Ali Fuad Basgil - Din Ve Laiklik

March 20, 2017 | Author: muammer66 | Category: N/A
Share Embed Donate


Short Description

Download Ali Fuad Basgil - Din Ve Laiklik...

Description

D I N VE LAIKLIK Ord. Prof. Dr. ALİ FUAD BAŞGİL

Kurucusu:

İSMAİL DAYI

DİN ve LÂİKLİK O r d . Prof. Dr. Alİ F u a d BAŞGİL ' B u eserin y a y ı n haklan Y a ğ m u r Y a y ı n e v i ' n e aittir. 8. B a s k ı : Haziran 2 0 0 7 Y a y ı n Sıra N o . : 8 I S B N : 978-975-7747-15-7 Sertifika N o : 1 2 0 6 - 3 4 - 0 0 4 0 6 2 Yayın Yönelmeni : Nazif GÜNER Yaym Sorumlusu : Süleyman ÖZDEMİR B a s ı m Y e r i / C İ l t : Kitap Matbaacılık Tel.: ( 0 2 1 2 ) 5 6 7 4 8 8 4

Y A Ğ M U R YAYINEVİ Cağaloğlu Yokuju, Narlıbahçe Sokak No. 1 Özhekim Işham Kat 2/23 Eminönü / İSTANBUL Tel.: (O 212) 513 51 26 Faks: (O 212) 519 74 53 e-posla: yagmur@yagmuryayİnevi,com.tr www.yagmuryayinevi.com.tr

Ord. Prof. Dr. ALİ FUAD BAŞGÎL

D I N VE

LAIKLIK

- H U K U K Î VE İÇTİMAÎ ETÜD

-

* DİN NEDİR? * DÎN HÜRRİYETİ ve LÂİKLİK NE DEMEKTİR?

8 . BASKI

İSTANBUL — 2 0 0 7

Dinen günahkâr olmak, dini sevmeye ve dindarm tükenmez saadetine imrenmeye mani değildir.

Ehl-i din ve takva babam Mehmed Senin ebediyellerdeki

ruhunun

Şükrü

Efendi,

§âd olması

Azız e ş i m N ü v i d e m ! S e n i n gayret v e r i c i teşvil y a b a n c ı değildir. H a t t â ilim ve i m a n aynı bir i n s a n ı n h a y a t ı n d a y a n y a n a y a ş a ­ yabilir. Nitekim, fiiliyatta b i r ç o k b ü y ü k âlim ve filozof­ l a r d a y a ş a m a k t a d ı r . İlim ile i m a n a r a s m d a t e z a t t a s a v ­ v u r edenler, hususiyle dini, ilmin t e r a k k i s i n e e n g e l g ö ­ r e n l e r âlimler değildir, âlim taslaklarıdır. Hep zulmet-i

cehildir ki illet

Dâim kalıyor

bu hab-ı

Din v e Lâiklik / F. 5

gaflet

65

— n— DİN NEDİR? Allah v e din: Evvelâ Allah n e d i r ? Nasıl t a h a y y ü l e d e r s e n i z o d e ğildir/^^'Fakat O vardır. O ' n u t a n ı m a m a k m ü m k ü n d ü r . Nitekim İnsan kıhğmdaki bazı h a y v a n l a r l a , h a y d u t l a r t a n ı m a z . O ' n u n varlığına delil istemek, o n u inkâr için vesile aramaktır. O ' n u n : Varlığın bilme ne hacet kürre-i Yeter isbatına

halkettiği

âlem ile

bir zerre

bile.

O ' n u i n k â r e t m e k bâtıla t a p m a k t ı r . O ' n u i s p a t a ç a h ş m a k , b e y h u d e yorulmaktır. O vardır, ç ü n k ü i n s a n v e kâinat vardır. Fakat: Hurşîd'i

ezelden

nasıl ister ki

Olsun daha bir zerreyi

haberdar

derketmeyen

efkâr.

O ' n u n v a r h ğ m a delil; O ' n u d u y a n v i c d a n ı m , O ' n u i s ­ t e y e n v e a r a y a n g ö n l ü m d ü r . D ü ş ü n e n i n s a n için O ' n u i n k â r a m e c a l yoktur: Allah'ı ne yolda etsem İkrar çıkar netice-i

inkâr

kâr.

(35) Bu eserin ilk baskısında, bü ifade yerinde şöyle.bir ifade kullanmıştık. "Allah, nasd tahayyül ederseniz O'dur." Sahife altı notunda, Muhyiddin Arabi'nin bu hususta "Allah, nasıl tasavvur ederseniz, ondan başkadır." dediğini kaydetmiş ve bu iki ifade arasındaki fark üzennde okuyucuyu düşünmeye davet etmiştik. İki baskı arasında geçen zaman içinde biz kendimiz düşündük ve yanıldığımızı anladık.

D I N

ve

L A I K L I K



Din nedir? Din, b u ilâhî n u r n e d i r ? O, h e r ş e y d e n evvel, r u h u ­ m u z l a sezdiğimiz v e akl-ı selim ile d ü ş ü n ü p , kabul etti­ ğimiz ilâhî b i r k a n u n d u r . İ n s a n b u k a n u n u , yüksek s a n ' a t , ahlâk v e insanlık d u y g u s u gibi, fakat d a h a ince ve d a h a y ü c e b i r d u y g u olarak sezer; aklı ile m u h a k e m e edip, kabul v e t a s d i k eder. Din, i n s a n r u h u n u n b u e n t e Çünkü bizim ifademiz Kur'an-ı Kerim'in İlılâs Süresindeki ilâhi İşarete aykırı düşmekte ve bir nevi (şirk)e götürmektedir ve (lâ nazire leh) hakikatiyle tenaku­ za düşmektedir. Filhakika îhlâs Süresinde Allah'ın (küfvü) yani eşi, misli ve nazın olmadığı ifade buyurulmaktadır. Halbuki bizim tarifimiz, hayalen de olsa, Allah'ın bir nevi eşi ve haziri mev­ cut olabileceğine ihtimal veriyordu. Hazret-İ Mubyiddin'in İfadesi ise bundan kaçınmakta ve İhlâs Süresindeki beyana uygun gitmekte idi. Bu defaki baskıda biz, Hazretin aynen kendi ifadelerini almak suretiyle, azız ruhlarından af dileyerek, hatamızdan döndük. Bizim ilk baskıdaki ifademiz ne kadar basit ve (şirk)e götürmekte İdiyse, Haz­ ret-i Mubyiddin'in ifadeleri de o kadar derin ve şirkten kaçınmaktadır. Bununla beraber her iki İfade arasıda maksat bakımından fark olup olmadığı üzerinde dü­ şünülebilir. Hazret-i Muhyiddin "Allah, nasıl tasavvur ederseniz, ondan başkadır" sözüy­ le şunu demek istiyor: İnsan, Allah'ı tasavvur ve tahaylül bile edemez. O'na hayalinde de olsa bir suret veremez ve bir eş bulamaz . Çünkü o varlık, insan İdrâkine ve hayâline sığ­ maz. Bir şeyi tasavvur ve tahayyül etmek, zihinde, İç gözüyle, o şeyin hariçteki vadığının suret ve hayalini görmek demektir. Yeryüzünde görülen ve duyulan şeyler arasında Allah'ın bir benzen ve nazin yoktur ki, insan, zihninde. O'nun suret ve hayalini görebilsin. Bunun içindir ki, Allah'ın bütün (sıfât-ı zâtiyesi) ile varlığı akıl ile doğrudan doğruya idrak ve ispat edilemez. Eğer edilebilseydi, onu inkâr mümkün olmaz­ dı. Zira aklın sabit ve mütehakkık gördüğü şeyi aklen inkâr mümkün olmaz. Bu­ nun aksi, farz edilirse aklın kendisiyle tenakuza düştüğü kabul edilmiş olur. Ak­ lın tenakuzu ise, aklı nefyeder, binaenaleyh mümkün değildir. Allah'ın varlığı en çok kendi yarattığı eserlen ile yani insan ve kâinatla bil­ vasıta idrâk ve mantıki muhakeme ve istidlal yolu ile ispat edilebilir. Ooğnıdan ispat, akıl ile değil, "nakil" ile mümkündür. Fakat herkes nakli kabul etmediği ay­ nı mantıki İstidlali de yürütmediği, binaenaleyh aynı neticelere varmadığı içindir ki, Allah'ı İnkâr mümkün olmakta ve fiiliyatta birçok da İnkâr edenlere rastlan­ maktadır. Yine bunun İçindir ki, büyük İslâm mütefekkirlen Allah'ın varlığından çok, birliği üzerinde durmuş ve bunu ispata çalışmışlardır. Gayet tabii: Allah'ın varlı­ ğını kabul etmeyen kara kalbli, sağır kulaklı ve kör gözlülere onu kabul ettirme­ ye imkân yoktur. Çünkü akıl ve mantık kudretİ,^ insanın görüp duyduğu şeylere yetişebilir. Bunun dışında kalan ve sırf "nakil" ile sabit olan Allah hakikati üze­ rinde akıl ve mantık âciz kalır, yürümez. İşte Hazret-i Muhyiddin, "Allah, nasıl tasavvur ederseniz, ondan başkadır" demekle bu hakikate İşaret ve filozofların üç beş sabifelik yazı ile anlatmak iste­ diklerini iki çift sözle ifade etmiştir.

miz m e k t e b i , h a y v a n l ı k t a n sıyrıhp, y ü k s e l e n i n s a n zekâ­ sının hiç d u r m a d a n a r a d ı ğ ı ''evveli illet"\n = (premiere cause) e n t a t m i n edici izahıdır. " N e r e d e n geliyor, n e r e ­ ye gidiyoruz" sualinin ş a ş m a z cevabıdır; yok olmaktan, hiçliğin karanlıklarına g ö m ü l ü p , g i t m e k t e n ü r p e r e n in­ s a n içinin ışığı; ü m i t ve i m k â n l a r ı n t ü k e n i p , s ö n d ü ğ ü y e r d e n b a ş l ı y a n ü m i t ve i m k â n yolu; ilâçların d i n d i r e m e d i ğ i acıların ilâcı; h a r a p g ö n ü l l e r i n şenliği; iyilik, adalet, feragat, s a d a k a t , fazilet, s a m i m i y e t kaynağı; in­ s a n v i c d a n ı n d a y a ş ı y a n i n a n m a ihtiyacının en p a r l a k v e b e r r a k tecellisidir.

î n s a n ; d u y a n , d ü ş ü n e n , dileyen v e i n a n a n m a h l û k ­ tur. İ n s a n ı n t a m tarifi b u d u r . Dikkat e d e r s e k , d u y m a , h a t t â b i r d e r e c e y e kadar, d ü ş ü n ü p dileme, h a y v a n d a d a m e v c u t olan hasselerdir. F a k a t i n a n m a melekesi, sırf i n s a n o ğ l u n a m a h s u s t u r . B u n u n içindir ki, insanı "din­ d a r m a h l û k t u r " diye de tarif ederler. Filhakika, i n s a n olan i n s a n , i n a n m a k ihtiyacmdadır. Bu, i n s a n r u h u n u n e n temiz v e en d e r i n b i r t e m a y ü l ü d ü r . İ n a n m a y a n ve içinde i m a m t a ş ı m ı y a n i n s a n , suya k a n m a y a n bir h a s t a gibidir; servete, k o n f o r ve s e f a h a t e k a n m a z . Fert için o l d u ğ u kadar, c e m i y e t için de felâketlerin k a y n a ğ ı , b u kanmamazlıktır. Din, i h s a n ihtiraslarını fi'enleyen en kuvvetli m a n e v i dizgindir. B u n u bildikleri içindir ki, dini b i r iktidar rakibi g ö r e ­ rek, o n u n l a m ü c a d e l e y e girişen s o n d e v r i n diktatörleri, kovdukları din m a b u d u n u n y e r i n e , devlet diye b a ş k a b i r m a b u t yerleştirmeyi i h m a l etmemişlerdir. Bu a d a m ­ lar seziyorlar ki, b i r millet, millet olarak y a ş a y a b i l m e k için b i r i n a n c a ve-yüksek b i r ideale m u h t a ç t ı r . Kitle için m â b u t s u z d a i n a n ç olmaz. Fakat, k o v u l a n m a b u d u n y e ­ r i n e o t u r a n Jüpiter'in oğlu Baküs, n e azgın b i r m a b u t imiş ki, müzminlerini b a r l a r d a ve m e y h a n e l e r d e b i r b i ­ riyle b o ğ a z l a ş t ı r ı p s e y r e t m e k t e n b a ş k a b i r şeyle a v u n a ­ mıyor.

Din ve kendiliğinden var olma fikri: Din, şekk i ç i n d e b u n a l a n i n s a n r u h u n u n ışığıdır. H e m d e yalnız i n a n m a değil, aynı z a m a n d a bilme ihti­ yacının ifadesidir. D ü ş ü n e n i n s a n , v a r h k l a r v e h â d i s e ­ ler zincirinin ilk halkasını g ö r m e , h a y a t v e kâinatın ilk illeti (Premiere cause) h a k k ı n d a kendisini t a t m i n e t m e i h t i y a c m d a d ı r . î n s a n , vicdaniyle b a ş b a ş a k a h p d ü ş ü n ­ d ü ğ ü z a m a n , n e r e d e n ve niçin geldik, n e r e y e gidiyo­ ruz? sualine cevap aramaktadır. Biliyorum ki b e n , a n n e m ile b a b a m ı n s e v i ş m e s i n d e n d o ğ u p v a r o l d u m . O n l a r da, b ü y ü k a n n e v e b ü y ü k b a b a ­ mın; o n l a r da, d a h a b ü y ü k a n n e v e b ü y ü k b a b a m ı n se­ v i ş m e s i n d e n d ü n y a y a geldiler. F a k a t ilk a n n e ve b a b a nasıl v a r o l d u ? Tutalım ki insanlar, m a d d e c i l e r i n dediği gibi, yüz m i l y o n l a r c a senelik b i r istihale ve istifa m a h ­ sulüdür, fakat istihale e d e n v e istifaya u ğ r a y a n h a y v a n nevilerinin ilki n e r e d e n geldi ve nasıl v a r oldu? Tutalım ki m a d d e , m a d d e n i n bir nevi istihalesidir, fakat m a d d e ­ d e n c a n n a s ı l çıktı? Ş u u r s u z m a d d e d e zekâ ve i r a d e gi­ bi ş u u r halleri ve yüksek r u h î m e l e k e l e r nasıl p e y d a ol­ d u ? M a d d e n i n m a d d e y e istihalesi m ü m k ü n d ü r , b u n u kabul e d e r i m . Ç ü n k ü gözlerimle g ö r ü y o r u m ki, a ğ a ç biter, b ü y ü r , kurur, dökülür, t o p r a k olur ve t e k r a r biter. Bu d a i m i b i r t e k e r r ü r ve istihaledir. F a k a t siz b a n a , cansız m a d d e n i n c a n ve ş u u r a istihalesini izah ediniz. C a n v e ş u u r u n ölümle hiçliğe istihalesi h a k k ı n d a n e dersiniz? Nasıl b i r sırdır ki, cansız m a d d e d e evvelâ d u y m a , s o n r a d ü ş ü n m e , dileme ve n i h a y e t i n s a n d a ol­ d u ğ u gibi, i n a n m a h a s s a ve melekeleri d o ğ d u ? M ü ş a h e d e ile anlıyor ve g ö r ü y o r u m ki, y e r y ü z ü n d e h a r a r e t i n m e n ş e i g ü n e ş t i r ; fakat g ü n e ş i n kendisi h a r a ­ retini n e r e d e n aldı ve nasıl v a r oldu? Kâinatın e n u m u ­ mi k a n u n l a r ı n d a n biri, "İlliyet Kan\xnu"=(Ioi de causalite) dir. Bu k a n u n a g ö r e , h i ç b i r şey, h i ç t e n v a r olmaz. A d e m ' d e n v ü c u t çıkmaz. H e r varlığın m u t l a k a bir " m ü ­ essir illeti" (^cause efüciente); m ü e s s i r illetler serisininde bir m e b d e i , b i r evveli illeti o l m a k lâzımdır. Aksi hal-

d e fasit b i r d a i r e y e girilmiş olur. H e m b u m e b d e ü s t ü n akıl, m u t l a k i r a d e v e zeka İle muttasıf olmalıdır. Ç ü n k ü bir eser ve neticeden ibaret olan kâniatm h e r zerresin­ d e ü s t ü n b i r akıl, külli b i r i r a d e v e zekâ k o k u s u s e z m e k ­ teyiz. Hülâsa, m e b d e ' l e r v e illetler serisi, g a y r i m ü t e e s ­ sir b i r m ü e s s i r e v e g a y r i m a h l û k b i r halika m ü n t e h i olup dayanmalıdır. İşte b u s o n m e b d e , b u "iîiet-i evve­ liye" v e b u "gayr-i m a h û k halik" dinin bize bildirdiği Allah tealâdır. İlliyet k a n u n u k a d a r u m u m i d i ğ e r b i r k a n u n d a " h a ­ r e k e t " (= mouvement) k a n u n u d u r . K â i n a t t a canlı, c a n ­ sız h e r ş e y h a r e k e t k a n u n u n a tâbidir. H i ç k ı m ı l d a m a z gibi g ö r ü n e n yalçın kayalar bile h a r e k e t k a n u n u n u n h ü k m ü altındadır. F a k a t h a r e k e t v a r o l m a k için, en b a ­ sit b i r m ü ş a h e d e ile anlıyoruz ki, evvelâ b î r m u h a r r i k yani h a r e k e t ettiren, s o n r a d a b i r m ü t e h a r r i k yanî h a ­ r e k e t e d e n v a r olmak lâzımdır. A ğ a c ı n y a p r a k l a n kımıl­ d a n m a k için, b i r m u h a r r i k i n , m e s e l â r ü z g â r ı n esmesi, b u n u n için d e sıcak v e s o ğ u k iki m ı n t ı k a a r a s ı n d a b i r h a v a c e r e y a n ı b u l u n m a s ı , b u n u n için d e g ü n e ş i n varlı­ ğı lâzımdır. F a k a t g ü n e ş i n kendisi h a r e k e t k a n u n u n a tâbi, b i n â e n a l e y h müteharriktir. O n u n d a b î r m u h a r r i ­ ki o l m a k lâzımdır. F a k a t m u h a r r i k l e r serisi n a m ü t e n a h i d e v a m edip g i d e m e z . Aksi h a l d e fasit b i r d â i r e y e giril­ miş olur. Ş u h a l d e m u h a r r i k l e r serisinin g a y r i m ü t e h a r ­ rik b i r m u h a r r i k e m ü n t e h i o l u p d a y a n m a s ı lâzımdır. Ç ü n k ü s o n olarak kabul ettiğimiz m u h a r r i k d e m ü t e ­ h a r r i k olsa, s o n olmaz. O n u n d a b i r m u h a r r i k i olmak lâzım gelir. İşte m u h a r r i k l e r serisinin s o n u olan gayr-i m ü t e h a r r i k m u h a r r i k , d î n i n i n s a n l ı ğ a tâlim ettiği, mümkinat ve muhdesata m a h s u s olan hareketten m ü ­ n e z z e h v e "vâcib-ül v ü c û d " (=Etre necessaire) Allah'dır. F a k a t vâcib-ül v ü c û d , z a r u r i olarak, birdir. Birden çok olamaz. Olsaydı, e s e r d e ihtilâf v e ihtilâl olurdu. M ü ş a h e d e l e r l e sabittir kî. K â i n a t nizamının esasını t e ş ­ kil e d e n illiyet v e h a r e k e t k a n u n l a r ı d â i m a ittirat v e in­ s i c a m ü z e r e h ü k ü m l e r i n i icra etmektedirler.

Bizim ş u bir-iki satırlık izahımız, d e r y a d a n b i r k a t r e dir. İslâm K e l â m i y a t ı n d a 'Vacib-ül v ü c u d " h a k k ı n d a , b u eserin k ü ç ü c ü k h a c m i n e s ı ğ m a y a n d a h a nice izah v e delil m e v c t t u r . F a k a t biz b u izahları "vacib-ül v ü c u d " u ispat m a k a m ı n d a zikretmedik. Ç ü n k ü m ü n k i r i h i ç b i r delil ile ikna v e ilzam e t m e n i n i m k â n s ı z o l d u ğ u n u bili­ y o r u z . M ü ' m i n i n ise delile ihtiyacı yoktur. O n u n en b ü ­ yük delili v e i s p a t vasıtası "akl-ı selim"idir. Biz b u izahları b u r a d a , dinin yalnız h i s ' e h i t a p e d e n b i r k a n u n olmadığını; aynı z a m a n d a akla v e ilme d e h i ­ t a p ettiğini g ö s t e r m e k için zikretmiş b u l u n u y o r u z . Za­ m a n ı m ı z d a m ü n k i r l i ğ i n t u t t u ğ u y o l l a r d a n biri de, dinin yalnız halk kitlelerinin hissiyatını f e t h e d e n b i r izah ol­ d u ğ u y o l u n d a k i iddiadır. Bu iddiayı ileri s ü r e n l e r c e , din ilmî zekâyı t a t m i n e t m e y e n v e ilmî b i r tahlil v e t e n k i d e t a h a m m ü l ü o l m a y a n b i r izahtır. Ve, sırf hisleri t a h r i k e d e r e k taraftar, k a z a n a n , kuvvetinin sırrını hakikatleri p e r d e l e m e k t e b u l a n b i r halk ilmi'dir. B u g ü n , diyorlar seçkinlerin dini, ilimdir. Din ise, hislerinin hâkimiyeti altında y a ş a y a n halk t a b a k a l a r ı n ı n ilmidir. F a k a t insaf ile d ü ş ü n ü l ü r s e , "Hilkat-i â l e m " p e r d e s i altındaki e s r a r ı keşfetmekte ilim, d i n d e n d a h a ileride değildir. Ve ilmî denilen izah, dinin i z a h ı n d a n d a h a tat­ m i n edici o l m a k t a n uzaktır. Ç ü n k ü b u esrar, ilmin k e n ­ dine h a s o l a n m e t o t l a r l a , tetkik s a h a s ı n a g i r m e m e k t e ­ dir. E ğ e r b u h u s u s t a dinin izahları b i r faraziyeye d a ­ y a n m a k t a ise, k a b u l etmek lâzımdır ki, ilmin izahları d a h a b ü y ü k i b h a m l a r l a dolu b a ş k a b i r faraziyeye da­ yanmaktadır.'^''' Bir a n için farzedelim ki, kâinat, ilimcilerin iddia et­ tikleri gibi, m a d d e d e n ibarettir, h e r ş e y m a d d e d e n çık(36) İsbat-ı Vâcİb hakkında Batı dünyasının Hnstiyan alimlen de çok çalış­ mışlardır. Bu hususta okuyucuma, Fransa'da 1950 yılında on birinci baskısı ya­ yınlanan "Allah, Varlığı ve Mahiyeti" başlığını taşıyan şu nefis eseri tavsiye ede­ riz. Prof P. Fr. R. Garrigu - Lagrange : "Dieu - Son Erİstence et Sa Nature" 1950. 11. baskı. Paris. (Büyük boy 894 sahife) - "Allah, İnsan ve Kâinat "başlıklı şu mü­ him esed de tavsiye ederiz. "Essaisur Dieu, l'homme et l'univers". Bu eser beşyüz sahifelik müşterek yazılmış bir eserdir. Casterman, Journal - Paris, 1951.

