isterseniz. Yirmi dokuz haziranda MK Plenumu açıldı. Otuzunda ise Almanya'dan saldırı uçakları karargâhının komutanından başka birçok da birlik komutanının öldürüldüğü haberi geldi. Tarihe «uzun bıçaklılar gecesi» olarak geçen eylemi bizzat Hitler yönetmişti. Bir temmuzdan itibaren «Pravda» ve öteki gazetelerde aralarında Zinovyev ve Radek'in de makaleleri bulunan ve bu olayları çökmekte olan faşist rejimin son çırpınışları olarak niteleyen yazılar çıkmaya başladı. Stalin buna benzer yorumlara karşı- çıkmıyordu : Başka bir iktidarın zayıflığı kendi iktidarının gücünü gösteriyordu. Ayrıca hiziplerin politik hareketi zayıflatmadığını, tam tersine değişik tarafları kendi yanına çekip hizipçilerle savaşı güçlendirerek politik hareketin sosyal temelini genişletebileceğim çok iyi biliyordu. Bunun en canlı örneği Hıristiyanlık'tı. Lenin, iktidarı eline geçirinceye kadar hiziplerden, ayrılıklardan korkmamı?, ama iktidar partisinin içindeki ayrılıklardan çekinmişti. Lenin'in vasiyeti dediklerinin özü de buydu. Lenin devlet egemenliğini, onu korumaya ve güçlen286 dirmeye çalışan insanları birleştiren bir faktör olarak görüyordu. Aslında iktidar ayırıcıdır, çünkü herkes onu ele geçirmeye çabalar. İktidar ancak hiç kimsenin anlayamayacağı, hattâ düşünemeyeceği bir elde olursa birleştirici bir faktör olabilir. Bunun için de halka iktidarın yıkılmazlığı düşüncesini yerleştirmek ve onu yıkmaya kast edebilecekleri yok etmek gerekliydi. Lenin, devrimi kendi partisiyle yönetmişti, partiyi o yaratmıştı ve hiç kimse parti başkanlığına yeltenmemişti. Oysa şimdi durum değişikti. STALÎN iktidarını, parti başkanlığı için Lenin'in mirasında ONDAN daha çok hak sahibi olduklarına inanan birçok talibin bulunduğu koşullarda pekiştiriyordu. Etkisiz hale getirilenler bile umutlarını yitir-memişlerdi. îşte Zinovyev... Rem'in öldürülmesinin Hitler'i zayıflatmayıp güçlendirdiğini anlamıyor mu? Politikada acemi değil. Düzenbaz Radek de anlamıyor. Partililere her ayrılığın sözde iktidarı zayıflattığım, muhaliflerin fiziki olarak yok edilmesinin yalnızca faşizme özgü olduğunu, Bolşevizmin ise tam tersine güçlerini, saflarını sıklaştırmaya çalıştığını söylemek istiyorlar. Kendilerini güç mü sayıyorlar? Politikadan çoktan çekilmeleri gerekliydi. Çekilmiyorlar. Yazıyorlar, konuşuyorlar, kendilerini her fırsatta anımsatıyorlar, uğraşıp didiniyormuş gibi yapıyorlar, bekliyorlar ve onu savaşla korkutuyorlar. Daha da önemlisi bu savaşı kışkırtıyorlar. «Bolşevik» dergisinin, Engels'in «Rus Çarlığının Dış Politikası» makalesini yayımlama niyeti başka nasıl değerlendirilebilir? Yazılışından tam kırk yıl sonra...-Dünya savaşının yirminci yıldönümü dolayısıyla... Görüyor musunuz? Yazı işleri kurulu üyesi Zinovyev'in ilkel bir girişimi, ama baş redaktör geveze Knorin de kanmıştı ona.

Engels makalesinde, Rusya'yı askeri açıdan en güçlü olduğu dönemlerde başta Almanlar olmak üzere hep yetenekli yabancı maceracıların yönettiğini iddia ediyordu: ikinci Ka-terina, Nesselrode, Liven, Girs, Benkerdorf, Dabelt ve diğerleri. Bu durumu özellikle şimdi yeniden ortaya atmanın ne anlamı var? Almanları güçlendirerek Hitlerci propagandaya malzeme vermek de niye? Ona ve Gürcü kökenine bir ima de287 ğil mi bu? Zinovyev ve Knorin de Rus asıllı değiller. Ama onları kim düşünüyor, kime gerekli bunlar? Böyle bir şey kimsenin aklına gelmez. Herkes hemen Stalin yoldaşın kastedildiğini anlayacak. Zaten istenen de bu. Rus asıllı olmayanlar hakkındaki bu tez doğrudan Rus asıllı Kirov'ıı yüceltmeye yönelikti. Bir zamanlar Troçki'nin etkisizleştiril-meşinde Stalin yoldaşa bel bağladıkları gibi şimdi de ona bel bağlıyorlardı. Ama bu sefer çok ileri gittiler. Çünkü Engels'in makalesinde yalnızca Rus asıllı olmayan yöneticiler konusunu değil başka şeyleri de göz önüne alıyorlar. Engels, Rusya'yı Avrupa gericiliğinin kalesi olarak görüyor, onu yayılmacılıkla suçluyor ve Rusya'ya karşı açılacak savaşın hemen hemen bir kurtuluş savaşı olacağını belirtiyordu. Şöyle diyordu: «Almanya'nın zaferi, devrimin zaferi olacaktır... Eğer Rusya savaşa girerse doğruca onların ve kim olursa olsun bağlaşıklarının üstüne!...» İngiltere'yle Almanya arasındaki çelişkiden tek söz yok. Oysa Dünya Savaşı'nın temel etkeni buydu. Demek Engels, her şeyi tam olarak görememişti. Bu durumda, bu makalenin yayımlanmasının ana amacı şuydu : Onlar Hitler'e SSCB'de savaşı bekleyen, bugünkü yönetimi devirme umutlarını savaşa bağlayan politik güçler olduğunu ve onunla pazarlık yapmaya, ona bir şeyler vermeye; Hitler açısından rövanş düşüncesini haklı çıkarmaya yarayacak dış politika zaferinin hayalini uyandırmaya (Hit-ler'in bütün gücü bu düşüncede yatıyordu ve bununla ulusunu bir arada tutuyordu) hazır kişiler bulunduğunu göstermek istiyorlardı. Ne ki Sovyet halkının savaşa gereksinimi yoktu. Sovyetler Birliği savaşa hazır değildi. Ülkenin sanayileşmesi tamamlanmamıştı. Yalnızca onların, onların gereksinimi vardı savaşa; çünkü ONU devirmek için başka yolları yoktu; iktidarı ele geçirmek için başka bir yol göremiyorlardı. Zinovyev ve Radek sözde azılı birer Hitler karşıtıydılar, ama şimdi Engels'in makalesini yayımlamaya yeltenerek Hitler'e hizmet ediyorlar, onu kışkırtıyorlar, onu Batı ile bir anlaşma dü288 şüncesinden uzaklaştırıyorlar ve ONUN arkasından, ONUN adına anlaşma yapmaya hazırlanıyorlardı. Stalin, önüne birkaç kâğıt çekip kalemi hokkaya batırdı ve küçük ama okunaklı yazısıyla Politburo üyelerine Engels' in makalesi üzerine bir mektup yazdı. Yalnızca makale üzerine. Zinovyev, Radek ve Kirov hakkındaki kişisel görüşlerine yer vermedi ve hiç kimsenin adını anmadı. Mektubu şöyle bitirdi.

«Yukarıda söylenenlerden sonra Engels'in makalesini yönlendirici ya da her halükârda eğitici bir makale olarak 'Bolşevik'te yayımlamanın gereği var mıdır? 'Bolşevik'te yayımlamanın bu makaleye bir kışkırtma anlamı vereceği aşikârdır. Yayımlanmasının gereği olmadığını düşünüyorum. L Stalin.» Mektubu bitirdikten sonra odasını boydan boya geçip aynı zamanda Poskrebışev'in çalışma odası da olan bekleme odasının kapısını açtı. Stalin zili çok az kullanırdı. Gerektiğinde kapıyı açar, onu ya da gerekli olan kişiyi çağırırdı. Poskrebışev her zaman yerinde olurdu, kısa bir süre için ayrıldığında yerinde Dvinski otururdu. Poskrebışev yerindeydi. Stalin, duvardaki rapor tahtasına yanaştı. Baharda ekim, yazm biçim işleri, güzün de hazırlıklarla ilgili günlük veriler oraya asılmış olurdu. Her zamanki gibi raporları dikkatle inceledi, yine her zamanki gibi onlarla ilgili tek söz söylemedi. Odasına dönerken Poskrebışev'e. — Gelin! dedi. Poskrebışev, Stalin'in ardından odaya girdi, dikkatlice kapıyı kapattı (Stalin, kapının açık kalmasını ve çarpılmasını sevmezdi), masadan birkaç adım ötede durdu. Durduğu yer Stalin'den yeterince uzak (Stalin yanı başında durulmasını sevmezdi), alçak konuşmasını duyabilmek ve yineletmemek için yeterince yakındı (Stalin bunu da sevmezdi). — Bu mektubu alın. Poskrebışev yanaştı ve uzatılan kâğıtları aldı. — Politburo üyelerim bu konuda bilgilendirin. Politburo üyelerine şu karar tasarısını da iletin : Knorin yoldaş «Bol289 şevik»in yazı işleri müdürlüğünden almıyor. Bu göreve Stets-ki yoldaş getiriliyor. Poskrebışev, Stalin'in ne istediğini hemen anladı. Bu durumda Stalin yoldaş şunları istiyordu : a) Mektubunun po-litbüro üyelerince okunduktan sonra tek nüsha olarak kalmasını ve kendi kasasında korunmasını; b) Mektup, Politburo üyelerine «Bolşevik» yazı işlerindeki değişikliğin nedenlerini açıklıyordu; c) Bu değişiklikler için resmi bir açıklama yapılmayacaktı. — Emredersiniz! Ama dışarı çıkmadı. Bir özelliği daha vardı : Stalin'in yüzünden gidip gitmemesi gerektiğini anlıyordu. Stalin, masadan koyu kırmızı maroken dosyayı alıp Posk-rebışev'e verdi.

— Evrakları alın! Artık gitmesi gerektiğini biliyordu. Geri çekildi, döndü ve odadan çıktı. Ardından kapıyı yine dikkatlice kapattı. Yerine oturan Poskrebışev, Stalin'in verdiği evrak ve mektupları gözden geçirdi. Stalin yoldaşa en önemli şeyler iletirdi, önemliyi önemsizden, gerekliyi gereksizden ayırabilmek de Poskrebışev'in yeteneklerinden biriydi. Stalin'in adına gelen bütün mektup lan kendisinin okuması kuşkusuz mümkün değildi. Bu konuyla sekreterlikte özel kişiler uğraşıyordu. Mektupları sınıflandırırlar, gerekli gördüklerini Poskrebışev'e iletirlerdi. Sek-reterliktekiler işlerini bilir, istenileni anlarlardı. Poskrebışev, her sabah bu koyu kırmızı dosya içinde mektupları Stalin'in masasına koyar ve ancak bugünkü gibi o geri verdiğinde alırdı. Poskrebışev, geri verilen mektupları iki desteye ayırdı : Stalin'in işaretledikleri ve işaretlemedikleri. Birincileri, gereğinin yapılması için sekreterliğe yollardı. Onlar için Stalin ne demişse o yapılırdı. İkinciler, yani işaretlenmemiş olanlar Stalin yoldaş isteyene kadar kasada saklanırdı. Başka bir grup mektup daha vardı. Bunlar Stalin'in hemen vermediği, bazen de hiç vermeyip sakladığı ya da yok ettiği mektuplardı. Bunlar özel öneme sahiptiler. 290 Sabahları mektupları masaya koyarken sayar, bir kenara not ederdi. Geri aldığında da sayardı onları. Böylece Stalin'in kaç mektubu kendine sakladığını, hangilerini alıkoyduğunu da bilirdi. Çok iyi bir belleği vardı: Sabahleyin verdiği mektupların içeriklerini genel olarak anımsardı. Bu sefer Yagoda'nm raporu dışında bütün mektupları geri vermişti. Zaten bu raporları hep alıkordu. Mark Aleksandroviç, Moskova'ya MK Plenumu'nun açıldığı yirmi dokuz haziranda geldi, plenum biter bitmez de bir temmuzda geri döndü. Acele ediyordu. Haddehanenin açılışı vardı çünkü. Haddehanenin işletmeye girmesiyle bütün kompleks bitmiş oluyordu. Mark Aleksandroviç'in yaşamındaki en önemli olay —dünyadaki en büyük metalürji kompleksinin kurulması— bitecekti. Mark Aleksandroviç, kendi işi bitince plenumdan ayrılmadı. Tartışılan sorunları —buğday ve et üretimi, hayvancılığın geliştirilmesi, yani partinin ekonomik politikasının bir bölümü— ekonominin yöneticilerinden biri olarak bilmesi gerekliydi. Halk Kcmiserliği'ne bile uğramadı: Ana görev —haddehanenin işletmeye açılması— Moskova'da değil orada, fabrikada yapılacaktı. Mark Aleksandroviç'in plenumla ilgili olmayan tek işi Sonya'yı görmekti. Şaşa yargılanmış, sürülmüştü. Artık ona yardım edilmezdi. Karar açıklamncaya değin yaptığı uğraşlar fayda vermemişti, hele şimdi hiç fayda vermezdi. Özel oturum kararları temyiz edilemiyordu. Ryazanov'un, MK adayının, Şaşa için uğraştığı

kuşkusuz en yukarıya kadar iletilmiştir. Yine de cezalandırılmıştı. Demek ki bir şeylere karışmıştı. Ama büyük bir dert değil : Şaşa genç, üç yıl çabuk geçer, yaşam gelecekte. Her şeye karşın Saşa'yı düşünmek Mark Aleksandroviç i rahatsız ediyordu. Yaşamında kimi güçlükler olmuştu, ama bu açıdan her zaman işler yolundaydı, tertemizdi. Ne bir 291 fraksiyonla ilişkisi, ne de bir fraksiyona eğilimi vardı. Yakınlarının da yoktu. Politika dışında kalan bir ailede büyümüştü. Aileden yalmzca o partiye girmişti. Kız kardeşleri partisizdiler, kocaları da öyle. Yalnızca Saşa'da bir parti üyesi, bir komünisti görmüştü. Ve işte Saşa'nın başına gelen! Onun, Ryazanov'un yeğeni elli sekizinci maddeden —karşı devrimci propaganda ve ajitasyon— hüküm giymişti. Mark Alek-sandroviç kendisini parti önünde suçlu hissediyordu : Onu gözünden uzak tutmuş, dikkat etmemiş, sonuç olarak lekelenmişti. Eğer bu, devrimden hemen sonra olsa anlaşılabilirdi : Devrim birçok aileyi ayırmıştı. Hattâ yirmili yıllarda bile olsaydı yine açıklanabilirdi: Yirmili yıllar hükümet değişiklikleri, muhalefet ve Troçki'nin demogoj ilerine kanan gençlerin sapmalarının yıllarıydı. Ama şimdi, otuz dörtte, muhalefetin ve hiziplerin bütünüyle yok olduğu, yeni parti yönetiminin oturduğu, parti genel politikasının dengeye kavuştuğu ve gerek parti gerekse halk arasında görülmemiş bir birlik ve beraberliğin hüküm sürdüğü dönemde Saşa'nın basma gelenler anlamsız ve saçmaydı. Mark'a leke sürüyordu. Saşa'nın neyi eksikti? Her şeyi vardı: Moskova, ev, okul, güzel bir gelecek. Muhasebe öğretmeniyle sürtüşmesi ve duvar gazetesi yüzünden hapse atmazlardı. Yani başka bir şeyler vardı, yani bir şeyleri gizlemişti. Birisinin etkisinde mi kalmıştı? Ama çocuk değildi ki, yirmi iki yaşındaydı,, düşünmeliydi! Yalnızca kendisini de değil! Annesini düşünmek zorundaydı, ona babalık yapan dayısını düşünebilirdi. Yaptığının onun adına, ülke ve partideki konumuna nasıl etki edeceğini düşünmeliydi. Düşünmedi! iyice tartmadı! Neden? Ukalalık etti. «Daha alçakgönüllü olmasını isterdim.» Bunu o süt çocuğu, Stalin hakkında söylemeye cüret etmişti. Sta-lin'i yargılamaya kalkmıştı. Mark Aleksandroviç'in fabrikasında on bin delikanlı ve genç kız komsomolcu çalışıyordu. İkinci fırını yaptıklarında hiç tatilsiz, karda, tipide on altı saat çalışmışlardı. Moskova'dan döndüğünde (Orconikidze birkaç günlüğüne çağırmıştı.) kum, çakıl ve çimentonun vagonlarda donduğunu söylemişlerdi. Oysa beton sıcak olmalıydı. Daha dün köyden gelen bu gençler hemen çare bulmuşlardı: 292 Lokomotifleri getirmişler, boruları uzatmışlar, bütün gün buhar ve sıcak su vermişlerdi. Bu çalışmalarıyla ikinci fırına «Komsomol» adının verilmesini haketmişlerdi. Yemeklerini orada pişirmişlerdi. Atlar çamura saplanmış, arabaların okları kırılmıştı, işe yarayan tek âlet kürekti, tek ulaşım aracı atlardı. Çukurlar, tümsekler, toprak yığınları, göğe kadar yükselen toz... işte bu büyük fabrika böyle bir kaostan yaratılmıştı. Bu gençler de kendilerini hiç düşünmemişler, hiçbir şeyi dert etmemişlerdi. Arbat'taki konforlu evlerde değil barakalarda, saman üstünde yatmışlardı. Her şey vardı: Bit, pire, tahtakurusu, hamamböceği... Yeterli sayıda öğretmen yoktu, çocuklar yattıkları barakalarda

okuyorlardı, filmler açık havada gösteriliyordu, ahırlar aynı zamanda dükkândı ama boş raflardan başka bir şey yoktu. Başarılılar pantolon, etek, çizme ya da akide şekeriyle ödüllendiriliyorlardı. Bu ödül bile onları yönlendiriyordu. Sosyalist sanayinin îemel-taşını yarattıklarını, ülkenin yüzyıllık geri kalmışlığını yendiklerini, savunma gücünü arttırdıklarını, ekonomik bağım sizliğim güçlendirdiklerini ve yeni sosyalist toplumu yarattıklarını biliyorlardı. Bu gençlerin anladıkları ve bildikleri buydu. Stalin Yoldaşa hiç mi hiç sitem etmemişlerdi. Stalin, onların yaşamlarının, eşsiz emeklerinin sembolüydü. Hapse düşen, Sibirya'ya sürülen yeğeni Şaşa değil, bu delikanlılar ve kızlar tarihi yapıyorlardı. Mark Aleksandroviç, kardeşinin çok iyi bildiği evine yaklaştı. Evin cephesi çiniyle kaplanmıştı. «Arbatski Ars» sinemasının göz alıcı afişleri rüzgârda sallanıyordu. Avlu, birbirine yakın binalarla iyice sıkışık görünüyordu. Şaşa burada sık sık oynardı. Onu karşılamak için atılır, onunla yukarı çıkar ve «Yaşasın Mark dayı geldi!» diye «e» ve «i»lere bastırarak sevinçle bağırırdı. Evet, dünya toz pembe değildir. Talihsizlikler hep yanı293 başımızdadır. Şimdi de bütün tatsızlıklar kardeşlerin en savunmasızı, en yumuşağı olan Sonya'nın başına gelmişti. Kocası onu terketmiş, oğlunu sürmüşlerdi. Kız kardeşine acıyordu ama kocası onu terkettiğinde yardım edememişti, şimdi de yardım edemiyordu. Ona yalnızca sevgisini, merhametini ve maddi yardımını verebilirdi. Talihsizlikler kalıcı değildir. Kendine güvenmeli ve başını eğmemeli insan. , Son ziyaretini anımsadı. Yüzü nasıl da acınasıydı, nasıl da titriyordu. Markla nasıl da dalkavukça konuşmuş, telaşla bazı evrakları aramış, titreyen parmaklarıyla kâğıtları okşa-mıştı. İçeri girmeden önce ensesinde bir sızı duydu. Şimdi yine onun umut ve bu umudun boşa çıkacağı korkusuyla dolu bakışını görecekti. Şaşa için hiçbir şey yapılamazdı, artık anlamak ve kabul etmek gerekti. Şaşa üç yıl sonra evde olacaktı. işten daha yeni dönen Sofya Aleksandrovna yemeği ısıt-mıştı. Mark'ı sakince karşıladı. Eski sevincinden hiç eser yoktu. Önceleri onun gelişine hazırlanır, börekler pişirir, süslenirdi. Bugün, her gün işe giden ve bu nedenle böreğe, çöreğe zamanı kalmayan yalnız bir kadına gelmişti. Kardeşiyle selamlaştı, yağda kızarmış etli patates ve arpa çorbasından oluşan yemeği yiyip yemeyeceğini bilmemesine karşın sofraya çağırdı. Mark Aleksandroviç'in getirdiği paketş ve cüzdanından çıkardığı tomara kayıtsızca baktı. Mark, çalışmanın kız kardeşine iyi geldiğini, onu biraz düzelttiğini memnunlukla düşündü. Önceleri bir eş, bir anne, bir ev kadınıydı. Oysa şimdi evin dışındaki iş, kaygı ve uğraşlar onu gereksiz düşüncelerden kurtarmış,, dünyasını genişletmiş ve güçlendirmişti. Mark Aleksandroviç hem kendisi, hem de kardeşi için memnundu : Ziyareti

düşündüğü gibi kötü olmayacaktı. Ama yeni bir görünüm kazanan Sonya'nın, Mark için değerli olan içtenlik ve yumuşaklığı yitirdiğini fark etti. Evinin önceki rahatı, düzeni kalmamıştı. Şimdi evde yalnızca en gerekli şeyler vardı. Evdekiler hep aceleyle yaşıyorlar gibi bir izlenim veriyordu. Sonya, patatesi tavada yedi. Tava, me294 tal bir altlığın üstünde duruyordu. Masa örtüsü bir köşeden kıvnlmıştı. Scnya çökmemişti, ama iyice zayıflamıştı. Anlaşılan ev onun için anlamını yitirmişti. Oğlu yoktu. Çamaşırhanedeki işinden söz etti. îşi çamaşırları kabul etmek olduğu için işin pek zor olmadığını; kuşkusuz, bazen zor müşterilerin de geldiğini ama yapacak bir şey bulunmadığını, şimdilerde herkesin sinirli olduğunu anlattı. İşten doğan bazı aksaklıklar da olmuyor değildi. Örneğin çamaşır ya kayboluyor ya da bir tarafına bir şey oluyordu. İşte o zaman zor oluyordu : Açıklamalar, belgelemeler, yazıya dökmeler... Diğerleri kuyrukta bekler de bekler. Anlaşmazlığı çözme işi aslında müdürün göreviydi, ama o hiçbir zaman ortaya çıkmaz, yerinde bulunmazdı, bazen de günlerce ortalıktan kaybolurdu. Oldukça gizemliydi bu. Sonya, şimdi bile alay etmeyi bir yana bırakmıyordu. Mizah duygusu her zaman vardı. Ama Şaşa hakkında tek söz söylemiyordu. Susmanın ayıp olacağını bildiği için Mark'la konuşuyordu, ama ona bakmıyor, gözlerini sürekli kaçırıyordu. Mark, onun önceden hazırlanmış kimi sözleri olduğunu hissetti. Onları henüz söylememişti. Kararsızlık içinde onun bakışlarından kaçarken eski Sonya ortaya çıkmıştı. Birden hikâyesini kesti: — Evet, Mark, seni uyarmalıyım, küçük odayı kiraya vereceğim. Gece kalmayı düşünüyorsan benim edamda kalacağız. — Otele yerleştim. Odanın kardeşinde kaldığını biliyordu. Pavel Nikolaye-viç ile resmi olarak boşanmamışlardı. Pavel Nikolayeviç, Sa-şa'nın tutuklanmasından sonra iş gereği sık sık taşraya giden biri gibi bu yeri tutmayı becermişti. Ama kız kardeşi odayı kiralıyordu. Bu haber onu pek şaşırtmadı. Resmi kiradan fazla kira almak yasalara aykırıydı ve spekülasyon sayılıyor-du. Ama bu tür olaylara göz yumuluyordu, yeterince ev yoktu. Her şeye karşın kardeşinin, Ryazanov'un kardeşinin kira 295 parasıyla yaşamasını istemezdi. Ona her zamar. yardım etmişti, kiradan daha çok verebilirdi. — Gerekli mi bu? Sonya anlamadı.

— Nasıl? — Kiraya vermek? — Evet, paraya gereksinim var. — Ne kadar veriyorlar. — Elli ruble. — Kiralayan kim? — Yaşlı bir kadın. — Seni nasıl buldu? — Komşular önerdi... Niye? —Sonya sonunda ona doğrudan bakmıştı.— Yanlış davrandığımı mı sanıyorsun? — Kadını tanımıyorsun... Komşular bulmuş... Neyine gerek? Apartman yönetimiyle uğraşman, anlatman, niye olduğunu açıklaman gerekecek... Yineliyorum, neyine gerek? Ayda elli değil, yüzelli vermeyi öneriyorum. Sana beşyüz ruble getirdim. Paraya gereksinimim olmadığım biliyorsun. Sonya sustu, düşündü ve sonra, — Paranı almayacağım, dedi. Kendim için gereksinimim yok, çalışıyorum, o da bana yetiyor.Saşa'ya gelince... Annesi de var, babası da, onlar onu düşünüyorlar... Tartışmanın anlamı yoktu. Zaten o da istemiyordu. Para teklif etmişti. Sonya ise Mark'ın hoşuna gitmediğini göre göre odayı kiraya vermek istiyordu. Canı isterse! Şimdi söyledikleri, daha önceden hazırladığı sözler değildi. Artık yeter söylesin! — Şaşa nasıl? Yanıt vermek için acele etmedi. ^ — Şaşa... Son mektubu Kansk'dan geldi. Boguçanı köyüne yollamışlar ama oradan daha haber gelmedi. Oraya yürüyerek mi, arabayla mı gitti bilmem. Haritaya baktım... Boguçanı, Angara nehri kıyısında, hiç yol yok, anlaşılan yayan... —Birden gülümsedi.— Şimdi kürek cezasına nasıl yolladıklarım bilmiyorum: önceleri tıklım tıklım vagonlarda yollardılar, şimdi nasıl bilmiyorum... 296 — Sonya! dedi Mark Aleksandroviç ciddi bir tavırla. Senin için çok zor olduğunu biliyorum. Ama durumu tam anlamıyla kavramanı istiyorum. Birincisi, bizde kürek mahkûmiyeti yok, ikincisi, Saşa'yı kampa değil sürgüne yolladılar. En yüksek makamlara başvurdum. Uğraştılar, ama bir şey yapamadılar. Yasa, yasadır, Saşa'nın

arkasında önemli olmasa bile bir şeyler var. Çok çetin dönemde yaşıyoruz, yapacak bir şey yok. Üç yıllığına sürdüler. Köyde yaşayacak, köylerde milyonlarca insan yaşıyor. Orada iş de vereceklerdir. Şaşa genç, üç yıl çabuk geçer, kaçınılmaz olana boyun eğmek gerek, kendini koyvermeden sakince beklemek gerek. Sonya birden gülümsedi, sonra bir daha gülümsedi. Mark onun bu gülümseyişini çok iyi biliyordu. — Yani az verdiler, topu topu üç yıl. — Daha fazla vermeleri gerekir mi dedim? Sonya, kendine gel! Doğru konuşalım, zamanımızda bunun önemsiz olduğunu söylüyorum. Üç yıl sürgün... Kurşuna dizmediler ya... Sonya yine gülümsedi, şimdi sanki gülüyor gibiydi. —¦ öyle mi?.. Kurşuna dizmediler... Duvar gazetesindeki şiirler için kurşuna dizmediler de topu topu üç yıl Sibirya' da'Sürgün verdiler. Teşekkürler! Üç yıl ne ki! önemsiz! Jo-sef Vissarionoviç Stalin'e bile üç yıldan çok vermemişlerdi. Oysa o silahlı ayaklanmalar, grevler, gösteriler düzenlemiş, yasadışı gazete çıkarmış, yasadışı yollarla yurt dışına çıkmıştı. Bütün bunlara üç yıl! Sürgünden kaçtı,ama yine eski cezasına çarptırıldı. Şaşa kaçacak olsa en iyi olasılıkla on yıl çalışma kampına yollarlar... —Sonya gülümsemeyi bırakıp Mark'a sert gözlerle bakmaya başladı.— Evet! Eğer çar sizi, sizin yasalarınızla yargalasaydı Stalin bin yıl alırdı... Mark masayı yumrukladı. — Ne zırvalıyorsun? Aptal! Bunları nereden çıkardın? Hemen kes, tamam mı?! Nasıl böyle konuşabilirsin? Benim yanımda! Evet, bizimki diktatörlük, diktatörlük de baskı demektir. Çoğunluğun azınlığa baskısı. Çar zamanında ise azın lık çoğunluğa hükmediyordu. îşte bu nedenle çar, şimdi bizim halk adına ve halk için aldığımız önlemleri alamamış297 tır. Devrim kendini savunmak zorundadır. Talihsizliğin büyük ama bu, sana küçük burjuva olma hakkını vermez. Ne söylediğini kulakların duymuyor. Başka birisine söylersen doğru çalışma kampına yollanırsın. Anasız kalmaması gereken Şaşa uğruna bunu aklının bir köşesinde tut. Sonya konuşmadan dinliyor, masadaki kırıntılarla oynuyordu. Mark bitirince sakince başladı: — Evet, Mark... Senden rica ediyorum evimde hiçbir zaman masa yumruklama. Hoşuma gitmiyor. Ayrıca komşularım var, onların önünde de hiç hoş olmuyor. Önceleri kocam masa yumruklardı, şimdi de kardeşim. Bir daha olmasın. Eğer masa yumruklamak çok hoşuna gidiyorsa, kendi odanda, kullarının önünde yumrukla. Unutma, lütfen. Çalışma kampına gelince, beni korkutamazsın, hiçbir şeyden

korkmuyorum. Şimdiye kadar korktuğum yeter! Herkesi içeri tıkamazsınız, hapisane yetmez... Zavallı azınlık... Dilim varmıyor. «Köylerde milyonlarca insan yaşıyor!» Nasıl yaşadıklarını gördün mü? Sen gençken «Bana bir yer söyle/Rus köylüsünün acı çekmediği» dizelerini okumayı çok severdim, anımsıyor musun? (*) Çok güzel söylerdin, iyiydin, köylüye acırdın. Peki şimdi niye acımıyorsun? O zaman kimin hakkında şarkı söylüyordun? «Halk için ve halk adına...» Ya Şaşa? Halk değil mi? Böyle temiz, böyle saf ve inançlı birini Sibirya'ya... Öldürmek yasak olduğundan Sibirya'ya... Şarkılarınızdan geriye ne kaldı?.. Kendi Stalin'inize tapıyorsunuz... Mark Aleksandroviç ayağa kalktı, sandalyeyi iteledi. — Eh, Sevgili kardeşim... — Gürültüyü bırak, heyecanlanma. Sana diyeceğim şu Mark : Bana para teklif ettin. Beni parayla satın alamazsın! Suçsuzlara, savunmasızlara kılıç kaldırdınız, o kılıca gelesiniz! Sofya Aleksandrovna ak başını eğdi, kaşların altından kardeşine baktı. Parmağını uzattı. (*) N.A. Nekrosov'un Şiiri. (Ç.N.) 298 — Senin de saatin gelince, Mark, Saşa'yı anımsayacaksın, onu düşüneceksin ama çok geç olacak. Suçsuzu savunmadın. Seni de kimse savunmayacak. Konvoy tayganın içlerinde dördüncü gündür gidiyordu. Önde araba gidiyor, sırtında av tüfeğiyle uykulu köy korucusu at üstünde arkadan geliyordu. Köy koruculuğu görevini köylüler sırayla yapıyorlardı. Her köyde korucu değişiyordu. Sibiryalı köylünün bir sürü işinin yanında bu görevi de hep sürmüştür. Bu genç köylünün babası da, dedesi de, dedesinin babası da sürgünlere eşlik etmişti. Ataları ise aynı şekilde sürülmüştü. Muhafızlık bütünüyle biçimseldi. Konvoy evraksız olarak teslim alınıp yine evraksız teslim ediliyordu. Gerçek muhafız taygaydı. Gizlenmek olası değildi. Araba otuz verstden rahatlıkla görülüyordu. Sürgün yerinden kaçış, sürgünün özgürlükten sıkıldığı zamanlarda oluyor ve sürgün kendini nelerin beklediğini hiç düşünmeden koşarak kaçıyordu. Kaçışlar ya baharda, yani bahar kokularının her yanı sardığı ve yürekleri memleket hasretiyle doldurduğu sırada ya da uzun, dayanılmaz Sibirya kışı düşüncesinin bastırdığı sonbaharda olurdu. Cezasının bitimine bir ay kala kışın kaçan da vardı : Her şeyinle evi yaşarsın, beklemeye gücün yoktur ve tahliye kâğıdı yerine yeni bir ceza alabileceğin saat dayanılmazlasın Bu kış kaçaklarını baharda, karlar eriyince bulurlardı. Bu yüzden onlara «Kardelen» derlerdi. Yolda kimse kaçmazdı. Hapisaneden, kamptan ve boğucu vagondan sonra ilk kez özgürce yürünürdü. Eşyaların arabadadır ve onları gizlice alamazsın. Konvoydaki

herkes için tek bir gerçek vardır. Kaçarsan herkesi yakarsın, yardakçılıkla suçlanırlar. Kaçmak istiyorsan adam ol ve sürgün yerinden kaç! 299 Aşağılarda son karlar da erimişti. Güneş ışığı yer yer vuruyordu. Patikalar loş ve nemliydi. Fırtınadan kopan ağaçlar ve dallar, kökünden kurumuş, gri yosunla kaplanmış ağaçlar, çürük kütükler. Ne bir çiçek, ne bir çalı; yalmzca yer yer sararmış geçen yılın otları ve sanki büyük bir orman yangını ortalığı kavurmuş gibi yangın izleri. Uçsuz bucaksız, bıktırıcı, tekdüze bir orman : Çam, çam, bazen sarı çam, sedir, ak çam ve çok seyrek olarak kayınla titrek kavak. Yaşam yalnızca ağaçların dallarında duyumsanıyordu. Orada rüzgâr hafif hafif esiyor, iskeletlerin cıvıltıları duyuluyor, sincaplar ağaçtan ağaca atlıyorlardı, ilerde de yine aynı orman ve dağlar. Kansk yakınlarında köyler sıklaşryordu. Hepsinde de onları köylerinde geceletmemek, daha ileriye yollamak için acele ediyorlardı. Konak yerine gece geç vakit geliyorlar, sabah erkenden ayrılıyorlardı. Sürgüyü açarken ev sahibi küfreder, uyanan çocuk ağlar; ev sahibesi öfkelenip yere üstünde yatacakları bir şeyler atar, bazen de hiçbir şey vermezdi. Nasıl istiyorsanız, öyle yatın! Yer hayli soğuktu. Hasta Kartsev, boğazları yırtılırcasma öksürüyordu, karısını ve çocuklarını düşünen ivaşkin kederli kederli soluk alıyordu. Ama taygada köyler oldukça seyrekti. Yolculuk gün boyu sürüyordu, ilk tayga köyüne hava kararmadan varmışlar, sonunda iyice uyumuşlardı. Muhafızlar Kansk'dan uzaklaşınca Volodya'yı çözmüşlerdi. — Hadi yürü! Volodya uyuşan vücudunu oynattı, hiç yorulmadan, şikâyet etmeden yürümeye başladı. Çevresine kötü kötü bakıyordu. Kamp deneyimi vardı: En küçük şey yaşamına mal olabilirdi, tetikte olmak, bir anda karar vermek, uzlaşma-mak ve kimseden korkmamak gerekliydi. Tam tersine insan kendinden korkmalıydı. «Stalin rejiminin rastlantı kurbanlarına», Saşa'ya, Boris'e ve Ivaşkin'e tepeden bakıyordu. «Teslimiyetçi» Kartsev'den nefret ediyordu, onunla hiç konuşmuyor, hattâ ona dikkat bile etmiyordu. Şaşa, onun birlikte 300 «- HALK KÜTÜPHANESı' yürüdüğü, uyuduğu, aynı kaderi paylaştığı insanı görmezden gelme yeteneğine şaşıyordu, "Volodya Kvaçadze önden yürüyordu. Hasta Kartsev, sık sık durarak en arkadan geliyordu. Konvoy da duruyordu. Volodya duruyor ama geriye bakmıyordu. Geç kalınacağı için canı sıkılıyordu. Kartsev'in fiziksel zayıflığını ruhsal zayıflıkla açıklıyor, onun ihanetinin nedenlerini bunda görüyordu. Kartsev'le yürüyen ve ona yardım edene kuşkuyla bakıyor, onu düşman kampın bir casusu gibi

değerlendiriyordu. Volodya'nın, müdüriyet önünde gösterdiği yiğitlik ve kendine güven Saşa'nın hoşuna gitmişti. Ama başka düşünce biçimine dayanamıyordu, Şaşa bu eksikliği kendinden biliyordu. Daha ilk gün şunları söylemişti: — Volodya, terslik olmaması için şimdiden söyleyeyim, ben partinin çizgisini savunuyorum. Görüşlerimizi kendimize saklayalım. Tartışmanın hiç kimseye yararı yok. — Stalin'in uşaklarıyla tartışmaya hiç niyetim yok. Ama madem beni buraya sürdünüz ağzımı kapatamazsınız. Şaşa gülümsedi. — Sizi buraya ben sürmedim, beni de sürdüler. — Bir terslik olmuş. — iktidarda olsanız bize neler yapacağını gözümün önüne getirebiliyorum. — Çocuklar, bırakın tartışmayı. —Boris araya girdi,— Politik sürgünlerin ebedi derdi : Tartışmak!... Âdi mahkûmlar birlik içinde, onlara yönetim bile dokunamıyor. — Âdi mahkûmlar, ayak takımıdır, dedi Volodya, Cellatlar. Bir tas çorba için arkadaşlarını satarlar. Onlar yönetimin dayanak noktaları, yardımcılarıdırlar. Karını öldürür-sen sekiz yıl yersin, üstelik bu sürenin yarısını da iyi halden indirirler. Fabrikadan bir çift ayakkabı tabanı çalarsan on yıl yersin! Tayga gittikçe ıssızlaşıyordu. Ormanlarla kaplı aynı dağlar, yaylalar, tepeler, tümsekler, ağaç dallarındaki kuş cıvıltıları, patikadaki loşluk ve nem. Bir keresinde ormanda iri, uzun bacaklı bir mus görünmüş ve hemen kaybolmuştu. 301 Sabahleyin güneş ısıtıyordu. Ne ki ışıkları patikaya hiç düşmüyordu, ama yine de yürümek daha kolay ve daha neşeliydi. öğleyin, küçük, bir kulübenin yanında mola verdiler. Kulübede pencere, soba ve tavan yoktu. Duvarları içten iyice kararmıştı. Kışın ateş kulübenin içinde yakılır, duman çatıdaki delikten çıkardı. Bir köşede kuru dallar yığılıydı. Anlaşılan giden kişi gelene bırakmıştı. Yeni gelen tipi de gelebilir, kuru dal bulamaz, ateş yakamaz ve soğuktan do-nabilirdi. tyi bir insan kuru daim yanında bir köşeye bir kutu kibrit de saklardı. Ateşi yaktılar, kaynaktan su getirip darı lapası ve çay pişirdiler. Darıyı dün Boris bulmuştu. Satıcı tanıdığıydı, dükkânı geceleyin açmış darıdan başka bir kutu tütün ve o gece içtikleri boğma votkadan da bir şişe vermişti.

Kendisini burada, bu kervan geçmez tayga köyünde bile tanımaları, o olmasa bu çocukların yok olup gidecekleri düşüncesi Boris'i yeniden etkin hale sokmuş ve Boguçanı'da mutlaka bir iş bulacağı umudunu güçlendirmişti. Yatak ve yemek için parayı hep o verdi. Çocukların parası yoktu. Bir tek Saşa'da vardı, ama onun da iş bulup bulamayacağı belli değildi. Boris içinse Boguçanı'da iş hazırdı. Bir müdüre benziyordu : Devrik yakalı asker gömleği, çizmelerin içine sokulmuş pantalonu, yağmurluğu, haki renk şapkası. Tartışmanın mümkün olmadığı okumuş bir müdürün yumuşak ses tonu. Tartışmanın yararı olmaz, çünkü sonuçta onun istediğini yaparsın. Şimdi de o yönetiyordu grubu : Birini suya, birini kuru dal toplamaya yollamıştı. Bu mevsimde kuru dal bulmak olasıydı. Kulübedekileri kullanmamaya karar vermişlerdi. Yalnızca Kartsev'e görev vermemişti. Kartsev eşikte oturmuş, gözlerini kapayıp solgun yüzünü güneş ışığına vermişti. Satıcı, sırası olmadığı halde muhafız olarak onlarla gelmişti. Oldukça becerikli biriydi. Mola sırasında ağaç kabuğundan kaşık yapmıştı. Onlarla birlikte yürüyor, atını ye302 dekte çekiyordu. Köyden onun yanında çıkan Şaşa, mola yerine gelinceye kadar birlikte yürüdü. Delikanlı, bir tavşana ateş etmesi için tüfeği Saşa'ya vermişti, ama o tavşanı vura-mamıştı. — Ayıyı da vuramazsın, çok kötü ama öğrenirsin. — Sen ayı avına çıktın mı? — Üç sefer. Ayıyı ininde basarız. Köpekler hayvanı bulur bulmaz inin önünü sırık ve ağaçlarla tıkarız. Ayı çıkmaya çabalar, biz de kurşunu basarız. Kimi av bıçağıyla kimi de hançerle. Ayı kurnaz hayvandır, insana açıktan açığa değil atların ardına ya da sürüye gizlenerek saldırır. Şaşa, ayıdan daha güçlü hayvanlar olduğunu söylediğinde gülümsemişti. Aslan, kaplan, fil... inanmamıştı. Yine gülümseyerek, geçen yıl şimdi geçtikleri yerde üç sürgünü öldürdüklerini anlatmıştı. — Onları da sürmüşlerdi. Köyde kâğıt oynamaya otur dular. Bizim çocuklar onların paralarını görmüşlerdi. Buraya kadar gelip ateş ettiler, öldürüp kara gömdüler. Bizimkiler vahşi hayvanların onları bulup icaplarına bakacaklarını düşünmüşlerdi. Ne ki bölgeden komisyon üyesi gelmiş ve köpekler ölüleri bulmuştu. Soruşturma başladı ve Novosl-birsk'e yollandılar. Hapisanede itin teki de onları hakladı. — Epey para almışlar mıydı?

— On ruble almışlardı. Ateşin çevresinde otururken bu konu yeniden açıldı. Hikâyeyi Boris de biliyordu, Kansk'daki sürgünler anlatmıştı Ayrıca Kvaçadze'ye de kampta anlatmışlardı, iki genci ha-pisaneye geldikleri gece haklamışlardı, haklarındaki bilgi kendilerinden önce ulaşmıştı. Hücre kalabalıktı, ama mahkûmlar birbirini tutuyordu. Soruşturma hiçbir sonuç almadan kapandı. — Temizledikleri iyi oldu, dedi Volodya. Yoksa en çok beş yıl verirler ve bir yıl sonra da çıkarırlardı. Şimdi buradakiler, hapisanedeki haberleşmenin devletinkinden daha hızlı olduğunu öğrendiler. Devlet bizi korumuyor, kendimiz koruyacağız. Başka yolu yok! — Volodya, dedi Şaşa. Âdi mahkûmların insan olma303 dıklannı siz söylemiştiniz. Onlara yargılama hakkını nasıl veriyorsunuz? — Sürgünün kendi yasaları vardır. Zamanla öğreneceksin. Aydınca yorumlar! — Aydınlara ne çatıyorsun? Onların da bir ağırlığı vardır. Volodya parmağını kaldırdı. — Yapayalnız! — Siz de aydınsınız. — Bununla gurur duyduğumu nereden çıkarıyorsunuz? — Ateşi bulan ilk insan ilk aydındı, dedi Şaşa. Kuşkusuz çağdaşları onu öldürdü. Birisi parmağını, diğeri ayağını yaktı, üçüncüsü de öldürdü : Burnunu sokma! Daha taş devrinden bu vardı: Burnunu sokma! — Bu mantık için birincilik ödülü Saşa'ya dedi Boris. Volodya, birincilik ödülünün Saşa'ya verilmesini kabul ediyor musunuz? — Varsa verin! . Herkesin keyfi yerindeydi. Güneş, ağaç dallarından zorla sızmaya çalışıyordu, ama onlar sıcaklığını duyumsuyor-lardı. Paltolarını arabaya atmışlardı. Kafa dengi bir delikanlı onlara eşlik ediyordu, ateş etmeleri için tüfeği veriyordu. Muhafıza hiç benzemiyordu. Bütün bunlar sürgün yolculuğuna benzemiyordu, îlk defa başkasının sofrasında değil ormanda, ateşin başında yiyorlardı. Çam dallarının çıtırtısı, kokusu, pişen lapa çaydaki çam yaprağı, bütün bunlar Sa-şa'yı çocukluğa döndürüyordu. Kampta ateş çevresinde çocuklarla oturduğu yıllar o kadar da uzakta kalmamıştı. Kartsev, hasta yüzünü güneşe verdi, başını güneş ışığının düştüğü yere çevirdi.

îvaşkin, hem Volodya'yı hem de Saşa'yı onaylıyordu, bilgece konuşmaları seviyordu. Mesleğine özel bir önem veriyordu. Acele edersen bir dizgi yanlışı yaparsın, sen dizmemiş olsan da doğruca Sibirya'ya! Stalin yoldaşın konuşmasındaki «açığa çıkarmak» sözcüğünü «açığa çıkarmamak» olarak dizmişlerdi. Altısını da içeri tıkmışlardı. Geride karısıyla üç kızı kalmıştı. 304 I Delikanlı da onların konuşmalarını dinliyor, gülümsüyor-du. Diğerlerinin hakkını yememek için lapadan birkaç kaşık aldı. Arabacı somurtarak oturuyordu, lapayı da çayı da istememişti. Arabada bir şeyler çiğnemiş, atının karnını doyurmasını bekleyerek biraz kestirmişti. Sonra atı arabaya koştu. Ateşin etrafında ısınan çocuklar istemeyerek kalktılar. Konvoy hareket etti. Beş kilometre kadar gitmişlerdi ki birden rüzgâr uğuldamaya başladı. Hava karardı, tipi başladı. Arabacı ve korucu acele etmeye başladılar. Çuna'ya hava aydınlıkken varmak istiyorlardı. Kar başladığı gibi ansızın durdu. Yalnızca çalıları beyaz beyaz süslemek ve zaten kötü olan yolu iyice berbatlaştırmakla kalmıştı. Çocuklar arabayı iteliyorlardı. Yine eskisi gibi hızlı hızlı yürüyorlardı. Yalnızca Kartsev yürüyemiyordu. Ağaçlara yaslanarak duruyor, soluklanıyor, öksürüyordu. — Kartsev, arabaya bin, dedi Şaşa. Ama arabacı kabul etmedi. — insan taşımak için anlaşmadım. At çekmez, zaten doğru dürüst yol yok. — Senin vicdanın yok, dedi îvaşkin. Şaşa atın dizginlerini yakaladı. — Stop! Kartsev bin! — Dokunma, delikanlı! diye bağırdı arabacı. Geri dönerim. Size de isyan etmeyi gösterirler. Boris, Kartsev'i arabaya bindirirken amirane bir sesle, — Babacım, tartışmayalım, dedi. Arabadan hafif olan iki valizi indirmek gerekti. Korucu, onları eğere yerleştirdi. Volodya Kvaçadze tek bir söz bile söylememişti, işin nasıl biteceğini kayıtsızca bekledi. Geber-se bile «teslimiyetçi» için kılını kıpırdatmazdı.

Çuna'yı sandalla geçtiler. Sandal kıyıya kadar yanaşmamıştı. Yürüyerek kıyıya çıkmışlar, eşyaları taşıyıp arabaya yerleştirmişler ve iyice ıslanmışlardı. 305 Köy büyük ama bakımsızdı. Bazıları çökmüş küçük evler, yıkık ahırlar... Neşeli bir grup yürüyordu. Evlerde ilk ışıklar görünmeye başlamıştı. Sarhoş çığlıkları ve şarkılar duyuluyordu. Sokaktan kumral Sibiryalılara hiç benzemeyen köylüler, ormancılar geçiyordu. Kütüklerin üstünde oturan delikanlılar, kızlar gülüşüyorlardı. Korucuya seslenip bugünün dini bayram olduğunu söylediler. Korucu hemen acele etmeye başladı, sürgünleri bir an önce teslim etmek için köy yöneticisini aramaya koştu. Yöneticiyi beklerken oradaki sürgünler geldi: Gür saçlı, ağır hareketli, dikkatli bakışlı, heybetli bir adamla —Şaşa bu devlet adamı tipini çok iyi tanıyordu— sarı saçlı, bitkin yüzlü bir kadın. Yol açıldıktan sonra gelen ilk kafileydi bu ve onlar gelenlerin arasında kendilerinden birinin olup olmadığını bir an önce öğrenmek istemişlerdi. — Merhaba yoldaşlar! Kadının bakışları Kvaçadze'nin üzerinde durdu, onun bakışından aynı düşünce yapısında olduklarını anlamışa. Vo-lodya, soyadını söyledi, onlar da söylediler. Soyadları tanıdık gelmişti. Adam, selam veriyormuş gibi gülümsedi ama kimseye elini uzatmadı. Elini ya uzatmaması gereken birine ya da karşılık vermeyecek birine uzatabilirdi. Kadın gülümse-memişti bile. Volodya'yı götürdüler. Omuzunda torbası ikisinin ortasında yürüyordu. Onların sorularına yanıt vermeye uğraşıyordu. Anlaşılan epeyce konu vardı. Buraya iki aydır posta gelmiyordu. — Adieu! dedi gücenen Boris. Volodya, politik dayanışmadan daha değerli olan bir dayanışmayı bozmuştu. Şişko suratlı, sarhoş bir genç geldi ve gözlerini fal taşı gibi açtı. —• Nerdeymiş bu sürgünler? Bunlar mı? Ne olmuş size böyle, Ruslar mı yaptı? Hayda! Onları köyün kıyısında harabe bir eve götürdü. Soba da yıkılmıştı. Oysa ısınmaları, ıslak giysilerini kurutmaları ve hasta Kartsev'i sıcak bir yere yatırmaları gerekti. Onlar, bu çoktan terkedilmiş eve bakarken, şişko suratlı çoktan ortadan 306 kaybolmuştu. Eşyalarını yere bırakan arabacı da gitmişti. — Yöneticiyi bulalım, dedi Boris. Gidelim, Ivaşkin!

— Nereye gidelim? Bütün köy gezmede! — Ben konuşurum, sen yalnızca yardım edersin! Çıktılar. Şaşa, valizden temiz çamaşır, yün çorap, gömlek çıkarıp Kartsev'e uzattı. — Üstünüzü değiştirin. Şaşa, onun zayıflığına şaştı. Derisi kaburgalarına yapışmıştı. Cılız bacakları, güçsüz elleri, çırpıya benzeyen parmaklar. .. — Açlık grevi sizi iyice bitirmiş! — Zorla sondayla gıda verdiler. Sonra hastaneye götürdüler ve sütle tıka basa beslediler. Damarımı kestim, bu yüzden epeyce kan kaybettim. Gözleri heyecanla panldadı, yüzünde kırmızı lekeler belirdi. Anlaşılan ateşi vardı. Dereceleri yoktu, hoş ölçmenin de bir yaran olmazdı ya! Nasılsa yann sabah tekrar yola çıkılacaktı. Sonunda giyinmişti, Saşa'nm battaniyesine sarındı, peykeye oturdu ve duvara dayanıp gözlerini kapadı. — Niye damannızı kestiniz? Kartsev yanıtlamadı, duymamıştı, belki de uyuklamıştı. Şaşa sobaya göz attı. Birisi kapağını söküp götürmüştü. Şaşa, sobayı yakmak istedi ama birden Boris'in belki daha iyi bir yer bulabileceği aklına geldi. Boris ve îvaşkin ekmekle bir tas kaymak bulmuşlar, başka şey bulamamışlardı. Yönetici hiçbir yerde yoktu. Herkes sarhoştu, konuşacak kimse yoktu. Kimse onlan evine almak istemiyordu. İvaçkin avluda bir parça çıra bulmuştu, ama çıra hemen söndü. Boşuna kibrit harcadılar yakmak için... Ekmekle kaymağı karanlıkta yediler. — Soğuk yemek hiç yemek olmamasından daha iyidir, dedi Boris. Kartsev yemek istemedi, içmek istedi ama su yoktu. — Volodya'nın arkadaşlanna gidiyorum, gece Kartsev'i yanlanna alsınlar! Boris kuşkuyla başını salladı. 307 — Almazlar. Yine de denemeli. Seninle geliyorum. — Neden?

— Köyün hepsi sarhoş. Çocukların hepsi saldırganlaşmış. Dışarısı, kulübeden daha aydınlıktı. Dolunay pırıl pırıldı. Delikanlılarla kızlar hâlâ dışarda oturuyorlardı. Delikanlılardan biri, anlaşılan köyün nüktedanı ve kabadayısıydı, ellerini sallayarak gülünç bir şeyler anlatıyor, herkes kahkahayı basıyordu. Saşa'yla Boris'i görünce bağırdı: — Hey unutulmuş, terkedilmişler! Gelin buraya! Boris kısık sesle, — Hiç bulaşma! dedi. — Neden? Şaşa onlara doğru yürüdü. Ne var? — Ne dolaşıp duruyorsunuz? Kız mı arıyorsunuz? Arkadaş istemez misiniz? Yanlarında oturan genç korucu, konuşmadan gülümsü-yordu. Ama tamamen belli olmuştu. Onları dövmeye kalkarlarsa yine gülümsemeye devam edecekti. Şaşa, Boris'e döndü. — Gerçekten de buradaki kızlar ne kadar da güzel. — Güzeldirler ama size göre değil! diye bağırdı delikanlı. — Yalnızca sana mı? —Şaşa gülümsedi.— Başa çıkabilir misin? Oturanlar gülüştü. — Ya, ya! Şuna bak, vay vay! — Vay, vay! diye diklendi Şaşa. Senin çenene... Şaşa, fabrikada birlikte çalıştığı bütün hamalların kıskanacağı bir şekilde genci şöyle bir silkeledi ve yürüdü. Boris, yatıştıran bir sesle. — Çocuklar hırlaşmaya gerek yok, daha ciddi olalım, dedi. Sözünü bitirdikten sonra Saşa'nın peşine takıldı. Yolda giderken. — Seni öldürmezlerse uzun süre yaşarsın, dedi. Etkilemeyi beceriyorsun. Evin kapısı açıktı. Volodya, yeni tanıştığı kadın ve erkekle masada oturuyordu. Gaz lambası yanıyordu. 308 — Bunlar Pankratov ve Soloveyçik, dedi Kvaçadze. Size onlardan söz etmiştim. îyi bir şeyler anlattığı anlaşılıyordu, çünkü erkek gü-lümsemişti.

— Oturun, yoldaşlar, bizimle çay için. — Sağolun. Şaşa oturmadı, Volodya'ya döndü. — Kartsev'i ne yapacağız? — Ne yapmalıyım? — Anlaşılan burada geceleyeceksin. Belki onunla yer değiştirirsin. Volodya'nın yerine erkek yanıtladı. — Burada kimin geceleyeceğine bir noktaya kadar ben karar veririm. — Bir geceliğine alabilecek birini biliyorsunuzdur belki! dedi Boris. — Yolcuları kimse kabul etmez. Hele hastaları hiç. Kadın, Volodya'ya döndü. — tlyin'i en son ne zaman gördünüz? Şaşa, sokakta acıyla söylendi: — Sen de benim insanları etkileyebileceğimden söz ediyorsun, — Sevgili dostum, dedi Boris. Burada politik tutkular geçerlidir ve hepsi çıldırmış gibidir. Poskrebışev akşama doğru Stalin'in masasına politbüro üyelerince okunan Engels'in makalesi ile ilgili mektubu koydu. Hepsi, makalenin yayımlanmaması gerektiğini onaylamışlardı. «Bolşevik» yazı işleri kurulunda yapılan değişiklik de oybirliğiyle onanmıştı. Stalin, iki kararın da kabul edileceğinden hiç kuşkulan-mamıştı. Stetski'nin atanması iyi adımdı. Stetski, Buharin'in adamıydı. Buharin onların yedeğindeydi. Önceki yıl Rütin'i, 309 geçen yıl Simirnov'u, Tolmaçev'i ve Eystmond'u teslim etmedikleri gibi Buharin'i de şimdilik vermeyeceklerdi. Bütün karşıtları eski, yeni, gelecekteki, hepsi yok edilmeliydi, yok edileceklerdi. Dünyadaki yegane sosyalist ülke ancak içteki sağlamlığıyla ayakta durabilirdi. Buysa dış dünyadaki sağlamlığının teminatıydı. Devlet savaş olasılığına karşı güçlü olmalıydı. Devlet eğer barış istiyorsa güçlü , olmalıydı ve ondan korkulmalıydı. Köye bağımlı bir ülkeyi kısa sürede sanayileşmiş bir ülkeye çevirmek için sayısız kurban gerekliydi. Yalnızca şevkle çalışmayla buna ulaşılamazdı. Halkı kurban vermeye zorlamalıydı. Bunun için de halkta korku yaratan güçlü bir

iktidar gereklidir. Korku, her yolla desteklenmelidir. Bitmeyen sınıf savaşımı teorisi buna olanak veriyordu. Bu durumda birkaç milyon insan ölürse tarih, Stalin yoldaşı affederdi. Eğer devleti savunmasız bırakıp yok olmaya mahkûm ederse tarih hiçbir zaman onu affetmezdi. Büyük amaç, büyük enerji gerektirir, geri kalmış halkın büyük enerjisi ancak büyük gaddarlıkla sağlanır. Bütün büyük devlet adamları gaddardılar. «Akademi» yayınevinin müdürü Kamenev, Mak-yavelli'yi boşuna yayımlamamıştı. ONUN için yayımlamıştı, ONUN uyguladığı metodlarm daha on beşinci, on altıncı yüzyıllarda bilindiğini ONA göstermek istiyordu. Kamenev hata ediyor. Makyavelli'nin tavsiyeleri eskidi. Bunlar on beşinci yüz yılda işe yaramış mıydı acaba? Acımasız ama yüzeysel, dialektik değil şematik, «Halkın diktatörden korkmasına dayalı bir iktidar, güçlü iktidardır, çünkü diktatörün yalnızca kendisine bağlıdır.» Bu değerlendirmenin yarısı doğruydu. Yalnızca halkın sevgisine bağlı iktidar, zayıf bir iktidardır, bu doğru. Ama yalnızca korkuya dayalı iktidar da sağlam değildir. Sağlam iktidar, hem korkuya, hem de sevgiye dayanan iktidardır. Büyük devlet adamı, korkudan dolayı kendisine karşı sevgi uyandıran kişidir. Böyle bir sevgi sonucu yönetiminin gaddarlığını halk ve tarih ona değil işi yapanlara yükleyecektir. Troçki'nin yurt dışına gönderilmesi insancıl bir yaklaşımdı, ama yanlıştı: Troçki özgür ve uğraşıyor. Zinovyev ve 310 Kamenev'i yurt dışına yollamayacak. Onlar, halkı ve ülkeyi korumak için gerekli korku kalesinin ilk taşlan olacaklar. Onları yandaşları izleyecek. Buharin, onların yandaşı. Ka-menev'e yamanmış, onunla gizli görüşmeler yapmış ve Polit-büroda Stalin'in yerine Zinovyev ile Kamenev'i görmeyi yeğleyeceğini söylemişti. Yandaşlarını kendisi seçmişti, onların yazgısını da paylaşacaktı. Politikada acımaya yer yoktur. Birisine acıyacak olsa, o kişi Kamenev olurdu. Kendisiyle değil de Zinovyev'le birlikte olduğu için. Kamenev yumuşak, iyi huylu, «rahat» biriydi, ne de olsa Tiflisliydi. Liseyi Tiflis'te bitirmiş, orada uzun süre yaşamıştı. Hem Avrupalı, hem de Gürcü bir aydının özellikleri vardı onda : Naziklik, saygılılık, iyi huyluluk ve biraz da haylazlık. Politik ortama uyum sağlayan, net ve kesin sonuçlar çıkarmayı beceren bilgili biri. Lenin de bu özelliğinden dolayı onu çok iyi değerlendirmişti. Liderlikte gözü olmayan geleneksel bir ikinci adam. Lenin döneminde öyleydi, Stalin yoldaş zamanında da öyle kalabilirdi. İstemedi' Geveze Grişka'yı ONA tercih etmişti! Bir zamanlar birlikte çok iyi çalışmışlar, birbirlerini çok iyi anlamışlardı. Özellikle Kamenev, Stalin'i parti genel sekreterliğine önermişti, bunu Zinovyev ile düşünmüşlerdi: Partiyi Troçki'ye karşı bir cop gibi kullanmak. Birilerini maşa gibi kullanmaya alışmışlardı. Ama onlar temel bir şeyi anlamamışlardı: Parti örgütü cop değil, iktidar manivelasıdır. Bu manivelayı ona vererek bütün iktidarı önüne sermişlerdi. ONUN zekâsı, bunu yalnızca kendisinin anlamasındaydı. Gerçi Lenin de anlamıştı, ama hemen değil de nerdeyse bir yıl geçtikten sonra. Geç anlamıştı! Lenin ONU genel sekreterlik görevinden almalarını istediğinde bile Kamenev bunu tam olarak anlayamamış, kongreye Lenin'in mektubunu dikkate almamayı önermişti. Lenin'in mirasından mahrum edilenin yalnızca Troçki değil Zinovyev ile kendisi de

olduğunu ancak Lenin'in ölümünden sonra kavramıştı. îşte burada doğru bir seçim yapmalı, bütün gücüyle Stalin yoldaşın yanında yer almalıydı, tşe yaramaz Grişka'nın peşine takıldı! Neden? Griş311 \ ka'mn büyük yeteneklerine mi inanmıştı? Saçma! ONU hiçbir zaman gerektiği gibi anlamadığı; Stalin yoldaşın kolaylığının, yumuşaklığının, aslında yalnızca Komünist Akade-mi'de ders veren değil halk yığınlarıyla konuşan ve ardından onları harekete geçiren bir liderin sadeliği olduğunu anlamadığı için yanılmıştı. Yahudiler LİDER'in ne olduğunu hiç anlamamışlardı. Çünkü hiçbir zaman gerektiği gibi itaat etmeyi becerememiş-lerdi. İşte onların tarihsel trajedisi buradadır. Bütün halklar Roma'ya itaat etmişler, böylece kendilerini ulus olarak koruyabilmişlerdi. İtaat etmeyenler bir tek Yahudilerdir. Bütün dinlerde tanrı insan olarak canlandırılmıştır : İsa, Mu-JTamjnet,. Buda Yalnızca Yahudilerin tanrılaşmış bir lideri yok. Yalnızca Yahudilik tanrının insanda cisimlendirilmesi-ne izin vermemiş. Onlar için mutlak bir otorite yok, bu nedenle devletleşme özelliklerini koruyamamışlar. Devletteki iktidar, liderde kendini bulmalıdır. Yahudiler, bütün tarihleri boyunca tartışmışlardır, demokrasi onlar için tartışma olanağıdır. Kuşkusuz, lideri tanıyan ve ona hizmet eden Yahudiler de yok değildi. Örneğin Kaganoviç. Daha 1929'da ONU ilk kez Kaganoviç lider olarak göstermişti... Ama Kamenev, başkasının yüzeysel bilgisine ve güzel konuşmasına değer vermişti. Yanılmıştı. Bilgi ve güzel konuşma, liderlik için yeterli değildir. Aydınlarla «edebiyatçılar» arasından çıkan bütün devrim öncesi «liderler» nereye gittiler? Bütün o Lunaçars-kiler, Pokrovskiler, Roj kovlar, Goldenbergler, Bogdanovlar, Krasinler? Ya Noginler, Zamovlar, Rikovlar? Yoklar, onlardan eser kalmadı. Troçki'de bazı liderlik nitelikleri vardı. Ama entelektüel kibir, onu parti kadroları için dayanılmaz yaptı. Her adımda akılca üstünlüğünü vurguladı. İnsanlar, kendilerinin aptal sayılmalarını sevmezler. İnsanlar, akıl üstünlüğünü iktidar üstünlüğüyle birleştiğinde kabul ederler. Akılca üstünlük, onlar için yalnızca yönetendeyse kabul edilebilir. Yani onlar akıllı idareciye itaat ederler. Bu onları küçültmez, tersine kayıtsız şartsız boyun eğmeyi gözlerinde yüceltir, haklı çıkarır ve kendilerini güce değil akıla boyun 312 eğdikleri düşüncesiyle avuturlar. Lider iktidarı bütünüyle eline geçirinceye kadar, sanki insanlar onun gönüllü yandaşları, sanki onların düşüncelerini ifade etmiş gibi ikna gücüne sahip olmalı ve insanlara güven verebilmelidir. Troçki, aygıtın önemini anlamadığı gibi bunu da anlamamıştı. Kendisini lider gören Troçki, yalnızca kendisinin, güzel konuşması ve zekâsıyla kitleleri peşine takacağını sanmıştı. Hayır! Kitlelere sahip olmak için güzel konuşmak yetmez, bunun için araç gereklidir. Bu araç aygıttır. «Devrimcilerin örgütünü verin, biz de Rusya'nın altını üstüne getirelim!» Troçki, hiçbir zaman bu Leninci ilkeyi anlamadı. Bu onun, Lenin'in «vasiyetinde» belirttiği «Bolşevik olmayan» yanıydı.

Lenin, kolektif yönetimi ciddi olarak mı düşünmüştü? Hayır! Lenin, liderin rolünü biliyordu. «Sovyet sosyalist merkeziyetçiliği diktatörlük ve tek yönetimle hiç gelişmez... Bazen diktatör, sınıfın isteğini gerçekleştirir...» İşte bir daha : «Genel olarak kitle diktatoryasını önderin diktatoryasıyla kıyaslamak gülünç ve aptalcadır...» Lenin bunu anlamış, ama Rusya'yı Avrupai metodlarla yönetmeyi düşünmüştü. ONDA, Stalin'de Asyavariliği görmüştü. Lenin, aygıtın önemini anlamıştı. Ama o, yönetimin başı olarak kendisinin dayandığı devlet aygıtını güçlendirmek istemişti. Stalin yoldaşın dayandığı parti aygıtının güçlenmesini istememişti. Bu nedenle onun genel sekreterlikten alınmasını önermişti. Görünen o ki, gelecekte NEP'in yanında daha büyük değişikliklere de niyetlenmişti. Eğer amaç çiftlik sahipleriyse onlar kendi haklarını isteyeceklerdi. Bu tür manevralar için Lenin, Troçki'yi, Zinovyev'i, Kamenev'i, Bu-harin'i uygun görmüş; ONU Stalin yoldaşı uygun bulmamıştı. Stalin yoldaşta baş «aygıtçı»yı görmüştü, aygıtın güçlenmesinden de korkuyordu. Doğru! Aygıtın hareketsiz kalma özelliği vardır. Uzun süreli ilişkilere dayanan aygıt manivela yerine frene dönüşür, mumyalaşır. Kırtasiyecilik böylesine büyük, geri kalmış ve çok uluslu ülkede devrimin kazanım-larının korunması için gereklidir. Ama kendi içinde devrim için tehlikeyi de gizler. Kırtasiyeciliğin iktidarı, her şeyi gören, her şeyi yapan, her şeyi duyan, kontrolsüz bir iktidara 313 dönüşür. Lenin çok doğru olarak bundan korkmuş ve «Çarlık Rusya'sından en kötü şeyleri, bürokrasi ve tam anlamıyla iyice bunaldığımız Oblomovculuğu aldık» demişti, öyle. Ama bu, aygıtı ortadan kaldırmak ve politik denge yaratmak demek değildir. Politik denge, proletarya diktatoryası-mn SONU demektir. Aygıtı korumak ve güçlendirmek gereklidir. Ancak değiştirmek ve karşılıklı ilişkilerin kökleşmesine olanak vermemek de gerekir. Sürekli değişen aygıtın bağımsız politik gücü olamaz, önderin elinde bir güç olarak kalır. Bu aygıt, iktidar aracı gibi halkta korku uyandırmalı, ama önderin önünde kendi titremelidir. Böyle bir aygıta sahip mi? Hayır, sahip değil. MK'da epeydir değişiklik yapmak istiyordu, ama bunu on yedinci kongrede, ONUN zafer kongresinde bile yapamamıştı. MK'da değişiklik için temel yoktu ve MK'da olmaması gerekenleri de yerinde tutmak gerekmişti. Onların kefilliği sürmüş ve o, onların birlikteliğini, onların ilişkilerini engelleyememişti. Yeter! Bu aygıt görevini yaptı, bu nitelikte bir aygıta gereksinimi yok. Ona, düşünmeyen ve tek bir yasası —ONUN isteği— olan bir aygıt gerekliydi. Şimdiki aygıt eskimiş, ıskartaya çıkmıştı. Ancak eski kadrolar yerlerine iyice yapışmışlar, ilişkilerini pekiştirmişlerdi. Kendileri çekip gitmezlerdi. Onları koparmak gerekli. Ama onlar da yaşamları boyunca düşmanları olacak ve her an ONA karşı çıkanlarla birleşmeye hazır bekleyeceklerdi. Onları yok etmek gerekecek! Aralarında geçmişte ona hizmet edenler de olacaktı, ama tarih bunun için Stalin yoldaşı affederdi. Onların geçmiş hizmetleri artık parti için zararlı oluyordu. Kendilerini devletin yazgısını çizenler olarak görüyorlar. Bu yüzden onları değiştirmek gerek. Değiştirmek, yok etmek demek! Stalin yeniden odasında dolaştı ve camın karşısında durdu... Evet, Ekim Devrimi'ni

Lenin yönetmiş, Lenin gerçekleştirmişti. Onun tarihsel hizmeti bu. Ama devrimi gerçekleştirip yeni iktidarı iç savaş ateşinden koruyarak aslında marksizmin ona gösterdiği yoldan yürümüştü. NEP bu yolun başlangıcıydı. Lenin bütün devrimci araçlarla burjuva devrimini yaptı, feodal düzenin bütün artıklarını yok ederek dev314 rimin yolunu temizledi. Ama Lenin öldü. Tarih en büyük rejisördür. Lenin'i tam zamanında almış ve Rusya'yı gerçek sosyalist yolda yürütecek yeni bir önder vermişti. Bunun için tek devrim yeterli değildi. Kendisi Ekim Devrimi'nden hiç de az önemli olmayan bir devrim yapmıştı. Kişisel tarımsal üretimi, toprak mülkiyetini ve köylerin çiftlikler yoluyla gelişme olasılığını ortadan kaldırmıştı. Bu uğurda milyonlarca insan ölmüştü, ama tarih bunun için onu affederdi. Ayrıca ikinci bir devrim daha gerçekleştirmişti. Rusya'yı sanayileşme yoluna sevketmiş, onu askeri açıdan çağdaş ve güçlü bir devlete dönüştürmüştü. Bu yol çok pahalıya mal olmuş, çok can gitmişti ama tarih bunun için de Stalin yoldaşı affederdi. Oysa düşmanları önünde Rusya'yı güçsüz bıraksaydı, tarih onu affetmezdi. Artık yeni ve özel bir aygıt yaratmak gerekliydi. Eskisini de yok etmek. Eski aygıtın yok edilmesi işine ONA karşı gelenlerden başlamalı. Zinovyev ve Kamenev'den. Onlar en güçsüzleri. Partiye karşı çıkmışlar, birçok kez hatalarını itiraf etmişlerdi ve daha da itiraf edeceklerdi. Onları kimse savunamazdı, Kirov da savunamazdı. Kirov, dokuz yıldır Leningrad'da. Bu süre içinde Leningrad parti örgütünü, parti Merkez Komitesi'nin gerçek kalesi yapmak için ne yaptı? Sürekli muhalefet eden kenti ezip geçeceğine, yatıştırmaya karar verdi. Ezip geçmek, eski aygıtı yenisiyle, eski kadroları yenileriyle değiştirmek demekti. Yatıştırmak, eski aygıtı hiç dokunmadan bırakmak, eski kadroları yerinde tutarak kendi yanma çekmek demekti. Kirov yoldaş da bu yoldan yürüdü. Neden? Görevini anlamamış mıydı? Çok iyi anlamıştı! Ama özellikle kendi görevini anlamış, parti görevini anlamamıştı. Leningrad'ı partinin değil kendisinin kalesi yapmıştı. O, onları ele geçirmemiş, onlar onu ellerine geçirmişler, onu yeni bir lider yapmışlardı. Stalin yeniden masaya döndü ve Yagoda'nın raporuna yeniden gözden geçirdi. Evet, Yagoda'nın adamı Zaporojets, Leningrad'daki ortamı değiştiremeyecek. Yeteneksiz, zavallı biri! Stalin, kabul odasının kapısını açtı ve Poskrebışev'e îç İşleri Halk Komiseri Yagoda yoldaşı çağırmalarım emretti. 315 10 Angara'ya öğle üstü geldiler. Boz, sarı ve kırmızı kal--ker tabakalarından oluşan ve bu büyük nehrin üstünde yükselen kayalar yeryüzünün ilk yapılarını ortaya koyuyordu. Bir saat sonra Boguçanı'ya vardılar. Burada yaşayacaklardı.

