Amie Kaufman Meagan Spooner - Benim Uzak Yıldızım ( Starbound 1 )

April 16, 2017 | Author: Serahsi Jr. | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Amie Kaufman Meagan Spooner - Benim Uzak Yıldızım ( Starbound 1 )...

Description

"Okuduğum en etkileyici, en heyecan verici ve en güzel hikâyelerden biri.'

- Marie Lu,

Efsane serisinin yazan "Tek kelimeyle muhteşem. İşte beklediğim bilim kurgu!"

- Beth Revis,

Evrenin ötesinde serisinin yazan "Zengin ve karmaşık karakterler, dinamik ve tehlikeli yeni bir dünya ile Benim Uzak Yıldızını, beni kendimden geçirdi.”

-Jodi Meadows,

Ruhsuz serisinin yazan

1. Baskı: G O ! Kitap, İstanbul 2015

GO! Kitap Benim Uzak Yıldızım Amie Kaufman & Meagan Spooner Özgün adı: These Broken Stars ISBN: 9 7 8-975-999-809-7 YAYINEVİ SERTİFİKA N O : 13695 MATBAA SERTİFİKA N O : 19039 © Am ie Kaufman & Megan Spooner 2013 © Bu kitabın Türkçe yayın hakları Akçalı Telif Hakları Ajansı aracılığı ile alınmıştır. © Bu kitabın Türkçe yayın hakları G O ! Kitap'a aittir. Yayın yönetmeni: Bülent Oktay Editör: Nurten Hatırnaz Çeviren: Ebru Sürmeli Kapak fotoğrafı: Tom Corbett G rafik uygulama: Ayşe Çalışkan Baskı ve cilt: EKOSAN MATBAACILIK Litros yolu 2. M atbaacılar Sitesi 2NF8 Topkapı - Zeytinburnu

Beyaz Balina Yayın Sanat Dağıtım Paz. San. ve Tic. Ltd. Şirketi Maltepe M ah. Davutpaşa Cad. MB İş Merkezi No: 14 K: 1 D: 1 Zeytinburnu / İstanbul Tel: 0212 5 4 4 41 41 - 5 44 66 68 - 5 44 66 69 Faks: 0212 5 4 4 66 70 [email protected]

GO! Kitap, Beyaz Balina Yaymları'nm tescilli markasıdır.

Üç erkeğe; bu sürekli değişen evrenin sabit takımyıldızları Clint Spooner, Philip Kaufman ve Brendan Cousins’a.

"Bayan LaRoux ile ne zaman tanıştınız?” “Kazadan üç gün önce.” “Nasıl oldu?” “Kaza mı?” “Bayan LaRoux ile tanışmanız.” "Bunun bir önemi var mı?” “Her şeyin önemi var, Binbaşı.”

BİR TARVER

BU ODANIN GERÇEKLE ALAKASI YOKTU. BİR EV PARTİSİNDE

olsaydık, bakışlar müziğin geldiği yöne, köşedeki kanlı canlı müzisyenlere kayardı. Odayı aydınlatan mumlar ve loş ışıklı lambalar olurdu. Gerçek ağaçtan yapılmış ahşap masalar... İnsanlar, beni kim seyrediyor diye kontrol edip durmak yerine, karşısındakine kulak verirdi. Odanın havası bile filtreden geçirilmiş ve suniydi. Duvar şamdanlarının mumlan titreşse de, güçlerini sabit bir kaynaktan aldıkları belliydi. Havada süzülen tepsiler, davetliler arasında dolanıyor; içkiler görünmeyen garsonlar tarafından taşınıyordu sanki. Her seferinde aynı, hatasız ve şaşmayan performansı ser­ gileyen keman dörtlüsü bir hologramdan ibaretti. Tarihi bir romandan fırlamış gibi duran, bu yapay sahnede kapana kısılmak yerine, kendi birliğimle takılıp rahat bir ak­ şam geçirmeyi tercih ederdim. 9

KanTman

/

Spoorıor

Son moda Viktoryen numaralara rağmen nerede olduğu­ muz gün gibi ortadaydı. Görüntü kapılarının dışında, bel­ li belirsiz, gerçek üstü yıldızlar, soluk birer beyaz çizgi gibi görünüyordu. Evrende sabit duran birisi, bir şekilde, boyutsal hiperuzayda yolculuk eden İkarus’un ışıktan hızlı hareketini seçebilseydi, îkarus da, solgun ve yarı saydam görünürdü. Kitap rafına dayanmış dururken, buradaki tek gerçek şeyin kitaplar olduğunu fark ettim. Elimi arkaya götürüp parmakları­ mı kitapların antika sırtlarının sert derisinde gezdirdim, sonra bir tanesini çekip çıkarttım. Burada kimsenin kitap okuduğu yoktu, kitaplar yalnızca süs içindi. Sayfalarında yazanlar için değil, deri ciltlerinin dokusu yüzünden seçiliyorlardı. Bir tane­ sinin yokluğunu kimse fark etmezdi, benimse bir nebze olsun gerçekliğe ihtiyacım vardı. Bu gecelik işim bitmiş sayılırdı, talimatlara uyup fotoğ­ raf makinelerine gülümsemiştim. Üstlerim, alay komutanla­ rını üst tabakayla bir araya getirmenin, bizleri, olmayan bir ortak paydada buluşturacağını düşünmekten vazgeçmiyordu; îkarus’u işgal eden paparazzilere, benim gibi, alt tabakadan gelip başarılı olmuş bir delikanlının seçkinlerle takıldığım gösteriyorlardı. Ben de, elimde içkimle birinci sınıf salonda dolaşırken fotoğrafçıların durmadan fotoğrafımı çekeceklerini sanmıştım ama gemide bulunduğum iki hafta içerisinde böyle hir şey olmamıştı. Bu millet sıfırdan zengin olanların hikâyelerine bayılırdı. Benim servetimin, göğsümdeki madalyalar oluşu bir şeyi de­ riştirmiyordu. Ne olursa olsun gazeteler için iyi bir haberdi bu. Oıdıı iyi görünüyordu, zenginler iyi görünüyordu ve fa­ 10

Be n im

Uzak

Yıldızım

kirlerin umut edecek bir şeyleri oluyordu. Gördünüz mü? di­ yordu bütün manşetler, Siz de hızla yükselip servete ve üne kavuşabilirsiniz. Köylü bir delikanlı yapabiliyorsa siz neden yapamayasınız? Patron’da yaşananlar olmasaydı, buraya adımımı bile ata­ mazdım. Herkesin kahramanlık dediği şey, benim gözümde trajik bir fiyaskoydu ama benim fikrimi soran yoktu. Odayı bakışlarımla taradım; parlak renkli elbiseleriyle bir arada duran kadınları, benim gibi üniformalı subayları ve frak­ lı, silindir şapkalı erkekleri süzdüm. Bir yükselip bir alçalan kalabalık rahatsız ediciydi -bu insanlarla bir ömür geçirsem bile, bu kalıplara hayatta alışamazdım. Gözlerim az önce içeri giren birine takıldı ve bunun nedenini ancak birkaç saniye sonra anladım. Adam, ortama uyum sağla­ maya çalışıyordu ama buraya ait olmadığı her halinden belliydi. Siyah frakı fazlasıyla eskiydi ve silindir şapkasında, bu aralar moda olan, parlak saten kurdeleden yoktu. Ben, herhangi bir ortama aykırı kaçan şeyleri fark etmek üzere eğitilmiştim ve estetik ameliyatla mükemmelleştirilmiş bu yüzlerin ortasında, adam yanıp sönen bir deniz fenerinden farksızdı. Gözlerinin ke­ narında ve ağzının çevresinde kırışıklıklar, teninde rüzgârın ve güneşin izleri vardı. Tavrı gergin, omuzlan çöküktü; parmakla­ rıyla ceketinin yakasını çekiştirip duruyordu. Kalp atışlarım birden hızlandı. Ortama aykırı herhangi bir şeyin canınıza mal olabileceği kolonilerde epey zaman geçirmişliğim vardı. Kitaplıktan ayrılıp kalabalığın arasından ken­ dime yol açarak, adama doğru ilerlemeye başladım. Kesinlik­ le ihtiyaç duymadıkları tek camlı gözlükleri olan iki kadının 11

K a u Pm a n

/

S p o o n t: r

yanından geçtim. Niyetim adamın burada ne aradığını öğren­ mekti ama hızlı ilerleyemiyordum; ızdırap veren bir sabırla, kalabalığın doğal devinimine uyarak kendime yol açmak zorundaydım. Gerçekten tehlikeli biriyse odanın enerjisindeki ani değişiklik onu harekete geçirecekti. Fotoğraf makineleri suratıma patlarken, etraf birdenbire parlak flaşlarla aydınlandı. “Ah, Binbaşı Merendsen!” Yirmilerinin ortasındaki kadın sürüsünün lideri, üzerime doğru geliyordu. “Ay, hayatta bırak­ mayız. Bizimle fotoğraf çektireceksiniz.” Samimiyetsiz tavırları zehirden farksızdı. Burada, arka ayaklan üzerinde yürüyen bir köpek konumundayım -bunun farkındaydılar, ben de farkmdaydım; yine de yaşayan, gerçek bir savaş kahramanıyla birlikte görülme fırsatını kaçırmak is­ temiyorlardı. “Elbette, bir saniye izin verirseniz...” Bitirmeme fırsat kal­ madan, kadınlann üçü de etrafımı sardı ve dudaklannı büzüp gözlerini süzerek poz verdiler. Gülümseyin! Dört bir yanımda flaşlar patlayınca bir süreliğine kör oldum. Kafatasımın köküne bıçak gibi saplanıp dört dörtlük bir baş ağnsı vadeden acıyı hissedebiliyordum. Kadınlar çene ça­ lıp beni sıkıştırmaya devam ediyorlardı. Suratı çökmüş adamı göremiyordum artık. Fotoğrafçılardan bir tanesi, etrafımda vızıldayıp duruyor­ du. Arkasında neler olduğunu görebilmek için yana doğru bir adım attım ama gözümün önünde kırmızı ve altın sansı parıltı­ lar uçuşuyordu. Gözlerimi iyice kırpıştırarak bakışlanmı bar­ dan kapıya, oradan da uçan tepsilere ve bölmelere kaydırdım. 12

Be n ım

U z ;-ı k Y ı l d ı z ı m

Adamın neye benzediğini, kıyafetlerinin nasıl göründüğünü hatırlamaya çalıştım. Frakının altında bir şeyler saklamasına yetecek yer var mıydı acaba? Silahlı olabilir miydi? “Binbaşı, beni duydunuz mu?” Fotoğrafçı hâlâ konuşu­ yordu. “Evet?” Hayır, onu dinlemiyordum. Konuşmak için fotoğ­ rafçıya yaklaşıyormuşum gibi yaptım, niyetim etrafımı saran kadınlardan kurtulmaktı. Ufak tefek adamı kenara itebilseydim keşke ya da daha iyisi ona tehlikeli bir durum olduğunu söyleyip salondan koşarak kaçışım izleyebilseydim. “Alt güvertedeki arkadaşlarınızın partiye sızmaya çalışma­ malarına şaşırdığımı söyledim.” Cidden mi? Diğer askerler her akşam, benim bir idam mahkûmu gibi, birinci sınıfa gidişimi izliyorlardı. “Bilirsi­ niz,” dedim, ne kadar gıcık olduğumu belli etmemeye çalı­ şarak, “şampanyanın adını bile duymamışlardır büyük ihti­ malle.” Gülümsemeye çalışıyordum ama yapmacıklık onların uzmanlık alanıydı, benim değil. Adam abartılı bir kahkahayla gülerken, flaşlar bir kez daha suratıma patladı. Gözlerimi kırpıştırıp uçuşan yıldızlardan kurtulmaya çalıştım. Yalpalayarak öne doğru bir adım attım ve boynumu uzatarak salonda benden daha alakasız kaçan tek erkeğin yerini bulmaya çalıştım. Gitmiş olabilir miydi? Böyle bir partiye izinsiz giren biri­ si, olay çıkartmadan çekip gitmezdi. Bir yere oturmuştu belki de, diğer konukların arasında saklanıyordu. Müşterileri daha yakından inceleyerek, bakışlarımı bir kez daha bölmelerde do­ laştırdım. 13

Kauf'm an

/

Spootıer

Bölmelerin hepsi tıka basa doluydu. Bir tanesi hariç. Bir bölmede tek başma oturmuş, kalabalığı ilgisiz gözlerle seyre­ den kıza takıldı bakışlarım. Solgun, pürüzsüz teninden, onlar­ dan biri olduğu anlaşılıyordu ama yüzündeki ifadeye bakılırsa daha iyi, daha yukarıda ve dokunulmaz bir yerdeydi. Elbisesi, mavi denizci üniformasıyla aynı tondaydı. Bakış­ larım bir anlığına çıplak omuzlarına takıldı. Bu rengin ona, tanıdığım bütün denizcilerden daha çok yakıştığı kesindi. Kı­ zıl saçları omuzlarından aşağı dökülüyordu. Burnu bir parça kalkıktı ama bu onu daha sahici kılmış, güzelliğine güzellik katmıştı. Güzel demek yetmiyordu aslında. Bir içim suydu. Yüzü, kafama takılmıştı. Sanki onu tanımam gerekiyordu ama ben aradaki bağlantıyı kuramadan, kız bakışlarımı yaka­ ladı. Onun gibi kızlarla takılmamam gerektiğini biliyordum, o yüzden neden bakışlarımı kaçırmadığımı bilmiyordum, neden gülümsediğimi de. Derken, ani bir hareket, bakışlarımı ondan koparttı. Gergin tavırlı adam, kalabalığın arasında göze çarpıyordu artık. Kam­ bur duruşu gitmişti; salonun öbür ucundaki bir şeye sabitlen­ miş gözlerle, kalabalığı yararak hızla ilerliyordu. Bir hedefi vardı -ve hedefi de, mavi elbiseli kızdı. Bu kez, kalabalığın arasından nazikçe dolaşmaya çalış­ mıyordum. Bir çift şaşkın, yaşlı beyefendiyi iterek bölmeye doğru hamle yaptım ama yabancı oraya benden önce ulaştı. Kıza doğru eğilip kısık sesle hızlıca bir şeyler söyledi. Çok hızlı hareket ediyor, içeri izinsiz girdiği anlaşılmadan buraya söylemeye geldiği şeyi söylemeye çalışıyordu. Kız irkilip geri 14

!i o

111 m

l ) / a k Y 1 1cJ ı / ı m

çekildi. Derken aramıza insanlar girdi ve ben onları gözden kaybettim. Elim silahıma gitti ve yerinde olmadığını fark ettiğim anda, dudaklarımın arasından tıslamayı andıran bir ses çıktı. Kalçam­ daki boşluk, eksik bir organ gibiydi. Sola hamle yapınca uçan tepsilerden birine çarpıp üstündekileri yere devirdim. Ürken ka­ labalık, nihayet masaya ulaşmama izin verecek şekilde yol açtı. Davetsiz misafir, kızın dirseğine yapışmıştı; acelesi var­ dı. Kız çakmak çakmak gözlerle, adamın elinden kurtulmaya çalışırken yardım istercesine sağa sola bakınıyordu. Derken bakışları beni buldu. Bir adım daha yaklaştığım sırada, doğru türden silindir şap­ kalı bir adam yabancının omzuna elini koydu. Yanında, ken­ dini en az onun kadar önemli gören bir arkadaşı ve biri erkek biri kadın, iki de subay vardı. Öfkeli bakışlı adamın buraya ait olmadığının farkındaydılar ve ben bu duruma bir çözüm getirmeye hazırlandıklarım görebiliyordum. Kızıl saçlının, kendini koruma ilan eden arkadaşı, adamı subaylara doğru itti; subaylar da adamın kollarına yapıştılar. Yabancının eğitimli olmadığı belliydi, resmi ya da koloniler­ deki kavgalarda öğrenilen türden bir dövüş bilgisi yoktu. Ol­ saydı, bu iki masa başı jokeyiyle ve onların lapacı formlarıyla baş edebilirdi. Adamı kapıya doğru çevirmeye yeltendiler, bir tanesi boy­ nuna yapıştı. Benim kullanacağımdan fazla güç uyguluyordu, özellikle o ana dek işlediği tek suç, mavi elbiseli kızla konuş­ maya çalışmak olan birine karşı ama olayla onlar ilgileniyor­ lardı. Bitişik bölmede durdum, hâlâ nefes nefeseydim. 15

K a u f'm a n

/

Spooner

Adam kıvnlıp askerlerin elinden kurtularak tekrar kıza doğru döndü. Salon giderek sessizliğe bürünürken, adamın ku­ lak tırmalayan sesi daha iyi duyuluyordu artık. “Babanızla bu konuyu konuşmanız lazım. Lütfen. Teknoloji yetersizliğinden ölüyoruz, kolonilere daha fazla...” Subaylardan bir tanesi kamına bir yumruk indirince, adam iki büklüm olup sustu. İleri atılıp durduğum bölmeyi ve gide­ rek genişleyen izleyici çemberini aştım. Kızıl saçlı kız, benden önce davrandı. Ayağa öyle bir fırladı ki salondaki gözler, büyük bir hızla üzerine çevrildi. Kim ol­ duğunu bilmiyordum ama dikkatleri üzerine çekmeye alışkın olduğu kesindi. “Yeter!” Ültimatom vermeye uygun bir ses tonu vardı. “Yüzbaşı, Teğmen, ne yaptığınızı sanıyorsunuz siz?” Kızdan boş yere hoşlanmadığımı biliyordum. Ben öne çıktığımda kız, bir müfrezeyi yere serecek bir ba­ kışla, iki adamı oldukları yere çivilemiş vaziyetteydi. Bir an için, beni fark etmediler. Sonra askerlerin varlığımın farkına vardıklarını, omuzlarımdaki yıldız ve rütbeleri taradıklarını gördüm. Rütbeler hariç, birbirimizden çok farklıydık. Ben madalyalarımı savaşarak kazanmıştım, onlarsa uzun hizmet­ leri ve bürokratik başarılarıyla. Benim başarılarım savaş ala­ nında elde edilmişti, onlarınki masa başında. Yine de, ilk kez, kazandığım bu yeni konumdan hoşnuttum. İki asker istemeye istemeye hazır ola geçtiler -ikisi de benden yaşça büyüktü ve on sekiz yaşında birine selam çakmanın onlara zor geldiğini görebiliyordum. On altı yaşımda içki içebilecek, savaşabile­ cek ve oy verebilecek kadar büyümüş olmama rağmen, iki 16

B e n im Uzak Y ıldızı m

sene sonra, genç olduğum için bana saygı duymakta zorlan­ maları ilginçti aslında. Askerler, davetsiz misafiri hâlâ bırakmamışlardı. Adam ke­ sik kesik nefes alıp veriyordu, az sonra bir hava kilidinden dışarı fırlatılacağına emin gibiydi. Hafifçe öksürüp sakin bir sesle konuşmaya özen gösterdim: “Sorun olduysa, bu adamın kapıyı bulmasına yardımcı olabi­ lirim.” Daha fazla şiddete başvurulmasına gerek kalmadan. Nasıl konuştuğumu hepimiz duyuyorduk -olduğum gibi: Küçük yerden gelen, kültürsüz ve kaba bir delikanlı gibi. Salonun sağından solundan bir-iki kahkaha yükseldi. Artık herkes sahnelediğimiz küçük drama odaklanmış vaziyettey­ di. Gülenlerin kötü bir niyeti yoktu, olup bitenleri eğlenceli buluyorlardı yalnızca. “Merendsen, bu adamın kitapla ilgilendiğini sanmıyorum,” diyen Süslü Silindir Şapka bana pis pis sırıttı. Başımı eğince, raftan aldığım kitabı hâlâ elimde tuttuğu­ mu gördüm. Yoksul olunca, okuma yazma da mı bilmemem gerekiyordu? “Çıkmaya hazırlandığına eminim,” dedi kız, Silindir Şapka’yı çelik gibi bakışlarıyla dizginleyerek. “Siz de ayrılmak üzereydiniz büyük ihtimalle.” Uzaklaştırılmayı beklemediklerinden hazırlıksız yakalan­ mışlardı. Silah arkadaşlarımın şaşkınlığından faydalanarak, yakaladıkları adamı ellerinden aldım. Dirseğinden tutup onu yanlarından uzaklaştırdım. Genç kız başarılı bir hamleyle dörtlüyü salondan atmıştı -yüzünü yine hatırlar gibi oldum. Bu kız kimdi de bu kadar tanıdık geliyordu? Subayların zoraki 17

K a u I ’ m a rı /

Spooıu: r

çıkışlarını yapmalarına müsaade ettikten sonra, tatlı sert bir tavırla yeni dostumu kapıya doğru götürdüm. “Kafayı mı yedin?” diye sordum, dışarı çıktığımızda. “Yan­ larına yaklaştığına göre delirmiş olman lazım, üstelik de böyle bir yerde. Bir an için birilerini havaya uçuracağını sandım.” Adam uzun uzun gözlerimin içine baktı. Yüzü çoktan, içe­ rideki insanların hiçbir zaman yaşlanmayacakları kadar yaş­ lanmıştı. Çökük omuzlarla, tek kelime etmeksizin arkasını dönüp yürüdü. Mavi elbiseli kızla bu ayarlanmış karşılaşmadan neler umduğunu merak ediyordum. Kapı aralığında dikilip kalabalığın biten gösteriye olan ilgisini kaybetmesini seyrettim. Salon yavaş yavaş yeniden canlanmaya, uçan tepsiler aralarda dolanmaya, sohbet hare­ ketlenmeye başladı. Sağdan soldan, defalarca denenmiş, ku­ sursuz kahkahalar yükseldi. Normalde buradan bir saat daha ayrılmamam lazımdı ama bu seferlik erken kaçabilirdim belki. Derken tekrar o kızı gördüm -o da bakışlarıyla beni takip ediyordu. Eldivenlerinden birini yavaşça çıkartıyor, her bir parmağını teker teker çekiyordu. Gözlerini bir an bile yüzüm­ den ayırmamıştı. Aptal gibi bakakalmıştım, bacaklarım nasıl yürüneceğini unutmuştu sanki. Gözlerimi kaçırmayınca, dudakları gülüm­ semeyi andıran bir ifadeyle kıvrıldı. Ancak her nedense, onun gülümsemesi alaycı değildi ve ben de adım atacak kadar ken­ dimi toplamıştım. Eldiveninin tekini düşürdüğünde, yerden almak için eğilen ben oldum. 18

Beni m

Uzak

Y ı l d ı z ı rn

İyi olup olmadığını sorma ihtiyacı hissetmedim-kendinden emin görünüyordu. O yüzden, eldiveni masanın üzerine bıraktım ve o anda, elimde olmadan gözlerimi dikip baktığımı fark ettim. Gözleri maviydi. Elbisesiyle uyumluydular. Kir­ pikler doğal şekilde bu kadar uzayabilir miydi? Bu kadar ku­ sursuz yüzün arasında, kimin estetikli kimin estetiksiz olduğu­ nu anlamak kolay değildi. Yine de, estetik ameliyat geçirdiyse bile düzgün, klasik güzellikte bir burun seçtiği anlaşıyordu. Yok, bu kız yapma görünmüyordu. “İçkinizi mi bekliyorsunuz?” Neredeyse sakin bir tonda konuşuyordum. “Arkadaşlarımı bekliyorum,” dedi, ölümcül kirpiklerini bir anlığına indirip aralarından bana bakarak. “Yüzbaşı?” Rütbemi tahmin etmeye çalışırmışçasına, yukarı bakarak söylemişti bunu. “Binbaşı,” dedim. Rütbe işaretlerini okumayı biliyordu, az önce diğer subayların rütbelerini doğru söylediğini duymuş­ tum. Onun gibi sosyete kızlarının hepsi bilirdi. Bu bir oyun­ du. Sosyeteden olmayabilirdim ama bir oyuncuyu gördüğüm zaman tanırdım. “Arkadaşlarınız sizi yalnız bırakmakla hata ettiler. Benimle sohbet etmek zorunda kalacaksınız.” Derken gülümseyip gamzelerini ortaya çıkardığı anda, ak­ lım başımdan gitti. Mesele yalnızca görünüşü değildi -o bile tek başına yeterliydi aslında. Görünüşüne rağmen, onunla kar­ şılaştığım mekâna rağmen, bu kız akıntının tersine yüzmeye hazırdı. Boş kafalı kuklalardan biri değildi. Kimseyle karşı­ laşmadan geçen günlerden sonra, bir insana rastlamak gibiydi. “Arkadaşlarınız gelene dek, size eşlik etsem yıldızlararası bir olay olur mu acaba?” 19

Kaufm arı

/

Spoonor

“Hiç de bile.” Bölmenin diğer tarafım gösterircesine, başı­ nı hafifçe yatırdı. Oturma yeri onun olduğu noktadan başlayan bir yarım daire çiziyordu. “Sizi uyarmam lazım, uzun süre ta­ kılmanız gerekebilir. Arkadaşlarım pek dakik değildir.” Güldüm, kitabımla kadehimi eldiveninin yanına koyup karşısına oturdum. Son zamanlarda moda olan, kocaman etek­ lerden giymişti; yerime yerleşirken kumaş bacaklarıma değdi. Kıpırdamadı. “Beni askeri öğrencilik yıllarımda görecekti­ niz,” dedim. Duyan da bir sene öncesinden bahsetmediğimi sanırdı. “Hepimiz dakikliğimizle ünlüydük. Nasıl ya da neden diye sormaz, çabucak yapardık.” “Ortak bir noktamız var anlaşılan,” dedi. “Bize de neden diye sormamayı öğretiyorlar.” İkimiz de neden bir arada otur­ duğumuzu sormadık. Kafamız o kadar çalışıyordu. “En azından yarım düzine erkek bize bakıyor. Düşman edinmiyorumdur umarım. En azından yeni düşmanlar.” “Burada oturmanıza engel olur muydu?” diye sordu, niha­ yet diğer eldiveni de çıkartıp masaya bırakarak. “Sanmıyorum,” diye karşılık verdim. “Yine de bilsem iyi olur. Köşebaşlarında bekleyen rakipleriniz varsa, geminin bir sürü karanlık koridoru olduğunu öğreniyor insan.” “Rakip mi?” dedi, tek kaşını kaldırarak. Benimle oynadı­ ğının farkındaydım ama oyunun kurallarını bilmiyordum ve bütün kozlar onun elindeydi. Yine de her şeye razıydım -kay­ betmeyi umursamıyordum. Onun hoşuna gideceğini bilsem, o anda pes ederdim. “Kendilerini rakip görüyorlardır herhalde,” dedim sonun­ da. “Şuradaki beyefendiler hallerinden pek memnun değiller 20

Bo n im

Uzak Yıldızı m

sanki.” Başımla smokinli ve silindir şapkalı başka bir grubu işaret ettim. Bizim oralarda insanlar daha basitti. Biz kapalı bir mekâna girdiğimizde, başımızdan şapkamızı çıkartırdık. “Üzerlerine gidelim,” dedi hemen. “Siz, elinizdeki kitaptan bana bir şeyler okuyun, ben de okuduklarınızla mest olmuş gibi yapayım. İsterseniz bana içki de ısmarlayabilirsiniz.” Raftan kaptığım kitaba göz attım. Kitlesel Ölüm: Başarı­ sızlıkla Sonuçlanan Seferberlikler Tarihi. İçimden yüzümü ekşitip kitabı bir parça daha ileri ittirdim. “İçki daha iyi fikir. Bir süredir parıltılı ışıklardan uzak kaldım, o yüzden paslan­ mış olabilirim ama kızların, kanlı ölümlerden etkilemediğine eminim.” “Şampanyayla yetinmek zorundayım öyleyse.” Uçan tepsi­ lerden birine işaret etmek için elimi kaldırdığımda, devam etti. “ ‘Parıltılı ışıklar’ dediniz, bir parça küçümsercesine, Binbaşı. Ben de o parıltılı ışıklardan geliyorum. Bu yüzden beni suçla­ yacak mısınız?” “Sizi suçlamak gibi bir niyetim kesinlikle yok.” Kelimeler bir şekilde beynime uğramadan dökülüyordu. İsyan çıkmıştı. İltifat karşısında gözlerini devirdi ama gülümsemeyi bırak­ madı. “Uygarlıktan uzak kaldığınızı söylüyorsunuz ama iltifat­ larınız sizi ele veriyor. Uzun süredir ayrı kalmış olamazsınız.” “Cephede hepimiz gayet uygarız,” dedim, alınmış gibi ya­ parak. “Belimize ulaşan çamurların içinde yürümeye ve kur­ şunlardan kaçmaya ara verip dans davetlerine iştirak ettiğimiz de oluyor. Eğitim çavuşumun bir lafı vardı, ‘Yer ayaklarının altından kayarken dans etmeyi öğrenmeyeceksin de, ne zaman öğreneceksin?’ derdi.” 21

K nufm an

/

Spooner

“Öyledir herhalde,” diye onayladı, dolu bir tepsi işaretim­ le bize doğru gelirken. Bir kadeh şampanya seçip yarım bir şerefe hareketinden sonra, dudaklarına götürdü. “Adını öğre­ nebilir miyim, yoksa gizli bilgi mi?” diye sordu, sanki bilmi­ yormuş gibi. Diğer kadehe uzandım ve tepsiyi kalabalığa doğru vızıldayarak gönderdim. “Merendsen.” Numaradan bile olsa, baş döndürücü başarılarımı övmeyen ya da benimle bir fotoğraf çektirmek istemeyen biriyle konuşmak güzeldi. “Tarver Merendsen.” Gazetelerden ve holo-videolardan tanımıyormuş gibi bakıyordu bana. “Binbaşı Merendsen.” Kelimelerin ilk harflerini vurgula­ yarak söyledi, sonra onaylarcasına başını salladı. Adım onay­ lanmıştı, en azından şimdilik. “Sonraki görevim için parıltılı ışıklara dönüyorum. Senin evin hangisinde?” “Corinth, elbette,” diye karşılık verdi. İçlerinde en parlak olanıydı. Elbette. “Planetside’dan çok, bu tür uzay gemile­ rinde vakit geçiriyorum gerçi. Burada, İkarus’ta evimde sa­ yılırım.” “İkarus seni bile etkiliyor herhalde. Gittiğim bütün şehir­ lerden daha büyük.” “En büyüğü,” diye cevap verdi. Bakışlarını indirip şampanya kadehinin sapıyla oynamaya başladı. Saklamayı becerse de yüz hatlarında bir şeyler titreşmişti. Uzay gemisi hakkında konuşmak onu sıkmıştı herhalde. Hava durumu hak­ kında konuşmak gibiydi belki de. Hadi ama. Toparla kendini. Boğazımdaki gıcığı temizle­ 22

B o n i r r ı IJ / a k Y 1 1d ı / ı r n

dim. “Manzara güverteleri muhteşem. Ben düşük aydınlatmalı gezegenlere alışkınım ama buradaki manzara bambaşka.” Bir anlığına göz göze geldik -sonra dudakları minicik bir gülümsemeyle kıvrıldı. “Tadını çıkarmayı unuttum sanırım, bu yolculuğun demek istiyorum. Belki de biz...” Konuşmayı kesip kapıya doğru şöyle bir baktı. Kalabalık bir salonda olduğumuzu unutmuştum ama kız başını çevirdiği anda müzik ve sohbet tekrar yükseldi. Kızı­ lımsı sarı saçlı bir kız, arkasında küçük maiyetiyle, arkadaşı­ ma doğru yaklaşıyordu. Akrabası olduğundan emindim ama bu kızın burnu düzgün ve kusursuzdu. “Lil, buradasın demek,” dedi, kaşlarını çatıp elini davet edercesine kaldırarak. Dâhil edilmemiş olmama şaşırmadım. Yanındakiler dolanarak arkasındaki yerlerini aldılar. “Anna,” dedi, artık bir adı olan arkadaşım. Lil. “Seni Bin­ başı Merendsen ile tanıştırayım.” “Çok güzel,” dedi Anna baştan savarcasına. Kitabımla ka­ dehime uzandım. Ne zaman gitmem gerektiğini bilirdim. “Lütfen, sizin yerinize oturdum sanırım,” dedim. “Tanıştı­ ğımıza memnun oldum.” “Evet,” diyen Lil, Anna’nın elini görmezden geldi ve ma­ sanın öbür tarafından bana bakarken, parmaklarıyla şampanya kadehinin sapını kavradı. Sohbetin bölünmesinden rahatsız olduğuna inanmak istedim. Ardından kalkıp, sivillere sakladığımız türden küçük bir reveransla oradan ayrıldım. Mavi elbiseli kız arkamdan baktı.

23

“Onunla bir dahaki karşılaşmanız..." “Kazanın olduğu gün.” “O aşamada niyetiniz neydi?” “Hiçbir niyetim yoktu." “Neden?” “Şaka mı yapıyorsunuz?” “Burada sizi eğlendirmek için toplanmadık, Binbaşı.” “Onun kim olduğunu öğrendim. Daha selam vermeden önce, şansımı kaybettiğimi anladım.”

İKİ LIL7\C

“ONUN KİM OLDUĞUNU BİLİYOR MUSUN?” DİYE SORDU

Anna, salondan sessizce çıkan Binbaşıyı işaret ederek. “Hımm,” dedim renk vermemeye çalışarak. Elbette bili­ yordum -fotoğrafları haftalardır holo-ekranları kaplıyordu. Binbaşı Tarver Merendsen. Savaş kahramanı. Fotoğraflardaki gibi değildi. Öncelikle, gerçek hayatta daha genç görünüyor­ du. En önemlisi, fotoğraflarda sürekli çatık kaşlı ve ciddiydi. Anna’nm o akşamki kavalyesi olan, smokinli genç bir adam, bize ne içmek istediğimizi sordu. Anna’nın çıktığı çocukların adını aklımda tutmaya bile çalışmıyordum artık. Çoğunlukla onları tanıştırmaya bile gerek görmeden, ellerine yelpazesini tutuşturduğu gibi bir başkasıyla piste koştururdu. Genç adam, yanında Elena ile birlikte bara yönelirken Swann bana uzun, ifadesiz bir bakış atıp peşlerine düştü. Korumamı atlatıp buraya önden geldiğim için başımın bü­ 27

K a u Pimin

/

S po on or

yük belaya gireceğini biliyordum ama buna değmişti. Dikkatli bakmazsanız göremezdiniz ama Swann’m eteğinin kıvrımları arasında, bacağının üst kısmına gizlenmiş ufak bir hançer, el çantasında da bir şok tabancası vardı. LaRoux prensesinin ya­ nında sürekli gülüşen maiyeti olmaksızın adım atmayacağıyla alakalı espriler dönüyordu -bunların yarısının, yüz metreden adam öldürebileceklerini bilenlerin sayısı azdı. Başkan’ın ai­ lesi bile benim kadar korunmuyordu. Yanıma yaklaşmaya kalkışan adamdan onlara bahsetmem lazımdı ama söylediğim anda, Swann beni salondan çıkartırdı ve o, ucuz silindir şapkalı adamın bana zarar vermek isteme­ diğinden emin olurken, ben de gecenin geri kalanını odamda kapalı geçirirdim. Adamın tehlikeli olmadığından emindim. Daha önce de, babamın işleriyle ilgili istekte bulunanlar ol­ muştu. Sahip olduğu bütün kolonilerde, babamın verebilece­ ğinden fazlası isteniyordu ve galaksideki en güçlü adamın kı­ zının bir dediğini iki etmediği de, bir sır değildi. Yine de Swann’m beni saklamaya çalışması anlamsızdı. Binbaşı tarafından dışarı çıkartılırken, adamın omuzlarının nasıl düştüğünü görmüştüm. Bir daha deneme ihtimali yoktu. “Ne yaptığının farkındasındır umarım, Lil.” Başımı kaldırıp baktım, şaşırmıştım. Hâlâ Binbaşı Merendsen hakkında konuşu­ yordu. “Eğleniyorum yalnızca.” Kalan şampanya yudumunu ka­ fama dikince, Anna elinde olmadan belli belirsiz gülümsedi. Kendini zorlayıp ona değil de daha çok Swann’a yakışacak bir kaş çatışla, yüzündeki tebessümü sildi. “Roderick amca kızacak,” diye çıkıştı, bölmede yanıma ilişip beni kenara çe­ 28

Boııirri

Uzak

Y ıld ı/ım

kilmeye zorlayarak. “Binbaşının savaş alanında kaç madalya topladığı kimin umurunda? Sonuçta bir öğretmen çocuğu.” Gecelerini kendi odasından ziyade, başkalarının odasında geçiren bir kız olsa da, Anna bana gelince namus bekçisi ke­ siliyordu. Babam ona bu gezide bana göz kulak olması kar­ şılığında ne vadetmişti, merak ettim -y a da başarısız olduğu takdirde neyle tehdit etmişti? Beni korumaya çalışıyordu, biliyordum. Korumalardansa Anna’yı tercih ederdim; korumaların babama rapor verirken gerçeği yumuşatmaları için bir sebepleri yoktu. Benim uğru­ ma Mösyö LaRoux’nun neler yapabileceğini bir tek Anna bi­ liyordu. Bana yanlış gözle bakan erkeklerin başına daha önce neler geldiğine şahit olmuştu. Söylenti çıkmıştı, elbette. Çoğu kişinin kafası uzak duracak kadar çalışıyordu ama bilen tek kişi Anna’ydı. Kafamı şişirse de burada yanımda olduğu için memnundum. Yine de bir tarafım konuyu kapatmak istemedi. “Topu topu bir sohbet,” diye mırıldandım. “Hepsi o kadar. Her seferinde aynı şeyleri konuşmak zorunda mıyız?” Anna eğildi ve koluma girip başını omzuma dayadı. Kü­ çükken bu hareketi ben yapardım ama artık büyümüştük ve boyum onunkini geçmişti. “Sadece yardım etmek istiyo­ rum,” dedi. “Roderick amcanın nasıl olduğunu biliyorsun. Senden başka kimsesi yok. Babanın sana bu kadar düşkün olması kötü bir şey mi ayrıca?” İç geçirip başımı onun başına doğru yatırdım. “Babam yokken azıcık eğlenemeyeceksem, tek başıma yolculuk etmenin ne anlamı var?” 29

Ka ufm an

/

S p o o n e r’

“Binbaşı Merendsen hoştu, değil mi?” diye itiraf etti, al­ çak sesle. “Üzerindeki üniformayı nasıl dolduruyordu, dikkat ettin mi? Sana uygun olmayabilir ama kabin numarasına bir bakayım bari.” Midem garip bir hisle kasıldı. Kıskançlık? Daha neler. Ge­ minin ani hareketinden olmuştu kesin. Işık hızını aşarken çok rahat gidiyorduk gerçi, ayakta dikilmekten farksızdı. Anna başını kaldırıp yüzüme baktı ve üzerinde epeyce ça­ lışılmış, çın çın çınlayan, neşeli bir kahkaha attı. “Ah, hemen surat asmasana, Lil. Takılıyorum işte. Onunla bir daha görüş­ mesen iyi olur, yoksa babana söylemek zorunda kalırım, bili­ yorsun. Söylemek istemiyorum ama başka şansım yok.” Elena, Swann ve yüzü olmayan smokin, peşlerinde içki ve ordövrlerle dolu, uçan bir tepsiyle döndüler. Kızlar Anna’ya beni paylamasına yetecek vakti vermişlerdi. Yüzlerinde koca­ man gülümsemelerle, bölmede yanımıza yerleştiler. Anna, smo­ kini tekrar bara gönderdi çünkü kadehinde vişne yerine ananas çubuğu vardı. Diğer kızlarla birlikte onun arkasından bakıp gülüştüler. Anna’nm bunu neden seçtiği açıktı -konu kıyafeti doldurmak olduğunda, Binbaşıya sıkı rakip çıkabilirdi. Anna smokinin kendisine nasıl kur yapmaya yeltendiğini anlatırken Elena ile Swann onu hayranlıkla dinlediler. Böyle sohbetler yetiyordu bazen -rahat, neşeli ve kesinlikle tehlike­ siz. Spot ışıklarını benim üzerimden çekip, Anna’yı sahnenin ortasına yerleştiriyordu. Tek yapmam gereken, gülümseyip kahkaha atmaktı. Çoktan kahkahadan yere serilmem gerekirdi ama bu gece içimde bir boşluk hissi vardı. Kendimi bırakmak­ ta zorlanıyordum. 30

B e n i rt ı IJ z a k Y 1 1d ı z ı m

Arada sırada kapıya doğru bir bakış atıyordum. Kapı bir­ çok kez açılıp kapanmasına rağmen, Tarver Merendsen içeri girmedi. Kurallardan onun da benim kadar haberdar olduğuna emindim. Gemide benim kim olduğumu bilmeyen bir tek kişi bile yoktu. Benimle sırf meraktan konuştuğuna emindim. Do­ ğum günümde Yeni Paris’e yalnız seyahat etmeme izin vermiş gibi yapsa da şu ya da bu şekilde, babam her zaman yanım­ daydı. Tek tesellim, kendiliğinden gitmiş olmasıydı. Bütün arka­ daşlarımın önünde, onu başımdan savmak zorunda kalmamış­ tım en azından. Sonuçta, elli bin yolcu taşıyan bir uzay gemi­ sinde, Binbaşının çarpık gülümsemesine ve kafa karıştıran ses tonuna tekrar rastlamam neredeyse imkânsızdı.

Sonraki iki akşam, Anna ile salon faslını atlayıp doğrudan ge­ zinti güvertesine gittik. Kol kola girip Anna’nın taşıdığı de­ dikodulardan konuştuk. Bunun üzerine bir de, bütün geceyi bitişik süitlerimizde, yatağımın ayakucundan sarkıp sohbet ederek geçirecekti, biliyordum. Anna asla uykusuzluğun be­ lirtisini göstermiyor olabilirdi ama ben gözümün altında mor­ luklarla uyanacaktım ve bu morluklar solgun tenimde yumruk yemişim gibi göze batacaktı. Bu geziler dışında Anna ile çok az zaman geçiriyorduk. Burada ise kız kardeş gibiydik. O yüzden yürüdük. Swann yanımızdaydı, elbette. Yataktan kalktığımda bile yanımda oluyordu. Bizi dinlediyse de yorum yapmadı. Anna Binbaşı konusunu bir daha açmamıştı ama ben onu 31

K a u f’ m a n /

Spoo nor

aklımdan çıkartamıyordum. Alt sınıftan olanların çoğu, be­ nimle konuşurken, benimle aynı seviyedeymiş gibi davranır­ lardı. Dalkavukluk yapıp dikkatimi çekmeye çalıştıklarında sahtelikleri midemi bulandırırdı. Ancak Binbaşı candandı, samimiydi; gülümsemesi de zoraki değildi sanki. Yanımda ol­ maktan gerçekten mutlu olmuş gibiydi. Uzay gemisi saatine ayarlı ışıklar, loşlaşarak gün batınım­ dan alacakaranlığa dönerken, geminin arka tarafını dolaşan geniş, sentetik çim alana girdik. Manzara güvertesinin pence­ releri, altın sarısı, turuncu, pembe renklerle güneşli gökyüzü ve bulutlardan oluşan gündüz görüntülerinden, herhangi bir gezegende görebileceğinizden çok daha parlak yıldızlı bir gökyüzüne geçti. Corinth’te yıldızlar yoktu, yalnızca atmos­ ferden yansıyan tatlı şehir ışıklarının pembe parlaklığı ve bu­ lutlara düşen holografik havai fişek gösterisi olurdu. Bir kulağım Anna’da, pencereden dışarıyı seyrederken Anna’nın koluma değen kolu istemsiz gerildi. Anna aniden durunca, dengem bozuldu. Neyse ki sentetik çimlerin üzerine yüzükoyun kapaklanmadan toparlandım. Tökezleyip düşseydim, bir hafta boyunca manşetten inemezdim herhalde. Anna’nm bakışları bana değil başka bir şeye -y a da biri­ n e- sabitlenmiş durumdaydı, uzaktaki birine. Başımı çevirip bakınca, kalbim menekşe rengi saten ayakkabılarıma kadar düştü. Binbaşı Merendsen. Bizi görmüş müydü acaba? Dinlemek için başını hafifçe eğmiş, başka bir subayla konuşuyordu -aklı başka yerdeyse, beni fark etmezdi belki de. Beni görmemesini umarak, başımı 32

B e n i iti

Uzak

Y 1 1d ı /

1m

çevirdim. Modaya uyması ya da dikkatlerden kaçması imkân­ sız parlaklıktaki, sıra dışı saçlarıma lanetler yağdırdım. Neden mücevher tonlarında ısrar ediyordum peki? Diğer kızlar gibi giyinseydim, aralarında kaybolabilirdim belki. Anna, öğretmen çocuğu, burslu öğrenci, sınıfsız savaş kah­ ramanı, kötü şöhretli Binbaşı Merendsen’la arkadaşlık ettiği­ mi babama haber verdiğinde, babam onu nereye sürdürürdü acaba? Binbaşı sürgünle paçayı sıyırdığına sevinmesi gerekti­ ğini anlardı umarım. “Aman aman, buraya geliyor,” diye mırıldandı Anna, sabit­ lenmiş bir gülümsemenin arasından, kulağıma doğru fısılda­ yarak. “Kafayı mı yemiş bu? Zihinsel özürlü filan...” Binbaşı, Anna’nın peş peşe sıraladığı hakaretleri duyacak kadar yakınımıza gelmeden “İyi akşamlar, Binbaşı,” diye ara­ ya girdim. Ya da ben duymadığını umuyordum. Binbaşının subay arkadaşlarının biraz ileride, saygılı bir ta­ vırla onu beklediklerini görünce, yüreğim biraz daha ağırlaştı. Anna kuralları biliyordu, o yüzden Swann’la birlikte pence­ reden dışarıyı seyrediyormuş gibi yapmak için müsaade iste­ yerek biraz uzaklaştılar. Anna, Binbaşının yanından geçtikten sonra, geriye doğru bir bakış attı; iki kaşını da kaygıyla yukarı kaldırmıştı. Sakın, diye uyardı yüz ifadesi. Bırak gitsin. Yüzünden ge­ çen anlık anlayışı gördüm ama bu ifadesindeki mesajı değiş­ tirmedi. Yalnızca bir mahremiyet yanılsaması verecek şekilde, du­ yabilecekleri bir mesafede kaldılar. Swann tırabzana dayanıp bizi dikkatle takip etti. Yine de, endişeliden ziyade eğleniyor33

Kaul'm an

/

Spooner

muş gibi bir hali vardı. Hayati bir tehlike varsa, Swann çok tehlikeli biri olabilirdi ama şu anda diğerlerinin yanında rahat görünüyor, dedikodu ve gülüşmelerin, karmaşık sosyete dan­ sının tadını çıkartıyordu. Anna bu değişen koruma listesine alışkındı. Onları arkadaşlarımızdan herhangi birisi gibi hemen aramıza alıyordu. Babamın seçimleri iyiydi. “İyi akşamlar,” dedi Binbaşı Merendsen. Arkasındaki Anna, Swann’a bir şeyler fısıldayınca Swann yüksek sesle bir kahkaha attı. Binbaşı belli belirsiz irkilip hafifçe gülümsedi. “Özür dilerim, arkadaşlarınızla geçirdiğiniz akşamı bölme­ mem gerekirdi. Önceki gece size soramadım, bir akşam man­ zara güvertesini görmek ister misiniz? Fırsat bulamadığınız­ dan bahsetmiştiniz.” Anna yeşil gözlerini sabitleyerek, dik dik bana baktı. Gözlerindeki anlayış ifadesinin yerini uyarı almıştı. En iyi arkadaşımın bile sırrımı tutmayacağı gerçeğiyle, şu anda uğ­ raşamazdım. Ne acıdır ki onu suçlayamıyordum bile. Baba­ mın kontrol edemeyeceği bir tek kişi bile yoktu. Buna Anna da dâhildi -ben de. Tabii Tarver Merendsen da. Kendini ne sanıyordu bu adam? Buna değdiğini düşünüyordu herhalde. Erkekler zengin bir kızın dikkatini çekebilmek için her şeyi göze alırdı. Kendi­ liğinden vazgeçmeye niyeti yoksa -yani, bunu daha önce de yapmıştım. Toptan yıkımın halledemeyeceği türden bir sorun değildi. Zararı olabildiğince arttırmak için, doğru anı seçmek zorundaydım. “Hatırladınız demek.” Gülümsemeyi başardım, hasta bir sırıtış gibi yüzüme yayıldığını hissettim ve dikkatimi tekrar 34

R e n i itt U z a k Y 1 1d ı z ı rrı

Binbaşıya çevirdim. “Arkadaşlarım bir akşamlığına beni af­ fedeceklerdir.” Binbaşının arkasındaki Anna’nm donup kalan yüzünde, gerçek bir korkunun titreştiğini gördüm. Ona beklemesini söyleyebilseydim keşke, paniğe kapılmamasım. O zaman ger­ çek niyetim anlaşılırdı gerçi. Binbaşının yüzü değişti, gerilim bir parça dağılırken, ih­ tiyatlı gülümsemesi yayıldı. Gergin olduğunu fark edince ir­ kildim. Gerçekten, bütün kalbiyle, bana çıkma teklif etmişti. Saçlarıyla aynı kahve tonundaki gözleri bana sabitlenmiş du­ rumdaydı. Tanrım, bu kadar yakışıklı olmasaydı keşke. Yaşı daha büyük, daha kilolu erkeklerde bu kadar zorlanmıyordum. “Şu anda işiniz var mı? Bu akşam?” “Hiç vakit kaybetmiyorsunuz bakıyorum.” Ellerini arkasında birleştirip sırıttı. “Orduda çabucak öğren­ diğiniz şeylerden birisi, önce harekete geçip sonra düşünmek.” Sürekli dolandığım çevrelerin kasıtlı oyunlarından ve he­ saplı dil sürçmelerinden çok farklıydı. Anna dudak hareket­ leriyle bana bir şeyler söylemeye çalıştı ama yalnızca sonunu yakalayabildim. Derhal’li bir şeyler. “Bakın, Binbaşı...” “Tarver,” diye düzeltti. “Benden bir adım ileridesiniz, Ba­ yan...” Ne demek istediğini anlamam birkaç saniye aldı. Kalkık kaşlar ve beklenti dolu bir ifadeyle beni izliyordu. O zaman anladım. Kim olduğumu bilmiyordu. Uzunca bir an, ona bakakaldım. En son kim olduğumu bilmeyen biriyle ne zaman konuştuğumu hatırlamıyordum. 35

Kaut'rrıan

/

Sp o o rıe r

Aklıma bir tek olay bile gelmiyordu aslında. Küçükken, med­ yanın sevgilisi haline gelmeden evveldi büyük olasılıkla. Şu anda olduğum kişiden çok farklı, başka bir hayatta izlediğim bir film gibiydi. Biraz durabilseydim keşke, iyice kavrayabilsem, keyfini sürseydim hatta. Beni Lilac LaRoux olarak görmeyen biriyle konuşmanın tadını çıkartsaydım; LaRoux imparatorluğunun varisi, galaksinin en zengin kızı olduğumu bilmeyen biriyle. Ama duramazdım. Bu aptal, kafasız askerin benimle ikinci kez görülmesine izin veremezdim. Birileri babama söyleyecekti ve aptal ya da değil, Binbaşı Merendsen bunu hak etmiyordu. Bunu ilk yapışım değildi. Öyleyse işini bitirecek doğru kelimeleri neden derinlerden çıkartmak zorunda kalıyordum? “Geçen akşam sizde yanlış bir izlenim uyandırdım sanırım,” dedim neşeli bir edayla en parlak, en keyifli gülümsememi yardıma çağırarak. “Sıkıntıdan ölecek gibi olunca, biraz fazla kibarlaşıyorum galiba. Bazen ters tepiyor sanırım.” İlkin Binbaşı Merendsen’m yüzünde fazla bir tepki yok­ tu; mutlu gözlerinde belli belirsiz bir kapanış, sıkı dudaklarda bir gerilme... Yine de bana çıkma teklif edecek kadar cüretkâr oluşu bende mantıksız bir öfke uyandırmıştı. Ona gülümsedin, diye hatırlattı küçük bir iç ses. Eldivenini yerden almasına izin verdin, sana içki ısmarlamasına ve ya­ nında oturmasına izin verdin. Arkasında Anna ile Swann’ın kahkahadan iki büklüm olduklarını gördüm ve çenemde bir kasılma başladı. Öfkemin yönü değişti. Bitir şu işi. Arkasını dönüp gitsin. Direncin kırılmadan evvel. “Beni anlamadınız galiba.” Saçımı omzumdan geriye sa­ 36

B o rı i m

Uzak Yıldızım

vurdum. Yüz ifademden, şu anda kendimden nasıl nefret etti­ ğim anlaşılıyorduysa bile, bunu tiksinme olarak algılamasını ummaktan başka bir şey gelmiyordu elimden. “Kafanızın bi­ raz yavaş çalışması normal sanırım. Yetiştirilme tarzınızı filan düşününce...” Sessizdi, yüzünde hiçbir ifade yoktu. Saniyeler geçerken, bana baktı. Ardından bir adım gerileyerek reverans yaptı. “Vaktinizi daha fazla almayayım. Müsaade ederseniz?” “Elbette, Binbaşı.” Uzaklaşmasını beklemeden, sürünerek yanından geçip Anna ile Swann’ın yanına gittim. Onlar da ivme­ me kapılıp adeta sürüklendiler. Omzumdan geriye bakıp Binbaşı Merendsen’ın hâlâ orada, darbeyi indirdiğim yerde dikilip dikilmediğini görmeyi deli gibi istiyordum. Öfkeden deliye mi dön­ müştü acaba? Peşimden geliyor muydu? Birlikte geldiği subay­ larla mı konuşuyordu? Başımı çeviremediğim için, hayal gücüm bir dolu olasılık yaratıyordu -her an elini dirseğimde hissetmeyi ya da onu gezinti güvertesinden uzaktaki asansörlerde göz ucuyla görmeyi bekliyordum. “Ah, harikaydın, Lil,” dedi Anne, gülmeye devam ederek. “Ciddi ciddi gözlem güvertesinde ona eşlik etmeni mi istedi? Yıldızları izlemek için? Bu kadar klişe olunur mu?” Işıktan hızlı titreşimler başımı ağrıttı; genelde fark edilme­ leri imkânsızdır hâlbuki. Kim olduğumu bilmiyordu. Paramın peşinde değildi, ba­ bamın iş bağlantılarının peşinde değildi. Benimle bir akşam geçirmek istiyordu, o kadar. Birden bire Anna’nm histerik kahkahaları sinirlerim üze­ rinde zımpara kâğıdı etkisi yapmaya başladı. Kahkahasıyla Binbaşıyı kaçırmış olmasının bir önemi yoktu; tereddüt etti­ 37

Kaı . ı f m n n /

Spoo ner

ğimi görüp anlamasının, akla hayale sığmayacak şeylerden beni korumak için elinden gelenin en iyisini yapmasının da. Önemli olan tek şey, benim zavallı çocuğu yaralamak zorunda kalmam; Anna’nm da şu anda gülüyor olmasıydı. “Kıskandıysan, gelecek haftanın smokinine söyle, seni gö­ türsün,” diye parladım. Anna ile Swann’ı arkamdan bakarken bırakıp, asansöre yö­ neldim. Asansörün içinde parlak, devre işlemeli takımlarıyla bir çift teknisyen, kapıların kapanmasını bekliyordu. İçeri gir­ diğim anda, biri diğerine fısır fısır bir şey söyledi, özür babın­ da bir iki kelime geveleyip, dışarı seğirttiler; böylece yalnız kaldım. Alelacele kapanan kapıların sesi arasında, zihnim teknis­ yenlerin ağzından çıkan kelimeleri bir araya getirdi. Aynı şey o kadar çok başıma gelmişti ki ne söylediğini bilmek için, onu duymam gerekmiyordu. O f lanet olsun. LaRoux’nun kızı değil mi bu? Bizi burada onunla birlikte yakalarsa öldük demektir. Asansörün içini kaplayan sentetik ahşap panele sırtımı dayayıp asansörün kapısına işli sembole gözlerimi diktim. LaRoux Sanayi’yi temsil eden, Yunan harfi lambda. Babamın şirketi. Lilac Rose LaRoux. Dokunulmaz. Zehirli. Adımı Zehirli Sarmaşık koysalarmış keşke. Ya da Yüksükotu. Veya Güzelavratotu.

38

“Onu bir sonraki görüşünüz olay sırasına mı denk geliyor?” “Evet.” “Neler olup bittiğini anlamaya çalıştınız mı?” “Asker olmadığınız için, işlerin nasıl yürüdüğünü anlamayabilirsiniz. Benden emirlere uymam beklenir, soru sormam değil.” “Emirler neydi peki?” “Sivilleri korumakla görevliydik.” “Kararınızda belli bir emir etkili olmadı öyleyse?” "Kusur bulmaya çalışıyorsunuz.” "Titiz davranıyoruz, Binbaşı. Siz de aynı şekilde davranırsanız memnun oluruz.

üç TARVER

CİĞERLERİMDEKİ HAVA ANİDEN BOŞALDI, ALIŞTIRMA

matına süratle çarpmamla birlikte, sırtımdan yukarı bir ızdırap dalgası yükseldi. Diğer adam da benimle birlikte yuvar­ lanınca tişörtündeki elimi çözmediğimi fark ettim. Ağırlığımı bir tarafa yatırırken, hızla bir soluk alıp dizlerimin üstünde doğruldum ve tek hareketle, o benim üzerimde yükseleceğine, ben onun tepesine dikildim. Bu akşam kendimi öyle aptal konumuna düşürdüğüme inanamıyordum. Bu galaksideki herkes Lilac LaRoux’nun kim olduğunu bilirdi. Rezil haber programlarından birine bir iki sa­ niyeliğine de olsa bakmış olsaydım ya da iğrenç dedikodu şov­ larından birini bile izleseydim de neye benzediğini bilseydim, ne olurdu sanki? Onu tanımayan tek erkek bendim herhalde. Normalde kafama silah dayansaydı, bu kadar zengin ve nüfuzlu bir kızın yanma yaklaşmazdım. Ne düşünmüştüm, an­ ai

K a u f ’rr t a n /

Sp o ono r

lamıyordum ki? Hiçbirir şey düşünmemiştim. Aklım gamzelerindeydi, kızıl saçlarında v e... Altımdaki adam omzuma doğru bastırınca yakalanmamak için, omzumu geriye yatırdım. Tek dizimi göğsüne dayayıp kolumu çektim. Daha yumruğum yanağına değmeden eli­ mi yakalayıp sıkıca kavradı ve büktü; ben de kurtulmak için hızla geri çekilmek zorunda kaldım. Nefes nefese sırıtarak peşimden süründü. “Elinden gelen bu mu? Zorlasana biraz daha.” Sürekli bunu duyuyordum. Elinden gelen bu mu? Daha fa z­ la uğraş. Daha çok para kazan. Daha zeki ol. Hangi çatal bıçağı kullanacağım öğren. Bizim gibi konuş. Bizim gibi düşün. Hepsinin canı cehenneme. Etrafımızı saran asker kıyafetleri ve yüzlerden oluşan bu­ luttan, bir düzine farklı lisanda kesik kesik bir küfür ve bağrış çağrış korosu yükseliyordu. Burada görebildiğim tek subay, antrenmanı denetleyen çavuştu ve onun da bize düzgün ko­ nuşmamızı söylemeye hazırlanır gibi bir hali yoktu. Yani -b e ­ nim dışımda tek subay- ama onlar bunu bilmiyordu. Yalnızca yukarıda, dergilerden, gazetelerden ve holo-videolardan yüzü­ mü herkes tanıyordu. Yine de, eminim Lilac LaRoux’yu tanırlardı. Onu aklımdan çıkartamıyordum. Arkadaşlarının önünde benimle böyle oynamanın komik olduğunu mu düşünmüştü? Ben aniden tepki verince ikimiz de şaşırdık ve çatırt diye bir ses geldi. Diğer çocuk eliyle suratını tutarak yuvarlandı, parmaklarının arasından kan sızıyordu. Bir nefes alıp harekete geçmeme fırsat kalmadan, çavuş eğilip elini aramızda soktu ve bana avucunu gösterdi -güreş bitmişti. 42

B e n i t t i U z a k Y11 d ı / 1r n

Nefes nefese, dirseklerimin üzerinde geriye yaslandım. Ça­ vuş, rakibin ayağa kalkmasına yardım ettikten sonra, revire götürmeleri için onu arkadaşlarından birine teslim etti. Sonra dönüp kollarını muazzam göğüs kafesinin önünde çaprazlayarak tepemde dikildi. “Evlat, bu bir daha olursa seni minderden atarım, anlaşıldı mı? Bir daha olursa birlik komutanınla konuşurum.” Burada herkesin üzerinde rahat üniformalar vardı, haki ti­ şörtler ve pantolonlar. Yıldızlarımı ve rütbelerimi atıp er gibi davranabilirdim. Burada, aşağıda, yalnızca on sekiz yaşın­ daydım, subay değildim, savaş kahramanı değildim. Benim Binbaşı olabileceğim aklının köşesinden bile geçmiyordu. Böylesi daha iyiydi. Bazı günler gerçekten de böyle olmasını istiyordum. Rütbelerimi savaş alanında değil, resmi eğitimde kazansaydım keşke. Yaptığım hatalar bir kâğıt parçasının üze­ rindeki işaretlerden ibaret olsaydı. “Evet, efendim.” Hâlâ nefes nefeseydim. Dikkatlice ayağa kalktım. Minderin üzerinde biraz daha kalmak istiyordum. Askerlere ayrılan bölüm daha çok pratik amaçlıydı, gemi­ nin metal iskeleti görünüyordu ama burada kendimi evimde hissediyordum. Çalışan ve terleyen çok sayıda vücuttan dolayı hava rutubetliydi, filtreler boş yere fazla mesai yapıp duruyor­ du. Bu askerler, son çıkan isyanı bastırmak için kolonilerden birine gidiyorlardı. Madalyalarım ve savaş alanında kazandı­ ğım terfi olmasa ben de askeri bölümde yolculuk edecek ve beni bekleyen kafası bozuk isyancıları ve değişiklik geçirmiş güzellikleri merak ediyor olacaktım. Keşke öyle olsaydı. Çavuş beni biraz daha süzüp başını tören alanındaki gibi aşağı eğdi. “Onbaşı Adams, öne çık. Sırada sen varsın.” 43

K a u Pı r i a n /

S p oonnr-

Kız benden birkaç yaş daha büyük, üç beş santim daha uzundu; diken diken san saçları vardı. Kollarını sallayıp ha­ zırlanırken bana alelacele sırıttı. Ben de derin nefes alıp ken­ dimi topladım. Yorulup uykum gelene kadar buna devam edecektim. Bu kız bana uyan türdendi, hızlı ve dobra, yukarı güvertenin entrikalarından nasibini almamıştı. Kızın hareket etme tarzı, bana annemin şiirlerinden birini hatırlatıyordu. Kıpraşan ışık ve toz zerrecikleri. Kız tekrar gülümseyince bir an için Lilac LaRoux’nun gü­ lümsemesini görür gibi oldum. Onun mavi gözlerini. Hemen ardından gördüğüm ilk şey güvertenin tavanındaki metal ızgaralar oldu. Onbaşı Adam çıplak ayağını gırtlağıma dayamış ve maç bitmişti. Ellerimi yavaşça kaldırdım, ayak bileğini yakalamayı düşündüm bir an ama sonra avuçlarımı gösterdim. Elimdeki işe odaklanmam gerekirdi. Onbaşı Adams ayağını kaldırdı ve eğilip elini uzattı. Eli yakaladım, kız elime asıldı ve ayağa kalktım. Bayan LaRoux şimdi de antrenman minderinde canıma okuyordu. Hayatımın berbat etmediği bir alanı var mıydı bu kızın? Ellerimi başımın arkasında kenetledim, gerginlik ağrıyan kaslarıma asılana kadar geriye esnedim ve çavuşa doğru bak­ tım. Onbaşıyı yandaki mindere gönderip bana yaklaştı. “Evlat, derdin ne bilmiyorum ama atış poligonunda şansını denemek ister misin?” diye sordu. Silahımı istemiyordum, birilerini pataklamaya ihtiyacım vnıdı, burada, şahsen pataklamaya. “Lütfen, efendim, ben...” /cınm uyaklarımın altında canlanıp kabardı, ikimiz de öne 44

B o n i rrı IJ / a k Y 1 1d ı / ı m

doğru yalpaladık -v e bir an için, birinin beni arkadan ittiğini sandım. Sonra geminin altımızda silkelendiğini anladım. Ayaklarımı iki yana açtım, başka bir sarsıntı olup olmaya­ cağını anlamak için bekliyordum. Herkes başını kaldırıp ho­ parlörlerden anons yapılmasını beklerken, antrenman salonu ürkütücü bir sessizliğe büründü. İçinde geçirdiğim haftalar boyunca, İkarus bir kez olsun sarsılmamıştı. Sessizlik bozulmadı ve çavuşla birbirimize baktık. Başını ağır ağır sallayıp geniş omuzlarım hızlıca silkti. Neden anons yapılmıyordu? Yukarı güverteye daha çok bilgi verildiğine emindim. Bi­ nleri zenginlere neler olup bittiğini anlatmıştı kesin. Daha azıyla yetinmeleri mümkün değildi. Hızlıca bir selam çakıp botlarımı ayağıma geçirdim. Sessiz antrenman salonunun kapılarını iterek açıp geçitle­ rin arasına dalarken, başka bir dünyaya adım atmıştım sanki. Yukarıda her şey lüks içerisindeydi ama burada bir santim bile boşa harcanmıyordu. Asma geçitler örümcek ağları gibiydi, çaprazlama birbir­ lerinin üzerinden geçiyorlardı; etrafımızı saran müzikle eş za­ manlı parlayan ışıklı üniformalanyla teknisyenler, yeni kolo­ nilere gitmek için yola çıkan göçmenler, diğer gezegenlere en ucuz yolu seçen turistler, ailelerini ziyaret etmek için dünya­ nın yolunu tepenlerle doluydu burası. Solumda endişeli birkaç İspanyolca kelime duyuldu, sonra da yakınlarda bir İrlanda­ lI küfretti. Yeni gezegenlerdeki cahil isyancılara iç rahatlığı

ve huzur götürmeye kararlı bir avuç misyoner, sanki ilk defa dünyadan ayrılmışlar gibi insanların sağa sola koşuşturmasını 45

K a u r m a rı /

8 poorı e r

izliyordu. Bütün bu gürültünün ve hareketin arasında, tek bir silindir şapka ya da korse çarpmadı gözüme. Adımlar metal iskeleleri tangırdattı, standart dilin onlarca farklı çeşidi yankılandı, az duyulan diller birbirine karıştı. Ne­ ler olup bittiğini herkes merak ediyor ama kimse bilmiyordu. Parlak ekranlarda durmaksızın yayınlanan reklamlar bana göz kırptılar -duvarlara ve tavana sıralanmış ekranlar, yük­ sek sesle kelimeler, şarkılar ve reklâm müzikler yayıyorlardı. Kalabalığın arasında kendime yol açıp ilk merdiven dizisine ulaşmaya çalıştığım sırada, 3 boyutlu bir hologram önüme at­ ladı, sımsıkı pembe renkli elbisesiyle bir kadın kollarını koca­ man açmış beni geminin ucundaki bir kulübe davet etti. Kadı­ nın içinden geçip yürümeye devam ettim. Midem sanki gemi tutmuş gibi ağzıma geldi. Rahatsız gö­ rünen tek kişinin ben olmadığımı fark ettim -kalabalığın ara­ sında bembeyaz kesilen başka yüzler de vardı. Uzay tutmuş olamazdı. Ayarı bozuk, çalkantıdan kendi se­ simi zor duyduğum uzay gemileriyle evrenin dört bir yanını gezmiştim ve bir kere olsun midem ağzıma gelmemişti. Ant­ renman minderinde fazla kalmıştım herhalde. Ayaklarımın altındaki metal köprünün, çarpan yüzlerce çift ayakla birlikte titrediğini hissettim ama onun altında başka bir şey vardı -olmaması gereken bir sarsıntı. Birden bire etrafım­ daki görüntülü ekranlar dondu, reklâm müzikleri ve sesler ke­ sildi, akıcı ve profesyonel bir kadın sesi koridorların dört bir yanında yankılandı. “Bütün yolcuların dikkatine! Birkaç saniye içerisinde ge­ minin hiperuzay motorları devir yapacak. Bu îkarus ’un rutin 46

B o n i rrı U z a k Y ı l d ı z ı m

bakım prosedürünün bir parçasını oluşturmakta. Ufak bazı sarsıntılar hissedebilirsiniz. Bizler bu rutin bakım prosedürü­ nü uygularken, anlayış gösterdiğiniz için teşekkür ederiz. ” Ses sakindi ama bunun rutin bir bakım olmaması dışında, aynı anonsta iki kez rutin bakım demeleri için bir sebep gel­ medi aklıma. İki senedir yaptığım uzay yolculuklarında, gemi motorlarının devir yaptığına bir kez rastladım, o da yaklaşık altı ay önce, Avon’daydı. O külüstüre tek parça halinde iniş yaptırmamız resmen bir mucizeydi. Burada söz konusu gemi İkarus’tu. Tek başına bütün gezegenleri yaşanabilir hale getirebilecek kadar büyük, galak­ sideki tek şirket tarafından inşa edilmiş, yörünge çekiminden çıkan en yeni, en lüks gemiydi. Roderick LaRoux’nun gemi­ nin parçalarının tükürükten daha sağlam bir şeyle yapıştırıl­ mış olmasına dikkat ettiğinden emindim. Antrenman yüzünden ağırlaşan bacaklarıma aldırmamaya çalışarak, asma koridor boyunca koşturdum. Tek elim tırab­ zanda, sonraki merdiven sırasını çıkmaya koyuldum. İsabetli bir karar vermiştim -basamakları ancak yarılamışken, “ufak” bir sarsıntı daha oldu. Gemi öyle büyük bir şiddetle sarsıldı ki altımda uzanan ko­ ridor boyunca bir dalgalanma oldu. Dalga altlarından geçer­ ken insanların attığı çığlıklardan ve dizlerini kırıp tırabzanlara yapışmalarından, dalganın ilerleyişini takip edebiliyordum. Kalabalık kontrolden çıkmaya başlayınca bulduğum boş­ luğu yarıp geçmek için dönüp merdivenlere yöneldim. Sonra bir sonraki kata doğru bir koşu tutturdum. Basamakların biti­ minde avucumu kimlik plakasına yapıştırdım ve ikili kapılar sessizce açıldılar. 47

K a i-1 Fm a n

/

Spooner

Kaldığım güvertenin yumuşak halılı koridorlannda hızla koştum; Lilac LaRoux’nun kaldığı güverteydi bu. Normalden kalabalıktı, insanlar koridorlarda ortak bir bilgeliğe erecekler­ miş gibi kamaralarından çıkıyorlardı. Başka zaman olsa durup kadınların sınırsız gecelik bütçelerini sergilemelerini hayran­ lıkla izlerdim ama şu anda yalnızca ilerlemeye devam ettim. Kendi kamarama döndüğüm anda, çalan üç keskin alarm, koridorlarda çalınan yumuşak müziği kesti. Kadının sesi tek­ rar duyuldu, bu kez korkudan tizleşmişti ve bunu saklama ça­ bası yüzünden de gergindi. “Baylar bayanlar, dikkat dikkat. Hiperuzay motorlarımız­ da bir sorun yaşandı ve boyutsal yerleşme hatası yüzünden îkarus ciddi zarar gördü. Gemiyi hiperuzayda tutmaya çalı­ şacağız, ancak bu arada koridorlardaki ışıklı hatları takip et­ meniz ve oyalanmadan, size ayrılan acil durum kapsüllerine ulaşmanız rica olunur. ” Koridor birden hareketlendi. Acil durum kapsülleri karşı­ larına geçip reverans yapsa, kendilerini tanıtıp birlikte tango yapmayı teklif etse bile, bu insanlar boş boş bakardı. Ben bul­ dukları ilk fırsatta acil durum bilgilerini okuyan insanlardan biriydim. Tatbikat olmayan acil durum tahliyesine bir kez ka­ tıldıktan sonra kazanılan bir alışkanlıktı bu ve ben de, kendi payıma birden fazla tahliyeye katılmıştım. Biz askerler küçük bir çantayla yolculuk etmek üzere eği­ tim alırız; bu çantada tahliye durumunda yanınıza almanız gereken şeyler vardır, hayatta kalmak için gereken şeyler. Bunların hiçbirisi uzayın derinliklerinde işe yaramaz elbette ama böyle bir gemiyle, başka bir yerde karşılaşma şansınız da 48

Benim

U/ a k Yıldızı m

yoktur. İkarus yörüngede inşa edilmişti. Balina gibi, gerçek yerçekimine maruz kaldığı anda, kendi ağırlığıyla çökecekti. Bunları düşünecek vaktim olmadığından geldiğim yöne doğru koşmaya başladım. Panikle hızlanan kalabalığın arasında kendime yol açmaya çalışarak, kamarama doğru koridorda koşturdum. Avucumu okutup kamaraya daldım, kapının arkasındaki askıdan çantayı indirdim. Acemilik günlerimden kalma, katla­ nıp küçülebilen, basit bir sırt çantasıydı. Bir an tereddüt edip ardından ceketimi de kaptım. Üç koridor boyunca sağa yürümem, sonra sola dönüp iler­ lemeye devam etmem gerekiyordu; gittikçe gürültücü ve den­ gesiz bir hal alan kalabalığa bakılırsa, bu biraz zaman alacaktı. Gözlem güvertesine açılan bir kapının yanından geçerek, ilk koridora ulaştım ve kapıdan içeri şöyle bir baktım. Manzaranın nasıl olması gerektiğini biliyordum -böyle değildi. Şeffaf ekranların gerisindeki yıldızlar bulanıklaşıyor, sonra aniden hareket edip tekrar netleşiyorlardı. Boyutsal hiperuzayda görünmesi gereken uzun, zarif çizgi­ ler halinde değillerdi. Bir süre netleşip, beyaz ışık noktacıkları oluyorlar, sonra tekrar uzun bulanık çizgilere dönüşüyorlardı. Bu tür bir manzarayı ilk kez görüyordum -İkarus tekrar hiperuzaya tutunmaya çalışıyor ama beceremiyordu. Hiperuzaydan erken koparsa ne olur emin değildim ama iyi olmayacağı­ nı biliyordum. Bir an için, gözlem penceresinin köşesinde, muazzam bo­ yutlarda metalik bir şey belirip kayboldu. Başımı uzatıp o nesneyi bir daha görmeye çalıştım. O kadar muazzam boyut­ 49

K a u Pr n a n / S p o o r ı o r

lardaydı ki kendi çekim alanı olmalıydı, İkarus’u uçuş güzer­ gâhından çekebilecek kadar güçlü bir alan. Kalabalığı yararak, bana ait kapsüle doğru ilerleme işine geri döndüm. Öyle tıklım tıkıştı ki eğilip koruyucu tırabzandan kaydım. Bu geçitlerde, en az bir düzine kadar kattan aşağı düşmenizi engelleyen tek şey tırabzanlardı. Köşeyi dönerken benden ufak tefek biriyle çarpıştım ve düşünmeksizin, kolla­ rımı uzatıp o kişinin tırabzandan aşağı yuvarlanmasını önle­ meye çalıştım. “Pardon!” dedi nefes nefese. “Önünüze baksanıza!” Hayır. Olamaz. Bir çift mavi göz, gözlerimi buldu ve önce hayret, son­ ra öfkeyle parladı. Ardından bütün gücüyle beni itip geçidin tırabzanlarına doğru yalpaladı. Kendimi zorlayıp sıkılı dişlerimi araladım, “iyi akşamlar, Bayan LaRoux,” desem de ses tonum Canın çıksın, diyordu. Çığlıklar atan kalabalığa, itişip kakışan bedenlere, geminin bağıran alarmlarına rağmen bir saniye durup Bayan LaRoux ile arkadaşlarının benim aniden belirivermem karşısında duy­ dukları hayret ve dehşetin tadını çıkarttım. Yandaki geçitler­ den fırlayan kalabalık beni gafil avladı. Dengem bozuldu ama kalabalık öyle yoğundu ki devril­ medim. Şiddetli bir nehir akıntısına kapılmıştım sanki. Tek­ rar sert zemin üzerinde ayakta durmam yaklaşık bir dakika aldı. Bir an Bayan LaRoux"nun koridordan aşağı sürüklenen arkadaşlarını gördüm. Bir tanesi kalabalıkla mücadele etme­ ye, bana doğru gelmeye çalışıyordu. Bayan LaRoux’nun adını haykırarak insanları sağa sola sertçe itti. Eğitimli olduğunu 50

F3o m m

Uza k Yıldızım

fark ettim -güzel bir yüzden ibaret değildi. Koruması mıy­ dı acaba? Ama o bile kendine yol açamadı. Diğerleri çoktan gözden kaybolmuştu. Bir tanesinin çığlık attığını gördüm -ağzı açıktı, sesi boğu­ lup gitmişti. O an Bayan LaRoux’nun yanlarında olmadığını fark ettim. İnsanları itip tırabzana yaklaştım, parlak kızıl saç­ larını görmek için etrafı taradım. Panikleyen kalabalık, hazırlıksız yakalanan birini ezip ge­ çebilirdi. Bir tarafta duvar, diğer tarafta tırabzan, bir kanyonda koşturan vahşi hayvanlar gibi, her saniye daha da şiddetleniyor ve hızlanıyorlardı. İnsanların ayaklarının yerden kesildiğini, duvara çarptıklarını gördüm. Kalabalıkla mücadeleyi bırakıp akışa teslim olmaya hazırlanırken, karmaşayı yırtıp geçen bir çığlık duyuldu. Sesin geldiği tarafa yöneldim. Kendisinden iki kat iri, gözü dönmüş bir adam, geçitte insanları iterek ilerlerken, tırabzanın üzerinden yuvarlanan, yeşil bir elbise parçası, kızıl saç ve be­ yaz bir yüz son anda gözüme ilişti. Düşünmeye fırsat bulamadan harekete geçtim. Tırabzanı diğer elimle yakalayıp altımdaki zeminden hız aldım. Tırab­ zanın üzerinden atladığım gibi kızın peşinden aşağı uçtum.

51

“Hangi kaçış kapsülünün size ait olduğunu biliyordunuz öyleyse?” “Evet.” “G biliyor muydu peki?” “Benimkinin hangisi olduğunu mu?" "Kendi kapsülünü, Binbaşı. Zorluk çıkartmayın lütfen.” “Biliyordu, herhalde. Emin değilim.” "Ama ikiniz de olmanız gereken yere gitmediniz sonuçta." “Yolculardan bazıları tahliye işlemini pek idare edemedi.”

DÖRT LILAC

ACI,

OMUZLARIMA

Dudağımın

BİR

HANÇER

GİBİ

SAPLANMIŞTI.

kenarım ısırınca, ağzıma kan tadı geldi -am a

düşme faslı bitmişti. Başka bir tırabzana çarptıktan sonra, koltuk altlarımdan bu bara yakalandım. Soluk alamıyordum, kollarımda derman kalmamıştı. Kalabalık beni görmeden, yanımdan hızla geçip gitti. Tutunduğum yerden düşmeden akciğerlerimi çalışmaya zorlayınca, gözlerimin önünde parlak zerrecikler uçuştu. Bir ya da iki kattan fazla düşmüş olamazdım, yoksa omuz­ larım yerinden çıkardı. Aşağıda, bedenimi hiçbir cerrahın onaramayacağı şekilde parçalayacak bir düşüş uzanıyordu. Ciğerlerim nihayet genişleyip daralırken, attığım kulak tır­ malayıcı çığlığı kimseye duyuramadım. Etrafımdaki insanlar bulanık bir renk ve ses bulutundan, ter ve dehşet kokusundan, yüzüme ve kollarıma çarpan kalçalardan ve dirseklerden iba­ 55

K a u i'rr) a n

/

8 poo n er

retti. Yardım etmek şöyle dursun, düşmemek için tırabzanla­ ra tutunan kıza çarpmamayı düşünecek halde bile değildiler. Yüzleri tanımama yetecek uzunlukta bir süre “Swann!” diye bağırdım. Herhangi bir şeye odaklanmaya çalıştım ama her şey son sürat hareket ediyordu. O sırada biri bağırarak geri çekilmelerini söyledi. Swann değildi. Ses, bir erkeğe aitti. Kollanma yapışan güçlü eller beni tırabzandan çekip tek­ rar köprüye çıkarttı. Biri beni alelacele yürütmeye başladı, ka­ labalıkla birlikte sürükleniyorduk; çığlık çığlığa güvenli bir yere ulaşmaya çalışan insanlarla arama girip vücudunu bana siper etmişti. Ayaklarım yere değmiyordu bile. Beni sertçe yan koridorlardan birine çekip trafikten kurtar­ dı ve ayaklarımın üzerine indirdi. Tek görebildiğim gözleri­ min içine bakan kahverengi gözler, sert ve meraklı bakışlardı. Biraz çaba sarf edince, onu tanıdım. “Binbaşı,” dedim, şaşkın şaşkın. “iyi misiniz? Bir şeyiniz yok ya?” Omuzlarım koptu. Dilim kanıyor. Nefes alamıyorum. Soluk alıp mide bulantımı bastırmaya çalıştım. “İyiyim.” Binbaşı Merendsen beni kirli çamaşır çuvalı gibi duvara da­ yayıp koridorun başına, kalabalığın bulanık bir vızıltıyla geçip gittiği noktaya gitti. Arkadan birinin ittiği kokteyl ceketli bir adam, gözlerimizin önünde aşağı düştü. Binbaşı onu yakala­ mak için hamle yapma fırsatı bile bulamadan, bir anda gözden kaybolup gitti. Bu kalabalık değil -arbedeydi. Üstelik de ölümcüldü. Swann bu kargaşada başının çaresine bakabilirdi ama... 56

B e n im U z a k Yı l dı zı n t

“Anna!” Birden çığlık atıp duvardan uzaklaştım. Kalabalığın arasına dalmak için hamle yaptım. Onları bulmam lazımdı. Başka bir şey düşünemez haldeydim. Binbaşı koluma sımsıkı yapıştı. Eline vurdum ama beni çekti. Topuklarımın üzerinde kayıp geriye savruldum. “Delir­ din mi sen?” dedi, nefes nefese. “Onları bulmak zorundayım.” Bir elimi dudaklarıma götü­ rüp dilimdeki bir damla kanı sildim. Nerede olduğumuzu an­ ladım -bakım koridorlarından biriydi bu, geminin özel bölüm­ lerinden geçen çok sayıda koridordan birindeydik. “Oradalar. İyi olduklarından emin olmam...” Binbaşı Merendsen benimle güvenlik kapsüllerine koşan taşkın kalabalık arasına girdi. Gemi bir kez daha sarsıldı, ze­ min ayaklarımızın altında kabarıp dalgalandı. İkimiz de du­ vara savrulduk. Sirenler çalmaya başladı. Bu ısrarlı iniltinin arasında sesimizi ancak bağırarak duyurabiliyorduk. “Onlar için bir şey yapamazsın!” dedi, dengesini bulunca. “İki güverte yukandalar artık! Yürüyebilir misin?” Burnumdan sert bir nefes aldım. “Evet.” “Gidelim, o zaman. Tırabzanla benim aramda kal. Seni ez­ melerine engel olmaya çalışacağım ama senin de düşmemeye dikkat etmen lazım.” Omuzlarını gerip kalabalığa doğru döndü. “Bekle!” Öne doğru hamle yapıp koluna yapıştım. “O ta­ raftan değil.” Binbaşı gıcık olmuş gibi nefes almaya başladı, sonra dur­ du. “Kaçış kapsüllerinden birine ulaşmamız lazım. Biraz daha böyle sarsılmaya devam ederse parçalanacak.” 57

K ; 11 j f’rn a n / 8 p o o n o r

Hâlen güçlükle nefes alıyordum. Cevap vermeye yetecek kadar nefes alabilmem için biraz zaman geçti. “Bu gemiyi bi­ liyorum,” dedim güçlükle. “Yakınlarda mürettebat için kap­ süller var.” Bir an bana baktı. Kendiyle savaştığını biliyordum ama yü­ zünden hiçbir şey anlaşılmıyordu. “Gidelim öyleyse.”

Servis koridoru boştu, sorun olduğuna dair tek işaret, duvar­ lardaki acil durum ışıklarıydı. Mürettebat kendi kapsüllerine gitmeden önce, istasyonlarda yolcuların kapsüllere binmesine yardım ediyordu herhalde. Yoksa hayatta buraya dönemezlerdi, herkesin yüzündeki medeniyet maskesi düşmüş durumdaydı. Binbaşı konuşmadan peşimden geliyordu ama gergin oldu­ ğunu hissedebiliyordum. Onu ölüme götürüyor bile olabilir­ dim, hiçbir şeyden emin değildi. Beni takip etmek istemediği­ ni biliyordum ama bu gemiyi benim kadar iyi tanımıyordu. Bu gemi inşa edilirken, çocukluğunu gemi kaburgasının içinde geçilmemişti. Dallara ayrılan koridorlardan oluşan bir labirente saptık. Yalnızca Yetkili Personel yazılı bir kapıya yönelip kapıyı aç­

tım. Kullanılmayan menteşeler hafifçe gıcırdadı. Omzum hâlâ acıyordu ama kollarımı kullanabiliyordum -b ir yerim kırılmamıştı demek ki. Kapılar bir kaçış peronuna açılıyordu; beş kişilik bir kapsül, açık kapısıyla mültecileri beklemekteydi. “Eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim, Binbaşı,” dedim ne­ şeli bir sesle, kapsülün ağzına adım atıp ona doğru dönerken. Hemen arkamdan geliyordu, aniden durmasa bana çarpacak­ 58

B e n ı m LJ z a k Y ı l d ı z ı rn tı. Gözyaşları içerisinde ona yaptığı şey için teşekkür etmek istedim ama bunu yaparsam, gözyaşlarımı durduramamaktan korktum. Üstelik aynı kapsülde bulunmamızın kendisi için ne anlama geldiğini de bilmiyordu. Babam bunun masum bir açıklaması olduğuna asla inanmazdı. “Nasıl yani?” “Koridorun biraz aşağısında bir kapsül daha var. Beş daki­ kada oraya ulaşırsınız.” Asker iki kaşını da kaldırdı. “Bayan LaRoux, bu kapsülde beş kişilik yer var ve ben de birini kullanmayı planlıyorum. Beş dakikamız kalmamış olabilir. Bir şey uzay gemisini hiperuzaydan vaktinden önce çıkartıyor anlaşılan.” Bir an korkudan donup kaldım. Babamın kızı olarak, bo­ yutlar arasındaki doku bozulduğunda neler olabileceğini çok iyi biliyordum. Derin bir soluk aldım ve boynumu uzatmak zorunda kalmamak için bir adım geri çekildim. “Kurtarma ge­ misi ulaştığında, bizi aynı kapsülde bulurlarsa...” “Şansımı deneyeceğim,” dedi Binbaşı, sıkılı dişlerinin ara­ sından. Benimle aynı kapsülde olmayı, o da en az benim kadar iste­ miyordu. Uzay gemisi bir kez daha korkunç şekilde sarsılınca koltuklardan birine savruldum. Binbaşı kapsülün girişinde ayakta durmaya çalıştı. Uzaktan bir yerden, korkunç metalik çığlıklar geldi. “Pekâlâ!” Kayışlara tutunup ayağa kalktım. Bu rahat, birinci sınıf bir kapsül değildi. Makinistler için, en basitinden tasarlanmış­ tı. Zemin, ızgara şeklindeydi ve ayağa kalkmaya çalışırken, Pierre Delacour ayakkabılarımın topuklan, ızgaranın arasına girdi. 59

K a 11 f'rn a n / 8 p o o n o r'

Kadife topuk sıyrılınca, iki bin Galaktik değerinde ayakka­ bı, bir anda mahvoluverdi. Boş gözlerle zemine bakıp nefesi­ mi toplamaya çalıştım. Bir ayakkabı neyi değiştirecekti sanki? Yine de gözlerimi mahvolan ayakkabılardan alamıyor, başka şey düşünemiyordum. Zihnim yakaladığı bu küçücük ayrıntı­ ya takılıp kalmıştı. Binbaşı, kapının yanındaki yüzeye avucunu bastırınca ka­ pılar arkasından tıslayarak kapandı. Ardından otomatik fırlat­ ma kalkış düğmesine bastı ve ikimize de emniyet kayışları­ mızı bağlamaya yetecek zaman veren bir geri sayım başlamış oldu. Tepemizde aniden yanan ışıklar, gözlerimi kör etti. Bin­ başı botlarıyla metal zemini döverek karşımdaki yere oturdu ve emniyet kemerlerini bağlamaya başladı. Sert bir çekişle topuklarımı ızgara zeminden kurtarıp yerime oturacak şekilde döndüm. Tatlı yediğimiz sırada, alarmlar çalmaya başladığından bu yana, ilk kez derin bir nefes aldım. Güvendeydik. O an için. Çığlık çığlığa koşturan kalabalığın tamamının kaçış kapsüllerine ulaşma ihtimali olmadığı gerçeğini düşünmemeye çalıştım. Kapsülün otomatik fırlatmasıyla İkarus’tan süratle uzakla­ şacaktık ve en fazla bir iki saat sonra da, kurtarma gemisi bizi toplayacaktı. Tek arkadaşımın Binbaşı Merendsen olduğu şu birkaç saati atlatsam yeterdi. Yüzü ifadesiz, bakışları sabitti. Benden bu kadar çok nef­ ret ediyorsa, hayatımı niye kurtarmıştı? Gezinti güvertesinde söylediklerim için ondan özür dileyebilseydim keşke. Ağzım­ dan çıkanlarla söylemek istediklerimin aynı olmadığını çünkü 60

Bc-;ni iti U z a k Y ı l d ı z ı m

olamayacağım söyleyebilseydim. Boğazım sıkıştı, ağzım ku­ rudu. Salonda ona ikinci bir şans vermekle, büyük bir hata yapmıştım. “Kurtarıldıktan sonra, sağda solda bu hikâyeyi anlatmama­ nız için size ne ödemem gerekiyor?” dedim kayışlarla boğu­ şurken. Yolcu kapsüllerinin şık ve rahat kemerleri gibi değil­ lerdi. Çıplak omuzlarıma sürtünen beş uçlu bir kayıştı bu. Binbaşı homurdanıp başını minik pencereye çevirdi. Uzay gemisiyle birlikte titreşip bulanıklaşan bir avuç yıldız dışında bir şey görünmüyordu. “Bunu birilerine anlatmak isteyeceği­ mi nereden çıkarttınız?” İkimizin iyiliği için de, tahliyenin sonuna dek, Binbaşıyı buz gibi bir sessizliğe gömmeye karar verdim. Konuşmazsak, rapor edilecek bir şey de olmazdı. Fırlatma geri sayımı devam ediyordu. Binbaşıya öyle gıcık olmuştum ki kulaklarım zonkluyordu. Kırk beş saniye. Kırk. Otuz beş. Kapının üzerindeki rakamların teker teker azalma­ sını izleyerek, midemi yatıştırmaya çalıştım. Bir LaRoux asla zayıflık göstermezdi. Hiç uyarısız, bütün kapsülün silkinmesiyle oturduğumuz yere yapıştık. Metal çerçevesinde sıcak bir enerji dalgası do­ laştı. Ağzıma bakır tadı geldi ve kulaklarım gök gürültüsünü andıran bir sesle sağır olurken, bütün evren karanlığa gömül­ dü. Bütün ışıklar söndü; geri sayım, acil durum ışıkları bile gitti. Görüş penceresinin dışındaki yıldızlar dışında, zifiri karanlığa gömüldük. Yıldızların ışığı incelip uzamıyordu artık. İkarus, hiperuzayın dışına çekilmişti. 61

Kauf'm nn

/

Spoorıer

Birkaç saniye çıt çıkmadı. Motorların ve yaşam desteğinin arka planda duyulan homurtusu da kesilince, uzay gemisine bindiğimizden beri ilk kez böylesine ezici bir sessizliğin için­ de bulduk kendimizi. Binbaşı küfretmeye başladı. Kayışlarıyla boğuştuğunu du­ yabiliyordum. Acele etmekte haklıydı. Güç olmadan, binleri­ nin İkarus’un başının dertte olduğunu anlamasına bile kalma­ dan, oksijenimiz biterdi. Gerçi daha acil bir sorunumuz vardı. “Dur!” demeyi başardım, kelimeler kuruyan gırtlağımdan koparak çıkmıştı. “Bir dalga daha olabilir.” “Dalga mı?” Kafasının karıştığı sesinden belliydi. “Boyutlar arası ulaşımda muazzam enerji açığa çıkar, Bin­ başı. Bir dalga daha olursa ve metal zeminde dururken yaka­ lanırsanız, ölürsünüz.” Bir an duraladı. “Sen nereden bili...” “Önemli değil.” Gözlerimi kapatıp nefesimi toplamaya ça­ lıştım. O sırada acil durum ışıkları tekrar yandı. Fazla aydınlık değildi ama etrafı görmeye yetiyordu. Binbaşının yüzü asık ve gergindi. Tekrar bana baktı ve bir an için konuşmadan durduk. Aynı anda, metalin çığlığı uzay gemisinde yankılanıp kap­ sülü sarstı. Hâlâ İkarus’a bağlıydık. İkimiz de başımızı kaldı­ rıp geri sayım saatine baktık -hâlâ ışık yoktu. Kapana kısıl­ mıştık. Önce karşımda oturan Binbaşıya, ardından aşağıdaki metal ızgaraya baktım. Izgaranın üzerinde dururken, bir dalga daha gelirse, hiç şansım yoktu -am a gemiye bağlıyken, bir dalga daha geldiği takdirde, kapsül zaten parçalanacaktı. Yap şunu. Düşünme. 62

B o n i rTi U / a k

Y ı i d ı/ ı m

Kayışları asılarak açtım ve yere atladım. Binbaşı itiraz etti ama onu duymazdan gelip kapının yanındaki kontrol pa­ neline yöneldim. İkarus’a neler olduğunu bilmiyordum ama sonuncusu gibi bir dalga daha geldiği takdirde, uzay gemi­ sine bağlıyken yakalanmanın iyi olmayacağından emindim. Acil durum enerjisini kullanıp ayrılma ve ateşleme dizisini başlatmam, sonra tekrar emniyet kemerimi bağlamam yeterliydi; ardından kurtarma gemisi gelene kadar güvende ola­ caktık. Yapabilirsin. Simon ’u düşün yeter, kullandığı aletleri ve sana öğrettiklerini. Şeyden önce... Derin bir nefes alıp kontrol

panelini açtım. Dedikodu dergilerine taşıyacak malzeme vermeyecektim hani? Dirseklerime kadar devrelere dalmış haldeyken çekil­ miş tek bir kare bile, aylarca deliler gibi haber yapmalarına yeterdi. Benim sınıfımdan hiçbir erkek, kadın ya da çocuğun, böyle bir şey yaparken görülmediğine emindim. Başkaları ne yapmaları gerektiğini bilemezlerdi zaten, be­ nim kadar bilemezlerdi. Panelin gerisindeki gökkuşağı renkli kablo yumağını dışarı çekip inceledim. Renklerin bir anlamı olduğuna emindim ama bu sistemi tanımadığım için, elimle takip etmem ve kargaşa­ nın içinde istediğim iki tanesini bulmam lazımdı. “Yardım lazım mı?” Gergin ama kibar bir soruydu, hiç renk vermiyordu. İrkilip kendime geldim. “Cephede teknisyenlik yapmadıysan nasıl yardım edeceksin? Duyduğum kadarıyla orada am­ pul bile yokmuş, o yüzden hiç sanmıyorum.” 63

K a u fm a n

/

S p o o n e r

Arkamdan belli belirsiz bir ses, boğuk bir üfleme geldi. Bana mı gülmüştü az önce? Omzumdan geriye baktım, gözlerini hızla tavana kaçırdı. Tel kesici yoktu, o yüzden tırnaklarımı kullanmak zorunday­ dım. Simon’un sahip olmadığı bir avantaj çıplak elle telleri sıyıramazdı o. Ayrıca gerilimli bir devreyi dişiyle koparmaya da cesaret edemezdi. Arkamdaki Binbaşının sesi çıkmıyordu; omzumdan geriye ikinci bir gizli bakış attığımda, gözleri hâlâ tavandaydı. Ona eskisi kadar gıcık olmuyordum sanki. Hayatımı kurtarmıştı sonuçta, kaçış kapsülüne gitmeye vakti kalıp kalmayacağını da bilmeden üstelik. Bunu ona söyleyemezdim. Döndüğümüzde anlatacak bir şeyimiz olmaması lazımdı, bunu garantiye almam lazımdı. Benim hayatı boyunca karşılaştığı en kötü insan olduğumu düşünmeye devam etsindi. Ama nedendir bilmem, bir grup yeşil beyaz teli soyduktan sonra, içimden sohbet etmek gel­ di. Amacım gönül almaktı aslında ama niyetimin iyi olmasına rağmen, her zamanki gibi zehir zemberek bir laf ettim. “Cephede, taşıtları böyle düz kontak yapmıyor musunuz...” İki teli birbirine sürtünce roketler anında ateşlendi ve kap­ sül, uzay gemisinden sapanla fırlatılmış gibi uzaklaştı. Sura­ tıma doğru hızla yaklaşan duvarı ancak bir anlığına gördüm, ardından bütün evren karanlığa gömüldü.