m ı ş v e s o n u n d a , m a d d e y e r ü c u v e istihale edecektir. Hilkat h a k k m d a k i b u i z a h m t a t m i n edici olması için ş u suale c e v a p verilmesi lâzımdır: M a d d e n i n kendisi n e r e ­ d e n çıkmış ve nasıl v a r o l m u ş t u r ? E s r a r ile dolu o l a n b u sualime "kendiliğfinden v a r o l d u " (=Generation spontanee) ile c e v a p vermeyiniz, rica e d e r i m . Hilkat h a k k ı n ­ daki b u cevabınız, n a m ı n a k o n u ş t u ğ u n u z , ilmin m e t o d larına aykırıdır. Ç ü n k ü ilmin i s p a t usûlü, t e c r ü b e v e raüşahadedir. Milyar s e n e evvelki hilkat b a h s i n d e , " k e n d i ğ i n d e n v a r olma" k a n â a t i n i h a n g i t e c r ü b e v e m ü ş a h e d e d e n elde ettiniz. T e c r ü b e ve m ü ş a h a d e l e r , b i ­ lâkis, b u k a n a a t i n zıddmı i s p a t e d e r g ö r ü n ü y o r . Zira h i ç b i r şey h i ç t e n çıkıp v a r o l m u y o r . Ş u r a s ı m u h a k k a k t ı r ki, m a d d e c i l e r i n hilkat h a k k ı n d a k i (kendiliğinden v a r olma) fîkri, dindeki  d e m v e H a v v a a k i d e s i n d e n d a h a . kuvvetli değildir. Bu akide, b a s i t b i r t a h a y y ü l ise, o fikir de ilmen ispatı ve izahı gayr-i kabil b i r faraziyedir. Yoksa m u h t e r e m m ü n k i r , sizin t a n r ı l a ş t ı r d ı ğ m ı z m a d d e , dinin "vacib-ül v ü c u d Allah"ımn aynı o l m a s ı n ? Ş u farkla ki, sizin m a d d e n i z , kötülükler t a n r ı s ı ve h e r t ü r l ü sefahet kaynağıdır. Dinin "vacib-ül v ü c u d Allah"ı ise y e r y ü z ü n d e iyilik, fazilet ve adaletin timsalidir. F a ­ kat b e ğ e n d i ğ i n i z m a d d e y e t a p m a k l a , b i r vacib-ül v ü c u d ' a i n a n m a k a r a s ı n d a k i farkın, ferd için, cemiyet ve insaniyet için, g ö t ü r d ü ğ ü yola dikkat ediniz. Ş u n a dikkat ediniz ki, mazi o l m u ş ve b u g ü n k ü h a y a t ­ ta yeri ve r o l ü kalmamış s a n d ı ğ ı n ı z b u mes'eleler, h e ­ nüz halledilme yoluna bile girmemiştir. Bu h u s u s t a ile­ riye s ü r ü l e n ezeli ve e b e d i m a d d e (=matiere eternelle) fîkri, istihale (-transformationl t e k â m ü l (=evolution)wQ tabii istifa (=selection natureüe] gibi izahlar ve k a n u n ­ lar h â l â b i r e r faraziye ve b i r e r m u a m m a o l m a k t a n k u r ­ tulamamıştır. İlmin b i r hayli ilerlemiş o l m a s ı n a r a ğ ­ m e n , hilkat ve h a y a t ı n sırrı h e n ü z m u a z z a m bir m e ç h u l olmakta d e v a m ediyor. D a h a d ü n e k a d a r m a d d e n i n a s ­ li ve n i h a i bir u n s u r u sayılan ve p a r ç a l a n m a z k a b u l edi-

len a t o m b u g ü n p a r ç a l a n m ı ş v e b u n d a n h â r i k a l a r d o ğ ­ m u ş t u r . Ş u h a l d e , eski Yunan filozofu ihtiyar Demokr/t'ten b e r i ilmin s a r s ı l m a z b i r k a n a a t l e b a ğ l a n d ı ğ ı eski. "cüz'ü lâ y e t e c e z z â " y a h u t " p a r ç a l a n m a z a t o m " k a n a a t i suya d ü ş m ü ş t ü r . Yarın d a h a n e l e r i n s u y a d ü ş e c e ğ i n i bilmiyoruz. Yalnız ş u n u biliyoruz ki, ilim ilerledikçe v e n u r u d a h a g e n i ş kitleleri aydınlattıkça, dinin gerileye­ ceğini v e dini g ö r ü ş l e r i n iflâs e d e c e ğ i n i s a n a n l a r yanıl­ mışlardır. Bilâkis, ilmin ileriye d o ğ r u attığı h e r a d ı m v e h e r yeni b u l u ş , d ü ş ü n e n i n s a n h ğ ı dini akidelere biraz d a h a y a k l a ş t ı r m a k t a v e Allah'ın b ü y ü k l ü ğ ü n ü biraz d a ­ h a y a k ı n d a n g ö s t e r m e k t e d i r . İ n k â r kolaydır. G ü ç olan ve mertlik i s t e y e n ispattır. D ü ş ü n e m e y e n , tefekkür ve' t e m a ş a h a y a t ı n d a n a s i b i o l m a y a n l a r d ı r ki, kolayca ink­ âr ederler. Vaktiyle, g ü n e ş i n değil, d ü n y a n ı n d ö n d ü ğ ü ­ n ü iddia v e i s p a t e d e n Galiîe'nin b u n u n l a , bilmeyerek, d i y a n e t e n e b ü y ü k h i z m e t ettiğini " E n g i z i s y o n " d ü ş ü nebilseydi, o n u m a h k û m etmek değil, a l n ı n d a n ö p e r d i . H e m h â d i s e v e v u k u a t h e p Allah'ın izniyle v e O ' n u n iradesi v e ö n c e d e n tertibiyle c e r e y a n ettikten s o n r a , is­ t e r d ü n y a d ö n s ü n , ister g ü n e ş , a iz'ansız Engizisyon, b u n d a n n e çıkar? Bereket ki, Galileyi v e d a h a nice âlimleri m a h k û m e d e n din değil, cehalettir. İlerleyen il­ min m e ş ' a l e s i ö n ü n d e , cehaletin p e r d e l e r i b i r e r b i r e r kalktıkça Allah'ın a z a m e t i d a h a iyi belirmektedir. İlmin b u l d u ğ u h e r yeni hakikat, a r a y a n insanlığı, hakikatlerin h a k i k a t i n e b i r a z d a h a yaklaştırmaktadır. Zavalh g e n ç filozof Guyau"^' 1886'da, h e n ü z otuz iki y a ş ı n d a iken yazdığı "İstikbalin Dinsizliği" a d ı n d a k i e s e r i n d e g e l e c e k t e dinin yerini t a m a m i y l e ilmin alaca­ ğını s ö y l ü y o r d u . B u g ü n , altmış k ü s u r s e n e s o n r a , ilmin k e n d i n d e n ş ü p h e y e d ü ş t ü ğ ü n e ş a h i t oluyoruz. Kabul e d e r i m ki, y ü k s e k bilginlerin dini, ilimdir. Ç ü n k ü , b e n (37) Fransız filozofudur. 1854-1888. L'irrelİgion de l'avenir ve La sans obligation ni sanetion, Paris, Alcan eserleriyle meşhur olmuştur.

Morale

ce, hakiki d i n ile y ü k s e k bilgi, yalnız m e t o t l a r ı n d a ayrı­ lır, n e t i c e l e r i n d e b i r d i r v e h e r ikisi d e d e r i n b i r i n a n c a dayanır. Hayatı v e kâinatı halkedİp, m u a y y e n v e s a b i t k a n u n l a r l a sevk v e i d a r e e d e n b i r "Kaadir-i Mutlaksın varlığına, içinin samimiyetiyle İ n a n a n b i r d i n d a r ile "Kudret-i tabiiye"ye (-Energetismejyahnt filozof Bergson,'^' diliyle "ysi'stıcı t e k â m ü l " e (=evolution creatrice) kâni olan hakiki v e ciddi b i r âlim v e y a filozof b e n c e , b i r b i r i n d e n m â n a v e m a k s a t t a n ziyade, kelime v e lâfiz^ d a ayrılmaktadır. Fakat, h e r k e s i n y ü k s e k bilgin n ı e r t e b e s i n e çıkması m ü m k ü n o l m a d ı ğ ı n a v e i n s a n l a r ı n b ü ­ yük b i r ekseriyetinin kitle s e v i y e s i n d e n y u k a r ı y a çıka­ m a y a c a ğ ı n a g ö r e , din yaşayacaktır. Bilgi kaynağı, a h ­ lâk v e t e r b i y e h o c a s ı olarak dinîn yerini h i ç b i r kıymet d o l d u r a m a y a c a k t ı r . M a d d e m a b u d u n u n yarattığı b o ­ ğ u c u b u h r a n l a r içinde b u n a l a n insanlık, b i r g ü n kay­ bettiği i m a n ı h a s r e t l e a n ı p arayacaktır. Nitekim a r a m a k t a d ı r . 1949 y a z ı n d a , m e r k e z l e r i n d e n biri İsviçre'de b u l u n a n " M a n e v î Kalkınma Teşekkülü"ne m e n s u p b i r İngiliz p r o p a g a n d a hey'etî gelmişti. Bu h e y ' e t adamlariyle g ö r ü ş t ü k . Ç o k dikkate d e ğ e r şey•ler söylediler. Mîlletlerin s u l h a ve s a a d e t e e r m e l e r i için, d ü n y a d a iyilik, adalet, m e r h a m e t , af v e m ü s a m a h a a h ­ lâkına s a r ı l m a k t a n b a ş k a çıkar yol yoktur, dediler. F a ­ kat, insaf île d ü ş ü n ü n ü z o k u y u c u m : İslâmiyet b u n d a n b a ş k a b i r ş e y m i söylüyor?

Din, insan vicdanının ilk ve doğrudan bir mu'tasıdır: Ş ü p h e s i z ki, din, yapısı v e dış teşkilâtı itibariyle, içti­ m a î b î r m ü e s s e s e d i r v e cemiyet r e a l i t e s i n d e n ayrılma(38) H.Bergson, Meşhur Fransız filozofu (1859-1941) Eserlerinden ve Hafıza), (Vicdanın Doğrudan Mu'taları Üzerine Deneme) meşhur dendir.

(Madde eserlerin­

y a n b i r vakıadır. E n iptidaî k a v i m l e r d e n , b u g ü n ü n e n y ü k s e k medeniyetli milletlerine kadar, i n s a n l a r h e r d e ­ virde, u n s u r v e esasları değişik i n a n ç l a r a bağlanmıştır. H e r m e d e n i y e t ç a ğ ı n d a insanlar, t a b i a t v e b e ş e r i y e t ü s ­ t ü h a r i k u l a d e b i r zekâ, i r a d e v e k u d r e t k a y n a ğ ı h a l i n d e ezeli v e z a r u r i b i r m e v c u d u n varlığını sezmiş v e b u var­ hğı k â h m ü t e a d d i t v e k â h t e k t a s a v v u r etmiştir. G ö r g ü ve bilgide ilerleyen c e m i y e t l e r d e b u seziş gittikçe kuv­ vetlenmiş v e n i h a y e t , zatı v e sıfatları s e m a v î dinlerce tarif edilen ilâhî v a r h ğ a yükselmiştir. F a k a t din s a d e b u değildir, o, b i r içtimaî vakıa ol­ m a k t a n d a h a b a ş k a b i r şeydir. Filozof Bergson diliyle k o n u ş m a k lâzım gelirse, din aynı z a m a n d a i n s a n vicda­ nının ilk v e d o ğ r u d a n b i r m u ' t a s ı v e i n s a n ı n m a n e v î , yani d ü ş ü n e n v e i n a n a n b i r v a r h k o l u ş u n u n b i r tecelli­ sidir. Dini, sırf b i r c e m i y e t t a s a v v u r u n a irca edip, o n u n sübjektif y a n i enfüsî m a h i y e t i n e g ö z y u m m a k d u m a n ı g ö r ü p d e ateşi i n k â r etmektir. Esef edelim ki, b u yola sapılmıştır. Temelleri o n d o ­ k u z u n c u a s r ı n s o n l a r ı n d a atıhp. Birinci D ü n y a H a r b i n e t e k a d d ü m e d e n s e n e l e r l e iki D ü n y a H a r b i a r a s ı devirde çok inkişaf e d e n yeni "sosyoloji m e k t e b i " b u yola d ö ­ külmüştür. B u m e k t e b i n mümessilleri'^"' b a ş t a Emile Durkheim v e Levy-Bruhi olmak üzere, varış n o k t a l a r ı n ­ da, m a d d e c i l e r k a d a r menfi v e din aleyhtarı yeni b i r g ö r ü ş o r t a y a atmışlardır. Bu g ö r ü ş t e din t a m a m i y l e r e ­ alist, h a t t â m a t e r y a l i s t b i r izaha b ü r ü n m e k t e ; Allah, b i r nevi içtimaî t a s a v v u r (^representation sociale), din d e b u t a s a v v u r u n h a r i c i e l e m a n l a r ı m teşkil edip o n u m ü e s s e s e l e ş t i r m e k t e d i r . B u n a g ö r e , âdetler, oyunlar, m u ­ siki v e s a n a t gibi içtimaî vakıalar n e ise, din d e farksız olarak öyle b i r ş e y d i r v e t a m a m i y l e içtimaî o l u ş u n b i r t e z a h ü r ü v e m ü ş t e r e k h a y a t ı n b i r eseridir. Yine b u g ö -

G.

(39) Başlıcalan, Fauconnet'dir.

Sorbon'da

bilfiil felsefe hocalarımızdan

olan Prof

Bougie ve

r ü ş t e , dinin e n iptidaî şekli " t o t e m i z m " y a n i h a y v a n l a r a t a p m m a v e mistik esası d a " a n i m i z m " yani r u h akidesidir. B u g ü n k ü s e m a v i d i n l e r d e b u iptidaî şekil d e ğ i ş m i ş olmakla b e r a b e r , din fikrinin ö z ü n ü t e ş k ü e d e n r u h aki­ desi v e r u h u n ölmezliği inancı d a i m a mevcuttur/*'-' Ş a h s e n D u r k h e i m sosyolojisine ç o k bağlıyım. P a r i s Ü n i v e r s i t e s i ' n d e felsefe h o c a l a r ı m d a n b i r ç o ğ u b u m e k ­ t e b i n bellibaşlı mümessilleri idi. B u h o c a l a r ı m ı n d e r s l e ­ r i n d e n , e s e r v e e t ü d l e r i n d e n ç o k şeyler ö ğ r e n d i m v e i s ­ tifade ettim. B u n u n l a b e r a b e r , D u r k h e i m sosyolojisinin b i r ç o k eksiklikleri v e y a n h ş g ö r ü ş l e r i b u l u n d u ğ u n a d a kaniyim. Din h a k k m d a k i izahları b e n c e , b u sosyolojinin eksik t a r a f l a r ı n d a n biridir. D u r k h e i m , maskeli b i r m a ­ teryalisttir v e k u r d u ğ u sosyoloji t a m a m i y l e isimsiz b i r materyalizmdir.'^" Bu m e k t e b i n n a z a r ı n d a cemiyet, b i r nevi Tanrı r o l ü almakta, ilmi m a d d e c i l e r i n m a d d e v e kuvveti, t a r i h i m a d d e c ü e r i n iktisadi h a y a t şartlarının y e r i n e b u r a d a cemiyet geçip o t u r m a k t a d ı r . B ü t ü n h a ­ yatı, sırf c e m i y e t vâkıasiyle izaha çalışan b u görüşte, ferd v e ferdî kıymet silinip k a y b o l m a k t a d ı r . Fakat, u n u t m a m a l ı d ı r ki, cemiyet f e r d l e r d e n teşek­ kül eder. F e r d l e r ise, c a n ve v i c d a n t a ş ı y a n , m u k a d d e ­ r a t ı n a ş u u r u olan v e mes'uliyet d u y a n mahlûklardır. F e r d î v a r h ğ ı v e kıymeti ikinci p l a n a d ü ş ü r e n b u m e k t e ­ b i n içtimai h a y a t v e m ü e s s e s e l e r e d a i r o l a n g ö r ü ş l e r i z a r u r î olarak n o k s a n d ı r .

40) Bu görüşler etrafında geniş bilgi edinmek isteyenlere tavsiye ederiz. Les Formes elementaires de la vie religieuse, Durkheim. Alcan. 1925 - Qu'est-ce que la sociologle, Bougie, Paris. Alcan - La Responsabilİtâ, Fauconnet. Paris, Alcan. (41) Dukheİm sosyolojisinin din ve ahlâk bahislerindeki hataları üzerinde mükemmel bir tenkİd eseri okumak isteyenlere tavsiye ederiz. Conflit de la mo­ rale et de la religion, par5imon Deploİge, Paris. Lib. Nationale.

Din, derin bir temayülün ve hayati bir ihtiyacm ifadesidir: Yukarıda d a kaydettiğimiz gibi, din s a d e c e içtimâi b i r vakıa değildir; köklerini ferdîn i n s a n o l u ş u n d a n , y a ­ nan, ağlayan ve saadet u m a n bir yürek taşımasından alan d e r i n b i r t e m a y ü l ve ihtiyacın İfadesidir. Bu ihti­ yaç, b i r t a r a f t a n ş u u r v e zekâsı s a y e s i n d e n â m ü t e n â h i liği sezen; b i r t a r a f t a n d a b u seziş ö n ü n d e kendi aciz­ liğini, k u v v e t v e melekelerinin yetersizliğini a n l a y a n in­ s a n d a k i acz v e çaresizlik sıkıntısından d o ğ m a k t a d ı r . Fakat, i n s a n o ğ l u n u n , içi b ö y l e b i r sıkıntı ile d a i m a üzü­ lecek t e r a k k i v e t e k â m ü l ü n h e r m e r h a l e s i n d e , i n s a n m a h d u t l u ğ u n u d a i m a d u y a c a k ve din, i n s a n ı n içini dol­ d u r a n d e r i n b i r t e m a y ü l ve ihtiyacın ifadesi olarak ya­ şayacaktır. Ç ü n k ü , e n â l i m i n d e n e n cahiline k a d a r i n s a n , n e r e ­ d e n gelip n e r e y e gittiğini kendi k e n d i n e s o r a c a k ; fev­ k a l b e ş e r â l e m l e r d e n y ü k s e k bir ideal m e s n e d i ve bir h a r e k e t v e faaliyet p r e n s i b i arayacaktır. F a k a t b u a r a ­ dıklarına v e s o r d u k l a r ı n a n e ilimde v e n e d e felsefede t a t m i n edici v e iç ferahlatıcı b i r c e v a p b u l a m a y a c a k t ı r . Neticede, y a d i n d a r olup, dinî hakikatlere g ö n ü l b a ğ l a ­ y a c a k v e i n s a n h a y a t ı yaşayacaktır; y a h u t d a h a y v a n l a şıp; fizik hisleri v e b a y a ğ ı zevkleriyle y a ş a m a y o l u n u tu­ tacaktır. Bu yol, insanlığı u ç u r u m a götürecektir. A ç m a ­ lım ki, m o d e r n i n s a n b u yolu t u t m u ş a benziyor. Terak­ ki b a h s i n d e çok ilerlediğini s a n a n b u g ü n k ü , i n s a n , h a ­ kikatte, h a y a t realitesinin muhtelif v e ç h e l e r i n d e n yalnız birini, m a d d e y i g ö r e b i l m i ş ; ilim a ğ a c ı n ı n çeşitli m e y v a l a r ı n d a n yalnız m e m n u olanını k o p a r ı p yemiştir. B u n u d a h a z m e d e m emiştir, ç ü n k ü m e y v a h e n ü z h a m d ı . Rön e s a n s t a n b e r i zekâlarını yalnız m a d d e y e y ö n e l t e n l e r d ü ş ü n m e d i l e r ki, h a y a t ilimleri, m a d d e ilimlerine nis­ betle d a h a m ü h i m d i r ; fakat çok geridedir. H a y a t ilimle­ rinin b u g e r i l i ğ i n e mukabil, m a d d e ve t a b i a t ilimlerinin

fevkalâde inkişafı, m o d e r n insanı şaşırtmıştır. Tapın­ m a k için m a d d e y i t a n n l a ş t ı r a n b u i n s a n , insanlığı k ü ­ tük e n s e y e v e k u b b e g ö b e ğ e feda etmiştir. Refahı s a ­ a d e t e , k o n f o r u h u z u r v e m e s e r r e t e t e r c i h eylemiştir. F i ­ zik âlemin eşkâl v e evsafını ö ğ r e n m i ş , k a n u n l a r ı n ı b u l ­ m u ş , fakat kendini u n u t m u ş t u r . N e t i c e d e , b ü y ü k m ü t e ­ fekkir Alexis Carrerm d e d i ğ i gibi, k e n d i hakiki ihtiyaçl a n n a c e v a p v e r m e k t e n âciz v e i ç i n d e d a i m a y a b a n c ı kalmaya mahkıım olduğu bir makineler dünyası yarat­ mıştır.*'*^'

İlim ve hayat muamması: H a y a t m u a m m a s ı ö n ü n d e ilim d a i m a h a y r e t t e kal­ m ı ş v e kalacaktır. İnsan, bilgide n e k a d a r ilerlerse iler­ lesin, b i r a n s o n r a n e olacağını g ö r ü p k e s t i r e m e y e c e k tir. O h a l d e , i n s a n için mâkul olan, i n k â r v e t e m e r r ü d değil, teslimiyettir. Bu d a İslâmiyetin g ö s t e r d i ğ i yoldur. İhtiraslarımın esiri v e h a y a l l e r i m i n o y u n c a ğ ı olma­ m a k için d ü ş e n m e l i y i m ki, d ü n y o k idim, b u g ü n v a r ol­ d u m . U y k u d a n u y a n ı r gibi u y a n d ı m . B ü y ü d ü m . Ağla­ dım, g ü l d ü m . Sevdim, sevindim. O k u d u m , ö ğ r e n d i m . . . H a y a t denilen b u h â r i k a m u a m m a y ı , Allah hakikati­ ni b ı r a k ı p da, k ö r b i r t a b i a t ı n eseri v e cansız, ş u u r s u z m a d d e n i n b i r d e v a m ı g ö r m e k , ü s t ü n ü a ş a ğ ı ile, canlıyı camit yani cansızla, kıymeti sıfır ile izaha kalkışmak ol­ m a z m ı ? Böyle b î r izah ise, z a r u r î olarak, gayr-i ilmî d e ­ ğil m i d i r ? D a h a s ı var. Yarın yok o l a c a ğ ı m . Sevdiklerimi a r k a d a b ı r a k ı p g i d e c e ğ i m . Toprak olup, e r g e ç u n u t u l a c a ğ ı m . Ah, b u n u düşünerek korkuyorum. A d e m uçurumun­ d a n ü r k ü y o r u m . Önceleri b u u ç u r u m u g ö r m ü y o r , d u y (42) Reflexions

sur la conduite

de la we. Lib. Plan,

Paris, sah. 47.

m u y o r d u m . Ve k e n d i m i e b e d i s a n ı y o r d u m . Heyhat! Ya­ v a ş y a v a ş inkişaf e d e n fizik, fikrî v e r u h î melekelerim, z a m a n t ö r p ü s ü a l t m d a , yine y a v a ş y a v a ş silindikçe, A d e m k o k u s u d u y m a y a ve bir u ç u r u m a d o ğ r u gittiğimi h i s s e t m e y e b a ş l a d ı m . G ö r ü n m e z v e m u k a v e m e t kabil olmaz b i r kuvvet b e n i b u u ç u r u m a d o ğ r u itiyor. Direni­ y o r u m , h a y a t y o l u n u y ü r ü y ü p b i t i r m e k v e yok olmak i s t e m i y o r u m . Hayır! diyor, hafiften gelen ve y ü r e ğ i m i eriten b i r s e s . H a y a t y o l u n d a d u r u p , dikilemezsin. G e ­ r i d e n gelenlerin y o l u n u k e s e m e z s i n . Yürüyecek ve yok olacaksın. Bu b i r k a n u n d u r ki, y a ş a y a n h e r fâni ölecek­ tir. N e r e d e , c a n ı n gibi sevdiğin a n n e c i ğ i n ? Ö n ü n d e h ü r m e t l e eğilip elini ö p t ü ğ ü n b a b a c ı ğ ı n n e r e d e ? O sev­ diklerin ve saydıkların... O n l a r n e r e d e ? H e p , h a y a t y o ­ l u n u y ü r ü y ü p bitirdiler. Ağladılar, güldüler, sevdiler, sevindiler, nihayet... Öldüler. Yok m u oldular? Biliyo­ r u m ki, cismi v a r h k toz t o p r a k oldu. Ya r u h i varlıkları n e r e d e ve n e o l d u ? Bir z e r r e n i n bile k a y b o l u p yok ol­ m a d ı ğ ı ş u g ö k k u b b e altında r u h i varlıkları d a mı yok oldu d e r s i n i z ? H a y a t t a n gidiş, h a y a t a gelişten d a h a b ü y ü k bir h â r i ­ ka, d a h a d ü ş ü n d ü r ü c ü ve ü r k ü t ü c ü b i r istiftiam n o k t a ­ sı değil m i ? F a k a t b u n o k t a n ı n sırrı d e v a m ettikçe ve h a y a t t a n ötesi k o r k u n ç b i r m u a m m a o l u p kaldıkça, b e ­ şeriyet, din v e m a n e v i y a t ihtiyacı d u y m a k t a d e v a m edecektir. Bu m u a m m a ise, ç ö z ü l e m e y e c e k ve o l d u ğ u gibi kalacaktır. İ n s a n aklının ve ilminin h a y a t m u a m ­ m a s ı n a , h a y a t a geliş ve h a y a t t a n gidiş s ı r r ı n a verdiği tarif ve izahlar d a i m a cıhz ve sathi olacaktır.