Kıyıda kararmış hamamlar, direklere asılı ağlar, direklerle desteklenmiş kayıklar. Geniş sokağın iki yanında koyu gri renkli ahşap evler. Ahşap çatılar yer yer yosun bağlamıştı. Evler arasında yüksek çitler. Mavi ya da mor boyalı oyma pervazlı pencereler sokağa açılıyordu. Arabacı, içinde samanlık, ahır, hayvanlar için üstü açık bölme olan büyük bir avluya girdi. İçerde hayvan yoktu, tavuklar gübre yığınını eşeleyip duruyorlardı. Arabacı büyük evin kapısını açar açmaz ekşi bir koku burunlarını sızlattı. İçerde el işi bir masa ve duvar boyunca dizili raflar göze çarpıyordu. Yoksul bir dul evi. Ev sahibesi, sırtı kamburlaşmış bir kadın elinde değnek bankta oturuyor ve gelenlerin her hareketini endişeli bakışlarla izliyordu. Sarkık karınlı, ezik göğüslü, pis önlüklü kırk yaşlarındaki kızı sanki dilsiz gibi susuyordu. Ve on altı yaşlarındaki çirkin oğlu. Eşyaları koyup Bölge NKVD (*) müdürlüğüne yollandılar. Müdür, yüzünden bütün kış uyuduğu, daha da uyuyabileceği, ancak devlet işlerinin izin vermediği okunan şişko biriydi. Adı Baranov'du. Zarfı aldı, somurttu ve herkese yaşayacağı yerleri söyledi. İvaşkin, Boguçanı'da kaldı; Volodya Kvaçadze, Angara'nm aşağısına, diğerleri de yukarısına yollandı. Kartsev, Çadobets köyüne; Boris ve Şaşa başka bir bölgeye, yerel yönetimin gözetimiyle Kejma köyüne. — Beni, burdaki «Kürk Tedarik»e yolladılar, dedi. Boris. Hohlov yoldaşın, Kosopalov yoldaşa emri var. Hohlov, «Kürk Tedarik»in bölge müdürüydü, Kosopalov ise Boguçam'daki bölümün. Boris, Baranov'un alacağından korkarak Hohlov'un mektubunu göstermedi. (*) NKVD : tç işleri Halk Komiserliği. (Ç.N.) 316 — Hchlov kendi işine baksın. Posta sandalı gelince Kej-ma'ya gideceksiniz. Volcdya, arkadaşlarını aramaya gitti. Mesleğinin ayrıcalığını aklına getiren İvaşkin birden ciddileşti : Boguçanı'da matbaa vardı, ama dizgici yoktu. Dizgici her yerde aranıyordu. — Matbaayı nerden biliyorsunuz? diye sordu Şaşa hayretle. — Kansk'da duymuştum, diye kaçamak yanıt veren İvaşkin kendine ev aramaya koştu. Bütün yol boyunca bundan söz etmemesi ve birinin yerini alabileceğinden korkması hiç de hoş değildi. Boris bitkin görünüyordu. Kejma uzaktı, üç yüz kilometre daha gidilecekti, hepsinden önemlisi orada iş bulabilecek miydi? Orası için de bir mektup

almamıştı, ne aptallık. — Her şeye karşın Kosopalov'a gideceğim, belki bir şey ler yapar. Baranov, tam soyadının adamı. (*) Şaşa ve Kartsev eve gittiler. Kartsev iyice çökmüştü, zar zor yürüdü. Hemen peykeye düştü, bir şeyler içmek istedi. Şaşa, onun üstünü örtüp yaşlı kadına sordu. — Kaynamış su var mı? — Haşlanmış mı? Kazanda var. Baykuş gibi köşesinde oturuyordu. — Yolda soğuk almış. Önemli değil. Genç, düzelir. Aş hazırlayım! — Hele yoldaşlar gelsin. İlk olarak Volodya geldi, torbasını aldı, ,okuldan sonraki üçüncü evde dostlarında kaldığını söyledi ve gitti. Sonra Boris geldi. Kosopalov'un elinden bir şey gelmiyordu. Her şey, Baranov'daydı. Yaşamı böyle bir aptalın elinde! Lanet olsun! — Biliyor musun Şaşa aslında memnun oldum. Sana alıştım. Yola birlikte başladık, birlikte bitireceğiz. Kejma'da nasıl iş bulacağını, Saşa'yı işe nasıl sokacağını anlatmaya başlamıştı. Oradaki «Kürk Tedarik» müdürünün (*) Baran, Rusçada koyun demektir. (Ç.N.) 317 #1 gözünü boyayacağını söyleyip Kejma hakkındaki bilgilerini aktardı. Eve dönen Ivaşkin, ucuz, yemek yenen bir yer bulduğunu, maaşın iyi olduğunu, ek zam verdiklerini, eve bile gönderebileceğini, hattâ belki de ailesini yanına alacağını söyledi. Yemeğe kalmadı, bugünkü yemek için parayı vermişti. — Çocuklar, gidiyorum, beni bekliyorlar. Ne, ne zaman gideceklerini sormuş, ne adresini bırakmış, ne de yazmaya söz vermişti... Çocuklar, gidiyorum, beni bekliyorlar. — İnsanlar işte böyle ayrılıyorlar, dedi Boris. — Göğsüne kapanıp ağlamadı, diye gülümsedi. Şaşa.

— Demek sen de fark ettin! Bravo! Yetenekli çocuk! Tek tabaktan yemeklerini yediler. Postaneye gidip Kejma' ya gönderildiklerini bildirdiler. Şaşa, annesine iyi olduğunu, hiçbir şeye gereksinimi olmadığını ve kendisine Kejma'ya taahhütlü yazmasını bildirdi. Eve döndüler. Eskimo köpekleri kuyruklarını kıvırmış yatıyor yanlarından gelip geçenlere hiç aldırmıyorlardı. — Etrafta tek doğru dürüst şey yok, dedi Boris. Postanedeki kız, buranın tek seçkini... Ha, bu arada, burada yerel bir tür sifilis çok yaygındır, dikkatli ol. Bir de trahoma! Sakın, onların havlularını kullanma. Gelelim asıl konuya: Evin çevresinde dört dönüp duran kızı fark ettin mi? Zayıf, kız çocuğuna benzeyen. Şaşa, onu görmüştü, ev sahibesinin oğluyla konuşuyordu. — Sana göz koymuş, diye ekledi Boris. — Çok küçük. — Niye? On altı yaşlarında. Tamamiyle iş görür. Evlenince yük katırına dönerler. Göz önünde bulundur. — îğfal! diye güldü Şaşa. Elli sekizinci madde yetiyor bana. Evin yanındaki toprak sette oturan kızı gördüler. Kısa boylu, sağlam bacaklı, küçük güzel yüzlü, yuvarlak alınlı, etli dudaklı. Sağlam güzel dişlerinde, artık uzakta kalmış Tunguz, Moğol izleri görünüyordu. Uzun köylü eteği, kirli topuklu çıplak ayaklarına kadar iniyordu. Ağzında çam sa318 kızı, gülen gözlerle Saşa'ya bakıyordu. — Ne gülüyorsun? diye sordu Şaşa. Ağzındakini atıp elini ağzıyla kapattı, yerinden fırlayıp oradan uzaklaştı. Ama Şaşa, onun kapı aralığından kendilerine baktığını gördü. — Vahşi ama olağanüstü, heykel! dedi Boris. Akşam yemeğinde sıcak sudan geçirilmiş şalgam rendesi ve yulaf tatlısı verdiler. Yine hep birlikte, ev sahibesi ve oğlu da dahil olmak üzere aynı kaptan yediler. Yaşlı kadın, süt, et, hattâ balık olmadığından yakınıyordu. Evde erkek yoktu, balık tutacak kimse yoktu. Yemek sırasında komşu kızı yeniden göründü. Kapıyı açtı. Saşa'yı görünce saklanarak kapıyı kapattı. — Niye gizleniyorsun, zehirli yılan! diye bağırdı yaşlı kadın.

Kız hâlâ ortaya çıkmıyordu. — Şapşal şey. Adı Lukerya! Hey, Lukeşka. Girsene içeriye. Bak şehirlilerde değişik yiyecekler var. Şaşa, salamın kalan kısmını Kartsev için kesti. Lukeşka içeri girdi ve kapının yanında durdu. x — Yerden bitme, dedi yaşlı kadın, kızın kısa boyunu kastederek. Hem anası, hem de babası kısa... Kardeşlerin nerde? — Şeytan bilir, dedi yan gözle Saşa'ya bakarak. Ormandadırlar... — Ya kök topluyorlar ya da kafa çekiyorlardır. Baban da yanlarında mı? — Evet... Lukeşka, başıyla Kartsev'i gösterdi. — Hasta? — Hasta, dedi yaşlı kadın. Hep mırıldanıyor. Kime? Ruh bedeni terkediyor. Ne duruyorsun orada? Otur, konuş, bak ne yakışıklı. Yaşlı kadın Saşa'yı gösterdi. Ama Lukeşka oturmadı. Çam sakızını çiğneyerek Şaşa' ya gülen gözlerle yan yan bakmayı sürdürdü. Çıplak ayaklı, uzun etekli Lukeşka'nın vücudu nehir ve saman kokuyordu. 319 Ev işleri, çocuklar ve diğer işlerle ezilmeyen köy gençliğinin o kısa çağını yaşıyordu. Çekingen, güçlü, her şeyi bilen, annesiyle babasının, kardeşleriyle karılarının yattığı odada eğitimini tamamlayan, kaba köy sokağında bu eğitimi pekiştiren açık yürekli, masum bir yırtıklığın göze çarptığı bir kız. Şaşa bir parça salam uzattı. — Tat! Lukeşka yerinden oynamadı. — Al, şeytanın kızı, çiğne! dedi yaşlı kadın. Lukeşka salamı aldı. — Sizinkiler üç gündür balığa gidiyorlar değil mi? — Evet, — Çok tuttular mı?

— iki kova. — Kaç yaşındasın? diye sordu Şaşa. — Kim? diye yanıtladı Lukeşka soruyla. — Sen! — Kim bilir... On altı galiba... — Ne uyduruyorsun, diye itiraz etti yaşlı kadın. Bizim Vanka on beşinde, sen de on besindesin. Lukeşka omuzuyla kapıyı gıcırdattı ve yanıt vermedi. —¦ Lukeşka!!! diye bağırıldı sokaktan. — Seni ünlüyorlar! dedi yaşlı kadın. — Evet, diyen kız hiç istifini bozmadı. — Lukeşka! — Cehennemin dibi! diye küfürü basan Lukeşka kapıyı çarparak çıktı. — Becerikli kız, dedi yaşlı kadın Saşa'ya. Ona bir yazma verirsen sana her şeyini verir! — Yazma ne demek? — Senin anlayacağın, eşarp, — İlginç, diye gülümsedi Şaşa. Kartsev geceleyin inledi, güçlükle soluk alıyordu. Oturtmalarını istedi, kendisi doğrulamıyordu. Sabahleyin Şaşa ve Boris hastaneye gittiler. Doktorun 320 odasının önünde uzun bir kuyruk vardı. Koridorda ve bahçede bekleyenler vardı. Soloveyçik doğruca odaya girdi. Şaşa da arkasından. Genç doktor Boris'i dinledi. Hastanın sürgün olduğunu öğrenince NKVD yetkilisinden yazı getirmelerini söyledi. Şaşa kaba bir şekilde. — Adam ölüyor, dedi. Ne yazısı istiyorsun? — Baranov bilir, diye yanıtladı doktor.

Baranov avluya çıktı, ne olduğunu sordu ve yüzünü ekşiterek bir kâğıda «Bölge doktoruna: Sürgün Kartsev'i muayene ediniz!» yazdı. Hastaneye döndüler. Boris yine kuyruğu beklemeden odaya girdi ve kâğıdı doktora verdi. îşi bitince geleceğini söyledi doktor. Doktor akşam üstü geldi: Kartsev'i muayene etti. Zatürree ve ciğerlerde ödem olduğunu söyledi. Oksijen balonu gerekliydi, ama yoktu. Hastaneye yatması gerekliydi, ama on kişilik hastanede yirmi kişi yatıyordu, ilaç yazdı ve gece sıcak süt içmesini söyledi. Şaşa, onun bakışlarından Kartsev'in onun için bir ölü olduğunu anladı. Sabahleyin Kartsev biraz iyiydi, Baranov'u çağırmalarını istedi. Şaşa şaşırdı: — Ne yapacaksın? Kartsev güçlükle soluk alarak ve öksürerek. — Git söyle, dedi. Oksijen de var, diğerleri de. Gidin, gidin. Buraya gelsin. Çıktılar. Boris, Vclodya Kvaçadze'ye uğramayı önerdi. — Onlarla konuşmayı becerir. Volcdya, onları dikkatle, hattâ müteessir biçimde dinledi. Kartsev'i soğuk ahırda bıraktığı Çuna'daki davranışını silmek mi istiyor? Sanmam... ikinci olasılık daha güçlü: Yönetimle takışmak ve kendini göstermek için bahane ortaya çıkmıştı. Bu bahane de hayli ciddiydi: Sürgün'e tıbbi yardım yapmayı istemiyorlar! 321 — Kartsev, Baranov'un kendisine gelmesini istiyor! — Ne? Volodya, Saşa'ya döndü, yüzü korkunçtu. — Baranov'u mu istiyor? Sesi, heyecanlandığı zamanlarda olduğu gibi titriyordu. Gürcü aksanı iyice belirginleşmişti. — Bu haldeyken ona gidemez ki! — Baranov'u mu istiyor? diye sordu Volodya yeniden. Saşa'ya nefretle bakıyordu. Siz de bu işi üstlendiniz?

Şaşa, onun hoşgörüsüzlüğünden bıkmıştı. — Ne bakıyorsun öyle, ilk kez mi görüyorsun? — Volodya, sakinleş, dedi Boris. Saşa'nın ne suçu var? Volodya sustu. Sonra hiddetle konuştu. — Kartsev, provokatörün teki. — Neden? diye şaşırdı Şaşa. Üç yıl politik tecritte yatmış, açlık grevi çekmiş, damarını kesmiş. — Yatmış, grev yapmış, damarını kesmiş! diye bağırdı Volodya. Herkes hapis yatıyor. Herkesle birlikte açlık grevi yapmak zorunda... Onu niye Moskova'ya götürdüler? — Sürgüne yolladılar, dedi Boris. — Eee? diye bağırdı yeniden. Böyleleri sürgünde de gereklidir. «Gelip hatanı itiraf ettin! Hayır, kusura bakma, bu az, yaptıklarınla kanıtla! Muhbirlere gereksinimiz var!...» — öyle olsa, dedi Şaşa. Baranov, onu Çadobets'e yollamaz burada bırakırdı. — Baranov hiçbir şey bilmiyor. Zarfta bizim dosyalar vardı, öylesi özel postayla gelir. Kartsev, ona kendi adamları olduğunu, kendisini iyileştirmesi ve kurtarması gerektiğini söyleyecek. Verhneural'daki herkesi kamplara ya da hapisanelere yolladılar, onu ise Moskova'ya! Neden? Tretya-kcv müzesine mi? — Senle aynı fikirde olmayan herkes ya alçak ya da provokatör, dedi Şaşa. Baranov'a gidiyoruz. Volodya, tehdit eder bir sesle. — Ne yapayım, girin bu işe, girin, dedi. — Uzatma! Öylesini görmedik! — Kimi gördün ki? —Volodya yeniden bağırmaya baş322 ladı.— Hiçbir şey görmedin. Süt çocuğu! Eksi kırkta ormanda dolaşmadın. İnsanların karda nasıl öldüklerini görmedin. Nasıl kan kustuklarını görmedin. Kartsev'e acıdın. Kartsev-ler'in ölüme yolladıklarına acımıyor musun? — En önce sana acıyorum. Baranov'un evine yaklaştıklarında Boris durdu.

— Şaşa, gel, iyi düşünelim. Volodya ile aynı düşüncede olmayabiliriz, ama onu bütünüyle de yadsıyamayız. Kartsev' in Baranov'la ne işi olabilir? Hastaneye yatmalı? Bunu biz de isteyebiliriz. O zaman niye? Şaşa, sen yeni başlıyorsun ama ben burada kaşarlandım. Kuşkudan daha korkunç bir şey yoktur. Çok çabuk yayılır. Bütün yaşam boyunca da tersini kanıtlamak mümkün değildir. Hastaneye gitmeye, Kartsev için uğraşmaya, elimden ne gelirse yapmaya hazırım... Ama Baranov'la buluşmasını sağlamak istemiyorum... — Ben yalnız gidiyorum. Boris düşünüp yeniden başladı: — Şöyle yapalım, Baranov'dan onu hastaneye yatırmasını isteyelim, ama Kartsev'in onu çağırdığını söylemeyelim. Hastanede, Baranov'u isterse resmi olarak çağırsın. — Doktoru yolladım ya, daha ne? diye sordu Baranov kızarak. — Hastaneye yatırmak gerek! — Yer yok dendi ya! — Adam ölüyor. — Ölmez. — Ölürse, hastaneye yatırmayı reddettiğinizi Moskova' ya bildiririz. — Pankratov, çok kötü başlıyorsunuz? Üç saat kadar sonra hastanenin arabası geldi. Şaşa ve Boris, Kartsev'i taşıdılar. Sıcak bir haziran günü bitmişti, nehirden hafif bü rüzgâr esiyordu. Kartsev, gözleri kapalı yatıyor, sakin sakin soluyordu. 323 Akşam, Lukeşka yine avluda oturuyordu. Ayaklarında deri mestler vardı. Parlak eşarbı başını ve omuzlarını örtüyordu. Kız yerinden kımıldadı. Bu hareketiyle Saşa'yı yanına çağırıyordu. Şaşa oturdu. — Anlat bakalım, Luşa! Adın Luşa değil mi? — Lukeşka derler. — Bize göre Luşa. Sana Luşenka diyeceğim. Kız, eşarbıyla ağzını örttü. — Luşenka, hoşuna gitti mi?

Eşarbı ağzından çekti, gözleri gülüyordu. — Çalışıyor musun, okuyor musun? — Okudum. — Kaç yıl? — Üç. — Okuyup yazabiliyor musun? — Biliyordum, ama unuttum. — Çalışıyor musun? — Evde çalışıyorum. Sen nereye gideceksin? — Kejma'ya. — Oooo, dedi hayal kırıklığıyla. Çok uzak! Bizim burada da bir sürü sürgün yaşıyor. — Kejma'ya hiç gittin mi? — Ormandan öteye gitmedim. — Ayıdan korkmuyor musun? — Korkuyorum. Geçen yıl yemiş toplamaya gitmiştik. Birden ortaya çıktı, her yer sarsılıyordu. Biz anında sandala atıldık. Yemişler ağırdı, alamadık, öyle bir yürüyor ki... Küreklere olanca gücümüzle asılıyorduk, ayı da suya atladı... Nasıl geldiğimizi bilmiyorum... Of, ne yerdi! Elimiz boş döndük. Bir daha da gitmedik, korkuyoruz. Ateşli ateşli konuşuyor, gülüyor, bir yandan da eşarbının ucuyla ağzını örtüyordu. — Benimle Kejma'ya gelir misin? Gülmeyi bırakip Saşa'ya baktı.. — Alırsan gelirim. 324 — Orada ne yapacağız? — Bir şeyler yaparız. Kaç yıl kalacaksın? -Üç. — Üç yıl yaşarız, sonra gideriz.

— Ya sen? — Ben mi? Kalırım. Herkes öyle yapıyor, yaşıyor ve gidiyorlar. Belki yerleşirsin? — Hayır, yerleşmem. — Yarın Sergunkin adasına gidiyoruz. Bizimle gel. — Neden? — Yatmaya, diye yanıtladı açıkça. Komşu avludan bağırdılar: — Lukeşka! — Geliyor musun? — Düşünmem gerek. — Seni düşünceli seni! Gülmeye başlayan Lukeşka koşup gitti. Tabutta yongalar vardı. Şaşa, onları çıkarmak istedi ama Boris, — Çıkarılmaz, bilmiyor musun? dedi. Şaşa bilmiyordu, ilk defa birini gömüyordu. Görevliyle arabacı tabutu aldı. Dışarı çıkan doktor, Kartsev'e baktığı bıkkın gözlerle Saşa'ya baktı. —• ölüm kâğıdı Baranov'a verildi. Şaşa ve Boris yanıt vermediler. Ölüm kâğıdını ne yapacaklardı, kime yollayacaklardı? Doktor yardıma gelmedi. Aynı yaştaydılar. Görevliyle arabacı ölüyü getirdiler, tabuta koydular. Kapağını kapattılar. Araba, avludan çıktı. Arabanın yanında kısa boylu arabacı, tabutun arkasında da Saşa'yla Boris gidiyorlardı, îki yanı ahşap evlerle dolu uzun yolu geçtiler, birinciye benzeyen ikinci bir yola sapıp köyden çıktılar. Üstünde ahşap bir kilisenin bulunduğu yamacı tırmandılar. Mezarlık kilisenin arkasmdaydı. 325 Kürekleri alıp kazmaya başladılar. Toprağın üstü yumuşaktı, aşağıları ise donmuştu. Buz kırar gibi kazıyorlardı.

îşte, raslantıyla yol arkadaşı oldukları Kartsev'in yaşam yolu bitmişti. «Orak ve Çekiç» fabrikası işçisi, komsomol görevlisi, Verhneural politik tecrit cezalısı, sürgün. Volodya haklı mıydı? Kartsev'i buna iten neydi? Hatasını unutturmak, itiraflarının içtenliğini göstermek? Belki de serbest bırakmaya söz vermişlerdi? Ya da yalnızca zayıflık? Bu soruların yanıtları da, dünyanın öbür ucunda, Sibirya'da Kartsev'le birlikte mezara girmişti. Böyle olsa bile Şaşa, öyle bir Kartsev tanımamıştı. O, acı çeken hasta birini tanımıştı. Arabacı küreği bıraktı. — Yeter, artık ayı çıkaramaz. Tabutu arabadan indirdiler, iplere yerleştirip çukurun yanlarına dikkat ederek aşağı indirdiler. Sonra ipleri çektiler ve mezarı doldurdular. Her şey bitmişti. Arabacı arabaya atladı, dizginleri alıp köye doğru atıldı. Saşa'yla Boris mezarın başında kaldılar. — Adını yazabilseydik bari, dedi Boris. Ama ne kalemleri vardı, ne de kontrplakları. Uzakta, Angara görünüyordu. Kayalıklar ve ormanlar arasından, bilinmedik yerlerden bilinmedik yerlere akıyordu. Nehir, ufukta gök rengine bürünüyor, onunla birleşiyordu. Hem acı, hem de sevinçli bir duygu Saşa'nın içini bürüdü. Acı ve düş kırıklığı içinde terkedilmiş mezarlıkta dururken kişisel acıların önemsizliğini açık olarak duyumsadı. Bu yüce sonsuzluk, şimdiye kadar uğruna yaşadığı şeylerden daha yüce şeylere olan inancını güçlendirdi, insanları sürgüne yollayanlar, bu yolla onların yıkılacağını düşünmekle yanılıyorlar, öldürebilirler, ama yıkamazlar! 326 11 — Okuyun! Yagoda son raporunu okurken Stalin ona bakıyordu: Kırmızı kiremit rengi, dar bir surat ve Hitler'inki gibi küçük bıyıklar! Somurtkan, kuşku dolu bir bakış. Yakışıklı değil! Daha 1929'da onda karar kılmıştı. Menjinski, ağır hastaydı, pratik olarak iş yapamıyordu. On yedinci kongrede, onun yerine MK'ya Yagoda'yı getirdi. Menjinski

yoldaşı OGPU başkanlığı görevinden almak ve yerine yardımcısı Yagoda'yı atamak mümkündü, ama bu yanlış anlaşılırdı. Herkes Menjinski'yi Feliks Jerzinski'nin halefi olarak görüyordu. Bir ay sonra Menjinski öldü. Hemen, iç işleri Halk Komiserliği kurulmasına dair çok önceden hazırlanan Politburo karan yaşama geçirildi. Komiserliğe, devlet güvenlik örgütü, polisi, sınır korumayı, ıslah evlerini, itfayeyi, nüfus ve nikâh dairesini bağladılar. Yagoda'nın adaylığı Politbüro'da itirazla karşılanmadı: Partinin eski üyesi, eski Çekist, politikacı değil, Politburo üyesi değil, «tarafsız» bir kişi, parti yönetimindeki dengeyi bozmayacak birisi. Sverdlov, bir zamanlar yeğeniyle evli olan Yagoda'nın yetenekleri hakkında pek iyi şeyler düşünüyordu. Önce «Köy Yoksulluğu»nun yazı işlerine, sonra da VÇK'da sıradan bir işe yolladı. Ama Sverdlov, insanlardan az anlıyordu ve not defterinin MK'nm bütün personel dairesi yerine geçebilece-ğiyle boşuna böbürleniyordu. Sverdlov, ONU da «bireyci» olarak nitelemiş ve bunu Turuhenska'da sürgünken onun yüzüne söylemişti. Ne ki O gücenmemişti. Sverdlov, genel olarak sade ve iyi biriydi, ama bir şahsiyet sayılamazdı. Lenin de onu VTİK başkanlığına, yani yalnızca gösterişli bir göreve getirmişti. (*) Sverdlov'un ölümünden sonra Lenin bu göreve Kalinin'i, «Tüm Rusya Bekçisi»ni getirmişti. Merhum Jerzinski de Yagoda'dan hoşlanmazdı. Onu ikinci planda tuttu. Ama bütün meziyetlerine karşın Jerzinski yoldaş, doğuştan soyluydu. (*) VTÎK : Tüm Rusya Merkez Yürütme Komitesi (1917 - 1938), (Ç.N.) 327 Kuşkusuz, Menjinski de soyluydu ve on dört dil bilen (Bolşevik on dört dili ne yapacaksa?!) Poliglottu. Ona, Ya-goda'dan daha yakındı. Nijnıy Novgorod'dan sade bir eczacı. Bütün meziyetlerine karşın, söylemek gerekir ki, Jerzinski yoldaş biraz kibirliydi... Bu nedenle kurumluluk konusunda bir kademe daha ilerde bulunan Troçki'yi sevmezdi. Kuşku* suz, az eğitimli bir «memur» Demir Feliks'in pek hoşuna gitmezdi. Ama OGPU'da meleklere yer yoktu, yakışıklılara da yer yoktu. Yönetme sanatı, gerekli yere gerekli adamı koyma becerisidir. Hepsinden önemlisi, gereksizleşince onu alacaksın. Yagoda şimdilik yerinde. Ona söylediğin şeyin gerçek anlamını anlıyor. Yagoda'nın çarlık emniyetinde çalıştığına dair kuşku belki de temelsiz değildi. Ama bu işler hayli zor ve karışıktı. Bu tür kuşkulara inanmak pratikte mümkün değildi, öne sürülen kanıtlar her zaman gerçekçi değildi ve gerçek kanıtların bulunması da olası değildi. Devrimden hemen sonra bütün arşivler yakılmıştı. Elimizde eski ajanların adları yoktu. Ele geçirilenler de pek güvenilir değildi. Çarlık emniyeti izleri silmeyi ve yanlış izler yaratmayı iyi beceriyordu. Genel olarak jandarmayla ilişki kuran kişinin kendisini koruması amacıyla manevra yapması zorunluydu. Aradan bu kadar zaman geçtikten sonra bu tür durumların kuşkulu görünmesi kaçınılmazdı.

Kişinin, emniyetle ilişkisini kanıtlamak çok zordu; ama bir kuşku doğmuşsa ve hele hele bazı bilgiler varsa, ilişkisi olmadığını kanıtlamak daha da zordu. Yagcda için de bazı bilgiler iletilmişti; pek inandırıcı değillerdi ama istendiğinde Yagoda yoldaşı provokatörlükle suçlamak için yeterliydi. Bu bilgileri veren kişiye, partinin bunları inandırıcı görmediğini söylemiş ve bu konuya bir daha hiçbir zaman dönül-memesini emretmişti. Ama belgeleri geri vermemişti. Yagoda da bunu biliyordu. Bu belgeleri getiren kişiye dokunulmasını da yasaklamıştı. Yagoda bunu da biliyordu. Korkuyla daha çok bağlanacaktı ve bu inanç, bağlılığından daha iyiydi. înanç değişir, ama korku hiçbir zaman geçmez. 328 Yagoda, kâğıtları masaya koydu ve Stalin ona sormadan hiçbir şey söylemedi. Stalin'e de bakmıyordu. Stalin yoldaşa bakmak, ona sessizce soru sormak, konuşmaya çağırmak demekti. Stalin bunu sevmezdi, ne zaman ve neyi söyleyeceğini kendi bilirdi. Stalin, onun raporunu göstermişti, ama arkasından ne çıkacağı belli değildi. Stalin, Yagoda'nın yanında durduğu sandalyeyi belli belirsiz gösterdi. Oturmaya davet ettiğine göre, konuşma uzun sürecekti. Yagoda'nın anladığına göre de, ciddi olacak ve bir sürü bilmeceyi çözmesi gerekecekti. Stalin, odasında dolaşırken konuşmaya başladı: — Raporunuz neyi gösteriyor? Zaporojets yoldaşın görevlerini yapamadığını. Leningrad'daki Zinovyevci muhale* fetin yok edilmesi basit bir iş olsaydı, bu görevi Medved yoldaş ve aygıtına verirdik. Ama Medved yoldaş, Kirov'un adamı ve Kirov yoldaş, ne yazık ki Zinovyev tehlikesinin hem parti, hem de kendi için ne derece büyük olduğunu anlamıyor. Leningrad'daki ortamı doğru değerlendirmiyor. Stalin, halı üstünde yavaş adımlarla dolaşıyordu. — Bu durumun özelliği nerdedir? Durumun özelliği yalnızca Leningrad parti örgütünde çok sayıda Zinovyevcinin olmasında değildir. Önemli olan bunların Leningrad parti örgütünün yönetiminde olmaları ve Kirov yoldaşın yakın çevresinde çokça bulunmalarıdır. On dördüncü kongre öncesinde Zinovyev'e oy veren on binlerce insan nereye gitti? Oradalar, Leningrad'da aynı görev yerlerinde! Kirov yoldaş şimdi onların parti politikasından, MK'dan yana olduklarını iddia ediyor. Kirov yoldaş, onları bütünüyle korursa, onlar ne diye Kirov yoldaştan yana olmasınlar ki? Kuşkusuz, onlar Kirov yoldaşın yanındalar, Kirov yoldaşa bağlı oldukları su götürmez. Kirov yoldaş kendisine bağlılığı partiye bağlılık olarak görmüyor mu? Kirov yoldaş, kendisiyle partinin arasına eşitlik işareti koymuyor mu? Bunu yapması için erken değil mi? Namuslu Leningradlı komünistlerin Leningrad örgütündeki bu durumdan hoşnut olmamalarında şaşılacak ne var? Bunda şaşılacak hiçbir şey yok. Bu hoşnutsuzluk tamamiyle haklı, özellikle raporunuzda da belirttiğiniz gibi, Zinovyev dö329 neminden sonra yetişen genç komünistler arasında. Bu duruma karşı çıkıyorlar,

çünkü yükselmelerinin önünde kendiler rinden olanları yukarılara çıkaran ve yabancılara geçit vermeyen Zinovyevci kadrolar duruyor. Onlar için yabancı, MK'nın dürüst ve içten taraftarıdır. Stalin, odada dolaşmasını sürdürdü, ama bir süre bir şey söylemedi. Sonra yeniden başladı. — Zaporojets yoldaşın görevi nedir? Görevi, Leningrad' daki durumu değiştirmek, Leningrad örgütünün Zinovyevci-lere yaklaşımlarını değiştirmek. Troçki ve Zinovyev tehlikesinin büyüklüğünü göstermektir. Zaporojets yoldaş ne yaptı? Hiçbir şey. Kirov ve Medved'in bunları yapmasına izin vermediklerinden yakmıyor. Aygıtın kendisine değil Medved'e uyduğundan yakmıyor. Aptal! Ya kendi aygıtını kursun ya da güçsüzlüğünü bildirsin. Stalin birden Yagoda'nın karşısında durdu. — Zinovyev ve Kamenev taraftarlarının işini sonsuza kadar bitirmek gerek. Kirov yoldaş, kendini Zinovyevcilerle kuşatmış, onlar da bunun için ona minnettarlar. Kuşkusuz, —Stalin yeniden dolaşmaya başladı.— bugünkü ortamda Ki-rov'un Zinovyevciler tarafından ortadan kaldırılması çıkarlarına ters. Çünkü onları, kadrolarını koruyor. Ama iktidar için savaş başladığında Kirov'a gereksinimleri kalmayacak. Savaş, yalnızca MK karşıtlarının yararınadır, savaş iktidar değişikliği yolunu açar. Şimdi Zinovyev ve Kamenev, Kirov yoldaşı MK'ya karşı vurucu güç olarak kullanmaya çalışıyorlar, ama Kirov'a gereksinimlerinin kalmayacağı an gelince ülkede bunalım yaratmak için onu ortadan kaldıracaklar. Kirov, Troçki yılanını Stalin'e karşı koynunda besliyor ama o, Kirov yoldaşı ısırmaz mı? Masadan Yagoda'mn raporunu aldı ve ona attı. Partiye kâğıt değil iş gerekli. Serbestsiniz. Stalin, Yagoda'yı yolladı. Onu anladı mı? Her şeyi anladı. Ama en iyisi, Kirov'un Moskova'ya gelmeyi kabul etmesiydi. O, MK sekreteriydi, MK sekreteri olarak çalışsın. Göz önünde olur. Doğru, Orconikidze ile birlikte olacaktı. Ama ağır sanayi de dahil olmak üzere bütün sanayinin, ya330 ni Sergo ve kadrosunun da MK sekreteri olarak Kirov'un emrine girmesiyle arkadaşlıkları ne hale gelecek görelim bakalım. Orconikidze o kadar akıllı değil, bu arkadaşlık da ikinci planda; ama doğrudan Kirov'a bağlanmayı istemez. Eh, ne yapalım, sağlıklı bir güvensizlik, ortak çalışma için en iyi ortamdır. Stalin, kabul odasına geçti ve Poskrebışev'e Yejov yoldaşı çağırmasını emretti. Yejov, MK aygıtında 1927'de göründü. Kısa boyluydu, nerdeyse cüce. Stalin, kısa boyluları severdi. Kendi boyu 1.60'tı. Stalin, onu kimin önerdiğini unutmuştu! Çok seyrek görülen bir durum. Mehlis?

Poskrebışev? Tovstuha? Bunlardan birisi. O zamana kadar Yejov, Kazakistan'da partide çalışıyordu. Kendini sekreterlikte çok iyi göstermişti. Kimin, nerede, ne zaman, hangi görevde çalıştığını anımsar, kafasında yüzlerce ad tutardı. Doğuştan personelci. 1930'da STALÎN onu MK personel şube başkanı yapmıştı. Yanılmamıştı. Yejov, on dakika içinde Politburo üyeleri de dahil olmak üzere herkes hakkında ayrıntılı bilgi verirdi. Yejov'un kartoteksine herkes girerdi. Bu kartlar otorite tanımazdı, partideki eskiliğin, sosyal durumun, geçmişteki görevlerin hiçbir rolü olmazdı. Bütün bu kavramları eski ve hattâ zararlı sayardı, çünkü bunlar o kişinin ayrıcalığı için yapay bir hak doğururdu. Yejov, politbüro üyeleri hakkında belge sunarken menekşe gözleri kayıtsızlaşırdı. Politbüro üyelerinin onun için listede bulunan diğerlerinden hiç farkı yoktu. Hiç kimseyle yakın ilişki kurmayan tek kişiydi. Sekreterlikte onu, Kazakistan'dan gelen bu adamı kimse tanımazdı. Bu nedenle, eski ilişkilerini pekiştirmişti. Kadrolardan nefret eder ve bu «bağları» acımasızca yok ederdi. ONUN aygıttaki insanların birbirinden ayrı durmalarını gerektiren politikasını uygular ve bu «bağların» önemli halkalarını koparırdı. Bu güçlü «bağlarla» savaşımında Yejov yalnızdı. Hem kendini, hem de yerini korurdu. Kör bir nefret, politikada kötü bir niteliktir, doğru kararların alınmasını engeller. Ama, karakterin kötü yanları 331 da kullanılmalıdır. Yejov, «beyaz eldivenli» değil, Yejov «kara eldivenli»dir. Ama böyleleri de gerekli. Hiç düşünmez, yalnızca gerçekleştirir. Bütün ahlaki frenlerden yoksun biri. Dış görünüş olarak uysaldır, ama ikbalperestin teki. în-sanları yönetmeyi, onların yazgılarını belirlemeyi —ancak gizli olarak edasında, dosyaları ve her şeye muktedir karto-teksiyle— seviyor. Pratik olarak NKVD organlarını o kontrol ediyordu. Yagoda da ondan nefret ediyordu. îşte denge kurulmuştu. On yedinci kongrede onu O MK'ye sokmuştu. O zaman yaptığı az sayıdaki değişiklikten biri. Şimdi onu, NKVD organlarının, mahkeme ve savcılıkların denetlenmesi için sekreterlik bünyesine getirmek gerekiyor, işte o zaman denge tam olarak kurulacak. Yejov ve Yagoda ile, birbirinden nefret eden iki partnerle bu bölüm için endişe duymayacaktı. Stalin sandalyeyi gösterdi. Yejov oturdu ve önüne bloknotu koydu. — MK'nin yapısında değişiklik yapmak ve MK aygıtını yeni şubelerle takviye etmek yönünde bir öneri var. Stalin yoldaşın «öneri var» demesi bu önerinin Stalin yoldaşın.kendisinden geldiğini anlatırdı. — Bu önerinin gerekçesi ne? Stalin, soruyu kendisi sormuştu, kendisi yanıtladı. — Akılcı fikirler olduğunu düşünüyorum.

Yejov, kalemini yazmaya hazır tutarak bloknotuna bakıyordu. — O zaman, Ryazanov yoldaşı hareketinden dolayı bağışladık. Bağışladık, çünkü bu harekete Pyatakov neden olmuştu. Ancak bu hareket tamamiyle insanı çileden çıkaracak nitelikte. Komisyonun elini kolunu bağlamak! Buna hiçbir bölge sekreteri cesaret edemez. Ama fabrika müdürü yapıyor, hattâ parti kent komitesi sekreterine sormuyor bile. Bu ciddi bir sinyal. Stalin bir süre durdu. Yejov, başını kaldırmadan yazıyordu. — Bu sinyal ne anlatıyor? diye sordu yine kendi kendine. 332 Yine kendisi yanıtladı. — Bu sinyal, sanayinin yönetici kadrosunun denetimsiz olduğunu gösteriyor. Sovyet sanayi aygıtı, teknokrat bir aygıta dönüşüyor. Bu büyük bir tehlikedir. Stalin, sözünün burasında, en doğru biçimde yazılması gereken genelleştirici tümcesini söyleyeceğini anlatan o özel duraklamasını yaptı. Yejov doğru ve tam yazabilmek için dikkat kesildi. — Teknokratik aygıt, ekonomik egemenliğe yöneliyor. Ekonomik egemenlik, politik egemenliktir. Bu marksizmin abecesidir. Teknokrasinin ekonomik ve daha sonra da politik egemenliğine izin veremeyiz. Bu, proletaryo diktatörlüğünün sonu demektir. Yejov'un yazmasını bekleyip ekledi: — Ne yazık ki Orconikidze yoldaş bu tehlikeyi tam olarak değerlendiremiyor. Yejov yazmayı bıraktı: Politburo üyelerini ilgilendiren şeyleri yazmamak, anımsamak zorundaydı. — Orconikidze yoldaş, kuruluşlarının kendilerine bağlılığını, bu kuruluşun parti ve devlete bağlılığına yeğleyen birçok yüksek düzey yöneticisinin hatasını yineliyor. Teknokratik aygıt gerçekten de Orconikidze yoldaşa bağlıdır. Niye bağlı olmasın ki? Orconikidze yoldaş, her vesileyle bu aygıtı koruyor, onu parti denetiminden kaçırıyor, onun otonomluğa yönelik eğilimini destekliyor; sıradan, zararlı bir mühendisin tutuklanmasına karşı çıkıyor. Kuşkusuz bu koşullarda teknokratik aygıt ona bağlılığını sürdürüyor. Ama bağlılığı, bir yere, bir zamana kadar, güçleninceye kadar. Güçlendikleri zaman Orconikidze yoldaşsız da işlerini yaparlar! Ryazanov, Pyatakov'un yolladığı komisyonu izole etti ve kovdu. Yarın Orconikidze yoldaşın yolladığı komisyonu kovmayacağının garantisi var mı? Komisyonu kovan Ryazanov yoldaş politik bir eylem yapmıştır. Bu politik adımda neden kent komitesi sekreteri Lominadze yoldaşın —politik yöneticisi olarak— olurunu almamıştır? Lominadze yoldaş, Ryazanov yoldaş için otorite değil midir? öyle varsayalım, ama Lominadze yoldaş

333 ne olursa olsun parti örgütünün başıdır. Parti örgütünü atlamak hakkı hiç kimseye verilmez... Stalin'in Orconikidze'den söz etmeyi bırakıp Ryazanov'a döndüğü yerde Yejov, yeniden yazmaya başlamıştı. — Ryazanov yoldaş, artık ne Moskova'yı, ne de yerel parti yönetimini göz önünde bulunduruyor. Bu ne demek? Bu, teknokrat aygıtın kendini, denetimsiz ve cezalandırüa-maz hissetmesidir. Neden? Stalin yine o genelleştirmeyi haber veren arasını verdi. Yejov, bloknotuna eğildi. — Ekonomik aygıt, kendini denetim dışı sayıyor, çünkü onu denetleyecek eşit güçte bir parti denetimi yok. Ağır Sanayi Halk Komiserliği parti ocağı, Halk Komiserliği'nde Politburo üyesi varsa ne yapabilir? Fabrikalarda, atölyelerde, birimlerde parti ocakları, birim başkanları ve fabrika müdürleri bölge komitesi ya da MK üyesiyse ne yapabilirler? Ocak sekreteri, en iyi olasılıkla semt komitesi üyesidir! Parti örgütünün bu düzeydeki rolü tam anlamıyla sıfırdır. Ryaza-nov'un işi, sorunun âcil çözümünü gerektiriyor! Ekonomik aygıtın çalşmalannın denetimi eşit düzeyde yapılmalıdır. Parti aygıtı, aralarında ekonomik ve hepsinden öte eğitim görmüş, bireyci ve kibirli kadroları bulunduran sanayi aygıtı da dahil olmak üzere ülkenin bütün aygıtlarını denetlemelidir. «Kibirli» sözünü söylerken Stalin'in gözünde bir kin bulutu görünüp kayboldu. — Ülkemizde teknokrasinin kurulmasına yönelik her adım kökünden yok edilmelidir. Bu bağlamda, MK'nın bugün var olan birimlerine ek olarak yeni üç birimin daha kurulması öneriliyor : Sanayi, tarım ve ulaşım. Böylece sanayimizin temel taşları —sanayi, tarım ve ulaşım— Parti Merkez Komitesi ile doğrudan ilişki kurabileceklerdir. Böylece parti, ekonominin karar organlarına daha iyi yardım yapabilecektir. Yeni birimlerin yöneticileri en azından Halk Komiserleri ile aynı düzeyde olmalıdır, ancak bu durumda ağırlıkları ve otoriteleri olabilir. Parti organlarının reorganizas-yonu hakkında bir karar tasarısı hazırlayın ve bana gösterin. Yeni birimlerin yönetimine adayları seçin ve bana gösterin. 334 MK sekreteri her birimden sorumlu olacaktır. Bu, politbüro üyesi de olabilir. En önemli birim olan sanayi biriminden mutlaka Politbüro üyesi sorumlu olmalıdır. Örneğin Kirov yoldaş. Teknik eğitimi var nasılsa. Bu arada, onun dosyasını bana getirin. Stalin ayağa kalktı. Yejov da bloknotunu kopartarak aceleyle ayağa kalktı, kalemini cebine koydu.

Stalin ayakta konuşmasını bitirdi: — Şu anda Ryazanov'un cezalandırılması, Pyatakov'un provokasyona yönelik eyleminin aklanması demek olur. Ama demokratik merkeziyetçilik ilkesi, merkez haksız olsa bile bozulamaz. Şimdi, bu konuyla parti bölge komitesi uğraşsın. Bölge komitesi açıklama istesin, soruşturmasını yapsın ve belgeleri size iletsin. Olay mutlaka kâğıda dökülmeli. 12 Baharda, mezuniyetten önce Malkova, Şarok'u aradı ve ertesi gün sabahleyin Halk Komiserliği Hukuk Personel Da-iresi'ne gelmesini söyledi. Ne olacağı kararlaştırılmıştı. Fabrikaysa çok iyi! Mahkeme ya da savcılıksa ne yapalım! Kesinlikle Moskova. Yoksa Halk Komiserliği'ne çağırmazlardı. Okulda herkes atanmıştı ve hepsi de taşraya yollanmıştı. Yura, ertesi gün belirtilen saatte Malkova'ya gitti. Yura gelir gelmez Malkova yerinden kalktı ve: — Gidelim! dedi. Onu, çıplak duvarlı, yarı boş, küçük bir odaya götürdü. Odada, üstü yeşil, komodinsiz eski bir masa ve üç sandalye vardı. Tavandan abajursuz bir lamba sarkıyordu. Ne için ayrıldığı belli olmayan unutulmuş bir oda. Çoktandır yıkanmamış kirli pencerenin yanında kısa boylu bir adam duruyordu, tçeri girdiklerinde geri dönmüştü. Malkova, Şarok'un biraz gerisinde durdu ve odadan çıkıp kapıyı örttü. Bir süre birbirlerine baktılar. Adamın hareketsiz, çocuksu yüzünde, ona doğal olmayan bir olgunluk veren, büyük 335 gözlükler vardı. Yura, her zaman, bu tür soğuk tiplerden uzak kalmıştı. Zayıf ama çabuk kırılan kindar kişiler. Adamın adı Dyakov'du. Yura'ya oturmasını söyledi, kendisi de karşısına oturdu. — Okulu bitiriyorsunuz, diye başladı. Şarok yoldaş, önümüzde atamalar var, daha yakından tanışmak istedik. Biraz kendinizden sözedin. Zamanında Malkova da aynı tümcelerle onu karşılamıştı. Personel dairesi çalışanları *pek orjinal değiller. Şarok da Malkcva'ya ne söylediyse aynını söyledi: Konfeksiyon fabri kası işçisinin oğlu, frezede çalıştı, okulda şu, şu toplumsal işlere katıldı. Kötü bir durumu var, kardeşinin hırsızlık suçuyla hapiste olması. Genel olarak, hem kendisini küçük düşürmeyecek, hem de kendisine mahkemelerde görev verilmemesi için elverişsiz gösterecek biçimde yanıt verdi. Ancak, Malkova'dan farklı olarak Dyakov, kardeşi konusunda Yura'ya hiç

serzenişte bulunmadı. Bu konunun ayrıntılarını bildiği belliydi. Başka şeyler sordu: Annesiyle babasının nereli olduğunu, akrabalarını ve nerde yaşadıklarını, Şaroklar'm evinin durumunu ve okul sonrası için düşündüklerini. .. — Fabrikaya dönmek istiyorum. Dyakov, üzülmüşcesine başını salladı. — Görevim istediğinizi öğrenmek, yukarısı karar verecek. Sizi arayacağım. Onu Halk Komiserliği'ne ya da savcılığa alacakları kesindi, ama hangisine o belli değildi. Kendisini öteki mezunlardan ayrı tutmaları çok iyidi, ama bu, planlarını bozuyordu. Moskova'da Halk Komiserliği'ne ya da savcılığa atansa bile fabrikaya dönmeyi isteyecekti. Dyakov, birkaç gün sonra aradı ve gelmesini söyledi. Yura gitti. Dyakov, onu danışmada bekliyordu. Asansörle dördüncü kata çıktılar ve geçen seferki odaya girdiler. Pencerenin önünde askeri üniformalı, apoletlerinde dört çarpı olan biri gazete okuyordu. Apoletleri koyu kırmızıydı: OGPU. Yura, onu hangi göreve almak istediklerini anladı. — Berezin yoldaş! diye tanıttı Dyakov. 336 Berezin gazeteyi indirdi. Yura, onun bronz rengi eski-mo yüzünü gördü ve yeniden endişelendi. Berezin, el hareketiyle onu oturmaya davet etti. Dyakov ayakta duruyordu. Konuşma başladı. Berezin ona oturmasını işaret edinceye kadar oturmadı. Berezin konuşmadan Yura'ya bakıyordu. Sonra yavaş yavaş başladı: — Parti örgütü, NKVD organlarında çalışmak için sizi öneriyor. Dosyanızı biliyorum. Kardeşiniz hüküm giymiş. Onunla birlikte yargılananları tanıyor musunuz? — Onları ilk kez mahkemede gördüm. — Kardeşinizle arkadaşlık yapar mıydınız? — Benden dört yaş büyük. Benim kendi arkadaşlarım vardı, onun da kendi. — Onunla ilişkiniz sürüyor mu? — Anneme, babama yazıyor... Onlar da yanıtlıyor.. Benim, bir an önce hapisten çıkması ve namuslu yaşama dönmesi dileklerimi iletiyorlar... Öğütlerimin yararı olur mu bilmem!

Berezin'i ilgilendiren kardeşi değil kendisiydi. Yura, bunu çok iyi anlıyordu, içtenliğinden kuşku duyurmayacak ve işe almamalarım da sağlayacak biçimde yanıtlamalıydı. Onlar reddetmeliydi. Budyagin'in de o demir adamlardan olduğunu söylese Berezin ona hiçbir zaman inanmazdı. — Arkadaşlarınız kimler? — Yakın arkadaşım yok, diye yineledi. Enstitüden, okuldan, mahalleden tanıdıklarım var. — Yedinci okulda okumuştunuz değil mi? Anlaşıldı... îş ya Şaşa ya da Lena'ydı. — Evet. — Krivoarbat'daki? — Evet, — îyi okul. Okuldakilerden kimlerle görüşüyorsunuz? Şaşa Pankratov'u istiyor. Susmak? Neden? Nasılsa biliyorlar? Onu neyle suçlayabilirler ki? Aralarında dostluk hiç olmamıştı, hattâ düşmanlık vardı. Düşmanlıktan sözetaıesi-ne gerek yok, tutukluya vurmak istediğini düşünebilirler. Ne 337 dostluk, ne düşmanlık! Aynı apartmanda oturuyorlar, aynı yaştalar, aynı okulda okudular, aynı fabrikada çalıştılar. Bunların hepsi geçmişte kaldı... — Bakın, dedi ve her sözcüğü düşünerek sürdürdü. Aslında pek görüşmüyoruz. Eskiden görüşüyorduk, raslantıyla, aynı apartmanda oturuyorduk. Şimdi herkes bir tarafa dağıldı. Maksim Kostin, askeri okulu bitirdi, şimdi Dalnıy Vos-tok'da. Aleksandr Pankratov, tutuklandı. Niçin? Samimiyetle söylüyorum, bilmiyorum. Nina îvanova, öğretmen, bazan avluda görüşüyoruz, merhaba, hoşçakal... Bir de Vadim Ma-raseviç, bizim apartmanda değil ama Arbat'da oturuyor. Ara sıra görüşüyoruz, filolog... Başka Kim? Lena Budyagina, hemen hemen hiç görüşmüyoruz. — tvan Grigoryeviç'in kızı mı? — Evet. — Sözlünüz ya da nişanlınız var mı? Şarok'un Lena'yı anmasından hemen sonra sorulan bu soru konuyu bildiklerini gösteriyordu. Bilmeleri de gerekiyordu. Soruların amacı, yaşamı hakkında bilgi edinmek değil, dürüstlüğünü kontrol etmekti. — Evlenmeyi »şimdilik düşünmüyorum, diye gülümsedi.

— Tiyatroyu, sinemayı dans etmeyi seviyorsunuz... Lena'yla restoranlara gittiğini biliyorlar. — Dans etmeyi severim. — Güzel kızlarla? — Güzellerle olması daha iyi. Berezin bir süre sustu ve — Pankratov'dan söz ettiniz, dedi. Bu, Aleksandr Pav-loviç Pankratov mu? — Evet, biz ona Şaşa deriz... Bizim komsomol ocağının sekreteriydi... Ama tutuklandı... .— Nasıl bir insan? Şarok omuz silkti. — Bu çok önceydi. Sekiz yıl geçti. O zaman iyi biriydi. Namusluydu, komsomol lideri. Ama sonra neler olduğunu bilmiyorum. Başka türlü yamtlayamazdı. Olumsuz, hattâ çekingence 338 bir yanıt yeni sorular doğurabilirdi. Bu kez onlan yanıtlaya-rnazdı. O zamanlar, Pankratov iyi bir çocuktu; o zaman Şaşa, on besindeydi, Şarok da on besindeydi. O zamanlar herkese güvenen gözlerle bakıyordu. Şimdi de güvenen gözlerle bakıyordu. Böylesine açık seçik konuşan ve kardeşi mahkûm olan birisinin işlerine yarayacağını hiç sanmam. Şarok, Şaşa Pankratov hakkındaki bu «içten» yargısının onun yazgısını belirlediğinden hiç kuşku duymamıştı. Berezin, Saşa'ya gösterdiği yaklaşımı ona da göstermişti. Yura'yı da Şaşa gibi iyi ve dürüst bir delikanlı olarak görmüştü. Büyük hata! Bu hata, daha sonra Berezin'e pahalıya mal olacaktı. — Adaylığınızı düşünelim. Ama her şeyden önce sizin karar vermeniz gerek! Bizimle çalışmak istiyor musunuz? Bu büyük bir onur. Çeka, partinin silahlı birliğidir. Zorla hiç kimseyi almıyoruz. Reddederseniz de gücenmeyiz. Dyakov'a döndü: — Şarok yoldaşa telefonunuzu verin. — Emredersiniz. — Sorun çözümlenmedi, konuşma aramızda kalmalı. — Anlıyorum, dedi Şarok. Neden özellikle o? Sıradan bir öğrenciydi. Toplumsal işlerde de sıradandı.

Verilen görevi yapardı. Anlaşılan böyle sıradan kişiler gerekliydi. Kendi hakkındaki konuşmaları göz önüne getirmeye çalıştı. Berezin kuşkulanacak. Kardeşi neden hüküm giymişti? Neden restoranlara gidiyordu? Kardeşi de debdebeli yaşamı seviyordu ve bu yüzden soygun yapmıştı! Dyakov ise Şarok' tan yanaydı, onun adaylığını destekleyecekti ve seçiminde direnmek zorundaydı. Aralarında karşılıklı anlayış gibi bir şeyler geçmişti... Yura, onunla çalışırdı. Ama Berezin'le... — Babanızla yarışlara gidiyor musunuz? diye sormuştu. — Hayır. Bu soru, Yura'ya en kötü soru gibi gelmişti. Hakkımda 339 her şeyi biliyorlar, herkes hakkında her şeyi biliyorlar. Oysa o, hep Budyagin'den korkmuştu. Budyagin'den değil Be-rezin'den korkmalıydı. Budyagin biliniyordu, ama Berezin'i hiç kimse tanımıyordu. Ana güç Berezin'di. İktidara gizliden gizliye sahip olarak görünüşte iktidarda olanların arkalarında duruyorlardı, Berezin'e her hitap ettiğinde ayağa kalkmasına karşın Dyakov da bir güçtü. Yura, onunla ilk konuşması sırasında onun nasıl kendinden emin olarak sandalyeye oturduğunu anımsadı. Hayır, sıradan kişileri aramıyordu, sıradan birini ne yapacaktı! Dyakov'un seçimi tam yerindeydi. O, Şarok, bu iş için yaratılmıştı! O, ne Maksim gibi iyi niyetli, ne Vadim gibi gevşek bir aydın, ne de Şaşa gibi bağımsızdı. Şarok'un elinden kimse kurtulamaz, kimse haklı çıkamazdı. Hiç kimsenin içtenliğine inanmazdı. Her şeye inanmak mümkün değildi. İnanıyorum diyen yalan söylüyordur. Tamam. Karar doğru. Yazgıya inanmak gerek. Kabul ettiğini bildirecek, kararı onlar versin! İstiyorlarsa alırlar, istemiyorlarsa almazlar. Orada güvenlik içinde olacaktı. Orada ona hiç kimse dokunamaz, tersine o herkese dokunabilirdi. Yura, Dyakov'u aradı ve yanıtının olumlu olduğunu söyledi, — Akşamüstü gelin, dedi Dyakov. Yura, elinde giriş kartıyla, oda numaralarına bakarak uzun koridorda yürüdü. Burada mı çalışacaktı? Dyakov, onu küçük bir odada kabul etti. Onun çalışma odasıydı ve patron gibi oturuyordu. Askeri üniformasını giymişti. Ne tuhaf, üniforma ona yakışmış, onu daha gösterişli yapmıştı. — Doğrusunu yaptın. Yura'ya «sen» diye hitap etmişti. Saygılı konuşuyordu. Çekmeceden bir dosya

çıkardı. — Seninki. Resmüeştirelim. Yura, onun hoşuna gittiğini duyumsadı. — Dinle, Şarok, geçen sefer Pankratov'dan bahsettin. Nasıl biridir? 340 — Ee, —Yura omuz silkti.— Anlatmıştım... Okulda konv somol ocak sekreteriydi. O zamanlar namuslu bir insan izlenimi veriyordu. Benim sezdiğim yetenekleri, her şeyi herkesten daha iyi bilmesi, daha akıllı olması, her şeyden haberdar olmasıdır. — Belki de her şeyden haberdardır! — Olabilir. —Yura her şeyi anlamış ve ne diyeceğini düşünmüştü.— Dayısı, Ryazanov, inşaatın başı. Bizim okulda zaten genellikle yüksek düzeydekilerin çocukları okurdu. Pankratov, onların evine giderdi. Yönetmeyi, ilk adam olmayı sevdiğini söylemiştim. — Evet, evet, dedi ciddiyetle Dyakov. Başına iş açtı. Hem kendini hem de dürüst çocukları yoldan çıkardı... — Bir duvar gazetesi çıkardığından sözediyorlar. — Bu da var, başka şeyler de... Yüksek düzeydekiler-den kime giderdi, söylesene? Budyagin'le ilgileniyor ama böylesi büyük bir adı söyleyemiyor. Yura da söylemeyecek, böyle bir bilgi ondan çıkmayacak. Berezin'le konuşmalarında Lena'dan sözetmişti, yeter! — Beşinci Ev'den çocuklar olurdu, onlara giderdi. Dyakov, Şarok'u yan gözle süzdü. — Anketi doldur ve özgeçmişini yaz... Seninle iyi çalışacağımızı sanıyorum... Yura, yeni koşullara hemen uyum sağladı. Bu kuruluşa girmekle orayı, gençliği, saygılı gülümsemesi, İskandinav kusursuzluğunun çizgileri bulunan güzel Rus yüzüyle renklen-dirmişti. Usta, işe yatkın, terbiyeli... Dyakov ve Berezin'in değer verdikleri nitelikler. Berezin'in koruyuculuğu Şarok'un hızla ilerlemesine yardımcı oldu. Ama Yura bu koruyuculuktan korkuyor ve Dyakov'dan çekiniyordu. Berezin çok yukardaydı. Haftalarca Yura'yı görmediği oluyordu. Ancak gözüne göründüğünde Yura'yı anımsıyordu. Oysa Dyakov yanındaydı, onun deneyimsizliğinden her an yararlanabilir ve onu çekiştirebilir341

di. Berezin tekti, ama Dyakovlar çok. Dyakov'un hilebazlığı Berezin'in içtenliğinden daha yakjndı. Berezin inanıyordu. Yura hiçbir şeye inanmıyordu. Dyakov, inanıyormuş gibi davranıyordu. Dyakov'a karşı tetikte olmalıydı. Bunun bilincinde olarak dikkatli davranmaya başladı. Dyakov, üzerinde çalıştığı bazı kişileri ona devretti, aralarında Vika Maraseviç de vardı. Rastlantıyla mı vermişti, yoksa ilişkileri hakkında bir şeyler biliyor muydu? Her halükârda Şarok, — Bu, Vika Maraseviç'i tanıyorum, dedi. Aynı okulda okuduk. Kardeşiyle aynı sınıftaydık. Vika da bir sınıf üstte miydi, altta mıydı anımsamıyorum. Ama Dyakov hiçbir şey belli etmedi. — Bu kadm, dedi. Yabancılarla içli dışlı. Dosyasına bakarsan görürsün. Babasına, Profesör Maraseviç'e, Glinski gidip geliyor. İşte bu ilişkiyi açığa çıkarmak gerek. Marosey-ka'da kabul edeceksin. Salı günü, saat on birde. Gecikmez, tam zamanında gelir. Vika, gerçekten de tam saat on birde geldi. Yura kapıyı açtı. Yura'yı gören Vika, asansöre yöneldi. Yura'nın NKVD' de çalıştığını biliyordu ama kendisiyle onun ilgileneceğini hiç aklına getirmemişti. — Gir, gir, güzelim. Utanma! —Yura ağzını, yayarak gülümsedi.— Epeydir görüşmedik. Vika'yı götürdü, nazikçe sandalye uzattı. Askeri formasıyla hayli yakışıklı görünüyordu. Kemeri, apoletlerinde-ki kareler, çizmeleri pırıl pırıldı. Gücü, iktidarı ve başarıyı temsil ediyordu. Onunla dostça, gülümseyerek konuşuyor, sanki kızın bu eyleminde önemli bir şeyin olmadığını vurgulamak istiyordu. Böyle bir durumda karşılaşmalarının da önemi olmadığını gösteriyordu. Ama bir sonraki görüşmeye Vika, kalçasını iyice saran, açık yazlık bir giysiyle gelip, beyaz omuzlarını ortaya çıkararak askısını usta bir hareketle düşürünce, Yura ona kayıtsız gözlerle bakmış, gözlerini kızın gözlerinin içine dikerek, 342 __ Seninle aynı okulda okuduk, köşede bucakta gizli gizli öpüşmüşsek bile bu kimseyi ilgilendirmez. Aramızda başka da bir şey olmadı. Tamam mı? Vika, askısını düzeltti ve utançla mırıldandı: — Evet, evet; kuşkusuz. Zamanında Dyakov, Vika işini profesör Maraseviç'in evine girmek gerektiği için

başlatmıştı. Evde olan biteni öğrenmek Lcminadze davasının bir parçasıydı. Glinski, Lominadze'nin habercisi, ne hemşerisi, ne de akrabası olan Maraseviç'i sık sık ziyaret ediyor ve orada yabancılarla görüşüyordu. Yabancı komünist partilerindeki Lo-minadze taraftarlarıyla gizli bir ilişki bu yolla kurulamaz mıydı? ilk bakışta beklenmedik ve anlamsız olan bu görüş, bir versiyon yaratmaya, Çer'in tutarsız kanıtlarına bir sağlamlık vermeye, Komintern ile hiçbir ilişkisi olmayan insanların adlarını birleştirmeye yaramıştı. Dolaylı ilişkiler işe derinlik ve inandırıcılık kazandırır. Versiyondan yola çıkılırsa her olay, Vika'nm önemsiz verileriyle bile bir ağırlık kazanıyor ve Glinski'nin adı Çer'in, Lominadze'nin kuryeleri diye andığı insanların adlarının arasına giriveriyordu. Öte yandan Glinski'nin eşi, Troçkist eylemlerin yapıldığı enstitünün müdürüydü ve bu eylemler onun yardımcısı Krivoruçko tarafından yönlendiriliyordu. Şarok, Glinski'nin oğlu Yan'ı okuldan tanıyordu. Babasının Lenin'le ilgili anılar aktardığını duymuş, daha sonraları, Saşa'nın okuduğu enstitüye müdür olan ve Saşa'yı okuldan atan annesini görmüştü. Aptal kadın, Şaşa işinin zamanla kocasının ve daha sonra da kendi başına geleceklerin bir parçası olacağını görmemişti. Şimdi bununla Şarok ilgileniyordu. Bu yeni dünyadaki tanıdık adlarla karşılaşma geçmişle şimdiki zaman arasında bir bağ kuruyordu. Şarok, ilk önce onu öbür yaşamda hor gören ve ezenlere verilen cezanın gerçekliğini duyumsadı. Şaşa Pankratov, hakkını almıştı; o vermemişti ama almıştı. Diğerleri de alacak! 343 13 Yura'nın Vika'yı kabul ettiği daire Dyakov'undu. Ama aslında Dyakov şişman, şaşı gözlü, şaşılacak kadar çirkin karısı Revekka Samaylovna'nın yanında oturuyordu. Kadın ekonomi-politik okutuyordu. Onun sayesinde Dyakov da, Yura'nın gözlemlerine göre yalnızca Stalin'in «Leninizmin Sorunları» kitabını okumasına karşın politik eğitim görmüş sayılıyordu. Şarok, Revekka'dan hoşlanmıyordu. Doğruyu söylemek gerekirse Yahudileri sevmiyordu. Avluda, okulda hiç kimse bii* Yahudiyi ayırt edemezdi, ama Yura hemen tanırdı. Annesiyle babası da tanırdı. Şaroklar'da Yahudi düşmanlığı çok güçlüydü. Anılarında, babası ve dedesinin Moskvoreka sokağında terzilik yaptıkları günlerden kalma bir Yahudi simgesi vardı. Karşılarında, Glebov hanının yanında, Zaryadye sokağında Yahudiler yaşardı. Aynı yerde sinagogları vardı. Bu, mağaza kabadayıları onlarla —terzi, şapkacı ve kürkçülerle—dalga geçerlerdi. Şimdi haksız yere müdürlükleri işgal etmişlerdi. Doğru dürüst eğitimi olmayan kardeşi îvan yönetime girmişti. Bu dayanılmaz bir durumdu. Ama daha da dayanılmazı, onun Yankel'le yönetimde

olmasıydı. Yaşlı Şarok, yeni düzene karşı protestosunu Yahudilere düşmanlıkla eş kıldı. Düzenin kendisine karşı çıkmak tehlikeliydi. Dyakov'un Revekka'yla evli oluşunu Yura, onun işe ya-ramazhğıyla açıklıyordu. Dyakov'a Yahudiler hakkında hiçbir şey söylemedi, genel olarak onlardan hiç söz etmedi. Hattâ evde babası bu konuya taktığında Yura yalnızca gülümsü-yordu. Ailesi, şimdi onun için ciddi bir problemdi. Annesini çabuk yola getirdi. Avluda çene çalmasını yasakladı. Aslında gevezelik yapacak zamanı da kalmıyordu, her gün karnelere göre satış yapan mağazaya gidiyordu. Bir gün bir şey veriyorlar, öteki gün başka bir şey. Avluda hiç durmuyordu. Çantasında ne olduğunu niye bilsinler? Babasını yola getirmek daha zordu. Evde dikiş dikmeye devam ediyordu. Ay344 da iki ya da üç kostüm. Maliyeden gizli diktiği bu giysiler de onun yarışlara gitmesine yetiyordu. Bütün bunlar Yura'-yi lekeliyordu, kariyerine engel olabilirdi. Yaşlı Şarok, ne olursa olsun evde iş yapmayı bırakmak istemiyordu. Bu, onun için iktidardan bağımsız olma biçimiydi. Fabrikada, sıradan birisiydi, ama burada patron! En ünlü ve gözde kadınlar onun müşterileriydi, kafa yormaz, pazarlık etmez ve kıvırtmazlardı. Yosmalar, onların ajurlu çoraplar içindeki bacakları ve yaltaklanma bile olsa onların cilveleri hoşuna gidiyordu. Genç ve güzel müşterileri tercih ediyordu. Bazan güzel Yahudi kızlarını da kabul ediyordu, böyleleri siyah saçlı olurlar ve bayılırsın! Yeter ki kadın taze, genç ve diri olsun! Etli butlu, iri göğüslüleri seviyordu. Yaşlı ve hattâ yolu yarılamış kadınlara dikiş dikmiyordu. Ne bel var, ne de vücut! Babası, Yura'nın saygı duyduğu, bağlı olduğu tek insandı. Onun yaşam felsefesine değer veriyordu. Kendisinin de onun için yegâne kişi olduğunu biliyordu. Babası, Vo-lodya'ya karşı acımasızdı, ama Yura'ya parmağıyla dahi do-kunmamıştı. îkisi de yakışıklıydı, yaşamayı seviyorlardı, birbirlerine benziyorlardı. Dedikoducu annesiyle mahkûm ağabeyinin tam zıttıydılar. Yaşlı Şarok, oğlunun yeni durumuyla ilgili hiçbir şey söylemedi. Zamanında onun komsomola girişine de ne karşı çıkmış, ne de desteklemişti. Lena'yla ilişkisine de hiçbir şey söylememişti. Bu, kayıtsızlığından değil ona duyduğu güvendendi. Herkes hizmet ediyor, şimdi her şey devletin, yapacak başka şey yok, kim nasıl becerirse! Kişi olarak, bağımsızlığını koruyacak ve mesleğini sürdürecekti. Buna karşı çıkmak babasının hiç affetmeyeceği aşağılama anlamına gelecekti. Ayrılmak? Kendini ve yaşlıları Moskova'da zor bulunan ayrı daire ayrıcalığından yoksun bırakmak? Babasıyla iyice takışmak? Yura bir şey düşünemedi. Ama işte içinde bulunduğu güçlüğü gizlemek de istemedi. En iyisi ondan öğrenmeleri, başka birinden değil. — Savaştan çok önceleri de bu evdeydik, dedi Dyakov'a.

345 Herkes tanıdık, dost. Birinin ceketinin söküğünü dik, diğerlerinin paltosunu kısalt, öbürüne yama yap. Babam da bir otuz beşlik parası alıyor, terzi ne de olsa, sen de anlarsın ya! — Baban fabrikada çalışıyor. Boş zamanlarında yama yapması suç değil, otuz beşlik içmek de suç değil. Dyakov, insanların ne düşüneceğini ve ne diyeceğini önemsemiyordu. Onlar, burada Şarok'la insanların yargıları ve yaşamlarıyla oynuyorlardı. Düşmanla yüz yüzeydiler. Özel sorumlulukları vardı bu nedenle de özel hakları. Yalnızca işleri değil, kişisel yaşamları da gizliydi. Ona yönelecek gereksiz meraklar başka türlü kavranabilirdi. Yura, artık NKVD üniformasıyla dolaşıyordu. Eve sabaha karşı dönüyor, işe öğleden sonra gidiyordu. Avluda hemen hemen hiç kimseyle karşılaşmıyordu, karşılaşsa da görmezden geliyordu. Müşteriler eve geliniyorlardı. Eskiden de azdılar, ama şimdi yaşlı Şarok onları bütünüyle reddediyordu. Yura, bu davranıştaki anlayışı fark etti. Babası başka bir adım daha atmış, iki önemli müşterisinin evlerine gitmeye başlamıştı. Öteki müşteriler de oraya gidiyordu. Bu, yaşlı Şarok'u daha zor bulunur ve daha ünlü yapmıştı. Yura, ailesine uzun süredir yoksun oldukları güven duygusu sağlayarak ve kökleşmiş olan korkuyu biraz olsun bertaraf ederek yaşamının bu yanını düzene sokmuştu. Yaşamın öteki yanı kalmıştı: Kadınlar! Yura eskiden de dikkatli davranır, nafakadan korkardı. Yeni işinde kadınlar onu süzüyorlardı ama, iş yerinde bu tür ilişkiler kurmak doğru değildi. Yeni ilişki kurmadı, eskilerini de canlandırmadı. Varya İvanova hoşuna gidiyordu. Kızda, her zaman bir şeyler vardı ama şimdi Madonna'ydı! iNe ki iyice küstah-laşmıştı. Avluda ona rastladığında dostça gülümsemişti, o ise nefret dolu bir bakışla yanıt vermişti. Saşa'nın çevresi. Varya ve isterik kardeşi Nina. Yura, yeni yıl gecesini unutmamıştı. Şaşa, onu küçük düşürmüştü ama olayı başlatan, skan346 dalı yaratan Nina'ydı. Saşa'yla iş bitmişti. Şaşa kovulmuştu. Bunlar da sürülmeli. Ama, kendisi elini sürmeyecekti. Aynı yerin çocuklarıydılar. Böyle bir duyguyu, Dyakov küçük burjuva içtensizliği olarak adlandırırdı. Evi buradaydı, burada büyümüştü, annesi ve babası buradaydı, kardeşi buraya dönecekti. Onları düşmanlarla kuşatmayı istemiyordu. Anılarındaki tek bir kadın onu heyecanlandırıyordu. Lena. Onun seven, acı çeken yüzünü unutamıyordu. Babasından başka bağlılık duyduğu ve bağlılığına inandığı tek insandı. Kız, onun için ölmeye hazırdı ve bunu kanıtlamıştı. O korkunç,

hastane ve hiçbir biçimde onu ele vermeyişi. Seviyordu kız. O, sıcak hardal kokusunu anımsadı. Bu koku şimdi de onu heyecanlandırmıştı. Kızın başkasını sevdiği, onunla birlikte olduğu ve evleneceği düşüncesi acı veriyordu. Az kalsın onu öldürüyordu. Terketmişti ama yine de yalnızca kendisinin hakkı vardı kızın üstünde. Lena'yı döndürecek, her şeyi unutması için zorlayacak ve yeniden kendine bağlayacak. Yura, onunla raslantı sonucu karşılaşmayı düşündü, ama karşılaşabilecekleri yer yoktu. Çalıştığı, yeri biliyordu, yine de iş yerine gitmesi uygun olmazdı. Daha önce yaptığı gibi evine telefon etti. Ama telefonu kapatmak zorunda kaldı. İvan Grigoryeviç açmıştı. Ertesi gün iş yerini aradı. Lena şaşırmadı ya da şaşırmamış gibi yaptı. Yine aynı derin ses. Sağlık? İyi. Görüşmek? Olabilir. Ama işten sonra yazlığa gidecek. Telefonlaşmalı, belki diğerleri de gelir! Yura şaşırdı: — Kimi kastediyorsun? Lena güldü, — Gerçekte kimseyi. Nina'yı düşündüm ama bir yerlere seminere gitti. Belki Vadim. Onu ara. Vadim'i aramamayı kararlaştıran Yura, — Denerim, dedi. Ne zaman? — Herhalde pazara. Yanıt yine kesin değil. Ama o hep böyle konuşurdu. Söz347 cük sonlarını açıkça söylemesi, vurgularda hep duraksaması yanıtlarına kararsızlık havası veriyordu. Lena, otobüsün kalkış saatini, hat sayısını (Serebryanıy-bor'da sokaklar böyle adlandırılmıştı) yazlığın numarasını ve otobüsün Moskova'ya geri döneceği son duraktan evi nasıl bulacağını anlattı. Ne sitem, ne güceniklik, ne sevinç, ne kızgınlık, ne şaşkınlık. Kırıcı bir nezaket. Aristokratların üstünlüğü. Yine de işine gelmişti. îvan Grigoryeviç ve Aşhen Stepanovna ile görüşmesi canını sıkıyordu ama herhalde hiçbir şey bilmiyorlardı. İvan Grigoryeviç onu sevmiyor, zaten eskiden de sevmezdi. Onu görecek miydi ki? Lena'yla yüzmeye gidecek, yemeğe kalmayacaktı. Onun istediği Lena'yla görüşmek, işleri yoluna koymak, eski ilişkiyi canlandırmaktı. Lena yalnız olabilirdi.