64

“O an ne olduğunu düşündünüz?" “Bilmiyorum. Kapsülde iletişim cihazı yoktu.” “Tahmin etmeye çalışmadınız mı?” “Biz,

sağlam verilerle hareket etm ek üzere eğitildik."

“Ama elinizde sağlam veri yoktu.” “Yoktu." “Planınız neydi?” "Oturup beklemek. Beklemek dışında yapılacak bir şey yoktu.” “Ve ardından neler olacağına bakmak.” “Ve ardından neler olacağına bakmak.”

BEŞ TARVER

KAPSÜL, UZAY GEMİSİNDEN SÜRATLE UZAKLAŞIRKEN

yalpalayıp sabitlendi. Fırıldak gibi dönmediğimizi görünce, kayışlarımı çözme riskini göze aldım. Yerçekiminin gücü çoktan yarı yarıya azalmıştı, yakında tamamen gideceğini bil­ diğim için zemindeki tutunma kayışlarından birine ayağımı geçirip Bayan LaRoux’nun yanında diz çöktüm. Yerde yatmış, olduğu yerde kıpırdanıp inliyordu. Kendine gelmeden söylen­ meye başlamıştı bile. Bu da beni nedense hiç şaşırtmamıştı. Elbisesinin önünde baştan çıkartıcı bir görüntü oluşsa da beni azarlayan sesi kulaklarımdaydı. Dolayısıyla ellerimi koltuk altlarına yerleştirdim ve ayağa kalkarken onu da kal­ dırıp koltuklardan birine yerleştirdim. Bana yaslanıp ağzında anlaşılmaz bir şeyler gevelerken ben, kollarını kayışlara geçi­ rip sımsıkı bağladım. Kayışa biraz daha asılma dürtüsüne karşı koymam bile, 67

Kf.ıul'mon

/

8 p o o n (ir

tebrikleri hak ediyordu bence. Göğüs kayışını kontrol edip eğildim ve ayak bileklerini, onlara ayrılan plastene mandala doğru ittim. Bayan Lilac LaRoux’nun bacaklarına biraz faz­ la yaklaşmış olabilirdim. Ayrıca, ayağındaki bu şeylerle nasıl yürüyordu bu kız? Kapsül bir kez daha sarsılınca güçlükle yutkunup yukarı uzandım, sırt çantamı bölmelerden birine tıkıp kapağı sertçe kapattım. Ardından onun hemen karşısındaki koltuğa kendimi atıp kayışlara asıldım, ayak bileklerimi iterek mandallara yer­ leştirdim. Aceleyle bacaklarımı yerlerine geçirirken fazla sert vurduğum için sol mandal çıt diye kırılırken, sağdaki dayandı. Yerçekimi tamamen ortadan kalktı, emniyete alamadığım ba­ cağımı yukarı kalkmaması için germek zorunda kaldım. Lilac LaRoux’mm öne düşen başım inceledim. Bunu yap­ mayı nereden öğrendin? Hayatım boyunca -bırakın son tekno­

loji kaçış kapsülünü düz kontak yapıp çalıştırmayı- devrelerin nasıl işlediğini bilen bir zengin çocuğuyla karşılaşmamıştım. Bu yönünü kendine saklamayı çok iyi başarmıştı anlaşılan, et­ rafında dört dönen paparazzilerin bile haberi yoktu. Stabilizatör füzeler ateşlenip ikimizi de kayışlarımıza doğru fırlatırken, LaRoux bir kez daha inledi. Kapsül tit­ redi ve pencereden görülen takımyıldızlar sabit noktalara dönüştü. Hazırdık artık. îkarus ’ta ciddi bir sorun olduğunu anladığım anda, mideme bir yumruk indi sanki. Bayan LaRoux’nun başının gerisindeki lombozdan, durağan takımyıl­ dızların önündeki uzay gemisinin karaltısını görebiliyordum. Savruluyordu. “Ne yaptın sen?” Uyuyan güzel uyanıp şiş olmayan gözüy­ 88

B o nirıı U / o k Y d d ı/ ı m

le bana dik dik baktı. Birkaç saat içerisinde mosmor bir göze kavuşacaktı. “Emniyet kemerlerinizi bağladım, Bayan LaRoux,” dedim. Kaşları daha da çatıldı, öfkelenmek üzereydi; ben de, kendi sinirlerimin ondan geri kalmayacak şekilde tepeme çıktığım hissettim. “Merak etmeyin, ellerimi kendime sakladım.” O ana kadar nezaketi elden bırakmamıştım ama kendi ses to­ numdaki gizli manayı, onun kadar ben de duyabiliyordum. Para versen, aksini düşünmezdim zaten.

Bakışları sertleşti ama buz gibi bir sessizlikten başka tepki vermedi. Omzunun üzerinden, İkarus’un savrulmaya devam ettiğini gördüm. Gözümün önünde, manzara güvertesinin penceresinden yıldızların bulanıklaşıp durulduğu, birinci sınıf salondaki kitaplığın raflarından kitapların düştüğü, masa ve sandalyelerin devrildiği canlandı. İkarus olduğu yerde dönüyordu, hiçbir şeyin gücünün buna yetmemesi gerekirdi oysa. Pencerenin ötesinde uzanan derin uzay parçasında, uzay gemisinden ayrılmış başka kaçış kapsü­ lü de yoktu. Diğerleri görüş alanından çıkmışlar mıydı? Göz ucuyla, muazzam bir cisim gördüm. Daha önce gördüğümün aynısıydı -parlak ve yansıtıcı. Işık nereden geliyordu acaba? Derken kapsül dönmeye başladı ve ben, yıldızlarla dolu ka­ ranlık dışında bir şey göremez oldum. Yerdeki metal kafesi ve başımızın üzerinde duran, kapsülü yapanların kapatma zahmetine girmedikleri, devreleri çiviyle sabitlenmiş metal plakaları inceledim. Diğer kapsüllerin çok farklı olduğuna emindim. Onlar yumuşak ve pahalıydı. Yine de ben, yukarıdakilerdense bu sağlam ve kullanışlı kapsülde 69

K a u fm a n

/

o p o o n o r

olmayı tercih ederdim. Kapsül bir kez daha sarsıldı, sensörlerini ve itici motorları kullanarak uzayda sakin sakin süzülmesi gerekiyordu oysa. Programlamasını bozan bir şeyler vardı. Karşımdaki Bayan LaRoux’ya baktım, bir anlığına göz göze geldik. Hem yorgun hem de sinirliydi ve bir terslik ol­ duğunun o da benim gibi farkındaydı. Yine de ikimiz de ses­ sizliği bozmadık ya da tersliğin ne olacağına dair tahminlerde bulunmadık. Saçları toplandıkları süslü lülelerden kurtulmaya ve sıfır yerçekiminde, başının çevresinde yelpaze gibi dağılmaya baş­ lamıştı. Suyun altında gibiydi. Giderek moraran gözüne rağ­ men çok güzel görünüyordu. Derken, kapsülün şiddetle sarsılmasıyla yakaladığımız o bir anlık barış tuzla buz oluverdi. Titreşim arttıkça metal uğuldamaya, botlarımın tabanından beni sarsmaya başladı. Başımı kaldırınca pencerenin dışında bir parlaklık gördüm; ardından otomatik kalkan, dışarıdan aldığı bir veriyle, kayarak görüntüyü kapattı. Parlaklık. O ışığın nereden kaynaklandığını biliyordum ar­ tık. Kapsülü neyin sarstığım, uzayda tembel tembel gezinip süvarisini bekleme talimatına uymak yerine, olduğu yerde dönmesine ve bükülmesine neyin sebep olduğunu. Bu bir gezegendi. Gördüğüm parlaklık, bir yıldızın ışığı­ nı yansıtan bir gezegenin atmosferiydi ve yerçekimi, kapsülü aşağı çekiyor, rehber sistemlerini bozuyordu. İniş yapıyorduk, o da tek parça halinde ineceğimizi varsayarsak tabii. Şanslıy­ sak, iniş yapacaktık. Bayan LaRoux’nun dudakları kıpırdadı ama ne dediğini 70

B o n i rn

IJ . / a k

Yıldızı

i ti

duyamadım -uğultu çok yüksekti; kapsülün içindeki sıcaklık arttıkça gürlemeye, ardından da kükremeye dönüşüyordu. “Dilini damağına yapıştır!” dedim avaz avaz bağırarak. Antik Çince konuşuyormuşum gibi kaşlarını çatarak bana baktı. “Çeneni gevşet. Dişlerini kırmak ya da dilini ısırmak istemezsin herhalde. Çarpmak üzereyiz!” Kapsülün içindeki yerçekimi önce kaybolup sonra birden geri gelince kayışlar göğsümü kesti ve ciğerlerimdeki bütün hava, kendi kulaklarımın bile duymadığı boğuk bir feryatla boşaldı. Atmosferi yarıp geçerken, kapsülün dışındaki hava akkor ısısına ulaşmıştı büyük ihtimalle. Gezegenin yerçekimi alanı­ na girmiştik ama aşağı inerken kazandığımız ivme yüzünden kayışlarımıza abanırken havada asılı kalmıştık. Bir an için Ba­ yan LaRoux ile göz göze geldik -ikimiz de konuşamayacak kadar sarsılmış haldeydik. Ancak bir saniyeliğine, kızın beklediğim gibi çığlık çığlığa bağırmak yerine, sessiz kaldığını fark etme fırsatım oldu. Ar­ dından gelen darbeyle başımı arkadaki yastığa öyle sert vur­ dum ki dişlerim birbirine çarptı. Göğüs kayışımı tuttuğumu başparmağım yerinden çıkacak gibi olunca anladım. Paraşüt açıldı. Havada süzülmeye başladık. Kapsülün yerle temas etmesini beklerken, ani sessizlik uza­ dıkça ikimiz de gerildik. Paraşütün çarpmanın etkisini yete­ rince azaltıp azaltmayacağı, gezegenin yüzeyine yapışmamıza engel olup olmayacağı belli değildi. Kulakları sağır eden bir çarpışma oldu, bir şey kapsülün dış yüzeyine tırmalarcasına sürtündü ve ardından tepe taklak 71

K a u fm a n / Spoorıer olup dönmeye başladık. Kilitli dolaplar açıldı, sırt çantam dı­ şarı fırladı. Bizi dinleyen biri varsa, çantanın bize çarpmaması için dua ettim. Kapsül bir kez daha sarsıldı, çılgınca sekerek sağa sola yal­ paladı. Emniyet kemerime tekrar tekrar yapıştığım, öne arka­ ya savrulduğum bir dünyada kapana kısılmış durumdayken, nihayet hareket durdu. Ancak bir iki kez hızla nefes aldıktan sonra, durduğumuzu idrak ettim. Hangi tarafın yukarı oldu­ ğundan emin değildim ama kayışlarımdan asılı kalmadığıma göre, düz duruyor olmalıydım. Sanki bir izdiham yaşanmış ve herkes üzerime basıp geçmişti. Kafamı yavaş yavaş toplama­ ya, neler olup bittiğini anlamaya çalıştım. Nasıl olduysa, akla hayale sığmayacak bir şekilde, iniş yapmıştık. Nereye indiği­ miz umurumda değildi. Hayattaydım. Ya da ölüp cehenneme düşmüştüm; cehennem de Lilac LaRoux ile paylaştığım bir kaçış kapsülüydü. Başta ikimiz de konuşmadık ama kapsül kesinlikle sessiz değildi. Kendi nefes alış verişlerimi duyuyordum, sert ve bo­ ğuktu. O kesik kesik ve zor nefes alıp veriyordu -ağlamamaya çalışıyordu sanırım. Kapsülün soğurken çıkarttığı tık tık sesi, giderek yavaşlayıp yumuşadı. Her tarafım acıyordu ama el ve ayak parmaklarımı büküp gerdim, kayışın izin verdiği kadar yer değiştirip gerindim. Ciddi bir hasar yoktu. Bayan LaRoux’nun başının aşağıda olmasına, bir tutam kızıl saçın yüzünü örtmesine rağmen, nefes alıp verişinden hayatta ve kendinde olduğunu anladım. Elini uzatıp kayışı açmaya davrandı. Ben “Dur,” deyince donup kaldı. Kulağa nasıl geldiğinin 72

B enim

Uzak Yıldızım

farkındaydım -em ir gibi. Biraz daha yumuşatmayı dene­ mem lazımdı. Kabadayılık yapmaya gerek yoktu. Ona söz geçiremezdim zaten. “Tekrar yuvarlanırsak, ikimizin de sav­ rulmasına gerek yok, Bayan LaRoux. Şimdilik olduğunuz yer­ de kalın.” Kendi kayışlarımı açıp omuzlarımı oynatarak onlar­ dan kurtuldum ve dikkatle ayağa kalktım. Başını kaldırıp bana baktığında bir an için, ne yaptığını unutup ona acıdım. Savaş alanında gördüğüm beyaz, süzül­ müş, ifadesiz yüzlerin aynısıydı. İki sene önce ben de acemi askerdim. Bir sene önce ilk kez savaş alanına çıkmıştım. Çavuşum koluma yapışıp beni tuğla bir duvarın arkasına sürükleyene kadar, ben de aynı böyle do­ nup kalmıştım. Bir saniye önce başımın durduğu noktada bir lazer, delik açmıştı. Bu şekilde tepki verenlerin bazıları dağılıp giderken, ba­ zılarımız da tünelin diğer taraftan çıkıp iyi birer asker olu­ yorduk. Boynunda, küpelerinin arkasının derisine saplandığı nokta­ da bir damla kan vardı. Yüzü öyle solgun ki daha konuşmadan ne diyeceğini biliyordum. “Kusacağım galiba,” dedi, boğuluyormuş gibi bir fısıltıyla ve ardından dudaklarını birbirine bastırdı. Asılma kayışları­ na uzanıp tutundum ve yanlara açtığım ayaklarımın üzerinde ağırlığımı değiştirdim. Kapsülü sallayamadığıma göre, sağ­ lam duruyor demekti. “Pekâlâ,” dedim, ilk donup kaldığımda bende işe yarayan tatlı ses tonunun aynısıyla. Önünde tek dizimin üzerine çöküp kayışlardan kurtulmasına yardım ettim. “Pekâlâ, biraz dayan, 73

K fj u Prrı a n / S p o o n o r

burnundan nefes al.” İnleyerek alelacele kayışlardan kurtuldu, metal ızgaranın üzerinde diz çöktü. Kesin iz kalacaktı. Yedek koltuğu kaldırdım; tahmin ettiğim gibi, altında bir depo alanı vardı. Alet kutusunu çıkartıp kenara koydum. Ne yapmaya çalıştığımı anlayıp eğilerek bölmenin kenarlarını kav­ radı, öğürürken sırtı kamburlaştı. Onu kendi haline bırakıp bu şeyin her tarafına yerleştirilmiş kilitli dolapların ve bölmeleri­ nin kapaklarını çekip açma işine giriştim. Su tankı vardı, gümüş renkte azık paketleri, kızıl haç işaretli bir ilk yardım çantası, alet kutusu. Pis bir bez parçası buldum ve başını kaldırdığı sırada, ona uzattım. Beze şüpheli bir bakış attı -neyse ki çenesi henüz işlemeye başlamamıştı- sonra bezi parmak ucuyla tutup en te­ miz köşesine ağzını sildi. Bilinmeyen bir gezegene düşercesine inmiştik, gözü mo­ rarmak üzereydi, midesindekiler şu anda koltuğunun altındaki depo dolabındaydı ama o hâlâ üstünlük taslama ihtiyacı his­ sediyordu. Öksürerek gırtlağını temizlemeye çalıştı. “Mekikler bizi ne zaman bulur dersin?” İkarus’un hâlâ iyi durumda olduğunu sandığını fark ettim -biz konuşurken, gemiyi onarmaya çalıştıklarını. Yüzey ara­ cının bizi her an almaya geleceğini sanıyordu; bunun göz açıp kapayana kadar bitecek bir kâbus olduğunu. Şahit olduğum sahneyi anlatmayı düşünürken, ona eskisi kadar gıcık olmadı­ ğımı hissettim. İkarus’un düştüğü, bu gezegenin atmosferin­ de yuvarlandığı, yerçekimine karşı boşuna mücadele verdiği sahne. Hayır, bunu duymanın onu histerik bir ruh haline sokmak­ 74

E>o n i m l J / a k Y ı l d ı z ı n ı tan başka bir faydası olmayacaktı; birinci sınıfın salonunda tanıştığım herhangi bir yolcuya faydası olmayacağı gibi. Bazı şeyleri kendime saklamak en iyisiydi. “Her şeyin bir sırası var,” dedim, ona su verebileceğim bar­ dağa benzer bir şey ararken. Bu yöntem acemi erlerde de işe yarıyordu -katı, ciddi; arkadaşça olmasa da tasasız bir ses to­ nuyla onları odaklanabilecekleri işlere yönlendirmek. “Önce burası hakkında neler öğrenebileceğimize bakalım.”

Konuştuğum sırada, pencerenin ısı kalkanlarının kayarak açılmasını izledim ve dışarıya bakarken göğsümde bir şey ha­ fifledi. Ağaçlar. “Şansımız varmış. Burası terraform* geçirmiş. Dışarıdaki havanın kalitesini kontrol eden sensörler vardır mutlaka.” “Var,” diye onayladı. “Ama elektrik dalgası yüzünden yan­ dılar. Sensöre ihtiyacımız yok gerçi. Hava güvenli.” “Bu kadar emin olmanıza sevindim, Bayan LaRoux,” diye çıkıştım, kendime engel olamadan. “Bir aletin söylemesini tercih ederim yine de. Kapsamlı eğitiminize güvenmediğim­ den değil.” Gözleri kısıldı; eğer bir insan karşısındakini bakışlarıy­ la öldürebilseydi, zehirli atmosfer dert edeceğim en son şey olurdu. “Havayı soluyoruz zaten,” diye karşılık verdi gergin bir tonla. Tek elini kaldırıp ayaklarının dibindeki dolabı işaret etti. Gösterdiği yere bakmak için çömelince bir an ciğerlerim sıkıştı, soluk alamadım. Yukarıdan bakınca görmek mümkün * Yaşam için gereken koşullan yerine getirmek için bir gezegenin yüzeyinde ve atmosferinde değişiklik yapmak. 75

KmılYmırı

/

Spoonor

değildi ama kapsül kocaman bir konserve açacağıyla açılmıştı sanki. Kimsenin öksürmeye başlamadığını hatırlattım kendi­ me ve zorla nefes aldım. “Şu işe bakın. İniş sırasında oldu herhalde.” Kendi sesi­ me kulak verdim. Sakin. Güzel. “Terraform çalışmaları ileri aşamada demek ki. Bunun anlamı da...” “Koloniler,” diye fısıldadı, gözlerini kapatıp son söylediği­ mi düşünürken. Onu suçlamıyordum. Çok geçmeden bana tercih edeceği yeni arkadaşlar bulacağına dair bir espri geldi dilimin ucuna ama işin aslı, ben de onun kadar rahatlamıştım. Buranın sahi­ bi olan şirketler, büyük ihtimalle gezegen yüzeyinin dört bir yanına koloniler yerleştirmişti. Bu da gezegenin bir yerinde, belki de yakınlarda, neler olup bittiğini merak eden birileri var demekti. Uzay gemisini kaçıranlarla ya da yağmacılarla karşılaşmayı umarak, savaşmak üzere çıkıp geleceklerdi ama onları kazadan sağ kurtulan yolcular olduğumuza ikna etmek­ te zorlanacağımızı sanmıyordum. Üzerimde üniforma olma­ saydı keşke. Uzak kolonilerde yaşayanlar benim gibilerden pek hazzetmiyorlardı. “Oturduğun yerde kal,” diyerek, ayağa kalktım ve sırt çan­ tamdaki mataraya su tankından su doldurdum. “Başımı çıkar­ tıp iletişim düzeneği çalışıyor mu diye bakacağım.” Tek kaşını kaldırdı; dudağının kenarı, darmadağın saçla­ rına, kana ve moraran gözüne rağmen, üstün olduğunu ima etmeyi başaran minik bir gülümsemeyle kıvrıldı. Bu gülümse­ me, onun gibiler yüzünden yaşadığım küçük düşürücü anları hatırlatınca tüylerimin diken diken olduğunu hissettim. 76

Ben im

Uzak Yıldızım

“Binbaşı,” dedi, bir çocukla konuşuyormuş gibi, “tek yap­ mamız gereken oturup beklemek. İletişim düzeneği bozulmuş bile olsa, kolonilerde yaşayanlar kazayı görmüştür. Babamın ekibi çoktan yola çıkmıştır zaten.” Birilerinin gelip beni kurtaracağından emin olabilseydim keşke ama geçmişte buna bir kez olsun güvenemedim. Ben, LaRoux’nun tek çocuğu değildim gerçi. Onu koltuklardan birine oturmuş eteğini artistik bir şekilde düzeltip ellerini kucağına birleştirirken bırakıp kapıya yönel­ dim. Kapıyı, bükülen çerçevesinden ayırmak için bütün ağır­ lığımı vererek omzumla açmam gerekti. Kafası bozulduğunda Bayan LaRoux’nun çıkartacağı türden sesleri andıran, acıma­ sız bir gıcırtı çıkarttı. Dışarıda her şey sessizdi. Serin hava yoğundu -daha yeni kolonileştirilen gezegenlerdeki gibi ince ve yetersiz değildi. İşin aslı, hayatımda böylesine saf bir hava soluduğumu hatır­ lamıyordum, kendi gezegenimde bile. Bu düşünceyi bir kena­ ra ittim. Kendi gezegenime, aileme ait düşüncelerle aklımın karışmasına izin veremezdim. Galaksideki en zengin kızın ya­ nındaydım ve babası çıkıp geldiğinde, bizi kolay bulacakları bir yerde olduğumuzu garantilemem lazımdı. Kuş ya da hareket halinde vahşi hayat olduğunu işaret eden börtü böcek sesi duyulmuyordu. Gerçi kapsül, etrafı saran ağaçlan neredeyse bir kilometre boyunca yarmış; yarık bo­ yunca uzanan koca ağaçlar, çamura dümdüz yapışmıştı. Ye­ rel fauna ağaçlara çıkıp çukurlara inerek, dünyanın sonunun gelmesini bekliyordu belki de. Ağaçlar uzun ve düzdü, alt gövdelerinde neredeyse hiç 77

Kaufman / Spooner

dal yoktu. Taze ve temiz, keskin kokulu yapraklan koyu yeşil renkteydi. Bu ağaçları daha önce de görmüştüm. Teknik adlannı bilmiyordum ama biz onlara sınk ağacı diyorduk. Terraform tayfası organik çamuru temizleyip temel toprak katmanını hazırladıktan sonra, ilkin bu ağaçlan getirirdi. Hızla büyür ve uzun, düz gövdeleriyle iyi inşaat malzemesi görevi görürlerdi. Süs ve mahsul amaçlı ağaçlar daha sonra dikilirdi. Dolayısıyla, bu nerede olduğumuza dair ilk ipucuydu belki de. Sınk ağaç­ lan dışında pek bir şey göremediğime göre, zengin atmosfere rağmen büyük olasılıkla yeni sayılabilecek bir gezegendeydik. Ağaçlar, ekosistemin bir süredir var olduğunu işaret edecek kadar büyüktüler. Aslında, kocaman olmuşlardı, o güne dek gör­ düğüm bütün sınk ağaçlanndan daha büyüktüler. Normale göre en az yanm boy fazla uzanıyorlardı gökyüzüne, uzun ince tepe­ leri dalların ağırlığı altında eğiliyordu. Nasıl olmuştu da bu kadar uzamışlardı acaba? Terraform ekibi gezegene, sınk ağaçlannı ekosistemden çıkartacak bir sürü başka tür getirmiş olmalıydı. İletişim düzeneğine dair bütün umutlanm, bir bakışta ceva­ bını buldu. Kopmuştu ve elektrik dalgasıyla kızarmadıysa ya da atmosfere girdiğimiz sırada yanmadıysa da, yıkıp geçtiğimiz alanda bir yerde, parçalarına ayrılmış şekilde yatıyordu büyük olasılıkla. Dolayısıyla huysuz prenses belki de haklıydı, baba­ sı her an çıkıp gelebilirdi ama bizi, gezegenin dört bin yanma dağılmış on bin enkaz parçası arasında nasıl bulacaktı? Daha büyük bir kaza alanı, daha kolay göze çarpan bir yer bulmamız lazımdı. Böylece kurtarma ekibinin mutlaka iniş yapacağı bir noktada olurduk. Etrafımdaki devrilmeyen ağaçları inceledim. Normal sırık 78

B o n i m lJ / a k Y ı l d ı z ı m

ağaçları gibi, yukarıya doğru daralıyorlardı; bu yüzden uzak­ lara bakabilmek için yukarı tırmanma ihtimalim sıfırdı. Bayan LaRoux benden hafifti ve tırmanabilirdi belki ama sırf düşün­ cesiyle bile yüzüme istemsiz bir gülümseme yayıldı. Hadi, Bayan LaRoux. Gece elbiseniz ağaçlara uyuyor. Doğa tanrı­ çası tarzı, Corinth ’te fırtınalar kopartacaktır, inanın. Hayatı

boyunca bir tek gerçek ağaç görmüş müydü acaba? İşte o zaman, felaketin ortasında dikilmiş, kayışlara öne arkaya dayanıp durmaktan her tarafımın acıdığı ama bir yan­ dan da salak gibi sırıttığım sırada, birden fark ettim -bu durum hoşuma gidiyordu. Haftalarca göğsümde madalyalarla, yap­ macık insanlarla birlikte uzay gemisinde kapana kısılıp kal­ dıktan sonra, kendimi evimde hissediyordum. Güneş o tarafa doğru battığı için batı dediğim yönün epey ilerisinde bir tepe vardı. Zemin yükseliyordu ve şansımız ya­ ver gittiği takdirde, ihtiyacımız olan görüş açısını bulabilirdik. Uzun bir yürüyüş olacaktı. Belki de yeni kavuştuğum keyif­ li ruh halim yüzünden, parçalanmış kapsüle tekrar girerken, içerideki kız için bir parça üzülüyordum. Ben kendi dünyama dönmüş olabilirdim ama o kendi dünyasının dışındaydı. Bu­ nun nasıl bir his olduğunu gayet iyi biliyordum. “İletişim aletleri işe yaramaz dürümdalar,” dedim. Gözyaşı beklemiştim ama o bunu zaten biliyormuş gibi, başıyla onayladı. “İşe yaramayacaklardı zaten. Elektrik dalga­ sı sırasında, devrelerin çoğu kısa devre yaptı.” Bunu nereden bildiğini sormak istedim, yaptığı şeyi ne­ reden öğrendiğini ama onun yerine dudaklarımdan şu soru döküldü: “Neydi o? Dalga?” 79

K aufm an / Spooner Tereddüt etti, bakışları pencerenin dışındaki ağaçlardaydı. “İkarus çıkmaması gereken bir zamanda, hiperuzaydan koptu. Bir şey oldu, ne olduğunu bilmiyorum. Hiperuzay sıçramalarını okulda öğretmediler mi size?” Sesinde bir küçümseme vardı ama cevap vermemi beklemeden devam etti. Bana uyardı; hi­ peruzay hakkında tek bildiğim, insanı A noktasından B nokta­ sına iki yüz sene beklemeden götürebileceğiydi. “Uzay gemisinin boyutlar arasında, uzayı katlayarak yaptı­ ğı geçişe muazzam miktarda enerji dâhil oluyor.” Bana şöyle bir baktı, anlayıp anlamadığımı çıkartmaya çalışıyordu sanki. “Genelde uzay gemisi hiperuzaydan ayrılırken, bu enerjinin geri tepmesini engelleyecek uzun bir adımlar dizisi olur. Her ne olduysa İkarus, hiperuzaydan erken koptu.” Roderick LaRoux’nun, galaksideki en büyük, en iyi hipe­ ruzay donanmasının mühendisinin kızının, bunları bilmesi beni şaşırtmamalıydı aslında. Ancak onun ruhsuz kahkahası ve ağır hakaretleriyle, fizik dersine iki saniyeden fazla dikka­ tini verebilen birini birleştirmek kolay değildi. Hiperuzayda seyahat etmenin bu kadar büyük tehlikeler içerdiğini bilmiyordum elbette. Daha önce böyle bir şeyin ol­ duğunu da duymamıştım zaten. Hem de hiç. Yaptığı açıklamayı zihnimde tarttım. “Hiperuzaydan erken koptuğumuza göre, galaksinin herhangi bir yerinde olabili­ riz?” İletişim yoktu. Nerede olduğumuza dair en ufak bir ipu­ cu yoktu. Durum giderek güzelleşiyordu. “İkarus’un yedek enerji sistemi devreye girdi,” dedi Bayan LaRoux soğukkanlı bir edayla. “Acil durum çağrısı yapmışlardır.” 80

B e n im Uzak Yıldızım

O dalgadan sonra iletişim odasındakilerden hayatta kalan olduysa tabii. Bunu sesli dile getirmedim gerçi. Bir an önce

kurtulacağımıza inanması daha iyiydi. Zorlandığına emindim. “Batıda bir yamaç var. Hava kararmadan oraya tırmanıp hangi tarafa yönelmemiz gerektiğini anlamaya çalışacağım. Bir iki azık çıkartabilirim istersen, beklerken kamın acıkır belki.” “Gerek yok, Binbaşı,” dedi, ayağa kalkarken. Topukların­ dan bir tanesi zeminin ızgaralarından kayınca yüzünü ekşitti. “Sizinle geliyorum. Size benden kurtulma fırsatı vereceğimi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz.” Hissettiğim acıma duygusu da böylece kaybolup gitti. Ondan kurtulmak mı? Vicdanım ve görev duygum böyle

bir şeye izin verirdi sanki. Galaksi onsuz daha güzel bir yer olurdu, bana kalsaydı. Aynı kapsülde olduğumuzu kim bile­ cekti zaten? Benim dışımda. Ben biliyordum ve bu da yeterliydi. “Bilemiyorum, ayakkabılarınız...” diyecek oldum ama la­ fımı kesti. “Ayakkabılarımda bir sorun yok, Binbaşı.” Yeri süpürerek ilerledi ve topuklarını, mucize eseri, ızgaralardan tekrar kay­ dırmadan basamaklardan indi. Başı yukarıda, omuzları geride, hareketleri saçmalık derecesinde zarif -balo salonunun dans pistine iniyordu sanki. Yeni krallığını incelemesi için, onu bırakıp kapsüle tırmandım ve sırt çantamı açıp içindekileri karıştırdım. Hepimizin taşıdığı acil durum malzemeleri var­ dı içinde. Çantayı, son iki senedir bunca farklı yere taşıdığım için hiç bu kadar minnettar olmamıştım. Çantamda olması gerekenler vardı: şifreli hafıza kartmda81

Kaul'nıan

/

Sp'oorıor

ki gizli bilgilerim, el feneri, su arındıran matara, kibrit, tıraş bıçağı, birkaç şahsi eşya -evden birkaç resim ve not defterim. İkarus’tayken, belimde görünecek şekilde silah taşımak kaba­ lık olacağı için, Gleidel’itn de çantamdaydı. Tek elimle kabzasını kavrayıp silahı çantadan çıkarttım ve kinetik pilin düzgün çalıştığından emin olmak için çabucak şarjı kontrol ettim. Burada olduğumuz süre boyunca, şarjın bitmesinden endişe etmeme gerek yoktu. Tekrar kılıfına ko­ yup kemerime bağladım, sonra da tepedeki kilitli dolaptan bir iki azık paketi kaptım. Bayan LaRoux’nun attığı yerden mataramı da aldıktan sonra, tekrar dışarı çıktım ve kapıyı ar­ kamdan zorlayarak çekip kapattım. Burada yaşayan canlılara, erzakımızla kendilerine ziyafet çekerek davetsiz misafirlerin­ den intikam alma şansı vermeye gerek yoktu.

Bu yürüyüş hayatım boyunca yaptığım en korkunç şeylerden biriydi. Sık çalılara, üzerinden atlamamız gereken devrik ağaçlara ve kıyafetlerime yapışıp derimi çizen sert ağaç kabuklarına rağmen, zorlu bir parkur değildi. Sıcaklık, ter damlalarının omurgamdan aşağı süzülmesine yetecek kadar yüksekti ama havada aynı zamanda ciğerlerimi sızlatacak kadar bir serinlik de vardı. Bitkilerin hiçbirini tammasam da tamamen yabancı değildiler -biraz farklıydılar yalnızca, alışkın olduklarımdan bir parça değişiktiler. Ayak bileklerimi burkabileceğim çukur­ lar ve oyuklar; gömleğimi dişleyip kolumu daha sonra yaka­ cak dikenler bırakan iğneli bitkiler vardı. 82

Benim

Uzak Yıldızım

Bunların hiçbiri sorun değildi. Sorun, topuklu ayakkabılarıyla bana yetişmeye çalışan Ba­ yan LaRoux’ydu. Neden kapsülde kalmamıştı sanki, onsuz çok daha hızlı ilerlerdim. Ama arkama dönüp ona geri dön­ mek isteyip istemediğini her sorduğumda, bana buz gibi bir bakış atıp dudaklarını inatçı bir ifadeyle sıkıyordu. Engellerin üzerinden aşması için ona elimi uzattım. Gerçi bir çukura yuvarlansa, çıkartma zahmetine katlanır mıydım, emin değildim artık. Başlarda sanki deri yoluyla bir tür has­ talık kapacakmış gibi bakıyordu elime. Bu yürüyüş boyunca, çayırda gezintiye çıkmaktan farkı yokmuş gibi davranmaya kararlıydı anlaşılan. Ancak birkaç kez yuvarlanmaktan kıl payı kurtulunca, ara ara parmaklarını nazikçe elime dokun­ durmaya, benden yardım almak için olabildiğince az çaba har­ camaya başladı. Gergin çenesine rağmen suratı hâlâ bembe­ yazdı. Ben de bayılarak yuvarlanmaya karar verirse diye, sert zemine düşmesine engel olacak kadar yakın yürümeye gayret ediyordum. Sonunda pes edip “Dinlenmek ister misin?” diye sordum. Güneşin tepeye doğru inişine baktığımı fazla belli etmeme­ ye çalıştım. Güneş battığında dışarıda olmak istemiyordum. Karanlıkta bileğini kırmadan yürümeye uğraşan bu şımarık çocukla ormanda ilerlemek yeterince zordu zaten. Soruyu tarttı, sonra başıyla onayladı ve saçlarını ait olduk­ ları yerde toplamak için, elini başına götürdü. “Nereye otura­ cağım?” Oturmak mı? Buraya kadar sizin için cebimde taşıdığım şu rahat şezlonga elbette, Majesteleri. İyi ki sordunuz. 83

K a u l ’m a n

/ Spoonnr

Çenemi sımsıkı kapatıp aklımdan geçenleri dile getirme­ meye çalıştım. Çenemi tutmak için dilimi ısırdığımı fark edin­ ce, yüz asıldı. Küpesinin deldiği noktadan hâlâ kan sızdığını, burnunun kaçış kapsülünü düz kontakla çalıştırırken aldığı darbe yüzünden şişmeye devam ettiğini, dudaklarının çatlayıp kızardığını görebiliyordum. Tamamen dağılmamış olması bile bir mucizeydi -onun gibi birisinden dağılmasını beklerdim hâlbuki. O yüzden, aklımdan geçenleri söylemek yerine, ceketimi çıkartıp kütüklerden birinin üstüne serdim. Etekliğini savura­ rak yerleşti, ceketin üstüne oturup uzattığım matarayı kabul ettikten sonra, nazik bir yudum aldı. Matarayı elinden alıp kafama diktikten sonra kapağını tekrar kapatırken, bakışları­ nı benden kaçırdı. Açıklığın kıyısına yürüdüm, ara sıra durup çevreye kulak kabarttım. Çalılıklardaki minik yaratıkların hışırtısı geri dönmüştü ve bu sesleri çıkartan şeyler her neyse, bırakın onları görmeyi, seslerini duymaması için dua ettim. Gezegendeki vahşi yaşam, yavaş yavaş çizmeye başladı­ ğım tabloya bir bilgi katmanı daha ekledi -gezegen terraformun son aşamalarına gelmeseydi, vahşi yaşam da olmazdı. Etrafın kolonilerle dolu olması, gökyüzünün uzay mekikleri ve uçaklarla kaynaması lazımdı. Öyleyse neden çalılıkların hışırtısı, yaprakların arasından esen rüzgârın fısıltısı ve elinden geldiğince sessiz bir şekilde nefesini toplamaya çalışan Bayan LaRoux’nun sesi dışında, çıt çıkmıyordu? Dönüp geldiğimiz yoldan geri dönmesini önermek üzerey­ ken, kendi isteğiyle ayağa kalkıp ceketi alma işini bana bıraktı. Tek kelime etmeden, ağır adımlarla kaçış kapsülüne yönelme­ 84

B a n i m LJ / a k Y ı l d ı z ı m

sini beklerken, önüne geçmemi ve gittiğimiz yöne doğru yürü­ memi işaret etti. Yola çıktığımızda başını yukarıda tuttu ve bir kütüğü aşmak için elimi kabul ettiği sırada, göründüğünden daha güçlü olduğunu kabul etmek zorunda kaldım. Rahatlamıştım. Onu koruma fikri beni bunaltıyordu; omuz­ larım gergindi, midemde bir bulantı vardı. Ne kadar gıcık bir tip olursa olsun, evinden uzakta olduğu bir gerçekti. Bu du­ rumdan ancak benim yardımımla sağ kurtulabilirdi. Bazen bütün ömrümü başka insanların hayatını kurtarmakla geçiriyormuşum gibi geliyordu. Bayırın dibine ulaştığımızda, duruma hâkimmiş gibi gö­ rünme çabasına rağmen nefes nefese kalmıştı. Yine de karan­ lık çökmeden kapsüle dönmek istiyorsak, dinlenecek vakit yok demekti. Birlikte yamacı tırmanmaya başladık, onu da beraberimde çıkartabilmek için ellerini tuttuğumda, bu bir skandalmiş gibi davranmadı. Numara yapamayacak kadar yorgundu. Bayınn tek taraflı olduğunu gördük. Zemin bir tarafta eğimli çıkarken, öbür tarafta dik bir açıyla kayalık yamaçtan alçalıyordu. Zirvede ihtiyaç duyduğumuz görüş alanına tam olarak kavuştuk ve yan yana durup manzarayı seyrettik. Keşke tek başıma gelseydim. Ağzı açık kalmıştı; kesik kesik aldığı nefesler, yarı hıçkı­ rık yarı sözsüz endişe anlamına gelen bir sesle kesildi. Ağzı açık vaziyette bakakalmıştı. İkimiz de gördüğümüz şeyi algılayacak durumda değildik. Bugüne dek kimse böyle bir şeyle karşılaşmamış olabilirdi. Adını söyledim. “Lilac. Lilac. Bakma lütfen.” Alçak ve 85

K a u f m a n / S p o o n o r'

tatlı bir sesle, savaş alanındaki o acemi eri ayağa kaldırmaya, adım attırıp oradan çıkartmaya çalıştım. “Bana bak, izleme, hadi.” Ama o da, benim gibi, bakışlarını çekemedi ve ikimiz de taşlaşmış halde gözlerimizi dikip baktık. Gözlerimizin önünde, enkaz parçalan gökyüzünden uzun, yavaş kavisler çizerek iniyor, meteor yağmuru ya da füze gibi yanarak düşüyorlardı. Gösterinin asıl yıldızı bu değildi gerçi. İkarus düşüyordu. Gökyüzündeki büyük bir canavarı andırıyordu. Olduğu yerde dönüp yalpalarken, inlediğini ha­ yal ettim; bir tarafının hâlâ mücadele ettiğini, yerçekiminden kurtulmak için motorlarını ateşlediğini. Birkaç saniyeliğine havada asılı kaldı sanki, gezegenin, öğleden sonra göğünde solgun görünen aylarından birinin önünü kapattı. Ama sonra­ sında olanlar kaçınılmazdı; parçalar kopmaya devam ederken, uzay gemisi son alçalışını yapıp öldüğünde elimi yanımda du­ ran kızın omzuna attığımı fark ettim. Uzay gemisi, düzlüğün ötesindeki dağ sırasına doğru, alçalarak indi. Gökdelen büyüklüğünde enkaz parçalan uçtu ve sürtünme dayanılmayacak kadar arttığında, bir tarafi kopmaya başladı. İkarus alçalırken, kopan daha küçük ateş parçalan, kayan yıldızlar gibi gökyüzünde kavis çizdi. Dehşetle irkilerek, bunların kaçış kapsülleri olduğunu fark ettim. Düşmesinden evvel uzay gemisinden kopamayan kapsüller -içlerinde kendilerini iskele kancalanndan kurtaracak Bayan LaRoux olmayan kapsüller. İkarus, suyun üzerinde seken bir taş gibi dağlara çarpıp arkalannda gözden kayboldu. Düştüğü yerde kaldı. Birden bire etraf sessizleşti. Buhar ve siyah duman bulutla­ rı, uzaklardaki dağların ardından yükseliyordu. Birlikte, akla hayale gelmeyen bu manzaraya bakakalmıştık. 86

“Daha önce de hayati tehlike içeren şartlarda bulundunuz.” “Doğru.” “Ama böylesi olmamıştı?” "Yanımda sosyete adayı bir genç kız olmamıştı, kastettiğiniz buysa?”

“O aşamadan nerede olduğunuzu bilmiyordunuz, demek istedim.” "Önceliğim başkaydı.” "Önceliğiniz

neydi, Binbaşı?”

"Kurtarma ekibinin nereye iniş yapacağını anlamaya ve oraya ulaşmaya çalışıyordum." “Hepsi bu mu?” “Başka ne olabilir?” “Biz de bunu anlatmanızı bekliyoruz.”

ALTI LİLAC

BELİMDEN

TUTUP

BENİ

UÇURUMUN

KENARINDAN

uzaklaştırdı. Parmaklan beş ayn noktaya temas ediyordu; sert, sıcak ve fazlasıyla gergindiler. Gözlerimi kapatmışım galiba. Kapalı ya da açık, tek görebildiğim İkarus’un düşüşüydü; gökyüzündeki ateş nehri, koca buhar ve duman bulutlan. Bu görüntü, retinama kazınmıştı; başka şey göremez olmuştum. Binbaşı beni uçurumdan aşağı çekseydi, yere çarpana dek fark etmezdim. Peşinden düşe kalka ilerlerken, ayak bileklerim burkuldu; ayakkabılarımın topukları engebeli zeminde ya kayıp ya da toprağa gömülüp yürümeme engel oluyorlardı. Bayanlar ne­ den bu tür durumlara uygun giyinmezlerdi ki? Arada sırada gece elbisesinin altına yürüyüş botu giysek basma da malzeme çıkardı. Boğazımdan bir kahkaha yükselince Binbaşı omzundan 89

K c'3 u F rn a n / o p o o n o r

geriye bir bakış atıp elini koluma kaydırdı. “Biraz daha dayanın, Bayan LaRoux. Gayet iyi gidiyor­ sunuz.” İyi gittiğim falan yoktu. Bez bebeğe dönmüştüm. Ayakka­ bılarım da uyuyordu. Nerede olduğumuza ya da kapsülün ne kadar geride kaldı­ ğına dair en ufak bir fikrim yoktu ama dallardan biri suratıma çarptığında, gözlerimi tekrar kapatmak zorunda kaldım. Uzay gemisi hâlâ orada, karman çorman bir ardışık görüntü gibiydi. Gün ışığı, ağaçları neredeyse yatay bir şekilde kesip göz ka­ paklarımdaki kızıl parlaklığı ışık ile gölge arasında değiştirip duruyordu. Uçurumun kıyısında ne kadar kalmıştık? Babamın gemisi enkaza dönüşmüştü. Onun gökyüzünden düşüşünü izlemiştim. Kaç canı da beraberinde götürmüştü? İnsanların bindiği kapsüllerden kaçı fırlamamıştı? Dizlerimin bağı çözülüverdi. Binbaşı, düşmeme engel ola­ yım derken, az kalsın omzumu çıkartıyordu; zihnimin objektif kalan tarafı, bu yüzden ileride canımın fena yanacağını fark etti. Bir daha çekince sıkılı dudaklarımın arasından bir inilti çıkıverdi. Bir saniye sonra, benim yardımım olmadan, beni ormanda sürükleyemeyeceğini kabul etti sanki. Kolumu bırakmasıyla iki büklüm yere yuvarlanmam bir oldu. Yüzümün orman zeminini kaplayan yarı çürümüş balçığa gömülmesine ramak kala, dirseklerime dayanıp durdum. Kah­ ve, deri ve çöp kokuyordu -Corinth’in tatlı, homojen topraklı hologram bahçelerinden çok farklıydı. Koşullan ağırbaşlılıkla karşılama ve Binbaşıyı dağılmadığıma ikna etme çabalarım böylece boşa gitmiş oldu. 90

B e n im U z a k Yıld ızını

Birkaç saniye soluklanmaya çalıştım, nefesimin gücü yap­ rak ve toz parçalarını havalandırdı. Yanıma çömeldiğinde, elimde olmadan irkilip geri çekildim. “Lilac.” Sesindeki tatlı ton, bağıra çağıra verilen her emir­ den daha etkileyiciydi. Başımı kaldırdığımda, kahverengi gözlerinin benimkilerden çok da uzak olmadığım gördüm. İkarus’un düşüşü yüzüne kazınmıştı adeta, benimkine kazın­ dığı gibi. “Hadi, birazdan hava kararacak ve ben kararmadan evvel ikimiz de kapsüle dönmüş olalım istiyorum. Gayet iyi gidiyor­ sun ve çok az yolumuz kaldı.” Gıcıklık yapmaya devam etseydi keşke. Sempatidense, nefretle baş etmek daha kolaydı. “Yapamıyorum.” İçimde soğuk ve gergin bir şey yarıldı, nefes alırken boğulacak gibi oldum. “Yapamıyorum, Binbaşı. Benim bunlarla baş etmem mümkün değil. Ben buraya ait değilim!” Kaşlarını kaldırdı; ifadesi, yüzündeki kederin bir parçasını alıp götürdü. Rahatlamasına izin verdiğinde, yüz hatlarına ilgi çekici bir sıcaklık geldi. Her şeyden çok bu, acı ve inkârın ya­ rattığı bulanık hissi dağıttı. Derken ağzını açıp her şeyi bozdu. “Ayaklarınızın üzerinde dursanız yeter. Bu kadarını yapa­ bilir misiniz, Majesteleri?” Böylesi daha iyi. “Bana patronluk taslama!” diye parladım.

“Yalnızca bir geri zekâlı size patronluk taslayabilir, Bayan LaRoux.” Sıcaklık bir kez daha kayboldu ve Binbaşı tek bir rahat hareketle doğruldu. Birkaç adım uzaklaştı ve tamdık bir şeyler görmüş gibi, etrafımızı çevreleyen ormanı taradı. Burada kendini evinde 91

K u ı j Pm a n /

S poonci'

hissettiğinden emindim. O, bu mekânın dilinden anlıyordu. Benim bir kalabalıktaki minik değişiklikleri, çiftlerin ve soh­ betin ileri geri hareketini; sosyetenin, gökyüzündeki yıldızlar gibi, etrafımda yavaşça dönüşünü kolayca anlamam gibi. Bil­ dik. Çalışılmış. Tamdık. Ormanda bunların hiçbiri yoktu. Benim açımdan burası ye­ şil, altın sarısı ve gri bir sis bulutundan ibaretti; bütün ağaçlar diğerinin aynısıydı. Daha önce doğada bulunmuştum ama o za­ man, holografik projektörü, kusursuz bir şekilde kesilip şekillen­ dirilmiş bahçe teraslarından, kuşların öttüğü güneşli bir ormana dönüştürmek için tek yapmam gereken bir düğmeye basmaktı. Orada hava mis gibi kokar, ağaçların dallarından meyveler sar­ kardı. Toprak bol ve birömekti, kıyafetlerimi asla kirletmezdi. Üstelik zemin de üzerinde uyunabilecek kadar yumuşaktı. Küçükken babam beni o ormana pikniğe götürürdü. Katedral kubbesiyle orman malikâneymiş, ben de ev sahi­ biymişim gibi yapar, babama görünmez fincanlarla çay ikram edip incir çekirdeğini doldurmayan sırlarımı paylaşırdım. Babam ciddiyetini asla bozmaz, oyuna katılırdı. Hava ka­ rarmaya başladığında kucağında uyuyakalmış gibi yapardım çünkü o zaman beni kucağında eve taşırdı. Oysa bu orman sık ve yabancıydı, gölgelerle doluydu. Üs­ telik zeminde taşlar vardı, destek almak için yanımdaki ağaca dayandığımda kabuğu elimi çizmişti. Bu gerçek olamazdı, bir kâbustu. Binbaşı kendi kendine başım salladı; göremediğim bir kullanım kılavuzunda bir sonraki adımı okumuştu sanki. Be­ denimde öyle büyük bir kıskançlık dalgası dolaştı ki destek 92

B e n i rrı

Uza k Yıldızı m

aldığım noktalarda kolum titredi. “Kapsülün aküsü ne kadar dayanır bilmiyorum,” dedi, “o yüzden mümkün olduğunca idareli kullanmaya çalışacağız. Size içeride bir yatak hazırlarım, ışıkları söndürürüz. Yann da kurtarma gemilerine sinyal gönderme şansımız var mı anla­ maya çalışırım.” Konuşmaya devam etti, bana karşı o kadar ilgisizdi ki kendi kendine konuşuyor bile olabilirdi. “Bu gecelik stokları kontrol edelim, bir şeyler yiyip dinlenelim derim. Kapsüle çok az kaldı, yemin ederim. Ayakta durabilecek misiniz?” Kendimi itip dizlerimin üzerinde doğruldum. Durduğumuz için ayak bileklerim sertleşmişti, çığlık atmamak için duda­ ğımı ısırmak zorunda kaldım. Dans pistinde bir iki kez ayak bileğimi burkmuştum, yine de her şey yolundaymış gibi gü­ lümsemeye devam etmiştim ama bu çok farklıydı. O zaman, rahatsızlığın anında geçmesi için, tek yapmam gereken dokto­ ru çağırmaktı. Uzattığı eli savuşturdum. “Elbette ayakta durabilirim.” Acı yüzünden kelimeler ke­ sik kesik, öfkeli çıktı. Yüz ifadesi gerginleşen Binbaşı dönüş yolunda rehberlik etmek için arkasını döndü. Söylediği doğru çıkmış ve kapsül, birkaç dakika sonra, ağaçların arasından görünmüştü. Durduğum taraftan, kapsü­ lün yere çarpışının yarattığı etkiyi göremiyordum; devrilen ağaçları ve o an yattığı yere kadar yuvarlanıp kayarken top­ rakta açtığı derin yarığı... Yalnızca ağaçlan görüyor, anlaşıl­ maz bir hışırtı ve sürtünme sesi duyuyordum. Kavrulmuş plastine ve aşınmış metal kokusu bile azalmaya; yeşillik, rutubet 93

K aufm an

/

Spooner

ve toprak kokusu tarafından yutulmaya yüz tutmuştu. Başımı kaldırıp bakacak gücü topladım. Görünürde tek bir kurtarma gemisi bile yoktu -kolonilerden gelen tek bir mekik ya da uçak da. Gökyüzü tepedeki gümüş renkli soluk ay dı­ şında bomboştu. îkinci bir ay da ağaçların arasından çıkmaya başlamıştı. Gözlerimi elimle kapatarak, kurtarma gemilerine sinyal gönderdiğimizi gösteren işaret ışığını aradım. Eğilip bükülmüş metal yığınından başka bir şey yoktu. Kapsülün bu kadar büyük bir kısmı enkaz haline gelmişken biz nasıl sağ kurtulmuştuk? Başkaları nasıl sağ kurtulacaktı? Bu düşünceyi aklımın bir köşesine itip unuttum. Birkaç saat içerisinde bu kâbus bitecek­ ti -İkarus kadar ünlü ve saygın bir uzay gemisi, galaksinin dört bir yanında binlerce alarmı harekete geçirmeden düşemezdi. Binbaşı tek kelime etmeden yürüyüp kapsüle girdi ama aramızda en fazla birkaç adım vardı. Acının beni ele geçirme­ sine izin veremezdim. Anna’yı düşünmemem lazımdı; neşeli özgüveninden ani­ den sıyrılışını, panikleyen kalabalıkla koridorda sürüklendiği sıradaki yüz ifadesini... Bir kapsüle girmeyi başarmıştı belki de. Girdiği kapsülde, gemiden vaktinde ayrılmalarını sağlayan bir teknisyen vardı belki de. Sinyal ışığımızın, uyan

ışığımızın, kurtarıcılarımıza

bakmaları gereken yeri bildirecek herhangi bir şeyimizin olmadığını düşünmemem lazımdı. Babam mutlaka beni ara­ maya gelecekti. Beni bulmak için yeryüzünü, cenneti ve uza­ yı altüst ederdi. O zaman bu askeri görmekten kurtulacaktım, kendimi bu kadar yetersiz hissetmeyecektim. 94

B o n ım U zak Yıldızını

Eşikten içeri adımımı atıp kapsüle girdiğimde, Binbaşıyı yine çantasını karıştırırken buldum. O lüzumsuz kontrollerin­ den biriyle meşguldü. Envanter sayımı yaparak, kurtarma eki­ binin gelişini hızlandıracağını sanıyordu galiba. Nasıl oluyordu da orada durmuş aptal çantasını karıştırabiliyordu? Onu sarsmak istedim, kurtarma gemisinin çantanın içinde olmadığını haykırmak istedim. İkarus’u gökyüzünde ait olduğu yere koyacak bir şeylerin mucizevi şekilde çantanın içinde belirmeyeceğini haykırmak. “Ee?” dedim, kibar bir ses tonu kullanmayı başararak. “Bir sonraki adımı şaşırdığınız olmadı hiç -şimdi ne yapıyoruz?” Kontrolü bitirene kadar başını kaldırmadı, öfkeden içi içini yiyordu -am a bana baktığında, yavaşça gözlerini kırpıştır­ makla yetindi. “Şimdi uyuyacağız. Yarın, sinyal göndermi­ yorsak, kapsülden çıkıp görülebileceğimiz bir yer bulmamız lazım. Enkazın yanına gideriz belki, burayla orası arasında bir koloniyle karşılaşmadığımız takdirde tabii.” Enkaz mı? Deli miydi bu adam? Orası en az bir günlük mesafe­ deydi. “Kapsülü terk etmek mi? Ben hiçbir yere gitmiyorum. Çarp­ tığımız yeri fark edeceklerdir. Buradan ayrılacak olursak, babam nereye bakacağını nasıl bilecek?” Babam beni almaya gelecekti. Yüzünde kuşkulu, neredeyse küstah bir ifade belirdi. “Siz beyaz atlı şövalyenizi bekleyebilirsiniz, leydim; ama ben erza­ kımız biterken burada elim kolum bağlı bekleyecek değilim.” Leydim mi? Bu yapmacık nezaketiyle beni nasıl delirttiği­

ni biliyor muydu? Kimse kimseyi yanlışlıkla ya da tesadüfen böyle çileden çıkartamazdı. Bu öfkeye tutunmaya çalıştım, ona bakarken sönmemesi lazımdı. Bu hiddet güvenliydi. Baş­ 95

Kaufırıan

/

Spooner

ka bir şey hissetmemem gerekiyordu. Öfke benim kalkanımdı ve onu kaybettiğim an parçalara ayrılabilirdim. Küçücük bir yanım, bunun farkında olup olmadığını merak ediyordu. Uzay gemisindeyken alıştığı ortamın dışındaydı; acemi, hatta çekingendi. Burada ise kendinden emindi. Yaptı­ ğı her şey bir amaca hizmet ediyordu. Belki bir yanıyla, beni bilerek sinir edip güçlü tutmaya çalışıyordu. Ya da hödüğün tekiydi. O, önce eşyalarını, sonra da dolapları tekrar gözden geçi­ rirken ben de içten içe kudurdum. Yansıtıcı, kalın uzay bat­ taniyesinin içine, tavana yakın dolaplardan birinde bulduğu nispeten yumuşak bir örtü serdi. Sonra da dönüp beklenti dolu bir ifadeyle bana baktı. Ben şaşkın şaşkın bakmakla yetinince, çenesini sıktı. “Size ters gelebilir ama geceyi birlikte geçirmek zorunda­ yız. Dişinizi biraz sıkacaksınız.” İrkilerek, bunun gelişigüzel bir kumaş yığını değil, yatak olduğunu anladım. Kendimi tutma fırsatı bulamadan, kelime­ ler dudaklarımdan döküldü. “Kesinlikle olmaz." Sesimde ba­ bamın çelik gibi sert tonu vardı -ondan öğrendiklerim bir işe yarıyordu en azmdan. “Bana az bir su bırakıp kalan erzakla birlikte dışarıda uyuyabilirsiniz, o çok sevdiğiniz ormanda.” Onu dikkatle izlediğim için ellerini yavaş yavaş yumruk yaptığını görebiliyordum. İçimde garip bir zevk alevi dolaştı. Beni bilerek sinir ediyorduysa, ben de ağzının payını verir­ dim. “Hazır çıkmışken, kapsülün üzerinde durup gece geldik­ lerinde kurtarma ekiplerine bayrakla işaret de verirsiniz.” 96

B enim U zak Y ıld ızım

Sırt çantasını yere fırlatmasıyla yerimden sıçradım. Konuş­ tuğundaysa, sesi sakin ve kontrollüydü. “Bayan LaRoux,” dedi tatlılıkla. “Saygısızlık etmek istemem ama burada böyle mü­ kemmel bir barınak varken, dışarıda uyumaya hiç niyetim yok.” Onu sinir etmenin verdiği tatmin duygusu kaybolup gitti. Kurtarma ekipleri bizi gece bulacak olursa, Merendsen’m sa­ vaş kahramanı statüsü babamın öfkesi karşısında fazla dayan­ mazdı. Derin bir soluk alıp geri adım attım. Öfke doğru strateji değil­ di belki de. “Binbaşı, şartlar alışılmadık olsa da, bazı şeyleri...” “Başlatmayın şimdi şartlara.” Her şeye rağmen, yüz hat­ larından bir anlığına geçen rahatsızlık ifadesi, içimde bir tat­ min dalgasıyla karşılığını buldu. Tanrının unuttuğu bu vahşi gezegende iyi becerdiğim bir şey vardı en azından. “Dışarısı soğuyacak. Hem içerisi iki kişiyle daha çabuk ısınır. Ben de sizin kadar yorgunum, bütün gece gözümü kırpmadan nöbet tutamam. Üstelik yem olmaktan da hazzetmem.” Bunun üzerine duraladım. “Yem olmak mı?” “İzler,” dedi kısaca. “Ormanda, geride. Büyük izler var.” Beni korkutmaya çalıştığının farkındaydım. Ben iz filan görmemiştim, o da gösterip beni uyarmamıştı. Kaldı ki, terrraform şirketleri ekosisteme, yerleşimcileri tehlikeye atacak büyüklükte yırtıcı hayvan getirme riskine asla girmezlerdi. Dişlerimi gıcırdattım. Doğru bile söylüyor olsa, yırtıcı hayvan riski, benimle be­ raber yakalandığında karşılaşacağı tehlikelerin yanında hiç kalırdı. “Binbaşı Merendsen, inanın bana, babam bizi birlikte yakalarsa...” 97

Kauf'rrıan /

Spoonor

. ona bunu izah etmenin bir yolunu bulacaksınız demek­ tir. Dışarı çıkmak gibi bir mantıksızlık yapmaya niyetim yok. Yatağı siz alın, ben koltuklardan birinde uyuyabilirim. îster uyuyun ister uyumayın ama yarın yola çıkacaksak, bana ayak uydurmanızı bekliyorum. İyi geceler.” Bu bir emirdi: İyi geceler, asker, yoksa fena olur. Başka tek kelime etmeksizin, çantasının ipine sıkıca asıldı ve uzun bacaklarını önüne uzatıp koltukta kaykıldı. Çenesi göğsüne düştü, gözlerini kapatıp el fenerini söndürdü ve beni karan­ lıkta bıraktı. Suratı dikkatimi dağıtmayınca, sinirlenmek daha kolaydı. Benimle nasıl böyle kaba konuşabilirdi? Onu rütbesini kay­ betmekten -y a da daha fenasından- korumaya çalıştığımı an­ lamıyor muydu? Uyandırıp ısrar etme isteğine karşı koydum. Keşke dışarıda uyuyabilecek kadar cesur olsaydım ama yalan ya da gerçek, büyük hayvan izlerinden bahsetmesi bile yerim­ den kımıldamamam için yeterliydi. Derin bir nefes alıp düşünmeye çalıştım. Babam çok man­ tıksız bir insan değildi -anlayacağından emindim. Üstelik de Binbaşının bana zerre kadar alaka göstermediği açıkça orta­ daydı. Burada kalması dünyanın sonu değildi belki de, yalnız­ ca bir gece... Ayrıca içimde küçük bir ses, onun burada yanımda olma­ sını tercih edeceğimi hatırlattı, geceleyin herhangi bir ziyaret­ çimiz olursa diye. İki battaniyenin arasına kaydım, tenime değen uzay bat­ taniyesinin kaba dokusu yüzünden suratımı buruşturmamaya çalıştım. Yerde uyumaktan çok da farklı değildi. Metal ızgara 98

B enim

U / a k Yıldızı m

kalçama batınca Binbaşının daha akıllıca hareket ettiğini dü­ şünmeye başladım. Onu taklit edeceğime ölmeyi tercih eder­ dim gerçi. O yüzden, kolumu yastık yapıp battaniyenin altında kıvrıldım. İletişim

düzeneğinden

geriye

kalanlarla

bir

şeyler

yapabilirdim belki. Bir çeşit sinyal ulaştırır, yerimizi bildire­ bilirdim. Sinyal gönderdiğimizi kanıtlarsam, Binbaşı beni ge­ zegenin kâbusuna sürüklemezdi belki. Yavaş yavaş uykuya dalarken, kuzenimin yüzü gözümün önüne geldi. Boğazım öyle büyük bir hızla sıkıştı ki görünmez eller tarafından boğulduğumu sandım. Anna, babamın zoruyla öyle davranmıştı; o aslında benim en iyi dostumdu, tek dostumdu. Onun için geri dönmem gerekirdi; kalabalığın arasın­ da onu bulmaya çalışmalıydım, onu da yanımıza almalıydım. Ama ben onu orada bırakmıştım. Dudaklarım kelimeleri karanlıkta şekillendirdi. Onu ölüme terk ettim.

Elena’yı düşündüm; onun, yarattığım trendleri düşünmeden yakalama çabasını. Swann’ı düşündüm; İkarus parçalanmaya başladığı sırada, kalabalığı yarıp yanıma gelmeye çalışırken sesindeki keskin tonu. Çalışan bir kaçış kapsülü bulabilmişler miydi acaba? Yoksa Swann beni bulmak için kalabalıkla uzun süre mücadele edip babamın gemisiyle beraber alevler içinde düşmüş müydü? Bu ilk kez birinin benim yüzümden ölüşü olmasa da bunu bilmek duruma katlanmayı kolaylaştırmıyordu. Babam ışık yılları uzaktaydı, belki de tam şu anda İkarus’un başına gelenleri öğrenmişti. Üstelik yanında ben olmayınca, 99

K a u Pm a n / S p o o n e r

destek alabileceği kimsesi de yoktu. Annem ben küçükken öl­ düğünden beri, birkaç haftadan fazla ayrı kalmamıştık. Kon­ soldaki bir düğmeye basarak birbirimizle konuşamadığımız olmamıştı hiç. Şimdi yabancı bir gezegende, benden ve ona hatırlattığım her şeyden nefret eden bir askerle kapana kısılmıştım. Hayatımda ilk kez, yalnızdım. Derme çatma yatağımda sağa olsa dönerek, uzay batta­ niyesini hışırdatıp gözyaşlarımın sesini bastırmaya çalıştım. Prenses gibi davrandığım için beni paylamasını bekledim ama ne bir şey söyledi ne de nefes alıp verişi değişti. Beni duymadı bile. Pes edip kendimi gözyaşlarına bıraktım.

100

“O aşamada, kısa sürede kurtarılmayı mı bekliyordunuz?” “Bayan LaRoux ile birlikteydim. İlk önceliğin o olacağını tahmin ettim." "Refakat ettiğiniz kişi hakkında ne düşündünüz?" “Birliktekilerden farklıydı.” "Dolaylı bir cevap oldu, Binbaşı Merendsen." “Fikir sahibi olacak kadar vaktim yoktu. Koşullar ideal değildi sonuçta.” onun içı'n mı?” “İkimiz için de. Bizim yerimizde olmak isteyecek birini "Sizin için mi

tanıyor musunuz?” “Soruları biz soruyoruz, Binbaşı.”

YEDİ TARVER

EL FENERİNİ YAKIP İLK YARDIM ÇANTASINDAN ONU

sakinleştirecek bir şeyler aramama on saniye kalmıştı ki, ağlamayı kesti. Ben de sonunda uykuya daldım. Geç bir saatte uyandım, gece yansım biraz geçiyordu. Uzunca bir süre, hiç kıpırdamadan oturup duyularımın beni bilgilendirmesine izin verdim. Tenime değen soğuk metali ve sert hatları hissettim, eriyen plastene kokusu geldi burnuma. Dışarıdaki bir yaratığın boğuk bir ses çıkardığını duydum; daha yakında, kapsülün içinde ise birinin hareket ettiğini. Anılar yüzeye çıkıp bedenime yayıldı, kollarımdan aşağı hızla inince parmaklarım kol koyma yerlerinde gerildi. Göz­ lerimi açmadan zihnimin dolaşıp bilgi getirmesini beklerken aynı sesi duydum tekrar. Göz kapaklanmın önünde bir ışık çaktı. El fenerini yanına almıştı. Lanet olasıca, uykusu gelmemiş miydi bunun? Çaktırma­ 103

K aufm an / Spooner dan tek gözümü açtım. Elektrik panelinde yine kabloları kur­ calıyordu. El fenerinin ışığını tutmuş, alt dudağını ısırıyordu. Bu ışıkta farklı görünüyordu. Havalı saçını ya da makyajından kalanları seçemedim, moraran gözü de gölgelerin arkasmdaydı. Daha berrak, saf ve genç duruyordu. Konuşabileceğim biri gibiydi. Annemle babam onun hakkında ne düşünürlerdi acaba? Suratları yüzeye çıkınca, boğazıma bir yumru oturdu. Hiper­ uzaydan koptuğu sırada İkarus’un, LaRoux Sanayi ile bağlan­ tısı da koptuysa, annemle babam kazayı daha haber almamış olmalıydılar. Uzay gemisinin kayıp olduğunu sanıyorlardı büyük ihtimalle. Ben iyiyim, dedim içimden, bu düşünceyi dosdoğru onlara ışmlayabilmeyi dileyerek. Hangi yöne nişan almam gerektiğini bile bilmiyordum -bu gezegen galaksinin herhangi bir yerinde olabilirdi. Ben bakarken, kız da ustaca bir hareketle kablolardan bi­ rini yerine taktı. Kalkıştan önce tırnaklarıyla kabloları nasıl sıyırdığını hatırladım. Böyle yapmamış olsaydı, uzay gemi­ sinden kopamadan, onunla birlikte düşecektik. Zihnimde, çar­ pışma anında İkarus’tan alev topları gibi fırlayan diğer kaçış kapsüllerinin görüntüsü belirdi. Lilac LaRoux’nun hayatımızı kurtardığına şüphe yoktu. Bunu hazmetmek kolay değildi. Konuşmadan önce onu uyarmak için hafifçe öksürdüm. “Bayan LaRoux?” Başını aniden kaldırdı. “Efendim, Binbaşı?” Ses tonu ifa­ desiz ve kibardı; bir bahçe partisindeydi sanki, ben de ona mu­ sallat olan bir yaşlı kadındım. 104

Benim

U zak Yıldızını

Sesimi çıkartmazsam çarpılır belki. “Yardıma ihtiyacınız

var mı?” Yumuşak, alaycı bir ifadeyle püfledi. “İletişim rölelerini aktarmaktan anlamıyorsanız, nasıl yardımcı olabileceğinizi bilemiyorum. Çevresel devre panosunu, iletişimi devralacak şekilde zorlayabilirsem kapsülün kendisini anten olarak kulla­ nabilirim belki. Metalden yapılmış sonuçta.” Bir an için sessiz kaldık. Silah zoruyla dahi olsa, çevresel kont­ rol devre panosunu gösteremeyeceğimin ikimiz de farkındaydık. Suskunluğumu zafer olarak kabul etti ve sinir bozucu, tepeden bakan ifadesiyle gülümsedi. “Sinyal bulabilirsem, o zaman bu yabancı araziyi tek başımıza aşmaya kalkışmaktansa, olduğumuz yerde beklemenin daha iyi olduğunu kabul edersiniz, değil mi?” Burnumdan derin bir nefes alıp başımı tekrar geriye yasla­ dım. Arkasını dönerek panelin önünde diz çöktü. Göz ucuyla çaktırmadan onu izledim. LaRoux hanedanlığının varisinin el fenerini çalışırken dişlerinin arasında tutmak için ağzına gö­ türmesi kadar, bu beklenmedik uzmanlığı karşısında da hayre­ te düşmüş durumdaydım. Salonda, yanma yaklaşan adamı korumalarına bırakmaktansa, savunan kızı bir kez daha gördüm sanki. Diğer zaman­ larda bu kız neredeydi acaba? Mideme saplanan sancıyla birlikte, salondaki adamın -Lilac LaRoux ile aramızdaki di­ yalogun başlama sebebinin- şu anda büyük olasılıkla öldüğü geldi aklıma. Kurtulan olmuş muydu acaba? îkarus atmosfere çarpmadan evvel, kaçış kapsüllerinden herhangi biri gemiden kopabilmiş miydi? Derken, göz açıp kapayıncaya kadar, uyuyakaldım. 105

“Bayan LaRoux koşullar hakkında ne düşünüyordu?” “Sormadım.” “Size göre Bayan LaRoux bu koşulları nasıl karşıladı peki?” “Beklediğimden iyiydi.”

SEKİZ LİLAC

SIRTIM DUVARA DAYALI, BATTANİYEYE SARILIP DERTOP

olmuş vaziyette uyandım. Yüzüm zonkluyordu. Bir an için, önceki gece ne yaptığımı hatırlamaya çalışıp anıların dönmesinden korkarak yattım. İçki sersemliğinden çok daha büyük sorunlarım olduğuna emindim. Derken başka hiçbir şeye benzemeyen yan erimiş plastene kokusuyla aniden kendime geldim ve başımdaki ağrının nedeninin, suratımın uzay gemisine yapışmış olmasının geç ortaya çıkan etkileri değil de, akşam fazla kaçırdığım içkiler olmasını diledim. Dün gece kurtarmaya çalıştığım kırık iletişim düzeneğine şöyle bir baktım. Kablolar onarılamayacak derecede eriyip birbirine geçmişti. Ana kartın tamamı kısa devre yapmıştı, ben değil bir elektrikçi ekibi bile kurtaramazdı. Onla uğraşmak yerine, biraz dinlenseydim keşke. Çok sessiz bir sabahtı ve bu da beni dehşete düşürüyordu. 109

KnulYnan

/

Spooner

Çevremde her zaman sesler olurdu, kır evinde bile. Hava filt­ relerinin, bahçedeki çiçeklerin ustalıkla gülden nergise dönü­ şürken çıkarttıkları ses, holografik projektörlerin mekanik klik sesi. Sağa sola koşturan hizmetkârlar, geceleyin beni uyandır­ mak için pencereme çakıl taşlan fırlatan Simon. Holo-tel bağ­ lantısıyla kahvaltı masasında bekleyen babam, Corinth’teki müdürlerine emirler yağdırırken beni güldürmek için suratına komik şekiller verişi... Buraya, kuşların belli belirsiz ötüşü ve yukarılardaki yap­ rakların fısıldaşmalan dışında tam bir sessizlik hâkimdi. Binbaşının harekete geçmemiz konusunda ısrar edeceğini bildiğimden, kendimi toplamaya, bir parça cesaret ya da güç bulmaya ya da en azından saygınlığımı kurtarmaya çalıştım. Bütün bir gün boyunca beni yanında yürütecekti, her beş dakikada bir durmamam, daha hızlı yürümem gerektiğini ha­ tırlatacaktı. Bütün gün ona ayak bağı olacaktım. Midem, ani bir korkuyla kasıldı. Daha algılayamadan doğ­ rulup oturdum -korkunun kaynağını biliyordum. Binbaşının uyuduğu koltuk boştu ve erzak çantası ortada yoktu. Bedenimde yayılan panik duygusu beni hazırlıksız yaka­ lamıştı. Adım haykırmak istedim. Beni bunu yapmaktan alı­ koyan tek şey, boğazıma çöreklenen korkuydu. Evet, yanımdayken de yalnızdım ama benim bir gün öğrenmeyi umut bile edemeyeceğim şeyleri biliyordu en azmdan -ormanı, nasıl yürüneceğini, nasıl hayatta kalınacağını. Ters bakışlarım ve iğneli laflarımla onu kaçırmıştım. Ayağa fırladığım gibi düşe kalka kapsülün kapısına ulaştım, kapıyı iterek açıp çerçevesine tutundum. Hava daha tam aydınlanma­ 110

B o n i m l J / a k Y 1 1d ı / 1 m

mıştı. Karanlık ağaçların arasından ancak bir iki metre ilerisi­ ni görebildim. Ağaçlar birömek değildi -her biri diğerinden birazcık farklıydı, çalılar rastgele sağa sola dağılmıştı. Patika yoktu, çiçek yoktu. Rüzgârda ağır ağır sallanan bir dal dışında her şey hareketsizdi. Her kaş çatışı, her dudak büküşü gözlerimin önünden hızla geçti. Tarver! diye kafamın içinde çığlık attım. Geri dön, özür dilerim.

Birdenbire, burkulan ayak bileklerimin acısı, yetersiz uy­ kunun yarattığı güçsüzlük, korku -hepsi üzerime çöktü ve kapsülün duvarına doğru bütün ağırlığımla düştüm. Boş göz­ lerim hâlâ yaprak ve dal yığınına dikiliydi. Derken, kapının çerçevesine çarpan bedenimin tok sesi dışında bir ses daha duyuldu. Kırılan bir dalın çıtırtısı geldi, sessizlikteki gerilim arttı, derken gölgelerin arasında birisi hareket etti. Donup kaldım, nefesim gırtlağımda hıçkırık gibi tıkandı. İzler, demişti. Büyük izler.

Bir savaş kahramanını bile tereddüt ettirecek yaratığın neye benzediğini hayal etmek için ancak bir saniyem vardı, derken sesin kaynağı karanlık ormanın içinden bir gölge gibi çıktı. Binbaşı Merendsen kaşlarım kaldırarak bana baktı ve ben daha yüz hatlarımı düzeltme fırsatı bulamadan, yaşadığım paniği bir anlığına gördüğünü anladım. Dudağı bunu komik bulmuş gibi belli belirsiz kıvrıldı. “Sizi hayal kırıklığını uğrattıysam özür dilerim ama birkaç ters bakışla kaçıp gidecek değilim.” Hissettiğim panik ve rahatlama, yakıcı bir utanca dönüş­ 111

K a u Pr i nan / S p o o n e r

tü. Bu kez onu terslememe hiçbir şey engel olamazdı. “Ken­ dinize pay çıkartmayın, Binbaşı.” Anna gibi konuşup derhal büyüklük taslamıştım. Bu düşünceyle boğazım sıkıştı, sesim güçlükle çıktı. “Nerede olduğunuzu merak etmekten büyük sorunlarım var. Yine de, gezintiye çıkmak da nereden aklınıza geldi acaba? İçeri bir şeyler girebilirdi! Başıma...” Kelimeler tükenince boğazım daraldı. Ona kızgın olmadığımın farkmdaydım. Ama bağırmak iyi gelmişti. Binbaşı Merendsen sakin sakin bana baktı, çantasını sırtından indirip ayaklarının dibine bıraktıktan sonra gerinip sırtını rahat­ lattı. Öfkem yatışıp yerini utanca bırakırken, gözlerimle onu iz­ ledim. Birkaç saniye sonra başımı çevirecektim. Sade üniforma­ sının gömleğindeki gerginliğin dikkatimden kaçması imkânsızdı ama gözlerimi dikmiş bakarken yakalanmayı göze alamazdım. O yüzden, çarpan kapsülün toprakta açtığı ize diktim gözlerimi. “Kahvaltı, Bayan LaRoux?” diye sordu, tatlı tatlı. Onu tokatlayabilirdim. Tanrım, onu öpebilirdim -beni bu­ rada bırakıp gitmemişti. Evde olsaydık, sağır edici bir sessiz­ lik içerisinde, odadan çıkıp gider ve suratıma çeki düzen vere­ bileceğim sakin bir köşe bulmaya çalışırdım. Evde olsaydık, bir daha asla karşılaşmak istemediğim bir yabancının yanında kendimi salmam için bir neden olmazdı gerçi. Evde olsay­ dım... Gözlerimi kapatıp kendimi toplamaya çalıştım.

Orman zeminini kaplayan kalın, esnek yaprak parçalarının yumuşattığı ayak sesleri yanımdan geçip gitti. Onun kokusunu aldım, keskin ve alışkın olmadığım yeşillik kokulannın saldı­ rısının gerisinde, farklı bir kokuydu. “Kamınız aç değilse,” diye ekledi, “yola çıkalım derim.” 112

"O aşamada gezegen hakkındaki görüşünüz neydi?” “Terraformun ileri aşamalarında olduğu açıktı. Kurtarma ekiplerinin varmasını bekliyorduk." "Geleceklerinden nasıl bu kadar

emindiniz?”

“Kolonilerden kâr elde etmeyecekseniz, neden bir gezegende terrraform için masraf yapasınız? Yerleşim cilerin İkarus'un düştüğünü gördüklerine ve binlerinin neler olup bittiğine bakmak için geleceğine emindik.” “O aşamadaki temel kaygılarınız nelerdi?” “Bayan LaRoux’nun kaçırmak istemediği bir parti vardı ve ben d e ...”

“Binbaşı, durumunuzun ciddiyetini anlamamış gibi davranıyorsunuz.” “Elbette anlıyorum. Temel kaygılarımız

acaba?”

sizce ne olabilir

DOKUZ TARVER

YOLA KOYULDUĞUMUZDA, GÜNEŞ AĞAÇLARIN ARASINDAN

süzülmeye başlamıştı. Canım yanıyordu; kapsül kulak tır­ malayıcı bir çığlıkla toprağa çarptığında emniyet kemerleri defalarca etimi sıkıştırdığı için her tarafım mosmor olmuş­ tu. Sırtımdaki çantaya kapsülün dolaplarında işe yarar bul­ duğum ne varsa doldurdum: Kuru azıklar, örtüler, acınacak kadar yetersiz ilk yardım çantası, bir parça yedek kablo ve Bayan LaRoux’ya kullanışsız elbisesinin yerine önermeye he­ nüz cesaret edemediğim bir tamirci tulumu. Gümüş fotoğraf kabım, yarım kalmış şiirlerle dolu eski püskü not defterim. Çok ihtiyaç duyacağımız dâhili su filtresi ile mataram. Artık iyi mi kötü mü yapıyoruz, bilmiyordum ama yürüyüşe geçip ormanın içindeki bir çayı takip etmeye başladık. En azından, ben yürüyordum. Bayan LaRoux düşe kalka ilerliyordu, bakmadığımı sandığı sırada destek almak için 115

Kauf'm an

/

Spoorıcr

ağaçlara tutunuyordu. Hâlâ iyi olduğu, bunun basit bir sıkıntı­ dan başka bir şey olmadığı ve sıradan hayatının her an yeniden başlayacağı gibi saçma bir fikre tutunmaya devam ediyordu. Havasını beş dakika bir kenara bıraksa kıyamet kopardı sanki. Lanet olasıca elimi kabul etseydi, çok daha hızlı ilerlerdik. Bu hızda gidersek, koca pati izlerinin sahibini de - ki bunu bilmeyi yine de çok isterdim- yaralanma veya açlıktan ölme tehlikesini de dert etmemize gerek kalmayacaktı. Bir kilomet­ re ilerleyemeden, yaşlanıp ölecektik zaten. Vaktimiz kısıtlıydı ve bu bilgi, bedenimde bir nabız gibi zonkluyordu. Bir koloni bulamazsak en hızlı şekilde enkaza ulaşmamız gerekecekti. Bizim kapsül, uzay gemisinden ormana dağılan binlerce enkaz parçasından bir tanesi olacağı için birilerinin hayatta kaldığına dair en ufak bir iz taşımayacaktı. Ayrıca düşen bir kaçış kapsülü olduğunu anlaşılsa bile, İkarus’a takılı vaziyette düşenlerden ayırt eden bir özelliği de yoktu. Hayattayız, gelip bizi kurtarın, diyen hiçbir şey yoktu. Dumanla işaret de ve­ remezdik çünkü etrafımız bitmek tükenmek bilmeyen cenaze ateşleri gibi, gökyüzüne siyah dumanlar gönderen moloz kümeleriyle doluydu. Bulunmayı garantiye alacağımız tek yer uzay gemisinin enkazıydı. Kurtarma ekipleri oraya yöneleceklerdi, kurtulan insan ya da hurda olup olmadığına bakacaklardı. Operasyon üssü olarak orayı kullanacaklardı. Önümüzde birkaç günlük bir yürüyüş vardı. Uzak mesa­ felerin ne kadar yanıltıcı olduğunu fark ettiğini sanmıyordum -ancak yolun bir haftadan fazla sürebileceğini bilseydi, ona 116

B en im

U/aU

Yı I d ı / ı m

bir adım bile attırabileceğimden emin değildim. Üstelik tek saniye bile kaybedemezdim. Yavaş kalırsak, kurtulan başka kişiler buldukları takdirde, daha biz oraya varamadan havala­ nabilirlerdi. Tek başıma daha hızlı ilerlerdim ama onu kapsül­ de bırakırsam, ben geri dönene kadar hayatta kalmayı başara­ cağından emin değildim. Ancak sık sık verilen molalar ile cömertçe edilen hakaret­ ler sayesinde son birkaç saattir ilerliyorduk. Kendimi bunu sırf benden nefret etsin ve çabucak ayağa kalksın diye yaptığı­ mı söylüyordum ama işin aslı, tek istediğim onu kızdırmaktı. Yürümeye devam etmesi artısıydı. Az da olsa aşama kaydet­ tiğimizi düşünmeye başladığımda, yüksek sesle soluk almaya çalıştığını duydum. Gözlerimi ileriye dikip duraladım. Önümüz arkamızdan farklı değildi, arkamız da yanımızdan. Engebeli zemin, sağı­ mıza solumuza takılan çalılar, dökülmüş yapraklar ve dümdüz gövdeleri... Sanki lazerle çizilmişlerdi. Yavaşça nefes aldım, yavaşça nefes verdim, sonra da arkama döndüm. Destek için ağaçlardan birine dayanmış duruyordu. Zor­ landığının farkındaydım ama on beş dakikada bir durmak zo­ runda mıydı? Onu yürümeye zorlayacak, yeni bir kışkırtma yöntemi denemek için ağzımı açtım, sonra yüzünü gördüm -öfkeyle değil, acıyla buruşmuştu. “Ayakkabıların ne durumda?” diye sordum. Yutkunup bana kaşlarını çatacak kadar kendini toparladı. “Gayet iyi dürümdalar.” Kapsül zeminindeki metal ızgarada kayan topuklan düşün­ düm. Yalan söylediğini biliyordum. O da bildiğimi biliyordu. 117

K a u fm a n

/

S p o o n e r

“Pekâlâ,” diye karşılık verdim, onu deli ettiğini bildiğim sakin ses tonuyla. Keşke asil biri olsaydım ve bundan zevk almasaydım ama asil olmadığımı uzun zaman önce kabullenmiştim. “Bana kalırsa, önümüzde iki seçenek var. Ayaklarınıza bakıp ayakkabı­ larınızı yürüyüşünüzü kolaylaştıracak bir hale getirebilirim. Ya da inat edip acı çekmeye devam edersiniz. Ayaklarınızın her tarafi kabarır, kanar, enfeksiyon kapar, parmağınızdan hayatınıza kadar her şeyi kaybedersiniz ve hızlı yürüyemediğimiz için, ko­ lonilerden birinin ya da gemi enkazının yanına varmadan açlıktan ölürüz. Hangisini canınız çekiyor, Bayan LaRoux?” Ürperip başını çevirdi ve kollarını sıkı sıkı vücuduna sardı. “Patron’da da böyle mi yaptınız? Çarpıcı tehditlerinizle deh­ şet mi saçtınız?” Hadi ama. Duyan da onu vurup acısına son vermeyi tek­

lif ettiğimi sanırdı. “Beni sofistike bulmayabilirsiniz, Bayan LaRoux ama işe yarıyor.” Devrik bir ağacı işaret ettim, o da istemeye istemeye oturdu. Ayaklan berbat durumdaydı. Onları gördüğüm anda ıslık çalmamak için dudaklarımı ısırmak zorunda kaldım. Kayışlar tenini tahriş etmiş, ayak parmakları şişip su toplamıştı. Cildi kızarmıştı ve parlıyordu, her an kanamaya başlayabilirdi. İki ayak bileği de şişmiş durumdaydı. Neyse ki, boşluğa bakmakla meşguldü, kendi ayaklanna bakmaya utanıyordu sanki. Bu daha iyiydi gerçi çünkü yapa­ cağım şeyden hoşlanmayacağından emindim. Minik bağcıklan nazikçe çözüp ayakkabıları çıkarttım. Elimde evirip çe­ virdim ve topuklarını kırdım. Ne kadar da narindiler, bir aylık maaşımla ancak tekini alabilirim büyük ihtimalle. 118

B enim

Uzak Yıldızım

Başını eğip ne yaptığımı görünce şaşkınlıktan açık kalan ağzını eliyle kapattı. Artık hangi gerçeklikte yaşadığından emin değildim ama ayakkabıların işinin bittiğini o bile anla­ mış olmalıydı. îlk yardım çantasını karıştırırken sessizce bek­ ledi, ayaklarının en kötü kısımlarım sarıp bantladım. Bağcık­ ları gevşetmek ve artık düzleşen ayakkabıları şişen ayaklarına elimden geldiğince sabitlemek zorunda kaldım. Ona elimi uzatınca ayağa kalkmasına yardım etmeme izin verdi. Bunu gıkını çıkartmadan ve inlemeden yaptı. Bu kadar kötü durumdaki ayaklarla ben bile bu kadar ilerleyemezdim. Lilac LaRoux bunu hıncından yapıyormuş gibi görünse de, son birkaç senedir birlikte yola çıktığım birçok acemi erden daha büyük bir kararlılıkla zorlu bir yürüyüşün üstesinden gelmişti. Ellerini hafifçe sıktım. “İşte, gördünüz mü? Eve dönünce, Corinth’teki bütün kızlar topuksuz topuklu ayakkabı için deli­ recekler. Moda yaratmayı çok iyi bildiğinizden eminim.” Ve işte oradaydı; hiç umut yokken, bulutların arkasından çıkıveren güneş gibi, yüzünde minik bir gülümseme belirmişti.

119

“Kaza alanına ulaşmak dışında bir hedefiniz var mıydı?” “S izi

duyan da, gezegene kasten iniş yaptığımızı sanır.”

"Böyle bir şeyi neden yapasınız?” “Ben de onu diyorum ya. Tek istediğimiz oradan bir an önce kurtulmaktı.” “Çok güzel. Sonra ne oldu?”

ON LİLAC

AYNI ANDA HEM KONUŞUP HEM DE YÜRÜYEMEYECEK

kadar soluksuz kalmıştım. Binbaşı Merendsen hızı sürekli artırdığı için benim de nefes nefese peşinden koşturmam ge­ rekiyordu. Şikâyet etmeye fırsat bile bulamıyordum. Niha­ yet, dört ya da beş kez alçak bir köke takılıp tökezledikten sonra, bıraktım yerçekimi işini tamamlayıp beni alsın. Yere istediğimden sert çarptım ama buna aldıramayacak kadar yorgundum. Önden giden adımlan duraladı. Konuşmadan evvel, upu­ zun bir sessizlik oldu. “Biraz dinlenin. Ayaklarınız dinlensin, bir-iki yudum da su için. On beş dakika sonra tekrar yola çı­ karız.” Nasıl olduysa, bir yerlerden, kollanmın üzerinde doğrula­ cak eneıjiyi buldum. Bacaklanm kurşun gibi ağırdı, her hare­ ketimle bantlara rağmen ayakkabımın bağcıklan acıyan derime 123

K a u fm an

/

Sp o o n

or

sürtünüyordu. Elimde olmadan, kurtarıldıktan sonra, su topla­ yıp nasırlaşan ayaklarımın iyileşmesi için ne kadar beklemem gerekeceğini merak ettim. Savaş yaralanmı sergilemeden, ne zaman doğru düzgün bir ayakkabı giyebilecektim acaba? Biraz uzakta durdu, nefesi bile kesilmemişti. Bunun ken­ disi için ne kadar kolay olduğunu yüzüme vurmak zorunda mıydı? Ona, bana acıma mutluluğunu tattırmaya hiç niye­ tim yoktu. Bir LaRoux’nun nelerin üstesinden gelebileceğini gösterecektim. O anda, bizim kapsülün çarptığı yere yönelmiş kurtar­ ma mekikleri bile olabilirdi ama Binbaşının geri zekâlılığı yüzünden, bizi görebilecekleri bir yerde değil de ormanın ortasmdaydık. Zihnimin gerisinde cılız bir ses, onun bu tür durumlar için benden çok daha yeterli olduğunu hatırlatmaya çalıştı -ben­ den kat kat fazlasını bildiğini. Ancak zayıflık gösteremeyecek kadar yorgundum. Birilerinin peşinden gitmekten yorulmuş­ tum. Bu askerin her adımıma karar vermesinden bıkmıştım. Ben Lilac LaRoux’ydum. “Binbaşı, planımızı tekrar gözden geçirmemiz gerekiyor.” Sakin bir ses tonuyla konuşmaya çalıştım ama çok iyi bir iş çıkarttığım söylenemezdi. “İkarus dağların arkasında düştü. Böyle bir yürüyüşün altından kalmamız imkânsız. Bu taktik, Patron’da işe yaramış olabilir ancak orada yanınızda askerler­ den ve arazi araştırmacılarından oluşan koca bir ekip vardı. Taktiğin bir kez işe yaramış olması, şu anda çözümün bu ol­ duğu anlamına gelmiyor. Kapsülün göze çarpmasını sağlamak için bir şeyler yapabiliriz.” 124

Be n im

Uzak Yıldızım

“Ne yaparsak yapalım, garantili sonuç vermeyecektir,” diye karşılık verdi, başını geçiştirircesine sallayarak. “Enkaz alanında kurtarma mekiğinin olacağından emin olabiliriz.” “Oraya ulaşırsak tabii,” diye parladım. “Geri dönmemiz lazım, tek şansımız bu.” “Ben kendi şansımı yaratmayı tercih ederim,” diye aynı sertlikle karşılık verdi, olduğu yerde dönüp beni tepeden tırnağa süzdü; sanki beni kendisine arzu dolu gözlerle bakar­ ken yakalamıştı. “Bakın, ben sizin poponuzu bu ormandan sürükleyerek çıkartamam. Benimle işbirliği yapmanız lazım.” “Popomla herhangi bir şekilde ilgilenmezseniz memnun olurum,” diye karşılık verdim, dik dik bakarak. “Bu gezege­ nin efendisi olduğunuzu sanıyorsanız yanılıyorsunuz, benim de efendim değilsiniz. Benim düşüncem de, en az sizinki ka­ dar geçerli!” “Attığımız her adımı tartışacak mıyız böyle?” Onu öfkeyle kükretmeyi başarmıştım ama aldığım cevap beni zerre kadar tatmin etmemişti -ben de onun kadar öfkeliydim. Aptal, kibir­ li çocuk. Kaç yaşındaydı ki zaten? Benden en fazla birkaç yaş büyüktü ama minik bir uzay karakolunu bir kerecik kurtardı diye, benden iki kat tecrübeliymiş gibi havalara giriyordu. Tek numara bilen, göğsü madalyalarla süslü bir midilli gibiydi. “Sağduyulu davranmaya niyetiniz var mı, Binbaşı?” “Size göre sağduyu buysa, hayır.” “Hayır mı?” Aynı sinirle karşılık verdim. “Sürekli aynı şeyi söylüyorsunuz -hayır, tekrar dinlenemezsin; hayır, yokuş yukarı çıkmamız lazım; hayır, filtre edilmiş suyla banyo ya­ pamazsın.” 125

Kaufm arı

/

S po on er

Karşılıklı durduk, ikimiz de diğerinin pes etmesini bekle­ yerek, ayak diredik. “Bayan LaRoux,” dedi sonunda, “bana izin verdiğiniz tak­ dirde, sizi korumak için elimden geleni yaparım. Görevim bunu gerektiriyor. Ancak burada durup sizi memnun etmek uğruna ölmeye, asla gelmeyecek kurtarma ekibini beklemeye niyetim yok. Ben gidiyorum, ister gelin ister gelmeyin.” “Gelmiyorum.” Elim kaşınıyordu; onu tokatlamamak için kendimi zor tuttum ama sırtımı dikleştirip dağılmamaya ça­ lıştım. “Malzemelerin yansını bırakın, bir de onları taşıya­ bilmem için bir battaniye. Sonra yolunuza gidebilirsiniz. Sizi görevinizden azat ediyorum,” diye ekledim, çirkin bir tavırla. “Pekâlâ,” dedi tükürürcesine. Çantasını gereksiz bir güçle yere fırlattı ve bir saniye daha tereddüt etmeksizin, içindekile­ ri boşaltıp bir battaniyenin üzerine yaymaya başladı. Her şeyi iki eşit yığın yaptı -ilk yardım çantasının içindekiler, kuru azıklar, kapsülden kurtardığımız kablolar. Sonra yığınlardan bir tanesi, küçük metal bir kutu, kapsülde bulduğu pis bir tu­ lum ve ilk kez gördüğüm bir not defteri kendi sırt çantasına girdi; diğer yığın örtünün üzerinde kaldı. Binbaşı önemsemiyormuş gibi bir bakış atarak doğruldu. “Bol şans.” Geri adım atmamı bekliyordu. İkimiz de, bu tanrının bile unuttuğu vahşi gezegende beni tek başıma bırakamayacağını biliyorduk -mesele, bunu kimin önce kabul edeceğiydi. Hö­ dük olabilirdi ama şövalye ruhlu bir hödüktü. Haklı olduğunu ispatlamak adına, beni ölüme terk edemezdi. Bunun farkındaydım, o da farkındaydı -ve birbirimizi battaniyenin üzerin­ 126

Bo n im

LJ / a k Y 1 1d ı z ı m

den izlerken, içimde ani bir memnuniyet alevinin yandığım hissettim. Bu aşina olduğum bir oyundu. “Size de, aynı şekilde,” diye iyi dileklerimi sundum. Ki­ bar olmaktan kimseye zarar gelmezdi, değil mi? Hızlıca bat­ taniyenin köşelerini bir araya getirdim. Battaniyeyi, hantal ve beceriksiz bir hareketle omzuma atarken yaralı ayaklarım elbisemin yırtık pırtık eteğine takıldı ve düşmekten son anda kurtuldum ama LaRouxlar bu tür şeylerin tavır koymalarına engel olmasına izin vermezdi. Benim yerimde babam olsaydı, saatler önce dimdik bir başla ormana dalmıştı. Bu sorunla baş etmenin bir yolunu mutlaka bulurdu. Çevremi saran korkunç, düzensiz ormandan sesler yükse­ liyordu; bir an için tiz ve gergin insan sesi gibi geldi. Binbaşı hiçbirini duymuyor gibiydi, ben arkamı dönerken kaşlarını ça­ tıp orada öylece dikildi -evindeyken bu tür gürültüye alışkındı belli ki. Güneş batmadan kapsüle dönmeme yetecek kadar vaktimin olmasını umuyordum; her hâlükârda, iş oraya gelmeden bana yetişecekti. Arkamdan ses gelmiyordu ama ne yaptığını gör­ mek için omzumun üzerinden geriye bakma riskine de gire­ mezdim. Önemli değildi -peşimden gelecekti, bundan emin­ dim. Orada durmuş gidişimi izlediğini hayal ederken her şeyden çok, yüzündeki ifadeyi görebilmeyi istiyordum. Ne kadar dayanacaktı bakalım.

127

"Bayan LaRoux bu tür koşullara alışkın değildi." “Evet, savaş alanında sivillerle deneyimim olmuştu.” “Ah, evet. Patron’daki istihbarat ve araştırma ekipleri." “Evet.” “Yürüyüşün son aşamasında Bayan LaRoux ne durumdaydı ize göre?” "Gayet iyi idare ettiğini “Aranızda anlaşmazlık

düşündüm.”

çıkmadı mı?”

“Hayır, gayet iyi anlaştık.”