Din ve hayat muamması: Din, h a y a t m u a m m a s ı n ı tarif ve izah île halletmiyor; i n s a n g ö n l ü n ü i m a n n u r u y l a ısıtarak, ferahlatıyor ve o n u h a y a t t a n ötesi için ümitle d o l d u r u y o r . Lâzım olan

d a b u değil m i d i r ? İlmin gayesi, bilgi ışığı ile içimizi ay­ dınlatmaktır. İçimizde b u aydınlık hâsıl o l d u k t a n s o n r a , b u ister ilim ile, ister i m a n ile olsun, m ü s a v i değil m i ­ dir? İyi d ü ş ü n ü r s e k , insanı ü r k ü t e n ö l ü m değildir, a d e m "neanf'dir. Ö l ü m d e n değil, yok o l m a k t a n v e silinip git­ m e k t e n k o r k u y o r u z . Ş u h a l d e b ü t ü n m e s ' e l e , içimizde­ ki yok olma k o r k u s u ve silinip g i t m e endişesi y e r i n e b u hayatın ötesinde yarın başka bir hayat yaşama ümidi k o y m a k t a ve k e n d i m i z d e b u y a r ı n k i h a y a t a lâyık o l m a a r z u s u v e gayreti u y a n d ı r m a k t a d ı r . İşte din, bize b u n u t e m i n etmektedir. Bu ümit v e a r z u iledir ki, d i n d a r ı n n a z a r ı n d a h a y a t h e m e b e d i l e ş m e k t e , h e m b ü t ü n elem ve ıstıraplarına r a ğ m e n t a h a m m ü l edilebilir hale gel­ m e k t e , h e m d e yarınki e b e d i s a a d e t e u l a ş t ı r a n iyilik, t e ­ mizlik ve insanlık yolu halini almaktadır. Dikkat o l u n s u n ki, b u ümit v e b u arzu, yalnız ferd için s ı h h a t ve kuvvet k a y n a ğ ı değil; h e m de cemiyet için devamlı ve istikrarlı b i r sulh v e s ü k û n şartıdır. A s ı r l a r içindeki t e c r ü b e l e r g ö s t e r m i ş t i r ki, ferdlerinin g ö n ü l l e ­ r i n d e yarınki s e r m e d i h a y a t a lâyık o l m a a r z u s u y a n a r cemiyetlerde, m ü n a s e b e t l e r d o ğ r u l u k ve temizlik e s a s ­ ları ü z e r i n d e n gitmekte; ç ü n k ü b u arzu ferdi s a ğ l a m b i r insanlık t e r b i y e s i n e ve ahlâkına k a v u ş t u r m a k t a ; c e m i ­ y e t için sulh ve s ü k û n d a b u n d a n d o ğ m a k t a d ı r . Fakat, rica ederim, b a n a g e ç m i ş devirlerde, h a t t a b u g ü n bile, din adına işlenen cinayetlerden; d ö k ü l e n k a n l a r d a n ve çevrilen m e n f a a t e n t r i k a l a r ı n d a n b a h s e t ­ meyiniz. Ben d e biliyorum ki, vaktiyle din m i h r a b ı n ı n ö n ü n d e n i c e m a s u m b o ğ a z l a n m ı ş ve insanlık t a r i h i al k a n l a r a bulanmıştır. Ben d e b i l i y o r u m ki, b i r takım din s a h t e k â r l a r ı , c e n n e t b e z i r g a n l a r ı , cehalet s i m s a r l a r ı ve hayâsızlık k a h r a m a n l a r ı , t a a s s u p nikahı takınarak, nice m a s u m insanları aldatmış, ihtilâller çıkarıp, entrikalar çevirmiştir. Din v e Lâiklik / F. 6

RI



DİN

ve

LÂİKLİK

A n c a k b u t ü r l ü y o l s u z l u k l a r d a n dini mes'ul g ö r m e k , i n s a n l a r m h o d g â m tıynetini v e hayvanlık m a h i y e t i n i u n u t m a k t ı r . D i n d e n b u gibi yolsuzluklara m e y d a n v e r ­ m e m e s i n i beklemek, ölecek h a s t a b a ş ı n d a h e k i m d e n şi­ fa u m m a k t ı r . M e s ' u l olan d i n değil; i n s a n o ğ l u n u n için­ deki h o d g â m l ı k ve k e n d i n i d ü ş ü n ü r l ü k , şeytanıdır. Kö­ tülüklerin m e s ' u l ü b u d u r . Dinin b e ş e r i ve içtimaî g a y e ­ si d e i n s a n içinden b u ş e y t a n ı kovmaktır. Dinin gayesi, d i y o r u m ; i n s a n o ğ l u n u n içini " m u k a d d e s " d u y g u s u ile temizleyerek, ferdi ulvi v e ilâhi sıfatlarla b e z e t m e k ve b u s a y e d e , o n u b ü y ü k i n s a n h k idealine d o ğ r u , y ü k s e l t mektir. Evet, dinin b e ş e r i m â n a s ı ve en üstün gayesi in­ sanlıktır. Ç ü n k ü , dinin n a z a r ı n d a , b ü t ü n i n s a n l a r "Zât-ı Ecel"in kullarıdır ve imanlı i n s a n l a r kardeştirler. M ü n k i r s e n , m u a y y e n v e h u d u t l u bir hayatın d e m i r ­ d e n ç e m b e r i içinde, k u y r u ğ u n u ç a r k a kaptırmış b i r fi­ n o gibi, d ö n e dur. M ü ' m i n , vakarlı bir tevekkülün göl­ gesi altında, i n a n d ı ğ ı yarınki e b e d i hayatı sakin b i r iç ferahlığı ile beklemektedir.

Bırakınız, herkes gönlünün ışığını kendisi yaksın: M a d e m k i " n e r e d e n gelip, n e r e y e gidiyoruz?" sualini k e n d i k e n d i m i z e s o r u y o r ve e n çok n e r e y e gittiğimizi d ü ş ü n ü y o r u z ve m a d e m k i b u suale, d i n d e n b a ş k a , n e il­ m i n dilinde, n e d e akim m a n t ı ğ ı n d a ümit verecek ve iç f e r a h l a t a c a k b i r cevap b u l a m ı y o r u z ; o h a l d e bırakınızda h e r k e s içini aydınlatacak ışığı kendisi arasın v e d i n ­ darlığı ü m i t verici ve ihtirasları yatıştırıcı h a r i m i n d e m e s ' u d o l s u n . M a d e m k i h e r k e s e u m d u ğ u k a d a r ve h e r ­ kesle eşit s u r e t t e varlık t e m i n edemiyor, herkesi özledi­ ği s e r v e t e , i m k â n ve refaha k a v u ş t u r a m ı y o r u z ve asla

k a v u ş t u r a m a y a c a ğ ı z ; ç ü n k ü i n s a n o ğ l u n u n arzu v e ihti­ raslarının hudutsuzluğuna mukabil, kâinat içinde bir n o k t a d a n i b a r e t olan k ü r e m i z i n cirmi gibi, n i m e t l e r i d e m a h d u t t u r ; m a d e m k i b u fâni h a y a t t a kimimiz ballı b ö ­ rek y e r k e n , kimimiz s o ğ a n e k m e k dilenmekte, kimimiz s e r v e t y ü k ü altında ezilirken, kimimiz h a s t a m ı z a ilaç b u l a m a m a k t a y ı z , bırakınız o h a l d e isteyen d e r d i n i n ila­ cını tevekkülde, g ö n l ü n ü n a r a d ı ğ ı m k a n a a t t e b u l s u n , isteyen varlık v e s a a d e t ü m i d i n e i n a m p , özlediği'yarın­ ki h a y a t a b a ğ l a n s ı n . Bu s a y e d e içleri alt-üst e d e n h ı r s fırtınası dinsin, t ü k e n m e k b i l m e y e n a r z u l a r s ü k û n e t b u l s u n , yoksulluk tesellisini kıskançlıkta, sefaletin d e ­ vasını i n t i k a m d a v e k a n d a a r a m a s ı n . Aksi h a l d e i n s a n ­ lığı b e k l e y e n akıbet çok fecidir. D ü ş ü n ü l s ü n ki, i n a n m a ­ y a n i n s a n , h a y a t t a ümitsizliğin d o ğ u r d u ğ u v a h ş i b i r h ı r s ile sarılmakta ve ö m r ü n ü n ş a r a b ı n ı s o n k a t r e s i n e k a d a r içip s a r h o ş o l m a k için sefahet sofrası a r a m a k t a ­ dır. İ n a n m a y a n i n s a n , kolayca m a d d e ve ş e h v e t t a n r ı s ı ­ n ı n i r a d e ve idaresi altına d ü ş m e k t e d i r . C e m i y e t t e h e r çeşit kötülüğü, zulmü, sefalet ve rezaleti d o ğ u r a n b u m e l ' u n t a n r ı n ı n adı " ş e y t a n " dır. İnsanı b u ş e r i r i n elin­ d e n k o r u y u p k u r t a r a n b i r k u v v e t vardır, o d a Allah d u y g u s u ve sevglsidir. M a d d e v e ş e h v e t t a n r ı s ı n a t a p a n i n s a n d a , insanlık seciyeleri silinmekte, fazilet, f e r a g a t ve fedakârlık y e r i ­ n e feci b i r " b o ş v e r " zihniyeti h â k i m olmaktadır. Bu zih­ niyet ise, b i r cemiyet için felâkettir.

Din ahlâkiyatmın kuvveti ve içtimaî hayat için ehemmiyeti: M a d d e c i l e r c e , m a d e m k i Allah bir v a h i m e , din d e b i r takım parazitlerin b i r icadıdır; o h a l d e b u n l a r ı n h a y a t

v e c e m i y e t için b i r faydası ve m ü s b e t b i r rolü yoktur. Bu v â h i m e y i ve b u icadı içimizden s ö k ü p a t m a k ve din­ siz y a ş a m a k m ü m k ü n d ü r . Nitekim b u g ü n i n s a n l a r ı n b i r ç o ğ u dinsiz oldukları h a l d e , p e k â l â y a ş a m a k t a ve b u n d a n dolayı bir eksikUk d u y m a m a k t a d ı r l a r . K a b u l e d e r i m ki, i n s a n ilimsiz ve ahlâksız yaşayabil­ diği gibi, dinsiz de yaşayabilir. Nitekim h a y v a n l a r b ö y ­ le y a ş a m a k t a d ı r . F a k a t b u n d a n "ilmin ve ahlâkın h a y a t v e c e m i y e t için b i r faydası y o k t u r " neticesi çıkarılama­ y a c a ğ ı gibi, d i n h a k k ı n d a d a b ö y l e b i r netice çıkarıla­ m a z . H e m b u â l e m d e çeşitli y a ş a m a şekilleri var. İnsan, a y a ğ ı çıplak; b a ş ı k a b a k d a yaşıyor. H a y a ü n ölçüsü n e y a ş a n ı l a n senelerdir, n e d e tüketilen s e r v e t ve m a d d î i m k â n l a r d ı r ; fakat h a y a t ı n , d i y o r u m , insanî ölçüsü, key­ fiyetidir. Bir d i n d a r ı n iç h u z u r u n a , m a n e v î m e t a n e t i n e , gönül saadetine inanç merdiveninden başka hiçbir va­ sıta ile erişilemez. Nitekim erişilememiştir. Din m a n e v i ­ y a t ı n ı n v e r d i ğ i h u z u r u i n s a n , b a ş k a hiç b i r i m k â n d a b u ­ l a m a m ı ş t ı r . ' T o z i t i v i s f ' l e r d e n y a n i g ö r ü p işittiklerinden b a ş k a b i r varlığa i n a n m a y a n b i l g i n l e r d e n k a l a b a h k ç a b i r kafile, cemiyetler için dini i n a n ç l a r d ı ş ı n d a bir h a y a t t a r z ı v e b i r ahlâk nizamı aramışlar, yüz elli s e n e d e n b e ­ ri h â l â a r a m a k t a d ı r l a r . A r a n ı l a n b u n i z a m ı n m i h v e r i , m ü k â f a t ve m ü c a z a t fikrine d a y a n m a y a n b i r iyilik v e kötülük olacaktır. İ n s a n iyiliği sırf iyüik o l d u ğ u için sevecek; kötülük­ t e n d e sırf kötülük o l d u ğ u için kaçınacaktır. Bu bilgin­ lere g ö r e , din ahlâkiyatı (Edoniste) faydacıdır ve c e n n e t s a a d e t i n i satın almak için m i s k i n c e bir p a z a r h k t a n iba­ rettir. D i n d a r , iyiliği ve adaleti sırf b u faziletleri sevdiği ve fazilet bildiği için değil, i n a n d ı ğ ı yarınki ahiret h a y a t ı n ­ d a m ü k â f a t ı m almak için y a p m a k t a ve aksi h a r e k e t l e r ­ d e n d e m ü c â z a t t a n k u r t u l m a k için kaçınmaktadır. Din­ d e iyilik v e adalet, bizzat b i r kıymet ve fazilet değil, sırf

m ü k â f a t s a t m almaya y a r a y a n çil akçedir. Hıristiyanlık­ taki " G ü n a h ç ı k a r m a " v e Müslümanlıktaki "Şefaat" di­ l e n m e l e r i n ve u m u m i y e t l e i b a d e t l e r i n gayesi, diyorlar, h e p mükâfat ümidi ve mücâzât korkusudur. Din h a k k ı n d a y ü r ü t ü l e n b u m ü t a l â a yalan değil, fa­ kat âdice bir pazarlık şeklinde ileri s ü r ü l m e s i yanlış, h a t t â iftiradır. D i n d e mükâfat ve m ü c â z â t fîkri vardır. C e n n e t ve C e h e n n e m hakikati b u fikrin m ü ş a h h a s şekilde ifadesi­ dir. Zira din, i n s a n l a r içindir. M ü k â f a t v e m ü c â z â t ise, i n s a n ı n h a m u r u n d a v a r o l a n b i r e r histir. İ n s a n g ö n l ü n ­ d e n b u hisleri kazıyıp a t m a k m ü m k ü n değildir. K u d r e t eli, i n s a n ı "Haz"zı s e v e r ve " E l e m " d e n k a ç a r t ı y n e t t e yaratmıştır. Mükâfat, i n s a n d a k i "Haz"zı a r a m a meyli­ nin, m ü c â z â t d a "Elem" d e n k a ç m a yaradılışının ceva­ bıdır. Kaldı ki, d i n d a r l a r ı n y ü k s e k t a b a k a l a r ı , dini vazifele­ ri y e r i n e g e t i r i r k e n aslâ m ü k â f a t ve m ü c â z â t kaygısı içinde değillerdir. Yüksek seviyeli b i r d i n d a r için iyilik v e adalet Allah'ın emridir. B u n u y e r i n e g e t i r m e k ise, sırf kulun Halikına kulluk vazifesidir. Z u l ü m ve kötülük d e Allah'ın y a s a k ettiği hareketlerdir. B u n l a r d a n k a ç ı n ­ m a k d a yine kulluk vazifesidir. Yüksek seviyeli d i n d a r "zâhid" ve "muttaki" dir, ibadetierini sırf "livechillâh" y a p a r . Kıldığı n a m a z ı n , t u t t u ğ u o r u c u n , verdiği s a d a k a ­ n ı n mükâfatını b e k l e m e z v e b u n u aklına bile g e t i r m e z . F a k a t b u " z ü h d " ve "takva" d e r e c e s i h e r k e s t e n b e k ­ l e n e m e z . D i n d a r l a r ı n kalabalık kitlesini teşkil e d e n halk t a b a k a l a r ı için mükâfat ve m ü c â z â t fikri zaruridir. Ç ü n ­ kü b u fikir, yaradılışta mevcut, d e r i n b i r his h a l i n d e , in­ s a n ı n h a m u r u n d a vardır. İnsan, tıynet ve tabiati itiba­ riyle, m ü k â f a t a m e y l e d e r v e m ü c â z â t t a n kaçar. Dindeki C e n n e t ve C e h e n n e m akidesi i n s a n o ğ l u n u n b u tıyneti­ n e c e v a p verir.

D I N

ve

L A I K L I K

M ü k â f a t v e m ü c â z â t fikri i n s a n fiillerini sevk v e ida­ r e e d e n r u h î kuvvetlerin b a ş ı n d a gelir. Nitekim, Bentham ve Stuart Milî gibi m e ş h u r İngiliz filozoflarının k u r d u k l a r ı (Utilitarîsme) y a n i faydacıhk felsefesinde b u fikirler t e m e l i teşkil e t m e k t e d i r . Bu filozofların k a l e m i n ­ de "fayda" v e " z a r a r " t a b i r l e r i y l e k a r ş ı l a n a n m ü k â f a t v e m ü c â z â t , i n s a n fiillerinin enerji kaynağıdır. İ n s a n fiille­ r i n i n h e p s i fayda fikrinden h a r e k e t e d e r v e i n s a n d a i m a fayda a r a r , z a r a r d a n kaçınır. E n h a s b î gibi g ö r ü n e n ev­ lât m u h a b b e t i bile, n e t i c e itibariyle, a n a - b a b a n ı n , insi­ yaki d e olsa, b i r nevi fayda m ü l â h a z a s ı n a dayanır. M e n f a a t h i s s i n d e n u z a k o l a n b u sevgi bile, n e t i c e d e , a n a - b a b a n ı n evlât s a y e s i n d e y a ş a m a ü m i d i n e b a ğ l a n ı r . Adı g e ç e n filozofların faydacıhğı, sırf d ü n y a h a y a t ı ­ n a aittir v e asıl süfli b i r pazarlık olan b u nevi faydacıhktır. D i n d a r ı n f a y d a c ı l ı ğ ı i s e , ö l ü m d e n sonraya b a ğ l a n m ı ş b i r ü m i t olarak, c i d d e n ulvî v e hasbîdir. Hakiki d i n d a r iyi fiillerinin mükâfatını d ü n y a d a b e k l e ­ mez. Dindara feragat v e fedakârhk kazandıran da bu­ dur. Yalnız ş u n u soralım: Pozitivistler, aradıklarını bul­ m u ş l a r , m ü k â f a t v e m ü c â z â t fikrinden sıyrılmış b i r a h ­ lâk o r t a y a koyabilmişler, lâik ahlâk icad edebilmişler m i d i r ? İcad edildiği s ö y l e n e n lâik ahlâk, k a b a b i r ''sensuaiisme'' d e n yani ş e h v a n i l i k t e n b a ş k a b i r ş e y m i d i r ? Din ahlâkıyatı, i n s a n g ö n l ü n e yerleştirdiği yarınki h a ­ y a t a âit m ü k â f a t ümidi v e m ü c â z â t k o r k u s u ile, h e r ç e ­ şit ş e r r i n ve k ö t ü l ü ğ ü n b a ş ı olan ş e h v e t v e ihtiras şey­ t a n ı n ı zincire v u r m u ş t u r . Y u k a r ı d a b a h s i g e ç e n filozof Guyau, geleceğin yal­ nız dinsiz değil, h e m d e m ü e y y i d e s i z v e m e c b u r i y e t s i z b i r ahlâk devri'^^' olacağını t a s a v v u r e d i y o r v e o z a m a n , i n s a n l a r ı n m ü k â f a t v e m ü c â z â t beklemeksizin sırf iyilik (43) Guyau'nun meşhur bir eseri, bu adı taşımaktadır: sans obligation ni sanetion. Paris, Alcan, 20. baskı.

Esquise d'une

Morale

ve şırf adalet için h a r e k e t e d e c e k l e r i m u m u y o r d u . G e n ç filozof, böyle t a s a v v u r ettiği v e melekleşeceklerini u m ­ d u ğ u insanların et yiyen v e k a n y a l a y a n erkekli, dişili m a h l û k l a r o l d u ğ u n u u n u t u y o r d u . Zavallı Guyau, g e n ç y a ş ı n d a yattığı m e z a r ı n d a n kalkıp d a Birinci v e İkinci D ü n y a H a r p l e r i n i n fecaatlerini seyredebilseydi; gele­ cekte melekleşeceklerine i n a n d ı ğ ı i n s a n l a r m gittikçe v e bilgileri arttıkça s ı r t l a n l a r d a n d a h a k o r k u n ç b i r hal al­ dıklarını g ö r ü r v e h a t â s ı n ı anlar, ü z ü l ü r d ü . Biraz farklı y o l d a n g i t m e k ü z e r e , Gustave Belo'^' d a a ş a ğ ı yukarı aynı h a t a y a d ü ş m ü ş t ü r . Ç ü n k ü b u m ü t e ­ fekkir d e iyiliği, güzelliği v e adaleti sırf cemiyet vakı­ a s ı n d a a r a m ı ş ; D u r k h e i m sosyolojisi gibi, ahlâkı sırf c e ­ m i y e t e irca etmekle, o d a çölün s e r a b ı m h a v u z z a n n e t ­ miştir. Hakikat ş u d u r ki, b u g ü n yirminci a s r ı n o r t a s ı n d a b i ­ le, ciddi yüksek seviyeli b i r d i n d a r ı n r u h m e t a n e t i n e v e seciye yüksekliğine iletecek, d i n d e n b a ş k a , hiçbir felse­ fî e s a s m e v c u t değildir. E ğ e r y a r ı n m e v c u t olur v e din k u d r e t v e a y a r ı n d a , b i r ahlâk esası b u l u n a b i l i r s e , b u e s a s ı n s a d e c e f o r m a d e ğ i ş t i r m i ş b i r din o l a c a ğ ı n d a n ş ü p h e etmemelidir. Bahsi h ü l â s a edip neticelendirelim: Din ferd için e n kuvvetli b i r m â n e v i d e s t e k v e b i r iyilik v e fazilet k a y n a ğıd-n D i n d a r insan, h e r veçhile m e s ' u t t u r , B u i n s a n ı n h a y a t t a gözü tok, g ö n l ü zengindir. H a y a t t a n ö t e s i n e gi­ d e r k e n d e gözü a r k a d a değildir. Ç ü n k ü b u i n s a n için hakiki saadet, h a y a t t a n ötesindedir. O n u n n a z a r ı n d a ölmek, s a d e c e varlık s a h a s ı n ı değiştirmek; " F e n a âlem i " n d e n "Bekâ âlemi"ne geçmektir. B u n u n içindir ki, i n a n m a ve i n a n ç m e v z u u n a samimiyetle b a ğ l a n m a , ferd için başlı, b a ş ı n a v e t ü k e n m e z b i r s a a d e t v e b i r fe­ rahlık kaynağıdır. Allah sevgisi ve k o r k u s u i n ş a n d a (44) Bakınız: Etudes de Morale possitive, ciltten İbaret eserinin hususiyle son kısımlan

Paris, Alcan (C. Belo'nun enteresandır.)'

bu

iki

kuvvetli b i r i r a d e v e çok s a ğ l a m b i r seciye y a r a t m a k t a ­ dır. G ö n l ü n d e Allah d u y g u s u t a ş ı y a n insan; iyi, h a s b i , d o ğ r u v e f e d a k â r i n s a n d ı r . D i n ahlâkıyatmı b a y a ğ ı b i r p a z a r h k t a n i b a r e t g ö r e n l e r yanılıyorlar. Dindeki i b a d e t , y a r ı n m ü k â f a t a e r m e k v e C e n n e t e gitmek için değildir; sırf Allah'ın rızasını tahsil e t m e k ve o n a karşı kulluk b o r c u olan " ş ü k r " ü e d a etmektir. Mükâfat, vazife y a p ­ m ı ş v e " ş ü k r " ü e d â etmiş o l m a n ı n b i r neticesi v e b i r ilâhi i h s a n d ı r . Kabul edelim ki, a v a m n a z a r ı n d a iyilik y a p m a k gibi, k ö t ü l ü k t e n k a ç ı n m a k d a sırf m ü k â f a t ü m i ­ di v e m ü c â z â t k o r k u s u n a b a ğ l a n ı r . F a k a t z â h i d - m ü ' m i n i n i b a d e t l e r i n d e , fiil v e h a r e k e t l e r i n d e mükâfat v e m ü ­ câzât fiilinin s e b e p v e sâiki değil, s a d e c e neticesidir. O n u n n a z a r ı n d a Allah'a kulluk e t m e k v e b u s a y e d e o n a y a k l a ş m a k b i r vazifedir. Ciddi m ü ' m i n , iyiliği Allah'ını sevdiği için yaptığı gibi, k ö t ü l ü k t e n d e b u sevgiyi kay­ b e t m e k t e n k o r k t u ğ u için kaçınır. İşte, din ahlâkıyatanın kuvvetli v e içtimâi h a y a t için y e r i d o l d u r u l m a z faydası d a b u r a d a d ı r . B u ahlâkıyatta i n s a n vicdanı s e v g i n i n ol­ d u ğ u gibi, k o r k u n u n d a ilhamını aynı b i r k a y n a k t a n al­ m a k t a ; i n s a n , b ü t ü n fiil v e h a r e k e t l e r i n d e , d a i m a b i r ilâ­ hî k u d r e t i n m u r a k a b e s i altında b u l u n d u ğ u n u d u y m a k ­ tadır. Dini t e r b i y e n i n temeli b u d u y g u d u r . AHah s e v g i s i n e , d a y a n a n t e r b i y e n i n nasıl b i r s a ğ l a m seciye y a r a t t ı ğ ı n ı bildikleri içindir ki, i s t i b d a t a d a m l a r ı ve politikacıların sahtekârları, d i n d a r l a r d a n hiç hoşlanmazlar. Din a d a m l a r ı y a n ı n d a â d e t a r a h a t s ı z olurlar. Ç ü n k ü d i n d a r , b ü k ü l m e z ve h e r i ş a r e t e b a ş sallamaz. Halbuki, Emil Faguef in dediği gibi, m ü s t e b i t l e r v e sahtekârlar, etraf­ l a r ı n d a b ü k ü l m e y e n i n s a n istemez. O n l a r a , t o k a t yedik­ çe k ö p e k gibi y a l t a k l a n a n uysal, kaypak, ş a k l a b a n , e m i r kulu, dalkavuk i n s a n l a r lâzımdır.'*^' M ü s t e b i t l e r v e poli­ tika b e z i r g a n l a r ı şayet, ş a h s î menfaatleri p e ş i n d e poli(45) Emil Faguet Lİberalisme,

Paris Alcan,

sah.

120.

likalarını y ü r ü t m e k için d i n d a r l a r ı n h i z m e t i n e m u h t a ç olurlarsa, n e r e d e d i n d a r kisvesi altında yalancı v e m ü rai v a r s a , onları a r a r v e bulurlar. O k u y u c u m ! B u küçük e s e r i n birinci kısmı b u r a d a s o n a e r m i ş b u l u n u y o r . B u r a y a k a d a r biz, din b a h s i n i n s a d e c e i n k â r v e ispatı mes'eleleri ü z e r i n d e d u r d u k v e dini h e r ş e y d e n evvel, b i r akideler sistemi o l a r a k m ü t a ­ lâa ettik. A ş a ğ ı d a k i kısımlarda i n k â r v e i s p a t m ü n a k a ­ şalarını k a p a y a c a k v e dini "kişinin d â r e y n d e s a a d e t i n i kâfîl e m i r v e nehiyleri cami b i r vaz-ı üâhî"'*^' y a n i ferd için tutulacak yolu, y a s a l a r v e yasaklar ihtiva e d e n b i r h a y a t yolu v e b i r ilâhî k a n u n olarak ele alacağız.