Annesi babası, Vladlen'i alıp tatile gitmiş olabilirlerdi. Belki bu nedenle onu pazar günü çağırmış, yalnız kalmaktan korkup Vadim'i de getirmesini istemişti. İki gün sonra, pazar günü onu göreceği düşüncesi Yu-ra'yı geçmişe götürdü, tvan Grigoryeviç'in odasında oturduğu günü anımsadı. Lena, kendi odasında üstünü değişmiş, Yura, onu yüreği heyecandan duracakmış gibi beklemişti. Şimdi de heyecanlanıyordu, hem de o zamankinden daha çok. 14 Yeni işi, yeni konumu ve gizli gücüyle Şarok kendine güvenini kazanmıştı. Ama yazlığa yaklaştıkça ürkmeye başlamıştı. Sokaklara ya da buradaki adıyla hatlara numaralar verilmişti. Üzerlerinden leylaklar ve yaseminler sarkan çitler, çitlerdeki aynı tip kapılar, kapıdan eve uzanan, ağaç ve fundalarla çevrelenmiş yollar. Ne bir engel, ne bir nöbetçi, ne de bir yabancı. Milli parktaymış gibi. Çit kapısı kilitli değildi. Yura, iki yanına çiçekler dikilmiş yoldan geçti ve iki katlı yazlıkların solgun yeşil boya' 348 sim farketti. Verandada kahvaltıdan sonra daha toplanmamış masa duruyordu. Masanın üstünde epeyce tabak ve bardak çevresinde de birkaç sandalye vardı. Demek, Lena yalnız değil. Gelişini nasıl haber vereceğini bilmeden verandanın önünde kararsızca duruyordu. Pencerede görünen hizmetçi ona saygı ve soru dolu bir bakışla baktı. — Lena'ya gelmiştim. — Evin öbür tarafına geçin lütfen. Nereden geçeceğini gösterdi. Evi dolaşan Yura, yabani bir asmanın sardığı küçük bir veranda daha gördü ve kulaklarına bir erkek sesi geldi. Vadim. Ama onu aramamıştı. Vadim nasıl gelmişti? Tuhaf rastlantı. Müdavim miydi? Tet-a-tet'i bozmak için. özellikle mi çağrılmıştı? Madem herkes evde, Vadim'in olması da iyiydi. Onun olmasıyla kendini daha iyi hisseder ve eski okul arkadaşı olarak görünürdü. Lena bu gevezeyi kendisi çağırmış ve sıkılganlıklarını Önlemişti. Tahta merdivenlerden çıktı, Lena ve Vadim hasır koltuklarda oturuyorlardı. Burada da yuvarlak bir masa ve dar," hasır bir sedir vardı. Yura oraya oturdu. Veranda, küçük bir odaya bağlıydı. Vika, Vadim'e gezevelik etmiş olsa, Vadim kendini ele verirdi: Bakışıyla, şaşkınlığıyla ya da dalgınlığıyla. Hayır, her şey yolunda. Vadim her zamanki gibi. Bir fil gibi iri ve semiz. Yine, kendisinin bildiği başkalarının bilmediği

şeylerden sözediyor. Lena onu dikkatle dinliyordu. Hiç değişmemişti. Yinö utangaç utangaç gülümsüyordu. Ensesinde topladığı saçları, güzel dudakları. Davranışları çok doğaldı. Ama Yura, kızın hâlâ onu sevdiğini gördü... Yüreği, gurur ve sevinçle doldu. Bu soylu evden eskisi gibi hoşlanmamasına karşın bir şeylerden korkuyordu. Oysa ondan korkmaları gerekirdi. Ne tuhaf! Aydınlardaki bu iktidarların gizini anlayamıyordu. 349 Niye onlara hizmet etmek zorundaydı? Ama anlamamak, korkmak demek! Vadim, bizim heyetin Venedik'e gittiğini, dört film götürdüğünü anlatıyordu. Galina Sergeyeva'nın katılımıyla Mi-hail Rom'un «Hoppa»sı, baş rolünü Leonid Utesov'un oynadığı Aleksandrov'un «Neşeli Çocuklar»ı, operatörlüğünü Tro-yanosvki'nin yaptığı Poselski'nin «Çelüskin»i ve Ptuşko'nun «Yeni Güliver»i. Vadim, bu filmlerin seçimine katıldığını vurgulamak istiyor, içeriklerini anlatıyor, başarıya ulaşacaklarını, özellikle «Hoppa»nın şanslı olduğunu belirtiyordu. «Çelüskin» dışındaki filmler daha gösterime girmemişti, Yura ve Lena onları görmemişti. Vadim'e yine gün doğmuştu. Kendisinin bildiği, başkalarının bilmediği konulardan sözedebilirdi. Vadim'in sözlerine göre, çoğu filmler formalist lakırdılar ve snobist inceliklerle bozulmuştu. Ne ki «Hoppa» ile «Neşeli Çocuklar» büyük umutlar veriyordu. Sinemamız tam halkçı oluyor. — Maupassant'ın «Hoppa»sı halk için mi? diye kuşkusunu belirtti Yura. — Evet, evet, evet diye bağırdı Vadim. Bir düşünsene! Bu, yalnızca bir orospunun hikayesi değil. Bu, antimiliter, antifaşist bir film. Halkın anlayacağı, ona gereken bir film. Yura dilini tuttu. Onun için Maupassant'ın bu yapıtı da ötekiler gibi her şeyden önce erotikti. Kadına Prusyalı bir subayın sahip olduğunu gözden kaçırıyordu. — «Potemkin Zırhlısı» da hayli karmaşık ama seyredildi, dedi Lena. Yura, Lena'nm kendisini güç durumdan kurtardığını far-ketti. — Evet, diye onayladı Vadim. Ama formalizmi Eizenste-in için nasıl bitti? «Ekim» seyircinin hiç anlayamadığı bir film, böylesine büyük bir konuya yazık oldu. Aim size, Dzi-ga Vertov! Onun «Donbas Senfonisi»ni izlediniz mi? Tam anlamıyla kaos! Vertov şimdi Lenin filmi üstünde çalışıyor. Dzi-ga'yı böyle bir işle görevlendirmek? —Vadim omuzlarını silkHALK KÜTÜPHANESr

ti.— Büyük ustalar ama yerini belirlemenin zamanı geldi. Kiminlesin? Yura, bir zamanlar Vadim'in büyük bir coşkuyla Henri de Penier ve diğer Fransızları savunduğunu, hattâ Fransız belalılarının yaşamlarını anlatan bir kitabı okuması için ona verdiğini anımsadı. Belki de Vadim'i iğnelemenin yararı yoktu ama «Hoppa» konusunda üste çıkma arzusu galip geldi. — Beğenilerin değişiyor, Vadim. — iyi yöne doğru, iyi yöne, sevgili dostum. Hepimiz evrime uğruyoruz, sorun nereye gittiğimiz. — Ne söylemek istiyorsun? Vadim'in saldırganlığı onu şaşırtmıştı. Vika değildi karşısındaki. Kendini güçlü hissediyor. — Söylediğimi, insan gelişiyor ama hangi yöne olduğu en önemlisi. Herkes engelleri aşıyor, önemli olan hangi engeller ve ne-re-ye atladığı? Nereye? Okuldayken edebi beğenilerim oturmamıştı, şimdi önemli olan nereye geldiğimdir. Okuldayken komsomola girmek için hiç de acele etmemiştin, oysa şimdi parti üyesisin, ben bu evrimi normal sayıyorum. Her şeye karşın tartışmaya girmemeli, ölçülü ve iyi olmalıydı. Ancak böyle Lena'nm gözüne girebilirdi. — Mükemmel! dedi Yura. Belki Eizenstein da sosyalist gerçekçi olabilir? Yalnızca Eizenstein'in adını anmıştı, çünkü ikinci bir rejisörün adını yanlış olarak anmaktan korkmuştu. Büyük adlar! Lena, ona minnetle baktı. — Vadim'in sözettiği durgunluk sesli sinemaya geçişle açıklanamaz mı? Vadim hemen itiraz etti. — Durgunluktan söz etmedim. Sesli sinema konusundaki tahminlerde de dikkatliyim. Nasıl derler, sinema, ulu bir dilsizdir. Sözler, sinemayı perdedeki tiyatroya döndürür. Charlie Chaplin'i konuşurken düşünebiliyor musunuz? Ben düşünemiyorum. Lena, Londra'da epey sesli film görmüştü. Sesli sinema 351 orada tutulmuştu, bizde de tutulacak. Ama Vadinı'le tartışmaya kalkışmadı. Amerikan sesli film gösterisinde izleyecile-rin Amerikalı aktörlerin

telaffuzlarıyla nasıl alay ettiklerini anımsayıp gülümsedi. Yura, Vadim'in üstünlüğünü kabul ederek uysalca sordu: — «Gelip Geçen» ve «Altın Dağ» nasıl? Vadim gülümsedi. — Bunlar sesli mi? Şostakoviç'in müziği eşliğindeki filmler. Müzikler çok güzel, ne de olsa halk ezgilerine dayam-yor. Bir kompozitör için bu, çok önemli. Vadim, bilgisini gösteriyor ve Yura'ya her açıdan sağlam olduğunu kanıtlamak istiyordu. Yura bunu anladı. Bu isteğin kaynağının, onların karşısında duyduğu korku olduğunu da anladı. Vadim'in tuhaf saldırganlığının nedeni de buydu. Gülümsemesini tutamadı. Lena da ona aynı şekilde yanıt verdi, dayandığı için gözleriyle teşekkür etti. — Yemekten önce mi, sonra mı yüzüyoruz? Vadim saatine bakarak. — Size katılamayacağım, dedi. Smidoviç'e gitmem gerek izin verirsen, öğle yemeğine dönerim. Lena, kapıyı arkasından örtüp içeriye giyinmeye gitti. Vadim ve Yura verandada kaldılar. Lena'nın odasından verandaya hafif tül çekilmiş bir pencere açılıyordu. Perde rüzgârda oynayınca Lena görülüyordu. Lena, kollarını yukarı kaldırmış, elbisesini çıkarıyordu. Yura, pencereyi vücuduyla kapatıp perdeyi düzeltti. — îşler nasıl, Vadim? Vadim, masada kitapları karıştırıyordu. — Eskisi gibi. Ne arıyorsun, ne de geliyorsun. — îş çok. Vadim, masadan bir kitap alıp Yura'ya gösterdi. — Okudun mu? — Ne o? — Panayev'in anılan. — Anımsamıyorum... Yanılmıyorsam Panayeva'nm anıları elime geçmişti. — O, karısı. Gerçekte, Nekrasov'un yasal karısı. Annan 352 ilginç. Panayev'de de ilgi çekecek yerler var. Komşu yazlıktan hoş bir erkek sesi duyuldu.

— «Seni neden seviyorum, mehtaplı gece...» Vadim kitabı bıraktı ve dinlemeye başladı. — Çaykovski'nin müziği. Sözler Yakov Polonski'nin. Yeniden kitabı karıştırmaya başladı. Lena, omuzlarını ve sırtını açıkta bırakan askılı, kırmızı bir elbiseyle yanlanna geldi. Güzel kadın, mükemmel, havalı. Tam Yura'ya gereken biri! Çıplaklığından utanarak gülümsedi. — Orada değişmemek için mayomu giydim. Gidelim mi? — Bir dakika! —Vadim, aradığı yeri sonunda bulmuştu.— işte, ilginç bir yer. Panayev, Belinski'den alıntı yapıyor. Belinski şöyle diyor: «Bize, Büyük Petro gereklidir. İnsani ilkeler adına bizimle acımasızca uğraşacak yeni, dâhi bir despot gerekli. Terör ağından geçmek zorundayız. Her şeyden önce, bize insani bir biçim verecek Büyük Petro'nun sopası gerekli: İnsanlaşmamız için —bu sözün içerdiği en geniş anlamda— terörden geçmemiz gerekli. Slav kardeşimizde bilinci çabuk uyandıramazsmız. Göğün gürlemediği yerde insanın aklına tann gelmez, bu bilinen bir gerçek. Giyotin ana ise güzel bir şey.» Vadim kitabı bıraktı. — Hı?... Nasıl? Yura, bu doğrudan imaya nasıl tepki göstereceğini bilmeden susuyordu. Sözler olağanüstüydü, Vadim'den baza şeyler beklenirdi, ama böylesine doğrudan... Lena yine durumu kurtardı: — Bu bölümü okudum. Bunlan Belinski değil Panayev yazmış. Belinski'ye mal ediyor. — Hayır, Belinski'den alıntı. Bu sözlerin Belinski'nin olduğuna dair diğer anılarda da kanıtlar var, örneğin Kave-lin'de. Evet, Belinski büyük adamdı ve Rusya'ya güçlü bir yönetim gerektiğini anlamıştı. Ama o, kendi çağının adamıydı. Bu yönetimin proletarya diktatörlüğü olacağını bilmiyordu ve bilemezdir 353 Yura, içinden VadinVin politik becerikliliğine şaşırdı. — «Seni niye seviyorum, sessiz gece...» Komşu yazlıktan gelen ses. — Güzel söylüyor, dedi. Yura. Kim bu? — Komşumuz, MK üyesi. Nikolay îvanoviç Yejov. Vadim, bu adı ilk kez duyduğunu

anlatan bir işaret yaptı. Ne de olsa bütün adları biliyordu. — Kim olduğunu bilmiyorum ama güzel söylüyor, dedi Yura. — Çok iyi bir adam, dedi Lena. Yalnız kaldıklarında Lena, — Vadim'i tanıyamıyorum, dedi. Hattâ korkuyorum. Katı, kuşkucu ve dayanılmaz oldu. Sovyet iktidarını savunuyor! Kime karşı? Sana ve bana? Lena, özel durumunu hep saklardı, şimdi de farklı görünmek istemiyordu. Yine de devleti yönetenlerin sınıfın-daydı. Vadim ve babası gibi yalnızca hizmet etmiyordu. Yura da devleti yönetenlere dahildi, işçi sınıfıydı, halktı. Şimdi böyleleri de yönetici olabiliyorlar. Onu, özellikle bunun için almışlardı. Lenaların Granovski sokağındaki apartmanlarında ve burada ünlü çekistler yaşıyordu. Babası da bir zamanlar OGPU-VÇK yönetimindeydi. Vadim'in davranışlarında doğal olmayan, yapmacık bir şeyler vardı: «Biz yaparız,» «Biz yapamayız», «Bizim devletimiz»... Nina îvanova, hattâ Şaşa Pankratov böyle konuşabilirler, bu onların dünyası ve böyle konuşmaya devam hakları var. Ama Vadim'in yok: O sadece hizmet edebilir. Lena'nın Saşa'yı düşündüğü anda Yura ondan sözetmeye başladı. Lena'yı irkilten bir raslantı. —¦ Saşa'nın tutuklanmasıyla değişti, dedi Yura. Bunu hemen fark etmiştim. Saşa'nın tutuklanması onu ürküttü. Bu korkuyla herkesten daha fazla bağırmaya çalışıyor. — Evet, Saşa'nın tutuklanmasından sonra başkalaştık. Yura, çoğu şeyin Berezin ile konuşmasında olduğu gibi Şaşa hakkında söyleyeceğine bağlı olduğunu düşündü. 354 — Yazık! O zaman ben haksızdım. Yeni yıl gecesi bana hakaret etti ama ben de objektif değildim. — Ne oldu ona? Lena, Yura'ya güven arayan gözlerle Baktı. Yura, sözcükleri tartarak, — Şaşa, başrolde olmaya alışık biri, dedi. Enstitüde ise bu rollerde başkaları vardı. Şaşa, onları devirmek isteyenlere katıldı. Parti örgütünü çökertmek istediler. Şaşa da onlara meyletti. Onun için yapılabilecek en iyisi yapıldı, üç yıl sürgün. Diğerleri daha çok yediler, çalışma kampı, hapisane... Sözlerinde, Şaşa için bir şeyler yaptığı iması vardı. — NKVD'ye okuldan sonra başladım, atamayla. Biliyorsun ben hukukçuyum. Başlama

tarihi Saşa'nın davasıyla aynı zamanlara denk düştü. Samimi söylüyorum, beni oraya niye çağırdıklarını son ana kadar bilmiyordum. — Öyle mi? diye şaşırdı Lena. Ama ayrı enstitülerde okudunuz, ilk ckulda ise... Okulda herkes dosttu. Her anlama gelecek şekilde gülümseyen Yura, — Lenoçka! dedi. Saşa'nın bütün dostlarıyla ilgilenmemeleri, bazılarıyla ilgilenmedikleri anlamına gelmez. Saşa'yla aynı apartmanda oturduğumuzu, iki yıl aynı fabrikada çalıştığımızı unutma. Vadim boşuna korkuya kapılmadı. Şaşa tutuklandığında sen de dahil olmak üzere hiç kimseyle görüşmedim, İvan Grigoryeviç'e dert yaratamazdım. Şaşa için uğraşmış, az bildiği davaya bulaşmıştı. Ne mutlu ki her şey duruldu. Şaşa hemen ayrıldı, arkadaşları üstündeki kuşkular kalktı. Yalnızca Vadim hâlâ sinirlenmeye devam ediyor. Başını hafifçe öne eğen Lena, onun yanında yürüyordu. Yura'ya inanmış mıydı? İnanmaması için neden yok! Lena, Yura'nm örgütünden hem nice iyi insanın çalıştığını, hem de nice iyi insanın izlendiğini biliyordu. Diğer çocukları ça-ğırsalar, onu çağırmasalar, bu bile bir piyangoydu. Dediğine göre Yura'nın da başına dertler açılmıştı ve babasının güç duruma düşmesini istememişti. Doğru. Stalin, babasını sevmiyor. Büyük güçlükler için ufak bir bahane yeterliydi. Yura'nın yerinde başkası olsa hemen anlatırdı, Yura, olduğu gibiydi. Onları yöneten önemli! 355 Plaj pek kalabalık değildi. Çocuklar kıyıda bağırıp çağı-rışıyorlardı. Bronzlaşmış çiftler kumda kâğıt oynuyordu. Lena elbisesini çıkardı ve sanki vücuduna yapışmış gibi duran siyah mayosuyla kaldı: Göğüs ve kalça. Yura'ya yine utangaçça gülümsedi, ama Yura mayosunu giyerken geri dönmedi. — ileri gidelim, orası daha derin. Lena, dirseklerinden kırdığı kollarıyla kulaç atıyor, başını suyun içine sokarak yüzüyordu. Yura bu stili bilmiyordu, kendisi normal kulaç atıyordu. Lena'nın böyle güzel yüzmesine şaşırmıştı. Lena, bugün ona bilmediği yönlerini açmıştı. Her şeyi eski hale sokmanın zor olacağı korkusu yüreğini doldurdu. Sudan çıktıktan sonra yüzüstü kuma uzandılar. Kenetlenmiş kollarına başını dayayan Lena ona bakıyordu. Kızın, kendisini eskisi gibi sevdiğini anladı. Kız gerçekten de onu seviyordu. Belki bu aşkın yerine yenisi gelmediğinden. Ama sonuçta seviyordu. Yura, yaşamındaki ilk ve tek erkekti. Yura'nın verdiği acılar, bu duyguyu güçlendirmişti. Belki o da acı çekmişti: — Ne zaman buluşuyoruz?

— Ne zaman istersen, diye yanıtladı Lena. Kendi evlerine götürebilirdi. Babası surat asar, annesi kızardı, ama sonra her şey yoluna girerdi. Ama ilkel erkek dikkatliliği ön plana çıktı, ilişkiyi canlandırmaya evet, aile boyu yapmaya hayır, ikinci sefer yakayı öyle kolay sıyıra-mazdı. Nerede buluşacaklar? Nereye çağırmah? Tek bir daire vardı: Dyakov'un dairesi. Dyakov, nasılsa karısının evinde oturuyordu. Buluşma için pek uygun bir yer değil. Lena öğrenirse... Hiçbir şey öğrenemez. Yatak eski ve kirliydi, hattâ çarşaf olup olmadığından bile emin değildi, önemli değil. Yatak takımı evden getirilebilir. — Biliyor musun, şimdi bizim evde onarım var. Bir odadan öbürüne taşınıp duruyoruz. Okuldan bir arkadaşım var, evinin anahtarı bende. Orada buluşabiliriz. — Olur. 356 15 Varya'nın Levoçka ile «Metropol»de dans ettiğini öğrenen Zoya heyecan içinde geldi. Soyadı Sinyavski, proje mühendisi, sevimli bir delikanlı, işde herkese yardım eder. Ya giyimi? En iyi terzilerden. Ya dans edişi? Ünlü Vagan Hris-toforoviç'ten aşağı kalmaz. Levoçka ile oturan şişko kız da çizimciydi, adı Rina. Zoya, Varya'nın gözlerine kıskançlıkla bakıyordu. Hep Levoçka'nın grubuna girmeyi düşlemiş ama becerememişti. Güzel olmak yetiyor! Gerisi kendi kendine geliyor. — Ah! diye iç çekti. Ne şanslısın! Levoçka, Varya'nın pek hoşuna gitmemişti. Erkeksi değildi. Ama çok güzel dans ediyordu ve en önemlisi kendilerinden biriydi, grubu da kendilerindendi. Ne Vika ile Vita-lik'ti, ne de yabancılarla kızlar. Onu etkileyen tek kişi Igor Vladimiroviç'ti. Ama otuz beş yaşındaydı ve ondan utanıyordu. Onunla ciddi olmalıydı. Böyle yaşlı birini sevemezdi, onun da aklını karıştırmak istemiyordu. Saygı uyandıran bir insan, onu üzmek olmazdı. Varya'nın kendine göre ilkeleri vardı. Neyin mümkün neyin yasak olduğunu biliyordu. Levoçka'nın onu, grubuna alacağını umuyor, davet edilmeyi bekliyordu. Davet pek öyle çabuk gerçekleşmedi. «Met-ropol»deki tanışıklıktan iki hafta kadar sonra daveti aldı. Heyecanlı heyecanlı koşup gelen Zoya, coşkuyla bütün grubun yarın «Ermitaj» bahçesinde olacağını, onları da beklediklerini iletti. Aynı anda Vika aradı ve yarın Igor Vladimiroviç'le birlikte «Kanatik»e gitmeyi önerdi.

— Gelemem, dedi Varya. «Ermitaj»a gidiyorum. — ilginç, kimle gidiyorsun? — Levoçka'nın grubuyla. Onlarla işe başlayacağım. — işe başlaman onlarla olmanı gerektiriyor mu? Ara ve reddet. Sana Igor Vladimiroviç de gelecek diyorum. — Yapamam. Söz verdim, onları aldatamam. — iyi de, ben de söz verdim. Hem de Levoçka gibi bir pisliğe değil, Igor Vladimiroviç'e. Kendimi düşünmedim. Senden hoşlanıyor. Evli değil. 357 — özür dilerim. Başka sefere. Ara, hadi görüşürüz. Ahizeyi yerine koydu. «Metropol»de olduğu gibi burada da grup kâh büyüyor, kâh küçülüyordu. Değişik değişik kişiler geliyor, kayboluyor ve sonra yeniden ortaya çıkıyorlardı. Cümbür cemaat gezmek zorunlu değildi, kuşkusuz. Gezmiyorlar, ana kapının yanında duruyorlardı. Buradan herkesi görebilirler, herkes de onları görebilirdi. Grubun erkek takımı altı kişiden oluşuyordu. Levoçka, proje dairesinden iki çocuk, Büyük Volya ve Küçük Volya; tuhaf adlı yakışıklı bir delikanlı, İka. Kominterncilerden birinin oğlu olan Villi Long ve ünlü dans hocası Vagon Hris-toforoviç'in asistanı, iş adamı ruhlu, iyi yürekli Miron. Gruptaki tek sürekli kız, tombul, çilli Rina'ydı. Vücudunun her yanı çilliydi ve çiller ona güneşte yanmış gibi bir hava veriyordu. Büyük Volya, bunların güneşin öpücükleri olduğunu söylüyordu. Rina eğlenmek için doğmuştu. Sevinci çille-riyle birlikte dağıtıyor, sarı saçları Latin çiçeği gibi alev alev parıldıyordu. Öteki kızlar gruba rastlantıyla katılıyorlardı. Bugün de Vârya rastlantıyla katılmıştı. Ama hiç kimse ona yeni biri gibi davranmamıştı. Burada hiç kimse başkasına kur yapmıyordu. Herkes eşitti. Zoya gibi sıradan çizimciler. Bu çocuklar onun, «Moskova» otelinin projelerini yapan Sçusev'in mimarlık bürosuna girmesine yardım edeceklerdi. Maaş, ağır sanayi projeleri çizen kuruluşlarda verilenden daha az değildi. Levcçka, eğri dişini göstererek sevimli sevimli güldü. Rina da güneş gibi gülümsedi. Aralarında şamata yapıyor, yanlarından gelip geçen kızlara bakıp onları eleştiriyorlardı. Bunu öylesine neşeyle yapıyorlardı ki kızlar hiç kızmıyordu. Bahçenin sahibi onlardı. Onlar, çocuklar beş parasızdı, bahçeye biletsiz girmişlerdi, biraz sonra da bir restorana gidip dans edeceklerdi. Kıvırcık saçlı Miron bir yerlere gitti, üstü kapalı bir şeylerden sözetti, Kostya diye birini andı, ama hiçbiri telaşa kapılmadı.

358 Varya, bu grupta kendisini rahat hissediyordu. Suskun îka'nın, Levoçka'nm hoşuna gittiğini görüyordu ama restorana onu da, özellikle de Zoya ile götürüp götürmeyeceklerinden emin değildi. Zoya, başlarına ekşimişti, kendine hakim olamıyor, coşuyordu. Her zaman olduğu gibi de ondan kurtulmak istiyorlardı. Giriş kapısının yanında küçük bir masada . sakallı bir adam oturuyordu. Masanın üstünde zarflar, kalemler ve bir yazı vardı: «Grafolog D.M. Zuyev - tnsarov. El yazısından karakter tayini. Elli kapik.» — Epeydir karakterimi öğrenmek istiyordum, dedi Zoya. Başka isteyen var mı? Rina, şaşkınlıkla kaşını kaldırdı. Villi Long bir iç çekip elini salladı. — Ne yazık atlı karınca yok, olsaydı ne güzel eğlenirdik! Varya, arkadaşının kırdığı potu anladı: Bu grubun gözünde numaradan başka bir şey değildi. Zoya masaya yaklaşıp Varya'ya seslendi: — Varya, buraya gel! Zoya'nm yanına gitmezse restorana gitme şansı doğacaktı, yok eğer giderse onunla birlikte reddedilecekti. Yine de grafologun masasına doğru yürüdü. İmza defterine göz atmaya başladı: Maksim Gorki, Lunaçarski, ünlü aktörler... «Her şeyi öğrenen Yaron'dan Zuyev Insarov'a.» Zoya, zarfı yazıp grafologa uzattı ve Varya'ya da işaret etti. — Yaz! — İstemiyorum. Yalnızca, tramvay için sekiz kapiği vardı. Karakteri kim söyleyebilirdi ki, hele hele el yazısından. Hepsi saçma bunların! Ama Zoya, grafologa bir ruble vermişti. — Ben ve arkadaşım için. Varya zarfın üstünü yazdı. Gruba katıldılar... Hiç kimse, onların yeniden yanlarına gelişine dikkat bile etmedi. Herkes bir yere gidip geri gelebilirdi. 359 Yeniden ortaya çıkan Miron anlaşılmaz bir şeyler söyledi ve yine kayboldu.

Zoya, Volyalar'dan birisiyle çeneye dalınca Rina Varya' ya, — «Savoy»a gidiyoruz ama Zoya'sız. —¦ Onu ne yapacağım? Rina, bu senin işin, seni alıyoruz, onu istemiyoruz, nasıl istiyorsan öyle hallet gibisinden omuz silkti. Sanki hiçbir şey söylememiş gibi gülümseyerek öbür tarafa döndü. Birer birer ortadan kaybolmaya başladılar, sihirbazlar gibi hiç farkedilmeden... Gözünü açarsın hiç kimse yok. Zoya ve Varya yalnız kaldılar. — Tüydüler, diye Zoya ağlamaya başladı. — Arabayla gezdireceklerini mi sandın? diye sordu alayla. Ya da paytonla?. — Domuzlar. Rina da baş domuz. O yaptı! Çilli surat! Kalabalığın arasında yürümeye başladılar. Tiyatro ve îsfasman'm caz orkestrasının çaldığı salon ara vermişti. Sıkıcı iki tur attılar ve grubun toplandığı yerde îka'yı gördüler. — Kızlar, diye bağırdı îka. Sizi arıyorum. Hadi çabuk. — Nereye? diye sordu Varya. — «Savoy» a. Durakta bekledik, yoksunuz, öbürleri gitti, beni de sizin peşinize yolladılar. — Bize hiç kimse bir şey söylemedi, dedi Zoya. — Bilmiyorum. —tka açıklamak istemedi.— Belki de anlamadınız. Gidiyoruz çabuk! 16 Grup, büyük oval bir masada oturuyordu. Varya ve Zo-ya'mn gelişi hiç kimseyi etkilemedi. Madem geldiniz, oturun! Varya da îka'nm kendi isteğiyle mi, yoksa öbürlerinin isteğiyle mi onlar için döndüğünü anlayamadı. Masada, kıskançlıktan Buharalı kocası tarafından öldü360 rülen Alevtina adlı birinden sözediliyordu. Rina mahkemeye gitmişti. — Avukat Braude imdadına yetişti... Yargıçlar ağızlan açık dinlediler... «Nasyonal'in

döner kapısı kızlarımızı restoj ran yaşamının ahlaksız çevresine çekiyor.» 'I Döner kapının kızları restoran yaşamının ahlaksız çevrei sine nasıl çektiğini gösterircesine ellerini çevirdi. — Kadını öldürüyor ve topu topu iki yıl! diye şaşırdı Zoya. — Kültürel geri kalmışlık! Levoçka, eğri dişini göstererek gülümsedi. — Ana girişten ve döner kapıdan girmezsek çekilmiyor muyuz? — Bütün dünyada insanlar restoran ve kafelerde vakit geçiriyorlar, dedi Villi Long. Küçük Volya, dua eden müslümanlar gibi yüzünü eliyle kapatıp sallanarak mırıldandı: — Zavallı Alevtina, şanssız Alevtina, niçin kesti onu vahşi Buharalı. Bir tavuk gibi, bir piliç gibi. Büyük Volya şarkıya başladı: — «Kızarmış piliç, haşlanmış piliç, piliç de yaşamak ister.» — Döner kapı kaldırılsa yerine normal bir kapı yapılsa ahlaksız çevre ortadan kalkar mı? diye sordu Levoçka. Masaya gelen Miron otururken açıkladı: — Parti bitiyor, şimdi gelecek. Kapıya dönük oturan Villi, — Geliyor! dedi. Yirmi sekiz yaşlarında, kısa boylu, geniş omuzlu, küçük bıyıklı, pırıl pırıl ayakkabılı biri masalarına yaklaştı. Üstündeki güzel giysi biraz özensiz duruyordu ama kusursuz Le-voçka'dan daha çok yakışmıştı. Salonu, kendinden emin küçük adımlarla tanıdıklarına başıyla selam vererek ve onların yanıtlarına gülümseyerek geçti. Bu, Miron'un «Ermitaj»da sözünü ettiği ünlü bilardocu Kostya idi. Grup onu selamladı. Yavaş bakışlarla masaya göz gezdirdi. Bakışı tuhaf, sersemce ve aynı zamanda kuşkuluydu. Bu361

radakilerin hepsini avucunun içi gibi tanıyordu. Bakışı yalnızca tanımadığı Varya ve Zoya'ya takıldı. Varya'nın yanına oturdu. — Bir şey ısmarlamamışsınız, dedi. Nazik ve saygılı Levoçka, — Rina, Alevtina'dan sözediyordu, dedi. Mahkemeye gitmiş. Sözünü esirgemeyen îka kabaca düzeltti: — Seni bekledik! İka'ya dikkatle bakan Kostya, — Alevtina'ya yazık oldu, dedi. îyi kızdı. O herifle ilişkiden sakın dedim, ama dinlemedi. Yavaş yavaş ve net konuşuyordu. Rusya'nın güneyinde sözcükleri yayvan yayvan söyleyenler gibi. Gözleri koyu kestane, saçları altın rengiydi. Varya'ya döndü: — Kızlar, herhalde acıkmışsınızdır. — Ben yemeyeceğim, diye atıldı Zoya. — Ben yiyeceğim, dedi Rina. Çok açım, her şeyi yiyebilirim. — Hafif bir şeyler atıştırmak, dedi tka. Anlaşılan buradakilerden bir tek o Kostya'ya bağımlı değildi. Garson geldi. — Şimdilik sigara getir, dedi Kostya. — «Gerteegovina Flor?» — Evet. Konuşması gibi her şeyi kasten yavaş yapıyordu. Hepsinin bir şeyler atıştırmaya sabrı yoktu, bunu çok iyi biliyor ve yavaştan alıyordu. Tırnağıyla sigaranın kutusunu açtı ve masaya fırlattı. Yalnızca Varya'ya sordu: — îçiycr musunuz? Sesinden olumsuz yanıt beklediği anlaşılıyordu. Belli ki onun sigara içmesini istemiyordu. Ama Varya sigarayı aldı. — içmediğinizi düşünmüştüm.

362 — Ne hayal kırıklığı: Varya, gaddar bir yosma gibi gülümsedi. Kostya bakışlarını ondan kaydırdı ve yine sözcükleri uzatarak sordu: — Ne yiyip ne içeceğiz? Levoçka menüyü okumaya başladı ama o sözünü kesti. — Soslu salata. —Oturanları sayarak masaya göz attı.— îki şişe votka ve bir şişe şarap. Siyah mı, pembe mi? — Siyah daha iyi, dedi Rina. Kostya, Varya'ya döndü. — Ya Siz? — Farketmez. — O zaman, iki şişe votka, bir şarap, siyah. Sıcak olarak da fırında sazan. — Oo! diye bağırdı. Villi Long. — Kostya, bonkörlük etme! dedi Miron. — Ben ısmarlıyorum. Varya (yarı ciddi) sordu: — Doğum gününüz mü? — Evet. Doğum günü. Başka anlamda. Bu adam, doğrudan hedefe gidiyor. Bakışından söz etmeyecek. Varya, gerekirse karşı koyabilir. Şimdilik gerek yok, yalnızca züppelik yapıyor. Emekli olmuş haydut tipli biri yaklaştı. Kostya'ya eğilip kulağına bir şeyler söyledi. — Hayır, dedi Kostya. Bugünlük yeter! Tip ortadan kayboldu. Varya için beklenmedik, diğerleri için de fark edilmeyecek biçimde Kostya onun dizleri üstündeki çantayı aldı, içine bir tomar attı ve yavaşça, — Bugün oynamamak için, dedi. Varya şaşırdı. Oynamak isterse paraları alabilirdi. Yok oynamayacaksa paralar cebinde de durabilirdi, ilkel, züppece bir adım: Güvenini gösteriyor, onu da işe katıyordu. Herhalde hırsızlar da paraları saklamaları için yardakçılarına böyle gizlice veriyorlardı. Ama kendisinin paraları herkesin için-

363 de vermesi uygun olmazdı, onun gibi çaktırmadan vermeyi de beceremezdi. Paralar çantasında kaldı. Varya hoşnut değildi. Garson içkilerle mezeleri getirdi. Kostya, masa donatmayı seven ev sahibi gibi garsonun hareketlerini izliyordu. «Metropol» ve «Ermitaj»da gruplarına girip çıkanın sayısı belli değildi, herkes oradan oraya koşturup duruyordu. Burada ise uysalca oturuyorlardı. Varya daha önce düşündüğünün tersine bu grubun rastlantısal olmadığını, hepsinin Kostya' nın çevresinde toplandıklarını ve Kostya'nın grubu oldukla-, rım anladı. Yalnızca Miron, işleriyle ilgili olarak masadan kalkıyor ve dönüyordu, tka da bağımsızlığını göstererek yan masaya takılmıştı. Beyaz önlüklü, büyük beyaz başlıklı aşçı ağ içinde canlı balıkları getirdi. — Bu balığın adı ne? diye sordu Kostya Varya'ya. Parmağıyla kimsenin yanıtlamamasını istedi. — Sazan ısmarlamıştınız, herhalde odur. — Ama hangi sazan? Normal mi, aynalı mı? — Bilmiyorum. — Bu aynalı sazan. Sırtı yüksek ve keskindir, pulları da iridir. Normal sazanın sırtı geniş, pulları küçük olur. Anlaşıldı mı? — Anlaşıldı. Teşekkürler. Artık balık enstitüsüne girebilirim. Kostya, başıyla işaret edince aşçı gitti. — Amatör balıkçı mısınız? diye sordu Varya. — Hayır, babam da dedem de balıkçıydı. Kerç'te daha küçük bir çocukken denize giderdim. Masaya dönen îka, — Sazan ne zamandan beri deniz balığı oldu? diye sordu. Kostya, îka'ya hiddetle bakarak dudaklarını büzdü. — Denize sazan için gitmezdim. Taranga için çıkardım. Tarangayla Vobla arasındaki farkı biliyor musun? Bilmiyorsun? Müzisyenler geldi, git dans et! Sana sonra açıklarım. Varya, Levoçka'yla, îka'yla, Villi'yle dans etti. Kostya 364

dans etmedi, beceremiyordu. Bu, nedense şu anda Varya'ya eksiklik gibi gelmiyordu. Hattâ Kostya'yı diğerlerinden ayıran bir özellikti. Masada yalnız başına oturuyor, başını sadece ona bakmak ve gülümsemek için kaldırıyordu. Varya, onun hesabına üzülüyordu: Onun kesesinden eğleniliyor, sonra o yalnız başına bırakılıp dans etmeye gidiliyor. Bir sonraki dansa kalktıklarında Kostya, Varya'nın elinden tuttu. — Benimle oturun! Varya oturdu. — Çalışıyor musunuz? Okuyor musunuz? — Okul bitti, işe gireceğim. — Nereye? — Mimarlık bürosuna, okulda çizim dersleri gördüm. — Ya yüksek okul? — Şimdilik düşünmüyorum! — Neden? — Burs az. Bu yanıt sizi tatmin ediyor mu? Boş bir konuşma. — Siz de çizimci misiniz? — Çizimci? —Kostya gülümsedi.— Hayır, benim mesleğim başka. — Bilardo? Varya'nın sorusundaki alayı yakaladı, ona kötü kötü baktı, gözlerinde bir an öfke görünüp kayboldu. — Bilardo, meslek değildir. Bilginlerden birinin dediği gibi, bilardo sanattır. — Bense bilardonun oyun olduğunu düşünmüştüm. Varya, onu kızdırmak istiyordu. Daha fazla caka satmasın! — Mesleğim, tıbbi âletler, dedi Kostya ciddiyetle. La-ger, Kuars lambalar, dişçi âletleri ve diğerleri. Dişçi âletlerini seviyor musunuz? — Nefret ediyorum. — Ben de. Ben onları onarıyorum. Kendinden yeterince söz ettiğini varsayarak sordu :

365 — Rina'yı ne zamandır tanıyorsunuz? Eskiden beri mi? Gruba nasıl girdiğini öğrenmek istiyordu. — Hayır, bugün tanıştık. Zoya ile aynı yerde çalışıyor, ben de Zoya ile aynı apartmanda oturuyorum. — Aynı apartmanda? —Nedense şaşırmıştı.— Nerde? — Arbat'ta. — Arbat'ta? —Yine şaşırmıştı.— Annen ve babanla mı? — Annem de, babam da yok. öleli epey oluyor. Ablamla oturuyorum. İnanmamış gibi kıza baktı. Restoran kızlarının hepsi kendini farklı göstermek istiyordu, kimi başarılarıyla kimi de şanssızlıklarıyla. Her biri kendi yazgısına sahip olmak ister. On yedi yaşında hem öksüz, hem yetim, bu da bir yazgı. Ama karşısında restoran kızlarından biri oturmuyordu. — Benimkilerin hepsi yaşıyor. Annem, babam, dört erkek, üç kız kardeşim, dedem, ninem. — Hepsi Kerç'de mi? — Hayır, dağıldılar. Ama Moskova'da hiç kimsem yok. Hiçbir şeyim de. Hattâ oturacak yerim bile. — Nerede oturuyorsunuz? • . — Sokclniki'de ev tutacağım. Varya şaşırdı. — Bir sürü dostunuz var, size merkezde bir yer bulamıyorlar mı? Varya'mn aklına onu Sofya Aleksandrovna'nın yanına yerleştirmek geldi. Yakında birisine verecekti. Sofya Alek-sandrovna ile konuşmadan Kostya'ya söz vermek olmazdı, ama onun yakın arkadaşlarından olma arzusu güçlü çıktı. — Kesin olarak söz veremem, ama bizim apartmanda bir kadın var, ona sorarım. Boş bir odası var, belki size verir. Kostya, yeniden güvensizlikle baktı. Hayır, kız ciddi konuşuyordu. — Çok iyi olurdu, mükemmel bir şey olur! Bu kadının telefonu var mı? — Önce ben konuşmalıyım. Kostya güldü.

366 __ Beni yanlış anladınız, onu aramak istemiyorum. Te* lef on, işim dolayısıyla gerekli. — Var. Odadan boşuna söz etmişti. Belki de olmayacaktı. — Balıkçılıktan elektronik teknisyenliğine nasıl geçtiniz? —¦ Balıkçı... Deniz kıyısında yaşıyordum ve balıkçıydım. — Deniz kıyısına hiç gitmedim. Kostya şaşırdı: — Denizi hiç görmediniz mı? — Sadece filmlerde. Kostya, şimdi gözlerinin içine bakıyordu. — İstiyor musunuz? — Daha neler! Müzik sustu. Herkes yerine döndü. Kostya, kadehini kaldırdı. — Yeni dostlarımıza içmeyi öneriyorum: Varya ve Zo-ya'ya. Küçük Volya alaylı alaylı bağırdı: — Yaşasın! Bir şey için bu grupta kadeh kaldırmak mümkün değildi. Herkes yemiş içmişti. Masada düzensizlik hâkimdi. Birileri gelmiş, oturmuş ve çeneye dalmışlardı. Kostya'nın yanında gözlüklü, profesör yüzlü biri bitmişti. Avucundaki parayı sıkarak sordu: — Tek mi çift mi? Varya paranın renginden bunun onluk olduğunu anladı. —• Oynamıyorum, dedi Kostya. Sonra düşünüp ekledi: — Bekle... Varya, kendin için bir dilek dile. Diledin mi? — Diledim, dedi. — Şimdi söyleyin, tek mi çift mi?

— Çift. — Çift mi? diye sordu adam. — Çift! diye onayladı Kostya. Delikanlı onluğu masaya koydu. Ne görmüşlerdi? Kostya gülümseyerek parayı aldı ve Varya'ya, 367 — Ben parayı, siz dileğinizi kazandınız, dedi. Ne dilediniz? Aklına ilk geleni söyledi: — Beni işe alıp almayacaklarını. — Bunu dilemeseniz de olurdu. Hayal kırıklığına uğramıştı. — Bu nasıl bir oyun? diye sordu Varya. Kostya, onluğu düzeltti ve numarasını gösterdi: 341672. — Altı rakam var, siz çift dediniz: Dört, altı ve iki, toplamı on iki. Ona tekler kaldı: Üç, bir ve yedi, toplamı on bir. Sizinki daha fazla, siz kazandınız, onluk sizin. Eğer onunki fazla olsaydı bir onluk siz verecektiniz, anladınız mı? Varya gülümsedi. — Yüksek matematik değil. Kostya çocukça bir sevinçle ekledi: — En iyi tarafı, avucunu açınca kazanıp kaybettiğini hemen görüyorsun. — Bu karmaşık oyunun adı ne? — Demir. «Şimen döfer» değil, yalnızca «demir.» — «Savoy» usulü demir, dedi Varya. Kostya güldü. — Dinleyin. Duydun mu Leva? «Savoy» usulü demir. — «Savoy»u mu, «Savoya»yı mı kastettin? îka, restoran «Savoy» ile Savoya arasındaki farkı kendilerinden başka kimsenin bilmediğini anlatan gülümseme-siyle sormuştu. İka'nm Kostya ile alay etmesine kızan Varya, — Restoran «Savoy»u kastettim, dedi.

— Kuşkusuz, «Savoy» restoran, diye destekledi Kostya. Savoya'nın ne olduğunu bilememesine karşın aradaki farkı yakalayan Kostya, masadan biraz uzaklaşarak elini Varya'mn sandalyesine koydu ama Varya'ya yaslanmadı. İlkel yollarla onu ele geçirmeye çalışıyor. Küstah! Şimdilik kendine hâkim. Varya, onun bütün davranışlarını anlıyordu. Ama cnu incitmek istemiyordu. Ne de olsa, kendisi de diğerleri gibi onun cebinden eğleniyordu. Biraz da hoşuna gidiyordu, îyi ve içten. 368 Müzik yeniden başladı, herkes dansa kalktı. Kostya, yine onu durdurdu. — Gerçekten denize hiç gitmediniz mi? — Size söylemiştim. Kızın gözlerinin içine bakarak yavaş yavaş devam etti: — Trenle Sıvastopol'a, oradan da otobüsle Yalta'ya. Hazır paramız varken —çantayı gösterdi— yarın gidelim. Tren gündüz kalkıyor, gerekli şeyleri al, mayonu, deniz. elbisesini. Ama, onları orada da alabiliriz. Varya, ona şaşkınlıkla bakıyordu. Böyle bir şeyi teklif etmeye nasıl cüret ediyor? Ona umut mu vermişti? Nasıl? — Yıllık izninizi geçireceğiniz kimse yok mu? Varya, alay ve horlama ifade eden sözleri özellikle seçmişti. Kostya başını gururla kaldırmış ve tane tane eklemişti: — Benim yıllık iznim yoktur. Kendi kendime izin veririm, kimseye bağımlı değilim. Varya, bu adamda onu çeken şeyi anladı: Bağımsızdı ve bağımsızlığını bölüşmeyi öneriyordu. Kabul etmesinin neye mal olacağını da anladı. Ama bundan korkmuyordu: O, kumarbazdı, kazanmıştı ve taze bir kızla keyfini çıkarmak istiyordu. Yalnızca gezi önermediğini anlatmak istercesine, — Geri kalanları dönünce alırız, dedi. Varya düşünüyordu. — Sizinle nasıl gelirim, sizi hiç tanımıyorum, — îyi ya tanırsın. — Benimle niye «senli» konuşuyorsunuz, samimiyetimize kadeh kaldırmadık!

Kostya, şişeye uzandı. —¦ İçebiliriz. Varya kendi sözlerinin çirkinliğini anlayarak onu durdurdu, başka bir söz bulamadığından sordu: — Beni ne olarak görüyorsunuz? — Neysen öyle. Olduğun gibi. Güzel, temiz bir kız. İçtenlikle söylediği sözlerden sonra kızın elini tutu. Varya elini çekmedi. Çekingen çocukların yaptıkları gibi 369 ne elini sıkıyor, ne de parmaklarıyla oynuyordu. Elini öylece kızın elinin üstüne koymuştu. Bu da Varya'nm hoşuna gitmişti. Varya, bunun onun da hoşuna gittiğini gördü. Gürültülü salona sakin ve hoşgörüyle bakıyordu. Bağımsız, paralı biri, burada güvendiği tek kişiyle birlikte. Dünyada kahraman diye biri olmamasına karşın bu adam, öyle «uysalca» esas duruşta durmaz ve muhafızların yanında kendi valizini taşımaz... Varya'ya bakmadan dalgın dalgın, — Belki senin yanında ben de adam olurum, dedi ve somurtup yüzünü çevirdi. — îyi, geliyorum. 17 Şaşa, kolanı taktı ve yüklü, büyük sandalın akıntıya karşı rahatça gidişine şaşırdı. Okdan (burundaki yüksek sırık) geçirilen iple çekilen sandal, oynaşmadan (postacı Nil Lav-rentyeviç dalgalanmaya böyle diyordu) kıyıya paralel olarak gidiyordu. Irmağı kürek çekerek geçtiler. Küreğe oturan Boris'le Şaşa küreği ıskarmoza geçirmişler, olanca güçleriyle çekiyorlardı. Akıntı güçlüydü. Irmağın suyu öyle temiz ve berraktı ki küreklerin izlerinden bile dipteki küçük taşları görmek olasıydı. Suyun rengi havaya göre değişiyor, kâh madeni, kâh koyu mavi, kâh mavimsi yeşil bir renge bürünüyordu. — Canavar gibi gidiyoruz, dedi Nil Lavrentyeviç. Ee, çocuklar genç. Durgun yüzünün ince hatları göze çarpan Nil Lavrentyeviç Lena'da altın çıkarmış, Kolçak'a karşı partizanlarla savaşmış biriydi. Şimdi kolhozda çalışıyordu. Partizanlığı hakkında belli belirsiz konuşuyordu, açıkçası uyduruyordu. Ama altın arayıcılığı hakkında doğruyu anlatıyordu. Angaralılann bir geleneği vardı: Altm aramaya çift çift gitmek. Parmağında altın yüzükle dönersen altın buldun demek, o zaman evlen! Nil Lavrentyeviç de altm aramaya gitmiş, dönmüş, ev-

370 lenmiş ve çift çubuk sahibi olmuştu: Altı inek! Buralarda on ineğin bile olsa önemli değil. Daha önemlisi ırgat tutmamış, separator kiralamamış ve Tunguzlarla alış veriş yapmamıştı. Kışın ormanda ava çıkmış, altı yüz - yedi yüz sincap kürkü sağlamıştı. Şimdi sincaplar kuzeye göçmüşler ve samurlar onları iyice azaltmıştı. Kolhozda is bekliyor, çalış! Önceleri, ot biçimi sırasında elini sallar otururdun, o tür işlerin hepsi kadın işiydi. Ama şimdi, kolhozda erkek de kadın da aynıydı. Nil Lavrentyeviç'in gevezeliklerini dinleye dinleye kâh kıyıdan, kâh suyun içindeki kayaların üstünden gidiyorlardı. Gündüz güneş tam tepedeydi, yakıyordu; akşam üstü ormanın arkasına inmiş, ortalığı tayganın leylak rengi kaplamıştı. Bazen tek tük balıkçı sandalına rastlıyorlardı. Bazen de kıyıda ahşap bir restoran görünüyordu. Bazı yerlere atılmış ağlar ve oltalar, uzaklardan geçip giden yük sandalı, üstünde bir at; sonra yine ne insan, ne hayvan, ne kuş... Irmağın dar ve derin yerleri güçlü rüzgâr altındaki tayga gibi uğulduyor-du. Su, kayalara çarpıyor, burgaçlarda kaynıyor, güneş altında oynaşıyordu. Akıntının güçlü olduğu yerlerde herkes halatlara asılıyor, Nil Lavrentyeviç sandalda kalıp boyuna küreği idare ediyordu. Uzun bir eşarba bürünen hasta karısı da koluna giriyordu. Omuzu soyulmuş, ayakları yaralanmış Boris, — Volodya Kvaçadze sandalı çekmez, kendisini taşımalarını isterdi, dedi. — Kolan var ya onun için muhafız yok! dedi Şaşa. Goltyavino köyünde, kıyıda, sürgünler sandalı bekliyordu: Kısa boylu, yaşlı bir kadın —ünlü bir eser— yine kısa boylu, yaşlı, neşeli yüzlü bir adam —anarşist— ve olağanüstü güzel bir kadın: Frida. Yaşlı kadının adı, Mariya Fedarovna, adamın Anatoli Georgiyeviç idi. Posta iki aydır gelmiyordu. Nil Lavrentyeviç her birine bir yığın gazete, mektup ve dergi verdi. Frida'ya bir de koli vardı. 371 Anatoli Georgiyeviç neşeyle, — Üç gündür sabah akşam nöbet tutuyoruz, dedi. — Tasnif gecikti, Natoli Yegoriç, diye açıkladı Nü Lavrentyeviç. Dvorets'e posta şubesi açmaya gidiyoruz. Bu haber birden ortalığı canlandırdı: Dvorets köyünde posta şubesi açılırsa kış postası Tayşet yolundan daha çabuk gelecekti. Ayrıca yeni posta şubesinin kurulması idari birtakım değişiklikleri de beraberinde getirecekti. Belki de

Dvorets, yeni bölge merkezi olurdu. Bu da yeni bir yönetim, yeni bir baskı demekti ve bu baskı daha yakında olacaktı. — Eşyalarınızı alın, diye emir verdi Mariya Fedarovna: Yatacak yer ayarladım. — Sağolun, dedi Şaşa. Nil Lavrentyeviç, eve götürmek istiyordu. —¦ Yefrosinya Andrianovna'ya mı? Sandaldan posta çuvallarını indiren Nil Lavrentyeviç onayladı: — ¦Ona, — iyi, o zaman akşam otururuz, Frida sizi almaya gelir. Tamam mı Frida? Frida mektup okuyordu. — Frida, uyan! — Evet, evet! Kız mektubu zarfa sokup iri mavi gözlerini Mariya Fedo-rovna'ya kaldırdı. Siyah zülüfleri, ince belini saran buluzu-nun üstüne düşmüştü. — Onları alın, diye yineledi. Anatoli Georgiyeviç'de otururuz. — Evet, evet, diyen Anatoli Georgiyeviç dergiyi karıştırdı. — Yoldaşlar, sonra bol bol okursunuz, haydi gidiyoruz. Boris koliyi kaldırdı. — Sizin de eşyalarınız var, dedi Frida. — Daha neler! Boris usta bir hareketle koliyi omuzuna attı, eline de valizi aldı. Yorgunluğun eseri yoktu. Mariya Fedorovna öğüt verdi: 372 — Valizi şimdilik bırakın dönünce alırsınız. Şaşa, Nil Lavrentyeviç'in sandalı boşaltmasına yardım etti. Boris dönünce eşyalarını kıyıdaki eve taşıdılar. Ev sahibesi balığı temizleyip yemeği hazırlayana kadar dışarı çıktılar. — Eee! Boris soru dolu gözlerle Saşa'ya baktı. Şaşa, soruyu an-lamamazlıktan geldi.

— Sevimli, konuksever insanlar. — Evet. Bunlar Volodya'nın Çuna'daki dostları değil. Bunlar gerçek aydınlar, kime inanırsan inan, onlar için önemli değil. Onlar için önemli olan senin de onlar gibi sürgün olman. İnsan!.. Ya Frida'ya ne dersin? — Güzel kadın. — O sözcük yetersiz kalıyor. Peri! Deniz kızı! Şarkılar şarkısı! Bu, sürgünlerden, yağmalardan, yurtsuzluktan gelen bir şey. — Nasyonalist olduğunu bilmiyordum, diye güldü Şaşa. — Rus kadım nasyonalist değildir, Yahudi kadını ise nasyonalisttir. Tipten, soydan sözediyorum. Karım da Yahu-diydi, ama bu Frida'nın tırnağı olamaz. O duruş! Zarafet! Mükemmel! Eş, anne, ev kadını. — Yahudi koca konuşuyor. — Ne yani? — Sen de sürgünsün, o da. Sen Kejma bölgesinde, o Bo-guçanı bölgesinde. — Saçma! Evlenirsek birleştirirler. Şaşa, Boris'in hayalciliğine şaştı. — Belki de evlidir! — O zaman çok kötü. Tabaklarda balık, sos ve yabani mersin reçeli vardı. Nü Lavrentyeviç ve karısı kılçıkları masaya tükürüyorlardı. Şaşa buna alışmıştı. Zeki bir kadın olan ev sahibesi oğlundan dert yanıyor373 du: Kolhozda çalışmak istemiyor, armacılar Rusya'ya inşaata gitmek için kafasını çelmişler. — En esameli kesim; cimriler, dolaşırlar, çene çalarlar. Ev sahibesinin oğlu, su katılmamış bir çingene. Merakla Saşa'ya yan yan bakıyor, konuşmadan annesinin sitemlerini dinliyordu. Kadının çingeneye benzeyen kocası da peykede oturuyor, sigara içiyordu. Boris kapıya bakınıp duruyordu. Frida'yı bekliyordu. Ev sahibesi ise oğlundan dert yanmayı sürdürüyordu. — Geçen gün cebinde izmarit buldum, cebi delik, sigarayı saklıyor, yakacak her yerini. Niye durmuyor burada? tşe öyle çok yollamıyoruz. Yönetim isterse kızamazsm.

Oğul, Saşa'yla Boris'e yan yan bakarak susuyordu. Gevezenin biri olan kocası da susuyordu. Ev sahibesi ise hâlâ dert yanıyordu: Oğlan gidecek, kötü kişilerle yatıp kalkacak ve sonunda hapsi boylayacak. Frida içeri girdi, selam verdi ve konuşmayı bölmeden peykeye oturdu. Çizmeyle eski bir palto giymiş, eşarbını başına ve boynuna dolamıştı. Eşarbını çıkarmadı, onların yemeği bitirmesini bekledi. Boris kalktı, acele etmesini isteyen gözlerle Saşa'ya baktı. Ön köşede ikonlar ve Meryem Ana, öteki köşede ayna, dikiş kutusu, temiz havlu. Pencerenin önünde taşlar, mineral örnekleri, kutularda tohumlar, saksılarda fideler... — Anatoli Georgiyeviç, bizim tarım uzmanımız, jeologumuz, palecntoloğumuz, mineraloğumuzdur, dedi Mariya Fedorovna. Bir gün değerini anlayacaklarını düşünüyor. — Bölgenin değerini bilsinler yeter, dedi Anatoli Pet-roviç. Angara gibi zengin bir bölge dünyada yok. Kömür, maden, petrol, orman, kürk, bozulmamış su kaynaklan. Taş ve lav parçalarını, gümüşi katmanları görünen kırıntıları elinde çeviriyordu. Dinleyicilerinin ilgisinden memnundu. Böyle dinleyicileri yıl boyunca bir daha ya bulur, ya da bulamazdı. 374 \ — Şubat devriminden önce de Angara'da sürgündeydim, şimdi yine buradayım. O zamanlar bölge hakkında yazılarım basılmıştı, şimdi bunu düşünemiyorum bile. Yine de notlarımın işe yarayacağını umuyorum. Boris, Frida'ya yan gözle bakarak, — İkinci metalürji kompleksinin doğuya kaydırılması nedeniyle doğal kaynakların ortaya çıkarılması çok önemli. Kuzbas'dan sonra sanayi buraya kayacak. Zaman meselesi. Boris bunları bir yönetici, yerel gönüllüleri cesaretlendiren bir büyük adam gibi söylemişti. Zavallı Boris! Frida' nm karşısında önemli biri gibi görünmek istiyor, oysa önemliliği tamamen başka alanda. Mariya Fedorovna alaylı alaylı başını salladı. — Sanayileşme, beş yıllık plan sizin neyinize. Sizi, özgürlüğünüzden yoksun bıraktılar, bunu düşünün. Elli yıl sonra buraların nasıl olacağını tartışıyorsunuz... Ama aynı elli yıl sonra, bugün iyi yürekli olma hakkından yoksun bırakılan insanların neye döneceğini düşünüyor musunuz?

— Her şeye karşın gerçekler yadsınamaz, dedi Anatoli Georgiyeviç. Rusya'da sanayi devrimi yaşanıyor. Bu yaşlı adamın, Saşa'nm kafasındaki anarşist kavramıyla hiç ilgisi yoktu. — Niye burada oturuyorsunuz? Bırakın burayı ve akademi üyesi olun! dedi Mariya Fedorovna. — Hayır, farklı düşünceler olduğunu bilsinler. Farklı düşünceler olmadan düşünce de olmaz. Çalışmak da gerekli, insan çalışmadan yapamaz. —Saksıları gösterdi.— Bakın domates, karpuz yetiştiriyorum. — Domateslerin ardından ilk siz gideceksiniz buradan, dedi, Mariya Fedorovna. Domateslerle uğraşıyorsunuz, kol-hozcularm ise buğday sorununu çözmeleri gerek. Daha Rusya'da bu sorun çözülmemişken ömründe buğdayla uğraşmamış Angara'da bunu çözmeye uğraşıyorsunuz. Eskiden idare ederdi. Sürgünler köylülerle çalışıyor, ya da gönderilenlerle yaşıyorlardı. Onlarla uğraşan azdı. Şimdi kolhozlar var, yöneticiler var, yetkililer gelip gidiyor. Her yabancı sözcük aji375 tasyon olarak kabul ediliyor. Kolhozdaki her şeye bir suçlu buluyorlar. Suçlu işte burada, sürgün! Karşı devrimci! Yerel nüfusu öyle etkiliyor ki ne patates yetişiyor, ne balık tutuluyor ne inekler doğuruyor, ne de besleniyor. Bunların bütün suçlusu, sürgünler, örneğin, Frida'ya baptist diyorlar. Biri ona şöyle demişti: Babtist ajitasyonu bırakın! Böyle demişti değil mi? — Evet, diye gülümsedi Frida. — Ama bir şeye ulaştılar: —Mariya Fedorovna gülümsedi.— Köylü savaşmayacak! Ne uğruna savaşsın? önceleri, zenginlerin geri gelip toprağı almalarından korkuyorlardı. Şimdi toprak nasılsa ellerinden alındı, ne için savaşsın? — Bu, tartışma götürür, dedi Şaşa. Halkın, uğruna savaşacağı değerler vardır. — Siz savaşa gider misiniz? — Elbette. — Ne için savaşacaksınız? — Rusya için, Sovyet iktidarı için. — Ama sizi Sibirya'ya Sovyet iktidarı yolladı. — Ne yazık ki öyle. Yine de suçlu Sovyet iktidarı değil, ondan vicdansızca yararlananlar. — Kaç yaşındasınız? diye sordu Anatoli Georgiyoviç.

— Yirmi iki. — Gençsin, her şey ilerde. Mariya Fedorovna iç karartıcı biçimde sordu: — ilerde olan ne? Kaç yıl verdiler? — Üç yıl. Ya size? — Benim için süre yok. — Nasıl? — tşte öyle. Yirmi ikide başladım: Sürgün, hapis, politik tecrit; yine sürgün. İlerde yine ya hapis ya da politik tecrit. Şimdi, Kuzey'i kontraların adam edeceğini söylüyorlar. Bunu siz yapacaksınız. Bu burgaca girdiniz, çıkmak mümkün değildir, örneğin Frida, bıraksalar Filistin'e gidecek. — Filistin'e gitmeyi mi düşünüyorsunuz? diye sordu Şaşa şaşırarak. — Evet. 376 — Orada ne yapacaksınız? — Çalışacağım, toprağı işleyeceğim. — işlemeyi becerebilir misiniz? —• Biraz beceriyorum. Şaşa kızardı. Sorusunda bir düşmanlık seziliyordu, «işlemeyi becerebilir misiniz?» Oysa burada da çalışıyor ve onunla geçiniyor. Kabalığını örtmek için. — Rusya sizin için kötü mü? diye sordu uysalca. — Bana birisinin Yahudi demesini istemiyorum. Bunu sakince ama Saşa'mn düşüncelerinde direnen insanlarda gördüğü vazgeçilmez bir dirençle söylemişti. Boris, boşa umutlanıyor, onun dinine geçecek değil ya! Mariya Fedorovna da, Anatoli Georgiyeviç de değişik düşüncelerin kaçınılmaz sayıldığı kısa süren devrim sonrası döneminden kalmaydılar. Şimdi değişik düşünme, doğa dışı kabul ediliyor. Baulinler, Stolperler, Dyakovlar kendileri gibi düşünmeyen bu güçsüz, yaşlı insanları yargılama haklarından son derece eminler.

— Sizden bir ricam var, dedi Mariya Fedorovna. Kej-ma'da Yelizeveta Petrovna Samsanova'yı bulun ve bu zarfı ona verin. Benim gibi yaşlı biridir. Zarfı Saşa'ya uzattı. Almalı mıydı? İçinde ne vardı? Postayla niye yollamı-yor? Saşa'mn yüzündeki kararsızlık Mariya Fedorovna'mn gözünden kaçmadı. Zarfı açtı, içinde para vardı. — Yirmi ruble var, verin ve yaşadığımı söyleyin. Şaşa yeniden kızardı, — Olur, veririm. Yeniden ırmak boyunca yola koyuldular. Akıntının güçlü olduğu yerlerde yine zorlandılar, bir kıyıdan öbürüne kürek çekip durdular. Hava sıcaktı ama Nil Lavrentyeviç'in karısı sandalın kıçında eşarbı bağlı oturuyor, yerinden hiç kımıldamıyordu. 377 Uzaktan gelen bir uğultu duydular. Nil Lavrentyeviç kaygıyla açıkladı: «Mura'nın ağzı!» Dip kayaları sıklaşmış, akıntı güçlenmiş, uğultu gittikçe artan gürültüye dönmüş ve biraz sonra da iyice kudurmuştu. Irmağın ilerisi bulutlardan görünmüyordu. Suyun içinde kocaman kayalar vardı. Kayalara çarpan sular gürültüyle yarılıyordu. Gürültü, yüz topun çıkardığı gürültüye eş gibiydi. Mura ırmağı kayalık bir ağızdan kudurmuşçasına sol kıyıya dökülüyordu. Angara'ya döküldüğü yerde kayalar birer ok gibi sivrilmişti. Sandalı kıyıya çektiler. Eşyaları da indirip ağızdan yukarıya taşıdılar, sonra dönüp sandalı da oraya sürüklediler. Boris artık hiç yorulmuyor, tersine yavaş gittiklerini söylüyordu. Bir an önce Kejma'ya varıp yerleşmek ve Fri-da'yı yanına almak için işe başlamak istiyordu. Frida'nın kendisiyle evleneceğinden kuşkusu yoktu. — Ne sevgilisi, ne de kocası var. Çernigov yakınlarında bir annesi var. Yalnız ne yapacak? Kejma'da yaşarız, onu çalıştırmam. Eviyle uğraşsın. Sonra çocuğumuz olur, burada da çocuklar büyüyor. Sürgünlüğümüz bitince gideriz. Onu Moskova'da tiyatroda gece elbisesiyle düşünebiliyor musun? İyi bir eş bulmak için Angara'ya gelmek varmış. Sürgün üç yıl, eş bütün yaşam için. — Filistin'e gitmek istiyor. — Saçma! Geçer. Kendini kadın olarak hissetmemiş. Ailesi, evi, çocukları olacak, Filistin düşüncesinden eser kalmayacak.

Şaşa, Frida'nm güzel yüzündeki inatçı ifadeyi anımsadı ve Boris'in körlüğüne şaştı. — Tanrıya inandığını da iddia ediyor, diye sürdürdü Boris. Ciddi olduğunu mu sanıyorsunuz? Yehuda'ya ciddi olarak inanan çağdaş bir Yahudi gösterin bana! Yahudi için din, ulus olarak kalma biçimidir, asimilasyona karşı bir araçtır. Ama asimilasyon kaçınılmazdır. Dedem Yahudi kökenliydi, ben îbranice bilmem. Yahudi miyim? — Borya, onu yalnızca bir gece gördün. — Bir insanı tanımak için beş dakika yeterlidir. Seni 378 ilk gördüğümde kendi kendime «Onunla anlaşacağız!» dedim. Hata yapmamışım. Her cinsten adam gördüm. Gerçek bir kadın bulursam başka birisine hiç gereksinme duymam. Ev-leninceye kadar toy bir delikanlı olarak yaşadıysan ilk ete ğin peşine takılır, karını ve çocuklarını terkeder, yuvam yıkarsın. Bu mantıkta neler yoktu ki. Yalnızlık, bu unutulmuş yere düşmüş kadına merhamet... Ama bu yine de, zampara ve uçarı bir adamdan beklenmeyecek bir aşktı. Frida'dan söz-ederken yüzünü sevecenlik kaplıyordu. Merhum Kartsev'in oturacağı Çadobets'i ve başka bir köyü daha geçtiler. Nil Lavrentyeviç'in tanıdığı mı, akrabası mı olan birilerinde gecelediler. Şaşa ve Boris yemekten hemen sonra yattılar. Nü Lavrentyeviç ev sahibiyle uzun uzun oturdu. Şaşa uyku arasında kapının açılıp kapanmasını, içeri girip çıkanları ve erkek seslerini duyar gibi oluyordu. Sabahleyin, kızarmış balık kokusu ve fırının kapağının gürültüsüyle uyandılar. — iyi uyudunuz mu, bir şeyler ısırmadı ya? diye sordu ev sahibesi. — iyi, sağolun. Kahvaltıda pek oyalanmadılar, bir an önce yola koyulmak istiyorlardı. Sokaktan sesler gelmeye başlamıştı. — işe gidiyorlar, uluyorlar! Nü Lavrentyeviç kalktı: — Çok teşekkürler, dedi. Böyle bir gecelemeden sonra Nü Lavrentyeviç, sandalda gevezeliğe başlamıştı: — Bizim buralarda kolhoz ne olur ki? Toprak bereketsiz, donmuş, tayga toprağı. Ekin yetişmez, ancak karnını doyurursun. Devlete ne verebiliriz, hiçbir şey. Lena'da hayvanlar vardı, kovdular. Şimdi süt bulamazsın. Eskiden sürgünler ormanda çalışırlardı, şimdi onu da yapmıyoruz. Otuzlu yıllarda buraya gönderilen kulaklarca inşa edilen Kalinin köyünü geçtiler.

— Onları tam ocağın sonunda getirdiler, gücü yeripde 379 olanlar sekiz verst ötedeki en yakın köye, Koda'ya gittiler ve çocukları barındırmalarını istediler. Ama Kodalılar (Orda tek bir soydan gelenler yaşar, Rukosuyevler) korktu. Onların kulaklarını da halletmişler, uzak yakın herkesi sürmüşlerdi, îşte bu yüzden korktular. Adamlar yeniden orma: na döndüler ve barınabilecekleri mağaralar kazmaya başladılar. Ama toprak donmuştu, kazmak öyle kolay değildi. Üstüne üstlük bir de kar. Kimi öldü kimi yaşadı. Baharda ormanı ayıkladılar, temizlediler, sürdüler, ektiler. Çalışkan, becerikli kişilerdi. Şimdi de onlardan kalanlar var, domates yetiştiriyorlar. Eskiden bir tek Natoli Yegorıç domates yetiştirirdi. Bizimkiler bu politik sürgünle dalga geçerdi. Ama kulaklar ondan yararlandılar. îşte, onların devlete katkıları. Son tümceyi, devletin çıkarlarını bildiğini pekiştiren bir ifadeyle söylemişti: Kulakları yok etmenin gerekliliği ve domates yetiştirmenin yararları. Kurnazlık yapmadığı ve çocukları, ailesi olan bir insan olarak bu zorunlu göçmenlere acıdığı belli oluyordu. Neler olduğunu, neler olacağını, yerlerinden yurtlarından ne için koparıldıklan bilinmeyen bu Ukraynalı, Kubanlı köylülerin başına gelenin bir gün kendi başına da gelip gelmeyeceğini bilmiyordu. Bundan dolayı da şaşkınlık içindeydi. Şaşa, buradaki evlere benzemeyen yeni evlere bakıyordu. Beş duvarlı, sundurmak, duvar dipleri toprak setli geleneksel Rus evleri. Toprağından koparılan, tayga karına atılan ama Rus insanları tarafından burada yeniden yaratılan ve korunan Rusya'nın bir parçası! Şaşa, bu insanların şimdi nasıl olduklarını görmek istedi, ama insanlar işdeydi. Köy bomboş, sessiz ve sakindi. Irmak kıyısı ise Angara'daki bütün köyler gibi kayıklar, ağlar ve kürklerle doluydu. Herkes gibi yaşıyorlar... Kuşkusuz, yaşamayı becerenler. Yamaçta çocuklar koşuyorlardı. Çocuklar da karda don-mayıp yaşayabilenlerdi. Belki yenileri de doğmuştur. Yeniden dingin ırmak, mavimsi kayalar, uçsuz bucaksız tayga, mavi gökyüzündeki güneş. İnsanların refahı için ya380 ratılmış her şey. Sağ kıyıda, göçmenlerin yardım için gittikleri ve eli boş döndükleri Rukosuyevler'in köyü Koda. O da sakin, sessiz, insansız. 18 «iyi, geliyorum.» Bunu, restoranda müzik çalarken, pırıl pırıl kızlar yakışıklı çocuklarla dans ederken söylemek çok kolaydı. Bu, yeni ve bağımsız bir yaşamdı. Kostya'nııı kendisi de, Kırım'a gitme önerisi de bu yaşamın bir parçasıydı, bu nedenle dün akşam restorandan sonra Varya, Kost-ya'yla nereye olsa gidebilirdi.