ON BİR TARVER

YÜRÜMEYE BAŞLADIĞIMDA, ADIMLARIMIN HIZLANMAMASINA

özen gösterdim; dalların üzerine basıp düşen yaprakları havalandırarak, sosyete kızı bile olsa, ne yöne gittiğimi anlamasına olanak verdim. Bir tarafım, bir kütüğe oturup onu beklemek, hatta not defterine bir iki satır karalamak, bir şeyler atıştırmak istedi. Kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırıp döndüğünde, yüzündeki ifadenin tadını çıkartmak için beklemek istiyordum. İsyan bayrağını çekmesini bir süredir bekliyordum, gerçi bunu açık alanda, onu görebileceğim bir yerde yapmasını tercih ederdim. Ormandan çıkana kadar beklemesini istesem, çok şey istemiş olurdum büyük olasılıkla. Bu kibir, bu inat -kaç yaşındaydı bu kız? On altı mı? Aske­ ri hayatta kalma eğitimini tamamlayacak vakit bulması bile bir mucizeydi. 131

K au fm an

/

S po on or

Yürümeye başlayalı on dakika falan olmuştu herhalde. Derken sesi geldi. Olacağını tahmin ettiğim yerde değil he­ men arkamdaydı. Açıklıkta kalmış ya da benden uzağa yürü­ müş olmalıydı çünkü beş yüz metre kadar ötedeydi . Çığlık atıyordu. Hareket ettiğimi farkına bile varmadan koşmaya başladım, çantam sırtıma çarptı; bilinçli bir karar vermeme fırsat kalma­ dan GleidePi kınından çıkarıp elime aldım. İnsanın içgüdüleri gelişiyordu. Eğitim çavuşumun söylediği gibi: Çabuk öğrenmeyecekserı, hiç öğrenme.

Hızı tedbire tercih ettiğimden, derenin kıyısındaki çamur­ ları sıçratıp çalıları yara yara geçerken dallar yüzüme çarptı, kıyafetim yırtıldı. Sessiz olmaya zerre kadar özen göstermeden, açıklığa daldım. Ve onu anında gördüm -dev gibi bir yaratıktı, sarımsı kah­ verengi kürkünün altında güçlü kasları ve hırlarken ortaya çıkan dişleri olan bir tür kediydi. Hayatım boyunca böyle bir şey görmemiştim -hiçbir gezegende. Uzun köpek dişleri; koyu renk, zeki gözleri vardı. Bu yaratık beni kolayca alt eder­ di ve tek ısırığı Lilac’ın işini bitirmesi için yeterliydi. Ön pençelerini ağacın gövdesine dayayıp ağacın kabuğunu tırmalayarak geride bir dizi yarık bırakırken, gırtlaktan alçak hırıltılar çıkartıyordu. Lilac ağacın üzerinde çığlıklar atıyordu ama oraya nasıl çıktığına dair en ufak bir fikrim yoktu. GleideFi kaldırıp iki elimle tuttum. Tek gözümü kapatıp derin bir nefes aldım ve dengemi bulana kadar bekledim. Silah ellerimin arasında irkilip titrerken, lazerin çığlığı canavarın ulumasına karıştı. 132

Bcnim

l.J z a k Y 1 1d r / 1 î t i

Yaratık yaprakları tekmeleyip kuru toprak bulutlarını ha­ valandırarak, yere devrildi. On saniye boyunca etrafı dövüp ardından hareketsiz kaldı, açıklık yanık tüy ve et kokusuyla doldu. Ağaçtaki Lilac’m çığlıkları bir dizi kesik kesik nefes alışa dönüştü. Durup koca kedi hareket etmeyi bıraktıktan sonra otuz saniye kadar bekledim. Gleidel’i tek elimde tutmaya devam ederek, yavaş adımlar­ la açıklığı geçip yaratığın hareketsiz yattığı noktaya ulaştım. Ağaçtan rahatlamayla karışık bir inilti gelince beni daha yeni gördüğünü anladım. O sırada onunla ilgilenemezdim. “Olduğun yerde kal!” diye seslendim. “Beyni olması gere­ ken yerdeyse, öldü demektir. Sana zarar verdi mi?” Cevap gelmedi ama o saniyeye kadar ağaçtan düşmediğine göre bir zarar görmediğini varsayabilirdim. Emin olmak adına, yaratığın kafasına fazladan bir el daha ateş ettim. Gleidel tekrar çığlık attı. Acele etmeden, botumun ucuyla dürtükleyip tepki bekledim ve sonunda, daha yakından incelemek için yanma yaklaştım. Gözleri matlaşmıştı, böğrü inip kalkmıyordu. Ölmüştü. Bu gezegen ne biçim bir terrraform geçirmişti de bu tür yaratıklar etrafta koşturuyordu? Böyle bir yere üst düzey yırtıcılar getirmek için bir sebep yoktu; kedigillerin bunun dörtte biri büyüklükte ya da daha küçük olması gerekirdi. Ekosistemdeki rolleri, küçük kemirgenlere saldırmak olmalıydı, sosyete kızlarını kovalayıp ağaçlara kaçırmak değil. Suratının çevresinde alışkın olduğum türden çizgiler vardı ama bu insan eti yiyen bir hayvandı. Öyleyse bu şey buraya nasıl gelmişti? Yaratığı birkaç sa­ 133

K aufm a n /

S p oo n e r

niye daha inceledim, sonra vazgeçtim -ölmüştü, önemli olan buydu. Başımı kaldırıp baktığımda, Lilac kireç gibi bembeyaz bir suratla, en alt dala tutunuyordu. Kocaman açılmış, parlak mavi gözlerle bana dik dik baktı. Ağlamamasından, çok kork­ tuğunu anladım. Şaka değil, Bayan LaRoux. Ben bile korktum. Başımı kal­

dırıp ona baktığımda büyük bir rahatlama hissettim, silahı tu­ tan elim titriyordu. Onu yakalayıp ağaçtan indirmemek için kendimi zor tuttum. Omuzlarından sarsmak istedim. Onu öpmek istedim. İkisini de yapamazdım. Pençe izlerini gördükten sonra, onun böyle tek başına gitmesine izin vermek ne büyük bir aptallıktı. Kafayı ça­ lıştırmalı ve bir sonraki aşamayı dikkatlice idare etmeliydim. Yutkundum, sesimi nötr tutabilmek için hafifçe öksürdüm. “Sıkı tırmanış yapmışsın. İnmek için yardım ister misin?” Teklifimi duymazdan gelince, kalıcı bir zarar görmediği­ ne emin oldum. Yardım etmeme izin verseydi, endişelenirdim açıkçası. Aşağı inmekten ziyade yuvarlandı; yan yan kayıp bir saniyeliğine havada asılı kaldı, sonra elini bırakıp küt diye yere atladı. İki büklüm olup oturdu, sonra elleriyle geri geri gidip ölü yaratıktan kaçtı. Bu anı çok iyi biliyordum, savaş alanında görmüştüm. Kahretsin, kendim de yaşamıştım. Haklı olduğumu, onun ya­ nıldığım yüzüne vurabilirdim -onu kurtardığımı, hayatta kal­ mak için bana ihtiyaç duyduğunu. Ama buna gerek yoktu, za­ ten biliyordu. Onu sürünerek dönmeye zorlayacak değildim. Savaş alanı deneyimi olan bendim. Böyle bir olayın yaşanma­ sına izin vermemem gerekirdi. 134

B e n i m U z a k Yı l d ı z ı n ı

“Gidelim,” dedim, kesik kesik soluk alıp vermesini din­ leyerek. “Kamp kurmak zorunda kalmadan önce, biraz daha ilerleme şansımız var.” Bir tarafım uzanıp elini tutmak istedi, kendini güvende his­ sedene kadar da bırakmamak. Ama bunu yapamazdım. Elini tuttuğum anda, ağlamaya başlayacak ve durmayacaktı. Güçlü olması lazımdı. Onun için yapabileceğim en iyi şey buydu. O yüzden, tekrar konuştum: “Hazır mısın?” Başıyla onaylayıp ayağa kalktı ve ellerini çırpıp tozlardan kurtulma ihtiyacı bile hissetmedi. Yüreğim sızladı, kendimden nefret ettim ama ne yapıp edip bu kızı enkaz alanına ulaştır­ mayı kafaya koymuştum bir kere. Hayatının sonuna dek ben­ den nefret edebilirdi, kurtulduğumuz sürece fark etmezdi -en azından benden nefret ederek geçireceği bir hayatı olacaktı. Büyük kediyi arkamızda bırakıp Lilac’ın geride bıraktığı malzemeleri topladık yavaş yavaş. İzlediği yola bakılırsa, koşmaya devam etseydi beni yakalayacaktı. Yaratık onu bana doğru kovalamıştı -diğer tarafa doğru kovalasaydı, vaktinde yetişemeyebilirdim. Lilac bunun farkında değildi umarım. Hayatını tesadüfen kurtardığımın. Yürürken karaltılardan bile korkuyordu zaten -ara sıra bir şeyler duymuş ya da görmüş gibi omzunun üze­ rinden geriye bakıyordu. Buranın temiz olması onu rahatlat­ mıyordu. Hemen ağaçların ötesinde, başka hangi tuhaf yara­ tıkların dolandığını merak etmediğini umuyordum. Bir de o yaratığın bir eşinin olmadığını.

135

K aufm an

/

Spooner

Derenin yanında kamp kurduğumuzda, günün büyük bir kıs­ mını yürüyerek ve mola vererek geçirdiğimizi, en fazla on ki­ lometre ilerleyebildiğimizi tahmin ediyordum. O yüzden şan­ sın da yardımıyla, ormanın sonuna kadar olan yolu yanladık demekti. Açıklığa vardığımızda, İkarus’un yanında ulaşabil­ mek için, bir şekilde açık araziyi ve tepeleri .aşmamız gereke­ cekti. Lilac kollannı iki yana açıp onun için yere serdiğim bat­ taniyenin üzerine yattı ve ağaçlann arasından yavaş yavaş kararan gökyüzünü izledi. Gördüğü gökyüzü hakkında ne dü­ şündüğünü merak ettim. Bu yıldızları ilk defa görüyordum, üstelik bütün kolonilerin yıldız haritası da ezberimdeydi. Tek umudum buydu: İkarus düştüğü sırada, olması gereken yerde olmadığı için, kurtarma ekibinin gelmesi normalden biraz uzun sürmüştü. Başımı iki yana sallayıp içimde, hata yaptığıma dair sinsice büyüyen duygudan kurtulamaya çalıştım. Kurtarma ekipleri gelecekti. Bu gezegen karman çorman görünse de, tenaform geçirmişti. Burada insanlar olmak zorundaydı. İkarus gibi bir geminin düşüşü de gözden kaçmış olamazdı. Lilac kedi canavarla yaşadığı olaydan beri konuşmamıştı ve mantığa tamamen aykırı da olsa, onun sesini özlediği­ mi fark etmiştim. Beni aşağılamasına bile razıydım. Onunla didişmek insanı canlandırıyordu en azından -bu yeni sessiz umutsuzluk bulaşıcıydı adeta. “Alıştığın beş yıldızlı otellere benzemiyor,” dedim, onun gıcık olduğu neşeli ses tonumla. Kıpırdamadı -ses de çıkartmadı. Dereden topladığım suyu arındırmak için kenara 136

Be n im

LJ z a k Y ı l d ı z ı rrı

koyduğum matarayı aldım. “Bu iş bittiğinde doldurman için bir şikâyet formu veririm sana, merak etme.” Hareketlenip dirsekleri üzerinde doğruldu. Uzun bir süre bıkkın bir ifadeyle bana baktı. “Umarım iki yatak hazırlıyorsunuzdur, Binbaşı?” Ses tonu yorgundu, yine de keskin bir tarafı vardı. Kısa ve çılgınca bir gülümseme dürtüsüyle mücadele ederek, başımı eğip yaptığım yaprak yığınını iki ayrı kümeye ayırdım. O da hemen suskun ve hareketsiz haline geri dönü­ verdi. Beni gıcık etmeyi bıraktığı anda, zihnim gitmemesi ge­ reken yerlerde gezintiye çıkıyordu. Evimi uzun süre düşünmemem lazımdı; annemin İkarus’u duyduğu, babamın söyleyecek bir şey bulmaya çabalayacağı anı hayal etmemeliydim. Alec’in haberini aldığımızda, havanın nasıl kederle ağır­ laştığını hatırlıyordum; üçümüzün en fazla birkaç kelime paylaşarak geçirdiğimiz günleri. Annem aylarca tek bir şiir yazmamıştı, babam da komşuların bıraktığı yiyeceklere boş gözlerle bakıp durmuştu. Okulu kırdım, her gün boynumun kırılması riskini göze alarak, yasak yamaçlara tırmanmaya git­ tim. Yolumu kaybedip yorgunluktan bitene dek, sık ağaçların arasında bin bir güçlükle ilerledim. Yine de, geceleri uyuyabi­ lecek kadar yorgun düşmeyi hiçbir zaman beceremedim. Yavaş yavaş, kederden başka bir şeyler hissederek, onun hakkında konuşmayı öğrendik. Annem kalemini eline aldı, şi­ irleri sonsuza dek değişmiş olsa da, tekrar yazmaya başladı. Babam kendi okuluna döndü, ben de kendi okuluma. On altıncı doğum günümü dört gözle bekledim, böylece 137

K a u f m a n /

S p o o n e r'

orduya yazılabilecek ve bir şekilde üniforma giyerek, ağabe­ yimin yapamadığını yapıp cepheden sağ kurtularak, onu geri getirebilecektim. Yaptığı şeyi inanarak mı yapıyordu, hâlâ bilmiyordum -birkaç ayda bir yeni kolonilerdeki isyancıları kontrol al­ tına alarak, bir fark yarattığını düşünüyor muydu acaba? İsyancıların bazı açılardan haklı olabileceklerine inanmış mıydı acaba -bazen benim inandığım gibi? Yoksa yalnız­ ca heyecanı seviyor, yeni yerler mi görmek istiyordu? Alec gittiğinde, yaşım bu tür sorulan soramayacak kadar kü­ çüktü, göreve başladığında da ıvır zıvır mevzularda, gün­ lük olaylar hakkında yazıştık. Sevdiğiniz birinin etrafında dolanıyorsa, ölümün adını anmazsınız. Azrail’in dikkatini çekmeyi istemezsiniz. Onlara ne yapmak istediğimi söylediğimde, aramızda kav­ ga çıktı ve verdiğim karar üzerinde sonunda bir çeşit anlaş­ maya varmış olsak da, hâlâ her hafta mesajımı, onlara hayatta olduğumu haber veren kelimeleri beklediklerini biliyordum. Eve dönmeliydim. Zihnimin, geri dönmeme ihtimalim olduğunu söyleyen kısmına kulak asamazdım. Bunu onlara tekrar yapamazdım.

138

“O aşamada düzlüğe ulaşmış mıydınız?" “Hayır, o gece ormanda kamp kurduk. İlk birkaç gün fazla ilerleme kaydedemedik. Yiyecek bir şeyler alabilir miyim?” “Biraz sabredin, Binbaşı. Bayan LaRoux’nun ruh hali nasıldı?” “Sabit.”

LİLAC

KEŞİF YAPMAK İÇİN “İZCİ” GİBİ ÖNDEN GİTMESİNDEN NE

kadar nefret ettiğimi bildiğinden emindim. Beni kışkırtmaya çalışıyordu büyük olasılıkla. Ben dibinde olmayınca hayatın nasıl güzelleşeceğini hayal etmek için uzaklaşıyor da olabilir­ di. Dün o canavarın beni yemesine izin vermediğine pişmandı belki de. Bir parça öğleden sonra güneşinde, iğrenç orman zeminine yayılmış örtülerden birinin üzerinde oturdum. Ormanın yarısı­ nı elbisemle birlikte sürüklediğim için, çok da fark etmiyordu aslında. Kenarlan yırtılan etek çamur içinde kalmıştı. Saçım ve tenim ne kadar korkunçtu kim bilir ama Binbaşı nadiren benden tarafa bakıyordu, beni görecek başkası kimse de olma­ dığına göre elimden geldiğince dayanmaya çalışmaktan başka şansım yoktu. Geri döneceğini biliyordum -her seferinde dönmüştü- yine

Ka u f

i ti

a n /

Sp o o n e r

de bilinçaltımda minik korku girdapları dönüyordu. Ya dön­ mezse? Bilinmedik bir çukura düşüp kafasını yararsa ve ben burada bir başıma kalırsam? Sonuncu hakaretim bardağı taşı­ ran son damla olduysa? Orman takip edemediğim bir sürü ses ve hareketle kay­ nıyordu, gözümün kıyısında titreşen, ben odaklanma fırsatı bulamadan kaybolan şeylerle. Binbaşı fark etmemiş gibiydi fark ettiyse bile, oralı olmuyordu. Ama orman dört bir yanım­ da fısıldıyor, kulağıma anlayamadığım şeyler mırıldanıyordu sanki. Bazen sesler duyduğumu sanıyordum, sağduyum bu ya­ bancı dünyada tanıdık bir şeyler bulmaya çalıştığımı söylese de. Ben, etrafımda birilerinin olmasına alışkındım ve zihnim yaban hayatın seslerini, beni rahatlatacak seslere çeviriyordu. Tek sorun, hiçbirinin beni rahatlatmamasıydı. Babam burada olsaydı, ayağa kalkmamı ve kendimi topar­ lamamı söylerdi. Zorlandığımı kimsenin görmesine izin ver­ mememi. Bu koşullarda güç bulmamı ve kullanmamı söylerdi. Bu düşünceyle dudaklarımda cılız da olsa bir gülümse­ me belirdi. Bu korkunç yaban hayatın ortasında gücümün yettiği tek şey, Binbaşı M erendsen’ı deli edebilmekti. Onun o çokbilmiş havalarını bozmak, aramızda geçen bu bitm ek tükenmek bilmeyen savaşta puan kazanmak öyle kolaydı ki. Anna’yı yanımda hayal edebiliyordum, bir an için gerçek ve yakındı. Onlara ne göstermek istediğine kendin karar ver, derdi. Onu düşündüğüm anda, boğazım düğümlendi. Binbaşının benim hakkımda iyi şeyler düşünmesi zaten imkânsızdı -yıllar sonra, bu macerayı hatırladığında, za­ 142

B e n i rn I J z a k Y ı l d ı z ı m

y ı f değil de, şımarık bir kız olduğumu düşünmesini tercih

ederdim. Çıtırdayan dallar ve hışırdayan yapraklar, bana döndüğü­ nü haber verdi. îlk seferinde sessiz sedasız ortaya çıktığında, çığlığı basıp kafasına matara fırlatmamdan sonra, artık gelir­ ken ufak sesler çıkartıyordu. Kalp atışlarım hızlandı, zihnim kavga çıkartmanın yollarını tarttı. Ama tam ağzımı açmaya hazırlandığımda, suratını gördüm. Bana bakmadı ama çömeldiği sırada gözlerinde öyle ace­ mice bir bakış vardı ki aklımdaki bütün aşağılayıcı kelime­ ler silinip gitti. Parmaklarıyla koyu renkli saçlarını tarayarak, başını sıvazladı; dudakları sımsıkı kapalıydı. Orada çömelmiş kıpırdamadan dururken, gözlerimi düşen omuzlarında dolaştı­ rıp neler olduğunu çözmeye çalıştım. Yanılmıştım-bu yabancı ormanın ortasında okuyabileceğim bir şey vardı. Sormaya korksam da, soru dudaklarımdan döküldü. “Bir şey mi buldun?” Hemen cevap vermedi, çömeldiği yerden kalkıp matarayı elimden aldı ve başını, örtünün üzerinden kalkmamı ve top­ lamasına izin vermemi işaret edercesine salladı. Ancak top­ lamayı bitirdikten ve beni ayakta, üşümemek için kendime sarılmış vaziyette beklettikten sonra, konuştu. “Evet. Bir müddet duracağız ki ben de onunla ilgilene­ bileyim ama sen de yanımdan uzaklaşmayacaksın; böylece çığlık atarsan duyabilirim. Bir kez olsun sözümü dinlemeni istiyorum, tamam mı Lilac?” Bana emir vermeye başladığında, ilk tepkim bu kibrine 143

Kauf'm an

/

Spooner

karşılık aşağılayıcı bir iki kelime etmek olurdu. Ama bu kez öyle üzgün, öyle yorgundu ki, bu düşünceyi aklımdan geçtiği anda uzaklaştırdım. İfadesiz bir yüzle, beni izledi. Başımla onayladım, omuzlarındaki gerginlik bir parça ra­ hatladı. “Güzel. Olduğum yerden bir parça uzakta bir yer bulaca­ ğım sana. Ayaklarını dinlendirmeye devam edebilirsin ya da taş toplayarak bana yardım edebilirsin.” “Taş mı? Niye?” Arkasını dönüp sırt çantasını omzuna attı. “İlerideki ya­ maçta düşmüş bir kaçış kapsülü daha var.” Peşinden gitmek için yürümeye hazırlanırken, iki adım ar­ kasında durdum. “Ne var dedin?” Rahatlama ve umudun ya­ rattığı fırtına öyle güçlüydü ki, neredeyse dizlerimin üzerine yığılacaktım. Minik hayal kırıklığı hançerini analiz edecek vakti bulamadan -başkalarının varlığı, bu garip, özel ortaklı­ ğın sonu demekti çünkü- kelimeler dudaklarımdan döküldü: “Kaç kişi var? Birinci sınıf bir kapsül mü? Tanıdık birileri var mı içinde? Yardım ışıkları çalışıyor mu?” Başını iki yana sallayıp sırt çantasının kayışlarına sıkı sı­ kıya yapıştı. “Hayır, hayır,” dedi, soru yağmurunu keserek. “Kimse yok.” “Onlara yetişiriz belki!” dedim bağırarak, toprağa değen eteğimin ucunu toplayıp ona doğru koştum. “Bizim gibi ana gemiye ulaşmaya çalışıyorlardır.” “Hayır,” dedi yine. “Sizin umurunuzda olmayabilir, Binbaşı ama ben onları bulacağım.” 144

Beni m

U z a k Yıldızı m

“Yetişilecek kimse yok,” dedi lafı uzatmadan, ses tonunda bir rahatsızlık vardı. “Kimsenin olmadığını nereden biliyorsunuz?” “Kurtulan olmamış çünkü!” diye parladı, nihayet bana doğru döndüğünde, yüz hatlarındaki öfkeyi, yıkılan umutların acısını ve yerini alan yılgınlığı görebiliyordum. Yavaş bir ne­ fes aldı, dolduruşa gelmemeye çalıştığı sırada aldığı nefeslere benzemiyordu. Bu kez, nefes verdiğinde gerilim akıp gitmişti gerçi. “Hepsi ölmüş, Lilac.”

Ellerim kurudu, derisi her an çatlayabilirdi. Saatlerce toprağı kazıp taş çıkartmak ve ormanın kıyısındaki açıklığa taşımak beni öldürmüştü, serin havaya rağmen elbisemin içinde terden sırılsıklam olmuştum. Aynı anda bu kadar çok açıdan sefalet çekmenin mümkün olduğunu bilmiyordum. Ağaçların arasından gökyüzüne bakmaya devam ettim; her an bir kurtarma gemisi geçebilirmiş gibi. Ama gökyüzü boş, mavi ve açıktı. Babamın beni almaya geleceğini biliyordum. Birbirimizden başka kimsemiz yoktu. Sekiz yaşımdan beri bu böyleydi. Nasıl benim ondan başka kimsem yoksa dünya üzerinde onun da benden başka kimsesi yoktu. O buraya ulaş­ tığında çatlamış, kuru tenim uzak, nahoş bir anı olarak kala­ caktı. Binbaşı Merendsen kaza yerini görmeme izin vermedi, açık­ lığın kıyısından öteye geçmememi söyledi. Söylediğini yapmamı isterken kastettiği buymuş. Cesetleri görmemi istemiyordu. 145

K a 11 f i t ı a n /

Spoo nor

Bunun çok büyük bir fark yaratmayacağını, bütün vaktimi HV’de hastane dizileri izlemekle geçirdiğim için, bu tür şok­ lara karşı bağışıklık kazandığımı söyleyip itiraz etmeye çalış­ tım. Üç boyutlu kan pıhtıları ya da holografik uzuv değiştirme ve göğüs ameliyatlan, herhangi bir kaza alanının yaratacağı hislere beni hazırlamış olmalıydı. Ancak itirazlanm kendime bile inandırıcı gelmiyordu. Daha önce anlayamazdım ama şimdi anlıyordum. Aynı değildi. Benden dinlenmemi, oturmamı ve yaralı ayaklarımı daha fazla zorlamayıp onları yürüyüş faslına saklamamı istedi. Ama oturduğum anda düşünmeye başlıyordum ve gözlerimin önüne dehşet sahneleri getiren hayal gücümün işini kolaylaş­ tırmaya niyetim yoktu. Böylece o mezarları kazma işini bitirirken, ben de mezar taşı olarak kullanılacak taşları topladım. Bir-iki kere geri dönüp beni kontrol etti, mataradan su içti, yüzü toz ve terle kararmıştı, elleri benim ayaklarım kadar kır­ mızı ve yaralıydı. Onu ilk defa bu kadar yorgun görüyordum -yürüyüş onun için gezinti güvertesinde ağır ağır dolaşmaktan farksızdı sanki. Onu böyle pislik içerisinde ve soluksuz kalmış görmek insanın aklını başına getiriyordu. Binbaşı Merendsen da insandı sonuçta. Matarayı çabucak eline tutuşturup yanında durdum ve işi­ nin başına dönebilecek kadar dinlenmesini bekledim. Güneş alçalmaya başladığı sırada, bir elinde sırt çantası ve bir dal, diğer elinde de enkazdan bulduğu bir parçayı kullana­ rak yaptığı uyduruk kürekle geri döndü. İkisini de malzeme bohçamın yanında yere atıp bana oturmamı işaret etti. 146

Bern

it)

Uzak Yıldızım

“Bunları giymeni istiyorum,” dedi, yanına ağırlığımı bıra­ kırken. Tenim altımdaki esnek yaprak yığınının verdiği hisle ürperdi ama üzerine oturmak için örtü istemeye cesaret ede­ medim. Bu talebi önce kafamı karıştırdı, sonra sırt çantasını açıp bir çift bot çıkarttı. Ne teklif ettiğini idrak edecek vakit bulamadan irkildim. “Hayır, Tarver, hayır. Giyemem.” Tek eliyle gözlerini ovuşturunca, alnında bir kir çizgisi kaldı. “Benimle tartışma lütfen. Ayağındaki bu garip şeylerle daha fazla yürüyemezsin.” Çenesiyle, büyük kısmı yapıştırdığı bantların ardına gizlenmiş, harap durumdaki Delacourlarm içinde yuvalanmış ayaklarımı işaret etti. Bu pratik olmakla alakalı bir durum değildi ki. Tüylerim diken diken oldu. Gözlerimi kapattım. “Lütfen,” diye fısılda­ dım. “Ölü bir kadının ayakkabılarını giyemem. Lütfen, zorla­ ma beni, lütfen.” Midem bulanıyordu, boş olmasına rağmen kusacak gibi oluyordum. Emrindeki askerlerden biriymişim gibi, beynim devreye girmeden beni harekete geçirmek için tasarlanmış, alaycı yo­ rumlarından birine kendimi hazırladım. Onun yerine çenemde hafif, şaşırtıcı biçimde nazik bir dokunuş hissedip şaşkınlıkla gözlerimi açtım. “Konuşabilselerdi, bu insanlar sana alabildiğin her şeyi almanı söylerlerdi,” dedi sessizce. Denge için tek elini yere koyup yanımda çömelirken, uzattığı diğer eliyle başımı kal­ dırmamı istedi. “Bu eşyalar onların bir işine yaramaz artık. Bizim işimize yarar. Doğru düzgün bir ayakkabın olmadan buraya kadar nasıl yürüdün bilmiyorum ama en azından bun­ 147

K a u f m an / S p o o n e r

dan sonra böyle olmak zorunda değil. Yardımın yolda olduğu­ na inanıyorum ama bizi bulacakları bir yere ulaşmamız lazım. Seni arkada bırakmaya niyetim yok ama sen de geride kalma­ mak için elinden geleni yapmak zorundasın. Başım bir anlığına döndü; ardından, tükenmiş ve yorgun bir halde kalakaldım. Artık midem bulanmıyordu gerçi. “Ça­ balıyorum.” Aniden beliren tebessümü, başımı nazikçe kaldırmamı is­ temesi kadar şaşırtıcıydı. “İnan bana, farkındayım. Hadi, aya­ ğına olacaklar mı bakalım.” Patron’daki istihbarat karakolundan sağ kurtulanları alıp güvenli bir yere ulaştırmış olmasına şaşırmamak lazımdı. Orta gezegenlerde onun kahramanlığını duymamış olan tek bir kişi bile yoktu ama cepheden gelen haberlere kimse gerçekten inanmazdı -birden önümde duran adamda, ünlü savaş kahra­ manı Binbaşı Merendsen’ın özelliklerini gördüm. İsterse, su­ yun bile yokuş yukarı akmasını sağlayabilirdi. Birbirine dolanmış bantları ve berbat durumdaki ayakka­ bıları kesip ayaklarımı kurtarmama yardım etmesinden ve botları ayağıma geçirip bağlamasından sonra (ölü kadının çoraplarını giymekten söz etmemişti), mataradan birer yudum su aldık. Birlikte topladığım taşları kaza alanına taşıdık. Me­ zar uzun tek bir yükseltiden oluşuyordu; altında kaç kişinin gömüldüğünü anlamanın imkânı yoktu, ben de sormadım. Taşları mezar taşı niyetine tümseğin üzerine dağıttık. İşaret ışığının çalışmadığım anlamak için kapsülü incelememe gerek yoktu -enkazın tek tarafı tamamen tahrip olmuş durumdaydı, atmosfere girdiğinde İkarus’tan koptuğu noktada, açıkta ka­ 148

Bo n im

IJ z a k Y ı l d ı z ı m

lan devreler kavrulmuşlardı. Bu insanlar kapsül gemiden kop­ tuğunda çoktan ölmüşlerdi büyük ihtimalle. Birinci sınıf bir kapsüldü; bu botların nereden geldiğine dair en ufak bir fikrim bile yoktu. Birkaç asker, o hengâmede sosyetenin arasına ka­ rışmıştı belki. Birden bire içindekiler arasında Anna’nın da olup olmadı­ ğını merak ettim. Tarver onu görse tanır mıydı acaba? Onun gözünde hepimiz bulanık bir renk ve saç stilinden ibarettik belki de, yanındaki zenginden bir farkı olmayan bir başka zen­ gin. Anna’yı tanımış olsaydı -bana söyler miydi acaba? “Konuşmak istiyorum.” Taşlardan birinin yerini değiştirerek dik koyduğu sırada, gözlerini kırpıştırıp benden tarafa baktı. “Konuş.” “Yalnız demek istedim. Onlarla.” Başımla mezarları işaret ettim. “Ah,” dedi, aşağıdaki kabarmış toprak ve taş yığınına ba­ karken. “Elbette. Yola çıkmaya hazır olduğunda, ben ağaçla­ rın orada olacağım.” Uzaklaşan ayak seslerine kulak kabarttım, gözlerim topla­ yıp yerleştirdiğim taşlardaydı. Kulaklarım sürekli motor ses­ lerini, yukarıdan geçen bir jetin, uzay mekiğinin homurtusu­ nu duymaya ayarlıydı. Ama bir türlü gelmiyorlardı. Hep aynı sessizlik hâkimdi. Bu suskun âlem, benim ve Tarver’ın ayak sesleri, bir tek ağaçların fısıltısıyla bölünüyordu. Yalan söylemesi için bir sebep yoktu, biliyordum. Yine de bu uzun tümseği, altında yatan etten kemikten insanların gerçekliğiyle bağdaştırmak kolay değildi. Gökyüzü her za­ manki gibi boş, etraf sessizdi. Kulaklarım rüzgârı, yaprakların 149

K au fm an

/

S1 p o o n e r

iç geçirişini, bir kuşun uzaktan gelen ötüşünü ayırt ediyordu. Bozulmamış yaban hayatın suskunluğunu. Elimde olmadan, çimenin ve ağaçların mezarları örtmesinin ne kadar vakit ala­ cağını merak ettim -burada birilerinin yattığı, ne zaman anla­ şılmayacak hale gelecekti acaba? Biz ne zaman yutulup gidecektik? “Sizleri tanımıyorum,” diye fısıldadım, gözlerim aniden yaşlarla bulanırken. “Keşke tanısaydım. Bunların hiçbiri ger­ çek değilmiş gibi davranmaya devam edebilseydim keşke. Ba­ bam gezegene inecek, herkesi toplayacak ve her şey normale dönecekmiş gibi. Bütün bunlar korkunç bir kâbusmuş gibi.” Çömelip ağaçların arasındaki açıklıktan süzülen güneş ışıklarıyla ısınmış taşlara elimi koydum. Yüzeyi aynı anda hem pürüzlü hem de düzgündü, eğri büğrü ama teselli edi­ ciydi. Bahçemizdeki, kusursuz bir sanatsal dengeyle yerleş­ tirilmiş cilalı taşlara hiç benzemiyordu. Açtım, yorgundum ve sırtımdan aşağı terler boşanıyordu. Gözyaşları çenemden kayıp taşın üzerine düştü, gri taşta düzensiz karanlık lekeler bıraktılar. “O bakım kapsülüne daha fazla insan sığdırabilirdim. Bun­ lardan biri siz olabilirdiniz. Özür dilerim.” Doğrulup arkaya baktım, Tarver’ın ağaçların kıyısında beklediği, sırt çantasını düzelttiği yere. Buradan İkarus ’un yanma kadar olan yürüyüş bitmeyecek gibi görünüyordu -b ı­ rakın ovayı, dağlan, hatta tek kurtarılma şansımızla aramızda uzanan ormanın kalan kısmını bile göremiyordum. Bu düşen kapsülde ölmek daha kolay olurdu belki de. Burada yavaş­ ça, yanımda benden nefret eden bu adamdan başka kimse 150

13e n i m

U z a k Y 1 1d ı / 1 m

olmaksızın, beni seven tek insandan bu kadar uzakta yalnız ölmekten daha kolay olurdu. Midem, buz gibi ve iğrenç bir korkuyla bulandı. Tarver aramızdaki mesafeyi aşan bakışımı hissetmiş gibi başını kaldırdı. Söylediklerimin herhangi bir kısmını duyduysa bile, belli etmedi, sırt çantasını sırtına atıp yola çıkmamız gerektiğini anlatırcasma bir baş işareti yapmakla yetindi. Yutkunup taze kazılmış mezarlara son bir bakış attım. “Şanslı olan sizsiniz belki de.”

Yürüdük. Tarver beni ormanda uygun adım yürütürken, ayakları­ mı hissetmiyordum artık. Kütüklerin ve kayaların üzerinden atlamama yardım etmek için bazen elimi tuttu, bir dereyi geç­ memiz gerektiğinde de beni kucağına aldı. Diğer zamanlarda mataradan su içmeye zorladı. İzin verdim, başka ne yapabi­ lirdim? Gün sonsuzluğa dönüştü, bir türlü uyanamadığım bir kâbusa. Saatler uzayıp gittikçe, ormandan gelen seslere bile irkilmiyordum artık. Ayaklarımın altındaki zemin dışında bir şey görmüyordu gözlerim. Geri dönemezdim çünkü geri diye bir şey kalmamıştı; yalnızca bir sonraki adım vardı, ondan sonraki adım ve bir sonraki. Adımın beni her zaman güvende tutacağına inanmıştım. O iki kelime -Lilac LaRoux- nereye düşersem düşeyim, her ka­ pıyı açacak tek şifreydi. O zamana dek babamın beni almaya geleceğinden kesin­ likle emindim ama o emniyeti bulmak artık hiç de kolay de­ 151

Kaufm an /

Spoo ner

ğildi. Burası, beni yutmak için bekleyen yabani bir dünyaydı; savaşmaya kalksam bir gedik bile açamazdım. Burada benim için öğrenilecek kurallar yoktu; kazanılacak puanlar, görüle­ cek blöfler yoktu. Burası kâbuslarımın bile ötesinde bir ce­ hennemdi. Burada ölüp gidecektim galiba.

152

"O gece kamp kurduğunuzda dikkate değer bir şey oldu mu?” “Ne tür bir şey aradığınızı söylerseniz daha çok yardımcı olacağıma eminim." "Olağan dışı bir şey olmadı mı diyorsunuz yani?" “Hiçbir şey.”

ON ÜÇ TARVER

UYANDIĞIMDA KAMP ATEŞİNDEN GERİYE KÖZLER KALMIŞTI.

Gözlerimi aniden açınca her zamanki gibi, bir an durup nerede olduğumu anlamaya çalıştım. Bu kez hatırlamak uzun sürmedi. Kampımız ormanın kıyısına ve ovanın başladığı noktaya yakındı. Uyumadan önce, Lilac’ı az kalsın canından edecek yaratığı düşünerek, ateşi iyice besledim. Yuvarlanıp sırtüstü döndüğümde, onu geceleri ortaya çıkan bir hayalet gibi tepemde dikilirken buldum; karaltısı yabancı yıl­ dızları kapatıyordu. Bir şey onu, kamp ateşinin benim yattığım tarafıma getirmiş olmalıydı. Hâlâ ayrı yatmakta ısrar ediyordu. Gözlerimi kırpıştırıp ona bakarken, Gleidel’ime uzandım. “Bayan LaRoux?” dedim, sessiz ve dikkatli bir ses tonuyla. Onu korkutmak ve çektiğim zahmete karşılık bir tekme yemek istemiyordum. Tepemde hortlak gibi dikilen şeyin gerçek oldu155

K a u f ’m i m

/ ö p o o n fir

ğunu varsayarsak tabii. Hayalet bile olsa, görülmeye değer bir manzaraydı. “Binbaşı, orada bir şey var,” diye fısıldadı. “Duyuyor mu­ sunuz? Ağaçların arasından bir kadın ağlaması geliyor.” Bedenimde bir kaygı ürpertisi dolaştı ve sesi duyup uyan­ mamış olmama şaşırarak başımı yana yatırdım. Duyabildiğim kadarıyla, sessizliği bozan bir şey yoktu. Yer değiştirip doğ­ ruldum, botlarımın hâlâ ayağımda olduğunu fark ettim. Yanlış hatırlamıyorsam, çıkartmadan uyumaya karar vermiştim. “İşte, Binbaşı,” diye diretti, yine alçak sesle. “Duyamıyorum,” diye fısıldadım, isyan eden kaslarımı ge­ rerek. Bunun doğru olduğuna inanmakta zorlanmış gibi, gözlerini kocaman açtı. “Hangi yönden geliyor?” Elini tereddütsüz ağaçların ovaya açıldığı yöne doğru kaldırdı. Ayağa kalkıp çantamı omzuma attım. En eski numa­ raydı: Milleti ateşin başından uzaklaştırıp eşyaları aşırmak. Sınırdaki gezegenlerde kapana kısıldığımda, en son kolonici isyanını bastırmaya çalıştığım sırada, bu numaraya ben de birkaç kez başvurmuştum. Bize doğrudan yaklaşmak yerine ağaçların arasında saklanıyorlarsa, onlara güvenmiyordum. Elimi kaldırma sırası bendeydi. Ses çıkartmamasını işaret etmek için parmağımı dudağıma götürdüm. Başıyla onayladı ve ben ateşin yanından sessizce uzaklaşırken peşimden geldi. Ateşten biraz uzaklaştığımızda, gölgelerin arasında durup ona baktım. Bayan LaRoux elindeki işe odaklanmış durum­ daydı, yalın ayakla yürümenin verdiği rahatsızlığı bile fark 156

Benim

Uzak Yıldızım

etmiyor gibiydi. Başımı ondan tarafa yatırdım. Peki ya şimdi? Bir şey duyuyor musun?

Başını iki yana salladı; şaşkın, düzgün kaşları birbirine yaklaştı. “Sustu,” diye fısıldadı. “Yaralıymış gibi geliyordu sesi, Binbaşı. Şu an baygın olabilir.” Cevap vermek için ağzımı açtım -tuzak kuruyor da olabi­ lir - ama tek kelime edemedim. Bayan LaRoux meseleyi kendi

halletmeye karar vermişti. “Kimse yok mu?” diye seslendi, ağaçtan uzaklaşarak. “Siz...” Bundan ileri gidemedi. Dört kelime edebilmesinin nedeni, afalladığım için harekete geçmemin birkaç dakika almasıydı. Üzerine atladığım gibi tek elimle ağzını kapatıp onu kendime doğru çektim. Gerekenden biraz fazla sıkmıştım galiba. Bo­ ğuk bir ses çıkarttıktan sonra sustu, korktu ve gerildi. Heykel gibi dikilerek, kulak kabarttık. Onu tutmaya devam ettim, teh­ likeye rağmen zihnimin bir yanı onun bu yakınlığını, bedeni­ nin bedenime yaslanışını fark etmekte ısrarlıydı. Ağaçların arasında ses yoktu. Ne ince bir dal çıtırtısı ne de birbirine sürtünen dalların sesi. Ağır hareketlerle, tek parmağını elime dokundurarak ses­ sizce onu bırakmamı istedi. Kıskacı bir iki santim gevşetince soluğunu bıraktı. Çenemi yakınlaştırıp kulağına fısıldadım: “Hâlâ duyuyor musun?” Başını hafifçe iki yana salladı, kulağıma fısıldamak için başını çevirince nefesi tenimi gıdıkladı. “Hayır. Bayılmış ol­ masın? Yaralı olabilir ya da. Ne demek istediğini biliyordum. Arkadaşlarından biri ola­ 15 7

K au fm an

/

S p o o n e r

bilirdi. Bana bir tür yaratıkmışım gibi bakan kızlardan birisi olabilirdi. O da hayal değildiyse tabii. Böyle bir ortamda, pür dikkat kesilmiş olmama rağmen, Lilac’ı uyandıran bir seste uyuduğuma inanamıyordum. Gördüğü bir rüyadan uyanmış olma ihtimali daha yüksekti. Yine de, emin olmanın tek bir yolu vardı. “Burada bekle,” diye fısıldadım, yanağım onunkine sürtü­ nüyordu. Yanakları uykunun sıcaklığını taşıyordu hâlâ, teni sıcacıktı. Benimkinin yanında ne kadar da pürüzsüzdü. Daha önce tıraş olması gereken bir erkek gibi yoz bir şeyle karşı­ laşmadığına adım gibi emindim. Yine de anlamış gibi başıyla sessizce onaylamakla yetindi. Zangır zangır titreyince örtüsü­ nü arkada bıraktığını fark ettim. Ceketimi çıkartıp omuzlarına sardım, ağacın karanlığına çöküp beklemeye başladı.

Bu hayatımın en kötü gecesi değildi. Bu unvanın sonsuza dek Avon’daki o özel geceye ait olacağına emindim. Ben dâhil bütün müfreze, iliklerimize kadar ıslanmıştık ve gecenin eğ­ lencesi, bol miktarda lazer silahı olan isyancı bir gruptu. Sulu zeminde pek hoş olmuyordu. Hepsinin ötesinde, yerli kızlar­ dan biriyle randevumu kaçırmıştım, üstelik de kızlar acemi erlere ayılıp bayılmıyorlardı. Yine de berbat geceler listesinde, bu gecenin de birinciliğe oynadığı kesindi. Ses çıkarmadan çalıları yararak ilerlemek neredeyse im­ kânsızdı, kocaman dikenli kollar uzanıp pantolonumun kuma­ şına takılıyordu. Dökülen yaprakların altında gizlenmiş kuru 158

B c n i m IJ z a k Y ı l d ı z ı m

dallar, karanlıkta kırılan kemikler gibi çatırdıyordu. Başka bir gezegende olsaydık kendime güvenirdim ama burada her şey her an canımı yakabilecek gibiydi. Her şey olması gerekenden bir parça farklıydı. Sinir eden bir yavaşlıkla, her seferinde azar azar ilerliyordum. Ensemdeki tüyler diken diken olmuştu, ha­ yatta kalmamı bunu yok saymamama borçluydum. Aramanın ilk bir saatinde, Lilac’m yanından üç kez geç­ miştim. Ağacın dibine itaatkâr bir tavırla çökmüş, ceketime sarılıp bacaklarını da içine sokmuştu. Israrla sesi duymaya devam ettiğini söylüyordu. Bir ağacın karanlığında durup ay ışığının aydınlattığı ovanın ötesine baktım, yeminler ederek sesin geldiğini söylediği yöne doğru. Ama orada bir şey yoktu. Şayet olsaydı, iki ayın ışığıyla en ufak bir canlının bile gölgesi düşerdi. Dördüncü kez döndüğümde bana doğru başını salladı -ses kaybolmuştu. Ceketimin içinde kaybolmuş durumdaydı ama dayanıyormuş gibi gözükmeye çalıştığı belliydi. Aramayı bı­ rakmamı istemiyordu. Tek elimi kaldırıp yerinden kıpırdamaması için onu uyar­ dım. Ben uzaklaşırken o da başıyla onayladı. Farklı bir yöntem deneme zamanı gelmişti. İtinayla on adım atıp sırtımı ağaçlar­ dan birine dayadım, Gleidel ateş etmeye hazırdı. “Kimse yok mu? Kötü bir niyetimiz yok.” Sesim sessizliği yırttı. Bir ki­ lometre mesafede duyulmaması imkânsızdı. Lilac da ben de, kalp atışlarımızın saniyeleri sayışını dinleyerek olduğumuz yerde heykel gibi bekledik. Hiçbir şey yoktu. Bunun üzerine ben de tekrar aramaya başladım. Bir saat daha çalıları yara yara yürüyüp pürüzsüz gövdeli ağaçları geç­ 159

K a u f'rr i a n

/

Spoo ner

tikten sonra, orada birisi varsa bile, gün aydınlanmadan onu bulmamın imkânsız olduğuna karar verdim. Lilac’m mucizevi bir şekilde, ağaca dayanmış vaziyette kestirdiği noktaya döndüm. Saatlerdir titriyordu, vücudunu kasmaktan en sonunda yorgun düşmüştü herhalde. Ben ya­ nına çömelince irkilerek uyandı ve özür dilercesine gözlerini kırpıştırdı -özür diliyor olabilirdi, ben böyle düşünmeyi tercih etmiştim. Etrafta olabilecek her türlü kötü niyetli şeyi çekebi­ lecek bir feneri andıran kamp ateşinden uzak durmak zorun­ daydık. Elimde Gleidel ile, ağırlığımı bırakıp yanma oturdum. Yarı uyuklar vaziyette kıpırdanıp başını omzuma dayadı. Bir gece­ de, ateşin diğer yanma terfi edi vermiştim. Tek kolumu omzuna attım ve o küçücük, sıcak ve canlı bedeniyle bana yaslanırken, başımı arkaya yatırıp ağacın gövdesine dayandım. Uyuyakalmamak için yanağımın içini ısırdım. Bir yandan, başımı onun başına dayama arzusuyla mücadele ederken, gü­ neşin doğuşunu beklemeye başladım.

160

“Sonrasında düzlüğü aşıp dağlara yöneldiniz demek." “Doğrudur.” “O aşamada ne düşünüyordunuz?” “Hayatta kalan başka binlerini bulamayacağımız açıktı, yine de temkini elden bırakmadım. Etrafta birileri varsa, LaRoux ailesinden birini gördüklerine çok da sevineceklerini sanmıyordum.” “Nedenmiş o?" “Bindikleri gemiyi babası yapmıştı. Terraform şirketleri, koloniciler arasında pek de sevilmezler. Merkez'in şirket haklarını korumak amacıyla birlik gönderdiğini siz de benim kadar biliyorsunuzdur. Koloniciler bizden de pek hazzetmezler.” “Başka bir şey düşündünüz mü?” “Neden kurtarma mekiği görmediğimizi de merak etmeye b aşla m ıştım .”

“Bundan Bayan LaRoux’ya bahsettiniz mi?” “Hayır.”

ON DÖRT L I^ C

“NE DUYDUĞUNU BİR DAHA ANLATSANA B A N A ,” DEDİ

on sekizinci kez, kamp alanının etrafındaki alanda, her turda genişlettiği araştırma gezisinden dönüşümüzün ardından. Sa­ bahın aydınlığında, yaşadığım şeyin gerçek olduğunda ısrar etmek giderek zorlaşıyordu. “Bir kadın ağlıyordu. Çaresizdi, korkmuştu, belki de yara­ lanmıştı; emin değilim. Sesi...” Dudaklarımı birbirine bastırıp kendi sözümü böldüm. “Sesi nasıldı?” diye diretti, arkasındaki ağaca yaslanarak. “Benim sesime benziyordu,” diye bitirdim, kelimelerin ku­ lağa nasıl geldiğini fark ederek -beklediğimden de kötüydü. Bir süre konuşmadan ormanı gözleriyle taradı. “Pekâlâ,” dedi bir-iki dakika sonra, ağaçtan kendini iterek uzaklaştı ve sırt çantasını almak için eğildi. “Dün gece burada birisi olsa bile...” 163

K au fm an

/

S p o o n o r

Bir anlığına, bir şey söylememi beklercesine duraladı. Ara­ ya girmek, duyduğumun gerçek olduğunda ısrar etmek iste­ dim ama bir şey bana engel oldu. Sözlerine itiraz etme hakkını kaybetmiştim, böyle bir hakka hiçbir zaman sahip olmamıştım belki de. O olmasaydı burada ölüp gidecektim. Sesimi çıkartmayınca, devam etti: “Her hâlükârda, şu anda bu­ rada değil. Yola devam etmek zorundayız. Ayakların ne durumda?” Kadını ben uydurmuştum belki de. Bunu kendime bile itiraf ettiğim anda, omuzlanma rahatsız bir gerilim yerleşti. Ama başka seçeneğim yoktu. Yola devam etmemiz gerektiğini düşünüyorsa ben de onunla birlikte hareket etmek zorunday­ dım. En kötüsü de, onun haklı olduğunu kabul etmek zorunda olmamdı. Binlerinin geçtiğini gösteren en ufak bir işaret, ayak izi, hatta kmk bir dal parçası bile yoktu. “İyi,” diye mırıldandım, topuklarımda su toplayan yerlerin bu hatırlatmaya eşlik eden zonklamalanna rağmen. “Açık araziye çıktıktan sonra, dinlenecek bir yer bulabili­ riz. Bugün biraz daha erken mola vereceğiz. Gece böyle bölük pörçük uyuduktan sonra, ikimizin de fazla dayanabileceğini sanmıyorum.” Benim dayanamayacağımı söylemek istediğini biliyordum.

Çenem itiraz edercesine gerildi ve bir anlığına, içimden ona çıkışmak geldi. Derken kedinin hınltısı kulaklarımda çınladı, burnuma yanan tüy ve kan kokusu geldi. Gözlerimi kapattım. Ses ovaya doğru hareket ediyordu. Tarver da enkaz alanına ulaşmak için aynı yöne ilerlemeyi teklif etmişti. İlerlemeye devam ettiğimiz sürece, sesini duyduğum kişiyi de bulacaktık belki de, her kimdiyse artık. 164

B enim

U / a k Y 1 1d ı / 1 m

“Tamam.” Tarver’ın suskunluğu beni gözlerimi yeniden açmaya zor­ layacak kadar uzadı. Yüzünde garip bir ifadeyle beni izliyor­ du. İfadesini tam çözememiştim -bakışları gözlerimde değil­ di. İrkilerek, hâlâ dün gece omzuma attığı ceketi giymekte olduğumu fark ettim. Ben, ellerimi adeta yutan kumaşla mücadele edip ceketten kurtulmaya çalışırken o da girdiği trans halinden çıktı. “Yok,” dedi alelacele. “Şimdilik kalsın.” Sonra da arkasını döndü ve onu takip edeceğimi bilmenin rahatlığıyla yola koyuldu. Başka ne yapabilirdim? Zihnimin bir köşesinde, küçük, davetsiz bir fısıltı yükseldi, Başka bir şey yapmak istiyor musun peki?

O gün yürüyüş hızına yetişmekte zorlanmadım. Bana karşı tavrı yumuşamış olabilir miydi? Yürümeye alışıyor olma ihti­ malim de vardı. Ovanın düz zemininde daha iyi mesafe kaydediyorduk, verdiğimiz tek molada da, birer tane kuru azığı çiğnemeden yutacak kadar durduk. Ben çiğnemeden yuttum; Tarver’ı gören, yanında çorbası ve salatasıyla, biftek menü götürüyor sanırdı. Bir buçuk saat daha yürüdükten sonra, Tarver’m isteğiyle durduk. Düzlüğü her yönde kolaçan etti. Arkamızda, yamaç­ lardan birinde gri-yeşil bir leke gibi duran orman, geniş, altın sarısı açık arazi parçasına doğru alçalıyordu. Ömrüm boyunca 165

Kaufm arı

/

Sponner’

böyle muazzam bir şey, böylesine geniş bir düzlük görmemiş­ tim. Takip ettiğimiz akarsu, gümüş renkli dereciklerden olu­ şan bir ağ şeklinde yayılıyor, arazideki küçük inişleri işaret­ liyordu. Birikintilerin hepsi üzerlerinden atlanabilecek kadar dar ama Tarver’ın matarayı daldırıp suyla doldurmasına ve su filtresinin görevini yerine getirmesine yetecek kadar genişti. Rüzgâr ovadaki otları dalgalandırıyor, holo-videolarda izledi­ ğim okyanusları andırıyordu. Bütün bunların uzağında, İkarus’la aramızda uzanan dağlar vardı. Ama herhangi bir hayat belirtisi göremiyorduk. Tepede gürleyerek uçan uzay mekikleri, düzlüğü bölen dereler gibi gökyüzünde dolaşan, koloni taşıtları yoktu. Burada koloni halkı olmamasına bir anlam veremiyordum. İnsanlar neredey­ di? İkimiz de bu konuda tek kelime etmiyorduk ama onun da dikkatinden kaçmadığından emindim. Tarver kampı dün gecekinden daha hızlı hazırladı. Bunun nedenini anlamam birkaç dakikamı aldı -bu kez ateş için çu­ kur kazmamıştı. Açık arazide gerçek ateş yakacak odun yoktu. Bunu nasıl düşünememiştim? Dün gece ona yaslandığımda, yakında yanan bir ateş olmasına rağmen yan donmuş vaziyet­ teydim. Bu sabah onu hızla itip kendimden uzaklaştırdıktan sonra, onun vücut ısısına da güvenemezdim. Aklımda beni bekleyen sefil geceyle, ürperdim. Tarver kaçış kapsülünden çıkarttığı kucak dolusu tel kab­ loyu toparlayıp, yiyecek bir şeyler yakalamak için tuzak kur­ makla alakalı bir şeyler mınldandı ve düz bir hat izleyerek, uzun adımlarla ovaya daldı. Onu durduğum noktadan görebi­ liyordum en azından ve yalnız olmadığımı biliyordum. 166

Benim

LJ / a k Y ı l d ı z ı m

Bir yandan onu izlerken, bir yandan da parmak uçlarımla yüzüme dokundum. Bir aynam olsaydı keşke. Hareketsiz otur­ mama rağmen cildim sıcak; çocukluğumda çıktığımız tropik tatilde, simülasyon güvertesinde kaybolduğumda yaşadığım deneyimden yüzeye çıkan bir ses, bunun güneş yanığı olduğu­ nu söyledi. O zaman, babam doktor çağırmıştı ve bayan dok­ torun tedavisi sayesinde, güneş yanığı hızla kaybolup gitmişti. Bu sefer, yanaklarımdaki hasarı parmak uçlarımla yokladım. Gözlerimin etrafındaki deri dokununca hâlâ acıyordu. En azından bir parça mor olduğunu tahmin ediyordum -kazadan bu yana dört gün geçmişti. Tarver bununla dalga geçmeme ne­ zaketini göstermişti en azından. Geride, çok uzak olmayan bir yerden Tarver’m sesi geldi. Az önce çömelmiş, tuzak kurarken görmemiş miydim onu? Göğüs kafesim şaşkınlıktan sıkışırken döndüm ama boş bir ova dışında bir şey göremedim. Bu kadar hızlı nasıl geçmişti arkama? Gözlerimi kısarak, tekrar omzumun üzerinden geriye baktım ve onu doğrulurken gördüm. Konuştuğunu duyamaya­ cağım kadar uzak bir notadaydı. Ensemdeki tüyler diken diken olurken, arkamda kalan düz araziyi taradım. Görünürde kimse yoktu. Güm güm atan bir kalp ve dikkat kesilmiş kulaklarla orada dikilirken, bir mırıltı daha duydum. Tarver’m sesi değilmiş meğerse -onunki kadar tok bir ses değildi. Tam çıkartamadığım bir duygu taşıyordu ve söylediklerinin tek kelimesini bile anlayamıyordum. Bedenim titremeye başladı, parmak uçlarım karıncalanıp kaşınıyor, nefesim hızlanıyordu. Korku, dedim içimden ama kendimi derin nefesler almaya zorladığımda, yatışmadı. Te­ 167

Kau f m an

/

S p o o n cs r

nim ısındı, soğudu, tekrar ısındı ve huzursuz bir kaşıntı baş­ ladı, ta ki harekete geçmezsem, bu hisler yüzünden infilak edecekmişim gibi hissedene kadar. Kan şekerim düşmüş gibi bir baş dönmesi başladı, elbisem çok sıkıymış da beynime ye­ terince oksijen ulaşmıyormuş gibi. Tarver döndüğünde ayakta durmaya devam ediyordum. Yanıma ulaşmadan önce, uzun otların arasından ayak seslerini duymuştum, o yüzden alışılmadık bir neşeyle, “Yuvalar var -şanslıyız,” dediğinde, irkilmemeyi başardım. Omzumun üzerinden geriye baktığımda, onu eli kolu uzun otlarla ve bitkilerle dolu vaziyette, gülümserken buldum. Et­ kileyici bir manzaraydı -am a duyduğum ses kadar etkileyici değildi. Başımı tekrar düzlüğe çevirdim. “Oradayken bir şey duydun mu?” diye sordum, gözlerimi kısarak öğleden sonra güneşine baktım ve elimden geldiğince, titrememi minimumda tutmaya çalıştım. “Rüzgâr,” diye cevap verdi, kucağındakileri bırakırken yükselen hışırtı söylediğini vurguladı. “Otlar, ara sıra kaçışan börtü böcek. Buralarda büyük hayvan yoktur, karınlarını do­ yuracak bir şey bulamazlar.” “Bir erkek sesi duydum.” Canavar silahını kılıfından çekerken çıkan sese giderek alışmaya başladım. Başımı iki yana sallayarak, iç geçirdim. “Bize zarar vermek istediğini sanmıyorum. Öfkeli değildi san­ ki.” Tarver yanıma gelip benimle aynı yöne baktı dikkatle. “Emin misin? Buralarda birinin saklanabileceği bir yer yok.” “Eminim.” Bu sefer beni rüya görmekle suçlayamazdı. Cin 168

Be n im

U z a k Y 1 1d ı / 1 m

gibiydim, bütün sinirlerim gergindi. “Başta sen sandım ama sen çok uzaktaydın. Ses çok yakından geliyordu, yakınlarday­ dı sanki.” Tarver artık kaşlarını çatıyordu. Bana attığı yan bakışı ya­ kaladım. Sonra ileri doğru birkaç adım atıp yavaş bir çember çizdi, bölgeyi gözleriyle taradı. “Ses rüzgârla taşınmış olabilir herhalde. Ne diyordu peki?” Duraladım, dişlerimin zangırdamasına engel olmak için çenemi sıktım. “Ben... bilmiyorum. Tam anlayamadım. Bir duvarın ötesinde konuşulanları dinlemek gibiydi. Bilmediğin bir dilde konuşuluyormuş. Onları duyacağını biliyorsun ama tabii eğer...” Nasıl anlatacağımı bilemiyordum. Düzlüğe bakmayı bırakıp bütün dikkatini bana yöneltti. “Peki, hangisiydi? Uzakta mıydı yoksa hemen yakınında mı?” “Bilmiyorum!” Bir öfke patlaması, ben daha kontrolüm al­ tına almayı başaramadan kurtuldu ve sesim, bedenimi ele ge­ çiren duygunun etkisiyle titremeye başladı. “Yanı başımdaydı ama boğuktu. Sanki -ses netti ama bir anlam taşımıyorlarmış gibi.” Dimdik bana bakınca yüzümün yanmaya başladığını hissettim. “Kulağa nasıl geldiğinin farkındayım,” diye fısıldadım. “Pek iyi değil,” diye kabul etti. Ancak sonra beni şaşırta­ rak, arkasını dönüp silahını kılıfına soktu ve ellerini ağzının etrafında götürerek, düzlük boyunca bağırdı. “Oradaysanız çıkın ortaya! Silahımız var ama numara yapmaya kalkmazsa­ nız, biz de yapmayız!” Ellerini indirdi, başını hafifçe çevirip olası cevabı duymak 189

K aufm an

/

Spooner

için kulak kabarttı. Ben de dikkat kesilmiştim; her hışırtıda, ot ve rüzgârın her fısıltısında tüylerim diken diken oluyordu. Sonra, en fazla birkaç metre uzaktan, her zamankinden net bir ses yükseldi. Ne söylediğini hâlâ anlayamıyordum ama bu kez heyecanlı olduğu belliydi. “İşte!” İleri fırlayıp Tarver’m yanında durdum. “İşte, aynı ses! Söyledim sana.” Gülümsemiyordu. Düzlüğe bakmak yerine, başını eğmiş bana bakıyordu; kızgın değil de sıkıntılı bir ifadesi vardı. “Ben bir şey duymadım,” dedi sessizce. Kelimeler mideme bir yumruk gibi indiler, boğulacak gibi oldum. Tarver bile böyle bir gaddarlık yapamazdı. “Hiç komik değil.” “Gülmüyorum zaten.” Özenle uzanıp omzumu tuttu. “Seni çok zorladım. Bitkinsin. En iyisi biraz oturup dinlenmek, ya­ rın kendini daha iyi hissedeceksin.” Omzumu öyle sert bir hareketle çektim ki kasım gerildi ama acıyı neredeyse fark etmedim bile. Omurgam rahatsız rahatsız karıncalandı. “Halüsinasyon görmediğimi biliyorum, Tarver!” Gülümsedi ama gülümsemesi ciddiyetlerini koruyan, üze­ rime dikili bakışlarına ulaşmamıştı. “Büyütmeye gerek yok,” dedi başından savarcasına. “Bir keresinde, benim de başıma gelmişti. Gel, otur bakalım. Sana şu kuru azıklar dışında yiye­ cek bir şeyler bulmaya çalışayım.” “Neyin gerçek olduğunu biliyorum herhalde!” Onu tokatla­ mak istiyordum, sarsmak, duyduğum şeyden emin olduğuma ikna etmek için ne gerekiyorsa onu yapmak istiyordum. Tit­ 170

B o n i r n U z a k Y ı İd ı / ı m reme azaldı, baş dönmesi geçmeye başladı. Yanımdan telaşla esen meltem nemli tenime değdiğinde, terlediğimi fark ettim. “Lilac,” dedi, yumuşak ve bezgin bir sesle. “Lütfen. Dinlen biraz.” Bu şekilde beni kolayca yenebileceğini biliyor muydu acaba -b u kadar yorgun ve üzgün olduğunda, ona nasıl karşı koyabilirdim? Başka bir insan sesi duymuş olmanın getirdiği rahatlama, beni soluksuz bırakacak derecede yoğun bir esrarın içinde dağılıp gitmişti. Gözlerim yanarken, yığılırcasına ye­ niden battaniyeye oturdum. Ağlamamak için direndim, onun önünde ağlayamazdım. Bir kerelik olsun, haklı çıksam olmaz mıydı sanki? Aksine, delirdiğimi, Lilac LaRoux’nun gerçek­ le düşü birbirinden ayırt edemeyecek kadar büyük bir travma geçirdiğini düşünüyordu. Tarver burada tek başına olsaydı keşke. En kötüsü, onun da aynı şeyi istediğini bilmekti.

171

"Ani travma birden fazla şekilde kendini gösterebilir.” “Doğru. Bizler yoğun eğitimden geçiyoruz.” “Bu travma belirtilerinden herhangi birini gördünüz mü Bayan LaRoux’da?” “Hayır. Yani, yemek yemiyordu ama çoğunlukla kum azığa tepki gösterdiğini düşünüyorum. Alıştığı şeylere pek benzemiyordu.” “Bunun dışında normal miydi?” “Normaldi dedim ya. Cevaplarımı anlamakta güçlük mü çekiyorsunuz?” “Emin olmak istiyoruz, Binbaşı. Kesin olarak bilmek.” “Bu işin daha ne kadar süreceğini öğrenme şansım var mı?” "İstediğimiz cevapları alana kadar.”

ON BEŞ TARVER

ÖRTÜNÜN

ÜZERİNDE

DERTOP VAZİYETTE

YATMAYA

devam etti. Ben de kasten oyalandım; amacım kendini toplaması için ona bir parça zaman vermekti. Son birkaç gündür Lilac LaRoux hakkında öğrendiğim bir şey varsa, o da başkalarının yanında dağılmaktan hoşlanmadığıydı, dağılmaya fazlasıyla hakkı olsa bile. Karman çorman çantamın içinden tıraş bıçağını bulup tıraş oldum; böylece medeniyete doğru tekrar birkaç adım yaklaşmış oldum -Lilac biraz rahatlardı belki. Tenime değen jiletin kulak tırmalayıcı sesi, aklımın başka yerlere gitmemesini sağladı ve sessizlik uzayıp gitti. Kötü haberlerin yanında iyi haberler de vardı. Düzlük, yürümeyi kolaylaştırmıştı; zemin düzgün ve engebesizdi. Kedi arkadaşlarımızı geride, ormanda bıraktığımızdan emin­ dim. Civarda mideye indirilebilecek bir şeyler olduğunu gös­ teren oyuklar bulmuştum ve de içlerinden yenilebilir bir şeyler 175

KauFrnan / S p o o n e r çıkma ihtimali yüksek, bir kucak dolusu yabancı bitki ve ot. Kuru azıklardan başka bir şey yerse, morali yerine gelirdi belki. Fakat bu kez de, mideme taş gibi bir ağırlık oturmuştu. Onun nasıl titrediğini, terlediğini ve gözbebeklerinin nasıl büyüdüğünü görmüştüm. Halüsinasyonlar birden fazla şeyin belirtisi olabilirdi ama Lilac’ın durumunda, olan biten onca şeyin fazla geldiği aşikârdı. Dağlan aşıp İkarus’a ulaşana ka­ dar dayansa, bana yetecekti. “Bana bir iki saat verirseniz, Bayan LaRoux beslenmenize az da olsa çeşitlilik getirebileceğimi sanıyorum,” dedim ne­ şeyle ve oyalanacak bir şeyim kalmayınca yanma ağırlığımı bıraktım. “Tenaform geçirince, bitkilerin büyük kısmı az-çok yenilebilir hale geliyor. Bir süre düzenli şekilde kuru azıkla beslenince, insanın ‘yenilebilir’ anlayışı bayağı bayağı değişi­ yor, onu da söyleyeyim.” Hızla bana çevirdiği bakışları hâlâ boş ve donuktu. Şu anda ihtiyaç duyduğu şeyin, aramızda süren savaş olmadığının farkındaydım, ben de böylesine sefil şartlarda, aklıma gelen tek yolu deniyordum. Ufak bir tebessüm ettim -Tebessümle kar­ şılık vermese de, bana bakıp bu insanca teması özümsemeye çalıştı. “Önce ben denerim,” diye devam ettim, “içlerinde yenile­ bilir olan var mı bakanm, sonra bir iki tane daha toplanm ve bu akşam adam gibi bir yemek yeriz. Gördüklerim normalde tenaformda oluşan bitkiler değil ama aynı ilkelerin geçerli olmaması için bir sebep göremiyorum. Yakında ufak bir ateş yakacak kadar ot var, o yüzden her şekilde çorba yapmak için matarayı ısıtabiliriz.” 176

B g rı ı m

IJ z a k V 1 1d ı z ı m

Başıyla onayladı, küçük de olsa bir ilerlemeydi bu. Onunla uğraşırken kendim de sakinleşmeye başlamıştım. İşe koyulup otlardan ilkinin sapını koparttım -dip kısmı tombul, odunsu, ucu yeşil ve sulu, aşağı yukarı bir parmak kalınlığındaydı. Bu bitkileri tanımıyor oluşumun ne kadar garip olduğunu ona hatırlatmak istemiyordum -bitki örtüsü ve fauna terraformu tümüyle standarttı. Şirketlerin işe yaradığı bilinen formülleri kurcalamak gibi bir alışkanlıktan yoktu ma buradaki bitkiler alıştığım bitkilerle yüzeysel bir benzerlik taşıyordu. Kopar­ dığım sapta boncuk boncuk bitki özü birikmeye başlayınca, kolumun iç tarafındaki hassas bölgeye sürdüm. “Ne yapıyorsun öyle?” Hâlâ durgundu ama en azından önüne bakmaktansa, başka bir şeyle ilgileniyordu. “Alerjik tepkiye bakıyorum. Kolum kızarmaz ya da kaşın­ mazsa, ikinci aşamaya geçip geri kalanını da test edeceğim.” Başıyla onaylayıp bir süre koluma baktı, sonra gözlerini çevirdi. Tekrar denedim. “Doğuda zemin alçalıyor, nehir olabilir. Üzerinden geçip düzlükte onu takip ederek ilerleyeceğiz, böylece su sıkıntısı çekmeyiz. İstersen yıkanırız bile; süvari ekibi geldiğinde karşılarına insan gibi çıkanz.” Başını eğip derin bir soluk aldı. “Suyu benim için iyice kontrol etseniz iyi olur, Binbaşı. Bende bu şans varken, içinde uzay timsahlarının saklandığına eminim.” Oldu işte, espri yaptı. Mankafa gibi sırıttım, komik olma

teşebbüsünün hak ettiğinden kat kat fazla bir sırıtıştı. Fark et­ memişti galiba. “Uzay timsahlannı dert etmeyin,” dedim. “Çe­ nesinin altını gıdıklarsanız sırtüstü yuvarlanıverirler. Geçen 177

K a u f'rrı a n /

Spoo ner

sene New Florence’a gönderildiğimde evde timsah besleyen bir adamla tanışmıştım. Timsahını görev yerinden eve bavu­ lunda taşımış. Bavula hava delikleri açınca timsah yolculuğu sorunsuz atlatmış.” Beni belli belirsiz bir gülümsemeyle ödüllendirdi. İlerleme kaydediyorduk. Bunu bir süre daha devam ettirdiğim takdirde, sesleri geride bırakabilirdik belki. Biraz dinlenip uyuyabilir ve yolumuza devam ederdik. Önemli olan da buydu. Eve dönmek. Evi düşündüğüm anda, özlem bir hançer gibi saplanıverdi -ailemi düşünmekten işte bu yüzden kaçınmak zorundaydım. Sahada başıma bir şeyler gelebileceğini her zaman biliyordum ama bu şekilde olacağı aklımın köşesinden bile geçmemişti; Alec’i haber vermeye geldiklerinde annemin yüzünün aldığı şekli hatırlayacak vaktimin olacağı... “Timsah kaçakçılığı, ha? Başınızdan daha neler geçti, Bin­ başı?” diye mırıldandı, dalgın dalgın. Gülümsemesi kaybol­ maya başlamıştı. “Şey, son birkaç senede bir sürü yer dolaştım ama buradaki düzlükler kadar güzelini görmedim.” Topladığım bitki yığını­ nı kurcaladım. “Şuna bak.” Parlak sarı bir göbekten, fışkıran mor yapraklarıyla, bir demet küçük, narin çiçeği tutup göster­ dim. Alt kısmı ovada yetişen otların gri yeşil rengiyle aynıydı, böylece güneş batarken kapandıklarında, saklanabiliyorlardı. “Tıpkı bizim gibiler. Hırpalansalar da idare ediyorlar, değil mi?” Soluğunu yavaşça bırakırken, elini uzattı. “Bu şeylerin burada yetiştiklerine inanamıyorum.” Elimdeki çiçeklerden birini alırken parmaklan parmaklarıma değdi. Seçtiği çiçek 178

B e rı i m LJ / a k Y ı l d ı r ı m

eğilmişti, yapraklarından iki tanesi asimetrikti, birbirlerine yapışık büyümüşlerdi. Doğal hayatın kusursuz olmayan gü­ zelliğiyle ilk kez karşılaşmış olabileceğini fark ettim. “Daha önce bakımlı bahçelerde bulundum,” diye devam etti, “ama böylesine değerli şeylerin, kimse ilgilenmediği hal­ de kendiliğinden yetişmesi. Aklım almıyor.” “Annem kır evimize kadar ulaşan yabani bitkileri kesmez. Çiçek eker ama kendi çiçekleri yabani çiçeklerle birlikte bü­ yür.” Bunları ona niye anlattığımı bilmiyordum ama beni din­ liyordu. Ağzımdan çıkanları ilk kez böyle can kulağıyla din­ liyordu. “Evimizin yanında kocaman bir gelincik tarlası var, kırmızı renkli bir derya. Çiçekler etraftaki asmalarda büyüyor. Annem onlardan ilham alıyor.” “Kim olsa alır,” dedi Lilac, hafif bir iç çekişle. Nihayet kafası dağılmıştı. Yüzü yumuşadı ve günlerden beri ilk defa -tanıştığımızdan bu yana ilk kez- savunmaya geçmedi. Gü­ lümsemesi dönseydi keşke. Gülümsediğinde, tanıyabileceğim birine benziyordu. İkimizin de buna ihtiyacı vardı. Sırt çantama uzandım; kabloları, kuru azıkları karıştırdım; ilk yardım çantasını, güneş enerjisiyle çalışan el fenerini ve karalama şiirlerle dolu not defterimin sertleşmiş derisini bir kenara ittim. Dipte durduğunu bildiğim metal kabı arıyordum. Parmaklarım kutuyu kavradığında üşüdüm, avucumun yak­ laşık yarısı büyüklüğündeydi, neredeyse içindeki kâğıt kadar inceydi. “Annen bahçede çok vakit geçiriyor mu?” diye sordu. Ka­ fasının dağınık kalmasını -aramızdaki bu ateşkesin devam et­ mesini- istediğini biliyordum. 179

Kaul'rnan

/

Spoonnr

“Her gün bahçededir.” Kabı çıkarttım. “Annem şair, babam tarih öğretmeni. Büyürken etrafım sonelerle çevriliydi. Vakti­ min büyük kısmı ağaçlara tırmanıp nehirlere düşmekle geçti. Orduya yazıldığımda bunun bayağı iyi bir antrenman olduğu ortaya çıktı.” “Çok güzel,” diye mırıldandı. “Annenin eserleri basıldı mı? Merendsen imzalı bir şey okuduğumu hatırlamıyorum ama okumuş da olabilirim.” “Merendsen babamın adı,” dedim ve metal kabı açıp fotoğ­ rafı çıkarttım. Artık biraz daha yavaş konuşmaya başlamıştım, başımı eğip baktığımda boğazım düğümlenir gibi oluyordu. Bu yüzden ses tonumu nötr tutabilmek adına kelimeleri bir parça yaymaya çalıştım. Bir ev özlemi dalgası, bedenimde fi­ ziksel bir güç gibi yükseldi. “Annem Emily Davis.” Elimdeki fotoğrafa baktım. Evimiz. Farklı sırt çantalarında ve çuvallarda geçen iki senenin sonunda resmin kenarları bir parça aşınmıştı. Fotoğrafta bizim ev vardı; annemin çok sev­ diği mavi çiçeklerle çevrili beyaz duvarlar, arka planda da kır­ mızı gelincik tarlası uzanıyordu. Annem, ufak tefek ve açık tenli, saçları her zamanki gibi topuzundan fırlamış, gözlükleri -çok sayıdaki garipliklerinden birisi- burnunun üstüne tüne­ miş... Yanında da her zamanki gibi yeleğini giymiş olan ba­ bam vardı. Sırık gibi boyuyla, Alec de oradaydı. Ben de omzu­ na çıkıp saçlarına tutunmuştum. Onu daha iyi tanımasaydım, yüzünü buruşturduğunu anlamaz, gülümsediğini sanırdım. Başım öne eğik, onlara bakarken yüreğim sızladı. “Şaka yapıyorsun.” Gülümsediği sesinden belli oluyordu. Başımı kaldırıp baktığımda, bakışlarını beni beklerken bul­ 180

B nnı m LJzak Y ı l d ı z ı m

dum. Yüz ifademi görünce, bunu komik bulmaktan vazgeçti. “Emily Davis?” dedi, yanlış anlama ihtimalime karşı. “İlgilendiğini bilseydim, hemen söylerdim.” Söylemezdim gerçi. Sıradaki bitkiye uzanıp yayvan yaprağını parçaladım ve kolumda denedim. Annemin isminin insanları etkilediğini biliyordum ama onu kapılan açan bir anahtar olarak kullana­ mazdım. Bu saçma salak halkla ilişkiler gezisine de bu yüz­ den razı olmuştum -annemin adını karıştırmayacaklarına söz vermişlerdi. Annemle babamın sayesinde kabul görmek iste­ miyordum; annemin bahçesinin paparazzi işgaline uğramasını da. Aramızdaki bağı, kendi yazdığım şiirlere karşı gösterdi­ ğim hassasiyetle koruyordum. Bana bakan birinin orada bir şair görmesi mümkün değildi. Neden bilmiyorum ama Lilac farklıydı. Başımı eğip koluma baktım. Üçüncü bitki bir parça canımı yakmıştı. Cildimin kızarmasını seyrederek, mataradan o nok­ taya itinayla su döktüm -fazla değildi gerçi, çok kötü sayıl­ mazdı. Lilac hâlâ ailemin resmine bakmakla meşguldü. “Anne­ nin şiirlerine âşığım ben,” diye fısıldadı, neredeyse saygılı bir tavırla. “Küçük bir kızken onun şiir kitaplarından birisi vardı, gerçek bir kitap. Bir tanesi leylak çalısıyla alakalıydı. Sen de bilirsin, insan çocukken kendi adının geçtiği şeyleri nasıl da sever. Sonra büyüdüm ve kelimeler... öyle güzel, öyle kederliydi ki. Ağlıyor, mis kokulu ve solgun, ya z biterken .” Ba­ şını kaldırıp pınl pırıl gözlerle bana baktı. “Leylak çalısı ger­ çekten var mı?” “Elbette var.” Kolumdaki yanmaya aldırmadım. Geçmeye 181

K a n frn a n /

«S p c;>o n e r’

başlamıştı bile. “Çatıdan düşüp tam ortasına iniş yaptığımda az kalsın can veriyordu ama göründüğünden daha sağlammış. Tanıdığım başka bir Lilac’a benziyor.” Kelimeler dudaklarımdan dökülüvermiş, iltifat sağduyu­ mun süzgecine takılmadan çıkmıştı. Ama o iltifat diye geçiş­ tirmek yerine, gülümsedi. Günün ilk samimiyet işaretiydi bu ve birdenbire, yeniden konuşmaya başladım. Gülümsemeye devam etmesini istiyordum. “İnsanlar şiirlerde adı geçen şeyleri görmeye evimize gelir­ ler. Çoğu zaman çit kırıktır, tahta kiremitler de çatıdan düşer ama babam ziyaretçileri işe koşup evi adam ederken annem de o günlük çalışmasını tamamlar. Sonra ziyaretçileri görmek için alt kata iner.” Gözlerimin önünde hayata dönüyordu, neşeyle kahkaha attı. “Ah, Tarver.” Onun ağzından adımı duymak hâlâ tuhaf geliyordu. Tu­ haf değildi aslında -heyecan vericiydi.

Günlerdir ilk kez

gerçekten sohbet ediyordum sanki. Başını iki yana salladı. “İnanamıyorum. Bir dakika, ola­ maz! Kurşun askerle alakalı olan. Ben değilim de, yoksa düşer bayılırım! O şiiri ezbere biliyorum!” Başımı iki yana sallayarak, elinde tuttuğu fotoğrafa bak­ mak için bir parça eğildim. “Alec’ti.” Belki de fotoğrafa bak­ tığım için, adını söylerken gülümseyebiliyordum. Onu işaret ettim. “Şuradaki o, omzunda beni taşıyan.” “O da mı asker?” Yüzüne iyice bakabilmek için öne eğildi. “Öyleydi,” dedim, nispeten kısık bir sesle. “Bir operasyon­ da öldürüldü.” 182

Be n im

U / a k Y ı l d ı r ı r rı

Başını kaldırıp kocaman açılmış gözlerle bana baktı. “Çok üzüldüm.” O anda, istediğimin bu olduğunu biliyordum. Salondaki o gece bunu istediğimi ve o zamandan beri de asıl arzu ettiğimin bu olduğunu biliyordum. Bana bakıp gezegenin yanlış tarafında büyümüş bir adam görmüyordu. Bir asker, bir savaş kahramanı ya da bunun onun için ne kadar zor olduğunu anlamayan kültürsüz bir hödük ya da hiçbir şeyden haberi olmayan bir geri zekâlı görmüyordu. Beni görüyordu, o kadar.

183

"İkiniz yakınlaşmaya başladınız.” "Yani?” "Doğruluyor musunuz?” “Fikrinizi söylediniz, ben de zaten bildiğinizi varsaydım.” “Bunu biraz açar mısınız?” “Bu toplantının amacının benim gezegenle ilgili izlenimlerimi konuşmak olduğunu sanıyordum.” “Toplantının amacı, sormayı tercih ettiğimiz sorulara cevap verm eniz, Binbaşı. Bayan

LaRoux hakkında sorular soruyoruz.”

“Soru neydi tekrarlar mısınız?” “Boş verin, o mevzuya döneceğiz.” “Dört gözle bekliyorum.”

ON ALTI LİLAC

HER BİRİ KENDİNE ÖZGÜ İNCELİKLİ BİR ANLAM TAŞIYAN,

bin çeşit gülümseme biliyordum ama elimi uzatıp bir metre uza­ ğımda yatan bu insana dokunamıyordum. Onunla nasıl konu­ şacağımı bilmiyordum. İş gerçek şeylere geldiğinde, tamamen cahildim. Anlattığı hikâyelere gülümseyerek durumu idare etmeye çalıştım. Bitkilerin bazılarının bıraktığı kızarıklıklara, ilk yar­ dım çantasında bulduğum merhemi sürdüm. Güneş batmaya yüz tuttuğunda, kurduğu kapanları kontrol etmeye gitmişti. O yanımdan ayrıldığı anda, dünya kararıyor, daha bir kocaman oluyordu sanki. Ben de, sessizliği yırtacak bir sonraki sese ha­ zırlıyordum kendimi. Sesler yerine, uzun otların arasından iç geçiren rüzgârın sesi ve uzakta, ovada hareket eden Tarver’m çıkarttığı sesler duyuldu. Yanında getirdiği küçük, kürklü hayvanlarla, kapanların 187

KunTman

/

Spüoncr

meyveleriyle ilgilenirken, gözlerimi kaçırdım. Onları yiyecek kadar aç olmam, bağırsaklarını temizlerken izleyeceğim anla­ mına gelmiyordu. Dikkatimi dağıtmak ve çıkan sesleri gizle­ mek için, bir yandan çalışırken bir yanda da hikâyeler anlatıp durdu. Kumandasındaki müfrezenin başından geçenleri de. Hepsi birbirinden korkunçtu. Büyüyen karanlıkta, iyi anlaş­ tığımızı düşünecektim neredeyse. Benim varlığıma tahammül etmeye çalışmıyor, aksine, varlığımdan alıyordu sanki. Bu hikâyeleri pes etmeyeyim diye değil, beni güldürmek için is­ teyerek anlatıyordu sanki. Ateşi yakmasını izledim, ilk defa nasıl yaktığına dikkat ettim. Baştan beri böyle yapmam gerekirdi, beni tek başıma bırakıp gitme ihtimaline karşı -am a bu kez, bunu korku yü­ zünden yapmıyordum. Bilirsem ona yardım edebilirdim, bu yüzden bilmek istiyordum. Yeterince yakacak bulamadığımız için, burada ancak küçük bir ateş yakabildi. Bu ateşin bizi ge­ celeyin sıcak tutmasına imkân yoktu. Yine de, incecik et di­ limlerini pişirmeye yetti. Bu gezegene düştüğümüzden beri ilk kez, mideme gerçek bir yiyecek girmiş gibi hissettim. Dumanlar çıkan közün yanında kıvrılmış otururken, göz­ lerim ağırlaşmaya başladı. Tarver iyice azalan ışığın yanın­ da oturmuş, şu not defterine bir şeyler karalıyordu, başı iyice düşmüş ve sayfalara yakınlaşmıştı. Güneş yemek pişirirken battı ve akşam serinliği, belli belirsiz nahoşluğuyla yeşil el­ bisemin yırtık pırtık kumaşının zerre kadar engel olamadığı, insanın içine işleyen bir soğuğa dönüştü. Tarver not defterini kaldırıp yemek artıklarını, geceleyin ziyaretçi çekmeyecekleri kadar uzak bir yere atmaya gidince sıcaklıkla birlikte moralim 188

13o n

Im

Uzak Yıldızım

de düşüverdi. Dev kedilerin düzlüğe çıkacaklarını sanmıyordu ama dediği gibi, sonradan pişman olmaktansa tedbirli olmak daha iyiydi. Tarver hayatta kalmama yardım etmeseydi burada kaç kere ölmüştüm diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Döndüğünde başımı kaldırdım ama öyle yorgundum ki bundan fazla bir çaba göstermem imkânsızdı. Aramızdaki di­ namiğin değiştiğini hissetsem de onunla nasıl konuşacağım­ dan hâlâ emin değildim. Kınlan onurum ve zedelenen özgü­ venim, söylemek istediklerimi dile getirmeme engel oluyordu. Başım yeniden dizlerime düştü. “Bayan LaRoux.” Tarver yanıma çömeldi; bu hareketi ar­ tık çok iyi biliyordum, algılamam için bakmama gerek yoktu. “Lilac. Burada, ovada hava çok soğuk. Ateşi canlı tutmaya ye­ tecek yakıtımız yok ve rüzgâr da ormandakine göre çok daha soğuk.” “Hadi ya.” Gülünce, onun lafım kaptığımı fark ettim. Asker gibi ko­ nuşmuştum. Yanaklarımın kızarmaya başladığını hissettim. “Israr edersen,” diye devam etti, “sırt sırta uyumaya devam ederiz. Ama sana sarılmama ve örtüleri de kenarlardan sıkış­ tırmama izin verirsen, çok daha sıcak olur. Aklımdan en ufak bir kötülüğün geçmeyeceğine yemin ediyorum.” Karanlıkta bile, yüzümün alev alev olduğunu görmüş ol­ malı. Bedenimin geri kalanı ürperirken, başımı çevirip yanaklanmı soğuk rüzgârda serinlettim. “Bunu yapmana gerek yok.” “Neyi?” 189

Kaufrıınn

/

Spoonor

“Sanki benden...” Omuz silkip başımı iki yana salladım. Kızgın değildim ama sesimde yine de öfke vardı. Bedeni­ min ihanetine öfkeliydim, yanaklarımın kızarmasına engel olamamama. Onun yanında kendimi nasıl da acemi hissedi­ yordum. Adımlarını bilmediğim bir dans yapıyorduk, acemi taraf da bendim sanki. Son bir çabayla, kendime olan saygımı kısmen de olsa kur­ tarmaya çalıştım. En azından, hayranlarımdan biri olduğunu düşünecek kadar aptal olduğumu göstermeme gerek yoktu. “Senin... arkadaşlık etmeyi tercih ettiğin tiplerden olmadığı­ mı biliyorum. Senin için de, en az benim için olduğu kadar zor bir durum bu.” Bunun üzerine bir kez daha güldü, bu kez kahkahasını bas­ tırma zahmetine de girmedi. Dolu dolu bir kahkahaydı, yoğun ve sınırsız. Sosyetenin kibar kahkahalarına ya da tiz takırtı­ larına hiç benzemiyordu. Benimle dalga geçtiğine emin olan bedenim irkilirken dudaklarım, bir gülümsemeyle karşılık vermeye hazırdı. Ayağa kalkıp örtüleri silkeleyerek yatağı hazırlamaya baş­ ladı. Bu gece, tek yatak vardı. “Bayan LaRoux, kendinizi kur­ ban gibi görmeye başlamadan evvel söylemem lazım; bazı nahoş şartlar altında mecburen iri yarı ve kıllı onbaşımla kaşık pozisyonunda yatmışlığım var. Onunla karşılaştırıldığında gü­ zel bir kız insana tatil gibi geliyor.” Güzel mi? Her zaman gayet güzel bir kız olmuştum -am a yeterince para harcanırsa bir inek bile güzel bir parçaya dö­ nüştürülebilirdi. Yine de, İkarus’taki ilk günlerimizden beri, bana bir daha asla öyle bakmamıştı. Konumumun ve paramın 190

B o n im

U z a k Yıldız ım

gözünde bir değeri olmadığını açıkça belli etmişti; hatta aksi­ nin geçerli olduğunu. Yüzümü gizlediği için karanlığa minnettardım. Küçücük bir iltifata karşılık gülümsememi gizleyemediğimi görse ne olurdu. Bundan daha fazla küçük düşemezdim herhalde. Arkamı döndüm. Yatağın kenarında diz çöktü. Elleri ba­ caklarının üzerindeydi. Giderek kararan gecede, hayal meyal seçilen bir hareketle, bana önden uzanmamı işaret etti. Aylar­ dan ilki ortaya çıkmak üzereydi ve tepemizdeki yıldızlar her saniye daha da parlıyorlardı. Hava berrak, soğuk ve keskindi. Haklıydı. Ayrı yatmakta ısrar edersem ikimiz de uyuyamayacaktık. Fazla terbiyeli tarafım, düşüncesiyle bile irkiliyor­ du. Ama kim bilecekti? Ne tepemizde uçan kurtarma ekipleri vardı ne de babamın süvarilerinin beni kurtarmaya geldiğine dair bir işaret. Taviz verebilirdim, yalnızca bir gece için. Ayrı­ ca öyle cazip geliyordu ki. Isınmak istiyordum, o kadar. Yutkundum ve sürünerek battaniyenin altına girip küçücük oldum. “Yalnızca düzlükteyken ve ateş yakamadığımızda.” Kelimeler engel olma fırsatı bulamadan dudaklanmdan dö­ külmüştü. Bu jestini küçümsediğimi sanacaktı. Sadece teklifi­ ni kabul etsem olmuyor muydu? Ama o başıyla onaylamakla yetinip yatmaya hazırlandı. Si­ lahının kılıfını çıkartıp yakınımıza koydu, el fenerini yakınlar­ da bir yere bıraktı. Yatmak için battaniyenin ucunu kaldırdı­ ğında içeri bir anda soğuk hava dolunca daha da dertop oldum. “Özür dilerim,” diye mırıldandı hemen kulağımın dibin­ den. “Gözlerini kapat, birazdan ısınırsın.” Rahat bir pozisyon ararken hiç çekinmedi; tek kolunu uza­ 191

K anfm an

/

Spooner

tıp belime doladı ve beni kendine doğru çekti. Bedeni benim­ kinden sıcaktı. Bir saniye sonra, elini kaldırıp kolumu okşadı. Dokunuşuyla, aptal elbisemin kapatamadığı soğuk tenime de­ ğen avucunun sıcaklığıyla ürpermemeye çalıştım. Nihayet yeniden hareketsizleşti. Başını eğince, burnu en­ seme değdi ve nefesi saçlarımı dalgalandırdı. Soluğu yavaşla­ maya, uzamaya başlamıştı -her yerde, her pozisyonda ve hiç tereddüt etmeden uyuyabilme becerisini nasıl da kıskanıyor­ dum. Bütün sinir uçlarım canlanmıştı; titreşiyor ve onun her hareketini algılıyorlardı. Onun gibi biriyle ilk kez yakınlaşıyordum. Gözlerimi güç belâ kapattım, kollarının arasında dönüp onunla yüz yüze gel­ mek gibi delice bir arzuyla boğuştum. Ne kadar aptalca bir dü­ şünceydi. Bu düşüncenin peşinden bir öfke dalgası yükseldi. Artık sabırsızlığını ve rahatsızlığını saklamaya çalışsa da beni nasıl gördüğünü anlamak zor değildi. İnsanın kafasın­ daki saçma fikirler birden nasıl da paramparça oluveriyordu -askerler biz sosyetikleri imrenerek izlemiyorlardı. Parlak kıyafetlerimiz ve güneş şemsiyelerimize, kusursuz biçimde yeniden yaratılan çizim odalarımıza ve salonlarımıza kah­ kahalarla gülüyorlardı. Üstelik İkarus’un parlak dünyasında komik olan şeyler, burada, her gün yaşadıkları türden bir dünyada acınacak derecede gülünç kaçıyordu. Onun arzu edeceği türden bir kızla uzaktan yakından alakam yoktu be­ nim, her fırsatta ima ettiğim üzere o da bütün galakside elimi sürmeyeceğim tek erkekti. Tek fark, benim yanılmış olmamdı. Orada onun kalbinin sakin vuruşlarını ve kendi kalbimin 192

Beni m U/ a k Yıld ızım

çılgın dansını dinleyerek ne kadar yattığımı bilmiyordum. Gezegenin aylarından bir tanesi ağaçların ötesinde yükselme­ ye, ışığı buz mavisi bir düzlüğe düşmeye başlamıştı. Rüzgâr dinmişti ama Tarver’ın soluğunun fısıltıları arasında, sessizli­ ği bozan başka bir ses vardı. Verdiğim nefes, soğuk havada buğulandı. Gözlerimi sımsıkı kapattım; yeterince zorlarsam gecenin içinde yankıla­ nan, izahı imkânsız sesi engelleyebilirdim sanki. “Git buradan,” diye fısıldadım karanlığa; bedenim gerildi, titremeye başladım. Bu seslerin düşüncelerimi ele geçirmesi yeterince kötüydü -am a bedenimi de ele geçirmiş gibiydiler; kontrolümü kaybetmeme neden oluyor, beni tir tir titreyen bir korku ve şaşkınlık yumağına çeviriyorlardı. Tarver bunu his­ sedince bana daha sıkı sarılıp bir şeyler geveledi. Ses hafiflemeksizin devam etti. Tarver’ın duymadığını biliyordum, duymuş olsa uyanır ve anında silahına sarılırdı. Yüzümü yastık görevi gören çantaya gömüp İkarus’tayken dinlemeyi alışkanlık edindiğim müziği hayal etmeye çalıştım. Hatta kulaklarımı ellerimle kapattım, seğiren kaslarıma rağ­ men ellerimi iş görmeye zorladım. Fısıltı aralıksız devam etti; çektiğim işkenceyi her saniye artırıp geceye karıştı. Sıkılı kirpiklerimin arasından kaçan bir gözyaşı damlası soğukta hızla donup bütün bedenimi kapla­ yan soğuk terle buluşmak üzere, buz gibi bir yolu takip edip şakağımdan aşağı kaydı. Bu kez ağzımda garip bir tat vardı, defalarca yutkunmama rağmen gitmeyen metalik bir tattı bu. Delirmeye başladım.