(46) Bu tarif, din üzerine İslâm İlâhiyatçılarının dünya ve âhiret saadetine ulaştıran ilâhî

yoldur.

verdiği tariftir. Yani din,

ferdi

İKİNCİ KISIM

D İ N HÜRRİYETİ N E D E M E K T İ R ? Ne efsunkâr

imişsin

ey didar-ı

Esir-i aşkın oiduk gerçi kurtulduk

hürriyet esaretten. Namık KEMAL

BUGÜNKÜ CEMİYETLERDE DİN VE DEVLET MÜNASEBETLERİ Din sırf bir i n a n ç t a n i b a r e t değildir. B u n u n e k a d a r t e k r a r etsek azdır. Din, aynı z a m a n d a , ameli bir h a y a t yoIu; emirler ve y a s a k l a r ihtiva e d e n ilâhî b i r k a n u n d u r . D i n d a r olan bir k i m s e n i n b u yolda y ü r ü m e s i ve b u ka­ n u n u n emirlerini y e r i n e g e t i r m e s i , y a s a k ettiği fiil v e h a r e k e t l e r d e n k a ç ı n m a s ı , bir v i c d a n b o r c u olarak, lâ­ zımdır. Dinin k a n u n u n a itaat e t m e y e n v e emirlerini y e ­ r i n e g e t i r m e y e n kimse, d i n n a z a r ı n d a , m ü c r i m d i r . F a k a t dikkat edelim ki, b u kimse, b u l u n d u ğ u cemiyet içinde, yalnız d i n d a r değildir, h e m d e v a t a n d a ş t ı r ve b u sıfatla, m u a y y e n b i r devlete tâbidir. F e r d i n t e b a a s ı n d a n b u l u n d u ğ u devletin g ö s t e r d i ğ i y o l d a y ü r ü m e s i ve koy­ d u ğ u k a n u n l a r a b a ğ l a n m a s ı da, vatandaşlık vazifesi olarak, lâzımdır. Şu h a l d e d i n d a r olan b i r k i m s e iki türlü vazife ve m e c b u r i y e t k a r ş ı s ı n d a kalmış o l u y o n Vazifelerinden bi­ ri dinidir ve b u n d a n d o ğ a n m e c b u r i y e t m â n e v i d i r . Di91

geri d e "sivil" yani m e d e n i d i r . B u n d a n d o ğ a n m e c b u r i ­ yet ise hukukî yani maddidir.'*'' Dikkat o l u n u r s a , b u iki nevi vazife v e m e c b u r i y e t t e n h e r biri diğerini b a z e n l ü z u m l u küar, b a z e n d e nefye­ der. D i n ile devlet birleşik oldukları z a m a n , b u n l a r bir­ b i r i n i n lâzımı olur. Ayrı oldukları z a m a n da, b u iki t ü r ­ lü vazife ve m e c b u r i y e t , birbiriyle m u a r a z a y a g i r e r v e b i r b i r i n i kovar. Filhakika, devletin k a n u n u , y a s a v e y a ­ sakları din k a n u n u n u n v e dini e m i r v e nehiylerin aynı o l d u ğ u v e devlet r e s m e n b i r d i n e s a h i p b u l u n d u ğ u tak­ d i r d e v e b u şartla, dini v e sivil, iki vazife ve m e c b u r i y e t , b i r b i r i n i nefyetme v e b i r b i r i n e m u a r ı z o l m a şöyle d u r ­ s u n b i r b i r i n i n ayrılmaz lâzımı haline gelir. O s u r e t l e ki, d i n e i t a a t e d e n aynı z a m a n d a v e sırf b u s e b e p l e devle­ t e itaat e t m i ş olur; devlete itaat e d e n d e d i n e itaat etmiş sayıhr. Şu h a l d e v e b u t a k d i r d e , dini v e sivil, m a d d i v e m a n e v i vazife v e m e c b u r i y e t l e r şeklen ikilik a r z e t m e k t e iseler d e , hakikatte b u n l a r tektir v e "Allah, R e s u l ü n e ve u l û l ' e m r ' e " yani b u g ü n k ü dilimizle, devlete i t a a t t a n iba­ rettir. Yine dikkat o l u n u r s a , eskiden, g e r e k A v r u p a ' d a v e g e r e k b i z d e , din v e devlet m ü n a s e b e t l e r i b u şekilde c e ­ r e y a n e t m e k t e , m â b e d ile devlet elele v e r i p birlikte y ü ­ r ü m e k t e idi. Eski d e v i r l e r d e devletin yasa v e yasakları kuvvetini d i n m a n e v i y a t ı n d a n almakta, devlet dinin bekçiliğini y a p m a k t a v e b u sebeple, biri m a n e v i , diğeri m a d d i v e cismanî b u iki kuvvet m e r k e z i birbiriyle b a r ı ­ şık y a ş a m a k t a idi. Bu ş a r t ve b u vaziyet A v r u p a ' d a R ö ­ n e s a n s ' t a n yânî o n altıncı asırdan,, bizde d e Tanzi­ m a t ' t a n yani o n d o k u z u n c u a s r ı n birinci y a n s ı sonla(47) Manevi mecburiyet, müeyyidesini ferdin vicdanından alan mecburiyet­ tir. Dinî ve ahlâkî mecburiyetlerin hepsi manevidir. Hukuki mecburiyet ise, mü­ eyyidesi ve cebir kuvveti maddi yanî ferdin vicdanından hariç olan mecburiyet­ tir. Devletin kanunlarına İtaat etmeyen kimse, polis ve jandarma gibi Silahlı Kuv­ vetler marifetiyle itaate mecbur edilir. .

r ı n d a n itibaren d e ğ i ş m e y e başlamıştır; z a m a n ı m ı z d a ise din ile devlet b i r b i r i n d e n t a m a m i y l e ayrılmıştır. F a k a t din ile devlet b i r b i r i n d e n ayrılınca ve b u n l a r ­ d a n h e r biri k e n d i n e m a h s u s sistemi, k a n u n l a r ı , e m i r v e nehiyleriyle d i ğ e r i n i n k a r ş ı s ı n a dikilince, o r t a y a b i r çok m e s ' e l e v e müşkil çıkmakta, din ve devlet a r a s ı n d a ister istemez, çetin b i r m ü c a d e l e k o p m a k t a d ı r . Ç ü n k ü , evvela m ü m k ü n d ü r ki, din ile devletten h e r b i r i n i n k a ­ n u n l a r ı , e m i r ve nehiyleri, t a m a m e n v e y a k ı s m e n , d i ğ e rininkilere aykırı olsun. Biri h e r h a n g i b i r h a r e k e t e , m e ­ selâ faiz alıp v e r m e y e m ü s a a d e e d e r k e n , d i ğ e r i b u n u n m e m n u o l d u ğ u n u ilân etsin. Saniyen, y i n e m ü m k ü n d ü r , ki din ile devletten h e r b i r i , diğerini k e n d i n e r a k i p g ö r e ­ rek, elindeki kuvvet ve vasıtaları, açık v e y a kapalı b i r s u r e t t e , diğeri aleyhine t a h r i k edip kullansın v e ferdi b ü t ü n l ü ğ ü ile k e n d i s i n e m a l etmek istesin. Ş u s a y d ı ğ ı ­ mız i m k â n l a r sırf n a z a r î m ü t a l â a l a r değildir; d i n ve devlet m ü n a s e b e t l e r i t a r i h i b a ş t a n a ş a ğ ı b u t ü r l ü ayrı­ lıklar, r e k a b e t ve m ü c a d e l e l e r l e doludur. B u g ü n b u ayrıhk ve m ü c a d e l e , b i l h a s s a Türkiyemizde, itiraf etmelidir ki, s o n h a d d i n e varmıştır. F a k a t içti­ m a î sulhu t e m i n edip g ö n ü l l e r d e h u z u r ve e m n i y e t ya­ r a t m a k için b u vaziyeti b i r a n evvel düzeltmek lâzımdır. İşte, b u hedefe v a r m a k ve din ile devleti aynı b i r ülkede y a n y a n a ve barışık bir h a l d e y a ş a t m a k ü z e r e , m o d e r n devlet h u k u k u o r t a y a bir k a ç esaslı p r e n s i p k o y m u ş t u r ki, b u n l a r d a n b a ş t a gelenleri, b u küçük e t ü d e m e v z u al­ dığım, din hürriyeti ve lâiklik prensipleridir. Açık olalım, b i z d e b u m e v z u a lâyık o l d u ğ u e h e m m i ­ yet verilmemiş, n e d i n hürriyeti, n e de lâiklik fikrî, şim­ diye kadar, ciddî b i r s u r e t t e ele alınıp incelenmemiştir. M ü p h e m o l d u ğ u k a d a r çok z a r a r h bir d ü ş m a n l ı k hissi­ n i n ifadesi halindeki bazı p o l e m i k yazılar b i r tarafa, b u ­ g ü n T ü r k i y e ' d e din h ü r r i y e t i m e v z u u n d a n e b i r eser, n e d e ciddî b i r e t ü d m e v c u t t u r . B u n u n l a b e r a b e r , b u p r e n -

sibin b i z d e e n az y ü z k ü s u r senelik b i r hayatı vardır. Filhakika d i n v e v i c d a n hürriyeti, T ü r k i y e m i z d e "Gülh a n e hatt-ı h ü m â y û n u " n d a n yani 1 8 3 9 ' d a n b e r i devlet u m d e l e r i m i z i n b a ş ı n d a gelmiş v e 1924 a n a y a s a s ı n ı n 75'nci m a d d e s i n d e e n açık ifadesini bulmuştur.'^' Biz, âcizane, b u m ü t e v a z i e d ü t ü m ü z l e b u b o ş l u ğ u d o l d u r m a k istiyoruz. Okuyucularımıza faydalı olabilir­ sek, n e m u t l u bize."'" Din h ü r r i y e t i n i lâyıkiyle izah e d e b i l m e k için, evvelâ, din m e f h u m u n u tahlil edelim v e b u n u n ihtiva ettiği u n ­ s u r l a r ı görelim.

(48) 1924 Anayasasının 75'İna maddesi: "Hiç biriiimse mensup olduğu fel­ sefi içtihad, din ve mezhepten dolayı muaheze edilemez. Asayiş ve umumî mu­ aşeret âdabına ve kanunlar hükümlerine aykırı bulunmamak üzere her türlü dini âyinler yapılması serbesttir." (49) Bu eserin ikinci kısmını çok sevdiğim ve saydığım arkadaşım ve temiz yürekli meslekdaşım. Ordinaryüs Profesör Ahmet Samim Cönensay'a, kürsü ha­ yalından ayrılışının nâçiz bir armağanı olarak, bundan evvel İthaf etmiş bulunu­ yorum.

DİN M E F H U M U N U N UNSURLARI

îman ve amel: B u g ü n ü n maruf dinlerinden h e r h a n g i birinin esas­ ları ü z e r i n d e d u r u r v e d ü ş ü n ü r s e k , b u n u n iki t e m e l u n ­ s u r d a n m ü r e k k e p o l d u ğ u n u g ö r ü r ü z . B u n l a r d a n biri i m a n (=foil diğeri d e amel f=acte/dir. B u h u s u s t a İslâ­ m i y e t gibi v a h d a n i y e t akidesi ü z e r i n d e o t u r a n , k e m â l b u l m u ş b i r dini g ö z ö n ü n e getirelim. B u n u n ilk v e asli bir u n s u r u v a r ki, b u " i m a n " y â n i i n a n m a d ı r . Yalnız,' dikkat edelim kî, i m a n alielâde v e h e r h a n g i b i r şekilde­ ki i n a n m a değildir. İ m a n , alelade i n a n m a d a n d a h a d e ­ r i n b i r r u h haletidir. Bir k e r e , u m u m i y e t itibariyle, i n a n m a öyle b i r r u h î m e l e k e d i r ki, b u n u n l a i n s a n , haki­ kat olarak k a b u l ettiği b i r t a s a v v u r u , s a d e c e hakikattir deyip g e ç m e z ; o n u b e n i m s e r v e o n a gönlüyle iltihak e d i p kuvvetle b a ğ l a n ı r . İ m a n ise, b u b e n i m s e m e v e b a ğ l a n m a n ı n en yüksek derecesidir. İ m a n sahibi olan b i r i n s a n , b u yüksek dereceli inancı s a y e s i n d e , a l d a n m a k o r k u s u n d a n v e t a m hakikati b u l a m a m ı ş o l m a e n d i ş e ­ s i n d e n uzak kalır. Bu s a y e d e ve t a m h a k i k a t e ermiş ol­ m a hazzı içinde, imanlı insan, d e r i n b i r iç h u z u r u ve b i r r u h sekineti duyar.

Fevri ve yakını iman: İ m a n kelimesiyle ifade edilen b u r u h haleti sırf "tak­ l i p t e n n e ş ' e t e d i p "Fevrî" olabildiği gibi " t e y a k k u n " d a n n e ş ' e t edip "fitrî" v e "yakını" d e olabilir.'^"' İster "taklidi ve fevrî", ister "yakmî v e fikrî" olsun; imanı, b i r r u h h a ­ leti olarak a y ı r d e d e n n o k t a , şahsın i m a n m e v z u u n a kat'iyetle i n a n ı p o n u d e r u n î b i r s u r e t t e tasdik e t m e s i ve b u s a y e d e iç h u z u r u n a v e r a h a t l ı ğ ı n a ermesidir. H e r dinin, k e n d i n e m a h s u s , i m a n u m d e l e r i vardır. Ve bunlar, o dinin "akide"lerini v ü c u d a getirir. Akideler d i n l e r e g ö r e az çok d e ğ i ş i r s e de, b ü t ü n k e m â l b u l m u ş d i n l e r d e , h i ç d e ğ i ş m e y e n , b i r t a k ı m t e m e l akideler v a r ­ dır. B u n l a r ı n b a ş ı n d a , z a m a n ve m e k â n d a n , cisim v e şekilden â r i , h a y a t v e kâinatı y o k t a n v a r e d e n , şeriksiz ve nazirsiz, ezeli v e e b e d i b i r k u d r e t s a h i b i n i n v e b i r "vacib-ül v ü c u d " (=Etre necessaireMn varlığı akidesiyle b u fâni h a y a t m ö t e s i n d e b a ş k a b i r ebedi h a y a t ı n v a r o l d u ğ u akidesi geKr. İslâmın i m a n u m d e l e r i " Â m e n t ü " d e gösterilmiştir.'^" Dinin yalnız i m a n d a n i b a r e t olmadığını söylemiştik. O h e m i m a n , h e m d e ameldir. Dinin sırf t e m e l akidele­ r i n e i n a n m a k , ş ü p h e s i z ki, hiç i n a n m a m a k t a n d a h a iyi ve ü s t ü n d ü r , fakat d i n d a r olmak için b u k a d a r ı kâfi d e ­ ğildir; aynı z a m a n d a , a m e l (=acte) yânî d i y a n e t i n e m ­ rettiği t a r z v e şekilde h a r e k e t e t m e k şarttır. (50) Taklidden doğan İmana taklidi iman C = Croyance implicitej denir ki, imanın edna derecesidir. Bir kimsenin bizzat görüp tetkik ederek şahsi bir karar ve kanaate varmadan sırf başkasından işittiği bir şeye ve bir habere inanması tak­ lididir. İnsanların büyük bir ekseriyetinin dini, siyasi, içtimaî hatta İlmî İnancı bu kabildendir ve çoklarımızın İmanı taklididir. Yani başkasının imanına İmandan ibarettir. Taklidi iman aynı zamanda fevri (= splontane) dir. Bunun mukabilinde teyakkun ve tefekkürden hâsıl olan iman var ki, buna da fikri ve yakini {- Cro­ yance explicite et reflecmie) denir. Asıl ve en yüksek iman budur. Peygamberler­ den sonra, âlimlerin ve geniş kültür sahibi insanların çoğunun imanı bu şekilde­ dir ve tabiatiyle, Allah indinde en makbul iman da budur. (51) Âmentü İslâmın iman umdelerini İhtiva eder kİ, bunlar allıdır. Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayrın ve şer­ rin Allah'ın takdiriyle vâki olduğuna inanmaktır

İmansız amel, riya v e salıtekârlıktır. Amelsiz iınan ise sırf b i r felsefî kanaattir. Dini h e r h a n g i b i r k a n a a t t e n ayıran h u s u s i y e t l e r d e n biri d e , dindeki i m a n ı n a m e l e d a y a n m a s ı yâni m u a y y e n b i r h a r e k e t tarzı e m r e d e n v e b u n u n l a haricileşen b i r i n a n ç olmasıdır. Hülâsa, a m e l din m e f h u m u n u n ikinci b i r t e m e l u n s u r u d u r .

Amelin nevileri: İ m a n gibi amel d e b i r k a ç çeşit olur v e ferdin cemiyet içindeki vaziyetine v e m ü n a s e b e t l e r i n e g ö r e b i r k a ç n e ­ vi vazife şeklini alır. B u vazifelerin b a ş ı n d a v e dini "ameller"in en hayırhsı olarak ferdin halikına karşı v e halik ile m a h l û k a r a s ı n d a k i m ü n a s e b e t l e r e ait vazifeleri gelir ki bunlar, en yüksek ifadelerini t a k d i s (=adoration) fikrinde b u l a n , ibadet, d u â v e m ü n â c a t t ı r . B u n d a n s o n r a , ferdin k e n d i n e f s i n e v e b a ş k a l a r ı n a karşı vazifeleri gelir. B u n l a r ı n d a h e p s i n e b i r d e n " a h ­ lâk" (-morale) diyeceğiz. F e r d i n kendi nefsine karşı olan vazifeleri "ferdi ahlâk"ı (=morale indJvidueUe) t e ş ­ kil eder. F e r d i n başkalarıyla m ü n a s e b e t l e r i n d e b u b a ş ­ kalarına karşı olan vazifeleri d e "içtimaî a h l â k " (= mo­ rale sociale) i v ü c u d a getirir. İçtimaî ahlâk da, aile ahlâ­ kı, meslek ahlâkı gibi kollara ayrılır.'^^^ Nihayet, dini v a ­ zifeler a r a s m d a en şerefli b i r vazife d a h a v a r ki, b u n a "dine hizmet" vazifesi diyebiliriz. İ s l â m d a "i'lâ-yı keli(52) Okuyucum dikkat etmiştir ki dini amel ve ahkâmı tasnif eder kan huku­ ka ayn bir yer yermedik ve bu amelleri sırf ibadet ve ahlâka hasrettik. Fillıakika din, hususiyle İslâmiyet; ibadet ve geniş mânada alınmak şarliyle, ahlâktan İba­ rettir. Bütün dinî amel ve ahkâm ya ibadet veya ahlâktır. İslâmiyetle hukukun alılâktan ayn bir varlığı ve kendine hâs bir mevcudiyet ve mahiyeti yoktur islâmi­ yet nazarında yalnız "Hüsün = iyilik" ve "Kubuh = kötülük" vardır. İnsan fiil ve münasebetleri "Hasen = İyi" ve "Kabih = kötü" diye ikiye ayrılır. Birinciler "ahlâk-ı hamide" yi ikinciler de "ablâk-ı zemiye"yi teşkil eder. Bu iki nevi "ahlâk"in, yâni fiil, hareket ve mürjasebet tarz ve şeklinin tâbi olduğu ahkâmdan devlet kuv­ vetiyle müeyyidelenmiş olanları l}ukuku meydana getirir. Şu hafde İslâmda "Fı­ kıh" adı alan hukukun ahlâktan ayrı bir yeri ve mahiyeti yoktur. -^^ D i n v e Lâiklik / F. 7

97

metuUah" tabiriyle ifade o l u n a n b u vazife, cihad, yâni, i c a b ı n d a , h a k y o l u n d a m ü c a d e l e v e h a r b e t m e hizmeti­ n e k a d a r g i t m e k üzere, dini o k u t m a , ö ğ r e t m e , n e ş i r v e telkin e t m e gibi h i z m e t l e r ihtiva eder. İşte din, u n s u r v e esasları itibariyle b u d u r , yâni ev­ velâ i m a n s o n r a d a ameldir. A m e l d e Allah'a ibadet, di­ n e hizmet v e i n s a n l ı ğ a h ü r m e t yâni a h l â k t a n ibarettir. B ü t ü n m a r u f d i n l e r v e b i l h a s s a İslâmiyet b u e s a s l a r a d a y a n m a k t a d ı r . D i n d e n b u esasları çıkarır v e i m a n ı a m e l d e n ayırırsanız o r t a d a çıplak b i r ifade kalır ki, d i n b u değildir. Din ile h e r h a n g i b i r felsefi i n a n ç a r a s ı n d a ­ ki fark - b u n u t e k r a r etmeyelim- dinin a m e l e d a y a n m a ­ sı; şekil v e ş a r t l a r ı Vahiy'e (=reveation) m ü s t e n i d n a s l a r ile tayin v e t e s p i t edilmiş ameller y â n i vazifeler'^'^' ihtiva e d e n b i r i n a n ç sistemi olmasıdır.

Takdis vazifesi: Dini amellerin b a ş ı n d a , takdis (=adoration) vazifesi gelir ki b u d a ibadet, d u a v e m ü n â c â t şeklini alır. " İ b â d e t " kulluk d e m e k t i r v e d i n ıstılahı olarak, m a h ­ lûkun halikını, n a s l a r ı n v e dini ö r f v e içtihatların tâyin Dikkat edersek, bugün de böyledir. Bugün de içtimâi bir nizam olarak huku­ kun kendine hâs bir mevcudiyeti yoktur. Bugünkü lâik hukuk baştan aşağıya ah­ lâk ve İktisat yahut da iyİ tedbir kaidesİdir. Başka bir deyişle, bugün bir mem­ leketin hukukunu vücuda getiren kaideler, hakikatte devlet kuvvetiyle müeyyide lenmiş ya ahlâk, yahut iktisad veya iyi tedbir kaidesidir. Bunlardan hariç huku­ kun bir varlığı yoktur. Bu fikir etrafında bakınız: Devlet nizamı ve hukuk (devletle hukuk arasındaki münasebet izah denemesi) Ali Fuad Başgil, istanbul Hukuk Fakültesi Mecmuası yı 1-2, 1950 sahife 25 ve müteakip.

üzerinde bir - cilt Vt, sa­

(53) Amel, yapılması dinen emredilmiş bir fiil ve hareket olmak itibariyle "vazife" adı alır. Dikkat edelim ki, amel yahut vazife yalnız dinden doğmaz; her­ hangi bir felsefi, siyasi ve iktisadi kanaatten de doğaiiilir. Meselâ doğruluğun bir insanlık vazifesi olduğuna kani olan bir kimse işlerinde ve münasebetlerinde doğrulukla hareket eder. Fakat dini kanaatten doğan amel, şekil ve şartlan esas­ ta Vahy'e dayanan naslar ile tesbit olunmuş vazifelerdir. Dinde vahiy, peygam­ berlere Allah tarafından vâki olan ilham, işaret ve "kelâm-i hafi" demektir.

ettiği şekil v e ş a r t l a r altında t a k d i s etmesidir. İbadet, d i n d e en esaslı b i r vazife, h a t t â dinin direğidir. D i n d a ­ rın iç h a y a t ı m n u r l a n d ı r a n i m a n , k u v v e t v e gıdasını i b a d e t t e n alır. Ve dindar, i m a n ettiği v e sevdiği Hâlikine ibadetle yaklaşır; o n u n k e r e m v e i n a y e t i n e b u s a y e d e nail. olur. " D u a v e m ü n â c â t " lisan ile v e y a kalbi o l a r a k halikı y â d v e tezkir e t m e şeklindeki ibadettir. İslâmdaki m a r u f tarikatlar, d u a v e m ü n â c â t şeklindeki i b a d e t esa­ sına dayanır. Dine h i z m e t vazifesine gelince, b u n u şöyle ifade edelim; Bir d i n d a r için, m e n s u p o l d u ğ u dinin akide v e esaslarım etrafa y a y m a k , b u n l a r ı b a ş k a l a r ı n a d u y u r u p ö ğ r e t m e k dini vazifelerin e n m u k a d d e s l e r i n d e n d i r . Ç ü n k ü d i n d a r ı n n a z a r ı n d a , b u akide v e e s a s l a r b i r e r hakikattir v e b u n l a r ı b i l m e y e n i n s a n helak v e h ü s r a n ­ dadır. Hakikati g ö s t e r m e k v e u ç u r u m a k a y a n b i r insanı t u t u p k u r t a r m a k h e m yüksek b i r i n s a n h k b o r c u d u r , h e m d e Allah'ı takdis ve o n a i b a d e t vazifesinin e n s e vaplısıdır. Bu vazifeyi dindar, y e r i n e v e i c a b ı n a g ö r e v e g ü c ü n ü n yettiği d e r e c e d e , fikren veya b e d e n e n , sözle veya yazıyla ifa e t m e mükellefiyeti altındadır. İslâmda, cihad farizesinden başka, tâlim v e t e d r i s , n e ş i r v e telkin vazifesinin esası v e m a n t ı ğ ı d a b u d u r .

Mabet teşkilâtı ve ruhanilik mesleği: "Tâlim v e t e d r i s , n e ş i r v e telkin" vazifesine bağlı ol­ m a k v e b u vazifenin ifasını m ü m k ü n kılmak üzere, din­ lerde b i r m â b e d teşkilâtı ve b i r ruhanilik mesleği var­ dır. Bu teşkilâtın gayesi v e b u m e s l e ğ i n m e v z u u b i r t a ­ raftan i b a d e t a h k â m v e m e r a s i m i n i t a n z i m v e i d a r e et­ mek, b i r t a r a f t a n d a dinin akidelerini v e amel a h k â m ı m ö ğ r e n m e k , d u y u r u p tanıtmak, y a y m a k v e korumaktır.

Dikkat o l u n s u n ki, dinlerin k u d r e t v e nüfuzu h a t t â d e v a m l a r ı n ı n i m k â n ı , h e r ş e y d e n evvel, m â b e d teşkilâ­ tının v e bilhassa, r u h a n i l e r sınıfının kuvvet v e salâbetin e bağlıdır. Bu teşkilât f e r s u d e l e ş i r v e d a i m a d e ğ i ş i p inkişaf e d e n ihtiyaçları k a r ş ı l a y a m a z b i r h a l e gelirse, b u sınıfın b ü g i seviyesi d ü ş e r v e seciyesi ç ü r ü r s e d i n d e o n i s b e t t e zayıflar. Bir g ü n gelir m a b e d i n çatısı çöker. Tarih g ö s t e r i y o r ki, dinlerin a z a m e t devirleri m â b e d teşkilâtıyla r u h a n i l e r sınıfının kuvvetli v e seciyeli oldu­ ğ u zamanlardır.'^' H ü l â s a din, m ü c e r r e d b i r i m a n ve çıplak b i r akide­ d e n i b a r e t değildir; aynı z a m a n d a ahlâk v e ibadettir, d u â v e m ü n â c a t t ı r , t â l i m v e t e d r i s , n e ş i r v e telkindir. O k u y u c u m l a b u n o k t a ü z e r i n d e anlaştık ise, din h ü r r i ­ yeti b a h s i n e geçebiliriz.