Ama bugün, burada, ortak kullandıkları evde, renksiz odalarında her şey bambaşka görünüyor, gerçek değilmiş gibi geliyordu. Sanki olanlar bir yanılsamaydı. Vika'nın çevresinde yurt dışı gezileri, Kostya'nın çevresinde ise Kırım ya da Kafkas gezileri dillerden düşmüyordu. Evet, kim bu Kostya? Bilardocu, kumarbaz! Ne ilkel yollarla baştan çıkarmıştı: Çantasına paraları koymuş, pahalı yemekler ve şarap ısmarlamış, eli açık davranmıştı... Böyle kaç kız görmüştü? Kaçını Kırım yolculuğuyla kandırmıştı? Böyle bir ateşe atılmayacak! Bilardocunun teki onu aptal bir kız gibi eline geçiremeyecek! Kırım'dan sonra bırakırsa ya da Kırım'da terkederse, ister dönüş parası versin ister vermesin, insan içine nasıl çıkacak! Orada «Kendin dön!» deyip onu beş parasız bırakırsa ne yapardı? Nina'ya telgraf çek, para iste! Dün restoranda tanıştığı birisiyle bugün Kırım'a gittiğini duysa bunun darbesi yeter Nina'ya! Neden özellikle bugün gitmek gerekiyor? Bu acele niye? Söz verdiği gibi Sofya Aleksandrovna'yla konuşacak. Odayı verirken birbirlerini yakından tanırlar ve belki aralarında bir ilişki kurulurdu. Dün, restorandan çıktıktan sonra Kostya, Zoya ile onu taksiyle getirmiş ve ayrılırken, — Yarın evden çıkma, demişti. Telefonumu bekle, öğleden önce mutlak ararım. Saat on iki. Şimdi en iyisi gitmek. Ya Sofya Aleksand381 rovna'ya ya da Zoya'ya. Akşam ararsa «Öğleye kadar bekledim, aramadın» derim. Arayacak mıydı bakalım? Belki de kimle çene çaldığını bile unutmuştur, öyle birdenbire Kırım'a nasıl gider? işi bırakacak! Nasıl bilet bulacak? Görevliler için rezervasyon gerekli. Normal bilet almaya kalksa haftalarca bekler. Evde de sakince oturabilir. Kaçmak ayıp olur! Telefonu bekleyeceğine söz verdi ve sözünü tutacak. Hem arayıp aramayacağını öğrenmek ilginç olacak! Bakalım nasıl sıyrılacak? Saat yarımda Kostya aradı ve biletleri aldığını, trenin saat dörtte kalktığını, kendisini almaya geleceğini söyledi. Kostya'nın yumuşak ama emredici sesini duyan Varya sersemledi. Dün akşamki gibi yavaş yavaş, sözcükleri hafif uzatarak konuşuyordu. Varya hemen onun yüzünü, epey bir süre üstünden çekmediği tuhaf, delişmen ve aynı zamanda inanmayan gözlerini anımsadı. Arbat'ta oturduğuna şaşırmış, umduğunu dilemediği için hayal kırıklığına uğramıştı. Onun hesabına üzüldüğünü de anımsadı: Onun cebinden yiyip içiyorlar, sonra cnu tek başına bırakıyorlardı. «Belki senin yanında ben de adam olurum.» demişti. Bu itirafından sıkılarak hemen somurtmuştu. Onu nasıl aldatabilir, sözünü yutabilirdi? Boşuna söz vermişti, ama vermişti! Dili «Hayır» demeye varmıyordu. — Buraya gelmene gerek yok, Nikolski sokağında, köşeden ikinci evin önünde

beklerim. — İyi, ama gecikme, yoksa treni kaçırabiliriz. Varya, Nikolski'ye avludan geçmeye karar verdi. Ana yolda Ninka'ya rastlayabilirdi. Valiz almak gerekmedi. Neyi varsa yanındaydı. Fazladan bir elbise, külot, kombinezon, bir çift çorap, diş fırçası, sabun ve tarak çantasına sığmıştı. Valiz gerekmemesi iyi de olmuştu. Nikolski'ye açılan avlu yolu kapalıydı. Varya, geçtiğimiz günlerde bütün avlu yollarının kapatıldığını anımsadı. Arbat özel bir yol olmuştu. Ara sıra Stalin yazlığına gidiyordu. Nikolski'ye kadar normal 382 yoldan gitmek gerekti. Şansına kimseye rastlamadı. Rastla-sa bile eski okul çantasıyla yürüyordu, ne olacak! Nina'ya not bıraktı! «Arkadaşlarla Kırım'a gidiyorum, iki hafta sonra döneceğim. Canını sıkma. Varya.» Nikolski'ye döndüğünde taksiyi ve dün akşamki giysi-siyle Kostya'yı gördü. Uluslararası vagonda gidiyorlardı. Varya, ilk kez görüyordu. Şimdiki adı Miçurinsk olan Kozlov'a, teyzesinin yanma Nina'yla numaralıda gitmişlerdi. Dörder kişilik kompartımanlara bölünmüş vagonlar olduğunu duymuştu, ama iki kişilik, ayrı lavabolu kompartımanları duymamıştı, tşte, böyle bir kompartımanda gidiyor. Her şey kadife ve bronz. Kapı kolları bile bronzdu. Koridor halı kaplı, perdeler kadife, masada güzel abajurlu bir lamba. Üniformalı kondüktör masif tabaklarla çay dağıtıyor. Saygılı ve nazik, özellikle de Kost-ya'ya karşı. Varya'nm anladığına göre bu vagonda önemli kişiler yolculuk ediyordu: Komşu kompartımanda apoletlerinde dört kare olan —yüksek bir rütbe— bir asker vardı. Bir kompartıman ötede de kocasıyla birlikte yaşlı güzel bir kadın. Galiba artist. Varya, onu bir filmde gördüğünü sandı, öteki kompartımanlarda da belki Halk Komiserleri ya da asker giysili —yetkili kişilerin standart giysisi— Halk Komiser yardımcıları yolculuk ediyorlardı. Ama hem kondüktör, hem şarap ve meze getiren garson, hem yemek için restorana gidecekleri yazan görevli, hem de yemekli vagondaki büfeci Kostya'ya özel bir nezaketle davranıyorlardı. Duruşunda, davranışlarında bu insanları, Kostya'ya öteki yolculardan farklı davranışa zorunlu bırakan bir şeyler vardı. Önceleri Kostya'nm kaba laubaliliği Varya'yı kızdırıyordu: Hizmet eden herkese «sen» diye konuşuyordu. Ama onlar Kostya'yı kendilerinden görüyorlar, ona gücenmiyorlar, şakalarına gülüyorlar, isteklerini görünen bir memnuniyetle yerine getiriyorlardı. Kostya, garsonların gayretkeşliğini başarının doruğunda bulunan ve bu başarının insanları ken383

dine çektiğini bilen biri gibi lütufkâr bir gülümseyişle karşılıyordu. Neşeli ve dostça davranıyordu. Kostya'nm ne rütbesi, ne görevi, ne de ünü vardı. Zaten onlara gereksinim de duymuyordu. Bağımsız, riski seven ve diğerlerinin elde edemediklerini elde eden biri. Haziranda denizin kaynadığı bir zamanda trenin hareket günü, hem de yalnızca ünlü kişilerin gittiği uluslararası vagonda kim bilet bulabilirdi? Kostya bulmuştu. Varya onun, bilet değerinin iki, hattâ üç katını verdiğini göz önünde bulunduruyordu. Epeyce bahşiş bırakıyor, paranın üstünü almıyor, böylece başarısını insanlarla paylaşıyordu. Varya'ya sanki kırk yıllık dost gibi davranıyordu. İkisinin aynı kompartımanda gitmelerinin de şaşılacak yönü yoktu. Sanki Varya hakkında her şeyi biliyormuş gibi hiçbir şey sormuyor, sanki kendi hakkında her şeyi anlatmış gibi kendinden sözetmiyordu. Geçtikleri yerleri anlatıyordu. Buralardan ilk kez geçmediği belli oluyordu. Hiç yılışmıyordu. Bir kez olsun kucaklamaya, öpmeye ve işe başlamaya yeltenmemişti. Yalnızca koridorda pencereden dışarıyı seyrederlerken elini onun omuzuna atmıştı. Bu da çok doğaldı: Genç bir çift koridorda duruyor; delikanlı, genç eşinin omuzuna elini atmış. Vagonda herkes onlara genç evlilermiş gibi davranıyor, gülümsüyor, hattâ onları seviyordu, özellikle deVar-ya'yı. Varya genç karısını herkesin sevmesinin Kostya'nm hoşuna gittiğini gördü. Yalnızca, gece ne olacağı düşüncesi ıstırap veriyordu. Kuşkusuz Kostya, Varya'mn onunla gelmeye razı olduğundan dolayı o işe de razı olduğundan emindi. Erkekler genellikle bir kızı tiyatro ya da sinemaya ya da dansa davet ettiklerinde o işe de hakları olduğunu sanıyorlar ve o işe izin vermeyince güceniyor, kızıyorlardı. Kostya ise onu Kırım'a götürüyor. Aynı otel odasında yatacaklar, onu besleyecek, yedirip içirecek... Hayır, böyle bir sözleşme işine gelmiyor. Varya ne sırnaşmış, ne de zorlamıştı. Kırım'a onun için gidiyordu, o istemiş Varya da kabul etmişti. Başka hiçbir şeye söz vermemişti. Kırım'da genç ve güzel bir kızla gezmek hoşuna gidiyorsa, ona bu zevki verecekti. 384 Dışarda hava kararmıştı. Kostya gözlerine bakmış gü-lümsemişti. — Her şey- yolunda mı? — Yolunda. Gecenin yaklaşmasıyla gittikçe daha da çekingenleşme-sine karşın öyle yanıtlamıştı. Âşık olsaydı ve aşktan başı dönseydi iş başkaydı. Ama başı dönmüyordu, döneceği de belli değildi. Herkesin hoşuna gittiği gibi Varya'mn da Kostya'nm yamanlığı hoşuna gidiyordu, ama ölçülü olmaya alışmıştı. Kostya doğru dürüst ye-tiş-me-miş-ti, o başka bir dünyadandı. Ama Varya sokakta büyümesine karşın yine de iyi yetişmişti. Arkadaşları da öyleydi. Levoçka, îka, Rina, Büyük Volya, Küçük Volya. Hepsi aydın çocuklar ama onlann başı olmasına karşın Kostya aydın değildi. Hepsi

ona, onlarda olmayan ve Kostya'da bol bol bulunan şey uğruna yanaşıyorlardı: Para. Kostya da çevresine bu çocukları alıyordu, çünkü kendisinde olmayan bir şey de onlarda vardı: Aydın olma! Kuşkusuz o halk çocuğuydu, taşralıydı, karakteri öyleydi ve onu böyle kabul etmek olasıydı. Ama bütün bunlar Varya'mn pek işine gelmiyordu. Onun bağımsızlığı işine geliyordu. Ama o da bağımsız olabilirdi, yeter ki kendi yaşamını kazansın. Hattâ karısı olarak bile. Ama onun karısı olmayı istiyor muydu? Bunu kendisi de bilmiyordu. Evlilik hakkında hiç konuşmamışlardı. O zaman metresi mi olacak? Ama âşıklar birbirini sever. Yani kapatma? Hayır, kapatma olmaya niyeti yok. Kendi kendine bir şey söylemese de kanıtlarının sağlam olmadığını anlıyordu. Olması gereken olacaktı. Nazlanmak, komikleşmek demekti. 19 Dvorets köyünde sandalcı ve suskun karısından ayrıldılar. Nil Lavrentyeviç postaneye koştu, görevliyle döndü, sandaldan torbaları indirdi, uğraştı, tartıştı, Saşa'yla Boris'e 385 hiç bakmadı bile. Sürgünleri götürmesi söylenmiş o da getirmişti. — Daireye uğrayalım mı? dedi Boris. — Niye? — Kejma'ya yollarlar. — Onlar olmadan da hallederiz. Emir elimizde. — Tatsızlık yapabilirler, niye uğramadınız, niye imzalatmadınız? Böyle ufak tefek şeylerle onları kızdırmamak gerek. Şaşa gitmek istemiyordu. Gereksiz bir görüşme gereksiz yere hor görülme demekti. Bir an önce işlemlere başlama isteğine kapılan Boris yalnızca Frida'yı düşünüyordu. Dvo-rets'in merkez olacağını duymuştu, ilerde Frida'nın onunla ya da onun Frida'yla birleşmelerine yardım edebilecek birtakım ilişkiler, birtakım dostluklar kurmak istiyordu. Hülya-cı! — Yarın bakarız. — îyi, eşyaların yanında kal, ben ev arayayım. Güneş bulutların arkasına kaymıştı. Irmaktan soğuk bir rüzgâr esiyordu. Şaşa, paltosunu omuzuna atıp valizi taşıdı. Keder yüreğini sıkıştırıyordu. Niye gitmek istemiyordu? Kvaçadze olsa gider, isterdi. Boris de istiyor, işini yürütmek istiyor, bu onun hakki, işte o gitmemiş ve gitmeyecekti.

Yolda bir hafta boyunca muhafızsız, biraz olsun özgürlüğü hissetmişti, özgürlük bitecek miydi? Burada, dünyanın sonunda, bu daha vahşice ve daha tersti. Hayır, gitmeyecek. İllüzyon olsun! Kendini kandırma olsun! Az sonra dönen Boris neşeyle, — Şimdi seni imparatorluktan kalma biriyle tanıştıracağım, dedi. Ekselansların aşçısı! Kinyaz Yusupov'a ve Grigo-ri Rasputin'e hizmet etmiş olağanüstü bir herif! Saşa'yı götürdüğü evde, haki renkli kaftan ve konçları kesik çizmelerine soktuğu seyrek dokunmuş bir pantolon, giymiş, kırmızı burunlu bir yaşlı bir adam oturuyordu. Hafif şişkin, sinek kaydı traşlı pürüzsüzdü. Alabros saçları, kentli olduğunu gösteriyordu. 386 — Tanışın, dedi heyecanla Boris. Anton Semyonoviç! Ekselans imparatorun aşçı basısı! — O zaman büyük aşçı! diyen Şaşa ilgiyle yaşlı adama baktı. O da yarı kapalı kirpiklerinin arasından dikkatle Saşa'ya baktı. — Anton Semyonoviç'i Moskova'dan çağırmışlar. Elçileri ve elçilik görevlilerini yedirip içirecek. «De-volay» köftesi, «Provansal» sos... Moskova'da aşçı tanıdıklarım var. Kuşkusuz, sizin büyüklüğünüzde değiller. «Grande Otel»de Ivan Kuzmiç var, tanıyor musunuz? — Pek çıkaramadım. Anton Semyonoviç kayıtsızca yanıtlamıştı. Her Ivan Kuz-miç'i anımsayamam, ama her İvan Kuzmiç beni mutlaka tanır, demek istiyordu. — Çok iyi aşçı. Kuşkusuz elinin altında bir şeyler varsa. Albert Karloviç? — Tanıyorum, dedi kısaca. Boris, ortak bir tamdık bulmuş olmanın mutluluğuyla, — Becerikli, usta biri, dedi. — Ne olacak ki... Birinci, ikinci ve üçüncü yemek, işte hepsi bu. — Ben de ondan sözediyorum ya, malzeme varsa. Kimin için yaptığın da önemlidir. O zaman bifstrogonof bir hayal dünyasıdır... — Bifstrogonofu da yapmayı bilmek gerek. — Ne zaman gidiyorsunuz? ¦— Ne zaman bırakırlarsa. — Hani tahliye emri elinizdeydi?

— Burada çalışıyorum, onlar da yemek istiyor ve işi uzatıyorlar. Ev sahibesi balığı temizledi ve tavaya attı. Başıyla ocağı gösteren Boris, — Bunu sizin hazırladığınızı düşünüyorum da! dedi. Anton Semyonoviç gururla susuyordu. — Moskova'ya döndüğümüzde bize de yemek pişirirsiniz artık! 387 Anton Semyonöviç Boris'e yan yan baktı ve bir sarhoşun inatçılığıyla, — Para olursa şimdi de olur, dedi. Parayı alınca yerinden zar zor doğruldu ve dışarı çıktı. — Alkolik! dedi Şaşa. — Hayır, insana susamış. Anton Semyonöviç bir şişe ispirtoyla döndü. — Gerekli olan var, Hemen hemen hiçbir şey yemeden içiyordu. Çabucak sarhoş oldu. Boynu kızarmış, yüzünü öfke bürümüştü. Senin paranla içiyor ve sana küfrediyor. Boris bunu farketmemişti, tanıdığı Moskovalı aşçı ve baş garsonları sayı£ duruyordu. — Niye buradasınız? diye sordu Şaşa. Anton Semyonöviç, böyle kolayca kendilerini aptal yerine koyduklan için tüm yüreğiyle nefret ettiği bu Moskovalı aptalları, bu rastlantısal masa arkadaşlarını cehennemin dibine yollamaya hazırlanarak gözlerini ağır ağır Saşa'ya kaldırdı. Ama Moskovalı bir aptalın nazik bakışları yerine ona alayla bakan, her şeyi anlayan ve her saldırıyı rahatça savuşturacak bir Moskova sokağı hınzırının bakışlarıyla karşılaşmıştı. Gözlerini ondan kaçıran Anton Semyonöviç, zorlukla nefes alarak anlatmaya başladı: —¦ Bölge merkezinde lokantada çalışıyordum. Menüye «Tembel usulü işçi» yazdım. Savcı tutturdu: «Niye tembel usulü?» öncülerle dalga geçmek! Bin dokuz yüz otuzun yemek kitabını gösteriyorum. «Tembel usulü işçi.» Tamam mı? Hayır, uyduruyorsun! Kitabı da bir muhalif yazmış. Saşa'nın burada duyduklarının en saçması buydu.

— Tanrıya şükür, her şey bitti, dedi. Boris acıyarak. İşiniz bitti, eve dönüyorsunuz. Anton Semyonöviç, Boris'e nefretle baktı. — Eve? Nerdeymiş bu ev? Berdiçev'de^ mi? Al sana! Boris'e bir ders: Her kuşkulu adama kim olduğunu bilmeden hemen yapışma! 388 — Çek git buradan, dedi Şaşa. Senin ananın... — Hayır! Boris ayağa kalkıp kapının çengelini taktı. Anton Semyonöviç telaşla mırıldandı: — Ne oluyor, çocuklar? Ben şaka yaptım. — Son kez yaptın, alçak! diye gülümsedi Şaşa. Boris, Anton Semyonoviç'in üstüne çullandı ve başın! masaya yapıştırdı. — Çocuklar, bırakın! — Borya, benim de hakkım var, bana da bırak! Beyaz gözlü bu şişkin surat ona iğrenç geliyordu. Leş! Onlarla dalga geçeceğini sandı! Rezil! Serseri! Sürgün yoldaşı! Arkadaş! İğrenç bir sahne, ama onları yaşamın dibine batırmışlardı ve böyle ayak takımına başka türlü davranılmazdı. — Özür dile, rezil! — özür dilerim, diye hırıldadı Anton Semyonöviç. — Simdi git ananın... Boris, onu kapıdan sürükleyerek dışarı attı. Yorgunca eşiğe oturdu. — İşte sana ekselanslarının aşçı basısı! diye güldü Şaşa. — Frida böyle insanların arasında yaşamak zorunda, dedi Boris. Ertesi gün o tarafa giden bir sandal buldular. Koopera-tifçi, kendileriyle birlikte halat çekerlerse onları alabileceğini söylemişti. Kejma'ya kadar yetmiş kilometreydi. Engel çıkmazsa iki gün sonra oradaydılar. Bu büyük başarıydı.

Eşyalarını kıyıdaki tıklım tıklım yüklenmiş sandala getirdiler. Bu sandalı çekeceklerdi. Çadır bezinden yağmurluk, bataklık çizmeleri gibi kasıklara kadar uzanan geyik derisinden çizmeler giyen iri suratlı, neşeli bir delikanlı olan koope-ratifçi sandalın yanında bir şeylerle uğraşıyordu. — Yola hemen çıkıyor muyuz? diye sordu Boris. — Belgeleri onaylatıp gideriz. Saşa'yı bir yana çeken Boris, yeniden başladı: 389 — Biliyor musun, Şaşa, yine de bir uğramak gerek. Sandal bulduğumuzu, eşyalarımızı yerleştirdiğimizi ve haber vermeye geldiğimizi söyleriz. Yoksa Kejma'da tatsızlık olacak. Bu it oğlu it, ekselanslarının aşçısı, burada olduğumuzu çoktan yetiştirmiştir. — Senin bileceğin iş, dedi Şaşa soğukça. Gidebilirsin, ben gitmiyorum. Benim burada olduğumu da söyleme. Bana verilen emir Kejma'ya gitmem yolunda, ben de gideceğim. — Nasıl istersen, —Boris omuz silkti.— Yine de gideceğim. İçindeki çalışkanlık şeytanı ayaklanmıştı. Frida ile evlenme düşüncesi, onu ele geçirmişti. Hata yapmaktan korkarak bu düşünceye boyun eğiyordu. Boris, ne yarım saat, ne de bir saat sonra döndü. Koope-ratifçi belgeleri onaylatmaya gitti, döndü. Boris hâlâ yoktu. — Git, yoldaşını ara, dedi kooperatifçi. Zaman yok, onsuz gideriz. Şaşa ne yapacağını bilmiyordu. Boris'i bırakamazdı, daireye gitmeyi de istemiyordu, hem artık geçmişti. Niye hemen gelmedin, diye soracaklardı. — Biraz daha bekleyelim. Sonunda Boris geldi ve hiç konuşmadan valizini sandaldan indirdi. Şaşa, ne olduğunu tahmin etmeye çalışarak sordu: — Ne oldu? — Rojkova'dan yolluyorlar. Rojkova, sol kıyıda küçücük bir köydü. Dün, Nil Lav-rentyeviç ile geçmişlerdi. — Bölge yetkilisi olmadan nasıl yaparlar? — Yer belirleme hakları var.

— Boş ver, gidelim. — Belgeleri aldılar. Boris'in sesi titriyordu. — Dert etme, dedi Şaşa. Rojkova'ya git. Kejma'ya da Kansk'a başka yere yollamaları için yaz. Hem orada çalışabileceğin yer de yok. Kejma'ya gidince ben de söylerim. Boris elini salladı. 390 — Her şey bitti. Aptalın tekiyim! Aptal! Şaşa, Boris'e acıdı. Ondan ayrılmak zor olacaktı: îyi yoldaş, neşeli, bezdirmeyen bir yol arkadaşı. Kucaklaşıp öpüştüler. Bcris'in gözlerinde yaşlar parladı. Şaşa sandala bindi. Sandalcı, sandalı kıyıdan itti, bordayı kurtarınca kendi de atladı. Bir süre kürek çekerek gittiler. Şaşa, Boris'in kederli görünümünü anımsadı. Onların ardından bakmış, sonra valizini alıp yamaca tırmanmaya başlamıştı. 20 Şaşa, ıssız ırmakta bir başına geleceğine doğru gidiyordu, îyi ya da kötü herkes bir yere yerleşmişti. O ise, onu neyin beklediğini, nereye yollayacaklarını bilmiyordu. Volodya* yi, tvaşkin'i, köylerde rastladığı sürgünleri bir daha hiç göremeyecekti. Aynı bölgede olmalarına karşın belki Boris'i de bir daha göremeyecekti. Bir acı yüreğine oturdu, yolunun yüzlerce kilometresini birlikte yürüdüğü insanları yitirmişti. Sandalın kıçında, sert, başçavuş suratlı, konuşmayı pek sevmeyen kırk yaşlarındaki sandalcı oturuyordu. Saşa'yla kooperatifçi sırayla kolana geçiyorlardı. Halata ise ikisi birden asılıyordu. Kooperatifçinin adı Fedya'ydı. Eski bir Kızıl Orduluydu. Kejma yakınlarındaki Mozgova köyündeki dükkânda tezgâhtardı. Kendine köy mağaza müdürü diyordu. Krasnoyarsk' daki bir kursa yazılmış. Kışın gitmeyi planlıyordu. Fedya, köy tezgâhtarının rolünü devletin politikasını köyde sürdüren bir kişi olarak komik bir önemle anlatıyordu. Akıllı, her şeyi anlayan, neşeli, herkese aynı davranan, hiç kimseden kuşkulanmayan, hiç kimseye ön yargılı davranmayan yeni köy ak-tivisti tipi. Saşa'nın sürgün olmasının onun için bir önemi yoktu. Sürgünler hep vardı, şimdi de var; onlar da diğerleri gibi insan. Ama şu an asker olsa ve Saşa'yı öldürmesi 391 emredilse hiç düşünmeden öldürürdü. Çünkü dünya böyle kurulmuştu.

Fedya, Saşa'ya Moskova'yı, hangi sokakta oturduğunu, başka hangi sokaklar olduğunu, annesinin ve babasının ne işle uğraştıklarını, Kremlin'e hiç gidip gitmediğini, Stalin yoldaşı ve diğer yöneticileri görüp görmediğini, mağazalardaki fiyatları soruyordu. Söylenen her şeye şaşıyordu. Moskova, hayal gücünün son durağıydı. Saşa'ya da şaşıyordu, doğma büyüme Moskovalı! Yerel yöneticiler için çıkarılan «Lüks» sigarasından sunuyordu. Bazan sürgünlerin buraya getirdiği ve Angara'da hayli popüler olan «UnutulmuşTerkedilmiş» şarkısını söylüyordu. Güzel söylüyordu: «Bilirim, benim mezarıma kimse gelmez/ Yalnızca ilk baharda bir bülbül gelir öter/Şakır ve gider/ Yalnız mezarım eskisi gibi tek başına kalır!» Fedya, altın aramaya çıkmamıştı, artık böyle gelenekler yoktu. Askerden önce iki ay Profesör Kulik'in araştırma ekibinde çalışmış, Tunguz meteorunu aramışlar ama bulamamışlardı. Herhalde toprağa gömülmüştü. Aynı yerde ortaya çıkan göl, bataklığa dönüşmüştü. Sinekler ısırırsa kurtuluş yoktu. Herkes kaçmış. Fedya da kaçmıştı. Yirmi altıda askere almışlar, aynı yıl okul açılmış, o zamana kadar okul yokmuş. Delikanlıların içinde tek okuma yazma bilen Fed-ya'ymış. Fabrikada çalışan babası öğretmiş. Babası Tunguz-larla ticaret yapıyormuş. Fedya Tunguzları iyi niyetle anlatıyordu. — Okumamış, vahşi bir halk ama çalma huyları yoktur. Rus adlarını Petruşka, Ivaşka, Pavluşka, Kornilka... diye söylerler. Dildeki kurallara hiç aldırış etmezler. «Az az seyretmek», «Unumu versene», «îki ekmek sat» derler... Tütünü severler, hem erkekler hem kadınlar iyi içki içerler, erkek ne giyiyorsa kadın da onu giyer. Çocukları saç örgülerinden ayırt edebilirsin, tek örgülüyse erkek, çift örgülüy-se kız. Boncuk düşkünüdürler, hem kürklerine, hem de ka-masinlerine dikerler. Tunguzca «Kumaş» geyik ya da mus derisinden yapılan çoraptır. Aynı deriden yaptıkları çizmelere de «kamasin» di392 yorlar. Bu sözcükle kızılderililerin makoseni arasındaki benzerlik Saşa'yı şaşırttı. Tunguzlarla Kuzey Amerika yerlilerinin aynı soydan olduklarını savını pekiştiren bir olgu. Buraya araştırma yapmak, yerel lehçeleri saptamak ya da jeologlarla bitmez tükenmez kaynakları çıkarmak için gelmek gerek. Oysa ona ıssız bir köyde, hiçbir yere gitmeden, hiç kimseye yararı dokunmadan üç yıl yaşamak düşmüştü. Niye onun başına gelmişti? Kendisi de suçlu değil miydi? Krivoruçko hakkında konuşsaydı şimdi özgürdü. Oysa konuşmamış, bunu ahlaksızlık olarak görmüştü. Peki ahlak nedir? Lenin, proletaryanın çıkarına olan her şey ahlakidir, demişti. Ama proletarya insan, proleter ahlakı da insan ahlakı demekti. Oysa çocukl^jakSralT^îraiaM«k-4nsaR6İ-d£ğildi,

dolayısıyla ahlaksızlıktı. Kendi yaşamını, başkasının yaşamîr. feda ederek kurtarmak da ahlak dışıydı. Son geceleme Zarmka—kflyiinrip KftyfSgşa için sürpriz bir ad taşıyan —Turgenyev— ada üstünde kurulmuştu. Adanın uzunluğu yirmi iki kilometreydi. Bir ucunda Aleş-kino köydü, öteki ucunda da Zaimka vardı. Saşa'yı götürdükleri ev, oldukça genişti. Eve, tahtalarla bir eklenti yapılmıştı. Ev sahibesi, iri ve heybetli biriydi. Gençliğinde güzel olduğu hemen belli oluyordu. Beli bükülmüş ihtiyar kocası ve kemerli burunlu, gür kaşlı, esmer, Kafkas tipli iki oğlu, onların eş ve çocukları... Büyük oğlan kırk, küçük ise otuz yaşlarında gösteriyordu. — Peder Vasili şimdi gelir, dedi ev sahibesi. Onunla yersiniz. Kumral sakallı, ikonalardaki azizlerin yüzü gibi güzel yüzlü bir adam geldi. Üstünde yağmurluk, çizme ve cüppe vardı. Ev sahibesi masaya kurutulmuş balık, yumurta ve süt koydu. Peder Vasili, bir yandan yiyor, bir yandan da Şaşa' ya nereden geldiğini, nereye gittiğini, nerde doğduğunu, annesinin ve babasının ne yaptığını soruyordu. Kendisinin de sürgün olduğunu söyledi. Saşa'yı niye sürdüklerini sormadı, kendisi de anlatmadı. 393 ¦ Yemekten sonra, Peder Vasili'nin yatağıyla bir masanın bulunduğu küçük odaya geçtiler. Kilise kokusu yayılıyordu. — Soyunun, ayaklarınızı yıkayın, rahatlarsınız. Peder Vasili, sıcak su, leğen, sabun ve havlu getirdi. Şaşa, başını sıcak suya eğdi, yorgunluktan kurtulmanın verdiği o güzel duyguyla anlık bir güçsüzlük duydu. — Hamamı da yakabiliriz, ama hamam ırmak kıyısında. Dönerken üşütürsün, önünde daha yol var. — Böyle de çok güzel, sağolun. — Buralarda hamam vardır, sizin Moskova'da banyodur herhalde. — Evet, banyo. — Benim oralarda da hamam vardır, yakar ve yıkanırsın. Burada insanlar daha temizlik düşkünü. — Nerelisiniz? — Ryazan ilinin Korablinski yöresinden, duydunuz mu? — Ryazan'ı biliyorum ama Korablinski'yi hayır. Peder Vasili gülümseyerek

anlatmaya başladı... — Bizim oralar güneydedir, elma yetişir. Burada ne elma, ne de armut göreceksiniz, onları özleyeceksiniz. Keçi yemişi, kırmızı yaban mersini yemişi. îşte bütün yemişler, haa bir de frenk üzümü ve bataklık yemişi. Meyve hiç yok. Şaşa ayak parmaklarını sıcak suda zevkle ovalayarak, — Meyvesiz yaşamak gerekecek, dedi. — Sabunla, sabunla ovun. Verin bana! Peder Vasili sabunla lifi aldı. — Olur mu, olur mu, ben yaparım! Ama Peder Vasili lifi ıslatmış, sabunlamış ve Saşa'nın ayağını ovmaya başlamıştı. Şaşa ayaklarını kurtarmaya çalışarak karşı çıktı: — Yapmayın! Olmaz: Bir yandan ayağını çekmeye çalışıyor, öte yandan da suyun dökülmesinden korkuyordu. Peder Vasili yumuşak bir sesle konuşuyor ve ovuyordu. — önemli değil, önemli değil. Sizin için zor ama benini için daha kolay. — Hayır, hayır, sağolun. 394 Sonunda lifi almıştı. — îyi, yıkayın!! Peder Vasili elini kuruladı. — Burada ne yapıyorsunuz? — Çalışıyorum, ev işlerine yardım ediyorum, yedirip içi-riyorlar, sağolsunlar. insanlar çok iyi, içten. Onlara iyi davranırsanız, onlar da bunun altında kalmazlar. Sürgünleri buradan alacaklar galiba. — Neden? — Kolhoz yüzünden. Özel iş yok, çalışacak yer de. Koî-hoz, sürgünleri çalıştırmıyor. Buraya yerleştirilen eski kulakların kolhozu var, oraya da almıyorlar. — Ev sahiplerinin oğulları çok tuhaf, çerkezlere benziyorlar.

Peder Vasili gülümsedi. — Ev sahibesi gençliğinde günah işlemiş. Evlerinde genç ve yakışıklı Kafkaslı bir sürgün kalırmış. Sonuçta günah işlenmiş. — Anlaşılan bir sefer olmamış, üç çocukları var, çünkü. — Dokuz yıl kalmış adam, sonra da gitmiş. Çocuklar kalmış. Kocası onları kendi çocuğu, çocuklar da onu öz babaları sayıyor. Ezelden beri buraya sürgün yollamışlar, halk karışmış. Durumları iyi, örneğin beni de himayelerine aldılar. İnançları yok, buralarda gerçek bir inanç hiç olmamış. Sibirya, kendi vicdanına sahip kılıyor insanı. — Dini tören yapıyor musunuz? — Kilise kapalı... Sadece konuşuyor, teselli ediyorsun. Şaşa ayaklarını kuruladı, çoraplarına uzandı, — Yatın, dinlenin, dedi Peder Vasili. — Leğeni götürürüm, nereye döküleceğini bilmezsiniz. Elinde bezle döndü, yeri sildi ve kazanı götürdü. Yine döndü ve yatağı açtı. — Yatın. — Nasıl? Ya siz? — Ben yatacak yer bulurum, kendi evimdeyim. Yatın. — Hayır, ben yere yatarım. — Yer soğuk, üşütürsünüz. Sobanın dibinde yatarım. 395 — Ben de orada yatmayı seviyorum. — Ev sahipleri yattı, onları uyandırırsınız. Ben sessiz sessiz yatarım. Saşa'yı yumuşakça ikna etmişti, ama yumuşaklığında görevini yapmasına hiçbir şeyin engel olamayacağı bir insanın direnci vardı. Görev, elinde ne varsa başkasına vermek. Onun, sıcak su leğeni ve sert yatağından başka bir şeyi yoktu. Şaşa yatağa girdi, çarşafın soğukluğunu duyumsadı. Uzun süreden beri ilk kez yatak takımlarıyla yatıyordu. Uzun süredir üstüne sıcak bir battaniye örtmemişti. Duvara döner dönmez uykuya daldı. Uykusu hapisanede iyice hafiflemişti. Sabah duyduğu hışırtı onu uyandırdı. Bu, üstüne kürkünü örterek yere yatmış Peder Vasili'nin kalkarken çıkardığı

gürültüydü. — Şuna bakın, dedi Şaşa. Bir de sobanın yanında yatacağını söylemişti. — Oraya baktım ama yer yoktu, dedi neşeyle Peder Vasili. Burada da rahatım iyiydi, iyi uyudum. — Yatağınızı buradan her geçene vermemelisiniz; onlar çok, siz ise teksiniz. Duvarda asılı duran cep aynasında saçlarını tarayan Peder Vasili itiraz etti: — Nerde çok? Üç aydır kimse gelmedi, öyle her gün yolcu gelip geçmiyor, gelenleri de evlere sırayla yerleştiriyorlar. Yılda bir ya da iki kez bize sıra geliyor. Bu yatakta her gün yatıyorum, benim için pek özel değeri yok. Ama sizin için öyle değil, dinleniyorsunuz. Yatın, daha zaman var. Peder Vasili dışarı çıktı. Şaşa diğer yanına döndü ve uyudu. Onu yine Peder Vasili uyandırdı: Dönmüş, kirli çizmelerini çıkarmış, ev cüppesini giymişti. — îşte şimdi kalkın, yıkanın, kahvaltı yapacağız. Kahvaltıda yağda yumurta ve çay vardı. Herkes işe gitmişti. Yalnızca yaşlı ev sahibesi ocağın yanında bir şeylerle uğraşıyordu. — Kaç yaşındasınız? diye sordu Peder Vasili. 396 — Yirmi iki. Ya siz? — Ben? —Peder Vasili gülümsedi.— Yirmi yedi. — Kaç yıl yediniz? Peder Vasili yeniden gülümsedi. — Az, üç yıl. ikisi geçti. Memleket çekiyor, ama gitmek de zor, ne de olsa alıştım. — Siz de kalın, diye araya girdi, yaşlı kadın. Evlenin. Nereye gideceksiniz? Rusya'da tanrıya hizmet etmenize izin vermezler. — Tanrıya her yerde hizmet edilebilir, dedi Peder Vasili. Saşa'ya döndü: — İlk zamanlar sıkılacaksınız ama sonra alışırsınız. Ruhunuzu yitirmeyin, yüreğiniz kin bağlamasın, kötünün ardından her zaman iyi, daha iyisi gelir.

Aleksandr Dumas'da şunları okuduğumu hatırlıyorum: «Sıkıntılar, yazgımızın ipine dizilmiş teşbih taneleridir, bilge kişi onları sakin sakin çeker.» Büyük yazar... Macera romanları yazmış, ama ne güzel, ne bilgece ifade etmiş. Camı tıklatıp Saşa'yı çağırdılar. — Borcum ne kadar? — Hiç borcunuz yok, dedi yaşlı kadın. Peder Vasili, Saşa'nın koluna dokundu. — Onu gücendirmeyin. Saşa'yı geçirdi, valizini koymasına yardım etti. Sandalcı halatı çözdü, sandalı iteledi ve küreğinin başına geçti. Fed-ya kolanı omuzuna geçirdi, sandalı gözetleyerek halatı biraz gerdi. Sandalın doğru gittiğine emin olarak, — Kör karanlıkta gidiyoruz, dedi. Şaşa, Peder Vasili'ye elini uzattı. — Hoşça kalın. Her şey için teşekkürler. Fedya neşeyle bağırdı: — Yallah! Eğilip kolanı gerdiren Şaşa ileri atıldı. — Tanrı sizi korusun! dedi Peder Vasili. 397 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 1 Saşa'nın sürgün yeri Angara'nın yukarısında Kejma'dan on iki kilometre uzaklıktaki Mozgova köyü olarak belirlendi. îyi bir ev buldu. Ev yeterince büyüktü. Dul ev sahibesi, iki oğlu ve nikâhsız yaşadığı biri. Adam Angara'dan değildi. Askerliğe buraya gelmiş ve kalmıştı. Zamanında oğulları annelerinin bu adamla evlenmesine ve mirasa bir ortak daha çıkmasına karşı çıkmışlar. Derken bütün mal mülk kolhoza geçmiş. O zaman bu asker iyice sarhoş olmuş, eski kini ayaklanmış, karmakarışık ak saçlarıyla köyde oraya buraya koşu]? durmuş ve üvey oğullarını öldüreceğini söylemiş. Ama üvey oğulları onu yakalayıp sarhoşluğu geçene kadar kilere kapatmışlar. Küçük oğlan Vasili, uzun boylu ve yakışıklıydı. Büyük bir olasılıkla köydeki bütün kızlarla yatmıştır. Ne de olsa burada ahlak anlayışı çok farklıydı. Eve sabaha karşı geliyordu, bazan da hiç gelmiyordu. Şaşa, onu hemen hemen hiç görmüyordu, gördüğünde ise Vasili, konuşmadan ona gü-lümsüyordu. Konuşkan değildi ama arkadaş canlısıydı. Büyük oğlan Timofey, kızlarla ilgilenmez, akşamlan sokağa çıkmaz, yalnızca evde

yatardı. Hiç sormadan Saşa'nın odasına girer, eşyalarına göz gezdirirdi: Bu ne işe yarıyor? Ya bu? Güvensizce bakar ve susardı. Teklifsizliği güvendiriyordu ama Şaşa, Timofey'in bütün sorularını sabırla yanıtlı399 yordu. Halk! önünde her Rus aydını gibi Saşa'nm da suçluluk duyduğu büyük, güçlü ama cahil! Bir seferinde Şaşa, Timofey'le adaya ot biçmeye gitti. Ot biçmeyi bilmiyordu ama denemek istedi. Şaşa kürek çekiyor, Timofey de sandalı yönetiyordu. Sandalda iki tırpan, biley taşı ve sineğe karşı maskeler vardı. Timofey'in at kılından ve Saşa'nın Soloveyçik'in öğüdüyle Kansk'dan satın aldığı ipekten maskeleri, Saşa'nın maskesine bakarak, — Siz, şehirlilerin her şeyi var, dedi Timofey. Biz, köylülerin ise hiçbir şeyi. Oysa sırtımızda taşıyoruz sizi. Timofey, artı değer teorisini ilkel bir biçimde ifade etmişti: Maddi değerleri Timofey ve onun gibi köylüler yaratıyor, Şaşa ve onun gibiler hiçbir şey üretmiyorlar. Akıntının onları sürüklememesi için olanca gücüyle küreklere asılan Şaşa böyle düşünüyordu. — Sizi tepemize yolluyorlar, sonra da kanımızı içiyorsunuz. Şaşa, yanıt vermedi, Ne diyebilirdi ki? Timofey bir şeyler kavramak isteseydi... Ama hiç de böyle bir isteği yoktu. Karşısında hiçbir şeye hakkı olmayan bir sürgün vardı, dalga geçebilirdi. — Ürktün mü? Korkuyor musun? —Timofey gülümsedi.— Seni orakla biçip ırmağa atarım. Kimse bulamaz. Kimse de bana hesap soramaz. Muhalifsiniz siz Troçkistler! Sizi kim arayacak! Cehenneme kadar! Şaşa kıyıya yanaştı, suya indi, sandalı kıyıya çekti. Şaşa sandalı iyice çekip demir atmcaya ve karaya çıkıncaya kadar Timofey yerinden kımıldamadı, ona yardım etmedi, yalnızca pis pis güldü. — Beni niye öldürmedin?. — Gülüyor musun? Şimdi gerçekten öldürürüm! diye tehdit etti Timofey. — Boşuna... — Niye ki? — Çünkü şimdi ben seni öldüreceğim. Timofey bir adım geri çekildi. — Hadi, hadi bırak oyun oynamayı!

400 Dünyanın bir ucunda boş bir ada. İçerlerde bir yerlerde ot biçiyorlar. Sinekler vızıldıyor, öbek öbek uçuşuyor, çevrede başka ses yok. Dünya yok, insanlık yok, yalnızca ikisi. Habil ile Kabil! Bir ara gergin bakışlarını Saşa'dan ayırmayan Timofey geri geri çekildi, dönüp sandaldaki tırpanlara atıldı. Şaşa onu yakalayıp sırtına yumruğu indirdi. Timofey suya yığıldı, kalktı. Döner dönmez suratına bir yumruk daha yedi. Yeniden suya düştü, sürünerek kıyıya çıktı. Hayır, Timofey'i öldürmeyecek, bir pislik yüzünden başım belaya sokmayacak! Timofey doğruldu, kıyıya uzanıp korku dolu gözlerle Saşa'ya baktı. ît suratlı! Keder... Keder... Şaşa, sandala yürüdü, tırpanları, bileği taşını ve maskesini kutuya atıp köye doğru kürek çekmeye başladı. Akşam yemeğinden sonra evden ayrılacağını söyledi. — Bizde rahat değil misin? diye sordu asker. Timoşka" ya dersini verdin, iyi yaptın. Herkesi tehdit eden rezilin teki, kimseden de özür dilemeyen alçağın biri. Sana da helal olsun! Vaska'yla git, bütün kızlar onun avucunda, — Öğretmen ona bakıp duruyor, diye güldü Vasili. Timofey konuşmuyor, kimseye bakmıyordu. Ev rahattı. Ama birinin öç alma tehlikesi altında yaşamak hem hoş değildi, hem de onun durumunda riskliydi. Sabahleyin eşyalarını yeni eve taşıdı. Taşındığı evde mutfaktan başka bir oda daha vardı. Şaşa' ya onu verdiler. Ev sahipleri, iki ihtiyar, öncekilerden yoksuldular ama fena beslemiyorlardı. Kolhozda pek çalışmıyorlardı, hemen hemen bütün gün evdeydiler, aralarında hiç tartışmazlardı. Kadın hafifçe yana yatmış gibi yürüyen kısa boylu kocasına «yamuğum» diyordu. Ev sessizdi: Yaşlı kadın sobayı ustalıkla yakar, kocası da avluda baltayla fazla gürültü etmeden bir şeyler onarırdı. Odanın yeni yıkanmış tabanı güzel güzel kokardı. Zamanla aşınmış duvarda Lenin ve Kalinin'in portreleri, onların hemen yanında da «Niva»dan 401 kesilmiş atlı arabadaki çar ailesinin fotoğrafı asılıydı. Bazan yaşlı adam sabah çıkar, eve akşam üstü dönerdi. Kolhozda ne yaptığı sorusuna, — Ne dedilerse onu yaptım, diye yanıt verirdi.

Kolhoz burada resmi bir kavramdı. Kolektifleşme öteki bölgelerden daha geç başlamıştı. Stalin'in «Başarıdan Baş Dönmesi» makalesinden sonra kolhozlar yeniden canlanmış ve bir buçuk-iki yıl gecikmeyle yeniden oluşturulmaya başlanmıştı. Kısa gelişme dönemi, ailelerin beslenmesine yetecek kadar buğday yetiştirmeye yetmişti. Ama bu buğdayı toplamak, kızakla altı yüz kilometre taşımak ya da Angara'nın burgaç ve akıntısına karşı koyarak götürmek olası değildi. Herkesin on kadar da hayvanı vardı, köy başına toplam iki bin baş, bin kadar da at. Hayvanları kolektifleştirdiler ve bakmaları için evlerinden alınıp buraya sürülen kulaklara verdiler. Kış çok çetin geçince hayvanların yarısı telef oldu. Hayvanları yine eski sahiplerine verdiler, kolhozun malı olarak. Peki, sütü kime satacaklardı? Ne mandra ne de yağ fabrikası vardı! Kejma'ya yerel yönetim için götürmek olmazdı. Gözleri önünde yok olan hayvanlardan elde ediyorlardı onu. Geriye bir tek şey kalıyordu: Av. Tunguzlara, Vanarava'ya giden yol Mozgova'dan geçiyordu. Kolektifleşmeden önce sincapları «Kürk Tedarik»e, kooperatife satıyorlardı. Şimdi kolhoz kanalıyla satarlarsa, kolhoz kürkün değerinin yansına el koyuyordu. Bu durumda ne yaparsın? Avcılar kürkleri saklıyor, Tunguzlara satıyorlardı. Paranın da tümünü alıyorlardı. Ancak iki yıl sonra yöneticiler uyandılar: Kürk sayısında azalma vardı. Oysa kürk döviz demekti! Komisyon yolladılar, araştırdılar, ve sonunda karar verdiler: Avcılar çiftçiliğe yönelmiş. Bütün suç çiftçilikte. Devletin çiftçilikten hiçbir kârı yoktu. Bunun üzerine bölge, tarım yerine kürk üreticisi olarak ilan edildi. Buğday, öteki tarım bölgelerinden, Tunguzlara nasıl iletiliyorsa öyle sağlanacaktı. Şimdi kolhozcular kürkleri Tunguzlara ekmek karşılığı satıyorlardı. Toprağı ekmeleri yasaklanmıştı. Buğday da gönderilmemiş, unutulmuştu. Sincapların kuzeye kaçtıkları402 nı, onlara ancak üç haftada ulaşılabildiğini, yeni yerlerde kışlak kurmak gerektiğini ve bu kışlakların Tunguzlar tarafından yıkıldığını söyleyerek yönetimin gözünde kendilerini temize çıkarıyorlardı. Aslında Tunguzlarla hiç olmadığı kadar iyiydi aralan. Kürkleri ekmekten çok ispirto almak için veriyorlardı. Tunguzlar için her şey vardı. İçecekleri de. Devlete yılda yüz bin kadar sincap kürkü veren, hay-vanlan Irkutsk'a süren, ekmek, süt ve balıkla kendini besleyen bu ıssız Sibirya köyü, avlanmayı azaltmış, buğday ekmeyi bırakmış, sürülerini on kat eksiltmiş ve öteki Angara köyleriyle birlikte kendisinin yiyecek ekmeği olmayan Altay-lı köylünün sırtına binmişti. Angara her şeye karşın otuzlu yıllann başlarında açlık çekmedi. Uzaklık, terkedilmişlik ve özünde doğaya dayanan yöre ekonomisiydi bunun nedeni. Irmak herkesi doyuruyordu. İstemediğin kadar balık vardı. Ormansa yemiş ve mantar-lanyla besliyordu. Kolhozun sayılsa bile hayvan besliyorlardı. Ev hayvanları, domuzlar ve kolektifleştirilmeyen yünü için bakılan koyunlar... En önemlisi üretim planı yoktu. Kürkten başka üretim de yoktu. Zaten kürk hedefleri de yıl geçtikçe küçülüyordu. Nerdeyse bölge ne tarım, ne de kürk üreticisi olmuştu. Sonunda bölgeye süt üreticiliği görevi verildi. Kejma'daki kolhozun, artık

duyuramadıkları yerel yönetime günlük taze süt sağlaması istendi. Mozgova, düzenli olarak gönderiyordu. Zaten pek zor olmuyordu, çünkü iki bin hayvandan ancak iki yüzü sağ kalmıştı. Bir arabaya on bidon süt koyup yolluyorlardı. Şaşa köye ulaştığında biraz olsun parası kalmıştı. Ev sahibesine yemek dahil yirmi ruble verilmişti. Bazan bir kap kaymak getiriyordu. İşi separatörü onarmaktı. Geçen yüz yıldan kalma İsveç malı «Alfa s» separatörü-nü sökmek de, temizlemek de çok zordu. Saşa'nın separatörle tanışıklığı üç yıl öncesine, enstitüdeyken staja gittikleri köye dayanıyordu. Separator, sürülen kulaklardan kalmış, kimse eline almamıştı. Gruptaki teknisyen separatörü sökmüş, temizlemiş ve takmıştı. Şaşa da o zaman meraktan denemişti. Şimdi bu deneme işine yaramıştı. Makina eskiydi, dingil 403 yayı yıpranmıştı, somun zar zor tutuyordu, yeni yay yapacak hiçbir şey yoktu. — Başkana söyleyin, separatörü Kejma'ya götürsün. Orada yeni bir yay taksınlar, yoksa tamamen bozulur. Ya başkana söylememişler ya da separatörü götürmeye zaman bulamamışlardı. Separator, evli kadınların kulübü gibiydi. Separatöre gelmek, sıra gelinceye kadar bir saat çene çalmak, evden uzaklaşmak demekti. Sıkıntılı yaşamlarında ufak bir aydınlık! Her şey kadınların omuzundaydı: Tarla, bahçe, ırmak, mal, ev. Gerçek Angaralı erkek, işten ve özellikle ev işlerinden nefret eden avcı ve serseri demekti. Soloveyçik haklıydı: Burada yirmi yaşında kadın yük katırı, otuzunda ise lagar beygiriydi. On üçünden on altısına kadar, yani evleninceye kadar en iyi zamanıydı. Genç kız, yetişkinler kadar çalışmasına karşın özgürdü, geceleri kendisinindi. Sokak! önde iki sıra halinde kızlar şarkı söyleyerek yürür, arkalarından da yine iki sıra halinde armonikalanyla delikanlılar onları izlerdi. Böylece köyün bitimine kadar yürürler ve geri dönerlerdi. Hava kararınca çift çift ot yığınlarına, samanlıklara dağılırlardı. Kocanın, karısının başına kaktığı tek ana konu, genç kızlığında da bir halta yaramadığıydı. Beklenenin tersine, Timofey'le arasında geçenler Şaşa' nın prestijini artırmıştı: Sürgün buralı birini dövmekten hiç korkmamıştı. Çarlık döneminden beri sürgünlere hırsızlık, sarhoşluk ve hırgür için hep göz yumulmuştu. Bu işlere bulaşmayan sürgünler de vardı. Fedya'nm anlattığına göre bu sürgün Moskova'nın içindendi, hiçbir şeyden korkmuyordu, çünkü bütün yolları biliyordu. Fedya, herkesin kullanmadığı sözcükleri eğitiminin ağırlığını vurgulamak için özellikle seçerdi. Fedya sayesinde Mozgova'ya düşmüştü. Uykulu, tembel Boguçam yetkilisinden sonra Kejma yetkilisi Alferov çok zayıf ve çok hareketliydi. Saşa'ya inceler gibi baktı ve kesik kesik sordu:

— Neyle geldiniz? — Mozgovalı kooperatifçiyle. 404 — O gitti mi? — Hayır. — O halde onunla Mozgova'ya gidin. Anlaşılan böyle daha az uğraşacağına karar vermişti. Şaşa da memnun olmuştu: Kejma'dan on iki kilometre uzakta yaşayacaktı ve şöyle böyle bir tanıdığı vardı. Fedya akşam üstü gelip onu dışarı çağırdı. Sokakta kütüklerin üstünde gösterişsiz bir dul olan Lariska ve Fedya'nm şişko, iyi yürekli kız kardeşi Marusya oturuyordu. Fedya, Lariska'nın yanına çöktü ve Saşa'ya: — Kardeşimin yanına otur, dedi. Marusya, Saşa'ya baktı ve al, bak omuzlarım yumuşak, memelerim iri ve sıcak, ısınırsın dercesine kışkırtıcı biçimde gülümsedi. Yine de biraz öteye oturdu. Bir şeyler engel olmuştu. Boguçanlı Lukeşka'da canlı, taze, yeni yetmelere özgü bir şeyler vardı. Kız, Katya'yı anımsatan saf bir utanmazlıkla oynamıştı onunla. Bu şişkoyla ne konuşacağını bilmiyordu. Hoş, konuşmasına da gerek yoktu, doğrudan samanlıkta... Sokakta şarkılar ve armonika sesleri duyuluyordu. Öğretmen Zida oradan geçti: Nurzida Gazizovna, Tatar, 25-26 yaşlarında. Burda ona Zida, Zinka diyorlardı, öğrencileri ise Zinayda Yegarovna! Şaşa ve yeni tanıdıklarının oturduğu yerden yavaş yavaş geçerken onlara baktı. Sevecenlikle gülümseyen Marusya, Saşa'ya — Sana asılıyor, dedi. — Niye bana? — Sana baktı. İstersen çağırayım? Marusya'nın bu içtenliği Saşa'nın hoşuna gitti: Beni istemiyorsan, başkasını al, istersen ben bulurum. Sade ve hiç gücenmeden. — Gerek yok, dedi Şaşa. — Niye beğenmedin?

— Çok zayıf, dedi Fedya Saşa'nın yerine. — Elbiseleri şehirden, pantolonu ipek, dedi Lariska. — Ama pantolonun altı yine de kötü. Kalktı ve yürüdü. 405 — Gidelim Lariska, çörekler soğuyacak. — örtüye sardım, soğumazlar. Avluda Lariska, — Siz samanlığa çıkın, dedi. Tahta merdivenden samanlığa çıktılar. Her taraf ot kokuyordu. Ay pırıl pırıl, gece aydınlıktı. Marusya'nın yuvarlak yüzü parlıyordu. Şaşa onun bekleyen bakışlarını hissetti, solumasını duydu. Fedya tavan arasında bir şeyler arıyordu, elindeki şişe pırıldadı, kadehler birbirine çarptı. Şaşa, o geceyi hayal meyal anımsıyordu. Lariska ve Ma-rusya az içiyorlardı. Şaşa, Fedya'dan geri kalmamak için yarım bardak ispirto içmişti. Boğazı yanmıştı. Su içmiş, ve kurutulmuş balık yemişti. Sonra ukalalığa başlamış, Moskova' da nasıl içtiklerini göstermeye kalkmıştı. Bana mısın demeden yazgısından kurtulmaya çalışarak içiyordu. Biraz daha ispirto istedi. Fedya, şişeyi kaldırıp kalmadığım gösterdi. Sonra kusmaya başlamıştı. Samanlıkta değil, gübre kokan toprağın üstünde. Fedya ve Marusya'nın beyaz yüzleri ona eğilmişti, ağzına tası sokmaya çalışıyorlar, kuyudan su çekiyorlardı. Şaşa kalkmış, yürümeye çalışmış ama yine yıkılmıştı. Yine uzun süre içi çıkana kadar küsmüştü. Bir yerlerden havlayan köpeklerin sesleri duyuluyordu. Onu eve taşıdılar. Ev sahiplerini uyandırmak ve rezil olmak istememiş, eve pencereden girmişti. Sabahleyin ev sahiplerinin işe gittiklerini duydu ama uyuyormuş gibi yaptı ve gerçekten de uyudu. Uyandığında evde kimse yoktu. Kalkıp hoş bir serinlik yayan bodruma indi, bir tas kaymak alıp çıktı. Mutfağa girdi, havluya sanlı ekmekten bir parça koparıp kaymağa batıra batıra yedi. Hafiflemişti, akşama kadar yattı. Akşam yemeğinde ev sahipleri hiçbir şey sormadılar. Şaşa, onların her şeyi bildiğinden emindi. Ertesi sabah daha iyidi, ama morali sıfırdı. Fedya, Lariska ve Marusya ile karşılaşmaktan korkarak, onların alaylı bakışlarından ezileceğini düşünerek dışarı çıkmak iste406 miyordu. Böyle bir şeyi nasıl yaptığını anlamıyordu. içkiyi kaçırdığı olmuştu, ama boş yere övünmesi ve yalancı pehlivanlık yapması ilk kez oluyordu. Ne ki sigarası bitmişti, dükkâna gitmesi gerekti. Fedya, onu saygılı bir gülücükle

karşıladı. Merhaba! Merhaba! Başın nasıl? Her şey yolunda mı? îyi, iyi! Sigara ve kibriti uzattı. Notalarıyla birlikte bir gitar almasını söyledi. Üç tane yollamışlardı, oysa ne Tunguzlar, ne de buradakiler gitar çalıyordu. Şaşa almadı ama daha sonra pişman oldu. Çalmayı öğrenirdi. Sokakta ırmaktan omuzlarında helkelerle su taşıyan Ma-rusya'ya rastladı. Kadın hiçbir şey olmamış gibi gülümsedi. Köyde olup bitene dikkat bile edilmemişti, boşuna endi-şelenmişti: Adam içmiş, normal bir şey. Fedya da kızlara ağızlarını açmamalarım emretmişti: İspirto kooperatifindi. Saşa'yla bu konuyu yalnız Vsevolod Sergeyeviç konuşmuştu. Zayıf, kuru yüzlü, otuz beş yaşlarında ama daha yaşlı gösteren Moskovalı bir sürgün. Etli bir burnu, dazlak bir kafası, ince dudakları vardı. Sevecenlikle gülümsedi: Olur böyle şeyler... Niye sürüldüğünü anlatmıyordu. Burada hoş karşılanmıyordu çünkü. Oysa yolculuk sırasında sürgünler anlatıyordu. Burada yalmzca madde söyleniyordu. Hemen hemen herkesin maddesi aynıydı. Elli sekize on. Vsevolod Sergeyeviç sürgün yaşamına Kejma'da başlamış, sonra Mozgova'ya sepetlenmişti: Bölge maliye şubesindeki bir kadınla ilişki kurmuştu. Bu, sürgünler için yasaklardan biriydi. Daha uzağa, hattâ yüz kilometre öteye de yollayabilirlerdi. Ama Kejma'daki işine son vermemişler, yalnız-ca her gün yayan olarak yirmi dört kilometre yürümek zorunda bırakmışlardı. Ancak baharda işine son vermişlerdi. Çünkü yeni muhasebeci göreve başlamıştı. Şimdi Vsevolod Sergeyeviç ekmeğini Mozgova'da kazanıyordu: Marangozluk yapıyor, ot biçiyor, saman topluyor, bahçeleri çapalıyor ve balığa çıkıyordu. Şortla dolaşıyordu. Köy onun donuna şaşıyordu, çünkü burada kimse böylesini görmemişti. Kansk'ta 407 kurs bitiren Kolhoz muhasebecisine yardım ediyordu. Ama bütün yaşamı kadınlardı. Hep onlardan sözediyor-du. Saşa'mn yüzünü ekşittiğini görünce hiç kızmadan, — Burada yapacak ne var? demişti. Ne yapmayı düşünüyorsunuz? Yegane mutluluk kadındır, başka yok. Yönetimin bize bahşettiği en küçük şeyi bile değerlendirin. Siz, erkeksiniz, yani hâlâ insansınız. Bu mantık Saşa'yı gücendiriyordu, ama Vsevolod Ser-geyeviç'le dost oldu. Onda yirmili yıllar Moskova'sından, Saşa'mn çocukluğunun Moskova'sından, çingene romanslarından bir şeyler vardı. Bariton sesiyle çok güzel şarkı söylüyordu: «Sevincim yüksek yerde yaşar, kimse ulaşamaz oraya.» Serbestlikten ve daha sonraları Saşa'mn da anladığı gibi, o zamanın insanlığından bir şeyler saklamıştı sanki. Otuzlu yıllar Moskovalısından en ufak bir şey bile yoktu onda. Anlaşılan uzun zamandır

Moskova'dan uzaktı. Saşa'mn fazla kaçırdığını duyunca bir şey söylememiş yalnızca yüzünü ekşitmişti: — Size uygun bir grup değil, öğretmenden gözünüzü ayırmayın. Olağanüstü, aydın! Angara'da böyle biri! — Ben de çok şaşırdım, bu ücra yerde ne işi var ki? — Aşk rüzgârı anlaşılan. Otuzuna yaklaşan bir kadın, hele hele Doğulu bir kadınsa bir buket çiçektir, o koku... — Tatara benzemiyor. — Sibirya Tatarları Ruslaştılar. Tobolsk, Tomsk, Kuznetsk Tatarları da Ruslaştılar. Müslümanlar? Şimdi müslü-man mı kaldı? Hıristiyan da bulamazsın!.. Ama ulusal karakter, tip ve yapı kuşkusuz kaldı, özellikle de kadınlarda. Erkeğinin sadık, candan ve aynı zamanda mağrur kölesi olan kadınlarda. Onun bakışlarında da sultansı bir şeyler var... Dürüstçe itiraf edeyim: Onun ilgisini hiç çekemedim. Neden? Kim bilir? Ama siz başka... Şansınız açık olsun, Şaşa! Her şey gelip geçiyor, yaşamın bizi birlikte kıldığı kadınlar kalıyor. Onunla uğraşın. Zamanımızda böyle kadınlar hayli az, inanın bana böyle bir kadın Moskova'da bile büyük bir ödüldür. — Ama başına bir iş açılabilir. 408 — Sanmam, başka öğretmen bulamazlar, öyle ciddi bir muhbir yok, peşinde de kimse yok. Kuşkusuz, milletin ağzına sakız yapmanın anlamı da yok. En kötü olasılıkla Savino ya da Frolova'ya yollarlar, bu kadın da ona değer. Tıknaz, kaslı, çıplak ayaklı, uzun etekli köy kızlarının yanında zayıf, orta boylu, kısa ve dar şehir giysili, yeni yetmeye benzeyen Zida yabancı ve savunmasız görünüyordu: Öğrenimin, zamanın boşuna harcanması, okulun yük olarak sayıldığı bu uzak tayga köyünde bir öğretmen. Şaşa ordayken dükkâna geldi. Gelişi rastlantı değildi. Renksiz gözleri sakin ve doğrudan bakıyordu. Gülüşü yumuşak ve sevecendi. Saşa'yla tanıdığı birisiyle konuşur gibi konuşuyordu, köyde herkes tanıdıktı. Yine de bakışlarının derinliklerinde başka başka bir şeyler okunuyordu... Fedya dert yanıyordu: İki yıldır sabun getirmiyorlardı. Çay ve gazyağı da göndermiyorlardı. Basma yollamışlardı ama burada istenen renkte değildi. Zida dikkatle dinliyor, Fedya'nın kaygılarını anlıyor, kısa kısa yanıt veriyordu. Ancak yanıtları hak vermekten başka bir şey yapamayan kişilerin verdiği yanıtlara benziyordu. Şaşa, buraya satılmak üzere gönderilen keten ve pamuk kitaplarını karıştırıyordu. Pamuk da, keten de burada yetişmiyordu.

— Okulda okunacak kitap var, ister misiniz? dedi Zida. — Çok iyi. — Akşam sandalların oraya gelin, getiririm. Çok doğal biçimde söylenmişti bu sözler, ama söylendiği zaman çok ilginçti: Fedya'nın ambara gittiği an! Akşam yaş tahta, balık ve katran kokan sandalların yanında buluştular. Zida, paltosunun bütün düğmelerini ilik-lemişti. Başı açıktı. Ay ışığında güzel yüz hatları, onu gencecik gösteriyordu. Yetişkin kadının deneyimlerini içeren bakışları olmasa on beş-on altı yaşlarında denebilirdi. 409 — Hangi kitapları istediğinizi bilmiyorum. Eve gidelim, bakarsınız, Şaşa, onu kendine çekti, yumuşak dudaklarından öptü. Zida gözlerini kapadı. Şaşa, onun yüreğinin küt küt attığını duyuyordu... Biraz sonra, kız geri çekildi, bir an ona baktı ve Saşa'nın ellerinden kurtularak fısıldadı: — Bekle! Boynundaki eşarbı düzeltti, Saşa'nın elinden tuttu ve önce kıyıdan, sonra da hamamların yanındaki patikadan geçtiler, yamacı tırmandılar. — Burada bekle, lambayı yakınca gelirsin. Şaşa, hamamın kararmış duvanna yaslanmış bekliyordu. Pencerede ışık parıldadı. Şaşa çitin üstünden atladı, avluyu geçti, kapı açıktı. Zida'dan sabaha karşı ayrıldı. Geldikleri aynı yoldan, hamamların yanından, kıyıdan ve köyün öbür ucundan eve döndü. Görüşecekleri günü kararlaştırmamışlardı. Önlerinde bütün bir gün vardı, konuşurlardı. Ama öyle oldu ki görüşemediler. Zida, Kejma'ya gitmişti. Şaşa akşam geç vakit dışarı çıktı. Köy uyuyordu, ama Zida'nın penceresinde ışık vardı. Şaşa dünkü gibi çitin üstünden atladı, kapının kolunu çevirdi, kapı gıcırdayarak açıldı. — Kapıyı niye kilitlemiyorsun? — Ya sen gelirsen... Zida, Rusçayı mükemmel konuşuyordu. Geri kalan her şeyiyle Vsevolod Sergeyeviç'in betimlediği gibi Doğulu bir kadındı. Uysal, tutkulu ve Saşa'nın ilk dokunuşuyla...

«Neler yapıyorsun?...» Bunun yanında da Doğulu bir ölçülülük, hattâ kapalılık. Kendinden az ve istemeden söze-diyordu. Bazan kocasından söz açıyor, hemen «eski kocam» diye düzeltiyordu. Tomsk'daki evinde, annesinin yanında altı yaşında bir kızı vardı... Zida, Tomsk'da pedagoji enstitüsünü bitirmiş, orada beş yıl çalıştıktan sonra buraya gelmiş410 ti. «Orada her şey bıktırmıştı.» Ama niye özellikle buraya geldiğini anlatmıyordu... «öyle oldu...» İlişkilerinin gizli kalması gerektiğinde Saşa'ya sessizce katılmıştı. Şaşa, böyle bir sırrın köyde gizli kalamayacağını bilmesine karşın onu olası kötülüklerden korumak istiyordu. Ne tek söz, ne zorlama, ne gözyaşı, ne tartışma, ne büyük bir sevinç, ne de aşk ilanı. Yalnızca bir seferinde Şaşa uyandığında Zida'nın uyumadığını, dirseğine yaslanmış kendisini seyrettiğini görmüştü. Yanağını okşamış ve: — Niye uyumuyorsun? diye sormuştu. — Düşünüyorum. — Ne düşünüyorsun? Zida gülmeye başladı. — Böyle güzellerin nerede doğduklarını. Bir ara yine Saşa'ya koştular: Separator yeniden bozulmuştu. Kısa bir süre önce açmış onarılmasının olası olmadığını görmüştü. Yay aşınmıştı. Birkaç kez separatörü MTS'ye götürmelerini söylemişti, ama o günden bu yana götürme* mislerdi. Yine de gitti. Separatörün yanında kadınlar toplanmıştı. Kolhoz başkam Ivan Parfenoviç de oradaydı. Güçlü, kuvvetli biri olan başkanla tanışmamıştı, ama kolhozculann boğazına sarıldığını biliyordu. Şaşa yanlarına geldiğinde, Zida onunla konuşuyordu, Saşa'ya yan gözle baktı. — Merhaba, dedi neşeyle. Ne oldu? Ne olduğunu kendi de görmüştü: Separator kırılmıştı. Bu beklenen bir şeydi. — Senin işin? diye sordu Ivan Parfenoviç. — Niye benim? isveç malı, bu separatörü isveçliler yapmış. — isveç, isveç. Kırdın, şimdi yap. — Ben onu kırmadım, onu kimse kırmadı. Bu separator 411 tam yüz yıllık, silindir yayı aşınmış. MTS'ye götürüp yeni yay takılmasını birkaç kez söyledim.

— Kime söyledin? Şaşa kadınları gösterdi. — Herkese, herkes duydu. — Onlara değil bana iletmek zorundasınız, senin... — Sizin emrinizde çalışmıyorum, size hiçbir şey iletmek zorunda değilim. — Seni alçak, sabotajcı! Separatörü kırdın şimdi kıvırtmaya bakıyorsun! •— Benimle nasıl böyle konuşabilirsiniz? — Ne? Seninle konuşamaz mıyım? Lanet Troçkist! Kimin karşısında olduğunu sanıyorsun sen? îvan Parfenoviç yumruğunu sıktı. Şaşa, onun yüzüne gülerek, — Bir aptalın karşısında, anlaşıldı mı? Bunu böyle bil: Aptalın karşısında: Geri dönüp yürüdü. îvan Parfenoviç arkasından bir şeyler söyledi, ama ne söylediğini Şaşa duymadı. Aynı gün, akşam üzeri Saşa'mn evine bir araba yanaştı, içinden yabancı biri indi, içeri girip bir not uzattı: «Sürgün A.P. Pankratov: Bu notu alır almaz Kejma bölgesi NKVD yetkilisi Alferov yoldaşa gelmeniz gerekmektedir.» Altında Alferov'un imzası. Aydınlara özgü bir imza. Alferov'un kendisi de Saşa'da aydın bir insan izlenimi yaratmıştı. Burada yalnızca bölge yetkilisi olması çok tuhaftı. Rütbesinin ne olduğu da belli değildi. Geçen seferki gibi yine sivil giyimliydi. Bürosu, oturduğu evin ön kısmıydı. Saşa'yı konuk odasında kabul etti. Odada üç kapı vardı, biri büroya biri de yatak odasına açılıyordu. Üçüncü kapı içeriye soğuk giren mutfağa açılıyordu. — Oturun, Pankratov. Alferov, masanın yanındaki sandalyeyi gösterdi, kendi412 si de öbür taraftakine oturdu. Sevimli ve canlıydı, Saşa'ya biraz da çakırkeyf gibi geldi. — Yerleşebildiniz mi? — Yerleştim. — Güzel bir ev, güzel ev sahipleri?

— Çok iyi. — îyi, iyi... Alferov kalktı, masanın üstünde asılı duran lambanın camını kaldırıp fitili yaktı. Işığı ayarladı. Odanın köşeleri karardı, masa aydınlandı. Şaşa, masadaki kâğıtları ancak o an gördü ve şikâyet edildiğini anladı. — Demek her şey yolunda, iyi, iyi... Ama Pankratov, bu kötü... Masadaki kâğıdı gösterdi. — Sizi şikayet ediyorlar: önceden planlayarak, sabote niyetiyle, evet aynen öyle yazılmış, sabote niyetiyle köyün tek separatörünü bozdu. Ne diyeceksiniz? — Separatörü ben bozmadım. Üç sefer falan temizledim, temizlemek için sökmek gerek. Sökmek de öyle kolay iş değil, ilk söktüğümde silindirdeki yayın aşındığını, somunun tutmayacağını, separatörü MTS'ye getirip yeni yay takılması gerektiğini gördüm. Her teknisyen, her tamirci söylediklerimi doğrular. Bunu onlara da söyledim ve ikinci, üçüncü kez temizlediğim zaman da yineledim. Yani benim hiç suçum yok. Suçlu, onu zamanında MTS'ye getirmeyendir. Ben getiremezdim, köyden ayrılmaya hakkım yok. Alferov, onu dikkatle dinliyordu. Birkaç kez daha iyi oturmak için yerinden oynadı. Anlaşılan yemekten sonra bir kadeh yuvarlamış ve konuşmaya hazırlanmıştı. Yani yeterince zamanı vardı. — îyi, dedi Alferov. Yani ilk söktüğünüzde yayın aşındığını gördünüz. Doğru anlamış mıyım? —• Doğru. Ben de hemen... — Ona sonra geleceğiz. Her teknisyen, her tamirci se* paratörün bu yayla çalışmayacağını söyler, diyorsunuz! — Evet, söyler. — Evet, Pankratov! Teknisyen yayın şimdi, yineliyo413 rum şimdi kırıldığını söyler, hiçbir teknisyen, onun sizin ilk söktüğünüz zaman kırık olduğunu söylemez. Diyelim ki ona sordular: Somunu çıkarmaya uğraşırken yayı yurttaş Pank-ratov kırmış olamaz mı? Teknisyen ne yanıt verecek? Evet, diyecek, somunu döndürürken anahtar elinden kaymış, yay kırılmış olabilir. Dediklerim mantıklı mı? — Hayır, mantıklı değil.

— öyle mi? —Alferov şaşırdı.— Bense kendimi mantıkta güçlü sayardım. Mantıksızlık nerde? — Separatörü ilk söktüğümde, MTS'ye götürüp yeni yay takılması gerektiğini söyledim. — Kime söylediniz? — Orada olan herkese. — Orada kim vardı? — Kadınlar. Yirmi kadar, Alferov, ona neşeyle bakıyordu. — Pankratov, siz akıllı ve bilgili birisiniz! Siz onlara söylediniz, size göre, onlar ne yapmalıydı? — Kolhoz başkanına iletmek! — Pankratov! Onlar cahil kadınlar; yay, silindir, somun sözlerini bile yineleyemezler. Söyleyemezler. Başkana bir şey iletmeye de cesaret edemezler. Söylediklerini varsayalım. Başkan onları «Başkasının işine burnunuzu sokmayın!» diye azarlar. Separatörün götürülmesini de pek istemezler, Çünkü götürürler, geri getirmezler. Eh, şimdilik çalışıyor. Başkana siz söylemek zorundaydınız, oysa siz ona söyleme-diniz ve sonuçta separator bozuldu. Mantık şimdi nasıl? — Tam değil. — Ya? Niye? — Kolhozda çalışmıyorum, separatörün onarımı için para almadım, yalnızca insanlara yardım etmek istedim. Sorun, âleti benim kırıp kırmadığım? îlk söktüğümde herkese yayın aşındığını söylediysem ben kırmadım demektir. Dediklerimi herkes doğrular. Alferov, Saşa'ya gülümseyerek baktı sonra beklenmedik biçimde sakin ve hattâ hüzünle sordu: — Doğrularlar öyle mi? 414 — Niye doğrulamasınlar? Şaşa durumunun zorluğunu anlamaya başlamıştı. — Ah, Pankratov, Pankratov, Alferov yine hüzünle konuşuyordu, ne saf insansınız. Moskova'da nerede oturuyordunuz? — Arbat'ta,

— Demek, komşuyuz, diye dalgın dalgın sürdürdü, ama Moskova'daki evinin nerede olduğunu söylemedi. Evet, Pankratov siz saf birisiniz. Bu kadınları mahkemeye çağırdıklarını, düşünebiliyor musunuz? Birincisi, onların ad ve soyadlarını söyleyebiliyor musunuz? Sanmam, ikincisi, mahkemeden ölümden korkar gibi korkar ve düşmemek için ellerinden geleni yaparlar. İki ya da üç kadını mahkemeye getirdiğinizi varsayalım. Mahkemede söyleyecekleri tek şey; görmedik, hiçbir şey duymadık. Terazinin bir yanında siz, yani sürgün, karşı devrimci; diğer yanında kolhoz başkanı, yani güç, iktidar ve onların yazgılarının patronu. Kimi tutacaklar? Ayaklarınızı yere basın ve durumunuzu doğru değerlendirin. Tek tanığınız yok. Kolhoz başkanının ise bütün köy. Savcının da sizi art niyetle makineyi kırmakla, yani sabotajcılıkla suçlaması için yeterli kanıtı var. Kuşkusuz, gazete okuyorsunuzdur? — Daha elime geçmedi. — Moskova'da okuyordunuz. Görmüşsünüzdür! Baştanbaşa sabotaj dolu. Harman makinelerine, traktörlere, biçer döverlere, ekim makinelerine... Her yerde sabotaj. Doğru mu? Bilerek mi kırıyorlar? Kim kırıyor? Kolhozcular? Neden? Yani başka yolumuz yok. Köylümüzün yüzyıllardır bildiği tek âlet, baltadır. Biz ise ona traktör, biçerdöver, otomobil veriyoruz. Onları bilgisizliğinden, beceriksizliğinden, hem teknik, hem de genel cahilliğinden, bozuyor. Ne yapmalıyız? Köyün teknik bilgisinin yükselmesini, yüzlerce yıllık geri kalmışlığını aşmasını ve köylünün yüzlerce yılda kemikleşen karakterinin değişmesini mi? Öğreninceye kadar makineleri kırsınlar mı? Makinelerimizi yok olmaya mahkûm edemeyiz. Bize oldukça pahalıya mal oldular. Bekleyemeyiz de! Kapitalist ülkeler bizi boğar. Tek aracımız, ama 415 tek aracımız korkudur. Korku, «sabotajcı», sözcüğündedir. Traktörü bozdun, demek ki sabotajcısın, on yıl ye! Harman makinası için de biçerdöver için de on yıl! Şimdi köylü traktörü gözü gibi koruyor, biraz anlayan bir adama bir şişe ısmarlıyor: Göster, yardım et, öğret! Geçen gün kıyıda dolaşıyorum. Baktım delikanlının biri motorun başına oturmuş ağlıyor. «Kayış çıktı, bir şeyi kırdı, motor çalışmıyor, şimdi bana beş yıl verirler!» Motor sade ve ilkel, açıp baktım ki kolu gevşemiş, sıkıştırdım, motor çalıştı. Bu delikanlıyı motoru bozmak, balıkçılığı baltalamak ya da herhangi bir şeyle yargılayabilirlerdi. Şimdi mahkemeler böyle. Başka yolu da yok: Makineleri kurtarıyoruz, sanayiyi kurtarıyoruz, ülkeyi ve geleceğini kurtarıyoruz. Batı'da niye böyle yapmıyorlar? Yanıtlayayım. Biz, ilk traktörümüzü 1930'da ürettik. Batı'da ise 1830'da üretildi, yüz yıl önce. Yüzyıllık bir deneyimleri var. Orada traktöre özel mülkiyet ve sahibi gözü gibi bakıyor. Bizde ise devletin ve devlet yöntemleriyle korumak gerekiyor. Cahil köylü delikanlıya bilgisizliği için beş ya da on yıl veriyorsak, size, karşı devrimci bir sürgüne, yan mühendise kaç yıl vermeliyiz? Herhangi bir yargıç sizi rahatlıkla mahkûm eder, hattâ bununla vicdanım da rahatlatır. Şöyle düşünecek: Şanssız köylüleri emir üzerine mahkûm ettim, ama şimdi gerçek bir neden var! Pankratov, durumunuzu anlamıyorsunuz! Sürgünde özgür olduğunuzu mu düşünüyorsunuz? Yamlıyorsunz! Size daha fazlasını söyleyeyim: Çalışma kampı daha iyidir, evet, evet daha iyi. Orada zordur. Soğukta aç susuz

odun kesersiniz. Dikenli tellerin ardındasınızdır. Çevrenizde sizin gibiler vardır, farklı davranamazsınız, size de davranmazlar. Burada ne nöbetçi, ne gözetleme kulesi var, her taraf orman, ırmak, açık hava. Ama siz burada yabancısınız, siz burada düşmansınız, burada hiçbir hakkınız yok. tik ihbarda sizi içeri tıkmak zorundayız. Ev sahibeniz gelecek ve «Stalin yoldaşa küfretti.» diyecek. İşte size, terörist eylem hazırlığı. Şaşa baktı ve gülümsedi. — tşte böyle Pankratov, eyleminiz elli sekizin birine giriyor. Bu maddeden en az on yıl yersiniz. Beni anladınız mı? 416 — Evet, sizi anladım. Çok iyi anlamıştı. Soloveyçik'i masum bir fıkra, Ivaş-kin'i gazetedeki hata, aşçıyı «tembel usulü işçi», kendisini aptalca epigranılar yüzünden sürüyorlar. 7 Ağustos yasasına göre bir çift ayakkabı tabanı için on yıl veriyorlarsa, separator için kuşkusuz daha gaddar davranacaklardı. — Güzel, gelelim ikinci konuya: «Kolhoz yönetiminin itibarını zedelemek.» Kolhozcuların yanında başkana aptal dediniz. Dediniz mi? — Evet ama daha önce anama küfretti. Alçak, sabotajcı, Troçkist, karşı devrimci ve daha bir sürü şey dedi. — Hoş değil, kuşkusuz. Ama, kendinizi ve onu yargıcın karşısında düşünün. Separatörün bozulmasındaki suçunuz kanıtlandı. Kolhozun selameti için olanca gücüyle çalışan başkan da size sabotajcı demiş. Doğru demiş. Hattâ sizi öldürse bile yargıç onu anlar. Ana avrat küfür edilmesine ise burada kimse dikkat bile etmez, bunun için kimse yargılanmaz. Separatörü bozmanız yetmiyormuş gibi bir de ona aptal diyorsunuz. Oysa o, kolhoz başkanı, iktidarı otoriteye dayanır. Siz ise bu otoriteyi zedeliyorsunuz. Onun bu görevi bırakması gerek. Size bir on yıl verirler, işte o zaman kol-hozcular başkanı küçük düşürmenin ne demek olduğunu anlarlar ve ona saygı gösterip boyun eğerler. İşte Pankratov, işin özü bu. Anlaşıldı mı? — Anlaşıldığını daha önce söyledim. — Özellikle sizin anladığınızı duymak istedim. — Hiçbir şeye hakkım olmadığını, bana her şey yapılabileceğini, sabotajcılıkla, prestij sarsmakla yargılanabilece-ğimi, küçük düşürülebileceğimi, yüzüme bile tükürebilecekle-rini anladım. Ama aşağılamaya aşağılamayla, tükürüğe tükürükle yanıt vereceğimi göz önünde bulundurun. Alferov, ilgiyle ona bakıyordu. — Dahası, sabotaj konusundaki görüşlerinizi ahlak dışı sayıyorum. Hata

yapıldığını var sayıyorum, kendimden de biliyorum. Ama sabotajcılık suçlamasının devlet yöntemi, parti politikası olarak düşünüldüğüne inanamam, bu olasılığı kabul etmek partiye inanmayı bırakmak demektir. Ben 417 ise, başıma gelen her şeye karşın partiye inanıyorum. Alferov, ilgiyle bakmaya devam ediyordu. — Ee sonra? — Hepsi bu. Alferov ikna edici biçimde konuşmaya başladı: — Eveet, sabotajcılık teorisine ,eğer olasılık olarak görülüyorsa, döneceğiz. Partiye inanmanız çok iyi. Partiye devrimden önce girdim, ben eski bolşeviklerdenim. Parti politikasını da sizden daha kötü anlıyor değilim. Ama şimdi konu bu değil, konu sizsiniz. Sizi ne yapacağıma karar vermeliyim. Bana gardiyanınız, işkenceciniz gibi bakıyorsunuz. Kuşkusuz, sizi gözetim altında tutuyorum, bu benim görevim. Aynı zamanda sizden ben sorumluyum, davranışlarınızdan da, güvenliğinizden de. Boguçanı'da Baranov'la karşılaştınız mı? O kütüğü gördünüz mü? Benim yerimde o olsaydı şimdiye kadar çoktan Kansk hapisanesindeydiniz. Ama ben, herhalde fark etmişsinizdir, Baranov değilim. Sizinle konuşuyorum. Niye konuşuyorum? Can sıkıntısından mı? Bir dereceye kadar evet. Ama yalnızca bir dereceye kadar, önemli olan karar vermek zorunda olduğum. Eğer ben vermezsem başkaları verecek, hem de sizin için daha kötü sonuçlarla. Her halükârda sizi Mozgova'dan almalıyım. Sizi Mozgova'da bırakmak, sizi haklı başkanı ise haksız görmek anlamına gelir ve bu da sizi yeni bir tehlikeye maruz bırakır. Kolhoz başkam, separatörden daha temiz bir şey hazırlar. Ne diyorsunuz? Yeni bir yere gitmek, her şeye yeniden başlamak, bağlandığı Zida'yı, dost olduğu Vsevolod Sergeyeviç'i bırakmak, yeniden adres değiştirmek. Önce Kansk, sonra Boguçanı, sonra Kejma, daha sonra Mozgova, şimdi başka bir yer. Annesi ne düşünürdü... Korkunç... Öte yandan Alferov haklıydı : Mozgova'da kalamazdı. îvan Parfenoviç'ten her şey beklenirdi. Ama neden kendisi karar vermiyor? Niye ona soruyor? — Benim en az on yıl alacağımı net biçimde kanıtladınız. Nerede bekleyeceğimin ne önemi var: En iyisi Mozgova, nasılsa uzun sürmez. 418 — Uzun ya da kısa süreceğini kim bilebilir?.. Kansk'a soracağım, onlar karar verecekler, zaman geçecek, eylülde yol kapanıyor, yani yanıt altı ay sonra gelir. Niye uzatıyor? Ne düşünüyor? Kimseye sormak zorunda değil. Sabotaj suçlamasıyla yarın bile yollayabilirdi, onun elindeydi. Ondan ne istiyor? — Nasıl isterseniz öyle yapın, nasılsa gerekli saydığınız gibi yapacaksınız.