“Tarver.” Sesim ancak bir fısıltı gibi çıktı; öyle gergin 193

Kaufm an

/

Spoonnr

ve titrekti ki kendi sesimi neredeyse tanıyamayacaktım. “Duyuyor musun?” Neden sorduğumu bilmiyordum. Duyma­ dığına emindim. Arkadaşlarımdan biri olsaydı, onu sarsarak uyandırmak zorunda kalırdım; Tarver söz konusu olunca, fısıldamam yeterliydi. Anında uyandı, bedeni gevşek ve rahatken, birden ge­ rilip alarma geçti. “Affedersin,” diye fısıldayarak cevap verdi, dudakları ku­ laklarımın çok uzağında değildi. “Uyumuşum. Ne oldu?” Ses hâlâ belli bir mesafeden mırıltı şeklinde geliyordu; bi­ zimle İkarus arasında uzanan dağların olduğu yönden. Sanki beni çağırıyordu. Dili nasıl idrak edeceğimi unutmuşum gibi, anlamlar kaybolup gidiyordu. “Şu anda duyuyorum,” diye fısıldadım, bedenimin zangır zangır titrediğinin çok da farkında olmadan. Beni küçümse­ mesine aldırmayacak kadar perişan durumdaydım. “Lütfen,” diye ekledim, kalbim içimde sıkışırken, “sesi duyduğunu söy­ le, lütfen.” “Lilac,” diye başladı, elini kaldırıp koluma sarılarak. Sıca­ cıktı. Güven veriyordu. “Lütfen.” Uzanıp saçlarımı yüzümden çekti, ondan beklenmedik derecede nazik bir davranıştı bu. Başparmağıyla yanağıma dokunup yaşlarımı silerken “Ne duyarsan duy, kendi başına peşinden gitmeyeceğine söz ver. Söz vermeni istiyorum sen­ den,” dedi fısıltıyla. Tatlı da olsa, buyurgan bir ses tonuyla söylemişti bunu. Şu anda en son istediğim şeyin yanından ayrılmak olduğunu 194

Beni m

U za k Yıldızı m

söylemek istedim ama boğazım düğümlenmişti; iyice dertop olup başımla onaylamaktan başka bir şey yapamadım. Bana sarılmaya devam etti, titremem geçene kadar beni tuttu. Bu yakınlıktan utanmam, mesafesini korumasını istemem gere­ kirdi ama aklım söylemek isteyip de söyleyemediğim şeylerle öylesine meşguldü ki. Dokunuşunda hiçbir yanlışlık yoktu. “Bir çaresini bulacağız,” dedi. “Bir nedeni olmak zorun­ da. Kapsülde başını çarptığında olmuştur belki de -gözünü bir güzel morartmıştm. Ağzında ölü fare tadı yok en azından, ha? Müfrezemdeki askerlerden birisinin Avon’da başına gelmişti. Kızcağız kafasını vurduktan sonra, başka hiçbir şeyin tadını alamamıştı.” Bu ses tonunu tanıyordum. Daha önce yaptığı gibi, beni ne­ şelendirmeye çalışıyordu. Dayanmam lazımdı ve dayanmam için aklımın başında kalması gerekiyordu. Ağzımın gerisinde kan ve bakır tadı aldığımı bilmiyordu. Titrek bir nefes aldım. “Şey,” diyebildim, nereden bulduğumu bilmediğim istik­ rarlı bir sesle, “kuru azıktan başka yiyecek yoksa, ağzının tadının bozuk olması daha hayırlı olmuştur belki de.” Güldü, gülüşü kulağımın dibinde verilmiş hızlı bir nefesten ibaretti. “Acayip bir şeysin,” dedi tatlı tatlı, beni hafifçe sıkıp ciğerlerimde kalan son havayı da boşalttı. Sırtımdan aşağı bir ürperti gezindi, tamamen dağılmadı­ ğımı hatırlatan minik kıvılcımlardı bunlar. Gözyaşları hâlâ oradalardı; özgür kalmak için uğraşıyor, boğazımı ve sesimi tıkıyorlardı. “İnanılmaz iyi idare ediyorsun bence,” diye devam etti. “Gerçekten, bu şartlarda tanıdığım askerlerin yarısından daha 195

K a u fr n a n /

Spoon e r

iyi iş çıkarttın. İkimiz de ayaktayız ve doğru yönde ilerlemeye devam ediyoruz. Birbirimizden kopmuyoruz. Bu yüzden kur­ tulacağız.” Yalan söylediği o kadar belliydi ki, kararlılığım çözüldü. Bana acımasına dayanamazdım, bunca şeyden sonra olmazdı. “Özür dilerim,” diye fısıldadım. Soğuk dudaklarım kelime­ lere güçlükle şekil verdi. “Dileme.” Sesi bedenime değen alçak bir uğultu gibiydi; ses kemiklerimde dolaşıyordu, duyduğum seslerin hepsinden daha netti. “Özür dilemeni gerektirecek bir şey yapmadın.” “Yaptım.” Gezegende muhtemelen bizden başka kimse olmasa da, gecenin karanlığı bir gizlilik kalkanı gibiydi. Bu örtülerin altında kıvrılmış yatarken, itirafa eğilimli bir ruh hali içindeydim galiba ve kendime hâkim olamadan, beni o ağaç­ tan kurtardığından beri, yüreğimin etrafını kuşatan kelimeler dudaklarımdan döküldü. “Bunu beceremediğim için özür dilerim, benim için sürekli durmak zorunda kalıyorsun. Elin kolun bağlı delirmemi iz­ lemek zorunda kaldığın için de özür dilerim. Yerden al diye eldivenimi düşürdüğüm için de özür dilerim.” Bir anlığına kendi sesimde boğulur gibi oldum. Asıl özür dilemek istediğim şey, bunların hiçbiri değildi. “Manzara güvertesinde, sana söylediklerim için özür dile­ rim. Anna yanımızda olduğu, ben böyle biri olduğum için öyle konuştum. Kötü ve aşağılık laflar ettim ve bunun tek nedeni başka türlü konuşmaya cesaret edemememdi.” Bunun ardından söylemek istediklerimi ifade edecek keli­ meleri bulamadım -onun sandığı kişi olmadığımı, onun kendi 196

Benim U/ak Yıld ızım

hayatım tek bir karede bana gösterdiği gibi, elimde beni anla­ masını sağlayacak bir fotoğraf olmasını dilediğimi. Zorlukla nefes alıp sustum. Bana hemen cevap vermeyince birkaç saniye boyunca, onun uykuya dalma becerisinin, yan histerik bir kız özür di­ lerken uyuyakalma seviyesine ulaştığını düşündüm. Derken belime daha sıkı sarıldı, ensemde sıcacık nefesini hissettim. Boğazımı sıkan karman çorman kelimeler çözülüp uzun, titrek bir soluk almama müsaade ettiler. “Özrü kabul ediyorum.” Bunu, tanıdığım herhangi biri söylese yavan kaçabilirdi ama onun sesindeki içtenlik, bunu söylerken samimi olduğu­ nu gösteriyordu. Kıpırdanıp rahat bir konuma geçmeye çalışırken gözlerim ovadan yükselen aylardan birine takıldı. Bunu ilk defa net bir şekilde, ağaçlar tarafından kapanmadan görebiliyorduk. “Tarver.” “Hım?” “Şuna bak.” Başını kaldırıp gösterdiğim şeyi gördüğü anı hissettim; be­ denime sanlan kollan gerildi, soluk alıp verişleri kesildi. Baştan beri ikinci ay olarak düşündüğüm şey, aslında soğuk mavi ışıklardan oluşan bir kümeydi. Herhangi bir hava taşıtı ola­ mayacak kadar istikrarlı hareket ediyordu, herhangi bir asteroit taşı kümesi olamayacak kadar düzenliydi. Toplamda yedi tanelerdi, çember şeklinde düzenlenmişlerdi, ortalarında da bir tane vardı. “Nedir bu böyle?” Sesim titredi ama bu kez sebebi duydu­ ğum sesler değildi. 197

Kaufm an / S pooner

Tarver tek koluna dayanıp doğruldu ve bu olağanüstü şeyi inceledi. Bir şey söylemeyince dönüp ona baktım. Yüzü ger­ gin, çenesi sıkılıydı -am a şaşırmışa benzemiyordu. Dalgın gibiydi. “Kapsül düşerken,” dedi yavaşça, “yörüngede bir şey gör­ düm. îkarus haricinde bir şey. Hızla gözden kayboldu, iyice inceleyemedim ama insan elinden çıktığını anlayacak kadar bakabildim. Böyle bir şeyin ne kadar büyük olması lazım, gözle görülebilmesi için?” Yavaşça nefes aldım, zihnim hesaplama yapmakla meş­ guldü. “Bu nesnelerden her birinin çapı en azından onlarca kilometre olmalı, güneş ışınlarını böyle yansıtabilmeleri için.” Tarver tekrar alçalıp kolunu belime doladı. Kulağımdaki sesi yumuşak ve sıcaktı. “Burası nasıl bir yer böyle?” Ona verebileceğim bir cevap yoktu. Yalancı ayı sessizlik içerisinde izledik. Baş döndürücü bir an için, kendimizi kuş bakışı gördüm; mavi siyah ot denizinde, muazzam düzlük ta­ rafından neredeyse tamamen yutulmuş minicik bir kümeydik. Biz konuşurken bir ara gecenin içinden gelen ses sustu ve bedenimi sarsan titreme yatıştı. Böylece, Tarver’ın nefesinin ve kalp atışlarının yavaşlamasını; meltemin etrafımızı saran uzun otları okşayışını dinlerken, nihayet uykuya daldım.

198

“Her gezegenin kendine özgü tuhaflıkları oluyor." "Doğru."

“Bu gezegenin ne gibi bir tuhaflığı vardı?” “Etrafta kimse yoktu.” “Yardımcı olmuyorsunuz, Binbaşı." “Aslında yardımcı olmaya çalışıyorum. Burasının yerli nüfusa dair en ufak bir işaret taşımayan, terraform geçirmiş bir gezegen olduğunu fark ettim. İki senede altı seferberliğe katıldım, insansız tek bir gezegen bile görmedim." “Beklentileriniz nelerdi?" "Gerçekçi düşünmeye çalıştım. Şu anda da gerçekçi düşünmeye çalışıyorum.”

ON YEDİ TARVER

YAĞAN

YAĞMURLA

UYANDIM.

KULAĞIMIN

HEMEN

arkasına düşen, buz gibi soğuk, kocaman bir damla nasıl olduysa yakamdan içeri girmişti. Ürperip sırtüstü döndüm. Bu kez de bir başka damla, iki kaşımın arasına isabet etti. Lilac hareketlenmeye, ben ondan uzaklaştıkça kıpırdanmaya başladı. İtiraz edercesine bir ses çıkartıp yuvarlandı, uykulu uykulu peşimden geldi. O sırada, teniyle temas eden yağmur damlalarını algıladı ve derin bir soluk alarak doğrulup otur­ du. Ben de doğrulmakla meşguldüm, güzel bir kıza sarılmış vaziyette uyuduğunuzda, sabahleyin herkesin bilmesini iste­ mediğimiz şeyler olabiliyordu. Dolayısıyla kıpırdanarak nispeten diplomatik bir pozisyon alıp olağan dışı bir şey yokmuş gibi görünmeye çalıştım. Lilac dosdoğru bana bakıyordu; şaşırmıştı ve her an alarma geçmeye hazır gibiydi. O şaşkınlıkla Gleidel’i elime aldığımı 20 1

Kaufman / S p o on or

ve Lilac’ın da yakınımızda bir tehlike olduğunu sandığını fark ettim. “Tarver?” Kocaman gözlerle, başını kaldırıp baktı. Bir gözü hâlâ şişti, yüzünün kapsülün iç cephesine çarptığı nokta morarıp kararmıştı. Derken bir yağmur damlası yüzüne çar­ pınca irkildi. Onun irkilişini, parmaklarını suratına götürüp ıslak parmaklarına şaşkınlıkla bakakalışım izlerken, birden kafama dank etti: Daha önce hiç yağmur görmemişti. Onun dünyasında, iklim kontrol altındaydı. “Yağmur,” dedim, sesim uyku yüzünden çatallı çıkıyordu. Hafifçe öksürüp tekrar denedim. “Sorun yok, bulutlardan dö­ külüp doğrudan sana geliyor.” Kaşlarını çattı, dertop olup yağmurdan korunma çabasına devam etti. “Buluttan dökülüyor da ne demek? Mikrop filan kapmayalım?” Kendimi tutamadım. Kıs kıs gülerken, sırıtmaya başladım ve makaraları koyverdim. Öyle bir gülüyordum ki durmak im­ kânsızdı. Bana dik dik baktı, nihayet kafayı yiyip yemediğimi merak ediyordu sanki. Eline uzanıp parmaklarımı parmaklarına ge­ çirdim, yağmurun avucunun içine düşebileceği şekilde yukarı çevirdim. Başparmağımla avucunda bir çember çizip, suyu teninin üzerinde dağıttım. Niyetim ona korkacak bir şey ol­ madığı göstermekti. Derken dudakları yavaş yavaş kıvrıldı ve sırtüstü uzanıp yağmurun yüzüne düşmesine izin verdi. Ona bakarak gülüm­ semesini içime doldurdum; bir yanım elini tutmaya devam ettiğimin, parmaklarımızın birbirine kenetlenmiş olduğunun 202

B enim

Uz ak

Yıldızı m

bilincindeydi. Derken vücudunun sarsıldığım fark ettim ve bir an ağladığını sandım. Sonra onun da kahkahalarla güldüğünü anladım. Bu kusursuz anı tam olarak on kalp atışı süresince yaşama fırsatı buldum. Hemen ardından Lilac başım aniden kaldırıp gözlerini kırpıştırdı. Ovanın öbür tarafına bakarken, bedenin­ de daha şiddetli bir ürperti dolaştı. Bir saniye sonra kendini toplayıp tekrar benden tarafa döndü, tekrar gülümsemeye ça­ lıştı ama ben ne olduğunu anlamıştım. Gözbebeklerinin nasıl büyüdüğünü, dudaklarının nasıl titrediğini görebiliyordum. Bir ses daha duymuştu.

203

“Üçüncü gün yağmur yağdı demiştiniz." “Hayır, ilk kez o gün yağdı.” “Söylediklerinizle çelişiyorsunuz, Binbaşı.” “Hayır, beni şaşırtm aya çalışıyorsunuz. Bu işlerin nasıl yürüdüğünü biliyorum. Bu teknikleri ordu icat etti. Diğer soruya geçelim.” “O aşamada Bayan LaRoux ile ilişkiniz hakkında ne düşündünüz?” “Ne demeye çalışıyorsunuz?” “İlerleyişi hakkında ne düşündünüz?" “Bir şey düşünmedim. Ben askerim. Uygun olmayan bir aileden geliyorum. Benim gibi adamlar ayakaltında dolaşmazsa işler herkes için kolaylaşır sanırım.’’ “Buna inanarak mı söylüyorsunuz? Uygun olmayan bir aileden geldiğinizi?” “Ailem o gezegende benimle birlikte değildi. Onlar hakkında neden konuşuyoruz anlamıyorum.” “Ses tonunuzu yükseltmenize gerek yok, Binbaşı.”

ON SEKİZ LİLAC

BİRKAÇ SAATTE VE BİR İKİ MİLYON GALON SUYLA, BU

kadar çok şeyin değişebilmesi ne enteresandı. Yağmurdan nefret ediyordum. Gezegenden nefret ediyor­ dum. Soğuktan, üzerimdeki bu aptal elbiseden nefret ediyor­ dum. Tarver’dan da nefret ediyordum. Hiçbir şey umurunda değilmiş gibi, gökyüzünden sular dökülmüyormuş gibi, bunun farkında değilmiş gibi, umursamadan yürüyüp gitmesinden nefret ediyordum. Ceketini tam ben iyice soğuktan donup artık reddedemeyecek noktaya geldiğimde teklif etmesinden nefret ediyordum. Bir kez olsun, dağıldığımı belli etmemek istiyordum. Sabah uzadı; soğuk, bitmek tükenmek bilmeyen bir serpin­ tiye dönüştü. Bu sırada biz de Tarver’m yüksek bir noktadan görmeyi başardığı nehre doğru ilerledik. Hedeflediğimiz dağ­ lar sırılsıklam, gri bir perdenin arkasında saklıydı. Daha koyu 207

Kaufm an

/

Spooner

bulutlar ufka sıralanmıştı; Tarver hareketlerini takip etmek için dönüp dönüp bakıyordu. Ben de bakıyordum ama hava şartlarının nasıl işlediğini çözmem mümkün değildi. Sürek­ li duyduğum seslerin kaynağını araştırmaktan başka yapacak bir şey bulamıyordum. Dönüp dönüp arkamızda bıraktığımız düzlüğü tarıyordum, ta ki burada yalnız olduğumuzu hatırlaymcaya dek. Yağmurun sesi bu, dedim kendi kendime. Otları yatıran rüzgârın. Dün akşam yediğimiz çayır hayvanlarından birinin.

İyi de hayvanlar ağlayabilir miydi? Yağmuru bastıran hıçkırık sesleri yüreğimi paramparça etti; Anna’nın, benim, çevremdeki herhangi bir kızın çıkarta­ bileceği seslerin aynısıydı. Yanaklarımdan aşağı süzülen yağ­ mur ve dibimizden gelen kederli hıçkırıklarla, böyle ümitsiz­ ce gözyaşı dökenin ben olduğuma inanmak üzereydim. Başım dönüp kaslarım seğirirken bin bir güçlükle adım atıyordum. Tek bir ses değildi artık -etrafım çaresiz, yürek paralayıcı bir koroyla çevrelenmişti. Gözlerim kararınca bir kez daha tökez­ leyip düştüm. İyice yırtılıp kirlenen elbisem artık tanınmaz haldeydi. Tarver birçok kez dönüp beni ayağa kaldırmak zo­ runda kaldı. Hiç zorlanmadığı için ondan nefret ediyordum, bu güç du­ rumda hayatta kalmanın onun için neredeyse bir alışkanlık olmasından nefret ediyordum. Gözlerimi düzlüğe diktiğimi görünce sırıttı, büyütecek bir şey yok, daha önce de başıma geldi, der gibi. Gözleriyse bambaşka bir hikâye anlatıyordu.

Endişeliydi. Kazadan bu yana hiç olmadığı kadar endişeliydi. Kapsül gezegene düşüşü geçtiğinde, işaret ışığının çalışmadı208

Benim

Uzak Yıldızı m

ğmı söylediğimde, İkarus’un düştüğünü gördüğünde bile bu kadar endişelenmemişti. Bu da, beni her şeyden çok korkutuyordu. Garip ay tekrar battı ama aklımdan çıkmadı. Bunun, geze­ gene terraform uygulayan şirketlerin elinden çıkma bir yapı olması lazımdı -am a neydi? Bir çeşit denetleme sistemiydi belki de. Kolonicileri izlemek için yapılmıştı, isyan çıkma ih­ timaline karşı. Burada kolonici yoktu gerçi. İzlenecek bir şey de yoktu. Yalnızca biz vardık, sırılsıklam olmuş ve donmuştuk. Ha­ yatlarımız enkaza ulaştığımızda arama ekiplerini bulmamıza bağlıydı. Yorgunluktan ölmemize rağmen ikimizden de öğlen yemeği için mola verme önerisi gelmedi. Giderek şiddetlenen sağanak yağışta ateş yakmanın, durduğumuz anda ısınmanın imkânı yoktu. Keşke kaçış kapsülünden beri yanımızda taşı­ dığımız, yedek tamirci tulumunu giymem için sürekli yaptı­ ğı öneriye kulak vermiş olsaydım -elbisem artık öyle yırtık pırtık öyle ıslaktı ki ha onu giymiştim ha çıplak dolaşmıştım. En kötüsü, o kadar üşümüş o kadar yorulmuştum ki elbisenin üzerime yapışmasını, bacaklarıma dolanmasını ve bütün hatlarımı gözler önüne sermesini umursamıyordum bile. Nehir uzakta kara bir leke gibi, görüş alanımıza doğru aktı. Tarver durdu ve tek elini gözünü yağmurdan koruya­ cak şekilde kaldırdı. Komutanına selam çakan bir asker tablosuydu adeta. Çöküp kollarımla dizlerime sarıldım, gözle görülür şekilde titrememeye çalıştım. Tarver, oraya ulaşma­ nın ne kadar süreceğine dair hesaplarla meşguldü. Bu gerçek 20 9

K a u Tm an / S p o o n e r

bir mola değildi, biliyordum. Yine de bununla yetinmek zo­ rundaydım. Gözlerimi ancak ellerini kollarımda hissedince açtım, ısıt­ maya çalıştığı tenim o kadar soğuktu ki yüzünü buruşturdu. “Az kaldı,” derken, çenesinden, burnundan, kaşlarından sular süzülüyordu. Yalnızca beş kısa gün içerisinde, yüz hatlarını öyle iyi tanımıştım ki. Ben dalgın dalgın, çenesinin altında bu­ luşan dereciklere bakarken, o beni hafifçe silkeledi. “Lilac? Orada mısın?” Gözlerimi kırpıştırıp nasıl konuşulacağını hatırlamaya ça­ lıştım. Dudaklarımda hal kalmamıştı, konuşmayı reddettiler. “Evet, buradayım galiba.” Dişlerini göstererek gülümsedi, göz açıp kapayıncaya ka­ dar değişen bir yüz ifadesiyle, ıslak saçlarımı almmdan geriye itti. Tarver konuşmaya hazırlanırken, arkamızda bir şey duy­ dum. Alçak, binlerce farklı ses gibi yükselen bir fısıltıydı bu. Onun, artan deliliğimin yeni bir örneğiyle karşılaşacağım düşünmeden arkamı döndüm. Onun da aynı yöne gözlerini diktiğini ancak yarım saniye sonra fark ettim. Yüreğim ani bir umutla sıkışırken, ağzımı açtım ama o he­ vesimi kursağımda bıraktı. “Yağmur artıyor,” diye mırıldandı, öyle yumuşak bir fısıl­ tıydı ki güçlükle duydum. Benim duyduğum sesleri duymamıştı öyleyse. Bakışlarımı tekrar ufka çevirince bu kez, ovadan üzerimize gelen kalın, gri bir örtüyle karşılaştım. Yağmur artıyordu. Bundan fazla yağacaksa solungaca ihtiyacımız olacak, dedim içimden. Gökyüzüne yü­

zebilir ve kurtarma ekiplerini beklemeden burayı terk edebilirdik. 210

Benirrı

Uzak Yıldızım

Çamura uzanmaktan başka bir şey istemiyordum açıkçası ama dizlerimin bağı çözüldükçe, Tarver koluma daha da sıkı yapışıp beni yukarı kaldırdı. Ayağa kalkarken beni de kendi­ siyle birlikte kaldırdı. “Koşabilir misin?” Yüzü benimkine çok yakındı. “Ne?” Boş gözlerle bakmaktan başka bir şey yapamadım. “Hadi ama Lilac, odaklanman biraz. Koşabilir misin? Yağ­ mur çok şiddetlendi, korunağa ihtiyacımız var.” Şiddetlenmek mi? Yağmur nasıl şiddetli olur? Ayağımın su topladığını biliyordum, bu sabah görmüştüm ama o anda hissetmiyordum. Ayaklarım yoktu sanki. Ona boş gözlerle bakmaya devam ettim; yüzünden süzülen, aynı yoldan bir daha asla geçmeyen su damlalarına. Tekrar tekrar aynı yolu izlemesi gerekirken, çatallanıyor, küçük şelaleler oluşturuyor ve elmacık kemiklerinden aşağı dans ederek dü­ şüyorlardı. Yüzünün tamamına dokunmak istiyorlardı sanki. “Lanet olsun,” diye mırıldandı Tarver, yaklaşan musona omzumun üzerinden bir bakış atarak. “Isınıp benden tekrar nefret edebilecek hale geldiğinde bunu ödeyeceğim.” Ne? Kelimeleri daha fazla değerlendirme fırsatı bulama­ dan, kolunu belime dolayıp beni öne doğru sürükledi. Beni koşmaya zorladı, sonra da tören alayındaki bir araçtan sarkan flamalar gibi çekiştirdi. İçimde kalan son güçle, bir şekilde bacaklarımı kullanmayı başardım. Peşinden giderken ayaklarım çamurda kaydı ve patinaj yaptım, belimdeki kemikler sıkı kıskacının arasında kütürdedi ama Tarver beni bırakmadı. Ufukta görünen nehrin karanlık çamuruna yönelmişti. Yaklaştıkça, gölgeler ağaçlara dönüştü. 211

K a u Frn a n /

Spo ono r

Tekrar ormana giriyor olmamız umurumda bile değildi. Ağaç­ lar odun demekti, odun ateş, ateş sıcaklık demekti ve ben sı­ caklığın nasıl bir şey olduğunu unutmuştum. Bir şey söylemek için ağzımı açtım ama ben tek kelime bile bulamadan, yaklaşan yağmurun kükremesi bizi içine aldı, gökyüzü başımızın üzerinden gürleyerek boşaldı. Tarver küfretti, daha önce ondan duymadığım küfürler sa­ vurdu. Aniden bastıran sağanak beni onun kıskacından kurtar­ dı, tenim ıslak lastik gibi kayınca yere çakıldım. Şaşkınlığım canımın acısından büyüktü. Bacaklarımı hissetmediğim için çalışmadıklarını da fark etmemişim. Beni kaldırdığı gibi nehri çevreleyen ağaçlarla aramızdaki son birkaç metrede kucağına taşıdı, sonra da kabaca yere bı­ rakıverdi. “Bir yere kıpırdama!” diye bağırdı, yüzünü yüzüme iyice yaklaştırarak; üzerime damlayan sular yüzünden onu itip ken­ dimden uzaklaştırmak zorunda kaldım. Ağaçların oluşturduğu kubbeye savrulan suyun sesi, en az ormanın dışındaki yağmur fırtınasının kükremesi kadar sağır ediciydi ama dallar kalın olduğu için suyun büyük kısmını bizden uzak tutuyorlardı. Çantasını yere atıp deli gibi karıştırarak tamirci tulumunu aradı, bulunca tulumu hızla bana uzattı. “Giy şunu,” dedi emredercesine ve daha önce verdiği ceketi geri aldı. Sonrasında silahını kınından çıkarıp bir kez daha beni yalnız bıraktı. Tamirci tulumu bıraktığı yerde kaldı -yarısı kucağımda, yarısı kavuşturduğum kollarımın üzerinde. O kadar üşümüştüm ki sırılsıklam olan elbisemi çıkartmam mümkün değildi. Ağaç gövdesine yaslanıp onun dönmesini bekledim. Fısıltılar 212

B enim

Uzak Yıldızım

işitebileceğim kadar yükseldi, tepemizdeki yağmurun gürültü­ sünden bir şekilde ayrılıyordu. Ağlama kesilmişti ama kelime­ leri hâlâ seçemiyordum. Titreyen elimi önüme doğru uzattım -solgun, ıslak ve çamurluydu. Deliliğin böyle ağır bir fiziksel bir bedeli olduğu hiç aklıma gelmezdi. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama Tarver yanaklarıma hafif hafif vururken uyandım. “Ateş yakmaya çalışacağım,” dedi. Artık avaz avaz bağırmadığını fark ettim. Yağmur biraz azalmıştı herhalde. “Çıkar üzerindekini.” “Daha neler, Binbaşı,” dedim fısıltıyla. “Hayatta olmaz.” “Tanrım bana yardım et,” dedi ama bu sefer gözlerini devi­ rerek. Soğuktan donmamış olsaydı gülerdi emindim. Bu onu gıcık ettiğim zamanlara kıyasla çok daha tatmin edici bir za­ ferdi. “Ne diyorsam onu yap, tamam mı? Bu seferlik benim­ le tartışma. Bakmayacağım, söz veriyorum. Örtüyle kurulan, sonra tulumu geçir üstüne.” Bana fırlattığı örtüyü aldım ve ağaca dayanıp ayağa kalk­ tım; kaskatı olmuş, üşümüştüm. Sesler kesildi ama titremem geçmedi. Düğüm olmuş bağcıklarla bir beş dakika uğraştıktan sonra, elbisemi beş gündür çıkarmadığımı, bağcıkların ıslanıp şiştiklerini fark ettim. Ellerim soğuktan donmuştu, parmakla­ rımı bağcıklara dolayamıyordum bile. “Tarver,” diye fısıldadım, “yardım lazım.” İçimde bir sıcaklık kıvılcımı kalmış olmalıydı çünkü o yüzünde şaşkın bir ifadeyle bana doğru dönerken, yanakları­ mın yanmaya başladığını hissettim. Gözleri ellerime, elbise­ min yakasıyla boğuştuğum noktaya inerken, neler olduğunu anladı. 213

Kau fman

/

Spoo ner

Bilmediğim bir dilde, kulağa hiç hoş gelmeyen şeyler mı­ rıldanarak, aramızdaki mesafeyi kapattı ve bana ellerimi kol­ tuk altlarıma sokup ısıtmamı söylerken, kendisi bağcıklarla boğuşmaya koyuldu. Sonunda bıçağını çıkartmak zorunda kaldı ve ben başımı çevirip başka şeyler düşünmeye çalışır­ ken, bağcıkları kesti. Elbisenin kurtarılacak bir tarafı yoktu zaten. Hayatta kalma adına verilen minik bir kurbandı. Düzlükte bana verdiği mor renkli narin çiçeği korsajıma sıkıştırmıştım. Elbisemden kalanları soymaya çalışırken, te­ nime yapıştığını gördüm. Tanınmaz haldeydi. Onu çamura bı­ rakmak zorunda kaldım. Küçücük bir çiçeğin gidişine, elbisemin gidişinden fazla üzülüyor olmam, geçirdiğim değişime dair ne gibi ipuçları ve­ riyordu acaba? Arkasını döndü ve sırtını bana dönük tutmaya özen göste­ rerek, su çekmemiş bir çıra aramaya başladı. Bırakınca elbi­ se yere düştü. Elbiseyi düştüğü yerde bıraktım ve battaniyeyi alıp sıkıca sarındım, soğuktan boğulacaktım neredeyse. Batta­ niye sarınırken vücudumu daha çok kapatsın diye, dizlerimin üzerine çöktüm. Kapalı göz kapaklarımın arasından sızan minicik, turuncu bir alev, gözlerimi açılmaya zorladı. Büyük bir özenle, yeni yeni alevlenen ateşi canlandırmaya çalışan Tarver’ı gördüm. Gösterdiği özen yüzünden elleri titriyordu. Tepemizdeki ağaçların kaim, yayvan yapraklan vardı ama yağmur o kadar şiddetli yağıyordu ki suların bir kısmı yolunu bulup aşağıya akıyordu. Yakmaya yetecek kadar kuru odun bulmuş olmasının verdiği, anlaşılmaz rahatlama sesine engel 214

Benim

Uzak Yıldızı m

olmam mümkün değildi. Sesi duyunca baktı, beni battaniyeyle görünce gözlerini önce aşağılara kaydırdı, sonra hızla kaçırdı. Sandığım kadar örtünememiştim galiba. Bunu dert etti­ ğime göre ısınmıştım. Kamburlaşıp kozamın içine daha bir özenle gömüldüm. “Oyalanmadan tulumu giyin, Bayan LaRoux. Yeni bir moda yaratacaksınız, size söz veriyorum. Sonra da batta­ niyeyi bana verin, ben de elimden geldiğince kurulanmaya çalışayım.” Bunun üzerine nihayet battaniyeyi bırakmaya razı oldum. Üzerinden sular damlıyordu. Ateşi boğmamak için uzak du­ rarak kurulanmak zorunda kaldı. Ağaçların kubbesini aşan yağmur yüzünden, tamamen kurumamız mümkün değildi. Yine de, nem bile sırılsıklam kalmaktan iyiydi. Ayağa kalkıp battaniyeyi yere bıraktım, böylece bacaklarımı tulumun içi­ ne sokup fermuarı çekebilecektim. Bu bir erkek tulumuydu. Kollarımı bol kumaşın içine sokup göğsümün önünde kavuş­ turdum, tulumun kolları yanlardan sarkıyordu. Kumaş öyle sertti ki hareket etme vakti geldiğinde elbisemi altına giymem lazımdı, yoksa cildim tahriş olurdu. Ancak küçük ateşin başına çöktüğüm zaman Tarver başını kaldırıp bana ihtiyatlı bir bakış attı. Ateşe bir dal daha attık­ tan sonra, ayağa kalkıp battaniyeyi aldı ve üzerindeki ıslak kıyafetleri çıkartmaya koyuldu. Ben onun kadar saygılı davra­ namadım. Ceketini ve gömleğini yere atışını izlerken beynim durdu. Sallanan kolyesi ateşin zayıf ışığında parıldadı. Soğuk yüzünden gergin ve diken diken olan teni, bir avuç battaniyey­ le silinirken kızardı. 215

Kaufm an / S poo ner

Ceketi tekrar giydi ve battaniyeyi yerden almadan önce, gömleğini kuruması için ateşin diğer tarafına yaydı. Battani­ yeyle beni sarmaladı. Battaniyenin kaba malzemesi umurum­ da bile değildi artık -ıslak olsa da sıcaktı ve o anda, kendi bedenimin soğukluğunun bana geri yansıması dışında bir şey hissetmesem de birkaç saniye sonra daha iyi hissedeceğimi biliyordum. Düzensiz ve hızlı hareketlerle kamp hazırlayan Tarver’ı bakışlarımla takip ettim. Ancak matarayı kaynaması için ateşin üzerine yerleştirdikten sonra yanıma geldi. Ani bir hareketle battaniyeden kozamın içine dalıp tepki verme fırsatı bırakmadan tek koluyla bana sarıldı. Fazla bir sıcaklık verecek kadar harlanmayan ateş, başımı­ zın üzerindeki koruyucu ağaçların arasından zorla geçen dam­ lalar yüzünden üzgün üzgün tısladı. Bir süre sonra titremem geçti ama Tarver kolunu çekmedi. Ateşin çıtırtısı ve tepemiz­ deki kubbeye çarpan damlaların çıkarttığı sesin haricinde bir ses yoktu ve uykusuz geçen geceler, manyetik yaylı tren hızıy­ la beni yakalayıverdi. Tarver’ın kollarından sıyrılmam, doğru düzgün tek başıma uyumam gerekiyordu. Akşam yemeğinin kaynamasını beklemek, benimle ilgilenmek zorunda kalma­ dan dinlenmesine izin vermek zorundaydım. Hem ısınmıştım da. Anlayamadığım bir dilde bana sesle­ nen birileri de yoktu. Uzun uzadıya düşünmek istemediğim bir takım sebeplerden ötürü Tarver Merendsen’m kollarını itip uzaklaştırma düşüncesi mideme bir ağırlık çökmesine sebep oluyordu. O yüzden ben de kıpırdamadım, başım omzuna düştü. Islak saçlarımdan üzerine su damlamasından rahatsız olduysa bile, bir şey söylemedi. Uyumama izin verdi. 216

“Bayan LaRoux’nun kaza nedeniyle küçük bir kafa yaralanması geçirdiğini söylediniz.” "Doğru."

“Bunun yan etkisi olmadı mı? Zorluk çekmeden yürüyebildi mi?" “Üzerinizde balo elbisesi ve bu tip kızların giydiği türden ayakkabılarla herhangi bir gezegende yürüyüş yaparken görmek isterdim sizi. Zorlanmadan yürüdüğünü söylersem yalan olur.” “Bu alakasız b ir soru değil, Binbaşı Merendsen.” “Yani?” “Cevap verirseniz memnun olurum.” “Başını vurmasıyla alakalı bir zorluk çektiğini sanmıyorum.” “Peki ya siz?” “Benim için parktaki bir gezintiden farksızdı. Ne sandınız?”

ON DOKUZ TARVER

ERKENDEN UYANDI; ASLINDA ÖĞLENE DEK UYUMAYA

ve üçe kadar da tembellik yapmaya alışmış bir kız olduğuna emindim. Arkada bıraktığı sıcak alana yuvarlandım, gözlerim kapalıydı ama beni izlediğini hissedebiliyordum. Ateşin üstü­ nü örtmek için kullandığım toprağı kenara itip közü karıştırdı. Dün gece topladığım çalı çırpıyı kullanarak ateşi tekrar yaktı­ ğında sıcaklık yüzümde titreşti. Büyük ihtimalle dün geceki sağanak yağmur yüzünden ağnyıp kaskatı olan vücuduyla, yavaşça yanıma çömelip elini omzuma koydu. Tek gözümü aralayıp ona baktığımda, yorgun olduğunu gördüm. İki gözünün altında da, koyu renk halkalar vardı. Görkemli morluğu giderek solarken, geriye sarı-siyah gölgeler kalmıştı. Solgun teninde, tepemizdeki güneş yüzün­ den, kâğıt üzerindeki noktalama işaretlerini andıran yeni çil­ leri çıkmıştı. 219

Kaufm an /

X p o o n e r’

Yine de gözüme büyüleyici görünüyordu; yüz hatlarından okunan hayatta kalış hikâyemizle, eskisinden de güzeldi sanki. “Gidip biraz su bulacağım.” Fısıltısı güçlükle duyuluyordu -uykumu bölmek istememişti. “Hemen dönerim.” Çok hafif öksürdüm, onu duyduğumun bir işareti olarak aldı bunu. Bir an için, tek başına gitmesine izin vermemin doğru olup olmadığını düşündüm ama kapsülde benimle yere çakılan kız değildi artık. Daha dikkatli davranacağına emindim. Dün gece çalı çırpı toplarken tek bir pençe izine rastlama­ mıştım. Civarda büyük yaratıkların yaşadığını sanmıyordum. Nehir kıyısında, etraftan yalıtılmış bir ağaç kümesinin için­ deydik, etrafımız düzlüktü. Yırtıcı hayvanların bu kadar uza­ ğa gelmeyeceklerini ya da burada hayatta kalacak canlılarla kamını doyurup yaşamaya devam edemeyeceklerini düşünü­ yordum. Kirpiklerimin arasından onu izlerken doğrulup arkasını döndü, ben de kendimi tekrar uykunun kollarına bıraktım. Bu sabah sarmaş dolaş uyandığımız için beni cezalandırmayacaktı anlaşılan. Surat asmasına katlanmaya hazırdım ama uyuma şeklimizi katlanılması gereken bir zorunluluk olarak kabul et­ miş görünüyordu. Uyku bastırdı ve ben de uykunun beni bir süre daha kollarına almasına izin verdim. Uyandığımda, ne kadar zaman geçtiğine dair en ufak bir fikrim bile yoktu -saniyeler mi, dakikalar mı, yoksa daha fazla mı? Gezegenin yörüngesindeki şey batmıştı; bu da şafaktan bu yana en azından bir iki saat geçtiği anlamına geliyordu. Peki ama Lilac gideli ne kadar olmuştu? 220

B o n im Uzak Yıldızım

Hava öyle rutubetliydi ki gömleğim hâlâ kuramamıştı. Ko­ kuyu alınca yüzünü buruşturacağını bilmeme rağmen, is gibi kokmayı göze alıp gömleğimi doğrudan ateşin üzerine tuttum. Suyla birlikte döndüğünde, kahvaltı için sıcak çorba yapmaya çalışabilirdim. Tatları kötü olmayan bitkilerden bazıları çor­ baya bir tat katabilirdi. Son yediğimiz küçük yaratıktan kalan parçalar da duruyordu. Upuzun burnu ya da koca kulakları hakkında ne düşüneceğimden emin değildim. Terraform geçi­ ren gezegenlerde görmeye alışkın olduğum küçük hayvanların bir parodisiydi sanki. Derken Lilac az önce kamp alanında ayakkabı indirimi ol­ duğunu duymuş gibi, koşturarak çalıların arasından çıktı. Yüz ifadesini görene kadar, ters giden bir şeyler olabileceği aklı­ mın ucundan bile geçmedi. Yüzü kireç gibi, saçları darmadağındı. Kesik kesik nefes alıyordu. Gözleri kocaman açılmıştı; dönüş yolunda düşmüş, tamirci tulumunun dizleri çamurlanmıştı. Bir tarafım gömleğimi fırlatıp yardımına koşmak istedi ama ellerim daha akıllıca davrandı -gömleği tutuşmayacağı bir yere bıraktıktan sonra Gleidel’e uzandım. Lilac silahın ateşlenmeye hazırlanırken çıkarttığı yumuşak iniltiyle irkildi. “Hayır, hayır, gerek yok -bir şey yok, sorun değil.” “Bir şey var.” Alçak sesle konuşup elimle yanıma gelme­ sini işaret ettim. Bir engel aniden yıkılmışçasına, sendeledi ve son üç adımı düşercesine atıp ağırlığını bana bıraktı. Onu kendime doğru çekip yüzünü göğsüme yaslarken, silahı elim­ den bırakmadım. Gömleğim hâlâ yerdeydi ama soğuğu hisset­ 221

K a u fen a n / S p o o n e r

miyordum artık. “Ne oldu anlat bana, baştan başla. Matarayı nehre götürdün v e...” Tir tir titriyordu, mataraya öyle sıkı yapışmıştı ki parmak eklemleri bembeyazdı. Suyun birazını tulumun bacağına dök­ müştü. Yüreğim sıkıştı. Dağılmış yüz ifadesini, vücudunun titremesini yeni yeni fark ediyordum. Dün gece, kesintisiz uyuduğunda, en kötü kısmının geride kaldığını düşünmüştüm ama şimdi her zamankinden kötü görünüyordu. “Tarver, delirdiğimi düşüneceksin biliyorum.” Gözleri boş­ luğa dikiliydi. Beklerken, yüz ifademi sakin tutmaya çalıştım. Eninde sonunda sessizliği bozacağını, suskunluktan hoşlan­ madığını biliyordum. “Daha çok delirdiğimi,” diye düzeltip başını tekrar göğsüme dayadı. Normal konuşmaya çabalarken yorulmuştu sanki. Ben olmasam yere yığılacaktı resmen. “Yine de anlat,” dedim sessizce. GleideFi kapatıp kınına soktum. Artık Lilac’a iki kolumla sarılabilirdim. Sanki oraya aitmiş gibi, çenemin altına iyice sokuldu. Gözlerimi kapattım. “Ne düşüneceğimi boş ver. Ne oldu anlat bana.” Cevap vermesi biraz zaman aldı. Titremesi azalmaya baş­ lasa da zerre kadar sakinleşmemişti. Soluğunu hissedebiliyor­ dum, kısa, keskin nefesler alıp veriyordu. “Onları gördüm,” diye mırıldandı nihayet. “Sesleri. Evet, deli gibi konuştuğumu biliyorum, hatırlatmana gerek yok.” Midemde bir şey taşlaştı adeta, ağır ve ızdıraplı. Haklıydı. Daha da delirmişti. Hayır, lütfen. “İnsan mı? Birilerini mi gör­ dün?” Başıyla onayladı ama öyle küçük bir hareketti ki ancak tenime değişini hissettim. Zihnimin bir köşesi yarı çıplak 222

Bo

11 i m

L J z a k Y ı l d ı z ı rn

olduğumu, ona sarıldığımı, yanağının çıplak tenime değdiğini fark etmediğine göre, çok gergin olması gerektiğini idrak etti. “Nehrin diğer kıyısında. Tek başıma su dolduruyordum. Derken...” “Nasıl birileriydi? İnsanlar?” Hâlâ anlayabileceğim türden bir açıklaması olmasını istiyordum. “Kim olduklarını biliyorum,” dedi çatallı bir sesle. Bunlar onun yerine benim başıma gelseydi keşke, o zarar görmeseydi. “Hepsi bana bakıp şu tarafı işaret ediyorlardı.” Başını git­ tiğimiz yöne doğru eğdi. Dağ geçidine ve ötesindeki enkaza doğru. “Ötelerindeki sis görünüyordu. Güneş vurduğu anda, ortadan kayboldular.” Duralayıp yutkundu, sesi gerilip tekrar çatladı. “Bir tanesinin ayağında bot yoktu.” Ne kastettiğini anlamam birkaç saniye sürdü. Sonra kafa­ ma dank etti ve ona daha sıkı sarıldım. “Gerçek değildi, Lilac. Onları gördüğüne inanıyorum ama iniş sırasında başını çarptı­ ğını biliyorsun. Uygarlığa döner dönmez, birkaç dakikada bu sorunu halledecekler. Şimdilik, gördüğün şeylerin peşinden gitmeyeceğine söz vermeni istiyorum. Canın yanabilir.” Hareketsizleşti. Ona inanmamı mı beklemişti acaba? Ha­ yalleri, kafasının içindeki seslerden daha inandırıcı bulacağı­ mı mı düşünmüştü? “Tarver, o kapsülde kaç kişiyi gömdün?” “Onları biz öldürmedik, Lilac. Onlara saygıyla muamele ettik. Onlar yüzünden vicdan azabı hissediyorsan...” “Beş kişilerdi, değil mi?” Geri çekilip kararlı bir ifadeyle bana baktı. Gözbebekleri kocamandı, gözlerinin mavisi siya­ hında neredeyse kaybolmuştu. Bakışlarında öyle yaralı bir 223

K a u r m an / S p o o n e r

ifade vardı ki, insanı dehşete düşürüyordu. “Görmeme izin vermedin. Bunu nereden biliyorum peki? Tarver anlamıyor musun? Ben delirmedim. Hayalet görüyorum.” Bununla nasıl baş edeceğimden emin değildim. Bir deliyle mantık yoluyla anlaşmak mümkün değildi ve asker olmayan bir kıza bağıra çağıra emir verilemezdi. Konuşmadan evvel derin bir nefes alıp, eskiden onu gıcık eden sakin ve sabırlı yüz ifademi korudum. “Kaç kişiyi gömdüğümü sana söyle­ diğime eminim.” Söylemediğimi ikimiz de biliyorduk. “Öyle bile olsa, beş makul bir rakam. Bir kapsülün kapasitesi aşa­ ğı yukarı bu kadar. Harekete geçmemiz lazım, Lilac. Akşam kamp kurmak için güvenli, sıcak bir yer aramaya bol bol vak­ timiz kalsın istiyoruz. Matarayı bana ver, biraz su ısıtayım.” Mataraya elimi uzatınca, benden uzaklaştı. Gözlerinde sa­ bit bir bakışla, aramıza mesafe koydu. “İki kadın vardı,” dedi ifadesiz bir sesle. “Botu olmayan aşağı yukarı benim boyumdaydı. Bir de asker vardı. Künyesini gördüm.” Boğazıma bir şey oturdu ve belki üç saniye soluğum ke­ sildi, göğüs kafesim ne yapacağını hatırlamaya çalıştı. Doğru olamazdı. Uyduruyordu. Benim künyemi görmüş, bu fikre de oradan kapılmıştı. Ama daha bitmemişti. “Diğer iki erkeğin üzerinde smokin vardı.” Nihayet soluk aldım, boğulmama ramak kalmıştı. Hayır, olamaz. Bilmesi mümkün değil. Nefesim tekrar düzene girdi­

ğinde, bakışlarımı sabit tutarak konuştum. “Elbette, seninle aynı boyda bir kız gördün, Lilac. Ayak numarası seninkiyle aynıydı. Gömdüğümüz insanlar bunlar değildi, aklından ge­ 224

B e n im Uzak Yıld ızım

çen buysa. Kapsüldekilerin hepsi kadındı. Erkek yoktu, asker de.” Neden yalan söylediğimi bilmiyordum; zihnim deli gibi çalışıyor, tutunacak bir şeyler arıyordu ve bulabildiğim tek şey şuydu: Söylediklerine inanamam. Durumu olduğundan beter hale getiremem.” Uzun saniyeler boyunca birbirimize baktık. Dudakları bir parça aralıktı, tokat yemiş gibiydi ama saklamaya çalışıyordu. Yalan söylediğimin farkındaydı. Derken yüz hatları sabitleşti ve bu sabah denediklerimden kat kat başarılı, boş bir ifadeyle baktı. “Peki,” dedi kısık sesle. “Yola koyulalım o halde.” Kamp yerini toplarken konuşmadık. İkimizin de kahvaltıyı düşünecek hali kalmamıştı. Başka ne diyebilirdim bilmiyordum. Kafasının içinde olup bitenleri körükleyemezdim. Çok mantıksızdı. Mezarların üstüne taş yerleştirmişti ama cesetleri görme­ mişti. Smokinli erkeklerin cesetlerini, tulumlu kadınların ve benden en fazla birkaç yaş büyük askerin cesedini görmemişti. Askerin künyesini çantamın dibinde taşıyordum.

225

“İkarus’a ulaşmanıza az kalmıştı.” “Daha dağları aşmak zorundaydık. Kaza yeri geçidin diğer tarafındaydı. Uzay gemisinin oraya düştüğünü görmüştük.” “Raporlara göre, dağda kar varmış.” “Evet.” "Bir süredir bu konuyu konuşuyoruz ve karın adını bile anmadınız.” “Hava hakkında yalan mı söylüyorum sizce?” “Ne yaptığınızı bilmiyorum, Binbaşı. Anlamaya çalışıyorum. Kar vardı, öyle mi?” “Evet, hava raporları elinizdeyse, faydalı bir bilgi ekleyebileceğimden emin değilim açıkçası.” “Deneyin bakalım, Binbaşı.”

YİRMİ LİLAC

TARVER DAĞLARDA HAVANIN SOĞUYACAĞINI SÖYLEMEMİŞTİ.

Belki de her zaman böyleydi, emin değildim. Mantıken bu so­ nuca varacağımı sanmıştı belki de. Nehirden ayrılıp dağın eteklerine yöneldiğimiz sırada, ken­ dimi balo salonundaki kızı düşünürken buldum. Soluk alıp ver­ mek kadar kolayca flört eden, korumalarını atlatıp sabaha dek dedikodu yapabilen kız. Şu anda o kadar farklıydım ki, o kızın artık yaşamadığını düşünecektim. Çok sevgisiz de olsa, o kızı özlediğimi fark ettim. Konumunun neresi olduğunu biliyordu. Dünyaya neden geldiğinden emindi. Onu korumak için hiçbir engel tanımayan bir babası vardı, ona uymak için kendine çeki düzen veren bir dünyası vardı. Önemsiz bir askerin fikrine değer verme zorunluluğu yoktu. Üstelik birinin kendisine yalan söylemesine de hiçbir zaman aldırmazdı, herkesin ona sürekli yalan söylediğini biliyordu çünkü. 229

Kaufm an /

Spoo ner

Uzaktan buluta benzeyen şeylerin artık karla kaplı zirve­ ler olduğu netleşmişti. İkarus Ta aramızda dağlar uzanıyordu. Tarver dağların etrafından dolaşacak vaktimizin olmadığını söyledi. Dolayısıyla soğuğa ve tehditkâr gökyüzüne rağmen dağları aşacaktık. Bir yarıkta geceleyecek, şansımız yaver gi­ derse, sabahleyin dağın ötesindeki vadiye ulaşacaktık. Tarver’m kullanmayı önerdiği geçit karlı değildi ama gün ilerledikçe sıcaklık düştü ve bulutlar gökyüzünde alçaldılar. Tarver bile huzursuzdu, sürekli başını kaldırıp bulutlara ba­ kıyordu. Hızını iyiden iyiye arttırınca, sendeleyip dizlerimi kayalara çarptım. Ellerim düşüşümü yavaşlatamayacak kadar hissizleşmişti. İlk kar taneleri düşmeye başladığında şaşırmam gerekirdi. Kara en yakın olduğum zamanlar HV’de Noel özel program­ larını izlediğim zamanlardı. Ama şaşıracak enerjim kalmamış­ tı. Başka bir Lilac, balo salonlarına ait bir Lilac, karın çok güzel olduğunu düşünebilirdi. Güneş bulutların gerisine çekilirken, biz tırmandıkça sıcak­ lık da giderek daha hızlı düşmeye başladı. Kar taneleri eriyip gitmeden evvel birkaç saniye yanaklarımda kaldı. Tulum pek sıcak tutmasa da, kumaşın sıkı dokuması sayesinde rüzgârdan korunuyordum. Lanetli botlar sağ olsun, bedenimin en sıcak tarafı ayaklarımdı. En azından delirmediğimi biliyordum artık. Hayır, hortlak görüyordum. Biri diğerinden daha mı iyiydi? Daha önce de benim yüzümden insanlar ölmüştü. Bu beş kayıp canın yüzleri neden gözümün önünden gitmiyordu? Gördüklerimi tarif ettiğimde, Tarver’m yüzünü görmemiş 230

B e n ım

U z a k Yıldızı m

olsaydım hayal gördüğüme inanmaya devam ederdim belki. Ama yüz ifadesi ölümcül yara almış, ölmeden evvelki birkaç saniye içerisinde şaşkınlıktan donmuş birininkini andırıyordu. Kimleri gömdüğünü bilmemin imkânı olmadığının farkınday­ dı. Delirdiğimi düşünmeme sebep olarak, bir şekilde bana yar­ dım ettiğini sanıyordu belki de. Ama yalan söylemeye alışkın olmadığı için beni kandıramamıştı. Özlediğim balo salonundaki Lilac değildi belki de. Düz­ lükteki Lilac değildi. Hatta îkarus’un düşüşünü görmesinden önceki Lilac bile değildi. En çok Tarver Merendsen’a güvenen Lilac’ı özlüyordum galiba.

231

“Ne?” “Binbaşı?" “Bir saniye aklım başka tarafa gitmiş. Ne demiştiniz?” "Dinlemek için çaba sarf etseniz iyi olur, Binbaşı. Yorgun

görünüyorsunuz." “Tam formumdayım. İçecek bir şeyler alsam.” “Birazdan ayarlarız. Devam etmeye hazır mısınız?” "Elbette. Peşinde olduğunuz şeyi temin etmek için sabırsızlanıyorum." “Gerçeğin peşindeyiz, Binbaşı.” “Size gerçekten başka bir şey vermedim. Siz başka bir şey arıyorsunuz.”

YİRMİ BİR TARVER

DOĞAN GÜNEŞ PARLAK VE ÜMİT VERİCİYDİ; BEN DE

tırmanışın beklediğim kadar kötü geçmeyeceği gibi bir ümi­ de kapılma izni verdim kendime. Eriyen karların oluşturduğu derecikler dağın yamacından aşağı akıyordu ve insanın mi­ desine kramp sokacak kadar soğuk olmalarına rağmen, ma­ tarayı sıkıntı çekmeden doldurdum. Yine de yukarı çıktıkça ısı daha da hızlı düşüyordu. Güneş ışıkları solgun ve soğuktu ama bunun, daha büyük bir sorunla aramızda duran tek engel olduğunun farkındaydım. Güneş batarken baş etmek zorunda kalacağımız bir sorundu bu. Lilac geride kalmamak için inatla mücadele ediyordu. Adımlarımı yavaşlatıp dinlenmesine izin vermek istesem de yavaşlamayıp onu kayalıkların yukarısına ve seyrelen ot öbeklerinin ötesine gitmeye zorladım. Tırmanırken zihnim dönüp dolaşıp bütün bunlara ne kadar 235

K aufm an

/

Spooner’

yabancı olduğu gerçeğine takıldı -hayatını oluşturan dene­ yimlerin benimkinden nasıl uzak olduğuna. Büyürken insanın yüzünün galaksideki bütün dedikodu dergilerinin kapağım süslemesi nasıl bir şeydi acaba? Benim küfürlerimden birini gevelediği duyulsaydı paparazziler ne derdi acaba, diye düşünmeye katlanamıyordum ya da geceleri bana sokulup yattığını. Bu kadar güçlü olmasına ne derlerdi acaba? Havada kar kokusu vardı. Vakit kaybetmeden enkaz alanı­ na varmak zorundaydık. Hız düşürmekle, biraz daha zorlamak arasındaki fark, burada fazladan bir gece geçirmek anlamına gelebilirdi. O yüzden, tırmanmaya devam ettik. Öğlen yemeğinde kuru azıklardan birini paylaşmamızdan birkaç saat sonra ilk kar taneleri düşmeye başladı. Taneler öyle küçüktüler ki başta neredeyse sis sandım. Arkamdan gelen Lilac tiz bir ses çıkartınca onun kan muhtemelen ilk kez gördüğünü anladım. Kazadan bu yana, bütün hayatının toplamından fazla gerçeklikle karşılaşmıştı. Bir yanım durup onunla birlikte, az önce başlayan karın tadını çıkarmak istiyordu ama kann hızlanıp şiddetlenmesinin an meselesi olduğunu biliyordum. O yüzden, onu yolumuzu işgal eden kocaman kayalardan birinin önünde bırakıp etrafı daha iyi görebilmek için kayanın tepesine tırmandım. Bir mağara, en azından çıkıntı gibi bir şey bulmamız lazımdı. Buradaki eğri büğrü ağaçlann dallan çıplak ve cılız olduğundan bizi korumaları mümkün değildi. Bu ağaçları ilk defa görüyordum -kayaların üstündeki kaim, soluk renkli yosunlarla birleşip burayı hortlakların cirit attığı, korkunç bir yere dönüştürüyorlardı. 236

B e n i rr ı U z a k Y ı l d ı z ı rn

Küçükken Alec ile sürekli dağlara tırmanırdık. Kahrama­ nım ve ben. Tırmanırken aklımda Alec vardı, bir de annem­ le babam. İki oğullarının da öldüğüne inanmış olmalıydılar. Durmak istediğimde kafamın içinde duyduğum seslerden bi­ risi Alec’e aitti. Yorulduğumda, kafamın içinde bir grup ça­ vuş ve birlik komutanı hayata dönüyordu -cepheden gelen, iri yarı ve çılgın, kendi içgüdülerini aşılayana kadar, bize bağırıp çağıran adamlar. Beni ilerlemeye, doğru kamp alanı bulmaya zorluyorlardı. Mümkün olduğunca rahat bir yatak hazırlamam lazımdı, yoksa bütün gece dönüp durarak tembelliğimin bede­ lini ödemek zorunda kalırdım. Ama Alec’in sesi eve geldiği zamanlarda bana öğrendiği şeyleri gösterdiği zamanlardaki gibi alçak ve sabırlıydı. Çok geçmeden bir mağara bulduk. Girişi iki kaya arasında bir açıklıktan ibaretti. Tepesi toprak ve taşla kaplıydı ama içeri doğru uzanıyordu. İş görürdü. Soğuk, suratımı kesiyor; ben Lilac’ı almak için yamaçta ilerlemeye çalışırken şiddetlenen rüzgâr, montumu çekiştiri­ yordu. Bir kayanın önünde dertop olup oturmuştu, onu buldu­ ğum yere götürürken elleri buz gibiydi. Mağaranın ilk kıvrımını geçtik. İçerisi karanlıktı ama en azından rüzgârdan korunuyorduk. El fenerinin ışığında, gö­ züm yüzüne iliştiğinde, bakışlarının boş ve umutsuz olduğunu gördüm. Keşke kendine gelseydi ve bana bir bir hatalarımı sıralasaydı. Onu battaniyelere sarmaladım. Mağaranın ağzına yığılmış kuru ağaçlardan ateş yakıp örtülerin arasında onun yanına kıv­ rıldım. Karşı koyamayacak kadar yorgundu büyük ihtimalle 237

KauPman

/

S pooner

çünkü bana yaslanıp başını omzuma dayadı. “Uyuyakalma,” dedim sessizce, sesim kullanılmamaktan dolayı çatlamıştı. “Isınana kadar bekle.” “Hım,” diye kabul etti, battaniyeyi etrafımıza daha sıkı sardı. “Neden hep ben sorun çıkartıyorum? Bir kez olsun işe yarasam olmaz mı?” “Benim çöplüğümde kapana kısıldık da ondan,” dedim. “Olur böyle şeyler.” “îsterdim k i...” Hafifçe kıpırdandı, bir kez daha rahat bir nokta bulup iç geçirerek bana yaslandı. “Bir sürü şey istiyo­ rum galiba.” “Ben de,” dedim, kollarımın arasındaki kıza. Ne kastettiği­ ni çok iyi anlıyorum.

“Şöyle güzel bir fincan çay isterdim,” dedi içe geçirerek. “Küçük yağlı çörekler, reçel, krema.” “Ben biftek isterdim.” İkimiz de bu düşünceyle bir an oya­ landık. “Ya da haşlanacak bir şeyler. Bizim birlikte bir adam vardı, her şeyi pişirebiliyordu. Bir keresinde Arkadya’dayken, gömlek kaynatmıştı. Gerçi söylediğine göre, general gömleği olması lazımmış. General gömleklerinde daha kaliteli boya kullanıyorlarmış.” “Binbaşı. ” Kıkır kıkır gülsün mü, yoksa beni paylasın mı,

emin değildi. “Ah, merak etme, rütbeleri çıkartıp pişirdik. Aksi halde, saygısızlık olurdu.” Bir günlük suskunluğun ardından tekrar konuşunca, uzun bir savaş seferberliğinden sonra barış ilan edilmiş gibi hisset­ tim. Isınmayı beklerken, zihnimin nehir kıyısında gördüğü 238

Bo n im

Uzak Yıldızı m

insanlara kaymamasına dikkat ediyorum. Hepsi bu yönü, dağ­ ları, belki de enkazı işaret etmişlerdi. İyi de neden? Bu konuda konuşmak istemiyordum, düşünmek istemiyordum. Bir süre­ liğine, yeniden müttefik olmuştuk ve bunu bozmaya niyetim yoktu.

Bir şey beni uyandırdığında, vücut saatim birkaç saattir uyuduğumu haber verdi. Ateş köze dönüşmüştü. Dışarıdaki rüzgâr, ancak şiddetli bir fırtınanın çıkartabileceği bir uğultu çıkartıyordu. Ama botlarımız dâhil sahip olduğumuz bütün kı­ yafetler üzerimizdeydi ve ben ısınmış durumdaydım. O sırada, beni neyin uyandırdığını fark ettim. Lilac dimdik oturmuş, boşluğa bakıyordu. Gözlerinde delice ve bulanık bir ifade vardı -rüyanın ortasında uyandığı belliydi. Battaniyeleri çektiği yerden içeri soğuk hava sızıyordu. Tek gözüm aralık, gerisin geri yatıp yatmayacağını görmek için bekledim. Uyu­ mayı gerçekten istiyordum. Onun uyumaya devam etmesini istiyordum. Şansım yoktu. Kıvrılarak battaniyelerin arasından çıkıp dizlerinin üstünde dikildi. Eğilip omzumu sarstı. “Tarver,” dedi tıslar gibi. “Tarver, uyumadığını biliyorum. Kalk.” Lanet olsun. Al al yanaklar ve telaşlı bir ifadeyle, gözlerini

dikmiş bana bakıyordu. Titrediğini görüyordum, soğuğa rağ­ men şakağından aşağı bir ter damlası süzülüyordu. Onu uyan­ dıran kâbus yüzünden, hasta gibi görünüyordu. “Lilac, lütfen. Beni öldürmek mi istiyorsun?” Sabırsızlı­ ğımı gizleme ihtiyacı hissetmedim. Genelde belli etmemeye 239

Ksıu f r r ı a n

/

Spooner’

büyük özen gösteriyordum hâlbuki. Ama gecenin bir yarısıy­ dı, ben de daha yeni ısınabilmiştim. Gerçekten uyumak isti­ yordum. “Ne oldu?” Sakin

davranmaya

çalıştı

ama

gözlerindeki

telaşı

görebiliyordum -deliliğini saklarsa, onu dinleyeceğimi umut ediyordu. “Buradan çıkmamız lazım.” Bunu söylerken nefesi kesildi, sanki bu kelimelerin ağzından çıkmasına şaşırmış gi­ biydi. “Güvenli değil.” “Hadi ya,” dedim, battaniyeyi çenemin altında doğru çe­ kiştirerek. “İnan bana, gördüğünüz ilk kurtarma mekiğine bi­ niyoruz. Ama şu anda, burada da herhangi bir yerdeki kadar güvendeyiz. Dışarıda donarız. Buz fırtınası şakaya gelmez.” Battaniyeleri tekrar çekip bileğimi yakaladı. Bedenini sar­ san ürpertileri hissedebiliyordum. Basit bir rüya değildi de­ mek ki -sanrılarından birisini görmüştü. Mantığının devreden çıktığı açıktı. “Bana inanmak zorundasın,” dedi, dişlerini sıkarak. Beni ye­ rimden kıpırdatmasına izin vermedim. İşbirliği yapmayınca iki­ miz de olduğumuz noktada çakılıp kaldık. “Tarver, ne düşündü­ ğünü biliyorum. Ama buradan çıkmamız lazım, hemen çıkmamız lazım. Lütfen. Burası güvenli değil. Bir şeyler olmak üzere.” “Asıl buradan çıkarsak bir şeyler olacak,” dedim. Bileğimi geri çekince, Lilac da bileğimle birlikte geldi. “Önce düzgün konuşamamaya başlayacağız, sonra titrememiz geçecek, ar­ dından delirip üstümüzdekileri çıkartacağız. Kahkahalar ata­ rak etrafta dolaşacağız. Sonra da düşeceğiz. Bu en iyi kısmı çünkü bu şekilde donarak öldüğümüzü hissetmeyeceğiz. Bir kez olsun, işimi kolaylaştırsan ve yerine yatsan, olmaz mı?” 240

Benim

U zak Yıldızı m

Korktuğum buydu işte. Duyduğu seslerin peşinden gitme­ mesi için söz verdirmemin nedeni buydu. Onu bu şekilde kay­ bedebilirdim. “Lütfen!” Sesi sertleşmişti, boğuk ve çaresizdi -onu deh­ şete düşüren şeye bütün kalbiyle inanmıştı. “Nasıl bildiğimi bilmiyorum ama sana yemin ederim, biliyorum.” Gözlerini bir anlığına kapatıp sakinleşmeye, gücünü toplamaya çalıştı. Bu bakışı tanıyordum. Gözlerini açtığında, sesi tutkuyla titredi. “Bana yalan söylediğini biliyorum, önemli değil. Sana her anımda hayatımı emanet edecek kadar güvendim, Tarver. Bir saniye için olsa bana güvenemez misin? Bir kez olsun.” Yüreğim cız etti. Ellerine uzandım ama o elini hızla geri çekti. “Bunun güvenle bir alakası yok,” dedim. “Neler olup bittiğini biliyorum, senin gördüğünü göremiyorum. Ama o kapsülde kimlerin öldüğüne dair isabetli tahminlerde bulun­ makla, geleceği görmek arasında fark var. Lilac, eğer bu fırtı­ nan ortasında dışarıya çıkarsak soğuktan ölebiliriz. Delilik bu. Seni zorla tutmam gerekse bile, burada kalıyoruz. Birkaç sani­ ye bekleyip sakinleşirsen haklı olduğumu sen de göreceksin.” “Birkaç saniyemiz yok!” Lilac güçlükle nefes alıyordu, telaşlanmıştı. “Yanlış düşünüyorsun. Bu tamamen güvenle ala­ kalı. Bana inanmıyorsun, o kadar.” Ne diyeceğimi bilemedim ve ben doğru kelimeleri bul­ maya çalışırken, o aniden harekete geçti. Yalpalayarak ayağa kalktı, sırt çantamı kaptığı gibi olduğu yerde dönüp mağaranın ağzına doğru fırladı. Saf öfkeyle kükreyen sesim geldi kulağıma. Battaniyeler bir anda canlanmışlardı sanki; ben kendimi kurtarana kadar 241

K a u Frn a n /

Spoo ner

vücuduma sarılıp kollanma dolanarak birkaç hayati saniyemi çaldılar. Battaniyeleri, ateşi ve mağarayı geride bırakarak pe­ şinden koşturdum. Bir duvara çarpar gibi çarptığım soğuk, ceketimin açık olan önünden içeri doldu. Her kim dinliyorsa, kıyafetlerimizle uyuduğumuz için ona şükrettim. Bulutların arasından sıyrılan tuhaf ay ortalığı aydınlatmıyor, kar taneleri döne döne yere düşüyordu. Uzun, dehşet verici saniyeler boyunca, onu tama­ men gözden kaybettim; karanlık her şeyin rengini emiyordu. Derken bir hareket oldu -düşe kalka mağaradan uzaklaştı, kayaları ellerinden destek alarak aşıp güç bela tekrar ayağa kalktı. Ben de peşinden fırladım; nefes nefeseydim, botlarım kan çatırdatıyordu. Günlerdir öyle yavaş ve dikkatli hareket etmiştim ki, bir an için bacaklarımı açmak iyi gelmişti. Bir kayanın üzerinden atlayıp Lilac’a doğru hamle yaptım, gecenin içinde gözden kaybolacağından ya da düşeceğinden veya onu herhangi bir şekilde kaybedeceğimden korkuyordum. Onu yakaladığımda nezaketi filan unuttum -koluna yapışıp frene bastım, onu ani­ den durdurup hızla kollarımın arasına çektim, orada hareket­ siz tutmaya ve tekrar kaçmasına engel olmaya çalıştım. Karşı koymadı. Nefes nefese orada dikilirken, kalbim güm güm atıyordu. Kar hızla başımızı ve omuzlarımızı örtmeye başladı. Derken rüzgârın uğultusunu, karın susturucu örtüsünü ve nefeslerimizin şiddetli hırıltısını bastıran bir ses duyuldu. De­ rinden gelen bir gürlemeydi bu; fısıltı gibi başlamış, zemin ayaklarımızın altında titrerken, diğer her şeyi boğmuştu. Den­ 242

Benim

Uzak Yıldızı m

gemi bulmak için onu bırakmak zorunda kalsam da benden uzaklaşmadı. Mağaraya doğru baktı. Onun bakışlarını takip ettiğimde, ateşin cılız parlaklığının titreşerek kaybolduğunu, kampımızın tavanının çığ altında kalıp çöktüğünü gördüm. İkimiz de bir an için durup nefes nefese oraya bakmaya devam ettik. Geriye taş ve kar yığınından başka bir şey kalmamıştı. Yataklarımız ve battaniyelerimiz gömülüp gitmişti, içeri­ de olsaydık biz de gömülecektik. Bunun farkmdaydım ama bir şekilde bu bilgiyle bağ kuramıyordum. Küçük, rahat sığmağımızın bu yığının altında olduğunu biliyordum ama bunun gerçek olduğunu algılayamıyordum. Ya da kaçmamız gerektiğini nasıl bildiğini. Arkamı dönüp yürümeye başladığımda, tek kelime etmek­ sizin peşimden geldi. Karanlıkta fazla uzağa gitmemiz müm­ kün değildi, yine de iki kaya arasında kendimize sığınacak bir yer bulduk. Karın bir kısmını kullanarak rüzgâra karşı kendi­ mize sığınak yaptık. Kötü bir sığmak oldu ama başka seçene­ ğimiz olmadığı için, birbirimize sarılarak yerleştik. Sırt çan­ tasının üzerine oturup kollarımızı birbirimize doladık. Güneş doğana kadar gözümüzü kırpmadığımızdan emindim.

Kar durduğunda gökyüzü yeni yeni ağarıyordu. Kollarımla bacaklarım uyuşmanın acısını hissetmenin çok ötesine geç­ mişti ve hissizliğin öbür yakasındaydılar. Bedenime hareket etme talimatı verdiğimde, his de keskin bir acı dalgasıyla bir­ likte döndü. 243

Kaufrnan

/

Spooncr

Ben gerinirken Lilac da beni taklit etti, yorgunluktan öl­ mesine rağmen söylenmedi. Onun canı da benimki kadar ya­ nıyordu ama çenesindeki gerginlik ve hareketlerindeki özenli yavaşlık dışında bir şey belli etmediğini, yürek sızlatan bir hayranlıkla fark ettim. İkimiz de yalpalamadan yürüyecek hale gelince, mağaraya arkamızı döndük. Son yıldızlar, kardan sonra her zaman yaptıkları gibi, te­ pemizde parıldıyordu. Yalancı ay da aşağılarda bir yerde asılı kalmıştı. Dünya tazelenmiş ve güzelleşmişti. Her adımımızı dikkatle ve yeri yoklayarak attık, gece yağan karın altında ne­ ler saklı olabileceğini bilmek mümkün değildi. Ayak bilekleri­ me kadar kara gömülüyordum. Lilac’ın arkamdaki soluk alıp verişleri çabucak kesildi. Yavaş ilerliyorduk. Başımıza gelenleri düşünmek istemiyordum ama zihnim aynı anı tekrar tekrar yaşamakta ısrarlıydı. Mezarlarını kazdığım insanları görmüştü. Rüya görmüş ve mağaradan kaçmamız gerektiğini bilmişti. Tank büyüklüğünde bir kayadan kontrollü bir şekilde kaydım, sonra döndüm ve o da kaysın diye kollarımı kaldırdım. Onu ya­ kaladım, iki yanından sıkıca kavradım. Onu bırakmak için hare­ ket ettiğimde, kollarımdaki kumaşa yapışıp beni durdurdu. Başımı eğip ona baktım, yüzü yorgunluktan bembeyaz ol­ masına, gözleri iki adet karanlık, uykusuz çembere dönüşme­ sine rağmen bakışları bana kilitlenmişti. Yaşadığımız şey, haklılığının ispatı olsun istiyordu. Duy­ duğu seslerin gerçek olduğunun, delirmediğinin kanıtı. Deli olmadığını kabul etmemi istiyordu, fikrimi değiştirmemi. Ancak dün gece yaşadıklarımız gerçek olamazdı. Hiç kime 244

Be n im

Uzak Yıldızı m

olacaklan önceden bilemezdi. Bunu açıklayamazdım, zihni­ min buna takılmasına izin veremezdim. Önümdeki göreve odaklanmam ve ikimizi buradan kurtarmam gerekiyordu. İşlev görmeye devam edebilmek için zihnimin şalterlerini indirmek üzere eğitim almıştım ben. Yola devam etmek için eğitilmiştim. Bakışlarımı ondan kaçırdım ve bedeni gerilirken nefesini aldığını duydum. Yüzünün ifadesizleştiğini hayal edebiliyor­ dum ama ona bakmaya cesaretim yoktu. Kollarımı bıraktı ve ben de tekrar yola döndüm.

Dünün garip geçtiğini, fazla sessiz olduğunu düşünmüştüm ama bugünkü sessizliğin yanında hiç kalıyordu. Karı yara yara yürürken, omuzlarını düşüren umutsuzluk insanın yüre­ ğini sızlatıyordu. Konuşmadan karla mücadele ettik, bacaklarımız kurşun gibi ağırdı ve ne zaman kullanmaya kalksak, kollarımız isyan ediyordu. Konuşmadığımız şeyler, aramızdaki havayı giderek ağırlaştırdı ve yürüyüş süremiz birkaç saate ulaştığında, ses­ sizlik beton kıvamına geldi. Durduğumuzda matarama uzandım ama yerinde olmadığı­ nı gördüm. Başımı kaldırdığımda Lilac bana bakarken buldum ve ikimiz de aynı anda fark ettik -Matara battaniyelerimizle birlikte, taşın toprağın altına gömülmüştü. Darbenin etkisiyle gözlerimi kapattım. Su taşıma imkânı olmayınca, derelere ve çaylara bağlıydık. Midelerimizin buraya özgü bakterilere da­ yanacağını ummak zorundaydık. Su olmayınca... 245

K au fm a n

/

S p o o n e r

Önce Lilac harekete geçti, yamaçtan aşağı yola devam etti. Mataranın olmamasının ne anlama geldiğini bilmiyordu belki de. Ya da bilmesine rağmen, yola devam ediyordu. Nihayet kamp kurduğumuzda, karda bir alan açmak için yan yana çalıştık, yatak için yetersiz de olsa ot toplayıp bir yığın oluşturduk. Dallarla çakılları ayıkladık ve kalçalarımız için oyuk açtık. Battaniyemiz olmayınca, ne bulursak onun içine gömülmek zorundaydık. Tulumun aşırı uzun kollarından yırttığımız kumaş parçalannın içinde kar eritip damlayan suyu emdik. Çok az miktarda ve değerliydi ama kar yersek soğuğun etkisini arttırmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Çantanın içinden el fenerini çı­ kartıp yatağın yanma koydum, içinde fotoğraflarımın durduğu küçük kutuya gözüm ilişti. Koşmaya başlamadan evvel, çan­ tayı neden kaptığını merak ettim ister istemez. Öylesine panik haldeyken, nasıl olmuş da malzemeleri almayı düşünebilmişti. Derken kafama dank etti: Yanında kıymetli eşyalarım ol­ madığı takdirde, peşinden gitmeyeceğimden korkmuştu. Boğazımda tam şekillenmemiş kelimeler toplandı ama benden tarafa bakmıyordu bile, ben de ne diyeceğimi bilemi­ yordum. Uyumak için arkasına kıvrıldığımda, omurgasının kıvrımı onun söylemediklerini dile getirdi. Gergin ve mutsuzdu, bu yakınlığa zar zor katlanıyordu. Hava bu kadar soğuk olmasay­ dı, battaniyelerimiz yanımızda olsaydı, başka şansı olsaydı, ateşin öbür tarafında uyuyacaktı. Bir an için, bir şey söyleye­ cekmiş gibi geldi, nefesi bir amaçla kısaldı ama suskunluğunu bozmadı. 246

Be n im

U z a k Y ı l d ı z ı rn

İkimiz de gün boyunca tek kelime etmemiştik. Ancak uzun bir zamandan sonra uykuya dalabildik.

Sabahleyin normalden biraz daha geç uyandık, önceki gecenin bedelini ödüyorduk. Birçok bedelden yalnızca bir tanesiydi. Kamp yerini toplamamız uzun sürmedi -gerindik, malzemele­ ri toplayıp kalan birkaç kuru azıktan birini paylaştık. O botlarını bağlarken ben biraz daha gerindim. Yola ko­ yulduğumuzda, hızıma uymaya kararlı olduğu anlaşılıyordu. Ancak geçidin zirvesine ulaştığımızda, var gücüyle çabalama­ sına rağmen geride kaldı. Bakışlarını önündeki zemine sabitlemişti. Önümüzde uzanan dağlar baş döndürücü bir manzara oluşturuyordu. Bu mesafeden ancak karanlık bir çizgi gibi gö­ rünen ormana ulaşmadan evvel, düzleşmeksizin, kilometreler boyunca uzanıyorlardı. Dağların etekleri ve ormanın kıyısı arasında, İkarus yatıyordu. İkarus düşüş sırasında paramparça olmuş, enkazı muazzam bir alana yayılmıştı. Bazı parçaları bu yabancı yerçekimine yenik düşse de, büyük kısmı tek parça halindeydi. Kuyruk kısmı geminin zeminde kayarak geldiği yönü işaret ediyordu. Kalbim kafesinde güm güm atarken gözlerim molozun izini takip etti -uzay gemisi parçalanana dek, kopamayan enkaza dönmüş kaçış kapsülleri, metal parçaları, yamaçlarda uzanan yanık çizgiler, ne olduklarını tahmin etmeye teşebbüs bile edemediğim yarı erimiş nesneler. İkarus beş bin can taşıyordu. Birinin bu kömüre dönmüş 247

K aufm an

/

Spoo ne

r

felaketten sağ kurtulmuş olabileceğine inanabilseydim keşke. Görüş alanımda hasar almamış tek bir kapsül bile yoktu. Uzay gemisinin kendisi tamir edilemeyecek kadar kötü durumdaydı. Ancak neredeyse dizlerimin üstüne çökmeme sebep olan şey, orada olmayanlardı. Uzay gemisinin kadavrası üzerinde vızır vızır gezen bir kurtarma mekiği olması gerekirdi. Mürettebat karınca sürüsü gibi üzerine tırmanmakla meşgul olmalıydı. İnsanlar olmalıy­ dı, hayat olmalıydı, kurtarma harekâtı olmalıydı. Ancak önü­ müzde uzanan şey, bir mezarlığı andırıyordu. Gelişlerini bir şekilde gözden kaçırdığımız umuduna tutunuyordum, kaza alanına ulaşabilirsek kurtarma ekibinin orada bizi bekliyor olacağına. Ama hayatta kalan başka birileri olduğuna dair en ufak bir işaret dahi yoktu. Yaşadığımız bunca şeyden sonra, nihayet bu gezegene iniş yaptığımızdan beri kaçındığım şeyi kabul ettim. Bizi almaya kimse gelmeyecekti. Üstelik hayatta kalmak dışında, ne yapacağımı da bilmiyordum. Aşağımızdaki enkaz ve kırık kapsüllerde, bir­ likte antrenman yaptığım askerler vardı. Lilac’tan yardım is­ temek için gizlice birinci sınıfa giren adam. Lilac’m arkadaş grubu, koruması, kuzeni vardı. Derin bir nefes alıp arkamı döndüm ve dağdan inmeye ha­ zırlandım. “D ur... dur, lütfen,” dedi Lilac; susuzluktan kısılıp ve duy­ gusallıktan boğulan sesi çatallaşmıştı. Gözlerini dikmiş, aşağıdaki enkaza bakıyordu; donakalmıştı adeta. Yanakları kızarmış ya da daha büyük ihtimalle 248

B e n i rrı U z a k Y ı l d ı z ı m

karın parlaklığından yanmıştı. Kıvır kıvır saçları alnını kap­ lamış, terden sırılsıklam olmuştu. Alev alev yanan bakışlarını bana çevirdiğinde, irkildim. “Bakmanı istiyorum. Bana bak­ manı istiyorum. Şuna bakmanı istiyorum, Tarver.” “Görüyorum.” Uzun zamandır kullanmadığım, kendi se­ sim de onunki kadar kötü çıktı. “Ama burada kalamayız. Yü­ rümeye devam etmeliyiz. Enkazda malzemeler buluruz belki, kurtarabileceğimiz bir çeşit iletişim ekipmanı.” Olduğu yerde sallanıp yorgunluktan yere çöktü. “Sonuçta deli çıkmadığım için beni cezalandırmayı ne zaman bıraka­ caksın? Hayatını kurtardım. Çöken mağaradan başka türlü sağ çıkmamız mümkün değildi.” Lilac, biliyorum. Sağ çıkmamız mümkün değildi, bili­

yorum. Koşmaya başlamadan evvel bir şey duydun, bir şey gördün biliyorum. Gözlerimin önünde oldu. Nehrin kıyısında gerçek bir şey gördün, biliyorum. Ama bunu yüksek sesle itiraf etme izni veremezdim kendi­ me. Bu eğitimini aldığım her şeyi aşıyordu ve benim elimde, aldığım eğitimden başka bir şey yoktu. Deli birini peşimde sürükleyerek yabanıl bir ortamda ilerlemek daha iyi olduğum bir alandı, Lilac’m bir şeyle iletişim kurmuş olma ihtimaline nazaran -Peki ama neyle? Hayaletlerle mi? Bu saçmadan da öteydi. İmkânsızdı. Kendime ona inanma izni verseydim, bildiğim her şey elimden kayıp gidecekti. Üstelik bugüne kadar bildiklerim sa­ yesinde hayatta kalmıştık. Bana bezgin bir ifadeyle bakmayı sürdürdü, yüz ifadesin­ den açık bir ızdırap okunuyordu. “Seni cezalandırmaya çalış­ 249

K autm an

/

Spoonor

mıyorum,” dedim sonunda. “Ama sadece bildiğimiz şeylere göre hareket edebilirim. Her şeyi bildiğimi düşünmüyorum. Üstelik böyle bir yerde, bildiklerim her zamankinden de az. Ancak şu anda bildiklerime, ilerlemek için ihtiyacımız var.” Öne doğru eğilip alnını dizlerine dayayınca kalbim bunun baskısı altında inledi. Ne yapacağımı ya da en azından ne söy­ leyeceğimi bilseydim keşke. İşe yarayacak herhangi bir şey bilseydim keşke. “Beni yine başından savacaksın demek,” diye mırıldandı, yorgun bakışlarım bana sabitleyerek. “Sana deli olmadığımı ispatlayacak bir şeyler bulabilmek için uğraştım durdum, ken­ di mantığım bile deli olduğumu söylese de. Bana gözünü kırp­ madan yalan söylemiş olmana rağmen. Şimdi ikimiz de deli

olmadığımı biliyoruz, bunu öylece görmezden mi geleceksin yani?” Ağladı ama sesindeki tınının kaynağı öfkeydi. “Bir kez olsun, Tarver, yalnızca bir kez. Gördüğümü görebilseydin keşke.” Eski masallardaki cadılar gibi sarf ediyordu kelimeleri, beni lanetliyordu. Başımı dağdan aşağıya, altımızdaki enkaza çevirdim. “Özür dilerim, Lilac. Ne gördüğünü bilmiyorum. Tek bil­ diğim ilerlemeye nasıl devam edeceğimiz. Ben sadece bir askerim. Buradan kurtulduğumuzda, beni bir daha görmek zorunda kalmayacaksın. Ama gördüğün şeyi nasıl göreceğimi bilmiyorum.” Yavaş yavaş ve zorla ayağa kalktı. Bakışlar insanı öldürebilseydi, çoktan ölüp gömülmüştüm. “Umarım bir gün elin­ de kimseyi inandıracak bir kanıt olmadan, bir şeye inanmak 250

Be n im

Uzak Yıldızını

zorunda kalırsın.” Sesi tel gibi gergindi. “Ve umarım değer verdiğin kişi bu yüzden sana güler.” Uzun adımlarla dağdan inmeye koyuldu. Çarpacak bir kapı olmaksızın çıkış yapma becerisini havalı öğretmenlerinden hangisinden öğrenmişti acaba? Sırtı öfkeden namlu gibi dik, karlı patikadan yürüyebilme becerisini? Bunun için gereken gücü nereden buluyordu acaba? “Sana gülmüyorum,” diye fısıldadım. Sırt çantasını topar­ layıp onun peşinden dağdan inmeye başladım. Beni takip ederek geçirdiği süre zarfında, öncülük yapma konusunda bir iki şey öğrenmişti ama başta gayet güzel bir hızla ilerlerken, sonunda yorgunluktan yavaşlamaya başladı. Küçüklüğümü görüyordum; evin etrafında yürüyüşe çık­ tığımızda ağabeyine yetişmeye çalışıp uygun adım yürüyen halimi. Annemle babam geldi aklıma. Zihnimde kır evimiz canlanırken, boğazım düğümlendi. Sığınağım, benim için her zaman güvenli olan yer. Gerçek olana odaklanmaya çalışsam da ev düşüncesini aklımdan bir türlü atamıyordum. İzlediğimiz patika -patikaysa eğer- dağ yamacı boyunca kıvrılıyordu. Bir çıkıntıyı geride bıraktığımızda aşağıdaki sak­ lı vadi gözler önüne serildi ve Lilac aniden başını kaldırdı. Kocaman açılmış gözlerle, konuşmak için nefes aldı. Derken geçti gitti ve Lilac suskunlaşıp kayanın etrafından dolaşmaya başladı. Omzunun üzerinden geriye doğru son bir bakış attı; sanki gördüğü şey, içinde bulunduğumuz gerçeklikten kat be kat tercih edilir bir şeymiş gibi. Aniden sarsılmaya başladığı­ nı, üşümüş gibi titrediğini, cebine sokmadan evvel parmakla­ rının seğirdiğini gördüm. 251

K aufm an

/

Spooner

Yine hayal görmüştü demek ki. Birden bire başım dönmeye başladı, onun duygularını anlayıp paylaşarak tepki veriyor­ dum sanki -kendi dişlerim takırdamaya başlamadan çenemi sıktım. En azından aradaki farkı biliyordu artık. Hayalle ger­ çek arasındaki farkı biliyorsa, o kadar da deli olamaz diyen ta­ rafımı duymazdan geldim. Peşinden gidip altımızdaki vadiye baktım. Ciğerlerimdeki hava bir anda boşaldı sanki. Zorla nefes alıp destek için boşluğu yakalamaya çalıştım. Vadide bir kır evi vardı. Annemle babamın evi. Her şeyiyle oradaydı -beyaz duvarları, mosmor leylakları, kıvrılan pati­ kası ve arka bahçedeki kırmızı çiçekleri. Bacadan çıkan belli belirsiz duman, annemin sebze bahçesi olduğunu tahmin etti­ ğim karartı. Patika, vadiden dışarı çıkıp enkaza doğru tepelerde gözden kayboluyordu. En ince ayrıntısına kadar kusursuzdu. Burası benim evimdi. Gerçekten burada değildi. Kafamın içinde sesini duydum. Bir kez olsun, gördüğümü görebilseydin keşke.

Yanımda varlığını hissettim. Parmaklarını sessizce benim­ kilere geçirdi. Parmakları benimkilere kenetlenene kadar zan­ gır zangır titrediğimi fark etmemiştim. Deliriyordum.

252

“Bir ordu üyesi olarak, belli bir şok seviyesine dayanmak üzere eğitim aldınız.” “Öyle olmasaydı, cephede uzun süre hayatta kalamazdık herhalde.” “Gezegenin yüzeyindeyken, eğitiminizi... unuttuğunuz oldu mu?” “Ne sormaya çalıştığınızı anladığımdan emin değilim." “Böyle zorlu şartlara maruz kalmaktan dolayı, herhangi bir yan etki deneyimlediniz mi?” “Üç beş kilo verdim sanırım.” “Psikolojik yan etki deneyimlediniz mi, Binbaşı?” “Hayır. Sizin de söylediğiniz gibi, bu tür şeylerin olmasına izin vermeyecek şekilde eğitildik. Kaya gibi sert, dayanıklı.”

YİRMİ İKİ LİLAC

BOĞULAN BİRİNE ASLA ELİNİZİ UZATMAYIN. HV ÖZEL

programlarında görmüştüm bunu. Uzatırsanız elinize yapışır ve sizi, yaşadığı paniğe ve çaresizliğe çeker; ikiniz de aynı sulu mezara gömülürsünüz. Umurumda değildi. Yanma yaklaşıp elimi elinin içine kay­ dırdım. Parmakları, çaresizlikten aldıkları güçle, parmakları­ ma dolandı. Hangimizin daha çok titrediğinden emin değildim ama ellerimizin birleştiği nokta daha sabitti. Boğuluyordu ve ben de onunla birlikte boğulacaktım. Uzun bir süre konuşmadı. “Ben yapamam...” derken sesi çatlayınca lafının sonunu getiremedi. Kapalı gözleri, vadideki aile evlerinin hayalindeydi. İkimizin de görebildiği bir hayaldi bu. Kır evi, yanında taşıdığı fotoğraftakinin aynısıydı. Kendi deneyimimden, başının döndüğünü, yön duygusu­ 255

K aufm an

/

Spuoner

nun kaybolduğunu, metal tadı aldığını ve yüzünde örümcek ağları hissettiğini biliyordum. Kendi deneyimimden, delir­ diğini düşüneceğini biliyordum. Benim de kulaklarım uğulduyor, bedenim titriyordu ama bunu bir kenara itip kendimi odaklanmaya zorladım. Bana ihtiyacı vardı. “Çok yorgunum,” diye devam etti. “Bunun eğitimini al­ dım. İnsanın zihni yapabilir -çok yorgun olduğunda.. Halüsinasyon gördüğünü sanıyordu. Buna inanması işleri kolaylaştırırdı belki. Elini sıkıp, diğer elimle koluna girdim. “Dinlenmen lazım, biraz su iç. Senin yanında oturayım.” Başıyla onayladı; gözlerini açıp açlıktan ölmek üzere olan bir adamın, bir ziyafet masasına baktığı gibi, aşağıdaki eve baktı. Çantasını omzundan çekmeme izin verdi, onu yamacın kıyısına oturtmama itiraz etmedi. Yüzü iyice süzülmüş, geril­ mişti. Daha önce hiç korktuğunu görmemiştim. Ukalalık yapabilirdim. Bana inanmaktan başka seçeneği kalmadığını yüzüne vurabilirdim. Eskiden olsa, bir saniye te­ reddüt etmezdim. Ama şimdi, ona şöyle bir bakmam, bu arzu­ nun bitmesi için yeteriiydi. Bunu hak etmiyordu. Üstelik de­ lirdiğini düşünmenin nasıl bir his olduğunu biliyordum artık. Yanma oturup sessizce bekledim. Bu geçtiğimiz iki gü­ nün suskunluğuna benzemiyordu. İlk defa ne söyleyeceğimizi bilmiyorduk, nasıl söyleyeceğimizi değil. Gördüğümü onun da görmesini istemiştim ama şimdi bu dileğimi geri alabilme­ yi istiyordum. “Ne yapacağımı bilmiyorum.” Tarver’m sesi duygusallık­ tan ve bitkinlikten çatallanıp kısılmıştı. 256

Beni m

U z a k Y ı l d ı z ı rn

En sakin ses tonumu buldum. “Ben biliyorum. Bugün bu­ rada mola vereceğiz ve sen biraz dinleneceksin. Kampı ben hazırlarım, sen hazırlarken defalarca izledim. Yemek yiyip uyuyacağız. Sabah olduğunda da enkazın yanma gideceğiz. Devam edeceğiz, bu gezegenden kurtulmanın bir yolunu bu­ lacağız ve sen evine gerçekten gidebileceksin.” Tarver yutkunmakla yetindi; çenesini sıktığı sırada, kas­ lar bir anlığına çıkıntı yaptı. Elimi bıraktı; parmaklarını hızlı, telaşlı bir hareketle saçlarında gezdirdi. Ona tekrar dokunma arzusunu bastırıp sessizce işe koyuldum. Hiçbir işin altından onun gibi kalkamıyordum. Gördüğüm hayalin yan etkisi olan titreme devam ediyordu; baş dönmesi ve mide bulantısıyla mücadele ediyordum. Kır evi o ana kadar gördüğüm en uzun, en canlı hayaldi -yan etkileri de hepsin­ den berbatı. Yakacak fazla bir şey bulamadığım için ateş tehli­ keli derecede cılız, yatak da yamru yumruydu. Mataramız ol­ madığından, kaynatılması gerekmeyen yiyecekleri çıkarttım. Soğuk yemek, soğuk kar ve battaniyelerin yokluğunda, soğuk bir gece olacaktı. Her şeyin kötü olduğu bir gece geçireceksek olsak da, sorumluluk almak zorunda değildi. “Sen de gördün, değil mi?” Uzun bir sessizliğin ardından sesini duyunca yerimden sıç­ radım. Baktığımda, hâlâ vadiyi izliyordu. Evin görüntüsü sol­ muştu, güneş dağ sıralannın gerisine çekilirken ardışık görüntü gibi ışıl ışıl parlıyordu. Güzel bir manzaraydı, çantasındaki fo­ toğraftan bile güzeldi. Gerçek halini görmeyi nasıl da isterdim. Yemek için çıkarttıklarımı toparlayıp Tarver’ın yanma döndüm. “Annenlerin evi miydi?” 257

Kaufm an

/

S p o o rı t; r

“Delilik değil öyleyse. Ne olduğunu bilmiyorum ama aynı şeyi görüyorsak deli değilim demektir. İkimiz de değiliz.” Bir an için, başından beri aynı şeyi söyleyip durduğumu hatırlatmak istedim ama başımı sallamakla yetinerek, birkaç santim uzağında yere oturdum. “Bir şeyler ye.” Ona kuru azı­ ğın büyük parçasını ve çiğken tadı çok da kötü olmayan otlar­ dan birkaçını uzattım. Sadece iki tane kuru azığımız kalmıştı. Nihayet, bakışlarını görüntüden ayırdı ve gözlerini kırpış­ tırarak, bana baktı. Gözbebekleri kocaman olmuştu -bunu gö­ rünce bana neden öyle delirmişim gibi baktığını anladım. Konuşmadan, kuru azıktan bir iki ısırık aldı ve aşinalığın verdiği rahatlıkla kendimizi suskunluğa bıraktık. Tekrar ko­ nuştuğunda, sesi yumuşamıştı. “Orduyu zihin kontrolü, tele­ pati numaraları yapmakla suçlayan bir sürü çatlakla uğraşmak zorunda kalıyoruz. Askeri öğrenciyken, üstlerimizin kafamı­ zın içine sızdıkları, yataklarımızı toplamamızı söyledikleriyle alakalı şakalar yapıp gülerdik. Şaka değildir belki de. Bu ge­ zegen bir deneydir belki de -havadaki ya da sudaki bir şeyler, bunları görmemize neden oluyordur. Bir çeşit suni, psikolojik bağlantı vardır. Kendi düşüncelerimden başka arkadaşım olmaksızın, ses­ sizlik içinde geçen günlerin ardından, gördüklerimiz hakkın­ da birkaç fikir geliştirmiştim. Bunun bu kadar basit olduğunu sanmıyordum. Yine de, onun deli olduğum gerekçesiyle sıy­ rılmadan bunu çözmeye çalıştığını duymak, öyle büyük bir rahatlamaydı ki, içimden ona itiraz etmek dahi gelmedi. “İyi de çöken mağara ne peki? Neler olacağını ikimizin de bilme­ sine imkân yoktu.” 258

B e n i

m

U z a k

Y ı l d ı z ı

it i

“Daha önce de birkaç saniye içinde patlayıp yok olan bir noktadan uzaklaştığım oldu. Belki sen de bildin, bilinçaltında.” Kendisi de ikna olmamıştı sanki. “Teorimi paylaşabilir miyim?” Mağara çöktüğünden beri bunun hortlakların işi olmadığını biliyordum. Artık Tarver da gördüğüne göre, sürekli aklıma gelen düşünceleri daha fazla bir kenara itemezdim. “Elbette.” Bu kez de kendime küfrettim. Tekrar deli olduğumu düşü­ necekti. Ancak hemen cevap vermeyince, başını çevirip beni ilk kez görüyormuş gibi baktı. “Bence -bence burada bir şey var.” Dudaklarımı yalayıp gerginliğimi yatıştırmaya çalıştım. “Yaşam var. Bu gezegende.” Kaşları çatıldı. İnanmamıştı. Ama deli olduğumu söyleme­ di -henüz. “O büyük kediden mi bahsediyorsun? O şeylerin buraya ait olma ihtimali yok.” “Hayır -zeki bir yaşam türü demek istiyorum. Terraform sü­ recinden bile önce buradaydı belki. Yalnızca gördüğümüz hayal­ ler olsaydı, paylaştığımız bir halüsinasyondan bahsedebilirdik herhalde ama mağaranın çöküşü? İkimizin de bunu bilmesine imkân yoktu. Bir şeyin bizi izlediğini düşünüyorum.” Konuş­ mak bile tüylerimin diken diken olmasına yetmişti. Dudakla­ rının, bu fikrimi savuşturacakmış gibi seğirdiğini görünce ona fırsat vermeden, kekelercesine tekrar konuştum: “Söylentiler var, herkes biliyor. Kimse bir şey ispatlayamasa da, keşfedilen uzayın ötesinde bulunanlara dair sürekli hikâyeler anlatılıyor. Söylentileri Corinth de bile duyduk. Burayı kuran şirketler, bir sebep yüzünden terk etmiş olmalılar. Bir şey onları kaçırmış.” 259

K au fm a n

/

Sp o o n er

Daha az kuşkulu ve daha düşünceli bir hali vardı artık, beni izliyordu -am a bana öyle bir bakıyordu ki söylediklerimi dinlediğinden emin değildim. Ailesinin evini görmenin şoku, fark ettiğimden kötü olmalıydı. Hafifçe öksürdü. “Sence, şir­ ketler burada zeki yaşam keşfetmiş olsalardı bütün haberlerde bundan bahsedilmez miydi?” “Bir nedenle gizli tutuyorlarsa, bahsedilmezdi.” Babamı aklıma getirmemeye çalıştım; yalıtılmış, gizli sunucularla ve veri çekirdekleriyle dolu odaları. Küçükken sık sık onlar hak­ kında sorular sorardım ama babam her seferinde bir hediye ya da hikâyeyle dikkatimi dağıtmayı başarırdı. Bir yerden sonra artık merak etmeyi bırakmıştım -sakladığı sırlar, babamın ki­ şiliğinin bir parçasıydı yalnızca. Bazı bilgileri halktan saklayan, tek şirket yöneticisi babam değildi büyük ihtimalle. “Bir tek ordunun sır sakladığını mı sanıyorsun?” dedi Tarver. Derin bir nefes aldım. “Rüya gördüm, mağara çökmeden hemen önce. Görmediğim birisi fısır fısır benimle konuşuyor, beni uyarıyordu. Sonra uyandım ama o kişi hâlâ oradaydı, fı­ sıldamaya devam ediyordu fakat kelimeleri anlayamıyordum. Büyük ihtimalle -artık her neyseler- bizimle konuşmaya çalı­ şıyorlar ama nasıl yapacaklarını bilmiyorlar. Zihnimizdekileri çıkartıyorlar, bize en çok acı veren şeyleri. Hayaletlerin bana musallat olduklarını sandım ama düşüncelerimi okuyabiliyorlarsa, kapsülde ölen insanların beni nasıl kötü etkilediğimi biliyorlar demektir. Belki de sohbete nasıl başlayacaklarını bilmiyorlardı, zihnimde en çok dönüp duran şeyi çekip çıkart­ mak dışında. Belki bu, annenlerin evi de, senin içindi.” 260

B e 111 rn U z a k Y ı l d ı z l ı n Konuşmamı bir suskunluk takip etti. Normal nefes alıp vermeye çalışırken, kalbim güm güm atıyordu. Delirdiğimi düşünecekti, biliyordum. Az sonra ağzını açacak ve her za­ manki gibi, fikrimi geçiştirecekti. Ancak geçiştirmek yerine, “Fısıltılar beni üzmeye çalıştıy­ sa, bunu gayet iyi başardılar,” dedi, yumuşak bir tonla. Bir süre konuşmadan oturduk. Yanımda Tarver’ın sıcaklı­ ğını hissedebiliyordum, aramızda en fazla bir parmak mesa­ fe vardı. Varlığının verdiği rahatlığa rağmen birilerinin bizi izlediğine dair başka hiçbir şeye benzemeyen bir duyguyla tüylerim diken diken oldu. Aynı şeyi hissedip hissetmediğini sormadım ona -bedenindeki gerilim açıkça anlatıyordu zaten. Fısıltılar orada bir yerdeydiler ve şu anda susmuş olsalar da, ikimiz de yalnız olmadığımızın farkındaydık. Bir süre sonra ayağa kalkıp bana elini uzattı ve birlikte kamp ateşinin yanma döndük. Toplayabildiğim bir iki parça ağaç kabuğunu ekledim ve yerimize oturduk. Kolunu omzu­ ma dolayıp kendisine yaslanmam için cesaret verdi. Aramızda büyüyen mesafe kayboldu ve ben de seve seve itaat ettim. Bir­ likte kendimizi sessizliğe bıraktık. Göz kapaklarım yavaş yavaş ağırlaşırken, yanağımda, uğultuyu andıran sesiyle uyandım. “Kapsüldekiler yüzünden vicdan azabı hissetmene gerek yok. Herkese fazla fazla yetecek kapsül vardı. Olacakları bil­ me ihtimalin yoktu.” “Belki de haklısın,” dedim, göğsüm sıkıştı ama eskisi kadar kötü değildi galiba. “Ama kurtulan bizim kapsülümüz oldu.” “Yani, kurtulan başka kapsül olsun olmasın, seninle yan yana düştüğüm için mutluyum.” 261

Kaufm an /

Spoo ner

Homurdandım. Eskiden böyle sesler çıkartmazdım. “Binbaşı, lütfen. Birinin uydurup uydurmadığını anında anlarım. Yanınızda olmasını istediğiniz son insan olduğum­ dan eminim.” “Emin misiniz, Bayan LaRoux?” Ses tonu sakin ve içtendi. Yalan söyleyip söylemediğini anlayacak kadar iyi tanıyordum onu. “Takıldığında kapsülde olmasaydın, burada olmam im­ kânsızdı.” Kıpırdanınca, başımı kaldırmak zorunda kaldım ve bana baktığını gördüm. Yüzü benden en fazla birkaç santim uzaktaydı. Yüzümün al al olduğunu hissedince, ilk önce ben bakışla­ rımı kaçırdım. Tek umudum, yanaklarımın kırmızılığını ateşin sıcaklığına bağlamasıydı. “Swann burada olsaydı,” dedim heyecanla. “Büyük kediyi çıplak elleriyle boğardı. Ya da Simon; elektronik konusunda bildiklerimi ondan öğrendim. O ...” Sesim kısıldı. Onun adını iki senedir ağzıma almamıştım. “Tanıdığım bir çocuktu,” de­ dim aptal aptal. Üzerime dikili bakışlarını hâlâ hissedebiliyordum. “Tanıdı­ ğım bir kızı tercih ederim, teşekkürler.” Güneş gözden kayboldu ve gökyüzüne serpiştirilmiş ışıkları andıran, yıldızlar çıktı. Gözlerimi onlara diktim, kolu­ nu bana dolayan asker dışında bakabileceğim bir şey olduğu için mutluydum. O ana kadar yıldızların ne kadar yabancı ol­ duklarını fark etmemiştim. “Doğruysa, delirmediğimizden emin olabiliriz,” dedim, gözlerimi gökyüzünden ayırmadan. 262

Beni m

Uzak Yıldızı m

“Doğruysa, yalnız olmadığımızdan emin olabiliriz.” Bu onu rahatlatmak yerine, huzursuz etmişti sanki. “Fısıltılar şu ana kadar bize zarar vermediler. Bence düşün­ düğümüz şeyleri göstermenin dışında, bize nasıl ulaşacakları­ nı bilmiyorlar.” “İletişim kurmaya çalışıyorlarsa,” diye mırıldandı Tarver. Yüzümü kızartacak kadar sahiplenici bir hareketle kolumu kavrayarak, “asıl mesele, bize büyük bir gayretle ne söyleme­ ye çalıştıkları.”