(54) Muhakkak ki, bugün dünyada en kuvvetli mâbed teşkilâtı Katolik kilisesidir. Ve rubanilenn en yetişkin ve seviyece en yükseği de Katolik ruhanileridir. Katolik kilisesi, merkezi Roma'daki Vatikan ülkesi olmak üzere, ruhani bir dev­ let halindedir. Bu devletin başında ve en mutlak bir hükümdar mevkiinde Papa vardır. Papa dini içtihadiarında hata etmez kabul edilir ve iktidara bir nevi seçim ile gelir. Fakat bir defa Vatikan hükümetinin başına geçtikten sonra, Papa'nın ma­ nevi nüfuzu ve ruhani kudreti âdeta hudutsuzdur. Azleder, nasbeder, hattâ diya­ netten tardeder. Elhasıl Papa, Katolik camiasını teşkil eden İsa ümmetinin kayıdsız şartsız ruhani reisi ve dini metbudur. Vatikan hududları dışındaki Katolik dünyası -kİ, başlıca merkez memleket­ leri İtalya, Fransa, ispanya ve Portekiz'dirmahalli kilise ruhanilerinin İdaresi al­ tındadır. Bu rubanilenn alt kademelerinde papazlar, dua okuyucular, vaiz ve zahidler üst kademelerinde de Evekler ve Kardinaller vardır. Bütün bu ruhaniler sa­ dakat ve itaat yemini ile Papaya bağlıdırlar. (Bu hususta etraflı malûmat almak is­ teyen okuyucularıma şu eseri tavsiye ederim. Les Institutions religieuses, par Marcel Pacaut, Presses Unversitarires, 1951. Paris). Katolik mabedinin teşkilâtı bundan İbaret değildir. Katolik kilisesi bİr çok ko­ lejler, enstitü ve üniversiteleriyle mükemmel bir tâlim ve tedris cihazına ve en modern İlim ve kültür İle bezenmiş din adamlarından mürekkep bir neşir ve tel­ kin kadrosuna mâliktir. Bu teşkilât ve personelin hayatı vakaflar ve teberrularla besle­ nir ve idare edilir. Kilise emrindeki bu müesseseler ve bu seçkin kadro İlim, kültür ve seciyece bugün dünyanın en kuvvetli genç zekâlarını yetiştirmektedir. Katolik aleminin, yalnız ilahiy­ at, felsefe ve edebiyatta değil, aynı zamanda müsbet İlimler sahasmdaki büyük şöhret­ leri ve üstün alimleri de bu zekâlar arasında sivrilip yükselmektedir. İşte okuyucum, Avrupa'da komünizmin yıkamadığı Katolik kalesi böyle kurulmuştur. Faşizmin bükemediği için öpüp başına koyduğu Katolik eli, İdiller ordularının yaramadığı Katolik cephesi budur. *>

Mabet teşkilâtı ve personeli bakımından, büyük dinler arasında, bugün kalanı, esef edelim ki İslâmiyettir. Biz burada bu fakirliğin tarihi ve sosyolojik sebepleri üzerinde uzun uzadıya durmayacağız. Yalnız bize en esaslı görünen iki sebebi kısaca hatırlatmakla iktifa edeceğiz. Bunlardan bin ve bizce en başta geleni, İslâm dünya­ sında diyanetin bugün bile devletten yakasını kurtarıp politikaya karşı İstiklâl el­ de edememiş olmasıdır. Kanaatimizce, İslâm mabedi politikanın koltuğu altında ve politikacıların hizmetinde kalmakta devam ettikçe daha da çok fakirleşmeğe mahkûmdur. Bu vaziyetten kurtulmak ve böyle bir mahkûmiyete düşmemek içİn İslâm mabedinin tutması lâzım gelen tek yol muhtariyet, hattâ istiklâldir ve bu sayade politikadan ve politikacılardan yakasını kurtarmaktır. Bugün İslâmın mâbed teşkilâtı ve personeli bahsindeki fakirliğinin diğer esaslı sebebine gelince, bunu bu dinin kendi bünyesinde aramak İcap eder. İslâ­ mın diyanet bünyesi Idrıstiyanlıktan mühim bir noktada ayrılmaktadır: Hrıstİyanlık, ruhanilik ve dini ofis teşkilâtı üzerinde oturduğu halde. Müslümanlıkta ta ruhanilik ve dini ofis yoktur. İbadet hususunda ehliyetli olan her Müslüman öne ge­ çerek İbadete riyaset, eder. Meselâ, cemaatle namaz kılmak için dinen resmî sı­ fatı haiz vazifeli bir imamın bulunması şart değildir. Cemaat arasından imamete ehli olan bir Müslüman başa geçer ve imamet İcra eyler. (Cuma namazlarının hu­ susiyeti bu mütalâanın dışında kalır). Şüphesiz ki, bu yokluk İslâmiyet İçin bir üstünlük ve pek büyük bîr meziyet­ tir. Bu sayede İslâmiyet en liberal bir din vasfını kazanmış ve mensuplarını. Hrıstiyanlıkta olduğu gibi, zaman zaman yükselip alçalan bir Ruhban sınıfının sultasına tâbi kılmamıştır. Fakat buna mukabil, sorı. bir-ikİ asırlık vukuat göster­ miştir ki, mâbed teşkilâtı ve ofis yokluğu İslâm dünyasını diyanet bahsinde bir başı boşluğa sevketmiş ye büyük bir noksan mahzuru doğurmuştur. Kuvvetli bir teşkilât ve seçkin bir kadro yokluğu yüzündendir ki, bugün İslâmiyet, mâruz kal­ dığı hücumlara karşı, kendini müdafaa edecek yüksek seviyeli elemandan he­ men hemen mahrumdur. Son devirde komünizmin, faşizmin ve nasyonal sossyalizmin yıkamadığı Hrıstiyanlık kalesine mukabil: Müslüman memleketlerin bazı­ larında bir zamandan, beri şiddetle hüküm süren siyasî taassup feveranları karşı­ sında, esef edelim ki, İslâmiyet malup olmuşa benziyor, nasıl malup olmasın ki? O bâzı memleketlerde İslâmın yüksek İlmini ve felsefesini hakkiyle bilen kalma­ mış ve din namına, ortalığı cehalet ve dalâlet bürümüştür. Bu gidiş devam eder­ se, korkarım ki, yarın Müslümanlar, Müslümanlığı Hristiyan âlimlerden öğren­ meğe muhtaç olup utanacaklardır.

— II — DÎN HÜRRİYETİ PRENSİBİNDEN DOĞAN HAKLAR -Neye hürriyet

için sürgüne

gittiydin?

Evet Gittim amma,

bu değil belclediğim

hürriyet

M e h m e d ÂKİF

M a d e m ki, din, î m a n ve ameldir, m a d e m ki a m e l de ferdîn g e r e k hâlikma, g e r e k nefsine, g e r e k s e b a ş k a l a r ı ­ n a karşı îfasiyle mükellef o l d u ğ u b î r t a k ı m vazifelerdir; o h a l d e dîn hürriyeti, evvelâ, i m a n h ü r r i y e t i demektir. Bu da ferdin resmi veya gayrî resmi hiç bir tazyike, te­ sir, tehdit ve tedhişe uğramaksızm dilediği ve beğendi­ ği bir dinin akidelerine serbestçe inanması ve bunları benimseyerek vicdanına mal edebilmesi demektir. Sa­ n i y e n din hürriyeti ferdîn akidelerini b e n i m s e d i ğ i d î n ­ d e emredilen vazifeleri, dinin kendi lisaniyle, naslar, örf ve içtihatlarla yerleşmiş usûl ve âdabı dairesinde, res­ mî veya sivil hiç bir tazyike, tesir, tehdit ve tedhişe uğ­ ramaksızm serbestçe ifa edip yerine getirebilmesi ya­ hut, iki kelime ile, amel hürriyeti demektir. Şu h a l d e ve netice itibariyle, din hürriyeti p r e n s i b i n ­ d e n ferd için bir t a k ı m h a k l a r yâni m ü s a a d e ve selâhiyetler d o ğ a r ki, b u n l a r evvelâ, i n a n m a hakkıdır. S o n r a 103

s e r b e s t ç e i b a d e t ve d u â e t m e hakkı, tâlim ve t e d r i s , n e ­ şir ve telkin faaliyetlerinde b u l u n m a hakkı; n i h a y e t di­ n i n emrettiği şekilde h a r e k e t e t m e , ferdi ve içtimaî a h ­ lâk ile b e z e n m e hakkıdır. Şimdi b u hakları b i r e r b i r e r g ö z d e n geçirelim v e h e r b i r i n i n h u d u d u n u görelim.

İnanma hakkı: Bu h a k en d e r i n r u h i b i r ihtiyacm ifadesi ve vicdanı­ mızın hakkıdır. Böyle o l d u ğ u içindir ki, b u n a "vicdan h ü r r i y e t i " d e denir. Yalnız d i n ve v i c d a n hürriyetlerini b i r b i r i n e k a r ı ş t ı r m a m a l ı d ı r . Din hürriyeti, b i r nevi vic­ d a n hürriyetidir, fakat v i c d a n hürriyeti m u t l a k a din h ü r r i y e t i d e m e k değildir. B a ş k a bir t â b i r ile, v i c d a n h ü r r i y e t i din h ü r r i y e t i n d e n d a h a geniştir ve yalnız dini değil, aynı z a m a n d a h e r h a n g i bir siyasi, iktisadi v e y a felsefi akide ve k a n a a t serbestliğini de ifade eder. Şu h a l d e din h ü r r i y e t i y a h u t h e r h a n g i bir dinin akideleri­ n e i n a n ı p b a ğ l a n m a hakkı, v i c d a n h ü r r i y e t i n i n b i r nevi v e h u s u s î b i r şeklidir. İlk v e h l e d e , ferdin v i c d a n evinde o t u r a n i m a n , hiç b i r s u r e t l e ve hiç b İ r kuvvet t a r a f m d a n b a s k ı y a v u r u l a m a z zannedilir. Ç ü n k ü i m a n v i c d a n e v i n d e n çıkıp d a fi­ il ve h a r e k e t h a l i n e g e l m e d i k ç e v a r mıdır, yok m u d u r bilinemez. M e y d a n a v u r u l m a d ı k ç a , k i m s e n i n vicdanını yoklayıp nasıl b i r i n a n ç beslediğini keşfe i m k â n ve v a ­ sıta yoktur. B i n â e n a l e y h ferd için i n a n m a h a k k ı n d a n ve vicdan hürriyetinden bahsetme, âdeta damarlarımızdaki k a n ı n ş e r b e t ç e d o l a ş m a s ı n ı t e m e n n i e t m e kabilin­ d e n b i r manasızlık olur gibi g ö r ü n ü r . B u n u n l a b e r a b e r , dikkat e d e r ve t a r i h e göz gezdirirsek, en çok i n a n m a h a k k ı n a h ü c u m edildiğini v e z a m a n z a m a n dinî, ilmî feslefî h e r çeşit i n a n c ı n baskı altına alındığını g ö r ü r ü z . Vaktiyle eski R o m a ' d a Hıristiyaniara yapılan işkence­ ler, o r t a z a m a n l a r d a bâtıl denilen akide s a h i p l e r i n e kar-

şı G a r p t a ve Ş a r k t a r e v a g ö r ü l e n m u a m e l e l e r , A v r u ­ p a ' d a asırlarca d e v a m edip yüz b i n l e r c e i n s a n canı ya­ k a n engizisyonlar ve P r o t e s t a n l a r a çektirilen ezalar, h a ­ kikatte, h e p akideye ve v i c d a n evine t e c a v ü z teşkU et­ miştir. Bu tecavüzler z a m a n ı m ı z d a b a m b a ş k a b i r şekil al­ mıştır. B u g ü n insanları a k i d e l e r i n d e n v e dini i n a n ç l a ­ r ı n d a n dolayı n e m a h k e m e y e veriyor, n e d e d a r a ğ a c m a çekiyorlar. B u g ü n i n s a n l a r ı n içlerindeki i m a n v e akide­ yi ifsad edip k o r k u t m a k suretiyle iftia ediyorlar. Eski devirlerin k a b a işkence usulü y e r i n e z a m a n ı m ı z d a , di­ y o r u m , g a y e t ince, sessiz v e ş a m a t a s ı z b i r u s u l tatbik edilmekte, i n s a n l a r ı n v i c d a n g ö z ü patlatılıp akıtılmak­ tadır. Rivayete g ö r e b u u s u l ü n ilk ve i p t i d a î ö r n e ğ i n i R u s Çarları vermiştir. R u s y a ' n ı n Çarlık d e v r i n d e , Galiçya ve L i t u a n y a ülke­ s i n d e o t u r a n İslâv ı r k ı n d a n " R u t h e n e s " d e n i l e n b i r halk v a r d ı . Ç a r l a r b u halkın milli m e z h e p l e r i n i s ö n d ü r ü p b u n l a r ı O r t o d o k s m e z h e b i n e s o k m a y a k a r a r vermişler. B u n u n için, z u l m ü n klâsik t e d b i r i , R ü t e n kiliselerini ka­ p a t m a k ve rahiplerini s ü r ü p halkı Rus O r t o d o k s kilise­ sine g e ç m e y e zorlamaktı. Ç a r böyle y a p m a m ı ş t ı r . Böy­ le y a p s a y d ı , d ü n y a d a , baskı y o l u n a g i t m i ş v e d i n h ü r r i ­ yetine aykırı h a r e k e t etmiş olmakla i t h a m o l u n u r d u . Ç a r Rüten-kiliselerinin kapılarını açık b ı r a k m ı ş ve r a ­ hiplerin R ü t e n âyinlerini s e r b e s t ç e y a p m a l a r ı n a m ü s a ­ a d e etmiştir. H a t t â Rütenlerin m e k t e p ve m a n a s t ı r l a r ı ­ nı bile k a p a t m a m ı ş t ı r . Ç a r şu kadarcık b i r m ü d a h e l e d e b u l u n m u ş t u r : R ü t e n kiliseleriyle m e k t e p v e m a n a s ­ t ı r l a r ı n ı h ü k ü m e t k o n t r o l ü altına almış v e b u m e k t e p ve manastırlarda ders okutup ibadet eden genç rahip­ leri yetiştirecek olan h o c a l a r ı , R ü t e n m e z h e b i n i n gizli d ü ş m a n l a r ı n d a n o l m a k ü z e r e , kendisi t â y i n etmiştir. Bu m ü d a h a l e kâfi g e l m i ş , kısa b i r z a m a n d a R ü t e n l e r i n milli din ve m e z h e p l e r i sessiz v e soluksuz ç ö k ü v e r m i ş -



DİN

ve

LÂİKLİK



G a y e t tabii: i ı ü k û m e t eiinin ve g ö z ü n ü n girdiği m â b e d d e i m a n ve a k i d e ç ü r ü r ve çöker. Xi^(5sı

Sovyet h ü k ü m e t i , vaktiyle Ç a r ' m R ü t e n l e r e tatbik et­ tiği b u ş e y t a n i t e d b i r i b u g ü n R u s y a ' d a k i M ü s l ü m a n v e Hıristiyan b ü t ü n halka tatbik etmektedir. Bize gelince, s o n otuz senelik d e v r e içinde, b i z d e b u m e v z u d a t u t u ­ lan yol ve t a t b i k edilen usul h a k k ı n d a k a n a a t b e y a n e d e m e m . Ç ü n k ü b u h u s u s t a h ü r değilim. O k u y u c u m u n b e n i m a z u r g ö r m e s i n i v e o l u p b i t e n l e r ü z e r i n d e bizzat kendisinin d ü ş ü n m e s i n i rica e d e r i m .

İbadet ve dua hakkı: -İnsanın Allah'a

suya ve oksijene ihtiyacı

olan iîitiyaa

gibi

vardır. Alexis CARREL'^'

F e r d i n b e ğ e n d i ğ i h e r h a n g i dinî bir akideyi s e r b e s t ­ çe b e n i m s e m e y e hakkı o l d u ğ u gibi, b e ğ e n i p b e n i m s e ­ diği d i n c e k a b u l edilmiş usûl ve â d â b üzere, s e r b e s t ç e i b a d e t v e d u â e t m e y e d e öylece hakkı vardır. Ç ü n k ü ferdin b u n a ihtiyacı vardır. İ m a n gibi ibadet, d u a ve m ü n â c â t d a i n s a n r u h u n u n d e r i n b i r t e m a y ü l ü ve i n s a n yaradılışmın b i r ihtiyacıdır. İ b a d e t r u h u n Allah'a d o ğ r u yükselmesidir. İnsan için ibadet, h u s u s i y l e b u n a l m a z a m a n l a r ı n d a , en b ü y ü k b i r teselli, r u h î istirahat, h u z u r ve kuvvet kaynağıdır. İ b a d e t t e n m a k s a t , Allah'ı a n m a k ve kendini o n u n h u z u ­ r u n d a g ö r e r e k b u s a y e d e h a y v a n î heves ve ihtirasın şiddetini kırmak, i n s a n l a r a m e r h a m e t , şefkat ve sevgi (55) Bakınız:

Jules Simon,

(56) Voyage da Lourdes,

Liberie civile, sah. Paris,

325.

(Yağmur Yayınlan /

DUA)

hisleriyle b a k m a k v e b a ğ l a n m a k , v ü c u d u v e r u h u daimî bir temizlik i ç i n d e tutmaktır. B u n a h e r k e s i n ihtiyacı vardır. İ n s a n zengin, fakir, kuvvetli, zayıf n e vaziyette b u l u n u r s a b u l u n s u n , m â n e v i b i r d e s t e ğ e v e b i r enerji ihtiyatına d a i m a m u h t a ç t ı r . B u n u h e r k e s k e n d i h a y a t ı n ­ d a v e kendisiyle b a ş b a ş a kaldığı z a m a n d u y a r v e t e c r ü ­ beleriyle bilir. Hiç b i r e ğ l e n c e n i n bizi e ğ l e n d i r e m e d i ğ i zamanlarımız, hiç b i r d e v a n ı n d i n d i r e m e d i ğ i acılarımız oluyor. Hiç d ü ş m e y e c e ğ i n i s a n a n l a r , g ü n ü n b i r i n d e d ü ­ şüyor, m u h t a ç o l m a y a c a ğ ı n ı s a n a n l a r , g ü n ü n b i r i n d e z a r u r e t İçinde kıvranıyor. Hastalık ve s a ğ h k gibi, h a z ve k e d e r d e i n s a n içindir. Öyle m e y u s v e kederli anlarımız oluyor ki, b u â n l a r d a e n yakınlarımızı bile k e n d i m i z d e n uzak h i s s e d i y o r ve b u n a l ı y o r u z . İşte o z a m a n , fakat m a ­ alesef çok k e r e o z a m a n , m a n e v i y a t ihtiyacı d u y u y o r u z . Bunu, esef ki, e n çok o z a m a n d u y u y o r u z . Din ve m a n e ­ viyat, tıpkı sağlıkta k a d r i b i l i n m e y e n s ı h h a t gibidir. İtalyan fikir ve devlet a d a m ı F r a n c e s c o Nitti'nin d e ­ diği gibi.'^" Allah'a i m a n , nasıl b i r şekilde tecelli e d e r s e etsin ve nasıl bir din f o r m a s ı n a b ü r ü n ü r s e h ü r ü n s ü n , hiç bir ilmi ve felsefi d o k t r i n i n t a t m i n e d e m e y e c e ğ i bir r u h ve bir i n s a n içi ihtiyacına c e v a p v e r m e k t e d i r . Bu ih­ tiyacı bazı kimseler, içlerini bilgi n u r u ile aydınlatıp b u s a y e d e t a t m i n edebilirlerse d e , i n s a n l a r m ç o ğ u , m u h ­ t a ç oldukları iç h u z u r u n u ve r u h sekinetini d a i m a din­ d e ve m a n e v i y a t s ı r r ı n d a arayacaklardır. Ş u n a i n a n m a ­ lıdır ki, r u h l a r ı n d a i m a n e t m e istidadı t a ş ı y a n i n s a n l a r için, Allah'a i m a n ı n yerini hiç bir şey d o l d u r a m a z . Ve b i r iç disiplini olarak, dinin k u d r e t ve m e t a n e t i n e hiç bir siyasi v e y a içtimaî d o k t r i n yetişemez. F a k a t dinin b u disiplin k u d r e t i v e i n s a n d a iç h u z u r u ve sekineti ya­ r a t m a sırrı i b a d e t t e gizlidir. F e r d b u sırrın derinliğine a n c a k i b a d e t ile nüfuz edebilir. (57) Bakınız:

La democratle.

Cilt II. Sah. 284,

1938.

Paris-Alcan.

Elhasıl i b a d e t , ferdi halikına y a k l a ş t ı r m a k suretiyle o n d a z e n g i n b i r m a n e v i y a t kuvveti y a r a t ı r ve i n s a n d a ­ ki " m u k a d d e s a t " d u y g u s u n u (sens du sacre) inkişaf et­ tirir. İ n s a n i b a d e t v e d u â ile Allah'a yükselir. F e r d kuv­ vet ve b u d u y g u s a y e s i n d e h a y a t ı n b i n b i r g ü ç l ü ğ ü n e karşı k e n d i n d e k o l a y c a m u k a v e m e t i m k â n ı bulur. Dik­ kat e d e r s e k , m a n e v i y a t k u v v e t i n d e n m a h r u m olanlar, b u n a l m a a n l a r ı n d a selâmeti y a kendilerini sefahetle a v u t m a k t a , veya kilimin d ö r t u c u n u b ı r a k ı p serseriliğe v u r m a k t a y a h u t d a i n t i h a r e t m e k t e arar. İyi g ü n l e r i n d e m a n e v i y a t ı hiçe s a y a n l a r d ı r ki, u ğ r a d ı k l a r ı bir felâket k a r ş ı s ı n d a k e d e r d e n h a s t a olup ölürler. Hakiki d i n d a r ­ l a r d a n n e sefih ve s e r s e r i olanı g ö r ü l m ü ş , n e de k e d e r ­ l e r i n d e n h a s t a o l u p i n t i h a r a kalkışanı işitilmiştir. Ç ü n ­ kü d i n d a r ı n n a z a r ı n d a , fani bir d ü n y a n ı n çok kısa bir hayatı ve ç a b u k geçici zevki, k e d e r d e n k ı v r a n m a y a d e ğ m e z . Bu h a y a t t a g ü l e n i n de, a ğ l a y a n ı n d a n i h a y e t g i d e c e ğ i y e r birdir, e b e d i y e t evidir. Ve o r a d a az y a ş a ­ y a n ile çok y a ş a y a n , az gülen ile çok a ğ l a y a n h e p m ü ­ savidir. B u n u n içindir ki bir m e m l e k e t t e m a n e v i y a t b a ğ l a r ı ç ö z ü l d ü ğ ü z a m a n sefahet ve h e r çeşit cinayet alıp yü­ r ü r ; i n t i h a r l a r ç o ğ a l ı r ve i n s a n l a r b i r b i r i n i n k u d u r m u ş k u r d u olur; k i m s e n i n k i m s e y e inanı ve g ü v e n i kalmaz; k a r d e ş l e r b i r b i r i n e g ö z koyar; a n a l a r o ğ u l l a r ı n a âşık olur; evlât a n a b a b a l a r ı n ı , t a l e b e h o c a l a r ı n ı v u r u p öldü­ rür. En y ü c e m e v k i l e r e yükselmiş devlet a d a | n l a r ı elle­ rini en âdi v e i ğ r e n ç işlere s o k u p bulaştırır. F a k a t g a r i b i ş u d u r ki, b ü t ü n b u sefalet ve r e d a e t l e rin hakiki s e b e p l e r i a r a n m a z . H e r k e s birbirini ayıplar v e i t h a m eder, fakat asıl ayıbın n e r e d e n n e ş ' e t ettiği ü z e r i n d e d u r u l m a z . E m i n olunuz o k u y u c u m , hakiki s e ­ b e p r u h b o ş l u ğ u d u r ; asıl ayıp m a n e v i y a t ve mes'uliyet duygusu yokluğudur.