Alferov kalktı, komodine yürüdü, sürahideki koyu renk sıvıdan bir kadeh doldurdu, içti ve Saşa'ya döndü. — Bir kadeh ister misiniz? Çok nefis. — Hayır, teşekkürler, — içmiyor musunuz? — Böyle durumlarda, hayır. ' — İyi yapıyorsunuz, başınız döner, kafanız karışır, söylenmeyeceği söyler, imzalanmayacağı imzalarsınız. Alferov bir kadeh daha içti, ağzına bir yemiş attı. — Çok nefis, diye yineledi. Ev sahibem bir yemiş türünden çekiyor ve özellikle erkekler için faydalı olduğunu iddia ediyor. Sizin gibi genç biri için bunun bir anlamı yok, ama benim yaşımda denemek gerekiyor. Masaya döndü. — Ee, neye karar veriyoruz, Pankratov? — Kansk'a yollayın, kesin çözüm. Sürgünlerin arasında bir söz var: Erken giren, erken çıkar! Alferov, şakaya tepki göstermedi. — Pankratov, separatörü sizin kırmadığınızı biliyorum ve size verilecek on yılın yükünü almak istemiyorum. Hem zaten acele etmeme de gerek yok. Evet, evet! Dilekçe duruyor, her zaman işleme kcyabilirim. Yine gülümsedi. Kalktı, odada dolaştı, mutfak kapısını açtı, içeriye soğuk doldu. Yerine oturdu ve ciddi biçimde devam etti: — Mozgova'ya dönün. Ama başkanın sizi «aptal» yüzünden bağışlamayacağını unutmayın. Davranışlarınıza dikkat edin, hayal âleminde yaşamayı bırakın, kimseyle takışmayın. 419 Şaşa, onun sesinde insansı bir şeyler gördü, ama ona güvenip gevşememek gerek. —¦ Belki de sokağa hiç çıkmamalıyım? — Tehlikeliyse çıkmayın. — Neyle yaşayacağım?.

— Akrabalarınız yollamıyor mu? — Yollarlar. Ama annem çamaşırcıda düşük bir ücretle çalışıyor. Babamsa uzun süredir bizimle yaşamıyor. — Kötü ama size hiç yardım edemem, öteki sürgünler şöyle böyle yerleştiler. Zaten buraya sürgün yollanması çok ters. Kolhozlaşmadan önce sürgünler şahısların yamnda çalışabiliyorlardı. Yakında buradan sürgünleri alırlar. Ha, bu arada sizin mesleğiniz ne? — Ulaşım Enstitüsü son sınıfından aldılar?! — MTS'de çalışabilirdiniz, dedi dalgın dalgın. — Tarım makinalarından hiç anlamam. Alferov birden gülmeye başladı. — Tarım makinalarından anlamıyorsunuz, ama separa-törü onarmaya kalkıyorsunuz. Üstelik de mantık yürütmeyi zayıf buluyorsunuz. Bunu, eski bir filozof olarak söylüyorum. MTS'de karmaşık ne var ki? Somunu dişliden ayırmak! îşte sana tarım makinalarından anlamak. MTS'nin müdürü tesviyeci, baş teknisyen ise traktörcü. Siz ise otomobili biliyorsunuz, traktörden ne anlarsınız. Geldiğinizde mesleğinizi bilmiyordum. Bilseydim sizi burada bırakırdım. Yazgınızın ne kadar küçük şeylere bağlı olduğunu görüyor musunuz? O zaman sorsaydım şimdi burada yaşıyor ve MTS'de çalışıyor olacaktınız... Neyse, bu konuya ilerde döneriz, şimdi şu işi bitirelim. Mozgova'ya dönün ve yineliyorum, dikkatli olun ya da şimdilerde dedikleri gibi uyanık olun. Sokağa çıktılar, hava kararmıştı. — Arabanız gitti. Herhalde, geri götürmeyeceklerini düşündüler. — önemli değil, giderim. — Geceleyin, taygada on İki kilometre... Korkmuyor1 musunuz? — Hayır, ayı geceleyin uyur. 420 — isterseniz, kalın. Yandaki ev, ev sahibemin kardeşinin. Bir şeyler uydurur. — Hayır teşekkürler. Kırım'dan döndükten sonra Varya ve Kostya, Sofya Aleksandrovna'ya yerleştiler. Kiracı kadın gitmiş, oda boşalmıştı. Sofya Aleksandrovna, Varya'nm evliliğine pek bir şey demedi. Sevenlerden biri daha Saşa'yı terkediyor, ne yapalım! Bütün arkadaşları onu unuttu, ne arıyorlar ne ilgileniyorlar. Lena Budyagina, Vadim... Yura Şarok'tan sözetmeye gerek yok,

Sofya'ya selam bile vermiyor. Nina Ivanova önceleri uğruyordu, ama şimdi Varya'yla Kostya'ya odayı veren Sonya Aleksandrovna'yı boykot ediyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, Sofya Aleksandrovna onun uğramamasına memnun da oluyordu. Nina önceleri Saşa'mn tutuklanmasını şanssızlık olarak niteliyordu, sonraları değerlendirmelerinde yeni şeyler sezilmeye başlandı: Karmaşık uluslararası ilişkiler ve iç ortam, sınıf savaşlarının keskinleşmesi, şimdi her zamankinden daha çok kişinin pozisyonunu net biçimde ortaya koymasını gerektiren parti düşmanı grupların eylemleri... Şaşa ise ne yazık ki bazan kendi görüşlerini, toplumun görüşlerinin üstüne koyuyordu, falan filan. Genel olarak Sa-şa'nın tutuklanmasının haklılığına işaret ediyordu. Bir tek Varya terketmemişti Sofya Aleksandrovna'yı. Demek- Saşa'yı da terketmemiş. Aralarında hiçbir şey yoktu, ama yine de Sofya'yla hapisane kuyruklarında beklemiş, paketleri hazırlamış, çamaşırhanedeki kaba müşterilerden onu korumuş ve onun yalnız yaşamını renklendirmişti. Bütün bunları acıdığından yapmamıştı. Bütün bunların ardında Şaşa, ona olan ilgi ve yazgısına duyulan acıma yatıyordu. Ama ne yaparsın! Yaşam böyle. Sofya Aleksanrovna, 421 Varya'ya annesi gibi davranıyor ve her şeyinin iyi olmasını diliyordu. Evlenmesi kuşkusuz çok erkendi. Mutlu olabilecek miydi? Kostya cömert bir delikanlıydı. Restorandan bir sürü şey getiriyordu. Bir seferinde kocaman bir pasta getirmiş ve Sofya Aleksandrovna'ya sunmuştu. Sofya, bu koca pastayı ne yapacağını şaşırmış, bozulmasın diye kızkardeşlerine de vermişti. Sofya'ya akla gelmedik şeyler armağan ediyordu: Bir düzine kadın mendili, çoraplar ve hattâ bir şemsiye. Sofya Aleksandrovna her seferinde karşı çıkıyordu, ama Kostya'nın cömertliğini engellemek olası değildi. Yine de Sofya Aleksandrovna onu düşündüğünde endişeleniyordu. Hiçbir yerde çalışmıyor! Günümüzde böyle bir şey nasıl olur? Varya, onun elektrik lambalarının kaplanması için bir karışım bulduğunu, patent aldığını, vergisini verdiğini anlatmıştı. Bütün bunlar, sanki NEP geri gelmiş gibi tuhaftı. «Nepman» ve «Nepmansı» sözcükleri onun için gösteriş ve ticaret sözcükleriyle eş anlamlıydı. Bütünüyle geçmişte kalan olaylardan bir adam çıkıyor, bir yerde çalışmıyor, telefonla anlaşılmaz görüşmeler yapıyor ve o zamanların genç nepmanlan gibi olağanüstü giyiniyor. Sofya Aleksandrovna da, işçi ailesinden gelen Varya'nın yabancı bir çevreye girme1-sine üzülüyordu. Kostya her akşam restorandaydı. Varya her akşam olmasa bile cumartesi ve pazarları mutlaka oradaydı. Kostya'nın bilardo oynadığını, asıl gelirinin bundan olduğunu, elektrik lambası karışımının yalnızca onun konumunu, yani yasal bir gelirle yaşıyormuş gibi yasalara uydurduğunu Varya'nın kendisi itiraf etmişti. îşin aslında bir bi-lardocu, bir kumarbazdı ve bu nedenle eve sabaha karşı geliyordu. Dış kapının anahtarını ona vermek gerekti. Varya'yı herkes uyuduktan sonra dış kapının sürgüsünü açması konusunda uyarmıştı. Yoksa Kostya içeri giremezdi. Bu, apartmanda yıllardan beri uygulanan kuralların çiğnenmesiydi. Geceleyin *kapı mutlaka sürgülenmeliydi. Ama başka giriş yoktu, kapı sürgülü olursa Kostya'nın zile basması gerekiyordu.

Varya bir gece sürgüyü açmadan uyumuştu. Saat dörtte gelen Kostya herkesi uyandırmıştı. Mihail Yuriyeviç sus422 muştu, ama Galya bağırmaya başlamıştı: «Sabahın köründe geliyorlar, uyutmuyorlar insanı!..» Galya, Saşa'nm odasına göz koymuştu: Kocası ve çocuğuyla on dört metrekarelik bir odada oturuyordu. Sofya Aleksandrovna ise gereksinimi olmadığı odayı kiraya veriyor, spekülasyon yapıyordu. Galya, ilişkilerini gerginleştirmiş, skandalla bu yasa dişiliği kanıtlamak ve odayı almak istemişti. Bu, Sofya Aleksandrovna'yı endişelendirmişti. Pavel Nikolayeviç, yasal olarak, bu evde ikamet ediyormuş gibiydi. Odada şimdi Varya yaşıyordu. Kime ne? Varya da bu apartmanda ikamet ediyordu. Onların Nina'yla aynı odada yatmaları hoş olmadığından Sofya Aleksandrovna, bazı günler odayı kullanmalarına izin veriyordu. Kime ne? Ama Kostya? Varya, onun Sokolniki'de kayıtlı olduğunu, söylüyordu ama doğru muydu? Varya'nın kocasından kimliğini istemek de olamazdı. Galya polis çağırırsa ve Kostya da Mos>-kova'da ikamet etmiyorsa ne olacaktı? Varya'yı kırmak istememesine karşın onunla konuşmaya karar verdi. Bunun için vesile hemen doğuverdi. Varya hastalanmıştı. Kostya restorandan yemek getiriyordu. Genel olarak onun yemek pişirmesine izin vermiyor, üstünün başının yemek kokmasını, ellerinin bozulmasını istemiyor, pahalı yemekler taşıyordu. Hem Varya'ya, hem de Sofya Aleksandrovna'ya. Yemeği genellikle Varya ısıtıyordu ama bu kez işi Sofya Aleksandrovna üstlenmişti. Domuz pirzolasını ısıtmak için tavaya koydu. Mutfağa restoran yemeklerinin nefis kokusu yayıldı. Galya gülümseyerek, — Ne güzel kokuyor, dedi. İnsanın ağzı sulanıyor... Sofya Aleksandrovna, iğnelemeyi anlamamış gibi yaparak, — Varya hasta, Konstantin Fedoroviç restorandan getirdi, diye karşılık verdi. — Güzel burjuva yemekleri. Biz ise talim ediyoruz. Böyle bir yemek neresinden bakarsan sekiz ruble, hattâ on ruble... 423 — Kaç para olduğunu bilmiyorum, diyen Sofya Aleksandrovna ocağa döndü. — Bu parayı nereden buluyor? Geceleri çalışıyor. Gece bekçisi midir nedir? Ama gece bekçileri, kapıcılardan daha az kazanıyor.

— Bırakın, Galya, rica ederim. îyi bir insansınız, size ne bundan? Galya kinle konuşmaya başladı: — îyiler hep eziliyor, hep hor görülüyor, iyiler saatlerce kuyrukta bekliyor. Patates bile pişiremiyor, tramvay peşinde koşuyorlar. Kötüler ise taksiden inmiyor, restorandan çıkmıyorlar. Sofya Aleksandrovna yanıt vermedi ve odaya döndü. Varya bir şeyler olduğunu anladı. — Niye moraliniz bozuk? — Galya mutfakta dırdır ediyor. Burjuva yemekleri, restoran restoran geziyorlar, eve sabaha karşı geliyorlar... — Ona neymiş? — Kıskanıyor, herhalde... — Salak! — Belki de Saşa'nın odasını istiyordur. — Sizin üstünüze kayıtlı. — Spekülasyon yaptığımı kanıtlarsa odayı benden alacaklarını düşünüyor. — Galya'dan korkuyor musunuz? — Ondan korkmuyorum ama skandal... — Alçak! Ben ona gösteririm! — Hayır, Varya! Zarar verebilir! — Bana nasıl zarar verecekmiş ki? — Sana değil ama Konstantin Fedoroviç'e. —• Ne yani, o hırsız mı, soyguncu mu? — Varya sen ne diyorsun? Ama onun durumunun pek normal olmadığını kabul et. Hiçbir yerde çalışmıyor. — Hayır, çalışıyor. Artel'de. Bilardo oynamasına gelince, devletin bilardosunda oynuyor. Herkese açık! — Varenka, Konstantin Fedoroviç'e karşı değilim. Ama Galya onun buraya kayıtlı olmamasından yararlanabilir.

424 — Ben de sizde kayıtlı değilim. — Ama sen bu apartmanda kayıtlısın. — O da başka birinde, ne fark var? — Moskova'da ikamet ettiğinden emin misin? — Elbette! Sofya Aleksandrovna, Varya'nın ses tonunda beklediği kesinliği duyumsayamadı ama Varya'ya kendi gözleriyle görüp görmediğini sormaya da karar veremedi. Yalnızca, — İlişkiniz de resmiyete dökülmemiş, dedi. Varya gülümsedi. — Ülkemizde fiili evlilikle resmi evlilik aynı. Ev geçindiriyoruz, aynı yatakta yatıyoruz, karı ve koca. — Varya, sen ne diyorsun? Sofya Aleksandrovna yüzünü ekşitti. — Ne oldu ki? Geçenlerde mahkemeye gitmiştim, nafaka konusunda karar veriyorlardı. Yargıç doğrudan şunu soruyor? Ev geçindirdiniz mi? Aynı yatakta yattımz mı? Sofya Aleksandrovna yeniden yüzünü ekşitti. — Sofya Aleksandrovna, dobra dobra söyleyin: Sizde kalmamız rahatsız mı ediyor? Korkuyor musunuz? Varya ciddi konuşuyordu. Sofya Aleksandrovna da aynı ciddiyetle yanıtladı: — Kendi evinize yerleşene kadar bende kalın. Ancak terslik olmaması için elimizden geleni yapmalıyız. Söylediklerime katılıyor musun? — Katılıyorum. — Varenka, bir şey daha, odanızda silah gördüm, hattâ iki tane. — Av tüfeği. Kostya avcı. — Ne olursa olsun. Beni anlamalısın. Arbat, özel bir mahalle ve benim durumumda evde silah olmasına izin veremem. Şimdi silah işine çok önem veriyorlar. Konstantin Fe-doroviç, kendi evinde bunların sorumluluğunu üstlenir, ama burada benim evimde ben sorumluyum. Bir ara sustu ve ekledi: — Bu odayı Şaşa için saklamalıyım. Bu oda, Saşa'nın

425 odası, önemsiz bile olsa en küçük tehlikeyi uzak tutmalıyım. — iyi, evde bundan böyle silah bulunmayacak, diye yanıtladı Varya. Varya, Kostya'nm kaydını kendi gözleriyle görmemişti. Kırım'da otelde Varya'nınkiyle birlikte kendi kimliğini vermiş, formu doldurmuştu. Adres yerine, Moskova ve bilmem ne yazmıştı. Yani kimliğinde ne yazıyorsa onu. Yine de Kostya'nın kimliğini eline almamıştı. Ya yanılı-yorsa? Ya «Moskova» yerine başka bir yer yazmışsa? Kendi, için önemli değil ama Sofya Aleksandrovna'yı kötü duruma düşürmek olmaz! Aynı akşam Kostya'ya. — Sofya Aleksandrovna senin ikametgahın hakkında endişeleniyor, dedi. — Nereye kayıtlı olduğumu söylemiştim. Ne yani inanmıyor mu? — İnanıyor. Ama komşusu Galya'nın odada gözü var, her yerde Sofya Aleksandrovna'nın spekülasyon yaptığım söylüyor. Moskova'da kayıtlı değilsen Sofya Aleksandrovna' mn başı ağrıyabilir. — Kimliğimi göstereyim? — En iyisi bu! — Ne zaman? Geldiğimde uyuyor, uyandığımda o işde oluyor. — Bana bırak, ben gösteririm. Yan yan Varya'ya baktı. — Bırakamam, bana gerekli. Sabah beni erken uyandır, göstereyim. t — Bir de eve silah getirilmemesini istiyor. —- Ama bunlar av tüfeği, yasak değil ki! — Olsun, Galya bu silahları da kullanabilir. — Ruhsatım olduğunu söyle. — Ruhsat bir tanesine olur. Senin bir sürü. — Av tüfeği yasal bir şey. Sofya Aleksandrovna boşuna vesveseye kapılmasın. — Burada tek bir yasa var: Sofya Aleksandrovna! O, ev 426

sahibi. Ya onun isteklerine uyarız ya da başka bir yer bu-; luruz. — Sizin dediğiniz olsun, dedi Kostya homurdanarak. . Sabahleyin, esneyerek, gerinerek kalktı, sabahlığını giydi, ceketinin cebinden kimliğini alıp Sofya Aleksandrovna' nın kapısını tıklattı. İçeri girip geri döndü. — Her şey yolunda. Yeniden yattı. Kostya, kimliğini ona vermemişti. Varya bunu bir1 kenara yazdı ama düşünmek istemedi. Onunla yaşadığı kısa zaman içinde Kostya'nın zor biri olduğu, ona hiçbir şey sormamak gerektiği, Kostya'nın bazı şeyleri anlatmak istemediği ve hiç anlatmayacağı düşüncesine alışmıştı. Ruslaşmış Rumlardan olan annesiyle babası balıkçıydı ve kulaklara karşı başlatılan eylemler sonucu Marivpol'dan sürülmüşlerdi. Kostya o zamanlar ticari gemide çalışıyormuş, gemi seferde olduğu için onların akibetinden kurtulmuş. Varya'ya anlattığına göre seferden dönünce onların sonunu öğrenmiş ve Pire ya da İstanbul'da kalmadığına üzülmüş. Gemi'de de fazla kalmamış. Yurt dışına çıkanları iyice araştırıyorlar-mış, öğrenirlerse onu da sürerlermiş. Moskova'ya gelmiş, başkentte izini daha kolay kaybettirirmiş. Montajda çalışmış, iş değiştirmiş, karışımı bulmuş, artele girmiş ama bilardo temel olarak kalmış. Beylis, Kostya'nın Moskova'nın en iyi bi-lardocusu olduğunu söylüyordu. Onu, paralı taşralıların ve iyi para kazanan memurların gittikleri en iyi bilardo salonlarına sokmuş. Kostya, oyun oynarken çok acımasızdı, önce bir-iki oyun kaybediyor, sonra onları soyup soğana çeviriyordu. Levoçka bir seferinde, Kostya Amerika'da yaşasaydı milyoner olurdu, demişti. İka alayla, Amerika'da yalnızca ayakkabı boyacılarının değil, mafiacıların da milyoner olduğunu vurgulamıştı. Varya, İka'ya ağzına sahip olmasını söylemişti. Ama Kostya'ya bu konuda bir şey söylemedi. Ayakkabı boyacısı lafı için îka'yı affetmezdi. Kostya'yla evlenen Varya, bütün basamakları atlamış; Vika Maraseviç'ten, Nina Şeremetevo'dan ve Noemi'den üs427 te çıkmıştı. Onlar sevgililerine bağlıydı. Varya ise restorana kocasıyla gidiyordu. Herkes kocasını tanıyor, ona dalkavukluk yapıyordu. Kızların birbirlerine satıp durdukları yabancı pılı pırtıyı hiç kıskanmıyordu. Kostya onu Moskova'nın en ünlü terzilerine, çizmecilerine, kürkçülerine götürüyordu. Paltosunu Lavrov dikmişti. Elbiselerini Nadejda Petrovna Lamanova, Aleksandra Sergeyevna Lyamina, Varvara Stepa-novna Danilova ve Yefimova dikiyordu. Sutyenlerini Lube-nets, şapkalarını Tamara Tomasovna Amirova dikiyorlardı. Terliklerini ise Barkkovski, Gutmanoviç ve Duşkin yapıyordu. Kostya'nın giysilerini de Moskova'nın en pahalı terzisi Jurkeviç dikiyordu. Dış görünüşte olağanüstü olmasına karşın Varya, Kost-ya'yla olan ilişkisinin uzun süreli olamayacağını hissediyordu. Kısa yaşamı boyunca çoğu şeyi kabul etmemişti ama her şey net ve açıktı. Oysa şimdi hiçbir şey net değildi, nereye

gittiğini bilmiyordu. Kostya, ondan nerdeyse on yaş büyüktü, ama hiç kitap okumuyordu. «Üç Silahşörler»i bile okumamıştı. Puşkin'den bütün bildiği ise dört satırdan ibaretti: «Tek başma/sayılara gömülmüş/küt ıstakayla donanmış/bilardoda iki topla başlıyor oyuna şafakta.» Ama Kostya oldukça zekiydi, bu mısraları Puşkin'i bildiğini göstermek için değil bilardonun Puşkin'e de yabancı olmadığını göstermek için söylerdi. Kostya'yı seviyor muydu? Söylemesi zor. O iş Yalta'da-ki otelde hallolmuştu. Belki yaşanmamış bir şeyi denemek, belki kızlara bir şeyler anlatmak, belki de sözcüğün tam anlamıyla kadın olmak düşüncesiyle karşı çıkmamıştı. Ama o işden sonra bile tam bir yakınlık doğmamıştı. Bir şeyler vardı aralarında. Belki de yaş farkı?.. Kostya çok güzel yüzüyordu ama Varya onu plajda görünce umduğunu pek bulamamıştı: Kısa boylu, geniş omuzlu, kısa bacaklı (giysisi bunu gizliyordu), elleri bacakları, sırtı yani her yeri kıllar içinde. Göğsünde kartal dövmesi vardı. Kostya, plajda daha yaşlı görünüyordu. Otele dönmüşler ve Kostya odanın kapısını kilitlemişti. Varya'yı kucaklamış, boynunu ve göğüslerini öpmüştü. Ama Varya gün ışığında utanmış, restorana in428 diklerinde herkesin o işin biraz önce olduğunu farkedeceğin-den korkmuştu. Yatarken ışığı söndürmüştü. Kostya'nın yanında soyunmaya, onu kucaklamaya, okşamaya ve öpmeye utanmıştı. Bunları yapmak da istememişti. Yeni yaşamı öyle köklü bir değişiklik getirmemişti. Önceleri ulaşılmaz görünen şeyler, sanki hep öyle yaşamış gibi sıradan olmuşlardı. Restoranların akşam albenisi yine eskisi gibi onu çekiyordu, güzel giysileri seviyordu ama uzun süren provalardan gına gelmiş ve bütün Moskova sosyetesinin oraya geldiğini bilmesine karşın kuaför Pol'deki bekleyişler bıktırmıştı. Kuaför salonu Arbat'ta, Prag restoranın yanındaydı. Kostya, zamanında saç kurutma makinalarınm lambaların] sağlamıştı. Böylece Varya da öteki sürekli müşteriler gibi arka kapıdan —evden— içeri giriyordu. Kuaför Pol, yani Pavel Mihayloviç Kondratyev ve manikürcü karısı Vera Niko-layevna nedense Varya'ya ayrı bir önem veriyorlardı. Perma moda olduğu zaman Pavel Mihayloviç, Varya'ya perma yapmayı reddetmişti. — Böyle bir yüzü çirkinleştiremem! Bunu, perma yaptırmayı bekleyen diğer kadınlar da duymuş ve kuşkusuz kırılmışlardı. Ama Varya için bunun hiç önemi yoktu. Kendi tanıdık çevresi ve Kostya'nın grubu vardı. Restoranda eskisi gibi aynı masada oturuyorlar, Varya yalnızca onlarla dans ediyordu. Kostya, bu güzel kızın karısı, bu grubun da kendi grubu olduğunu, onun kesesinden yiyip içtiklerini göstermek istercesine bilardo salonundan ara sıra çıkıp yanlarına geliyor, bir kadeh votka içiyor, bir şeyler atıştırıyor ve Varya'yı omuzlarından- nazikçe kucaklıyordu. Varya, Levoçka'nın giysilerinin bile onun cebinden çıktığından kuşkulanıyordu. Çünkü Levoçka'nın hiç de kesesine uygun değildi. Ama Levoçka dürüst bir çocuktu, bilardo oynamaz, hemen hemen hiç içmezdi. İşini seven, saygılı, nazik bir

delikanlı. Kostya'nın böyle bir çevreye, Moskova'nın iyi aile çocuklarına gereksinimi olduğu gibi güzel ve namuslu bir eşe de gereksinimi vardı. Bu, onun markası, toplumdaki durumu, başka gözlerdeki etiketiydi. Hiç oku429 madan neyin moda, kimin ünlü olduğunu bilirdi. İlgisiz görünmek istemez, adları çok iyi anımsardı. Kıvrak bir zekâya sahipti. îka, bir seferinde sanki «sorumu yanıtla» oyunu oynu-yormuş gibi sormuştu: — İki filmi «O» ile başlayan, umut veren bir rejisör. Adı ne? Kostya, îka'nın bakışını yakalamıştı. Dönmüş ve anında yanıtlamıştı: — Barnet. Kostya sinemayı sevmez, boğucu havasına dayanamazdı. Sahneye, operaya, baleye daha çok değer veriyordu. Bar-net'in filmlerini görmemişti ama îka'nın sorusuna hemen yanıt vermişti. — Birlikte avlanmıştık. — Evet, evet, anımsıyorum, diye atılmıştı ika. Bu hikâyeyi anlatmıştın. Kurt öldürmüşsünüz. — Onunla değil Kaçalov'la. Kurt değil kurt ailesi. Kurt inini basmıştık. Kurda ateş ettik, sonra dişi kurda, en sonra da üç yavruya. Sen hiç kurt gördün mü? Görmediysen hayvanat bahçesine bir uğrayıver. Yalnız dikkat et, okşama, elini koparır. Bir kadeh daha içmiş, Varya'ya eğilmiş ve, — Lalenka, sense tüfekler için bana sitem ediyorsun, demişti. Buradakilerin hepsi, onlarla ava gitmem için her şeyi vermeye hazırlar. Yarın, Sanat Ustaları Kulübüne gidelim de beni nasıl ayartmaya çalışıyorlar, gör. — Ama oraya yalnızca artistler girebiliyor. — Sen bana inanmıyor musun? Lalenka, yarın oraya gidiyoruz. Ertesi gün Kostya, onun tuvaletiyle ilgilenmek için eve erken geldi. Önce eteği fırfırlı, yakası öleli mavi ipek elbiseyi, sonra altın iplik işlemeli gri atlas tuniği —altına dar, yırtmaçlı bir etek düşünmüştü— ve en son olarak da kahverengi açık renk elbiseyi denedi. İşiyle ilgili şeylerde çok acımasız olan Kostya'nın elbiselerle uğraşması, heyecanlanma430 sı ve ona bakarak bir bebek gibi sevinç duyması Varya'yı şaşırtmıştı.

— Olağanüstü, Lalenka, olağanüstü. Varya, onun zevkine güveniyordu. Ama bu ünlüler neden Kostya'ya tenezzül etsinler? Kostya onlar için kim? Bilardo-cu. Şimdi bir de avcılık çıktı. O da, avcının karısı. Aptalca görünecekti. Ama korkulan boşa çıktı. Kulüpte hem ünlüler, hem de ünsüzler vardı. Ama herkes meslektaşlann eşitliğini vurgulamak için birbirini çok iyi tanıyormuş gibi yapıyordu. îki tane bilardo masası vardı. Kostya az oynuyordu. Ünlü markacı Zahor tvanoviç'in yanında duruyor, oyunculara taktik veriyordu. Oynamak zorunda kalırsa ünlü dostlannı gücendirmemek için ufak tefek şeylere oynuyordu. Kostya, Starıy-Pimen'de dinleniyor ve neşeleniyordu. Varya da oraya gitmeyi seviyordu. Kulüp, eski zengin evlerinden birinin avlusundaydı. Eski mobilyalar olduğu gibi korunmuştu. Yanlarda localar ve sekiz-on kişilik odalar vardı. Kostya, bazan Levoçka ve Ri-na'yı da getiriyordu. O zaman dört kişilik ayrı masada oturuyorlardı. Localarda büyük gruplar oturuyordu. Kostya, Varya'ya, îlyinski ve Klimov'u gösterdi. Varya onlan «Üç Milyon» filminde görmüştü. «Ermitaj»daki sahneye sık sık çıkan Smirnov-Sokolski'yi de tanıdı. Smirnov-Sokolski, kel ve bıyıkb bir adama yan dönük oturuyor ve söylediğini başkalarının duymasını istemediğinden mi, yoksa bir şey istediğinden mi eliyle ağzını kapatarak ona bir şeyler anlatıyordu. Kel kafalı, kurnaz gözlerini kısarak susuyordu. Bu haliyle besili bir kediye benziyordu. —¦ Bu, Demyan Bednıy, dedi Kostya. Burası Varya'nın hoşuna gidiyordu. Votka ve şarap yoktu, yalnızca maden suyu ve meyve suyu. Zaten duvardaki yazı da bunu gösteriyordu: «Maden suyu bardakla satılmaz!» Sonra, mutfak olağanüstüydü, yemekler nefisti. Moskova'nın en ünlü aşçısı Yakov Daniloviç Rozental orada çalışıyordu. Ona kısaca, «Sakal» diyorlardı. 431 Bu yerin dürüst ve temiz bir yer olduğunun işareti gibi duvarda şu yazı göze çarpıyordu : Anımsa bir gerçeği Kulübe gidersen al eşini Burjuvaya öykünme Yabancıyı değil al kendi eşini... Rina, ilk iki mısrayı yazar Tretyakov'un, son ikisini ise ölümünden kısa süre önce Mayakovski'nin yazdığını iddia ediyordu. Burada Rina'nın da en az Kostya kadar tanıdığı vardı. Herkesle dostluk kuruyor ama aradaki mesafeyi korumasını iyi beceriyordu. Varya, onun hakkında doğru dürüst bir şey bilmiyordu. Ostajenka'da, Zaçatyev manastırının yanında ahşap bir evde oturuyor, hiç kimseyi evine davet etmiyordu. Gülerek, «Ev her an çökebilir!»

diyordu. Rina, kulübe onlar olmadan da geliyordu. Ama Varya ve Kostya, onun kimle geldiğini ve kimle gittiğini hiç bilmiyorlardı. Konuklar tiyatrolar bittikten sonra saat on bire doğru geliyor, gece iki-üçe doğru ayrılıyorlardı. Kapının önünde arabacılar bekliyordu. Kostya, Rina'ya sordu: — Seni götürelim mi? O da işveyle kaşlarım kaldırarak yanıtladı: — Götürürler... Kostya, Varya'nın oturmasına yardım etti. Varya arabanın koltuğuna iyice gömüldü. Stany-Pimen'den Malaya Dmit-rovka'ya, oradan da bulvara çıktılar. Issız, karanlık kent bambaşka geliyordu. Varya konuşmuyor, akşamki olayları düşünüyordu. Konuklar genellikle restoranda özel gecelerin düzenlendiği sinema salonuna geçerlerdi. Parodileri, skeçleri, küçük oyunları aktörlerin kendileri yazar ve oynarlardı. Bazen de yazarlar katılırdı. Çingeneler şarkı söylerdi. Ruslanova da şarkı söylerdi. Böyle bir şeyi hiçbir tiyatroda göremezsin. Bir seferinde sahneye elinde ak sakallı, ak kaşlı bir kuklayla Sergey Obraztsov çıkmıştı. Salon alkıştan inlemiş ve herkes Ku432 lüp müdürü Feliks Kon'a dönmüştü. Kukla onun tam benzeriydi. Obraztsov, Kon'un ses tonuyla «Sovyet ninnisi» raporunu okuyacağını açıklamıştı. «Sovyet ninnisi —kukla işaret parmağını salona uzattı, bu Kon'un en sevdiği jestti— burjuva ninnisi değildir, bebeği uyandırmalıdır...» Sonuçta her şey orada kalmıştı. Varya, bu insanlara çok şey için izin verildiğini anladı. Ama Kostya, haftada bir seferden fazla kulübe gidemeyeceklerini söyledi: «Kulüpte para kazanılmıyor, anlarsın ya!» Ve bu kurala sonuna kadar uydu. Yalnızca bir sefer, «Kadın rolleri yazmayan yazarların mahkemesi»nin sahnelenmesinde bu kuralı bozdu. Natalya Sats yargıç, Meyerhold savcı, Katayev, Oleşa ve Yanovski de sanıktı. Varya ve Kostya yedinci sırada oturuyorlardı. Aynı sırada Aleksey Tolstoy, ressam Deni ile Moor da oturuyordu. Vika Maraseviç bir an göründü. Varya, onu burada ilk kez görüyordu. Edebiyat ve tiyatro eleştirmeni olan kardeşi Vadim ise buranın müdavimlerindendi. Şimdi de buradaydı ve boş yer arıyordu. Hemen arkasında, davet ettiği Yura Şarok ve Lena Budyagina vardı. Lena Varya'yı tanıdı, nazikçe selâm verdi. Lena'dan sonra Yura da ona baktı ama Varya başını çevirdi. Onu görmeye bile dayanamıyordu. Varya, yeni yıl gecesi Saşa'yla Yura'nın tartışmasını anımsadı. Şaşa şimdi Sibirya'da sürgündeydi. Bunlarsa Vadim, Yura, Lena Budyagina ve Vika Maraseviç kulübün tadını çıkarıyorlardı.

Bunları düşünen Varya, Natalya Sats'm ne dediğini duymadı. «Sanıklar» çağrıldığında ancak kendine geldi. îlk olarak Katayev çıktı. Katayev'in sesi çatlak çıkıyordu» herkes onun üşüttüğünü düşündü. Seyirciler Katayev'i uyuşuk uyuşuk alkışladı. Yanovski de aynı şekilde karşılandı. Oleşa'nın her repliği kahkahalarla kesildi. Sivri burunlu Meyerhold, Oleşa'nın üstüne bir çaylak gibi saldırıyordu. Kısa boylu Oleşa, her saldırıyı ustaca geri çeviriyordu. Varya'nın önünde oturan Yaron, Aleksey Tolstoy'a dönüyor ve Yuroçka'mn nasıl olduğunu ima edercesine bir şeyler yapıyor, aynı zamanda Varya'ya yan gözle bakıyordu. Mahkemeden sonra 433 ise Varya'ya dönmüş, bir an donmuş gibi yapmış, çıkanlara engel olarak «Güzeli görünce dondum kaldım» demişti. Bu çok gülünçtü. Varya da gülümsedi. — Siz artist misiniz? Sizi niye tanımıyorum? — Artist değilim, bu yüzden tanımıyorsunuz! Varya kuru kuru yanıt vermiş, gülümsemesinin bir işve olarak kabul edilmesini istememişti. Varya'nm ünlülere yaklaşımı çok farklıydı. Kostya ya da Rina'nm heyecanlarını hiç de paylaşmıyordu. Komedyenler, işte onlara da gevezelik yapmak için izin veriyorlar. Varya, aktörleri sahnede görmeyi seviyordu, onları sahnede yürekten alkışlıyordu. Yetenek, yetenektir. Ama onlarla tanışmak? Niye? Varya'nın tutumu Kostya'nın hoşuna gidiyordu, ama kendisi olmadan onun ne kulübe ne de başka bir yere gitmesine izin veriyordu. Sinemaya da yalnızca Zoya ya cia Rina'yla. Sanat Ustaları Kulübü'nde Yura Şarok'a rastlayan Vika Maraseviç, bir daha oraya gitmemeye karar verdi. Ne diye onun gözüne gözükecekti? Anlamı var mıydı? Maroseyka'da-ki görüşmeleri yeter de artar. Raporunu düzenli olarak veriyordu: Şu gün, şu restoranda, şu kişiler oturdu ve şu konulardan söz ettiler. Şarok, ondan anımsayamayacağı boş konuşmaları bile anlatmasını istiyordu. Vika da haberlere1 geçiyordu. .. ... ıNoemi yine Japon'uyla. Ancak İtalyan'ın biri onunla evlenmek ve İtalya'ya götürmek istiyor. ... İki Alman ortaya çıktı, Metropol kızlarından Suzanna ve Katya onlarla birlikte. Almanların kim olduğunu söylemiyorlar. Nelli, zengin Fransız ticaretçisi George ile evlendi. Büyük bir ev, halılar, klasik mobilyalar, porselenler, araba... Vika, Yura'yla görüşmelerini, yüksek sosyete gevezeliklerine çevirmek istiyordu. Böyle bir şey terzinin oğlunun hoşuna giderdi. Ama kısa süre sonra Yura'nın bunlarla pek ilgilen434 mediğini anladı. Belki de ondan özel bir şeyler beklemiyordu. Yabancılarla düşüp kalkıyor, bırak uğraşsın...

Hayır, yine de ondan bir şeyler bekliyordu... Ama ne? Söylediği her ada gösterdiği tepkiyi iyi ölçüyordu... Sonunda ne istediğini tahmin etti... Yuzik Liberman! İşte, onu ilgilendiren kişi! Uzun boylu, kalın dudaklı biri. Genel kanıya göre, o büyük bir muhbirdi. Açık açık anti Sovyet fıkralar anlatır, büyük risk taşıyan şakaları yineler, yabancılarca ilgilenmezdi. Yüksek görevliler arasında kişisel ve yakın ilişkileri (annesi kanalıyla) vardı. Yuzik Liberman, özellikle bu kişilerle ilişkilerinden dolayı Yura'ya gerekiyordu. Yura, onlar hakkında bilgi topluyordu. Konuştukları önemli değildi. Yalnızca Yuzik Liberman konuşur, gevezelik yapardı. Diğerleri ise gülerlerdi, yani anlatılanlara katılıyorlar ve onaylıyorlardı. Vika bunu anlayınca, Yuzik'e daha yakın olmaya başladı, o da Vika'yı severek yanma aldı. Vika daha sonra, ne zaman, kimle, nerede, ne duyduğunu tam olarak anlatmaya başladı. Şarok işte bununla ilgilenmişti. Ondan istediği buydu. Gerçi Yuzik konusunda çok farklı bir şey anlatmıyordu, ama Vika bu anlamda onun işine yarıyordu. Vika, Yuzik Libernıan'ı, yani Yura'mn önüne koyduğu hedefi tahmin ettiğini ona gösterecek kadar aptal değil. Bu kuruluşta değerini yükseltmek gibi bir niyeti yoktu. Tam tersine Şarok'un gözlerinde aptal görünmek ve ciddi şeyler is-tenemeyecek bir kişi görünümü yaratmak istiyordu. Şarok'a karşı kurnazlık yaparak ondan asıl konuyu gizliyordu: Kendisi de bir mimar olan eski dostu Igor Vladi-miroviç'in tanıştırdığı ünlü mimarlar çevresi! Sovyetler Birliği kahramanı bir pilotla evlenme hayallerini çoktan bırakmıştı: Pilotları nerede bulacaksın? Hadi buldun diyelim, eşi olarak nereye ulaşacaksın? Bütün yaşamı parti, askerlik ve Stalin olan bir adam. Hem artık böyle bir «kahramansın hiçbir geleceği yok. Onu Çukotka'ya sıradan bir pilot olarak yollarlar. Yurt dışına gitmek de gerçekçi değil! Erik? Hoş erkek, ama doğru dürüst özelliği olmayan sıradan bir yabancı. Her gün banyo yapıyor, traş oluyor, iç 435 çamaşırını değiştiriyor, güzel kokuyor. Başka? Annesi, babası olmadan evliliğe bile karar veremiyor. Firmanın onuru! En iyi olasılıkla babası bir yıl sonra gelecek ama o da yirmi dördüne girecekti. Vika'mn iyi bir geleceği olan birine gereksinimi vardı. Böyle bir adam var: Moskova'nın önemli yapılarından biri olan ve Stalin'in gözbebeği Sovyetler Sarayı projesini gerçek-leştirenlerden ünlü bir mimar. Yaşlı sayılmaz, kırk üç yaşında. Yaşını hiç göstermeyen biri. Uzun yıllar İtalya'da yaşamış, Avrupalı. îşte, birliktelik buna denir! Çizmeli bir pilot değil, dünyaca ünlü bir mimar : Karısı ise Vika, ünlü bir profesörün kızı, doğma büyüme Moskovalı. Böyle bir alyansa hiçbir Şarok, hiçbir Dyakov dokunamazdı ve ellerini ondan çekmek zorunda kalacaklardı. «Bu nasıl olur, Jozef Vissarionoviç, diyecekti, kocası Stalin'e. Bana güvenilmiyorsa başka kişiler kanalıyla kontrol edebilirler, ama bu iş için

karımın kullanılması dürüstçe dej ğil.» tşte o zaman Dyakov ve Şarok kaçacak delik arayacaklardı. Doğru, mimarın eşi vardı. Eşi de kendisi gibi Odessalıy-dı. Onunla İtalya'ya gitmiş, orada biraz yontulmuştu. Gaga burunlu, şişko, esmer bir kadın. Uzun, ince sigaralar içiyordu. Miyop olduğundan gözlerini hep kısardı, ama gözlük takmazdı. Kadının eski kocasından yetişkin iki çocuğu vardı. Mimardan sekiz yaş büyüktü, mimar kırk üçünde, karısı elli birindeydi. Kadın alçağın tekiydi, önüne gelenle onu aldatıyordu. Son sevgilisi, askerlik çağı gelen gencecik bir delikanlı, sarı saçlı Kolya Krilov'du. Kadın, oğlanın burada kalmasına çalışıyordu. Kocasıyla hiçbir yere gitmiyordu. Yirmi yıl boyunca birbirlerinden bıkmışlardı. Mimar bütün gününü bürosunda geçiriyordu, bazen de orada uyuyordu. Sık sık yurt dışına gidiyordu. Karısı da canımn çektiğini yapıyordu. Mimar, Moskova yakınlarındaki Suhanova Mimarlar Evine gittiğinde karısı sevgilisini eve alıyordu. Mimar evine haber vermeden dönmez ve yalnızca onu küçük düşürecek 436 skandallardan kaçardı. Karısının, bir kadın olarak onu çekmediğinden enıindL Bu, yarı İtalyan, Odessalı kadını bertaraf etmesi zor değildi. Mimarla ilişki kurulmuştu, Vika onunla yatakta güzel saatler geçiriyordu. Vika genç, güzel ve deneyimliydi. Mimar da hâlâ ateşli bir erkekti. Birbirlerini görmeden ya da en azından telefonla konuşmadan bir gün bile geçiremiyor-lardı. Ama bu ilişkiyi herkesten gizli tutuyorlardı. Eski bir dost, bir «basamak» olarak Igor Vladimiroviç'i kullanıyorlardı. Vika'mn Mimarlar Kulübü'ne ve Noviriski bulvarındaki avukat Plevako'nun eski malikanesine yalnızca Igor Vladi-miroviç'le gittiği sanılıyordu. Kızlar oraya takılmıyorlardı. Orada da bir restoran —üçüncü sınıf— olmasına karşın Mimarlar Kulübü henüz moda olmamıştı. Proje sergileri düzenleniyormuş. Kim ne yapsın? Vika da bu ilişkiyi kolaylıkla gizliyordu. Mimarlar Kulübü'ne yalnızca Igor Vladimiroviç'le gidiyordu. Orada mimar da onlara katılıyordu. Mimar bu gizliliği gereksiz buluyordu, ama Vika'mn nezaketine, kızın onun işleriyle ilgilenmesine önem veriyordu. Vika, mimarın da katıldığı proje tartışmalarına geliyor, söylenenleri dinliyordu. Tartışmalara yaşlı kadın mimarlar da katılıyordu, ama onlar Vika'yı pek endişelendirmiyorlardı. Onu, büroda çalışan genç ve güzel çizimciler endişelendiriyordu. Ama Igor Vladimiroviç, önemli bir mimar, hele hele baş mimar için bürosundakilerle ilişki kurmanın kabul edilen bir şey olmadığım söylüyordu, — Mukavemet dersinin ilk kuralı şöyle der: Her ilişki özgürlüğün bir basamağını sınırlar. Mimar kendi bürosunda mutlaka özgür olmalıdır. Vika rolünü çok iyi oynuyordu. Igor Vladimiroviç bile onun, arkadaşına âşık olduğundan emindi. Mimar ise değişik mimari akımların, ekollerin, geleneklerin

savaşımının güç bir dönemini yaşıyordu. İtalya'da öğrenim gören, birçok ülkeyi gezen mimar, çağdaş çizgileri göz önünde bulunduran, özellikle yüksek yapıları tercih eden ve klasik mirasa daya437 nan bir ekolü savunuyordu. Bu yüzden ona çok saldırıyorlardı. Ama Vika, onun dâhi olduğunu, projelerinin bir deha ürünü olduğunu herkese, mimarın dostlarına ve düşmanlarına ilan etmişti. O, bir dâhiydi! Beş yüz yıl sonra değerlendirilecek bir dâhi değil, şimdi kabul edilen bir dâhi. Onun elinin değdiği her şey olağanüstüydü! Seçtiği rol gerçekten doğruydu ve Vika, bu rolü ustaca oynuyordu. Onunla hiç tartışmıyor, çelişkiye düşmüyor, ona kapris yapmıyor ve gücenmiyordu. Büyük bir adamla kurulan ilişki de birinci sınıf olmalıydı. — Benim çok eksiğim var, diyordu ona; Ama biliyor musun, bu kadınsı, beş kuruş bile etmeyen şeylerle gurur duyuyorum. Benimleyken rahat olmanı, sana hiçbir şeyin yük olmamasını istiyorum. Eğer randevuya gelemiyorsa Vika'ya telefonla haber veriyor, acıyarak soruyordu: — Ne yapacaksın? Vika onu teselli ediyordu : — Canım endişelenme! Yatarım, kitap okurum. Kız arkadaşıma uğrarım, sinemaya gideriz. Yarın sabah mutlaka ara. Kuşkusuz yatmıyor, arkadaşına uğramıyor, sinemaya gitmiyordu, çünkü kendi işleri vardı: Terziler, ayakkabıcılar, Yuzik Liberman ve Şarok. Bu işde düzensizliğe yer yoktu. Mimarla olan ilişkide de olamazdı. Mimar, onun kendisine bağlı, dürüst biri olduğunu sansın! Ne de olsa profesör kızı, ne de olsa Hetmaîı soyundan! Burada, aristokratlar arasında doğduğu için suçlu değildi ki! Vika yalnızca bir kez patladı. Olay, Sovyetler Sarayı proje yarışmasına katılan projelerin sergilendiği Sanat Müzesi'nde geçti. Müze, sabahtan akşama kadar tıklım tıklımdı, kuyruk Volhonka sokağında uzayıp gidiyordu. Mimarlar ve yabancılar projelerinin yanında duruyorlardı, hemen hemen hepsinin yanında eşleri de vardı. Açıklamalar yapıyorlar, soruları yanıtlıyorlardı. Vika, her gün oraya gidiyor, mimarla buluşuyordu. Bu çevrede epey tanıdığı olmuştu. Belki birileri Vika'nm mimarla bir 438 işi olduğunu tahmin etmiş olabilirdi, ama Vika her zaman alçak gönüllü davranıyordu.

Müze hep tıklım tıklımdı, adım atacak yer yoktu. Müzeye gelmeyen tek kişi mimarın karısıydı. — Ona kızma, dedi Mimar. Yirmi yıl boyunca yeteri kadar proje gördü, iyice bıktı. — Ama bu, senin en önemli projen. — Projeyi kabul ettikleri zaman ödül törenine gelir, diye şakayla karışık yanıt verdi mimar. — Tabii! O zaman yanında duracak ve zaferini paylaşacak. Mimar, Vika'ya dikkatle baktı, imayı anlamıştı: Kendisi yanında durmak ve zaferi paylaşmak istiyor. Vika yaptığı gafı anladı ve mimarın elini tuttu. — Hiçbir şey istemiyorum. Ama sana ve işine gösterilen kayıtsızlık beni çileden çıkarıyor. Yanına yalnızca zafer günü gelmek; bu, bu, biliyor musun... özür dilerim, birden senin için duygulandım. Ertesi gün Vika'yı mimarın telefonu uyandırdı. Bugün müze yalnızca davetlilere açık, gelme. Benim telefonumu bekle! Davetlilere demek sergiyi Stalin'in ve diğer yöneticilerin gezecekleri demekti. Vika, bütün gün evde oturdu, telefonun başından ayrılmadı. Mimar, akşama doğru aradı. — Geliyorum. Bir şişe şampanyayla geldi. Bugün onun zafer günüydü, onların zafer günüydü. Projesi Stalin'in hoşuna gitmişti. Sabahleyin iki haftalığına Suhanovo'ya gittiler. Stalin, Soçi'deki yazlığının balkonunda yüzünü güneşe vermiş oturuyordu. Soçi'yi seviyordu. Doktorların güneye yalnızca sonbaharda gitmesini önermelerine karşın yazın gitmeyi seviyordu. Doktorlar ne bilir ki? Çocukluğunda da bu 439 mevsimi seviyordu. Goris-Tsihe ve Bizans imparatorları tarafından yaptırılan dağdaki kalenin yıkıntılarında dolaşmayı seviyordu. Orada düşmüş ve elini sakatlamıştı. Soçi, Go-ri'de deniz ve böyle bir bitki örtüsü olmamasına karşın ona Gori'yi anımsatıyordu. Stalin'in önündeki masada kitaplar vardı: Solovyev, Kluçevski, Pokrovski, «SSCB Tarihi Dere Kitabı özeti Üstüne Notlar.» Bu çalışmayı Jdanov yönetmişti. Bu, ONUN seçimiydi. Bu yıl, onu Gorki'den almış, MK sekreteri yapmıştı. Bölgeyi, Gorki Otomobil Fabrikası inşaatını başarıyla yönettiğinden değil. Öteki bölge

sekreterleri de iyi çalışıyordu. Jdanov'un topu topu otuz sekiz yaşında olmasından da değil, öteki sekreterler de gençtiler: Kruşçev, Vareykis ve Eyhe kırk, Hatayeviç kırk bir, Kabakov kırk üç yaşındaydı... Jdanov aydın biriydi. Sanattan ve edebiyattan anlıyordu. Lunaçarski gibi her şeyi bilen aydınlardan değil. Bilgisiyle böbürlenmez, caka satmaz, Buharin gibi teorisyen rolüne soyunmaz. Ama aydın! Yönetimde aydın kişi de gerekli. Jdanov bu işe uygundu. Ona verilen en büyük görevi —Yazarlar Birliği oluşturmak— iyi kötü beceriyor. Önümüzdeki kongre, parti— aydın ilişkisinde dönüm noktası olacak. Aydınların öncü grubu olan yazarların gözü, hep halkın manevi liderliğinde olmuştur. Lenin, iktidar savaşında aydınlara dayandı. Bu doğruydu : Aydın, değişik düşüncelerin ebedi taşıyıcısıdır, değişik düşünceler de iktidar savaşında iyi bir silahtır. Ama iktidar kazanıldıktan sonra aydınlara dayanılmaz. Çünkü iktidarın silahı değişik düşünceler değil tek düşüncedir. RAPP ve öteki gruplar aydınları böldü, değişik düşünmeye mahkûm etti. Tek düşünceyi sağlayacak bir örgüt gerekli, bu da Yazarlar Birliği olacak! Gorki, yazarları birleştirmek için iyi bir figür. Aslında o, küçük burjuva liberalizmine eğilimli bir sosyal demokrat. Lenin, onunla epey uğraşmıştı, iyi de yapmıştı. Gorki'nin büyük bir adı, Batılı ünlü yazarlarla iyi ilişkileri var. Bizdeki çoğu şeyi kabul etmiyor. Ama mültecilik yaşamı, ona yurt dışında gelecek olmadığını gösterdi. Gerçek yazar, kendi ülkesinde yaşamalı ve ölmelidir. Viktor Hugo, 3. Napolyon'un dü440 şüşünü bekleyebildi, çünkü yazdıkları Fransa'da yayımlanıyordu. Rus mültecilerin yapıtları bizde yayımlanmıyor ve yayımlanmayacak, Arkadiy Avarçenko hikâyesi bir daha yinelenmeyecek. Bunin? Ne elde etti? Altmış üçünde Nobel ödülü. Kim ne yapsın? Bunin'i kim okuyor? Unutulmuş olarak Paris'inde ölecek. Onların hepsi orada ölecek. Rus edebiyatında onlardan eser kalmayacak. Gorki kalmak istiyor, ülkesinde anıtlaşmak istiyor. Bunu anlamak mümkün. Anıtlaşacak da! Toplu yapıtları da çıkacak. Telif ücretini dövizle de alacak. Onun kendisi döviz. Ona hem yabancı, hem de bizim yazarlar, hattâ bir zamanların «Serapion Kardeşler»(*) Fe-din ve Tihonov da saygı gösteriyorlar. Fedin ve Tihonov gibi yetenekli, deneyimli gerçek yazarlar en başta sosyalizm davasına hizmet etmeliler. RAPP ise onları edebiyattan uzaklaştırıyor, «proleter» şair taslaklarını ön plana çıkarıyor. Bu şair taslaklarıyla ne yapabilirsin? ONUN döneminde nasıl bir edebî anıt bırakabilirler? Demyan Bednıy? Demyan'dan yalnızca kendi kütüphanesi kalır. Dediklerine göre oldukça iyi bir kütüphaneymiş. Mayakovski yetenekli biri, şiirlerinden yararlanılabilir. Şiirden çok politika. Bir zamanlar KENDİSİ de şiire bulaşmıştı. Papaz okulu öğrencisiyken Soselo takma adıyla imzaladığı —papaz okulunda şiirleri kendi adıyla imzalamak yasaklanmıştı— «Di-la» (Sabah) şiirini «lveriya»nın redaktörü Ilya Çavçavadze'ye götürmüştü. O zamanlar Çavçavadze onun Gori, babası, Ate-ni yolu ve babasının arkadaşlarıyla masa sohbetleri hakkındaki beş-altı şiirini yayımlamıştı. Bunlardan başka da yazmadı. Şiir onun isi değildi. Şiirleri güzel miydi? Onları hiç ezberlememişti. Yine de bazı dizeleri anımsıyordu, llya Çavçavadze. «Sabah»ı övmüştü...

Açılan gonca şefkatle kucakladı menekşeyi Şen şakrak şakıdı bulutlarda tarla kuşu. (*) Serepion Kardeşler : 20'li yıllarda kurulan edebiyat derneklerinden biri. (Ç.N.) 441 Yirmi yıl sonra, 1916'da, Yakob Gogebaşvili'nin ilkokullar için hazırladığı Gürcüce okuma kitabında Soselo imzasıyla «Sabah» yeniden ortaya çıktı. Yakob Gogebaşvili ilk yayımından yirmi yıl sonra onu okuma kitabına almışsa bir şeyler var demekti. Yani bir değeri vardı! Yine de o, şiir için yaratılmamıştı. Ozan, savaşçı olamaz. Şiir insanın yüreğini yumuşatır. Gazetecilik, savaş içindir, gazetecinin kalemi devrime hizmet eder. Bu dalda çok yazı yazmıştı. Değişik takma adlar kullanmıştı: David, Namerodze, Çijikov, îvanoviç, Be-soşvüi, Kato, Koba... Koba partideki kod adı olmuştu. Bu ad, kendisinin de hoşuna gidiyordu. Koba, Kazbek'in «Baba Katili» romanının olumlu kahramanıydı. Ama bu kod adı polis tarafından da öğrenilmişti, bu adla yazı yazamıyordu ve ye-niden değişik takma adlar kullanmaya başladı: K. Stefin, K. Solin ve sonunda, 1913 şubatında «Sosyal Demokrat» gazetesinde I. Stalin. Bu ad, şimdi bütün dünyanın bildiği soyadı olmuştu. Şiir yazmayı bıraktı. Yazar olmadı ama okumayı çok seviyordu. Gerçekten de çok okuyordu. Gençliğindeki eğilimlerini anımsamıyordu, daha sonrakilerle iyice karışmıştı. Ha-pisanede, sürgünde hep okuyordu. Devrimcilik mesleği, okuma için yeterince zaman bırakıyor. Daha önemlisi insanı okumak zorunda bırakıyor. Papaz okulu, klasik gimnazyum gibi eğitim veriyordu. Latince, eski Yunanca, İbranice, Fransızca, İngilizce ve Almanca öğretiliyordu. Ama yabancı dillerle ONUN arası hiç iyi olmadı, sürgünde de uğraşmadı. Boşa zaman kaybı! Ama Rus dilini çok iyi biliyordu. Papaz okulunda dersler Rus-çay'dı ve orada beş yıl okumuştu. Gürcü aksanı çocukluğundan kalmıştı ve bunu düzeltmeye hiç yeltenmemişti, önemli olan aksan değil. Virgülü, noktayı, vurguyu yerine koyamayan nice Rus görmüştü. ikinci sınıf yazarları okumazdı. Kime ne yararlan var? Klasikleri okuyordu. Bu, Rus devrimcisi için gerekliydi... Gogol, Çehov, Saltıkov-Sçedrin, Gorki... İktidarla savaşımda onlar kullanılabilirdi. Muhalifleri de onlardan yararlanıyordu. Unutmamalı! Zlatovratski, Levitov, Karonin, Nikitin, 442 Surikov ve hattâ Nekrasov gibi köy yazarlarını sevmez ve okumazdı. Onlar, köylüye acıyorlardı, ama köylü kimseye acımıyordu. Bunu, KENDİSİ çok iyi biliyordu, başından geçmişti. Tolstoy büyük bir sanatçıydı. Ama iktidarın özünü anlamamış, insanı idealize etmiş, böylece sanatının değerini düşürmüştü. «Rus Devriminin Aynası». Aydın liberallere yaranmak için daha iyisi olmaz! Dostoyevski de Tolstoy gibi filozof değil, toplum ve devlet düzeniyle hiç uğraşmadı. Ama Tolstoy'dan farklı olarak insanı idealizme etmemiş, onun hiçliğini, onun kötü özünü görmüş ve cefa

düşüncesini empoze etmiş. Cefacılık, insanları etkilemek için büyük bir araçtır, kilise bundan mükemmel biçimde yararlanmıştır. Ne yazık ki Dostoyevski sıkıcı ve kötü yazmış, sanatsal yazmamış. Puşkin, en büyük Rus yazarı. Her şeyi anlamış, görmüş ve yapmış. Petro tipindeki içtenlik nelere değmez ki! «Çelik dizginle şaha kaldırdı Rusya'yı.» Sanatının doruk noktası, «Boris Godunov» dur! «Aptaldır halkımız, kolay inanır: Mucize ve yeniliğe şaşmaya bayılır : Boyarlar ise kendilerini eş görür Godunov'la... Kurnaz ve Katıysan...» Çok güzel söylenmiş! Aptal ve kolay inanma, halkın özelliği; «kurnazlık ve katılık» ONUN iktidarının özelliği. «Kendilerini eş görür», ONUN karşıtlarının özelliği. «Boris Godunov» gençliğinde de onu büyülemişti, Otrepyev tipi onu hayran bırakmıştı... «Papaz dönmesi, kaçak çocuk, yaşı ise yirmi gibi.., Boyu kısaca, geniş göğüslü, bir kolu diğerinden daha kısa, saçları sarı.» Puşkin'i papaz okulunda okuyabilirdi, çünkü Puşkin eğitim programında yer alıyordu. Ama «Boris Godu-nov»u gerçekten anlayarak okuması daha sonralara raslıyor-du. Okuldan atıldıktan sonra istatistikçi olarak çalıştığı gözlemevinde okumuştu onu. Şimdilerde kendisinin papaz okulundan marksist propaganda yüzünden atıldığını yazıyorlardı. Bir zamanlar yapılan ankete de «Tiflis Papaz Okulu'ndan marksist propaganda nedeniyle kovuldum» diye yazmıştı. Oysa başka bir şey yüzünden atmışlardı. Annesi ona her ay düzenli olarak para yolluyordu, ama o papaz okulunu bitirmek istemiyordu. Papaz olmak içinden gelmiyordu. O sıralar 443 marksist gruplarla ilişkiye girmişti. Marksist propaganda suçuyla okuldan atılma öyküsü, bu açıdan doğru bir öyküydü. Lider tipine yardımcı oluyor, dolayısıyla devrime hizmet ediyordu. Gözlemevinde «Boris Godunov»u defalarca okudu... «Papaz dönmesi, kaçak çocuk, yaşı ise 20 gibi... Boyu kısaca, geniş göğüslü, bir kolu diğerinden daha kısa, saçları sarı...» O zamanlar o da 20 yaşındaydı, o da okulun bitimine bir yıl kala dini kariyeri bir kenara atmıştı, o da kısa boylu, geniş göğüslüydü, saçları da sarımtraktı ve bir eli de az hareket ediyordu. Artık çocuk değildi, bir hayalci de değildi. Kendisiyle Otrepyev arasında bir benzerlik kurmuyordu; hattâ bu başarısız kahraman onu çekmiyordu bile. Yine de dış benzerlikler onu büyülemişti. Puşkin'in, Otrepyev'in başarısızlık nedenlerini verişi de onü büyülemişti: Geveze, en büyük sırrını uçarı bir Polonyalı kıza açtı, iyi yürekli ve vicdanı ağır basıyor, her politikacının kaçmak zorunda olduğu şeyler yüzünden acı çekti, «Düşmana göstereceğim güzel Moskova'ya giden mahrem yolu.» Maceracı, romantik ama politikacı değil! Her şeyi vardı: İrade, ikbalperestlik, risk, yiğitlik, zaferi sezme ve zaferi pekiştirme, zaferin meyvelerinden yararlanmama beceriksizliği. En yüksek iktidarı ele geçirmek ve onu tutamamak! İşte, talihsiz politikacıların yazgısı! İktidarı tutmak ele geçirmekten daha zordur. Otrepyev tutamamıştı. Moskova'da tahta çıktıktan sonra, oğluyum diye ortaya çıktığı çarın yaptıklarının onda birini yapsaydı bunların hiçbiri olmazdı. Ne ki şimdi böyle düşünüyordu. O zamanlar nasıl düşündüğünü anımsamıyordu. Yalnızca dış benzerliğin onu bü-yülediğini anımsıyordu. İktidarın en üst noktasına yükselen bu kaçağın yazgısı onu büyülemişti. Zamanla bu tip, öteki

tarihi kişilerle karışa karışa belleğinde zayıfladı. Yine de belleğinin bir köşesinde var olmaya devam etti. Bakû'de Polonya aristokratlarından Sofya Leonardovna Petrovskaya ile karşılaştığında bilinçsizce atılmamış mıydı? Kadın ondan hoş-lanmıştı: Proleter devrimci, illegal, eski pantalonlu, somurtkan, traşsız, içine kapalı, irade sahibi ve güçlü. Bir seferin444 de ona uğramış, ama kadını evde bulamamıştı. Ertesi sefer kadın gülerek, — Komşunun kızı bana şöyle dedi: Sofya Leonardona, size korkunç bir amca geldi. O zaman gülümsemişti, ama mutlu da olmuştu : Ondan korkmalarını istiyordu. Narin ve şefkatli Sofya hep onu düşünüyordu. Aslında bu, Stalin'in yaşamındaki en büyük aşktı. Sofya onunla hiç tartışmazdı, kemikleşmiş bir politikacı değildi, kendi görücünü kabul ettirmeye uğraşmaz, tam tersine onun her tartışmaya kızdığını görür ve politik tartışmalardan kaçınırdı. Ama onu hiç kızdırmıyordu. Onu kızdırmayan yegane kadın. Ne ki ilişkileri uzun sürmemişti... Sofya veremden ölmüştü. Kuşkusuz, ne o Otrepyev'di, ne de Sofya, Marina Mni-şek. Yine de, beyninin uzak köşelerinde uyuklayan tiplerin yarattığı ilk kötü motifleri anımsıyordu : Polonyalı aristokrat, isimsiz bir yarı din adamı ve geride kalan bir sürü Şey. Eylülde Şihovo mezarlığında, Çernosotenetsler (*) tarafından öldürülen petrol işçisi Hanlar Safaraliyev'in cenaze töreni yapılmıştı. Büyük bir gösteri olmuştu, fabrikalar düdüklerini çalmış, tüm kent uğuldamıştı. Kortejde o da yürüyordu. Şaumyan, Yenukidze, Azizbekov, Orconikidze, Capa-ridze ve Fioletov da vardı. STALİN konuşmuştu, Sonya da oradaydı. Altı ay sonra da onu aynı mezarlığa gömmüşlerdi. Ne miting olmuş, ne de fabrikalar düdüklerini uğuldatmışti. Tabutun ardından komşuları ve tanıdığı Polonyalılar gidiyordu. Çukura indirdiler, toprakla kapattılar ve gittiler. O ise kalmıştı, tanımadığı ve konuşacak bir şeyi olmadığı insanlarla dönmek istememişti. Taze tepeciğin yanına oturmuş, öylece kalmıştı. Kayalık Şihovo burnu denize iyice girmişti. Sayısız petrol kulelerinin yükseldiği Bibi-Eybat'ın üstünde yükseliyordu. Petrol kulelerinin yanında tek bir işçi bile görülmüyordu, ama pompalar aşağı yukarı hareket ediyor ve petrol çıkarıyorlardı. Bahar yeni gelmişti, güneş epey yakıyordu. (*) Rusya'da yağma ve katliam yapan silahlı çete. (Ç.N.) 445 STALÎN tek başına, Hazar kıyısında, kayalık Şihovo burnunda oturmuş aşağıyı, sayısız petrol kulelerini seyrediyordu. Değer verdiği tek kadını toprağa vermişti ama acısı her şeyi unutturacak gibi değildi. Hapisanelerden —hem Batum, hem de Kutay— geçmişti, Doğu Sibirya'ya sürgüne gönderilmiş, sürgünden kaçmıştı. Yaşıtları «Musalla Taşından» geçmeye başlamıştı. Kotshoveli hapisanede ölmüştü.

Tsulukidze de ölmüştü. Herkes gidiyor, herkes gidecek,' insan yaşamı bu burgaçta bir an. Yalnızca BUGÜN var. O da bir an, ama devrimci için gerçek yaşamın bir anı. Yalnızca devrimci ve yalnızca iktidar sahibi insan yaşamının kısalığını ve hiçliğini anlar. Yalnızca iktidar sahibi kendini esirgeme hakkına sahiptir. Kişisel yaşam iktidar savaşında hiçbir şey demek değildir. Ama iktidarı ele geçirince yaşam, kazanan için bir ödüldür. Şimdi KENDÎSt galipti, yaşamını koruyabilir, çünkü iktidarı koruyabiliyor! Bütün devrimciler yaşamlarını tehlikeye atarlar. O da tehlikeye atmıştı, ama dikkatliydi. Bakû'ye gelirken Bala-caralı'da inmiş, kente deniz kıyısından petrol kuleleri boyunca yayan gitmişti. Yorulduğunda oturmuş, şimdiki gibi yüzünü güneşe vermişti. Yolu, denizi, petrol kulelerini seyretmişti. Devrimciyi yöneten ne? Onu bu çetin yola iten? Düşünce? Herkesin bir düşüncesi var. Ama herkes devrimci mi? însan severlik? Bu, Babtistlerin ve Tolstoycuların işi. Hayır! Düşünce, devrimci için bir nedendir. Genel refah, eşitlik, kardeşlik, yeni düzen, sosyalizm, komünizm kitleleri savaşıma katan savsözlerdir. Devrimci bir karakter, kendini aşağılamaya karşı bir protestodur, kişiliğin kamtlanmasıdır. Onu beş kez tutuklamışlar, sürmüşlerdi. O sürgünden kaçmış, saklanmış ama vazgeçmemişti. Niçin? Kendi gübresinden başka bir şey bilmek istemeyen köylü için mi? Bu çalışkanların «pro-leterliği» için mi? Baku'da, Baylov'daki Rotşild işçi yatakhanesinde sık sık gecelemiş ve «işçi sınıfını» görmüştü. Baku' deki o dönemlerde önde gelen parti adamlarından biriydi. Bolşevizmin lideriydi. Bunu tartışmaya yeltenmek bile saçmalıktı. Böyle yeltenişleri susturmayı becerebilir. 446 Stalin, koltuktan kalktı, başının üstünde bir arı vızıldıyordu. Arı masadaki kültablasına kondu. Stalin, Kluçevski' nin kitabıyla arıyı öldürdü. Koltuğuna oturup o zamanlara, Avel Yenukidze'nin alçakça broşürüne ait düşüncelere dönerken Gürcüce, — Alçaklık! Alçaklık! dedi. Yenukidze bu broşüründe, nereden aklına estiyse, Ba-kû'de «Nina» kod adıyla çalışan matbaayı anlatıyordu. Le-nin'in emrindeki matbaayı Krasin, Yenukidze ve Ketshoveli yönetiyordu. Avel'in yazdığına göre bunu başka hiç kimse bilmiyordu. Yani O da, Stalin de bilmiyordu ve ONA, Sta-lin'e bundan söz edilmemişti. Krasin'i, bu elektrik mühendisini anlamak olası: Lenin ona gizliliğe mutlak uyulmasını emretmişti. Krasin'e ONUN bir kırgınlığı yoktu : Krasin yıllar önce ölmüştü. Ketshoveli de ölmüştü. Devrimin yazgısını belirleyen de bu küçük matbaa değildi. O zaman iş böyleydi. îş, şimdi başkaydı. ONUN Baku, Tiflis ve Kafkas defne çelengine gereksinimi yok. ONUN, partinin gerçek tarihine gereksinimi var. Partinin gerçek tarihi ise onun yönetiminin çıkarlarına ve otoritesine hizmet eden tarihtir.