263

“Verdiğiniz su şişesi boş.” “Gerçekten de öyle. Yenisini istetirim. Bu arada, kaza alanına ulaştığınızda hedefleriniz nelerdi?” “Malzeme. Güvenlik.” “Kurtarılma?” “Uçan tek bir mekik görmemiştik. Kurtarılma ihtimaline pek güvenmiyordum.” “Bu konuyu Bayan LaRoux ile konuştunuz mu?” “Hayır, yorgunduk. Temel şeylere yoğunlaştık.” “Neydi o temel şeyler?” “Yiyeceğimiz bitmek üzereydi. O da üzerini değiştirebileceği kıyafet bulunca çok sevindi.”

YİRMİ ÜÇ TARVER

SABAHLEYİN, ARAMIZDA YUMUŞAK BİR SESSİZLİK VARDI.

Sessizlik karlı yamaçtan inerken çıkardığımız of puf sesleriyle bozuluyor; ağzımızdan çıkan nefes, bulutlar oluşturuyordu. Boğazım acımış, ağzım kurumuştu; karı ağzımızda eritmek büyük çaba gerektiriyor, midemize soğuktan kramplar giriyordu. Matarayı aklımdan çıkartamıyordum bir türlü. Gleidel’i kaybetmiş olsaydım bu kadar ağır bir darbe olmazdı. İki kaya arasındaki açıklıktan sıkışarak geçtim. Arkamı dö­ nüp Lilac’a yardım etmeye hazırlanırken, ayağımın yere sağ­ lam basıp basmadığına baktım -ve işte oradaydı. Ordu mata­ rası. Kusursuz durumdaydı, haki renkli yanlan pürüzsüz ve çiziksizdi. Yeni üretim bandından çıkmış gibiydi. Aşağı uzandım ve elimin diğer taraftan geçip gitmesini beklerken, parmaklarım katı metale temas ettiler -matara ger­ çekti. Arkasını çevirdiğimde, mideme bir ağırlık çöktü. Baş 267

Kauf'mnn

/

S pooner

harflerim oradaydı; kendi elimle kazımıştım, aynısının yapıl­ ması imkânsızdı. Ama çizikler ve göçükler düzelmişti. Matara ilk aldığım günkü gibi kusursuzdu. Kapağı çıkarttım. Filtre sistemi olması gereken yerde duruyordu, hemen altında temiz su vardı. İçim ürperdi. Mataram mağarada kalmış, taşların ve karın altında ezil­ mişti. Şimdiyse, sanki onu irademizle yaratmışız gibi, tam yolumuzun üstünde bir yenisi belirmişti. Hayır, bu yeni bir matara değildi -aynı mataraydı. “Tarver?” Lilac, niye aniden durduğumu görmek için, önü­ me bakmaya çalıştı. Yana adım atıp geçmesine izin verdim ama matarayı görmesi birkaç saniye sürdü. Gördüğü anda, mavi göz­ leri fal taşı gibi açıldı, neredeyse aradaki mesafeyi aşıp boşluğa düşecekti. İki kolumla ona sarıldım. Bana yaslanmış vaziyette, onu sıkı sıkı tutarken, ikimiz de bir an duraladık. “Dokunabiliyorsun,” dedi, uzanıp mataraya tek parmağı­ nın ucuyla bastırdı. “Tarver, katı bu. Hayal değil.” “Benim mataram ama bu yepyeni.” Matarayı çevirip adı­ mın baş harflerini gösterince bir an boğulacak gibi oldu. “Nasıl olur? Yok -gemide bir sürü asker vardı. Birinin baş harfleri seninle aynı olmalı. Tesadüftür.” Parçalanan uzay gemisinden fırladığı takdirde, mataranın burada, yolumuzun üzerinde ortaya çıkma ihtimalinin olma­ dığını hatırlatmak üzereyken, yüzünü gördüm ve kelimeler ağzımdan çıkmadan can verdiler. O da biliyordu. Ama ikimiz de aklımızdan geçeni dile getirmek istemiyorduk. Fısıltıların tek yapabildiği hayal gördürmek ya da kehanette bulunmak değildi. Başka neler yapabiliyorlardı acaba? 268

Bo n im

Uzak Yıldızı m

Suyun tadına baktım -tatlı, temiz ve berraktı. îkimiz de birer yudum aldık, kar içmek zorunda kalmadığımız için halimize şükrederek içerken, buz gibi su çenemizden aşağı süzüldü. Lilac bitirdiğinde, matarayı elinde tutup boş boş bak­ tı. Parmaklarını yüzeyinde dolaştırmaya devam etti, matara inceleme sırasında değişecekti sanki. Sonra elini kaldırıp par­ maklarına çevirdi bakışlarını. Birkaç saniye sürdü ama başım kaldırıp bana baktığında, neler olduğunu anladım. Titremiyor­ du. Hayal görmüyordu. Fısıltıların zihnimizden çıkartıp bize gösterdiği bir görüntü değildi bu. Bu gerçekti. Bunu, bu varlıkların dost olduklarına dair bir işaret olarak alabilseydim keşke. Mesele gerçekten bu muydu acaba? An­ cak tekrar bir mataraya kavuşmanın verdiği rahatlama dışında, aklımda yalnızca şu vardı: Bizi hayatta tutmak için neden bu kadar çaba harcıyorlardı? Bizden gerçekte ne istiyorlardı?

Sabahın ilerleyen saatlerinde, dağın yeşil eteklerine ulaştık. Tekrar düz arazide yürümek anlatılamaz bir rahatlamaydı, ba­ caklarımı gerdirebilmek ve kaslarımı bir süreliğine açabilmek de. Yürürken, burada geçirdiğimiz birkaç kısa gün içinde bu yeri tanımaya başladığımı fark ettim -dağın diğer tarafında gördüğümüz yaban çiçekleri yoktu ve daha sonra kapan ku­ rabileceğim oyuklan seçebiliyordum. Hiçbir rahatlama hissi uzun sürmüyordu gerçi. Çok geçmeden, bir mezarlıkta yürü­ düğümüzü hatırlatan şeyler çıkıyordu karşımıza. Enkaz parçaları yamaçları kaplamıştı. El büyüklüğünde 269

Kau fm an /

Spoo ner

bükülmüş plastene parçalarının ve boylan bizden uzun, koca koca, erimiş metal yığınlarının yanından geçtik. Kapsüllerin çoğu içlerinden bir şey kurtarılamayacak ka­ dar zarar görmüştü ve bizim de elimizde son bir kuru azık kalmıştı. Buradaki küçük böcekler ve otlarla hayatta kalabi­ leceğimizi düşünüyordum ama pek hoş bir deneyim olmazdı. Böylece karşımıza çıkan ilk makul derecede bütün kapsülün içine göz atma riskini göze aldım. Gördüğü tek büyük zarar, İkarus’a bağlı kaldığı noktada, yandan kopan panelleriydi. İçinde yalnızca bir kişi olduğunu görünce rahatladım. Başı öne düşmüş, saçları yüzünü kapatmıştı, hâlâ emniyet keme­ riyle bağlıydı. Lilac’ın bizim nispeten sağlam kapsülümüzde aldığı pozisyonun hemen hemen aynısıydı. Üzerinde yatak kıyafetleri, omuzlarında pembe renkli ipek bir şal vardı. Çarpışma anında öldüğünü tahmin ettim. Saçları kızıl değil, kahverengiydi ama onun yerinde Lilac’ı görmek çok kolay­ dı. Gözlerimi ondan uzak tutmaya çalışarak, kapsüldeki ya­ rıktan içeri girdim ve koltukların altındaki bölmeleri karış­ tırmaya başladım. İşte oradaydı -yarım düzineden fazla kuru azık paketi. Yerli bitkilerle desteklediğimiz takdirde, birkaç günlük erzak demekti bu. Tekrar aşağı indiğimde, Lilac içeride kimse olup olmadığı­ nı sormadı. Yüzüme şöyle bir bakması, aşağıda ne bulduğumu anlamasına yetmişti. İkarus sanki birisi bir tarafını bıçakla kesip içini açmış gibi duruyordu. Uzunluğunun neredeyse üçte birinde, iç kısımlar ortadaydı; yanık çerçevesi çıplak kalmıştı. Arkasında bıraktı­ ğı izden, içinde bir müfrezenin bile kaybolabileceği bir oyuk 270

B anim

Uzak Yıldızım

açarak, toprakta nasıl kaydığı anlaşılıyordu. Esen rüzgârda belli belirsiz kimyasal bir koku vardı. “Orduda,” dedim, “bu süreç dikkatle ele alınır. Genelde burada ‘başka birisi önden gitsin,’ kodu verilir ama bu kez öncü birlik biz olduğumuz için, kendimize dikkat edelim. İçerideki zararın ne kadar kötü olduğunu bilmiyoruz. Hava­ daki bu kimyasallan solumanın nasıl bir etkisi olacağım bil­ miyoruz. Yaralandığımız takdirde kullanabileceğimiz tıbbi malzeme de yok. Dikkatli olalım, tamam mı? Yoklamadan adım atmayalım.” Karşılığında, kibirli bir yanıt ya da buz gibi bir bakış gel­ medi. Bakışlarını ciddiyetle uzay gemisine dikip başıyla onay­ lamakla yetindi. “Ağır hasardan tümden kaçınabiliriz. Burası uzay gemisinin kıç tarafı. İtici sistemler var genelde, bir de manzara güvertesi.” Duraladı. Buradaki karşılaşmamızı dü­ şünüyor olabilirdi, benim gibi. Başka bir hayattaydı, bizler o zaman başka insanlardık. Ciddi bir tavırla devam etti. “Pruva da teknikle alakalı. İletişim sistemleri oradaydı.” İletişim sistemlerinin artık orada olmadıklarım söylemesine gerek yoktu. Pruva kısmı, çarpışmanın etkisiyle kurtarılama­ yacak derecede ezilmişti. Dikkatli bakışlarla enkazı inceledi. “Geminin ortadaki üçte birlik kısmı, yolcu ve kargo kısmıdır -kısmıydı. Malzemeleri orada bulacağımızı sanıyorum. Bir parçası yırtılıp açılmamış gibi görünüyor.” Yalancı ay gökyüzünde yükseğe tırmanmaya başladı, ar­ tık daha uzun süre kalıp daha geç batıyordu. Şu anda ufkun hemen üzerindeydi, güpegündüz bile gözle seçiliyordu. Lilac 271

K aufm an

/

Spooner

gözlerimi ufka diktiğimi fark edip yanıma geldi. “Kazayla bir ilgisi var mı dersin?” İster istemez, İkarus hiperuzaya dönmeye çalışıp başarısız olurken, hissettiğim o korkunç sallantıyı hatırladım. Yerçeki­ mine ya da ilk başta o boyuttan hangi güçle kopartıldıysa ona yakalanmış halini. “İlgisinin olmaması, biraz fazla büyük bir tesadüf olur,” diye karşılık verdim. Soluğunu tuttuğunu duydum. “Okullarda bu konuya ne ka­ dar değinildiğini bilmiyorum ama babam bana terraform tari­ hi ve süreci üzerine bitmek tükenmek bilmeyen dersler verdi. Özel öğretmenlere bırakmayı reddettiği tek konuydu -öncü olmak, başkasının doğru dürüst yapacağına güvenmemek an­ lamına geliyor sanırım. İlk göçlerden evvel, hâlâ Mars’a nasıl terraform uygulayacaklarına karar vermeye çalışırken, geze­ geni sıvı su elde edecek kadar ısıtmakla alakalı fikirlerden bir tanesi, yüzeyine doğrudan güneşten ışık yansıtmak için geniş bir ayna uydu koymaktı.” Gözlerim tekrar onun yüzünden yalancı aya kaydı. “Ya da bir dizi ayna. Bunla alakalı bir şeyler hatırlıyorum. Uygula­ maya geçilmedi gerçi. Pratik değildi, değil mi? Yukarıdaki şey buysa, neden şimdi yaptılar? Neden bu gezegende?” Bana bakıp başını iki yana salladı. Verecek bir cevabı yok­ tu, benim de öyle. Ay, ovaya doğru alçalırken sırtımı dönüp uzay gemisine yöneldim. Sonradan, gövdenin parçalanarak açılmayan kısmının, at­ mosferden geçmesi asla düşünülmemiş bir alaşımın erimiş akıntısıyla kapandığı ortaya çıktı. Kapanmış olması iyiye işa­ 272

Benim

Uzak Yıldızım

retti, sanırım -içinde her ne varsa bozulmamıştı belki de- ama içeri girmenin bir yolunu bulamadığımız takdirde bu da bir işe yaramayacaktı. Yarılmış gövdenin kıyısında yürümeye çalışırken, Gleidel’i elimden bırakmadım; tepemizde gökyüzüne doğru yükselen muazzam bir metal duvar boyunca uygun adım yürüyen iki karınca gibiydik. Birilerinin kurtulduğuna dair bir işaret yoktu. Tek kurtulanlar biz olabilir miydik gerçekten de? Enkazın mutlak sessizliğiyle sarmalanmışken, bir kez daha hayatta oluşumuzu Lilac’m hareketlerine borçlu olduğumuzu anladım. Büyük kedi canavar söz konusu olduğunda hayatını kurtarmış olabilirdim; onu bu noktaya kadar getirmiş de olabilirdim ama Lilac bizi İkarus’tan kopartmanın bir yolunu bulamasaydı, ikimiz de burada olamayacaktık. Yürürken elimde olmadan onu seyrettim. Dikkatim, manzara ile yanımdaki kız arasında bölünmüş durumdaydı.

Gemide süslü püslü kıyafetler

içerisinde gördüğümde, onu böyle hayal edebilir miydim? Çamurlu tulumuna bürünmüş, lime lime elbisesi tulumun içine tıkılmış ve saçları uyduruk bir sicimle toplanmış halde düşünebilir miydim onu? İçeri girebileceğimiz yarığı da o buldu. Metal bir levha bükülerek tek parça bir duvardan azıcık uzaklaşmıştı, per­ çin çivileri gözüküyordu ve içeride yalnızca karanlık vardı. Konuşmadan işe koyulduk, omuz omuza verip metal levhayı tutup çekmeye çalıştık. Levhayı bükebilmek ve deliği geniş­ letebilmek için kaslarımız gerildi. Ona dinlenmesini söyleye­ cekken aşağı doğru baktım; çenesi gerilmiş, kaşları kararlı bir ifadeyle çatılmıştı. Sandığım kadar güçsüz olmayabilir miy273

Kaufm an /

Spoo ner

di acaba? Belki de ben gezegene düştüğümüz zamanki kadar güçlü ve ağır değildim. Bu düşüncenin aklımdan çıkmasından bir saniye sonra, kor gibi bir acı avucumu boydan boya kesti. Metal levhayı bırak­ tım, yalpalayarak uzaklaşıp elimi sallayarak kurtardım. Metal gergin bir yay gibi yerine oturdu, az kalsın Lilac’m parmak­ ları da arada sıkışacaktı. Dikkatimi vermem, kendi tavsiyeme uymam gerekirdi. Şimdi avucumda boydan boya kırmızı bir çizgi vardı ve bir saniye sonra kan belirdi, önce sızdı, sonra oluk gibi akmaya başladı. “Tarver, yoksa... ah.” Takdire şayan küfürler savurdu, son­ ra ciddileşti, sırt çantamı çekip yere attı ve içinden zavallı ilk yardım çantamızı buldu. Kan akışım yavaşlatmak için, kana­ yan elimi başımın üzerine kaldırmaktan ve sağlam elimle bi­ leğimi sıkmaktan başka yapacak bir şeyim yoktu ama kesik derindi. Şimdiden belliydi. “Böyle küfretmeyi nereden öğrendiniz, Bayan LaRoux?” diye sordum, neşeli bir ton yakalamaya çalışarak. “Aynı soruyu babam sorana kadar bekleyin, Binbaşı.” Ufak ilk yardım kutusunu çantadan çıkartıp açmaya koyuldu. “O zaman, gerçek belânın ne olduğunu anlayacaksınız. Gel bura­ ya, sarmaya çalışayım.” “Planım, bu konu gündeme geldiğinde çoktan uzaklaşmış olmak.” İtinayla dizlerimin üzerine çöktüm. “Kızına yan göz­ le bakmamın cezası olarak, isyancılarla savaşmak üzere uzak bir koloniye sürgüne gönderilmiş olurum çoktan.” “Gözlerinize hâkim olsanız iyi edersiniz.” Yara artık bayağı bayağı kanamaya başlamıştı. Lilac tek gazlı bezimizi avucuma 274

B e n i rn I J z a k Y ı l d ı z ı m

bastırarak tampon yaptı. Sonra diğer sargı bezini kullanarak tamponu sabitledi. Canım ciddi ciddi yanmaya, acı kolumdan yukarı ateş gibi çıkmaya başlayınca, yüzümü ekşittim. “Bebekleşme,” diye sataşırken, sargı bezini avucumun et­ rafına doladı. Elinden geleni yapmasına rağmen, neredeyse boşalan ilk yardım kutusunu kaldırmakla meşgul olduğu sıra­ da, sargı bezlerinden kan sızmaya başlamıştı bile. Metal, Lilac’ın zorla da olsa içeri girebileceği kadar eğil­ mişti anlaşılan. O yan dönüp kıvrıla kıvrıla karanlığa dalarken ben de kaygıyla bekledim. “Geri gelebiliyor musun, sürekli kontrol et,” dedim, ilerleyişini daha iyi görebilmek için çömelerek. “Kısılıp kalma sakın. Herhangi bir şeyi tutmadan evvel de parmak uçlarınla kontrol et.” Bacakları gözden kaybolunca nefesimi tutup bekledim. Kalbim göğüs kafesimden fırlayacaktı sanki. Bir tangırtı du­ yuldu, sonra Lilac içeriden tekmelerken metal levha titredi, derken bir tekme daha geldi. İçeriden uygulanan kuvvetle daha kolay bükülüyordu. Yarık yeterince genişlediğinde, eği­ lip onun peşinden içeri süründüm. Uzay gemisinin içerisindeki hava soğuk ve durgundu ama fena kokmuyordu. Korktuğum kadar karanlık değildi -göv­ desindeki küçük çatlaklardan benek benek güneş ışıkları gi­ riyordu ama derinlere gittikçe bu pek işimize yaramayacaktı. Kanamanın durmasını umut ederek, elimi sıkıca gövdeme ya­ pıştırdım. “Ambar bölümünde olmamız lazım,” demesiyle irkil­ dim. “Kargolar, bavullar vardır bir ihtimal. Belki birkaç da sunucu.” 275

K a u f r ti a n

/

Sp o o n e r

“Gemide çok sayıda birlik vardı. Biraz kuru azık bulsak şa­ hane olur. Tatları belki karton gibi ama besin değeri açısından bir eksikleri yok ve sonsuza dek dayanırlar.” Cümlemi bitirdi­ ğim anda, dilimi ısırmak geldi içimden. Sonsuza dek burada kapana kısılmış olma ihtimalimizi dile getirmekten özellikle kaçınıyordum. “İleride doğru düzgün bir koridor var.” Görüş alanımdan bir kez daha çıktı ve o zaman, durduğumuz servis alanından çıkıp bir koridora daldığı sırada, Lilac’m bedeninin ışığı kapattığını fark ettim. Kırk beş derecelik bir eğimle kalkmış durumdaydı ama dikkat ettiğimiz sürece ayakta durabiliyorduk. Lilac el fenerini bulup çıkartırken, sırt çantamı açık tuttum ve birden bire etraf sağı solu görebilecek kadar aydınlandı. Yokladığımız ilk iki kapı gemi yamulunca sıkışmıştı ama üçüncüsü ardına kadar açılıverdi. Oda devrilip parçalanmış bir sürü kasayla doluydu ve yerlerde bir yığın devre şeması vardı. İşe yarayacak durumda değildiler. Lilac itip sıradaki kapıyı açtı. Ben de koridorun diğer tara­ fım denedim. “İşe yarar bir şey yok!” diye seslendi, ben kendi kapımı itip açarken. İçerisi kumaş yığınlarıyla doluydu; çarşaflar ve kıyafetler odanın bir tarafına yığılmış, düştükleri yerde topluca duru­ yorlardı. Maden damarı bulmuştum. Burası büyük ihtimalle çamaşırhaneydi. Buradaki parçaların temiz olup olmadıkla­ rından emin değildim ama her hâlükârda üzerimizdekilerden temiz oldukları kesindi. “Hanım hanımcık olduğun zamanları hatırlıyor musun?” 276

Be n im

U / a k Y 1 1d ı / 1 m

diye seslendim, sesimdeki neşeyi gizlemeden. “Şimdi tam za­ manı. İtelemek, bir şeyler fırlatmak, çığlık atmak yok ya da...” Cümlemi tamamlayamadım. Ses tonumdaki değişikliği du­ yunca göz açıp kapayana kadar koridoru aştı. Kapı eşiğinde ancak bir saniye kaybetti, sonra beni ittiği gibi kahkahalarla kıyafet yığınına doğru koşturdu. “Tarver. Tarver. Şunlara bak -hepsini görebiliyor musun?” El fenerini mükâfatların üzerinde dolaştırınca rengârenk kıya­ fetler gözlerimizin önüne serildi. Ben ağzımı açıp cevap vermeye hazırlanırken o çoktan tulumun fermuarını açmaya başlamıştı; böylece çenem kalan mesafeyi kendiliğinden aştı. Odanın içi karanlıktı ama elbise­ sinden geriye kalanların altında solgun tenini görmemle, göz­ lerimi botlarıma indirmem bir oldu. Odanın diğer tarafından gelen seslere bakılırsa varlığımı çoktan unutmuştu. Tulum cid­ den rahatsızdı demek ki çünkü elbisesinin üzerine giymesine rağmen, benim oracıkta dikilmeme aldırmadan ondan bir an önce kurtulmaya can atıyordu. “Elbiseler var,” diye fısıldadı ve ben göz ucuyla bir hareket yakaladım. Aman tanrım, yok artık. Tulumu ve yeşil elbiseyi az önce bir tekmeyle odanın diğer ucuna fırlatmıştı. Ee, üze­ rinde ne kalmıştı öyleyse? Bakma da dememişti. “Sakın bakma,” diye uyardı, zihnimi okumuş gibi. Lanet olsun.

Arkamı dönüp kapı aralığına yakın düşen küçük ışık huz­ mesinde avucumu inceledim. Sargı bezleri kırmızıydı ve avu­ cum nabzımın hızında zonkluyordu. Bari kanama dursaydı. Çiziğin kendisi önemli değildi, savaş alanında çok daha kötü­ 277

K a u fm a n

/

Spooner

sü başıma gelmişti ama o zaman ilaç ya da dikiş atılma umudu vardı. İyi olacağına emindim. “Çarşaflar var, yatak yapabiliriz. Doğru dürüst bir yatak, düşünebiliyor musun? Ne yapacağımızı şaşırırız kesin.” Ko­ nuşurken kahkahalarla gülüyordu. Ah, inanın bana, Bayan LaRonx. Ne yapacağımı şaşıra­ cağımı hiç sanmıyorum. Aklıma yapacak binlerce şey geliyor, sizin de itirazınız olmazsa.

“Dönebilirsin artık.” Yavaşça döndüm, onu üzerinde fırfırlı ve kullanışsız bir kıyafetle bulacağımdan emindim. Önce hiçbir şey göremedim çünkü el fenerini suratıma tutmuştu. Sonra görebilmem için ışığın açısını değiştirdi ve ben de kendimi boş gözlerle bakar­ ken buldum. Bir kot pantolon ile pastel mavi bir tişört seçmişti ve orada, yüzünün gerisinde toplanmış saçları, burnunu ve yanaklarını kaplayan çillerle yalın ayak dikilirken kusursuz görünüyor­ du. Prensesle alakası yoktu ama tıpkı bizim oralardan bir kıza benzemişti. Gülümsedi, gamzeleri çıkınca kelimeler boğazı­ ma takılıp kaldılar. Ağzım bir karış açık vaziyetteki sessizliğimi, onay olarak almıştı galiba. El fenerini verip kendime kıyafet seçebilmem için kibarca arkasını döndü. Üniformasını bulduğum askeri birkaç saniye düşündüm ama haki üniformayla çok rahat edi­ yordum ve o da yaklaşık benim ölçülerimdeydi. Yeni bir pan­ tolon, bir tişört bulup tek elimi kullanarak üzerime geçirdim, sonra Lilac’a seslendim. Yedek kıyafet ve fazladan bir iki kat daha giysi bulmamız lazımdı. 278

Beni m

(Jzak Y ı l d ı z ı m

Elim artık iyiden iyiye işe yaramaz hale gelmişti. Çarşafı yırtıp sargı bezi yapmayı öğrettim ve yarama daha iyice bir pansuman uyguladık. Özenle çalışıyordu, bir yastık kılıfıyla kam temizleyip ardından küçük antiseptik şişesinde kalanı avucuma boşalttı. İlacın çoğunu çizikler ve sıyrıklar için kul­ lanmıştık, şimdi buna nasıl da pişmandım. İşini bitirdiğinde, yaranın üstüne yeni bir tampon yerleştirdi, ardından parmak­ larım dışarıda kalacak şekilde elimi iyice sardı. Matarayı çamaşırhanedeki su tanklarından birinde doldur­ duk, sonra büyük beyaz çantalar bulup yedek kıyafetleri ve yatağımız için bir yığın çarşafı içlerine tıktık ve ikimiz de bi­ rer tane sırtlanıp koridora çıktık. “Bu akşamlık yeterince yiyeceğimiz var mı?” diye sordu. “Kapsülden bulduğun kuru azıkları yeriz, sonra da kampımızı kurarız. Hava kararmaya başladı.” Bakışlarını takip edince, haklı olduğunu gördüm -uzay gemisinin gövdesindeki yarıklardan sızan gün ışığı azalmaya başlamıştı. Bunu önce benim fark etmem gerekirdi. Kendi çamaşır çıkınını sürükleyerek girişe yöneldi ama ben el fenerini kıyafetlerini değiştirdiği noktaya kaydırdım. “Elbiseni almamı ister misin?” El fenerinin ışığını, yığın halinde duran kirli yeşil satene kadar gözleriyle takip etti. Dudağının kenarı kederli bir gü­ lümsemeyle kıvrıldı, sonra başını alelacele iki yana salladı. “Kalsın,” deyip sırtım eski hayatından geriye kalanlara döndü. Çamaşır torbalarımızı

çekiştirip

çamaşır bacasından

geçirdikten sonra, dışarıdaki bükülmüş kocaman metal bir levhanın korunaklı tarafında kendimize bir kamp yeri bulduk. 279

K aufm an

/

Spooner

Yakınlarda bir dere vardı ve su, enkaz yüzünden kirlenmiş bile olsa mataranın filtresinin bunu halledeceğine emindim. Tek bir canlı bile görmemiştik ama beyhude bir çabayla elimi kirletmemeye çalışarak, ateşin çukurunu yine de derin kazdım. Elim hâlâ zonkluyordu. Lilac, kıyafetleri yığın hali­ ne getirmekle, sonra bu çabalarının üzerini bir çarşafla örtüp özene bezene yatak hazırlamakla meşguldü. Bir anlık tereddü­ dün ardından, birkaç parça kıyafeti beyaz çamaşır torbalarına tıkıp yastıklarımızı yaptı. Fazla yakacağımız yoktu ama bir matara su ısıtmamıza yetti ve kendimize sulu bir çorba yaptık. Bu sayede kuru azık­ lar da biraz daha öğüne benzediler. Uzay gemisinden kurtarmaya çalışacağımız şeyler hakkın­ da konuştuk -tıbbi malzeme, yiyecek, sıcak tutacak kıyafetler, hatta bir de tencere- ve arka planda yıldızlarla enkazı incele­ dik. Üzerine tırmanıp etrafımızı saran araziye daha iyi baka­ bilir miydik acaba? Lilac başı omzumda uyuyakaldı ve ben de, iki parmaktan fazlasını kullanamamaya çalışarak, örtüleri özenle üzerimize çektim. Fısıltılar kesilmişti. İster istemez bunun anlamını merak ettim. Uzay gemisinin enkazına gelerek, bize anlatmaya çalış­ tıkları şeyi mi yapmıştık acaba? Yoksa hâlâ izliyor, bekliyorlar mıydı? Niyetlerinin ne olduğunu anlamıyordum -onlara gü­ venmiyordum. Bir şey bize ulaşmalarını engelliyor da olabilirdi elbette. Belki de artık yalnızdık.

280

“Geminin mühim parçaları kopmuş durumdaydı, öyle mi?” "Keşif fotoğrafları elinizde.” ‘‘Size bir soru sordum, Binbaşı.” “Cevabını bildiğiniz bir sürü soru soruyorsunuz. Bunun bir amacı var mı?” “İşbirliği yapmayı reddetmenizin bir nedeni var mı?” “İşbirliği yapıyorum. Su gelecekti, ne oldu?” “Uzay gemisi. Mühim parçaları kopmuş durumda mıydı?” “Parçalar yanmamıştı ama tek parça olduklarını söylersem yanlış olur.” “İhtiyacınız olan malzemeleri olaysız kurtarabildiniz mi?"

“Elim kesildi. En heyecanlı kısmı buydu.”

YİRMİ DÖRT LIL7\C

GEMİYİ KEŞFETME UĞRAŞI İNSANI APTALA ÇEVİRİYORDU.

Düşüş sırasında koca koca parçalar ayrılmış ya da çarpışma anında ezilmiş olsa da aslında elli bin kişiyi içine alıp hâlâ boş kalacak kadar büyük bir gemiydi. Tek bir parçasına ulaşmak bile günler sürebilirdi. Bulduğumuz işe yarar malzemelerle dolu her oda için, en az bir düzine de her şeyin parçalandığı ya da geriye yalnızca erimiş plastene ile ne olduğu belirsiz kömürün kaldığı odayla karşılaştık. Tarver elini benden saklıyordu. Başta dağılacağımdan korktuğu için, beni kendisinin yenilmez olduğu gerçeğinden korumaya çalıştığını sanmıştım. Ancak ikinci günün sabahında, bir terslik olduğunu an­ ladım. Yanaklarında kırmızı benekler vardı, yüzü kireç gibi bembeyazdı ve bakışlarını odaklaması, gerekenden uzun za­ man alıyordu. Fazlasıyla sessizdi. Yavaş hareket ediyordu. 283

K u u l ı r ı ;:ı n

/

S p o o rıe r

Ondan öğrendiğim şekilde küfrettiğimde yorum yapmıyordu artık. Homurdanıp işine devam etmekle yetiniyordu. Uzay gemisinin derinliklerinde öğlen yemeği molası verip bir zamanlar bir çeşit idari ofis olan bir odadaki devrilmiş do­ labın üzerine oturduk. Gün ışığı yoktu, yalnızca el fenerinin ışığıyla etrafı görüyorduk. Bana kum azığın üçte ikisini verdi. Fazla kısmı iade ettiğimde başını iki yana salladı, dirseklerini dizlerine dayayıp başını aralarından sarkıttı. “Tarver,” dedim, ihtiyatlı bir tonla. “Bir gün dinlensek nasıl olur? Kuru azıklarımız azaldı ama yiyecek aramaya bir süre ara verecek kadar var.” Başmı, kaldırma gereği bile duymadan, yine iki yana sal­ ladı. “Düzlükte, benim molaya ihtiyacım olduğunda yaptığımız gibi. Yarım gün dinlenmiştik.” Bu kez başını kaldırdı ve gözleri beni bulana kadar bir süre boşlukta dolaştı. “Olmaz. Devam etmek zorundayız.” “Tarver.” Bu kez ses tonum biraz daha sertti. Ona kaba­ dayılık taslayabileceğimi sanmıyordum ama denemek zorun­ daydım. “Belli ki dinlenmeye ihtiyacımız var. Mola verelim, ben de bana çayırda gösterdiğin otlardan bulayım. Bunları yi­ yecek stoklarımızın dayanması için kullanırız.” Bu kez cevap vermedi ama çenesindeki gerginlikten de­ vam etmeye kararlı olduğunu anladım. Sonra sağ elinin par­ maklarıyla, sol elini örten kirli sargıyı çekiştirdi ve işte o za­ man aklım başıma geldi. Çaresizce aradığı şey yiyecek depoları değildi. Reviri bul­ maya çalışıyordu. İlaca ihtiyacı vardı. 284

B eni m

l J/ a k Y ı l d ı z ı rn

Tekrar eline baktım. Eli, bileğinden öylece sarkmıştı; par­ maklan şiş ve kaskatıydı. Yanaklarının rengi loş ışıkta bile se­ çiliyordu. Soğuk havaya rağmen terlediğini fark ettim. “Derhal geri dönüyorsun.” Keskin bir dehşet dalgasıyla, alelacele konuştum. “Tarver, hemen kampa dönüyorsun. Yat­ man lazım.” Saatlerdir ilk kez gülümsemeyi başardı. “Annem gibi ko­ nuştun.” Bu sefer, şaka kaldıracak durumda değildim. “Ciddiyim. Hadi, asker.” Beni harekete geçirmeye çalıştığında kullandığı kükremeye benzer tonu yakalayamasam da kelimelerin iş gör­ mesini umuyordum. Çökmüş gözlerle bana baktı, sonra bakışları boşluğa ka­ yarken çenesini sıktı. “Burada tek başına dolaşmana izin ve­ remem. Yaralandığın anda, yardım edecek kimse yok. Seni bulmam yıllar alabilir, o da bulabilirsem tabii.” Ayağa kalıp önünde diz çöktüm. Elimi kaldırıp yüzünü bana doğru çevirdim ve onu gözlerimin içine bakmaya zor­ ladım. “Kendine bakmayı beceremediğin için enfeksiyondan öl­ mene izin vermeye niyetim yok. Dikkatli olurum.” Dudakları büküldü, ilacını almak istemeyen bir çocuktan farksızdı. Kendi başıma ilerleme şansımın zayıf olduğunu bi­ liyordu. Yanımda olmasaydı, Tanrının unuttuğu bu gezegende yüzlerce farklı şekilde çoktan ölüp gitmiştim. Derken onu nasıl ikna edeceğimi buldum. “Sen ölürsen,” diye fısıldadım, gözlerimi ondan ayırma­ dan, “ben de ölürüm.” 285

Kau fm a n /

Spoo ne r

Uzay gemisinden kamp alanına döndüğümde, gece olmuştu. Tarver yarı baygın vaziyetteydi. Mutfak bölümlerinden birini bulmam fazla vaktimi almamış olsa da makarnaları, baharat­ ları ve şekerleri görmek bile bile yüreğimi sıkıştıran gerilimi azaltamamıştı. Rahatlamam gerekirdi aslında -son kuru azık­ larımız kalmıştı ama açlık en büyük sorunumuz değildi artık. Paketler babamın logosunu, stilize edilmiş ters V damgası­ nı taşıyordu -LaRoux’yu temsilen Yunan lambda. Babam ve onun mitolojiye aptalca düşkünlüğü. Ben küçükken, bana sa­ vaşan tanrı ve tanrıçalara dair eski hikâyeleri anlatırdı ve ben de, babamın onlardan biri olduğuna inanırdım. Çok güçlü, her şeyi bilen bir tanrıydı. Koşulsuz tapılacak birisiydi. İyi de yıl­ dız gemisine kim îkarus adını takardı? Bir insan bu derece ki­ birli olabilir miydi? Kadere böyle meydan okuyabilir miydi? Beni almaya gelmesini beklemeyi bırakmıştım. Enkazın üzerinde uçan mekikler yoktu. Bizi burada aramıyorlardı. İr­ kilerek, babamın artık çoktan öldüğüme inandığı geldi aklıma. Kurtarma gemileri olmadığına göre, îkarus’un nerede düştüğü bilinmiyordu demek ki -galaksinin herhangi bir yerinde hiperuzaydan kopmuş olabilirdi. Annemi zaten kaybetmişti. Sekiz yaşımdan beri benden başka kimsesi yoktu. Onu hayal etmeye çalıştım, öldüğümü öğrenişini -ve zihnim birden boşaldı. îkarus’u tasarlayan mühendisler hâlâ hayatta mıydı acaba, yoksa babamın gazabı onları çoktan yok mu etmişti? Çocukluğumda sayısız kez yaptığım gibi, logonun hatlarını parmak uçlarımla takip ederken, ürperdim. Bu eğri büğrü en­ 286

B o n ı m U z a k Y ıl d ı / 1 m

kazla, muazzam mezarlıkla, babamın şirketinin amiral gemisi arasında bağ kurmamak daha kolaydı. Uzay gemisinin içine üç sefer daha yaptım. Çekiştire çekiştire taşıdığım son şey, baharat dolu bir tencere ve hazır çorba kutulan oldu. Ateş yaktım, bir parça çorba ısıtıp Tarver’a içirmeye çalıştım. Uykusunun arasında beni ittirdikten sonra, istemeye istemeye, gözlerini açtı. Tekrar yatağa yığılmadan evvel, ona birkaç kaşık çorba içilmeyi başardım. Kamp alanını geceye hazırladım; ateşin küçük oyuğumuzun ötesinde görünmediğinden, eşyalarımızın tamamının yakınımızda olduğundan, Tarver’ın silahının yanında, ait olduğu yerde olduğundan emin oldum. Yakınlardaki dereden biraz su çektim ve çarşaf parçalarının yardımıyla, alev alev yanan yüzünü ve boynunu sildim. Eli­ nin sargısını açmaya korkuyordum çünkü tekrar sargı yapacak steril malzeme yoktu ama sargının etrafındaki deri kıpkırmı­ zıydı. Izdırap verdiği belliydi. Nihayet yapılacak işler bitti ve yatağa, yanına kıvrıldım. Soğuğa rağmen ateş gibi yanıyordu, battaniyelerin altı rahat­ sızlık verecek kadar sıcaktı. Yine de kalp atışlannı hissetmek; çimen, ter ve adını koyamadığım başka bir şeyle karışık ko­ kusunu almak için yanına kıvrıldım. Tanıdık, yatıştırıcı bir duyguydu. Uykusunun arasında, sağlam koluyla bana hafifçe sanldı.

Karanlıkta, birisinin beni uyduruk şilteden sert zemine kabaca ittirmesiyle uyandım. Beynim hemen uyanamadı ve birkaç sa­ 287

K au rm an /

Spooner

niye için, sağ kurtulan bililerinin bizi bulduğunu ve çalmaya değer bir şeyler olup olmadığım görmeye çalıştığını sandım. Kalbim saf adrenalin pompalamaya, bütün sinir uçlarım çığlık atmaya başladı. Sonra beni itenin Tarver olduğunu fark ettim. Toparlanıp ayağa kalkarken, kendi kendine mırıldandığını duydum ve yüreğim ağzıma geldi. Uyanmıştı, bu iyiye işaret olmalıydı. Parçalı bulutlu gök, yalancı ayna-ayın ışığını engelliyordu. Emekleye emekleye ateşin başına gidip tekrar alevlenene dek içine birkaç parça kuru dal attım, böylece yüzünü de gö­ rebilecektim. Yüreğim sıkıştı. Vahşi ve matlaşmış gözlerle, dosdoğru bana bakıyordu ve korkmuştu. Vadinin yukarısında, evlerinin hayali karşısındaki tavrını görmeseydim, bunun mümkün olduğuna inanamaz­ dım. Ağzında gevelediği şeyleri anlamak imkânsızdı, dudak­ ları kuruyup çatlamıştı. “Taver?” diyerek, ona doğru emekledim. “Sana biraz su getireyim. İzin ver de...” Ateşine bakmak için elimi alnına doğru uzattığım anda uçup toprağa yuvarlandım, başım zonklayıp çınlıyordu. Gö­ rüşüm bulanıklaşırken, tepemdeki yıldızlar zikzak çizip titreş­ tiler. Muazzam bir çabayla, yarı baygın halimden çıktım ve sersemlemiş vaziyette doğrulup oturdum. Tarver silahını suratıma doğrultmuştu, boşluğa bakan göz­ lerle yarı doğrulmuş vaziyette oturuyordu. Yüzünde, onda gö­ rebileceğimi hayal bile edemeyeceğim kadar vahşi bir ifade vardı. Elinin tersinin yanağımla temas ettiği nokta zonkluyor ve kalbimin her atışıyla, sıcaklık yayıyordu. 288

B enim Uzak Y ıld ı/ım

“Tarver?” Sesim bir fısıltıdan farksızdı. Gözlerini kırpıştırıp başını bana doğru çevirdi. Silahın namlusunu sallayıp indirdi. Bakışları sabitlenince yüreğim ağzıma geldi. Yutkundu, kurumuş dudaklarının arasından ko­ nuştu. “Sarah,” dedi çatallı bir sesle. “Benim,” dedim, acınacak bir tonla. Yalvarıyormuşum gibi çıktı sesim. Yalvarıyordum zaten. “Lütfen, Tarver. Benim. Lilac. Senin Lilac’ın, beni tanıyorsun.” İnleyerek gerisin geri yatağa çöktü. Silahı tutan eli düştü. “Tanrım, seni çok özledim.” “Bir yere gitmedim.” Yanma gitmem, tekrar ateşini ölç­ mem lazımdı ama bir şey fark etmeyecekti. Alev alev yandı­ ğını biliyordum. Uydurma yastığımız, başının altında terden sırılsıklam olmuştu. “Sarah, kendimi berbat hissediyorum.” Ateş yüzünden, beni başka bir kızla karıştırmıştı. Sevgi­ lisiydi belki de -geride onu bekleyen bir sevgilisi mi vardı acaba? Ona bunu hiç sormadığımı fark ettim. “Farkındayım,” diye fısıldadım, pes ederek. Ona ulaşmam mümkün değildi. Elimden gelen tek şey, tekrar enkaza gir­ mekti; daha derinlere, çarpışmadan daha az etkilenen bölgele­ re inen yolu açmak ve reviri bulmaktı. Bir şey mırıldandı. Yanına yaklaşıp elinden silahı aldım. İrkilmedi bile. Silahı kotumun beline sıkıştırdım, mevcudiyeti tüylerimi diken diken ediyordu. Silahlar hakkında en ufak bir bilgim yoktu ama burada, onun yanında bırakıp hezeyanları arasında beni vurması riskini göze alamayacağımdan emindim. 289

K a u frr ı a n /

Spoo ner

Derin bir nefes alıp el fenerinin yerini buldum -b ir saniye tereddüt ettikten sonra, Tarver’m not defteriyle kalemini de aldım. Harita çizmem lazımdı. Keskin eğimli koridorların ve kırık merdivenlerin oluşturduğu labirentte, karanlıkta ilerle­ mek zorlaşsa da artık daha fazla bekleyemezdim. Tarver’m da beni bekleyecek hali kalmamıştı. Öyle zayıflamıştı ki. Günün her saniyesi gördüğüm için, daha önce fark etmemiştim ama burada, kıpkırmızı bir yüzle ve hezeyan içerisinde uyurken, bir deri bir kemik kaldığını görebiliyordum. Alnındaki nemli saçları geriye taradım. “Geri geleceğim,” diye mırıldandım. “Dayan biraz.” O Sarah’ya seslenirken, ben de yüreğim burularak uzay gemisine döndüm. İlaç aramaya gidecek başka biri olsaydı yanında oturup seve seve onun Sarah’sı olurdum. Ama onu hayaletleriyle baş başa bırakmak ve uzay gemisinin derinlik­ lerine girerken, arkamdan dönmem için yalvaran sesini duy­ mazdan gelmek zorundaydım.

Karanlıkta, uzay gemisinin bir labirentten farkı yoktu. Sonraki birkaç günde yaptığım aramalar sırasında, tek bir giriş noktası bulmuştum, o yüzden her geri geldiğim seferde, kendi adımlarımı geriye doğru takip etmek zorunda kalıyor, aynı tahrip olmuş yollardan geçerken vakit kaybediyordum. Olası her dönemeci denedim ve her deneme, göçük bir zemin ve hiçbir yere çıkmayan bir odada son buldu. İlk gece birkaç saat içerisinde, yangın battaniyesi, bir bal­ tası, bir yangın söndürücüsü olan bir itfaiye istasyonu buldum. 290

Bo n im

Uz ak Yıldızım

İçeride birkaç tane de lazer çubuk vardı. Bunların yaklaşık bir buçuk saat aynı şekilde parladıktan sonra sönmeye başladık­ larını keşfettim ve onları zamanlama aracı olarak kullanmaya başladım. Bir buçuk saat geçince her neredeysem, Tarver’ı kontrol etmek için kamp yerine dönüyordum. İçeri girip çıkmak için üç saat ayırıyordum, o zaman ölme­ diğinden emin olabilirdim. Kaç tur yaptığımı saymayı bırakmıştım artık. El feneri, bu kadar çok kullanıldıktan sonra fazla ışık vermemeye başladı, ben de onu kapatıp parlak çubukların ışığıyla idare ettim. Bu koridoru, hasarlı görüntüsü ezberlemiştim artık. Gözüm kapalı bile yolumu bulabilirdim. Sağda, çamaşır odası vardı. Dosdoğru ilerdim. Biraz ile­ ride, personel yatakhanelerine açılan başka koridorlar var­ dı. Küçük bir spor salonu buldum, içindeki aletler öylesine yamyassı olmuştu ki nerede olduğumu hemen anlayamadım. Reviri bulduğumuzu varsaysak bile, içindekilerin kullanılacak durumda olacaklarını umut etmenin bir anlamı var mıydı? Karanlıkta başım döndü, yorgunluktan bir anlığına denge­ mi kaybedecek gibi oldum. Gözlerimi kapatıp tek elimle du­ vara tutundum. Kötümser düşünmemem lazımdı. Başımın dönmesi geçene kadar bekledim ve kampa yapa­ cağım sonraki seferde, bir şeyler yemeği aklımın bir köşesi­ ne yazdım. Gözlerimi açtığımda, geçen sefer sağa döndüğüm kavşağa geldiğimi fark ettim. Bu kez, yepyeni bir bölgeye doğru ilerledim. Dışarı fırlayan çelik kirişler ve teller yüzünden, her adımı itinayla atmak gerekiyordu ve etrafa dağılmış enkaz parçala291

K a u l'rr ı a n /

Spoo nür

rma takılıp her an düşebilirdim. İkarus’u daha önce böyle par­ çalarına ayrılmış vaziyette bir kez daha görmüştüm, yaklaşık on sene önce. Bu gemi bir zamanlar, çelik bir omurgadan ve babamın mühendislerinin zihnindeki bir tasandan ibaretken, benim oyun alanımdı. Gerçi o zaman yeni ve temizdi, henüz gerçeğe dönüşmemiş potansiyelle ve vaatlerle doluydu; parça­ lanıp tanınmayacak hale gelmemişti. İçinde oynadığım uzay gemisini gözlerimin önünde can­ landırmaya çalıştım. O zamanlar hangi odanın ne için kullanı­ lacağını biliyor muydum acaba? Hatırlamıyordum ki. Revirin olduğu kanadın nerede olduğundan haberim bile olmayabilir­ di. Hiç hastalanmış mıydım? Hayır, ama Anna hastalanmıştı. Kuzenimi ilk kez midemi kaldıracak kadar somut bir suçluluk hissetmeden düşündüm. Aksine, minik bir anı kıvılcımı zihnime doldu ve onunla bir­ likte, umuda benzer bir şey hissettim. Anna’yı revire getirirken, burnuma gelen sabun kokusunu hatırladım. Üstelik tıbbi temizlik malzemesinin buruk kokusu değil, hafif, uçucu, temiz aromalı sabun kokuşuydu. Çamaşır­ hane. Çok uzakta olamazdı öyleyse. Değil mi? Şu anda sabun kokusu yoktu ama başka bir şeyin kokusunu alıyordum. Çabuk bozulan yiyecekler, diye geçirdim aklımda. Bir haftadır elektriksiz kalan et dolabının kokusuna benziyor­ du ama belli belirsizdi. Lazer çubuğun ışığı söndü. Daha hızlı hareket etmek zo­ rundaydım. Çok yakında, Tarver’m hayatta olup olmadığına bakmam gerekecekti. Sargısını kontrol etmem, zorla bir iki 292

Boninı

U znk Yıldızı m

yudum su içirmem ve beni tehdit olarak algılamaması için dua etmem gerekecekti. Aklıma gelince, yanağımdaki morluk zonkladı. Parlak çubuğun azalan ışığında, ancak bir adım önümü gö­ rebildim. Yarın el fenerini güneşe çıkartıp şarj etmeyi hatırla­ mam lazımdı. Yarın mı? Şu anda geceydi, değil mi? Belki de çoktan yarın olmuştu. Geri dön, dedim kendime delilmişçesine. Hemen geri dön.

İçimde, onu keyfi belirlediğim üç saatlik dönemlerden uzun süre yalnız bırakırsam, fazladan birkaç dakikanın onun ölümüne sebep olacağı gibi, batıl inanç benzeri, garip bir his vardı. İlerlemeye devam ettim. Takip ettiğim yol, yavaş bir koşu tutturmama yetecek kadar açıktı. Bütün o yürümeler işe yaramıştı ve tek kerede bir ya da iki saatten fazla uyumadan günlerdir idare etmeme rağmen, hâlâ buna yetecek gücüm vardı. Önümde zemin kayboldu, karanlık ağzını aniden kocaman açtı. Uykusuzluktan sersemleyen zihnim, idrak etmekte geç ka­ lınca, durmam gerektiğini anlayana kadar, düşmeye başladım. Yumuşak bir şey düşüşümü sessiz bir çatırtıyla kesti. Par­ lak çubuğu düşürdüm, bedenim ani bir mide bulantısı dalga­ sıyla ürperirken boğulacak gibi oldum. Midemi bulandıran düşüş değil, et buzluğunun kokuşuydu galiba. Koku burada daha yoğundu. Hatta fazla yoğun. Üzerine iniş yaptığım şeyden yuvarlanarak uzaklaşıp aya­ ğa kalktım. Yan şokta, zihnimde her şeyin sorunsuz iş gördü­ ğünden emin olmak için, vücut listesini sırayla kontrol ettim. 293

K aufm an

/

Spooner’

Bu kadar dikkatsiz davrandığımı bilseydi, Tarver beni öldü­ rürdü. Burada olsaydı tabii. Düşünce elimden fırlayıp zeminde seken lazer çubuğu bulmak için geri döndüm. Durup ona doğru elimi uzattığım sırada donup kaldım. Birinin suratıydı bu. Çubuktan çıkan az miktarda, iğrenç yeşil bir parlaklık, yanaklardaki boşluğu, boşluğa bakan göz­ leri, ayrık dudakların arasından ucu gözüken parlak dişleri ay­ dınlatıyordu. Çığlık atıp geri geri gittim ve yere çarptım. Yüzüm zeminin soğuk ızgarasına yapıştı. Boğulacak gibi olup ağzımdan ya­ vaşça nefes almaya çalıştım. Et buzluğu kokusu -Tanrım, çü­ rümüş et kokusu değil miydi bu? Koku öyle güçlüydü ki bir an bayılacak gibi oldum. Dilime tadı geliyordu. Ayağa fırlayıp koşmaya başladım. Karanlığın ve korkunun arasında, duvarlara çarpıp durdum, dönemeçleri roket hızıy­ la döndüm. Bir şeye bastım, topuğumun altında kırıldı ama düşmemeyi başardım. Düşersem, düştüğüm şeyin sonumu getireceğinin farkındaydım. Yumuşak şeyler, çürümüş, ölmüş şeyler. Burası bir labirent değil, bir mezarlıktı. Sivri uçlu enkaz parçalan kıyafetimi yırttı, saçımı, yüzü­ mü kesti. Yine de koşmayı bırakmadım, geminin ölüm ta­ şıyan bölümünün derinliklerine doğru, bu kadar yüksekten düştükten sonra, geldiğim yere tırmanamayacağımın bilin­ ciyle çaresizdim. Kolum tırtıklı bir demire takılınca aniden yana doğru çeki­ lip duvara çarptım. Boğuk, çaresiz bir çığlık koyverdim. 294

Bo

ı ıır ıı

U y a k V 1 1d ı / ı m

Ellerim bir kapı kulpu buldu, kulpu çevirdim ve dolaba benzeyen boşluğa dalıp kapıyı arkamdan çektim. Kovaların ve süpürge sopalarının takırtısı arasında yere kayıp el yordamıyla feneri aradım. Sıcak, altın sarısı renkte ışığı, temizlik dolabına benzeyen bir şeyin içini aydınlattı. Nasıl olduysa burası dağıl­ mamıştı, süpürgeler ve paspaslar düzgünce dizildikleri yerde duruyorlardı. Kalbim göğüs kafesimden fırlamaya hazırdı. Başımı eğip dizlerimin üstüne koydum ve bütün dikkatimi nefesime ver­ dim. Dışarıda beni bekleyen şey dışında her şeyi düşünmeye izin vardı, ölü gözler ve şişmiş cesetler dışında. Bir. Ah, tanrım. îki. Üç. Dört. O cesedin üzerine düştüğüm­ de bir şey çatırdadı. Bir şey kırdım. Islak bir dalı andırıyordu. Hayır. Hayır. Beş. Altı. Yedi. Koştuğumu duysa beni öldürür. Sekiz. Ya içlerinden biri Anna ’nın cesediyse? Ah, tanrım. D o­ kuz. On. On bir. Kendine gel, Bayan LaRoux. On iki. Süpürge dolabında saklanırken, kimseye yardım edemezsin. On üç. On dört. Kendine haksızlık etme. Bu işin altından senin kadar iyi kalkamayacak bir sürü asker biliyorum. On beş.

Gözlerimi yeniden açmadan evvel yirmiye kadar saydım. El fenerinin ışığı her nefeste titredi, harcadığım çaba hâlâ bütün bedenimi sarsacak kadar güçlüydü. Yine de, boğazıma yapışan karanlıktan kurtuldum. Tarver yalan söylemiş olabilirdi ama bunu ilerlemeye de­ vam etmem için yapmıştı ve bu yüzden onu suçlayamazdım. Haksız çıkmaması için çaba gösterebilirdim, en azından. Tanıdığım kızı tercih ederim, teşekkürler.

Kendimi zorlayıp ayağa kalktım, biraz uğraşıp kapıyı aç295

K aufm an

/

Spooner

tim. Tişörtümün yakasıyla burnumu kapatıp çürüyen etin iğrenç kokusunu filtrelemeye çalışarak, derin bir soluk aldım ve tekrar koridora çıktım. El fenerinin ışığı söndü. Cılız bir ses gırtlağımda düğümlendi ama tekrar çığlık atma­ mak için kendimi tuttum. Onun yerine, olduğum yerde durup bakışlarımı karanlığa diktim ve kendimi soluk almaya zorladım. Daha taze bir koku geldi burnuma, etraftaki ölüm kokusuy­ la bozulmamış bir şeydi bu. Ona doğru ilerledim; zifiri karan­ lıkta molozların arasında ağır ve dikkatli adımlar attım. Kokunun uzay gemisinin yan cephesindeki bir yarık­ tan geldiği ortaya çıktı; gövde boyunca açılan uzun, dar bir yırtıktan geliyordu. Olabildiğince küçülerek, fırlamış metalin ve duvarın içinde yaklaşık yarım metre kalınlığındaki kablo­ ların bir tarafımı kesmemesine dikkat ederek, yarıktan geçtim. Dışarıda hava kararmıştı, yine de gün ışığında yürümek­ ten farksızdı. Hava hiç bu kadar tatlı kokmamış, gökyüzü hiçbir zaman bu kadar yıldızla dolmamıştı. Bulutlar açıldı ve ayna-ay aşağı doğru ışık verip yeryüzünü soluk mavi parlak­ lığıyla aydınlattı. Boğulacakmış gibi nefes alarak, dizlerimin üzerine çöktüm; yeterince temiz hava alırsam, uzay gemisinin içinde beni bekleyen şeye dair anılarımı silebilirdim sanki. İçeri dönemezdim. Nasıl dönebilirdim ki? Yapamazdım. Bu­ rası bir mezarlıktı. O çılgına dönmüş güruhun içinde, herke­ sin kapsüllere ulaşamadığını biliyorduk ama bunun kanıtıyla karşılaşınca gemiye dönme fikri midemi ağzıma getiriyordu. Düştüğüm sırada, boşaltma noktalarından birinin yakınınday­ dım galiba. 296

B enim

Uzak Y ıldızım

Karanlığın içinde, dizlerimin üstünde durup beşe kadar saydım, derin nefesler alıp ayağa kalktım ve uzay gemisinin dış gövdesini takip ederek kampa döndüm. Tarver kendinde değildi. Buna neredeyse sevinecektim ama baygın oluşu kötüye mi işaretti, yoksa dinlenmek ona iyi mi gelecekti, emin değildim. Yine de alev alev gözlerle bana bakmayacak, görmeyen bakışlarla bana doğru uzanmayacak, anlamsız şeyler haykırıp benimle annesi, sevgilisi, komutanı ya da kendim dışında herhangi biriymişim gibi konuşmaya­ caktı. Yüzünü ve göğsünü soğuk suyla yıkadım, sonra başını kaldırıp mataradan ağzına bir-iki damla su damlattım. Bir­ kaç yudum aldı, ardından homurdanıp eliyle beni itti. Kızgın kırmızı çizgiler, sargının altından çıkıp kolunun iç kısmına doğru kararlılıkla ilerlemeye başlamıştı. Parmağımın ucuyla üzerlerinden geçip yutkunarak hissettiğim dehşeti bastırmaya çalıştım. O kadar sessiz, o kadar hareketsizdi ki. Saçlarını alnından geriye taradım. Parmaklarımın arkasıyla yanaklarını okşadım, birkaç günlük sakal yüzünden zımpara kâğıdı gibi sertti. Ol­ duğundan daha genç görünüyordu, en fazla benim kadardı. Parmaklarımı suyla ıslatıp kurumuş ve çatlamış dudaklarının çevresinde gezdirdim. Dudakları bile ateş gibiydi, kıpkırmı­ zıydı. “Tarver,” diye fısıldadım, yanan yanaklarını ellerinin arası­ na alarak. “Lütfen... beni bırakıp gitme, lütfen.” Enkazda karşıma çıkan cesetlerin yarattığından çok daha büyük bir dehşet ve çaresizlikle donup kalmıştım. Nefes ala297

K a u I' m a n /

S p o o n o r’

madım, kıpırdayamadım, yanına çömeldim; hastalığını okşa­ yarak geçirmeye çalışan ellerim tir tir titriyordu. “Beni burada, tek başıma bırakma lütfen.” Parmaklarımla ense kökündeki ıslak saçları taradım. Du­ daklarım alnını, sonra şakağım buldu. Titriyordum, ciğerleri­ me hava doldurarak titremeyi durdurmaya çalıştım. “Geri döneceğim,” diye fısıldadım kulağına. Her ayrılışım­ da aynı şeyi söylüyordum. Ona olduğu kadar, kendime de söz veriyordum galiba. Ayaklarımı hareket etmeye, verdiğim sözü tutmaya zorladım ama öyle yorgundum ki. Tek istediğim ya­ nma kıvrılıp yatmaktı. Gözlerimdeki yaşları silerek, düşe kalka ilerlerken, ateşin ışığının hemen içinde bir şey çarptı gözüme. Birkaç saniye önce orada olmadığını bildiğim bir şey; olmadığını bili­ yorum çünkü birkaç saniye önce orada, Tarver’m yanında uzanmıştım. Bir çiçekti bu. Titreyen parmaklarla çiçeği yerden aldım ama ne olduğu­ nu zaten biliyordum. İki yaprak bitişik çıkmıştı, milyonda bir rastlanan bir mutasyondu bu. Eşsizdi. Ben bir eşini görmüş­ tüm gerçi ve o çiçek artık mevcut değildi, sağanak yağmurda yok olup gitmiş, tenimde ezilmişti. Parçalarını nehir kıyısında kurduğumuz kamp alanında bırakmıştım. Buraya nasıl gelmişti bu? Çiçeği avucumun içinde tutup gözlerimi bir anlığına ka­ pattım. Birleşik yaprakları parmağımın ucuyla okşadım ve birdenbire Tarver’ın sessiz gülümsemesi, çiçeği bana verdiği anm güzelliği canlandı gözümün önünde. Bu anı, kollarıma ve 298

Be n im

U / a k Yıldızı m

bacaklarıma bir ateş gibi yayıldı; tekrar hissetmeye başladım, gücüme kavuştum. Bunu başarabilirdim. Bizi izleyen her kimse ya da her neyse, bunun bir hediye olduğunu anladım, tıpkı matara gibi. Onların niyetinden emin olmasam da bunun benim için ne anlama geldiğini biliyordum. Burada yalnız değildim. Hiçbir zaman yalnız olmamıştım belki de, cesetlerle dolu gemi enkazının içindeyken bile. Fısıl­ tılar, her kimse, her neyse, düşüncelerimi okuyabiliyorlardı. Yüreğimin içini görebiliyorlardı. Gözlerimi kapatıp Tarver’ın yanındaki boş noktaya arkamı döndüm. Kampın gerisinde, uzay gemisinin enkazı kara bir canavar gibi yükseldi, gecenin kendisinden bile karanlıktı. Yıldızların ışığını engelliyordu. Arkamı dönüp yatağımızda uyuyan Tarver’a bakmamak için zor tuttum kendimi. Döner bakarsam, onu bırakamazdım, biliyordum. Bu kez başaramayabilirdim, düşerdim ve bir daha ayağa kalkamazdım. Tekrar mezarlığın içine yürüdüm.

299

“Nasıl bir işbölümü yaptınız?” “Ne demek istiyorsunuz? Gemiden malzeme kurtarırken mi?” “Evet.” “Büyük kısmını o halletti.” “Alaycı konuşmaya gerek yok. İşbölümünü nasıl yaptınız?” “Herkesin kendi becerisine göre yaptık, galiba.” “Bayan LaRoux'nun becerileri neydi?” “Saç yapmak, göz makyajı, elli adım öteden bir falsoyu fark etmek.” “Binbaşı. İşbirliğini reddettiğiniz kayıtlara geçiyor." “Öteberiye koşturdu, bunun gibi ufak tefek işler yaptı.” “Peki ya siz?” “Ben de çok faydasını gördüm.”

YİRMİ BEŞ TARVER

AĞABEYİM ALEC’İN YANI BAŞIMDA BİTMESİNİN GARİP

olduğunun farkmdaydım ama bunun neden garip olduğunu hatırlayamıyordum. Zihnimin gerisinde bir yerde, belli belir­ siz bir kaşıntı gibi içimi gıdıklıyordu. Bir süreliğine vazgeçip gözlerimi yeniden kapattım. Öncesinde Lilac’ı izliyordum ama artık yanımda değildi sanırım. Durmadan gidip geliyor, her seferinde bir şeyler taşı­ yordu. Bir sürü şey. Bunları nereden buluyordu acaba? Bu ge­ zegende bu kadar çok şey yoktu. Eşya, insan, düşünce, umut yoktu. Yalnızca Lilac vardı. İş o noktaya geldiğinde, ciddi ciddi önce onun ölmesini umuyordum. Önce ben ölürsem, onun için kötü olacaktı. “Ne kadar iç karartıcı şeyler düşünüyorsun, T.” Alec yatak­ ta, yanımda yatıyordu, yaz gecelerinde dışarıda yattığımızda sürekli yaptığı gibi, dirseklerine dayanmıştı. 303

K aufm an

/

Spooner'

Öyle bile olsa, doğru. Onun adına başka ne umut edebilirim?

“Bana ne soruyorsun, o senin özel asistanın.” Benim özel herhangi bir şeyim değil.

Şok edici darbe son sürat geldi, suratıma soğuk su çarpıl­ mış gibi nefesim kesildi. Sen öldün. “Hey, başıma kakıp durmasana.” Alec tasasızca sırıttı. “En iyilerimizin bile bundan kurtuluşu yok, T.” Bir anlığına bütün dikkatimi verdim; titremeyi, boğazımın gerisinde metalik bir tat almayı, tenimde dolaşan fısıltıların başlamasını bekledim. Ama ellerim titremiyordu. Sen hayal değilsin.

“Hayır, ben senin kafanın içindeyim. Hezeyan geçiriyorsun. Böylece ben de, bir süreliğine hayata dönme şansı yakalamış oluyorum. Söylemek zorundayım, daha kötüsünü bekliyordum. Bu kadarıyla yaşayabilirim. Mecazi anlamda elbette.” Berbat bir espriydi.

“Esprilerimi yine de özledin ama.” Evet, her gün.

“Sizi bıraktığım için özür dilerim. İstemedim aslında. Bu­ rası neresi böyle?” Hiçbir fikrim yok. Terk edilmiş bir gezegen.

“Terk edilmiş mi? Terraform sürecini başlatmak için harca­ nan tomarla paradan sonra mı? Neden toparlanıp gitmiş ola­ bilirler?” Hiçbir fikrim yok ama bir şeyler döndüğü kesin. Lilac bi­ zimle iletişim kurmaya çalışan bir tür yaşam formu olduğunu düşünüyor. Şu ana kadar kötü niyetlerini görmedik. Zararsız olabilirler. 304

Be n im

Uzak Yıldızım

“Düşük ihtimal, T.” Gerçekten de öyle, değil mi? Bunu ona hatırlatmaya cesa­ ret edemedim. Şirketler, binlerinin oturma odasına yanlışlıkla kamp kurduklarını fark edince, işi gücü bırakıp kaçacak de­ ğiller sonuçta.

“Hımm. Kız ne iş bu arada? Tay gibi bacakları var.” Ben de fark ettim.

“Geceleri eğlenceli geçiyordur, ona sarılıp yatıyorsun.” Oralı olmamaya çalışıyorum.

“Ha, bu kısmını anlıyorum, benim ona dokunmam müm­ kün değil gerçi.” Benim için de aynısı geçerli. Kim olduğumu öğrendiği anda, beni reddeden tiplerden.

“Yani T, şansını denemek istiyorsan şimdi tam zamanı ben­ ce. Etrafta tek bir rakip bile yok, beni saymazsan tabii. Ölüy­ ken bile can yakan yakışıklılığıma rağmen.” Olmaz. Elinde imkân varken, beni geri çevirdi. Benim hakkımdakifikrini biliyorum. Başka seçeneği kalmadı diye, tekrar şansımı denemek istemiyorum.

“Cidden böyle mi düşünüyorsun?” Hayır.

“Böylesi daha güvenli, değil mi?” Bayağı.

“Ne yapacaksın öyleyse?” Hiçbir fikrim yok.

“Bu aralar çok düşünüyorsun, T. Daha önce senin ağzın­ dan böyle bir şey duymamıştım, bir kez bile. Bu lafı nereden öğrendin?” 305

Kaufm an

/

S poorıor

Babasının inşa ettiği sağlam uzay mekiği atmosferden geçerek düşerken. Lilac geleceği görmeye başladığında. An­ nemlerin evi galaksinin öbür ucundaki bir vadide belirdiğinde. Çoğu şey hakkında fikrim kalmadı. “Onu öpmek zorundasın. Güzel olabilir bence.” Ne? Tabii, Alec. Büyülü öpücükten sonra ne olacak peki?

“Sonrası kimin umurunda? Yarın Ölüp gidebilirsin. Bugün onu öpmek zorundasın, görmüyor musun?” Yarın ölebileceğim için, bugün onu öpmem doğru değil belki de.

“Sıkıcı. Çok da mantıksız ayrıca.” Hezeyan geçiriyorum ve halüsinasyon görüyorum, şimdi mantık aramaya mı başladın?

“Senin için en iyisini istiyorum yalnızca, T. Kızı öpmeyeceksen, onun için bir şiir yazsaydın bari.” Dalga mı geçiyorsun?

“Yazdın demek, ona göstermedin yalnızca.” Yok. O, annemin şiirlerini seviyor.

“Bu durumda seninkiler yetersiz kalıyor öyle mi?” Onun gibi bir şey.

“Çok saçma.” Hımm.

“Hımm.” Alec?

“Efendim, T?” Şimdi ne yapacağım ben?

“Mücadeleye devam. Yanlarına dönmek zorundasın. İki­ mizi birden kaybetmeye dayanamazlar.” 306

Berı i m

IJ/ a k Yı İd ı / 1rn

Bizi kaybedeceklerini hiç düşünmedim. Nedeninden emin değilim. Birçok kez ölümün eşiğinden döndüm hâlbuki.

“Tek oğullarını bile kaybedeceklerini düşünmemiştim. Adımlarını dikkatli atmaya devam et, yeter T. Yapabileceğini biliyorum. Her zaman yaptın.” Ona doğru baktım; gülümseyen, öldüğü zamanki halinden yaşça çok da büyük olmayan tanıdık yüzünü içime çektim. Evin yakınlarındaki dağları, tepeleri peşinden aşmamı sağla­ yan aynı hoşgörüyle beni kolluyordu. Gitme lütfen.

“Sen uyuyana kadar beklerim.”

Gözlerimi açtığımda bir şeylerin değiştiğini hissettim. Göz kapaklarım artık ağır değildi, güneş de gözümü acıtmıyordu. Burnumdan derin bir nefes alıp bütün gücümü topladım ve kıpırdamaya hazırlandım ama ağırlığımın yerini değiştirmek eskisi kadar zor gelmedi. Her şeyin farklı olduğunu biliyor­ dum ama nedeninden emin değildim. Gözlerimi bir daha kırpıştırdım ve görüşümü netleştirme­ ye çalışınca, yanı başımda uyuyakalan Lilac’ı gördüm. Ha­ fifçe öksürdüğüm anda irkilerek uyandı, gözlerini açmaksızın el yordamıyla bileğimi bulup nabzımı kontrol etti. Sonra tek dirseğinin üzerinde doğrulup alnıma uzandı, gözleri hâlâ ka­ palıydı. Ateşimin düştüğünü fark ettiği anı gördüm. Gözlerini ani­ den açıp bana baktı. “Günaydın,” dedim çatallanan sesimle. Uzanıp parmak uç­ 307

K aufm an

/

Spooner

larımla yanağım okşadım. Yüzünde yol yol lekeler vardı, ter­ lediği noktalara toz toprak yapışmıştı. Bir yanağında koyu bir morluk vardı. Gözleri yorgunluktan kızarmış, altlarına koyu halkalar oturmuştu. Gezegene yaptığımız düşmekten beter iniş sırasında moraran gözü seçilmiyordu artık. “Tarver,” dedi soru sorar gibi. “Benim galiba,” diye fısıldadım. “Ne oldu böyle...” “Hastaydın.” Gözlerini yüzümden ayıramadı. El yorda­ mıyla matarayı buldu ve alışkın ellerle dudaklarıma götürdü. Ne zaman ustalaşmıştı böyle? Mataradan dikkatlice bir yu­ dum aldım. “Ne zamandır?” Fısıltılarım biraz daha net çıkıyordu artık. Lilac berbat görünüyordu. Mavi tişörtü pislik içerisindeydi, ellerini sildiği yerde kahverengimsi bir leke var. İyi de, bu tişörtü dünden önceki gün çamaşırhaneden almamış

mıydık?

Yatmaya

giderken

temizdi

diye

hatırlıyordum. “Üç gündür.” Boğuk boğuk fısıldama sırası onundu. Ciğerlerimdeki hava bir anda boşaldı adeta. “Sen iyi mi­ sin? Etrafta başka kimse var mı?” “Yok,” diye fısıldadı, fısıltısı yumuşak ve hassastı. “Yal­ nızca ben varım.” Ne söyleyeceğimi bilemedim. Saniyeler geçerken bakış­ larımız birbirinden ayrılmadı. Başım dönüyordu. Nefes alıp verişleri yavaş ve kontrollüydü. Sinirlerine hâkim olmaya ça­ lışıyordu ama her an dağılabilirdi sanki. Sonra dudakları ince, katı bir çizgiyle birleşti ve gözleri­ min önünde kendini topladı. “Aspirin ve bir de kuru azık var,” 308

B u n ı rn I J z a k Y ı l d ı r ı m

dedi, aniden hedefe yönelen bir tavırla. “Uzay gemisinde an­ tibiyotik buldum. Revirde. Asıl ondan sonra düzeldin.” Aya­ ğa kalmak için hamle yaptığında, yorgunluktan ölmek üzere olduğunu gördüm -tek elini dengesini bulmak için uzatma­ sından, doğrulduğunda yalpalamasından ve dudaklarını sertçe ısırmasından belliydi. Lilac uzaklaşırken başımı kaldırıp bir anlık baş dönmesi­ ne aldırmadan, kurduğu küçük yuvayı inceledim. Malzemeler ikiye katlanmıştı, o dönene dek ancak bu kadarım görebildim. Kuru azık paketini açıp çıkartırken, gözüyle her hareketimi -n e kadar küçük bir hareket olursa olsun -b ir parça sinir bo­ zucu bir dikkatle takip etti. Doğrulup oturmama yardım etmek için yanımda diz çöküşünde, sağlam elimi uzatıp bir parça kopartabilmem için kuru azığı tutuşunda, neredeyse beni sahip­ lenir gibi bir tavrı vardı. Ne kadar lezzetliydi. Tanrım, ciddi ciddi ölümün eşiğinden dönmüştüm galiba. Ölüm. Alec. Annemle babamın yüzleri, Avon ’da çıktığım bir kız. Hatırlıyorum... ne hatırlıyorum?

Bu düşünceyi bir kenara ittim ve Lilac aspirini içebilmem için mataraya uzanırken, bakışlarımız tekrar birbirine sabit­ tendi. Ne olduğunu anlamadan, içimden gelen dürtüye uyup sağlam kolumu bedenimden uzaklaştırdım, sessiz bir davetle uzattım. Bir anlık tereddüdün ardından, bana sarılıp yüzünü omzuma gömdü. Bedeninde bir ürperti dolaşsa da kendini tut­ tu, ağlamadı. “Hayatımı kurtardın,” diye mırıldandım. “Bir kez daha.” “Mecburdum. Sensiz burada bir gün bile hayatta kala­ 309

K aufm an

/

Spooner’

mam.” Fısıltısı güçlükle duyuluyordu. Kolu kalbimin üzerin­ den geçip göğsüme dolandı. “Görünüşe bakılırsa, üç gün dayanmışsın.” Bakmadığı sı­ rada, sargılı elimi kaldırdım. Parmaklarımın şişliği geçmişti, bir parça oynatınca canımın yanmadığını fark ettim. Sargılar da temizdi. “Sargıyı sen mi yaptın?” “Hı hı. Pek hoşunuza gitmedi gerçi. Ömrümde sizin kadar ağzı bozuk insan görmedim, Binbaşı. Küfretmeyi bildiğiniz dillerin yarısını ilk kez duyuyorum. Birliğinizdeki askerlerden biri olmadığıma sevindim açıkçası. Yine de, epey bir şey öğ­ rendim sayılır.” “Bir sürü değişik yere tayin oldum. Yerli halktan kapıyor­ sun, ister istemez, eski kültürlerden geriye ne kaldıysa artık.” Sağlam elimi kaldırıp alnındaki saç çizgisine dokundum. “Ama söylediklerimin tek kelimesini bile anladıysanız, Bayan LaRoux, sizin hakkmdaki fikrimi değiştirmem gerekecek.” “Yani, tahmin ettim diyelim.” Bir müddet konuşmadık ve ben sağlam elimle onun saçla­ rını okşadım. Karşılık olarak başını bir parça çevirdi ve beyaz teninde göze çarpan, yanağındaki morluğu gördüm tekrar. Te­ ninde parmak eklemlerinin bıraktığı iz bile seçiliyordu. Bunu benden başka kimse yapmış olamazdı. Yutkunup bunu anladığım anda mideme oturan vicdan azabını geçiştir­ meye ve başka bir şey düşünmeye çalıştım. “Fısıltılar döndü mü? Yerine oturmayan bir sürü şey hatırlıyorum, restorana gittiysek ve bunu benden saklıyorsan başka tabii. Ateş yüzün­ den mi oldu, yoksa hayal mi gördüm, emin değilim.” “Ateştir.” Duraladı, sanki göremediğim bir şey görüyor­ 310

Be n im

Uz a k Y ıld ız ı m

muş gibi, bakışlarını benden uzaklaştırıp ateşe doğru kaydırdı. Israr etmek, ne gördüğünü sormak istedim ama sonra başım salladı. “Vadiden beri bir şey görmedim, annenlerin evinden beri. Sen gördün, bir sürü değişik isimle seslendin. Bana Lilac demenin ne kadar güzel bir şey olduğunun farkında değildim.” “Lilac mı?” Saçım tekrar okşarken, o da biraz daha sokul­ du. Böylece yatsın istedim. “Size böyle samimi bir şekilde hi­ tap etmeyi asla düşünemem, Bayan LaRoux. Çok uygunsuz kaçar. Ben haddimi bilirim, anlaşılan haddime düşen de ağız dolusu küfürler etmek ve deliler gibi halüsinasyon görmek­ miş. Annem görse benimle gurur duyardı.” “Uygunsuz ha,” diye mırıldandı, sesindeki gerginlik niha­ yet yatışıyordu. Bunu eğlenceli bulmuş gibi, saçına koydu­ ğum elime doğru yaslandı. “Süvariler gece gelmezler umarım. Düşünsene, bizi bu halde bulsalar akılları çıkar.” Evet, düşünüyorum. Büyük aptallık, senin gibi bir kızın benim gibi birine bakmasını ummak. Geri zekâlılık işte, onu

kollarımın arasına alıp yatmak. Bu kız, şartlar farklı olsaydı, benim gibi birine dönüp bakmazdı bile. “Yarm hareketlenmem lazım.” Sırf düşüncesiyle bedenim kurşun gibi sertleşti. “Şaka mı bu,” diye cevap verdi, çabucak. Buraya ilk düştü­ ğümüz günlerden bu yana duymadığım bir kararlılık vardı ses tonunda. “Hiçbir yere gitmiyoruz. Gemiye dönüp bir şeyler bulabilecek miyim bakarım.” Bunu söylerken sesinde bir şey yakaladım, gerilimle yüklü tiz bir ton. Dönüp tekrar ona baktım. “Yarın ikimiz tekrar gireriz ya da en kötü ihtimalle sonraki gün.” 311

K o u f in a n

/

Spoone r

Yer değiştirip doğruldu, tekrar dudağını ısırdı. Onu çekip tekrar yanıma yatırmak geldi içimden. “İçerisi... iyi durumda değil. Birkaç gün sonra, içeride fazla kalırsak hastalanabiliriz bence.” “Ne var içeride, Lilac?” Ancak daha sorarken bile, cevabı mideme taş gibi oturdu. “Şey... sen de biliyorsun, herhangi bir güç kaynağı yok. Her şey bozulmuş durumda, çürüyor.” Bu kelime ağzından çıktığı anda konuşmayı bıraktı, gözlerini kapatırken çenesi gerildi. Yüzünün beyazlığında çilleri daha da belirginleşti. Mideme boşu boşuna taş oturmamıştı demek. Herkes ge­ miyi terk edememişti. “Bir daha içeri girmiyorsun, Lilac. Dı­ şarı her taşıdıysan, onunla yetinebiliriz.” “Kes şunu,” dedi gergin bir fısıltıyla. “Sen olmasaydın, ikinci gün o hayvana yem olmuştum. Şimdi benim de üzerime düşeni yapmam lazım. İçeride uzun kalmam.” “Sen üzerine düşeni yaptın zaten.” Uzanıp elini avucumun içine aldım. “İkimizi de bir kez kurtardın, kaçış kapsülünü düz kontak yaptın. Kimin kimi kurtardığının hesabını yapmayı bı­ rakalım artık.” “Tarver, işimi hiç kolaylaştırmıyorsun.” Gözleri artık sım­ sıkı kapalıydı. “İçerisi karanlık, soğuk ve uzaydan bile sessiz, burada senin yanında olmakla alakası yok. Yine de içeride ihtiyaç duyduğumuz şeyler var. Hasta olan ben olsaydım...” Kirpikleri boyunca yayılan ıslaklığı gördüm ama gözlerini kırpıştırıp gözyaşlarının yanaklarından yuvarlanmasına izin vermeyi reddetti. O gemide başına ne gelmişti bu kızın? Yavaşça soluğumu bıraktım ve sesime sakin bir ton aşı­ 312

B e n ım

IJ z n l< Y ı i d ı / 1 m

lamaya çalıştım. Tek istediğim, içeri tek başına girmekten vazgeçene dek, ona sımsıkı sarılmaktı oysa ki. “Ben olsam içeri girmezdim. Basit bir risk-kazanç analizi aslında. Elbet­ te, içeride işe yarar şeyler olduğuna eminim. Yine de en iyisi, işlev gören, sağlam iki insanın olması. En kötüsü de, ikimizin birden baygın düşmesi. Kıyafetten ya da yiyecekten önce, sağ­ lam kalmaya ihtiyacımız var.” İstemeye istemeye, yavaştan, yanımdaki bedeni tekrar ra­ hatlamaya başladı, sonra durdu. Belinin arkasından Gleidel’i çekip bana uzattı. “Bunu geri versem iyi olacak. Bana kullan­ mayı öğretirsen sevinirim yine de. Gerekseydi nasıl kullana­ cağımı bilemeyecektim.” Silahın yokluğunu fark edemeyecek kadar hasta olduğumu irkilerek fark ettim. “Silahı kullanmayı öğrenmek mi istiyor­ sun?” diye sorarken Gleidel’i uzanabileceğim bir yere koyup, ona bir kez daha sarıldım. “Biraz daha iyileşeyim öyle, güven­ li bir mesafeye kaçabilecek kadar.” “Hadi ama.” Dirseğiyle omurgamı dürttü. “Senden hızlı koştuğumu biliyorsun. Ee, öğretecek misin?” “Peşimden koşup yetişebileceğini ve kafanı bozarsam, beni vuracağını hatırlattıktan sonra mı?” Ona daha sıkı sarıldım ve başımı çevirip boynumun altına yerleştirdim. “İnatçıyımdır,” diye uyardı, gözlerini kapatırken. “Yarına kadar oyalayıp unutturacağını sanıyorsan yanılıyorsun.” “Öyle şey olur mu, Bayan LaRoux. Böyle bir şeye kalkıştı­ ğım anda, beni vurursunuz.” Eşit aralıklarla nefes alıp vermeye başladıktan sonra da, orada yatmaya devam ettim. Alec yine zihnimi işgal edince onunla yaptığımız sohbeti duydum. Umarım önce ben ölürüm. 313

Kaufrrıjın

/

Spoonor

Onun aklından da aynı şey mi geçmişti acaba? Başına ne­ ler geleceğini mi düşünmüştü? Bana bir şey olduğu takdirde, kendisini savunmak için öğrenmekten bahsetmediğini anladı­ ğımda boğazım düğümlendi. Ona silah kullanmayı öğretmem lazımdı. En azından ayar­ lan gösterirsem, seçme şansı olurdu. Bundan ötesini düşün­ mek istemiyordum. Artık uyuduğuna göre, başımı çevirip ona bakabilirdim. Kotunun bacağında bir yırtık vardı, dizinden aşağı inen yır­ tıktan çamur bulaşmış teni gözüküyordu. Kapkara olmuş mavi gömleğinin beli dışarıdaydı. Bağladığı ip parçasından kurtulup yüzünü minik lülelerden oluşan bir hale gibi çevreleyen saçları, kapsülün düşüşü sı­ rasında sıfır yerçekiminde havada süzülüşlerini hatırlatıyordu bana. Yüzünün her tarafında çillerle karışan lekeleri vardı. Ya­ nağındaki o morluk da duruyordu. Uykusunda bile dudakları düzgün, kararlı bir çizgi halini almıştı Gözlerinin altında mor halkalar vardı. Terli, perişan ve bit­ kindi. Gözüme hiç bu kadar güzel görünmemişti.

314

“Enkazda kalmadınız.” "Bunu zaten biliyorsunuz. Orayı terk etmekten başka şansımız yoktu." “Sebep?” “Görünürde kurtarma için gelen tek bir mekik yoktu. Etraftaki çok sayıda ceset, hastalık riski yaratıyordu. Başka bir çözüme ihtiyacımız vardı.”

YİRMİ ALTI

LIL7\C

İKİNCİ GÜN ÖĞLEDEN SONRA, YATAKTAN KALKMASINI

engellemek için, Tarver’ı göğsüne oturmakla tehdit etmek zo­ runda kaldım. Her şeyden çok, bu tehdidin ardından gelen, şüpheli bakış -ve düşünceli sessizlik- sayesinde kendini daha iyi hissettiğine ikna oldum. Çok da umurumda değildi. Heze­ yan geçirirken, sevgilisine seslendiğini duyduktan sonra, beni mahcup edebilecek pek bir şey kalmamıştı açıkçası. Kendi adıma, oturup tıraş olmasına müsaade ederek taviz veriyor­ dum -normal haline biraz da olsa benzediğini görmek güzeldi. Üçüncü günün sabahında, en iyi hamlenin, yüksek bir yere çıkarak araziyi keşfetmeye çalışmak olduğuna karar verdik. Bu gezegene düştüğümüzden bu yana ilk kez, uzun vadeli konuşuyorduk. Burada olduğumuzu bilselerdi, birileri bizi kurtarmaya gelir, uzay gemisinin enkazını bulurdu. İkarus tah­ rip olmadan önce, bulunduğu yeri iletememişti anlaşılan. Son­ 317

K a u (' m a n /

S p o o rı e ı '

suz güce sahip Mösyö LaRoux bile bizi bulamazdı artık -sırf mezarımın yerini netleştirmek için bile olsa, beni bulmak için galaksinin altım üstüne getireceğinden emindim gerçi. Gelecekte birilerinin gelip enkaz yerini incelemek için iniş yapma ihtimaline karşı, İkarus’a yakın bir yere ihtiyacımız vardı. Yine de, bu kadar yakında kalamazdık. Bütün bu ceset­ lerin yanında, hava yanmış kimyasallarla, zemin de şarapnel parçalarıyla doluyken olmazdı. Uzay gemisinin dış cephesini tartıp en yüksek noktayı bul­ maya çalıştık. Rüzgâr şiddetlendi, uzay gemisi itiraz edercesi­ ne homurdanıp iç geçirdi. Tarver’a göre, îkarus zemine otur­ mayı büyük oranda bitirmişti ve artık yeterince güvenliydi. Gövdenin parçalara ayrılma şekli sayesinde, ilerlemek nispe­ ten kolaydı; bir sürü tutunacak ve dinlenecek yer vardı. Buna rağmen, zirveye ulaştığımızda Tarver kan ter içinde kalmıştı, yüzü de bembeyazdı. Ancak uzay gemisinin tepesindeki eğimli zeminde dikilip tek elimle ezilmiş bir iletişim panosuna tutunarak dengemi bulduğumda, aklım başıma geldi. Yaşayabileceğimiz bir yer arıyorduk. Bu düşünce içimi sızlatmıyordu üstelik. Bunu ona asla itiraf edemezdim ama burada güneşin altında, tırmanış yüzünden ısınmış halde, Tarver’m yetişmesini beklerken, olmak isteyeceğim başka bir yer yoktu. Sonuçta, kurtarıldıktan sonra beni ne bekliyordu ki? Arkadaşlarımın bile beni tanıyamayacağı bir haldeydim. Günlerimi dedikodu yaparak ve partilere katılarak geçirme düşüncesiyle yüreğim buz kesiyordu. Altı değişik yemekten oluşan en güzel ziyafet 318

Benim

U/ a k Yıldızım

bile, uzun bir yürüyüşten sonra paylaştığımız bir kuru azık ve dağdaki kaynaktan içilen su kadar lezzetli gelmemişti. Üstelik sıcak bir banyoya hayır demeyecek olsam da, yanımda Tarver’la geceleri hiç üşümüyordum. Yalnızca babam ve çektiği acı aklıma geldiğinde yüreğim sızlıyordu. Çantayı yere bırakıp içinde matarayı aradım. Tarver yanıma gelince, matarayı ona uzattım. Böylece güçlükle nefes aldığı­ nı saklayabildi; ellerinin titrediğini göremeyeceğim şekilde, elinde bir şey tutmuş oldu. Doğuda, aştığımız dağlar vardı; beyaz şapkalarıyla kötü birer kehanet gibiydiler. Tarver’m beni onları aşmaya ikna et­ miş olmasına inanamıyordum. Geçişin ne kadar zor olacağını tahmin edemeyecek kadar saftım belki de. Aşağımızdaki kamp yeri oyuncak eve benziyordu. Kirli sargıları, kuru azık paketlerini seçemedim. Nehir ve kıyısın­ daki ağaç şeridi, dağlardan başlayarak uzaklaşıyordu. Güneş­ ten gözlerimi koruyarak, ufka yakın okyanusa ya da bir çeşit tuzlu çanağa benzeyen şeyi neredeyse seçebiliyordum. Diğer yönde, tepeler dalga dalga uzanıyor, muazzam ormanın kıyı­ sında zeminle bir olana kadar küçülüp yuvarlaklaşıyorlardı. Tozlu bir müzeden çıkma, bir tabloyu andırıyordu. Ömrümde bu kadar çok açık alan görmemiştim -b ir an için başım döndü, tablonun içinde kayboldum, birden ağırlaşan havanın içinde nefes almaya çalıştım. Belime dokunan el sayesinde, bir kez daha dengemi buldum ve işe yaramaz haldeki iletişim levha­ sına sımsıkı yapıştım. Başımı çevirdiğimde Tarver’ı gördüm; yüzü solgun olsa da gülümsüyordu. 319

Kaufrnan

/

Spouner

“Rüzgâr burada daha sert, üşüyor musun?” “Evet, desem ne yapacaksın?” diye sırıtarak baktım. “Ate­ şini mi paylaşacaksın benimle?” “Paylaştıkça çoğalır, biliyorsun.” Yanıma sokulunca göğ­ süm gayriihtiyari sıkıştı ama yalnızca metala tutunmak için uzanmıştı, rüzgârda dengesini bulmaya çalışıyordu. İyi görünmüyordu.