Kabul e d e r i m ki, b i r cemiyette y ü k s e k m a n e v i y a t ı n ve mes'uliyet d u y g u s u n u n k a y n a ğ ı s a d e d i n ve i b a d e t değildir. Ü s t ü n ilim, felsefe ve s a n ' a t s a h i b i i n s a n l a r d a m a n e v i y a t ı n y ü k s e k d e r e c e l e r i n e ulaşabilirler. Fakat, y u k a r d a d a s ö y l e d i ğ i m gibi, din m a n e v i y a t ı n ı n ve k u d siyet d u y g u s u n u n (=îe sens du sacre) yerini t u t a c a k , o kuvvet ve m e t a n e t t e , i n s a n için, b i r h a y a t d e s t e ğ i , h a t ­ tâ bir hayat rehberi bulunamamıştır. Dünya varolalıdan b e r i d i n ile ahlâk, k u d s i y a t d u y g u s u n u n b i r e r nevi zu­ h u r u halinde, d a i m a b i r b i r i n e b a ğ l ı kalmıştır. Sokr a t ' t a n b e r i filozoflar, d i n d e n ayrı v e m ü s t a k i l b i r ahlâk sistemi a r a m ı ş , fakat b u l a m a m ı ş t ı r . B u l a m a z , ç ü n k ü din ve ahlâk i n s a n d a ayni bir m a n e v i o l u ş u n t e z a h ü r ü ve ayni b i r k u d s i y a t d u y g u s u n u n ifadesidir. B u n u n içindir ki, t a r i h e dikkat e d e r s e k , kudsiyyat d u y g u s u d u m u r a u ğ r a y a n ve m a n e v i y a t kültürü zayıflayan cemiyetlerde, ferdi v e içtimaî şekliyle b ü t ü n ahlâk d a d ü ş m e k t e ve b u s e b e p l e b u cemiyetler, içinden ç ü r ü y e r e k n i h a y e t yük­ sek ahlâklı v e d i n ç cemiyetlerin b o y u n d u r u ğ u altına girmektedir. Ü m i d edelim ki, ileride c i h a n ş ü m u l b i r insanlık i d e ­ aline bağlı yeni b i r ahlâk kurulacak ve cemiyetler m u h ­ t a ç oldukları m â n e v i enerjiyi b u a h l â k d a bulacaklardır. Bu m ü m k ü n d ü r . Fakat, iyi d ü ş ü n ü l ü r s e d i n ile insanlık ideali birbirini nefyetmez; bilâkis, din ferdi insanlığa g ö t ü r ü r ve cemiyeti yarının yüksek meziyetli insanlığı­ n a b u g ü n d e n hazırlar. K a n a a t ı m c a , b ü y ü k dinlerin, h u ­ susiyle İslâmiyetin ferdi ve içtimaî ahlâkıyatı insanlık ahlâktyatınm aynıdır. B a ş k a b i r deyişle, d i n halka i n m i ş ve kitleye m a l o l m u ş insanlıktır. Böyle o l d u ğ u içindir ki, dine ve m a n e v i y a t a d ü ş m a n olanlar, dikkat e d e r s e n i z , insanlığa d a d ü ş m a n d ı r l a r . G ü n ü n m a k i n e m e d e n i y e t i ve fabrika g ü r ü l t ü s ü için­ d e ş a ş k ı n a d ö n e n m o d e r n i n s a n , b u hakikati u n u t a r a k , zekâya d u y g u d a n d a h a ü s t ü n bir kıymet v e r m e k l e ; b ü ­ t ü n kuvvetini fikrî faaliyetlere yöneltip b u n a mukabil,

hissî faaliyetlerini i h m â l e t m e k l e hayatı v e s a a d e t i için, n e b ü y ü k b i r h a t a y a d ü ş t ü ğ ü n ü n farkında değildir. H a ­ y a t t a m u v a i f a k v e m e s ' u t o l m a k için zekânın terbiyesi k a d a r v e belki d a h a çok hislerin terbiyesi m ü h i m d i r . B u g ü n ü n mektep ve maarifinin terbiye sisteminde ah­ lâk, estetik v e kudsiyat d u y g u l a r ı n ı n inkişafına lâyık olan e h e m m i y e t i n v e r i l m e m e s i t a m i r i v e telâfisi g ü ç b i r h a t â d ı r . U n u t u l m a m a l ı d ı r ki, i n s a n ı n d e ğ e r i , yüklendiği bilgi h a m u l e s i n d e n ziyade, ş a h s i y e t v e seciyesindedir. Ş a h s i y e t v e seciye ise, iyi t e r b i y e g ö r m ü ş hislerin m e y ­ vesi dir. Ş a h s i y e t v e seciye y a p a n h i s l e r a r a s ı n d a d i n d u y g u ­ s u v e Allah ş u u r u b a ş t a gelir. B u d u y g u v e ş u u r i s e e n m ü k e m m e l ifadesini " i b a d e f ' t e bulur. İ b a d e t b i r t a k ı m h a r e k e t l e r , o k u m a l a r v e y a l v a r m a l a r d ı r . Bazan d a eşya ve k â i n a t ı n izafi v a r l ı ğ ı n d a n sıyrılıp ebedi ve m u t l a k v a r l ı ğ a d o ğ r u yükselen levhayı d e r i n b i r hayranlık s ü ­ k û t u i ç i n d e temaşadır.'^^ H a r e k e t v e t e m a ş a şeklini alan i b a d e t , g a y e s i itibariyle r u h u n levsiyyattan temizlenip y ü k s e l m e s i v e ş u u r u n Allah hakikati içinde erimesi d e ­ mektir. İ b a d e t v e d a h a şümullü b i r t a b i r l e din, m a n e v i y a t â l e m i n e aittir. Bu âlem ise ilmin v e teknolojinin d ı ş ı n d a kalır. Ç ü n k ü teknolojinin s a h a s ı m a d d e d i r . İlmin s a h a s ı ise, m ü ş a h e d e altına alınabilen m u h i t v e hâdiselerdir. Din d u y g u s u , tıpkı aşk v e güzellik d u y g u s u gibidir, ki­ t a p t a n alınmaz. İnsan, i m a n s a h i b i olmak için âlim ol­ m a k lâzım gelmez. İnsanların e n b a s i t v e cahili bile, g ü ­ lün y a p r a k l a r ı n d a n nefis gül, k o k u s u n u d u y d u ğ u gibi, e ş y a v e e c s a m ı n b i n b i r e s r a r ı n d a n d a Allah'ı duyar. El­ v e r i r ki d u y m a k istesin. Bu b a h i s t e ş u r a s ı m u h a k k a k t ı r ki, b u g ü n e kadar, Al­ lah ş u u r u n u n ulviyetine yükselebilen b i r d u y g u ve ş u u r (58) İslâmdaki bazı tankatler, meselâ Nakşibendi şeklinde ibadet etmektedir.

no

tarikati, tefekkür ve temaşa

m e v c u t olmamıştır. Ve b i r m e m l e k e t için felâketlerin e n b ü y ü ğ ü Allah ş u u r u n u kaybetmektir. Bu ş u u r u "kaybe­ den bir millet her nevi idealden de mahrum kalır. İde­ alden^ mahrum bir millet ise, hayat yolunda istikameti­ ni kaybeder ve nereye gideceğini bilmeyen bir şaşkına döner/"^^' Gayet tabiî; İ d e a l g e r e k ferd, g e r e k millet için, h a y a t y o l u n u n k a r a n h k l a r ı içinde n u r s a ç ı p etrafi a y d ı n l a t a n b i r ışıktır. İ d e a l d e n m a h r u m v e m a n e v i y a t ı ç ü r ü m ü ş b i r cemiyette cinayetlerin ö n ü n e h a l k t a n silâh t o p l a m a k l a , intiharların ö n ü n e b u n l a r ı n n e ş r i n i y a s a k ­ lamakla g e ç m e y e ç a h ş m a k b o ş t u r . Böyle b i r c e m i y e t t e cinayetleri ceza k a n u n l a r i y l e ö n l e m e y e ç a h ş m a k , h a s t a hğı zehirle t e d a v i y e kalkışmaktır. Ç ü n k ü b ö y l e b i r cemi­ yette yerine servet ve bilgi ile, n e tehdit ve tedhişle doldu­ r u l a m a y a n b i r boşluk vardır: Maneviyat boşluğu.'""^ H ü l â s a edelim: İ b a d e t serbestliği din h ü r r i y e t i n i n çeşitli c e p h e l e r i n d e n b i r i d i r v e ferd için m u k a d d e s b i r haktır. B u n a el u z a t m a k v e ferdîn e n tabii b i r hakkı olan i b a d e t serbestliğini h ı r p a l a m a k , d i n h ü r r i y e t i n e v e vic­ d a n s e l â m e t i n e alçakça t e c a v ü z etmektir. G ö n ü l d e k i i m a n gibi m â b e d d e k i ibadet, d u â v e m ü n â c â t d a b i r k a ­ n u n v e k a r a r m e v z u u değildir v e olamaz. K a n u n vâzu ve h ü k ü m e t j a n d a r m a s ı m â b e d içinde h ü k m e d e m e z . (59) Filozof ve devlet adamı Edgar Quinet Buguit'den it constitutionel, cilt V, sah. 402. 5'inci baskı.

naklen, Traite de Dro­

Bu mevzuda meşhur Amerikan devlet^adamı ve Birleşik Amerika Devletleri­ nin kurucusu Washington'un Amerika milletine yaptığı veda nasihatları arasında­ ki şu nefis nasihati hatırlatmakta fayda vardır. "Bir milleti siyasî huzur ve saade­ te götüren imkân ve desteklerin başında din ve ahlâk gelir. Ahlâksız bir halk hükümetinin yaşamasına imkân yoktur. Dinsizde ahlâkın mevcut olmasına im­ kân yoktur." Bakınız: Lesfondemeuts do la religion, par. ). V. ünden, Payot, Pa­ ris, i 957, sail. 237. {60) Din ve maneviyat üzerindeki bu mülâhazalarından okuyucunun beni faydacılığa kaymak ve dİnİ sırf kederli ve üzüntülü anlarımızda bir teselli kapısı görmekle itlıam etmemesini rica ederim. Nazarımda din ne sefihler seyrangâhıdır, ne de sefiller ve miskinler tekkesi. O bir ilâhî yoldur. O yolda yürümek İnsan İçin bir vazifedir. Dindar sadece vazifesini bilen ve yapan bir insandır. Yalnız, din yolunda yürümenin ferd ve cemiyet için bir çok da faydaları ve selâmet sağlayan panzehirleri var kİ, ben buradaki mülâİıazalarımla sırf bunlara İşaret etmek İste­ dim.

Zira k a n u n u n gayesi v e h ü k ü m e t i n v a r İ i ğ m m hikmeti kötülükleri ö n l e m e k v e ahlâk dışı h a r e k e t l e r e m e y d a n v e r m e m e k t i r . İ m a n v e i b a d e t ise b i r e r kötülük değildir; bilâkis, k ö t ü l ü ğ e m â n i olan v e ferdi iyilik v e adalet d u y ­ g u l a r ı n a b a ğ l a y ı p yücelten b i r e r ilâhî kuvvettir.'^''

Talim ve tedris, neşir ve telkin hakkı: - Kafaları bilgi nuru ile aydınlatınız, tâ ki onları kesme ihtiyacı duymayasınız. Victor H U G O

İ m a n s a h i b i i n s a n l a r m inandıkları Allah'a karşı vazi­ f e l e r i n d e n biri d e , m e n s u p oldukları dinin akide v e e r ­ k â n ı n ı b a ş k a l a r ı n a ö ğ r e t m e k , o k u t m a k , y a y m a k v e tel­ kin e t m e k v e b u s a y e d e o n l a r ı cehaletin p e n ç e s i n d e n k u r t a r ı p kazanmaktır. B ü t ü n d i n l e r d e v e bilhassa İslâm i y e t t e "neşr-i d i n " v e "i'lâ-yı kelimetullah" tabirleriyle ifade o l u n a n vazife, Allah i n d i n d e e n m a k b u l ameller­ d e n d i r . İslâmiyetin "i'lâ-yı kelimetullah" ideali ve h u s u ­ siyle b u idealin İslâm-Türk t a r i h i n d e oynadığı r o l üze­ r i n d e d u r m a y a b u e t ü d ü n çerçevesi m ü s a i t değildir. (61) Bu bahiste ve sırası gelmişken biraz da ibadet dili üzerinde durmak istenm. Dinlenn kendilerine mahsus ve bünyelennin mantığına uygun akideleri ve ibadet usulleri olduğu gibi birer de İbadet ve dua dili vardır. Bu dİl o dine mahsus olarak ve o dinin nasları ile ve asıdar içindeki teamülleriyle yerleşip kökleşmiştir. Meselâ Hnstiyanlıkta Katolik kilisesinin ibadet dili, Lâtincedir. Müslümanlığın ibadet dili de Arapçadır. Çünkü İslâmın mukaddes kitabı Kur'an Arapçadır. Müslüman ferdin iba­ det hakkı, İbadeti İslâm dinince yerleşmiş olan usul, âdab ve lisan ile yâni Kur'an diliyle yapabilmesini İcap eder. İslâm dinine malısus ibadetlenn usûl. âdab ve lisa­ nı üzennde herhangi bir düşünce ile oynamak ve bunlan gelişi güzel değiştirmeğe kalkışmak ve meselâ "ezan"ı asırlardan ben dünyanın dört köşesinde günde beş de­ fa okunduğu dilden başka bir lisanla okutmağa zorlamak, yalnız diyanete değil, ay­ nı zamanda Müslüman vatandaşın ibadet ve dua hakkına zalimce tecavüzdür. Tekrar edelim ki. İslâmın ibadet dili Kur'an'dır. Kur'an ise kelimesi ve lâfzı ile, ruhu ve mânası ile Kur'an'dır. Tercüme Kur'an, Kur'an değildir ve tercüme Kur'an İle yapılan ibadet İslâmi ibadet değildir. Esasen Kur'an'ı başka bir dile çevirmek hem imkânsızdır, hem de mânâsız ve faydasızdır. Çünkü bu ilâhi kitap, en sembolik bir müzikten ve cn link bir şiirden daha ince bİr zevk, bİr mâna ve işaret taşımakta *,

Yalnız şu k a d a r diyelim ki, b i r u c u H i n d ' e v e Çin'e, b i r u c u A v u s t u r y a v e İ s p a n y a ' y a u z a n a n İslâm-Türk d ü n ­ yasının b u genişlemesini sırf askeri ü s t ü n l ü ğ e v e iktisa­ di b i r g a y e y e b a ğ l a m a k t a r i h i y a n h ş anlamaktır. B u g e ­ n i ş l e m e d e v e b u h a y r e t verici muvaffakiyetlerde " n e ş r i d i n " idealinin birinci d e r e c e d e r o l o y n a d ı ğ ı m u h a k ­ kaktır. Bir d i n d a r için, hususiyle b i r din a d a m ı v e âlimi için, m e n s u p olduğu dinin akide v e erkânını o k u t u p ö ğ r e t ­ m e k h e m b i r vazife, h e m d e b i r haktır. Bir vazifedir, çünkü, y u k a r ı d a dediğimiz gibi, b u b i r nevi i b a d e t v e Allah i n d i n d e m a k b u l b i r ameldir. B u g ü n Afrika'nın kızgın çöllerinde, Tibet'in g ö k l e r e u z a n m ı ş k a r h d a ğ l a ­ r ı n d a dolaşıp ö m ü r ç ü r ü t e n Hristiyan m i s y o n e r l e r i , b u ve hiç bir Usanın ifade edemiyeceği kadar geniş ve zengin bir muhteva kucaklamak­ tadır. Düşünülsün ki, insan meramını ya "nazım" veya "nesir" şeklinde ifade eder. İnsan için. Usan ile, üçüncü bir İfade vasıtası yoktur. Kur'an ise, ne "nazım"dır; ne de ''nesir"dir. Bu İlâhi kitabın dili ve ifade şekli, insanlara mahsus olan dillerin ve İfade şekillerinin hiç biri değildir. Bunun içindir ki, Kur'an'ın en kısa bir suresi bile en namlı şairler tarafından taklid edilememiş ve benzen ortaya konulamamıştır. Yi­ ne bunun içindir kİ, Âhir zaman Peygamberinin en büyük mu'cizesi Kur'an-ı Kerim olmuştur. Alelade bir şiirin bile yazıldığı dilden başka bir dile çevrilemediği herkes­ çe bilinen bir hakikat İken, Kur'an gibi bir eserin bütün incelikleri ve ilâhi İşaret ve aelâletleriyle bir dile tercümesi, elbet te imkansızdır. Hattâ yalnız imkânsız değil, hem de mânâsız ve faydasızdır. Çünkü Kur'an ne bİr mektep kitabı,, ne de bir lahoraluvar rehberidir. O bİr nevi nağmesi İle cana hitap eden ilâhi bir eserdir. Böyle bİr eserin faydasını lafzında ve tercümesinde değil, beşer âleminin her asır ve devirde­ ki vüs'atine ve İnkişafına göre, yapılacak tefsirinde aramalıdır. Hülâsa Kur'an, Kur'an olarak tercüme edilemez ve Kur'an'ın tercümesi Kur'an olamaz. Kabul etmelidir kİ dİn, insanlan idare eden ve kuvvet ve müesseseler arasında, en çok maziye ve maziden gelen teamüllere dayanan ve esaslarında tamamiyle mu­ hafazakâr olan bir kuvvet ve müessesedir. Fakat bu keyfiyet din İçİn bİr noksan de­ ğil, bilâkis bir meziyettir. Her ân değişen insan arzu ve fantezileri yanında dinin ma­ nevî ve içtimaî kıymeti muhafazakârlığında ve bu sayede hayata huzur ve istikrar vermesindedir. İlim ve felsefe daima terakki eder, değişir ve yenileşir. Din ise esaslannda sâbİttİr, değişmez. Dinin ilim ve felsefeden farklı olduğunoktalardan bİrİ de budur. Bununla dinde hiç bir değişiklik ve yenilik yapılmaz demek istemiyorum. Müs­ lümanlığın amel ahkâmında, içtihaden yenilik yapmak dalma mümkündün Hattâ lâzımdır. Ancak esaslı akidelerde ve nassın sarahati karşısında İçtihad cereyan et­ mez. İçtihadın mümkün olduğu yerlerde de, bunun ilmi, ehliyeti ve dini salâbeti âmmece sabit olmuş otoriteler tarafından ve dinde yerleşmiş içtihad kaidelerine uygun olarak yapılması şarttır. Bunun aksine, her rastgelenin, hususiyle politika adamlarının, din meS'elelerine karışmaları, bilmedikleri ve İnanmadıktan bu işle­ re el sürmeleri manasızlık, hattâ küstahlıktır.

Din v e Lâiklik / F. 8

113

fedakârlıklarıyla en sevaplı b i r ibadeti e d a ve en hayır­ lı bir vazife ifa ettiklerine kanidirler. İ s l a m ' d a " C i h a d " ı n farz o l d u ğ u m a l û m d u r . C i h a d d a n m a k s a t , Din-i İslâmı y a y m a k ve "İ'lâ-yı kelimetul­ l a h " vazifesini ifa etmektir. Bu ise, İslâmı iyi a n l a t ı m ve k a l e m ile m ü m k ü n d ü r . İslâm dinini y a y m a k için c e p h e ­ l e r d e h a r p e d e n b i r M ü s l ü m a n eri ile, ş e h i r ve k ö y l e r d e sözleri v e y a z ı l a n ile aynı m a k s a t u ğ r u n d a h i z m e t e d e n ilim ve kalem sahibi aynı d e r e c e d e "mücahittir." H e r ikisi d e aynı b i r " c i h a d " vazifesini y e r i n e getirmektedir.

Dini okutup öğretmek bir haktır: Dini ö ğ r e t m e v e o k u t m a faaliyeti, d i n d a r için yalnız dini b i r vazife değil, h e m d e b i r haktır. Ç ü n k ü b u b i r in­ s a n i ihtiyaçtır. Dindar, k e n d i k a n a a t i n c e , hakikate er­ m i ş b i r insandır. Hakikati b u l a n ve o n u n emsalsiz zev­ kini t a d a n k i m s e b a ş k a l a r ı n a d a t a t t ı r m a ihtiyacını d u ­ yar. Ş u h a l d e dinin akidelerini v e e r k â n ı m o k u t u p ö ğ r e ­ t e n din a d a m ı ve âlimi yalnız b i r vazife ifa etmiyor, ay­ nı z a m a n d a , insanlığının b i r imtiyazı h a l i n d e s a h i p ol­ d u ğ u b i r hakkı kullanıyor. A ş i k â r ki, din hürriyeti p r e n ­ sibi o k u y u p o k u t m a v e ö ğ r e n i p ö ğ r e t m e hakkını, g a y e t t a b i olarak, istilzam eder. Ç ü n k ü din, tıpkı ilimde ve sa­ n a t t a o l d u ğ u gibi, o k u m a k ve o k u t m a k l a b e k a b u l u r ve i n t i ş a r eder. B i n â e n a l e y h c e m i y e t t e b u hakkın istimali­ n e i m k â n v e r m e m e k v e y a talim v e t e d r i s faaliyetini, t e h d i t ve t e d h i ş yoluyla, baskıya v u r m a k hakikatte din h ü r r i y e t i n i o r t a d a n k a l d ı r m a k ve dinin esasına k a s d e t mektir; i m a n ve akideyi k ö k ü n d e n k u r u t u p b u n u n yeri­ n e dini cehalet ve dalâlet t o h u m l a r ı ekmektir. Dikkat edersek, tâlim v e t e d r i s deyince, b u n d a n ev­ velâ akla dinin e l e m a n t e r m e s ' e l e ve bahislerini o k u t u p ö ğ r e t m e k gelir. B u n l a r bilinmesi d i n e n z a r u r î olan ilk

v e e z b e r bilgileridir. İlk m e k t e p l e r d e k i d i n dersleri, ev­ l e r d e d i n d a r aile b ü y ü k l e r i n i n ç o c u k l a r ı n a verdikleri din terbiyesi v e n i h a y e t bizdeki İ m a m - H a t i p m e k t e p l e ­ ri ve K u r ' a n k u r s l a r ı b u kabildendir. F a k a t d i n d e , h u s u s i y l e İslâmiyette talim v e t e d r i s b u n d a n i b a r e t değildir. İslâmiyet'in tefsir, h a d i s v e b ü ­ t ü n füruu v e usuliyle, fıkıh gibi yüksek ilimlerini; kelâm i y a t gibi yüksek felsefesini o k u t u p ö ğ r e t m e k tâlim v e t e d r i s hakkının ve d i n h ü r r i y e t i n i n en m ü h i m c e p h e s i ­ ni teşkil eder. Ç ü n k ü din yolu, b u ilimlerin v e b u y ü k s e k tefekkür n u r u n u n ışığiyle aydınlanır. Din y ü k s e k ilim ve kültür sahibi i n s a n l a r m o m u z l a r ı n d a yükselir. Bir dini b u t ü r l ü i n s a n l a r d a n m a h r u m etmek, o n u c e h a l e t e ve h u r a f e l e r e g ö m ü l m e y e m a h k û m etmektir. B u n u n için­ dir ki, b u g ü n dinin y ü k s e k ilim ve k e l â m i y a t ı m n oku­ n u p ö ğ r e n i l m e d i ğ i m e m l e k e t l e r d e ortalığı, din kisvesi­ n e b ü r ü n m ü ş , h u r a f e ve habasetler, e n g e r i ve g ü l ü n ç şekle dökülen akide ve tarikatler kaplamıştır. G a y e t t a ­ bii; k ö t ü l ü ğ ü n ve cehlin h i m a y e g ö r d ü ğ ü y e r d e n iyilik v e ilim kaçar. F a k a t i n s a n b u hali g ö r d ü k ç e , tazyik altın­ d a ve cehaletin karanlığı içinde kalan din v e m a n e v i y a t ihtiyacının n e g a r i p şekiller alabileceğini v e n e akla ve hayâle s ı ğ m a z yollara dökülebileceğini d a h a iyi anlıyor. Halbuki tazyik ve t e d h i ş y o l u n a s a p a n l a r bilseler ki, din i n s a n için, e k m e ğ e v e s u y a olan ihtiyaç gibi, tabu b i r ih­ tiyaçtır. Tabii ihtiyaçlar i n s a n içinden kazınıp k o p a r ı l a m a z ; b u n l a r t a t m i n edilmek ister. Din ihtiyacını t a t m i n e t m e n i n akla e n u y g u n yolu, tazyik v e t e h d i t ile b u ihti­ yacın akışına s e d ç e k m e k değildir; b u n u kanalize edip salim m e c r a s ı n a koymaktır. B u n u n için ise yapılacak iş, dinin, yalnız e l e m a n t e r v e e z b e r bilgilerini değil, tefek­ k ü r ve m u h a k e m e y e h i t a p e d e n yüksek ilimlerini ve k e lâmiyatını d a o k u t u p ö ğ r e t m e y e i m k â n vermektir. Ç ü n k ü din ilmi yalnız İ m a m ve H a t i p bilgisi değildir. Nitekim t ı p ilmi d e yalnız hastabakıcı ve sağlık m e m u ­ r u bilgisinden i b a r e t değüdir. Farzediniz ki, g ü n ü n bi-

r i n d e T ü r k i y e ' d e h ü k ü m e t emriyle t ı p fakülteleri k a p a ­ tılmış v e t ı p tahsil v e t e d r i s i y a s a k edilerek t ı p h o c a l a r ı t e h d i t ve t e d h i ş e m â r u z bırakılmış olsun. A ş i k â r ki, b ö y l e b i r t e d b i r üe t ı p ilmine v e tıp h o c a s ı n a o l a n ihti­ y a ç o r t a d a n kalkmış olmaz. Bilâkis, ihtiyaç d e v a m eder, fakat d i ğ e r t a r a f t a n ş a r l a t a n l ı ğ a v e s a h t e t a b i b l i ğ e m e y d a n açılmış ve h a s t a l a r ı z d ı r a p l a r m m p e n ç e s i n e t e r k e d i l m i ş olur. F a k a t b u g ü n b ö y l e b i r h a r e k e t h ü k ü m e t l e r i n e n s e r s e m i n i n bile a k h n d a n g e ç m e z v e cemiyetin t ı p ilmine v e h o c a s ı n a olan ihtiyacı söz g ö ­ t ü r m e z hakikatler s ı r a s ı n d a g ö r ü l ü r k e n ş a ş ı y o r u m ki, cemiyetin d a h a az m ü h i m o l m a y a n d i ğ e r b i r ihtiyacı, yani d i n ilmine ve h o c a s ı n a o l a n ihtiyacı â d e t a inkâr e d i l m e k t e ve yüksek d i n ilimlerine ve dinî tefekkür h a ­ y a t ı n a lâyık o l d u ğ u k ı y m e t verilmemektedir. Fakat, e m i n o l m a h d ı r ki, c e m i y e t i n d i n ilmine ve y ü k s e k din h o c a s ı n a olan ihtiyacı t ı p ilmine ve h o c a s ı n a o l a n ihti­ y a c ı n d a n d a h a az m ü h i m v e m ü b r e m değildir. Tıp, in­ s a n l a r m fîzik ıztıraplarım v e b e d e n i hastalıklarını t e d a ­ vi e d e n b i r ilim ve s a n a t ise, din d e m â n e v i acılarını d i n d i r e n ve r u h î h a s t a h k l a n n ı t e d a v i edip i n s a n d a iç t e ­ mizliği y a r a t a n b i r h a y a t kaynağıdır. B u n u n içindir ki, İ s l â m d a d i n ilmi tıp i l m i n d e n h e m e n s o n r a gelir v e fa­ kat h e r ikisi elele v e r i p b e r a b e r gider. G a y e t tabii; İ n s a n s a d e c e a d a l e ve iskelet değildir, aynı z a m a n d a c a n ve v i c d a n d ı r . Tıp i n s a n ı n a d a l e v e iskeletinin, d i n ise içinin derinlikleriyle v i c d a n ı n ı n ıztıraplarım g i d e r m e y e çahş a n iki k a r d e ş disiplindir. Ç o r a k bir m a t e r y a l i z m çıkmazına s a p l a n m ı ş g ö r ü ­ n e n b u g ü n ü n bazı m e m l e k e t l e r i b u hakikati u n u t m a k l a b i r şey k a z a n m a m ı ş , aksine, çok şey kaybetmiştir. S o n s e n e l e r d e , tıp ilminin h a y r e t verici terakkilerine r a ğ ­ m e n , kalp ve k a n s e r gibi h a s t a h k l a n n k o r k u n ç b i r şekil almasını, fizyolojik m e t a b o l i z m a b o z u k l u ğ u n d a n ziya­ de, m â n e v i disiplin b o z u k l u ğ u n a b a ğ l a m a k d a h a y e r i n ­ d e olur. Şeker, kalp v e k a n s e r gibi hastalıkların s o n d e -

v i r d e d ü n y a d a v e b i l h a s s a bizde k o r k u n ç b i r şekilde arttığı bilinen h a k i k a t l e r d e n d i r . D e d e l e r i m i z d e n a d i r e n g ö r ü l e n b u hastalıklar, m ü t e h a s s ı s l a r ı n söylediklerine g ö r e ; ü z ü n t ü , sinir gerginliği, h a y a t kaygısı, k o r k u ve k e d e r gibi r u h sıkıntılarıyla y a k ı n d a n alâkalıdır. Aldığı b i r acı h a b e r ü z e r i n e , b i r k a ç g ü n i ç i n d e saçı s a k a h a ğ a r a n , ş e k e r veya kalp hastalığına t u t u l a n l a r ı , h e m e n h e r g ü n işitip g ö r m e k t e y i z . D ö v ü n m e y e l i m , k e n d i k u s u r u m u z d u r : K ü ç ü m s e d i ğ i m i z ve s e n e l e r c e i n k â r ettiğimiz hakikatler, b u g ü n b i z d e n intikam alıyor. S o n o t u z b e ş senelik devirde, R u s y a ' d a n b a ş k a d a h a bazı m e m l e k e t ­ lerde, dini i n a n ç l a r a v e m ü e s s e s e l e r e k a r ş ı girişilen m ü c a d e l e l e r i , din a d a m l a r ı n a çektirilen ezayı ve r e v a g ö r ü l e n h a k a r e t l e r i b u r a d a sayıp d ö k m e y e l ü z u m g ö r ­ m e m . Kısmen politika menfaatleri u ğ r u n d a , k ı s m e n de kısa g ö r ü ş l ü b i r m a t e r y a l i s t d ü ş ü n c e üe y a p ı l a n b u y e r ­ siz m u a m e l e l e r ile h ı r s v e ş e h v e t ş e y t a n l a r ı n ı n zincirle­ ri koparılmıştır. İstikbalde h a y ı r ile ş e r r i n m ü c a d e l e s i çok çetin olacağa benziyor.