Hemen yambaşmdaki gizli matbaadan ONUN haberi yoksa şimdi, Rusya'da partiyi KENDÎSÎNÎN yönettiğini nasıl iddia edebilirdi? Partiyi KENDÎSÎ yönetmişse matbaanın varlığını bilmemesi mümkün değildir. Bilmediğini söylemek, Le nin'in bas yardımcısı rolünü de yadsımak demekti. Avel Yenukidze yoldaş bunu anlamıyor mu? Anlamaması mümkün değil. Stalin yoldaşın «Nina» matbaasıyla hiç ilişkisinin olmadığının belirtildiği broşürü niye yayımladı? Yenukidze yoldaş bunu niye gerekli gördü? Neden böyle birdenbire tarihe el attı? Böyle bir adama Kremlin'i ve kendi yaşamını emanet etmişti. Kremlin koruma komutanlığı emrinde neden bu kadar çok eski parti üyesi vardı? Korumacıları bu nitelikleriyle mi seçiyorlar? Korumacı için koruma bir politik görevse, bu korumacıya yüzde yüz güvenilmez : Politik görüşler değişebilir. Kişisel sempati bile iyi değildir: Sempati ile antipati arasında yalnızca bir adımlık mesafe vardır. 447 Korumacı, sahibine bir kurt köpeği gibi sadık olmalıdır. Gerçek korumacı budur. Bildiği tek şey şuydu: En ufak bir hata, üstünkörü bir kontrol bütün ayrılacağına karşın onu yaşamından edebilirdi. Korumalarının büyük bir özenle seçilmesi gerekir. Yenukidze yoldaş ise Kremlin koruma komutanlığında Peterson'u, Troçki'nin treninin eski müdürünü, Troçki'nin adamını tutuyordu. Bir saray darbesi mi düşünüyorlar? Yenukidze onlarla. Bu, çıkardığı beş para etmez broşürden belli, broşürüyle kendini ele verdi! Bu alçakça provokasyon broşürünü darmadağın etmeli. Avel, kuşkusuz inkâr etmeye, ağlamaya ve itiraf etmeye başlayacak, itiraf eden kişi politik olarak bitmiş biridir. Bundan sonra fiziki olarak var olsa da akrabaları ve yakınları dışında hiç kimse ilgilenmez onunla. Akraba ve yakınları çeker yalnız onu. Bu broşür hakkında kime yazı yazdırmalı? En iyisi eski Bakûlülerden birine. Ama eski Bakûlülerden kim kaldı? Orconikidze Bakû'de bulundu. Balahnin'de Şemsi Asa-dulayev Petrol tesislerindeki hastanede sağlık memuru olarak çalışmıştı. Çalıştığı küçük evi çok iyi biliyordu: îki odalı küçük bir ev, Sergo birinde yatıp kalkıyor, ötekinde de hastalan kabul ediyordu. Gizli görüşmeler için çok uygun bir evdi. Sağlık memuruna dünya kadar gelen giden oluyordu. Sergo orada bir yıl kadar çalışmıştı, sonra Bakû'ye kısa sürelerle uğramıştı. Gerçek ve iyi bir tanık, ama işlerinin çok yoğun olduğunu bahane edecektir. Aynı zamanda Avel Ye-nukidze'nin de arkadaşı, dostuna karşı tanıklık yapmayacaktır. Vişinski? Bitmiş bir namussuz. Yaşamı boyunca hep Menşevik kaldı. Bu da olağan bir şey. Çünkü Menşeviklere iş yapan değil, güzel nutuk atan gerekli. 1908'de Balahan'da Halk Evi'nde Şendrikovlar'ın mahkemesi yapılmıştı. Onları savunan kimdi? Vişinski! Bir gecede tam beş kez konuşmuştu, konuşma sanatının tadını çıkarmıştı, demagog, düzenbaz! On yedinin yazında Moskova'da Arbat polis müdürüydü. Duvarlara Lenin'in aranması ve tutuklanması emrini asmış ve aptal, altına kendi imzasını koymuştu: «A. Vişinski.» Ekim 448

Devrimi'nden sonra ONUN davetine gelmiş, sızlanmış ve itiraf etmişti. Baylov hapisanesinde aynı hücreyi paylaştıkları sırada gelen yiyecekleri bölüştükleri konusunda tek sözcük bile etmemişti. KÎMÎNLE konuştuğunu anlamıştı, böyle bir anımsatmayı ONUN bağışlamayacağını da anlamıştı. 1920'de partiye girmesine, 1925'de Moskova Üniversitesi rektörü olmasına, 1931'de RSFSR savcısı olmasına O yardım etmişti. Vişinski şimdi SSCB Başsavcı yardımcısıydı, ama Baku işi tanığı olarak işe yaramazdı. Partide herkes ondan nefret edi yordu. Geriye Kirov kalıyor. Devrimden önce Bakû'de hiç bulunmamıştı, ama devrimden sonra beş yıl Baku'nun tanrısıy-dı. Bütün arşivler elindeydi, Baku £arti örgütü tarihini iyi incelemişti, bilgili ve etkili bir adam. Yenukidze'nin broşürüne o yanıt vermeli. Otoritesiyle partinin gereksinimi olmayan bu öyküyü çürütüp parti yönetiminin otoritesini güçlendiren öyküyü desteklemeli. Sözlü olarak Stalin yoldaştan bahseder, ama söz yeterli değil. Özellikle bu nedenle onu Soçi'ye çağırmıştı. Yanıbaşmda çalışsın ve şimdi nasıl olduğunu göstersin. Üçü güzel bir grup oluşturacaklardı, örneğin üçü de müziği seviyordu: STALİN sadece seviyordu, Jdanov piyano bile çalıyordu, Kirov ise nerdeyse hastaydı. Operaya gittiğinde özel locaya oturmaz, herkesin oturduğu yerde izlerdi. Büyük demokrat! Hep aydın olmaya özendi. Gençliğinde, teknik okulda okumasına karşın amatör öğrenci topluluklarına katılmıştı. Gençlik fotoğraflarından birini Sergo'da mı, yoksa Kirov'un kendisinde mi bir yerde görmüştü. Karısı... Adı neydi? Marya Lvovna göstermişti: Üniformalı, şapkalı bir delikanlı. Şapkasının kokartmda çaprazlamasına çekiç ve İngiliz anahtarı vardı. Teknik okul işareti! Ama bilmeyen biri için gimnazyum, hattâ üniversite formasından farkı yok. Ya gelmek istemezse! Hastalığını ve doktorların Kafkas-lar'a gitmesini önerdiklerini bahane etti. Neyin var? Mide ekşimesi... Ekşime kimde yok ki, bu da hastalık mı? Gel hadi, seni burada iyileştiririz, bizimle çalışırsın. «Ben tarihten 449 ne anlarım...» «Biz ne anlıyoruz ki? Ama çalışıyoruz, sen de bizimle çalış». Yaşasın ve göz önünde bulunsun. Şimdiye kadar hiç bir arada olmamışlardı. Devrimden önce hiç karşılaşmamışlardı, tç savaş sırasında bir-iki kez görüşmüşlerdi. İlişkileri? Kirov, Azerbaycan parti örgütünün başındayken gelişmişti. Parti kongrelerine, MK plenumuna işi gereği sık sık geliyordu, îyi bir izlenim uyandırıyordu. Orconikidze onun hakkında iyi konuşuyordu. Yurt dışında bulunmamıştı, yani mültecilerden değildi. Son zamanlarda dostça ilişkiler kurmasına karşın amansız bir Troçki, Zinovyev, Kamenev, Buharin düşmanıydı. Kirov'a O el uzatmış; onuncu kongrede MK üye adayı, on ikinci kongrede MK üyesi, dokuz yüz otuzda ise Politburo üyesi yapmıştı. Onu Leningrad'a O göndermiş ve bu kibir, kurum ve muhalefet yuvasının yok edilmesinde ona güvenmişti. Ama Leningrad'ı adam etmesi gerekirken tam tersine eski hareketleri canlandırmış ve ucuz kahramanlık gösterilerine başlamıştı. Şimdi de bu yapay ününü bütün Sovyetler Birliği'ne yaymak istiyor. Stalin yoldaşı dengelemek için sevecen ve iyi yürekli görünmek istiyor. Politbüro-da Rütin'in idam edilmesine karşı çıktı, sonraları da Smirnov, Tolmaçev ve Eystmont'un idamlarına... Politbüronun öteki üyelerini de peşinden sürükledi. Molotov ve Vcroşilov bile

tereddüt ettiler. Yalnızca Lazar idamları sonuna kadar destekledi. Yenilen birine cömetlik göstermek tehlikelidir : Düşmanın senin bu davranışına hiçbir zaman inanmaz, onu politik bir manevra olarak görür ve en uygun bulduğu anda kendisi saldırır. Bunu ancak saf adam başka türlü yorumlar. Kirov, tehlikeli bir idealist. İşçi sınıfı için maddi refah istiyor. Maddi durumu iyi olan insanın kurban olmayacağını, şevkle çalışmayacağını ve küçük burjuvalaşacağını anlamıyor. Halkın büyük enerjisini ancak ıstırap yola çıkarır. Bu enerji yıkıma da, yapmaya da yönlendirilebilir. Istırap, insanı tanrıya götürür. Halk yüzyıllarca bu Hıristiyan inancıyla yaşamış, bu inanç kanına, canına işlemiş. Bu, bizim tarafımızdan da kullanılmalıdır. Sosyalizm, dünyadaki cennettir. Uğruna 450 h_ HALK KÜTÜPHANESİ ıstırap çekiliyor olsa bile göklerdeki mitolojik cennetten daha çekicidir. Ama kuşkusuz, halk bu ıstırapların geçici olduğuna, büyük amaca ulaşılmasına yaradığına, iktidarda olanın onun gereksinimlerini bildiğine, onun için uğraştığına ve hangi mevkide olurlarsa olsunlar onu bürokratlardan koruduğuna inanmış olmalıdır. İktidar, HER ŞEYİ BİLÎR, HER ŞEYİ GÖRÜR ve HER ŞEYE MUKTEDİRDİR! Dün bu konuyla ilgili olarak ne düşünmüştü? Tüketim malları hakkında? Yiyecek karnelerinin kaldırılması mı? Ama bu sorun çözülmüştü. Karneler bir ocaktan itibaren kaldırılacaktı! îyi de bir şey vardı aklında. Tamam! Dün Estonyah bahçıvan Arvo İvanoviç ile konuştuklarını hatırladı! Arvo İvanoviç'i devlet yazlığına,, Voroşilov sanatoryumundan almışlardı. Buralıydı, eşi Rustu, bütün yaşamı Soçi'de geçmişti ve en iyi bahçıvan sayılıyordu. Dediklerine göre de emin biriydi. Stalin, Kafkaslar'da Estonyalılara hiç rastlamamıştı. Ama bu yüzyılın başlarında Pribaltık'tan Suhumi'ye birkaç yüz Estonyalmm geldiğini ve Karadeniz kıyılarında üç ya da dört Estonya köyü kurulduğunu biliyordu. Estonyalılar da oralılar gibi bahçecilik ve hayvancılıkla uğraşıyorlardı. Onların sürüleri daha büyüktü. Elli yaşlarında görünen Arvo İvanoviç, elmacık kemikleri çıkık, tıknaz, açık kahverengi gözlü, açık renk gözlü biriydi. Bütün Estonyalılar gibi yelek ve mcnt giyiyor, ama şalvarını Kafkaslılar gibi çarığının içine sokuyordu. Rusçayı aksanla, bazan da sözcükleri bozarak konuşuyordu. Dün çiçekleri keserken onu izliyordu; kendisi de çiçekleri severdi. Arvo İvanoviç, somurtarak bir şeyler söylemiş, o da neden hoşnut olmadığını sormuştu. Arvo ivanoviç, dükkânda tartıda hile yapıp karısına eksik mal verdiklerini söylemişti. Bu yetmezmiş gibi paranın üstünü de eksik vermişlerdi. Stalin, akşam koruma müdürüne, Arvo İvanoviç'm karısını dükkânda aldatmışlar, dedi. Kent komitesi başkanına söyleyin, suçlular sert biçimde cezalandırılsın! Rus tüccarı her zaman hilebazdı, şimdiki satıcılar da hilebaz kaldılar. 7 Ağustos yasasından sonra devletten çalmaya korkuyorlardı. Ama halktan çalmaya başlamışlardı. 451

Halk bunu görüyor, yine de bir şey yapamıyordu. Demek ki halk için O bir şeyler yapmalıydı. KENDÎSÎ dükkâna gitmiyordu ama, KENDÎ halkının gereksinimlerini ve kırgınlığını çok iyi biliyordu. Stalin kalktı ve odaya geçti. Büyük sekreter masasında Tovstuha oturuyordu: Soçi'ye onu kendisi getirmişti. Burada tarih bilimciler çalışıyordu. Onların ÎMEL(*) müdürü yardımcısı aydın Tovstuha'ya gereksinimleri vardı. Tovstuha tarihi biliyor, şimdi partiye nasıl bir tarih gerektiğini anlıyordu. Günlük işlere gelince, onlarla Tovstuha da başa çıkardı. Uzun yıllar sekreterliğini yapmıştı. Veremdi. iyi ya, güneşlensin işte! iyice zayıflamıştı; öksürüyor, cansız cansız bakıyordu. Doktorlar uzun süre yaşayamıyacağını söylüyorlardı. Yazık, sadık bir adam! — Müşterilerin aldatılmasıyla ilgili bir MK karar tasarısı hazırlayın... dedi. Hayır... Kullanıcıların... Yanlış hesaplamalar hakkında... Daha doğrusuperakende satışların fiyatlarıyla oynama hakkında. Olayları araştırmak ve bunun, partinin geniş tüketici yığınlarını kollamasıyla çeliştiğini göstermek gerek. Bu tür olayların ortaya çıkarılma işini Ticaret Halk Komiseri Mikoyan, TS(**) Başkanı Zelenski ve VTSPS (***) Başkanı Şvernik üstlensin. Sendikalar da emekçilerin aldatılmamalarını izlemelidir. Kararname sert olmalıdır. TSÎK (****) de bir yönerge çıkarsın: Eksik tartma ve eksik para üstü vermenin cezası on yıl! — Olayları ortaya çıkarmak zaman alacak. — O halde şöyle yazın: MK'ye gelen... Hayır! MK'ye ulaşan olaylar. Böyle yazın. Stalin balkona döndü, koltuğa oturdu ve yüzünü güneşe vererek yeniden Kirov'u düşünmeye başladı. Ona halef diyorlar. Oysa kendisi Kirov'dan topu topu yedi yaş büyük. Hangi mirastan söz ediliyor? Kimin erken öleceği belli olmaz. Kafkasyalılar uzun yaşarlar. Demek ki, anılan miras ölümünden sonra değil, ölümünden önce! Çok beklerler! Ro(*) İMEL : Lenin Metalürji Enstitüsü. (Ç.N.) (**) TS : SSCB Tüketici Birlikleri Merkez Sovyeti. (***) VTSPS : Sovyetler Birliği Sendikalar Merkez Sovyeti. (****) TSİK: 1924-1937 yılları arasında Merkez İcra Komitesi. 452 bespiyer'i giyotine yollayan Konvent'e (*) gereksinimi yoktu. Napolyon Konvent'i kovmuş, doğru da yapmıştı. Napolyon bu yüzden büyük adamdı. Robespiyer ise bütün acımasızlığına karşın geveze bir avukattan başka şey değildi. Kirov'un Moskova'ya gelişlerinden birinde Orconikidze' de toplanmışlardı. Sergo, Kirov, Voroşilov, Mikoyan ve O vardı. Çağrılı olmamasına karşın Kaganoviç de oradaydı. Sergo, ona dayanamıyordu. Ama O, gidelim Lazar, Sergo yemeğe çağırıyor,

demişti. Kirov, matematik, fizik ve kimyayı sevdiğini, okulu başarıyla bitirdiğini, sonra Tomsk Teknik Enstitüsü bünyesindeki hazırlık kurslarına katıldığını, mühendis olmaya hazırlandığını anlatmıştı. Bunları niye anlattığını şimdi anımsamıyordu. Ivan Budyagin ile oradan mı tanışıyorlardı: Budyagin de o kurslara katılmıştı, anlaşılan dostlukları oradan geliyordu. Kirov, az da olsa teknik eğitimli, tekniğe eğilimi olan biri. Yani sanayinin yöneltilmesi için ondan daha iyisi can sağlığı. Sanayiyi makina yapımı, kimya, inşaat gibi bölümlere ayırsın. Bu kemikleşmiş organları parçalamak gerek. Bu, birbirine yapışmış insanların bağlarım karıştırmak, karıştırmak, karıştırmak gerek. Kirov yoldaş, politbüro üyesi ve MK sekreteri olarak böyle bir sanayiyi yönetsin. Bunda utanılacak bir şey yok. Ülkenin sanayileşme döneminde, ekonominin önemli bir halkası olan sanayiyi yönetmek utanç verici bir şey değildi. Kirov yoldaşın bunu kabul etmemesi, Moskova' ya gelmek istememesi, bağımsız kalmak ve kendi politikasını sürdürmek istediğini gösterir. Şaşa, böyle bir acıyı ne Butırka'da, ne yolda, ne de sürgüne ilk başladığında duymuştu. Butırka'da işin çözüleceği ve bırakılacağı umudu vardı. Yolda, bir an önce yerine ulaşmak ve sabırla sürenin bitmesini beklemek, tek amaçtı. Umudu onu insan yapmış, amacı yaşamasını sağlamıştı, insanlara (*) KONVENT : Fransa'da 1792-1795 yıllarında çalışan meclis. 453 separatörü kullanmaları için yardım etmek istemiş, ama sabotajcılıkla suçlanmıştı. Alferov, sağlam mantığıyla bunu kanıtlamıştı. Ayrıca yine Alferov İvan Parfenoviç'in dilekçesini yürürlüğe sokarak istediği an onu ezebilirdi. Böyle yaşamak mümkün mü? Moskova'dan beklediği Fransızca kitaplar, ekonomi politik ve felsefe kitapları ne işe yarayacak? Çizme dikmek! Bunu öğrenebilir. îşte kısmet! Unutmak, her şeyi unutmak! Onu yetiştiren düşünceye Baulinler, Lozga-çevler, Dyakovlar sahip çıktılar. Bu düşünceyi ayaklarının altına aldılar, ona inanan insanları eziyorlar. Önceleri bu dünyada güçlü kollara ve eğilmez bir iradeye sahip olmak gerektiğini, yeksa yok olup gideceğini düşünürdü. Oysa şimdi güçlü kollar ve çelik iradeyle de yok olunacağını görüyordu: Çelik iraden, güçlü kolların daha güçlüsüne çatmış-sa işin bitmiş demek. Yaşamak için başkasının gücüne, başkasının iradesine boyun eğmek, sakınmak, koşullara uymak ve çalılıktan korka korka çıkan bir tavşan gibi olmak gerek. Fizik olarak kendini ancak böyle koruyabilirdi. Böyle yaşamaya değer mi? Şaşa evde oturuyor, okumaya çalışıyordu. Yaşlı adam avluda bir şeyler onarıyordu. Baltanın tek düze sesi ona daha çok acı veriyordu. Yaşlı adam avludan çıktı, ama Şaşa yine de kendini okumaya veremedi, kitabı bıraktı. Böyle bir yaşama dayanamaz, asla dayanamaz. Yatağa uzandı ve uykuya daldı. Ama rüyasında da felâket duygusu onu bırakmadı ve korkuyla uyandı. Alferov ondan ne istiyor? İyi yürekliliği raslantı değil. Burada onu boşuna bırakmamıştır. Eşyanın tabiatına göre hakkında gerekli işlemi yapması, ağırlığını göstermesi gerekliydi. Oysa onu Mozgova'ya geri yollamış, Kejma'ya alabileceğini ima etmiş, MTS'de çalışabileceğini söylemiş ve karşılığında hiçbir

şey istememişti. Kendine bağlamak mı, yoksa iyice moralini bozmak mı istiyor? Sürekli gerilim ve korku içinde yaşa, belgelerin durduğunu unutma, bekle! Rahat içinde yaşayamayacaksın. Acı, acı... Yaşlı kadın kapının ardından seslendi. — Yemek yiyecek misin? 454 — Dişim ağrıyor, yemeyeceğim. Şaşa, iki gün evden çıkmadı, avluda oturdu, yaşlı adama yardım etti. Zina'nm onu beklediğini, endişelendiğini biliyordu, ama onu görmek de istemiyordu. Zina, utancına tanık olmuştu. Teselli etmeye kalkacak ve bu cnu daha da küçültecekti. Herkese ve her şeye karşı ilgisizdi. Bitirmek gerek! Bu çevreden artık kurtulamayacak... Ya annesi ne yapar? Annesi buna dayanamaz, ona böyle bir darbe vuramaz. Dayanmalı, yeter ki annesi onun yaşadığını bilsin, yeter ki umudunu yitirmesin. Üçüncü gün Vsevolod Sergeyeviç uğradı. — Neyiniz var? Niye ortalıkta görünmüyorsunuz? Hasta mısınız? — iyiyim. — Alferov mu haşladı? — Sabotajcı ve Kolhoz yönetiminin otoritesini küçük düşürmek isteyen biri olduğumu kanıtladı. Hem de çok mantıklı olarak. — Niye şaşırıyorsunuz? Felsefe öğrenimi görmüş. — Öyle mi? — Bir düşünün. Görevi sizi aldatmasın. Büyük biri, apoletlerinde üç ya da dört kare var. (*) Kansk'taki müdüründen daha yüksek rütbesi. Bu yüzden üniforma giymiyor. Yurt dışında bulunmuş, ama şimdi burada. Korkarım ilerde, nasıl derler, bizim yoldaşımız, yazgıdaşımız olacak. Belki de geri döner. Bütün bunlar bizim bilmediğimiz olaylara bağlı. Her halükârda sizin kolhoz başkanının dilekçesiyle gümbürtüye gidebileceğinizi göstermiş. Separatörü kırdınız ve başkanı aptallıkla suçladınız. Bunlardan yola çıktı değil mi? — Evet. — işte görüyorsunuz. Sizi teselli etmek istiyorum. Separatörü aynı gün Kejma'ya götürdüler ve söylediklerinizi aynen yaptılar. Şimdi mükemmel çalışıyor. Dışarı çıkıp görebilirsiniz. (*) Yarbay ya da albay.

455 — Başka derdim mi yok? — Çok doğru, Şaşa. Size, başka kimseye bulaşmamanızı öğütlerim. Sabotaj konusunun da unutulacağını sanıyorum. Hiç endişe etmeyin. — Endişelenmiyorum. Hoş değil, —¦ Anlıyorum. Açık konuşmama izin verir misiniz? — Elbette. — Siz, Şaşa, gerçek bir insansınız! Sovyet insanı! Bu kompliman değil, bir tesbit. Gerçek, namuslu bir Sovyet insanı olmak kuşkusuz çok iyi bir şey. Ama siz bizim özel durumumuzda da öyle kalmak, Sovyet insanının davranması gerektiği gibi davranmak istiyorsunuz. Oysa bu mümkün değil Şaşa. Çevreniz için siz Sovyet insanı değilsiniz, siz anti Sov-yetsiniz. Size ve işlerinize bu açıdan bakıyorlar. Sokağa çıkıyor ve separatörün çalışmadığını görüyorsunuz, separatörü bilen biri olarak hiç zaman yitirmeden onarıyorsunuz. Kol-hoz başkanı ve NKVD yetkilisi ise, Alferov'u değil başka birisini kastediyorum, daha farklı düşünürler: Separatörde ne yapıyor? Onu kırmak istiyor! Düşman, elinden gelen her yerde zarar verir, kötülük eder. Umarım bu sözlerin kimin olduğunu biliyorsunuzdur. — Biliyorum. — Aforoz edilmiş biri olmak istemiyorsunuz, ama durumunuzu iyi değerlendirmeniz gerek. Başkana aptal dediniz, bu sizin ilk hatanız. Anasına küfretseydiniz daha iyiydi. Ama aptal sözcüğü alçaltıcı, küçük düşürücü. Aynı zamanda bir üstünlük duygusu da var. Yani siz akıllısınız, o aptal. Al-ferov, başka köye gitmenizi önermedi mi? — Önerdi. — Eee? Siz de reddettiniz? Nurzida Gazizovna yüzünden? — Ne reddettim, ne de kabul ettim. Ona, kendiniz karar verin, dedim. Ona gebe kalmak istemiyorum. Vsevolod Sergeyeviç bir süre düşündükten sonra, — Evet, dedi. Belki de en iyisini yaptınız. Başka bir köyde daha rahat ederdiniz. Burada, eski ev sahibenizin oğluyla bir sürtüşmeniz vardı, şimdi de başkanla. Ününüz pek iyi değil. Ama her şeyin yoluna gireceğini umalım. Şimdi Şaşa, 456 sinirleriniz iyice gergin, kemanın telleri gibi: Tutuklanma, hapisane, sügün,

yol, Mozgova'mız, ev, uğraşmalar. Hepimiz bu yoldan geçtik, önemli olan, haber olmamak. Siz güçlü, irade sahibi bir delikanlısınız, bu işin üstesinden gelmek zorundasınız. Tek çıkış yolu, hiç kimseyle çelişkiye düşmeyin ve öğretmenle olan ilişkinize de dikkat edin. Şimdi hep sizi kollayacaklar, gözleri üstünüzde olacak. Saşa'nın divanına yaklaştı ve omuzuna vurdu. — Yeter! Kalkın! Gidip preferans oynayalım. — Kötü oynarım. — önemli değil. Kâğıtlar bizim tesellimiz. Mahkûmlar yirmi bir, biz preferans. Traş olun, baksanıza sakalınız nasıl uzamış. Giyinin ve gidelim. Buradaki aydınlarla tanışma zamanı geldi. Şaşa gitmek istemiyordu, ama Vsevolod Sergeyeviç diretmişti. Şaşa da öteki insanların nasıl yaşadıklarını görmenin yararlı olacağım anladı. ı Mihail Mihayloviç Maslov; kırk beş yaşlarında, somurtkan yüzlü biriydi. Buraya bir yıl önce Solovki'den gelmişti. Duruşundan eski asker olduğu belli oluyordu. Saşa'yla içeri giren Vsevolod Sergeyeviç'e hırçınca, — Artık gelmeyeceğinizi düşünmeye başlamıştık, dedi. Sergeyeviç, — Bizi yenebilecek misiniz? diye yanıtladı sevecenlikle. Mihail Mihayloviç, oyun sırasında fazla düşünmeye fırsat vermiyor, acele ediyor, yanlış oynadığında da söyleniyordu. Yalnızca Saşa'ya söylenmiyordu. O, yabancı bir dünyanın insanıydı. Saşa'ya karşı ölçülü davranıyordu. Mihail Mihayloviç de Saşa'ya antipatik gelmişti. Boşu boşuna kızan, sinirlenen kişileri sevmezdi. Bunun yazgı değil karakter olduğunu babasından biliyordu. Oyundaki dördüncü kişi Vo-ronej eyaleti Stany Oskol kentinden eski bir tüccar olan Petr Kuzmiç'di. Sürgüne Narım'da başlamıştı, burada bitirmeye çalışıyordu. Elli yaşını aşmış, kısa sakalları yer yer aklaşmış, bodur, geniş omuzlu bir adamdı. Pantolon paçalarını çizme 457 lerine sokmuştu. Ceketi iyice eskimiş, yıpranmış ve dirsekleri yamalanmıştı. Kötü yazgısını seve seve anlatan yegane kişiydi. — îzin vermediler, alıp satmadım, diyordu Petr Kuzmiç., izin verdiler sattım. Köylüye gereken her şeyi: Tırpan, orak, yaba, her türlü ilaç. Çocukluktan öğrenmiştim. Köyde kooperatif vardı, ama köylü hep bana geliyordu, çünkü onun na istediğini biliyordum. Sonrası belli: Önce vergi memuru, ardından bir başkası ve gelsin vergiler... Hapisanede benden altın istediler, nereden bulacaksam! Benim altınım demirdir: Çubuk, tekerlek demiri, saç. Altını yalnızca Çarlık onluk ve beşliklerinde görmüştüm.

Petr Kuzmiç çok içten anlatıyordu. — Tamam, ben tüccarım, her şeyimi aldınız ama çocuklardan ne istiyorsunuz? Anne ve babalarını kendileri seçmediler ya! Onlar da yaşamak istiyorlar, başkaları gibi pi-yoner olmak, komsomola girmek istiyorlar ama onları kovuyorlar. Alyoşka, küçük olanı, akıllı çocuk, Moskova'ya gitti, fabrikaya girdi, gazete yolluyor. «Ben şuyum, babamla ilişkimi kopardım, hiçbir bağlantım kalmadı.» Üzücü. Büyüt, besle, yetiştir sonra da seni reddetsin. Ne yapsın? Başka türlü davranamazdı. Doğru, ticaretin zararlı olduğuna inanıyordu, başkasının emeğiyle yaşıyorsun, diyordu... Dükkânda bir iıçı bezir yağını kaldır, bir çivi sandığını sırtla da gör bakalım, emek neymiş... Neyse! Alyoşka enstitüye girdi. Tarımcı olacakmış. Zaten toprağa hep yakın olmuştu. Moskova'da yurtta kalıyor, karısı geceleri uyuyamıyor, çocukları aç. Om otuz kâğıt yolladım, o da geri yolladı, idealist... Madem idealistsin aç otur! Ama anasının yüreği yine dayanmadı, Moskova'ya gidenlerle yağ ve ev çöreği yolladı, kendisinin gönderdiğini söylememelerini de özellikle tembih etti. Hemşehriler yurda gitmişler, Alyoşka yokmuş, onlar da komodinin üstüne bırakıp gidiyorlar. Bir odada dört kişi kalıyorlar-mış. Akşam yurda dönünce, kimin getirdiğini soruyor. Arkadaşları da hemşehrilerin diyorlar. Hayır, diyor, bizimkilerin paketi, geri yollayacağım. Çocuklar da niye geri yolluyor-sun, afiyetle yiyelim, diyorlar. Sonra da Alyoşka'nın babasından yiyecek aldığını komsomola bildiriyorlar. Demek, ilişkiyi kesmemiş! Alyoşka'yi komsomoldan da, okuldan da attılar, şimdi yine fabrikada çalışıyor. Kendininkileri reddetti ama yanaştıkları da onu... Mihail Mihayloviç sözünü kesti: — Yüz kez dinledik, kâğıtlara bakın. — Bu delikanlıya niye anlatmayayım. Belki ona ilginç gelir. Sizinkiler sağ mı? — Sağ, dedi Şaşa. — Onlara dokunmadılar mı? — Niye dokunsunlar? — İsterlerse bulurlar. Sanki onlar için kolay mı? Oğulları sürgünde. Daha kötü durumdadırlar. Mihail Mihayloviç sitem ederek araya girdi : — Çocukların için boşuna üzülüyorsun. Paket göndermekle yaşamlarını zehir ettin. Senin çöreklerin olmadan da yaşarlardı. Başkaları nasıl beceriyor. Bizi reddetmekle iyi yapıyorlar, bizler tükenmiş insanlarız. «Devrim, tarihin lokomotifidir.» Biz onun altında kaldık, anlayın! — Yani oğul, oğul değil; baba da baba...

Mihail Mihaylcviç sinirli sinirli sürdürdü konuşmasını: — Tamamen! «Ananı, babanı say!» Bu, tanrıdan gelen bir istek. Tanrıya ise kimsenin gereksinimi yok. Onların di* ni, eşitlik. Dünya devrimini yapacak ve herkesi eşit kılacaklar. Vsevolod Sergeyeviç araya girdi : — Dünya devriminizle sıktınız iyice. Bolşevikler bile ondan vaz geçti. Devlet, işte Rus insanının tanrısı! Tanrıya da devletin içinde saygı duyuyor. İtaat ediyor. Hiçbir özgürlük istemiyor. Özgürlük katliama götürür, oysa halk huzur istiyor. Stepan Razin'i ve Emilyan Pugaçev'i değil, Lenin'i, hattâ Stalin'i tercih ederim. — Bu nedenle buradayız ya. — Evet. Stenka ve Emilka zamanında bir ağaçta asılı olurduk. Bolşevikler Rusya'yı kurtardılar, büyük devleti korudular. Özgürlük denen şeyle Rusya parça parça olurdu. Yeni bir hükümdar Rusya'yı ayakta tutuyor.Şan, şöhret ol458 459 sun ona! Tanrı ne diliyorsa onu versin! — Devlet, vatandaşlarını korumalıdır, dedi Mihail Mi-hayloviç. Ne ki sizin devletiniz onlarla savaşıyor. Benimle, sizinle, Petr Kuzmiç'le, devletin dayandığı köylüyle, hattâ hattâ —Başıyla Saşa'yı gösterdi.— kendi adamlarıyla savaşıyor. Ben Rüsum, ben de Rusya'dan yanayım, ama böylesinin değil. Vsevolod Sergeyeviç gülmeye başladı. — Başka bir Rusya olmayacak! Mihail Mihayloviç'i ziyaret, Saşa'yı kötü düşüncelerden, ağırlık ve umutsuzluktan kurtarmamıştı. Bu düşünce biçimini çok iyi biliyor ve ona hiç de ilginç gelmiyordu. Yalnızca Petr Kuzmiç'in öyküsünde insancıl bir şeyler vardı. NEP'i aşırılıklar olmadan kaldırmak da olası değildi... Arkadaşlarının, annesinin yolladığı yiyecekleri yedi diye şikayet etmeleri üzerine bir delikanlının yaşamıyla oynanması!... Acı!... Bu acıya annesi için duyduğu kaygı eklendi. Şimdiye kadar evden tek bir mektup bile almamıştı. Çarşambaları sürgünler Angara kıyısında toplanıp postayı bekliyorlardı. Tekdüze yaşamlarındaki en önemli olay!.. Kadınlar çamaşır yıkar, çocuklar tirtir titreyerek yıkanır, sürgünler de ırmağa bakınarak kıyı boyunca yürürler. Sonunda

aşağılarda bir karaltı belirir, heyecan iyice artar. Posta mı, değil mi? Yelken bezinden yağmurluk giymiş postacı, kontrplak etiketli «Mozgova» çuvalını kıyıya fırlatır, gelenleri dağıtır ve gidecekleri alır. Şaşa da diğerleriyle birlikte kıyıya indi, bekledi ama yalnızca Soloveyçik'ten bir mektup aldı. Zarfın üstüne «sürgündeki Napolyon'a» diye yazmıştı. Zavallı Soloveyçik yine de şaka yapabiliyordu, yine optimizmle doluydu. Frida'yı kendi yanma ya da onu Frida'nın yanına göndermelerini istediği bir dilekçeyi ilgili yerlere yollamıştı. Şaşa, annesinden yine hiçbir şey alamadı. Mayısta Kansk' tan ona telgraf çekmiş ve ilk mektubu da yollamıştı. Yanıtın 460 Kansk'a bir haftada ulaştığını varsayalım, hadi mektup Bo-guçanı postası gittikten sonra gelmiş olsun, Kansk'ta bir hafta daha bekler. Hadi bir hafta da Kejma'da oyalansın, etti üç hafta. Ama Şaşa bir aydan fazla zamandır buradaydı. "Vsevolod Sergeyeviç onu teselli etti. — îlk mektup hep çok beklenir. Siz kendinize göre hesaplıyorsunuz, posta ise kendine göre. Bazen üç haftada gelir, bazen de üç ayda. Niye öyle olduğunu kimse bilmez. Yanlışlıkla başka çuvala atılmıştır, araba bozulmuştur, postanın yarısı kaybolmuştur, çuval ırmağa düşmüştür, vesaire vesaire. Böyle durumlarda sevgili Alferov yoldaşımız can sıkıntısından ölür. Çünkü mektuplarımızı büyük bir zevkle okur. İçlerinden edebi açıdan beğendiklerini bir ay kadarcık bekletir ya da hiç vermez. Hem hesabımz da tam doğru değil. Telgrafınız Kansk'ta tahrif edilmiş olabilir. îlk mektubunuz herhangi bir nedenle ulaşmamıştır. Ayrıca anneniz yalnızca ikinci mektubunuzu almış olabilir. Yani yanıtı bir - bir buçuk ay sonra beklemelisiniz. Sabırlı olun, sevgili dostum. Vsevolod Sergeyeviç haklıydı, ama herkese mektup ve gazete geldiğini gören Şaşa sinirleniyordu. Her postayla annesine iki-üç mektup yolluyor, yerleştiğini, evinin iyi oldu-' ğunu, arkadaşlarının iyi insanlar olduklarını, hiçbir şey göndermemesini, gereksinimi olmadığını yazıyordu. Eve üzgün döndü. Yolda yürürken sanki hiçbir şey olmamış, sanki onu sabotajcılıkla suçlamamışlar ve sanki Kej-ma'ya çağrılan o değilmiş gibi herkes kendisine selam veriyordu. Şaşa gerçekten köylüler açısından hiçbir şeyin olmadığım, köylülerin onunla bir işleri bulunmadığını anladı. Kendisi gibi yüzlercesini görmüşlerdi. Sürgüne yollananların ölümüne, kaçışlarına, zorla göç ettirilenlerin çocuklarının perişanlığına alışıktılar. Kolhoz başkanı îvan Parfenoviç de Saşa'ya pek öyle dikkat etmiyordu. Gerekli yere bildirmişti. Onlar gerektiği gibi halletsin. Kendi işi başından aşkın. Birkaç kez Zina'yla karşılaştı. Zina, soru dolu bakışlarla ona bakıyor, Şaşa ise hiç durmadan başıyla selam verip geçiyordu. Akşamları penceresindeki ışığı görüyor ama git-

461 iniyordu. Ona acıyordu, ama yapacak bir şeyi yoktu. Şimdi ne onunla, ne başkasıyla, ne de başka bir şeyle uğraşabilirdi. Şu ya da bu için dükkâna gittiğinde Fedya'yla çene çalıyordu. Fedya yine eskisi gibi dostça davranıyordu. Bir seferinde bisikletini onarmasını istemişti. — Yoo, artık hayır. Hiçbir şeyinizi onaramam, kendiniz yapın! — Separator yüzünden mi? — Daha ne olsun? — Belki her şey yoluna girer, dedi emin olmayan bir sesle. Şaşa irkildi. Demek köyde işin kapanmadığına inanıyorlardı. Belki, yoluna girer... Belki de «girmez.» Sabotajcı damgasını yemişsen kurtulamayacağını biliyorlar... Fedya daha emin bir tonla sürdürdü konuşmasını : — Yoluna gireceğini sanıyorum. Separator çalışıyor, MTS'ye götürdüler, senin dediklerini demişler. Hem o zararsız biridir. — Kim? — îvan Parfenoviç, bizim başkan. Onu da anlamak gerek. Sincap kaçtı, inekler öldü, buğday getirmiyorlar, erkekleri inşaata topluyorlar, uğraş bakalım kadınlarla diyorlar. O sana söylendi, ama senin susman gerekirdi. Oysa gurur meselesi yaptın. — İyi, diye kesti sözünü Şaşa. Sigara, kibrit ve gazyağı ver, gidiyorum. — Şaşa, bisikletin zinciri koptu, yapamıyorum. Sonra birazcık içeriz, ben sana ne yaptım ki? Ivan Parfenoviç'e de söyledim : Boşuna, dedim, tvan Parfenoviç, o şehirli, Moskovalı bir delikanlı; iyilik olsun diye söyledi, kadınlara anlattı ama kadınlar üstlerinden attılar. Düzelecek, Şaşa... — Yeter, bisikletini göster. Fedya, onu dükkândan avluya geçirdi, içerden bisikleti getirdi. Şaşa didonu, tekerlekleri, zinciri, pedalı söküp takarken çocukluğundaki değişik marka bisiklet parçalarından oluşturulmuş kadın bisikletini anımsadı. O zamanlar çok güzel bisiklet sürer, üstünde ayağa kalkar, ters biner, geriye 462 sıçrardı. Maksim Kostin peşinden koşardı, onu da bindirirdi. Bazen de Maks oturur, Şaşa ayakta pedal çevirirdi. Kadın bisikletlerinde arka sele ycktu. Bisiklet Saşa'ya Klyazma'daki yazlığı anımsattı. Çocukların hemen hepsinin öyle

toplama değil, «Duks» ya da «Ein-fild» bisikleti vardı. Çok pahalıydılar, ama orada oturanlar da pek yoksul sayılmazlardı. Hep «uzmanlar» otururdu orada, doktorlar, avukatlar... Çocuklar, Klyazma'ya ya da Uça' ya yüzmeye giderlerdi. Patika, demiryolu boyunca uzanırdı. Tekerleklerin altından küçük taşlar fırlar, rüzgâr doğrudan . insanın yüzüne vururdu. Yazlıkçılar akşam üstü istasyonda toplaşır Moskova trenini beklerlerdi. Göğüslerine doğru hafifçe açık yazlık giysileriyle şık kadınlar, güzel giysili, ağır çantalı kocalarını karşılarlardı. Kara saçlı, çıplak üstü güneşten iyice kararmış Şaşa da elinde bisikleti istasyona giderdi. Kadınlar ona bakar, gülümser ve sorarlardı : «Bu çikolata çocuk kimin?.» Bu Saşa'nır» hoşuna gider, onu heyecanlandırırdı. Yalnızca «çccuk» sözcüğü birazcık dokunurdu. Akşamları ormanda saklambaç oynarlardı. Bir akşam adını anımsamadığı zayıf, uzun boylu, uzun bacaklı bir kız da onunla saklanmış ve ona iyice sokulmuştu. Şaşa onun kuru teninin sıcaklığını duymuş ve onu kucaklamak istemişti. Ama buna cesaret edemeyince «Bulaşma, başka yer mi yok?» diyerek kabaca terslemişti onu. Karşı cinse duyulan istek onda çok erken uyanmıştı, ama bu isteği bastırıyordu. On üç yaşındayken bu zayıflığın erkeğe yakışmadığını düşünürdü. Avludaki çocuklar kızlar hakkında açık saçık konuşurlar, uydururlar, hava atarlardı. Bu konuşmalar Saşa'ya çok ters gelirdi. Kızlarla öpücüğüne oyun oynamazdı : Alçaklık, küçük burjuvalık! İnsanın daha yüce ilgileri olmalı! Gururlu bir çocuktu, korkak ve zayıf görünmek istemezdi. Okulda olsun, avluda olsun en güçlü, en yiğit çocuk sayılırdı. Ama bunun ne pahasına olduğunu kimse bilmezdi. Uzun bacaklı kızı geri çevirince kız Yaşka Raşkovski'ye 463 yamandı. Şaşa, oğlanın adını hâlâ anımsıyordu. Ünlü bir ailenin çocuğuydu. Ailesi baleyle uğraşıyordu. Saşa'dan bir ya da iki yaş büyük olan Yaşka da Bolşoy Teatr'm bale okuluna gidiyordu. «Duks» marka yarış bisikleti vardı. Bu bisikletiyle grupta ayrı bir yer edinmişti. Bir seferinde Uça yerine Klyazrna'ya gitmeyi önermişti. Orada suya atlayacak güzel bir yer bulmuştu. Klyazma'ya gitmişler, soyunmuşlardı. Kızlı erkekli gruptan yalnızca Yaşka suya atlıyordu. Bulduğu yer gerçekten de atlamak için idealdi ama oldukça da —yaklaşık on iki metre kadar— yüksekti. Hattâ kızlar oradan aşağıya bakmaya bile korkmuşlar, taşın üstüne yatıp öyle bakmışlardı suya. Erkekler de atlamaya karar veremiyorlardı. Yaşka çivileme atlıyordu, suyun yüzüne çıktıktan sonra büyük kulaçlarla kıyıya doğru yüzüyorlardı. Kızlar onu izliyorlardı. Uzun bacaklı da hayranlıkla ona bakıyordu. Yaşka Raşkovski terbiyeli çocuktu, atlayışıyla böbürlenmiyor, kimseyi atlamaya zorlamıyordu. Kuma uzanmış sırtını güneşe vermişti. Şaşa suya iskeleden, sandaldan atlamıştı ama kule ya da yüksek bir yerden hiç atlamamıştı. Yaşka atlıyorsa o niye atlamasın? Atlamalı ve korkuyu yenmeli. îyi

yüzüyor, soluğunu iyi kullanıyordu, önemli olan suya düz girebilmek, karın üstü ya da sırt üstü düşmemek. İçinden rekabet duygusu değil, çekingenliğini yenme isteği dürtüyordu. Şimdi atlamazsa üzülecek, acı çekecekti. Er ya da geç buraya gelip atlayacaktı. En iyisi şimdi atlamak. Kalkıp yürüdü... — Bir dalalım... Çıkıntıya yürüdü ve atladı. Suya iyice gömüldü, suyun yüzüne çıkmak soluklanmak için birkaç hızlı ve düzensiz hareket yaptı. Su yüzüne çıkınca sırt üstü yattı, soluklandı... Yukardan ona bakıyorlardı, Yaşka da bakıyordu, uzun bacaklı da... Bu çocukluk anıları moralini iyice bozdu. Kendini ne için yetiştirmiş, karakterini ne için çelikleştirmişti? Adının söylendiğini duydu. Zina'nın sesini hemen tanıdı, başını kaldırdı. Zina eşikte duruyordu. 464 — Fedya'nm annesine ilaç getirdim. Şaşa, Zina'nın Kejma'dan ilaç getirip köylüleri iyileştirdiğini, elinden geldiğince onlara yardım ettiğini biliyordu. Öğrencilerin dersleri boşladığını, hattâ okulu bile bıraktıklarını, okulda yeterli kitap, defter ve kalem olmadığını da biliyordu. Zina, Kejma'da bir şeyler bulmaya uğraşıyordu. Bulamazsa elindekilerle yetinir, çocukların ailelerine gider onları kandırmaya çalışırdı. Bazen başarır, bazen de eli boş dönerdi. Kuşkusuz onu kutlamak gerekti. İyi de niye böyle bir yerde bunca uğraşıp didiniyordu? — Niye geliniyorsun? diye sordu yavaşça. — Moralim bombok. — Uğra, Saşenka, özledim... — Görürlerse başına iş açarlar. Lambayı kimin için yaktığını bilmiyorlar mı sanıyorsun? — Lamba yakmayacağım. Hava kararınca gel. Taze balık kızartacağım, çörek yapacağım. Yakınlığı, sesi, ucuz parfümünün kokusu Saşa'yı heyecanlandırdı. — Fedya'yla içeceğim, sarhoş sarhoş nasıl gelirim? —¦ Nasıl olursan öyle gel! — Bu aptalca olayı düşünüp yaşamı zehir, etme, diyordu Zina. Alferov MTS'ye geldi ve separatörü onarmalarını söyledi, aynı gün onardılar. O da kötü bir şey düşünmüyor.

— Nerden biliyorsun? — MTS müdürü anlattı, karısı arkadaşımdır. Teselli etmek için uydurdu. Alferov'un MTS'ye gidip separatörle ilgilenmesi mümkün, ama çabuk onarılmasını herhalde Zina istemişti. Zina'ya, — Bu iş bitince başka şey düşünürler. Bulurlar. — Başına gelenler bütünüyle rastlantı, bugüne kadar hiç böyle şey olmamıştı. — Dinle! dedi Şaşa. Şu senin müdür beni MTS'ye almaz nıı? Adama gereksinimleri vardır herhalde. Zina dirseklerinin üstünde doğruldu, ona baktı. Yüzü çok 465 yakındı, küçük pencereden içeri giren ay ışığında hiç de doğal olmayan bir beyazlığı vardı. — Kejma'ya mı geçmek istiyorsun? — Güzelim, bir şeyler yapmalıyım, yaşamımı kazanmalıyım. Zina yastığa gömüldü ve sustu. Onun Kejma'ya geçmesini istemiyordu, onu yitirmekten korkuyordu. Aptal, nasılsa yitirecek. Sürgün yaşamını normal süresinde bitirse bile özgürlüğe kavuştuğunda da geleceğini birisiyle bölüşmeye hakkı olmayacaktı. Mahkûmiyeti onu hiç terketmeyecekti. Dya-kovlann bakışları üstünden hiç eksik olmayacaktı. Başka birinin sorumluluğunu daha üstlenebilir miydi. Zina'yı acıya ve ıstıraba mahkûm edebilir miydi? Gözden kaybolmak, gizlenmek, tüm ilişkilerini koparmak zorunda kalacaktı. Dam-galanmıştı, yalnız yaşamak zorundaydı. Kendi yaşamını bile koruyabileceğini bilmiyordu, ama iki yaşama birden sahip çıkamayacağı ortadaydı. — Şaka yaptım, dedi. Rica etmene gerek yok. Nasılsa işe almazlar. Hem Kejma'da başıma iş açılma olasılığı daha yüksek. Orada herkes beni kollıyacak. Zina karanlıkta kolunu uzattı, başını tuttu ve okşadı. — Üzülme, sen gençsin, her şey ilerde. Ne kadar kaldı? tki yıl. — îki yıl dört ay, diye düzeltti. Şaşa. — Çabuk geçer, Saşenka. Özgürlüğüne kavuşur, gidersin. — Nereye? Moskova'ya bırakmazlar. Yani yine diyar diyar dolaşmak gerekecek, hem de omuzlarımda elli sekizle.

— Belki en iyisi başka bir yere gitmen, örneğin, bizim oraya Tomsk'a... Şaşa, Zina'nın sözlerinde tam söylenmeyen bir şeyler olduğuna hissetti. — Ne kazandıracak? — Orada seni tanımıyorlar... Şaşa yine o söylenmeyen şeyi hissetti: İstediğini hemen söyleyip söylememeye karar veremiyor. — Bak, kimliğime mahkûmiyetimle ilgili not düşülecek. Kimlikte «neye dayanılarak verildiği» yazılıyor ya oraya, 466 «Şu tarihli SSCB SNK Kararnamesinin II. Paragrafı gereğince...» diye yazacaklar. Bu kararname kimlik ve sınırlama-lanyla ilgilidir. Bu nedenle nereye gidersem gideyim, Tomsk'a ya da Omsk'a, mahkûmiyetim belli olur, anladın mı? — Anladım ama kimlik kaybedilebilir. Şaşa gülümsedi. — Bu kadar kolay olsaydı bütün mahkûmlar kimliklerinden ve mahkûmiyet kararlarından hemen kurtulurlardı. Yeni kimlik verirlerken kimsin, nesin hepsini araştırırlar. — Orada tanıdıklarım var her şeyi yapabilirler. — Sahte pasaportla, yasa dışı yaşamaya niyetli değilim. — Her şey yasal olacak, yalnızca soyadını değiştireceksin. — Nasıl olacak, çok ilginç? Zina yeniden dirseklerinin üstünde doğruldu ve ona yaklaştı. — Süren bittikten sonra buradan birlikte gider ve orada nikâhlanırsak sen yasalara göre benim soyadımı taşıyabilirsin, sana yeni bir kimlik verirler. Demin söylediğin yere de «Evlilik üzerine verilmiştir» diye yazılacak. Pankratov değil de îshakov olacaksın, pek fena değil. — Yani müslüman olacağım, diye güldü. Peki sünnet olmaya zorlamayacaklar mı? — Sana ciddi ciddi anlatıyorum. Orada iyi tanıdıklarım var. — Bunları şimdi mi düşündün? — Bütün yaşamım Sibirya'da geçti, nasıl yaptıklarını biliyorum. Seni zorlamıyorum, bu durumdan nasıl kurtulacağını düşünüyorum yalnızca. Sonra istersen boşanırız, îshakov olarak ama temiz bir kimlikle kalırsın. Talâk

yaparsın, olur biter? — Talâk da ne demek? — Tatarca boşanma. Koca, karısından ayrılırken üç kez talâk der. Zavallı Zina! Kendini mutluluğun beklediğini sanıyor. Oysa ne kendine, ne de Saşa'ya mutluluk gelecek. Yabancı bir soyadı ve başka bir kimlikle tavşan yaşamı öneriyordu. 467 Bir gün bir yerde tanıdık birine rastlarsa Pankratov değil, îshakov olduğunu, karıya vardığını anlatmak zorunda kalacaktı. Eğer Dyakovlar onu tekrar bulurlarsa hem iyice köpü-recekler, hem de bayram edeceklerdi: Kadının eteğine saklanmaya çalıştın; hayır dostum, bizden hiçbir yere gizlenemezsin. Sahte kimlikle yaşaman da rastlantı değil, şerefli Sovyet insanı sahte kimlik taşımaz, şerefli Sovyet insanı soyadını değiştirmez. Ama bütün bunları Zina'ya açıklamak istemedi. Ne diye kıracaktı kızı. — Bak, Zina, işe girerken form doldurursun, özgeçmişini yazarsın, nerede doğdun, nerede okudun, annen-baban kim, onların anneleri, babaları kim. Pankratov'u gizlemek mümkün değil. Biraz incelerler, her şey ortaya çıkar. Zina diretiyordu. — Uzak bir yere gideriz, şoförlük ya da teknisyenlik yaparsın, bu işler için ne form doldurtuyorlar ne de araştırma yapıyorlar. — Yeter, konuşmamız iyice saçmalaşıyor. Ben, bu soyadıyla doğdum, onunla öleceğim. Değişiklik olmayacak. Mali müfettiş, Kostya'yı gelirini gizlemekle suçladı ve büyük miktarda vergi koydu. Ödenmemesi durumunda onu hapse atmakla tehdit etti. Kostya'nın mallarını —ikamet ettiği— Sokolniki'dekileri haczederlerken Kostya malların kendisine değil, eski karısı Klavdiya Lukyanovna'ya ait olduğunu söylüyordu. Varya onların boşanmadıklarını anladı. Kostya, ilk baştan kiminle ikamet ettiğini ve bir türlü boşanamadığını söyleseydi, Varya bunu kafasına bile takmazdı. Ama o gizlemişti, bu nedenle kimliğini ona göstermemişti, îşte bu tutum küçültücüydü. Kostya'nın, bilmediği yaşamının ilk sinyali. — Lalenka, diyordu Kostya. Başka türlü yapamazdım. 468 Moskova'da oturmak için Klavdiya Lukyanova'yla büyük paralar karşılığı evlendim. Sana bundan söz etmedim çünkü anlamayacağından korktum. Böyle binlerce evlilik

var, yoksa insanlar Moskova'ya gelemez bile. Klavdiya Lukyanovna'dan ayrıldığım zaman nerede oturacağım, nereye kayıt yaptıracağım? Nereye? Kimin yanma? Kim beni alır? Sofya Alek-sandrovna mı? Ona kim izin verir? Sizin eve yazılmak mı? Nina buna izin vermez, benden nefret ediyor. — Çıkış yolu ne? Klavdiya Lukyanovna yasal eşin olarak kalacak, ben de fiili eşin, öyle mi? Kostya büyük bir meziyetle yanıtladı : — Bilimler Akademisi bünyesindeki bir Bilimsel Araştırma Enstitüsü'nde karmaşık bir âlet yapıyorum. Çalışanlar için ev yapıyorlar, bana da bir oda söz verdiler. Kcstya, yine her zamanki gibi ikna edici sözcükler söylüyordu : Enstitü, Bilimler Akademisi, karmaşık teknoloji... Ama bunlar Varya'ya inandırıcı gelmiyordu. — Oda vermeyi düşünüyorlarsa seni kadroya almaları gerekir. Kostya, sözcükleri yavaş yavaş telaffuz ederek yanıtladı: — İyi... Söylemek istemezdim ama... işleri benim kara kaşım kara gözüm için mi veriyorlar sanıyorsun? Hayır, Lalenka! Yarısını ısmarlayana veriyorum. Kendi paylarını almak için parayı çok tutmaları gerek, anlıyor musun, yansını onlara veriyorum. Vergiyi ise genel toplam üstünden veriyorum, peki bana ne kalıyor? Hiç-bir-şey! Bir kapik bile! İkimizin de geçinmesi gerek değil mi? İşte ben de geliri beyan ederken iki küçük ödemeyi yaanıadım. «Maliye» buna bozuldu. İnan bana! Bütün bu işleri çoktan cehenneme postalardım. Ama şu Enstitü yüzünden uzatıyorum. Tanrıya şükür ki seninle nikâhlı değiliz, yoksa senin mal varlığın da gidecekti. — Ya Klavdiya Lukyanovna? — Ne olmuş ona? — Onun mallarını ne diye haczettiler? — Sen, Klavdiya Lukyanovna için endişelenme. O pek aldırmaz, daha kötü durumlara da alışıktır. Hiçbir şeyi tak469 ma kafana, her şey düzelecek. Bazı şeyleri senden giziyor-sam bu senin endişelenmemen içindir, senin huzurun benim için en önemli şeydir. Birisini bir şeye inandırması gerekiyorsa bin dereden su getirir, bin bahane bulurdu. Varya ona inanmış mıydı? İnanmak. istiyordu, yoksa onunla nasıl yaşardı. Varya üzüntüyle hiç kimsenin bağımsız olmadığını, Kostya'nın da bağımsız olmadığını^

hattâ onun bağımsızlıktan bütünüyle yoksun olduğunu düşünüyordu. Levoçka, küçük de olsa işine bağımlıydı, çünkü yasal işiydi. Az olmasına karşın maaşına bağımlıydı, çünkü o da yasal gelirdi. Kostya yüzlerce duruma bağımlıydı. Her adımında tehlikeyle yüz yüze gelebilirdi. Bugün varsıl, yarın herkesten daha yoksul; bugün yukarılarda, ama yarın uçurumun dibinde olabilir. Kostya'nın bu olaydan nasıl sıyrıldığını Varya bilmiyordu. Ama paçayı kurtarmıştı. Hemen hemen iki hafta eve uğramadı, restoranlara ve bilardo salonlarına hiç takılmadı, îki hafta süren ve Varya'nm hiç anlamadığı işlerden sonra Varya'ya bütün vergiyi ödediğini söyledi. Ne ki artelden de ayrıldı. Şimdi Kostya'nın ne gibi planları olduğunu Varya bilmiyordu. O anlatmıyor Varya da sormuyordu. Kostya yalnızca daktilo onarım atölyesine girdiğini söyledi ve Herzen sokağındaki atölyenin telefonunu verdi. Ama onu orada yakalamanın zor olduğunu da ekledi. Saat onda daktiloları onarmak için değişik kuruluşlara ya da bildiril-mişse doğrudan evlere gidiyormuş. Varya anında onun yalnızca resmi olarak orada çalışıyor göründüğünü tahmin etti ve daha sonra da bundan emin oldu. Onun işlerini başkaları yapıyor, maaşını da alıyorlardı. Bu, Kostya'ya resmi bir konum sağlıyordu: Daktilo onarım atölyesi işçisi. Yegane uğraşı ve yegane gelir kaynağı yine bilardoydu! Varya o zaman kesinlikle karar verdi: Yeter! Çalışmak gerek! Levoçka ve Rina yardım etmeye söz verdiler. Zoya'nın 470 da çalıştığı «Moskova» otelinin proje bürosundaydılar. Ama genel olarak onların yardımı olmadan da işe girebilirdi: Her yerde çizimci aranıyordu. Ama tanıdıklarla çalışmak daha iyiydi. Levoçka ve Rina, «Moskova» otelinin başkentin en büyük, en önemli inşaatı olduğunu, Moskova Belediyesi'nin denetiminde yürütüldüğünü söylüyorlardı. Ücret yüksek, yemekhanesi güzeldi. Yeni bina «Grand Otel» ile birleştirilecek, o zaman Avrupa'daki en büyük otel olacaktı. En iyi mimarlar, mühendisler, teknikerler hep orada çalışıyordu. Levoçka ve Rina, özellikle îgor dedikleri müdürlerini çok övüyorlardı. Genç, yetenekli, çalışkan, dürüst ve projeyi hazırlayanlardan biri. Eğer Varya kendini gösterirse îgor onun elinden mutlaka tutacaktı. Levoçka'nın da elinden tutmuştu, şimdi teknisyen olmuştu. Rina da olacaktı. Büro, «Grand Otel»in beşinci katına yerleşmişti. Arbat'a oldukça yakındı. Zoya bu konunun üstünde özellikle durmuştu. O da aynı yerde, ama başka bir bölümde çalışıyordu. Varya, Levoçka'nın söylediği gün «Grand Otel»e gitti. Manej'le «Grand Otel» arasındaki ambarları, kiliseyi ve diğer binaları yıkmışlar, inşaatı tahta duvarla çevirmişlerdi. Varya, otele Voskresenye alanından girdi. Üniformalı kapıcı ona baktı, ama nereye gittiğini sormadı bile. Asansörcü de beşinci kata çıkardığı kıza hiçbir şey sormadı. Asansörden çıkan Varya, Levoçka'nın anlattığı gibi sola döndü, oda numaralarına

baka baka yürüdü. Kapılardaki numaralar otelin eski numaralarıydı. 526 no'lu odayı görünce kapıyı açtı. Yalta'daki «Orianda» otelinde hemen hemen benzeri bir edada kalmışlardı. Yüksek tavan, yüksek ve dar pencereler. Otel mobilyalarının yerine buraya üç masa konmuştu. Üstlerinde çizim tahtaları vardı. Pencerenin yanında çalışan Levoçka, Varya'ya baktı. Eğri dişini göstererek sevgiyle gülümsedi ve cetveli bıraktı. — Geldin mi? Bravo! — Rina nerde? — Çıktı. Nerdeyse gelir. Diplomanı getirdin mi? 471 Varya'nm çıkış belgesine şöyle bir göz attı. — îyi! Gidelim! Yandaki odaya açılan kapıyı araladı. — îgor Vladimiroviç girebilir miyiz? Yanıt beklemeden Varya'yı da sürükleyerek içeri girdi. Bu adı duyan Varya, o an her şeyi anladı. Önceden nasıl da düşünememişti? «İgor, îgor» deyişlerinden nasıl da anlamamıştı? Bu İgor'un Vika'nın «Nasyonal»de tanıştırdığı İgor Vladimiroviç olduğunu nasıl çıkaramamıştı? Bunu bilseydi buraya gelmezdi. Artık çok geç olmuştu. îgor Vladimiroviç onu görür görmez tanıdı, kaşları şaşırmışcasına kalktı. Saygıyla, aynı zamanda soru dolu ve hattâ biraz da şaşkm şaşkın gülümseyerek masasından doğruldu. — îşte, îgor Vladimiroviç, size sözünü ettiğim kız bu. Yurttaş îvanova, diploması var. Varya, diplomanı göster. Varya çantasından çıkış belgesini yeniden çıkardı ve masaya koydu. îgor Vladimiroviç yerine otururken Varya'yı da oturmaya davet etti. — Oturun lütfen. — Gidebilir miyim? — Evet, evet, teşekkürler... Levoçka çıktı. İgor Vladimiroviç, Varya'nın çıkış belgesini okudu.

— Daha önce çalıştınız mı? — Hayır. — Doğru ya, bu belge topu topu üç aylık. Ne beklenmedik bir karşılaşma. —Gülümsedi.— Leva, sizden söz etti, tavsiye etti, ama siz olacağınızı hiç aklıma getirmemiştim. — Ben de sizi görmeyi hiç beklemiyordum. İlk şaşkınlık geçmişti, ama nedense hüzünlü bir ortam oluşmuştu. Varya, onu üç ya da dört ay önce bir kez görmüştü. Sanki o günden bu yana bir ömür geçmiş gibi geliyordu... Aleksandr Parkında gezinti. Bova'dan söz etme, bekçiden kaçış, çorabının kaçması, ne kadar da uzak geliyordu. — Biraz değişmişsiniz, daha doğrusu olgunlaşmış ve büyümüşsünüz. 472 — Evlendim. Varya, bu açıklamayla ilişkilerine tam bir açıklık getireceğini sanmıştı. — Bu haberi duymuştum, dedi gülümseyerek. Varya «Vika'dan» diye düşündü. — Çok güzel. Başlayalım. Deneyiminiz yok, çizimci olarak çalışmanız gerekecek. — Bunu biliyorum. — Çizmeyi sever misiniz? — Severim. — Güzel. İki seçeneğiniz var : Ya çizim bürosunda ya da benim grubumda Levoçka ve Rina'yla çalışmak. Varya, Zoya'dan başka tanıdığı bulunmayan büroda çalışmayı istemiyordu. Leva ve Rina ile çalışmak istiyordu ama bu, îgor Vladimiroviç'in yanında ve yönetiminde çalışmak demekti. Kuşkusuz Varya onun için hiç önemli değildi, «Nas-yonal»de oturmuşlar, biraz dolaşmışlar ve gevezelik etmişlerdi. Varya şimdi evliydi ama yine de onun hoşuna gidiyordu. Varya bunu hissetmişti, onun şaşkınlığım görmüştü. Birlikte çalışmak zor olacaktı. Bu nedenle Varya, — Bilmiyorum, dedi. Benim için farketmez. — Bizde başlayın. İlk zamanlar dostlarınızın, Leva ve Rina'mn yanında olmanız daha iyi olur. İşi öğrenince nerede çalışacağınıza karar verirsiniz. Anlaştık mı?

Varya kabul anlamında başını salladı. îgor Vladimiroviç, kâğıt ve kalem verdi, işe giriş dilekçesini yazdırdı. Okudu, dilekçeye Varya'nın çıkışını ekledi ve kalktı. Kâğıtları eline alarak kapıyı açtı, Varya'ya yol verdi. Rina da dönmüştü, Varya'ya göz kırptı. — Leva, dedi İgor Vladimiroviç. Hemen dönerim. Varya' ya işi anlatın. îgor Vladimiroviç çıktı. Rina gülümsedi. — Sana verilen değeri görüyor musun, dilekçeni kendisi götürdü. — Personeldekilerin onu ürkütmelerinden korkuyor, de473 di Leva. Her şey yolunda, Rina teknisyen oluyor, sen de benim yüksek yönetimim altında çalışacaksın. Rina onları «Nasyonal»de görmüş olmasın? Buna m] dokunduruyor acaba? Varya, Rina'nın imasının anlamsız olduğunu göstermek istercesine, — Çizim bürosunu önerdi, dedi. — Tuhaf, dedi Leva. Oysa bizimle çalışman için onunla anlaşmıştık. Kostya'ya da söz vermiştim. — Kcstya'ya ne sözü verdin? Bana göz kulak olmak mı? — Sen ne diyorsun Varya? Yalnızca ilk dönemlerde yardım etme sözü verdim... Neyse? işte bu senin masan : Çizim tahtası, T cetveli, Gerekli şeyleri ambar memurundan alacaksın. — Kendininkileri edininceye kadar, diye ekledi Rina. — Bu epey sürer, çok para kazanması gerek. Devlet malıyla da pekâlâ çalışmak mümkün. Dolabı açtı. Nerede ne var, ne yok gösterdi. Rina komik eklentiler yapıyordu Leva'nın sözlerine. Genel olarak her şey çok iyiydi. Bu işlerden sonra Igor VLadimiroviç geldi. — Tanıştınız mı? — Kuşkusuz. — Varya, bir dakika gelin.

Yeniden odasına gittiler. Kendisi oturdu, Varya'ya oturmasını söyledi ve konuşmaya başladı: — Dilekçenizle ilgili karar verildi, yarın sabah işe başlıyorsunuz, işte diplomanız ve bir de... Çıkış belgesiyle birlikte dört sayfalık bir form uzatarak gülümsedi: — Bunu evde doldurup yarın getirin, personele veririz. İşe yeni başlıyorsunuz, bu yüzden böyle bir anketle daha önce karşılaşmamışsmızdır. Bundan daha aptalca bir şey düşünemezsiniz ama formalitelere uymak gerekiyor. Anneniz, babanız sağ mı? — Hayır. — Yaa! O halde yalnızca ölüm tarihlerini yazın, hakla474 rındaki başka sorulara yanıt vermeyin. Bir soru daha... Yalnız beni yanlış anlamayacağınızı umarım, iş gereği soruyorum. Eşinizle resmi olarak nikâhlı mısınız? — Hayır. — Şu nedenle soruyorum; Formda eş hakkında, onun akrabaları, dedesi, ninesi ve diğerleri hakkında, bir sürü soru var. Doldurmak çok zor, çoğunu ne siz, ne de eşiniz bilir. Bir yerlere yazmak ve sormak gerek... Nikâhlı değilseniz ve çocuğunuz yoksa evliliğinizden söz etmeyebilir, böylece sayısız sorulara yanıt vermeyebilirsiniz. Varya, sözlerinin arkasındakileri o an anlayamamıştı. Ciddi ciddi konuşuyordu, kesinlikle bir art niyet sezilmiyordu. Ama yine de kırıcıydı. Vika fişlemiştir : Bilardocuyla ev-îendi, ne esnaf ne de zengin, karanlık biri. işte, İgor Vladi-miroviç de bunun işe girişini zorlaştıracağından korkuyor. Tükür gitsin! Düşündüğün şeye bak! Başka bir yere de girilebilir, form doldurulmayan daha önemsiz bir yere. İgor Vladimiroviç, onun düşüncelerini okumuş gibi, — Nasıl isterseniz öyle davranın, dedi. Her halükârda sizi işe alacağız. Bu can sıkıcı, hoş olmayan işinizi hafifletmek istemiştim. — Bakacağım. — Yanıtları önce kâğıda, sonra forma yazmanızı öneririm. Silinti ve kazıntı olmasın, yoksa yeniden yazmak gerekir. — İyi, öyle yaparım. — Çok güzel, diyen İgor Vladimiroviç ayağa kalktı. Sizi yarın bekliyoruz.

Dokuzda başlıyor dörtte bitiriyoruz. Hayırlı olacağını umarım. Varya eve yürüyerek döndü. Üniversitenin yanından Vozdvijenka'ya, sonra da Arbat'a. Igor Vladimiroviç'le konuşmasından kalan anketle ilgili tatsız iz, gerçek yaşama başlayışın verdiği neşeli ruh hc-lini bozamadı. Bravo şu Levoçka ve Rina'ya! Restoranlar ve Er-mitaj bahçesi onlar için ikinci derecedeydi, önemli olan Moskova'nın göbeğindeki büyük inşaattaki işleri! Çizim tahtası, cetvel, T cetveli, gönye, çini mürekkebinin kokusu ve ince 475 açılmış kalemler okuldaki hiç kaçırmadığı çizim derslerini anımsattı. Bütün bunlar, ona yeni ve ilginç bir yaşam vade-diyordu. îgor Vladimiroviç'e gelince, onun karşısında hiç suçlu değildi. Tam tersine ona karşı dürüst davranmış, onlarla «Kanatik»e gitmeyi reddetmişti. O zaman da onun gerçek yaşamdan biri olduğunu, Vika'nın yaşamıyla ilgisi olmadığını anlamış ve kafasını karıştırmak istememişti. O gün gözüne yaşlı görünmüştü. Oysa Kostya'nın yaşıtı olmalıydı. Kocasını yazmamayı öneriyor, formu kirletmesini istemiyor. Ünlü bir mimar ama korkuyor. Ama o kimseden korkmuyordu. Kostya'yı, ne olursa olsun onu gizlemeye hiç niyeti yoktu. Kocasından, onun akrabalarından onlara ne! İşe onlar değil kendisi giriyordu, kendisini araştırsınlar. Form dört değil, sekiz sayfaydı. Sorular önce şaşırttı, sonra kızdırdı, sonunda iyice öfkelendirdi. Igor Vladimiroviç'in önerdiği gibi yanma karalama kâğıdı aldı ve yanıtları yazmaya başladı. 1. «Soyadı, adı, baba adı. Değiştirdiyseniz öncekileri yazın.» Bu açıktı : Ivanova Varvara Sergeyevna. Soy adım değişmedi. 2. «Doğum tarihi ve yeri.» Bu da açık : Beş nisan 1917, Moskova. 3. «Milliyet ve uyruk.» (Yabancı uyrukluysanız belirtin.) Bu da belli: Rus, SSCB. 4. «Devrimden önceki sosyal durumunuz ve sınıfınız (köylü, küçük burjuva, tüccar, soylu, fahri yurttaş, din adamı, asker ve diğerleri)» Annesi ve babası öğretmendi, hangi sınıfa girerler ki? Bunu Nina'ya sormalı. Ailesinde din adamı ve asker çocuğu olanlar ne yazacak : «Asker çocuğu», «papaz kızı» yazacaklardı herhalde. 5. «Eğitim durumu.» Burası da kolay : Ortaokulu bitirdim. 6. «Bildiğiniz yabancı diller.» Yanıt: Almanca, derdimi anlatacak kadar. 7. «Parti üyeliği ve süresi.» Partisiz.