Gülümsemesine, kayıtsız tavrına

rağmen, kirişlere sıkı sıkı yapışıp ağırlığını bıraktı. Çantanın yanında diz çöküp içinden Tarver’m not defterini çıkarttım. “Harita çizmeyi biliyor musun?” “Elbette,” diye cevap verdi Tarver. Hareketlerimi takip etti, biraz sonra o da bana katıldı. Oturduktan sonra hissettiğim ra­ hatlamayı belli etmemeye çalıştım. Gözlerinin çevresindeki ızdırap çizgilerinin bir kısmı kaybolmuştu. Buraya tek başıma çıkmama izin verseydi keşke. Ama kendine geldiğinden beri, beni bir saniye yanından ayırmak istemiyordu. Söz vermeme rağmen, uzay gemisi şeklindeki mezarlığa tekrar gireceğim­ den korkuyor olabilirdi. Arkadaşlığımdan hoşlanıyordu belki de. Yanaklarım tekrar pembeleşmeye başlamadan, silkelenip kendime geldim. Not defterini elimden alıp sayfaları karıştırdı. O sırada, kaybolmasın diye sayfaların arasına sıkıştırdığım çiçek geldi aklıma. Bundan henüz ona bahsetmemiştim. Ama fark etme­ den sayfaları karıştırmaya devam etti ve hastalığı sırasında kullandığım sayfalara gelince durdu. “Bunları sen mi çizdin?” Yamulup parçalanmış güverteleri çizdiğim haritaları incelerken, ses tonundan bir anlam çıkartmak imkânsızdı. 320

B e rı i m

L! / ;\ k V 1 1d ı / ı rTi

“İlk günden sonra, nerede olduğumu unutmaya başladım.” Gözlerimi ufuktan ayırmadan topuklarımın üzerine çöktüm. “Karanlıkta her şey birbirine karışıyordu.” Çizdiğim haritalar başlamadan son kullandığı sayfaya döndüğünü fark ettim -bitmemiş şiir parçalarının olduğu bir sayfaydı. Birlikteyken bulduğumuz mor çiçeği anlatan dağı­ nık kelimeler ve ifadeler, yalnızlık denizinde bir çeşit güzellik gibiydi. Hastalığı sırasında, bunları benim için yazdığım hayal et­ meye çalışmıştım. O anda, gün ışığında, saçma sapan bir fikir gibi geliyor ama Tarver da gözlerini o sayfaya dikmişti. Gör­ düğümün farkındaydı. Her şeyi okumuş olmam, onun ölece­ ğini kabul ettiğim, eşyalarını karıştırdığım anlamına gelecekti, yine de okuyup okumadığımı sormak istediği belliydi. Bana engel olamadığı bir anda, onun mahremiyetini ihlal etmiş iniydim? Saha raporları, vahşi hayat üzerine notlarla karşılaşmayı ummuştum ama sayfaların hepsi şiirle doluydu. Tarver suskundu, ben yutkunup kotumdaki yırtıkla oyna­ dım, ipliklere asıldıkça yırtık daha da genişledi. Aramızdaki alışılageldik suskunlukların aksine, bu suskunluk doldurul­ mak için yalvarıyordu adeta. İlk pes eden ben oldum. “Çizim derslerinde genelde çiçek­ ler ve göl kenarı manzaraları işlenirdi ama çizdiğim haritalar yine de amaca hizmet etti.” Tarver homurdanıp boş bir sayfa açtı. Kurşun kalemin ucu, beyaz sayfanın üzerinde dolaştı. Dalgın bakışları, sayfayı de­ lip geçti adeta. Altımızdaki enkaz yürek burkan bir çığlıkla 321

K anim mı

/

Spooner'

gıcırdadı, Tarver gözlerini kırpıştırdı ve anm büyüsü kaybolup gitti. Dikkatini ufka verip gözle görülen yer işaretlerini çizme­ ye başladı, hareketleri hızlı ve becerikliydi. Ne tarafa gidecek­ tik acaba -Tarver ormana mı gidelim diyecekti, yoksa tepelere ya da nehre mi? Denize doğru mu gidecektik? Gözleri hızla manzaradan sayfaya kaydırdı -ben gözleri­ mi ondan ayırmadım. Üzerine dikilen bakışlarımı fark ettiyse bile, bir şey söylemedi. Elindeki işe odaklanıp, profilini sey­ retmeme izin verdi. Hâlâ çok solgundu ama düşüp bayılacak gibi durmu­ yordu artık. Bir deri bir kemik kaldığım görmek, yüreğimi sızlatıyordu ama mutfak bölümlerinden makama, un ve katı yağ kurtarmıştım. Hepsi de araziden toplayamayacağımız şeylerdi. Daha güzel beslenecektik. Tarver güçlenecekti. Dikkatini toplarken, dudağının kenarını ısırdı. Oradaki gam­ zenin hipnoz gücü vardı, beni büyülüyordu adeta. Her bir ay­ rıntısına öyle bir dikkatimi vermiş durumdaydım ki, çizmeyi bıraktığını, bir şeye yoğun bir ilgiyle baktığını fark edemedim. “Lilac.” Suçlu suçlu irkilip girdiğim transtan yüzeye doğru çıktım. “Ben bir şey yapmadım!” “Burada bir şey var -gelip bir baksana.” Sesi titriyordu bakışları dosdoğru önüne dikiliydi. Tepelere doğru döndüm; bir hayvan, başka bir kazazede, hatta kurtarma mekiği görmeyi bekliyordum. Oysa gördüğüm şey tüylerimi diken diken etti. Gözlerimizin önünde, bir çiçek denizi uzanıyordu; ovadaki ilk gecemizde, Tarver aklımı delirdiğim fikrinden uzaklaştır­ 322

B n n i rrı I J z a k Y ı l d ı z ı n ı

maya çalıştığı sırada bulduğumuz mor çiçeklerden oluşan bir denizdi bu. Günlüğünün arasına sakladığım mor renkli, minik çiçeğin aynısıydı. Biz seyrederken dar çiçek yolu uzadı; bir o yana bir bu yana, ta uzaklardaki ormanın puslu yeşilliğine doğru kıvrıldı. Yanımdaki Tarver tir tir titriyordu. Ben de başımın döndü­ ğünü hissettim; tenim karıncalandı, kaşındı; aynı anda hem ateş bastı hem de üşüdüm. “Bu gerçek olamaz.” Boğulacak gibi oldum, gözlerimi sertçe kırpıştırıp tekrar açtım. Çiçekler hâlâ oradaydılar. “Hayal bu, başka bir şey değil.” “Peki ya matara -onu yaptılar, değil mi?” Yutkundum. Çiçek benim içindi, yalnızca benim için -ona çiçekten bahsetmek, o mutlak karanlık anında, benim için ne anlama geldiğini anlatmak demek olacaktı. Ölülerle dolu gemi enkazına neden döndüğümü bana hatırlatması için olduğunu. Bütün galakside bunu sadece bir tek kişi için yapacağımı ha­ tırlatması için. Ama bunları ona henüz söyleyemezdim. Tomurcuk sırası devam etti, çiçekler an be an gürleşip renklendi. Ta ki vadi geçidi güneşin altında bir uçtan diğerine mor bir ışıkla parlayıp ormana kadar uzanana dek. Dar, yoğun bir şeritti bu, kıvrılarak giden mor bir nehri ya da yolu andı­ rıyordu. Birden soluksuz kaldım. “Tarver! Bize... yol gösteriyorlar. Baştan beri bunu yapmaya çalışıyorlarmış...” Bana bakabilmek için bakışlarını çiçeklerden zorla ayırdı. “Ne yapmaya? Neden bahsediyorsun sen?” “Gördüğüm insanlar-elleriyle gösteriyorlardı. Duyduğum sesler, bizi ormandan uzağa, düzlüğe doğru yönlendiriyordu. 323

K a u l ’m a n

/

8pooner

Annenlerin evi bile, bahçedeki patika bile bu tarafa doğruydu. Şimdi de bu çiçekler... bilmiyorum, bütün bunlara bir anlam vermek için fazla çaba sarf ediyorum belki de.” “Bize yol gösterdiklerini mi düşünüyorsun?” Başını çevi­ rip tekrar tepelere baktı. “İyi de nereye?” Orada dikilip önümüzde uzanan patikaya baktık, öyle par­ lak ve açıktı ki. Gidip gerçek olup olmadıklarını görmek, gün­ lüğün arasındaki çiçek kadar katı mı diye bakmaktan başka bir şey istemiyordum. Bütün bunlar, fizik kurallarının geçerli olmadığı bir rüya mı anlamak istiyordum. “Lilac!” Tarver’m sesindeki acil ton, beni daldığım hayal­ lerden koparttı. “Şuna bak!” Gözlerimi kırpıştırdım ve Tarver iyice yaklaşıp bana yas­ lanırken, nefesimi toparlamaya çalıştım. Kendi görüş hattını benimkiyle eşitlerken, yanağı yanağıma sürtündü, kirli saka­ lının sertliğini hissettim. O kadar yakındı ki kokusunu alıyor, birbirimize dokunduğumuz noktalardaki tatlı ürpertiyi hisse­ diyordum. Rüya değildi. “Kolumu takip et, işaret ettiğim yöne doğru.” Tek kolunu ağaçlara doğru uzattı. “Orada bir şey var. Parıltıyı gördün mü?” Çiçeklerin yüzlerini güneşe dönmesi gibi, yüzümü ona doğru çevirmemek için mücadele etmek zorunda kaldım. Derin bir nefes alıp dikkatimi tekrar toplamaya çalıştım. He­ men seçemedim. Gözlerim ormanın batı kıyısındaki tepelerle komşu şeridi takip etti. Sonra birden, aniden çakan bir şimşek gibi, gördüm. Ağaç şeridinden bana göz kırpan, minik bir güneş yansımasıydı. 324

15(■ ı m

m

ı I J / . tU Y ı l d ı z ı m

“Enkaz parçasıdır,” diye fısıldadım, düşündüğüm şeye inanmamaya çalışarak. “Geminin bir parçası buraya düşmüş. Düşen bir kaçış kapsülü.” Tarver kolunu yavaşça indirdi ama tekrar yer değiştirmedi. Benim gibi o da, o şeye dikmişti bakışlarım. “Sanmıyorum.” Onun sesi de alçaktı, rüzgârda güçlükle duyuluyordu. “Tam anlaşılmıyor ama etrafındaki ağaçlar kesilmiş, hepsi birörnek.” Nefesimi tuttum. “Bu bir bina, bence.”

Sıra sıra tepeler boyunca ateş için yakacak yoktu, üstelik hava da buz gibi soğuktu ama umurumda değildi. Tarver, orma­ nın kıyısına ulaşmak için iki gün yol yapmamız gerektiğini tahmin ediyordu. İlk gün, güneş karşımızda batarken, uzakta ufuk boyunca uzanan ağaçlan görebiliyordum. Biz enkazın tepesinden aşağı inerken çiçek denizi sisin arasında kayboldu ama biz hangi yöne gitmemiz gerektiğini biliyorduk. Nerede durmamız gerektiğini ya da ne amaçla gittiğimizi tahmin bile edemezdik ama bu bir binaydı -ve hayal değildi. Kurtuluşu­ muzun anahtarı orada olabilirdi. “Sıcak su!” dedim sevinçle, soğuk, yavan makarnayı par­ maklarımla yerken. Hayatımda yediğim en güzel şeydi. “Başımızın üzerinde bir çatı,” diye karşılık verdi Tarver, yola çıkmadan evvel pişirdiğim makarnadan payma düşeni eliyle yemeye devam ederek. Uzay gemisinin kileri en başarılı ganimetimdi -revirden sonra elbette. 325

K au fm a n /

Spoo ner

Ona şöyle bir baktım, günün son ışıkları solgunluğunu ko­ ruyan yüzüne suni bir renk katmıştı. Bir tepenin kuytu cephe­ sinde, rüzgârdan olabildiğince uzakta, kampımızı kurmuştuk. Ama beraber de uyusak, soğuk bir gece olacaktı. “Yatak,” oldu cevabım. “Gerçek bir yatak.” “Sen kazandın,” dedi, makarnadan payına düşeni mideye indirip dirsekleri üzerinde geriye yaslanarak. Hareketleri hâlâ yavaştı ama bugünkü zorlu yürüyüş düşünülünce, nispeten iyi görünüyordu. “Bundan iyisini bulamam.” Akşam yemeğimin kalanını alelacele bitirip sıcaklığına ve yarenliğine kavuşma özlemiyle, yanma yattım. Sağlam ko­ luyla bana sarıldı. Kolayca ve rahatça. Eski Lilac kokusundan hoşlanmazdı büyük ihtimalle ama ben başımı ona doğru çevir­ dim, yanağım tişörtünün kumaşına sürtündü. Bir müddet konuşmadık, ikimiz de Tarver’m ufukta gör­ düğü binada bizi nelerin beklediğim hayal ediyorduk galiba. Yüzü değişmişti, eskiden yalnızca kederli bir kararlılığın ol­ duğu ifadesinde, artık bir umut kıvılcımı vardı. Ne kadar za­ mandır, kurtarma ekiplerinin hiçbir zaman gelmeyeceği inan­ cıyla yaşıyordu acaba? İkarus ’un yanma vardığımızdan bu yana, kurtarılmak değil hayatta kalmaktan başka amacı olma­ dığı açıktı. Artık yardım sinyali verme ihtimalimiz ortaya çıkmıştı. Bir çeşit iletişim yöntemi olmaksızın, ileri karakol kurulamazdı. Kıpırdanıp ona daha sıkı sarıldım. Derin bir soluk aldı, gö­ ğüs kafesinin yükselip alçalışıyla yaslandığım noktada yüzüm de yer değiştirdi. “Ne kadardır buradayız sence?” 326

Fi e n i ı n LJ z n k Y ı l d ı z ı n ı

“Hasta olduğum süreyi de sayacak olursak,” Tarver duraladı, akıldan hızlı bir hesap yaptı. “On altı gün galiba.” O kadar olmuş muydu? Bir an soluksuz kaldım. İki haftayı geçmişti. Biri sorsa, yalnızca iki gün ve bir ömür geçti der­ dim. “Doğum günümdü,” deyiverdim, sesim bir garip çıkmış­ tı. “Birkaç gün önce on yedi oldum.” Ateşinin düştüğü gün. Ama bunu sesli söyleyecek cesareti bulamadım. Tarver soluğunu bir anlığına tutup bıraktı. “Doğum günü­ nüz kutlu olsun, Bayan LaRoux.” Sesindeki neşeyi duyabili­ yordum. Bu gezegende kapana kısıldığımızdan bu yana bir sene yaşlanmıştım. Yutkundum. Ruh halimdeki değişimi hissettiği için belki de, Tarver sar­ gılı elini kaldırıp parmaklarını kolumda dolaştırdı. Bu hareke­ tin canını yaktığını tahmin ediyordum ama canı acıdıysa bile, şikâyet etmedi. Hafifçe öksürdüm. “Kurtarıldıktan sonra, ilk ne yapmayı düşünüyorsun? Gerçek bir yemek mi yiyeceksin? Aileni mi arayacaksın?” Ona yaslandığım yerde gülümsedim, yüzümü buruşturarak tişörtünü çekiştirdim. “Yoksa duş mu alacaksın?” “Ailem,” dedi hemen. “Sonra beni hortumla yıkayıp birkaç hafta sorguya çekecekler büyük ihtimalle. Ordu, tabii. An­ nemle babam değil.” “Vay canına.” Gözümün önünde beliren, Tarver’m hortumla yıkandığı sahneden kurtulmaya çalıştım. Eh, artık doğum günümü düşünmüyordum en azından. “Kimse bana böyle bir şey yapmaya kalkışmaz umarım.” Bu söylediğim bir kahkahayla karşılık buldu. Tarver’ın 327

K a u f rn a n /

Spoo nor

vücudu yanağımın altında sarsılırken, başım hafifçe oynadı. “Kimsenin sana böyle bir şey yapmayı düşüneceğini sanmı­ yorum. Tazyikli hortumla ıslatma ancak askerlere ve suçlulara layık görülen bir muamele.” Hayallerimize ayrılan dünyada bile, ayrı düşmüştük. O, kendi payına düşen sorgu ve toplantılardaydı -*ben, büyük ola­ sılıkla itinayla bakılıp şımartılıyordum. Tarver’m kaburgala­ rına yakın, hızlı ve güçlü atan yüreğimin sızısı acı veriyordu. Kurtarılmayı istemediğimden değildi. İstiyordum. Babamı tekrar görmek istiyordum. Her şeyden çok da, Tarver’ın aile­ sine kavuşmasını istiyordum. Bir oğullarım daha kaybetme­ meliydiler. Ama burada bir hayat hayal etmeye başlamıştım, onunla birlikte. Yarı aç yarı tok, soğuk ve her haftayı güçlükle atlattığımız ama yine de birlikte olacağımız bir hayattı bu. Kendime engel olamadan, kelimeler dudaklarımdan dökül­ dü. “Peki ya ben?” “Sana ne olmuş?” diye sordu, tek omzunu silkerek. “Ailen seni kucaklayıp alacak ve sana herhangi bir saygısızlık yapıp yapmadığımı sorguladıktan sonra, şu acayip elbiselerden bi­ rine sokacaklar. Bu yaşadıklarımız da hiç yaşanmamış gibi olacak.” Ağzım kurudu, dilim ağırlaştı. Ne sorduğumu anlamıyor muydu? Kurtarılacaksak bile, bunun aramızda olanlar netleş­ meden olmasını istemiyordum. Fazla şansım olmayabilirdi. Derin bir soluk alıp tek dirseğimin üzerinde doğruldum. Karanlıktı ama loşlukta yüz hatları hâlâ daha seçiliyordu. “Birbirimizi bir daha göremeyecek miyiz yani?” Yüzünde her zamanki esrarengiz ifadeyle, bir an için bana 328

13o m

m

I. J/

nk

Yıldızını

baktı. Ayna-ay yüzünü aydınlatıyor, teninde, gözlerinde gü­ müşi bir renk bırakıyordu. Yüreğim göğüs kafesinden fırla­ yacaktı sanki. “Göremeyebiliriz.” Sesinde daha yumuşak, o kadar emin olmayan bir ton vardı. Birilerinin gelip onu alacağı ve benden uzağa, uzak bir güneş sistemindeki uzak bir savaşa götüreceği fikriyle, ciğer­ lerim hava yerine suyla doldu sanki. Ona nasıl ulaşacağımı bilmiyordum, hissettiklerimi görmesini nasıl sağlayacağımı. Artık çok iyi tanıdığım o kahverengi gözlerin gerisinde ne­ ler olup bittiğini bilmiyordum. Bana bakarken aklından neler geçtiğini bilmiyordum. Birden bire, ona kendimi anlatamadan kurtarılırsak, ken­ dimle yaşamaya katlanamayacağımı anladım. “Ben de bundan korkuyorum,” diye fısıldadım. Öne eğildim, saçlarım yüzüne düştü ve dudaklarım onun dudaklarını buldu. Bir anlığına, bana uzandığını hissettim. Tek istediğim ona yaslanmak, bana sarılmasına, beni yakınında tutmasına izin vermekti. Kimse onu benden almasın yeterdi.

329

Binaya ulaştığınızda, bundan ne kazancınız olacaktı?” "Daha iyi bir sığınak en azından. Bir çeşit iletişim yolu, en iyi ihtimalle.” “Kiminle iletişime geçmeyi umuyordunuz?” “Şaşırtmaca!/ soru mu bu?” “Sorularımızın hepsi ciddi sorular, Binbaşı.” “Sesimizi herhangi birine duyursak yetecekti. Yanımda Lilac LaRoux vardı. Babasının nerede olduğumuzu öğrendiği anda, her şeyi gözü alıp onu kurtaracağından emindim.” “Mösyö LaRoux’nun kızıyla birlikte olduğunuzun farkındaydınız yani.” “Farkında olmamak mümkün değildi.” “İkiniz, tek başınıza.” “Evet, bunu da fark ettim.”

YİRMİ YEDİ TARVER

DOĞRULMAK, PARMAKLARIMI SAÇLARINA GEÇİRMEK,

onu kendime çekip bedeniyle buluşmak istiyordum -b ir an­ lığına direncim kırıldı ve ona uzandım. Ona böyle dokun­ mak için ne kadar zamandır bekliyordum? Parmak uçların­ dan tenime akan elektrikle, bedeninin sıcaklığım yakınımda hissederken, kendimi artık tutmam mümkün değildi. Onda kaybolmak istiyordum, bu anın beni tamamen ele geçirme­ sini istiyordum. Parmaklarım gömleğinin ucunu buldu ve elim beline yer­ leşirken Lilac alçak bir ses çıkarttı. O kıpırdanınca, sargılı elimi kullandığımı fark etmemle bıçak gibi keskin bir acının kolumdan yukarı hücum etmesi bir oldu. Bedenim gerilirken, gırtlağımdan bir inilti kaçtı, sağlam elimle onu itip kendimden uzaklaştırdım. İkimiz de nefes nefeseydik, birbirimize baktık -o şaşkındı, 333

K a u f rrı a n /

S p o öner'

neden durduğumdan emin değildi; ben nefes almaya, elimin sızısına rağmen ağız dolusu küfretme ihtiyacını bastırmaya çalışıyordum. Bunun ne olduğunu biliyordum. Yüzündeki umutsuz öz­ lem ifadesini tanıyordum -daha önce de görmüştüm. Savaş alanında. Lilac bu gezegende başına kalmıştı ve teselliyi baş­ ka bir yerde arıyordu. Şartlar farklı olsaydı, onun gibi bir kız benim gibi birine asla bakmazdı. Ufukta görünen o bina, eve dönüş biletimizse, koşar adım eski hayatına dönüp beni geride bırakmasına dayanabileceğimi sanmıyordum. Kendimi kaptırırsam olmazdı. Onu deliler gibi istediğimi görmesine izin veremezdim. Gerçekten istediğinin ben olmadığımı bilirken olmazdı. Aramıza mesafe koymaya devam ettiğim her saniye, yüz ifadesi değişti, gözleri koyulaştı, şaşkınlığı şüpheye dönüştü. Bir tarafım bana ihanet ediyor, kafasının karışmış olmasına aldırmaksızın onu öpmek istiyordu. Bir saniye bile her şeye değerdi belki; sonrasında hepsi, mor çiçekli yolumuz gibi sise karışacak olsa da. Yanılıyorumdur belki de. Beni istiyor olabilir de... Bir ihtimal.

Sertçe kendini çekip kararlı adımlarla karanlığa karışırken, ben tekrar nefes almaya çalıştım. Ani hareketlerinde, gergin omuzlarında, öfke vardı. Söylemem gerekenler zihnimde yankılanıyor, kelimeler boğazımda düğümleniyordu. Dur. Geri dön. Bizi burada bul­ dukları anda, ortadan kaybolmayacağını söyle bana. Dokun­ duğum anda seni kaybetmeyeceğimi söyle. 334

Bü n im

LJ z a k Y 1 1d ı z ı m

Ama bunları söylemek yerine “Uzaklaşma!” diye seslen­ dim, kendi korkaklığıma sessizce küfrederek. Geri gelmedi ama onu görebileceğim bir yerde durdu. Be­ nim yanıma dönmektense, karanlık ovanın soğuk, rüzgârlı boşluğunu yeğlemişti. Ayna-ay sayesinde, bileğini burkmaya­ cağı kadar bir ışık vardı ama onu nasıl geri çağırabileceğimi bilseydim keşke. Sonunda battaniyeleri yere atıp üstlerine uzandım. Oturup onu bekleyemeyecek kadar halsizdim. Dönüp yanıma uzandı­ ğında benden olabildiğince uzağa yattı. Bir şey söylemem lazımdı. Gece her şeyi daha da kötüleştirecekti. Kendi içime dönüp, kafasının dikine gidenleri her türlü zorlu arazide peşimden sürüklemeye alışkın olan parçama ulaş­ tım ve daha hafif bir tonla konuşmayı denedim. “İnadı bırakıp yanıma gelecek misin? Hastayım, senin sıcaklığına ihtiyacım var.” Onu kollarımın arasına alabilseydim, belki anlardı. O kadar uzun süre sessiz kaldı ki, hiç cevap vermeyecek sandım. Nihayet konuştuğunda, sesi kısık ve düşmancaydı. “Ölmezsin, korkma.” “Belki ölmem,” dedim, “ama rahat uyumayı tercih ederim.” Sırtı bana dönük vaziyette yanıma kıvrıldı. “Tarver.” Bu kez sıkılı dişleri arasından konuşan oydu. “Kendimi küçük düşmüş hissediyorum. Sabaha bir şeyim kalmaz, yola devam ederiz, birileri bizi kurtarır ve bu defter de kapanır. Şimdi beni rahat bırak.” “Lilac...” Benden iyice uzaklaştı, ağzımdan çıkanları engelleyebile­ cekmiş gibi başını eğdi. Kıvrılıp koynuma girmesini bekle­ 335

Kauf'm an

/ Spoorm r

meyi bıraktım. Sırtüstü yattığım yerde, gözlerimi yabancı yıl­ dızlara ve tepemizdeki parlak, mavi-beyaz aya dikip uykunun gelmesini bekledim. O olmayınca içim üşüyordu.

Sabahleyin benden önce uyandı. Kendimi hâlâ dayak yemiş gibi hissediyordum. Yataklara düştükten hemen sonra kendimi yürümeye zorlamanın bedeliydi bu. Konuşmadan birer tane kuru azık yedik. İkiye bölmek ye­ rine, bütün kuru azık paketini bana vermenin, onun açısından hastayken bana göz kulak olmak demek olduğuna emindim. Bu da dün gece olanları mesele yapmayacağımız anlamına geliyordu büyük ihtimalle. Konuşacak başka birini bulma lük­ sümüz yoktu sonuçta. Fısıltıları yeniden duymaya başladığını biliyordum -ortaya çıktıklarında, yaprak gibi titriyordu. Ancak beni sırlarına bir kez daha ortak etmeye niyetleri yoktu. Lilac’a bir şey söyledilerse de Lilac bunu benimle paylaşmadı. Ona yoğunlaşmaları ya da onu hedef almaları fikrinin hoşuma gittiğini söyleye­ mezdim. Çantayı omuzladım ve konuşmadan yola koyulduk ama sa­ bahın ilerleyen saatlerinde bir iki kelime etmeyi başardık. Çok konuşmasak da mühim olan sohbetin içeriği değildi. Önem­ li olan hareketin kendisiydi -ikimiz açısından da. Bu şekilde birbirimize, beraber devam etmenin bir yolunu bulacağımızı söylüyorduk. On yedi gün önce olsa, onunla gönüllü bir sohbet başlat-

B c ı ı i n ı i ) / , i )< Y ı l d ı z l ı n

maktansa, kendi dişimi kerpetenle çekmeyi yeğlerdim. Şim­ diyse, birbirimizi tamamen dışlamayacağımızı anlamanın ver­ diği, rahatlamayla karışık bir yorgunluk hissediyordum. Ağaçların yanma ulaştığımızda akşam oluyordu. Kapsü­ lün düştüğü ormandakiler gibi, burada da sınk ağaçlan ço­ ğunluktaydı. Anlam veremediğim bu manzara, olması gerek­ tiği gibi yapılmayan terraform işlemi, bana normal gelmeye başlamıştı. Bir ağaç köküne ayağım takıldığında Lilac hemen elini uzattı. Yorgunluktan ayaklanmı yerden kaldıramıyordum; üç günlük ateşin ve yaklaşık üç haftadır kuru azık dışında bir şey yememenin sonucuydu bu. En azından ben başladığımızda formdaydım. Lilac’ın hâlâ yıkılmamış olmasına bir anlam veremiyordum ama her nasılsa eskisinden daha güçlü görünüyordu. Ağaçların arasından fırlayıp ikimiz de aynı anda tökezle­ yerek durduk. Açıklığın ortasında kutu gibi, tek katlı bir bina duruyordu. İçimde bir umut dalgası yükseldi. Bina kusursuz durumdaydı. Viraneye dönmemiş ve tahrip olmamıştı. Gerçekti. Burası bir gözlem istasyonuydu, yeni ter­ raform geçiren gezegenlerde gördüğüm onlarcası gibiydi. Olduğumuz yerde kök salarken, ayaklarımızın altına mor çiçeklerden bir halı serildi, hızla uzaklaşarak binanın çevresini sardılar. Uzay gemisinden uzanan patika, burada bitiyordu. Derken, bir saniye sonra, hayal kırıklığı bir bıçak gibi saplandı. Tekrar bakınca açıklığın fidanlarla kaplı olduğunu gördüm. Binanın dış cephesi sannaşıklarla kaplanmıştı. Buraya yıllardır kimse gelmemişti. 337

“Sorularımızı cevaplamaya çok istekli değil gibisiniz, Binbaşı?" “Olur mu öyle şey! Size yardım etmek benim için bir

zevk. Ağzımdan çıkan her kelimeyi dikkatle dinlediğinizi görebiliyorum.” “İşbirliği yapmıyorsunuz, Binbaşı. Çok başarılı bir askersiniz. Bu davranışınız, dosyanızdaki olumlu raporlarla uyuşmuyor.” “Görünüş yanıltıcı olabiliyor demek ki."

YİRMİ SEKİZ TARVER

BİR AN İÇİN D ÜN GECE OLANLARI UNUTTUK VE BİNAYI

birlikte keşfe çıkarken yeniden ortak hareket ettik. İnsan elinden çıkma, yıkılmamış bir bina görmek çok heyecan vericiydi. Evimin nasıl göründüğünü, yaşadığım şehrin, bu­ lutlara değen binaların, gökyüzü otobanlarında giden araç­ ların nasıl göründüğünü hayal etmeye çalıştım ama olmadı. Kendimi bir şekilde oraya nakledebilsem şok geçirirdim herhalde. Binanın içinde bir yerlerde bir jeneratör olması gerekiyor­ du. Onu çalıştırmayı başardığımız anda, diğer her şeyi çalış­ tıracağımdan emindim. Tarver içeride bir iletişim sistemi ol­ duğunda ısrar ediyordu. Ben ilerlemiş aşamada olmayan bir gezegene ilk kez ayak basıyor olsam da, Tarver bu tarz istas­ yonların normal olduğunu söylüyordu, hepsi birbirine benzi­ yormuş. 341

Kaui'man

/

Sponrtcr

İletişim teçhizatı varsa sinyal yollayabiliriz demekti. Tarver’ın, ailesinin yanma, ait olduğu yere dönmesini sağlayabilirdik böylece. Ben artık dünyadan fazla bir zevk alacağımı sanmıyordum gerçi. Bu galakside bir parça da olsa adalet varsa, Tarver tek parça halinde evine dönmek zorundaydı. İlk tanıştığımızda söylediğim şeyleri neden söylediğimi, ona izah etmek için yanıp tutuşuyordum. İnsanları kendim­ den uzaklaştırmanın nasıl olup da en iyi becerilerimden biri olduğunu. Ama ona anlatırsam, babama ihanet etmiş olurdum. Tarver’a nasıl bir canavar olduğumu göstermiş olurdum. O yüzden dilimi tuttum ve gerçeğin içimde, basınçlı su gibi bi­ rikmesine aldırmamaya çalıştım. Benden nefret etsin, benim de ondan nefret ettiğimi sansındı. Böylesi ikimiz için de daha güvenliydi. Konuşmadık ama aramızdaki suskunluk eskiye göre daha rahattı. İkimiz de bu mekânın neden terk edildiğini ya da ne­ den inşa edildiğini sormadık. Büyüklüğüne bakılırsa, yalnızca gözetim ekipmanlarını barındırmak için inşa edilmediği açık­ tı. Bir aşamada içinde insanlar kalmıştı. Kapılara asıldık, pencereleri kapatan kepenklerden içeriyi görmeye çalıştık, işi taşla vurarak içeri girmeye çalışmaya ka­ dar götürdük. Bina ihmal edilmiş olmasına rağmen sağlam­ dı ve sıkı sıkı kilitlenmişti. Fazla uzakta olmayan bir baraka bulduk, içinde de çalışmayan bir uzay mekiği vardı. Çabuk tarafından göz attığımda, bu mekânın dolu olduğu günlerde bile uzay mekiğinin çalışmadığını anladım. Kaportanın altım bir parça kurcaladık, birbirine yapışmış kabloları ve prizleri umutsuzca kontrol ettik, sonra Tarver devreleri incelemeyi 342

Be n ım

U / a k Y ı l d ı z ı rn

bana bırakarak, barakanın kalan kısımlarında stok sayımına girişti. Bulduğu şeyleri sıralayıp duruyordu: paslı aletler, bir mik­ tar halat, mazot ve tutkal tenekeleri, arka tarafta mazot tank­ ları, köşede boya tenekeleri ve bir de kürek, matkaplar ve tes­ tereler. Burada bir zamanlar elektrik vardı demek ki. Bu da benim bir yerlerde jeneratör olduğu tahminimi doğruluyordu. Zihnimin bir yanı artık ne zaman bir şeylere baksa ne işe yarayacaklarını kestirmeye mi çalışacaktı? Enkazdan dışarı taşımaya değip değmeyeceklerini? Bundan sonra sürekli bir halata, mazota ya da paslı çekice bakıp birinin hayatım kurta­ rıp kurtarmayacağını anlamaya mı çalışacaktım? Devre panosunun kapağını çıkartıp devrelerin yarısının yerinde olmadığını gördükten birkaç dakika sonra, tamamen kullanılamayacak vaziyette olduğunu anladım. Uzay mekiği­ nin kaportasını sertçe kapattım. Tarver bana bakıp yüzümdeki hayal kırıklığım görünce soru sormadı. Tekrar açıklığa dönüp, araç gereçle, binanın etrafında dolandık. Kepenklere saldırıp zayıf bir nokta bulmaya çalıştık. “Senin de insan olduğun ortaya çıktı,” dedi Tarver neşeli neşeli. Laf soktuğunu düşünerek, ona bir bakış atarken hâlâ reddedilmenin bıraktığı yaralan onarmakla meşguldüm. O da yan yan baktı, yanm yamalak gülümsemeye çalışınca bunun aslında bana uzatılmış bir zeytin dalı olduğunu fark ettim. “Sonunda senin bile kurtaramadığın bir devre bulduk.” Aramızdaki uçurumu kapatma çabasına rağmen, öyle yor­ gun, öyle bıkkın bir hali vardı ki. Onun yerinde olsam ben de aynı durumda olurdum sanırım. 343

Kaul'mmı /

Spooner

İç geçirip elimle gözlerimi sıvazladım. “Keşke daha çok şey bilseydim, o zaman tamir edebilirdim belki.” “Bütün bunları nereden öğrendiğini hâlâ anlayamıyorum. Dahi mühendis olan sen değilsin baban. Yani okulda devre sistemleri ya da fizik okuyacak birine benzemiyorsun. Demek istiyorum k i... boş ver ne demek istediğimi.” Zeytin dalı da buraya kadardı demek ki. Onun kırdığı potu toparlamaya çalışmasını izlemekten aldığım zevke rağmen bildiklerimin payesi bana ait değildi. “Küçükken, annem öl­ dükten sonra, dünyada en çok istediğim şey babama benze­ mekti. O zaman bile, onun her şeyi olduğumu biliyordum ve ona... onun bu sevgisine layık olmak istedim herhalde. Birin­ den bunları bana öğretmesini rica ettim.” Tarver’ın bakışlarını üzerimde hissederek yutkundum, sesimdeki gerilimi hissetti­ ğinin farkındaydım. “Kimden?” “Simon adında bir çocuktan.” Tarver’m gözleri uğraştığı kepenge kaydı, bana bakmadan bütün dikkatini ona verdi. “Daha önce de adı geçmişti. Kim o?” Boğazım sıkıştı. Herkes bir yana, Tarver’a geçmişimdeki bu korkunç kısmı nasıl anlatabilirdim? Beni reddetmesi için ona bir gerekçe daha vermek istemiyordum. Gerçi İkarus’un güvertesinde söylediğim o şeyleri neden söylediğimi bilmeyi hak ediyordu belki de. Ben de olayları tekrar yaşamayı hak ediyordum. “Sana anlatırsam, sözümü kesmeden dinleyeceğine söz ve­ rir misin? Bir yorum yapmadan -bitirmeme izin verir misin? Bunu yapabilir misin?” 344

B t' n i m t )/'; j k V ı ! d ı /' ı r r ı

Tavrı aniden değişti ama levye elinden sarkarken olduğu yerde kaldı. “Peki.” Suya dalmaya hazırlanan bir dalgıç gibi birkaç derin nefes aldım. “Simon, Nirvana’daki yazlık evimizin yakınlarında yaşa­ yan bir çocuktu.” Konuşurken ona bakamıyordum. Anladığı anı görmeye tahammül edemezdim. “Ailesi benimki kadar nüfuzlu değildi ama kiminki benim­ kine yetişebilir ki zaten? Çok zekiydi. Okulda öğrenmemiz gereken derslerin dışında da iyiydi. Bana elektrik ve fizik hak­ kında bildiğim her şeyi o öğretti. Babam bir zarar gelmeyece­ ğini düşünerek, birlikte vakit geçirmemizi görmezden geldi. Benim ciddi ciddi bağlanamayacak kadar genç olduğumu dü­ şündü. On dört yaşındaydım ama ona âşıktım.” Parmaklarımı tornavidanın kenarında dolaştırdım; parmak uçlarımla yüzeyi­ ni, oyulmuş plastik tutacağını ezberledim. “On altı yaşına bas­ masından bir gece önce, bana gizlenmeyi bırakıp gerçek bir çift olup olamayacağımızı sordu. Artık bir yetişkin olduğunu ve sabahleyin babamın yanına gidip şirketinde bir iş isteyece­ ğini söyledi. Benimle birlikte olmayı hak edeceğini.” Gözlerimin önünde Simon’un açık kumral saçları ve yeşil gözleri yanıp söndü, yüreğim hâlâ sıkışıyordu. Konuşmaya devam et. Bitir şu işi.

“Tamam dedim. Uyandığımda büyük bir heyecanla resmen merdivenlerden koşarak indim ama aşağı indiğimde hiçbir şey değişmemişti. Babam, Simon’u görmediğini söyledi -bakış­ larım ekrandaki haberlerden ayırmadı bile. Evlerine gittim ve annesiyle babasını perişan vaziyette buldum. Bütün seçkinle­ 345

K aufm an

/

Spooner

rin oğullan yedek asker olur -sen de biliyorsun. Bir tür onur payesi gibi sanınm ama hiçbir zaman uygulamaya geçilmez. Hepsi göstermeliktir.” Gözlerim yandı, tornavidanın kırmızı san renkli tutacağı bulanıklaştı. Daha değil. Kendini bırakma. Tornavidayı elim­ de evirip çevirdim. “Simon aktif göreve çağnlmış. Acemi askerlerin toplandığı istasyona gittim ama bir çeşit evrak hatası olduğunu ve Simon’un bir yıldır eğitim gören, bir grup askerle birlikte cephe­ ye gönderildiğini öğrendim. Bütün yasakları aşıp da Simon’un nerede olduğunu bulduğumda, o çoktan ölmüştü.” Ve benim bunun böyle olacağını tahmin etmem gerekirdi.

Tarver sözüne sadık kalarak konuşmadı, hatta kıpırdama­ dı bile. Bakışlarını üzerimde hissediyordum, inlediğinin de farkmdaydım. Yutkundum, birden kendime güvenimi kaybet­ meye başlamıştım. Galakside babamla benim haricimde kim­ senin bilmediği bu hikâyeyi ona neden anlattığımı anlayacak mıydı? “Ayrıcalıklı bir hayat sürüyorum. Bunun farkındayım, ka­ bul ediyorum.” Sesim bir parça çatladı. Dudaklarımı yaladım. “Ama her şeyin bir bedeli var. Bunu da kabul ettim. Baba­ mın zamanımı geçirdiğim yerler, arkadaşlık ettiğim kişiler ve çıkarlarım korumak için bağlantı kurduğum kişilerle alakalı beklentileri var. İtibarımızı çok çalışarak oluşturduğumuzu söyler her zaman, onu korumanın da fedakârlık ve çaba ge­ rektirdiğini -am a iyi korunduğu takdirde, dünyada her kapıyı açmak için adımızdan başka bir şeye ihtiyacım olmadığını. Yine de ben bazen... bazen tökezliyorum.” 346

Beni m

U z a k Yıldızı m

Ona bakmaya zorladım kendimi. Bıraktığım yerde ifadesiz bir yüzle dikiliyordu, onu tanıdığımdan bu yana gördüğüm en ruhsuz ve anlaşılmaz haliyle. Kararlı tavrıma rağmen, bir par­ ça dağıldım. Mesele, onun beni nasıl gördüğü değildi. O gemi çoktan limandan ayrılmıştı. Mesele, benim onu nasıl gördüğümü düşündüğüydü. “Balo

salonunda

eldivenimi

düşürdüğümde,

senin

kim olduğunu bilmediğimi mi sanıyorsun?” Parmaklarım tornavidanın sapına can halatına yapışır gibi yapıştılar. “Sen bir kahramandın, bütün haberlerde sen vardın. Ailenin kim olduğunu biliyordum, senin burslu okuduğunu, hepsini. Seni tanıyordum. Sadece -birkaç saniyeliğine, kim olduğumu unuttum. Çünkü şenle konuşmak istedim. Çünkü sen bana Lilac LaRoux’ymuşum gibi bakmadın. “Sonrasında evet, zalim davrandım. Zalim davrandım çünkü bir erkeği benimle ilgilenmekten vazgeçirmenin en hızlı yolu buydu ve inan bana, ben bunun nasıl yapılacağım gayet iyi öğrendim. Babam öğretti.” Yutkunup ses tonumun duygularımı ele vermemesine çalıştım. Babam görse benimle gurur duyardı. “Tarver, bana yaklaşan herkesin -herkesin- bir şey peşinde olduğunu anlamak zorundasın. Erkekler paramın peşinde. Kadınlar statümden yararlanmak istiyor. Üstelik erkekler zengin bir kızın dikkatini çekmek için epey bir sıkıntıya katlanabiliyorlar ama bu seviyede bir aşağılamaya değil. Bunu kullanmayı yıllar içerisinde öğrendim. Zalim davranmamın nedeni bunun kolay olması da olabilir, bunu... iyi becermem de.” Orada dikilmeye devam etti, kıpırdamadı. Söyleyecek 347

Kaufm an

/

Spooner

şeylerim bitince sessizliğe gömüldüm. Elim, tornavidayı ona fırlatmak ister gibi seğirdi. Onu harekete geçirmek, konuştur­ mak için her şeyi yapabilirdim. Niye konuşmuyordu sanki? Kafasına matarayı yemiş gibi dikildi; gergin bir çeneyle, ko­ nuşmadan bana baktı. Tornavidayı yere attım. “Geceleyecek bir yer bulayım.” Malzeme çantasını yerden alıp derenin kenarına doğru yola koyulurken, üzerimdeki bakışlarını hissedebiliyordum.

Evvelce geçtiğimiz noktada su bulanıktı, ben de dereyi takip edip matarayı dolduracak bir yer buldum ve matarayı biraz yıkadım. Beni içten içe rahatsız eden bir düşünce vardı ama oralı olmamaya çalışıyordum, zihnim karmakarışıktı. Ona neden anlatmıştım, neden? Erkek arkadaşı elinden alman, zavallı zengin kızın hüzünlü hikâyesiyle ilgilenece­ ğini mi düşünmüştüm? Görev yerine gönderildiğinde, müf­ rezedeki arkadaşlarına anlatıp gülebileceği muhteşem bir hikâyesi olmuştu işte. Babasıyla sorunlarını aşamadığı için üzerine atlayan çılgın zengin kızı anlatırken hayal edebili­ yordum onu. îçim bir tuhaf oldu. Tarver bunları başkaları­ na anlatacak bir tip değildi. Yine de, bencilin teki olduğumu düşünmüştü kesin. Cephede onlarca arkadaşının gözünün önünde paramparça olduğuna emindim, bense bir zamanlar tanıdığım bir delikanlı cepheye gönderildi diye gözyaşı dö­ küyordum. Yine de artık öğrenmişti. Babamın nasıl biri olduğunu, be­ nim nasıl biri olduğumu öğrenmişti. Tek suçu bana âşık olmak 348

Bo

n

im

IJ z î i

k

Y ı l d ı z ı n ı

olan birinin ölümünden sorumlu olduğumu, zehir saçtığımı biliyordu artık. Kafamın içindeki düşüncelerle öyle meşguldüm ki ma­ ğarayı neredeyse fark etmeyecektim. Giriş dardı, Tarver’ııı omuzlan zar zor sığardı. Derenin kaynağı içeride olmalıydı ama köpürme sesi gelmiyordu. Kayalardan dökülen suyun şı­ rıltısı vardı sadece. Çantayı karıştırıp el fenerini buldum, ıslak kayalara tırmanıp omuzlarımı çevirerek içeri girdim. Akarsu, daha geniş bir başka yarıktan akarak, karanlıktan içeri yoluna devam ediyordu. Tarver’m beni aramaya gelme ihtimaline karşı, çantamdaki parlak kırmızı tişörtü bir kaya çıkıntısına bağladım. Sonra tekrar içeri süzüldüm ve ikimizin uyumasına yetecek büyüklükte bir alan olup olmadığını gör­ mek için mağaranın derinliklerine yöneldim.

349

“Bayan LaRoux ile kayda değer bir zaman dilimi boyunca ayrı düştüğünüz oldu mu?”

“Kayda değerden kastınız nedir?” “Gezegende kaldığınız süre boyunca nerede olduğundan ve neler yaptığından haberdar mıydınız?” “Sahil kasabasına tatile gitmişiz gibi konuşuyorsunuz.” “Binbaşı.” “Sürekli bir aradaydık." “Bu süre zarfında başına garip bir şey gelmedi öyle mi?

Herhangi bir şekilde değişmedi mi?” “Bilinmeyen bir gezegene düşerek iniş yapmak yeterince garipti bana kalırsa.” “Binba... ”

“Hayır, dikkat çeken bir değişiklik olmadı.”

YİRMİ DOKUZ TARVER

BİR TAŞ ALIP METAL KEPENKLERİN DİBİNDEKİ SEÇTİĞİM

noktaya vurdum. Çıkan tok metalik sesten, arkasının boş oldu­ ğunu anlayınca, elimdeki taşı tekrar indirdim. Açıyı ayarlayıp bir ritim tutturdum. Başım dönmeye başlamıştı. Evrak hatası, ha. Kimse, özellikle de zengin bir ailenin ço­ cuğu yanlışlıkla göreve çağrılmazdı. Bunun sonsuza dek ol­ masını önleyecek, en az yirmi farklı aşama vardı. Bir kız arkadaşı vardıysa ve kızın babası da bu ilişkiden hoşlanmadıysa başkaydı tabii. Âşık olduğu kız, Lilac Roux ise. O zaman olabilirdi. Zavallı Lilac. Bu sırrı yıllarca içinde saklamıştı. Onu hiç bu kadar üzgün görmemiştim -sanki çocuğun ölümünden ciddi ciddi kendini sorumlu tutuyormuş gibiydi. Nasıl bir baba, on dört yaşındaki kızına böyle bir şey yüklerdi? Kızının ellerini kana bulaştırdığına inanarak yaşamasına izin verirdi. 353

K aufm an

/

Spooner'

Daha önce anlatsaydı keşke. İyi de, İkarus’tayken onun pe­ şinden koşmanın çok tehlikeli olduğunu söyleseydi, ne yapar­ dım? Arkamı dönüp gidecek kadar mantıklı davranır mıydım? Elimdeki taşı en az iki dakikadır aynı noktaya boş yere vu­ rup durduğumu fark ettim. Boşu boşuna kepenkte oyuk açma­ ya uğraşmaktan vazgeçip taşı elimden attım ve Lilac’m peşin­ den derenin yukarısına yöneldim. Ona ne söyleyeceğimi bile bilmiyordum. Tek bildiğim onun yanma gitmem gerektiği ve tüylerimin diken diken olduğuydu. Gözüm aniden kırmızı bir şeye ilişti; bir kaya çıkıntısına bağlanmış bir kumaş parçasıydı bu. Öyle yorgundum, kafam yarım yamalak özürlerle öyle meşguldü ki, mağaranın girişini hemen fark edememiştim. Gezegene beraber düştüğüm Lilac’m, böyle bir şey düşün­ me ihtimali yoktu. Onu nasıl bulacağımı aklına bile getirme­ den, içeri girip gözden kaybolurdu. Ama bu gezegene indiği­ mizden beri benim kız epey değişmişti. Giriş dardı, sıkışarak içeri girdim, girerken her tarafa su sıçrattım. Güneşin ışıkları etkisini kaybederken, el fenerinin ışığını fark ettim. Dar koridor ileride genişleyerek, bir kayanın içindeki baloncuk gibi, daha büyük bir bölmeye açılıyordu. Aşağı inen koca basamağı az kalsın görmeyecektim. Son anda açıklığın kıyısına tutunarak düşmekten kurtul­ dum. Beni daha fark etmemişti. Mağaranın ortasında, eşya­ ları çıkartıp hepsini özenle yaydı. Duman çıksın diye, ateşi tavandaki çatlağın hemen altına yakmıştı. Bunu ona ben mi öğretmiştim, yoksa kendi başına mı öğrenmişti? Artık hatır­ layamıyordum. 354

B e n i m U / a k Y 1 1d ı / 1 m

İki yatak hazırlamıştı; dudakları ince, sabit bir çizgi olmuş, omuzlan dik ve kararlı bir şekilde kalkmıştı. Ben hastayken ulaştığı disiplin kaynağından yararlanıyordu sanırım. Bana ilaç bulmak için, cesetlerle dolu gemiye dönmesini sağlayan kaynaktan. Nasıl

olmuştu

da,

kendi

duygulannm

derinliğini

ölçemeyeceğini düşünmüştüm? Dikkatli adımlarla mağaraya indim, bir iki çakıl taşını kas­ ten birbirine tokuşturdum. Başını kaldırıp geldiğimi gördü, sonra tekrar işine dönüp yedek tişörtlerden birini hazırladığı yastığa tıkıştırdı. “Seni ilk gördüğümde ne düşündüm biliyor musun, o su­ bayları payladığın sırada?” Sesimde bir sinir, bir tereddüt vardı. Gerginmişim gibi konuşuyordum. Oysa değildim. Ken­ dimden hiç bu kadar emin olmamıştım. Tekrar başım kaldırıp bana baktı, yüzünde çok bıkkın bir ifade vardı. Bir darbeyi karşılamaya hazırlanıyormuş gibi, çe­ nesini hafifçe kaldırdı. “Ne düşündün, Tarver?” “İşte benim kızım, diye düşündüm.” Yüz ifadesi değişmedi. Önünde diz çökerken yüzüme küçük bir gülümsemenin yayılmasına izin verdim; yorgun kaslarım bu harekete itiraz ettiler. “Haklıydım da, Lilac. Yaşadığımız diğer her şeyi unut. Herkesi unut. Sen benim kızımsm.” “Tarver, bana engel olduğun iyi oldu.” Mavi gözleri karanlık ve derindi, saçlan ateşin ışığında parlıyordu. “Bunun oluru yok.” Yüz hatlarmdaki aleni suçluluk ifadesiyle, yüreğim cız etti. Onu dizlerinin üstüne, kendi seviyeme çerken nefesi kesildi. 355

K a tj l'm a n /

S p o o rı o r

“Simon’la yaşadıklarınız, senin suçun değildi. Bunu baban yaptı -sen değil. Birinin seni sevmesi, seni suçlu yapmaz.” Yutkundu, kuşkulu gözleri benimkilerle buluştu. Artık daha fazla dayanmam mümkün değildi, daha ne yaptığımı anlayamadan, eğilip onu öptüm. Dudaklarımız bu­ luştuğunda, bedenimde ani bir ürperti dolaştı. Elindeki fener takırdayarak yere yuvarlandı. Bir anlık tereddütten sonra ben­ den uzaklaştı. Tekrar ona doğru eğilmek istedimse de, kendi­ me engel oldum, kalbim göğüs kafesinden fırlayacaktı sanki. “Am a... beni istemiyormuş gibi davrandın,” diye fısıldadı. “O performansı inandırıcı bulduysan, düşündüğümden de delisin demektir. Seni ilk gördüğümden beri istiyorum ama dikkatimizi buradan kurtulmaya vermenin, senden uzak dur­ manın daha iyi olacağını düşündüm.” Sesim boğuk çıkıyordu artık. “Seninle olup sonra seni kaybetmekten korktum. Buna binlerce kez değeceğini göremedim. Salaklık ettim, özür di­ lerim.” Yüzünün kızardığını, dudaklarının pembeleştiğini, teninin solukluğu sayesinde rahatça görebiliyordum. İçimdeki öpme arzusu yine şiddetlenmişti. Bu kez öne eğildiğimde, benden uzaklaşmadı. Başımı eğip elimi beline doladım ve onu kendi­ me doğru çektim. Dişimle alt dudağım belli belirsiz çekiştirin­ ce, titrek bir nefes aldı. Bir anlığına geri çekildim, bu minik boşluk için bile muaz­ zam bir çaba harcamam gerekmişti. “Durmamı istersen söy­ le,” demeyi başardım, kendi kulağıma bile yabancı gelen bir sesle. Koyulaşan gözlerini, aralık dudaklarım, bana doğru yasla­ 356

Bo n ım

U/ n k Yıldızım

nan bedenini fark etmem bir saniye sürdü. Titreyen parmak­ larla, tişörtümün koluna yapıştı. O zaman, kendi ellerimin de titrediğini fark ettim. “Şu anda durursan,” dedi, soluğunun arasında, “seni sonsu­ za dek affetmem.” Bedenlerimiz birleştiğinde tatlı bir inilti yükseldi ama bu sesi hangimizin çıkarttığından emin değildim. O anda, dışarıdaki açıklığa bir kurtarma gemisi iniş yap­ saydı, mağarada saklanmaya devam ederdim.

35 7

“Peki ya bedensel değişiklikler?” “Anlayamadım?" “Bayan LaRoux sizin yanmadayken, herhangi bir... bedensel değişim geçirdi mi?" “Yürüyüş sayesinde biraz güçlendi galiba." “Binbaşı, Bayan LaRoux’ya karşı histeriniz hareketlerinizi ne derece etkiledi?"

“Orta şiddette." “Anlayamadım?” “Bu soruya nasıl bir cevap bekliyorsunuz?” “O gezegende neler olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Doğru cevap vermeniz, bütün ilgili tarafların yararına olacaktır.”

OTUZ L I^ C

“İYİ

MİSİN?”

BAŞINI

BOYNUM DAN

KALDIRIRKEN,

dudakları çeneme sürtündü. Ürpererek mutlu, küçük bir mırıltıyla cevap vermeyi seçtim. Bir an sonra gözlerimi açtığımda, beni izleyen bakışlarıyla karşılaştım. Alnına yapışan saçları, sönen ışığın loşluğunda seçiliyordu. “Mutluyum,” diye ekledim, korların loş ışığının aydınlat­ tığı dudak çizgisinin yukarı doğru kıvrılışını görebilmek için. “Güzel.” Ağırlığını tek dirseğine vererek eğildi ve beni öptü. Çenemi yukarı kaldırdım. Bunun beni daha sert öpmek için eğilmesine sebep olduğunu gördüğümde, tatmin ve şaş­ kınlık karışımı bir ses kaçtı dudaklarımın arasından. Başını tekrar kaldırdığında, elini belimden çekti ve parma­ ğının ucuyla kaşımın köşesinden başlayıp yanağımdan aşağı inerek, yüzüme düşen bir tutam saçı geriye itti. 361

Kaufm an / S p o o ncr

“Bunu yapmayı ne kadar zamandır istediğimi bilemezsin.” Hâlâ bir parça boğuk çıkan sesini duyduğumda, içim bir hoş oldu. “Çok sabırlıymışsın.” Kayıtsız ve neşeli bir ton yakalama­ ya çalışmıştım ama ikna edici olmadığımın ben bile farkındaydım. Bir kahkaha attı ve ben dudaklarını seyre daldım. Öylesine dalıp gitmiştim ki söylediklerini az kalsın duymayacaktım: “İlk gün seni ormanda sürüklerken öpmeye kalkışsaydım, o aptal ayakkabılarından birini kafama fırlatırdın.”

Sabah olup da bir gün dinlenmeyi önerdiğimde, fazlaca bir gayretle, bana karşı çıkmasını beklemiştim. Yataktan çıkmak istemiyordum, kıyafetlerimi bulmak ve yanından ayrılmak is­ temiyordum. Aramızda bir duvar olduğundan haberim yoktu, bunu ancak duvar kalktığında fark etmiştim. Asker tonunu takınıp bir tek gün bile geri kalamayacağı­ mızla alakalı bir şeyler söyleyeceği yerde, gerinip tek koluyla beni kendine doğru çekmekle yetindi. Başının arkasına sıkış­ tırdığı diğer kolu, yarıktan azıcık gün ışığının girdiği mağa­ ranın tavanına dönüktü. Işık, oyuğun duvarlarında oyunlar oynuyor, asırlar boyunca biçimlenen oluşumları ortaya çıkar­ tıyordu -dikitler başlarının üzerindeki ikizlerine ulaşmak için zeminden yükseliyorlar, parlak kireçtaşmdan kocaman perde­ ler tavandan damlaya damlaya iniyordu. “Binanın içine girmenin bir yolu gelmiyor aklıma. Şimdi­ lik, acil ilgilenilmesi gereken bir şey yok zaten.” 362

B cj n i m U / a k Y 1 1d ı / ı m

Dirseğim üzerinde doğrulup, bakışlarımı ona diktim. “İlgilenilmesi gereken bir şey yok da ne demek?” “Söylediğim gibi, güzelim.” Dişlerini göstererek sırıttığın­ da, kamımda kelebekler uçuştu. Eski hayatımda, kimse bana böyle sırıtmaya cesaret edemezdi. “Bugün yataktan çıkmaya can attığımı mı sandın yoksa?” Elimde olmadan gülümsemesine karşılık verdim. Eğilip beni öptü. Tekrar doğrulmadan evvel, duraladı; yan aralık ve dalgın gözlerle, hiç acele etmeden; dudaklanmda dudaklannm sıcaklığım hissettim. Geri çekildiğinde, kalbim küt küt atıyordu. “Kahvaltılık bir şeyler getireyim,” dedi, yuvamızdan çı­ karken battaniyeleri tekrar iki yanıma sıkıştırdı. Pantolonunu bacağına geçirdi ama kemerini takma zahmetine girmeyince, pantolonun beli aşağı düştü. Ondan geriye kalan boşluğun sıcağına kıvnlıp kamp yerinde dolanmasını izlemeye koyul­ dum. Yanımdan uzaklaşalı daha bir dakika olmuşken, onu na­ sıl böyle deli gibi özlüyordum? Çantasını kanştm p kum azık paketlerini aradı. Derken duralayıp çantanın içindeki bir şeye dikti bakışlarını. Eline alıp avucunun içinde saklayana kadar ancak bir anlık gümüşi bir panltı görebilmiştim ama ne olduğunu biliyordum -ailesinin fotoğrafının durduğu kutuydu. O an, sonraki hamlemize karar vermek için, uzay gemisine tırmandığımız gün içimde kök salmaya başlayan bir şeyi fark ettim. Burada yaşama fikrinin içimi sızlatmadığını. İşin gerçe­ ği, buradan kurtanlmayı istemiyordum. Sonsuza dek, burada Tarver’la kalabilseydim keşke -sonsuza dek birkaç kısa yıl, ay 363

Kaul'rrıan

/

Spoonnr

ya da gün anlamına gelse bile; bu vahşi gezegen bizi ele geçi­ rene kadar. Kurtarma gemisi gezegene iniş yaptığı an, Tarver Merendsen’ın yüzünü son görüşüm olacaktı çünkü. Mücadele ettiğim şey de buydu işte çünkü onun için duru­ mun farklı olduğunun farkındayım. Burada mutlu olamayaca­ ğını biliyordum. Yüreği bir öğretmen, bir şair ve ağabeyinin anılarıyla, küçük bir kır evinde atarken mutlu olamazdı. Gümüş kutuyu özene bezene bir kenara kaldırmasını izle­ dim. Tekrar arama işine döndü ama ifadesinde dolaşmayı sür­ düren kederi görebiliyordum. Kurtarılmanın bizim sonumuz olmasının önemi yoktu -g eri dönmenin, benim açımdan yaşanmamış bir hayat, her an izlenmek ve bana dokunabilecek her şeyden uzak tutulmak anlamına gelmesinin önemi yoktu. Tek önem­ li olan, Tarver’ın evine dönmesiydi. Annesiyle babasının ikinci çocuklarını kaybetmenin acısını yaşamamalarıydı. O binanın içine girmek zorundaydı. Tarver yüzünde bir gü­ lümsemeyle yanıma döndüğünde, ona sımsıkı sarıldım. Ku­ lağıma bir şeyler mırıldanırken, omzumu öperken, parmak­ larımı saçıma dolarken bile, zihnim meşguldü. Mutlaka bir yolunu bulacaktım.

Ancak öğleden sonra, zar zor yataktan çıkabildik; gerçi ma­ tarayı kaynaktan doldurmamız gerekmese yine çıkmazdık. Kıyafetlerimizin yerini bulup ağaçların arasında dolaştıktan sonra binanın yanma döndük. Kepenkleri bir kez daha denedim. Tarver, kalınlığı­ 364

Banim

U /ak

Y ıldı/ım

m tartmak için kapıyı tıklattı. Aklımıza gelen bir iki fikri paylaştık, her biri bir öncekinden imkânsızdı. Kısa bir süre, bir koçbaşı yapmayı düşündük ama paslı gereçlerle bir ağaç kesmeyi başarsak bile ağacı kaldırıp çelik bir kapıyı kırabi­ lecek şekilde savurmamız mümkün değildi. Binanın içindeki her türlü malzeme ve ekipman sıkı sıkıya kilitlenmişti. Fısıltılar duydum, çayırı aşan yağmur gibi şiddetlenerek tısladılar. Kulağıma gelen iniltiler özlem taşıyordu; yalvarı­ yor, acı çekiyorlardı. Sesler her seferinde istasyonun içinden geliyordu -umutsuzca istasyonun içine girmenin bir yolunu arayan yalnızca biz değildik. Fısıltılar baştan beri bize yol göstermişlerdi. Şimdi de, içeri girmemiz için yalvarıyorlardı. Nihayet, alacakaranlığın çökmesine yakın, pes edip mağa­ raya döndük. Ateşi canlandırıp dün gece sırasında etrafa da­ ğılan yatağı toparladık. Ben tekrar yastık yapıp battaniyeleri yerleştirirken, Tarver da ateşin yanma çömeldi. Bu gece daha büyük bir ateş yakmayı planlıyordu. Soğuktan donmayınca, daha kolay çıplak kalırız, demişti. “Yoksullarla takılmak o kadar da kötü değilmiş ha, Bayan LaRoux?” diye takıldı, derme çatma yatağımıza devrilip beni de kendi üzerine çekerek. O şartlarda oralı olmak istemesem de, birden sinirlendim. “Onca şeyden sonra hâlâ bunu yapmak zorunda mısın? Sen­ den yukarıdaymışım gibi davranmak zorunda mısın?” Tekrar gülümseyip geçiştirircesine omuz silkti. “Sizin al­ tınızda olduğumu bütün evren biliyor, Bayan LaRoux. Umu­ rumda değil.” “O gemide aşağı yukarı elli bin kişi vardı.” Kelimelerimi 365

K aufm an

/

Spooner

özenle seçtim. “Üç bini askerdi. En azından bir düzine madal­ yalı savaş kahramanı vardı ama ben seni seçtim.” Konuşmaya yeltendiyse de, elimi kolunda gezdirmemle duralaması bir oldu. Dokunuşumla, sesi boğazında düğümlen­ di. Yeni yeni kavuştuğum bu güç başımı döndürüyordu. “Senden hoşlanmamın nedeni hayatımı kurtarman mı sanı­ yorsun? Sen yapılması gerekenleri bilirken, benim bilmemem mi ya da kamımın doyduğundan emin olman ya da aklımı yitirmeme engel olman mı? Gezegende senden başka erkek olmadığı için mi senden hoşlandım sanıyorsun?” İtiraz edecek olduysa da yüz ifadesinden belliydi. Söylediklerim çok da boş değildi. “Bunların hepsi yüzünden,” diye fısıldadım. “Gücünü se­ viyorum ama içindeki iyiliği de seviyorum, yumuşaklığı. An­ nenin hiçbir özelliğini almamışsın gibi davranıyorsun ama bu doğru değil. İçinde... içinde şairlik var senin.” Keskin bir nefes aldı, koluyla bana daha da sıkı sarıldı, parmaklarını saçıma dolayıp beni iyice kendine çekti. Nefes alamadım -nefes almak istemedim. Konuştuğunda sesi belli belirsiz titriyordu -beni ilk kez öptüğü zamanki gibi. “Bazen bütün kelimeleri ağzımdan çekip alıyorsunuz, Ba­ yan LaRoux,” dedi geriye yaslanarak. Ardından beni kendi­ ne doğru çekip dudaklarının baskısıyla cevap vermeme engel oldu. Öpmeye ara verdiğinde nefes nefese, gözlerimi kırpıştı­ rarak ona bakmaktan başka seçeneğim yoktu. “Yine de haklı mısınız değil misiniz, emin değilim Bayan LaRoux,” diye mırıldandı. “Üzerimdesiniz işte.” Yukarı, bana doğru bakarken, gözlerinde parlayan neşeli 366

B e n i rrı l) / a k Y ı l d ı / ı m

ışıltıyı fark etmem birkaç saniye aldı. Kendine özgü kahka­ hasıyla güldüğünü anladım; benimle dalga geçmek için de­ ğil, mutlu olduğu için. Ben de mecburen, ateşler içerisinde yattığı sırada ondan öğrendiğim laflardan birini savurup yas­ tık görevi gören çamaşır torbasını kaptığım gibi kafasına ge­ çirmeye yeltendim. Hedefe yaklaşamadan bileğimi yakaladı, öyle hızlı hare­ ket ediyordu ki nefesim kesildi. Beni tekrar yuvamıza çeker­ ken, kahkahalarla güldüm. Kahkahamı dudaklarıyla durdurup omurgamdan aşağı, kamımdaki kıvılcımlara benzeyen elekt­ rik dalgalan gönderdi. Başını eğdi ve kulağımın arkasına bir öpücük kondurup beni kışkırttı, çenemi kaldırıp boynumdan aşağı inmeye ko­ yuldu. Dudaklarının yumuşaklığıyla, yüzündeki kirli sakalın sertliği arasında bariz bir tezat vardı. Kıvılcım, dedim içimden ve zihnimin gerisinde bir şeyler kıpırdandı. Oralı olmamaya çalıştığım bir fikrin tohumu, bir­ den olgunlaşmış bir plana dönüştü. “İstasyonun kapılarını patlatalım!” Tarver öpücüğün ortasında kalakaldı, başını kaldınp şaşkın şaşkın bana baktı. “Ne yapalım dedin?” “Kapılar! Kaldırabileceğimiz boyutta bir koçbaşıyla kırıla­ mayacak kadar kalın olabilirler ama ya patlatırsak? İşe yarar, haksız mıyım?” Biraz şaşkın, biraz huysuzdu. Araya girilmesinden hoşlan­ mamıştı. “Bu halinle her zamankinden daha büyüleyicisin.” Bir kahkaha attım ve elimi kaldırıp parmaklarımı saçların­ da dolaştırdım. “Uzay mekiği, barakadaki? Arka tarafta dolu 3 67

K aufm an

/

Spoonor

yakıt tankları vardı. Birkaç tanesini kapıya dayasak, bir sicim bulup fitil yapsak, parti hazır demektir.” Yüz ifadesi huysuzdan, ihtiyatlı bir hayranlığa dönüştü ve elimde olmadan, onu etkilemiş olmanın heyecanıyla ürper­ dim. Acıma ya da şaşkınlık değil, gerçek bir hayranlıktı; sanki eşitmişiz gibi. “Sen de kimsin,” dedi nihayet. “Ne yaptın benim Lilac’ıma?” Benim Lilac’ım. Biraz durup bunun tadını çıkartmak is­ tedim ama kendi fikrimin heyecanına fazlasıyla kapılmış du­ rumdaydım. “Anna’nm ağabeyleri vardı ve küçükken, tenis kortunda durmadan bir şeyler havaya uçururduk. Babam kor­ tu o kadar çok düzeltmek zorunda kaldı ki.” Anılar yüreğimi sızlattı, boğazım bir anlığına tıkandı; kuzenimi kaybetmenin, çocukken yaşadığımız farklı hayatı kaybetmenin -kendi ço­ cukluğumu kaybetmenin sızısıydı bu. Yüzümü görünce, Tarver’m bakışları yumuşadı. “Çok dik­ katli olmamız lazım. Patlamanın ardından oluşacak yangın tehlikesini minimuma indirmek için kapıdaki ağaçlan ve mo­ lozları temizlemeliyiz.” Havada bir elektrik, neredeyse elle tutulabilir bir amacımız vardı. Bir plan yapmıştık. Yüreğime bir bıçak gibi saplanan sızıya aldırmamaya çalıştım -artık birlikte geçireceğimiz za­ manın bir sınırı vardı. Geri sayım başlamıştı ve kaça ayarlan­ dığını göremiyordum. Yaşadığımız her an, bir daha bir arada geçirme şansımızın olmadığı anlardı. “Ateşleme için senin silahını kullanabilir miyiz?” Dudaklan düşünceli düşünceli büzüldü. “Gleidel organik maddeleri etkilemek üzere tasarlanmış -metalik değil. Geri 368

B e rıinı

Uzak Yıldızım

zekâlının biri kullanmaya kalkarsa uzay gemisinin gövdesi za­ rar görmesin diye. Yakıt tankında bir çizik bile açamaz.” Elini kaldırıp parmaklarını dudaklarımda gezdirdi. “Fitil kullanırız öyleyse. Çocukken kullandığımız gibi.” Gözlerimi kapatıp dudaklarımda gezinen parmaklarını öptüm. “Patlayıcı olarak yakıt kullanmadım ama prensiplerin aynı ol­ duğuna eminim. Böyle ani bir darbeyle kapılar anında açıla­ caktır. İstasyonun diğer kısımları zarar görmez diye tahmin ediyorum.” Tarver, genizden kısık bir ses çıkarınca ürperdim. “Sağı solu nasıl havaya uçuracağını anlatmaya devam etsene,” dedi ve başını eğip ben araya girmeden evvel başladığı işe döndü.

İstasyon kapılarının önündeki alanı temizlemek neredeyse bütün günümüzü aldı. Elektrikli aletlerin şarjı uzun zaman önce bitmişti, o yüzden paslı testerelerle barakada bulduğum koca makası kullandık. İşimiz daha önce de biterdi aslında ama daha ne olduğunu anlamadan, kendimi onun yanı başında buluyordum. Sürekli öpücük talep ediyordum, o da arzuma boyun eğmek için elindeki işi bırakıp duruyordu. Pek de iyi bir ekip olduğumuz söylenemezdi, birbirimizi yapmamız ge­ reken işten alıkoyuyorduk. Fidanları kesip dikenli çalıları te­ mizledik, dört tane yakıt tankını kapıya dayadık. Yakıt tanklarındaki göçük ve tahribatı inceledim ve ateş­ leme fitili olarak kullanacağımız eğri büğrü halata baktım. Bunun başta düşündüğüm kadar hatasız bir plan olduğundan emin değildim. Sorun çıkabilecek sürüyle nokta vardı. 369

K aufm an

/

üpooner

Güneş ağaçlann arasından alçalıp ufka yaklaşırken, Tarver kestiği son fidanları da uzaklaştırdıktan sonra gerinip sırtını kütürdetti. Yanma gidince başını çevirmeden kolunu kaldır­ dı, yerimi alacağımdan emindi. Kolunun altına girip kollarımı beline doladım. “Şimdi yapsak mı?” Dudaklarımı göğsüne dayayıp göz­ lerimi ona çevirdim. Kurtarılma zamanımızı o belirlesin isti­ yordum. Benim objektif olmam mümkün değildi. Bir yandan kurtarılmayı deli gibi istiyor, bir yandan da hiç istemiyordum -burada kalmakla gitmek arasında kapana kısılmıştım. “Yapalım derken ne kastettiğine bağlı,” dedi, parmaklarını sinsice tişörtümün kolundan içeri soktu. “Kes şunu,” diye karşılık verdim ama sesimdeki neşeli ton yüzünden beni ciddiye aldığından emin değilim. “Bu gece olmaz,” dedi, eğilip beni öpmeden evvel. Tekrar konuşana kadar uzun bir an geçti. “Hava aydınlanana kadar bekleyip hazır mıyız, değil miyiz emin olalım. Yarın.” “Bir zamanlar burada görev yapan insanlar vardıysa, içeri­ de yiyecek malzemesi de vardır. Jeneratör varsa sıcak su bile olabilir. Yataklar.” Ona bakarak sırıttım. “Şu ana kadar yatak­ sız kalmanın eksikliğini hissetmedik gerçi.” Tarver tek kaşını kaldırıp yer değiştirdi ve bana bu kez iki koluyla sarıldı. “Hayır, ama yerde yatmanın kendine göre sı­ nırları var.” Tekrar eğilip beni öptü, sargılı eli tişörtümün altından yu­ karı doğru çıkarken yaralı olduğunu -onu kaybetmeme ramak kaldığını- hatırlamamla birlikte irkildim. Bunu onun yapma­ sına izin veremezdim. Yakıt tanklarının ne ölçüde patlamaya 370

B e n t rrı U z a k Y ı l d ı z ı n ı

hazır olduklarını ya da ateşleme fitilinin ne hızla yanacağını bilmiyorduk. Bir süre beni öpmesine izin verdim, üzerimdeki kıyafet­ lerden birini çıkartmaya hazırlanırken çıkarttığı yumuşak, ho­ murtuyu andıran sesi hissedene kadar bekledim. Denemeden evvel, akimın iyice başka yerde olmasını istiyordum. Bundan hiç hoşlanmayacaktı çünkü. Dudaklarımı azıcık uzaklaştırıp mırıldandım, “Yarın sabah fitilleri denemeye başlarım. Yakayım derken bir elimi kaybet­ me fikri hoşuma gitmiyor.” Tarver tekrar eğilmeye hazırlanırken, kaşlarını hafifçe ça­ tıp duraladı. “Elini kaybetmen fikri benim de hoşuma gitmedi açıkçası. İki elini de seviyorum. Ben hallederim.” “Saçmalama,” dedim, en iyi, en yaman gülümsememi kullanarak. Bana inanmasını nasıl da umutsuzca arzu ettiği­ mi anlamasına izin veremezdim. Bir terslik olduğu takdirde, canının yanmasına dayanamayacağımı anlamasına izin vere­ mezdim. “Çocukken sürekli bir şeyler patlatırdım ve babamın ruhu bile duymazdı.” Kaşları hâlâ çatıktı ve yüz ifadesinde bir şeyler gizliydi -korku muydu? Çözemiyordum. “Darbenin nasıl karşılana­ cağım biliyorum,” dedi. “Kendimi nasıl yere atacağımı ve patlamadan nasıl koruyacağımı.” “İyi de bunları yapmama gerek kalmayacak çünkü ben ne yaptığımı biliyorum. Kahraman olmaya çalıştığım filan yok. Yüzde yüz güvenli. Bir terslik olursa, senin başına bir şey ge­ lirse, ben burada tek başıma on saniye bile dayanamam. Bana bir şey olursa, sen başının çaresine bakabilirsin.” 371

Kan l'man

/

Spoonor

Yüzünde az önce midesine bir yumruk indirmişim gibi bir ifadeyle bana baktı. İçinde süren savaşı neredeyse gözle göre­ biliyordum. Yine de haklıydım ve her şey bir yana, en azından ne kadar kararlı olduğumu görmek zorundaydı. Ateşler içe­ risinde yanan yüzü gözümün önüne geldi ve onu kaybetme­ ye nasıl da yaklaştığımı hatırlamak bile boğazıma bir yumru oturmasına yetti. Bunun bir daha olmasına izin veremezdim. “Basit bir risk-fayda analizinden bahsediyoruz,” diye mı­ rıldandım. “Bunu bana sen öğrettin.” Tarver tek elini kaldırıp yüzüme dokundu, parmağıyla ya­ nağımın kıvrımını okşadı. “Sana bir şey olursa,” diye mırıl­ dandı. “Başımın çaresine bakamam, inan bana.” Uzanıp elini tuttum, parmaklarımı parmaklarına doladım. “Lilac, emin misin?” Elini sıktım, başımı kaldırıp ona bakarak yüzümdeki kararlı ifadeyi, emin olmanın verdiği rahatlığı, görmesine izin verdim. Yapabilirdim. Bunu varlığımın her zerresinde görmesini sağlayacaktım. Fitili onun ateşlemesine izin veremezdim. Kendini tekrar tehlikeye atmasına izin veremezdim. “Kesinlikle.” Bakışları birkaç saniye benimkini incelerken nefesimi tu­ tup bekledim. Sonra başını eğip alnıma bir öpücük kondurdu ve ikimizi mağaraya götürmek üzere döndü. Eski hayatımın beni hazırlamadığı çok şey vardı. Sosyete dünyasında; balolar, kostümler ve entrikalar âleminde; yaban haya­ tın ortasında, kaderin bir cilvesiyle tanıdığım bu adamla birliktey­ ken kullanacağım fazla bir beceri geliştirdiğimi söyleyemezdim. Yine de hâlâ iyi yalan söylediğim kesindi. 372

"Sizi buldukları yer, binanın fazla uzağında değildi. Binaya olduğunu açıklayabilir misiniz?" “İçeri girmeye çalıştık. Son çıkan, kapıları kilitli bırakacak kadar düşüncesiz davranmış. Dolayısıyla biz de yaratıcı çözümler bulmak zorunda kaldık.” “Bayan LaRoux da bu vandallık eylemine karıştı mı?” “Vandallık mı? Yaşam savaşı veriyorduk.” "Soruyu tekrar etmemi ister misiniz?” “Karışmadı elbette.” “Sürekli bir arada olduğunuzu söylemiştiniz.” “Bayan LaRoux ellerini kirletmeyi seven kızlardan değil. Ağaçların arasında bekledi, zarar görmeyeceği bir noktada.”

OTUZ BİR TARVER

“MUTFAK

HÂLÂ

ÇALIŞIR

DURUM DA

MIDIR ACABA?

Düşünsene, kapının öbür tarafında gerçek yiyecekler bizi bekliyor olabilir.” O gece kafamı dağıtmaya çalışıyordu, ateşleme fitili üzerine sohbete geri dönmemizi istemediği belliydi. Aklımı o konudan uzak tutmak istiyorsa, tişörtünü çıkartmasının yeteceğini söylemeyi düşündüm. “Umarım.” Şüphe yüreğimi sızlattı. Fitili onun ateşleme­ sine izin vermenin daha mantıklı olduğunun farkmdaydım. Daha önce de yapmıştım. Yaralandığı takdirde, ben onunla daha iyi ilgilenebilirdim. Yaralanma ihtimali de daha düşüktü. Yine de. “Yatak da vardır, yerde yatmaktan kurtuluruz.” Ona sıkıca sarıldım. “Dönüp dolaşıp yatağa geliyorsunuz, Bayan LaRoux. Aklınızda başka bir şey mi var?” “İtirazın mı var yoksa?” Halinden memnun ve cilveliydi. 375

Kaul'rnnn

/ Spoonor

Elini kolumdan yukarı doğru gezdirdi. Üzerimde gömleğim olsaydı, kolumu çeker; benden ayrı kalmaya dayanamıyormuş gibi, öpmek için beni kendine yaklaştırırdı. Cümlemin yarı­ sında bana ne söylediğimi unutturabileceğini biliyordu artık. “İtiraz mı? Ne alakası var.” İstediğine boyun eğmek, ken­ dimi aklımı başımdan alma çabalarına bırakmak geliyordu içimden. Beni böyle bir anda aptala çeviren biriyle ilk kez karşılaşıyordum. Yine de emin değildim. “Binayı unutsak na­ sıl olur?” dedim alçak sesle. “Bırakalım gitsin. İçeri girmemiz şart mı?” Eli duraladı. Beni görebileceği noktaya kadar geri çekildi. “Ciddi misin sen?” “Ben aptal değilim, Lilac.” Parmaklarımla elmacık kemik­ lerini takip ederken, dokunuşumla solgun tenine yayılan rengi izledim. “Bunun ne kadar tehlikeli olduğunun farkındayım.” “Kurtarılmamız için tek şansımız bu. İçeride bir iletişim sis­ temi olmak zorunda, imdat çağrısı gönderebileceğimiz bir şey.” Kurtarılmak artık önceliklerim arasında değildir belki de.

Kelimeler dilim uçundaydı ama sesli söylemeye cesaretim yoktu. Onun yerine, ona sımsıkı sarıldım, kollarımı beline iyice doladım. “Umarım öyledir. Burayı neden terk ettiklerini bile bilmiyoruz. Fısıltılarla alakalı bir şey herhalde. Ama ne?” “Sır içinde sır,” diye mırıldandı. Ne demek istediğini sor­ maya hazırlanırken, konuşmaya başlamadan evvel düşüncele­ rini toparladığında aldığı yavaş, itinalı soluklardan birini aldı. “Ordunun zihin kontrolü ve telepati üzerine deneyler yaptı­ ğına dair söylentilerden bahsetmiştin. Şirketler de yapıyordur belki. Buradaki olay da bu olabilir mi acaba?” 376

B e n i r rı LJ / a k Y ı l d ı z ı m

Lilac’ın kafasının en iyi yatakta çalışmasına, bir parça şaşı­ rıyordum açıkçası. Benim beynim böyle koşullarda neredeyse tamamen duruyordu. “Bu varlıkları keşfettiklerini, sonra da üzerlerinde araştırma yapmak için burayı galaksinin geri kala­ nından sakladıklarını mı düşünüyorsun?” “Bu gezegende neler olduğunu bilmiyorum, Tarver ama olan her neyse -işin içinde her kim varsa- bir takım yetenek­ lere sahip. Yüreklerimizin içini görebiliyorlar, rüyalarımızı etkileyebiliyor, düşüncelerimize yön verebiliyorlar. Yoktan cisim yaratabiliyorlar. Kim bilir başka nelere güçleri yetiyor? Bu tür bir güç elde edebilmek adına bütün şirketlerin, hatta ordunun, her şeyi göze alacağından eminim.” Midemi ele geçiren bulantıya aldırmamaya çalıştım ama onun haklı olduğunun farkındaydım. Gezegenleri terraformdan geçiren şirketlerin, merhametleri ve ahlak yapılarıyla ta­ nınmadıkları bir gerçekti. “Ne olduğunu bilmiyorum,” diye devam etti Lilac, “ama fısıltılar bizi bu noktaya yönlendirdiler. Cevaplar bu binanın içinde. Yarın neler olduğunu öğreneceğiz.” Zoraki gülümsedim. “Yarın,” diye tekrarlayıp ona sımsıkı sarıldım. O da kıvrılıp bana sarıldı, iyice koynuma sokuldu. “Olur da kurtarılırsak, ne yapacağız? Yiyip içmeyi ve basına poz ver­ meyi bitirdikten sonra?” “Basma poz verecek olsan sensin,” diye düzelttim gülerek. “Yakanı kurtaracağım sanıyorsan, yanılıyorsun,” dedi. “Roderick LaRoux’nun biricik kızının hayatını kurtaran kişi­ sin sonuçta. Dikkatlerinden kaçacağını sanmıyorum.” 377

Kau fm an /

Spo o no r

“Komutanım icabına bakacaktır. Eve gidip annemlere tek parça olduğumu göstermem için bir hafta izin verilir, sonra bir süreliğine sessiz bir yere göreve gönderilirim. Burada görmememiz gereken şeyler gördüysek, biraz fazla sessiz bir yer seçebilirler.” Teni öyle yumuşaktı ki vücudunu okşayan ellerim sert kalıyordu. Bir süre konuşmadı, kıpırdamadan durdu, genelde yaptığı gibi elime yaslanmadı. Bekledim, düşünüp taşınmasına izin verdim. Nihayet konuşmaya başladı. “Öylece... kaybolup gi­ decek misin yani?” diye sordu yumuşacık. “Bize ne olacak peki? Ortadan kaybolursan, biz ne olacağız?” Bu soruyu geçiştirecek, uçan bir cevabım yoktu. Bize ne olacağını ben de bilmiyordum. Ufukta binayı görüp nihayet kurtarılma şansımızın olduğunu keşfettiğimizden bu yana her gün, her saniye unutmaya çalıştığım bir soruydu bu. “Artık on dört yaşında değilim.” Tek dirseğinin üzerinde doğrulup bana baktı. “Babam güçlü bir adam olabilir, bütün galaksiyi kendi keyfine göre idare ediyor olabilir ama bu du­ rumu değiştiremeyecek. Ne kadar güçlü olursa olsun, onunla mücadele edeceğim.” Mavi gözlerinde ciddi, kararlı bir bakış vardı -sakindi. “Senin için mücadele edeceğim.” Nefesimi benden çalmıştı. Elimle beline iyice sanldım, ta ki hafif bir itiraz sesi çıkartana kadar; canını yaktığımı idrak etmem birkaç saniye sürdü. Onu öpmek istiyordum, o da benim kadar kayboluncaya dek. Yüreğim göğüs kafesimi kap­ lamıştı. Yine de, insanlar gerçek dünyaya döndüklerinde neler olduğunu biliyordum. Arkadaşlanyla, aileleriyle bir araya 378

Benim

U /ak

Yıldızım

geldiklerinde neler olduğunu görmüştüm. Günlük hayatın ritmi geri döndüğünde; küçük akıntılar, onları hayatın akışı­ na doğru çekiştirdiğinde. Şu anda istediği buydu ama benim gibi birinin ait olmadığı bir dünyaya döndüğünde ne olacaktı? Bana vaatlerde bulunmasına izin verirsem, eski hayatına dö­ nüşünü, beni ve yaşadığımız her şeyi geride bırakmasını izle­ mek zorunda kalınca ne olacaktı? Buna dayanabileceğimden emin değildim. Kendimi yeniden nefes almaya zorladım. “Lilac.” Sesim kendi kulağıma bile cılız geliyordu. “Böyle sözler vermesek iyi olacak.” Yutkundu. “Kendin mi emin değilsin, yoksa benim emin olmadığımı mı düşünüyorsun?” “İkimizin de arzu ettiği kadar basit olmayabilir demek is­ tiyorum.” “Dünyadaki en basit şey,” diye fısıldadı, eğilip dudaklarını benimkilerde dolaştırırken. “Sen emin olana kadar beklemeye hazırım. Nasıl olsa sen de göreceksin.” Ona çoktan gördüğümü söylemek istedim, ondan önce bu noktaya vardığımı -isterse, paparazzilerden oluşan bir ordu­ nun ve babasının karşısına çıkacağımı söylemek istedim. Ama uygarlığa döndüğü anda, her şeyin nasıl değişebilece­ ğinin farkında değildi. Ben de onu imkânsız vaatlerini tutma­ ya zorlamayacaktım.

Sabah olunca acele etmeden hazırlıkları tamamladı. Bu kı­ sım doğru çıkmıştı en azından -iş sağı solu havaya uçurmaya 379

K a u f ’m n n / ı S p o o n c r

geldiğinde, ne yaptığım biliyor gibiydi. Bu yönünü herkesten gizlemelerine şaşırmamalıydı -asiller arasında pek de kabul gören bir hobi olmadığı açıktı. Onun talimatları doğrultusunda yakıt tanklarını altı farklı şekilde yerleştirdim. Mesafeleri adımladı, farklı ateşleme fi­ tilleri denedi. Yakıtın bir kısmım attık -yakıtın buharlaşma­ sı için yer bırakmak lazımmış, Öyle diyordu. Ben de havaya savrulduğu takdirde zarar verebilecek şeyleri temizleyerek oyalandım, ta ki benim bile Lilac’ın bir tarafını morartma teh­ likesi olmadığını kabul ettiğim, dallan ve çakıl taşlarını topla­ maya başlayana kadar. Sonra da bir ağacın dibine oturup onu izlemeye koyuldum. İnanılmaz görünüyordu. Farklı bir açı vermek için iki parmağıyla fitili oynatırken, öyle sakin, öyle kararlıydı ki. Böyle anlarda onu annemle babamın kır evindeyken hayal edebiliyordum. Onu bizimle birlikte onu odun toplarken göre­ biliyordum; sebze doğrarken, uzun yürüyüşlere çıkıp eğlenir­ ken. Annemle babam onu sevecekti bence. Orada mutlu olabilirdi. Delice inanmak istediğim için böy­ le düşünmediğimden emin olsaydım keşke. Fitilin ucunda çömeldi, omzunun üzerinden geriye bakıp bana gülümsedi ve ben de, elim kolum bağlı, gülümsemesine karşılık verdim. Derken, başını kibriti çakmak için eğdiğini anladım ve ka­ famın içinde bir parça yerine oturdu. Yapamazdı. Yapmaması lazımdı. Dalıp gittiğim hayallerden bir anda uyandım ve yal­ palayarak ayağa fırladım. Çok yavaş, çok çaresizdim. Nasıl bildiğimi bilmiyordum ama emindim ve Lilac alevi fitile değ­ 380

fi o n i rn U z a k Y ı l d ı z ı m

dirmek üzere eğildiğinde, bütün içgüdülerim çığlık atmaya başladı. Küçük alev, sicimden fitilde hızla ilerledi, fazla hızlıy­ dı. Rüzgâr aniden şiddetlenince, fitil daha da hızlanıp yakıt bidonlarının üzerine sıçradı. Benim gördüğümü o da gördü ve dönüp uzaklaşmaya ça­ lıştı. Ağacın yanında elim kolum bağlı dikildim. Kıpırdayamadım. Yakıt tankları havaya uçmadan önce, yedi adım atabildi. Alevler arkasında yükseldi ve bir saniye sonra, gümbürtü duyuldu. Bina teneke kutu gibi açılırken, Lilac bedeninin bir ağırlığı yokmuşçasına havaya uçtu. Etrafında moloz parçalan yağarken tok bir sesle yere çarptı. Bedenime söz geçiremiyordum, olduğum yere çakılmıştım ve yanma gidemiyordum. Nihayet, yere kök saldığım noktadan ayağımı kopartıp hare­ kete geçtim. Sona kalan hafif parçalar çevremizde yağarken, bir düzine kadar minik ateşin arasında kıpırdamaksızın, yüzü­ koyun yatıyordu. Kendimi yanına attım; bir elimle omzunu, diğer elimle de kalçasını tutarak çevirdim. Boğazım düğümlendi, adını dahi fısıldayacak gücüm yoktu. Onu çevirmeme itiraz etmedi, tek eliyle kamını tutarken, diğer eliyle güçsüzce bana doğru uzandı. Yüzü bembeyazdı ama bulaşan kir ve yanağındaki morluk dışında bir çizik yoktu. Patlama anından bu yana ilk kez, ci­ ğerlerim havayla doldu. “Bir ara bayağı heyecanlandım,” diye mırıldandı, gözlerini açmadan. “İşe yaradı mı bari?” 381

K a lı f ’m a n /

Spoo ner

“Uzaydan bile görülmüş olabilir,” diye fısıldadım, üzerine eğilip almmı onunkine dayayarak. “İyi misin?” “Şşş.” Sesi güçlükle duyuluyordu. “Tarver, senden...” Su­ sup gergin dudaklarının arasından yumuşak bir inilti çıkarttı, acıdan gözleri sımsıkı kapandı. Yüreğim sıkıştı. “Lilac, neren acıyor, söyle bana.” Eliyle gömleğimin koluna yapıştı, beni öpmek için kendine doğru çekerken yaptığı gibi. Aşikâr bir çabayla gözlerini açtı, kirpiklerini kırpıştırıp bakışlarını netleştirdi. “Konuşmadan dinle, tamam mı? İçeri girdiğinde, bir jeneratör bulacaksın. İşaret... işaret göndermeye yetecek gücü bulmak zorundasın.” “Lilac, bırak şimdi bunu. Önemli değil.” Bir yeri acıyordu ama neresinin acıdığını göremiyordum. Ellerim titreye titreye, önündeki düğmeleri açmaya başladım. “İçeri girdiğimizde bir çaresini buluruz.” “Sanmam,” diye fısıldadı, boğuk sesle. Sonra kamına do­ ladığı elini kaldırıp sakladığı şeyi gösterdi; bir arada tutmaya çalıştığı şeyi. Kanlı gömlek ve deriden oluşan düğümü, derine saplanmış metalin parıltısını gördüm. Duyamıyor, göremiyor, düşünemiyordum. Bedenimse ne yapması gerektiğini biliyordu. “Elini üze­ rinde tut, bastırmaya devam et!” Kendi sesimin savaş meyda­ nındaymışım gibi kükreyerek emir verdiğini duydum. Düşe kalka çantanın yanma koşturup Lilac’ın İkarus’tan kurtardığı ilkyardım malzemelerini çıkarttım; asıl önemli olan küçük şi­ şeyi bulmaya çalışırken, şişeler ve sargılar dört bir yana saçıl­ dı. “Elini çekme sakın, pıhtılaştırıcımız var.” “Yapma.” Sesi cılız çıksa da, elini tekrar yaranın üstüne 382

B anım

IJ/ak Y ıldızım

bastırdı. “Sana lazım olacak, yardım gelene kadar.” “Bana şimdi lazım.” Nihayet aradığımı buldum, bir şırınga­ nın ambalajını alelacele parçalayıp emekleyerek Lilac’ın ya­ nına döndüm. Nefes al -bir, iki. Nefes ver -bir, iki. Ellerimin titremesi durdu. Şırıngayı şişeye sapladım, dolarken izleyip kaldırdım, hafif hafif vurup hava kabarcıklarından kurtuldum. Yetmeyecekti. İğneyi eğerek tenine batırdığım sırada bu­ nun farkındaydım. Bu tür bir kanamayı durdurmam mümkün değildi. Metal parçası dosdoğru kamına saplanmıştı. Bu iğne­ nin, parçalan bir araya getirmesi imkânsızdı. “Lütfen,” diye fısıldadı, irkilerek. Boş şınngayı kenara atıp gömleğimi çıkarttım, elini kaldınp kumaşı kamına bastırdım. “Buradayım, Lilac. Buradayım. Bir yere gitmeyeceğim, söz veriyorum.” Zayıfça kolumu ittirdi, şok hali algıları bastmrken, bakışla­ rı beni geçip gökyüzüne kaydı. “İşte bu yüzden daha iyi oldu. Bu senin başına gelseydi, ben çoktan dağılmıştım.” Ben de dağıldım, Lilac. Yine de, bedenim hareket etmeye, ağzım konuşmaya de­ vam ediyordu. “Böyle konuşma. Seni iyileştirebiliriz, bili­ yorum.” Yaraya baskı uyguladım, diğer elimi uzatıp yanağı­ na dokunarak bakışlarını tekrar yüzüme çevirmeye çalıştım. Bana bakmasını istiyordum. İnledi. Sesi yüreğimi parçaladı. “Tarver, sorun değil. Bana yalan söylemeye başlama yine. Korkmuyorum.” Ama ağlıyor­ du, gözyaşlan gözlerinin kenarlarından sızıp şakaklanndan aşağı akıyor, lekelerin üzerinde solgun izler bırakıyordu. Ne diyeceğimi bilemedim. Kelimeler beni terk etmişlerdi. 383

Kautm arı

/ Spooner'

“Babama söyler m isin...” Konuşmayı kesip öksürmeye başladı, dudaklarının kenarından kan damlıyordu. Zihninin bulanıklaşmaya başladığını fark ettim. Bunu da daha önce görmüştüm. Hayır, hayır, lütfen.

Elimi yakalamak için elini kaldırdı, kolumu bulup ona sım­ sıkı yapıştı. “Tarver.” Kan gırtlağına ulaşmıştı artık, fısıltısı suda boğuluyormuş gibi çıkıyordu. “Yalan söyledim. Ben... ben ölmek istemiyorum.” Mavi gözleri kocaman açıldı ve dehşet dolu bakışları beni görmeden öteye dikildi. Pes edip yanına uzanırken tir tir titredim, alnımı şakağı­ na yaslayıp dudaklarım tenine değerken konuştum. “Burada­ yım.” Sesimi kendim bile zor duysam da, o beni duyuyordu sanırım. “Söz veriyorum, Lilac, hemen yanındayım. Hiçbir yere gitmiyorum. Seni bırakmayacağım.” Güçlükle bir nefes daha aldı, diğer elini uzatıp yüzüme do­ kundu, parmaklarını yanağımda dolaştırdı. “Sandım k i...” Eli boşalınca canın bedenini terk ettiği anı hissettim. Bir an için, hiç kıpırdamadan, soluk almadan yana yattık. Derken hain ciğerlerim kasıldılar ve var gücümle engel olmaya çalış­ tıysam da, boğulacak gibi olup nefes aldım. Lilac hâlâ kıpırtısız, hâlâ sessizdi. Gözleri, aynaya dönüşen birer havuz gibi, bana ağaçlan, yaprakları, gökyüzünü göster­ diler.

384

“İyi misiniz, Binbaşı? Boğazınız kurudu galiba,”

"Kusura bakmayın, soruyu tekrar edebilir misiniz?"

OTUZ İKİ TARVER

ŞOKA GİRMİŞTİM, SAHA EĞİTİMİNDEN TANIYORDUM BU HALİ.

Ağzım kurumuş, ellerim titremeye başlamıştı. Üşüyordum. Aşağıya, yüzüne diktim bakışlarımı ama ona uzaktan, bir camın arkasından bakıyorum sanki. Önemsiz ayrıntıları fark ediyordum -kirpiklerinin uzunluğunu, solgun yanaklarında göze çarpan yeni çilleri. Bunlardan haberi olmamıştı. Ama ben onları gördüm, sevdim -sevmiştim. Gözlerini kapatmam gerekiyordu, biliyordum. İzlenmesi gereken adımlar vardı. Bedenim kıpırdamak istiyor, daha önce yaptığı şeyleri yapmaya çalışıyordu ama kontrolsüzce titriyor­ dum. Elimdeki küçük kesikleri ve kararmış tırnaklarımı in­ celedim, titremenin geçmesini bekledim. Geçse, kirpiklerine dokunacaktım ama bir türlü geçmiyordu. Daha da şiddetlendi ve ben büyülenmiş gibi, gözlerimi dikip baktım. Aşırı travmadan uzaklaşmak için, beyin bu küçük aynntı387

K aulm an

/

Spooner

lara önem vermeye başlamıştı. İçgüdüsel olarak tehlike anında ayrıntıları delicesine hafızasına kaydediyordu. Bunun gibi du­ rumlar için eğitilmiştim. Hayır, kimse bunun için eğitilemezdi. Düşünmem gereken başka bir şey vardı, farkındaydım, bil­ diğim diğer şey ama ona her yaklaşmaya çalıştığımda, zihnim ürpererek alelacele uzaklaşıyordu. Düşünemiyordum. Bilemi­ yordum. Aniden ağzıma dolan safrayla dönüp Lilac’tan uzaklaştım. Ellerimi otlara dayayıp öksürdüm, boğulacak gibi oldum, son­ ra güçlükle yutkundum. Nefes nefese kalmış ama kusmamayı başarmıştım. Dirseklerim bükülmeye başladı, onları sağlamca sabitledim. Kendimi bırakır da yanında kıvrılırsam, orada sonsuza dek kalacağımdan adım gibi emindim. Beynime kazman dersler, bunu yasaklıyordu. Sakar hareketlerle, yalpalayarak ayağa kalktım. Ayakta durunca düşecek gibi oldum, gözlerimle açıklığı tarayıp bir şey aradım -herhangi bir şey. Bana ne yapacağımı söylemesi yeterdi. Patlamadan kalan küçük yangınlar sönmek üzereydi. Zaman geçmişti demek. Hatırlamıyordum. Ne yapacağımı da bilmiyordum. Hiçbir şey yoktu burada. Protokol yoktu, uyarı yoktu, toplantı yoktu -hiçbir şey yoktu. Yalnızca ben vardım, açıklığın ortasında dikiliyordum. Ayaklanmm dibinde Lilac yatıyordu. Binadan hâlâ dumanlar çıkıyordu. Duvarlardan biri içeri doğru patlamış, molozlar etrafa dağılmış, metaller bükülmüş­ tü. Açıklığın çevresindeki ağaçlar içeri doğru eğilmişlerdi, 388

R eri i m IJ / n k Y ı l d ı z ı m

ötesinde uzanan ormana ölüm sessizliği hâkimdi. Manzaranın ufacık ayrıntıları düşüncelerimi bulandırdı, aklımı anlam ve­ remediğim şeyden zorla uzaklaştırdı. Zihnimdeki büyük direniş duvarım aşıp geçmeye çalıştım. Lilac öldü.