Neşir hakkı din hürriyetinin en hayati cephesidir: Bir fikir ve k a n a a t i n n e ş r i yazıyla v e y a sözle olabildi­ ğine g ö r e , n e ş i r hakkı deyince b u n d a n evvelâ dini aki­ de ve a h k â m ı y a y a n ve m ü d a f a a e d e n g a z e t e ve m e c ­ m u a çıkarma, e s e r v e risale b a s m a ve y a y m a ; s o n r a d a dini m e v z u l a r ü z e r i n d e mev'ize, h i t a b e ve k o n f e r a n s gi­ bi sözle ifade ve telkinde b u l u n m a hakları anlaşılmak lâzım gelir. Neşir hakkı din h ü r r i y e t i n i n en esaslı v e hayati b i r cephesidir. H a t t â b u h a k din hürriyeti p r e n s i b i n d e n d o ­ ğ a n hakların en ehemmiyetlisi ve neticeleri itibariyle e n

kıymetli sidir. Ç ü n k ü d i y a n e t neşriyatla kendini k o r u y a ­ cak, m ü d a f a a e d e c e k ve t e k â m ü l imkânları bulacaktır. Dini n e ş r i y a t d i n d a r l a r c a m i a s ı n ı n ağzı ve dilidir. Bu neşriyattan m a h r u m olan bir memleketin dindarları, tıpkı dili k o p a r ı l m ı ş b i r k ö t ü r ü m e d ö n e r . B u n a m u k a b i l dini n e ş r i y a t ı n teşvik g ö r d ü ğ ü ve h ü r b i r s a h a b u l d u ğ u m e m l e k e t l e r d e b u n e ş r i y a t fevkalâde bir inkişaf g ö s t e ­ r i r v e d ü ş m a n n e ş r i y a t ı n e n azıhlarını bile s u s t u r u r . Ç ü n k ü , ilmî ve h a s b î olması şartiyle, dini n e ş r i y a t r u h ­ ları fetheder. B u n d a n dolayıdır ki, politikacılardan di­ y a n e t e d ü ş m a n o l a n l a r ı n e n çok korktukları ve b u s e ­ b e p l e b a s k ı y a v u r m a k istedikleri h a k d a , dini m a h i y e t t e ­ ki n e ş r i y a t hakkıdır. F a k a t açıkça söylemelidir ki, dini n e ş r i y a t ı n d i ğ e r n e ş r i y a t t a n ayrı olarak, h u s u s i m a k s a t v e k a n u n l a r l a y a h u t , bazı m e m l e k e t l e r d e yapıldığı gibi, el a l t ı n d a n i d a r e edilen h ü k ü m e t e m r i ile, b a s k ı y a vu­ r u l d u ğ u , yıldırma v e s i n d i r m e politikasına b o ğ u l d u ğ u m e m l e k e t l e r d e din h ü r r i y e t i yok olur. H ü l â s a i b a d e t hakkı gibi, n e ş i r ve telkin, talim ve t e d r i s hakkı d a din h ü r r i y e t i p r e n s i b i n d e n d o ğ a n kudsi b i r haktır. Bu hakkı yok e d e r c e s i n e t a h d i t edip baskıya v u r a n b i r i d a r e n i n a d a m l a r ı , n e m e m l e k e t içi siyasetin­ d e , n e d e milletlerarası m ü n a s e b e t l e r i n d e din ve v i c d a n hürriyetinden b a h s e d e m e z . Ederse yalan söylemiş olur. İlâve edelim ki, b u g ü n b u hakkın e n g e n i ş ve t e m i ­ natlı b i r şekilde t a n ı n d ı ğ ı ve h i m a y e g ö r d ü ğ ü m e m l e ­ ketler G a r p d e m o k r a s i l e r i d i r . B u g ü n lâik F r a n s a , İtalya v e Belçika'da Hıristiyan din a d a m l a r ı t a r a f ı n d a n i d a r e edilen t a m teşkilatlı b i r ç o k enstitü ve üniversiteler m e v ­ cuttur. Hıristiyanhk b u m ü e s s e s e l e r d e b ü t ü n incelikleri ve a h k â m i y l e o k u t u l m a k t a ve değerli g e n ç din âlimleri yetiştirilmektedir. Bizim bildiğimiz ve az çok n e ş r i y a t ı ­ nı t a k i p edebildiğimiz, F r a n s a , Belçika ve İsviçre gibi m e m l e k e t l e r d e h e r s e n e dini m e v z u l a r etrafındaki ki-

t a p , m e c m u a , g a z e t e neşriyatı h a y r e t edilecelc b i r y e ­ kûn tutmaktadır. B u g ü n dini tâlim, t e d r i s ve n e ş i r h a k k ı n ı n t a m v e t e minath bir himayeden m a h r u m olduğu memleketler a r a s ı n d a , esef e d e r i m ki, Türkiye'miz d e vardır. Bizde dini tahsil v e r e n v e t e d r i s a t y a p a n m ü e s s e s e l e r yani m e d r e s e l e r , 1926'da çıkan "Tevhid-i T e d r i s a t K a n u n u " île kapatıldıktan s o n r a , b u g ü n e k a d a r M ü s l ü m a n l ı ğ ı n y ü k s e k ilmi, kelâmiyat v e bediiyatı okutulmamıştır. Ve b u u z u n d e v r e içinde, tabiatiyle, T ü r k i y e ' d e d i n âlimi d e yetişmemiştir. Kabul edelim ki, eski m e d r e s e l e r m o ­ d e r n d e v r i n ihtiyaçlarını karşılayacak b i r d u r u m d a d e ­ ğildi; fakat b u n l a r kapatıldıktan s o n r a , g ö n ü l isterdi ki, yeni m ü e s s e s e l e r k u r u l s u n v e cemiyetin m u h t a ç o l d u ğ u y ü k s e k din a d a m l a r ı v e âlimleri yetiştirilsin. Bu yapıl­ m a d ı . F a k a t b u y a p ı l m a k için b u g ü n d e n tezi yoktur.'"^'

Din neşriyat ile himaye ve müdafaa edilir: Bu bahiste" n e k a d a r ı s r a r edilip d u r u l s a yeridir. Ç ü n k ü t e k r a r edelim ki, din tâlim ve t e d r i s , t e r b i y e ve telkin üe yaşadığı gibi, n e ş r i y a t ile d e h i m a y e v e m ü d a ­ faa edilir. Bu h a k l a r b i r b i r i n d e n ü s t ü n v e m ü h i m d i r . N e ş i r hakkını kullanacak, kalemle veya sözle dini n e ş r i ­ y a t t a b u l u n a c a k kimseler, ş ü p h e yok ki, iyi b i r dini t a h ­ sil m ü e s s e s e s i içinde yetişirler. B u n a m u k a b i l n e ş i r hakkı da, hususiyle z a m a n ı m ı z d a , talim v e t e d r i s hakkı­ nın en kuvvetli t e m i n a t ı n ı teşkil eder. B u n u n içindir ki, dini t e d r i s hakkını y o k e t m e y e k a r a r v e r e n b i r i d a r e d e . (62) Bu vaziyeti ıslâh için, yüksek İslâm İlimlerinin tahsil ve tedrisine mah­ sus bir "İslâm İlimleri Enstitüsü" kurulması hakkında bir teklifimiz ve hazırlanmış bir projemiz vardır. Bunu bu eserin son kısmına ilâve edeceğiz. Bu eserin ikinci baskısı için yazdığımız Ön sözde bahsettiğimiz yüksek "İslâm İlahiyat Enstitüsü"kurulması hakkında I959'da kabul edilen kanun ile bu temennimizin tahak­ kuk yoluna girdiğini görmekle sonsuz bir sevinç duymaktayız. Bu salıdan yazdı­ ğımız sırada, bahsettiğimiz ensfitü üçüncü tedris yılına başlamış bulunuyor.

t e c a v ü z e u ğ r a y a n b i r a d a m ı n sesini k e s m e k için a ğ z ı n a m e n d i l tıkadıkları gibi, evvelâ n e ş i r hakkı y o k edilir, di­ ni n e ş r i y a t y ı l d ı r m a v e s i n d i r m e politikasına b o ğ u l u r . Bu gibi işlerle u ğ r a ş a n l a r , suçlu v e y a s u ç s u z tevkif edi­ lir; ailesine, eşine v e d o s t u n a k a r ş ı k a d r i v e itibarı kırılır.'"^ Din m e v z u l a r m a t e m a s e t m e k b ü y ü k b i r c e s a r e t m e s ' e l e s i halini alır. D i n d a r a d a m l a r ı n sessizce bakışla­ r ı n d a n bile r a h a t s ı z olanlar, z a m a n z a m a n b i r y a y g a r a k o p a r ı r . V u r u n , t u t u n ş a m a t a l a r ı a r a s ı n d a , k e n d i halin­ d e v e z a r a r s ı z k a n a a t l a r i y l e y a ş a y a n ü ç b e ş kişi t a h k i r edilip h a p s e tıkılır.

Dini talim ve tedris faaliyetinin içtimaî ve millî ehemmiyeti: "însan insanın

liurdudur." HOBBES

Bu faaliyetin gayesi, ehliyetli din a d a m l a r ı yetiştir­ m e k v e b u s a y e d e halkın m a n e v i y a t ihtiyacını en iyi b i r s u r e t t e t e m i n etmektir. B i n a e n a l e y h b u faaliyet yalnız (63) Bu mevzuda hatırladığım bir hâdiseyi kaydetmek isterim. Hafızam beni yanıltmıyorsa, 1952 senesi yazı idi. Sebilürreşad mecmuası sahibi ve baş muhar­ riri Eşref Edip bey dostum, bir aralık görünmez olmuş ve bu hal üç-dört ay sür­ müştü. Bir gün, Feneryolu'ndaki evime çıkageldi. Hoşbeşten sonra, hayır ola, ra­ hatsız mı idiniz, çoktan beri görüşemedik dedim. "Hayır hapishanede idim. Su­ çumun ne olduğunu bilmiyorum ama, bir gün eve polisler, geldi. Müddeiumu­ mîlikten çağrıldığımı söylediler ve beni İstanbul Müddeiumumisinin huzuruna çıkardılar. Müddeiumumi bana "Eşref Edip bey, bir müddet istirahat etmeniz lâ­ zımdır" dedi. Suçumu sordum. Sonra öğrenirsiniz gİbİ bîr cevap verdi ve beni hapishaneye götürdüler. Tam dört ay caniler içinde kaldım. Neticede hâlâ suçu­ mun ne olduğunu öğrenemedim. Fakat nakdî kefaletle şimdilik tahliye edildim" cevabını verdi. Sonra öğrendik kİ bu tevkif Sebilürreşad'da neşrettiği bir yazıdan dolayı imiş. "Haksızlığın envainı gördük... bu mu kanun En gamlı sefaletlere düştük... bu mu Devlet." Tevfik

FİKRET

dini b a k ı m d a n değil, h e m d e içtimaî v e millî b a k ı m d a n b i r e h e m m i y e t taşır. Bir k e r e dini b a k ı m d a n ehemmiyetlidir, ç ü n k ü tek­ r a r edelim ki, din o k u t m a ve ö ğ r e t m e üe yaşar. F a k a t o k u t m a k v e ö ğ r e t m e k için, o k u m u ş v e ö ğ r e n m i ş ehli­ yetli d i n h o c a l a r ı lâzımdır. B u n l a r ı n d a yetişmesi, h e r ş e y d e n evvel, tâlim v e t e d r i s hakkının t e m i n a t altında b u l u n m a s ı n a ve b u hizmeti hakkiyle ifa e d e c e k m ü e s s e ­ selerin v a r l ı ğ ı n a b a ğ h d ı r . Tâlim v e t e d r i s h a k k ı n ı n y o kedildiği veya yok o l u r c a s m a b a s k ı l a n d ı ğ ı b i r m e m l e ­ kette d i y a n e t a h k â m ı n ı ehliyetle ö ğ r e t e c e k d i n a d a m l a ­ rı d a yok olur. Bu yokluk ise, m e m l e k e t t e yalnız m a n e ­ viyat b u h r a n ı i h d a s e t m e k ve halkı din b a h s i n d e c e h a ­ lete b o ğ m a k l a neticelenmez; aynı z a m a n d a ve belki d a ­ h a m ü h i m olarak, d i n d e b ü t ü n t e k â m ü l i m k â n l a r ı n a s e d çeker. D i n d e t e k â m ü l o l u r m u ? Din d e ğ i ş m e z t e m e l l e r e d a ­ y a n a n ilâhî bir yoldur, dedik. Bu fikir ile t e k â m ü l fikri a r a s ı n d a aykırılık vardır, diyeceksiniz v e b u n d a b i r d e ­ r e c e y e k a d a r haklısınız. Ancak, t e k â m ü l ile ihtilâl v e in­ kılâbı karıştirmayalım. Tekâmül t e m e l d e n d e ğ i ş m e d e ­ m e k değildir. Bilâkis, b i r şeyin asli hüviyetini m u h a f a z a e d e r e k m ü s a i t o l d u ğ u k e m â l e erişmesi d e m e k t i r v e b u b a k ı m d a n ihtilâl v e inkılâptan ayrıhr. Hiç ş ü p h e edilme­ sin ki, h e r içtimaî m ü e s s e s e gibi, din d e t e k â m ü l eder. Bahçenize diktiğiniz b i r fidan sizden bilgili b i r h i z m e t ve h i m a y e g ö r ü r s e , büyür, k e m â l e erer, b o l m e y v e v e ­ rir. Hizmet etmez, b a k m a z s a n ı z p u s u r u r kalın B u n u n gibi, din d e , ilim e h l i n d e n hizmet ve h i m a y e g ö r ü r s e h e r a n inkişaf edip k e m â l i n e erer. İ n s a n o k u y u p ö ğ r e n ­ dikçe, i n s a n içi ilmin nuriyle aydınlandıkça, ilâhî emir­ ler ve a h k â m d a h a iyi anlaşılır. B u n d a n d a d i n d e kemâl doğar. Dini o k u t u p ö ğ r e t m e faaliyeti içtimaî v e millî b a k ı m ­ d a n d a bir e h e m m i y e t taşır. Çünkü, n e n e v i d e n olursa

olsun, o k u y u p ö ğ r e n m e k t e , ferd için o l d u ğ u gibi cemi­ y e t için de, d a i m a v e m u h a k k a k s u r e t t e fayda vardır. A n c a k inatçı cahillerdir ki, bazı nevi bilgilerden yılar ve faydayı c e h a l e t t e a r a r . H e r h a n g i b i r bilginin sesini d u y m a m a k için kulakla­ r a p a m u k t ı k a m a k t a , aslâ fayda yoktur. Bilâkis, b u n d a z a r a r vardır. Zira bazı nevi bilgilere karşı k u l a ğ a p a ­ m u k tıkama t a a s s u b u n a saplanan insan, çok m ü m k ü n ­ d ü r ki, b u t a a s s u b u n d o ğ u r d u ğ u h a ş i n b i r m ü s a a d e s i z likle, e n lâzım v e faydah bilgilere karşı d a b i g â n e kalsın. Vaktiyle A r i s t o ' n u n eserlerini d i n e n m u z ı r d ı r diye afar o z edip o k u n m a s ı n ı y a s a k l a y a n kilise, b u hareketiyle yalnız HıristiyanUğa değil, ilme v e insanlığa d a n e b ü ­ yük d a r b e v u r d u ğ u n u n f a r k ı n d a olmamıştır. K a n a a t i m ­ ce, y e r y ü z ü n d e i n s a n için o k u y u p ö ğ r e n m e s i yasakla­ n a c a k h i ç b i r eser, m e s ' e l e , sır v e hakikat yoktur. B u n u n aksini d ü ş ü n m e k için i n s a n ı n m u t l a k a k o y u b i r t a a s s u p ç a m u r u n a b a t m ı ş o l m a s ı lâzımdır.'"^' H e r h a n g i b i r fikre kulak vermeyi, h e r h a n g i b i r eseri veya doktrini o k u y u p ö ğ r e n m e y i y a s a k l a m a k t a veya b a s k ü a m a k t a c e m i y e t için, d i y o r u m , h i ç b i r m e n f a a t yoktur. Var gibi g ö r ü n e n menfaat, e m i n olmalıdır ki, çölde s e r a p kabilindendir. B u n d a , bilâkis, cemiyetin v e i n s a n h ğ ı n m u h a k k a k b i r kaybı vardır. Ç ü n k ü biz c e m i ­ yetin y a r ı n alacağı istikameti v e t u t a c a ğ ı yolu b u g ü n ­ d e n bilmiyoruz. Tekâmül vetiresinin i n s a n h ğ ı y a r ı n n e ­ r e y e g ö t ü r e c e ğ i n i b u g ü n d e n keşfedemiyoruz. B u g ü n h a y a t v e cemiyet h a k k ı n d a ileriye s ü r ü l e n muhtelif fikir ve g ö r ü ş l e r d e n istikbal için h a n g i s i n i n d a h a faydalı ol­ d u ğ u n u , n e t i c e l e r i n d e n evvel bilmeye imkânımız yok(64) Her türlü neşriyatın geniş bir müsaadekârlıkla himaye gördüğü memleketlerden biri ve muhakkak başta geleni İngiltere'dir. Düşünülsün ki, iki Dünya Harbinde harp zarureti olarak, hemen her memlekette neşir hürriyeti az çok kı­ sıldığı halde. İngiltere'de normal zamanlara mahsus serbestiiğiyle devam etmiş­ tir. Söz veyazı hürriyetinden korkan ve bunu kısmağa çalışan hükümetler, haki­ katte, doğruluğundan kendilerinin de emin olmadıkları iş ve icraatlarının yanlış­ lığının ortaya konulacağından korkmaktadırlar.

DIN

HÜRRIYETI

N E DEMEKTIR?



tur. Bu h u s u s t a e h m ü s b e t iümlere bile g ü v e n e m e y i z . İl­ m i n bize istikbale ait öğrettikleri h e p b i r e r t a h m i n d e n ibarettir. İlmin z a m a n içindeki s a h a s ı h a l v e b i r a z d a mazidir. İstikbal ilmin s a h a s ı d ı ş ı n d a kaiır v e istikbal için ilim yalnız t a h m i n d e b u l u n u r . G a r i p t i r ki, ç o k ş e y bildiğini s a n a n v e b u n d a n g u r u r d u y a n i n s a n , b i r a n s o n r a k e n d i s i n i n n e olacağını bilmez. 1908'i takip e d e n İkinci M e ş r u t i y e t s e n e l e r i n d e O s m a n l ı İ m p a r a t o r l u ğ u ­ n u n d e v a m ı v e bekası, b u g e n i ş ülkeli eski t i p devletin yenileşerek b i r nevi f e d e r a s y o n y a n i birleşik devletler h a l i n d e t e ş k i l a t l a n m a s ı n d a g ö r ü l m ü ş idi. Ve b u fikirden h a r e k e t edilerek o d e v r i n merkeziyet u s u l ü y e r i n e siya­ sî a d e m - i m e r k e z i y e t u s u l ü n ü n k a b u l ü teklif edilmişti. O z a m a n ı n politikacıları m u h i t i n d e şiddetli r e a k s i y o n u y a n d ı r a n b u fikir m u z ı r telâkki o l u n m u ş v e fikrin s a h i j^jres; v a t a n haini a d d e d i l e c e k k a d a r ileri gidilmişti. B u ­ gün, eski O s m a n h İ m p a r a t o r l u ğ u ü l k e s i n d e p e y d a h olan irili-ufakli devletlerin d u r u m l a r ı v e birbiriyle m ü ­ n a s e b e t l e r i k a r ş ı s ı n d a , b u çok e n t e r e s a n fikrin hakikatl e ş m e y e d o ğ r u gittiğini g ö r ü r gibi oluyoruz. O s m a n l ı İ m p a r a t o r l u ğ u ü l k e s i n d e k u r u l a n devletlerin istikbalde, tıpkı A m e r i k a Birleşik Devletleri gibi, b i r f e d e r a s y o n halinde birleşmelerini m ü m k ü n görmek, hattâ daha g e ­ niş b i r ölçüde, b i r b i r i n e k o m ş u olan M ü s l ü m a n millet­ lerin m ü ş t e r e k b i r h a y a t m ü d a f a a s ı u ğ r u n d a b i r l e ş m e ­ lerini özlemek b u g ü n artık n e b i r rüyadır, n e d e v a t a n a ihanet.""^ (65) Merhum

Prens

5abahaddİn.

(66)1952 Mayısında, Pakistan'la toplanan büyük bir İslâm Kongresine çağı­ rılmıştım. Gittim ve kongrenin umumî toplanlılanndan birinde söz alarak uzun bir konuşma yaptım. Bu konuşma o zaman Karaçi gazetelerinde neşredildi. Söy­ lemesi bana düşmez amma, çok da alâka uyandırdı. İstanbul'a dönüşümde ko­ nuşmayı on iki makale halinde bir gündelik gazetede neşrettim. O zaman bu ma­ kaleler, bazı gazeteciler tarafından pek nahoş karşılandı. O sırada pek moda idi: Dine ve İslâm dünyasına dair ne söylense, hemen bir irtica yaygarası kopartıyor­ du. Yine öyle yapıldı ve bize bir hayli çatıldı. Biz, kötü söz ve geçmez akça sa­ hibinindir dedik ve sustuk.