8. «VLKSM'e giriş tarihi.» VLKSM'e girmedim. 476 9. «Partiye ya da kcmsomola daha önce girmişseniz, ayrılış nedeni. Başka partiye girdiniz mi?» Varya yanıtladı. Ne partiye, ne komsomola, ne de başka bir partiye girdim. 10. «Parti ya da komsomol üyeliğiniz süresince hiç ceza aldınız mı?» (Nerede, ne zaman, neler, ne için, kaldırıldı mı, kaldırıldıysa kim tarafından.) Yanıt: Hiçbir yere girmediğime göre ceza almış, olamam, ceza almadığıma göre kaldırılmış olamaz. 11. «Parti politikasında herhangi bir kararsızlığınız oldu mu, muhalefete ya da parti karşıtı gruplara katıldınız mı?» (Nerede, ne zaman, hangileri.) Bu soruyu şöyle yanıtlayacak: Partiye girmediğime göre politikasını yürütmüş olamam, bu nedenle kararsızlık da söz konusu olamaz. Muhalefete ve parti karşıtı gruplara girmedim. 12. «Siz ya da akrabalarınız mahkemeye düştünüz mü, soruşturma geçirdiniz mi, tutuklandınız mı, mahkûm oldunuz mu, seçme ve seçilme hakkından yoksun bırakıldınız mı, şu sıralarda bu tür bir iş başınızdan geçti mi?» Ne hapisanede, ne mahkemede, ne de gözaltında kimsesi vardı. Akrabaları da yok, Kozlov'daki teyzesinden başka. Bu teyzesinin yakınlarından biri tutuklanmış ya da haklarından yoksun bırakılmış olabilir miydi? Kuşkusuz «Hayır» yazacaktı, ama o gizemli personel şubesinde hiç ilgisiz birinin tutukluluğunu gizlediği yolunda suçlanabileceği kuşkusu içine düşmüştü. Sofya Aleksandrovna da işe girerken bu formu doldurmuş muydu? Saşa'yı yazması gerekmiş miydi? 13. «Yurt dışında bulundunuz mu, ne zaman, neyle uğraştınız?». Bulunmadım! 14. «Sizin ya da karınızın (kocanızın), yurt dışında şimdi ya da daha önce akrabanız var mı? (Kim, nerede). İlişkiniz sürüyor mu, (Geçmişte var mıydı?) Akrabalarınızdan herhangi biri yabancı uyruğa geçti mi?» Okulda Arbatlı eski soyluların çocukları da okuyordu. Akrabalarının çoğu yurt dışmdaydı. Puşkin'in ve Tolstoy'un akrabaları da yurt dışındaydı. Bu zavallılar nasıl yanıt veriyorlardı ki acaba? «Nerede» olduklarını da yazmak gereki477 yordu. Yurt dışıyla yazışmaktan korkuyorlarsa «nerede» olduklarını nasıl bilsinler! 15. «Siz ya da akrabalarınız emperyalist ya da iç savaş zamanında esir düştünüz mü, yakalandınız mı?» İşe bak, emperyalist savaş öncesine uzandılar! 16, 17, 18, 19, 20, 21. Kızıl Ordu, partizan, yeraltı, yara... Bunların hepsine

hayır: 2. «26. Soruda belirtilen akrabalarınızdan başka partiye giren, devrimden önce emniyette, jandarmada, savcılıkta, mahkemede, hapishane yönetiminde, sınır korumada çalışan var mı?» 26'da kimler sayılmış bakalım? «Kan, koca, çocuklar,, anne, baba, kardeşler. Koca hem kendisinin, hem de karısının akrabalarını; kadın da hem kendisinin, hem de kocasının akrabalarım yazacak...» Tanrım! Yani yalnızca kendi akrabalarının değil Kostya'nm akrabalarının da sınır korumada çalışıp çalışmadıklarını yazacaktı. Bunları Kostya'nin kendisi bilir miydi? insan neden kocasının ya da karısının akrabalarından sorumlu olsun? 23. «Ailevi durumunuz (evli, bekâr, dul), ailedeki birey sayısı, yaşlan. Eğer dulsanız ve ikinci kez evlendiyseniz eski eşinizin adı, soyadı, baba adını yazın...» Yirmi yıl önce ölen bir eşle proje bürosunun ne ilgisi var? Bunun otel yapımıyla doğrudan bir bağlantısı mı var? 24. «Şimdiki adresiniz...» Anlaşıldı. 25. «Doğum tarihinizden itibaren bütün ev adresleriniz...» Onunki belliydi, Arbat'tan başka yerde yaşamamıştı. Formu yaşlı biri dolduruyorsa kaç adres anımsayabilirdi ki? Hele hele doğum tarihinden beri! Anası-babası ölmüşse çocukluğundaki adreslerini nasıl öğrenir. 26. işte, Igor Vladimiroviç'in uyardığı en karmaşık soru: «Yakın akrabalarınız hakkında bilgi. (Karınız, çocuklar, baba, anne, kardeşler. Kadın, kocası ve yakın akrabaları hakkındaki bilgileri yazacaktır.) Ad, soyad, baba adı, yakınlık derecesi, doğum yeri, doğum yılı, ayı ve günü, çalışma yeri ve adresi, görevi, ikamet yeri. Aynı bilgiler eşlerin yakınları hakkında da verilir.» Yani bütün bu bilgileri yalnızca Nina478 için değil, merhum anne ve babası için değil, Kostya'nin bütün akrabaları için de dolduracaktı. Kostya'nm beş erkek, iki kız kardeşi vardı. Hepsi ülkenin bir yerine dağılmışlardı. Annesiyle babası ise sürülmüşlerdi. îgor Vladimiroviç'in uyarısının bütünüyle içten olduğunu şimdi anlıyordu. Ama böyle bir şeye kalkışmayacak, herkesin yaptığını yapmayacaktı. Onları yapacaklardan değildi! iyi, bakalım neler var? «Özellikler: Boy, saç, göz ve diğerleri.» Parmak izi de yetmiyor. Hayır, bu kadarı da fazla: Lanet olsun! Bu aşağılayıcı sorulara yanıt vermeyecek. Böyle formlar istenmeyen yer bulacak, sıradan bürolarda da çi-zimci arıyorlar. En kötü olasılıkla işe başlamaz ve yüksek okula hazırlanır. Gelecek yıl mimarlığa girer. Burs verme-seler de olur. Kostya'ya «Bana

pahalı şeyler alma, bu paralarla okuyacağım,» diyecek. Geçen gün armağan ettiği mavi tilki pelerin, iki-üç yıllık burs kadar ederdi. Pılı pırtısını satsa birkaç y^l yeter, öğrenci olacak, okuyacak, ve öyle sağını solunu iyice deşelemeyecekler. Mimar olduğunda böyle formları uzatmaya bile cesaret edemeyecekler. Varya formu katladı, masaya attı, yarın Kostya'ya gösterecek biraz da o gülsün. Üstünü değiştirdi, giysisini dolaba astı. Dolabı tam kapatırken orada bir şeyin eksik olduğunu duyumsadı... Evet, evet, bir şey eksik! Kostya'nm ona armağan ettiği o mavi tilki pelerin yoktu. Varya bir kez giymişti, o da Stany-Pi-men'e giderken. Dolapta ne varsa indirdi: Elbiseler, palto, ceektler... Pelerin yok. Başka şeye dokunulmamış, yalnızca pelerin yok. Varya'nın ilk aklına gelen Galya ve on beş yaşındaki haydut oğlu Petka oldu. Sofya Aleksandrovna isten dönmüştü. Varya kapısını çaldı, içeri girip kapıyı iyice kapattı. — Sofya Aleksandrovna, mavi tilki pelerinim kayıp. — Nasıl kayıp? — Bu sabah dolaptaydı, şimdi yok. 479 — îyi baktın mı? — Bütün dolabı alt üst ettim. Çaldılar. — Çaldılar? Kim? — Bilmiyorum. Galya ya da oğlu Petka. — Odanın anahtarı onlarda yok... Onlarla bunca yıldır oturuyorum, böyle bir şey olmadı. — Petka önceleri küçüktü, şimdi büyüdü ve hırsızlığa başladı, şaşılacak şey değil. — Polisi aramak gerek. Varya, Kostya olmadan polisi aramak istemedi. Neden? Kendi de bilmiyordu. Ama önce Kostya'ya sonra polise söylemesi gerektiğim hissetmişti. — Kostya'yı beklemek gerek. — Sen ne diyorsun, Varenka? Kostantin Fedoroviç geç geliyor. Polise hemen haber vermek gerek. Yoksa niye hemen haber vermediniz diye başımızın etini yerler.

— Dolabı ne zaman açtığımı nereden bilecekler. Yarın sabah gider, dolabı yeni açtım ve olmadığını gördüm, derim. — Yarın aramaları daha zor olur, sıcağı sıcağına takip edilmeli. Bunun hoş olmadığını biliyorum ama başka yolu yok. Pelerin oldukça pahalı. Eğer Petka çalmışsa boş veremeyiz, yoksa her şeyimizi taşır. O zaman daha da kötü olur: — Kostya'yı bulup ona danışayım. Varya giyindi, yağmurluğunu aldı ve çıktı. Onu polise telefon etmekten alıkoyan, Kostya'ya koşmasına neden olan neydi? Belki maliyeciler? Çünkü Kostya'nın her şeyi haczedilmişti. Poliste bu pelerini nereden aldığını soracaklar, o da Kostya'nın armağan ettiğini söylemek zorunda kalacaktı, yani... Ne yanisi? Bunun ne demek olduğunu o da bilmiyordu. Yalnızca Kostya olmadan polise gitmenin doğru olmayacağım biliyordu. Pelerinin nereden geldiğini bile bilmiyordu. Kostya getirmişti. — Dene! Pelerin üstüne tam oturmuştu. — Sana armağanım. — Sağol. Değeri ne kadar? 480 — Senin için ne farkeder? Ucuz değil. Pelerin yeniydi. Ya elden —kaçak bir kürkçüden— ya da torgsinden alınmaydı. Kesinlikle çalıntı değildi. Çalıntı olsa Kostya ona giydirip Aktörler Kulübü'ne götürmezdi. Ama nereden aldığını söylememişti. Kostya'yla ilgili her şeye hep korkuyla yaklaşıyordu. Varya, Kostya'yı «Metropolsün bilardo salonunda buldu. Bilardo salonlarına tahammül bile edemiyordu. Orada kadınlara yer yoktu. Ayık, sarhoş, yarı sarhoş erkekler. Kimi merakla, kimi alayla kocasının buraya gelmesine izin verdiği kadına can sıkıcı bir şeymiş gibi bakıyordu. Yoğun bir sigara dumanı, solgun yüzler, boğucu bir hava. Kostya, Varya'yı farketmedi. Toplardan, ıstakadan, masadan başka şey görmüyor, sayı tahtasına bir şeyler yazarak rakibini izliyor, yeniden masaya dönüyordu. Gergin bir kumarbaz! Partiyi kimin kazandığını Varya anlamadı. Kostya markacıya bir şeyler söyledi ve markacı topları yemden hazırlamaya başladı. Kostya ıstakasını tebeşirlerken salona bir göz attı, ancak o zaman kapının yanında duran Varya'yı gördü. Sanki onu bekliyormuş gibi hiç şaşırmamıştı, yalnızca daha da somurttu ve ıstakayı bırakmadan Varya'ya yaklaştı. — Çıkalım!

Salonun önündeki küçük koridora çıktılar. Orada iki küçük divan ve bir koltuk vardı, Varya buranın sigara içmek için yapıldığını düşündü. Birden sakinleşti. Kostya'nın yüzünden polisi aramanın gereksizliğini anlamıştı... Kostya, Varya'ya bakmadan, — Ne oldu? diye sordu. — Pelerin kayıp. — Hangi pelerin? — Mavi tilki, senin armağan ettiğin. Kostya onun ne dediğini anlamamış gibi bir süre sustu, bir yerlere baktı. Varya, karşısındakinin hiçbir şeyden haberi olmadığım düşündü. Kostya sonunda konuştu: — Sana daha iyisini alırım. Kaybettim, para bulama481 dim ve senin pelerininle ödeştim, yoksa öldürürlerdi. Eve git, ben de hemen geliyorum. Varya eve döndü. — Ne oldu? diye sordu Sofya Aleksandrovna. — iyi ki polisi aramamışız, Konstantin Fedoroviç, kürkçüye vermiş, bir şeyler ekletiyormuş. Varya kendi odasına geçti, yağmurluğunu çıkarıp divana oturdu ve düşünmeye başladı. Demek pelerini kumara verdi. Nereden aldığı meçhuldü. Kendisi gibi bir kumarbazdan almıştı, sırası gelince de karısının pelerinini verdi. Pelerine hiç mi hiç acımıyordu. Ama bugün pelerin, yarın palto, öbür gün ayakkabılar. Ayyaş, karısının eşyalarıyla içki içer, kumarbaz da oyun oynar. Vika, Noemi, Nina Şe-remetyeva ve diğer kızların kendi giysilerini başkalarının üstünde görme riskleri yok. Bugün giysilerim kaybeden yarın karısını da kaybedebilir. Ne aptalmış! Onun bir anlık bağımsızlığına aldanmıştı. Şimdi bu özgürlüğün faturasını öğrenmişti. Bu özgürlük, masadaki bilardo toplarının dönüşüne bağlıydı. Böyle bir yazgı onu hiç çekmiyor. Kostya'ya bağımlı kalamaz. Daha sonra kaybedeceği armağanları istemiyor. Kost-ya'nm yardımıyla yüksek okul falan bitirmeyecekti. Yalnızca kendine güvenecek. Lanet olsun bu forma da! Her yerde form, her yerde bu prosedür, en iyisi hiç tanıdığı olmayan yerde çalışmaktansa, arkadaşlarının olduğu yerde çalışmak. Igor Vladimiroviç haklıydı. Kostya hakkında hiçbir şey yazmayacak, kendi hakkında yazdıkları yeter. Bir de Kostya'yı

ne diye yazacak? Bu evliliğin rastlantı olduğu ve uzun sürmeyeceği duygusunun niye onu terketmediği ortaya çıkmıştı. Kendi hakkında yazmak kolay. Bütün saçma sorulara vereceği yanıt belliydi. Hayır. Anne ve babası hakkında Nina' ya sorması gerekiyordu. Ninka hepsini bilir. Ninka aslında onu Kostya yüzünden boykot ediyordu; 482 ne uğruyor, ne telefon ediyordu. Yolda rastlaşırsa mecburi bir selâm veriyordu. Kendi bileceği iş! Annesi ve babası hakkında bilgi vermesi gerekir, sadece kendi annesi ve babası değil ya. Ama Nina evde miydi? Telefonu çevirdi, Nina evdeydi. — Ben Varya, işim var, sana geliyorum. — İşin varsa gel. Boşuna telefon etmişti, sanki izin istiyormuş gibi olmuştu. Öylece gitse daha iyiydi. 8 Varya, başarısız bir evlilik yapsa Nina onun yazgısına katılır, onu savunur ve teselli ederdi. Olan biten öyle sıradan bir başarısızlık değildi. Bütün bunlar, annesi babası yaşarken büyüdükleri, yetiştikleri değerlerin yok edilmesiydi. Bir ara, Nina'ya avluda rastlayan Yura Şarok, — Senin Varya hırsıza çatmış, demişti. Nina, Şarok'u sevmezdi. Ama Lena Budyagina yeniden onunla birlikteydi. Onun hatırına Şarok'la tartışmak istemedi. Yine de Yurka'nın uyarılarına gereksinimi yoktu. — Hırsızsa niye içerde değil? — Zamanı gelince girecek! Yura doğru ya da yalan söylesin, Varya'nın kocası denen bu adam Nina'mn tam anlamıyla nefret ettiği restoran, kumarbazlar, spekülatörler ve serseriler dünyasmdandı. Var-ya'yla barikatın diğer tarafıydılar. Sofya Aleksandrovna'nın onları barındırması da rastlantı değildi. O da barikatın o yanındaydı. Saşa'mn sürgün edilmesini hiç affedemiyordu. Bu, bir hata bile olsa, Sovyet iktidarının bunda ne suçu vardı ki. Her iktidarda hata yapılabilir. Ülkede keskin bir sınıf savaşımı sürüyorsa, parti, düşman grupları, eylemleri, muhalefeti yok etmek zorundaysa bu tür hatalar zaten kaçınılmazdır. Şaşa işi, hiç de hata sayılmazdı! Lena Budyagina, Yuri Şarok'un sözlerini büyük bir gizlilik içinde ona aktarmıştı.

483 Saşa'nın okuduğu enstitüde anti Sovyet bir örgüt varmış ve onlar Saşa'yı kullanmışlar. Şaşa ise onları savunmuş ve onlarla birlikte tutuklanmış. Sorumluluk taşımasına ve Şa-rok'un da belirttiği gibi soruşturmada dayısı Ryazanov'un büyük gücüne bel sağlayarak hatasını itiraf etmemesine, ters davranmasına karşın topu topu üç yıl vermişlerdi. Ryazanov' un karışması da Ivan Grigoryeviç Budyagin'in karışması gibi sonuç vermemişti. Sofya Aleksandrovna, yetişkin biri olarak her şeyi anlamak ve durumu kabullenmek zorunda. Ama herkesten nefret ediyor ve diğerlerinin de daha kötü olmasını istiyordu. Dolandırıcıyla birlikte Varya'yı yanına alarak yalnızca Ni-na'ya değil, Saşa'nın bütün arkadaşlarına meydan okuyordu. Yine de doğruyu söylemek gerekirse, Varya bu yolu daha okuldayken seçmişti: Oğlanlar, rujlar, giysiler. Nina o zaman da hiçbir şey yapamamıştı. Şimdi de hiçbir şey yapamıyordu. .Demek böyle olması gerekiyormuş! Şimdi kendi başının çaresine bakıyor. Kocasını buraya yazdırmayı aklına bile getirmesin, burası ancak iki kişilik. Hırsız için, dolandırıcı için, bir bilardo kumarbazı için bir santimetre bile feda edemez. Canları nerede ve nasıl isterse öyle yaşasınlar. Varya, kuşkusuz oda için yalvarmaya başlayacaktı. Ama Varya bambaşka bir şey istedi. Form doldurması için bilgilere gereksinimi vardı, işe girecekmiş! Varya işe giriyor! Ansızın! Tuhaf! Şimdiki yaşamıyla hiç mi hiç bağdaşmıyor. ¦ — Sır değilse nereye giriyorsun? — Sır değil, «Moskova» Oteli proje bürosu. Nina her şeyi anladı: Eski yaşamını bırakmıyor, kocasının bir işi. Ama sormaya kalkmadı. Gerekirse kendisi anlatır. — Ne öğrenmek istiyorsun? Varya formu uzatıp 26. maddeyi gösterdi: «Yakın akrabalarınız hakkında bilgi...» — Bir kâğıda yaz, ben formu doldururum. Varya oturdu ve odaya göz gezdirmeye başladı. 484 Yeni olan tek şey, duvara asılan Maksim Kostin'in fotoğrafıydı. Askeri üniforma apoletlerinde işaretler, sade ve güzel yüzü. Demek, Maks ile yazışıyor. Keşke onunla evlen-seydi, birbirlerine uyarlardı, ilerde asker karısı olurdu, bu da Nina'ya yakışırdı. Odadaki diğer şeyler hep aynıydı. Kitap rafında, çocuk ansiklopedilerinin

yanında annesiyle babasının gençlik fotoğrafı, muşamba kaplı masa, Nina'nın yatağının altındaki eski terlikler, Varya'nın yatağının üstünde renkli bir başörtüsü, hemen yanında gece lambası. Varya giderken yatak takımlarını bile almamıştı, gramofonu da bırakmıştı. Orada gereksinimi yoktu. Ama kısa sürede çok şeye gereksinimi olduğu ortaya çıkmıştı, yenilerini almayı yeğlemişti. Yalnızca bir kez, o da çıkış belgesini almak için uğramıştı. Nina evde yoktu, iyi ki de yoktu. Ama şimdi, odaya ve alışık olduğu eşyalara bakarken, alışkın olduğu kokuları duyumsarken, kendini o eski kız çocuğu gibi gördü ve Nina'nın bütün sıkıcılığına karşın, ancak burada, kendi evinde rahat edebileceğini anladı. Başka evi yoktu, yakın bir zamanda da olmayacaktı. Nina yazdıklarını uzattı. Varya, formla karşılaştırdı; güzel, her şeyi yazmıştı. — iyi, teşekkür... Hadi, hoşçakal. — Güle güle. Kardeşine doğru mu davranmıştı? Başka türlü nasıl davranabilirdi? Mutluluktan havaya mı fırlamalıydı? Varya işe giriyor diye çıldırmak mıydı? Herkes çalışıyor. Normal bir şey. Varya hiç kimseyi mutlu etmemişti. Yüksek okula girebilirdi. Çalışmak istiyor, herkes kendi yolunu seçer. Kadınların meziyetlerinden sözederken erkeğin ortaya çıkışında onları unutmayalım, Varya sokakta büyümüş, terbiyesini oradan almış biriydi... Ama Lena Budyagina; tanrım, Lena olgun bir kadındı ve öyle bir ailede yetişmişti: Lena'nın kışın Yura'dan çocuk düşürdüğünü, o alçağın bir kez olsun hastaneye gitmediğini, altı ay sonra ortaya çıktığını Nina yeni öğrenmişti. Lenka yeniden onunla birlikteydi! Onun ne mal olduğunu 485 görmüyor mu? NKVD'de yalnızca gerçek çekistler çalışmıyor. Orada bir sürü de işe yaramaz adam vardı. Yura da onlardan biriydi. Lena'nın bunu bilmemesi mümkün değil, îşte yeni bir öykü, yeni bir «trajedi». Yurka başka biriyle daha yaşıyor; Lena da bu pisliği unutacağı yerde acı çekiyor. Nina, kadınların erkeklere bağımlılığından nefret ediyordu. Bu bağımlılığı kardeşinde de görüyordu. Onun işe girmesi işin özünü değiştirmiyordu. Yani hâlâ ne bir bayram, ne de bir zafer! Lena, Yura'nın kendisini aldattığını bir umutsuzluk anında söylemişti. Ama ayrıntılara inmemişti. Söylediği tek şey «O, beni aldatıyor» oldu. Ayrıntılar, daha doğrusu yegane ayrıntı Yura'nın onu Vika Maraseviç ile aldatıyor olmasıydı. Maroseyka'da merdiven aralığında yüz yüze gelmişlerdi. Lena asansörden çıkmış, Vika da aynı anda Lena'nın gettiği dairenin kapısını örtmüştü. Birkaç saniye şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar, sonra Vika «merhaba» dedi ve Lena da aynı şekilde yanıt verdi. Vika hâlâ açık olan asansöre girdi ve kapıyı

kapattı. Lena'nın ilk düşündüğü şey kaçmak oldu, merdivenlerden koşarak inmeye başladı, bir kat aşağıda durdu, soluklandı, çevreyi dinledi. Aşağıdan asansörün kapısı çarpıldı, demek Vika gitmişti. Biraz daha gitsin hele... Lena, bir kat daha indi... Tanrım! Demek, yeni yıl gecesinde olanlar rastlantı değilmiş, o zamandan beri sürdürüyorlarmış. Ne kadar da körmüş! O zaman Nina, skandal yaratmış ve Şaşa da Yura'yı kastederek doğrudan doğruya sormuştu: «Kendine daha iyi bir bok bulamadın mı?» Yura, ona acımamıştı. Şimdi bile o hardal kokusunu duyuyordu. Hastanede «Yaşamanız mucize!» demişlerdi, ama o korkmuş, bir kez olsun uğramamıştı. Bugün de Vika'mn daha yeni kalktığı yatakta onu bekliyordu. Belki de bu yataktan geçen yalnızca o da değildi. Ona, Vika'yla aynı güne, nerdeyse aynı saate randevu vermekten hiç çekinmemişti. Lena, ancak o zaman saat dörtte geldiğini, Yura'nın ona beşte gelmesini söylediğini ve kendisinin bunu unutarak 486 her zamanki saatte geldiğini anladı. Bir saat dinlenecek! ît oğlu it, sefil pezevenk! Neredeyse ikisiyle birlikte yatmayı isteyecek. Bitti artık bu iş, tamamen. Sorgusuz sualsiz. Uyduruk bahanelerini dinlemeye hiç niyeti yok! Akşam üstü Yura aradı ve kaprisli bir sesle niye gelme4-diğini sordu. — îşten geç çıktım. — Salı gelebilir misin? — Hayır. — Ne zaman? — Bilmiyorum. Vaktim olursa ararım. Sen beni bir daha arama. Hoşçakal, Yura. Niye böyle davranmıştı? Şarok tahmin edemedi. Her şey oldukça iyi gidiyor gibiydi, öyle sık sık görüşmüyorlardı, işi öyle gerektiriyordu. Tiyatroya, sinemaya, sergilere, Aktörler Kulübü'ne gidiyorlardı... İyi de niye böyle esiyor? Tuhaf! Şarok bunun nedenini çok çabuk öğrendi. Lena'yla karşılaşan Vika, yalnızca ilk anda şaşırmıştı. Vika, Lena'nın buraya kendisinin geldiği nedenle gelmediğini anlamıştı. Lena ile Yura'nın ilişkilerinin canlandığını Va-dim'den öğrenmişti. Yura, Lena'nın onu görmesine göz yummuştu. Onu ele vermişti! Lena, kuşkusuz açıklama isteyecekti ve Yura da bu dairenin yalnızca özel ilişkiler için kullanılmadığını açıklamak zorunda kalacaktı. Gizli elemanlar açığa çıkarılmaz! Yura, bu karşılaşmaya neden oluşunun yanıtını verecek!

Bu düşünce Vika'yı yatıştırdı, eline nasıl bir şans geçtiğini hemen anladı: Yuroçka şimdi onu serbest bırakmak zorunda, artık kıvırtamaz. Bugün onunla alay etmişti, şimdi bu konuşmanın, bu alçaltıcı konuşmanın faturasını ödeyecek. Konuşma şöyleydi: — Yura, ben evleniyorum. — Ya? İlginç, kiminle? Vika, mimarın adını ve soyadını söyledi. Şarok bu adı tanıyordu. Ancak, özel bir şaşkınlık ifadesi göstermedi. 487 — Kutlarım. Ünlü biri. — Projesi Stalin'in hoşuna gitti. — Projeyi sergide gördüm, dedi ölçülü bir tonla. Se1-sinde sanki Stalin'in onayladığı proje hakkında konuşmaya bile cüret edemiyormuş gibi bir hava vardı. — Seninle ayrılmamız gerekiyor, Yura. Yura anlamamış gibi yaptı. :— Hangi anlamda? — Şimdi ben evliyim, kimin eşi olduğumu biliyorsun.. Yaşam biçimim değişti, restoranlar bitti, eski çevremden çıktım. ' — Başkalarıyla görüşeceksin. — Hayır, eşim, oldukça kapalı bir yaşam sürüyor. Sabah 9'dan akşam ll'e kadar büroda, ben de onu evde bekliyorum. Yalnız. Ama iş, bu değil, ondan bazı şeyleri saklayamam, hattâ buna hakkım da yok. — Sen de saklama. — Yani nasıl... Görüşmelerimizi mi anlatayım? — Gerekli buluyorsan anlat. — Ama açıklamayacağıma dair belge verdim. — Aile ocağının çıkarları doğrultusunda açıklamana izin veriyorum. — Beni anında bırakır. Şarok omuz silkti. — Niye? Görevini yapıyorsun diye mi? Vika, şaşkınlıkla Şarok'a bakıyordu. Yura, onun bundan hiçbir zaman hiç kimseye

söz etmeyeceğini biliyordu. Onu avucundan kaçırmak istemiyor, ondan kendi kocası hakkında bilgi getirmesini istiyordu. Vika yine de şöyle yanıt verdi: — İyi, her şeyi anlatırım. Yura dudaklarını büzdü. — Anlat, anlat... Biz de ekleriz. Senin bütün yabancılarını sayarız. —Yura gülümsedi.— Sen de bu yabancılarla neler yaptığını anlatırsın... Onlarla yatmak herhalde daha tatlıdır? — Sen ne diyorsun, Yura? 488 Yura, yumruğuyla masaya vurdu ve kükremeye başladı: — Ne dediğimi biliyorum!. Sen, orospunun tekisin, onlarla yatıyorsun, eda oda dolaşıyorsun, yabancı ajanlara göbekten bağlısın. Boğazına kadar pisliğe gömülmüşsün. Sevgili kocacığına onlardaki ilginç şeyleri anlatırsın, o da dinler. .. — Yura, bunu nasıl yaparsın? Ben bu insanları yalnızca masada gördüm. — Uydurma! Onlarla yattın. En son İsveçliyle. Onu ve ona kadar olan herkesi, tek tek biliyoruz. Sana bizim Ruslar yetmiyor mu? Bizimkilerin nesi kötü, söyle! Daha saygılı olabilirdi, doğru onunla da yatmıştı. Ama Yura'nın bildiklerinden şaşkın bir halde susmuştu. Yura ise Vika'ya nefretle bakarak devam etti: — Vah, vah, bunlar yalnızca babanın tanıdıkları, ünlüler... Profesör Kramer, Rossolini, Kurt Zanderling. —Sesinden tiksinti hissediliyordu.— Yetenekli kemancılar, vah vah, Fritz, Hans, Michel... Hepsi akraba. Erkek kediler. Bu erkek kediler, Nazi Partisinin aktif elemanları, faşistler, casuslar! Sarmaş dolaş olduğun Japonlar da casus. Aralarında albay rütbesinde olanlar var. Bize niye geldiklerini, bizi nasıl sevdiklerini bilmiyor musun? Onlarla içli dışlı ol, sonra da gel, beni bırakın, yoksa kocama anlatırım. Hayır, güzelim, anlatmayacaksın, tam tersine biz anlatacağız. Bakalım, seninle evlenecek mi? Vika güçsüz ve ona bağımlı, susuyordu. Ama şimdi Maroseyka'da yürürken ne güçsüzlük, ne de bağımlılık duyumsuyordu. Yanıldm terzinin oğlu! Onun yüzünden deşifre olmuştu. Evlenme bahanesine inanmamıştı, ama diğer kanıtlarını dikkate alacaktı. Göreceksin, Yuroçka, göreceksin. Vika pazar günü evine telefon etti. — Yura, merhaba, ben Vika. Hemen görüşmemiz gerek. — Ne oldu?

489 — Telefonda olmaz. İstersen sana geleyim ya da dışarda buluşalım, dolaşırız. Marcseyka'ya gitmeye korkuyordu. Şarok'la yalnız kalmaktan korkuyordu. Şarok da oraya gitmeyi öneremezdi, bugün onun günü değildi. Vika'nın yeniden kocasıyla ilgili teraneye başlayacağını biliyordu. Bu yüzden acele etmesine hiç gerek yoktu. Ama Vika'nın diretmesinde kuşkulu bir şeyler vardı. Yine de hoşnutsuz bir sesle mırıldandı: — Ne diye acele ediyorsun? Zamanı gelince görüşür, konuşuruz. — Bekletilebilecek şey değil. Seni uyardım sonra pişman olma. — Tehdit mi? — Canın nasıl isterse öyle düşün. Sana son kez soruyorum, hemen şimdi geliyor musun? :— Şimdi mi? — İster bir, ister iki saat sonra. Kendin karar ver. — Peki, bir saat sonra. Saboka alanında. O tarafta işim var. Bahçedeki bankı gösteren Vika, — Oturalım, dedi. — Hayır, yürüyelim Varovski sokağına gitmem gerek. Trubnikovski sokağında yürümeye başladılar. — Ee, ne oldu? — Ne mi oldu? diye yineledi Vika gülümseyerek. Yu-raçka, seninle buluştuğumuz daireyi gönül işleri için kullanamazsın! Şarok hemen anladı: Lena'yla karşılaşmıştı. Ancak zaman kazanmak için sordu: — Ne? Ne? — Kapının önünde Lena Budyagina ile karşılaştık. Hatta selamlaştık, ne de olsa okul arkadaşıyız. Lena, kuşkusuz sana niye geldiğimi anlamıştır, nerede çalıştığını biliyordur herhalde. Yani deşifre oldum ve bir ajan olarak artık senin işine yaramam, Yuroçka. Dostça ayrılalım. 490 Yura hiçbir şey söylemeden onu dinliyor ve durumu değerlendiriyordu. Her şey ortada: Lena bir saat önce geldi, şaşırdı. Aptal tavuk! Vika'ya rastladı ve bu

nedenle kendisiyle görüşmek istemiyor. Canı isterse! Pek önemli değil. Ama Vika'nın numarası sökmeyecek, ona şantaj yapmayı düşünmüş, aptal! Vika, birden onun elini tuttu, gülümsedi ve gözlerine sevecen sevecen bakarak, — Kızma, Yuroçka! dedi. Küçük bir hata yaptın ama sen akıllısın, her şeyi halledersin ve kimse bu hatayı öğrenmez. Benim durumum daha kötü: Şimdi hiçbir yere gidemem, herkes benden kaçacak, evden dışarı çıkamam. Yura elini çekmedi. Her şeye karşın becerikli karı, dik kafalı ve amansız. Ona işte böyle bir kadın gerekli, sulu gözlü bir tavuk değil. Onunla işi bitti. İsterse Budyagin'in kızı olsun. Zaten Butırka'daki hücre Budyagin'i özleyip du-ruycr. Ama bu, tarafsız bir profesörün ailesinden... Ama bunu düşünmek için artık çok geçti. — Aklına başka şey gelmedi mi? Lena seni gördü ve senin sevgilim olduğunu düşündü? Vika durdu, Şarok da durmak zorunda kaldı. Artık gü-lümsemiyor, ona acımasız gözlerle bakıyordu. — Beni aptal yerine koyma! Bana verdiği kâğıdı imzaladığım için Dyakov'a teslim olmuştum. Ama sen, Dyakov değilsin, birbirimizi çocukluktan beri tanıyoruz, kardeşimin arkadaşısın, evimize geliyorsun, benimle yattın... Bağışlayabilirdin ama yapmadın. Şimdi de ben sana acımayacağım, bunu unutma! Starosadski sokağını kerhaneye çevirdiğini ve beni sevgililerinin biri önünde deşifre ettiğini, bu sevgilinin de Halk Komiser yardımcısının kızı ve benim çocukluk arkadaşım olduğunu yazdığım mektubu Yagoda'ya yolluyorum. Mektup hazır. Beni şimdi tutuklar ya da götürürsen mektup gidecek. Aklından çıkarma. Şarok nefretle mırıldandı: ' — Tutuklamak, seni götürmek? Kimin işine yararsın ki? Yura yürüdü. Vika da yanında yürüyordu. 491 — Yaramıyorsam daha iyi ya, ayrılalım. Sonuna kadar gideceğim, hiçbir şey beni durduramaz. — Vay, ne kadar da korkunç! Vika, onun sözüne dikkat etmeden devam etti: — Her şeyi dürüstçe yaptım. İğrenç- kişilerle, Liber-man'la görüştüm. Sense aşk işlerin yüzünden beni deşifre ettin. Bu, müdürlerinin hoşuna gidecek mi bakalım? — Tehdit etme, tehdit etme! —Yura gülümsedi.— Bunun sana yardımı olmaz, tam

tersine zarar verir. — Sen de beni tehdit etme, hiçbir şeyden korkmuyorum. Evlendim, yeni bir yaşam kurdum ve bu yaşamı savunaca-ğim. İstersem mahvolayım ama senin kariyerin de sona erecek, asla bağışlamazlar seni. Yok eğer akıllıca davramrsan her şey aramızda kalır. Bana inanabilirsin. — Demek öyle, —Şimdi de Şarok durdu.— Lena seni gerçekten görmüş, ben de seninle aramızda bir şeyler olduğunu itiraf ettim, zaten vardı, öyle değil mi? Ona, seninle bir daha görüşmeyeceğime söz verdim. Rahat olabilirsin. Lena, bundan kimseye sözetmez. Bu açıdan senin için hiçbir tehlike yok. Mektubuna gelince, amacına ulaşmaz. Lena, benim karım gibi, karımla karşılaştın, bu olabilir. Karımdan bu konuda konuşmayacağına dair bir yazı alırız olur biter. Mektubunla yalnızca tek şeye ulaşabilirsin: Seni başka birine verirler. Bunun da senin için daha iyi olacağından emin değilim. Vika, gerginlik içinde onu dinliyor iri, arsız gözleriyle ona bakıyordu. Kararlı ve öfkeli bir şekilde, — Ne yapalım, dedi. Herkes kendi yoluna. Hoşça kal! Ama Yura onu tuttu. — Bekle, işin bir de öbür yüzü var. Geçen sefer, seni bırakmamızı istemiştin. Böyle bir isteği yukarıya bildirmek zorundayım, aynı gün rapor verdim. Sonucun ne olacağını bilmiyorum. Sabret. Vika, bütün bunları Yura'nm şimdi uydurduğunu, rapor falan vermediğini anlamasına karşın rapor verebileceğini —çünkü onun mektubundan korktuğunu farketmişti— düşünerek sordu: 492 — Ne kadar beklemeliyim? — Gelecek görüşmemizde yanıtı alırsın. On gün beklemek! O eve yine taşınmak? — İyi. on gün bekleyeceğim. ' 9 Vika vaz geçemez. Mimarın karısı olmakla gücün kendi tarafına geçtiğini düşündü. Güç, kuşkusuz öbür tarafta; ama Vika küstah, kararlı, her şeyi yapabilecek biri. Yura'nın ona koz verdiğini itiraf etmek gerekir. Bu nedenle Şarok, olanları Dyakov'a anlatmanın akıllıca olacağına karar verdi. — Viktorya Andreyevna Maraseviç, mimarla evlendi, kocasının gözünde saf ve temiz bir kız olmak istiyor. — Yan mı çiziyor?

— Liberman'dan uzaklaştı, eski dostlarıyla görüşmüyor, restoranlara takılmıyor, bütün gün evinde oturuyor. Şimdilik yeni tanıdığı da yok. Yeni durumuna alışıncaya, yeni bir çevreye girinceye, yeni dostlar edininceye kadar serbest bırakmak iyi olur. Nasılsa mimarın çevresinde epeyce ilginç kişiler var, ilerde işe yarayabilir. — Evet, bu mantıklı. Biraz dolaşsın bakalım. Şimdi... Dyakov, masasındaki kâğıtları karıştırmaya başladı. Bu hareket, düşüncesini toplamaya ve gerekli sözcükleri bulmaya çalıştığını gösteriyordu. — İşte, konuşma aramızda kalmalı. Leningrad'dan gelen Zaporojets yoldaş, yanına buradan üç-dört iyi adam almak istiyor. Daha yüksek görevle ve daha çok ücretle. Seçilenlerin arasında sen de varsın. Bu işe ne dersin? Şarok omuz silkti. — Ne diyebilirm ki? Nereye gönderirlerse oraya gide-,rim. Burdaki evin benim üstümde kalacağını umarım. — Kuşkusuz, sizinkiler orada yaşıyorlar. Birkaç yıl taşrada çalışacaksın. Taşra deyimi de yanlış ya. İkinci başkent. İyi bir rütbeyle, iyi bir görevle dönersin. Düşün! Bu iş emir493 le değil, gönüllü, tyi ve neşeli biri olan Zaporojets ile çalışmayı çok kişi istiyor. O, yanındakileri hiç gücendirmez. Bu görüşme bir ilk görüşme niteliğinde. Kendisi seninle ayrıca görüşecek, belki de başkasını seçer. Sen yine de aklının bir köşesine koy, bana göre geleceği olan bir iş. Teklif beklenmedik, ama ilginç! Bütün yaşam boyunca merkezde oturmak olmaz, bir süre taşrada çalışıp deneyimli biri olarak Moskova'ya dönmek daha iyi. Leningrad, en iyi seçenek. Köhne bir taşra kenti değil, hem Moskova'ya bir gecelik uzaklıkta. Büyük bir olasılıkla da Zaporojets, ihtiyar Medved'in yerini alacak. Yani onunla birlikte kendisi de yükselecek. Burada iyi bir desteği olması gerek. Dyakov! Destek olamaz, küçük adam. Berezin! Büyük bir isim, ama Yagoda ile anlaşamıyor. Onu herhalde Dalnıy Vastok'a yollayacaklar. Leningrad, Dalnıy Vostck'tan bin kat daha iyi. Teklif, genel olarak Şarok'un hoşuna gitmişti. Lena'yla olan ilişkisi de kendiliğinden kesilir. Kardeşiyle de. Kardeşi süresini tamamlıyor, yakında döner. Kendi işini kendi halletsin, cna yardım edemez. Şarok Vika'yı neşeyle karşıladı. — Sevin, anacığım! Seni bütünüyle özgür bırakıyoruz. Lena yüzünden değil. Karımla karşılaştığını söyledim, bu i? halloldu. Seni, yukarısının benim söylediklerimi mantıklı kabul etmesi sonucu bırakıyoruz. Evinde otur, iyi bir eş

ol, ne diye seni uğraştıralım? Balayının tadını çıkar. — Sağol. Ama benim... Benim verdiğim yazı? — Yazı? Arşive kadırıldı? Geri almak mı istiyorsun? — Evet. — Alırsın, alırsın! Oradan belge çıkarmaya kim izin verir? Numaralanmış, arşive kaldırılmış. Fareler okur. Vika, onların bu kâğıdı cna karşı sürekli kullanacaklarını anladı. Ama şimdilik özgürdü, gerisi sonra belli olur. Vika ayağa kalkıp, — Sağol, Yura dedi. Umarım, böyle bir crtamda— eliyle odayı gösterdi— ve böyle bir rolle seninle hiç karşılaşmam. — Hiçbir zaman. 494 Yura'nın yanıtı gerçekten de doğruydu. Bir daha Vika Maraseviç ile uğraşmayacaktı. Gerektiğinde —ki mutlaka gerekecek— başkası onunla ilgilenecekti. Yura, kendini Leningrad'a gitmeye hazırlamıştı. Leningrad'a daha önce hiç gitmemişti. Okuldaki yoldaşlarının çoğa tatillerini Leningrad'da geçirirlerdi. Bu, büyük bir olay sayılırdı. Herkesin orada tanıdığı ya da akrabası vardı ama onun hiç kimsesi yoktu. Daha birçok şeyde olduğu gibi bu işde de Arbatlı aydınları kıskanıyordu. Şimdi o da gidiyor, hem de akrabalarına sığınmaya değil çalışmaya. İlk zamanlar otelde kalacaktı ama daha sonra ev vereceklerdi. Şarok aynı gün Berezin'in yanına evrak imzalatmaya çıktı. Evrakları imzalayan Berezin, — NKVD yüksek okuluna seçmeler yapılacak, dedi. Gitmek ister misiniz? Yura durakladı. Yüksek Okul! Bu da düşünülebilir! Yüksek düzeyde eleman yetiştiriyor, Ama ya Leningrad? — Bilmiyorum, dedi tereddütle. Zaporojets yoldaş da beni Leningrad'a almak istiyor. Berezin ona dikkatle baktı, sonra bakışlarını gizleyerek başını eğdi. — O zaman iş başka. Teklif geçersiz. Yüzünden hiçbir şey okunmuyordu. Şarok odadan çıktı. Berezin, onun ardından kapıyı kilitledi. Odanın köşesinde duran anahtar dolabından kasanın anahtarını aldı. Kasayı açıp karşısına bir sandalye koydu ve kasadaki dosyalara bakarak sandalyeye yığmaya başladı.

Sonunda aradığı dosyayı buldu ve ayırdı. Öbürlerini yine aynı sırayla kasaya yerleştirdi. Çıkardığı dosyanın yerine bir kâğıt koydu. Dosyayı dikkatle incelemeye başladı, gerekli sayfada durdu, bir sigara yaktı... Berezin'in Şarok'tan rastlantıyla aldığı bilgi kuşkularını doğruluyordu. Leningrad'da bir eylem hazırlanıyordu. Kuşkuya yol açan ilk neden Alferov'un doğru Sibirya' 495 ya yollanmasıydı. Oysa Kirov, Alferov'u Leningrad'a istemişti. Ne ki cnu eyalet sorumlusu olarak Angara'ya yollamışlardı: Güya Çin'deki çalışmalarının değişik yönleri kesinleştirilecekti. Hele Sibirya'da otursun, bakalım. Alferov'un Moskova'ya uğramasını bile yasaklamışlar, orada kalmasını emretmişler, sonra da onu Kejma'ya yollamışlardı. Leningrad'a Alferov'un yerine İvan Zaporojets gitmişti. Uzun boylu, geniş omuzlu, «gösterişli» biri olan Zaporojets şakayı, içkiyi ve kadınları sever, iyi şarkı söylerdi. Palika'da otururdu. Bir seferinde evde gömme banyo olmadığından yakmmıştı. Oldukça güzel bir kadın olan karısı Roza Pros-kurouskaya bu konuda ona takılıyormuş... Berezin yeniden masaya eğildi ve Zaporojets'in dosyasını incelemeye başladı. Eski sol eserlerden, ama Çeka merkezinde kalmayı becermiş. Kuşkusuz Yagoda korumuştur, hep bir aradalar. Zaporojets tarafından yapılan operasyonlar listesinde Mahno karargâhı olayı hemen göze çarpıyordu. Başarılı bir maceracı! Şimdi, yeni bir macera hazırlıyor. Zaporojets'in çevresindeki Berezin'in adamlarından biri ona Nikolayev diye birinin ele geçen mektubunun kopyasını vermişti... Berezin yeniden okudu. Leonid Nikolayev. Partiye, 1920'de on altı yaşındayken girdi. îşçi ailesinden geliyor. Kendisi de eski işçi. 1935'de Leningrad İKM'de fiyatlardan sorumlu müfettiş olarak çalıştı. Nikolayev'in yazdığına göre, bölge komitesine çöreklenen Troçkistlerin yazısıyla ÎKM'deki görevinden alınıp fabrikaya gönderilmiş. Ancak, fabrika parti birimi sekreteri de Troç-kist çıkmış ve onu ulaşım bölümüne yollamış. Parti nereye yollarsa çalışmaya hazırmış ama onu gönderen parti değil Troçkistler olduğu için gitmeyi reddetmiş. Bu nedenle partiden atılmış ve marttan beri işsiz kalmış. Kirov yoldaşa işiyle ilgilenmesi için yirmi mektup yazmış ve Troçkistlerin Leningrad örgütündeki eylemlerini bildirmiş. Hiçbir mektubuna yanıt alamamış. Ya Kirov yoldaş yanıt vermeyi gerekli bulmamış ya da mektuplar eline geçmemiş. Suç, Kirov yoldaşın körü körüne inandığı Troçkist çevresinin. Otuz yıllık yaşamının on dört yılını partide geçirmiş, partisiz bir yaşam dü496 şünemiyormuş, tam anlamıyla ümitsizmiş ve her şeyi yapa-bilirmiş...

«Her şeyi yapabilir...» Bu ne demek? intihar? On dört yılını partide geçiren biri böyle bir tehditle kimseyi korkutamayacağını bilir. Terörist eylem? Böyle bir tehdidin sonu sorgusuz sualsiz idam. Ama yazdığına göre tehdit ediyor. Psikolojik olarak anormal mi? Tehditleri kime yönelik? En önemlisi: Zaporojets, bu adamla çalışıyor. Niye? Zaporojets, Leningrad'a neden yeni adamlar alıyor? Kimin yerine geçecekler? Hangi amaçla? Bu gizlilik niye? Kendisi bile bunu rastlantıyla öğreniyor. Stalin, Leningrad'dan memnun değil. Bunu herkes biliyor. Kirov'un, Zinovyevci muhalefet diye adlandırdılanlara karşı kesin eyleme geçmesini istiyor, Leningrad'da terör estirmeyi düşünüyor. Neden? Kirov buna karşı çıkıyor. Anlaşılan, Zapcrojets'in görevi Kirov'un direnmesini kıracak bir şeyler yapmak. Ama Zaporojets ne yaparsa yapsın soruşturma Leningrad'da olacak, Kirov bunu es geçmeyecek ve geri adım atmadan bunu Politbüro'ya getirecektir. Yani Zapcrcjets, Kirov'u geri adım atmaya zorlayacak ve herkesi susturacak bir şey yapmak zorunda. Ama ne? Suikast, patlama, demiryolu kazası? Kirov bunlarla yılmaz? Arkadaşlarından birini öldürmek? Çudov'u, Ka-datski'yi ya da Pozern'i?... Nikolayev bunun için mi saklanıyor? Bu büyük yankı uyandırır, ama Kirov yine de soruşturmadan uzak durmaz. O halde ne? Berezin, Stalin'in 1918'de Tsaritsin'de kendisine söylediği sözleri çok iyi anımsıyordu. Stalin, çarlık ordusu eski subaylarından birkaç askeri uzmanın kurşuna dizilmesini istemişti. Berezin, o zaman özel kısım müdürüydü. Ona, suçlamaların yetersiz olduğunu, kurşuna dizmenin birçok sorun doğuracağını söylemişti. Stalin buna kendinden emin bir şekilde yanıt vermişti: — Ölüm bütün sorunları çözer. însan yoksa sorun da yoktur. 497 Stalin haklı çıkmıştı, ölüm cezasının kaldırılması için telgraf gelmişti, ama ceza çoktan yerine getirilmişti. Hiçbir sorun çıkmamıştı. Bu adamın felsefesi buydu. Bunu şimdi uygulayacak mıydı? Evet! Hiç kuşku yok! Berezin açıkça söyleyemezdi, dikkat etmeden söyleyeceği tek sözle, kendisi de yok edilirdi! Ama uyarma olanağı vardı. Berezin, akşam olunca Budyagin'e uğradı. Aynı apartmanda ama ayrı bloklarda oturuyorlardı. Birbirlerini az tanımalarına, az görüşmelerine karşın sempati

duyarlardı. îki-si de aynı yoldan yürümüş, kibir nedir bilmemiş yaşlı Bolşevik kuşağının temsilcisiydiler. Berezin, Budyagin'e kuşkularından hiç söz açmadı. Berezin'in onun evine, hem de yaşamında ilk kez, her kütüphanede bulabileceği Dalnıy Voktok Ekonomisi adlı kitap için gelmesi Budyagin için yeterliydi. Budyagin, Zaporojets'in Leningrad'a kendi adamlarını topladığına, bu işin gizli tutulduğuna dair Berezin'in konuşma sırasında şöyle bir değindiği haberi etraflıca değerlendirdi. Berezin'i geçirdikten sonra kendine koyu bir çay koydu. Aşhen Stepanova'nm dışarda olması ne kötü! Berezin'in oldukça endişe verici haberini onunla tartışmak istemişti. Sabahleyin kendi odasında şöyle bir görünen Budyagin, Semuşkin'e uğradı ve Orconikidze'nin odasını göstererek, — Yerinde mi? diye sordu. — Yerinde. Orconikidze'ye Leningrad'a yeni adamlar yollandığını aktaran Budyagin, Berezin'den sözetmedi. Böyle olaylarda bilgi kaynağı açıklanmaz! Orconikidze düşünmeye başladı. Yeni atamalar NKVD aygıtında çevrilecek dolaplarla ilgili olsa Medved, Kirov'a mutlaka haber verirdi. Ancak, konuyla ilgilenen kişiler Budyagin kanalıyla cna, Politburo üyesine ve en önemlisi Kirov' un dostuna durumu iletiyorlardı. Demek ki haberin bünyesel değil, politik bir karakteri var! — Bu konuda ne düşünüyorsun? diye sordu, Orconikidze. 498 — Leningrad'da bir şeyler tezgâhlanıyor. Amaç, Sergey Mironoviç'in itibarını düşürmek. — Nasıl? — Söylemesi zor. Baskı uygulatmak istiyorlar, onu kaçamayacağı bir durumla yüz yüze bırakmak istiyorlar. Eğer yine direnirse Leningrad'dan alınacak. — Evet, görünüşe göre öyle. Yılların çekacısı Berezin'in anında tahmin ettiği şey akıllarına hiç gelmedi. 10 Dişi ağrımaya başladı. Uzun süredir sallanıyordu ama protezin altında sağlam gibi duruyordu. Dün akşam protezi çıkarınca sızıyı iyice duyumsadı. Stalin protezi yeniden taktı, diş yerine oturdu ama diliyle dokununca diş oynadı ve

sanki diş etleri iyice ağrıyormuş gibi geldi. Stalin protezi çıkarmadan yattı ve sakin bir gece geçirdi. Sabahleyin, protezi dikkatlice çıkardı, önce diliyle sonra parmağıyla dokundu. Diş sallanıyordu. Diliyle sökmek istedi. Olmayınca, Moskova'dan diş doktorunun çağrılmasını emretti. Akşama doğru doktor Lipman ve protezcinin uçakla geldiklerini, üç nolu yazlığa yerleştirildiklerini söylediler. — Yerleşir yerleşmez gelsinler! diye emretti. Yarım saat sonra doktor gedi. Kırk yaşın altında, yakışıklı, sevecen bir Yahudi. Stalin'i daha önce de tedavi etmişti. Stalin ondan memnundu, hattâ birinde «Elleriniz Şa-piro'nun ellerinden daha hafif» demişti. Şapiro, Lipman'dan önceki doktordu. O da iyi bir uzmandı. Ne ki Stalin, sorular soran, işi deşeleyen, bir sürü ilaç veren, hiçbir şey açıklamayan, hastalığını söylemeyen, reçetelerinin ne işe yaradığını anlatmayan, kendini fazlasıyla önemseyen ve işini bir bilmeceye döndüren doktorları sevmezdi. Kısa boylu, suskun Şapiro'nun bu özellikleri hoş değildi. 499 Lipman, Şapiro'nun tersine ne yaptığını anlatır, Stalin' in dişleri, protezin durumu hakkında bilgi verirdi. Stalin'in dişini çektiğinde Şapiro gibi yapmaz, Stalin'e gösterir, diş kökünün ne hale geldiğini anlatır ve onu niye mutlaka çekmek gerektiğini açıklardı. Sakin ve iyi biriydi. Stalin onun hakkında gülerek şöyle diyordu: «Hem dişi çekiyor, hem de kafa tutuyor.» Lipman'ın kendisinden korktuğunu görüyordu. Bunda şaşılacak bir şey yoktu, çünkü herkes ondan korkuyordu. Ama doktorun eli korkudan titrerse istenmeyen bir şey yapabilirdi. Bu yüzden Lipman'a hoşgörüyle davranıyordu. Bugün de her zamanki gibi sordu: — Evdekiler nasıl? İyi mi? Oysa Lipman'ın ailesi hakkında tek şey bilmiyordu. — Çok iyi, Jozef Vissarionoviç, sağolun. Lipman, nerdeyse bir valiz büyüklüğündeki çantasını açtı, âletlerini ve koltuğa yerleştirilen küçük arkalığı çıkardı. Başını koyacağı arkalığı önceden yerleştirmesi de Stalin'in hoşuna gidiyordu. Şapiro ise bunu Stalin oturduktan sonra yapardı. Oysa Stalin oturduktan sonra arkasında uğraşılmasını hiç sevmezdi. Arkalığı yerleştiren ve iyi tutup tutmadığını kontrol eden Lipman, Stalin'i oturmaya davet etti. Stalin oturdu, Lipman boynuna peçete bağladı, nazik bir hareketle başını arkalığa dayadı. — Rahat mı? -tyi.

— Şikâyetiniz nedir? — Dişim sallanıyor, özellikle de protezi çıkarınca. — Şimdi bakarız. —Lipman bir bardak su uzattı.— Ağzınızı çalkalayın, lütfen... Güzel... Şimdi başınızı geriye yaslayın... Evet, çok güzel... Lipman dikkatle protezi çıkardı. Dişe dokundu. Parmakları güzel bir şey kokuyordu. Özenli doktor... Masadaki âletlerinden birini seçti, küçük aynayı aldı, yeniden dişleri gözden geçirdi. — Bu dişi çekmek gerek, dedi. Başka yolu yok. Bu diş 500 ağrıdan başka şey vermez size. Protez de tutmaz. Büsbütün kötü olmuş. — Ne.kadar-zaman alır? — iki üç gün. kadar. Bir günde protez yaparız. Her şeyin beş günde yoluna gireceğini düşünüyorum. —¦ Beş gün dişsiz dolaşacağım, diye Stalin somurttu. Lipman gülümseyerek, — Niye dişsiz, dedi. Yalnızca üst azı dişleriniz olmayacak. Bu protez de geçici olarak kullanılabilir. O zaman yalnızca tek dişiniz eksik kalacak. Ama bu durumda sağlam dişinize de zarar verebilirsiniz. Ona daha büyük yük binecek. Niye riske atalım? Birkaç gün bekleyemez misiniz? — İyi. Ne zaman çekeceksiniz? — Ne zaman olursa, isterseniz şimdi. — Ya yarın sabah? — Yarın sabah da olur. — Bugün konuklarım gelecek, onları dişsiz karşılamak doğru olmaz, ne dersiniz? — Yemek istiyorlarsa en önce kendilerinin dişleri olması gerek dedi Lipman gülümseyerek. Stalin kalktı. Lipman aceleyle boynundaki örtüyü çöz-di. — Dinlenin. Yarın sabah kahvaltıdan sonra sizi çağırırlar. Kirov öğleye doğru geldi. Stalin, Jdanov'a Kirov'u tarih kitabı çalışmaları doğrultusunda bilgilendirmesini ve akşam yemeğine çağırmasını emretti. Yemekte üç kişiydiler: Stalin, Kirov ve Jdanov.

Stalin, ev sahibinin yeri olan masanın başına otururken konuşmaya başladı: — İyi ki geldin, Sergey Mironoviç. Andrey Aleksandroviç ne yiyor, ne içiyor. Masada Hazreti İsa gibi oturuyor, beni de açlıktan öldürmek istiyor. Ben, bu konuda Çehov'la aynı düşüncedeyim: Bütün hastalıklar doktorların uydurması. Her şeyi yemeli, kuşkusuz akılcı ölçülerde. Kafkas otlarının hep501 si yararlıdır... Meyveler yararlıdır, sek Gürcü şarabı güzeldir. Ye, iç, hepsi yararlı. Masadakileri görüyorsun, sen de Kafkaslısm. Belki de Leningrad'da bizim yemeklerimizi unutmuşsundur? Kirov, tabağına her yemekten azar azar koyarken gülümseyerek yanıtladı: — Unutmadım. Hepsini anımsıyor ve seviyorum. — Şimdi Leningrad'da hangi mutfağın moda olduğunu bilmiyorum ama önceden soylularda Fransız, halkta da Alman mutfağı, sosis, salam modaydı. Şimdi nasıl? — Şimdi proleter mutfağı moda. Şai, borç, köfte, makarna. Karneyle ne veriyorsak halk onu yiyor. — Evet, karne, dedi Stalin yine dalgın dalgın. Karneleri kaldıracağız. Kirov buna hiç tepki göstermedi. Yiyecek karnelerinin bir ocaktan itibaren kaldırılması daha önceden kararlaştırılmıştı. — Bu yıl iyi ürün bekleniyor, diye devam etti Sta-lin. Buğday yetecek. Kazakistan'dan iyi haberler geliyor, ürünün son on yılın en iyisi olduğunu ve hektar başına iki buçuk ton ürün beklediklerini yazıyorlar. Arkadaşın Mirzoyan' in bu işle başa çıkamayacağından korkarım. — Mirzoyan çalışkandır, altında kalmaz. Kirov'un sözlerini duymamış gibi sürdürdü konuşmasını. — tyi, bol ürün kuşkusuz çok iyi ama beraberinde tehlikeyi de getirir! İnsanları gafil avlar; kaygısızlığı, umarsızlığı aşılar. İyi, bol ürün toplandığında, taşındığında ve bir tanesi bile boşa gitmediğinde iyidir. Kirov, Stalin'in hiçbir zaman boş yere konuşmadığını biliyordu. Kazakistan sorununu da öylesine açmamıştı. Stalin masa başında iş görüşmezdi. Ama bugün konuşuyordu. Uzak şeylerden başlıyor, monoton konulardan sözediyordu. Yine tarım konusu. Bir ay önce MK haziran plenumunda Kirov, buğday ve et üretiminin yeterince olmaması nedeniyle paparayı yemişti. Oysa planlarda bir düşme yoktu. Ürün bazında olağan düzeltmeler yapılmıştı. Bazılarında üretim artmış, 502

bazılarında azalmıştı. Stalin, bu işlerden pek anlamazdı, tarımı bilmiyordu. Herhangi bir gecikme de söz konusu değildi. Leningrad için haziran ayı ürün alımında kesin bir tarih sayılmazdı. Ancak Kirov kararnameye karşı çıkmamıştı: Parti karne sistemini kaldırmaya yöneliyordu. Ülkenin bütün güçlerinin daha fazla ürün için seferber edilmesi gerekliydi. Yukardan birinin haşlanması kuşkusuz herkes için iyi bir örnek olacaktı. Bu normal bir işti. Kirov, şahsı adına bir şey görmemişti. Moskova'yı örnek gösterip kendini savunabilirdi, ama hiç karşı çıkmadı. Eksiklikler aynıydı. Yalnız Moskova çevresinde ürün daha erken olmuyordu. En önemlisi Moskova'yı yöneten Kaganoviç'ti ve Stalin onu haşlamak istemiyordu. Stalin'in politikası böyleydi: Birini haşlamak, diğerini pohpohlamak ve onları başbaşa bırakmak. Bir keresinde Stepan Saumyan şöyle demişti: «Koba'nın aklı da ahlâkı da yılan gibidir.» Kirov'un buna aldırdığı yoktu: Parti sorunları çözülürken kişisel kırgınlıklara yer yoktur. Kirov, bu yüzden Kaganoviç'ten nefret ediyordu. Her şeye karşın plenumdaki Leningrad konusunu anlıyordu, ama şimdiki Kazakistan konusunu hiç anlamıyordu. Tarih kitabı çalışmalarına katılması düpedüz saçmalıktı. Tarihçi değildi ki! Stalin de tarihçi değil, ama kendini öyle görüyor. Onu niye çağırdı? — Yeter, dedi beklenmedik bir şekilde. Ne diye birdenbire Kazakistan ve Mirzoyan'dan konuşmaya başladık? İşimiz başka: Tarih. —Jdanov'a döndü.— Sergey Mironoviç'i bu konuda aydınlattınız mı? — Genel olarak. — Tarih bilimini ele almak gerek, diye sürdürdü Stalin. Yoksa başkaları ele geçirir. Burjuva tarihçilerin eline geçer. Hoş, bizimkiler de pek ahım şahım değiller ya! Pokrovs-ki'den sözetmiyorum, işin özünde o da burjuva tarihçilerden. — Pokrovski'nin de hataları vardı, dedi Kirov. Ama Lenin onu başka türlü değerlendiriyordu... Stalin inceleyen bakışlarını Kirov'dan indirmedi. — Lenin onu nasıl değerlendiriyordu? 503 — Lenin'in Pokrovski'nin kitabı hakkındaki mektubunu biliyorsunuzdur. — Pokrovski'ye ne yazmış? Lenin'in ona ne yazdığını çok iyi biliyor, ama sözlerin-dan bir şeyler yakalamayı umuyordu. — Tam metni anımsamıyorum... Mektup birçok kez yayımlandı, bakabiliriz. Lenin, onu başarısından dolayı kutlamış, kitabını çok beğendiğini ve yabancı dillere" çevrilmesi gerektiğini yazmıştı. — Evet. Lenin böyle komplimanlar yaptı. Ama kitabın kronolojik olmasını da

önermişti, çok yüzeysel olmaması için... Lenin'in değerlendirmesinin özü buradadır... — Ben tarihçi değilim, ama öyle düşünmüyorum. Genel değerlendirme açık ve olumlu. Kronolojik sıraya koymasını istemesi de genel olumlu değerlendirmeyi bozmayan bir ekleme. Pokrovski kitabını 1920'de yazdı. Kitabı, Marksizm-Le-ninizm doğrultusunda Rusya tarihinin aydınlatılması için ilk adımdır. Geniş kitlelerin okuduğu kitabı, Lenin'in emriyle yazmıştır. Tüm eksikliklerine karşın iyi yönleri olan bir kitap. Hepimiz onunla yetiştik. Kuşkusuz bilim ilerliyor ve şimdi yeni bir tarih kitabı gerekli, ama bazı tarihçilerin yaptıkları gibi Pokrovski'nin kitabını kötülemek, onu gözden düşürmek doğru değil. Pokrovski, hiç kuşku yok ki namuslu biriydi... Stalin gülümseyerek, — Bir de tarihten pek anlamam diyorsun, dedi. Tarih konusunda hepimizi geride bırakırsın. Yeni tarih kitabı konusunda haklısın. Seni bunun için çağırdım, sen gelmek istemedin. Oysa sana gereksinim olduğu ortada. Şimdi konumuz Pckrovski değil. Bazı parti üyelerinden, eski üyelerden sözediyorum. İşte, Nodejda Konstantinovna yoldaş da tarihle ilgileniyor. Onun Lenin hakkındaki anılarını okudun mu? — Okudum. — Pospelov'un bu anılar üstüne «Pravda»daki makalesini? — Onu da okudum. — Güzel makale! 504 Stalin geri dönüp sehpanın üstündeki dosyaları karıştırdı, «Pravda»dan kesilmiş kupürü buldu ve kırmızı kalemle çizilmiş yerlere göz attı. — İşte... Pospelov şöyle diyor: «Krupskaya, Plehanov'un parti tarihimizdeki rolünü büyütüyor ve Lenin'i Plehanov'un saygın bir öğrencisi gibi betimliyor.» Doğru bir irdeleme. Neden doğru? Çünkü Krupskaya bu kişilere geçmişten, Pospelov ise şimdiki zamandan bakıyor. Bugünkü deneyimimizden yola çıkarak, Plehanov'a olanca saygımıza ve çalışmalarına verdiğimiz olanca değere karşın, şimdi bu kişileri yan yana koyamayız. Kirov, Stslin'i yine dikkatle dinliyordu. Pospelov'un makalesini çok iyi anımsıyordu. Sorun, kuşkusuz Plehanov değildi. Bütün olay Krupskaya'nın şu tümcesiydi: «Ekim'den sonra yeraltı çalışmalarının ortaya çıkmalarına engel olduğu kişiler ön plana çıktılar... Bunlardan biri de Stalin yoldaştır.» Kirov, bu tümcenin Stalin'i nasıl öfkelendireceğini ve yanıtın kısa sürede verileceğini hemen anlamıştı. Öyle de oldu. Pospelov, Pravda'da uzun bir makaleyle anıların bazı yerlerine karşı çıkarak yanıt verdi. Aslında söylemek istediği yalnızca şuydu: «Yeraltı döneminde de örgütçülerin, Stalin ve Sverlov gibi parti

önderlerinin önamü rolü, yurt dışında değil doğrudan doğruya Rusya'da çalışan Bolşevik kadrolarca çok iyi bilinmekteydi.» Kuşkusuz, doğru değil. Ancak Stalin, devrim öncesinde partinin ikinci adamı olduğu ve partiyi Lenin'in yurt dışında, kendisinin de yurt içinde yönettiği düşüncesine karşı en küçük bir itiraza bile dayanamazdı. Bu, gerçeklerle bağdaşmıyordu, ama partinin yeni yönetimin çevresinde birleşmesine yardım ediyordu. Kirov da bu görüşü kabul etmişti. Ama bu görüşü politika gereği kabul etmek ayrı şey, buna inanmak ayrı şeydi. Stalin gülümsedi. — Herkes anılara yöneldi. Avel Yenukidze de. Geriye dönüp aynı dosyadan Yenukidze'nin broşürünü çıkardı ve Kirov'a gösterdi. — Okudun mu? Kirov, Yenukidze'nin broşürünü okumuş, Stalin'in ho505 şuna gitmeyen şeyin ne olduğunu anlamıştı. Bir an okumadığını söyleyerek konunun dışında kalmayı düşündü. O zaman Stalin okumasını söyleyecek dolayısıyla kaçamayacaktı. — Evet... Şöyle bir baktım... Elime geçmişti... Stalin kaçamak yanıtı yakaladı: «Elime geçmişti», «şöyle bir baktım...» — Bu broşüre göre «Nina» matbaasını yalnızca üç kişinin bildiği ortaya çıkıyor: Krasin, Yenukidze ve Ketsho-veli. Avel Yenukidze bunu nereden biliyor? — Matbaa yöneticilerinden biriydi. — Tamam işte «biriydi!» Krasin vardı, Ketshoveli vardı. Ketshoveli, oradaki işlerden bana sözediyordu. Hiç giz-lememişti. Ama Krasin de, Ketshoveli de artık yaşamıyorlar. Yalnızca Yenukidze yaşıyor, ama hayatta olması «Nina» olayını istediği gibi aktarma hakkını ona vermiyor. Gerçek dışı şeyler anlatmaya hakkı yok. — Anlaşılan Yenukidze, sizin işi bildiğinizi bilmiyor, dedi Kirov. Anlaşılan Yenukidze, Lenin'in emrine bütünüyle uyulduğundan emin. — Ne emri? — Krasin, Ketshoveli, Yenukidze ve çalışanlar dışında matbaayı hiç kimsenin bilmemesi emri. — Bu emri nereden biliyorsun?

— Herkes biliyor. —¦ «Herkes biliyor» da ne demek? Bunu Yenukidze uydurdu, herkes de inandı. Matbaa gerçekten de yurt dışına bağlıydı, ama bundan benim matbaayı bilmediğim sonucu çıkıyor mu? Doğru, matbaayı Lenin'in kendisi yönetiyordu ama bu, onu üç kişiden başka kimsenin bilmediği anlamına gelmez. Eğer Yenukidze yoldaş buna gerçekten inanıyorsa neden o zamanki Bakûlülere hiç sormamış? Bundan neden özellikle şimdi sözediyor? Neden özellikle bu durumu vurguluyor? Neden buna gerek duydu? Yönetimin devamlılığı tezini çürütmek, şimdiki MK yönetiminin Lenin'in doğrudan mirasçısı olmadığını kanıtlamak, Lenin'in devrim öncesinde bugünkü yöneticilere değil başkalarına dayandığını, 506 bugünkü yöneticilere değil, o kişilere güvendiğini göstermek için, Yenukidze yoldaş kimin değirmenine şu taşıy&r? — Yenukidze yoldaşın böyle bir şey istediğini sanmıyorum. Bana göre yalnızca bildiğini anlatmış. Ketshoveli'nin size anlattığını bilemezdi. Bundan eminim. — Emin olmak için bir gerekçe göremiyorum, dedi Sta-lin soğukça. Emin olman için neden yok. Yenukidze yoldaş partiye dün girmedi, Yenukidze yoldaş Merkez Komitesi üyesi. Yenukidze yoldaş davranışının politik sonuçlarını düşünmemiş, broşürünün kimin çıkarlarına hizmet ettiğini anlamamış olamaz. Bu broşürü sıradan bir tarihçi yazsaydı, es geçilebilirdi: Tarihçiler hata yapabilir, tarihçiler çıplak tarihi olayların tutsağı olabilirler; tarihçiler kötü diyalektikçi ye hiçbir şeye ulaşamayan politikacılardır. Ama bu broşürü sıradan bir tarihçi değil, parti ve devlet yöneticilerinden biri yazdı. Hangi amaçla yazdı? Anılarını yazmaya mı heveslendi? Çok erken. Yenukidze yoldaş çok genç, onunla aynı yaşlardayız. Ben kendimi yaşlı saymıyor, anılarımı yazmayı düşünmüyorum. Yazdıkları anı değil, politik eylem. Parti tarihimizi tahrif etmeye yönelik bir eylem, bugünkü yönetimin itibarını gözden düşürmeye yönelik bir eylem, işte, Yenukidze yoldaşın amaçladığı şey. — Bana kalırsa işi büyütüyorsunuz, dedi Kirov suratını asarak. Böyle bir şey yazmak onun işi değildi, hepsi bu. O ne tarihçi, ne de yazar. Parti yönetimini gözden düşürmeyi istediğini hiç sanmam. İçten ve namuslu bir insan, sizi sever. Stalin, Kircv'a bakmayı inatla sürdürüyordu. Gözleri kaplan gözleri gibiydi. Daha çok öfkelenerek konuşmaya başladı : — İçtenlik, namusluluk, sevgi politik özellikler değildir. Politikada yalnızca tek şey vardır: Politik hesap! Konuşma zorlaşıyordu. Son zamanlarda genel olarak Sta-lin'le konuşmak zorlaşmıştı, hele öfkelendiği zaman... — Tarihi konularda tam yetkili olmadığı gösterilerek Yenukidze yoldaşın dediklerini düzeltmek olası.

— Doğru, dedi Stalin. Bunu bir tarihçi yazsaydı, başka 507 bir tarihçi düzeltebilirdi. Ama, MK üyesi ve ülke yönetiminin önde gelenlerinden biri yazdı. Düzeltme aynı düzeyde yapılmalı. —Kirov'a bakıyordu.— Sen Baku örgütünü beş yıl yönettin, senin düzeltmen daha güvenilir olur. Kirov şaşkına dönmüştü. Böyle bir şey daha önce hiç olmamıştı. Politburo üyesi olarak varlığını dahi bilmediği «Nina» matbaasının yöneticisinin Stalin olduğunu belirtmek zorundaydı. Bu öneriyi niye ona yapıyor? Güvenini mi ölçüyor? Güveni yeterince ölçülmüştü, ama yeniden ölçmek gerekirse bu düzeyde olmamalı. — Tarihle hiç ilgilenmedim, dedi Kirov. Bu sorunu hiç' bilmiyorum, Daha da önemlisi söz konusu olan tarihlerde Ba-kû'de bile değildim. — Ne yapalım, dedi Stalin sakince. Hayırda hayır vardır. Avel Yenukidze'ye yanıt verecek yoldaşlar olduğunu umuyorum. —Jdanov'a döndü.— Merkez Komitesi bu sorunla ilgilenmeyecek. Bu, bütün partinin değil bir bölümünün, Kafkas örgütünün sorunu. Kafkas örgütü kendi tarihiyle ilgilensin. Beriya yoldaşı çağırın ve ona Merkez Komitesi'nin yaklaşımını bildirin. O, Kafkas parti örgütü sekreteri. İş, onun yetkisi içinde. 11 Ertesi gün kahvaltıdan sonra, Stalin doktoru çağırttı. Lipman çantasını açıp âletlerini yerleştirdi, Stalin'i koltuğa oturttu ve boynuna örtüyü bağladı. — İyi uydunuz mu? diye sordu Stalin. — Mükemmel. —Lipman enjektörü aldı.— Daha iyisi olamaz, sessiz, sakin. —Yavaşça Stalin'in başını geriye yatırdı ve ağzını açmasını rica etti.— Başkasına bilmem ama denizin uğultusu bana çok iyi geliyor... Stalin, diş etinde iğneyi hisseder gibi oldu. Belki de öyle gelmişti. Çünkü Lipman'ın yüzünden hiçbir şey okunmuyordu. Hep gülümsüyor, ağzına bakıyordu. Sonra geri çekildi, ellerini indirdi ve yine gülümseyerek, 508 — Biraz bekleyelim, dedi. Narkoz etkisini göstersin. İsterseniz ağzınızı kapatın. Konuşabilirsiniz. Dolaşabilirsiniz ama en iyisi oturmak. Diş etleri duygusuzlaştı, ağırlaştı. Stalin, yerli narkozla daha önce de diş çektirmişti ama narkozun ne kadar sürede etkilediğini tam anımsamıyordu. — Çok mu beklenecek? — On dakika kadar. Ağzınızı açın bir daha bakayım. Ağzına yeniden baktı, diş etlerine metalik bir âletle dokundu.

— Birazdan uyuşur, dayanın. Sakin sakin Stalin'e bakıyordu. İğneyi çok iyi vurmuş, acıtmamıştı. Stalin yoldaş memnun olmalıydı. Stalin de gerçekten de işini bilen ve güzel yapan kişileri değerlendirmesini bilirdi. Bu doktor herhalde yüzyıl yaşar: İşinden, durumundan, yaşamından memnun. Kremlin'de çalışıyor, Politburo üyelerini iyileştiriyor. Herhalde iyi de bah-şiş alıyordur. Onu kıskananlar da vardır. Zaten her zaman bir kıskanan bulunur. Ama görünen o ki, bu doktor onları hiç umursamıyor bile: Dünyadaki büyük çoğunluk böyle. Kendisi daha gençken, onların yüzünden savaşa başlamıştı. Şimdi bu insanları kendisi yönetiyordu, bu insanlar ona tanrıya inanır gibi inanıyorlardı. Tanrıya inanmak ancak körü körüne olur. Bu insanlar ona baba diyorlardı. İnsanlar yalnızca güçlü, sert ve güvenilir baba eline saygı duyuyorlardı. Çevresinde böyle insanlar da gerekliydi. Yalnızca kurt köpekleri değil, yalnızca yardımcıları değil, onu seven, oma bağlı, sade, sessiz insanlar da olmalıydı çevresinde. Lipman, Stalin'in karşısında oturuyor, saatine bakıp duruyor ve gülümsüyordu. Ara sıra ondan ağzını açmasını istiyor, bazı âletlerle diş etlerine dokunuyordu. Böyle dokunmaların birinden sonra Stalin'e pensin ucunda duran dişini gösterdi. -— Ne zaman becerdiniz? Hiç hissetmedim bile. — Narkozla çektim de ondan. Zaten diş iğreti duruyordu, hani nasıl derler, parmakla bile çekilebilirdi. 509 — Niye öyle çekmediniz? — O zaman hissederdiniz. Stalin önündeki leğene kanlı tükürüğü tükürdü, ağzını çalkaladı, yeniden tükürdü. Lipman temiz peçete uzattı, Stalin dudaklarını sildi. — İki saat bir şey yememenizi rica ediyorum. Bugün de sıcak yemek tamamen yasak. Lipman masadaki protezi aldı, elinde evirdi çevirdi. — Güzel protez, iyi yapılmış. Malzeme de mükemmel. Altın, platin ve palladyum alaşımı. Şimdi bu işinize yaramaz. Yenisini yapacağız. Ama Jozef Vissarionoviç, en iyisi normal protez yapmak. — Normal protez ne demek?