Bir şey olmadı. Lilac şarapnel yarası aldı. Kanamadan öldü.

Yine bir şey olmadı. Kendi kendime bunları söyleyebilir, zihnimde kelimeleri dolaştırıp durabilirdim ama ufacık bir tepki bile alamıyordum. Kelimelerden ibaretti. Saçma sapan, olmayacak kelimelerden -öyle saçmaydılar ki zihnimin bir kenarına itebiliyordum. Tekrar denedim; bu kez daha küçüktü, düşmek üzere olan bir dişe üzülmek ya da yara kabuğuyla oynamak gibi. Lilac benimle bir daha konuşmayacak.

Ürperdim. Lilac beni bir daha öpemeyecek. Onun kahkahasını bir daha duyamayacağım.

Ciğerlerim sıkıştı. Bunu kendime neden yapıyordum? Nasıl yas tutulacağını bilmiyordum. Ölümle daha önce karşılaşmıştım. Yakınımda görmüş, sıcaklığını tenimde hisset­ miştim. Güvenli, tarafsız bir mesafeden, istihbarat raporların­ daki istatistiklerde görmüştüm. Bütün bir müfrezenin öldüğü­ nü görmüştüm ama sayıları anlam verilemeyecek kadar çoktu. Arkadaşlarımın öldüğünü görmüş, son anlarına tanıklık et­ miştim ve asla terk etmeyeceklerine inandıkları sevdiklerine son mesaj lannı iletmiştim. 389

K aufm an

/

Sponnur

Alec öldüğünde, annemin bana ihtiyacı vardı; ben de ken­ dimi bırakmayı reddettim -am a bu başımıza gelenle cebel­ leşmediğim anlamına gelmiyordu. Şair ruhu, diyordu annem buna. Üzüntümü içimde, güvenli bir yerde tuttum ve onunla sessizce baş ettim. Duyguların askere verdiğim bilgilendirme­ de yeri yoktu. Bunun, savaş alanında, tehlikeden başka bir şey getirmesi mümkün değildi. Orada, acını bir yere kapatmak ve sessizce yas tutmak zorundaydım Ama bu farklıydı. İnsanı sağır ediyor, tüketiyordu. Bir son­ raki görev diye bir şey yoktu. İlgilenmem gereken başka asker yoktu. Bana ihtiyaç duyan bir anne-baba yoktu. Sadece benim Lilac’ım vardı ve onun da, kalbi durmuş olsa da kanı gömleğine yayılmaya devam ediyordu. Teni sıcak, gözleri açıktı, yüzü sarkmıştı. Bunu herhangi bir şeyle karşılaştırmak mümkün değildi. Bu çok fazlaydı. Sesi hâlâ daha kulaklarımdaydı. Bir terslik olursa, senin başına bir şey gelirse, ben burada tek başıma on saniye bile dayanamam. Bana bir şey olursa, sen başının çaresine bakarsın.

Buna cevap verdiğimi de hatırlıyordum. Sana bir şey olur­ sa, başımın çaresine bakamam, inan bana.

Aslında, şu anda hiçtim. Yoktum artık. Kaybolmuştum. Tek dizimin üzerine çöküp onu kollanma aldım. Başı geri­ ye düşerken kolu cansız şekilde aşağı sarkıyordu. Teni şimdi­ den farklı gelmeye başlamıştı. Onu biraz daha kendime çekince, başı omzuma düştü. Kanı tenimde iz bıraktı. Patikayı takip ederek onu mağaraya taşıdım. 390

13 e; n I m U z a k Y ı l d ı z ı m Onu bugün gömemezdim. Çukur kazmaya gücüm yoktu. Pratik düşünen, korkunç bir yanım, yorgunluktan tükenene kadar kazsam da yeterince derin kazamayacağımı biliyordu. Yarını beklemek zorundaydım. Ayrıca onu gözümün önünden ayırmaya hazır değildim. Onu yatağımıza yatırdım, boynunu özenle düzeltip ellerini birleştirdim. Başının altına da yastığı koydum. Yanına, mağaranın taş zeminine uzandım, sırtüstü yuvarla­ nıp kayanın arasındaki baca görevi gören yarıktan sızan gün ışığına diktim gözlerimi. Elimle onun soğuk elini tuttum. Bir müddet sonra, tavandaki çatlaktan artık ışık girmediği­ ni fark ettim. Onu şimdi değil, sabaha gömecektim. Olan biteni, ortaya çıkmadan ya da dâhil olmadan gözlem­ liyordum sanki. Bir mağarada, bir kızın yanında yatan bir de­ likanlı görüyordum. Karanlıkta, uyuyor gibiydiler. Sonunda binayı yavaş yavaş hatırlamaya başladım. Duva­ rı gözümün önüne getirdim, patlamada içeri doğru çöküşünü. Duvara ilişkin anılarım duman ve toz bulutunun gerisindeydi, o yüzden içeriyi göremiyordum. Uyuşuk, ilgisiz bir ruh haliy­ le, yarın gidip içeriyi keşfetmem gerektiğini düşündüm. Kırı­ lan kapıdan geçebileceğimden emin değildim sadece. Birkaç dakika, belki de bir-iki saat sonra, Gleidel’in sırtıma battığım hissettim. Kolumu büküp silahı yerinden aldım, par­ maklarım onun aşina kabzasına dolanıp yerlerini buldular. Si­ lahı kaldırıp namluyu çenemin altına yerleştirdim. Namlunun ucunu biraz sola kaydırınca, en doğru noktaya oturmuş oldu. Kamımda bir yerlerden başlayan güçlü bir istek yükseliyor­ 391

K a u f ’m a n /

Spoo ne r

du içimde. Omurgamdan yukan çıkıp kolumda ilerledi, ta ki parmaklarım bir parça gerilene dek. Kimse gelmeyecekti. Bizi kimse bulmayacaktı. Çoktan öldüğümüze karar verilmişti. Yaptığım seçimi kimse bilmeyecekti.

Uyandığımda hava kararmış ve soğumuştu. Kemiklerim sızlı­ yordu. Battaniyelerin değil, taşın üzerinde yatıyordum. Nere­ deydi bu kız? Beni kenara itmiş, battaniyeleri de beraberinde mi götürmüştü? Kendi kendime hafifçe gülümsedim. Olacak iş değildi. Ge­ celeri öyle ısrarcı oluyordu ki, koynuma sokulup sıcaklığımı çalacağını, bütün bedenimdeki ısıyı emeceğini söyleyip dalga geçiyordu. O, sırtını bana yaslarken ben de kollarımı ona do­ luyor, yüzümü saçlarına gömüyordum, sonra... Hatırladığım anda, yumruk yemiş gibi oldum. Boğazım dü­ ğümlendi, kaslarım gerildi, zihnim bulandı. Nasıl hareket edi­ leceğini hatırlayamıyordum -kollarım bacaklarım uyuşmuştu. Sonra, yavaşça, istemeye istemeye tekrar bedenime döndüm. Tek dirseğim üzerinde doğruldum, sırtım uzun süredir so­ ğuk zeminde yatmaktan çığlık çığlığa itiraz etti. Göz kapaklarım ağır ve isteksizdiler ama gözlerimi kırpış­ tırıp etrafımı net görmeye çalıştım. Lilac karşımda bağdaş kurmuş yüzünde bir gülümsemeyle oturuyordu. Soluğum süratle boğazıma yükseldi ve öksürerek, boğulma­ mak için soluk almaya çalışarak, yan tarafıma yuvarlandım. Lilac yanımda yatıyordu, ölmüştü. 382

B e nim Uzak Yıldızım

Geceleyin gözlerime bir karaltı gibi gelen, yanımda güç­ lükle görülen bedeni fark etmem en fazla bir saniyemi aldı, önümde bağdaş kurmuş oturan kız aydınlıktaydı ve parlıyor­ du, olacak iş değildi. Titreyerek, hayallerin ağzımın gerisinde bıraktıkları metalik tat yüzünden öksürerek, güçlükle ayağa kalktım. Kıza bakarken, mağaranın duvarında bir görüntü be­ lirdi. Annemlerin evi aniden hayata döndü: beyaz duvarlar, yeşil yapraklar ve Lilac Ta aynı adı paylaşan mor çiçekler. Ahşap ön kapıyı görebiliyordum, pencereleri ve pencere kenarındaki, yeşilliklerle ve sarı çiçeklerle dolup taşan sak­ sıları. Gözlerimin önünde, iki tarafındaki otların rüzgârda dalgalandığı bir patika belirdi. Patika, kızın oturduğu noktaya doğru uzandı ve kıvrılarak geçip gitti. Kız şimdi annemlerin bahçesinde rahat rahat oturuyormuş gibi görünüyordu. Buna dayanamam.

Gleidel’i hâlâ daha elimde tuttuğumu, onu havaya kaldırıp tavana nişan alınca fark ettim. Tetiğe bastığım anda lazer cı­ yakladı ve mekân bir anlığına, şimşeği andıran bir enerji akı­ mıyla aydınlandı. Görüntü titreşti, sonra bir kez daha katılaştı. Onu benim karşıma ne cüretle çıkartmışlardı? Onun anısına dokunmaya nasıl cesaret etmişlerdi? “Defolun gidin!” Sesim çatallı ve kısıktı, çığlığım gırtlağı­ mı yırtacaktı az kalsın. “Defolun, onu rahat bırakın! Defolun buradan!” Silahı ikinci kez doğrulttum ve lazerin sesi bir kez daha yankılanırken, isabet alan kum ve çakıllar yağmur gibi aşağı döküldü. “Ona dokunayım demeyin sakın. Bu kez niye uyar­ madınız, ha? Onu mağaradan çıkartmanın anlamı neydi? Tan393

K aufm an

/

Spooner

rmın bile unuttuğu gezegeninizi bize baştan sonra yürütmenin anlamı neydi? Bunun için miydi? O ölsün diye mi? Biz de di­ ğerleri gibi kapsülün içinde ölüp gitseydik. Birlikte ölmemize izin veremez miydiniz?” O anda onu bana niye gösterdikleriyle, bana niye işken­ ce ettikleriyle ilgilenecek durumda değildim. Sesi kısılmak üzereydi, kelimelerim kesik kesikti ve boğazımı acıtıyorlardı. “Gidin buradan.” Gözlerimi kapattım. “Onun hayatını kurta­ rabilirdiniz. Uyarabilirdiniz. Bu sizin suçunuz.” Gözlerimi tekrar açtığımda, hayal artık orada değildi ve ben karanlıkta tek başımaydım. Sırt çantasına doğru emekledim, son battaniyeyi çıkartıp örtündüm ve sırtüstü uzandım. Gözlerimi kapatıp yavaşça so­ luğumu bırakarak, titremenin geçmesini bekledim.

Sabahleyin uyandığımda, geceyi sert zeminde geçirmekten her tarafım tutulmuştu. Kramp giren kollarımı, bacaklarımı sessizce gerip açmaya çalıştım. Bakışlarımı binanın duvarındaki delikten kaçırmaya özen göstererek, tekrar açıklığa yöneldim. Gözlerimi otla­ rın dibine sızan kandan kaçırdım. Yakıtın durduğu barakaya geçtim, boya tenekelerinin yanından geçip küreğe ulaştım. Mağaranın ağzından bir parça geriye taşıyıp orayı kazmaya başladım. Toprağın yüzeyi kumluydu, kurumuş üst tabaka sürekli ufalanırken, çukur mütemadiyen kendi üzerine çö­ küyordu. Aşağılara indikçe toprak koyulaşıp sıkılaştı. Kü­ reğin ucunu yere dayadım, sonra ayağımla aşağı bastırdım. 394

Benim

Uzak Yıldızım

Ağırlığımı vererek kaldırmak için iki elimi birden kullan­ mak zorundaydım. Üç saat sonra, yeterince derin bir çukur çıktı ortaya. Onun yanma dönmeden önce, derede elimi yüzümü yı­ kadım. Bazen beden, bir gün sonra bile, kaskatı olabiliyor­ du. Katılık çoğunlukla geçmişti gerçi. Onu zorlanmadan kaldırdım. Mezarın içine inip onu özenle yatırdım, bir battaniyeye sar­ dım. Yanında çömelip bütün dikkatimle yüzüne baktım, aklı­ ma söyleyecek bir şeyler gelseydi ya da ağlayabilseydim, ona herhangi bir şey sunabilseydim keşke. Ama bu başka hiçbir şeye benzemiyordu. Toprak ona değmesin diye, yüzüne özenle bir bez yerleştir­ dim. Sonra ellerimi çukurun kenarına dayayıp kendimi yukarı çektim. Katıldığım cenaze törenlerinin hepsi askeriydi ama orada yaptığım konuşmalar buraya uymazdı. Herhangi bir dua da bilmiyordum. Nihayet, Alec’i düşünüp, yanımda hissederek, kazdığım toprağı tekrar mezara doldurmaya başladım. Kulak­ larım battaniyeye yağan toprağın çıkarttığı sese kapalıydı. Ormanın her tarafında çiçekler açmıştı. Binaya girdikten sonra, biraz çiçek toplayıp yatağın etrafını süslemeyi planlı­ yordum. Uyandığında şaşırsın diye. Bu kez kahverengi toprak tamamen görünmez olana kadar, alçak tümseği topladığım kucak dolusu çiçekle kapladım. Ar­ tık ormanda büyüyen yabani çiçeklerden oluşan bir öbekten farkı yoktu. Yanından geçip gitseniz bile, orada olduğunu bi­ lemezdiniz. 395

K aufm an

/

Spoonon

Ben biliyordum gerçi. Burası benim için bir işaret nokta­ sıydı artık. Buradan, ondan ne kadar uzakta olduğumu her za­ man bilecektim.

Yanımda biri yatıyormuş gibi, battaniyenin bir köşesine uza­ nıp uyuyordum. Yastığa sinen kokusu geliyordu burnuma, ge­ celeyin yüzümü o noktaya gömüyordum. Ağaçların arasında yürüye yürüye açtığımız patikanın so­ lunda yürüyor, yanımda ona yer bırakıyordum. Yemek yerken, düşünmeden kuru azığı ikiye böldükten sonra, paylaşacak kimse olmadığını fark ediyordum. Çiçeklerden oluşan tümseğe döndüm, solanların yerine her gün taze çiçekler ekledim. Geçen günleri saymadım bile. Düşünemedim. Aklımı hiçbir şeye veremedim. Binanın içine giremedim, buradan gidemedim. Tekrar uykum geldi. Tekrar kamım acıktı. Her gece, Gleidel’in soğuk metal namlusu boğazıma dayalı vaziyette uykuya daldım.

Kollarım bir kez daha odunla yüklü, ikindi güneşini geride bırakıp mağaraya daldığımda, onu tekrar gördüm. Sırtı bana dönüktü, yatağımızın yanında durmuştu -bedeninin bir geceliğine durduğu noktada. Bu kez, yalancı güneş yoktu, annemlerin kır evinin hayali yoktu. Üzerinde, gezegene düş­ 396

B o n i rrı U z a k Y ı l d ı z ı n ı

tüğümüz sırada giydiği yeşil elbisenin aynısı vardı. Sonunda, enkazda bulduğumuz kıyafetlerle değiştirdiğindeki yırtık pır­ tık halinin aynısıydı. Ne zaman onu hatırlasana, üzerinde hep bu elbise oluyordu. Başını çevirdiğinde midemin aniden ağzıma geldiğini his­ settim. Yine aynı şeyi yapıyorlardı. Kızgın değildim. Yalnızca yorgundum ve acı çekiyordum. Bu hayali istemiyordum. Beni devam etmeye zorluyorlardı sanki, pes etmeme engel olmaya çalışıyorlardı. Ölümü boşuna olmasın, diyorlardı. Ama boşu boşuna ölmüştü. Yanımda o olmayınca ben de boşuna yaşı­ yordum. “Size yapmayın dedim.” Sesim kullanılmamaktan çatallı, boğuk bir homurtuyu andırıyordu. Son konuştuğumdan bu yana günler geçmişti. Kaç gün olduğunu bilmiyordum. “İste­ diğiniz hiçbir şeyi yapmıyorum.” Sesimi duyunca irkilip aniden bana doğru döndü. Yüzü ka­ ranlıkta soluk bir lekeyi andırıyordu ama birden aldığı soluğu ve soluğunun tiz sesini duyuyordum. Konuşmadı. Vizyonlar asla konuşmuyorlardı. Sesleri yalnızca Lilac duyuyordu; rüz­ gârda, bir bedeni olmayan, anlaşılmaz seslerdi bunlar. Onları bir kez olsun duymamıştım. “Yapmayın, lütfen.” Konuşsam beni anlarlar mıydı, bilmiyordum ama düşüncelerimin arasın­ daki kederi okuyabilirlerdi belki. Geriye bir adım attı, malzeme yığma takılıp tökezledi ve devirdiği matara taşa metalik bir gürültüyle çarptı. Elleriyle kulaklarını kapattı, bir çığlık atıp geriledi ve sırtını kaya duva­ ra yasladı. Nefes alıp verişleri sert, yankıların arasında duyu­ lacak kadar yüksekti. 3 97

K aufm an

/

Spooner

Bir terslik vardı. Bir şeyler farklıydı. Kafam tam çalışmı­ yordu, neyin değiştiğini anlayamıyordum. Matara. Ses. Bu ha­ yalin bir cismi vardı -nesnelere dokunabiliyordu. “Bunu nasıl yapıyorsunuz?” Onlara sormuştum ama o ir­ kildi. Yavaş ve ihtiyatlı adımlarla, mağaranın biraz daha içine girdim. Her adımımda irkilip mağaranın duvarına iyice yaslandı. Kapana kısılmış bir hayvan gibi izliyordu beni, bakışları hızla uzaklaşıp tekrar beni buluyorlardı -bana tam bakamıyormuş, bakışlarını da tam kaçıramıyormuş gibiydi. Gözlerimi kapatmak, onu görmemek istedim. Ona doya­ sıya bakmak istedim. “Lütfen.” Ne için yalvardığımdan emin değildim. Canı acımış gibi çığlık attığında, aramızda en fazla bir met­ re vardı. Yana hamle yapıp benden kaçmaya çalışıyordu. Aya­ ğı yerdeki bir dikite takılınca, elleriyle dizleri üstüne kapak­ landı -çaresizce bir telaşla, kaçarak uzaklaştı ve mağaranın girişinde gözden kaybolurken, ben de peşine düştüm. O sırada, gözüme çarpan şeyle bedenimde bir şaşkınlık dalgası dolaştı. Dar girişten küçülerek geçtiği noktaya kan bu­ laşmıştı. Bir hayal nasıl kanayabilirdi? İçgüdülerim kol ve bacaklarıma adrenalin pompaladığı anda, yorgunluk filan kalmadı ve o dere kıyısı boyunca koşarken, ben de ağaçların arasına daldım. Nereye gittiğini ancak oraya çok yaklaştığımızda anladım. Açıklığın ortasına ulaşana dek tempoyu düşürmedi. 398

Bo n im

U zak Yıldızı m

Lilac’m öldüğü kanlı, otların düzleştiği noktaya gelince birden durdu. Orada, dizleri üstüne çöktü. Nefes almaya çalışırken göğsü inip kalkıyordu. Tek elini güneşin solgun ışıklarından korunmak için gözüne götürdü. Açıklığın kıyısında durdum, tek elimi yanımdaki ağacın gövdesine dayadım. Parmaklarımın altındaki sert ağaç kabu­ ğu, Gleidel’in diğer elimdeki kabzasının pürüzsüzlüğüyle te­ zat oluşturuyordu. Silahımı çektiğimi hatırlamıyordum. “Ne­ sin sen böyle? Nereden çıktın?” Soluğu bir kez daha kesildi, o ürperdikçe uzun gölgesi de titredi. Ellerimin titremediğini, gözlerimin net gördüğünü, ancak o zaman fark ettim. Bu bir hayal değildi. Başını kaldırıp bana baktı. Harcadığı çabadan kızaran yüzü gözyaşlarının izlerini taşıyordu. Boş bakışlarla gökyüzüne çevirdiği gözleri artık kocaman ve korku doluydu. Dudakla­ rı yavaşça hareket etti; tereddütle, sanki konuşmak büyük bir çaba gerektiriyormuş gibi. “Ta... Tarver?”

399

“Sıra dışı bir şey fark etmediniz öyleyse?" “Sıra dışı derken?"

"Yapıyla alakalı, Binbaşı.” “Ah, hayır. Sıra dışı bir şey yoktu.” “Öyleyse Bayan LaRoux ile neden istasyonda kaldınız?” “Bayan LaRoux kurtarma ekiplerinin binanın yerinden haberdar olabileceklerine ve bizi orada arayacaklarına inanıyordu.” “Peki ya siz?”

“Ben tekrar tekrar plan yapmaktan yorgun düşmüştüm.”

OTUZ ÜÇ LİLAC

AŞIRI PARLAK, AŞIRI YÜKSEKTİ; TENİMİ, GÖZLERİMİ

yakıyordu. Dünya, dilimde kül ve asit tadı bıraktı ve ben havanın içinde boğuldum. Sırtını taşa dayamış, karşımda oturuyordu. Beni buraya ge­ tirdi, bu mağaraya ve beni izleyebileceği bir yere oturttu. O gözlerini bana dikmiş bakarken, dışarıda güneş battı, karanlık­ ta kaldık. Elinde hâlâ o şeyi tutuyordu. Silahı, diye bilgi verdi zihnim. Bakışları beni yakıp geçti. Omuzlarımı arkamdaki duvara yaslayınca acıdan dişimi sıktım. Vücudumun her tarafı acıyordu. Bedenimi kaplayan kumaş tenimi tahriş ediyordu. Bir derim yoktu da kan, kemik ve acıdan ibarettim sanki. O öylece bakmaya devam etti, gözünü kırpmadan beni iz­ ledi; bir şey olmasını bekliyordu sanki. Tarver. Biliyordum. Onu tanıyordum. Biliyordum... 403

Kaul'ınaıı /

Sponnor

Hareket etti, botunun taştaki fısıltısı aramızdaki mesafeyi çığlık çığlığa aştı. Boğulacak gibi oldum, taşı delip geri çekil­ meye çalıştım. Ama etten ve kemiktendim, ondan bu şekilde kaçmam mümkün değildi. Ben irkilince, o da yerinden sıçradı, silahın namlusunu üze­ rime doğrulttu, karanlığın içinde soğuk metal bir göz gibiydi. “Nesin sen böyle?” Sesi -duymamam lazımdı. Yanlıştı bu. Böyle olmaması... “Cevap ver bana.” Çok öfkeliydi. Çok korkuyordu. Hatırlıyordum -korkma­ sın istiyordum. Ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum. Kıpırdayamadım, bakışlarıyla duvara mıhlanmış gibiydim. Beni parçalara ayırdığını, katman katman soyduğunu hissedebili­ yordum; beni anlamaya çalıştığım. Yutkundum, nasıl cevap vereceğimi hatırlamaya çalıştım. “Lilac,” dedim fısıltıyla, bu isim bir garip geldi. Tekrar dene­ dim, bu kez daha iyiydi. “Lilac.” Çenesini sıkınca yüz kasları gerildi, yüzü dalgalandı. Öne eğilip silahıyla işaret etti. “Bunun doğru olmadığını ikimiz de biliyoruz. O öldü.” Öldü. Öldü.

“Tarver.” Adını söylemeyi denedim tekrar ve dudaklarım bunu kendi adımdan daha iyi becerdiler. “Hatırlamı...” “Adımı söyleme!” Ayağa fırladı, heyecanla, karanlık ma­ ğarada parlıyordu adeta. “Aynı onun gibi -onun gibi söylü­ yorsun.” O sırada hatırladım. “Senin Lilac’ın.” 404

Ben ini

Uzak Y ıldızım

Aramızdaki mesafeyi gözlerimin yetişemediği bir hızla katedip beni arkamdaki duvara yapıştırdı; omuzlarıma yapı­ şan elleri, kolumdan aşağı acı dalgaları gönderdiler. “Böyle konuşma. ”

Yüzündeki ızdırap ve dehşet derine işliyordu. Yüzüne uzanan kendi elimi tanıyamadım. “Tarver, benim.” Omzuma yapışan eli hareket etti, yanağıma dokunmak için yukarı uzandı. Ateş. İrkilip çekilmemek için zor tuttum kendi­ mi. Yüz hatlarında kederle öfke arasında bir savaş vardı, yük­ selen umut kıvılcımını yutuyorlardı. “Nesin sen böyle?” diye tekrarladı, bu kez fısıltıyla. Ancak indirdikten sonra, elinden bir takırtıyla yere düşürdüğünde, si­ lahını bana dayamış olduğunu fark ettim. Tetiği çekseydi keşke. Daha kolay olurdu. Gözlerinin içine bakmaya zorladım kendimi; kaçma arzu­ suyla mücadele ederek, karanlığa, soğuğa ve sessizliğe döne­ min bir yolunu bulmaya çalıştım. “Bilmiyorum.”

405

“Bayan LaRoux ile siz, binanın terk edilme nedenini merak ettiniz mi?” “Merak ettik ama bu konuda yapabileceğimiz bir şey yoktu." “Neden?” “Elimizde bilgi yoktu.” “Teoriler peki?” “Teori üretmemizi gerektiren başka şeyler vardı.”

OTUZ DÖRT TARVER

ONU ÜRKÜTMEMEM LAZIMDI, NE OLDUĞU BELLİ DEĞİLDİ;

her an her şeyi yapabilirdi. Onu mağaraya geri getirdiğimden beri neredeyse üç saattir bir köşeye büzüşüp kalmıştı. Yakınına gittiğimde irkildi, ha­ reket ettiğimde gözlerini sımsıkı kapattı. Her ne olursa olsun, fazla bir tehlike yaratacağını sanmıyordum. Sorun bu değildi. Sorun Lilac’a benziyor olmasıydı. Lilac gibi konuşuyor ol­ masıydı. Buna dayanamıyordum. Mataraya uzanıp büyükçe bir yudum aldım. Mağaranın taş zeminine bıraktığım anda, soluğunu tuttu. Sesler kulaklarını acıttı. Onun yaratılmış bir şey olduğunu hatırlattım kendime, orijinal değildi. Lilac değildi. İyi de, gerçekte arada bir fark var mı? diye fısıldayarak sordu zihnim.

“Canın yanıyor mu?” Adını kullanmaya dilim varmadı. 409

K aufm an

/

Spooner'

“Her şey canımı yakıyor.” Gergin bir fısıltıyla konuşuyor­ du, sesinin titrememesi için uğraşıyor ama başaramıyordu. “Güneş, hava. Dağlarda kardan çıktığımızdaki gibi, donduğun için bir şey hissedemiyorsun ama kar çözüldüğü anda her ta­ rafın acımaya başlıyor.” “Neler olduğunu anlıyor musun?” Sesim üzüntüden çatallı çıkıyordu. Dağları nereden bilebilirdi? “Hayır.” Yutkunmasının arasında kelimeler neredeyse kay­ boldular. “Ne yaptın?” Ben bir şey yapmadım. Gezegenin insanın kafasını karış­ tırma yöntemlerinden birisi sadece. “Ne hatırlıyorsun?”

“Bilmem.” Hâlâ fısıldıyordu. “Bir şey hatırlamıyorum.” Bir saniye sonra “Seni hatırlıyorum,” dedi. Yüzünü. Senin... ve ailenin bir fotoğrafını. Şiirleri hatırlıyorum.” İmkânsızdı. Bunları nasıl bilebilirdi? Tanrım, keşke konuşması Lilac’a benzemeseydi. Yüreğim göğüs kafesimde ezildi. Sırtı hâlâ arkasındaki kayaya sıkıca dayalıydı, eriyip kayanın içinden geçmeye çalışıyordu adeta. Bakışlarımın al­ tında, tek elini yavaşça yanından kaydırıp parmaklarıyla yara­ nın olduğu noktaya bastırdı. Yeşil elbisesinin parçalanan sate­ ninden başka bir şey yoktu. “Merak etme,” diye fısıldadım, sevdiğim kıza benziyordu çünkü; kendime engel olamamıştım. Korkmasını istemiyor­ dum. “Ben de anlamıyorum ama buradasın, güvendesin.” Gerçekten öyle miydi peki? Yoktan var olmuştu, anında yok olup gidecek miydi? Matara yaratmak tamam da, bu bir

insandı. En azından, burada kaldığı sürece ona iyi davranabilirdim. 410

Be n ım

U zak Yıldızı m

“Ne kadardır yokum?” Sesi hâlâ alçak ve titrek çıkıyordu. “Birkaç gündür.” Birkaç gün. Sonsuza dek. Bilmiyorum. Hâlâ yoksun.

Sessizliğe gömüldük, ikimiz de kendi düşüncelerimize çe­ kildik. Yorgunluk artık inkâr edemeyeceğim noktaya kadar beni ele geçirdi. Onun bakışları altında, botlarımın bağcıkları­ nı açıp battaniyenin üzerine uzandım. Onun tehlikeli olduğuna inanamıyordum bir türlü. Bana zarar verebilecek bir şey yaratmak isteselerdi, onu kovalayıp ağaca çıkartan o devasa kedilerden birisi yeterli olurdu. Bana gönderdikleri şey, beni öldüremezdi ama bu yüzden ölmeyi isteyebilirdim. Dertop olduğu köşede kalmaya devam etti. Gölgelerin arasında, nefes alıp verişini duyabiliyordum. Ne kadar zaman geçtiğinden haberim yoktu. İlk konuşan o oldu; yumuşak ve yorgun, sesi karanlıktan yankılanarak çıktı. “Seni bırakıp gittiğim için özür dilerim.” Bu yaratık ya da her ne ise, ona o kadar benziyordu ki gerçek olmadığını sürekli unutuyordum. Bir anlığına da olsa, kendimi bu role bıraksam ne olurdu sanki? Gün ışığında söy­ leyemediğim şeyleri, karanlıkta söylemek daha kolaydı. “Fiti­ li ateşlemene izin verdiğim için özür dilerim. İzin vermemem gerekirdi.” Kelimeler içimde çevrilen bir hançerden farksızdı. O kibriti çakmasına izin vermem dışında, hiçbir şeyin önemi yoktu. Bunları

Lilac’a

söyleme

şansını

hiçbir

zaman

bulamayacaktım ama şimdi konuşmak hiçbir zaman konuşamamaktan iyiydi. 411

K aufm an

/

Spooner

“Ah, Tarver.” Bir anlığına sesine bir parça renk geldi. Bunu komik bulduğundan değil ama sesinde belli belirsiz bir neşe, bir gülümsemenin en sade yansıması vardı. Böylesi, korkmuş halinden bile daha çok acıttı yüreğimi. “Vazgeçer miydim sa­ nıyorsun? Hiç şansın yoktu.” Buna inanmıyordum. Bağırıp çağırabilirdim. Ona emir ve­ rebilirdim. Silah çekerdim. Büyük olasılıkla, yine de bildiğini okurdu. Benim aptal, inatçı sevgilim. Ona bir şekilde engel olurdum. Ama tartışmanın bir anlamı yoktu. “Kamın aç mı?” “Değil.” Ben de aç değildim ama kendimi zorlayıp kuru azığın ya­ nsını yedim. Günlerdir bunları parçalayıp ağzıma atıyordum, çiğneyip yutuyordum. En son ne zaman tadını aldığımı hatır­ lamıyordum. Uyku bastırdığında, karşı koymadım. O köşedeki yerinde kaldı. Gecenin bir yarısı uyandım. Soluk alıp verişlerinin hızın­ dan uyumadığı belliydi ama konuşmadı. Ben de konuşmadım. Sabahleyin gözlerimi açtığımda, o da uyanıktı. Gözünü bile kırpmamıştı belki de. Uyku öbür hale çok benziyor ola­ bilirdi. Böyle şeyler düşünmemem lazımdı. Benim Lilac’ım değildi bu. Konuşmadan kahvaltı ettik. Düşünmeden kuru azık paketi­ ni ikiye bölüp ona uzattım. Parçanın diğer ucuna doğru uzan­ dı, böylece parmaklarımız birbirine değmemiş oldu. Bugün biraz daha iyi görünüyordu -yanaklarına bir parça renk gel­ miş, titremesi de azalmıştı sanki. Ben biraz yedim, o da bir iki parça attı ağzına. Sonra konuşmadan ayağa kalkıp mağaranın dışına çıktık. 412

B n n i r n IJ z a k Y ı l d ı z ı m

Konuşmasak da, ikimiz de nereye gittiğimizi biliyorduk. Derenin diğer kıyısına geçip açıklığa yürümeye başladığı­ mızda, hafifçe öksürdü. “Bu elbiseyi bir daha görmem sanıyo­ rum. Attığımda paramparçaydı.” “Al ben de o kadar.” Düşünmeden konuşuyor, gayriihtiyari cevap veriyordum -korktuğunun farkmdaydım, çabalıyordu. “Sen aklıma geldiğinde, üzerinde hep bu elbise oluyor.” Aklıma annemlerin evi geldi bir anlığına. Onu da çiçekler­ le bezeli göstermişlerdi, o evi her zaman hatırladığım şekilde. Bu elbiseyi de bu yüzden mi giyiyordu? Aklımda bu haliyle kaldığı için mi? “Gerçekten mi?” Sesinde belli belirsiz bir neşe vardı, bunu komik bulmuş gibiydi. “Amma korkunç.” Derken yumuşadı, sesine bir dehşet ifadesi sızdı. “Artık iki tane mi oldular acaba?” “Düşünme bunu.” Alelacele konuşmuş ama geç kalmıştım. İkimizin de akimda bu vardı artık.

İlk oda boştu, açık havanın şartlarına maruz kalmıştı. Botlarımızla yerdeki molozları ezerek, eğri büğrü açıklıktan içeri girdik. Bunun gibi yüzlerce ileri karakol girişi görmüş­ tüm -nöbetçi yerleştirmek ya da nöbetçiye ihtiyaç yoksa, ça­ murlu eşyalar içindi. İçerdeki kapı, izleme teçhizatıyla ve dosya dolaplarıyla dolu daha geniş bir odaya açılıyordu. Karanlıktı, patlamayla açılan girişten sızan ışık haricinde aydınlatma yoktu. Burada yangın çıkmıştı, dosyalardakilerin yarısı yanmış, evrak etra­ fa saçılmıştı. Yarısı sağlamdı, bir yığın çıktı vardı. Bir kısmı 413

K a u fm a n /

S p o öner'

çöp kutularına atılmıştı, belgeler tamamen kül olup gitmeden evvel yangın kendiliğinden sönmüştü. Bu belgelerde tepemiz­ deki ayna-ay ya da kaza alanındaki kedi canavar gibi, burada olmaması gereken şeyler hakkındaki sorularımıza cevap bu­ lup bulamayacağımızı merak ediyordum. “Bu bizi jeneratöre ya da başka türlü bir güç kaynağına götürebilir,” dedi. Yere gömülen bir kablo öbeğinin tepesinde dikiliyordu. Duvardaki bir dizi devre anahtarının yanına gitti, küçük bir kapağı çekip açtıktan sonra anahtarlarla oynadı. Bir an için, kapsüldeki hali gözümün önüne geldi, tırnaklarıyla kabloları soyuşu ve düz kontakla kaçmamızı sağlayışı. Gözlerimi kapatıp bu görüntüden kurtulmaya çalıştım. Bu o değildi. Düşünmemek için eğilip yanağımı en yakm bilgisa­ yar konsoluna dayadım. Gözlerim kapalıyken, nefesimi tuttu­ ğumda belli belirsiz bir titreşim hissedebiliyordum. Burada hâlâ bir güç kaynağı vardı. İçimdeki gerilim dü­ ğümlerinden birisi çözüldü ve orada durup ağırlığımı bilgisa­ yara verdim. Güç varsa, sinyal gönderme şansı da var demek­ ti. Güç varsa, maçı daha kaybetmedik demekti. Tepemizdeki ışıklar, teker teker titreşip yandılar. Enerjinin yetersiz olmasından ya da uzun zamandır kullanılmadıkların­ dan cılızdılar. Duvarlar ve odanın diğer ucu aydınlandı. Duvar, bir anlığına, duvar kâğıdını andıran, çok alakasız, lekeli bir şeyle kaplıydı. Ardından kelimeler gırtlağımda düğümlendi. Boya bu.

Döndü ve ikimiz birlikte, boş gözlerle baktık. Duvar­ lar kelimeler ve rakamlarla kaplıydı, anlaşılmaz denklemler ve yarım kalmış manasız cümlelerle. Düzenli başlıyorlardı, 414

Beni m

U z a k Yıl d ız ı m

beyaz tahta kalemiyle, duvarlar boyunca düzgün şekilde karalanmışlardı. Sonrasında çılgın iniş çıkışlar başlıyordu, ka­ lemin yerini boya alıyordu ve nihayet kelimeler yerini par­ mak ucuyla kabaca çizilmiş resimlere bırakıyordu. Hayvan, ağaç... ve insan resimlerine. El baskılarına. Sağda sola, top­ rak tonu kırmızı ve kahverengilerin arasında öne çıkan mavi çarklar vardı -her seferinde aynı şekildi, dışarı yayılan bir spiral. Mavi spiraller odak noktası olsa da, onlara bir anlam veremiyordum. Renkler daha dün boyanmışlar gibi parlaktı. Birden bire, mekiği incelerken barakada gördüğümüz boya kutularının kapağındaki kurumuş kırmızı, mavi ve sanları tanıyıp afalladım. Boya duvarlardan ekranlara damlamıştı. Bazı resimler dü­ zenliydi, neredeyse sanatsal oldukları, hassasiyet ve planla­ mayla boyandıkları söylenebilirdi. Ne olduklan net şekilde anlaşılıyordu. Ancak bu duvar resimlerinin üzerine ölüm ve katliama, savaşıp ölen insan ve hayvanlara dair daha kaba, vahşi tasvirler çizilmişti. Bir figürün boğazındaki kesikten kıpkırmızı bir renk fışkırıyordu. Bir başkasına, siyah boyayla, mızrağı andıran kalın bir çizgi çizilmişti. “Delirmişler,” diye korkuyla fısıldadı. Uzanıp elini tutma­ mak için, ellerimi cebime soktum. Ne düşündüğünü tahmin ediyordum -b u gezegendeki bir şey, burada görevlendirilen insanlann delirmesine neden ol­ muştu. Bütün bir gözlem istasyonundaki uzmanlar, araştırma­ cılar ve buraya gönderilen herkes böyle darmadağın olduysa, bizim ne şansımız olabilirdi? Buranın neden terk edildiğini anlamaya başlıyorduk en azından. Koca bir gezegenin neden 415

K a u fr rı a n /

Spooner

ıssızlaştığını ve unutulduğunu. Gözlerimi duvarlardan ayırıp başımızın üzerindeki ışıklara odaklandım. îlerlemeye devam etmemiz gerekiyordu. Hafifçe öksürmemle irkildi. “Jeneratör varsa, kapatabiliriz belki. Gücü keseriz ve izleyen birileri varsa, tamir etmek için buraya gelir. Güncellemeler gönderiyor da olabilirler, o siste­ me sızıp burada birilerinin olduğunu gösteren temel sayıları göndermeyi deneriz.” “Daha iyisini yapabiliriz bence,” dedi, sertçe yutkunarak. Çillerinin altında teni solgundu ama sesi artık daha güçlü çıkıyordu. Dağılmamak için hâlâ büyük çaba sarf ettiğini gö­ rebiliyordum. Devre ve güç kaynağı üzerine konuşmak doğru hareketti -bu tür şeyler ilgisini çekiyordu; tıpkı sevgilim gibi. “Gerçek bir sinyal gönderebiliriz belki.” Gözlerini resimlerden zorla ayırıp yavaş adımlarla şalterlerin yanına gitti. Üzerindeki damgayı görebilmem için, yavaşça kapağı kapattı. Ters V’ye benziyordu ama evrende bu sembolü tanımayan birini bulamazdınız zaten. Galaksinin en uzak, çamurlu köşesinde yaşayan ben bile biliyordum. Bilhassa oralarda biliniyordu. Lambda. LaRoux Sanayi. Burası, yanm kalmış bir terra­ form projesi olmanın haricinde -Lilac’m babasına aitti. Bir şey söylemeden, sembole arkasını döndü. Takip odasın­ da dolandık, duvarlardaki ilkel figürlerin bizi izledikleri duy­ gusuna aldırmamaya çalışarak, bölmeleri ve cihazları çözmeye çalıştık. Diğer kapıya ikimiz aynı anda döndük. Eğer benim Lilac’ım olsaydı, elimi uzatıp parmaklarımı parmaklarına dolardım. Şimdiyse öylece durdum, kıpırdamadan onun önden geçmesine izin verdim. 416

Beni m

Uz a k Y ı l d ı z ı m

Koridor, ranzaların ve bir duşun olduğu yatakhaneye açılı­ yordu -düğmeye basıp uzun zamandır kullanılmayan borular itiraz edercesine homurdanırken bekledim, sonrasında kesik kesik su akmaya başladı. Yarım dakika sonra su kesintisiz ak­ maya başladı, ardından da ısındı. İkimiz birden, ilk kez mus­ luktan akan su görüyormuş gibi, gözlerimizi dikip baktık. “Bu işte bir tuhaflık var,” dedi. “Işıklar, sıcak su. Jeneratör tek başına buna yetmez, özellikle bu kadar uzun zamandır terk edildikten sonra. Başka bir güç kaynağı olmak zorunda.” Elimi uzatıp akan suyun altına tuttum, suyun parmakları­ mın etrafında kıvrılışım, uçlarından dere gibi akışını izledim. Öyle küçük bir şeydi ki, duş -yine de, sahip olmadığımız her şeyi simgeliyordu. Temizlik, tabakta yemek ve kayanın üze­ rine değil, sandalyeye oturmak demekti. Uygarlık, güvenlik demekti. Güvenlik çok geç gelmişti elbette. Bir dizi sessiz bilgisayar konsoluna bağlı bir kablo toplu­ luğunu incelemek üzere ilerledi. “Bu kablolar alt kata gidiyor. Takip edip nereye gittiklerine baksak iyi olur.” “Alt kata mı?” Bakışlarımı kapalı odada dolaştırdım. “Bu tür yerlerde genelde yeraltında bir alan olmaz. Kabloların dö­ şemenin altından gitmediğine emin misin?” “Eminim,” dedi, altındaki klavyeye ulaşmak için paneller­ den birini kenara çekerken. “Çok fazlalar. Altımızdan geçen başka kablolar olmak zorunda.” Gözlem yapıyor ve düşünüyordu, tıpkı Lilac gibi. Ona hem bakamıyordum hem de bakışlarımı ondan ayıramıyordum. Her kelimesi, her hareketi, bana her bakışı... hepsi Lilac’a ait­ ti. Ama bu Lilac değildi. Gözlerimin önünde öldün, diye ba­ ğırdım içimden. Kollarımın arasında kan kaybından öldün. 417

Kaufm an

/

Spo öner’

Sonunda, burada olduğunda ısrar ettiği zemin katı arama bahanesiyle uzaklaşıp aramıza mesafe koydum. Ufak üste yir­ mi dakikalık bir arama yapmam gerekti ama neticede buldum. Koridordaki zemin bir parça, ancak yarı yola kadar aşınmıştı. Çömelip plastik zemin döşemelerini kaldırdığımda, yükselen ufak bir toz ve çakıl bulutunun altında, bir kapak buldum. Kapak kilitliydi. Parmaklarımı kullanarak açmaya, kaldır­ maya uğraştım. Bu işe yaramayınca bir iki denemenin ardın­ dan vazgeçtim. Kıdemli çavuşumun tabiriyle, tatlı tatlı ikna etmenin zamanı gelmişti. Menteşeleri ayağımla sertçe dövünce, titreşim topuğum­ dan yukarı çıktı. Plastene’yi çatlatmayı başardımsa da, sonun­ da barakaya gidip kol demirini almak zorunda kaldım. Ana kontrol odasında, altında ne olduğunu öğrenmeye çalışırken eğildiğinde, kontrol konsollarından birinin altında gözden kaybolan kızıl bir saç gördüm. Yanından geçerken başını kal­ dırıp bakmadı. Zemindeki kapağı kopartırcasına çekip açtım. Karanlığın içinde bir merdiven gözden kayboldu. Çok sayıda terraform gözlem istasyonu görmüştüm -bu standart bir istasyona benzemiyordu. Derin bir soluk aldım. “Açıldı!” diye seslendim ve bir­ kaç saniye sonra gelip yanımda durdu, aşağı karanlığın içi­ ne baktı. Burada düğme yoktu. Işık büyük ihtimalle aşağıdan açılıyordu. Sırt çantamı kaptım -daha önce yan yıkılmış binalarda kapana kısıldığım olmuştu; su ve yiyecek olmadan keşfe çıkmaya niyetim yoktu. Önden inip elimi uzattım ve arkamdan inişine yardım ettim, daha hızlı ve kesik kesik nefes alıp vermeye başladı. 418

Beni m

LJzak Y ı l d ı z ı m

Yanıma atladı ve ardından elimden uzağa adım attı dokunuşumdan hâlâ hoşlanmıyordu. Burnumun ucunu bile göremiyordum. Aşağının havası çok durgundu. Kapalı ve ha­ vasız değildi ama fazla bir şey de anlatmıyordu. Aşağısı buz gibi soğuktu. Etrafta ışık aranırken birbirimize çarptık, irkilerek nefes aldığını duyduğunda yüzümü buruşturdum. “Nerede bu lanet düğme?” Merdivene doğru yalpaladım, dirseğim metale çarptığında savurduğum küfür sertleşti. Cevap verircesine, başımızın üzerindeki ışıklar titreşerek yandılar. Kol mesafesinin ötesinde aydınlatmaya yetmeyen, solgun, floresan bir lambaydı. Göründüğü kadarıyla, bir ko­ ridorun uçundaydık, kalan kısım karanlığın içinde kaybolmuş durumdaydı. Ani ışıkla donmuş gibi kalakaldık. Yüzlerimizi yukarı, ışığa doğru çevirip gözlerimizi kırpıştırdık. “Sen mi açtın?” diye sordum, koridorun ortasında durdu­ ğunu ve görebildiğim bir noktada düğme olmadığını bilmeme rağmen. Başını iki yana salladı. Floresan ışığın altında, gün ışığına göre daha solgun görünüyordu. “Birileri seni duydu sanki.” Işıklar titreşti, bir kalp atışı süresince karanlıkta kaldık, sonra tekrar yavaşça hayata döndüler. Dönüp düğmeyi aradım -am a düğmeyi önce o buldu. Koridorun bir duvarına yakın duruyordu, ben yanma yaklaşırken gözlerini düğmeden ayır­ madan baktı. “Kapalı bu,” diye fısıldadı, loş ve yanıp sönen ışıkta koca­ man açılmış gözlerle bana baktı. “İyi de nasıl...” 419

K aufm an / S po o n o r

Birden doğruldu, ışığın altında dimdik görünüyordu. Bu bakışı tanıyordum -L ilac’m aklına bir şey geldi demekti bu. İyi de bu Lilac değildi ki. Kopyasıydı. Gerçek değildi. “Bizi duyabiliyorsamz,” dedi yavaşça, “üç kere yakıp sön­ dürün.” Bu talimat üzerine ışıklar bir kez, sonra iki kez yanıp sön­ düler -konuşmadan bekledik. Nefesimi tutmuştum. O sırada, ışıklar üçüncü kez sönüp geri gelince yüreğim hop etti. “Bir kez evet, iki kez hayır.” Yutkundum, ağzım kupkuruy­ du. “Amacınız bize zarar vermek mi?” Işıklar iki kere titreştiler. Hayır. “Uyarmaya mı çalışıyorsunuz?” Kısa bir duraklamadan sonra üç kez yanıp söndüler. Belki mi demekti? “Başka bir şey anlatmaya mı çalışıyorsunuz?” EVET.

“Neredesiniz? Ortaya çıkıp bizimle konuşamaz mısınız?” Yüzünü göstermeyen birine güvenmem imkânsızdı. Işıklar aynı kaldılar -b u sorunun bir cevabı yoktu. İki elimi kaldırıp yüzümü sıvazladım. “Ortaya çıkıp bizimle konuşma­ nız mümkün mü?” Hayır.

Başımı çevirince Lilac’la göz göze geldik. O da bana bak­ tı, yüzü kireç gibi bembeyaz olmuştu. Sonra sorgulamayı devraldı. Benim koridor boyunca yankılanan sesimden daha kısık bir sesle. “Hayalleri sizin yüzünüzden mi gördük? Buraya bizi siz mi yönlendirdiniz?” 420

Bo n im

Uzak Yıldızım

Evet.

“Çiçeği de siz mi geri getirdiniz?” Duraklama. Evet. Hayır. Çiçek mi? Ne çiçeği? Soracak oldum ama Lilac kendini kaptırmıştı; gözleri, titreşim işareti yakalamak için ışıkları ta­ rıyordu. “Anlayamıyorum,” dedi Lilac. “Çiçeği geri getirdiniz... ama getirmediniz. Tam olarak değil, öyle mi?” Evet. “Peki siz...” başını iki yana sallayarak, farklı bir

yoldan yaklaşmayı denedi. “Kendinizi göstermeniz mümkün mü? Fiziksel bir şekliniz var mı?” Uzun bir duralama oldu ve ardından ışıklar iki kez titreşti­ ler. Hayır. Sesi alçalarak fısıltıya dönüştü. “Hayalet misiniz?” Hayır.

Yavaş, titrek bir nefes aldı. “Beni geri getiren de siz mi­ siniz?” Işıklar bir kez titreştiler. Sonra zifiri karanlık çöktü. Boğulacakmış gibi nefes aldığını duydum. “Hayır! Bek­ leyin. Geri gelin! Sormak istediğim sorular var. Ben neyim? Beni neden geri getirdiniz?” Duvardaki düğmeye vurunca, ışıklar gerçekten yandılar, kesintisiz ve soğuktular. O deliler gibi açıp kapattıkça, düğmeden tıkırtılar geliyordu. Yii/.ii. elektronik flaş ışığında titriyordu adeta. “Geri gelin! I iiılı-n'" Nihayet onu çekip düğmeden uzaklaştırdım Dıkkıtlı nyl» dağınık ki birkaç saniye için ona dokunduğunum İm kıım İni»’ varmadı. Sonra canlanıp sırtını kambııılıışiınlı. ııkılınk n« ıı çekildi. 'ik i

K a u Pr n a n /

Spooner'

“Neden bahsediyordun öyle? Hangi çiçek?” Doğruldu. “Sırt çantan... Günlüğün içinde mi?” “Evet am a...” Çantaya

uzanıp

omzumdan

indirdi.

Açıp

içindeki

malzemeleri, eşyaları dört bir tarafa saçtı. Aile fotoğraflarımın durduğu kutu, kuru azık paketi ve mataranın yanında sağa sola uçuştular. Ama onun peşinde olduğu şey günlüktü. “Ovada bulduğumuz çiçek... Buraya koymuştum. Sayfa­ ların arasına.” Sayfalan hızla çevirdi ama sona geldiğinde do­ nup kaldı. Çiçek filan yoktu. Sayfalan deliler gibi, tekrar tekrar karıştırmaya başladı, bir şey arıyordu. “Buradaydı, burada olduğunu biliyorum.” Kork­ muştu, sesi titriyordu. “O çiçeği dere kenannda bıraktın,” dedim dikkatle. Hatır­ lamıyordu, nasıl hatırlayabilirdi zaten? Lilac değildi ki. “Ezi­ lip buruştu, sen de onu attın.” “Hayır,” dedi, boğulacakmış gibi nefes alırken. Yüreğim ani bir gerilimle ezildi. Bunun neden bu kadar önemli oldu­ ğunu anlayabilseydim keşke. “Geri getirdiler. Sen hastayken, uzay gemisinde, matara gibi yeniden yarattılar, çiçeği geri ge­ tirdiler. Tam kopyası. Pes etmeyeyim diye yaptılar, hatırlat­ mak için...” Boğulacak gibi olup gözlerini kapattı. “Sana an­ latmadım. Kaybolmasın diye buraya koydum ama itmiş işte.” Bu kez günlüğe uzandığımda, onu takatsiz ellerinin arasın­ dan almama izin verdi. Gözleri benim ötemde bir şeye odak­ lanmıştı, bedeni sarsılmaya başladı. Sayfaları karıştırdım ama aralannda ezilmiş çiçek filan yoktu. Yine de içim bir tuhaf oldu; içgüdülerim mantığımın aramızdaki mesafeyi koruma 422

B e n i rn U z a k Y ı l d ı z ı m

çabasıyla mücadele ediyordu. Hasta olduğumu hatırlamıştı, bu günlüğe sahip olduğumu hatırlamıştı. Gerçek Lilac’m o çiçeği bulup günlüğümün sayfalan arasına saklamaması için bir sebep yoktu. Korkusu öyle gerçekti ki. Gözüm bir şeye takılınca ellerim donup kaldı. Birkaç say­ fa geri döndüm. Orada, Avon’da yazdığım bir şiirin üzerinde -belli belirsiz bir leke vardı. Bir çiçeğin dış hatları olabilirdi rahatlıkla. Gerilim anında, dokunuşumdan nasıl çekindiğini unutup öne eğildi, tek eliyle telaşla koluma yapıştı. Yüreğim duracak gibi oldu, bir anda soluğum kesildi. Bu hareketi öyle iyi tanı­ yordum ki buna katlanmam mümkün değildi. Günlüğü tekrar eline aldı, bu kez yavaş hareket ederek cil­ dinden tutup ters çevirdi. Kollarımıza incecik bir toz yağmuru yağdı ama benim bakışlarım tozda değildi; kollanmızda, hatta günlükte de değildi. Onun yüzündeydi. Duygulannın netliğin­ de, dudaklarının titreyişinde, kirpiklerinin yüzünü gölgeleyişindeydi. “Yeniden yarattılar ama yaratmadılar,” diye fısıldadı. “Ya­ rattıkları şeyler geçici.” Net bir anlayış, buzlu su gibi birden boşaldı. Korku ya da üzüntü yüzünden görememiş olabilirdim. Belki de, gözlerimin önündeki şeyi anlayabilmek için önce yas tutmam gerekiyor­ du. Bunun nasıl ya da neden olduğundan emin değildim. Ama bu benim Lilac’imdi ve onu tekrar kaybedemezdim.

Koridorda yere çöküp kuru azıklardan birini paylaştık ve 423

K aufm an

/

Spooner

mataradan su içtik. Molaya ihtiyacı olan yalnızca Lilac değildi. Zihnim öyle hızlı çalışıyor ki hiçbir şeye anlam veremiyordum. Tek

bildiğim

karşımdakinin

Lilac

olduğuydu,

benim

Lilac’ımdı ve onsuz yaşamam mümkün değildi. Matarayı inceledik, fısıltıların Lilac dışında yeniden yarattıklarından emin olduğumuz diğer şeyi. Aynı şekilde ıkatı görünüyordu, aynı şekilde gerçek, bulduğumuz günkü gibiydi. Çiçek geçici bir şeydi, bir amaca hizmet etmiş ve artık yok olmuştu, onun yaşatmanın bir anlamı kalmamıştı. Lilac’ı geri almazlardı. Olmazdı. Nihayet ikimiz de, aşağıya asıl iniş amacımızla tekrar il­ gilenebilecek kadar sakinleştik; istasyonun güç kaynağının yerini bulma işiyle. Bunu bulabildiğimiz takdirde, iletişim sistemlerine yeniden tam güç verip yardım sinyali göndere­ bilirdik belki. İki tarafında sıralanan kapılarıyla, koridor aşağı inen bir açıyla bizden öteye uzanıyordu. Bütün kapılar LaRoux sembolüyle, lambdanm ters V harfiyle damgalanmıştı. Koridorda konuşmadan ilerledik. Yanlarından geçerken birkaç kapıyı açıp baktım ama aşa­ ğıda bulduklarımızın haricinde bir şey yoktu -tepkisiz, karan­ lık ekranlar. O sırada, Lilac sessizliğinden sıyrılıp beni geride bıraktı. Gözden kaçırdığım, sağda sola yanan birkaç turuncu ışığı gösterdi eliyle -uyku modundaki cihazları. “Bütün istasyon yedek güce bağlanmış sanki. Babamın personeli buradan çekilirken, bütün sistemi kapatmamış an­ laşılan, tamamen kapatmamışlar yani.” Duvarın köşesinden yukarıya, tavanla birleştiği noktaya doğru yükselen ve oradan 424

B e n i rn LJ / a k

Y 1 1d ı / 1 rn

da ana koridora çıkan, karmaşık bir kablo kümesinin peşin­ den, geri adım attı. “Gerçek güç kaynağını bulabilirsek ve des­ tek modunda değil de, tam güç çalıştırmayı başarırsak, sinyal gönderebiliriz belki.” Tekrar koridora çıkıp kabloları takip ederek aşağı eğimli koridorda ilerledik. “Yalnızca jeneratör olmadığına emin mi­ sin?” diye sordum. Başını kaldırıp bakmadan iki yana salladı. “Cihaz sayısı çok fazla. Burada başka bir şey olmak zorunda, sıcak suyu ve ışıkları destekleyen bir şey. Ayrıca bu istasyon faalken, her şeyi nasıl çalıştırdılar? Başka bir şey var, hissedebiliyorum.” Sesi alçak ve hafifçe titrek çıkıyordu -yorgun ya da gergindi. “Hissediyorum da ne demek?” “Sen hissetmiyor musun yani?” Duralayıp güçlükle yut­ kundu ve tek parmağını şakağına dayadı. “Burada. Baş ağrısı gibi ya da, yok, baş ağrısı gibi değil. İçeride bir şey varmış gibi, orada olmaması gereken bir şey. Burada bir terslik var.” “Hayal gördürdüklerinde gelen titreme nöbetleri gibi mi? Ya da sesler?” Başını iki yana salladı. “Benziyor ama tam değil.” Sesi al­ çalıp fısıltıya dönüştü. “Fısıltılar bizden buradaki şeyi bulma­ mızı istiyorlardı sanırım.” Işığı yakıp söndüren dostlarımızın artık konuşmasalar da, güç kaynağını bulmaya çalıştığımız sırada bizi izledikleri duygusundan kurtulmaya çalıştım. Kabloları takip ederek, odalardan ve koridorlardan ge­ çerken, işin büyük kısmını Lilac üstlendi. Bu istasyonun ye­ raltında kalan kısmı, üst katından dört ya da beş kat büyük 425

K aufm an

/

Spooner’

olmalıydı. Geç de olsa, onun kafasındaki mantığı anlamaya başlıyordum. Birlikte, ilk gördüğümüz koridor boyunca bir dizi odadan geçip ikinci zemin kata inen metal bir merdiven­ den aşağı indik. Merdivenlerin dibindeki köşeyi döndüğümüzde kapıyı bulduk. Buradaki diğer şeyler gibi kare şeklinde ya da büyük de­ ğil yusyuvarlaktı ve mühürlenip kapatılmıştı. Çerçevesindeki ek yerlerini parmak uçlarımla yokladım, gözün iris kısmı gibi genişliyordu. Birbirine geçen parçaları sayesinde, herhangi bir normal kapıdan çok daha sağlamdı. Lilac kapının yanındaki paneli inceledi, tuşlar mavi beyaz parladılar. “Hissediyor musun?” Rengi solgundu, titriyor­ du. Artık daha önce ne demek istediğini biliyordum; hayal gördüğümü haber veren şiddetli titremelere kapılmamıştım ama tüylerim diken diken olmuş, ağzıma bakır tadı gelmişti. Lilac daha çok etkilenmişti -güçlükle yutkunduğunu, nefes alıp verişlerini yavaşlatmaya çalıştığını görebiliyordum. “Bu kapının arkasında.” Sesim ancak bir fısıltı gibi çıkmıştı. “Haklısın. Bizi bu yüzden buraya getirdiler.” Titreyen parmaklarla tuşları deneyerek, tahmini bir iki ra­ kam ve harf girdi. Tuşların arkasındaki ışıklar öfkeli, tiz bir sesle kıpkırmızı yanıp söndüler. “Ama şifreyi bilmiyoruz.” Hayatımız buna bağlı olmasaydı, kahkahalarla gülebilirdim. Bütün bunlar -hayatta kalma mücadelemiz, ormandan çıkmaya çalışmamız, fırtınalardan, kardan ve çöken mağara­ dan kurtulmamız. İmkânsız şeylerle karşılaşmamıza rağmen delirmemeyi başarmamız. Her şey -bunun içindi. Bizi açamayacağımız bir kapıya, bilmediğimiz bir şifreye getirmişlerdi. 426

Bo n im

Uzak Yıldızı m

Gözümün ucuyla hızlı, belli belirsiz bir hareket yakaladım -Lilac eliyle yüzünü kapatmıştı. Hızlı davranıp gizlemeye ça­ lışmıştı ama titremeler yüzünden sarsaklaştığı için saklamaya uğraştığı şeyi gördüm. Burnu kanıyordu, elinde kıpkırmızı bir iz vardı. Çenesini sıkıp tek eliyle duvara dayandı. Bir şey yok­ muş gibi davranıyordu ama dizleri titremeye başlamıştı. Bura­ daki şey neyse, Lilac her geçen saniye daha da kötüleşiyordu. Söylediği şeyi düşünmemeye çalıştım -çiçeği tekrar yarat­ malarını, onu hayata döndürmelerini. Çiçek toz olup gitmişti. Orada öylece bakakaldım, ayaklarımı oynatmaktan bile acizdim. Kaybedecek bu kadar az şeyiniz kaldığında, en kü­ çük kayıp bile büyük bir darbe etkisi yapıyordu. Nihayet beni dışarı çıkartan Lilac oldu. Artık onun Lilac olduğunu bildiğim için, elinin tek bir dokunuşu bile kanın kulaklarıma hücum etmesine yetiyordu. Ona tekrar dokunabileceğim, aklımın kö­ şesinden bile geçmezdi.

427

"Dikkatiniz biraz dağınık sanki, Binbaşı.” "Alakası yok. Bu küçük sohbetimize başladığımızdaki kadar dikkatimi vermiş durumdayım.” “Bizimle işbirliği yapsaydınız, şimdiye kadar çoktan bitirmiştik.” “Aklımın erdiğince işbirliği yapıyorum. LaRoux Sanayi’nin işini zorlaştırmak gibi bir niyetim kesinlikle yok. Nereye varmaya çalıştığınızı anlasaydım...” “Bina ve çevresini hangi noktaya kadar keşfettiğinizi anlama çabası içindeyiz.” "Bu soruya çoktan cevap verdim." “Öyle gözüküyor.”

OTUZ BEŞ LİLAC

İSTASYONUN A N A ODASININ ZEMİNİNE OTURUP YARISI

yanmış

sayfaları

karıştırdık,

bir cevap

peşindeydik.

Midemin bulantısı geçmişti, başım da az önceki kadar zonklamıyordu. En önemlisi, burnumun kanaması da durmuştu. Tarver aşağıdaki kilitli bölmeye yaklaştıkça bana neler olduğunu fark ettiyse bile, bir yorum yapmamış olmasına sevinmiştim açıkçası. Bu gezegenin, fısıltıların, eve dönüş yolunu bulmanın anahtarı... hepsi o kapının gerisindeydi ve bu uğurda tekrar ölsem bile, onu açmanın bir yolunu bulmak zorundaydık. İsterik bir kahkaha baloncuğu kaçmaya çalışırken, ses çıkartmamak için kendimle savaştım. Tekrar ölsem bile. Tekrar öldüğümü varsaysak bile, bu neyi değiştirirdi sanki? İlk defa bu odadaki vahşi duvar resimlerinin bakışlarını üzerimde hissetmiyordum. Eskiden bizi bekleyen şeylerle alakalı bir 431

K aufm an / Spooner’

tehdit ya da uyarı havası yaratıyorlardı. Şimdiyse, vahşet dolu düşüncelerimle uyum içindeydiler. Geriye kalan kayıtlar odanın dört bir yanına saçılmış du­ rumdaydı. Bazıları beton binada fazla yanacak şey olmaması yüzünden çabucak sönen yangında kömür olmuştu, diğerleri bu mekân alelacele terk edilmişçesine yere atılmış, istiflen­ miş, dağılmıştı. Toparlayabildiğimiz kadarını topladık ve işi­ mize yaracak bir şeyler bulabilmek için, satır satır incelemeye koyulduk. En azmdan aşağıdaki kapının şifresini bulmak zorunday­ dık. Tarver omuzlarını düşürmüş, gözlerini elindeki imzalı sayfaya dikmişti. Kararlıydı, bütün dikkatini vermişti. Bir he­ defi vardı. Bir parçam yanına gitmek istiyordu, parmaklarımı saçlarında gezdirmek, şakağını öpmek, gerilim geçene kadar dikkatini dağıtmak. Aksine hiç kıpırdamadan, olduğum yerde kaldım. O parçam alev alev yansa da diğer taraflarım donmuş durumdaydı, ona elimi uzatmaktan bile acizdim. Bu yarım yaşama hali tam bir işkenceydi -bu hissiz, cansız kabukta mahkûmdum, ötesi yok­ tu. Elimde, Tarver’ın evine dönmesine yardım etmekten başka bir şey kalmamıştı artık. Kendimi zorlayıp dikkatimi etrafa saçılmış kayıtlara verdim. Babamın lambdası bütün sayfalara soğuk damgayla vurul­ muştu. Gözlerimi damgadan alamıyordum, aklım sürekli çok iyi tanıdığımı sandığım adama gidiyordu. Buradan haberi ol­ madığına inanmak istiyordum; bu gezegenin esrarının ve deh­ şetinin LaRoux Sanayi’nin derinliklerinde bir yerde gömülü olduğuna inanmak istiyordum. Ne var ki babamı tanıyordum 432

Be n ım

Uzak Yıldızı m

ve onun parmağının kurduğu bu şirketin nabzından ayırmadı­ ğından emindim. Burayı bütün gözlerden gizleyen oydu. Öyle olmak zorundaydı. “Burada sürekli ‘boyutsal yarık’ diye bir şeyden bahsedili­ yor.” Tarver’ın sesi beni düşüncelerimden koparttı. “Boyutsal mı? Hiperuzay gibi mi?” Odaklanmaya çalışa­ rak, elimdeki sayfaya baktım. Bendeki yalnızca malzeme ve talimat listesiydi, işe yarar bir şey yoktu. “Olabilir.” Tarver’m kahverengi gözleri belgeyi taradı. “Bir şey İkarus’u hiperuzaydan çekip koparttı. Aralarında bir bağlantı olabilir.” Tepemizdeki ışıklar elindeki belgede parladı, sayfanın üze­ rindeki damgaya gölgesi düştü. “Terraform geçirmiş bir geze­ gene düşmemiz bir tesadüf değil demek ki, babamın gezege­ nine.” “Görünüşe göre öyle.” Suskunluğa gömüldü, derken bir şey yakalamış gibi öne eğildi. “Burada yazıyor, ‘Süper yörün­ gesel yansıtıcılar kullanarak, boyutsal yarık yaratmaya yöne­ lik diğer çabalar da başarısızlıkla sonuçlandı, hem burada hem de Avon’da.’ Bu ne demek şimdi? Avon’u biliyorum, birkaç aylığına orada görev yapmıştım.” Elimdeki sayfaları atıp Tarver’m köşesine gittim, orada ya­ rısı yanmış belgeleri karıştırmaya başladım. “Ayna-aydan bahsediyor olmasınlar? ‘Süper yörüngesel yansıtıcılardan kasıt budur. Terraform sürecini hızlandırmak amacıyla, gökyüzüne yerleştirilen aynalar. Terraform zaman çizelgesinde yirmi-otuz sene oynama yapacak şekilde, ısıyı bir iki derece yükseltmek bile olabilir.” 433

K aufm an

/

S pooıınr

“îyi da, ayna-ay nasıl yarık yaratabiliyor? Bu yarığın nere­ de olduğuna dair bir şey bulabildin mi?” Başka bir sayfa daha çıkarttı, kül tabakasını üfleyip metni inceledi. “Boyutsal yarık çöküşü, doğası gereği ölümcül ola­ bilecek, öngörülemeyen miktarda enerji açığa çıkmasına yol açacaktır. Her türlü nesne ve kişilerle doğrudan fiziksel temas kurmaya kalkışılmamalı.” “Hiperuzaya benziyor öyleyse.” Bağlantıların tıkır tıkır bir­ birine oturduğunu hissettim ve dilim döndüğünce açıklamaya çalıştım. “İkarus hiperuzaydan koptuğunda yükselen enerji dalgası. Hatırlıyor musun, uzay gemisi hiperuzaya girerken ya da çıkarken her seferinde muazzam bir enerji dalgasının açığa çıktığını söylemiştim sana? Genelde hazırlık yapılır, daha iyi koruma sağlanır. Burada bahsettikleri yarık, hiperuzay yarığı olmalı. Başka bir boyuta geçiş yapmanın bir yolu, uzay gemi­ sine gerek kalmadan.” “Başka boyuta ulaşmanın yolunu mu buldular yani?” dedi giderek alçalan bir sesle. “Evet, üstelik de istikrarsız bir yol. Hiperuzay yolculu­ ğunun bu kadar tehlikeli oluşunun nedeni, yarıkların sürekli kapanmaya eğilimli oluşu; doğal eğilimleri bu yönde. Bu bo­ yutsal yarığı açık tutmanın bir yolunu bulmuşlar ama dokun­ duğun anda çöküyor. Uzay gemisinin devrelerini yakan eneıji patlaması gibi bir şey ortaya çıkacaktır. Daha kötüsü de ola­ bilir.” Başını iki yana sallayıp elindeki sayfaya bir kez daha baktı. “ ’Deneklerin sürekli çıkışı, boyutsal yarığın istikrarına bağlı.’ Gerisi yanmış, okuyamıyorum.” 434

Beni m

Uzak Yıldızım

“Deneklerin sürekli çıkışı,’” diye söylediğini tekrar ettim. “Başka boyuttan bir şeyler çıkartıp üzerlerinde deney mi yapıyorlar yani? İyi de bunlar ne? Yarık nerede?” “O kapının gerisinde olduğuna eminim. Denekler benim daha çok ilgimi çekti açıkçası.” “Ne demek bu?” “Şu demek,” Arkasına uzanıp yığının arasından bir kâğıt parçası çıkarttı. Bir sayfanın dörtte birinden azdı, gerisi yanıp kül olmuştu ama köşede okunabilir durumda bir yazı vardı. Bana uzattı. “Denekler kayda değer telepatik yetenek sergile...” diye okudum, sayfanın yandığı noktada durmak, metnin kalan kı­ sımlarına atlamak zorundaydım. “ .. .aşamalı canlı biçimleri... enerji bazlı... bedensiz... geçici enerji-madde dönüşümü...” Metnin kalanı yanıp kül olmuştu, avucumun içinde siyah izler kaldı. “Fısıltılar.” “Fısıltılar,” diye onayladı. Başım dönmeye başlamıştı. Cevaplar burada bir yerde, ba­ bamın gizli araştırma tesisindeki yangından kurtulan kalıntı­ lardaydı. Bu varlıklar, babamın ekibinin üzerlerinde çalıştık­ ları denekler, bize dağları tepeleri aştırıp buraya getirmişlerdi. Yanlış anlamadıysak, Tarver da ben de onlardan çok farklı değildik -hepimiz, unutulmuş bir gezegene düşmüş kazaze­ delerdik. “Ne anlatmaya çalıştıklarını anlasaydık keşke. Kapının ötesine geçmemize yardım edebilirlerdi belki.” “Bir yolunu bulacağız.” Başını kaldırıp gözlerimin içine 435

Kaufm an /

Spoo n er

baktı. Dudakları bir şey söylemeye hazırlanır gibi titredi. Ne diyeceğini biliyordum. Birlikte. Birlikte bir yolunu bulacağız. Kelimeler dudaklarından dökülmeden evvel, başımı çe­ virdim. Tek bir bakışı bile, damarlarımdaki kanın kaynamaya başlaması için yeterliydi. Bir anda benden emin olmuştu. Ha­ reketlerimi takip ettiğini fark etmediğimi sanıyordu, arkam­ dan uzandığını, tam elimi tutacakken kendine engel olduğunu fark etmediğimi sanıyordu. Sabırsızlanıyor ama acele de etmi­ yordu -beni geri istiyordu ama beklemeye razıydı. Zamanımız olduğunu sanıyordu. Bense fısıltıların altımızdaki koridorda bana ne anlatmaya çalıştıklarım biliyordum. Çiçeği geri getirmişlerdi ama tam değil -benim gibi. Buradaydım ama burada değildim. Işıklan yakıp söndürmek için enerji harcadıklarından dikkatlerini çi­ çek üzerine yoğunlaştıramadılar ve çiçek yok oldu. Kelimeler kömürleşmiş sayfanın üzerindeydi. Geçici eneıji-madde dö­ nüşümü. Ben ne kadar dayanacaktım acaba? Tarver’m eve dönmesine yetecek kadar dayanabilecek miydim? Kendimi rüzgârda minicik parçalara ayrılmış uçar­ ken hayal etmeye çalıştım, çiçek gibi toza dönüşürken. Şu anda gerçek değilsem, bunu düşünmek daha kolaydı -ben yal­ nızca bir kopyaydım, eskiden burada olan bir kızdan geriye kalanlardım. Hayatımın her ayrıntısını hatırlıyordum, Lilac’ın hayatının. Peki hatırlamak yeterli miydi? Elbise meselesi de kafamı kurcalıyor, her dönemeçte karşı­ ma çıkıyordu. Onun da bunu düşündüğünü biliyordum. Elbise İkarus’un enkazında kalmıştı, onu daha kullanışlı kıyafetlerle değiştirmiştim. Üzerimdeki saten kumaştaki yırtıklar ve leke­ 436

Btinim U z a k Yıldızım

ler, orijinaldekilerin ajansıydı. Buraya kadar yaptığım yolcu­ luğun izini sürebilirdim -şurada ilk yırtık, İkarus’un düşüşünü izlerken bir dikene takıldığımda olmuştu. Burada, kedi cana­ vardan kaçmak için ağaca tırmanırken sürtünen yer vardı. Her bir iz ve leke yaşadıklarıma tanıklık ediyordu. Ama bu aynı elbise değildi. Öyleyse taklitçinin anlattığı hikâye kimin hikâyesiydi? “Cesedi görmem lazım.” İkimiz de şaşırdık, aniden başımızı kaldırdık. Tarver’m yüzündeki dehşet ifadesini görene dek, konuşanın ben olduğumu anlayamadım. Kâğıt parçası gergin parmaklarımın arasından kaydı, küller saçılırken kanat çarparcasına yere düştü. “Neyi... dedin?” “Cesedi.” Gömmüştü herhalde. Beni. Bu düşüncenin mide­ mi bulandırması gerekmiyor muydu? Ya da beni korkutması? Bunları düşünürken zihnim neden boştu peki? “Lilac,” diye fısıldadı. “Olmaz. Hayır. Bundan nasıl olum­ lu bir sonuç bekliyorsun?” “Beni oraya götür.” Ellerim nasıl çalıştıklarını hatırlamış, yumruk olup belime dayanmışlardı. “Ceset orada duruyorsa ne olacak? Ya da durmuyorsa?” Tarver’m yüzü bembeyaz oldu, iyileştikten sonra onu bir daha böyle göreceğimi sanmıyordum. İçim cız etti ama pes etmeme yetecek kadar değil. “Bu elbise nereden geldi?” diye direttim. “Çamaşırhanede yere bırakmıştım, İkarus’un çamaşırhanesinde, ikimiz de bili­ yoruz. Tarver, bilmek zorundayım.” 437

K aufm an /

Spooner

“Ben böyle bir zorunluluk hissetmiyorum,” diye tersledi, birden bire sertleşmişti. Aramızdaki boşluğa doğru eğildi, ba­ kışlarımı bulmaya çalıştı. “Lilac, seni tekrar buldum. Başka bir şey istemiyorum. Soru sormak istemiyorum.” Gören de ölümden dönenin o olduğunu sanırdı. Bir anlam­ da, öyleydi belki de. Şu anda bana çölde karşısına çıkan suy­ muşum gibi bakıyordu. Bunu onu elinden nasıl alabilirdim? Kendimi zorlayıp başımla onaylayınca rahatladı. Artık bana inanıyordu. Sorun benim inandığımdan o kadar emin olmamamdı.

“Odalardan birinde, bize yatak yaptım,” dedi Tarver, koridor­ da yolu göstererek. Yatakhaneye vardığımızda, ne demek iste­ diğini anladım -iki ranzayı itip yan yana koymuş, altta geniş bir yatak, üstte de yataklardan bir çatı yaratmıştı. “Bize,” diye tekrarladım, eşikte durup. Tarver odanın içine bir iki adım girip döndü ve bana baktı. “Lilac?” Yutkundum, başımı iki yana salladım. “Lütfen. Olmaz. Ben ortak alanda uyurum.” Dönüp elime uzandı. Elimi aniden geri çekmemeyi başar­ dım ama tenimin ürpertisinin taşıdığı saklı dürtüyü hissedince ellerini tekrar indirdi. “Neden?” diye sordu tatlı tatlı; yüzü keder, bitkinlik ve ıstırabın bütün çizgilerini taşıyordu artık. Ona bu mutluluğu neden veremiyordum? Ürperdim. Şu anda ona çok soğuk geldiğime emindim. Tanıdığı Lilac’la 438

Bonitıı

U zak

Yıldızı m

aynı olduğumu nasıl düşünebilirdi? Neler hatırladığımı bil­ miyordu. Kendi bedenimi işgal etmenin, kendimi konuşma­ ya zorlamanın, yürümenin, yemenin ne kadar zor olduğunu bilmiyordu. Kendimi nasıl da bir mahkûm gibi hissettiğimi, görsem de, duysam da, eski Lilac’m yapabildiği şeyleri yap­ maktan aciz olduğumu bilmiyordu. “Yapamam. Söyledim -dokununca, canım yanıyor. Olmaz, henüz değil.” Dudaklarını birbirine bastırdı. Acı. Yanma gitme arzum öyle büyüktü ki paramparça olabilirdim. Bunun böyle sürme­ sine izin veremezdim. “Sana yalan söyledim,” diye fısıldadım, dönüp sırtımı kapı pervazına dayayarak. Bu baskının yarattığı acıyı, fiziksel ola­ rak hissediyordum en azından. “Ben -yok olduğum süre içeri­ sinde olanları hatırlamadığıma inandırdım seni.” Aldığı soluğu duydum. “Ne? N asıl...” “Hepsini hatırlıyorum.” Soğuk sesimi yutuyor, buz gibi hava kollarımla bacaklarıma sızıyor, ciğerlerimi çatırdatıyor. “Yani... olduğu anı mı demek istiyorsun?” Bunu bilmemeliydi. Kendiliğimden uyandığımı düşünme­ sine izin vermek daha nazik bir hareket olurdu. Eski Lilac onu bundan korurdu belki. “Sonrasından bahsediyorum.” Gözlerimi kapattım. Bir anlığına her şey sessizleşti. Neredeyse tekrar yok olduğuma inanacaktım, sessizliğe döndüğüme. “Soğuk ve karanlık an­ latmaya yetmiyor. Soğuk sıcaklığın yokluğu, karanlık ışığın yokluğundan ibaret. Orada -orada sanki sıcaklık ve ışık hiçbir zaman var olmamış gibi.” 439

K a u fYn a n /

Spoo ner

Ayakkabılarının beton zemine sürtündüğünü duydum. Bana doğru gelmemeye, kendini tutmaya çalışıyordu. Göğüs kafesimdeki buz çatırdadı, çıkmaya çalışan başka bir şey vardı. “Ölü olduğum zamanı hatırlıyorum, Tarver.” Yutkunurken nefesim hıçkırık gibi çıktı. “İnsan sonunda ken­ dini bekleyen şeyi bilerek, nasıl tekrar yaşar?”

440

“Bana inanmamış gibi konuşuyorsunuz." “Bu tür vakalarda politikamız, belli miktarda sağlıklı bir şüpheciliği muhafaza etmektir.” “Ciddi travma geçiren ve konuştukça uyduran kazazedelerle fazla tecrübeniz oldu anlaşılan.” “Kendinizi bulduğunuz ve sonunda kurtarıldığınız zorlu koşullar düşünüldüğünde, elimizde fazla bir örnek yok.” “Ne sebeple yalan söyleyeyim?” “İşte bu çok ilginç bir soru, Binbaşı.”

OTUZ ALTI TARVER

TEKRAR

UYANDIĞIMDA

KEPENKLERÎN

ARASINDAN

güneş ışıklan sızıyordu. Yattığım yerde dönüp gözlerimi kırpıştırarak duvara monte edilmiş saate baktım. Bu saatten gezegende günlerin yirmi altı saat olduğunu öğrendim. Bundan Lilac’a bahsetmedim. Burada günlerin bitmek bilmediğini söylemesini onaylamış olacaktım. Hatırladığım son şey, bu lanet ranzada gözüme uyku gir­ meyeceğine dair düşünceydi. Şilte dar ve rahatsızdı, mekân yabancıydı ve yerden fazla yukarıda olduğuma dair, rahatsız edici bir his vardı. Onun için yatakları tekrar birbirinden ayı­ rıp üstteki yatağa çekildim. Sürüklenirken ranzanın çerçevesi tiz bir sesle itiraz etti durdu. Saate bakılırsa kalkmak için çok erken bir saat değildi. Ben de battaniyeleri bir kenara itip ranzanın kenarından eğildim ve Lilac altta uyumaya ediyor mu diye baktım. 443

K aufm an

/

Spooner

Yerinde yoktu. İçimde dolaşan minicik bir buz parçası, mantığın yanma uğramadan geçip gitti. Ranzanın üst katından yere atladım, omuz vurup kapıdan geçtim, ortak alana ulaştım. Burada uyu­ duğuna dair bir işaret yoktu. Günlüğün arasındaki çiçeğin dış hatlan zihnimde bir anlığı­ na belirip kayboldu -Lilac’m yarattıklarını söylediği çiçek, yok olduğunu söylediği çiçek. Onu neden dinlememiştim sanki? Hayır, lütfen. Havaya uçurduğumuz girişten tökezleyerek geçtim, düşe kalka açıklığa ulaşıp deliler gibi etrafı taradım. Gitmiş ola­ mazdı. Böyle bir şey yapmazlardı. Yapamazlardı. Açıklığa ancak bir iki adım atmışken, değiştirmeyi reddet­ tiği elbiseyi elleriyle düzelterek ağaçların arasından çıktı. Ol­ duğum yerde kalakaldım ve ikimiz belli bir mesafeden birbiri­ mize baktım. Panik duygusunu bastırmaya çalışırken, göğsüm hızla inip çıktı. “Tarver?” “Sandım ki. Uyandığımda sen...” Anlamaya başladığında dudakları hafifçe aralandı ve benim ayaklarım yere kök salarken, o aramızdaki mesafeyi kapatıp biraz uzağımda durdu. Ben tereddüt edince, elime dokunmak için elini uzattı, parmak uçlarıyla hafifçe okşadı. Dokunuşun­ dan yoksun geçen bunca zamanın ardından, bu küçük jest beni öldürebilirdi. “Özür dilerim,” diye fısıldadı. “Buradayım. Yürüyüşe çık­ tım. Bir dahaki sefere bir not bırakırım, bir işaret. Çok özür dilerim.” 444

Bo n i m

U zak Yıldızı m

Başımı çevirip parmaklarımı onunkilere geçirmek istedim, onu kendime doğru çekip kollanma almak, çenemi başına yaslamak; burada, bu noktada durmak ve güneş batıp da, ye­ niden karanlık çökene kadar ona sanlmak. Ama başımı sallayıp hafifçe öksürmekle yetindim. Soğuk çiğe basmaktan ve girişteki molozlann üstünde koşturmaktan, çıplak ayaklanm acıyordu. Üzerimde gömlek olmayınca so­ ğuktan titriyordum. Uzun bir süre bana baktı, sonra arkasını dönüp istasyona yöneldi.

Ertesi sabah uyandığımda, Lilac yine ortada yoktu, sonraki sabah da. Geceleyin saatlerce gözüm açık yatıyor, aynlırken çıkarttığı sesleri duymaya çalışıyordum ama onu her seferinde kaçınyordum. İlk sabahtan sonra, matarayı kapının kulpuna asmaya başlamıştı, geri geleceğine dair sessiz bir işaret olarak. Her gün kapıyı açmaya ve ihtiyaç duyduğumuz sinyali göndermek için istasyona adamakıllı bir güç kaynağı bulma­ ya çalıştık. Buradayız. Kurtulanlar var. Gelip bizi alırı. Her geçen gün Lilac daha da zayıf düştü. Kapının gerisindeki şey kendisini yok etmiyormuş gibi davranmaya çalışıyordu. Geçit vermeyen kapının yanındaki tuşlan kullanarak, lambda kelimesini girmeyi denedik ama sonuç alamadık. Lilac ba­ basının şirketiyle alakalı aklına gelen her kelimeyi denemişti. Ana odadaki yanmış belgeleri karıştmnaya, şifrenin adı geçti­ ği bir yer aramaya devam ettik. Rastgele rakam kalıplan bile denedik, kayıtlarda geçen kelimeleri ama kapı geçit vermedi. 445

KauFman

/

Spooner'

Lilac sabah yürüyüşlerine çıkmaya başladıktan sonraki üçüncü ya da dördüncü sabah, yattığım ranzadan inip botla­ rımı bağladım, kapıya asılı duran mataraya uzandım. Hayal meyal seçilen ayna-aya bir bakış atıp açıklığa girerken, sabah güneşi bulutların arasından sızmaya başlamıştı. Bütün bunlarda ne rol oynadığını bilebilseydim keşke. Îkarus’un düşmesine o mu sebep olmuştu, belgelerde sözü geçen yarığın oluşmasına o mu sebep olmuştu? Neden sır ola­ rak saklanmıştı? Burada olup biten şey her neyse, bir yanlışlık vardı. Koca bir gezegeni kâinattan saklamak için bir servet harcamak lazımdı -v e LaRoux Sanayi saklanmaya değer bir şeyler yapıyor olmasaydı, bu parayı harcamazdı. Yeraltındaki koridorda birkaç kez fısıltıları konuşturmayı denedim ama karşılığında yalnızca karanlık ve sessizlikle kar­ şılaştım. İlk seferinde bütün güçlerini tüketmişlerdi belki de. Cevap veremiyorlar ya da vermek istemiyorlardı. Dün gece kapıya aşırı elektrik yüklemeyi bile denedik; elektrikli bir kilit mekanizmasıysa, aşırı yüklediğimizde siste­ min karışıp açılacağını düşündük. Ancak Lilac kapıya bağladenediyse de kapı açılmadı. Koca istasyonda güç sistemi dal­ galandı ve zayıfladı ama kapı geçit vermedi. Lilac tekrar de­ nemek istemedi, istasyonun güç kaynağının ne olduğunu ve gücün ne kadar azaldığını bilmediğimizi düşünüyordu. Kalan bütün gücü kapıyı açmak için harcarsak yardım çağrısı gön­ dermeye yetecek güç kalmayabilirdi. Matarayı elimde evirip çevirirken aklım Lilac’m bulduğu kâğıt parçasında yazan bölük pörçük bilgilere gitti. “Ener­ 446

B o n im

LJ / a k Y ı l d ı z ı n ı

ji-madde dönüşümü,” yazıyordu. Enerji bazlı canlı biçimleri. Bunlar enerjiyi yönlendirebiliyorlardı demek ki. Beyinlerimiz­ deki elektriği yönlendirebiliyorlardı, aydınlatmadaki elektriği de. Enerjiyi katı maddeye dönüştürebiliyorlar, fiziksel cisim­ ler yaratabiliyorlardı. Bunun kanıtını elimde tutuyordum so­ nuçta. Matarayı yeniden yaratmışlardı. Lilac çiçeği yeniden yarattıklarım söylüyordu. Başımı iki yana sallayıp gerindim, matarayı havaya fırlatıp yakaladım. İkinci kez fırlatıp çizdiği yaym doruk noktasına yavaş çekimdeymiş gibi ulaşmasını izledim. Derken çözülmenin başladığı ana tanık oldum. Ben felç olmuşçasına boş boş bakarken matara toza dönüştü. Tozlar uzattığım ellerime yağdı, parmaklarımın arasından kayıp yere düştüler. Şok sayesinde ayakta durdum ve yavaşça avucumu çevirdim, kalan tozlar da akıp ayaklarımın dibindeki otlara ve yanmış toprağa düştüler. Nihayet gözlerimi kaldırdığımda, Lilac’ın açıklığın kıyı­ sında dikildiğini, mataradan kalanların düştüğü noktaya bak­ tığını fark ettim.

Beşinci ya da altıncı, belki de yedinci gün uyandığımda Lilac yine ortada yoktu. Yok olup gitmediğinin bir kanıtı olarak, botlarım kapının yanma taşınmıştı. Ranzadan inip sert hareketlerle botlarımı giydim. Ortak alandan geçerken bir kuru azık paketi kapıp açıklığa çıktım. Mataranın da çiçek gibi toza dönüştüğünü unutmak için di­ dinip duruyordum. Bu iki şeyi her nasılsa tekrar yaratmışlardı 447

Kau fırıan

/

Spooncr

ve bize verdiklerinden geriye bir tek Lilac kalmıştı. Onlan mev­ cut hallerinde tutmak çok büyük çaba gerektirdiği için mi yok olup gitmişlerdi? Bize bir şey anlatmaya mı çalışıyorlardı? Tek bildiğim yarattıkları şeylerin kalıcı olmadığıydı. Bu varlıklar, artık her neyseler, kapalı kapının ardındaysalar, bizim de o kapının gerisine ulaşmamız gerekiyor demekti. Lilac’ı yaratan enerji kaynağına bir şekilde ulaşmayı başarırsak, Lilac’ı yok olup gitmekten kurtarabilirdik belki. Lilac’ı kurtarmanın bir yolu varsa, o yolu mutlaka bulacaktık. Kapı eşiğinde dikilmiş yaklaşık bir dakikadır bir yandan kuru azığı çiğneyip bir yandan uykulu gözlerle açıklığı tarar­ ken, birden kafama dank etti. Barakanın kapısı aralık kalmıştı. Lilac’m barakada ne işi olabilirdi? Açıklığı aşıp kafamı bara­ kanın kapısından içeri uzattım. Bir şey eksikti. Kürek yoktu. Bir anda, yükselen dehşet dalgasıyla birlikte, nedenini an­ ladım. Takatsiz olmasına rağmen, sabah yürüyüşlerine çıkması, kaçmadan evvel benim uykuya dalmamı beklemesi, her sabah onu aramaya çıkmama fırsat kalmadan gün ağarmadan dön­ mesi. Kendi mezarını arıyordu. Kuru azık ağzımda kuma dönüştü. Kalanı attığım gibi koş­ maya başladım. Ağaçların arasına dalıp diğer taraftan çıktım, dere kıyısına geldiğimde aniden durdum. Geç kalmıştım. Artık solup gitmiş olan çiçekler bir kenara itilmişti. Lilac, yanında kürekle birlikte, dizlerinin üstüne çök­ müş, boş gözlerle kazdığı çukura bakıyordu. Ben, durduğum 448

Benim

U / a k Yıldızı m

yerden ancak bir tutam kızıl saç görebiliyordum ama Lilac her şeyi görüyordu. Onu oradan çekip götürmek istedim, bu anıyı silmek, gör­ düğü şeyi bir şekilde hiç görmemiş olmasını sağlamak. Za­ manı geri alıp mezarı bulmadan evvel ona engel olabilseydim keşke. Ama yapamazdım. Artık ikimiz de biliyorduk.

449

“Bana dilediğiniz kadar bakabilirsiniz, Binbaşı. Benim

acelem yok.” “Size mi bakıyordum? Dalmışım.” “Soruma cevap verme lütfunda bulunursanız, akşam yemeği için bir şeyler isteyip mola veririz belki." “Hangi soru?" “Yalan söylemek için ne gibi bir sebebiniz var?"

OTUZ YEDİ LİLAC

BENİ İSTASYONA GÖTÜRMESİNE İZİN VERDİM.

BENİ

bırakıp ortak alana çekildikten sonra bile, elimde elini hissetmeye devam ettim. Yatakhaneye döndükten sonra, aynanın önünde durdum. Çillerim çıkmıştı. Gerçek bir güzelliğe yakışmayacak derece­ de belirgin burnumun üzerine dağılmışlardı. Bu burundan her zaman nefret etmiştim -şimdi de bana aitmiş gibi hissetmiyor­ dum. Elmacık kemiklerimin birinin kenarındaki küçücük be­ yaz çizgi, Tarver’ın hezeyan anında attığı tokadın hatırasıydı. Dudaklarım çatlamış, gözlerim çökmüştü, altlarında morluklar vardı. Çillerin altındaki tenim solgundu. Bir anlığına, tekrar ormanda dikilmiş, sığ bir mezardaki şeffaf gri porselen tene, yanaklara değen uzun kirpiklere, top­ rağın donuk grisiyle dalga geçercesine parlayan saça baktım. Bir saniye sonra bir nefes daha alacakmış gibi, menekşe rengi 453

K a u fm a n / S p o o n e r

dudaklar hafifçe aralıktı. Kendi soluğum kesildi, kalp atışları­ mın sesi kulaklarımda gürledi. Baş döndüren bir an boyunca hangi bedenin bana ait oldu­ ğundan emin olamadım: Mezardaki mi, yoksa aynadaki mi? Hayır. Ben o değildim. O değildim.

Sonrasında istasyondaki aynanın önüne döndüm, havluya sarınmış bu aşırı zayıf bedene. Benim bedenim değildi -başka bir şey, başka biriydi. Yaratılmış bir şeydi. Havlu bedenimi tahriş ediyordu, hislerin yarattığı bir ızdıraptı bu. Bırakınca yere düştü. Tarver burada değildi nasıl­ sa. Bu bedeni benden başka gören yoktu. Gözlerimi kapatıp aynadaki yüzün görüntüsüne son ver­ dim. Mezarı bulmamdan önce, kendi bedenimde mahkûmdum; uzanmak istiyordum, dokunmak, sevmek ama bu arzuya uyup harekete geçemiyordum. Artık bir yankıya dönüşmüştüm, bir heykelin içini dolduruyordum o kadar. Bir zamanlar burada yaşayan Lilac anısına dikilmiş bir heykele. Tarver’m sevdiği o eski Lilac olsa, havluyla güzelce kuru­ lanır, kuruyup parlayana kadar saçlarını tarardı. Gidip onun yanında dururdu; Tarver onun sıcaklığını hissetsin, kolu kolu­ na değsin, saçları omzunu gıdıklasın diye. Ta ki Tarver daya­ namayıp dönene ve alev alev ona dokunana kadar. Eski Lilac, Tarver’ı severdi. Balolarda ve salonlarda, tasarımcılar ve son moda kıyafet­ ler, flörtler, entrikalarla geçen bir hayatta ilk kez -Lilac kendi bedeni içinde hayata dönmüştü. Şimdi ben kimdim peki? Tarver benim ben olduğuma çok emindi, sevgilisi olduğu­ 454

Be n im

Uzak Yıldızım

ma -am a ben bundan nasıl emin olabilirdim? Ona inanmak is­ tiyordum. Bazen inanacak gibi oluyordum. Hayali bir bacadan süzülen, hayali bir duman olmadığıma inanmak istiyordum. Oysa üzerimi giyinirken çıplak, acıyan tenime değen kuma­ şın sürtünüşü yüzünden, bir anıdan öte bir şey olduğuma nasıl inanabilirdim? Tarver döndüğünde, zorla da olsa üstümü giyindim, topuz yaptığım ıslak saçlarımdan boynuma buz gibi sular damlıyor­ du. Dişlerimi temizleyip dudaklarıma bir parça renk verecek kadar su içtim. İçeri girerken eşikte durup bana gülümsedi. “Lilac,” dedi. Elini uzatmaya yeltenip sonra kendine engel olduğunu fark etmediğimi sanıyordu. O an öyle hızlı geçiyor ki hiç yaşanmamış gibiydi. Kafamın içinde bir ses adımı söyle­ mesi için çığlık çığlığa bağırıyordu ona. Lilac. Bir yankıydı bu. O adımı söylemezse, yok olup gidebilirdim.