D İ N

v e

L Â İ K L İ K

Elhasıl, mantıklı d ü ş ü n ü r s e k , b u g ü n o k u t u l u p ö ğ r e ­ tilmesini y a s a k l a d ı ğ ı m ı z v e y a z a r a r h g ö r e r e k baskıladı­ ğımız b i r fikir v e d o k t r i n , m ü m k ü n v e m u h t e m e l d i r ki, cemiyetin v e i n s a n h ğ ı n yarınki t u t a c a ğ ı yolu ve g i d e c e Aradan seneler geçmiş olmasma rağmen biz bugün de aynı fikirdeyiz. Biz o zaman ve konuşmamızda ezcümle şunlan söyledik: "İçinde yaşadığımız İkinci Dünya Harbi sonu devrinin milletlerarası siyaset bakımından, en açık vasfı, bunun, bir bloklaşma devri olması dır. Bütün millet­ ler, haldeki menfaatlerine, tarihî ve siyasî yakınlıklarına göre birleşmekte ve İstik­ bali İçin, birer blok teşkil etmeye çalışmaktadır. Slav peykleri bloku karşısında Anglo-Amerikan mihven etrafındaki t>loklaşmanın mânası budur. Bu arada Müslüman milletler niçin birleşmesin ve altı yüz milyonluk bir in­ san ve iman bloku vücuda getirmesin? Bunda yalnız Müslüman milletler için, de­ ğil, dünya sulbü için de fayda vardır. Bugünkü İslâm dünyası için sadece varlığı muhafazadan başka ne bir ideoloji harbi, ne de bir toprak kavgası bahis mevzuu değildir. Binâenaleyh Müslüman milletlerin birleşmesi sulh için ve insanlığın se­ lâmeti için bir teminattan başka bir şey olamaz. Bugün bloklaşan milletlerden düşünceleri birleştirmiştir. Halbuki berlik .zaten mevcuttur. Bu babda manevî bağlan kuvvetlendirmek; ve bu ayrılıkların menfi tesirlerini maktadır.

bir çoklarını geçici tehlike hisleri ve menfaat Müslüman İslâm dünyasında birlik ve bera­ bizim yapacağımız şey, aramızdaki tarihî ve ırk. Usan, milli menfaat ayrılıklarının üstünde bertaraf etmek üzere müşterek bir şuur yarat­

Sözlerime son vermezden evvel, bir noktaya daha işaret etmek isterim: İslâ­ miyet düşmanlan bir İslâm birliğinden bahsetmeyi tehlikeli görüyor ve böyle bir teşebbüsün dünya Hrıstiyanlarını aleyhimize çevireceğini ve yeni bir Ehl-i Salip ruhu yararacağını ileri sürüyor; ortalığa böyle bir vehim ve endişe salarak bir ta­ raftan cesaretleri kırmaya, bİr taraftan da resmi ve mes'ul makamları aleyhte kış­ kırtmaya çalışıyor. Diğer Müslüman milletleri bilmiyorum amma, Türkiye'de İki­ de bir bu ağzı kullanan bazı gazeteciler var. Fakat temin ederim ki, bu bir ma­ nevradır ve sadece bazı merdudların aklından geçen bir şeytanlıktır. Hnstiyan Avrupa birleşti, federasyon kurdu. Amerika ile el ele verdi. Bu teşebbüsleri biz Müslümanlar sevinçle karşıladık. Zira bunda sulhun bir teminatını gördük. Bu te­ şebbüslerden gocunarak aklımızdan, uzak bir mazinin Ehl-i Salip hikâyeleri geç­ medi ve geçemez. Din kavgaları çoktan tarihe İntikal etti. Bugün hakikatte ne İslâm dünyasının düşmanı Hnstiyan garptır; ne de Hnstiyan garbın düşmanı İs­ lâm dünyasıdır. Düşrnan başkadır ve garp ile aramızda müşterektir. Bunu herkes biliyor. Bunu yalnız İslâm dünyasını kundaklamak isteyenler bilmez görünüyor. Emin olunuz ki, bir İslâm birliği teşebbüsünden, İlk memnun olup sevinç du­ yacak olan Avrupa ve Amerika'dır. Cün geçtikçe biraz daha kabaran İslav kini ve silâhlı kuvvetleri karşısında, canlı ve imanlı yüreklerden örülmüş, bir İslâm birliği kalesi Önünde, muhakkak ki, hürmetle ilk eğilecek olan Avrupa ve Amerika'dır. Çünki İslâv kininin tuğyanından Avrupa ve Amerika'yı ve dolayisiyle bütün mede­ ni dünyayı -eğer kurtulmalan mukadder ise- yalnız ve yalnız maneviyat kuvveti kurtaracaktır." Okuyucum, vaktiyle bazılarınca irticaî bir mahiyet verilen ve üstünde yaygara koparılan, fakat bugün hükümet politikası olarak, kısmen de olsa, bakikatleşen bu fikirleri burada tekrar etmekten maksadım şunu göstermektir: Cemiyet İşlerinde çok kere bugün bâtıl olan yann hak, bugün hak olan da ya­ rın bâtıl olur. Ve istikbal ilim sahasına değil, farz ve tahmin sahasına girer. Tahmin­ de ise yanılmak daima mümkündür. Binâenaleyh her çeşit fikre ve kanaate karşı müsaadekâr hattâ hürmetkar olmaya ahlâkan mecburuz.

ği İstikameti göster"sin. Bu t a k d i r d e , o k u t m a y a ve ö ğ ­ r e t m e y e k o y d u ğ u m u z y a s a k d a m g a s ı , n e t i c e itibariyle, bizim k ö r l ü ğ ü m ü z ü ve cehaletimizi ilân e t m e k t e n b a ş k a bir şeye y a r a m a z . Tarihte böyle o l m a m ı ş m ı d ı r ? Vaktiy­ le iime ve s e r b e s t tefekküre karşı ş a h l a n a n cehalet ve t a a s s u p , insanlığı t e k â m ü l y o l u n d a n a h k o y a m a m ı ş ise de, neticeyi asırlarca g e c i k t i r m e m i ş m i d i r ? M e y d a n l a r ­ d a ve h a m a m k ü l h a n l a r ı n d a m u z ı r d ı r diye yakılan fikir eserleri ve ilim kitaplariyle birlikte y a n ı p kül o l a n h a k i ­ katleri t e k r a r b u l u p m e y d a n a ç ı k a r m a k için asırlarca b e k l e m e k ve çalışmak lâzım g e l m e m i ş m i d i r ? B u g ü n dini eserlere, fikir ve hakikatlere ve b u n l a r ı n n e ş r i n e , tâlim ve t e d r i s i n e karşı bazı m e m l e k e t l e r d e g ö s t e r i l e n d ü ş m a n l ı ğ ı n aynı neticeyi v e r m e y e c e ğ i n i ve b u d ü ş ­ m a n l ı ğ ı n yarınki insanlık n a z a r ı n d a b i r c i n a y e t teşkil etmeyeceğini kim t e m i n e d e r ? O dini eserler, fikir ve hakikatler ki, ü z e r l e r i n d e M ü s l ü m a n milletler asırlarca d u r u p d ü ş ü n d ü , çalışıp göz n u r u d ö k t ü v e enerji tüket­ ti. "İnsan için insandan bir mahlûk

daha

koricunç

yoktur." MONTAIGNE

İnsanda iç huzuru maneviyat terbiyesinin meyvasıdır: Biliyorum, s o n s e n e l e r d e , hususiyle b i z d e , dini t a h ­ sil ve tedrisini ve b u n a ait n e ş r i y a t ı n faydasız ve h a y a t için y a r a r s ı z o l d u ğ u n d a n bol b o l b a h s e d e n l e r ve b u s a ­ h a d a köpeksiz köy b u l u p d e ğ n e k s i z g e z e n l e r var. B u n ­ lara g ö r e tahsil ve t e d r i s i n faydalısı, s a d e c e h a y a t ve t a ­ biat bilgileri verenidir. Ç ü n k ü i n s a n b u bilgilerle y a ş a r ve h a y a t için lâzım o l a n serveti ve k o n f o r u a n c a k b u bil­ gilerle t e m i n e t m e k k a b ü olur. Dinî ve metafizik bilgiler

İse, İnsanların fikrî enerjilerini israf e d i p t ü k e t m e k t e n başka bir netice vermez. Dikkat e d e r s e k , z a m a n ı m ı z ı n bazı m e m l e k e t l e r i n d e h ü k ü m e t l e r i n b ü t ü n k u d r e t k a y n a k l a r ı n ı iktisadi varlık v e k o n f o r g a y e s i n e t a h s i s e d i p , b u n a mukabil, m a n e v i ­ y a t t e r b i y e s i n i ve r u h î ihtiyaçları b i r t a r a f a a t m a l a r ı n daki sır ve m â n a b u d u r . B u g ü n sistemli bir şekilde din ve m a n e v i y a t d ü ş m a n l ı ğ ı g ü d e n l e r , bilerek veya bilme­ yerek, b u g ö r ü ş ü n tesiri altındadırlar. H a r e k e t n o k t a s ı n ı Kari M a r x ' i n t a r i h i m a d d e c i l i ğ i n ­ d e b u l a n ve b u g ü n k ü Rus K o m ü n i s t l e r i t a r a f i n d a n d ü n ­ yayı a t e ş e v e r m e k için b i r fitil gibi kullanılan b u g ö r ü ş h a k k ı n d a t a m a m i y l e yanlıştır, d e m e y e i m k â n yoktur; fakat a ş i k â r bİr s u r e t t e eksik v e kifayetsizdir. Ş ü p h e s i z ki servet, konfor, h ü l â s a iktisadi varlık h a ­ yat için lâzım v e faydalıdır. Bu h u s u s t a m ü n a k a ş a bile yersizdir. M ü s b e t ilimler bize m a d d e ü z e r i n d e m ü e s s i r olmayı v e dolayisiyle iktisadi varlığı a r t t ı r m a y ı ö ğ r e t ­ miş; inkişaf e d e n teknoloji z a m a n v e enerji iktisad et­ m e n i n y o l u n u göstermiştir. Bu s a y e d e b u g ü n b e ş e r k u d r e t i akla h a y r e t v e r e c e k b i r şekilde a r t m ı ş t ı n B ü t ü n b u n o k t a l a r ş ü p h e g ö t ü r m e z . F a k a t b u n d a n , r u h ve ma­ n e v i y a t t e r b i y e s i n i b i r tarafa b ı r a k ı p i h m â l edelim n e t i ­ cesi d e çıkmaz. İktisadi varlık, r u h ve m a n e v i y a t b o ş l u ­ ğunu doldurmaz. İnsan hayatı bakımından mes'ele, s e r v e t v e k o n f o r gibi iktisadi varlıkta o l m a k t a n ziyade, r a h a t y a ş a m a k t ı r . R a h a t y a ş a m a n ı n ise bir çok şartları vardır. Ve iktisadi varlık b u n l a r d a n yalnız biridir, h a t t â , k a b u l e t m e k lâzımdır ki, b a ş t a geleni değildir. Başta g e ­ leni olsa v e s a a d e t sırf s e r v e t t e n d o ğ s a y d ı , etrafımızda g ö r d ü ğ ü m ü z b i r çok b a h t ı k a r a zenginlerin b e d b a h t l ı ­ ğının m â n a s ı kalmazdı. Hülâsa, i n s a n için r a h a t h a y a t ı n b i r şartı s e r v e t v e k o n f o r ise, ö b ü r şartı d a e m n i y e t d u y g u s u , iç h u z u r u ve g ö n ü l zenginliğidir. Bu d u y g u , b u h u z u r v e zenginlik d e r u h ve m a n e v i y a t terbiyesinin

meyvasıdır. Din ise b u m e y v a n ı n ağacıdır. Dini tahsil v e t e d r i s i n gayesi d e b u ağacı yetiştirecek v e i n s a n l a r a b u terbiyeyi v e r i p onları iç h u z u r u n a k a v u ş t u r a c a k ehli­ yetleri v a r etmektir.

Dinin emirlerini yerine getirme hakkı: Din h ü r r i y e t i p r e n s i b i n d e n d o ğ a n h a k l a r ı n s o n u n ­ c u s u dinin emirlerini y e r i n e g e t i r m e , y a s a v e yasakları­ n a itaat edip b a ğ l a n m a hakkıdır. Tekrar edelim ki, din yalnız i m a n , ibadet, talim ve t e d r i s t e n i b a r e t değildir. Din h a y a t için h a r e k e t v e faaliyet kaideleri ihtiva e d e n ve d i n d a r a m u a y y e n b i r h a y a t yolu g ö s t e r e n ilâhi b i r k a n u n d u r . Bu k a n u n ferde ş u n u y a p , b u n u y a p m a t a r ­ zında emirler vermektedir. D i n d a r için b u emirlere ita­ at e t m e k m u k a d d e s bir vazifedir. Bu vazifeyi s e r b e s t ç e y e r i n e g e t i r m e y e ve b u h u s u s t a hiç b i r engele r a s t l a m a m a y a ferdin hakkı vardır. Devlet, d i n d a r ferde b u hakkı tanıyıp t e m i n e t m e y e m a n t ı k e n m e c b u r d u r . Ç ü n ­ kü devlet. A n a y a s a s ı ile ve î n s a n Hakları D ü n y a B e y a n namesiyle, ferde i m a n hakkı v e din h ü r r i y e t i tanımıştır. Dinin emirlerini y e r i n e g e t i r m e hakkı, tıpkı ibadet, t a ­ lim ve t e d r i s hakları gibi, i m a n h a k k ı n ı n ve din h ü r r i y e ­ ti p r e n s i b i n i n mantıkî ve z a r u r i b i r neticesidir. M a d e m ki ferdin, i m a n hakkı ve din h ü r r i y e t i vardır, o h a l d e i n a n d ı ğ ı ve m e n s u p o l d u ğ u dinin emirlerini y e r i n e g e ­ t i r m e y e d e hakkı vardır. N a z a r i m a n t ı k b u n u i c a p v e emreder. Fakat b u n o k t a d a n a z a r î m a n t ı k ile ameli h a y a t ı n icapları maalesef ç a r p ı ş m a k t a d ı r . Ameli h a y a t t a ve m ü ­ n a s e b e t l e r s a h a s ı n d a dinin k a n u n u , e m i r ve nehiyleri var. Din ile devletin birleşik o l d u ğ u d e v i r l e r d e m e s ' e l e yoktu; dinin e m r i devletin, devletin e m r i de dinin e m r i demekti. F a k a t b u g ü n din ile devlet b i r çok memlekete lerde o l d u ğ u gibi b i z d e d e b i r b i r i n d e n ayrılmıştır.

Ö n ü n d e d u r u l m a z ye direnilmez b i r t a r i h i gidiş b u g ü ­ n ü n devletlerini b u neticeye g ö t ü r m ü ş t ü r . B u g ü n dinin k a n u n u ile devletin k a n u n u h e r h u s u s t a b i r l e ş m e m e k t e , h a t t â çok k e r e b i r b i r i n e aykırı d ü ş m e k t e d i r . B u g ü n m u ­ a y y e n b i r devlet c a m i a s ı i ç i n d e y a ş a y a n i n s a n l a r d a n p e k ç o ğ u n u n d i n d a r v e v a t a n d a ş diye iki sıfatı vardır. D i n d a r ferd, b u sıfatla m u a y y e n b i r dine; v a t a n d a ş sıfatiyle d e m u a y y e n b i r devlete tâbidir. Bu iki tabiiyet m e r k e z i n i n ferde v e r d i ğ i y a p v e y a y a p m a e m r i birbiri­ ni t u t a r s a , n e âlâ m e s ' e l e yoktur. F a k a t t u t m a z s a -ki, çok k e r e t u t m a y a c a k t ı r - n e y a p ü ı r ? Bu çetin n o k t a ile biz şimdi d i n hürriyeti v e b u n d a n d o ğ a n hakların h u ­ d u d u m e s ' e l e s i ile karşılaşmış b u l u n u y o r u z .

—m — DİN HÜRRİYETİNİN VE BUNA BAĞLI HAKLARIN HUDUDU Din hürriyetinin hudutlanması lâzımdır. S ö y l e m e y e h a c e t y o k t u r ki, cemiyet i ç i n d e y a ş a y a n b i r i n s a n için, m ü n a s e b e t l e r h a y a t ı n ı n hiç b i r s a h a s ı n ­ da, ölçüsüz bir h a k v e h u d u t s u z b i r h ü r r i y e t d ü ş ü n ü l e ­ m e z . Binaenaleyh din h ü r r i y e t i n i n ve b u n d a n d o ğ a n h a k l a r ı n k a n u n v e örf üe tayin v e t e s b i t edilmiş b i r h u ­ d u d u o l m a k lâzım gelir. Gerçi din, m a h i y e t itibariyle, ferdî v i c d a n ı n b i r mu'tasıdır; d i n d a r ı n iç â l e m i n d e yaşar. Bu âlem ise hiç bir s u r e t l e kayıd altına a l ı n a m a z . F a k a t o n u n ferdî vic­ d a n ı n d a n t a ş ı p haricileşen v e b i r teşkilât, usûl ve â d â b şeklini a l a n bir mahiyeti d a h a v a r d ı r ki, b u itibar ile din içtimaî b i r m ü e s s e s e d i r . Ve h e r içtimaî m ü e s s e s e gibi, h a y a t ve m ü n a s e b e t l e r i n z a r u r e t l e r i n e u y u l a r a k n i z a m l a n m a s ı i c a p eder. Cemiyetin h a t t â bizzat d i n d a r ı n e m ­ niyet ve selâmeti b u n u e m r e d e r . H u d u t s u z ve kayıtsız d i n e aykırı bir hürriyetin d o ğ u r a c a ğ ı a n a r ş i d e n ve sa­ pıklıktan üzülüp eza d u y a c a k l a r ı n b a ş ı n d a d i n d a r l a r gelir. Asırların t e c r ü b e s i g ö s t e r m i ş t i r ki, din işleri ş a h ­ sî m e n f a a t ve istismar m e v z u u o l m a y a çok müsaittir. Kayidsız b i r h ü r r i y e t rejiminde, hakikatte diyanetle hiç alâkası o l m a y a n bazı m e n f a a t d ü ş k ü n ü sefillerin, yüzle­ r i n e d i n d a r nikahı geçirerek, b i r takım saf insanları al­ d a t ı p avlamaları; d a h a kötüsü, bazı sefil politikacıların Din v e Lâiklik / F. 9

] 29

diyaneti siyasi emellerine u l a ş m a k için bir m e r d i v e n y a p m a k isteyen b e d b a h t l a r m h e r d e v i r d e b u l u n d u ğ u ­ nu, milletlerin, hususiyle Türkiyemizin tarihi g ö s t e r ­ mektedir. İmdi kötülükleri ve kötü emellerin m e y d a n a l m a s m ı ö n l e m e k â m m e n i n m e n f a a t ve s e l â m e t i n i n k o r u y u c u s u sıfatiyle, devlete d ü ş e n b i r vazifedir. Devletin, k a n u n yoluyla, din h ü r r i y e t i fikrinden d o ğ a n h a k l a r d a n h e r birinin h u d u d u n u b e l i r t m e s i lâzımdır. Bu, yalnız cami­ anın değil, diyanetin de faydasınadır. A n c a k b ü t ü n m e s ' e l e , din h ü r r i y e t i h a n g i y ö n d e n , n e y e g ö r e v e nasıl h u d u d l a n a b i l i r n o k t a s ı n d a d ı r . Bu mes'eleyi ç ö z m e k için, dİn h ü r r i y e t i p r e n s i b i n d e n d o ­ ğ a n h a k l a r ü z e r i n e t e k r a r gelelim. Yukarıda g ö s t e r d i k ki, din h ü r r i y e t i , d i n d a r için, d ö r t nevi h a k d o ğ u r a n b i r p r e n s i p t i r . Bu h a k l a n b i r e r b i r e r ele alaUm.

İnanma hakkı hudutlanabilir mi? Kabul e t m e k lâzımdır ki, ferdin i n a n m a ve i m a n et­ m e hakkı k a n u n ile h u d u t l a n a m a z . İ m a n ve akide b i r k a n u n m e v z u u olamaz. İ n s a n h e r h a n g i b i r deney, fikir veya d o k t r i n e i n a n m a y a v e y a i n a n m a m a y a m e c b u r edilemez. E n g i z i s y o n m a h k e m e s i ö n ü n d e " d ü n y a d ö ­ n ü y o r " s ö z ü n ü geri almaya z o r l a n a n Galile, m a h k e m e ­ d e n çıkarken: " B u n u n l a b e r a b e r d ü n y a d ö n ü y o r " d e ­ mişti. İçimizdeki i n a n ç , c e b i r ile değiştirilemez. İ m a n ve a k i d e n i n k a n u n u olmaz. Ç ü n k ü , t e k r a r edelim ki, i m a n ferdin iç â l e m i n d e yaşar. B u n u n içindir ki İslâmiyet " d i n d e c e b i r ve ikrah"ı y a s a k etmiştir. Devlet ve k a n u n iç â l e m e h ü k m e d e m e z ve b u âlemin u m u r u n a karışa­ m a z . İ m a n , v i c d a n evimizin sahibidir. Bu evin k a n u n u , devletin yasası değildir; ferdin bilgisi, duyguları ve t e r biyesidir. E ğ e r i m a n ve akideye bir h u d u d a r a m a k lâ-

zım gelirse, b u n u ferdin ilmî v e fikrî o l g u n l u ğ u n d a a r a ­ malıdır. Devlet ve k a n u n , i n s a n l a r ı n yalnız dış âlemi v e m ü n a s e b e t l e r hayatiyle alâkalanır. Devletin faaliyet v e o t o r i t e s a h a s ı v e k a n u n u n m e v z u u , yalnız dış âlemdir, yâni fîil v e hareketlerdir.'^''

Din hürriyeti ve ibadet hakkı: Şu halde, din hürriyetinin kanun üe hududlanması m ü m k ü n olan cephesi i b a d e t t e n başlar. Ç ü n k ü i b a d e t l e artık d i n h a y a t ı n ı n fîil v e h a r e k e t l e r s a h a s m d a y ı z . Dev­ let v e k a n u n ise, dediğimiz gibi, yalnız b u s a h a d a h ü ­ k ü m sürer. F a k a t devlet ferdin i b a d e t h a k k ı n a , d i n h ü r ­ riyetinin b u c e p h e s i n e , n e d e r e c e y e k a d a r el uzatır v e b u hakkı n e y e g ö r e h u d u t l a r ? B u h u s u s t a k o n u l a c a k b i r k a n u n y a s a ğ ı n ı n m e s n e d i v e ö l ç ü s ü n e d i r v e n e olabi­ lir? C e v a p verelim: Devlet v e k a n u n , h i ç ş ü p h e yok ki, camia m e n f a a t v e s e l â m e t i n i n bekçisi v e k o r u y u c u s u d u r . B u sıfatla b u m e n f a a t v e selâmeti t e h d i t e d e n fiil v e h a r e k e t l e r i ö n l e r ve m e n e d e r . F a k a t fiil v e h a r e k e t l e r ç o k çeşitlidir v e b u s a h a d a ç o k geniştir. B u n l a r d a n hangileri camia selâ(67) Bununla sadece kanunun tanzim ettiği münasebetler sahasını göstermek istiyoruz. Yoksa, devlet ferdin akide ve kanaatlerinde hiç bir suretle müessir ola­ maz demek istemiyoruz. Bilâkis, hususiyle zamanımızda, binbir çeşit reklâm ve propaganda vasıtalarına mâlik olan; hükümet adamları, geniş bir ölçüde akide ve kanaatler üzerinde müessir olmakta hattâ dilediklen gibi oynamaktadırlar. Bugün hükümetler gerek politikalarını ve gerek doğru sandıkları görüşled mektep kitap­ ları, resmî neşriyat, radyolar ve gazeteler marifetiyle, yalnız küçüklere ve halkın saf tabakalarına değil, yetişkinlere ve okumuşlara bile çabucak ve kolayca aşıla­ maktadırlar, hükümet adamları, fikir ve kanaat aşılamak veya mevcut bir fikir ve kanaati yaymak İçin, bugün çok ilen bir tekniğe ve geniş imkânlara sahiptirler. Bugün hüKÜmetlerin elinde her noktası inceden inceye işlenmiş ve etüd edilmiş müthiş bir propaganda tekniği vardır. Her sınıf halka göre hazırlanan bu tL.kniğin ilk hareket kademesi mekteptir, daha İlk mektepten İtibaren küçük vatandaşlara, bir çoğu hakikat olmaktan uzak bir takım fikir ve görüşler vitamin hapları gibi yutturulur. Radyolar ve matbuat vasıtasiyle yağdınlan propaganda yağmuru va­ tandaşı iş yerinde ve tadada bile rahat bırakmaz. Köy, kasaba ve şehiHerde so­ kak başlarına yerleştirilen hoparlörler, ekseriya hakikat olmaktan uzak hükümet propagandasının birer yorulmaz ve çok geveze hizmetçisidir.

m e t i n i t e h d i t e d e r m a h i y e t t e d i r , b u n u nasıl bilelim? Bu h u s u s t a h u k u k u n b i r ölçüsü v a r m ı d ı r ? Bu suale c e v a p v e r e b i l m e k için fiil v e h a r e k e t l e r i m i z e dikkatle bakalım. Bunlar, hâsıl ettikleri n e t i c e y e g ö r e , başkalarını ilgilen­ d i r i p i l g i l e n d i r m e m e k b a k ı m ı n d a n , ferdi ve içtimaî ol­ m a k ü z e r e , ikiye ayrılır.

Fiil ve hareketlerimizin tasnifi: F e r d i fiillerimiz b a ş k a l a r ı n ı ilgilendirmez. Bunların e s e r i sırf ş a h s ı m ı z a m ü n h a s ı r kalır. İçtimaî fiiller ise, b a ş k a l a r ı n ı alâkalandırır ve bizimle b a ş k a l a r ı a r a s ı n d a b i r b a ğ l a n t ı v e m ü n a s e b e t v ü c u d a getirir. Meselâ, k e n ­ di o d a m d a , k e n d i b a ş ı m a y e m e k y e m e fiilim ferdidir. Bu fiihn neticeleri b a n a racidir. Başkalarını a l â k a d a r et­ m e z . F a k a t p a z a r d a alış veriş e t m e , y a h u t b i r l o k a n t a d a v e m ü ş t e r e k b i r m a s a d a y e m e k y e m e fiilim, ferdi değil, içtimaîdir. Ç ü n k ü b u fiillerim b a ş k a l a r ı n ı alâkalandır­ m a k t a ; b e n i m l e b a ş k a l a r ı a r a s ı n d a b i r nevi alâka v e ir­ t i b a t h u s u l e getirmektedir. İşte, umumiyetle, c a m i a m e n f a a t v e selâmetini t e h d i t e d e r b i r m a h i y e t alabilen v e b u s e b e p l e devletin k o n t r o l salâhiyetine girerek ka­ n u n a m e v z u o l a n fiil v e h a r e k e t l e r b u n l a r d ı r , yânî b a ş ­ kalarını a l â k a l a n d ı r ı p a r a d a b i r nevi m ü n a s e b e t p e y d a e d e n içtimaî fiiljerdir.'^^^' İbadet, m a h l û k u n Halikını y â d v e tezkâf etmesi, o n u d ü ş ü n e r e k içini m i n n e t hisleriyle temizlemesi deme]
View more...

Comments

Copyright ©2017 KUPDF Inc.
SUPPORT KUPDF