— Bakın bunda dişleri metaller birleştiriyor, biz yekpare plastikten yapacağız. — Ne gerek var? — Jozef Vissarionoviç, bakın, metal protez dişlere şu iki çengelle tutturulur. Biz onlara klamer deriz. Sizin protezinizde yedi yapay diş var, bu epeyce ağır. Yeni protezinize bir tane daha ekleyeceğiz, daha da ağırlaşacak. Plastik protez ise doğrudan damağa dayanır, tutacağı diş sayısı da artar. — Bana ihtiyar protezi yapmak istiyorsunuz. — Niye ihtiyar? İhtiyarlar yapay çene takarlar, dişleri yoktur, oysa sizin dişleriniz var. Tanrı saklasın, daha uzun süre dayanırlar. Birkaç yıl önce azı dişlerini çektiklerinde protez öner-mislerdi. Bozulmuştu: Saçma! Takma dişli ihtiyar! İhtiyarların takma dişlerini yatarken çıkardıklarını, bardağın içine koyduklarını görmüştü. Petersburg'da gizli evde. Soltz ile otururlarken o da protezini çıkarıyordu. Protezi ilk kez Soltz' da görmüştü. Soltz konuştuğunda, zaten hep heyecanlı heyecanlı konuşurdu, protezi düşer, diliyle yerleştirmeye, çalışır ve sözcükleri anlaşılmaz biçimde telaffuz ederdi. Hiç de hoş değildi. Ama doktorlar takma protez değil, yapay dişlerini tu510 tacak altın protez önerdiklerini açıklamışlardı. Protezi takmışlar, o da alışmıştı, hiç engel olmuyordu. Dişsiz olduğu gibi bir duyguya hiç kapılmamıştı, iki dişini daha çektiklerinde şimdi Lipman'ın önerdiklerini söylemişler, ama o reddetmişti. Lipman yeniden ona ihtiyar protezini öneriyordu. Lipman uzağı görmeyen biri, ona yalnızca bir müşteri gibi bakıyordu. Bu müşteriye milyonların baktığını, onun da düşen bir protezle onların önüne çıkamayacağını, ağzında yemek varmış gibi konuşamayacağını anlayamıyordu. — Altın yapın! Lipman daha fazla diretmeye cesaret edemedi. — Hay hay! Eğer ağrı yaparsa bir tane piramidon alın, gerekirse beni çağırtın. Yarın nasıl olduğuna bakmama izin verir misiniz? — Yarın bu saatte sizi çağırırlar. Lipman çıktı. Stalin aynaya yaklaştı, ağzını açıp dişlerine baktı... Hiç de hoş bir görüntü değil, topu topu üstte beş diş. Sararmış... Önemli değil, Jdanov ona böyle de dayanabilir. Kirov da. Kirov'u düşündüğünde suratını astı. Savaşa katılmak istemiyor, parti yönetimini

güçlendirmek istemiyor! Stalin o gün hiç kimseyi kabul etmedi. Narkozun etkisi geçsin! Doktorun söylediği gibi iki saat hiçbir şey yemedi, öğle yemeğinde soğuk pancar çorbası ve ılık köfte getirdiler. Doğrusunu yapmışlardı. Neyle çiğneyecekti. Dişin yeriyle diş eti ağrımadı. Piramidon içmek gerekmedi. Sabahleyin gelen Lipman ağzına baktı; — Çok iyi gidiyor dedi. İki gün sonra başlarız. — Nasıl dinleniyor musunuz? Sıkılıyor musunuz? — Siz ne diyorsunuz, Jozef Vissarionoviç, sıkılmaya zaman mı var? Karşınızda deniz, plaj... Çalışma masasında bir yığın kâğıt, oturdum yazıyorum. 511 — Ne yazıyorsunuz? — Protez hakkında. — Başarılar dilerim. Stalin öğle ve akşam yemeklerini tek başına yedi. Herkesin yanına öyle çıkmak istemedi. Ama çalışmak gerekliydi. Akçam Kirov'la Jdanov geldi. Balkonda oturup gazetelere baktılar. — Eveet, Hitler, Alman halkının ebedi führeri ve imparatorluğun başbakanı. — Bir bakarsın kendini imparator ilan eder, dedi Kirov. — Bu aptallığı yapmaz, diye yanıtladı Jdanov. — Evet, diye katıldı Stalin. Anlam yok. Bir Sürü imparator var, ama ebedi führer bir tane. Çocuğu da yok, bu yüzden hanedan yaratamaz... — Gözleri gazete sütunlarında dolaştı— Zinovyev yine yazmış, her gün yazıyor. Hangi gazeteyi açarsan aç Zinovyev'e, Kamenev'e, Radek'e rastlıyorsun. Yazıyor, yazıyor, yazıyorlar... — Yapacak işleri yok da onun için. — İlginç bir şey daha diye sürdürdü Stalin. Her makalede Stalin yoldaşa övgüler... Şöyle büyük, böyle akıllı, şöyle bilge, nerdeyse Marks, Engels ve Lenin'den daha yüce. Niye övüyorlar? Zinovyev, Stalin yoldaşı yürekten övebilir mi? Hayır! Stalin yoldaştan nefret ediyor. Demek ki yalan söylüyor, aklından geçeni yazmıyor. Neden yalan söylüyor? Oysa hiç kimsenin, Stalin yoldaş da dahil olmak üzere hiç kimsenin kendisine inanmadığını biliyor. Korkuyor mu? Kimse ona dokunmazken, kimden korkuyor?

— Silâhlarını bıraktığını ve hiç kimseden şikâyetçi olmadığını kanıtlamak istiyor, dedi Kirov. — Kuşkulu, ama öyle varsayalım. Yine de kendini küçük düşürüyor. Küçük düşmeyi de hiç kimse, hiçbir zaman unutmaz. Herşey unutulabilir: Azarlama, güceniklik, adaletsizlik. Ama küçük düşürülmeyi kimse unutamaz. Bu insanın doğasında vardır. Hayvanlar itişir kakışır, birbirlerini öldü512 rür, hattâ yerler ama küçük düşürmezler. Yalnızca insanlar birbirlerini küçük düşürürler. Hiç kimse bunu unutmaz, önünde küçüldüğü insanı asla bağışlamaz. Ondan hep nefret eder. Zinovyev, Stalin yoldaşı övdükçe onun önünde küçülür ve Stalin yoldaştan daha fazla nefret eder. Radek de dır dır konuşup duruyor. Övüyor ama Radek gevezenin teki, ciddi biri değil. Dün Troçki'yi övüyordu, bugün de Stalin'i, yarın gerekirse Hitler'i. Böyle birine hardallı sandviç ver, hemen kapıp, yutar, bir de teşekkür eder. Ama Zinovyev ve Kaine-nev başka. Yaşamları boyunca liderliğe soyundular, hâlâ da soyunuyorlar. Üstelik yandaşları da arttı. Buharin ve çevre-sindekilerle Radek onlara katıldı. Kirov omuz silkti. — Zinovyev ve Buharin. Aralarında ne ilgi var? Jdanov araya girdi. — Sergev Mironoviç, Buharin, Kamenev'e gitmemiş miydi? Kirov, Jdanov'dan hoşlanırdı, ama yalnızca Politburo üyelerinin tartışacağı sorunlar vardı. Jdanov, Politburo üyesi değildi. Stalin, konuşmayı Jdanov'un yanında isteyerek başlatmıştı. Kirov ile Jdanov arasında fark görmediğini göstermek istiyordu. — Bakın, Jdanov yoldaş, bu iş sekiz yıl önceydi, yani parti yönetiminin tam oturmadığı ve Zinovyev'le Kamenev* in iktidara talip oldukları zaman. Şimdi artık şanslarının olmadığını çok iyi biliyorlar, bulundukları durumu kabul ettiler, yenilgilerini sineye çektiler. Uzun yıllar uğraşmalarına karşın bugün böyle bir şey istediklerini sanmıyorum. Jdanov yanıtlamak istedi. Stalin onu durdurdu: — Politikacılar her zaman iktidara taliptirler. Küçüldükçe öç alma umutları artar. Küçültülmelerinin acısını hiç kimsede bırakmazlar, en başta da seninle bende. Zinovyev, Leningrad'ı kendi kalesi görüyor. On dördüncü kongre öncesinde Leningrad örgütü Zinovyev'i destekledi. Şimdi Leningrad'ı sekiz yıldır Kirov yoldaş yönetiyor ve Leningrad örgütü Kirov yoldaştan yana. Leningrad örgütü artık Zinovyev diye 513 birini tanımıyor, Kirov'u tanıyor. Zinovyev bunu bağışlar mı? Hayır, ilk fırsatta öcünü alır. — Anlaşılmaz şeylerden söz ediyorsunuz. Nasıl ve kimle birlikte, benden öç

alacağını ne anlıyor, ne görüyor, ne de tahmin ediyorum. — Her zaman biri bulunur, dedi Stalin. Böyle bir iş için her zaman bulunur. Özellikle de Leningrad'da. Orada hâlâ Zincvyev kalıntıları var, sen onlara dokunmak istemiyorsun, onları sinmiş ve silâhlarını bırakmış sayıyorsun. Stalin, doğrudan Kirov'a bakıyordu. Çiçek bozuğu bir yüz ve yabancı gözler. Çiçek izleri yine de yüzün yapısını bozuyor. Hiç de hoş görünmüyor. Bu çiçek bozuğu da nereden çıktı! Hoş değil! Çiçek izleri, Kirov'a kendisinde de bunlardan olduğunu anımsattı. — Stalin yoldaş, diye başladı Kirov. Yirmi beşte Leningrad örgütü Zinovyev'e oy verdi, ama yirmi altıda size ve Merkez Komitesine. Bunlar partinin sıradan üyeleri. Yirmi beşte parti yöneticileri onlara Leningrad yönetimine oy vermelerini emrettiler. Oy vermemeleri parti disiplinine uymamak demekti. îşin doğrusu böyle. Ne yazık ki, demokratik merkeziyetçiliğin bedeli bu: Her parti örgütü zaman zaman kendi yönetiminin arkasından yanlış yolda yürüyebilir. Partinin sıradan üyelerinin bunda hiç bir suçu yoktur. Bizim cnları cezalandırmaya hakkımız yok. — «Partinin sıradan üyeleri» diye gülümsedi Stalin. Eğer bölge komitesi sekreteri onları Merkez Komitesi'ne karşı yönlendirebiliyorsa, onlar kötü üyelerdir. Leningradlı komünistler, senin bize sunmak istediğinden daha farklılar. Onlar hâlâ kentlerini devrimin beşiği, kendilerini de Rus işçi sınıfının öncüsü sayıyorlar. Üstelik Leningrad'da oy vermek zorunda kalanların yanısıra oy vermeye zorlayanlar da hâlâ var. Onlar da gizli gizli dolaşıyorlar, pişmanlıkları Zinovyev ve Kamenev'in pişmanlıklarıyla aynı. Zamanını bekliyorlar ve bu zamanın devlette, ülkede, partide en küçük bir sarsıntıda geleceğini çok iyi biliyorlar. Benim, senin, bir-iki Politburo üyesinin, temizlenmesi yeter, böyle bir karışıklıktan hemen yararlanırlar. Deneyimli politikacılar... O zaman on514 lardan en ufak bir iyi niyet bile göremeyiz. İktidarı ele geçirirlerse hepimizi üç göbek öteye kadar keserler. Oysa sen onlara güveniyor ve göz yumuyorsun. Sana teşekkür edeceklerini mi sanıyorsun? Hayır, dostum! Sokaklarda dolaşıyorsun, tiyatroda halkın arasında oturuyorsun. Dikkatli değil, hiç dikkatlice değil. Anlamıyor musun? Politburo senin korunmam için özel kararlar mı almalı? — Rica ederim hiçbir karar alınmasın, korumam yeterli ve güvenli. — Sen böyle görüyorsun. Politbüro'nun bakış açısı farklı olabilir. Politburo üyelerinin korunması için kurulmuş genel bir düzen var ve bu düzeni bozan tek kişi sensin. — Sekiz yıldır Leningrad'dayım. Sekiz yıldır hiçbir şey olmadı. Hattâ bir belirti bile.

— Dün olmadı, bugün olmadı ama, yarın olabilir. Hiçbir şey sonsuz değildir. Hitler'in iktidara gelişi, ortamı büyük ölçüde değiştiriyor. Ülkemizdeki muhalefet güçleri Almanya'nın militarist eğilimlilerinden destek görüyorlar. Kuşkusuz bu militarist eğilimler öncelikle Batı'ya yönelmiş durumdalar. Ama Batı, onları üstümüze salmak istiyor. Böyle bir dönüşüm, bizde bir kriz yaratabilir. Bundan en başta kim yararlanacak? Muhalefet... Ülkemizde hangi muhalifler var? Monarşistler? Kadetler? Eserler? Menşevikler? Bunların hiçbiri yok, tekrar canlanamazlar, halk Sovyet sistemini sonsuza kadar benimsedi. Demek ki Sovyet sisteminin içindeki, partinin içindeki muhalifler en büyük tehlikeyi oluşturuyor. Kim bunlar? Troçkistler, Zinovyevciler, Buharinciler. Bunu kendileri de biliyorlar mı? Elbette biliyorlar. Şimdilik ma nevra yapıyorlar. Temel amaçları, kendilerini ve kadrolarını korumak. Sayıları ne kadar? Birkaç bin? On yedide biz Bolşevikler kaç kişiydik? Birkaç bin kişi. Durumdan doğru yararlandık ve kazandık. Zinovyev, Kamenev ve Buharin gibilerin birkaç bin kişiyi değil, on binlerce kişiyi peşlerine takarak uygun bir ortamdan yararlanmayacaklarına dair elimizde bir bilgi var mı? Eski Menşevikler, Zinovyev'i desteklemezler mi? Eski zenginler, kadetler, eserler Buharin'i desteklemezler mi? Onlar Zinovyev ve Buharin'i bir tramplen 515 olarak görecekler. Kriz anında onları en uygun kişiler olarak değerlendirecekler: Halk da, parti de onları tanıyor. Onların pişman olduklarını ve hatalarını itiraf ettiklerini ise kimse anımsamaz. Zinovyev ve Kamenev'in on yedide yaptıkları hataların hepsi bağışlandı, bunları herkes unuttu. Troçki, tam on beş yıl Lenin'e karşı savaştı. Bolşeviklere katılınca herkes onu bağışladı ve unuttu. Halk, politikacının geçmişiyle değil, bugün ne yaptığıyla ilgilenir. Zinovyev, Kamenev ve Buharin bunu çok iyi biliyorlar: Doğru bir strateji. Onlar için en önemli şey kendilerini korumak ve zamanını beklemek. Bu konuda Troçki'den daha kurnazlar. Troçki kötü politikacıydı. Çevresine hiç bakmadan, hiç düşünmeden davrandı, kadroları da öyle. Bu yüzden hepsini biliyoruz. Zinovyev ve Kamenev kurnazlık yaptı, tam zamanında geri çekildiler, kadrolarını açığa çıkarmadılar, sakladılar. Her an eyleme geçmeye hazırlar. Sayıları oldukça fazla: Partideki bütün kırgınlar, ülkedeki bütün kırgınlar. Büyük ve tehlikeli bir potansiyel. «Biz» ise bu potansiyeli koruyor, onun üstüne titriyor ve onu ezmiyoruz. — Leningrad'dan mı söz ediyorsunuz? — Evet, dedi sertçe Stalin. Leningrad'ı kastediyorum. Muhalefetin ve bu kaleyi yıkmak istemeyen biri olarak Kirov yoldaşın yıkılmaz kalesi Leningrad'dan söz ediyorum. — İş öyle değil, diye karşı çıktı Kirov sakince. Parti tarihi bize başka şey gösteriyor. Partide strateji ve taktik konularında değişik görüşler, tartışmalar, ayrılıklar her zaman olmuştur. Ama parti karar aldığında bu ayrılıklar anında sonuçlanmış, muhalefet diye bir şey kalmamıştır. Eski muhaliflerden hiç kimse de partiden kopmamıştır. Lenin bize başka türlü öğretti. Şu ya da bu sorunda yanılanlara dostça davranmamızı öğütledi. Bütün sorumluluğu üstlenerek şunu üstüne basa basa söylüyorum: Leningrad örgütünde bir tek bile Troçkist, Zinovyevci ya da Buharinci yok. Kuşkusuz bazı parti karşıtı, anti Sovyet

gruplarla uğraşıyoruz, ama onlar burjuva kalıntıları ye eski muhaliflerle hiçbir ilişkileri yok. Yirmi beşte Zinovyev'e oy veren Leningradlı işçiler ve komünistler, Zinovyev'le ilişkilerini çoktan kestiler, onu çoktan 516 unuttular. Parti disiplini çerçevesinde yöneticilerine oy verdikleri için onları sekiz yıl sonra cezalandıramam ve cezalandırmayacağım. Politikamı doğru bulmuyorsanız beni Leningrad'dan alabilirsiniz, Leningrad'da olduğum sürece bu politikayı değiştirmeyeceğim. Konuşmanın başından beri Stalin'de gözlemlenen gerginlik birden yatıştı. Sakince ve hattâ kayıtsızca konuşmaya başladı: — Parti içinde her kentin ayrı politikası olamaz, parti politikası bütün ülke içindir ve her yönetici buna uymak zorundadır. Eski Zinovyevcilere uygulayacağımız politikayı Po-litbüro'da görüşeceğiz. Bunu görüşünceye kadar dikkatli olmanı, uyarılarımı dikkate almanı istiyorum: Zinovyevciler etkinleşiyorlar. Senden daha çok şey biliyorum. Sen biraz fazla safsın, Sergey Mironoviç. Dikkat et de, bu gereksiz saflık seni yemesin. — Ne anlamda? — Sen, Zinovyev ve Kamenev'i yalnızca kongrelerde gördün. Bense onların ıcığını cıcığını bilirim. Sürgünde Karne-nev'le birlikteydik. Onlar yalancı, düzenbaz, hilekâr, sahtekârdır. Onlardan yana olanlar da yalancı, düzanbaz ve hile-kârdırlar. Onlara inanma, her şeyi yapabilirler. Onlar da senden nefret ediyorlar. Bu arada, senin Moskova'ya dönmeni istememizin nedenlerinden biri de bu. Senin yerine başka birisi giderse —o da bu işi iyi becerecektir— onlar bu işin Kirov yoldaşın değil, partinin işi olduğunu anlayacaklardır. Leningradlı komünistler yalnızca Kirov yoldaşın değil, partinin de ardından gidecekler. Senin halefine de diş bileyemez-ler. Sen üstelik MK sekreterisin, Moskova'ya çoktan gelmeliydin, MK sekreteri Moskova'da olmalı. Leningrad'da karnelerin kaldırılması işini bitir, bırak. Leningradlılar seni bununla anımsasınlar. Bu iş, nasıl söylemeli, veda işin olsun, sonra da Moskova'ya dön. Kirov, patlamaya hazır öfkesine engel olarak gözlerini indirdi. Şöhret düşkünlüğü iması çok kabaydı. Her şey anlaşıldı: Stalin, onu Leningrad'dan almak, yanı başında görmek istiyor. Tam bir boyun eğme istiyor. 517 — Stalin yoldaş, dedi Kirov. Kentin rekonstrüksiyonunu bitirmeden oradan alınmamamı rica ediyorum. Ben başladım ve bitirmek istiyorum. Kirov, son cümlesini bunun kesin karan olduğunu belirtir bir tonla söylemişti. Stalin bunu anladı ve sakince sordu: — Ne zaman bitecek?

— Bu beş yıllık planın sonunda. — Eh ne yapalım, diye şakaya vurdu Stalin. Seni bir an önce Moskova'ya almak için beş yıllık planı dört yılda bitirmeye çalışırız. 12 Varya, tam saat dokuzda geldi. Masaya kopya ettiği aydıngeri yaydı, kenarlarındaki mavimsi kurdeleyi raptiyeyle tutturdu, Levoçka'nın öğrettiği gibi makine yağıyla biraz sildi. Aydınger pırıl pırıl parıldadı, mürekkep dağılmamıştı. Çizimi Levoçka hazırlamıştı. Teknisyen olunca kurşun kalem işine geçmişti. Yeni görevini böyle betimliyordu. Sevimli çocuk, ama teknik eğitimi yok. Teknisyenlik göreviyle gurur duyuyordu. İgor Vladimiroviç bir eskiz çizmiş, Levoçka bu eskizin çizimini yapmış, Varya da bunu kopya etmişti. Aydıngeri ozalite yolladılar ve ozalitini çektirdiler. Ozalitleri çalışanlara veriyorlardı. Devoçka'nın çizimleriyle çalışmak gerçekten çok kolaydı. Dedikleri gibi «çok iyi çizgisi» vardı. Varya'ya çizimi verirken genel hatlarıyla işi anlatıyordu: Pencereler, kapılar, otel girişinin detayı, kat boşlukları, restoranın davet salonu. Ayrıntılara girmiyordu. Ayrıntılara Igor Vladimiroviç giriyordu. Odasından çıkıyor, Varya'nm yanında duruyor, açıklamaya başlıyordu: Bu çizgi şunu anlatır, şu çizgi şunu... Dostça konuşuyordu: — Anlaşılmayan yerleri sorun, utanmayın... Levoçka'yla Rina'nm söylediğine göre, kopya yaparlarken îgor Vladimiroviç onlara da her şeyi açıklamış ve robot gibi kopya etmemelerini, işi anlamalarını istemiş. Öyle mü518 dürler de vardı ki, bakıyor ve kafayı sallıyorlardı: «Ooo, çok kötü... Çıkar da yeniden yap.» tgor Vladimiroviç hiçbir zaman böyle konuşmazdı, müdürlüğünün yamsıra bir pedagog gibi davranıyordu. Nitekim herkese nasıl davranıyorsa Varya'ya da öyle davranıyordu. Ama Varya, bunun böyle olmadığını görüyor, onu teşvik etmemek için soracaklarını Levoçka ya da Rina'ya soruyordu. işe çabuk alıştı. Ne heyecan, ne korku, ne de güvensizlik duydu. Kullandığı çizim araçlarının tümünü daha okuldayken biliyordu. Aydıngeri özenle yayıyor, mürekkebi dökülmemesi için hep aynı yanda tutuyordu. Kazara bir damla damlarsa bisturiyle özene bezene kazıyor, tek bir iz bile bırakmıyordu. Levoçka ve Rina onun bu özenine şaşıyorlardı. He^ le gönye kullanmadan çizmesi onlara iyice şaşırtıyordu. Saat on ikide büyük, neşeli bir grupla Tverskoy bulva-rıyla Belinski sokağının köşesindeki yemekhaneye gidiyorlardı. Öğle yemeğinde salata, şçi ya da başka bir çorba, bir parça etli pirinç lapası ya da köfte ve komposto. Hepsi kırk ka-pikti ve yiyecek karnesindeki fişi de koparmıyorlardı. Üstelik büfeden salamlı, peynirli ya da balıklı sandviç alabilirdin, yine karnesiz. Büroda yaklaşık kırk kişi çalışıyordu. Yarısı kızdı. Neşeli, genç, güzel kızlar. Varya çoğunu «Ermitaj» dan, «Nasyönel»den, «Metropol»den tanıyordu, önce gelen kasanın önündeki yerini

kapıyordu. Herkes birbirine dostça davranıyordu. Bu kızların müdürleri de kendilerini üstün görmüyor, onlarla şakalaşıyorlardı. Yemeklerini bitirenler ikli üçlü gruplarla dönüyorlardı. Zoya, çitlerle çevrili inşaat alanını göstermemişti. Temel çalışmaları sürüyordu. Toprak iyice oyulmuştu. Zoya, gözlerini yuvarlayarak inşaat hakkında bilgi veriyordu. — Geçen yıl buradaki dükkânları kaldırdıklarında fare sürüsü ortalığı sarmıştı. Dükkânlarda et ve balık satılıyordu ya, fareler buraya iyice yerleşmiş. Yersiz kalınca «Grand Otel»e üşüştüler. Kedi büyüklüğündeki fareler odalara doluştu. Korkunç! Korkudan öldük, kızlar masaların üstüna çıktılar. Ancak özel görevliler öldürebildi fareleri. Hattâ otel bir süre kapatıldı. 519 Zoya hiç değişmemişti. Telaşlı, heyecanlı, konuşkan. Büroda hiç kimse onunla arkadaşlık yapmıyor, Zoya da kimseyle ilgilenmiyordu. Varya da ondan hoşlanmıyordu ama, eski arkadaşını bir kenara atamazdı. Çaresiz, sabırla onun gevezeliklerini dinliyordu. Zoya, tam bir lâf ebesiydi. — Otel projesi Igor Vladimiroviç'le başka bir mimarın. Yarışmada birinciliği aldılar. Ama Scusev'i projeye ortak olarak atamalarının yamsıra yönetici olarak da atadılar. Kuşkusuz, buna kırıldılar. Scusev burada hiç durmuyor bile, hep Brüsov sokağındaki kendi bürosunda. Bürosu nerede biliyor musun? Kacalov ve öteki ünlü aktörlerin oturdukları evde. — Bilmiyorum, sen nereden biliyorsun? Kacalovlar'a misafirliğe mi gidiyorsun? — Gitmiyorum ama evin nerde olduğunu biliyorum. Scusev'e çizimleri götürmüştüm. Varya, Scusev'i görüyordu. Her gün büroya uğruyordu. Altmış yaşlarında tatlı bir ihtiyar. Bir gün büroya girdiğinde Levoçka, yukarılardan bir yer için otelin perspektifini çiziyordu, îş çok acildi. Gece de çalışmıştı. Scusev çizime bakmış, beğendiğini gösterircesine başını sallamıştı, — Çok güzel olmuş ama pencereleri daha dar göstermek gerek. Sonra da çıkıp gitmişti. Levoçka sandalyeye yığılıvermişti. — Ne oluyor? diye sormuştu Rina, — Pencereler arasında tuğla var. Pencereleri inceltirsem bütün taşları yeni baştan çizmem gerekecek. Gitti bir gece daha. — istersen yardım edeyim, demişti Varya, Levoçka'ya yardım gerekmedi. Igor Vladimiroviç,

— Dokunmayın, demişti. Yarın, yaptığınızı söyleyin. Scusev ertesi gün yine gelmişti. — Yaptınız mı? — Evet. — Bakın, bambaşka olmuş. 520 Sonra uzun süre gülmüşlerdi. Zaten Scusev'le herkes alay ediyordu. Otelin Manej'e bakan yüzünün projesini hazırlamıştı. Restoranın bulunacağı bu bölümü, kare taşlarla, destekli sütunlarla bezeli düşünmüştü. Büroda bu kare taşlara «sandık» diyorlardı. Gülünç ama içten. Buradaki herkes canla başla çalışıyor, en küçük şeye üzülüyor, küçük bir başarıya seviniyordu. Herkes birbirini seviyor, dostça davranıyordu. Igor Vladimiroviç, Scusev'i hiç eleştirmez, yanında da eleştirtmezdi. Her şeyi kendine göre yapmasına karşın onun emirlerine hiç itiraz etmezdi. Bu davranış Varya'nın hoşuna gidiyordu. Ne de olsa Scusev'di karşısındaki! Eğer Igor Vladimiroviç onunla dalga geçerse, bu, öncelikle kendini küçültürdü. Oysa Igor Vladimiroviç kişilik sahibiydi. Adamlarının eskiz ve karalamalarına bakarken değiştireceği yerleri «sos» adını taktıkları kömürle çizerdi. Bu, onun kesin emri demekti, herkes tek söz söylemeden yerine getirirdi. Ölçülü, uygar, kendinden emin. Kızların çoğu ona âşıktı, ama onun adı bu konuda tamamiyle tertemizdi. Bir gün yemekhaneden dördü dönüyordu : Varya, Igor Vladimiroviç, Levoçka ve Rina. Levoçka ve Rina biraz önden yürüyordu. Igor Vladimiroviç'le Varya da arkalarından. Igor Vladimiroviç gözüyle «Nasyonal»i göstererek. — Burası size hiçbir şey anımsatmıyor mu? Varya, «Nasyonal» in yanından yemekhaneye gidip gelirken günde iki kez geçiyordu ama hiçbir şey anımsatmıyordu. Oraya bir kez Vika'yla, baharda, gitmişti ama Kostya'yla gittiği restoranlar onu bastırmıştı. Varya sakin sakin yanıtladı: — Sizinle orada tanışmıştık anımsıyorum. Vika Marase*-viç ile gelmiştim. — Ya Aleksandr parkını? Bankla kapatılan çıkış, bekçinin düdüğü... Koşmamız... Kaçan çorabınız... Bu anılara değer verdiği belliydi. Varya da onları yüreğinde saklıyordu. Başka bir zaman, başka bir yaşam, başka umutlar... Ne ki Igor Vladimiroviç'in sesinde bir beklen-

521 ti duyumsamıştı... Neden? Kocası vardı! Uzun sürecek miydi? Görünen o ki, uzun sürmeyecekti. Yine de... — Evet, dedi kayıtsızca. Öyle bir şeyler olmuştu... Kuşkusuz, tgor Vladimiroviç'ten hoşlanıyordu. Ama yalnızca insan olarak «Nasyonal»de onun Vika ve diğer dostları gibi olmadığını hemen anlamıştı. Şimdi onu, ünlü kişilerin arasında, işde görmüştü. Scusev, Kazan garının süslemelerini yapan ve yeni restoranın tavan işlemelerini yapacak olan ünlü sanatçı Lansere, soğutucular ve yine mutfak tesisatı konusunda danışmanlık yapan Amerikalı, projenin detaylarıyla ilgilenen daha bir sürü mühendis ve mimar geçip gidiyordu. Levoçka, onlar gittikten sonra adlarını söylüyordu. Gerçekten ünlü kişilerdi. Varya akşamları işten gitmek, eve dönmek istemiyordu. Kostya'yla yaşayamazdı, onu sevmiyor yalnızca acıyordu. O zamanlar «Senin yanında belki ben de adam olurum» demişti. Boş sözler. Adam olmadı ve olmayacaktı. Pelerin olayından sonra hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Kumarbazın yaşamı böyledir. Bugün kazamr, yarın kaybeder. Bugün paralarla oynar yarın, beş para bulamaz. Varya, o konuşurken susuyordu. Kostya, Varya'nın bahanelerini yutmadığını anlıyor ve kızın yabancılaştığını görüyordu. Yine de inatla kendi yaşamına çekmeye uğraşıyordu. Bir seferinde altın bir bilezik getirmiş ve kızın koluna takmıştı. — Tak! Varya bileziği çıkarıp masaya koymuştu. — Takmayacağım, — Neden? — Hiç altın takmadım, takmayı da düşünmüyorum. Kostya ona çılgınca bir bakış fırlatmış ama kendine hakim olmuştu. — İstersen takma, bilezik senin. Bileziği kutusuna koymuş, özenle kâğıdına sarmış, masanın gözüne koyarak gözü kitlemişti. 522 — Kadınların mücevher kasası olmalı. Şimdilik senin olmadığına göre burada dursun. Varya yanıt vermemişti. Bu bileziğin de ortaya çıktığı gibi ansızın kaybolacağını biliyordu.

Kostya aynı gün kutuya para da koymuştu. Varya hiç dokunmadı, hattâ ne kadar koyduğunu da bilmiyordu. — Niçin para almıyorsun? diye sordu bir ara. — Niye? Sen evde yemiyorsun, ben de işde yiyorum. — Yemek için para veriyorsun. — Aldığım para yetiyor. Kısa süre sonra paralar da, bilezik de ortadan kayboldu. Paralara da, bileziğe de gereksinimi yoktu ama kaybolmalarını söylemeliydi, sonra bir terslik çıkabilirdi. — Lalenka, dedi Kostya sevecen bir sesle. Beni bu sefer de bağışla, Kazanacağım ve hepsi yerine konacak. — Üzülmüyorum, hiçbir şey de istemiyorum. Paraya da, bileziğe de gereksinimim yok. Kayboldular, ben de sana haber vermek istedim, hepsi bu. Senin aldığını bildiğim halde söylemek istedim. Kostya sesini yükseltti : — Madem aldığımı biliyorsun, ne diye haber yeriyorsun? — Böyle şeyleri duymak hoşuna gitmiyor mu? Bundan sonra eve para ve değerli şeyler getirme, başka yerde sakla. — Ne demek istiyorsun? — Burası ne rehineci, ne de banka. Burada saklıyorsun ama ben ve Sofya Aleksandrovna yük altına giriyoruz. — Yaşam koşullarımı anlamak istemiyorsun. — Evet, istemiyorum. Böyle bir yaşamı ne anlayabilir, ne de kabul edebilirim. — Benimle yabancı biriymişim gibi konuşuyorsun. Varya ona döndü ve doğrudan gözlerine baktı. — Evet, birbirimize yabancıyız. En iyisi, ayrılmak. — Demek öyle! Kazandığım zaman iyi, kaybettiğim zaman kötü. — Böyle olmadığını biliyorsun. Kırım?a götür diye diretmedim, bana pelerin ve bilezik al diye ağlayıp zırlama523

dun. Ortak bir yaşamımız olmadığına, olamayacağına inandım. Kostya, yine eskisi gibi iğrenç bir tonla. — Mimarla kırıştırmaya mı başlıyorsun? diye sordu. — Sen aptalsın! Varya ağzına gelen ilk sözü söylemişti, İçinden kimin iftira ettiğini düşündü. Leva? Rina? Kostya, hiddetine engel olarak, ¦—¦ Doğru, aptal, dedi. Restoranlar hoşuna gitmiyor. Seninle nerede tanışmıştık, restoranda değil mi? — Beni restorandan kaptığını ve benim restoran sürtüğü olduğumu mu söylüyorsun? Kostya, kendini iyice tuttu. — Yalnızca şunu söylemek istiyorum : Seninle restoranda tanıştık. Olayları saptırma. — Saptırılacak bir şey yok. Seninle tartışılacak şey de. Ayrılmalıyız. Zaman yitirmeden! Hemen bugün burayı boşaltacağız. Kostya şaşkınlıkla, hattâ alayla ona baktı. — Bugün?... İlginç... Nereye gideceğiz? Sana söylemiştim, orada yaşayamam. Buradan da hiçbir yere gitmeyeceğim. Burası hoşuma gidiyor. Varya'ya. vurduğu darbeyi görüyor, onun şaşkınlığının tadını çıkarıyor ve geniş geniş gülümsüyordu. Varya gerçeklen de şaşırmıştı. Kostya'yı burada bırakamazdı. Sofya Alek-sandrovna onunla başa çıkamazdı, odayı polis zoruyla boşalttırmak istemezdi. Odanın elinden alınacağından korkardı. Tanrım, nasıl da düşüncesizce davranmış, Sofya Alek-sandrovna'yı bu işe bulaştırmıştı. — Scfya Aleksandrovna, odayı bana verdi. Kostya sözünü kesti : — Bize! «Bana» değil, bize! Bu arada, parasını ben ödüyorum. — Paranı vereceğim. — Eveet, şimdi beni iyi dinle. Seninle «Savoy»da tanıştığımızda bu odadan söz etmiş ve ev sahibesiyle konuşmaya söz vermiştin, yani burayı benim için kiraladın. Şimdi 524 buradan gitmem gerekiyor. Nereye? Sokağa mı? Hayır, sokakta yaşayamam, burada

yaşayacağım. Sen, canın nerede istiyorsa orada yaşa. Varya, başını eğip oturdu... Amansız, hiç kimseye hoşgörüyle bakmayan biri. Bu adama, kocam demişti. Daha da kötüsü, her şeye dayanmak zorundaydı, Sofya Aleksandrov-na'yı bırakıp gitmeye hakkı yoktu. Kostya, kızın güçsüzlüğünün, zayıflığının tadını çıkarıyordu. — Benimle yaşamak istemiyor musun? Bu senin bileceğin iş. Nikâhlı değiliz, herkes yoluna gider. Seni zorlamıyo-rum. —Sesinde yine gurur duyumsanıyordu.— Hiç kimseyi zorlamıyorum, Sofya Aleksandrovna'yı da. Gideceğim. Ama merkezde telefonlu ve mobilyalı başka bir yer bulunca. Bunun için iki-üç ay gerek. İstersen burada kalabilirsin, benim için farketmez. Birbirimize engel olmayız. Koşullarım böyle. İki-üç ay! Ne kadar erken bulursam, o kadar erken giderim. Bunu, çok çok istiyorsan, yeni ev bulmama yardım et. Zaman kazanmak istiyor. İlişkilerini düzelteceğini, onu yaşamına uyduracağını umuyor. Boş yere! Ama kapana kısılmıştı, yapacak bir şeyi yoktu. Sofya Aleksandrovna'yı çiğ-netmeyecekti. — Ev konusunda yardım edemem ama iki ay beklemeye razıyım. Kostya yine sözünü kesti : — İki-üç ay dedim. — İyi, iki-üç ay olsun. İki-üç ay sonra burayı boşaltacağımıza söz veriyorsun. Kostya, yine geniş geniş gülümsedi. — İşte anlaştık. Ne diye tartışıyor, sinirlerimizi yıpratıyoruz! İşte barış! İstersen bir yerde oturup ıslatalım. — Artık birlikte oturmak yok. Burada yalnızca Sofya Aleksandrovna için, onun dirliği için kalıyorum. Başka her şeyi unut. Bu divanda yatacağım. — Bu divanda mı? —Kostya güldü.— Sığar mısın? — Dert etme, sığarım. — Senin bileceğin iş. 525 Nasıl böyle aldanmıştı? Onun gösterişli bağımsızlığının ardındaki şeyleri nasıl görmemiş, tahmin etmemişti? «Yanında adam olurum» sözüne nasıl aldanmıştı? Oysa kendini gerçek bir adam olarak görüyordu. Varya, sınıfındaki en güzel, en yetenekli, en başarılı kızdı. Diğerleri hep bir adım geriden geliyordu ama onlardan hiçbiri böyle bir ortama düşmemiş, Arbatlı aydın kızlardan hiçbiri böyle bir bilardocu-nun peşine düşmemişti. Düşmezlerdi de.

Bir an önce kendine gelmesi, ona göre davranması gerekliydi. Varya, Zuyev-însarov'un yazısını yeniden okudu. Bu gra-fologun yazısını nedense atmamış ye pulunun üstünde şapkalı bir işçi, bir asker ve sakallı bir köylü olan zarfıyla birlikte saklamıştı. «Seçkin, çok yetenekli biri. Eleştirel bir zekâya sahip, iradesi güçlü ama yaptıkları düşüncesizce. Hareketlerinde kendi başına karar veriyor ve başkalarının öğütlerine kulak asmıyor. Bilimsel konulara çabuk vakıf oluyor. Bilime yatkınlığı var. Bu, kararsızlığının sonucu da olabilir. İçten biri, başkası için çok şey yapabilir. Ama dargınlıktan sonra insanlara yaklaşımı hemen değişiyor. Onurlu, çabuk kırılan ve karar verdiği şeyi değiştirmeyen biri. Öfkeli ve zehir gibi konuşmayı beceren, cesur, ama çoğu zaman dikkatsiz bir kişi. Büyük heyecanlara kapalı. Yakınlarına karşı biraz despot. Yaşamayı sever, kendini kısıtlamaz. Kendine güvenen insanları sever, zayıf kişilere dayanamaz. Parasal konularda cömert, sık sık kendine zararı dokunur. Kin güder ama Öç almaz, düşmanlarından tiksinir. Aşırı duygusal. Büyük düş kırıklıklarını saklar, kimseye söylemez. Çift karakterli. Yaşam sevinci melankoliye dönüşür. Cinsel ilişkilerde tekdüzeliğe ve laubaliliğe dayanamaz. Küçük bir bahaneyle bile gururu yüzünden çoğu şeyden vazgeçer. Grafolog Zuyev-In-sarov.» Seçkinlik ve yeteneklilik konusunda bir şey diyemezdi. Herhalde herkese yazıyordur. Ama Zoya'ya yazmamıştı. Genel olarak bu tanımlamalar evliliğindeki çoğu şeyi açıklıyordu... Kendine güvenen kişileri seviyor, kendisi karar veri526 yor, ona karşı çıktıklarında dayanamıyor. Dikkatsiz, kendini kısıtlamaz. Bunların hepsi uyuyordu. Yazılanlar olumluydu. Ama içinde kendisi hakkında çok iyi şeyler olduğu için kimseye göstermeyecekti. En çok tutanı da, düş kırıklıklarını saklaması, kimseye söylememesiydi. Artık Kostya ile neredeyse hiç görüşmüyorlardı. Kost-ya, eskisi gibi gece yarısı geliyordu. Varya, o saatte divanda uyumuş oluyordu. Sabahleyin de Kostya uyurken Varya işe gidiyordu. Kostya ona ilişmiyor, dostça davranıyordu. Masanın gözünde yine paralar vardı. Bir seferinde de gardropda kendi bölümünde kürk botlar görmüştü. Kostya sabırla bekliyordu. Tatil günleri karşılaşmamak zor olabilirdi, ama Varya tatil günleri de çalışıyordu. Diğer yerlerde olduğu gibi büroda da bir yığın iş vardı, çalışanlar tatil yapmazsa yöneticiler seviniyorlardı. Çalıştığı gün, yıllık tatiline ekleniyordu. Eve de «götürü» iş getiriyor, daha çok kazanıp Kost-ya'ya bağımlı olmamaya özen gösteriyordu. Sinemaya bile gitmiyordu. Varya, boş kaldığı akşamlar Mihail Yuriyeviç'in her yanı kitaplar, albümler, dosyalarla dolu dolapların, rafların ve kitaplıkların kapladığı odasına gidiyordu. Bir köşede kitap rafları biçiminde yapılmış alçak bir divan, öteki köşede de üzeri boya ve zamk şişeleriyle, kalemlerle, jiletlerle ve Mihail Yuriyeviç'in çalıştığı bir sürü ıvır zıvırla dolu çalışma masası duruyordu. Masanın yanında da yüksek arkalıklı, eski bir koltuk vardı.

Boyalarla tutkal çok güzel kokuyordu. Modası geçmiş yaşlı müzmin bekâr Mihail Yuriyeviç de güzel görünüyordu. Bir yerlerde çalışıyordu. Sabah erkenden gider, saat tam altıda dönerdi. Gecikmesi yeni bir kitaba, gravüre ya da rep-rodüksüyona takılmış olduğunu gösterdi. Bütün yaşamı buydu. Kitapları kendi ciltliyor, sayfaları yapıştırıyordu. Gerekli her şeyi karmakarışık raflarda anında bulduğu anlaşılmaz bir kartoteks tutuyordu. Varya eline kitap aldığında Mihail Yuriyeviç, kıskanç gözlerle kitabı nasıl tuttuğuna, sayfaları nasıl çevirdiğine, aldığı yere koyup koymadığına bakıyordu. Mihail Yuriyeviç, üç kuruşluk maaşını kitaplara yatırı527 yordu. Çoğu şeyden kendini mahrum bırakıyordu. Yaz, kış dirsekleri ve yakası iyice yıpranmış aynı giysiyle dolaşıyordu, înce bir sayfayı yapıştıran Mihail Yuriyeviç. — İnsanın yarattığı en iyi şey, kitaptır, diyordu. Dünyadaki en büyük insan yazardır. I. Nikola'yı ve Bekendorf'u Puşkin'le aynı çağda yaşadıkları için biliyoruz. încil olmasa insanlık tarihi hakkında ne bilebilirdik ki? Balzac, Stendhal ve Maupassant olmasa Fransa hakkında ne öğrenebilirdik? Kitap, ölümsüz olan tek şeydir. — Ya piramitler, tapınaklar, mimari yapılar, resimler? — Mikelanjelo ve Rafael'in yapıtlarından zevk almak için Roma'ya, Floransa'ya, Dresden'e gitmek; Louvre ya da bizim Ermitaj'ı görmek gerekir. Ama Dante ya da Goethe için bir yere gitmek gereksiz, onlar hep benimle. Mihail Yuriyeviç, gözüyle rafları ve kitaplığı gösterdi. — Bu kütüphane sizin kaleniz, orada saklanıyorsunuz, diyen Varya, Pilnyak'm kitabını aldığını ekledi. — iyi bir yazar olduğunu söylüyorlar, dedi Mihail Yuriyeviç. Şimdi, epey ilginç yazar var! Zoşçenko, Babel, Tmya-nov... Ama benim yaşımda, Varenka, eski dostlara öncelik tanınır. Eski dostlarla birlikteyken, kendimi, denenmiş insanlarla birlikte sayıyorum. Yeniden okuyorum onları, gençliğime dönüyorum, çocukluğumu anımsıyorum, bütün yaşamımı yeniden yaşıyorum. Mihail Yuriyeviç, bazen divanın ya da masanın altından üstü çuvalla kaplı sepetler çıkarır, içlerindeki bir yığın dergiyi ortaya dökerdi : «Sanat Dünyası», «Terazi», «Apollon», «Altın Yapağı». Hepsi güzel kâğıda basılmış ve ünlü sanatçıların süslemeleriyle dolu... — Bunlar bir daha geri dönmeyecekler, diyordu hüzünle. Sembolizmin ve Rus sanatının altın çağı... Benoir, Somov, Dobujinski, Bakst... — Ben, natüralistleri seviyorum, büyük sanatçılar. Yapıtları onca yıldır yaşıyor. «Miriskustuocuları» (*) ise hemen hemen kimse bilmiyor.

(*) Miriskustuo, (Sanat dünyası) : Naturalistlere karşı resmin özgürlüğünü savunan ressamların kurduğu dernek ve çıkardıkları dergi. 528 Mihail Yuriyeviç, yan gözle ona baktı. — Onları şimdi kabul etmiyorlar, propagandasını yaptırmıyorlar ama çok büyük hizmetleri vardır: Güzel süslemeler, incelik, büyük sanat eseri yazılar. «Miriskustuocuları» kimsenin bilmediğini boşuna söylemişti. Mihail Yuriyeviç üzülmüştü. — Mihail Yuriyeviç, yanınızda saatlerce oturabilirim, benden sıkılmıyorsunuz değil mi? — Olur mu hiç, Varya! Beni sevindiriyorsun. Mihail Yuriyeviç sık sık Saşa'yı anımsıyordu. — Saşa'nın sanatçı bir yaradılışı var. İyi yürekli, gözlemci, duygulu biri. Okudukları üzerine yargıları ince zevkini gösteriyor. Ne ki zaman, yaradılışının aktif yönünü ön plana çıkardı ve doğanın ona sunduğu yoldan yürümedi. Kütüphanemden yararlanır, çok okurdu. —¦ Hangi kitapları seviyordu? — Rus klasiklerini, özellikle Puşkin'i çok iyi bilirdi. Puş-kin'i ezbere okurdu. Tolstoy'u, Gogol'ü, Çehov'u, Saltıkov-Sçedrin'i severdi. Dostoyevski'yi ise sevmezdi. — Dostoyevski'yi ben de sevmiyorum. Midemi bulandırıyor. — Belki zamanla seversiniz... Evet, Şaşa. Fransız yazarlarını, özellikle de Balzac ve Stendhal'i severdi. Fransızcadan okuyordu. — Ya? —Varya şaşırdı.— Okulda yalnız Almanca var. — Şaşa, okulu sizden beş yıl kadar önce bitirdi. O zaman hem Fransızca, hem de Almanca vardı. Sonra yalnızca Almanca kaldı. Bende Fransızca epey kitap var, Şaşa aslından okuyordu. Ne yazık ki Filolojiye gitmedi, ülkeye mühendis gerekli dedi. Belki içine düştüğü durum, yaşamını değiştirir: Acı, gözlem gücünü keskinleştirir ve sanat yeteneğini geliştirir. Hem sürgünden sonra sanmam ki eski işine dönsün. — Belki davasına yeniden bakarlar, belki serbest bırakırlar, hiç suçu yok ki. Mihail Yuriyeviç, kuşkuyla başını salladı. — Serbest mi bırakırlar? Öyle bir şeyi hiç duymadım. Sürgünlüğü bitince

bırakırlarsa iyi. 529 — Nasıl olur? — Tabii, yüzde yüz emin değilim ama olabilir. Bırakmayabilirler. Bu tür olaylar biliyorum. Politik sürgünlere ek ceza veriyorlar. Bizim blokta oturan Trovkina'yı biliyor musun? — Görüyorum. Kızını tanıyorum. — Sen küçük kızını tanıyorsun, büyüğü sürgünde. Sanırım yirmi ikiden beri. Kâh orada, kâh burada. Görüşlerinden vazgeçmiyor, belki de bu yüzden. Saşa'nın başına aynı şey gelmeyebilir. Varya'ya yan gözle bakıyordu. — Sofya Aleksandrovna'yâ bundan söz etmemek gerek. Şaşa için her şeyin normal olacağını umacağız. — Elbette, bir şey söylemem. Bu onu öldürür. Saşa'yı yeniden görme umuduyla yaşıyor. Bütün yaşamı bu. — Çok güzel. Biz de bekleyeceğiz. Politika için Şaşa, fazlasıyla saf ve alçakgönüllü. Politika için başka özellikler gerekli. Okuldan attıklarında babasının ya da dayısının yanına gitmesini söylemiştim. Bu, belki onu kurtarırdı. Belki onu unuturlardı. Beni dinlemedi, adalete tüm yüreğiyle inandı. İşte, saflığının bir kanıtı daha. Saşa'yı bırakmayabilirler?! Bu, Varya'yı şaşkına çevirdi. Onunla bir daha görüşemeyecekleri aklının ucundan bile geçmemişti. Onun odasında, onun eşyaları arasında, onun annesiyle yaşıyordu. Yokluğunu geçici görüyorlardı. Hiç dönmeyecek! Ne saçma! Namussuzca, adaletsizce! Sofya Aleksandrova'ya ne olacak? Kalan günleri sayıyor. Yaşamındaki tek sevinç, Saşa'nın mektupları. Varya'ya da okuyordu onları. Annesine duyduğu ilgiyle dolu, onu sakinleştirmek isteyen, özlü ve mantıklı mektuplar. Hiç şikâyet etmiyor, hiçbir şey istemiyor ve sık sık yazıyordu. Ama mektuplar düzenli gelmiyordu. Şaşa, mektuplara numara koyuyor, bazen son yazdığı öncekinden daha önce geliyordu. Sof ya Aleksandrovna böyle durumlarda heyecanlanıyordu. Eline geçmeyen mektupta önemli bir şeyler vardı, bu yüzden 530 ona vermemişlerdi! Varya, posta koşullarını öne sürerek onu yatıştırmaya çalışıyordu. Sonuçta haklı çıkıyordu. Bir süre sonra mektuplar geliyordu. Varya, Sofya Aleksandrovna'nm Saşa'ya yollayacağı kışlık giyecekleri hazırlamasına yardım etti. Şaşa, yollar kapanmadan almalıydı. Paltosuyla

kulaklıklı şapkası vardı. Sürgüne onlarla gitmişti. Sofya Aleksandrovna, keçe çizme, iki takım yün iç çamaşırı, yün çoraplar, atkı ve süveter aldı. Varya hepsini bir kutuya yerleştirdi, çuval bezine sardı ve yolda silinmemesi için üstünü mürekkepli kalemle yazdı. Par keti götürüp verdiğinde, Sofya Aleksandrovna ile Saşa'yı arayışlarını, hapisane kuyruklarındaki insanların çektikleri acıları yeniden yaşadı. «Arbat Bodrumu»nda onun kızları yargılamasını ve her şeye karşın onları savunmasını anımsadı. îşte Şaşa buydu. Yeni yıl gecesi de bu itoğlu it Yura Şarok'a göstermiş, onun Nina'yı küçük düşürmesine izin vermemişti. Herkes susmuş, o susmamıştı. Sibirya'ya dürüstlüğü yüzünden yollanmıştı. Gazeteyi ortaklaşa çıkarmışlardı ama her şeyi kendisi üstlenmişti. Muhafızların arasında uysal uysal mı gidiyordu? Ne yapabilirdi ki? Yalnız, silâhsız. Onlar ise üç kişi ve silâhlı. O zaman zavallı gibi görmüştü onu. Ne aptallık! Başına gelen şey Saşa'yı küçültmemiş, tam tersine yüceltmişti. öteki insanları görünce, bunu anlamıştı. Masanın gözlerinde Saşa'nın okul defterleri, kalemler, bisiklet vidaları, masanın altında jimnastik âletleri, dolapta da kitapları duruyordu. Belki annesiyle babasının da kitapları vardı. Yıllar yılı toplanan kitaplar... Yine de Varya, Saşa'ya ait kitapları buldu... Jules Verne, «Gümüş Patenler», Saşa'nın çocukluğunun kitapları... 1912 yayını altı ciltlik Puşkin, Gogol, Lermontov, Tolstoy'un «Savaş ve Banş»ı, Blasco îbanez'in «Kalevala»sı, «Gayavat Türküsü», «Kan ve Kum»u, Panait îstrati'nin «Kira Kiralina»sı, îlf ve Petrov'un, Zoşçenko, Babel ve Şolohov'un kitapları, on ciltlik küçük Sovyet Ansiklopedisi. «Arbat Bodrumu»nda dans ederken ona yapışmasını, yeni yıl gecesi dans ederken iyice sokulmasını anımsadı. Bun531 lar aklına gelince heyecanlandı. Kuşkusuz, Saşa'yı beğeniyordu. Belki de sevmişti onu, ama bunu anlamamıştı, onu büyük görmeye alışmıştı. Hayır, anlamıştı. Sırf bu yüzden onu çağırmıştı. Elinden tutabilmek için... Şaşa her mektubunda ona selâm yolluyordu. Mektubun sonunda iki sözcük: «Varya'ya selâm». Belki saygıdan, belki de Sofya Aleksandrovna'yla iyi geçindiğinden. Ama selâm yollarken Varya'yı adıyla anıyor, diğerlerinin adını hiç anmıyordu. «Akraba ve tanıdıklara selâm.» Varya, bunda önemli, konuşulmamış ama ikisinin de anladığı bir şeyler bulunuyordu. Varya da Sofya Aleksandrovna'ya selâm iletmesini söylüyordu. — Bir iki şey de sen karala, demişti Sofya Aleksandrov-na bir seferinde. Ama Varya, buna hazır değildi. Ivır zıvır yazmak olmazdı. «Çabuk gel» demesi de aptalca olurdu, ona bağlı değildi ki. Onu düşündüğünü, özlediğini anlatacak doğru dürüst şeyler yazmaya da karar veremedi. 13 Mihail Mihayloviç Maslov'un karısı Olga Stepanovna geldi. Kalinin'den Krasnoyarsk'a kadar trenle, Yenisey'den vapurla, sonra da Angara'dan sandallarla.

Bunların hepsi kocasıyla üç günlük birliktelik için! Yavaş hareketli, saygılı bakışlı hoş bir kadın. Yedi yıldır görüşmemişlerdi. îki çocukları vardı. Nerede, ne zaman, nasıl evlenmişlerdi? Birisi eski subay, birisi muhasebeci. Şaşa ona bakarken, Mihail Mihayloviç'i genç ve yakışıklı, yanındaki Olga Stepanovna'yı da genç, umut ve sevgi dolu gördü. Mutluluktan kızaran yüzlerini duyumsadı. Olka Stepanovna sabahleyin gelmişti. Akşam Mihail Mihayloviç herkesi preferans oynamaya çağırdı. Bu Saşa'yı şaşırtmıştı. Onların üç günü başbaşa geçireceklerini düşünmüştü. Kuşkusuz Olga Stepanovna, buradakiler için yeni biriydi, üstelik kendi isteğiyle gelmişti, bir sürü şey anlatabilirdi 532 ama yine de... Bunca yıl görüşmemişler, belki bir o kadar daha görüşmeyecekler ama o, herkesi preferans1 oynamaya çağırıyor. Mihail Mihayloviç'in karısıyla kızgın kızgın konuşması, Saşa'yı daha çok şaşırtmıştı. Bu, onun her zamanki hali değildi. Soğuk gözleri iyice çıldırmış gibiydi. Olga Stepanovna, oyun oynamıyordu. Kocasının yanında oturuyor, sessizce kâğıtlara bakıyordu. Bakışından oyunu bildiği belli oluyordu. Yalnızca bir sefer, Mihail Mihayloviç yanlış bir kâğıt atınca konuşmuştu: — Koz oynamamak daha iyiydi. Mihail Mihayloviç'in tepesi atmıştı: — Ri-ca e-de-rim karışma! Nasıl oynayacağımı biliyorum! Karısı, kocasını bağışlayan ve bu olaydan dolayı herkesten özür dileyen bir gülücükle, — Karışmıyorum, demişti. Parti bitti. Herkes rahatsız olmuştu. Peter Kuzmiç öksürdü, Vsevo-lcd Sergeyeviç lâfı başka yöne çevirdi. Öfkeden kuduran ama kendine sahip olan Şaşa kalktı ve hesaplamanın yapılmasını istedi. Saşa'yla birlikte Vsevolod Sergeyeviç de çıktı. Yolda Şaşa, — Maslov, hayvanın biri, dedi. Kadın onun için bunca yolu tepiyor, kocasına sadık. O ise nasıl konuşuyor. — Evet, cefakâr kadın, dedi Vsevolod Sergeyeviç. Sonra her anlama gelecek gülümsemesiyle ekledi: — Ama< sadık olup olmadığını bilmiyoruz. — Pezevengin gelini, her zaman...

— Bana mı diyorsun? — Evet. — Beni tanımıyorsun. Olga Stepanovna'nın davranışına büyük değer veriyorum. Ama, Kalinin'deki yaşamını düşün. Genç, güzel, yalnız... — Saçmalıyorsun. — Sen romantiksin, Şaşa. Yine de seni bu yüzden seviyorum.' Saflığında, öncekilerin çıkar gütmeme duygularından bir şeyler var... Olga Stepanovna, kuşkusuz fedakâr bir ka533 dm. Bu, erdemli bir kadın tipi. Ama unutmayın, o bir ana ve çocukları var, çalışmak zorunda. Bizim işveren de onların karılarına ve çocuklarına hiç mi, hiç acımaz. Bir de bunları düşünsene, sevgili Şaşa! Özellikle çocuklar yemek isterlerken, hem de günde bir değil, üç kez. Sevgili dostum, gerçek yaşamın ne olduğunu bilmiyorsun, hâlâ bulutlarda geziyorsun. — Hiçbir ortamda kaçamayacağın şeyler var, ama Ol-ga Stepanovna'nın bir şeyler yaptığını söylemen için hiçbir dayanağın yok. — Kesinlikle var demiyorum ama, olabilir. — Bunu söylemek için bile dayanağın yok. Bildiğimiz tek şey :Maslov'u terketmedi, ondan ayrılmadı, onu görebilmek için bunca yol geldi, Maslov ise onu tersliyor. — Evet, cahil biri gibi davrandı. Ben de niye öyle davrandığını merak ediyorum. — Anlamayacak ne var, serserinin teki, hepsi bu. Durumumuzun kadınları yoldan çıkmaya zorladığını söylüyorsun. Ama, Maslov'u serserileşmeye iten ne? Her şeyi Sovyet iktidarına yıkmayın, bu durumda hiç suçu yok. Maslov, karısının zayıflığından yararlanıyor. Uygar biri, serseri ve kaba birinin önünde nasıl zayıfsa, o da kocasından daha zayıf. — Sana şaşıyorum, Şaşa. Senin kuşağına özgü olmayan kavramları koruyorsun. Belki de bu yüzden buraya düştün? Her zaman mı böyleydin, yoksa burada mı böyle oldun? — Diğer yoldaşlarımdan daha mükemmel değilim. Bizi tanımıyorsun o kadar. Lenin de yetiştiği ebedi gerçekleri yad-sımamıştı. Sınıf ahlâkı hakkındaki sözleri, o anın gerekleriydi. Devrim, savaş demektir. Savaş da zalimdir. Ama işin özünde düşüncelerimiz insancıl. Lenin için geçici olan şeyleri Stalin ebedileştirdi, doğmalaştırdı. — Stalin'den söz etmedin, ben de duymadım. —Yeniden güldü.— Maslov konusuna gelince, çoğu şeyi basitleş-tiriyorsun. Yaşam karmaşıktır, hiçbir ölçüye girmez. Özellikle de Maslov gibilerin yaşamı. Bütün iyi yönlerine karşın bir zayıflığın

var: İnançlarının kırık parçalarından başka bir 534 kap yaratmak istiyorsun. Ama mümkün değil! Parçalar yal--mzca eski biçimleri nasılsa öyle birleşirler. Ya inançlarınıza dönün ya da sonsuza kadar bırakın. Vsevolod Sergeyeviç'in evinin yanında ayrıldılar. Şaşa, camdaki ışığı gördü. Zina bekliyordu. Kıyıya indi, kızın evine genellikle oradan gidiyordu. Ama gitmek istemedi. Aşk, sevinç veriyor, yaşamı güzelleştiriyor... Ama yaşam yoksa hiçbir aşk onu güzelleştiremez. Şimdilik kıyıda biraz otursun hele, sonra belki gider. Sık sık kıyıya iniyor, ay ışığının sudaki yansımasını seyrediyordu. Zina'nın önerisi çıkış yolu değildi. Küçük şeylerden mutlu oluyordu. Karakteri öyle. Ama niye burada yaşıyordu? Kimdi? Uzak bir köşeye sığınmış birinden ya da bir şeyden gizleniyor ve onun da bir hamamböceği gibi bir köşeye gizlenmesini istiyor. Hayır, hamamböceği gibi yaşamaya hiç niyeti yok. Onu hamamböceği yapamayacaklar. Ayak sesleri duydu. Zina mı? Ay, sık sık bulutların arasında kayboluyordu. Şaşa, kıyıda yürüyenler iyice yaklaştıklarında, kim olduklarını gördü: Maslcv ve Olga Stepanovna. Saşa'yı görmediler ve biraz ilerisinde durdular. — Olga, yalvarırım, dinle beni... Şaşa ne yapacağını bilemedi. Maslovlar'ın uzaklaşacaklarını düşünerek kalkmamıştı, ama yanı başında durmuşlardı. Konuşmalarını duyduğunu belli etmek doğru olmazdı. — Anla beni, yalvarırım, başka türlü davranamıyorum. Bırak beni, sil yaşamından, çocuklar için, kendin için. Evlen, soyadını değiştir, çocukları da benim soyadımdan kurtar. Benimle niye mahvolacaksınız? Geceleri uyumuyor, seni ve çocukları düşünüyorum. Seni işten atacaklar. Kurtar beni bu acılardan. Az bir şey kaldı, ama sakince ölmek istiyorum, senin ve çocukların güven içinde olduğunu bilmeliyim. — Tanrım, tanrım, nasıl böyle konuşabilirsin! — Her şeyi söyleyebilirim. Ben yaşamın dışmdayım. Ni535 ye geldin? Bunu, orada nasıl açıklayacaksın? Sana yazılı boşanma rızası vereceğim, bunu almaya geldiğini söylersin. Mahkûmlar için istenmiyor ama, sen biliniyordun ve geldin.

— Ben sana değil, sen bana acı çektiriyorsun. Gidelim, üşüdüm. Sonunda mektup geldi. Hem de Vsevclod Sergeyeviç'in dediği gibi bir deste. Tam sekiz tane. Annesi her gün yazmış ve hepsini Boguçanı'ya yollamıştı. Şaşa, mektupları üstündeki tarihlere göre sıraya soktu ve öyle okudu. Annesi kendinden hemen hemen hiç söz etmiyordu. «Her şey yolunda, çalışıyorum, işde her şey normal.» Babası konusunda hiçbir şey yazmamıştı, demek onu iyice terketmişti. Mark'tan da söz etmiyordu. Demek Mark, Moskova'ya uğramamıştı. Nina ve öteki arkadaşlarından da tek söz yoktu, demek hiçbiri uğramıyordu. Teyzelerinin iyi olduğunu yazıyordu. Mektuplardaki en önemli şey, sorularıydı: «Nasılsın, yerleştin mi, neler yiyorsun, bir şey istiyor musun? Mutlaka yaz, çekinme, bulur ve yollarız.» Annesinin yalnızca onu düşünerek yaşadığı belliydi. Annesi yalnız değildi. Her mektubunda Varya'dan söz ediyordu. «Sana Varya'yla gelmiştik.» Bu birlikte hapisane hapisane onu aradıkları anlamındaydı. «Varya'yla kuyruklarda beklerken...» Şaşa, hangi kuyrukta beklediklerini anlamıştı. Bütün arkadaşları terketmişti. Yalnızca Varya, küçük Varya annesini terketnıemişti. Şaşa, onun zarif, aydın yüzünü, çekik gözlerini, saçlarını, dar alnına düşen kahkülünü, oğlanları çıldırtan bakışlarını, kopyalarını yazdığı çıplak bacaklarını anımsıyordu. Küçük bir kadın, zarif, alımlı... Vai-ya'nın, yaşıtlarıyla kapının önünde koyu renk paltosuyla duruşunu anımsadı. «Arbat Bodrumu»nda oturmaktan duyduğu sevinci ve onunla dans edişini de. «Nereye gidersem gideyim, güzel bir rüya gördüm, sen hep benimleydin...» Yalın hayal dünyasına kayarak nasıl da ona sokulmuştu... Bir tek Varya terketmemişti annesini, en zor günlerinde onun yanındaydı. Annesine de böyle korkusuz, dirençli 536 biri gerekliydi. Bu desteği ona kim yollamıştı? Bu yiğit kızın zarifliği Saşa'yı şaşırtmıştı. Oysa o Varya'ya Nina'nm açısından yaklaşıyor, ona sitem ediyordu. Bakış açısı ne kadar da darmış o zaman! Kendi bloklarında küçük kızıyla yaşlı Trovkina oturuyordu. Büyük kızı sürgündeydi. Oysa ne Eser, ne de Men-şevikti. Trovkinler'le kimse görüşmezdi. Siyah paltolu, eski moda siyah şapkalı yaşlı kadın, hiç konuşmadan gelir giderdi. Küçük kızı da hiç konuşmazdı. Canlı gözlerinde bekleyen bir şeyler vardı. Ama kendisine bakanların gözlerinde kayıtsızlık ya da kötülükle karşılaşıyordu. Şaşa da ona antipatiyle bakıyordu. Şimdi kendi annesi de aynı bakışlarla karşılaşıyordu : Düşman anası! Ama o yalnız değil, Varya var. Varya onun sıkıntısını paylaşıyor, acısını hafifletiyor. Posta her hafta geliyor, Şaşa, kâh mektup, kâh koli alıyordu. Beyaz ketenden dikilmiş çuvallar, ağzı mühürlü geliyordu. Paketler ambalaj kâğıdına sıkı sıkıya sarılmış ve zamklanmış oluyordu. Paketlerin üstü çok güzel bir yazıyla

yazılıyordu. El yazısı kuşkusuz Varya'nındı. «Kansk Eyaleti, Kejma bölgesi, Mozgovaya köyü.» Mektuplardaki adres de aynıydı. Şaşa, annesine doğrusunu yazmıştı: «Mosgovaya değil, Mozgova.» Ama annesi doğru bildiği şekilde yazmaya devam ediyordu. Şaşa, mutluluğu sindire sindire mektuplara bakıyor, gazeteleri gözden geçiriyor. İlginç yerleri okuyor ,bir kenara koyup paketi açıyordu. Bisküvi, şeker, kakao, kuru ya da konserve meyveler. Bunların tümü çok para eder! Şaşa, yiyecek yollamasını yasaklamıştı ama o yine de yolluyordu. Her şeyi gözden geçirdikten sonra bir hafta boyu beklediği bayram başlıyordu. Yavaş yavaş ve dikkatle okuyordu mektupları. Annesi her gün yazıyordu. Tarih atarak, numara vererek yolluyordu. Mektupların hepsi gelmiyordu. Her mektupta Varya'dan selam vardı. Yalnızca selam. Kendisi bir şey yazmıyordu. Neden? O da Varya'ya selam yolluyordu. Bir keresinde annesinin mektubunun altına «Sevgili Varya, 537 her şey için teşekkürler» diye not düşmüştü. Belki bundan sonra yazar. Mektupları okuduktan sonra gazetelere başlıyordu. Mutluluğu iki gün sürüyordu, dergi de yollamışlarsa bu mutluluk bütün haftaya yayılıyordu. Gazeteler elden geçtiği için Arbat'la Plotnikov sokağının köşesindeki bayiden sabah erkenden aldığı gazeteler gibi matbaa mürekkebi kokmuyordu. Bazen kimi günlerin gazeteleri gelmiyordu. Şaşa kızgınlığını bastırıyordu. Annesini gücendiremezdi, annesi onun için her şeyi yapıyordu. Annesinin dalgınlığı, ona evini ve çocukluğunu anımsatıyordu. Bu, ulaşmayan gazetelerden daha değerliydi. Arbat'tan tramvayları kaldırmışlar, sokak yeniden asfaltlanmıştı. Şaşa, tramvaysız Arbat'ı gözünde zor canlandırdı. Arbat'a metro istasyonu yapılmıştı. Onu gözleriyle görmek istedi... Beş yıllık planın ikinci yılındaydı ülke. Otomobiller, traktörler yapılıyor, fabrikalar pik ve çelik üretiyordu. İnsanlar canla başla çalışıyordu. Bunların yanı sıra bir yığın yargılama, ceza oranlarının artışı... Yurt dışına kaçma girişimi için ceza belliydi: Ölüm. Kaçanın ailesine ise on yıl. Gerçekleşmeyen kaçış olayının sorumluluğunu onlara yıkmışlardı. Bütün bunlar, tek kişinin iktidarını sağlamlaştırmak için. Bu insan, yeni yaşamın' sembolü. Halkın inandığı, uğruna savaştığı, acı çektiği her şeyin sembolü. Yeni her şey onun adına yapılıyordu. Adil mi? Babasının da mektubu geldi. «Uzun zamandır yazmadığım için bağışla, adresini bulamadım.» Suçu yine annesine atıyordu. Oğlunun tam adresini bile bildirmemişti. Oysa onun Saşa'nm nerede olduğunu bilip bilmediğini düşünmemişti bile, annesinin davranışını oğlunun kendinden uzaklaştırmak olarak algılamıştı. Saşa'nın kendisini bildi bileli duyduğu sitemlerin biri. Babası, Saşa'nm başına gelen şansızlığı anladığını yazıyordu. Ama Şaşa gençti, her şey ilerdeydi, yeter ki kendini bırakmasın. Ailelerindeki ilişkiler ne olursa olsun, onun yüzünden kurulmayan ilişkiler ne olursa olsun, o, yalnızca bir

538 baba değil, gerçek ve sadık bir dosttu. Şaşa bunu unutmamalıydı. Şaşa mektubu bıraktı. Babasıyla ilgili her şeyden sonra duyduğu hüzün yeniden içini kapladı. Saşa'nm yaşamıyla hiç ilgilenmemişti, düşündüğü tek yaşam kendisininkiydi. Saşa'nın başına gelen şanssızlığa üzülüyorsa bu, onun yaşamına bir terslik getirdiği, alışkın olduğu düzeni bozduğu içindi. Düzen, onun yaşamının felsefesi ve özüydü. Çocukluğunda Saşa'nın odasına gelir, ışığı yakar, Şaşa' yi uyandırıp sağ yanına döndürürdü. Sol yanı üstüne yatmak zararlıdır, doğru yatmayı çocukken öğrenmeli. Şaşa' mn masanın üstündeki kitaplarını toplar, düzenler ve yerlerine kordu. Her şey yerinde durmalı. Her şeyi akşamdan hazırlamak gerek, insan sabahleyin acele eder. Bütün bunları çocukken öğrenmeli. Babasının odada bulunuşunu uzatmamak için uyumak isterdi. Hiç itiraz etmezdi, zaten itiraz etmek de yararsızdı. Babasının kulakları iyi duymazdı; sorar, Saşa'nın bilerek yavaş konuştuğuna inanarak kızardı. Düzen, düzen, düzen! Kendisi uyar, başkasının da uymasını isterdi. Evde, sokakta, işde öfkeli ve saldırgan bir ukala. Çalışmasının ana konusu «üretimdeki kayıplarla savaş»dı. Başarılı üretimin temeli, temizlik. (Kendisi gıda uzmanıydı.) Temizlik, fiziki sağlığın, ahlâki sağlığın, düzenliliğin ve uzun yaşamın temelidir. Pasaklı biri, düzenli bir insan olamaz! Düzen, temizlik, hijyen! Meyve ve sebzeleri birkaç kez yıkamalı ve kabuklarında yararlı proteinler olmasına karşın soy-malı! Elmayı yavaş yavaş ve çok ince soyarak iyice çiğneyerek sonuna kadar yerdi. Küçük Saşa'yı da sonuna kadar yemeye zorlardı. Hiçbir şey atılmamalı, tabakta hiçbir şey bırakılmamalı. Giysilerini ve ayakkabılarını yıllarca giyerdi. Her akşam ayakkabılarını daracık koridorda temizlerdi. Koridora yaydığı gazete, boya, fırça, cila ve bezlerle herkese engel olurdu. Boyadığı ayakkabılarını camın önüne koyardı. Ayakkabılar havalanmalı! Hiç kimse ona karışmaz, onunla uğraşmak istenmezdi, işi bittikten sonra koridorda tek bir toz bile bırakmazdı. Tuvaletin ışığını söndürmediklerinde ya da muslu539 ğu iyi kapatmadıklarında herkese duyaracak şekilde bağırır, çağırırdı. Herkes odasından dinler, ses çıkarmazdı. Ama sonunda biri dayanamaz ve patlardı. Karşılıklı suçlamalar, bağırış çağırışlar gırla diğerdi. Ev düzeni içinde dayanılmayan bu bilgiçlik, emeğe saygısının ikinci yüzüydü, iyi bir eleman, yetişmiş bir uzmandı, işini seviyordu. Şaşılacak derecede iş yeteneği vardı. Ne ki müdürleriyle uyuşamaz, çalışanlarla sürtüşmeye girerdi. Hepsi işini bilmezin tekiydi, alçak ve tembeldi, işten, yeni buluşlardan ve rasyonelleştirmeden başka şeyle, ilgilenmez, konuşmazdı. Şaşa, ona acır. Onunla ortak bir nokta arar ama bulamazdı. Babasıyla ilişki kurmak mümkün değildi. Mahkemeye düştüğünü anlatırken Saşa'nın da düşmanlarından nefret etmesini

isterdi. Saşa'nın belleği sayısız yabancı ad ve soyadıyla karışırdı. «Bu kimdi?» diye sorduğunda babası kızardı. «Ondan daha geçen yıl söz etmiştim, tabii babanın işleri seni ilgilendirmiyor!» Gıda sanayisinin terminolojisi Saşa'ya yabancı olmasına karşın makalelerini anlatım açısından gözden geçirmesi için ona veriyordu. Açıklayacak yerde homurdanırdı. «Böyle önemli şeyleri anımsamak bu kadar zor mu?» Şaşa, onun iş-3 erinden kaçmıyor, buysa aralarında büyük bir yabancılık yaratıyordu. Dairede oturanların kendilerine özgü eve giriş biçimleri vardı. Galya kapıyı çarpar, koridordan koşarak geçerdi. Mi-hail Yuriyeviç sessizce, nerdeyse hiç duyulmadan girerdi. Babası ise anahtarı kızgın kızgın çevirirdi, mutlaka kızacak bir şey bulurdu, ikinci kapının tam kapaiılmaması... Isı dışarı çıkıyordu, Paspasın yerinde olmaması... Paspas kime engel oluyordu ki! Ne insanlar! Odaya asık bir suratla girer, kimseye selam vermezdi. Sabahleyin, tanrıya şükür, görüşmüşlerdi ya! Çevreye bakı-nır, düzensizlik arar ama bulamazdı. Annesi, onun gelişine doğru her yeri dikkatle toplardı. Konuşmadan soyunur, paltosunu asar, ceketini çıkarır, evde giydiği montunu sırtına takar, ellerini yıkamaya gider ve banyodan homurtusu işitilirdi. Sonunda yemeğe otururdu. Somurtkan bakışlarla anne540 sinin her hareketini izler; tabak, çatal, bıçak ve kaşıkları gözden geçirir, onları peçeteyle siler ve yavaş yavaş yemeğini yerdi. Hiçbir şey söylemediği ya da yapmadığı tek an, herkesin tabağmdakini bitirdiği andı. Yemeğini annesinden onca bitirirse somurtarak sorardı: «Başka yemek var mı? Oh, var tabii, teşekkürler.» Böyle konuşurdu. Yine de babası! iyi ya da kötü, baba insanın yaşamının bir parçasıdır. Şimdi Saşa'nın hüzün ve sevgiyle anımsadığı çocukluğunun bir parçasıdır. Babasına gaddar diyemezdi. Bencilliğiydi gaddar olan. Yalnızca kendi işi, kendi sağlığı, kendi rahatı. Bu yüzden yalnızlığa mahkûm olmuştu. Ama yalnızlığının gerçek nedenlerini anlamaz, bunu insanların kötülüğüne bağlardı. Böylece daha da yalnızlaşıyordu. Şaşa ona acıyordu. Özellikle de şimdi, yalnızlığın ne demek olduğunu öğrendiğinde. Ağustos bitti. Kısa sürecek sonbahar başlıyor, tayga sararmaya yüz tutuyordu. Gündüz hava sıcak oluyordu. Gece ise soğuk, hattâ fırtına. Toprak yer yer donmuştu. Mozgova' nm derin olmayan kıyılarını kırmızıya çalar bir buz tabakasının kaplama