Çıplak yatakhaneyi yaşanacak bir yer haline getirmekle meşguldü; garip şekilde evcimen bir hareketti bu. Bunu benim için yaptığını biliyordum ama aynı zamanda, elinin kolunun bağlı olmasına alışkın değildi. Gözlerinin önünde yavaş yavaş dağılıp gidiyordum. Arada kalmıştı, bir yandan belgeleri ince­ lemek ve kilit mekanizmasını aşmak için yardımımı istiyordu. Bir yandan da yeraltı istasyonundan ve onun beni güçten dü­ şüren etkisinden uzak durmam için elinden geleni yapıyordu. Bana dokunmasını istediğimden haberi yoktu, dünyada en çok istediğim şeyin kendimi kollarına atmak olduğundan. 455

Kaufm nn

/

Spooner

Bedenim hâlâ acıyordu ama bunu umursamıyordum artık. Parmaklarını saçlarımda istiyordum, dudaklarını yüzümde bedeninin sıcaklığını ve gücünü öyle çok arzu ediyordum ki canım yanıyordu. Bunları her saniye istiyordum, hissedebildi­ ğim sürece, sonsuzlukta yok oluncaya dek... Ama ben onun Lilac’ı değildim. Ne olduğumu ya da kime dönüştüğümü anlayamıyor, bana dokunmasına da izin veremiyordum. Şu anda, elimde yalnızca ölmeden evvel beni açıklı­ ğa sürükleyen dürtü vardı. Kurtarılma ve onu evine ulaştırma ihtiyacı. Her an toza dönüşme ihtimalim varsa ve bununla sa­ vaşma şansım yoksa, en azından istasyonun kapılarını patlata­ rak başladığım şeyi bitirebilirdim. Onu kurtarabilirdim. İstasyonun derinliklerindeki garip enerji alanına, kapının gerisinden yayılan güce karşı, benden daha dayanıklı görü­ nüyordu. Yine de, elektronikten anlayan o değil bendim, o yüzden yavaş yavaş duvardaki panelleri açıyor, devreleri in­ celiyordum, kilidi elektronik yoldan açmaya çalışıyordum. Beni zemin kattaki kapıdan sürükleyerek uzaklaştırmamasının tek nedeni, kapıdan geçmenin tek umudumuz olduğuna inanmasıydı galiba. Bu gezegende başımızdan geçen her şey, bizi bu kapıya doğru yönlendirmişti. Tarver da kapının ge­ risindeki şeyi kullanabileceğini düşünüyordu. Yeter ki içeri girebilsindi. Kapının arkasındaki şeyin beni kurtarabileceği­ ne emindi. İyi de zaten ölü olan birini nasıl kurtaracaktı? Kapının gerisindeki şeyin ne olduğunu bildiğime inanmaya başlamıştım. Titremeler, metalik tat, bir hayal ya da düş gör456

B e n i m U z a k Y ı l d ı z ı rn

düğümde hissettiğim baş dönmesi -kapıya çok yaklaştığımda kapıldığım hisler... Kapının gerisindeki fısıltıları hissediyordum neredeyse. Yana yakıla istedikleri bir şey vardı ama bunun için düşün­ celerimize ulaşmaktan başka bir şey gelmiyordu ellerinden. Kapana kısılmışlardı. Bekliyorlardı. Ayrıca bizden istedikleri şeyin ne olduğunu anlamaya da başlamıştım. Neticede, ben de giderek dağılan bir bedende mahkûm­ dum artık. Kapana kısılmanın acısını, Tarver’dan daha iyi anlıyordum. Dayanacak gücüm kalmamıştı. Dikkatimi vermekte zor­ lanmaya başlamıştım. İster istemez, onların acısının da kendi acıma benzediğini, hayatla ölüm arasında kapana kısıldıklarını, çektikleri işkencenin ötesine uzanamadıklarını hayal ediyordum. O kapıdan girdiğimizde, içerideki gücü kullanıp yardım çağrısı göndermekten ve benden istedikleri şeyi verme arzusuyla mücadele etmekten başka bir şey gelmeyecekti elimden. Küçük bir parçam Tarver’ı istese de, geri kalan parçam fısıl­ tıların arzusunu paylaşıyordu: Bütün bunlara bir son vermek. Gün boyu, gece boyu, yemek yerken, beni izliyordu ama ben yapamıyordum... kafam çalışmıyordu. Dikkatimi çekme­ ye çalıştığını duyabiliyordum. “Lilac, iyi misin?” Kaşık elimde, akşam yemeği yiyorduk ve önümde bir kâse ısıtılmış yahni vardı. Dalmıştım. Ona boş gözlerle baktım, şaşkındım. 457

K a uf m a n

/

S p o u n o r

“Lilac?” Sesi daha yumuşak, kaşları çatıktı. Sol eli masa­ ya dayandığı noktada seğiriyordu, sanki aramızdaki uçurumu aşıp elime dokunacakmış gibi. “O ismi kullanma.” “Ne?” Bana bakakaldı, afallamıştı. “Senin adın bu, başka ne diyebilirim?” “Umurumda değil. Bu adla seslenme yeter. Ben senin Lilac’ın değilim. Kopyayım yalnızca.” “Ciddi misin sen?” Hayret yerini öfkeye, kedere ve kafa karışıklığına bırakıyordu. Sesi çatallı çıkıyordu. “Şensin işte. Hatıraların, sesin, gözlerin, konuşma tarzın. Nasıl olduğu umurumda değil, sen sensin, o kadar. Farkın ne olduğunu söy­ leyebilir misin?” “Fark, onun ölmüş olması.” Kendi içinde verdiği savaşı görebiliyordum. Yanıma gelme arzusunu. Bağırma arzusunu. Bir anlığına da olsa, pes etme arzusunu. Sonuncu arzusunun gerçekleşmesine izin verecek­ tim, böylece ikimiz de dinlenebilecektik. Bir süreliğine. “Sen sensin,” diye tekrarladı, gözleri kederle doluydu. “Bu gezegene benimle birlikte düşen kızsın. Ormandan çıkarttı­ ğım, dağlardan geçirdiğim, hayatımı kurtarmak için ceset dolu enkazı kateden kızsın. Sevdiğim kızsın ve seni seviyorum.” Kes. Kes. Yeter artık. Lütfen. Boğazım düğümlendi. “Seni seviyorum, Lilac.” Sesi yumuşak ve duygu yüklüydü. “Seni seviyorum ve keşke bunu sana daha önce söyleseydim...” Sesinin tıkandığını duydum, kırılmayı kendi göğsümün de­ rinliklerinde hissettim. Gözlerimi kapattım. 458

B e n i m U z a k Y 1 1d ı / 1 m

“Sen benim Lilac’ımsın.” Başımı iki yana sallayıp kaybettiğim sesimi buldum. “Ne olduğumu bilmiyorum, neden burada olduğumu da ama öğre­ nene kadar, ben de o kızın istediği şeyi istiyorum. O kapının gerisine ulaşmak, sinyali çalıştırmak ve eve dönmeni sağla­ mak.” “Eve birlikte dönüyoruz. Sen olmadan hiçbir yere gitmiyorum.” “Babam güçlü bir adam ama koca bir gezegeni gözlerden saklamaya gücü yeten bir şirketten bahsediyoruz. Burada olup bitenlerden haberi olmayabilir de ya da burada olanları başka birisi öğrenmiş olabilir, o zaman bizi de buraya gömemeyeceklerini mi sanıyorsun? Ben öldüm... öylece, normal hayatıma dönmeme izin vereceklerine inanıyor musun gerçekten?” Çenesini sıktı. “Burada olanları asla öğrenemeyecekler. Yalan söyleyeceğiz.” Ona öylece, yüreğim sızlayarak baktım. “Tarver,” dedim soluğumun arasında. “Yalan söyleyemezsin. Anlarlar. Beni teste tabi tuttukları anda anlayacaklar. Seni askeri mahkemeye çıkartırlar. Her şeyini kaybedersin.” “Her şeyi değil.” Sakin gözlerle beni izledi. Artık kim olduğuma karar ver­ mişti -onun Lilac’ı olduğuma- ve başka hiçbir şeyin önemi kalmamıştı sanki. Öyle yorgun görünüyordu ki. Biraz uyusaydı keşke. “Seni çok sevdi,” diyen kendi fısıltımı duydum. “Bunu onun ağzından duyabilseydin keşke.” Ben yatmak için üzerimi değiştirdikten, o da akşam yeme459

K aufm an

/

Spooner

ğinin bulaşıklarım yıkadıktan sonra, benimle tekrar konuştu. Kapının eşiğinde durup benim geceye bakmak için pencere­ lerdeki kepenkleri açışımı seyretti. “Beni almaya geldiklerinde, gerçekten burada kalacağına inanıyor musun?” “Hayır. Ama ben senin için buradayım. Beni sırf iyilik olsun diye geri getirmediler -ikimizin de o kapının ötesine geçmemize ihtiyaç duydukları için geri getirdiler. Baştan beri yapmaya çalıştıkları şey de buydu zaten. Sen burada olmadı­ ğında, benim varlığımı sürdürmeleri için bir nedenleri kalma­ yacak.” Gözlerim dışarının karanlığındaydı, ne kadar korktuğumu ona belli etmek istemiyordum. “Sen gittiğinde kendimi burada kalırken hayal etmiyorum,” dedim tatlılıkla. “Varlığımın sona ereceğini hayal ediyorum. Beni bırakmak zorunda kalacaksın, Tarver. Mümkün değil...” “Mümkün olmayan nedir?” Sesi kısık ve kontrollüydü. Daha önce hiç böyle konuştuğunu duymamıştım. Döndüğüm­ de onu kapının çerçevesine sıkı sıkıya tutunmuş buldum. Par­ mak eklemleri bembeyaz, bütün kasları gergindi. Yutkundum. “Bir hayaletin peşinde kaybolamazsın.” Uzun bir süre konuşmadı, kıpırdamadı, aramızda tel gibi gergin bir sessizlik oldu. Beni pencerenin kenarından çekip kollarının arasına alacak gibiydi. Buna daha fazla dayanmam mümkün değildi. İlk pes eden o oldu ve kapıdan çıkıp gitti. Adımlarım duydum, öfkeli ve telaşlı, girişteki molozları çiğneyerek gecenin içine yöneldi. Gerilim çekilirken düşündüm, can 460

Bo n im

IJ / a k Y ı l d ı z ı iti

yakan bir şiddetle yere çarptım. Cildim artık hassaslaşmış, kâğıt gibi incelmişti. Yataktan kalkacak gücü bile toplamakta zorlanıyordum. Yapamam... O kapıyı geçmek zorundaydım ve gözlerim battaniyelerin üzerindeki LaRoux lambda amblemine takılırken, bunu nasıl yapacağımı anladım. Gecikmemem lazımdı. Fazla vaktimin kaldığını sanmıyordum.

461

“Delilik, bu. Doğruyu söylemediğimi düşünen sizsiniz,

nedenini de açıklamanız gerekmez mi? Siz söyleyin.” “İkimiz de, varsayımsal olarak, gerçeği gizlemeniz için nedenleriniz olabileceğini kabul edebiliriz sanırım.” “Varsayımsal olarak. ” “Belli şartlarda yani, mantıksal olarak.” "Kelimenin anlamını biliyorum.”

OTUZ SEKİZ TARVER

AÇIKLIĞI GEÇİP GERİ DÖNDÜĞÜMDE SAAT GEÇ OLMUŞTU;

zihnim net, adımlarım daha emindi. Dışan çıkıp uzun uzun yürümek, bir şekilde düşüncelerimi netleştiriyordu. Ortak alandan geçerken, oda boştu -am a farklıydı. Genelde siyah olan ekranlar, şehir manzarası gibi ışıl ışıldı, canlı kırmızı renkte anlaşılmaz kodlarla göz kırpıyorlardı. Kontrol panellerinin üzerinde ışıklar dans ediyordu. Güç kay­ nağımız çalışmaya başlamıştı. Adamakıllı bir güçtü, destek güç modundan zar zor elde ettiğimiz güç gibi değildi. İçimde bir umut dalgası yükseldi. Kapıdan geçip kilitli odaya girmenin bir yolunu bulmuş olabilir miydi? Kapının arkasında ona yardım edebilecek bir şey bulabilirim umuduyla, uyumadığım her saniyeyi içeri girmenin bir yolunu arayarak geçirmiştim. İyi de kapıyı açmayı becerdiyse, gelip neden beni 465

K aufm an

/

Spooner’

bulmamıştı? Zihnim tek bir sahneyi tekrar tekrar oynatıp du­ ruyordu: Toz olup ufalanan mataranın görüntüsü. Sakin ol. Lilac iyi. Kalbim deli gibi çarpıyordu. Portatif

merdivenin üst basamağına atladım. Eski eğitim çavuşunun kulağımı patlatırcasına bağıran, aptalca bir şey yapmama, onun yanına daha hızlı gidebilmek için olmayacak bir atlayışa kalkışmama engel olmaya çalışan sesini duyuyordum. Uzak­ lardaki bir gezegendeki mezarından Önce kendi güvenliğin! diye bağırıyor. Bir tarafım kırarsan, kimseye yardım edemez­ sin. Acele etme.

Elimde değildi. Basamaklardan düşercesine indim, o telaş­ la burktuğum ayak bileğimin acısına aldırmamaya çalıştım. Işıklar yanmıştı, koridordan aşağı koşturdum, metal basamak­ lardan indim, köşeden savrulurcasma döndüm. Yuvarlak kapı açıktı. Lilac geldiğimi duymuş olmalıydı -çemberin ortasında durmuş, dışarı bakarak beni bekliyordu. Teni kireç gibi bem­ beyazdı, gözleri gölgelerde kaybolmuştu. Yuvarlak kapı per­ vazına tutunurken, titrediğini görebiliyordum. Ona yaklaşır­ ken yavaşlayıp yürümeye başladım. “Şifreyi tahmin ettim,” dedi kulak tırmalayan bir fısıltıyla. Tek istediğim onun yanma gitmekti ama bunu yapmamı is­ temediğini bildiğimden insanüstü bir çabayla kendime engel oldum. “Nasıl yaptın?” “Babam. Burası ona ait -her yerde onun amblemi var. Her zaman adımın her kapıyı açacağını söylerdi. Ben de Öyle yap­ tım. Kendi adımı kullandım.” Dudakları seğirirken başını salladı. Yüz ifadesindeki ke­ 466

B e n i m U z a k Y ı l d ı z ı rn

deri anladım. Şifre olarak onun adı kullanıldıysa, bunu babası yaptı demekti; LaRoux Sanayi’deki korkusuz bir eleman, ba­ basının bilgisi ya da onayı olmadan yapmış olamazdı. Burada olanlardan ve sonrasında örtbas edilmesinden babası sorum­ luydu. Lilac’ın adını da anahtar olarak kullanmıştı. “Acil durum sinyalini başlattım, sinyal zayıf ama olsun.” Sessiz konuşuyordu, gergindi. “Olsa olsa durağan sinyal ola­ rak alınır, yeterince alıcı tarafından yakalanıp yükseltilirse başka.” Eskiden olsa bu haberle sevinçten havalara uçardım, şim­ diyse korkunç ve karanlık geliyordu. Bizi almaya gelmelerini isteyip istemediğimden emin değildim artık. Lilac’ı kurtarma­ nın bir yolunu bulursam, gelmemelerini tercih ederdim. “İçeri gel,” dedi. “Dahası var.” Geri adım attı ve ben de eşikten geçtim, istemeden eline uzandım. Parmaklarını tuttuğumda, ancak cılız şekilde par­ maklarımı sıkıştırarak karşılık verdi. Titremeler beni de etkisi­ ne alırken, kendi gücümün de azaldığını hissettim. Hayallerin yan etkilerine benziyordu; on kez, yirmi kez daha güçlüydü yalnızca. Oda gücün etkisiyle titreşiyordu, her tarafta ekranlar, kont­ rol panelleri ve cihazlarla dolu konsollar sıralıydı. Konsollar­ dan çıkan kalın kablolar odanın ortasına uzanıyordu. Tepe­ mizde boyumun iki katı büyüklükte, çember şeklinde çelik bir çerçeve yükseliyordu. Mavi ışıktan titreşimli kıvrımlar yıldı­ rım gibi içeri dışarı hareket ediyor, parıltılı bir hava tabakası yaratıyorlardı. Çerçevenin varlığı eziciydi, odanın tamamına hâkimdi. 467

K a u f’t n a rı /

Spoo nor

Artık kalp atışlarımı, zorlanan nefesimi duyamıyordum bütün sesler elektriğin çatırtısı ve tıslamasında kaybolup git­ mişti. Metal çerçevenin ötesindeki oda bulanık görünüyordu. Hava ağır ve yoğundu. Boğazımın gerisinde metalik bir tat vardı. Odanın uğultusu dişlerimi ağrıtıyordu. Çelik çerçeveye iki tane büyük, sarı-siyah şeritli uyarı işa­ reti yerleştirilmişti; biri tepede, diğeri yandaydı. Büyük harf­ lerle, Deneklerle temas yasaktır. Yarık dengesizliği riski var yazılmıştı. Denekler. Yukarıdaki odada bulduğumuz belgelerde adı geçen denekler. Fısıltılar aniden yükseldi, ısrarla kulaklarıma doldular. An­ laşılmak üzereydiler -aramızdaki uçurumu azıcık daha doldurabilseydim, ne dediklerini anlayacaktım sanki. Düşünmeden, çerçeveye doğru bir adım attım; çekim gü­ cüne karşı koymam imkânsızdı. Bir anlığına, etrafımdaki oda yok oldu ve üzerine karanlık çöktü; benek benek ışıklar yanıp sönmeye başladı. O sırada bir şey beni aniden tutup çekti. Gözlerimi tekrar kırpıştırdığımda yok oldu -Lilac elimden tutmuş beni çekme­ ye çalışıyordu. “Delirdin mi sen?” dedi nefes nefese. “Belgelerde yazanı unuttun mu yoksa? Dokunduğun anda, her şey tümden çöke­ bilir.” “Ne?” Gözümün önünde uçuşan yıldızlar yüzünden hâlâ titriyordum, anlamama ramak kaldığına dair o duygu yü­ zünden. Metal çerçevenin hipnotize edici mavi ışığını işaret etti. 468

Bonirrı

Uzak Y ıldızım

“Görmüyor musun? Bahsettikleri yarık bu. Öyle olmak zo­ runda.” Cevap vermek için ağzımı açtım ama konuşma fırsatı bu­ lamadan, başımızın üzerindeki ışıklar titreşip söndüler. Odayı dalgalı mavi ışıklar aydınlatıyordu artık. Işıklar bir kez yanıp söndü. Evet. “Aman tanrım,” diye fısıldadı Lilac, gözlerini metal çerçe­ veden ayırmadan. Terliyordu, elimin içinde elinin ıslaklığını hissediyordum. Üşümeye başlamıştı, donuyordu adeta. Metal çerçeveden yayılan titrek mavi ışık yüzünden emin olamadım ama gözleri biraz daha çukura kaçmış, altlarındaki morluklar daha da belirginleşmişti sanki. “Lilac?” “Bunlar onlar.” “N e...” Gözlerini çerçeveye diktiğini görebiliyordum. Ne demek istediğini anlamıştım. “Yaratıklar, denekler. Fısıltılar. İstasyonun enerji kaynağı onlar. Bu ışık, enerji -b u babamın yarattığı yarık. Boyutlar

arası bir geçit. Onlar buradalar, bir şekilde çevrelerine inşa edilen metal çemberin içinde kapana kısılmış dürümdalar.” İçerideki ışıklar çılgınca yanıp sönmeye başladı. Tepemiz­ de floresanlar patlayınca metal zemine cam kırıkları yağdı. Yarığı barındıran çelik çerçevenin içinden, mavi ışık çatalları gibi dalgalandılar. “Enerji bazlı canlı biçimleri.” Sesim ancak bir fısıltı gibi çıkmıştı. Birden bire Lilac bütün ağırlığını bıraktı, bir iniltiyle diz­ lerinin üstüne çökerken nemli eli, ellerimin arasından kaydı. 469

Kaufman

/

S p o o rı e r

Yüreğim duracak gibi oldu ve ben de yanında yere yığıldım. Solgun teni artık neredeyse şeffaflaşmıştı. Kollarından tır­ manan koyu damarları görebiliyordum. Büyük bir gayretle başını kaldırdı, güçlükle nefes alıyordu. Elimi omzuna koydu­ ğumda, elbisesinin bir parçası dokunuşumun etkisiyle ufala­ nıp dağıldı. Çiçek gibi. Matara gibi. Fısıltılara bu kadar yakın olmak onu öldürüyordu -belirti­ ler binlerce kez çoğalmıştı. Onu buradan çıkartmam lazımdı. Tek kolumu vücuduna dolayıp onu ayağa kaldırdım. Her hare­ ketimle elbisenin bir parçası daha ufalandı. Kumaş titreşti, pul pul dağıldı, kül gibi uçuştu. Ceketimi çıkartıp omzuna attım, sonra onu kaldırıp kollarıma aldım. Güç kaynağı onlar, diye yankılanan sesini duydum. Ve güçleri azalıyordu. Beynim durmuştu artık. Arkamı dönüp onu kapıdan çıkart­ maya hazırlandım. Tek bildiğim, onu buradan uzaklaştırmam gerektiğiydi.

Üst kata çıkarken, merdivene bir parça tutunacak kadar kendine

geldi.

Ortak

alandaki

sandalyelerden

birine

oturmasına yardım ettim. Olabildiğince nazik hareket etmeye çalışmama karşın, yüzünü buruşturdu. Yarıktaki yaratıklarla, benim paylaşmadığım bir bağlantısı olduğu açıktı. İstasyonda gezinen enerji, onun içinde de geziniyordu. Onu burada benim yanımda tutan yaşam enerjisiydi bu. Kendine gelmeye çalışırken, bakışlarını ilerideki duvara sabitledi. Hareketsiz kaldığını gördüğüm anda, yüreğim du­ 470

Bo n ım

U zak Yıldızı m

racak gibi oldu. Derken, görmezden gelmek için büyük çaba harcadığımız vahşi duvar resimlerine baktığını fark ettim. Bakışlarını takip ettiğimde kırmızı şekli gördüm. “Tarver, bu resimlerin ne olduğunu anladım.” Sesi çatlak bir fısıltıya dönüşmüştü artık, duygu yoğunluğundan titriyor­ du. “Gördün mü?” Belirgin bir çabayla, tek elini kaldırıp yine kırmızı renkle çizilmiş bir sonraki şekli gösterdi, sonra da di­ ğerini. “Aynı adam burada da var. Yanındaki el izini görüyor musun? Aynı. îlkinde boynunu kırıyor. Burada, mızrak. Bu­ rada, yanıyor. Aynı adam, tekrar tekrar. Tarver, burada görev yapan araştırmacılar bunu kendilerine yapmışlar.” Sesinde ızdırap vardı, kelimeler zorla gırtlağından yükseliyordu. “Sonra onlar da dirilmişler, benim gibi.” “Tanrım... haklısın.” Zihnim dönüp duruyor, deli gibi çalı­ şıyordu. Birden her birinin tekrar tekrar öldüğünü, el izleriyle çevrili resimleri, yanlarında kocaman ve koyu renkle basılan LaRoux lambdasını gördüm. Birden bire, resimlerin dört bir yanma dağılmış mavi spiraller yeni bir anlam kazandılar: Bo­ yutsal yarık ve onun esirleri. Lilac’m gözleri giderek vahşileşen, çılgınlaşan resimlerde dolaştı. Resimler nihayet anlamlarını çözmekte zorlandığım ilkel sıvamalara dönüştüler. Resmin sonuna bulaşmış, tek bir el izi vardı. Sonrası boşluktu. İkimizin de aynı şeyi gördüğümüzden eminimdim. Burada buldukları şey buydu. Ölmüşler, dirilmişler ve ikisinin arasında bir yerlerde akıl­ larını yitirmişlerdi. Lilac’ı bana yeniden veren yaratıkları in­ 471

K aufm an

/

Spooner

celemeye, belki de öldürmeye gelmişler ve bir tür hastalıklı ölümsüzlük şekli keşfetmişlerdi. Nereye kadar peki? Fısıltıların gücü hem onları geri getirip hem de istasyona güç sağlamaya yetmemeye başlayana ve araş­ tırmacılar sonsuza dek ölene kadar mı? LaRoux Sanayi araştır­ macılarını geri çekip bu mekânı gözlerden saklayana kadar mı? Gözlerimi dikmiş bakarken, Lilac elini güçsüzce yere vur­ du. “Böyle bir şeyi kim ister? Sürekli yok olup gitme korku­ suyla arafta yaşamayı?” Sesi çatallı, kesik kesikti. Uzanıp onu kollarımın arasına alabilseydim keşke. Ama aramızda derin bir vadi vardı sanki. “Onlar için şartlar fark­ lıydı belki de, istasyon tam güç çalışırken. Biz kalanlarla idare ediyoruz, şirketin geride bıraktıklarıyla.” “Ben yok olup gittiğim zaman, beni geri getirmeye güçleri yetmeyecek o zaman.” İstediği buymuş gibi konuşuyordu. Nefesim kesildi. Ona acıyla bakakaldım. “Tek istediğim uyumak,” diye fısıldadı, gözleri beyaz yüzünde koyulaşmış, hissettiği özlemin etkisiyle değişmişti. “Uyumak istiyorum -çünkü acı çekeceksin, yas tutacaksın ama geçecek. Sinyal ulaşacak, sen de evine döneceksin. An­ nenle babana, bahçenize kavuşacaksın v e... o zaman, bu istas­ yon yok olur, fısıltılar da huzur bulur. Ben huzur bulurum. Tek istediğimiz bu. Gerçek bir huzur, soğuk değil, o ...” “Geçmesini istemiyorum, Lilac. İstemiyorum.” Sesim en az onunki kadar paramparça çıkıyordu. “Ben seni istiyorum. Buna bir son vermenin yolunu bulacağız, seni bir arada tuta­ cak gücü bulacağız. Seni ikinci kez kaybedemem.” 472

B enim

U zak Yıldızı m

“Bir şey kaybetmiyorsun, Tarver. Beni zaten kaybetmiş­ tin.” Verdiği mücadele yüzünün her bir kıvrımında okunuyor­ du, sımsıkı kapalı gözleri, incecik bastırdığı dudakları, göz­ yaşlarının yanaklarından aşağı süzülmesine engel olamıyordu. İlk kez, onun içindeki diğer özlemi gördüm -burada kalma arzusunu. İlk kez, bütün bunları bir kez daha kaybetmek istemediği için, ayrı kalmak istediğini anlıyordum. Elimi milim milim uzatıp nihayet parmaklarımı onunkile­ re geçirdim. Gözlerini kapattı, nefes alamıyordu. Dokunuşum canını yaktıysa bile, elini çekmedi. “Bana ne yapmış olurlarsa olsunlar, Tarver, her neye dö­ nüşmüş olursam olayım -seni seviyorum. Bunu unutma.” Onu kendime çektim; saçları göğsüme döküldü, yüzü çe­ nemin altına sığındı. Tenimde nefesinin sıcaklığıyla, uykuya dalana dek böyle tuttum onu. Kendimi zafer kazanmış gibi hissetmeliydim aslında; burada, benim yanımdaydı, nihayet kendi olmaya başlamıştı. Ama aksine, vedalaşıyormuşuz gibi hissediyordum.

Bir kez daha zemin kattaki istasyona inerken avucumda tut­ tuğum, metal merdivenin basamakları buz gibiydi. Yüzeyde gece olmasına rağmen, aşağıyı aynı haşin, durağan floresan ışık aydınlatıyordu. Koridordan geçip uğuldayan odaya gider­ ken, ayak seslerim yankılandı. Yarık beni bekliyordu, mavi ışık kendisini tutan yuvarlak çeliğin arasında kıvrıldı. Fısıltılar yükseldi ve metal çerçeve içinde kapana kısılan 473

Kauf'm an

/

Spooner

varlıkların elektriğiyle cızırdadılar. Bu yaratıkların Lilac’ı kurtarmama yardım etmelerinin bir yolu olmak zorundaydı. Bize gösterdikleri görüntüler tekrar tekrar gözümün önüne geldi -çiçeklerle dolu bir vadi, annemlerin gerçek boyutlarda­ ki ve renkteki evi, Lilac’m en karanlık anında pes etmemesini sağlamak için ortaya çıkan tek bir çiçek, böylesine şefkatli bir türün zalim davranabileceğine inanamıyordum. Yarığın çakan, elektrik mavisi parlaklığına baktım. Umut­ suzca bu varlıkların gizemini bir şekilde çözmeyi, bu kadar uzaklardan bize ulaşıp neden buraya getirdiklerini anlamayı istedim. Sürekli değişen mavi ışığa bütün dikkatimi vererek bakarken, içimde yükselen öfkeyi hissediyordum. Zaman azalıyordu ve ben onu kurtarmaya az da olsa yaklaştığımdan emin değildim. Fısıltılar bir kez daha telaşla kulağıma geldi, görüş alanı­ mın kıyısında bir takım şekiller biçimlendi. Yüreğim küt küt atıyordu. Bunca yol, bunca acı; şimdi de lanet olasıca mesajlarım bana ulaştırmanın bir yolunu bulamıyorlardı, öyle mi? “Derdiniz ne, ne istiyorsunuz benden?” dedim boğuk bir sesle. Fısıltılar cevap veriyormuşçasına yükseldiler. Tabii, her zamanki gibi, bir anlam çıkartmak mümkün değildi. Cevap yoktu. Lilac için bir çıkış yolu yoktu. “Hadisenize!” Tanrının cezası çembere yumruklarımla dal­ mamak için, soruna bildiğim tek yolla saldırmamak için ken­ dimi zor tuttum. “Buradayım işte. Lanet olasıca gezegeninizi boydan boya aştım. Benden ne istiyorsunuz, ne yapayım?” 474

Bo m m

U 7 a k Y 1 1d ı / 1 r n

Sessizlik, yalnızca elektriğin çatırtısı ve patlamasıyla kesil­ di, bir de cihazın uğultusuyla. Bu işi çözmenin bir yolunu bu­ lamadığım takdirde, Lilac fazla dayanamayacaktı. Üstelik bu kez ağır ağır yok olacaktı. Ben de sil baştan ölüşünü izlemek zorunda kalacaktım. Asla. İçimde bir şey koptu. Olduğum yerde döndüm ve var gücümle, yarığın etrafındaki metal çerçeveye bağlı kontrol kutusuna vurdum. Loş bir ışıkla parlayan ekranlardan biri­ ni yumrukladım, plazma ekran dokunuşumla dalgalandı. Bir daha vurdum, tekrar tekrar, plastik çatlayana, ekranın kasası eğrilene ve kolum darbenin etkisiyle zonklamaya başlayana kadar. Yetmedi. Bu yolculuğun her adımı, çektiğim acının her zerresi, onda bulduğum her şey, burada sonlanamazdı. Elime bir sandalye geçirdim ve metal çerçeveye indirdiğim anda, kıvılcımlar çıktı. Ağzıma bakır tadı geldi ve oda etrafımda dönmeye başladı. Uzaklardan birinin ızdırap ve öfke dolu haykırışı duyuldu, kulak­ larıma akın eden kanın zonklamasını hissettim. Sandalyeyi tekrar indirdim, bir daha, bir daha. Kontrol kutusu ve yarığa bağlı ek­ ranlar çöktü, kıvılcımlar ve dumanlar çıktı. Tek hedefim yıkımdı. O sırada, kendi acımın arasında başka bir ses duydum. “Tarver! Tarver/” Öfke ve çaresizlikten titreyerek, olduğum yerde döndüm. Alec elleri cebinde, duvara dayanmış, odanın diğer ucunda duruyordu. Ciğerlerimdeki hava bir anda boşaldı. “Alec, olamaz...” Aynı anda, onun katı olmadığını fark ettim, kenarlarda bu­ lanıklaşıyordu. 475

Knufm an

/

S po o n c r

Ellerim hâlâ titriyordu, fırlatıp attığım sandalye takırdaya­ rak yere düştü. Ağzımdaki keskin metal tadından kurtulmak için güçlükle yutkundum. Alec öne doğru bir adım attı. Yürüyüşü, başını hafifçe eğişi, yüzündeki düşünceli ifade -hepsini öyle iyi tanıyor­ dum ki, aklımdan çıkaramayacağım kadar gerçeklerdi. Yü­ reğim ürperiyor, göğüs kafesimin içinde acıyla kasılıyordu. Alec bana cevap vermek yerine yarığa baktı, yarığın içinde girdap gibi dönen enerjiye. İrkilerek, gözlerinin renginin ha­ tırladığım kahverengiden farklı olduğunu gördüm. Gözleri maviydi -L ilac’m gözlerinin renginde; gökyüzünden bile daha maviydi. Boyutsal yarığın rengine kusursuz şekilde uyuyorlardı. “Sen benim ağabeyim değilsin.” Ellerimle konsolun iki ya­ nma yapıştım, yoksa düşecektim. “Değilim.” Tereddüt etti. “Buraya içinden geçerek gel­ dik. ..” Benim ötemdeki mavi ışığa baktı. “Yarıktan mı? Nasıl?” Başıyla parçalanmış konsolu işaret etti. “Kırıcı alanı parça­ ladın. Düşüncelerine daha kolay ulaşabiliyoruz artık. Kelime kullanabiliyoruz. Bu yüzü de. Zihninde bir yerlerde olduğu sürece kullanabiliriz.” Sakinleşmek için, ağır bir nefes aldım. “Nesiniz siz?” Alec -ya da Alec’in yüzünü takan şey- öylesine insanca bir tavırla durakladı ki, kendime onun göründüğü kişi olmadığını hatırlatmak zorunda kaldım. “Biz düşünceyiz. Gücüz. Kendi dünyamızda, biz var olan her şeyiz.” “Buraya neden geldiniz?” 476

Bo n ım

LJ z a k Y ı l d ı z ı m

Alec’in dudakları acı çekiyormuş gibi gerildi. “Merak. An­ cak geldiğimizde burada bizden başkaları olduğunu gördük.” “LaRoux Sanayi.” Alec başıyla onayladı. “Bizi ayırmanın bir yolunu buldular, birbirimizle olan bağımızı kestiler.” “İyi de neden buradan gitmiyorsunuz?” diye sordum. “Ne­ den eve dönmüyorsunuz?” “Bu kafesi bizim etrafımızda inşa ettiler. Ne sizin dünyanı­ za tamamen girebiliyoruz ne de kendi dünyamıza dönebiliyo­ ruz.” Yüzü -ağabeyimin yüzü- acıyla kasılmıştı. Görüntüsü titreşince korku midemde bir yılan gibi çöreklendi. Güçlerini kaybediyorlardı -Lilac’m gücünü. “Lütfen! Size nasıl yardım edebilirim? Lilac’ı bir kez daha kaybedemem.” Alec’in yüzüne anlayışlı bir ifade yerleşti. “Kafes bizi burada tutuyor ama iyice güçten düştük. Fazla zamanımız kalmadı, giderek daha da azalıyor. Kendi canımızı verip onu yaşatabilseydik yapardık. Bir sona ulaşmak, uykuya dalabilmek için.” “Neden gücünüz daha da azaldı?” “Gönderdiği sinyal yüzünden.” “Acil durum sinyali mi? Gücünüzü mü tüketiyor?” “Yakında yeterli gücümüz kalmayacak.” Alec tekrar titreş­ ti, görüntüsü soluklaştı. Derken odada benden başka kimse kalmadı ve ben kendimi hayatım boyunca hiç hissetmediğim kadar yalnız hissettim. Lilac’m acil durum sinyalini ayarladığı ekran sırasına se­ ğirttim. Kapatmanın bir yolunu bulmaya çalışırken, sinyalin 477

K a n C'm a n /

Spoo ner

ekranlar boyunca parlayarak atlamasını izledim. Sonunda, bir avuç bağlantı ucunu çekip çıkarttım- Ekranlar karardı ve bir an için, yarıkta dönen spiral bir parça daha parladı. Alec’in sesi -fısıltının sesi- hâlâ kulaklarımda yankılanı­ yordu. Bağlantımız iyice seyreldi. L ila c ’m tek umudu bu yara­ tıklara bağlıydı ama onlar yavaş yavaş yok oluyorlardı. Tekrar merdivene döndüm. Hava almam lazımdı -hareket edebileceğim bir alana ihtiyacım vardı. İçimde, fısıltıların ta­ şıdığı ağırlığı hissediyordum. Bize ulaşmak için sahip oldukları bütün enerjiyi sarf etmiş­ ler, fısıltılar ve hayallerle bizi buraya çekmişler, bize onları bulmamız için ihtiyaç duyduğumuz şeyi vermişlerdi -bana Lilac’ı vermişlerdi. Ama şimdi onu burada güçlükle tutuyor­ lardı. Onu neden geri getirdiklerini artık anlıyordum. Benim ha­ rekete geçmem gerekiyordu, keşfe çıkmam, istasyonun esra­ rını çözmeye çalışmam gerekiyordu. Mağarada silahı kafama sıkmamdan korktular, kısıldıkları kapandan kurtulmaları için tek şansları bendim çünkü. Yine de, hâlâ daha kurtulabilmiş değillerdi ve ben istedikleri sonu o n la ra nasıl vereceğimi bile­ miyordum. Başım dönüyordu. Kapı eşiğindeki molozlara basıp açıklığa çıkarken, istasyo­ nun dışındaki temiz havayla kendime geldim. Başımı geriye yatırıp artık aşina olduğum yıldızlara baktım, zaman geçtikçe tanıdığım şekilleri takip ettim. Etrafı b ir parça bulanık görme­ ye başlayınca, gözlerimi kırpıştırdım, yıldızlar yer değiştirdi­ ler. Bir kez daha kıpraşınca gördüğümün gerçek olduğundan emin oldum. 478

B e n i m L J / a k Y 1 1d ı / ı rn

Yıldızlardan biri hareket ediyordu. Hayır, bir değil -bir tane daha hareket etti. Bir daha. Bunu daha önce de görmüştüm. Gönderildiğim bütün ge­ zegenlerde görmüştüm. Yörüngedeki uzay gemileriydi bunlar. Lilac’ın acil durum çağrısını almış ve neler olduğuna bakma­ ya gelmişlerdi büyük ihtimalle. Panik bir yumruk gibi indi. Bizi -L ilac’ı- buldukları tak­ dirde, gemiye götüreceklerdi ve Lilac varlığını sürdürmesini sağlayan fısıltılardan uzaklaştığı anda... Düşünmem bitmeden, bedenim süratle harekete geçti ve ayaklarımla yeri döverek istasyona döndüm. Saklanmamız lazımdı. Onu kurtarmanın bir yolunu bulamadan, bizi bu ge­ zegenden götürdükleri takdirde, Lilac ölecekti. Kendi geze­ genimde, onsuz bir ömür geçirmektense, ne kadar kısa olursa olsun, burada onunla kalmayı tercih ederdim. Yatak odasına daldım. Lilac, kocaman açılmış gözlerle, ya­ takta doğrulmuş oturuyordu. “Tarver?” “Acele et...” Panik duygusuyla nefesim kesilmişti, boğula­ cak gibiydim. “Yörüngede uzay gemileri var. Henüz tam yeri­ mizi bildiklerini sanmıyorum. Bir an önce. Sözümü bitirmeme fırsat kalmadan tökezleyerek ayağa kalktı ve ben de çantamı, silahımı kaptım, birlikte alt kattaki is­ tasyona açılan zemindeki kapağa yöneldik. Bir süre burada kal­ dığımızı ama artık uzaklaştığımızı düşünmeleri için dua ettim. Son basamakları düşercesine inip kollarımın arasına yığı­ lınca kontrol odasına giden koridorda Lilac’ı sürüklercesine yürüttüm. Elimden kurtulup tökezleyerek yarığın yanından geçti ve ekranların durduğu konsola ulaştı. Acil durum sin­ 479

K a u f'r n a n /

Spoorıer

yalinin kapandığını fark ettiği anda nefesinin dehşetle kesil­ diğini duydum. Parmaklan uçarcasına tuşlarda ve ekranlarda dolaşmaya başladı. Bir saniye sonra, kırmızı ışıklar yanıp sö­ nüyor ve tiz bir alarm çalıyordu. “Lilac, ne yaptığım sanıyorsun?” Başını kaldınp bana baktı; kocaman açılmış, vahşi ve ka­ ranlık gözlerle. “Sinyali tekrar başlattım. Sistemi aşın yükle­ yebilirim. Taramalarda çıkacak oranda elektrik aktivitesi baş­ latmayı deneyebilirim.” Kalbim duracak gibi oldu. Kalan son gücü kullanarak, on­ lara yol göstermeye, beni bulmalannı sağlamaya çalışıyor­ du. Onu hayatta tutan son parçayla. Üzerine atıldım. “Lilac, dur...” Ekrana vurdu ve bir alarm daha çalmaya, bizi uyanrcasına çığlıklar atmaya başladı. Yanğm içinde mavi ışıklar titreşti, derken iyice söndüler. Ona sıkıca sanlıp kollannı iki yanma yapıştırdım. Onu ekranlann yanından sürüklercesine uzaklaş­ tırdım. Ekranlarda ışıklar yanıp sönüyor, alarmlar bir ağızdan çığ­ lık atıyordu. Hepsini hayal kırıklığına uğratmak üzereydim. Lilac’m enerjisi çekiliyordu. Toza dönüşüp dağılacaktı. Uzaylılar ka­ pana kısıldıkları yanktan kurtulamayacaklardı; ne ölü ne de diri vaziyette. Bir çıkış yolu olmak zorundaydı. Yanğm içindeki mavi ışık eğilip bükülüyor, nabız gibi atıyordu. Öncesine göre za­ yıflamış durumdaydı ama çelik çemberden kafesin içinde, hiçbir yere akamıyordu. Gözlerim çelik çembere yapıştırılan 480

Barımı

Uzak

Yıldızım

uyarılara takıldı. Deneklerle temas yasaktır. Yarık dengesizliği riski var.

Sonra yanmış sayfalan hatırladım, yangın varlığına dair ilk işaretleri bulduğumuz zamanı. Yarığın çökmesi halinde enerji açığa çıkacaktır, yazıyordu. Ölümcül kelimesi birden

aklıma geldi. Sıradan bir insan için ölümcül olabilirdi belki -am a Lilac sıradan değildi, artık değildi. Lilac farklıydı, yarığın içindeki enerji tarafından yaratılmıştı. Şu ana dek fısıltılar bize yardım etmişlerdi -şu ana dek, tek yapmamız gereken onlara güven­ mekti. Onca insan içerisinde, benimle konuşması için Alec’i seç­ mişlerdi. Bu evrende kendimden bile daha çok güvendiğim tek insanı. Her zaman ne yapılacağım bilen insanı. Lilac’a sıkıca yapışıp onu konsoldan uzaklaştırdım. Çığ­ lık attı, onu yarıktaki mavi ışığa doğru sürüklerken bana karşı koydu. Niyetimi anlamış gibi, kalan azıcık gücünü elimden kurtulmak için harcadı. Sonunda iki kolumla ona sarılıp iki­ mizi birden yarığın ortasına fırlattım.

481

“LaRoux Sanayi kalkıştığınız şey yüzünden muazzam zarara uğradı, Binbaşı.” "Gemiyi düşüren ben değilim.” “İzleme istasyonunun uğradığı zarar. Orası LaRoux Sanayi’nin malıydı.” "İkarus’un yapımı kaça patladı? Kaç kişi hayatını kaybetti? Siz izleme istasyonunu mu dert ediyorsunuz? İstasyonun muazzam bir zarar olduğunu düşünüyorsunuz öyle mi?” “Elbette değil. Yine de malvarlığımıza verilen her türlü keyfi zararı ciddiye aldığımız bir gerçek.” "Mösyö LaRoux’ya kızını kurtarmaya çalıştığımı hatırlatabilirsiniz belki.” “Sorgulanmanızı Mösyö LaRoux istedi. Size cevaben kızını zaten kaybettiğini hatırlatacaktır büyük ihtimalle."

OTUZ DOKUZ LİLAC

İÇİM BÜYÜK BİR MİNNETTARLIKLA DOLDU. MİNNETTARLIĞIM

öyle büyüktü ki beni ele geçirdi ve ben artık o duygu oldum. Ses duyulmuyordu ama algılar beni sarmalayıp etrafımı saran mavi ışığın dışına taşıdılar. Dünya sessizleşti. Güç etrafımı sardı. Gücün bana odaklan­ dığını hissettim. İçime doluyor, beni dolduruyor, şifa veriyor, onarıyordu. İki boyut arasında durdum, her şeyi görüyor ve her şeyi biliyordum. Kendi türümden olanları hatırlıyordum, farklı bir zamana aittiler. Her şeyimle onlara uzandım, bir son özlemi çekiyor­ dum. Daha değil. Sesleri yorgundu. Zayıftı.

Onlara erişmeye çalıştım ama beni itip uzaklaştırdılar. Na­ zikçe. Takatsiz. Ötelerinde, göremesem de, dokunamasam da, 485

K aufm an

/

Spooner1

çok sayıda başkasının varlığını hissediyordum. Kenara iteme­ diğim bir tür ince perdenin gerisindeydiler ve giderek uzakla­ şıyorlardı. Seslenmeye çalıştım, beklemelerini söylemek istedim ama çoktan gitmişlerdi. Her taraf yeniden soğuyup karardı ve ben tek başıma kaldım. Belli belirsiz hisler, bedenime döndüler. Bir şeyin bana dokunduğunu hissettim, beni sarmaladığını. Kulaklarım çınlıyor, kan gürlercesine kulak zarlarıma hücum ediyordu. Yüzüme yumuşak ve sıcak bir şey dokundu. Kulak­ larımdaki uğultu ses haline geldi. “Lilac?” Bir gayretle, karanlığın içinden yüzercesine çıktım. Yanaklarımı ellerinin arasına almış, güçlükle nefes alıyor­ du. “İyi misin? Hareket edebiliyor musun?” Gözlerimi kırpıştırıp yutkundum. Tek ışık, duvarın önünde sıralanmış, parlaklıkları giderek solan ekranlardan geliyordu. Birden bire nerede olduğumuzu hatırladım: İstasyonun zemin katmdaydık. Düştüğümüz noktada yerde yattım, bakışlarım tepemdeki boş metal çemberdeydi. Yarık -Tarver beni çeki­ yordu. Mavi elektrik kaybolmuştu. Bu odadaki mevcut boyutlar arası geçit kaybolmuştu. İçe­ ride bizden başka kimse yoktu. Nasıl olduysa, Tarver hâlâ hayattaydı. İkimiz de hayattaydık. Dirseklerimin üstünde doğrulup dikkatle ona baktım. “Tarver?” Sanhpbeni kendine doğru çekti. Dudakları şakaklanmdaydı. “Bir an için...” Sesi ızdırapla gırtlağında takılıp kaldı. “Ne yaptın sen?” 486

B

an

i in

Uzak

Y ı l d ı z ı rn

Beni ancak yüzüme bakabilecek kadar serbest bıraktı. “Enerji artışına ihtiyacın vardı ve kâğıtlarda, yarıkla temas halinde muazzam enerji patlaması olacağından bahsediliyor­ du. Sana ihtiyacın olan şeyi vereceğini umdum. Hem onlar da gitmek istiyorlardı. Bunun bitmesini istiyorlardı.” “Delirdin mi sen?” Parmaklarımı gömleğinin koluna dola­ dım. “Aynı yerde yazan ‘ölümcül’ kelimesini de hatırlıyorum sanki. Ölebilirdin!” Tarver başını eğip koluna yapıştığım noktaya baktı, sonra tekrar başını kaldırıp kocaman gülümsedi. O fitili ateşlediğim­ den beri, böyle gülümsediğini görmemiştim. “Ben seni seç­ tim. Ayrıca ölmemi istediklerini de sanmıyorum -ikimizin de kurtulmasını istediler bence.” Yanğı çevreleyen metal çembere çevirdim başımı. Mavi ışık gitmiş, geride babamın fısıltıları tutmak için yaptırdığı boş kafes kalmıştı. Tarver bakışlarımı takip etti, yüzündeki gülümseme solmaya başladı. “Bir son istediler,” dedi tatlı tatlı. “Evlerine dönemeyecek kadar güçten düşmüşlerdi.” Güç kaynağı tükendi, son ekranlar da karardı ve zifiri ka­ ranlıkta kaldık. Gözümün önünde ardışık görüntüler dolaştı -am a ekranlardaki görüntüler değildi bunlar. “Bir anlığına on­ ları gördüm. Hepsini. Bir zamanlar, bizim hiçbir zaman ola­ mayacağımız şekilde, hepsi birbirlerinin parçasıymış... öyle güzeldi ki, Tarver. Sen de görebilseydin keşke.” Başımın tepesini öperken bana daha da sıkıca sarıldı. Sonra ayağa kalkabilmek için geri çekildi, karanlıkta elimden tutup kalkmama yardım etti. 487

K aufrnan

/

Spourıer

Ayağa kalkınca başım döndü ama gücümü tekrar kazandı­ ğımı hissedebiliyordum. Ağzımı açtım ama ızgara zeminden ayaklarımıza titreşimler gönderen alçak bir homurtu vardı. “N eydi...” Başka bir metalik çığlık lafımı kesti, ayaklarımızın altındaki zemin sarsıldı. Tarver elimi daha da sıkı tuttu. Onun döndüğünü duydum. “İstasyon -yarığın çökerken yarattığı şok dalgası olmalı... hadi!” Aniden koluma asılınca kendimi acıya hazırladım ama birkaç dakika öncesi gibi canım yanmadı. Hareketlendiğim anda, muazzam bir şeyin -metal çember olabilir- az önce dur­ duğum noktaya devrildiğini duydum. Birlikte son sürat koridora daldık, zifiri karanlıkta hafif eği­ me uyarak koşmaya başladık. En ufak bir ışık kaynağı bile yoktu, gözlerim yine de karanlığa uyum sağlamaya çalışıyor, önümüzde yükselen hayali şekilleri yakalıyordu. Tarver eliy­ le belimi sıkıca kavramıştı. Ben de her adımda güçlendiğimi hissediyordum. Kanım damarlarımda hızla dolaşıyor, yüreğim küt küt atıyordu. Akciğerlerim haftalardır ilk kez çalışıyordu sanki. Tarver merdivene çarptı, çarpışmanın takırtısı savurduğu küfürlerin arasında kaybolup gitti. Beni itip önden gönderdi. Güçlükle aldığımız nefesin ve basamaklara çarpan ayakları­ mızın sesi dışında bir dünya kalmamıştı sanki. Sarsıntılar bi­ naya yayılırken, basamaklar ayaklarımızın altında yaylandılar. Kapağın hemen üstünde yere yuvarlandım. Tarver arkamdan düşe kalka çıkıp beni yerden kaldırdı. Burası bir parça ay­ dınlıktı; kapılan ve molozu zar zor seçebiliyorduk. Kapının 488

Benim

Uz a k Y ı l d ı z ı m

ötesinde, açıklığı aydınlatan yıldız ışığı gözlerimi kamaştırı­ yordu. Zemin ayaklarımızın altında çökmeye başlarken, düşe kalka kapıya ulaştık. Bir an için yeniden kaçış kapsülüne dönmüştüm, dışandakiyle içerideki yerçekimi arasında bir savaş vardı -başım döndü, yukarısını aşağısını ayıramaz ol­ dum. Tarver’ın eli belimi yakaladı, derken ayaklarım otlara değdi ve ikimiz birden ayağa fırlayıp çöken zeminden uzak­ laştık. Uzun, zorlu saniyeler boyunca, ciğerlerim soluk alma mü­ cadelesi verirken, gözümün önünde uçuşan noktalardan başka bir şey göremedim. Tarver birkaç kez ayağa kalkmaya yel­ tendi ama nihayet o da yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldı ve ikimiz düştüğümüz yerde yatıp binanın kalan kısımlarının çöküşünü dinledik. Yeraltmın karanlığından sonra, yıldızlar çılgın işaret fişek­ lerini andırıyordu; parlak ve umut doluydular. Hâlâ zar zor nefes alan, yarı baygın Tarver’a bakabilmek için güçlükle doğruldum. “Seni aptal,” diye mırıldandım, yüzüne uzanıp yıldız ışı­ ğının burnunun kemerinde izlediği yolu takip ederek, elma­ cık kemiklerine indim. “Sinyal gönderme şansımız kalmadı. Yukarıdakiler uzay gemisiyse, bizi asla bulamayacaklar. Asla evine gidemeyeceksin.” Tarver tek elini toprağa dayadı ve doğrulup beni doğru dü­ rüst görebilmek için oturdu. “Ben evimdeyim zaten.” İtiraz edecek oldum ama elini kaldırdı. “Annemle babam anlardı. Burada neler olup bittiğini bilselerdi, bana hak verirlerdi.” 489

K aufm an / S p o o n cr

“Yine de, bunu nasıl yaparsın? Sinyal çalışıyordu. Sinyali görebilirlerdi.” “Seni öldürüyordu,” dedi lafı uzatmadan. Ben zaten ölüyüm. Kelimeler dilimin üzerinde dolaştı ama

dudaklarımdan dökülmedi. Çünkü artık, burada, ilk kez, bu kelimeler gerçeği yansıtmıyorlardı. Derin bir nefes aldım, ne­ fes verirken havada oluşan buharı izledim. Tarver rahatlayıp yaklaştı, elimi tuttu. Uzun süredir yarı aç ve uykusuz dolaşmaktan bitkin düşmüştüm. Yine de, kasla­ rım emirlerime uydular. Parmaklarımı parmaklarına dolarken, elim titremiyordu. Geri dönmemi sağladıklarından bu yana ilk kez içimde sıcak ve canlı bir şeyler titreşti. Umut. Birlikte yalpalayarak ayağa kalktı. Birkaç saniye öncesine kadar istasyon olan çu­ kurdan uzaklaştık. Tarver elimi bırakmaya yeltendi ama parmaklarımla onun­ kileri sıkıca kavradım. Uzun bir süre bana baktı. Geri çekilme­ dim. Birleşen ellerimizi kaldırıp parmaklarımı öptü, dudakları tenimde oyalanırken gözlerini kapattı. Elimde olmadan merak ettim, hangisi daha kötüydü: sev­ diğin kızı birden bire kaybetmek mi, yoksa gözlerinin önünde tükenip giderken ona dokunamamak mı? “Nasılsın?” diye sordu, dikkatli bakışlarını üzerimden çek­ meden. “İnanılmaz. Canlandım. Tarver, nasıl bildin?” “Bilmiyordum.” Bakışları hâlâ kenetlenen ellerimizdeydi. “Sadece... niyetlerinin bize zarar vermek olmadığını hisset­ tim. Serbest kalmak istiyorlardı yalnızca. Tahmin yürüttüm.” 490

B o n ı rn U z a k Y ı l d ı z ı m

Bedenimde hafif bir ürperti dolaştı. Titrediğimi fark edin­ ce, Tarver ceketini çıkarıp omuzlanma koydu. “Bayağı büyük bir tahmin,” dedi. “İnanmak zorundaydım.” “İçine doğan şeylere ve hislerine inanmak için epey ente­ resan bir zaman seçtin.” Cekete daha sıkı sarınıp ona gülüm­ sedim. Kollarıyla beni biraz daha sardı. Bir süre, başımızın üzerin­ deki yaprakları kımıldatanmeltemi dinledik. “Şimdi ne yapacağız?” Başımı geriye yatırıp gökyüzüne baktım. “En ufak bir fikrim yok,” diye cevap verdi neşeyle. “Bir ev inşa ederiz, herhalde.” Bir kahkaha daha attım, ne kadar kolay olduğunu fark edin­ ce şaşırdım. Kahkaha atmayı hatırladığımdan haberim yoktu. “Bahçesi de olsun, tamam mı?” “Bir düzine bahçe.” “Bir de küveti.” “İkimizin de sığabileceği kadar büyük.” “Yardım etmeme izin var mı?” “Tek başıma yapacak değilim zaten.” Ağırlığımı farklı tarafa verip ona yaslandım. “İlk önce biraz dinlenelim,” dedi, başını çevirip dudaklanyla şakağıma dokunarak. “Eve yann başlanz. Mağaraya dö­ nelim mi, ne dersin? Geri zekâlının teki yatak odamızı mah­ vetti.” “Geri zekâlının teki ha?” diye tekrarladım, gülümseyerek. “Tekrar mağarada uyumak istemiyorum. Dışarıda uyusak ol­ 491

K a u f m a rı /

S p o o n o r’

maz mı, gökyüzünün altında, eskiden yaptığımız gibi? Bütün bunlar başlamadan evvel.” “Yeter ki sen iste.” Yanağıma tekrar bir öpücük kondurdu; hâlâ nazik, hâlâ tereddütlüydü. Doğrulabilmek için benimkine doladığı kolunu çözdü. “Mağaradan battaniyeleri getireyim. Yarın kazazede olarak yeni hayatımızı planlamaya başlarız.” “Zaten kazazede hayatı sürüyorduk,” diye hatırlattım. “So­ run çekeceğimizi sanmam.” Mağaraya doğru giderken, yıldızların aydınlattığı ağaçların arasında bir gölgeden farksızdı. Ancak gözden yittiği noktada, gözlerimi kapatıp başımı arkamdaki ağaca dayadım. Yıldız­ ların tatlı ışığını yanaklarımda hissedebildiğimi hayal etmeye çalıştım. Her şey suskun ve hareketsizdi. Havada hafif bir soğuk var­ dı, derin bir soluk aldığımda, burnumun içi yanıyordu; güçlü ve gıdıklayıcı. “Dinlen biraz,” diye mırıldandım. Kendi kendime mi konuşuyordum, yoksa artık burada olma­ yan arkadaşlarımla mı, hiçbir zaman bilemeyecektim sanırım.

492

“Bütün bunlar bununla mı alakalıydı?” “Gezegende gerçekte neler olup bittiğiyle alakalı.” “Gerçeği anlattım size.” “Bize anlattıklarınız, Bayan LaRoux’ya yapılan tıbbi testlerde çıkan garip sonuçları açıklamaya yetmiyor.” “Kusura bakmayın, bilgim biraz kıt. Ne demek istiyorsunuz?” “Binbaşı, neden bahsettiğimi gayet iyi biliyorsunuz.” “Bilmediğime eminim, efendim.”

KIRK TARVER

HENÜZ GÖZÜME U YK U GİRMEMİŞTİ AM A UM URUM DA

değildi. Lilac’a biraz daha sıkı sarılıp esnedim. Uykusun­ da mırıldandı -içim i eriten o inatçı küçük seslerden biri­ siydi b u - ve koynuma iyice sokuldu. Bir süredir artık tanıdık gelen takımyıldızları izliyor ve on­ lara adlar veriyordum. Gözlerimi kısarak Lyre adım taktığım takımyıldıza baktım, ezberlerken parmağımın ucuyla lir şekli­ ni takip ettim. Tabanındaki parlak yıldızdan, hemen üzerinde­ ki yıldıza ve ... sonraki yıldız hareket etti. Yanındaki de öyle. Gözlerimi tekrar kırpıştırdığımda kayarak sabitlendiler. İniş ışıkları bunlar.

“Lilac, uyan çabuk.” Güçbela doğrulup oturdum, elim gayriihtiyari Gleidel’e gitti, ne işe yarayacağından emin de­ ğildim gerçi. Roketler istikrarlı bir gürlemeyle uğuldarken, koca gemi üzerimize doğru inişe geçtiğinde, diğer elimi kaldı­ 495

K a u l'm a n / S p o o n o r

rıp gözlerime siper ettim. Neredeyse bir-iki kilometre ötemize iniş yapacaktı. Lilac uyandığı anda tek elini uzattı, nazikçe bileğine yapış­ tım. “Hayır... hayır, bizi rahat bırakın! İstediğinizi yaptık!” Gördüğü şeye bir anlam verme çabasıyla, gözlerini kırpıştırır­ ken sesi korkudan iyice tizleşti. “Yok, Lilac, gemi bu. Patlamayı ya da enerji artışını yaka­ ladılar herhalde. Çabuk ol, harekete geçmemiz lazım.” Korku mideme taş gibi oturmuştu. Bizi buldukları takdirde, gemiye götüreceklerdi. Tıbbi testlerin sonuçlarının nasıl çıkacağını kim bilebilirdi? “Mağaraya kaçalım, kızılötesi kullanabilirler.” Ağzı hafifçe aralandı, gözlerinde boş bir bakışla, oturmaya devam etti. “Gemi mi?” Fısıltısını güçlükle duydum. “Bizi bulmalarına izin veremeyiz. Çabuk ol.” Eline uzanıp çekiştirerek onu kaldırmaya çalıştım. Direndi, benim aptal, inatçı sevgilim elini geri çekti. Eski gücüne nasıl bu kadar çabuk kavuşmuştu? “Sen neden bahse­ diyorsun, Tarver? Sonunda evine dönebileceksin! Onları bul­ mamız lazım, bizi de yanlarında götürmek zorundalar.” Çökercesine yanına çömeldim ve soluk alıp yavaşlamaya çalıştım. “Seni incelerlerse ne bulacaklarını bilmiyoruz, on­ dan bahsediyorum. Seni muayene ettiklerinde babanın şirketi­ nin neler öğreneceğini kim bilebilir? Hadi, mağarada yiyecek var. Onlar gidene kadar, saklanabiliriz.” “Tarver, olmaz.” Sesinde o eski LaRoux çeliğinin izleri vardı ama artık yumuşamış, eskisi kadar soğuk olmayan bir çelikti bu. “O gemiye bineceğiz. Sen evine gideceksin.” “Lilac, ben seçimi yaptım. Tartışacak vakit yok şu anda.” 49G

[i e; n ı m

U z a k Y 1 1(i ı z ı m

İniş ışıklan yaklaşıyordu. Motorların iniltisi yoğunlaştı. Bu sesi daha önce binlerce kez duymuştum. Genelde insanın ho­ şuna giden bir sesti. İniş yapmak üzereydiler. “Hayır.” Uysal ama kendinden emindi. “Ben de seninle geliyorum. Beni evine götüreceğini söyleyip duruyorsun ve sözünde duracaksın.” Elimi sıkıp ayağa kalkmaya hazırlandı. Ona inanmayı öyle çok istiyordum ki, ama içimi dolduran korku, beni kurtarmak için her şeyi göze alacağını söylüyordu. Beni kurtarmak için, gözlerimin içine baka baka yalan söyle­ yebilirdi. Bundan emindim. Ben de onun için aynısını yapardım. Elini uzatıp tek elini boynuma doladı, başımı aşağı çekince alınlanmız birbirine değdi. “Benim için neler yaşadığını bili­ yorum. Bütün bunların boşa gitmesine izin veremem.” Sonsuzluğa uzanan bir an için orada dikildik. İçimde bir yerlerde o güveni bulmaya çalıştım. Bekledi, beni izledi; onun için bu atlamayı yapacağımdan emindi. Doğruldum, eline uzanıp onu kurtarma gemisine götür­ meye hazırlandım. Yüzümden verdiğim kararı okudu ve tam ağzını açıp konuşacakken, yeni bir gürültü yüzünden durdu ileriden, ezilen çalıların ve yaklaşan postalların sesi geliyordu. Uzay gemisinin sesinin kesildiğini fark ettim. İniş yapmışlardı. Bizi bulmalarına az kalmıştı. Birden dikkat kesilen Lilac bana döndü. “Bizi sorguya çe­ kecekler.” Elime daha sıkı yapıştı. “Aynı hikâyeyi anlatmamız lazım.” “İkimizim birden yalan söylemesi çok riskli olur. Sen hiç­ bir şey anlatmıyorsun. Bulmayı bekledikleri kızı oyna. Ger­ 497

K a u Fınan

/

Spooncr

gin, kafası bozuk. Bağır çağır, babanı iste, becerebilirsen ağla, ne yaparsan yap sorularına cevap verme. Prenses ol.” Gözleri benimkilerde, başını iki yana salladı. Uzaktan el fenerlerinin ışığı geliyordu ama burada yıldızların ışığı olma­ sa yüzü tamamen karanlıkta kalacaktı. “Onların karşısına tek başına çıkmam istemiyorum. Babamın şirketinin neler yapa­ bileceğini bilm i...” “Tek başıma olmayacağım ki.” Hızlı ve emin bir hareketle, eğilip alnımı onunkine dayadım. “Sen de benim kadar üzerine düşen rolü oynayacaksın. Travma geçirdiğini, sorulara cevap veremeyeceğini söyle. Ben sessiz kalamam, bir sorgulama olacak illa ki ama çelişkili ifadeler verirsek burada olup biten­ leri saklama şansını kaybederiz.” “Travma ha.” Gergin olsa da sesinde bir kahkaha tınısı var­ dı. Tadını çıkarttım. “Çocuk oyuncağı.” Çalı ve kuru yaprak çıtırtısına doğru yürümeye başladım ama Lilac olduğu yerde kalıp elime asıldı. “Tarver,” diye fısıldadı, yüzüme dikili bakışlarla. “Kameralar peşimizi bırakmayacak. Sorular soracaklar. Herkes hikâyeyi senin ağzından duymak isteyecek. Corinth’ten ne kadar uzaklaşırsak uzaklaşalım hayatın deği­ şecek bir kere.” Ağaçların arasında bir el fenerinin ışığı yanıp söndü, ağaç gövdelerinin yanından geçerken kesilip titreşti. Işık bir anlığı­ na Lilac’ın yüzüne değdi, kısacık, muhteşem bir an boyunca gözleri aydınlandı. Ona daha da yaklaştım. “Umurumda değil.” “Babam uğraşacak...” Yutkundu, sonra çenesini kaldırdı 498

Bon im

LJ z a k Y 1 1d ı / 1 rn

ve dudakları düz, kararlı bir çizgi halini aldı. “Yok, babamı ben hallederim. Bir yolunu bulacağım.” Elimde olmadan aşağı bakıp ona sırıttım. Çelik gibi bir özgüven, işte benim Lilac’ım. “Bu sahneyi izlemek için para bile verebilirim.” Şimşek hızıyla gülümsedi, sonra elimi daha sıkı kavradı. Birinin gelip bizi ayırmasından korkuyormuş gibi tutundu. “Hepsine benimle birlikte var mısın?” Dünya küçüldü, yaklaşan arama ekibinin sesleri alçaldı, etrafımızdaki ışıklar bulanıklaştı, ta ki yalnızca ikimiz kalana dek. Nefeslerimiz soğuk havanın içinde buğulandı, birbirine karıştı. Kollarımın arasındaki bu kız, sesimi benden alınca bir anlığına cevap veremedim. Kafamı toplamam, nasıl nefes alındığını hatırlamam lazımdı. “Daima.” Gülümsemesi doğan güneşi andırıyordu. “Öyleyse elinizde fırsat varken beni öpseniz iyi edersiniz, Binbaşı Merendsen. Bir dahaki sefer için çok beklemeniz gerekebilir.” Avurtları hâlâ gölgeliydi, yüzünden ne kadar takatsiz oldu­ ğu anlaşılıyordu ama gözleri ışıl ışıldı. Yanakları bir kez daha hayatla pembeleşmişti. Parmaklarıyla gömleğimin koluna ya­ pıştı, beni kendine çekmek için sabırsızlanıyormuş gibi. Lilac’ima bir daha dokunabileceğim hiç aklıma gelmezdi. Geri döndüğünde bile, onu sonsuza dek kaybettiğimi sanmıştım. Ondan uzaklaşmamla, arama ekiplerinin açıklığa dalma­ ları bir oldu. İçimden onlara biraz dolaşıp öyle gelmelerini söylemek geçti ama sustum.

499

“İstasyonu neden havaya uçurdunuz, Binbaşı?” “Yörüngedeki uzay gemisini görebiliyordum. Binlerinin patlamayı fark etmesini umdum. Bu küçük buluşmamızı kaçırmak istemedim açıkçası.” “Hasar büyük." “İstasyona kimsenin ihtiyacı kalmamış gibi görünüyordu.” “Bu sizin vereceğiniz bir karar değildi, Binbaşı."

KIRK BİR LİLAC

GÖNDERDİĞİM SİNYALİ İLK ÖNCE, A243-DELTA’YA DOĞRU

yola çıkmış olan bir araştırma gemisi yakalamış. Araştırma­ cılar sinyalin şifresini çözemeseler de ellerinden geldiğince temizleyip yansıtarak galaksinin kalanına yollamışlar. Birkaç gün sonra sinyal daha büyük bir taşıta, oradan da evrenin arka plan statiğinde bir yapı bulmaya çalışan, bir grup sınır teorisyene ulaşmış. Sinyali gönderenin bir kadın olduğunu, yardım istediğini anlayacak kadar temizleyenler de onlarmış. Ve ni­ hayet kendilerine ulaşan kırıntıları toplayan bir düzine uzay gemisi, parçalan bir araya getirebilmiş. Bizi gezegenden alan gemi, babamın uzay taşıtlarından birisiydi, sinyaldeki görüntü kim olduğum anlaşılacak kadar netleşene dek, öncü bir ekip buraya ulaşmaya çalışmıştı. Zaten şüphelendiğimiz şeyi onlar da doğruladılar -bizden başka km tulan olmamıştı. Elli bin ölü hayal etmek imkânsızdı - o yüz 503

K an frnarı /

Spooner

den ben de, Anna’mn yüzüne odaklandım. Ve de Swann’ın. Bir de tek derdi babama bir mesaj iletmek olan, kötü silindir şapkalı adamın yorgun yüzüne. Acıya bundan fazla yer açabi­ leceğimi sanmıyordum. Kurtarılmamızdan dört gün sonra, gezegenin yörüngesinde dönmeye devam ettiğimiz sırada, babamın gemilerinden biri daha bize yetişti. Tarver ile ayrı ayrı odalara tıkıldık ve onu bir daha görmedim. Yemek yerken izleniyordum. Günün her saatinde, uyu­ duğum sırada bile, yanımda mutlaka birisi oluyordu. Tarver hakkında sorduğum sorular, kaçamak ve kibar cevaplarla geçiştiriliyordu. Emin ellerde. Yakında onu görebileceksiniz. Durumu gayet iyi. Babanız yakında burada olur. Bekleyip kendisine sorabi­ lirsiniz.

Beni sorguya çekme girişimleri, sel gibi akan gözyaşlarıyla sonuçlandı. Tarver kadar benim de oynamam gereken bir rol vardı ve bu rolü hakkıyla yerine getirdim. Gözyaşları doktorları kandıramazdı elbette, kıyafetlerimi çıkartmam ve muayene ol­ mam gerekiyordu. Kan ve saç örneklerim alındı, tırnaklarımın altı kazındı. Şakaklarımda, göğsümde elektrotlarla bir takım cihazlara bağlandım. Parmak uçlarıma ölçüm aletleri takıldı, göremediğim çıktılar incelendi. Kocaman açılmış gözlerle ve monitörlerden yayılan soluk yeşil ışıkla aydınlanmış yüzlerle, etrafımda toplandılar. Ardından tekrar muayene odasına götürüldüm. Orada yeni bir doktor grubu biraz daha kan ve saç örneği aldı. Test so­ nuçlarını tekrar tekrar incelediler. Beni yeniden monitörlerle 504

Be n im

LJ / a k

Y 1 1d ı / 1 m

ve elektrotlarla dolu odaya götürmeye hazırlandıkları sırada, kapı ardına kadar açıldı. “Neler oluyor burada?” Çelik gibi bir ses, cihazların uğul­ tusunu bastırdı. Kollarımdan tutan kadın doktor, ateşe dokunmuş gibi bir­ den bire bıraktı beni. Destek kalmayınca, bacaklarım titredi ve yere yığıldım. Doktor ve diğerleri geri çekildiler, ışık yüzün­ den gözlerimi kırpıştırarak kalakaldım. “Efendim,” diye söze başladı bir tanesi, “biz yalnızca emir­ lere uyduk...” “Durdurun şunu,” dedi ses ve doktorlar koşturarak itaat et­ tiler. Bu sesi gayet iyi tanıyordum. Emir verdiğini duyan her­ kes, bu sese anında uyardı. Bir yerden, birisi gelip bana laci­ vert bir bornoz getirdi. Bana giydirdikleri kâğıt kalınlığındaki hastane önlüğünden sonra iyi gelmişti. Birisi uzanıp gözümü kamaştıran tepe lambasını kapattı. Gözlerim uyum sağlamaya çalışırken, bir yüz görüş alanıma doğru alçaldı. “Canım?” Bir an için, boş gözlerle bakakaldım. Duygusallaşıp kıza­ ran mavi gözler; keskin yüz hatları yaşını saklamıyordu. Bo­ yatma gereği duymadığı kısacık kesilmiş kır saçları. Bu yüzü tekrar göreceğimi sanmıyordum -bir daha görmek istemiyor­ dum. Ama burada, yüzleştikten sonra -ne kadar güvenli oldu­ ğunu hatırladım. Ne kadar rahat, ne kadar sıcak olduğunu. Her şeyi yoluna koymasını nasıl da istediğimi hatırladım. “Babacım?” diye fısıldadım. Dudaktan titreyip gerildi, gerçekten ben olduğuma ina505

K aufm an

/

Spooner'

namıyordu sanki. Kollarıyla beni sardı ve bir saniye sonra, ağlamam gerektiğini hatırladım. Bir kez başlayınca da du­ ramadım. Uzun dakikalar boyunca, orada revirin zemininde oturduk. Ben takım elbisesinin omzunda hıçkıra hıçkıra ağ­ ladım, parfümünün tanıdık kokusu burnuma doldu. Yeniden çocuk oldum, yapay kokulu bir ormanda, babamın kollarının arasında güvendeydim. Tek istediğim, uyumuş numarası yap­ mak ve onun da beni kucağında eve taşımasıydı. Ama sonunda gözyaşlarını kurudu ve onun yardımıyla ayağa kalktım. Ortasında uzun, cam bir masa olan bir toplan­ tı odasına götürdü beni, sonra soldaki ilk sandalyeye oturttu. Kendisi de masanın başındaki sandalyeye bıraktı ağırlığını ve sandalyeyi tekerleri üzerinde kaydırarak, iki elimi ellerinin arasına aldı. “Neler olduğunu anlat bana, hayatım.” Orada, babamın kızarmış gözleri üzerimdeyken, babamın, beni hayata döndüren varlıkların kapatıldığı korkunç hapisha­ nenin her tarafına vurulmuş lambda sembolüyle bir ilişkisi ol­ duğunu düşünmem imkânsızdı. Bir an için, başımıza gelenleri anlatmak istedim; bana olanları, ölümü, yeniden doğumu ve aralarındaki her şeyi hatırladığımı. Ama Tarver’m sözleri kulaklarımda çınladı. Hiçbir şey an­ latma, demişti. Yalan söyleyeceğiz. Ona ihanet edemezdim.

O yüzden, yüksek sesle burnumu çekip başımı öne eğdim, bakışlarımı yerden kaldırmadan başımı iki yana salladım. “Emin değilim,” dedim, kekeleyerek. “Bilmiyorum. Her şey öyle... hatırlamıyorum, her şey bulanık.” “Emin misin?” Elimi yatıştmrcasma okşadı. Elleri serin, 506

B e ı ı i rn U / a k Y ı l d ı z ı m

yumuşak ve pürüzsüzdü. Ellerine her zaman özen göstermişti. “Anlatırsan, rahatlarsın belki.” Başımı bir kez daha iki yana salladım. Evvelce kolayca bul­ duğum gözyaşları, kararlı ruh halimle birlikte kurudular. Mec­ buren rol yapıyordum, gözlerim bornozumun kumaşmdaydı. Babam bir süre konuşmadı. Onu çok iyi tanıyordum, bana inanmamıştı. Ama inanmak istiyordu. Nihayet elimi bir kez daha alelacele okşayıp doğruldu. “Pekâlâ, bütün bunları unu­ tacağız, öyleyse. Biraz yalnız kalmaya ihtiyacın var, o kadar. Güvende olduğunu bildiğim sürece, hiçbir şeyin önemi yok.” Benim de tek istediğim buydu -beni tekrar kabul etmesi, bütün bunların unutulması ve hayatımın normale dönmesi. Yine de, içim rahat değildi. On dört yaşımdan beri, Simon’un gönderildiğini öğrendiğim günden beri hissetmediğim bir ge­ rilim hissediyordum. Bir tarafım, babamın bana duymak iste­ diklerimi söylediğinin farkındaydı. Babam hafifçe öksürdü. “Diğer odadaki genç adam, se­ nin tek parça halinde dönmenden kısmen sorumlu, anladığım kadarıyla.” “Tarver Merendsen,” diye düzelttim, başımı kaldırmadan onaylayarak. “Tümüyle sorumlu, babacım. Burada olmamı ona borçluyum.” “Şey, bunun için cömertle ödüllendirilmesini sağlayalım.” Duraladı. “Gazetelerde yazanlar ve ikiniz hakkındaki HV ha­ berleri...” “Evet?” Nihayet gözlerimi kucağımdan kopartıp başımı kaldırdım. Yüreğim deli gibi atıyordu. Sırada ne olduğunu bi­ liyordum. “Ne olmuş?” 507

K a u l' nı a n /

S p o o 11 o r

“Corinth’e ulaştığımızda, ikinizin bir çift olduğunuza dair basının edindiği intibaı düzelteceksin. Yardımları için ona te­ şekkür edersin ve annesiyle babasının gezegenine yapacağı yolculuğunun iyi geçmesini dilersin. Bu konu da burada ka­ panır.” Başım dönüyordu. “Baba...” “Bunu geride bırakmanın bir yolunu bulacağız, Lilac.” Kalbi gözlerinde, bana dikkatle bakıyordu. “Sen ve ben, bunu biliyorsun. Sen benim her şeyimsin. Tek ihtiyaç duyduğum şeysin. Sevgili kızım, güvende olduğunu bilmek benim için ne demek, bilemezsin.” Midem vicdan azabıyla buruldu, metalik ve mide bulandı­ rıcı bir tat vardı ağzımda. “Onu bırakmaya niyetim yok.” “Ah, Lilac.” Öyle yorgun, öyle üzgündü ki. Gezegeni bil­ mediğine emindim, bilemezdi. Alakasız bir personel adımı şifre olarak kullanmıştı, şaka olsun diye. Babam böyle bir ca­ navarlık yapabilecek bir insan değildi. “Şu anda böyle düşü­ nüyorsun ama bir haftaya, iki haftaya kalmadan -b ir ay, bir yıl içerisinde, her şey değişecek. Seni korumaktan başka bir şey istemiyorum.” “Üç sene önce koruduğun gibi mi?” Kelimelerin dudakla­ rımdan dökülmesine engel olamadım. Babamla Simon hak­ kında hiç konuşmamıştık. Hatırladığım o pırıl pırıl, şefkatli gözler, çeliğe döndüler, buzdan bile soluk ve soğuktular. “Bir gün bana teşekkür ede­ ceksin,” dedi, beni iliklerime kadar donduran bir ses tonuyla. O zaman, anladım. Simon’u ölüme yollayan adamdı bu. Bizim dışımızdaki ilk zeki canlı formunu keşfedip gömen 508

B o n

i it ı

LJ z a k

Y

11d

ız ı m

adamdı. Kendi çıkarları uğruna, başka bir evrenden gelen öncü elçileri köleleştiren, elli bin can taşıyacak büyüklükte bir uzay gemisinin iz bırakmadan kaybolmasına bir kılıf uyduran adam. Ta ki cılız acil durum sinyalimiz geçen bir araştırma aracının dikkatini çekene kadar. Bana on yedi sene boyunca hükmeden adamdı bu. Daha da kötüsü -birden, bunu ben izin verdiğim için yapa­ bildiğini gayet net bir şekilde farkına vardım. “Hayır,” dedim, kelime kulaklarımda çınlarken ayağa fır­ ladım. Zihnimin bir yanı, bana böyle ayakta durduğumda güç kazandığımı hatırlatıyordu, oturan babamdan daha uzundum. Bakmak için başını kaldırmak zorunda kalması, bana avantaj sağlıyordu. Aslında, oturamıyordum artık; bacaklarımda yük­ selen delice bir titreşimle harekete geçmiştim. İradem ancak odayı arşınlama arzusuna karşı koymama yetiyordu. Arşınla­ mak zayıflık belirtisiydi. Bunu da babamdan öğrenmiştim. “Bizi rahat bırakacaksın. Sonsuza dek. Karşılığında, biz de senin sırrını saklayacağız.” En ufak bir açık bile vermeden, ifadesiz bir yüzle beni iz­ ledi. “Bir asker için, sonsuz çok uzun bir zaman olmayabilir.” Sesi kadife gibi yumuşak ve karanlıktı. Yüreğim sıkıştı, deh­ şetle ürperdim. Ancak tehdit savurmadan karşısındaki tehdit edebilen, par­ mağını oynatmadan kabadayılık yapmayı bilen tek kişi Roderick LaRoux değildi. Bildiğim her şeyi ondan öğrenmiştim. “Hayatta senden başka kimseye ihtiyacım yoktu,” dedim, yumuşak bir tonla, bir yandan yüzünü izliyordum. Ortamın di­ namiği değişmişti. Hissedebiliyordum. Yanağındaki minik se­ 50i)

K a u fm an

/

S po o n e r

ğirmeden, onun da hissettiğini görebiliyordum. “Ama insanlar travma geçirdikten sonra, birden unutulmuş anılan hatırlama­ ya başlayabiliyorlar. O gezegende gördüklerimi hatırlamaya başlarsam neler olur bilmiyorum.” Babam ağır hareketlerle ayağa kalktı. Uzun boylu bir adamdı. Üzerinde, endamını ön plana çıkartmak için dikilmiş, koyu ve güçlü renkleri olan takım elbise vardı. İfadesiz bir suratla beni izlerken, tek elini sandalyesinin arkasına koydu. Bir şey söylemedi ama düşündüğünü biliyordum. “Corinth’e ulaştığımızda, Tarver ile birlikte bir açıklama yapacağız. Düşen kaçış kapsüllerinden birini kullanıp acil durum çağrısı gönderdiğimizi anlatacağız. İstasyonun adı geçmeyecek. Tarver da şu anda odalardan birinde büyük ih­ timalle, yalan söylüyor ve sımmızı korumaya çalışıyor. Gör­ düklerimizi hiç kimse bilmeyecek. “Ama baba -b u kısım çok önemli- Tarver’m güvenliğin­ den seni şahsen sorumlu tutuyorum. Başına en ufak bir şey geldiği takdirde, senin yaptığını bileceğim. Cepheye gönde­ rilecek olsa, bileceğim. Garip bir hastalığa yakalanacak olsa, yine bileceğim. Saçındaki kıla zarar gelse, bileceğim. Bir gün birisi çıkıp da onu tehdit etse ya da şantaj yapıp beni terk et­ mesini istese, yine bileceğim.” “Lilac, neden bahsettiğini anladığımı sanmıyorum.” Ses tonu soğuktu ama gerisinde bir şey olduğunu görebiliyordum -daha önce hiç görmediğim bir şey. Emin değildi. “Onun gü­ venliğinden neden ben sorumlu olayım...” “Simon’un güvenliğinden sorumlu olduğun gibi onun güvenliğinden de sen sorumlusun.” İlk kez, yüreğim 510

Bo n im Uzak Yıldızım

sızlamadan Simon’un yeşil gözlerini ve telaşlı kahkahasını hatırlıyordum. Bu kez, babama baktığımda sessiz kaldı. “Tarver’ın başına, Simon’un başına gelene benzer bir şey geldiği takdirde, LaRoux Sanayi biter. Bütün galaksi burada yaptıklarınızı öğrenir. Bu olduğunda, kâinatın bütün parası ve gücü bir araya gelse, yakanı kurtarmazsın.” Gözlerim kararmaya başladı -yaştan değil, gözlerimi kırp­ mamak için harcadığım çaba yüzünden. Artık babamın yüzü­ nü net göremiyordum ve o yüzden onun ötesine diktim bakış­ larımı. Şunu atlat. Issızlığın ortasında canavarları alt ettin; bir gemi dolusu cesetle, ölümün boşluğuyla yüzleştin. Bunu yapabilirsin.

“Olur da bir gün Binbaşı Merendsen’ın başına bir şey ge­ lirse, beni de kaybedersin. Sonsuza dek kaybedersin ve hiç kimsen kalmaz.” Nihayet gözümü kırptım ve görüşüm netleştiğinde, baba­ mı birden bire yaşlanmış, orada dikilirken gördüm. Kır saçları daha da seyrelmiş, teni sarkmıştı sanki. Gözlerinin etrafında daha önce gördüğümü hatırlamadığım kırışıklıklar vardı. San­ dalyeye dayadığı eli artık, güçlü bir duruş etkisi yaratmaya değil, destek olmaya yarıyordu. Dudakları titredi. Yüreğimi sertleştirdim. Bu da ondan öğrendiğim şeyler­ den biriydi. “Seninle bir daha asla konuşmam. Anlıyor musun beni?” Başını öne eğip, uzun bir nefes verdi. “Lilac...” “Anlıyor musun?”

511

“Serbestsiniz, gidebilirsiniz. ” “Nasıl yani?’’

“Kapı kilitli değil, Binbaşı." “Çok naziksiniz.” “Binbaşı -anlattıklarınız ile bulgularımızın eşleşmediğinin farkında mısınız?” “Size başka ne anlatabileceğimi bilemiyorum. Olanlar bunlar.” “Sizi destekleyecek bir tek delil bile yok.” “Bütün bunları uydurabileceğime gerçekten inanıyor musunuz?”

KIRK İKİ TARVER

SORGU GÖREVLİSİ AYAĞA KALKIP KAPIYI İŞARET EDİNCE,

kapı sanki emir almış gibi ardına kadar açıldı. Uzunca bir an, boş gözlerle ona baktım. Serbest olduğum fikrini algılamaya çabalarken, zihnim bunun bir pusu olup olmadığını anlama telaşıyla sürekli aynı kıvrımlarda dolaşıp durdu. Sıradaki hamle neydi, oyunun bir sonraki parçası han­ gisiydi? Gözlerim kaşınıyor, ağrıyor, başım yavaş bir nabızla zonkluyordu. Açlık duygusu, yerini midemin dibine bir taş gibi çöken ağır bir bulantıya bırakmıştı. Kendimi zorlayıp ayağa kalkarken, dizlerim itiraz etti, kas­ larıma kramp girdi. Görevliye göz ucuyla dahi bakmaksızın, odadan çıkıp gittim. Lilac dışarıda, geniş camların sıralandığı, uzun koridorda bekliyordu. Uzay gemisi zamanıyla, gece olmalıydı; çünkü ışıklar loşlaşmıştı ve Lilac’ı pencerelerin ötesindeki geze­ 515

Kaul'm an

/

Spooner'

genin ışığı sayesinde görebiliyordum. Bornoz gibi bir şeye sarmmıştı ama onu öyle bir taşıyordu ki rahatlıkla balo elbi­ sesi de olabilirdi. Lacivert, tanıştığımız gece giydiği rengin aynısıydı. Dimdik ve vakurdu, cildi tertemizdi, saçları da bir türlü anlayamadığım şu havalı örgülerden biriyle toplanmıştı. Tek eksiği, yanından ayrılmayan maiyetiydi. Yüzünü bir çeşit bakım bombardımanına tutmuşlardı herhalde; çilleri solmaya başlamıştı bile. Son birkaç hafta hiç yaşanmamış gibiydi. Ben üzerime düşeni yapmıştım. O kendi rolünü oynamış mıydı acaba? Daha doğrusu oynayabilmiş miydi, kendi dünya­ sını bir anlığına tekrar gördükten sonra? Ona söylediklerimi ha­ tırladım, gerçek dünyaya dönmekle ilgili. Böyle sözler verme­ sek iyi olacak, ikimizin de arzu ettiği kadar basit olmayabilir.

Sonsuza dek süren bir an boyunca, bana yalnızca baktı. Gözleriyle beni süzdü, yorgunluğumu sindirdi. O gezegende tanıdığım Lilac’tan eser yoktu. Yüreğim durmak istedi, ben durmasına izin vermek. Sessizliği bozan o oldu. “Tarver, sen...” Kendime engel olamadan, ona doğru hamle yaptım ve yarı yolda durdum. “İyiyim. Sen...” “Babam buradaydı.” Kararlı gözlerle, bana dikkatle bak­ mayı sürdürdü. Berbat görünüyordum büyük ihtimalle. “On­ lara ne anlattın? Bitti mi?” Gözlerimi dudaklarından zorla kopartıp yutkundum. Kori­ dorda yalnızdık ama fotoğrafımızı çekmek için bekleyen ha­ bercilerin baskısını hissedebiliyordum. Lilac’m çevresindeki insanların, askerlerin ve babasının tepemizdeki gölgesini. Bü­ tün bunlar Lilac için çok mu fazlaydı? 516

Bo n ım

Uzak Yıldızını

Bütün bunlar benim için çok mu fazlaydı?

“Anlatacak ne var ki?” dedi, deli gibi ona uzanma, aramız­ daki boşluğu kapatma arzusunu görmezden gelerek. “İri yarı, aptal bir askerim yalnızca. Kafam bir şeye basmaz ki.” Dudakları bir parça kıvrıldı, eğleniyormuş gibi ve ilk kez, yüreğim umutla titreşti. Çilleri tekrar ortaya çıktı. Yüzünü in­ celedim, moraran gözüne, solan çillerine dair bir işaret yaka­ lamak istedim. Onlara değil, bana ait olduğunu kanıtlayacak herhangi bir şey. “Siz neler yaptınız, Bayan LaRoux?” “Ben mi?” Derin bir soluk aldı ve irkilerek, onun da en az benim kadar korktuğunu anladım. “Şımarık bir prenses değil miyim sonuçta, neler olduğunu hatırlayamayacak kadar bü­ yük bir travma geçirdim.” Derken gülümsedi ve İkarus’ta tanıştığımız geceki gibi aklım başımdan gitti. O zamanlar böyle gülümsemezdi; Bu gülümseme hafif çarpık ve içtendi, kaygılı bir umut taşıyordu. Yanıp tutuşarak, ona uzandım. Bir anlığına, tutkuya kapılma­ dan evvel gülümserken, dudaklarını dudaklarımda hissettim. Sonra ona iyice sokuldum. Gömleğimin koluna yapışıp beni kendine çekti. Birlikte koridorun duvarına yapıştık. Bana sı­ kıca sarıldı; ellerim kalçalarında, iki yanında ve yüzündeydi; dudakları aralanırken onu öptüm. Onu kaybettiğim sandığım her an zihnimde girdap gibi döndü. Oysa o yanımdaydı, benimdi. Ben de onundum. Birbirimizden ayrıldığımızda, kalbim küt küt atıyordu. Eğilip alnımı onunkine dayadım. “Buradan kaçıp gitsek nasıl olur?” Kollarını boynuma doladı, dudakları bir kez daha bir gü­ 517

K a u rm a n /

Spoonor

lümsemeyle kıvrıldılar. “Fotoğrafçılardan kurtulabilir miyiz dersin?” “Gizlenme ve kamuflaj üzerine yoğun eğitim aldım.” Gü­ lümsemesine karşılık verdiğimi fark ettim, çaresizdim. Konuşmak için ağzını açtı ama pencerelerin ardındaki göz kamaştırıcı patlama yüzünden lafı yanm kaldı. Bir çığlık atıp geriye savruldu. Sırtım pencereye dönük olmasına rağmen yarı kör vaziyette, döndüm. Işıklar gezegenden dalga dalga yayılıyor, geminin yan tarafını sıyırıp geçiyordu. Gözlerimi kırpıştırarak ardışık görüntülerden kurtulmaya çalışırken, gezegene bakakaldım. Gözlerimin önündeki manzaraya bir anlam vermeye çalıştım. Bir yumurta kabuğundaki çatlaklan andıran, ateşten çizgi­ ler gezegenin yüzeyine yayıldılar. Gezegenin derinliklerinden, muazzam boyutlarda bir yaratık, yumurtadan çıkıyordu sanki. Lilac gırtlaktan cılız bir ses çıkartıp elime yapıştı. Yarık geniş­ ledi, koca arazi parçaları alevlerin arasında gözden kayboldu. Uzay boşluğunda çıt çıkmıyordu. Uzunca bir süre, uğur­ suz ve mutlak bir sessizlik içerisinde öylece dikilip gezegenin gözlerimizin önünde gerçekleşen yıkımına tanıklık ettik. İlk harekete geçen, ilk konuşan Lilac oldu. “Artık burada yaşananları kimse bilmeyecek.” Yutkundu, gözleri hâlâ, ayna-aya doğru erimiş kaya parçaları gönderen bir dizi sessiz patlamadaydı. Kararan koridorda, gezegeni yutan altın sarısı kırmızı ateş Lilac’ın gözlerinden yansıyıp onları dönüştürüyordu. Lilac’m yüzünde, gezegenin yıkımının yankısını görebiliyordum, yaşadıklanna dair son kanıt kınntılannın yok oluşunu. 51 8

B o n im

LJzak Y ı l d ı z ı m

Bir yandan kendimi de teskin etmek için, kollarımı ona do­ ladım. Başımı eğdim, saçları yüzümü gıdıklayana kadar uzun bir nefes alıp yatışmaya çalıştım. “Biz bileceğiz,” diye fısıl­ dadım. O noktadan kıpırdamadık, uzay gemisinin motorları çalış­ tığında bile. Parçalanan gezegenden ve aydan geriye kalanlar giderek uzaklaşıp sonsuz karanlığa gömülürken, izlemeye de­ vam ettik. Gözlerim görmekte zorlanmaya başlayana, geriye bir tek yansıyan minik ışık noktacıkları kalana dek. Hiperuzay yolculuğunun manevra vınlaması duyulunca Lilac bana yaslandı. Sıçramaya, eve daha hızlı gidebilmek için uzayı katlamaya hazırlandık. Fotoğrafçıların ve muhabirlerin olduğu eve, başımıza gelenleri asla anlayamayacak insanların sorularını cevaplamak zorunda kalacağımız eve. Elimizden, bulduğumuz cevaplan birbirimize fısıldamaktan başka bir şey gelmese de, cevaplan aramaktan vazgeçmemiştim henüz. Yine de, o an için, motorların devreye girmesini beklerken, bütün bunlar bizden çok uzaktaydı. Bir anlığına gözlerimizin önündeki görüntü dondu; gezegenimiz, hayatlanmız, keşfe­ dilmemiş uzaya dağılmış bir avuç uzak yıldıza dönüştü. Sonra görüntü kayboldu, manzara akıp giden hiperuzay rüzgârlan tarafından yutuldu, mavi yeşil auralar ardışık görüntüleri sildi. Ta ki bizim dışımızda hiçbir şey kalmaymcaya dek.

519

r r tc c tg a r ı. (y f i,e o r if ^ ,

U zun zam an d ır dost, zam an zam an da oda arkadaşı olan yazarlar birlikte b ü tü n dünyayı (henüz galaksiyi değil) dolaşıp aralarındaki kıtaları aşmışlar. M egan, W a sh in g to n 'ın h em en d ışın d a yaşarken Amie,, .; M elb o u rn e, Aııstral; ikam et ediyor. Şu a n ^ S P olsalar da uzay operasına, seyahate ve ikinci kahvaltılara duydu k ları sevgi onları hep b ir arada tu tm ay a yetiyor. İkilinin m aceralarım T w itter @ A m ieK aufm an ve (ZöMeaganSpooııcr adreslerinden takip edebilirsiniz.

dVll>l İO O V

m i-c J 'ıa ü fm c tr ı

O G E C E N İN ,

DEVASA UZAY GEMİSİ İKARUS'TAKİ diğer

gecelerden h iç b ir farkı yoktur. Ta ki o b ü y ü k felaket gerçekleşene ve ik a ru s yak ın lard ak i b ir gezegene d ü şen e dek. Elli b in yolcu kapasiteli g em id en yalnızca iki kişi k u rtu lm u ştu r: E vrenin en zengin ad a m ın ın kızı Lilac L aR oux ve genç b ir savaş k ah ra m a n ı olan B inbaşı T arver M erendsen .





Binbaşı M erendsen, Lilac gibi kızların insanın başına beladan başka bir şey getirm ediklerini u zun zam an önce öğrenm iştir. Lilac da, Tarver’ın kendi iyiliği için, o n u kend isin d en uzak tu tm ası gerektiğinin farkındadır. A m a ıssızlığın o rtasın d a hayatta kalabilm ek için birbirlerine ihtiyaçları vardır. Açlık, soğuk ve vahşi hayvanlara b ir de Lilac’ın d u y d u ğ u fısıltılar eklenince b irbirlerine g ü v en m ek ten başka çareleri kalm az. N e var ki çok . geçmecfen, o nları b irb irlerin in kollarına iten b u trajediden b ü y ü k bir aşks^ , doğar. A rtık k u rtu lu p kendi gezegenlerinde b ir ö m ü r ayrı kalm aktansa düştükleri b u ıssız gezegende birlikte olm ayı tercih ederler. A m a h e r a d ım d a o n ları ta k ip e d en gizem li fısıltıların ard ın d a k i gerçeği * ö ğ renm eleriy le h e r şey b ir a n d a değişir. Lilac ile T arver o gezegenden ayrıtsalar bile a rtık h iç b ir şey eskisi gibi olm ayacaktır. '

N efes kesen b ilim k u rg u ü çlem esin in ilk k itab ı,

Benim Uzak Yıldızım,

• z am an v^ m e k â n ta n ım a y a n sonsuz b ir aşkın h ik â y e si...

W

t

/

f 7 ac^ ook-com /9 °y ayinlar'

JP k

“t i 7.00

® twitter.com/go kitap

i j instagram.com/go_kitap

T 1 gokitap.tumblr.co

View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF